!1
!2
Gönlüm bana: “Ben Tanrı ilmini öğrenmek hevesindeyim, eğer sen bu ilmi elde ettinse, bana öğret.” dedi. Ben de: “Peki öğreteyim.” dedim, “Elif...” “Başka?” dedi. “Hiç... Eğer evde adam varsa, bir harf yeter...”
!3
SEDEF Hz. Mevlana ve Sevenlerinden İnciler
“Aşk geldi, kan gibi Damarlarıma derime doldu. Beni benden aldı, Varlığımı sevgiliyle doldurdu. Kısaca; Bana benden kalan bir ad; Ancak ötesi hep o...”
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ
!4
“Söz benim değildir, kudret dilinden söylerim. Sözün aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir...”
YUNUS EMRE
!5
Yüce Pirimiz Hz. Muhammed Mevlana’nın güzellikleriyle bizleri besleyen, büyüten ve bu kitabı meydana getirmeye beni teşvik eden, sonsuz sevgisi ve sabrıyla destekleyen, Hz. Mevlana’nın manevi temsilcisi Hasan Dede’me en içten şükranlarımı sunar ve umarım daha birçok eserlerle O’na layık olabilmeyi gönülden niyaz ederim...
Gel ey şu evrenin sarayı insan, Düşün de kendini bul yavaş yavaş. Senin için ne mekan var ne zaman, Düşün de kendini bul yavaş yavaş. Sen seni küçültüp kalma gümanda, Bütün sen dönersin çark-ı devranda, Her şeye muidim demiş Kuran’da, Düşün de kendini bul yavaş yavaş. Dede, kim kendini bulmuşsa eğer, Her ilim çözülüp emrine girer, Onda nice güneşler doğarmış meğer, Düşün de kendini bul yavaş yavaş. Hasan Dede
!6
Tasavvufta derler ki, bir insan iki defa doğar; ilk doğumu annesinden olur, ikinci doğumu ise gerçek bir mürşid-i kamile ikrar verdiği gündür. Hasan Dede’miz, sohbetlerinde her zaman Hz. Mevlana’mızı, Peygamberimiz Hz. Muhammed’imizi, Ehlibeyt’imizi anlatır ve bizleri onların güzellikleriyle donatır. O, bizlere nurdan bir aynadır. Güneş gibi parlar ve ruhlarımızı temizler, bizleri güzel bir insan olmaya, dostluğa ve Allah’ın birliğine davet eder. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan ve yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü ile gönüllerimize sevgi tohumları eker, yeşertir ve büyütür. O, gölgesinde huzuru ve mutluluğu bulduğumuz, kökleri çok derinlere uzanan yüce bir ağaçtır. O Ab-ı Hayat’tır, Kevser suyumuz, yüce Pirimiz Muhammed Mevlana’mızın bendesidir. Hz. Mevlana’mızın Mesnevi’sinden ve Divan-ı Kebir’inden, Hz. Şems’imizin Makalat’ından, Hz. Sultan Veled Efendi’mizin İbtidaname’sinden, Mithat Bahari Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidi’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Divan’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yaparak derlediğim bu kitap, umarım o manevi aşkın mestliğini gönüllerinize bir nebze olsun hissettirebilir.
Sibel Safiye Avcı 17 Mayıs 2011
!7
RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA...
Zerre zerre kenderin arzu Semast Cinsi hodra her yeki çün Kehrübast Bu yerde ve gökte ne varsa, her biri zerre zerre kendi cinsine kehrüba gibidir.
Mevlana, oldu olasıya Mevlana idi, sonradan bir şey olmuş değildir. Sonradan görünen, ondaki o ezeli kemalin nuru, o ilahi Tuba’nın meyvası idi. Peygamberimiz: “Adem su ve toprak arasında iken ben Peygamberdim.” dedi. Mevlana diyor ki: “Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil. Kalıp bizden var oldu, biz ondan değil.” Sultan Veled diyor ki: “Veled, alemden evvel her şeyi bilen Tanrı’ya dosttu. Hakkın ezeli kadehinden, aşkın heyheyli dudağiyle içti.” İnsanı hayvandan ayıran, konuşmasıdır. Seçkin ve aydınları da avamdan ayıran, kendilerindeki bilginlik ve sözlerindeki yüksek farktır. Hazreti Muhammed, Tanrı sözü Kur’anı söyledi. Onun için seçkinlerin seçkini oldu. Tanrı adamları, sözlerinde ne kadar Tanrı’yı belirtmiş, ne kadar Tanrı’ya yakınlaşmışsa, Tanrı nuruna kandil olan gönül sırçaları da o kadar incelmiş, o kadar şeffaflaşmış ve o kadar yakınlaşmıştır. Onun için: “Kelamından olur malum kişinin kendi miktarı” denildi. Her söz Mevlana’nın dilinde, her şey Mevlana’nın elinde ilahileşiverdi. Mevlana, her neye baksa, her neyi görse, Tanrı’yı görürdü. Her neyi söylese Tanrı’yı söyledi. Bakışında Mevla’yı, söyleyişinde Mevla’yı, aklında, fikrinde, kendinde Mevla’yı bulurdu. Felsefesinin özünü, sözlerinin ruhunu Tanrı’dan alırdı. Mevlana’nın aşk ateşinde din, iman, küfür yanmış, erimişti. Orada tek bir nur parıldıyordu: Dost... Varı yoğu, yiyeceği içeceği, özü sözü: Dost... Tek bir dosttu... O kutsal insana onun için Mevlevi, Manevi denildi... Onda Tanrı’nın sonsuz mahupluk sırrı görünürdü. Sultan-ül Ulema’dan tut da sohbet şeyhi !8
Şems-i Tebrizi’ye; mürşidi Seyyid Burhaneddin’den tut da oğlu Sultan Veled’e kadar bütün Mevlevi büyükleri, arifleri Mevlana’nın aşk nurunda fani olmuşlardır... Mevlana’nın sözlerindeki, şiirlerindeki mana, ilahi bir şaraptır. Mevlana, o özlü şarabı bize sunmak için, lafızların ve terkiplerin altın ve gümüşlerle, inci ve zebercetlerle işlenmiş billur kadehleri içine koymuştur. İlahi dudaklardan çıkan sözlerin lafızlarında da başka bir çekicilik, başka bir sevimlilik vardır. Beyan tarzında, kelimeleri seçmekte, birleştirmekte başka bir güzellik vardır. Nitekim Kur’an, Güneşe nispetle yıldız gibidir. Mevlana’nın bütün şiirleri, birbirinden üstün nüktelerle doludur. Bunlardan her biri Güneşten bir nur mudur? Cennetten bir parça mıdır? Baharın nurundan bir kaynak mıdır? Bilmiyorum... Şimdi ey sevgili okuyucu! Hakkiyle anlaşılması, hele tamamiyle kavranabilmesi mümkün olmayan o sonsuz varlığın, beşeri güzelliklerde herhangi birinin ipek örtüsüne bürünerek gönlümüze, duygumuza sızdırıp sezdirdiği güzelliğinin ışığından gönlünde uyanan şevk ile o büyük ve mükemmel insanı, o Tanrı sevgilisini sev de nasıl seversen sev... Onu sevenlerin gönüllerinde şevk denizleri dalgalanır, şimşekler çakar, gök gürülder, rahmet yağmurları yağar...
!9
Beri gel, daha beri, daha beri. Bu yol vuruculuk nereye dek böyle? Bu hır gür, bu savaş nereye dek? Sen bensin işte, ben senim işte.
Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın... herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de. Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı. Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak her gözde, kulakta o nur yok. Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok. Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun! Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür. Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı. Ney gibi hem bir zehir, hem de tiryak, ney gibi bir hemdem, hem bir müştak kim gördü? Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir. Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur. Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanlışlarla yoldaş oldu.
!10
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmıyan, hemen sen kal! Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmıyana da günler uzadı. Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam. Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın? Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini... Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkar olduğundan inci ile doldu. Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi. Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi; Ey bizim kibir ve azametimizin ilacı, ey bizim Eflatun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz! Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamağa başladı, çevikleşti. Ey aşık! Aşk; Tur’un canı oldu. Tur sarhoş, Musa da düşüp bayılmış! Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, sırlarıma tahammül edecek bir hemdem bulsaydım, ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim. Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir. Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin. Her şey maşuktur, aşık bir perdedir. Yaşıyan maşuktur, aşık bir ölüdür. Kimin aşka meyli yoksa o kanadsız bir kuş gibidir, vah ona! Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim? Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur? Aynan, bilir misin, neden gammaz değil? Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!
!11
Aşk bir padişahtır, bayrağı görülmez. Tanrı Kuran’ıdır, ayetleri bilinmez. Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir. Kanlar akar durur fakat yarası görünmez.
Aşk denince akla Mevlana gelir. Aşk, Mevlana’nın özüdür. Aşk’ın adı Mevlana’dır. Mevlana, öyle bir aşk okyanusudur ki, ucu bucağı yoktur, başı sonu yoktur. Derinliklerine dalar gidersin, ve ne kadar derine dalarsan o kadar çok vurgun yersin. Başın döner, aşkla kendinden geçersin. O aşıkları yağmur damlalarına benzetir. Yağmur damlaları okyanusa bir düştüler mi, artık onlar damla olmaktan çıkar okyanusun kendisi olurlar. Mevlana’nın manevi varlığı, en güzel ve en cazibeli bir aşk edasıdır, düşünüşü bir aşk hamlesi, yürüyüşü bir aşk salınışıdır. Onun sesi gönülleri çeken bir aşk sesi, onun sözü ruhlara ebedi hayat veren bir aşk sözüdür. O Ab-ı Hayat’tır. Onun sözleri Allah edebiyatıdır, Kuran edebiyatıdır, aşk edebiyatıdır. O tüm alemlerin ve bütün zamanların aşk peygamberidir. Tasavvuf, Mevlana’nın sözünde bir bilgi olmaktan çıktı, bilinmiş oldu. Şiir, Mevlana’nın dilinde bir şiir güzelliğini geçti, güzelliği canlandıran bir ilham güneşi oldu. Aşk, Mevlana’nın gönlünde aşkın gökünü aştı, maşuka ulaştı... Mevlana, Hazreti Muhammed’in maşukluk ışığında yandı. Gönlünün kandilini o ışıktan yakıp uyandırdı. Ondaki nur, o nurdur. Mevlana çok geniş bir söz söylemek kudretiyle, ilham azametiyle yaratılmıştır. Mevlana, hayatında yalnız söylerken değil, susarken de söylerdi. Hatta susarken söylediği sözler, söylerken söylediği sözlerden de derindi. O, söylerken kulaklardan kalbe nur akıttı; susarken kalbin kadehine şarap, ruhun ağzına abı hayat akıttı...
!12
Mevlana’nın sözlerinde, birbirine nispetle, güzellikçe, derinlik ve belagatça bir fark olsa dahi değil mi ki, o sözler hep aynı ruhtan, hep aynı gönülden çıkmıştır, hepsi nur, hepsi de ilahidir. Çünkü Mevlana şiirlerinde Kur’an’ın özünü ve Peygamberimizin sözünün ruhunu terennüm etmiştir. Bir şiirinde dediği gibi; “Ben söylemiyorum, fakat Allah’ın (Nahn-ü nefahna) biz üfledik, nefesi içimde söylüyor da ben coşuyorum. İniltilerim ta Süreyya’ya kadar yükseliyor. Zira aziz, ulu Tanrı, bu tenimin ney’ini yokluk kamışlığından kesti, yonttu, üflüyor...
!13
Bana aşktan başkası yoldaş olmadı. Ne dünyaya gelmeden önce, ne de daha sonra aşksız yaşadım. İçimden bir ses bana can verir ve der ki; ey aşk yolunun olgun yolcusu bana kapıyı aç!
Bir sevgi var, bir de aşk var. Hz.Mevlana ‘Aşk okullarda öğrenilmez.’ der. Aşk gözden doğar. Bir kişi aşka düştü mü, gece gün hep sevgilisini düşünür. Aşk insanı deli eder, akıl bırakmaz. Akılsızı da akıllı yapar. Bütün benliğini sevgilisi sarar, artık kendi iradesi kalmaz. Aşk padişahı köle yapar. Hakk’ı dünyadaki bütün güzelliklerin üstünde tasavvur ederek maneviyata yönelinirse, o güzelliğini sevenine gösterir. Yolları kısaltan, insanı birdenbire menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman aşıkta kişilik kalmaz, sevgili vücuda hakimdir, başa akıldır, hüküm de onundur. Hüküm onun olunca, artık aşığa ait bir şey kalmamıştır, aşıkta irade kalmaz. Akılla, iradeyle aşık olunmaz. Aşkı ancak tadan anlar. Hz. Mevlana’ya sormuşlar, ‘Âşıklık nedir?’ Demiş ki: ‘Ben ol da bil. Sen âşıklığı nasıl bilebilirsin ki; o bilgi kitaptan defterden öğrenilmez. Ateşi mangalda balı da kavanozda görmek bilmek değildir. Çünkü bu bilgi zevk bilgisidir; onu tatmayan bilmez. Bildim diyenin bilgisi sadece zandır. Madem öyle sen düşmeyi düşenden öğren, yanmayı pişmişten sor. Aşkın kokusunu da aşığın yanık nefesinden kokla. Bu işaretlerden yola çık ve aşkı bilmek için âşık ol.’ Yine bir gün Mevlana’ya, ‘Aşk nedir?’ diye sorduklarında, şu cevabı almışlar; ‘Aşk Allah’ın elidir. Kim aşka tutulmuşsa o Allah’a tutulmuştur.’ Peki demişler, ‘Aşkın ağzı var mı?’, ‘Aşkın ağzı olsaydı, bu koskoca cihan, o aşkın ağzında ancak zerre görünürdü.’ ‘Aşkın kapısı var mı?’ ‘Aşkın kapısı görünseydi, bu alemde padişahlık taslayanlar o kapıda ancak bekçilik yaparlardı.’ !14
Bir insan aşka düştü mü, sevgilisinden başka bir şey görmez. Nerde olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmeye, aşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna aşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de aşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna aşık olursun. Mademki buğday ektin, kesin olarak buğday biter; ambardaki buğday da o biten buğdaydır. Mecnun, Leyla’ya bir mektup yazmak istedi; eline kalemi aldı, şu beyti söyledi:
!15
Hayalin gözümde, adın ağzımda; Anışın gönlümde; söyle ben nereye mektup yazayım?
Mademki hayalin gözü durak edinmiş, adın ağızdan gitmiyor; anışın can evinde; peki, mektubu kime yazayım; buralarda dolaşıp duruyorsun sen dedi de kalemi kırdı, kağıdı yırttı. Ben kendimden boşaldım, Mevlana ile doldum. Sedef gibi onun incisiyle doldum. Ey çılgın aşık! Gel, bu güzel lezzetli şarabı iç de coşmaya bak. Sen bu şarabı içtin mi, adamakıllı mest olursun ve maşukun yüzünden nikabı açarsın. Maşukun yüzünde asla nikab yoktur ama sen, mest olmadıkça perde içindesin. Can gözüne aklın perdedir de onun için maşuk senden gizlidir. Evet, can gözüne aklın perde oldu. Yoksa maşuk güneşten daha parlaktır. Bu akıl perdesi ne vakit açılır biliyor musun? Can, aşk şarabının kadehinden sarhoş ve aşık olduğu zaman. Aşk şarabıyla can mest oldu mu, aşık, akıl perdesinden kurtulur. Akıl perdesi kara bulut gibidir. Onun arkasından maşuk ay gibi parlar. Tanrının aşkı fırtınalı bir rüzgar halinde esti mi, akıl bulutunu aradan sıyırır. Sen yakinen bil ki, o zaman canın maşuku gökte parıldayan ay gibi görünür. Hakkın aşk rüzgarı eğer sana eserse akıl bulutu ortada görünmez. Haydi gel, sen o rüzgarın isteklisi ol da akıl perdesinden kurtul, sevin. Yoksa maşuk parlak aydan açıktır ama, aklını Hakk yolunda kendine rehber sayan akıllılar, akıl bulutunun altında kalmışlardır. Tanrı’nın velilerinden aşk ilmini öğrenirsen, Hakk sana o rüzgarları gönderir. Aşk ilmiyle meşgul ol ki, o rüzgarlar sana essin. Aşk ilmi senin can gözünü açar, aşk ilmi seni altın madeni yapar. Aşıklardan aşk ilmini okursan, ebedi hayatla dirilirsin. Bu dünyada herkes bir defa doğar; Hak erleri ise iki defa. İlk doğum için sebepler vesileler lazım. Anasız babasız doğum olmaz. Lakin bu doğum sanki bir hapishaneye doğmaktır. Bu sebep-sonuç âleminde insanı iç içe
!16
kuşatan binbir kafes vardır. Sonra bazı Hak erleri maddi âlemden yeni bir âleme doğar da bütün bu zaruri bağlardan kurtulur, hepsini ayaklarının altına alırlar. Aslında bu ikinci doğuş Yunus’un: "Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası" diye tarif ettiği daimi bir doğuştur. Doğuşun gerçekleştiği âşıkların gönlü bir süt gölüdür. Bu yeni âlem çekişmelerden, zıtlıklardan uzaktır; orada güller solmaz, bülbüller susmaz, baharlar kışa dönmez. Bu ikinci doğuştan sonra kişinin eski kimliğinden geriye sadece bir gölge kalır. Gece ve gündüz gönül doğruluğuyla meşgul ol. Tanrı’nın arifi ve makbulü ol. Bu, irfan denizidir. Bu denizin yüzgeci ol. Zira bu deniz kıymetli incilerle doludur. Ey Hakk’ın sırlarını öğrenmek isteyen! Haydi gel, bu aşk bahçesinde gezinmeye bak ki, aşk sırlarıyle sevinesin. Bizim gül bahçemiz şarap kadehleri devreden bir aşk bahçesidir. Bu gül bahçesi, bülbüllerin yuvasıdır, cihan farelerine layık bir yer değildir. Burada tuti kuşlarına şekerler, susayanlara Ab-ı Hayat vardır. Sanki bu, nisan yağmurudur. Bazen zehir gibi acı, bazen kıymetli inci olur. Müttekiler sedef gibi inci ile dolarlar. Şakiler yılan gibi zehirle dolarlar. Tevhid ilmi tasavvuf ehline, hal ehline nasiptir, fıskdan, fücurdan uzaklaşmayan kimse, mürşitlerin sözlerinden uzak kalır... Kendinden ve alemin dedikodusundan geçmiş olan kimsedir ki, Tevhid ilminin meyvesini yer. Velilerin hali Tevhid ilmidir. Heva ve heves ehlinden olan, Tevhid sırrını nereden anlayacak. Nakil ilminin hakikatine akıl ulaşamaz. Tevhidin nüktesini akıl anlayamaz. Her ne kadar Tevhid, güneşten daha parlaktır ama, zekasına ve aklına güvenene perdedir. Aşk şarabıyla mest olmayan, aklın sersemliğinden asla kurtulamaz. Öyle bir kimse aşıklara nereden mahrem olacak. Akıl aşka ulaşamaz. Aşıkın önünde evvel ve ahir birdir. Aşıkın gözünde zahir ve batın birdir. Aşk kadehinin devamlı sarhoşu olan kimse, aşkın tuzağına tutulmuş, aşkın isteğine ram olmuştur. Aşıklar, adsız, sansızdırlar, dostun cemalinden aldıkları zevk ile hayrandırlar. Aşıkların gözünde, iki cihanın zerre kadar değeri yoktur.
!17
Her zerrenin gönlünde bir saray var, fakat kapısını açmadıkça kapalı kalır sana.
Cenab-ı Mevlana, ‘İnsan insanın cennetidir, insan insanın cehennemidir.’ der. Hz. Mevlana bir aşk velisidir. Çünkü aşkı onun kadar güzel anlatan biri daha gelmemiştir bu aleme. ‘Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü, ömür sayma’, diye söylerken, mecazı buraya katmamıştır. Bir kızın bir erkeğe, bir erkeğin bir kıza duyduğu aşkı, muhabbeti, buraya sokmamıştır. Mecaz dediğimiz geçici aşk, Hz. Mevlana’nın söylediği o güzel aşka gelmek için bir köprüdür. O aşkta yaşadığımız tutkuyla Hakk’a yüz tutmamız gerekir. İnsanı Rabbine en kısa yoldan ulaştıracak vasıta aşktır. Mevlana diyor ki: “Ben, aşkı durmadan öğsem, yüzlerce kıyamet gelir geçer de onun vasfı bitmez. Çünkü kıyamet tarihi için sınır vardır. Allah’ın vasfı için ise sınır ne gezer.” Mevlana’nın bu sözünden anlıyoruz ki, aşk ve aşıklık Allah’ın vasfıdır. Onun için Hakk Kur’an’da sevgiyi, kendine ve sevgili kullarına izafe etmek suretiyle vasfetti. Mevlana, Peygamberimizin yolu, izi aşktır, diyor. Hazreti Muhammed, aşkta ve aşıklıkta tek olduğu için aşk aleminin Sultanı oldu. Peygamberlerin Peygamberi, bütün insanlığın, bütün beşeriyetin Efendisi oldu. Mevlana, Hazreti Muhammed’in gerek feyiz yönünden ve gerek aşk yönünden tam varisi olduğu içindir ki, Şems-i Tebrizi’nin sohbetiyle beliren gönlündeki hakiki, ilahi ve Muhammedi aşkı daima kendinde devam etti. Gün geçtikçe arttı, sevgili Allah’ının ta hariminin aşkına ulaştı ve orada onunla birleşti de aşk, aşık ve maşuk bir oldu. Mevlana, kendindeki hakiki aşkı beyanda diyor ki: “Allah’ım. Beni ezelde yarattığın zaman, aşkım kemalde idi. Ne yer vardı, ne gök vardı, ne güneş vardı, ne ay vardı, ne bir insan başı ne de onun bir serpuşu vardı. Ta o zaman, benim duamı işittin de beni seçkinlerinin içinden kendi aşkın için seçtin.” !18
Mevlana ile Şems-i Tebrizi, hakiki aşkın kemalinde, Hazreti Muhammed’in sevgisinde ve ilahi maarif ve hakikatlerin telekkisinde, aynı meşrebde idiler. Onun için birbirleriyle can ve gönülden enis ve hemsohbet oldular. Biz, Şems’in Muhammedi neş’esi içinde, Mevlana’nın, ruhumuza sinen feyizkar aynı neş’esini, hissediyoruz. Şems-i Tebrizi, Tekvir Suresindeki, ‘Vema teşaune İlla en yeşa Allahu Rabb-ül alemin’ ayetini, Makalat’ında şöyle tefsir ediyor. “Hakk buyuruyor ki: Ey benim Peygamberim, Mustafa! Sen ne ki istersen o, alemlerin Rabbi olan Allah’ın isteğidir. Nefsin, heva ve hevesin isteği değildir.” Allah’ın sırlar hazinesine ait her işin hall-ü akdi, düzenlenmesi yalnız Hazreti Muhammed’in irade eline ve gönlüne verilmiştir. Aşk, Allah’ın ismidir. Hazreti Muhammed, cismidir. Hakikat-i Muhammediye, tek olan Kibriya-i Zat-ı Mahbubiyetidir. Mevlana, bir şiirinde aşk için bakınız ne diyor: Ben aşkı gördüm, Ne söylediğini bilmez bir halde mest olmuş şöyle diyordu, Ben belayım, ben belayım, bela... Hayır ben o nurum ki Tuva vadisinde, Musa Peygamber’e: ‘Ben Allah’ım, ben Allah’ım, Allah’ım dedi.
!19
Mürşid-i Kamil, sende olan eğrilikleri düzeltir de, Sende eğrilik kalmaz. Ey yolcu! Sen topraksın, kamil mürşid bahardır. Onunla buluşunca, Yemyeşil olur, güllerle çiçeklerle süslenirsin. Sen ölüsün, O zamanın İsa’sıdır. Mürşid-i Kamil’in nefesinin feyziyle ebedi hayata erersin. Seni ten gıdasından kesse de, Sana devamlı olarak Hakikat Şarabı’nın gıdasını verir. Seni azıksız bir azık yapar da, O sana gıda olur. Ve işte bu suretle ki, Senin canın Allah ile baki olur.
Gerçek bir aşk ehlinin, gönül ehlinin eline düştüğün zaman, önce yadırgarsın, çünkü şimdiye kadar alışmış olduğun kalıpların dışındadır o. Hem bu alemden hem de senin bilmediğin başka alemlerdendir. O, put kırıcıdır, can bağışlayandır. Ve bu yola baş koyduğunda senin de bu kalıpları kırmanı bekler senden. Yürekli olmanı, mert olmanı ister, çünkü zorlu bir yoldur bu, kolay değildir. Engeller vardır, düşmanlar vardır. Türlü türlü yüzlerle çıkar karşına, yolundan döndürmeye çalışır. Aşk, teslimiyettir. Kendini aşka teslim etmektir. Kendinden yok olmalısındır, öyle ister aşk. Sadece o olmalıdır, sevmez öyle seni paylaşmak. Gönlüne taht kurmak ister. Allah o kadar kıskanç ki, hep o sevilsin ister. Her şey ona ait olduğu için başka bir yere bakarsan onunla bakmanı, onun sevgisi ile sevmeni ister. O gafletlerle gamlarla yıpranmış, incinmiş gönlünü alır, sırça saray haline sokar. Gönlünün padişahı olur.
!20
Ey Sevgilim, seninle kol kola gül bahçesinde dolaşırken, bir gül yaprağının gölgesi yanağına düşse, seni o yaprağın gölgesinden kıskanırım.
Aşkın olduğu yerde, kin, nefret, öfke, haset barınamaz. Aşkın olduğu yerde, her zaman güzellikler, hoşluklar ve Hakk’ın nuru vardır. Aşk okyanus gibidir. Hiç karşı koymadan hareketsizce durduğunda, o zaman aşk seni alır, seni senle tanıştırır, sana kimliğini kazandırır. Senden yepyeni bir insan yaratır. Seni kendine katar. O andan itibaren artık okyanusla bir olursun. O okyanus artık sensindir, sen yoksundur artık, var olan okyanusdur. Sen sevgiline Rabbim, dinim, imanım diyemezsen, senin aşkın sahi değildir. Aşıkları görmek istersen, sararmış yüzlere, kurumuş dudaklara bak. Binlerce kişi arasından kendini gösterir.
!21
Ey güzel yüzüne cihan güzelleri hasret çeken! Ey iki kaşları aşıklara kıble olan! Senin güzellik ırmağında çırçıplak dalmak için, ben bütün kendi sıfatlarımdan soyundum.
Gönülden feryat et de, ya Rabbi de, gece gündüz benimlesin, bana onlardan yüz göstermedesin; hem de soluktan soluğa, gizli ve açık. Yine de lütfet de büyük velilere gösterdiğin yüzü göster, bizi de onlara kat; bizi de dervişler bölüğüne ver de, onlar gibi has olalım, o büyük kavuşma sarayında oturalım. Bize kendini, aşk ehline, tertemiz kullarına gösterdiğin gibi göster. Göster de o kavuşmaya şükredelim; o zan, o şüphe perdesinden çıkalım, tam inanç dünyasında yürüyelim. Köksüz-yersiz alemde koşalım, hepimiz de can olalım, can bağışlayalım; yoksula paha biçilmez defineler ihsan edelim. Kulluğu bırakalım da padişah olalım; el tutar bir hale gelip düşenlere yardım edelim, cihanın sığındığı kişiler olalım. Felek hükmümüzde dönsün; erlerin padişahlığı bunun da yüzlerce mislidir.
!22
Ey gönül! Aşık olmuşsun, sevdan kutlu olsun. Yerden de mekandan da kurtuldun, o yerin kutlu olsun. İki cihandan geç. Yalnız yürü... Ey yalnız kalan aşık! O sevgili yanında olsun. Ey yükselmek isteyen insan! Yükselişin kutlu olsun...
İyiliğin daima alnı ak, aynası parlaktır. Düşkün başkasını da düşürmek, kara başkasına da is çalmak ister. Ama istediği kadar tütsün, külhanın dumanından güneşe ne gam. Güneşin alnına kara çalmaya kalkan kendi alnını karartır. Karga istediği kadar arkasından gaklasın, o gak guk sesini Ankanın ruhu bile duymaz. İnsanlar arasında da kimisi güneş gibi kimisi külhan; anka tabiatlı olan da var karga huylu olan da. Peygamber ve veliler güneş ve anka gibi bütün karalamaların ve ayıplamaların üzerindedir. Işığı çamurda sürünüyor diye ayın kirlendiğini sanma. Ay yücelere taht kurmuş oturmaktadır. Işığını göndermesi onun aczinden değil kereminden, cömertliğindendir. Ay gibi yücelere taht kurmuş Hak erlerinin de düşkün insanlara el uzatmakla eli kirlenmez. Onlar güneş gibi, yağmur gibi, ay gibi insanlara rahmettir. Allah’ın velileri, ümit ağacı gibidir. Öyle bir ağacın gölgesine sığın! Bu akıllı kişinin gölgesi yeryüzünde Kaf Dağı’na benzer. Ruhu ise çok yücelerde uçan Zümrüd-ü Anka gibidir. Güneş, velilerin görünümüne bürünerek yüzünü örtmüştür. İnsan kıyafetinde gizlenmiştir. Hakk, onun eline, “Kendi elimdir.” demiştir.
!23
Velilerin huzurundan uzaklaşırsan hakikatte Tanrı’dan uzaklaşırsın. Ey gönül! Seninle nurlanan yere, belalardan sana siper olanların meclisine git! Sana canlarında yer verenlerin, seni şarapla dopdolu bir kadeh haline getirenlerin yanına git! Sana sövse bile, öyle bir kişinin sövmesi, sapıkların sövmesinden iyidir.
!24
Allah göklerin ve yerin nurudur. Duvarda ve içinde bir hücre, hücre içinde bir kandil, kandil bir cam fanus içinde, fanus inci gibi parlayan bir yıldız, mübarek bir zeytin ağacından tutuşur, ağacın yağı, ateş deymese de tutuşur. İşte o veli, nuru üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna eriştirir. (Nur Suresi, 35.Ayet)
Yaya düzgün ok lazımdır. Yay ne kadar güçlü çekilirse çekilsin düz olmayan ok uzağa gidemez. O halde ey Hakk yolunun yolcusu! Sen de niyetinle amelinle bu yolda ok gibi dümdüz ol! Ta ki üstadın bir yay gibi seni ötelerin ötesine ulaştırsın. Susuz kişinin dudağı tatlı suya hasrettir. Ama su da susamış dudakları özler. Çocuk memeye âşıktır, memeyse kendisini emecek bebeğe. Muhtaç olan cömert bir el peşindedir, cömert ise kendisinden isteyecek elleri gözler. Yani fakrın gereği istemek zenginliğin şanı vermektir. Beriki ne kadar almaya muhtaçsa Hakk eri de o kadar vermeye müştaktır. Cömertlerin en cömerdi olan Cenab-ı Hakk ise: “Yok mu benden isteyen”, diye kullarını kendisine davet eder.
!25
Güzelim aşkın, kan dökmeye kasdetti mi, canım, beden kafesinden uçar gider... Şekerlere benzeyen dudaklarını öpme suçunu işlemeye imkan bulan, bu günaha girmezse kafir olur.
Dün gece gönül sırrını; taş yürekli, la’l dudaklı, kafirliğe bile iman bağışlayan, küfrün bile imanını arttıran bir dilberin yüzünde gördüm. Böyle bir sevgilinin yanında kim kalkar da candan, gönülden bahseder? Böyle gümüş bedenli bir güzelin huzurunda kim altından, gümüşten söz açar? Aşkın ağzı olsaydı bütün dünya bir lokma olurdu. Aşkın kapısı olsaydı padişahların canları o kapıda bekçilik ederdi. Ben de duyardım, gönül gönül derlerdi; şimdi başıma geldi de anladım, ey güzelliğine karşı gönlün de, canın da utanıp kaldığı güzel; ey aşkıyla Düldül’ün bile bir eşek gibi çamura saplanıp kaldığı dilber. Ey can, gel de inciler topla. Ey gönül, gel de güzelliği seyret. Aman bu afetten, bu beladan ey Müslümanlar. Beden nedir ki onun gam süvarilerinin ayakları altına serilsin? Baş nedir ki öyle bir padişahın huzurunda yerlere kapansın? İşte bak sevgilimin vuslat demi gibi tatlı, onun la’l dudakları gibi şirin, güzel ilkbahar gelip çattı; artık alem yeşerecek, yemyeşil olacak. Yüzü her an bana, benim gibi güzel yüzlü bir sevgilin var mı diyor. Gönlüm her an ona, benim gibi bir kulun var mı diyor. Dostlar, bahar geldi, kalkın, gül bahçesine gidelim; fakat benim baharım sensin, başka bir şeye bakmam ben. Çiçeklerin, meyvelerin edaları var, şiveleri var; biz de senin gül bahçesine benzeyen yüzünde açmış bir nilüferiz sanki. Bülbül, çalgıcı gibi tef çalmada, ağaçların yaprakları el çırpmada. Her gonca, benim gibi hoş, benim gibi güzel, benim gibi terütaze bir gonca var mı demede.
