İslamın gerçekleri

Page 1

İSLAMIN GERÇEKLERİ İslam'ın gerçeklerine dair bir el kitabı


Maalesef İslam ülkelerinde Müslümanlar inançlarının son ve mükemmel din olduğuna inanıyor, Kitaplarını Allah kelamı görüyor ve dinlerinin de tartışmasız gerçek olduğunu kabul ediyorlar. Bu eleştiriye kapalı ve tahammülsüz mantıkla da inanmayanlara bu inançlarını dayatıyorlar. İslami kurallarla yönetilen ülkelerde eğer bir kişi araştırıp öğrendikten sonra İslama inanmamayı seçerse Müslümanlarda ki bu saplantılı mantık nedeniyle dinden çıkmanın bedelini canıyla ödüyor, veya ömrünü hapislerde tamamlıyor. Üstelik Müslümanların tartIşmasız doğru kabul ettikleri İslami öğretilerin gerçek dışı olduğu çağımızda rahatlıkla kanıtlanabilir durumda. Müslüman toplumlar maalesef bu açık gerçekle yüzleşmekten sürekli kaçıyorlar. Oysa İslamın gerçek dışı olduğunu ortaya koyan kitaplara ve ciltler dolusu bilgiye internette ve piyasa da ulaşmak mümkün. Örneğin İslami öğretide geçen; Adem ve Havvanın sadece bir masal olduğunu Evrim Teorisi, arkeoloji ve genetik bilimi ispatlamış durumda, 6 günde yaradılış hikayesinin gerçek dışı olduğunu Astronomi bilimi ispatlayalı neredeyse 300 yıl oldu, Savaşlarda ganimet adında yağmanın helal oluşu çağımız yasalarına göre insanlık suçu, Kadınların sadece anne ve eş görülerek toplumsal hayattan soyutlanması, kölelik, cariyelik ve çocuk istismarı gibi çağ dışı uygulamaların kuran’da kendine yer bulabilmesi hem düşündürücü hemde ilahi kaynaklı bir kitap olmadığının da kanıtıdır. Din kitaplarında anlatılan; Mısırdan çıkış, Zulkarneyn, Nuh Tufanı, Süleyman ve Saba Melikesi gibi hikayelerde ki tarihi kayıtlarla uyumsuzluk, akla ve bilime aykırılıklar dinlerin sadece masal olduğunu da ortaya koymaktadır. Ayrıca Kuranda yazan ve günümüzde uygulanamaz durumda olan hükümlerde Kuran’ın ilahi bir kaynaktan gelmediğinin, kişisel çıkar için yazıldığını ve ancak o günün şartlarına uygun olduğunun kesin kanıtlarıdır. Örneğin; Kuran’da ilahi bir hak görülen köle, cariye, savaşta ganimet, cizye, vb. uygulamalar artık çağ dışı kalmış ve geçerliliğini yitirmiş hükümlerdir. Bu hükümleri içeren ayetler uluslararası hukuk kurallarına göre İnsanlığa karşı işlenmiş ağır suçlar kapsamına girer. Bu suçu işleyenlerin de uluslar arası mahkemelerde yargılanması gerekir. Kendini Müslüman olarak gören herkes; Kuran’da çağımızda uygulanamaz ve suç teşkil eden bu hükümler neden var diye sorması gerekmez mi? Görmek istemeyene elbette gerçekleri gösteremeyiz ama aklını kullanan ve kanıtları görebilen kimseler için din büyüklere masallardan başka bir şey değildir ama maalesef kanlı masallardır.


Bu masallar nesilden nesile günümüze kadar geldiler ama artık böyle devam etmemeli. İçinde yaşadığımız bilgi çağında İnsanlığın bu kanlı masallardan kurtulması, daha aydınlık bir gelecek için zorunludur. Amacım İslami inanç sistemini oluşturan belli başlı konuları inceleyerek bu açık gerçekleri ortaya koymak ve böylece okuyucuların doğru bildikleri yanlışlarla yüzleşmesini sağlamaktır. Umarım sizlerin gerçeklerle yüzleşip dini sorgulamanıza yardımcı olabilirim.

İÇİNDEKİLER İslam ve Ülkemizde Din Anlayışı Hz. Muhammed’in Hayatı Hadisler ve Kaynakları Arap Tanrısı Allah İslam ve Kuran Evrensel mi? İslamiyet’te Kadına Bakış ve Kuran İslam’da Ganimet Hükümleri Kuran’da Dünya ve Evren Bilim ve İslamiyet Kuran’daki Çelişkiler Sonsöz Yeni Eklenen Yazılar

01- İSLAM ve ÜLKEMİZDE DİN ANLAYIŞI

1-İslam’ı Ortaya Çıkaran Koşullar İslam ve Hz.Muhammed nasıl ortaya çıktı? Hz.Muhammed bir mağarada hayal gördü ve şimdi 1,5 milyardan fazla insan ona inanıyor. Bu mudur? Elbette hayır. İslam’ı ve Hz.Muhammed’i ortaya çıkaran bazı koşullar ve olaylar var. O zamanki Arap toplumundaki bu değişiklikler bazı peygamberler ortaya çıkardı. Bazı şairler çıkıp peygamberlik iddiasında bulundular. İçlerinden Hz.Muhammed değil de bir başkası da galip gelebilirdi ama durum çok da farklı olmazdı o halde sorun Hz.Muhammed değil. Sorun Arap yarımadasında o çağda yeni bir dinin doğup güçlenip


gelişmesine yol açan koşullardır. Bu insanlar nasıl ve neden din etrafında bir araya gelmiş? Eski zamanlarda siyasi otorite ve dini otorite toplum yönetiminde söz sahibiydiler. Bu yalnız Araplarda böyle değil herkeste her millette böyleydi. O çağlarda insanlar gaddardı. Uyguladıkları vahşet kimi zaman azalır kimi zaman artardı. Peki madem bu o donemler icin normal olarak kabul ediliyorsa, neden islam tarihindeki; yağma, tecavüz olaylarını ve savaşlardaki vahşeti eleştirelim? Asırlar önce ki toplumsal düzende bu normaldi demeyip de eleştiriler yöneltelim? Bu bir çifte standart olmaz mı? Hayır, olmaz. Çünkü İslam’ın Allah katından indiği iddia ediliyor. Eğer bu din her şeye kadir her şeyin üstünde zamandan ve mekandan münezzeh tek gerçek tanrı tarafından indirildi ise bu dinin insanlara yaptırdıklarının sadece asırlar önce değil günümüzde de normal karşılanması gerekirdi. Oysa bu kitap okunduğunda görülecektir ki Kuran’da ve islam tarihinde öyle olaylar vardır ki açıkca soykırım ve insanlık suçu içermektedir. Bu yapılanları Tanrının emrettiğini düşünmek ve haklı görmek Tanrı kavramına hakaret olur. Arabistan’da İslam’ın doğduğu kuzey taraflarında toprak verimsiz tarımsal üretimin çok düşük olması kabileler tarzında bir örgütlenmeyi meydana getirmişti. Elbette bu tarz bir ekonomik yapı adetleri gelenek ve görenekleri etkiliyordu. Mülkiyet nasıl klanın ortak malıysa suç ve cezada ortaktı. Şöyle ki bir kabileden biri bir başka kabileden birini öldürürse iki kabile arasında savaş çıkabiliyordu ya da kan bedeli ödeniyordu ama bu diyeti ödeyen katilin bizzat kendisi değil kabilenin tümü oluyor mesela kabilenin ortak malı olan keçilerden elli tane verilmesi gibi. Bu şekilde suçun telafisine (diyet ödeme) ya da intikam girişimine (savaş, kan davası) suçu işleyen birey değil klanın tamamı muhattap oluyordu. Kabileler arası kavgalar kaçınılmaz olarak çok fazlaydı su meselesi vb. en ufak şeyde bir kişinin şiddete baş vurması sonucu bir cinayet gerçekleşirse iki kabile hemen vuruşurdu. Arabistan gibi kaynakların yeterince iyi işlenmediği ve üretimin çok ilkel olduğu bir coğrafya da kaynaklar yüzünden çarpışmalar çıkmakta, hele bu kurak verimsiz coğrafyada çarpışmalar daha çok ve daha şiddetli olmaktaydı. Akrabalık çok önemliydi. Kabilenin içinde katı bir hiyerarşi vardı. Ama ilginçtir tam bir demokrasi vardı. Kabilenin ortak kararıyla kabile reisi seçilirdi sonra da bu reislerin biri hepsinin başı olurdu. Kabileler genelde savaş durumunda bir araya gelirlerdi. Medine nispeten tarıma elverişliydi. Mekke’de böyle bir durumun söz konusu olmaması onları tarım ve hayvancılıktan çok ticarete itmişti. Kervanlar vardı ve bu kervanları zaman zaman yağmalayanlar oluyordu. Kervanların ve ticaretin güvenliğinin sağlanması Mekkeliler için hayati bir önem taşıyordu. Eğer ticaret yollarının güvenliği sağlanacaksa bu ancak Arapları bir çatı altında toplamak ve bir devlet kurmakla mümkündü. Arapları bir araya getirecek tek güçte eski çağlarda olduğu gibi dindi, Tanrının seçilmiş kulu olmak idi.


Biraz siyasi yapıdan da bahsedelim: Kabileler halinde yaşamda kabile liderliği babadan oğula geçmezdi. Kabile lideri olacak kişi; dürüst, cesur, iyi savaşçı olmalıydı ama tabii ki kabile liderliği görevini bir ömür boyu yürütürdü kabile lideri. Darü’n Nedve denilen bir yer vardı Mekke’de. Kabe’nin yakınına kurulmuş ve kapısı Kabe’ye bakan bir binaydı. İşte Mekke’nin ileri gelenleri burda toplanır aralarında karar alır önemli konuları ticaret, savaş vb. karara bağlarlardı. Dar’ün Nedve bir bakıma meclis işlevi görmekteydi Şu halde henüz başlangıç aşamasında da olsa devlet yapılanması vardı. Nüfus artışı ticaretin ve işbölümünün gelişmesi insanları bir devlet örgütlenmesinde bir araya gelmeye zorluyordu. Bu Dar’ün Nedve’ye gelip görüş bildirmek için 40 yaşına gelmiş bir Mekke’li erkek olmak yeterliydi işte böyle hem kabile tarzı bir ilkel yaşam hem de çağına göre oldukça ilerici bir örgütlenme tarzı söz konusuydu. Yalnız bir şey dikkatinizi çekti mi? Mekke ileri gelenlerinin toplandığı Dar’ün Nedve’ye gelmek için 40 yaş şartı var. İşte bu bize Hz.Muhammed’in peygamberlik iddiasının neden kırk yaşında olduğu hakkında bir fikir verebilir. Hz.Muhammed Dar’ün Nedve’ye girip çıkacak ve Mekke’nin saygın, zengin önemli kişileriyle ittifak yapacaktı. Bu da gösteriyor ki Hz.Muhammed’in yanında toplananlar tıpkı diğer peygamberler Museylime ve Tuleyha’nın yanındakiler gibi çıkar ilişkileri içinde bir araya gelmekteydi. Hatta Ömer ve Ebubekir gibi ileri gelenlerden iki kişi kızlarını Hz.Muhammed’e vererek bu ilişkiyi daha da perçinlemiş. Hz.Muhammed ise bir kızını Osman’a vermiş o kızı ölünce diğer bir kızını daha zenginliği dillere destan Osman’la evlendirmişti. Hatice ile evlenmesi Hz.Muhammed’e olağanüstü bir prestij ve zenginlik de kazandırmıştı. Dahası Muhammed’in akrabalarından Talha da zengindi. İşte bu zengin ve önemli kişiler İslam’ın asıl kurucularıydı. Hz.Muhammed’in yanında ve diğerlerinin yanında da samimi bir inançla toplanan elbette vardı ama çoğunluk çıkar amacı güdüyordu. Uhud’da peygamberin kesin emrine rağmen okçuların yerlerini terkederek yağmaya katılması, Huneyn dönüşü ganimet paylaşımı yüzünden Hz.Muhammed’i semure ağacının altında sıkıştırıp nerde ise dayak atmaya kalkmaları dahası ona “yalancı” ve “cimri” demeleri, yanı sıra Kuran’da önce ganimetlerin tamamının sonra ise beşte birinin Hz.Muhammed’e ait olması bu çıkar ilişkisinin kanıtıdır. Gelin bir de İslam’ın en değerli kitabı Kuran’a bakalım: Bakara -79 “Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına.” Demek ki bu durumdan koşulların uygunluğundan istifade etmek ve çıkar sağlamak amacıyla peygamberlik iddiasında bulunan sadece Muhammed değildi. Onlar Muhammed’e göre yalancı peygamberlerdi ama onlara göre de Muhammed yalancı bir peygamber di. Hakikatte hepsi bir birinden farksızdı.


İslam’dan önce de Hac ve Kabe vardı. Bu Kabe’ye Arap yarımadasının uzak yerlerinden gelenler vardı. Amma bir usul vardı ki şu yanında yiyecek getirmek yasaktı. Yiyecekle gelmek Allah’a güvenmemek oluyordu. Günlük elbiseyle tavaf edilmezdi dışardan da elbise getirilmezdi. Peki ne yapılırdı ihram bu işe bakan aileden satın alınırdı. Neden? İslam öncesi de Allah’ın mekanı olan Kabe’ye tertemiz elbiseyle girmek gerekti. Üzerinizdeki elbiseler belki de haram işlerken de üstünüzdeydi Allah’ın evini bunlarla kirletmemeli. Peki yoksul olanlar da var mıydı tavafa gelenler arasında? Evet vardı. İhram alacak parası olmayanlar Kabe’yi çırılçıplak tavaf ederdi kadın ya da erkek fark etmez. “Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina’da bulunan kadınlarımıza yöneldik. Zekerlerimizden meni damlıyordu” (Buhari Hac/81; Müslim Hac/141) Bu hadis hem Buhari’de hem Müslim’de var. Yani sahihliği tartışılmaz demek ki Mekke’nin fethinden sonra örtünme ayetleri inmeden evvel Müslümanlar da çıplak tavaf etmişler. Ayrıca Mekke Kureyş’in kontrolünde iken Hudeybiye barışında anlaşma yapılmıştı, Müslümanlara bir yıl sonra Hac için izin verilmişti. O sırada Kabe Kureyş’in kontrolünde olduğundan tavaf onların istediği gibi ihramı satın alarak ya da çıplak yapılmıştı. Ve erkekler bir sürü çırılçıplak kadını görünce de doğal olarak zekerlerinden meni damlıyordu. Kabe ziyareti bugün nasıl büyük bir kazanç kaynağı ise o zamanlar da durum böyle idi. Kabe’de bazı hizmetler vardı ve bu hizmetlerin her birini yönetici konumunda olan aileler tedarik ederdi: Hicabe: kabe perdeciliği ve anahtarlarının korunması Sedanet: Hicabe’nin yardımcılığı Kabe kapıcılığı. Rifade: Hacılara yemek verme Sikaye: Hacılara su verme. Bu görevlerden Sikaye vazifesini Hz.Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib, Abdulmuttalib ölünce de oğlu Ebu Talib yerine getiriyordu. Yani Hz.Muhammed’in ailesi de bu Hac işinin kaymağını yiyenlerdendi. Mekke Medine dolayları inanç olarak nasıldı? Aslında buralar inanç olarak bayağı renkli ve çeşitli idi. Medine’de önemli sayıda Musevi vardı, Mekke ekseri putperestti, putları reddeden Hanifler de vardı. Yabana atılmayacak kadar Hıristiyan Arap da vardı; bunlar Roma etkisiyle Hıristiyanlaşmıştı. Hıristiyan ve Hanif inancının bir sentezi olan Rukus inancı da vardı. Peki Arap yarımadasında ki Hz.Muhammed de dahil bütün bu peygamberlerin amacı neydi? Bunlar Arapları kendi etraflarında bir arada toplamak ve tüm Arap yarımadasına hakim olmak istiyorlardı. Onların da aynı Hz.Muhammede inananlar gibi müritleri vardı. Alın bir örnek tamamen İslami kaynaklardan: “İlk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)’in sagliginda Yemen’de ortaya çikmisti. Kendisinin peygamber oldugunu iddia eden Esved el-Ansî, topladigi kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San’ayi, Vali Sehr ile yirmi bes gün savasarak ele geçirdi. Hz. Peygamber’in Amil ve muallimi


olarak bölgeye gönderdigi Mu’az b. Cebel, Ma’rib’de bulunan Ebu Musa elEsari’ye iltihak etmis daha sonra Ikisi birlikte Hadramevt’e gitmislerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir’in ifadesiyle, “Esved’in çikarmis oldugu fitne bir alev gibi, Hadramevt’ten Taif, Bahreyn ve Ahsa’dan Aden’e kadar her yeri kaplamisti” (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt’te toplanan müslümanlar endiseli bir sekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)’in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanlarin tamamina yönelik, Esved’e karsi savasilmasi emri bölgeye ulasti. Veber b. Yuhannis vasitasiyla gönderilen mektubta; dinin korunmasi, mürtedlere karsi savasilmasi, Esved el-Ansî’nin açikça savasilarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldirılmasi ve bu emrin Islâm’da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara ulastirılmasi gibi talimatlar yer almaktaydi” (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338). “Rasûlüllah (s.a.s)’in emri San’a’daki müslümanlara ulastigi zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adindaki biri tarafindan öldürülmüs ve Kenan bölgesi tekrar Islâm’in hâkimiyetine girmisti. Onun öldürüldügü haberi Medine’ye Rasûlüllah (s.a.s)’in vefat ettigi günün sabahinda ulasmisti” (Taberi, III, 227 ). Ama içlerinden galip gelenin adı ve ayetleri yaşayacaktı. Bu kişi Hz.Muhammed oldu!

2-İslam Arap Putperesliği mi? A-Putperesliğin Tanımı “Putperestlik, genel anlamda bir nesne, görüntü veya fikre tapım içeren bir dini uygulama, anlayış veya inançtır.” (http://tr.wikipedia.org/wiki/Putperestlik) Peki İslam öncesi Arap yarımadasında hakim din olan Putperestlik nasıl bir inanç? Gelin bunu Kuran’a bakarak görelim: Lokman-25 “Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler.” Yunus-18 “Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.”


Zumer-3 “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” Zuhruf-19 “Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve sorgulanacaklardır.” Yani İslamiyet öncesi dönemde putperestler de Allah’a inanıyordu. Ama putları kendilerini Allah’a yakınlaştırıcı olarak görüyorlardı. B-Putperest Örf ve İbadetleri Putperestlik, Farsça kökenli bir sözcük olan put sözcüğünden türemiştir. Pupereslik inanç sisteminde görülen örf ve ibadetleri ve islamda ki uygulamaları inceleyelim; 1-Ayinler. 2-Namaz. 3-Oruç. 4-Hac. 5-kurban. 6-Sünnet 7-Takı,tütsü ve büyüler 8-Telbiyeler İlahiler şiirler 9-Sembol ve dövmeler 1-Ayinler Kutsal ve özel günlerde genellikle mabetlerde toplanan putperestler geleneklerine göre çeşitli gösterilerde bulunur, ilahiler söyler, toplu ritüeller yaparlar. Ateş üzerinden atlama ya da ateş üzerinde yürüme, vücutlarına şiş batırma bu gösteri örneklerindendir. Kutsal bir puta, geçmişteki kutsal saydıkları kişiden kaldığına inandıkları bir nesneye saygı gösterisinde bulunur, etrafında döner ya da koklayıp öperler. Yıllık ayinlerin dışında mevsim başlarında, özellikle ilkbahar ve sonbaharda yapılan ayinler de vardır. Belirli günlerde güneş ve ay festivalleri yapılır.Türlerine göre ayinlerde kutsal saydıkları sudan içer, kutsal


saydıkları yiyecekten yerler. Dualar eder, dileklerde bulunurlar. Putperestlerin bu ayin adetlerinin İbrahimi dinlere de geçtiği görülmektedir. Noel kutlamaları Mitra paganlarından geçmedir. Putperest Arapların yevmül Arabu dedikleri cuma toplantıları, kandil geceleri, aşure günleri, cem ayinleri pagan kökenlidir. 2-Namaz Putperest ibadetlerinden biri namazdır. Namaz, güneş kültünün ritüellerinden biridir ve Hint kökenli bir ibadettir. İslam öncesi Araplar da namaz kılarlardı. Günümüzde Hindular da namaz ritüellerini devam ettirirler. Sansktitçe ”Surya” Güneş, ”Namaskara” ise Selamlama veya Bağlantı demektir. Böylece “Surya Namaskara” ”Güneşle Bağlantı” anlamına gelmektedir. Surya Namaskara, bedende akan güneş enerjisinin canlandırma tekniğidir. Arap putperestlerinin namaz kıldığı Kur’an’da yazılıdır. Enfal-35 “Onların Kabedeki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Küfrünüzden dolayı azabı tadın.” Bilindiği üzere Arapça’da “salat” namaz demektir. Genelde meallerde dua olarak çevrilmektedir. Bu ayette putperestlerin kıldığı namazın şekli eleştirilmektedir. Putperestler de günde 5 vakit namaz kılarlardı. Şaharit namazı – Sabah namazı Musaf namazı – Öğle namazı Minha namazı – İkindi namazı Neilat Şerarim namazı – Akşamüstü namazı Maarib namazı – Akşam namazı Kaynak; Hayrullah örs, Musa Ve Yahudilik, s.399-405; Doç.Dr. Ali Osman Ateş, Asr-ı Saadette İslam; Şaban Kuzgun, Hz. İbrahim Ve Hanifilik, s.117; Epstein, Judaism. Kuran’da geçen namaz vakit sayısı 3 olmasına rağmen 5 vakit kılınıyor olması zamanla putperest döneme dönüldüğü şüphesi taşımaktadır. Aynı şekilde abdest de putperestlerde vardı. Cünup olunca boy abdesti alırlardı. (İbn-i habib, Muhabber) 3-Oruç Güneş kültüne sahip putperestlerin ibadetlerinden biri de oruçtur. Namaz vakitlerini güneş zamanlı ayarladıkları gibi oruçlarını da güneşin doğuş ve batışına göre ayarlarlardı. Orucun başlangıcı bile İslamiyet’teki gibi ay’a


göre tespit ediliyordu. Tıpkı, bugünkü Müslümanlar gibi, ay’ı görmek için gözetleme heyetleri bile kuruluyordu. (Hayrullah Örs, Musa Ve Yahudilik) İslamiyet öncesi arap paganlarının ilginç gelenekleri vardı.: Bunlar Ramazan dedikleri ayda bir ay oruç tutarlar, Mekke’ye Hacca gidip Kabenin etrafında 7 kez dönerler, Kara Taşı (Hacerül Esved) kutsal sayar Kara Taşı’ı öpeler ve günde dört veya 5 vakit namaz (salat) kılarlar, şeytan taşlarlardı. ( Is Allah the Same God as The God of Bible?, M. J. Afshari, p 6, 8-9, İslam, Beliefs And Observances, Caesar E. Farah) Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı. (Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.) Sabiilik, yıldız kültüne sahip bilinen en eski pagan dinidir. İlginçtir ki Sabiiler de 3 vakit namaz kılar ve 1 ay oruç tutarlardı. Farz orucun dışında nafile oruçlara da sahiptiler. (İbn Nedim, El Fihrist, s. 442-445) Kuran’da önceki toplumlarda da orucun olduğu yazılıdır: Bakara-183. “Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız.” Eski Çağ dinlerinde, oruç özellikle, rahiplerin Tanrılara yakınlaşmaya hazır olmalarını sağlamaya yarayan bir yoldu. Helenistik Dönemin inançlarına göre, Tanrılar bir takım kutsal öğretileri ancak oruç tutan kişilere vahiy yoluyla gönderirlerdi. Bazı eski kültürlerde ise oruç, öfkelenen Tanrıları teskin etme gibi amaçlara yönelikti. Sibirya Tungu şamanları ise, ruhlarla ilişki kurabilmek için oruç tutarlardı. Bütün dinlerde, belirli zamanlarda oruç tutma geleneği vardır. Budha rahipleri, gene belirlenmiş günlerde oruç tutarak günahlarını itiraf ederek, arınacaklarına inanırlar. Hindistan’da Sadhular gene günahlarından arınmak için oruç tutarlar. Çin’de göksel Yang ilkesinin başlamasından önce belirli bir süre oruç tutulur. 4-Hac İslam öncesi Araplar’da Kabe putperestlerin en kutsal mabediydi ve bölge halklarının hac mekanıydı. Putperestler tıpkı günümüz müslümanları gibi Kabe etrafında 7 kez tavaf yaparlardı. Kureyş dışından gelen Bedevi putperestler tavafı çıplak olarak yaparlardı. Putları ziyaret, Hacerül Esved taşına el sürme ve öpme, Safa ve Merve tepeleri arasında gidip gelme, şeytan taşlama hac ibadetinin en önemli ritüellerindendi. Putperestlerin hac sırasında hep bir ağızdan yaptıkları telbiye de aynen şöyleydi: Lebbeyk allahümme lebbeyk. La şerike leke illa şerikun huve lek. Temlikuhu ve ma-melek


Eğer Mekke’ye bir gün yolunuz düşerse insanlar kisve denilen bir örtüye bürünmüş bir küpün etrafında toplanmış göreceksiniz. Bu taşın odak noktası da Hacıların “siyah taş” dediği taştır. Bu taş, küpün güneydoğu ucundadır ve kış güneşinin doğduğu yere bakar. Gene Kabe’de bu taşı öpen insanlar göreceksiniz. Neden diye soracak olursanız taşı öptüğünüzde günahlarınızdan arınıp YENİDEN DOĞMUŞ gibi olacağınızı söylenecektir. Biraz daha etrafta dolaştığınızda insanların bu küpü 7 kere tavaf ettiğini göreceksiniz. Bunların hepsi putperest Arap geleneklerinin kalıntılarıdır. Ayrıca Kabe hiçbir zaman yahudiler ve hristiyanlar tarafından kutsal sayılmamıştır. Tevrat ve İncilde Kabe ile ilgili tek bir ayet dahi olmaması bunu kanıtlamaktadır. 5-Kurban Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıydı. Ailenin ilk çocuğu Tanrı’ya ait kabul edilir ve kurban edilmesi gerekirdi. Mısırlılar ise köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara Ani” diyorlar ve onları “Ay Tanrısına kurban olarak sunuyorlardı. M. Eliade, Anadolu’da özellikle ilk çağlarda hasat mevsimi dolayısıyla yapılan insan kurbanı ve kafa kesme ayinlerine örnek olarak Frigyalılar’ı ele alır. Frigyalıların yüzyıllar önce hasat zamanında insanları, başlarını kesmek suretiyle kurban ettiklerini, hatta elde mevcut delillere göre, o zamanlar bu âdetin Doğu Akdeniz’in her tarafında yaygın olduğunu kaydetmektedir. İslam öncesi Arapların da eski dönemlerde Sabah Yıldızı’na daha doğmadan büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri, yine önemli putlardan Uzza’ya oğlanlarla, kızların ve esirlerin de kurban edildikleri ileri sürülmektedir. Yakın dönemde ise insandan vazgeçilmiş, hayvan kurbanına geçilmişti. Putlara özel kurban kestikleri gibi genelde Safa ve Merve tepelerine dikilmiş kayadan putlara kurban keserlerdi. Bu kayaların bir İsaf diğeri Naile adlı puttu. İsaf ve Naile iki sevgiliydi ve Kabe’nin kutsallığını kirlettikleri için öldürülmüş, daha sonra efsaneleşerek kutsallaştırılmışlardı. Araplar, putlara adak da adarlardı. Dilekleri gerçekleştiğinde, önemli işlerinde ve uzun seyahatlerinde adak keserlerdi. Adaklarının çoğu da ilk çocuklarının erkek olması içindi. 6-Sünnet: Antropologlar sünnetin başlangıcı hakkında görüş birliğine 6.000 yıl önce antik Mısır’da sünnetin varolduğu eski Mısır bulanan bazı mumyaların sünnetli oldukları görülmesi ile Tarih boyunca mısırlılar, Yahudiler ve Babillilerin sünnet oldukları tespit edilmiştir.

varamamıştır. piramitlerinde kesinleşmiştir. adetine sahip

Sünnet pagan geleneğinin tek tanrılı dinlere uzantısıdır. İslam öncesi putperestler de sünnet adetine sahiptiler. Putperest Araplarda hem kadın hem de erkekler sünnet edilirdi. Hadislerde Muhammedin, halifelerin ve ashabın sünnetinden bahsedilmemesi, onların zaten putperest adeti


gereğince sünnetli olduklarını gösterir. Kadın sünneti sadece putperest Araplarda değil, eski Mısırlılarda da mevcuttu. Mısır’da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan bazı kadın mumyalarının sünnetli olduğu belirlenmiş, kadın sünnetinin nasıl yapıldığı M.Ö 1600’lü yıllardan kalan duvar resimlerinde detaylı bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu, kadın sünneti geleneğinin kökeninin çok eski çağlara dayandığının göstergesidir ve sünnet geleneğinin tarihinin tek tanrılı dinlerden daha eski olduğunu, asıl olarak bir pagan geleneği olduğunu, tek tanrılı dinlere pagan toplumlardan geçtiğini gösterir. Tıpta erkek sünnetinin az da olsa bir yararına değinilse dahi kadın sünnetinin hiçbir yararı olmadığı, kadının cinsel isteğini öldürdüğü, ölüm ve yaralanmalara neden olduğu biliniyor. 7-Takı, Tütsü ve Büyüler Putperest toplumlarda şans, uğur ve hayır getirmesi için birtakım taş ve takılar kullanmak adettendi. Kendilerini kötü ruhlardan, cinlerden, nazardan koruması için çeşitli nesneleri vücutlarına, boyunlarına takar ya da üzerlerinde taşırlardı. Büyü günümüzde de süregelen ilk çağ pagan ritüellerinden biridir. Sıradan insanlarda bulunmayan gizli bir gücün sahibi olmak, düşmanlarını, rakiplerini altetmek, aşk ve cinsellikle ilgili isteklerine kavuşmak amacıyla çok çeşitli büyü yöntemleri uygulanırdı. Tütsü ise arınma, temizlenme, kötü ruhları ve cinleri kovma amacıyla paganların okült seremonilerinde, Antik Yunan’da, Hitit Uygarlığı’nda, Babil’de, Firavunlar dönemi Mısır’ında, Roma İmparatorluğu’nda, Hindistan, Tibet ve Japonya’da çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Tek tanrılı dinlerde bunlar yasaklanmış ve günah sayılmışsa da değişik versiyonlarla sürdürüldüğü bir gerçektir. Örneğin muskalar, ayet yazılı kağıtların evlere, arabalara asılması, hastalığa ve nazara karşı okuyup üfleme, nazar boncukları, mum yakma vb. 8-Telbiyeler, İlahiler, Şiirler Putperest toplumlar ayinlerinde telbiyeler, ilahiler söylenirdi. Cenaze törenlerinde ağıtlar yakılır, naatlar okunurdu. Örneğin eski Mısır’da ölü evinden kadınlar sokaklara çıkar dövünerek ölüye ağıtlar söylerlerdi. İslam öncesi Araplar da telbiyeler, ilahiler, şiirler çok önemliydi. En beğenilenleri Kabe’ye asarlar, (Muallakat-ı Seba Şiirleri) putları için okurlardı. İslam öncesine ait ne varsa yakılıp yokedildiği için ne yazık ki bu kültürden elde çok az bilgi kalmıştır. Bunlardan biri de 7 Askı denilen şiirlerdir. 9-Sembol ve Dövmeler Pagan inançlarda dilin sembollerle kullanılmasına yoğun olarak rastlanılır. Hemen hemen her pagan toplumda çeşitli semboller mevcuttur. Pentagram denilen beş köşeli ters yıldız en ünlüleridir. Dövme de pagan toplumlarda sıkça kullanılan bir sembol yöntemidir. Hintliler, Japonlar, Amerika Yerlileri ve Afrika’daki bazı kabileler dövmeyi bir süs olarak


yaparlarsa da pek çok toplumda dövmenin hastalıklara ve kötü ruhlara karşı koruyucu bir tılsım olarak uygulandığı, bireyin toplumdaki konumunu (köle, efendi, ergen, işçi, asker) vurgulamak için kullanıldığı bilinmektedir. Dövme yapma geleneği hayli eskidir. İ.Ö 2000’lerde Eski Mısır toplumunda dövmenin yapıldığı mumyalardan anlaşılmıştır. Mısırlıların dışında Britonların, Galyalıların ve Trakların da dövmeleri vardı. Eski Yunanlılar ve Romalılar, barbarlara özgü bir uğraş saydıkları dövmeyi suçlular ile kölelere yaparlardı. Hun kurganlarında çıkan cesetlerde son derece kıvrak çizgilerle ve dekoratif bir anlayışla yapılmış düşsel yaratıklar ve koç figürlerinden olusan dövmeler görülmektedir. Dinsel-büyüsel kaynaklı bu dövmelerin is olduğu ihtimali ve deriye şırınga edilmesi ile oluştuğu düşünülmektedir. Hunlara ait Pazırık kurganında bulunan bir başkana ait cesetten anlaşıldığı üzere Hunlarda asil ve kahraman kişilerin dövme yaptırabildiği, daha sonraları Kazak ve Kırgızlarda da devam eden bu geleneğin yine kahramanlık niteliği taşıyan bireylere uygulandığı bilinmektedir. İlkel topluluklarda dövme yapılırken törenler düzenlenir. Dövmeyi yapan kişi birtakım dinsel ve büyüsel kuralları yerine getirmek zorundadır. Sonuç Buraya kadar anlattığımız putperest adet ve ibadetleri konusunda sanırım herkes hemfikirdir. Müslümanlar da putperestlerin bu ibadetlere sahip olduğunu reddetmez. Bilmeyenler de inceleyip araştırdıklarında doğruluğunu göreceklerdir. Bunlar din derslerinde, din kitaplarında pek anlatılmadığı için sanılır ki Kur’an’da yazılı olanların tümü Hz.Muhammed tarafından getirildi. Görüyoruz ki İslam’ın ve Kur’an’ın getirdiği yeni birşey yok. Zekat ve sadakaya varana kadar hepsi putperestlerde mevcut. Putperestlerde olmayanlar da Yahudilerde var. Peygamberlik, melekler, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi. Bu durumda putperestlikle tek tanrı dinlerindeki ortak ibadetleri nasıl açıklayacağız? İslam dininin ibadetleri ile İslam öncesi Arap putperestlerinin hemen hemen aynı ibadetlere sahip olmasının sebebi nedir? Dinlere inanmayan biri bu durumu dinlerin evrimine bağlar. İslam’ın yeni hiçbirşey getirmediği, Kur’an’da yazılı olanların tümünün putperestlerden ve Yahudilerden derleme, toplama olduğu gerçeği karşısında İslamcı savunmaya geçer; Dinlerin evriminin doğru olmadığı, İslamın Adem’den itibaren varolduğu, değişik adlarla da olsa peygamberlerin daima İslam’a çağrı yaptıkları, namaz, oruç, hac, zekat, kurban, sünnet vb. ibadetlerin başından beri olduğu ancak toplumların zamanla İslam’dan saparak putlar ve ilahlar edindikleri, İslam’dan miras aldıkları ibadetleri bu putlara ve ilahlara yaptıkları şeklindedir.


Örneğin büyük çoğunluğu müslüman olan Türkler zamanla İslam’dan saptığını, putlar edindiğini ve Allah’a ilaveten ay tanrısı, güneş tanrısı vb. ilahlara taptığını ama namaz kılmaya, oruç tutmaya, hacca gitmeye, zekat vermeye, sünnet olmaya devam ettiğini düşünelim. Türklerde bunlar var mı? Yok! Bu ibadetlerin Türklerde olmayıp Arap putperestlerince korunması nasıl izah edilebilir? Kabul etmesi zor olsada sonuçta tüm müslümanlar Arabistanda inanılan bir dişi tanrıya inanmaya devam ediyor. Kuran esas itibariyle Arap putperesliğine ve geleneklerine yer verdiği için Yahudiler, Hiristiyanlar ve “Hanifler müslüman olmaktan kaçınmışlardir, Abû Amr olayi bunun tipik örneklerinden biridir. Medîne’de Evs’lerin liderlerinden biri olan Abû Amr b.Seyfi b. al-Numan, Muhammed’in bütün israrlarina ragmen Islâmiyeti kabul etmez. O kadar ki sirf Islâm’a karsi oldugunu anlatmak için kendi toplumunu terkedip Mekke’ye göç eder. Fakat az zaman sonra Medine’ye döner ve Muhammed’in yanina giderek sorar: “Nedir senin getirdigin din?”. Bu soruya Muhammed: “Benim getirdigim din Haniffiya’dir, yani Ibrahim’in dini’dir” diye cevap verir. Bunun üzerine Abû Amr söyle der:”Eger getirdigin din Ibrahim’in dini ise, benim de izledigim zaten o’dur”. Fakat Muhammed ona :”Hayir senin izledigin din, Ibrahim’in dini degildir” deyince Abû Amr kizar ve söyle karsilik verir: “Evet o’dur, fakat sen, Ey Muhammed, Haniffiya dinine ait olmiyan seyleri (Ibrahim’in dinine) ekledin”. Bucevaba karsi Muhammed: “Hayir ben onu en saf sekliyle getirdim” deyince Abû Amr dayanamaz ve Muhammed’i yalancilikla suçlayarak söyle der: “Tanri yalanciyi evsiz barksiz ve yapa yalniz biraksin ve gurbette öldürsün” . Daha baska bir deyimle Abû Amr sunu anlatmak ister ki Hz.Muhammed, Kur’ân’i Arap geleneklerine yer veren hükümlerle doldurmaktadir. C-Fİl Olayı Birde kuranda Fil Suresi vardır ki bu süreyi ve surede anlatılan olayın islam tarihindeki iniş nedenini okuyan biri bu işteki garipliği anlayabilir. İslami Kaynaklarda Fil Olayı: Habeşistan Krallığına bağlı Hristiyan Ebrehe Yemen valiliğini sürdürdüğü sırada San’â şehrinde “Kulleys” denilen ve yer yüzünün hiçbir yerinde benzeri görülmeyen bir kilise yaptırdı. Sonra kral Necâşî’ye bir mektup yazarak : “Ben senin için eşi ve benzeri görülmemiş bir kilise yaptırdım, Arap hacıları bu kiliseye çevirinceye kadar bu işin peşini bırakmayacağım.” dedi. Araplar arasında bu kiliseden bahsedilince, Fukaymoğullarından birisi öfkelenerek çıkıp bu kiliseye geldi ve def-i hacetini yapıp burasını


kirlettikten sonra ailesinin yanma geri döndü. Bu durum Ebrehe’ye bildirildiği gibi ayrıca ona bunu yapan kimsenin Arapların hac maksadıyla Mekke’de ziyaret ettikleri Ka’ be taraftarı birisi olduğunu ve hacıların Ka’be’den buraya çevrileceğini duyduğu için öfkelenerek bunu yaptığını, söylediler. Bunun üzerine Ebrehe Öfkelendi ve Mekke’ye gidip Ka’be’yi yıkacağına dair yemin etti. Böylece Ebrehe yanında bulunan Mahmûd adındaki fil ile beraber yola çıktı. Bir rivayete göre, Mahmûd adlı filin peşinden giden on üç fil daha vardı. (Kur’an’da fil kelimesi tekil geçer) Mekke yakınlarında kendileriyle çatışan Nüfey’lin ordusunu yenip kendisini esir aldılar ve onu rehber olarak kullandılar. Kureyşliler Ebrehe’nin ordusunu haber alınca “Bu orduyla savaşa bizim gücümüz yetmez” diyerek şehirden kaçıp dağ eteklerine sığınırlar. Ebrehe Ka’be’yi yıkıp tekrar Yemen’e dönmeğe kararlıydı. Nihayet Mekke’ye vardıkları bir sırada Nüfeyl gelip filin kulağından tuttu ve ona : “Ey Mahmûd! Çök, sonra sağ salim geldiğin yere geri dön; çünkü Allah’ın beldesi Haram’da bulunuyorsun.” dedi ve filin kulağını bıraktı, bunun üzerine fil kendisini yere bırakıverdi. Nüfeyl ise bütün gücüyle koşup dağın tepesine çıktı. Habeşli askerler, çöken fili kaldırmak için bir hayli dövdüler, fakat fil yine de yerinden kalkmadı. Bu defa fili Yemen tarafına doğru çevirdiler ve fil koşmağa başladı. Aynı şekilde fil Suriye tarafına çevrilince yine koşmasını sürdürdü. Bu defa filin yönü doğuya çevrildi ve fil yine koştu. Fakat Mekke tarafına çevrilince tekrar yere çöktü ve yerinden kıpırdamadı. Bu sırada Allah, onların üzerine deniz tarafından kırlangıç kuşuna benzeyen sürüler hâlinde kuşlar gönderdi; bu kuşların her birinin gagasında bir, ayaklarında ikişer taş bulunuyordu. Mercimek ve nohut tanesi büyüklüğünde olan bu taşları kuşlar getirip üzerlerine bıraktılar. Bu taşlar kime isabet ettiyse öldürdü, fakat atılan taşlar hepsine isabet etmemişti. Bu defa Allah, bir sel gönderip onları denize sürükledi. Bu sırada Ebrehe ile birlikte kurtulanlar geldikleri yola doğru koşuşmaya ve Yemen’e giden yolu göstermesi için Nüfeyl’i aramaya başladılar. Nüfeyl Allah’ın onların üzerine indirdiği bu felâketi görünce şu mealdeki mısraları söyledi: “Allah, peşini bırakmadıktan sonra nereye kaçıp kurtulacaksın. Artık Ebrehe galip değil, mağlûp durumdadır.” Ebrehe’nin cesedi öyle bir hâle geldi ki, “bütün uzuvları tek tek döküldü; öyle ki San’â’ya getirdiklerinde kuş kadar kalmıştı. Ölmezden önce göğsü yarılıp kalbi dışarı çıktı ve bundan sonra öldü. Bu olaydan sonra Arapların katında Kureyşlilerin itibarı arttı. Bu yüzden Araplar Kureyşliler için: «Onlar ehlullahtır (Allah’ın yakınlarıdır), bu yüzden Allah Habeşlileri helak edip onların başından uzaklaştırdı.» dediler. (Kaynak: İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/428432.) Fil olayında inanç yönünden tutarsızlıklar ve gariplikler vardır. Bunları görelim:


1-Habeşistan ve Yemen Hristiyan hakimiyetindedir. Habeşistan kralı Necaşi ve Yemen valisi Ebrehe Hristiyandır. Yani, İslam’a göre kitap ehlidir ve müşrik değildir. Kureyşliler ise müşriktir. 2-Ebrehe’nin büyük bir kilise inşa ettirdiğini, insanları kiliseye yönlendirmek istediğini tarihi kaynaklar yazar ve bu mabette tek bir put yoktur. Ama Kabe putlarla doludur ve bir müşrik Arap, Yemen’deki bu kiliseyi pisletmiştir. Peki Kuran’a göre kiliselerin bir değeri var mıdır? HAC-40 “Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.” 3-Filin her yöne gidip Mekke’ye gitmemesi ve Kuşların gagalarında ateş taşları taşıyıp orduya atmaları ve bu taşlarla ordunun telef olması bilimdışıdır. 4-Böylesi mucizeleri gören ve duyan herkezin putperest olması gerekirdi. Müşrikler bu olaydan sonra putlara tapmaya devam etmiştir. Allah müşriklerin putperestliğe devam etmelerine olanak sağlamıştır. Allah’ın müşriklerden yana olup, kendisine en yakın inananları helak etmesi mantıklı değildir. Kaldı ki belki Ebrehe’nin ordusunun içinde ”putperest” bir kavimle savaşmaya gittiğini düşünen, bölgeyi putlardan temizle amacıyla orduda bulunan Hristiyanlar da olabilir. 5-Eğer Allah Kabe’yi korudu müşrikleri değil dersek, daha sonraki olaylarda Allahın Kabeyi neden korumadığını açıklayamayız. Kabe İslam tarihi boyunca birkaç kez saldırıya uğradı, yakıldı-yıkıldı. Hacerülesved parçalandı, hacılar katledildi. Sel baskınlarına uğradı. 6-Bu olayın doğru olduğuna delil olarak, putperestlerin Fil suresine itiraz etmedikleri gösterilir. Putperestlerin itirazlarının olup olmadığı bilinemez. Çünkü Kur’an’dan başka hiçbir kayıt-kanıt bırakılmamış yok edilmiştir. Ayrıca Fil Vakası bir putperest efsanesi olabilir. Önemli olan putperestlerin değil, Hristiyanların itirazıdır ki, Kur’an’da böyle bir itirazdan söz edilmemişdir. 7-İslam kaynakları Ebrehe’nin maddi çıkarları için bu seferi düzenlediğini yazar. Öyle olsa bile Ebrehe’nin amaçlarının arasında putları temizlemek ve insanları kiliseye yönlendirmek olduğunu söylemek sanırım çok yanlış olmayacaktır. İçinde yüzlerce put bulunan Kabe’nin tevhid merkezi olarak nitelendirilmesi ise tamamen saçmadır. Fil Olayı ne zaman meydana geldi?


Bu olay Peygamber’in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı Araplar arasında “Fil Vak’ası”, geçtiği yıl ise “Fil Yılı” olarak meşhur olmuştur. Ebrehe tarafından yazdırılan, Miladi 543 tarihli bir kitabe vardır “Himyeri Kitabesi”. Fil Olayı’nın bu tarihten sonra olduğu kesindir. Muhammed Hamidullah, Fil Olayı’nın peygamberin doğumundan 3 ay önce, 569 yılında meydana geldiğini yazmaktadır. Nitekim Arapça tarihi kaynaklarda, Peygamber’in “Fil Senesi”nda dünyaya geldiği bilgisi verilir. (İbn Hişam, Siyer, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih) Sonuç olarak; Fil Suresi ve İslam Tarihinde anlatılan yazılış nedeni bu olayın bir Putperes efsanesi ve Kuran’ın da Putperes bakış açısı ile yazıldığını net olarak ortaya koymaktadır.

3-Sözde Cahiliye Devri Arap yarımadası, İslam öncesi dönemlerde şehir devletleri ve bağımsız kabilelerden oluşan toplum ve idari yapıya sahipti. İlk defa Hicaz bölgesinde İslamiyet’le birlikte bir devlet kurulmuştur. Arabistan köklü geçmişe ve kültüre sahip olan İran ve Bizans devletlerine komşu olduğundan bu iki kültürden büyük oranda etkilenmiştir Yarımadanın içindeki göçler sebebiyle hemen hemen her tarafında çeşitli din ve fikir cereyanlar Arabistan’da tanınmış ve yerleşmiştir. Bu cereyanlar yarımadada az yada çok taraftara sahip olduğu gibi belirli bölgelerde de ortaya çıkmıştır. İşte bu canlı kültürel yapı sonuçta islamı doğuran Arap kültürünü oluşturmuştur. Araplar arasında İslamiyet’ten önce Sabiilik, Mecusilik, Putperestlik, Haniflik, Yahudilik ve Hristiyanlık gibi dinler yayılmış ve Araplar üzerinde birçok tesirler meydana getirmiştir. İslam’dan önce Araplar, Güneyli-Kuzeyli veya Adnani-Kahtani olmak üzere iki gruba ayrılmış olarak karşımıza çıkmaktadır. İklim ve coğrafyanın gereği olarak bedevi bir hayat yaşayan Araplar, din olarak da totemizm, animizm ve fetişizm gibi aşamalardan sonra gelen putperestliği benimsemiştir. (Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara 1997, s. 63) Arap yarımadası, gerek kuzey-güney ve gerekse doğu-batı arasında ticaret yolları üzerinde bulunmaları sebebiyle çok eski devirlerden beri birçok medeniyet ve dinlere beşiklik etmiştir. Ancak çevrelerindeki milletlerden etkilenerek bünyelerinde birçok değişiklikler meydana gelmiştir. Tarihte bu devir Araplarından bahsedilirken “Cahiliye çağı” deyimi kullanılmaktadır. (Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, A.Ü.İ.F. Ankara) İslam öncesi “Cahiliye Devri” ifadesinden Arapların bütün medeniyetlerden mahrum oldukları sonucu çıkarılmamalıdır. Hatta bazı kaynaklar, ilmin zıddı anlamındaki cehaleti İslam öncesi Araplar için kullanmaktan kaçınmış, bu ifadenin İslam öncesi dönemi belirtme için kullanıldığını kaydetmişlerdir. Gerçekte İslamiyet Öncesi Arap Yarımadasında canlı siyasi ve kültürel


hayat sözkonusudur. (Kaynak: Risalet Öncesinde Arap Yarımadasında Dinler ve Bir Peygamber Beklentisi – İ.F.D. 6 (2001) S.87-102) A-Siyasi ve Sosyal Yapı Siyasi anlamda kabileler halinde yaşayan Arapların her kabilesi ayrı bir cemaat hüviyeti taşımakta, bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini kendi ellerinde bulundurmaktaydı. Ancak tehlikeli durumlarda savunma yapmak amacıyla kabileler birlikte hareket ederlerdi. Sosyal yapı bakımından Arap toplumunda hür, esir ve mevali (özgürlüğü almış esirler veya Arap olmayanlar) şeklinde üç çeşit sınıf vardı. Özgür insanlar ortak bir yaşam sürdürmelerine rağmen bunlar arasında birtakım ayrıcalıkları olanlar mevcuttu. Sözde Cahiliye devrinde Arap Yarımadası canlı bir kültürel yapıya ve çok çeşitli dinlere evsahipliği yapmaktaydı. B-Panayırlar Arap toplumunda iktisadi ve kültürel hayatın önemli bir parçasını panayırlar oluşturmaktaydı. Bu panayırlar senede bir ve belirli günlerde tesis edilirdi. Buraya her taraftan ve her kesimden insanlar gelirdi. Siyasi faaliyetlerin yanı sıra adli ve kültürel faaliyetlerin de yürütüldüğü ve yıl boyunca muhtelif yerlerde kurulan bu panayırlar tüccarlar için de önemli bir müesseseydi. Bu panayırların en meşhurları; ‘Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz’dır. Bunlardan Ukaz; Taif ile Necd arasında bir yerde Mekke’ye üç merhale ilerde idi. Mecenne ise Mekke’nin batısında yer alan bir kasabanın veya dağın ismidir. Zül-Mecaz ise Arafat yakınındadır. C-Ticaret Araplarda ticaret bir hayli gelişmiş, ticaret merkezleri kurulmuş ve ticari anlaşmalar yapılmıştır. Belli başlı kervan yollarının da bulunduğu bir bölge olan Arabistan’da sadece erkekler değil, kadınlar da ticaretle meşgul olmuşlardır. Arapların ticarette ileri gitmelerinin başlıca sebebi, bu bölgenin orta noktada yer alması ve komşularıyla dil yakınlığının bulunmasıdır. Kara ticaretinin yanında deniz ticareti de gelişmiş ve böylece Araplar ticarette bir hayli ilerleme kaydetmişlerdir. D-Sanat Arap bölgesi, aynı zamanda edebi bir merkezdir. Az önce kendisinden söz edilen panayırlar sadece ticaret için değil, bilimsel faaliyetler için de bir merkez durumundadır. Çeşitli yazı türleri, astroloji, ilkel yöntemlerle meteoroloji ve bunlara dayalı olarak mitoloji gelişmiştir. Kahinlik de bir hayli gelişmiş ve güçlü şairlerin yetişmesine sebep olmuştur. Öyle ki Araplar, “sonrakilere kalır da dilden dile yayılır” diye şairlerin hicivlerinden korkar hale gelmişlerdir.


E-Din Hürriyeti İslamiyet öncesi Arap Yarımadasında Putpereslik, Sabilik, Musevilik, Hıristiyanlık, Mecusilik ve Haniflik, vb… Dinleri barış ve hoşgörü içerisinde yüzyıllarca birarada yaşamışlardır. Bu hoşgörü ve barış ortamı İslamın ortaya çıkmasıyla bozulmuş, müslümanlıktaki katı hoşgörüsüzlük neticesi birdizi savaşlar, sürgünler ve katliamlar sonucu bu dinlerin kökü kazınmış vede Arap yarımadasında din özgürlüğü sona ermiştir. F-Cahiliye Devri Yalanları Cahiliye devrine ait, gerçek olmayan veya çok abartılarak verilen, insanları islamın ne kadar mükemmel bir din olduğunu anlatmak için uydurulan yalanlardır. 1-Cahiliye döneminden önce kız çocuklar doğar doğmaz gömülüyordu denir. Soruyorum madem kızlar gömülüyordu bu insanlar nasıl ürüyordu? Hz.Muhammed’in annesi aslında erkek miydi? cahiliye döneminde kızların diri diri gömüldüğünü iddia edenler; islamdan sonra ne değişti? Artık kadınlar diri diri beline kadar gömülüp taşlanarak öldürülmüyor mu? 2-Cahiliye devrinde insanlar cahildi. o yüzden adı cahiliye. Yukarıda kısa ve öz anlatıldığı gibi islam öncesi Arap yarımadasında ki kültürel yapı günümüzle kıyaslanamayacak kadar çeşitli ve canlıydı. İslam öncesinde farklı dinler ve uluslar barış içinde aynı şehri ve coğrafyayı paylaşıyor, günümüzde Arabistanda hayal bile edilemeyecek bir hoş görü ortamında yaşıyorlardı. Bu sözü söyleyenlere; İslam öncesi Arap yarımadasındaki canlı ticaret, panayırlar, değişik dinlerin bir arada barış ve huzur içinde yaşaması, Şairler, şiir yarışmaları nedir peki? Diye sormak gerekir. 3-İslamdan önce herkes putlara tapardı. kabede putlar vardı. şimdi putlara tapmıyoruz. kabenin etrafında 7 defa dönmek, şeytan taşlamak, günde 5 kere kabeye karşı namaz kılmak ve hacerül esvet taşını öpmek ve şefaat dilemek nedir söyler misiniz? G-Cahiliye Devri Gerçekleri İslam öncesi Cahiliye döneminin önemini küçümsememeliyiz. Unutmayalım ki Cahiliye devri İslamın doğduğu ve geliştiği bir dönemdir, kısacası İslamı Cahiliye devri yarattı diyebiliriz. Aslına bakarsanız günümüz İslam ülkelerinde Cahiliye Dönemi kanlı canlı devam da etmektedir.


Cahiliye döneminin kriteri İslam dini ise ve bu dönem İslam’ı yaratmışsa, cahiliye dönemi İslam yaşadıkca var olmaya devam edecek demektir. Çünkü günümüzde İslam inancını oluşturan bütün dini öğretiler cahiliye devri denen bu dönemde ki Putperes Arap geleneklerinin biraz değiştirilip Musevilik ile harmanlanması sonucu meydana gelmiştir. İslam kültürünün ana kaynağı Cahiliye devri Arap kültürüdür. Gerçekten de günümüzde şeriatle yönetilen bütün Müslüman ülkelerde bu dönem kanlı canlı yaşanmaktadır. İslamın Cahiliye devrinden ithal ettiği ve daha da katı hale getirdiği bütün öğretiler bu ülkelerde günümüzde uygulanmaktadır örneğin İran’da Müslüman’lar Tahran üniversitesinde zorunlu toplu cuma namazları kılmakta, şeriat ülkede terör estirmekte ve kadınları acımasız idama götürmektedir. İslami öğretide ki kadını aşalayıcı hükümler nedeniyle İslam ülkelerinde ve özellikle şeriat hükümlerinin katı uygulandığı Afganistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde kadınların can ve mal güvenliği yoktur. Bu ülkelerde kadınlar alenen dövülmekte ve yüzleri, gözleri kezzapla yakılmaktadır. Suudi Arabistanda kadınların araba kullanmasına bile izin verilmemektedir. Sudan’da ve Nijerya’da, ırzlarına geçilen yani tecavüze uğrayan kadınlar recm ile cezalandırılmaktadırlar. Bütün bu gerçeklere rağmen gene aynı islam çoğrafyasında din propagandası yapanlar tarafından İslam’ın kadınların haklarını verdiği ve İslamın kadını yücelttiği yalanı etrafa yayılmıştır. bu çoğrafyanın en büyük talihsizliği İslamın İlahi bir öğretiye çevirdiği için kalıcı hale gelmiş Ortacağ Arap kültürünü yaşamak zorunda kalmasıdır. Bütün bu uygulamlar aşağıda değineceğim diğerleri de cahiliye denen dönemden kalmışlardır. Cahiliye dönemine ve o dönemin ürünü olan İslam’a ait batıl inançlar Ülkemizde özellikle Anadolu’nun küçük köy ve kasabalarında değişmeden devam etmektedir. Destursuz işememek, karanlık bir yolda yürürken cinleri kaçırmak için iple bir teneke kutuyu çekmek, doğum yapan kadınları şeytanın etkisinden korumak için plasentayı evin uzağında bir yere gömmek, cin çıkarmak, şeytan taşlamak, kaybolan bir malı bulmak için 40 kere Yasin okumak, eşiği önce sağ ayakla geçmek, göbeğe yazı yazdırmak, muska taşımak ve daha aklıma gelmeyen yüzlerce batıl inanç günümüz İslam ülkelerinde sağdır ve sıhhattedir. Evet. Cahiliye dönemi diye bir dönem varsa, Müslüman’ların o dönemi henüz aşmadıklarını söyleyebiliriz. Çünkü İslam’ın tanımını yaptığı bir cahiliye dönemi hiç bir zaman olmamıştır. Yukarda değindiğim cahiliye dönemi, İslam’ın neden olduğu cahiliye dönemidir. İslam’dan önceki dönemi, cahiliye dönemi olarak nitelendirmekte israr edenler için şu kadarını hatırlatmakta yarar var: İslam, kendisinden önceki dönem için cahiliye dönemi terimini kullanmıştır ama, o dönemdeki bütün gelenek ve görenekleri, batıl olsun olmasın bütün inançları, bünyesine almış ve günümüze kadar taşımıştır. İslam’la kaynaşan


o gelenekler yasallaşmış ve daha kabul edilir hale gelmişlerdir. Onları teker teker saymaya gerek bile yoktur. İslam öncesi cahiliye dönemi yoktur. 1400 yıldır devam eden bir cahiliye dönemi vardır.

4-Gerçek Din Nedir? Ülkemizde hertürlü tartışma ortamında islami öğretide bulunan ve çağa uymayan ayet, hadis, tarihi bilgi ve belgelerle ilgili Müslümanların savunma argümanlarını şöyle sıralayabiliriz; -Ayetlerde çeviri hatası var. -Hadisler uydurma. -Tarih kaynakları uydurma. Peki gerçek nedir? Gerçek, sizin kendi keyfinize göre yorumladığınız “din” midir? Gerçek Din, bunca alimin yanlış anladığı, ömrünü Kuran okumaya adamış ve Arapçayı çok iyi derecede bilen alimlerin yüzlerce yıldır yanlış yorumladığı, ama sizin doğru anladığınız şey midir? Apaçık kitabın hali bu mu? “Son din”in bile “tek çatı”sı yok. Kuran korundu mu yoksa ayetler çıkarıldı mı? Şii mi olacağız, Sünni mi? Hepiniz birbirinizi kafir ilan ediyorsunuz. Hadisleri kabul edenler ve kabul etmeyenler, birbirini kafir ilan ediyor. Hadisleri kabul mu edeceğiz? Yoksa çöpe mi atacağız? Hadi diyelim ki bu ayetleri sadece sizler (yenilikci müslümanlar) doğru anladı. O zaman diğer tüm ilahiyatçılar cahil midir? Ya da Kafir midir? Yoksa sizler mi kafirsiniz? Buhari, Müslim, Tirmizi vs. bir ömür boşuna mı uğraşmıştır? 1400 yıl boyunca kabul edilen tarih kaynakları uydurma mıdır? Yoksa bu tarih kaynakları, yine sizin işinize geldiği gibi kabul ettiğiniz ya da “çöpe attığınız” şeyler midir? -Taş atan çocuklara dua eden Muhammed: Kabul edildi. -Beni Kureyza katliamı: Reddedildi.


Bu mudur objektif bakış açınız? Ayetlerde neden çeviri hatası vardır? Hatalı çevrilecek kitabı “Allah” neden yollamıştır? Hatasız çevrilecek kitap yollayamamış mıdır? Yoksa bu da mı imtihan? Nisa 34’te kadına dayak var mı? Yoksa “kadına dayak” uydurma mı? Kime inanacağız? Yazı-tura mı atacağız? Alimler bu işi biliyor mu, bilmiyor mu? “Miras-feraiz” tartışmasına gelince “Ben anlamam, alimler bilir.” Nebe 33, Nisa 34, Maide 51 vs. bunlara gelince “Alimler ayetleri çarpıtıyor, doğrusu başka türlüdür.” Maide 38’de “el kesme” var mı? Yoksa bu da mı “çeviri hatası”? Neden bu ayetlerin doğru çevirisini sadece siz anlıyorsunuz? Neden bu ilahiyatçılar, hemen hemen her konuda birbiriyle çelişiyor? Böyle bir “hak din” düşünülebilir mi? Kendinize bunları sormanız gerekmez mi? Allah, bu kadar ortalığı karıştıracak bir din’i neden göndermiştir? neden 1 ayetin 3-5 çeşit farklı yorumu vardır? birinin “elma” dediğine öbürü “armut” diyor. bu mudur insanlara rahmet olan şey? daha Aişe’nin evlilik yaşı hakkında bile bir karar veremiyorsunuz, 6 mı 18 mi? her kafadan bir ses çıkıyor. 6 olduğunu iddia edenler sadece “dinsizler” mi? Buhari’nin hadisi ne olacak? Buhari “dinsiz” midir? Buhari “peygamber’e iftira atan kafir” midir? Araplar neden 6 diyorken, başkaları 18 diyor? Şimdilerde “Mealden, tefsirden din öğrenilmez” sözü çok moda. Meal dediği, tefsir dediği Kuran’ın ta kendisi. Siyer: İşine geleni al gelmeyeni yoksay. İbn-i İsak zaten güvenilmez. nede olsa siyer ilminin kurucusu yazdıklarının bir kısmı sevgili peygamberlerine yakışmayan hakaret içeren davranışlar, hiç peygamber yaparmı öyle şeyler. Meal ve Tefsir: Kafana göre kelimelerin anlamlarıyla oyna, ayetlere olmayan anlamlar yükle en çağ dışı ayeti bile bir numaralı bilimsel ayet haline getir. Meal çarpıtmalarına güzel bir örnek Süleymaniye Vakfı sitesinden: Kehf 18/89-91 “Sonra (Zülkarneyn) bir yola girdi ve sonunda güneşin batmadığı yere vardı. Baktı ki güneş, bir toplumun üzerinde dolaşıyor ama onunla toplum arasına bir örtü koymamışız. İşte böyle; o toplumun her şeyini elbette biliyorduk.” Diyanet İşleri Meali:


KEHF 18/89. “Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda güneşin doğduğu yere ulaşınca, güneşi, kendilerini elbise, bina gibi şeylerle örtmediğimiz bir millet üzerine doğuyor buldu. İşte bunun gibi, onun yaptıklarının hepsini baştanbaşa biliyorduk.” Ayete attıranın taklanın boyutunu görüyormusunuz? Dünyayı düz tasvir eden bir ayet attırılan taklanın etkisiyle olmuş bir numaralı bilimsel ayet. Çok değil 5 veya 10 sene sonra diyanetin kuran mealinde bu ayetler aynen bu şekilde meal edilirse şaşırmayın. Tüm bu tartışmaların içinden çıkabilecek misiniz? Trafik kurallarını düşünün. birinin “yeşil” dediğine öbürü “kırmızı” derse, ne olur bunun sonucu işte ne yazık ki “son din” denilen islam’ın da hali bu. sonuçları da ortada. apaçık kitabı daha tam doğru anlayabilen, çevirebilen ve yorumlayabilen yok. Bütün konulara yapılan savunmalar bundan ibaret. çeviri hatası, meal hatası, uydurma hadis. başka bir savunma argümanı yok. Şimdi siz düşünün artık, “insan sözü” mü, yoksa “allah kelamı” mı diye.

5-Ülkemizde Din Savunmaları Ülkemizde dini konularda ki savunmalara ve çarpıtmalara 3 örnek verelim. 1 – Maide 38’de “EL KESMEK” yoktur derler… (bkz. Yaşar Nuri) 2 – Nisa 34’te “KADINA DAYAK” yoktur derler… (bkz. Yaşar Nuri, Edip Yüksel vs.) 3 – Kuran’da sadece “SAVUNMA SAVAŞI” vardır derler… (bkz. Yaşar Nuri vs.) Bunların haricinde, şu tip savunmalar sık görülür: 1- Gerçek İslam bu değil, siz İslam’ı yanlış anlıyorsunuz. 2- İslam’ı kafirlerden (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Taberi, Suyuti… gibi kafirler!) öğreniyorsunuz. 3- Kuran’a önyargılı yaklaşıyorsunuz. 4- Araplar gerçek İslam’ı anlamıyor! (yanlış meal okuyorlar çünkü) 5- O ayet öyle değil, çeviri hatası var. 6- O ayetin meali yanlış çevrilmiş. 7- O ayeti anlaman için TEFSİR okuman lazım. 8- İlk 7 madde işe yaramazsa: “O ayetin hikmetini Allah bilir, biz bilmeyiz.” Hadisler? 1-Vardır, ama sadece GÜZEL olanlar gerçektir, diğerleri UYDURMA’dır. 2-Hadisler yoktur. (Buhari, Müslim, Tirmizi vs. bir ömür BOŞU BOŞUNA uğraşmış)


İslam tarihi? 1-Vardır ama sadece GÜZEL olanlar gerçektir, diğerleri UYDURMA’dır. 2-Hepsi uydurmadır. Muhammed’in eşleri? – Korumak için evlenmiştir. Cinsel bir alakası yoktur. (Enes bin Malik’in meşhur hadisi yalan oldu.) Aişe’nin yaşı? – Evlilik yaşı 18’dir… (gitti sahih hadisler ve koskoca islam tarihi) Safiyye, Cüveyriyye falan, zorla alınmışlar? – Uydurmadır. (gitti koskoca İslam tarihi.) Kuran’daki çelişkiler? – Çelişki beyninizde. Lütfen bu savunmalarla kendinizi kandırmak yerine gerçeklerle yüzleşin ve çocuklarınıza gerçekleri miras bırakın. Bu kitabı baştan sona okuduğunuzda bildiğiniz İslamın gerçek din olmadğını, dini öğretilerin yalanlar üstüne bina edildiğini, İslamda hoş görü ve barışın dini olmadığını göreceksiniz. Örneğin; Kuran’da ki iyilik emirleri sadece müslümanlara yöneliktir. Başka din mensuplarına bunları yapamazsınız. Kurana göre; Onları gördüğün yerde öldürürsün. Aşağılayarak cizyeye bağlamalısın. Onları dost, yardımcı, sırdaş, vs edinemezsin. Kuranda bunlar yazar. Böyle bir inanç sisteminde insani değerlere yer olur mu? Acı gerçek tatlı bir yalandan daha faydalıdır. Hayat İslamın doğmatik ve ilkel inanç sistemi ile heba edilmeyecek kadar değerlidir.

6-Ahlak’in Kaynagi Din mi Biyoloji mi? Pek çokları için ahlaklı yaşam dindarca yaşamın eş anlamlısı olarak görülür. Matematik öğrencileri için 1=1, kimya öğrencileri için Su=H2O neyse, dini eğitim alan insanlar için de, Ahlak=Din’dir. Bu denklem basitmiş gibi görünüyor ama konuyla ilgili üç değişik çıkarım yapılabilir. Birinci ihtimal, eğer din ahlağın tek kaynağıysa o zaman din eğitimi almayanlar ahlak yoksunu biçimde günah denizinde başıboş dolanıyorlar demektir. Dinibütün olanların elinde ise çok özel bir ahlaki pusula vardır. İkinci ihtimal, aslında herkesin içinde neyin ahlaki açıdan doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir mekanizma vardır, ama dini eğitimi olanlar bu mekanizmayı daha verimli kullanırlar ve kendilerini korurlar. Üçüncü ihtimal ise, dinler bazı ahlaki değerlere yer vermiş olabilirler, ama bu tüm dini öğütlerin doğru olduğu anlamına gelmez. Bazı dinlerde bulunan merhamet, bağışlama ve empatiyi benimserken, bir yandan da


aynı dinlede bulunan ayrımcılığı, nefreti, öfkeyi, din için başkalarını öldürmeyi ahlaksızca bulabiliriz. Bu yorumlarımla dinlere ya da dinlere inanan topluluklara karşı bir tavrım yok. Ancak “dinler ahlağın tek ve en mükemmel kaynağıdır” tezine karşı duruyorum. Peki ahlaki değerlerimizin kaynağı din değilse, diğer etmenler neler olabilir? Bu soruya verilebilecek yanıtlardan biri, zihin üzerine yapılan çalışmalardan gelebilir. Yapılan son araştırmalarda, tüm insanların, genç ve yaşlı, kadın ve erkek, tutucu ya da liberal, budist ya da yahudi, ilkokul mezunu ya da profesör, dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun ahlakla ilgili aynı biyolojik koda sahip olduğunu gösteriyor. Bu evrensel kodumuz, bilinçaltında kararlarımızı etkileyen ilkeler ve prensipler sağlıyor. Tarafsız, rasyonel ve duygulardan bağımsız ilkeler. Kime yardım edeceğimizi ya da kime zarar vereceğimizi bize doğrudan söylemiyor. Bunun yerine, karşılaştığımız olayları kavramamızı sağlayan soyut kurallar vasıtasıyla neyin kabul edilebilir, neyin kabul edilemez olduğunu sezgilerimizle anlamamızı sağlıyor. Üstelik bunu adil biçimde yapıyor. Peki bunun bir kanıtı var mı? Çoğu senaryo ahlaki ikilemler içeriyor. Önyargılı karar vermemeniz için daha önce karşınıza çıkmayan örnekler veriliyor. ‘Ötenazi’ ya da ‘çocuk aldırmak’ gibi tartışmalı, kanunların ya da dinlerin bir şekilde yol gösterdiği veya karara bağladığı sorular sorulmuyor. Örneğin; bir hastanede ölüm-kalım durumundaki beş farklı hasta, beş farklı organ nakli için beklerken, o sırada tesadüfen hastanede bulunan sağlıklı bir kişinin organlarının alınıp, doktorların diğer beş hastayı kurtarmasına izin verilebilir mi? Veya bir fabrikada, bir kaçaktan dolayı zehirli gazın sızacağı odadaki kişilerin ölmemesi için, bir başka kişinin bacadan içeri itilerek gaz salınımının durdurulması, böylece 7 kişi yerine 1 kişinin ölmesine izin verilebilir mi? Bunlar gerçekten sezgilerimizi zorlayan ahlaki ikilemlerdir. Bizi ‘hayat kurtarmak iyidir’ ile ‘öldürmek kötüdür’ arasında senaryo gereği bir çatışmaya iter. Araştırmalarda, bunlar gibi yüzün üzerinde ikileme verilen binlerce cevaba baktığımız zaman insanlar arasında kadın-erkek, inançlı-inançsız, tutuculiberal, genç-yaşlı hiçbir fark olmadığını görüyoruz. İlk defa karşınıza çıkan olaylarda verdiğiniz ahlaki kararlarda, kültürel geçmişiniz hiçbir rol oynamıyor. Bu durumlarda sizi bilinçaltından gelen ses, biyolojik kodunuz yönlendiriyor. Eğilimlerimiz, müdahale etmenin kendi haline bırakmaktan daha kötü olduğu yönünde. Birine müdahale ettiğimiz zaman eğer onu mevcut durumundan daha kötü bir duruma getiriyorsak, amacımız çok


daha büyük ve önemli de olsa yaptığımızın yanlış olduğunu düşünürüz. Bu, engellenebilen zarar ile engellenemeyen zarar arasındaki farktır. Hastanedeki sağlıklı olan kişiyi öldürmektense, diğer beş kişiyi ölüme terkederiz… Bu seçim duygusal değildir, taraflı değildir ve genel geçerdir. Peki bu biyolojik kod evrenselse ve herkesin içinde varsa neden insanlar arasında buna uymayan pek çok yanlış ve ahlaksız davranış var? Bunun cevabını anlamak için duyguları, hisleri ve grup psikolojisini düşünmek gerekiyor. Sinema sektörünün de favorilerinden olan soğuk kanlı bir psikopatı ele alalım. Onları; pişmanlık duymayan, suçluluk hissetmeyen, utanmaz, doğruyla yanlışı ayrırt edemeyen kontrolsüz canavarlar olarak düşünürüz. Ancak yapılan araştırmalarda aslında onların da neyin doğru ya da yanlış olduğunun farkında olduğunu ancak umursamadıklarını gösteriyor. Yani aslında ahlaki algıları bütün, ancak duyguları hasarlı ve davranışları da bu sebeple anormal. Burada yetiştirmenin ve eğitimin önemi ve tehlikesi ortaya çıkıyor. Bir grupta sürekli grup üyelerini över, kendi kendilerini yüceltirseniz, isteyerek ya da istemeyerek o grubun dışında kalanları ötekileştirir ve nefret tohumları ekersiniz. Bu da gruba dahil olmayanların değersizleşmesine, insan sayılmamasına ve hatta parazit olarak görülmesine sebep olur. Bu nefret ve iğrenme yerleştikten sonra ise grup dışındakiler, gruptakiler tarafından ‘temizlenmek’ istenecektir. İnsanlar da dahil tüm hayvanlar grupiçi-grupdışı ayrımını yapabilecek kapasiteye sahiplerdir. Ama grubun seçimi genlerden ziyade yaşam deneyimine bağlıdır. Örneğin, çocuklar üzerinde yapılan araştırmalardan biliyoruz ki bir yaşındaki bebekler kendi ırklarından insanların yüzüne bakmaya, kendi anadillerinde konuşan insanları dinlemeye, hatta aynı dilin kendi lehçelerini konuşanlara karşı dikkat kesilmeye eğilimliler. Bu sosyal kategoriler tecrübeyle ve zamanla kurulur. Ancak önemli olan bunların soyut olduğudur. Örneğin yukardaki ırksal önyargı, anne ve babası farklı ırklardan olan çocuklarda ortadan kalkmaktadır. Çevresinde farklı ırklardan insanlar olanlar, olmayanlara oranla çok daha az önyargılıdır. Bu nedenle ayrımcılığa ve grupsal önyargılara karşı en etkili yöntem farklı dini, ırksal, dilsel, sosyal gruplara açık olmaktır. Yanlış anlaşılmamak için söylediklerimi biraz daha netleştireyim, evrimsel açıdan ahlaki bir yaşam sürmek için tamamen donanımlı biçimde evrimleştiğimizi iddia etmiyorum. Bu iki önemli sebepten dolayı pek olası değil. Birincisi, evrim sürecinin uzunluğu ele alınırsa insanın ahlak değerleri bugün yaşadığımız zamanla karşılaştırılmayacak aşamalardan geçti. Eskiden hiçbir kuralın olmadığı küçük kabileler halinde yaşıyorduk. Şimdiyse kalabalık ve dağınık biçimde, karmaşık kurallar ve kanun uygulayıcılarla beraber yaşıyoruz. Ayrıca bilimdeki büyük gelişim sebebiyle evrim geçiren zihnimizin hiç karşılaşmadığı durumlarla karşı karşıyayız.


İkincisi ise, mevcut ahlaki değerlerimizi anlamaya çalışmak ve mümkünse ilerletmek, ahlaklı bir yaşam sürmenin gereğidir. Bir ahlak eğitimine gerçekten ihtiyacımız var, çünkü kendi ahlak sistemini dayatanlara karşı insanlığın evrensel değerlerini savunan, ayrımcılığa karşı duran ve çoğulculuğu savunan insanlara ihtiyacımız var. Kaynak: Marc D. Hauser – 12 Nisan 2009

7-Aramızdaki Fark Stephen Henry Roberts’ın meşhur sözüyle giriş yapmak istiyorum: “Bence temelde ikimiz de dinsiziz. Sadece ben, senden bir tane fazla dini daha reddediyorum. Sen diğer tüm olası dinleri neden reddettiğini anladığın zaman, benim de neden senin dinini reddettiğimi anlarsın.” Soru: Evet! Aramızdaki fark bu. Neden onca seçilebilir din arasında her inançlı kişi hemen yanındaki dini seçmiştir diğer tüm dinleri araştırmadan incelemeden? İnsanların içinde doğdukları toplumun inancına sahip olması ve kendilerini tek gerçek inanca sahip olmakla şanslı hissetmeleri konusunda hiç şüpheci olmadın mı? Cevap: Şüpeci OLMADIN! Soru: Başka bir ülkede doğsaydın, şu an bağlı olduğun inanca sahip olur muydun? Araştırıp, okuyup, inceleyip şu an doğru sandığın dine yeniden inanacağını düşünüyor musun? Peki Hristiyanlığı, Museviliği, Bahailiği, Hinduizmi, Jainizmi, Budizmi, Taoizmi vs. inceledin mi? İncelemediysen, ki muhtemelen incelemedin Sahip olduğun dinin sana ilk tanıtılan din olduğunun farkında mısın? Sana öğretilen tek din olduğunun farkında mısın? Cevap: Farkında DEĞİLSİN! Soru: İnancın konusunda son derece eminsin, diğerlerinin yanlış olduğunu iddia ediyorsun. Dünya üzerinde binlerce farklı inancın olduğunu biliyor musun? Peki bu farklı inanca sahip kişilerin en az senin kadar inançları konusunda emin olduğunu biliyor musun? Senin kadar haklı olduklarını düşündüklerini biliyor musun? Onların da yanlışlanamaz doğruları olduğunu, dinlerini senin gibi sıkıca savunan insanlar olduğunu biliyor musun? İnandığın dinin doğru din olduğuna inanıyorsun, diğer inançların mensupları senin için sapmıştır, aldatılmıştır, yanlıştır. Peki onların da senin için aynısını düşündüğünü ve seni, senin onları gördüğün gibi görüyor olmalarını hiç düşündün mü? Objektif olarak bakınca yanlış inanca sahip olma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu hiç düşündün mü? Cevap: Yanlış olma ihtimalini hiç DÜŞÜNMEDİN!


Soru: Koskoca evreni, trilyonlarca gezegeni yaratmış olduğunu iddia ettiğiniz tanrı neden kendine tapılmasına bu kadar meraklı hiç düşündün mü? İslamiyete göre diğer din mensuplarınun ve inançsızların cehenneme gideceğini biliyorsundur. Peki elektriğin öncüsü Nikola Tesla’nın inançsız olduğunu biliyor musun? Bu adamın elektriği bulup milyonlarca müslümana tebliğ şansı sunduğu halde cehennemlik olması senin kafanı karıştırmıyor mu? Hiçbir şey yapmadan önüne gelene vardır bir hikmet diyerek yatan adamın cennetlik olması, Tesla gibilerin cehenneme gitmesi kafanı karıştırmıyor mu? Cevap: Kafanı KARIŞTIRMIYOR! Soru: Peki “Yaratılış”ı kabul ederek bilimi reddettiğinin farkında mısın? Büyük Patlama ve Evrimin çeşitli kanıtlarla desteklendikleri ve bilimsel oldukları için birer TEORİ, Yaratılışın ise bilimsel olarak test edilebilirliği ve hiçbir şekilde bilimsel olmadığı için HİPOTEZ bile olmadığını, insanın yaşamı algılama ve yorumlama biçimi olduğunu görebiliyor musun? Cevap: Evrimin bilimsel bir gerçek, dininse ise sadece yorum olduğunu GÖREMİYORSUN Şu ana kadar yazılanlarıın hepsini unutun. En temel görüş ayrılığı sebebimizi söylüyorum şimdi. Sizlerin görmek istemediğiniz ama tüm dinlerin ve islamın kısır döngüsüne dikkatinizi çekmek istiyorum: Allah var mı? Var. kim söylemiş? Muhammed. Muhammed’e allah’ın varlığını kim söylemiş Allah. Allah’ın varlığını muhammed’e bildirdiğini bize kim söylemiş? Muhammed. Allah muhammed’e bunları nasıl söylemiş ? Cebrail vasıtasıyla. Allah’ın bunları muhammed’e cebrail vasıtasıyla söylediğini kim söylemiş? Muhammed. Kuran ayetlerinin kesinlikle allah’ın sözleri olduğunu kim söylemiş? Allah. Kime söylemiş? Muhammed’e. Ayetlerin sadece allah’ın sözü olduğunu bize bildiren kim? Muhammed. Muhammed’i kim peygamber seçmiş ? Allah. Allah’ın muhammed’i peygamber seçtiğini söyleyen kim? Muhammedin kendisi.


Olay bir kişi etrafında dönüyor gördüğünüz gibi. Ben tanıdığım bir adama güvenmiyorken, sen 1400 yıl önce yaşamış hiç tanımadığın, görmediğin, sadece duyduğun ve hepsi aynı bölgeden çıkan kaynaklardan bildiğin birine şüphesiz güveniyorsun. Aramızdaki fark insanlara güvenimiz. Bizler bu yalanın bir parçası olmak istemedik, bu yalanın neye hizmet ettiğini gördük. Korku ve umut temelli bir sömürü düzeninin kölesi olmak istemedik. Siz prangalarınızın farkında bile değilken, biz prangalarımızdan kurtulduk. Aramızdaki fark bu!

8-Bizler Neden İnanmıyoruz? Sizlere bir fikir vermesi için neden İnanmadığımızı listelemek istiyorum, Bu listeye TANRI dahil değildir. Çünkü diğer Deist, Agnostik ve Ateist arkadaşların yerine konuşmak istemiyorum, ayrıca Tanrının varlığını ispatlayamadığımız gibi yokluğunuda ispatlayamayız. Belki vardır belki yoktur bu bilinemez. Listeyi okurken birde siz mantık yoluyla sorgulamayı deneyin. 1-Çamurdan yaratıldığına inanılan iki insanın neslinin ensest ilişkisinden çoğaldığına inanmıyoruz, inananlarada hayret ediyoruz. Üstelik bilimede aykırıdır. 2-Kuran’da ve diğer kutsal denen kitaplarda yazan akla ve bilime aykırı; Tufan, Musa’nın denizi yarması, 6 günde dünyanın ve evrenin yaratılması, Kabe’nin ebabil kuşları tarafından kurtarılması, yıldızların şeytanların atış taneleri olması, konuşan karıncalar, çöpçatan kuşlar gibi çocukca masallara İNANAMIYORUZ. 3-Yusuf’un ve Musanın tarihin en köklü uygarlıklarından biri olan mısır’ı ve onun tanrı olarak kabul edilen Firavunlarını tek başlarına dize getirdiğine inanmıyoruz. Üstelik bu masalların Tarihi gerçeklere aykırı olduğunu da biliyoruz. 4-Yahudi halkının o kadar akıl almaz mucizeler gördükten hemen sonra (denizin yarılması. vb…) kendilerine dana heykeli yapıp ona taptıklarına (Musa hikayesi) inanmıyoruz. 5-Semavi dinlerin yaratıcısının bu kadar insani duygulara sahip olmasını (öfke, nefret, kıskançlık, tuzak kurmak, vb…) gerçekci görmüyoruz. İnsanları sonucu belli bir teste sokan ve kendisine tapınılmayı şart koşan megoloman bir yaratıcıya inanmıyoruz. 6-Mucize olarak görülen Kuran’ın günümüzde uluslar arası anlaşmalara, insani ve ahlaki değerlere aykırı canice hükümleri (Ganimet, cariye, köle, din uğruna insan öldürme, kırbaçlama, el, ayak kesme, vb…) içinde barındırmasına hayret ediyoruz.


7-Kuranın değiştirilmemiş korunmuş olduğuna inanmıyoruz. (İslami kaynaklara göre ve bilimsel kanıtlara göre kuranın değiştiği isbatlı delillidir.) 8-Sözde yaratıcının gözlerimizi perdeleyip, kalplerimizi de mühürleyerek bizleri inançsız bıraktığına inanmıyoruz, üstüne de inanmadığımız için ağız dolusu hakaret ederek üsütüne de sonsuza kadar cehennemde yakacağını söyleyen bir tanrının gerçek olamayacağını biliyoruz. 9-Dünyanın müthiş bir ahenkle döndüğü ve sistemin mükemmel olduğuna inanmıyoruz. 10-Dünyada barış ve huzur, iyilik ve ahlakın dinler sayesinde geldiğine, İslamın kültür ve bilim dini olduğuna inanmıyoruz. Olmadığını biliyoruz. Kanıtı; kuran, hadisler, İslam ülkelerinin durumu ve Tarihi gerçeklerdir. 11-Günümüzde peygamberin örnek insan olamayacağını biliyoruz. Kendinize sorun peygamberin her davranışını örnek alabilirmisiniz? (50 küsür karısı olması, 9 yaşında kızla evlenmesi, savaşlarda yağma yaptırması, evlatlığının karısını alması, katliam emirleri vermesi vb..) Bunları yapabilen birinin gerçek peygamber olduğuna İNANAMIYORUZ. 12-Daha en başından işi garantiye alıp, sorgulamanıza bile izin vermeyen dine inanmıyoruz. ( islamın şartı , kelimei şehadet ki görmediğim duymadığım birşeye tanıklık yapmaktan başka Bir şey değildir, imanın şartları , peygamberlere, kitaplara ve mucizevi meleklere inanmak, bunları yapmadan müslüman olamıyorsun.) Bunun adı dayatmadır. 13-İslam kardeşlik dini olduğuna inanmıyoruz. (Tarikatlar, şiiler ve sünniler gibi binlerce parçaya bölünmüş aralarında husumet olan guruplara ayrılmış bir dine kardeşlik dini denemez.) 14- Gerçek dışı ve eski dinlerde ki tanrılardan kopyalanmış (Horus, vb..) sahte bir hayata sahip İsa’nın peygamber olduğuna inanmıyoruz. (Mısır yazısının çözülmesi ve tarihi kayıtlarla kanıtlanmıştır). Hıristiyanlık Roma imparatorluğunun dağılmaması için yapay olarak ortaya çıkarılan bir dindir. 15-Yıllarca ticaretle uğraşan, yaşadığı kentte soylu bir aileden gelen, bilgili ve görmüş geçirmiş bir tüccar olan Muhammed in okuma yazma bilmediğine inanmıyoruz. 16-Biz neden yaratıldık, yaratıcı neden şeytana izin verdi, cennet cehennem neden var gibi sorulara dinlerin verdiği cevapları doğru ve inandırcı bulmadığımız için kabul etmiyoruz. 17-Sırf inancı var diye; tecavüzcü, katil, cani, ayyaş, pedofili, hırsız, yalancı, dolandırıcı, ihmalkar, şiddet yanlısı ve sapık insanlar günahlarının bedelini ödeyince cennete girebilecek, fakat inancı yok diye kendisi


Dünyanın en iyi insanı olsa bile cehennemde sonsuza kadar yanacak diyen bir dine inanmayı vicdanımız kabul etmediği için inanmıyoruz. 18-Allahın işi gücü bırakıp peygamberin cinsel hayatına bu kadar kafayı takmış olabileceğine inanmıyoruz. Azhap-50 gibi ayetlerin Tanrı sözü olacağına asla inanmıyoruz. 19-Tanrının Peygamber kadınlarını tehdit ederek dedikodu yapmayın deyeceğine ve yoksa yerinize baska temiz bakirler veririz diyecek kadar küçüleceğine inanmıyoruz. 20-Tanrının yağma yaptırıp bu yağma malından 5 de bir hisse isteyecek kadar acımasız, mal, servet ve para düşkünü bir varlık olacağına inanmıyoruz. 21-Tanrının Kadını bu kadar hor gören, aşalayan, erkekler azmasın diye poşete sokacak bir varlık olabileceğine de inanmıyoruz. 22-Günümüzde bir insan tanrıyla konuştuğunu idda ederse deli kabul edilirken binlerce yıl önce yaşayan ve aynı iddalarda bulunan insanların peygamber olduğuna inanmıyoruz. 23-Dinlerin dünyayı algıladığı gibi algılamanın, akla, bilime ve mantığa sığmadığı için ve Ortaçağa ait fikirlerin bugün geçerliliği olabileceğine inanmıyoruz. 24-Tesadüf veya baska nedenlerle basimiza gelen her iyiligin ve kötülügün tanridan geldigine inanmiyoruz. Çok insan inaniyor diye dogru olmasi gerektigine inanmiyoruz. 25-Yaratıcının ilk insanı yaratmak için çamura ihtiyaç duymasına anlam veremiyoruz. İstediği ne varsa ol dedimi oluveren bir tanrının Çamura ihtiyaç duyması mantıksızdır. 26-İnsanları inançlara ayıran dinlere, dinlerin ahlak getirdiğine, Peygamberlerin yol gösterdiğine, Kutsal kitapların ışık saçtığına ve son olarak kutsal kitaplarda anlatılan Tanrıya inanmıyoruz. Bu liste uzatılabilir ama mümkün olduğunca ana hatlarıyla vermeye çalıştığım, mesajı umarım almışsınızdır. Sizler inanmak istemedigimizi buna kendimizi zorladığımızı sanıyorsunuz. Tam tersi, bizler Kuran’ın tercümesini ilk defa okuduğumuzda hayal kırıklığına uğrayan ve İslamı araştırdığımız da. inanabilmek için iyi ve mantıklı sebepler arayan ve İslamı savunabilmek için bin türlü yorumlar düsünenen İnsanlarız. Ama ne yaparsak yapalım YETMEDİ. Ençok hayret ettiğim konulardan biride şudur; Bu ayette şu bildirilmiş bu ayett-i kerimede şöyle buyrulmuş, vs, vs, diye kuranı savunan ve kendince ne demek istediğini anlatmaya uğraşan kimselerin aslında o ayetlerin ne


kadar zavallı ve savunulmaya muhtaç olduğunu gözler önüne serdiklerinin farkına varamamalarıydı. Düşünün lütfen büyük bir tanrı bu aklın alamayacağı evreni yaratan bir güç kalkıp insanla irtibata geçiyor bizi kendine inanmaya çağırıyor ama bizi imana davet ettiği kitabında yazılı ayetler daha açıkça ne istediğini anlatmaktan aciz. Bu Tanrıyı konuşma özürlü görmek gibi bişey. Eğer kuran, tevrat ve incilde anlatılan tanrı gerçek olsaydı, eminim insanlığa asla ama asla bu üç kitabı göndermezdi. Ben bu gücün bukadar aciz olabileceğini asla kabullenemem bu yüzden kendini dindar kabul eden kimselerden daha çok bizler Tanrı kavramına saygılıyız. Çünkü bizler dini sorgulamaya tanrının büyüklüğüne yakıştıramadığımız bu kitapları ve içilerindeki çelişkileri araştırarark başlıyoruz. Doğru cevapları bulduğumuzda da zaten dinden çıkmış oluyoruz. Bir arkadaşım bana sormuştu doğrusu nedir diye bende kendisine eğer dinle ilgili doğruyu ararsan bulduğunda eminol dinden çıkmış olursun demiştim. Sanılır ki bir kimse din konusunda bilgisizliğinden ve cahilliğinden dolayı inancı terkeder. Oysa dinlere inanmayan insanlar iki günde bu kararı vermiş insanlar değildir. Uzun bir araştırma ve sorgulama dönemi ardından dinlere inanmamayı seçen din konusunda oldukca geniş bilgiye sahip kimsler ancak dinsiz olur. Genel durum budur. Falanca ateist veya din dışı akımlara inanan biri bunca sorgulama ve araştırmadan sonra dine tekrar inanmaya başlayıp dinlerde anlatılan bu masallara inanmaya başlamışsa piskolojik sorunlar yaşıyor demektir. Kurana göre de bu kimslerein tekrar dine inaması zaten mümkün değildir. Sonuçta kalplerimiz mühürlenmiş!

9-Semavi Dinlerin Kökeni ve Dinsiz Yaşam 1-Temmuz ayının, Sümer çoban tanrısı Dumuzi’ nin adından geldiğini. 2-Havva adının, Eski bir mezopotamya dilinde ”yaşatan kadın” anlamına geldiğini ve bununda kökeninin, Sümer mitolojisinde, hastalık geçiren bilgelik tanrısı Enkiyi tedavi eden 7 tanrıçadan biri olan, tanrının kaburgalarını iyileştiren tanrıça Ninti olduğunu (Ninti: kaburga kadını, nin aynı zamanda hayat anlamına geliyor, ninti aynı zamanda Hayatın kadını, Can veren Kadın anlamına geliyor). 3-Adem kelimesinin, Aramice Adamo, başka bir mezopotamya dilinde HaAdamo olarak geçtiğini ve Sümerce de ”Kırmızı toprak” anlamına geldiğini.


4-Eski Sümer de çok yaygın bir inanış olan ve İbrani dinlerinin de kökeni olan Ay tanrı kültünün, İngilizcede şu an kullanılan haftanın isimlerine kaynaklık etkidiğini. (Monday: Aya tapılan gün, Saturday: Saturn gezegenine tapılan gün, Sunday: Güneşe tapılan gün.). 5-Arap yarımadasında lakabı Allah olan Ay tanrısı Sinin adının ”Bilgelik Kralı” anlamına geldiğini. 6-İslamda , Kuranın Lehv-i Mahvuz da saklandığı inancının kökeninin Sümer mitolojisi olduğunu. 7-Kuranda geçen “Adn cenneti” kavramının kökeninin İran Veda inancı olduğunu. 8- Mahşerde insanların üzerinden geçeceği anlatılan Sırat köprüsünün kökeninin İran afsaneleri olduğunu. 9-Arkeoloji ve Tarih bilimlerinin elde ettiği günümüze kadar ki verilere göre, dünya medeniyetinin kökeninin Eski Yunan değil, Eski Yunan’ı da etkileyen Sümer kültürü olduğunu. 10-Sümerlerdeki, tanrılar hiyerarşisinin zamanla, ilahi olduğu söylenen İslam ve Musevilikte cinlere ve meleklere dönüştüğünü. 11-Nuh tufanının kökeninin de yine Sümer mitolojisi olduğunu (efsaneye göre, tanrılar, insanların çoğalmasından o kadar rahatsız olurlar ki, 4 tanrı karar alıp insanları bir tufan ile öldürmeye karar verirler. Bilgelik tanrısı Enki, bunu duyunca, Şuruppak şehrinde yaşayan Utnapiştim’e duvar arkasından tufan olacağını, bir gemi yapıp içine ailesini, akrabalarını, sanatçıları, çeşitli hayvanları ve otları almasını söylüyor. Utnapiştim, gemiyi 7 günde yapar. Sonra tufan başlatılıyor, tufan o kadar güçlü oluyor ki tanrılar bile yüksek yerlere çıkıyor, sonunda 6 gün 6 gece süren tufan biter ve gemi Nisir dağına oturur, Utnapiştim üç kuş gönderir. Güvercin geri döner, sonra kırlangıç salar, o da geri döner, saldığı kuzgun gelmeyince inip, tanrılara adaklar adarlar.) (tarihi kayıtlara göre mezopotamya da Fırat, Dicle ve bunların birleştiği Şattu’l Arap, sayısız kere taşmış ve yerleşim yerlerini ortadan kaldırmıştır.) 12-Yüksek yüksek Babil kulelerini Babilliler’in, yıldızlardaki tanrılara ulaşmak için yaptıklarını. 13-Sümer tapınaklarında, tarı namına seks yapan rahibelerin, diğerlerinden ayırılabilmeleri için başlarını örttüklerini, İ:Ö: 1500 lerde bir Asur kralının, yaptığı bir kanunun 40. maddesi ile evli kadınların ve dulların da başlarını örtmelerini zorunlu kıldığını, fakat diğerlerinin örtmesi durumunda ceza alacağını. 14-Mekke’de ki Kabe’nin ilk olarak Ay tanrısı Sin’e tapınmak amacı ile yapıldığını ve Kabe’nin, Tanrı Sin’e adanmış en büyük mabet olduğunu.


15-Hilal’in Ay tanrısının simgesi olduğunu ve Hilal’in halen İslam ülkelerinin birçoğunun bayrağında yer aldığını. 16-Ay tanrısına tapmak için Sümerlilerin, büyük Zigguratlar yaptırdıklarını, ibadet günlerini belirlemek için gök yüzünü incelerken 1 yılın 365 gün olduğunu, yılı ayın çevrimine göre aylara böldüklerini, ayın çevrimine göre aya bağlı yılın her yıl 10 gün beriye geldiğini. Kısaca Tarihin Sümerlerle başladığını ve monoteizmin kaynağının Sümer efsaneleri olduğunu biliyor muydunuz Kaynak; Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümerdeki Kökeni – Muazzez İlmiye ÇIĞ Müslümanlara göre ise islamdan önce binlerce peygamber geldiği, bu peygamberlerin getirdiği dinlerin zamanla bozulduğu ve bu benzerliklerin nedeninin bu olduğuna inanılır. Hata bu benzerlikleri kanıt olarak gösterirler. Böyle düşünenlere sormak gerekir; Nerede bu peygamberler nerede bunların kitapları? Tüm peygamberler neden sadece ortadoğuya gelmiş, insanlık tarihi 200 bin yıldan fazla iken neden sadece son 3 bin yılı içinde kitaplar inmiş? Bu soruların tek mantıklı cevabı; Sümer medeniyeti semavi dinlerin temel kaynağıdır. Dinsiz Yaşam Dinsiz yaşam aklen özgür yaşamdır. Dinler insanların kalplerini gözlerini, beyin loplarını körelten, iyi bir insan olsan bile sana öğretileriyle kötülük yaptırabilen ilkel bir sistemidir. Dinsizlik zihnin özgürlüğüdür, aklın topluma egemen olmasıdır, çağdaşlıktır, aydınlık bir gelecektir. Dinsizlik din denen kötülükler yumağından; insanlığın geleceğini kurtarmak demektir. İnsanların iyi, dürüst, yardımsever, barışcı, ahlaklı ve hertürlü erdeme sahip olması için dine gerek yoktur aksine bunları gerçek anlamda yaşamak isteyen kimse aklını din hapsanesinden kurtarması gerekir. Kendi adıma söylüyorum dinsizliğim hayatımın nekadar özel ve değerli olduğunu anlamamı sağladı, aynı şekilde diğer insanların hayatlarının da değerli olduğunu, saygı duyulması değer verilmesi gerektiğini bana öğretti.Sonuçta bu hayatlarımızdan başka hayatın yani ölümden sonrası diye birşeyin olamayacağını görebilen herkez sahip olduğu hayatın değerini anlar. Bunu anlayan kişileride kolay kolay kimse kullanılmaz mesela canlı bomba olmaz. Benim için dinsizliğin yaşamıma kattığı anlam budur. Bir yaratıcı güç olabilir ama bu güç kesinlikle “Semavi” dinlerde anlatılan “Tanrı” değildir. Size tavsiyem Sümer tarihini inceleyin. Sümerler yaşamış ilk uygar medeniyettir. Kil tabletlerde yapılan araştırmalarda aslında bugün Tanrı kelamı diye inandığımız şeylerin çoğu örneğin Din kitaplarında yazan yaratılış hikayeleri Sümerlerin tabletlerinde aynen var sadece kelimeler değiştirilmiş. Araştırın ve aklınızı kullanın. Doğru yol Pozitif bilimin yoludur.


Dinleri reddetmiş olan görüşler din kurgusunun doğru olamayacağını anlamış ve din denen sömürgen kurumu daha fazla semirtmemek için bu kumarı oynamama kararı almışlardır. Ayrıca milyarlarca inançlı insan arasından sadece çok çok çok az sayıda kişi kendi dinini özgürce seçmiştir, yada hiç bir baskı altında kalmadan din değiştirmiştir. Bu kişilerin dışında ki kişilerde, kendi ailesinin dinini sahiplenir ve yaşamı boyunca sürdürür yada o dini reddederek dinsiz olur. Şimdi Hz.Muhammed’in yaşamından başlayarak İslamın oluşumunu ve içeriğini inceleyelim.

02- HZ.MUHAMMED’İN HAYATI 1-Çocukluk ve Gençlik Dönemi Yer Arabistan’ın Mekke şehri, Tarih 571. Amine isimli dul bir kadın, Muhammed ismini verdiği bir çocuğu dünyaya getirmiştir. Hatta bazı rivayetlere göre Hz.Muhammed’in annesinin o’na ilk verdiği isim Kotan (doğruluğu tartışılır) ve bu isim 50 yıl sonra Medine’ye göç ettiğinde halk tarafından “hamd edilen kimse” anlamında Muhammed olarak değiştirilmiştir. Kuran-i Kerim’de defalarca “hamd, yalnız Allah’a mahsustur” dendiği halde, Muhammed, hamd edilen kişi anlamındaki kendi isminden hiç bir zaman rahatsız olmamıştır. Hz.Muhammed babasını doğumundan kısa bir zaman önce kaybetti. Annesi Amine ise genç yasta dul kalmıştı ve Arap kültüründe dul bir kadın olarak yaşamak zordur. Bazı bilimsel araştırmalara göre hamilelik zamanında depresyon geçirmiş kadınların çocuklarında sinirsel, içine kapanıklık, saldırganlık, kişilik ve davranış bozuklukları olduklarını saptamaktadır. Bu tür rahatsızlıkları Hz.Muhammed’in ileriki yaşamında rahatlıkla görebilmekteyiz. Hz.Muhammed daha 6 aylıkken annesi Amine o’nu amcası Ebu-Leheb’e verdi. Ebu-Leheb zamanının en varlıklı kişilerinden biridir. Hz.Muhammed ileriki yıllarda büyüyünce Ebu Leheb ve karısına kendisini büyüttükleri için şu sözlerle teşekkür etmiştir; Tebbet Suresi 1.Ebu Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu. 2.Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı. 3.O, bir alevli ateşe girecektir, 4, 5.Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sırtında odun taşıyarak karısı da (o ateşe girecektir).


Hz.Muhammed muhtemelen psikolojik rahatsızlıkları olan bir çocuktu. Sütannesi Halime’nin ağzından aktarılan bir olay Hz.Muhammed’de ki psikolojik rahatsızlığı çok açık ve net ortaya koymaktadır. Ünlü İslam alimi Ibni İshak’ın aktardığı olaya bakalım; Halime ve Hz.Muhammed’in amcası anlatıyor; “Bunun üzerine ben ve kocam evden çıkıp Muhammed’in yanına vardık. Çocuğu yüzü sararmış bir durumda ve ayakta bulduk. Ben ve kocam onu kucaklayıp? Ey çocuğum! Sana ne oldu? Deyince o bize? Üzerlerine beyazlar elbiseler giyinmiş iki adam beni yere yatırdılar. Karnımı yardılar ve karnımdan bir şey çıkardılar. Sonra onu yine yerine koydular.? dedi. Bunun üzerine çocuğu alıp birlikte döndük.? Ibni İshak’ın üstteki yazısını da okuduktan sonra bir konuya daha dikkatini çekmek isterim. Hz.Muhammed 114 sure ve 6234 ayetten oluşan kitabında hiç bir zaman kendi annesi Amine’den bahsetmemiştir. İsa’nın annesi Meryem için boy boy ayetler yazan Hz.Muhammed, kendi öz annesi için kitabında tek bir söz bile etmemesi ilginçtir. Bugün bilimsel araştırmalarda kanıtlanmış diğer bir gerçek ise şudur ki; küçüklüklerinde anne şevketi görmeyen çocuklar büyüdüklerinde tüm kadınlara karşı kin beslemektedirler. Tüm seri kadın katilleri, anne sevgisi hiç görmemiş, annelerinden nefret etmiş psikolojik rahatsızlıkları olan kişilerdir. Hz.Muhammed’in neden kadınlardan bu derece nefret ettiği (cehennemin kadınlarla dolu olduğu yönünde hadisi vardır), kitabında onları ikinci sınıf kişilikler olarak gördüğü hep annesinden kaynaklanan psikolojik rahatsızlıklara dayalı olabilir.. Ayrıca anne sevgisinden yoksun büyüyen çocuklar büyüdüklerinde de kendilerinden çok olgun, yaşca büyük kadınlarda cinsel çekicilik bulmaktadırlar. Hz.Muhammed’in 25 yaşında, 40 yaşında ki Hatice ile evlenmesinin nedenlerinden biride bu olabilir. Peki, Hatice’yle evlenmesini sağlayan ticaret hayatı nasıl başladı? Hz.Muhammed dokuz yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da götürdü. Busra kasabasında bir rahibin (Bahira) onun peygamber olacağını haber verdiği söylenir. Genç Muhammed on yedi yaşındayken de amcası Zübeyir ile Yemen’e gitti. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal yapısının değişiminde etkin rol oynadı. Bu arada da amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticaretle olan ilgisi Hatice ile tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı. Suriye’ye yaptığı ilk seferde çok kazanç elde etti.

2-Hz.Muhammed ve Hatice Hz.Muhammed 25 yaşına geldiğinde, yanında çalıştığı Hatice dul bir kadındı ve eski kocasından 3 çocuğu bulunuyordu. Muhammed’in zekası ve içine kapanıklığına aşık olan Hatice Muhammed’e evlenme teklif etti.


Hz.Muhammed çocukluğundan da gelen hem duygusal ve hem de finansal bir boşluğun içinde idi. Haticecin teklifini tereddütsüz kabul etti. Hz.Muhammed Hatice’de hem yıllardır aradığı anne sevgisini buluyor hem de böylece para ve servete kavuşuyordu. Bundan sonraki hayatında artık çalışmasına hiç gerek kalmamıştı. Hz.Muhammed artık çocukluk yıllarında ki sığıntı, istenmeyen çocuk değil, sevilen, saygı duyulan “zengin” bir kişilikti. Hatice evin reisi olarak ticaret ile koştururken Hz.Muhammed’in artık para kazanma gibi bir derdi yoktu. Okuma ve yazmayı bu zaman içinde öğrendi diyebiliriz (bu bir tahmin). Kendisi sık sık mağarasına çekiliyordu. Ayşe, Hz.Muhammed’in mağarada çokça geçirdiği zamanları su hadiste bize anlatıyor; Ravi: Aişe Hadis: Resulullah (sav)`a vahiy olarak ilk başlayan şey uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Rüyada her ne görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua geliyordu. (Bu esnada) ona yalnızlık sevdirilmişti. Hira mağarasına çekilip orada, ailesine dönmeksizin birkaç gece tek başına kalıp, tahannüsde bulunuyordu. -Tahannüs ibadette bulunma demektir.- Bu maksatla yanına azık alıyor, azığı tükenince Hz. Hatice (ra)`ye dönüyor, yine aynı şekilde azık alıp tekrar gidiyordu. Hadisten de anlaşıldığı gibi Muhammed’in artık hiç bir derdi hiç bir kaygısı yoktu. Zaman Muhammed için su gibi akıyordu. Her şey çok güzeldi artık. 40 yasına geldiğinde bir gün mağara’da Muhammed daha önce hiç yaşamadığı bir olay ile karşı karşıya kaldı. Bir gün ona melek gelip: “Oku!” dedi. Aleyhissalatu vesselam: “Ben okuma bilmiyorum!” cevabını verdi. (Aleyhissalatu vesselam hadisenin gerisini şöyle anlatıyor: “Ben okuma bilmiyorum deyince) melek beni tutup kucakladı, takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı. Tekrar: “Oku!” dedi. Ben tekrar: “Okuma bilmiyorum!” dedim. Beni ikinci defa kucaklayıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar bıraktı ve “Oku!” dedi. Ben yine: “Okuma bilmiyorum!” dedim. Beni tekrar alıp, üçüncü sefer takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin kerimdir, o kalemle öğretti, insana bilmediğini öğretti” (Alak 1-5) dedi.” Resulullah (sav) bu vahiyleri öğrenmiş olarak döndü. Kalbinde bir titreme (bir korku) vardı. Hatice`nin yanına geldi ve: “Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Onu örttüler. Korku gidinceye kadar öyle kaldı. (Sükunete erince) Hz. Hatice (ra)`ye başından geçenleri anlattı ve; “Nefsim hususunda korktum!” dedi. Hz. Hatice de: “Asla korkma! Vallahi Allah seni ebediyen rüsva etmeyecektir. Zira sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru konuşursun, işini göremeyenlerin yükünü taşırsın. Fakire kazandırırsın, misafire ikram edersin, Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (halka) yardım edersin!” dedi. Hz.Muhammed’in mağarada elinde bir kitap olduğu aşikâr. Çünkü hayali dünyasında gördüğü yaratığın ona durduk yerde oku demesi için önünde


ya da elinde bir kitap olması lazım. Zaten başka türlü bir insan kitap ya da okunulacak hiç bir şey olmadan ne diye yıllarca mağarada oturur durur. Hz.Muhammed’e gelen bu ilk vahiy sonrasında, artık Hz.Muhammed kendisinin bir peygamber olduğunu zannetmesi için yeterli bir nedendi. Her ne kadar da ona görünen hayali yaratık “sen peygambersin” demese de, Hz.Muhammed artik kendi gözünde bir peygamberdi.

3-Hz.Muhammed 40 Yaşından Önce Putperestmiydi? Evet. Üstelik böyle olduğunun kanıtlarını da kuran’da bulabilmekteyiz. Kuran’dan alıntılar: Duha-7 ‘Ey Muhammed! Seni bir sapkın olarak bulup doğruya iletmedik mi?’ Şura-52 “İşte böylece sana da kendi buyruğumuzla bir ruh (Kur’an) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilimiyordun; ama şimdi onu dilediğimiz kullarımızı sayesinde doğruya eriştirdiğimiz bir ışık kıldık. Hiç şüphe yok ki sen doğru yolu göstermektesin.” Demek ki Hz.Muhammed, 40 yaşına gelinceye yani ‘peygamber’ oluncaya kadar Mekkelilerin dinindendi. O da Kâbe’de ki putlara tapıyordu. Yani o da bir müşrikti. Ayetler açık peygamberlik öncesi; sapkın, iman nedir, kitap nedir bilmezdin sözünün başka açıklaması varmıdır? Sonrası Kuran’da şöyle aktarılıyor: Rum-30 “Ey Muhammed! Sen şirk koşmadan, kendisinden başka ilah olmayan Allah’ın dinine yönel.” Yunus-105, 106 “Ey Muhammed! Tek olan Allah’a inanarak dine yönel; Allah’a şirk koşarak değil. Doğrudan Allah’a değil de sana ne yarar ve ne de zarar vermeyenleri Allah’a şirk koşarak yalvarma.” Mümin-66 “Ey müşrikler! Bana Rabbimden apaçık kanıtlar geldikten sonra, sizin Allah’a şirk koşarak taptıklarınıza tapmam bana yasaklandı. Bana kainatın Rabbi olan Alllah’a teslim olmam buyruldu” Müslümanların, Muhammed’in de hiç hata yapmayıp günah işlemediğine inanmaları kendilerinin bileceği iş. Ama en azından yanı başında tek tanrılı Yahudi ve Hıristiyanlar varken, 40 yaşına kadar bunların farkına varmayıp putlara tapmasını nasıl açıklayacaklar acaba?


Verdiğim Kuran ayetlerinde Muhammed’e talimat verme yanında, “Şimdiye kadar putlara tapıyordun ama artık yapma!” ifadesi açık, net ve anlaşılır şekilde Hz.Muhammed’in putpersliğini ortaya koymaktadır. Hz.Muhammed’in peygamberlik öncesi putperestliğini ortaya koyan tarihi bir olaya bakalım. İslam Tarihinde Kabe’nin tekrar inşası: “Hz. Muhammed (sav) 35 yaşında iken Kureyşliler Kabe’nin tekrar inşasına karar verdiler. Kabe’nin yapılmasında bütün kabileler çalıştı ve yeniden yapıldı. Sıra Hacerü’l Esved taşının yerine konulmasına geldiğinde yerleştirme şerefine tüm kabileler nail olmak istemekte idiler. Aralarında anlaşamayarak ihtilafa düştüler. Bu tartışma bir kaç gün sürdü ve yaşlı bir adam şöyle bir öneri getirdi: “Mescide ilk giren hakem olsun.” Tam bu sırada Hz. Muhammed kapıdan içeri girdi. Hepsi Muhammed Emin’dir kararı kabulümüzdür dediler. Durumu kendisine anlattılar. Hz Muhammed bana bir kumaş getirin, dedi. Kumaşı yere serdi. Hacerü’l Esved’i kendi elleriyle kumaşın üzerine yerleştirdi. Her kabilenin reisi bezin ucundan tutsun, dedi. Taş yükselince de onu yerine kendi elleriyle yerleştirdi. Böylece inşaatın kalan kısmına devam edildi ve sorun çözüldü.” Sene 605 henüz ortada peygamberlik iddiası yok. Putlara tapmayacak ama Kabe’nin onarımında görev alacak? Olmaz öyle şey! Müslümanlar Kabul etmek istemesede Muhammed Peygamberlik öncesi Putperesdi ve bu dine aid ne varsa hepsini kendi dinine uyarlayarak dahil etti.

4).Hz.Muhammed ve Peygamberlik Kariyerinin Başlangıcı Hz.Muhammed psikolojik rahatsızlığının sonucu görmüş olduğu hayali yaratık Cebrail ile karşılaştıktan sonra hanımı Hatice’nin onayını da alarak artık peygamber olduğuna iyice inanmış ve böylece ilahi mesajlarını halka sunmaya başlamıştır. Peki, neydi bu mesaj? Mesaj şu ki, Hz.Muhammed artik bir peygamberdir ve sonuç olarak herkes ona saygı göstermeli, itaat etmeli, örnek kişi olarak görmeli, sevmeli, karşı gelmemeli ve korkmalıdır. 23 yıl süren peygamberlik kariyeri süresi içerisinde mesaj hiç değişmemiştir. İslam’ın temelini oluşturan mesaj kişilerin Tanrı Allah’a manevi, peygamber’e ise hem manevi ve hem de maddi şekilde itaat etmeleridir. Bunun dışında başka bir mesaj yoktur. Hz.Muhammed’e itaat etmeyen kişi hem bu dünyada ve hem de öldükten sonra öteki dünyada cehennem azabı ile cezalandırılacaktır. Hz.Muhammed peygamberliğini ilan ettikten sonra yıllarca Mekkeli putperest halk ve taptıkları putlarla alay etmiştir. Akabinde ise Mekkeli putperest halk, Mecnun diye kaale almadıkları Hz.Muhammed ve o’na inanan kişilerle irtibatlarını kesmiş ve sonuç olarak Müslümanlar dışlandıkları topraklardan “Hz.Muhammed’in talimatı” doğrultusunda


Abisinya’ya göç etmişlerdir. Olayların iyiye gitmediğini farkeden Hz.Muhammed, hem Abisinya’ya göç etmek zorunda kalan Müslümanları geri getirebilmek ve hem de sayıca kat kat fazla olan putperest Mekkelilerin Müslümanlara uyguladıkları boykota son vermek ve gönüllerini almak için yeni bir plan düzenlemiştir. Büyük İslam alimi Ibni Sad’in “Tabakat” isimli eserinde kaleme aldığı hadiseye göre Muhammed, Mekkeli putperest halkın kutsal putları “Lat, Uzza ve Menat’i” şu sözlerle övmüştür. Necm 19-20 “Lât ve Uzza Ve bir üçüncüsü olan Menat Onlar ulu turnalardır. Ve elbette şefaatleri umulur.” Şeytanın Ayetleri olayı İslam literatürün de ve tefsir ilminde “Garanik olayı” olarak bilinmektedir. Bu sözler karsısında sinirleri iyice yatışan Mekkeli halk artık Müslümanlara karşı boykotu kaldırır ve Müslümanlar Abisinya’dan Mekke’ye geri dönerler. Olay İslam kaynaklarında şu şekil geçiyor: Resûlullah, kavminin yüz çevirdiğini görünce bu ona çok ağır geldi. Allah’tan kavmi ile kendisini birbirlerine yaklaştıracak bir şey inmesini temenni etti. Cenab-ı Allah Necm suresini indirdi. O da okudu. Bu esnada şeytan gönlünden geçirip de kavmine getirmek istediği şeyi onun lisanına atıverdi: “Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur” Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek üzere yaklaştılar… O, sureyi bitirince secde etti. Onun secde ettiğini gören mü’minler de onun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler. Mescitteki müşrikler de secde ettiler… Secde haberi, Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlar’a da ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir kısmı Mekke’ye hareket etti. Sonra, Cenab-ı Allah, Peygamber’e, “Benim indirmediğim şey söyledin!” dedi. Resûlullah üzüldü, Allah’tan korktu. Bunun üzerine Allah bu âyeti (Hac, 52) indirerek onu teselli etti, Şeytanın ilka ettiğini neshetti” (Taberî, 27/187-188) Kısa bir zaman sonra Tanrı Allah ve insanlar arasında olan kendi elçilik pozisyonunu riske attığını ve Tanrı Allah’a ortak koştuğunu anlayan Hz.Muhammed derhal ayetleri iptal eder ve o ayetlerin Tanrı Allah’tan değil düzenbaz şeytanın bir başka oyunu olduğunu vurgular. Şeytan ayetlerinin yerini ise şu ayetler alır; Necm 19-22 “Gördünüz mü Uzza’yı, Lât’ı. Ve ötekini, üçüncüsü olan Menât’ı. Erkek size, dişi Allah’a mı? İşte bu, insafsız bir bölüştürme.” Üstteki ayetlerden çıkan anlam şudur; “Kendiniz erkek evlatlarınız ile gurur duyar iken Allah’a kız evlat ha?” Arap toplumunda dişi ikinci sınıf canlılar olarak benimsendikleri için Tanrı Allah bu yakıştırmayı kendisine hakaret saymış ve sert bir dille bu yakıştırmanın adil olmadığını tembih etmiştir.


Muhammed’e inanan birçok kişi bu fiyaskodan sonra İslam’ı terk etmiştir. Muhammed insanların güvenini yeniden kazanmak için kendisine yeni bir strateji hazırlamıştır. Yeni strateji ise şöyledir; Hac-52 “Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Hac-53 “Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler, derin bir ayrılık içindedirler. ” Muhammed’in ayetlerini kendi çıkarı doğrultusunda uydurduğunu anlayan birçok kişi İslam’ı terk etmiştir. Üstte ki ayetlerden anlaşılan şudur ki; “Ben Muhammed, şayet bir gaf yapar ve bazı kimseler bu nedenle şüpheye düşerse, bunlar kalplerinde bir hastalık olduğu için şüpheye düşerler suçlu ben değil, kalpleri hastalıklı olan kişilerdir”. Hz.Muhammed peygamberliğinin ilk 13 senesi boyunca sadece 70-80 kişiyi kendisine inandırabilmiştir. Müslümanlar nasıl olurda 13 sene gibi uzun bir zaman içerisinde bu kadar az, çoğu kendisine en yakin kişiler ve bir kaç esir köle dışında kimsenin ona inanmamasına, hatta Mekkelilerin o’na “deli, oynak, kafayı yemiş” yakıştırmaları yapmalarına mantıklı bir cevap verememişlerdir. O devrede Mekkeliler kişilerin dini inançlarına toleranslı insanlardı. Çok tanrılı dinlere inanan toplumlar doğal olarak kişilerin dini inançlarına karışmazlar. Hz.Muhammed’in kendi putlarına karşı alaycı sözlerine her ne kadar gücenseler de, Hz.Muhammed’e hiç bir zaman zarar vermemişlerdir. Mekke’de geçen 13 sene sonrası bir yere varamayacağını anlayan Hz.Muhammed artık kendisine yeni bir strateji geliştirir ve yanına inanan Müslümanları da alarak Yatrib’e (Medine’ye) göç etmeye karar verir. Kurulu düzenlerini bırakmak istemeyen Müslümanlar bu karara hiçte sıcak bakmamıştır. Bu karara en çok sevinen kişiler daha önceden Müslüman olmuş kölelerdir. Köle sahibi birçok kâfir, Mekkeli zengin kişiler, kaçmaya çalışan Müslüman kölelerini yakalamış ve dövmüştür. Her ne kadar günümüz de İslami filmlerde ve kitaplarda bu olayları sanki İslam’a yapılan bir zorlama olarak göstermeye çalışsalar da, işin aslı ortada direk İslam dinine yapılan bir zorlama yoktur. Mekkeliler doğal olarak “sahip oldukları” köleleri bedavaya bırakmak istememiş ve koruma altında tutmuşlardır. Hz.Muhammed ve Tanrı Allah hiç bir zaman köleliğe karşı değildi. O yüzdendir ki İslam hiç bir zaman köleliğe son vermemiştir. Aksine Hz.Muhammed Medine’ye göç ettikten sonra, binlerce insani, çoluk, çocuk demeden köleliğe zorlamıştır. Hz. Cerîr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (Aleyhissalatu vesselâm) buyurdular ki: “Hangi köle kaçarsa, bilsin ki ondan zimmet (garanti)


kalkmıştır, dönünceye kadar namazı kabul edilmez.” [Müslim, İmân 122124, (68, 69, 70); Ebu Dâvud, Hudûd 1, (4360); Nesâî, Tahrimu’d-Dem 12, (7, 102).] Müslümanlar kuran, hadisler ve İslam tarih ortada dururken islimin köleliği kaldırmayı amaçladığı, Putperestlerin Müslümanlara baskı yaptığı gibi gerçek dışı ve temelsiz iddialarda bulunmaktadırlar. Arap yarımadasında binlerce yıldır süren dini hoşgörü ortamında baskı iddiası zaten temelsiz kalmaktadır. Arap yarımadasında pek çok farklı dinden insan bir arada yaşamaktaydı. Arabistan’da din savaşları ilk olarak İslam ile başlamıştır.

5-Hz.Mumhammed Peygamberlik Ücreti İstedi mi? A-Ücret İstemiyor Hz.Muhammedin peygamberlik kariyerine başladığı, güçsüz olduğu, sıkıştığı ve insanları ancak sözle dine davet edebildiği zamanlarda yumuşak üslup kullanmıştır. Bu dönemde insancıl ayetlerin ve hoşgörü sözlerinin yanında, peygamberliğinin amacının insanları Allahın dinine davet olduğunu, ücret istemediğini bu işi sırf insanları doğru yola ulaştırmak için yaptığını idda etmiş vede Kuranına bu yönde ayetler yazmıştır. Bu ayetleri görelim. Enam-90 “İşte, o peygamberler, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. (Ey Muhammed!) Sen de onların tuttuğu yola uy. De ki: “Bu tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur’an), bütün âlemler için ancak bir uyarıdır.” Yusuf-104 “Halbuki sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. O (Kur’an) âlemler içinde ancak bir öğüttür.” Sad-86 “(Ey Muhammed!) De ki: “Bundan (tebliğ görevinden) dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ben kendiliğinden yükümlülük altına girenlerden değilim.” Sebe-47 “De ki: “Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. O her şeye hakkıyla şahittir.” B-Ücret İstiyor Peygamber askeri gücü elegeçirdikten sonra değişik bahanelerle kervan baskınları, insanları kaçırıp fidye isteme ve çevre kasabalara baskınlar yaparak ganimet elde etmeye başlamış, ilk başta elde edilen bu ganimetlerin tamamını sahiplenmek istemiş, ama gördüğü tepki üzerine ganimetleri müritleriyle paylaşmak zorunda kalmıştır. Sözde ücret istemediğini söyleyen, amacının insanlara dini tepliğ etmek olduğunu söyleyen Hz.Muhammed’in böylece gerçek amacı da ortaya


çıkmış oluyordu. Buarada asıl niyetini gizlemek ve inandırıcı olmak için elde ettiği bu ganimetleri kendi geçimini sağlamanın yanında hayır işlerinde kullanılacağını kurana yazmayı da ihmal etmemiştir. Enfal-1 “(Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah’a ve Resûlüne aittir. O halde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” Enfal-41 “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” Mücadele-12 “Ey iman edenler! Peygamber ile başbaşa konuşacağınız zaman, başbaşa konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. “ Tevbe-103 “Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekat) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (Onların kalplerini yatıştırır.) Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” Tevbe-58 “İçlerinden sadakalar konusunda sana dil uzatanlar da var. Kendilerine ondan bir pay verilirse, hoşnut olurlar; eğer kendilerine ondan bir pay verilmezse, hemen kızarlar.”

6-Hz.Muhammed’in Asıl Amacı Günümüzde Müslümanlar İslam’a karşı yapılan en ufak eleştiriye bile tahammül edemezler. Dinlerini eleştiren kişiyi öldürmekten zerre kadar çekinmezler. Bunun örneklerini yakın ve geçmiş tarih sayfalarında gördük ve maalesef görmeye devam edeceğiz. Bu toleranssız ve tahammülsüz düşünce tarzı onlara Hz.Muhammed tarafından öğretilmiştir. Oysa Hz.Muhammed’in tahammülsüz karakter yapısının aksine, Mekkeli müşrikler kişilerin dini inançlarına saygılı ve toleranslı kişilerdi. Arap yarımadasında dinsel tahammülsüzlük, İslam dininin ortaya çıkması ile başlamıştır. Sözde “Cahiliye Devri” diye adlandırılan dönemde Mekkeli halk, kişilerin dini inançlarını hiç bir şekilde müdahale etmeden Arap yarımadasında uyumlu bir şekilde Hıristiyan, Musevi, Putperest, Mecusi ayrımı yapmaksızın yaşamışlardır. İslam öncesi Arap tarihine baktığımızda, Arap yarımadası sınırları içinde gerçekleşmiş hiç bir dini savaşa rastlamamaktayız. Bu hoşgörü ortamında Hz.Muhammed yıllarca Mekkeli putperest halkın inançlarını karalamış, aşağılamış, Onca aşağılama ve


karalamaya rağmen Mekkeli putperest halk hiç bir zaman Hz.Muhammed’e ve yandaşlarına hiç bir şekilde zarar vermemişlerdir. Hz.Muhammed’in kışkırtıcı sözlerinden artık bıkıp usanan Mekkeli putperest halk, çareyi amcası Ebu Talib’e gitmek de bulmuş ve “medenice” Hz.Muhammed hakkında şikâyette bulunmuşlardır; “Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de çarpışırız.” İbni Hişâm, Sîre, 1/284; Taberî, 2/218; İbni Kesîr, Sîre, 1/47 Ebu Talib Mekkeli putperest halkın sözlerini dinler ve öz yeğeni olan Hz.Muhammed’i uyarır: “Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana ârzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç” 234. İbni Hişâm, Sîre, 1/284; Taberî, 2/220 Müslümanlar Hz.Muhammed’in putperest halkın inançlarına sövmelerini görmemezlikten gelerek Müslümanları ve Hz.Muhammedi mağdur kişiler olduklarını iddia ederler. Gerçekte Müslümanlara karşı sistemli bir baskı ve zulüm yokken, Müslümanları hicret etmeye zorlayan etken ne idi? Baskı ve zulüm yoksa Müslümanlar neden evlerini terk ettiler? Tehlike altında olmayan Müslümanların durduk yere evlerini terk edip Medine’ye taşınmalarını nasıl açıklayabilirsiniz? Bu soruların cevabini Kuran’da bulmak mümkündür. Enfal-72 “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” İsin asli Müslümanlar Mekke’de ki putperest halkın işkencelerinden kaçmıyor, tam aksine Hz.Muhammed’in emri doğrultusunda evlerini terk etmeye zorlanıyorlardı. Üstteki ayet, Mekke’den Medine’ye hicret etmek istemeyen Müslümanlar için yazılan bir ayettir. Sözde işkence ve baskı gören Müslüman halkın hicret etmek istemeyişi dikkatinizi çekmiş olmalı. Bugün Müslümanların bahsettikleri türde Mekke’de büyük bir işkence ve


zulüm vardı ise, Müslümanlar neden seve seve Mekke’yi terk etmek istememişlerdir? Neden Tanrı Allah olaya el koyarak Müslümanlara bu konuda ayetler indirmek zorunda kalmıştır? Bir başka ayette Muhammed, Müslümanlara yine şöyle seslenmektedir; Nisa-89 “Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı.” Üstteki ayette Hz.Muhammed Müslümanlara evlerini terk etmelerini ve Medine’ye göç etmelerini emretmekle kalmayıp hicret etmek istemeyenlerin öldürülmelerini emretmiştir. Müslümanlar Mekke’yi putperest halkın baskısı sonucu değil, Hz.Muhammed’in tehditlerinden dolayı terk etmişlerdir. Nisa-97 “Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)” Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” Hz.Muhammed neden böyle bir şeyi yapmak istemiş, amacı nedir?” Tıpkı tarihte ki diğer belli başlı liderler gibi, Hz.Muhammed’in de bir rüyası vardı. Bu tarz insanlar dava adamlarıdır. Stalin’in davası “halkların eşitliği”, Hitler’in davası ise “beyaz ırk’ın üstünlüğü”. İslami kaynaklara baktığımızda Hz.Muhammed’in davası “basta Arap yarımadasına ve daha sonra tüm Dünyaya hükmeden biri olmaktı.” arzusunu, Ibn’i Hisam’in da kaleme aldığı şu yazı gözler önüne sermektedir; Mekkeli müşrikler Ebu Talibin ölümüne yakın tekrar ziyaret ederek, arabulucu olmasını isterler. “Ebû Talib ölmeden bu işe bir çözüm bulmalıyız, yoksa öldükten sonra Muhammed’e yapacağımız her iş için bizi ayıplarlar. Ebû Talib sağken bir şey yapamadılar, o öldü, yeğenine şunları şunları yaptılar, demesinler.” Bu düşüncelerinden dolayı müşriklerin ileri gelenleri toplanarak Ebû Talibi ziyarete gittiler. Sağlık temennilerinden sonra Ebû Talib’e dediler ki: “Ey Ebû Talib! Sen bizim reisimiz, büyüğümüzsün. Şunu görüyoruz ki, sana ölüm yaklaşmıştır. Biz senin ölümünden korkuyoruz, sen sağken şu meseleyi halledemedik, öldükten sonra hiç halledemeyiz. Sen şimdi sağken onu çağır, ondan sağlam bir söz al, biz de bir söz verelim. Bundan sonra ne o bizimle uğraşsın, ne de biz onunla.”


Ebû Talib, Kureyş heyetini dinledikten sonra yeğenine haber salarak, yanına gelmesini istedi. Amcasının davet haberini alan Kâinatın Efendisi, hemen ölüm döşeğindeki Ebû Talib’in yanına vardı. Bir anda kalabalık bir Kureyş topluluğu ile karşılaşan Efendimiz, bu davetin altında bir şeylerin yattığını anlamakta gecikmedi. Ebû Talib, Kureyş heyetinin isteklerini yeğenine anlattı. “Ey kardeşimin oğlu! Kavminden ne istiyorsun?” dedi. Kâinatın Efendisi “Kendilerinden bir kelime istiyorum. Eğer söylerlerse, bütün Araplar o kelime sayesinde kendilerine uyacak, bütün acem o kelime sayesinde onlara cizye ödeyecek.” dedi. Ebû Talib atılarak:”Yani tek bir kelime mi?” diye sordu. Efendimiz:”Evet, amcacığım tek bir kelime. “Lâ ilâhe illallah” diyecekler.” Sad, 38/1–8. Tirmizî, Tefsir, Sad (3230) Göründüğü gibi Tanrı Allah’ın peygamberi daha henüz bir düzine müridi olduğu zamanlarda bile dünyayı fethedebilmenin fantezilerini kendi kafasında canlandırmakta idi. Tüm insanlığa örnek kişi olsun diye gönderilen bir peygamberin ülke fethetmek yerine, insanlara rehberlik eden daha asil düşüncelere sahip olması gerekmiyor mu? İnsanları cizyeye bağlayıp haraç almak niyetinde olan bir kişi nasıl olurda Allah’ın insanlığa örnek olsun diye sunduğu bir peygamber olabilir? Muhammed’in, Hitler’den, farkı nedir? Psikolojik rahatsızlıkları olan insanların ruh hali çok çabuk değişir. İslam kaynaklarına baktığımızda Hz.Muhammed’in ruh halinin bazen çok yükseklerde olduğunu, tüm dünyayı ele geçirmek istediğini görebilmekteyiz. Hz.Muhammed, ruh halinin bozuk olduğu anlarda ise intiharı bile düşünmüştür; Yüce bir dağ zirvesine çıkıp oradan kendimi aşağı atar böylece bu sıkıntıdan kurtulurum, dedim. Böylece yola çıktım, dağın ortasına varmıştım ki, birden bire gökten “Ya Muhammedi Sen Allah’ın Resulüsün. Bende Cebraillim” diyen bir ses duydum. Başımı göğe kaldırdım. Birde ne göreyim! Cebrail bir insan suretinde ayaklarını semanın ufuklarında açmış vaziyette. Ya Muhammed sen Allah Resulüsün, bende Cebrail’im dedi. (İbni İshak; İbni Hişâm, Taberî ve Heyhakî) Muhammed’in ruh halinde ki bu tür değişiklikler, bize aslında Muhammed’in dengesiz ve psikolojik yardıma muhtaç bir insan olduğunu göstermektedir. İnsanlar tarafından itaat edilen ve onlara hükmeden kişi olma arzusu o kadar güçlüydü ki, bu heves onu vicdani hislerden yoksun bırakmıştır. İnsanlar üzerinde otorite sahibi olmayı arzulayan ve hayallerine ulaşmak için her şeyi yapabilecek bir insan durumundaydı.


7-Medine’ye Hicret Hz.Muhammed’in yanı sıra bir sürü çocuğa da bakmakla meşgul olan Hatice artık ticaret’e fazla zaman ayıramıyor, serveti yavaş yavas yok oluyordu. Evin direği Hatice öldükten kısa zaman sonra Muhammed’in destekçiliğini, koruyuculuğunu yapan amcası da vefat etmişti. Bu iki kişinin ölümü ve Mekkelilerin Hz.Muhammed’i kaale almayışı sonrası artik Hz.Muhammed başka bir şehre göç etmek, insanları kendisine inandırmak için yeni bir şehirde, yeniden şansını denemek istiyordu. İlk etapta kendisine inananların Medine’ye göç etmesini emretti. Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi kurulu düzenlerini ve ailelerini bırakmak istemeyen Müslümanlar tereddüde düşmüşlerdi. Bu durum karşısında Hz.Muhammed çareyi Müslümanları tehdit etmek ve korkutmakta buluyordu. Hz.Muhammed Medine’ye, daha doğrusu o zamanki ismi ile Yahudi şehri Yatrib’e gitmek istemeyen Müslümanlara nasıl sesleniyor; Nisa-97 “İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” Muhammed bir gece düşmanlarının onu öldürmek istediğini iddia ediyor ve Ebu Bekir’in o’na Medine’ye giden yolda eşlik etmesini istiyordu. Bu olay aşağıdaki ayette şu şekilde dile getiriliyor; Enfal-30 “Hani kafirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke’den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” Yukarıdaki ayetten anladığımız kadarı ile Tanrı Allah Muhammed’e tuzak kurulduğunun habercisi oluyor ve O’nu uyarıyor. Hz.Muhammed ise arkasında koskoca Tanrı Allah’ı olduğu halde çareyi Ebu Bekir’e sığınmakta buluyor. Hz.Muhammed’in Medine’ye kaçtığı gece Hicri takvimin başladığı gündür. Medine’nin zengin kesimi Yahudilerden oluşmaktaydı. Para, Mal, mülke muhtaç fakir Araplar Hz.Muhammed’in şarap akan nehir, tomurcuk memeli huriler ve taze taze hurmalar türü masallarına ister istemez inanmak durumundaydılar. Muhammed yaşadığı dönemde peygamber olduğunu ilan eden tek Arap değildi. Aksine Arap yarımadasında Tanrı elciliği gayet yaygın bir meslekti. Civar şehirlerde de peygamberliğini ilan etmiş ve insanlara Tanrı mesajları öğütleyen kişiler vardı. Aralarında en meşhur olanı ise “Museyleme” idi. Museyleme peygamberliğini Muhammed’den bir kaç sene önce ilan etmişti ve Hz.Muhammed’in aksine kendi şehrinde, kendi tanıdığı insanların arasında çokta başarılı idi. Arada ki fark ise Hz.Muhammed Arabistan’ın ilk savaşçı peygamberi olmasıdır. Medinelilerin Hz.Muhammed’i peygamber olarak kabul etmelerindeki etken Muhammed’in öğretici öğütleri değil, daha çok verdiği cezp edici vaadiler,


kendisinin de Arap oluşu ve Yahudiler karşısında hissettikleri eziklikten dolayıdır. Yahudiler kendi inançlarına göre “Seçilmiş, üstün insanlardır”. Tıpkı bugünde olduğu gibi Arapların gıpta ile baktıkları kişilerdi. Medine’nin tümü Yahudilere aitti. Kısaca Medine, yani Yatrib bir Yahudi şehri idi. Ebu El Farah Ali tarafından yazılmış “Kitab el-Afgani” isimli eser, Yahudilerin Medine de ki ikametlerini Musa zamanına kadar dayatır. Medine’de ki Yahudi halk esnaf, kuyumculuk, ticaret, çiftçilik ile geçiniyor ve soylu ailelerden geliyorlar idi. Şehirdeki Arap nüfusu ise Yahudilerin sahip oldukları iş yerlerinde çalışıyordu. Arapların Medine’ye göç etmelerinin sebebi ise 450 yıllarında Yemen’de yaşanan bir tufandan dolayı idi. Hz.Muhammed ile Müslüman olmayı kabul ettiklerinde ise Yahudi işverenlerini katlederek mallarına konmuşlardır. Büyük İslam âlimi Ibni İshak, İslam’ın en değerli eserlerinden biri olarak gösterilen “Siret Resul” adlı kitabında Yahudilerden irfan (bilim) ve kitap ehli kişiler olarak bahsetmiş ve Müslümanların Yahudilere yaptığı eşkıyalıklara ve gasp olaylarına anlatabildiği en güzel dille kitabında yer vermiştir. Muhammed her zaman kendisini ve ona inananları mağdur ve eziyet çeken insanlar olarak göstermiştir. Günümüzde bile İslami terörist örgütleri tıpkı peygamberleri gibi ayni oyunu oynamakta ve onca masum insani öldürdükleri halde devamlı kendilerini mağdur insanlarmış gibi göstermeye çalışmakla beraber, tüm dünyayı İslam’a karsı cephe almakla suçlamaktadır. Muhammed Mekke’den Medine ye göç etmesine, Mekkelilerin ona ve ona inananlara eziyet ettiğini sebep olarak göstermeye çalışmıştır. Halbuki Muhammed her ne kadar kendisini mağdur göstermeye çalışsa da ayetler isin gerçeğini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor; Nahl-41 “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükafatı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi.” Muhammed, Mekke’de ki evlerini terk etmelerini ve yanında Medine’ye gelmelerini emrettiği Müslümanlara üstteki ayeti yazmak zorunda kalmıştır. Nedeni ise Mekke de kurulu düzenlerini bırakıp Medine’de issiz güçsüz, evsiz barksız kalan Müslümanların beyinlerini yine cennet vaatleri ile yıkamaktır. İnananların gözünde artik Muhammed’in kredisi tükeniyordu. Bazıları artik Medine’den firar etmeye başlamıştı. Bir başka tehdit içeren ayeti ise su şekilde yazdırmıştır; Nisa-89 “Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı.”