!26
Bahçe bezensin, kuş kanatlansın, uçsun diye o merhametli, o yemyeşil ilkbahar salına salına, eteğini sürüye sürüye gelip çattı. Halk hayran olsun, yüzünü göremeyen körün, sözünü duymayan sağırın inadına sevgilimiz canımıza can kesilsin diye ilkbahar geldi. Bir yerde padişah O olursa bütün padişahlar kul olurlar; bir yerde sevgili O olursa her gönül aşık otu kesilir. Sevgilimin hayali, gönülde salına salına yürümede, sonsuz yüceliğe sahip, güzel mi güzel bir ay, lütuf ve ihsan sahibi, debdebeli bir padişah sanki.
!27
Ey gönül! Sen güzelsin, o Hüsrev'in yüzünden büsbütün güzelleş, eğer hoş bir Hüsrev isen, o güzel Şirin'in Hüsrev’i isen gerçek aşka düş de Ferhat ol! Kerem ile Aslı’ya bak, Ferhat ile Şirin’e bak. O zamanlarda, Ferhat ile Şirin aynı sarayda yaşamaktaydı. Ferhat da sarayda hizmetli olarak çalışmaktaydı. Bir gün aşk çıkageldi ve Ferhat’la Şirin’i aşık etti. Bunun üzerine Ferhat babasından padişahın huzuruna çıkıp Şirin’i ondan istemesini rica etti. Padişah, Ferhat’ı kızına layık bulmadı, ama istemedi gönüller kırılsın, işi zora koşmak için; ‘Şu dağı delip su çıkarırsan, Şirin’i sana veririm.’ dedi. Ferhat aşkı uğruna, gece gün dağı delmeye başladı. En sonunda su fışkırdı. Su, Ferhat’ı altına alıp boğdu. Şirin, Ferhat’ın onun uğruna ruhunu verdiğini öğrenince, o da hançerini çıkarıp kalbine sapladı. İşte aşk neler yaptırıyor. Bu yoldaki Dedeler, biri Mevlevi canı olmak için geldiği zaman, ‘Hiç aşık oldun mu?’ diye sorarlarmış. Eğer, ‘Olmadım.’ derse, ‘Ben seni nasıl derviş alacağım? Sana aşktan sevgiden nasıl söz edeceğim? Git birşeyi sev, öyle gel.’ derlermiş.
!28
Birisinin destanı, aşk hikâyesi beni coşturdu, bana el çırptırdı. Beni canımdan etti, beni utanmaz, göremez, düşünemez bir halde yollara düşürdü. Hasılı onun gönlü, benim gönlümü evirdi, çevirdi, istediği hâle, istediği şekle soktu.
Bir gün Abbasi Padişahı Harun-i Raşid, kendi soyundan olan Mecnun’u aşk yüzünden düştüğü hallerden kurtarmak için bir çare düşündü ve Mecnun’u saraya çağırttı. Aynı zamanda Leyla’yı da saraya getirtti ve bir odada bekletti. Padişah Mecnun’a sordu; ‘Ya Kays (Efendi), nedir senin bu halin? Şimdi sana bir sürü güzel kızlar göstereceğim, onlardan birini seç ve evlen, Leyla’dan da vazgeç.’ Birbirinden güzel kızlar Mecnun’a sunuldu. Mecnun hepsini gözden geçirdikten sonra, çekildi kenara ve eğdi başını önüne; ‘Ben yine Leyla’mı isterim.’ dedi sessizce iç geçirerek. Harun-u Raşid bu cevap karşısında şaşırdı kaldı. Hizmetlilerine seslendi ve; ‘Getirin Leyla’yı buraya.’ diye emir buyurdu. Biraz sonra içeri kara kuru, pek de güzel olmayan, hatta bir kömür sopasını andıran Leyla girdi. Padişah hayretle sordu; ‘Ya Mecnun’ dedi, ‘sen bunun neresine aşık oldun?’ Mecnun kaldırdı başını, padişahın gözlerinin içine baktı ve dedi ki; ‘Şevketli padişahım, sen senin gözlerinle göremezsin Leyla’nın güzelliğini. Eğer ki benim gözlerimle bakabilsen, görürsün Leyla’nın gerçek yüzünü. Aşık olursun da o zaman hak verirsin bana.’ Mecnun, Leyla’nın aşkına dalmış ve bu hale gelmiş. Başkalarında da göz vardı, yüz vardı, dudak vardı, burun vardı; onda ne görmüştü de bu hale gelmişti?
!29
Güzellik gözdedir, nesnede değil.. Bir şeyi güzel gösteren istektir, aşktır. İsteksiz bakışa güzel de çirkin görünür. Bu yüzden Leyla’yı sen başka görürsün Mecnun başka görür. O halde güzele kendi aşksız gözünle bakmayı bırak, Mecnun’un tutuşmuş gözleriyle bak.
!30
Öyle bir şaraptan sarhoşum ki, kadehinin süsü aşktır. Öyle bir ata binmişim ki, dizgini aşktır. Benim Ay yüzlü sevgilimin aşkı gerçi büyük bir iştir, ama ben öyle bir Şah’ın kuluyum ki, aşk O’nun kölesidir.
Bil ki, Allah’a yükselme yürüyüşünde ar, büyük bir engeldir. Bu söz, garazsız ivasız bir sözdür. Bunu içaçıklığiyle kabul et. Düşün; Mecnun neden o bin türlü divaneliği gösterdi? O seçkin çılgın neden binlerce ah etti, figanını yükseltti?... Bazen esvabını yırttı, bazen dağlara koştu, bazen zehir attı, bazen faniliği göze aldı. Leyla’nın çehresinin aşkı o değerde olursa, asıl Leyla olan Tanrı’nın, kulunu geceleyin aşkında yürütmesi nasıl olur?... Örümcek öyle büyük avlar tutarsa, her şeyden üstün olan Rabbimin kuvvetli ağı, düşün neler avlamaz?... Sen aşıklardan Veysel’nin, Ramin’in divanlarını görmedin mi? Vamık’ın, Azra’nın hikayelerini okumadın mı?... Aşk yolu bütün mestlik, bütün kendini aşağılamaktır. Zira görmez misin? Sel aşağıya akar, yukarıya çıkmaz. Denize girerken, ıslanmaması için, esvabını soyunsan, istediğin kadar dalmak senin elinde olur. Efendi! Sen ne kadar naçiz bir kulsan, aşıklar halkasında o kadar, yüzük taşı gibi olup kıymetlenirsin. Nasıl ki, bu toprak arz, göğe esirdir; nasıl ki, tenin her uzvu ruha esirdir. Gel bana söyle, bu toprak, bu bağlılıktan ne ziyan etti? Akıl tenin, her cüzüne ne iyiliklerde bulunmamıştır?... Can kulağiyle dinle; Tanrı müştaklarının gizli gizli feryadından şu yeşil kubbenin boşluğuna ne gürültüler aksetmiştir... Evlat! Davulu kilim içine sarıp çalmak gerekmez. Aşk sahrasının ortasına, kahramanlar gibi sancak dik.
!31
Aşk, sarhoşluğundan, ipek esvabının bağını çözüp de nur vücudunu gösteriverince, sen o zaman meleklerin hayhuyunu dinle; hurilerin hayretlerini gör... Alemin altında ve üstünde aşktan bu ıstırap nedir?... Halbuki, aşk, alttan, üstten beridir. Güneş doğunca gece kalır mı? Allah’ın yardım ordusu yetişince güçlük kalır mı? Ben sustum; ey canın cananın canı! Sen söyle ki, senin güzel yüzünün şevkinden, bütün vücudum zerre zerre söyler oldu.
!32
Sende bir güzellik var ki, büyüsü cihanı sarmıştır. Seni kıskanan hayırsız kıskanç o güzelliği nasıl anlayabilir. Yanağının kırmızılığı ateşinden yahut kuruluğundan değil, belki uğrunda ölen aşıkların kanlarının rengidir.
Gidelim, deniz kıyısında bir ev tutalım. Çünkü deniz cömerttir, inciler verir. Bil ki, canla sohbet, kişiyi canla renk yapar. Tıpkı gökle sohbetten yıldızlar güzelleştiği gibi... Mesela elin vücuduna yapışıkken birçok hüneri vardır; fakat cisimden ayrılınca denizden ayrı düşmüştür. Ten canla sohbette oldukça güzeldir, güzel işler yapar. Ya can gibi (Azra) sevgili olursa, zavallı ten ne olmaz?... Ama elsiz olsan, senin hünerin nerede kalır?... Çünkü o zaman buluşma zamanı değil, ayrılık zamanıdır. Allah Allah... Haydi yarin nazını çek, sakın bıkma. Yarin nazı binlerce helvadan tatlıdır. Ayrılığı görmedin, Allah sana göstermesin... Bu bir duadır ki, bundan güzel hiçbir dua olmaz. Bizim cüz’i olan ruhumuz, külli olan ruhtan ayrılınca: “İhbitu!” (Aşağı ininiz!) emriyle öyle bir yüksekten indi ki, kesik el gibi işinden kaldı, kediye azık oldu. Bu ne büyük bir belanın delilidir... O kedinin elinden nice arslanların pençesi faydasız kaldı. Çünkü kedi onu içten gizli gizli çekiyor. Ne yaparsın, hüküm böyle! Eğer o elin bir damarı oynuyorsa kavuşmak ümidi vardır; vücudun binlerce cüzü, o elin kavuşma devletine ermiştir. Hoş huylu şehriyarın bu kudretine şaşma. Gök parça parça el gibi iken, onun avucunda bir parça oldu. Evet, ey şehriyar! Sen cihanın şahısın, parçaları birleştiren bir üstadsın. Bizim parça parça olan vücudumuzun her cüzüne bak, acı; çengimizi kırdın, düzelt, sağlaştır ve kendi tarafına doğru çek. Elest zevkinden çadır kuruver ve “Evet, sen Rabbimizsin!” sözümüzü de kabul ediver. Şimdi de, “Evet, sen Rabbimizsin!” diyoruz ama o ilk “Evet!” diyişimizdeki duygu, o tad nerede... Zira o, ruhun narasıydı bu ise dağdan sadadır...
!33
Ey şehriyar! Benim ney’imi kırdın, kırığı sarıp düzelt ve neyimizin bu yalvarışını, ruhun o narasındaki seslerle bir gör, ta ki, bizim neyparemiz, yüzlerce taze ruhun sesini versin ve ben üflediğim zaman, o ses versin ki, ben de hoş edalı olayım.
!34
Ben ölürsem siz beni geri getirin, ölü bedenimi sevgilime teslim edin! Eğer o solmuş dudaklarıma bir öpücük kondurur, ben de hemen dirilirsem buna hayret etmeyin!
Söylemiyeyim, demiştim. Fakat söyliyeceğim. Ben nerede, sözünde durmak nerede?... Yeryüzü baştan başa tövbe bitirse, onun hepsini aşk bir anda ot gibi biçer gider... O sebepten ki, tövbe huri gibidir; aşk ise kükremiş deniz gibidir, dağ gibi yükselen coşkun dalgaları durdurulmaz. Allah, her derdin yanısıra bir ilacını vermiştir. Aşk derdi de eskidir ama ilaçsız kaldı... Eğer aşk derdinin devası varsa, bu deva senindir ve senden olur. Zira on kat damı olan semayı saman ve çöplere kim kapayabilir? Her kimin ruhu, Allah’a karşı, “Yokluk iftiharımdır.” nevbetini çalarsa o kimse taca, tahta, gösterişe ne diye iltifat etsin?... Hakikatların bağı ve çimenliği cihanı tutmuşken, neden birkaç panzehir otu arasında otlar dururlar? Neden? Bugün ben aşıklar terzisinin dükkanına gidiyorum ki, bin arşın sevdadan bana bir esvap yapsın. O, istediğim gibi bol bol keser ve yakışıklı esvap diker. Öyle bir esvap diker ki, seni Azra, o esvapta görünce beğenir; sen bir iken seni onunla çift eder. O tek güzelle seni öyle birleştirip diker, öyle uzlaştırır ki, bütün ömrünce gönlünü ona verirsin. Ondaki o ne ibrişimdir, o ne sağlam bir sanat inceliğidir, o ne parlak eldir!... Sen gönlünü bütün bütün ona verince, mekansızlık ve birlik makamından ininiz; emrinin, eşi görülmemiş makas yarasının yarığı kavuşur ve sağlaşır... Ben onun parça parça şeyleri biraraya toplaması sanatına hayran oldum. Çılgın bir aşıkın renkten renge değişen hatırı gibi, yok ve var ederek ayrı ayrı şeyleri birleştirmesine, düzeltmesine derin hayranlığım vardır... Gönül topraktan yapılmış bir yazar bozar tahtasıdır; o da gönül mühendisidir. Eşyanın hakikat rakamlarını, resimlerini onda ne güzel gösteriyor... Gönül tahtasında seni –sayılar gibi- bir başkasına çarparcasına o Mimar kendine çarpsa, ne çıkar?... İşte çarpmanın hasılını gördün ya; şimdi gel !35
kıymeti de gör: bir damlayı o, denize nasıl akıttı ve deniz yaptı!... Bütün birbirine zıt olanları biraraya toplamakla ve uzlaştırmakla karşıladı... Sükut et; bu eşsiz şaşılacak kudretlerden fikrin parmağı ağzında kaldı!... Ben, binlerce geniş kırba, binlerce geniş karın isterim. Zira ab-ı hayat lezzetlidir ve ben susuzum, kana kana su istiyorum... Gönlünü kaptıran aşıktan ne diye vefa istiyorsun? Gönül gidince vefa da arkasından gitti... Dün gece, yalvarış zamanında, canların tarafsızlık yönünden gelen iniltileri ve feryadı beni uykudan uyandırdı... Ben yüzlerce çomak arasında kalmış bir top gibiyim. Öyle bir top ki, meydandan ve dağdan bir taştan öbür taşa zıplar, yuvarlanır. Yuvarlanır, ama Şahın niyeti nerede, topun niyeti nerede? Yarin boyu nerede, Sala haykırışı nerede?... Ben sana olan şevkimin taşmasından deniz gibi coştum. Ey her şeyi bilen Şah! Ey konuşan inci! Sen söyle...
!36
Senin aşkınla alemin Erganun’u olmuşum. Senin mızrabınla her halimi açığa vurdum... Şimdi kılığım bir saza döndü. Hangi perdeme dokunsan oradan inliyorum.
Ruhun rengi yoktur. Fakat renkli camlardan görünen ışık, renklenir. Tanrı, kendi zatında suretsizdir. Fakat kainatta ve Ayan-ı Sabite’de dilediği surette görünür. Tanrı’nın alemi yaratması, birçok değişik suretlerde Hakikat-i Mutlak nurunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Halik’in aynasıdır. Bütün varlıklar o bahçeden otlarlar. İster burak olsun, ister cinsi güzel atlar, ister eşek... Fakat kör at, körce otlar da onun için red ve inkardadır. Yeryüzünde ne varsa hepsi fanidir, ancak ululuk ve kerem sahibi Rabbin cemali bakidir. Çünkü herşeyin asıl hakikati, ezeli ve ebedi varlığı kendinden ve daima var olan görünüşleri ise, göklerin ve yerin nuru olan Allah’ın nurunun gösteriş gölgesidir. Hakk, Kur’an’da, kainatta görünen maddiyata ve ruhlar, gaybi suretler gibi görünmeyen maneviyata and içmektedir. Bu ilahi bir işaret ve nüktedir. Herşey haddi-zatında kutsal, herşey aslında temizdir, mübarek ve güzeldir. Çünkü her biri Hakk’ın esma ve sıfatlarına, sanat ve kudretine aynadır. Hepsi de Allah’ın nuruyla görünmüştür. Bunların bir kısmında çirkinlik, kötülük, sapıklık varsa, hepsi de görünüştedir. Suri, arizidir; hakikatte değildir. İnsan, kendindeki iğreti benlik perdesini, eşya ve esma gölgesini, gözünün önünden kaldırıncadır ki, mananın yüzü, müsemmanın nuru görünür. Rabb-ül aleminin manalar denizi olan dinin Şeyhi: “Mana yok mu? İşte O, Allah’tır” dedi. Ey Allah’ım!Yüz binlerce tuzak ve yem var; bizler de aç kuşlar gibiyiz. Her birimiz birer doğan olsak da, her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz. !37
Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarıyorsun. Ey ganî ve müstağnî olan Allah’ım! Biz yine bir tuzağa doğru gidiyoruz. Ama her adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok! Biz çenk gibiyiz, sen mızrap vurmaktasın; inleme bizden değil, senden! Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki sada senden. Kazanıp kaybetme de olan satranç gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir. Biz yokuz. Varlıklarımızı, fâni suretle gösteren, vücûd-ı mutlak olan sensin. Biz aslanlarız; ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır. Hareketimiz de varlığımız da senin vergindir. Varlığımız senin icadındır. İn’am ve ihsan lezzetini bizden esirgeme! Bize, bizim işlerimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak! Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin; hadsiz, hesapsız ihsanlarda bulundun. Ezelde bağışladığın şu irfan damlasını, denizlerine ulaştır. Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver. Bilgilerle zenginlikle övünmeye imkan yok. Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma; takdir ettiğin kötülükleri bizden defet. Kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi sana razı olan kardeşlerden ayırma! Senin ayrılığından daha acı bir şey yok; sana sığınmazsak, sen esirgemezsen işimiz gücümüz ancak kargaşalıktır. Allah’ım, gözlerimiz sarhoş bir hale geldi. Yüklerimiz sırtımızı ağırlaştırdı, büktü. Sen bizi affet! Ey gizli olan Allah’ım! O âleme de doldun, bu âleme de. Doğu nurunun üstüne de yüceldin, batı nurunun üstüne de. Ey zâtı gizli, ihsanı açık Allah’ım! Sen su gibisin, biz ise değirmen taşı. Sen yel gibisin, biz toz. Yeli gizlersin; tozu ise meydandadır. !38
Sen can gibisin, biz de el ve ayağa benzeriz. Elin hareketi de can vasıtasıyladır. Sen akıl gibisin, biz şu dile benzeriz. Bu dil, şu anlatışı akıldan alır, akıldan beller. Rabb’imiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti bol Allah’ım, bize acı! Ey suçluların feryadına yetişen! Ayrılık acısını erkeklerden de uzaklaştır, kadınlardan da. Senin vuslatını umarak ölmek hoştur; fakat ayrılığının acısı yok mu, ateşin de üstündedir o.
!39
O’nun Kibriyasının çatısının altında Öyle Allah dostları vardır ki, Melekleri avlarlar, Peygamberleri ganimet alır, Tuzaklarında Allah’ı tutarlar...
Hazreti Ahmet’in bedeni ve bedenine ait sıfatları şu an Medine toprakları altında uyumakta fakat onun doğruluk makamındaki o ulu huyu, ve baki olan ruhu apaydın bir güneş gibidir! O baki ruh hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez. O uykuya ihtiyacı olmayan bir arslandır, fakat kendini öylece uyur gösterir... Hayvani duyguyla bakanlar, sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar! Pak ve tertemiz aşk, Muhammed’le eşti. Tanrı aşk yüzünden O’na “Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım...” dedi. Çünkü O aşkta tekti. Onun için, Tanrı O’nu peygamberler içinden seçti. Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir... Sana sığınmadıkça arslan bile tavşan kesilir! Ey Mustafa, bu nur denizinde bizlere kaptanlık et... Akıllılara bir yol gösterici lazım... Hele yol, deniz yolu olursa! Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin... Ahir zamanın yasına neşesin sen! Ey benim ulu peygamberim, sen vaktin İsrafil’isin; kim kıyamet nerde derse a güzelim, kendini göster, işte kıyamet benim de! Bu kıyametten yüzlerce alem kopmada!
!40
Zülfünün uçları gibi perişanız elinden. Hem güzelsin, hem de öyle zülfün var... Biz artık senin olduk. Her nerede bulunsak sofrandayız. Senin yolcun, senin konuğun, yalnız senin konuğun olduk...
Allah’ın armağanları olan ruhlar, peygamberler şahının yoluna toprak kesilmişlerdir. Tahtı, mekansızlık alemi olan o padişahın süpürgecileridir Hakk’a en yakın olan melekler bile. Öyle bir padişahtır ki Ay bile ayağını öpmek için parçalanmıştır, yıldıza dönmüştür. Cebrail, onun nimetinin bir habercisidir; Mikail, onun vekil harcıdır. Tertemiz zatı, “Sen olmasaydın” sözüyle övülmüştür; sıfatları, Kuran’a zarf ve mazruf olmuştur; Kuran, onun sıfatlarını bildirir; sıfatlarıysa Kuran’da mevcuttur. Sayvanının kapısı, “Kaabe kavseyn”dir; iki alemin bilgileri, ayağının altına döşenmiştir. Mertebesi arş gibi yüce olan Melekut padişahıdır; derecesi ferş olan Ceberut ayıdır. Yaratılışı, varlık aleminin yaratılışına sebep; ümmeti, ilim sırrının mirasçısı. Allah’ın birlik aynası, tümden, olduğu gibi, onun vücudunun aynasıdır. Gerçek inançtan haberin olsun; sana bir Allah’la bir peygamber yeter. Misk gibi simsiyah olan İsra gecesi, onun peygamberlik fermanındaki tuğradır, Tanrı mühürüdür, Tanrı tasdiki.
!41
Mü'minin kalbi, Rahman'ın parmaklarından iki parmağı arasındadır, onu dilediği gibi çevirir. Kuşluk çağının kuşları bile onun parıltısına dayanamazlarken, Gece kuşları, onu görmeyi nasıl umabilirler?
Mustafâ, “Mü'minin kalbi” diye buyurdu, “Râhman'ın iki parmağı arasında döner durur.” O, o gönlü, korku ve ümit arasında, nereye dilerse döndürür. Hareketi Hakk'tan olan gönülden herkes, yüzlerce bet - bereket bulur. O, kalem gibi, yalnızca bir araçtır; resimler, rakamlar, yazılar kalemden değildir. Yazılan, yapılan şey, ne parmaktandır, ne kalemden; onu kâtip yazar, ressam yapar. Her bedeni bir ev bil; kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, herkesin bedeni, bir evdir. Bak da gör, her bedende ne biçim bir adam var? Birinde şahne oturuyor, öbüründe ases. Birinde hırsız var, öbüründe kapıcı; birinde bey oturuyor, öbüründe padişah. Birinde nur var, öbüründe ateş; birinde küfür var, ötekinde îman. Çeşit-çeşit hepsi; melekten, şeytandan tut da herşeyden münezzeh Allah'a dek sayısız varlıklar var onlarda. Evliyanın gönüllerinde Allah vardır; o yüzden de halkla eş - dost olmuşlardır onlar. Bütün işleri Allah buyruğuyladır; onlar soluktan soluğa Allah bilgisinden ders alırlar. Allah'la düşüp kalkarlar; onun haslarıdır onlar; bütün sırları bilirler. Ne dilerlerse hemen oluverir; söz söylenmeden söyleneceği duyarlar. Elsiz - avuçsuz kılıç yürütürler; yazılmamış kitabı okurlar. Böylece de yüce Hakk, iki dünyâda da bu çeşit velîleri olduğunu bilmeni sağlar,
!42
Öylesine velîlerdir onlar ki seçilmiş peygamberler bile canla - gönülle âşık olmuşlardır, o hasları ararlar. Öyle gizli velîlerdir onlar ki, olgun kişiler bile canla - gönülle onlara kul köle olmuşlardır. Onlar, Sevgili’ye ulaşmayı istemişlerdir; onu dilemekte bir soluk bile dinlenmemişlerdir. Bil ki âşıkların üç mertebesi vardır, Biri yüce, biri orta, öbürü de aşağı. Böylece sevgililerin durakları da üç mertebedir ama, pek gizli. Yaratan; âşıkların mertebelerini bütün âleme açıkladı. Ama mertebeleri bilinmez; çünkü o hâl, pek gizlidir. Âşıkların hepsi de görünüşte ünlüdür, tanınırlar ama iç yüzde ne adları vardır, ne sanları, gizlidir onlar. Allah gibi hem apaşikârdır onlar, hem gizli; bu yüzden de halk onları bilmez. Ama sevilenleri Allah, ne gizli, ne açık, hiçbir suretle tanıtmadı. Maşukun hâli, iki âlemde de, ileri kişilerden de gizlidir, geri kalanlardan da. Maşuku ne veli görmüştür, ne düşman; Hakk o yüzü, gayretinden gizlemiştir. O maşukun hâli böyledir işte; ileri gidenden de gizlidir o, geri kalandan da. Maşukların ilk mertebesi, âşıkların haslarınca bellidir. İkinci mertebe belirmemiştir; hiç kimse o mertebinin adını bile işitmemiştir. Tebriz'li Şems, Allah'ın gayretiyle gizlediği o padişahlardandı. Bu sebeple kendini Mevlânâ'ya gösterdi; çünkü o da onun cinsindendi. Her ikisi de aynı sırra sahipti, ikisi de bir mayadandı; ikisi de erkeksiz, kadınsız, bir nurdan doğmuştu. Mertebeler bakımından hepsini geçmişlerdi; gece - gündüz birbirlerine eş - dost olmuşlardı. Erenlerden hiç kimse bu çeşit velînin adını işitmemiş, hiç kimse bunu rüyasında bile görmemişti. Hattâ birinin bu dereceye erişeceğini, evliyadan birinin aklına, hayâline bile gelmemişti.
!43
İlk gelen âşıkların en yüce ve haslarından kimisi, bâzı bâzı böyle bir derecenin adını duyardı. Ama sonradan gelenlerden bu derecenin adını bile duyan yoktu; bundan dolayı da o rütbenin çevresinde ne dönen olmuştu, ne dolaşan. Mevlânâ, bir gün mest bir hale demişti ki; “Yarın, kıyamet gününde, Evliya, bölük - bölük hasredilir, neşeli bir halde kalkarlar, birbirleriyle buluşurlar, Peygamberler de takım - takım, neşeli, kedersiz bir hâlde hasredilirler, Mü'minler de her yandan, denizin dalgalanması gibi dalga - dalga baş gösterirler, Onar - onar, yüzer - yüzer, biner - biner, cinsi cinsiyle kopuşur o soru hesap günü, Şemseddîn'le ben, hepsinden ayrı olarak, eşsiz - örneksiz bir hâlde hasrediliriz, Gerçi oraya ikilik, yol bulamaz; onun saltanatında bey - kumandan da odur, asker - ordu da o, Güneşin ordusu, ışığıdır; o, kendiliğinden aydındır, lâtiftir, diridir, Birliğine kimsenin aklı - fikri ermez; buna dâir bir düşünce, vehme bile sığmaz, Ben, o diyorum ya, bu âleme göre söz söyleyebilmek için diyorum, Yoksa iki âlemde de bir mayadanız; biziz biz; hiçbir suretle de ayrılmamışız.” İnsan, kendisinden nasıl ayrılır; ister yerde olsun, ister göğü dolansın. Bu ayrılık, söz bakımındandır; yoksa bire sayı sığmaz da sığmaz. Çünkü sayılar, ayrılık karıdır; temmuza benzeyen bire karşı erir – giderler. Mutlak birlik meydana çıkınca ne sayı kalır, ne yer kalır, ne gök kalır. Önce o vardı, sonunda da varlığı, varlığı yok eder, gene o kalır. Birde mahvolmayan sayı mezarın toprağı altında çürür – gider. Kim ölümden önce ölmediyse, odur ölen: ölümden önce ölen aparı olur, tortusu kalakalır. Kim Allah aşkıyle tümden ölmediyse, pişkin erlere karşı çiğdir, hamdır. Ağızda acıdır, ekşidir, dilden - damaktan, ağızdan - boğazdan hoş bir halde geçmez, yutulup sinmez. Ölüm, zâti diriliktir: bunu bilirsen ölümden yüz çevirmezsin. !44
Tohum, yerde yok olunca varlığa erer, yaşayışa yüz tutar. Diri bir hâlde yerden baş gösterir de, ölümdür bu hünerleri gösteren der, Varlığım der, yok olsaydı, dünyâda adım mı duyulurdu? Bir tohuma karşılık, sevgilinin cömertliğiyle yüzlerce tane mi çıkardı? Yaratan, lûtfuyla bana dal - budak, yaprak, meyva verdi, yetiştirdi beni. Tohumun varlığı yok olmasaydı, topraktan baş gösterip yücelemezdi. Anbarda kurt yerdi onu: âlemde eseri mi kalırdı hiç? Şu hâlde iyice bil ve anla ki ölüm, diriliktir: padişahlık kullukta gizlidir? Soluktan soluğa şu varlıktan yok ol da hoşluğun da artsın, sarhoşluğun da. Göğe ağmada melek bile kesilsen, orda kalma, göğü de aş. Yoklukta varlığı bulursan bir cana karşılık yüz can elde edersin. Ne korkuyorsun? Her solukta oyna canınla, güneş gibi nur saç. Yürü, varlığında kalma ki var olup kalasın; can ver, ağır canlılık etme, Ne mutlu varlığından geçene; o bedenim yok etti ama canım arttırdı, güçlendirdi. O, kendim Hakk için kurban etti de Kur'ân'ın vaadettiği bayrama erişti. Sayılı ömrünü feda etti de Allah ona sayısız - hesapsız ömür verdi. Allah senin iyiliğini diledi de o huyu lütfetti, bağışladı sana. Boyuna nefsini alçaltmada, onu arıklaştırmada, illetli bir hâle getirmedesin. Ona toprak olmayı öğretmedesin, aşağılık hırkasını dikmedesin ona; Dünyâda yoksulluğu seçmedesin, öylesine ki şu adamlar, aşağılık kişilerden sayarlar seni. Ama ad - san, yola perdedir; ikisini de bırak, onlar, Ay'ın yüzünü örten buluttur. Tanınmak isteyen kişi, bil ki iki dünyâda da Hakk’tan yüz çevirmiştir. Adı - sanı yok olan kazanır, şu benlik - bizlik perdesini aşandır ad- san sahibi. Onda insanlık sıfatı yok olmuştur; bir kıl kadar bile eseri kalmamıştır. Bakır iksirle nasıl değişir, altın olursa, yahut da kan nasıl süte dönerse, Yahut da hayvan, hayvanken nasıl tuzlaya düşüp tümden tuz olursa o da varlığından böyle geçmiştir.
!45
Nefsin ateşli oluşu nura dönünce de insanın nefsi Zebur gibi vahiy kesilir. Onda Hakk'tan başka birşey kalmayınca, ondan ne zuhur ederse, o daimî diri'den zuhur eder. Bundan sonra ad - san dilerse, Allah'dan yardım erdi ya, ada - sana da nail olur. Ona, ad - san dilemek caizdir; çünkü ona ne gelirse Allah'dan gelir.
!46
Bağı çöz hür ol. Ne vakte kadar altın ve gümüş kaydıyle bağlanıp kalacaksın?..
Aşk ile kanat aç da can doğanı lamekana uçsun. Aşağılık dünyanın Hakk’dan gaflet veren ve gönül aldatan alayişinden temizlen ki şeytanın tuzağına tutulup acze düşmeyesin. Aşkından esvabını yırtan bir mest olursan insana yaraşmayan vasıflardan kurtulur, temizlenirsin. Gönül kuşunu aşk tuzağında rahat ettirmeye bak, aşk şarabı kadehinden sermest olmaya bak.