Sadece yukarıda ki ayet bile aslında eziyet çektirenin Mekkeliler değil tam aksine Muhammed olduğunu anlamak için yeterlidir. Ailesini, çoluğunu, çocuğunu, doğduğu toprakları ve kurulu düzenini bırakmak istemeyen bir insan sizce ölümü ne kadar hak ediyor? Muhammed’in dayatmaya çalıştığı gibi ortada büyük bir çile zulüm var ise cehennem azabı tehditlere ne gerek olabilir? Müslümanların o eziyet ve çileden kaçmak için Mekke’yi seve seve terk etmeleri gerekmiyor mu? İnsanları sürekli hicret etmek için zorlayan, tehdit eden hatta etmeyenlerin öldürülmelerini emreden bir insan sizce bunu neden yapıyor olabilir? Bir tek neden var. O da “kontrol” Muhammed narsisi bir kişiliğe sahip olduğu için insanların üzerinde her yönüyle kontrol sahibi olmak istemiştir.

8-Hz.Muhammed’in Böl ve Ele Geçir Taktiği Muhammed, Medine’de işsizlik ve yoksulluk yüzünden firar eden Müslümanların karınlarını doyurabilmesi için Mekkeli kervanlara baskınlar düzenlemeye ve ganimetlerine el koymaya başlamıştı. Sürekli Medinelileri Mekkelilere karşı kışkırtıyor ve Mekkelilerin onları evlerinden zorla çıkarttıklarını iddia ederek, ganimetlerin bu yüzden onlara helal olduğunu söylüyordu. Hac-39 ”Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter. “ Hac-40 “Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” Müslümanlar efendilerinin yaptığı sinsilik ve hilekârlıklardan övüne övüne bahsederler. Düzenbazlık ve hilekârlığı peygamberlik gibi ilahi bir mevkiye layık gören ve bundan pekte hoşnut bir bicimde bahseden sitelere internette rastlamak mümkün Müslümanlarda Hz.Muhammed’i yaptıklarından dolayı sorgulayabilme cesareti yoktur. O yüzden Hz. Muhammed’in her yaptığı işi doğru olarak görürler. O yapmış ise doğrudur. Bakınız Ibni İshak “Siret Resul” adlı eserinde Hendek savaşında olan bir hadiseyi nasıl anlatmıştır; Nuaym b. Mes’ud (ra), gizlice Müslüman olmuştu. Allah Resulü, ona bir müddet daha Müslümanlığını gizlemesini söylemiş ve onu bu muhasara esnasında, çok mühim işlerde kullanmıştı. Nuaym, hem Kureyş’in hem de Yahudilerin itimat ve hürmet ettikleri bir insandı. Efendimiz, ona harbin bir taktik olduğunu söylemiş ve idare-i


kelâm etmesine de izin vermişti. Nuaym, bu ruhsat üzerine Yahudilere giderek: Kureyş sizi terk edecek ve Muhammed (sav)le baş başa bırakacak. Düşünün o zaman haliniz nice olur. Eğer bu durumda kalmak istemiyorsanız, onların ileri gelenlerinden bir kaçını rehin olarak yanınızda alıkoyun dedi. Onlar Nuaym’a olan itimatlarından dolayı bu sözlere kesin olarak inandılar. Nuaym daha sonra Kureyş’e gitti. Onlara da: Yahudiler Muhammed (sav)le gizlice anlaştılar. Sizin ileri gelenlerinizden birkaçını rehin edip ona teslim edecekler. O da onlara ilişmeyecek. Sakın sizden böyle bir talepte bulunurlarsa onların dediğini yapmayın dedi. Kureyşliler de, Nuaym’a itimat ettiklerinden, onun bu tekliflerinden zerre kadar şüphelenmediler. Kureyş ileri gelenleriyle Yahudi liderleri, bir gün bir araya geldiler. Her iki taraf ta birbirinden şüpheleniyordu. Evvela Yahudiler sözü açtı ve: Siz başınız sıkışınca çekip gidecek ve bizi bu adamla baş başa bırakacaksınız. Teminat için bize birkaç rehin vermezseniz biz savaşı bırakacağız dediler. Kureyş, zaten böyle bir teklif bekliyordu. Nuaym’ın sözünü hatırladılar ve tabii bu teklifi reddettiler. Onların reddi, Yahudilere de Nuaym’ı tasdik ettirdi. Böylece ittifak bozulmuş oldu ve Yahudiler harp sahnesinden çekilmeye başladılar. Nuaym Müslüman olalı birkaç gün olmuştu. Allah Resulü’nün insanları tanımadaki isabetine bakın ki, hemen Nuaym? ın becerebileceği bir işi ona teklif etmiş, o da arızasız bu işi yerine getirivermişti. (Ibni İshak, Siret Resul.) Yani Ibni İshak’ın yukarıda bize anlattığı hikaye diyor ki; Hz.Muhammed iki kabileyi iftira ile birbirine düşürmüştür. Burada bahsedilen kişi sadece bir asker olsa yukarıda anlatılanlar akıl dışı gelmez ve anlaşılabilir. Oysa bahsedilen kişi peygamberlik iddiasında olunca bu ve benzeri savaşları teşvik etmesi, savaş hilelerine başvurması ve ganimet peşinde koşması ne kadar haklı ve peygamber vasfına uygun olur? Hz.Muhammed kendisine inananları diğer ayetlerde “Tanrı Allah’ın ağzıyla” şu şekilde savaşa davet etmiştir; Enfal-65 “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkar edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir.” Hz.Muhammed Müslümanları sanki mağdur olan ve eziyet çekenler gibi göstermeye çalışmış ve beyinlerini yıkamıştır. Asıl kervanlara saldıran, eşkıyalık ve gasp yapanların kendileri olduğu halde durumun adaletli görünebilmesi için suçu her zaman için kâfirlere atmıştır. Tıpkı bugün ki geri kalmış Arap ülkelerin geri kalmışlıklarının nedenini İsrail ve Amerika olarak gösterdiği gibi. Onlar bugün sadece tıpkı peygamberlerinin 1400 sene önce yaptığını yapmakta ve “mağdur olan” kişileri oynamaktadırlar.


Ortada ki çelişki barizdir. Muhammed önce Mekkelileri evlerinden zorla çıkartıyor, onları cehennem azabı ile korkutmakla kalmayıp üstüne üstlük birde öldürülmelerini emrediyordu. Diğer bir tarafta ise “Sizi zorla evlerinden çıkartanlara karşı”, yani Mekkelileri suçsuz oldukları halde suçlayarak savası körüklüyordu. Bu strateji Muhammed’i olağanüstü derecede basarılı yapmıştı. Muhammed “böl ve ele geçir” taktiğinin ustası idi. Kabileleri kabilelere, aileleri ailelere ve hatta evlatları babalarına (Tevbe-23) bile düşman ederek, onları bölerek üzerlerinde kontrol sahibi olmayı başarıyordu. Kısa bir zaman içerisinde bu taktik ile tüm Arap yarımadasını ele geçirmeyi başarmıştır.

9-Hz.Muhammed’den Mucize İsterlerse Bunca ayet ve yaşanan olayın ardından kendini peygamber ilan eden birinden insanların beklenti içine girip; Peygamberliğini tescilleyecek, insanların içindeki şüpeleri giderecek ve yeri geldiğinde kendinden medet umanlara çare olacak mucizeler beklemesi normaldir. Ama ortada böylebir mucize yoktu, bu nedenle insanlar Hz.Muhammed’e neden mucize gösteremediğini ısrarla sormuşlardır. Böyle bir mucize gösterme gücü olmayan Hz.Muhammed çareyi ayet uydurarak geçiştirmekte bulmuştur. Aşağıda göreceğiniz gibi Hz.Muhammet kendisinden mucize isteyenlere değişik zamanlarda nasıl cevaplar vermiş; Derler ya “Yiğidi öldür ama hakkını yeme” İşte politika, işte deha. Bu arada kendisinden sürekli mucize isteyen insanlardan artık gına geldiği de belli oluyor. Taha-133 “İnanmayanlar, “Doğru söylediğine dair bize Rabbinden açık bir delil (bir mucize) getirse ya!” dediler. Önceki kitaplarda olanların apaçık delili (olan Kur’an) onlara yetmedi mi?” İsra-59 “Bizi, mucizeler göstermekten alıkoyan, daha öncekilerin onları yalanlamış olmasından başka bir şey değildir. Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onunla kendilerine zulmettiler. Biz, mucizeleri yalnız korkutup sindirmek için göndeririz.” İsra Suresi 89 ve 93. Ayetler Arası“Muhakkak ki biz, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. Onlar: “Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah’ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize,


okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.” De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.” Yunus-20 “Ona (peygambere) Rabbinden bir mucize indirilse ya!” diyorlar. De ki: “Gayb ancak Allah’ındır. Bekleyin, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!” En’am-35 “Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse; bir delik açıp yerin dibine inerek, yahut bir merdiven kurup göğe çıkarak onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa durma, yap! Eğer Allah dileseydi elbette onları hidayet üzere toplardı. O halde sakın cahillerden olma.” En’am-37 “Dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” De ki: “Kuşkusuz,” En’am-109 “Tüm yeminleriyle Allah’a yemin ettiler ki, eğer kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklar. Söyle onlara: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır.” Mucize geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?” Enbiya-5,6 “Hayır, dediler, (bu) karmakarışık hayallerdir; hayır onu uydurmuş; hayır o şairdir. (Eğer gerçekten peygamberse) öncekilerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin.” “Bundan önce helak ettiğimiz hiçbir kent(halkı) inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?” Ankebut-50 “Dediler ki: “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Bakara-118 “Bilmeyenler, “Allah bizimle konuşsa, ya da bize bir mucize gelse ya!” derler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişti. Onların kalpleri (anlayışları) birbirine benziyor. Biz âyetleri, kesin olarak inanacak bir toplum için açıkladık” Bakara-145 “Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.” Rad-20 “İnkâr edenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavim için de bir yol gösteren vardır.” Yukarıda iniş sırasına göre sıralanan ayetlerinde kanıtladığı gibi insanların ısrarına rağmen Hz.Muhammed açık ve herkezin görüp şüpe duymadan inanacağı bir mucize gösterememiş bu beklentiyi ancak ayet yazarak geçiştirmeye çalışmıştır.


Tabi zaman içinde Hz.Muhammedin sağlığında gösteremediği bu mucizeler ölümünden sonra ağızdan ağıza dolanan hikayelerde gerçekleşmiş sanki olmuş gibi anlatılıp günümüzde islam dünyasında inanılan mucize masalları ortaya çıkmıştır. Hz.Muhammed´in Günümüzde İnanılan Mucizeleri: 1-Gökteki Ay´ı ikiye bölmüş iki parça da Hira Dağı`nın iki yanına düşmüş. 2-Mirac Olayında Esek-katir arası cennetten gelen bir hayvanla bir gece de Mekke´den Kudüs`e gitmiş, aynı gece bir merdivenle yedi kat göge çıkmış, ordan kendisine verilen bir uçan döşekle Allah`in yanına gitmiş ve aynı gece Mekke`ye geri dönmüş. 3-Tükürükle ağrıyan gözleri iyileştirirmis. 4-Muhammed tuvalete dışarıya çıktığında ona siper olsunlar diye ağaçlar da onunla birlikte yürürmüş. 5-Uzun zamandır camide bulunan bir kütük onu camiden dışarı cikaracaklarinda, Hz.Muhammed´den ayrilmak istemeyen kütük inleyerek ağlamaya baslamiş. 6-Hubeydiye`de, susayan müslümanların susuzluğunu gidermek için on parmağı on çesme olmuş. 7-Duasıyla yiyecekler çoğalırmış. 8-Peygamberin bir düsmani ölünce toprak onu kabul etmemis, üc kere disariya firlatmis. 9-Gelecekte ne olacağını bilirmiş. 10-Kırk erkeğin cinsel gücü varmiş. Yukarda yazan mucizelerden; Ayın ikiye bölünmesi ve Miraç olayı Kuran destekli de olsa o dönemde ayetlerden de anlaşıldığı gibi şüpe uyandırmış ve inandırıcı olamamıştır. Kur’an’da Mirac’la ilgili İsra suresi var. Miraç olayı için Hz.Muhammed’in eşlerinden en tanınmışı Ayşe “Aslında Muhammed bedeniyle/fiziki olarak göklere çıkmamıştır; o ancak rüya yoluyla bunları anlatıyor.” diyor. (Fahrettin er-Razi, Taberi ve daha birçoğu, bunu İsra suresi ilk ayetin açıklama kısmında anlatıyorlar.) Görüldüğü gibi mucize konusunda eşini bile inandıramamış, üstelik Hz.Muhammedin herhangi bir mucizesinin olmadığı Kuran’da net olarak ortaya konmaktadır.


10-Hz.Muhammed’in Cennet Vaatleri ve İnsanları Şiddete Teşviki Kuran’ın birçok suresinde Müslümanları “kanunsuz kazanca teşvik eden” (örneğin ganimet, köle, cariye, ahrette ise huri, şarap akan ırmaklar vs) ayetleri görmek mümkün. Örnek olarak şu ayeti verebiliriz; Fetih-20 “Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimetler vaad etmiştir.” Bu kanunsuz ve adaletsiz kazancı Müslümanların içinde elbette ki içlerine sindiremeyenler olmuştu. Hz.Muhammed adamlarının yaptıkları kanunsuzluğu hakli bir dava gibi göstermek ve vicdan azabı çekenlerin sesini kesmek için kişisel Tanrısı Allah’ı söyle konuşturmuştur. Enfal-69 “Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendi.” Üstte ki ayetten açıkça görülüyor ki, “Çaldığınız mallar, ırzlarına geçtiğiniz kadınlar, esir olarak aldığınız çoluk çocuk size temiz ve helal. Sakin ola ki Allah’a karsı gelmeyin” denmektedir. Farz edelim ki, Müslümanlar Mekke’den zorla çıkarıldılar. Bu şekilde düşündüğümüz takdirde bile Müslümanların kâfir kervanlarına saldırıp mallarını gasp etmeleri, erkekleri oldurup kadınları cariye, çocukları ise birer köle olarak almaları, sizce ilahi bir yaratıcının emri olabilme ihtimali var mı? Kovulduğumuz bir şehrin, hiç tanımadığımız bir vatandaşının malına el koyup onu öldürmek ve karısına göz dikmek, değil ilahi, normal sıradan bir ahlak anlayışına sığıyor mu? Mekke’den Hz.Muhammed ile hicret etmiş Müslümanların sayisi Medine’de parmakla sayılacak kadar azdı. İslami kaynaklar nüfuslarını 80 ila 100 arası olarak bildirmektedir. Hz.Muhammed’in baskın ve yağmalamalarda daha etkili olabilmesi için “Enseri” adini verdiği, yani Enser kentinden Medine’ye göç etmiş ve daha henüz çiçeği burnunda Müslüman olmuş, “yardımcı” kişilere ihtiyacı vardı. Çok geçmeden görüldü ki peygamberin emekleri boşa gitmemişti. Haksız kazancın hakli olarak gösterilmesi ile galeyana gelen Araplar, birde üstüne üstlük ölümden sonraki hayatta hurilerin, köşklerin, hiç boşalmayan şarap kadehlerinin de verdiği garanti ile onca masum tüccar, kadın ve çocukların rızıklarına el koyuyordu. Savaş ganimetleri ile gücüne güç peygamber Müslümanların Tanrı Allah yolunda savaşmalarını sadece bilek güçleri ile değil, ayrıca maddi ve finansal güçleri ile de yapmalarını emrediyordu. Bakara-195 “(Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” Tanrı Allah’a inanmak ve kervan eşkıyalığı yapmak farklı şeylerdir. Hz.Muhammed’den önce Araplar dini savaş nedir bilmezlerdi. Buğün bile Müslümanlar arasında sıkça gördüğümüz kişiler Allah’a inandıkları halde gasp ve eşkıyalığı ne koşullarda olursa olsun doğru bir hareket biçimi


olarak görmez, kişileri dini inançları yüzünden birer pislik ve öldürülmeye layık kişiler olarak kabul etmek istemezler. Bu türde insanların aklını çelebilmek için Hz.Muhammed hayali Tanrısı Allah’ın ağzına su sözleri koymuştur; Bakara-216 “Savaş, hoşunuza gitmediği halde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” İste tüm bu çarpıtılmış ahlak anlayışı yüzünden insanlar bugün bile kendi benliklerini, kendi insani yaşam kurallarını hiçe sayarak beyinleri yıkanmış bir şekilde hiç tanımadıkları, hiç bilmedikleri insanları, sırf dini inançları birbirleri ile uyuşmuyor diye nefret edebilmekte ve hiç acımadan öldürebilmektedir. Hz.Muhammed kendi menfaati ve emelleri için tüm bu vahşiliği “Allah’ı memnun eden davranış biçimi” olarak gösteriyor ve insanların beynini bu şekilde yıkıyordu. Hz.Muhammed, Müslümanlar tarafından cihad için yeterli finansal desteği göremediği zamanlarda küplere biniyor ve Tanrı Allah’ı sürekli konuşturuyordu; Hadid-10 “Size ne oluyor da, Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce harcayanlar ve savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı (cenneti) vadetmiştir. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” Koca Tanrı Allah Müslümanların eline mi baka kalmış? Sırf bu üstte ki ayet bile Kuran’ın Allah değil de, para, şan, şöhret ve ranta susamış biri tarafından yazıldığını göstermek için yeterlidir. Hz.Muhammed birde tüm bunların üstüne üstlük, Tanrı Allah yolunda harcanan paraların aslında Müslümanlara cennette mükâfat olarak geri dönecek bir borç olduğunu söylemekteydi. Allah’ın dini için insanlardan borç para istemesini hangi akil mantık sahibi insan açıklayabilir? Hadid-11 “Kim Allah’a güzel bir borç verecek ki, Allah da onu kendisine kat kat ödesin. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır.” Hz.Muhammed üstteki ayeti ile artik cihad için servetlerini harcayan insanlara Allah’ın borçlu kişi olduğunu soyluyordu. Hz.Muhammed’e inanan masum Araplar artık cihad yolunda paralarını ve servetlerini de harcıyordu. Allah yolunda servetlerini harcayıp böbürlenen Müslümanlar vardı ki, Muhammed narsisliği ve “tek itaat edilen kişi” olma isteğinin de verdiği kıskançlık ile bu kişilere tahammül edemiyor, böbürlenen kişilerin seslerini kesmek için şu ayeti yazdırıyordu; Bakara-262 “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab’leri katında mükafatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.”


Kâfirlerin boyunlarına vurdurup emellerine birer birer ulaşmaya başlayan Hz.Muhammed, artık Müslümanlara Tanrı Allah yolunda yaptıklarından dolayı adeta teşekkür ediyor ve Tanrı Allah’ın bunu hiç bir zaman unutmayacağını dile getiriyordu; Muhammed-4 “İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları çökertip etkisiz hale getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (sağ kalanlarını esir alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. Savaş sona erinceye kadar hüküm budur. Eğer Allah dileseydi onlardan öc alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için böyle yapıyor. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.” Üstteki ayetten anlaşılan sudur ki; Allah istese kâfirleri siz Müslümanların yardımı olmamanda öldürebilir. Fakat bunu Müslümanları sınamak için yapıyor. Tıpkı herhangi bir mafya çetesi ya da terör örgütüne yeni üye olmuş çaylak kişinin, lidere kendisini kanıtlamak için yaptığı kanundışı eylem gibi. İslam dininde inanç, kişilerin kana ne derece susamış olduğuna göre ölçülür. Enfal-60 “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.” Muhammed cihad yolunda cimri davrananlara ve cihada yârdim edenlere ayrıca şu vaatlerde bulunuyor; Saf-10, 11 “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size Allah’a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” Rahman-53, 54, 55 “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Onlar astarları kalın ipekten olan döşeklere yaslanırlar. Bu iki cennetin meyveleri (zahmetsizce alınacak kadar) yakındır. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” Nebe-31, 32, 33 “Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir kurtuluş, bahçeler, üzümler, kendileriyle bir yaşta, göğüsleri çıkmış genç kızlar ve dolu dolu kadehler vardır.” Hadid-7 “Allah’a ve Resulüne iman edin ve sizi üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı maldan, (Allah yolunda) harcayın. İçinizden iman edip de (Allah yolunda) harcayanlar var ya; onlar için büyük bir mükâfat vardır.” Üstteki örnek verdiğim ayetler bakarak aklı başında bir insan Din ve Terör gibi birbirine iki zıt unsurun neden İslam ile birleştiğini kolaylıkla


anlayabilir. Hz.Muhammed kendisine inananlar arasında “isteksizlik” veya “yorgunluk” hissettiğinde, yine her zaman ki gibi Allah’ı konuşturmuş ve onları bu şekilde savaş için motive etmeye çalışmıştır; Muhammed-20 “İnananlar, “Keşke bir sure indirilse!” derler. Fakat hükmü apaçık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince; kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığına girmiş kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. O da onlara pek yakındır.” İnsanlar Kuran’ın Allah tarafından gönderildiğine inandıkça İslam’ın olduğu yerde özgürlük hiç bir zaman olmayacaktır. İnsanı insana düşman eden bütün semavi din kitaplarının bir gün ait oldukları çöpe atılmaları dilekleriyle.

11-Muhaliflerin Hile ve Tuzakla Öldürülmesi A-Nadir Bin Haris’in Öldürülmesi Nadir, Hz.Muhammed’in akrabalarındandı. Kureyşliler içinde zeki ve aydın bir insandı. Muhammed’in büyük bir iş peşinde olduğunu düşünüyor ve ona inanmıyordu. Hicretten önce Nadir, Kuran ve Hz.Muhammed’in peygamberliği ile ilgili olarak halkı uyarır ve onun sahte bir peygamber olduğunu söylerdi. Onun bir kahin, sihirbaz veya şair olmadığını ama “aileleri ve insanları birbirine düşman eden bir büyücü” olduğunu iddia ediyordu. İbn Hişam, cilt.1. sh.399 Aynı eserin 320-321. sayfasında Nadir b. Haris’in şöyle konuştuğu yazılıdır : “Bu adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda yaşamakta. Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en dürüst ve emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kahin, sihirbaz, şair ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kahin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu ithamların hangisini Muhammed’e yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini ondan kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl baş edeceğinizi söyleyeyim.” İbn Hişam, cilt-1.sh.320-321. Sonra Irak’a gitti ve oradan” İran kısraları”, “Rüstem ve İsfendiyar’la ilgili masallar” vb. hikayeleri topladı ve Hz.Muhammed’in getirdiği Kuran’ın bunlardan farkı olmadığını anlatmaya başladı. “Bunlar da Muhammed’in söylediği türden şeylerdir. Üstelik ben onun gibi peygamberlik iddiasında bulunup, Allah’dan vahiy aldığımı da ileri sürmüyorum. Kur’an, bunlar gibi eskilerin masallarından başka bir şey değildir” diyordu. İslam Tarihi, Asım Köksal, cilt 1-258


Aşağıdaki ayetin yazılma sebebinin bu olduğu söylenir: Lokman-6 “İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilmi delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır.” Bedir savaşında esir düştü. Nadir’ı esir alan Mikdad b. Esved’di. Hz.Muhammed, Nadir’ın öldürülmesini emredince Mikdat fidye alamayacağı için, “Ya Resulallah, o benim esirimdir” dedi. Hz.Muhammed, “O Allah’ın kitabı hakkında ileri geri konuşuyordu” dedi ve öldürülmesini emretti. Mikdat tekrar, “Ya Resulallah, o benim esirimdir” dedi. O zaman Hz.Muhammed, “Allah’ım Mikdat’ı lütfunla zengin kıl” diye dua etti. Miktad, “İstediğim buydu” dedi. Nadir’in başı Ali tarafından kesildi. Onunla birlikte birçok esir de öldürüldü. Kureyş’in ileri gelenlerinden Ukbe bin Muayt da fidyesi kabul edilmeyerek öldürülenler arasındaydı. Ukbe’nin Mekke döneminde birgün Muhammed’i boğmak istediği, bir başka gün namaz kılarken yüzüne hayvan işkembesi attığı, bu nedenle affedilmeyip öldürüldüğü rivayet edilir. İslami kaynaklarda, Nadr b. Hâris’in idamına neden olan suçlar şöyle sıralanmıştır: Müşrikler, Hz. Peygamber’in tebliğini engellemek için başvurdukları yollardan birçoğunu Nadr b. Hâris, bizzat kendisi de uygulamıştır. Bunlar: Daveti engellemek, münazara yapmak ve tartışmak, alay etmek, eza ve cefa yapmak, tehdit etmek, öldürme teşebbüsünde bulunmak gibi. Müşrikler, Rasûlullah başta olmak üzere Müslümanlara uyguladıkları kötülüklerde şu sırayı takip etmişlerdir: “istihza”, “hakaret”, “işkence”, “her türlü ticari ve medeni münasebetleri kesme devri” ve “şiddet politikası” gibi. Onlar, bu metotları uygulayarak İslâmiyet’in yayılmasını engellemeyi amaçlıyorlardı. İbn Hâris, bu safhaların hemen hepsinde de yer alarak Müslümanlara eziyet etmiştir. İslami kaynaklarda öldürülme nedeni olarak gösterilen bazı suçlar İnsan Hakları kapsamındadır. Ama asıl öldürülme nedeni olarak İslamın yayılmasını önlemek gösterilmektedir. Muhammede göre eleştirmek, tartışmak, alay etmek veya zorluk çıkarmak bu kişi ve diğer muhaliflerin öldürülmesi için yeterlidir. Görüldüğü gibi İnsan hak ve hürriyetlerine değer vermek yoktur. Bu kişi ve diğer muhalifler sözde Allah’a ve İslamiyet’e karşı geldiklerinden öldürülmüşler, ama gerçekte acımasız ve tahammülsüz bir zihniyetin kurbanı olmuşlardır. B-Ebu Afak’in Öldürülmesi (624) Hz.Muhammed 622 yılında hicret ederek Medine’ye vardıktan sonra kendisi hakkında eleştirilerde bulunan Yahudi ve diğer putperest Arapların teker teker seslerini kestirmiştir. Muhammed’den nasibini alan kişilerden biri ise zavallı yaşlı adam Ebu Afak’dır. Ebu Afak Medine’de kendi halinde yaşayan 120 yaşında bir Yahudidir. Ebu Afak’ın suçu diğer Medinelilere Muhammed hakkında şiir yazarak sorgulamaya teşvik etmesiydi.


İslam alimi İbn İshak’ın “Siret Resulullah” eserinde bahsettiği olay şu şekilde geçmiştir; Ebu Afak, Ubayda kabilesinden biriydi. Allah’ın elçisinin “El-Harit B. Suveyd B. Samit” adlı kişiyi öldürmesini hazmedemiyor ve eline aldığı kalem ile şiir yazarak hoşnutsuzluğunu su sözlerle dile getiriyordu; Uzun yıllar yaşadım Ama Kayla Oğulları gibi Bir araya geldiklerinde Üstlendikleri şeyi yapma ve müttefikleri konusunda Onlardan daha sadık olan, Dağları deviren ve hiç bir zaman boyun eğmeyen Bir topluluk ya da halk grubu görmedim Onlara gelen bir atlı onları Her konu hakkında “Haram” ve “Mübah” diyerek ikiye ayırmıştır Yücelik ve krallığa inansaydınız Tubba’yı izlerdiniz Not: Tubba, eskiden Arap topraklarını işgal etmiş Yemenli bir hükümdar. Kayla oğulları o’na karşı koymuşlardı. Bunun üzerine Allah’in sevgi ve hoşgörü abidesi peygamber efendi, “örnek insan” Muhammed, tıpkı günümüzde ki bir mafya babası tabiri ile “Bu alçağı benim için kim halledecek!” beyanatında bulunmuş ve Salim B. Umayr bu “suikast” görevini üstlenerek yaşlı adamı gece karanlığında katletmiştir. Gerçekten de Ebu Afak ‘ın öldürtülmesi pek feci bir şekilde olmuştur. Cinayeti işlemeyi şerefli bir iş gibi üzerine alan Salim b. Umayyr, gece karanlığında Ebu Afak ‘ın evine giderek sanki onu dostça ziyaret ediyormuş gibi görünmüş, ve kendisini ağırlamak için kapıyı açan ihtiyarcığı oracıkta kılıçla yere sermiştir. Umama b. Müzayrıya adında bir şair; Ebu Afak’ in öldürülmesi olayından hemen sonra şu satırları yazmıştır: Sen Tanrı dini’ ne ve Muhammet’e ‘-Yalancısın-‘ dedin…


(Bu nedenle) geceleyin bir Hanif sana yaklaştı, senin güvenini kazandı. ‘Yaşına ragmen al bunu Ebu Afak-‘ diyerek (hançeri göğsüne sapladı ve)seni gebertti… Gece karanlıklarında seni geberten yaratık insan mı idi? yoksa Cin mi?, hiç bilemiyorum” (Kaynak: Ibn Sad, Tabakat, cilt 2) Hz.Muhammed’in bu yaşlı adamı öldürtmesi elbette kendisine fiziksel bir tehdit olarak gördüğü için değildi. 100 yaşını aşkın bu zavallı yaşlı adamın tek suçu Hz.Muhammed’i “eleştirmekti”. Narsisist liderler kişilikleri icabi kendileri hakkında en ufak eleştiriye bile tahammül edemezler. Ebu Afak için hiç bir İslami kaynakta Muhammed’i yaralamak ya da öldürmek gibi bir girişiminin ya da planının olduğu yazmamaktadır. Allah’ın örnek insan olarak gönderdiği peygamber, Ebu Afak’la hiç bir zaman yüzleşmemiş, tam aksine bir mafya babası gibi tetikçilerine öldürülmesini emretmiştir. C-Ka’b bin Eşref’in Öldürülmesi (624) Ka’b Yahudi Nadiroğullarına mensup bir şair idi. Bedir Savaşında öldürülenleri duyunca “Vallahi, eğer Muhammed bu ulu kişileri öldürtmüşse yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” Diyerek Mekke’ye gitti. Bedir’de öldürülenler için mersiyeler okudu, Mekkelilerle ağlaştı. Daha sonra tekrar Medine’ye döndü. Müslümanlar ve kendisi aleyhine okuduğu hicivli şiirlere Hz.Muhammed daha fazla dayanamadı ve onun öldürülmesi için suikast timi oluşturdu. Bu timin içinde Ka’b’ın süt kardeşi Ebu Naile Silkan da vardı. Hz.Muhammed’in olduğu yerde baba evladı, kardeş kardeşi, amca yeğeni tanımazdı ve tabii ki bir insanın süt kardeşinin de onu tanımaması normaldi. Suikast timi Evs kabilesindeki şu kişilerden oluşuyordu: Ebu Nail Silkan (Ka’b’ın süt kardeşi Muhammed bin Meslem Abbad bin Bişr Haris bin Evs Ebu Abs bin Cebr Suikast planı bir tuzaktı. Ka’b Nadiroğullarıyla birlikte kalede yaşıyordu. Önce Ka’b’la görüştüler ve ona Muhammed’den yakınarak kendilerinden


vergi istediğini söylediler. Ondan borç istediler. Silahlarını rehin bırakmak üzere anlaştılar. Belirlenen zamanda tekrar gelmek üzere ayrıldılar. Sözleştikleri zamanda tekrar gelip Ka’b’a seslendiler. Eşinin kuşkulanıp uyarmasına rağmen Ka’b “ Onlar benim kardeşlerim, dostlarım” diyerek yanlarına iner. Plana göre Mesleme, Ka’b’ın başını koklarken yakalayıp tuttuğunda diğerleri saldıracaktır. Süleyman Ateş öldürülüş anını şöyle anlatıyor: “Ka’b’ın üzerinde zırh olduğu için adama kılıç işlemiyordu. Hz.Muhammed İbn Mesleme, kılıcın ucunu Ka’b’ın göbeğinin altına koyup üstüne abandı. Adamın anüsüne kadar sapladı. Ka’b yıkıldı”.(S. Ateş- Kuran’a göre Hz.Muhammed’in hayatı. S.565) Medine’de, Hz.Muhammed’e bağlılık ve sadakat bakımından birbirleriyle rekâbet halinde iki müslüman kabile vardı. Evs’ler ve Hazreci’ler. Bunlardan biri Hz.Muhammed’e hizmette bulunsa, diğeri kıskanıp benzeri ya da daha iyi bir hizmette bulunma hevesindedir. Ka’b’ın öldürülmesi Hz.Muhammed’i çok sevindirmişti. Bu yüzden Evs kabilesini övmüş olması Hazreci kabilesini kıskandırmıştı. D-Esma Bint Mervan’ın Öldürülmesi (624) Yezid b. Zeyd’in eşi ve 5 çocuk annesiydi. Beni Khatma kabilesindendi ve şairdi. Bu kabilede de Hz.Muhammed’e sadık müminlerin sayısı artmıştı. Buna karşın inanmayanlar da çoktu. Asma b. Mervan da Hz.Muhammed’e inanmamakta ve onu yazdığı şiirlerle eleştirmekteydi. Hz.Muhammed, Asma’nın aleyhindeki şiirlerini ve konuşmalarını haber almaktaydı. Anlaşılan o ki, Muhammed aleyhine okuduğu şiirleri kendi kabilesinden Hz.Muhammed’e ileten ajanlar vardı. Ebu Afak’ın öldürüldüğünü duyunca üzüntüsünü şu dizelerle şiire döker: B. Malik ve El-Nabit ve Auf ve El-Khazraj’e saygı duymuyorum. Sizden biri olmayan bir yabancıya Murad yada Mahrij (yemenli iki kabile) olmayan bir yabancıya itaat ediyorsunuz. Ahcının pişirdiği yemeğin olmasını bekleyen aç adamlar gibi bekleyen Resinizi öldüren bu adamdan (Muhammed’den) size iyilik geleceğinizi mi bekliyorsunuz? Aranızda onu gafil avlayarak ona saldıracak Ve ondan gelmeyecek yardımı bekleyenlerin Umutlarına son verecek gururlu bir adam yok mü?


(Kaynak Ibn Sad, Siret resul) Muhammed Asma’nın bu şiirlerine öfkelenir ve öldürülmesine karar verir. “Kim beni Mervan’ın kızından kurtaracak?” diye sorduğunda; Adiyy b. Hareşe isminde (gözleri görmeyen) bir müslüman bu göreve talip olur. Hz.Muhammed’in adamları Bedir’den döndükten sonra Adiyy ile birlikte Ramazan’ın yirmibeşinci gecesi o kadının evine giderler. Evdekiler uykudadır. Asma, çocukları ile birlikte yatmakta olup, hatta bir bebeği de onun üstüne uzanmış durumdadır. Adiyy eliyle yoklayarak bebeği kenara çeker ve gözleri görmemesine rağmen kılıcını Mervan’ın göğsüne dayayıp yüklenir ve kılıç Mervan’ın arkasından çıkar. Sabah olunca gelip Muhammed ile birlikte namaza durur. Muhammed onu tedirgin görünce “Ya Umeyr Mervan’ın kızını mı öldürdün ?” diye sorar. O da “Evet ya Rasulullah, acaba hata mı ettim?” diye cevap verir. Muhammed “Hayır onun için iki keçi bile birbiriyle toslaşmazdı” der. Başka kaynaklarda Muhammed’in söylediği son söz şöyledir : “Onun kanı hederdir, sorup karşı çıkacak kimse yoktur”(Mahmud Esad- İslam Tarihi “Tarih-i Din-i İslam” Sayfa – 550-551) Ömer “Tebrikler doğrusu, böyle kör bir şahıs böyle mühim bir hizmette bulunsun” deyince Muhammed cevap olarak, “ Ya Ömer, kör deme, O gerçeği gören mert bir kişidir. Habersizce Cenab-ı Hakk’a ve Resulü’ne yardım etmiştir” der. Muhammed böyle başarılı bir işi “kör” olmasına rağmen yerine getirdiği için Adiyy b. Hareşe’ye Umeyr yani “gözleri gören” ismini takar. İbn İshak Allah’ın Resulü’nün Sireti (S.675-676), İbn Sad “Tabakat el-Kebir” (Cilt 2 Sayfa 31) Bu cinayetten bir gün sonra Khatma kabilesinin tamamı müslüman olur. Esma, Hz.Muhammed’in öldürttüğü kişiler için iyice içerlemiş olacak ki, halktan Hz.Muhammed’i (tıpkı Muhammed’in öldürttüğü gibi) gafil avlayacak birinin çıkmasını ümit ediyor. Bu demektirki Esma’nın kendisi hem kadın olduğu için ve hem de acizliğinden böyle bir işi kendisi yapamaz. O halde Esma denen bu 5 çocuklu kadın Hz.Muhammed için ne gibi bir tehdit unsuru idi Hz.Muhammed’in “O kadın için iki keçi bile toslaşmaz” cümlesinden anlıyoruz ki, Esma’nin ölümü halk içinde pekte ses getirecek bir hadise değildir. Bu demektirki Esma o dönemlerde otoriter, devlet idaresinde bulunan bir kişi ya da Hz.Muhammed’e karşı diğer kabilelerle iş birliği yapabilecek mevkide bir kadın değildi. Esma, kendi çapında şiirler yazan 5 çocuklu şair bir annedir. Esma şiirleri ile değil diğer güçlü kabileleri Hz.Muhammed’e karşı savaşmak için iş birliğine çağırabilmek, kendi halkını bile Hz.Muhammed’e karşı ayaklandıramayacak kadar aciz bir kadındı. Tek suçu Hz.Muhammed’in kişileri gafil avlamasına ve kallesçe işlenen suikast olaylarına kızarak,


Hz.Muhammed’in bu eylemlerini eleştirmesidir. Akabinde yazdığı dizelerin bedelini kendi çocukları önünde vahşice katledilerek ödemiştir. Esma Bint Marvan için iki keçi tokuşur mu bilemem ama, geride bıraktiği 5 yetim çocuğun sabah akşam analarına ağladıkları kesin. E-İbn Sunayna’nın Öldürülmesi (624) Süneyye olarak da tanınan İbn Sunayna Yahudi tacirlerindendi. Muhayise b. Mesud tarafından öldürüldü. Hz.Muhammed, Yahudi şairi Ka’b Eşref’in öldürülmesinden sonra “Yetkiniz altındaki her yahudiyi öldürün” emri vermişti ve bu emir üzerine Muhayissa, yakın ticari ve sosyal ilişki içinde bulunduğu Suneyna’nın aniden üzerine atlayarak onu öldürdü. Muhayyısa´nın henüz müslüman olmayan ağabeyi Huvayyısa b. Mes´ud ona vurmaya başladı ve: “Ey Allah düşmanı! Onu öldürdün ha?! Vallahi, senin kamında onun malından pek çok içyağı vardır!” dedi. Muhayyısa: “Vallahi, onun öldürülmesini bana öyle bir zât emretti ki, eğer o seni öldürmemi de bana emretseydi, muhakkak senin boynunu da vururdum!” dedi. Huvayyısa´nın İslâmiyete girmesine ilk sebep, bu cevap oldu. Huvayyısa: “Şaşılacak şey! Eğer Muhammed öldürülmemi sana emretse, gerçekten beni öldürür müsün?” dedi. Muhayyısa: “Evet! Vallahi, o senin boynunu vurmayı bana emretseydi, muhakkak, senin de boynunu vururdum!” dedi. Huvayyısa: “Vallahi, seni bu duruma getiren bir din, hayrete şayandır!” dedi ve o da Müslüman oldu. [İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c.3, s.62, Vâkıdî, Megâzî, c.1, s.191-192, Taberî, Târih, c.3, s.5, Beyhakî, Delâilü´n-nübüvve, c.3, s.200, İbn Abdilberr, İstiâb, c.4, s.1464, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s.144, İbn Seyyid, Uyûnu´l-eser, c.1, s. 01, Zehebî, Megâzî, s.1 31, E bu´l-Fidâ, el-Bidâye ve´n-nihâye, c.4, s.5.] F-Ebu Rafi’nin Öldürülmesi (624) Ebu Rafi de Hayberli bir Yahudi tacirdir. Evs kabilesinin Şair Ka’b Eşref’i öldürmesini kıskanan Hazreci’ler, Ka’b kadar değerli birini öldürüp Hz.Muhammed’in gözüne girmek isterler. Akıllarına Ebu Rafi gelir. Gatafan kabilesini Hz.Muhammed’e karşı savaşa kışkırttığı ve tacir olduğu için faizle borç para verdiği vb. bir takım ithamlarla suçlayarak Hz.Muhammed’den öldürmek için izin isterler. Hz.Muhammed onu öldürtmek için Abdullah bin Atik’ komutasında bir tim oluşturur. Tim üyeleri : Abdullah bin Atik Mesud bin Sinan Abdullah bin Üneys Ebu Katede Haris bin Ribiy


Hüzai bin Esved den oluşlan 5 kişilik bir fedai timiydi. Ebu Rafi Hayber’de bir kalede yaşıyordu. Abdullah bin Atik’in süt annesi Hayberli olduğu için bu yöreyi çok iyi biliyordu.Abdullah İbn Atik kalenin içine sızmayı başarır ve bir ahıra saklanır. Herkes çekildikten sonra Atîk, Ebu Rafi’nin yatak odasına sızar. Ebu Râfi, karanlık bir oda içinde, ailesinin arasında uykuya yatmış bulunuyordu. Abdullah b. Atîk; Ebu Râfi’in odanın neresinde olduğunu kestiremediğinden, anlamak için: “Ebu Râfi !” diyerek seslendi. Ebu Râfi: “Kim o?” dedi. Abdullah b. Atîk, ses gelen tarafa yaklaşıp ona kılıçla ilk darbeyi indirdi. Fakat, bir iş görememiş olmanın heyecanı ve dehşeti içinde kaldı. Ebu Râfi çığlık koparınca, Abdullah b. Atîk, hemen dışarı çıktı. Kısa bir müddet sonra, tekrar içeri girip sesini değiştirerek: “Nedir bu feryad ey Ebu Râfi?” dedi. Ebu Râfi: “Anan Cehenneme! Sen seslenmeden önce, birisi bana oda içinde kılıçla vurdu!” dedi. Abdullah b. Atîk, ona kılıçla bir darbe daha indirip iyice yaraladı. Fakat, yine öldüremedi. Sonra, kılıcın keskin ucunu kamına basınca, Ebu Râfi arkasına devrildi. Buhârî, Sahîh, c.5,s.26-28, Taberî, Târîh, c.3,s.6-7, Beyhakî, Sünenü´l-kübrâ, c.9,s.80, Delâilü´nnübüvve, c.4,s.37-38, İbn Esîr, Kâmil, c.2, s.147-148, Zehebî, Megâzî, s.285-286. Suikast timindeki herkes Ebu Rafi’yi kendisinin öldürdüğünü iddia eder. Bunun üzerine Hz.Muhammed, herkesin tek tek kılıcını kontrol eder. Öldürenin Abdullah b. Uneys olduğunu söyler, çünkü kılıcında kemik izleri görmüştür. Taberi’de olay şöyle anlatılır: “Biz, yataginda bulunan (kocasına) kılıçlarımızla vurmaya başladık; gecenin karanlığında onu ancak ince ve beyaz Kipti bezine benziyen beyazindan dolayi seçebildik… Biz ona kılıçlarımızla vurduktan sonra Abdullah bin Üneys kılıcını onun karnına sapliyarak öbür tarafina geçirdi. Yahudi bu sirada: -’Yeter, yeter’- diye bağırıyordu. Bundan sonra biz onun yanindan çıktık. Abdullah bin Atik’in gözleri iyi görmüyordu, bu yüzden inerken basamaktan düşerek ayagini siddetli bir surette incitti; onu yükliyerek çesmeden akan su çukuruna kadar götürdük. Biz o çukurda saklanacaktık. kalede atesler yakildi, bizi her taraftan arastirmaya koyuldular. Ancak bizi bulmaktan ümidi kestikten sonra yaralının (Ebû Râfi’in) yanina dönerek onu her taraftan sardilar. O, onlar arasinda can cekisiyordu. Biz, Tanrı dusmanının ölüp ölmedigini bilmek istedik. Aramizdan biri: -’Ben gidip anlar, ve bekliyerek onun haberini getiririm’- dedi; ve Yahudi’ler arasina karişti. Yahudi’ler arasina karişan adam söyle diyor: -Ben yanlarina geldigim vakit, yahudilerin ileri gelenleri onun yaninda toplanmişlar(dı); karısının elinde kandil vardi. O, kandilin ışığında kocasının yüzüne bakıyor, aynı zamanda toplanmiş olan adamlarla konusarak: -Tanri adina and içerek teyid eylerim ki, Ibn-i Atik’in sesini isitmis gibi oldum, fakat sonradan kendi kendimi -Ibn-i Atik Medine’dedir, bu memlekete nasil girebilir?- dedim. Bu arada ben de yaralinin yuzüne bakmak üzere yanina yanastigim vakit


karisi: – Yahudi ilâhına and içerek ölmüş olduğunu temin derim- dedi. Haber almaya giden arkadasimiz: -Bu söz benim için her şeyden daha hostu- diyor. O, bize Ibn-i el-Hukayk’in (Ebû Râfi’i’n) ölüm haberini getirdi. Bundan sonra biz, arkadasimizi (Ibn-i Atik’i) yükliyerek kaleden ayrıldık. Tanrı elçisinin katina gelerek Tanrı düşmanını öldürdüğümüzü haber verdik. Fakat onu hangimizin öldürdüğü hakkinda aramizda ihtilâf başgösterdi. Her birimiz onu kendisi öldürmüş oldugunu iddiâ ediyordu. Bunun üzerine Tanri elçisi: -Haydi kiliçlarinizi gösteriniz- dedi. kiliçlarimizi getirdik; o, kiliçlara bakti ve Abdullah bin Üneys’in kilicini gözden geçirdikten sonra: -Bu kilicin sahibi onu öldürmüştür, ben bu kiliçta kemik izleri görüyorum- dedi” (Bkz. Milli Egitim Bakanligi yayinlari: Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Istanbul, 1966, cilt II. sh. 365-6) G-Useyr Bin Zarim’in Öldürülmesi (627) Useyr, Hayber Yahudilerindendi. Hicretin 6. yılında Muhammed, 3 kişilik bir heyeti Abdullah İbn Rehava başkanlığında Hayber’e göndermişti. Rahava, Hayber’de 3 gün kaldı. Yahudilere başkanlık eden Useyr bin Zarim’le görüştü. Döndüğünde Useyr’in Gatafan kabilesini Müslümanlara karşı kışkırttığını Hz.Muhammed’e anlattı. Hz.Muhammed, Useyr için planını yaptı ve Rahava’yı bu defa 30 kişiyle Hayber’e gönderdi. Hz.Muhammed’in kendisini Hayber’e vali olarak atadığını, kendisini görmek için Medine’ye beklediğini iletti. Teklife kanan Useyr’le birlikte yola çıktılar. Yahudiler de 30 kişiydi. Hayber’e 6 mil mesafede bulunan Karkara’ya geldiklerinde Useyr kuşkulandı, pişman olup gitmekten vazgeçti ve geri dönmek istedi. Bunu anlayan Abdullah İbn Uneys kılıcına davranıp onun ayağını kesti, Useyr de elindeki değnek ile Abdullah b. Uneys’in başına vurdu. Useyr’le birlikte 29 Yahudi kılıçtan geçirilerek öldürüldü. Bir kişi kaçtı. Uneys, Hz.Muhammed’e geldi ve Hz.Muhammed onun yarasını tükürerek iyileştirdi. (Taberi–Tarih 3/155) H-Halid Bin Süfyan’ın Öldürülmesi (625) Hüzeli Kabilesi Lıhyanoğulları kolundandı. Hz.Muhammed, Halid b.Süfyan’ın kendisine karşı çarpışmak için adam topladığı istihbaratını alır ve Abdullah b.Üneys’e onu öldürmesi için talimat verir. Abdullah, Muhammed’den Halid’i aldatmak için kendisini kötüleme konusunda izin ister. Hz.Muhammed de “istediğini söyleyebilirsin” der. Halid’in eşgalini tarif eder ve ekler: “O’nu gördüğünde şeytanı hatırlarsın. Onunla senin arandaki alamet; onu görünce kendinde bir ürperme ve korku hali bulursun.” Abdullah, aldığı talimat doğrultusunda Halid’in kabilesine doğru yola çıkar ve Urana vadisine ulaşır. Orada bir kadın çobanı görür ve Halid.b. Süfyan’ı sorar, o da “İşte buraya doğru gelen o” der. Halid Süfyan ona kim olduğunu sorar ve o da Muhammed’e karşı savaşmak istediğini ve kendisinin bu


amaçla bir ordu oluşturduğunu duyduğu için onun yanına geldiğini söyler. Bunun üzerine Halid. Süfyan onu alır, götürür misafir eder. Yedirir, içirir. Herkes uykuya çekilince Abdullah bir punduna getirip Halid’i öldürür. Bu işe karşılık Muhammed ona bir asa hediye eder ve “Cennette kullanırsın” der. Abdullah’ın vasiyeti üzerine bu asa kefenine sarılıp öyle gömülmüş. Cennette kullanacak ya!

12-Hz.Muhammed Dönemi Baskınlar ve Yağmalamalar Müslümanlar Hz.Muhammed’in “sözde” din adına yaptığı savaşlardan gururla söz ederler. Oysaki Hz.Muhammed’in savaşları; çete savaşı yapmak, düşmanı gafil avlamak ve düşmanı hiç beklemedikleri bir anda yakalayıp erkekleri kılıçtan geçirip kalanları esir almak, kadınları, kızları cariye yapmak ve ganimet toplamktan ve böylece ele geçirilen bölgeleri yağmalayıp hakimiyet kurmaktan ibaretti. Din, hakimiyet kurmanın amacı değil aracıydı. Hz.Muhammed Medine’ye göç ettikten sonra, hayatının son on senesinde o’na inananlarında çoğalması ile artik sağa sola saldırmak ve civarda terör estirmek için kendinde yeterli gücü hissetmiştir. Büyük İslam âlimi Ibni Sad, “Kitab-al Tabakat” adlı eserinde Hz.Muhammed’in bu son on yılı içerisinde “74 baskın” yaptığını kitabında belirtmiştir. Muhammed kendisi bizzat baskınların 27 tanesini komuta etmiştir. Arapça yazılmış tüm İslami eserlerde bu baskınlara “Gazve” denir. Muhammed’in adamlarını görevlendirdiği ve kendisinin katılmadığı baskınlara ise “Sariyyah” denmektedir. Hz.Muhammed gazvelerde hiçbir zaman kendisi kılıç sallamamıştır. Uhud Savasında peygamberin dişinin kırılması olayına Müslümanlar “dendan-i saadet” adını vermişlerdir. Hz.Muhammed’in dişi, “Utbe bin Ebu Vakkas” isimli bir düşmanın eline bir taş alıp, uzaktan Hz.Muhammed’e atması sonucu peygambere isabet etmiş ve miğferini yamulup dişini kırmıştır. Utbe’nin Muhammed’e savaş anında taş atmasının nedeni de zaten Hz.Muhammed’in sürekli süvarileri tarafından korunması ve kimsenin yanına yaklaşamamasındandır. Basta Cebrail olmak üzere, Müslümanları koruyan tüm meleklerin neden Muhammed’in dişini koruyamadığı da ilginçtir. Hz.Muhammed her zaman için saldırdığı ve yağmaladığı kasaba ve şehirleri gafil avlamıştır. birkısmı katledilmiş, çiftlik hayvanlarına, mallarına ve silahlarına el konmuş, esirler para karşılığı takas edilmiş ya da kendilerine köle ve cariye olarak kullanmışlardır. Abdullah Ibnu Avn, İslami kaynaklarda bu gazvelerden birini şu şekil anlatmıştır; “Nafi’ye yazarak savaştan önce müşrikleri İslam’a davet etme


hususunda sordum. Su cevabı verdi: “Bu İslam’ın başında idi. Resulallah aleyhissalatu vesselam Beni Mustalik’e ani baskın yaptı. Adamları gafildi, hayvanları su kenarında sulanmakta idi. Savaşabilecekleri öldürdü, kadın ve çocuklarını da esir etti. O gün Cuveyriye validemizi esir almıştı. Bunu bana Abdullah Ibnu Ömer rivayet etti. Abdullah bu orduya asker olarak katılmıştı.” [Buhari, Itk 13, Müslim, Cihad 1, (1730); Ebu Davud, Cihad 100, (2633).] Müslüman tarihçiler bu baskında 600 esir, sayısız ganimet, 2000 deve ve 5000 küçükbaş hayvanın ele geçirildiğini rivayet ederler. Müslümanlar bugün bile tüm dünyanın öfke ve iğrençlikle karşıladığı terörizm olaylarında hemen savunma moduna geçip İslami teröristlerin İslam la bir alakası olmadığını ve İslam da masum kadın ve çocukların öldürülmesinin yasak olduğunu söylerler. Oysa gerçek çok başkadır. “Ya Resulallah! Evlere yapılan gece baskınlarında, müşriklerin kadınları, çocukları da öldürülüyor, ne dersin?” “Onlar da öbürlerindendir.(Kadın ve çocuklar da onlardandır.) (Bkz.Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2638; Cihad/121, hadis 2672; Ibn Mace, Cihad, hadis 2840; Ahmet Ibn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, hadis 1570) İbn-i Kudame ise bu konu hakkında bize şu bilgileri vermektedir; Kâfirlere geceleyin baskın yapmak ve haber vermeden öldürmek caizdir. Ahmet, geceleyin baskın yapmakta bir sakınca olmadığını söyler. Zaten Rumlara geceleyin baskın yapılmadı mı? Düşmana geceleyin saldırmanın mekruh olduğunu söyleyen kimse bilmiyoruz. Süfyan, Zuhri, Abdullah bin Abbas ve Sab bin Cessame senedi zinciri ile Rasulullah’tan (Sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle aktarılır: Müşriklerin evlerine gece baskın düzenliyoruz, onların kadın ve çocuklarını esir alıyoruz, bunda bir sakınca var mıdır? Diye soruldu. Bunun üzerine Rasulullah (Sallalahu aleyhi ve sellem): Onlar da onlardandır diye cevap verdi.” Günümüzün çoğu Müslüman ilahiyatçıları bu çirkin hadiseleri örtbas edebilmek ve hakli gösterebilmek için türlü türlü bahaneler üretmektedirler. Üretilen bütün mazeretler bu savaşlarda hiçbir suçu olmayan masum insanların neden esir ve köle yapıldığını, kadınların kızların neden tecavüze uğradığını ve cariye olarak yaşamaya mahkum bırakıldıklarını açıklayamaz. Aslolan Hz.Muhammed’in ganimet, şehvet ve servet arzusundan başka hiç bir şey değildi. Ganimetler sadece servet ve zenginlik getirmemişti. Esir kadınlarla cinsel ilişkiye de giriyorlardı. Rasulullah (sav)’la birlikte Beni’l-Mustalik Gazvesi’ne çıktık. Arap esirlerinden çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü üzerimizde bekârlık şiddet kesbetmişti. Hep azil yapmak istiyorduk ve: “Aramızda Rasulullah (sav) varken, ona sormadan azil (Boşalmadan penisi çekmek) yapmak olur mu?” dedik ve sorduk. “Hayır!” buyurdular. “Bunu yapmamanız gerekir. Kıyamete kadar geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz tedbirinizle önüne geçemezsiniz).”(Kaynak:


Buhari, Nikah 96, Büyu 109, Itk 13, Megazi 32, Kader 4, Tevhid 18; Müslim, Nikah 125, (1438); Muvatt ) Müslümanlar Hz.Muhammed’in hanımlarının çoğunun çaresiz dul hanımlar olduğunu söylemektedirler. Akıl sahibi bilir bir kişi, hayırseverliğin tanımını bilmiyor ise, Hz.Muhammed’in bu dul, çaresiz, özellikle genç ve güzel hanımları kendilerine acıdığı için sorumluluğu altına aldığını düşünebilir. Fakat ortada bariz bir şekilde gözden kaçırdıkları nokta şudur ki, bu hanımların dul kalmasının nedeni de zaten Muhammed ve müritleri kocalarını öldürdüğü içindir. Muhammed eşlerinden biri “Reyhâne” ile ne şekilde evlenmiş görelim. Benî Kureyzâdan alınan savaş ganimetleri ve esirleri Müslümanlar arasında İslâm dinine uygun bir şekilde taksim edildi. Reyhâne (r.anhâ) da savaş esirleri arasında bulunuyordu. Ganimetler taksim edilip, sıra esirlere gelmişti. Reyhâne (r.anhâ) da Peygamber efendimizin hissesine düşmüştü. (Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-129) Yukarda açıkça köle olarak Hz.Muhammed’in payına düşen bu bahtsız kadının bakalım akrabalarına ne olmuş: Kocasının ismi Hakem idi ve Kurayza baskınında öldürülmüştü. Geriye kalan babası, kardeşleri ve diğer erkek akrabaları ise Kurayza esirleri arasında boynu Hz.Zübeyr ve Hz.Ali tarafından vurulanlar arasındaydı. Kadının bu katliam ardından akıbetine bakalım: Reyhane’nin Hz.Muhammed’in eşi olup olmadığı ve cariyesi olarak kalmış olabileceği de hep tartışma konusu olmuştur. İbn Sa’d da onun “safiyy” payı olarak daha ganimetler dağıtılmadan önce Hz.Muhammed’in onu kendisine ayırdığı ve onu hür zevceleri arasına kattığı yazılıdır. Kurtubi’ye göre de Hz.Muhammed kendisini azad edip onunla evlenmiştir. İbn İshak da ise cariye olarak kaldığı yazılıdır. Özetle bu talihsiz kadın bütün erkek akrabalarını katleden bir adama kadınlık yapmak zorunda kalmış belki de bundan dolayı 631 yılında genç yaşta ölmüştür. İslam tarihçileri Hz.Muhammed’in Hatice (ilk karisi) öldükten sonra sadece güzel ve genç ve “çocuksuz” hanımlarla evlendiğini kabul etmektedirler. Büyük İslam âlimi Cerir el-Tabari, eserlerinin birinde Hz.Muhammed, Hint Bint Ebu Talip (Ebu Talip kızı Hint) isimli öz kuzenini kendisine istiyor, fakat Hint’in çocuğu olduğunu öğrenince vazgeçtiğini bildiriyordu. Tabari, diğer bir eserinde ise Muhammed, Zia bint Amir’i (Amir kızı Zia) kendisine istemiştir. Zia peygamberin teklifini kabul etmiş, fakat Muhammed Zia’nin çocuğu olduğunu öğrenince evlenmekten vazgeçmiştir. Sahihliği kabul edilen diğer bir hadiste ise Cerir ibn Abdullah isimli bir kişi ve Hz.Muhammed arasında söyle bir konuşma geçmiştir;


Câbir: Babam Abdullah, arkasında yedi yahut dokuz kız bırakıp vefat etti. Bir müddet geçince ben bir kadınla evlendim. Peygamber :”Evlendin mi ya Câbir?” diye sordu. Ben: Evet evlendim! Diye cevap verdim. Peygamber: “Bakire kız ile mi, yoksa dul ile mi evlendin?” dedi. Ben: Dul bir kadınla evlendim, dedim. Peygamber:”Kendisiyle oynaşacağın, seninle oynaşacak- – yahut: Kendisiyle gülüşeceğin, seninle gülüşecek- bir kızla evlenseydin ya!” buyurdu. Kadınlar Arabın Allahı için sadece seks kölesidir. Tek görevleri erkelerin cinsel isteklerini yerine getirmek ve çocuklarına bakicilik yapmaktır.

13-Hz.Muhammed Dönemi Tecavüz, İşkence ve Şantaj Örnekleri A-Tecavüz Hz.Muhammed baskın ve yağmalamalar sırasında ele geçirilen masum kadınların tecavüz edilmelerine karşı gelmemiştir. Bir önceki konuda da verilen Sahih hadis Hz.Muhammed’in müritlerinin ellerine geçirdikleri esir kadınlarla cinsel ilişkiye girdiklerini ortaya koymaktadır. Üstelik kadınlar çoğu ya evli ya da kocaları Müslüman savaşcılar tarafından katledilmiş kişilerdi. Bu konu Kuran’daki ayetlerde de kendine yer bulmuş, savaşlarda ele geçirilen kadınların Cariye olarak kullanılması ilahi bir hak olarak müminlere sunulmuştur. Mu’minun 5-6 “Onlar ki, ırzlarını korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.” Nisa-24 “(Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, iffetli yaşamak ve zina etmemek şartıyla mallarınızla (mehirlerini verip) istemeniz size helâl kılındı. ………………..” Cariye nasıl ediniliyomuş? Büyük oranda savaş esiri olarak ayet açık. Ayetler ne diyor? Ellerinin altında bulunan cariyeler ile ilişkilerinden dolayı kınanamaz. Bu kadınlar evli bile olsa istenirse nikahlanabiliyor bile. HADİS: Resulullah (sav)’la birlikte Beni’l-Müstalik Gazvesi’ne çıktık. Arap esirlerinden çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü


üzerimizde bekarlık şiddet kesbetmişti. Hep azil yapmak istiyorduk ve: “Aramızda Resulullah (sav) varken, ona sormadan azil (Bosalmadan penisi cekmek) yapmak olur mu?” dedik ve sorduk. “Hayır!” buyurdular. “Bunu yapmamanız gerekir. Kıyametc kadar geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz tedbirinizle önüne geçemezsiniz).” [ Buhari, Nikah 96, Büyu 109, Itk 13, Megazi 32, Kader 4, Tevhid 18; Müslim, Nikah 125, (1438); Muvatt ] Savaşlarda esir alınan kadınlar daha savaş devam ederken müslüman askerlerin tecavüzüne uğruyor bakın bu Kutubu Sitteden bir hadistir islam inancına göre doğruluğu tartışmasız kabul edilen bir hadistir. Üstelik Kuran’ın ilgili ayetleri ile de uyumludur. Yukarıda ki sahih hadisten de anlaşıldığı gibi Hz.Muhammed’in savaşlarda hiçbir suçu olmayan masum kadınların kızların esir alınmasını, ırzlarına geçilmesini yani tecavüze uğramalarını sorun etmediği, tam aksine uygun gördüğü görülmektedir. Sadece doğacak çocuklarla ilgilenmektedir. Bu hadis ve bu hadisle uyumlu Kuran ayetleri (Müminun-6, Meariç-30, vb…) Hz.Muhammedin nasıl bir insan olduğunu ama gerçekte peygamber olmadığını ortaya koymaktadır. Ortada olan iktidar mücadelesi, acımasız bir savaş, İslam gerçeği ancak böyle özetlenebilir. B-İşkence Şimdi gene İslam Tarihinden örneklerle Hz.Muhammed döneminde yapılan savaşlarda servet edinmek için yapılanları görelim. Büyük İslam âlimi Ibni İshak Heyber’in ele geçirilişini ve Muhammed’in karısı Safiye’nin eski kocası Kinane’ye yapılan işkenceyi şu sözlerle anlatmaktadır; Muhammed, Safiye’nin babası Huyey b. Ahtab’i, ve kocası Kinane b. Ebi’l Hukayk’i, ve kocasının kardeşi Rebi’b. Ebi’l-Hukayk’i esir olarak ele geçirir ve her birini, Benû’n Nadir Kavmi’ne âid hazinenin yerini söylemeye zorlar, ve fakat onlardan olumlu bir cevap alamaz. Bu sırada Muhammed’in katına gelen Yahudilerden biri: “Ben Kinâne’nin her sabah işte su harabe etrafında dolaştığını görüyordum” diye bilgi verir. Muhammed Kinâne’ye sorar, fakat o bilmediğini söylemekte ısrar eder. Muhammed harabenin etrafının kazılmasını emreder. Kazı sonucunda hazinenin bir kısmi bulunur. Muhammed Kinâne’den hazinenin kalan kısmini sorar fakat Kinâne bilmediği söyler. Bunun üzerine Muhammed, Kinâne’yi işkence yolu ile söyletmeğe çalışır. Zübeyir b. Avvam adındaki adamına emir verir ve hazinenin nerede bulunduğunu söyletmek üzere Kinâne’ye işkence yapılmasını ister. Zübeyir elinde tuttuğu bilek kemiği ile Kinâne’nin göğsüne vurur ve ölecek dereceye gelinceye kadar onu döver. Bir rivayete göre ateşte kızdırılmış demiri onun göğsüne tutar. Fakat her şeye rağmen Kinâne, hazinenin nerede olduğunu bilmediğini söylemeye devam eder. Muhammed onun artık daha fazla işkenceye dayanamayıp öleceğini anlayınca yanında duran Muhammed bin Besleme’ye teslim eder ve basını kesmesini emreder. Bu isi Muhammed b.


Besleme’ye vermesinin sebebi, ona kardeşinin intikamını alma fırsatını sağlamak içindir. Çünkü Muhammed b. Mehlemenin kardeşi olan Mahmut b. Mesleme daha önce Yahudiler tarafından öldürülmüştür ve işte simdi kardeşi, onun intikamını alacaktır. (Bkz. Taberi, age, 1966, Cilt II. sh. 610). Hz.Muhammed Safiye’nin kocası Kinane’yi öldürttüğü gün Safiye’yi yatağa atmakta gecikmemiştir; Nihayet yol üzerinde iken Ümmü Süleym, Safiyye`yi aleyhi`s-salâtü ve`s-selâm için cihazlayıp gece olunca gerdeğe koydu. Artık Nebiyy-i Ekrem salla`llâhu aleyhi ve sellem güveyi olmuştu. Sabah olunca: “Kimde bir şey varsa getirsin.” buyurdu. Kimi yağ, (kimi başka şey) getirdi. (Râvî der ki: Enes) Sevîkı yâni kavudu da saydı zannederim. Enes der ki: (Hazır olan) cemâat, hays yap(ıp ye)diler ki, Resûlu`llâh salla`llâhu aleyhi ve sellem`in velîmesi bu olmuş oldu. C-Şantaj Mâlik bin Avf’ın müslüman olması İslam Tarihinde şöyle anlatılır;Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ona haber veriniz ki, eğer Müslüman olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, Ayrıca da yüz deve ihsan ederim.” Heyet, haberi kendisine götürünce Mâlik, çıkıp Hz. Resûlullahın huzuruna gelerek Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem vaad ettiği şekilde kendisine ev halkını, malını teslim etti, hem de yüz deve ihsanda bulundu.Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşman olan Mâlik bin Avf’ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine vâli tayin ederek taltif etti. (Sîre, 4:133; Taberî, 3:135 ,Sîre, 4:134; Taberî, 3:136.) Hz.Muhammedin yaptığına sizce ne denir? Günümüzde bu tarz uygulamaları ancak mafya vari örgütlerde görebiliriz hele bunu yapanın bir peygamber ve sözde örnek insan görüldüğünü düşünürsek olay daha iyi anlaşılabilir. Zavallı Malik’in karısını, çoluğunu çocuğunu rehin olarak ele geçiren peygamber, Malik’in Müslüman olmayı kabul etmesine karşılık olarak ev halkını, yanı ailesini o’na geri vermeyi teklif ediyor. Bu adama peygamber denebilir mi? Bu nedir tebliğ mi şantaj mı? Sıradan bir insan böyle bir teklifde bulunasa, siz bu teklifi yapan kişiyi ne olarak nitelersiniz?

14-Hz.Muhammed’in Eşleri Hz.Muhammed’in birden fazla kadınla evlenmesi Medine dönemine ve yaşlılık günlerine rastlar. Hatice’den sonra, Hicret’e kadar yalnız Zem’a kızı Sevde ile evli kalmıştır. Hatice ile evlendiği sırada kendisi 25 yaşında, o ise 40 yaşında iki kocadan dul kalmış bir kadındı. 23 yıl evli kaldılar. Hatice, 619 yılında 65 yaşında öldü.


Bu konuda en kapsamlı çalışma Arif TEKİN’in “Muhammed’in ve Kurmaylarının Hanımları” olup bu aşağıdaki bilgiler bu kaynağa dayanmamaktadır. Bütün bilgiler kitap veya internet linki bağlamında islam kaynaklarından alınmıştır. 1-Hatice: (28 ya da 40 yaşında) Huveylid’ibn Esed’in kızıdır. Daha önce Ebû Hale Zürâre ile evlenmiş ve ondan Hind adında bir kızı olmuştur. O ölünce de Atik ibn Aiz ile evlenmiş Abdu Menaf isiminde bir çocuğu olmuştur; sonra ondan boşanıp Muhammed ile evliliğinde 6 çocuğu olmuştur ama gerek yaşı gerekse çocuklarının bazılarının Muhammed’den mi yoksa önceki kocalarından mı olduğu konusu tartışmalıdır. Özellikle Şii’ler Fatıma dışındaki kızlarının Muhammed’den olmadığını; ikinci kocasından veya kızkardeşinin çocukları olduğunu söylerler. Yaşı 28 ya da 40 dır. 2-Sevde bint Zem’a: (50- 55 yaşında olduğu söylenir.) Muhammed’in eşleri arasında en az bilgi sahibi olduğumuz o dur. Muhammed ile evlenmeden önce es-Sukran ibn Amir ile evli idi. Kocası onu Habeşistana götürmüş orada Hristiyan olmuş ama Sevde müslümanlığını korumuştur. Daha sonra kocası ölünce Mekke’ye geri dönmüş ve Muhammed bakılması ve yetiştirilmesi gereken ufak çocuklarını yetiştirmesi için onunla evlenmiştir. O da Muhammed’in çocukları ile kendi çocukları gibi yakından ilgilenmiş ve onları yetiştirip büyütmüştür. Lakin Muhammed ondan gördüğü bütün bu iyiliklere rağmen Sevde’nin yaşlı oluşuna daha fazla tahammül edemeyip onu boşamak istemiştir. Prof. İbrahim Canan’in ( Müslim, Rada 47) ‘den olayı şöyle aktarır : “Hz.Sevde (r.a.)’yi Efendimiz boşamak isteyince, büyük kadın gelmiş ve Allah Resulüne adeta yalvarmış. gününü Aişe (r.a.)’ye verdiğini ortaya koymuş, tek isteğinin peygamber zevcesi olarak vefat etmek olduğunu ifade etmişdi ki, bunlar Allah Resulü’nin nikahı altında kalabilmek için yapılan fedakarlıklardı.” (Hadis Ansiklopedisi – Kütüb-i Sitte c.3 syf. 69) Ölmeden önce kendi oturduğu daireyi Aişe’ye vasiyet etmiş ve o ölünce Aişe kendi yatak odasını genişletme imkanı bulmuştu. Bu bilgiyi de Hamidullah İslam Peygamberi s.561 no.1101’de Samhûdi, 2, s. 464’den yaptığı aktarımda buluyoruz. 3-Aişe: (Yaşı kesin olarak 9 ‘dur) Ebu Bekr’in kızıdır. Muhammed kendisi ile nikahlandığında henüz 6 yaşındaydı, zifafa girdiğinde ise 9.yaşındadır. “Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) beni altı yaşımda iken nikâh etti; dokuz yaşımda iken de benimle zifafa girdi. Müteakiben Medînefye geldik. Ben bir ay sıtmaya tutuldum. (Bu sebeble saçlarım döküldü) nihayet saçlarım (tekrar büyüyerek) omuzlarıma indi. Derken bana Ümmü Rumân


geldi. Ben kız arkadaşlarımla birlikte tahtaravalli oynuyordum. Bana seslendi. Hemen yanına vardım. Beni ne yapacağını bilmiyordum. Elimden tutarak beni kapıda durdurdu. Nefesim kesilmiş, Iıeh heh diye soluyordum. Nihayet hızlı solumam zail oldu. Ümmü Kuman beni bir odaya aldı. Pir de ne göreyim Ensardan bir takım kadınların huzurundayım. Kadınlar : Hayırlı, uğurlu ve mübarek olsun, dediler. Ümmü Rumân da beni onlara teslim etti. Kadınlar başımı yıkadılar. Beni çekip çevirdiler. Bir de Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kuşluk zamanı ansızm çıka geldi. Kadınlar beni ona teslim ettiler.” (Bkz:Buhari, e’s Sahih, Kitabu Menakıbı’l-Ensar/44; Tecrid, Hadis no:1553; Müslim, e’s-Sahih, Kitabu’n-Nikah/69, Hadis no:1422) Hz.Muhammed’in Aişe ile 9 yaşında evlendiğiyle ilgili hadisleri destekleyen başka hadisler de vardır. Şöyle ki; Aişe, evlendikten sonra kız arkadaşlarıyla oyunlar oynadığı ve oyuncakları olduğunu söylemiştir. Eğer, iddia edildiği gibi 18 yaşında evlenmiş olsaydı, bu yaşlarda bir kadının oyuncaklarla oynaması normal ve makul bir davranış olur muydu? Bu konudaki Hadislerin islami açıdan doğruluğu da kesindir yani sahih olarak nitelendirilmektedir. “Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor : Ben arkadaşlarımla beraber bebeklerimle oynardım. O sırada Peyganber (s.a.v) gelirdi. Onu görünce arkadaşlarım kaçışırlardı. Fakat Peygamber (s.a.v) onları ben onlarla beraber olmak istediğim için geri getirirdi. Bazen onlar kaçmaya fırsat bulamadan: “Olduğunuz yerde kalın” derdi. Çocukları sevdiği ve kızlarıyla oynamaya alışık olduğu için bazen onlara katılıp oyun oynardı. Oyuncakların ve bebeklerin bir çok rolleri vardı. Aişe (r.a.) şöyle diyor: Bir gün ben oyuncaklarımla oynarken Peygamber (s.a.v) içeri girdi ve : “Ey Aişe bu hangi oyun ?” dedi. Ben “Süleyman’ın atları” dedim. O da bana güldü. Fakat bazen geldiğinde onları rahatsız etmemek için cübbesine bürünür beklerdi.” 4-Hafsa: (Yaşı 18 olarak geçer kayıtlarda) Ömer’in kızıdır. Daha önce Huneys ibn Huzafe ile evliydi ama kocası H. 3. yılında Uhud’da hayatını kaybetti. Hafsa 18 yaşında dul kalmıştı ve babası onu önce Ebu Bekr’e vermek istedi ama o kabul etmedi sonnra Osman’a vermek istemesine rağmen Osman da evlenmek istemedi. (Neden acaba?) Bu durumu Hz.Muhammed’e söyleyen Ömere, Hz.Muhammed şöyle dedi : “Ya Ömer! Hafsa, Osman’dan, Osman da Hafsa’dan daha hayirli birisiyle evlenecektir.” Ömer büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman’dan daha hayırlı damat kim olabilirdi ki ? Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz.Muhammed Hafsa’ya talib oldu. Osman’dan daha hayırlı olan kişi kendisiydi. Ömer’e dedi ki: “Sen kızın Hafsa’yı bana nikahlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm’ü Osman’a nikahlarım…” İlginçtir ama Sunni kaynaklarda Ebu Bekr ve Osman’ın Hafza’yı almayı reddetmesinin sebebi olarak bu iki ismin de “Peygamberlerinin Hafza ile evlenmek istediğini bilmeleri” diye geçer. Ömer onların teklifini reddetmelerine çok içerlenmiş ve kızmıştı, normal koşullarda bu iki ismin de saygı ve sevgi duydukları


Ömer’in teklifini reddetme davranışında bulunmaları biraz uzak ihtimal, bu yüzden bu tahmin daha uygun düşüyor Ebu Davud’da Ömer’den yapılan bir aktarım ile Muhammed’in onu boşadığı ama sonra tekrar geri aldığı (talak-ı reci) yazılıdır. (Ebu Davud Talak, c. 2, 2276) Bu durum İbn İshak ve Taberi’de (c.9 dipnot 884 s.131)’de de geçer. ( Talak-ı reci: Koca bir defa “boş ol” “seni boşadım” derse ve sonra pişman olup eşine dönmek isterse ve kadının iddet müddeti geçmemişse mehir vermeden ve tekrar nikah kıymadan eşine dönebilir. Sadreddin Yüksel) Hafza’nın yaşını şöyle hesaplayabiliriz : Hicret yılı 622’dir. Hicretin 45. yılı ölmüştür (S.Ateş S.332) Yani 667 yılında vefat etti. Öldüğünde 60 yaşındadır (Tabari c.39 syf.174) O halde doğumu 607 dir. Kocası Uhud savaşında ölünce dul kaldı. Uhud savaşı yılı 625 tir. Bu durumda dul kaldığında 18 yaşındadır 5-Zeyneb binti Huzeyma: (30 yaşındaydı) Necidli Huzeyme’nin kızı. İlk kocası müslüman Tufeyl ibni Haris idi ama ondan boşanıp kardeşi Ubeyde bin Haris ile evlendi o da Bedir’de hayatını kaybedince dul kaldı. Muhammed onu amcasından istedi ve 400 dirhem gümüş mehir vererek aldı. Muhammed onunla evlendiğinde 30 yaşındaydı (Hamidullah, İslam Peygamberi S. 564, n.1104) Muhammed ile evlendikten üç ya da sekiz ay sonra vefat etti. 6-Zeyneb bint Cahş: (Yaşı 36 dır) Çahş ibn Riab’ın kızı olup asıl adı Berre’dir. Muhammed onun ismini Zeyneb olarak değiştirmiştir. İlginçtir ama Muhammed’in Mustalık gazasında esir aldıktan sonra nikah kıydığı Cüveyriye’nin de ilk ismi Berre’dir. Muhammed’in bizzat kendisinden “Zeyd’in zevcesi” diye bahsedilerek Kuran ayetlerinde bahsedilmektedir. (Ahzap 35-37) Bakalım ayette bu kadınla Hz.Muhammedin evlenmesi nasıl geçer; Ahzab-37 “(Resulüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! Diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” Bu ayetin iniş nedeni İbn İshak’ın eserinde şöyle aktarılır İmam İbn İshak’ın eserinde Yunus – Ebu Seleme el-Hemdânî Mevlâ eş-Şa’bî – eş-Şa’bî isnadıyla gelen bu rivayette eş-Şa’bî şöyle der: “Zeyd b. Harise hastalandı. Hz. Peygamber onu ziyaret etmeye gitti. Karısı Zeynep bt. Cahş Zeyd’in yanı başında oturuyordu. Zeynep bazı işler için kalktı ve Hz.


Peygamber ona baktı, sonra başını indirdi de “kalpleri ve gözleri çeviren Allah’ı tenzih ederim” dedi. Bunun üzerine Zeyd ona : “senin için onu boşayayım” dedi. Hz. Peygamber “hayır” dedi. Bunun üzerine Ahzab süresinin 37. Ayeti nazil oldu. Dikkatli okursanız arzulama, ilgi duyma durumu bariz bir şekilde var. Üstelik ayette de içte gizlenen bir düşünce var bunla peygamberin ilgi duyması acıkca vurgulanmış. Uğruna ayet bile yazılmış olan Zeynep peygamberle evlendiğinde kaç yaşındaydı. Zeynep’in Yaşı: Hicret yılı 622’dir Evlendiği yıl 625’dir Hicretin 20. yılı vefat etmiştir. (Hamidullah s. 567) vefat ettiği 642 yılında Vefat ettiğinde 53 yaşındaydı. (Tabari c.39 s.182) O halde doğum tarihi 642 – 53 = 589’dur. O halde evlendiğinde yaşı 625 – 589 = 36 ‘dır. 7-Ümmü Seleme: (Yaşı 27 ya da 29′ dur) Ebu Umeyye’nin kızıdır. İlk kocası Ebu Seleme ile birlikte islamı ilk yıllarında kabul etmişti. Kocası Habeşistan’a hicret eden müslümanlar arasındadır ve akrabaları onun hicret etmesini engelleyip Mekke’de tutmuşlardır ama daha sonra Medine’ye tek başına gitmesine izin vermişlerdir. Hicretin 3 yılı olan 625’de Uhud savaşında kocası hayatını kaybetmesi üzerine 1 yıl yas tutmuş sonra da Hz.Muhammed ile 626 yılında evlenmiştir. Uhud savaşında müslümanların ağır yenilgi almasına neden olan ünlü komutan Halid b. Velid’in de onun yakın akrabası olduğu söylenir. Genellikle yaşlı olduğu hatta Muhammed’den 1 yaş küçük olduğu söylenir ama bu koskoca bir yalandır. Vefatının hicretin ya 59. yılı ya da 61. yılı olduğu hemen hemen her kaynakta geçer ve ayrıca öldüğünde yaşının 84 olduğu da geçer. Ümmü Seleme’nin yaşı: Hicret yılı 622’dir. 59. hicret yılında öldü (Sahih Müslim c.2 dipnot: 1218 s.435) Yani 681 de vefat etti. Öldüğünde 84 yaşındaydı. (Sahih Müslim c.2 dipnot: 1218 s.435) Öyleyse doğumu 597 dir. 625 yılında Uhud’da kocası öldü ve dul kaldı. 1 yılı kocasının ölümüne üzülerek geçmiştir. (Hadislerde onun böyle yas tutması oldukça fazla geçer) 626 yılında Hz.Muhammed onu almıştır. Bu durumda yaşı 626-597 =29 dur. Ama eğer Hicretin 61. yılında vefat etti ise o zaman yaşı 27 dir. 8-Cüveyriye: (14 yaşında evlendi) Cüveyriyye, “cariyecik” demek. Asıl adı Berre dir ve yahudi Mustalık oğullarından Haris ibn Ebi Dırar’ın kızıdır. Kocasının ismi Musaf bin Safvan dır ama Hz.Muhammed’in adamları baskın sırasında onu öldürmüştür. Beni-Mustalık baskınında esir düştü ve Sabit ibn Kays ibn Şemmas’ın payına düşmüştür. Sâbit onunla mukâtebe yapmıştır. (Mukâtebe: Kölenin bedel karşılığı hürriyetinin verilmesi antlaşması) Cüveyriye’nin hürriyetinin bedeli 400 dirhemdir (ki karşılaştırma yapabilmeniz için şu örnek yerinde


olacaktır : O dönem Mekke valisin maaşı aylık 30 dirhemdir) ve bu bedeli ödeyerek onu geri alacak olan ailesi de (öldürülen kocası hariç) esir durumundadır ve bütün servetleri de ganimet olarak ele geçirilmiştir. Cüveyriye umutsuz bir durumdadır. İlginçtir ama birileri bu kızın oldukça güzel bir kız olduğu konusunda Hz.Muhammed’e haber uçurmuş ve böyle bir güzelliğin ancak ona layık olduğunu söylemişler ve bunun üzerine peygamber onu yanına çağırmıştır. (Tabii kaynaklarda onun Muhammed ile görüşmek istediği de yazılıdır), Cüveyriye’nin o an ki halet-i ruhiyesi köle olmayı kabul edememiş ve kendisini özgürlüğe kavuşturmak için çırpınan ve fazlasıyla korku içinde olan ufacıcık bir kız izlenimi vermektedir. Muhammed ile yaptığı konuşma şöyle geçer : “Ey Allahın Elçisi ! Ben kabilemin başkanı el-Haris’in kızıyım; başıma gelen felaketi ve içine düştüğüm durumu görüyorsun. Özgürlüğümü tekrar elde edebilmem için bana yardım et ! Allah da sana yardım edecektir” Buna cevaben Hz.Muhammed de der ki : “Bundan daha iyisini ister misin?” diye sordu. O da: “Bundan daha iyisi nedir” diye sordu. O: “Senin fidyeni ben ödeyeyim, sen de benimle evlen” dedi. (Hamidullah’ın Muhabbar s.89-90’dan). Hz.Muhammed böyle dünya güzeli körpecik kıza, çözüm olarak kendisi ile evlenmeyi teklif etmiş o da kabul etmek zorunda kalmıştır; hem de kocasının ölümünden sorumlu olan birisinin teklifini kabul etmek zorunda kalıyor. Hz.Muhammed onun hürriyet bedeli olan 400 dirhemi Sâbit’e ödeyerek onu satın alır. Daha da ilginç olanı kaynaklar Cüveyriye’nin babası Haris’in kızının fidye bedelini ödemek için Hz.Muhammed’in yanına develer ile birlikte geldiğini ve bu develeri fidye bedeli olarak ödemek istediği yazar. Haris peygamberin yanına gelerek ona şöyle der: “Sen kızımı esir aldın, işte fidyesi” Hz.Muhammed: “Fakat Akik ovasında gizlediğin iki deve nerede?” diye sorar. Bunun üzerine Haris o iki deveyi de getirerek onları da Muhammed”e verir. (Bu bilgi Martin Lings yani Ebubekir Siraceddin’in “Hz. Muhammed’in Hayatı” s.259’da vardır.) Tabii bu kızcağız kocasının ölümünden sorumlu kişi ile evlenecek ve daha kocasının kanı kurumamışken zifafa girmek zorunda kalacaktır. Cüveyriye’nin yaşını matematiksel olarak hesaplayalım: Hicret yılı 622’dir Hicret’in 57. yılında vefat etti.(Hamidullah s.568) O halde vefat tarihi 679 dur. Vefat ettiğinde 65 yaşındaydı.(S.Ateş s. 333) Öyleyse doğum tarihi 614 dür Evlendiği yıl 628 dir. (Beni Mustalık gazası hicretin 6. yılıdır) O halde evlendiğinde yaşı: 628 – 614 = 14 dür. 9-Ümmü Habibe: (Yaşı 32 dir) Asıl adı Remle’dir. Ebu Süfyan’ın kızı. İslamı’ın ilk yıllarında kocası ile birlikte müslüman olmuştu. İlk kocası Ubeydullah ile Habeşistana hicret etmiş orda kocası Hristiyan olmuştu. Hz.Muhammed Habeşistana bir elçi


göndererek onunla nikahını gıyaben kıymış ve elçi ile birlikte onu getirtmiştir. Bu evlilik Hicri 6. yılda oldu. Babası Muhammed’in ezeli düşmanıdır. Muhammed onun kızını almış ve belkide bu düşmalığı gidermek istemiştir. Ama Süfyan kızı Ümmü Habibe Muhammed ile evlendikten sonra çok değişmiştir. Bir gün Medine’ye Muhammed ile görüşmeye gider ve bir arada da kızını görmek için Muhammed’in evine gider ve kızı ile şu konuşma geçer aralarında : “…..Önce, kızının, yani Resulullah (AS)’in hanımı olan Ümmü Habibe’nin yanına vardı. Küçücük odasında, yerdeki tek sergi, Resulullah (AS)’ın yatağı idi. Ümmü Habibe bunu derhal dürüp kaldırdı. Babası: “Niçin böyle yaptın?” diye sorunca, ona şöyle cevap verdi: “Bu Allah’ın Resulünün yatağıdır. Sen ise bir putperestsin ve buna oturamayacak kadar necîssin, pissin.” Ebû Süfyân ise şu cümleleri homurdandı: (Yazık hem de çok yazık. Hamidullah “homurdandı” ifadesi ile güya Ebu Süfyanı küçümsemeye çalışıyor ama bu tip ifadeler ancak yazarını küçültür, hele hele söz konusu baba-kız arasındaki bir dialog ise ) “Kızcağızım! Sen bizi terk ettiginden beri ne kadar değişip bozulmuşsun. (Hamidullah İslam Peygamberi s. 568-569) Yaşını şöyle hesaplayabiliriz: Hicret yılı 622’dir Hicri 44. yıl vefat etti (İbn Sa’d, et-Tabakat c.8, s.100) O halde 666 yılında vefat etti. 70 yaşında iken vefat etti (İbn Sa’d, et-Tabakat c.8, s.100) O halde doğum tarihi 666-70= 596 dır. Evlendiği tarih 628 dir (Hicri 6.yıl) O halde evlendiğinde yaşı 628 – 596 = 32 dir. 10-Safiyye: (Yaşı 17 dir) Huyeyy b. Ahtab’ın kızıdır ve asıl adı Zeyneb dir. Hz.Muhammed Hayber’in fethinden sonra kocası Kinane b. Ebi Hukayk’ı mücevher dolu “Mesk”in yerini öğrenmek için işkence yaptırdıktan sonra boynunu vurdurarak öldürmüş ve ayırca babası ile kardeşi de Muhammed tarafından öldürülmüştü. Safiyye sadece 2 aylık evli bir kadındı. Muhammed onu esir aldığı kadınlar arasından “safiyy” payı olarak seçmişti.(yani daha ganimet dağıtılmadan önce, ganimetler arasında istediği malı keyfince seçtiği bir liderlik hissesi olarak) Katâde(r.a.) anlatıyor: Resulullah gazveye bizzat iştirak edince onun sehm-i safiyy denen riyaset hissesi olurdu. Bu hisse, taksimden önce köle, cariye, at gibi ganimete dahil mallardan dilediğinden alırdı. Safiyye validemiz de işte bu hissedendi. Gazveye bizzat iştirak etmediği taktirde bu hisse gıyabında ayrılırdı, ancak bu durumda seçme hakkı yoktu (ne ayrılmışsa onu kabul ederdi)” (Ebu Davud, Harâc 21, 2993) Muhammed asıl adı Zeyneb olan bu genç ve güzel kızın ismini “ganimet payı / ganimet malı” anlamına gelen “Safiyye” olarak değiştirdi. Artık bir ganimet malı olduğu isminden bile anlaşılmaktadır. İlginçtir ki, Hz.Muhammed bu evliliğinde bir Kur’ân ayetini de ihlal etmiştir.


Bakara-234 “Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.” Kuran’daki “iddet süresi” ile ilgili ayeti ihlal ediyordu. “….Daha sonra Allah’ın elçisi Hayber dönüşünde, yolda Enes’in annesinin bezediği Safiyye ile zifaf olmuştur” (Buhari Meğazi 64) Yaşını şöyle hesaplayabiliriz: Hicret yılı 622 dir Hicri 50 yılında vefat etmiştir. (Hamidullah, no.1110) Yani 672 yılında Vefat ettiğinde 60 yaşındaydı. (Vefat ettiği yaşı Türkçe kaynaklarda bulamadım ama internetteki ingilizce Arap sitelerinin hepsinde 60 olarak geçiyor) O halde doğum tarihi 612 dir. Evlendiği yıl 629 (Hayber’in fethi) O halde evlendiğinde 629 – 612 =17 yaşındadır. 11-Meymune binti Haris: (36 yaşındadır) Haris kızıdır. Asıl ismi Berre dir (hatırlarsanız Zeyneb b. Cahş ve Cüveyriye’nin de adı Berre idi) İslamiyetten önce Mes´ud b. Amr ile evliydi ve ondan ayrılıp Ebu Rühm b. Abduluzza ile evlendi ve onun ölümü ile dul kaldı. Kendisini Hz.Muhammed’e hibe etmiş ve bu yüzden mehir alamamıştır. (İbn Sa´d, Tabakâtü´l-kübrâ, c. 8, s. 132) bu bilgi ayrıca (Sahih Muslim c.2 no 1919) da bulunuyor. Ahzap 50. ayetteki mehirsiz olarak kendini Muhammed’e hibe eden kadının o olduğu söylenir. Aişe diyor ki bu kendini hibe etme konusu ile ilgili: “Olacak şey mi? Bir kadın utanmaz mı ki, kendini bir erkeğe armağan etsin?” (Buhari, e’s-Sahih, Kitabu Tefsiri’l-Kur’an/336 , Müslim hadis no: 1464; Tec-rîd, hadis no: 1721.) Yaşını şöyle hesaplayabiliriz: Hicret yılı 622 dir. Hicri 51. de vefat etti (Hamidullah s. 570) Vefat yılı 673 dür. Vefat ettiğinde 80 yaşındaydı.(Bütün kaynaklarda geçer) O halde doğumu 593 dür. Evlilik yılı 629 dur. (Hudeybiye’den 1 yıl sonra “umre” ziyaretinde ) O halde evlendiğinde 629 – 593 = 36 dır. 12-Fatıma Dahhak bin Süfyan (el-Kilâbiyye) S.Ateşten aynen aktarıyorum : “Hicretin 8. yılında Peygamberin kendisi ile evlendiği Fatıma, gerdek esnasında Peygamber’den Allah’a sığınınca Peygamber onu boşamıştır. Daha sonra “Ben ne bahtsızım !” diyerek kendisini kınayan Fatıma, 60. Hicret yılında ölmüştür.” (Kuran’a göre Hz Muhammed’in Hayatı s. 334-335) Eğer öldüğü zamanki yaşı hakkında bilgi var ise o zaman evlendiği zamanki yaşını çıkartabiliriz 13-Reyhane binti Zeyd: (19 Yaşında)


Yahudi Kureyza kabilesine mensup idi. Güzelliği ile meşhur genç bir yahudi kadını idi. Kocasının ismi Hakem idi ve Kureyza baskınında öldürülmüştü. Geriye kalan babası, kardeşleri ve diğer erkek akrabaları ise Kureyza esirlerleri arasında boynu Zübeyr ve Ali tarafından vurulanlar arasındaydı. Reyhane’nin Muhamed’in eşi olup olmadığı ve cariyesi olarak kalmış olabileceği de hep tartışma konusu olmuştur. İbn Sa’d da onun “safiyy” payı olarak daha ganimetler dağıtılmadan önce Hz.Muhammed’in onu kendisine ayırdığı ve onu hür zevceleri arasına kattığı yazılıdır. Kurtubi’ye göre de Muhammed kendisini azad edip onunla evlenmiştir. İbn İshak da ise cariye olarak kaldığı yazılıdır. Reyhane’nin yaşının her kaynakta 19 olduğu rivayet edilir. Ölüm tarihi ise Hicri 10. yıldır. 14-Sena binti Esma (el-Neset bint Rifa) Benu Kilab veya Benu Harm kabilesindendir. Muhammed’in onunla nikahlandığı hemen hemen her kaynakta geçer. Aynı şekilde zifafın gerçekleşmediği de yazılıdır. (Tabari c.9 s.135-136. ve c. 39 s.166) ‘da Muhammed ile nikahının kıyılmasının peşinden evlilik tamamlanmadan önce öldüğü yazılıdır. İslami kaynaklar da onun Muhammed ile evlendiği için duyduğu sevinçten dolayı öldüğü bile yazılıdır. 15-Esma (Ümeyme) ibn Cevn Numan ibn Şürâhil el- Cevn el-Kindiyye’nin kızıdır. Bu kadın ile ilgili en ilginç satırlar S.Ateş’de var: Peygamber gerdekte yanına varıp da “Gel !” deyince “Sen gel !” demiş Peygamber de onu boşamıştır. Bir rivayete göre Allah’a sığınan kadın bu kadındır. Buhari de şöyle diyor: Allah’ın elçisi (s.a.v) Şurahil kızı Umeyme ile evlendi. Yanına varıp elini uzatınca kadın hoşlanmaz bir tavır takındı. Peygamber Useyd’e bu kadını donatıp, iki beyaz keten elbise giydirerek geri göndermesini emretti. Başka bir rivayete göre peygamber Esma’ya. “Kendini bana hibe et !” dedi. Esma “Kraliçe kendini çobana hibe eder mi?” deyince Peygamber onu teskin etmek için elini onun üzerin koydu. Esma: Senden Allah’a sığınırım” dedi. Peygamber “Sığınacak yere sığındın ve tam sığındın” dedi ve Ebu Useyd’e, o kadına iki râziki elbise giydirip ailesine ulaştırmasını emretti.” (S.Ateş-Kuran’a göre Hz. Muhammed’in Hayatı s.335) Hz. Aise radiyallahu anha anlatiyor: “Ibnetu’l-Cevn Resulullah aleyhissalatu vesselam’in yanına girince: “Senden Allah’a sığınırım!” dedi. Aleyhissalatu vesselam da: “Gerçekten büyüğe sığındın. Ailene dön!” buyurdular.” [Buhari, Talak 3; Nesai, Talak 14, (6, 150).Buhari Talak (Kitab’u Talak)’da 1832, 1833 no’lu hadisler] Muslumanlar arasinda Hz.Muhammed’in ustun cinsel guce sahip olduguna dair yaygin bir inanc vardir. Muhammed’in sehveti hakkinda bir cok sahih hadisler mevcuttur. Ornek olarak su hadise bir göz atalım;


Ebu Râfi (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), birgün bütün hanımlarına uğradı. Her birisinin yanında ayrı ayrı yıkandı. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü dedim, en sonunda bir kere yıkansanız olmaz mı?” “(Olmasına olur, ancak) böyle yapmak daha temiz, daha hoş ve daha paktır!” buyurdular.” Ebu Dâvud, Tahâret 86, (219). Muhammed bir gecede tum hanimlarini sirayla ziyaret ederek hepsi ile yatabilecek güce sahiptir. İslam kaynaklarda Hz.Muhammedin en tanınmış eşlerinden başka; evlenip ayrıldığı, mehirsiz evlendiği ve cariyeleri olmak üzere 57 kadın ismi geçmektedir. Not: Aslında islam tarihçileri evlilik konusunda “Nikah mı, zifaf mı, peçe mi kriter alınmalıdır ?” gibi sorularla kendilerine meşgale yaratırlar. Bu yüzden genellikle zifafa girmediği kadınları eş listesine koymazlar ve bu şekilde Muhammed’in eşlerinin sayısını düşürmeye çalışırlar. İlginçtir ama eğer zifaf kriter ise o zaman neden Marya ve Nefise gibi (hatta Reyhane de) Muhammed’in cinsel ilişki de bulunduğu cariyelerini eşler listesine dahil etmezler ? Bazı islam alimleri (!) bunlara “zevce-cariye” demişlerdir ama eş listelerinde bunlar dahil edilmez ve mümkün olduğu kadar Hz.Muhammed’in eşlerinin sayısı düşük tutulmaya çalışılır. Tabii aynı zaman dilimi içinde en fazla 9 kadınla evli olduğunu söyleyerek bu rakamı tek haneli hale getirme konusunda gösterdikleri hüner de takdire şayandır.

15-Hz.Muhammedin Muhtemel Hastalığı (Akromegali Hastalığı) Hz.Muhammet genç yaşlarında yakışıklı biri olarak islam kaynaklarında anlatılır. İslami kyanklarda Hz.Muhammed’in fiziksel özelliklerini ve görünüşünü şu şekilde anlatılmaktadır; El ve Ayakları iri, dolgun ve kalındı:Hz. Ali şunu söylemiştir: “Rasulullah’in elleri iriydi.” Osman Ibn Abdilmelik şöyle dedi: Hz. Ali’nin arkadaşlarından olan dayım, bana, Hz. Ali’nin şöyle dediğini anlattı: Rasulullahın el ve ayakları dolgundu (kalındı). Avucu geniş ve yumuşaktı: El-Hasen, dayısı Hind’in şöyle dediğini rivayet etti: “Rasulullahın avuçlarının içi genişti.” Enes şöyle demiştir: “Ben, Rasulullahın avucunun yumuşaklığını atlasta ve ipekte görmedim.” Mariye şunu söyledi: “Peygamber’e (s.a.v.) beyat ettiğimde, o güne kadar onun elinden daha yumuşak bir ele dokunmamış’dım” Kafasi büyüktü: El-Hasen Ibn Ali, dayısı Hind Ibn Ebi Hale’nin şu sözünü rivayet etti: ”Rasulullahın başı büyüktü.” Nafi Ibn Cübeyr şöyle dedi: Ali Ibn Ebu Talib, bize, Peygamberi tarif ederken şöyle dedi: “Onun başı büyüktü.” İri kemik ve iri eklemliydi: Hind şöyle demiştir: Rasulullahın bilekleri uzun, mafsalları (eklemleri) kalındı.


Derisinde Et Parçacıkları (Peygamberlik Mührü / Hatem-i Nübüvvet): Ben Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan nübüvvet mührünü gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızımtırak bir yumru idi (Et-Tirmizi İmam Ebu İ’sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1.cilt, Hilal Yayınları s. 36) Geniş göğüs ve omuzlar: El-Bera İbn Azib şunu söyledi: “Rasulullahın omuzları genişti.” El-Hasen, dayısı Hind’in şöyle dediğini anlattı: “Rasulullahın göğsü enli, göğsü ve karnı bir seviyedeydi, çıkık değildi.” Vucud kasları geniş (enli): Et- Teveme’nin mevlası (azatlı kölesi) salih şöyle dedi: Ebu Hureyre, Rasuhıllahı tarif ederken şöyle dedi: “Rasulullah’m pazıları enliydi.” Parmaklar kalın ve uzun. Ali şunu anlattı: “Rasulullah’ın avuç ve ayakları dolgundu, parmakları uzundu.” Kavisli burun: Hind Ibn Ebi Hale şöyle dedi: “Rasulullahın burun kemiğinin ortasında bir kavis vardı. Burnunda, ona güzellik veren bir parlaklık vardı. Dikkat etmeyen kimse onun burun kemiğinin uzun olduğunu zannederdi.” Geniş ağiz: Cabir Ibn Semura şöyle dedi: “Rasulullah geniş ağızlıydı.” Gözler iri..”Mübarek gözleri büyük idi.” (Imam-ı Ahmed Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) Dişleri seyrek ve aralıklı: Cumey’ şöyle dedi: “Rasulullah geniş ağızlı ve seyrek dişliydi.” İbn Abbas şöyle dedi: Rasuhıllahın Ön dişleri seyrekti. Uzun Boyun: Ümmu Ma’bed Rasulullah’ı tarif ederken şöyle demiştir: “Onun boynunda uzunluk vardı.” Yüzünde ve cildinde parıltı (yağlanma): El-Hasen, dayısı Hind’in şöyle dediğini rivayet etti: “Her türlü büyüklük Rasulullah’ta toplanmıştı. Onun yüzü, ayın ondördü gibi parlardı.” Kalin saçlar:Hz. Aişe şöyle demiştir: “Peygamber taradığında sanki kumlan kazırcasma tarardı.”

tarakla

saçlarını

Sık (gür) Sakal: El-Hasen Ibn Ali, dayısı Hind’in şu sözünü söyledi:”Rasulullahın sakalı sıktı. (gürdü)” Ali Ibn Ebi Talib şunu söyledi: “Rasulullahın sakalı sıktı.(gürdü)” Ummu Ma’bed: “Rasulullahın sakalı (sıkıydı) gürdü” demiştir. Gür Ses: Mübarek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. (Imam-ı Ahmed Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) Vucudunda sertlik yada kireçlenme belirtileri: Yana ve geriye bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp bakardı (Imam-ı Ahmed Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye)


Yürürken öne doğru eğilme: Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. (Imam-ı Ahmed Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) Yürüdüğü zaman adeta yukarıdan aşşağı iniyormuş gibi kuvvetli adımlarla yürürdü (Tirmizi, Es-semailul Muhammediye). Cildinin rengi beyaz ve Kırmızımsı: Hz. Ali şunu söyledi: “Rasulullah’ın (s.a.v.) rengi, kırmızılığı bulunan beyazdı.” Korkunç görünüm: Resulullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. (Imam-ı Ahmed Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) Parfüm düşkünlüğü: Gercekten ben Resulullahı misk sürünürken gördüm. Yoksa o koku degil miydi?” [Nesai, Hacc,231, (5, 277); Ibnu Mace, Menasik 70, (3041).] Aise anlatiyor: “Resulullaha, ihrama gireceği zaman (ihrami icin), keza ihramdan ciktigi zaman da Kabe’yi tavaftan once hill’i icin, icinde misk bulunan surunme maddesini su iki elimle surdum.” (Buhari, Hacc 18, 143) Baş ağrısı. Peygamber’in baş ağrısı ve şiddetli ateşi vardı: “Yâ Âişe Senin değil, asıl benim vay başım. Senin başının ağrısı geçer gider. Baş ağrısı, benimkidir.” Kaynak: Fıkhu’s -Sire & Hilye-i Saadet (Resulullahın Görünüşü). Tüm bunlar Akromegali hastalığının belirtileridir. Peki Akromegali Nedir? Hipofiz bezinin aşırı büyüme hormonu salgılaması sonucu gelişen bir hastalıktır. Akromegali hastalığında iskelet, yumuşak doku ve iç organlar aşırı ölçüde büyür. Büyüme özellikle el, ayak ve yüz çıkıntılarında belirgindir ve hastaya tipik bir görünüm verir. Akromegali Hastalığı Belirtileri Hastalığın ilk görüşte tanınmasını sağlayan özgün belirtisi vücudun uç noktalarının büyümesidir. El ve ayaklar iridir. Abartılı bir şekilde genişleyen el parmakları sosis gibidir. Parmak uçları dikdörtgen bir biçim alır. Burun iri ve şiş, üzeri tüylü ve gözeneklidir. Elmacık kemikleri, alın yayı, çene ve çene köşelerinin aşın genişlemesi hastaya akromegaliye has bir yüz görünümü verir. Yüzün boyuna doğru uzamasıyla normal oranlar kaybolur. Yüzün alt yansı belirgin bir şekilde uzar. Kafa ense yönünde büyüme gösterir. Çene öne çıkar (prognatizm). Çenenin genişlemesiyle diş yuvaları birbirinden uzaklaşır. Bütün bu değişiklikler çok yavaş ve başlangıçta hiç belirti vermeden gelişir. Hasta genellikle olayı rastlantı sonucu fark eder: Yüzüğünün parmağına girmediğini, ayakkabılarının giderek sıktığını, eldiven ve şapka ölçülerinin arttığını görür. Akromegalinin bu belirtilerine genellikle baş, şakak ve elmacık kemikleriyle kol ve bacaklarda duyulan ağrılar öncülük eder. Yorgunluk ve bezginlik duygusu ön plandadır. Halsizlikle birlikte ruhsal bozuklukların, şaşkın,


cansız, anlamsız bakışların eşlik ettiği bir ruh hali (apati) ve elemli davranışlar görülür. Yumuşak dokular da büyümeden etkilenir. Özellikle altdudaklar, dil ve dış eşey organları kalınlaşır. İskelet büyümesi sonucunda köprücük kemiği, kaburgalar, kürekkemikleri, el ve ayak kemikleri çıkıntılı, köşeli bir biçim alır ve kalınlaşır. Eklem yerlerinde aşın esneklik gelişir. İstenirse el parmaklan ön kola paralel olacak kadar geriye bükülebilir. Bunun nedeni eklem kılıfının genişleyerek rahatlamasıdır. Gırtlak kıkırdakları ve ses tellerinin genişlemesi sonucunda ses gürleşir ve kalınlaşır. Kas sistemindeki büyümeyle birlikte önceleri güç artışı da görülür. Ama sonradan bunun kas dokusundaki yağlanmaya bağlı yalancı bir büyüme olduğu anlaşılır. İyice büyüyen dil çiğneme ve konuşma bozukluklarına neden olur. Deri katmanlarının da büyümesi (hipertrofı) ile deri kalınlaşmış, derialtı dokularının kütlesi artmıştır. Genişleyen ter bezleri deriye nemli ve yağlı bir görünüm verir. Saç telleri kalınlaşır, saçlar nemlidir. Bazen yüzde de görülen yaygın kıllanma başlar. Bu, kadınlarda, vücut ölçülerinin de kalınlaşmasıyla erkeksi bir görünüme neden olur. Diger belirtiler: 1-Terleme ve vücut kokusu (Muhammed’in parfum duskunlugunu anlatan belirti) 2-Ellerde ve ayaklarda büyüme (Muhammed’in iri elleri ve ayaklari) 3-Ciltte kalınlaşma ve Yağlanma, sivilcelenme (Muhammed’in cildinde ki parlakligin nedeni) 4-Seste kalınlaşma (Sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi.) 5-Dil, dudaklar, burunda büyüme (Muhammed’in burnunda kanca seklinde buyuyen kemik) 6-Horlama (Muhammedin horladigina dair bir kac hadis mevcut ama dogrulugu tartisilir) 7-Baş ağrısı (Muhammed’in son gunlerinde iyice artan bas agrisinin nedeni) 8-Erkeklerde iktidarsızlık (Muhammed’in ilerleyen yaslarinda iktidarsiz olma ihtimali) 9-Yumuşak doku (Muhammed’in ellerinin, avuc icinin ve ayak altinin yumusakligi)


10-Deri dokusunda küçük fazlalıkların oluşması peygamberlik mührü dedigi sirtindaki kucuk et parcasi)

(Muhammed’in

11-Kalınlaşmış kaburgalar sayesinde fıçı göğüs oluşumu (Muhammed’in geniş göğsünün nedeni) Hz.Muhammetin peygamberlik mührü denilen sırtında , güvercin yumurtası büyüklüğünde et parçası, aslında Deri dokusunda küçük fazlalıkların oluşmasındandır. Yani Akromegali Hastalığı belirtisinden başka şey değildir. Yalın Gerçek Budur. Cabir b. Semüre anlatıyor: “Ben Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan nübüvvet mührünü gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızımtırak bir yumru idi.” Ebu Nadre anlatıyor: ”Mübarek sırtlarında gül tomurcuğu gibi bir et parçası, iki küreği arasında peygamberlik mührü yer alıyordu. Bu mühür sağ omzuna daha yakındı.” Hz.Muhammed “Yan’a ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı” (İmamı Ahmed Kastalani (Mevahibi ledünniyye). Muhammed bir yöne dönerken, neden tüm vucudu ile döonüyordu? ”ElBilek Kanalı” Hastalığı. Bazen bu hastalık başka bir hastalığın parçası olarak karşımıza çıkabilir. Diabetes Mellitus, Hipotiroidizm, Akromegali, Romatoid Artrit. Nasıl teşhis konulur? Tanı, şikayetlerin ayrıntılı öyküsü ve bu duruma yol açacak diğer nedenlerin araştırılmasıyla konulur. Boyun fıtığı ve kireçlenmesi tanısı konan hastaların bir kısmında el-bilek kanalı hastalığı da mevcut olup, bu duruma çift darlık adı verilir. Hem boyunda omurilik ve sinir kökü sıkışmıştır, hem de el bileği kanalı darlığı mevcuttur.

16-Hz.Muhammed’e Suikast Girişimi Hz. Muhammed’e karşı İslam tarihinde anlatılan ve Hz.Muhammed’in mucizevi şekilde kurtulduğu suikast olayları vardır. Ama bu konuda anlatmak istediğim Kuran’da Tevbe Suresi 74. Ayette anlatılan suikast girişimidir. Bu konuya geçmeden önce peygamberin mucizevi şekilde kurtulduğu diğer suikast girişimlerinden birkaçını görelim. Cabir b. Abdullah’ın anlattığı suikast olayı: “Bir yere baskın düzenlemiştik; bir ara istirahat için gölgeye çekildik. O arada Hz.Muhammed kılıcını bir ağaca asıp o ağacın altında uzanırken adamın biri gelip onun asılı kılıcını alır ve kendisine, “Ey Muhammed; bugün kim seni elimden kurtaracak, seni öldüreceğim.” der. Hz. Muhammed de, “Allah beni kurtarır.” yanıtını verir. Bu soru, o adam tarafından üç sefer tekrarlanır ve Hz.Muhammed’den aldığı yanıt da hep


aynı. Sonuçta Allah tarafından adam etkisiz hale gelir, vücudu sanki donmuş, felç olmuş gibi olur ve kılıç kullanamaz hale gelir.” (Buhari, Megazi, Zat’ü Rika kısmında, Müslim, hem Fedail/Hz. Muhammed’in tevekkülü kısmında, hem korku namazı kısmında. ) Hayber’de meydana gelen zehirli et olayı Hayber muharebesi sonunda Zeynep bint el-Hâris adında bir kadın, rasulullah’a zehirli bir koyun ikram etti. Rasulullah ondan bir parça aldı, ancak tamamını yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi. Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve bunu neden yaptığı sorulunca şöyle dedi: “Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz.” Ancak Bişr b. Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek öldü. Bunun üzerine kadın Bişr’e kısas olarak öldürüldü. Rasulullah son hastalığında dahi Hayber’de aldığı bu lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur.” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 222) Gelelim asıl konumuza Tevbe Suresi 74. Ayet ve bu ayetin yazılış nedeni olan suikast olayına. Anlatacağımız bu olay ve ayet, kuranın nasıl oluştuğuna, ayetlerin gerektiğinde anında iniverdiğine, günün ihtiyaçlarına göre uydurulduğuna güzel bir örnek ve kanıttır. Ayrıca bu ayet ve devamında yazılan birkaç ayet daha Hz.Muhammedin askeri liderliğine ve yöneticiliğine karşı o günün şartlarında oluşan tepkileri, çıkar çatışmalarını, peygamberliğinden o günlerde de kuşku duyduklarını aslında imanlarının kaynagının saygı ve sevgiden değil korkudan kaynaklandığını, pekçoğunun inanmış göründüğünü göstermesi yönünden önemlidir. Tebuk Seferinde düzenlenen suikast girişimi Hicri 9. yılında Hz.Muhammed Suriye tarafında Bizanslılara karşı Tebük (bir bölgenin adıdır) seferini düzenler. Hz.Muhammed Tebük seferinden dönüp Medine yolunu tutunca, sayıları 12-15 kişilik bir grup gece karanlığından yararlanarak Muhammedi vurmak isterler. Ancak Hz.Muhammed bu planın duyumlarını alınca yol güzergâhını değiştirir. Yolda Ammar b.Yaser onun devesini önden çekmekte, Hüzeyfe b.Yeman da arkadan sürmektedir. Hz.Muhammed’i öldürmeye karar veren grup, onun bu yol değişikliğini öğrenir ve aynı istikamette onları takibe alır. Bunlar yaklaşıp artık baskın yapma aşamasındayken, Muhammed’in arkadaşları tarafından fark edilirler. Bu arada Muhammed, arkadaşlarına, “Çabuk sürün, hızlı olun.” diye emir verir. Arkadaşları bağırıp çağırır ve “Haberiniz olsun sizi gördük.” deyince, baskını düzenlemek isteyen Müslüman grup korkar, kaçmak zorunda kalır ve İslam ordusu arasına dağılıp kaybolur. Muhammed arkadaşlarına ,”Siz bunları tanıdınız mı? diye sorar.”Yüzleri maskeliydi, göremedik; ancak atlarını ve bindikleri hayvanları tanıdık” derler. Muhammed kendisine suikast yapıldığını anlar ve onların kim olduğunu bildiğini söyler. Ünlü İslam düşünürlerinden İbni Hazm suikastı gerçekleştirmek isteyenleri şöyle sıralar “Ebubekir, Ömer, Osman, Talha b. Ubeydullah, Sad b. Ebi Vakkas, Ebu Musa el-Eş’ari ve birkaç sahabe daha”


(İbni Hazm, Muhalla, 11/224. Necah, Nezeriyat’ul Halifeteyn, 2/266. İbni Ebi’l Hadid, Şerh’u Nehci’l Belağa, 2/390 Darü’l kütüb’il İlmiyye, Mısır.) Hz.Muhammed , Huzeyfe ve Ammar b.Yaser’in onları Medine’ye gittiğimizde onları öldürelim demesi üzerine, bu olayı gizli tutmalarını ister. Nedeni “Muhammed en yakın arkadaşlarını öldürdü” derler ve İslama karşı olumsuz etki doğabilirdi. Bu olay üzerine yazılan Ayet: Tevbe-74 “Onlar, kötü bir şey söylemedik, diyerek Allah’a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. İslâm’a girdikten sonra yine kâfirlik ettiler. Ve o başaramadıkları cinayeti tasarladılar. Halbuki intikam almaları için Allah’ın, Resulü ile onları lütfundan zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz.” Sanki Muhammed bu suikastçılar hakkında hiçbir şey duymamış da; Allah’ından gelen bilgiyle ilk kez haberdar oluyormuş gibi yapıyor, tabii ki bir taşla iki kuş misali, bu ayetle birkaç yere mesaj gönderiyor. Çünkü Tebük’te bir ara onun devesi kaybolunca, Müslümanlardan biri, “Hani dünyada olup biten her şeyi, geçmişi, geleceği biliyorum diyen bir Muhammed, nasıl olur da yanı başında devesi kaybolmuş da nerde olduğunu bilemiyor, bu nasıl peygamber” şeklinde alay ediyor. Cülas bin Süveyd, “Eğer Muhammed’in anlattıkları doğruysa, eğer peygamberse ben eşek olayım” diyerek onunla alay ederken, Muhammed bunlardan haberdar oluyor. İşte Tebük’te hemkendine karşı komplo kuranlar, onu vurmak isteyenler, hem de onunla alay edenler için, mucize niyetiyle yukarıdaki ayeti oluşturuyor. (Kadi Beydavi, Tevbe suresi 74. ayet açıklamasında.) Ayette her şey açık ve nettir: Onlar yemin ediyorlar ki, biz söylemedik. Peki, neymiş söylemedikleri şey? İşte azönce özetlediğim gibi, ‘Muhammed’de tanrısal boyut varsa eşek olayım’ diyen kişi. Güya ona baskı yapılınca ben bunu demedim demiş ve Tanrı için de onun sözü o kadar önemli olmalı ki bu ayeti onun yalanı için göndermiş. Bir de ‘yanı başında devesini bulamayan Muhammed, nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek her şeyi bilirim’ diyen kişinin bu cümlesi tanrının hoşuna gitmemiş olmalı ki, gerek görüp az önceki ayeti yanıt olarak göndermiş, tabii ki Muhammed’in bunların söyledikleri hakkında istihbaratı vardı. O yüzden hepsine topluca yanıt olabilecek böyle ayetler oluşturup anlatıyordu. Ayetin bir yerinde şu cümlecik de var: “Allah ve Resulü kendi lütfü ile onlan (Müslümanları) zengin kıldığı için, inkarcılar intikam almaya kalktılar” diyor. Peki, bu parçanın olayla ne alâkası var? Hz.Muhammed Medine’ye gelip savaşlarda elde ettiği ganimetleri yandaşlarına dağıtınca bunlar zengin olur. Bu arada başta Abdullah b. Selul olmak üzere muhalefettekiler onların bu durumunu


kıskanırlar. İşte ayette sözü edilen zenginliğin kaynağı budur. Yani Allah’ın minnet ettiği zenginlik kaynağı, ganimetler, talan ve çapulculuk. Demek ki arda çıkar çatışması yaşanmış ki iş Hz.Muhammedi öldürme girişimine kadar varmış. Anlaşılan Peygamberin etrafına toplanan belli başlı kimseler dine inanmaktan çok çıkar için etrafında toplanmışlar.

17-Hz.Muhammedin Ölüm Korkusu Buhari’nin anlatımlarının birkaç yerinde, Müslim’de ve başka da birçok İslami eserde ortak olarak işlenen şöyle bir olay var: Hz.Muhammed son hastalığında ölüm döşeğindeyken bir ara ayılınca bakıyor ki ona ağız yoluyla ilaç içiriyorlar. Bunu görünce çok kızıyor ve “Sizi, sakın ola bana bir şey içirmeyin diye uyarmadım mı? Neden bana ilaç içirdiniz? Hepiniz bu ilaçtan içeceksiniz, ben de bakacağım; ancak amcam Abbas hariç. Çünkü o sizinle beraber değil, planın içinde o yoktur.” diyor. Hz.Muhammed islami kaynaklara göre ölümü öncesinde veda hutbesini yapmış yani ölüme ve Allahına kavuşmaya hazırlanan bir peygamber olarak anlatılır ve gösterilir. Yukardaki anlatımlarda net şekilde görülmektedir ki Muhammed ölüm döşeğindeyken öyle allahına kavuşmaya hazırlanan bir peygamber gibi değil aksine ölüm korkusu çeken, çevresindeki insanlara güveni olmayan, hayata tutunmaya çalışan bir insan gibi davranmaktadır. İslami kaynakrada olayı yumuşatmaya çalışsalarda ortada zorlama ve Hz.Muhammedin tedirgin olduğunu gösteren net ifadeler vardır. Olayı başka bir kaynaktan inceleyelim; Buhâri ve Müslim başta olmak üzere birçok muteber Sünni kaynakta “Ledüd Hadisi” diye meşhur olan bir rivayet nakledilmektedir ki rivayetin değişik nakillerini dikkate alarak, olayı şöyle özetleyebiliriz: “Resulullah’ın hayatının son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaştığı bir sırada, Resulullah’ın hanımları veya ashabından bazısının tavsiyesiyle, sancılanan kimselere verilen acı bir ilacı, Allah Resulü’nün ağzına döküyorlar. Resulullah uyandığında ağzının acılığını hissedince, yemin ederek orada bulunan herkesin ağzına aynı ilaçtan dökülmesini emrediyor; amcası Abbas hariç (çünkü o bu işe müdahale etmemişti). Meclistekiler bu işte bir art niyetlerinin olmadığını beyan ediyorlarsa da nafile; bir kere Resulullah bu işin yapılması gerektiğine dair and içmiştir. Böylece oradakilerin hepsinin ağzına birer birer ilaçtan dökülüyor! Hatta Resulullah’ın hanımlarından birisi (Meymûne), ısrarla oruç olduğunu söylüyor; fakat Resulullah and içmiştir diye onun da sözünü dinlemeyerek ağzına ilaç dökülüyor!” [Sahih-i Buhârî, Tıp Kitabı, Ledüd Bâbı, Sahihi Müslim, Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.6, s.118, Sünen-i Tirmizi, c. 3, s. 265]


Düşünün islami kaynaklara göre peygamberin etrafında ona en yakın isimler var bunlar “ailem” dediği insanlar. Bu insanlar neden art niyetleri olmadıklarını beyan etme ihtiyacı duyarlar ki? Madem Hz.Muhammed’e iman etmişler, kaynaklara göre ölesiye ona bağlılar, neden aralarında böyle bir güvensizlik var? Peygamberin bir hanımı “oruçluyum” dediği halde bile zorla ilacı içirmeye kadar iş varmış, yetmedi odadaki herkez (amcası hariç) bu ilaçtan içmek zorunda kalmış. İlk bakışta akla gelen bu sorulara verilebilecek cevap nedir? Ancak zehirlenme korkusu yaşayan ve çevresindeki insanlara da güveni olmayan biri bu tip davranış sergileyip istekte bulunabilir. Bu tepkiler açıkca öldürülme korkusu yaşadığının da kanıtıdır. Ölümden korkan bir peygamber size mantıklı geliyor mu?

18-Hz.Muhammed’in Hazin Cenaze Töreni Hani bir söz vardır “Korkunun ecele vaydası yoktur” derler. Muhammed ölmemek için vede öldürülmemek için çabalasada sonunda oda her insan gibi ölümden kurtulamamıştır. Günümüzde İslami kesimde tanınmış ve lider konumda olan Cemaat liderlerinin, Tarikat şeyhlerinin şaşaalı cenaze namazları hepimizin dikkatini çekmiştir. Ülkemizde islamcıların lider Erbakan’nın cenaze törenindeki kalabalığı hatırlıyorsunuzdur, Ülkemizdeki tarikat şeyhlerinin ve cemaat liderlerinin törenleri de aynı şekilde görkemli olmaktadır. Müslümanlar veda hutbesini ballandıra ballandıra anlatırlar ogünlerin Arabistanın’da yaşadığı tahmin edilen nüfusun enaz yarısının yani 124 bin insanın veda hutbesini dinlediği anlatılır. Doğal olarak peygamberin cenazesinin de görkemli olması beklenir. Peki ya siz hiç müslümanların gözünde kainatın efendisi olan Muhammed’in cenazesinden bahsedildiğini duydunuz mu? Elbetteki hayır, Tv’lerde gözyaşlarıyla menkıbeler anlatan, naatlar düzenler peygamberin cenazesinden hiç söz etmezler. Neden acaba? Yoksa o cenazeyi kainatın efendisine yakıştırmıyorlar mı? O döneme göre milyonlar diyemesek de yüzbinlerin katıldığı bir tören olmalıydı değil mi? Doğumuna mucizeler üretilen peygamberin ölümü ve cenazesi neden konuşulmaz ballandıra ballandıra mahşeri kalabalık hikayeleri anlatılmaz hiç düşündünüz mü? İslam Tarihinde Hz.Muhammed’in hicretin 11. yılında Rebiülevvel’in 12’sinde pazartesi günü, miladi takvime göre 8 Haziran 632 tarihinde akşam üzeri vefat ettiği rivayet edilir. Günlerce süren hastalığının ne olduğu kesin olarak bilinmez. Kimilerine göre hummadır, kimilerine göre sırtındaki urdur, kimilerine göre yüksek tansiyondur, kimileri ise yıllar öncesi ağzına atıp çıkardığı kuvvetli bir zehire sahip koyun etinin etkisidir. En çok humma üzerinde durulur. Uzun süredir hasta olmasına rağmen bu beklenen bir ölüm değildir müslümanlar arasında. Nitekim ölüm haberini duyan Ömer’in buna inanmayıp kılıcını çekerek “Kim Muhammed öldü


derse başını vururum” diye haykırdığı söylenir. Ama haberin doğruluğu ortaya çıkınca sinirler gevşer, sakinleşilir. Bu sakinleşmede Ebubekir’in “Her kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim Allah’a tapınıyorsa bilsin ki Allah ölümsüzdür ve ebedidir. Her nefis ölümün tadını tadacaktır. Muhammed de bir insan olarak ölmüştür. Bunu kabul edelim ve sakin olalım” anlamında yaptığı konuşmanın etkili olduğu rivayet edilir. Muhammed, Ayşe’nin odasında ölmüştür ve defin hazırlıkları da orada yapılmaya başlar. Üstelik defin hazırlıkları yapılırken Muhammedin 23 yılda yazdığı kuranın bazı sayfaları keçiye bile kaptırılır. Muhammed’in cenazesinin kaç gün yerde kaldığı konusunda değişik rivayetler var. Ancak genel kanı, üç gün yerde kaldığı yönündedir. (İbni Kesir, Büdaye-Nihaye, Hz. Muhammed’in gömüldüğü yer kısmında. 5/292. Burada İmam Ahmet’ten alıntı yapıyor, İmam Malik Muvata, no: 545 Cenâiz kısmı, Taberi Tarih, 11. yılı olayları, 3/216 ve sonrası) Muhammed onun odasında öldüğü halde Ayşe’nin şu sözü söylemesi çok ilginç: “Biz cenazenin defnini, çarşamba sabahı yapılan duyurudan öğrendik: Muhammed’in cenazesi bugün gömüldü şeklinde duyuru yapıldı.” diyor. (Ahmet b. Hanbel 6/62. Ayşe hadisleri, İbni Abdi’l Ber, Temhidö Muvatta şerhi, 24/396, İbni Sad, Tabakat: 2/401.) Peki, burada, “Acaba cenaze gömülürken Ayşe neredeydi” diye sorulmaz mı? Kendisi bizzat, “Muhammed en çok beni seviyordu, benim odamda vefat etti.” demesine rağmen, nasıl oluyor da, eşinin cenazesi üç gün yerde kalıyor, daha sonra gömülüyor ve Ayşe bunun haberini başkalarının duyurusundan öğreniyor? Ölen kişi hem eşi hemde peygamberi değil mi? Bu durumu islamcıların ağlaya ağlaya menkıbeler anlattıkları, her seferinde validemiz diye andıkları, örnek Müslüman ve peygambere gönülden bağlı örnek eş gösterilen birine uyan bir davranış mı? Ünlü İslam tarihçisi Taberi olayı; “İslamiyetle daha çok bütünleşmiş olanlardan bir bölümü (daha saf görünenler, Ali, Abbas, Evs, Usame gibileri) Peygamberin cenazesi ile meşgulken diğer bir bölümü (Ebu Bekir, Ömer, Sad b. Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrahman b. Avf, ibni Hişam gibileri) ise cesedi bırakıp Saide oğullarının çardağında (Sakiyfe) yeni halifenin kim olacağına ilişkin tartışma ve pazarlık içindeydiler” şeklinde aktarıyor. Evde cenaze hazırlıkları yapılırken, dışarıda bekleşen müslümanlara bir haber gelir. Ensar’ın ileri gelenleri Beni Saide gölgeliği denilen çardakta toplanmışlardır ve diğer müslümanları da oraya çağırmaktadır. Başta Ebubekir, Ömer ve Osman olmak üzere herkes toplantıya koşar. Sadece Ali, Abbas, evs ve Usame cenazeyi terketmez. Toplantının konusu, Muhammed öldüğüne göre yerine kimin geçeceğidir. Üstüne toz kondurulmayan, övgülerle göklere çıkarılan Ömer ve Ebubekir’in cenaze töreninin bitmesine dahi sabredemeden taht hesabına girmeleri ne kadar düşündürücü! Bunların yaptığı şimdi dünya hesabı mı yoksa ahiret hesabı mı? Peygamberin ölümü ve cenazesi mi


önemli halife olmak mı? Hani nerede yas tutmak, mahşeri kalabalık? Bundan daha büyük bir vefasızlık olur mu? Muhammed’in Toprağa Verilişi ve Cenaze Törenine Katılanlar. “Resulullah’ın (s.a.a) tertemiz ve mukaddes cenazesini yıkayan Abbas, Ali b. Ebu Talib, Fazl b. Abbas ve Resulullah’ın (s.a.a) azat ettiği kölesi Salih, Hz. Peygamber’i toprağa verdiler. Sahabîler, Resulullah’ın (s.a.a) cenazesini ailesiyle baş başa bıraktılar. Hz. Peygamber’in gusül, kefen ve defin işiyle bu birkaç kişi uğraştı.” (Tabakat, İbn Sa’d, c.2, k. 2, s.70 ve buna yakın bir ifadeyle el-Bed’u ve’t-Tarih kitabında geçer; Kenzü’l-Ummal, c.4, s.54 ve 60.) “Resulullah (s.a.s) toprağa verilirken yanında yakınlarından başka kimse yoktu. Ganem Oğulları, evlerinde dinlenirken kürek seslerini duydular.” (Tabakat, İbn Sa’d, c.2, k. 2, s.78.) “Başka bir rivayete göre, Ali, Abbas Oğulları’ndan Fazl ve Kasım ile Resulullah’ın (s.a.a) Şekra adında azat ettiği kölesi ve bir rivayete göre de Usame b. Zeyd’le birlikte cenaze işiyle uğraştı.” (Ikdu’l-Ferid, c.3, s.61; Zehebî’nin Tarih’inde c.1, s.321, 324 ve 326’da) “Usame’ninde bulunduğu rivayet edilmiştir. Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe ve Ömer ibni Hattab Peygamber efendimizin defninde bulunmamışlardı.” (Kenz’ul Ummal c3 s140) Aişe derki: ”Biz Hz Resulullah’ın defninden Çarşamba gecesi, kürek seslerini duyarak haberdar olduk.” (İbni Hişam c4 s342, Tabari c2 s452,485, ibni Kesir c5 s270) Aişe’den gelen diğer bir rivayette “Biz Resulullah’ın nereye defnedildiğinden haberdar değildik. Ancak kürek seslerini duyunca defnedilmekte olduğunu anladık” demektedir. (Ahmed b.Hanbel Müsned’de c6 s242 ve 274) İslamcıların masal kahramanı gibi anlattıkları ve yere göğe sığdıramadıkları Muhammed’in cenazesi yukarda anlatıldığı gibi sönük sadece yakın akrabalarının katıldığı ve iktidar mücadeleleri içinde geçmiş, hatta cesedi ancak üçüncü gün kokmaya yüz tutarken gömülebilmiştir. Bumudur alemlerin efendisine hürmet ve bağlılık? İslam tarihinin tanıklığı göstermektedir ki Muhammed yaşadığı dönemde öyle hayranlık ve gönülden bağlılık duyulan biri değilmiş, çevresinin ancak korku ve çıkar uğruna inanmış görünen kişilerle dolu olduğunu cenazesinden rahatlıkla anlayabiliriz. Bunlar yetmezmiş gibi birde Ebubekir halife seçildikten sonra biat ve miras çekişmelerinin başladığı islam tarihinde açık açık anlatılmaktadır. Çok büyük geliri olan Fedek hurmalığı arazisinden pay isteyen Fatma’nın talebi reddedilir. Daha sonra biat vermemiş olan Ali üzerinde baskı kurulur. Ebu Bekir halktan biat aldıktan sonra Ali ibni Ebu Talib ve


yandaşlarındandan biat almak istemiş fakat Ali ibni Ebu Talib biat etmemiştir. Bu yüzdende Ebu Bekir Ömer’le birlikte bir gurup sahabeyi Ali ibni Ebu Talib’den biat almaları için evine göndermiştir. Bu grubun içinde Ömer, Kunfuz, Halid b.Velid, Ebu Ubeyde b.Cerrah vardır. Oraya vardıklarında Ömer şöyle seslendi: ”Dışarı çıkın! Çıkmadığınız taktirde evinizi yakacağım.” Sonra da Fatıma-tüz Zehra’nın evinin kapısının önüne odun yığmaya başlamıştır. (Evi ateşe vermeden önce) Fatıma-tüz Zehra Ömer’i ve yanındakileri evden uzaklaştırmak için kapının arkasına geldiğinde , Ömer bir omuz darbesiyle kapıyı açmış ve Fatıma-tüz Zehra’yı kapıyla duvar arasına sıkıştırmış, tam bu esnada 6 aylık yavrusu ve Peygamber’imizin ismini koyduğu Muhsin adlı bebeğini düşürmüş ve kapının arkasındaki çivi gövdesine saplanmıştır. Fatıma-tüz Zehra ise acı dolu bir sesle haykırmış: ”Ey Allah’ın Peygamber’i! Ey babam! Gör ki senden sonra ibni Hattap ile ibni Kuhafe başımıza neler getirdiler” demiştir. Bu olayı birçok Ehl-i Sünnet alimi uzun kısa farklılıklarla anlatmışlardır. (Şerh-i Nehcül Belağa İbni Ebil Hadid c2,Tarihi Yakubi c2 c1 el ikd’ul Ferid c2 Tarihi Taberi c3,Tarihi Ebu’l Fida c1,E’lem’un Nisa c3,Kenz’ul Ummal c3 s129,Tarih-i ibni Esir c23 s124.) Bu olayların Alevi-Sünni bölünmesinin başlangıcı olduğu söylenebilir. Özetle islamda bölünmeler, iç çekişmeler, suikastler daha islamın ilk çıktığı anlarda başlamış; Muhammed sağken kendisi iktidarı ele geçirmek ve elde tutabilmek için suikastler, katliamlar, baskınlar vede yağmalar yapmış, ölümünden sonrada ardılları aynı yollarla gerçekte çıkar için görünüşte ise din uğruna aynı uygulamalara devam etmişlerdir. Başta peygamber olmak üzere tüm halifeler eceliyle ölemediler, ya zehirlendiler, yada suikaste kurban gittiler. Buna ancak çıkar çatışması denebilir.Bu arada unutmadan belirtelim. Ebubekir ve Ömer hazretleri peygamberin cenazesine katılmamıştır ama peygamberle aynı mezarı paylaşmışlardır. Aynı yerde yattıkları ileri sürülür.

03- HADİSLER ve KAYNAKLARI 1-Hadislerin İslamda ki Yeri Hadis olarakta bilinen sünnet islam inanç sisteminde ne anlama gelir içeriği nedir önce islam inancında sünnetin yerini görelim. A).Kavli(sözlü) sünnet: Muhammed’in çeşitli konular hakkında söylediği sözlere denir. B).Fi’li sünnet: Muhammed’in bizzat yaptığı eylemlere denir. C).Takriri sünnet: Muhammed sahabenin eylemlerine karşı nötr kalarak,bu yapılan eylemleri bu şekilde tasdik etmesine denir.


Bu genel ayrım dışında,bir de sünnetin dereceleri vardır. 1-Mütevatir sünnetler: Bu hadisin ne demek olduğunu ve ne kadar önemli olduğunu Diyanet’ten bir alıntı ile aktarayım; Aklın yalan üzerine ittifak etmelerini kabul etmeyeceği kalabalık bir topluluğun, aynı şekilde kalabalık bir topluluktan rivâyet ettikleri hadise denir. Mütevâtir hadisin bu şekilde aktarılmasına da tevâtûr denir. Mütevâtir hadis lafzî ve manevî olmak üzere iki çeşittir: Lafzî mütevâtir: Bütün râvîler tarafından aynı lafızlarla rivâyet edilen haberlere denir. Mânevî mütevâtir: Lafızları değişik olduğu halde aynı hükmü ifade eden rivâyetlere denir. Mütevâtir haber, ilm-i zarûrî ifade eder. İlm-i zarûrî, reddi mümkün olmayan, kabul edilmesi zorunlu olan bilgi demektir. Böyle bir bilginin doğruluğundan şüphe edilmez. Mütevâtir hadisler, Kur’ân’dan sonra en güçlü dinî delildir. İnanç esasları dahil olmak üzere dinî bütün konularda delil teşkil eder. Hz.Peygamber’in mütevâtir olan hadislerini inkar eden kâfir olur. Hükmünün bağlayıcılığı yönünden Kur’ân âyetleriyle aynı konumdadır. 2-Meşhur sünnetler: Muhammed’den bir veya iki kişinin rivayet ettiği mütevatir sünnetteki çoğunluğa ulaşamayan ama yalan üzerine ittifak edilmesi mümkün olmayan, bu sünneti reddedenlerin fasık olarak sayıldığı sünnetlerdir. Recm hadisi,bu sünnete örnek olarak gösterilebilir. 3-Ahad sünnetler: Bir kişinin bir cemaatten veya bir cemaatin bir kişiden rivayet ettiği sünnetlerdir..Mütevatir ve meşhur sünnetler kadar kati sayılmasa da,bu sünnetle amel edilmesi vaciptir. İslam’daki ilk hadis kitabı “Came’eh” veya “Sahifah” adlı eserdir. Bu eser Hz.Muhammet tarafından Ali’ye yazdırılmıştır. Bir de Salman Farsi tarafından yazılan “Jathaligh Rumi” adlı eser vardır. Diğer kitaplar; Ebu Rafa’nın “El-Sunna”, “El-Ahkam” ve “El-Gazaya 2” adlı eseri ve Salim İbn Gays Helali’nin “Antoloji”sidir. Hadis konusunda ayrıca sahabeler tarafından derlenmiş olan ve yalnızca bazı isimlerle bölümlerin bize ulaştığı eserler vardır. Sonuç olarak islami inanç sisteminde Hadisler enaz Kuran kadar önemli yer tutmaktadır.

2-Hadislerin Kuranda ki Yeri Hadisler Kuranda sık sık ayetlerde vurgulanan bir olaydır, kurana göre sadece kuran hükümleri değil Hadis yani sünnet hükümleride uyulması zorunlu kurallardır. Bunu ayetler ve örnekleriyle görelim.


Nisa-59 “İhtilaflı bir işin hükmünü Allah’tan (Kur’andan) ve Resulünden (Sünnetten) anlayın!” Nisa-80 “Kim Peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” Haşr-7 “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının.” Burada “Peygamber’e itaat” demek, Kuran ayetlerine itaat değildir. Eğer sadece “ayetler” olsa, hem Peygamber, hem de “Allah”ın aynı ayette olması anlamsız olur. Demek ki “Peygamber’e itaat” farklı birşeydir, o da hadislerdir. Nisa-113 “Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.” Bunun gibi çok ayet var. Kitap ve “hikmet” aynı şey olamaz. Aynı şey olsa, sadece “kitap” derdi. Kitap (Kuran), Hikmet (Hadisler) anlamına gelmektedir. Konuyla ilgili diğer ayetlere de bakalım: Nahl-64 “İhtilaflı şeyleri insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye bu Kitabı sana indirdik.” Nisa-65 “Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip, verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.” Ahzab-36 “Allah ve Resulü, bir işte hüküm verince, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih, seçme hakkı kalmaz.” Araf-157 “O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.” Tevbe-29 Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resulünün haram ettiği şeyi haram tanımayan ve hak dini (İslamiyet’i) din edinmeyen kimselerle; zelil bir halde kendi elleriyle (boyun eğerek) cizye verinceye kadar savaşın. Araf-158 “Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!” Enfal-20 “Allah’a ve Resulüne itaat edin!” Ahzab-21 “Resulullahta sizin için (uyulması gereken) güzel örnekler vardır.” Feth-13 “Allah’a ve Resulüne inanmayan (kâfir olur) kâfirler için de çılgın bir ateş hazırladık.” Bekara-269 Allah, dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilene de, çok hayır verilmiştir.


Bekara-151 “Size kitabı, hikmeti getiren ve bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” Bu ayetlerde açıkca müslümanlar için sadece kuranın değil Hz.Muhammedin de sözlerinin ve davranışlarının inanç yönünden önemli olduğunu, uyulması gereken kurallar, örnek alınması gereken davranışlar olduğu ortaya konmaktadır. Hadis anlayışı kuranla uyumlu ve kurana göre de zorunludur. Demek ki, hadisleri inkâr ederek olmuyor. Tüm Kuran tefsirleri “hadisler” sayesinde yazılmıştır. Hadisler olmadan Kuran”tefsir”leri yazılamazdı. Hadisler, İslam tarihinde “kara bir leke”dir, tıpkı bazı ayetler gibi. Bazı hadisleri vicdanların kaldırmadığı bir gerçek. Ancak bu hadisleri reddetmek “dürüst” bir davranış değildir. Hadisler islamın gerçeğidir inkâr edilemez.

3-Hadis Kaynakları Kütüb-i sitte Altı kitap anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet tarafından en sağlam hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir. Bu eserler güvenilir anlamında Sahih denmektedir Sahih Yazarları: Buhari, Müslim, Nesai, Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mace. En ünlü hadis kitabı olan Buhari’de, mükerrer olanlar dâhil 7275 tane hadis vardır. Mükerrerlerin olması başka raviler tarafından da rivayet edilmesinden dolayıdır. İkinci ünlü hadis kitabı Müslim’de de, 7275 hadis vardır. Büyük kısmı birbirinin aynıdır. Hadis kitaplarında mükerrer hadisler çok olduğu için hadis sayısı çok sanılmaktadır En çok hadis rivayet eden kişiler ve aktardıkları hadis sayıları aşağıya çıkarılmıştır: Abbas bin Abdülmuttalib: 35 Abdullah bin Mesud: 848 Abdullah bin Ömer: 2630 Adiy bin Hatim-i Tai: 66 Aişe : 2210 Ali bin Ebi Talib: 586 Ammar bin Yaser: 62 Bera bin Azib: 305


Câbir bin Abdullah: 1540 Ebu Bekr-i Sıddık: 42 Ebu Hureyre: 5374 Ebu Katâde: 170 Ebu Musa el-Eşari: 360 Ebu Said-i Hudri: 1170 Ebu Zer-i Gıfari: 281 Ebüdderda: 174 Enes bin Mâlik: 2230 Hafsa : 60 Huzeyfe bin Yemani: 100 Meymune: 46 Osman bin Affan: 146 Ömer bin Hattab: 500 Sa’d bin Ebi Vakkas: 270 Said bin Zeyd: 48 Selman-ı Farisi: 60 Übeyy bin Ka’b: 164 Ümmü Seleme: 378 Toplam :19855 Bunlardan başka da hadis rivayet edenler olmuşsa da, çok az olduğu için kitaplara geçmemiştir. Bir de, aynı hadis-i şerifi birçok kimse rivayet etmiştir; çünkü toplulukta konuşulunca herkes duymuştur. Yüz kişi duymuşsa yüzü de, bir hadis-i şerifi rivayet etmiştir. Yani hadisler gelişi güzel yok farzedilemez, içeriği nekadar rahatsız edici olursa olsun bu yollarla bize ulaşan hadislerin doğruluk ihtimali çok yüksektir. Sadece içerikleri çağa uymadığı için günümüz müslümanları tarafından inkar yolu seçilmektedir.


4-Kutub-i Sitte’den Hadis Örnekleri Resulullah (sav)’la birlikte Beni’l-Müstalik Gazvesi’ne çıktık. Arap esirlerinden çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü üzerimizde bekarlık şiddet kesbetmişti. Hep azil yapmak istiyorduk ve: “Aramızda Resulullah (sav) varken, ona sormadan azil (Bosalmadan penisi cekmek) yapmak olur mu?” dedik ve sorduk. “Hayır!” buyurdular. “Bunu yapmamanız gerekir. Kıyamete kadar geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz tedbirinizle önüne geçemezsiniz).” (Kaynak: Buhari, Nikah 96, Büyu 109, Itk 13, Megazi 32, Kader 4, Tevhid 18; Müslim, Nikah 125, (1438); Muvatt ) “Adamın birisi Rasulullah’a gelir ve der ki: Bizim bir cariyemiz var. Bize hizmet eder; bizimle hurma sular. Ben bazen onunla buluşurum. Ancak, çocuk doğurmasını istemiyorum. Rasulullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: İstersen azil yap. O’nun kaderinde ne varsa o olur.” (Ahmed, Ebu Davud ve Müslim, K. Nikâh, 2606) Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur. (Ebû Dâvud, Et’ime 49, Buhârî, Tıbb 58, Bed’ü’lHalk 14; İbnu Mâce, Tıb 31, Nesâî, Fera’ 11) Resulullah (sav)’a bir hırsız getirilmişti. “Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü, bu adam sadece çaldı” denildi. Bunun üzerine “Öyleyse (elini) kesin!” dedi ve derhal eli kesildi. Sonra aynı adam ikinci sefer getirildi. Yine: “Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü, bu adam hırsızlık yaptı” dendi. Bunun üzerine “Öyleyse kesin!” dedi ve derhal (sol ayağı) kesildi. Sonra üçüncü sefer getirildi ve hırsızlık yaptığı söylendi. Hz. Peygamber: “Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü, bu adam hırsızlık yaptı” denildi. Bunun üzerine: “(Sol elini) kesin!” diye emretti. Sonra aynı adamı dördüncü kere getirdiler. “Öldürün onu!” buyurdu. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü, bu adam hırsızlık yaptı” dediler. Bunun üzerine “(Sağ ayağını da) kesin!” diye emir buyurdu. Aynı adam beşinci sefer getiririldi. Hz. Peygamber (sav): “Öldürün onu” diye emretti. Hz. Cabir (ra) der ki: “Adamı götürüp öldürdük. Sonra sürüyerek götürüp bir kuyuya attık. Üzerini de taşla doldurduk.”(Kaynak: Ebu Davud, Hudud 20, (4410); Nesai, Sarik 15, (890,91)) Hz.Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Geceleyin köpeklerin havlamasını ve merkeplerin anırmasını işittiğiniz zaman, şeytandan Allah’a sığının. Çünkü onlar, sizlerin görmediklerinizi görürler.” (Ebu Davud, Edeb, 105-106, no: 5103) “(Güneş) Arş’ın altında secde yapmaya gider; bu maksatla izin ister, kendisine izin verilir. Secde edip kabul edilmeyeceği, izin isteyip izin verilmeyeceği zamanın (kıyametin) gelmesi yakındır. O vakit kendisine:


”Geldiğin yere dön!” denir. Böylece battığı yerden doğar.” (Buhari, Tefsir Ya-sin 1, Bed’ul-Halk 4, Tevhid 22,23, Müslim, İman 250, (159), Tirmizi, Tefsir, Ya-sin, 4225) “Ureyne ve Ukeyle kabilelerinden bir grup Medine’ye gelerek Müslüman oldular. Medine’nin havası onlara dokununca Peygamber onlara deve sidiği içmelerini öğütledi. Adamlar develeri dağıttılar ve çobanı da öldürdüler. Peygamber onları yakalattı, ellerini ve ayaklarını kesti, gözlerini oydu, çölde susuz ölüme terk etti. Biz onlara su vermek isteyince, Peygamber bizi engelledi.” (Buhari Tıp5/1, Hanbel 3/107,163) Peygamber’in döneminde, “gece baskınları” düzenlenirdi. Peygamber’in emriyle, “Öldür, öldür!” nidaları haykırılırdı. Sonra da yağmaya girişilirdi. (Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2368; Ibn Mace, Cihad/30, hadis 2840) Filistin’de, “Ubna” (sonraları Yübna denmistir) denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyrugu veriyordu: “Sabahleyin, Übna’ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak!” Ve, Übna köyü yakılıyordu. Içindekilerle birlikte. (Ebu Davud, Cihad/91, hadis 2616, c.3, s.88, ayrica, s.124’deki 2 no.lu not; Ibn Mace, Cihad/31, hadis no: 2843, c.2, s.948) Peygamber’e arkadaşlarından biri şöyle sordu:”Ya Resulallah! Evlere yapılan gece baskınlarında, müşriklerin kadınları, çocukları da öldürülüyor, ne dersin?” “Onlar da öbürlerindendir.(Kadın ve çocuklar da onlardandır.) (Bkz.Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2638; Cihad/121, hadis 2672; Ibn Mace, Cihad, hadis 2840; Ahmet Ibn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, hadis 1570) İki yöneticiye birden onay verildi mi, birini öldürün. [1710-Müslim] [1711Müslim] Hırsızlıkta ısrar edenleri öldürün. [1631-Ebû Dâvud-Nesâî] Toplum içinde casusvari gizli bir şey söyleyeni öldürün. [1118-BuhârîMüslim-Ebu Dâvud-İbnu Mâce] İçki içmede beşinci kez ısrar edenleri öldürün. [1643-Ebû Dâvud-Tirmizî] Kur’an okudukları halde traş olanları öldürün. [4816-Buhâri-MüslimMuvatta-Nesâî-Ebu Dâvud] Evliyken zina edenleri taşlayarak (recmederek) öldürün. [1111-Buhârî] [1606-Buhari-Müslim-Tirmizi-Ebu Davud-Nesai-İbn Mace] Bazı nedenlerden dolayı vazgeçildi. [1609-Muvatta] [1597-Ebu Davud] [1598-Tirmizî-Ebu Dâvud-Nesâî-İbnu Mâce] Namazı terkedenler öldürülebilir. [2117-Ebû Dâvud]


Dinden dönenleri öldürün. [1585-Muvatta] [1558-Ebu Dâvud-Nesâî] [676Nesâî] [1586-Ebu Dâvud-Nesâî] Bintu Muhayyisa, babasından naklediyor: “Allah Teâlâ Hazretleri, Peygamberine, yahudilerin tasarladıkları suikasdı bildirince, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Yahudi erkeklerden kimi yakalarsanız onu hemen öldürün!” ferman buyurdu. Bunun üzerine babam Muhayyısa (radıyallahu anh), yahudi tüccarlarından biri olan Şebîbe’nin üzerine atılıp öldürdü. Amcam Huvayyısa o sırada henüz müslüman değildi ve babamdan daha yaşlıydı. Babama hem vuruyor ve hem de: “Ey Allah’ın düşmanı! (onu nasıl öldürürsün?) Karnındaki yağ belki de onun malından!” diyordu. Babam şu cevabı verdi: “Bana onu yapmamı öyle bir zat emretti ki, eğer seni öldürmemi emretse seni de sağ bırakmazdım.” Amcam o esnada müslüman oldu.” [4240 Ebu Dâvud, Harac 22, (3002).] Eşcinsellik yapanları öldürün. [1614-Tirmizî-Ebû Dâvud] Birliği bozanı, tefrika çıkaranı öldürün. [1711-Müslim] [4775-Müslim-Ebu Davud-Nesâî] 10 yaşında namazı terkeden çocuklarınızı dövün. [2336-Ebû Dâvud-Tirmizî] Peygamber hainlerin yakılmalarını emretti, sonra caydı. [1060-Buhârî-Ebu Dâvud-Tirmizî] Yılanları ve kertenkeleyi öldürün.(4948-Müslim-Ebu Davud-Tirmizî, 4943Ebu Davud-Nesâî) Resulullah (sav) buyurdular ki: “Şu resimleri yapanlar var ya, -bir rivayette: “Şu resimlerin sahipleri var ya! Kıyamet günü azab olunacaklar. Onlara: “Şu yaptıklarmızı diriltin” denir.” Buhari, Libas 89, Tevhid 56; Müslim, Libas 103, (2018); Nesai, Zinet 114, (8, 215) Resulullah (sav) bir seferden dönmüştü. (O yokken) ben, yüklüğün önüne, üzerinde resimler bulunan bir bez çekmiştim. Resulullah perdeyi görünce, çekip attı, (öfkeden) yüzü de renklenmişti. “Ey Aişe!” buyurdular, “bil ki, Kıyamet günü insanların en çok azab görecek olanı Allah’ın yarattıklarını taklid edenlerdir.” Hz. Aişe rivayetine devamla dedi ki: “Biz o bezi kestik bir veya iki minder yaptık.” Buhari, Libas 91, 95; Müslim, Libas 87, (2105); Muvatta, İsti’zan 8, (2, 966, 967); Nesai, Zinet 112,113, (8, 213); İbnu Mace, Libas 45, (3653)

04- ARAP TANRISI ALLAH


1-Allah Kelimesinin Kökeni Allah kelimesinin kökenine dair, “EL-İLAH” ve “AL-İLAH” adlı “Ay tanrısı” adları ortaya atılmış ve Allah kelimesinin kökeninin bu olduğu söylenmiştir. Fakat tarihte hiç bir zaman bu isimlerde herhangi bir tanrıya tapılmamıştır. İslamcı yazarlar, bu iddialara karşılık olarak “AL” ve “EL” kelimelerinin Arapça’da, İngilizce’deki “THE” artıkelinin karşılığı olduğunu, “İlah” kelimesinin ise, Arapça’da tanrı manasına geldiğini ve dolayısıyla Allah kelimesinin kökeninin bu olmasının normal olduğunu söyleyerek yanlışın üstüne yalan katmışlardır. Herşeyden evvel, Arapça’daki “EL” ve “AL” ekleri İngilizcedeki “THE” sözcüğünün karşılığı değildir. Eğer böyle olsaydı, Kuran denmez, “El Kuran” veya “Al Kuran” denirdi; tıpkı İngilizcede “the Quran” dendiği gibi. Başka bir örnekle, Hitap edilen kişi, bahsedilen kişiyi mutlaka tanıyorsa veya bahsedilen kişi insanların çoğunluğu tarafından tanınıyorsa, isminin başında the the kullanılır ki o isim bir başkası ile karıştırılmasın. Eğer “AL” ve “EL” ekleri, the ile aynı anlamda artıkeller olsalardı, Muhammed için de “El-Muhammed” veya “Al-Muhammed” denmesi gerekirdi. Oysa işin gerçeği “Al” ve “El” sözcükleri Arapça değildir. Bu kelimeler Sümer ve Babil dillerinden İbranice ve Arapçaya girmiştir. Onların anlamı şudur: “TANRI” Evet, “al” ve “el” kelimelerinin anlamı Tanrı’dır. Örneğin Babil dilinde, “Baal” adlı tanrının adının manası; “Bağ tanrısı”dır”. Babil’in meşhur asma bahçelerini korumakla görevli bağ tanrısıdır. Asıl adı ise “Bağ-Al” dır. Bu al ve el kelimeleri Yahudilerin Babiller ve Sümerler ile olan kültürel ilişkileri sonucu İbraniceye girmiştir. Arapçaya da İbraniceden geçmiştir. Bu kelimeler sadece tanrı manasına gelmez, aynı zamanda da “yüce, ulu” gibi anlamlarıda vardır. Hatta bu kelimeler, insan isimlerinin başlarına da takı olmuştur. Çünkü o dönemler, tanrılaştırılmış kutsal rahipler ve hükümdarlar çoktur. Aşağıda, Sümer ve Babil’den ithal bazı tanrıların adlarını görüyorsunuz: Al-Lat Al-Uzza Al-Menat Kıb-el-La Hub-al Ba-al Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. El ve Al kelimeleri, bu gün halen İbranice’de “TANRI” manasında kullanılmaktadır. Hatta El veya Al kelimesinin yanına hiç bir şey ilave edilmediğinde, “tanrıların babası” yani “baba tanrı” anlamına gelmektedir. Yukarda da anlattığımız gibi bu kelimeler İbraniceye daha eski kültür


dillerinden geçmiştir. Örneğin Sümerce, Akada’ca, Babil dili ve eski Mısır dillerinin bazılarında, al ve el kelimeleri tanrı manasındadır, hatta baş tanrı manasındadır. Francois Lenormant, “Chaldean magic and its origin and development” adlı kitabında, Al kelimesinin tanrı manasında olduğunu, hiç bir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde detaylarıyla anlatıyor. “ALLAH” kelimesinde ki “AL” hecesini açıkladık. Şimdi geçelim “LAH” hecesine. O hece aslında “LAH” değil, “LA” hecesidir. İbranice ve Arapçaya “LAH” olarak girmiştir. Arapça ve İbranice kelimeleri ithal ederken kelimelerin sonlarına H harfi eklerler. Çünkü bu dillerde H harfi bir ayraç gibi kullanılarak, üstüne vurgu yapılarak kullanılır. Allah kelimesinin esası “AL-LA” dır. “EL-LA” veya “EL-LE” de diyebilirsiniz. Çünkü sadece lehçe farkı yapmış olursunuz. “LA” hecesi ise DİŞİLİK EKİDİR. Sümer ve Babil kaynaklı bazı tanrıçaların ve hatta bayanların isimlerin sonlarına eklenir. Örnekler: Sinder-el-la Mu-al-la Raffe-el-la Ley-la Sühey-la Gabri-el-la Annabel-la Şimdi “AL” ve “LA” hecelerini toplayalım. AL+LA = TANRIÇA Nitekim bu “ELLA” veya “ALLA” sözcüğü, pek fazla kullanılmayan bir sözcük olsa bile halen İbranice’de manası “TANRIÇA” olarak kalmıştır: “La ilahe il Allah” diyenler aslında “tanrıçadan başka tanrıça yoktur” diyorlar. Çünkü Al-Lah zaten üniversal dilde tanrıça demektir. “İlahe” ise Arapça’da “tanrıça” demektir. Kimileri “tanrıça” kelimesinin Arapça’da karşılığının “elahim” olduğu yalanını söylese de, elahim, İbranice’deki “Elohim” kelimesidir ve her iki dilde de “tanrılar” manasına gelmektedir. “La ilahe il Allah” Yani bir değil iki kere tastikli tanrıça. Yahudiler, Anadolu’nun ana tanrıçası olan “Kıb-El-Le”yi, “Kab-Al-Lah” olarak telahfus ederek tanrıları arasına kattılar. Fakat onu fazla önemsemediler. Çünkü Yahudilerde tanrı ve tanrıçadan bol bir şey yoktu. Al-la veya Al-lah Yahudiler ve Araplarda farklı manalarda kullanılır. Çünkü Yahudilerle bir soy olan Araplar, Sümerlilerin ana tanrıçası Kıb-El-La’yı ANA TANRIÇA edinmişlerdi. Ana tanrıça edindikleri için ise, başındaki “kıb” hecesine gerek duymamışlardır. Çünkü Al-La veya El-La veya El-Le kelimesi, zaten TANRIÇA demekti.


Fakat şimdiki Yahudiler olan Israiloğulları bunu yapmadılar çünkü onlar KıbEl-La’yı ana tanrıça edinmediler. Zira onların tanrıları ve tanrıçaları çoktu. Diyebilirsiniz ki, “Arapların da tanrı ve tanrıçaları çoktu”. Evet ama Kıb-ElLa’yı ana tanrıça edindiklerinde, onun eş değerinde başka bir tanrı veya tanrıçaları yoktu. Diğer tanrı ve tanrıçaları daha geç dönemlerde ithal edilerek önem kazanmaya başladı. Kabe’de o dönemlerde baş put’un Allah olmasının sebebi budur. Çünkü o, Arap milleti ortaya çıktığında onların ilk tanrıçaları idi. Allah da aslında Ay kökenli bir tanrıçaydı. Çünkü Mezapotamya ve anadolu’nun ay tanrıçası Kıbele (Kıble)’den devşirmedir. Daha sonraları ataerkil dinlerin etkisiyle melezleştirilerek cinsiyeti yok edildi. Özellikle İslamın gelişiyle tamamen erkek hüviyetine büründürüldü ve cinsiyeti de inkar edilmeye başlandı. Allah (Kıble,Kıbele) neden Ay kökenlidir? Ay’ın manası nedir? Bilinç insanoğlu’nun ortaya çıkışından çok sonra başladı. Ancak, bilinç başlar başlamaz aniden şimdiki seviyesinde ortaya çıkmadı. Dolayısı ile, insanoğlu yarı bilinçli, hatta az bilinçli dönemlerini de yaşadı. Yani, seviye bakımından, şimdiki hayvan ve insan arası birşeydi. Kendinizi o dönemde doğmuş yarı bilinçli, zekası kıt bir insan olarak düşünün. Kendinizin hakkında hiç birşey bilmediğiniz bir gezegende buluyorsunuz. Böyle bir ortamda, o kıt zekanızla bile olsa, ilk gözlemlemeye çalışacağınız şeyler, yeryüzündeki canlılar ve gökyüzündeki yıldızlar, gezegenler olacaktır. Çünkü ilk dikkat çekecek olanlar bunlardır. Yıldızlar taşlar gibi ölü değildi, onlar hereketliydi. Bir görünüp bir kayboluyorlardı. Bunların içinde en hareketli olanları Güneş ve Ay idi. Aynı zamanda da onların gözünde, gökyüzündekilerin en büyük olanlarıydı. İşte bu yüzden, yıldızlar canlı olmalıydı. Hele ki; bazen yarım ay olup, şekilden şekile giren, bazen büyüyüp, bazen küçülen Ay, mutlaka canlı olmalıydı, Ayrıca Ay, hem ışık veriyor, hem de doğarak, batarak çok uzun bir mesafede hareket ediyordu. O mutlaka canlı olmalıydı. Pekiyi ya Güneş? O en koskoca olanı? Ne kadar ilginç bir şey o değil mi? Bazen ormanlar yanarken çıkan o sıcak ve sarı şeyden yayıyordu.(Alev) Bu çok büyük bir etkinlik; koskoca dünyayı ısıtıyor, bitkileri yeşertiyordu. O da Ay gibi çok fazla hareket ediyordu. Evet evet, o mutlaka canlıdır. Canı ne zaman isterse o zaman ısıtıyor, bitkileri canı istediği zaman yeşertiyor. Kızdığı zaman, ormanlara o sarı ve sıcak şeyden gönderip yok ediyor. O, o sarı şeylerden bizim üzerimize de gönderiyor. Demek ki bizi görüyor ve biliyor. O sarı ve sıcak şeyleriyle bazen bizi bunaltıyor, ceza veriyor, bazen ise soğuk kış aylarında bizi bunaltmadan ısıtıyor, üşümekten


kurtarıyor. Evet, evet bütün bunları yapan, bizi tanımıyor olamaz, hele hele ölü hiç olamaz. Ay da geceleri o sarı şeylerden gönderiyor ama onunkiler sıcak değil. Fakat bize yol gösteriyor. O ikisi neden hep buradalar? Neden başka yerlere gitmiyorlar? Gitseler bile geri geliyorlar? Neden bizlerle ve bizim Dünyamız ile bu kadar ilgileniyorlar? Yoksa burası onların mı? Güneşin o sarı şeylerden gönderdiği bitkiler, onun kendi bitkileri mi? O yüzden mi onları yeşertip yaşatıyor? Kendi bitkileri olduğu için mi? Ama bize de o sarı şeylerden gönderiyor? Bizimle de ilgileniyor. Yoksa biz de mi onunuz? Onlar çok güçlü, hiç düşmanları yok. Şimdiye kadar onlardan daha güçlü bir şeyin onları kovaladığını veya avladığını görmedik. Pekiyi ya yıldızlar? Onlarda da var o sarı şeylerden. Onlar kim? Olsa olsa o iki tane büyük şeyin çocukları olabilirler. Acaba bu iki şeyden hangisi dişi? Olsa olsa o geceleri çıkan dişi olabilir. Çünkü o daha küçük ve daha az güçlü. O büyük olanı ise çok büyük ve çok güçlü. O sarı şeylerden en çok onda var. Demek ki o da erkek olanı. İlk bilinç başladığında, işte buna benzer, ilkel ama çok da mantıksız olmayan düşünceler ürettiler. Ve bunun neticesinde, Güneş ve Ay’ı efendileri olarak kabul edip, onlara tapınmaya başladılar. İnsanoğlunun ilk tapındığı şeyler, Güneş ve Ay’dır. Bütün diğer tanrılar bunlardan türemiştir. Çünkü doğaya gözle görülür bir biçimde en çok etki edebilen bu ikisi idi. Doğayı yönetiyorlardı. Allah kelimesinin manasının tanrıça olduğunu anlattık. Pekiyi ama onun bir de simgesi olması gerekmiyor mu? Evet gerekiyor. Yukarıda ne demiştik? “İlk tanrılar Ay ve güneş idi” demiştik değil mi? Allah bir tanrıça olduğuna göre, onun simgesi ne olabilirdi? Elbette ki çoğu tanrıça figürlerinde olduğu gibi, onun da simgesi Ay olacaktı. Çünkü ilkel insanlardan başlamak üzere binlerce yıl güneş ve Ay’ı canlı sandılar, ve Ay’ın dişi, Güneş’in ise erkek olduğunu, yıldızların ise onların çocukları olduğunu düşündüler. İşte bu yüzden Allah’ın simgesi Ay’dır. Neden Allah’ın simgesi Ay’dır? Çünkü o bir Ay tanrıçasıdır da ondan. Tanrıçaların hepsi Ay kökenlidir. Tanrıların ise hepsi Güneş kökenlidir. İneğin boynuzları da Ay’ı simgeler. Çünkü iki boynuzu tek parça olarak düşündüğünüzde hilal şeklindedir. Bazı dinlerde ineğin kutsal olmasının sebebi de budur. Bazı simgelerde hem boynuz (Hilal olarak) hem de daire şeklinde dolunay birlikte verilir. Ay ile ilişkisi olan tanrılar mutlaka tanrıçadır. Fakat Allah putunun bir başka özelliği daha var. Çünkü o aynı zamanda da içinde yuvarlak bir kara taş barındırıyor. O kara taş, Allah’ı simgeleyen diğer putdur. İslam öncesi putperest Araplar, aynen şimdiki müslümanların


yaptıkları gibi, Allah putunun etrafında dönerek hac vazifelerini yerine getiriyorlardı. Ve aynen şimdiki gibi, orada şeytan taşlıyorlardı. Ay tanrıçası Kıble’nin kara taşı kayıp yada çalındı. Söylentilere göre, Roma imparatorluğu zamanında, Roma şehrine götürüldü. Yine bir rivayete göre şu anda Vatikan’da saklanıyor. Hatta Kıbele’nin kara taşının çalınarak Kabe’ye götürüldüğü ve o kara taşın oradaki taş olduğu dahi söyleniyor. Fakat Kıble’nin kara taşı her nerede olursa olsun, onun bir kara taşı vardı. Kıbele inanırları, o kara taşın etrafında dönerek hac vazifelerini yerine getirirlerdi. O zamanki inanışa göre, Tanrıça Kıble ve tanrı Attis birbirlerine aşık oldular fakat kavuşamadılar. Bunun üzüntüsünden, tanrı Attis kendi cinsel organını keserek erkekliğini bitirdi ve bu sırada kan kaybından öldü. Kıbele yüzyıllar boyunca üzüntüsünden gözyaşı döktü. Bunun üzerine bazı dindar kişiler Kıbele ayinleri esnasında hüzünlenerek kendi cinsel organlarını kesme yoluyla mahtem tuttular. Bunu yapanlar, Kıbele rahipleri, yani gallos oldular ve saygı duyuldular. Ve sonunda Kıble’nin döktüğü göz yaşları tanrı Attis’i diriltti ve bu adet kalktı. İşte İslamdaki sunnetin kökeni de buradandır. Maksat Kıble’nin yas’ına ortak olmaktır. Not: Gerçek Kıble, gerçekten de sevilesi bir tanrı idi. Ve gelmiş geçmiş tüm tanrılar arasında hiç bir tanrı onun kadar sevilmemiştir. İnsanlık ona çok şey borçludur. Çünkü o erkekleştirilmiş sahte Kıble olan Tanrı Allah ve benzeri tanrılar gibi savaşmayı ve kavgayı değil, sevmeyi aşıladı. Tanrıça Kıbele’nin dininde çok fazla tapınak yoktur. Çünkü her nerede olurlarsa olsunlar, Kıble’ye yönelerek selama durmak vardır. Matthew Bunson’un “A dictionary of the Roman Empire” kitabında, bu rituellerin bir kısmını bulabilirsiniz. Dua ederken elleri avuçları yukarı doğru açmanın kökeni de Ay tanrıçalarının dinlerindendir. Ay’ın ışığına nur denirdi. Avuçlar açık ve yukarıya bakacak şekilde dua edilirdi ki; avuçların içi Ay’dan gelen nur ile dolsun. Sonra da avuçlarda toplanan nur, yüze sürülür. Yani nur ile yüz yıkayıp, günahlardan arınmak.

2-Arap Mitolojisinde Tanrı Allah Arap mitolojisinin öğeleri belirgin biçimde günümüze ulaşamamıştır, yine de daha sonra İslam döneminde bazı kaynaklarda çok kısa ve yalınca tanımlandıkları olmuştur. Ayrıca İslam dininin kutsal kitabı Kur’an’da dönemin Araplarının inançlarına dair bazı tanımlar içermektedir. Kur’an’da İslam öncesi Arapların cinlere tapındığı (Sebe-41), meleklere tapındığı (Zuhruf-19) ve dişi tanrıçalara tapındıkları (Nisa-117) geçmektedir. Arap mitolojisine dair Kur’an’da geçen en belirgin öğe de


onların Yaratıcı sıfatı bulunan belirli bir baş tanrıya tapındıkları fakat bunun dışında, bu baş tanrı ile kendileri arasında aracı olmaları için, çeşitli daha küçük tanrılara tapındıklarıdır (Ankebut-61,63; Zumer-3 vd.) Ayrıca tapındıkları ve putperestlik geleneğini sürdürdükleri bu tanrıların bir kısmını Allah’ın Kızları yani baş tanrının çocukları olarak gördüklerine ve onları Allah’ın onları affetmesine dair şefaatçi bildiklerine dair ifadeler de vardır. Bu düşünceleri destekleyecek şekilde dönemden bugüne kadar ulaşan bazı şiir metinlerinde, “Allah” adıyla andıkları yüce bir Tanrı’ya dair bilgiler bulunmaktadır. Tefsirciler Zümre-3 ayetini yorumlarken, İslam öncesi dönemde bölgedeki insanların Allah veya tek yaratıcı Tanrı’ya inandıklarını ama melekleri veya bir tür ilahları, kendilerini Yaratıcı Tanrı’ya yaklaştırsınlar diye aracı kıldıklarını bu aracı ilahlara ve putlarına taptıkları şeklinde açıklamıştır. (Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’an, 8. cilt, Zümer Suresi, 3. ayet, s. 567 – Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1991 ve Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, 5. cilt, Zümer suresi, 3. ayet, s. 93-95, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991.) Nisa-117 “Onlar, Allah’ı bırakıp ancak dişilere tapıyorlar. Hâlbuki (aslında) azgın bir şeytana tapmaktadırlar.“ Ankebut-61 “Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?” diye soracak olsan mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar? “ Zumer-3 “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.“ Yine de bunun daha sonraki dönemlerde Müslümanlar tarafından, politeistik tanrıların isimleri yerine metinlere geçirildiği şeklinde iddialar da mevcuttur. Genel görüş bu iddaları içinde çeşitli putların ve politeistik inançta inanılan tanrı isimlerinin yer aldığı şiir parçalarının da bugüne ulaştığı gerekçesiyle reddeder. Ayrıca İbnu’l-Kelbî’nin kaleme almış olduğu “Kitabu’l Asnam”da Arapların Allah adıyla andıkları bir tanrının yanı sıra farklı tanrılara da tapındıklarına dair bilgiler mevcuttur. Ek olarak bazıları Allah isminin Mekke’de bulunan putlardan veya politeistik tanrılardan birinin adı olabileceğini veya yüce bir tanrının isminden çok genel anlamda tanrı sözcüğü yerine kullanıldığını öne sürmüşlerdir. Arap mitolojisinin tamamen çoktanrıcı bir temel üzerine mi kurulduğu yoksa daha çok henoteistik (bir tanrıya bağlanırken diğer tanrıların varlığını da kabuletmek) bir temele mi sahip olduğu bilimsel anlamda belirsizdir. Sonuç olarak Hz.Muhammed peygamberlik öncesi putperesken tapındığı tanrısını tek tanrı haline getirip geri kalan tanrıları ortadan kaldırmıştır.


3-Kuran’da Tanrı Allah İnsan Şeklinde Tasvir Edilir. İmam çevresindekilere vaaz veriyormuş. “Allah gözle görülmez, kulakla duyulmaz, elle dokunulmaz. Ne yerdedir, ne göktedir…” Bektaşi dayanamamış demiş ki; “Ya, sen şuna ‘Yok’ diyeceksin, ama dilin varmıyor!. Çoğu kişi günümüz modern bilimine dayanarak allah her yerdedir, başka boyuttadır gibi laflar etse de ayetleri ve hadisleri çarpıtmadan okursak islamın tanrısının nerde ve neye benzediğini açıkça görebiliriz. Bir de kutsal denilen kitapları yazanların kafası o kadar karışıktır ki ne olduğuna tam karar verememişlerdir. Tanrı Allah erkektir zevcesi olmadığını söyler. Yani bekardır. Bazı dillerde Arapça’da dahil olmak üzere eril ve dişil artikeller kullanılıyor.İngilizcede Allaha o derken “he” kullanılıyor ve Arapçada da huve(o) eril takısı kullanılıyor. Tıpkı,Kul huve’llahu ehad(O Allah birdir) de olduğu gibi.Arapça’da o(kadın) lar için seslendiğimiz zaman İngilizce’deki she kullanmamız gerekiyor bu da Arapça’da hiye demek. Allah’a huve-o deniliyor. Yani Kuran’da Allah’tan erkek olarak bahsediliyor. İhlas-3 “Ondan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).” Enam-101 “…O’nun nasıl oğlu olur ki, eşi olmamıştır.” Söz konusu kelime “sahibetü” dür. Bunu bir çok meal ve diyanet eski meali “zevcesi” yani hanımı diye tercüme etmişlerdir. Fakat işe ayıkanlar ve yeni diyanet meali “eşi” diye tercüme etmişlerdir. İnsan Suretindedir; yüzü, gözü, kulağı, elleri ve insani duyguları vardır. Bakara-255 (Ayetel Kürsi) “… Diridir Kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. …” 3457 – Hz. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Sizden biri kardeşiyle dövüşünce yüze vurmaktan sakınsın.” Müslim’in rivayetinde şu ziyade var: “…zira Allah Adem’i kendi suretinde yaratmıştır.” [Buhari, Itk 20; Müslim, Birr, 112, (2612).] (…) Bize Nasr b. Ali El-Cehdamî rivayet etti. (Dedi ki): Bana babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Müsennâ rivayet etti. H. Band Muhammed b. Hatim de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdurrahman b. Mehdi, Müsennâ b. Saîd’den, o da Katâde’den, o da Ebû Eyyûb’dan, o da Ebû Hureyre’den naklen rivayet etti. Ebû Hureyre, Resûlullah buyurdu demiş. İbnu Hâtim’in hâdisinde ise Peygamber’den naklen ibaresi vardır: “Biriniz kardeşiyle kavga ederse yüzden kaçınsın! Çünkü Allah Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır.”


buyurmuşlar. (Sahih-i Müslim / 45- İyilik, Sile ve Âdâb Bahsi / 32- “Yüze Vurmanın Yasak Edilmesi” Babı-115) Bize Muhammed b. Râfi’ rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdürrezzak rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ma’mer, Hemmam b. Münebbih’ten naklen haber verdi. Hemmam: Bize Ebu Hureyre’nin, Resûlullah den rivayet ettikleri şunlardır… diyerek bir takım hadisler nakletmiştir. Onlardan biri de şudur: Resûlullah : “Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı. …” buyurdular. [Sahih-i Müslim / Cennet / 11- “Cennete, Kalpleri Kuş Kalbi Gibi Olan Bir Takım Kavimler Girecektir” Hadisi Babı-28- (2841)] Şura-11 “Gökleri ve yeri yaratandır, size kendi nefislerinizden eşler ve davarlardan da çiftler yaratmıştır. O sizi bu yolla üretip çoğaltıyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, herşeyi işitendir, görendir.” Diyanet’in resmi çevirisinde bu anlam verilmiş. sözlerini tam karşılığıysa şöyle: “… O’nun (Tanrı’nın) benzeri gibi bir şey yoktur…” Bu ayet tefsirlerde şöyle yorumlanır: “O’nun kendisinin benzerinin bulunması şöyle dursun, benzeri’nin bile benzeri yoktur…”(Bkz. Elmalıh Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 6/4225.) “Tanrı’nın benzerinin olmadığı” anlatılmak isteniyor. Daha doğ’rusu böyle demek istendiği savunuluyor yorumlarda. Bununla birlikte “Tanrı’nın benzeri yoktur” sözü, Kur’an’ın bütü’nünde ve hadislerde tanıtılan “Tanrı’ya pek uymuyor. Çünkü gerek ayetlerde, gerek hadislerde Tanrı’nın nasıl tanıtıldığına, O’na uygun görülen niteliklere bakıldığında, bu Tanrı’nın “tıpkı insana benzediği” görülür. Yani “insan”da bulunan nitelikler bu “Tanrı”da da var: Örneğin: insan görür, işitir; bu Tanrı da görür, işitir, insan konu’şur, bu Tanrı da, öyle., İnsan gelir, bu Tanrı da, insan kızar-öfkelenir, bu Tanrı da., insan “öç alma” yoluna güder; bu Tanrı da., insan yatışır, düşünür, acır, bağışlar; bu Tanrı da., insan gibi “efen’didir (Rabb), “kral”dır (Melik), “ev”i (Ka’be…), “tahtı, sarayı” (ARŞ) vardır. Güçlüdür kimi insan gibi (Azız). “Ezici”dir (Kahhâr), “zor-ba”dır (Cebbar), “sevecen”dir (Vedûd)… Dost, düşman edinir. İnsan biçimindedir: “yüz”ü vardır. Birçok ayette, Tanrı’nın “vech”inden, yani -“yüz” ünden sözedilir (Bakara-115, Rahman-27).”El”inden,”iki el”inden sözedilir. Âdem için “iki elimle yarat’tım” diyor. (Sad-75.) Kendisi için “iki eli açık” denir. (Mâi’de-64.) “iki göz”ünden sözedilir. Kimi zaman “aynî”, yani “gözüm” der (Bkz. Tâhâ: 39), kimi zaman kendi “gözler”inden”a’yunina”, yani “gözlerimiz” diye sözeder ( Hûd:-37, Mü’mimûn-27; Tûr-48…) Allahın baldırından bahsedilir (Kalem-42, 43) “Allah ahirette Peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir.” (Müslim İman 302, Buhari 97/24,10/29, Müsned, 3/1)


Göklerin üstünde Arşına (tahtına) kurulmuş oturmaktadır, taşıyıcı Melekleri vardır ve her mucizeyi gökten indirir. Geceleri en alt kata iner. Allah yeri , göğü ve ikisi arasındakileri 6 günde yaratmış ve yorulmamıştır, sonra da arşa kurulmuştur. (Kaf-38, Araf-54, Furkan-59, Yunus-3, Hud-7, Secde-4, Hadid-4, Mülk 16) Arşı taşıyan ve çevresinde tespih eden 8 tane melek vardır. (Zümer-75, Mümin-7, Hakka-17) Mülk-16, 17 “Gökte olanin sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz? (O zaman) bir de bakarsınız yeryüzü şiddetle çalkalanıyor. Yahut göktekinin, üzerinize taş yağdıran rüzgâr göndermeyeceğinden mi emin oldunuz? O zaman, uyarım nasılmış bileceksiniz!” Bakara-57 “Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. “Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin” (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler fakat, kendilerine zulmediyorlardı.” Ebû Said El-Hudri ve Ebû Hüreyre’nin rivayetlerine göre Resûlullah şöyle buyurdular: “Allahu Teâlâ iki gecenin üçte birlik vakti geçene kadar mühlet verip (sonra) dünya semasına iner ve: “Mağfirete ermek isteyen var mı?”; Tevbe eden yok mu?, Dua eden yok mu?” diye buyurur. Bu durum sabah olana kadar da devam eder. [Müslim (758) ve Buhârî’ye aittir (1145).] Tanrı Allah, Musa zamanında Tur dağında (muhtemelen mağarada) yaşıyormuş. Kasas-30 “Ateşin yanına gelince o mübarek bölgedeki vadinin sağ kıyısında bulunan ağaçtan şöyle seslenildi ona: “Ey Musa, haberin olsun Benim, Ben, Allah, alemlerin Rabbi!” Aynı hikaye Neml:7:9 da da anlatılmaktadır. Yer ve gök yok iken su üstünde yaşıyormuş. HÛD-7 “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratandır. Böyle iken “Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz” desen, inkârcılar “Mutlaka bu, apaçık bir büyüdür” derler. “ Hadise göre ise boşluktaki bir su üzerinde. “Allah mahlukatı yaratmadan önce bir ‘ÂMÂ’da idi. Âmâ’nın altında da hava, üstünde de hava vardı.” (ElFutuhatu’l-Mekkiye, I/148) Bu mekandan münezzeh filan süslü lafları, kelamcıların din makyajlama çabalarıdır. Kuran hiç öyle mekandan münezzeh bir Tanrı portresi çizmez. Kelamcilere baksan Allah gökte demek küfürdür. Oysa Kuran’da açıkca gökte olduğundan bahsedilmektedir. Kuranda anlatılan Tanrı Allahın Zeustan farkı yoktur. Diğer kutsal kitaplarda Tanrı Allah’ın, İnsanı Kendi Suretinde Yaratması:


Tevrat Tekvin 1: 26 Tanrı, “İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” 27 Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. (Ayrıca bkz. Tekvin 5:1) İncil 1-Korintliler 11: 7. (…) Çünkü erkek Tanrı’nın benzeyişinde olup Tanrı’nın yüceliğini yansıtır. Kadın ise erkeğin yüceliğini yansıtır. Kur’an’da ve rivayetlerde anlatılan yüz, göz, iki el, parmak, avuç, ayak, gölge, suret, sağ el gibi kelimelerin gerçek anlamlarıyla mı yoksa mecaz anlamlarıyla mı kullanılmış olduğu Müslümanlar tarafından çokça tartışılmıştır. Bütün bunları, yani Tanrı’nın Kur’an’daki biçimini, kafalarındaki Tanrı kavramına uygun bulmayan yorumcular, kelamcılar ve usulu’l-fıkıhçılar (İslam hukukçuları), kendi görüşlerine uydurmak için sözle’ri, sözcükleri gerçek anlamlarının dışına çıkarıp yorumlar yaparlar. Oysa birkaç istisna dışında Kuran’da genellikle bu ifadelerin ve kelimelerin gerçek anlamda kullanıldığı ortadadır. Kuran’da ki pek çok Ayet’te tasfir edilen Tanrı Allah’ın insana benzediğini Elbette ki sadece bizler görmedik, asırlarca önce görenler de oldu. Hatta İslam’a ait bir tarikat bunu bizzat belirtti. Bu tarikatın adı Müccesime’dir (veya müşebbihe). Bu tarikat da Kuran Ayet’lerini süzerek Allah’ın bir cismi olduğuna, insan gibi tavırlar sergilediğine hükmetmişler ve buna iman etmişlerdir. Bu tarikat diğerleri tarafından sapkın ilan edilse de, bir dönem takipçileri olmuştur. Soruyorum bu şekilde tasvir edilen Allahın Zeusdan farkı var mı?

4-Tanrı Allah Zamandan ve Mekandan Münezzeh mi? Soru; Allah için bir değişiklik, zaman ve mekan söz konusu olmaz mı? İSLAMİ CEVAP: Allah zaman ve mekân yokken vardı. Onun için zaman ve mekândan münezzehtir. Mekâna geçmek bir değişikliktir, bu ise sonradan yaratılanların özelliğidir. Mekâna dayanmak ona ihtiyaçtan ileri gelir. Bu ise Allah’a yakışmaz. Hem de Allah, -haşa- maddî bir varlık değil ki, hakkında böyle bir şey düşünülmüş olsun. Allah’ın Zatı gibi, sıfatları ve isimleri de sonsuzdur.


Verilen bu cevaptan çıkan sonuç: Allah zamandan ve mekandan münehzehtir, yani Allah’ın mekanı da yoktur, zamana da tabi değildir. GERÇEK: Yukarıda anlatılan Allahın zamandan ve mekandan münezzehliği açık seçik kuranın ayetleri ile çelişmektedir. Kendimize sormamız gerekmez mi peki aşağıda ayetlerde vurgulanan zaman, mekan mefhumları ne anlama geliyor? Mearic-4 ”Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir” Hac-47. “Bir de senden acele azab istiyorlar. Elbette Allah sözünden caymaz. Bununla beraber Rabbinin katında birgün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir.” Taha-5 “Rahman arşa istiva etmiştir.” “Tanrı’nın istivası (yani sarayında tahtına geçip kurulması) MALUMDUR (bilinir), nasıl olduğuysa MEÇHULDÜR (bilinemez). (Bkz. Muhammed Ali Sabunî, Safvctu’t Tefâ- sîr, 1 / 450.) “Salih seleften hiç kimse şunu inkâr etmez: Tanrı, ARŞ’ın üstüne kurulmuştur, (istiva) Bu, gerçektir. Selef yalnızca, bu kurulmanın NASIL olduğunu bilmez. Çünkü bunun nasıl olduğu, gerçek anlamda bilinemez.” (Bkz. Kurtubî, tefsir, 7 / 219) “Tanrı’nın Arşı” denince anlatılmak istenen “Tanrı’nın tahtıyla sarayı”dır ve ayetlerde Tanrı’nın buraya geçip kuruluduğu anlatılmaktadır. Mü’min-7 “Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) ………” Kur’an’a göre “ARŞ “in “melekler”den “taşıyıcılar”ı da var. Allahın Arşı kıyamette 8 melek tarafından taşınacağıda yazmaktadır. (Hakka-17) Hadid-4 “O, gökleri ve yeri alti günde yaratan, sonra da arsa istiva edendir.” Mülk-16 “Gökteki Allah’ın sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz ? ” Mülk-17 ”Yoksa gökte olanın üzerinize ‘taş yağdıran (fırtınalı) bir rüzgar’ göndermeyeceğinden emin misiniz? Siz o takdirde Benim uyarmam nasılmış bilip-öğreneceksiniz” Nahl-50 “Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.” Kuranda anlatılan Allah hiç de müslümanların idda etdiği gibi zamandan mekandan münehzehmiş gibi durmuyor. Kuranın bu ayetleri eğer körü


körüne imanla değil de sorgulayarak okunursa bu gerçek herkez tarafından rahat rahat görülebilir.

5-Tanrı Allah’ın Ahirette Bacak Açması “Allah ahirette Peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir.” (Müslim İman 302, Buhari 97/24,10/29, Müsned, 3/1) “Ebu Said (ra) anlatıyor. Resulullah (aleyhisselatu vesselam)’ı dinledim, “Baldırların açılacağı, kendilerinin secdeye davet edileceği gün…(Kalem 42) mealindeki ayetle ilgili olarak” şöyle diyordu: “Rabbimiz baldırını açar, her mümin erkek ve her mümin kadın O’na secde eder. Dünyada iken kendisine riya ve gösteriş olarak secde edenler geri kalırlar. Onlar da secde etmeye kalkarlar, ancak sırtları bükülmeyen yekpare bir tabakaya dönüşür (ve secde edemezler.)” (Buhari, Tefsir, Nun vel Kalem 2, Tefsir, Nisa 8, Tevhid 24; Müslim, İman 302. (183) Konuyu tasvir eden ayet 68/42 nolu ayettir. Arapçası ve meali aynen şöyledir: “Yevme yukşefu an sâkın ve yud’avne iles sucûdi fe lâ yestetîûn” Arapça “O gün bacak keşfolunur ve secdeye davet edilirler ama güç yetiremezler.” Türkçe Burayet de müslümanların, milletin gözünden kaçırmak için binbir takla attıkları, mealcilerin gerçek anlamını örtmek için binbir sahtekarlığa başvurdukları bir ayettir. Kimi mealci bacak yerine perde demiş, perde açılacak diye anlam vermiştir. Halbuki “sak” apaçık bacak demektir. Bunu kanıtlamak çok kolay. 75/29 nolu ayette “bacak bacağa dolanır” şeklinde ölüm anını anlatır. Burda hiç bir uyanık mealci perde perdeye dolanır filan demez. Kelime aynıdır. “Velteffetis sâku bis sâk(sâkı).” (75/29) Arapça “Ve bacak bacağa dolaşır. ” (75/29) Türkçe İşin içinden bu kadar ucuz çıkılmayacağını bilen daha akıllı mealciler, açılan bacağın insanların olduğunu iddia ederler. Bu ise anlamı iyice saçma hale getirir. Çünkü İnsanların bacağının açılmasıyla secdeye davet edilmelerinin hiç bir alakası olamaz. Böyle olsa deli saçması olurdu. “Bacak açılır, otomobil ani bir frenle durur” cümlesi bir anlam ifade der. Ama “bacak açılır, güneş tutulur” diye bir cümle alakasız bir saçmalamadır. O yüzden açılan bacak allahın bacağıdır, başka türlü yorumlanamaz.


Allahın bacağını görünce millet öyle şok oluyor ki, secdeye de varamıyorlar! Artık nasıl bir bacaksa! Bir de destekleyen sahih denen kitapta hadis var. İlk manevra Elmalılı’dan gelmiştir. Bu acayip ve komik anlamı örtmek için aynen şöyle meal vermiştir: “Bir sak keşfolunur”!!! Aslında daha komik olanı da var. O da Tekin meali:”İşlerin güçleşip, herkesin paçalarını sıvayıp kaçacak yer aradığı (paçalarının tutuştuğu) gün….” Sanırsın adamlar dereye dalacak! Ne paça sıvaması? “Paçaları sıvayıp sıvışacak delik aradıkları” deseydin bari! Nasıl bir iştir bu mealcilik? İslami Bir Siteden Soru ve Sözde Cevabı: “Allah ahirette Peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir.” (Müslim – İman 302, Buhari 97/24,10/29, Hanbel 3/1) Bu hadisin hangi kitaplarda geçtiğine iyice dikkat edin. Hadis kitaplarının sözde en doğrusu olarak gösterilen, tek hadisini inkar edenin kafir olacağı söylenen Müslim ve Buhari’de. Hadisçilerin mantığına göre bu hadisi inkar eden kafir, bu hadise inanan gerçek Müslüman olacaktır. Allah’a hiçbir şeyin benzemediğini söyleyen ayete karşın, hiçbir mecazi ifadeyi çağrıştırmadan, Allah’ın baldırı olduğunu ve ahirette baldırını açacağını söylemenin saçmalığını uzunca anlatmaya gerek var mı? Hadis sahih ve destekleyen ayet: Kalem -42,43 “Baldırların açılacağı (işlerin zorlaşacağı) ve kâfirlerin secdeye çağrılıp da gözleri düşmüş ve kendilerini zillet kaplamış bir halde buna güç yetiremeyecekleri günü (Kıyamet gününü) düşün. Halbuki onlar sağlıklarında secde etmeye çağrılıyorlar(ve buna yanaşmıyorlar)dı.” Bazı ayet ve hadislerde Allahın eli, Allahın İpi, Allahın Baldırı gibi ifadeler kullanılmaktadır. Bu tür ayetler mütaşabih ayetlerdir. Peygamber efendimizde bazı hadislerinde mütaşabih kelimeler kullanmıştır. Taki insanlar bu meseleri daha iyi anlasın. Nitekim başka bir hadisi şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır. “Ebu Said (ra) anlatıyor. Resulullah (aleyhisselatu vesselam)’ı dinledim, [Baldırların açılacağı, kendilerinin sevdeye davet edileceği gün…(Kalem 42) mealindeki ayetle ilgili olarak Şöyle diyordu: “Rabbimiz baldırını açar, her mümin erkek ve her mümin kadın O’na secde eder. Dünyada iken kendisine riya ve gösteriş olarak secde edenler geri kalırlar. Onlarda secde etmeye kalkarlar, ancak sırtları bükülmeyen yekpare bir tabakaya dönüşür (ve secde edemezler.)” [Buhari, Tefisr, Nun vel Kalem 2, Tefsir, Nisa 8, Tevhid 24; Müslim, İman 302. (183)] Kalem suresinin 42. ayetinde “Keşfus – sak” tabiri geçmektedir. Lügat olarak baldırın açılması manasına gelir. Görüldüğü üzere ayeti kerimeden asıl maksat lügat maksadı değildir, belki bir mesaj söz konusudur.


Hadis yukarıdaki rivayette baldır kelimesini “sakehu” şeklinde zamir olarak kaydeder. İbnu Hacer bir başka tarikde zamirsiz olarak “sake” şeklinde geldiğini ve bu şeklin -ayeti kerimeye uygunluk arzetmesi sebebiyle- daha doğru oldğunu söyler. Aksi takdirde yukarı ki tercümede aslına muvafık olarak kaydettiğimiz üzere Cenab-ı Hakka baldır izafe ederek, insana teşbih etmek gibi te’vili tekellüflü bir durum ortaya çıkacağını belirtir. Öyle ise, “baldırı açmaktan” murad nedir? Alimler bunu, “bütün hakikatkerin çırıl çıplak ortaya çıkması (sebebiyle) hesap ve cezanın bütün şiddet ve dehşetiyle hüküm sürmesi” şeklinde anlamışlardır. Nitekim hadiste, Resulullah (aleyhisselatu vesselam) Cenab-ı Hakkın bütün gerçekleri ortaya koyarak hesap verme hadisesinin dehşetini yaşattığı hengamda, dünyada iken kulluğunu samimiyetle yapanlarla, riyakar hareket edenleri tefrik edip mü’minleri dehşetten kurtaracağını, riyakarları da sırtları eğilmez bir hale sokarak cürümlerini yüzlerine vurmak suretiyle, dehşetlerine dehşet katacağını belirtmektedir. AÇIKLAMA: Bu sadece yorumdur kuranda hiçbir dayanağı yoktur. En abzurt kelimede bile hikmet arayan zihniyet elbet buna benzer akıl yürütmeyle cevaplar bulacaktır. Kuranın bütün açıkları böyle zorlama yorumlarla kapatılmaktadır.

6-Arşta Tuvalet Yok mu? Konunun başlığı ilk başta sizlere itici gelebilir ama okuduğunuzda sizde bana hak vereceksiniz. Sonuçta Kuran tanrısı Allah insan şeklindedir. Eli, gözü, kulağı, tahtı, sarayı ve insansı bütün özellikleri mevcuttur. Biz her canlı gibi yer içeriz ve yediklerimizin sindirilemeyen kısımlarını ise boşaltım sistemimiz yoluyla dışarı atarız. Peki Tanrı Allah? Bir önceki yazımızda Tanrı Allahın insani bir özelliğini yani Ahirette bacak açmasını incelemiştik, şimdi de Tanrı Allahın başka bir insani özelliğini görelim. Önce Tanrı Allahın oturduğu mekanın “Arş” ne olduğunu ortaya koyalım. Tâhâ-5 “Errahmanu alel arşistevâ.” Meal: “Rahmân, Arş’a kurulmuştur.” Ne demek bu? Rahman, arşa istiva etti. Peki istiva ne demek? Şu demek: Bu kelime “seviye” ile aynı köktendir. İstiva etti dedin mi onunla aynı seviyeye geldi, yani ona oturdu anlamı çıkar. Oturduğun zaman oturduğun nesne ile aynı seviyeye gelirsin. Yani istiva etti, oturdu demektir. Demek rahman arşa kurulmuş.Peki Arş ne?


Yine Kurana bakalım: Neml suresinde Saba melikesi Belkıs’ın tahtını sarayına getirtir. Süleyman. Belkıs’ın tahtı için Kuran’da hangi sözcük kullanılır? Arş! İşte: “Eyyukum ye’tini bi arşiha?” (Kuran 27/38) “Onun tahtını kim getirir?” Demek Rahman nereye kurulmuş? Tahtına. Yani arş da öyle acayip garayip filan bir şey değil. Bildiğimiz Belkıs’ın yani bir insan hükümdarın da oturduğu, bildiğimiz taht. Şimdi arş ne, bunu açıkladıktan, allahın oturduğu yer olduğunu belirttikten sonra, niye tuvalet yokmuş açıklayalım: “Allah pisliği akletmeyenler üzerine yapar”! (Kuran 10/100) Bu verdiğim meale inanmayanlar olacaktır. Bence de inanılmaz! Yüz numaralı ayette böyle bir cümle olması gerçekten inanılır gibi değil ama, Kuranı yazanlar bunuda düşünmüşler. Pes artık yani, Kuran’da adamlar Tanrı Allaha bacağını açtırdılar, yetmedi, bir de pislik yaptırmışlar! Meale inanmayanlar olacağını bildiğim için arapça orijinalini kelime kelime çözümlüyorum: Ve yec’alu : Ve yapar Ricse : pislik (Aslında ağır pislik. Araplar idrara necis, dışkıya ise rics der.) Alellezine : üzerlerine La ya’kilun : akletmeyenler. Burada “Yec’ale” kesin biçimde “yapar” demektir. Mealciler bu anlamı artık oha diyerek gizlemiş, atar, meydana getirir, yaftalar, azap verir gibi bir sürü alakasız kelime ile geçiştirmişler. Halbuki ceale kökü kesinlikle yaptı demektir. Cealna yaptık demektir. Bu anlam son derece kesindir. Bu durumda ne oluyor? Arşta tuvalet yok. Allah da pislik yapacağında boşa gitmesin diye kimin üzerine yapacağını biliyor! Yûnus-100 “Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını (güzelce) kullanmayanlara verir.” Görüldüğü gibi diyanet mealinde anlam gizlenmiş. Gerçek anlamı yazamadıklarından ilgisiz meal ederek anlamı geçiştirmişler. Kuran’daki bütün gariplikler bu şekilde örtbas edilmektedir.

7-Tanrı Allah’ın Hür İrade Anlayışı Allah insanların özgür düşüncelerine müdahale eder mi? Başka bir değişle kişinin hayatını önceden belirler mi? Şayet bu soruların cevabı “hayır” işe, bugüne kadar duyduğumuz “Allah yazmışsa bozsun”, veya “Kaderine razı


oldu” gibi söylemlerin hemen bugün çöpe atılması gerekmektedir. Çünkü müslümanların bize anlatmaya çalıştıklarına göre Allah, kimsenin kaderini ve kısmetini önceden belirlemez. Oysa ki madalyonun diğer yüzü hiçte öyle değildir. Bu gibi sözlerin ortaya çıkış nedeni ve günlük hayatımızda çokça duymamızın sebebi zaten İslam dininin kültürümüze etkisi ve sosyal yaşam tarzımızın Arap örf ve adetlerine göre şekillendirilmesinden kaynaklanmaktadır. “Kader ve kısmet” kelimeleri Arapça’dir, Türkçe değildir. Hz.Muhammed’in hayalinde yarattığı Tanrı Allah’a göre insanların bu dünyada var olmasının tek nedeni Allah’a kölelik yapmak, kendisine tapmamız ve o’na ibadet etmemizdir. Kendisi bu emrini Kuran’in Zariyat süresinde apaçık bir şekilde dile getirmiştir; Zariyat-56 “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Ayrıca kutsi hadislerden bir tanesinde ise Allah insanlardan gizlendiğini ve bulunmayı istediği söylemiştir; “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murad ettim. Beni bilsinler diye mahlûkatı yarattım.” (Keşfu`l-Hafa, C.2-5-132, H.No: 2016) İşte bu saklambaç oyununda Allah’i kalp gözleriyle! gördüğünü iddia edenler için cennette şarap ırmakları, tomurcuk memeli yaşıt kızlar, Arap yarımadasında çokça popüler olan ve tadına doyum olmayan hurmalar vardır. Kişinin cennete veya cehenneme gireceği bu saklambaç oyununda sarfettiği başarıya bağlıdır. Bu oyunda Allah’i bulamayacak olan şanssız kişiler için ise Allah peşinen kaynar kazanlar hazırlamış, işkence etsinler diye zebaniler yaratmış ve iğrenç besinler yedirmek için yine Arap yarımadasında yetişen zakkumlar hazırlamıştır. Allah, saklandığı halde kendisini görmediğini söyleyenler için hiç bir şekilde merhamet göstermeyecektir. Ortadaki problem ise bu saklambaç oyununda başarılı olmak ve Allah’in bize sunduğu iman testini geçerek cennet vizesi almak yine bizim elimizde değildir. Allah imtihan halinde olan insanların arasında kafasının estiğini hem saptırabilmekte, hem de doğru yola yöneltebilmektedir. Allah Secde süresinin 13. ayetinde beyan ettiği gibi kendisi istemiş olsaydı tüm insanları hidayete erdirir, doğru yola yöneltir ve cennete girmelerini sağlayabilirdi. Fakat ayettende görüldüğü gibi Allah cehennemi insan ve cinlerle doldurmak için ant içmektedir; Secde-13 “Eğer dileseydik herkese hidayetini verirdik. Fakat benim, “Andolsun, cehennemi hem cinlerden hem de insanlardan dolduracağım” sözüm gerçekleşecektir.” Şimdi bu ayetten sonra aklımıza ilk gelen sorular; Neden en merhametli, sevgi dolu bir Allah çok sevdiği kullarının “hepsine” doğru yolu göstermek istemez? Neden insanları yaratarak kendi hallerine bırakır ve günü


geldiğinde “kasten”, yani “bilerek ve amaçlı” olarak doğru yola iletmediği insanları tüm öfkesi ile cehenneme gönderir? Buna karşılık müslümanlar “Allah’a iman etmekte veya inkar etmekte hür iradenizi kullanmada özgürsünüz” demektedirler. Fakat üstteki örnek verdiğim ayetlerden de “çok açık ve net” bir şekilde anlaşıldığı gibi Allah dilediğini doğru yola iletebilir. Allah sırf cehennem dolsun boş kalmasın diye kişileri saptıracağını söylemektedir. Bir diğer ayette ise Allah doğru yola girebilme ihtimali olan insanların kalplerini mühürlediğini ve hiç bir suretle önün izni olmadan doğruya yönelemeyeceğini bildirmiştir; Muhammed-16 “İşte bunlar, Allah’ın, kalplerini mühürlediği ve nefislerinin arzularına uyan kimselerdir.” Bir diğer ayette ise Allah bazı insanları lanetlediğini, onların gözlerini kör ve kulaklarını sağır ettiğini bildirmiştir; Muhammed-23 “İşte bunlar, Allah’ın lânetleyip, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.” Elbette ki bu durum tüm kainatın yaratıcısı olduğunu, gelmiş geçmiş tanrıların en merhametlisi ve en sevgili olduğunu iddia eden bir Tanrıya yakışır bir hal değildir. Ayette bahsettiği kişiler her ne kadar da kötü insan olsalarda, onların kalplerini mühürlemek yerine, onları doğru yola sokmak, kalplerini açmak, Allah’in Kuran’da bahsedilen “en merhametli” sıfatına çok daha yakışır bir hareket olurdu. Örnek olarak bir hükümdar düşünelim. Hükümdar birinin bacaklarını kestiriyor ve koşamadığı için onu cezalandırıyor. Şimdi bu hükümdar psikopat değilde ne olabilir? Kuran’in merhametli Allah’i neden bir psikopat gibi davranış sergiliyor? Bu bilmece, bir sonraki ayette mesuliyet’in Allah’tan insanlara geçmesi, yanı kalplerini kendileri kilitleyen kişilerin ortaya çıkması ile dahada karışık bir hal almaktadır; Muhammed-24 “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?” Şimdi kalpleri mühürleyen Allah mi? Yoksa kişi kendi kalbini kendi mi mühürlüyor? Apaçık belli ki, bu iki ayet birbirleri ile kati surette uyuşmamaktadır. Kuran bazen aynı süre içerisinde kendiyle bile çelişebilmektedir; Insan Suresi 29-İşte bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine ulaştıran bir yol tutar.


30-Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. 31-O, dilediği kimseyi rahmetine sokar. Zalimlere ise elem dolu bir azap hazırlamıştır. Altını çizerek sunduğum 29 nolu ayette bir an hür irade’nin varlığını görebiliyoruz. Fakat hemen ardından gelen ayette ise Allah kendi ile çelişmekte ve ayetten “sız isterseniz dileyin, Allah dilemedikçe o’nun rahmetine giremezsiniz” gibi bir anlam çıkmaktadır. Yine bu iki ayet birbirleri ile katı surette uyuşmamaktadır. Üstte anlatılanlardan sadece bir tanesi doğru olabilir. Ya “dileyen rabbine ulaşabilir”, ya da “O istemez ise bu iş olmaz”. Çay ile yoğurt nasıl beraber gitmiyor ise, bu iki ayette birbirleri ile uyuşmamaktadır.. Burada akla gelen diğer bir soru ise şudur. Allah kastı bir şekilde kişilerin kalbini mühürlüyor ve onları yoldan çıkarıyor işe, O halde yoldan çıkardığı insanları Allah neden cezalandırmak ister? Eğer doğruya yönelme seçeneği hür irademize ait ise, bu durumda üstte örneklediğim 32:13, 47:16 ve 47:23 no’lu ayetler gerçeği yansıtmamaktadır. Şayet ayetler doğruysa ve Allah gerçekten dilediğini yoldan çıkarıp dilediğini yola koyuyor işe, bu durumda da Allah’in kölelerine davranış biçiminde büyük adaletsizlik var demektir.. Hayatımız Allah’in rehberliğiyle ve o’nun talimatlarına göre şekil alıyor ise ortada beliren en ufak bir itaatsızlık ve inkardan biz insanlar suçlu görülemeyiz. Başımıza gelecek tüm olaylar, tüm kötülükler ve tüm iyilikler Allah tarafından önceden tayin edildiyse bu durumda sorumluluk bize ait değildir. Adil ve insaflı olan bir Allah, aynı zamanda mantıksız olamaz.. Bu sadist düşünce tarzı, aşsağıdaki alıntıladığım ayet ile bariz bir şekilde çelişkidedir. Dilediği takdirde her insanı hidayete erdirebileceğini iddia eden, fakat aynı zamanda bunu cehennemi doldurmak için yapmayacağını dile getiren bir Allah, bakınız aşsağıda kulağa ve göze hiçte samimi gelmeyen sözlerini nasıl dile getirmektedir; Al-i İmran-108 “Allah, âlemlere hiç zulüm etmek istemez.” Bir üstteki paragrafı ve hemen üstte bulunan ayeti düşünerek yine bir hükümdar örneği vermek istiyorum. Bir hükümdar düşünelim.. Bu hükümdar ileride insanlara yapılacak işkenceler için kaynar kazanları hazırlamış, kelle uçurmak için cellat ve zebanileri peşinen önceden ayarlamış, meydanda toplanan halka sesleniyor ve diyor ki, “Ben sizi bana itaat etmenizi sağlayacak, sizleri doğru yola yöneltecek güce ve insanı düşünce yapısına sahibim. Fakat bunu yapmayacağım ve her ne kadar size zulüm etmek istemeşemde sizi şu arkada gördüğünüz kaynar kazanlarda cayır cayır yakacağım. Ben iste böyle merhametli bir hükümdarım.” Karışıklık burda bitti mi? Elbette hayır. Allah bununlada kalmayıp, yoldan çıkardığı kişilerin işlerini ve hayatlarını kendilerine güzel göstererek onların kafasını daha da karıştırmak istiyor. Sanki Allah yarattığı köleleri ile oyun oynamaktan zevk alıyor;


Neml-4 “Şüphesiz, ahiret hayatına inanmayanların işlerini biz kendilerine güzel göstermişizdir de o yüzden bocalayıp dururlar.” Rad-33 “Inkâr edenlere hileleri güzel gösterildi ve onlar doğru yoldan saptırıldılar. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” Dahası da var tabi. Tam üstteki ayetlere bakarak inanmayanların bocalamalarının Allah tarafından olduğunu sandığımız bir anda, şeytan yine devreye giriyor ve Allah kendi ağzıyla dediklerini bir anda yutuveriyor. Oysa inanmayanların içinde bulunduğu güzel durum Allah tarafından güzel gösterilmemiş, tam aksine şeytan tarafından güzel gösterilip süslenip püslenmiştir; Enam-43 “Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya… Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti.” Enfal-48 “Hani şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve, “Bu gün artık insanlardan size galip gelecek (kimse) yok, mutlaka ben de size yardımcıyım.” demişti.” Nahl-63 “Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini güzel gösterdi. O, bugün de onların dostudur ve onlar için elem dolu bir azap vardır.” Üstte ki çelişen ayetlere bakarak sağlıklı bir şekilde şu sonuçları çıkartabiliriz; 1-Hz.Muhammed önceki ayetlerde ne yazdığını unutarak bu hataya düşüyor. 2-Allah boya badana işlerinde Şeytanla işbirliği yapıyor. 3-Allah fırçayı sallarken desteksiz sallıyor. Üstteki seçenekler arasından hangisinin akla daha yatkın ve doğru olduğunu kişinin “Hür İradesine” bırakıyorum. İşte benim hür irade anlayışım, iste Tanrı Allah’in. Karar sizin.

8-Tanrı Allah Herşeyi Bilebilir mi? Bilindiği gibi islam inancına göre Tanrı Allah’ın herhangi bir şeyin meydana gelmesini Ezelde dilemiş olmasına KADER, buşekilde Tanrı Allah tarafından olmasını dilenen şeyin zamanı geldiğinde meydana gelmesine ise KAZA denir.


Bu inanca göre Evren, Dünya ve İnsanlar yaratılmadan önce Tanrı yaşanacak herşeyi belirlemiş, olmasını dilemiş, Levh-i Mahfuz’una yazdırmış ve o istenen şey zamanı geldiğinde meydana gelmiş ve gelecektir. İslam inancına göre herhangi bir şeyin meydana gelmesi için Tanrı Allahın iradesi şarttır dilemediği hiçbirşey meydana gelemez. KAZA ve KADER Hakkında İslami Görüşler A-Ehl-i Sünnetin görüşü Sunnilik yani Ehl-i Sünnete göre insan, belli ölçülere göre hareket eden hür bir varlıktır. O, işlerini kendi irade ve ihtiyariyle yapar. Zorunlu fiiller dışında kendi isteğine bağlı olarak yaptığı işlerin emir olanlarından mükâfat, yasak olanlarından ceza görecektir. Allah’ın teklifleri, sevap ve ikabını gerektirecek işler bellidir. İnsan bunları seçme ve yapmada serbesttir. İnsan kendi irade ve ihtiyariyle yaptığı zorunlu olmayan fiillerden, başka bir deyimle, isteğe bağlı olarak seçimini kendi kendisinin yaptığı işlerden sorumludur. Bu fiillerin tümü teklif dairesine girer, sevap veya ikabı, mükâfat veya cezayı gerektirir. İnsanda yaratma vasfı yoktur. O, fiilini seçme hürriyetine sahiptir. İnsanın seçimine göre yaratma Allah’a aittir. İnsan ancak kâsibtir, müktesiptir, fiillerini kesb eder, kazanır. B-Cebriyenin görüşü Ehl-i Sünnetin dışında yer alan Cebriye’ye göre insan fiillerinde yaptığı işlerde mecburdur. İnsanın iradesi, gücü yoktur. O fiillerini zorunlu olarak yapar. İnsanın fiilleriyle münasebeti, çöpün rüzgârla olan münasebeti gibidir. Fiiller insana nispet edilir. Kulların hareketleri cansız varlıkların hareketleri gibidir. Kulun fiillerinde ihtiyar sahibi olması, mucit ve halık olmasını gerektirir. Halbuki yaratıcılık yalnız Allah’a aittir. Bu fırka, kaza ve kaderi nazara alarak kulun fiillerini yapmada mecbur olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Bununla Allah Tealâyı acizden tenzihe çalışırken diğer taraftan Allah Tealâya zulüm isnat etmişlerdir. C-Mutezile’nin görüşü Mutezile, Cebriyenin görüşünün tam tersini savunur. Mutezileye göre insan irade ve güç sahibidir, kendi fiillerinin yaraticisidir. Onlara göre insan, kendi fiillerini yaratirsa ancak hür ve sorumlu olur, ceza ve mükâfat ancak böyle tahakkuk eder. Mutezilenin bu konudaki görüşünde aşiriliga gittigi görülüyor. Gerçekte insan cüz’i bir irade sahibidir. Allah’ın bahşettiği bir kudretle fiillerini yapar; ama asla yaratıcı değildir, kendi fiillerinin halıkı olamaz. İnsan dilediğini


seçme ve yapma hakkına sahiptir. Ama hiç bir zaman mutlak irade ve mutlak güç sahibi değildir. Hangisi Doğru? Görüldüğü gibi, İslami ekoller arasında KADER ve KAZA ile ilgili görüş birliği yoktur. Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşüne göre insanın bazı konularda iradesinin olduğu kabul edilmektedir. Oysa Kuranda ki ayetlere bakıldığında islam inancında insan iradesi sözkonusu değildir. Olan ve olacak bütün olaylar evren ve insanlık yaratılmadan önce Levh-i Mahfuz’da yazılmış ve günü geldiğinde de bunlar olacaktır. Kader ve Kaza inancına göre daha insanlar yaratılmadan önce her insanın yapacağı iyilikler, kötülükler ve hertürlü davranış Tanrı Allah tarafından yazılmış yani cennetlik olanlar ve cehennemlik olanlar önceden belirlenmiştir. Eğer bunlar yani insanların yapacakları önceden yazılmışsa peygamber göndermenin anlamı nedir? Tanrı, dinlerin iddia ettiği gibi herşeyi biliyorsa, dünyanın bu halini, dinlerin sebep olduğu acıları, işlenecek suçları, çekilecek acıları, tecavüzleri, köleleştirmeleri, katliamları da bilip ve daha bunlar ortada yokken kasten yaratmış demektir. Tanrı Allah herşeyi biliyorsa sonucu önceden belli olan bu sınavın anlamı nedir? Tabiki bu mantıksızlığı farkeden islam alimleri çareyi ayetlerdeki kesin hükümleri gözardı ederek ve kendilerince yorumlayarak insanın yaptıklarından belli ölçülerde sorumlu olduğunu idda etmekte bulmuşlardır. Ehl-i Sünnet görüşü bu mantıkla oluşturulmuştur. Peki insanın yaptıklarından sorumlu olması nasıl mümkün olabilir? Elbette insanın özgür iradesi ile yaptıklarını Tanrı Allahın bilmemesi ile bu mümkün olabilir. Aslında kuranda bazı ayetlerde ki ifadeler Tanrı Allahın geleceği bilmediğini göstermektedir. İşin garibi Sunni görüşünü de, Cebriye görüşünü de destekleyici ayetleri Kuranda bulmak mümkündür. Yani İslam inancının ve Kuranın biryığın çelişkisinden biride budur. Bazı ayetlere göre Tanrı Allah geçmişi, geleceği, olmuş ve olacak herşeyi bilen ve olan herşey onun iradesine bağlı mutlak güç sahibi olarak anlatılırken, gene Kuran’da ki bazı ayetlerde Tanrı allahın gelecekten habersiz olduğu ve geleceği bilemediği vurgulanmaktadır. Tevbe-16 “Allah sizin cihad ettiğinizi bilinceye kadar terkedileceğinizimi zannediyorsunuz? Allah, Resulu ve Müminler dışında samimi dost edinip edinmediğinizi Allah bilinceye kadar serbest bırakılacağınızı mı düşünüyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Arapçası: “Em hasibtum en tutrekû ve lemmâ ya’lemillâhullezîne câhedû minkum ve lem yettehızû min dûnillâhi ve lâ resûlihî ve lâl mu’minîne velîceh(velîceten), vallâhu habîrun bi mâ ta’melûn(ta’melûne).”


“lemmâ” arapcada ki kulanımı “Geçmişte olmadı ama bundan sonra olabilir” anlamındadır. Yani bu ayette Allah şimdiye kadar bilmedi bundan sonra bilebilir anlamında kullanılmıştır. Ayette Allah ne yaptığınızdan haberdardır denmekte dikkat edin ne yapacağınızdan değil ne yaptığınızdan haberdardır denmektedir. Bu ayete göre Tanrı Allah insanın yaptığı şeyleri önceden bilememekte ancak bu işler yapıldığı anda haberdar olmaktadır. Diyanet Eski Meali: “Allah, içinizden cihat edenleri; Allah’tan, peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır. .” Tabi bu ayetteki Allahın geleceği bilmediğini gösteren anlam Mealcileri rahatsız etmiş bu nedenle anlamı çarpıtılarak meal edilmiştir. Yukarıda ki Diyanet mealinde “Allah bilinceye kadar” cümlesi “ortaya çıkarıncaya kadar” şeklinde meal edilerek ayetteki gerçek anlam örtbas edilmiştir. Malesef Kuranda pekçok ayet bu şekilde gerçek anlamlarından farklı meal edilerek ya kuranda ki çelişkiler örtbas edilmekte yada gene gerçek anlamından farklı meal edilerek olmayan mucizeler üretilmektedir. Bu ise gerçekte insanları kandırmaktan ve dini olduğundan farklı göstermekten başka bir şey değildir. Diğer örnekleri görelim. Hadid-25 “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Resûllerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir. “ Ali İmran-140 “Eğer size (Uhud’da) bir yara dokunduysa bunun bir benzeri bir yarada (Bedir’de) Mekkelilere dokunmuştu. Biz bu günleri insanların arasında dönüp dolaştırırız. Bunu allah müminleri bilsin ve sizden (bunu anlatacak) şahitler alsın diye yaparız. Allah zalimleri sevmez.” Diyanet Meali“Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez. “ Ali İmran-142 “Allah sizden cihat edenleri öğrenmeden ve yine sabredenleri öğrenmeden, yoksa cennete gideceğinizi mi zannediyorsunuz?”


Diyanet Meali “Yoksa siz; Allah, içinizden cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” Yokarda ki örneklerde de görüldüğü gibi Kuranın bu ayetlerinde açıkca Tanrı Allahın geleceği bilemediği ancak olaylar olduktan sonra öğrendiği vurgulanmaktadır. Oysa Kuranın pekçok ayetinde vurgulanan ve Kader olarak isimlendirilen, inanışa göre geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz’da yazılı bulunmaktadır. Şimdi bu ayetlere örnekler görelim. Hadid-22 “Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen her hangi bir olay yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o, kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın. Doğrusu bunu bilmek Allah’a kolaydır.” Zumer-62 “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.” Saffat-96 “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.” Evet baştaki soruyu tekrar edelim hangisi doğru? Kurana göre Tanrı Allah herşeyi bilen taktir eden ve önceden belirleyen mutlak güç (Hadid-22, Zumer-62, benzeri pekçok ayet) ve gene Kurana göre Tanrı Allah geleceği bilemez (Hadid-25, Ali İmran-140,142, benzeri pekçok ayet) insanları kendine inanmaya teşvik eder, insan inanırsa cennete, inanmazsa cehennemine göndermeyi vaat eder. Malesef Kuran’da kesin olarak açıklanan çok az şey var. Hiç bir şey tam değil aslında. Bir tek alkol ve domuz gibi bazı konularda bütün müslümanlar ortak bir payda da buluşuyorlar. Diğer konularda ise, yine hepsi ya hadislerden yada kuran’dan yararlanıyorlar ama Kuran yada hadislerden çıkan sonuçlar kesin bilgi içermediği için kendini alim gören herkes kendi kafasına göre yorumlamış. Allah her şeyi bilir mi sorusu içinde yine aynı şey geçerlidir. İslam İnancına göre Kuran Tanrı Allah kelamıdır ve hiç değişmemiştir. Buna inananlara sorulması gereken sorular ise şunlar; 1-Eğer Kuran Allah kelamı ise bu çelişkileri nasıl açıklarsınız? 2-Geleceği bilip bilmediğinden emin olmayan bir Tanrı sizce gerçek olabilir mi? 3-Eğer Tanrı Allah geleceği bilemiyorsa bu gücünün sınırlı olduğu anlamına gelmez mi? 4-Tanrı Allah’ın geleceği bilememesi zamandan ve Mekandan münezzeh olmadığı anlamına da gelmiyor mu?


Bu soruların cevabını aramaya başladığınız an sorgulamaya da başlamış olursunuz. Sonuç olarak islam kendi içinde bir çok çelişki içerdiği için müslümanların bu kadar farklı mezheplere, bu kadar farklı cemaatlere ayrılması, hatta aynı cemaat içinde bile farklı görüşlerin olması hep Kuran’da ki butarz çelişkilerden kaynaklanmaktadır.

9-Merhamet Sahibi! Tanrı Allah Merhamet, sözlüklerde “bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma duygusu” olarak tanımlanmaktadır. Merhamet duygusu tüm canlılara sevgi ile yaklaşma, onları kötülüklerden koruma ve kurtarma, zor durumlarında yardım etme, bağışta bulunma, affetme gibi iyi huy ve davranışların başlıca nedenidir. İslam inancına göre bu duygunun kaynağı Tanrı Allah’tır. İnsanlardaki merhametin Tanrı Allah’ın rahmet ve merhametinin bir tecellisi ve bir yansıması olduğuna inanılır. Kuran’da Tanrı Allah’ın en önemli niteliklerinden birisi olarak merhametli olması vurgulanır. Bu niteliğini ifade eden Rahman ve Rahim kelimeleri Kuran’da Allah ve Rab adlarından sonra en çok anılan adlar olması, Tanrı Allah’ın merhamet niteliğinin önemini ve sonsuzluğunu göstergesi kabul edilmektedir. Tanrı Allahın merhamet sahibi olması nedeniyle insanları besleyip büyütüğü, ödüllendirdiği, nimetler bağışladığı, suçları affettiği ve peygamberler yollayarak doğru yolu gösterdiğine inanılır. Kuran’a göre Tanrı Allah’ın rahmeti herşeyi kuşatmış (Araf-156), merhametlilerin en merhametlisi (Araf-151) ve merhamet edenlerin en hayırlısı (Mümin-109) gibi nitelikleri olduğu anlatılır. Tanrı Allahın marheti hadislerde de anlatılır; Tanrı Allah’ın merhametinin büyüklüğünü ve insanlardaki merhametin kaynağını olduğu bir hadis’de şöyle anlatılır: “Allah merhametini yüz parçaya ayırdı, doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu hayvan, bir tarafını incitir endişesiyle ayağını yavrusundan sakınır” (Buhari, Edeb, 19, Müslim, Tevbe, 17). Görüldüğü gibi Kuranda ve hadis kaynaklarında Tanrı Allah sonsuz merhamet sahibi ve çok bağışlayıcı olarak tarif edilir bunla ilgili çok sayıda Ayet ve Hadis mevcuttur. Peki sonsuz merhamet sahibi ve çok bağışlayıcı Tanrı Allah’ın sırf cehenneme göndermek ve işkence yapmak için varlıklar yaratıp sonra da bununla övünmesini nasıl açıklayacağız? Hud,118-119 ”Rabbin dileseydi, insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı. Rabbinin, “Andolsun ki


cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan (suçlularla) dolduracağım” sözü kesinleşti.” Bu ayette açıkça insanların bir kısmına merhamet ederken, merhamet etmediği insanlar da yarattığını ve bunların cehennemlik olduğunu ilan ediyor, üstelik cehennemi silme suçlu insanlarla dolduracağına dair birde and içiyor, tanrı nasıl and içer?, neyin adına and içer? bunlar Tanrı Allah’ın muğlakta kalan ve Kur’anda açıklanmayan yönleridir. Nasıl bir merhamettir ki kendi yarattığı ve özellikle kaderini belirlediği insanları daha yaratmadan cehennem azabına mahkum ediyor. Buna merhamet mi denir yoksa sadislik mi? Kuran’a göre, Hıristiyanlar, Museviler, Budistler, Hindular, Çok-Tanrılı Dinlerin mensupları, Şamanistler veya hiç bir dine bağlı olmayan Ateistler, Agnostikler, Deistler ve Panteistler gibi islam dışı dinler ve felsefi akımların mensubları ne kadar temiz kalpli olursa olsunlar, insanlara ve hatta insanlığa ne kadar değerli hizmetlerde bulunmuş olursa olsunlar, isterlerse ömürleri boyunca hiç kimseye en ufacık bir zarar vermemiş olsunlar. Eğer İslam dininden haberleri varsa ve İslam’ı öğrenmek imkânına sahipken yine de müslüman olmadılarsa cehennemde sonsuza kadar hiç bitmeyecek bir ateşte yanacaklar. Bu insanların suçu sadece ve sadece inanmamak! İnanmayan kadar kendine inandıramayanın da suçu yokmudur? Bumudur merhamet sahibi olmak? Kuran diyor ki,ömrünü insanlığa hizmet ederek geçirmiş bu satırları okumanı sağlayan buluşlar yapmış ama islamı tanıdığı halde inanmadığı için cehenneme atılan bu insanlar sonsuza kadar yanacak, böğrü ve sırtı ateşle dağlanacak, irinli sudan içirilecek, kafasına kaynar sular dökülecek, derisi yanacak yok olacak, her defasında yeni bir deri örtülecek vücuduna ve tekrar yakılacak. bunlar sonsuza kadar, hiç bitmeden devam edecek. Sadece inanmadılar diye! Bumudur Rahman ve Rahimlik! Herşeyi yoktan var eden, inanan-inanmayan bütün insanları da yaratan, sonsuz rahmet sahibi Tanrı Allah’nın böyle şeyler yapacağı hiç aklınıza sığıyor mu? Ama Kuran işte tam da bunları söylüyor, Bakara-39 “İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” Nisa-56 “Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri biz ateşe atacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.“ Beyyine-6“Şüphesiz, inkâr eden kitap ehli ile Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler. “ Hacc,19-20-21-22 “İşte iki hasım taraf ki, Rableri hakkında tartışmaya girmişlerdir. Bunlardan inkar edenler için ateşten giysiler biçilmiştir.


Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Onunla, karınlarının içindekiler ve derileri eritilir. Onlar için bir de demirden topuzlar vardır. Her ne zaman cehennemden, o ızdıraptan çıkmak isteseler, oraya geri döndürülürler ve onlara, “Tadın yangın azabını” denilir.” Fatır-36“İnkar edenlere cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler kendilerinden cehennemin azabı da hafifletilmez. Her inkarcıyı böylece cezalandırırız.” Fetih-13“Kim Allah’a ve Peygambere inanmazsa bilsin ki, şüphesiz biz, inkârcılar için alevli bir ateş hazırladık.” Görüldüğü gibi eğer bu insan iman sahibi değilse iyi ve yararlı işller yapsa da sonsuza kadar cehennemliktir Kuran’da pekçok ayette açık seçik söylenen insanların cennetlik olmasının ön şartı Allah ve peygamberine inanmak yani müslüman olmaktır. Üstelik Kurana göre Müslüman olmayanların yaptıkları iyi işler de boşadır! Tevbe-17 “Kâfirlerin cami yapmaları ve diğer bütün (iyi) işleri, boşa gidecek, Cehennemde sonsuz kalacaklar.” İbrahim-18 “Rablerini inkar edenlerin işleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer; yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu uzak sapıklıktır”. Furkan-23 “Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).” Kehf-103, 104 “De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size bildirelim mi? Onların dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel işler yaptıklarını sanıyorlardı.” Hud-16 “İşte onlar, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da boş şeylerdir.“ Bakara-217 “……İçinizden dininden dönüp kafir olarak ölen olursa, bunların işleri dünya ve ahirette boşa gitmiş olur. İşte cehennemlikler onlardır, onlar orada temellidirler.” İnsanlığa hizmet etmiş ve yardımseverliği ile tanınan; sanatcı, bilim adamı, siyasetci, futbolcu, vb… tanınmış fakat müslüman olmayan pekçok insan vardır. İşte Tanrı Allah Kuran’da bize diyor ki, bunların hepsi ebedî cehennemde yanacak! Buna merhamet denebilir mi? ARAF-64 “Onu yalanladılar; biz de onu ve gemide beraberinde olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda boğduk, çünkü onlar kör bir milletti.”


Bu ayete göre gemiye binenler hariç tüm bir millet suda boğuluyor. Millet demek yani doğmuşudan tutun aklı başında olmayan çok yaşlı kimselere kadar herkezi kapsar. Bu ve benzeri ayetleri Tanrı Allah kelamı kabul edenlere soruyorum. Katliam yapan Tanrı Allah merhamet sahibi olarak nitelenebilir mi? Bebekler, cocuklar, özürlüler ve yaşlı kimseler yani suç ve günah sahibi olamayacak akli yetrliliği olmayanların suçu nedir? Bebekler alttaki hadise göre müslüman doğmakta olduklarına göre öldürülme nedenleri nedir? Katliam yaptığını söyleyen bir Tanrı gerçek olabilir mi? “Her dogan çocuk muhakkak Islâm fitrati üzerinedogar; sonra anasiyle babasi onu yehûdî yâhud nâsranî, yâhud mecûsî yaparlar… Allah’in yarattigi bu Islâm ve tevhid seciyyesini sirk ile tebdil etmek muvâfik degildir. Bu Islâm ve tevhid dîni, en dogru bir dindir…” (Buharî’nin Ebû Hüreyre’den rivâyeti için bkz: Diyânet Isleri Baskanligi Yayinlari Sahih-i Buharî Muhtasari Tecrid-i Sarih Tecemesi, Cilt IV, sh. 529, Hadîs no. 664)

10-Tanrı Allah’ın İnsan Psikolojisinden Haberi var mı? Allah ya kendi yarattığı insanın psikolojisinden habersiz!,yada insanı defolu yarattı!farketmedi yada farketti ama iş işten geçmişti! Kur’anda ayetlere bakarsanız hep düz bir mantık vardır yada çoğu bir sürü sorulara neden olacak şekildedir, herkez aynı sonuca varamaz. köle ve cariyelerle ilgili ayetlerde onların düşüncelerinin bir önemi olmadığı ima edilir yada açıkça belirtilir, onlar özgürlükleri ellerinden alınırken sanki tüm duygu ve düşüncelerindende sıyrılmış gibi ele alınır ”köle ve cariye olan, artık insan değilde başka bir şeye anında dönüşmüş ,değişim geçirmiş” gibidir. Tabiki savaş esiri olarak insanlar başlarına neler gelebileceğini, heleki o dönemde az çok tahmin edebilirler!ancak en son, en mükemmel ve evrensel bir din ve onun Allahı insanların psikolojisini bilerek ,daha en başından bu kölelik ve cariyeliği ayetlerle kaldırdığını bildirebilecekken bunu yapmamış köle ve cariye satışından savaşların finansmanına bile destek almış! Kadınlarla ilgili ayetlerdede, benzer şekilde insan psikolojisi gözardı edilmiştir! eşlerini birçok kadınla paylaşmak zorunda kalan,miras ve şahitlikte hiçe sayılan kadınında duygu ve düşüncelerine önem vermenin gerekli olmadığı şeklinde! Genel olarak bakıldığında ise, baştan suçlayıcı ifadelerin olduğu ayetler insan psikolojisine bence tamamen terstir!


Hac-66 “Sizi dirilten,sonra öldüren,sonra yine diriltecek olan O’dur. İnsan kesinlikle çok nankördür.” Dikkat edilirse bir genelleme yapılmıştır, oysa tüm insanları yarattıysan nankörlüğü onlara sen verdiysen ve zaten daha baştan nankörsünüz dersen psikolojik olarak insan ”nankörmüşüm bunu beni yaratan söylüyor o zaman bunu engellemem elimde değil”diye düşünür, üstüne gidip engel olmaya çalıştıkça yani dikkatini ona verdikçede, bu nankörlük edeceği olaylarla daha çok karşılaşır!bu tip şeyleri çeker! sonrada kendini suçlamaya devam eder, çünkü bu ısrarla kafasına sokulmuştur! Bunun gibi pek çok ayet daha baştan insanı suçlayıcı bir tavır içindedir! Kısaca Allah insan psikolojisinden bihaberdir yada ne yaptığının çokta farkında değildir! Nisa-74 “Allah yolunda dünyayı ahirete tercih edenlerle savaş. Kim Allah yolunda savaşırda, öldürülür ya da galip gelirse bilsin ki, biz ona büyük bir mükafat vereceğiz.” Dünyayı ahirete tercih edenlerle bile savaş öğütlenmiş; iyide bu yer bir sınav yeri değil miydi? dünyayı ahirete tercih edenlerede ”huzuruna geldiklerinde, neden? diye sorarsın bu öfke bu şiddet niye? ”Dünyayı tercih edebilirler ama bu genel kanı niye? ve böyle bir tercih, neden savaş sebebi oluyor? insan psikolojik olarak ,yaşadığı yeri severse daha iyi adapte olur, dünyayı sevmesi de adaptasyon için gerekli, ama Allah bu dünya sevgisini gerek görmüyor anlaşılan! Bakara-260 “İbrahim de bir vakit:”Ey Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster”demişti. Rabbi de ona ”ölüleri dirilteceğime inanmadın mı?”diye sormuş, İbrahim de: ”Evet inandım, ama kalbimin iyice emin olması için istiyorum” demişti. Bunun üzerine Allah buyurdu ki:”Dört kuş al. Onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça koy. Sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler. Bil ki, Allah’ın herşeye gücü yeter ve her işinde hikmet vardır”. Bu ayette aslında insan psikolojisine çok güzel bir örnektir; İbrahim güya seçilmiş bir peygamberdir, bu görevi kabul etmiştir ,ama görünen o ki görsel teşvik unsuruna ihtiyaç duymaktadır, görsel olarak öğrenme ve hafızaya alma gibi unsurlara oda sahiptir ve psikolojik olarak bunada ihtiyaç duymaktadır ve Allahın gücüne kanıt olarak bunu istemektedir, oysa konuştuğu herhangi biri değil ”Allahtır!”ama heyhat insan psikolojisi devrededir! Bu ayette dikkat çeken diğer bir nokta Allahın, İbrahim peygamberin bu isteği karşısında biraz şaşırmış görünerek; ”ölüleri dirilteceğime inanmadın mı?” diye sorabilmesidir ve bu soruda onun kendi yarattığı insanın psikolojisinden bihaber olduğunun bir göstergesidir ki kendi seçtiği peygamberi bile ondan kanıt isteyerek kalbindeki şüpheleri gidermek


isterken, tüm insanlardan (hatta gelecek nesillerden bile!) birebir kanıt istemeden şüphelerinden kurtulmalarını beklemektedir! Bakara-155 “Biz sizi korku, açlık, mal, can ve ürünlerden eksiltmek suretiyle kesinlikle sınarız. Sabredenleri müjdele.” Bu ve benzeri ayetlerse insanda strese neden olan ayetler, bu stres hali ise insan psikolojisi için çokta yararı olan birşey değil, devamlı bir beklenti ve yanında stres hali insanı gergin ve öfkeli yapar. Allahın böyle bir sınama yolu seçerken karşılığında sabır beklemesi ve sabredenlere olan müjdenin belirsizliği sözkonusu iken, sabrın nereye kadar olacağının belirsizliğide stresi körükleyen bir unsurdur, ama Allah için önemli olan insan psikolojisi olmadığı için yine onun tarafından gözardı edilen şey olmuş görünmektedir! Yusuf-33 “Yusuf ”Ya Rabbi, hapis benim için bunların beni yapmaya çağırdıklarından daha iyidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onların arzularına uyar ve cahillerden olurum” diye dua etti.” Yusuf Allahın seçkin kullarındandır! ve ayete göre istediği şey kendisine kurulan tuzakların uzaklaştırılması ve ayet şartlı bir ifade ile devam ediyor ”Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onların arzularına uyar ve cahillerden olurum” insan psikolojisi yine devrede!, Allahın seçkin kulu Yusuf, şartlı istek belirtmekte ve nedense seçkin kullar yada peygamberler için sonsuz tolerans var! ama kullara gelince öğütlenen sabırdır! oysa seçkin kul yada peygamber yada herhangi bir insan herne olursa olsun insan psikolojisi hep devrededir ve çalışır durur. Yusuf-34 “Rabbi de onun duasını kabul edip, kadınların tuzaklarını ondan uzaklaştırdı. Kuşkusuz O, herşeyi işiten ve bilendir.” Demekki Allah, seçkin kulu Yusuf peygamberinin duasına anında karşılık verdi ve bu tuzakları ondan uzaklaştırdı! Allah insan psikolojisinden bihaber ki, ona öyle buna böyle rastgele davranış sergileyebiliyor! Konuyu özetlersek Tanrı Allah yarattığı insanlara karşı sözde rahman ve rahimdir yani sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade edilir ama ayetlerden de görüldüğü gibi daha insan psikolojisinden haberdar değildir. Tanrı Allah Hz.Muhammedin zihninde yarattığı hayali bir varlıktır. Bu açık gerçeği kabul ederek konuyu değerlendirdiğimiz de Tanrı Allahı yazdığı ayetlerde konuşturan Muhammed’in İnsan psikolojisinden anlamadığı sonucuna rahatlıkla varabiliriz.

05- İSLAM VE KURAN EVRENSEL Mİ?


1-İnsan Hakları, Eşitlik ve Kuran Eşitlik İlkesi İnsan Hakları beyannamesinde şu şekilde yer alır; ” Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin […] bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. “ Aynı şekilde, 1982 Anayasasının 10’uncu maddesinde de; “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep, ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Şimdi gelelim Kurana, Kuranda ise yaradılıştaki farklılıklar birer ayrıcalık olarak ifade ediliyor ve eşitsizlik normal bir durum olarak görülüyor. Enam-165 “Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O’dur.” Yani, kiminin zeki, kimin aptal, kiminin güzel , kiminin çirkin olması tamamen Allah’ın iradesi sonucu ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Kuranda pek çok surede de Allah dilediğinin rızkını genişletip dilediğininkini azalttığını (Rum-37), dilediğini doğru yola ilettiğini (Bakara-213) söylemektedir ve gelir dağılımındaki adaletsizlik Tanrısal yazgı (Zuhruf-32, vb…) olduğu dilegetirilmektedir. Ayrıca, köleler Kurana göre aşağı bir sınıfı oluşturan tabakayı temsil etmektedir. Nahl-75 “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarfeden (hür) kimseyi misal gösterir: Hiç bunlar eşit olur mu? Övülmeğe layık olan Allah’tır, fakat çoğu bilmezler.” Rum-28 “Allah size kendinizden bir misal vermektedir: size verdiğimiz rızıklardan, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit surette hak sahibi olmalarina razı olur musunuz, ve birbirinizi saydığınız gibi bu ortaklarınızı sayar mısınız ki […] bize ortak koşulmasina razı olasınız?” Kölelik günümüzde tarihe karışmış bir uygulamadır, fakat çağlara hitap ettiği söylenen Kuran kölelik uygulamasını kaldırmamış, insanı mal konumundan insan konumuna getirmemiştir.


İslam dini köle azat etmey teşvik eder ancak kölelik uygulamasını kaldırmayarak eşitlik bakımından önemli boşluklar, ihlaller yaratmıştır. İndiği dönemde kölelik önemli bir iş gücü olsa da geleceğin dünyasına da bir mesaj aktaracağı söylenen Kuranda bu konuda taviz verilmesi normal mi? Örneğin Kuranda bazı ayetlerde kölelere iyi davranılması gerektiğine dair hükümler de vardır, fakat bunlar köleler lehine değil, köle sahiplerinin yararına olmak üzere koymuştur; sırf köleler, efendilerine karşı başkaldırma gereğini duymasınlar ve iyi hizmet versinler diye! Böylece kölelere, eşitsizlikten doğma durumlara tahammül olasılığını sağlamıştır. Fakat, insan haysiyetiyle ve kişinin sağlık durumuyla bağdaşmayan kölelik kuruluşunu kökten yok etmemiştir. Bu konuda islamcı savunması Tanrı Allah’ın bu durumu yavaş yavaş kaldırmak istediği ve kaldırdığı söylenir, buna kuran’da ki köle azat etme gibi hükümler koymus olmasını kanıt olarak sunarlar. Ancak bu savunmayı yapanlar, Tanrı Allah’ın köle edinmeyi yasaklamadığı için, köle azatetmenin köleliği bitirmeyeceğini hatta köle azat edenlerin yerlerine yeni köleler edinmek isteyeceklerinden köle ticaretini canlandıracağını gözardı etmektedirler. Kuran’da köle azat eden bir kimsenin yeniden köle almasına engelleyen hiçbir hüküm yoktur. Düşünün bir ayetle 1,5 milyar Müslümanı domuz yemekten men eden, aşamalı birkaç ayetle içki yasaklayan Tanrı Allah, kölelik gibi insan onurunu ayaklar altına alan bir uygulamayı yasaklamamış, yoksa Tanrı Allah insanlığı kölelik ayıbından bir anda kurtacak güçte değil mi? Benzer soruları cariyelik uygulaması için sorabiliriz, Kuranda cariye kelimesini karşılamak amacıyla ellerinizin altındakiler, halayıklarınız gibi tuhaf ve aşağılayıcı ifadeler yer alıyor. Nisa-24 “Savaşta tutsak olarak ellerinize geçen cariyeler dışında, evli kadınlarla evlenmeniz haramdır…..” (Ayrıca bkn : Mearic 29-30) Cariyelerin arapların cinsel ihtiyaclarını karşılamak üzere bir hak olarak tasvir edildiği açıkca görülmekte, bu konular daha sonraki konularda detaylı inceleneceği için şuan daha fazla ayrıntıya girmeye gerek görmüyorum. Gelelim eşitlik ilkesinine en önemli vurgusuna, kadın erkek eşitliği. Kuranda cağdaş anlayışla uyuşmayan kadın-erkek ayrımına ,erkeklerin üstünlüğü vurgulayan hükümlere sıkça raslanmaktadır. Kuran’da insanlığa seslenişler sürekli erkek üzerinden yapılmakta, kadınları aşalayan, küçük düşüren bol miktarda hükümler ve tanımlar bulunmaktadır. Kurana göre şahitlikte 2 erkek veya 1 erkek 2 kadın olması gerekir. Miras dağıtımlarında ise kardeşlerde erkeğe 2 pay düşerken kadına 1 pay düşmektedir.


Bakara-282 “……..Şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir…..” Nisa-34 “Erkekler, kadınlardan üstündür, çünkü Allah onları bir çok şeylerde kadınlardan üstün etmiştir………” İslamcılar tarafından sürekli aşağılanan, cahiliye diye tanımlanan devirde kadınlar daha yüksek haklara sahipti, kadınlar erkekler gibi eşini boşama hakkına sahipti, sadece erkeğin kadına yaptırımların bahsedilmiyordu. İslam ise kadını boşama hakkından yoksun kılıp bu hakkı erkeğin tekeline bırakmakla, erkeklerin kadınlar üzerindeki saltanatını kolaylaştırmıştır. Bakara-230 “Eğer erkek kadını üçüncü defa boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz.” Kuranda belirtilen bu uygulamaya talak-ı selase denilmektedir, bu uygulama ile erkeğin hanımına üç kez boş ol demesi onunla boşanması için yeterlidir. Boşanan erkeğin hanımını tekrar alabilmesi için, kadının yabancı bir erkekle evlenmesi, onunla cinsi münasebette bulunması ve sonra o adamının kendisini boşamasını beklemesi gerekir. Bu sistemin akla ve vicdana aykırıdır. İslam ve İnsan Haklarını Karşılaştıralım Önce İnsan Hakları Beyannamesinden ilgili maddeleri yazıp sonra islamcı anlayışla karşılaştıralım ve olayı iyice netleştirelim; MADDE 1: Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar. İslam inanç sistemi bu made ile taban tabana zıttır. Ayetlerle inceleyelim Köle ve Cariye: Kölelik meşru kabul edilmiş ve yasaklanmamıştır. Sadece köle “azad” etmek teşvik edilmiştir, ancak “azad” etmek için herhangi bir zorunluluk yoktur. (Nahl-75, Bakara-178), Müslümanlara, savaşta ele geçirilen cariyeler (köle kadınlar) nikahsız olarak “helal” kılınmıştır. (Muminun-6, Miearic-30, Nisa-24, Ahzab-50, vb…) Kadının Aşalanması: Kadın; sürülecek bir tarla (Bakara-223), “geçici arzu uyandıran” bir varlık (Al-i İmran-14), aldatmasa bile “şüphe” uyandırması durumunda dövülebilen bir insan (Nisa-34), miras’ta yarım pay alacak kadar küçük (Nisa-11), şahitlikte “yarım erkek” sayılacak kadar yarım akıllı ve aşağı seviyede görülmüştür. (Bakara-282), İnsanlar Arasında Ayrımcılık ve Savaşı Teşvik: Müslüman olmayan herkesin “küçülerek” cizye vermesini şart koşmuş (Tevbe-29); din, Allah’ın oluncaya kadar “savaşılmasını” emretmiştir. (Bakara-193, Enfal-39) , Müslüman


olmayanlarla dostluk bile kurulmaması yönünde dini hükümler (Nisa-144, Al-i İmran-28) Yine islamda insanlar özgür olarak değil, allahın kulu olarak değerlendir. Yine Kuran’da tüm insanların kardeşliği düşüncesi değil, sadece müminlerin kardeşliği düşüncesi vardır. Görüldüğü gibi islam ve Kuran İnsan Hakları Bildirgesinin ilk maddesiyle açık çelişki halindedir. MADDE 2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka inançlarına bakılmaksızın eşit haklara sahiptir. İnsanlar ulusal ve toplumsal kökenleri, zenginlikleri, doğuş farklılıkları ya da herhangi başka bir ayrım gozetılmeksizin bu bildirgede belirtilen tüm haklardan ve özgürlüklerden yararlanabilirler. Görüldüğü gibi bu maddede de insanların cinsiyet ve inançlarına bakılmaksızın eşit hakları olması gerektiğine değinilmektedir. Oysaki islamın kadınlara ve gayrı-müslimlere tanıdığı haklar eşitlikten çok uzaktır. İslam bu eşitliğin arasına kara bir çarşaf ve kanlı bir kılıç çekmiştir. Dolayısıyla islam, İnsan Hakları Bildirisinin ikinci maddesiyle de uyuşmamaktadır. MADDE 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. İslamda ne yaşama, ne özgürlük ne de kişi güvenliği hakkına saygı gösterilmektedir. Kadınlar saçlarını rüzgarda özgürce savurma hakkından bile alı konmakta, ”allaha küfretti” gerekçesiyle insanlar öldürülebilmekte, ”gerekli görülen durumlarda” ölüm cezasına onay verilmektedir. İslam, İnsan Haklarının üçüncü maddesiyle de uyumsuzdur. Kuran’da öldürün hükümleri (Maide-33, Bakara-191, Nisa-89, Nisa-91, Tevbe-5) ve hadis kaynaklı öldürme hükümleri islam ülkelerinde kişisel hürriye yer bırakmamaktadır. Din hürriyeti, insanlarası eşitlik, kadına ve kadın haklarına saygı gibi çağdaş dğerlere islam dininde yer yoktur. MADDE 4: Hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü biçimiyle yasaktır. İşte islamın en uyumsuz olduğu madde! İslam tüm insanları allah adlı hayali bir varlığın kulu olmaya zorlamakta ve kuran’da kölelik kurumundan bahsedilmektedir. (Nahl-75, Muminun-6, Miearic-30, Nisa-24, Ahzab-50, vb…) Hatta, ”kölelerinize iyi davranın” türü öğütlerle köle sahipleri sevimlil gösterilerek köleliğin devamı sağlanmaya çalışılmaktadır. Hadisler’de “kaçan köle dönene kadar namazı kabul edilmez” şeklinde köleliği ilahi bir hak ve yazgı gösteren insanlık dışı hükümler de bulunmaktadır. MADDE 5: Hiç kimseye işkence yapılamaz; kıyıcı, insanlık dışı, onur kırıcı ceza ve davranışlar uygulanamaz.


Bir yandan bu maddeyi okuyup diğer yandan şeriatla yönetilen ülkelerdeki ceza uygulamlarını düşününce insanın yüzünde acı bir gülümseme beliriyor değil mi? El kesme, kafa kesme, herkesin içinde kırbaçlama gibi insanlık onurunu kırıcı işkenceler, Üstelik bu uygulamalar hadisler ve Kuran kaynaklıdır. İslam’da canilik içeren hükümler vardır: Recm (Hadis), Dinden çıkanı öldürmek (Hadis), Namaz kılmayanı Öldürmek (Hadis), el-ayak kesmek (maide-33), parmakları parçalamak (enfal-12), kırbaçlamakdeğneklemek (Nur-2) ve son olarak öldürmek (Maide-33, Bakara-191, Nisa89, Nisa-91, Tevbe-5) bunlar islamın çarpık ve ilkel uygulamalarının kaynağını vede ilkel adalet anlayışının özünü oluşturmakta. İslamın bu maddeyle de uyumsuz olduğu çok açıktır. MADDE 7: Herkes yasalar karsısında eşittir ve ayrımsız olarak yasaların koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma hakkına sahiptir. Herkesin, bu bildirgeyle belirtilen haklarına ters düşen ayırt edici davranışlar için yapılacak kıstırtmalara karşı eşit korunma hakkı vardır. Çok açıktır ki, kadınların şahitliğini bile erkeklerin yarı değerinde gören islam, kadınları ve erkekleri yasalar önünde eşit görmemekte ve İnsan Hakları Bildirisinin bu maddesiyle de çelişmektedir. MADDE 8: Herkesin, kendisine anayasa ya da yasalalarla tanınan temel haklarının yok edilmesi ya da zedelenmesi girişimine karsı ulusal mahkemelere başvuru hakkı vardır. Şeriat ülkelerinde yaşayan insanların böyle bir hakkı var mıdır? Hiç sanmıyorum. Ulema ne derse o! O halde bu madde de islamın anlayışıyla çelişmektedir. MADDE 10: Herkes, haklarının, görevlerinin ya da kendisine cezai sorumluluk yükleyecek herhangi bir suçlamanın belirlenmesinde tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adilane ve acık olarak gorulmesi hakkına sahiptir. İslamda kadınların erkeklerle ”hak” ve ”görev” açısından ”tam bir eşitlik” talep etmeye hakları var mıdır? Elbette yoktur. İslam, erkeği kadın üzerinde ”yönetici ve hakim” kılmıştır. İslama göre bu iki cins eşit olamaz. İslamın, bu maddeyle de çelişki halinde olduğu açıktır. Üstelik kişisel tercihlerin örneğin din değiştirmenin bile suç görüldüğü ilkel bir sistemde hak aramanın nekadar mantıksız olduğunu anlamak zor değildir. Kuran ve sünnet kaynaklı ceza sisteminde suçlunun ıslah edilmesi, topluma kazandırılması değil, kişisel hakları gasbederek bireyin baskı altına alınması, toplumdan ağır cezalarla soyutlanması ve onurlarının ayaklar altına alınması ceza sisteminin esasını oluşturmaktadır. MADDE 12: Hiç kimsenin özel yaşamına, ailesıne, konut dokunulmazlığına ya da yazışma özgürlüğüne keyfi olarak karışılamaz; kimsenin onur ve


ününe karşı kötü davranışlarda bulunulamaz. Herkesin bu karışma ve kötü davranışlara karşı yasalarla korunma hakkı vardır. İşte islamın çuvalladığı bir madde daha! İslam ve kuran herkesin aile ilişkilerine de ev yaşamına da dokunur, hatta cinsel hayatın nasıl yaşanacağına kadar karışır ve sözünün dinlenmediğini tespit ettiğinde de cezalandırır. İslam, müslüman olmayan herkesin ”onur ve ününe karşı kötü davranışlarda” bulunur. ”Kafir” der, ”beyinsiz” der, ”dilini sarkıtmış deve” der(tümü kuranda geçmektedir). İslam insanların yazışma özgürlüğüne de dokunur, kendisini eleştiren yazıların yazımına tahammül edemez. Arabistan’da ”allah yoktur” yazarsanız, ”allaha küfretmek” suçundan kafanızı keserler. MADDE 13: a) Herkesin, herhangi bir devletin toprakları uzerınde serbestçe yolculuk yapma ve yasama hakkı vardır. İslam anlayışında kadınlar sokakta serbestçe dolaşamaz, istedikleri gibi(mesela dekolte giyinerek) yaşayamaz, erkeğinin izni olmadan seyahat edemez. Yani islam bu maddeden de sınıfta kalmaktadır. MADDE 16: a) Evlilik cağına varan her erkek ve kadın, ırk, vatandaşlık ya da din bakımlarından hiçbir sınırlamaya bağlı olmaksızın evlenmek ve aile kurmak hakkına sahiptir. Evlilik bakımından, kadın ve erkek evliliğin sürdürülmesinde, bozulmasında eşit haklara sahiptir. İslamın bu maddeyle de tezat içinde olduğu çok açıktır. İslamda, kadın ve erkeği, evliliğin sürdürülmesi ve bozulmasında eşit gören bir anlayışın a’sı bile yoktur. İslamda koca karısı üzerinde mutlak bir efendidir ve kadının boşanma hakkı bile yoktur. Hatta kadının tek eş olmak ve kocasını başka kadınlarla paylaşmamak hakkı bile yoktur. MADDE 18: Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sahiptir. Buna göre, herkes din ya da inanç değiştirmekte özgürdür. Ayrıca dinini ya da inancını tek başına ya da toplulukla birlikte açık olarak ya da özel olarak öğretim, uygulama, ibadet ve ayinlerle açıklama özgürlüğüne sahiptir. Bu madde de islamla zıtlık içerisindedir, çünkü islamda -özellikle de savaş durumunda- din değiştirenler öldürülüyor. (Maide-33) Dolayısıyla islamın din değiştirenlere yönelik özgürlükçü bir tutumu tam olarak yoktur. Din değiştiren herkesi ”karşı tarafa geçmiş” sayarak cezalandıran, yani dinden çıkan insanları ”düşmanla işbirliği yapmak” türü bir davranıştan ötürü değil de sadece düşüncesinden ötürü cezalandıran bir zihniyet vardır. İslam, insanları sırf düşünce ve inançlarından ötürü aşallar, yaftalar ve yargılar. (Tevbe-29) MADDE 19: Herkesin düsünme ve anlatma özgürlüğü vardır. Buna göre, hiç kimse düşüncelerinden dolayı rahatsız edilemez. Ayrıca ülke sınırları söz


konusu olmaksızın bilgi ve düşünceleri her türlü araçla aramak, sağlamak ve yaymak hakkına sahiptir. İslam karşıtı düşünceler, -sadece düşünce düzeyinde olsalar ve eyleme dökülmeseler bile- müslümanlar tarafından küfür olarak algılanır ve şiddetle cezalandırılır. İslamı eleştiren her ses, ”islama küfür etti” bahanesiyle kısılır. İslam, İnsan Hakları Bildirisinin bu maddesiyle de uyuşmamaktadır. MADDE 20: a) Herkes barışçıl yollarla toplantı yapmak, dernek kurmak ve derneğe katılmak hakkına ve özgürlüğüne sahiptir. Şeriatla yönetilen islam cumhuriyetlerinde komünist, Ateist ve dindışı akılmarı savunan dernekler kurulamamakta ve bu tür dernekler şiddet uygulanarak kapatılmaktadır. Bu tür derneklerin üyeleri de cezalandırılmaktadır. Dolayısıyla islam, bu maddeyle de uyuşmamaktadır. MADDE 21: (………..) c) Hükümet yetkisinin temeli halkın iradesidir; halk bu iradesini gizli ya da açık bir şekilde özgürce oy vermelerinin sağlandığı devreli ve dürüst seçimlerle belirtir. İslam devletlerinde hükümetlerin yetkisi halkın iradesine değil, allaha dayandırılmaktadır. Yani islam, egemenliği halktan alarak dine havale etmiştir. İslam ülkelerinde Laik sistemi savunan bir parti kurmak ve bu istekle seçime katılmak mümkün değildir bu uygulama Kuran’da Maide-33 ayeti kapsamındadır ve işkence ile öldürme veya sürgün etme cezaları uygulanması hükmedilmiştir. Dolayısıyla İslam ve Kuran bu maddeyle de uyuşmamaktadır. MADDE 25: (………..) B-) Analık ve çocukluk, özel koruma ve yardım görme hakkına sahiptir. Bütün çocuklar, evlilik içinde ya da dışında doğsunlar aynı sosyal korunmadan yararlanırlar. İslama göre, evlilik dışı doğan çocuklar çok kötü bir kelimeyle yaftalanır ve gerek annesine gerekse çocuğa kötü gözle bakılır. Ayrıca evlilik dışı çocuk doğuran bir kadın recmedilerek öldürülür. Dolayısıyla islam, bu maddeyle de karşıttır. MADDE 26: (……) B-) Eğitimin amacı, insan kişiliğinin tam ve özgürce gelişmesi, insan hak ve özgürlüklerine saygının güçlenmesi olmalıdır. Bütün milletler, ırk ve din grupları arasındaki anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışın sürdürülmesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir. İslamda eğitimin amacı, insan kişiliğinin özgür gelişimi değil, insanın kişiliğini ve çeşitli doğal arzularını ”allah yolunda” baskılamak, yasaklamak ve törpülemektir. İslam, kul olarak gördüğü insanların kişiliklerinin özgür gelişimini şeytan işi olarak değerlendirir ve bundan ürker. Dolayısıyla islam, İnsan Hakları Bildirisinin bu maddesiyle de uyumsuzdur.


MADDE 29: (……….) B-) Herkes, haklarını kullanmak ve ozgurluklerinden yararlanmak konusunda; ancak yasalarla sırf başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınmasını ve bunlara saygı gösterilmesini sağlamak amacıyla ve toplumun ahlak, düzen ve genel gönencinin gereklerini karşılamak için belirlenmiş kurallara bağlıdır. İslamda başkalarının(özellikle de inançsızların) hak ve özgürlüklerine saygı söz konusu değildir. Müslümanlar, tüm insanların allahın kanunlarınca yönetilmesi ve islama boyun eğmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla islam, bu maddeyle de çelişmektedir. Görüldüğü gibi Kuran ve islam dini, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan pek çok maddeyle tezat halindedir. Bu yüzden islam, insan haklarına aykırı bir dindir. Hiç kimse, insan haklarına aykırı bir dine hoşgörü göstermek veya tahammul etmek zorunda değildir. Böyle bir dini eleştirmek hakaret etmek değil gerçekleri ortaya koyamaktır. İslma’ın insan haklarına ve ahlaki değerlere aykırı ve tam anlamıyla çağdışı bir din, Kuran’ın da içinde hertürlü ilkelliği ve insanlık dışı uygulamayı barındıran bir kitap olduğu gerçeğini halka anlatma ve insanlarımızı aydınlatmaya çalışmak her insanın insanlığa karşı sorumluluğudur.

2-İslam Hoşgörü ve Barış Dini midir? İslamla ilgili toplumda yanlış inanışlar vardır. İslam hoşgörü dinidir denir, diğer dinleri tanıdığı, bunlara saygili olacak kadar “hosgörülü olduğu sanilir. Basta Yahudi’lik ve Hiristiyan’lik olmak üzere diger dinlere inanlara dinsel özgürlük ve ibâdet güvencesi sagladigi ve onlari kendi inançlarinda serbest biraktigi açiklanir. Hattâ Kuranda: “Din’de zorlama olmaz” seklinde âyet’ler olduğu, ya da Muhammedin “Dinimizde müsamaha ve cömerdlik oldugunu Yahudi ve Hiristiyanlarin bilmelerini isterdim!” diye konustugu öne sürülür. Gerçek islamdan habersiz halkımız Kur’ân’in “Din’de zorlama yoktur” (Bakara-256), ya da “Sizin dininiz size, benim dinim bana’dir” (Kâfirûn-6), ya da “(Müslümanlar), yahudi olanlar, hiristiyanlar ve sâbiî’lerden Allah’a… inanip yararli is yapanlarin ecirleri Rablerinin katindadir” (Bakara-62) seklindeki âyet’lerin, yada bunlara benzer hoşgörülü görünen hükümlerin, daha sonraki şiddet içeren ayetlerdeki hükümlerce geçersiz “nesh” oldugunu bilmez. Bilindigi gibi bir hüküm, kendisinden daha önce gelen bir hükmü geçersiz kılabilir. Islâmın öz’ünden habersiz bulunan müslümanlarin büyük bir çogunlugu, hoşgörü içeren ayetleri öne çıkarıp şiddet içeren ayetleri gözardı eden uyanıkların söyledikleri bu yalanlara inanirlar. Oysa gerçek çok başkadır. Gerçekte ise Kur’ân ve hadîs hükümleri; Islâm’dan gayri bir dine yönelenlerin “sapik” olduklarindan tutunuz da, “müsriklerin öldürülmeleri


gerektigine”, “kâfir’lerin Cehennem âtesinde pisirileceklerine”, “Yahudi’lerle ve Hiristiyan’larla dost olmanin yasaklandigina”, “Yeryüzünde yalniz Islâm kalana kadar kâfirlerle savasin (Bakara-193, Maide-33, Enfal39, Tevbe-29) diyerek farkli inançtakilere karsi cihad açmak gerektigine”, “yakin akraba, ya da hattâ ana ve baba için, eger farkli din ve inançta iseler, magfiret dilenmemesine”, “namazı terkedeni öldürülmesine” varincaya kadar, “hosgörüsüz’lük” yaratan ne varsa içinde barındırmaktadır. Kuran ve hadis hükümlerine göre hosgörü sözcügünün, hiç bir açidan Islâm dininde yeri yoktur. Daha baska bir deyimle Islâm’in temelini hosgörüsüzlük ve bağnazlik oluşturmaktadır. “Din’de zorlama olmaz” bu hükmün dinsel özgürlükle “kisilere, Islâm’dan çikip diledikleri dine girmek, ya da herkes istediği dini seçebilmesi” ile ilgisi yoktur. İlgili ayet ve yorumları. Bakara-256 “Dinde zorlama yoktur, Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim Tağutu reddedip Allaha iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.” Taberi tefsiri: Sahih (güvenilir doğruluğu şüpe götürmez) olan görüşe göre Bu âyet (Bakara 256), İslam devletine Cizye vererek boyun eğen ehl-i kitabın durumunu hükme bağlamaktadır. Bunlardan, cizye verenleri İslama girmeye zorlama yoktur. Fakat putlara tapanlar ve İslam dininden donenler bu hüküm dışmdadırlar. Onlar, İslamı kabul etmeye zorlanırlar. Bu ayetin başka bir yorumu ise: Dinde zorlama yoktur” şeklindeki ayet insanlar din seçiminde özgürdürler anlamını değil, “dinsel zorluklarda insanlara kolaylık sağlanır.” anlamını taşımaktadır. Örneğin sıcakların arttığı yaz mevsiminde ve seyahat halinde namaz kılınmadığı takdirde , kaza namazı kolaylığı tanınmıştır.” şeklinde dini görevlerin yerine getirilmesindeki kolaylık tanınması anlamındadır. Bu vesile ile sunu hatirlatmadan geçemeyecegiz ki, Muhammed, pek küçük bir azinlik hariç, insanlari barışcıl iknâ yoluyla müslüman yapamamış, Sadece korkutma usül’leriyle (baskı, tehtit, şantaj), genellikle savaslar, ya da savaslardan elde edilen ganimet’lerin dagitimi yolu ile Islâm’a sokmustur. En yakinlarini, örnegin kendisini bir baba gibi yetistiren amucasi Ebû Talib’i bile sözle müslüman olmaga iknâ edememistir. İslama göre “kâfir”ler, “Ehl-i Sirk”ve “Ehl-i Kitab” olmak üzere iki ayri gurup olarak tanimlanir. “Ehl-i Sirk” (müsrik’ler), çesitli putlara (“Ilâh’lara”) tapanlar, yâni Tanri’ya es kosanlardir. Putperestlere karsi savas, kayitsiz ve sartsizdir: onlar nerede görülürlerse derhal öldürülmelidirler (Tevbe-5), meger ki Islâm’i kabûl etmis olsunlar (Bakara-193). Daha baska bir deyimle “müsrikler” için


“yâ Islâm”, “ya da ölüm” gibi iki durum söz konusudur; bunun ikisinin ortasi, ya da disi, baskaca bir sey yoktur. “Ehl-i Kitab” ise, Tanri’nin kendilerine “Kitap” verdigi kimseler olup Yahudi’leri, Hiristiyan’lari ve Sabiî’leri kapsar. Bunlar için, ya Islâm’i kabul etmek, ya da etmeyip “cizye” (yani kafa parasi) vermek, ve bu suretle ölümden kurtulmak gibi bir durum vardir. Islâmî esaslara ve emirlere aykiri hareket etmedikleri ve “cizye” verdikleri süre boyunca güvenlikleri saglanmistir; onlara eziyet edilmez. Bununla beraber müslümanlara nazaran ikinci sinif insan görülürler, ve o sekilde muamele görürler. Fakat eger Islâm’i kabul etmeyecek ve “cizye” (kafa parasi) da vermeyecek olurlarsa, bu taktirde öldürülmeleri gerekir (Tevbe-29). Kurana göre sadece üç toplulugu (Yahudi’leri, Hiristiyan’lari, Sâbiî’leri) “Ehli Kitâb” diye tanimlamis, geri kalanlari ise “Ehl-i sirk” saymistir. Bu durumda Budizm, Brahmanism vs… gibi dinlere inanlar dahi “Kâfir”, ya da “müsrik” olarak kabul edilmeleri gerekir. Müslümanlıktaki hoşgörüsüzlüğü daha iyi anlayabilmek için Muhammed’in peygamberlik öyküsünün üç farkli safhasini bilmek gerekir. 1-Ilk baslarda kendisini sadece Arap’lara gönderilmis peygamber olarak ilân eder. Ederken de diger ümmed’lere kendi içlerinden peygamberler, kendi dillerinden Kutsal Kitaplar (Tevrat, Incil gibi) verildigini söyler. Henüz güçsüz oldugu için gerek müsriklere (Puta tapan Arap’lara) ve gerek (Yahudilere ve Hiristiyanlara) karsi, nispeten yumusak bir siyaset izler; 2-Ikinci safha’da kendisini sadece Arap’larin degil diger Ümmet’lerin de peygamberi olarak göstermege çalisir. Islâm’dan baska gerçek bir din olmadigini (Enbiyâ-92), bütün insanlara bu dinin verildigini ve fakat buna ragmen insanlarin bölüklere ayrildiklarini (Enbiyâ-93), Kur’ân’in, Tevrat ve Incil’i “tasdik” eden son kitab oldugunu ve Yahudilerin, Hiristiyan’larin Kur’ân’a uymalari ve müslüman olmalari gerektigini anlatir. Bu arada Tanri’ya es kosanlara (yâni putperestlere ki “müsrik” diye tanimlanmislardir) karsi yok etme siyâsetine girisir; onlari “Müslümanlik” ile “ölüm” siklarindan birini seçme zorunlugu karsisinda birakir. 3-Ve nihâyet üçüncü safhada, Islâm’dan gayri dine ve inanca yönelik olanlari “sapik” sayip onlara karsi ölüm ve dehset siyasetine yönelir. İslam’da zorlama vardır ve savaş da zorunludur. bu zorlama resmen şiddet yoluyla yapılır. “Bu bir gelenek değil, İslam’ın kitabının koyduğu resmi bir kuraldır.” Hem Hz.Muhammed döneminde hemde Hz.Muhammed’den sonra ki dönemlerde İslamiyet, kan ve şiddet yoluyla yayılmıştır. İslama gönül vermiş müminlere ayrıntılarıyla Kuran tarafından şiddet ayrıntıları ile tavsiye edilmektedir (Tevbe-5, Maide-33, Enfal-39, Nisa-89, Muhammed-4, Enfal-12, Bakara-191, Tevbe-111, Tevbe-123, ve benzeri sayisiz Ayet) İşin ilginç tarafı, İsalam’ın kitabında bu emirlerle


hükmetmeyenler kafir, yani bu vahşetin uygulanacağı kişiler olarak ilan edilirler. Gerçekte dinin yayılması işin hikaye yönüdür. Asıl olan ganimet, haraç, cariye, köle ve mal kazanımıdır. Zaten Kuran, dönemi itibariyle bu esasları belirleyen bir kurallar kitabıdır. Amaç, Cihad adı altında yapılacak olan savaşlar ve bu savaşlar sonrası edinilecek ganimetlerdir. Yani İslam talan ve çapul düzeninin yasallastırılması için bir kılıftır. Kuran’da “Ganimet” yani yağma malı helal kılınarak savaş çekici hale getirilir. Enfal-69 “Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve temiz olarak yiyin; Allah’tan korkun. Allah çok affedici, çok merhametlidir.” Kuran’da kafirlerle savaş teşvik edilir. Tevbe-14 “Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onlari rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” Tevbe-5 “Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” Gene Kuran’da ne zamana kadar savaşılacağı da hükme bağlanmıştır. Enfal-39 “Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.” Peki Kuran’da geçerli din hangisidir? Maide-3 “Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah’a itaatten kopmak)tır. Bugün kafirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” Al-i İmran-85 “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”


Kuran’da savaşı teşvik eden Ayet’lerinin yanında barış ve güzellikler sunan Ayet’ler de bulunmaktadır. Bunlar Cihad Ayet’leri ile tezat oluşturmaktadır, bir kısmına bakalım; Kafirun-6 “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Nahl-125 “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” Bakara-272 “Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak ne harcarsanız, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcarsınız. Hayır olarak her ne harcarsanız -hiç hakkınız yenmeden- karşılığı size tastamam ödenir.” Ali Imran-20 “Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.” Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: “Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?” Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hakkıyla görendir.” Ra’d-40 “Biz onlara vadettiğimizin bir kısmını sana göstersek de veya seni öldürsek de sana ancak tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir.” El-Gasiye-21-22-23-24-25-26 “Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin. Ancak, kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır. Şüphesiz onların dönüşü ancak bizedir. Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir.” Görüldüğü gibi yukarıda bir kaç örneğini verdiğim barış Ayet’leri ile, şiddet ve kan içerikli diğer Ayet’ler arasında çok ciddi çelişkiler bulunmaktadır. Kuran da çelişki yoktur iddiasında olanlara bu Ayet’ler sunulduğunda, ya yanlış tercüme yapıldığını söyleyerek, ya da zorlama yorumlar getirerek durumu kurtarmaya çalışmaktadırlar. Gerçek Kuran bilgileri öğrenildiğinde ise, sonradan gelen Ayet’lerin önceki Ayet’leri ‘NESH’ ettiği, yani hükmünü iptal ettiği bilinmektedir. İslam’ın zayıf olduğu Mekke döneminde, çevreye şirin görünebilmek için ‘BARIŞ’ Ayet’leri inmiştir (söylenmiştir). Güçlü Medine döneminde ise ‘ŞİDDET’ Ayet’leri ‘BARIŞ’ Ayet’leri ile yer değiştirmiştir. Yani Medine’li olan Ayet’ler Mekke’li Ayet’leri NESH etmiştir. Diğer değişle geçerli olan barış değil, şiddet Ayet’leridir. Bir çok İslam düşünürü, Müslümanların kendilerini savunmak için savaştıklarını anlatarak yalan söylemişlerdir. İslamcı kesime göre, zulüm görenler ve saldırıya uğrayanlar hep Müslümanlardır. Ve Müslümanlar bu saldırılara karşı doğal savunma haklarını kullanmışlardır.


Bakara-216 “Hoşunuza gitmemekle birlikte, savaş üzerinize farzdır. Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir siz bilmezsiniz.” Bakara-217 “Sana haram ayında savaşmayı soruyorlar. De ki: ‘O ayda savaş büyük günahtır. Ama Allah yolundan alıkoymak, O’na ve mescit’i Haram’a nankörlük etmek, ora halkını oradan sürüp çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır.” Bu Ayet ile anlatılmak istenen nedir? Acaba haram aylarla size saldırsalar bile siz savaşmayın uzak durun, kaçın mı? Yoksa boş verin haram ayları, saldırın sağa sola ve ganimetin tadına bakin mı? Yukarıda soylediğim gibi bu saldırıların amacı ganimet, haraç, cariye, köle, mal kazanımı ve bölgeye hakim olmaktır. Bunun dışındaki tüm anlatımlar hikaye, masal ve kandırmacadir.

3-Araplar İcin Yazılan Kuran İslam ortaya çıktığı tarihlerde Kuran kitaplaşmış değildi. Sayfalar halinde dağınık durumda ve hafızlar tarafından ezberlenerek muhafaza edilmekteydi. Zaten kuranın yazıldığı yıllarda ki işlevi günümüzün Kanun Hükmünde Karanamelerinden farklı da değildi. Çoğunlukla ortaya çıkan bir soruna çözüm bulmak için yazılmış sayfalardan (ayetler) oluşmaktaydı. Kuran sureler ve ayetler halinde Halife Osman zamanında bir araya toplanarak kitaplaştırılmıştır. Hz.Muhammed kendi döneminde Kuranı kitap haline getirme ihtiyacı duymaması ilginç ve bir okadar da düşündürücüdür. Bir postacı düşünün kendisine emanet edilen postayı yerine ulaştırmadan ve kaybolma ihtimalini umursamadan ölsün gitsin. İşte Hz.Muhammedin yaptığıda tam olarak budur. Zaten Kuran sadece o günlerle ilgili olduğunu ortaya koyan ayettlerle doludur. Üstelik Kuran’da yazanlar sadece o günlerle ilgili olmakla kalmaz, Araplar için yazılmış bir kitap olduğunuda açıkca dile getirir. Hernekadar Meal çarpıtmaları ile bu gerçek gizlenmeye çalışsa da gerçek gün gibi ortadadır. Yasin-5 “Kur’an, ataları uyarılmamış, bu yüzden de gaflet içinde olan bir kavmi uyarman için gönderilen.” İbrahim-4 “Her kavme sadece o kavmin kendi diliyle seslenir. O kavimden olan birini peygamber yollarız.” Fusilet-3.”Bir kavim için indirdiğimiz Ayetleri detaylıca açıklanmış Arapça bir Kurandır.” Ayettlerde açıkça her kavme sadece kendi dilini konuşan kendi içinden olan bir peygamberi elçi atarım yazıyor. Bir başka şeklide hiç bir kavme o kavmin kendi dilinde olmayan bir Kitap göndermem ve o kavmin ırkından


olmayan bir peygamber de atamam demektir. Bu durumda Kurana göre Türklere de Türkçe konuşan Türk bir peygamber atanması zorunludur, Kurana göre Türklere Bir Arap peygamber gönderilemeyeceği gibi Türklerin Kutsal kitabı Arapçada olamaz.Türklere Arap kavminin diliyle inen kitapla o kavimden bir peygamber geçerli değildir. Fusilet-3 ayetinde bir kavim için olduğu açıktır ve bunlar Türkler değildir. Kuranın bakış açısına göre olması gereken budur. Yusuf-2 “Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” Kuran kendini Arapça ve Arap kavmiyle sınırlıyor. Bu ayeti Türklere uygularsak, eğer Arapların akıl erdirebilmesi için Arapça kuran gerekli ise Türklere de Türkçe bir kitap indirilmesi gereklidir. Türkçe indirilmemiş bir kitabı Türklerin anlaması yani akıl erdirmesi beklenemez. Bütün insan dillerine çevrilemeyen, hatta Arap olmayanların doğru şekilde okuması imkansız olan bir kitabı bütün insanlara yollamış olabilir mi? Kuran bunumu iddia ediyor? Hayır asla. Kuran tam tersini söylüyor. Kuran sadece Arapça konuşan Arap kavmi için geldiğini söyler. Bütün kavimlere ve bütün dillere geldiği iddasında değildir. Kuran her kavme sadece o kavmin kendi dilinde inen mesajla seslenmek gerektiriğini dile getiriyor. Yabancı bir peygamberle ve yabancı dilde inen kitapla değil. Yabancı dilde mesaj olmamalıdır. Kuran yabancı dilde inen kitaba itiraz etmeyi meşru görüyor. Fussilet-44 “Eğer biz onu başka dilde bir Kur’an yapsaydık onlar mutlaka, “Onun âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?” derlerdi. De ki: “O, inananlar için bir hidayet ve şifâdır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor (da anlamıyorlar).” Bu ayete göre Türkler’in neden dilimizde değil sorusunu sorma hakkı doğmaktadır. Bu mantığa göre Türk olana Türkçe olmayan bir kitap yollanamaz. Madem Araplar neden dilimizde inmedi demesinler isteniyor, Araplar sorabiliyor ise biz Türkler “Türklere hiç Arapça bir Kuran gönderilir mi “diye neden sormayalım? Yoksa Tanrı Allahın katında biz Türklerin kayda değecek bir Millet olmadığımızı mı kabul edeceğiz? Elbette Türk Milletini bu gözle kimse göremez. Bu ayete göre de Kuran’dan biz Türkler sorumlu olamayız. Zuhruf-44 “Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.” Nahl-64 “Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.”