Bütün maşuktur, aşık perdedir. Diri maşuktur, aşık ölüdür...
Sevgili ışık gibi yüzünü parıldatınca, aşık kendini pervane gibi yaktı. Maşukun işi görünerek cömertlik etmek, lütfeylemektir. Aşıkın işi yokluktur, kendindeki varlığı gidermektir. Maşukun işi cefa ile aşık öldürmektir. Aşıkın işi kendinden geçmek, bihuş olmaktır. Aşkta, maşuku istemek yolunda, aşık doğru davranmak, edebi korumak yolunda da can feda etmektedir.
!47
Eğer sevgiliye kavuştun ise, bağlı, bahçeli cennet budur. Eğer, ayrı düştünse, cehennem ve ateş budur. Aşk, kadimdir, ondan önce hiç bir şey yoktur, fakat aşk cihanda örtülmüş, bir sır olarak kalmıştır. Ne garipdir ki örtülü olan, kendini örteni meydana çıkarıyor. Aşk, Allah'ı buluyor, oyun, şaka işte budur.
Her kimin yakası bir aşktan dolayı yırtılmışsa, o hırstan ve ayıptan tamamıyla temizlenmiştir. Kimde aşk endişesi yoksa, o kanatsız kalmış bir kuş gibidir, vah ona! Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şad ol!.. Toprak beden, aşktan dolayı göklere çıktı; dağ bile aşktan oynamaya başladı, çevikleşti. Yemyeşil aşk bağının sonu, ucu-bucağı yok; orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Aşk dâvaya benzer; cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa dâvayı kazanamazsın ki! Her ne kadar dille anlatmak aydınlatıcı ise de dile gelmeyen aşk, daha parlaktır. Aşk seçkin erler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nâdirdir, çoğu zaman kurtulur. Aşkın yüzlerce nazı, edâsı, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir. Aşk vefakâr olduğu için vefakâr olanı satın alır. Vefasız adama bakmaz bile. Aşkın beş yüz kanadı vardır. Her kanadı, arştan yer altına kadar bütün kâinatı kaplar. Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır; aşk, dağı kum gibi ezer, eritir. Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar; aşk, sebepsiz yeryüzünü titretir.
!48
Temiz aşk, Muhammed’le eşti. Allah aşk yüzünden ona “Sen olmasaydın...” dedi. Hasılı o, aşkta tekti. Onun için Allah, peygamberler içinden O’nu seçti. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı. Bu dünya pazarında sermaye altındır; o dünyada ise aşk ve iki ıslak göz. Zahirî güzelliğe ait bulunan aşklar da aşk değildir; onlar sonunda bir utanç vesilesi olur. En güzel olan Allah aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir... Âşıklık, gönül iniltisinden belli olur; gönül derdi gibi bir dert yoktur. Âşığın hastalığı diğerlerinden farklıdır; aşk, Hakk sırlarının üsturlâbıdır. Âşıklar ferahlık kadehini, sevgilinin eliyle öldürüldükleri zaman içerler. Dirhem vermek cömert kişiye lâyıktır. Can vermek de esasen âşığın vergisidir. Âşık, aşk diyarında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur. Âşıkların varlıkla işi yoktur; âşıklar, kârlarını sermayesiz elde ederler. Âşıklar, yoklukta çadır kurarlar; onlar, yokluk gibi bir renktedirler, bir tek ruhları vardır onların! Âşıklara sevgilinin güzelliği müderristir; defterleri, dersleri, meşkleri de onun yüzü! Aşk, âşıkların vücudunu inceltir, zayıflatır; sevgililerin vücutlarınıysa güzelleştirir. Âşık, başını verince akıl kalır mı gayri? Her şey helâk bulur, yalnız O’nun hakikati kalır. Kul, daima elbise, vergi diler; âşığın elbisesi ise daima sevgilinin cemâlidir. Şeytan bile âşık olsa topu çeler; bir Cebrâil kesilir, şeytanlığı ölür. Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olmak, geçici bir hevestir. Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır.
!49
Nur gitti de dumanı meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur; donar kalır.
!50
Gönlümün içi de, dışı da o'dur. Bedenim de, can da, damar da , kan da bütün o'dur. Artık böyle bir yere, imansızlık ve imân nasıl sığar? Bu halde, nasıl olur da benim varlığım kalır. Ben artık yokum, bütün varlığım o olmuştur.
Gözünün nurunun nuru, gönül nurudur. Göz nuru, gönüllerin nurundan meydana gelir. Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Hak nurudur. Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince onda sudan, topraktan hariç suretler görürsün. Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da; devlet yaygısını da, onu döşeyeni de. Senin aynan niçin sır vermiyor biliyor musun? Üzerindeki pas duruyor da ondan. Demir cilâlanır, yüzünü güzelleştirir; bu şekilde sûretler onda görülebilir. O gönül güzelliği, baki güzelliktir. O güzellik devleti, Ab-ı Hayata sâkidir. Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten araştırmadan ne anlar? Ey dostlar! Gönül, eminliktir, huzur yeridir. Pınar ve gül bahçeleri içinde gül bahçeleri vardır. Mala, mevkiye âşık olan gönül, ya bu toprağa zebundur, ya kara suya! Bağlar, bahçeler, yeşillikler gönüldedir... Dışarıdakiyse akarsuya vuran akislere benzer. Topraktan yaratılan beden kabadır, karadır; ama cilâ kabul eder, onu cilâla! Topraktan biten güller, mahvolur gider. Gönülden biten güller ise kalıcıdır ve ne hoştur!
!51
Biz aşkın aşıkıyız, müslüman başkadır. Biz arık bir karıncayız Süleyman başkadır. Bizden sararmış yüzle, ciğer parçaları iste. Şeker kamışı satanların pazarı başkadır.
A aşıklar, a aşıklar, onun yüzünü görenin aklı gider, deli divane kesilir. Huyu değişir, darmadağan olur. Sevgiliyi aramaya koyulur, dükkanı yıkılır; deredeki su gibi yüzünü sürünerek koşar, başını ayak yapar. Aşk aleminde mecnun oldu mu felek gibi dönmeye başlar; fakat böyle bir hastalığa tutulan da sonunda onun ilacını elde eder, derman bulur. Tanrı’ya toprak olana melekler secde eder. Ona kara bir kul kesilene güzelim gökyüzü köle olur, kul kesilir. Sevdası, dertli gönlü avcuna alır da koklar durur. Eline aldığı, kokladığı gönül, nasıl olur da hoş bir hale gelmez? O, nice gönülleri yaraladı, nice uykuları kaçırdı. Onun sihirbaz nerkis gözleri, sihirbazların bile ellerini bağladı. Bütün padişahlar onun yoksulu. Bütün güzeller onun ihsanını toplamada. Arslanlar bile onun mahallesindeki köpeklere karşı kuyruklarını kısmışlar, teslim olmuşlar. Gökyüzüne bir bak, melekler kalesini bir seyret. Onun burcunda, onun kale bedeninde nice ışıklar var, nice meşaleler var. O davulsuz dümbeleksiz padişahın kalesinin dizdarı Akl-ı Küll. Kalede kime yüzünü gösterirse onu yetiştirir, geliştirir. Ey ay, onun yüzünü mü gördün, güzelliği ondan mı aldın? Ey gece, zülfünü mü gördün onun? Hayır, hayır, hayır. Olsa olsa saçlarının bir telini gördün ancak. Bu gece, karalar giyinmiş, yaslı olacak herhalde; kocası ölmüş dul kadın gibi siyah elbiselere bürünmüş.
!52
Fakat inanma, gece yalancılık ediyor, gizlice onunla işrette. Gözsüz ama gözlerini görüyor da kaşını çattırıyor onun. Ey gece, bu feryadıma, bu figanıma yardım istemem senden, sen de kader çevgeninin önünde, onun topu gibi yuvarlanıp durmadasın. Bu çevgene top olan kutluluk topunu elde eder; gönül gibi onun çevgeninin önünde top gibi başsız-ayaksız koşar durur. Ey lale gibi kızıl yüzünden safran gibi sararmış yüzümüz; ey derdiyle saçlarındaki tarak gibi gamlara batmış gönül. Sen aşka dayan, çünkü aşk baştan başa yüzdür, gözdür, bu yana dönmüştür, seni gözlemededir; zaten aşkın civarında yüzden, görüşten başka birşey yoktur. Şekli yoktur, fakat işi gücü şekil yapmaktır. Ey gönül, sen bir türlü şekilden, suretten geçemiyorsun, çünkü onun cinsinden değilsin. Temiz bir gönüle sahip olan herkes, gönül sesiyle topraktan meydana gelen bedenin sesini fark eder; bu ses, onun ceylan şekline girmiş arslanının kükreyişidir. Tek Tanrı’nın eliyle dokunan, gene de bir dokumacının elinden, bir dokumacının mekiğinden meydana çıkar. Ey canlar, mekiği olan güzel, ey yüzü bize kıble kesilen, bu yeri döşeyip bezeyen, var edip meydana getiren göktür, şu toprak yeryüzü de onun karısıdır. Gönlüm onu kıskanarak yanıp yakılıyor; iki gözüm ona kırba kesildi; fakat o nerden ıslanacak? Deniz bile ancak topuğuna çıkıyor. Bu aşk bana konuk oldu, canımı vurdu, yaraladı; yüzlerce lütuftur, ihsandır bu. Yüzlerce aferin eline, koluna. Elimden, ayağımdan geçtim, aramayı bıraktım ey aramalarıyla bizim arayışlarımızı silip süpüren, yok eden dost. Niceye dek hay gönül deyip duracağım? Vazgeç şu gönül sevdasından da sus artık. Gönül onun “Hu” sesini duyunca benim hay-huyumun değeri, faydası kalmaz zaten.
!53
Can kimdir ki, gözlere senin gibi şirin görünsün? O, gözüyle, gönlüyle seni avlamaktadır sanki. Mezarımın üstünde bir diken bile bitse, o diken aşk ile feryada gelir.
Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’da dostlarından iki üç kişinin uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir halde bulunduklarını gördü. Bilgiden doğma merhameti coşup “Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı. “Biliyorum... Karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan adeta Kerbela’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün mihnetlere uğramışsınız. Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin. Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır... Benim öğüdümü can-ı gönülden dinleyin. Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu, gönlünüze pek hoş gelir. Onlar pek kuvvetsiz, pek latif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur. Yavrusunun ardından feryad-ü figan ederek yüz fersah yol yürür, evladını arar durur. Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi. Yavrum veliler de Tanrı çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın... Tanrı, mallarını, canlarını korur, onların ahvalinden haberdardır. Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Tanrı’dır. Tanrı dedi ki: Bu veliler benim çocuklarımdır. Gariplik alemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri. Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakikatte dostları da benim, nedimleri de.
!54
Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüz’ülerimdir. Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir. Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de hepsi bir vücuttur.” Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi? Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi? İhsan ve kerem sahibi Lut, zalimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi? Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör. Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün. Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu. Söylesem uzun sürer. Ciğer de ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir. Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün... Bu görüşten ne kadar uzaksın! Bu kör, ne şaşılacak kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür. İnsan, hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur. Benliğini kıracak yerde oyna, salında şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar. Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raks ederler. Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar... Noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler. Çalgıcıları, içlerinden def çalar... Denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür. Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar. Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek... Ten kulağıyla duyulmaz ki.
!55
Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör. Muhammed’in kulağı, sözlerin içyüzünü duyar. Tanrı, ona Kur’an’da “Kulağın ta kendisi” der. Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti sütninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.
!56
Yerime sığamadım, göğüme sığamadım da, ancak ve ancak mümin kulumun gönlüne sığdım.
Mustafa, mü'min yücedir buyurdu, çünkü onda dosdoğru ayırdediş kabiliyeti vardır, O tertemiz kişi, anlayışlıdır, ayırd edendir; görünüşe aldırış etmez, Birinin görünüşü Ay gibi güzel olsa, bütün hünerleri bilse, huyu - huşu tatlı, hoş, içi - dışı incir gibi tüm tad olsa, Bil ki bu, mü'mine deri gibi görünür, o görüntülere kapılıp da nerden yoldan kalacak o? O, bütün bunlardan geçer de gönüle bakar; gece - gündüz o yola koyulur, Bakışı, görüşü, boyuna Allah nûruyladır; Ledün bilgisinden de haberdardır, Kim akıllıysa, irâde sahibiyse, onun katında cismin değeri yoktur, Onca, cisimlere itibâr edilmez; katında cisim, hapishanedir, karanlıklardan ibarettir, Tertemiz aklı, bilgi ister; gönlü, görünüşe aldırış bile etmez, Hakk'a âşık olanın cismi, kalb gibidir; nefsi dileyenin, nefse uyanınsa ruhu nefis gibi, Âşıkın katında Allah'dan özgesi cehennemdir; ona kavuşmaktan başka bir istekle geçen ömür,yitmiş - gitmiştir, Sevgilinin aşkına kapılmayan, zamanede helak olmuş - bitmiştir, Onun kadehinden içen can, onun esirgeyiş gölgelerinde herşeyden emindir, Zamanede âşık olmayan, işin sonunda, kahırlara uğrar da yok olur, Anlamı olmayan suret, ışığı sönüveren şimşeğe benzer,
!57
Anlamla dopdolu olan beden sahibinden fetva alırlar gönül ehli olanların hepsi, Nasıl olur da gizli şeyler, bilinmez onca? Onun nuru, Allah'dandır, Allah'dan birşey gizlenebilir mi hiç? Bunu, kör olandan başkası söylemez, Yerde, gökte, Allah nurundan birşey gizlenebilir mi? Kendine gel, Onun gözlerindeki nur, Allah nurudur: hâsılı sırlar, ona aşikârdır, Gönül ehline, yaratılmış da deme; çünkü onlar, yücelerin nicesinden de ötededir, O bölüğün hüküm sürdüğü yer, nakışsızdır, sûretsizdir: tüm can kesilmiştir onlar, Orda ne aşağı vardır, ne yukarı; o bilgiye bu adlar, perdedir, O neliksiz - niteliksiz yolun izi belirmez; her aşağlık kişi, oraya nasıl gitmeyi kurar? Onların yolları, gecesiz, gündüzsüz, âşıklıktır hep: canlan, gönülleri, aşkla yanıp yakılmadadır, Ama bu yanış, ziyan veren yanış değil; yalnız ölülere ebedilik, ziyan verir mi? Onların yanışları, mezarlığa düşse, orada yüzlerce gül bahçesi biter, Şaşılacak bir bahçe, bir güllük olur da bahçıvansız, sebepsiz güller yetişir, O gülün kokusu, Zuhal yıldızını da aşmıştır; gök, o kokuyla sarhoş olmuştur; döner - durur, O gül, sonunda yok olan, mum gibi kendi ışığıyla eriyip giden gül değildir, Allah'dan var olan, rengi solmayan, kokusu bitmeyen güldür, Hiçbir yaprağı toprağa dökülmez; gökler, onun güzelliğine hayran olup kalmıştır, Yaprağı, herkese azıktır: bunu anlatmaya kalkışma, tut dilini, Böylesi sır, nasıl dile gelir de söylenir? Sus, bu sözü söyleme, yum ağzını, Ben ki canla - gönülle bu yoldayım: ben ki Allah'ın âşıklarındanım; !58
Ben ki bu sevdada kendimden geçmişim; artık bana, ne aşağılık var, ne yücelik, Meydanda top gibi koşmadayım; çevgenle her yana, her yöreye yuvarlanmadayım, Bana ne durak vardır, ne bir yer; ne başım var benim, ne elim, ne ayağım, Bu yürüyüşte bir kastım da yok; bu gül bahçesinde tek olarak koşup duruyorum, Canla - gönülle gittiğim yolun ne evveli var, ne sonu var, Varlığım, tümden, onun yüzünden yıkılmış; aklım, bu işe şaşırıp kalmış, Neden beni yıkıp yakıp yakmada: neden her solukta şarapsız sarhoş etmede beni? Bu yorgun gönüllüden ne istiyor; ne diye boyuna nükteler söylemekte bana? Onun aşkı pek akıllı; bense pek safım; saf adam, o şarapla ne olmaz, ne hâllere düşmez? Konuşup durmam da ondan, benden değil; oynayış, hareket ediş, candan; bedenden değil, Çünkü sanatkâr, candır, bedense araç; tene, boyuna candan gelir hâl, Kötü kişilere gelen, hoşa gitmez haller de neliksiz - niteliksiz tapıdan gelir; Kötüye kötülük lâyıktır da ondan; iyi huylu olmayan, hordur hakıyrdir, Öğüdü bırak da bağı çöz; yolu, perdesiz olarak göster bize, Çünkü eski toplumun sözleri iyidir ama eğridir, hatalıdır bizce, Ama hepsi de bunda mazur: çünkü onlar, bu çeşit yüce sözlerden de uzaktılar, bu çeşit yüce hallerden de, Bizim yolumuzsa pek şaşılacak bir yol, neliğe de sığmıyor, niteliğe de; Arş'tan da yüce, ferşten de, göklerden de, Devran, devran olalı bizim eşimizi kimse görmemiştir; bu yıkık yerde aşk defînesiyiz biz, Ne mutlu o kişiye ki bize dost oldu; burnuna bu gülden, bir kokudur, erişti,
!59
Bil ki kokumuz, yüzümüzün aynıdır; gözü açık olan, kokumuzu aldığı gibi yüzümüzü de görür, Azıcık görününce adı kokudur; iyice göründü mü, gerçek olarak bil ki adı yüzdür, Ama azla çok da birdir: bir tek inciyi, bilgisizlikle iki sayma, Bütün âlem birdir, ikilik yok; sen, senliğinden kurtulursan, sana da açıkça görünür bu, Bu söz, sırların da özüdür: ne mutlu o gönüle ki bununla esenleşir, Öyle bir yere erişir ki oraya kimsecikler erişemez; perdesiz olarak Allah, tecellî eder ona, Sözümü, sâdece söz sanma; çünkü hem keşiftir bu söz, hem de Ledün bilgisinin özü, Harf zarfıyla belirmededir ama gören kişiye pek değerlidir, Bu söze, bu da herkesin sözü gibi söz deyip geçme; bu söz, o denizin gemileridir, Bu sözler, seni korkunun da, ümîdin de ötesindeki yere götürür, Âşıklar, o çeşit tahtı, bahtı araya - aktara o yana doğru koşarlar, Hepsi de nur denizinin dalgıcıdır; hepsi de başsız - ayaksız oynar - durur, Herbiri, eşsiz birer padişahtır; hepsi de Hak gibi eşten - ortaktan da münezzehtir, yakınlardan da, Her iki âlem de nûrlarıyla diridir; hiçbir şey yoktur ki onlara kul - köle olmasın, Onları anlatmak, harflere sığmaz, hani denizin bir kaba sığmadığı gibi, Âşıklara yol - yordam yoktur; onların aşklarında sebep tozu bulunmaz, Renksizlikte renk arama; çünkü orda ne Rum ülkesinin halkı vardır, ne Zenci, Gene ilk bahse döndüm; onu anlatayım :
Şeytan, pılımı - pırtımı nasıl tezce aşırdı,
Dertle başı dönmüş bir halde kalmam için erleri övmeme engel oldu, Bir zaman o tuzakta ayağı bağlı kaldım; övgüden de yumdum dudaklarımı, öğütten de, !60
Derken Allah'dan ilham geldi; kendine gel dendi, bu ağır şüpheden tez sıyrıl; Bu çeşit zanlara düşmek, Şeytanın vesvesesindendir; İblis, insanlara düşman değil mi ki? Yola düşüp giden gerçeklerin yollarını vurandır; dostu dosttan ayırandır o, Oğul, işit, bu, şuna benzer: Bir yol eri, boyuna Allah'ı anar dururdu, Canla - gönülle, yârabbi demeyi vird edinmişti; ne gece, ne gündüz, bir soluk bile susmaz, boyuna bu virdi tekrarlardı, Şeytan ona, a ahmak dedi, niceyebir bu ses, bu yanıp yakılmak, bu çılgınca kendinden geçiş? Dudaklarından bunca yârabbi sesi çıktığı hâlde rabbinden hiçbir, buyur sesi gelmedi, Yârabbi demen kabule geçseydi Allah'dan da dileğine karşılık bir ses gelirdi, Adam bu sözü ondan duyunca sustu, donakaldı; ondaki coşkunluk sönüverdi, Bir zaman böyle geçti; derken ansızın canından Hakk'ın hitabını duydu, Ey beni arayan deniyordu ona, niçin sustun, neden söylemiyorsun'? Adam, boyuna dedi, usanmadan, incinmeden, yorulmadan pek çok yârabbi dedim; Gece - gündüz o sesle koştum, kimi uyanık çağırmadaydım, kimi uykuda, Ne dedim, ne dedim? Benim için uyku nerde? A Mevlâ, âşıklara uyku nedir? Derken birisi yeter bu şamata, a arayan, ne kadar, ne vakte dek yârabbi diyeceksin dedi; Hak'tan buyur sesi gelmedikten sonra, haber çavuşu gibi boyuna, ne vakte dek her yana koşup duracaksın? Bu söz kulağıma gelince basımdaki sarhoşluk geçti, mahmurluğu kaldı, Dilim seni anmaz oldu; çünkü şunu anladım ,bildim ki çağrım kabule geçmiyor,
!61
Allah ona şöyle cevap verdi: Neden seni, beni anmaktan ayrılmış görmedeyim? Senin o yârabbi demen, benim sana, buyur dememin ta kendisi değil mi? Haber çavuşunun ayağından güç - kuvvet kesilir mi hiç? Senin yârabbi demen, benim buyruğumla dudaklarından,çıkaran ben değil miyim?
değil mi? O sözü senin
Candan - gönülden, dilinle - damağınla sana yârabbi dedirten, gece - gündüz seni o zikre koşan kim? Bu, böyle değilse neden başkaları, beni akıllarına bile getirmiyorlar da sen anıyorsun? Hiçbir kimse, onların yârabbi dediklerini, yahut yolu - yordamı kötü kişilerin dua ettiklerini duymuş mu? Sen bu çağrıya koşulmuştun; ne diye ters göründü sana bu? Ters olan şey, beni anmayı bırakman, ömrünü yele vermendir, İster gökte olsun, ister yeryüzünde, Şeytan'ın vesvesesi böyle olur işte, Cennette Adem'i aldatıp yememesi buyurulan meyvayı ona yediren o değil mi? O aşağılık köpek, bir tanecik buğday için onu cennetten hemencecik çıkartmadı mı? O lanetlenmiş, çekinen kişilerin yollarını vurur; böylece de bu alış - verişle onları aldatır, Vesvese verenlerin hepsi de onun ordusudur; hepsi de onun ansıyla - argacıyla örülüp dokunmuştur, O, adetâ padişahtır, öbürlerinin hepsi de ordu; o cana benzer, öbürleriyse bedendir sanki, İblis nasıl da onlara musallat olur; kimdir ondan kendisini kurtarabilen? Bu sebepledir ki ihlâs sahipleri tehlikededir; çünkü onların, din matahından altınları, gümüşleri vardır, Hırsızdan zenginler korkarlar; onun için de boyuna tetik dururlar, Müflis ne diye hırsızlardan korksun? Zâti kesesi de boş, dağarcığı da, Hattâ müflis, hırsızları da soyar; köpek gibi onlardan ekmeğini kapar, !62
Bunun başka çeşit anlatılışı, açıklanışı da vardır ki anlatsam akıllar da yiter - gider, fikirler de, Ama bununla oyalanırsam anlatmak istediklerim kalır, Artık bil ki temiz kişileri övmek pek iyi, pek güzel birşeydir; sen o yoldan kalma, Allah velîlerini övüyorsun ya, onları kendinden ayrı da sanma, Bil ki o övüş, kendini de övüştür; çünkü gönül birliği, ikilikten uzaktır, Değil mi ki anıyorsun, anılırsın; şükret de boyuna şükredilsin sana, O andığın ad var ya; şüphesiz olarak bil ki osun sen, Ateş ateşle artmaz mı? Su da suyla artar, ırmak olup akar, Daha da fazlalaştı mı, deniz kesilir; duman da yoğunlaştı mı gök olmuyor mu? Oluyor ama bu da cinsiyle oluyor; odunun külhanda ateş kesilmesi gibi, Cinsinden başkasıyla olmaz bu: suyla ateş, söner - gider, Katreler birike - birike sel olur, akar, denize gider, Çünkü onlar, birbirlerinin cinsidirler; halleri de çoğaldıkça daha hoş olur, Birbirine karışırlar; birikip hayat bulurlar; koca bir ırmak hâline gelirler, Bu buluşmak, onları ölümden emîn eder; sayıdan kurtulurlar, birliğe ererler, Hepsi de yol kesicilerden kaçıp kurtulur; umman kalesine sığınıp esenliğe erer, Ama onları ateş, toprak, yel yeseydi, hepsi de kurur, yok olur - giderdi, Katre, güneşin kılıcından nasıl kurtulabilir? Ancak öbür katrelerle birleşince güçlenir; Bu arkadaşlıkla o çeşit yol kesenlerden kurtulur da uçsuz - bucaksız denize kavuşur, Canları da katreler gibi bil; dünyâyla oyalanmaksa hâin yol kesicilere benzer, Hepsinin ömrü, bu oyalanmakla geçer de zevali olmayan Allah'dan uzak kalırlar,
!63
Dön de gene o hikâyeyi söyle: söyle de dinleyen hisse alsın, Allah velîlerinin kıssalarını anlat: onlarla buluşmayı canla gönülle ara.
!64
Geç ey seçilmiş dost; çünkü nurun ateşimi söndürdü.
Hz. Muhammed’in hadisini duymadın mı; o serverin ne dediğini işitmedin mi? Cehennem mümine böyle der buyurdu: Geç ey seçilmiş dost; çünkü nurun ateşimi söndürdü; işimi gücümü yele verdi. Cehennem, müminin yüzünden tümden söner, ölür giderse, parça-buçuk nefis ne hale girer? Artık sen söyle. Şeyhe sarıl da kötülüklerden kurtul, iyiliklere yüz tut. İşin gücün, çalışıp çabalamakla değil, onunla iyileşir; o senin zehirini giderir; sana şekerler verir. Kılavuzla varılacak yere, kavuşulacak ere varıp kavuştuktan sonra delilden bahsetme; bilinecek şeyi bildikten sonra bilgiden hiç söz açma, kavuştuktan sonra artık ayrılıktan söz etme; iyi değildir bu; sözden geç artık, çünkü ulaştıktan sonra araman, adeta ırmak içinde su aramaktır. Bilinen şey hakkında tam bilgi elde ettikten sonra, gene bilmeye çalışmak, anlamsız bir şeydir. Delalet edilen şeyi elde ettikten sonra delili anmazsın artık. Maksada ulaştıktan sonra gene de onu araman, dilemen, bir şeyi bulduktan sonra onu bir daha aramaktır; onu tekrar aramaya kalkışma. Ona kavuştun, bir oldun mu, sende senlikten eser kalmaz ki, kalan O’dur, O’ndan başkası yiter gider; O’nun dilemediği herşey ortadan kalkar. Artık sen, Allah’a kavuştun, ebedi oldun; O’nun şarabını içtin, neşeyle kandın demektir. Şeyhin bağışını ebedi ruh bil; öylesi ruhu da şarap say, saki tanı. O’nun bağışı, güzeldir, mumdur, şaraptır; ama bunların üçü de birdir, ayrı sanma. Zevki bir gör, iki görme; cevizle kuru üzüm gibi onları birbirinden ayırma, çünkü o yola ikilik sığmaz; sen kalma, çünkü senlik o durağa sığışmaz. Birde yok ol, sayıdan geç ki Allah’dan binlerce yardıma nail olasın. Addan geç, ad sahibine yürü; adı bırak, gel de ad sahibi ol.
!65
Katreydin, coş köpür, deniz kesil; aşağılığı bırak, yüceye ağ. Kendine gel, aslından ayrılma, gel beri; O’nun aslı da sendedir, faslı da. Çünkü öz-özet sensin; alemse tortudur. Sen, pek, hem de pek büyüksün; alemse küçücük birşey. Sen tek birşeysin, dağlarsa yüzlerce; o kadar da ağır, ama onları yerlerinden kaldırıveren sen değil misin? Bu dünyanın sonu sınırı var; o aleminse ne kıyısı var, ne sonu. Bunu gören göğe ağdı; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırttı gitti. O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hatta yen, göğü bile deler geçer. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok; değil mi ki sen şeyhine itaat ediyorsun, hem ruh kesildin hem beden, ikiniz de zevkle dopdolu bir hale geldiniz demektir, ikiniz de şevkle dirildiniz artık. Bütün bedenlerdeki şevk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şevki bir bil. Şevk şüphe yok ki seni cennetlere götürür; hem de öyle cennetlere ki gönüllerden, öz arılığından var olmuşlardır. Ben bu aşağılık alemden feryad etmedeyim; çünkü herkesi her solukta kendine meftun etmede, aldatmada; gözünün önüne güzeli diker, bağı bahçeyi getirir; tatlı içinler sunar, oysa zehirdir, zakkumdur onlar. Dünyanın bezentileri, gönül perdesidir; çünkü hepsi de sudan topraktan var olmuştur. Beden bakımından altı yönle beş duygudan ibaretiz ama, her birimiz, yüzlerce defineyiz. Melek gibi göğe uçmadayız, arılık – duruluk göğüne yücelip durmadayız. Can gibi başsız – ayaksız gidiyoruz; yuvar – teker, yerden, yersizlik, mekansızlık alemine yürüyoruz. Beden hapishanesinde dört mıhla çakılmışız, çarmıha gerilmişiz ama şüphe yok ki hepimiz de O’nun nuruyuz. Aşk dünyasında ikilik yoktur; geç ikilikten; hepsi de tümden, sensin, sen...
!66
Sarhoş olduğun yerden başka yere ayağını atma; Nerede şarap içtiysen başını oraya koy. Sarhoşlar selam ediyorlar sana.
Ey göz! Gönlümdeki ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu tutuşan ateşlere su fayda vermez. Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem.. Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir. Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler. Bahçıvan gül bahçesini sele versin, su ile mahvetsin, boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz. Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse, kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de yazısını, senin yüzündeki bir tüye bile benzetemez. Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez. Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir. Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır, söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara. Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar. Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.
!67
Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere bırakamam. Dostlarım! şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem, öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla sevgiliye su sunun. Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi, yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından kurtarabilir. Gül fidanı bir hile ile -meşhur gül ve bülbül efsanesindeki gibi- yine bülbülün kanını içmek istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını değiştirmesi gerekir. Su, Hz. Muhammed’in (s.a.v) yoluna uymuş ve bu hâli ile dünya halkına temiz yaratılışını açıkça göstermiştir. İnsanların efendisi, seçme inci denizi olan Hz. Muhammed’in (s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir. Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için ve onun mucizesinden dolayı su meydana çıkarmıştır. Hz. Peygamberimiz’in mûcizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan, o mucizelerden, ateşe tapan kâfirlerin binlerce mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür. Mihnet günü Ensâr’a parmağından su verdiğini -bir mucize olarak parmağından su akıttığını- kim işitse hayret ile şaşa kalarak parmağını ısırır. Dostu yılan zehri içse, bu zehir onun dostu için, âb-ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse, o su, düşmanına elbette yılan zehrine döner. Abdest için el uzatıp gül gibi olan yanaklarına su vurunca sıçrayan her bir su damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır. Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer. Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık salmak, orayı aydınlatmak ister. Eğer parça parça da olsa o eşikten dönmez. Sarhoşlar içkiden sonra gelen baht ağrısını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na’tının zikrini dillerinde tekrarlamayı dertlerine derman bilirler.
!68
Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı! Susamışların, susuzluktan dudağı kurumuşların yanıp dâimâ su diledikleri gibi ben de seni özlüyorum. Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış. Kabrini yenileyen mimara su lazım olsa, güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel su iner. Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış, ama o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden ümitliyim. Seni övmenin bereketinden dolayı bu canın alelâde sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su damlası gibi birer inci olmuştur. Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan bu düşkün aşığın gözleri, sana duyduğu hasretten gözyaşı döktüğü zaman, O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bu cana, vuslat çeşmenin su vereceğini, bu canı mahrum bırakmayacağını ummaktayım.