Bu ayetlerde “bütün kavimler ondan sorumludur” denmiyor. Ayetler açıkca Hz.Muhammed’in ve Arapların Kuran’dan sorumlu olduklarını bahsederek, Üstelik Kuran’nın yazılma nedeninin Arap kavminin sorunlarını çözmek olduğunu dile getiriliyor. İslamcılar, Kuran ın bir Kavim e değil bütün kavimlere gönderildiğini anlatmak için bir ayeti kanıt gösterirler. Enbiya-107 “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” İslamcılar Yukarda saydığımız o kadar ayet ve kanıt karşısında, bir tek bu ayete sarılarak her şeyi kurtarma çabasına girerler. Bu ayetteki Alem Arapça dır. Ayeti gördüğünüz gibi ayetin her yeri çevrilirken, sadece Alem kelimesi Arapça olarak bırakılmıştır. Alem kelimesi Kuranda bir çok yerde “bilen kişi“ anlamında çevrilirken burada öylece bırakılır. Diyelim ki, Doğru ve bir şekilde Alem lafı herkes anlamındadır. Bu yeterli olmuyor. Türkçe de ancak Dünya alem kelimesi herkesi ifade eder. Alem olarak Mekke alemini kastetmeniz de mümkündür. Kuranın geldi dendiği dönemde Araplar için Alem Mekke ve Medine ve yakın çevresinden ibarettir. Hz.Muhammed söyle bir emir gönderse,”cümle alem gelin” en fazla Mekke nin hepsi gelsin yada söylediği kişinin ailecek hepsinin gelmesini istemiştir. Buradan tüm Dünya anlamı çıkmaz. Kuranı anlayarak okumak İslam’ın ilk koşuludur. Kuranı okuyan Türk, İranlı, Afganlı Müslüman olamaz. Bu Milletler kendilerine ait olmayan bir dinle kandırılmışlardır. Türk milletini kandırmanın en kolay yolu dindir. Bu doğru. Ama birde işin öteki yüzü var. Arap ne anlatırsa anlatsın Türkler İslama girdikleri ilk yıllarda kendi islam öncesi inançları ile harmanladıkları İslam inancını oluşturdular. Yarı Şamanist yarı Müslüman bir toplum oluverdiler. Daha doğrusu Arap Müslümanlığına değil, Türk tipi Müslümanlığa inandılar. Şimdi Kurana bakarsak Türklerin kafasındaki Kuran ile gerçek Kuran’ın birbirine hiç uymadığını görürüz. Verilen ayetlerde görüldüğü gibi Kuran kendini sadece Arap Kavmi için düzenlenmiş gösteriyor. Oysa Türklerin kafalarındaki hayali Kuran,bütün kavimler için düzenlenmiş zannedilen bir Kuran. Gelin diğer ayetlere de bakalım; Şura-7 “Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik.“ Enam-92 “İşte bu (Kur’an) da, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilâhî kitapları) tasdik eden ve şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır.” Mealciler; şehirler anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarasın diye indirdiğimiz bir kitaptır der. Mekke çevresini yazan yeri “tüm insanlık“ diye çevirirler. Bir şehrin çevresi anlamındaki kelime tüm insanlık anlamına getirilir. Üstelik Kuranda her kavmin ayrı bir memleketi ve ayrı bir


ana kenti olduğunu söyler. Yani her kavmin ana kentine ve çevresine ayrı bir peygamber gereklidir. Yani ana kent yok ana kentler var. Kasas-59 “Rabbin kendilerine ayetlerimizi okuyan peygambeleri memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.” Her memleketin bir ana şehri bir de çevre şehirleri vardır. Kurana göre her memeleket için o memleketin ana şehrine elçi gönderilirdi. Hz.Muhammed Arapların ana kentini ve Arapların çevre kentlerini uyarmak için Arap memleketinin ana kenti Mekke ye yollandı. Kuran a göre aynı şekilde diğer memleketlerin ana kentlerini ve çevre kentlerini uyarmak için peygamberler yollanmalıdır. Kasas-59 “Rabbin kendilerine ayetlerimizi okuyan peygambeleri memleketlerin ana merkezlerine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir” Şuara-208 “Biz, hiçbir kenti helak etmedik ki onun uyarıcıları olmasın (helak etmeden önce mutlaka uyarıcı gönderdik)” Talak-8 “Rabbinin ve O’nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler vardır ki, biz onları (ahalisini) çetin bir hesaba çekmiş ve onları görülmemiş azaba çarptırmışızdır.” Yani diğer memleketlerinde ana kentleri ve kendilerine ait ayrı birer peygamberleri vardır, Kurana göre var olmak zorundadır. Hz.Muhammed sadece bir memleketin ana kentine ve çevre kentlerine yollanıyor. bütün memleketlerin ana kentlerine değil. Mesela Ad kavminin uyarmak için o kavmin ana kenti olan İrem şehrine Hud peygamber yollanmış. Fecr Suresi-6-8 “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? ‘Yüksek sütunlar’ sahibi İrem’e. Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.” Furkan-51 “Eğer İsteseydik bütün beldelere ayrı ayrı Peygamber yollardık.” Burada anlatılan tek şey bir kavme vahiy yollarken hangi tarzda yolladığının açıklanışından ibarettir. Bir kavmin her kentine değil sadece ana kentine peygamber yollarız diyor. Zaten diğer ayetler Ana kent Mekke ve çevre kentlerin arap beldeleriyle sınırlı olduğunu açıkça söylüyor. Üstelik Kurana göre Hac ziyareti ile yükümlü olan kişiler; Arabistan memleketi, Ana kenti Mekke ve çevresindeki çölde yaşayan Araplardan başkası değildir. HACC-25 “Mescidi Haramın(kabenin) olduğu kente oturan yerliler ve çevresindeki çölden buraya gelenler (Mekke de oturmayan araplar) için ziyaret yeri yaptık.”


Sonuç olarak Kuran’da bir kavmin yaşadığı memlekette her şehre ayrı ayrı peygamber yollamayız. Sadece o kavmin ana kentine, O kavmi ve yaşadıkları çevre kentlerini de uyarsın diye, o kavmin dilinde peygamber yollarız denmektedir. Kuran’nın bu hükümlerini İslama uyarlarsak Hz.Muhammed Arabistanın ana kendi Mekkeye gönderilmiş ve sadece Arapları uyarmakla görevli bir peygamberdir. Bu mantığa göre İslam’da Arap dinidir, Türkler veya başka bir millet İslam’dan sorumlu tutulamaz.

4-Kuran Korundu mu? Veya Değişmedi mi? Müslümanlara Kuran’ın Tanrı Allah sözü olduğunu göstermek için Kuran’ın hiç değişmediğini ve Tanrı Allahın Kuranı koruyacağını (ayetle sabit) iddia ederler. Oysa pekçok güvenilir veya sahih denen islami kaynakta Kuran’ın değiştiğine dair açık ve net kanıtlar vardır. Bakalım Kuran ayetleri korundu mu? 1-“Ömer şöyle dedi: “Eğer insanlar Ömer, Kur’an’a bir şey ekledi diyecek olmasalardı, ben bizzat kendi elimle recm ayetini yazardım.”(Buhârî, Hudud 31, 30, Mezâlim 19, Menâkibu’l-Ensar 46, Megâzî 21, İ’tisâm 16; Müslim, Hudud 15, (1691); Muvatta, Hudud 8, 10, (, 823, 824); Tirmizî, Hudud 7, (1431); Ebu Dâvud, Hudud 23, (4418).) 2-Ehli Sünnetin 4 hak mezhebinden birinin imamı sayılan ve Ehli Sünnetin ilk rivayet kitabı Malik b. Enes’in “Muvatta’sında” (Parlayan yayınları Konya, 2008 yılı basımı Umut matbaacılık, rivayet 1516, sayfa 671) Said b. Museyyib’den şöyle nakledilir: Ömer b. Hattab şöyle dedi: “Kalkıp da Allah’ın kitabında recm hükmünü bulamıyoruz diye recm ayetini inkar ederek helak olmaktan sakının çünkü Resulullah recm yaptı, biz de recm yaptık. Canım elinde olana andolsun! Eğer insanlar; Ömer Allah’ın kitabında fazlalık yaptı demeseydi “Evli erkekle evli kadın zina ederlerse, onlar muhakak recmedin” ayetini yazardım! Çünkü biz bunu okuyorduk.” Aynı rivayet (Mustedrek-i Hakim, 4:359, Müsend-i Ahmet: 1:23-29-36-4050, Tabakat-ı İbn-i Saad: 3:334, Sünen-i Darami: 12, el-İtkan: 3:206) kitaplarında da nakledilmiştir. 3-Ehli-i Sünnet’in önemli kaynaklarından olan Mu’cem-i Tabaranî’de sahih senetle yer alan bir hadise göre Ömer b. Hattab şöyle dedi: “Kur’an bir milyon yirmi altı bin harftir.” (Ed-Dürr-ül Mensûr (Suyutî), C.6, s.422, Mecme-üz Zevâid (Heytemî), C.7, s.163, Kenz-ül Ummâl (MuttakîHindî), c.1, s.517, c.1, s.541) Oysa bu gün elimizde bulunan Kuran’ın harfleri bu rakamın üçte birini bile bulmuyor! Çünkü günümüzde Kuran’ın 300 bin küsur harf’den oluşmaktadır. Yani Kuran’ın üçte ikisi yok olmuş.


4-Kuran’ın Allah’ı indirdiği kitabın ait bir ayeti keçiye yediriyor maalesef, evet yanlış duymadınız, keçi korunacağı korunduğu söylenen ayetleri yiyor! Aişe nakleder: “Recm ve büyüklerin on defa süt emzirmesi (nin süt kardeşliği oluşturacağı) hususundaki ayetler benim yatağımın altında bulunan bir sayfa üzerinde yazılı idi. Peygamber vefat edince Peygamber’in vefatıyla meşgul olduk da keçi gelip onları yedi.” (İbn-i Mâce, c.1, s.625,1944,Ahmed bin Hanbel 5/131, 132, 183 ve 6/269) Buna benzer bir hadis de Müslim’de yer alır ve orada Aişe kaydeder ki bu ayetler Peygamber vefat edinceye kadar okunurdu. (bk. Muslim c. 4. s. 167, Tirmizî, c.2, s.309) Kuran’nın Değiştiğinin Bilimsel Kanıtı; Sana’a Kuranı 1972’de Yemen’in başkenti Sana’a’daki Ulu Cami’de bulunan Kurandır. ‘Sana’a Kuranı’ üzerinde Alman şarkiyatçı Dr. Gert Puin tarafından yapılan incelemeler aradan geçen 36 yılda tamamlanabilmiş değil. Bunun nedeni bu Kuran ile ilgili ilk değerlendirmeler olmalı. Puin’e göre, bu Kuran’ın yazıldığı parşömen Peygamber’in doğumundan önceye tarihleniyor ama üzerindeki yazı daha sonraya ait. Daha ilginci üstteki metnin altında silinmiş bir eski metin var. (Bu tür metinlere literatürde ‘palimpsestus’ deniyor.) Bu metin de Kuran metni. Puin’in Batılı şarkiyatçılarca pek beğenilen ancak İslam çevrelerinde infiale neden olan iddiası ise şu: Kuran’ın yazılışı Peygamber’den çok önce başlamıştı. Çünkü Kuran, kendisinden önceki kutsal kitapların bir çeşit özeti olmaktan öteye gitmiyordu. Suudi Arabistan Hicaz’da arkeolojik araştırmalara izin verinceye, İslam bilim adamları İslam ülkelerinin kütüphanelerinde saklı olan yüzlerce eser üzerinde ‘bilimsel kriterlere’ uygun araştırmalar yapıp, sonuçlarını bizlerle paylaşıncaya kadar bu tür ‘şarkiyatçı’ yorumlar gündemde kalacak gibi görünüyor. Yukarıda sıralanan ve islam dünyasında sahih yani güvenilir kabul edilen islami kaynakların ve bilimsel kanıtların açıkca ortaya konduğu gibi Kuran’ın kimi ayetleri kaybolmuş ve keçi tarafından afiyetle yenilmiştir ve bazı ayetleri islam öncesi zamanlardan kobya edilmiş olduğu ortadadır. Müslümanlara Sorular Bildiğiniz gibi “Kuran”, Muhammed öldükten sonra kitaplaştırılmıştır. Halife Osman tarafından derlenen bir Kuran var, esas Kuran bu ve günümüzde kaybolmuştur. Şimdi sorularım şöyle: 1-Halife Osman’ın kitaplaştırdığı Kuran’a tüm ayetlerin eksiksizkaybolmadan geçtiğini nereden biliyorsunuz? Bazı ayetler kaybolmuş/yazılmamış olamaz mı? Ya da bazı ayetler sonradan eklenmiş olamaz mı? (üstelik islam tarihinde açık kayıtlar varken!) 2-Muhammed niçin hayattayken Kuran’ın kitaplaştırılması için bir emir/vasiyet vermemiştir? “Hayatta olduğu için vahiy devam ediyordu.”


diyorsunuz ama, öleceğini bildirmedi mi “Allah”? En azından son günlerinde böyle bir emir/vasiyet vermesi şart idi.. 3-Ümmetini bu kadar düşünen bir “peygamber”in, kutsal bir öğretiyi/vahyi kitaplaştırmayı düşünmemesi ne kadar mantıklıdır? 4-Kuran’da “Bu kitabı biz koruyacağız.” demesine rağmen, görünen o ki, kitabı koruyan halife Ebu Bekir ve Osman olmuştur, “Allah” falan değil. Mesela Ebu Bekir ve Osman, eğer Kuran’ı kitaplaştırmasaydı, muhtemelen o vahiyler günümüze kadar gelmeyecekti. Bunun mantığı nedir? 5-Halife Osman, Müslüman mezarlığına gömülmemiş ve cenazesi de kılınmamış biridir. Tarihi kaynaklardan araştırabilirsiniz. Sebebi, halife olduğu dönemde Müslümanlara eziyet etmesidir. Böyle bir kişinin “kitaplaştırdığı” Kuran’a ne derece güveniyorsunuz? 6-Kuran, kitaplaştırılmadan önce, Kuran’ı “ezbere” bilen sahabilerden çoğu savaşlarda ölmüştür… Bu savaşlar da Muhammed’in ölümünden sonraki savaşlardır… Bu ölen sahabiler ile birlikte “tarihe karışan” ayetler olamaz mı? Bunun garantisi nedir? Sonuçta, “Kuran’ın tümünü” ezbere bilen çok az kişi vardı ve Muhammed’e sorup “Acaba unutulan ayetler var mı?” diye sorma imkanları da yoktu… Ve bu sahabilerin bile unutmuş olabileceği, ya da bilerek Kuran’a almayacağı, ya da Kuran’a ekleyeceği ayetler olabilir… Ve halife Osman, bu şekilde “değiştirilmiş” bir Kuran’ı kitaplaştırmış olabilir… Bunun olmadığının garantisi nedir? 7-Günümüzde niçin bazı Müslüman ekoller, Kuran ayetlerinin aslında 7000 civarı olduğunu, ancak sonradan bazı ayetlerin çıkarıldığını iddia etmektedir? Üstelik bu iddialar, İslamiyet’in ilk yıllarından beri vardır. Bunun hikmeti nedir? Yukardaki sorulara imanla değilde mantığınızla cevap verdiğinizde kuranın korunmadığını ve günümüzde okuduğunuz kitabın Hz.Muhammedin yazdığı ayetlerin ancak üçte birini içinde barındırdığı görebilirsiniz. Gerçeklerle yüzleşmeyi deneyin.

5-Kuran Allah Kelamı mı? Bildiğiniz gibi İslam’a göre Kur’an, İncil, Tevrat ve Zebur Allah tarafından gönderilmiştir. Bunlardan Kur’an dışındaki kitapların yazımı, geçmiş zaman anlatımı şeklindedir. Kur’an ise Allah’ın hitabı biçiminde yazılmıştır. Allah’ın sözlerinin, emir ve öğütlerinin Cebrail adlı melek vasıtasıyla ve vahiy yoluyla peygambere iletildiğine inanılır. O yüzden “Kur’an Allah kelamıdır” denir. Allah’a ait olmayan sözler ise “kul” veya “kâle” yani “de ki” veya “dedi ki” sözcükleriyle belirtilmiştir.


Bundan dolayı birçok ayet “de ki” anlamına gelen “kul” kelimesiyle başlar. Örneğin: “De ki; ‘Ben içinizden hiçbir erkeğin babası değilim” cümlesinden anlarız ki “de ki” diyen Allah, “Ben içinizden hiçbir erkeğin babası değilim” dedirtilen peygamberdir. Ne var ki bunun gibi bazı ayetlerin Allah’a ait olmadığı açıkça belli iken “de ki” sözcüğünün kullanılmadığını görürüz. Bu tür ayetlerin bazı meallerinde “de ki”sözcüğü parantez içinde verilmiştir. Bazı mealciler ise sanki Arapçasında gerçekten yazılıymış gibi paranteze dahi gerek duymadan “de ki” sözcüğünü eklemişlerdir. Bu müdahaleler, ayetlerdeki eksikliği kamufle etme amaçlıdır. Şimdi bu hataları görelim: Fatiha suresi Allah’a yapılan bir duadır. Dolayısıyla “deyin ki” kelimesiyle başlamalıydı. Kur’an’ın son iki suresi olan Nas ve Felak sureleri de duadır ve “de ki” ile başlar. Fatiha suresinin başında olmasa bile 5. ayetinde “kûlû” yani “Deyin ki” sözcüğü muhakkak kullanılmalıydı. Fatiha, 5-7 “(Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” Görüldüğü gibi ayette Allah’a sesleniş, Allah’a yakarış vardır. Dolayısıyla ayette seslenen Allah değil, insandır. Ama “Deyin ki” sözcüğü olmadığından Allah kendisine dua etmiş gibidir. Hadi diyelim ki Fatiha Kur’an’ın açılış suresidir, bir önsöz gibidir, o nedenle “deyin ki” denmesine gerek duyulmamıştır. Peki ya diğer ayetlerdeki eksikler? Şimdi de aşağıdaki ayetlerde hitap edenin kim olduğunu görelim: Hud-2 “Allah’dan başkasına kulluk etmeyin. Ben size O’nun tarafından müjde vermek ve uyarmak için gönderilmiş gerçek bir peygamberim.” Zariyat-50 “O hâlde Allah’a koşun. Şüphesiz ben, size O’nun katından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.” Zariyat-51 “Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Zira ben size O’nun tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım.” Bu ayetlerde açık olarak anlaşılmaktadır ki konuşan Hz.Muhammed ve kendisinin peygamber olduğunu iddia etmektedir. Şura-10 “Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah’a aittir. (De ki) İşte bu, Rabbim Allah’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.” En’am-104 “Rabbinizden size muhakkak ki deliller gelmiştir. Artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de hakkı görmeyip batılı seçerse kendi aleyhinedir. (De ki) “Ben sizin üzerinizde bekçi değilim.”


Bu iki ayette de konuşan Muhammeddir. Görüldüğü gibi “de ki” sözcükleri kullanılmadığından mealciler parantez içerisinde göstermek zorunda kalmışlardır. Tevbe-30 “Yahudiler, “Uzeyir Allah’ın oğlu” dediler, Hıristiyanlar da “Mesih Allah’ın oğlu”, dediler. Bu onların kendi ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Daha önce inkara sapmış olanların sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da saptırıyorlar!” Bu ayette geçen “kâtelehumullâh” ın asıl anlamı “Allah onları öldürsün, katletsin” dir. Bunu Allah’tan isteyenin Allah olamayacağı açıktır. Bu örneklerden şu sonuçlar çıkarılabilir: 1- Kur’an, Tanrı sözü değildir. Hz. Muhammed kurgulayıp yazmış, fakat birkaç ayette gaf yapmış ‘de ki’ ekini kullanmayı unutmuştur. 2- Kur’an, derlenip toplanırken hata yapılmış, bazı ayetler eksik yazılmıştır. 3- Kur’an’a Hz. Muhammed’den sonra Halife Osman ve Emeviler döneminde müdahale edilmiş, ayetler tahrif edilmiştir. Tabi bunlara “Allah, anlaşılacağını düşünerek ‘de ki’ demeye gerek duymamış olabilir” veya “Allah bu tür eksiklerle insanları sınamış olabilir” türünden yanıtlar da verilebilir. Bu tür yanıtlar, eksikliği, hatayı tanrıya havale etmek olur ki buna katılmak mümkün değildir. 2 ve 3 şıkları ise Hicr9 ayetinde belirtilen “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” ayetine ters düşer. Bu durumda 1 şıkkının doğru olduğu, Kur’an’ın Allah sözü değil, Hz. Muhammed’in kurgusu olduğu ortaya çıkar. Şimdi de Kur’an’ın Allah hitabı olmadığına dair farklı bir örnek verelim: Bu örnekle göreceğiz ki Muhammed hazretleri, kimi zaman Allah’ı, kimi zaman melekler adına Cebrail’i, kimi zaman da peygamberleri konuşturan bir kurguyla Kur’an’ı yazmıştır. Onları konuştururken Kur’an’da 300’e yakın “de ki” öneki kullanmıştır ki kendisinin yazdığı anlaşılmasın, Allah sözü olduğuna inanılsın. Ama bazı ayetlerin kurgusunda hata yapmış, “de ki” kullanmayı unutmuş ya da hatalı kullanmıştır veya kullanmayı becerememiştir. En’am-114 “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım ki size, her muhtaç olduğunuz şeyi bildirip açıklayan kitabı, o indirmiştir? Kendilerine kitap verilenler de bilirler ki o, senin Rabbin tarafından gerçek olarak indirilmiş bir kitaptır; artık şüphe edenlerden olma.” Meryem-64 “Biz, ancak Rabbının emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bu ikisi arasındaki her şey, O’nundur. Ve Rabbın unutkan değildir.”


Enam-114 ve Meryem-64. ayetten önceki ve sonraki ayetlere bakıldığında bu cümlelerin kime ait olduğuna dair bir belirteç yoktur. Enam-114’te ”Size Allah’tan başka bir hakem mi arayayım” sözünden sonra “Senin Rabbin tarafından indirilmiş” sözü ile konuşturulanın melek Cebrail olduğu ve Hz.Muhammed’e hitap ettiği açıkça bellidir. Meryem64’te ise “Biz ancak rabbinin emriyle ineriz” sözü melekler ya da melekler adına konuşan Cebrail’e söyletiliyormuş gibi yazılmıştır. Ama Allah’ın kelamı dediği kitapta Muhammed bunu belirtmeyi becerememiş ya da hata dikkatinden kaçmıştır. Zümer-10 “De ki: ‘Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arz’ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.” (de ki fazla) Bakara-97 De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak senin kalbine indirmiştir.” (de ki fazla) Zümer-10 ve Bakara-97 ayetlerinde dikkat edilirse “de ki” sözcüğüne gerek yoktur ama kullanılmıştır. Zümer-10’da “de ki” sözcüğü olduğunda Muhammed hazretlerinin Müslümanlara “kullarım” diye seslendiği anlaşılmaktadır. Halbuki “de ki” olmasaydı hitap eden Allah olacak ve bir anormallik görünmeyecekti. Bu gaflara karşı, verilen yanıtlardan biri “Kur’an’da kimi ayetlerin Cebrail’in sözü olduğu” hatta “Kur’an’ın Allah’ın, Cebrail’in ve peygamberin ortak ürünü” olduğudur. Bakara-97 ayeti bu iddiaları çürütür. Ayetten Cebrail’in, Kur’an’ı peygamberin kalbine indirdiğini, dolayısıyla 23 sene boyunca zırt pırt 50.000 yıllık yolu katetmediğini, olaylara-durumlara göre sırası geldiğinde peygamberin ayetleri kalbinden (beyninden) ortaya döktüğünü anlıyoruz. Bakara-97 ayetinde “de ki” öneki kullanıldığında ayet şöyle olmalıydı: De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise, bilsin ki o, Allah’ın izni ile Kur’an’ı; önceki kitapları doğrulayıcı, mü’minler için de bir hidayet rehberi ve müjde verici olarak benim kalbime indirmiştir. Ama Kur’an’da “senin kalbine indirmiştir” yazılarak hata yapılmıştır. Muhammed, Tevrat ve İncil’in 3. şahıs ağzıyla yazılmasına nispeten çok daha inandırıcı bir kurgu ile Kur’an’ı yazmış ama yaptığı bu gaflarla açık vermiştir. Örneğin Zuhruf-11’te; “O, suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz” ayetini ele alalım: Burada “O” Allah ise, “Biz” kimdir?


”Biz”, melekler adına konuşan Cebrail’den başkası olamaz. Ama görüldüğü gibi meleğin konuştuğuna dair bir belirteç yoktur. Muhammed, Kur’an’ı “Allah kelamıdır” diye yazmıştır. Allah’ı konuşturma sanatı ile düzenlemeye çalışmıştır. Fakat özellikle “Biz” diyen ayetlerde ya “Allah ve ekibi” olarak konuşulmaktadır ya da melekler olarak. Süleyman Ateş’in bu konuda görüşü “Kur’an Allah vahyi, melek sözüdür” şeklindedir. Ama görüyoruz ki Allah da konuşuyor, Cebrail de, Muhammed de. Kur’an’da sıkça kullanılan “kale” sözcüğü “dedi ki” anlamındadır. Şimdi “dedi ki” sözcüğünün kullanıldığı bir ayetteki hatayı görelim. Enbiya-112 Dedi ki; “Rabbim hak ile hükmet. Sizin nitelendirmelerinize karşı sığınılacak olan rabbimiz rahmandır. Cümle kurumunun yanlış olduğu açıkça görülmektedir. Edip Yüksel, bu ayetin yanlış yazıldığını, “kale” değil, “kul” olması gerektiğini söyler ve o şekilde çevirir. Muhammed Esed ise hem “kale” değil “kul” muş gibi çevirir, hem de 2. cümlede tekrar parantez içinde “de ki” kullanır. Sebebi, ayette Hz. Muhammed’in hem Allah’a hem de inanmayanlara seslenmiş olmasıdır. Böyle bir cümle yapısında “kale” yerine “kul” da kullanılsa cümle bozuk kalır. Bu ayette de cümle kurumunun çok zor olması nedeniyle becerilemediğini görüyoruz. Sonuç: Birisi çıkıp “Allah’tan bana mektup geldi” demiş olsa önce ona deli gözüyle bakmak ve kesinlikle inanmamak en doğru davranıştır. Fakat ısrarlı davranıyorsa ve insanların bir kısmı ona inanıyorsa “Acaba” diyerek doğru söyleyip söylemediği incelenebilir. Bilhassa tanrıya inanan insanlarda böyle bir eğilim doğaldır. Doğal olmayan, içinde yazılanların bir kısmı doğru diye inanılmasıdır. Ya da mektubu irdeleyip sorgulamadan mektup sahibinin kişiliğine güvenerek veya çevresinde duyduklarından etkilenerek inanmaktır. Mektup incelendiğinde içeriğindeki tek bir ‘insana mahsus’ hata dahi, mektubun tanrıdan gelmediğinin kanıtıdır. Çünkü madem ki inanılan tanrı mükemmel ve her şeyi bilen bir varlıktır, öyleyse tanrı hata yapmaz. Hele çok sayıda cümle hatası, gramer hatası varsa mektubun tanrıdan olduğunu iddia etmek normal karşılanamaz. Bu tavır zayıflıktır. Zaaflarına, çevresine, çıkarlarına mahkum kalmaktır. Kutsal olduğu, tanrıdan geldiği iddia edilen kitaplar için de bu geçerlidir. Farklı dinlerin, farklı kitapların, farklı kutsalların dünya halklarına olumsuz etkisi ortadadır. Kutsal savaşlar, dünya barışını engellemekte, insanlığı yaralamaktadır. Bu büyük, aşılmaz engelin temelinde ise mektup örneğindeki o küçük zaaf vardır. Barışın tesisi ise tüm bireylerde bu küçük zaafların tedavisiyle mümkündür. Kadim dinlerin haricinde zamanımızda da çeşitli ülkelerde ortaya çıkan meczuplar, bu tür zaafları olan kişileri aldatabilmekte, peşlerinden sürükleyebilmektedir. Sonuç ise ya toplu intihar ya da soyulmak, sömürülmek olmaktadır.


6-Kuran’ı Hz.Muhammed mi Yazdı? Bu sorunun cevabı evettir. Kanıtı islam tarihinde ve kuran’da bol miktarda vardır. Bir önceki konuda kuran’da ki hatalı ayetlerin kanıtladığı bu gerçeğin şimdi diğer kanıtlarını görelim; Kuran’ı Muhammed peygamber yazdı, çünkü vahiy olduğu iddia edilen metinleri yazan vahiy katiplerinden ikisi vahiylerin ilahi olmadığını farketti ve kaçıp dinden çıktılar. Elbette bu durum Kuran’ın ilahi olmaması bakımından çok düşündürücüdür, özellikle Osman’ın sütkardeşinin “Kuran’ın ilahi olmaması” iddiası kesin kanıt denebilir. Bununla birlikte yinede bu kişiler yalancı olabilirler. Bu iletinin konusu ise, Muhammed peygamberin bu kişilere karşı duyduğu insanca tepkileri Kuran’a yazmasıdır. Her iki mürted için de “Kabe’nin örtüsü altında bile olsa öldürülmesi” fetvası varken ilkinde kimi kimsesi olmayan (arkası, dayısı olmayan) İbni Hatal sorgusuz sualsiz katledilecek, ikincisinde, Osman’ın (konu dayısı) sütkardeşi olan Abdullah b.Sad b.Serh istemeye istemeye affedilecektir. 1-İbni Hatal: 42 vahiy katibi içinde dinden çıkan iki vahiy katibinden ilki olan İbni Hatal yeniden Hıristiyan oluyor, “Muhammed bir şey bilmez. Yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir” demeye başlıyor ve “mürted olduğu” gerekçesiyle hakkında katledilmesi fetvası çıkıyor. Çok geçmeden İbni Hatal yakalanarak katlediliyor, Hıristiyanlarca gömülüyor, ancak ertesi gün mezarının dışında bulunuyor, yine gömülüyor, yine dışarıda bulunuyor, bu şekilde başa çıkılamayınca ceset dışarıda bırakılıyor. Aşağıda konu ile ilgili bir hadis bulunmaktadır. Ravi (r.a.): Enes b. Mâlik Hadis: Rivâyete göre, şöyle demiştir: (Neccar oğullarından) Hiristiyan bir kişi vardı. Sonra müslüman olmuştu. Bakare ve Âl-i İmrân (Sûrelerini) okumuştu. Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem’e de vahiy kâtipliği yapmıştı. Bu adam sonra geri, Hiristiyanlığa döndü. (Ve kaçarak Hiristiyan câmiasına ihtihâk etti. Hiristiyanlar onu yüksek makamlara çıkardılar) Bu mürted: Muhammed bir şey bilmez. Yalnız benim kendisine yazdığım şeyleri bilir, demeğe başladı. Ve (aradan çok bir zaman geçmeden) Allah onu (kavmi içinde boynunu vurdurup) öldürdü. Hiristiyanlar defnettiler. Fakat sabah olunca gömüldüğü yer onu dışına atmıştı. Bunun üzerine Hiristiyanlar: bu Muhammed ile Ashâb’ın işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu (meydanda) bıraktılar, diye iftirâ ettiler. Ve derin bir çukur kazarak onun içine bıraktılar. Fakat sabah olunca gömüldüğü yerin onu (yine) dışına attığı görüldü. Hiristiyanlar yine: Bu, Muhammed ve Ashâb’ının işidir. Onların arasından çıkıp kaçtığı için bu din kardeşimizin ölüsünden kefenini soydular ve onu kabrin dışında bıraktılar, dediler. Ve bir yerde yine bir çukur kazdılar, güçleri yettiği derecede derinleştirdiler. Fakat sabah olunca o yerin onu dışına attığı görüldü. Bunun üzerine Hiristiyanlar bu işin kullar tarafından


yapılmadığını anladılar. Ve onu açıkta bıraktılar. (Sahih-i Buhari Hadis No.: 1477) 2-Ebi Sarh: Muhammed peygamberin vahiy almadığını ileri süren ikinci vahiy katibi ise Abdullah b. Sad b. Ebi Serh’tir. Kimi kimsesi olmayan İbni Hatal’dan farklı olarak, bu kişi Osman’ın süt kardeşidir. Bu kuvvetli torpil Abdullah b. Sad b. Serh’in hayatını kurtaracaktır. Hatta, Osman’ın halifeliğinde valilik bile yapacaktır. Ebi Sarh, Muhammed’in vahiylerini kaleme almış, Ku’ran katipliği yapmış ve daha sonrasında (esrarengiz bir şekilde) İslam’i terketmiştir. Ebi Sarh ayrıca Hz. Osman’in süt kardeşi ve halasının oğludur. Ebi Sarh İslam’i terkettikten sonra tıpkı diğerleri gibi öldürülmemek için kaçar ve halasının oğlu, süt kardeşi Hz. Osman’a sığınır. Peki Ebi Sarh’in bir anda kaçmasına neden olan olay neydi? Koskoca Allah’in sözlerini kaleme alma mevkisine sahip bir adam, peygamberin sözlerini Kuran’a aktarma şerefine ermiş bir insan deli mı bir anda tüm bunları reddedip neden kaçsın? Nedeni ise şudur; Ebi Sarh Kuran katipliği yaptığı için muhtemelen zamanın eğitimli kişilerinden biri idi. Ebi Sarh, Muhammed’ın en uzun süreli ve en tecrübeli katiplerinden biri olduğu için vahiy anlarında Muhammed’e indirilen ayetlerin yazılış şekli hakkında Muhammed’e tavsiyelerde bulunuyordu. Muhammed’de çoğu zaman Ebi sarh’in tavsiyelerini onaylıyor ve akabinde Kuran Muhammed’in değil, Ebi sarh’in dile getirdiği şekilde yazılıyordu. İşte kanıt; “İbn-u Ebi Sarh diyor ki: “Eğer Muhammed’e vahyolunuyorsa bana da vahyolunuyor. Eğer Allah indiriyorsa ben de onun indirdiğinin mislini indiririm. (İbn Kesir, Tefsir, Sabuni muhtasarı, I/600) Ebi Sarh, iste bu yüzden Muhammed’in uydurukçu olduğunu anlamış ve derhal İslam’i terkederek Osman’in yanına sığınmıştır. Olayı duyan Muhammed ateş püskürüyordu. Ardından hemen bu olay hakkında ayetler inmeye başlamıştı; En’am-93 “Allah’a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine karşı bir şey vahy edilmemişken “bana da vahyolundu” diyenden ve “ben de Allah’ın indirdiği gibi indireceğim” diyenden daha zalim kim olabilir?” Muhammed bu olaydan sonra yine her zaman olduğu gibi insanları cehennem azabı ile korkutmaya çalışmıştır. Nahl-106 “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır. “ Yani üstteki ayette Muhammed’in anlatmaya çalıştığı şudur; Sakın ola ki Ebi sarh hakkında çıkan dedikodulara inanmayın. İnananlar için “Allah katından bir gazap vardır, büyük azab da onlar içindir.” Bu olay hakkında


dedikodular hızla yayılıyor ve Muhammed’in güvenirliliğini sarsılıyordu. Muhammed olayı örtbas edebilmek ve kendisi hakkında çıkan dedikodulara ve kişilerin kafalarındaki soru işaretlerine son verebilmek için şu ayeti indirmiştir; Nahl-110 “Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin bundan sonra da çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. “ Muhammed böylelikle peygamberliği hakkında şüpheye düşen müslümanlarının gönüllerine su serpiyordu. Tabi “şeytan ayetleri” olayında da olduğu gibi Muhammed’in her zaman imdadına yetişen şeytan, suçu üstleniyor ve Ebi Sarh’i yoldan çıkarttığını itiraf ediyordu; Ibnu Abbas (radiyallahu anhuma) anlatiyor: ” Sa’d Ibni Ebi s-Sarh Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)’e katiplik yapiyordu. Seytan ayagini kaydirdi; adam irtidad ederek kafirlere sigindi. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Fetih gunu, onun oldurulmesini emretti. Ancak, Hz. Osman (radiyallahu anh) onu himayesi altina aldi. Resulullah da bu himayeyi tanidi.” Ebi Sarh Mekke’de Muhammed hakkında beyanatlarda bulunuyor kişilere Kuran ayetlerinin Allah tarafından değil, Muhammed tarafından uydurulduğunu söylüyordu. Artık Ebi Sarh ölmeden Muhammed’e rahat uyku yoktu. Daha sonra Ebi Sarh, Muhammed’in eline düşmüştür. Muhammed Mekkelilere teslim oldukları halde kimseyi öldürmeyeceğine dair söz vermişti. Buna rağmen Ebi Sarh’in kellesi için buyrukta bulunmuştur. Bunu duyan Ebi Sarh’in süt kardeşi Hz.Osman; Ortalık durulunca Nebi’nin huzuruna getirdi, affedilmesini istedi, Biat’ının kabulü için yalvardı. Bu rica üç kez tekrarlandıktan sonra ancak Rasulullah(sav) İbn Ebi’s-Sarh’ın biatını kabul etti.Onlar gittikten sonra Ashabına dönerek: “Biat etmeden evvel içinizden bu adamı katledecek doğru biri çıkmadı mı? Diye sordu. Onlar da: “Biz işaretinizi bekliyorduk” cevabını verdiler. Bunun üzerine Rasulullah(sav): “Bir Peygamber ima ile adam öldürtmez, açık konuşur.” ( İbn-i Sa’d, E.Davut, Nesei, Hakim, İbn-i Hişam, İbn-i Hacer) Muhammed yukarıdaki hadiste “Bir Peygamber ima ile adam öldürtmez, açık konuşur.” diyerek kendisinin ne derece tehlikeli narsisist mafya babası olduğunu gözler önüne sermektedir. Muhammed madem açık konuşmayı sever, o halde neden Osman’in önünde Ebi sarh’in öldürülmesini emretmedi? Neden Osman yanından çıkıp gittikten sonra çapulcularına konuştu? Osman, süt kardeşi Sarh’in affedilmesi için Muhammed’e yalvarmıştır. Muhammed iki arada bir derede kalmıştır. İstemeyerekte olsa Osman’in sefaatını kabul etmek zorunda kalmıştır. Fakat her ne kadarda zoraki kabul


etse de, yüzündeki rahatsızlığını tetikçilerine fark ettirmeye çalışmış ve yanında bulunan müslümanların Ebi sarh’i oracıkta katletmelerini istemiştir. Bunuda başaramayan Muhammed daha sonra müridlerine şu şekilde sert çıkışmıştır; “Benim o şahsı bağışlamaktan imtina ettiğimi gördüğünüz zaman neden onu öldürmediniz?” (el-İsabe, c. 2, s. 38.) Aynı olay, biraz farklı bir şekilde şu kaynakta da mevcut; “Icinizde, elimi bey’at icin vermekten imtina ettigimi gorunce kalkip oldurecek akli basinda bir adam yok muydu?” [Ebu Davud, Cihad 127, (2683); Nesai, Tahrimu’dDem 14, (7,105,106).] Görüldüğü gibi Muhammed peygamber’in davranışları, düşünceleri, yargıları tamamen etki, tepki kurallarına uygun biçimde oluşuyordu ve doğal olarak Kuran’a bu şekliyle yansıyordu. Özellikle Abdullah b.Sad b.Serh’in olayında asla affetmek istememesine rağmen Osman’ın hatırını kıramayışı, bu kişiyi affedebilmek için Kuran’a ayet ekleyişi açıkça bellidir.

A-Kuranı Muhammed ve Ekibinin Yazdığının Kanıtları 1-Peygamberin kiminle evlenip kimi boşayacağı gibi gereksiz konulardan bahsetmesi. 2-Kuranın bir yerinde “ak” denilen bir konuya daha sonra “kara” denmesi ve konularda çok sayıda gereksiz tekrar olması. 3-Evlat edinmenin yasaklanması (niye?) 4-nahl 101 (biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki allah neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar peygamber’e, “sen ancak uyduruyorsun” derler. hayır, onların çoğu bilmezler.) 5-Tebbet suresinde ebu leheb’e lanet edilmesi. 6-Kitabın edebi bir değerinin olmaması. konudan konuya atlaması. başının sonunun belli olmaması. bu kitap bir yayıncıya basılması için gönerilmiş olsa edebi yetersizlikten dolayı hemen reddedilirdi. 7-İlk ayetin “oku” olmasına rağmen muhammed bin abdullahın okuma öğrenmemesi veya okuma bilmediğinin iddia edilmesi. 8-İbrahimin çocuklarının sayısının ve isimlerinin bir türlü doğru düzgün verilememesi ve ibrahimin çocuğunu kesmeye çalışmasının takdir edilmesi. 9-Çok fazla sayıda ve olmayacak şeyler üzerine yemin edilmesi.


10-Her şey için bir, bilemedin iki şahit yeterli olurken, zina için penisin vajinaya girdiğini, aradan ip geçmediğini gören 4 şahit gerekmesi. bu şahadetin olabilmesi pratikte mümkün mü? 11-Tanrının varlığı için hiç bir müsbet delil gösterilmemesi. bu yüzden kafası iyi çalışan, gerçeklere her zaman şüpheyle bakan, bilimsel akla sahip olan insanlar tanrının varlığını görememesi. sanki tanrı “müsbet bir delil göstermeyeyim, herşeyi müphem bırakayım, kafası çalışan şüpheciler inanmasın, ben de onları cehenneme atayım. her lafa inanan tipler de cennete gidiversin.” der gibi 12-Dinin önce bir kasabaya gönderilmiş olması, daha sonra işler büyüyünce evrensel olduğunun iddia edilmesi. Buda öngörüsüz şansa mücadeleye girildiğinin kanıtıdır. 13-Kitaptaki ifadelerin farklı yorumlanmaya çok müsait olması. 14-Geldiği zamana göre devrimsel değişiklik getirecek ahlaki ve sosyolojik değişiklikler içermemesi. (demokrasi, insan hakları,kadın erkek eşitliği, köleliğin kaldırılması vb…) 15-Cennetteki ödüllerin çok kısıtlı olması (yiyecek-içecek, seks. Başka?) 16-İnsanların yaptıkları sonlu sayıda hata yüzünden cehennemde sonsuz işkenceye maruz kalması. 17-İnanmayanların ve İslam dışı kişilerden erkek olanlarının öldürülmesinin, mallarının gasp edilmesinin, karısına tecavüz edilmesinin, karısının ve çocuklarının köle yapılmasının normal karşılanması.

B-Bir Anlık Öfkeyle Yazılmış Olan Sure: “Müddessir” Sizce bir Tanrı kendi yarattığı ve bu şekilde düşünmelerine imkan verdiği canlılar için bu kadar sinirlenir mi? Hiç sanmıyorum. Sadece bu sure bile tüm Kuran’ı çürütmeye yeter. Mantıklı ve dengeli bir yaratıcı bunları söyleyemez.

Ebu Cehil Kimdir? Ebu Cehil, “Cehaletin babası” demektir. Ama farkındasınız kimse çocuğuna böyle bir isim vermez. Ebu Cehil’in bu ismi almasının sebebi elbette ne halk ne alimler ne de çevrede ki tarafsız insanlardır. Ona bu şekilde hitap edilmesi islam peygamberinin emriyle müslümanlar arasında başlamıştır. Asıl adı Hisam Ebu’l-Hakem olan bu kişi aslında Mekke’nin ileri gelenlerinden. Hakem ünvanı almasının sebebi ise tarafsız, dürüst öyle çıkarına göre değil gerçekten düşünüp tartan birisi olmasından kaynaklı.


İslam henüz tam yayılmamış sadece bir grup kişiden oluştuğu sıralarda Muhammed bu kişiye gider. Kendi saflarına çektiği anda büyük bir hakem tarafından onay alacak ve bu sayede epey yandaş toplayacaktır. Gittikten sonrasını gelin ayetlerden takip edelim. “Müddessir Suresi 18.Derin derin düşündü o; ölçtü-biçti. 19.Kahrolası, nasıl bir ölçü kullandı! 20.Bir kez daha kahrolası, nasıl bir ölçü kullandı?! 21.Sonra baktı. 22.Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. 23.Sonra arkasını döndü ve böbürlendi. 24.Şöyle dedi: “Bu, rivayet edilerek gelen bir büyüden başka şey değil.” 25.”İnsan sözünden başka bir şey değil bu.” 26.Onu sekara (cehennem) fırlatacağım. 27.Bilir misin nedir sekar? 28.Ortada bir şey bırakmaz, hiçbir şeyi görmezlik etmez o. 29.İnsan için tablolar/levhalar/ekranlar sunandır o/deriyi yakıp kavurandır o.” Evet bu kişiye çok kızdığını 25. ayetten sonra görebiliyoruz. Tehditler, korkutmalar, lanet okumalar, ama sizin dikkatinizi çekmek istediğim yer 18 ve 25 arası. Ölçüp, biçip, düşünelim hadi. Her şeyden önce bu adam iddia edildiği gibi vahşi, gözü dönmüş, gaspçı vesaire olsaydı, peygamber onun islama geçmesine önem verir miydi? Gidip ona islamiyeti anlatır mıydı? Onu islam dinine çekmeye çalışır mıydı? Hatta bu önem (yani islamı seçip seçmemesi) Kuran’a konu olur muydu? Bu kişi üstün bir hakem, çağına göre aydın bir insan. Düşünüyor, ölçüyor, biçiyor, değişik ölçüler kullanıyor. Ama bunları yaptığı ve söylenenlerin öncekilerin masalı ve insan sözü olduğunu belirttiği için lanetleniyor, hakaret ediliyor, ebu cehil lakabı takılıyor kendisine. Oysa Hisam Ebu’lHakem dogmaya karşı düşünceyi, ölçmeyi, biçmeyi, ölçüler kullanmayı temsil ediyor. Dogmaya karşı bilimi temsil ediyor. Hatta bazı islam


kaynaklarında Ebu Cehil’in Ebu Mugire ile deve sırtında giderken düşünceyle satranç oynadığını yazmaktadır böylesine zeki bir insandır Hisam Ebul Hakem. Tek suçu Hz.Muhammedin peygamberliğini onaylamamış olmasıdır. Olay tefsirlerde şöyle anlatılır: “Velid b. Muğire Peygamber (s.a.v)’in yanına gelmiş, Kur’ân dinlemiş ve etkilenmişti. Kalkıp Mahzum Oğulları’na varmış; “Vallahi, Muhammed’den az önce bir söz dinledim; ne insan sözü, ne de cin sözü. Onun bir tatlılığı, bir hoşluğu var. Yukarısı meyveli, aşağısı bolluk, zemini bol sulu. O kesinlikle üste çıkar, onun üstüne çıkılmaz.” demiş; buna karşı Kureyş: “Velid saptı. Vallahi, bütün Kureyş sapacaktır.” demişler, bunu işiten Ebu Cehil, “ben size onun hakkından gelirim.” deyip kederli kederli yanına varmış; “Ey amca demiş, kavmin sana vermek için bir mal topluyor. Çünkü sen Muhammed’den bir şey elde etmek için onun yanına gidiyormuşsun.” Velid: “Kureyş bilir ki, ben onların malca en zenginleriyim.” diye cevap vermiş. Ebu Cehil demiş ki: “O halde onun hakkında bir söz söyle de kavmin işitsin, senin onu sevmediğini, inkâr ettiğini anlasınlar.” Velid: “Ne diyeyim, içinizde şiiri, mısraları kafiyeli kısa vezinli nazmı, kasideyi ve cin şiirlerini benden iyi bileniniz yoktur. Onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor ki.” demiş. Ebu Cehil, “yok mutlaka bir şey söylemelisin.” deyince kalkıp kavminin toplandıkları yere varmış, “siz, demiş, “Muhammed mecnun” diyorsunuz. Hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? Kâhin diyorsunuz. Hiç kâhinlik yaparken gördünüz mü? Şair diyorsunuz. Hiç şiir ile uğraşırken, şiir söylerken gördünüz mü? Yalancı diyorsunuz. Hiç yalanını yakaladınız mı? Bunlara cevap olarak, “hayır, ama peki o nedir?” demişler; “durun düşüneyim” demiş düşünmüş, düşünmüş “Bu, öğretilegelen bir sihirdir; bu sadece bir insan sözüdür.” demiş, onun bu sözleri Kureyşlilerin hoşuna gitmiş, salonlarında bir alkıştır kopmuş ve onun sözlerini alkışlayarak dağılmışlar.” (Elmalılı Hamdi YAZIR – Kuran’ı Kerim Tefsiri) Velid bin Mugıre Kimdir? Ünlü İslâm komutanı Halid bin Velid’in babasıdır. Mekke’nin en ileri gelen ailelerinden birine mensup ve Mekke’nin önde gelen aileleriyle yaptıkları evliliklerle de bu özelliğini pekiştirmişdir. Büyük bir servet sahibi olan Velid bin Mugıre, halka karşı çok iyi davranır ve yardımda bulunurdu. Her yıl değiştirilen Kâbe örtüsü için gereken masrafları tek başına kendisi karşılardı. Halk tarafından sevilen ve yardımseverliği ile ünlü bu insanın tek kusuru Muhammede inanmamak olmuş, hakkında kalem suresinde 10, 11, 12, 13, 14. ayetler yazılmıştır. Kalem-10, 11, 12, 13, 14 “Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.”


1400 sene evvel insan sözü diyenler doğru demişlerdi, zaten insan sözü olduğu ortada. Şaşırtıcı olansa günümüzde bu kitaba halen tanrı sözü denmesidir. Kuran’da yazan Hz.Muhammedin duruma göre inandırmak, duruma göre sinirlenince halkı korkutmak için uydurduğu o ahiret hikayelerine bu kadar güvenmeyin. Bu masalların boş olduğunu günü gelince göreceksiniz. Görmek istemeyene gösteremeyiz ama aklını kullanan ve kanıtları görebilen kimseler için kuran’nın içeriği büyüklere masallardan başka bişey değildir, malesef kanlı masallardır.

7-Kuran neden Hz.Muhammedin sağlığında kitaplaşmadı? Neden Kuran Muhammedin sağlığında Kitap haline getirilmedi? Ve neden kutsal kitap peygamber öldükten sonra kitaplaştırıldı? Birileri bazı ayetleri kaybetsin diye mi? Bu sorunun cevabı muhammed’te çünkü isteseydi çok rahat kuranı kitaplaştırabilirdi. İlginçtir kuranda ki ayetlerde durmadan bu kitab şudur bu kitab budur vs der ama ortada Muhammed ölene kadar kitab yoktur. Benim tahminim Muhammedin amacı bir din kurmak değildi. Asıl amacı hükmetmekti o zekasını kullanarak ortaya din kisvesi altında bir devlet çıkardı ve de hertürlü nimetlerinden faydalandı. Kuran muhammedin günlük ihtiyaclarına göre yazılmış ayetlerle doludur. Günümüzün kanun hükmünde kararnameleri gibi iş gördü açıktır, yani Muhammedin amacı bir din kitabı yazmak değil bu ayetler yoluyla kurduğu devleti yönetmekti. Dikkatedilirse kuranda peygamberin arzularına uygun biryığın ayet vardır. Kuran tamamen günlük olaylar içermektedir ve günümüz ihtiyaçlarına değil o günlerin güncel ihtiyaçlarına çözüm getirecek ayetlerle doludur. Amacın evrensel bir mesaj vermek olmadığı sonderece açıktır. Kurandaki dini motifler tamamen tevrattan arklanmış ve bu şekilde dini metin havası verilmiştir. Muhammed arapların inandığı Tanrı Allah ile Musevilerin tanrısı Yahova’yı hayal dünyasında harmanlamış ve kendi kişisel tanrısını yaratmıştır. Bu kişisel tanrısını da ihtiyacına uygun bol bol konuşturup iktidarını ölene kadar sağlamlaştırmıştır. Kendi adıma söylüyorum; Muhammed’in putperes olarak ölmüş olabileceğini bile düşünüyorum. Düşünsenize siz uydurduğunuz bir Tanrıya ve dine inanılmasını isteyebilirsiniz ama siz o tanrının ve dinin uydurma olduğunu bilir herkezi kandırsanız bile kendinizi kandıramazsınız. Bu bir tahmindir gerçek olmayabilir. Muhammed’in bu konuda zaman zaman şüpeye düştüğü de anlaşılıyor. Yunus-94 ”Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce indirdiğimiz Kitap’ları okuyanlara sor. And olsun ki, sana Rabbinden gerçek gelmiştir, sakın şüphelenenlerden olma.”


Muhammed kendini gerçek peygamber ve hayalinde yarattığı Tanrıyı da gerçek Tanrı görse bile zaman zaman şüpeye düştüğü gerçek ve hayal arasında gidip geldiği de anlaşılıyor. Peki peygamber sağlığında Kuranı kitaplaştırmak için bir emir vermiş mi? Ya da kitap haline getirmeyi düşünmüş mü? Bu sorunun cevabını islam tarihinde bulabiliyoruz. Kuran’nın İlk Derlemesi (İslami bir kaynaktan alıntıdır.) Peygamber Efendimiz devrinde vahiy devam ettiği için Kur’ân-ı Kerîm toplanıp bir kitâb haline getirilmemişti. İnen âyetleri, bazı sahâbîler, ezberliyorlar, kürek kemiklerine, hurma kabuklarına, ince beyaz taşlara ve zamanın yazı malzemesine yazıyorlar ve yazdıklarını saklıyorlardı. Fakat henüz vahiy devam ettiği için vahiy parçalarını içeren malzeme bir araya getirilip bir kitap halinde bağlanmamıştı. Taberi’den özetle: Hazreti Ebubekir zamanında vukubulan Yemâme Savaşında 700 sahâbî şehîd düşünce, Kur’ân-ı Kerîm’in sonucundan endişe duymaya başlayan Ömer ibn Hattâb, Halîfe Ebubekir’i, Kur’ân’ı yazdırmaya ikna etti. Bu işle Zeyd ibn Sabit, görevlendirildi. Rivayet şöyledir: Zeyd’in şöyle dediği anlatılır. “Yemâme Savaşı üzerine Ebubekir beni yanma çağırttı. Hattâb oğlu Ömer de orada idi. Dedi ki: -Ömer bana geldi: -Yemâme gününde Kur’ân okuyanlar ağır zayi’at verdiler. Kur’ân okuyanların, savaş alanlarında şehîd düşmesiyle Kur’ân’ın çoğunun zayi olacağından korkuyorum. Kur’ân’ı toplamayı emretmeni istiyorum, dedi. Ben de Ömer’e: Allah’ın Elçisi(s.a.v.)in yapmadığını biz nasıl yapalım? dedim. Ömer: Vallahi bu hayırlı bir iştir, dedi. Ömer bana böyle söyleye söyleye nihayet Allah, aklımı bu işe yatırdı. Ben de Ömer’in görüşünün doğruluğuna kanâ’at getirdim. Sen akıllı bir gençsin, hakkında kötü bir zannımız yoktur. Sen Allah Elçisi(s.a.v.)in vahiy kâtibi idin. Kur’ân ‘ı araştır ve bir araya topla. Vallahi bana, herhangi bir dağı yerinden kaldırıp başka bir yere götürmeyi Önerselerdi, Kur’ân’ı toplamayı emretmeleri kadar bana ağır gelmezdi. Dedim ki: Allah’ın Elçisi(s.a.v.)in yapmadığı şeyi siz nasıl yaparsınız? Ebubekir: Vallahi bu hayırlı bir iştir, dedi.


Ve söyleye söyleye nihayet Allah, Ebubekir ve Ömer’in akıllarına yatırdığı şeyi benim de aklıma yatırdı. Kur’ân’ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların belleklerinden derlemeğe başladım. Tevbe Sûresinin sonu olan: ” Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü ‘minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Allah bana yeter! O’ndan başka tanrı yoktur. O’na dayandım, O büyük Arş’in sahibidir!'” âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî’nin yanında buldum.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân:3,4 ncü bâblar; İbn Hanbel, Müsned: 1/13; İbn Ebî Dâvûd, Kitâbu’l-Mesâhif, s.6-7) Ebubekir’in sözüne bakalım: “Allah’ın Elçisi’nin yapmadığını biz nasıl yapalım?” Demek ki Muhammed’in böyle bir emri veya vasiyeti yok. Olsa, Ebubekir neden böyle konuşsun? Ya da Ömer’in böyle bir iş için kimseyi teşvik etmesine gerek kalmazdı. İslam tarihi açısından her iki açıdan da durum kurtarılamaz, Muhammed başlangıçta yaşadığı kente egemen olmayı düşündü sonra tüm Arabistanı hedefledi bütün bunları başarınca da gözünü Bizans ve Sasani ülkelerine dikti belki daha en başından hedefi hepsini zamanla gerçekleştirmekte olabilir ama bu hedeflerine ulaşmaya ömrü yetmedi. Muhammed başarılı bir devlet adamı ve komutan bu inkar edilemez ama gerçek bir peygamber değil. Gerçekler acıdır.

8-Kurana Göre Tevrat ve İncil Değişmiş mi? Kur’an, birçok ayetinde, kendisini, “Tevrat”ı, “icin “MUSADDIK” olduğunu yani “ONAYLADIĞI” açıklanır. Şahsi inancım dünya yüzünde ilahi bir yaratıcıdan gelen bir kitap yoktur. Tevrat musanın yaşadığı idda edilen dönemden çok sonra kaleme alınmış bir kitaptır. Gerçekte ortada Allah ın yolladıgı ama bozulmaktan koruyamadıgı bir tevrat söz konusu olmasada kuran mevcut tevradın musaya indirildiğini ve korunduğunu söyler. Bu konuda Kuran pekçok ayet içermektedir. Bu ayetlerdeki çarpıklığı dindar kardeşlerimiz örtbas etmeye çalışıyorlar ama kuranın bariz ayetlerini gözardı etmek kolay değildir. Lütfen alttaki ayetleri dikkatli okuyun Bakara-40, 41 “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki Ben de yerine getireyim; yoksa benden korkun. Yanınızdaki Tevrat’ı tasdik ederek indirdiğim Kuran’a, inanın; onu ilk inkar edenler siz olmayın, ayetlerimi hiçbir değere karşılık değiştirmeyin ve bile bile hakkı gizlemeyin.” Kuran Muhammedin hayatta olduğu dönemde (571-632) yaşayan yahudilerin ellerinde olan Tevratı tastik ediliyor. Tevratın en eski nüsaları ile günümüz nüshaları arasında fark yoktur.


Enam-34 “Allah ın SÖZLERİNİ HİÇ KİMSE DEĞİŞTİREMEZ. Öncekilerin mesajları sana da ulaştı” Muhammede ulaşan mesaj nedir? Tabiki geçmiş kitaplardaki ayetler Âli İmran-3 “Sana, onların ellerindeki (kitapları) tasdik eden Kitab’ı (Kur’ânı) hak ile, kısım kısım (âyet âyet) indirdi. Ve Tevrat ve İncil’i de indirdi.” Neyi tastik ediyor? Muhammedin yaşadığı devirde musevilerin elinde olan tevratı tastik ediyor yani sizlerin idda ettiği gibi geçmişte bozulan vs tevratı değil o an yani 623 de yahudilerin elinde olan tevratı tastik ediyor. Araf-159 “Musa nın Kavmi içindeki bir gurup DOGRU YOLDADIR” Demek ki bu tevratta geçerli hükümler var. Enam-91 “Musa ya Tevrat ı indirdik. İnsanlar için bir nur ve hidayet var Tevrat ta” Tevratta bir zamanlar nur ve hidayet vardı demiyor.Halen daha var diyor. Burada bahsedilen zamanın ayetin yazıldığı gün olduğu açıktır. Maide-43 ”İçinde Allah ın hükmü bulunan tevrat ellerinde varken, gelip senden hüküm vermeni istemesinler” Kime diyor Muhammede, kimin için diyor? Muhammed’in yaşadığı dönemde hayatta olan yahudiler kasdedilerek onların ellerinde ki tevratı işaret ediyor. Yani tevrat bozulmamış. Yunus 94 ”Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce indirdiğimiz Kitap’ları okuyanlara sor. And olsun ki, sana Rabbinden gerçek gelmiştir, sakın şüphelenenlerden olma.” Peki en eski tevrat kaç yıllık? Günümüzde en eski tevrat tamı tamına 2.000 yıllık ve günümüzdeki tevratla aynı. Maide 68 “Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olmaz” de. And olsun ki Rabbinden sana indirilen, Kuran, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Öyleyse kafirler için tasalanma.” Tevrat ve İncil bozulmuşsa neyini uygulayabilecekler ki? Üstelik burda tevrat ve incili indirilen kurandan ayrı tutulmuyor Yani Ayet bozulmuş ve Sahte Tevratı uygulayın mı demek istiyor? İslamcıların iddasını doğru kabul edersek böyle garip bir anlam çıkmaktadır. Çünkü idda ortada tevrat bozulmuş! Kuranın yazıldığı dönemdeki Tevrat nüshalari ile günümüzdeki nüshalar arasında bir fark yoktur. Hem de ayette hakkıyla uygulayın deniyor.


Kasas-49 “De ki “Eğer doğru sözlü iseniz, Allah katından, bu ikisinden (Kuran ve tevrat) daha doğru bir Kitap getirin de ona uyayım.” Yani Tevratta en az Kuran kadar doğru kabul ediliyor. Bu ayetde de tevrat kuranla bir tutuluyor. Âli İmran-93 “Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: “Doğru sözlü iseniz Tevrat’ı getirip okuyun”. Yani Tevrat ı dogru bir söz kabul ediyor. Hatta dogru sözleri onaylayıcı olarak Tevrat ı getirin okuyun diyor. CUM’A-5 “Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.” Bura da seslenilen insanlar geçmişte yaşamış yahudiler değil ayetin yazıldığı ve Muhammedin hayatta olduğu günlerde, Tevrat’ın hükümlerini bilen ama uygulamayan yahudilerdir. Buraya kadar okuduğumuz bütün ayetlerin tanıklığı göstermektedir ki Muhammed’in yaşadığı dönemde okunan Tevrat bozulmamaış kabul edilmektedir. Üstelik o dönemden kalan Tevratlar ile günümüzdeki nüshalar arasında bir fark yoktur. İslamcıların Tevrat bozulmuş iddası hem dayanaksız, hemde Kurana aykrırdır. Hadi diyelim ki Tevrat kısmen değişti ki yukardaki ayetlere göre böyle denemez ama islamcı kesimin dediğini doğru olduğunu düşünelim. Müslümanlar Kuran’ın Tevratı tastik ettiğini yani referansın Kuran olduğunu eğer Tevrat bir konuda Kuranla uymuyorsa Tevratın o bölümünün değiştirilmiş kabul edilmesi gerektiğini dile getirmekteler. Bu mantığa dayanak olarak gösterilen ayetlere bakalım. Bakara-75 “Şimdi, onların tebliğ ettiğimiz şeye inanacaklarını bekliyor musunuz? Aksine, bir çoğu Allah’ın kelamını dinler ama onu anladıktan sonra bile bile çarpıtırlar. “ Burada tevratın bozulması değil içindeki kelimelerin çarpıtılması vardır. Bugunlerde islamcılar bilerek veya bilmeden kuranın bazı ayetlerini keyfi yorumlamaları gibi bir olay söz konusudur. Eğer bu ayeti Tevratın bozulduğuna kanıt kabul edersek aynı mantıkla Kuran’da günümüzde bozulduğu düşünüleblir. Bakara-79 “Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, “Bu Allah katındandır” diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!”


Burda kasdedilenin Tevrat’ın bozulması değildir o dönemde Yahudilerin başka bir sınıfına işaret edilmektedir. Bunlar, haksız yere insanların mallarını yemek için Allah’a karşı yalan uyduran ve kendi elleriyle yazdıklarını Allah tarafından gönderilmiş gibi göstererek bilgisiz insanları sapıklığa sürükleyen Yahudi din adamlarıdır. Bakara-211 “İsrailoğullarına sor; onlara apaçık nice ayetler verdik, Allah’ın nimetini, kendisine geldikten sonra kim değiştirirse, bilsin ki, Allah’ın cezası şüphesiz şiddetlidir.” Burda ayetlerin değiştirildiği değil eğer değiştirilmek istenirse allah tarafından ceza göreceklerine dair uyarı vardır. burdan tevratın değiştirildiği sonucu çıkarılamaz. Üstelik yahudilere indirilen ayetleri sorması salık veriyor, boşverin değiştirmeyi bu ayetde Muhammed’in yaşadığı dönemde hayatta olan yahudiler bozulmamaış Tevrat ayetlerini biliyor denmelidir. Tevratın değiştirilmediğine kanıt gösterilecek bir ayetdir. Âli İmran-71 “Ey Kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?” Bakın bunlar ellerindeki kitaba inanmama açıklamama sözkonusu bu ayetden tevrat değiştirildi mantığına varılamaz. Ortada bilinen birgerçek var ve gizleniyor o gerçek nedir? Tevratda yazanlar olmasın? Âli İmran-78 ”Onlardan bir takımı, Kitapta olmadığı halde Kitaptan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: “Allah katındandır” derler, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.” Burda kitaptaki ayetlerin kasden yanlış okunması sözkonusu yani ayetlerin çarpıtılarak okunması dikkatedin ayetleri değiştirme değil kasden yanlış okuma. Maide-12 “Andolsun, Allah İsrailoğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki temsilci -başkan- seçmiştik. Allah, şöyle demişti: “Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı kılar, zekâtı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, (fakirlere gönülden yardımda bulunarak) Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim inkâr ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmıştır.” Maide-13 “İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lânetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları sever. “ Bu ayetler Araf suresi 159 ayeti ile beraber okunduğunda yahudilerin bir kısmı sapkınlaşdığı söylense de, doğru yolda olan ve ellerinde Allahın


sözlerini içeren Tevrat bulunan bir gurup yahudi’nin de olduğu görülebilir. Elinde tahrif edilmiş Tevrat olanlar nasıl doğru yolda olabilir? Görüleceği gibi Kuran’da Tevratın bozulduğu hükmüne varılamaz aksine Tevrat Kuran’ın bakış açısıyla Tanrı Allah’ın kelamıdır ve enaz kuran kadar da kutsal bir kitaptır.

9-Musa Gerçekte Mısırda Yaşadı mı? Mısır’da İsrail Oğulları Hz.Musa’ya serzenişte bulunurlar: “Sen gelmeden önce de hep işkenceye maruzduk, şimdi de maruzuz.” Hz.Musa, şu çok önemli cevabı verir: “Bakarsınız, Rabb’iniz düşmanınızı helâk eder de, onların yerine size hakimiyet verir ve o zaman nasıl davranacaksınız, bir de ona bakar.” (A’râf Sûresi/7: 129) Gerçekten yukardaki ayetlerde anlatılan olay yaşanmış olabilir mi? Mısır tarihi rozetta taşının bulunarak mısır yazısının çözüldüğü 1820 lerden bugüne kadar geçen süre içinde elde edilen muazzam yazılı bilgi ve belge sayesinde oldukça ayrıntılı araştırılmış ve araştırılmaya devam edilmektedir. Mısır tarihinin birtek kaynağı yoktur. örnek verecek olursak; II.Ramsesten kalma Torino papirüsü Akhenaten’den kalma ünlü Amara Mektupları Çoksayıda duvar ve dikili taşlardaki yazıtlar. Mısır tarihi ile ilgili araştırmalar buna benzer pekçok bilgi ve belgeyle desteklenen köklü bir bilim dalı haline gelmiştir ve halen araştırmalar devam etmektedir. Örneğin kadın fravun olan Kraliçe Hatshepsut’un mumyası ve mezarı 2007 yılında bulunmuş buna benzer yeni bulgu ve belgelerin elbetde zaman içinde bulunması muhtemeldir. Ama sonuçta daha önce de dediğim gibi bugun Mısır tarihi oldukça ayrıntılı olarak bilinen bir dönemdir. Sıralamayı şöyle yapabiliriz Tevrat, İncil ve Kuran. Kutsal kitaplar bu konuda hemen hemen aynı şeyleri söyler. Mısırdan çıkış hikayesi ilk olarak Tevratta anlatılmıştır. Anlatılan bu hikayeler ile elde bulunan tarihi kayıtlar uyumsuzdur. Üstelik bu hikayeye kaynaklık eden Tevrat’da pekçok yer ismi bölge ismi verilir ve tarih konusunda genel bir tahmin yapılmasına imkan verir. Bu nedenle pekçok uzman Mısırdan Çıkış’ın en iyi İÖ 13. yüzyılda II.Ramses’in uzun hükümdarlığı dönemine (İÖ 1290-1224) uyduğuna inanırlar. Tevrat’in ilgili ayetine bir göz atalım; “Ve (İsrailoğulları) Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirlerini yaptılar” (Çıkış 1:11)


Bilindiği gibi Kuran özellikle Tevratı tastik eder yani aralarında farklılık olmadığı sürece Tevratta yazan hükümler ve aktarımlar kurana göre doğrudur. Kuranda yukarda anlatımı yalanlayan bir bilgi içermediğine göre bu Tevrat ayetini doğru kabul etmemiz gerekmektedir. Üstelik Sadece Kurana göre değil Tarih bilimine göre de Tevrat günümüze bozulmadan gelebilmiş bir kitaptır. Şuan elde bulunan en eski Tevrat metinleri 1947 yılında bulunan Ölüdeniz Elyazmalarıdır. Bilim adamlarına göre bulunan bu metinler tarih boyunca edebiyatın en zengin arkeolojik buluşu sayılmaktadır. Bulunan 40.000 Elyazması arasında Tevrat nüshaları da bulunmaktadır. Bu metinler M.Ö.2.yüzyıl ile M.S.70 yılları arasında tarihlenmiş, aradan geçen 2 bin yıla rağmen bu Eski Ahit metinleriyle günümüz Tevrat metinleri arasında, manayı değiştirecek hiçbir fark olmadığı da görülmüştür. Mısır kayıtları Firavun II.Ramses’in doğu Nil deltasında, akdeniz yakınlarında Pi-Ramesse (Ramses’i Evi) adlı yeni bir başkent kurduğunu anlatır. Bu durumda Musa’nın II. Ramses dönemin ve takip eden bir zaman aralığında yaşadığını iddia edebiliriz. Demek ki bahsedilen Firavun II. Ramses olmalıdır. II.Ramses (MÖ 1302-MÖ 1212) sudandan hatay ilimize kadar uzanan çoğrafyada hakim olan ve döneminin büyük gücü hititlerle çatışmaya girerek ünlü kadeş barış anlaşmasını imzalayan ünlü firavundur. 90 yaşlarında yatağında ölmüştür. Çelişki şu ki bu ünlü firavun denizde boğulmamış, kimsenin peşisıra koşmamış, tam 66 yıl ülkesini yönetmiş ve Mısır tarihinin gördüğü engüçlü hükümdarlarından biri olmuş, Tarihin ilk yazılı antlaşmayı yapmış, Döneminden kalan kayıtlarda herhangi bir isyan yada böylesine toplu bir göç olmamışdır. Dahada önemlisi sözde Musa ve kavminin göç etdiği filistin ve sina bölgesi bu firavun döneminde mısırın bir eyaletidir. Yani mısır tarihi kayıtlarına göre din kitaplarında anlatılan olaylar gerçek dışı hayal mahsülü birer efsaneden ibaretdir. Gelelim diğer tarih dışı bir iddaya. Sözde Mısır felaketleri ve Ipuwer Papyrus ile ilgili gerçekler. Bilindiği gibi kutsal kitaplarda Mısır felaketlerinden bahsedilir ve bu felaketlerin gerçekliğine de tarihi kanıt olarak bu papyrus gösterilir. Unutulmamalıdır ki her efsanede azda olsa gerçeklik payı vardır. Kutsal kitaplar da yazan olaylardan bir kısmı her efsanede olduğu gibi tarihi bir olayıdan alınıp onun gerçekdışı hikayelerle süslenip anlatılmasıdır. Bahsekonu papyrus de anlatılan felaketler kutsal kitaplarda eksik ve birkısmı farklı anlatılmıştır. Yahudiler Mısırda olan felaketleri alıp duydukları kadarı ile Mısırlılara laneti olarak sunmuşlardır. Tevrattaki bu anlatımlarda Kuran’daki anlatımlara kaynaklık etmiğini unutmayalım oysa Papirusta yazanlar bir muamma yada Tanrı sözü değildir. Hele kehanet, uyarı, öğüt, nasihat hiç değildir.


PAPYRUS 2:8 Gerçekten yer çömlekçi çarkı gibi ters döndü. 2:11 Şehirler yıkıldı, yukarı mısır harap oldu… 3:13 Hepsi bir harabe 7:4 Evler anında alt üst oldu. 4:2 Yılların sesi, sesin sonu yok.. 6:1 oh yeryüzü sesini keser umarım!, bir daha gürültü yapmaz, kükremez. (demek ki deprem olmuş) Evet orjinal kayıtta deprem olduğundan bahsediyor. Oysa kuran ne diyor kuraklık ve tufan depremden bahsetmiyor. İşte kulaktan duyma bilgiler değiştirilip süslenerek önce Tevrada ordan da İncil ve Kurana girmiş yaşanan olayın özü budur. Devam edelim. PAPYRUS 2:5-6 Bela her yeri sardı. Her yerde kan var… 2:10 Nehir pis, nahoş (orjinal loathsome) 2:10 İnsanlar içmeye çekiniyor, insanlar suyun başında susuz. 3:10-13 Bu bizim suyumuz, bu bizim mutluluğumuz, bundan dolayı ona saygıda ne yapacağız, hepsi harabe. Bakın tevratda anlatılanlar içinde birkısım gerçeklik payıda var .Sümer tabletlerini sahiplenmeyen dindarlar bu papirusları çarpıtarakta olsa neden sahipleniyor? Tarihte Musa diye biri muhtemelen hiç yaşmamıştır. Böyle birinin yaşadığına dair hiçbir tarihi kanıt yoktur. Kutsal kitaplarda anlatılan olaylar da tarihi gerçeklerle asla uyuşmamaktadır. Yaşamamış kişilerin yaşanmamış hikayeleri Tevrat, İncil ve Kuran’da gerçekmiş gibi anlatılmaktadır.

10-Zülkarneyn (Çift boynuzlu) Hikayesi Zülkarneyn’nin adı Kur’ân’daki Kehf suresinde geçmektedir. Tanrı Allah ayetlerde ondan övgü ile bahsetmiş ama Peygamber mi, yoksa veli mi olduğu konusu net olmadığı için islam alimleri arasında ihtilâf konusu olmuştur. Kehf suresinin yazılma nedenini anlatan hadislerde kitap ehlince peygambere sorulmuş olan ve doğru cevap vermesi durumunda peygamberliğinin kabul edilmesi gerektiği söylenen üç sorudan birisi


“yeryüzünün ötesine, doğusuna ve batısına ulaşan uzak yolların yolcusunun kim olduğuyla” yani Zülkanrneyn ile ilgilidir. Zülkarneyn kelimesi Arapçadır. “Zü” ve “karneyn” kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. “Zü”, sahip ve malik demektir. “Karn” ise, boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş anlamlarına gelir. Karneyn, karn’ın tesniyesi yani iki tanesi demektir. Buna göre Zülkarneyn kelimesi “iki boynuz sahibi” şeklinde tercüme edilir (el-Firuzabadî, el-Kamusu’lMuhît, Kahire 1332, IV, 257 vd). Zülkarneyn’in kim oluğu ve neden kendisine bu lakabın takıldığı konusu, eskiden beri tartışmalı bir husus olarak devam etmiştir. Kendisine Zülkarneyn denilmesi, alimler tarafından, başının iki yanında iki boynuza benzer çıkıntıların bulunması, dünyanın şark ve garbını dolaşması, başının iki yanının bakırdan olması, örülmüş iki deste saçı olması, Allah’ın kendisine nur ve zulmeti musahhar kılması (emrine vermesi), yürürken nurun önünden, zulmetin ise arkasından gelmesi, şecaatı dolayısıyle bu lakabı almış bulunması, rüyasında gökyüzüne çıktığını ve güneşin iki tarafına asıldığını görmesi anlamlarında yorumlanmıştır. Zülkarneyn’in kim olduğu hususu da, çok farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bilindiği gibi Zülkarneyn kelimesi onun esas adı değil, lakabıdır. Onun esas adı hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Birçok kişi, onun Büyük İskender (M.Ö 356-323) olduğunu iddia etmiştir. Bu kişiler bunu düşünmüş olmakta hiç de haksız sayılmazlardı. Büyük İskender’in ünü, fetihlerle sonuçlanan hayalleri, tüm dünyaya yayılmış; yaşamı, savaşları ve öncelikle de kişiliği efsane ve mitlere konu olmuştur. “Büyük İskender Efsanesi”, yalnızca fethettiği ülkelerdeki toplumlar arasında değil; hikâyesinin ulaştığı bütün ülkelerde farklı dil ve lehçelerde konuşulup anlatılmıştı. Bugün biraz araştırıldığında; Rumca, Latince, Arapça, yerel Suriye dilleri, İbranice, Ermenice, Etiyopya dilleri, Farsça, İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve hatta İskandinav dillerinde; yani Avrupa. Asya ve Afrika kıtalarının çeşitli dillerinde, Makedonyalı Büyük İskender’in efsanevi hayatı romanlarda, şiirlerde kutsal bir peygamber gibi anlatılmıştır. İskender’in fethettiği ülkelerdeki çeşitli kavimler, onun hayatı ve fetihleriyle ilgili o kadar akıl almaz, fantastik hikâyeler yarattılar ki, İskender’den yüzyıllar sonra ona adeta bir tanrı gözüyle bakılır oldu… Bu nitelemenin en güzel örnekleri, özellikle antik Hint literatüründe görülüyor. Doğu medeniyetlerinde Büyük İskender üzerine oluşturulmuş efsaneler, batı medeniyetlerinde oluşturulan benzerlerinden çok farklı. Örneğin, doğudaki İskender efsanelerinde; “Güneş her zaman onun üstünde parlar ve onun olduğu yerde yer ve gök daha güzeldir”. Gittiği yerlerde efsaneleşen büyük iskender adına basılan paralarda başında boynuzlarıyla resmedilmiştir. Bu boynuzların sebebi ise Mısır tanrısı Amun’a (Ammon) kadar gitmektedir. Amun daha sonra Ra ile


birleşerek dini törenlerde adı anılan ve kendisine yücelikler atfedilen Mısırın en güçlü tanrısı olmuştur. Büyük İskender zamanla simgesi koç olan ve iki çıkıntılı başlıkla resmedilen bu tanrının oğlu olarak tanınmaya başlamış ve bu yüzden de boynuzlu olarak resmedilmiştir. Büyük İskender, çeşitli vesilelerle halkın önüne aslında babası ilah Ammon’a ait olan bu boynuzları takarak çıkmış ve hakkında çeşitli efsanelerin doğmasına kaynaklık etmiştir. Kuranda bahsi geçen kişinin -tıpkı geçmiş zamanlarda düşünüldüğü gibibüyük iskender olması yüksekle muhtemeldir. Fakat zamanla büyük iskender hakkında daha gerçek bilgilere ulaşılması sonucu bu düşünceden vaz geçilmeye başlanmıştır. Kurân’da söz konusu olan Zülkarneyn ile Büyük İskender’in vasıflarının örtüşemeyceği anlaşılmıştır. Zülkarneyn, Allah’a inanan bir insanken Büyük İskender tek tanrı inancından uzak birisidir. Acaba, bu ayetler yazıldığı dönemde araplar arasında büyük iskender’e hangi gözle bakılmaktaydı, yoksa o halk arasında yunanca adından çok lakabıyla anılan bu kadar efsaneleşmiş olduğu için sahiplenilmesi gereken bir kahraman mıydı? Kehf suresindeki anlatımlarda “çiftboynuzlu”nun kudret ve iktidar sahibi kılındığı söylenmektedir. Ayrıca bu kişinin ilkin güneşin battığı yere gidip, orda karşılaştığı bir kavimde hakısızlık edenleri cezalandırdığı söylenir. Bunun devamında ise güneşin doğduğu yere, doğuya yöneldiği, orda ise bir set inşa ettiği bahsedilir. Çiftboynuzlu büyük iskender ilk seferini Teb şehri üzerine yapmış, şehri yakıp yıkarak 30 bin insanı esir almış adeta ordaki insanları cezalandırmıştır. Bu büyük yıkımın ardından ise doğru seferine çıkmıştır. Büyük İskender Ege denizinin kıyılarından Hindistan’nın kuzeyine kadar büyük bir imparatoluk kurmuş, güç ve iktidar sahibi olmuştur. Çin’nin sınırlarına kadar dayanmış olan bu imparatorluk muhakkak ki Çin Seddi’nden de haberdar olmuştu. Çin seddinin zamanla “İskender Seddi” olarak anılacak olması ise dikkt çeken bir başka noktaydı. Tarihte böylesine bir insan varken, kuran’nın da “Çifboynuzlu” olarak adlandırılan ve seferlere çıkan, setler inşa eden, iktidar ve kudret sahibi bir insandan bahsetmesi ancak bu adamla ilgili net bilgiler vermemesi gerçekten de çok ilginçtir. Ayetlerde bu insan neden gerçek adıyla anılmak yerine putperest yöneticlerin sembolü olabilecek bir “lakapla” anılmıştır? Kehf-86 “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar buldu.Orada bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.”


Kehf-90 “Güneşin doğduğu yere ulaştığı zaman onu (güneşi), ondan (güneşten) korunacak bir örtü yapmadığımız bir kavmin üzerine doğarken buldu.” Zulkarneyn ayetlerde anlatıldığı gibi Güneşin doğduğu ve battığı yerlere gerçekte gidebilir mi? Dünya yüzeyinde böyle yerler varmıdır? Nasıl oluyor da Güneşin doğduğu ve battığı yerlere ulaşmaya çalışan bir İnsanın dönüp dolaşıp yola çıktığı noktaya geleceğini Tanrı Allah bilmiyor? Kefh-83 “(Resûlüm!) Sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım.” Bu ayette peygamber “okuyacağım” demekle neyi kastetmiştir? Peygamber neden kendisine sorulan 3 sorudan bir diğeri olan “mağarada uyuyanlar (yedi uyurlar)” konusunda olduğu gibi bu konuda da net bir bilgi verememiştir; bu kişinin adını, yaşadığı zamanı, peygamber mi veli mi kral mı ne olduğunu neden söylememiştir?Kitap ehlinin peygamberliğini sınamak için sormuş olduğu bu sorular karşısında, her bilginin sahibi Tanrı Allahın peygamberi aracılığı ile deyim yerindeyse döktürmesi gerekirken neden anlaşılmaz, gerçek dışı ve bilime aykırı bilgiler vermiştir?

11-Adem ve Havva Gerçek mi? A-Bilimsel kanıtlara göre Adem ve Havva İsimlerinin Kökeni Havva adının, Eski bir mezopotamya dilinde ”yaşatan kadın” anlamına geldiğini ve bununda kökeninin, Sümer mitolojisinde, hastalık geçiren bilgelik tanrısı Enkiyi tedavi eden 7 tanrıçadan biri olan , tanrının kaburgalarını iyileştiren tanrıça Ninti olduğunu(ninti:kaburga kadını, nin aynı zamanda hayat anlamına geliyor, ninti aynı zamanda Hayatın kadını, Can veren Kadın anlamına geliyor) biliyoruz Adem kelimesinin, Aramice Adamo, başka bir mezopotamya dilinde HaAdamo olarak geçtiğini ve Sümerce de ”Kırmızı toprak” anlamına geldiğini biliyoruz. B-Kuranda ilk insanın Adem olduğunu söyleyen ayetler. HİCR-28 “Hani Rabbin meleklere demişti: “Ben kuru bir çamurdan şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım.” A’RÂF-189 “O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan eşini var etti. Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi de bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah’a dua ettiler: “Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız.”


ÂLİ İMRÂN-33,34 “Gerçek şu ki, Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.” Ayetleri Yorumlayalım: Bu ayet ilk insanın adem olduğunu (HİCR-28) Ademden Havvanın yaratıldığını (A’RÂF-189) Bütün insanların ademden türediğini anlatmaktadır (ÂLİ İMRÂN-33,34) Kuran tıpkı Tevrat’ta geçtiği gibi, önce tek bir erkek yaratığını ondan da kadını yarattığını anlatmaktadır. Bu tevrat anlatımıyla uyumludur. Ayetler açıktır. Şimdide tevratta ki anlatımlara bakalım. C-Tevrata göre, Adem ve Havva’nın hangi yıllarda yaşadığı bellidir. Yahudi takvimine göre, Eski Ahit’ten elde ettikleri sonuçlara dayanarak yaptıkları kabulu göre; ilk insan “M.Ö.1 Tishri (Eylül) 3761” yılında yaratılmış. Kozmik saat vurgusuyla, Dünya’da ilk insanın yaşama merhaba dediği yıl, 2013 yılı itibarıyla, bugünden 5774 yıl öncesine dayanıyor. Kuran ise tevratı tasdik ettiğinden dolayı, aynı tarihin İslam dini içinde geçerli olduğu sonucuna varabiliriz. Müslümanlara göre Kuran, tevratı tasdikleyen ve yanlışlarını düzelten bir kitap olarak inmiştir. Adem ve Havva’nın hangi yıllarda yaşadığı ile ilgili her hangi bir düzeltme de yapmadığından dolayı, bu tarihi doğru olarak sayabiliriz. Tasdik ettiği ayet ise aşağıdadır; Bakara-41 “Yanınızdaki Tevrat’ı tasdik ederek indirdiğim Kuran’a, inanın; onu ilk inkar edenler siz olmayın, ayetlerimi hiçbir değere karşılık değiştirmeyin ve bile bile hakkı gizlemeyin.” D-Bilim insanlık tarihi için ne diyor? 7 milyon yıl ile 2 milyon yıl öncesi arasında farklı çevre koşullarına adapte olmuş çok sayıda iki ayaklı “insansı maymun” türü gelişti. Bunlardan birisinde 3-2 milyon yıl önce beyin önemli ölçüde gelişmeye başladı ve “hominid”lerin bu türü HOMO (insan) cinsinin kökeni oldu. Taştan aletler yapabildiği anlaşılan bu türe Homo Habılıs (yetenekli insan) denildi. Bulunan fosillerden Homo Habılıs’in kendi içinden, 2-1,7 milyon yıl önce, daha da gelişmiş bir beyin ve insana daha yakın biyolojik özelliklere sahip olan Homo Erectus (dik duran insan) a yol açtığı sanılıyor. Aslında insan zaten ilk “hominid”lerle beraber dik durmakta idi. İnsanın Afrika’dan


dünyanın diğer yanlarına ilk yayılması Homo Erectus ile başlıyor. milyonlarca yıl çeşitli insan türleri oluşturdular (Pekin Adamı, Cava Adamı, Neandertal İnsanı, vb.). Artık yaygın görüş bugünün insanının yaklaşık 500 bin yıl öncelerden itibaren Afrika’da, belki de Sahra yakınlarında geliştiği ve yaklaşık 200 bin yıl önce Afrika’dan tüm dünyaya yayıldığı ve geldikleri yerlerde eğer varsa daha önceki insanların yerini aldıkları doğrultusundadır. 1967′de bulunan modern insana (Homo sapiens’e) ait şimdiye kadar tüm Dünyada bulunmuş olan en eski fosil üzerinde 17 Şubat 2005 tarihinde modern yöntemlerle (potasyum-argon yöntemi ile) tekrar biir çalışma yapıldı. Bu yeni yapılan araştırmaya göreyse aslında Kibish’de bulunan bu ilk fosillerin 130.000 değil, bundan daha eski yani 190.000 (+/- 5000 yıl) yaşında olduğu ortaya çıktı. Böylece anatomik olarak modern insanın yaşı daha da eskiye, gelinen 2005 yılında 190.000 yılına kadar gitmiş oldu. Bu çalışma Avustralya’daki Canberra Australian National Üniversitesinden Ian McDougall ile New York Eyaleti Stony Brook Üniversitesinden antropolog John Fleagle tarafından Şubat 2005 yılında Nature dergisinde de yayınlandı. Dini çevrelerde Evrimin boş bir idda olmadığı aksine bilimsel bir gerçek olduğu ve Teori’nin bilimsel anlamda idda olmayıp deneylerle gözlemlenip kanıtlanmış gerçekleri ifade ettiği ortaya kondukca Kuran’nın evrimi red etmediği idda edilir hale gelmiştir. Oysa Kurana göre adem aynı bir heykel gibi çamurdan yaratılmış, Tanrı Allah ruhundan üfleyip can vermiş ve ondan eşini yaratmıştır. Kuran’da Ademin yaratılmasını anlatan ayetlere bakalım; Tîn-4 “Muhakkak ki Biz insanı (varlığın mükemmel modeli olarak) en güzel şekil ve en mükemmel kıvamda yarattık” Âl-i İmrân-59 “Allah yanında Îsâ’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp “ol” dedi, o da derhal oluverdi.” Bu ayetlere göre Evrim insan için mümkün mü? Tabiki cevab hayır olacaktır. Kurana göre insan başlangıçtan itibaren mükemmel yaratılmış, bu bilime taban tabana zıt ve sadece mitoloji kökenli bir anlatımdır. Özetle bilimsel olarak Adem ve Havva gerçekdışıdır.

12-İslâm’da ve Kuran’da Kölelik Bilindiği gibi Hz.Muhammed’in yaşadığı dönemde bölgede köleci toplum düzeni vardı. Özellikle savaşlarda ele geçirilen esirler köle ve cariye yapılıyor, ya da köle pazarlarında satılıyordu. Bu köle ve cariyeler hizmetkar olarak ev işlerinde ya da tarlalarda çalıştırılıyordu.


İslam egemen olduğunda da kölecilik devam etti. Gerek Muhammed’in zamanında, gerekse İslamiyet geldiği çoğrafyada toplum düzenini, gelenekleri ve sosyal yapıyı değiştirmeden sadece kendine göre yeniden düzenlemiştir. Kölelikte aynı kural ve kaidelerle ve toplumsal ve ekonomik düzene göre sürdürülmüştür. Bu yönüyle müslümanlığın kölelik ve cariyelik konusunda toplum düzenine getirdiği hiçbir yenilik yoktur. Muhammed zamanında olduğu gibi onun ölümünden sonra da yapılan savaşlarda esir alınanlar geçmiş dönemlerde olduğu gibi ya bir fidye karşılığında geri verildi ya da köle yapıldı. Kur’an’da adam öldürenin ya da yemininden dönenlerin bir köle azat etmesi söylenir. Kölelere iyi davranılması ve yardım edilmesinden söz edilir. Kadınlara, hayvanlara da iyi davranılmasından bahsedilir ama köleliği kaldırma emaresi olan tek bir ayet dahi yoktur. Tersine kölelik gayet doğal karşılanır. Bu nedenle İslam tarihinde hiç bir dönemde köleliğe karşı çıkılmamış, kaldırılması istenmemiş, düşünülmemiştir. Çünkü köleliğin şeriattan olduğuna inanılmıştır. Üstelik dünya yüzeyinde köleliğin enson kaldıranlar müslüman ülkelerdir. Ahzap-52 “Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helâl değildir. Allah her şeyi gözetler.” Bakara-178 “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür).” Nîsa-92 “Ayet yazdı:Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle azat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşpeşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” Bakara-221 “Ayet yazdı:İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Allah’a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de, mü’min bir cariye Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah’a ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de; iman eden bir köle, Allah’a ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle, cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, insanlara âyetlerini açıklar ki, öğüt alıp düşünsünler.” Bu da Kur’an’ın bir başka incisi. İman eden köle bile olsa hür olan müşrikten daha hayırlıdır derken bile kölelere karşı açık bir aşağılama


olduğu ortada. Evet bazı sureler köle azat etmeyle ilgili ama bunlar tutulamayacak bir yemin karşılığında veya bir günahın kefareti vb. karşısında dır. Köleliği kaldırma amacı güdülmemiştir. Müminun-1-6 “Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir; Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtı verirler ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hariç; (Bunlarla ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir.” Görüldüğü üzere ayetlerde köleliğin kaldırıldığına veya kaldırılmak istendiğine dair bir sözcük bile yok. Bu demektir ki Kurana göre bir Müslüman, köle alıp satmaya devam edebilir. Allah’ın rızasını kazanmak için arada bir köle azat etmesi İslam’a gayet uygundur. Hatta bu köleci Müslüman, arada bir köle azat etmekle sevap bile kazanır. Müslümanlar buna itiraz edeceklerdir. Peki, bakalım itiraz edebilecekler mi? Buyrunuz Wiki kaynaklarında İslam ülkelerinin köleciliği bırakma tarihleri : Köleliğin Kaldırıldığı Ülkeler ve Zaman Çizelgesi (1800–1849) 1847: Under British pressure the Ottoman Empire abolishes slave trade from Africa.[39] (1850–1899) 1882: Ottoman firman abolishes all forms of slavery, white or black.[50] (1900–present) 1922: Morocco abolishes slavery.[57] 1923: Afghanistan abolishes slavery.[58] 1924: Iraq abolishes slavery. 1928: Iran abolishes slavery.[59] 1952: Qatar abolishes slavery. 1960: Niger abolishes slavery (though it was not made illegal until 2003). [64] 1962: Saudi Arabia abolishes slavery. 1962: Yemen abolishes slavery. 1963: United Arab Emirates abolishes slavery.


1970: Oman abolishes slavery. Peki Osmanlı ne yapmış? 1847 yılında İngiltere’nin baskısıyla Afrika’da köle ticaretini bırakmış. 1882’de ise kölecilikle ilgili ne varsa kaldırmış. Tabi dini çevrelerin baskısı ile Osmanlıya bağlı Arabistan topraklarında kölelik kaldırılamamış ve yukarda verilen tarihlere kadar kölelik o topraklarda devam etmiş. Halende gizli kapaklı devam etmektedir. Şimdi soruyorum İslam’da kölecilik haram mı? Bu soruya hemen “Haram tabi, köle azat etmek sevaptır diye ayet var, sonra peygamberin hadisleri var.” denecektir. Diğer soruyu soralım; İslam’da domuz eti haram mı? Bu soruya da hemen tabi Haram denecektir. İslam çoğrafyasında bir iki ayetle kesin olarak yasaklanan domuz eti 1400 senedir yenmiyor Peki ozaman soruyu tekrar soralım İslam’da kaç senedir kölecilik yapılmıyor? Evet, apaçık kitap yazmak böyle bir şey işte. Domuz etinin yasak olduğu apaçık yazıldığı için 1400 senedir yenmiyor, köleciliğin yasaklanması apaçık yazılmadığı için 1300 sene daha devam etmiş. Köleciliği bırakan islam ülkeleri ya diğer ülkelerin baskıları sonucunda bırakmışlar, ya içinde bulundukları çağdan utandıkları için. Demekki neymiş, İslamda kölecilik varmış. Bir de hadislere bakalım. Hadislere baktığımızda ise köleliği kaldırmak şöyle dursun İslam’ın bu köleci düzeni daha da bir sağlamlaştırmaya hizmet ettiğini görürüz. Mesela Muhammed ve Allah kölelerin kaçmasını istemezler. Sahibi en ağır işlerde çalıştırsa da sövse de dövse de köle kaçmamalıdır. Sahibine itaat etmelidir tıpkı musibetler karşısında Allah’a isyan etmeyen hatta haline şükreden kul gibi olmalıdır. Hatta sahibinden kaçan kölenin namazı kabul olmuyor. Ravi : Cerir Hadis : Resulullah buyurdular ki: “Hangi köle kaçarsa, bilsin ki ondan zimmet (garanti) kalkmıştır, dönünceye kadar namazı kabul edilmez.” (Hadis No: 4163) Ravi : Ebu Ümame Hadis : Resulullah buyurdular ki: “Üç kişi vardır ki, onların namazları kulaklardan öte geçmez: 1-Dönünceye kadar, kaçan köle. 2-Geceyi, kocası kendisine dargın olarak geçiren kadın.


3-Kavminin nefret ettiği imam.” (Hadis No: 2801) Hatta köle efendisine itaat etmeli ki Cennet’e girsin. Efendisini hoşnut etmeyen köle Cennet’e de giremiyor. Ravi : Ebu Hureyre Hadis : Resulullah buyurdular ki: “Bana cennete giren ilk üç kişi arzedildi. Bunlardan biri şehid, biri iffetli olan (ve azla yetinerek) iffetini koruyan, biri de Allah’a ibadetini güzel yapan ve efendilerine hayırhah olan bir köle idi.” (Hadis No: 5140) Köleliğin İslam tarafından kaldırıldığını iddia eden Müslümanlar, eğer tutarlı hareket etmek istiyorlarsa yukarıda yazılan ve benzer ayetleri hemen Kur‟an‟dan çıkarıp atmak zorundadırlar. Fakat böyle cesurca bir işe kalkışamayacakları kesin. Çünkü Müslüman mantığına göre Kur‟an, doğaüstü bir gücün eseri. Dolayısıyla o kitapta yanlış ya da gereksiz bilgilerin var olamaz ve Kur‟an kararlarının tümü “kıyamet gününe” kadar geçerlidir. Emeğin ilkel şekildeki sömürüsüne bu kadar toleranslı yaklaşan İslam dininin, özel mülkiyete yönelik suçlarda ise son derece acımasız davrandığını (Maide 38’de dile getirilen “Hırsızlık edenlerin ellerinin kesilmesi” hükmü) hatırlamakta da yarar var. Kur’an’ın Tanrı’sı özetle “Siz kölelerle kendinizi eşit kabul ediyor musunuz ki, bana ortak koşulmasına razı olasınız” (Nahl-75) diyecek kadar açık konuşuyor. Köle azadı ise; sadece bazı istisnai haller, hür insanların işledikleri günahlar ve toplum içinde ayıp görülen kimi davranışları için -üstelik sınırlı sayıda- öngörülüyor. Velhasıl, köleye “iyi” davranmaazatlama (hatta kimi hadislerde dile getirildiği üzere onlara “kızım-oğlum” gibi güzel sözlerle hitap etme) buyruklarının köleliği toptan kaldırmakla ilgisi yoktur. Çünkü tarihsel sürece baktığımızda İslam‟ın bu ve benzer bildirimlerdeki gayesinin, kölelerin emeğinden maksimum düzeyde yararlanmak (bilhassa savaşlarda), yeni taraftarlar kazanmak için onları bir koz olarak kullanmak ve topluca isyan etmelerinin de önüne geçmek olduğunu görüyoruz. Muhammed‟in kendi Veda Hutbesindeki “efendisinden başkasına bağlanmaya kalkan köleye” yönelik bedduası da köleliğin İslam tarafından kurumsal olarak teyit edildiğinin bir diğer kanıtıdır.


06- İSLAMİYET’TE KADINA BAKIŞ VE KURAN 1-İslamiyet Öncesi Arap Kadını İslam öncesi dönemi ‘cahiliyye’ olarak tanımlayanlar, bu dönemde Arap kadınının köle durumunda tutulduğunu, mal gibi alınıp satıldığını ve bu durumun Muhammed ile düzeltildiğini fakat daha sonra, yani İslami esasların ihmali nedeniyle kadın haklarının yok kılındığını iddia ederler. Bu iddianın tarihi gerçeklere oturmadığını kısaca belirtmekte yarar vardır. Sözde Cahiliye Devrinde Arap Kadını Özgürdü. Tarihi gerçek o’dur ki İslam öncesi dönemde Arap kadını, toplumun şerefle sayar olduğu, siyasal ve sosyal haklarla donattığı bir varlıktı; mal değil aksine hak süjesi durumundaydı. Erkeğini kendi seçer ve dilediği takdirde boş edebilirdi. Giyim ve kuşamında olduğu gibi dilediği işleri görmede (örneğin ticaret) serbestti. Bunun böyle olduğunu Arap kaynaklardan öğrenmek mümkündür. Sebe melikesi özelliği, ‘cahilliyye’ olarak küçümsenmek istenilen dönemlerde kadının devlet başkanlığına gelebildiğinin kanıtı olmak üzere ortadadır. [İzzettin, age, (1953) 29.] Kur’an’da Sebe Melikesi diye adı geçen Belkıs, ilk Arap kadın hükümdarı sayılır. Güya şeytana kanmış ve Allah’ı bırakmıştır. Hüdhüd kuşu bunu Süleyman peygambere bildirmiş ve o da Sebe melikesine mektup yazarak muhteşem köşküne davet etmiş ve bunun üzerine Sebe Melikesi: ‘Rabbim, şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum’ (Neml 20-45) diyerek inananlardan olmuştur. ‘Kitab al-Muhabbar’ yazarı Muhammed İbn Habib (el-Bağdadi) , İslam’dan önce Arap kadınının sosyal ve ekonomik haklara sahip olduğunu, evleneceği erkeği seçmekte ya da dilediği işleri görmekte özgür bulunduğunu kanıtlayan nice örnekler verir. (Eyyumu’l-Arab’da bu hususlar açıklanmıştır.) Bunlara eklenebilecek en ilginç örnek, hiç kuşkusuz, Muhammed’in ilk karısı Hatice’dir. Bazı yazarlar, Cahilliyye’de Arap kadınının şahsiyet sahibi olmadığını, malmülk edinemediğini kanıtlamak gayretkeşliğiyle Hatice’nin işlerinin babası tarafından yürütüldüğünü ve fakat babasının bir savaş esnasında ölümü üzerine güç durumda kalıp ne yapacağını bilmediğini ve sırf işlerini yürütebilmek maksadıyla Muhammed’i işe aldığını ve Muhammed sayesinde kurtulduğunu iddia ederler. Oysa ki gerçek bu değildir; zira Hatice, babasının ölümü üzerine ticarete başlamamıştır; çok daha önceden beri ticaretle meşgul olmuştur. İbn İshak ve İbn Hişam ya da Taberi gibi en sağlam kaynakların bildirdiğine göre Hatice Kureyş kadınları arasında neseb bakımından üstün, şeref ve servet bakımından yüksek, akıl ve idrakle iş gören, zeki bir kadındı. Ticaretle uğraşırdı; başkalarına mal ve para vererek ticaret eder, onlara kardan belli bir pay ayırarak karları paylaşırdı. Kureyş kavminden her erkeğin onda


gözü vardı. Dul kaldığı andan itibaren her erkek onunla evlenmek için can atar, maksadına erişmek için paralar harcardı. Fakat o gönlüne yakın birini bulamadığı için hiç kimseye kulak asmazdı. Fakat Muhammed’in ‘güvenilir’ bir kimse olduğunu işitince ona adamlarını göndererek Şam’a gidip alış verişte bulunmak üzere para ve mal vereceğini ve kölesi Meysere’yi de kendisine yardımcı katacağını bildirdi. Muhammed onun bu teklifini kabul etti. Hatice’den mal alarak ve yanında Meysere de olduğu halde Şam’a gitti. Malları satıp, paraları topladıktan sonra Mekke’ye döndü. Getirdiği malları Hatice’ye teslim etti. Hatice bu malları bir kat fazla fiyata sattı ve karı paylaştı. Hatice Meysere’den bilgi istediğinde Meysere kendisine, Şam’da bir Rahib’in Muhammed hakkında ‘Bu zat bir peygamberdir’ dediğini ve yolda gelirken iki meleğin Muhammed’i gölgelediğini söyledi. Bunun üzerine Hatice, adam göndererek kendisiyle evlenmek istediğini Muhammed’e bildirdi. Muhammed bunu amcalarına açıkladı. Ve amcası Hamza bin Abdülmüttalib, Hatice’nin babasının katına giderek ondan Muhammed için Hatice’ye talib oldu. Böylece Muhammed Hatice ile evlendi. (Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, M.E.B.Yayınları, İstanbul 1966; 2.cild; 6871) Vakidi’nin anlatışına göre Hatice’nin Muhammed’le evlenmesi şöyle olmuştur. Hatice Muhammed’e aracı göndererek ona evlenme teklifinde bulunur. Bu arada kendi babasına bolca şarap içirterek onu sarhoş kılar ve sonra Muhammed’e, amcasıyla birlikte gelmesini ister. İstediği gibi olur; Muhammed amcasıyla birlikte Hatice’nin babası Huvayilid’ten, kızına talib olduğunu ve onu Muhammed’le evlendirmesini söyler. O da denileni yapar ve kızını Muhammed’e verir. (İbid. 70) İslam öncesi dönemde Arap kadınının kendi başına ticaretle uğraşabilecek, ya da erkeğe evlenme teklif edebilecek kadar açık fikirli olduğunu kanıtlayan bu örneğe benzer daha nicelerini burada sıralamak mümkündür. Kitabu’l-Agani’de adı geçen Selma bint Amr, ki sadece şiirleriyle değil fakat güzelliğiyle de ün salmış bir kadındı, pek çok talipleri bulunmasına rağmen kendi kafasına ve gönlüne uygun birini bulana kadarevlenmeme kararında olduğundan sayısız taliplerini reddetmekle tanınmıştı. Evlenirken de, evlilik boyunca özgürlüğüne sahip kalacağına ve dilediği an kocasını boşayacağına dair şart koşmuştu.(Agani, XIII ve XVI. 124. İbn Hişam, age, 83) Yine aynı şekilde, kadın şairlerden Bint Amru’l-Harise bin el-Şarid, ki üç kocaya varmış ve kocalarının hepsini de kendi seçmiş ve boşama şartı ile evlenmişti, zikredilebilecek bir başka örnektir. İslamiyette kadının kocasını boşama hakkını nikah esnasında alabileceğine dair İlmihallerde yazılanlar aslında İslam’la değil, Cahiliyye dönemiyle alakalı Arap Örfleridir. Kur’an’ın kadına bir tek yerde boşanabilme hakkı verdiğini görüyoruz. O da eşine tazminat ödemesi şartıyla. Evlilik birliğinin sona ermesinde eşin kusurlu davranışları, şiddet uygulaması Kur’an için


mühim görülmemiş, böyle eşlerden kadınların boşanabilmesi ancak o fena eşlere mehir olarak aldığını bırakmak, yani tazminat ödemek şartına bağlanmıştır. Oysa ki erkeklerin kadınları ne denli kolay boşayabildikleri Kur’an’daki düzinelerce ayette zikredilmiştir. Muhammed’in dayısı Abdül-Muttalib b. Haşim’in annesi Selma binti Amr, bu konuda verilecek nice örneklerden bir diğeridir ki, Cahilliyye döneminde Arap kadının özgürlüğünü temsil eder. En sağlam Arap kaynaklarından öğrenmekteyiz ki Selma, öylesine şahsiyetine ve özgürlüğüne sahip bir kadındı ki, evleneceği zaman kendi işlerinin kontrolünü kendi elinde tutacağına ve dilediği zaman kocasını boşayacağına dair şartı, evlilik akdinin şartı kılardı. (Sahih-i… I. sh. 49; VIII, sh. 410; İbn-i İshak, age, sh.59) Hemen hatırlatalım ki İslamdan sonra Arap kadını, kocasını seçme hakkını yitirmiştir. Aynı şekilde Cahiliyye’de kocasını boşama hakkına sahip iken, İslamdan sonra bu hakkından da yoksun kalmıştır. Zira Muhammed, muhtemelen kendi başına gelenlerden ders almış olarak, boşanma hakkını sadece kocanın hakkı olarak yerleştirmiştir. Örneğin Hazrec’in kızı Leyla ‘aramızdaki akdi boz’ diyerek onunla ilişkisini bozanlardan biridir. Öte yandan ‘Müt’a evlilik’ sistemi, İslam’dan önce Arap kadınının özgürlüğünün bir başka örneğidir. Arap lügat’lerine göre ‘Zevk evlenmesi’ anlamına gelen bir tür evliliktir, ki, belli bir süre boyunca birlikte yaşamak isteyen kadın ve erkek, hiç bir özel merasime gerek görmeden, aralarında yapılacak bir anlaşma ile evlenebilirlerdi. Evlilik akdi sırasında ne kadının babası ya da velisi ve ne de başkaca bir tanık hazır bulunurdu. Böylece iki tarafın serbest iradesiyle geçici bir evlilik kurulmuş olurdu. Her ne kadar bu evliliğin, kadına verilen bir ücret karşılığında yapıldığı ve belli bir süre (örneğin üç gün) için geçerli olmak üzere akdolunduğu belirtilirse de, gerek akdin serbest iradeye dayalı bulunması ve gerek sürenin taraflarca istendiği gibi uzatılabilmesi nedeniyle ortada kadın bakımından kısıtlayıcı bir durum söz konusu değildi. Kadınların müt’a suretiyle nikah edilmesi usulüne Muhammed yıllar boyu ses çıkarmamıştır; aksine izin verdiğini bazı hadis’leriyle açıklamıştır. (Ali İbn-i Ebu Talib’den Buhari’nin rivayeti için bkz. Sahih-i… X, 272, hadis no 1613) Hatta söylendiğine göre kendisi bile bundan yararlanmıştır. Ancak ne var ki usulün devamına izin vermesinin nedeni, yine İslam kaynaklarının bildirmesine göre; Kadın ihtiyacının şiddeti ve onların azlığı ve harb ve gaza gibi müstesna zamanlara ait bulunmasıdır, yoksa kıdının özgürlüğüne önem vermesinden değil. Bazı kaynaklar, Hayber günü bu usulü yasakladığını, ve Mekke’nin fethi seferinde yeniden serbest bıraktığını fakat Veda Haccı’nda kesin olarak ortadan kaldırdığını bildirirler. Bununla beraber müt’a uygulamasını yasaklamadığını kabul edenler, ve hatta Kur’an’a koyduğu bir ayet ile ‘ücret karşılığı kadın alma’ olasılığını sağladığını söyleyenler de vardır. Nisa Suresinin 24. ayetinde: (Evli kadınlardan ve cariyeler’den) başkasını… mallarınızla istemeniz size helal kılındı ‘ diye yazılıdır. Bundan dolayıdır ki şii’ler arasında hala müt’a ile


nikah usulü geçerlidir. O kadar ki İran Devletinin bu usulü destekler nitelikte kararnameler yayımladığını biliyoruz. Şunu da eklemek gerekir ki cahilliye döneminde Arap kadını, sözünü geçiren ve erkeğini etkileyebilen, haysiyetine düşkün bir varlıktı. Kocasını saydığı kadar kocası da karısını sayardı; çocuklar baba otoritesine olduğu kadar ana otoritesine de bağlıydı. (Lichtestadter, age 65-83, 1935) Bu yazı İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın kitabından faydalanarak hazırlanmıştır. Ülkemzin nadiren yetiştirebildiği bilim insanlarından biridir. Yobazların baski ve tehtitleri nedeniyle ömrünün son yıllarını yurtdışında geçirmek zorunda kalmış ama yılmayıp insanlarımızı aydınlatmak için çabalamıştır. Kendisini saygıyla anıyorum.

2-Kuran’da Kadına Bakış İslamcıların, dinde kadın ile erkeğin eşit/denk olduğu; islamiyetin kadını yücelttiği ve çok değer verdiği iddiası vardır. İnsan hakları evrensel bildirgesini benimsemiş, çağdaş insanların dinden çıkmasını önlemek için böyle gerçek dışı iddialarda bulunmak zorundalar. İşin aslını açıkca ortaya koysalar insanların dinden soğuyacağı ve dinden çıkmaların artacağı kesindir. Kendinizi “islamiyetin Kadını yücelttiğine” inandırmak isteyebilirsiniz, ama Kuran’da durum ortada, bu nedenle hadislerden bazılarına, peygamberin hayatından örnek “rivayet”lere, menkıbelere, hacıların hocaların çarpıtılmış ve gerçek dışı yorumlarına sarılmak zorundasınız. Gerçek şu ki Kuran’da kadın’ın değeri yoktur, hatta erkeğe eşit bile değildir. Bu gerçeği bilen islamcılar hadislere sarılırlar. Binlerce hadis bulunduğu için kadını yücelten seçmece hadisleri önpilana çıkarırlar ki bunlarda “kadın”dan ziyade, çoğu “anneliği” veya “kadının itaatini” öven sözler görebilmekteyiz. Bununla birlikte kadını cehennemlik gösteren ve aşağılayan birçok hadis de bulunmaktadır. Kuran’da kadının durumunu anlayabilmek için özellikle altta sıralanan ayetleri anlayarak ve sorgulayarak okumak gereklidir. Anlayarak okunduğunda Kuran’da kadına hangi gözle bakıldığı açık ve net olarak görülecektir. 1-Erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu, kadınların kocalarına boyun eğmesi gerektiğini, erkeğin karısını dövebileceğini anlatan ayet: Nisa-34 “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta) dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını


gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.” 2-Kurana göre erkekler kadınlardan bir derece üstündür: Bakara-228 “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 3-Şahitlik konusunda iki kadının bir erkeğe denk düşmesi: Sormak gerekir neden 1 erkek yerine 1 kadın değil? Bunun açıklaması 2 kadının ancak 1 erkeğe denk görülmesi ve kadının yarım akıllı olarak nitelenmesidir. Bakara-282 “Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan korkup sakınsın da borçtan hiçbir şeyi eksik etmesin (hepsini tam yazdırsın). Eğer borçlu, aklı ermeyen, veya zayıf bir kimse ise, ya da yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın. (Bu işleme) şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir. Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun, borcu süresine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız, aranızda hemen alıp verdiğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızdan ötürü üzerinize bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana da, şahide de bir zarar verilmesin. Eğer aksini yaparsanız, bu sizin için günahkârca bir davranış olur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah, size öğretiyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” 4-“Peygamber”e tanınan kadın haklarına bakalım: Savaş esiri kadınlar “ganimet” sayılıp helal kılınmıştır, ücretini hibe eden kadınlar helal kılınmıştır ve daha birçok kadın helal kılınmıştır Ahzab-50 “Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Ayrıca, diğer mü’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikâhlamak istediği herhangi bir mü’min kadını da (sana helâl kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana


herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” 5-Kadınların erkeklerin tarlası olması ve erkeklerin istedikleri gibi varabilmeleri: Heralde kadın ancak bukadar aşalanabilir. Bakara-223 “Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah’tan korkun ve bilin ki siz mutlaka O’nun huzuruna varacaksınız. Ey Muhammed, müminleri müjdele!” 6-Kadından, ikişer üçer dörder tane alınabileceğini söyleyen ayet: Çok eşlilik kadının aşalnması, ikinci sınıf görülmesi ve bir kadının erkeğini başka bir kadınla paylaşmak zorunda kalması yani onursuz bir hayata mahkum edilmesinden başka Bir şey değildir. İslamın çağdışı yönlerinin içinde en belirgin olanı da budur. Nekadar sevimli gösterilmeye çalışılırsa çalışılısın çağımızda açık seçik ahlak dışı bir uygulamadır. Üstelik kadın köleleri nikahsız cinsel yönden kullanmaya izin veren utanç verici bi hükümüde içinde barındırmaktadır. Nisa-3 “Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.” Çok eşliliği onaylayan ve sözde adaletli olmayı öğütleyen bir ayet daha: Nisa-129 “Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kadınlar arasında adaleti yerine getiremezsiniz. Öyle ise (birine) büsbütün gönül verip ötekini (kocası hem var, hem yok) askıda kalmış kadın gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” 7-Miras konusunda, kadının yarım pay sahibi olması; Kuran üç farklı ayette miras hükümlerini içermektedir. Üstelik miras ayetleri hem cinsiyet ayrımı yaparak haksızlık yapmakta, hemde içinde matamatik hatası barındırmaktadır. Nisa-11 “Allah, size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder. (Çocuklar sadece) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kız bir ise (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar, Allah


tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Nisa-12 “Eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Eğer çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. (Bu paylaştırma, ölen karılarınızın) yaptıkları vasiyetlerin yerine getirilmesi, yahut borçlarının ödenmesinden sonradır. Eğer sizin çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. (Yine bu paylaştırma) yaptığınız vasiyetin yerine getirilmesinden, yahut borçlarınızın ödenmesinden sonradır. Eğer kendisine varis olunan bir erkek veya bir kadının evladı ve babası olmaz ve bir erkek veya bir kız kardeşi bulunursa, ona altıda bir düşer. Eğer (kardeşler) birden fazla olurlarsa, üçte birde ortaktırlar. (Bu paylaştırma varislere) zarar vermeksizin yapılan vasiyetin yerine getirilmesinden, yahut borcun ödenmesinden sonra yapılır. (Bütün bunlar) Allah’ın emridir. Allah, hakkıyla bilendir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)” Nisa-176 “Senden fetva istiyorlar. De ki: “Allah, size “kelâle” (babasız ve çocuksuz kimse)nin mirası hakkında hükmünü açıklıyor: Çocuğu olmayan bir kişi ölür de kız kardeşi bulunursa, bıraktığı malın yarısı onundur. Eğer kız kardeşi ölür ve çocuğu da bulunmazsa, erkek kardeş ona varis olur. Eğer kız kardeşler iki iseler, (erkek kardeşin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kardeşler erkekli kızlı iseler, o zaman (bir) erkeğe, iki kızın hissesi kadar (pay) vardır. Sapmayasınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” Bu konuda islamı savunanların genel görüşü şudur; “Erkeklerin kadınlardan üstün yanı ve kadınların da erkeklerden üstün yanı vardır. Bu yüzden bazı konularda erkek üstün tutulmuştur.” Elbette ki kadın ile erkeğin fiziksel farklılıkları vardır. Ancak bu durum, fiziki güç gerektirmeyen; mirasta, şahitlikte ve evlilik gibi konularda kadını ikinci sınıf ve yarım erkek yerine koymayı haklı gösteremez, bunu akılcı ve çağdaş yaşama sahib günümüz insanlarının kabul etmesi mümkün değildir. Geçmişte işler daha çok fiziksel güce dayandığı için böyle bir uygulamaya gidilmiş olabilir. Ancak artık işlerin pek fiziksel güç gerektirmemesinden dolayı kadınlar mevcut işlerin birçoğunda çalışabilmektedir. Üretime erkek ile eşit katkı sağlamaktadır. Kaldı ki kadın çalışmayıp ‘ev hanımlığı’ yapsa da, bu da bir iştir, bir nevi meslektir ve bu sebeple mirasta erkekle eşit pay almalıdır. Şahitlik konusuna gelince, kadınların erkeklere göre akli açıdan bir eksiği bulunmamaktadır. Şahitlik yapmalarını engelleyecek, yarım erkek yerine konacak herhangi bir nörolojik bulgu yoktur. 8-Kuran’da Cariye olayı yani kadın kölelerin cinsen istismarı olağan görülmüş, bu bahtsız kadınların kendini esir edenler tarafından kullanılmasına açıkca izin verilmiştir. Üstelik bu Kadınları cinsel yönden kullanmak için evli olmakta gerekmemetedir. Satın almak veya savaşta ganimet olarak esir etmek bu kadınlarla birlikte olmak için yeterlidir. Daha sonra bu konu detaylı olarak işlenecektir.


Müminûn-5, 6 “Onlar/Müminler, mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri ile ilişki kurarlar.” Mearic-29, 30 “Onlar, mahrem yerlerini koruyan kimselerdir. Ancak eşleri, yahut sahip oldukları cariyeleri başka. Çünkü onlar (eşleri ve cariyeleri ile olan ilişkileri konusunda) kınanmazlar.” 9-Sizler domuz eti yer misiniz? Hayatta yemezsiniz. Müslümanlar asla domuz eti yemez. Malezya’dan İngiltere’ye, Türkiye’den Dağıstan’a, Sudan’dan Afganistan’a bu böyledir. Neden? Enam ve Nahl surelerinde açıkça yasaklanmıştır da ondan. Peki müslümanlar kitablarında;”Ey inananlar, kadınlarınıza asla şiddet uygulamayın, kadınları döven ve ezenler, onları taşlayanlar ile bu zulme seyirci kalanlar bizden değildir, onları cehennemde tarifsiz azaplar bekler” Şeklinde kadını yücelten, değer veren tek bir ayet gösterebilirmisiniz? Malesef hayır Gösteremezsiniz. Kuran’da kadınları yücelten ve koruyan böyle bir hüküm yok, tam aksine Kuranda kadınlar ve oğullar mal ve nimet mertebesinde gösterilmişdir. Ali İmran-14 (Elmalılı sadeleştirilmiş) “İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar, ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar, dünya hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah, akibet güzelliği, O’nun yanındadır.”

3-Kuran’da Çok Eşlilik ve Müslüman Savunmalarına Cevaplar Önce bu konuyla ilgili müslüman savunmasına bakalım; “Nisa Suresi 3. Ayette” izin verilen çok eşliliğe Müslüman savunması; Savaşlar olmuyor mu? Evet savaşlar oluyor, Erkekler savaşlarda ölüp gidiyor erkek sayısı azalırken, Toplumda kadın sayısı fazla hale geliyor, yani mecburiyetten çok kadınla evlilik yapmak gerekli olabiliyor. Bu zorla olan birşey değil kabul eden kadın olursa Allah izin veriyor, yoksa kocasız kalan kadınlar kötü yola düşebilir. Bu evlilikler yapılmazsa zina da artabilir. Allah bu günahın önüne geçmek için çok kadınla evlenmeyi helal kılmıştır. Şimdi bu savunmaları tek tek inceleyelim: (1) Savaşlar olmuyor mu? Evet savaşlar oluyor, Erkekler savaşlarda ölüp gidiyor erkek sayısı azalırken, toplumda kadın sayısı fazla hale geliyor, yani mecburiyetten çok kadınla evlilik yapmak gerekli olabiliyor.


CEVAP: Cumhuriyet kurulduktan sonra ilk nüfus sayımı 1927 yılında yapıldı. Bu sayımda erkeklerin oranının kadınlara göre çok daha düşük olmasını bekleriz değil mi? Çünkü ülkemiz 1911-1922 arasında 11 yıl boyunca kesintisiz savaş dönemi yaşanmıştır. GERÇEK: 1927 Nüfus sayımı sonuçlarına göre erkeklerin nüfustaki oranı %48,1 dir. Biz yıllarca o savaş senin bu savaş benim dört bir cephede savaşmadık mı? Sadece Çanakkale’de yüzbinlerce Erkek can vermedi mi? Demek ki savaşta erkeklerin nüfus olarak büyük oranda azaldığı iddası gerçek dışı, onca yıl süren savaş nüfus dengesinde sadece %2 lik bir değişime neden olmuş, heralde bu erkeklerin harem kurması için mantıklı bir gerekçe olamaz, kaldı ki geçmiş dönem savaşları daha da az nüfus kayıplarına yol açıyordu. Ayrıca bu mantığın Kuran’da daynağını da yoktur. Kuranda çok kadınla evlenmenin tek şartı haksızlık etmemek, kadınların arasında adil davranmaktır. Başkaca şartı yoktur. Bir erkek maddi gücü ve züriyeti yerindeyse Kuran’ın hükümlerine göre istediği kadar kadını alır. Cariyeleri de hesaba katarsak isterse kendine harem bile kurabilir. (2) Çok kadınla evlilik zorla olan birşey değil, kabul eden kadın olursa Allah izin veriyor. CEVAP: Erkeğin birden fazla Kadınla evlenmek için eşlerinin rızasını alması gerekmemektedir. Eğer kadın erkeğini başka kadınlarla paylaşmak istemezse, kocasına ittaat etmemiş yani baş kaldırmış olur. Erkeklere hertürlü hakkı tanıyan yani kadını erkeğe itaate zorlayan, itaat etmezse de dayağı yasallaştıran bir dinde kadının haklarından bahsedilemez. Baba kızına, koca eşine baskı yapar, bu baskıyla kadın istemediği adamla evlendirilir, üstüne kuma gelmesini de razı olur. (3) Bu evlilikler yapılmazsa zina da artabilir. Allah bu günahın önüne geçmek için çok kadınla evlenmeyi helal kılmıştır. CEVAP: Kocasız kalan kadınlar erkek diye sokağa mı dökülüyor? Bu düşünce kadına yapılmış en ağır hakarettir. Asıl çok eşlilik zinadır, Kadın’nın 4 erkekle evlenmesini doğru olur mu? Hayır Bunu nasıl insanın miden kaldırmazsa çok kadını almayıda midesi kaldırmamalı, bu ahlaksızlıktır.

4-Kuran’da Kadına Getirilen Sınırlamalar İslam ülkelerinde özellikle şeriatle yönetilen ülkelerde; kadınlar erkeklerin bulunduğu ortamda çalışamaz. Erkeklerle beraber okula gidemez. Erkeklerin bulunduğu sinema ve tiyatroya gidemez. Düğünlerde, törenlerde eğlencelerde bulunamaz. Erkeklerin bulundukları ortamlarda olmaları


yasaktır. Kuran’da evlenmeleri haram sayılanlar dışında kadınların akrabalarla dahi aynı ortamda olması yasaktır. “Nisa-23” ayetinde erkeğe nikah düşmeyen kişiler sayılmıştır. Bu nikah düşmeyen kişiler dışında ki kadınlarla aynı ortamda olmaları ancak evlenmeleriyle mümkündür. Anneniz,halalarınız ,teyzeleriniz, Kız kardeşleriniz kardeşlerinizin çocukları ve gelininiz dışındaki kadınların sizinle aynı ortamda bulunması yasaktır. Kardeşlerinizin eşleri, Amcanızın eşleri ve kızları, dayınızın eşleri ve kızları, halalarınızın ve teyzelerinizin kızları bile sizinle aynı ortamda bulunamaz. NİSA-23 “Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, ANNELERİ ile ZİFAFA girmemişseniz ONLARLA evlenmenizde size bir günah yoktur, öz oğullarınızın karıları, iki kız kardeşi (nikah altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” “Nur-31” de ise kadınların kimlere kendilerini göstermeyecekleri sayılmıştır. Babaları, oğulları ve kardeşleri dışında herkesten kendilerini sakınmaları gerekmektedir. Amca dayı bile bir kadın için sakıncalı görülür. NUR-31 “Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. görünen kısımlar müstesna, zînetlerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zinetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” Akraba erkekleri için bile sakıncalı sayılan kadının ev dışında yaşam olanağı kısıtlıdır. İslam kadının evinin içinde yaşamasını mecburi hale getirir. İslamda kadın sokağa çıkamaz. Sokağa çıkamaması tamamen İslam ve kuranın kadını zorunlu bırakması nedeniyledir. Şeriatle yönetilen İslam ülkelerinde Tecavüz olayları zina sayılması ile kadınlar tecavücülerini kendilerinin öldürüleceği, (recm) bile bile şikayet edememektedirler. Zinanın suç sayılması bu ülkelerde tecavüzü yaygınlaştırmıştır. Şeriat ülkelerinde kadın için tecavüzden kurtulmanın tek çaresi eve kapanmak olmaktadır. Ölmeyi göze alarak hiçbir kadın tecavüzcüsünü şikayet edemez. İslamda öncelikle Muhammedin yaptığını yapmak “sünnet” sayıldığı için, Muhammedin yaşadığı gibi yaşamak zorunluluğu vardır. Müslümanlar onun


giyindiği gibi giyinmeye, onun gibi sakal bırakmaya, onun gibi tuvalet yapmaya çabalarlar. Kuranda onun yaptığını yapmak zorunlu olduğundan, Müslümana onu örnek alması öğütlenmiştir. Muhammedin yaptıklarını örnek almak zorunluluğunu Kuranda azhab-37 ayetinde net olarak görmekteyiz. Bu ayette Muhammedin geliniyle evlenmesinin nedeni olarak, ilerde babalar evlatlıklarının karısıyla evlenmek istediklerinde Muhammedi örnek alsınlar ve sıkıntı yaşamasınlar diye yazar. Kadınlar konusunda Kuranın uygulamalarından bir tanesi kadınların evlerini karargah yapmasıdır. Bu uygulama ile kadınların evlerinden çıkmaması istenmektedir. Bir kadın ben müslümanım diyor ise, evinden çıkmamak zorundadır. Bir erkekte Müslümanım dediğinde karısının evden çıkmasına izin vermeyecektir. Erkek izin verirse, kadında evden çıkarsa ortada Müslümanlık kalmayacaktır. Müslüman kadınlar evde başka erkekler olduğunda ortada görülmeyecek perde arkasında olacak ve kendisini göstermeyecektir. Günümüzde kadınlar evden çıktıkları gibi, ayrıca çalışan kadınlar da vardır. Tesettür kıyafeti giymekle Müslümanlığının devam ettiğini düşünen kadınlar vardır. Karısı tesettür giydiğinde Müslümanlığının devam ettiğini zanneden erkekler de vardır. Tesettürü yapan kendini örttüğünü düşünen müslümanım deyip çalışıyor, gezmeye eğlenmeye gidiyor. Oysa böyle davranmakla kuran’nın hükümlerine aykırı hareket etmiş olduğunun farkında bile değiller. Ben müslümanım diye söyleyenlerin peygamberi örnek alması zorunludur ve Muhammed’in eşleri nasıl yaşamışsa o örneğe uygun olarak eşlerini yaşamaya zorlamak müslüman erkekler için zorunludur kuranın hükmü budur. Müslüman kadının bu nedenle evinde oturma zorunluluğun var. AZHAB-33”Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.“ AZHAB-53”Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir. Allah ise gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Böyle davranmanız hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Allah’ın Resûlüne rahatsızlık vermeniz ve kendisinden sonra hanımlarını nikâhlamanız ebediyyen söz konusu olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.”


AZHAB-37 “Hani sen Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye, “Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah’tan sakın” diyordun. İçinde, Allah’ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden çekinmene Allah daha lâyıktı. Zeyd, eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında), evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü’minlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri mutlaka yerine getirilmiştir.” AHZÂB-36 “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” Yukarıdaki ayetler kadınların sokağa çıkmayıp evde oturmaları gerektiğini, erkeklerle ancak perde arkasından görüşebileceklerini kendilerini göstermemeleri gerektiğini, her konuda Muhammedi örnek alarak onun yaptığını yapmaları gerektiğini anlatmaktadırlar. Sonuç olarak kadınların İslam inancına göre eve kapanmaları zorunludur.

5-İslama Göre Kadının Çalışması Caiz Midir? İslami kaynaklarda dinen Kadının çalışmasını engelleyen her hangi bir yasak olmadığı, Ancak kadının çalışırken uyması gereken bazı kurallar olduğu, bu kurallara uymazsa haram işlemiş alacağı vurgulanmaktadır. Kocası izin vermeyen kadın zaten çalışma hakkına da sahip olamaz. Kocasının kazancıyla idare etmesi şart olur, Bir kadının yabancı bir erkeğin evinde veya iş yerinde çalışması İslâm’ın emrettiği şekilde olursa, yani birkaç kadın ile birlikte veya açık bir yerde çalışırsa beis yoktur. Ama, kapalı bir yerde yalnız olarak yabancı bir kimse ile birlikte kalacak olursa halvet olduğundan haramdır (el-Fıkıh ‘ala’l-Mezahip el-Arbaa, c.3 s.125). Bu açıklama ışığında İslami bakış açısına göre Kadın hem çalışabilir, hem de çalışamaz diyebiliriz. Şartları bulunursa çalışabilir, bulunmazsa çalışamaz. Oysa bu açıklama Kuran’nın hükümleri ile çokta uyumlu değildir. Birönceki konumuzda da gördüğnüz gibi kadının toplumsal hayata katılımını kısıtlayan çok sayıda Kuran hükmü vardır. İslâm’da kadının konumu ve hakları konusundaki tartışmaların önemli bir kısmı, kadının sosyal hayata katılması, çalışması ve kamu görevi üstlenmesi noktalarında odaklanmaktadır. Bu konu Türkiye’nin ciddi bir sorunudur. İslama gönülden bağlı sıkı müslüman kadınlar kamusal alanda türbana özgürlük istemişlerdir. Bunun nedeni de çalışmak ve ekonomik olarak maddi gelir sağlamakdır. Ama işin diğer tarafı İslami sistemlerde ve Kuran da kadınları sınırlayıcı hükümler vardır şimdi bunları görelim:


Nisa-34 “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.“ Bu ayette de açıkca görüldüğü gibi kadın kocasına itaat etmek mecburiyetindedir. Kocası izin vermeyen kadın zaten çalışma hakkına da sahip olamaz, nedeni kuran’nın hükmüdür. Bu hükme göre kadının çalışma özgürlüğü enbaşta kocasının dünya görüşü ile sınırlıdır. İslam anlayışında kadının ikinci sınıf görülmesinin en temel nedeni aile kurumunu eşit iki bireyden olaşan birliktelik görülmemesidir. İslam da aile anlayışı erkek egemenliğine boyun eğen kadınlardan oluşan ve kadınların kocalarına koşulsuz itaat etmesini zorunlu tutan yapıyı esas almışdır. Ahzab-32 “Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız, konuşurken kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Güzel ve dosdoğru söz söyleyin.” Ahzab-33 ”Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.“ Ahzab-34 “Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti anın. Şüphe yok ki Allah lütuf sahibidir ve her şeyden haberdar” Ahzab-59 “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına hep söyle de cilbablarından (dış elbiselerinden) üzerlerini sımsıkı örtsünler. Bu onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” Hz. Âişe (ra)’nin rivayetine göre, kız kardeşi Hz. Esma birgün Peygamberimiz (asv)’in huzuruna gitti. Üzerinde altını gösterecek şekilde ince bir elbise bulunuyordu. Resulullah (asv) onu görünce yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ya Esma, bir kadın büluğ çağına erince -yüzünü ve ellerini göstererek- bunlardan başka bir tarafının görünmesi sahih olmaz.” (Ebû Dâvud, Libas 31) Kadınların evlerinde oturması ve kapanması hükmünü içeren Ahzab suresi 33. ayetinde peygamber eşlerinden bahsedilse de hadisden de anlaşıldığı gibi kapanma hükmü tüm müslüman kadınları kapsamaktadır. Aynı şekilde kadının evinde oturması ve zorunlu olmadıkca dışarı çıkmaması da sünnet


yani peygamber’in uyulması gerken örnek davranışı olduğu için tüm müslüman kadınları kapsamaktadır. Bu iki kısıtlamayı yani kocasının izin vermemesi durumunda kadının çalışamamasını ve peygamber sünneti olarak kadının evinde oturması ve zorunlu olmadıkca dışarı çıkmaması gerektiği hükmlerini birleştirdiğimiz de; Kadının sosyal hayata katılması, özgür bir birey olarak karar alması ve çalışmak istediği bir işe girip çalışması da mümkün değildir. Nur-31“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. görünen kısımlar müstesna, zînetlerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zinetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” Diğer taraftan kadınlar gerekli örtüyü sağlamak zorunda oldukları gibi, erkeklerin dikkatini çekecek bakışlardan, konuşmalardan ve yürüyüş tarzından da sakınmaları gerekir. Bu şekilde attığı adım, söylediği söz, oturup kalkması ve sosyal hayatta ki hertürlü faaliyeti Kuran ve sünnet kaynaklı sınırlanan kadınlar nasıl çalışacak? Elbette çalışabilecekleri işler çok sınırlanmış olacaktır. “Kadının, Kur’ân şeklinde de olsa, coşkulu ve nağmeli olarak okumakta iken seslerini işitmek haramdır. Çünkü bunda fitneye sebep olma korkusu vardır.” (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 1/467) İslamda kadın sesine bile tahammül yoktur. Sözde kadının sesi haram görülmese de Ahzab suresi 32. ayette kadınların konuşmaları bile kısıtlanmıştır. Kuran kadınların gönlünce konuşmasını kabullenemeyen bir zihnin ürünüdür. Kuran’da ki bu hükümler islam ülkelerindeki kadınların açıklı halinin de nedenidir. Bu çağdışı mantık tüm müslümanlara Muhammed’den miras kalmıştır. Peki kendini çarşafa sarıp, gezen kadınlar ne yapmalı? Tanrı Allah’ın ayetlerinde ve peygamber sünnetinde kadınlarla ilgili hükümler açıkken bu çalışma arzusu dine aykırıdır. Müslüman kadın bu çağdışı anlayışa boyun eğmeli, evine kapanmalı ve kocasına karşı görevlerini yapmalıdır. Kadınlarımız bu çağdışı yaşama mahkum olmak istemiyorsa Modern Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk Önderliğinde Kadınlarımıza Tanıdığı haklara sahip çıkmak mecburiyetindedir.


6-Kuran’da Muta Nikahı Muta Nikahı Nedir? İslam’ın ilk yıllarında, özellikle harp zamanlarında, uzun zaman kadınlardan uzak kalan askerler için muta nikahına izin verilmiş, Hayber savaşına kadar mübah olan bu muvakkat nikah Peygamberimizin sünnetiyle yasaklanıp haram kılınmıştır. Muta nikahı ücret karşılığında belli bir vakit için kadınla evlenmektir. Muta’nın en az müddeti bir cinsel ilişki geçecek zaman parçasıdır. En çok ise 99 senedir. Erkek kadına hitaben “Beni beş aylık bir zaman için mutalandır.” veya “Şu kadar para karşılığında seninle mutalandım.” deyip kadın da kabul ederse muta olur. Halk dilinde ‘acem nikahı’ denen bu iş fuhuştan başka bir şey değildir. Böyle bir akit ne kadını helal kılar, ne boşama, hükmüne kapı açar, ne zihar, ne de mirasdan yararlanma hakkını verir. Muta nikahı ile evlenen kadın erkeğe, erkekte kadına varis olamaz Muta nikahının müddetinin az veya çok olması arasında hiçbir fark yoktur. Ancak,”kıyamet kopuncaya kadar, Deccal çıkıncaya kadar seni nikahlıyorum” şeklinde bir ifade kullanılırsa muvakkatlık şartı da hükümsüz kalır, nikahın diğer şartlarını da yerine getirirse nikah sahih olur. Çünkü o zamana kadar yaşamaları imkansızdır. Dört mezhebe göre böyle bir akit yapmak batıldır. Şiiler ve rafiziler hariç bütün İslam alimleri bu nikahın haram olduğunu kabul etmişlerdir. Hatta Şia’nın önemli kollarından biri olan Zeydiye bile muta nikahının batıl olduğuna inanır ve bu konuda Hanefi alimleri ile hareket eder. (KAYNAK: Kaynaklarıyla Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN, Sayfa 277278, Gonca Yayınevi, İstanbul 1993) Kuran’da Muta Nikahına İzin Veren Ayet ve Kanıtları Nisa-24 “Vel muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum, kitâballâhi aleykum, ve uhille lekum mâ varâe zâlikum en tebtegû bi emvâlikum muhsinîne gayra musâfihîn(musâfihîne). Fe mâstemta’tum bihî minhunne fe âtûhunne ucûrehunne farîdah(farîdaten). Ve lâ cunâha aleykum fîmâ terâdaytum bihî min ba’dil farîdah(farîdati). İnnallâhe kâne alîmen hakîmâ(hakîmen).” fe mâstemta’tum: artık faydalanmak istediniz şey ucûre-hunne: onların (kadınların) ücretleri


Nisa-24 “(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (ücretlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan ücretlerini verin. Ücret kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir. ” Bu ayette yer alan kelimeler, geçici evlilikle ilgili olduğunun apaçık bir kanıtıdır. 1-Ayette “istimta'” (faydalanmak) lafzı kullanılmıştır. Bu kelimeden ilk akla gelen, geçici nikâhtır. Eğer daimî nikâh kastedilmiş olsaydı, bir karine ile birlikte kullanılması gerekirdi. 2-Ayette “ucurehûnne ” (ücretlerini) ifadesi kullanılmıştır. Bu da, ayette Mut’a nikâhından söz edildiğini göstermektedir. Çünkü daimî nikâhta “mihr” ve “sadak” kelimeleri kullanılır. 3-Şiî ve Sünnî alimler, söz konusu ayetin mut’a nikâhı hakkında olduğunu beyan etmişlerdir. Bu konuda Sihahlerde bu yazımıza sığmayacak kadar çok hadis vardır. Buna gore, Hz.Muhammed zamanında mut’a nikâhının meşru oluşu, İslâm âlimlerinin kabul ettiği bir gerçektir. [Bknz: Sahih-i Buharî, Bab-ı Temettu’. Müsned-i Ahmed, c.4, s.436 ve c.3, s.356. Malik, elMuvatta,î c.2, s.30. Sünen-i Beyhakî, c.7, s.306. Tefsir-i Taberî, c.5, s.9. İbn-i Esir, en-Nihaye c.2, s.249. Tefsir-i Râzî, c.3, s.201. ( Tarih-i İbn-i Hallikan, c.l, s.359. Cessas, Ah-kâm’ul-Kur’ân, c.2,] Hadislerde Muta’ya İzin Veriyor: İbnu Mes’ud radıyallahu anh anlatıyor: “Biz Resûlullah aleyhissalatu vesselam ile birlikte gazveye çıkmıştık. Beraberimizde kadın yoktu. “Husyelerimizi aldırmayalım mı?” diye sorduk. Bizi bundan yasakladı, sonra da muvakkat istifade hususunda bize ruhsat tanıdı. Herhangi birimiz, bir elbise mukabilinde kadınla, bir müddet için nikah yapıyorduk.” [Buhari, Tefsir, Maide 9, Nikah 6, 8; Müslim, Nikah 38, (1404)] Hadislere göre Muta Nikahı: Mumin’ün 6. Ayetle Yasaklanmış: İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor; “İslam’ın evvelinde mut’a vardı. Kişi, hakkında bilgisi olmayan (tanımadığı) bir beldeye gelince, oradan yerli bir kadınla, orada kalacağını tahmin ettiği müddet miktarınca nikah yapardı. Kadın, böylece onun eşyasını muhafaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hal: “Onlar namuslarını korurlar. Ancak “hanımlarına” ve “cariyelerine” karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar” (Mü’minûn 6) mealindeki ayet nazil oluncaya kadar devam etti. (Bu ayet gelince mut’a haram ilan edildi.)