!69
Dikkat et ki, onun vuslatı herkesin eline geçmez Şeriat kadehinden sarhoşlara süt vermezler, Orada dünya heveslerinden geçmiş erenler dem çeker Kendine tapanlara tek bir yudum bile vermezler.
Hazreti Muhammed’de hiç kimseye nasip olmayan eşsiz bir maneviyat vardı. Bu muhteşem maneviyatla beraber sureti de birleştirmişti. O, Hakk’da tamamen mahvolmuştu. O, Allah’ın cemal ve visal şarabını durmadan içer içer, fakat kanmazdı. Mest idi, fakat ayıktı. Şarabı zattendi; zatın kendinden, kendi hakikatinden fışkırırdı... O, bir kadehti; fakat cihana sığmayan bir kadeh. Allah kadehi, nur kadehi, visal kadehi, zat kadehiydi. O, mekanda görünen lamekan kadehiydi. O, beşeriyette görünen bir nihayetsizlikti; nihayetsizlik içinde bir beşeriyetti. O, bütün peygamberlerin, nurunu, feyzini, kemalini fazlasıyla zatinde toplamış, Hakk’ın seçkin bir şaheseri, canlı bir hüsn-i mutlak heykeli idi. O, ilahi bir kumandandı. O, ilahi bir sultandı. O, pek büyük bir peygamberdi. Peygambere, Hakk bu sebepten ötürü, “Ey abasına bürünen! Ey ürküp kaçan! Abandan dışarı çık!” dedi. Abanın içine başını çekme, yüzünü örtme, zira cihan şaşkın bir beden, sen ise cihana akılsın. Davaya kalkışanlardan arlanıp sakın gizlenme, çünkü sende pek parlak vahyin nurları vardır... Ey ulu Peygamber! Sen mumsun. Mum, geceleri hep ayakta durur. Senin parıltın olmadıkça, aydın gün bile gecedir. Sana sığınmadıkça, arslan bile tavşana esirdir. Ey Mustafa! Bu safa nuru denizinde kaptanlık et! Çünkü sen ikinci Nuh’sun... Akıllılara, her yolda bir yol bilen lazım. Hele yol, deniz yolu olursa.
!70
Sen vaktin Hızır’ısın, her geminin imdadına yetişen sensin. Bu topluluğun önünde, sen gökyüzünün ışığı, güneşi gibisin. Ey Şifa! Hastayı terketme. Sağıra kızıp da körün asasını bırakma. Doğru yolu gösterenin işi budur. Sen de doğru yolu gösterensin. Ahır zamanın gamına neşesin Sen. Ey benim yüce Peygamberim! Kalk, korkunç sura üfür de binlerce ölü, topraktan dışarı çıksın. Sen, vaktin İsrafil’isin, doğruca kalk da kıyametten önce binlerce kıyamet kopar... Kim; “Hani kıyamet?” derse, a güzelim! Kendini göster; “İşte kıyamet benim!” de. Ey mihnetlere düşüp de soru soran! Dikatle bak; bu kıyametten yüzlerce alem kalkmada. Ey kardeş, Bir olan Allah’a ve Hz. Muhammed’e yapış da ten Ebu Cehil’inden kurtul! Allah’ın lütufları, Mustafa (a.s.)’a vaatlerde bulundu da dedi ki “Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez.” “Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim; Kur’ân’dan bir şey eksiltmeye, O’na bir şey katmaya yeltenen kişiye ben engel olurum.” “Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder; onları hor, hakir bir hale koyarım.” “Hiç kimse Kur’ân’ı değiştirmeye kudret bulamaz; O’na ne bir şey ilâve edebilirler; ne O’ndan bir şey eksiltebilirler. Sen, benden daha iyi bir koruyucu arama!” Ey Ahmed! Kim senin sofrandan başka bir sofraya giderse bil ki şeytan, onunla aynı kâseden yemek yer. Kim senin komşuluğundan kaçarsa şüphe yok ki, ona şeytan komşu olur. Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı. Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhûrunu gördü de:
!71
“Yarabbi, o ne rahmet devri; o devir, rahmetten de ileri; o devirde güzellik var. Musa’nı denizlere daldır da Ahmed’in devrinde çıkar!” dedi. Ahmed, ümmetler “Yarabbi” desinler diye dünyada nice putlar kırdı. Ahmed’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın. O’nun ümmetler üzerindeki hakkını bil! Başın, puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu. İncil’de Mustafa (a.s.)’nın, o peygamberler serverinin, o safâ denizinin adı vardı. Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yemek yiyişi anılmıştı. Bir Hıristiyan taifesi, o ad ve o hitap kendilerine ulaştığı zaman sevap için; O yüce adı öperler; o lâtif vasfa yüz sürerlerdi. Onlar, Ahmed adına sığındıklarından dolayı şerlerden, fitnelerden korundular. Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur ? O’nu görmek için bir uçtan diğer uca yedi kat gök, hurilerle meleklerle dolmuştu. Hepsi kendilerini, onun için bezemişti; fakat O’nda sevgiyle aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir hevâ ve heves yoktu ki! Ey Muhammed! Bu fanî cihandaki körleri katar katar çek! Ey takvâ sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları makamına kadar götür! Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin; âhir zamanın yasına neşesin sen!
!72
Saçlarına el uzattıysam vallahi gerçek bir aşkla uzattım; la değil...
geçici aşk-
Saçlarının arasında gönlümü gördüm de kendi gönlümle aşk oyununa giriştim ben.
O, tıpkı bir güzelin gözlerindeki süzülmelerde, dudaklarındaki al renkte, yanaklarındaki pırıltıda, sizin gönlünüzü çeken sevimlilik gibidir. O, tıpkı bir ağacın ve açılan bir gülün renkli yapraklarından gelen ve ruhumuzu mest eden mis kokular gibidir. O, tıpkı topraklara hayat veren, çimenleri, ağaç dallarını zümrüt gibi renklendiren, dağları, sahraları, güzel kokulu, renk renk çiçeklerle donatan bahar gibidir. O, tıpkı uzun ve geniş, cennet gibi bir ovanın ufuklarında kaynayan ve şelalelerle akan ve sonra erimiş bir güneş ışığı denizine dökülen bir nur ırmağı gibidir. O, tıpkı lahuti ilham ipeklerine koza ve aşk güvercinlerine yuva olan bir peygamber dimağı gibidir. O, tıpkı bahar bulutları gibidir. Feyz yağdırır, safa şarabını döker. Sözlerinin, şiirlerinin ince nükteleri arasında arasıra şimşekler gibi çakar, parıldar, güneşler gibi ışıldar, ummanlar gibi uzanır ve derinleşir. Ancak gönüllerinin aşk ve samimiyeti, saf ve şeffaf olanlardır ki, bu parıldayışlardan ruhlarına nurlar saçılır. Onu anlayabilmek için, ruhunda Onun ruhundan bir ışık ister.
!73
Ya Rab aşk belasıyla içli dışlı kıl beni, Bir an bile ayırma aşk belasından beni. Az eyleme yardımını dertlilerden, Çok aşk belaları ver bana. Gittikçe artır sevgilimin güzelliğini, Bana gelince onun derdine daha çok müptela et beni.
Gene huzurunda ölmek için salına salına geldim ey defalarca beni gamdan, gussadan, sıkıntıdan kurtaran güzel. Ben kupkuru, şahrem şahrem yarılmış yeryüzü gibiyim, bulutum da lütfundan, miskim de; gök gürültüsünden başka bir ses istemem, elime kıvrım kıvrım siyah saçlarından başka birşey almam, başka bir şeye sarılmam. Sana tutsak olmak, beylikten, hürlükten yüz kat iyi, hele ey gönlü hasta tutsağım benim dediğin zaman. Sana gelen, sana ulaşan bir avuç toprak, senden kaçan, senden uzak bulunan altından yeğdir; hele bir, a benim azıksız yoksulum dediğin an yok mu? Macerayı bırak artık, nerde akıl ki olanla, bitenle uğraşacak; virdim de çeng, zikrim de; şeyhim de şarap, pirim de. Ey sarhoşların canlarına can, ey eli darların definesi, güzelliğin cennetinde bala, süte gark oldum ben. Kıyameti gördüm, kendimi kaybettim, varlığım görünmez oldu; yay gibi ikiye büküldüm amma ok gibi de uçup gidiyorum. Ey kendisinden ayrılmama imkan bulunmayan dost, bir avuç topraktım ben, senden esip gelen yel tozuttu, havalara kaldırdı, yüceltti beni, fakat sensiz nerelere gideyim? Ey göz nuru, din nuru, akıllıca otur dedin, ey perdelerimi yırtan, beni kendi halime mi bırakıyorsun ki?
!74
Elest kuluyum, o zamandan seninim, sonra da o zalim, o gaddar ayrılığın beni tutmuş, pervasızca sürüp duruyor. Yüzünün ilkbaharı olmadıkça şu ağacım, nasıl güler, hamurumu sen yoğurmazsan mayam nasıl tutar? Sofranı, nimetlerini göreli tiritten kurtuldum; varlığını gördüm de o andan beri varlığımdan kaçıyorum. Benden kaçtın, vazgeçtin mi akıldan da geçerim, candan da; benimle oldun, bana tecelli kıldın mı esir kubbesinden ta üstüne çıkarım. Oturdum mu ey can, bir selamcık ver bana, selamımı al; çünkü bu son oturumum selamsız olmaz. Nasıl el çırpmayayım ki, güzelim elimde benim; nasıl ayak vurmayayım ki zir perdem bem oldu, altüst olmuşum zaten. O sevgiliye bizden selam götür, öylesine bir doğuya tapı kılmak iyi, çünkü ben de onun yüzüyle nurlanmışım, onun yüzünden nur istiyorum.
!75
Sevgilim, lütfetmişti de dün gece gelmişti; geceye dedim ki: Sırlarımı yayma. Gece dedi ki: Öne, arda bakma; güneş sende zati, nerden sabahı getireceğim ben?
Sevgilimin aşkı, aşıkta hiç iktidar mı bırakır? Bende ne takat eli, ne iktidar ayağı bıraktı; yalnız O’nun sevgisiyle inler bir gönülden ibaret kaldım. Mecnun gibiyim, hayalinin saçları zincirinin ucunu, gece ve gündüz ağzımda geveler, öperim. Ben, şimdi aşkımın yarasından akan kanlar içindeyim. Korkarım ki, nazlı hayali kucağıma geldiği zaman, kendimde olmadığımdan, o temiz hayalini gönlümün kanıyla bulaştırırım. Bu ağlayanın hüzünlü gecelerini perilere sor. Gece karanlığında, aşkımın vecidleriyle dalgın dalgın gidip gelmeden perilere ayağım çarpıp duruyor... Yıldızlar nasıl ki, sabahlara kadar gökte yanar dururlarsa, benim parça parça olan gönlüm de öyle oldu. Kendi reyinde olan sevgilimin füsunlarıyla uykum, bütün gece avare olup gitti. Sevgilim! Bırak, senin aşkınla güneş gibi ateşten bir kaftan giyeyim ve o ateş içinde, güneş gibi cihanı süsleyeyim... Senini aşkından bir dem kurtulup da rahat kalsam, canım asla rahat etmez. Çünkü ben senin sevginden bir lahza rahat etmediğim zamandır ki, rahat ederim...
!76
Söv beni, sövüşünden sarhoş olmadayım; tadı güzel kötü sözlerinin, sövüşlerinin sarhoşuyum ben... Zehir sun; şeker gibi içeyim; sana ramolmuşum ben, sana ramolmuşum, sana.
Ömer’in hilafeti zamanında pek güzel çenk çalan bir çalgıcı vardı. Bülbül, onun sesinden kendinden geçer, güzel sesini dinleyenlerin neşesi yüz misli artardı... Meclisleri, cemiyetleri, terennümleri süsler, nağmesinden kıyametler kopardı. Musiki fennindeki meharetli sesi, İsrafil gibi ölülerin bedenlerine can getirirdi. Yahut İsrafil’e nefeste ve ahenkte arkadaşdı da nağmelerini dinleyen fil bile olsa kanatlanırdı. İsrafil, bir gün gelir ki, nalesini düzenlendirir ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir. Velilerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki, o nağmelerden isteklilere, kıymet biçilmez bir hayat gelir. Fakat his kulağı o nağmeleri duymaz. Çünkü his kulağı kötülüklerden ötürü kirlenmiştir. Nitekim Ademoğlu, perinin nağmesini duymaz. Çünkü perilerin sırlarına yabancıdır. Gerçi perinin nağmesi de bu alemdendir ama, gönül nağmesi her iki sesden de yücedir. Zira peri de, insan da hapistedirler. İkisi de bu bilgisizlik ve avanaklık zindanındadırlar. Rahman suresinden ‘Ya maşer-el cin – Ey cin güruhu’ ayetini oku, ‘Testetiu fenfüzu’ nun manasını iyice bil. Velilerin içlerindeki nağmeler önce der ki; “Ey inkar cihanının cüzleri! Kendinize gelin, nefsin inkarından başlarınızı çıkarın. Bu hayali, bu veh-
!77
mi bir tarafa atın. Ey olup bitme aleminde büsbütün çürümüşler! Baki olan can sizde ne doğdu ne gelişti.” Velilerdeki o nağmelerden birazıcık söylesem, canlar mezarlarından baş kaldırırlar. Kulağını yaklaştırır, zira o nağmeler uzak değildir, ama ulaştırmaya izin yok. İyi bil ki, veliler, zamanın İsrafil’idirler. Ölülere, onlardan dirilme ve gelişme gelir. Ölü canlar, ten kabrinden kefenlerine bürünmüş yatarlarken, onların sesinden sıçrayıp kalkarlar. Ve derler ki: - Bu ses, öbür seslerden ayrı bambaşkadır. Diriltmek Allah’ın sesinin işidir. Biz öldük, büsbütün çürüyüp yok olduk. Fakat Hakk’ın sesi gelince, hepimiz dirildik, kalktık. Hakk’ın sesi, ister perde ardından, ister perdesiz gelsin; Meryem’e yakasından üfleyerek ne verdiyse, insana onu verir. Ey beden kalıpları altında faniliğin yok ettiği kimseler! Dostun sesiyle yokluktan tekrar varlığa gelin. O ses, gerçi Tanrı kulunun boğazından çıkarsa da mutlaka Padişahın kendinden gelir. Tanrı ona dedi ki: - Ben dilim, sen gözsün. Ben senin hislerinim, senin hoşnutluğun ve gazebinim. Yürü; benimle gören sensin. Sır bizzat sensin, sır sahibi olmak ne demek? Sen mademki hayranlığından ‘Lillah – Allah adamı’ oldun, ben de senin olurum. Çünkü ‘Kim Tanrı’nın olursa, Tanrı onun olur.’ Sana bazen ‘Sensin’ derim, bazen de ‘Benim’ derim. Ne dersem diyeyim, ben, tek parlak güneşim. Her nerde bir kandillikten bir an parıldasam, orada bütün alemin müşkülleri çözülür. Güneşin bile kaldıramadığı karanlık, bizim nefesimizden kuşluk vakti gibi aydınlanır. Her nereye hoşlanılmadık bir karanlık çöktüyse, bizim parıltımızdan o karanlık kuşluk vaktinin güneşi olur. Hakk, Ademoğullarına, bütün isimlerini bizzat gösterdi. Başka yaratıklarına isimler, Ademden açıldı.
!78
Nurunu ister Ademden al, istersen O’ndan. Şarabı dilersen küpten al, dilersen testiden. Çünkü bu testi, küple sımsıkı birleşmiştir. O iyi talihli testi sevinç içindedir, ama senin gibi maddi zevklerle değil. Cenab-ı Mustafa dedi ki: - Beni görene ve benim yüzümü gören kimseyi görene, ne mutlu... Bir mumun nurundan yakılmış olan çirağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Böylece o mumdan yakılan çirağdan da başka bir çirağ yakılsa, ta yüzüncü çirağa kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu çirağı görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir. İstersen o nuru, son çirağdan al, istersen ilk can mumundan al. Hiç farkı yoktur. Nuru, dilersen son gelenlerin çirağından gör, dilersen geçmişlerin mumundan...
!79
Başımı, senin eşiğinin toprağına korum; gönlümü, senin gönüller alan saçlarının büklümlerine veririm... Canım dudağıma gelmiş; tez dudağını getir de bahaneyle canımı ağzına vereyim gitsin.
Ben, Muhammed’in nuru sırrına dayanarak derim ki, Tanrı tamamiyle zevktir, tatmayan anlamaz. Ben, o zevkim ve o zevke baştan ayağa gömülmüşüm. İman, tamamiyle zevk ve şevktir. Aşkın dudakları şiir, dili musikidir. Ah, gene benim içime bir ateş düştü; bu divane gönlüm, gene sahralara doğru yollandı... Ey özü, sözü nur olan; ey bütün yüreklere hükmeden gönül! Sen aşkı kendine seçtin de canın her dileğine erdi... Yaş, kuru herkesin gözü birbirine bakmış kalmıştır; fakat senin gözün öyle değildir, o gözün bakışı yalnız Allah’adır. Herkesin gözü de isterim ki, senin üzerinde olsun. Zira senin elin Allah’ın elidir. Senin gözün Allah’ın mestidir. Allah’ın gölgesi, herkesin üzerinde ebediyyen kalsın. Halkın iştiyak inlemeleri sizdendir. Peki, sizinki kimdendir? Bunların hepsi aşktan doğdu. Aşk acaba neden doğdu? Ey Hakk’ın ve dinin Sevgilisi! Sen vücut mülkünün malikisin. Aşk, senin gibi bir Keykubad daha alemde görmedi. Allah’ın Kur’an’da ‘Nun v-el kalemi ve ma yesturun’ diye yemin ettiği kalem, Muhammed’in yüce vasıflarını ve Kur’an’ın öz manalarını yazmış olan onun kalemidir. O kalemin gölgelerinde, bir güzelin yanaklarına düşen siyah saçlarının parlak akisleri gibi, gönülleri aydınlatan ve daima süsleyen ilahi bir nur vardır. Karanlıklara, mehtaptan yapılmış selsebillerden kevserler akıtan, ve hayat suyu ile kupkuru çölleri, çoraklıkları sulayan hep o kalemdir. İrfan vadileri o kalemden gelen tazelikle, nurla yeşillenir ve ışıklanır. O kalemden hep aşk şarabı akar, neş’e nuru damlar. İnsanlar için o kalem bir surdur, onları diriltir, aşk mahşerine toplar. Onun bir nafhası vardır ki, her nefesinden Allah’ın güzel kokusu gelir. Onun çizdiği yollar o kadar par-
!80
laktır ki, o yolda yürüyenleri, Allah’ın gözler kamaştıran cemaline ulaştırır. Gönüller için o kalem, aşk Cebrailinin ilham şehperidir, her kımıldayışında başka bir can aleminin havası gelir, başka bir safa ve hayat göklerinin parlak maani yıldızları görünür. O kalemden çıkan şiirler, aşkın en munis, en sevimli sesidir. O kalem, Ya Rabbi! ne muciz, ne ruhani bir kalemdir... Bir ucu Hakk’ın dudaklarını öper bir ney midir? Yoksa o, yüzü Hakk’ın parmaklarını okşar bir çenk midir? Bilmem... Daima şen ve neş’eler serpen o kalem, bazen bir musiki ahengi belagatiyle inler, bazen bir bülbülün terennümlerindeki sevimli feryadlarla söyler. Ah, onun inleyişlerinde, feryadlarında bile aşkın, visalin en güzel kokusu, en tatlı ve en heyecanlı lezzeti vardır.
!81
Yüzünün gül bahçesi, gönlümün seyran yeri oldu, cefalarının acılığı, gönlüme helva kesildi... Gamından bir şikayetimiz yok amma öylesine bir tadı var ki... Doyarsa eyvahlar olsun gönlüme.
Nice demdir toprağımıza katre katre, yudum yudum öylesine şarap döktü ki toprağımızın her zerresini feryada getirdi, her zerremizde bir çığlık var, bir feryat var. Göğsümüz yarıldı, açıldı; gönül aşk dokumaya koyuldu; ulu Tanrı’nın kadehiyle şişe saf, tertemiz bir hale geldi. Çiçekler açılmış, kötü gözler görmüyor. Gayret, ağzını yalama diyor bana, şarap içmeye koyul. Ey can, görünür görünmez canımı da kaptın, gönlümü de; müşteri sen olduğun için kumaş değerlendi. Bulutun yeşillikler yağdırır, kadehin can verir, derdin insanın içine ne de güzel siner; artık sen bu derde başka dert katma. Ey aşk, sağ oldukça senin şarabınla sarhoşum ben, “Yaklaştı, yakınlaştı” makamına vardığım zaman senin lütfunla yüceyim, senin lütfunla aşağı. Sana nasıl ay diyeyim, ay hummaya tutulmuş, sapsarı kesilmiştir. Selvi desem doğrudur bu söz, fakat selvi yanar, ay son üç gece görünmez olur, canların aslına asıl olandan başka hiçbir şeyin aslı yok. Güneş tutulur, ay tutulur, vaktin Halil’iysen ikisine de istemem sizi de, ikisinden de yüz çevir. Dediler ki: Bütün dostlar öldü gitti, yok oldu; Tanrı’yı seven, ona sevgi besleyen yok olmaz. Ab-ı Hayat Tanrı’dır, kaçıp Tanrı’ya sığınanın ruh, kölesi olur, Ruhü-lKudüs lalası. Yüce Tanrı lütfuyla candan kopan gülüşten başka halkın şu gülüşleri, hep çakıp sönen şimşektir adeta.
!82
!83
Göğü feryatlarla doldursam mazurum; çölü, ovayı figanlarla doldursam mazurum... Sen canımsın benim, senin ardına düşmüşüm, koşuyorum ben; canı ardımda bıraksam gene mazurum.
Gök, insanların bedenlerinin üstünde: gök dilenen, istenen: insanların bedenleriyse onu dileyen, isteyen, Bunun aksine erenlerin ruhları,binlerce âleme, binlerce göğe hâkim: melekler bile onlara gıpta etmekte, Gökler, onların buyruğuyla dönüyor: istemezlerse onları dürüverirler onlar, Onların herşeye güçleri yeter: dervişler hâkimdirler, Allah naipleridir onlar, Suretleri küçücektir, arıktır ama canları büyüktür yücedir, Güneş, bir zerrede gizlenmiştir: deniz, bir katrede yürür - gider, Yüzlerce deniz de senin küçücük iki gözünün nuruna sığmıyor mu? Aparı nur, o küçücük yerde coşup dalgalanmada, Dalgaları göğe yücelmede, dağları, ovaları, çölleri kaplamada, A bilgili er, denize benzeyen o nur, senin küçücük gözüne sığarsa, Rabb'in inâyetiyle denizlerin, bu kalıba sığmasına şaşılır mı ki? Evliyanın nuru belirseydi gök de rezil olur - giderdi, yer de, Gökle yer pek küçük, pek önemsiz bir hâle gelir, hamur çanağındaki kıla dönerdi, Demişlerdir ki: Akıl görünseydi, gökteki güneş, gece gibi simsiyah olurdu, O tertemiz, güzel mi güzel nurun karşısında pek kara, pek yoğun görünürdü, Ahmaklık da beden gibi görünseydi, ona karşı gece, gündüze dönerdi, !84
O denizin karşısında da gökle yer, bir köpük gibi küçücük, önemsiz bir hâl alırdı, Duygu gözüyle anlama bakmaya kalkışma; Hakk'ta mahvol da dâvadan geç, Can yoluna canla gidilebilir; o yola bedenle gidilebilir mi hiç? Bil ki anlam ülkesinin ne sonu vardır, ne sınırı; görünüş, ona hem perdedir, hem engel, Anlam kanadını aç, ayakla yürümeyi bırak: yerden - yurttan vazgeç, yersizliği ara da, Anlam yüzünü gör; hayalden, dâvadan vazgeç - gitsin, Anlam, gökteki güneşe benzer; sûretse Ülker yıldızı gibi hordur - hakirdir, İyice bak, ikisi de sende; a üstün er, dikkat et bakalım, hangisi daha iyi? Bilginler gibi daha iyi olanı seç de başına buyruk kesilenler gibi kötü bir hâlde kalma, Sen buna sahipken ne diye haberin yok; ömrünü ne diye karşılıksız veriyorsun? Kendini bil, nesin sen? Hor bir hâlde oturup kalma, pek yücesin sen, Allah nuru, senin vücûdundadır; ne mutlu o kişiye ki Allah nurunu arar; Pek lâtif olduğundan gizlidir o nur ama kendinin o nur olduğunu gene görür, Kendini iyice tanıyan kişi, şüphe yok ki Tanrı'yı da tanımıştır, Şeytana doğru koşa koşa - gidersen, gerçekte, şüphe yok ki osun sen, Aksine, Rahmân'ı dilersen, işin sonunda yerin - yurdun, Allah'ın râzılığıdır, Her soluğunda, içinden, kimi yüce bir suret görünmededir, kimi aşağılık bir suret, Kimi melek görünmededir, kimi şeytan,, çeşit - çeşit, kimi ondan bir tecellî var sende, kimi bundan, Hangisini seçersen, sonunda onunla haşredilirsin, Hakk sana isyan yolunu da açıkça göstermiştir, itaat, ibâdet yolunu da, !85
İstersen cennet ehlinin nurlu yoluna git; istersen cehennem ehlinin ateş yoluna, Değil mi ki aslında, seçilmiş aşk yolunu tutacak güç - kuvvet yok sende, Gönül ehlinin eteğine yapış da sana, ölümsüzlük sarayının kapısına varan yolu göstersin, Arıksan kuvvet versin sana; zayıfsan, onunla geliş, Sana göz versin de göresin; seni, kitapsız üstâd etsin, Onun bakışı şüphe yok ki kimyadır; onunla altın olursun, ayıbın kusurun kalmaz, Kendi durağına doğru götürür seni, perdesiz olarak dostun yüzüne gösterir sana, Onun sohbetini seç de o sohbetle hasta gönlün sağlığa esenliğe kavuşsun.
!86
Aşıklığı, senin olgunluğundan öğrenmedeyim; beyti, gazeli, güzelliğinden... Gönül perdesinde hayalin oynayıp duruyor; oyunu da senin hayalinden öğrenmedeyim ben.
Gene Allah’ın mesti olarak geldim, Allah’ın elinden şarap içtim. Ben yoğum, var olan Allah’tır. İşte aşıkların deliliği budur. Şarap, coşmakta bizim coşmamızın dileyicisidir. Felek, dönmekte bizim aklımızın esiridir. Şarap, bizden sarhoş oldu, biz ondan değil. Beden bizden var oldu, biz ondan değil. Ey benzeri olmayan Tanrı! Mademki bu sözden kulağımıza küpe yaptın, kerem et de bu sözleri bol bol saç... Kulağımızı tut; bizi, Senin şarabını içmekte olan o sarhoşların meclisine çek, götür. Mademki bize bundan bir koku duyurdun, ey din Allah’ı! O mis kokulu şarap kabının ağzını kapama. Ey kendinden yardım istenen Allah! Vergini esirgeme, bağışla da erkek, kadın herkes, Senin şarabını içsin... Ey duaları, muratları daha duayı etmeden, istemeden önce duyan ve veren Tanrı! Sen gönüle her nefeste yüzlerce kapı açarsın.
!87
O güzelin huyunu, adetini bilirim ben; o bir ateş, bense yağa benziyorum... Can, görüp duruyor, onun güzelim ışığından bir dumandır tütmede, onun çevresinde dönüp durmada; işte o duman benim.
Beyimiz, başbuğumuz, sen olduktan sonra bahtımız da gülmededir, talihimiz yardır, yaverdir; a benim güzelim, işvelerin, şivelerin daim olsun, işvelerin de, şivelerin de sensin canı. Fıstığa benzeyen dudakları hemencecik güldürürsün, dertli gözlere tutyasın sen. And içmiştim, sağ oldukça gülmeyeyim demiştim; yüzünü açtın da göründün mü andım da yanar ahdim de. Hangi ölüyü istersen var, sına; mezarının başına gittin mi, kefenini paramparça edip kalkar da kadeh kapmaya koyulur. Öldüğüm gün gel, kabrimin yanından bir geç de nasıl kalkıyorum, bir gör, bir seyret asıl kıyameti. Sakisi sen olasın, nasıl ölür o kişi? Suladığın yer yemyeşildir, solmaz, yanmaz, çürümez o yer. Ey can kuşunun uçup gittiği an, ey kefenleri yırtma, elbiseleri paralama çağında canların tekrar dönüp tapısına vardığı güzel. Ey can nedir, o dünya da ne oluyor diyen, ey dudağa gelmiş can, işte geldi çattı erişme vakti, sorduğun vakit. A gönül, avuç açmıştın da şundan, bundan bir şeyler kapmıştın; şimdi çırpınmaktan başka birşeyin kalmadı. Gah altın, gümüş elde ettin, gah gümüş bedenli bir dilberi kucakladın; fakat bunlar can çekişme çağında mahmurluk verdi sana. Ey azınlığı yüzünden kuştan balığa dek rastgele herkesin canını yakan, kanına giren, onlar ne tattılarsa, ne çektilerse senin de o acıyı tatman, o azabı çekmen gerek.
!88
Ne mutludur o kişiye ki Tanrı’dan, olmayacak işleri yapma kudretine sahip olmuştur da ecelden önce ecelin önünde arslanlar gibi koşmayı öğrenmiştir. Canını aşka ver, bize vefa göster, gönlünü alıştır buna; kendinden geçsen de bize gelsen bu, daha iyidir senin için. Kurudan da geç, yaştan da, daha tez gel eve, herkesten fazla vefalı olman gerek, ne diye vefasızsın böyle? Lütfun kimseciklerin lütfuna benzemez, senin kadrini kimsecikler bilmez; aşk seni bize çekip durmada; çünkü bize layıksın sen. Uyku, aşk yüzünden, aşkın parıltısı yüzünden gözlerden kaçıp gittiyse bizim sorularımıza cevap veriyor demektir, ey herkesin razılığını kazanmış can. Sevgili, inada kalkışır da gizlenirse sen ona can ver ki ebedi hayata kavuşasın.
!89
Senin sevgini göklerin yücesine çıkarırım; sitem elini gamlı gönlüme korum... Yeryüzünde, nereye ayak basarsan gizlice gider, o toprağa yüzümü gözümü sürerim ben.
Ey bizi yeryüzünden yemyeşil göğe çeken, ey can, daha çabuk çek, daha çabuk çek, ne de güzel çekmedesin bizi. Bugün ne de güzel kalktım, gürültüler ediyorum, kavgalar ediyorum, bugün daha da yücelmedeyim, çünkü bugün daha iyi, daha güzel çekiyorsun beni. Bugün her susamışı havuza, dereye atıyorsun, Zün-Nun’la İbrahim’i suya, ateşe çekiyorsun. Bugün bütün halk yanmış, yakılmış, hepsi de sana göz dikmiş, herkesten önce kimi çekeceksin, kimi bağrına basacaksın diye beklemede. Ey güzelliğin aslının da aslı, bugün bir başka şey olmuşsun sen; yürekten gönlü ne de hoş almışsın, baştan aklı fikri ne de güzel çelmedesin. Ey gök, bir çadırsın; ey yer, güzel bir yurtsun; ey gün, inciler saçıyorsun; ey gece, amber yaratıyorsun. Ey seher çağı, ne de hoş ağarıyorsun; ey yel, ne de iyi hemdemsin; ey Güneş, yıldızları öldürmedesin; ey Ay, ordu çekmedesin sen. Ey gül, gül bahçesine gidiyorsun; ey gonca, gizlice yol almadasın, ey selvi, yerin dibinden ne de hoş Kevser suyu emmedesin. Ey ruh, bedenin huzuru seninle, tene şarapsın sen; ey şeriat, anahtarımsın benim; ey aşk, şuhsun, yol kesmedesin; ey akıl, defter dürmedesin sen. Ey şarap, gamı defeden sensin, yaramıza melhem olan sensin; ey usul boylu saki, kadehle deryaları içip sömürmedesin. Ey seher yeli, haber çavuşusun, her seher çağı sevgiliden haber getiriyorsun; o amberleşmiş saçlardan ne de güzel armağanlar alıyorsun. Ey yol uğrağı toprak, gönlünde binlerce gül bahçesi gizli; ey başını ayak edip koşan su, koşup gidiyorsun amma denizden inciler almadasın.
!90
Ey la’l kaftanlı ateş, aşktan yalımların var; ejderha gibi ağzını açmışsın her şeyi çekip yutuyorsun. Terci şu oluyor ki sen bizi yücelere çekmedesin; canı tutmuşsun da canlar bitirip geliştiren yere çekiyorsun. Can İsa’sını yeryüzünden Ülker yıldızına çekmedesin, ne alt var ne üst, böyle bir alemde ta yüceler yücesi Tanrı’ya dek götürmedesin. Musa gibi gözden kaynaklar çıkarmadasın, gönül Musa’sını her an Turusina’ya çekiyorsun. Şu kararsız aklı çekedur, ne de güzel çekip götürürsün sen; şu kanlar içen canı çekedur, güzel çekiyorsun çünkü. Sen canımıza cansın bizim, bütün canların özüsün sen; canın ta özünden kalktın da bizi bize çekiyorsun. Biz “La – yok” gibi baş aşağı gelmişiz, sen bizi la’dan dışarıya çıkarıyorsun da yoku çeke çeke ta “İlla – ancak O var” yurdunun baş köşesine, İlla’ya çekiyorsun. Bir puthane olan nefs, seninle Mescid-i Aksa olmuş; kandile benzeyen şu aklı gök kubbenin tavanına çekmedesin. Padişahlar kötülükte bulunanların hepsini de bağlatıp zindana sürükletir; sense suçluları onların attıkları kuyudan, zindandan çıkarıyorsun da seyir seyran yerine götürüyorsun. Arıklattığın bedeni misklerle, amberlerle doldurmadasın; bir sineğe, tutuyorsun da Zümrüd-ü Anka’nın kanadını armağan sunuyorsun. Murdar bir kuzguna benzeyen bedeni, leşe rağbet ettiriyor, dudu kuşuna benzeyen tertemiz canıysa sarhoş şekerler çiğner bir halde yücelere çekiyorsun. Dertli, yorgun halinde, sebepsiz, bahanesiz, Meryem’e kuru, meyvesiz hurma dalından yaş hurmalar veriyorsun. Yusuf, topraklara, kanlara bulanmış bir halde kuyunun ta dibinde zebunken her an gizli bir yoldan onu tutuyor, yücelere çıkarıyorsun ey canım benim. Yunus amansız denizde, bir balığın karnında mahpusken tutuyorsun inci gibi ta denizin dibinden kendi yanına alıyorsun onu. Gönül sarhoşlarının meclisinde melekler sofrasını yayıyor, Mesiha yemeklerini sunuyorsun gönül sarhoşlarına. !91
Başka bir terci de şu: Bugün sofra çekmedesin, can cennetini kerem etmede, lütfetmede, konuğun önüne getirmedesin. Aşıkların gönül derdini ne de hoş, dermanın bulunduğu yere çekiyorsun; iştiyak çeken her susuza ta Ab-ı Hayat kaynağına kadar götürüyorsun. Fakat padişah olmayandan başkasını, anlar, duyar bir gönüle sahip bulunmayandan gayrısını nasıl olur da çekersin? İnsan olan herkesi tutuyor, böylece çekiyorsun. Padişahlar padişahı sensin, sonu bulunmaz ihsan sensin; şu ahir zaman kıtlığında kerem, lütuf sofrasını yayan ancak sensin işte. İki üç aşağılık yoksula karşı öylesine gönül alçaklığı gösteriyorsun ki; sanki edna bir kulsun da padişaha sofra götürmedesin. Zembillerini la’lle, inciyle doldurmadasın, yağmurun saman çöplerini götürmesi gibi onların zembillerini taşımadasın adeta. “Tanrı çağırıyor” buyruğu, zindandakilerin halası için geldi de zindandakiler dertlere gamlara düştüler; sanki onları zindana götürüyorsun. Görünüşte Firavun’u yılanla korkutuyorsun amma gerçekte lutfun, ihsanın onu yılana benzer nefsin elinden satın almada. Kereminle Firavun’a, seni tahta, saltanata götürüyorum dedin, inat etme, bırak, ben çekeyim, götüreyim seni, çünkü sen darmadağan çekiyorsun. Firavun, bu bağ senden dedi, Musa arada bir vasıta; beni de Musa gibi çek, götür, çünkü onu gizlice çekiyor, götürüyorsun. O, dedi ki: Eğer o Musa’dan ibaret olsaydı sopa nasıl olurdu da ejderha kesilirdi, avucu nasıl olurdu da Ay gibi parlardı, sen rahmandan baş çekiyorsun? Musa’yı çağrılmadan Şuayb’e yolladık; bun içinde kalmış, çaresiz bir hale gelmiş aşık gibi ne diye ona özeniyor, tamaha düşüyorsun? Musa’mız isyan etmedi, sebebe baş urmaktan utanmadı; on yıl Şuayb’e çobanlık etti, çoban adına nasıl dayanabilirsin sen? Ey Tebrizli Şems, söz söyleme kabiliyeti seninle coştu köpürdü, bu köpük baştan aştı, çünkü sen tutmuşsun onu ta Zühal yıldızına çekiyorsun. Bir başka terci de şu: Ey can, her dem çekiyorsun amma bir an olur da az çekersen gönlümün derdi artıyor. Ey bizi çekip götüren, pek pervasızca çekip götürüyorsun; sen bir güneşsin, biz neme benziyoruz, bizi yücelere çekiyorsun. !92
Ölmüş birkaç kemiğe bir kere daha can veriyorsun, gam gussa zindanına hapsedilenleri seyre, temaşaya götürüyorsun. Bundan önce de canlar gökte meleklerle şarap içmedeydi; can, onu gene oraya çekiyorsun diye iki elceğizini çırpmada. Ey Güneş, ey Ay, ey aydınlık; dinlenecek yer sensin, emniyet yurdu sensin; yolumuzu vur, ne de hoş yol vuruyorsun; çek bizi, ne de güzel çekiyorsun. Ey iyileri koruyan Güneş, ey genç baht, taze talih, bizi de saka tulumu gibi almışsın, o akan ırmağa götürüyorsun. Sağrağını görünce sarığımı da rehine verdim, gönlümü de; düşünceye hadi dedim, sen git, çünkü sevdaya doğru çekiyorsun beni. Ey akıl, beni var ediyorsun, ey aşk, beni sarhoş ediyorsun; her ne kadar aşağılatıyorsan da yüceler yücesi Rabbe dek çekip götürüyorsun beni. Ey aşk, acı buyruğunu ver, bizi senden başka herkesten kes ayır; ey sel, çağlıyorsun, çağla; bizi denize götürüyorsun sen. Ey can, gel, ikrar et; ey ten, git inkara döşen. Ey yokluk, beni darağacına as, çünkü varlığa götürüyorsun beni. İyi kötü, herkes, ne çekerse kendisine çeker; halbuki sen görülmemiş bir gönül çekicisin, bizi tutmuşsun da bize çekiyorsun. Ey baş, onun lütfuyla baş oldun; ey ayak, onun keremiyle ayak kesildin de kılavuzluğa düştün; kibirle nasıl oluyor da baş kaldırıyorsun, tembellikle nasıl da ayak çekiyorsun? Ey baş, yere baş koy eğer gökyüzü gerekse sana; ey ayak, balçığa az saplan ovaya gitmeyi diliyorsan. Ey göz, insanlara bakma; ey kulak, hayrı, şerri duyma; ey akıl, eşek beyinli olma, Mesiha’ya gidiyorsun sen. And olsun Tanrı’ya, gerçekten de pek iyi, pek güzel çekiyorsun; elsiz, hançersiz çekip duruyor, neliksiz niteliksiz tapıya, cihetsizlik cihetine götürüyorsun bizi.
!93
Ayağının bastığı toprağı ulu feleğe bile vermem, gamlarını iki dünyaya değişmem; bedenimi, halkın yoluna harcadım gitti; fakat senin şeklinden hiç kimseciğe bir içim su bile vermem.
Mademki şarapla sarhoşsun, kendini vur taşa şişe gibi, kırılsın gitsin; can aşkıyla adın kötüye çıksın, iyi bir ad san sahibi olmak da budur işte. Oturursan sürahi gibi zevklerle dol da otur; kalkarsan kadeh gibi topluma zevkler vermek için kalk. Aklın bir ayak bağıdır, aşkınsa yücelik; akıl, kınanma alemindedir, aşk, boyuna içip esriyiş aleminde. Seher çağı horoz gecenin bozguna uğradığını bildirir, öter; sabah karanlıkların gönlünden belirir, doğar. Bizden başka yoktur sevgili, kanımızdan başka şarap yok; efendilik eden de can, kulluk eden de. Gönlü yaktın, kavurdun, kebap ettin, kanı şarap haline getirdin ey ruhum, canına feda olasıca, ey insanların ulusu, yaratıkların başbuğu. Şu yıllanmış, tamamıyla olmuş şaraptan içmek istiyorsan düşünce atından in, yaya ol. Müstef’ilün faulün, ateşlenme, coşup köpürme; çünkü olgunluk vakti geldi, artık hamlıkta bulunma. Şarap yel gibi esmede, gam sinek gibi kaçmada; sarhoşları unutmayın, feda olayım size, ağırlayın onları. Dilediğini söyle, buyruğun yürür, padişahsın sen; ey azizim, esenlik senden, sana teslim olduk, buyruğun kabülümüz. Bu alem, sevgilimin doğup ışımasından dolayı neşelensin; çünkü güneş doğup da yürüdü mü iki doğuyu da korur, her yana ışık salar.
!94
Aşk kıskançlığıyla utanmaz, yüzü pek bir hale geldim; horlandım, usanca düştüm; huyum kötüleşti... Hayır hayır; aşktandım, aşka aşığım ben; arslanıma şaşılacak bir ceylan oldum gitti.
İşin ihlasını, Hazreti Ali’den öğren! Bil ki, Tanrı arslanı hileden, hasetten tamamiyle temizdir. Hazreti Ali, gazada bir pehlivana galip geldi. Hemen kılıcını çekerek hasmına hücum etti. Hasmı ise bütün Peygamberlerin, bütün Velilerin iftiharı Cenab-ı Ali’nin yüzüne tükürdü. O, öyle bir yüze tükürdü ki, ayın yüzü, secde yerine baş koyacağı zaman, o yüzün önünde secde eder. Onun tükürmesiyle Cenab-ı Ali, derhal elindeki kılıcı yere attı ve başladığı gazadan vazgeçti. Hasmı, Cenab-ı Ali’nin bu hareketine ve yersiz gösterdiği af ve merhametine hayran oldu. Dedi ki: “Ya Ali! Benim üzerime keskin kılıcı çekip hücum ettin. Sonra ne diye kılıcı elinden attın da beni öldürmekten vazgeçtin? Benimle cenk etmekten daha iyi ne gördün ki beni avlamaktan vazgeçtin? Ne gördün ki, öfken yatıştı da bir şimşek çaktı ve parıldadı? Ne gördün ki, o gördüğün şey, benim gözlerime de aksedip göründü, gönlümde ve canımda bir şule uyandırdı? Kainatta olup bitenlerden daha yüksek ne gördün ki, o gördüğün şey candan daha iyiydi de bana can bağışaldı? Ya Ali! Sen şecaatte Rabbani bir arslansın, mürüvvette kim bilir kimsin, nesin? Ya Ali! Sen ki, bütün akıl, bütün gözden müteşekkil bir varlıksın, ne gördün ki, bana böyle davrandın? O gördüğün şeyden biraz bize söyle. Senin ilim kılıcın bizim canımızı parçaladı. Senin ilim suyun bizi temizledi. Açık söyle, biliyorum ki, bunlar Allah’ın sırlarıdır. Zira kılıçsız kesmek Allah’ın işidir. Ey arşın güzel avlarını avlayan doğan! Açık söyle; şimdi Allah’tan ne gördünse bize açık söyle. Ey ilim Medinesinin kapısı! Kapı isteyenlere karşı açıl, açıl ki, kabuklar özlere kavuşsun. Ey Allah’ın rahmet kapısı! Ey eşi olmayan Allah’ın Kibriya kapısı! Sen ebediyen açıl.”
!95
Bizim hissimizden uzak gizli bir yoldan, gökteki güneşin bir çok gizli yolları vardır. O yoldan ki, altın, toprak altında, ondan kuvvet alır. O yoldan ki, taş parçası, ondan yakut olur. O yoldan ki, yakuta kırmızı renk verir. O yoldan ki, nalı şimşek gibi çaktırır. O yoldan ki, meyveyi olgunlaştırır. O yoldan ki korkak, vehham olanların kalbine kuvvet verir. O mubariz dedi ki: “Ey kanadı Allah’ın nuru ile parıldayan! Ey Şaha ve Şahın bileğine alışkın olan, Doğan! Bu sırrı açık söyle. Ey Şah-ı Hakiki’nin Anka tutan Doğan’ı! Ey orduları, ordusuz tek başına ezip geçen kahraman! Sen kendin, yüzbinlerce ümmetsin. Bu naçiz kul, senin yüksek himmet Doğan’ına avlanmıştır. Açık söyle. Kahır yerinde gösterdiğin bu rahmet nedir? Ejderhaya fırsat elini vermek kimin yoludur? Hangi yiğidin işidir? Cenab-ı Ali dedi ki: “Ben kılıcı Allah rızası için vururum. Ben, Hakk’ın koluyum, tenin emrini yapmaya memur değilim. Tanrı arslanıyım, heva ve heves arslanı değilim. Benim işim, benim dinime şahittir. Muharebede, ‘Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.’ ayetinin mazharıyım. Ben kılıç gibiyim, kılıcı vuran hakikat güneşidir. Ben varlık yükümü, Allah’a yöneldiğim yoldan kaldırırım. Allah’tan başka kainatta ne varsa yok farzederim. Ben gölgeyim, benim sahibim, hakikat güneşidir. Ben onun kapısının perdecisiyim. Onu örten, göstermiyen bir perde değilim. Ben Allah’ın vuslat incilerinden yapılmış bir kılıcım. Cenkte diriltirim, öldürmem. Benim kılıcımın incisini, kan örtmez. Benim makamımın bulutunu nefis rüzgarı asla yerinden kımıldatamaz. İlimde, sabırda, ihsanda saman çöpü değilim, dağım. Fırtına dağı yerinden oynatamaz. Bir rüzgarın esmesiyle yerinden oynayan, bayağı kimsedir. Zira hakikate uymayan rüzgar çoktur. Hışım rüzgarı, şehvet rüzgarı, hırs rüzgarıdır ki, hakiki namaz ehli olmayanı yerinden oynattı. Ben dağım, benim bütün varlığım onun mülküdür. Ben eğer saman gibi olursam, benim rüzgarım gene onun iradesinin rüzgarıdır. Onun rüzgarı olmaksızın ben meyil etmem, yerimden kınıldamam. Benim ordumun baş kumandanı, tek olan Rabbimin aşkından başka birşey değildir. Hışım padişahlara şah, bana köledir. Hışmı ben yularımla bağlamışım. Benim ilim kılıcım, hışmımın boynunu vurdu. Hakk’ın hışmı, bana tıpkı rahmet gibi geldi. Gerçi varlık tavanım viran olduysa da ben nurun içine daldım. Gerçi ben Ebu Turab (Toprak Babası) oldumsa da Allah’ın ilim ve rahmet çiçeklerinin bahçesi oldum. O zaman ki, seninle gazada bana nefsani bir illet emaresi geldi, ben kılıcı kullanmayıp saklamayı uygun gördüm. Ta ki benim adım, Allah için seven. Be!96
nim muradım, Allah için buğuz eden. Benim cömertliğim, Allah için veren. Benim vücudum, Allah için sakınan olsun. Benim cimriliğim de Allah içindir, benim cömertliğim de Allah içindir, işte o kadar. Ben tamamen ancak Allah içinim. Ben asla başka kimsenin değilim. Yaptığım herşey Allah içindir. Taklit değildir. Tahyil ve zan değildir. Ancak hakiki görüşüm üzerinedir. Yenimi, Hakk’ın eteğine sımsıkı bağlamışım. Eğer uçarsam, uçacağım yeri görürüm. Eğer dönersem, döneceğim yeri görürüm. Bir yük çekersem, o yükü nereye kadar çekeceğimi bilirim. Ben Ay’ım, Güneş önümde kılavuzdur. Vasıflarımdan bundan ziyadesini halka söylemeye mahal yoktur. Zira deniz bir ırmağa sığmaz. Sözü, halkın akılları ölçüsüne göre aşağı mertebeden söylerim. Bu ise ayıplanacak bir şey değildir. Hazreti Resul’un işidir. Ben nefsani gareze esir olmaktan kurtulmuşum, hürüm. Sözlerimden hür bir kimsenin şehadetini dinle. Nefse kul olanların şehadeti, iki arpa değerinde bile değildir. Nefis şehvetinin kulu, Allah’ın fazlından ve özel inamından başka bir şeyle kendini esaretten kurtaramaz. Nefis şehvetinin kulu öyle bir kuyuya düşmüştür ki, onun dibi yoktur. Kuyu onun günahıdır. O hal, ona, cebir ve eziyet değildir. Peygamberimize Hakk Kur’anda: ‘Biz seni şahit olarak gönderdik.’ buyuruyor, çünkü o, kainatta tek’dir, hür oğlu hürdür. Ben ki hürüm, hışım beni nasıl bağlayıp esir eder, ben bu mertebede Hakk’ın sıfatlarından başka bir şey değilim. Beri gel! Hakk’ın fazlı, seni küfür esirliğinden azad etti. Ondan ötürü ki, Allah’ın rahmeti hışmını aşmıştır. Ey Pehlivan! Beri gel, şimdi muhataradan kurtuldun. Sen bir taşdın, Hakk’ın inayet iksiri, seni inci yaptı. Küfürden, küfür dikenliğinden kurtulmuşsun. Artık Allah’ın safa ve rahmet bahçesinde gül gibi açıl. Sen bensin, ben senim. Ey Muhteşem! Sen Ali oldun, ben Ali’yi nasıl keserim?” Hakk Kur’anda: ‘Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah, muhakkak ki, bütün günahları mağfiret eder.’ ayetiyle mademki ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Şu halde günah taat gibidir. Şeytan uğraşır ki, insan bir günah işlesin de o günah yüzünden kuyuya düşsün. Şeytan, insanın işlediği günahın taate çevrildiğini görünce, bu an, Şeytan için üzüntülüdür, mübarek olmaz bir an olur. Cenab-ı Ali dedi ki: “Ey Pehlivan. Beri gel, ben sana kapı açtım. İçeri gel, ilim şehrine gir. Sen benim yüzüme tükürdün, ben sana hediye verdim. Bana eza edene ben böyle hediyeler verirsem, bana sol ayağıyla gelenin, muhalefet edenin, önüne nasıl baş korum? Onu hilmimle nasıl karşılarım? Bana karşı vefakar olanlara ise ne vereceğimi, artık sen bundan kıyas et de anla. Bil ki, onlara, ebedi hazineler, zevalsiz mülkler ihsan ederim.”
!97
Senden eyler intişar afaka feyz-i Ahmedi, Senden almış nur-ı irfanı Efendim her Veli! Merhamet et Şahsın, ey rahmeten lilalemin. Nur-ı Hakk, Sakı-i Kevser, Dinim, İmanım Ali!
!98
Zülfünün yüzünden gönlümün ayağı çukurdadır. Çünkü zincir gibi halka halka birbirine girmiştir. Zülfünü yakalayınca hemen elime sarıldı, bırak dedi. Sus, dedim, bugün tutunacak gündür.
O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekanda, zamanda Hakla duran o imamın zati, iç ve dış temizliğiyle vasıflanmak vaciptir. Çünkü küfürden, ikiyüzlülükten kurtulmuştur, temizdir... Onun konağı birlik alemidir. Dünyevi ve beşeri sıfatlardan dışarıdır. O, insanın hakikati ve canı gibiydi. Her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez. Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. Beka çevresinde döner dolaşır, yaratıkları yaratanın zati gibi o bakidir. Hakkın yüksek sıfatları Ali’nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrı’nın zatine yapışmış o olmuştur. Hani duyduğun lahutun o gizli hazinesi yok mu; işte o odur. Çünkü o, Haktan Hakla görünmüştür. O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksut, yüce Ali’dir. Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilmez. Zira o hakimdir, her şeyin bilginidir. İbtidasız evvel o idi, sonsuz ahir de o olur. Peygamberlere yardım eden o idi, velilerin gören gözü de hakikaten odur. Yüzünün nurlu parıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı. O, Hak iledir; Hak ondan görünür. Hakka ki, o Hak ile ebedidir. Ademin toprağı onun nurundan idi. O sebeple meleklerin tacı oldu; Allah’ın isimleri ondan belirdi. O temiz ve yüce imamın ilmi sayesinde, Adem, her şeyi anladı. O nur tek olan yaradanın nuru olduğu içindir ki, melekut onun huzurunda secde ettiler. Evet, muhakkak ki, Adem, o imamın nuriyle bütün ilahi isimleri bildi... Şit, kendinde Ali’nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi. Nuh, kendini yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep ondan buldu. Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehirde gayret tufanını buldu da beladan kurtulmuş oldu. Halil Peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu. Nemrudun ateşi, o Allah’ın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu. Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail’e kurban etti. Yusuf, kuyuda onu andı da o saltanat mülkünü süsleyen tahtı buldu. Yakup, onun önünde bir!99
çok inledi de Yusuf’un kokusunu alıp gözleri açıldı. İmran’ın oğlu Musa, onun nurunu gördü de uzun geceler hayran kaldı. Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı. Sonra dedi ki: Yarabbi! Bana bu lütfundan bir alamet ver. Hak ona işte sana (Yed-i Beyza) nurlu eli verdim; dedi. Gene Ali’nin vergisidir ki, Meryem’e arkadaş oldu da İsa vücuda geldi... O şeriatte ilim şehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanın beyidir. İki cihanın sultanı Muhammed, Hakka yakınlık gecesinde, Allah’a kavuşmanın harem yerinde onun sırrını gördü. Ali’nin nutkunu, Ali’den dinledi. Ali ile birleşilen o yerde Ali’den bşka bulunmaz. Allah yolunda gidenler isteyicidirler; Ali istenilendir. Söyleyenler söylerler, susarlar. O, susmaz, söyler. Ebedi ilim, onun göğsünde parlayıp göründü. Vahyolunanların sırlarını, o hakikat olarak bildi ve bildirdi. Ümmetlere haykırdı: - Allah yolunda Ali, sizin kılavuzunuzdur. Allah’a içi doğru olanlar yüzlerini ona çevirmişlerdir. Zira o şahtır, doğru yolu gösterendir, efendidir... O, bütün Peygamberlerin sırrında idi. Cenabı Mustafa: -
Benimle açıkça beraber bulundu, dedi.
Dinde evvel, ahir o idi. Allah ile içli, dışlı o idi... İşte bunları söyledim ki, bu yüksek mananın nüktesini öğrensin de yüksek velayete eresin. Sence apaçık bilinsin ki, hakkıyle yüce olan odur. Ey efendi! Benimle boşuna kavga etme. Bu böyledir. Hakikat budur ki, biz hepimiz zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız, deniz odur.
!100
Sana kavuşma eteğini çeksem savaşa lüzum yok; aşkının kınamalarına uğrasam ayıp değil... Senin güzelim vuslatınla yaşamadayım; öyle bir vuslata kavuşmuşum ki onda ayrılığın hiçbir rengi yok.
Âşıklar eceli düşünmezler bile: çünkü ölümle ezelden biliştir onlar, Çünkü ölüm, Tanrı’ya gidiştir; yoğun suretten ayrılıştır, Gökten, yerden dışarıya çıkıştır; nelik – nitelik şehrinden nelikten – nitelikten münezzeh olan âleme gidiştir, Esasen âşıkların işleri de hep budur; hepsine yol – yordam da budur, töre de bu. Çünkü sevgilinin âlemi, can âlemidir; oraya gitmekse onların yoludur, Balık havuzdan kurtulur da denize giderse sevinir, aşkla gider, Çünkü deniz, balıkların sevgilisidir; hepsinin canı da denizdir, malı – mülkü de. Ölüm denize benzer, âşıklarsa balığa: balıkların padişahlığı denizdedir, Deniz onların mülkü oldu mu, kuşkusuz padişahlık ederler artık, Bu dünya padişahlarının padişahlıkları geçicidir: o gerçeğe karşı bu, oyundu: oyuncaktır, Hani çocuklar mahallede beraberce oyuna dalarlarda biri kendini bey yapar öbürü padişah olur, öbürü de hâkim, Biri vezîr olur, öbürü nâib: biri terceman olur, öbürü perdeci, Geri kalan çocuklar da asker olurlar; herbiri, ululukla külahını yana eğer, Biz padişahız, beyleriz; hem de öylesine ki düşmanı savaşta bozguna uğratır kaçırırız derler, Dünyâya hüküm yürütüyoruz, padişahlar gibi tacımız – tahtımız var, âlemde buyruğumuz yürüyor diye sevinç içindedir hepsi,
!101
Ama hepsi de bir hiçe dayanıp çarpınmaktadır; hepsi de çorak yere tohum ekmektedir, Hepsi de tulum gibi bomboştur, ama yelle dolu; o küçüklüğünde aslı – faslı yoktur, büyüklüğün de, Ne vezir bir iş görür, ne padişah, ne bey bir iş becerebilir, ne asker, ne kumandan, Gerçi bu oyundan ibarettir, tamamiyle geçicidir, asılsızdır; ama bir gerçeği anlatır hani, O da şudur: Dünyâda bir padişah vardır, ordusu vardır; bu oyunu onlardan almışlardır bu çocuklar, İşte dünyâda, şimdicek muratlarına ermiş olan bu padişahlar, bu beyler de, Hani herbiri bir mevki’e sâhib olmuş, kimi Ay gibi dolmakta, kimi dolunmaktalar; Ancak, bunların padişahlıkları, beylikleri de evliyanın padişahlıklarına karşı oyundur, oyuncaktır, geçicidir, İstersen şu geçici dünyâda yücelikle, nâz-ü niyazla padişah ol; eline birşey geçmez, İstersen dünyâda padişah ol, istersen bey; sonunda ölmeyecekmisin? Eğreti mevki’ ne işe yarar? Değil mi ki kalmıyor, sevinme ona, Akıllı kişi nerden dayanacak ona? Meğer ki Hakk’tan gafil olsun,
!102
Senin aşkınla boyum yücelip gitmede; senin şevkinle birken yüz oluyorum ben... Bana diyorlar ki: Onun çevresinde dönmedesin; a hiçbir şeyden haberi olmayanlar; kendi çevremde dönüyorum ben.
Sevgilimi gördüm, evin çevresinde dolanıyordu; eline bir rebab almıştı, bir teranedir tutturmuştu, çalıp durmadaydı. Ateş gibi vuruşlarla hoş bir teraneye dalmıştı, muğların şarabıyla sarhoştu, haraptı, gönüller çekmedeydi o haliyle. Irak perdesinden bir ezgi tutturmuştu, sakinin adına çalıp duruyordu, fakat maksadı şaraptı, sakiyi bahane ediyordu. Ay yüzlü bir saki, elinde de bir testi, bir bucaktan çıkageldi de testiyi ortaya koydu. Önce alev alev yanan şarapla kadehi doldurdu, hiç suyun yalım yalım yandığını gördün mü sen? Gönüller alan dilbere sunmak için o kadehi eline aldı, sonra secde etti, eşiği öptü. Sevgili, sakinin sunduğu kadehi aldı, o şarabı içti, o şarabın yalımları yüzünü kapladı. Güzelliğini görüyordu da kötü gözlere diyordu ki: Şu dünyaya benim gibisi ne gelmiştir, ne de gelir.
!103
Mutlak büyü nedir, gözlerinden öğrendim; aşkından, can mumunu yaktım, parlattım... Gözlerimi yüzüne dikmişim; kem gözler halimden ırağ olsun, nazar değmesin bu hale.
Çalgıyı, neşeyi uyandır, ver kendini bana, bana uy; kötü gözlerin kör olması için çevir yüzünü, böylece bak bana. Dirilmek için kendini bana ver de sonra o güvenilir afsunu oku, üfür ölüye İsa gibi. Ey yüzü aydan da güzel, yüzünü yüzüme koy da bu kul o ebedi devleti görsün. Hani bu öpüş yavuklumundur, o öpebilir ancak demiştin ya, rüyada gördüm, benmişim o, şeker dudaklarını öpüyormuşum, o şekerden tadıyormuşum. Meleklere can kesilseydi, o sevgili, “Kimseyi oğul edinmez” ayetini yüzünde gösterseydi, eşsizliğini aleme bildirseydi ne olurdu ya Rabbi. Senin eline yapıştığım andan beri başka hiç kimseyi görmedim, yalnız öylesine bir kendinden geçiş alemine daldım ki orda ne akıl kalmış, ne fikir, hepsi de kaybolmuş gitmiş. Sun o nar renkli kadehi, doldur, ağzı ağzına doldur da gözüm doysun, haset bir yana kalsın. Yücelerden gelen şarabı, “Yoktur ondan başka tapacak” meclisinde sun da ruh Tanrı’yı görsün, kalıbı yıksın gitsin. Akıl aynası, şu yünden yapılma mahfazaya benzeyen kalıptan bir hoşça çıkıp gittikten sonra artık istediğin kadar bu yün parçasını döv.
!104
Gönlümü aşk gamına uğratacağım; canımı bela okuna amaç edeceğim... Senin aşkında geçmiyen ömrümü bugün, gönül kanıyla kaza edeceğim.
Bana güzel bir koku geliyor. Umarım ki, yarim, şarap sunan o vefakarım beni anarak kadehe şarap dolduruyor... Konağı gönlüm, canım olan o sevgilim, zaten beni hangi zaman unuttu ki, dertli gönlüme, o her zaman şifa verici bir ilaç sunuyor. Gönlüm, şimdi öyle bir tecelli neşesiyle doldu ki, mestane naralar atmak istiyorum. Fakat onun güzel yüzünün sevdasına layık nerede bir aşk narası? Nerede bir şevk gülbankı? Her yanımdan nur saçılıyor. Benim nurlarıma benzer hani ya bir güneş? Hani ya bir ay? Gel! Gönlümün üzerinden seyret. Her lahza gıdası aşk ateşi olan canıma, gönül penceresinden o sevgilimin visali haberi geliyor... Bu gece, o hakayıka dair sözlerden, o sırlara ait nüktelerden, benim uyanık olan devletim, gönlü uyanık olanların önüne, bir hakikat nüktesi koyuyor. Onun visali sözünü nasıl söyleyeyim, O’nun cemalinin güzelliğini nasıl açıklayayım? Zira o hakikat dudakları, benim bu sözümün tuzağından kaçıyorlar. Uyku uyumayan o fil, Hakikat Hindistanını rüyasında nasıl gördü? Diyeceksin, ama buna şaşma. Bil ki, Leyla kendisi benim Mecnun gibi olan canımı arzu ederek geldi. Sevgilim! Sen benim gönlümden sabrı, kararı aldın, beni mest ve harab ettin. Hani ya benim ilmim? Hani ya benim hilmim? Hani ya benim o zeyrek, zeki olan aklım? Öyle yanıyorum ki, bu bir geceki vuslatından ne olur? Asırlarca sürecek vuslatın bile benim ateşimi, alevimi eksiltemez. Ben utancımdan su kesildim de gene hala bu aşk ateşim yatışmadı…
!105
Güvercin gibi elinden uçarım dedim; gam dedi, ayakları altına alır da seni çiğnerse müstahaksın buna... Horlandım, zebun oldum, telef oldum senin yüzünden dedim; seni telef etmemdedir üstünlüğün, yüceliğin dedi.