İbnu Abbas radıyallahu anhüma der ki: “Bu ikisi dışındaki bütün fercler (cinsi tatmin yolları) haramdır.” [Tirmizi, Nikah 28, (1122).] Kur’ân da; (Mü’minûn,5-6) “Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar.” diye yazıyor, Unutmayın ki Nisa-24’de evlilik olarak ve bir hak olarak tanımlanan mut’a nikâhıyla evlenilen kadın, kişinin eşidir. Dolayısıyla “eşleri” ifadesi onu da kapsamaktadır. Evtas Yılından Sonra Yasaklamış Seleme İbnu’l-Ekva radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalatu vesselam Evtas gazvesi yılında mut’aya ruhsat verdi, sonra da onu yasakladı.” [Buhari, Nikah 31 (ta’lik olarak); Müslim, Nikah 18, (1405).] Buradada Hayber Gazvesi Günü Yasaklamış Muhammed İbnu’l-Hanefiyye anlatıyor: “Hz. Ali, İbnu Abbas radıyallahu anhüm’e dedi ki: “Resûlullah aleyhissalatu vesselam Hayber gazvesi günü, kadınlarla mut’ayı, ehli eşek etlerinin yenmesini haram kıldı.” [Buhari, Megazi 38, Nikah 31, Zebaih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikah 29, (1407); Muvatta, Nikah 41, (2, 542); Tirmizi, Nikah 28, (1121); Nesai, Nikah 71, (6, 125, 126).] Muta: Erkek, rızası olan bir kadınla belirli bir ücret karşılığında anlaşarak, belirli bir süreliğine evlenir. Muta nikahı, Sünnilikte ve Anadolu Aleviliğinde uygulanmaz. Sünnilikte Mut’a Nikahına Bakış Sünni inanışına göre peygamber bu nikahı kesin olarak yasaklamıştır ve Ashab’dan, tabiinden ve müçtehitlerden, bu tür nikahı kabul eden kimse yoktur. Bir rivayete göre Ali bin Ebu Talib, İbn-i Abbas’a şöyle demiştir: “Rasullullah muta nikahından ve ehil eşeklerin etlerini yemekten Hayber’in fetih günü bizleri men etti.” Sünni inanışına göre Muhammed, Evtas yılında (Mekke’nin fethi) muta nikahına üç defa ruhsat vermiş, sonra yasaklamıştı.Rivayete göre İslam peygamberi şöyle demiştir: “Ey insanlar, ben muta nikahı ile kadınlardan faydalanmanız için izin vermiştim. Şüphe yok ki Allah, kıyamete kadar bunu muhakkak haram kılmıştır. Kimin yanında bunlardan bir kadın varsa hemen onu serbest bıraksın, onlara verdiği şeylerden hiçbir şeyi geri almasın.” Peygamber döneminde “faydalanmak” sözcüğünün evlenmek anlamında kullanıldığı belirtilir.Şîa’ya göre, Kuran’ın Nisâ sûresinin 24. âyetinde geçen ve Türkçe’ye “faydalanmak” olarak çevrilmiş Şiilikde Mut’a Nikahına Bakış


Şiiler ve Rafiziler muta nikahını uygularlar. Anadolu Aleviliğinde ve Şia’nın önemli kollarından biri olan Zeydiyye mezhebinde muta nikahının batıl olduğuna inanılır. Şiiler muta nikahı konusunda Nisa suresinin 24. ayetini delil olarak sunarlar. Şia’nın görüşü doğru olandır. Sunnilerin referansında Mut’a’yı yasaklayıcı bir hüküm yoktur. Mutanın Yasaklanması Tarihleri Arasındaki Çelişkiler vardır. Yukarıdaki hadislerde de görebileceğimiz üzere Mut’a nikahının tarihleri çelişkilidir.3 farklı tarih verilmiştir: 1.Mümin’ün 6. ayet geldiği zaman, 2.Evtas yılından sonra, 3.Hayber gazvesi günü. Elimizde 3 ayrı tarih var.Şmdi Müslümanlar bunların hepsi aynı tarih diyebilirler ama kesinlikle farklı tarihlerdir. Müminün suresi Mekked’de inmesine rağmen, Hayber Gazvesi(savaşı) hicretin 7. yılında, Evtas olayı ise hicretin 8. yılında olmuştur. Mekke’nin Fethi’nden sonra. Mekke 630 yılında fethedilmiştir,hicret ise 622 yılında gerçekleşmiştir. İki zaman arasında dağlar kadar fark var. Şimdi bu tarihlere aklı başında kimse aynı diyemez, buna göre Mut’a ne zaman yasaklanmıştır? Bu anlatımlar çelişkili,aralarında dağlar kadar fark var dolayısıyla kesin bir şey söylemek mümkün değildir.O halde Şia’nın görüşü doğrudur. İslam da.sözde zina yasak ama görüldüğü gibi beş dakikada nikahlanabilirsin, cinsel ihtiyacını giderdikten sonra da üç kez ‘’boşol’’ dersen boşanmış olursun. İşte Muta nikahı budur. Para karşılığı zinadan hiçbir farkı yoktur. Nikahlan 2 gece ihtiyaç gör sonra boşa.Yasak filan olmadığınıda gösterdik. O halde haydin Müslümanlar Mut’a’ya.Muhammed’in sünnetini yaptığınız için de çok büyük sevaba gireceksiniz demektir! İslamda Bütün Nikahlar Mutadır. İslamdaki bütün nikahlar muta nikahıdır. İlk anda çok abartılı gelmiş olabilir. Haksızlık ettiğimi düşünebilirsiniz. Ama anlatacağım. O zaman hak vereceksiniz. İslam ne şart koşuyor nikah için? Mehir, iki şahit ve tarafların rızası. Nikah gerçekleşiyor. Sonra boşama yetkisini kime veriyor? Erkeğe. Adamın kafasında kadını nikahında ne kadar tutmaya niyetli olduğuna dair bir


bilginiz olabilir mi? Olamaz. Niyet okuyamazsınız. Adam bir ay sonra bunu boşayayım, başka alayım diye kurmuşsa bunu nerden bileceksiniz? Üç kere boşadı mı artık başka biriyle nikahlanmadıkça o adamla yeniden evlenmesi haram oluyor. Al mehirini, git dese ne yapabiliyor kadın? Haram olmuş artık, başkasıyla evlenmesi gerekiyor Kurana göre! Yeni bir adam alacak. O da bir ay tutar boşarım bunu dese kim nerden bilebilir? O da üç talakla boşadı mı, yine başkasıyla nikahlanmak zorunda! Durduk yerde boşamak olmaz diye bir kavram yok islamda, yetki adamda, üç talakla boşsun dedi mi Kurandaki apaçık ayete göre haram oluyor o adama! Başka bir adamla evlenmedikçe! Bu apaçık Kuran hükmünü bozmak da hiç bir kimseye düşmez! Boşadıysa boşamıştır! Yani nerden biliyorsunuz adamın “mehirini ödedim ya, veririm mehirini, boşarım bir ay sonra!” demeyeceğini? Bir de üç aylık iddet var. Ama bu iddeti kadın bekler, adamın nasılsa birden fazla nikahlanma hakkı var. Boşadığı kadın iddet bekleye dursun, o yeni bir kadını nikahlar bile. Sadece boşadığı kadını iddet müddetince evden uzaklaştıramaz! Bu da boşadığı kadına işkenceden başka bir şey değil! Bitmedi, kadının da süreli olarak evlenmediğini nerden bileceksiniz? Kadın bu işi meslek haline de getirebilir. Hadi diyelim üç talakı arka arkaya vermeyi yasakladınız. Bu Kurana aykırı değil. İhtilaflı olsa da, bazı islam imamları üç talakı birden vermeyi yasaklamayı bidat sayıyor ama olsun. Hadi içtihat yaptın, üç talak aynı anda verilemez, ilk talakın iddeti beklenecek, bitince ikinci talak verilebilir, onun da iddet bitince son talak verilir, üç ay da bunu bekledi, etti dokuz ay. Kadın dokuz ayda bir eş değiştirebiliyor. Mehir parası da yüklüyse, güzel bir kadın evlenip boşanmayı meslek haline getirip gül gibi geçinebilir. Zengin adamları seçer, nikah yapılınca boşa, üç ayın var. Bir daha boşa, üç ayın daha var, bir daha boşa ve üç ay sonra başka adama giderim” diyebilir. Zaten ondan sonra adama haram oluyor! Zaten gitmek zorunda başka adama! Yani ne adamın, ne kadının niyetini okumak imkansız olduğuna göre bu iş böyle yürüyebilir ve kimse de bir şey diyemez Kuranın apaçık hükmüne göre! Baştan anlaşma yapılmasa da bu işin böyle yürümesine hiç bir engel yok! Hiç bir anlaşma yapmadılar, ama adam nikah yapılır yapılmaz boşadım seni dedi. Kadın da iyi, “aldım nasılsa mehrimi, iki daha boşa, bana eyvallah” dedi! Boşanmak isteyen çiftler hakim huzuruna, mahkemeye çıkıp eşit koşullarda boşanma nedenlerini anlatıp hakim boşanmaya karar vermedikçe, şeriata uyuldukça, tüm nikahların muta nikahı olabilmesinin önünde hiç bir engel yoktur. Olamaz yani, niyet mi okuyacaksın, nasıl engel olacaksın? Çağdaş hukuku kötüleyen ve yüksek islam ahlakı diyenler bu gerçekleri de görmeleri ve düşünmeleri gerekir. Üzgünüm ama gerçekler acıdır. İşte böyle açıkları olduğundan hem aileyi, hemde kadının haklarını koruma adına şeriat çöpe atılıp çağdaş medeni yasa yürürlüğe konmuştur. Çıkacak


ikisi de eşit olarak mahkemeye, dertlerini anlatacaklar, hakim boşayacak. Aklın yolu budur. Dilerim dinle ilgili topluma dayatılan ve amacı göz boyamak olan yalanlardan kafanızı kaldırıp gerçekleri görebilirsiniz.

7-CARİYELİK A-İslam da ve Kuran’da Cariye (Köle Kadın) İslamiyet de Cariye “Kadın Köle” demektir. Cariye’ye “mülk-i yemin” de denir ki, sağ elin mülkü demektir. Sağ elin mülkü demek, meşru hak sahibi demektir. Yani köle sahiplerinin istediği gibi kullanmaya yetkisi var anlamına gelen bu anlayışa göre köle sahibi; Kölesini isterse cinsel ihtiyaçları için kullanabilir, satabilir, hediye edebilir veya isterse hürriyetini de verebilir. Bu kadınların İslam’da ki statüsünün ne olduğunu anlamamız için kuranda Cariyelerle ilgili ayetlere bakmamız gerekir. Kuran’da Cariyelikle ilgili ayetler de müminlerin özel hayatlarında mahrem yerlerini eşleri ve cariyeleri dışında herkesten korumaları istenir, kadın köle yani Cariye kişinin özel hayatının parçasıdır, buna rağmen bu kadınlar statü olarak eşlerden ayrı görülmekte, eş olarak kabul edilmemektedir. Eşlerden ayrı görülselerde kuran’da Cariyelerle evlenmeden ilişkiye girilebileceği malesef açıkça dile getirilmiş, ilahi bir hakka dönüştürülmüştür. Bu hükmü içeren ayetlere bakalım; Nisa-3 “…………….Eğer (birden çok evlilikte kadınlar arasında) adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla veya eliniz altında olan cariyelerle yetinin” Müminûn-5,6 “Onlar/Müminler, mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri ile ilişki kurarlar.” Mearic-29,30 “Onlar, mahrem yerlerini koruyan kimselerdir. Ancak eşleri, yahut sahip oldukları cariyeleri başka. Çünkü onlar (eşleri ve cariyeleri ile olan ilişkileri konusunda) kınanmazlar.” Şimdi müslümanlar çıkıp “orada tecavüz edebilecekleri yazmıyor evlenmeden ilişkiye girebilecekleri yazıyor” diyebilirler. Tabi ki böyle bir savunmanın oldukça zorlama olduğu ortadadır. Unutulmamalıdır ki Cariye bir maldır yani sahibinin kişisel mülküdür, Bunun böyle olduğunu Kuran ayetlerinden de görebilmekteyiz. Daha başlangıçta da söylediğimiz gibi mal sahibi kişisel mülkünü dilediği gibi kullanabilir. Bakalım cariye kurana göre neymiş? Ahzâb-50 “Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın,


halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helal kıldık. …………………………. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” Nisâ-24 “(Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. …………………… Allah ilim ve hikmet sahibidir.” Bu ayetlerde görüldüğü gibi “savaşlada esir edilmiş kadınlara ganimet denmektedir”, Bir dini hükümde kadın ancak bu kadar aşağılanabilir. Kur’an’a göre Cariyeler kişisel maldır. İlişki için rızası aranmaz, önemli olan sahibinin ne istediğidir. İki ayette de savaş esiri olan cariyelerin helal olduğu açıkca belirtilmiş, İlişkiye girmek isteyen köle sahipleri gene kuran ayetlerine göre bu isteklerinden dolayı kınanamazlar, bu onların endoğal haklarıdır, dini hükümler ortada. Bu hükümlerde ki iğrençliği örtbas etmek isteyen islam hukukçuları köle satın alma belgesinin evlilik akti olduğunu idda etmişlerdir. Oysa cariye satın alma belgesinin evlilik akti olmasının kuranda dayanağı yoktur. Çünkü ayetlerde eş ve cariye ayırımı yapılmıştır, istenirse cariyeler ile ilişkiye girilebileceği, gene istenirse bu kadınlarla ayrıca nikah akti (evlilik) yapılabileceği kuran’da hükme bağlanmıştır. Gene islami çevrelerce kuranın köleliği kaldırmayı hedeflediği idda edilmektedir. Oysa kuranda köleliği kaldırmayı emreden tekbir ayet bile yoktur. Köleliği kaldırmak ima bile edilmemiştir. Aksine, belli başlı kurallara bağlanmış ve kurumsal hale getirilmiştir. Bu ayetleri görelim; B-Kuran’da Cariyelik Kaldırılmak İstenmiş mi? (Ahzap-50) peygamberin Cariye alması helal. Yani cariyelik var uygulamada da sürdürülüyor kaldırma yok aksine teşvik edilmesi var. (Nisa-24) (Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Bu ayetin yazılış nedenini açıklamak İslamın ilk yıllarında yaşananları, cariye edinmenin teşvikini ve Muhammedin gerçekte nasıl biri olduğunu anlamanızı sağlayacaktır. Esir olarak ele geçirilen evli kadınlar bile helal kılınmıştır. 1-Muhammed b. Abdirrahman b. Bünanî, Muhammed b. Ahmed b. Hamdan’dan, o Ebû Ya’la’dan, o Amr en-Nakıd’dan, o Ebû Ahmed Zübeyri’den, o Süfyan’dan, o Osman el-Bettî’den, o Ebu’l-Halil’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den şöyle dediğini bize rivayet etti: “Evtas Gazvesi’nin olduğu gün kocaları olan esir kadınları ele geçirmiştik. Onlara mücamaatta bulunmayı çirkin bulmuştuk. Peygamber (s.a.v.)’e bunu sorduk da bu âyet nazil oldu. Biz de o kadınları böylece helal bulduk.” [Müslim; er-Rada’: 35, 35 mükerrer/1456 s. 1080, Tirmizi; Nikah: 11/32; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin


Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 120; Muhammed Ali EsSabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 2/509.] 2-Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. el-Haris, Abdullah b. Muhammed b. Cafer’den, o Ebû Yahya’dan, o Sehl b. Osman’dan, o Abdurrahim’den, o Eş’as b. Sevvar’dan, o Osman b. Bettî’den, o Ebu’l-Halil’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bize şöyle dediğini haber verdi: “Rasulullah (s.a.v.) Evtas ahalisini esir alınca dedik ki: “Ey Allah’ın Rasulü, soylarını, kocalarını tanıdığımız esir kadınlarla nasıl mucamaatta bulunabiliriz?” Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.” [Müslim;er-Rada’:35, 35mükerrer/1456 s.1080, Tirmizi;Nikah:11/32.] 3-Ebû Bekr Muhammed b. İbrahim el-Farisî, Muhammed b. İsa b. Amraveyh’ten, o İbrahim b. Muhammed b. Süfyan’dan, o Müslim b. Haccac’dan, o Ubeydullah b. Ömer el-Kavarirî’den, o Yezid b. Zuray’dan, o Said b. Ebî Arube’den, o Katade’den, o Ebû Salih Ebû Halil’den, o Ebû Alkame el-Haşimî’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bize şu rivayette bulundu:“Rasulullah (s.a.v.) Huneyn Günü, Evtas Kabilesi’ne bir grup ordu gönderdi. Bu grup bir düşman birliğine rastlayıp onlarla savaştılar da onlara galip gelerek, kadın esirler elde ettiler. Rasulullah (s.a.v.)’ın Ashabı’ndan bir grup, müşrik kocalarından dolayı o esir kadınlarla münasebette bulunmaktan sakındılar. Allah Teala da bu âyeti indirdi,” [Müslim; Rada’: 33, 34/1456 s. 1079, Ebu Davud; Nikâh: 1132.] 4-Ebu Saîd Hudrî’den Nesâî, Tirmizî, Ebu Davut ve Buharî rivayet etti. Ebu Saîd:Bize, Evtâs esirlerinden esirler isabet etti. Kadınların kocaları vardı. Biz onlarla birleşmeyi çirkin gördük, Nebî Aleyhisselâm’a sorduk., Nisa: 4/24 âyeti indirildi. Ancak Allah’ın sizin üzerinize Efa ettiği şeydir, biz onların ferclerini helal kıldık, buyurdu. [İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/183.] 5-İbnu Abbas’tan (r.a.) Taberânî anlattı. İbnu Abbas (r.a.): Huneyn gününde indi. Allahü Teâlâ, Huneyn günü Müslümanlara fetih müyesser kılınca, ehli kitabın kadınlarından müslümanlara kadınlar isabet etti. Onların kocaları vardı. Bir erkek, kadınlardan biri ile olmak istediğinde, Kadın: Benim kocam var, derdi. Bundan Rasûlullah’a soruldu. Allahü Teâlâ, Nisa: 4/24 âyetini indirdi, dedi. [İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’nNuzul, Fatih Yayınevi: 1/183.] Anlatılan olaylara ancak Helal Tecavüz denebilir. Müslümanlar’ın o çok aşağıladığı Cahiliye Dönemi Arap adetlerinde bile en azından evli olduğunu beyan eden esir kadının ırzına geçmek yokmuş, adam resmen anlatmış işte (Mücamaat, cinsel ilişkide bulunma demektir) esir aldığımız kadınlara tecavüz etmekten utandık ama ayet gelince yaptık diyede eklemiş. Buna cariyeliği kadırmayı istemek mi denir? Yoksa cariye edinmeyi teşvik mi denir? Kimse kusura bakmasın ama bu yapılan savaşlarda Tecavüzü helal ilan etmektir.


Ben burada huzurlarınız da gerek Buhari gerek Tırmızi ve gerekse de tüm hadis ve islam alimlerini yürekten kutluyorum, neyi bulmuşlarsa hiç çekinmeden kitaplarına koymuşlar, günümüz müslümanları ve alimleri gibi kıvırmak ve bu çirkinlikleri örtbas etmek için uğraşmamışlar. Gelelim (Nisa 25) ayetine aslında Cariyeye islami bakışı çok güzel özetliyor; Mümin hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyenlere tavsiye mümin cariyeleri sahiplerinden ücretlerini (ücret yazar, mehir falan yazmaz) vererek alın der. Kadına verilen mehir veya üçret yoktur. Üstelik Bunlarada şart koşar, mümin , fuhuş yapmayan ve gizli dost tutmayan cariyelerden olacak. Evlendin cariyeyle ve zina yaptı ise cezası hür kadınların cezasının yarısı. Yani köleliği tescilli. Sahibi istemedikçe azad olamaz. Çünkü Tanrı Allah köleliği kökten kaldırmayı aklının ucundan dahi geçirmiyor. Tanrı insan olunca düşünme tarzıda, vicdani anlayışıda bu kadar oluyor. Ayette Cariyelere şart koşulan koşulları düşününce insan ister istemez cariyeler acaba bu tarz ilişkiler mi yaşıyordu yada bu tarz ilişkilere mi zorlanıyordu ki bunları yapmazsan evlen denmiş! diye düşünmeden edemiyor. Bu sorunun cevabını gene Kuran’da bulabiliyoruz: Nur-33 “Evlenme imkânını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik). görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” Ayetin Yazılış Nedenleri: Müslim`in Cabir bin Abdullah (r.a.)`tan rivayet ettiğine göre Abdullah bin Ubeyy cariyesini gidip fuhuş yaparak kendisine para getirmesi için zorluyordu. Bunun üzerine bu ayeti kerime indirildi. Yine aynı senedle rivayet edildiğine göre Abdullah bin Ubey`in Mesike ve Umeyme adını taşıyan iki cariyesi vardı; onları zina yapmaya zorlardı. Onlar bundan dolayı Resulullah (a.s.)`a şikâyetçi oldular. Yüce Allah bu hükmünü indirdi. [Müslim; K. Tefsir: (26, 27, 29, 30) 2320, İbn Çerin 18/103, Suyuti; ed-Diirr: 5/46.] Taberani`nin Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan rivayet ettiğine göre Abdullah bin Ubeyy`in cahiliye döneminde zina yapan bir cariyesi vardı. Zinayı haram kılan ayeti kerime indirilince: “Vallahi artık asla zina etmem” dedi. Bundan sonra bu ayeti kerime indirildi.[Taberî, age. XVIII, 103. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/651.]


Bu rivayetleri destekleyen daha bir çok rivayet aktarılmıştır ve bir çoğunda Abdullah bin Ubeyy`in cariyelerini para kazanmaları için zinaya zorlaması nedeniyle bu ayeti yazıldığınja dikkat çekilmektedir. Ayeti önumuze koyup sorularimizi soralim 1-Mukatebe nedir? (kölenin ve Cariyenin özgürlüğünü satın alması, parayı nerden bulacak?) 2-Bu ayette bahsi gecen gecici menfaatler ne olabilir? 3-Bu gecici menfaatlerden kimler yararlanabilir? 4-Namuslu kalmak İSTEMEYEN cariyeyi fuhusa zorlayabilirmiyiz? 5-Bu zorlamayi yapacak ve gecici menfaat temin edecek adamin meslegi ne olabilir? 6-Bu kadinlari fuhusa kim zorluyor? 7-Bu zorlanmadan dolayi Allah kimi af ediyor, kime ceza veriyor veya verilen bir ceza var mı? 8-Bu ayette Cariyelik kaldırılmak istanmiş mi? Yoksa Köle sahiplerine istekli olan varsa Köle ve Cariyelerinizi çalıştırın diyerek yeni bir kazanç kapısı mı açılmış? Bu soruların ceavını samimi, dürüst ve mantıklı olarak vermek islamın gerçeğini görmek için yeterlidir. Bu ayette fuhuşu yasakmala varmıdır? Görüldüğü gibi kölesini zorla fuhuşa sürükleyen kişiye Kuran’da yasak veya yaptırım yoktur. Sadece “zorlamayın” diye tavsiyede bulunulmaktadır. Boşverin cezayı, yasaklamayı, aksine fuhuşa dolaylı olarak izin vermek vardır. Ayetin sonunda diyor ki ‘Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.’ Burada affedilenin kadin oldugu bir gercektir ama nerede bu kadini zorlayan pezevenge verilecek ceza? Bu tip ayetleri gördükçe, Müslümanların “din olmasa ahlak diye bişey olmaz, bakın cahiliye dönemine, neler oluyomuş vs, vs…” tarzı boş sözlerine sadece Aziz NESİN gibi acı acı gülüyorum. Nur-58 “Ey müminler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz ergenlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler.”. Burda da cariyelik var kaldırma niyeti yok.


Bakar-221 “İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha iyidir.” Dikatedin imanlı cariye ile evlenin değil imanlı cariye ile yetinmek söz konusu. Gene cariyelik yasal görülüyor ve kaldırma niyeti yok Görüldüğü gibi Kuran’nın hiçbir ayetinde Cariyelik yasaklanmamamış aksine Cariye sahibleninin bu kadınları cinsel yönden istismar etmesi doğal bir hak olarak görülmüş, yasallaştırılmış ve teşvik edilmiştir. Günümüzde bu ahlaksızlık görüldüğü için islamın bu iğrenç hükümlerini gözden uzak tutmak ve halkı kandırmak için islam köleliği kaldırmayı hedeflemiş yalanı uydurulmuştur. C-Cariyeliğe İslami Bakış ve Açıklaması “Cariyeler ile cinsel ilişki günah mıdır? Mumsema Nikah akdi, ikisi de hür olan (bu sebeple vücutlarına da malik bulunan) bir erkekle bir kadının, karşılıklı olarak bir aile kurma ve cinsî yönden birbirinden yararlanma konulu -şartlarına uyarak yaptıkları- bir sözleşmeden ibarettir. Cariyeye sahip olmayı sağlayan akit ve tasarruf da (satın alma, miras, ganimet veya bağış yoluyla elde etme…) bir hukuki işlemdir ve bu hukuki işlem, sahibi ile cariye arasında karı-koca gibi yaşama hakkını da vermekte, nikah akdinden daha güçlü ve kapsamlı olarak onun yerine de geçmektedir (Prof Dr Hayrettin Karaman) Bu yazı islami içerikli bir siteden alıntıdır. Rahatlıkta internette buna benzer yazılar bulunabilir. İslami kaynaklardaki bu anlatımlar gerçekte cariyelik denen insanlık ayıbına kılıf bulmaktan başka birşey değildir. Tekrar edelim yukarıda yazan Satın alma belgesinin evlilik akti yerine geçmesinin kuran’da dayanağı yoktur. Çünkü kuran’da eşler ve cariyeler ayrımı yapılır. Cariye eş kabul edilmez. Bu cariye olayının açık zina olduğu gerçeğini örtmek için uydurlmuş bir yalandır. Kurandaki hükümlere göre köle kadınlarla Cariye adı altında ilişkiye girilebileceği anlatılırken; Cariyelerin (Köle kadınların) ailelerinden zorla koparılmış, savaşlar yoluyla esir edilmiş, alınmış, satılmış zavallı kadınlar ve kızlar olduğu gerçeği gözardı edilmektedir. Bu islami bakış ve anlatım İnsanlık dışı bu uygulamanın islam hukukunda şirin gösterilirek ilahi bir hak görülüp 19. yy kadar kaldırma niyeti olmadan 1.300 yıl boyunca uygulandığının da kanıtıdır. Köle ve Cariye Edinme Kaynakları: 1-Meşru veya gayri meşru savaş 2-Baskınlar yani savaş dışı dönemde sınır ötesi saldırılar.. (sınır eyaletleri ve kırım hanlığı sınırlarında osmanlı döneminde en çok köle elde edilme yöntemi budur)


3-Borcunu ödeyemeyenlerin köleleştirilmesi.. 4-İnsanların çocuklarını satması ( çerkezlerden, abazalardan ve diğer kafkas halklarından köle elde etmenin temel yolu bu olmuştur) Üstelik cariye edinmek savaşla sınırlı bir olguda değildir, bu zavallı kadınlar barış zamanında da ticari bir meta olarak alınıp, satılılabiliyordu. Kim nekadar kıvırmaya çalışırsa çalışsın islam tarihi, hadisler ve en önemlisi kuran ortadadır. Müslümanlar kendilerine şu soruyu sormalı; Neden Müslüman toplumlar islamın köleliği kaldırmayı hedeflediğini 1400 sene boyunca anlayamamışlar? Cevabını basit; islamın böyle bir hedefi hiçbirzaman olmadı bu günümüzde islamın ayıbını örtmek için üretilen büyük bir yalandır. Kuran’da ki Cariye edinmeye izin veren ayetler neden bugün geçerli değil? Oysa kuranda yazan zinaya 100 sopa, içki yasağı ve domuzun haram olması halen uygulanmaktadır. İslam ülkelerinde tüm bu yasaklara ve cezalara uyulurken köleliğin ve kadınların cariye olarak istismarı na izin veren ayetler neden uygulanamıyor? Nedenini anlamak görmek isteyen için basittir; bu çirkinlikler çağdışı ve uluslararası anlaşmalara görede suç olduğundan uygulanamaz haldedir.

8-Kuran’da Yetim Kızlar ve Kaynakları Köle ve Cariyeler savaş ganimetidir. Sahibi isterse Cariyesi ile cinsel ilişkiye girebilir üstelik nikah zorunluluğu yoktur. Cariyeleri sahipleri aralarında değişilebilir veya hediye edilebilirler. Cariyeler İtiraz etmezlerse Dünya malı elde etmek amacıyla Fuhuş da yaptırılabilir. Doğum kontrolünün doğru düzgün olmadığı devirlerde bu kadınların hamile kalması vede babası belli olmayan çocuklar doğurması normaldir. Bu kadınların çocuk doğurması sahiplerinin işine gelir mi? Bu sorunun cevabı hem evet, hemde hayırdır. Eğer yetim çocuklar kendinden değilse köle sahibleri Cariyelerinin yetim çocuklarını köle olarak satıp bol para kazanabilirler. Eğer yetim çocuk kendinden olursa hem bu çocuğu kendine varis yapmak zorunda kalır, hemde cariyeyi başkasına satamaz Sonuçta cariye bir maldır ve ticari olarak değerini kaybeden bir malda sahibinin elinde kalır. Malesef islamda uygulanan ve bizlere sanki insani birşeymiş gibi pazarlanan pekçok uygulamanın arkasında böylesi iğrençlikler yatmaktadır. Sahih bir rivayete göre, Peygamber bir kıl çadır kapısı yanında oturan doğumu yakın bir kadına uğrar ve :”Herhalde efendisi onunla cinsî ilişkiye girmek istiyor.” der. Yanındakiler “Evet.” diye cevap verler, bunun üzerine Peygamber : “Vallahi, içimden, bir lanet edeyim de o lanetle kabrine girsin, diye kurdum. Kendisine helâl olmadığı halde onu nasıl istihdam edebilir? Kendisine helâl olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapabilir.” sözleriyle


hamile kadınla köle sahibinin ilişkiye girmesini yasaklamıştır (Müslim 1441). Başka bir islami kaynakta bu hadisle ilgili yorum şöyledir; Ebu Muhammed îbn Hazm: “(Başkasından) hamile olan kadınla cinsel ilişkide bulunmanın haramlığı konusunda bu haberden başka sahih haber yoktur.” demiştir. Sünen sahipleri, Ebu Saîd’den Peygamber’in, Evtâs esirleri hakkında: “… Hamile olan kadın doğurmadıkça, hamile olmayan kadın bir hayız görmedikçe kendisi ile ilişkide bulunulmaz.” buyurduğunu rivayet ederler (Ebu Davud, 2157; Hâkim, 2/195. Ebu Saîd el-Hudrî’den) Yine Tirmizî’de Irbâz b. Sâriye’den: “Peygamber’in karınlarındakileri doğurmadıkça, esir edilen kadınlarla cimada bulunmayı haram kıldığı” nakledilmiştir. (Ahmed, 4/127; Tirmizî, 1564.) Peki bu hadislerde anlatılmak istenen nedir? İlk hadiste geçen, “Acaba bu adam, çocuğu mirasçı yapmak kendisine helâl olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapar. Onu köle gibi kullanmak kendisine helâl olmadığı halde, onu nasıl hizmetçi olarak kullanır.” sözü hakkında İbn Teymiyye şöyle derdi: “Onu nasıl kendisinden miras kalan bir köle yapar da, kendi oğlu olduğu halde onu köle istihdam eder gibi kullanır? Yine İmam, başkasından hamile olan bir cariye satın alıp da onunla doğurmadan önce ilişkide bulunan birisi hakkında; “Çocuk, satın alana ilhak edilmez, ona tâbi de olmaz. Aksine onu âzad etmesi gerekir. Çünkü çocuğa kendisi de ortak olmuştur. Zira su (meni), çocuğun gelişmesine katkıda bulunur.” demiştir. Ebum-Derdâ, Peygamber’den yukanda aktarılan hadisi rivayet eder. Hadisin anlamı şudur: Başkasından hamile olan kadınla cima eden kimse, eğer o çocuğu kendi nesebine katar ve mirasına ortak ederse, bu helâl olmaz. Çünkü kendi çocuğu değildir. Eğer onu, (köleden doğma olduğu için) köle olarak alır ve istihdam ederse, bu da helâl olmaz. Çünkü su (meni) çocuğun gelişiminde etkili olduğu için onun oluşumuna ortak olmuştur. Hadisimizde, hamile bir kadının nikâhlanmasımn haramlığma açık bir delâlet vardır. Gebeliği ister kocadan ister efendisinden olsun, ister şüphe yolu ile veya zina mahsûlü olsun farketmez. Bu konuda ihtilâf yoktur. (İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/256-257.) O devirdeki inanışa göre anne karnında çocuk varken cinsel ilişkiye girilirse, erkeğin menisinin, anne karnındaki cocuğa bir şeyler katar ve böylece çocuk köle sahibinden bir parça alır yani kendi evladı olur. Buda köle sahibinin çocuğu kabuletmesi ve mirascı yapmasını gerektirir. Doğacak bu cocuğu köle yapamaz, satamaz ve çocuk kız ise ileride cinsel ilişkiye de giremez. Görüldüğü gibi burada vurgulanan ve endişe edilen konu savaşlarda ele geçen kadınların istismara uğraması, tecavüz edilmeleri veya aşalanmaları değil bu insanlık dışı muameleler sonucunda hamile kalmaları ve bu


hamilelikten doğacak çocukların ne şekilde doğduğudur. Eğer usulune uygun davranlımazsa bu çocuklar köle yapılamaz, alınıp satılamaz ve 8-9 yaşlarına geldiğinde ise cinsel ilişkiye girilemez olduğu vurgulanmaktadır. “Araplar arasında her gün vukû bulan çarpışmalar, emniyetsizlik, şekâvet, yağmacılık, adam öldürmek, Arabistan’da yetimlerin çoğalmasının başlıca sebebiydi. Lâyıkı vechiyle bunları düşünenler de yoktu. Ne arayan vardı, ne soran. Birçoğu babalarının mirasından mahrum kalırdı.” (Seyyid Süleyman en-Nedvî, İslam Ahlak Nizamı, s. 191.) İslam’ın ilk çıktığı devirlerde, Din savaşları, bu savaşlarda kadınların ve kızların esir alınıp köleleştirilmesi ve bu bahtsız kadınların esir alındığı andan itibaren tecavüze uğraması pek çoğunun hamile kalması sonucunu doğurmuştur. İşte bu tecavüzler neticesi köle yani cariye kadınlardan babası belli olmayan çok sayıda yetim çocuk doğmaktaydı. Sonuc olarak din savaşları ve islami inanç sistemi elele verip kendi yetimlerinini yaratıyordu. Bu insanlık dışı uygulama Malesef din kisfesi ve peygamberlik görüntüsü altında yapılmış ve ilahi bir hak görülmüştür. Yetim kızların istismarı Maalesef Kuran’da da kendine yer bulabilmiş. Şunuda iyi bilmek gerekir; Kuran’da ki Nisa suresi yetim suresi değildir. Kadın suresidir. Buradaki yetimler de kadınlardır. Yetim kızlar konusunda İslamcılar insanları yanıltmak için ”İslam dini yetimleri çok düşünmektedir ve İslam yetimleri korumaktadır” diye propaganda yaparlar, masum ve iyi niyetli insanlarımız da bu yalana inanırlar. NİSA-3, 4, 5, 6 “Eğer, yetim kızlar hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur. Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin. Eğer kendi istekleriyle o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa, onu da afiyetle yiyin. Allah’ın, sizin için geçim kaynağı yaptığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin. O mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. Yetimleri deneyin. buluğ çağına erdiklerinde, eğer reşid olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. kim zengin ise tenezzül etmesin. Kim de fakir ise, aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” Hepimizin bildiği gibi Türk toplumunda bir kimsenin himâyesi altına aldığı bir yetim kızı kendine nikahlaması hoş görülmez, ayıplanır ve toplumdan da büyük tepki görür, Hele bu durmdaki bir kızla bluğ çağına girdiğinde (9 veya 10 yaşlarında) nikah kıyılıp, cinsel ilişkiye girilmesi sübyancılıkdır ve ahlaksızlık olarak görülür. Sadece Türk toplumu değil çağdaş yaşamı benimsemiş, ahlak sahibi ve insan haklarına değer veren her toplumda bu böyledir. Velisi olunan yetim kızların cinsel istismarı Arap örf ve adetidir, islam öncesi dönemde arap toplumunda uygulanan bu gelenek İslamın


yayıldığı ilk yıllarda da aynı şekilde devam etmiş, buda yetmemiş Kuran’da kendine yer bularak ilahi bir hakka dönüştürülmüştür. İsterseniz yetim ve öksüz ne demektir ona bakalım; Öksüz, annesi ölmüş olana denir.Yetim ise babası ölmüş çocuktur Öksüz kelimesi, annesi hem babası ölmüş çocuk anlamında da kullanılır. İslamcıların dediği türden bir yetimlik olsa kullanılan deyimin yetim yerine öksüz olması gerektiğini sanırım anlamış olmalısınızdır. Açıktır ki burada yetim annesi belli (Cariye) babası belli olmayan kız çocucuğudur. Tabi ki normal babası ölmüş çocuklar içinde bu ayet hükümleri uygulanacaktır. Fakat onlarda veli olarak dede, dayı, amca vb aileden kimseler mutlaka vardır. Peki gelelim Kuran da sure’lere girecek kadar önemli olan bu kızlar neden yetim dir? 1-Savaş ganimeti Cariyeler ilk esir alındıkları anda tecavüze uğramları sonucu hamile kalması veya sonrasında ganimet hissesi olarak payına düştüğü sahibi olan kimselerle cinsel ilişkiye girmesi sonucu hamile kalması. 2-Savaş ganimeti Cariyelerin sahipleri tarafından misafirlere peşkeş çeilmesi sonucu hamile kalması 3-Savaş ganimeti köle Cariyelerin Sahibinin ( cariyelerinizin gönlü olmuyorsa fuhuş yaptırmayın dediği ayeti hatırlıyorsanız) yaptırdığı bu fuhuş işlemi sırasında hamile kalması 4-Savaş ganimeti köle Cariyelerin Alım satımlar sırasında hamile kalması 5-Savaş ganimeti Cariyelerinden sıkılan kişinin değişmeden önce hamile kalması 6-Cariye alındığı savaştan dönerken uğradığı tecavüzler sonrası hamile kalması Küçük yetimler bu ilişkiler sırasında cariyenin hamile kalması sonrasında doğarlar. Doğan kızların babasının kim olduğunun belli olması mümkün değildir. Böyle karmakarışık bir sonuç nedeniyle küçük kızlar yetimdirler. Baba ölü değildir. Babanın kim olduğu belli değildir.Yani babası öldüğü için yetim kalmamıştır. Babası belli olmadığı için yetim kalmışlardır. Bu kadar çok sayıda olup ayetlere girme nedenleri budur. Müslümanların en korktuğu şey ilişkiye gireceği cariyenin yetim kızının kendi öz kızı olma olasılığıdır. Bu nedenle ayette eğer yetim kızlarla birlikte olmaktan endişe duyarsanız istediğiniz kadar başkalarıyla olabilirsiniz diye yazar. Eğer yetim kızlar konusunda korkarsanız.Yetimin kendisinden korkacak değildir. Korkma konusu adaletsizlik mal mülk konusunda olamaz Yetim kız cariyesiyle kendi yaptığı ilişkiden olmuş kendi kızı da olabilir. Cariyesini ikram ettiği misafirlerden birinin kızı da olabilir. Çok eşle evlenme izninin verildiği ayetin başında yetim kız yazmasının nedeni budur.


Eğer yetim kızın kendinizden olduğundan şüpheniz varsa çekiniyorsanız onu düşünmeyin maddi gücünüz yettiğince istediğin kadar kadınlardan sahip olabilirsiniz. İnsan kıza hangi konuda adaletsizlik yapabilir? Burada ki yetimler de küçük kadınlardır. Bı kızlarla evlilik yaşı 6 ilişkiye girme yaşıysa 9 dur. (Ayşe’nin evlilik ve ilişkiye girme yaşları islam Fıkıhında esas alınmıştır) Görüldüğü üzere nisa suresinde görülen yetimler bildiğimiz yetimler değildir. Bir erkeğin hem annesiyle hemde yetim kızıyla olduğu ve erkeğin velisi bulunduğu durumu anlatmaktadır. Ayrıca bu yetim kız cariyesiyle kendi yaptığı ilişkiden olmuş kendi kızı da olabilir.İkram ettiği misafirlerin kızı da olabilir.Başkalarının da olabilir. Yetim kızlar konusu o kadar net ve açıktır ki neden doğrular söylenmez siz karar verin. İslamın kendi ortaya çıkardığı bir yetim kızlar ordusudur. Müslüman dünyasında kölelik dış baskılarla kalkana kadar cariye ve yetim kızlar tarih boyunca hep vardır. Dilerim gerçeği görebilirsiniz.

9-Pedofilinin (sübyancılığın) Kuran’daki Yeri İslam’da gerekli evlilik yaşı konusunda belirlenen bir sınır yoktur. Fıkıh açısından teorik olarak bebek de, yüzellilik ihtiyar da evlenebilir. Evlenen kızın nikah için büluğ çağına ermesi şart değildir, ancak cinsel ilişki için kız çocuğunun büluğ çağına girmiş olması gerekli olduğu görüşü hakimdir. Öncelikle İslam Fıkıhında bluğ çağı nedir onu görelim; İslâm’da müminlerin yapması veya yapmaması gereken bir takım emir ve yasaklar vardır. Bunlara farz, vacip, sünnet, helâl, mübah, mekruh ve haram denmektedir. Müslümanlar bunlardan bir kısmını yapmakla, bir kısmını da yapmamakla yükümlüdürler. Bu yükümlülük islami anlayışa göre büluğ çağı dediğimiz yaşa gelince başlar. Bu nedenle İslâm’ın bülûğ çağı ile çok yakından ilgisi vardır. Bülûğ çağının başlangıcı, kızlarda dokuz (9), erkek çocuklarda oniki (12) yaşın bitimidir. Son sınırı ise soğuk iklimlerde veya anormal hallerde erkeklerde onsekiz; kızlarda da onyedi yaştır. Artık erkek onsekiz, kız da onyedi yaşına gelince bülûğa ermiş sayılırlar. Ancak kız veya erkek, bülûğa erme sınırının son yaşlarına gelmeden, uykuda veya uyanıkken ihtilam olurlar, menileri gelir veya kadın ve erkek evlenmeleri halinde biri hamile kalmaya, diğeri de hamile bırakmaya müsait duruma gelirlerse, artık bülûğa ermiş sayılırlar. (Mecelle, mad. 985) Yukarda yazılan hükümlere kaynaklık edense; Ayşe’nin Muhammed’le yaptığı evlilik yaşı ve bu evlilikte zifafa (cinsel ilişkiye) girdiği yaşıdır. İslam’ın küçük, çok küçük yaştaki kızların evliliğini meşrulaştırması çok tartışılan bir konu olmuştur. Fakat bu tartışmalar genellikle, peygamber sünneti (Ayşe’nin yaşı meselesi) ve hadisleri etrafında yürütülür.


Oysa, İslam’a göre çok küçük yaştaki (büluğa bile girmemiş) kız çocuklarıyla evlenmenin ve bu kızlarla cinsel ilişkinin meşru olduğu, bizzat Kuran’da açık seçik bir şekilde yazmaktadır. Talak-4 “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” ARAPÇA:“Vellâî yeisne minel mahîdı min nisâikum inirtebtum fe iddetuhunne selâsetu eşhurin vellâî lem yahıdn(yahıdne), ve ulâtul ahmâli eceluhunne en yada’ne hamlehunn(hamlehunne), ve men yettekıllâhe yec’al lehu min emrihî yusrâ(yusren). “ Bu ayette geçen “Lem yahidne” henüz adet görmemiş demektir. Lem eki, geçmiş ile bugünü kapsar. Yani burada geçmişte hiç adet olmamış ve bugün de adet olmamış anlamındadır. Bakara-228 ve İddet (Boşanmada bekleme süresi) Boşanma anlamına gelen ”Talak” kelimesinden anlaşıldığı üzere 12 ayetlik bu sure boşanma konusunu işler. Nüzul sırasına göre daha önce gelmiş olan Bakara suresinin de bir ayeti bu konuda net bir hüküm getirmiştir. Bakara-228 “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Görüldüğü üzere, Bakara suresinin 228. ayeti, boşanmanın kesinleşmesi için ”üç ay hali” müddetince bir süre belirlemiştir. Bu ”bekleme süresi’‘ne İslam ıstılahında ”iddet’‘ denilir. İddet boyunca, kadın -boşanma henüz kesinleşmemiş olduğundan- bir başkası ile evlenemez. Erkek, bu mühlet içerisinde geri dönerse (barışırsa) evlilik devam eder, yani boşanma vuku bulmaz. İddet süresi, çift birleşmeden biterse boşanma kesinleşmiş olur. İddet süresi, yukardaki ayette kadının üç ay hali (adet hali = hayz hali) olarak belirlenmiştir. İslam alimlerince ”iddet”in gayeleri şu şekilde açıklanır: 1-Fevri boşanma kararları ile nikahın bitmesi önlenmiş olup, hukuken evliliği kesin olarak bitirmeden tekrar düşünme ve barışma imkanı verilmiştir. Böylece geçici öfke ve benzer durumlardan dolayı yuvanın yıkılması engellenmiş, evlilik müessesesinin önemi vurgulanmıştır.


2-İddet olmasa idi, kadının boşanmasından kısa bir süre sonra hamile kalması durumunda, nesebin karışması ve dedikodu çıkması tehlikesi söz konusu olurdu. İddet sayesinde (ki kadınlar bu süre boyunca evlerinde tutulur) bu tehlike de önlenmiştir. Bu süre içerisinde kadının hamile olduğu ortaya çıkarsa, boşayan kocanın çocuğun babası olduğu anlaşılır. Ahzab-49 ve iddet (Boşanmada bekleme süresi) Ahzab Suresi’nin 49. ayetinde ise, evli çift henüz cinsel temasda bulunmamışsa, boşanma durumunda, iddeti beklemeye gerek olmadığı açıklanır: Ahzab-49 “Ey inananlar! Mümin kadınlarla nikahlanıp, onları, temasta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar için size iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle serbest bırakın.” Talak Suresi (1, 2, 3 ve 4. Ayetler) Şimdi gelelim asıl konumuz olan Talak Suresine ve bu surenin 4. ayetine. Talak-1 “Ey peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde, onları iddetlerini dikkate alarak (temizlik hâlinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah’a karşı gelmekten sakının. Apaçık bir hayâsızlık yapmaları dışında onları (bekleme süresince) evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, sonra yeni bir durum ortaya çıkarır.” Talak-2 “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce tutun, yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” Talak-3 “Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.” Talak-4 “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” Hepsini Toparlayalım: 1-Bakara-228′de boşanmanın kesinleşmesi için bir bekleme süresi (iddet) şart koşuluyor ve bu süre kadının üç ”ay hali” (adet hali = hayz hali) olarak belirleniyor.


2-Ahzab-49′da eğer evli çift cinsel ilişkide bulunmamışsa, boşanma durumunda bu süreyi beklemeye lüzum olmadığı söyleniyor. 3-Talak-1, 2, 3′de tekrar (Bakara-228′deki) boşanma süresine atıfta bulunarak, bu süre ile ilgili bir takım düzenleme ve tavsiyeler getiriliyor. 4-Talak-4′de ise, bekleme süresinin (iddet’in), hayız görmeyen kadınlarda ne kadar olacağı bildiriliyor ve Hayız görmeyen kadınlar üç gruba ayrılıyor: (a)Adetten kesilenler = üç ay (b)Küçük olduğundan henüz adet görmeyenler = üç ay (c)Hamileler = doğuma kadar. Ayetin bu açık lafzı, yaşı küçük olduğundan dolayı henüz adet görmeyen kızları da kapsamakta Aslında bu, ”meal kaynaklı” bir sorun değil çünkü aşağıda örnekleyeceğim üzere, Arapça bilen (hatta Arap olan) müfessirler de, bu ayeti bu şekilde tefsir etmişlerdir. Ama yine de bunu teyid eden muhtelif meal örnekleri de verelim: Diyanet İşleri Eski: ”Kadınlarınızdan ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda” Diyanet İşleri Yeni: ”Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda” Ömer Nasuhi Bilmen: ”Ve o kadınlar ki, hayızdan kesilmişlerdir veya hayız görmeye başlamamışlardır” Süleyman Ateş: ”(Yaşlılıklarından ötürü) Adetten kesilen kadınlarınızın (bekleme süresinden) şüphe ederseniz, (bilin ki) onların bekleme süresi üç aydır. Henüz adet görmeyenler de böyledir. ” Ali Bulaç: ”Kadınlarınızdan artık adetten kesilmiş olanlarla henüz adet görmemiş bulunanların iddet (bekleme süre)leri” Suat Yıldırım: ”Kadınlarınızdan âdetten kesilenlerin iddetinde tereddüt ederseniz, onların iddet süreleri üç aydır. Henüz âdet görmeyenlerin de süreleri böyledir.” Şaban Piriş: ”Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlar eğer tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Henüz âdet görmemiş olanlar da böyledir.” Ümit Şimşek: ”Hayızdan kesilmiş hanımlarınızın iddetinde şüpheye düşerseniz, onların da, henüz hayız görmemiş olanların da iddeti üç aydır.” Bütün bunlardan zorunlu olarak çıkartmamız gereken sonuç:


Talak-4′te, yaşı küçük olduğundan dolayı henüz adet görmeyen, yani büluğ çağına girmemiş olan kızların boşanma durumunda bekleme süresinin 3 ay olduğu yazmaktadır. Dolayısı ile, Kuran’a göre, bulüğ çağına girmemiş, henüz adet görmeyen küçük kızlarla evlenmek caizdir. Ahzab-49′da cinsel temas olmadan boşanılırsa, bekleme süresi olmadığı söylenir. Dolayısı ile, Kuran’a göre, büluğ çağına girmemiş küçük kızlarla sadece evlenmek değil, cinsel ilişkide bulunmak da (kocası için) caizdir. Yukardaki ayetlerden çıkan zorunlu sonuç budur. Şimdi bir de, İslam alimlerinin konu ile görüşlerini alalım. Bu konuda Mevdudi, oldukça açık sözlü bir şekilde ayetlerden zorunlu olarak çıkan sonucun adını koyuyor: Mevdudi, Tefhimu’l Kuran, Talak-4′ün tefsiri Büluğa ermediği için hayız görmeyen veya bazı nedenler dolayısıyla geç hayız gören ya da çok büyük bir istisna olup da hiç hayız görmeyen kadınlar, hayızdan kesilmiş kadınlar gibi talaktan sonra 3 ay iddet beklerler. Kur’an’ın bu açıklamasına göre, burada “Mudhale” (kocasıyla gerdeğe girmiş) bir kadının sözkonusu olduğuna dikkat edilmelidir. Çünkü mübaşeret olmasaydı eğer, iddet sözkonusu olmazdı. (Bkz. Ahzab: 49) Bu yüzden, henüz hayız görmeye başlamamış kızların, iddetinin beyan edilmesinden anlaşıldığına göre, bu yaştaki kızlarla evlenmek ve kocalarının kendileriyle cinsel ilişkide bulunması caizdir. Dolayısıyla Kur’an’ın caiz gördüğü bir davranışı hiçbir Müslümanın yasaklamaya hakkı yoktur. Diğer müfessierler, zorunlu sonucun adını koymaktan kaçınsalar da, en azından Talak-4′te, yaşı küçük olduğundan dolayı henüz adet görmeyen kızların da kastedildiğini açıkça söylemekteler: İbn-i Kesir, Hadislerle Kuran-ı Kerim Tefsiri (Çağrı Yayınları), çevirenler: Prof. Dr. Bekir Karlığa / Prof. Dr. Bedriddin Çetiner, Talak-4′ün tefsiri: Allah Teâlâ, yaşlılık nedeniyle âdetten kesilmiş olan kadınların iddet müddetinin âdet gören kadınlarla ilgili olarak Bakara sûresinde (228. âyet) belirtildiği gibi üç temizlik üzerine üç ay olduğunu belirti*yor. Henüz âdet yaşına erişmemiş olan küçük kızların da âdetten kesil*miş hanımlar gibi üç ay iddet bekleyeceklerini bildiriyor. Ömer Nasuhi Bilmen, Kuran Tefsiri, Talak-4′ün tefsiri


Ve o kadınlar ki, altmış veya elli beş yaşında oldukları için hayzdan kesilmişler veya pek genç oldukları için henüz hayz görmeğe başlamamışlardır, eğer bunların boşandıkları vakit iddetleri hususunda şüpheye düşmüş iseniz biliniz ki: onların iddetleri üç aydır. Bu kadar müddet bekleyince kendilerini boşamış olan kocaları ile bağları tamam kesilmiş olur, artık başkaları ile evlenebilirler. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini – Kuran Dili, Talak-4′ün tefsiri Bunlar gerek on yedi yaşından küçük olup henüz büluğa ermemiş olduklarından dolayı hayız görmemiş olanları ve gerek büluğ yaşının en üst sınırı olan on yedi yaşını geçmiş, binaenaleyh yaş itibariyle büluğa ermiş oldukları halde âdet görmeyenleri kapsamaktadır. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kuran Tefsiri (Anadolu Yayınları), Talak4′ün tefsiri İniş Sebebi: Ubey b. Kâb (R.A.), Peygamber Efendimize: «Ya Resûlellah! Kadınların iddetiyle ilgili âyet inince Medineli bazı kişiler, ayhalinden ümidi kesilenle henüz ayhali olmayan kadınların ve bir de hâmile kadınların iddeti hakkında Kur’ân’da bir açıklama ve hüküm yoktur, diyorlar. Bu hususta ne buyurursunuz?» diye sorunca, ilgili âyetler indi. (…) Yaşı küçük olduğundan henüz ayhali görmüyorsa, o da boşandıktan sonra üç ay bekler; bu süre dolmadan başka biriyle evlenemez. Ali Küçük, Besairu’l Kuran (Adım Yayınevi), Talak-4′ün tefsiri Yaşlılıklarından dolayı hayızdan kesilmiş, hayızdan ümidi kesilmiş, hayız görme dönemi bitmiş ve henüz hayız görmemiş, hayız görecek yaşa gelmemiş kadınların iddetleri hususunda bir şüpheye düşerseniz, bilesiniz ki onların iddetleri üç aydır. Gebe olan kadınların iddetleri ise doğumları ile tamamlanmış olur. Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kuran Tefsiri (Üçdal Neşriyat), Talak-4′ün tefsiri Vacip Tealâ kadınların hayız görenlerinin iddetini beyan buyurunca huzur-u risalette bulunan ashaptan (Müaz b. Cebel) ”Ya Resulallah! Hayız erbabının iddetini bildik. Erbab-ı hayızdan olmayanların iddeti nedir?” ve diğer bir kimsenin dahi ”sabiyye olanların iddeti nedir?” ve bir başkasının da ”karnında çocuk olanların iddeti nedir?” demeleri üzerine şu suâl olunan hatunların iddetlerini beyan etmek üzere buyuruyor: ”Talâk verdiğiniz nisvandan sol hatunlar ki onlar hayızdan kesilmekle çocuk getirmekten me’yııs oldular. Eğer onların iddetlerinde şüphe ederseniz onların ve hiç hayız görmeyen sabiyye hatunların müddet-i iddetleri üç aydır ve üzerleri çocuklu olan hatunların gerek mutalleka olsun ve gerek kocaları vefat etmiş olsun iddetleri üzerlerinde olan doğuruncaya kadardır.


Yani elli-ellibeş yaşını tecavüz etmekle hayızdan ve çocuktan ümidi kesilmiş me’yus ve yaşlı olan kadınlara ve henüz sinn-i rüşde baliğ olmamış sabiyye olanlara talâk verip de iddetinde şekkederseniz onların iddetleri eğer talâk ayın bidâyesine tesadüf ederse o ayın ibtidası ve ayın ortasına tesadüf ederse gün hesabiyle üç aydır.

10-Eski Türklerde Kadına Verilen Değer ve Müslümanlık 1-Türklerin en eski destanlarından biri olan Yaratılış Destanı’nın da Yaratan’a ilham veren ”Ak Ana ” adında ki kadındır. 2-Oğuz Kağan Atamızın kutlu eşlerinden biri mavi bir ışıktan,diğeri kutsal bir ağaçtan doğmuş olağanüstü kadınlardır. 3-Bilge Kağan kitabesinde Kağan ”Sizler Anam Katun, Büyük Annelerim, Hala ve Teyzelerim, Prenseslerim.” sözleri ile hitabına başlar. 4-Eski Türk inancına göre ”Han ile Katun” gök ve yerin evlatlarıdır. Kadının yeri yedinci kat göktür. 5-Eski Türk destanlarında kadın erkeğinin her daim yanındadır. Kadın erkeğinin güç ve ilham kaynağı kabul edilirdi. 6-Türk kültüründe destan kahramanları iyi ata binen, iyi savaşan, iyi kılıç kullanan kadınlarla evlenmek istemektedirler. Örnek olarak Korkut Ata’nın Bamsı Beyrek hikayesindeki Banu Çiçek Katun’u verebiliriz. 7-Eski bir Türk atasözü; ”Birinci zenginlik sağlık,ikinci zenginlik iyi bir kadın.” 8-Savaşta kadınların düşman eline geçmesi büyük bir utanç sayılırdı. 9-Oğuz Kağan destanından öğrendiğimize göre ırza tecavüzün cezası ölüm veya gözlere mil çekilmesiydi. Arap gezgini Ahmed bin Fadlan,Türklerin tecavüz suçlusunun bacaklarından çapraz bağlanmış iki ağaca bağladığını ve ipin kesilmesi sureti ile bacakların ayrıldığını hatıralarında belirtir. Not: “Kadınlar ve erkekler hep beraber çırılçıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre büyük suçlardandır” diye aktarıyor Fadlan. Ahlak anlayışımızın ne kadar geliştiğinin bir göstergesi değil midir kadın erkeğin kardeşçe birlikte yıkanması fakat kim kötü gözle bakarsa da ona ölüm cezası verilmesi.


10-Yine Arap gezgini olan İbn’i Batuta şöyle der ” “Burada tuhaf bir hale (Araplar için tuhaf tabi) şahit oldum ki o da Türkler’in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.” 11-Kağanın buyrukları yalnız “Kağan buyuruyor ki” ifadesiyle başlamışsa geçerli kabul edilmezdi. 12-Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi. Mesela büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Tanrıkut Mete Han’ın Katunu imzalamıştır. 13-Ebul Gazi Bahadır Han, Secere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmaktadır. 14-Kadının yüceliği Altay Dağları’nın en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilerek yaşatılmıştır. (Muhteşem bir örnek) 15-Eski Türklerde kadın miras hakkına sahipti. Kadının kendine ait mülkü mevcuttu. Kadının bunu istediği gibi kullanma hakkı vardı. (Bir de İslam hukukundaki miras hakkına bakın kıyaslayın!) 16-Eski Türklerde koca karısını boşayabildiği gibi, kadın da kocasını boşayabilirdi. (İslam’da sadece erkek “boş ol” diyebilir) 17-Samanlara gore kadinlarin mistik kuvvetleri daha fazlaydi onun icin samanlar sac uzatir ve ayinlerde kadin kiyafeti giyerdi. Türk gelenek ve adetleriyle Müslümanlığın getirdiği kuralları karşılaştırırsak ne demek istendiğini daha iyi anlayabilirsiniz.İşte Türklerin Müslüman Arap olamamalarının nedenleri: TÜRKLERDE KADIN Türklerde kadınlar Ülke yönetimde ve evde söz sahibidir. Anaerkil bir aile yapısı vardır. Kadın ve erkek eşit yükümlülükler üstlenirler. Ailede erkeklerden çok kadının sözü geçer.Kadın çalıştığı için erkeğin bakımına ihtiyacı yoktur. Türk kadınları saygı ve sevgi görür yüceltilir. Türklerde kadınlar ve erkekler birlikte çalışırlar. Ailenin yürütülmesini beraber sağlarlar. Göç kurar hayvan otlatırlar. Kılıç kuşanır,silah ve ok kullanır kadın erkek beraber savaşır. Türkler kadınlar ve erkekler birlikte yemek yerler. Toplum içinde bir arada oturur sohbet ederler, Bir arada eğlenir, oyun oynarlar. Türkler de kadınlara cinsel meta olarak bakılmaz. Erkek kadın ayrımı Türklerde yoktur ve tarih boyunca hiç olmamıştır. Kadınları ve kızları için can verirler savaşırlar. MÜSLÜMAN ARAPLARDA KADIN


Müslümanlarda ise Ataerkil bir yapı vardır. Ailenin tek hakimi erkektir. Erkek ne derse o olur. Kadınlar ülke yönetimine ve evdeki yönetime katılma hakkına sahip değillerdir. Müslüman Araplarda haremlik selamlık vardır. Eşler dışında erkekler ve kadınlar aynı yerde bulunamaz. Müslümanlarda Kadın tamamen örtünür ve erkeğin arkasından takip eder,yanında yürüyemez. Müslüman kadınları diğer erkeklerin görmesi yasaktır. Kadının evden çıkması dinen yasaktır. Kadın sadece cinsel öğe olarak düşünüldüğü için erkeğin nefsini uyandırır diye örtünmesi istenir. İslam da erkek maddi gücün yettiğince sayısız kadınla evlenebilir. Sayısız köleyi cariye edinebilir. Kadınlar Savaşta veya başka bir şekilde kocası öldüğünde bir yeteneği ve çalışma izni olmadığından başkaları tarafından nikahlarına alınırlar.Erkek kadını dövme hakkına sahiptir. Erkekler kadını boşama hakkına sahiptir.Kadının boşanma hakkı yoktur. Kuran da mirasta kadın erkeğin yarısı kadar pay alırlar. Kadınlar kurana göre akıllı görülmediklerinden kadının şahitliği kabul edilmez. Müslümanlarda evlilikte kızlarda alt yaşı sınırı yoktur.Küçücük kızlarla evlenmek serbestir. Erkek kadını yedirip giydirmek yükümlülüğünü yerine getirip üzerinde her hakka sahiptir. Sonuç: Atalarımızın kadına verilen değeri tüm açıklığıyla gördük. Eğer Türk Milleti İslamiyete kapılmasaydı bugün dünyanın en medeni, en uygar ve en eşitlikçi toplumu Türklerdi. Türk Kadını için kötü günler müslümanlıkla beraber başlamıştır. Genede Türklüğün verdiği kültürel farklılıkla Türk kadınları Arap kadınları kadar aşalanmamış genede eskisi kadar olmasa da değer görmüştür. Günümüzde Türk kadınına verilen değerin kaynağı Müslümanlık değil binlerce yıllık Türk kültürüdür. Bunun aksini kimse iddia etmemeli.

07- İSLAM’DA GANİMET HÜKÜMLERİ 1-İslam Hukukun’da Ganimet: Ganimet hükümlerinin öncelikle İslam Hukukunda ki yerini görelim İslam, hukukunda, savaşta müslüman askerlerin kuvvet kullanarak düşmandan zorla aldığı eşya, hayvan, savaş esirleri ve arazi Mecazi olarak bir tesadüf sonucu ele geçen beklenmedik mal ve eşyaya da Ganimet denir. Ganimet, islam ülkesine getirilince bölüştürülür. Taksim edilmeden önce kimsenin mülkü olmaz ve askerin bu hakkını, mülkü olmadan satması islam hukükunda geçerli değildir Savaşta düşmandan elde edilen şeyler 1-Esir alınan erkekler 2-Sabiler, esir alınan kadın ve çocuklar


3-Savaşta ele geçirilen at, silah, eşya gibi her türlü menkul taşınabilir mallar 4-Gayri menküller araziler, binalar, vs.. Yerden çıkarılan altın, gümüş, demir, bakır gibi madenler ve defineler de Ganimet, kabul edilir ve ganimet hükümlerine tabidirler. ganimetlerin taksimi Ganimet mallarının bölüştürülmesinde, husüsi hükümler vardır. Umümi olarak, ganimetin beşte biri beytülmale devlet hazinesine konulur. Kuranda ganimetle ilgili belli başlı ayetler; Enfal-1 “Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resûlüne itaat edin.” Haşr-6 “Allah’ın, onlardan (mallarından) Peygamberine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kadirdir.” Eğer ortada savaş yapılmadan, at koşturmadan elde edilen bir ganimet varsa, bu ganimet doğrudan Allah’ın Resulüne aittir, çünkü Allah bu ganimeti Resulüne vermiştir ve burada diğerlerinin bir hak iddia etmesi söz konusu değildir Haşr-8 “Allah’ın verdiği bu ganimet malları, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.” Fetih-20-21 “Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimet vâdetmiştir. (Bu ganimetlerden) işte şunları hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve sizi dosdoğru yola iletsin. Henüz elde edemediğiniz başka ganimetler de vardır ki, onlar Allah’ın bilgi ve kudreti dahilindedir. Allah, her şeye kadirdir. “ ENFAL 41 “Eğer Allah’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.,” ENFAL 69. “Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helal olarak yiyin; Allah’tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. “ Ganimetlerin beşte biri devlet hazinesine alınır, beşte dördü ise savaşa katılmış olan askerler arasında bölüştürülür. Süvarilere iki hisse, piyadelere bir hisse verilir. Ganimet malları İslam Hukukuna göre başlıca şu kısımlara ayrılır


1-Müslümanlarla savaşırken, onların eline geçen düşman erkeklerine esir denir. Devlet başkanı veya savaşa gönderdiği komutanlar, esirleri, öldürme veya köle yapmak hükümlerinden birini uygulamada serbesttirler. Müslüman olurlarsa öldürmezler. 2-Esir alınan din adamlarının, ihtiyarların, aciz erkek ve kadınların öldürülmesi meselesine gelince bunlar, fikirleri ile ve diğer imkanlarıyla milletlerini, kavimlerini savaşa teşvikte bulunmuşlarsa veya bulunuyorlarsa, yakalandığı zaman öldürülürler. 3-Köle yapılan esirler, ganimetin, genel hükümlerine göre paylaştırılır. Beşte biri devlet hazinesinin. Geri kalanı askerlere dağıtılır. 4-Esir alınan kadın ve çocuklar, Hıristiyan ve Yahüdi iseler öldürülmezler. Köle muamelesi görürler. ganimetlerle birlikte, devlet hazinesinin beşte bir hissesi ayrılıp, geri kalanı savaşa katılanlara dağıtılır. Köle olan çocuklar annelerinden ayrılmazlar. 5-Düşmandan savaş esnasında alınan mallar, savaş sonuna kadar taksim edilmez. Bu bir tedbirdir. Düşman ülkesinde, savaş meydanında bölüşme yapılmaz. islam ülkesine dönünce yapılır. Dağıtmada usül önce düşman ölülerinin elbise ve techizatını dağıtmakla işe başlanır. 6-Savaşa giderken şart koşulmuşsa, herkese öldürdüğünün techizatı verilir. Techizat, düşmanın korunmak için giydiği elbiseleri, kullandığı silahı ve bindiği atıdır. Hadis yoluyla Kim bir şahıs öldürürse techizatı elbisesi, silahı, bineği, beraberinde bulunan malı, eşyası onundur. Hükme bağlanmıştır. Bir memleketin arazileri, düşmandan savaş ile alınırsa, toprağın beşte biri hazinenin Geri kalan üç türlü olabilir. a-Askere veya başka Müslümanlara bölüştürülür. Böyle topraktan her sene öşür alınır b-Toprak düşmanın elinde bırakılır. Böyle topraktan haraç alınır c-Devlet başkanı, toprağı kimseye vermeyip, devlet hazinesinin alır. Böyle toprağa miri toprak günümüzün Türkçesi ile devlet arazisi denir. Yukarda özetlenen şerri hükümler çerçevesinde bütün islam tarihi boyunca ele geçirilen ülkelerin, Erkekleri, kadınları, çocukları, evleri, hertürlü eşyaları, hertürlü hayvanları ve bütün arazileri ganimet adı altında islami kurallar çerçevesinde yağmalanmıştır. Bizler kabul etmek istemesek de hem Osmanlı devleti hemde diğer Müslüman devletler güçlü olduğu dönemlerde sömürgecilik yapmışlardır. Tabi bu sömürgecilik yakın çağlarda teknoloji sayesinde Avrupalıların yaptığı boyutlarda olamamıştır.


2-Ganimet Hükümleri ve Cenevre Sözleşmesi Bir önceki anlatımda da görüldüğü gibi Yağma, talan, hırsızlık, ırza geçme ve insan ticareti demek olan GANİMET olayı günümüzde uluslar arası anlaşmalara göre insanlık suçu teşkil etmektedir. Böyle bir insanlık suçu işlenerek elde edilen hertürlü kazancı helal kılan afiyetle buradan elde ettiğiniz malları temiz! Ve helal olarak yiyin, diyen bir Tanrıya inanmayı insanlığıma yakıştıramam. İnsani değerlere bağlı olan herkezin de yedirememesi gerekir. ENFAL 69. “Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helal olarak yiyin; Allah’tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. “ Günümüzde müslümanlar Ganimet olayını savaş tazminatı olarak lanse ederek işin içinden çıkmaya çalışmaktadırlar. Oysa savaş tazminatı iki ülke arasında Uluslar arası hukuk çerçevesinde yapılan anlaşmalarla alınıp verilebilen bir olaydır, Cağdaş hukuktan haberi olmayanlar, bu çağdışı hükümleri savunmak için böyle garip bir mantık yürütürler. Buna engüzel örnek 2.Dünya savaşında sonrası verilebilir. Savaşta galip gelen devletler Almanya ve müttefiklerinden tazminat talep etmemişlerdir. Bunun yerini savaşın yarasını sarmak için savaştan zarar gören bütün devletlere yardımlar yapılmış yıkılan altyapı onarılmıştır. İslama gönül veren herkez lütfen düşünün Savaşta; erkekleri esir edip köle olarak kullanmak, kadın ve çocukları esir olarak toplayıp köle olarak satmak ve cariye adı altında ırzına geçmek, Hertürlü gayri menkule el koyup satmak veya paylaşmak, Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamak bütün. Bunlar tazminat istemek mi yoksa hırsızlık mı? Kuran’da ki Ganimet hükümlerinin tarihi sonuclarına küçük bir örnek verelim: “Kırım için bir diğer önemli gelir kaynağı da kölelikti. Tatar askerlerinin “bozkır hasatı” adıyla Rusya bozkırlarından ve Kafkaslardan topladığı insanlar gerek köylerde çalıştırılmakta, gerekse satılmaktaydı. Bu kölelerin gelirinden han yüzde 10 ila 20 arasında değişsen “savğa” adlı bir miktar pay alıyordu. Bazı araştırmalara göre Kırım Hanlığı’nın yaşadığı süre içerisinde Ukraynalı, Kafkas, Çerkes, Rus, Leh gibi bir çok milletten toplam 3 milyon insan köle pazarında kullanılmıştı. Bu kölelerden en ünlülerinden biri de Hürrem Sultan’dı.” diğer savaşlarda yaşananları varın siz düşünün. Tabi o devirde sadece islam dünyası değil bütün dünyada savaşlarda; yağma, katliam, tecavüz ve hertürlü insanlık dışı uygulamalar sürüp gitmekteydi. Sözde evrensel olan İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da ganimet hükümleri ve sünnet yoluyla da peygamberin hayatı boyunca yaptığı savaşlarda uyguladığı kurallar esas alınarak İslam Savaş Hukuku şekillenmiştir. 19.yy kadar Müslüman Orduları; İslami kurallar çerçevesinde galip geldikleri


bütün savaşlarda mal, para, değerli eşyalar yağmalamış, kadınlar, kızlar, erkek çocukları ve eli silah tutan erkekler esir edilip köle/cariye olarak kullanmış, esir edilen bu insanlar alınıp satılmıştır. Üstelik bu hükümler Kuran’da yazdığı için ilahi bir hak görülmüş, ahlaksızlık ve insanlık suçu olduğu müslüman toplumlarda dini nedenlerle görülememiştir. Müslüman ülkelerde çağdışı ve insanlık onurunu ayaklar altına alan bu anlayış sürüp giderken, batılı ülkelerde başlayan aydınlanma çağı neticesi 18.yy sonlarında insanlık dışı uygulamalar olan; kölelik, cariyelik, savaş esirlerine kötü muameleler, ganimet amaçlı masum sivillerin para, mal, servet ve canlarının yağmalanması gibi olayların engellenmesi gerektiği bilinci oluşmaya başlamıştır. Bunun neticesinde 1789 Fransız ihtilâli sonucunda Fıransız Meclisinde, harp esirleri ve yaralıları hakkında bazı insanî kaideler kabul edilmiştir. 4 Mayıs 1792 de Fransız Millî Meclisi şu esasları kararlaştırmıştır: 1-Harp esirleri, Fransız milletinin himayesi altındadır. 2-Harp esirlerine yapılacak kötü muameleler, hareketler, bir Fransız vatandaşına yapılmış gibi cezalandırılacaktır. 3-Harp esirleri, cephe gerisine nakil edilecek kendilerine derecelerine göre, Fransız ordusu mensuplarının sulh zamanındaki aynı dereceler maaşlarına muadil para ödenecektir. Ayrıca,, Fransızların haiz bulundukları medeni haklardan da faydalanacaklardır.” Bu tarihten sonra daha iki kararname ile harp esirleri, yaralı ve hastaların Fransız askerleri gibi hastanelerde tedavisi sağlanıyor, esir mübadelesinde de ilkönce adama mukabil adam, dereceye mukabil derece prensibi kabul olunuyordu. Hernekadar yukarda yazılan kurallara zaman zaman Fıransız hükümetleri ve ordusu uymamış da olsa Fransız ihtilâlinin bu esasları savaşın insanileştirilmesi bakmamdan daha sonraki zamanlarda yapılan teşebbüsler için, bir başlangıç, bir hareket noktası teşkil etmişir. Bu insanlık adına büyük bir adımdır. Daha sonraları değişik tarihlerde Cenevre de çağdaş savaş kuku’nu oluşturan sözleşmeler imzalanmıştır. Bunlardan enson imzalanını 1948 yılında yürülüğe girmiş ve halende uygulamada olan sözleşmedir. Savaşında ahlakı ve kuralları vardır, bunun adıda 1948 Cenevre sözleşmeleridir. Bu sözleşmenin 50’nci maddesine göre ağır suçlar şunlardır: 50’nci Made: “Kasten adam öldürme, işkence, veya gayn insanî muameleler (bunlara biyolojik tecrübeler dahildir) Kasten büyük iztiraplara sebebiyet veren fiiller, sıhat ve vücut bütünlüğüne ağır tecavüzler, askeri zaruretlerin icabı olmaksızın, geniş bir ölçüde yapılan keyfi mal tahripleri, ve zaptları. “


Görüldüğü gibi Kuranın savaşta ganimet adı altında helal kıldığı yağmacılık günümüz modern hukukunda insanlığa karşı işlenmiş ağır suçlar kapsamına girmektedir. Yani şimdi Tanrı Allah 1789 yılında savaş esirlerini ve mallarını garanti altına alan fıransız yasalarından, 1948’de Cenevre sözleşmesini imzalayarak kuranda helal olan bu hükümleri insanlık suçu ilan eden kafirlerden daha mı az vicdana ve insani değerlere sahip? Kafirlerin yaptığı yasa daha insani, daha vicdanlı. Ben müslümanım diyen birinin bu gerçeği düşünmesi gerekir, bunu aklınız alıyor mu? Bu çirkinlikleri yaratıcıya nasıl yakıştırırsınız? Gönül isterdi ki Savaşlarda insanların canlarını, mallarını, insan haysiyet ve onurunu koruyan gözeten bu evrensel hükümler islamın esasları içinde olsun. Bizde bakın gördünüzmü kuran 1.400 yıl önce Ganimet adı altında yağmayı, Cariye adı altında kadınlara tecavüzü, köle adı altında insanların özgürlüklerinin onurlarının ayaklar altına alınmasını yasaklamış diyebilseydik. Kuranda yazansa malesef tam tersi Kuran insanlık dışı bu uygulamaları helal kılan ve ilahi bir hak haline getiren hükümlerle dolu. Alttaki bir islami siteden alınan yazıyı okuduğunuzda göreceksiniz ki bu çağdışı ve insanlık dışı uygulamayı hala bu çağda normal görüp buna “yüksek islam ahlakı!” diyebilen sözde insanlar olması bile insanlık için utançtır.

3-Ganimet Hükümlerine İslami Bakış ‘Ganimet’ kelimesi, sözlükte ‘bir şeyi zorluk çekmeden elde etmek’ demektir. İslâm hukukunda, ‘Müslümanların savaş yoluyla gayri Müslimlerden ele geçirdikleri esirler ve her türlü mal’ şeklinde tanımlanmakla birlikte ganimeti savaşta düşman askerlerinden elde edilen menkul mallara hasreden veya kısmen farklı şekilde tarif eden fakihler de vardır. Ganimet kelimesi ve türevleri Kur’an-ı Kerim’de aşağıdaki ayetlerde geçmektedir. Fetih-20, 21.“Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vaat etmiştir. İnananlar için bir belge olması, sizi doğru yola eriştirmesi için bunları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini çekmiştir. Bundan başka, sizin gücünüzün yetmediği fakat Allah’ın sizin için sakladığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kadir olandır.” Enfal-41“Eğer Allah’a, Furkan günü olan iki ordunun birbirleriyle karşılaştıkları günde kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Rasûlüne, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah her şeye gücü yetendir.”


Enfal-69“Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helal olarak yiyin. Allah’tan sakının, doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.” Enfal-70“Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere ‘Allah kalplerinizde bir iyilik bulursa, size sizden alınanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar, Allah bağışlayandır, merhamet edendir, de.” Enfal-71“Esirler sana hıyanet etmek isterlerse bilsinler ki esasen daha önce de Allah’a hıyanet etmişlerdi. Allah bundan ötürü onları yenmen için sana imkân verdi. Allah Bilen’dir, Hakîm’dir.” Fetih-15 “Savaştan geri kalmış olanlar siz ganimetleri almaya giderken, ‘Bırakın biz de sizinle gelelim’ diyeceklerdir. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: Bize uymayacaksınız. Allah sizin için önceden böyle buyurmuştur.’ Size, ‘Hayır, bizi çekemiyorsunuz’ diyecekler. Aksine, kendileri ancak pek söz anlayan kimselerdir.” Haşr-8 “Allah’ın verdiği bu ganimet malları, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.” Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ‘ganimet’ anlamında ‘nefel’in çoğulu olan ‘enfal’ kelimesi de kullanılmış olup özellikle ganimetle ilgili hükümleri açıklayan sekizinci sûreye bu ad verilmiştir. Nefel kelimesinde ‘fazlalık’ anlamı bulunduğundan, savaş sırasında ele geçirilen mal veya esirler savaşın amaçlarını gerçekleştirdikten sonra ilâve olarak elde edildiği için bu şekilde adlandırılmıştır. Nefel’in ganimet anlamındaki bu genel kullanımı yanında bazı âlimler, ganimetlerden Allah ve Peygamber hakkı olarak ayrılan beşte birlik paya, bazıları müşriklerden elde edilen her türlü gelir ve vergiye, bir kısmı ise devlet başkanı veya kumandanın savaşta üstün başarı gösterenlere vaat ettiği mallara da bu adı vermişlerdir. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. İslâm’dan önce Arap yarımadasında var olan geleneklere göre ordu komutanı elde edilen ganimetin dörtte birini kendisine ayırır, ayrıca umumî yağmadan önce ele geçirilen şeyler ve bölünmesi mümkün olmayan mallar da ona ait olurdu. Medine’ye hicretinden sonra Cahilliye devrinin bu uygulamalarını ortadan kaldıran Peygamber, Enfal sûresinin 69. âyetinde belirtildiği üzere ganimetin kendisine ve ümmetine helâl kılındığını bildirmiş (Buhârî, Humus, 8; Müslim, Mesâcid, 3, 5; Tirmizî, Siyer, 5.) ve ganimetin mahiyeti, elde ediliş şekli, taşınması ve taksimi gibi konularda yeni kurallar koymuştur ki bunlar hadis kitaplarının siyer, cihad, megazî, zekât, humus, fey, ticaret ve imaret gibi bölümlerinde geniş yer tutar. [AÇIKLAMA: Görüldüğü gibi Kuran’da ki Ganimet hükümleri tamamen eski Arap geleneklerinin devamından başka birşey değildir. Muhammed bu Arap geleneğinde kendi çıkarları, çevresine toplanan insanların beklentileri ve


günlük siyasi ihtiyaçları doğrultusunda değişiklikler yaparak kitabına almıştır. Böylece bu ilkel geleneği ilahi bir hakka dönüştürmüştür.] Ganimet ve fey’i ‘müşriklerden alınan veya kaynağı (sebebi) müşrikler olan mallar’ diye tarif eden İmam Mâverdî ve Ebu Ya’lâ el-Ferrâ bu malların birbirinden ve zekâttan farklarını belirlemeye çalışırlar. Buna göre fey ve ganimetin ikisi de gayr-i Müslimlerden alınması ve beşte bir olarak ayrılan devlet payının harcama yerlerinin de aynı olması itibariyle benzerlik göstermekle birlikte fey gayr-i Müslimlerden barış anlaşması sonucunda, ganimet ise savaşla alınır. Ayrıca fey ile ganimetin beşte dördünün harcama yerleri de ayrı kalemlerdir. Zekât ile ganimetin farkına gelince zekât Müslümanlardan mallarını arıtmak için alınır, ganimet ise gayr-i Müslimlerden savaşla elde edilir. Zekâtın harcama kalemleri Tevbe sûresinin 60. âyetinde belirtilmişken ganimetten devletin payına düşen kısmın harcama şekil ve şartları devlet başkanı ve hukukçuların içtihadına bırakılmıştır. Zekât mükellefleri tarafından da ferdî olarak dağıtılabilirken ganimeti ancak devlet başkanı veya onun yetki verdiği kişi dağıtır. Ganimetle ilgili bu tarif ve tasniflerin Enfâl sûresinin 41. âyetiyle Benî Nadîr Yahudilerinin toprakları hakkında nazil olan Haşr sûresinin 6-10. Ayetlerinin yorumları sonucu oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu âyetlerden hareketle Şafiî ve İmam Maverdî, toprak dâhil gayr-i Müslimlerden elde edilen her şeyi ganimet kavramı içinde mütalaa etmişlerdir. [AÇIKLAMA: Muhammed Medîne’ye hicret ettikten sonra Kervan soygunları ile edinilen servet ve bu servetten pay almak isteyenlerin çevresine toplanması sonucu askeri gücünü arttırmış, Medine civarinda yasayan Benî Kaynuka, Benî Nadir ve Benî Kureyza gibi en ünlü ve varlikli Yahudi kabilelerini birer bahaneyle yok etmis, mal ve arazilerine el koymuştur. Haşr-6-10. Ayetlerinde Yahudi mallarının nasıl yağmalandığını görebilirsiniz. Ayrıca Ganimet eski İslam devletlerinin en büyük gelir kaynaklarından biri olmuştur.] İslâm hukukçuları ganimetleri, savaş esirleri, arazi (el-ganâimü gayrü’l me’lûfe) ve menkul mallar (el-ganâimü’l-me’lûfe) şeklinde üç ana başlık altında incelemişlerdir. Müslümanların gayr-i Müslimlerle yaptıkları savaş sırasında ele geçirdikleri esirler, gayr-i Müslim ergin erkekler, kadın ve çocuklar olmak üzere iki grupta mütalaa edilir. Hz. Peygamber’in uygulamasından hareketle İslâm hukukçularının çoğunluğu, devlet başkanının savaş esiri ergin erkekleri öldürme, köle haline getirme, fidye alarak yahut mübadele suretiyle serbest bırakma veya karşılıksız salıverme şekillerinden hangisi Müslümanlar için daha faydalı ise onu uygulama yetkisine sahip olduğu görüşündedir. Ancak Ebu Hanîfe ve Ebu Yûsuf, Müslümanlara karşı tekrar savaşabilecekleri ve düşmanın güçleneceği ihtimalini göz önüne alarak esirlerin darü’l-harbe dönmek üzere serbest bırakılmasını uygun bulmamışlardır. Esir kadın ve çocuklara ise ister Ehl-i kitap ister müşrik olsun ölüm cezası verilmez.


[AÇIKLAMA: Kadınlar ve kızlar cariye olarak kullanılabilir, bundan başka Kadın ve çocuklar ticari bir mal gibi alınıp satılabilir olmasıdır, asıl öldürmeme nedeni budur.]

4-Ganimet Savaşları İle İslamın Yayılması Mekke’den Medine’ye hicret edildikten sonra, Mekke-Kudüs güzargahı içinde ganimet uğruna Müslüman’lar tarafından sayısız soygun yapılmıştır. Bu kanlı soygunların bir coğu Muhammed’in komutasında veya bigisi dahilinde yapılmış, Medine’deki Müslümanlar büyük bir servet ve güç edinmişlerdi. Bu güce güvenerek daha da saldırganlaşan Müslümanlar, öncelikle Medine de kendilerine kucak acan Yahudi’lere karşı bir kıyım ve geniş TEHCİR (yerlerinden sürme) uyguladılar. Yahudi’lerin geriye kalan mallarına ise el konuldu. Bir çok İslam düşünürü, bu yapılana kılıf olarak Müslümanların kendilerini savunmak için savaştıklarını idda ederek yalan söylemişlerdir. Ünlü Bedir savaşı Müslüman’ların saldırısı ile gerçekleşmiş ve cok kanlı geçmiştir. Daha önce Medine’den sürülen Beni Nadir ve Beni Mustalik Yahudi’lerinin Medine yakınlarında oluşturduğu yerleşim birimleri, Müslümanlar tarafından talan edilip, cariyeler ve köle yapılacak çocuklar dışında bütün halk kılıctan geçirilmiştir. Kurayza Yahudilerinin bulunduğu kale, Müslümanlar tarafından 25 gün muhasara altına alınmış ve Müslümanlar tarafından kazanılan savaşta önce esir edilen ve Medine’ye getirilen 1.500 esirden erkekler ki içlerinde 9-10 yaşlarında erkek çocuklarının da olduğu 700 kişi katledilmiştir. Hayber Yahudilerine ait kale 10 gün muhasara altına alınmış ve Müslümanlar tarafından kazanılan savaşın sonunda sayısız yahudi öldürülmüş ve cok sayıda cariye alınmıştır. (Reci, Bir’i Mauna, Fezare, Zatur Rika, Enmar, Hudeybiye ,Muta, Huneyn, Evtas, Taif, Zül Halasa vs… Gibi yerleşim merkezleri de, Muhammed’in eşliğinde talan edilmiş, cariyeler ve köle olarak alınacak çocuklar dışındakiler katledilmiştir.) Gassaniler’e sığınmış Yahudilerin üzerine yürüyen Müslümanlar, bu sefer baltayı taşa vurmuş güçlü bizans ordusu karşısında büyük bir bozguna uğramışlardır. 628 yılında Mekke ile yapılan barış anlaşması, hile yolu ile Müslümanlar tarafından bozulmuş ve böylece Müslümanlar Mekke’ye saldırmıştır. (630). Bu saldırı sonunda Mekke düşmüş böylece tüm Arabistan yarım adasında Müslümanların karşısında ciddi hiç bir güç kalmamış oluyordu. Buraya kadar özetlenerek anlatılan saldırı ve savaşlar, Muhammed dönemini savaşlarıdır. Bunlar Muhammed’in emri ile atadığı bir komutanın idaresinde gerçekleştirilen veya şahsen katıldığı baskın tarzı saldırılardır. Oysa günümüzde islami kaynaklar da gerçekler çarpıtılarak veya açık yalanlar uydurularak bu baskınlar iki onurlu ordunun karşı karşıya gelerek


yaptığı savaşlar gibi yansıtılmaktadır. O dönemde ki bu savaşlarda müslümanları mağdur, saldırıya uğramış ve kendini savunmak zorunda kalmış insanlar gibi göstermekteler. Gerçekte bu baskın ve yağmalar Muhammed’in dinini yayama arzusu ile önce Mekke, güçlendikce tüm Arabistan ve bunları başardıktan sonra da Rum ve İran ülkelerine birer bahane uydururarak saldırması sonucu çıkardığı savaşlarıdır. Muhammed döneminde yapılan savaşların saldırı savaşı olduğunu daha net ortaya koyabilmek için birkaç örnek verelim. Bilindiği gibi Mekke elegeçirildikten sonra islamı yayama savaşlarına devam edilmiştir. Yeni hedef ise Arabistan yarımadasında henüz müslüman olmamış hükümdarlık ve topluluklardır. Muhammed’in Arabistan devlet ve kabilelerini nasıl islam’a davet ettiğini İslami kaynakların tanıklığında anlatmak istiyorum. Örneklerimizi Görelim: Umman Hükümdarının Ve Kardeşinin İslâm’a Davet Edilişi Muhammed Mekke’nin fethinden sonra gözünü hurma bahçeleri ve ekinleriyle meşhur olan Umman’a dikiyor ve yazdığı mektubu Umman hükümdarı Ceyfer ve kardeşi Abd’e iletmesi için Amr B. As isimli kişiyi görevlendiriyor. Amr B. As Umman’a varıyor ve elinde Muhammed tarafından bizzat yazılmış veya yazdırılmış mektubu Umman Hükümdarına iletiyor. Mektupta aynen şöyle yazmaktadır; “Bismillahirrahmânirrahîm! “Allah’ın Resulü Muhammed b. Abdullah’tan Cülenda’nın oğulları Ceyfer ve Abd’e!.. “Hidâyete uyanlara, doğru yolu tutmuş olanlara selâm olsun! “Bundan sonra derim ki: “Ben her ikinizi İslâm’a davet ediyorum! Müslüman olun ki selâmete eresiniz! “Ben, sağ olanları âhiret azabıyla korkutmak, kâfirler hakkında da Allah’ın hükümlerini tatbik etmek için Allah’ın bütün insanlara gönderdiği Resulüyüm! “Eğer İslâm’ı kabul ederseniz, hükümdarlığınız size bakî kalacaktır; eğer Müslüman olmaktan uzak durursanız, şüphesiz, hükümdarlığınız elinizden çıkacak, süvariler meydanınızı çiğneyecek ve peygamberliğim sizin mülk ve saltanatınızı mağlûb edecektir.


Mektuptanda anlaşıldığı gibi ya İslamı kabul edersin, yada ülkeni işkal ederim denmektedir. İslami kaynaklara göre Umman hükümdarı ve kardeşi gönderilen bu mektuptan sonra seve seve Müslümanlığı kabul ediyor. Umman’in idarı işlerinin başına ise mektubu Umman hükümdarına bizzat ileten elçi Amr B. As geçiriliyor. Umman hükümdarının tahtını bu tehdit içeren mektup karşısında islam kaynaklarına göre “seve seve” bırakmasını hangi akıl mantık sahibi kimse kabullenebilir? Elbette ki hiçbir hükümdar gönül rızası ile böyle birşeye yanaşmaz. Ortada baskı, tehtit ve bunların gerçekleşebileceğini gösteren kuvvetli kanıtlar olmadıkca aklı başında hiçbir idareci bunu kabul etmeyecektir. Umman hükümdarları Mekke, Medine, Yemame, Yemen gibi Arabistan bölgelerinde yaşanan katliam, baskın, yağma, insanların köleleştirilmesi ve alınıp, satılmalarını bildiği ve başlarına aynı şeylerin gelmesinden çekindikleri için çaresiz boyun eğmişlerdir. Bahreyn Hükümdarının Müslüman Oluşu Umman’i mektuptan da görüldüğü gibi tehdit yolu ile alan Muhammed, bu sefer gözünü Bahreyn’e dikimiştir, Bahreyn hükümdarına da bir mektup gönderir. O mektupda ise yazılanlar söyle; “Bismillahirrahmânirrahîm! “Hidâyete uyanlara selâm olsun! “Ben, seni İslâm’a davet ederim! Müslüman ol, selâmete er! Allah, iki elinin altında bulunan (hükümdarlığını) yine sende bırakır. “Şunu da bilmiş ol ki, benim dinim, develerin ve atların gidebilecekleri yerlere kadar uzanacak, hâkim olacaktır.” Develerim ve atlarımın gidebilecekleri yere kadar da ne demek oluyor? Develerin ve atların gidebilecekleri yer Muhammed’in dini mi, yoksa saltanatı mi? Bahreyn Krali kendisine Muhammed tarafından gönderilen mektup karşısında tırsıyor, cevaben yazdığı mektubunda hemen İslam’i kabul ettiğini ve ülkesindeki Yahudi ve kafirlere nasıl davranması gerektiğini soruyor. Ardından Muhammed Bahreyn kralina cevap yazıyor; “Bismillahirrahmânirrahîm! “Muhammed Resûlullah’tan, Münzir b. Sava’ya!.. “Allah’ın selâmı üzerine olsun! “Ben, sana olan hidâyet nimetinden dolayı O’ndan başka ilâh bulunmayan Allah’a hamdederim!


“Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed’in de Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederim! “Mektubunu aldım; okutup içindekileri dinledim. “Sana, Yüce Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarına göre hareket etmeni hatırlatırım! Muhakkak ki, nasihat eden kimse, onunla kendisi de nasihat almış, sevabından istifade etmiş olur. “Elçilerime itaat eden ve onların emirlerine riâyet eden kimse, bana itaat etmiş sayılır; onları öğütleyen, dinleyen, beni dinlemiş olur. “Elçilerim, seni bana övdüler ve hayırla andılar! Senin, kavmin hakkındaki şefaat ve iltimasını kabul ettim! Onlardan Müslüman olanları, Müslüman oldukları şeylere göre bırak. Günahkâr olanların, geçmişteki suçlarını geç; onları geçmişte işlediklerinen mes’ul tutma! “Şunu bilmiş ol ki, sen iyi davrandıkça, işinden seni uzaklaştırmayınız, vekilimiz olarak orada kalırsın! “Yahudilik ve Mecusîliklerinde devam etmek isteyenlere gelince. Onları cizyeye bağlarsın. “Selâm ve Allah’ın rahmeti üzerine olsun!” Şimdi her zamanki sorularımı soruyorum; 1-Bir insan nasıl olurda hiç bilmediği bir dini seve seve kabul edebilir. Muhammed’in hükümdarlara gönderdiği mektuplarda İslam dinini öğreten bir tek bilgi bile yok iken, bu koskoca hükümdarların islami seve seve seçtiklerini nasıl izah edebiliriz? 2-İnsanlara İslam’in hoşgörü ve barış dini olduğunu anlatan Muhammed’in bu gibi tehditlere başvurması ne derece barışsever ve hoşgörülü olabilir? 3-Muhammed insanlara İslam dinini anlatmadan nasıl olurda insanların müslümanlığı kabul etmelerini bekleyebilir? Bu soruların cevabını iman gözüyle değilde mantık süzgecinden geçirerek verdiğiniz de gerçeği de görmüş olursunuz. Olay din görüntüsü altında devlet ve saltanat kurmaktan başka birşey değildir. Saldırıların dozu Emeviler’de had safhaya çikmıştır. Emeviler Kuran’daki Cihad Ayet’lerinin eşliğinde, tarihte eşi görülmemiş bir yıkım ve kıyım yapmışlardır. Sonrasında gelen Abbasi’ler de Emevi’lerden aşağı kalmamışlar, ecdatlarından kalan mirası güçleri yettiğince sürdürmüşlerdir. Referans’ları ise Kuran’ın öngördüğü CIHAD’dır.


Bakara-216 ‘Hoşunuza gitmemekle birlikte, savaş üzerinize farzdır. Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir siz bilmezsiniz.’ Görüldüğü gibi savaş teşvik edilmekte Ganimet olayı ile de çekici hale getirilmektedir. Yukarıda soylediğim gibi bu saldırıların amacı ganimet, haraç, cariye, köle, mal kazanımı ve bölgeye hakim olmaktır. Bunun dışındaki tüm anlatımlar hikaye, masal ve kandırmacadir. Sürekli saldırı altında kalan, kendini savunma dışında savaşmayan bir din, yaklaşık 20 yılda koskoca Arap yarimadasına, hatta daha da çoğuna nasıl egemen olmuş? Müslümanların yaptığı kuranda yazan birkaç güzel sözü cımbızlayıp içindeki iğrençlikleri görmemezlikten gelmekten ibarettir.

5-Ganimetler Hakkında Örnek Hadisler Ravi: Mücemm’i İbnu Cariye el-Ensari Tanım: Resulullah ile birlikte Hudeybiye sulhünde hazır bulunduk. (Sulh yapılıp) oradan döndüğümüz zaman, halk, develerini hızlandırarak (bir yere birikmeye) başladılar. Biz hayretle: “Bu insanlara ne oluyor, (niçin hayvanlarını hızlandırıp bir yere üşüşüyorlar?)” diye sorduk. “Resulullah’a vahiy gelmiş” dediler. Biz de, halkla birlikte harekete geçip develeri hızlandırdık, ilerleyince Resulullah’ı Kura’u’l-Gamim denen (Mekke ile Medine arasında Usfan’ın önünde bulanan) yerde bulduk. Devesinin üzerinde duruyordu. Halk toplanınca bize Fetih süresini tilavet buyurdular. Askerlerden biri: “Yani bu sulh bir fetih midir?” dedi. Resulullah: “Evet!” deyip ilaveten: “Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim bu bir fetihtir” buyurdu. Süre-i celileyi okumaya devam eden Resulullah: “Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vaadetmiştir. İman edenler için bir delil olması ve sizi doğru yola ulaştırması için bunları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini önlemiştir” mealindeki ayete kadar (Fetih 20) okudu. (Ayet’i kerimede işaret edilen acil ganimetle) Hayber kastediliyordu. Buradan ayrılınca Hayber’e gazveye çıktık. (Elde edilen ganimet) Hudeybiye’ye katılanlara taksim edildi. Bunlar bin beş yüz kişi idi. Bunlardan üç yüzü süvari idi. Ganimet on sekiz hisseye ayrıldı. Süvari olana iki, yaya olana bir hisse verildi.” [Ebu Davud, Cihad 155, (2736), Harac 24, (3015)] Ravi: İbnu Ömer Tanım: Resulullah (sa) buyurdular ki: “İyne usulüyle alış-verişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate razı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar rücu etmedikçe o zilleti kaldırmaz.” [Ebu Davud, Büyu 56, (3462)] İyne: Bir malı vadeli satıp, daha sonra peşin para ile, vadeli fiyatından daha ucuz bir fiyatla geri almaya “iyne satışı” denir.


Bu konu üzerinde nedense pek durulmuyor. Bence üzerinde durulması gereken bir konu. Yer ve gökteki mülk Tanrı Allahın değilmidir? Eğer öyleyse neden Tanrı Allah zaten kendine ait olan bu mülk için kullarını birbirine düşürüyor? Yerde ve göklerde mülkün sahibi Tanrı allah bu mülkü bir ayetinde Müslümanlara henüz elde edeceğiniz bol bol ganimetler var diyerek vaat ediyor, böylece Müslümanları savaşa teşvik ediyor. Sonrasında gaza gelen Müslümanlar diğer insanlara saldırıp mal, mülk, para, kadın, kız taşınır ve taşınmaz hertürlü serveti ele geçirince Tanrı Allah hemen başka bir ayeti indiriveriyor ve diyor ki bu ganimetler bana ve peygamberime aittir. Maden bu mülk senin, Peygamberden başka kimseyle de paylaşma niyetin yok bu savaşın, öldürün ve yağmalayın hükmlerinin anlamı nedir? Tamam dinini yaymak için savaş yapıyorsun. Kabul. Bu nasıl vicdandır bu nasıl adalettir ki insanların alın teriyle kazandıklarını zorla ellerinden alıyorsun. Hiç olayın bu boyutunu düşünen oldu mu acaba. Hem insanları öldür hemde sahip olduğu herşeye el koy. Bu hareketleri yapanlara günümüzde eşkiya denilmez mi? Ganimet hükümleri Müslümanların idda ettiği gibi ogünün şartları öyle gerektirdiği, Arabistanda savaşlarda ganimet ve köle toplamanın normal karşılandığı ve Tanrı Allahın da şartlar öyle gerektirdiği için buna izin verdiğini düşünelim. Eğer devir değiştikten sonra bu hükümlerin uygulanmasına gerek kalmadıysa, Ganimet, köle ve cariye edinmek neden Kuran’a ayet olarak sokulup ilahi ve evrensel birer hüküm haline getirilmiş? Bu barbarlığın bu vahşeti normal gören ve günümüz insani değerlerinden habersiz bir Tanrı gerçek olabilir mi? Tanrı Allah Muhammedin kişisel tanrısıdır ve o günlerin şartlarına uygun konuşturulmuş Hayali bir varlıktır. Çöl şartlarına uygun vicdansız bir tanrıdır. Muhammedin ölümüylede ölüp gitmiştir. Ebu Hüreyre anlatıyor; Resulullah (sav) buyurdular ki: “Hangi bir köye varır da orada ikamet ederseniz, hisseniz oradadır. Hangi bir belde de Allah ve Resulü’ne isyan ederse o beldenin beşte biri Allah ve Resulüne aittir ve o (geri) kalan da sizindir.” [Müslim, Cihad 47, (1756); Ebu Davud, Haraç 29, (3036)] Şurası açık bir gerçektir ki peygamber sözde dini yaymak gerçekte ganimet elde etmek uğruna insanlara ticareti, tarımı ve hayvancılığı uygun görmemiş. Müslümanların savaşcı olmasını istemiştir. Hadiste bu zaten açık bir şekilde belirtilmiş. Çünkü insanlar bu alanlara yönelirlerse kendine inanan insanları savaşa götürmesi zorlaşacaktır. Hadiste “ele geçirdiğiniz beldenin beşte biri bana ve Tanrı Allaha kalan kısmı da sizindir” sözünü Akıl ve vicdan sahibi insanların birazcık düşünmelerini istiyorum. Bu nasıl bir anlayıştır ki hangi bir köye varırsanız hisseniz oradadır. Orada yaşayan insanlar müşrik de olsa onlar da insan değil mi? Bu hadiste o yerleşimde yaşayan insanlar eğer islama saldırırsa kendinizi savunun ve yenilgiye uğratın var mı? Eğer sizlerle barış içinde yaşarlarsa o insanların şehrini işkal etmeyin, yağmalamayın var mı? Ne deniyor bir yerleşim yerini


işkal ederseniz ve oranın insanları sizlere boyun eğmezse o yerleşimi yağmalayın. Sonuçta işkalci olan Peygamberin savaşcıları. Hadiste bahsedilen köylüler vatan savunması yapmış olmuyor mu? Bu insanların yıllarca emek verip, göz nuru döküp kazandığı malları, mülkleri savunmaları yanlış mı? Yapılan saldırganlık, yağma ve talan değil midir? Bu savaşların temelinde ganimet olayı olmasaydı o insanları savaşa götürmek mümkün müydü? Demek ki islam barış, sevgi ve hoşgörü dini değildir. Gittiği her yerde kan ve göz yaşı bırakmıştır. Erkekler öldürülmüş, kadınlar ve çocuklar esir alınmış ve bunlar cariye ve köle olarak kullanılmış, alınmı ve satılmıştır. Bunlar ortaçağda yaşanmış ve o çağın koşullarında normal görülmüş şeyler. Ama normal olmayan bu ilkel ve çağ dışı dini göklere çıkarıp bize pazarlamak istemeleri. Onlar istedikleri kadar pazarlamaya çalışsınlar. İnsanlar okudukça, araştırdıkça ve sorguladıkça bu gerçekleri göreceklerdir. Ve insanlar bu gerçekleri gördükçe bu dini elbette bizim yaptığımız gibi sorgulayacaklardır. Bir insan dini sorgular ve gerçeği aramaya başlarsa; gerçeği bulduğunda zaten dinin yalanlar yumağı olduğunu da anlamış olur. Geçmişin dinleri bugünlerin mitolojisidir, günümüzün dinleri de geleceğin mitolojileri olacaktır. Müslümanların neredeyse tamamı Bedir, Uhud, Hendek gibi birkaç savaşı bilir. Bu savaşları da Mekke’li Müşriklerin müslümanlara saldırısı sanırlar. Halbuki gerçek bu değildir. Peygamberliğini ilan eden Muhammed Mekke’de 13 yıl boyunca dinini sadece sözle yaymaya çalışmış, ne kadar uğraştıysa da başarılı olamamış, etrafına az sayıda (100 civarında) mürit toplayabilmiştir. Tebliğ yoluyla sonuç alamayacağını anlayınca taktik değiştirmiştir. Mekke’den Medineye Hicretinden sonra cihatla, kılıç zoruyla, savaşla dinini yayma ve hakimiyet alanını büyütme yolunu seçmiştir. Kılıç zoru ve ganimet vaatleri işe yaramış, yağmaya katılmak ve zengin olmak umuduyla insanlar peygamberin etrafında toplanmaya başlamış, böylece hicretinden sadece iki yıl sonra Müslüman sayısı 1.500 kişiyi bulmuştur. Hicretin ikinci yılı. Bakın Buvat Gazası ne için yapılmış. “Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimiz, beraberinde 200 Muhacirle Medine’den yola çıktı. Maksadı, içlerinde azılı müşrik Ümeyye bin Halef in de bulunduğu 100 kişilik bir muhafız grubun kontrolu altında hareket eden 2500 develik büyük Kureyş kervanının üzerine yürüyerek onlara göz dağı vermekti.Buvat Dağına kadar giden Resûl-i Ekrem kimseyle karşılaşmadı ve Medine’ye geri döndü.” (İbni Sa’d, Tabakât, 2:8-9) Yine aynı yıldayız. Uşeyre Gazasına bakıyoruz şimdi de. Amaç yine aynı. Kervan soymak. “Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı.Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safevan Gazâsından üç ay sonra, Muhacir Müslümanlardan 150-200 kişiden müteşekkil bir askerî birlik ile Medine’den yola çıktı. Beraberinde 30 deve bulunuyordu ve mücahidler bu develere nöbetleşe biniyorlardı. Maksat,


yine Kureyş’in Şâm’a göndermiş olduğu ticaret kervanını takib etmekti. Ancak, Medine’den dokuz konak mesafede bulunan Müdliçoğullarına ait Uşeyre Ovasına gelindiğinde, Kureyş kervanının buradan iki-üç gün önce geçtiği öğrenildi.Medine etrafını her bakımdan emniyet altına almak hususu üzerinde dikkatle duran Peygamberimiz burada daha önce anlaşma yaptığı Damreoğullarının müttefiki olan Benî Müdliç’le aynı mahiyette bir dostluk ve ittifak anlaşması imzaladı. Sonra da Medine’ye geri döndü.” (İbni Hişâm, Sîre, 2:251; İbni Sa’d, Tabakât 2:9) Yine Hicret’in ikinci yılındayız. Gündem Bedir savaşı. Hakkında adeta destanlar yazılan bu Bedir Muharebesinin nedeni neymiş acaba. Bakalım Hicretin 2. senesi, 17 Ramazan, Cuma (Mîlâdî: 13 Mart 624). Hicretin ikinci senesinde Kureyş müşrikleri bir ticâret kervânı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervâna Mekke’den kadın erkek hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve sermayesi 50.000 dinar olan bu büyük ticâret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silâh alınacaktı. Kervânın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buydu. Kureyşliler Ayrıca kervânla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında 30-40 kişi kadar muhafız da göndermişlerdi. (İbni Hişam, Sîre, c. 2, s. 257; Ibni Sa’d, Tabakat, c. 11, s. 11) Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu haber aldı. Ebû Süfyan başkanlığındaki bu büyük ticâret kervanının Mekke’ye dönmesine mâni olmaya karar verdi. Teşkil ettiği 300 kişiyi aşkın (305-315) Sahabî ile yola çıkmaya hazırlandı. Sahabîler Bedir seferine katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Hattâ bu hususta kur’a çekenler bile vardı. Ensardan Sa’d, babası Hayseme’ye, “Eğer bu seferin mükâfatı Cennetten başka birşey olmasaydı, senden geri kalırdım. Ben bu seferde bana şehidlik nasip olmasını umuyorum” diyerek sefere katılma arzusunu izhar etmişti. Babası ise ona, “Sen rahatsız olan hanımının yanında kal da ben gideyim” diye cevap vermişti. Ama Sa’d bunu kabul etmemiş ve aralarında Kur’a çekilmesine karar vermişlerdi. Çekilen kur’a Sa’d’a çıkmış ve sefere o iştirak etmişti. Bedir’de şehid düşerek bu yüksek arzusuna da nail olmuştu.(İbni Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 482.) Olaydaki çarpıtma çabası dikkatinizi çekmiştir sanırım. Kervanı soyacaz demiyorlar, kervandan kazanılacak parayla bize saldırmak için silah alacaklardı deniyor. Kısacası minareyi çalan kılıfını da hazırlıyor. Bütün sahabe şiddetle savaşa katılmak istiyor. Eee, ganimet büyük tabii. Düşünün Tanrı bir peygamber gönderiyor ve ona yaşadığı şehrin, çevre şehirlerin, bölge kabilelerin ve daha sonraki zamanlarda da tüm Arabistan’da yaşayan insanların canına, malına, toprağına saldırma emri ve izni veriyor. Ne suçu vardı babaları öldürülen, anneleri, ablaları cariye,


abileri köle yapılan çocukların? El konulan kervanlardaki mallar helal miydi? Bu malları yağmalayan, erkekleri köle yapan, kadınlara, kızlara tecavüz eden ve çocukları köle olarak alıp satan Peygamber ve savaşcıları bunları yaparken “Elhamdülillah” demeyi unutmamışlardır herhalde.

08- KURAN’DA DÜNYA VE EVREN 1-Arşın Su Üstünde Olması: Kuran, Tevrat’tan devralmış olduğu evrenin altı günde yaratılışı hikayesine Araf-54‘ün yanı sıra diğer birçok ayetinde de yer verir. (Yunus-3, Furkan-59, Kaf-38, Hadid-4, Hud-7, Secde-4.) Bu ayetler içinde Hud-7 ayetinde yaratılış öncesinde “ARŞ’ın” su üstünde olduğu anlatılır, sonrasında bu altı günlük süreçin farklı aşamaları da Fussilet, 9-12 ve Naziat, 27-33 ayetlerin de anlatılır. HÛD-7 “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan için, henüz Arş’ı su üstünde iken gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratandır. Böyle iken “Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz” desen, inkârcılar “Mutlaka bu, apaçık bir büyüdür” derler. “ ARŞ’ın Anlamı Nedir: Arapça bir kelime olan “arş” ın kelime anlamı, taht, çardak tavan ve kubbe demektir, islamî olarak farklı anlamlar verme çabası olsa da Arş da öyle acayip garayip filan bir şey değil. Bu ayette kullanıldığı anlam bildiğimiz insan hükümdarın oturduğu taht şeklindedir. Araf-54 “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” Yukarıda ki ayette de görüldüğü gibi evren ve dünya yaratılmadan önce “ARŞ’ın” olduğu, bunun su yüzeyinde durduğu ve dünya ve evren yaratıldıktan sonra Allahın arş’ına kurulduğu anlatılmaktadır. Bu anlatımdan anlaşıldığı gibi bu ayete göre Dünya ve Evren yaratılmadan önce suyun varolduğu ve ARŞ’ın bu suyun üzerinde durduğu anlaşılmaktadır. Su; 2 Hidrojen, 1 Oksijen Atomundan oluşur, HİDROJEN: Evrende ilk oluşan elementtir bilimsel verilere göre büyük patlamadan sonra soğuyan evrende ilk oluşan atom Hidrojen atomlarıdır, sonrasında az miktarda Helyum da oluşmuştur. Büyük patlama sonrası ilk


başlarda evren tamamen Hidrojenle doluydu denebilir ve ilk yıldızların ve gezegenlerin tamamına yakını bu elementten oluşmaktaydı. OKSİJEN: Evrenin oluşumu ardından soğuması ve Hidrojenin oluşması ile tahmini 500 milyon yıl sonra ilk yıldızlar Hidrojen gazından oluşmuş. Oluşan bu büyük yıldızların içinde nüklüer tepkimeler sonucu; Helyum, Karbon, Oksijen ve Atom numarası Demire kadar olan elementler enerji üreterek oluşmaya başlamış, Demir ve ötesi ağır elementlerse sadece Süpernova’lar yoluyla oluşup evrene yayılmışlardır. Su kuranda anlatılanın tersine evrenin oluşumundan yüzmilyonlarca yıl sonrasında birincil yıldızların patlaması sonucu oluşmaya başladı. Halende evrende su üretimi devam etmektedir. Günümüz bilimsel gerçeklerine göre evren oluşmadan önce Suyun veya başka herhangi bir maddenin olması mümkün değildir. Kuran’da anlatılan Arşın su üstünde olması hikayesinin bilimsel gerçeklerle yakından uzaktan alakası yoktur, Sümer dininden Museviliğe oradan da islama geçmiş bir mitolojidir.

2-Kuran’da Dünya ve Evrenin Yaratılış Aşamaları Bu konudaki bir başka bilimsel hata, Fussilet, 9,10,11,12. ve Naziat, 27,28,29,30,31,32,33. ayetlerinde ortaya çıkmaktadır. Bu ayetlerde anlatılan yaratılış Dünya merkezli Evren modelidir Çünkü 7.yüzyıl insanlarına göre, evrenin merkezi Dünya’dır. Evren (ya da âlemler) dediğimiz şey, ‘Dünya+Gökler’ şeklindedir. Yani Dünya bir merkezdir ve gökler de bu merkezin etrafından uzayıp gitmektedir (7 kat olarak). Şimdi ilgili ayetlerden aşama aşama Dünya ve Evrenin yaratılışını inceleyelim. Fussilet-9 “De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.” Kuranda anlatılan Dünya merkezli evren modeline göre yaratma eylemine öncelikle yerden yani dünyadan başlandığını, şu anda üzerine ayak bastığımız toprağı düzenlemeden iki günde yaratıldığını iddia etmektedir. Fussilet-10 “O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.” Hemen yerin oluşum aşamasından sonra sabit dağlar yerleştiriliyor ki, aslında dağların oluşumları kısa zaman aralığında gözlemlenemese de, uzun zaman aralığında dağların plaka hareketleri sonucu oluştuğu bilinmektedir. Tabi bunu o dönemin insanlarının bilebilmesi imkansız, insanlık tarihi dağların evrimini gözlemleyemezdi. Bu nedenle bu ayette dağlar şuanki halleriyle oluşturulmuş ve sabitlenmiş olarak anlatılmaktadır.


İki günde yeri tam anlamı ile yarattığını söyleyen Tanrı allah, bir de dört günde her türlü gıda ile o dünyayı donattığını yani yeryüzündeki hertürlü canlı ve cansız varlıkla donattığı vurgulanmaktadır. Fussilet-11,12 “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah’ın takdiridir.” Evet işte buradaki aktarım gerçekten, diğerinden tamamen farklı, yerlere geliyor. Bu aşamada, iki günde yaratılan 7 gök kavramı en yakın gökleri bozulmayan yıldızlar ile donatan tanrıya adanıyor. Mülk-5 “Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık. “ Bu ayette ve önceki ayetlerde Tanrı Allahın önce yerde ne varsa hepsini yarattığını ve sonra yedi göğü düzenlediğini, enyakın gökü de kandil (yıldız) lerle donattığını anlatılmaktadır. Bu anlatımdan bize en yakın gökün tüm evren olduğu anlaşılmaktadır. Bize en yakın kandil (yıldız) 4,5 ışık yılı En uzak kandil (yıldız) ise 13,7 milyar ışık yılı uzaklıktadır. Üstelik bu yıldızların şeytanların atış taneleri olduğuda vurgulanmaktadır.. Bu gök taşları ile yıldızların karıştırıldığının da kanıtıdır. Günümüzde bile göktaşı düştüğünde yıldız kaydı denmektedir. Tabi Tanrı Allahın yıldızların ölümünden ve evrendeki sürekli değişimden haberi yok, evrenin yukarıda duran kat kat kubbeler olmadığı konusunda da bilgisi yok. Onları şeytana atılmalık parçacıklar, ve geceleri aydınlatan kandiller olmaktan ötede görebilecek bir düşünce de yok. Bu ayetlerde anlatılan Evren Modelini böyle resmedebiliriz.


Konuyu özetleyecek olursak Fussilet-9 ayetinde önce dünya yani yer yaratılıyor, Fussilet-10 ayetinde bu yerin üstündeki dağlar, kıtalar, okyanuslar ve hertürlü canlı yaratılıyor, ensonunda Fussilet-11,12 ayetlerine göre de 7 kat Gök Yüzü yaratılarılıyor. Dünyaya enyakın Gök ise Mülk-5 ayetine göre kandillerle (yıldızlarla) donatıyor. Resimle beraber okunursa gerçek görülebilir. Yukarda ki çizim Aristotoles’in Evren Modelini yansıtmaktadır, İşin daha ilginç olan yönü Kuran’da anlatılan Evren modeli bu çizimde gösterilen Aristotoles’in Evren modelinden çok daha ilkeldir. Çünkü Kuran’da anlatılan düz Dünya modelidir, Kuran’da Gaşiye-20 ayetinde yeryüzünün yayılıp düzleştirilmiş olduğu, bu düz yeryüzünün altının ve üstünün de Talak-12 ayetine göre Yerler ve Gökler şeklinde 7’şer kattan oluştuğu anlatılmaktadır. Talak-12 “Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Allah’ın emri bunlar arasından inip durmaktadır ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” Fussilet Suresinde ortaya konan başka bir hata da gün sayısında ki tutarsızlıktır. Anlatılan günleri toplayınca yaratılış sürecinin sekiz gün olduğu ortaya çıkmakta, bu da diğer ayetlerle çelişmektedir. Ancak İslam alimleri bu meseleyi de şöyle çözme yoluna giderler; ”Zikredilen dört günün içerisinde ilk iki gün de vardır. Yani iki günde yer, iki günde yeryüzündeki dağlar, bolluk ve bereket (yani yer ile gök arasındakiler), son iki günde de gökler yaratılmıştır.” Biz burada ”8 gün mü, 6 gün mü?” tartışmasına girmeden İslam alimlerinin bu yorumunu esas alalım.


Bir diğer detaylı anlatım Naziat suresidir. Bu surede yerin yaratılış aşamalarından şöyle bahsedilmektedir: Naziat-27,28 “Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. “ Fussilet suresinde Tanrı Allah duman halindeki gökleri son 2 günde yöneldiğini anlatmakta, bunu Naziat-27, 28 ayetlerinde ki ifadelerle birleştirdiğimizde önce dünyanın yartıldığı, ardından göklerin kubbe misali yükseltildiği anlaşılmaktadır. Gördüğümüz herhangi bir direk olmadan bu şekilde yükseltilen gökler son 2 günde şekillendiriliyor ve düzenleniyor. Naziat-29,30 “Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir.” Yükseltme yani düzenlenme aşamasından sonra, gece ve gündüzün yaratıldığı anlatılmaktadır, buradan Güneşin ve ayın dünyadan daha sonra yaratıldığı rahatlıkla anlaşılabilir. Bütün bu ayetlerde Dünya merkezli Evren modelinin anlatıldığı açıktır. Bu ayete göre insanlık için kurulan Evren, sabitlenen yerden sonra göğün yükseltilip şekillendirilmesi ile hayata geçiriliyor. Bu ayetlerde Fussilet Suresinin ayetlerindeki anlatımlarla çelişkili şekilde göklerin ve yerin aynı anda yaratıldığı sonra, göğün yükseltilip bina edilip düzenlendiği, ardından düzensiz olan yere tekrar dönülüp yerin yayılıp düzenlendiği anlatılıyor. Bu ayetlerde; Arapların çadır kurma stili dik direkleri çek bezi sonra gir içine dilediğin gibi döşe mantığını açıkca görmekteyiz. Naziat-31,32,33 “Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir. Dağları yerleştirmiştir. Bunları sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için yapmıştır.” Bu aşamada Tanrı allah doğrudan suyu çıkartıp dağları yerleştirdiğini, otlaklar meydana getirdiğini anlatıyor. Kısacası canlı, cansız dünya yüzeyindeki herşeyin evrimsel süreçleri ve oluşum aşamaları esgeçilerek doğrudan dağları ve hertürlü canlıyı dilediği gibi bir parmak tıklatması ile oluşturan tanrı modeline anlatılıyor. Birdiğer anlatımda Bakara-29. Ayetinde yapılmaktadır. Bakara-29 “O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir.” Bu ayette Dünyayı insanlar için yarattığını anlatırken Evren ve yıldızların oluşum basamaklarını, insansız milyarlarca yıl yaşıyan canlıları, ve oluşum süreçlerini gözardı edmektedir. Bu ayettende anlaşılacağı gibi önce dünya yaratılmakta sonra gökler düzenlenmektedir.


Buraya kadar anlatılanlardan allahın evreni yaratma sırası şöyledir: -Bütün dünya 2 gün (devir) -Yeryüzü ve dağlar 2 gün (devir) (ayet 4 gün der ama biz kıvırmayı doğru kabul edelim) -7 Kat gök 2 gün (devir) yani bütün evren ve içindeki galaksiler yıldızlar vs. Evrende 250 milyardan fazla galaksi var. Bunlar 2 gün, dağlar 4 gün umarım saçmalığın boyutunu anlamışsınızdır. Yukardaki anlatılanları daha iyi anlamak için bilimsel gerçeklere de bakmalıyız. Evrenin oluşumunu sağlayan Büyük Patlama (Big Bang) günümüzden yaklaşık 13.7 milyar yıl önce meydana gelmiştir. Evrendeki herşey ve zamanın kendiside bu andan itibaren varolmuştur. İlk patlama anında ve sonrasında Evrende oluşan ilk maddeler büyük oranda Hirojen ve az miktarda da Helyum gazlarıdır. Zamanla soğuyan ve genişleyen Evren’nin içinde patlamadan yaklaşık 500 milyon yıl sonra Hidrojen ve Helyumdan oluşan gazlar kütle çekim enerjisi ve dönmelerinden kaynaklanan manyetik etkinin de yardımı ile yoğunlaşarak ilk Yılzdızları, Galaksileri ve değişik gök cisimlerini oluşturturmuşlardır. Oluşumunu tamamlayan birincil yıldızların içinde üretilen ve süpernova patlamalarıyla uzaya saçılan ağır metal yönünden zengin gaz ve toz bulutlarından ikincil yıldızlar oluşmuştur. Bizim Güneşimiz de ikincil yıldızlardan biri olarak zamanımızdan 4,5 milyar yıl önce oluşmuştur. Güneşimizi oluşturan gaz ve toz bulutu kütlesinin yaklaşık %99,8 lik kısmı güneşte toplanırken artakalan maddeden diğer güneş sistemi cisimleri ve dünyamız oluşmuştur. Kuran’da anlatılan 6 günde yaratılış mitolojisi ve bilimsel verilerin karşılaştırması göstermektedir ki kuranda anlatılan bu masal günümüz Astronomi Bilminin ortaya koyduğu evrenin oluşum modeliyle taban tabana zıttır. Evrenin altı günde yaratılışı hikayesi Kuran’a daha eski mitolojilerden girmiş bir efsanedir Burada anlatılan 6 günde yaratılış dünya merkezli evren modelidir. Üstelik çağının bile bilimsel seviyesinin gerisindedir. Evrenin oluşum aşamalarını Karşılaştıralım: Bilimsel Gerçek Önce evren (Büyük patlama) Sonra güneş sistemi Sonra dünya ve üstündeki herşey


Kuran’da Önce dünya Sonra yerkabuğu ve üstündeki dağlar Sonra 7 kat gökyüzü yani tüm evren Böyle bir mantıksızlık elbette kabul edilemez. Tabi Muhammed, evren hakkında detaylı bilgi sahibi olsaydı ve Dünya’nın evrendeki konumunu bilseydi, bu ayetleri bu şekilde yazmazdı. Ama o dönemde bunu bilmemesi ve böyle bir hata yapması son derece normal. Gördüğünüz gibi, Kuran, 7.yüzyıl bilgileriyle yazılan bir kitaptır. 7.yüzyıl insanlarına göre; Tanrının, dünyayı ve gökleri ‘birkaç günde’ yaratmıştır. Bu durumdu. Gökleri 2 günde yaratıp, Dünya’yı 4 günde yaratmasına da inanılabiliriz. Ancak günümüzde evrenin varoluşu bilimsel kanıtlarla net olarak ortaya konmuş durumda, ne yapılırsa yapılsın, bu ayetlerdeki bilimsel hataları örtmek mümkün değildir. Dinin her tarafı tutarsız ama ne söylersek söyleyelim, inançlı insanlar kıvırmayı akıldan saydığı sürece gerçeklerden kaçmayı sürdüreceklerdir. Modern bilimin bulguları netleştikçe, dindar zümreler, kıvırma sanatında hep üst basamağa geçip, kitapsal yazıtlarını mümkün olduğunca eğip bükeceklerdir. Mecazcı tanrı, çocukça oyunlar oynuyan tanrı, hikmetçi tanrı, kuantumcu tanrı, fizikçi tanrı, nice tanrı modelleri üretilecek ama tanrı bir hikaye olmaktan öteye gidemeyecektir. Kuran’ın en büyük şansı anlayarak okunmamasıdır. Çoğu dindar bir kere bile anlayarak okummıştır.

3-Kuran’daki “6 gün” kavramı Kuran’a göre yer ve gökler 6 günde yaratılmıştır. Yukarıda detaylı olarak anlatılan 6 gün’de yaratılış olayında ki GÜN kavramı ne ifade ediyor şimdi onu görelim. Araf-54 “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” Secde-4 “Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra arşa istivâ eden Allah’tır. O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?”


Tabi ki böyle bir bilgi, bilimsel verilere aykırıdır. Dünyanın 6 günde yaratılması/oluşması gibi bir durum söz konusu değildir. Hâl böyle olunca, Müslümanların savunma taktikleri devreye giriyor. 1-‘Bu ayetlerdeki “gün” kelimesi “evre/dönem” anlamına gelir.’ savunması Yukarıda gördüğümüz ayetlerin tümünde ‘eyyâmin’ kelimesi kullanılmıştır ve ‘gün’ anlamına gelir. Şimdi durum buyken, ‘eyyamin’ kelimesinin ‘çok anlamlı’ olduğunu düşünebiliriz. Yani belki sadece ‘gün’ anlamına gelmiyordur, aynı zamanda ‘evre/dönem’ anlamına da geliyordur. Bu konuda emin olmak için, karşılaştırma yapmak gerekiyor. a).Kuran’da ‘eyyamin’ kelimesinin geçtiği başka ayetler Fussilet-9, 10 “De ki: Gerçekten siz, yeri İKİ GÜNDE yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam DÖRT GÜNDE isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.” Fussilet-12 “Böylece onları, İKİ GÜNDE yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah’ın takdiridir.” En güzel örnek ‘6 gün’de yaratılışın detaylandırıldığı bu 3 ayette de ki ‘gün’ kelimesinin kulanımıdır. Bu ayetlerde gün kelimesi ‘eyyâmin’ ve ‘yevmeyni’ olarak geçiyor. İki kelimenin de aynı kökten geldiği ve farklı bir anlam ifade etmediği zaten görülüyor. Başka örneklere bakalım: Bakara-203 “Sayılı günlerde (eyyam-ı teşrikte telbiye ve tekbir getirerek) Allah’ı anın. Kim İKİ GÜN içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah’tan korkun ve bilin ki hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.” Bakara suresinin 203. ayetinde de ‘yevmeyni’ kelimesi kullanılmış. Bu ayetteki ‘gün’ ifadesini ‘dönem/jeolojik evre/aşama’ gibi anlamlarda alabilir miyiz? Elbette alamayız. Al-i İmran-41 “Zekeriyya: Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet göster, dedi. Allah buyurdu ki: Senin için alâmet, insanlara, ÜÇ GÜN, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.” Maide-89 “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan ÜÇ GÜN oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz


takdirde yeminlerinizin keffâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz!” Hud-65 “Fakat Semûd kavmi o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Sâlih dedi ki: «Yurdunuzda ÜÇ GÜN daha yaşayın (sonra helâk olacaksınız)!» Bu söz, yalanlanamayan bir tehdit idi.” Hakka-7 “Allah onu, ardarda yedi gece, SEKİZ GÜN onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.” Bakara-196 “…..Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki, hepsi tam ON GÜNDÜR. ……….” Gördüğünüz gibi, bu ayetlerin tümünde ‘eyyamin’ kelimesi, bildiğimiz anlamda ‘gün’ olarak kullanılıyor. Zaten başka bir seçenek de yok. Demek ki Kuran’daki ‘eyyamin’ kelimesi sadece ‘gün’ anlamına geliyor. Peki, ‘6 günde yaratılış’ ayetlerinde hangi akla hizmet bunun manası değiştiriliyor? Bu düpedüz sahtekârlık değil midir? b).Kuran’da ‘evre/dönem’ anlamında kullanılan kelimeler Kuran’da evre/dönem/aşama/safha/periyot vb. anlamda kullanılan bir kelime yok. Ancak bu durum, ‘eyyamin’ kelimesinin ‘evre’ olarak da yorumlanabileceği anlamına gelmez. Tam tersine, bu durum; Kuran’ın ‘jeolojik evre’ gibi bir olgudan haberdar olmadığı anlamına gelir. Yukarıdaki tüm ayetlerde ‘gün’ kelimesi gerçek anlamda kullanılıyorken, sadece 7 ayette ‘özel olarak’ farklı bir anlamda kullanılması (yani yorumlanması), sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Mademki Arapça bu kadar zengin bir dildir, o halde ‘evre/dönem’ anlamına gelen farklı bir sözcük kullanılabilirdi. Mesela sözlüğe baktığımızda, şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz; evre / safha / aşama -> ‫مرحلة‬ devir -> ‫نقل‬ dönem -> ‫فترة‬ gün -> ‫يوم‬ Var mı bir benzerlik? Yok. Demek ki Arapçada ‘gün’ ile ‘evre’, aynı şey değil. Buradan anlıyoruz ki, Kuran’daki ‘6 gün’ ifadesi, bildiğimiz anlamda ‘6 gün’dür. Yani ‘144 saat’ olan 6 gündür. Aksini her kim iddia ederse etsin, yaptığı şey sadece yorum hilesidir. 2-‘Allah katında 1 gün, dünyada 50000 yıldır. Bu yüzden 300000 yıl buluruz.’ savunması


Tabi durum böyle olunca, geriye tek bir savunma kalıyor. O da ‘Allah katı’ndaki gün ile dünyadaki ‘gün’ün aynı olmadığını öne sürmektir. Buna da şu ayeti kanıt olarak gösteriyorlar: Mearic-4 “Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” Güya bu ayete göre, Allah katında 1 gün, dünya katında 50.000 yıldır. Bu durumda da yer ve gökler, 300.000 yılda yaratılmıştır. Öncelikle, neden bu ayetin kabul edildiği belli değil. Sonuçta, Kuran’da bu konuyla ilgili farklı ayetler de var: Hac-47 “(Resûlüm!) Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vâdinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” Secde-5 “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar.” Yani neden 1.000 yıl olan ayetler baz alınmıyor da, 50.000 yıl olan ayet baz alınıyor? Acaba işlerine öyle geldiği için mi? Burada da tamamen keyfi davranıldığı ortada. Farz edelim ki 300 bin yıl olsun. Bu açıklama yine bilimsel olamaz. Çünkü Dünyanın yaşı 4.5 milyar yıl civarı, Evrenin yaşı ise 13.7 milyar yıl olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bu demektir ki, dünyanın yaratılması için yaklaşık 9 milyar yıl zaman geçmiş. Yani 300.000 yıl iddası çok komik kalmakta, ama yine de, ‘6 günde yaratılış’ ayetlerindeki ‘gün’ kelimesinin ‘1000 yıl’ ya da ‘50000 yıl’ anlamına gelmesi imkânsızdır. Çünkü ‘eyyamin’ kelimesinin kullanıldığı diğer ayetlere bunu uygulayamazsınız. Acaba ‘3.000 yıl’ oruç tutabilecek bir insan var mı? Demek ki bu savunma geçersizdir. Maide-89 “……………yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan ÜÇ BİN YIL oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffâreti işte budur………..” 3-Konuyla ilgili hadis:‘Ebu Hureyre anlatıyor: “Peygamber elimden tuttu ve şöyle dedi: Tanrı, Toprağı (yeryüzünü, CUMARTESİ yarattı. Toprağın üzerinde dağları da PAZAR günü yaptı. Ağaçları da PAZARTESİ var etti. Mekruhu (kötü olanı) da SALI GÜNÜ yaratmıştır. Nuru (ışığı) da ÇARŞAMBA günü… Hayvanları da, PERŞEMBE günü yaratıp yaydı. Adem’i yaratması da CUMA GÜNÜ İKİNDİDEN SONRA, ikindiyle gece arasında, cuma günü saatlerinden en son saatte oldu. Sonuncu yaratık olarak.”’ (Bkz. Müslim, e’s-Sahih, Kitabu Sıfaü’l-Munâfıkîn/27, hadis no: 2789; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/227.) Aclûnî, bu hadisi “Müslim’in, Neseî’nin ve Ahmed İbn Hanbel’in, Ebu Hureyre’den aktarıp yer verdiğini” belirttikten sonra, aynı konudaki


açıklamayı içeren hadisin İbn Abbas’tan da aktarıldığını yazıyor. (Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/454-455, ha. 1241.) Gördüğünüz gibi, Muhammed de gerekli açıklamayı yapmış zaten. Ama illa ki bu hadisi kabul etmek zorunda da değilsiniz. Sonuçta ‘sadece Kuran’ı incelediğimizde de aynı sonuca ulaşıyoruz. Yani bu hadisin reddedilmesinin bir mantığı yok. 4-Bilginin kaynağı Tevrat: Pek çok konuda olduğu gibi, burada da kaynak Tevrat’tır. Yaratılış kitabında şunları okuyoruz: Yar 1: 31 Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu. Yar 2: 1-2 Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yar 2: 2 Tanrı yapmakta olduğu işi yedinci gün bitirdi. O gün işi bırakıp dinlendi. Gördüğünüz gibi; Tanrı, dünyayı 6 günde yaratmış ve 7. gün işini bitirmiş. Sonra da dinlenmiş. Buradaki ‘gün’ kelimesinin de bildiğimiz anlamda ‘gün’ olduğu ortada. Muhammed ise bunu Tevrat’tan almış ve Kuran’a olduğu gibi geçirmiştir.