Ebedilik şarabını getiriyorsun amma şu bir kadeh şarap bile sensiz sinmez içimize. Çalgıcı bırak kadehi, şu çeşit feryadlara dal; ey can, o paha biçilmez güzelliğe bir paha biç bakalım; Bir paha biç, o seni bağlayan aşk zincirine, o gönlüne afet kesilene, o Babil kuyuna, o büyüler madenine. Tekrar getir, bir daha sun o kadehi de işimiz ayarı tam altına dönsün, o vefa adetine yeni baştan giriş, yeniden başla vefa göstermeye. Mayası kötülüklerle yoğrulmuş şeytan bile lütfunla melekleşir; temizlik, doğruluk memleketine senin tuğran çekilmiştir. Ey göklere yücelen, ey seçilmiş er, ben senin nurunda her an Mustafa’nın nurlarını görüyorum. Yol bağlanınca elimdeki kazancım, varım yoğum bir ahtan ibaret oldu, kehribara benzeyen aşka karşı dağ bile bir saman çöpüne döndü. Aya benzeyen Sevgili anlar; sen duayı duy, arada bir de amin de.
!106
Gönülün, sevgilinin derdiyle dopdolu olduğu gün şükrane olarak binlerce can feda etmek gerek... A geçer akçe olan er, aşk yolunda, aşıklık yolunda iyilerin sillesini şükretmeden yiyemezsin.
Bu kimdir bu, bu kimdir bu? Aşıkları deli divane edendir bu; nuruyla yeryüzü gökten bile daha güzel bir hale gelmiş. Canları kendinden geçirendir bu, yahut hazinelerin mücevheridir, yahut bahçelerin selvisi, yahut da Ruhü’l-Emin’in ta kendisidir bu. Canın da sarhoşluğudur, cihanın da, gözün de sevgilisidir, ağzın da; kazancı da yıkıp dağıtandır, dükkanı da; suçlardan çekinmenin de yağmasıdır, dinin de. Güneş’le Ay onu görüp utanmıştır. İnciler saçan bir taş yüreklidir; öylesine zalimdir ki demir dağlar bile her lahzada onun korkusundan dağılıp gitmededir. Güneş’in bile onun sayesinde sermayesi çoğalmıştır. Yüzlerce Ay onun harmanında Nesr-i Tair gibi yemlenmededir. Gel ey ebediliğin ruhu, geldi şirin yüzlü, gel ey kuşluk güneşi, gel ey tam anlayışın, tam görüşün ta kendisi. Gel de yüzleri aydınlat, gönül tarlalarını sula, ayakkabılarını çıkar da, geç, canların başlarına otur. Ey anlayışımız, geç kendinden; ey kulağımız, müjdeyi duy; ey aklımız, sarhoş ol; ey gözümüz, devleti seyret. Eyyub’un gözleri açıldı, Yakub’un oğlu geldi, Güneş Ay’a eş oldu, işret meclisine otur sen de. Keseler örmedeydim, altın hırsıyla yanıp yakılıyordum, artık yoksul görünmeden vazgeçeyim. Çünkü pusuda define gördüm ben. Ey “söyle” emrinin tek binicisi, ey aklının önünde Nefs-i Küll’ün, yenini çiğneyen bir çocuk gibi çocuklaştığı dilber.
!107
Görüşe sahip olan kişi onu gördü mü görüşü yüzlerce defa fazlalaşır, ellerini başından yukarıya kaldırır da ne de güzel yardımcı diye el çırpar. Onun bakış Sidre’sinin gölgesinde insan Cebrailleşir, Cebrail’in huyuyla huylanır, semiz danaya konuk olmak, başkasının haddi değildir zaten. Tanrı sofrasına yol bulmuştur o, haslarla uzlaşmış, onlarla birleşmiştir o; karagözlü huriler, ona saçmak için ellerine tabaklarla nimetler almışlardır. Şu can sırlarının kitabını ne vakte dek aşağılık kişilere okuyup duracaksın? Bu kitap, apaşikar, ta sağ taraf ehlinin ellerine kadar uçup gidiyor zaten.
!108
Gömleğinin kokusu yayıldığı o anda, ben ne yapabilirim. Feleğin çarhı üstünü başını yırtar... O güzel kokulu Yusuf’un gömleği, nerede ise bugün kokusunu senin gömleğinden almaktadır.
Bu kimdir bu, bu kimdir bu? Bu, ikinci bir Yusuf’tur, olsa olsa Hızır’dır, İlyas’dır bu, yahut da Ab-ı Hayat’tır bu. Ruhani bir bahçedir, yahut Tanrı meclisidir bu. Isfahan sürmesidir bu, yahut da noksanlardan münezzeh Tanrı nurudur bu. Canlara can katandır bu, yahut Me’va cennetidir bu, güzel sakimizdir bu, yahut da can şarabıdır bu. Şekerkamışı dengini andırıyor, sevgilinin ağzına benziyor bu. Baştaki sevdayı andırıyor bu. O gümüş bedenliye benziyor bu, neşe, sevinç bu, kolaylıkla ferahlık bu. Bugün sarhoşuz babacığım, bugün tövbeyi bozduk babacığım, bugün kıtlıktan kurtulduk babacığım, bu yılın bolluğu bu. Ey Davud nefesine sahip çalgıcı, varımı yoğumu ateşe sal; aşağı, yukarı perdelere vur, çalıp çağırma zamanı bu zaman. Senin sarhoşunum, senin perişanın; senin buyruğuna bağlıyım. Sana kurban olanım, senin İshak’ınım, kurban bayramı bu. Korkudan da kurtulduk, ümitten de; aşk nerde, utanma, arlanma nerde? Toprak başına utanmanın, arlanmanın, şandan şereften geçme çağı bu çağ. Kırmızı, sarı güllere bak, şu fitneyi, kargaşalığı gör, denizin dibindeki tozu seyret, İmranoğlu Musa’ya ait bir şey bu. Her cismi can ediyor, canları Tanrı’yı bilir bir hale getiriyor, adalet sahibi Süleyman ediyor onları, belki de divana ait bir hüküm bu, devlere hükmediş bu. Ey aşk, o saçma sapan söz söyleyişin nerde, o neşen, işretin, o güzelliğin hani? Kimse sözünü anlamıyor, bir harfinin bile anlamını kavramıyor, sanki Süryanca bu. !109
Parlak güneş gelmede, sarhoş bir halde salına salına gelmede topla çevgenle gelmede, sanki meydanda bir sultan bu. Nerde bir top varsa çevgenle yuvarlanır gider, sen de top gibi elsiz-ayaksız bir hale gel, birlik çağı bu. Elsiz-ayaksız bir top olursan onun çevgeni sana ayak kesilir, padişahın tapısına koşarsın, çünkü bu gidiş, Rabbani bir gidiştir. O su, gene dereye geldi, şimdi testini taşa çal; secde et, bir şey söyleme, çünkü bu meclis, padişah meclisi.
!110
Sana kavuşma eteğini çeksem savaşa lüzum yok; aşkının kınamalarına uğrasam ayıp değil... Senin güzelim vuslatınla yaşamadayım; öyle bir vuslata kavuşmuşum ki onda ayrılığın hiçbir rengi yok.
O yana gitme, bu yana gel ey gülen gül fidanım benim, ey aklımın aklına akıl, canımın canına can olanım benim. Bu yana bir bak, bizim tarafımıza bir uğra, şekerkamışında bir coş ey Abı hayat’ım benim. İsterim ki gece karanlığı bassın da gizlice geleyim sana, gece, geceleyin yol alanlara, senin yüzünle aydınlansın. Aşkına karşı kim oluyorum ki ben? Kanlı gözyaşlarına sakiyim ben, şarap sağrağım gözlerim; şarabı süzen de kirpiklerim. Gözyaşlarımdan şarap sunmadayım sana, gönlümden de kebeb; budur yaşım kurum, elimde bunlar var ancak. Gözümün denizi bir an bile inciden mahrum olmasın, güzel la’lin bir an bile madenimden eksilmesin. Bütün bunlarla beraber nerde şükrün, nerde ahdin, nerde yeminin; vazgeç bu cevirden, bu cefadan ey ahdi, amanı güzelim benim. İşte gözlerim yaşarmada, akıyk renkli dudaklarına kavuşmak için işte, yüzüm altın gibi sararmada. Tanrı, yüzüne imanınızı tazeleyin diye bir yazıdır yazmış; o güzel yüzden, o güzel yazıdan dolayı her an imanım artıp duruyor. Kızdığın zaman gözlerin, gözlerime gizlice öyle bir söz söyler ki, o söz benim gizli ateşime aittir. Der ki: Gönlünü sağlam tut, o güzelin hışmından, nazından ürkme; önce bir kadeh tortulu şarap iç de sonuna bak bu işin sen. Her gülün bir dikeni vardır, definenin üstünde de yılan olur. Çektiğin acı, ettiğin sabır, sonucu tatlı dileğine ulaştırır seni a benim canım.
!111
Bu sözü duyunca ben de madem ki dedim, bana eziyet etmek istiyorsun, o eziyet hazinedir bence; tut ki Ebu Hurayralaştım, gamın, mihnetinse dağarcığım oldu. Elimi dağarcığa atar, dilenciyi sultan ederim, isteyene altınla, gümüşle dolu bir kese sunarım, çünkü dolunay konuğum oldu benim. Gönlüm ne isterse hiç şaşmadan onu çıkarırım dağarcıktan, böylece de benzim kızarır, sofram nimetlerle dolar. Dedi ki: Bu söz iyi kaçtı, aklını başına devşir de dağarcığı kaybetme; iyi bir anahtar buldun ey güvendiğim kapıcım. Sabır, darlığın, mihnetin anahtarı, sabır yücelme derecelerinin merdivenidir, sabır sıkıntının panzehiridir ey benim Arapça okuyan Türk’üm, ey benim Arapça bilen güzelim. La havle demeyi bırak oğul, yeter artık, çünkü şarap şeytanı büsbütün azıyor; la havleyi bıraktım da şeytanım la havle demeye başladı şimdi.
!112
Allah’ım, kendini bilmeyen Aşkını anlamaz senin Derdini tanımayan Dermanını bulamaz senin Öter bir kuş gibi Bülbülünü tanımaz senin Gülüne yanarak Dikeninden tatmaz senin Yarattın tüm cihanı Her şeyde senin eserin Bakar gözleri ile Özünü bilmez senin Diller söyler Konuştuğunu sanmaz senin Yer içer Varlığından haberi olmaz senin
Tanrı, nereyi isterse orasını cehennem yapar... Gökyüzünün yücelerini kuşa ökse ve tuzak haline getirir! Dişlerine bir ağrı verir ki bu diş ağrısı cehennem, ejderha dersin! Yahut da tükrüğünü bal haline kor... Bu, cennet ve cennet elbisleri dersin. Dişlerinin dibinden şekerler bitirir... Bu suretle kaderin hükmünü anlar, bilirsin! Şu halde dişlerinle suçsuzları ısırma... Çekinemeyeceğin, kurtulamayacağın silleyi düşün!
!113
Tanrı Nil’i Kıpti’lere kan haline getirdi... İsrailoğullarını da beladan korudu! Buna bak da Tanrı’nın yoldaki aklı başında kişiyle sarhoşu ayırdettiğini anla! Nil, bu ayırdedişi Tanrı’dan öğrendi de buna ihsanlarda bulundu, öbürünü sıkıca bağladı! Tanrı lütfu, Nil’e akıl verdi... Kahriyse Kabil’i sersemleştirdi! Keremiyle cansız şeylerde akıl kabiliyeti yarattı... Kahriyle akıllının aklını aldı! Lütfuyla cansız şeyde akıl peydahlandı... Kahriyle bilgi, akıllardan kaçtı! Emriyle oraya yağmur gibi akıl yağdı... Bunun aklıysa Tanrı hışmını görüp kaçtı gitti! Bulut, güneş, ay ve yücelerdeki yıldızlar... Hepsi de bir nizamla gelirler, giderler! Her biri, ancak vaktinde gelir... Vaktini ne giçirir, ne de erken gelip çatar! Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen? Onlar, taşa, sopaya bilgi ihsan ettiler. Bunları gör de diğer cansız şeyleri de şüphesiz bir halde sopaya, taşa kıyas et! Taşla sopanın itaati meydana çıkar, görünürde öbür cansız şeylerin halinden de haber verir... Onlar da “Biz, Tanrı’yı biliriz, ona itaat ederiz... Hepimiz de tesadüfen halkedilmiş abes şeyler değiliz” derler. Nil suyuna bak da anla... Boğarken iki ümmetin arasını ayırdetti ya! Yer, nasıl Karun’u kahredip sömürdü; onu nasıl bildiyse Nil’i de öyle bilgi sahibi bil! Ay da öyle... Emri duyunca derhal gökyüzünde yarıldı, ikiye bölündü ya! Nerde bir ağaç ve bir taş varsa Mustafa’yı görünce apaçık selam verdi ya! İşte cansızların hepsini de böyle bil, böyle tanı!
!114
Ayağının toprağı canımın mutluluğudur. Bastığın toprak senin ayağından hep gül ve yasemin olmuştur. Toprak baştan ayağa senden filizlenir. O ayak toprağından neler yüz göstermiştir.
Hiçbir ressam var mıdır ki yaptığı resmi, hiçbir menfaat ümidi gözetmeden yalnız resim yapmak için yapsın! Hem resim yapmak için yapar, hem de uluların, büyüklerin bir vesileyle kederlerinden kurtulmalarını ister... Çocukların neşelenmesini, bu resimle ölüp gitmiş dostların, dostlar tarafından hatırlanmasını diler. Hiçbir testici yoktur ki içine su konmasını düşünmeden testisini, sırf testi yapmak için yapsın! Hiçbir kaseci yoktur ki kaseyi ancak kase olmak için yapsın da içine yemek konmak için yapmasın! Hiçbir hattat yoktur ki özene bezene yazdığı yazıyı yalnız yazısını, yazısının güzelliğini göstermek için yazsın da okunmak için yazmasın! Görünen suret, gayb alemindeki surete dalalet eder, o da başka bir gayb suretinden vücut bulmuştur. Böylece bunları, görüşünün miktarınca ta üçüncü, dördüncü, onuncu surete kadar say dur! Oğul, bunlar, satrançtaki oyunlara benzer... Her oyunun faydasını, ondan sonrakinde gör! Bu oyunu, o gizli oyunu oynamak için, onu da diğer bir oyun için... Nihayet o oyunu da bir başka oyun için oynarlar! Gözünü böylece etraftan ileriye çevir de ta karşındakini mat edip oyunu kazanıncaya dek ne oyunlar oynıyacaksan hepsini gör! Merdiven basamaklarına çıkmak için önce birincisine, sonra ikincisine basmak lazım.
!115
İkincisi de bil ki üçüncüsüne çıkmak için kurulmuştur... Böyle böyle merdivenin son basamağına çıkar, dama varırsın! Yemek, meni içindir, meni de soy sop üretmek, gönlü, gözü aydınlatmak içindir. Fakat kısa görüşlü adam, ilk işten başka bir şey görmez... Aklı, yerde yetişen otlara benzer, yere mahkumdur, gezemez, dolaşamaz! Otu ha çağırmışsın, ha çağırmamışsın... Ayağı, toprağa kakılmış kalmıştır! Rüzgarın tesiriyle başını sallasa da baş sallamasına aldanma! Başı, ey seher yeli, duyduk, peki der ama ayağı, isyan ediyoruz, bırak bizi der! Kısa görüşlü de gezip dolaşmayı bilmediğinden aşağılık kişiler gibi sürünüp gider... Körler gibi Tanrı’ya dayanıp adım atar! Savaşta Tanrı’ya dayanmaktan ne fayda çıkar ki? Bu, tavla oynıyan acemilerin Tanrı’ya dayanmasına benzer! Donup kalmamış olan keskin bakışlarsa, ileriyi delip gider, perdeleri yırtıp görür! Bu bakışa sahip olanlar, on yıl sonra olacak şeyi şimdicik, hem de gözleriyle görürler. Böylece herkes bakışı ve görüşü miktarınca gaybı da görür, geleceği de... Hayrı da görür, şerri de! Gözün önünde, ardında bir hail kalmadı mı bütün dünya dümdüz olur, göz, gayb levhini bile okur! Gözünü ardına çevirdi mi varlığın başladığı zamandan itibaren bütün macera ve alemin yaradılışı gözüne görünür! Yer meleklerinin ululuk ıssı Tanrı’yle babamızın halife olması hususunda bahse giriştiklerini duyar, görür! Ön tarafa baktı mı mahşere kadar ne olacaksa onların da hepsi gözünün önünde canlanır. Şu halde arkaya bakınca aslın aslına kadar... Önüne bakınca kıyamete kadar her şey gözüne apaçık görünür. Herkes, gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde görür.
!116
Kim, gönlünü daha fazla cilaladıysa daha ziyade görür... Ona daha fazla suretler görünür! Sen eğer bu arılık, Tanrı lütfu dersen gönlünü arıtmaya muvaffak oluş da O’nun vergisidir, O’nun lütfundandır. O çalışma da, o dua da himmet miktarıncadır... “İnsan, ancak çalıştığını elde eder!” Himmeti veren, ancak Tanrı’dır... Hiçbir saman çöpü, padişahın himmetine sahip değildir. Tanrı’nın, bir adamı bir işe ayırması, bir işe koşması, dileği, isteği, ihtiyar ve iradeyi menetmek değildir ki! Fakat talihsize bir zahmet erdi mi o, pılısını pırtısını toplar, küfür ve isyan semtine çeker! Talihli birisine bir zahmet verdi mi o, pılısını pırtısını daha yakına çeker getirir! Kötü yürekliler, korkularından savaşta kaçma sebeplerini ele alırlar, onlara yapışırlar! Cesur erlerse yine can korkusundan düşman saflarına hücum ederler! Korku ve tasa, Rüstem’leri ileri götürür... O kötü yürekli korkaksa korkusundan olduğu yerde ölür gider! Bela ve can korkusu mehenktir... Onun içindir yiğitler, tehlike anında korkaklardan ayırdedilirler!
!117
Cana cansın sen, gel, canımın içine gir; akıl gibi, fikir gibi erlerin baç tacı ol... İki dünyada kim varsa hepsinin de devletisin, bahtısın sen; dünyada devlet gibi, baht gibi gez-toz, dön-dolaş.
Ey kendinden habersiz insanlar! Irmak kenarında bulunan bir kimsenin, su cimriliği ırmağın suyunu görmemezliğindendir. Peygamberler, veliler, ırmaklar gibidirler. Suları Kibriya’nın denizindendir. Arifler o ırmaklardan testilerini doldururlar, Susuzlara sunarlar. Arif’in sureti testi, manası sudur, özü ise nurdur. Eğer sen susuzsan, koşa koşa onları ara, bul. Ey susuzlar güruhu! Ariflerin testilerinden irfan suyunu içmeye bakınız. Susuzun muradı mademki sudur, o nuru aramaktır, O’na kavuşmaktır; O halde suyu ara, O’nun nakşiyle kanaat etme.
!118
Ey sevgilim! Halk kendi ayıplarını görmekten gafil olduklarındandır ki, birbirlerinin ayıbını söylerler. Sen kendi ayıplarını görseydin, başkalarının ayıplarını saymazdın. Ey gafil! Kendi ayıbını gör de ondan geç, ayıbını hüner ve marifette değiştirmeye çalış. İnsanlar ayıplarından temizlenirlerse, Gayb’ı pek iyi bilen Allah’ın aynası olur. Varlık ırmağı kirden temizlenince, saf olarak Tanrı’nın cömertlik denizine akar. Irmağın suyu o denize aktı mı, artık hürriyet denizinin suyu ondan esirgenmez ve ondan ayrılmaz. Hakk ile Hakk olur. Hakk aşığı Hasan bunu söyler. Kendini Hakk’ta fani kılmıştır, Halk’a Hakk’tan söyler...
Sevgilim sarhoş oldu, nerkis gözlerine bak hele. Sarhoşça sözlere koyuldu. Gözleri sarhoşlara bir bela; fakat onunla bizi korkutmaya kalkışma. Ey aşk, Allah Allah. Padişahlar padişahı sarhoş oldu. Sırça saçlarından tut, onu çek, buraya getir. Gönüle bir düşünce geldi mi sevgiliden bahse kalkar, ben de saçı olarak başına canımı saçarım, ağzını altınla doldururum. Ey yüzü güller saçan, ey bülbül çiler gibi konuşan sevgili, ya Rabbi, hele onun o şiveleri yok mu? Kimedir bunlar acaba?
!119
Şu sureti bahanedir onun, göklerin nurudur o. Suret nakşından geç, onun asıl özü güzeldir, özü. Karakışı lütfeder de bahar haline getirir, geceyi gündüz eder. Şu ölü dünya, onun öteki alemiyle diridir.
!120
Öyle bir can ve cihansın ki, cihan seninle hoştur. Göğsümüze yara bile açsan, senin mızrağının yarası hoştur. Elinin toprağı bizzat kimya madenidir. Hoş görünmeyen herşey ancak seninle beraber olunca hoştur.
Canın ayağını bağlayan, çaresiz bırakan meydan acaba kimin meydanıdır? Kimin meydanı olacak; aşkın, aşkın... Bize bir hal oldu. Elden çıktık. Bu kimin hikayesi? Kimin destanı? Aşkın aşkın... Aşk özel kadehler dolaştırmada. Acaba aşkın dolaştırdığı bu özel kadehler kimin aşkına dolaşıp duruyor? Bunu kimse bilmez. Ancak aşk bilir. llkbahar geldi. Dağa da, ovaya da can verdi. Ey Allah'ım! Ey Allah'ım bu canı kim verdi? Bu can kimin canı? Bu ne güzel ne hoş bir bahçedir. Bu bahçeyi gördü de cennet bile mest oldu. Bu bahçedeki menekşeler, süsenler, reyhanlar kimin? Bunlara bu renkleri, bu kokuları, bu güzellikleri kim verdi? Bu bahçenin güzelliğini gördü de gül dalı bülbülden daha fazla dile geldi. selvi; "Bu bahçe ne güzel bir bahçe; acaba kimin?" diye sallanmağa, oynamağa başladı. Yasemin; "Van gülüne söylemez misin?" diyor. Böyle eşsiz bir nergis kimin nergis bahçesinde yetişmiştir? Yasemin diyor ki; "Ben bu soruyu sorunca Van gülü güldü de; 'Bunu bana sorma! Ben kendimde değilim. Kimin nergis bahçesinde yetiştiğini ben bilmiyorum.'" Bu bahar mevsiminde yeryüzü çeşit çeşit renklerde hoş kokulu güllerle, Yaseminlerle, nergislerle, şebboylarla süslenmişken, gökyüzünde de güneş altın bir top gibi durmadan koşmada. Şaşılacak şey! Acaba onu böyle kim dolaştırıyor? Kimin çevgeninin kıvrık yeri onu böyle asırlardan beri koşturuyor? Ay da aşıklar gibi onun peşine takılmış, onun peyki olmuş, solgun ışıklar saçarak, zayıf bir halde eriyerek dönüp duruyor. Acaba o kime tutulmuş? Kimin hayranı? Güneşe mi yoksa güneşi altın bir top gibi koşturup duranamı?
!121
Gökyüzündeki bulut da gamlara, tasalara batmış, düşüncelere dalmış, ateşli bir sır! Acaba o kimin için böyle ağlayıp duruyor? Mavi renkli elbiseler giyinmiş, gönlü aydın gökyüzü, acaba kime gönlünü kaptırmış ki gece gündüz durup dinlenmeden mest bir halde dönüp duruyor? Onun böyle dinlenmeden, içine ateş düşmüş gibi dönüp durduğunu gören dert, ona acımış, onun derdini soruyor. Diyor ki: "Onun gönlüne düşen dermanı olmayan dert, acaba kimin derdidir?"
!122
Akıl, fen öğrenmek ister, Aşk, şevk meşk ister, Akıl, namus vakar ister, Aşk, aşıkları perişan hal etmek ister, Akıllılar, şöhret ve nam peşindedirler, Aşıklar, olan biten aleminden yücedirler, Akıllılar, rütbe ve mal kaygısındadırlar, Aşıklar, Allah şarabı kadehinin sarhoşudurlar, Aklı bırak, Aşkın istediği üzere yürü, Aklının iki gözüne toprak saç... Aşık Hasan Tanrı nurunda yok olmuş, O nur ile kendini donatmış, Sevenlerine canan olmuştur...
Şu aşk, başına bir tabla almış, sokak sokak geziyor; nerde bir ölü varsa hilesiz, düzensiz diriltivereyim onu diye bağırıyordu. Diyordu ki: Keremimden, lütfumdan gezip duran, akan, fakat tükenmeyen bir sofra kesildim; nerde bir yüzsüz dilenci ki gelsin, soframdan çıkınını doldursun. Seni gah incilere gark ederim, gah zehirlere; tanı beni, bil beni artık, elimde adeta bir kilesin sen. Bana bir habbe gelse de teslim olsa onu altınlarla dolu yüzlerce maden haline getiririm; yalçın bir tepe olsa tutar, uçsuz bucaksız bir deniz yaparım onu. Senden yokluk, benden kerem. Senden razı olmak, benden kısmet vermek. İpekböceğinin bile önüne yüzlerce atlas korum, ona bile yüzlerce ağır kumaşlar ihsan ederim.
!123
Her an ümitsiz bir hale düşene öylesine bir harman veririm ki ne ekmiştir, ne biçmiş. Her an dervişe öylesine bir yakınlık ihsan ederim ki bunu elde etmek için ne savaşmıştır, ne çileye girmiş. Şekerkamışının daracık gönlüne şeker kaynağını akıtırım; akla fikre güzel, hoş düşünceler getiririm. Din yolunda at süredur, fakat atın sakatlandı mı meraklanma; arık bir at yerine her yanda bir yılkı bulursun. Sus, böyle değildir deme, Tanrı’nın ihsanından başka bir şey arama; razılık helvası, helva kazanından coşup ateşlere dökülüyor. Sevgilinin nuruyla her zerreyi yakıyn nuru gör; eğer söylemede bir zevk olsaydı her zerre söze gelirdi, söyler dururdu.
!124
Dilberler arasında benim dilberim gibisi yok. Ona cihan gibi ölüm ve son yoktur. Sarhoşun biri, çene çalar, çok konuşursa varsın konuşsun. Sevgilinin bundan daha güzel olmasına imkan yoktur.
Biz ney gibiyiz. Bizdeki ses, Sendendir. Biz dağ gibiyiz, bizdeki yankı Sendendir. Biz, kazanıp kaybetmede satranç gibiyiz. Ey sanatları hoş olan Allah’ım, bizi oynatan Sensin. Kazanıp kaybetmemiz Sendendir. Ey bizim canımıza can olan Rabbim, biz kim oluyoruz da, Sana karşı, ‘Biziz’ diye ortaya çıkalım. Aslında, bizler de, bizim varlığımız da birer, ‘yoktan’ ibarettir. Allah’ım, faniyi varmış gibi gösteren ‘Gerçek Varlık’ Senden ibarettir. Görünüşte, biz hepimiz de, birer arslanız. Ama, bayrakların üstündeki arslanlar gibi... O arslanların, zaman zaman oynayışı, saldırışı rüzgarın tesiri iledir. Bayrakların üstündeki arslanların oynayışları görülür de, onları oynatan rüzgar görünmez. İşte o görünmeyen var ya... o görünmeyen eksik olmasın, hiçbir zaman bizden uzak kalmasın. Allah’ım, bizi hareket ettiren güç de, bizim var oluşumuz da, Senin lütfun, ihsanındır. Varlığımızın hepsi de Sendendir. Senin eserindir, Senin icadındır. Yok olan bizlere, varlık lezzetini Sen tattırdın, sonra tuttun, var gibi görünen bizleri Kendine aşık ettin. Bizlere verdiğin manevi varlık lezzetini, lütfettiğin nimeti geri alma. İhsan ettiğin mana aşkının, kadehini, şarabını, mezesini bizden esirgeme. Eğer o manevi lezzeti, o feyzi esirgersen, onları, Senden kim arayabilir? Resim; ‘Sen beni böyle yaptın’ diye ressama nasıl olur da çıkışabilir? Allah’ım, Sen, bize bakma. Bizim yaptıklarımızı görme, Sen, Kendi lütfuna, Kendi cömertliğine bak. Allah’ım ne biz vardık, ne de bizim dileğimiz vardı. Senin lütfun, bizim söylenmemiş sözlerimizi duyuyor, işitiyor, bizi varlığa çağırıyordu.
!125
Aşığın işi, rubai söylemek, izinin tozu belirmeyen güzeli anmaktır... Ya tuzak-yem hikayesini söylemek, yahut dükkanı, evi bırakıp gitmek gerek.
Başımızı ayak edindik de sonucu, ırmağı aştık; bütün bir alemi birbirine kattık da tezce alemden dışarı fırladık. Baldırlarımızın altındaki aşk Burak’ı, Arş’ın Burak’ıydı; bir sıçradık, gökyüzüne varıverdik. Nelik-nitelik alemini zerreler gibi birbirine kattık da o neliksiz-niteliksiz padişahın tahtına dek at sürdük. İnsan anlayışı da, insan vehmi de, insan aklı da, hepsi yolda dökülüp saçıldı; çünkü insanı çevreleyen altı yönü de aştık biz. İlk konak olarak kanlarla dolu bir deniz göründü, kanlı ayaklarımızla dalgaları aşıp geçtik. O Leyla’nın Mecnun’larının bulunduğu sınıra gelince atımız şerkeşlik etti, zapt edemedik Mecnun’un sınırını da aştık. Karun’a benzeyen nefis, bizim bu çalışıp çabalamamızla yerin dibine geçti; ondan sonra da ercesine Karun’un hazinesine doğru at sürdük biz. Çöllerde, yazılarda, onun ışığıyla aştığımız yollardan bir zerresini bulsa çöl de canlanırdı, yazı da. Gizlenmiş, saklanmış incilerin bulunduğu hazinelere varıncaya dek inci gibi değerli nice sedefleri taşlar altında ezdik. Can arslanı, ta ezelde Tebrizli Şems’in mumuna pervaneydi, sanma ki şimdi ona yelip yortmadayız.
!126
Cahil gül olsa, sakın koparma. Buse ile gelse, asla koklama. Sıratında nadandır, sakın aldanma. O yalnız dikendir, sevip okşar sanma. Bir yola girdik, yeniden ayrılma. Veliyi Cenab-ı Mevlana’dan ayrı görme. Ali’yi Muhammed’den ayrı yorma. Hasan’ı da ademden ayrı sanma.
Meclisin canı, meclise doğru adım adım geliyor salına salına; alnında güneş parıl parıl parlamada, sağ elinde şarap kadehi. Fırsatı ganimet bilirsek bahtımız geliyor salına salına; a olgun kişi, bundan böyle çiğ çiğ vaadlere kapılma. Daveti duyup icabet eden Tanrı yardımı, gerçekten de, a benim ulularım gelin, katılın uluların arasına diye çağıra çağıra geldi işte. Gerçekten de Allah çağırıyor sizi, çıkın şu darlıktan; gerçekten de buluşacağımız şu yer Meş’are’l Haram’dır dedi. Demek istediği şu ki: Çabuk varlığınızdan geçin, benliğinizi bırakın; yoksa her an bir bağla bağlanır kalırsınız, her iki adımda bir tuzağa düşersiniz, bir tuzağa. Varlıktan geçeceğiz de nereye varacağız? Yokluğa... Yokluk manadır, varlıksa addan, sandan başka birşey değil. Bir adsın ki o ad sahibiyle birleşmiştir; ad kına benzer adeta, ada sahip olansa kılıçtır. A içyüzde hasların hası, görünüşte aşağılıkların da aşağısı; hasların meclisine gir de aşağılıkları haslardan ayır.
!127
A yüzü gönül ka’besi can kıblesi güzel, mum gibi gamdan yandım-yakıldım a can yalımı... Perdeyi kaldır da aşığa yüzünü göster; göster de kendi elleriyle can hırkasını yırtsın-gitsin.
Gözünü aç da cana bak, onu tutmuşum, çeke çeke sevgiliye götürüyorum; o ezeli bayrama kurban etmeye götürüyorum şu canı. Mademki canlar güvercinliği ondan ayrı düştü, ne diye şu kimyonu almışım da Kirman’a götürüyorum, tereciye tere satıyorum? Herşey aslına sevine, güle gider, ben de o yüzden canı sevine, güle aslına götürüyorum. Şekerkamışı diş altına düşmedikçe tadı nerden belli olur? Şekerkamışına benzeyen canı dişin altına götürüyorum ben. Altın madende bulundukça parlaklık elde edemez; onu azar azar madenden alıyor, tezce kuyumcuya götürüyorum. Ateşin dumanı küfürdür, ışığı iman; bense can mumunu küfrün de ötesine götürmedeyim, imanın da. Eteğimin altına bir güneş almışım, güneşi inkar eden her buluta delil olarak göstermeye gidiyorum. A Sevgili, sana armağanım gönül denizinin incisidir; fakat tertemiz canından utanıyorum da deniz gibi gizlice getiriyorum.
!128
Sende birşey vardır ki o sensiz olarak da onu aramaktadır. Senin toprağındaki incin onun hazinesindendir. Seni at üstünde oynanan bir top gibi onun çevganı yakalar, o tutar çünkü o onundur.
Ey... Nerede o gönül ki sabah rüzgarı gibi, tecelli sabahlarının zevkini tattı ve tattığından mest olurken hemen ardı sıra, görülmemiş bir zevk, onun kucağına atıldı. Bazen tahayyür denizinde, bazen tecelli dağının eteğinde, beline saadet kemerini bağladı ve o dağdaki hakikat cevherinin mıknatısını gördü. O zaman, gözün ve gönlün ötesinde, yüzlerce pencere açılıp gökten ve yerden dışarı çıktı, gezdi. Mana cihanında, yüzlerce süha yıldızını seyretti... Tevhidde, isteyenle istenilenin sıfatlarını ayrı gören kimse, ne isteyen olmuştur, ne de istenilen. Allah’ı kim tanır? - İnkardan kurtulan kimse. İnkardan kim kurtulmuştur? - Elest meclisinde, Hakk’a karşı ruh zerrelerinin “Evet, Rabbimizsin.” cevabının özünü gören aşık... İşte o aşıktır ki, Bayezid-i Bestami’nin; - Cübbemin içinde Allah’tan başka birşey yoktur. Sözünün remizlerini anladı da o cübbeyi binlerce defa kuba, yani mabed-i huda gördü... O aşıkın gözünün önünde, iki cihan, sanki horozun önünde, bir buğday tanesi mesabesinde kaldı. İşte, Kibriya’yı gören gözün temiz bakışı böyle olur.
!129
Biricik sevgilim bakarken gözlerime, Hakk’ı gördüm, girdi düşlerime. Onunla sarıldım, cevap idi kendime. Her arzuda o sual oldu nefsime. Düşündüm, naklonuldu izlemime. Her yar gibi değil, o baş idi kendine. Gönülde sevgi idi, gül idi bülbülüne. Sevgilimin o güzel cemali, oldu can muhabbetime.
Aşk beni harabat diyarına çekici yaptı. O kurnaz sevgili, beni gördü nisan koydu. Ben, o kurnaz sevgilinin ardınca gittim. O, o anda yüzünü benden gizledi. Ben, o biricik Kutbün kudretine karşı hayran oldum. Bir bakışla benim bütün varlığımı can yaptı. Ansızın yüz renkli bir ahu göründü. Onun güzelliğinin parıltısından ay, güneş feryad ettiler... O göbeği güzel kokulu ahu, Tebrize gitti. Cihan Bağdadını, gönül gözüyle bütün ilim ve irfan şehri yaptı. Ona, velev taklid ile olsun, secde edeni o, kutlu, seçkin ve zamanın mahbubu yaptı. Ben kamilim, tekim diyenleri ise, sersem, avanak ve cihanın kepazesi yaptı. Ey tanılmış Rabbim! Her noksandan berisin. Biz seni, sana layık olan asil bir tanışla tanıyamadık, sözünü söylemekte bir Sultan olan Hazreti Muhammed, Allah’ın sırlarının mahremi olduğu içindir ki, o ezeli tecellinin bütün sırrını beyan etti... Tebrizli Şems-i Hakk, aşk kanadını açınca, Cibril-i Emini, kendi ardından şevk ile koşturdu...
!130
Bütün secdelerin kıblesiyiz, biz ululuk nuruyla diriyiz. Birbirimize tamamen yabancıyız, adam-akıllı bildik. Biz Ay’a yüzümüzü gösterirsek, Ay kendisini görüp, beğendiği için tövbe etmeye koyulur. Biz kol kanat açtık mı, Güneş kolunu kanadını yakar. Şu insan sureti bir perdedir bize, yoksa bütün secdelerin kıblesiyiz biz. Sen o sırrı gör; insanı görme de, canını lütuflarla kapalım, gerçeğe ulaştıralım. İblis, insanı Hakk’tan ayrı gördü; bakışı ayrıydı onun. Sandı ki, biz Tanrı’dan ayrıyız. Tebrizli Şems ancak bir bahane; güzellikle övülen de biziz, lütufla övülen de biz. Fakat gizlemek için halka, “O, kerem sahibi bir Padişah, bizse yoksullarız.” de. Bize ne padişahlığın lüzumu var, ne yoksulluğun. Padişah’a layık olduğumuzdan dolayı, neşeliyiz ancak. Tebrizli Şems’in nurunda mahvolmuşuz. Yokluk aleminde ne o vardır, ne de biz.
Biz aşıklarız , aramıza gel ki, seni aşkın bağına çekelim. Gölge gibi aşk evimizde oturan ol. Zira biz Güneşle biriz, bir gölgeliyiz... Biz, cihanda can gibi görünmez ve aşıkların aşkı gibi de nişansızız. Ama eserlerimiz size ulaşmış ve sizinledir. Biz, can gibi hem gizli hem aşikarız... Bizim için ne söylerseniz o söylediğiniz şey, siz kendinizsiniz. Sen bizim vasfımızda daha yükseklere bak. Çünkü biz, ondan daha yükseğiz, üstünüz... !131
Gayb aleminin suvarisi geçip gitti, bir toz kalktı, O yerinden gitti ama kopardığı toz hala yerinde. Sen dosdoğru bak, sağa sola dönüp bakma! Onun tozu burada, fakat kendisi ölümsüzlük alemindedir.
Agah ol ki, veliler zamanın İsrafilidirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü canlar, ten kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar. Derler ki, bu ses, öbür seslerden başkadır. Çünkü diriltmek Allah sesinin işidir. Biz öldük, tamamıyle çürüdük. Fakat Allah’ın sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık. Allah sesi ister örtü ardından, ister örtüsüz gelsin, Cibril vasıtasıyla Meryem’e yakasından üfleyerek ne verdiyse, insana onu verir. Ey derileri altında yokluğun çürütüp yok ettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönüp tekrar varolun. O ses, Allah kulunun boğazından çıksa da mutlaka Padişahtan gelmektedir. Allah ona dedi ki; “Ben senin dilin ve gözünüm, ben senin hislerin, memnuniyet ve öfkenim. Yürü! Benimle işiten, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek. Sen sırrın ta kendisisin... Sen mademki hayret aleminde Allah için olmak sırrına erdin, ben de senin olurum. Çünkü, ‘Kim Allah’ın olursa, Allah da onun olur.’ Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben parlak bir Güneşim... Her nerede bir çırağlıktan parlasam, orada bütün bir alemin müşkülleri çözülür.
!132
Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefesimizle kuşluk vakti gibi aydınlanır. Her nereye hoşa gitmez bir karanlık çöktüyse, bizim parıltımızla orası kuşluk vaktinin Güneşi gibi olur. Adem evladına, isimlerini bizzat gösterdi. Diğer varlıklara, isimler Ademden açıldı. Nurunu, istersen Ademden al, istersen Ondan; şarabı dilersen küpten al, dilersen testiden. Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir. O iyi talihli testi, senin gibi görünüş zevkleriyle değil, hakiki neşe ile safalanmıştır. Cenab-ı Mustafa: “Beni görene ve benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu.” dedi. Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Böylece o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan o ilk mumu görmektir. İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen can çırağı olan ilk çırağdan, hiç farkı yoktur. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan...
!133
Aşkın, aleme tellaldır, saldı da Gönülleri dertlere belalara uğrattı. Derken hepsini de yaktı kül etti; Bir yeldir, estirdi; aldırış etmezlik yeliyle hepsini savurdu gitti.
A güzelim, güzellik gül bahçen yasemini ayak vura vura raksa sokmuş; her sözündeki doğruluk, uygunluk, yüzlerce Huten ülkesini oynatmış gitmiş. Güzelliğin, kadın erkek vasıtası olmaksızın doğmuş; sonra da o güzellik, aşk bahçesinde erkeği de oyuna sokmuş, kadını da. Padişahça yüzünden can bir pervane getirmiş de yüz binlerce gönül mumu leğende oynamaya koyulmuş. Aşıkların ağızları, damakları yardım görmüş, Mansur şarabınla, o şarabın lezzetiyle dopdolu; böylece de yüzlerce Hallac, ipte oynayıp durmada. Canın arıklığı senin zevkinle gitti; can öylesine semirmiş ki dünyada derisine sığamıyor da oynayıp duruyor. Hüthütler kafeslerinde o Süleyman’dan hoşnut oldular, fakat uçmalarına yol yoktu ki vatanlarında oynasınlar. Aşıkın canı mekansızlık alemindedir, şu beden gölgesidir onun; can güneşi raksa girmiştir, şu beden de oynar durur. Aşkın sevinçli kahkahasıyla meclis şekerlerle doldu; hüzünlere dalmış gitmiş kişi bile neşelendi, Hasan’ın babasıyla oyuna kalktı. Tebrizli Şems’in yüzüyle gözü, gülle nerkisin değerini eksiltti; bedenim o gülün, o nerkisin arasında oynayıp duruyor.
!134
Dün aşk, bana, ben tamamen nazım; ben naz ettiğim an, sen de tamamen niyaz ol, dedi. Sen nazı bırakınca tamamen niyaz olursun, ben de kendimi senin için tamamen niyaz yaparım.
Her gün sabahleyin size sala olsun... Şahın, o Murtaza Şahın oturduğu yerde, gönül iki elini bağlayarak huzurunda divan durur; Şahın eliyle, sayısız altınlar, nimetler bağışlar; öyle nimetler ki, aşk mesihinin eli o vergilerle nasip dağıtır; ölüye muhakkak saadet, hastaya muhakkak şifa verir... Can; cihan durdukça, ebediyen onun şarap kasesinin sarhoşudur. Gönül, cismin sofrasına, bizim payımız olan şarap kasesini arasıra koyar da ten: “Ten tenen...” nağmeleriyle oynamaya başlar... Can, zaten o yokluk ve fanilikte harap ve sarhoştur... Cennet aşkın nazından ve safasından dirildi. O hükmün verildiği yerde, akıl kadısı da sarhoştur. Hepsi gelirler akıl üstadından sorarlar: “Bu büyük fitne İslamın arasına niçin düştü?” Akl-ı kül müftüsü, bu soruya şu fetva ile cevap verir: “Bu ancak kıyamettir; ister kabul et; ister etme!” O zaman, bütün incileşmiş canlar mekansızlık denizinden canların incilerini, mercanlarını saçarlar... Aşk hatibi, elinde Zülfekar, vuslat bayramının yerinde görünür, o şahsın şükranlarını sunar... Aşk sarayının mahremiyet perdesindeki seçkinlerin en ileri gelenleri sarayın kapısında, onu görmek hevesiyle dizi dizi otururlar... O şah perde arasından onlara bakınca hepsinden: “Merhaba!” naraları yükselir... Şahın göğsü dışarıya bir parıltı göstermek ister, fakat o göğsün parıltısı göklere de sığmaz... Dört unsur, bu varlık çömleğinde kaynaşırlar... Ne toprağın, ne ateşin, ne suyun, ne havanın kararı vardır. Bazen toprak, kendi hevesiyle otlara bürünmüştür. Bazen su, bu sevgi için hava olmuştur; su, birleşme yolunda ateş olmuş, ateş de aşkından bu fezada hava olmuştur. Hasılı rukünler (unsurlar), damataşı gibi bir evden bir eve dolaşır dururlar. Neden?
!135
“Neden olacak, Şahın aşkından ötürü; yoksa sizin gibi oyun oynamadan ötürü değil...” Ey habersiz gafil! İleri yürü; anla ki, su sana berraktır, duru berraklığiyle balçık bulanıklığından seni kurtarmak içindir. Çünkü su, berraklık vasfını ister; o ise, senin ziya denizine kavuşmanla ancak mümkündür. Ademden yüzünü çevirirsen –o Allah’sız değildir- Allah’ın elinden şeytan gibi uzaklık taşını yersin. Evet, o Allah değildir ama, Allah’ın kibriyalık sırlarından bu bir adet olarak görünmüştür. Ademin huzurunda can ve gönülden gösterişsiz, doğrulukla Hakkın emrine uyarak bedeninle bir secde edersen, artık ondan sonra yüzünü kıbleden ne tarafa doğru çevirirsen, senin gönlünden ötürü, Kabe o tarafa döner. Hak yolunda ben derlenmiş, toplanmış olmazsam, vefasız arkadaşlar nasıl derlenip toplanırlar? Bir evin duvarları muntazam ve yerli yerinde olursa, o evde oturacaklar da, orada toplanır otururlar. Ey akıllı! Bir kese ki, dibi yırtık olur, ağzı da derlenip toplanmazsa o kesede parları ben nasıl biraraya getirip toplarım? Fakat ben nasıl derli toplu oturabilirim ki bugün o büyükler topluluğunun başı Şems-ül Hak, Tebrizde (o ateş saçan yerde) oturmaktadır.
!136
Her nereye baş koysam ona secde edilecek yerdir orası. Altı yönde de, onun dışında da Tanrı odur. Bağ, gül, bülbül, sema, güzel bunların hepsi birer bahane, hep aranılan, istenilen O’dur.
Biz hükmünden doğmuşuz, hüküm hepimizin annesidir. Çocuklar gibi hükmün ardı sıra koşmuşuz. Biz ondan süt emeriz, hepimiz onun ardısıra doğudan, batıdan ta gökler tarafına dayanıncaya kadar uçarız. Uzun bir sefer emrediyor, Allah’ın saklamasında, korumasında ve arıklığında o sefere ayak basalım. Şehirde olsun, çöllerde olsun, biz o ayın yol arkadaşıyız. O güzel yüzlü aya, can kul ve köledir. Şehir, o şahin ruhları çektiği yerdir; ev, bark Allah’ın: “Gel!”, dediği yerdir. Kıble o olunca, derin derin ovalar kısalır, önünde ardında çimenler biter, gönül çeken serviler uzanır, yolda giderken yüksek dağlara raslayınca dağlar sırtlarını verirler ve: “Ey azemet ve kudret madenini kastederek yola çıkanlar! Merhaba...” derler. O, sevgili kılavuz ve önder olursa, yolun sarp taşlıkları ipek gibi yumuşar... İşte biz o ayın ardınca gölge gibi yola revan olduk. Ey gönülleri bizim gönlümüzle, ey yolları bizim yolumuzla bir olan dostlar! Essala... Bön ve ahmak olmıyan, gönlünü bize arkadaş eder. Çünkü gönül hafiftir, çeviktir, hareketlerinde ve yürüyüşünde yorulmaz. Tenin topallığından, gönlün çevikliğinden ötürüdür ki, Hak o vefakarlığı tenden değil, gönülden istedi. Fakat canla bir renk olmuş olan o gönül nerede?... Bir balçık, ruhlara padişah olmuştur. Ruhlar hayrettedir ki, bu çorak toprak olan ten, sınırımızı geçti, hakan oldu, kendisine uyulan önder oldu. Önderin lafı mı olur? Onun ulaştığı yere biz ayak bassak şakavet içinde yanarız. Bu, bir sanıdan ibaret olmadı; biz o tene dil uzattık. Fakat ey nasibsiz! Hiçbir adama hor bakma. Biz su gibi, güllere, reyhanlara akıverelim; akıverelim ki, ölü topraklar bizden ötürü yeşersinler... Bostan, suyu şarıl şarıl akıtır... Çünkü o tayadır. Taya, bitki çocuklarını yer yer arar... İşte bizi bu gibi cazibeler yüzbinlerce menzile çekti, ta fanilik alemine kadar getirdi. Bu alemde candan ve ruhtan, gizli ve açık bize Peygamberler geliyor, diyorlar ki: !137
“Hısımlarına dön. Sen bizi bıraktın, yeni dostlar tuttun; sen bizimle keyfindesin ama bizim de sensiz keyfimiz kaçar.” Efendi! Bu kınama, sana akraba yolundan geliyor. Kiminle eş oldunsa o, seni asıl akrabandan ayırıyor... Sükut et; çünkü onların çabalamaları faydasızdır. Bir şeye düşkünlüğün sona ermesi himmetin tesiridir. Adem devrinden mahşer gününe kadar bu uzun söz kısalmadı ve kısalmaz... Sarhoşluk, aşıklık, gençlik, sofuluk, nevruz, ilkbahar, çimenler hepsi “Sala...” ediyorlar. Cihanın gözü, bunun gibi bir bahar asla görmedi. Yerden, dağlardan kimya fışkırıyor... Eğer güzelyüz görmeye mahremsen, her ağaca yaslanmış talihli bir huri görünüyor, gör. Çiçekler ruh şarabından kase kase içiyorlar, onlara doğru bak; bak ki, sana: “Sala...” ediyorlar. Çiçeklerin şarap içişini görmedinse bari çiçekleri gör. Ey çiçek! Sana aferin... Ey rüzgar! Sana merhaba... Sümbül, şükrederek gülün kulağına gizlice dedi ki: “Yaratanın sayesi üzerimizden asla eksilmesin. Geçen sene biz hepimiz hırkaları üstümüzden attıktı; canlar onun yolunda esirgenmezken, birkaç kaftanın lafı mı olur?...” Heyezan eden ve kötü düşünen her cimrinin körlüğüne karşı, ey eskiden vazgeçen gönül! Bari bir tazesini bul... Her padişah bir sarık bağışlar bu padişah da, akıl ve sağlam kafa bağışlar. Bu padişah vergisi sayısız canlardır...
!138
Gel! Senin o yanağının parıltısı şamdan mumunun ışığı değil! O sendeki nakışlar, sudan ve insan tohumundan değil gel! Kendini öfke içinde gizleme. Sendeki bu güzellik gizlenecek güzelliklerden değil gel!
Aşk oltası canımda onun saçlarının büklümleriyle bilişince, puta tapan canı aşk hançerine el attı. Devlet gönlün kulağına eğildi de can bizim aşkımızla kurtuldu dedi; şu gönül de o kurtuldu sözüne binlerce can feda etti. Can kıskançlıkla düşüp yerlere serilince, devlet artık kolay kolay sıçrayıp kalkmaz; şu gönlümde canımsa oturmuş da onun sıçramasını bekliyor dedi. Mademki varlık yokluktadır; şu halde varlıkta var olan hiçbir şey yoktur; cana bir ateştir gelmiştir de bütün varlığını yakmış gitmiştir. Canın ömür fermanını devlet elli kere, altmış kere okudu; onu düzdü, koştu, altmışıncıda, ebedidir diye tomara yazdı. Ulular ulusu Şemseddin’in canı öylesine yücedir ki yüceliği yüzünden, oturduğu kalktığı yeri ne Cebrail bilir, ne vahiy. Şu aklım kadehini gördü de testi gibi kırılıverdi; fakat o kırılışıdır ki ona sonsuz sağlamlıklar bağışladı. Canım da aşkını görünce şu söyleyişten yüceldi; devletle yücelere de yüceliş verdi, aşağılara da. A gönül, arslan avcısısın amma o ceylandan gene de kork; çünkü onun sarhoş arslanının avları arslanlardır. Yaşayışlar belirten kılıcıyla ölümün başını kesince, devlet, atından indi de elini öptü. Tanrı’dan “Rabbiniz değil miyim” sesi geldiği gün, bu sese ilk önce evet diyen Tebriz’di.
!139
Can kadehimiz dudaklarının şarabıyla dudağına kadar doldu, sarhoş olup kendimizden geçtik de dudağını ısırdı, sarhoşluğunu belli etme demek istedi bize...
Gece gündüz Şemseddin’in aşkına düşmemiş olsaydık tuzaklara, sebeplere boş mu verebilirdik biz? Aşkının hararetiyle yanıp yakılmasaydık, şehvet putu ıssısıyla varlığımızı kökünden yıkardı bizim. Aşkının okşayışları, sevgisinin lütufları, bütün zahmetlerden, bütün yorgunluklardan kurtardı bizi. Onun can sevgisi de ne de kimyamış ki bütün zahmetler, yorgunluklar, zevkin, rahatın ta kendisi oldu gitti. Tanrı’nın geliştirip yetiştirme yardımları, o padişaha hizmet etmek üzere bizi edep kaynağından suladı, bitirdi; var etti, yetiştirdi. O ulular ulusunun güzellik baharı, ansızın şaşılacak şakayıklar, reyhanlar, güller gösterdi bize. Ne devlet, ne saadet, ne baht, ne yüce yıldız bu ki bütün canların dilediği canla bizi dilemekte. Can kadehimiz dudaklarının şarabıyla dudağına kadar doldu, sarhoş olup kendimizden geçtik de dudağını ısırdı, sarhoşluğunu belli etme demek istedi bize. Binlerce şükürler olsun o huyları güzelden, o şaşılacak dilberden, görülmemiş bir bahttır yüz gösterdi bize. Lütfedip sürahiler döndürdüğü o mecliste zevkin, neşenin gönlü de, canı da değer bakımından ağırlaştı, çeviklik bakımından tezleşti bize. Tebriz ülkesinde abıhayat kaynağı var; gönül bizi kınnap gibi o yana çekip duruyor.
!140
İki yay kadar kaldı araları, belki daha da yakın... Def sesi ile ney sesi şekerle kamış gibi birbiriyle kaynaştı. Eski sevdaların ateşi alevlendi. Nerde o senin hay hayların? Şimdi hay hay vakti geldi...
Gel de şu anda beden hırkasını atalım; gel de şu anda varlık evini dümdüz edelim gitsin. Kumara girişip varını yoğunu kaybetmeye bak, toprakla oynamayı bırak;bir canım var ancak; şu anda oynayıp elden çıkarmak istiyorum. Korkudan dünyanın ödü kopuyor; cansa aşktan uçuyor mu uçuyor; şu anda uçuşumla kuşların hasedini çekmek, onları kıskandırmak istiyorum ben. “İki yay kadar kaldı araları, belki de daha yakın” okusun sen; yayını ger; canımı şu anda siper edeceğim vakit geldi çattı çünkü. Bu ateş yüceldi mi dünyadan bir figandır kopar; aman ver bana, aman ver de şu anda yanayım yakılayım; eriyip gideyim.
!141
Kimi aşık görürsen, onu maşuk bil. Zira o, aşka nisbetle hem aşıktır, hem de maşuktur.
Aşık maşukuna meyli olduğu gibi maşukun da aşıkına meyli vardır. Her iki tarafta meyil ve istek olduğu içindir ki maşuk, aşık olur. Şüphesiz ki her ikisi de aşk kelimesinden müştakdırlar. Şu halde hakikat özüyle bakarsan ikisi de aşktır. Aşk bazen isteyen oldu, bazen istenilen. Bazen kendi seven oldu, bazen de sevilen. Bu sırdan haberdar olmasını istiyorsan haydi; bir dilbere gönül ver ve önünde öl.
Aşıkların hayatı ölmektedir. Gönül vermedikçe gönül bulamazsın.
Sen nesin? Denizin yüzündeki su habbecikleri gibisin. Hakikatte sen sudan başka birşey değilsin. Rüzgar seni sudan dışarı çıkarmıştır. Sendeki bu taayyünü, hakikatte sana rüzgar vermiştir. Git öl! Varlık rüzgarını rüzgara ver ki, derya olasın da her murada eresin. Aşığın ölümü o bildiğin ölüm değildir, su habbeciklerinin ölümüdür. Su habbecikleri ölmekle suya dalarlar. O deniz öyle bir denizdir ki, ummanda gark olmuştur.
!142
Ben öyle bir aşka dalmışım ki evvel ahir gelenlerin aşkı, benim bu aşkımın içinde gark olmuşlardır.
Maşuk, aynı zamanda aşık; aşık, aynı zamanda maşuktur. Bu, Kur’an’ın tebliğiyle sabittir. Kur’an diyor ki, “Yühibühüm ve yühibbunehu – Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” İlk önce Allah aşık oluyor, iyi kullar maşuk oluyorlar. Sonra iyi kullar aşık oluyorlar, Allah maşuk oluyor. Güzeller, aşıkları canla başla severler. Bütün maşuklar, aşıklara avlanmışlardır. Kimi aşık görürsen, bil ki o maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk da onu sevdiğinden ötürü maşuktur da.
Bu beşeri vasıflardan kurtarıp sana mana kapısını açtılar mı, kanatlarını çırpmaya bak ki seni Şah’a layık doğan yapsınlar.
Gevşek davranma, araştırmakta çevik ol, ırmak gibi o denize koş. Ne istersen elde edersin ama, bunun için sana bir Veli’nin dostluğu ve himmetinin yardımı gerektir. Sen bir selsin, o Veli akar bir ırmaktır. Irmağa ulaştın mı kendini artık denizde bil. Çünkü o ırmak, denize ulaşmıştır. Sahrada olsa bile, bu sahrada çok muhataralar vardır. Sen ırmaksız denize nereden ulaşacaksın?
!143
Dudağım gülün, gülistanın adını söyler söylemez, o gül yanaklı bana geldi, ağzıma vurdu, dedi ki; Sultan benim, gülistanın canı da benim. Benim gibi bir Padişahın huzurunu bulmuşken, artık filanı anmak yaraşır mı?
Bana aşıksan seni darmadağan ederim, iyi işit; az yap, çünkü sonunda seni yıkarım ben, iyi dinle. Balarısı gibi, karınca gibi yüzlerce ev yapsan gene seni kimsiz kimsesiz, evsiz barksız bırakırım; iyi duy. Sen, erkek kadın, bütün halkın sana karşı sarhoş olmasını istiyorsun, bu fikirdesin; fakat ben seni sarhoş etmeyi, seni şaşkın bir hale getirmeyi kurmadayım; iyi işit. Mademki Halil’sin, ateşten hiç korkma, sağ esen yürü; ben ateşi yüzlerce gül bahçesi yaparım sana; iyi dinle. Kafdağı olsan seni hızlı hızlı dönen değirmen haline getiririm de fırıl fırıl döndürürüm; iyi duy. Bilgide kelli felli lokman kesilsen, Eflatun olsan, bir bakışta hiçbir şey bilmez bir hale getiririm seni, iyi işit. Benim elimde avlanmış bir ölü kuş misalisin sen; avcıyım, kuşlara tuzak kurarım seninle, iyi dinle. A bekçi, definenin başucunda uyumuş bir yılana benziyorsun; yaralı yılan gibi kıvır kıvır kıvrandırırım seni; iyi duy. A sedef, mademki denizimize geldin, gamlanma; sedefler gibi inci saçan bir hale sokarım seni; iyi işit. İsmail gibi kurban bile etsem, boğazına bıçaklar sürsem ne el görünür, ne yara belirir; iyi dinle. Eteğin bulaşıksa eteğimize sarıl, sarıl da Ay gibi ışıktan bir etek vereyim sana; iyi duy. Devlet kuşuyum ben; lütfumla gölge saldım başına, böylece de seni Feridun haline getireceğim, padişah yapacağım, iyi işit.
!144
Kendine gel de az oku, sus da dayan; dayan da seni Kur’an’ın ta kendisi yapayım; iyi duy bu sözü.
!145
Bismillah Allah’ın adıyle; Muhammed’in ismi ile Nurundaki ışık ile Şeklini getirir dile Allah zikri ile Yüzündeki saflık ile Gönül dolar bir aşk ile Varlığındaki Hakk ile Allah zikri ile Bu bir devran-ı yaşamdır Dilini niyaz-ı Hakk’adır Kur’an dilindeki hikmet Şah Ali’nin keremidir Dostlar meclisi birlik ile Hz.Muhammed sırr-ı Ali ile Cenab-ı Mevlana gelir dile Hasan bulur kendini Allah ile
Aşıklara ölüm, düğündür; tümden buluşmaktır. Çünkü ölüm, o alemin belirmesi, bu alemin yok olmasıdır. Aşıklar eceli düşünmezler bile; çünkü ölümle ezelden biliştir onlar. Çünkü ölüm, Tanrı’ya gidiştir; yoğun suretten ayrılıştır, gökten yerden dışarıya çıkıştır; nelik nitelik şehrinden nelikten nitelikten münezzeh olan aleme gidiştir.
!146
Çünkü sevgilinin alemi, can alemidir; oraya gitmekse onların yoludur. Balık havuzdan kurtulur da denize giderse sevinir, aşkla gider. Çünkü deniz, balıkların sevgilisidir; hepsinin canı da denizdir, malı mülkü de. Ölüm denize benzer, aşıklarsa balığa; balıkların padişahlığı denizdedir. Deniz onların mülkü oldu mu, kuşkusuz padişahlık ederler artık.
!147
Her velî, önce bir katreydi; gerçekliğin; sevginin çokluğu, Allah'ı dilemenin, sevmenin sonsuzluğu yüzünden, sonunda bir deniz oldu, Demek ki her veli, bir denizdir ki ucu - bucağı yok.
Her velî, önce denizi arayan bir katreyken sonra Hakk'ın lûtfuyla bir deniz kesilmiştir. Testiye benzeyen bedeninde derya kesilmiş, altı - üstü olmayan en yüce bir mertebeye ağmıştır. Her velînin, kendine lâyık bir kendine, mertebesine uygundur.
durağı
vardır;
kerametleri
de
Denizlerden maksat, duraklardır; herbirinin de onca kerametleri vardır. Her denizin kerameti, dalga gibi kabarır; bölük - bölük baş gösterir, yücelere ağar. O denizler de Allah denizinden dalgalar gibi belirmededir. O dalgalar, denizden ayrı değildir; İsâ ile Meryem gibi denizle beraberdir, biledir. Deniz, onu yücelere ağdırıp saçsa da dalga, nerden denizden ayrı olacak? Ayrı görünse bile bil ki o bir tek canda ikilik olamaz. Ummansa denizlerin başıdır; kim ona dalar, garkolursa umman kesilir. Kimde himmet varsa onu arar; ucu - bucağı olmayan ummana gider. Bütün bu denizler, Allah denizinden, dalgalar gibi coşup kabarmış, yücelere baş çekmiştir. Ama birbirinden de farklıdır onlar: bunun coşup köpürüşü, öbürünü aşmaktadır. Biri orta, öbürü daha yüce; öbürüyse ortanın altında, aşağı bir derecede. Hepsinin de başı, üstünü Mevlânâ'dır; onun, can denizinden kabaran dalgası, daha güçlü kabarıp coşmada.
!148
Hasan Dede derler bana Sır küpüyüm ben Bilmez Hakk yolunda olmayan halimi Ali yolunun arifiyim ben Bilmez şeriatta gezen benim ilmimi Gönül şehriyim ben Beni sevmeyen bilmez halimi Şah aleminin katibiyim ben Yazmayan bilmez halimi Can pazarıyım ben Satmayan bilmez değerimi Gül bahçesiyim ben Bahçevan bilir rengimi Yolda tökezlemem ben Çekerler dünya tümseklerini Mevlana’ma baş kesmişim Onun temsilcisiyim ben
Ona aşkla mürîd olan, onun yardımıyla Hak yolunu aştı – gitti. Melek gibi göğe yüceldi; Hakk'a canla - gönülle, ben seninim dedi. O nur, ne doğudandır, ne batıdan: iki âlem de onunla onarılmıştır. Gök de onunla diridir, yer de; güneş, onun bağışıyla parlar, ışık verir. Gök, Ay, yıldızlar, onun yüzünden dönerler; onun işleri yüzünden halkın başı dönmüştür. Şu hâlde delille de, anlatışla da apaçık belli ki dünyânın canı, velîlerdir. !149
Gök, insanların bedenlerinin üstünde: gök dilenen, istenen; insanların bedenleriyse onu dileyen, isteyen. Bunun aksine erenlerin ruhları,binlerce âleme, binlerce göğe hâkim; melekler bile onlara gıpta etmekte. Gökler, onların buyruğuyla dönüyor; istemezlerse onları dürüverirler onlar. Onların herşeye güçleri yeter: dervişler hâkimdirler, Allah naipleridir onlar. Suretleri küçücektir, arıktır ama canları büyüktür yücedir. Güneş, bir zerrede gizlenmiştir: deniz, bir katrede yürür – gider. Yüzlerce deniz de senin küçücük iki gözünün nuruna sığmıyor mu? Aparı nur, o küçücük yerde coşup dalgalanmada. Dalgalan göğe yücelmede, dağları, ovaları, çölleri kaplamada. A bilgili er, denize benzeyen o nur, senin küçücük gözüne sığarsa, Rabb'in inâyetiyle denizlerin, bu kalıba sığmasına şaşılır mı ki?