4-Kuran’ın Düz Dünyası Günümüzde Müslümanların çoğunluğu Kuranda Dünyanın yuvarlak olduğu yazar der, fakat bu doğru değildir. Gerçekte ise İslami uygulamalar düz Dünya modeline göre düzenlenmişdir. İslamda ki ibadetlerin doğru düzgün uygulanması için Dünyanın düz olması gereklidir. Hûd-114 “Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın kısmında namazı ikame et. Muhakkak ki haseneler (kazanılan dereceler), seyyiati (kaybedilen dereceleri) giderir. İşte bu, zikredenler için bir öğüttür.” İsrâ-78 “Güneşin dönmesinden, gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Fecrin Kur’ân’ını (fecr vakti okunan Kur’ân’ı) ikame et (yerine getir)! Çünkü fecrin Kur’ân’ı şahitlidir.” İsrâ-79 “Gecenin bir kısmında uyan ve sana özel nafile (ilâve) olarak O’nunla (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl! Rabbinin seni Makam-ı Mahmut’a beas etmesi (ulaştırması) yakındır.” Ayetlerde görüldüğü gibi Kuran’da Namaz ibadeti Güneş ışığı baz alınarak düzenlenmiş bu nedenlede Kutuplara yakın bölgelerde yaşayan bir Müslüman’ın Kuran’nın hükümlerine uygun günde 5 vakit namaz kılması mümkün değildir. Kutuplarda Altı ay içinde bir kere akşam bir kere de


sabah olacaktır.Yani Altı ayda birer kez sabah ve akşam namazı kılınabilir. Özetle Kuran’da yazan namaz hükümleri Küre şeklindeki Dünya yüzeyinin tamamında uygulanamaz. Bu hüküm ancak düz Dünya modelinde doğru olarak uygulanabilir. Bakara-149 “Nereden yola çıkarsan (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu talimat elbette sana Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. (Biliniz ki,) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” Gene ayette görüldüğü gibi Namaz kılanların Kabeye dönerek namazlarını kılması istenir. Oysa Dünya küre şeklinde olduğundan kabeye dönülemez. Mekkeye çok yakın yerler harici Nereye dönerseniz dönünün sonuçta önünüzde uzay boşluğu olacak, Gerçekte ne Kabe, neden önceki kıble Kudüs karşında olmayacktır. Kabe’ye yada ilk kıble Kudüs e dönerek ibadet etmeye çalışmak o devirlerde Dünyanın düz olarak bilindiğinin ve Kuran’nın da bu mantıkla yazıldığının kanıtıdır. BAKARA-187 “……… Fecr vaktinde beyaz iplik, siyah iplikten tebeyyün edinceye (size belli oluncaya, gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığından sıyrılıncaya) kadar yeyin ve için. Sonra orucu geceye kadar tamamlayın. ……….” Dünyanın düz olduğu düşünülerek düzenlenen bir İslam emri de oruçtur. Mekke çevresinde olduğu gibi her yerde gece gündüz eşit düşünülerek nasıl oruç tutulacağı belirlenmiştir. Kutuplarda altı ay gece altı ay gündüz olduğu için Kurandaki ilgili ayete göre orucun başlaması ve bitmesi mümkün değildir. Dünyanın yuvarlak olduğu bilinseydi kutup bölgelerine yakın yaşayan insanların açlıktan öleceği bilinirdi. Tabi ki Kuran’nın bütün namaz, oruç ve Kible olarak Mekkeye dönülmesi gerektiği hükümlerini gözardı ederek; Bir Müslüman Oralarda (kutup bölgeleri) ve Dünyanın genelinde Namaz kılabilir, Kabeye dönülebilir ve oruçda tutulabilir ama tam olarak kurana uyulamadığı için yapılan bütün bu ibadetlerin gerçekte dinsel bir anlamı kalmayacaktır. Bütün bunlara ilave Kuran’da da Dünya düz olarak tarif edilmektedir. Kuran’da Dünyanın yayılıp döşendiği yazmakta, yayılıp döşenen bu Kuran Dünyasının doğu ve batı sınırlarının olduğu, iyice uzaklaşılırsa bu sınırlara varılabileceği ve Bu kenarlardan aşağıya düşmeden geçebilmek için büyük güç lazım geldiği ayette anlatılmaktadır. Rahman-33. “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.” Kurana göre Güneş belli bir yol üzerinde gider. Güneş doğudan doğar ve Uzunca bir yol izleyerek batıdan batardı. Buyüzden Arapların dünyası iki yönlüydü. Sadece iki yönü olan bir Dünya yuvarlak olmaz. Sadece bu iki


yönün ve kenarların kuranda yazılı olması Dünyanın döşek gibi düz düşünüldüğünün kutupların bilinmediğinin kanıtıdır. Bu anlayışı yansıtan başka ayetlerde vardır. Şuara-28 “Musa devamla şöyle söyledi: «Şayet aklınızı kullansanız (anlarsınız ki), O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir.” Yine bu ayete göre, biri doğuda, diğeri batıda iki sınır bölgesi vardır. Tanrı Allah da bu sınırlar arasında kalan herşeyin ilahıdır. Bu da, “dünyanın en doğusu” ve “dünyanın en batısı” olduğuna inanıldığını ortaya koymaktadır. Kehf-86 “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar buldu.Orada bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.” Kehf-90 “Güneşin doğduğu yere ulaştığı zaman onu (güneşi), ondan (güneşten) korunacak bir örtü yapmadığımız bir kavmin üzerine doğarken buldu.” Bu iki ayete göre de gün içinde Güneşimiz, Dünya’nın bir ucunda doğuyor, gök kubbe boyunca yükseliyor ve diğer ucunda da batıyor. Yani Kurana göre Dünyamızda “Güneşin doğduğu ve battı uçlar mevcut. Dünyanın bu uclarına kadar giden olursa (Zülkarneyn gibi) Güneş’in doğduğu ve battığı noktaları görebiliyor, hatta Güneş’i “kara bir balçıkta” batarken izleyebiliyor. Bu ifadeden Kuran ve islamın Dünya yı tepsi veya döşek gibi düz sandığı net olarak anlaşılmaktadır. Şems-6 “Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun” Kuranda hiçbir yerde “Dünya yuvarlaktır” “Dünya Güneşin etrafında dönmektedir “diye de bir cümle bulamazsınız. Yayıp döşedik cümlesi yazar. Dünya yuvarlaktır cümlesini yazmaz. Nedense! Kasas-2 “Bunlar apaçık kitabın ayetleridir” Enam-3 “Kitapta biz, hiçbir şeyi eksik bırakmadık…” Kuran’da herkes anlasın diye hiçbir şeyi eksik bırakılmadı ve apaçık kitabın ayetleridir diye yazar. Oysa mealciler pekçok ayeti içindeki akıl dışı ve bilim dışı şeyleri görmeyelim diye gerçek anlamından farklı meal ederler. Diğer yandan Müslüman insan dürüst ve ahlaklı olur şeklinde hikayeler anlatıp, iyi ahlakın Müslümanlıktan kazanılan bir özellikmiş gibi bahsederler. Oysa enbaşta kendileri doğruluk ve dürüstlük gibi erdemleri kuranı meal ederken gözardı etmektedirler. Bir çok mealde kelimelere olduğundan farklı anlamlar vererek, kuranın çağdışı, akıl dışı ve bilim dışı yönlerini gizlemekteler. Bu meal hilelerine dayanarak da dindarlar; Evrenle,


gezegenlerle ve Dünyanın yuvarlaklığıyla ilgili içinde birşeyler bulabilirmiyiz diye meal hilelerinin de yardımıyla çabalamaktadırlar Nekadar meal numarası yapılırsa yapılsın Kuran’da ki düz Dünya ve dünya merkezli evren anlayışı gizlenemez haldedir. Bu konuya ve “Meal numaraları ile Kuranda ki açıklar kapatılıyor” iddamıza birkaç örnekle açıklık getirelim; Gâşiye-20 “Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!” diyanet çevirisi böyledir. Gelin şimdi de Gâşiye suresi 20. ayetinin Arapcasına bakalım; “Ve ilel ardı keyfe sutıhat.” burada geçen “sutıhat” kelimesi “yayıp-döşedi” şeklinde çevrilmiş. Halbuki, kelimenin Türkçe tam karşılığı ise “satıh yapılmış, düzleştirilmiş” şeklinde olmalıydı. Ayette bulunan kelimelerin Türkçe karşılıkları; 1.ve ilâ el ardı: ve arza, yeryüzüne 2.keyfe: nasıl 3.sutıhat: satıh yapılmış, düzleştirilmiş Ayetin gerçek meali ise “Ve yeryüzüne, nasıl düzleştirilmiş (bakmıyorlar mı)?” olmalıydı. Neden yirmi küsûr mealde ilgili kelime “yayıp-döşedi” diye meal edilir? Bakınız Nâziat 30 şöyle der. Nâziat-30 “Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.” Arapçası: “Vel arda ba’de zâlike dehâhâ.” 1.ve el arda: ve arz, yeryüzü 2.ba’de: sonra 3.zâlike: bu 4.dehâ-hâ: onu yayıp döşedi Görüleceği üzere “Dehâ-ha” kelimesi “yayıp-döşemek” olarak çevriliyor. Yâni ilgili kelimenin ilk/esas anlamı bu. Oysa Gaşiye suresi 20 ayette kullanılan “Sutıhat” kelimesi ise “Düzleştirmek” anlamına gelmektedir ve ayet meal edilirken düzleştirilmiş olarak kullanılması gerekirdi. Ey mealciler ve tefsirciler; madem samimi olarak inanıyorsunuz neden inandığınız ve tapındığınız Tanrı Allah’ın “düzleştirdi” dediği yeri “yayıp döşedi” diye çeviri cambazlığı ile farklı anlam veriyorsunuz? Bu inandığınız Tanrının açık inkarı değilmidir? Tefsir farklılıklarına bakalım; Nâziât Suresi 30. Ayet Eski Tefsirleri:


Taberi, İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet ediyor: “Kabe, dünya yaratılmadan iki bin sene önce su üzerinde dört direk üzerine kuruldu. Sonra yeryüzü kabenin altından yayıldı” [Hasen. Taberi (3/61, 24/208)] Katade dedi ki: “Bundan sonra da yeryüzünü yaydı” dehâhâ; yayıp sermek demektir. [Hasen. Taberi (24/210)] Nâziât Suresi 30. Ayet Yeni Tefsiri: Prof. Dr. Süleyman Ateş şöyle diyor: “Hasılı dahv döşemek, düzeltmek demek ise de sadece basit bir döşemek ve düzeltmek değil, yuvarlak olarak düzeltmek, döşemek anlamını verir ki bu ayetten Yeryüzünün yuvarlak yaratıldığı anlamı çıkar.” (Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, cilt 10, sy 308) Bazı ilahiyatcılar tefsiler arasında ki bu farklılığı, “İslam ulemâsı, ortaçağın hâkim kültürü nedeniyle, Dünya’nın düz olduğuna dâir, Kur’andan delil getirme çabası içindeydiler” şeklinde açıklama çabasına girmektedir oysa ayetlerin gerçek anlamlarından farklı meal edilmesi geçmiş tefsirlerin Kurana göre doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Arapçada bir kelimenin dört beş farklı anlamından faydalanarak, teknolojik gelişmelere göre âyetlerin anlamları ile oynamak ve “Bak gördünüz mü, Kur’an bunu 1400 sene evvel bildirilmiş” şeklindeki ‘Mûcize’ üretmenin amacı nedir? Bu kendini ve çevreyi kandırmak değilmidir? Mâlûm Kur’an’ın yazıldığı dönem ortaçağdır ve o dönemde insanlar dünyayı düz olarak biliyorlardı. Eğer bu telâşınız bir ‘açık kapama’ ameliyesi ise, Kur’andaki hatâları kapatmaya çabalarken; mantık olarak inandığın tanrıdan da şüpe ettiğini ortaya koymuş olmuyormusun? Eğer Tanrı Allaha samimi olarak inanmış olsaydın onun sözlerini değiştirme ihtiyacıda duymazdın. Kuran’da Dünyanın düz tasvir edildiği diğer ayetlere bakalım Zariyat-47 “Göğü kudretimizle biz kurduk ve şüphesiz bizim (her şeye) gücümüz yeter.” Zariyat-48 “Yeri de biz döşedik. Biz ne güzel döşeyiciyiz.” Kaf-7 “Yeryüzünü de yaydık ve orada sabit dağlar yerleştirdik. Orada her türden iç açıcı çift bitkiler bitirdik.” Rad-3 “O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden (erkekli-dişili) iki eş yaratandır. O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.”


Bu ayetlerde “yerin” döşendiği, yani bir döşek gibi serildiği, yayıldığı anlatılmaktadır. Ayetlere önyargısız bakanlar bu cümlelerden “Kuran’da Dünya’nın düz tarif edilmiş” sonucuna ulaşacaktır. Aynı anlayış diğer bazı ayetlerde de ifade edilmiştir. İlkel çağların Evren ve Dünya anlayışından başka Bir şey olmayan Kuran’daki anlatımlarda Dünya uçsuz bucaksız uzayda herhangi bir gök cismi değil, aksine evrenin merkezidir. Üstelik Dünya’nın üst tarafı “7 kat Göklerden” alttarafı da benzeri şekilde “7 kat Yerlerden” oluşan döşek gibi yayılıp, uzatılmış ve üstü döşenmiş düz bir yüzey olduğu sanılıyordu. Arabistan’da yaşayan 7.yy insanı için dünya “düz” görünür. Girintileri ve çıkıntıları olabilir, fakat uzatılmış ve yayılmış düz bir yüzey olduğu düşünülürdü.. Kuranda yaydık döşedik yazarak çünkü İslam ve kurana göre dünya yuvarlak olmadığı gibi tam düz de değildir. Bunun neden böyle düşünüldüğünü Taha 106-107 ayetleriyle açıklamak kolaydır. Taha-106 “Onların yerlerini dümdüz, boş bir alan hâlinde bırakacaktır.” Taha-107 “Orada hiçbir çukur, hiçbir tümsek göremeyeceksin.” Yukarıdaki ayetler kıyamet gününde yeryüzünün nasıl olacağını anlatır. Bu ayetlerde görüleceği üzere Dağlar, Tümsekler ve çukurlar yok olacak ve Dünya dümdüz olacaktır. Görüldüğü gibi Kuranda Dünya düz yazmasını engelleyen çukurlar ve tümseklerin olmasıdır. “Dünyayı döşek gibi yaydık” sözü Dünyanın şeklini ”düz” den daha iyi anlatabildiği için tercih edilmiştir. Çünkü döşek tam dümdüz değil biraz pürüzlü yüzeye sahiptir. İnişleri, çıkışları vardır. Örneğin Dağlar yeri çadır gibi sabitlemek için çakılmış kazık görevi yapmaktadır. NEBE-6,7 “Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” Hicr-19 “Yeri uzatıp yaydık, orada sabit dağlar yerleştirdik ,yine orada miktarı ve ölçüsü belirli şeyler bitirdik.” Söylenmek istenen yatak gibi düz olan Dünyanın sabitlenmesi işlemidir. Kurana göre dağların görevi yayılıp düzleştirilen döşeğin (yer yüzünün) dürülmesini önlemektir. Lokman-10 “O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik.” Araplar, gezgin tüccar hayatı yaşadığından, halı, döşek gibi düz şeylerin sert hava koşullarında hareket edebileceğine dikkat etmişlerdir. Dolayısıyla bu cisimler, bir yere sabitlenmeli, saplanmalı ki sarsılmasın ve dürülüp bozulmasın.


Bilimsel gerçeklerse Kuran’ın söylediğinin tam tersidir. Biliyoruz ki, Dünya; zaten yayılmış haldeki maddenin kütle çekimi etkisi ile biraraya gelmesinden oluşmuştur. Yani aslında dünya “yayılmamış” tam aksine bir araya toplanmıştır. Dünyadan yani yeryüzünden bakıldığında heryer dümdüz bir tepsi gibi görünecektir elbet. Dikkat ederseniz zaten bütün kutsal kitaplar yeryüzünden bakışla anlatılmış, dolayısıyla dünyada düzdür demişlerdir. Tekvir-1, 2 “Güneş, dürüldüğü zaman, Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman,” Dünyanın düz olarak düşünülmesini bir kenara bırakırsak Kuranda ve İslamda güneşin küre şeklinde olabileceği de düşünülememiştir. Defterini dürmek diye bir deyim vardır. Güneş küre olarak bilinse nasıl güneşin dürülmesinden söz edilebilir. Ancak düz yüzeyi olan nesneler dürülebilir. Dürüm yapılabilir. Siz hiç Top’unu dürdüm dendiğini duydunuz mu? Yufka dürülür. Halı dürülür. Döşek dürülür. Top dürülemez. Gök kubbe dürülemez. Ancak düz yer dürülüp yayılıp döşenebilir. Güneşin bile düz olduğunu düşünen İslam ve Kuranın Dünyayı yuvarlak olarak görebilir mi? Suudi Arabistan’ın baş müftülerinden Şeyh Abdül Aziz Bin Baz’ın fetvası şöyle: “Kim dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ederse küfür ve delalete düşmüş olur. Çünkü bu iddia hem Allah’ın, hem Kuran’ın, hem Peygamber’in reddidir. Bunu iddia eden kişi tövbeye davet edilir. Ederse ne ala! Aksi takdirde kafir ve dinden dönmüş bir kişi olarak öldürülür. Eğer ileri sürdükleri gibi Dünya dönüyor olsaydı ülkeler, dağlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı. İnsanlar batıdaki ülkelerin doğuya, doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi. Kıble’nin yeri değişir, insanlar kıbleyi tayin edemezlerdi” (Kaynak: “Dünya’nın Sakin Güneş’in Hareketli Olduğuna ve Gezegenlere Çıkmanın İmkansızlığına Dair Akli ve Hissi Deliller”adlı kitabı.1975) Müslüman halk ve İslamcılarda bundan farklı düşünmüyorlardı. Bunu yadırgamıyoruz yerçekimi denen kanunu bilmeyen her insan aynı şekilde düşünür. Yerçekimini bilmeyen insanlar. Dünya yuvarlak olursa Dünyanın alt tarafında olanlarının düşmeleri gerekir diye düşüneceklerdir. Böyle düşünülmesi gayet doğaldır. Bilimle uğraşmayan insanların düşüncesi bu şekildedir. Kuran’da yazan tüm bu ayetlerden çıkarılacak sonuç; Dünyanın düz bir şekilde yayıldığını, Gökyüzünün düz bir sayfa kağıdı gibi dürülebileceğini, Göklerin (veya evrenin) yükseltildiğini, Güneşin doğduğu ve battığı “belirli iki nokta” olduğunu ve En doğu vede en batı arasında kalan yerin “en büyük uzaklık” olduğunu anlatmaktadır. Bütün bu anlatımlar küre şeklinde bir Dünyada ve günümüz astronomi bilminin ortaya koyduğu Evren gerçekleri ile açıklamak mümkün değildir. Bu ayetlerin mantıklı açıklaması ise Kuran’da Dünya merkezli Evren ve düz Dünya modelinin anlatıldığıdır.


09- BİLİM VE İSLAMİYET 1-Bilimsel Kanıtlara Göre Evren, Dünya ve Canlılar Bilim deneylerle doğruluğu ispatlanmış gözle görülür elle tutlur yada deney araçları ile doğrudan yada dolaylı olarak varlığı fiziksel olarak kanıtlanmış gerçeklere dayanır ve böyle ilerler. Bugune kadar ve muhtemelen sonsuzluğa kadar ne Tanrı nede melek cin gibi hayali varlıklar ispatlanmadı ve ispatlanamaz. Bunlar bilimin anlayışına tersdir. Bugüne kadar bilim din sayesinde değil dine rağmen gelişmesine devam etmiştir ve edecektir. Evrenın buyuklüğüne bakan biri dinlerin saçmalık olduğunu rahatlıkla anlayabilir. Evrenin yaşı : 13.7 milyar yıl Evrenin çapı (bilinen) : 94 milyar ışık yılı Dünyanın yaşı : 4.5 milyar yıl İlk canlılar : 3.8 milyar yıl İlk gelişmiş canlılar : 600 milyon yıl İlk ilkel insan : 3.2 milyon yıl İlk modern insan : 200 bin yıl İlk semiavi din : 3.250 yıl Gördüğünüz gibi İnsanlık tarihinin ancak 0,001 süresince dinler mevcut. Bu süreden öncesi dönemlerde ise insanlar tam anlamıyla doğanın bir parçası. Dinler ancak insan bilincinin gelişimi sonucunda oluşmaya başlamış ve yazının icadından sonrada günümüzde inanılan dinler şekillenmeye başlamıştır. Dinlerin gerçek dışı olduğunu sanırım bundan daha net hiçbirşey anlatamaz. Tanrı varsa bile neden insanlarla iletişime geçsin? Üstelik tanrının ne varlığı neden yokluğu ispatlanamaz. Tanrı kavramı ile ilgili bir arkadaşımız bir paradoks yazmıştı; Tanrı varsa ve herşeye gücü yetiyorsa kendinden daha güçlü bir tanrı yaratamaz mı? Tanrı varsa ve sonsuz gücü varsa sonsuz başka varlıklar da yaratabilir. Böyle iç çelişkiler taşıyan bir kavram olamaz bunun çıkışı belkide evren tanrıdır. Çünkü evren içinden yeni evrenler oluşabilir ki bilim çoklu evrenler kavramını ortaya atmaktadır. O zaman yaratıcı evrense bilinçsiz olmuş olur ve insanlarla iletişime geçemez. Bilinçsiz bir güce zaten Tanrı denemez. Yada tanrı diye bişey yok ki diyerek kestirip atmak gerekir bence mantıklı olanda bu. Olmayan bişey iletişime geçebilir mi?


Ölüm Nedir? Bilincin yok olması (bizi biz yapan herşey düşüncelerimiz karakterimiz anılarımız bunlar beynimizde biyolojik yöntemlerle depolanan bilgidir) ki insanların ruh diye tanımladığıda bu olsa gerek. Bedeninde biyolojik ve kimyasal dönüşüme uğraması (örneğin bedenin yakılması kimyasal dönüşüm ve bedenin çürümesi biyolojik dönüşüm) Ölümden sonra hayat veya ölümsüzlük diye bişey yoktur. Ölümsüzlük eğer yaşlanmayı durduracak bilimsel gelişmeler olursa belki mümkün olabilir, ama ölümden sonra hayat yoktur.

2-Müslüman Mantığı ve Bilimsel Düşünce Dindardaki zihniyet öyle terstir ki, bir cümleden ne anlaşılacağı ve cümlenin doğru olup olmadığı, cümleyi söyleyen kişiye bağlıdır. Yoksa mantığa, akla, bilime, sağduyuya değil. Neyin doğru olduğuna baştan karar verilmiştir. Cümle bu karara göre test edilir. Karar cümlenin test edilmesinden sonra, bu testin sonucuna göre verilmez. Yoksa olur ya, maazallah, dogmalarıyla çelişen bir şeyleri kabul etmek zorunda kalabilirler. Öyle bir riske girilir mi hiç? Doğrunun ne olduğuna testten önce karar verirler. Ondan sonra da kalkıp dinin ne bilgilerinin, ne de yönteminin bilimle çelişmediğini söylerler. Kuran’a göre evren 6 günde yaratılmıştır dersin. Oradaki gün bizim bildiğimiz gün değil derler. Allah yeryüzünü yaygı gibi yayıp uzatmış, dağları da destek olsun diye direk gibi dikmiş kurana göre dersin. Bunlar mecazi anlatımlar, öyle değil o iş derler. Yakın göğü insanlar gece yön bulabilsinler diye yıldızlarla kandil gibi süslemiş ve bu gök boşluğunda kuşlar uçar kurana göre dersin. Yıldızlar için, yeryüzünden bakan insanin bakış acısından bir anlatım bu derler. Mantıksız bir yön bulmazlar, kuşların uçtuğu gökten ise uzayın değil, yakın atmosferin kastedildiği yorumunu yapıp, yine kendilerini rahatlatırlar. Âdem – Havva hikâyesine bakıp, Evrimsel gerçekleri eğer bilmiyorlarsa veya dini önderleri “Evrim yanlıştır” demişse, bu hikâyeyi olduğu gibi alır, yorumlamadan, ilk anlamıyla, olduğu gibi inanırlar ve bilimi reddederler. Yok, eğer, o kadar kati bir tutumları yoksa veya bu konudaki bilimsel bilgilerden biraz haberdarlarsa, o zaman ortaya evrim’in kuran’da da olduğunu söyleyen evrimci İslamcılar çıkar. Âdem ve Havva hikâyesini bu sefer sembolik, simgesel ve düz anlamıyla alınmaması gereken bir şey olarak yorumlarlar. Neyi düz anlamıyla alıp, neyi yorumlayacaklarına itiraz edilecek gerçeğin ne derece açık olduğuna göre karar verirler. Bilim bir şeyi artik şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir biçimde göstermişse, o konuda bilimle çelişen dini anlatımları yorumlayıp mecazlandırırlar. Eğer henüz bilimsel olarak o


konuda kesinlik yoksa bağlayıcı bilgi yoksa o zaman dini anlatımı doğrudan alır, ilk anlamında diretirler. Bu zihniyet, öyle bir zihniyettir ki, “Ay beyaz peynirden yapılmıştır” diye bir cümle söylerseniz kendisine, bu cümleden ne anlayacağına cümlenin nereden alındığına göre karar verecektir: Eğer bu cümlenin bir çocuk masalından alındığını söylerseniz, doğaldır, saçma zaten, masaldır deyip geçecek. Eğer cümlenin bir insanin iddiası olduğunu söylerseniz, bu kişinin bilgisizliğinden ve anti bilimselliğinden dem vuracak. Eğer cümlenin İncil’de geçtiğini söylerseniz, doğaldır, zaten tahrif edilmiş kitap diyecek. Eğer cümlenin Kuran’da geçtiğini söylerseniz, bu sefer “Acaba bu cümlede ne demiş olabilir?”, “Bu cümleyi nasıl anlamalıyım ki bilimle çelişmesin” diyecek. Ona göre de yorumlar yapacak. “Efendim, burada Ay’ın rengi ile ilgili sembolik bir anlatım yapılmakta, vs” tarzında yorumlama yoluna gidecektir. İste Müslüman mantığı böyle ters bir mantıktır. Bu kadar şartlanmış ve bu kadar anti bilimseldir. Bu yüzden Müslüman ülkelerden hiçbir bilimsel buluş çıkmaz. Hıristiyanların radikal kesiminden de aynı nedenle bilim insanı kolay kolay çıkamaz. Bilim adamları arasında yapılan anketlere baktığınızda, uzman bilim adamlarının ezici çoğunluğunun ya Ateist, ya Agnostik, ya da Panteist veya Deist olduğunu görürsünüz. Bu durumun sebebini anlamak zor değil. Çünkü Teist mantalitenin anti bilimselliği çok açık.

3-Belli Başlı Bilim Dışı Ayetler Kur’an’daki en önemli çelişki ve yanlışlar, bilimdışı ayetlerdir. 14 yüzyıl önce yazılmış bir kitapta bu tür hataların olması gayet doğaldır. Ancak bir kitabın Allah tarafından gönderildiği iddia edildiğinde, içindeki bilimsel çelişkiler normal karşılanamaz. Böyle bir iddiaya karşın bilimsel konularda tüm yazılanların doğru olması gerekir. Aşağıda örneklerini sunacağımız ayetler, o dönemin toplumlarında yeterince bilinmediği için tepki görmeyen, ancak günümüz bilim dünyasında kabul edilemeyecek derecede akıldışı, bilimdışı iddialar içermektedir. Belli başlı bilim dışı ayetleri görelim. A-Canlıların özelliklerinin bilinmemesinden doğan bilimsel yanlışlar: 1-Spermin testislerde üretildiğinin bilinmemesi: Tıp biliminde dişi üreme hücresi olan “oocyte” nin yumurtalıkta, erkek üreme hücresi olan “sperm”in ise testiste üretildiği bilinmektedir. Ancak Tarık suresinde şöyle yazar: Tarık 5-8″İnsan neyden yaratıldığına bir baksın. Bel kemiği ile kaburgalar arasından gelip atılan bir sudan yaratıldı. Şüphesiz (Allah), onu yeniden döndürmeye kudretlidir.”


Bilime ters olan bu ayetin ikna edici bir izahı yoktur. Buna rağmen kimi İslamcılar, bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkanın sperm değil, insan olduğunu iddia eder. Kimi İslamcılar, bu ayeti testislerin başlangıçta yukarıda olmasıyla izah etmeye çalışır. Ama hiçbiri ayetin bilime uygunluğunu ortaya koyamamıştır. 2- Kalbin beyin fonksiyonlarına sahip bilinmesi: Kur’an’da insan beyninden hiç söz edilmemiştir, çünkü bilinmez. Halbuki beyin, insanı insan yapan organdır. Beyin bilinmediği için duygular, düşünceler kalbin fonksiyonları olarak belirtilmiştir. Örneğin Bakara suresi 97. ayetinde; Cebrail’in Kur’an’ı peygamberin kalbine indirdiği yazılmıştır. Bilim ise, bilgilerin ve hafızanın beyinde saklandığı kanıtlamıştır. Yine Bakara suresi 260. ayetinde İbrahim’in kalbinin tatmin olması için Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini istediği yazılıdır. Halbuki tatmin olan, ikna olan kalp değil, beyindir. Birçok ayette de kalbin mühürlenmesinden söz edilir. Şura-24 “Yoksa onlar, senin hakkında: “Allah’a karşı yalan uydurdu” mu diyorlar? Eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler. (…)” Tegabun-11 “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbine hidayet verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” Hidayet verilecek olsa, verileceği organ kalp değil, beyin olmalıdır. İslamcılar bunu, bugün de sevginin, merhametin kalple ifade edilmesiyle açıklar. Tersine bu ifade şekli, dini inançlardan kaynaklanarak oluşmuştur. Bazı İslamcılar ise kalbin de beyinsel fonksiyonlara sahip olduğunu iddia eder. Bu iddianın hiçbir bilimsel yanı yoktur. Kalp, sadece kan pompalayan bir organdır ve beyin işlevlerinin hiçbirine sahip değildir. Bu yanlış, müteşabihlikle de izah edilemez. Kalple ilgili birkaç ayetin müteşabihliği olsa da, Kur’an’ın tamamında ve onlarca ayette bu şekilde geçmesi, böyle bilindiğinin göstergesidir. 3-Her canlının çift yaratıldığının sanılması: Zariyat-49 “Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.” Her canlı çift değildir. Bakteriler, tüm canlılardan kat kat fazla sayıda ve etkinliğe sahip varlıklardır. Eşleri olmayıp bölünerek çoğalırlar. Ama görülüyor ki Kur’an’ın yazarı, ya bakterileri, virüsleri bilmiyor ya da onları canlıdan saymıyor. 4-İnsanlar için sadece 8 çift hayvan yaratıldığının idda edilmesi:


Zümer-6 “Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini var etmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir. (…)” Enam-143 “Sekiz çift yarattı: Bir çift koyun, bir çift keçi. (…)” Enam-144″Deveden bir çift sığırdan da. (…)” İnsanların faydalandığı hayvan sayısı sekizden çok daha fazladır. Bazı İslamcılar, ayetin çiftlik hayvanlarını kastettiğini öne sürerse de 8 çift hayvan yine çok azdır. İnsanlar bu sayılan hayvanların dışında at, eşek, tavuk, ördek, hindi, tavşan, balık, lama, kanguru, geyik, fil ve daha birçok hayvandan yararlanırken sadece 4 çeşit hayvan sayılması ve 8 çift olarak ifade edilmesi ilginçtir. 5-Tatlı suda inci ve mercan yetiştiği: Rahman suresi 19-22 ayetleri ile Furkan suresi 53.ayetinde geçen iki denizin birbirine salındığı-karıştırıldığı ama aralarında bir engel olduğunu yazan ayetlerde denizlerden birinin suyunun içilebilen tatlı su olduğu, diğerinin acı ve tuzlu su olduğu yazılıdır. Rahman-22′de her ikisinde de inci ve mercan yetiştirildiğini yazar. Halbuki tatlı suda inci ve mercan yetişmez. Suni olarak inci yetiştirilse bile mercan hiç yetişmez. Ayrıca mucize uydurmacıları, ayetteki iki denizin karışmamasını mucize diye sunmaya çabalarlar. Ki denizlerin karışmamasıda gerçek dışıdır. 6- Ortadoğu dışında yaşayan canlılardan hiç bahsedilmemesi: Kur’an’da adı geçen bütün bitki, hayvan ve diğer doğa varlıkları Ortadoğu’ya özgüdür. Diğer bölgelere ait olan canlı-cansız varlıklardan söz edilmez. Örneğin çölden bahsedilir ama gölden, ormandan bahsedilmez. Kar, buz, dolu, sis gibi bölgede görülmeyen doğa olayları Kur’an’da geçmez. Portakal, mandalina, karpuz, kavun, ceviz, fındık, patates gibi bölge dışı bitkisel ürünlerden, kanguru, lama, pelikan, fok gibi bölge dışı hayvanlardan bahsedilmez. B-Dünyanın ve Evrenin bilinmemesinden doğan çelişkiler: 1- Güneşin kara bir balçığa batması: Eski toplumlar, dünyanın da güneş, ay ve yıldızlar gibi bir gök cismi olduğunu bilmezlerdi. Yere göre güneşin hareket ettiğini sanır, doğuda bir yerden doğup batıda bir yerde battığını düşünürlerdi. Bazı filozoflar, asıl dönenin güneş değil dünya olduğunu keşfetmiş olsalar da, insanların çoğu bu bilgiden habersizdi. Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn hikayesine bakalım Kehf-86″Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, güneşi, kara bir balçıkta batıyor buldu.(…)”


Dünyayı göğün altında uçsuz bucaksız bir yer olarak gören ve göz yanılmasından dolayı güneşin dünyanın batısında bir çamur gözesine battığını sanan bir yanlış bilgiye sahip olunduğu anlaşılmaktadır. Bu ayet, İslamcılar tarafından güneşin sanki okyanusta batıyormuş gibi görünmesi olarak açıklanmaya çalışılır. Öyle olsa, ayette “sanki” sözcüğü olurdu ama yoktur ve bazı mealciler bu kelimeyi parantez içinde ayete ekler. 2- Dünyanın tüm evrenden daha uzun zamanda ve daha önce yaratılması Evrende milyarlarca galaksi olduğu ve her galaksinin milyarlarca güneş sistemine sahip olduğu ve dolayısıyla dünyamız gibi sayısız gezegenin olduğu artık biliniyor. Bu bilgilerden yoksun olan eski toplumların yaratılış mitlerinde ise sadece yer-gök geçiyor. Altta uçsuz bucaksız bir yer ve üstte gök kubbe. Füssilet suresinde de yer ve göğün yaratılışı bu bakış açısıyla anlatılıyor. Bu konu daha önce ayrıntılı anlatıldığı için burada tekrar etmiyorum. Özetle Ayetlerde dünyanın dört günde ama 7 göğün yani evrenin iki günde yaratıldığı öne sürülüyor. Evrenle kıyaslandığında; okyanusta bir çakıl tanesi gibi olan dünyanın yaratılışının hem evrenden önce, hem de evrenin iki misli zamanda yaratıldığı iddiası bilimsel olabilir mi? 3- Yıldızların göktaşları ile karıştırılması Mülk-5 “Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.” Kandille kastedilen yıldız. Ama yıldızın ne olduğu bilinmiyor. Boyutları çok küçük sanılıyor. Günümüzde bile göktaşları düşerken yıldız kaydı denir. Bu ayetten anlaşıldığı gibi düşen gök taşları ile yıldızlar karıştırılmış. Güneş ile yıldızlar farklı düşünülüyor. 4- Göğün yere düşmemesi için tutulduğu: Hacc-65 “Görmedin mi ki, Allah bütün yerdekileri sizin hizmetinize sundu. Ve emriyle denizde seyredip giden gemileri de. Göğü de izni olmaksızın yere düşmekten o tutuyor. Gerçekten Allah insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir.” Göğün tutulmadığı takdirde dünya üzerine düşeceğini hangi bilim adamı söyleyebilir? Milyarlarca galaksi, katrilyonlarca yıldız ve gezegenlerin dünyaya düşebileceği düşünülebilir mi? Ama dünya gökte bir cisim değil de, gök dünyanın üstünde sanılırsa; göktekilerin yere düşeceği zannına kapılınılabilir ki Kur’an’ın yazarı da bu yanılgıya düşmüştür. 5- Cennetin genişliği göklerle yer kadar mı?


Al-i İmran-133 “Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.” Yer’den kastedilen dünya gezegeni olduğuna göre; dünya da, uzayda diğer gök cisimlerinden biri olduğuna göre; “gök ile yer kadar” demek saçma bir ifadedir. Bu da, önceki örneklerde olduğu gibi göğün dünya üzerinde bir kubbe olarak algılanmasından kaynaklanmaktadır. 6- Ayın bir nur, bir ışık kaynağı olduğu: Yunus-5 “O’dur ki Güneş’i bir ışık yaptı. Ay’ı da bir nûr kılıp, ona birtakım konaklar tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.” Ay’ın bir nur olmadığı sadece geceleri güneşten aldığı ışığı yansıttığı biliniyor. Kuran yazarlarının ayın ışık kaynağı olmadığını bilmediği için gündüz ay’ı göremeyen ve gece aydınlık verdiğini görenler onun verdiği ışığı nur sanıkları anlaşılıyor. C-Matematiğin bilinmemesinden doğan hata: Kurandaki usullere göre miras dağıtımları üç farklı sonuç vermektedir, Mirascıların miras haklarına göre değişen bu sonuçlara göre sırayla 1 Miras Artar 2 Miras Eşit dağıtılır 3 Miras eksik gelir Kurandaki Matematik hatası budur. Sözde allah kelamı olan bir kitapta her durumda mirasın eşit ve hakkaniyetli dağıtılmasını sağlayıcı hükümler beklenir. En basitinden kuran ayetinde namazın nasıl kılınacağını tarif etmeyip namazı kılın diyerek ayrıntıyı ümmetine bıraktıysa tekbir kelimeyle mirası eşit dağıtın diyerek daha adil hükümler içerebilirdi. Oran hatalarını giderebilmek için avliye ve reddiye yöntemine başvurulur. İlköğretim seviyesindeki bir oran hesabında hata yapılmış olması, Kuran’ın insan ürünü olduğunun en önemli kanıtıdır. D- Doğaüstü inançlardan doğan çelişkiler İlk insanın çamurdan yaratılması, Ayın yarılması, Bedir savaşında melek ordusunun Müslümanlara destek olması, Kayalıktan deve çıkarılarak Salih peygambere mucize verilmesi, Firavuna karşı Musa’ya verilen mucizeler, suların kan olması, tüm ilk doğan erkek çocukların ölümü, kurbağa, çekirge istilası ve Kızıldeniz’in yarılması, Meryem’in cinsel ilişkiye girmeden İsa’yı doğurması, İsa’nın bebekken konuşması, ölüleri diriltmesi, Fil vakasında kuşların attıkları taşlarla orduyu helak etmesi, Süleyman’ın kuşlara, cinlere hükmetmesi, ayakta öldüğünde asasını kurt yiyip de düşene kadar öldüğünün anlaşılmaması, Nuh tufanında tüm hayvanlardan birer çiftin


gemiye toplanması gibi Kur’an’da bilimsel yasalara ters, doğaüstü, insanüstü mucize iddialarına bolca rastlanır. Sonuç Evrensel olduğu öne sürülen bir kitapta yer alan tek bir bilimsel hata dahi, o kitabın evrensel olamayacağının kanıtıdır. Kaldı ki Kur’an’da onlarca bilimdışı ayet mevcuttur. 1400 yıl öncesine ait bir kitapta yazılmış olanların, her çağda ve her yerde geçerli olduğuna inanmak yanlış olduğu kadar tehlikelidir de aynı zamanda. Böyle bir inanç, o kitabın çağdışı hükümlerini egemen kılmak ister. Böyle bir inanç, bu kitabı tüm kitaplardan üstün görür ve bilimi, bilimsel teorileri geri plana atar. Çağdaş yönetimler, uygar yasalar yerine 14 yüzyıl öncesine ait ilkel kanunları uygulatmak ister. Nitekim Islâm’ın ortaya çıktığı tarihten günümüze gelinceye kadar, hiçbir ülkede ve hiçbir dönemde demokratik doğrultuda bir gelişme görülmemiştir. Kur’ân’a dayalı olarak ne laik ve demokratik bir sosyal düzen kurma, ne de toplumsal kalkınma mümkündür. Çünkü Kur’ân, teokratik sistemler dışına çıkılmasına ve akılcılığa olanak tanımadığı gibi, ekonomik olarak da gelişmeye yönelik girişimlere fırsat vermez. Günümüz dünyasında İslam ülkelerinin durumu bunun kanıtıdır. Gelişmiş, kalkınmış ülkeler içinde tek bir İslam ülkesi yoktur. Üstelik tümü, demokratik yönetimlerden yoksundur. Hala kadına oy hakkı verilmeyen, kadının çalışmasına, araba kullanmasına izin verilmeyen ülkeler mevcuttur. Dünyada köleliğin bile en son Suudi Arabistan’da kaldırılmış olması da bir tesadüf değildir.

4-Deniz Sulari Karismaz mı? Kuran’daki Rahman ve Furkan surelerinde iki denizin birbirine “kavuştuğu” ama “karışmadığı”na dair bir olay, Tanrı’nın gücünün delili olarak gösterilir Söz konusu ayetleri bir kaç değişik meal ile aktaralım: Rahman-19 (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar 20 (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar. Rahman-21 O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Rahman-22 O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar. Rahman-23 O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Furkan-53 “O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır” Yani elimizdeki bilgiler nedir?


1-Birinin suyu tatlı, diğeri tuzlu iki adet su gövdesi var Tatlı olan içilebilir bir su (susuzluğu giderici ve ferahlatıcı tanımı yapılıyor) 2-Bu iki su birbiriyle karşılaşıyor ama aralarındaki bir perde yüzünden karışmıyorlar 3-Bu iki suda da mercan ve inciler bulunmaktadır Bu bilgilere ek olarak, bazı mucizeci sitelerde “yüzey gerilimi yüzünden iki su kütlesinin karışmadıkları” veya bunu fark eden Jacques Cousteau’nun İslam’ı kabul ettiği gibi detaylar verilir Hatta bunu Cebelitarık boğazındaki Atlantik Okyanusu ve Akdeniz’in sularının karışmadığını farkettikten sonra yaptığı söylenir. Deniz suları gerçekten karışmaz mı? Deniz suları ve genel olarak farklı yoğunlukta sular kesinlikle Karışır Karışmaması gibi bir şey söz konusu değildir. Okullarda anlatılan fen derslerinde farklı sıcaklık ve yoğunluklara sahip (aynı türden) sıvıların karışmasının geciktiğinden bahsedilir Denizlerde de aynı durum söz konusudur Genel olarak daha tuzlu ve soğuk su derinlere çökerken daha sıcak ve tuzsuz su yüzeye yaklaşır Dikkat edilmesi gereken nokta, bu su gövdelerinin birbiriyle etkileşimidir Bu su kütlelerinin arasında “perde” benzeri bir sınırlandırma yoktur Bunun yerine iki su kütlesi arasında gradyan yani aşama aşama bir geçiş vardır. Eğer iki su kütlesi yeterince uzun süre aynı ortamda kalırsa tamamen homojenleşene kadar karışmaya devam Eğer okyanusta olduğu gibi akıntılar ayrı sıcaklıktaki ve tuzluluktaki su kütlelerini hareket ettirirse aradaki gradyan (suların karışmaya başladığı) bölge kalacak ve temas noktasına uzak olan sular karışamadan akmaya devam edeceklerdir Fakat bu iki su kütlesi arasında aşılamayacak olan bir perde olmasından değil, farklı sıcaklık ve yoğunluktaki suların karışmasının homojen kütlelere göre daha geç olmasındandır. Rahman suresindeki iki deniz (tuzlu su gövdeleri) in görünmeyen bir perdeyle karışmaması, ancak yeni karşılaşmış su gövdeleri için geçerlidir Bu gövdelerin de arasında bir perde yoktur, Aksine bir biriyle etkileşime giren ve homojenleşmeye başlamış bir ara kütle vardır. Bu kütle bir perde değil, karşılaşan iki suyun karışımı olan bir “ara form”dur. Eğer denizlerin birbirine karışmadığını iddia ediyorsanız denizler arası akıntıları da inkar ediyorsunuz demektir. Ama denizler arası akıntılar bilinen bir gerçektir. Denizler arasındaki akıntıların (yani karışmalarının) başlıca nedenleri aşağıdadır. 1-Gelgitler,


2-Denizler arasındaki yükseklik farkı (yağışlar, buharlaşma ve akarsular nedeniyle), 3-Denizler arasındaki sıcaklık farkı, 4-Denizler arasındaki tuzluluk farkı, 5-Rüzgar, Denizlerdeki tuz sürekli difüzyon halinde olmasına ve sürekli dalga ve akıntılarla karışmasına rağmen neden tuzluluk oranlarında ufak da olsa fark vardır? Çünkü denizlere sürekli bir su girdisi ve çıktısı vardır. Örneğin Karadeniz.. Akarsuların bolluğu, yağışın fazla ve buharlaşmanın az olması nedeniyle tuzluluk düşüktür. Ancak Kızıldeniz’e baktığımızda akarsuların azlığı, yağışların çok düşük olması ve buharlaşmanın çok fazla olması nedeniyle tuzluluk diğer denizlere göre yüksektir. Eğer denizler karışmasaydı Kızıldeniz’in kuruyup bitmesi gerekirdi. Tuzluluğu etkileyen etmenler şunlardır: 1-Akarsular, 2-Buharlaşma, 3-Yağışlar, 4-Eriyen Buzullar, 5-Denizler arası akıntılar, İşte denizlerin tuzluluğu bu yukarıda sayılan etmenler ve tuzun difüzyonu etkisiyle belli bir tuzluluk oranında dengelenir. Bu, o denizin ortalama tuzluluk oranıdır. Furkan suresinde ki ayette bahsi geçen biri tatlı ve tuzlu su kütlelerine gelecek olursak, burada da bir karışmama söz konusu değildir ve bunun kanıtı da nehirlerin denize döküldüğü yerlerdir Denizlere dökülen tatlı su, deniz suyuyla karışır ve homojenleşir Denizlerde tuzlu suyla karışmamış serseri mayın gibi dolaşan tatlı su gövdeleri yoktur Bu sular, homojenleşir ve karışırlar Aralarında bir perde yoktur. Denizlerin birbirine karışmadığını iddia etmek fizik, kimya, coğrafya bilimlerine tecavüz anlamına gelir. Birbirine karışmayan komşu denizler yoktur. Ancak yukardaki sebeplerden bu karışım bazı bölgelerde daha yavaş ve daha düşük oranda gerçekleşmektedir. Fakat karışmama, ”görünmez duvarla birbirinden ayrı durma” gibi olgular kesinlikle söz konusu değildir. Cebelitarık karışmıyor mu yani?


Mucize iddiacılarının ”denizlerin karışmaması” konusunda verdikleri meşhur örneklerden biri de Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nu birleştiren 60 km uzunluğundaki Cebelitarık Boğazıdır. Oysa Cebelitarık boğazı’nda da aynı durum sözkonusudur. “Boğazda önemli bir su değişimi gerçekleşir. Doğu rüzgarlarınca engellenmez ise boğazın merkezinden doğuya doğru iki kol halinde bir yüzey akıntısı akar. Bu yüzey akıntısı su yüzeyinden yaklaşık 100 m. aşağıda batıya doğru akan daha yoğun, soğuk ve tuzlu bir akıntının üstünde yer alır. Böylelikle boğaz Akdeniz’ in giderek küçülen bir tuz gölüne dönüşmesini önler.” (Ana Britannica Ansiklopedisi’ Cilt 3, sayfa 426) Anlaşıldığı üzere yüzeyde bir akıntı olduğu gibi derin kısımlarda da ters yönde bir akıntı vardır. Ayrıca Akdeniz eğer Atlas Okyanusu’ nun bu suları ile beslenmeseydi sıcaktan buharlaşacak ve bir tuz gölüne dönüşecekti. Kaptan Coustea’nun Müslüman olduğu yalanı Konuyla ilgili olarak uydurulan bir diğer iddia da Kaptan Cousteau’nun Cebelitarık’ta gördüğü bu bulgu üzerine Müslüman olduğudur. Fakat bu iddiayı destekleyecek hiçbir kanıt ya da herhangi bir işaret olmadığı gibi aksine 1991′de Cousteau vakfı tarafından kesin olarak yalanlanmıştır. Sayın Charles TUCKER 11A Chemin de Pennachy 69230 ST GENIS LAVAL FC/DC Paris, Kasım 2, 1991 Sayın ilgili, Mektubunuzu aldık ve etkinliklerimizle ilgilendiğiniz için teşekkür ederiz. Saygıdeğer Cousteau, Müslüman olmamıştır ve bu söylentinin aslı yoktur. Yüksek Saygılarımla.. Didier CERCEAU chargé de mission (Kurum Sorumlusu/Yetkilisi) Peki Ayetler’de neden böyle bir yorum yapılmış olabilir? Hem de iki kere? Aslında su kütlelerinin ayrıymış gibi görünmesi hadisesi gözlemlenebilir bir olaydır Nehirlerin denize döküldüğü yerlerde nehir suyunun denizin içine doğru uzandığı gözlemlenebilir. Eğer surelerin devamlarına bakarsak, sureler gözlemlenebilir olayları göstererek onların hepsinin Allah’ın işi olduğunu söylemektedir. Suların karışmaması hadisesi de bu yüzden anormal ya da dönemin insanlarına anlamsız gelmiş bir bilgi değildir, deniz görmüş her 7yy Arabının bildiği bir şey bile olabilir. Yoğunlukla ilgili bilgilerin MÖ 2.yy’da yaşamış olan Arşimed’e kadar uzandığını hatırlatmakta fayda var.


Eee yüzey gerilimi diyorduk? Su kütlelerinin farklı yoğunluktaki bir başka gövdeyle (gaz, katı, başka bir sıvı) temas ettikleri yerde oluşan bir tür rezistanstır Suda yürüyen sinekler suyun yüzeyinde oluşan gerilimden Suyun içine atılan zeytinyağı da benzer bir gerilimden faydalanır ve karışmaz Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, karşılaşan iki kütle arasındaki moleküler farklardır Yağ ve suyu karıştırmak çok zordur, ancak buradaki belirleyici etki yüzey gerilimi değil, moleküler farklardır Yoğunluk ve sıcaklıkları farklı iki su arasında bu türden bir moleküler fark olmadığı için yüzey gerilimi burada önemli bir belirleyici değildir Sonuç olarak 1-Muhammed zamanından çok önce, tuzlu ve tatlı suların karışmakta geciktikleri biliniyordu Bu suların hiç karışmadıklarını söylediği için Kuran’da mucize değil hata bulunmaktadır. 2-Deniz suları ve tatlı sularının karışmasını tamamen ve kesin olarak engelleyen bir perde yoktur Yüzey gerilimi burada belirleyici değildir. 3-Eğer Rahman ve Furkan surelerinde bahsedilen olay aynı olay ise Kuran tatlı sularda mercan yaşadığını iddia ederek bilimsel bir hata daha yapmaktadır

5-Sözde İslam Alimlerine Bir Örnek Bilindiği gibi günümüzde islam dünyası islamın bilime geçmişte büyük katkısından bahsederek övünürler. Oysa bilimin ve bilim insanlarının ırkı, dini ve dili olmaz, bilim insanları tüm insanlığa mal olmuşlardır. Nasıl ki Hıristiyan bilim adamı veya Musevi bilim adamı denmiyorsa, Müslüman bilim adamı veya İslam Alimi de denemez. Tabi bu geçmişte yaşamış bilim insanları ile övünmek sebepsiz değildir. İslam Dünyasında ki geri kalmışlık ve batının başta bilim olmak üzere hemen hemen her konuda ki muazzam üstünlüğü Müslümanların genelinde eziklik yaratmıştır. Bunun sonucu Müslümanlar geçmişte İslam ülkelerinde yaşamış ve bilim tarihine adını altın harflerle yazdırmış bilim insanları ve bunların başarıları ile övünerek bu eziklikten kurtulmaya çalışırlar. Bu başarılardan İslama pay çıkarmak ve böylece biraz olsun bu eziklikten kurtulmak çabası her Müslümanda vardır. Peki gerçekten bu insanların başarılarında İslamın bir payı var mıdır? Geçmişte İslam Dünyasında büyük bilimsel başarılara imza atılmıştır. Bu rededilemez bir gerçektir. Özellikle tıp ve matematik konularında İslam dünyasında yetişmiş bilim insanlarının modern bilime büyük katkıları olmuştur. Bu başarıların başlıca nedeni geçmiş çağlarda Sümer, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinde ki bilimsel gelişmelerin sahiplenilmesidir. İslam Dünyasında yaşamış bilim insanlarının başarısında asıl pay sahibi İslami öğreti değil, eski Yunan felsefesi, bilimi ve bunları benimseyen yöneticiler ve bilim insanlardır. Buna eniyi örnek İbni Sina ve onun felsefi


görüşleridir. Bu büyük Bilim adamının İslam Alimi olmasını boşverin kendi yazdığı eserlerinde ortaya koyduğu düşüncelerini baz alacak olursak Müslüman olarak öldüğü bile şüpelidir. İbni Sina (980-1037) Otobiyografisinde “Ölümden sonraki yaşam” hakkında görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir; “Ölümden sonraki yaşam, dinlerden öğrenilen bir kavramdır. Ölümden sonraki yaşamın gerçekliliğini kanıtlamak için dini dogmalara inanmak ve peygamber sözlerini kabul etmek mümkün değildir.” (Ibn-i Sina ve Teoloji” by Arthur J Arberry) Ebu Ali el-Hüseyin İbn Abdullah İbni Sina. Aristo felsefesini benimseyen İbni Sina, İslâmi değerlere farklı yorumlamasına rağmen, şartların zorlaması nedeniyle müslüman görünmeye özen göstermiştir. İslâmi değerlere farklı yorumlamasına örneği verecek olursak: Dünyanın ezeli olduğunu, yoktan yaratmanın imkansız suretiyle meydana geldiğini dile getirmiştir. Bu görüşe göre İbni Sina bir “Vahdet-i Vücut’çudur”. Ayrıca eserlerinde Allah’ın cüzleri bilemiyeceğini, cehennem azabının devamlı olmadığını, cismani dirilişin olmadığını, alemin amaçsız olduğunu ve Peygamber sözlerinin gerçek değil sembolik olduğunu söylemiştir. (Farabi 1/54, Prof. Dr. Cavit Sunar, Islam`da Felsefe ve Farabi, 2 cilt, AÜIF Yy.1972) Ibn Sina yazdığı “Risalet-ül Adhaviye“ ismli kitapta cismani dirilişi açıkca reddeder. Ona göre bedenin dirilmesi peygamberin zihninde doğan hayali bir mit’ten başka birşey değildir. O peygamberin bu mit`le kitleleri kontrol altında tutmaya çalıştığını söylemiştir. [Islam Felsefesi, 105, İslam 149, Prof.Dr.Fazlur Rahman , İslam, Çev: Doç. Dr. Mehmet Dağ-Doç.Dr. Mehmet Aydın, Selcuk Yy. 1981, Teymiye 2/19, Şeyhülislam ibni Teymiye, Ibn Teymiye Külliyatı, 5 cilt, Çev: Kurul, Tevhid Yy.] Ona göre akla uyğun yaşamak cennet, hayal alemi ise cehennemdir. Hisler ise kabir alemidir. (Cerrahoğlu 2/43, ,Prof. Dr. Ismail Cerrahoglu, Tefsir Tarihi,DIB Yy. 2.cilt Ank. 1988) Dolayısıyla bu yaşanan hayattan başka bir hayatın olmayacağını iddia eder.[Cerrahoğlu 2/42, Farabi 1/54] İbni Sina ise Farabi’ye oranla Felsefesinde biraz daha fazla İslâmi kavramlar ve unsur kullanır. Bazıları onun bu özelliğinin, İslâmi çevrelere sevimli görülme arzusundan kaynaklandığını iddia ederlerse de yanlış bir düşüncedir. Çünkü araştırıldığında onun Müslüman otoritelere şirin görünmek gibi bir kaygı taşımadığı görülür. O, İslâmi kavramları ve asıl anlamlarının çok dışında anlamlar içerecek şekilde kullanarak, kendine özgü bir felsefe-inanç oluşturmuştur. Onun felsefesinde İslâm’ı ilgilendiren önemli noktalar şunlardır: O, Peygamberlikle ilgili olarak, Peygamberin Cebrail gibi bir varlıkla görüşmesinin imkânsız olduğunu, çünkü peygamberliğin bir tür parapsikolojik ve metapsişik olay olduğunu belirtir. Kendi düşünce ve fikirlerinin de “Vahiy olarak nitelenen bilgiden” farksız olduğunu belirtir.


Fakat, İbn Sina’nın inandığı ve düşündüğü yüce varlığın sıfat ve özellikleri Allah’ınkinden oldukça farklıdır. O en genel anlamıyla Aristo’nun inandığı tanrı kavramına inanır: Aristo’ya göre tanrı vardır ve varlığı zorunludur. Ancak onun, yoktan var etme gibi, bir sıfatı yoktur. Aristo’nun inancındaki tanrı, malzemesini hazır bulan ve kendi iradesi olmadan bu malzemeye şekil veren bir tanrıdır. Yani bir anlamıyla mimar tanrı’dır. Üstelikte evrene şekli kendi isteğiyle vermemiştir. O, evren dışında ve hareketsizdir. Hareketsizdir çünkü hareket edecek olsa başka hareket ettiriciye muhtaç olur. Onun kainata şekil vermesi, limonu doğrudan hiçbir etkisi olmadığı halde kişinin ağzını sulandırması gibidir. Yani madde, tanrı gibi olmak, ona yakın olmak için biçim kazanır ve tanrıya yaklaştıkça biçimi (formu) artar. Aristo bu düşüncelerini madde-forum kuramıyla açıklayarak, tanrının maddesiz form (şekil) olduğunu, saf maddenin ise formsuz olduğunu belirtir. Böylelikle ona göre tanrı ile formsuz madde (heyûlâ) arasında diğer bütün varlıklar yer alır. “Aristo’yu en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak düşünen onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan Farabi ve İbn Sina, tanrı görüşünde de ufak farklılıklarla Aristo’yu takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl, ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü… Akıllar meydana etmiştir. Tanrının evreni yaratmasının bu akıllar aracılığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan başlayarak safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı vardır ve yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde olmaması gerekir. Çünkü onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da kapsadığını belirtirler.” [Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 128129] İbn Sina gerçek sistemini Hikmetu’l – Mesrikıyye’de açıkladığını söylemektedir. Onun sisteminde, yukarıda belirttiğimiz gibi, felsefi bilgilerle İslâmi bilgiler aynı zamanda birleşir, uyuşmaya çalışılır. Dünyanın öncesiz (kadim) olduğu düşüncesini ona veren veya onun bu düşüncedeki hareket noktası. Kur’an olmayıp, Aristo ve Eflatuna ait kozmogoni metafiziğin ortaya koyduğu sonuçlardır. Bu açıdan ki İbn Sina’nın sistemi, ortaçağ felsefesinin bütün karakterini taşır. İbn Sina bir yönden âlemin ezeli olduğunu söylerken, diğer yönden onun mümkün olduğunu kabul eder. Onun anlayışına göre, âlem Allah’la birlikte daima vardı. Bir yönden Allah’ın âlemden önce olmayacağı, diğer yönden de O’nun âlemden önce olduğu kanaatındadır. Böylece ilk bakışta İbn Sina’nın düşüncelerinde bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Eğer âlem Allah’la birlikte varsa öncesiz, Allah ona oranla bir önceliğe sahipse mümkün veya yaratılmış (muhdes)tır. Ancak İbn Sina, bu çelişkiyi şöylece ortadan kaldırmak ister: ona göre, Allah âlemde zaman itibariyle değil, fakat tıpkı sebebin sonucundan önce olduğu gibi, öz (zat) ve sıra önceliği itibariyle


öncedir.” [İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 24 -82 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 – Ankara] Görüldüğü gibi, çağının çok ötesinde ki zekasıyla peygamberliğin hayal ürünü, parapsikolojik bir olay olduğunu ortaya koyan İbn Sina’nın İslâm’da ki peygamberlik anlayışını benimsemediği ortadadır. Tanrı Allah’ın, alemi yoktan var ettiği fikrini de kabul etmemektedir. Bu büyük bilim insanına göre alem, Tanrı Allah’la birlikte ezeli yani başlangıçsızdır. Alem, Tanrı Allah’ın içinde, bir çocuğun anne karnında olması; bir eşyanın bir bir sandık içinde olması gibi, Tanrı Allah’la birlikte hep vardı, meydana gelmesi bir doğum olayı şeklinde açığa çıkmasıdır. Yani İbn Sina’ya göre, Allah alemi yoktan var etmemiş, kelimenin tam anlamıyla doğum yapmıştır. Ve bu doğum bir dişinin ister, istemez doğurması gibi, Tanrı Allah’ın iradesi dışında meydana gelmiştir. Şurası bir gerçektir ki bu düşünce felsefesi, İslam dinine göre küfür ve şirk olan iddialardır. Bu nedenle İbni Sinaya İslam filozofu yada müslüman bilgin denmesi doğru değildir. İbn Sina’nın diğer bir düşüncesi de: İbn Sina’ya göre, Allah kainatı bir bütün olarak bilmekte olup, tek tek varlıklardan ve olaylardan habersizdir ve onları bilmemektedir. Örneğin : “Uzay varlıklarının kitle olarak var olduklarını bilir, fakat Güneş’in, Ay’ın v.s. var olduğunu bilmez; İnsanların kitle olarak var olduğunu bilir, fakat, insanları ve diğer canlıları tek tek olarak bilmez, ne yaptıklarından habersizdir,” İbn Sina’nın bu konulardaki düşüncesi şu şekildedir:“İbn Sina, Tanrı alemde külli ve umumi bilgiye sahiptir, ama bilgisi tikel ve cüz’i değildir, der.” [Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe, Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 133, Beyan Yayınları 1994.] “İbn Sina’ya göre, eğer Allah sonsuz ve değişmez ise cüz’i şeyleri düşünemez. Allah’ın cûz’i şeyleri düşündüğünü söylemek O’nun tabiatında değişikliği kabul etmektir; dolayısıyla da özünde bir eksiklik kabul edilmiş olur. O’nun olgun olması için, hareketsiz olması lazımdır, hareketsiz olması için de dünyayı bilmemesi gerekir. “İbn Sina düşüncesinde, Allah hem bilgin (âlim) hem de hayat sahibi (Hayy)dir. Böylece onun sistemi Allahda ilim ve hayatı birleştirmiştir. O, bilen ve yaşayandır. Bu yönden Allah’a nisbet edilebilecek tek bilgi, külli bir bilgidir. O, Allah olarak değişikliği kabul etmez; cüzileri cûz’i ve değişen olarak bilmez, fakat onları külli olarak bilir. Allah’ın özünde, bilgisi ile bilgisinin nesnesi arasında arasında ayrılık söz konusu değildir.” [İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 68 -70 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997] Aslında İbn Sina İslâmi hiçbir hususa inanmamaktadır. Zira İbn Sina, Kainatın, Tanrı Allah’ın müdahalesi ve gayesi olmaksızın geldiğine inanmaktadır. Bu felsefesini eserlerinde açıkça ortaya koymuş büyük bir bilim insanıdır.


İslam çoğrafyasında yaşamış ve şimdilerde İslam Alimi denerek başarılarından İslama pay çıkarılan pekçok bilim insanının boşverin başarılarında İslamın pay sahibi olmasını Müslüman bile denemiyeceği açıktır. İsanlığa büyük hizmetleri olmuş bu değerli insanlar her ne kadar şimdilerde Müslüman zannediliyorlarsada pekçoğu yaşadıkları dönemde dinden çıktılar suçlamasıyla kafir ilan edilmişler, bilime hizmet için yaptıkları değerli hizmetler İstanbul Rasathanesi’nin yıkılmasında olduğu gibi yaşadıkları dönemde yok edilmeye çalışılmıştır. Küçük bir örnekle konuyu kapatalım Ebu Bekr Muhammed İbn Zekeriyye Er Râzi’nin filozoflarla ilgili görüşlerine bakalım sizce bu sözleri söyleyen biri Müslüman olabilir mi? ”Bütün insanlar yaradılıştan eşittir. Peygamberlerin hiçbir akli ve ruhi üstünlükleri yoktur. Mucizeler birer vakıa değil,efsanedir, tek olan ezeli hakikate aykırıdır. Filozofların eserleri insanlık için mukaddes kitaplardan çok daha faydalıdır”. (İslam Düşüncesinin Yapısı, Süleyman Uludağ, sy. 240.)

6-Ruh Bilimsel Yönden Gerçek Dışdır İlk olarak şunu net ve kesin bir biçimde, altını çizerek ve kalın harflerle belirtelim: “Ruh” diye bir olgunun bilimsel HİÇBİR geçerliliği yoktur. Ruh, tamamen sahte-bilime ve dine ait bir tabirdir. Hiçbir canlıda, “beden” ve “ruh” diye bir ayrım yoktur. Ruh, insanların beyin fonksiyonlarına yani sinir sisteminin uyarı ve hastalıklarına anlam verememesinden doğan bir “bilimdışı boşluk doldurucu” tanımlamadır., tıpkı bazı anlam veremediğimiz diğer olgular için aklımızda yarattığımız başka kavramlar gibi. Dolayısıyla “Ruh” sadece insan bilincini tanımlayan bir kelimedir. Tek hücreli canlıları ele alalım. Neticede bunlar da canlı, yani ”ruh”u var. Zaten eğer onların ruhu olmadığı iddia edilirse, o zaman canlılık için ruh gerekmediği sonucu çıkar. Bu canlılar bölünerek çoğalıyorlar. Mesela, bir amip ikiye bölünüp iki amip haline geliyor. Şimdi bu durumda bu canlının ruhu da mı ikiye bölünüyor? Ruh böyle bölünebilen birşey mi? Biz diyoruz ki insanın bilincine ”ruh” denir ve insanın beyin fonksiyonlarının ürünüdür. Beyin ölünce de ruh yani bilinç sonsuza dek yok olur. Tanrıya inananlar ise buna hayır beyin ölse bile ruh yaşar çünkü beyinden bağımsızdır, maddeden etkilenmez diyorlar. Böyle düşünen müminlere şu soruları soralım; Bir insanda beyin ölümü durumunu ele alalım. Beyin öldüğünde vücut hala canlı, yani kişinin kalbi atıyor ve hayatta, ama bilinci kapalı! Şimdi bu durumdaki birinin ruhu ne oluyor? Kalbi de durana kadar karanlıklar içinde mi kalıyor? Kişi hala canlı olduğuna göre ruhu bedende demektir. Ama kişinin bilinci kapalı! Yani beyni öldüğü için bu kişinin ruhu da karanlıklara gömülüyor. O halde ruhun beyinden bağımsız olduğu iddia edilemez bir hale gelmiyor mu? Yok eğer beyin öldüğü gibi ruh bedeni terk ediyorsa, o zaman da canlılık için ruh gerekmiyor demektir. Çünkü ilgili kişi hala nefes alıyor, kalbi atıyor, yani canlı! Ya da hafıza kaybı durumunu ele alalım. Eğer ruh bedenden bağımsızsa, hafızasını yitiren kişinin ruhu ne oluyor? Tanrı Allah ruha


bilgisayar gibi reset mi çekiyor? Ve kişi iyileşip de hafızası tekrar geldiğinde, Tanrı Allah ruhun bilgi donanımını tekrar mı yüklemiş oluyor? Beyin ameliyatlarında doktorun beynin müdahale edilmemesi gereken bir kısmına müdahalesi sonucu hastanın kişiliği değişiyor! Bunun örnekleri tıpta yaşanmıştır. Eğer ruh bedenden-beyinden bağımsızsa bu durum nasıl açıklanacak? Kişilik de beynin bir ürünü ise, o zaman ruha ne kalıyor? Kişilik de beyinle birlikte yok olacaksa, o halde ruh ne üzerinden yargılanacak ahirette? Kaldı ki insan hayatında bildiğimiz herşey fiziksel özelliklerimize atıfla açıklanır. Bize şu hayatta zevk veren ve bizi biz yapan herşey yine bedenimizin varlığını gerektirir. Örneğin; şarkı söylemek için ses tellerine, sevişmek için ilgili organlara, yemek için ağıza ve mideye, dinlemek için kulaklara, tatmak için dile v.b. her tür faaliyet için, yani kısacası hayatı yaşamak için ilgili bedensel organlara sahip olmamız gerekiyor. Zaten bu tecrübelerin toplamı bizde bir hafıza ve bilinç oluşturuyor ve bize benliğimizi veriyor. Ama eğer ruh bedenden bağımsız olabiliyorsa ve ölünce de yaşamaya devam edecekse, ruhun ”yaşayacağı” bu yeni durum gerçekten de ”yaşamak” lafını hakediyor mu? Çünkü yaşamaya dair herşeyi bedenimizle yapıyoruz. Öte yandan bizler yaşamdaki faaliyetlerimiz, bedensel isteklerimiz, yaşamın maddi koşullarının çeşitliliği karşısında edindiğimiz bilgilerimiz, başka insanlar ve doğayla karşılıklı etkileşimimiz sonucu varoluyoruz; Benlik duygumuz ve karakterimizi böyle kazanıyoruz, bilgi ve düşünce dağarcığımız bunların sonucu genişliyor. Tüm bu maddi etkenlerden benliği (ruhu) koparmak zaten mümkün değil. Ruhu bedenden ayrı düşünmek tüm maddi tecrübeleri yadsımayı gerektirdiği için, aslında kişinin karakterini, benliğini, tecrübelerini, düşünce ve isteklerini yok etmek oluyor. Kısaca değindiğimiz bu noktalar bile bedenden ayrı bir ruhun var olmadığını anlayabilmek için yeterli değil midir?

10- KURAN’DAKİ ÇELİŞKİLER 1-Kuran’da ki Çelişkilerin Kaynağı Kur’an’ın hemen her suresinde bir çelişki bulmak mümkündür. Uzun surelerde ise onlarca çelişkiye rastlanabilir. Çelişkiler; bir ayette söylenenin başka bir ayette değiştirildiği, farklı ya da tersinin söylendiği tutarsızlıklardan, ayetlerdeki akıldışı, mantıkdışı, bilimdışı yanlışlardan, Tevrat ve İncil’e uymayan hatalı hükümlerden ve bilgilerden oluşur. Bu çelişkilerin tümünü listelemek çok zor. O kadar çok çelişki ve çelişki iddiası var ki, sayfa sayfa listelere sığmaz. O yüzden çok önemli olanlarını listelemeye çalışalım: Nisa-82 “Hala Kur’an’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”


Bazı islamcılar, 1-2 çelişkinin olabileceğini öne sürüyorlar. Çünkü Nisa82′de “birçok çelişki” yazıyormuş. “Bir çelişki” ya da “birkaç çelişki” demiyormuş! Eğer Kuran ilahi kaynaklı yani “Allah kelamı” ise bir kitapta tek bir çelişki dahi olmaması gerekir. Ama Kuran’ı okuduğumuza bir ya da birkaç değil, yüzlerce çelişki bulmak mümkündür. Apaçık olduğu yazılan Kuran’da aynı konuya değinen birçok ayette insanları çelişkiye düşürecek, birbirinden farklı mesajlar vardır. Hangisinin doğru olduğuna İslam alimleri dahi karar verememiş, kendi aralarında ihtilafa düşmüştür. O nedenle, İslamcı yazarların, ilahiyatçıların, meal ve tefsircilerin farklı yorum ve iddialarla çekiştiklerine tanık oluruz. Bu günümüze özel bir durum da değildir, ta başından itibaren ayetlerin yorumlanmasında ayrılıklara düşüldüğü görülür. Bu ayrılıklar birçok İslam aliminin kafir olarak nitelenmesine ve öldürülmesine kadar varmıştır ki bunun en iyi örneği Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı azam Ebu Hanife’dir. Allah’tan geldiği öne sürülen diğer kitaplarla arasında varolan muazzam çelişkiler, diğer kitapların tahrif edildiği iddiasıyla bertaraf edilmeye çalışılır. Fakat kendi içindeki çelişki ve tutarsızlıklara böyle bir iddiada bulunulamayacağından; ya çelişkiler kabul edilmez ya da çelişki gibi görülen ifadelerin böyle görülmesinin çeşitli sebepleri olduğu iddia edilir. Öne sürülen sebeplerin başında ayetleri herkesin anlayamayacağı, inanmayanlara ayetlerin farklı görüleceği, ayetleri anlamada dil yetersizliği olduğu ve eski Kureyş dilinin bilinmesi gerektiği gelir. Diğer taraftan da ayetlerin evrensel olduğu ve her çağda geçerli olduğuna inanılır. Bir yandan Allah’ın gönderdiği öne sürülen kitabın anlaşılmasındaki yetersizliklerden, zorluklardan söz edilirken, diğer yandan hükümlerinin evrensel olduğunu iddia etmek de bir çelişki değil midir? Gönderilme amacı insanları doğru yola çağırmak ve öğüt vermek olarak yazılan kitapta, insanların bir kısmının bu kitabı anlamaması için kalplerinin mühürlendiğini yazması ne derece tanrısaldır? İsra-46. Kur’an’ı anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyarız. (…) Bu ve benzeri ayetlerde görülmektedir ki daha islamın ilk yıllarından itibaren Tanrı Allah, herkesin Kuran’ı okuduğunda anlamasını istememektedir. Neden? Örneğin, müslüman olmayanlar arasında birçok değerli, saygın, iyi insan vardır. Ama Hz.Muhammed’in peygamberliğini kabul etmemişler. Yani, saflar karışıktır. Bir tarafta iyiler, diğer tarafta kötüler şeklinde net değildir. Ebu Talib gibi tüm toplumdan hürmet gören saygın bir insan karşı taraftadır ve üstelik bu insan kendisini büyüten, koruyan en sevdiği amcası, Hz.Ali’nin babasıdır. Bir peygamber, nasıl olur da haklılığını kanıtlayamaz, en yakınındaki insanı ikna edemez? Bu nasıl izah edilebilir? Bunun izahı ancak Allah’ın dilediğine


hidayet verdiği iddiasıyla yapılabilmiştir. İnanmasını istemediğinin kalbini mühürlediği şeklinde açıklanmıştır. Ele aldığımız çelişkilerin çoğu, Hz.Muhammed’in peygamberlik iddiası sırasında kendisine inanmalarını söylediği kitleler tarafından da görülüyor, biliniyordu. Hz.Muhammed daha egemen değilken, Kur’an’ı yazmaya devam ederken, düşünce ve inançlarını ifade etme özgürlüğünü henüz kaybetmemiş olanlar, ayetlerdeki hata ve çelişkileri gördükçe Hz.Muhammed’e itiraz edip, bunların Allah’tan olamayacağını, ayetleri kendisinin uydurduğunu söylüyorlardı. Çelişki ve hataların mantıklı bir izahı yerine Muhammed’den gelen yanıt şöyleydi: “Uydurdumsa ben uydurdum, bu suçsa eğer benim suçum. Size ne? Siz kendi suçlarınıza bakın.” Bu yanıtının da Allah’tan geldiğini söylüyordu: Hud-35 “Onu (Kur’an’ı) uydurduğunu mu söylüyorlar? De ki: Onu uydurduysam eğer benim suçum, ben sizin suçlarınızdan uzağım.” Hz.Muhammed bu konuda haklı mı acaba? “O, uydurduysa da Putperestlerin, Yahudilerin, Hristiyanların önceki uydurduklarının üzerine ilave etti. Aslolan sadece budur. Gelelim Kuran’daki çelişkilerin nasıl açıklanmaya çalışıldığını da görelim; Müminler genelde şu şekilde açıklama yoluna gitmektedirler; 1-Ayetler müteşabih-mecazi anlamlıdır denerek çelişki göz ardı edilir. Allah’ın insanlara açıklamak istemediği, gizli bir konuda müteşabihlikten bahsedilebilir. Örneğin, ruh konusunu detaylı açıklamayabilir. Ya da “dabbet-ül arz” ile ilgili fazla bilgi vermeyebilir. İnsanların aklının ermeyeceği, bilgilerinin çok yetersiz kalacağı bir konuda bilimsel detaylara inmeyerek mecazi örnekler verilebilir. Hatta Mekke döneminde gelen ayetlerde, putperest baskısı nedeniyle açık açık putperest inancına aykırı söylemlerde bulunulamayacak olması da müteşabihliği gerektirebilir. Ama çelişkilerin birçoğuna “müteşabih” demek nerdeyse, çelişkilerden sıyrılmanın bir yöntemi olmuştur. 2-Çelişkiler Arapça’nın iyi bilinmemesine ve meallerin yanlışlığına bağlanır. Madem ki bu kitap tüm insanlık için gelmiştir, öyleyse çevirilerinin kolayca yapılabileceği ve dünyanın her toplumundan insanların kolayca anlayabileceği bir şekilde yazılmış olması gerekmez miydi? İzah edilemeyen yanlarını Arapça’nın zorluğuna ve Kureyş Arapçasının bugün yeterince iyi bilinmemesine, içindeki Aramca ve Süryanice sözcüklerin başka anlamlar taşıyabileceğine bağlamak bile bir çelişki değil midir? 3-Çelişkileri ortaya koyanlar Kuran’a önyargı ile yaklaşılmakla suçlanır. Bu çelişkilerin birçoğu, inançlı müslümanların Kuran’ı okumasıyla bulunmuştur. Ki bunların çoğu zamanında din adamıydı ve “Kral çıplak!” diyebildiler. Gayrimüslimlerin de rastladığı çelişkiler vardır elbette. Ki


bunun tarihi Hz.Muhammed dönemine, ayetlerin ilk okunduğu döneme kadar gider. Hatta Kuran’a bile yansımıştır bu çelişki itirazları. Ama büyük çoğunluğunu ortaya çıkaranlar müslümanlardır. Bu çelişkiler nedeniyle bazı Müslümanlar vahyin, dinin, peygamberliğin bir uydurma olduğunu görmüştür. Yani sonuçta, bir ön yargıyla yaklaşımdan söz edilemez. Bu çelişkiler, 1-2 mealciye değil, adı İslamcılar tarafından öne çıkartılmış 1520 mealcinin mealleri ve Arapçası dikkate alınarak ortaya konmuştur. 2-Hangisi Doğru? Kuranda ki çelişkilerden ilk göze batan bir birini yalanlayan anlatımlardır. Oysa başta Kuran’da Şuara-195′te Hz.Muhammed, “uyarıcılardan olabilsin diye” Kuran’ın “apaçık bir dille” indirildiği; Zuhruf/2-3 ‘te daha açık olarak, ”Apaçık Kitaba yemin olsun ki şüphesiz biz O’nun düşünüp anlayasınız diye” indirildiği, Fussilet-44′te Kur’an ayetlerinin uzun açıklamalı olmadığı, Duhan-58 ‘de, herkese öğüt alsınlar diye kolaylaştırıldığı söylenir. Bu tarz ayetlere rağmen, gerçekte Kuran anlaşılmaz bir yığın ayetle ve kavramla doludur. Kuran’nın tam olarak anlaşılabilmesi için eski Kureyş Arapçasının, hadislerin, peygamberin ayrıntılı hayatının, dönem tarihinin iyi bilinmesi gerekir. Bunlar bilinse bile Kuran genelinde; Orucun kaç gün olduğu, namazın kaç vakit olduğu bile açıkça belirtilmemiştir. Kuran’ın genelinde konu karmaşası ve uyumsuzluk vardır. Bir konudan bir başka konuya atlanır. Örneğin Bakara suresinde boşanma konusu işlenirken aniden namaz kılma ve usülleri anlatılmaya başlanır. Ardından tekrar hukuk konularına dönülür. (Bakara/ 237-238-239) Bütün bunların yanında Kuran’da ki temel sorun bir birini yalanlayan biryığın ayetlerle dolu olmasıdır. Bir yerde ak dediğine başka bir yerde kara denebilmektedir. Bir ayette verilen hüküm başka bir ayette açıkca yalanlanabilmekte, hangisinin doğru olduğu konusunda okuyan şüpeye düşebilmektedir. Ayrıca işlenen konular içinde de çelişkiler görülür. Örneğin aynı hikaye 3 farklı surede 3 farklı şekilde anlatılır; Araf Suresi 105-120. ayetler arası, Yunus suresi 79-88. ayetler arası ve Taha suresi 56-73. ayetler arasında aynı konu işlenir ama anlatımlar arasında çelişkiler vardır. Birçok surede aynı anlatımlar tekrarlanır. Bu durum Kur’an ayetlerinin karışık ve düzensiz toplandığını, bazı bölümlerinin değiştiğini gösterir ki sözde allah’ın koruması altında olan bir kitabın böyle düzensiz olması bir çelişkidir.

1-Cehennem yiyeceği hangisidir Gaşiye-6 “Darı dikeninden başka yiyecekleri yoktur.” Bu ayet cehennemdeki tek yiyeceğin darı dikeni olduğunu söyler ama durum hiçde öyle değildir:


Duhan 43-46 “Doğrusu günahkarların yiyeceği zakkum ağacıdır; karınlarda suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir.” Bu ayetler Gaşiye 6. ayeti yalanlar. Darı dikeninden başka yiyecekleri yoksa zakkum nasıl yerler. İşte güzel bir çelişki. Ben bunlara bir yiyecek daha ekliycem. Hakka-36 “Bir irinden başka yiyecek de yok.” Bu ayet ise cehennemdeki tek yiyecek kanlı irindir der ve diğer ayetleri yalanlar. Şimdi sorumuzu soralım: Cehennemdekiler ZAKKUM mu, DARI DİKENİ mi (bu ikisi kesinlikle farklı bitkiler) yoksa İRİN mi yiyecekler? Hz.Muhammed yine burada bir hata yapmış ve Kur’an’ın Tanrı sözü olmadığını bizlere bildirmiştir. Meal tahrifatçılarının elinde olsa zakkumun darıyla aynı olduğunu söyleyeceklerdir. Bunu yapabilmek için çok araştıran da olmuştur muhakkak. Ama zakkum, darıdan farklı bir bitkidir. Eee İrin ne olacak? Peki, cehennem yiyeceği olarak hangisi doğrudur?

2-Deve Eti Tevrat’ta haram, Kur’an’da helal: Tevrat’ta deve eti yemek yasaklanmıştır. Levililer/ 11-4. Ancak geviş getiren ve çatal tırnaklı olan hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılır. Ama Kur’an, bu yasağı müslümanlara kaldırır ve tırnaklı hayvanların sadece Yahudilere haram kılındığını yazar. Enam-146“Yahudilere tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların ise, sırtlarında veya bağırsaklarında bulunanlar, ya da kemiklerine karışanlar dışındaki içyağlarını onlara haram kıldık. İşte böyle, azgınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.” Yahudiler İbrahim’in ve Yakup’un deve eti yemediğini, haram kılındığını, kutsal kitaplarında böyle yazdığını söyleyerek Hz.Muhammed’e itiraz etmişler ve “Sen İbrahim’in tevhid dinini getirdiğini söylüyorsun ama o senin gibi deve eti yemezdi, çünkü haramdı.” demişler, bu itiraza Kuran’da aşağıdaki ayetle yanıt verilmiştir: Ali İmran-93. “Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in (Yakub’un) kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğullarına helal idi. De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Tevrat’ı getirip okuyun.” Anlaşılan odur ki Hz.Muhammed Kureyşliler’in deve etinden vazgeçmeyeceklerini bildiğinden Kura’nı yazarken deve etini helal ilan etmiş, gelen bu itiraza karşı da böyle bir gerekçe ileri sürmüştür. Oysa


Tevrat getirilip okunduğunda sadece Levililer’de değil, Yasa’nın Tekrarı’nda da deve eti yasağı geçtiği görülür: 14-7. Ancak geviş getiren, çatal ve yarık tırnaklı hayvanlardan etini yememeniz gerekenler şunlardır: Deve, tavşan, kaya tavşanı. Bunlar geviş getirir, ama çatal tırnaklı değildir. Sizin için kirli sayılırlar. Bu durumda hangisi doğrudur? Tevrat’mı yoksa Kur’an mı?

3-Yahudi mi, Musevi mi? Enam-146.“Yahudilere tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık.” ayetinde bir başka önemli nokta da bir kavim adının, bir din mensubu adı olarak kullanılmasıdır. Halbuki o dönemde bile hem Yahudi hem de Hristiyan olanlar çok. Madem ki “Hristiyan” yani “İsacı” diyor, “Musevi” yani “Musacı” da denebilirdi. Bu genelleme yanlıştır. Etnik köken ile, mensup olunan din ismi aynı tutulmuştur. Müslümanlara nasıl Araplar denemezse Musevilere’de Yahudiler denilmemesi gerekir. Günümüzde de Yahudi olanlar içinde ateist, dinsiz, Hristiyan, Müslüman, Budist vardır. Tevrat’ta yazılanlar bu Yahudileri bağlamaz. Deve eti de yerler, domuz eti de. Hele Marks ve Einstein gibi Yahudilerin dini önemsemediklerini bilmeyen yoktur. Ayrıca Musevilik Yahudilere has bir din olsa da, tarihte Yahudilerin dışında da Museviliği seçenlerin örnekleri vardır ki bunlardan en önemlisi Hazar Türkleridir. Etnik kökenleri Türktür ama dinleri Museviliktir. Dolayısıyla bunlara Kuran’daki gibi Yahudi denmesi yanlış olur. 4-İslam’da Günah Çıkartma var mı, yok mu? Tevbe-102. ( Münafık Araplardan) Diğer bir kısmı ise, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Tevbe-103. Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onları yatıştırır). Allah işitendir, bilendir. Tevbe-104. Bilmezler mi ki, Allah’tır kullarından o tövbeyi kabul eden, o sadakaları alan. Ve Allâh, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir. Günahlarını itiraf edip tevbe edenlerden, günahlarından arınması için sadaka alınmasının, Hristiyanlıktaki günah çıkartmaktan ne farkı var? Hacca gitmekle dahi günahların affedildiğinin söylendiği İslam’ı göz önüne aldığımızda;


Sadece Hristiyanlıkta günah çıkartma olduğu mu? Yoksa; Hristiyanlıkta da, İslam’da da günah çıkartma olduğu mu? Bu durumda hangisi doğru?

5-İblis (Şeytan) Melek mi, Cin mi? Bakara-34. Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs, ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn. MEAL: “Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün meleklerhemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” Ayeti ilk kez duyan birisinin, İblis’in meleklerden biri olduğunu düşünmesi gayet doğaldır. Ama aşağıdaki ayette İblis’in cinlerden olduğu yazılıdır. Kehf-50. Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs, kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih, e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv, bi’se liz zâlimîne bedelâ. MEAL:“Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi.İblis ise cinlerdendide Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!“ Bakara-34′e göre Melek, Kehf-50′ye göre ise Cindir. Kuran’da “Kane” sözcüğü “.idi, oldu” anlamında kullanılır. Bakara-34’de “kane minel kafin” ifadesi “kafirlerden oldu” diye çevrilirken, Kehf50’de “kane minel cinni” ifadesi “cinlerdendi” diye çevrilir. Halbuki “cinlerden oldu” şeklinde çevrilmiş olsaydı; İblis’in daha önce melek olduğu ama Allah’ın emrine karşı gelince meleklikten düşürülüp cinlere katıldığı anlamı çıkacaktı. Nitekim Hristiyanlıkta şeytanların düşmüş melekler olduğuna ve İblis’in de bunların en büyüğü olduğuna inanılır. Bu durumda hangisi doğrudur? Kur’an’a göre, İblis melek miydi, cin miydi?

6-Yaratan mı Yaratanlar mı? İhlas-1. De ki; O Allah bir tektir. Saffat-125. Yaratanların en iyisini bırakıp da Ba’l’e mi taparsınız? Müminun-14. Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga” yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!


İlk ayette Tanrı Allahın tek yaratıcı olduğu açıkca dile getirilmesine rağmen diğer iki ayette Yaratıcı vasvında olanlar çoğul olarak anlatılmaktadır. Bu durumda sormak gerekir Yaratanların en iyisi Allah’sa diğer yaratanlar kimlerdir? Yarattık = çoğul (gizli özne=biz) saygınlık,büyüklük katma çabası vs. Bu ayetler’de Böyle kullanılmamış Yaratanların en güzeli = burda da bir çoğulluk var fakat bu sefer tek varlık değil birden fazla varlıktan bahsediliyor ve aralarında bir mukayese yapılıyor.

7-Allah yardıma muhtaç mı? İhlas-2. Allah eksiksiz, sameddir. (Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir.) Ayette geçen “samed” sözcüğünün çevirisi doğruysa eğer, “Melekler bir ihtiyaç sebebiyle yaratılmış değiller midir? Allah’a yardımcı olmazlar mı?” sorusu da yerinde olur. Ama aşağıdaki ayet bu soruya da gerek bırakmamaktadır: Muhammed-7. Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz. Sadece melekler değil, insanlar da Allah’a yardım edebilirmiş. Öyleyse hangisi doğru? Yardıma ihtiyacı olduğu mu, olmadığı mı?

8-Peygamberler arasında üstünlük farkı var mı, yok mu? Bakara-253. İşte peygamberler! Biz, onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İçlerinden, Allah’ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir. Ayet çok açık. Peygamberlerin bir kısmı diğerlerine üstün kılınmış. Bir de şu ayete bakalım: Bakara-285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır” dediler. İlk ayette ayrım var ama sonrakinde “ayrım yapmayız” deniyor. Hangisi doğru? Yoksa Allah “Ben ayrım yaptım ama siz yapmayın.” mı demek istemiş?

9-Allah’ın velisi var mı, yok mu?


İsra-111. Ve de ki: “Hamd, allah’adır. O çocuk edinmemiştir, yönetimde ortağı yoktur ve zilletten ötürü bir velisi de yoktur.” O’nu tekbir ile yücelt. Ayette açık olarak Allah’ın bir velisi yani dostu, yardımcısı olmadığı belirtiliyor. Peki gerçekten öyle mi? Bir de aşağıdaki ayete bakalım: Yunus-62. İyi bilin ki; Allah velilerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar! Bu durumda hangisi doğrudur dersiniz? Allah’ın velisi var mı, yok mu?

10-Kur’an, Mekke ve çevresi için mi, tüm Dünya için mi? Aşağıdaki ayet, Kur’an’ın Mekke ve çevresindekiler için indirildiğini yazar. Enam- 92. İşte bu (Kur’an), Ümmü’l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler. Halbuki İslam’da Kuran’ın tüm insanlığa gönderildiğine inanılır. Şu ayet de kanıt gösterilir; Kalem-52. “Halbuki o (Kur’an), alemler için zikirden (öğütten) başka bir şey değildir.”

11-Dinde zorlama var mı, yok mu? Mekke döneminde, putperestlerin egemenliği altında iken elde güç olmadığından Kuran ayetlerinde “Din’de zorlama yoktur” (Bakara-

256), başka bir ayette “Sizin dininiz size, benim dinim bana’dir” (Kâfirûn-6), ya da “(Müslümanlar), yahudi olanlar, hiristiyanlar ve sâbiî’lerden Allah’a…inanip yararli is yapanlarin ecirleri Rablerinin katindadir” (Bakara-62) seklindeki âyet’lerinde hoşgörü içeren hükümlerini esas alarak, İslam’da din özgürlüğü, inanç hoşgörüsü vardır denir. Oysa bunun nedeni hoşgörü değil şartların zorlamasıdır. Ama Medine döneminde, putperest egemenliğinden kurtulunca emirler de değişir: Bakara-193. (Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur. Nisa-84. Artık Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun! Mü’minleri de savaşa teşvik et. Umulur ki Allah inkâr edenlerin gücünü kırar. Allah’ın gücü daha üstündür, cezası daha şiddetlidir.


Tevbe-29. Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın. Son ayette görüldüğü gibi kendisine inanmayanlarla boyun eğene ve cizye verecek kadar alçalana kadar savaşılması emrediliyor. Bu durumda hangisi doğru? Dinde zorlama olmadığı mı, yoksa yeryüzünde İslam egemen olana kadar zorlanması, savaşılması gerektiği mi?

12-Allah gönderdiği kanunları, hükümleri değiştirir mi, değişmez mi? Değişebilir Diyen Ayetler Bakara-106. “Herhangi bir Ayet’in hukmunu yururlukten kaldirir veya unutturursak, onun yerine daha hayirlisini veya benzerini getiririz. Allah’in herseye gucunun yettigini bilmezmisin? “ Nahl-101. “Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- onlar Peygamber’e, “Sen ancak uyduruyorsun” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.” Rad-39. “Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır.” Bu ayetler aynı zamanda kuranın değiştirildiğine bir kanıttır. Yukardaki açık ayetlere rağman bazı ayetlere göre de Kuran’nın hükümleri hem değişmez olarak tanımlanır hemde değiştirilemeyeceği açıkca idda edilir. Değişmez Diyen Ayetler Fatır-43. “Hayır! sen Allah’ın kanununda değişiklik bulamazsın. Sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik bulamazsın. (deminki ayette döneklik yaptığını itiraf ediyordu.)” Feth-23..”… Allah kanununda hiç bir değişiklik bulamazsınız. “ Yunus-64.”…..Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarıdır.” Enam-115“Rabbinin kelimesi (Kur’an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”


Ahzab-62 “Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. [u]Allah’ın kanununda asla değişme bulamazsın.” Şimdi sorumuzu soralım Hangisi doğru? Kuran’da hükümler değişir mi? Değişmez mi?

13-Allah’ın katına olan mesafe-zaman çelişkisi Secde-5 “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar.” Mearic-4 “Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” Bu çelişkiye bir de Allah katındaki zaman çelişkisini ekleyelim: Hac-47 “Senden çabucak azabı getirmeni istiyorlar. Allah, asla vaadinden caymaz. Doğrusu Rabbının katında bir gün; saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”

14-Konuşan Melek mi yoksa Allah mı? Meryem-64 Biz, ancak Rabbının emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bu ikisi arasındaki her şey, O’nundur. Ve Rabbın unutkan değildir. Zuhruf-11 “O suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz” İlk ayette açıktır ki konuşan melektir, Diğer ayette suyu indiren Tanrı Allahsa, ölü memleketi dirilten kim? Kur’an’ı Allah gönderdiyse bu “biz” diyen kimler? Görüldüğü gibi burada da birden fazla yaratıcı vurgusu vardır. Tanrı Allah baş tanrı diğerleri ise onun yardımcısı. Bu anlatımın putperes öğretiden bir farkı varmıdır?

15-Ganimetlerin tamamı mı yoksa 1/5′i mi? Kuran’da Enfal-1.’de “ganimetler Allah’ın ve peygamberindir” denirken, Enfal-41′de “ganimetlerin beşte biri Allah’ın ve peygamberindir” denir. Enfal-1. “(Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler, Allah’a ve Resûlüne aittir. O hâlde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”


Enfal-41. “Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. (…)” Tabi bu ayetlerde ki çelişki ayetlerin yazılmasından değil, savaşlarda kazanılan hertürlü malın paylaşılmasında yaşanan anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır. İlk başta savaş kazancının tamamına sahip çıkmak isteyen Hz.Muhammed karşılaştığı muhalefet ve gördüğü tepkiler üzerine kazancı müritleriyle paylaşmak zorunda kalmıştır. 16-Saptıran kim Şeytan mı Tanrı Allah mı? NİSA-119 “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” (dedi). Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. NİSA-120 “Şeytan onlara vadediyor, onları kuruntulara düşürüyor, ancak aldatmak için vaadde bulunuyor.” Bu ayetlerde Şeytanın insanları saptırabildiği ve hataya düşürdüğü anlatılırken birdiğer ayette insanın ancak Tanrı Allahın dilemesi sayesinde yoldan çıktığı vurgulanmaktadır NAHL-93 “Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” Bu ayetlerdeki açık çelişki ortada. Eğer insan Tanrı Allah dilemediği sürece hata yapamaz ise insanı yoldan çıkaran ve hata yaptıran sadece Tanrı Allah olabilir. Buna göre insanı yoldan çıkaran kimdir? Aslında bu ayetlerde ortaya konan birdiğer çelişkiden de bahsetmeliyiz; Eğer insanlar Tanrı Allahın dilemesi ile ancak hata yapabiliyorsa Cennet ve Cehennemin anlamı nedir? 3-Hükümsüz Ayetler Bir iktidar düşünelim; Bir dediği diğerini tutmayan, dün söylediğini bugün değiştiren, yarın ne diyeceği belirsiz olan, uygulamaya aldığı birçok projeyi yarıda bırakıp farklı uygulamalara geçen. Böyle bir iktidara güven duyulabilir mi? Tutarlı, istikrarlı olduğu söylenebilir mi? Aldığı kararların, çıkardığı kanunların her çağda geçerli olabileceği düşünülebilir mi? Savaş ve ekonomik kriz gibi olağanüstü durumlar haricinde elbette bu tutarsızlıkları normal karşılanamaz. Peki ya Tanrı Allah’ın gönderdiği öne sürülen ayetlerdeki hüküm değişiklikleri nasıl açıklayacağız? İktidarlar, neticede insanlardan oluşuyor ve hata yapabilirler ama tanrıya hata yakıştırmak mümkün müdür? Önceki kitaplarda yazılanlarla çelişen ayetlere itiraz edilmesi üzerine, şu ayetle itirazcılara yanıt verilir:


Bakara-106 “Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?” Kur’an, ayetlerin değiştirilebileceğini söylüyor. Peki değiştirilmiş midir? Hem de bol miktarda. Aşağıdaki ayet bunu doğruluyor zaten; Nahl-101 “Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman Allah ne indirdiğini pek iyi bilmiş iken kâfirler Peygambere: “Sen, ancak bir iftiracısın” dediler. Hayır öyle değil; onların çoğu bilmezler.” Ayetler değiştirilmiş ki Hz.Muhammed’e “Bunları sen uyduruyorsun” diye itiraz etmişler. Neden? Bu itirazın nedeni Kuran’nın Hz.Muhammed’in peygamberliğini ilan etmesinden ölümüne kadar geçen 23 yıl boyunca gelişen olaylara göre yazılmış ve duruma göre kimi ayetleri daha sonra değiştirilmiş bir kitap olmasıdır. Bu gerçeği gören kişiler Hz.Muhammedin peygamberliğine inanmamışlar, Kuran’nın insan sözünden başka bir şey olmadığını dile getirmişlerdir. Kuranda bu gerçeği de açıkca görebilmekteyiz. Hz.Muhammed döneminde yaşamış ve biraz gün görmüş, tevrattan ve incilden haberdar olanlar ve şairler de bu gerçeği görmüşler, Hz.Muhammedin Kuranı uydurduğunu söyleyerek Muhammedin sözlerine itibar etmemişlerdir. Malesef gerçeği görebilen aydın insanların birkısmı da bunun bedelini canıyla ödemişler. Nekadar anlatırsak anlatalım aklını dine teslim etmiş olanlar bu gerçeklerle yüzleşmek istemiyorlar Kalem-15 “Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der.” Nahl-24 “Onlara “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, “Öncekilerin masalları” dediler.” Furkân-5 “(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır” dediler” Mutaffifin-13 “Böyle birine âyetlerimiz okununca “Eskilerin masalları” derdi.” Müddessir 24-25 “Bu (Kur’an) dedi, olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir.” Bu, insan sözünden başka bir şey değil.” Şimdi hükümleri kaldırılan ayetlere birkaç örnek verelim: 1-Bir Müslüman kaç kafire bedeldir? Enfal-65. “Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Sizden yirmi sabırlı kişi olsa, iki yüz kişiye üstün gelir. Sizden yüz kişi de


kâfirlerden bin kişiye üstün gelir; çünkü onlar anlayıştan yoksun bir güruhtur.” Ayeti okuduğunuzda Tanrı Allah’ın bu hükmünün geçerli olduğunu düşünmeyin. Çünkü değişmiştir. Bu ayeti hükümsüz kılan ayet alttadır: Enfal-66 “Şimdi ise Allah sizde bir zaaf bulunduğunu bildiği için, yükünüzü hafifletti. Bu durumda, sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüz kişiye üstün gelir. Sizden bin kişi de Allah’ın izniyle iki bin kişiyi mağlûp eder. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 2-Soru sormanın bedeli sadaka takdimi olursa. Mücadele-12 “Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman özel görüşme sadakası takdim ediniz. Bu sizin için daha hayırlı ve temizdir. Şayet bir şey bulamazsanız, artık Allah bağışlayan ve merhamet edendir.” Ayetteki sadaka şartından dolayı kimse soru sormaya gitmeyince, aşağıdaki ayetle bu şart kaldırılmıştır: Dinin çıkar amaçlı uydurulduğunu ve Kuran’nın insan sözü olduğunu ortaya koyan bu ayetin devamına bakalım. Mücadele-13 “Özel konuşmadan önce sadaka vermekten korktunuz da mı bunu yapmadınız? Yine de Allah sizi bağışladı. Siz de namazı dosdoğru kılmaya bakın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Zira Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 3-İslam’ın amentüsü doğru mu? Nisa-78 “Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah’tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de “Bu senden” derler. “Hepsi Allah’tandır” de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” Ayette iyiliğin de kötülüğün de Allah’tan olduğu söyleniyorsa da yanılmayın, Hemen ardından gelen ayetle değiştirilmiştir: Nisa-79 “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir.” 4-Peki Müslüman olmayıp, tek tanrıya ve ölümden sonra yaşama inananların durumu ne olacak dersiniz? Bakara-62 “Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabîler, bunlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse elbette Rableri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.” Bu ayete bakarak başka dinden olsa bile iyi insanların cennete gideceğini düşündüyseniz yanılıyorsunuz:


Ali İmran-85 “Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki; (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” 5-Kur’an’a göre miras paylaşımında vasiyetin geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz? Bakara-180 “Sizden birisine ölüm yaklaştığında, eğer ardında mal bırakacaksa, vasiyet etmek farz kılındı. Bu vasiyetin anne ve baba ile akrabaya uygun şekilde yapılması gerekir. Bu, takvâ sahipleri üzerine bir borçtur.” Bu ayete göre vasiyetin farz olduğunu ve bir Müslüman öldüğünde bıraktığı vasiyetin geçerli olduğunu düşünüyorsanız aldanırsınız. Ne vasiyet ederseniz edin hükmü yoktur. Miras paylaşımı aşağıdaki ayetlere göre yapılır: Nisa-11-12 “Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın üçte ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır…. (diye devam ediyor)” Bazı hadislere göre ise mirasın 1/3’ü vasiyet kapsamına alınabilir. Yani, hadisler de ayetleri neshetmektedir. 6-Sizce ilk Müslüman kimdir? Enam-163. “O’nun hiçbir ortağı yoktur; böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” Yukarıdaki ayet, Hz.Muhammed’in ilk müslüman olduğunu belirtir ama hükümsüzdür. Alttaki ayetle bu hüküm değiştirilmiş, Tanrı Allah ilk Müslümanın Musa olduğunu hatırlamış! Araf-143 “Sen sübhansın”, “tevbe ettim, sana döndüm ve ben müminlerin ilkiyim,” dedi. Yukarıdaki ayet de Musa‘nın ilk müslüman olduğunu belirten ayettir ve o da hükümsüzdür. Her iki ayeti de hükümsüz kılan ayet: Ali İmran-67 “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyandı. Fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi.” İbrahim, Muhammed’den de, Musa’dan da önce yaşadığına göre müslümanlığı onlardan öncedir. Adem, İdris, Nuh gibi İbrahim’den önce yaşamış olan peygamberlerin Müslümanlık sırasının ise hesaba katılmadığını görüyoruz.


7-Ganimetler kimin? Enfal-1. Sana, ganimetlere dair soru sorarlar, de ki: Ganimetler Allah’ın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız Allah’tan sakının, aranızdaki münasebetleri düzeltin, Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Ama Araplar savaş ganimetinin tadını almışlardır bir kere. Özellikle Bedeviler ganimet olmadan savaşmaya yanaşmazlar. İslam peygamberini bu konuda sıkıştırırlar ve sonuca da ulaşırlar: Enfal-41. Eğer Allah’a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın, Peygamber’in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye Kadir’dir. 8-Cennetin genişliği ne kadar? Ali İmran-133 “Rabbinizin bağışına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allah’tan gereği gibi korkanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun!” Tanrı Allah bu ifadesinin yanlış olduğunu anlamış ve düzeltme yapmış, Cennetin genişliğini “göklerle yer kadar” şeklinde ifade eden bu ve benzeri ayetleri düzelten ayet: Hadid-21 “Rabbinizden bir mağfirete; Allah’a ve peygamberine inananlar için hazırlanmış olup, genişliği gökle yer kadar olan cennete koşuşun.” Demek ki cennetin genişliği göklerden yere kadar değil, gökten yere kadarmış. “Gökle yer arası”nın ne demek olduğu ise ayrı bir makale konusu. 9- Allah’tan başka şefaatçi olacak mı? Kuran’ın birçok ayetinde “Allah’tan başka şefaatçi olmadığı” ifadesine rastlayabilirsiniz. Örneğin; Enam-51. Kendileri için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi bulunmaksızın, Rab’lerinin huzurunda toplanmaktan korkanları, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye, onunla (Kur’an ile) uyar. Ama bu ayetler sizi yanıltmasın. Allah’tan başka şefaatçi vardır. Doğrusu aşağıdaki ayettir: Meryem-87 “Rahman olan Allah’ın nezdinde söz ve izin alanlardan başkası şefaat edemez.” SONUÇ:


Kuran, incelendiğinde görülecektir ki bu verdiğimiz örneklere benzer nitelikte çok sayıda ayet vardır. Bilhassa Mekke dönemi ayetleri ile Medine dönemi ayetlerinde bu fark bariz olarak görülür. Bu çelişki ve tutarsızlıkların nedenini Tanrı Allah’a bağlamak mümkün değildir. Kuran’daki çelişkilerin nedenlerini Kuran’ı hazırlayanlarda, Hz.Muhammed’in düşünce ve davranışlarında, mantığında ve değişen yaşam koşullarında aramak gerekir. Ayetleri yazılma sebepleri ve yaşanan olaylar ile birlikte incelenirse görülecektir ki; bir kısım çelişkiler onun günlük siyasetinin gereksinimlerini kendi içinde bulunduğu koşullara uydurmaya çalışmasından, bir kısım çelişkiler güçsüz durumdan güçlü duruma geçmiş olmasından, bir kısım çelişkiler unutkanlığından, bir kısım çelişkiler uğradığı başarısızlıkların sorumluluğundan kurtulma çabasından, bir kısım çelişkiler bilgi eksikliği veya yanlışlığından, bir kısım çelişkiler de başka kaynaklardan duyup öğrendiklerini birbirine karıştırmasından ya da kendince değiştirerek aktarmış olmasından doğmuştur. Kuran’daki ayetlerin nasıl yazıldığına güzel bir örnek vererek konuyu kapatalım Nisa-95 ayetinin “mazereti olanlar müstesna” kısmı bir âmâ sebebiyle ayete ilave olunmuştur. Bakın nasıl: Peygamber evinde birkaç kişi ile otururken vahiy gelir. Ayet Nisa-95’dir yazılan ayet savaşa gitmeyen, savaştan kaçanlar hakkındadır. Hz.Muhammed “Mü’minlerden,oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir.” diye başlayan ayeti vahiy katibine yazdırır. O sırada âmâ Abdullah Ümmü Mektüm gelir ve ayeti duyunca; ” Benim de gözlerim görseydi ben de savaşa katılırdım ya resulallah, benim gibi mazereti olanların durumu ne olacak?” diye sorar. Bunun üzerine Muhammed hazretleri vahiy katibine “Ayete bunu da ilave et” der: “Mazereti olanlar müstesna” (Buhârî, Cihâd: 27; Müslim, İmara: 17) Sanırım anlatılan bu olay ayetlerin nasıl yazıldığına çok güzel bir örnektir.

SONSÖZ Kitabımda elimden geldiğince İslam tarihinden ve Kuran’dan örnek olaylar anlatarak, İslam inancında ki çağ dışı, akıl dışı ve bilime aykırı yönleri ortaya koymaya çalıştım. Tabi daha ele alınabilecek pekçok konu var ama ben elimden geldiğince okuyucuya genel bir fikir vermesi için belli başlı konuları işledim. Elbette şunuda biliyorum; 1000 yıldır Türk Milletinin geleceğine ve hayat tarzına yön veren bir din ve bu dinin kazandırdığı alışkanlıkları bir anda red edmek kolay değildir. Bu dinden zihnin kurtuluşu ancak zorlu ve yorucu bir sorgulama süreci gerektirir. İnsanımızın zihninde kemikleşmiş olan bu inancın yanlış yönlerini hem göstermek hemde görmek cidden zordur. Herşeyi geçin enazından şu soruyu kendinize bir sorun; İslam Dünyası neden geri? Kültürleri çok farklı, tek ortak noktaları


İslam olan bu milletlerin neden geri kaldığı sorusuna cevap arayacak olursanız belki gerçeği görebilirsiniz. Gelin cevabı beraber verelim. İslam dünyası neden geri kalmıştır? İslam felsefesinin en temel niteliklerinden birisi bireyin dünyevi olaylara odaklanmasını engellemek ve bunun yerine Allah’a odaklanmasını teşvik etmektir. Bu İslam’ı diğer dinlerden tamamen ayrı bir kategoriye sokar zira onlarda dünya kısıtlanmış/yasak alan değildir. Kitabına uygun yaşayan bir Müslüman dikkatini dünyaya odaklayamaz, afyonla uyuşmuş gibi yaşar, 2 km yol gitmek için “gideceğim” diyemez “Allah izin verirse gideceğim” der. Dünyevi tüm olaylarda başarısızdır İslam ülkeleri. Bu yüzden dünyevi hayatın her alanında (sağlık, eğitim, insan hakları, sanat, bilim, dünya ile etkileşim, keşifler, spor vs.) İslam dünyası Hıristiyan ve Musevi toplumların çok gerisinde kalmıştır. Eğer arzu ederseniz kanıtını da veririm sizlere. Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler, Dünya Yolsuzluk Raporları, Dünyada Basın Düşmanı Ülkeler listeleri herşey ortada ve internettedir. İslam ülkelerinden son bin yıllık dönem içinde Osmanlı padişahlarından başka işe yarar pek bir kimse çıkmamıştır. Günümüzde İslam dünyası kendini korumaktan dahi acizdir, İslam barış dinidir ve Sevgi dinidir söylemi İslamın özüne aykırı olmasına rağmen sık sık dillendirilir bunun nedeni İslam dünyasının bu acizliğidir. Osmanlı’yı İngilizle birleşip arkadan vuran Suud’lar günümüzde ABD tarafından kollanmaktadır. Arap devletlerinin çoğunu kuran Araplar değil İngilizlerdir. İngiliz almış haritayı cetvelli eline çizmiş, “Alın size ülke” demiş. Dünyanın en sefil ülkeleri ya İslam ya da Afrika ülkeleridir. Sudan, Somali, Eritre, Afganistan, Bangladeş, Zimbabwe, Rwanda. Son ikisi hariç hepsi İslam ülkesi. Şimdi Pakistan aşağı iniyor İslami şiddetin sarmalında. Yakında bu listeye girecektir. Dünyanın ilk bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz numaralı terörist üreticileri hep İslam ülkeleridir. Suudi Arabistan, İran, Libya, Irak, Sudan, Somali, Afganistan, Lübnan ve Filistin. Hadi Filistin Hamas’ı seçmesine rağmen listeye sokmayalım, buraya Pakistan’ı alırız al sana yine 9. Türkiye’den de az da olsa terörist çıkıyor Papa Jean Paul’u kim vurdu, Hristiyan mı Müslüman mı? İslam ülkelerinde sokaklar genelde pistir. Ağaçları kimse umursamaz, kadınlara 2. veya 3. sınıf muamele yapılır. Hayvan sevgisi yoktur, kedi pis mundar, köpek lanetli hayvandır. Hoşgörü denilir sonra 18 yaşında din değiştirenler öldürülür. Müzik bile serbest değildir. Türkiye laik olduğu için dilediğimiz müziği dinliyoruz, İslamın özünde sadece ve sadece teksesli (monofonik) müziğe müsaade vardır. Yani sadece tek bir enstrüman çalabilir ve vokal yasaktır. Güzel sanatlar Allah’a şirk koşmaktır zira insanın dikkatini alır. Yani resim, müzik, heykel, dans hepsi yasaktır. Olaki birşeyler yapıldıysa bu sadece İslam’ı çok yumuşak yorumlayan hükümdarlar veya laik ülkelerde yapılmıştır. Suud ressam bilen var mı? Kız çocukların okullarının yakıldığı Afganistan’dan bay veya bayan heykeltraş mı çıktı?


Suud’larda son dönemde 8 yaşında kız çocuğuyla evlenen adama İslam Mahkemesi izin vermiştir. İslami propagande genelde “Avrupalı kokuşmuştur, uyuşturucu bağımlısıdır, intihar eder, ahlaksızdır, vs… der” ama buna benzer pekçok ahlaksızlık örnekleri sergilenir. Şeriat ülklerinde tecavüze uğrayan kadınlar recm le cezalandırılır. Hak hukuk, adalet, insan hakları gibi erdemlere malesef İslam coğrafyasında yer yoktur. İslam ülkelerindeki sefil yaşam batının yaşam sıtandardı ile mukayese bile edilemez. Avrupa’nın fakiri en gelişmiş İslam ülkesi olan Türkiye’nin zenginine denk hayat sürer, üstelik daha az stres, işsizlik ve trafik ile karşılaşır, daha uzun ve sağlıklı yaşar. Hiç düşündünüz mü Almancılar neden Almanyadan dönmezler? Tekrar ediyorum, yazdıklarım hakaret, aşağılama değildir çünkü somuttur gerçeklerdir. Dilerim bunlara mazeret üretmek yerine gerçeklerle yüzleşebilirsiniz. Unutmayın Asyanın Müslüman olmayan toplumları şahlanmış durumdalar ve hızla sanayileşmekteler. Çok yakında onlar da Avrupalı ve batılı toplumlar gibi İslam ülkelerini geçip gidecek. Peki buna ne diyeceksiniz? Hadi Batıya sömürgeci damgasını vurup bu mazeretin arkasına saklandınız diyelim, Doğu ülkelerinin bu hızlı sanayileşmesine ve gelişmesine ne mazeret bulacaksınız? İslam çoğrafyasında akıl egemen olmadıkca, din Camiye tıkılıp sosyal hayattan uzaklaştırılmadıkca aydınlanma ve gelişme mümkün değildir. Yasalar ve hertürlü hukuki uygulama akla dayanmadıkca geri kalmaya vede sömrülmeye İslam Dünyası mahkum olacaktır. Gerçekler ortada.

12- YENİ EKLENEN YAZILAR İslamın Savaş Anlayışı TV lerde savaş sahneleri seyrediyomusun? Bu sahnelerde insan olarak için burkulmuyor mu? Ölenler için üzülüyormusun?

Eğer cevabın evet se, Bütün dünya müslüman olana kadar savaş emri veren ve savaşı sevmesen bile bu emri uygulamanı isteyen bir dindir islam. “Bakara 216: Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.”


İyi, faydalı bir insan olmak için dinlere gerek yok ama özünde iyibir insan olsan bile birine kötülük yapabilmen içinde dini inanışa ihtiyacın mutlaka var… İslamda barışın gelmesi için bütün dünyanın müslümanlaşması lazım bunu ben söylemiyorum kuran söylüyor. İslama barış dini demek barış kelimesiyle alay etmektir. “Enfal 39: Fitne (kâfirlik) kalmayıp , yalnız allahın dini (islamiyet) ortada kalana kadar onlarla (kâfirlerle) savaşın. Eğer vazgeçerlerse (kâfirlikten vazgeçip islam olurlarsa) sataşmayın” Kuranın en temel isteği savaştır. Yayılmak için savaş. “İslam barışın dini değil, allahın dinidir. barış islamın sebebi değil sonucudur.” İslam dünyaya hakim olunca barış gelecek… Eeee bu barış gelene kadar yaşanacak savaşlar? Akacak kanlar? Ölecek insanlar (cocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek)… “Ahzab 26: Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.” “Ahzab 27: Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter.” kalelerinden indirme: Burda kale kuşatmasından bahsediliyor ki savunma savaşı değil saldırı savaşıdır. Saldıran tarafın müslümanlar olduğu ortada karşı taraf savunmada.. Demek ki islam savunma savaşları değil yayılmak için saldırı savaşlarını emrediyor.. Ayrıca islam insanları gerekirse din uğruna kendini feda etmeyi emrediyor. Buna karşılıkta cennet vadediyor. İşte canlı bomba böyle yetişiyor. “Tevbe 111: Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve


öldürülürler. Bu, Tevrat, İncil ve Kur’an’da sabit Allah’ın bir va’didir. Allah’tan başka verdiği sözde duran ve yerine getiren kim vardır? Öyleyse O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişe sevinin. Gerçekten bu büyük başarıdır.“ Savaşın amacı sadece dini yaymakta değil. İşin içinde GANİMET’de var.. Peki Ganimet nedir? GANİMET: İslam, hukukunda, savaşta müslüman askerlerin kuvvet kullanarak düşmandan zorla aldığı eşya, hayvan, savaş esirleri ve arazi Mecazi olarak bir tesadüf sonucu ele geçen beklenmedik mal ve eşyaya da Ganimet denir. Özetle savaşta yağma, talan ve hırsızlık yapılmasının islamda ki adı ganimetdir. Peygamber şöyle emretmişti: “Müşriklerin yaşlılarını öldürün de, çocuklarını bırakın!”( Ebû Dâvûd, Cihad/121, hadis 2670; Tirmizî, Siyer/29, hadis 1583). Bu emir, Kurayza Yahudilerinin öldürülmesi sırasında verilmişti. Çocukların bırakılması isteniyordu. Çünkü onlar ele geçirilmiş değerli ganimetlerdi, köle yapılacaklardı. Bu katliamda, Peygambere dil uzattığı için bir kadın da öldürüldü… Savaşında ahlakı ve kuralları var bunun adıda 1949 cenevre sözleşmeleridir… 50 nci maddeye göre ağır suçlar şunlardır: Kasten adam öldürme, işkence, veya gayn insanî muameleler (bunlara biyolojik tecrübeler dahildir) Kasten büyük iztiraplara sebebiyet veren fiiller, sıhat ve vücut bütünlüğüne ağır tecavüzler, askeri zaruretlerin icabı olmaksızın, geniş bir ölçüde yapılan keyfi mal tahripleri, ve zaptları. Kuranın savaşta ganimet adı altında helal kıldığı yağmacılık günümüz modern hukukunda insanlığa karşı işlenmiş ağır suçlar kapsamına girmektedir… ATATÜRK’ÜN SAVAŞ ANLAYIŞI: İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insani olmayan ve son derece üzücü olan bir sistemdir İnsanları mutlu edecek tek vasıta, onları birbilerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya


yarayan hareket ve enerjidir Dünyanın barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve başarılı olmasıyla mümkün olacaktır. ( 1931 ) Savaş, zorunlu ve hayati olmalıdır. Ulusun hayatı, tehlikeyle karşılaşmadıkça, savaş cinayettir Yurtta Barış, Dünyada Barış

Rum Suresi Aslında gerçekleşmiş olan sadece Bizans’ın İran karşısında askeri bir başarı kazanacağı iddiasıdır. Evvelâ mevzûyu doğru algılama adına, biraz iredeleyelim. Bakalım âyet ve meali ne demekte ? 1234-

Elif, Lâm, Mîm. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde…

Âyette ne kadar zamanda Bizans’ın gâlip geleceğine dâir net bir kehanet yok. “Birkaç yıl içinde” diye verilmiş. Mâdem, mülkün sâhibi Allah’tır. Neden kesin zaman vermez de, insanların tahmin yapması gibi, olacakları geniş bir zamâna yayarak muğlâk konuşur? Bakınız Mevdudi’nin Tehfimu’l Kur’an adlı eserinde konu ile alâkalı şu bilgi var. “Bu ayetler nazil olduğunda, Mekkeli müşrikler bunlarla çok alay ettiler ve Ubeyy bin Halef, Hz. Ebu Bekir’le (r.a) Romalılar üç sene içinde zafer kazanması şartıyla on deve üzerinde bahse tutuştu. Hz. Peygamber (s.a) bu bahsi duyunca şöyle dedi: “Kur’an, Bid’i Sininifadesini kullanıyor. Arapça “Bid” kelimesi, ona kadar olan sayıları kapsar. O halde bahsi on seneye, develerin miktarını da yüze çıkarın.” Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a) , Ubeyy’le tekrar konuştu ve bahis on yıl ve yüz deve üzerinden yapıldı.” Bakalım Türkçeye ‘birkaç yıl’ olarak çevrilen kelime hangisi ve anlamı ne ? Fî bıd’ı sinîn(sinîne), lillâhil emru min kablu ve min ba’d(ba’du), ve yevme izin yefrahul mu’minûn(mu’minûne).


1. fî : içinde 2. bıd’ı : birkaç (3 ila 9 arası) 3. sinîne : seneler, yıllar 4. lillâhi (li allâhi) : Allah’a aittir 5. emru : emir 6. min kablu : önce 7. ve min ba’du : ve sonra 8. ve yevme izin : ve izin günü 9. yefrahu : ferahlayacak, sevinecek 10. el mu’minûne : mü’minler Görüleceği üzere bıd’ı kelimesi, birkaç demek iken, parantez açıp (3 ilâ 9 arası) deniyor. Parantezlerden ya da arapça bir kelimenin birden fazla anlamlar taşımasından faydalanıp, vaziyete göre anlam icâd ederek ‘mûcize’ üretiliyor. Evvelâ Ebubekir’in iddiaya girmesini ele alalım. Ebûbekir ile iddiaya giren müşrik Ubeyy bin Halef Arap değil mi ? Arapça’yı bilmez mi ? Ebubekir Arap değil midir ? Arapçada yer alan bıd’ı kelimesinin ne kadar zamanı kasdettiğini bilmez mi ? Kelimenin anlamından şüphede olsa, iddiaya girmeden evvel İslâm peygamberine danışmaz mıydı ? Muhammed bakmış ki iş ciddi, duruma müdâhele edip “On’a kadar” demiş. Hadiste “On’a kadar sayılar” diye yine muğlâk bir ifâde var. On’a kadar denince on rakamı bu sürenin içine girmez. Ama Mevdudi mucize üretmek için ‘on yıl içinde’ diyor. “Mûcize” edebiyatına dikiz. Hâdise nasıl gelişmiş; Mevdûdi’nin bu hususdaki açıklamalarını özetleyelim. Pers kralı Hüsrev Bizans’a 603 yılında saldırmış ve Bizans ilk yenilgisini bu yıl almış. Persleri durdurmak için Kastantinapolis’e gelen ve hükümdar olan Herakliyus da muvaffak olamamış. 613 teb Şam düşmüş. 614’te Parsler Kudüs’e girmişler. 617’de, bu günki Istanbul sınırları içerisnde olan Kadıköy’ü ele geçirip, 619 da Mısır’ı fethetmişler. Pers saldırı ve fetihleri


603 den 619′ kadar geniş bir zaman dilimine yayılmış. Bizans imparatoru Herakliyus ise, karşı saldırıya 623’te başlamış. 624’te Azerbaycan’a girmiş.627 tarihinde Perslerin başkentine kadar yaklaşmış. İki ülke arasındaki savaşlar 627-603= 24 yıl sürmüş Hâdiseyi ‘3 ilâ 9 arası’na sıkıştırmak için hangi tarihi ölçü almaktasınız ? Eğer âyetin indiği zaman kasdedilmekte ise, bu zamanla alâkalı olarak bakın Mevdûdi ne diyor ? “Adı: Sure, Rum adını, içinde “ğulibet’ir-Rum” ifadesi geçen ikinci ayetten alır. Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı, surenin başlangıcında değinilen tarihsel olaylar gözönünde bulundurularak tespit edilebilir. Surede “Rumlar en yakın bir yerde yenildiler” denilmektedir. O günlerde Arabistan’a yakın Bizans yönetimindeki ülkeler Ürdün, Suriye ve Filistin’di ve bu ülkelerde MS. 615’de Bizanslılar İranlılar’a yenilmişlerdi. ” Dikkat edilirse ilgili âyet’in nüzûl zamanı bile bilinmiyor. İşâret ettiği hadiseler esas alınarak bir tahmin yürütülüyor. Âyetin nüzûl zamanı bir tahmine dayandırılarak, bu tahminden ‘Mûcize’ üretilmekte. “Yakın yerde yenilme” denince, 613’te Antakyanın düşmesinden tutun, 619’daki Mısır’ın Persler tarafından ele geçirilmesine kadar altı yıllık bir zaman dilimi var. Bu süre içierisnde 615 târihinin ölçü alınmasının dayanağı nedir ? Eğer bu tip zorlama yorumlardan ‘mucize’ üretirseniz; spor toto kuponu doldurup 13+1 tutturanların, altılı’yı tutturanların bu yaptığını betimleyecek kelime bulamazsınız. Persler, 613 ‘te Bizanstan Antakya ve Şam’ı alıyorlar. Heraklius karşı saldırıya 623’te başlıyor; 624’te Azerbaycan’a giriyor. Yâni Herakliyus’un net bir başarısı 624’te. Süreyi on’a tamamlayıp ‘mûcize’ üretmek için, Perslerin Antakya ve Şam şehrlerini ele geçirmesi ölçü alınırken; Herakliyus’un 623’te karşı saldırıya başlaması dikkate alınmakta. Halbuki Herakliyus esaslı bir fütuhat’ı 624’te Azerbaycan’ı alarak gerçekleştirmiş. Yâni arada tam 11 yıl var. Kaldı ki İmparator’un Persler üzerine hareket tarihi olan 623’ü eas alsak bile, 623-613= on yıl çıkıyor. Ben burada bir mucize göremiyorum da, ‘sinekten yağ çıkarma’ hesabı, ‘mûcize’ üretme gayeretlerini takdir’le karşılıyorum


Yeri gelmişken bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla işi tatlıya bağlayalım. Anadolu’yu işgâl eden Timur, Nasreddin Hoca’nın medhini duyup yanına çağırtmış. Hoca huzûra çıkınca, biraz da lâtife kabilinden; – “Hoca, sen eşeklere bile okuma yazma öğretirmişsin öyle mi ?” demiş Nasreddin Hoca hiç istifini bozmayıp; – “Söylenenler doğrudur hünkârım lâkin; bu biraz müşkil iştir. Bana on yıl mühlet verin. Bu süre zarfında sarayınızın mutfağında ne pişer ise, aynısı bizim eve de gelmeli” Timur iddiayı kabul etmiş. Nasreddin hoca ise pek keyifli vaziyettte ağzı kulaklarında eve gelmiş. Haberi duyan hanımı; – “Allah canını alsın herif!… Sen aptal mısın; hiç eşek okuma yazma öğrenir mi ? On sene sonunda kellenin gideceğini hiç düşünmedin mi ? Hoca hanımının bu telâşını görmezden gelerek cevaplamış. – “Amaaan hanım; korktuğun şeye bak. On sene içinde ya Timur ölür, ya ben ölürüm, ya da eşek ölür” Konu mucize görülemez %50 tutma ihtimali olan bir iddadır eminolun bu ayet tutmasaydı muhammed bir mazeret ayeti döşer allah rumları şu, şu nedenle cezalandırdı der konuyu kapatırdı. Kuran mucizeyse edebi yönden daha tutarlı, gerçekci ve öğretici olan Cin Ali serisi nobel edebiyat ödülüne layık eşsiz bir eser demektir… Kuran kitap bile değildir karma karışık keyfi uydurulmuş sayfaları düzensiz toplanmış, konu, anlam ve mana bütünlüğü olmayan çıkar için yazılmış sayfalar bütünüdür… Kitap süsü verilmiş müsvetteler bütünü demek daha doğru olur.. “Kuranı takip etmeyin çünkü o muhammed ve ekibinin çıkar sofrasıdır”

Helal Tecavüzler ve Katliamlar


İslamda katliam tamamen sıradan ve doğal bir olaydır. Bunun örneklerini saymakla bitmez. Üstelik bu katliamlar hem tarihte yapılmış hemde günümüzde yapılmaktadır. İslamcılara sorarsanız; bunların hiçbiri katliam değildir ve savunma amaçlı savaşlardır fakat gelgelelim, Hitler ve Stalin gibi canilere sorarsanız, onlara göre; onların yaptığı şey de katliam değil, savunma amaçlı ve haklı bir savaştır. İslamda müslüman olmayanları katletmenin legal olduğu kurandaki ayetlerle de sabittir.: Ahzâb-27 “ Allah sizi onların TOPRAKLARIna, YURTLARIna, MALLARIna ve HENÜZ AYAK BASMADIĞINIZ topraklara varis kıldı. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” Yukarıdaki büyük harflerle yazılmış kelimeler islamdaki katliamların savunma ile ilgisi olmadığını, tam tersine saldırı, yağma ve talan ile ilgili olduğunun açık bir göstergesidir. Ayrıca savunma amaçlı savaşan insanlar barış için savaşırlar. Oysaki kuran; eğer ezebilecek güçteysen, barışa karşıdır. Yani “güçlüysen katletmekten asla geri kalma” emri verir. Bakınız: Muhammed-35 “Sakın za’f göstermeyin. ÜSTÜN OLDUĞUNUZ HALDE BARIŞA ÇAĞIRMAYIN. Allah sizinle beraberdir. Sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir.” Bu ayetler islamdaki katliamların delilidir. Hadislerde anlatılan katliamlarda bu ayetlerin delilidir, günümüzde yapılan Hizbullah, El kaide, İŞİD vs gibi örgütlerin müslümanlara dahi yaptığı katliamlarda bu ayetlerin ve birçok hadislerin delilidir. Kimse gerçekleri saptıramaz: 1-Bu dinin Peygamberi adam kesmişmi? Kesmiş. 2-Ondan sonraki halifeleri adam kesmişmi? Onlar da kesmiş. 3-Hadislerde adam kesme varmı? Var. 4-Kuranda bunları destekleyen ayetler varmı? Orda da var. 5-Peki günümüzde katliam varmı? Günümüzde de var. 6-Sadece müslüman olmayanlarımı katlediyorlar? Hayır, mezhep çatışması yüzünden birbirlerini de katlediyorlar. Daha hala islamda katliam yokmuş, islam barış diniymiş, yok bilmem ne. Kim inanır buna? Ancak müslüman inanır, başkada kimse inanmaz. Zaten bu din yüzünden bütün dünyaya rezil olduk ama kimsenin bundan haberi yok. İslam dediğin zaman; İngilizi, Yahudisi, Japonu, Hindu’su; dünyada kim varsa nefret ediyor. Tüm Dünyada Müslümanlar hariç hemen hemen bütün


insanlar tarafından nefret edilen bir dindir. Bunu yabancı kaynaklı internet sitelerinde ve forumlarda görmek çok kolay. Gelelim tecavüz olayına Kuran islamda köleliği legalleştirdiği gibi onlara tecavüzü de legalleştirmiştir. Bu konuya girmeden önce islamda ganimet ve cariye ne demektir ona bir göz atalım. İslamda ganimet: Güya savaşlarda ama aslında ganimet ele geçirmek için yapılan baskınlarda; (özellikle gece baskınlarında) ele geçirilen; altın, gümüş, para, ziynet eşyası, gayrımenkul, hayvan ve köleleştirmek amaçlı insan. İslamda cariye: Gece baskınlarında ele geçirilip köleleştirilen kadınlardır. Bu kadınların tıpkı bir mal gibi alınıp satılması legal olduğu gibi; aynı zamanda bu kadınların bir seks kölesi olarak kullanılması da helaldir. Bu kadınlarla evlilik dışı seks yapmak serbesttir, zina kapsamına girmez. Üstelik bu kadınların evli olup olmaması da önemli değildir. Dahada çarpıcı olanı ise; bu kadınların sex’e hayır deme şansları da yoktur. Yani yasal tecavüz. Helal tecavüz. Kuranda “Cariyelerinizle evlilik dışı seks yapmayın” diyen tek bir ayet yoktur. “Başka biriyle evli cariyelerinizle seks yapmayın” diyen tek bir ayet de yoktur. “Cariyelerinizin rızasını almadan onlarla seks yapmayın” diyen de tek bir ayet yoktur. Bakınız tam tersine nasıl ayetler var: Mü’minûn-6. “Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.” Nisâ-3 “Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın.2 Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız o taktirde bir tane alın veya SAHİP OLDUĞUNUZ (CARİYELER) İLE YETİNİN. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.” Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi; bu bir yasal tecavüzdür. Çünkü cariyenin rızasına gerek görülmemiştir. Rızası alınmadan bir kadınla cinsel münasebette bulunmanın adı tecavüzdür. Ayrıca kendisini tıpkı bir mal gibi alıp satan, babasını, kardeşini katleden, biriyle hiçbir kadın seks yapmak istemez. Zaten bu bilindiği için onların rızasına gerek görülmemiştir. Size şimdi rezaletin son perdesi bir örnek vereyim Bu örnekte verdiğim olayların hepsi islamda legaldir. Diyelimki bir bahane buldunuz ve bir topluma bir gece baskını düzenlediniz. Bu gece baskınında evli ve 3 çocuklu bir aileyi ele geçirdiniz. Çocuklardan biri 7 yaşında bir erkek çocuğu, bir tanesi evin 24 yaşındaki oğlu, diğeri ise 10 yaşında bir kız çocuğu olsun. Bakınız şimdi bu aileye neler yapabilirsiniz?:


1-Onlarına evine malına ve her türlü maddi imkanlarına konabilirsiniz. 2-Ailenin 24 yaşındaki oğlunun boğazını kesebilirsiniz. 3-Ailenin 7 yaşındaki erkek çocuğunu; tıpkı muhammedin yaptığı gibi; şam esir pazarına götürüp köle olarak satabilirsiniz. 4-Aile reisi babayı ise onun kendisinden ele geçirdiğiniz bağ ve bahçelerde ömür boyu köle olarak çalıştırabilirsiniz. 5-Ailenin 10 yaşındaki kız çocuğunu ve anasını hem köle olarak çalıştırıp hemde cariye olarak yatağınıza atabilirsiniz. Zavallı aile reisi ise; mallarının elinden çalınışına, oğullarının birinin katledilmesine, kendisinin köleleştirilmesine, 7 yaşındaki erkek çocuğunun satılıp yok olmasına, karısının ve 10 yaşındaki kız çocuğunun köleleştirilmesine katlanır vede eşinin, kızının başkalarının yatağına atılmalarınaına yanar durur. Ama aynı evin içinde olmasına rağmen bunların hiçbirine itiraz edemez. Yukarda yazdıklarımın tamamı islama ve kurana tamamen uygundur ve hiçbirinin günahı yoktur. Üstelik uygulamaları da hem muhammed tarafından ve hemde muhammed tarafından cennetlik olarak ilan edilen halifeler tarafından da yapılmıştır. Türklerin birbirinden kopuk beylikler şeklinde yaşamasını fırsat bilip, zorla müslümanlaştırıldığı sıralarda, bu tür uygulamalar Türk’lere de yapılmıştır. Tanrı’ya inanmak güzeldir, hoştur. İnsana zor zamanlarında bir güç verir, onunla sevincini ve kederini paylaşırsın. Ama eğer varsa bir tanrı; onu böylesine bir din ile rezil etmek günahların en büyüğüdür. Bırakın şu arap’ın allahını, o ancak araba yakışır. Aklı başında Türk insanına değil. Çünkü bu dinin satanizmden pek fazla farkı yok. Islam kitabinda kadina tecavuze ruhsat veren, kadinin baskalarina peskes cekilmesine ruhsat veren onlarca ayet var. Ornek görmek istiyorsanız Nur-33. ve Nisa-24. ayetlerine bakmak yeterlidir. Nur-33 “Evlenme imkânını bulamayanlar ise; Allah, lütfu ile

kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik). görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki


zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” Ayetin İniş Nedenleri: Müslim`in Cabir bin Abdullah (r.a.)`tan rivayet ettiğine göre Abdullah bin Ubeyy cariyesini gidip fuhuş yaparak kendisine para getirmesi için zorluyordu. Bunun üzerine bu ayeti kerime indirildi. Yine aynı senedle rivayet edildiğine göre Abdullah bin Ubey`in Mesike ve Umeyme adını taşıyan iki cariyesi vardı; onları zina yapmaya zorlardı. Onlar bundan dolayı Resulullah (a.s.)`a şikâyetçi oldular. Yüce Allah bu hükmünü indirdi. [Müslim; K. Tefsir: (26, 27, 29, 30) 2320, İbn Çerin 18/103, Suyuti; ed-Diirr: 5/46.] Taberani`nin Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan rivayet ettiğine göre Abdullah bin Ubeyy`in cahiliye döneminde zina yapan bir cariyesi vardı. Zinayı haram kılan ayeti kerime indirilince: “Vallahi artık asla zina etmem” dedi. Bundan sonra bu ayeti kerime indirildi.[Taberî, age. XVIII, 103. Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/651.] Bu rivayetleri destekleyen daha bir çok rivayet aktarılmıştır ve bir çoğunda Abdullah bin Ubeyy`in cariyelerini para kazanmaları için zinaya zorlaması nedeniyle bu ayeti yazıldığınja dikkat çekilmektedir. Ayeti önumuze koyup sorularimizi soralim 1-Mukatebe nedir? (kölenin ve Cariyenin özgürlüğünü satın alması, parayı nerden bulacak?) 2-Bu ayette bahsi gecen gecici menfaatler ne olabilir? 3-Bu gecici menfaatlerden kimler yararlanabilir? 4-Namuslu kalmak İSTEMEYEN cariyeyi fuhusa zorlayabilirmiyiz? 5-Bu zorlamayi yapacak ve gecici menfaat temin edecek adamin meslegi ne olabilir? 6-Bu kadinlari fuhusa kim zorluyor? 7-Bu zorlanmadan dolayi Allah kimi af ediyor, kime ceza veriyor veya verilen bir ceza var mı?


Bu soruların ceavını samimi, dürüst ve mantıklı olarak vermek islamın gerçeğini görmek için yeterlidir. Bu ayette fuhuşu yasakmala varmıdır? Görüldüğü gibi kölesini zorla fuhuşa sürükleyen kişiye Kuran’da yasak veya yaptırım yoktur. Sadece “zorlamayın” diye tavsiyede bulunulmaktadır. Boşverin cezayı, yasaklamayı, aksine fuhuşa dolaylı olarak izin vermek vardır. Ayetin sonunda diyor ki ‘Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.’ Burada affedilenin kadin oldugu bir gercektir ama nerede bu kadini zorlayan pezevenge verilecek ceza? Bu tip ayetleri gördükçe, Müslümanların “din olmasa ahlak diye bişey olmaz, bakın cahiliye dönemine, neler oluyomuş vs, vs…” tarzı boş sözlerine sadece Aziz NESİN gibi acı acı gülüyorum (Nisa-24) (Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Bu ayetin iniş nedenini açıklamak İslamın ilk yıllarında yaşananları, cariye edinmenin teşvikini ve Muhammedin gerçekte nasıl biri olduğunu anlamanızı sağlayacaktır. Esir olarak ele geçirilen evli kadınlar bile helal kılınmıştır. Bunun adı Helal Tecavüzdür.

1-Muhammed b. Abdirrahman b. Bünanî, Muhammed b. Ahmed b. Hamdan’dan, o Ebû Ya’la’dan, o Amr en-Nakıd’dan, o Ebû Ahmed Zübeyri’den, o Süfyan’dan, o Osman el-Bettî’den, o Ebu’l-Halil’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den şöyle dediğini bize rivayet etti “Evtas Gazvesi’nin olduğu gün kocaları olan esir kadınları ele

geçirmiştik. Onlara mücamaatta bulunmayı çirkin bulmuştuk. Peygamber (s.a.v.)’e bunu sorduk da bu âyet nazil oldu. Biz de o kadınları böylece helal bulduk.” [Müslim; er-Rada’: 35, 35 mükerrer/1456 s. 1080, Tirmizi; Nikah: 11/32; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 120; Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 2/509.]

2-Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. el-Haris, Abdullah b. Muhammed b. Cafer’den, o Ebû Yahya’dan, o Sehl b. Osman’dan, o Abdurrahim’den, o Eş’as b. Sevvar’dan, o Osman b. Bettî’den, o Ebu’l-Halil’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bize şöyle dediğini haber verdi: “Rasulullah (s.a.v.) Evtas ahalisini esir alınca dedik ki: “Ey Allah’ın

Rasulü, soylarını, kocalarını tanıdığımız esir kadınlarla nasıl mucamaatta bulunabiliriz?” Bunun üzerine bu âyet nazil


oldu.”[Müslim;er-Rada’:35, Tirmizi;Nikah:11/32.]

35mükerrer/1456

s.1080,

3-Ebû Bekr Muhammed b. İbrahim el-Farisî, Muhammed b. İsa b. Amraveyh’ten, o İbrahim b. Muhammed b. Süfyan’dan, o Müslim b. Haccac’dan, o Ubeydullah b. Ömer el-Kavarirî’den, o Yezid b. Zuray’dan, o Said b. Ebî Arube’den, o Katade’den, o Ebû Salih Ebû Halil’den, o Ebû Alkame el-Haşimî’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bize şu rivayette bulundu: “Rasulullah (s.a.v.) Huneyn Günü, Evtas Kabilesi’ne bir grup ordu

gönderdi. Bu grup bir düşman birliğine rastlayıp onlarla savaştılar da onlara galip gelerek, kadın esirler elde ettiler. Rasulullah (s.a.v.)’ın Ashabı’ndan bir grup, müşrik kocalarından dolayı o esir kadınlarla münasebette bulunmaktan sakındılar. Allah Teala da bu âyeti indirdi,” [Müslim; Rada’: 33, 34/1456 s. 1079, Ebu Davud; Nikâh: 1132.] 4-Ebu Saîd Hudrî’den Nesâî, Tirmizî, Ebu Davut ve Buharî rivayet etti. Ebu Saîd: -Bize, Evtâs esirlerinden esirler isabet etti. Kadınların kocaları vardı. Biz onlarla birleşmeyi çirkin gördük, Nebî Aleyhisselâm’a sorduk., Nisa: 4/24 âyeti indirildi. Ancak Allah’ın sizin üzerinize Efa ettiği şeydir, biz onların ferclerini helal kıldık, buyurdu. [İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/183.] 5-İbnu Abbas’tan (r.a.) Taberânî anlattı. İbnu Abbas (r.a.): -Huneyn gününde indi. Allahü Teâlâ, Huneyn günü Müslümanlara fetih müyesser kılınca, ehli kitabın kadınlarından müslümanlara kadınlar isabet etti. Onların kocaları vardı. Bir erkek, kadınlardan biri ile olmak istediğinde, Kadın: -Benim kocam var, derdi. Bundan Rasûlullah’a soruldu. Allahü Teâlâ, Nisa: 4/24 âyetini indirdi, dedi. [İmam Celaleddin esSuyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/183.] Anlatılan olaylara ancak Helal Tecavüz denebilir. Müslümanlar’ın o çok aşağıladığı Cahiliye Dönemi Arap adetlerinde bile en azından evli olduğunu beyan eden esir kadının ırzına


geçmek yokmuş, adam resmen anlatmış işte (Mücamaat, cinsel ilişkide bulunma demektir) esir aldığımız kadınlara tecavüz etmekten utandık ama ayet gelince yaptık diyede eklemiş. Buna cariyeliği kadırmayı istemek mi denir? Yoksa cariye edinmeyi teşvik mi denir? Kimse kusura bakmasın ama bu yapılan savaşlarda Tecavüzü helal ilan etmektir. Ben burada huzurlarınız da gerek Buhari gerek Tırmızi ve gerekse de tüm hadis ve islam alimlerini yürekten kutluyorum, neyi bulmuşlarsa hiç çekinmeden kitaplarına koymuşlar, günümüz müslümanları ve alimleri gibi kıvırmak ve bu çirkinlikleri örtbas etmek için uğraşmamışlar.

Tanrı allah adil midir? Tevrat’ın Yahova’sını, incil’in İsa’sını ya da diğer dinlerin tanrılarını bir kenara bırakırsak; Kur’an’ın Allah’ı adil midir? İnsanlara adaletli davranmayı, terazide hile yapmamayı emreder. Peki kendisi adaletli midir? Kendi terazisi hassas mıdır? Bir hardal tanesi kadar, zerre kadar iyi ya da kötü amelin bile tartılacağı söylenir. Öyle midir gerçekten? Kur’an’ın tanrısı Allah’ın adaletine bir örnek verelim: Herkes mi yoksa sadece müslümanlar mı hesaba çekilecek?Enbiya/ 47. Biz kıyamet günü için doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan amel, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız.). Hesap görenler olarak da biz kâfiyiz.Bu ayetten bütün insanların dünyadaki tüm amellerinin değerlendirileceğini, zerre kadar bir işi, faydası-zararı, günahı-sevabı olsa dahi tartıya alınacağını anlıyoruz. Aşağıdaki ayette de herkesin, her insanın amellerinin karşılığını göreceği ifade ediliyor. Zelzele/ 6-8. O gün insanlar, amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük çıkacaklardır. Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir. Bu yönde başka ayetler de var ve tüm bu ayetler de bir anormallik yok. Gayet normal. Ama ruh halinin öfkeli zamanına rastgelmiş olacak ki; aşağıdaki ayette durum değişiyor: Kehf/ 103-106. De ki: “Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?” “Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta


sanıyorlar.” İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. İşte, inkar ettikleri, ayetlerimi ve resullerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir. Hem de ebedi cehennem. Peki ama hani bir hardal tanesi kadar amel dahi tartılacaktı? Bu durumda dünyanın en iyi insanlarından da olsa, insanlığa büyük hizmetleri dokunmuş bir kişi de olsa, hiçbir kötü ameli olmasa dahi hesapsız-tartısız cehenneme. İnsanın dünyadaki yaptıklarına değil de, sadece Allah’a-Muhammed’e inanıp inanılmadığına bakılan bir hesap gününe ne gerek var öyleyse? Hitler’in Yahudileri gaz odasına göndertmesi gibi. “Yahudiyse gaz odalarına” İyi-kötü ayrımı olmadan. Şimdi yüce Yaratıcının, rahman ve rahim olan Allah’ın adaletini buna mı benzeteceğiz? Müslümanlar şöyle mi bakar bu konuya: “Müslüman olmayan iyi olamaz. O zaten kötüdür. İyi olsaydı müslüman olurdu. O nedenle hesabına bakılmasına gerek yok.” Bu durumda demek ki Kur’an’ın tanrısı iki çeşit insan yaratmış. Müslüman olanlar ve olmayanlar. Dilediğine hidayet vermiş ve müslüman yapmış sözde. Dilediğini de yoldan saptırmış. İstese bile müslüman yapmamış. Böyle bir tanrının adaletinden bahsedilebilir mi? Acaba müslümanın Allah’ı müslümana adil mi? İslam’da cehennemlik olanların cezalarını çektikten sonra cennete gönderileceklerine söylenir. Müslümanların çoğu bunu böyle bilir. Günahlarının cezasını çekeceğine ama ondan sonra ebedi cennete kavuşacağını sanır. Halbuki Kur’an’da sevinmesinler.

böyle

bir

bilgi

Örneğin; Günahları sevaplarından fazla cehennemliktir. Bunun adaletli olduğu söylenebilir mi?

yoktur, olan

müslümanlar bir

müslüman

boşuna ebedi

Bir kısım müslümanlar paralarını İslami bankalara yatırıp “faiz değil, kâr payı aldık” diye aldatmak isterler Allah’ı. Allah yer mi bunları? Faiz yemiş olan her müslüman ebedi cehennemliktir. Bu adalet midir? Kasten birini öldürdü, katil oldu. Öldürdüğü kişi müslümansa ebedi cehennemliktir. Adalet mi? Müslüman olmayanı insandan saymıyor Allah. Onları öldürmenin cezasını yazmamış.


Yine diyelim ki bir müslüman şeytana uydu, kötülüğe bulaştı, günahı onu kuşattı. Affı yok, ebedi cehennemlik. Hem şeytanı musallat et, hem de sonsuza kadar işkence yap. Neresi adalet? Diyelim ki bir müslüman olmanıza rağmen insanlık tarafınız biraz ağır bastı. Kalktınız komşunuz olan Rum vatandaşla dostluğu ilerlettiniz. Ya da işyerindeki arkadaşlarınız arasında dost olduğunuz bir ateist var. Arasıra beraber maça gidiyor, kahvede okeye takılıyorsunuz. Yandınız, hem de sonsuza kadar. Bunun adalet olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu ayetlerdeki ağır cezalar karşısında müslümanlar, Allah’ın günahları bağışlayıcı olduğunu söyler ve Nisa-48 gibi ayetleri örnek gösterirler. Bakalım Nisa-48’e ne deniyor: Nisa-48. Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur. Demek ki, Allah şirk dışındaki günahları diledikleri için bağışlarmış. Bunda bile adalet yok. Dilediği kişiler için, dilemedikleri yine yandı. Bir de şu ayetlere bakalım: Faiz yiyenler: Bakara-275. Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alış veriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah’a kalmıştır. Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedi kalacaklardır. Bir müslümanı öldüren: Nisa-93. Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Kötülük yapanlar: Bakara-81. Kim kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, artık onlar ateşin halkıdırlar, orada ebedi kalırlar. Kafirleri dost edinenler:


Maide-80. Onlardan birçoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine sunduğu şey ne kadar kötüdür! Allah onlara gazabetmiştir. Onlar ebedî olarak azap içinde kalacaklardır. Günahları sevaplarından çok olanlar: Müminun-103. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedi kalacaklardır. Görüldüğü gibi tümü için “ebedi cehennem” diyor. Mesele, dilediğini affetme gücüne sahip olması değildir. Bu ebedi cehennemlik olarak nitelendirdiği suçların adaletli olup olmamasıdır. Faiz yediği için bir insan nasıl sonsuza kadar yakılabilir? Şeytana uyup bir kötülük yapanın ebedi cehennemle cezalandırılması hak mıdır? Hepsinden öte ateşte yakmak, bir tanrıya ait değil, sadist bir insana ait cezalandırma şekli olabilir. Allah’a maledilen bu sadistlik gerçek bir tanrıya yakıştırılamaz. Yüce Tanrı, bu tür nitelendirmelerden münezzehtir. Şimdi bir örnek verelim:Varsayalım ki ben bir okulun müdürüyüm ve öğrencilerin bir kısmını öğretmenlere karşı kışkırtıyorum ve her türlü kötülüğü yapacak, iftira edecek şekilde yönlendiriyorum. Öğretmenleri ve okulun diğer öğrencilerini zor durumda bırakıyor, okulda huzur, düzen bırakmıyorlar.Şimdi, öğretmenler ve mağdur öğrenciler şikayet etse, soruşturma açılsa, benim kışkırttığım iddia edilse; Notlarım arasında kanıt bulsalar: “Öğrencileri öğretmenlere karşı kışkırtıp birbirine düşman yaptım. İstesem onları engellerdim ama yapmadım.” şeklinde. Bu durumda sadece öğrenciler mi suçludur? Bakalım Kur’an’ın Tanrısına ne dedirtmiş Muhammed Hazretleri: Enam-112. İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O hâlde, onları iftiralarıyla baş başa bırak. Meryem-83. Görmedin mi, biz gerçekten şeytanları, kafirlerin üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar. Muhammed’e göre; insanları, şeytanları ve cinleri kışkırtıp tahrik eden Allah’tır. Allah’ın dediği olur. O bir şeyi istediği vakit derhal gerçekleşir. Kimse bunun önünde duramaz. Dolayısıyla kimleri tahrik edip kışkırttıysa onlar, Allah’ın dediğini yapmışlardır. Allah dileseydi, onlar tahrik olmaz, kimseye bulaşmazlardı. Meryem-68. Rabbine andolsun, onları şeytanlarla beraber mutlaka haşredeceğiz. Sonra onları kesinlikle cehennemin çevresinde diz üstü hazır edeceğiz.


Hem kışkırt, hem de ateşle işkence et. Bununla da kalmıyor. Güya inanmayanların Kur’an’ı dinleyip anlamamaları için araya gizli bir perde koyuyor: İsra 45. Sen Kur’ân’ı okuduğun zaman biz, seninle ahirete inanmayanların arasına görünmez bir perde çekeriz. İsra 46. Ve kalblerinin üzerine, Kur’ân’ı anlamalarına engel perdeler geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Rabbini Kur’ân’da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar. Kur’an’da böyle sunulmuş bir tanrının adil olduğu söylenebilir mi? Ya da adil olmayan bir tanrı olabilir mi? Serdar Kaangil

KURAN’IN ASLI YAKILDI MI VE ORİJİNALİ TAHRİF EDİLDİ Mİ? Hicr-9: “Şüphesiz o zikri (Kuran’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz…” Bu ayet İslamcılar için Kur’an’ın değiştirilemeyeceğine dair bir dayanaktır. Kur’an’da korunacağını yazmış olması, İslamcılar için yeterlidir ama konu İncil ve Tevrat olunca böyle düşünülmez. Tevrat’ın ve İncil’in tahrif edildiğini iddia edenler, içlerindeki Hicr-9 benzeri ayetleri görmezden gelir: Yeşaya / 40-8: “Ot kurur, çiçek solar ama Tanrımızın sözü sonsuza dek durur.” Matta / 5-18: “Size doğrusunu söyleyeyim: Yer ve gök ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden Kutsal Yasa`dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile yok olmayacak!” Markos / 13-31: “Yer ve gök ortadan kalkacak ama benim sözlerim asla ortadan kalkmayacaktır.” Demek ki “değiştirilemez” diye yazmasının bir önemi yokmuş. Onu da insanlar yazabilirmiş. Bugün piyasadaki ve internetteki Kur’an acaba başlangıçta yazılan orijinal Kur’an’la aynı mıdır? İslamcılara göre Kur’an’ın tek harfi bile değişmemiştir. Bunu iddia edebilmek için ilk orijinalin bilinmesi gerekir ki bir karşılaştırma yapılabilsin. Ama ilk yazılan orijinali ortada olmadığı gibi, 2. ve 3. derleme ile yazılanlar da yoktur. Orijinali olmadığına göre bir karşılaştırma yapılamaz. Öyleyse “Bir harfi bile değiştirilmemiştir” diyenlerin bir dayanağı yok. Bunun İslami propaganda olarak söylendiği anlaşılıyor.


Peki orijinal Kur’an’a ve sonra derlenen nüshalarına ne oldu? Çocuklar ve hatta bilinçsiz Müslümanlar Kur’an’ın bir kitap olarak gökten indiğini sanırlar. Hepimiz çocukken öyle sanırdık. Cebrail adlı meleğin kitabı peygambere getirdiğini zannederdik. Büyüklerimiz de ayrıntıları bilmediği için bir izahta bulunmazdı. Daha sonra öğrendik ki ayet ayet olayların akışına göre yazılan Kur’an 23 yılda tamamlanmış. Yani, Muhammed hazretlerinin peygamberliğini ilan ettiği tarihten ölümüne yakın zamana kadar yazılmış bir kitap. Günlük tutan insanlar gibi Muhammed hazretleri de olaylarla, gelişmelerle ilgili şiirimsi ayetler yazdırmış. Bu ayetlerin de vahiy olduğunu öne sürmüş. Eşleriyle yaşadığı sorunlarla ilgili olarak bile sure ve ayetler yazmış. Sözde okuma yazması olmadığından bunları vahiy katiplerine yazdırmış. O dönemde henüz kağıt icat edilmediğinden ve Kureyşte deri parşömen olmadığından ayetler taşlara, kemiklere, yapraklara, kumaş parçalarına yani ilkel malzemelere yazılmış. Bir rivayete göre Kur’an sayfalarının tümünün peygamberin evinde bir arada bulunduğu ve dağınıkken bir araya getirilip, içinden eksilen olmasın diye ortasından iple bağlanmış olduğu söylenir. Ayrıca surelerin kurra denilen hafızlarca ezberlenerek korunduğu belirtilir. Kur’an’ı kaç hafız ezbere biliyordu? Amr Îbnu’l-Ass anlatıyor: Peygamberin “Kur’an’ı dört kişiden alın; Abdullah İbn Mes’ud’dan, Salim’den, Muaz’dan ve Übeyy İbn Kab’den” dediğini işittim. (Buhari, Fadailu’l-Kur’an 8.) “Muhammed öldüğü zaman Kur’an’ı bütünüyle ezberlemiş olan dört kişi vardı. Ebu’d-Derdâ, Mu-âz İbn Cebel, Zeyd ibn Sabit ve Ebû Zeyd.” (Buharı, e’s-Sahih, Kitabu Menakıbi’l Ensâr /17, s.229 Malik oğlu Enes’e; “Peygamber döneminde Kur’an’ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?” diye sordum. Şu karşılığı verdi: ‘Dört kişi. Tümü de Medineli. Übeyy İbn Ka’b, Muâz ibn Cebel, Zeyd ibn Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari a.g.e, Müslim 2465. hadis.) Bu 3 hadisten 7 isim ortaya çıkıyor. Abdullah, Ebu’d Derda, Übeyy, Muaz, Zeyd ibn Sabit, Salim ve Ebu Zeyd 1. Derleme Muhammed’in ölümünden sonra dinden dönme hareketleri ve isyanlar başlar. Dinden dönenlerle ve İslam devletine isyan edenlerle savaşlar başlar. Bu savaşlar sırasında Ömer, halife Ebubekir’e gelip; “Kurra`nın da katılmış bulunduğu Yemame savaşları şiddetlendi. Ben her yerde kurraları tüketeceğinden, onlarla birlikte Kur`an`nın da çokça zayi olacağından korkuyorum. Bu sebeple Kur`an`ın cemedilmesini emretmeni uygun görüyorum!” der. Ebubekir de ona: “Resulullah`ın yapmadığı bir şeyi nasıl


yaparım?” diye cevap verir. Ancak Ömer ‘in ısrarlarıyla ikna olur ve Zeyd İbn Sabit’e Kur’an’ı toplatma görevini verir. Zeyd, kumaş parçaları, hurma yaprakları, düz taş parçaları ve ezberlemiş olanların hafızalarından Kur’an’ı toplamaya başlar. Bir ayetin geçerli olabilmesi için 2 tanık olması şartı ile hareket eder. Ama Tevbe süresinin son kısmını sadece Huzeyme`de bulduğunu ve tek tanıkla kabul ettiğini söyler. Bunu da Neticede 1yıl içinde toplanan kitap Ebubekir `e, o ölünce Ömer`e, o da ölünce Hafsa’ya emanet kalır. (Kütübü Sitte, hadis no: 944) 1.derlemenin Muhammed döneminde okunan Kur’an’a göre eksik olduğu itirazları yapılmıştır. Örneğin recm ayetinin olmaması itiraz edilen konulardan biridir. Aişe(r.a.) der ki : Peygamber vefat edinceye kadar recm ayeti okunurdu. Muslim c. 4. s. 167, Tirmizî, c.2, s.309 Aişe (r.ah) nakleder: “Recm ve büyüklerin on defa süt emzirmesi (nin süt kardeşliği oluşturacağı) hususundaki ayetler benim yatağımın altında bulunan bir sayfa üzerinde yazılı idi. Peygamber vefat edince Peygamber’in vefatıyla meşgul olduk da keçi gelip onları yedi.” Dar-e Kutni, c.4, s.105, İbn-i Mâce, c.1, s.625 Übeyy b. Kab bana şöyle dedi: “Ey Zerr, Ahzap suresini kaç (ayet) olarak okuyorsun?” Ben de “Yetmiş üç” dedim. O zaman şöyle dedi: “Oysa Bakara suresine benziyordu; Ya da ondan da uzundu. Biz onda recm ayetini de okuyorduk.” Bir nakilde ise şöyle geçer: “O (Ahzap suresinin) sonunda şöyle diyordu: “Evli erkek ve evli kadın zina ettiklerinde, onları elbette recm edin! Allah’tan bir ceza olarak; ve Allah Aziz ve Hekim’dir!! Bu hesaba göre Ahzap suresinden 200’ü aşkın ayet eksilmiştir. Kenz-ül Ummâl, c.2, s.567, Ed-Dürr-ül Mensûr (Suyûtî), c. 5, s180. Ali’nin elinde nuzül sırasına göre düzenlenmiş Mushaf olduğu rivayet edilirken, bu eksikliklere müdahale etmemesi üzerinde düşünülmesi gereken husustur. 2. Derleme ve 1. Derleme Kur’an’ın Yakılışı: Halife Osman döneminde eldeki Kur’an’ların farklı ve yanlış okunmasından şikayetler başlar. Birgün Huzeyfe, Osman’a gelip bu meseleye bir çare bulmasını ister. Bunun üzerine Osman Hafsa’daki Kur’an suhuflarını tekrar iade etmek üzere ister. Hafsa da gönderir. Ve bu sayfalardan yeni nüsha Kur’an mushaflarının yazımını başlatır.


Yazıcıların başında yine Zeyd bin Sabit vardır. Osman, herhangi bir hususta ihtilafa düşüldüğü takdirde Kureyş lisanının dikkate alınmasını ve ona göre yazılmasını söyler. Kütübü Sitte, Hadis No : 945 Bu hadisdeki Zeyd bin Sabit’in şu sözleri önceki derlemede hata ve eksiklerin olduğunun bir örneğidir: “Resulullah`dan işitmiş olduğum, Ahzab süresine ait bir ayet eksikti. Onu araştırdım. Sonunda Huzeyme İbnu Sabit el-Ensari`de çıktı. Resulullah onun şahitliğini iki kişinin şahitliğine denk tutmuştu. Bu ayet şu idi: “Mü`minlerden Allah`a verdiği ahdi yerine getiren kimseler vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahdlerini hiç değiştirmemişlerdir” (Ahzab 23)” Hatırlarsak, İlk derlemede de komisyonun başında olan Zeyd bin Sabit’ten yine benzer bir iddia geçiyordu aktardığı hadisde. Tevbe suresinin son kısmını sadece Huzeyme’de bulduğunu söylüyordu. İki derlemede de iki benzer olay ve iki aynı kişi, Huzeyme. İlginç, belki de olaylar karıştırılmış olabilir. Osman’ın yazdırdığı Kur’an’ların sayısı 4 olarak kabul edilir. Birinin kendinde kaldığı, diğerlerinin Şam’a, Basra’ya ve Küfe’ye gönderildiği söylenir. Kimileri bu sayıyı 5-7 adet olarak öne sürer ve Mekke, Yemen ve Bahreyn’e de gönderildiğini söyler. Ayrıca Osman’ın bu Kur’an’ların aynısının kopyalanabileceğine izin verdiği de söylenir. Ayrıca Osman bu Mushaflar haricinde elde bulunan tüm suhuf ve kitapların yakılmasını emreder ve kendisi de çevresindekileri yakar. (Suyutî, İtkan, I/134; Subhi Salih, el-Mebahis, s. 78-85.) Hz. Osman, okuma farklarını ortadan kaldırıp müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla başka bütün mushafların ve Kur’ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhekî, es-Sunen, Kitabu’sSalât, 2/42) Osman’ın Mushafları yaktırması büyük tepki çekmiş, “Mushaflar yakıcısı” diye seslenilmiştir. Öldürülmesindeki sebeplerden biri de budur. Rivayetlere göre ellerindeki farklı Mushafları yaktırmayanlar da vardır. Örneğin “Ali’nin Mushafı”, “Ayşe’nin Mushafı” Abdullah İbn Mesud’un, Abbas’ın Mushafı gibi. Bu Mushafların birbirinden farklı olduğu söylenir. Âlî Mushafının nuzül sırasına göre düzenlenmiş olduğu rivayet edilir. Bu özel mushaflar da kayıptır. Sadece bunların içerik listeleri yazılmıştır. Eldeki resmi nüshadan içerik yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor. Örneğin, İbn Mesud’un mushafında Fatiha suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nas sureleri de yokmuş. Bu çok ilginç. Suyuti kitabında bakara suresinin Ahzab suresi ile aynı uzunlukta


olduğunu aktarıyor. (Suyuti, El İtkan, 2/32.) Mevcut Kur’an’da ise Bakara 286 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir. Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu’lMesâhif’inde toplamıştır. Buhârî’nin rivayetine göre Hz. Âişe, mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir. (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 5) O dönemde Arap harflerinde nokta ve hareke yoktu. Muaviye devri Irak valisi Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kur’ân’ı yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu’l Esved Dueli’yi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra Haccac, kâtiplerinden Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer’e harflere nokta koymalarını emreder. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren, Halil bin Ahmet (M.718) olmuştur. Şimdi bütün bu tahrifler, eksiltmeler yanında bir de noktalama işaretleri konulurken olası yapılan yanlışları düşünün. Bugün Osman’ın yazdırdığı Mushaflardan hiçbiri ortada yoktur. Topkapı’daki, Taşkent’teki ve Kahire’deki eski Kur’an’ın Osman’ın Kuran’ı olduğu iddia edilirdi. Öyle olmadığı ortaya çıktı. Konunun araştırmacılarından Prof. Dr. Suphi es-Salih kitabında, “Peki, Osman döneminde hazırlanmış resmi nüsha şimdi nerededir?” sorusunu ortaya atar ve doyurucu cevap bulamadığını açıklar. Kahire Kütüphanesi’nde olduğu söylenen nüshanın, Osman döneminden kalmış olamayacağını belirtir. Çünkü bu kitapta bir takım işaret ve noktalar vardır, böyle işaret ve noktaların İslamiyet’in ilk yıllarında bulunmadığı bilinmektedir. Neden Yakıldılar Hz. Hafsa’ya iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine valisi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hz. Hafsa vermemiş, fakat bu mü’minler anasının vefatı üzerine Mervân o Mushafı alıp yakmıştır. (el-Fethu’r-Rabbânî, 18/34) İlk derlenen Kur’an’ı ölümüne değin sandığında saklayan ve alınıp yakılmasını önleyen Hafsa idi. Hafsa ölünce, Mervan İbn Hakem, sandıktan aldırtıp yaktırmıştı. Mervan Kur’an’ı yaktırmasındaki gerekçesini şöyle açıklıyor: “Bunu yaptım, çünkü onda yazılı olanlar, resmi mushaf’a yazılıp geçirilmiş ve korunmuştur. Korktum ki aradan uzun zaman geçtiğinde kuşkucu kimseler bu resmi mushaf hakkında kuşkuya düşerler.” (Dr. Subhi e’s_Salih, Mebahis fi ulumi’l-kuran, s.83. dayandığı kaynak: ıbn ebi davud, kitabu’l-mesahif, s.24.)


Halbuki tersine asıl kuşku, ilk derlemenin yakılmasından doğmuştur. Hiç kaynak, kanıt kanıtlayacaksın?

yok

edilir

mi?

Elindekinin

doğruluğunu

ne

ile

“Demek ki ilk derleme ile olan farkların görülmesi istenmiyordu. İlk derlemede görülmesi istenmeyen bilgiler mevcuttu ki görülmesi engellendi, yakıldı.” diye düşünülmesi gayet doğaldır. Deliller yok edilmiştir. Oysa, ilk derleme korunmuş olsaydı; arada küçük farklar olması önemsenmeyecekti. Ama bu durumda “belki de arada çok önemli farklar vardı” diye düşünülüyor. Nitekim Muhammed dönemindeki Kur’an ile sonradan yazılanlar arasında fark olup olmadığı sorusuna verilen yanıtlar “çok büyük farklar olduğu” şeklindedir. İbn Ömer diyor ki: “Hiçbiriniz Kur’an’ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kur’an’ın çoğu yok olup gitmiştir. ’Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum’ desin yalnızca.” (Suyuti, El İtkan, 2/32.) İbn Ömer’in bu sözü söylediği zaman çok önemlidir. Bu söz, Halife Osman dönemindeki derlemeden sonra söylenmiştir. Ki şu an o nüshalar bile ortada olmadığına göre varolanların farkını düşünün. Serdar Kaangil

MİRAÇ YALANI “Arapça’da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. Islam’da Hz. Peygamber (s.a.s)’ in göğe yükselerek Allah’in huzuruna kabul edilmesi olayı. Miraç olayı hicretten bir yıl ya da onyedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşir. Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram’dan Beytü’lMakdis’e (Kudüs) götürülür. Kur’an’in andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. Ikinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)’in Beytü’l-Makdis’ten Allah’a yükselişi oluşturur. Miraç olarak anılan bu yükselme olayı Kur’an’da anlatımaz, ama çok sayıdaki hadis ayrıntılı biçimde anlatır. Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe’de Hatim’de ya da amcasının kızı Ümmühani binti Ebi Talib’in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü’l-Makdis’e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.


Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü’l-Makdis’te kurulan bir Miraç’la ve yanında Cebrail olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. Isa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. Idris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Musa ve yedinci katında Hz. Ibrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte yükseliş Sidretü’l-Münteha’ya kadar sürdü. Cebrail, “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l Münteha’da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah’ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farz kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü’l-Münteha’ya, oradan Burak’la Kudüs’e, oradan da Mekke’ye döndürüldü.” Güya ertesi gün olay anlatıldığında müşrikler Kudüs’ten Mekke’ye gelen bir kervan hakkında sorular sormuşlar da Muhammed hepsini bilmiş. Yalanın kanıtı da yalan.. Miraç yalanına dayanak gösterilen İsra suresi 1. ayetini görelim: 1. Âyetlerimizi göstermek için, kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten Allah, Sübhan’dır (bütün noksanlıklardan münezzehtir). Muhakkak ki O, en iyi işiten, en iyi görendir. Ayette Muhammed’den bahsediliyor mu? Hayır. “kulunu” diyor. Kul, sadece Muhammed değil, diğer peygamberler de kul olduğuna göre; öncelikle ayette kimden bahsedildiği bir soru işaretidir. Bunu anlayabilmek için 2. ayete bakalım: 2. Ve Musa’ya Kitap verdik ve onu İsrail oğullarına bir hidayet rehberi kıldık; Benden başka bir vekil tutmayın diye. Meallere bakıldığında bu ayetin tahrif edildiği net olarak görülecektir. Ayetin başındaki “ve” yi kaldırırlar. Ve “Musa’ya da” şeklinde yazarlar ki 1. ayette bahsedilen Muhammed’miş gibi görülsün, Musa olarak anlaşılmasın diye. Halbuki 1. ayetten sonra Musa’dan bahsediyorsa en kuvvetli ihtimal Musa’dır. Üstelik 1. ayetle 2. ayeti ve bağlacıyla ilişkilendirmektedir. Eğer bir olağanüstü yolculuktan sözedilmiş olsaydı; 1. ayetin devamında bundan bahsedilirdi. İsra suresinde Miraç’la ilişkilendirilecek başka bir ayet bulamadıkları için Necm suresinin ilk 17 ayetine sığınırlar. Necm suresi nuzül sırasına göre İsra suresinden daha önce geldiği gibi Miraç için gösterilen zamandan da çok öncedir. Bunun yanında ayetlerin Miraç’la uzaktan yakından ilgisi yoktur ve Cebrail’i inişi sırasında gördüğünü söyler. Necm 13. Ve andolsun ki, onu başka bir inişinde de gördü.


Diğer ayetlerde Sidretül Münteha ve Meva cenneti olması da bir kanıt olamaz. 14. Sidretül Münteha’nın yanında. 15. Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır. Sidretül Münteha’nın yanında Cebrail’i görmesi, Muhammed’in de oraya gittiğini göstermez. Ayetlere inanan için durugörü denilen alternatif durum var. Allah’ın Muhammed’i göğe çıkarttığına inanabilen birisi; Muhammed’e Cebrail’i çok uzaklardayken görebilme gücü verebileceğine de inanabilir. Bunca aykırı ayete rağmen hadislere inananların hadis dinine sahip olduklarını söyleyenler hiç de haksız değillerdir. O Miraç hadisleri ki içlerinde büyük zırvalar, anormal saçmalıklar barındırmaktadır. Muhammed’in Allah’la tokalaşmasından ve Allah’ın elinin soğukluğunu hissetmesinden tutun da, namaz rekat pazarlığına kadar aklın almayacağı tuhaf uydurmalar vardır. Bazılarını görelim: “Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu; öyle ki parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim.” (Hanbel, 5/243) Peygamberimiz (asm) Cenab-ı Hakk’a hitaben: “Bütün tahiyyeler, bütün mübarek şeyler, bütün salâvat ve duâlar ve bütün kelimat-ı tayyibe Allah’a mahsustur.” şeklinde hitab vermiştir. Bunun anlamı“Bütün varklıkların halleriyle ve dilleriyle yapmış oldukları ibadetleri ve tesbihlerini, bütün çekirdekler ve nutfeler gibi mübarek şeylerin fitri mübarekliklerini ve tesbihlerini, bütün insanlar gibi şuurlu varlıkların ibadetlerini ve bütün peygamberler ve kamil insanlar olan evliyaların, asfiyaların ibadetlerini ve tesbihlerini onların namına sana hediye ediyorum; sana mahsustur.” demektir. Bu selamın üzerine Cenab-ı Hak da Resulüne (asm): “Selâm olsun sana ey Peygamber!”şeklinde mukabele de bulunmuştur. Bunun üzerine Allah Resulü (asm) de: “Bize ve Allah’ın salih kullarına selâm olsun.” şeklinde cevap vermiştir. Bu konuşmaya sidretü’l-müntehada tanık olan Cebrail (as) da Allah’ın şahitlik etmesini emretmesi üzerine “Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ederim. Ve Muhammed’in (asv), Allah’ın elçisi olduğuna da şehadet ederim.” diyerek şehadet etmiştir. (Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Altıncı Şua, s.92; On Beşinci Şua, s.642-646.) – (İsra gecesi her gökte, Muhammedün Resulullah ve arkasından Ebu Bekri Sıddık yazılı olduğunu gördüm.) [Ebu Nuaym]


– (Mirac gecesi, uğradığım her melek topluluğu, ümmetime hacamatı tavsiye etti.) [Hakim] – Resulullah devamla dedi ki: “Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere namaz farz kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa aleyhisselam`a uğradım. Bana: “Ne ile emrolundun?” dedi. “Gece ve gündüzde elli vakit namazla!” dedim. “Ümmetin, her gün elli vakit namaza muktedir olamaz. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim. Beni İsrail`e muamelelerin en şiddetlisini uyguladım (muvaffak olamadım). Sen çabuk Rabbine dön, bunda ümmetine hafifletme talep et!” dedi. Ben de hemen döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden on vakit namaz indirdi. Musa aleyhisselam`a tekrar uğradım. Yine: “Ne ile emrolundum ?” dedi. “Benden on vakit namazı kaldırdı!” dedim. “Rabbine dön! Ümmetin için daha da azaltmasını iste!” dedi. Ben döndüm. Rabbim benden on vakit daha kaldırdı. Dönüşte yine Musa aleyhisselam`a uğradım. Aynı şeyi söyledi. Ben, beş vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabbim arasında gidip gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa`ya uğradım. Yine: “Ne ile emredildin ?” dedi. “Her gün beş vakit namazla!” dedim. “Senin ümmetin her gün beş vakit namaza da takat getiremez. Rabbine dön, hafifletme talep et!” dedi. “Rabbimden çok istedim. Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini isteyemem! Ben beş vakte razıyım. Allah`ın emrine teslim oluyorum!” dedim. (Kütübü sitte) İsra ayetinin Miraç uydurmasıyla çelişen başka bir yanı; Mescid-i Haramdan yürütüldüğü ifadesidir. Hadislere göre Muhammed geri döndüğünde yatağı hala sıcaktır. Demek ki hadislere göre yatağından yola çıkmış, mescidden değil. Ayrıca ayette yürümekten sözediliyor, uçmaktan değil. Adı gece yürüyüşü de olsa uçmakla ilgisi yok.

Yoksa Tahrifat mı var, İsra 1 Kur’an’a sonradan mı ilave edildi? İslamcıların İsra ayetini Miraçla ilişkilendirmeleri mucizeyi değil tahrifatı ortaya koymaktadır. Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman tapınağı olduğu söylenmektedir ki; Muhammed zamanında ortada bir tapınak mevcut değildi. Süleyman Tapınağı Muhammed’den 650 sene önce yıkılmıştı. Yeri boştu. Halife Ömer zamanında Kudüs’te Süleyman Tapınağının bitişiğinde bir mescid yapıldı. Bu mescide Mescid-i Aksa denildi. Mervan zamanında bu mescid genişletildi ve ayrıca Kubbetüs Sahra yapıldı. Mescid-i Aksa Muhammed’in ölümünden sonra yapıldığına göre İsra 1 ayetinde Mescid-i Aksa isminin geçmesi akla 2 şıkkı getiriyor. Ya ayetteki isim yapılan mescide verildi. ya da ayet Kur’an’a sonradan ilave edildi. Ayetteki ismin verilmiş olması olanaksız çünkü ayetteki isim Süleyman tapınağını kastediyorsa eğer, başka bir mescide bu ismin verilmesi doğru olmazdı. Bunu Halife Ömer ya da Mervan düşünememiş olamaz. Tahrifat iddiasını geçersiz kılmak isteyen islamcılarsa mescid-i Aksa’nın Süleyman Tapınağını kastetmediğini, başka bir mescitten söz ettiğini


söylerler. Örneğin Süleyman Ateş bu mescitin Arafat’taki mescit olduğunu öne sürer.

CENNET Cennet sözcüğü Arapça’dır ve ağaçlı bahçe-bostan karşılığındadır ki kökeni Tevrat’taki Aden Bahçesidir. Yahudilere bu hayali bahçe fikrinin Sümer Mitolojisindeki tasvirlerden geçtiği düşünülür. Kramer’in çevirilerinde Sümerlerde ölümlülerin giremediği, tanrıların yaşadığı yere dilmun denirdi. Dilmun hastalık ve ölümün olmadığı saf, temiz, güzel bir ülkeydi. Yeşilliklerle, çim ve ağaçlarla doluydu. Orada vahşilik yoktu. Aslanlar, kaplanlar parçalamıyor, hayvanlar birbirini avlayıp yemiyordu. Hastalık, ihtiyarlık ve ölümün olmadığı, mutluluğun, huzurun olduğu mükemmel bir mekandı. Bu mekan İran’ın kuzeyinde bir yer olarak belirtilmekteydi. Dolayısıyla Sümer toplumları Dilmun’da yaşamayı hayal ettiler. Orada sadece bir ölümlüye vaad edilen yaşamı kendileri için istediler. Sümerlerdeki bir ölümlünün sahip olabileceği cennet, Sami kökenli dinlere inanan ve iyi işler yapan insanlara vaad edilecek şekilde değişti. Tevrat’ta cennetten bahçe olarak bahsedilmesine karşın bu vaadin yer almaması, yazıldıktan sonraki zamanlarda bu hayalin ortaya çıktığını gösteriyor. Tevrat’ta cennet-bahçe şöyle geçiyor: “Ve tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe yaptı; ve yarattığı Adem’i oraya koydu. Ve RAB Tanrı, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı, ve bahçenin ortasında hayat ağacını, ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. (Tevrat, Yaratılış, 2:8) Tevrat’taki bu bahçe zamanla Musevi inanırların hayalinde ölümden sonra yaşanacak cennete evrimleşti. Ve sözlü inançlarda ya da Yahudi din adamlarının Talmut vb. kitaplarında yer buldu. Daha sonra da İncil’e ve Kur’an’a ölümden sonra ebedi yaşamın olduğu cennet ve cehennem olarak geçti. Hristiyan batı ülkelerinin dilindeki paradise sözcüğü Grekçeden gelmedir ve o da bahçe anlamındadır. İsa ona, “Sana doğrusunu söyleyeyim, sen bugün benimle birlikte cennette olacaksın” dedi. (Luka 23:43) Belli ki insanlar dünyada özlemini çektikleri yaşamı, huzuru ölümden sonrasında hayal etmişlerdir. Temel görüş, cennet fikrinin gerek ölümü ve yokoluşu kabullenemeyiş, gerek sahip olamadıkları güzel yaşama duyulan arzu, gerekse dünya yaşamında toplumların düzenini sağlamak ve kitlelerin beklentilerini inandıkları ve itaat edip kanunlara-kurallara uydukları takdirde ahirette mükafatlandırma düşüncesiyle doğduğu şeklindedir. Eski Mısırlılarda Cennet


Eski Mısırlıların MÖ. 2500 senelerindeki 5. Hanedana kadar dayanan ölümden sonra hayat inançlarına sahip oldukları belirtilir. Bu inanca göre öldükten sonra kişi tanrı Oziris’in başkanlık ettiği bir mahkemede yargılanır. Eğer suçlu bulunmazsa Aru ile yani cennetle mükafatlandırılır. Piramit yazıtlarına göre iyi olduğuna hükmedilen insanlar tanrı Ra’nın gemisine alıp göğe yükseltilirler ve orada mutlu bir hayat sürer ya da yıldız olurlar. (Kaynaklar: Turner ve Kutub) Eski İranlılarda- Zerdüşt İnancında Cennet Zerdüşt inancına göre ölen kişinin ruhu 4. Gün ahrete gider. Ahura Mazda tarafından hesaba çekilir. Sorgusu tamamlandıktan sonra Sinvat köprüsünden geçmesi istenir. İslam’daki Sırat köprüsü buradan gelmektedir. Sinvat köprüsünden geçebilenler övgü evi, şarkı evi olarak adlandırılan cennete kavuşur. Ahura Mazda’ya inanmayan kafirler için köpri kıldan ince ve kılıçtan keskindir. Köprüyü geçemeyip altında bulunan yalan evi olarak adlandırılan cehenneme düşerler. Hinduizmde Cennet Hinduizmde reenkarnasyonun ötesinde Rig vedalarda vurgulanan cennet ve cehennemle benzeşen mükafat ve ceza yerleri de vardır. Ölen insanlardan iyilerin ruhlarından bir kısmı Brahma’ya kavuşur ve orada ebedi kalır. İyilerin diğer kısmı ise geçici olarak kalacakları Nandana’ya gönderilir ve burada yaptıkları güzel işler oranında mükafatlandırılırlar. Kötüler ise geçici cehennem olan dünyanın altındaki Naraloka’da cezalandırılırlar. Burada kızgın kumlar üzerinde yaşar, kötü ve kaynar gıdalar yer, karga, baykuş gibi hayvanlar tarafından gagalanırlar. Eski Yunan Mitolojisinde Cennet Ölenlerin ruhları Hermes tarafından Hades denilen yerde toplanır. Hades’in kapısında 3 başlı köpek olan Kerberos bekçilik yapar. İçeri giren bir daha ebediyen dışarı çıkamaz. Ruhlar burada sorguya alınır ve suçsuz bulunanlar Elysium bahçesine alınırlar. Rengarenk çiçeklerle ve çimlerle kaplı bu cennetin dünyanın kıyılarındaki adalarda yer aldığı ifade edilir. Cennetlikler burada safa sürer, spor karşılaşmaları yapar, dama, satranç gibi oyunlar oynar, ata biner, müzik dinlerler. Suçlular ise Tartaros denilen yeraltındaki cehenneme atılırlar. Benzer cennet anlatımları Roma mitolojisinde, Germen mitolojisinde, Eski Amerika mitolojilerinde de geçer. KUR’AN’DA VE HADİSLERDE CENNET TASVİRİ Kur’an’da cennet çeşitli isimlerde farklı mekanlar olarak sınıflandırılır. Amellerine göre Müslümanlar bu cennetlere yerleştirilirler. Örneğin Firdevs cenneti, Naim cenneti, Meva cenneti, Adn cenneti gibi..


NE DİLERSEN ANINDA: “Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır.” (Tirmizi), Kütüb-i Sitte-14, s. 431-14Orada nefislerinizin arzuladığı herşey sizindir ve istediğiniz herşey de sizindir. (Fussilet Suresi, 31)… Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedi kalıcıdırlar. (Enbiya Suresi, 102) İSTEYEN UÇABİLECEK: Eğer nasip olur da cennete girersen, “Kızıl yakuttan bir beygire bineyim” dersen binersin. “Uçayım dersen uçarsın.” Ramuz el-Ehadis-1, s. 149/5 YENİLENLER CANLANACAK: Cennette senin canın kuş isteyecek. Hemen kızartılmış olarak önüne getirilip konacaktır. Büyük Hadis Külliyatı-5, s. 414/10123 kuşun etinden yemek o kimsenin hatırına gelir ve bunun üzerine hemen çeşitli et yemekleri halinde onun önüne varır. Cennet ehli ondan istediği kadar yer. Doyduğu zaman, kuşun kemikleri toplanır. Sonra uçar, dilediği gibi cennette otlamaya başlar. Tezkire-i Kurtubi-1, s. 58 İSTEYENE İŞ: Bir adam (cennette) ziraat yapmak için Rabbinden izin isteyecek. Rabbi ona diyecek ki: “Sen arzuladığın hal üzerine değil misin? O da şöyle diyecek: “Evet. Fakat ben ziraati seviyorum.” diyecek. Ona izin verilecek, hemen tohum ekecek bir anda ekin verecek, büyüyecek, harmanı yapılıp, dağlar gibi mahsul yığılacak… Buhari, Büyük Hadis Külliyatı-5, s. 41310119 İSTEDİĞİN GİBİ YÜZ-BEDEN Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın suretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o surete girer. Tirmizi, Kütüb-i Sitte-14, s. 434/17 ÇOCUK YOK: 5097 – Ebu Rezin el-Ukayli radıyallahu aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

anh

anlatıyor:

“Resûlullah

“Cennet ehlinin çocuğu olmaz, (orada doğum yoktur).” (Tirmizi, Cennet 23, 2566). ANINDA ÇOCUK:


Mümin cennette çocuk arzu ettiği zaman; onun hamli, doğması, yaşı bir anda olur. Tezkire-i Kurtubi-1, s. 55 GECE YOK-UYKU YOK: Cennette gece yoktur. Ramuz el-Ehadis-2, s. 366/4

O,

“Uyku, ölümün kardeşidir. Büyük Hadis Külliyatı-5, s.414/10125

ışık

ve

Cennet

nurdan ehli

ibarettir… uyumazlar.”

KİN-HUSUMET YOK: Kalpleri, tek bir kimsenin kalbi gibidir. Aralarında ihtilaf, husumet yoktur… Kütüb-i Sitte-14, s. 449/3 DERT YOK: Orada hiçbir dert ve tehlike yoktur… Ramuz el-Ehadis-1, s. 170/1 CENNETLİKLER ALLAH’I GÖRECEK: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz’i görecek miyiz?” “Bulutsuz berrak bir mehtap gecesinde Ay’ı görmek için itişip kakışır mısınız?” “Hayır.” “Bulutsuz bir günde Güneş’i görmek için birbirinizi itip kakarak birbirinize zahmet verir misiniz?” “Hayır.” “İşte Rabbinizi de öyle zahmetsiz ve sıkıntısız, apaçık göreceksiniz.”… (Buhari, Müslim, Tirmizi), Büyük Hadis Külliyatı-5, s. 416-10133 KADINLAR – HURİLER – GILMANLAR: “Orada utangaç bakışlı öyle kadınlar vardır ki, bundan önce kendilerine ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır” (er-Rahmân, 55-56). “Ve sedeflerinde saklı inciler gibi iri siyah gözlü eşler” (el-Vâkıa, 65/ 22-23). “Cennet ehlinden her birinin iki kadını vardır ki, vücutlarının şeffaflığından baldır kemiklerinin ilikleri etinin üstünden görünür.” (Buhârî, Bed’ül-Halk, 59, Sıfâtü’l-Cenne). “Müttakilere kurtuluş, başarıya ulaşma, bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt (kız)lar ve dolu dolu kadehler vardır” (en-Nebe’, 78/31-34) Şimdi Sıkı Durun: Peygamberimiz (SAV), ”Cennet ehlinden bir erkek, beş yüz hûri, dört yüz bin kız ve sekiz bin tane de dul ile evlenir.


Onların her biriyle eğlenmesi ve geçirdiği zaman, dünyada geçirdiği hayatı kadardır” demişti. (İbn-i Kesir, C: 4, S. 251) BAL-SÜT-ŞARAP IRMAKLARI: “Muhammet Suresi”/ 15 “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen Cennet şöyledir: Orada, temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır.” AMELLERE GÖRE DERECE DERECE CENNETLER: Cennet yüz derecedir. Doksan dokuzu akıl ehline mahsustur. Geriye kalan biri ise diğer ahaliye. Ramuz el-Ehadis-1, s. 200/11 Cennet ehlinin en aşağı derecesinde bulunan kişinin seksen bin hizmetçisi, yetmiş iki eşi olacaktır. Ayrıca onun için inci, zeberced (zümrüt cinsinden parlak, yeşil, kıymetli bir taş) ve yakuttan yapılmış bir çadır dikilecek ve bunun uzunluğu Cabiye (Şam topraklarında bir şehir adı) ile San’a (Yemen’de bir şehir adı) arası kadar olacaktır. (Tirmizi), Büyük Hadis Hadis Külliyatı-5, s. 412-10114 Siz bir de en üst derecede olanı düşünün artık! Cennet konusunda akılalmaz tanımlamalar var.Bunların hangisi gerçek İslamın düşüncesi? Hangisi uydurma? İçinden çıkmak mümkün değil.. Çünkü hadisler de Kur’an’a pek ters değil. Bir önceki yazıdaki hadiste isteyene cennette çocuk verileceği vardı. Tersini söyleyen hadis de var: CİNSEL GÜÇ: 5098 – Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Mü’mine cennette şu şu kadar (kadınla) cima gücü verilir!” buyurmuşlardı. Kendisine: “Ey Allah’ın Resûlü! Buna tâkat getirilebilir mi?” diye soruldu. “Yüz (kişinin) gücü verilir! (Böyle olunca takat getirir!)” buyurdular.” HERKES 30 YAŞINDA: 5095 – Ebu Said el-Hudri radıyallahu aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

anh

anlatıyor:

“Resûlullah

“Bir kimse cennetlik olarak ölünce, büyük veya küçük, yaşı ne olursa olsun, otuz yaşında bir kimse olarak cennete girer ve artık bu yaş ebediyyen değişmez. Cehennemlikler için de durum böyledir.” (Tirmizi, Cennet 23, (2565).


TUVALET YOK: 5094 – Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm : “Cennet ehli cennette yerler ve içerler. ancak tükürmezler, küçük ve büyük abdest bozmazlar, sümkürmezler de!” buyurmuştu. Ashab: “Peki yedikleri ne olur?” diye sordular. Aleyhissalatu vesselam: “Geğirmek ve misk sızıntısı gibi ter! Onlara tıpkı nefes ilham olunduğu gibi tesbih ve tahmid ilham olunur.” (Müslim, Cennet 18, (3835); Ebu Davud, Sünnet 23, (4741) KILSIZ – SAKALSIZ: 5096 – Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Cennet ehlinin vücudu kılsız, yüzü sakalsız, gözleri sürmelidir, gençlikleri zail olmaz, elbiseleri eskimez.” Tirmizi, Cennet 8, (2542). CENNETLİKLER: Kur’an-ı Kerîm namazını eksiksiz kılanların, malından bir kısmını yoksullara ayıranların, ceza-hüküm gününe inananların, Allah’ın gazabından korkanların, ırzlarına sahip olanların, sözlerine ve emânete sadık kalanların, doğru şahitlikte bulunanların Cennete gireceklerini bildirmektedir. (elMeâric, 70/23, 24, 25, 26, 27, 29, 33). Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın rızasını dileyerek sabredenlere (er-Ra’d, 13/20-23); Şükredenlere (el-Ahkâf, 35/ 15-16) Yürekten tövbe edenlere (et-Tahrim, 66-8 Allah yolunda canını feda eden şehitler (el-Bakara, 2-154) Ve “Allah’ın ölçüsünde Allah’a yönelenlere” (Kaf, 50/ 31-34) Cennet müjdelenmiştir. CENNETLER: Hak Taala, arş ve kürsün altında, yedi göğün üstünde, arşın nuru ile sudan sekiz cennet yaratmıştır. Bunlar, biribirinden yüksektir. En yükseği adn cennetidir ki, Mevla’nın görülme yeridir. Birinci cennetin ismi, darülcelaldir ki, beyaz incidendir. İkinci cennetin ismi, darüsselamdır ki, kırmızı yakuttandır. Üçüncü cennetin ismi, cennetülme’vadır ki, yeşil zebercettendir. Dördüncü cennetin ismi cennetülhulddur ki, sarı mercandandır. Beşinci cennetin ismi, cennetünnaimdir ki, beyaz gümüştendir. Altıncı cennetin ismi, cennetülfirdevsdir ki, kırmızı altındandır. Yedinci cennetin ismi, cennetülkarardır ki, misktendir. Sekizinci cennetin ismi, cennetüladndir ki, terleyen incidendir. (Marifetname-Erzurumlu İbrahim Hakkı)


MEAL TAHRİFATLARI Bir ayeti birkaç çeşit mealden kontrol ettiğinizde farklılıklara rastlayabilirsiniz. Bu duruma özellikle tartışmalı ayetlerde yoğun rastlanır. Bu farklılıkların nedeni mealcinin Arapça düzeyi ile ilişkilendirilse de, tahrifat düzeyindeki farklılıkların nedeni çok çeşitlidir. Bunlar; 1- Bağlı olduğu mezhep ve tarikat doğrultusunda meal yapmak, 2- Ayetleri günümüze ve bilime uygun hale getirmeye çalışmak, 3Ayetlerden mucize çıkarmaya çalışmak, 4- Çelişkili, akıl ve bilimdışı görülen ayetleri farklı yansıtmaya çalışmak, 5Reformist düşünceler nedeniyle ayetleri farklı yansıtmak, 6Ayetleri şiddet dışı ve hoşgörülü göstermeye çalışmak, 7- Ayetleri şiddete yönelik ve hoşgörüsüz göstermeye çalışmak, Gelenekçilerden Mehmet şevki eygi yazısında müslümanlara bakın ne tavsiye ediyor: Müslümanlar Müslümanlar Müslümanlar!… Kur’ân ve meâl ve tefsiri alırken şu hususlara dikkat ediniz: (1) İcazetli bir din alimi tarafından yazılmış olsun, (2) Bu âlim, müfessirlik ehliyetine sahip bulunsun, (3) Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolunda ve çizgisinde bulunsun, (4) Mezhepsiz ve reformcu olmasın, (5) Diyalogcu ve hoşgörücü olmasın. (6) Mason Afganîci olmasın. (7) Tefsire ve meâle kendi kafasından, heva ve re’y mahsulü fikir ve görüşler koymasın. Yaşar Nuri öztürk’den tahrifat örnekleri: Diyanet Vakfı ve Diyanet İşleri dahil olmak üzere birçok mealde, Nebe Suresi 32 ve 33. ayetler şu şekilde geçer ; 31. Şüphesiz takvâ sahipleri için de başarı ödülü vardır. 32. Bahçeler,bağlar, 33. Göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar, Elmalılı Hamdi Yazır gibi, bir çok eski meal yazarı da aynı ayetleri şu şekilde çevirmiştir ;


32. Bahçeler var, 33. Memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar var.

bağlar

var.

“Memeleri henüz tomurcuklanmış kızlar” ifadelerinden anlaşılan, günümüzün 12-13 yaşlarında kızlarıdır. O dönem Arabistan’da, kızların erken geliştiği iddiası göz önünde bulundurulursa, bu yaş sınırı daha da aşağılarda düşünülebilir. 9-10 gibi. Haliyle burada bir çok kişinin aklına gelecek soru, Allah’ın bu kadar ufak kızları cennetinde erkeklere vermesi ile yüceliğinin çelişmesi olacaktır. Bu çelişki ise, İslam inancını yaralayıcı bir olgudur, çünkü kişi sorgulamaya başlarsa, bu sorgulama zincirleme devam edebilir ve çelişkiler artabilir. Yaşar Nuri Öztürk, bunun farkındadır ve mealinde 33. ayetin gerçek ifadesinden dışarı çıkarak ayeti şu şekilde verip geçiştirir; 31. Takva sahipleri için bir kurtuluş 32. Sulak bahçeler, 33. Göğüsleri turunç 34. Dopdolu kadehler vardır.

ve bir bağlar, gibi

zafer

vardır. üzümler, yaşıtlar,

Ne demektir “göğüsleri turunç gibi yaşıtlar”? Bu yaşıtlar erkek midirler, ne yaparlar ? Neden göğüsleri turunç gibidir, cennet bahçelerinde çok mu spor yapmışlardır? Turunç gibi olmasının önemi nedir ki, ayet bunu özellikle belirtmiştir? Daha önceki meallerde, memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar, ifadesi açık bir şekilde, takva sahibi için sexsüel bir sunuş sunmaktayken, Yaşar Nuri Öztürk, bu anlamın anlaşılamaması için, ifadeyi bulandırmaktadır. Çünkü bu ayet tek başına, Kuran’ın Allah kelamı olup olmadığının sorgulanması için yeterli bir etkendir. Yaşar Nuri Öztürk’ün ayet saptırmalarının bir başka örneği arz’ı “yerküre” diye çevirmesidir. Arz sözcüğü Arapça’da yer anlamına gelirken, dünyanın yuvarlak olduğunu Kur’an’a sokabilme gayretkeşliği ile yer yerine “yerküre” sözcüğü kullanmaktadır. Rad-41. Görmüyorlar mı ki biz o yerküreye geliyor, onu uçlarından eksiltiyoruz. Allah hükmeder; O’nun hükmünü denetleyecek de yoktur. Hesabı çok çabuk görür O. Bu ayette yer’i yerküre yaptığı gibi, ayetten mucize çıkarmayı da ihmal etmiyor. “Yerin etrafından eksiltmekteyiz” ifadesini, “uçlarından eksiltme” diyerek kutupları ima ediyor ve küresel ısınmanın, kutuplardaki buz erimelerinin işaret edildiğini iddia ediyor. Köktendinci şiddet yanlısı örgüt ve toplulukların, Kur’an’daki şiddet içeren ayetleri evrensel görüp bugün de bu ayetler doğrultusunda hareket etmeleri karşısında elbette ılımlı, barışçı, insancıl yorumlar tercih ve teşvik


edilebilir. Fakat bu tahrifatlar sadece bu amaçla yapılmıyor. Propaganda amaçlı, mucize amaçlı tahrifatlar var. Edip Yüksel tahrifatları: Özellikle Edip Yüksel bu yönde en çok çaba içinde olanlardan. Ilımlılığı, modern bakışı, barışçı ve reformist oluşu gerici-yobaz zihniyetler karşısında takdir edilebilir. Ancak bu takdirle kalmıyor, bir bedeli var. Yaşar Nuri takdiri görünce mehdilik iması ile çıplak uyarıcı iddiası ile ortaya çıkıyor. Gazeteciler uyanık olup biraz sabretseler devamı gelecek iddialarının ama üzerine gidilince geri adım atıyor ve susuyor. Edip Yüksel de Reşat Halife’nin peygamber olduğunu savunuyordu ve O’nun Yahya’sı olma yolunda 19 mucizeciliğine soyunmuştu. Tahrifatlarla mucize kanıtlama gayretini inatla sürdürüyor.Edip Yüksel’den bir örnek: Adiyat suresi atlardan bahseder. Normal meali şöyledir: 1. Andolsun soluk soluğa koşanlara 2. Kıvılcım saçanlara 3. Sabah vakti baskın yapanlara 4. Tozu dumana katanlara Edip Yüksel ise bu ayetlerin jet uçaklarından bahsettiğini iddia eder ve mealine de bu parantezi düşer: 1. Andolsun soluyarak aşanlara. (Geçmiş kuşaklar bu ayetlerden atları anlamışlardır. Oysa ayetteki ifadeler havadaki oksijeni yutarak ve arkasından ateş fışkırtarak giden jet uçaklarının tarifi olarak da anlaşılabilir. Bu ayetleri yüzlerce yıl önce yaşamış insanlar gibi anlamak zorunda değiliz kuşkusuz.) Edip Yüksel’e göre ayetler, Muhammed dönemindeki anlamlarında kalmamalı, döneme göre anlam kazanmalı. Ne kadar etik değil mi? Edip yüksel’den bir örnek daha: Yoğun şekilde eleştirildiğini gördüğü ve kendisinin de kabullenemediği Tebbet suresini bakın nasıl çevirmiş: 1. Ateş kürükleyenin elleri kahrolsun, zaten kendisi kahroldu. 2. Ne parası, ne de bir kazancı ona yaramadı. 3. O, alev sahibi bir ateşe girecektir. 4. Odun taşıyan (zulmun ateşine yakıt hazırlayan) karısı da. 1. ayette Ebu Leheb’i “ateşi körükleyen” e çevirmiş ama son ayette “karısı” na bir çare bulamamış. Edip Yüksel, meşhur Zülkarneyn ayetlerinde güneşin kara balçık bir gözeye batmasını ise şöyle tahrif etmiş:


Kehf/ 86. Uzak batıya varınca güneşi büyük bir okyanusta batar buldu ve orada bir topluluk ile karşılaştı. “Ey İki Nesil Sahibi, dilersen onları cezalandır, dilersen onlara iyi davran,” dedik. Halbuki ayette okyanus geçmiyor. Ayetin doğrusu şöyle: Kehf-86. Nihayet güneşin battığı yere vardığı zaman, güneşi, kara bir balçıkta batıyor buldu. (…) Bu tahrifatları yaparken bu kadar rahat olan biri 19 mucizesini kanıtlamaya çalışırken rahat olmaz mı? Üstelik de sırf 19’u tutturabilmek için Tevbe suresinin son 2 ayetinin Kur’an’a sonradan eklendiğini öne sürebilecek kadar rahattır. Ama diğer yandan ısrarla “Kur’an tahrif edilmemiştir” diyecek kadar da perhizcidir. Tüm eleştirilerimize rağmen onu gerici-yobazlardan ayrı tutup “İslam’da reform” yazısından bir alıntı verelim: Gunumuz “Muslumanlarinin” bildigi ve uygulamaya calistigi Islam, yuzyillar boyu, din adamlarinin uydurduklari kurallarla oylesine bozulmustur ki Muhammed’in bildirdigi islam diniyle ilgisi kalmamistir. “Ulema” gecinen din adamlari, o kadar cok seriatlar, haramlar, carsaflar, peceler, gidasal yasaklar, sakallar, sariklar, istincalar, istibralar, misvaklar, sag ayaklar, sol ayaklar, hadisler, sunnetler, sefaatler, hazretler, efendiler, kerametler, melanetler, evliyalar, serifler, seyyitler, hirka-i serifler, kil-i serifler, takiyyeler, takkeler, tespihler, tekkeler, mezhepler, tarikatlar, satahatlar, muskalar, istihareler, hulleler, hileler, turbeler, nafileler, mekruhlar, menduplar, sevaplar, mustehaplar, fetvalar ve palavralar uydurmuslardir ki Islam dinini Allah’in dogadaki ayetleriyle celisen, karmasik ve yasanmaz bir dine cevirmislerdir. Musluman halklarin dunyanin bu kadar gerisinde kalmalarinin en onemli sorumlulari bu musrik dinadamlari ve onlari kullanan politikacilardir. Tanri bu durumu duzeltmek ve mesajini hurafe ve bidatlerden arindirmak icin “buyuklerden biri” diye niteledigi mesaji gonderdi bize (74:30-35).

Muhammed Esed tahrifatları: Kur’an’ı çarpıtıp, kelimelerle oynayarak tahrif edenlerin başında Esed gelir.Tek bir örnek yeter tahrifatçılığını göstermeye; Aşağıdaki ayet Elmalılı’nın çevirisi: Maide/33-34. Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır. Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tevbe edenler başka. Bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.


Bakalım Esed nasıl çevirmiş: Allah’a ve Elçisine karşı savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışanların büyük kısmının öldürülmeleri veya asılmaları veya döneklikleri yüzünden büyük kısmının ellerinin ve ayaklarının kesilmesi yahut yeryüzünden [tamamıyla] sürülmeleri, yalnızca bir karşılıktan ibarettir. İşte bu, onların bu dünyada uğradıkları zillettir. Öteki dünyada ise [daha] korkunç bir azap bekler onları, ancak [ey müminler] siz onlardan daha güçlü hale gelmeden önce tövbe edenler hariç: çünkü bilmelisiniz ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır. Bu ayetin esbab-ı nuzulü ise şöyle anlatılır. Peygamberin yaptırdığı işkence: Olayın özeti: Ukl ve Ureyne kabilelerinden birkaç kişi(kimilerinin yazdığına göre 7-8 kişi) Peygambere gelirler. Müslüman olduklarını bildirirler. Renkleri sararmıştır, hasta oldukları anlaşılmaktadır. Peygamber deve sütü ve deve sidiği içirerek bunları tedavi etme yoluna gider. Bir süre sonra iyileşmişlerdir. Medine’nin havasınuın kendilerine iyi gelmediğini ve havası uygun bir kesime çıkmak istediklerini Peygambere söylerler. Peygamber de gereksinimlerini karşılasın diye bir deve sürüsünü, başlarındaki çobanıyla birlikte bunların buyruğuna verir. Ve develerin bulundukları yere giderler. Bir süre, develerin sütüyle beslendikten sonra çobanı öldürürler, develeri de alıp götürürler. Olay öğrenilir. Medine’ye peygamber’e iletilir. Peygamber öfkelenmiştir. Adamların yakalanması için buyruğunu verir. Tümünü yakalattırır. Suçlular, Peygamberin huzuruna getirilirler. Ve peygamberin kararı: “Elleri ayakları çapraz olarak kesilsin, gözleri oyulup çıkarılsın!..” Peygamberin buyruğu uygulanır. Peygamberin buyruğu ile, suçluların elleri ayakları çapraz olarak kesilir, gözleri oyulur, Medine dışında güneşin altında ateş gibi yandığı için harre adı verilen yere götürülüp konurlar. Suçlular su ister, su verilmez. Zavallılar, taşları kemirirler, ağızlarıyla, dişleriyle torağı kazarlar. Ölünceye dek orada bırakılırlar. Buhari, bu hadisi, yedi yerde ve dokuz yolla; Müslim bir yerde ve yedi yolla, Ebu Davud bir yerde beş yolla, Nesei bir yerde dört yolla aktarıp yazmıştır. Bunu göz önünde tutan Ahmed Naim, hadisin sağlamlığı konusunda şöyle diyor: “Altı kitaptan sağlamlık derecelerine göre en sağlamları sayılan dördünde böyle yirmibeş yolla belirlenen, ayrıca Ebu Âvâne, İnb Sa’d, Taheri, Taberanî, Abdurrezzak, Ibnü’t-Talla, Ibn Ishak ve Vâkidî gibi birçokları tarafından başka birçok yoldan aktarıla gelen bu hadis hakkında (gerçek midir, değil midir diyerek) kuşkuya kapılmak hiçbir müslüman için


düşünülemez”. (Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi, c.1, hadis no:172, not:2). Hadisi kaynaklarının bir kısmında görmek için bkz. Buhari, Zekât/68, Cihad/152, Tecrîd/Vudû hadis no:172; Müslim, Kesâme/9-14, hadis no: 1671; Ebû Davûd, Hudûd/3, hadis no:72-73; Neseî, Tahrimü’d-Dem/7; İbn Mace, Hudûd/20, hadis no: 2578-2579. Serdar Kaangil

KUR’AN’DAKİ DİNİ VE TARİHİ YANLIŞLAR MUHAMMED MERYEMLERİ KARIŞTIRIYOR Tevrat’ta İsa ve Meryem’den bahis yoktur. Çünkü Tevrat’ın M.Ö. 600 yıllarında yani İsa’dan 600 yıl önce tamamlandığı bilinir. Tevrat’ta bilinen Meryem sadece Musa ve Harun’un kızkardeşi olan peygamber Miryam’dır. Yani, Musa, Harun ve Miryam kardeştirler. Babaları da İmran’dır. Tevrat’ta Amram olarak geçer. Kur’an’ın 3. suresi Ali İmran yani İmran Ailesi suresidir ve bu surede Meryem ile İsa ele alınır. Meryem’in babasının kim olduğu hakkında hiçbir İncil’de bir bilgi yoktur. Meryem’in babasının İmran olduğu sadece Kur’an’da yazılıdır. Tahrim 12. Irzını korumuş olan, İmrân kızı Meryem‘i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden itaat edenlerdendi. İncillerde geçmeyen bir bilginin Kur’an’da geçmesini normal saysak ve Musa-Harun’un babası İmran ile Meryem’in babasının İmran olmasını bir tesadüf olarak görsek bile, bunun bir tesadüf değil, büyük bir yanlış, bir bilgi karıştırması olduğu Meryem suresi 27-28 ayetlerinden anlaşılır: Meryem 27. Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!” Meryem 28. “Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” 28. ayet dananın kuyruğunun koptuğu yerdir. Meryem’in Harun’un kızkardeşi olduğu ifade edilmektedir ki; bu ifadeden Meryem’in babasına İmran denmesinin sebebi de anlaşılmıştır. Muhammed Tevrat’taki Meryem’le İncil’deki Meryem’i karıştırmıştır. Başka bir deyişle Musa’yı İsa’nın dayısı zannetmektedir. Büyük bir tarihi yanlışlık ve dini bilgi yanlışlığı söz konusudur. Musa ile İsa arasında 1000 yıldan fazla bir tarih farkı vardır.


Peki Muhammed bu yanlışlığa nasıl düşmüştür? Bunun sebebi Tevrat’ta benzer ayetin geçmesidir. Harun`un kızkardeşi Peygamber Miryam tefini eline aldı, bütün kadınlar teflerle, oynayarak onu izlediler. (Tevrat, Mısır’dan Çıkış, 15: 20) İslamcılara göre hem Musa’nın ailesinin hem de Meryem’in ailesinin aynı isimli olması bir tesadüftür. “Ey Harun’un kızkardeşi” hitabı ise mecazidir. Bu savunma ikna edici değildir. FİRAVUNUN VEZİRİ HAMAN YANLIŞI Kasas 38. Firavun, “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule yap! Belki Mûsâ’nın ilâhına çıkar bakarım(!) Şüphesiz ben onun mutlaka yalancılardan olduğunu sanıyorum” dedi. Kur’an’ın yazarına göre Musa ile Firavun arasındaki çekişme döneminde Firavun’un yardımcılığını Haman yapmaktadır. Haman ismin araştırdığımızda Tevrat’ta buluyoruz ve görüyoruz ki Musa’dan çok sonra yaşamış ve firavunla hiç ilgisi olmayan biri. Bu olaylardan sonra Kral Ahaşveroş, Agaklı Hammedata`nın oğlu Haman`ı yüksek bir göreve atayıp onurlandırdı. Onu bütün önderlerden daha yetkili kıldı. (Ester, 3: 1) Muhammed’in tarihi ve dini bilgi yanlışları bununla da kalmaz. İBRAHİM’İN BABASI AZER DEĞİL TERAH Enam Suresi 74’üncü ayette, Hz. İbrahim’in babası Azer adıyla anılmıştır. Oysa Tevrat’ta İbrahim’in babası Tareh olarak geçer. Terah soyunun öyküsü: Terah Avram, Nahor ve Haran`ın babasıydı. (Yaratılış, 11: 27) Enam 74. Hani İbrahim, babası Âzer’e, “Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti. İslamcıların bu konudaki savunmaları ise; İbrahim’in asıl adının Azer, lakabının Terah olabileceğidir. Kimileri İbrahim’in amcasının Azer olduğunu ve babası yerine geçtiğini ileri sürer. Kimileri ise Arapça’ya geçerken ismin değişmesinden. Bunların hiçbiri kabul edilebilir izahlar değildir. Hele ki diğer yanlışlarla birlikte düşünüldüğünde.. KARUN MUSA HALKINDAN DEĞİL


Kasas 76. Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.” Halbuki tarihte bilinen Karun (Croesus) zenginliğiyle ünlü son Lidya kralıdır. Antik çağın bilinen en zengin kralı olan Krezüs mitolojiye göre her tuttuğunun altın olması için ilâhlara yalvarır; bu dileği kabul edilince mutluluğa erişeceğini sanır. Ancak çok zengin olduğu halde mutluluğu bir türlü bulamayan kral acı içinde kıvranarak ölür. Kur’an’daki servet sahibi Karun’un hikayesi de Krezüs’ün bir kombinasyonudur. Tevrat’ta Karun’la ilgili bir bilgi yoktur. Karun Anadolu’dadır ve Musa ile arasında asırlarca fark vardır. YAHYA’NIN ADI Meryem 7-Allah: “Ey Zekeriyya, haberin olsun, Biz sana Yahya adında ve bundan önce kendisine hiçbir adaş yapmadığımız bir oğul müjdeliyoruz dedi. Bu ayetten anladığımıza göre Yahya ismi ilk kez bir çocuğa veriliyor ve ondan önce hiç kimsenin adı Yahya olmamış. İncil’de Zekeriya’nın oğluna verilen isim Yahya’nın Yohanan’dır. Yohanan Arapça’ya Yahya olarak çevrilmiştir.

karşılığı

olarak

Luka 1: 13. Melek, “Korkma, Zekeriya” dedi, “Duan kabul edildi. Karın Elizabet sana bir oğul doğuracak, adını Yahya koyacaksın. (Orijinalinde Yohanan) Halbuki Yahya-Yohanan adı Tevrat’ta çok sayıda geçmektedir. Yani, ilk kez kullanılan bir isim değildir. Birkaç örnek verelim: Elyoenay`ın oğulları: Hodavya, Elyaşiv, Pelaya, Akkuv, Yohanan, Delaya, Anani. Toplam yedi kişiydi. (1. Tarihler, 3: 24) Azgatoğulları`ndan Hakkatan oğlu Yohanan ve onunla birlikte 110 erkek. (Ezra, 8: 12) İsmail`in yanındaki adamlar, Kareah oğlu Yohanan ve yanındaki ordu komutanlarını görünce sevindiler. (Yeremya, 41: 13) Peki Muhammed’i yanıltan ne olmuştur da ilk addan bahsetmiştir? Görelim: Ama annesi, “Hayır, adı Yahya olacak” dedi. Ona, “Akrabaların arasında bu adı taşıyan kimse yok ki” dediler. (Luka 1: 60-61) ATEŞE ATILAN İBRAHİM DEĞİL


Enbiya / 68-70. Onlar: «Bir şey yapacaksanız, şunu yakın da tanrılarınıza yardım edin» dediler. Biz: «Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol» dedik. Kur’an’daki bu ayetlere dayanarak zalim hükümdar Nemrut’un İbrahim peygamberi ateşe attığına, ateşin İbrahim’i yakmadığına inanılır. Ama Tevrat İbrahim’in ateşe atılmasından bahsetmez. Ateşe atılma olayı üç Yahudi ile ilgili bir hikayedir. Üstelik Tevrat’a göre İbrahim’le Nemrut aynı tarihlerde yaşamamış ve birbirlerini görmemişlerdir. Aralarında 300 yıl fark vardır. İbrahim’in ateşe atılma hikayesi Tevrat’ın yanlış yorumlandığı Musevi kitaplarından olan Midraş metinlerinde geçer. Tevrat’taki bir ayetin Midraş’taki yanlış çevirisinden kaynaklanan hatanın aynen Kur’an’da da yer alması ilginçtir. Bu, Kur’an’daki bilgilerin sadece Tevrat’tan değil, Yahudilerin diğer din kitaplarından ve sözlü anlatımlarından da edinildiğini göstermektedir. KRALLARI, AZİZLERİ PEYGAMBER SANMASI Tevrat’ta Davud ve Süleyman Yahudilerin en büyük kralları olarak geçer. Örneğin Davud kraldır ve zamanının peygamberi Natan’dır. Ama Muhammed, sırf kendilerine melek gönderiliyor ya da cinlerle ilişkileri olmasından dolayı onları peygamber yapmıştır. Yine örneğin, soylarını devam ettirme amacıyla sarhoşken kızlarıyla yatıp onlardan çocuklarınıtorunlarını doğurtan Lut, Kur’an’a göre peygamber, Tevrat’a göre azizdir. Kur’an’da tarihi ve dini hatalara daha birçok örnek verilebilir. örneğin Samiriyeliler’i Musa zamanının halkından sanması gibi. Halbuki Tevrat’ta Samiriyeliler Musa’dan asırlar sonra ortaya çıkmış bir topluluktur. İşte bütün bu büyük yanlışlar ve gaflar nedeniyle Muhammed, dönemindeki Hristiyan ve Yahudileri ikna edememiştir. Muhammed’in bu hatalarını gören gayrimüslimler onun bir yalancı peygamber olduğunu ileri sürerek İslam’ı reddetmişlerdir.

Muhammed ve Peygamberlikde Dikiş Tutturamayanlar! Arabistanda 7.yy da bir çok insan ortaya atılarak Peygamberlik iddiasında bulundu. Bazılarıda çevreleri tarafından iteklendi. Bunların çevresinde hemen bir kitle oluşuyor,en azından kendi kabilesince destekleniyordu.’Peygamber’ gelen kabile hemen diğer kabileler üzerinde maddi,manevi menfaat tesis etme çabalarına girişiyordu. Bu sözde Peygamberlerin içinde bazıları gerçekten uzun süre tutundular. Başta gelen sahte Peygamberler şunlardı; Esved ül-Ansi


Tuleyha Bin Huveylid Secah Muhammed bin Abdullah Müseylimet ül-Kezzab Fakat sonuçta bir tanesi hariç hepsinin foyaları ortaya çıktı ve hiçbiri peygamberlikte dikiş tutturamadı. Muhammed ise elinde kılıç uydurduğu dini tüm arabistana yaydı ve başarıya ulaştı. Şimdi Muhammed’in ve İslam’ın ortaya çıkmasının hemen öncesinde nasıl bir ortam vardı, bunu irdeliyelim. Bu sahte peygamberlerin türediği dönemde Araplarda hakim olan inanç putperestlik dini idi. Diğer dinler komşular vasıtası ile belli bölgelerde etkilerini gösterseler de, Mekke ve Hicaz da bu dinlerin hiç biri hakim olamamıştı. Kabe o zaman da İbrahim’in tapınağı olarak biliniyordu ve kutsaldı.Savaşa gidenler, başlarını kazıtarak Kabe’yi ziyaret ederdi. Yarımada’nın çeşitli yerlerinde Kabe’ye benzer yüz kadar daha tapınak vardı, onların da etrafı tavaf edilir ve kurbanlar kesilirdi. Kureyşlilerin Mekke dışında Kabe ye ek olarak Batn-ı NAHLE’de, Uzza tapınağı vardı ve bakımı Süleym kabilesine aitti. Putperestliğin tabii sonucu olarak Arabistan’ında bir put veya tapınak edinmek oldukça önemliydi. Hemen her evde tapınılacak bir putun yer aldığı Arabistan’ında, ayrıca Kâbe veya tapınak önlerine de taş dikilirdi. İbadetlerin toplu olarak yapıldığı yerler, çok sayıda putun yer aldığı tapınaklar olup, ibadetler tavaf eder gibi taşın çevresini dolaşmak suretiyle gerçekleştirilirdi. Göçebelerin tapınak ihtiyacını karşılamak için de konaklanılan yerlerde kurulan çadırlardan biri tahsis edilirdi. Araplar nezdinde büyük saygınlığı olan bu tapınaklar çoğunlukla “beyt” adıyla anılsa da, küp şeklinde olanlarına “kâbe” denmekteydi. Yemen’in San’a bölgesindeki Riyam tapınağı, Cahiliye döneminin en tanınmış tapınakları arasında yer almaktaydı. Araplar o dönemde cinlerin varlığına da inanır ve onları Allah’ın kızları sayarlardı. Lat Uzza ve Menat ta birer cin bulunur ve bunların konuştuğuna inanılırdı. Diğer monoteist dinler kulaktan kulağa yayıldıkça Araplar da artık bu put olaylarına eskisi kadar rağbet etmiyorlardı ve geniş kudretli bir Tanrı


fikrini daha mantıklı buluyorlardı. Tanrılara,yani putlara olan bağların zayıflaması Arap toplumunun zayıfladığını akla getirmemeli, çünkü Araplar da bağlar ve birlik din değil kan yolu ile kurulmuştu, yani akrabalık şeklinde. Artık yazılan şiir ve kitabelerden anladığımız kadarı ile Araplar Tanrılar’ın üzerinde olan bir Allah fikrini benimsemeye başladılar ve hatta Allah üzerine yemin etmeye ve Allah içeren isimler almaya başladılar. Bu bağlamda Kuran daki ‘Biz putlara ancak bizi Tanrı’ya yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ ayeti de bu durumu teyit etmektedir. Araplar da daha önce Tanrı’nın özel bir adı yoktu,her kabile kendi Tanrısını kastederek Rabbimiz yani efendimiz veya İlahımız derdi. Farklar putlardan geliyordu, mesela Sakiflerin Rabbinin müennesi el-lat tı, başka kabileninki farklı olduğu için Rab’den kasıt da farklıydı. Allah kelimesine geçilmesi ile bir anlam bütünlüğü, işaretlenmiş ve özel bir Tanrı, Tek Tanrı kavramı ortaya çıktı ve gelişti. İslamiyetten hemen önce Araplar kainatı kuran ve düzenleyen tek bir Tanrı’ya hükmetmişlerdi fakat bu yetmiyordu, onunla bir bağ kuramamışlardı ve bir din oluşturamamışlardı. İsa ve Musa dinleri vardı ama Araplar onlara pek yanaşmıyordu, çünkü Musa dini milli bir dindi, yahudi dini idi ve İsa dini ise zulum altında olan fakir Araplara diğer yanaklarını çevirme veya sabır ve tahammül tavsiye ettiğinden, milli akidelere ters düşüyordu. Aynı zamanda Araplar diğer dinlere karşı oldukça lakayt idiler, aynı kabile içinde farklı dini inançlar huzursuzluğa yol açmadığı gibi, Kabe’nin bile direkleri üzerinde Meryem ve oğlu İsa’nın resimleri bulunmasına kimse ses çıkarmıyordu. İşte bu sebeble mekkeliler Muhammed’e de ilk zamanlarda ses çıkarmadılar ancak Muhammed putlara hucum başlayınca, Mekke’nin artık iktisadi merkez olmayacağını düşünen Mekkeliler İslamiyete cephe aldılar. Arabistan’a sızmış olan dinler arasında Mandeenler ve Harran Sabiileri olarak ikiye ayrılmış olan Sabiiler vardı. Mecusilik yani Zerdüşt dini İran dan sızmıştır, daha çok Oman Bahreyn ve Yemen de etkisi vardı. Musevilik münferit yerlerde egemenlik kurmuştu bunlar Hayber, Teyma,Yesrip ve Fedek vahalarıdır. Hristiyanlık ise hristiyan esirler ve Habeşistan, Suriye’ye gidip gelen şarap tüccarları sayesinde sızmıştır. Yarımadada hristiyanlık en büyük zaferini Necran da kaydetti. Muhammed den önce Mekke Taif ve Medine’de putperestlikle tatmin olmayan bir takım insanlar belli araştırmalara girmişti, Tevrat ve İncil’i de inceleyen bu kişiler kendilerine Hanif demekteydi. Bunlar özellikle ataları ve Kabe’nin kurucusu gördükleri İbarahim’in dinini araştırıyorlardı. En meşhur Hanifler, Varaka bin nevfel (Hz Hatice’nin amcasının oğlu) Osman Bin Huveyris (Bu da aynen) Ubeydullah Bin Cahş (Muhammedin hala oğlu, Zeynep’in ağabeyi ve yine Muhammed’in karısı olan Ümmü Habibe’nin ilk


kocası) Zeyd bin amr bin nevfel. Bu dörtlü çete oldukça fazla faaliyet yapmıştır.Varaka Muhammed’e görünen meleğin Cebrail olduğunu söyleyerek onun peygamberliğini müjdeleyen ve yayan şahıstır. Bu dörtlü İbrahim dinini araştırmak üzere ayrı ayrı ayrı yönlere seyahat kararı alırlar. Ubeydullah gittiği yerde Hristiyan olur ve kalır. Şimdi gelelim Muhammed zamanında ortaya çıkan ama başarısız olan diğer peygamber adaylarına bakalım. Sonuçta birçok insan ortaya atılarak Peygamberlik iddiasında bulundu. Bazılarıda çevreleri tarafından iteklendi. Bunların çevresinde hemen bir kitle oluşuyor,en azından kendi kabilesince destekleniyordu. ‘Peygamber’ gelen kabile hemen diğer kabileler üzerinde maddi,manevi menfaat tesis etme çabalarına girişiyordu. Bu sözde Peygamberlerin içinde bazıları gerçekten uzun süre tutundular. Fakat sonuçta hepsinin foyaları ortaya çıktı ve hiçbiri dikiş tutturamadı. Bir tanesi hariç! Bu konu hakkında, İslam Tarihi Doçenti olan ve haince bir suıkast ile katledilen Bahriye ÜÇOK’un çalışmalarından bir kesit sunmaya çalışacağım. Esved ül – Ansi Yemen Bölgesinde oturan Ans kabilesine mensuptu. Samiler’de kahinler ve peygamberlerin Peçeli dolaşma geleneğine uygun olarak Peçe ile dolaşırdı. Kahinlik eder,güzel konuşurdu.Halkı etkiler,özellikle marifetli eşşeği ile sergilediği çeşitli hokkabazlıklar çok beğenilirdi. Bir Rivayete göre, Bir gösterisinde 100 kadar hayvanı bir çizgi üzerine dizer ve sırayla mızraklar, Hiç bir hayvan çizgi dışına kımıldamaz. Ve Halk çok etkilenir. Hicret’in 10.Yılında Peygamber’in Veda Haccından dönerken hastalandığı haberi toplumda yayılmıştı. Sessiz çalışan Esved bu haberi alınca Peygamberliğini ilan etti. Kendine ‘Rahman ül Yemen’ adını vererek, kahinlerin kıyafetine büründü ve Rahman adına konuşmalar yapmaya başladı. Ans, Zebid, Üded ve Mezhiç kabileleri onun Peygamberliğini kabul etti. Hatta Necran bile birtakım kolaylıklar göstermeyi kabul etti. Esved büyük bir isyan başlatmış ve bu isyan tüm Güney Arabistan’a yayılmıştı. Buna karşı Muhammed hasta yatağından bu bölgeye, Emir ve tavsiye mektupları göndererek isyanı bastırmaya çalışıyordu. Muhammed Yemen deki Ebna’lara bir elçi göndererek Esved’e savaş açmalarını istedi. Bu arada Benül Harisler ve Kinde halkı islamiyetten dönerek Esved’e katıldı. Böylece güçlenen Esved Necran’ı zaptetti. San’a ya ilerledi orayı da alarak, Şehr Bin Bazan’ı öldürdü ve adet olduğu üzere karısı Merzubane Azad ile evlendi. Ve Esved, Hadramvi bölgesi sınırından Taif vilayetine ve


Bahreyn bölgesinden Aden’e kadar olan bütün toprakları eline geçirdi. Daha sonra Aser, Şerce, Galafika, El Cend ve Aden’i hükmü altına aldı. Esved ül-Ansi’nin sonu Esved geniş topraklara hükmediyordu ve Zafer sarhoşluğu içinde idi.Ebnaların idaresini Komutanlarından Firuz ve Dazaveyh’e vermişti. Ne var ki bu komutanları ve Kays’ı küçümsemeye, horlamaya başladı. Bu sırada Muhammed’in memurlarıbdan olan Muaz Bin Cebel, Sekun kabilesinden Müslüman bir kadınla evlenmişti ve kabile içinde güçlenmişti. Muhammed, Muaz’a bir mektup göndererek, Esved’in öldürülmesini istedi. Muaz harekete geçti ve Esvaed’in kendini öldürteceğinden korkan Kays’ı yanına çekmeyi başardı. İşbirliği genişlemişti aralarına Esved’in karısı Azad’ın amcaoğlu Firuz’u da aldılar. Esved’i savaş ile yenemeyeceklerinden tuzağa düşürerek öldürmeyi planlıyorlardı. Firuz Azad ile ilişki kurdu ve Azad kocasını öldürmüş bulunan Esved’e karşı onlarla işbirliği yapmayı kabul etti. Firuz saraya girdi ve Esved durumdan şüphelenmeye başladı. Bir meydanda, getirttiği inek ve develeri mızraklayarak bir gösteri yaptıktan sonra Vahiy duymak için kulağını yere yapıştırıp bir süre bekledi, Sonra topluluğa dönerek ‘Yanımda bulunan melek,’Kays asidir,onun başını kes’ diyor’ dedi,yine başını yere koyup dinledi ve bu sefer de, ‘Ey Esved, Firuz asi ve azgınlardandır, onun sağ elini ve sağ ayağını kes’ dediğini haber verdi. Artık vakit kalmamıştı. O gece, Esved’in karısı Azad, Firuz’u saraya alarak yatak odasına sakladı. Firuz da Kays ve diğerlerini içeri sokarak, Azad’ın yanında uyumakta olan, Esved’in kafasını kestiler. Esved öyle şiddetli bir böğürtü çıkarmıştı ki, Şüphelenerek gelen muhafızlara, Azad ‘Peygambere vahiy geliyor’ diye seslendi. Daha sonra şehrin en yüksek kalasına çıkarak Veber’e ezan okuttular ve toplanan kalabalığın önüne Esved’in kafasını fırlattılar. Böylece Esved tarftarları kaçarak dağıldı. Fakat bu arada muhtelif rivayetlerde,bu olaydan 1 veya 5 gün sonra Muhammed’in de öldüğü bildirilmektedir. Yani Esved tam zamanında öldürülmüştü. Eğer önce Muhammed ölseydi, Esved belki de doğacak kargaşa ortamında çok daha güçlenecek ve belkide, Dinler dahil tüm Tarih değişecekti.


Müseylimet ül Kezzab Yemame, Necid’in güneydoğusunda, Bahreyn’in batısında idi, ziraatçilikle rahatça geçinebiliyor ve Hanife kabilesinin kontrolunde bulunuyordu. Hicretin 8.yılında Hevze ölünce, Müseylime, Beni Hanife’nin hükümdarı olmuştu. Müseylime, zengin topraklara ve nüfus çokluğuna sahip bulunan Yemame de Muhammed gibi yeni bir Dinin, müjdecisi olduğunu ilan etti ve Kuran’a nazireler söylemeye başladı. Hicret’in 10.yılında şöyle bir mektup kaleme aldı; ‘Tanrı elçisi Müseylime’den Tanrı elçisi Muhammed’e mektuptur. Sana esenlikler dilerim. Ben Peygamberlikte sana ortak edildim. Yeryüzünün yarısı bize yarısı Kureyşlilere aittir fakat Kureyşliler adaletle hareket etmezler’ Muhammed mektubu okumuş ve gelen elçilere, “Siz ne diyorsunuz?” diye sormuştur. Onlar da aynı cevabı verince: “Eğer elçiler öldürülmez kaidesi olmasaydı, sizin boynunuzu vururdum…” demiştir. Daha sonra da, Müseylime’ye bir mektup yazmıştır. Bu mektubun metni bazı tarihlerde yer almakta, fakat orijinali elde bulunmamaktaydı. Bu tarihî vesika Topkapı Sarayı Müzesi’nin Mukaddes Emanetler Dairesi’nde ortaya çıktı. Hicretin 10. yılının sonuna doğru Muhammed tarafından Übeyy b. Kaab’a yazdırılıp Müseylime’ye gönderilen bu mektubun Türkçesi ise şöyledir (son cümle tam olarak okunamamıştır.): “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; Allah’ın Resulü Muhammed’den yalancı peygamber Müseylimet-ül Kezzab’a; Selâm hidayete tâbi kimseler üzerine olsun. Bundan sonra, bilesin ki; Yeryüzü Allah’ındır. O’nu kullarından dilediğine ihsan eder. Hüsnü akıbet ise muttakilerindir. (Allah’tan korkan mü’min kullara aittir). Sen ve beraberindekiler eğer tevbe ederseniz, Allah da seni ve seninle beraber tevbe edenleri affeder.’ Allah Resul Muhammed.


Hicret’in 10. yılında Muhammed hastalanınca Müseylime etrafına kalabalık bir ordu topladı, Muhammed’in elçilerine rağmen Müslüman ahalide Müseylime saflarına geçmeye başladı. Muhammed ölünce Müseylime iyice cesaretlenmişti ama sonuçta talih Muhammed taraftarlarının yüzüne güldü ve Müseylime Ridde savaşları döneminde Halife Ebubekir zamanında öldürüldü. Müseylime’nin ‘Vahiy’ lerinden örnekler Tohum ekerek, Ekin yetiştirenler, Ekinleri biçenler, Buğdayları savuranlar, Sonra öğütenler, Onlardan ekmek yapanlar, Bu ekmekleri ufak,ufak doğrayarak, Et suyunda ıslatanlar, Ve bunların üzerine, Sade yağ dökerek yiyenler, Şerefine and içerek,temin ederim ki, Siz hayvan beslyerek,cadırda yaşayanlardan, Daha meziyetlisiniz. Binalarda yaşayanlar da size üstün gelmedi. Karanlıkları basan gece, Siyah Kurt, Ve yaşına basan, Çatal tırnaklı hayvan adına andiçerek, Üsseyid’lerin, Harem’in hürmetini çiğnememiş, Olduklarını teyit ederim. Muhammed dönemi sonrası ortaya çıkan diğer peygamber adayları: Ibnu’l Mukaffa kendine ait bir Kuran yazmaya calistigi icin, zindiklarin basi ilan edildi. Ebu’t-Tayyib kendine Kuran geldigini ve Peygamber oldugunu iddia etmistir. 980 yilinda oldurulmustur.


Ebu’l- Ala’l-Muarri’nin de Kuran’a nazire olarak, kendi Kuran’ini yazmasi ve peygamberlik iddiasi nedeniyle 1074 de oldurulmustur. Horosanli Ebu Muslim’in katibi ve muridi Hasim (778) 2 yil hukum surdu guclendi ve kendi sarayinda sulalesiyle birlikte yakildi. IV Mehmet zamaninda Izmirli bir Yahudi olan Sabatay Sevi (1666) Mesih oldugu iddiasi ile ortaya cikti, 10 yil boyunca pek cok Museviyi Hiristiyan yapti. SIKISINca Islam’i kabul etti ve hayatini kurtardi. Zagreb’li bir Hırvat olan Ibrahim Muhammed’in cismi ile gonderildigini ve son peygamber oldugunu iddia etti. Guclendi sayisiz muridi oldu ve 1746 da idam edildi. Said-i Kurdi (veya Said- Nursi) de kendini bir peygamber olarak nitelemis, kitaplarini Kuran’a es deger gostermistir. Hala muridi olan bu sahtekarin, murid sayisi ve modern Turkiye’ye verdigi zarar bilinmemektedir. Bunlarin yani sira Abu’l-Huseyn Ahmed ibn Yahya al-Ravendi icin de Peygamberlik iddiasinda bulunuldugu iddia edilse de, al-Ravedi’nin onemli bir dusunur oldugu anlasilmaktadir. Muhammed’e sert sekilde elestirler getirirken sunlari soyluyor; ‘Muslumanlar, Peygamberlerinin peygamberligine delil olarak, O’nun getirdigi kitaba kimsenin nazire yapamayacagini soylemis oldugunu gosteriyorlar. Peki onlara denilse ki; Oklides de kendi kitabi gibi bir kitabi hic kimsenin yazamayacagini soylemistir. Peki Oklides boyle demekle peygamber mi oluyor?’ Al-Ravendi’nin bir cok kitabi oldugu soylenmekte ve at-Tac adli kitabinda Kuran’a nazire yaptigi aktarilmaktadir. (Bu kitap bugun elde yoktur)

KUR’ANDAN ÇIKARILANLAR – KUR’AN’A EKLENENLER – UNUTTURULANLAR Bu konuda verilen bilgiler tamamen güvenilir islami kaynaklardan alınmıştır. Kuranın zaman içinde değiştirilmiş ekleme ve çıkarmalar yapılmış olduğu islam tarihinde kayıtlıdır. Buna rağmen müslümanlar kuranın değişmediğini idda ederler. Şimdi tek tek islam tarihinde kuranla ilgili kayıtları inceleyelim.


-Bakara ve Âl-i İmrân, Felak ve Nâs sûreleri uzunluğunda sûrelerin unutturulduğu, -Ahzab Sûresi’nin önceleri Nur Sûresi kadar olduğu ve içinde recm âyetinin bulunduğu , -Kur’an kitaplaştırılırken Tevbe Sûresi’nden son iki âyetin yalnız Huzeyme b.Sabit’in yanında bulunduğu ve kitap/mushaf haline getirilirken Kur’an’dan bildiklerini bildirenlerden en az iki şahit istendiği halde (esSicistani, Age, 12.), Huzeyme’nin şahitliğini Rasulullah bir tarihte iki kişinin şahitliği yerine saydığı (Zerkeşi, Age. 1/234; el-Hûî, Age, 244, 246) veya Osman/Ömer kendisine şahitlik yaptığı (es-Sicistani, Age; el-Hûî, Age, 244) için bu iki âyetin sadece onun haberiyle Kur’an’a alındığı ve Tevbe Sûresi’nin sonuna yerleştirildiği (es-Sicistani, Age.17), -Kur’an’dan iki sûre olup Übey b.Ka’b’ın da Mushaf’ında yazılı olduğu halde Kunut dualarının Kur’an’dan çıkarıldığı (Zerkeşi, age, 2/37), -Bi’ri Maûne’de öldürülenlerle ilgili indiği iddia edilen “Halkımıza bildirin ki biz Rabbimize kavuştuk, O bizden razı oldu, biz de ondan” anlamındaki âyetin uzun süre okunduktan sonra neshedildiği (Buhari, cihad, 9, meğazi, 28; Müslim, mesacid, 54, hadis no, 297), -“Tevbe Sûresi uzunluğunda bir sûrenin uzun zaman okunduktan sonra unutturulduğu ve ondan ‘Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa üçüncüsünü ister’ anlamındaki kısmın akılda kaldığı” (Zerkeşi, el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an, 1/234; el-Hûî, Age, 244, 246), -“Müsebbihat sûrelerinden birine benzeyen bir sûre bir müddet okunduktan sonra unutturulduğu ve ondan “Ey iman edenler, yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz? Böyle demeniz, boynunuzda şahitlik olarak yazılır ve kıyamet günü ondan sorumlu olursunuz” anlamındaki kısmın hatırlandığı”(Zerkeşi, Age, 2/37, Suyuti, Age. 2/67), -Übey b.Ka’b’ın Zirr’e “Ahzab Sûresi’nin Bakara Sûresi veya ondan daha uzun olduğunu söylediği (el-Hûî, Age. 204, (Muntehabu Kenzi’l-Ummal, İbni Hanbel,Müsned’i hamişinde, 2/43’den naklen), -İbni Şihab’ın “Çok miktarda Kur’an indiğini öğrenmiştik, onu ezberleyenler Yemame savaşında şehit oldular, onlardan sonra o Kur’an ne yazıldı, ne bilindi” dediği (Muntehabu Kenzi’l-Ummal, Aynı yer. 2/50), -Ömer’in, Abdurrahman b.Avf’a “Bize indirilenin içinde “İlk başta cihad ettiığiniz gibi cihad ediniz” ifadesini görmedin mi? diye sorduğu, onun da “Kur’andan çıkarılanlar arasında o da çıkarıldı” dediği (Suyuti, Age. 2/67), -İbni Ömer’in “Biriniz Kur’an’ın tümünü öğrendim, diyecektir, Oysa tümünün ne olduğunu biliyor mu? Kur’an’dan çok şey kaybolmuştur, onun


yerine ‘Kur’an’dan zahir/mevcut olanı aldım, desin’ diye söylediği (Suyuti, Age. 2/65) -Mesleme b.Mahled el-Ensari’nin bir gün, Ebu’l-Künud Sa’d b.Malik yanlarında iken, kişilere “Kur’an’dan olup Mushaf’a yazılmayan iki âyeti bana söyler misiniz? dediği, bilemeyince, onlara “İman edenler, hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, size müjdeler olsun kurtulanlar sizlersiniz. Onları barındıranlar ve yardım edenler, onlar için Allah’ın kendilerine gazap ettiği kavimle mücadele edenler, yaptıklarının karşılığı olarak onları sevindirecek nelerin hazırlandığını hiçbir kimse bilmez” âyetleri olduğunu söylediği” (Suyuti, Age. 2/67), -“Sahabeden iki kişi Rasulullahtan bir sûre ezberlemişlerdi. Aradan zaman geçtikten sonra bir gece namaz kılarken bu sûreyi okumak istediler, fakat sûreyi tam olarak okuyamadılar. Sabahleyin Rasule uğrayıp durumu anlatınca Rasulullah “bu sûre neshedilen sûrelerdendir. Üzerinde durmayınız” dediği (Suyuti, Age. 2/67, Taberani, es-Sunenu’l-Kebir’den naklen) -“Hz.Aişe’nin “Ahzab sûresi Rasulullah zamanında ikiyüz âyet olarak okunduğu, ama Osman Mushafları yazdırdığı zaman şu an mevcut olandan başkasını bulamadığı”nı söylediği (Suyuti, Age. 2/65), veya Übey b.Ka’b’ın Ahzab’ın Bakara Sûresi uzunluğunda 200 âyet olduğunu söylediği (Suyuti, Age. 2/66), -“Önceleri on kez süt emme ile sütkardeşliği/evlenme yasağı gerçekleşirken, bunun neshedildiği ve beş kez emme ile evlenme yasağının/haram hükmünün getirildiği ve bunun Rasulullah öldükten sonra da Kur’an’da okunduğu halde kaybolduğu” , -Peygamber’in cenazesi ile uğraşıldığı sırada on emme ile sütkardeşliğinin sabit olduğu âyetin bulunduğu sayfayı keçinin yediği veya “yaşlı kadın ve erkek zina ederlerse onları recmedin” anlamındaki âyetin ve on emmenin bulunduğu yaprağı bu ortamda tavukların yediği , -Evli kadın ve erkeğin (şeyh-şeyha) zina etmesi durumunda recmedileceğini belirten âyeti Kur’an tedvin edilirken getiren Ömer’in şahidi bulunmadığı için Kur’an’a yazılmadığı (el-Hûî, Age, 244, 246) veya uzun zaman insanlar tarafından okunduğu halde bu âyetin sonradan terk edildiği (Suyuti, Age. 2/66,) -Ömer’in halife iken “halktan korkmasaydım, bu âyeti Kur’an’a yazardım” dediği ve “Allah, Muhammed’i elçi olarak gönderdi ve ona Kitabı indirdi, Allah’ın indirdikleri arasında recm âyeti de vardı, onu okuduk, anladık ve ezberledik, onun için Rasulullah recmetti, biz de ondan sonra recmettik, insanların üzerinden uzun zaman geçince, birilerinin “vallahi recm âyetini Kur’an’da bulamıyoruz, deyip Allah’ın indirdiği bir farzı terk ederek sapmalarından korkarım, zina eden evli kadın ve erkeklerin zina ettiklerinin delille sabit olması veya kadının gebe kalması yahut itiraf etmeleri


durumunda recmedilmeleri Allah’ın kitabında bir hak/gerçektir” dediği” ve “Babalarınızdan yüz çevirmeyin, çünkü bu bir küfürdür/nankörlüktür” anlamındaki âyetlerin sonradan çıkarıldığı, türünden bir sürü âyetin Kur’an’dan neshedildiği, çıkarıldığı, kaybolduğu veya unutulduğu. -“Kur’an’ın üçte biri Ehli Beyt ve İmamlarla ilgilidir” (el-Kâfi, 2/631’den naklen, Age, 117). -“Ali bana bir mushaf verdi. Beyyine Sûresi’nde yetmiş kişinin ve bunların babalarının adlarını buldum” (el-Kâfi, 2/631’den naklen, Age, 117). -“Ebu Abdullah’tan rivayetle: ”Cebrail’in Muhammed’e indirdiği Kur’an on yedi bin âyettir.”( el-Kâfi, 2/634’den naklen, Age, 117). el-Kâfi gibi hadis kaynaklarında Kur’an’ın korunmuşluğuna aykırı yüzlerce iddia bulunmaktadır. -Mesela, “Ra’d Sûresi, 13/25’den Ali ifadesinin çıkarıldığı, Saffat, 37/130. âyette geçen “İlyas’a selam olsun” âyetinin aslında “Ehli Beyt’e selam olsun” şeklinde olduğu, fakat Osman’ın kurduğu komisyonun onu değiştirdiği, Yasin Sûresi’ndeki Yasin’in Ali ve torunlarına işaret ettiği.. “En-Nuri et-Tabresi/Tabersi’nin tahrif iddialarını eleştirmek üzere yazmış olduğu Faslu’l-Hitab fi Tahrifi Kitabi Rabbi’l-Erbab” adlı kitapta, Kur’an’dan çıkarıldığı iddia edilen Nurayn Sûresinin metni yer almaktadır. Osman, Mushafları yaktırdığında Ali ve Ehli Beyt’in fazileti hakkındaki bu sûreyi yok etmiştir. Velaye Sûresi, Nureyn Sûresi ve Ehli Beytle ilgili anlatımlar oldukça yaygındır. Bu iddialar ateistlere, dinsizlere ait değil, İslamcılara ait. Ama bir kısım İslamcı ise “Kur’an’ın bir harfi bile değişmemiştir” diye müslümana müslüman propagandası yapmakta. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Bu konuda ise duman değil, alevler gözüküyor. “Hicr 9” mu dediniz? Ama diğer yandan Tevrat’ın ve İncil’in tahrif edildiğini iddia etmektesiniz değil mi? Hicr 9 benzeri ayet onlarda da var. Onların da değiştirilemeyeceğini yazan Allah, onları korumaktan aciz mi? “Ot kurur, çiçek solar: fakat Allah’ımızın sözü ebediyen durur” Yeşaya 40:9 “Gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa’dan (Tevrat’tan) en küçük bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecektir” (İncil, Matta 5:18). “Gök ve yer ortadan kalacak, benim kalkmayacaktır.” İncil, Markos 13:31)

sözlerim

ise

asla

ortadan


Bu ayetlerin Allah sözü olmadığı ve sonradan ilave edilmiş olduğu söylenirse, aynı şey Hicr 9 için de söylenir. Kur’an’ın gönderilen son ayeti Maide 3’müş. Maide 3. Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah’a itaatten kopmak)tır. Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Bu ayet Kur’an’ın tahrif edildiğinin kanıtlarından biridir. Bir tanrı böylesine saçma bir ayet yazmaz; koyu renkteki ifadeleri ayrı bir ayet olarak verirdi.

Süleyman ve Sebe’ Kraliçesi Önce ilgili ayetleri görelim Neml-16 “Ant olsun ki, Süleyman, Davud’un mirasçısı oldu. Süleyman; ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Kuşkusuz bu apaçık bir üstün iyiliktir’ dedi.” devamında ki Neml 17-19 ayetlerinde ise Süleyman’ın, “cin”ler, insanlar ve “kuş”lardan oluşan ordusunu toplayıp yola çıktığı, yolda karınca deresine vardığında karıncalarla karşılaştığı, bir karınca liderinin; “Karıncalar! Haydi yuvalarınıza girin de; Süleyman ve ordusu, farkında olmadan sizi ezmesin!” diyerek öteki karıncaları uyarmasına tanık olduğu, bu uyarı sözlerine güldüğü, bu sözleri anlamasını sağlayan Tanrı’nın iyiliğine “şükür”le karşılık verdiği anlatılıyor. Neml 20-23 “Süleyman, kuşları gözden geçirdi ve: ‘Hüdhüdü (çavuşkuşunu) niçin göremiyorum? Yoksa, yitiklerden mi oldu? Kesinlikle ağır bir cezayla cezalandıracağım onu. Ya da keseceğim. Meğer ki, açık bir kanıta dayalı bir gerekçeyle bana gelmiş ola!’ diye konuştu. Çok geçmeden hüdhüd gelip şunları söyledi: ‘Süleyman! Senin bilmediğin bilgiler elde ettim. Sebe’ (ülkesi)den, sana kesin bilgi (haber) getirdim. Kadın buldum! Hükümdarlık eden bir kadın. Her şeyden kendisine bolca verilmiş. Bir de büyük tahtı var…”‘


Anlaşılan, “Süleyman’a kadın bulmasaydı”, “hüdhüd” denen kuşun hali haraptı! Bu konunun anlatıldığı Neml Suresinin 24-40. ayetleri arasında ise “hüdhüd”ün, Sebe’ (Yemen’de bulunan Saba) kentindeki toplumun dinsel inançları konusunda da, Süleyman’a bilgi (!) verdiği açıklanıyor.” Sonrasında Süleyman, “hüdhüd”e seslenerek: Yazdığı mektubu kıraliçenin sarayına götürmesi isteniyor, Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ (Saba) Kraliçesi’nin, danışmanlarını topladığı, mektubun içeriğini görüştüğü, eğer Süleyman’a birtakım armağanlar göndermezse, onun gelip ülkesini altüst edebileceğini, bunun hükümdarlarca uygulanagelen bir gelenek olduğunu söylediği, sonra, Süleyman’a armağanlar gönderdiği, ama, Süleyman’ın, kendisinde çok daha bol mal-mülk bulunduğunu söyleyerek bu armağanları kabul etmediği, Kraliçe’nin armağanlarını getiren elçisine; “Geri götür armağanları. Ve onlara, benim ant içerek: ‘Ordumla, karşı koyamayacakları bir orduyla gelir; onları, ezilmiş ve alçalmış duruma düşürerek ülkelerinden çıkarırım!’ dediğimi söyle!” biçiminde seslendiği anlatılıyor. Sonrasında ise Süleyman’ın (Sebe’ Kraliçesi’ne kavuşması için, Tanrı’nın sağladığı) şaşılası “mucize”si anlatılıyor. Süleyman, danışmanlarına ve ileri gelenlere “Onlar bana teslim olmadan önce, Kraliçe’nin tahtını-sarayını, bana, buraya kim getirilebilir?” diye sormuş; ‘’cinlerden ifrit” hemen atılıp şu karşılığı vermiş: “Sana onu ben getiririm! Hem de, sen daha yerinden kalkmadan.” Bir başkası atılıp kendisini daha güçlü göstermiş ve “Ben, onu sana daha çabuk, sen daha gözünü açıp yummadan getirebilirim!” diye konuşmuş. Ve de “getirmiş” şeklinde anlatılmaktadır. Ancak “Neml” (karınca) Suresi’nin buraya değin sunulan ayetlerindeki bir sürü akıl ve bilim dışılık yanında, Süleyman-Sebe’ (Saba) Kraliçesi masalına ilişkin yenilir yutulur türden olmayan tarihi bir hata vardır. Tarih yönünden olamazlık: İsrail Kralı Süleyman’la (saltanatı: İÖ 973-933) çağdaş gösterdiği Sebe’ Melikesi hikâyesi, tarihi olaylara pek uygun düşmemektedir. Yemen’de Belkıs adlı kraliçeyi, Himyerliler döneminde Belkıs Bint Hedhad adı altında ve Miladi 330-345 yılları arasında hüküm sürmüş olarak görüyoruz ki, Hıristiyanlığa yeni girmiş olan Habeşlilerin bunun zamanında Yemen’e saldırıları olmuştur. Bu kadınla, ondan 13-14 asır önce yaşamış olan İsrail Kralı Süleyman arasında bir bağlantı olamaz. Yemen’deki Sebe’ Devleti, en erken İÖ VIII. yüzyılda kurulduğuna göre, aşk öyküleri dillere destan olan Belkis’in, Sebe’ Melikesi olması bile gerçekten uzaktır.

Kur’an’da Musa ve Sihirbazlar Hikayesi Gerçek mi?


Kuran’da Musa’nın firavun ve sihirbazlarıyla olan mücadelesi birçok yerde geçer ancak 3 yerde hikaye ayrıntılı biçimde anlatılır. Bu hikayelerin birbiriyle uyumsuz yönleri dikkat çekicidir. Önce üç surede geçen bu hikayeyiyi bu surelerdeki şekilleriyle Diyanet İşleri Başkanlığı sitesindeki Kuranı Kerim mealinden okuyalım. Parantez içindeki söcük, sözcük öbeği ve cümleler, Arapça özgün Kuran metninde yoktur. daha anlaşılır olsun diye eklemiş. 1.ARAF SURESİ: 105.Bana, Allah’a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder. 106.Firavun, “Eğer açık bir delil getirdiysen haydi göster onu bakalım, şayet doğru söyleyenlerden isen” dedi. 107.”Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler, apaçık bir ejderha.” 108.”Elini (koynundan) çıkardı. Bir de ne görsünler o, bakanlar için, bembeyaz olmuş.” 109.”Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır.” 110.“Sizi yerinizden çıkarmak istiyor.” Firavun ileri gelenlere, “Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. 111.Onlar şöyle dediler: “Mûsâ’yı ve kardeşini (bir süre) beklet (haklarında bir işlem yapma) ve şehirlere toplayıcılar yolla.” 112.“Bütün usta sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler.” 113.Sihirbazlar Firavun’a geldiler. “Galip gelenler biz olursak mutlaka bize bir mükafat vardır, değil mi?” dediler. 114.Firavun, “Evet. Üstelik siz (ücretle de kalmayacaksınız) mutlaka benim en yakınlarımdan olacaksınız” dedi. 115.(Sihirbazlar), “Ey Mûsâ!” Ya önce sen at, ya da önce atanlar biz olalım” dediler. 116.(Mûsâ), “Siz atın” dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atınca insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar. Büyük bir sihir yaptılar. 117.Biz de Mûsâ’ya, “Elindeki değneğini at” diye vahyettik. Bir de ne görsünler o, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor.


118.Böylece hak yerini buldu ve onların yapmış oldukları şeylerin hepsi boşa çıktı. 119.Artık orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi. 120.Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. 2.:YUNUS Sure 79.Firavun, “Bütün usta sihirbazları bana getirin” dedi. 80.Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara, “Atacağınızı atın (hünerinizi ortaya koyun)” dedi. 81.Sihirbazlar atacaklarını atınca Mûsâ dedi ki: “Sizin bu yaptığınız sihirdir. Allah onu elbette boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez. 82.Suçluların hoşuna gerçekleştirecektir.”

gitmese

de,

Allah

hakkı

sözleriyle

83.Firavun ve ileri gelenlerinin kötülük yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden başkası Mûsâ’ya iman etmedi. Çünkü Firavun o yerde zorba bir kişi idi. O gerçekten aşırı gidenlerdendi. 84.Mûsâ, “Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah’a iman etmişseniz, eğer O’na teslim olmuş kimseler iseniz, artık sadece O’na tevekkül edin” dedi. 85.Onlar da şöyle dediler: “Biz yalnız Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğunun baskı ve şiddetine maruz bırakma!” 86.Bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar. 87.Mûsâ’ya ve kardeşine, “Kavminiz için Mısır’da (sığınak olarak) evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele” diye vahyettik. 88.Mûsâ şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun’a ve onun ileri gelenlerine dünya hayatında nice zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler. 3.TAHA Suresi: 56.Andolsun, biz ona (Firavun’a) bütün mucizelerimizi gösterdik de o bunları yalanladı ve reddetti.


57.Şöyle dedi: “Ey Mûsâ! Sihrin ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” 58.“Biz de mutlaka sana karşı onun gibi bir sihir yapacağız. Bunun için seninle bizim aramızda; uygun bir yerde, senin de, bizim de caymayacağımız bir buluşma vakti belirle.” 59.Mûsâ, “Buluşma vaktimiz, bayram günü, insanların toplandığı kuşluk vaktidir” dedi. 60.Bunun üzerine Firavun ayrılıp, hilesini kuracak sihirbazlarını topladı, sonra geldi. 61.Mûsâ onlara şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Allaha karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azap ile yok eder. Allah’a karşı yalan uyduran mutlaka hüsrana uğramıştır.” 62.Sihirbazlar, işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli gizli konuştular. 63.Şöyle dediler: “Şüphesiz bu ikisi, sihirleri ile sizi yurdunuzdan çıkarmak ve en üstün olan dininizi ortadan kaldırmak isteyen birer sihirbazdırlar.” 64.“Öyleyse, hilelerinizi toplayın (birbirinize destek olun) sonra sıra halinde gelin. Bu gün üstün gelen muhakkak başarıyla ödüllendirilir. 65.Sihirbazlar: “Ey Mûsâ! Ya önce atmayı tercih edersin, ya da ilk atan biz oluruz” dediler. 66.Mûsâ: “Yok, (önce) siz atın” dedi. Bir de ne görsün, onların ipleri ve değnekleri yaptıkları sihirden dolayı kendisine hızla sürünür gibi görünüyor. 67.Bunun üzerine Mûsâ içinde bir korku hissetti. 68.Şöyle dedik: “Korkma (ey Mûsâ!). Çünkü, sensin en üstün olan.” 69.“Sağ elindekini (değneğini) at ki, onların yaptıklarını yutsun. Şüphesiz yaptıkları bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.” 70.(Mûsâ’nın değneği, sihirbazların ipleriyle değneklerini yutunca) sihirbazlar hemen secdeye kapandılar ve, “Hârûn ve Mûsâ’nın Rabbine inandık” dediler. 71.Firavun, “Demek, ben size izin vermeden önce ona (Mûsâ’ya) inandınız ha! Şüphe yok, o size sihiri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi andolsun sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz.”


72.Sihirbazlar şöyle dediler: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin.” 73.“Şüphesiz ki biz; günahlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri affetmesi için, Rabbimize inandık. Allah’ın vereceği mükafat daha hayırlı ve daha kalıcıdır Önce şu soru yanıtlanmalı: Niye aynı hikaye bu kadar çok yerde geçer? (bu üç surenin dışında daha kısa ve değinme biçiminde başka yerlerde de geçiyor) Bu soruya şöyle cevaplar verilebilir: Bu Allahın bir hikmetidir. Sorgulanması doğru değildir. (müslüman cevabı). Çoğu müfessirin söylediği gibi bu ve benzeri tekrarlar Kuran’ın bir üslup özelliğidir. Muhammed Ahmed Halefullah buna biraz daha farklı bir yaklaşımla hikayelerin tekrarınını amaçlara göre farklılıklar taşıdığını, bunun Kuranı’n edebi üstünlüğü olduğunu söyler. (çelişkiye kılıf). Mantıklı cevap ise Peygamberin ölümünden sonraki derleme sürecinde ortay çıkan hatalardandır. Peki aynı olay surelerde neden farklı farklı anlatılır? Araf suresi ve Taha suresinde ki anlatımlarda cümleler birbirine yakın. Sihirbazlar Musaya meydan okuyorlar. Yunus suresinde ise öykü bayağı farklı Musa meydan okuyor. Özgüveni olağan üstü. Oysa Yunus suresinde Musanın korktuğundan bahsedilmişti. Şimdi başka bir karşılaştırma yapalım. Bu olaydan birde Şuara Suresinde bahsedilir orada başka bir yanlışlık yapılmış şimdi onu görelim. Şuara Suresi: 31.Firavun: “Haydi getir onu bakayım, doğrulardan isen” dedi. 32.Bunun üzerine Musa asâsını bırakıverdi; apaçık bir ejderha oluverdi. 33.Elini de (koynundan) çekti çıkardı; bakanlara bembeyaz (görünen, nur saçan bir şey) oluverdi. 34-35.Firavun çevresinde bulunan ileri gelenlere: “Bu dedi, herhalde çok bilgili bir sihirbaz!” “Sizi sihriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?” Araf Suresi 106.Firavun, “Eğer açık bir delil getirdiysen haydi göster onu bakalım, şayet doğru söyleyenlerden isen” dedi.


107.”Bunun üzerine Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler, apaçık bir ejderha.” 108.”Elini (koynundan) çıkardı. Bir de ne görsünler o, bakanlar için, bembeyaz olmuş.” 109.”Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdır.” 110.“Sizi yerinizden çıkarmak istiyor.” Firavun ileri gelenlere, “Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Aynı hikaye tekrarlanıyor. Ancak Musa’nın çok iyi bir sihirbaz olduğunu Şuara Suresinde Firavun söylüyor, Araf Suresinde ise aynı sözü Firavun kavminden ileri gelenler söylüyor. Peki hangisi doğru? 1-Musa mı meydan okuyor, sihirbazlar mı? 2-Musa korkuyor mu yoksa korkmuyor mu? 3-Sözü Firavun mu söyledi yoksa ileri gelenler mi? Ve bu farklılılklar niye var? Doğru Cevap: Muhammedin 23 yıllık peygamberlik ve vahiy süreci içiresinde yaptığı anlatım hataları, kendisine tevratı tercüme eden vahiy katiplerinin ve yardımcılarının yanlış aktarımları. Şunu da belirtelim ki başka öykülerde de bu tekrarlar ve farklılıklar var. Örneğin İblis ve Adem hikayesinde. MUSA GERÇEKTE MISIRDA YAŞADI MI? Sıralamayı şöyle yapabiliriz Tevrat-incil-kuran hemen hemen bu konuda aynı şeyleri söyler ama tarih bilimi ve elde edilen tarihi kanıtlar başka şeyler söyler. Bilindiği gibi Kuran özellikle Tevratı tastik eder yani aralarında farklılık olmadığı sürece tevratta yazan hükümler ve aktarımlar kurana göre doğrudur. Tevrat’in ilgili ayetine bir göz atalım; “Ve (İsrailoğulları) Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirlerini yaptılar” (Çıkış 1:11) Kuranda yukarda anlatımı yalanlayan bir bilgi içermediğine göre bu tevrat ayetini doğru kabul etmemiz gerekmektedir.


Bütün tarihi kayıtlar kutsal kitaplarda anlatılan firavunun ismin ancak II.Ramses olabileceğini söyler. Günümüzde Pitom ve Piramses şehirlerinin inşaatlarının II.Ramses döneminde yapıldığı bilinmektedir. Mısır kayıtları Firavun II.Ramses’in doğu Nil deltasında, akdeniz yakınlarında PiRamesse (Ramses’i Evi) adlı yeni bir başkent kurduğunu anlatır. Bu durumda Musa’nın II.Ramses dönemin ve takip eden bir zaman aralığında yaşadığını iddia edebiliriz. Demek ki bahsedilen Firavun II.Ramses olmalıdır. Sorun sa şu; din kitaplarında anlatılan olaylar ile bu firavun döneminden kalan tarihi kayıtlar da yazanlar uyumsuzdur. II.Ramses Mısır tarihinde yaşamış engüçlü hükümdarlarından biri, tarihin ilk yazılı antlaşmasını yapmış, tam 66 yıl ülkesini yönetmiş, mısıra ilaveten suriye, ürdün, filistin, israil ve lüpnanıda yöneten büyük bir hükümdar Yukarıdaki hikayede anlatıldığı gibi bir çulsuzun karşısına geçip ahkam kesebileceği biri değildir. Yaşadığı dönemde tanrı kabul edilen belli başlı kurallarla çerçevesinde yanına girilip çıkılabilen büyük bir hükümdardır.

Yaşanmış Bir Dinden Çıkış Hikayesi Ülkemizin beyni dinle yoğrularak büyütülmüş kısacası dinle beyni yıkanmış insanlarının gerçekle tanışması ve adım adım aydınlanmasına kısa bir örnek.. Şuan sorgulama aşamasında olan gençlerimize faydalı olacağını düşünüyorum NASIL ATEIST OLDUM ? Merhabalar ben Jahn (can ) Uzun yıllar Kuran kursunda kaldım . Kuranı siyeri hadisleri okudum .bir çok şey Kafama yatmıyordu. Ama dinle doldurulmuş bir beyin Kolay Kolay sorgulayamıyor. Kuran kursunda bir arkadaş vardi çoğu şeyi eleştiriyordu ben ilk basta karşı çıktım sonra bunun ile özel uzun uzun konuştuk cevap veremeyeceğim değilde o açıdan bakmadığım şeyler söyledi o gün sadece dinledim. Aksam eve varınca sabaha kadar araştırdım Sok olmuştum olmaz diyordum ve yine Müslümanların yaptığı gibi üstünü örtüyordum. Bunların üstünü örtüyordum ama artık eskisi kadar Huzurlu değildim. Çünkü sorunu cözememiş sadece ötelemiştim. Önce internette bu tarz sayfalar aradım. Ateistlere ilkin aptal gözü ile baktım sonra ölümlerini düşündüm nasıl hesap vereceklerdi göz önüne azaplarını sorgularını getirdim ve tartışma konularına girdim. Tartıştıkça ateistlerin çok sağlam bilgilerinin olduğunu ve Kuran kursunda öğretilenlerden çok farklı sorgulayıcı bir bakış açısı ile baktıklarını gördüm. Daha sonra yurt dışında yaşayan bir bayan ile tartıştık. Benimle dalga geçti çok zeki bir kadındı. Esasında haklıydı da çünkü ben olaylara subjektif bakıyordum. Ama kendime güvenemiyordum. Çünkü hep korkutulmuştum.


Yedi yasından beri namaz kılıp orucumu tutuyordum. Her gün 10 sayfa Kuran okuyup rabita yapıp hadis okuyordum. Bunları bir Anda yıkıp bitirmek ve hep tekrarlanıp Bilinc Altıma yerlestirilen ” En büyük Sirk : allaha ortak kosma” Beni 3 ay alikoydu hic rahat degildim. Bir gün tüm cesaretimi topladim artik ne olacaksa olsun dedim subjektiflikten objektiflige gecmeye karar verdim ve ateistlerin tüm iddialarini sonunda kadar arastirmaya Karar verdim. Kararimin Ikinci günü dünyanin düz olmasi ayetini görünce ateist oldum . Sonrasinda ateistlerin tüm iddialarini arastirdim. Megersemki onlar degil ben acinacak haldeymisim. Daha sonra ögrenme acligi basladi Cünkü aptallastirmislar Beni yillarca evrene felsefeye Evrime ilgi duydum. Okudukca ögrendikce daha mutlu oluyordum. Eskiden hep Yanliz kalmaktan korkmustum. Yani Yanliz yasamadan artik öyle korkularim kalmadi o kadar okuyacak sey vardiki. Cevremde bulunan arkadaslarimdan uzaklastim. Cünkü Onlarin tüm dertleri güzel bir kadini yataga atmak ev araba gibi seylerdi. Benim yeni bir dünyam ve burada cok degerli arkadaslarim olmustu. Stephen Hawkins Richard dawkins Hegel … Daha mutluydun. Ev araba o Onu Almis bu bunu Almis hic enterese etmiyordu. Arti eskiden sinavda basarisiz olsam hemen sucu allaha atardim. Simdi hemen mantik süzgecinden geciriyor ve hatami ariyor ve cözüm buluyorum. Ayiraca sanata yönlendim müzik ile ugrasiyorum. Ve inanin bana o kadar mutluyumki. Aksam Evime geldigimde mum isiginda saatlerce okuyorium ve ögreniyorum. Ailemden sakliyorum tabi annem duyma Kalp Krizi gecirir ama söylemem lazim iki yüzlü olamam onun icin biraz zamana ihtiyacim var:)

Kuran’da İnsanlara Bakış Bu iki ayet aslında herşeye bedeldir. TEVBE 5 Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir. TEVBE 29 Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. Ayetlerde acıkça insanlar arasına din düşmanlığı körüklenmekte, insanlar arasına ayrılık sokulmakta, din için savaş teşvik edilmekte ve diğer dinlere düşmanca bakış ortaya konmaktadır. Bu ayetlerde İslam hariç diğer inançlara ne şekilde davranılacağı hükme bağlanmıştır. Kuranın bu ayetlerinden yola çıkan islam fıkıhına (İslam hukuku) göre Eğer kitap ehli değilse yani budist, hindu, Meccusi, vb. ise hüküm ölüm, yok eğer kitap ehliyse müslüman boyunduruğunda ve müslümanın üstünlüğünü kabul


ederek yaşanacak rezil bir yaşam. Biri İslam sevgi, barış ve kardeşlik dini mi demişti? NAHL 75 Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Doğrusu hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler. “Bunlar hiç eşit olurlar mı?” Bu soruyu soran müslümanlara göre tanrı allahdır. Misal verirken kullandığı köle kavramına dikkat lütfen. Yani islamın tanrısına göre insanlar eşit değildir. Kölelik ilahi bir haktır ve köle durumuna düşenlerin kaderidir ve bu hayata mahkum olanlar özgür bireylerle eşit olamazlar. Şimdi insan Hakları Evrensel Bildirisi ilk maddesini düşünün. Hangisi daha yüce? NİSA 24 (Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir Düşünün islamın kutsal kitabına göre bir mümin evli bir kadına mal olarak sahip olabilir ve isterse bu evli kadının kocası ola bile bu evli kadının ırzına namusuna göz koyabiliyor yani (parantez hadis külliyatından gelse de,varsın savaştan gelsinler) köle kadın evli bile olsa sen ona dilediğin gibi sahip olabilirsin. Birileri islam ahlakı mı dedi? Bakın cariyelere yaklaşım açısı kitapta nasıl? MEARİC 30 Ancak eşlerine ve cariyelerine karşı müstesna; çünkü onlar kınanmaz Bunu okuyunca ne anlarsınız? Kıvırma sanatlarına girip göbek atacağınızı mı? Dilerseniz kıvırabileceğinizi söyleyebilirim ama ayet eşler yanına ve ekini koyup cariyeler dediğinde nikah kıyılan cariyenin de eş sayılacağını unutmayın derim anlayana. Yani cariye eş değildir. İslamda nikahsız ilişki helaldir. Peki nikahsız ilişkiye ne denir? İslam ahlakı ne yaparsınız ki böyle! TEVBE 23 Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir. NİSA 64 Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.


NİSA 65 Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. NİSA 66 Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu. Bakın, peygambere itaat? Nisa 65-66 ne diyor size? Hüküm (buradaki hüküm yine Muhammed aracılığı ile aktarılan tanrıdan geldiği varsayılan söz) Diyor ki, hükümlerimiz ne olursa olsun, onu yapmanız gerektiği. NİSA 71 Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut topyekün savaşın. NİSA 72 İçinizden bazıları vardır ki pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felâket erişirse: “Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım” der. NİSA 73 Eğer Allah’tan size bir lütuf erişirse -sanki sizinle onun arasında (zahirî) bir dostluk yokmuş gibi- “Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım !” der. NİSA 74 O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Bakın, nisa 74 temel bir yargı gösteriyor, ahiret adına tanrı adına savaş öl ya da öldür mükafat gelecek. Birileri islam barış dini mi dedi? AHZAB 26 Allah, ehl-i kitaptan, onlara yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. AHZAB 27 Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter Daha yurtlar mallar ve ayak basmadığınız topraklar vaat ediliyor, dünya da dünya da ahirette değil açın gözlerinizi. (ahzab 28 ile eşlerinin derdine düşüyor) İslam günümüz modern toplumları ve insanlık barışı için sırf bu yüzden büyük bir tehtit oluşturuyor. Savaşı teşvik eden ve din için insan öldürmeyi farz haline getiren bir din. Kimse kusura bakmasın böyle bir dine inanmayı insanlığıma yakıştıramam. ENFAL 1 Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resûlüne itaat edin.


Ganimetsiz olur mu? Tabiki olmaz bulacaksın. Tabi ganimetleri zaruri peygamberi de tanımayacaklar. Zaten armağan ediliyor, peygamber sürekli kurana yansıtıyor.

sonra savaşacak arabı nereden dağıtmak zorunda kalıyor, yoksa savaşlarla birlikte, münafık kavramı tedirginlik içinde münafık baskısını

TEVBE 111 Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır. Burada mümin ile tanrı allah arasında ki anlaşmadan bahsediliyor. Daha önce açıkladığım Tevbe 29’un hükmünü dikkate alın Müteşabih ayet değil. Oldukça açık hüküm belirtmekte. Şimdi yukarıdaki Tevbe 111 ayeti ile anlaşma şartlarınızı dikkatlice okuyun ve aşağıdaki ayete yönelin. BAKARA 41 Elinizdekini (Tevrat’ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun. Ayetleri mümkünse satmayın. Haydi doğru önce kirlenmiş arapları, tanrının kutsal mekanı diye gördüğünüz kabe etrafından temizlemeye, münafık ayetlerini getirmeyivereyim. Sonra mümkünse, israile de el atın. Şayet korkarsanız, ENFAL 65 Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. ENFAL 66 Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. Sanırım islamın tanrısı Enfal 66 da “pardon burada hata yaptık” demekte, sadece Enfal 65 ayeti hükmü olsaydı sorun yoktu ama Tanrı allah Enfal 65 de 1 müslüman 10 kafire bedel demiş, bakmış olmuyor Enfal 66’da 1 müslüman, 2 kafire bedel diyerek hükmünü değiştirmiş. Birileri tanrı allah herşeyi bilir, zamandan mekandan münezzeh mi dedi? Günümüzde bir füze için kaç müslüman gerek diye aklınız takılabilir haliyle koşullara göre kıvırma sanatını miras alabilirsiniz. Gerçi kesin hüküm belirtilen ayetler üzerinde kıvırmak Kuran’a ters ama kimseye köleliği ve başkalarının düşüncelerinde yaşamayı yakıştıramam. Bu nedenle, din adına konuşanlara bakmayın, Açın şu kuranı iniş sırasına göre baştan sona okuyun, aklınız ile tartın. İslamın ilkel


bir din olduğunu anlamak kolay. Yapmanız gereken kuranı okumak ve çağdaş değerlerle karşılaştırmak. Sadece bunu yapmanız gerçekle yüzleşmenizi sağlayacak.

İslamiyette Reform Neden Yapılamaz? Bilindiği gibi ülkemizde öncülüğünü Yaşar Nuri, Edib Yüksel, İhsan Eliaçık, Abdülaziz Bayındır, Ali Rıza Demircan gibi ilahiyatcı hocaların yaptığı yenilikci müslümanlar akımı türemiş bulunmaktadır. Bu kişiler, işlerine gelmeyen, çağa uymayan hadisleri yok sayarak, ayetleri kasten yanlış meal ederek ve ayetlerdeki kelimelerin anlamlarını çarpıtarak islamdaki çağdışı, akıl dışı ve bilim dışı yönleri ortadan kaldırıp müslümanlığı çağa uydurmaya çalışmaktadırlar. Tabi bu kişilere enaz bizim kadar gerçek müslümanlar da tepki göstermektedirler. Çünkü; Gerçek müslümanlar için bu yenilikci müslümanlar bizlerden daha tehlikelidirler. Ama şuan için işlerine geldiğinden şimdilik çok büyük tepki gösterilmemekte ve genelde susmaktadırlar. Hatta içlerinden uyanık olanları (fetocular gibi) bu kişileri kullanmaktadır. Bu kişilerin ülkemiz için tehlikeli olma nedeni islamı şirin göstererek, bilerek veya bilmeden gerçek islama zemin hazırlamalarıdır. Gerçekte bu uyanıklar islamı şirin göstererek modern Türkiye ye ve kendilerine ihanet ediyorlar, üstelik islami öğretiyi çarpıtarak gerçek islama da ihanet ediyorlar. Bu nedenle ülkemizde eğer şeriat sistemi kurulabilsin eminolun ilk başta islamcılar bu kişileri yok edecektir. Çünkü hainleri kimse sevmez. Eğer bu ülke şeriata geçsin tekrar ediyorum yobazların ilk yokedecekleri kimseler bu yenilikci geçinen kişiler olacaktır. Şimdi gelin İslamcı bakışı ile neden bu dinde reform yapılamaz madde madde inceleyelim. Bu yazacaklarım islamcı bir siteden alınmıştır İSLÂM’A ve Müslümanlara içten yapılan en vahim saldırı, dinde reform hareketidir. Bunların niçin yanlış, bâtıl, yıkıcı olduklarını madde madde açıklamak istiyorum. 1. Dinde reform istemek, İlahî ve gerçek din olan İslâm’a hakaret etmek demektir. Bu dini bize, Peygamberi vasıtasıyla Yüce Allah göndermiştir. İslâm dini tahrife uğramamıştır, gönderildiği gibi zamanımıza intikal etmiştir. Allah -hâşa- yanlış yapmayacağına göre, dinimizde reforma ihtiyaç yoktur. 2. Bin dört yüz yıldan beri hiçbir büyük din âlimi, müfessir, muhaddis, fakih, müctehid, allame dinde reform yapılmasını istememiştir. Dinde reform yapılmaz fakat tecdid yapılır. Tecdid, zamanla ortaya çıkmış bid’atleri kaldırıp İslâm’ın aslî safiyetine dönmektir. Mesela İmam-ı Rabbani, ikinci bin yılının müceddididir. Resulullah Efendimiz, Allah’ın her


asırda İslâm’a, Kur’an’a, Sünnete hizmet edecek bir müceddid (yenileyici, saflaştırıcı) göndereceğini beyan etmiştir. 3. Kur’an tefsirinde kesinlikle reform ve yenilik yapılamaz. Böyle bir reformu isteyenler dolaylı şekilde Kur’an’a saldırmış olurlar. 4. Sünnette ve hadislerde reform olmaz. Bundan asırlarca önce hangi hadislerin mütevatir, hasen yahut zayıf olduğu büyük allameler tarafından tespit ve beyan edilmiştir. Yine din âlimleri mevzu hadisler hakkında da eserler yazmışlardır, bazısının mevzu dediğine bazısı değildir demiştir. Ahlâk ve tehzip konusunda, nasslara ters düşmeyen zayıf hadislerin zikredilmesinde beis görülmemiştir. Mesela namaz kılmayı teşvik eden, namazı terk etmeyi kötüleyen bir hadis zayıf da olsa zikredilir, çünkü zaten o konuda nice âyet ve kuvvetli hadis bulunmaktadır. 5. Bir kısım reformcular, münzel/indirilmiş İslâm’ı kaldırıp uydurulmuş bir İslâm türetmek istiyorlar. Adını İslâm koyuyorlar ama içine asıl ve gerçek İslâm’a uymayan bozuk görüşler, düşünceler, yorumlar sokuşturuyorlar. Bunlar on dört asırdan beri kopuksuz olarak günümüze kadar gelen Ehl-i Sünnet İslâmlığına uymayan şeylerdir ve Müslümanların bunları reddetmesi gerekir. 6. Reformcular, Şeriatsız bir İslâm istiyorlar. Bu bir sapıklıktır. 7. Reformcular, Fıkıhsız bir İslâm istiyorlar, bu da sapıklıktır. 8. Reformcular, Peygamberi bir sembol olarak kabul etseler de, onun dindeki yerini küçümsüyorlar, tesirini azaltmak istiyorlar, 9. İslâm’da din ve dünya, ruhanî ve cismanî (sprituel ve temporel) ayrımı yoktur. Reformcular, İslâm toplumunu sekülerleştirmek, yani din ile hayatı ayırmak istiyorlar, 10. Reformcular İslâm dünyasında bir tür Protestanlık çağı ve çığırı açmak istiyorlar. Sanırım bu kadar yeter. Gerçek müslümanların görüşleri bunlar… Böylesine katı kuralları olan bir dinde reform yapmak imkansızdır. Dinde Reform, Dinde Yenilik, Kur’an Müslümanlığı, Mealcilik, Mezhepsizlik, Telfik-i Mezahip, Efganîcilik. Bunların hepsi dinde reform ile eş manalıdır. islâm dininin esasa ait, temel, inkâr edilemez, kesin hükümlerinden birini inkâr eden dinden çıkar. Diyelim ki, dinde yüz hüküm var, bir kişi bunlardan doksan dokuzunu kabul ediyor, birini inkâr ediyorsa, bu kimse dinin dışına çıkmış olur. Evet bu sitede dolanan reformcu müslümanlar sizler gerçek müslümanlara göre enaz bizler kadar sapkınsınız. Bu mantığınızla sizler kendi


inandığınız kitabı vicdanınıza uymadığı için inkar ediyorsunuz. Aslında bizde bir farkınız yok biz aklımıza uymayan, vicdanımızın kabul etmediği ve insanlığımıza yakıştıramadığımız bu dini ve öğretilerini AÇIKDAN RED EDİYORUZ, Sizlerse aynı mantıkla açıktan red edemediğiniz şeyleri MEAL SAHTEKARLIĞI YAPARAK veya ANLAMIYLA OYNAYARAK red ediyorsunuz (örnğ: el kesmeyi el çizme gibi kıvırarak) Bu dinin bazı hükümleri vicdanınza ters geliyor madem neden kalkıp işi şaklabanlığa çeviriyorsunuz? Dürüstce gerçekleri kendinize itiraf edin ve aklın yolunu seçin. Ülkemizdeki gericilkle beraber mücadele edelim bizlere katılın Hem aklınız hemde vicdanınız hür hale gelsin.