!150
Aşkta arzuyu bırak, arı, adı, sanı terket. Her iyiye altın gözü ile bak, cefaya vefa, de... Sevgili, çektiğim gamdan ötürü, elimin ucunu tutsa, artık benim için gökteki sidreden yere düşmek korkusu yoktur.”
Kim bizi iyilikle anarsa, o da cihanda iyilikle anılsın... Bir kimse biri hakkında iyi derse, o iyilik, o hayırla anış, ona ait olur, hakikatte o övmeyi, o teşekkürü kendine eder. Bu neye benzer? Mesela bir adam, evinin etrafına gül reyhan diker, her bakışta gözünün önünde güllük ve reyhanlık görür, hep cennet içinde kalır... Şuna buna iyi demeyi huy edinince ve bir kimsenin iyiliğiyle meşgul olunca, o kimse onun sevgilisi olur ve onu anınca, sevgilisini anmış olur. Sevgilisini anmak, gül ve gülistandır, güzel kokulu çiçeklerdir, reyhandır ve rahatlıktır... Birinin fenalığını söyleyince, o kimse onun nazarında sevilmemiş olur. Onu anınca, hayali önüne gelir; yılan, akrep ve dikenlerin hep birarada gözünün önüne gelmesi gibi... Şimdi mademki, gece ve gündüz gül, gülistan ve cennet bahçelerini görebileceksin, niçin dikenler ve yılanlar arasında kalıyorsun?... Şimdi Tanrı velilerinin herkesi dost tutmaları ve iyi görmeleri başka bir şey için değil, kendileri içindi. Hoşlanmadıkları ve sevmedikleri hayal gözlerinin önüne gelmesin, diye böyle yaptılar. İnsanların anılması ve hayallerinin göz önüne gelmesi tabiidir. Veliler insanları anmakta, hep sevilenin ve istenilenin hayali gözlerinin önüne gelmesine çalıştılar. Ta ki, sevilmeyenin verdiği tiksinme, yollarını karıştırmasın... Şu halde halk için, iyilik ve kötülükten her ne yaparsan, sana ait olur.
!151
Allah’ım yarattın cihanı, en son insanı. İnsanda yarattın kendini. Allah’ım aşık oldum yaradana, Tuttu yüz bana. Şimdi sesleniyorum yaradana; Sen verdiysen bana bütün yarattıklarını, İyi, kötü diye nefsini. Ayıramam Allah’ım, bozar senin yüceliğini. İyisi de hoş, kötüsü de hoş. Yaydın aleme cümlesini, Temiz ile çirkinini. Nasıl ayırayım haddime mi düşer? Temizin de hoş, çirkinin de hoş. Sen yarattın çalışkan ile tembelini, Görsünler diye himmetini. Kudretin ile verdin dersini, Çalışkanın da hoş, tembelin de hoş.
Ey gönül! Vazifeni hakkiyle yapmamaktaki kusurlarına ne özürler düşünüyorsun? Onun tarafından nice nice vefa, senin tarafından nice nice cefa... Onun tarafından nice nice cömertlik, bu taraftan ise azlık ve çokluk anlaşmamazlığı. Onun tarafından nice nice nimetler, senin tarafından bunca hata, bunca haset, bunca iyi ve kötü hayaller... Onun tarafından nice nice lütuflar, nice nice lezzetler, nice nice vergiler... Bunca lezzetler ne için? “Senin acı canının hoş olması için.”
!152
Bunca lütuflar neden ötürü? “Allah dostlarına ulaşma için. Kötülükten pişman olup da, -Allah!- diye yalvarınca, seni o çeker, belalardan kurtarır.” Suçtan korkuyorsun, candan perişan oluyorsun da o lahzada seninle beraber olan korkutanı neden görmüyorsun? Eğer gözünü o bağladıysa sen onun elinde bir zar gibisin; bazen yerde yuvarlar, bazen havaya fırlatır; bazen tabiatine, altın, gümüş ve kadın sevdasına kor, bazen de canına Cenab-ı Mustafa’nın hayali nurunu bağışlar. Hasılı o taraf hoşlar tarafına çeker, bu taraf hoş olmıyanlar tarafına çeker; böylelikle gemi, bu girdapları ya geçer yahut da parçalanır. Geceleri o kadar yalvar, içten o kadar inle ki, yedi kat gök kubbesinden sana sada gelsin... Şuaybın sesi, inleyişi, çiy taneleri gibi gözyaşları döküşü haddi aşınca, seher vakti gökten şu nida geldi: “Eğer suçluysan cömertliğimle bağışladım suçundan seni, affettim. Eğer Cennet istiyorsan, verdim. Sus; bu yalvarışı bırak.” Şuayb şu cevabı verdi: “Ne bunu isterim, ne onu. Hakkın güzel yüzünü apaçık görmek isterim. Yedi deniz ateş olsa, o yüzü görmek için kendimi içine atarım. O görüş yerinden eğer beni kovarsan, başım,gözüm kovulmuş olur; bana Cehennem yaraşır, Cennet asla yaraşmaz. Onun nur yüzüyle parlamıyan Cennet bana Cehennemdir, bana düşmandır. Ben o ruhsuz renkten, o sevimsiz kokudan yandım. Bana o güzel yüzün nurlarındaki parlaklık gerek. O nerede? Ben onu isterim.” Dediler ki: “Bari az ağla ki, görüş kuvvetin elden gitmesin. Ağlayış, pek haddi aşarsa göze ziyandır, bu göz görmez olur.” Şuayb cevap verdi: “Eğer iki gözüm akibet onu görecekse benim vücudumun her cüzü, bir göz olur, ben görmemezlikten ne tasalanayım? Eğer bu gözüm akibet onu görmekten mahrum olacaksa, o göz varsın görmez olsun; çünkü dosta layık değildir.” Cihanda her adam kendi yarine feda olur. Kiminin yari karanlıklar şeytanıdır; kiminin yari güneş ve ziyadır. Mademki herkes iyiden, fenadan
!153
kendine layık olanı seçti ve ona meyletti, o halde bize yazıktır ki, inkarda kendimizi feda edelim... Bayezid-i Bestami bir gün yolda giderken biri kendisine arkadaş oldu. Bayezid o adama sordu: “Ey dubaracı! Senin sanatın ne? Ne iş yaparsın?” O adam: “Harbendeyim (eşek bakıcısıyım), işim gücüm eşek tımar etmektir.” cevabını alınca, Bayezid: “Haydi yanımdan ayrıl” dedi ve sonra, “Yarabbi! Onun eşeğine ölüm ver de, ‘Bende-i Hüda’ (Allah kulu) olsun.” diye dua etti.
!154
Bir yakut dudaklı var ki, şeker satmasını bilir. Görünmiyen alemden bade içmesini bilir. Onun adını söylerim ama buna izin vermezler. Ancak ben susmasını bilen canların kuluyum.
Ey bizim esip duran rüzgarımız! Güllere bizim haberimizi götür de ki: “Ey Gül! Gül bahçesinden ayrı düşünce çimenler içine kaç. Ey Gül! Sen şeker ehlinden misin? Yoksa şekerden daha güzel misin? Evet şeker hoştur, gül de hoştur ama vefa huyu bunun her ikisinden daha hoştur. Onun için yüzünü şekerin yüzüne koy, şekerden kendin tat al, sen de şekere koku ver. Cevir, cefa acılığından şeker devletine kaç: Böyle yaptın mı? Şimdi sen gülbeşeker oldun; gönülün gıdası ve görünüşün nuru oldun; senden faydalanırım, bir kısım dertlere devasın...” Gül bahçesinden maksadımız, şahın lütfudur ve bizim varlığımızdır. Ey bizim varlığımız! Sen demire benzersin. Ey Şahın lütfu! Sen de demiri çeken mıknatıssın. Alemi sel kaplasa, dalgalar yükselip develer gibi yuvarlansa, havada uçan kuşlar elem çeker ama suda yüzen kuşlar için ne tasa var? Tufan denizi, balıkların nasıl canına can katarsa biz de onun gibi denizin dalgalarına alışmış ve bu nimete şükürden yüzümüzü de ağartmışız... Ey şeyh! Denize gireceğiz, bize peştamal ver. Ey su! Bizi kendine daldır. Ey İmranın oğlu Musa! Gel, denizin suyuna asanı vur... Bu şarap her başta bir başka sevda kaynatır. O sakinin sevdası benim olsun, ondan başka ne varsa hepsi sizin... Mest olanların sakisi, dün sarhoşların başından külahını kaptı; bugün de sırtımızdan kaftanı soymak için dolu dolu içki veriyor... Alemi bir Tur Dağı say, siz de Musa gibi onu isteyiniz, her an Hakkın görünüşü geliyor ve dağı yarıyor. Alemin bir parçası zümrütler gibi yeşillikler oluyor, bir parçası, nergisler gibi çiçeklerle donanıyor, bir parçası inciler doluyor, bir parçası yakutlar, kehrubalar oluyor...
!155
Ey Onun yüzünü görmek isteyen, Onun şu alem dediğimiz dağına bak; sen henüz dilek şarabını içtin, biz o dağdaki sadadan mest olduk... Ey bağcı, ey bağcı! Neden yakamızdan tutup sarılıyorsun? Biz senin üzümünü yedikse, sen de bizim sarığımızı kaptın ya...
!156
Ey can! Acaba kim olduğundan haberin var mı? Ey gönül! Sendeki konuğun kim olduğunu biliyor musun? Ey beden! Sen her hileye bir yol arıyorsun. Seni kendine çeken odur, seni arayanın kim olduğunu anla!
Gökten cana nida geldi: “Ey Haktan gelen! Geri dön; Essala... Can dedi ki: “Ey seslenen sevgili! Ehlen ve sehlen, merhaba...” Kulağım sesini duydu, istiye istiye uydum, her anda sana yüzlerce canım feda... Bir kere daha seslen ki; ‘Hel eta’ ya uçayım. Ey eşsiz misafirimiz! Canımdan durup dinlenmeyi aldın. Bilmem ki, biz seni nereye davet edip de oturtalım?... Nida eden cevap verdi: “Nereye mi? Candan ve yerden dışarıya. Ben bu zindandakilerin ayağından, ağır bağı çözüp çıkaracağım. Göğe bir merdiven dayayacağım, o merdivenle can yükseğe çıksın. Sen ki, cana can katan bir cansın, bizim şehrimizdensin; bizden olduğun halde gönlünü garipliğe bırakmışsın. Vefakarlığın şartı bu mudur?” Sana boşgezenlik tatlı gelmiş, evini barkını unutmuşsun. Babil şehrinin kokmuş ihtiyar büyücüsü hile ile seni büyülemiş. Bak, arifler o merhaleye doğru kafile kafile ve üst üste koşuyorlar; nasıl oluyor da sen bunlara başını dönüp bakmıyorsun? Nasıl oluyor da onların ayağından kopan toz başına konmuyor? Bıraktıkları çamur ayağına sürünmüyor? Karvancıların karvan çıngıraklarının önden ve arkadan gelen seslerini nasıl oluyor da duymuyorsun? Sözümüzü, sohbetimizi anlıyan nice arkadaş burada kulağımızın dibinde oturmuş, gene nice halk burada bizim sarhoşumuz, bizim hayranımız olmuş, neşeler içinde nara atarak kulağımıza: “Daha ne zamana kadar padişahlar dilenci olacaklar?...” diyorlar.
!157
Ey sevimli nida! Ey aşıkların ilkbaharı! Sende sevgili yarimizin haberi var. Çimenler seninle gebe, bağlar seninle gülüyor... Siz ey hoş nefesli rüzgarlar! Aşıkların feryadına yetişin. Ey candan ve mekandan daha temiz olan sen! Bilmem ki, nerede idin, nerede? Ey Ruma, Habeşe, fitne olan! Senin güzel kokuna hayran oldum. Sen Yusuf’un gömleği misin? Yoksa Cenab-ı Mustafa’nın hırkası mısın? Ey doğruluk ırmağı! Sen sevgilimizin nehrindensin, sinelerde Tur-u Sinasın, sen canlara can katarsın. Senin sözün de sohbetin de hoş, senin her halin, her şeklin de hoştur. Zaten aylar, yıllar senin kölendir. Yoksa sen baştan başa bütün can mısın? Yoksa sen zamanın Hızır’ı mısın? Yoksa Ab-ı Hayat mısın? Bizdeki büyüyüp gelişmeler hep sendendir...
!158
Aşıkın ahından gök yarılır, aşıkların iniltisi hor görülecek şey değildir. Felek, asıl aşıklar için döner. Kalk, biz de aşk ile hızlı hızlı dönelim...
Dosta kim acır? - Gene dost... Hastanın ahını kim duyar? - Gene hasta... Şefkatli baharın gözyaşları nerede? Gelsin, dikenin eteğini güllerle doldursun... Amansız hazandan dinleyiniz; hazan: - Lezzetleri yıkan zikri çoğaltınız, diyor. (Hazreti Muhammed, Sıddık ile mağarada iken ona: “Mazlum olma; Allah bizimle beraberdir.” dedi) İşte içinde ikinin ikincisi o olunca, mağara bile güzelleşir... Aşıkın ahından gök yarılır, aşıkların iniltisi hor görülecek şey değildir. Felek, asıl aşıklar için döner. Kalk, biz de aşk ile hızlı hızlı dönelim... Hazreti Muhammed’e, Allah: “Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım.” niçin dedi? - Bil ki, seçkin olan Ahmed, aşk madeni idi de onun için... Gök, aşkın etrafında döner. Bu dönen kubbe, aşk için yaratılmıştır. Yoksa ne ekmekçilik için, ne demircilik için, ne orak biçme, ne de attarlık için yaratılmıştır. Bu mundarın etrafında daha ne kadar dönüp dolaşacağız? Bir müddet de aşıkların etrafında dolaşalım... Nerede o göz ki, kapıdan, duvardan başını çıkarıp canları görsün. Kapı, duvar, ateş, rüzgar, toprak hepsi birer nükte söylerler, hikayeler anlatırlar. Terazi, arşın ve mahek gibi... Vakıa bunlar da görünüşte dilsizdirler, söylemezler ama pazarın hakimidirler. !159
Ey aşık! Hadi, gökler gibi dön; susmuş fakat bütün söz kesilmiş olarak... Ey saki! Gözyaşlarıma, bahar bulutu gibi gül dök, şarap getir. Tövbemiz henüz dürüst değildir, benim kırık gönlümden elini çek. Ey saki! Kadehi durmadan sun ki, canımı önüne saçayım; aşkta bir kadehi içip boşaltıncaya kadar kanlı gözyaşlarıyla kucağımı doldurayım; aşk yolunda her gün gök gibi yeni işe başlayalım... Ooh... Bu ne güzel başlangıç, bu ne güzel iştir... Şarabın tortusu ve gönül derdi benimle arkadaş, şarabın tortusu ve gönül derdi bu ikisi de yarin gamıyla arkadaştırlar... Bu külhanda başım önümde, tövbe ve istiğfardan vazgeçmişim; kilisenin kuytu bir yerinde, aşıklar dersini veriyorum. Minberin ayağını direğin başına astım. Ben faniyim, bütün hiçim ama bakiyim. Duvar suretindeyim ama sırf ruhum. Ey saki! Gönlümden bir ah çeksem bu ahımın sesi, sende de yankılanır. Bizim şarabımızı sen başka bir kadehten ver. Zira biz ne mestiz, ne ayık... Aşıkların bulunduğu yerin ucubucağı, dibi yoktur. O, kabenin de meyhanenin de üstündedir. Aşıklar eğer dostsuz bir nefes alsalar, hırkaları da tesbihleri de zünnar olur. Biz hepimiz bu yolun susamışlarıyız; aynı zamanda da kalender gibi candan doymuşuz. Aşkın mestiyiz; uzun bir yola, çetin bir geçide yüz çevirmişiz; sofrada azık kalmamış, binek atı takatten düşmüş, sahra karanlık, yürünecek yol uzun, öyle sonsuz bir yol ki, her saat onun binlerce ve yüzbinlerce fedaisi var...
!160
Gönül gizli bir bahçedir, içinde nice ağaçlar gizlenmiştir. Yüz türlü görünür ama bir türlüdür O. Uçsuz, bucaksız denizdir ki, onda yaşayan her can içinde yüzlerce dalga şahlanır.
Ey Sevgili! Sen sırf rahmetsin. Yeni bir saltanat sür, çünkü devranın şahısın. Yeni bir sikke bas, çünkü zamanın sultanısın. Cihanda mutlak hüküm senindir. Hakimler kalıptırlar, sen ise ruhsun. Dünya padişahlarının bütün istekleri, mademki sana kolaylıkla verildi. Mademki bütün kuşlar harmanında tane toplayanlarındır, sen, kuşlar arasında Humasın. Devletin kubbesi pek yükseldi. Çünkü sen berrak, temiz bir insansın. Sen aşıklarının halini biliyorsun ya, onlardan şartları gideriver. Yollarından tuzakları ister takdiri, ister şeytani olsun, kaldırıver. Sevgilim! Sen sırf rahmetsin. Çünkü herkese acıyan Tanrı sıfatlarının sırrısın.
!161
Ecel kılıcı beni cansız ve başsız bıraksa da gam değil. Yerden yine güzelce filizlenir, yüzlerce başak halinde yine çıkarım. Mademki bütün taneler yerden çıkıyor. Bil ki insan tanesi de topraktan bir gün fışkıracaktır.
Ne mutlu o zaman ki, sen merhametinle aşıkların başını kaşırsın. Ne mutlu o zaman ki, bahar rüzgarı hazandan kurtulur. Ne mutlu o zaman ki, sen bana dersin: ‘Gel, ey masum aşık! Bizim meftunumuzsun, sende asla ağyar düşüncesi yoktur.’ Ne mutlu o zaman ki, ben senin lütuf eteğine asılırım. Sen de bana dersin ki: ‘Dostum! Böyle inleyerek benden ne istiyorsun?’ Ne mutlu o zaman ki, meclisin o sakisi sala eder, şarap kadehi de avucu üzerinde görünür. Tenimizin bütün cüzleri o baki olan şaraptan içtikçe, latifleşir de artık şu tamahkar ten maide yemek tasasından kurtulur. Ne mutlu o zaman ki, ben sarhoşluğumdan senin saçlarının ucunu karıştırmaya başlarım, biçare gönül de o saçların halkalarını saymak hevesine düşer. Ne mutlu o zaman ki, havadan ihsan bulutu belirir de o buluttan ovaya lütuf incilerini yağdırırsın... İnciler saçmak için gönlümden bir söz dalgası yükseliyor, ama onu şevk içinde bırakman için susturmalısın.
!162
Gülüşleri gönlümü şad eden O Türk güzeli ki, dağnık zülüfleri bana hep gam getirir. Benden canını kurtardığına bir yazı aldı, ama bana öyle bir emir getirdi ki, ben onun kölesi oldum.
Alimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir. Sofinin azığı ve sermayesi nedir? Ayak izleri! Sofi; av peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izliyen avcıya benzer. Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. Ondan sonra ise esasen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir. Bu izlere, bu izlemeye şükreder de yol alırsa nihayet o adım atma, o yol alma yüzünden muradına ulaşır. Misk kokusunu duyup bir konak yol almak, iz izleyerek yüz konaklık yol almadan, yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha iyidir. Ay ışıklarının doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere ‘Kapıları açılmıştır’ sırrıdır. Sana duvar ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci! Senin aynada açıkça gördüğünü Pir, hem de daha önce, bir kerpiç parçasında görür. Pir olanlar o kişilerdir ki bu alem yokken onların canları, kerem denizinde vardı. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler, ekmeden önce meyvalar devşirdiler! Nakıştan, suretten evvel canlandılar, deniz yarılmadan inciler deldiler! Tanrı, alemi ve Ademi yaratma hususunda meleklerle müşavere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu. Bu Nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar, her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı.
!163
Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce ekmeği görmüşler; Akılsız, gönülsüz fikirlerle dolmuşlar; askersiz, savaşsız galip gelmişlerdi. Üzüm yaratılmadan şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardı. Onlar, sıcak temmuz ayında kışı, güneşin ziyasında gölgeyi görür. Üzümün gönlünde şarabı, tamam yoklukta bütün varlığı müşahade ederler. Gök, onların işret meclislerinde ancak bir yudumcuk içer. Güneş, ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer. Onlardan iki dostu bir arada gördün mü bil ki onlar hem birdir, hem altı yüz bin! Onların sayıları dalgalar gibidir. Onları rüzgar, zahiren çoğaltır.
!164
Murad sensin. Neden her yöne koşuyorsun? O sen demektir. Ama sen sakın Ben deme: Hep Sen diye söyle! Senlik, O’luk şaşkınlıktan ileri gelir. Göz dürüst görürse sen O olursun, O da sen olur.
Sen gönüle geldiğin zaman, Allah’ın sıfatını alırsın da, Tur-i Sinanın parıltısını sineden apaçık gösterirsin. Sen geceleyin evi aydınlatınca, ışık vasfını alırsın da, parıltıdan, aydınlıktan, evi bütün nurlar kaplar... Sen hangi mecliste bulunsan, şarap vasfını alırsın da, güzel yüzlülüğünden oradakilere coşkunluklar, taşkınlıklar verirsin... Cihan donmuş, iki cihan ölmüş olsa, onların yerine gaybtan ne cihanlar koyup gösterirsin. Kararsızların içten gelen bu zorlu isteyişleri sendendir. Yoksa bu kapkara çamurun berraklıkla ne tanışıklığı olabilir. Felek, topraktan olan şeyin çevresinde gece gündüz dönüyor. Ey felek! Sen ziya madeni değil misin? Bizden ne diliyorsun? Bir dilenci padişahtan ihsan isterse, şaşılmaz. Fakat bir padişah dilenciden dilenirse, işte buna şaşılır. Ey Tebriz! Şems-i dine söyle. Yüzünü bize dönsün. Hayır yanıldım. Ona öyle deme. Ey Şah! Sen arka değilsin, hep yüzsün, de.
!165
Aşkın özelliği şuradadır ki, ona karşı ayıplar, hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur derler. Bu mümkün müdür ki, insan hem aşık olsun, hem de, onda görüş ve ayırma kuvveti yerinde kalsın.
Saki! Şarap getir, talihimi yücelt. Saçlarının halkalarından gönlüme bağ yap. Dernek hoştur, biz ve dostlarımız da hoşuz. Ateş getir de bir avuç üzerliğin yanması çaresine bak. O kadehten, esirgemeksizin, düşüncelerin üstüne dök, kendini beğenen gönüle de kendinden geçmeyi layık gör. Ey gam! Git, git. Sarhoşların gönlünde senin işin yoktur. Kimi ayık bulursan, ona zarar ver. Mest olanlar düşüncelerden, gamlardan kurtulmuşlardır. Sen kurtulmayanları üz. Saki! Badem gözden, fıstık ağızdan, şeker dudaktan bana meze ver. Vereceğin mezem, hep bunlardan olsun... Herkesin sakalını, ecelin elinde gör de acı. Heva ve hevesinin esiri olanın ağlamasına, alay ederek gül. Bizim gözümüze bak da kendinden geçmenin eserini gör. Bizi al renkli ata, kula ata bindir. Tenimizde eğer ayık bir damar varsa, onunla defterin hesabını, yetmiş küsür kere gör. Var olacağın yerde otur, şarap içeceğin yerde yangelmene bak... Gönül! Sus; harfsiz söz söyle. Nedensiz ve ölçüsüz olan o alemin sözünü, dudaksız söyle...
!166
Sarhoşum, sarhoşum: Bir güzelin sarhoşuyum. Şarap içtim. Evet şarap içtim, birinin elinden içtim. O beni bir kadeh gibi parçaladı, kırdı ama hemen tekrar doldurdu beni. Onun bu kırışı boşuna değildi. Belki bir kırdıran var “perde arkasında”.
On kadehle sarhoş olmazsan oniki kadehle olursun. Diyelim ki, bir küp dolusu içtin, bitirdin; bu sefer başka bir küpten içersin. Sonra da o da yetmez, batmanla içmeye başlarsın, evde ne varsa içer bitirirsin. O zaman meyhaneci sana der ki, ‘Burayı içtin bitirdin, artık git başka meyhaneye, orada iç.’ Yahu bunları ben size niye anlatıyorum. Ben size meyhanelerden niye bahsediyorum? Yoksa bir küp dolusu şarabı kim içebilir? Yüz kişi bir araya gelse, bir küp şarabı içemez. Ama alemde şu asla işitilmemişti ki, şaraba düşkün bir adam şarabı içtiği zaman daha ayık bir hale gelir. Yani bu alemde, her kim ki, gırtlağına kadar şarapla dolarsa, o zaman ayık olur. Bu böyle olunca kim o, aklı başında ayık ki, aynı zamanda cihanı ve alemi akıllandırsın. İşte bu şaşılacak bir haldir, o yiğit kişiyi görmez misin ki, ilahi şaraba kanmış olduğu halde yine de, hep şaraptan bahsediyor. İşte görmüyor musun o şarabı, baş aşağı getiren Pir geldi, içimize düştü. Ama onun düşmesi, onun buraya gelmesi, kalkıp gitmesinden daha hayırlıdır. O şahsı görmez misin ki, ilahi şaraba kanmış, ama hep şaraptan bahsediyor, doyum halinde bile, elinde şarap tutuyor. Varlığı baştanbaşa şarap olmuştur. İşte o kişi geldi...
!167
Pirim ve muradım, derdim ve devam, Açıkça söyleyeceğim: Sen benim Güneşimsin ve üstadımsın. Senin sayende Hakk’a eriştim. Hakk’ın Güneşi benim sırrımdır, Dergahı niyazımdır, O benim namazımın kıblegahıdır, O benim abdestimin nurudur.
Sevgili ol ve sevgiliyi gör. Gönül ol ve dostu gör. Yürüyen servilerin ardınca akarsuları, gül bahçelerini gör. Geçinme derdini düşünen aklın yolundan sıçra, gafil kalma. Büyüğüne bir kumaş armağan et de tüccarın ticaretteki parlaklığını gör. Bizim tüccarlarımız, aşıklar ve Peygamberlerdir. Bu tüccar kervanının yoldaşı olan mağfireti bol Haliki gör. Sultan Mahmud gene Ayazın odasına geldi. Aşkı kendine seç, aşk ile oynaş da zevalsiz devleti gör. Ben toprağım, Ayazım. Çünkü o da benim gibi aşk huylu idi. Kendin aşk ol, aşkı dile. Kurnaz sevgiliyi gör. Bu çarıkla kürk giyinmek iyi bir adettir. Şükür için çarığı öp, gerisini bol bol feda edegör. Zahmet ve hastalık zamanında çarığı gören olursun. Hastalıksız kendini hasta gör. Bizim çarığımızı döl suyu, kürkümüzü de döl yatağının boşluğu bil. Bizdeki akıl ve görüş incisini uyanık olan Şahın ihsanından bil. İnciyi Şahın önüne koy, ta ki seni köy beyi yapsın. Eskiyi verip yeniyi alan buğday ambarını gör. Bu inciler saçan sözü, gene sözü verene bırak da ondan sonra sen kendindeki her yüzünden zuhur edecek nükteleri, sözleri gör.
!168
A Sevgili! Meğer benim gönlümün taptığı güzel sen imişsin! Şimdi yüzüne baktığım dilber, benim canım mı yoksa? Benden yüz çevirirsen, dinimden dönerim sonra. Ey cihanın canı! Benim küfrüm de, imanım da sensin.
Bir dibi, kıyısı bulunmaz denizsin, iki alem de bir katrendir; iki alem de bir parçacık altın kesintindir, sense yüzlerce altın madenisin. Beni, sarhoş bir halde çakmağına çeken sensin, ben aydın canmışım, yahut bedenmişim, haberim bile yok, ne işim var bunlarla benim? Sen benim göğümsün, bense bu hayranlıkla yeryüzüyüm adeta: andan ana zamandan zamana gönlümden neler bitirmedesin, neler. Gönlüne ne ektin, ne bilsin yeryüzü, senden gebedir, yükünü sen bilirsin ancak. Sensin şarap, sensin mahmurluk, sarhoşluk, sensin düşman, sensin dost. Bu düşmana binlerce kutlu can feda olsun... Ey gönül gibi hem benimle olan, hem de benden gizlenen... Esenlik sana... Sen Kabe’sin, nereye gidersem gideyim, sana yönelirim, sana varmak isterim ben. Nerde olursan ol, her yerde hazır nazırsın, uzaktan bize bakar durursun; adını andım mı gece bile olsa ev aydınlanır. Gah alıştırılmış doğan gibi elinin üstünde kanat çırparım, gah serçe gibi kanadımı çırparak daima konmaya gelirim. Beden bakımından uzaksın ama gönlümde gönlüne açılmış bir pencere var; o pencereden ay gibi sana haber gönderir dururum. Ey bizden uzak Güneş, ışığını bize yolluyorsun; ey senden ayrılan her kişinin canı, canımı sana kul köle etmedeyim. Kulakta da sen varsın, akılda da, gönülde de, fakat bunlar da ne oluyor ki? Sen, bensin, seni böylece tüm olarak övmedeyim, anlatmadayım... !169
Mevlana ay ışığı gibidir; Ancak aydan süzülüp geçmedikçe, Varlığım, güneşinin ışığına gözler dayanamaz. Güneş’in nuruna ve parlaklığına bakışlar dayanamaz. Ay Güneş’e erişemez, Güneş Ay’a ulaşmadıkça.
Ant olsun ki, Mevlana’nın yüzünü görmek, bizim için mutluluktur. Hz.Muhammed’i (s.a.v) görmek dileyen, gitsin Mevlana’yı görsün. Rüzgarla dalgalanan çimenler gibi, kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de, dilediği gibi yaşar. Mevlana’yı bulana ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancından kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da, sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Bugün mana denizinin dalgıcı Mevlana’dır. Ben ise tacirim. Yani o incileri alıcıyım. Dostluk, Mevlana’yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Ta ki, onu bir daha bulamadık, öldü desinler. Kimdir o? Hayat kaynağı eş öldü dedi! Kimdir o? Ümit söndü, ateş öldü dedi... Mel’un, dama çıktı yumdu bir an gözünü, Düşmandı ya o Dosta “Bak, güneş öldü” dedi...
Allah’a andolsun ki, bizim elinden kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah sonunda yine bizden alacaktır.
!170
“Toprağımdan eğer buğday bitse, o buğdaydan ekmek pişirsen, kokusu tıpkı şarap gibi gittikçe artan bir sarhoşluk verir. Hamurunu yoğuran ve ekmek yapan, keyfinden divaneye döner, pişiren zevkinden mestane beyitler okur. Eğer ziyaret için kabrime gelirsen dikkatle bak: sandukam karşında oynak görünür... Kardeş! Kabrime gelirsen tefsiz, musikisiz gelme; zira Tanrı’nın derneğinde gamlı durmak yaraşmaz. Çenesi bağlı mezarında uyuyanın ağzı, o sevgilinin sunduğu afyonu çiğniyor... Eğer kefenimden bir parça alıp yırtsan, göğsüne taksan, ruhunda meyhaneler açılır, her taraftan gelen çeng sesleri arasında sarhoşların gürültüleri işitilir... Her işten elbette bir iş doğar. Hakk beni aşk şarabından yaratmıştır. Ölüm beni ezse bile gene ben aşkım. Mademki ben mestim ve aslım da mademki aşk şarabıdır, sen söyle; şaraptan sarhoşluk ve keyf vermekten başka ne beklenir?... Şems-üddini Tebrizi’nin ruhunun burcuna, bir an olur ki, ruhum uçar, gelmez.”
!171