İSA GERÇEKTEN YAŞADI MI? İslamiyette İsa’nın önemli bir yeri vardır. Kuran’da birçok yerde “Meryem oğlu İsa” diye geçer ve Meryem’in bakire olmasına rağmen İsa’yı doğurduğu inancı Hristiyanlıktaki ile aynıdır. Ama İslamda Hristiyanlıktaki gibi İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu gibi bir inanış yoktur. Ayrıca Hristiyanlıktaki İsa’nın aynı zmanda Tanrı da olduğu inancı Kuran’da açıkça reddedilmiştir. İslama göre İsa önemli bir peygamberdir ve İncil kendisine vahiy ile indirilmiştir. Ayrıca Kuran’da İsa’dan “Mesih” diye de bahsedilir ama bu kavramın Hristiyanlıktaki Mesih kavramı ile aynı değildir çünkü Hristiyanlıktaki İsa Mesih (Jesus Christ) aynı zamanda tanrısal özelliklere sahiptir, Tanrı’dır. İslamda ise hiçbir peygamberin tanrısal özellikleri yoktur. İsa’nın ölümü konusunda da İslam ile Hristiyanlık görüşü arasında farklılık vardır ama bu farklılık bu yazı açısından önemli olmadığı içni onu geçeceğim. Bu yazı açısından önemli olan benzerlikler. İslam ile Hristiyanlığın üzerinde kesin olarak anlaştığı bir konu var: İsa’nın varlığı. Her iki dine göre de mucizeler gerçekleştirmiş olan İsa diye biri günümüzden 2000 yıl önce yaşamıştır. Peki bu gerçekten doğru mu? Yani böyle biri gerçekten de yaşadı mı? Bu konuda tarihi belgeler var mı? Yani İsa’nın varlığını gösteren tarihsel deliller var mı? İsa’nın yaşadığı dönemde Filistin’de dini ve siyasi olayları birçok tarihçi ve filozof vardı ama bunların hiçbirinin yazılarında İsa’dan bahsedilmez. Yani İsa’nın yaşadığı iddia edilen dönemde yaşamış olan kişilerin yazılarında İsa’dan bir kere bile bahsedilmiyor. Bu biraz garip çünkü İncillerde (Yeni Ahit’in ilk dört kitabı olan ve Türkçe’de İncil diye bilinen Mark (Markos), Matthew (Matta), Luke (Luka) ve John’un (Yuhanna) yazdıkları kitaplarda İsa’nın hayatı, yaptıkları ve öğretileri anlatılır. Bunların en erken yazılmış olanı M.S. 70 yılı civarında yazılmış olan Mark’ın İncilidir. Diğerlerinin Mark’ın İncilinden sonra yazıldığı kabul edilir. İsa ise inanışa göre M.S. 2936 arasında ölmüştür. Yani İncillerin tamamı İsa’nın ölümünden yaklaşık 4050 yıl sonra yazılmıştır diyebiliriz. İncilde İsa’nın gerçekleştirmiş olduğu inanılmaz olaylardan, mucizelerden bahsediliyor ve bu sayede ününün


hızla yayıldığı söyleniyor. Matthew 4. bölümde ve Luke 6. bölümde şöyle diyor: Matthew 4:23-25 İsa, Celile bölgesinin her tarafını dolaştı. Buralardaki havralarda ders veriyor, Göksel Egemenliğin müjdesini duyuruyor, halk arasında rastlanan her hastalığı, her illeti iyileştiriyordu. O’nun ünü bütün Suriye’ye yayılmıştı. Çeşit çeşit hastalıklara yakalanmış, ıstırap içinde olan, cine tutsak,saralı, felçli olanların hepsini O’na getirdiler, O da onları iyileştirdi. Celile, Dekapolis, Kudüs, Yahudiye ve Şeria nehrinin ötesinden gelen büyük kalabalıklar O’nun ardından gidiyordu. Luke 6:17-19 İsa bunlarla birlikte aşağı inip düzlük bir yerde durdu. Öğrencilerinden büyük bir kalabalık ve tüm Yahudiye’den, Kudüs’ten, Sur’la Sayda yakınlarındaki kıyı bölgesinden gelen büyük bir halk topluluğu da oradaydı. İsa’yı dinlemek ve hastalıklarından şifa bulmak amacıyla gelmişlerdi. Kötü ruhlardan sıkıntı çekenler de iyileştiriliyordu. Kalabalıkta herkes İsa’ya dokunmak için çabalıyordu. Çünkü O’nun içinden akan bir güç herkese şifa veriyordu.Bu tip olayların hiçbir tarihi belgede yer almıyor olması garip. Hele bir de o döneme ait olaylarla ilgili birçok tarihi belge varsa. Yani mucizeler gerçekleştiren birinin izlemek için, şifa bulmak için büyük kalabalıklar hareket ediyor, insanların gözleri önünde mucizeler gerçekleşiyor ama bunlarıbelgeleyen tek bir tarihi belge yok. Matthew 14:19-21 Halka çimenlerin üzerine oturmalarını buyurduktan sonra, beş ekmekle iki balığı aldı, gözlerini göğe dikerek şükran duasını yaptı; sonra ekmekleri bölüp öğrencilerine verdi, onlar da halka dağıttılar. Herkes yiyip doyduktan sonra on iki sepet dolusu yemek artığı topladılar. Yemek yiyenlerin sayısı, kadın ve çocuklar hariç, yaklaşık beş bin erkekti. Tarihe bakacak olursak doğru zamanda (M.Ö. 20 ile M.S. 40 arasında) ve doğru yerde (Judea yani bugünkü Batı Şeria bölgesi) yaşamış olan İskenderiyeli Philo (Philo of Alexandria) önemli bir tarihçi ve filozoftu. 850.000 kelimeden fazla yazısı günümüze kadar gelmiştir. İlginçtir ama bunların içinde İsa’dan veya yaptığı mucizelerden bahseden tek bir kelime bile yok. Aynı şekilde İsa ile çağdaş olan birçok tarihçi ve filozof içinde ondan, yaptıklarından veya mucizelerinden bahseden bir tane bile yok. İnsanları mucizevi şekilde iyileştiren, binlerce kişiyi 5 ekmek ve 2 balık ile doyurabilen ve dolayısıyla yapabildikleri sayesinde neredeyse herkes tarafından tanınan birinin adının o dönemin olaylarını not alan ve yazan kişiler tarafından bir kere bile belirtilmemiş olması gerçekten düşündürücü. Hristiyan.net sitesinde İsa Mesih Gerçeği başlıklı bir yazıda Hristiyanlık dışı tarihi kaynaklarda İsa’nın belirtildiği iddia ediyor. Kısaca bu iddialara bakalım: İ.S. 115 ile 117 yılları arasında tarihçi Takitus, ‘Roma Tarihi’ adlı yapıtında, İ.S. 64 yılında Roma’yı yakıp kavuran yangının sorumlusu olarak zamanın Hristiyanlarının suçlandığını yazmakta ve Hıristos’un, ki Hristiyanlar bu ismi buradan almışlardır, İmparator Tiberyus’un yönetimi döneminde vali


Pontiyus Pilatus tarafından ölüm cezasına çarptırılışı konusunda yorumlarda bulunmaktadır. Bu kaynağın doğruluğundan şüphe etmek için önemli birkaç neden var. Mesela orijinal kaynakta Pilatus için vekil (procurator) diyor ama gerçekte Pilatus valiydi (prefect). Birinci yüzyılda hiçbir Yunan veya Romalı tarihçi “Hristiyan” tabirini kullanmamıştır. Hristos (Christ) ve türevi olan Hristiyan (Christian) kelimeleri Trajan’ın İmparatorluğu zamanında yani Tiberyus’un yaşadığı dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca İncillerde de Hristos veya Hristiyan kelimeleri geçmez. Bunlar daha sonradan kullanılmaya başlanan kelimelerdir. İsa’nın yaşadığı iddia edilen dönemde yani M.S. 36’dan önce İsa’nın Hristos, takipçilerinin ise Hristiyanlar olarakadlandırılması bu kaynağın güvenilirliği hakkında soru işaretleri oluşturmakta ve bunun Tiberyus tarafından kendi zamanında yani M.S. 110’larda o dönemde yaşayan Hristiyanlardan duyduklarına dayanarak yazıldığı düşüncesini desteklemektedir. Ayrıca 3. ve 4. yüzyıllarda Hristiyanlıkla ilgili delilleri ortaya koymaya çalışan Hristiyan din adamlarından hiçbiri bu alıntıya başvurmamıştır. İsa’nın varlığına dair ellerindeki tüm delillerden daha kuvvetli olabilecek böyle bir belgeyi kullanmamış olmaları düşündürücü. Mesela Tertullian, Tiberyus’un birçok çalışmasından faydalanmasına rağmen bu bölümden alıntı yapmamıştı. Neden acaba? Belki de o tarihte böyle birşey yoktu. Böyle önemli olabilecek birşeyi kullanmaması için başka nasıl bir sebep olabilir? Bir diğer iddia şöyle: Yosefus’un (Josephus) İsa’nın kişiliği, mucizeleri, öğretileri ve çarmıha gerilişi konusunda yazdılarının sahtekarlık olduğu, daha sonradan ekleme olduğu Hristiyanlar tarafından bile kabul edilmektedir. 4. yy’a kadar bunlardan kimsenin haberi yokken bir anda Eusebius tarafından Yosefus’un olduğu iddia edilmiştir ve kanıt olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ama Hristiyanlık apolojisti Lee Strobel, The Case for Christ kitabında bunun sahtekarlık olduğunu kabul etmektedir. Hatta Katolik Ansiklopedisi’nde bile bu alıntı sahtekarlık olarak belirtilmektedir. Sonuçta tüm bunların ışığında insanın aklına “İsa ve çevresinde oluşturulan Hristiyanlık sadece bir mit mi? sorusu geliyor. Hem madem meydan okuyorsunuz o zaman alın size birkaç çelişki; 1-) Yeni ahitin hiç bir bölümünde İsa’nın yaklaşık 18 yıl süren; zamanı hakkında bilgi yoktur. Yani İncil sanki bir film senaryosu gibi; sadece izleyiciye anlatılması gereken yerleri anlatmaktadır. Geri kalanı koca bir boşluktur. 2-) İsa’nın 32-33 yılında öldüğü söylenir; öldüğünde inanan 12 havarisinden başka kimse yoktur; peki o zaman hristiyanlık nasıl yayılmıştır. Bu yayılma sırasında ortaya çıkan yüzlerce incilin anlamı nedir? Neden İznik konsilinde yüzlerce incilden 4 tanesi kabul edilmiş ve yeni ahit olarak diğer mektuplar eklenmiştir. Eğer bu incil kabul edilmemiş diğerleri


kabul edilmiş ise; İsa’nın öğretileri yarım kalmış olmaz mı? Bugünkü incilin konstantine’in kafasına göre şekillendiği gerçeği çıkmıyor mu? 3-)Pavlus’un mektuplarında neden meryem; yusuf; yahya gibi isimler yer almaz. Tanrının isa hakkında bilgi vermesi için kendisini görevlendirdiğini söylüyorsunuz ama İsa’ya ait hiç bir mucize pavlus’un mektuplarında yazmaz. İsa’nın hiç bir sözünden alıntı yapılmamıştır. Bu nasıl bir aktarma işlemidir; kendisine seslendiğini söylediği tanrı size göre oğlu olan İsa hakkında bilgi vermesini istemiş ama pavlusa en ufak bir bilgi bile vermemiş. 4-) Mitra; Attis; Adonis; osiris; Tammuz gibi İsa’dan önceki pagan tanrıları ile İsa’nın hayatındaki benzerlikler (resmen kopya edilmiş olması) sizlere ne anlatıyor. İsa’dan binlerce yıl önce yaşamış bir Mısırlı ile aranızda ne fark var. Onlar da osiris için bakire bir anneden doğduğunu ve tekrar dünyaya gelerek insanları kurtaracağını söylüyordu. 5-) Bugün İncilden efsaneleri (doğum; ölüm; yeniden dirilme; mucizeler) çıkartın geriye hiç bir şey kalmaz. bu efsanelerin hepsini; İsa’dan binlerce yıl önce yaşamış tanrılarda bulabilirsiniz. Bu nedenle incili okumakla firavun hiyelogriflerini okumak arasından hiç bir fark yoktur. Eğer museviliğe, hristiyanlığa ve islama inanıyorsanız; Güneş tanrı ra’ya veye Zeus inanan insanlardan farkınız yok demektir. Çünkü sözde İsa’nın diğerlerinden hiç bir farkı yoktur. 6-) İsa’yı ihbar eden yahuda için iki bin yıldır hep şeytan gözüyle bakıldı; peki neden Yahuda adına yazılmış incil hakkında bugün en ufak bir bilgi bile verilmiyor. Yahuda hain miydi; yoksa kahraman mı? Madem İncillerden bahsediyoruz açıklayınız. yahuda hain ise; 1. yy yazılmış yahudaya ait olan incil ne anlam ifade ediyor. Bu incil neden 325 yılında kabul edilmemiş. İsa kendisini neden ihbar ettirmiş ve yakaltmış. ölüme gitmeye neden bu kadar meraklıymış. Hadi diyelim ölmek istemiş peki kaçınılmaz sonu bildiği halde onu öldüren yahudiler için neden hep kötü karakterli insanlar gözü ile bakmışsınız; onlar Tanrının yapılmasını istediği şeyleri yapmışlar. İsa’nın tanrısı tanrı olsaydı da sözde oğlunu kurtarsaydı ya da en azından sözde ölüleri dirilten İsa bu zamanın şarlatan falcıları gşibi kendi hayatları konusunda da birşeyler yapsaydı. 7-) Yeni Ahitte İsa’nın kral olduğu; hatta isanın doğumundan önce çobanların gökte bir yıldız gördüğünden ve bu yıldızın yeni bir kralı müjdelediğinden bahseder. İsa ne zaman krallığını ilan etmiştir. Madem o yıldızlar yeni bir kral doğduğunu söylüyorlar, o zaman isa hangi ülkenin kralı olmuş. kendisine inanan 12 kişi (havari) varmış sadece. Hem o kadar mucize göstermiş ise; neden koca kudüs’te sadece 12 kişi inanmış; Muhammet hiç bir mucize göstermeden resmen imparatorluk kurmuş; çok sayıda kadın almış, seferler düzenlemiş, yağma yapmış ama İsa sadece 12 kişiyi kandırmış. Anlaşılan isa başarısız bir elçi imiş.


İsanın ölüm tarihi 32 yılına denk geldiği halde; ilk incilin yazılış tarihi 70 küsür yıllarıdır (Romalıların yaktıkları tapınaktan bahsedilir.) Şimdi aradan 40 sene geçmiş ve 40 sene sonra bir kitap ortaya çıkmış ve denilmiş ki; 40 sene önce birisi çıktı böyle böyle yaptı sonra Romalılar onu çarmıha gerdiler. Yıl 2009 bundan kırk sene önce 1969 yılında Türkiye’de cereyan eden 68 kuşağı hakkında elinizde ne kadar bilgi var ise; düşünün ki; o zaman ellerinde bunun belki de binde biri kadar bile belge olmadan yazılmıştır incil; yani hiç bir somut gerçekliğe dayanmadan. Ayrıca İncilde anlatılan hikayeler; eski mitolojik tanrıların hikayeleri ile birebir uymaktadır; 1 – Bakire doğumu 2 – Eşek sırtında kutsal şehire varış 3 – Bilinmeyen gençlik yılları. Bu üç etmende İsa’dan binlerce yıl öncesinden beri anlatılan hikayelerin ayrılmaz parçasıdır. Bu parçalar 70 küsür yılında İsa adında bir kahraman yaratarak; aynı özellikleri vermiştir. Kaldı ki; bu kahramana o kadar çok kişi zamanla sığınmak istedi ki; bir anda inciller ortaya çıkmaya başladı. Bu incillerden kilisenin hizmetine girebilecek olanları; kaldılar; gerisi silindiler. Bugün incilin lanetle andığı Yahuda hakkında bile kesin bir delil bulunmamaktadır. Yahuda adına yazılmış bir incil; hristiyanlığın tüm gerçek saydıklarını yalanlamaktadır. Hristiyanlık daha bu konuda bile açık bir gerekçe bulamamaktadır. Hemen şunu da belirteyim; bugün incilde anlatılan o hikayelerden çok daha anlamlı ama gerçek olmayan hikayeler tarihin tozlu sayfalarında yatmaktadır. Eğer hepsini gerçek kabul edecek olsaydık; Dünyanın tüm tarihi değerleri alt üst olurdu. Tabi hangi İsa diye sormak gerekiyor. Mitolojilere, senaryo ve kurgulara konu olan kahramanların, gerçek hayattan seçilen isimler olduğunu ve hatta geçmişin tanrılarının dahi insan olduğunu, kabilelere göre çok büyük değerde görülen ataların, reis ve kralların tabulaştırılarak ilahlaştırıldı. (örneğin Sümer’de Tammuz (Dumuzi), Gılgameş ve daha evvel isimlerinde bu kapsamda olduğunu düşünüyorum.) Tabi efsaneler ve ilahiler kişilerden çok daha sonraki yüzyıllar, hatta bin yıllarda yazılmış, söylenmiş, değişmiş ya da ilahileşmiş olabilir. İsa’nın yaşadığı dönemde Roma hakimiyeti var ve bu bakımdan Yahudiler esaret altında. Kısacası kurtuluş ve kurtarıcı (Mesih inancı) arzusu bir hayli yüksek olabilir. Semavi dinlerde buna benzer durumların kıyamet olarak adlandırıldığını düşünüyorum. O şartlarda bir dinsiz dahi çıkıp, siyasi-askeri önderlik yapsa, rahatlıkla peygamberleştirilebilir. (Aynı olguyu Musa’da da görebiliriz, aslında tüm diğerleri içinde geçerli.) Kıyamet bittiği halde dünya


dönüyorsa, senaryo, peygamberin geri geleceği ve o zamanın kıyamet olacağı biçimine vb. Çevrilir. Bu açıdan, hangi İsa diye sormak gerekir. Eğer bu İsa, birilerinin yeni bir din ihtiyacına sembol olarak kahraman seçilen İsa ise, böyle birisinin gerçekte yaşamadığını kesindir. O zamanın zorlu koşullarında belirli bir topluluğa, siyasi ve askeri olarak liderlik etmiş bir İsa ise, gerçekte yaşamış olabilir. Hristiyan dışı kaynaklarda tarihçilerin bahsettiği metinler de aynı şekilde İsa’dan sonraki bir zamana ait ve bu tarihçiler de İsa’yı bizzat görmüş değil. Bunlardan en erkeni Yahudi tarihçi Josephus Flavius mesela M.S. 37’de doğumlu. Yani İsa’nın çarmıha gerilişinden 7 yıl sonra doğmuş ve dolayısıyla kendisi bizzat bir görgü şahidi değil. O da İsa’yı görmemiş ve bebekken yazı yazamayacağına göre gerçek bir tarihi kanıt olarak da sunulamaz. Üstelik Antiquities adlı eserinde İsa’dan bahsetmiş olan Josephus Flavius, bu eseri M.S. 93 yılında yani İsa’nın ölümünden 63 yıl sonra yazmıştır. Yani kilisenin iddia ettiği şekilde ilk İncil’lerin yazılmalarından sonra (kiliseye göre ilk İncil Marko İncil’i olup bu İncil M.S. 70’de yazılmış). Bu nedenle onun yazdıkları da kendisine söylenenlerden veya duyduklarından ibaret. Bu da gerçek kanıt teşkil etmez. Eğer Flavius bu eserini ilk İnciller ortaya çıkmadan önceki bir dönemde yazmış olsaydı bu tarafsız bir belge ve dolayısıyla bir kanıt olabilirdi belki. Gnostik İnciller de aynı şekilde.. bunların en eskisi M.S. 350-400 yıllarına iat. Yani İsa’nın ölümünden 320 yıl sonra. Kiliseye göre Marko, Yuhanna, Matta ve Luka İncilleri yazılmadan önce ilk olarak Pavlus Mektupları yazılmış. Pavlus’un yazdığı mektuplar İncil’in yani Yeni Ahit’in en erken biçimi olarak kabul görülüyor. Pavlus’un Mektupları da kilise tarafından M.S. 60 yılında yazıldıkları ön görülüyor. Yani İsa’nın ölümünden 30 yıl sonra. Şimdi yukarıdaki bu zamansal verilere bakınca insan, Havarilerin bu kadar önemli bir tanrısal müjdeyi neden daha önce yazmaya başlamadıklarına şaşırıp kalıyor. Yani tüm Hristiyanlık erken tarihi sakat bir temelde yatıyor. İsa’yı görüklerini ve kendilerinin bir görgü tanığı olduklarını iddia eden kişiler bile (Pavlus, Matta, Marko vs) ilk yazılarını en erken İsa’nın ölümünden 40 yıl sonra yazmaya başlıyor. Yani evangelium (tanrısal müjde) bu kadar değerliymiş onlar için. İnsan bir sorar, bu kadar önemli bir müjde neden bu kadar geç yazılır. Bunun mazereti nedir? Örneğin Dünyaya gökten bir uzaylı inse haber bültenleri, gazete ve televizyonlar bunu neden 40 yıl sonra yayımlasın? İsa’nın Havarileri yazacak parşümen kağıdı mı bulamamış? Aslında sorduğun sorunun cevabı, zaten yazımda idi. Gerçi hangi İsa? Odaklandığım herhangi bir İsa ya da şahıs değil, efsaneleri, senaryo, kurgu ve kahramanları türeten insanların nasıl kaynak edindiği, bu kaynağın


temelindeki yaşanmışlıklar üzerine idi. Yani insanlar efsanelere, ilahilere konu etmişse, hatta kahraman yapmışlarsa, tarihleri, isimleri yöresel söylemlere göre değişmekle birlikte, ya da efsane kahramanlarından yeni efsaneler türetmekle vb yaşamış olabilirler. Mesela, şimdi isimleri aklıma gelmedi, ama aradan 3.000 yıl geçtikten sonra bile ölen tanrı Tammuz (dumuzi) için yas tutan insanlar var. Burada gerçek ne? Masal ne? Ayırmamız gerekir. Örneğin Musa’yı ele alalım, Musa’nın hayatının (dindekine göre) kökeninde, O’ndan neredeyse 1000 yıl önce yaşamış Sargon’u görebiliyoruz. Kaldıki burada rahibe bir anne ve bilinmeyen bir babada var. Sargon’u tarihsel bir kişilik, Musa’yı ise dinsel efsane çerçevesinde ifade ettim.. Kısacası neyin tarihsel, neyin dini metin-efsane-mitoloji olduğunu her seferinde tek, tek belirtmek mümkün olmuyor. İsa konusunda elimizde İncil ve Kiliseden başka birşey yok Roman’nın hristiyanlığı kabulü ise sanırım İsa’dan 300 yıl sonra. Bildiğim başka bir şey ise Roma’nın hristiyanlığı kabulü ile Avrupa’nın karanlık çağının başladığıdır. Katliam, vahşet, din savaşları, daha merkezi kölecilik, daha sömürgen bir toplum yapısı ve tabi daha güçlü bir merkezi otorite vs. Bununla birlikte yahudiler uzun yüzyıllar sürekli işgal altındalar. Tevratı bile işgalden kafalarını az biraz kaldırabildikleri, bilhassa Perslerin, onlara hem siyasi hem de inançları konusunda özerklik verdiği dönemde türetiyorlar ve tabi evveli sürgün oldukları Babil kültürü sayesinde (5-6. yüzyıl, Büyük Kiros) İşte bu nedenle önümüzde, sürekli esaret altında olan ve sürekli kurtarıcı bekleyen bir toplum motifi var. Kurtarılmak, kurtulmak, kurtarıcı gibi söylemlerin hristiyanlıkta bu kadar fazla yer edinmesi şans eseri olamaz diye düşünüyorum. yani bir dönemin toplumsal psikolojisini yansıtıyor. Peki bir din icat edecek olsanız senaryonuzda ana temanız kurtarıcıkurtarılmak olsa ya da buna benzer bir psikolojiyi yansıtsa, her şeyden önce o senaryoya bir kurtarıcı, böyle bir kahraman gerekmez mi? gerekir, işte bu isim İsa olmalı, ya da siz senaryonuzda ne isim verirseniz. Kısacası bu efsanelere, ilahilere vb bakarken, birazda olsa o dönemlerin toplumsal psikolojisini kavramaya, anlamaya çalışarak bakmak gerekir diye düşünüyorum… Buradan baktığımda sonuç; o topluma gerçekten bir İsa lazım, ama ne yazık ki bu İsa dinle ilgili değil, tamamen askeri-politik bir kimlik olarak öne çıkmalı.. Dinler çerçevesinde baktığımda ise o dönemlerin, yahudiler için kıyamet olduğu ve tanrı-lar-dan kurtarıcı-mesih, mehdi, hızır- bekledikleridir. Asur kralları bir çok insanı sürgün etmiş örneğin, bunlar basit, yüzeysel olaylar değil, etkileri derin olmalı. NOT : Yazı alıntıdır içeriğinde kısa düzenlemeler yapılmıştır

İSA’NIN ANNESİ MERYEM KİMİN KIZIYDI? KURAN’DAKİ BİLGİLER: AÇIKLANAN GERÇEK Mİ YOKSA BÜYÜK BİR TARİHSEL HATA MI?(1)


Hıristiyanlık ile İslam arasındaki inanç ayrılıklarının temelde İsa’nın kişiliği ve yaşamı üzerine kurulduğu, bu iki büyük dinin takipçileri tarafından çok iyi bilinen bir gerçektir; ancak bazı durumlarda bu inanç ayrılığı İsa’yı aşıp son derece ilginç bir şekilde İsa’nın annesi Meryem’e kadar uzanır. Meryem merkezli bu yeni ayrışma Meryem’in babasının kim olduğu sorusuna verilen yanıtların farklılığından kaynaklanır. Hıristiyanlığın kutsal metinlerinde (İnciller ve diğer Yeni Ahit yazıları) Meryem’in ailesi hakkında hiçbir bilgi verilmediği doğrudur; yine de Hıristiyanlığın ikinci yüzyılından itibaren İsa’nın annesi Meryem hakkında havariler dönemi kilisesi tarafından gerçek İncil olarak kabul edilmeyen bazı detaylı yazılar kaleme alınmıştır. Bu yazılar genelde İsa’nın doğum ve çocukluk dönemi üzerine yoğunlaşmışlar ve Meryem’in ailesi hakkında da ayrıntılı bilgi vermişlerdir. İşte tüm bu metinlerde.(2) aynı biçimde yer alan geleneksel öğretiye göre İsa’nın annesi Meryem, Yohakim ve Anna’nın kızıdır. Meryem’in annesinin ismini belirtmeyen Kur’an’a göre, Meryem’in babasının adı İmran’dır: Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi. (Tahrim 12) (3) Dahası, Kur’an’da Meryem bir kez de “Harun’un kız kardeşi” olarak tanıtılır: Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın! Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” (Meryem 27-28) Hıristiyanlık ve İslam’ın Meryem’in babasının kimliğini farklı bir biçimde sunmaları ne Müslüman ne de Hıristiyan dünyası için büyük bir sorundur; çünkü zaten pek çok konuda görüş ayrılığı varken bunlara bir yenisi daha eklenmiştir. Ancak Kur’an’a inananlar için asıl büyük sorun yukarıda alıntıladığımız iki Kur’an ayeti bir arada okunduğunda ve “İmran kızı, Harun’un kız kardeşi Meryem” tanımlamasına ulaşıldığında başlar. Bunun sebebi de Yahudiliğin kutsal metinlerinde İmran’ın kızı ve Harun’un kızkardeşi başka bir Meryem’in bulunuyor olmasıdır! Eski Ahit’teki verilere göre İmran (İbranice’de Amram) Musa, Harun ve Meryem’in (İbranice’de Miriam) babasıdır (1. Tarihler 6:3). İşte bazı İslam ve Kur’an eleştirmenleri, Musa’nın kız kardeşi Meryem ile ondan 1000 küsur sene sonra yaşamış olan İsa’nın annesi Meryem hakkında Kur’an’da yazılı olan veriler arasındaki bu büyük benzerlikten ki daha doğrusu benzerlik değil de özdeşlik söz konusudur, yola çıkarak Kur’an’ı yazan kişilerin iki farklı Meryem’i tek bir şahısmış gibi algılayıp çok belirgin bir tarihsel hataya imza attıklarını ileri sürerler. Tahmin edileceği üzere, gerek Müslüman ilahiyatçılar gerekse bazı ateşli Kur’an savunucusu Müslümanlar bu ağır suçlama karşısında sessiz


kalmamışlar ve İslam’ın kutsal metninin hatalı ve güvenilmez olduğu iddialarını çürütmeye çalışmışlardır. Farklı süreçlerden geçen ve her defasında biraz daha gelişme gösteren savunma argümanlarından ilkine göre Kur’an’daki Meryem ile Eski Ahit’teki Meryem’in aileleri hakkındaki verilerin şok edici özdeşliği basit bir tesadüfün ürünüdür! Başka bir deyişle, bazı Kur’an yorumcularına göre farklı zaman dilimlerinde yaşamış iki adaş kadının – üstelik ilahiyat açısından aralarında hiçbir bağ bulunmayan iki kadının – hem babalarının hem de erkek kardeşlerinin isimlerinin aynı olması son derece normal karşılanması gereken bir durumdur (!). Oysa bir mucizeyi çağrıştıran bu özdeşlik niteliğindeki benzerliğin tesadüf olarak değerlendirilmesi pek mümkün değildir; zira Kur’an’da Musa’nın kız kardeşinin adı verilmediği gibi, iki farklı Meryem’den ve bunlar arasındaki benzerlikten de söz edilmez. Kısacası, Musa’nın kız kardeşi ile İsa’nın annesi arasında herhangi bir rastlantısal benzerlik olduğu iddiası Kur’an tarafından en baştan reddedilmektedir. Bazı İslamcı ilahiyatçılara göre ise bu benzerlikler kasıtlı olarak vurgulanmıştır; ancak bu teoriyi ileri süren yorumcular iki farklı Meryem’in Kur’an’da niye aynı kişiymiş gibi gösterilmiş olduğu sorusuna tatmin edici bir yanıt veremezler; ayrıca iki Meryem’in ilahi bilgelik uyarınca ve kasıtlı olarak tek bir kişiye indirgendiğini kanıtlayan veya destekleyen bir Kur’an ayeti bulmak da imkansızdır. “Tesadüf teorisi” ve esasında ondan türemiş olan “sembolik benzeştirme teorisi”nin Kur’an’daki tarihsel hata savlarını ve eleştirilerini reddetmekte yetersiz kaldığını gören bazı yorumcular ise İsa’nın annesi Meryem’in, İmran’ın kızı olarak tanıtılmasından yola çıkarak farklı bir okuma geliştirmeyi başarmışlardır ve bu alternatif okuma uyarınca İmran’ın babalığı harfiyen değil de sembolik olarak yorumlanmaktadır. “Sembolik babalık” olarak nitelendirilebilecek bu yeni teoriye göre Kur’an’daki Meryem, Musa’nın soyundan gelen bir İbrani’dir; dolayısıyla İmran da Meryem’in atası, yani Onun bağlı bulunduğu soyun babasıdır. “Baba” kelimesinin daha kapsayıcı ölçüde “ata” kelimesi yerine de kullanıldığı gerçeğinden destek alan bu yorumcular sonuçta İmran’ın Meryem’in fiziksel babası değil de sadece atası olduğunu savunurlar. Hemen belirtelim, bu “sembolizm” teorisi Kur’an’ı aklamış gibi gözüktüğü için bazıları tarafından hala savunulsa bile, İsa’nın annesi Meryem’in doğumunu anlatan Kur’an cümleleriyle açıkça çelişmektedir. Kuran’ın üçüncü suresi olan Al-i İmran Suresi’nin 33-34. ayetlerinde İmran’ın büyük bir soyun babası (atası) olduğu vurgulanmaktadır: Şüphesiz, Allah, Adem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı.Allah her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Al-i İmran 33-34)


Bu ayetlerden iki ayet sonra İmran’ın karısının hamileliğinden bahsedilmekte ve doğan kız çocuğuna “Meryem” isminin verildiği söylenmektedir: Hani, İmran’ın karısı, “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” demişti. Onu doğurunca, “Rabbim!” dedi, “Onu kız doğurdum.” -Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir “Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.” (Al-i İmran 35-36) Bu cümlelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Kur’an’a göre Meryem, İmran’ın karısından doğmuştur; yani İmran’ın babalığını sırf Kur’an’ı eleştirenlerin savlarını çürütebilmek için harfiyen değil de mecazi olarak yorumlamak Kur’an’a aykırıdır. Bu teorinin de Kur’an’ı eleştirilerden koruyamadığını gören bazı çevreler ise bu sefer yöntemde köklü bir değişikliğe giderek, İmran merkezli alternatif okumalar yerine, Harun merkezli okumalar geliştirmeyi tercih etmişlerdir. Bu yeni teorilerden pek yaygın olmayanına göre Kur’an’ın 19. Suresi’nde Meryem’e “Harun’un kız kardeşi” diye hitap eden kişiler, aslında Musa’nın kardeşi Harun’u değil de başka bir Harun’u kastetmişlerdir! İsmail Hakkı İzmirli’nin bir dönemler çok tutulan meal çalışmasında söz konusu ayete dipnot düşülerek bu ifadenin “Harun adındaki kötü bir adamın kız kardeşi, yani fahişe” veya “Harun adındaki doğru bir adamın kız kardeşi” anlamına geldiği iddia edilir (s. 308)(4). Daha detaylı olarak açıklamak gerekirse, bu “farklı Harun” teorisine göre Meryem’in İsa’yı doğurduğunu gören Yahudiler, Meryem ile kötü bir nam sahibi Harun isimli kişi arasında akrabalık bağı kurarak Meryem’in iffetsizliğini dolaylı olarak dile getirmek istemişlerdir. Bu teorinin zıt uçta bulunan ikinci versiyonuna göre ise Harun aslında herkes tarafından iyi nam sahibi biri olarak tanınmaktadır ve İsa’nın doğumuna kadar Meryem de pek çok İbrani kadın gibi Harun’un akrabası olan iffetli bir İbrani olarak görülmüştür. Bir birine tamamen zıt iki seçeneği bulunan bu farklı Harun teorisinin çok da güçlü bir savunma argümanı olmadığı açıktır; zira ayette adı geçen Harun’un, Musa’nın erkek kardeşi Harun ile aynı kişi olmadığını kanıtlamak imkansız gözükmektedir. Kaldı ki, Meryem’in döneminde yaşadığı varsayılan Harun’un dürüstlük veya ahlaksızlık timsali olduğunu bilmek de mümkün değildir. Hepsinden önemlisi, iffetsizlik suçlaması için bir kadının meçhul Harun’un kız kardeşi olarak tanıtılması Yahudi kültüründe bulunmayan bir uygulama olup tamamen varsayımlara dayanmaktadır. Gerçekten de, Yahudi kültüründe ne Musa’nın kardeşi Harun’a ne de başka bir Harun’a kadınların namuslu olup olmadıklarını dolaylı biçimde belirtme görevi yüklenmiştir. Başvurulan bu yeni yorumların da tarihsel hata suçlamasıyla karşı karşıya bulunan Kuran’ı aklamakta yetersiz kaldığını gören bazı çevreler ise son bir çaba ile yeni bir teori geliştirmişlerdir.


Diğer tüm teorilerden daha etkileyici olduğu görülen bu yeni teoriye göre Kur’an’ın üçüncü suresinde açıkça belirtildiği için İmran’ın fiziksel babalığı gerçektir ve bu yüzden sembolik olarak yorumlanamaz; ancak bu İmran ile Musa peygamberin babası İmran farklı kişilerdir. Hata eleştirilerine yanıt vermek için yeniden yorumlanması gereken ayet ise Meryem’i Harun’un kız kardeşi olarak tanımlayan 19. Sure’nin 28. ayetidir. Bu yeni teori doğrultusunda bu ayet harfiyen değil de sembolik olarak yorumlanmakta ve “kız kardeş” kelimesiyle aslında Meryem’in Harun soyundan geldiğinin anlatılmaya çalışıldığı ileri sürülmektedir. Daha detaylı olarak incelenirse, İsa’nın annesi Meryem, Harun’un soyundan gelen ve Kur’an’da peygamber olarak nitelenen Zekeriya’nın ve Onun karısının akrabasıdır. Bu sayede Meryem’in Harun’un soyundan geldiği anlaşılmaktadır ve işte akrabalık ifade eden “kız kardeş” kelimesi esasında Harun’un atalığına gönderme yapmaktadır. Kulağa ne kadar mantıklı ve hatta inandırıcı gelirse gelsin, bu okumanın da diğer okumalar gibi eksik ve hatalı tarafları vardır. Her şeyden önce, Meryem’in Harun’un soyundan geldiği bilgisi kesinlikle Kuran kaynaklı değildir(!). Dahası, Kur’an’da Meryem ile Zekeriya ya da onun karısı arasında akrabalık bağı bulunduğunu söyleyen veya ima eden tek bir ayet yoktur. Gerçi Zekeriya’nın Meryem’i korumakla görevlendirildiği Kuran’da yazılıdır (3:37); ama bu ayetlerde akrabalığa atıfta bulunulmamaktadır. Üstelik Zekeriya’nın Meryem’i tanıdığını anlatan Kuran ayetleri Medine dönemine aittir ve Meryem’in Harun’un kız kardeşi olduğunu iddia eden ayetin yer aldığı Mekke dönemine ait 19. sureye göre Zekeriya ile Meryem bir birlerini tanımamaktadırlar. Meryem’in Zekeriya’nın karısı ile akraba olup Harun soyundan geldiği bilgisi ise son derece gizemli bir şekilde İncil’den alınmıştır.(5) Bazı Müslümanlar kendi bilecekleri nedenlerden dolayı, Hıristiyanların eleştirilerine yanıt vermek ve Kuran’ı savunmak için “tahrif” olduğuna inandıkları ve güvenilmez buldukları Hıristiyan kutsal metinlerinden medet ummuşlardır. Tüm bu çabalara rağmen Kuran’ın tarihsel hata suçlamalarından aklanamayacağı ortadadır; çünkü Meryem’in Harun soyundan geldiğinin Kuran tarafından bilindiğini ama her ne hikmetse söylenmediğini varsaymak onun Harun’un kız kardeşi olarak çağrılmasına mantıklı bir neden oluşturmaz. Hepsinden önemlisi, Yahudi kültürüne göre Meryem’e sembolik anlamda bile ancak Harun’un kızı denilebilir; çünkü Meryem’den 1000 küsur yıl önce yaşamış olan Harun, onun atası/babasıdır, erkek kardeşi değil!(6) 19.Sure’nin 28.ayetini okuyup Yahudi kavmi ile Meryem arasında geçen diyalogun gerçek bağlamını bilmek, Meryem’e “Harun’un kız kardeşi” diyen Kuran’ın bu ifade ile gerçekten neyi kastettiğini kavrayabilmek için zorunludur: Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın! Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” (Meryem 27-28)


Bu ayetlere göre, Meryem’in kavmindeki bazı kişiler Onu iffetsizlikle suçlarken anne ve babası hakkında olumlu tanıklıkta bulunmakta ama Meryem’in babasının adını kullanmamaktadırlar. Bunun sebebi ise Meryem’in erkek kardeşinin adını söylemeleri ve Harun ismi aracılığıyla Meryem’in öz anne-babasını tanımlamayı tercih etmeleridir. Ayette “İmran” adının bulunmaması basit bir tesadüf değildir; çünkü Meryem’in öz kardeşi Harun’un anne ve babasının kim olduğu bilinmektedir. Harun ismini kullanan Kuran, İmran ismini kullanmayı gereksiz görmüştür. Kuran’daki bu bağlam kardeşlik bağının evlatlık bağını anlatmada araç olarak kullanılabileceği yolundaki görüşü desteklemesi gereği Meryem ile Harun’un öz kardeş olduklarına işaret etmektedir. Meryem’in, Harun’un kız kardeşi olduğu iddiasının sembolik olarak yorumlanması gerektiği yolundaki görüş ayette yakın akrabalık belirten kelimeler (kardeş-babaanne) arasındaki belirgin bağlantıyı görmezden geldiği için hatalıdır. Başka bir deyişle, Meryem’e Harun’un kız kardeşi denmesinden hemen sonra Meryem’in öz anne ve babasından bahsedilmesi Meryem ile Harun arasındaki kardeşlik bağının da fiziksel olarak değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bazı kişiler akılcı bir soru sorarak Kuran’da Meryem’in neden sadece Harun’un kız kardeşi olarak tanımlandığını ve Musa’nın kız kardeşi olarak tanımlanmadığını öğrenmek isteyebilirler. Bu sorunun yanıtı öncelikle bir kişinin tanımlanmasında tüm kardeşlerin isminden yararlanılmasının gereksizliğidir. Birden fazla kardeşi olan bir kişinin isminin, bu kardeşlerden sadece bir tanesinin ismiyle bağlantılı olarak anılması hiçbir sorun yaratmaz. Üstelik Eski Ahit’teki Meryem’in Musa yerine Harun’un kız kardeşi olarak tanıtılmasında başka kültürel ya da teolojik gerekçelerin etkisi söz konusudur. Meryem, öncelikli olarak Harun’un kız kardeşidir; çünkü Harun, Musa’dan yaşça büyüktür. Dahası, Eski Ahit’te yer alan anlatımlara göre Meryem ve Harun bir keresinde Musa’ya karşı birlikte hareket etmişler ve onu eleştirmişlerdir (Sayılar 12:1). Son olarak vurgulanması gereken konu, Kuran yazarlarının İsa’nın annesi Meryem’i “Harun’un kız kardeşi” olarak tanımlarken Eski Ahit’teki bir ayetten yararlanmış olma ihtimallerinin yüksekliğidir. Gerçekten, Eski Ahit’in Çıkış kitabının 15. bölümünün 20 ayetinde İmran kızı olan Meryem “Harun’un kız kardeşi” olarak tanıtılmaktadır. Bunu duyan yazarlar çok büyük olasılıkla bu Meryem’in aslında İsa’nın annesi olduğu zannetmişler ve büyük bir tarihsel yanılgıya düşmüşlerdir. Bu yanılgıda Eski Ahit’teki Meryem’in ilgili ayette “peygamber” olarak tanıtılması da etkin olmuştur. Kadın peygamber olamayacağını iddia eden Kuran yazarları, İsa’nın annesi Meryem ile ilgili bazı sözlü öğretilerin etkisiyle yine de peygamber olarak nitelendirilen bu Meryem’in İsa’nın annesinden başka bir Meryem olamayacağı çıkarımına ulaşmışlardır. Sonuçta, İslamcı yazarların tüm çabalarına ve farklı teorilerine rağmen Kuran’daki bilgiler Meryem’in kendisinden 1000 yıldan fazla süre önce yaşamış Meryem ile aynı kişi olduğu yolundaki hatalı öğretiyi destekler niteliktedir


Dipnotlar 1

Bu makale Masud Masihiyyen isimli yazarın Kur’an’ın 19. Sure’si hakkında yazdığı yazının bazı bölümlerinin Türkçe çevirisidir. 2

Bu yazıların en tanınmış olanları “Sahte Matta” ve “Yakup’a Göre Çocukluk İncili” isimlerini taşır. 3

Bu makaledeki tüm Kur’an referansları Diyanet İşleri Başkanlığının web sitesindeki mealden alınmıştır. (*) 4

İsmail Hakkı İzmirli Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, İstanbul 1977.

5

Luka İncilinde Meryem’in Zekeriya’nın karısı Elizabet ile akraba olduğu yazılıdır (1:36). 6

Bu kullanıma paralel olarak, İncil’de Elizabet, “Harun’un kızı” olarak tanımlanmaktadır (Luka 1:5). Aynı şekilde Kur’an, Ata Yakup (İsrail) soyundan gelenleri, “İsrail oğulları” olarak tanımlar (örneğin, Sure 2:40, 2:83), “İsrail’in kardeşleri” olarak değil! 7

Bazı ilahiyatçılar, Kur’an’da, Musa ile İsa dönemleri arasında uzun zaman geçtiğine işaret eden ayetler bulunduğunu söylemekte ve hata iddiasını kabul etmemektedirler. Oysa, bu iki kişi arasındaki tarihsel uçurumun farkında olunması, Musa dönemindeki Meryem’e ait tanımlamaların yanlışlıkla İsa’nın annesi Meryem’e atfedildiği ve böylece ilk Meryem’in ikinci Meryem’e asimile edildiği gerçeğini değiştirmez.

Münafıklık ve Takiye yapmak Münavık: Müslüman olmadığı halde, müslümanları müslüman görünen kimselere münafık denir.

aldatmak

için

NİSA 4/88. Ey müslümanlar! Münafıklar hakkında iki fırka olmanız da niye? Allah onları, yaptıklarından dolayı başaşağı etmiştir. Allah’ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığı kimseye sen hiç yol bulamayacaksın. NİSA 4/89. Onlar kendileri inkar ettikleri gibi, keşki siz de inkar etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyin. NİSA 4/90. Ancak, sizinle kendileri arasında anlaşma olan bir millete sığınanlar yahut sizinle savaştan veya kendi milletleriyle savaşmaktan bıkarak size başvuranlar müstesnadır. Allah dileseydi onları üzerinize çullandırırdı da sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez.


Takiye: Kelime anlamı “örten”, “koruyan” olan “takiye”, Kur’an’daki Nahl suresinin 106. ayetine dayanarak, Müslümanın zorlayıcı nedenlerle inancını inkar edebilmesi veya gizleyebilmesi anlamına gelir: ALİ İMRAN 3/28. Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi Kendisiyle korkutur, dönüş Allah’adır. NAHL 16/106. Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı inkar edip, gönlünü kafirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır; büyük azap da onlar içindir. Tüm İslam alimleri bu ayetin Ammar bin Yasir’in başından geçen şu olayla ilgili indiği konusunda görüş birliğindedir: Müşrikler bir gün Ammar bin Yasir’i yakalayıp, onu putları ilah olarak kabul edip onları yüceltmeye ve Muhammed’i tahkir etmeye zorlamışlardır. O kadar zorladılar ki, Ammar bin Yasir istediklerini yapmak zorunda kalmıştır. Muhammed’e geri döndüğünde, ona tüm olayları anlatmıştır. Muhammed kendisine “Kalbinde ne hissediyordun?” diye sordu. Bunun üzerine Ammar dedi ki, “Benim kalbim sonuna kadar Allah’ın dini ile doludur”. Bunun üzerine Muhammed dedi ki, “Münafıklar senden bir daha aynısını söylemeni isterlerse, söyle.” Bunun üzerine şu ayet inmiştir: (Nahl/106. ayet). Görüldüğü gibi Birkimse zorda kalıp sırf canını, malını, ırzını, namusunu ve sahip olduğu değerleri müslümanların gazabından, caniliğinden, saldırısından ve hertürlü kötülüğünden korumak için inancını gizlemek zorunda kalırsa bu MÜNAFIKLIK oluyor!!!! bunu yapmak zorunda kalanlar müslüman inancına göre öldürülmesi isteniyor Ama aynı nedenlerle bir müslüman inancını gizlemek zorunda kalırsa buda TAKİYE oluyor!!!! Bunu yapmakta hak ve helal görülüyor Bu ikiyüzlülük değilmidir Bence arada fark yok çünkü bildiğim kadarıyla Takiyye kelime anlamıyla “Aldatma” demektir. Münafıklar da sonuçta Müslümanları aldatıyor. Ama Münafıklık ta İslamın uygulamalarının zorunlu sonucudur. Mesela adam Ateist olmuş ise, Şeriat hukukunun olduğu ülkede yaşıyorsa Müslüman gibi davranmak zorunda çünkü İslama göre mürtedler öldürülüyor. Adam canından olacağına Müslüman taklidi yapar daha iyi. Takiyye de bir aldatma ama şu şekilde, adam bazı şeyleri gizleyebilir mesela bir dinci ben laikliği savunuyorum diyorsa bu takiyyedir laikleri


İslama çekebilmek onları İslama ısındırabilmek için yalan söylüyordur. Takiyye de sonuçta İslamın zorunlu sonucudur çünkü İslam gibi bir dini yayabilmek için onu olduğundan farklı olarak sevimli gösterme zorunluluğu vardır. “Dinde zorlama yoktur” , “Herkesin dini kendine” diyerek İslamı özgürlükçü bir din gibi gösterip İslama çekebilirsin ve tebliğ aşamasında Tevbe suresini anlatacak değilsin. Fakat Tevbe suresi İslamın gerçek yüzüdür. Müslüman olmayanlara nefes aldırmazsın. Bu sure özgürlükleri yok sayar. İster Münafıklık ister Takiyye olsun her iki aldatma türü de İslamın zorunlu sonucudur. Böyle bir din işte. Buna da insanlar Tanrı sözü diye inanır .. TAKİYE MESELESİ (islami bakış) Soru: “Son birkaç yıldır Türkiye’de takiye kavramı değişik vesilelerle kullanılmaktadır. Laiklik felsefesini savunan politikacılar, İslamcı olduğuna inandıkları muhaliflerini takiye yapmakla suçlamaktadırlar. (…) Bazı dini cemaatlerin liderleri, İslam fıkhı ile izah edilemeyecek davranışlarda bulunmaktadırlar. Onlara niçin böyle davrandıklarını sorduğumuz zaman, fiillerini ruhsat veya takiye ile izah etmektedirler. (…) Takiyenin mahiyeti nedir? Hangi hallerde takiye yapılabilir?” CEVAP: Lugatta ihtiyat, korku ve gizlenme manalarına gelen takiye; mükellefin, mecburiyet karşısındaki durumu ifade eden bir kavramdır. Bazı fakihler, “Bir mü’minin ölümden ve işkenceden kurtulmak için, olduğundan başka türlü görünmesi ve davranmasına takiye denir”(1) tarifini benimsemişlerdir. Hukuku hafife alan ve hevalarını kanun haline getiren iktidar sahipleri; Müslümanların haklarını tahrip ederlerse, onlara karşı takiye yapılabilir. Zira Kur’an-ı Kerim’de, “Mü’minler, mü’minleri bırakıp kafirleri veli (dost) edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan sakınmanız müstesnadır…”(Al-i İmran Suresi: 28) hükmü beyan buyurulmuştur. Hayatından endişe eden ve ikrahı mülci’ye müptela olan Müslümanların takiyye yapmaları ve ruhsatla amel etmeleri caizdir.(2) İmam Hasan el-Basri (rha), “Müslümanlar için takiye ruhsatını kullanmak kıyamete kadar caizdir. Ancak bu ruhsatın kafirlere müdahane (dalkavukluk) ve şirin görünmek için kullanılması haram olur”(3) diyerek bir inceliğe işaret etmiştir. Hanefi fukahası, ikrah-ı mülci halinde zalim iktidarlara karşı takiye yapılabileceğini esas almıştır. Zira sultandan (iktidar sahiplerinden) gelen ikrah, hem sabit hem sahihtir. Ruhsat ile amel edilebilir.(4) Zorlandığı şeyi yapan bir Müslüman, ruhsat ile amel ettiği için, ahiret ahkamı açısından günahkar değildir. Resul-i Ekrem (sav)’in, “Yanılmanın, unutmanın ve zorlandıkları şeyi yapmalarının günahı ümmetimin üzerinden kaldırılmıştır” (5) buyurduğu malumdur. Herhangi bir ülkede yaşayan Müslümanlar, takiye yapma mecburiyetinde kalıyorlarsa, orada zalim bir iktidarın varlığı sözkonusudur. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim. (1) İmam-ı Serahsi- El Mebsut- Beyrut: ty, C: 24, Sh: 45 vd. (2) İmam-ı Cessas- Ahkamu’l Kur’an- Beyrut: 1335, C: 2, Sh: 9.


(3) İmam-ı Kurtubi- El Camii Li Ahkami’l Kur’an- Kahire: 1967, C: 4, Sh: 57. (4) İmam-ı Serahsi- A.g.e., C: 24, Sh: 47-49. (5) Nureddin El Azizi- Şerhu Camiu’s Sağir, Kahire: 1324, C: 2, Sh: 294; ayrıca Sünen-i İbn-i Mace-İst: 1401, K: 10, Bab: 16

Bilim Kuran’ı doğruluyor mu? Dinin, kendini bu kadar öne çıkarıp siyasal ve toplumsal hayatı tasallut etmeye çalıştığı bir ülkede din eleştirisinin neredeyse hiç olmaması düşündürücü bir konu. Sanırım bu durum, din adına yapılan saldırı ve katliamlardan kaynaklanıyor. İnsanlar korkup siniyor. Oysa dinciler sürekli olarak bilime saldırıyor, kendi hurafelerini savunuyorlar. O halde aklı ve bilimi temel alan bir yaklaşımla dinin eleştirisi de yapılabilmelidir. Üç semavi dinin de inananları kendi dinlerinin bilimle uyuştuğunu gösterme çabasında. Elbette bizi en başta kendi ülkemizdekiler, yani Müslümanlar ilgilendiriyor. İnternette İslam’ın ‘aslında’ ne kadar da akla ve bilime uygun olduğunu ‘kanıtlayan’(!) internet sitelerinin sayısı kabarık. Bu yönde bir hayli propaganda kitabı da mevcut. Peki, gerçekten böyle mi? Kurana bir bakalım… Bir adamın 950 sene yaşadığı (Nuh) 309 sene uyuyup, sonra uyanan adamların olduğu (7 uyurlar) Bir insanın ölüleri dirilttiği (İsa) 4 tane kuşun parçalandıktan sonra, o kuşların dirildiği (İbrahim kıssası) Bir adamın, karıncalarla konuştuğu (Süleyman) Bir kuşun konuşup çöp çatanlık yaptığı (hüthüt kuşu) Bir adamın denizi yardığı (Musa) Bir adamın, ateşe atılıp yanmadığı (İbrahim) Gökten kuşların bombardıman yaptığı (fil suresi) Bir Adamın balığın karnında yaşadığı (yunus) Bir asanın Ejderhaya dönüştüğü (musa kısası) Kuran bunlara benzer insan aklına, mantığına uymayacak sayısız hikayeler ile dolu. Müslümanlar şu Kuran’ı bir kere baştan sona aklını kullanarak okusalar bu kitabın nasıl bir masal ve efsane kitabı olduğunu çok iyi anlayacaklar.


Şimdi yukarıda yazan kuran anlatımlarından hangisi bilimle açıklanabilir? Yukarıda ki anlatımlar bilimle değil ancak inançla açıklanabilir. Tanrı Allah’ın her şeye gücü yeter der işin içinden çıkarsınız. Tabi bu savunma asla bilimsel bir yaklaşım değildir. Zaten din bilim dışı bir konudur ama bunu dindarların kabullenmesi kolay olmuyor. Düşünün bu masallara inanıyorsunuz ve hiç düşünmeden din bilimle çelişmez diyebiliyorsunuz! Kimse kusura bakmasın ama dindarların bilimden bahsetmeye hakkı yoktur.. sadece bu kadar mı? Aslında dinler günümüz tüm bilimsel gerçeklerle çelişki halindedir. Sorun olan ise dindarların bu gerçeği asla kabullenmek istemeyişi. Kurandan örneklemeye devam edelim. “Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak nasıl yaratmıştır. Onların içinde ayı bir nur kılmış, güneşi de bir çerağ yapmıştır” (Nuh Suresi, ayet 15-16) Eskinin paganları göğün yedi kat olduğunu, sekizincide de Tanrı(lar)ın ikamet ettiğini düşünüyordu. Bu inanç aynen İslam’a da geçmiş görünüyor. Oysa bugün bilim sayesinde biliyoruz ki yedi gök diye bir şey yoktur. Burada kast edilen eğer atmosferin tabakaları ise bunlar yedi değil 5 tanedir. Bu ayet, açıkça bilim dışıdır. And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onları şeytanlar için taşlamalar yaptık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık. (Mülk Suresi ayet 5) Burada anlatılanın atmosfer katmanları olmadığı zaten kuranda ortaya konmuş. Mülk 5 ayetine göre en yakın gök katmanı yıldızlarla bezenmiş yani en yakın gök katmanı tüm evren anlamında kullanılmış. Buda zaten anlatılanın atmosfer katmanları olmadığını net olarak gösterir. Kuran ayetlerinde dünya ve evrenin yaratılışını anlatan ayetler ne deniyor; İslamın tanrısı Allah. önce suyun üstündeymiş (Hut-7) sonra önce yeri ardından da yedi kat gökleri yaratmış. (Bakara-29) Yetmedi an yakın gök katını yıldızlarla süslemiş bunları şeytanlara atış taneleri yapmış. (Mülk-5) 6 günde işini bitirince kendi arşını geçmiş oturmuş (Secde-4) hatta bu arşını 8 atenede melek taşımaktaymış (Hakka-17) ve orada ki bir gün dünyada ki 1000 yıla bedelmiş (Hac-47). Şimdi bu anlatımı ben nereden aldım? kurandan. Tabi 1400 yıl öncesi yaşamış biri evreni ve Tanrıyı hayal ederse ancak böyle hayal edebilir. Deney ve gözlemlerle doğruluğu büyük oranda ispatlanmış olan Büyük patlama teorisine göre evren var olmadan önce zaman, mekan ve madde mevcut değildir. Yani kuranda yazan arşın (allahın tahtı) su üstünde durması masalı bilimsel açıdan tamamen saçmalıktır. Eski çağ Sümer efsanelerinin devamından başka bir şey değildir.


“(Allah) yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi… Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye, ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin!’ dedi. İkisi de ‘isteyerek geldik’ dediler” (Fussilet Suresi, ayet 11) Ayetten anlaşılıyor ki evvela yeryüzü var, dağlar sonradan üstüne yerleştiriliyor! Bugün biliyoruz ki yok böyle bir şey. Dağ dediğimiz, yer tabakasındaki kırılma ve kıvrılmalarla oluşmuştur. Keza ayet göğün duman halinde yerden çıktığını söylüyor ki olanak yok. Baştan sona bilim dışı bir iddia daha! Gök dediği koca uzay boşluğudur, yer onun içinde küçücük olarak sonradan ortaya çıkmıştır. Dünya varken göğün duman halinde olması mümkün değil. Bazı yorumcular burada göğün duman halinde olması ifadesini Big Bang’in hemen ertesindeki durumla ilişkilendiriyorlar. Ama ilgisi yok çünkü ayette evvela yeryüzü hakkında bilgi veriliyor, sonra bu ifade geçiyor. Dünya varken gök duman halinde olamaz çünkü dünya zaten göğün içinde bir noktadır. Bu ayeti, dünyayı temel alan, göğe dünyadan bakan bir insanın yazdığı açık olsa gerek. Bu ayet de açıkça bilim dışıdır. “…Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkar edip ona ortaklar mı koşuyorsunuz?..” (Fussilet Suresi, ayet 9) Yerin iki günde ortaya çıkmadığını bugün bilim sayesinde net biçimde biliyoruz. Bu ayet de yanlış. “(Allah) gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu…” (Lokman Suresi, ayet 10) Dünyadan bakınca gök bir tavan (kubbe) gibi göründüğü için böyle bir ayet yazılmış. Üstümüze düşebileceği düşünülmüş, direksiz durmasına hayret edilmiş ve onu tutanın Tanrı olduğu söylenmiş. Oysa gök bir tavan değildir, küçük dünyamızı da kapsayan ve dünyamızdan karşılaştırılamayacak ölçüde büyük olan bir boşluktur. Üstümüze düşmesi zaten olanaksızdır. Açıkça bilim dışı bir ayet daha! Öte yandan, dağların yer oynamasın diye yaratıldığı iddiası da bilim dışıdır. Bilim kanıtlamıştır ki tam da yerin hareket edip yeryüzündeki tabakaların kıvrılması ve kırılmasıyla dağlar oluşmuştur zaten! Yani ayette yazanın tam tersi söz konusudur. “(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gaşiye Suresi, ayet 17-20) Gök yükseltilmemiştir. Burada göğün başta dünyayla yapışık olduğunu sanan eskinin (pagan inancından kalma) hikayesi tekrarlanmış. Bilim gösterdi ki gök dediğin uzaydır ve dünya onun içindedir. Dolayısıyla göğün dünyadan yükseltilmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Ayetteki ifade açıkça bilim dışıdır. Öte yandan, ayette yeryüzünün de ‘yayıldığı’ ifade ediliyor. Ama yeryüzü (dünya) yuvarlaktır, bu yüzden yayılamaz. Düz zeminde olan şeyler yayılabilir ancak. Anlaşılıyor ki Kuran yazarının dünyanın yuvarlak olduğundan da haberi yok! Düz sanıyor.


“Bizim, yeryüzüne gelip, onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah (dilediği gibi) hükmeder. Onun hükmünü bozacak kimse yoktur. Ve o hesabı çabuk görendir” (Rad Suresi, ayet 41) ‘Uçlarından eksiltmek’ mi? Yeryüzü yuvarlaktır ve ucu yoktur, dolayısıyla uçlarından eksiltilemez. Ama onu düz sanıyorsanız ucu da olur elbette! Kendi yarattığı dünyanın şeklini bilmeyen bir Tanrı olabilir mi? ”83.(Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım.’ 84.Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda bir yol verdik. 85.O da (Batı’ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu. 86.Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar buldu. Orada bir kavim gördü. ‘Ey Zülkarneyn! Ya cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın’ dedik. 87.Zülkarneyn, ‘Her kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır’ dedi. 88.‘Her kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükafat olarak daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.’ 89.Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu. 90.Güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, kendileriyle güneş arasına örtü koymadığımız bir halk üzerine doğar buldu.” (Kehf suresi) Görüldüğü gibi Kehf Suresi’nin ilgili ayetlerinde bugün yanlış olduğunu kesin bildiğimiz, bilim dışı iki iddia yer alıyor. Zülkarneyn’in önce Batı’ya, ‘güneşin battığı yere’ ve sonra da Doğu’ya, ‘güneşin doğduğu yere’ vardığı yazılarak, güneşin dünyanın etrafında dolaştığı iddia edilmiş. Oysa biliyoruz ki güneş dünyanın etrafında dönmez, güneşin batıda ve doğuda batıp doğduğu yerler de yoktur. Dünya kendi etrafında döner sadece. İkinci bilim-dışı ve kesin yanlış iddia ise, güneşin ‘siyah balçıklı bir su gözesinde battığı’ iddiasıdır. Oysa güneş hiçbir yere batıp çıkmaz. Dünya kendi etrafında döndüğü için, dünyadan bakılınca sanki güneş bizim etrafımızda dönüyor ve bir yere batıyor gibi görünür. Hatta günlük dilde de ”Güneş batıyor” deriz. Oysa güneş hiçbir yere batıp çıkmamaktadır. Daha kendi yarattığı güneşin hareketlerini bile bilmeyen bir Tanrı var olabilir mi? Daha güneşin hiçbir yere batıp çıkmadığını bile bilmeyen bir dinin kitabına mucizeler atfedip övgüler düzmek son derece yanlış olsa gerektir.


Sanırım bu kadar ayet yeterli. Aslında bunlardan bir tanesi bile yeterli! Fakat bazı din adamları, bu ayetlerin bilim dışılığını fark ettikleri için, bu ayetlerde yazanlarda aslında mecaz yapıldığını ve başka bir mana içerildiğini iddia etmektedir. Eğer ”güneşin battığı siyah balçık” derken mecaz yapılarak başka bir şey kastedilmişse o halde ”Allah” derken, ”cennet” derken, ”cehennem” derken de mecaz yapılıp başka bir şey kastedilmiş olabilir değil mi? İşinize gelmeyen her ayette mecaz aranacaksa ipin ucu kaçar. Bu ayetlere yüzyıllarca bu anlamda inanılmışken siz şimdi çıkıp başka yorum yaparak aslında başka bir anlamı olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz? Tabi diğer dinlerin kitaplarını neden böyle esnek yorumlarla değil de bir ateist gibi okuyup irdelediğinizi de sormak lazımdır. Görülen bir yanlışı kabul edip yüzleşmek yerine, “Orada aslında başka şey kast ediliyor” diyerek yan çizmenin manası nedir? Bunun adı, fark edilen fakat hoşa gitmeyen bir gerçekle yüzleşmekten kaçma çabası olsa gerek? Elbette üstte aktardığım ayetlerin ‘uygun yorumu’ yapılarak Kuran gerçek dışı olarak görülmekten kurtarılabilir. Fakat bu yorumu yapanlar unutmamalıdırlar ki bir dine olan inancın temeli o dinin kitabıdır. Fakat siz o kitabı da inancınıza göre yorumluyorsanız, o zaman inancınız o kitaptan kaynaklanmıyor demektir. Yani inancınız kitabı önceliyor demektir. Eğer kitaptan kaynaklansaydı, bu ayetlere iman edip örneğin güneşin siyah bir balçığa battığını ısrarla iddia etmeniz gerekirdi. Fakat bu ayetlerde başka bir şey anlatıldığını kendi inancına dayanarak iddia ediyorsan, artık senin inancının bu ayetlerden veya Kuran’dan kaynaklanmadığı sonucu çıkar. O halde İslam’ın doğruluğuna olan bu inancın nereden kaynaklanıyor sorusunu sormak gerekir. Bu sorunun makul bir yanıtı yoktur. Ölümden sonrası İmkansızdır ve sadece masaldır. Bakın bizler organizmayız ve vücutlarımız 100 trilyondan fazla hücreden oluşuyor. Bunlardan da her dakika 350 milyon kadarı ölüyor ve bir o kadar da yeni hücre oluşuyor. Yani biz gerçekte her dakika ölüyor ve yeniden diriliyoruz. Bizi biz yapansa benliğimiz yani beyin fonksiyonlarımız dır. Tıp biliminde ölüm zaten beyin ölümüdür. Bir insanın tüm vücudu tahrip olsa bile beyin halen aktifse bu insana tıbben öldü denemez. Tersi bir durumda yani tüm vücudu sağlam ama beyin ölümü gerçekleşmişse o insan tıbben ölüdür. Üstelik beyin ölümü demek tüm vücut aynı anda ölüyor demek değildir beyin öldükten sonra bazı organlarımız, derimiz saçlarımız ve tırnaklarımız bir süre daha yaşamaya devam ediyor. Özetle ruh dediğimiz şey benliğimiz oda beyin fonksiyonlarımız dır. Ölümden sonrası dinlerin uydurması ve sadece masaldır. Din adamları, kendi inanırlarını etkilemek için kitaplarının bilimle uyuştuğunu, ayetlerde mucizeler olduğunu dile getirmeyi artık bir tür alışkanlık haline getirdi. Bu sadece İslam’a has bir şey de değil. Hıristiyan


misyonerler dinlerinin bilim tarafından doğrulandığına emin. Museviler de Tevrat’taki ‘şifreleri çözen’ pek çok kitap yayınladı. Bu tür iddialar her dinin iddiasıdır. İsterler ki bilim inançlarını doğrulasın. Ama bu istek bir türlü gerçekleşmemekte, aksi yönde kanıtlar birikmektedir. Bize de bilgileri toplayıp anlatarak aydınlatmak düşmektedir. Kuran bilimle uyuşmuyor.

İSLAM’DA CIHAD KAVRAMI I. TANIMI A. Sözlük Anlamı Bir amaca yönelik olarak olanca gücünü kullanmak. “Olanca çaba” anlamındaki “cehd”den gelir. B. İslamda Yüklendiği Anlamı 1. “Tanrı uğruna silahlı savaş.” a) Genel Tanımı: Tanrı yolunda ve din uğrunda kutsal savaş. Amacı: “İlay-ı kelimetü’llah” (Tanrının sözünü yüceltmek) yani “Kuran’ı ve hükümlerini tüm düşünce, inanç ve dinlerin üstüne çıkarmak” ve “Karşı konulmaz biçimde egemen kılmak.” Ayet ve hadislerdeki özel anlatımıyla “Tanrı yolunda, kâfirlere karşı İslam’ı üstün ve yenilmez duruma getirmek için canla ve malla birlikte savaşmak.” Tanrı yolunda savaşa, öldürmeye girişen inanırların canlarını ve mallarını, karşılığında CENNET’i vererek Tanrı SATIN ALMIŞTIR(Tevbe Suresi, Ayet 111). Ayet ve hadislerde, çoğu yerde “Cihad” bu anlamında, yani “Tanrı yolunda ve din uğrunda silahlı kutsal savaş” anlamında kullanılmıştır. Bu anlamında kullanıldığı da açıkça belirtilmiştir. b) İslam Hukukundaki Anlamı: “Kafirlerle savaşmak, onları öldürmek, onların elindeki mallarını, mülklerini almak, yağmalamak, tapınaklarını yıkmak, putlarını kırmak.[1]” 2. Tanrı ve Din Uğrunda Manevi Savaş Silahlı savaşla birlikte bu da istenir. a) İnsan ve Cin Şeytanlarıyla Savaşmak: Her tür şeytanın oyununa karşı uyanık olmak, ödün vermemek, “Şeytanı savaşta yenmeye çalışmak.” b) Nefisle Savaş:


Dünyanın çekicilikleriyle, “nefis arzuları” ile savaşmak. Kimi ayetlerdeki “Cihad” bu anlamıyla yorumlanır[2]. “Cihad”ın bu anlamını benimseyen gelende İslam gizemcileridir(tasavvufçular). II. SÜRESİ, KİMLERE KARŞI OLACAĞI VE HÜKMÜ A. SÜRESİ 1. Genel Olarak: Peygamber, ümmetinin cihadının “kesintisiz” olacağını ve “Kıyametin Alametlerinden” olan “Deccal öldürülünceye kadar” süreceğini bildirir[3]. 2. Özel Durumlarda: Devlet “Cihad”a çağırır. Çağrılan “cihad” savaş durumuna göre sürer ya da sonuçlanır. Yani “süre”, savaş durumuna ve savaşanların durumlarına, kararlarına bağlıdır. B. CİHAD’IN KİMLERE KARŞI OLACAĞI 1. Genel Olarak Tüm Kâfirlere Karşı: Cihad’ın kimlere karşı olacağı genel nitelikleri ile kesin olarak belirlenmiştir: (Hadis) “Tek Tanrı’dan başka tanrı bulunmadığına, Muhammed’in de O’nun kulu ve Peygamber’i olduğuna inanıncaya, bizim kıblemize dönünceye, kestiklerimizi yiyinceye ve namazımızı kılıncaya kadar (bütün) insanlarla savaşıp, öldürüşmem buyruldu. İnsanlar, ne zaman ki bunları yerine getirirler, o zaman kanlarını(canlarını) ve mallarını –kimi haklı nedenlerin dışında- kurtarmış olurlar[4].” Kimi hadiste, yerine getirilmesi istenen koşullara, zekât’ın da eklendiği görülür[5]. 2. Durumlarına Göre Puta Taparlara ve “Kitap Ehli”ne Karşı: a. Müslümanlarla Aralarında Bulunmayanların Durumu:

Saldırmazlık

Antlaşması

Bu durumda olanlar, iki şeyden birini seçmek zorundadırlar: Ya İslam ya da ölüm. Ya İslam’ı seçer, Müslüman olarak çatının altına girerler ya da öldürülürler. “Bunları yakalayın, nerede bulursanız öldürün.”(Bakara Suresi 191. Ayet; Nisa Suresi 89, 91. Ayetler; Tevbe Suresi 5. Ayet) Bu hüküm, dinden dönenler için de geçerlidir. Arap olmayan puta taparların bu hükmün dışında tutulması ve onlardan “İslam’ı kabul etmemeleri durumunda” “Cizye(bir çeşit vergi)” alınması yoluna gidilebileceği görüşü de vardır. Hanefi fıkhında bu görüşün benimsendiği görülür[6].


b. Müslümanlarla Aralarında Saldırmazlık Antlaşması Bulunanların Durumu: Antlaşmanın gereğine uyulur. Ancak bu durum, Peygamber döneminde, İslam’ın güçlenmesine kadar sürmüştür. Sonrası için söz konusu değildir (Tevbe Suresi Ayet 1-9). Aralarında antlaşma olan puta taparlarla “yeryüzünde dolaşabilmeleri için 4 ay süre” verilmiştir(Tevbe suresi Ayet 1). Bu Süre geçtikten sonra, onlara karşı Müslümanların ne yapmaları gerektiği bildirilmiştir: “Nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve tüm gözetleme yerlerinde bekleyin yakalamak için. Eğer tövbe eder, namaz kılarlar ve zekât verirlerse serbest bırakın. Tanrı bağışlayan ve acıyandır(Tevbe Suresi Ayet 5).” c. Müslümanlarla Aralarında Saldırmazlık Antlaşması Bulunmayan Kitap Ehli’nin Durumu: Bunların önlerinde 3 seçenek var; Ya İslam, ya “cizye”, ya da ölüm. d. Müslümanlarla Aralarında Antlaşma Bulunan Kitap Ehli’nin Durumu: Antlaşma hükümlerine uyulur. Ne var ki, Peygamber döneminde, arada “Saldırmazlık Antlaşması” bulunan kimi kitap ehline “Antlaşma hükümlerini bozuyorsunuz, kimileriniz gidip şurada, burada aleyhimizde bulunuyor…” denilerek saldırılmış ve çoğunluğuyla öldürülmüşlerdir. “Benu Kurayza (Kurayza Oğulları-Yahudiler) ” bunlardandır. Bunlar kılıçtan geçirilirken, Peygamber de başlarında beklemiş ve tüyler ürpertici durumlar sergilemiştir[7]. C. CİHAD’IN HÜKMÜ YANİ, Cihad farz mıdır, ne zaman farzdır, nasıl farzdır? 1. Düşman’ın saldırısı söz Konusu Değilken: “Kifayeten Farz” Başlangıçta, “Barış” önerisi sunmak kâfirlere düşer. Sunulduğunda görüşülebilir, görüşülmez, kabul edilebilir ya da kabul edilemez. Bu, Müslümanların bileceği iştir. Barış önerisi gelmemişse ya da kabul edilmemişse, arada da bir saldırmazlık antlaşması yoksa “Cihad” gereklidir. “Farz”dır, ancak bu farz olma durumu “kifayeten”dir, yani toplumdan bir kesimin unu yerine getirmesi yeterlidir. Toplumun başındakiler, gerekli Cihadı açarlar. Gerektiğinde de güç toplarlar. İlgililer, Cihadı başlatmak ve gereğini yerine getirmek zorundadırlar. “Kâfirlere” seçenekleri göstermelidirler: Kâfirler, durumlarına göre seçeneklerden birini kabul etmek zorundadırlar. Kabul etmiyorlarsa, Müslüman ilgililere düşen “Cihad”dır. Eğer Cihad hiç yapılmıyorsa, başka bir deyişle toplum “Cihadsız” kalmışsa, o toplum, bütünüyle “sorumlu ve suçludur.” Çünkü


kişilere değilse bile toplumun tümüne yüklenmiş olan “farz” yerine getirilmemiştir[8]. 2. Kâfirlerin, İslam Ülkelerinden Herhangi bir Kesime saldırmaları Durumunda Bu durumda “Cihad” herkese ayrı ayrı farz (aynen farz) olmuş olur. “Kadınlara” ve “Kölelere” bile bu farz yönelir. Kadın kocasının izni olmadan, köle de efendisinin izni olmadan bu cihada çıkabilir. Hiç kimse, İslami açıdan geçerli bir gerekçesi olmadan bu Cihadın dışında kalamaz[9]. III. CİHAD SIRASINDA NELER OLUR 1. KİMLER ÖLDÜRÜLÜR a) Eli Silah Tutan Tüm Erkekler: “Savaşır Durumda” olan herkes. Savaşır durumda olan ve daha “aklınıbelleğini yitirmemiş” olan “yaşlı kişiler” bile. “Deliler” bu hükmün dışında tutulur. Ama “deli”, savaşır durumdaysa veya “zengin” ise ya da hükümdarlık makamında bulunuyorsa öldürülür. Karşı tarafta olan “yakın akrabalar”, aileden kişiler de öldürülür. Ayetlerde, “iman”ı bırakıp kâfirlik yolunu seçen “babaların, kardeşlerin” “dost” edinilmeyeceği, “cihad” söz konusu olduğunda da “babaların, oğulların, kardeşlerin, eşlerin (karı-kocanın)” ve “aşiret(kabile)” üyelerinin artık Tanrı ve Peygamber karşısında önemlerini yitirecekleri, bunlara karşı savaşılması gerektiği bildirilir(Bkz: Tevbe Suresi Ayet 23-24). Ve hep böyle olmuştur: baba oğlu, kardeş kardeşi öldürmüştür. Yalnız İslam hukukunda bir istisna göze çarpıyor: Cihadda karşı karşıya gelen baba-oğuldan, oğul babayı öldürmeye girişmemelidir. Ama baba oğlunu öldürmeye yönelmişse, Müslüman olan oğul artık babasını öldürme hakkını ede etmiştir. Baba Müslüman ise kâfir olan oğlunu öldürebilir. Oğul Müslüman ise kâfir olan babayı öldürmeye atılamaz ama cihad sırasında başkasının, onu öldürmesine engel olmaz, olmamak zorundadır[10]. b) Kimi Durumlarda, Yatalaklar

Çocuklar,

Kadınlar,

Köleler,

Kötürümler,

Bunlar genellikle öldürülmezlerse de bunlardan savaşır durumda olan “görüş sahibi” olan, mal sahibi olan, yetki-hükümdarlık makamında olan öldürülür[11]. Peygamberin Şöyle bir buyruğu var: -“Puta taparların yaşlılarını öldürün de çocuklarını bırakın![12]” Kurayza Yahudilerinin öldürülmesi sırasında bu buyruk verilmişti. Çocukların bırakılması isteniyordu çünkü elde bulunan çocuklar, köleler arasındaki yerleri alacak ve işe yarayacaklardı. Hepsi ele geçirilmiş “değerli mal” türündendi. Kaldı ki, o sırada yüzlerce kişi öldürülürken, bunları öldüren “Müslüman Öldürücüler” adamakıllı yorulmuştu. Öldürülecekler, elleri bağlı


öldürülmeye hazır bir şekilde, uzunca bir çukurun önünde hazır bulundukları halde… Herkes bitkin bir duruma gelmişti, adam kesmekten. (Öldürücüler arasında Muhammed’in damadı Ali de vardı, Peygamber de başlarındaydı.) Bu sırada, peygambere dil uzattı diye bir de kadın öldürülmüştü. Kadınların sağ bırakılmasına hükmedildiği halde…[13] Gece baskınında, kafirler toptan kılıçtan geçirildiğinde evler yakılıp yıkıldığında, öldürülenler arasında “kadınlar ve çocuklar” da bulunuyordu[14]. Arkadaşlarından biriyle peygamber arasında şyle bir konuşma geçiyor: -“Ey tanrı elçisi! Evlere yapılan gece baskınlarında puta taparların kadınları, çocukları da öldürülüyor. Ne dersin?” -“Onlar da öbürlerindendir(Kadın ve çocukların, öbürlerinden farkı yok. Öldürülebilirler!)[15]” Peygamber böylece, bir yandan “kadın ve çocukların öldürülmemeleri” için buyruk verirken, öbür yandan da “toplu kırımlarda” bunların da öldürülmesinde bir sakınca olmadığını bildiriyor. 2. NASIL ÖLDÜRÜLÜR Tanrı ve peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde fesatlık çıkaranların cezası; boğazlanarak öldürülmek ya da el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onlar için dünyadaki rezilliktir. Ahretteyse daha büyük azap hazırlanmıştır(Maide Suresi, Ayet 33). Demek ki, “boğazlama” var, “asma” var. Dahası “işkence” bile var. (Ellerin ve ayakların çapraz olarak kesilmesi, kuşkusuz bir işkencedir) Hadislerde daha başka öldürme biçimleri de yer alıyor: Tümü özetle şöyle sıralanabilir: a) Kılıçla öldürme: Birden boğazlayarak… Ya da herhangi bir yere kılıcı sokarak, keserek, parçalayarak… b) Asarak Öldürme. c) İşkenceyle Öldürme. Peygamberin işkence (müsle) yapılmamasını istediği aktarılır [16]. Burada sözü edilen işkencenin insanın orasını burasını örneğin burnunu, kulağını, kolunu, bacağını kesmek, gözlerini çıkarmak türünden olduğu açıklanıyor (Bkz. Aynı hadis, not 3). İslam hukukunda da işkence yapılmaması yönünde hüküm var [17]. Ne var ki, peygamberin kendisi işkence uygulamıştır. Peygamberin Uyguladığı İşkence


Olayın Özeti: Ukül, Ureyne kabilelerinden birkaç kişi (kimilerine göre 7-8 kişi) peygambere gelirler. Müslüman olduklarını bildirirler. Renkleri sararmıştır, hasta oldukları anlaşılmaktadır. Peygamber, deve sütü ve “deve sidiği” içirerek bunları tedavi etme yoluna gider. Bir süre sonra iyileşmişlerdir. Medine’nin havasının kendilerine iyi gelmediğini ve havası uygun bir kesime çıkmak istediklerini peygambere bildirirler. Peygamber de gereksinimleri karşılansın diye bir deve sürüsünü, başındaki çobanıyla birlikte bunların buyruğuna verir. Ve develerin bulundukları yere giderler. Bir süre, develerin sütüyle beslendikten sonra çobanı öldürürler; develeri de alıp götürürler. Olay öğrenilir, Medine’ye, peygambere iletilir. Peygamber öfkelenmiştir. Adamların yakalanması için buyruğunu verir, tümünü yakalattırır. Suçlular peygamberin huzuruna getirilirler. Ve peygamberin kararı: “elleri ayakları çapraz kesilsin, gözleri oyulup çıkarılsın.” Peygamberin buyruğu uygulanır. Peygamberin buyruğuyla: – Suçluların elleri, ayakları çapraz kesilir. – Gözleri oyulur. – Medine dışında, güneşin altında ateş gibi yandığı için “harre” adı verilen yere götürülüp koyulurlar. – Suçlular su isterler, su verilmez. – Zavallılar “taşları kemirirler”, “ağızlarıyla, dişleriyle toprağı kazarlar.” – Ölünceye dek öylece bırakılırlar. Buhari, bu hadisi yedi yerde ve dokuz yolla, Müslim bir terde ve yedi yolla, Ebu Davud bir yerde ve beş yolla, Nesei bir yerde ve dört yolla aktarıp yazmıştır. Bunu göz önünde tutan Ahmed Naim, hadisin sağlamlığı konusunda şöyle diyor: – “Altı kitaptan sağlamlık derecelerine göre en sağlamları sayılan dördünde böyle yirmi beş yolla belirlenen, ayrıca Ebu Avane, İbn Sa’d, Taheri, Taberani, Abdurrazzak, İbnü’t-Talla, İbn İshak ve Vakidi bir çokları tarafından başka bir çok yollardan aktarıla gelen bu hadis hakkında (gerçek midir, değil midir diyerek) kuşkuya kapılmak hiçbir Müslüman için düşünülemez[18].” Görülüyor ki, olayı Ahmed Naim’in söylediği gibi altı kitabın (Kütüb ü Sitte) dördü değil, altısı da yazmıştır. Kimi aktarmalarda, suçluların, çobanı işkence yaparak öldürdüklerinin de eklendiği görülüyor. Onlara da bu nedenle işkence uygulandığı açıklanıyor. Oysa aynı hadiste şu nedenler de belirtiliyor: “Suçlulara ayetin hükmü uygulanmıştır.” (Sözü edilen ayet, yukarıda anlamı verilmiş olan Maide Suresi Ayet 33’tür) “Peygamberin damızlık develerini alıp götürmeye yeltendikleri için bu ceza uygulanmıştır.”


Şaşılası durumdur ki, kimi Müslüman yazar, bu olayda suçlulara uygulananı işkence türünden saymamaktadır. Bu yazarlar arasında, Tecrid’in “mütercim”i Profesör Kamil Miras da vardır. Oysa hadisi aktaranlar da hadise kitaplarında yer verenler de bunun “işkence” olduğunu açıkça belirtiyorlar. Yalnız, “Peygamber işkence yapılmamasını istediği halde kendisi nasıl işkence yapmış olabilir?“ sorusuna uygun karşılık bulmaya çabalıyorlar. Kimileri, peygamberin bu işkenceyi, “işkence edilmesini yasaklamadan önce” uygulattırdığını ileri sürüyorlar. Kimi bunun bir “kısas” olduğunu savunuyor. Bu görüşte olanlara göre, suçlular da çobana işkence etmişlerdir. Kimileriyse, (genellikle bu görüş benimseniyor) söz konusu olayda, işkence uygulatırken, peygamberin Maide suresi 13. ayetin hükümlerini yerine getirdiğini savunmaktadırlar. Ne olursa olsun, gerçek saklanamıyor: Peygamber, en acımasızların bile kolay kolay yapamayacağı türden bir işkence uygulamıştır. d) Yakarak Öldürme: Hamza oğlu Muhammed aktarıyor: Peygamber bir gün Hamza’yı çağırır, bir savaş birliğinin başına komutan olarak atar ve şu buyruğu verir: “Falan kişiyi bulursanız ateşe atıp yakın!”. Hamza, birliği ile birlikte yola çıkmak üzeredir. O sırada peygamber hamzayı yine çağırır. Bu kez şöyle konuşur: “Falacayı bulursanız, ateşe atın yakın dedim. Ama önce öldürün, sonra yakın. Çünkü ateşte yakma cezasını, yalnızca ateşi yaratan verebilir[20].” Ebu Hureyye anlatıyor: “Bir gün peygamber bizi bir savaş birliği olarak düşmana gönderiyordu. O sırada, Kurayş’ten iki kişinin adlarını vererek: ‘Bunları yakaladığınızda ateşte yakın, ikisini de!’ dedi. Bir süre sonra da dönüp şöyle dedi: ‘Size onları bulursanız ikisini de yakın dedim, ama yakmayın, çünkü ateşte yakma cezasını yalnızca Allah verir. Siz bu ikisini yakalayın öldürün yalnızca[21]’.” Görülüyor ki peygamberin “ateşte yakma” konusundaki tutumu duraksamalı. Ne var ki, hadislerde anlatılanlardan anlaşıldığına göre, peygamberin kimi en yakın arkadaşları bile, “ateşte yakarak öldürme” cezasını uygulamışlar ve “fetvayı” peygamberden aldıklarını belirtmişlerdir. Ebubekir, peygamberin ölümünden sonra baş gösteren “dinden dönme (ridde)” olayları sırasında komutanlarına talimat vermiştir: “Daha da direnirlerse, demirle dağlayın, ateşte yakın![22]” ve bu talimat tüyler ürpertici biçimde uygulanmıştı: Halid İbn Velid (Ölm. 642. Mekke’nin fethinden bir süre önce Müslüman olmuştur) savaş sırasında, “ateş çukurları” açtırmış, yaktırdığı ateşin içine bir çok kimseyi diri diri attırtıp yaktırmıştır. Bunların içinde kadın da vardır. Bir tutsak kadına, Müslüman olması önerilir. Kadın kabul etmez. Önünde yanan ateşe atılacağı söylenir. Kadın, “Hoş geldin ölüm! Yakız ki başka kurtuluşum yok. O yüzden kendimi atıyorum ateşe” anlamındaki şiiri okuyup kendini ateşe atar. Ve tabii cayır cayır yanar[23]. Ebubekir’in ateşte diri diri yakma cezasını nasıl verebildiği sorulduğunda, peygamberin bu tür cezaya izin verdiği söylenerek karşılık verilir. İnsanları,


inançlarından dönmüyorlar diye ateş çukurlarına attırıp yaktıranlardan birinin de Ali olduğu aktarılır: Buhari’nin de yer verdiği bir hadiste, Ali’nin “bir topluluğu ateşe attırıp yaktırdığı” İbn Abbas’a söylendiğinde, İbn Abbas’ın şöyle dediği belirtilir: “Ben olsaydım bunu yapmazdım. Çünkü peygamber; Tanrının verdiği ceza biçiminde ceza vermeyin! Demişti. Ben olsaydım öldürürdüm yalnızca[24].” Peygamberin damadı olan Ali, nereden fetva almış olabilirdi? Fetvanın kaynağı peygamberden başkası olabilir miydi? Peygamber, kimi yerleşme bölgelerinin “yakılmasını” buyurmuştu[25]. Kuşkusuz, peygamberin yakılmasını buyurduğu yerleşim yerinde insanlar da vardı. Zaten İslam hukukunda da böyle durumlarda, “insanları yakmanın” “mekruh” olmadığı açıklanır[26]. B. YAKMA – YIKMA VE YAĞMA 1. Evler, Mahalleler, Köyler, Kasabalar Yakılır, Yıkılır, Yağmalanır Birçok örneği vardır bunun. Peygamber döneminde de daha sonraki dönemlerde de… Peygamberin döneminde peygamberin buyruğuyla “gece baskınları” düzenlenirdi. “Öldür, öldür” parolalı (şiar) olarak. Sonra da yağmalamaya girişilirdi[27]. İşte bir hadis: “Filistin’de Übna(sonraları Yübna)” denen bir yerleşim yeri. Peygamber buraya baskın düzenliyor. Baskını düzenleyeceklere de buyruğu şöyle veriyor: ‘Sabahleyin Übna’ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak!’ Buyruk yerine getiriliyor, Yani “Übna” köyü yakılıyor. İçindekilerle birlikte[28]. İslam hukukunda da düşman evlerinin yakılması caiz görülmüştür[29]. 2. Düşmanın Bulunduğu Yerdeki Ağaçlar, Ürünler Yakılır ya da kesilir Örnek: Peygamber, Benu Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktırmıştı, ayrıca kestirmişti. Haşr suresinin 5. ayetinde bu olaya kısaca değinilir. Bu ayetin diyanet çevirisindeki anlamı şöyledir: “İnkarcı kitap ehlinin yurtlarında hurma ağaçlarını kesmeniz veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allah’ın izniyledir. Allah yoldan çıkanları böylece rezilliğe uğratır.” Bu ayette geçmeyen yakma olayı, hadislerde yer alır[30]. İslam hukukunda da Cihad sırasında, düşman kesimindeki yaş ağaçların kesilebileceği, kesilmeden yakılabileceği hükme bağlanmıştır[31]. C. YALAN, HİLE, TUZAK


Hadis; “Savaş hiledir![32]” Yani, “Cihad” sırasında “her türlü yalan, aldatma, hile, tuzak mübahtır.” Buhari, buna bir örnek olarak, Eşref oğlu Ka’b’ın “hileyle” öldürülüşünü gösteriyor. Eşref oğlu Ka’b (ölm. 625), genç bir şairdi. Peygamberi ve inanırları eleştiriyordu. Peygamber bir gün arkadaşlarına “Bu adamı öldürecek kimse var mı?” diye sordu. Muhammed İbn Mesleme ortaya atıldı: “Ben varım!” dedi. Eşref oğlu Ka’b’ın nasıl öldürüleceği planlandı. “Yalanlar” uyduruldu, “tuzak” hazırlandı ve sonunda, bir gece, kalesinde bulunan şairin kafası kesilerek plan sonuçlandırıldı. Ve baş, peygambere alınıp götürüldü[33]. IV. CİHADIN “FAZİLETİ” (ÜSTÜNLÜĞÜ, SEVABI, ÖDÜLÜ) Ayetlerde, hadislerde ve yorumcuların sözlerinde, “Cihad”ın inanırlara neler sağlayacağı uzun uzun anlatılır. Bu konuda bir ayetle bir hadisi hatırlamak yerindedir. Ayet: Yukarıda da değinilmişti. Diyanetin çevirisindeki anlamı şöyledir: “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp ölen ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını –Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş bir hak olarak- cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü, Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alış verişe sevinin! Bu, büyük başarıdır.”(Tevbe suresi, ayet 111) Hadis: “Kafirle öldüreni, Cehennemde birlikte bulunamaz[34].” Yani “kafir” kesinlikle cehenneme gideceğine göre, onu öldüren Müslüman da kesinlikle cehenneme değil, Cennete gidecektir. Öyleyse, Müslüman, “kafir öldürmeye” bakmalıdır sürekli. Dipnotlar: 1. Damad, c. 1, Sy:494. 2. Rağıb, el-Müfredat, “c-h-d” 3. Ebu Davud, Kitabu’l Cihad, 4-Babuun fi Devamı’l-Cihad, Hadis no: 2484, c. 3, Sy:11. 4.Buhari, Selat/28; Ebu Davud, Cihad/104, Hadis no: 2641. 5. Buhari, Zakat/1, Buhari, Muhtasar-ı Tecrid, Hadis no: 24; Müslim, İman/32, 36, Hadis no: 20, 22. 6. Damad, c. 1, Sy: 496. 7. Buhari, Kutabu’l-Meğazi/30, Tecrid, Hadis no: 1590-1591; Müslim, Cihad/64, Hadis no: 1768. Ayrıca Bkz. Siyer kitapları. 8. Dürer, Arapça, Cihad, c. 1, Sy: 282; Damad, c. 1, Sy: 494-495. 9. Düder, c. 1, Sy: 282; Damad, c. 1 Sy: 495-496. 10. Düder, c. 1, Sy: 283-284; Damad, c. 1 Sy: 497.


11. Dürer, aynı yer; Damad, aynı yer. 12. Ebu davud, Cihad/121, Hadis no: 2670; Tirmizi, Siyer/29, Hadis no: 1583. 13. Karar için bkz. Buhari, Kitabu’l Meğazi/30, Tecrid, Hadis no: 1591, Müslim, Cihad/64, Hadis no: 1768, Tirmizi, Siyer/29, Hadis no: 582. Söven kadının öldürülmesi olayı için bkz: Ebu Davud, Cihad/121, hadis no: 2671. 14. Davud, Cihad/102, Hadis no:2638, Cihad/121, Hadis no: 2672; İbn Mace, Cihad, Hadis no: 2840; Ahmet İbn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, Hadis no: 1570. 15. Hadis için bkz. Ebu davud, Cihad/121, Hadis no:2672; Tirmizi, Siyer/19, Hadis no: 1570. 16. Ebu Davud, Cihad/120, Hadis no: 2667. 17. Dürer, c. 1 Sy: 497. 18. Sahih-i Buhari Mustasarı Tecrid-i Sarih Rercemesi, c. 1, hadis no:172, not 2. 19. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, İstanbul, 1938, c. 5, Sy: 473. 20. Ebu Davud, Cihad/122, Hadis no:2673. 21. Buhari, Cihad/107, 149; Ebu Davud, Cihad/122, Hadis no: 3674; Tirmizi, Siyer/20, Hadis no: 1571. 22. Taberi, Tarih, 1/1881-1885; Leoni Caetani, İslam Tarihi, Çeviren Hüseyin Cahid, İstanbul, 1926, 8/276. 23. Habiş, Yaprak 28-34; Caetani, aynı kitap, 8/306. 24. Buhari, Cihad/149; Tecrid, Hadis no: 1264; Nesei, Tahrimu’d-dem/14. 25. Ebu davud, Cihad/91, Hadis no:2616; İbn Mace, Cihad, Hadis no: 2843. 26. Ebu davud, Cihad/122, Hadis no:2673, Not 2, c. 3, Sy: 124-125. 27. Ebu davud, Cihad/102, Hadis no:2638; İbn Mace, Cihad/30, Hadis no: 2840. 28. Ebu davud, Cihad/91, Hadis no:2616, c. 3, Sy: 88, Ayrıca Sy: 124’teki 2 nolu not; İbn Mace, Cihad/31, Hadis no:2843, c. 2, Sy:948. 29. Bkz. Damad. 30. Buhari, Cihad/154, Hars/6, Meğazi/14, Tesir/59/2, Tecrid, Hadis no:1576; Müslim, Cihad/29-31, Hadis no: 1746; Ebu Davud, Cihad/91, Hadis no: 2615, Tirmizi, Siyer/4, Hadis no: 1552; İbn Mace, Cihad/31, Hadis no:2845; Darimi, Siyer/22; Ahmed İbn Hanbel, 2/8, 52, 80. 31. Damad, c. 1, Sy:496. 32. Buhari, Cihad/107, Tecrid, Hadis no: 1268; Müsim, Hadis no: 1739; Ebu davud, Cihad/101, Hadis no: 2636-2637; İbn Mace, Cihad/28, Hadis no: 2833;Ahmed İbn Hanbel, 1/81, 90. 33. Buhari, Cihad/158/1, Rehn/3, Tecrid, Hadis no: 1578; Müslim, Cihad/119, Hadis no:801; Ebu Davud, Cihad/169, Hadis no: 2768. 34. Müslim, İmaret/130-131, Hadis no: 1891; Ebu Davud, Cihad/11, Hadis no: 2495; Nesei, Cihad/9; Amhed İbn Hanbel, 2/263, 340, 342… KAYNAK: Turan Dursun, Din Bu 2, Sy: 327-337.

SELEFİLİK

VE

IŞİD

Kelime anlamıyla selef, öncekiler, önde olanlar demektir. Halef ise


sonradan gelenler. İslami anlamını ise Buhari ve Müslim’de yer alan şu hadisten alırlar: “En hayırlı nesil; benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların ardından gelenlerdir” Hadiste belirtilen ve en hayırlı görülen ilk üç kuşak “selef” olarak adlandırılır ve Selefiler bu ilk üç kuşağın, öncelikle de sahabenin izinde olduklarını ifade ederler. Bu üç kuşak; Ashab, Tabiin ve Tebe-i Tabiin. Yani Muhammed’in zamanında yaşayan Müslümanlar, onların yakınları, onları görenler ve onlardan sonra gelen ilk kuşak, çocukları-torunlarıdır. Sonradan gelenlerin, yani haleflerin bidatlar edindiğine ve şirke bulaştıklarına inanırlar. Sonradan gelenler olarak dışlananların içine mezhep kurucuları da dahildir, Tasavvufçular da. Hatta Tasavvufçular şirke batmış olarak görülür. Mezhep kurucularını dışlamakla beraber, Selefiliğin kökeni Hanbeli mezhebine, imam Ahmed bin Hanbel’e dayanır ve Ibni Teymıyye’nin yolunda giderler. Son olarak da 19. Yüzyılda Vahhabilik adıyla ortaya çıkan akımın kurucusu Muhammed bin Abdulvehhab’ı imam olarak tanırlar. Selefiler dünün Vahhabileridir, günümüzde Vahhabi ismini kamufle edip kendilerini Selefi olarak tanıtmaktadırlar. Selefileri ve Vahhabiliğin yeni adı Selefiliği anlayabilmek için tarihi kökenlerini bilmek ve şu dört ismi, Ahmed bin Hanbel, İbni Teymıyye, Muhammed bin abdulvehhab’ı ve Seyyid Kutub’u iyi tanımak gerekir. Selefiliğin Tarihi Kökeni Hanbeli mezhebinin kurucusu imam Ahmed bin Hanbel 780 yılında Bağdat’ta doğdu, 855 yılında Bağdat’ta öldü. Aklın öne çıkarılmasına ve bunun öncüsü olan Mutezile mezhebine karşı çıkan Hanbel “Kur’an’da ve hadislerde belirtilenlerin dışında bir şey lazım değildir, onlar yeter” düşüncesi doğrultusunda hareket etti. Kendi döneminde Hanbelilik yaygın olmakla beraber günümüzde pek fazla takipçisi kalmadı. Ancak mezhepsizlikle suçlanmamak için günümüzün Vahhabiler kendilerini Hanbeli mezhebinden tanıtmaktadırlar. Selefiliğin kökeni 1263’de Harran’da doğan İbni Teymıyye’ye dayanır. İbni Teymıyye Hanbeli mezhebinde yetişti. Ancak daha sonra kendine has uç fikirlerle ortaya çıktı. Mezhepleri eleştirdi, Tasavvuf’u İslam dışı saydı, İbn Arabi’yi ve onun görüşlerini benimseyen mutasavvıfları açıkça kafir ilan etti. Allah’ı insan biçimli kabul etmesi ve ehli Sünnet inançlarına saldırması sapıklık olarak nitelendi ve Mısır’da hapse atıldı. Kur’an’da Allah’ın eli, yüzü, gözü, bacağı, tahtı gibi ifadeleri müteşabih olarak gören Ehli Sünnete karşın Teymıyye bunları hakikat olarak öne sürdü. Gerçekten de ayet ve hadisler değerlendirildiğinde Teymıyye’nin bu konuda dayanaklarının güçlü olduğu görülür. Ancak devir Allah’ın insan ya da başka bir biçimde maddi varlık olarak görülmediği ve tasavvur edilemeyeceğine inanıldığı dönemdir, o yüzden Teymıyye’nin gökteki tahtında oturan Allah düşüncesi bile büyük


tepki görür. Halbuki ayetlerle sabittir. Ancak bu ayetler Ehli Sünnetçe müteşabih olarak nitelenir. Muhammed bin Abdulvehhab 1703 yılında doğdu. Gençliğinde Selefilik görüşünü araştırdı ve benimsedi. Şirk gördüğü inançlara karşı çıktı ve bazı sahabelerin mezarlarını yıktırdı. Kabile şefliği yaptı, çevre kabileleri birleştirdi ve yağmacı çetelerden oluşan düzensiz bir ordu kurdu. Hac kafilelerini yağmaladı ve güçlendi. Böylece ilk Suudi devletinin temellerini attı. Osmanlı’ya karşı isyan başlattı ve savaş ilan etti. 1792 yılında öldükten sonra Vahhabiler Osmanlı’ya karşı savaşlarını devam ettirdiler. Şiilerin kutsal mekanı Kerbela’yı basıp tahrip ettiler. Mekke ve Medine’ye saldırdılar. 1802 yılında Hicaz topraklarını ele geçirdiler. Sonrasında süren savaşlarda kurdukları Suudi Krallığı 2 kez kurulup yıkıldı ve yeniden Osmanlı’ya geçti ama 1. Dünya savaşıyla birlikte bugünkü Suudi Arabistan Devleti 3. Kez kuruldu. Vahhabilik Arabistan’da egemen oldu ve Muhammed bin Abdulvehhab’ın soyundan gelenler Arabistan’da günümüze dek hükmettiler. 1906-1966 yılları arasında yaşayan Mısırlı Seyyid Kutub’un, El-Kaide’nin ideolojisine zemin hazırladığı iddia edilir. Kutub’a göre; tevhide dayanarak biçimi ne olursa olsun yeryüzünün her köşesinde beşerî rejimlere ve düzenlere başkaldırmalı, yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetinin yeniden yürürlüğe konulabilmesi için insan egemenliğine son verilmesini amaçlamalıdır. Kutub iki toplum olduğunu iddia eder. İslam toplumu ve Cahiliye toplumu. İslam olan toplumların çoğu da Kutub’a göre cahiliyedir ve Cahiliye toplumlarının İslam toplumuna dönüştürülmesi için beşeri sistemlere karşı savaşılmalıdır. Bu görüşler cihadi Selefilik olarak nitelenir ve El-Kaide ile diğer Cihadçı Selefilerin ideolojisinin temelini oluşturur. Seyyid Kutub, İhvan yani Müslüman Kardeşler teşkilatındandı ve devlet başkanına suikast girişimine dahil olmaktan 10 yıl ağır hapis cezası yedi. 1964’de hapisten çıktı ama bir yıl sonra tekrar darbe hazırlığı iddiasıyla tutuklandı ve 1966’da idam edildi. Günümüzde Selefilik Günümüzdeki Selefiliği 2 ayrı kategoride değerlendirebiliriz. Suudi Selefiliği ve Cihadi Selefilik. Asıl gövde ve güç Suudi Vahhabiliğidir. Cihadi Selefiliğin ilk örneğini Afganistan’da Taliban iktidarı döneminde gördük. 1988’de SSCB’nin Afganistan işgaline karşı mücadele amacıyla kurulan Usame Bin Ladin’in El-Kaide örgütü, ABD desteğiyle büyüdü ve sonrasında terörist bir yapılanmaya dönüştü. İslam ülkelerinde halifelik kurulması amacıyla eylemler yaptı. Gerçi Taliban’ı Selefilikten ayrı tutmak gerektiğini ve Diyobendi olarak tanımlanan cemaate bağlı olduğunu belirtelim ama pratik olarak Selefilerle aynı kulvarda sayılır. Selefi olmadığı halde Selefilerle güç birliği yapan ve onlara destek veren irili ufaklı birçok örgüt ve cemaat vardır. Irak’ta kurulan IŞİD de bu tür bir yapılanma ile ortaya çıkmıştır. Tümüyle Selefilerden oluşmayıp aralarında Sünni


mezheplerden olan çeşitli ülkelerden katılımcılara sahiptir. Ama temel yapı olarak dünyada “Irak El-Kaide’si” olarak bilinir. IŞİD – Irak ve Şam İslam Devleti ABD’nin Irak İşgali sırasında , Ebu Musab Zerkavi tarafından kurulan Cema’at el-Tevhid örgütü bombalı intihar eylemleriyle kendini tanıttı. 2004 yılında El-Kaide’ye bağlılığını bildirdi ve bundan sonra Irak El-Kaide’si olarak anıldı. Binlerce sivilin öldürüldüğü bombalı katliamlar gerçekleştirdi. 2011’de Mısır’daki Arap Baharı hareketinde şeriat çağrısıyla kendisi gösterdi. Ve ardından Suriye’de yaşanan olaylarda rol aldı. El Nusra Cephesi’nin katılımıyla örgüt büyük güç kazandı. Örgütün lideri Ebubekir El Bağdadi, 2013’te El-Kaide’de ayrıldığını duyurarak IŞİD’in kurulduğunu açıkladı. Katar ve Türkiye’den silah ve para yardımı aldığı iddia edilen IŞİD’in Irak’taki yapılanmasının merkezinde Saddam döneminin BAAS kadrosu var. Suriye’deki gücü 6-7 bin kişi olan IŞİD’in Irak’ta 10 binden fazla milise sahip olduğu tahmin ediliyor. * Irak Şam İslam Devleti diye Türkçeye çevrilen örgütün İngilizce adı: The Islamic State in Iraq and the Levant (ISIS). BBC’nin haberine göre, ISIS’teki “s”lerden biri Arapça (İngilizce) “al Sham”a tekabül ediyor. Bunun anlamı da Suriye, Şam ya da Levant (Doğu Akdeniz Ülkeleri) olabilir. BBC, örgütün küresel cihat kavramından hareketle, sözcüğün Doğu Akdeniz olabileceğini ifade ediyor. * Cengiz Çandar da örgütün adının anlamını şöyle açıklıyor: “El Devle elİslamiyye fi’l Irak ve eş-Şam” adlı örgütün baş harfleri okunduğunda Irak, Arapça ‘ayn’ ile yazıldığından, kısaca “Da’iş” diye telaffuz ediliyor. Şam, Osmanlı döneminin “Bilad eş-Şam”ını. Yani “Şam Ülkesi” anlamında. Yani, Suriye’yi ifade ediyor. Suriye’de Esad’ı yıkma arzusuyla destek verilen, beslenip büyütülen terör örgütü, şimdi istilacı, katliamcı bir komşu devlete dönüştü ve NATO’nun gündemine girdi. “Komşularla sıfır sorun” hedefiyle gelen Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu, IŞİD’le birlikte cumhuriyet tarihinin en başarısız dışişleri bakanı olarak dibe batmış oldu. İstifa kültürüne sahip olmayan bir hükümetin bakanından sebep oldukları bu durum karşısında istifa gibi erdemli bir davranış beklemek hayal kırıklığı olur. Gezi direnişçilerine terörist diyebilecek kadar alçalan ama yarattıkları canavarın elindeki rehineleri kurtarma bahanesiyle aleyhinde tek kelime bile edemeyen, hatta düşman olmadıklarını söyleyebilecek kadar gafilleşenler, belki de amaçladıkları sonuca erişmenin gizli sevinci içindedirler. Ve sonraki hamlelerin hesabı içindedirler. Bunun doğru olup olmadığını gelişmeler gösterecektir.

Hz. Muhammed dönemi Medine de Yahudi Katliamları


YESRİB YAHUDİLERİNİN TEHCİR VE KATLİAMI Mekke’de yerleşik Yahudi sayısı yok denecek kadar azdı. Müslümanlar karşılarında hep putperestleri bulurlardı. O nedenle Yahudilerle bir problem yaşanmadı. Dolayısıyla Mekki ayetlere de Yahudi karşıtı ifadeler yansımadı. Tersine İsrailoğullarının alemlere üstün kılındığı yazıldı. Medine’ye hicretin ilk zamanlarında Müslüman muhacirler mazlum ve muhtaç bir topluluk görünümündeydi. Henüz silahlanmamışlar ve çete savaşına başlamamışlardı. O nedenle de İslam kayıtlarında geçen Medine anlaşmasına uymakta bir sakınca görmediler. Fakat kabile ve kervan baskınları başlayınca Müslümanlardan tedirgin oldular. Baht-i Nahle olayı ile Müslümanlar ilk kez Mekke müşriklerine saldırarak silahsız dört kişiden bir kişiyi öldürüp ikisini ise tutsak aldılar. Bu tutsağa karşılık olarak fidye istediler. Müslümanların bu davranışları Medineli Yahudilerin tepkisini çekti. Huzur içinde yaşadıkları Yesrib şehri artık çatışmaların, savaşların merkezi olmaktaydı. Müslümanlar Medine’ye hicret ettiği zaman, halkın hemen hemen yarısı Yahudi idi. Yesrib Yahudilerinin kökenleri hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen, Arapça konuşmaları, çocuklarına ve kabilelerine Arap isimleri vermeleri putperestliği terk edip Musevi tevhid dinini seçen Araplar olduğunu gösteriyor. Buna karşın Araplaşmış Yahudiler olmaları olasılığı da mümkün olabilir. Muhammed hazretleri tarafından oluşturulan Medine anayasasında dokuz Yahudi kabilesinden söz ediliyor.Fakat tarihçiler bunları üç grupta topluyor. Kaynuka oğulları, Beni Nadîr ve Kurayza oğulları. Kaynuka; kuyumcu anlamına gelmektedir. Gerçekten de onlar İslâmiyet’in başlangıcında bu mesleği yapıyorlardı. Ayrıca umûmî ticaretle de meşgul oluyorlardı. Müslümanların Yahudilere İslam tebliğine az bir kesimi katılmış ama büyük çoğunluğu kendi dinlerinde kalmıştı. Ayetlerdeki Tevrat’la olan uyuşmazlıklara itiraz ediyor, örneğin deve eti yemenin Tevrat’ta haram olduğunu söyleyerek Tevrat’a ters olan bir vahyin mümkün olamayacağını öne sürüp itiraz ediyorlardı. Yahudiler üzerindeki baskılar yoğunlaşıyordu. Bedir Savaşının kazanılmasıyla birlikte Yahudilerin üzerine daha fazla gidilmeye başlandı. Bazı Yahudi şairlerine Muhammed’i hicvettikleri gerekçesiyle suikastler düzenlendi. Ebu Afak, Asma bint Mervan, Ka’b İbni El-Eşref, İbni Sunayna ve Ebu Rafi suikastle öldürüldüler. BENİ KAYNUKA’NIN SÜRGÜNÜ


Muhammed’in Kaynuka oğulları’nın pazarına giderek onları topladığı ve şu şekilde hitabettiği yazılıdır: “Ey Yahudi cemaati! Kureyşlilerin başına gelen felâketin sizin başınıza da gelmemesi için Allah’tan korkunuz ve İslâmiyeti kabul ediniz. Zira biliyorsunuz ki ben gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu kitabınızda buluyorsunuz ve sizi davet etmiştir.” Yahudiler ona şu cevabı vermişler: “Ya Muhammed! Sen ancak kendi kavmini tanıdın; askerlik ve savaş sanatını bilmeyen bir kavimle karşılaşman seni aldatmasın, tesâdüfen sen onları bozguna uğrattın. Vallahi şayet biz seninle savaşırsak, yiğit olduğumuzu anlarsın” (İbn İshak, Sîre, Neşr. M. Hamidullah, Konya 1401/1981, s.294; et-Taberi, Tarîhür-Rusül vel-Mülûk, Neşr. Degoeje, III, 1360). Görüldüğü gibi artık Yahudiler tehdit altındaydı. Ama başlarına gelecek olanı hiç akıllarına getirmemişler, bu kadarını tahmin etmemişlerdi. Ve fitili ateşleyen bir olay meydana geldi. Kaynakların nakline göre Müslümanların sabrını taşıran olay şöyle cereyan etmiştir: Bir Arap kadını bazı şeyler satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına giderek eşyasını satar sonra bir kuyumcu dükkanına oturur. Orada bulunan Yahudiler, kadından yüzünü açmasını isterler. O buna yanaşmayınca kuyumcu, kadının eteğini arkasından beline iliştirir, kadın ayağa kalkınca avret mahalli görülür, onlar da buna gülüşürler. Kadın feryad etmeye başlayınca Müslümanlardan biri kılıcını çekerek Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp onu öldürür. Yahudiler de toplanıp Müslümanı şehid ederler. Şehid edilen müslümanın ailesi imdat ister. Bu durum Müslümanları çok öfkelendirir. (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Nşr. M. es-Sekâ, İ. el-Ebyârî, A.Hafız Çelebi, Lübnan 1391/1971, III, 51) Bu olay üzerine Muhammed, Kaynuka oğulları’nın kalesini kuşatır, 15 gün boyunca kale muhasara altında tutulur. Kaynuka Yahudileri ile ittifakı olan Abdullah b. Übeyy b. Selûl onların sözcülüğünü üstlenmiş ve önlerine düşmüştü. Yahudilerin Abdullah ile anlaşmaları olduğu gibi Hazrec oğullarından Ubâde İbn es Sâmit ile de ittifakları vardı. Ubâde, onların Muhammed’le olan antlaşmalarını bozduklarını duyunca peygambere gelerek Kaynuka oğulları ile olan ittifakını reddetti. Ve; “Ya Rasûlallah! Ben, Allah’ı, Resûlünü ve mü’minleri dost biliyorum; bu kâfirlerle ittifak yapmaktan ve onlarla dostluktan Allah’a ve Resûlüne sığınırım” dedi. (İbn İshak, a.g.e., 295) Mâide Sûresindeki kıssa, Ubâde ve Abdullah b. Übeyy hakkında nazil oldu: “Ey İman edenler! Yahudilerle Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.” (el-Mâide, 5/51; İbn İshak, a.g.e., 295)


Ubâde, Kaynuka oğulları ile olan ittifakını, muhtemelen bu âyetin nüzûlünden sonra bozmuştur. Onbeş günlük kuşatmadan sonra Kaynuka oğulları teslim oldular. Muhammed, erkeklerin ellerinin bağlanmasını emretti. Fakat Abdullah peygamber’e gelerek: “Ey Muhammed! Müttefiklerime iyilik et” dedi. Resûlullah ağırdan alınca İbn Selûl tekrar; “İyilik et” dedi. Resûlullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine İbn Selûl, elini Hz. Peygamber’in zırhının yakasından içeri soktu. Resûlullah kızarak: “Yazıklar olsun sana! Bırak beni!” dedi. İbn Selûl: “Hayır vallahi dostlarıma iyilik etmedikçe seni bırakmam. Onlar, beni altından ve mal-mülkten mahrum ettiler sen ise bir sabah vakti onları biçiyorsun. Allah’a yemin ederim ki ben, bir takım musibetler gelmesinden korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s): “Onlar senindir” buyurdu ve “Çözünüz onları, Allah onlarla birlikte ona da lanet etsin” dedi. Serbest bırakılınca sürgün edilmelerini emir buyurdu. (İbn İshak, a.g.e. 295; Taberî, a.g.e. III, 1360 vd.) Allah, Resûlüne ve Müslümanlara onların mallarını ganimet olarak ihsan etti. Onların arazileri yoktu, kuyumculukla uğraşıyorlardı. Resûlullah (s.a.s), onların birçok silahlarını ve kuyumculuk aletlerini aldı. Onları, tüm çoluk çocuklarıyla birlikte Medine’den çıkarmaya Ubâde İbn es-Sâmit memur edilmişti. O da, onları Dibâb’a kadar götürdü. (Taberî, a.g.e., III, 1362) Kaynuka Yahudileri, Ubâde İbn es-Sâmit’e, “Ey Velid’in babası! Evs ve Hazrecle aramızda ittifak vardı. Biz senin müttefikin idik, sen bize ne diye böyle yaptın?” dediler. Ubâde İbn es-Sâmit de onlara: “Siz harb açtınız” dedi. Abdullah İbn Übeyy de; “Sen müttefiklerinden uzaklaştın da bundan eline ne geçti?” dedi. Ubâde; “Hubâb’ın babası! Kalbler değişti, İslâmiyet ahidleri yok etti” dedi. Kaynuka oğulları Vâdiül-Kura’ya gelip bir müddet kaldıktan sonra Azruat’a gidip orada yerleştiler. (ibnü’l-Esir, el-Kâmil, II, 66) Müslümanlar bu nitelendirirler.

olayı

tesettürlerine

uzanan

elin

cezası

olarak

Kur’an’da kısas ayeti vardır ama o dahi uygulanmaz. Binlerce Yahudi yurtlarından barklarından edilir. Evleri, bahçeleri, arazileri Müslümanların eline geçer. Haşr-2. O, kitap ehlinden inkâr edenleri ilk toplu sürgünde yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah’ın emri onlara ummadıkları yerden geldi. O, yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle,


hem de mü’minlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey basiret sahipleri, ibret alın. BENİ NADİR SÜRGÜNÜ Uhud Savaşı müslümanların bozguna uğramasıyla sonuçlanınca bunun faturası Medine’deki kabilelere kesildi.Bazı kabilelerin hareketlendiğini gören Muhammed, bunlar üzerine saldırıya geçti. Bu gelişmeler sırasında yanlışlıkla Beni Amr kabilesinden 2 kişi müslümanlar tarafından öldürüldü. Yahudi kabilelerinden Beni Nadir, uzun süreden beri Beni Amir´in müttefiki idi. Muhammed, öldürülen 2 kişinin kan diyetini onlardan istemeye karar verdi. Ebu Bekir, Ömer ve diğer ileri gelen arkadaşlarıyla onlara gitti ve meseleyi açıkladı. Yahudiler onun isteğini yerine getireceklerini söylediler ve ondan yemek hazırlanıncaya kadar kalmasını rica ettiler. Muhammed, onların ricalarını kabul etti. O sırada, içlerinden bir grup onlardan ayrıldı. Bunun üzerine Muhammed şüphelendi ve ayağa kalktı ve bir tek kelime bile söylemeden topluluğu terketti. Daha sonra da Cebrail’in kendisine suikast yapılacağı haberi verdiğini iddia ederek onlara Mesleme’yi gönderdi ve “Beni öldürmeyi amaçlayarak aramızdaki anlaşmayı bozdunuz. Size Medine’yi terketmenîz için on gün veriyorum. On günden sonra hâlâ burada olanlarınızın başı kesilecek” dedirtti. Onlar: “Ey Mesleme´nin oğlu, bir Evs´linin bize böyle bir haber getirebileceğini ummazdık” dediler. îbn Mesleme: “Gönüller değişti” cevabını verdi. Yahudiler “Biz evlerimizi ve mallarımızı bırakıp gitmeyeceğiz.” dediler. Bunun üzerine Muhammed saldırı kararı aldı ve kalelerini kuşattı. Günler geçiyor ve Beni Nadir beklediği yardımlar İçin ümidini yitiriyordu. Beni Kurayza, Muhammed´le yaptığı anlaşmayı bozmak istememiş, Beni Gatafan sessiz kalmış, İbn Ubey de her zaman olduğu gibi bir şey yapamayacağını anlamıştı. Haşr-14. Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır. On güne yakın bir süre sonra müslümanların sur duvarlarının yakınındaki hurma ağaçlarını kesmesiyle bu ümitsizliği ve çaresizliği daha fazla hissetmeye başladılar. Onlar için hurma ağaçlarının özel bir konumu vardı, çünkü bu ağaçlar geçim kaynaklarının büyük bir bölümünü oluşturuyordu. Hadis no: 4239- Resulullah (sav) Beni`n-Nadir hurmalığını kesti ve yaktı. Bu hurmalığa el Büveyre deniyordu. Büveyre hakkında Hassan İbnu Sabit (ra) şöyle demişti: “Büveyre`de tutuşan yangın, Beni Lüey reislerine ehemmiyetsiz geldi.” Ebu Süfyan İbnu`l-Haris İbni Abdilmuttalib ona şöyle cevap verdi: “Allah bu yapılanı (yangını) devam ettirsin. -Büveyre`nin etrafını da cehennem


yaksın. Yangından hangimizin uzakta olduğunu bileceksin.- Mekke, Medine`den hangisinin zararda olduğunu göreceksin.” Müslim ziyade olarak Haşr suresindeki ayetin bu sebeple yazıldığını ekler: Haşr-5. Hurma ağaçlarını kesmeniz de, dikili bırakmanız Allah’ın izniyle idi ve yoldan çıkanları perişan etmek içindi.

da

20 günün sonunda çaresizlik içinde teslim olmaya karar verdiler. Bütün evlerine, mallarına, topraklarına Muhammed tarafından el konularak sürgün edildiler. Beni Nadir’lilerin geride bıraktıkları mal, mülk ve arazilerden ganimet isteyenlere karşı ayetin gelmesi gecikmedi: Haşr-6. Onların mallarından Allah’ın, savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar için siz, at ya da deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, peygamberlerini, dilediği kimselerin üzerine salıp onlara üstün kılar. Allah’ın her şeye hakkıyla gücü yeter. Beni Nadir’lilerin bir kısmı Hayber’e, bir kısmı ise Şam’a doğru yola düştüler. Böylece 2. büyük Yahudi kabilesi de Medine’den sürülmüş oldu. Hadis no: 4241- Nadir ve Kureyza yahudileri Resulullah Aleyhissalatu vesselam ile savaştılar. O da Beni`n-Nadir`i sürdü. Kureyza`yı yerinde bıraktı. Kureyza`ya ihsanda dahi bulundu. Sonradan onlar da Resulullahla savaştılar. Aleyhissalatu vesselam da erkeklerini öldürdü, kadınlarını, mallarını, çocuklarını müslümanlar arasında taksim etti. BENİ KUREYZA KATLİAMI Hendek Savaşı biter bitmez Muhammed, savaş sırasında Beni kureyza Yahudilerinin putperestlere destek verdiğini ve Cebrail’in emir getirdiğini öne sürer. “Ya Rasulallah silahınızı bıraktınız mı? Ama biz melekler topluluğu henüz silahlarımızı bırakmadık. Allah (cc) Sana, Kurayzaoğulları üzerine yürümeni emir buyuruyor.”Buhari, Meğâzi 30; İbni Kesir, elBidaye, 3/134 Müslümanlara ikindi namazını Beni Kureyza’da kılacaklarını bildirerek Kureyza seferini başlatır ve kalelerini kuşatırlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahidlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kalelerinin dibine kadar vardı. Oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara şöyle seslendi: “Ey Allah’ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olanların kardeşleri! Allah sizi hor, hakîr kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize indirdi mi? Demek siz bana kötü söz söylediniz öyle mi?” Yahudi ileri gelenleri süt dökmüş kediye dönmüşlerdi:


“Yâ Ebâ’l-Kasım! Sen, sözünü bilmezlerden değilsin! Musâ’ya indirilmiş olan Tevrat’a yemin ederiz ki, biz sana hiçbir kötü laf sarfetmedik” diyerek söylediklerini inkâr ettiler. (Sîre, 3:245.) Günler geçtikçe Yahudilerin direnme gücü azalır. Şartları görüşmek üzere Muhammed’e elçi gönderirler: Nabbaş, “Yâ Muhammed!” dedi, “Benî Nadir Yahudilerinin teslim olmalarındaki gibi kanımızı dökme, mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocuklarımızı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hariç olmak üzere, her âile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsâade et!” Peygamber Efendimiz, “Hayır, bu teklifi kabul edemem” buyurdu. Nabbaş ikinci olarak şu teklifi yaptı: “Öyle ise kanımızı bize bağışla. Sadece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. malları olduğu gibi bırakalım!” Peygamber Efendimiz, “Hayır,” dedi, “kayıtsız, şartsız, benim hükmüme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!” Nabbaş, me’yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup bitenleri olduğu gibi anlattı. (Sîre, 3:246) Bu gelişme üzerine Yahudiler iyice tedirgin olurlar. Eskiden Musevi olup da müslümanlığa geçen Ubabe ile görüşmek isterler. Benî Kurayza, Peygamberimiz’den, Evs kabîlesinden Ebû Lübabe’nin istişâre için yanlarına gönderilmesini istediler. Bunun üzerine Ebû Lübabe, gönderildi. Ebû Lübabe, Medîne yahûdîlerinden Müslüman olmuş servet sâhibi bir kimse idi. Peygamberimiz, kendisine kıymet verirdi. Peygamberimiz, Ebû Lübabe’yi gönderirken; “git onlara Allah ve Rasûlü için nasihat et.” buyurdu. Ebû Lübabe, kale kapısından yanlarına vardı. Kureyza yahûdîleri O’na; “Yâ Eba Lübabe! Sen ne dersin? Muhammed bize, “benim hükmüm ile kaleden dışarı çıkın!” dedi” dediler. Ebû Lübabe de onlara nasihat etti. Fakat, bu arada bir eliyle sakalını bir eliyle de boğazını tutarak, “başınızı keser bilmiş olasınız” diye, harbetmelerine işâret etti. (Sîre, 3:247.) Fakat Yahudilerin dayanacak güçleri kalmamıştı. Teslim olmak zorunda kaldılar. Ele geçirilen bu insanların elleri boyunlarına bağlanıyor ve onların akıbeti hakkında Muhammed, daha önce Yahudi olup da sonradan Müslüman olan Sad Bin Muaz’a yetki veriyor. Sad’ın kararı aynen şudur: “Ben, onlar hakkında buluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim.”


Peygamber Efendimiz, Hz. Sa’d’ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, “Sen, onlar hakkında, Allah Teâlâ’nın yedi kat gökler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin” buyurdu. (Sîre, 3:251; Tabakât, 3:426; Taberî, 3:56.) İslami kaynaklara göre, (inanılır gibi değil ama) 400 ila 900 arasında bir sayıda Yahudi, eş ve çocuklarının gözü önünde kafaları kesilerek öldürülür. Bunun sonucunda, Medine’nin pazar yerinde hendekler kazılmış, Kurayza’nın adamları gruplar halinde getirilmiş ve boyunları vurulmuştur. (Sîre, 684-700/II, 233-54.) “Ayşe (Hz.) nin aktardığına göre, bu kesim işi sabahtan akşama kadar sürmüş. Erkekler idam edilirken, Yahudi kadınlar ve çocuklar da buna feryat edip saçlarını başlarını yolmuşlar.” (Vakıdi, Meğazi, 2/512-517) Muhammed, Yahudileri teslim aldıktan sonra bir yerde toplayıp kendilerine, “Ey domuz ve maymun kardeşleri! Yediniz mi! İşte haliniz; görün bakalım” diyerek hakaret ediyor. Onlar da buna karşı, “Ey Muhammed, biz senden bunu beklemezdik, neden böyle haksızlık yapıyorsun?” şeklinde yanıt veriyorlardı (Bu kısım pek çok İslami Kaynakta yer alır örnek olarak, Taberi, Ahzap Tefsiri, ayet 26-27) Muhammed, bu Yahudilerin karıları ve kızlarından 16 tanesini özel olarak ayırıyor ve bunlardan Reyhane’yi kendine seçip geriye kalan 15 tanesini de diğer önemli dostlarına dağıtıyor. (Bu önemli dostların kim olduğu neden belli değil?) Bir Yahudi: “Artık her şeyimize el koydunuz, hiç olmazsa gözlerimizin önünde namusumuza el uzatmayın” diyor. Fakat, Muhammed bunu dinlemiyor.(Vakıdi, Meğazi, 2/250) Muhammed, ihtiyaç fazlası kadın ve erkek çocukların bir bölümünü, Sad bin Zeyd’e teslim edip onları satmak için Necd bölgesine, bir kısmını da şam tarafına gönderiyor. Müslümanlardan Muhammed bin Mesleme: “Beni Kureyza Savaşı’nda kadınlar bölüşülürken bana üç tane düştü; hepsini de sattım” diyor.(Diyarbekir Tarihi Hamis,1/499 ve Vakıdi age 2/523-25) Bu katliamdan sonra Medine’de Yahudi kalmıyor. Şehir tamamen müslüman oluyor. Ama müslümanların Yahudi düşmanlığı bitmiyor: Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir: “Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm şöyle buyurdu: ‘Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey


Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”(Müslim, Fiten, 82)

Tanrı Zeus = Tanrı Allah Tanrı Zeus yunan mitolojisin de anlatılan hayali yunan tanrısıdır, Tanrı allah ise arap mitolojisinde (islam) anlatılan hayali arap tanrısıdır Mitolojide Zeus kisaca şöyle tanitiliyor: Zeus – (Jüpiter) Zeus Tanrilarin kralidir. O Olimpos’ta altin tahtinda oturur. Zeus baskan, Gök’ün hükümdari, Yagmur Tanrisi, korkunç şimşegi firlatan Bulut Toplayicisidir Kuran’da ise Tanrı allah şöyle anlatılır Allah Ars’a (tahtina) kurulmuştur. Allah’in arşini 8 melek tasir. Melekler ona 50 bin yilda cikabilirler. Allah yeryüzne yagmuru yagdirir, simsegi firlatir, yildirimlarla korkutur, cezalandirir, vs, vs, vs….. Ayrica: Yunan mitolojisi: Tartaros – Yeraltinin derinliklerinde bulunan korkunç yer. Ölülerin ruhlari orada iskence görürlermis. Zeus kendisine isyan edenleri oraya atardi. Titanlar üzerinde zafer kazandiktan sonra onlari da oraya atmisti. Tartaros’un ruhu vardi, canliydi. Kuran: Sad/56. Onlar cehenneme girecekler. Orasi ne kötü bir kalma yeridir. Zümer/71. O küfredenler, bölük halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman kapilari açilir, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavusacaginizi ihtar eden peygamberler gelmedi mi? derler. “Evet geldi” derler ama, azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmustur (Kuran’daki cehennem de canli. Konusuyor. Allah cehnneme soruyor; “doldun mu?” diyor. Cehennem; “Daha yok mu?” diyor.) Yunan mitolojisi: Deukalion – Prometheus ile Klymene ya da Kelaeno’nin oglu, Pyrrha’nin kocasi. Insanlara sinirlenen Zeus bir gün onlara tufani göndererek cezalandirdi. Deukalion ve Pyrrha onurlu olduklari için affedildiler. Deukalion bir sal yapti ve onlar bu salin üzerinde dokuz gün yüzdüler, sular çekildikten sonra Parnas daglarina çiktilar. Kuran: Ankebut/14-15. Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yildan elli yil eksik bir süre onlarin arasinda kaldi. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayiverdi. Fakat biz onu ve gemidekileri kurtardik ve bunu âlemlere bir ibret yaptik. hud/44- Allah tarafindan denildi ki: “Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de suyunu kes! Ve sular çekildi. Emir yerine gelmis oldu. Gemi de Cudi dagi üzerine oturdu.


Yunan mitolojisi: Iris – Thaumas ile Elektra’nin kizi. Müjdeli haber, ilahlarin ulagi. O, gökle yeri birbirine baglayan gökkusagi’nin sembolüdür. Tanrilara haber ulastirmakla görevlidir. Günesli havalarda, hafif incecik yagmur yaginca, güzel kiz Iris, renkli ve süslü elbiselerini giyer, Tanrilardan yeryüzüne haberler iletirmiş. Kuran: Bakara/97. De ki: Cebrail’e kim düsman ise sunu iyi bilsin ki Allah’un izniyle Kur’an’u senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitaplaru dogrulayici ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiitir. Suara/192-193. Muhakkak ki o (Kur’an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. (Resûlüm!) Onu Rûhu’l-emîn (Cebrail) indirdi. Zeus – (Jüpiter) Zeus Tanrilarin kralidir. O Olimpos’ta altin tahtinda oturur. Zeus baskan, Gök’ün hükümdari, Yagmur Tanrisi, korkunç simsegi firlatan Bulut Toplayicisidir Kuran’da Allah Ars’a (tahtina) kurulmustur. Allah’in arsini 8 melek tasir. Melekler ona 50bin yilda cikabilirler. Allah yeryuzne yagmuru yagdirir, simsegi firlatir, yildirimlarla korkutur, cezalandirir, vs, vs, vs….. Yunan mitolojisi hakkındaki en önemli kaynaklar Homeros’un İlyada Ve Oddyseia destanları. Homeros ise MÖ.800-900 civarında İzmir’de yaşamış, yani Muhammed’in doğumundan yaklaşık 1400 yıl önce… Görmedin mi, Allah, bulutları sürüyor, sonra onları kaynaştırıp iç içe sokuyor, sonra onları birbiri üstüne yığıyor. Nihayet, onların arasından yağmurun çıktığını görüyorsun. Gökten, ondaki dağlardan bir dolu indiriyor da onunla dilediğini çarpıyor, dilediğinden de onu yan geçiriyor. Onun şimşeğinin parıltısı, neredeyse gözleri alıp götürecek. (Nur:43) Bahsi geçmişken bende en çok şu Allah’ı ve onunla beraber arş’ını taşıyan meleklere hayranım. Amele gibiler. Bütün işleri bu. Arş’ı taşırken kasta yapıyolar mı aynı zamanda merak içindeyim. Hem Allah niye kendini taşıttırıyor, buna ihtiyacı mı var? Hem bu Allah’la meleklerin aynı paralelde olduğunu gösterir, zaten 50.000 yılda yanına çıkabiliyorlar, bu demek oluyor ki, Allah her şeyden münezzeh değişmiş. Kur’an, mitolojilik olaylar gibi, bazen fantastik bir hikaye niyetine açıp okunabilir mesela 8 melek meselesini de hikayeye renk katmak, daha keyifli okunsun diye eklemiş Muhammed herhalde. Ne yapıyormuşuz bundan sonra; Kur’an’ı okurken mantığınızı bir kenara koyup öyle okuyoruz.. Zinhar, akılla dini bir arada yürütmeye çalışıp çarpılırız yoksa. Tolkien, nasıl “orta dünya” yı yarattıysa, Kur’an ın yazarı da hayal gücünü sonuna kadar kullanarak, Tanrı Allah’ı yaratmış. Ayetlerimiz ona okunduğunda şöyle der: “Daha öncekilerin masalları!” (Kalem:15)


Tefsirlere bakarsan bunu müşriklerin 1400 yıl önce ayetler kendilerine okunurken Muhammed’in yüzüne karşı söylediklerini görürsün: Bunlar eskilerin masalları! Bence de bunlar Einstein’ın İncil’e dediği gibi “İncil de muteber ancak yine de hayli çocukça olan ilkel efsanelerin bir toplamından ibaret”. Kuran da Müslümanlara göre İncil’in devamı olduğuna göre aynı şeyi Kuran için de söyleyebiliriz.

1400 yıldır kimse görmedi de ben mi gördüm? Kuranda bazı şeylerin eksik ve yanlış olduğunu 1400 yıl sonra ilk bizler farketmedik. Daha dört halife döneminde bile Kuranda matematik bilinmediğini hemen fark edip. allah’ın ayetini hatalı gören ve yalanlayan Avliye yapmayı gerek görmüşler. Yani Allah bilememiş ama ben bilirim diye söylemişlerdir. Ayrıca Kuranı yazarlarken bile farkına varmışlar. FURKAN-32.İnkâr edenler, “Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!” dediler. Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk. Furkan suresi 32. ayette Kuranın ihtiyaç oldukça ayet geldi denmesi eleştiri konusu olmuştur. Günlük hayatta bir konuda sorun oluştuğunda o konuda bir ayet geldi diye müdahale olmuş. Ayete göre uygulama yapılırken (Günümüzdeki kanun değişiklikleri yapılması gibi) rahatsız olan kesimler çok oldukça şikayetler arttıkça yada uygulama zorlukları görüldükçe yeni ayetler geldi denilerek müdahaleler olmuştur. Haklı olarak o gün yaşayan insanlar Allah göndermiş olsa tek bir seferde göndermesi gerekir. Böyle parça parça gelmesi onun geleceği bilen güçlü tanrı olmadığını kanıtlamaktadır denmiştir. işte bu ayette insanların bu düşüncesine cevap verilmeye çalışılmıştır. Her zaman olduğu gibi zeka ve mantığa uygun bir cevap olamamıştır. KALEM-15. Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der. Kalem suresi 15. ayette de Kuran için Tevratın masal kısımlarının alındığı ve üzerine ilaveler yapıldığı ve Tanrının kelamı olmadığı ve uydurma olduğu söylenmiştir. Bu ayette O devirde bugünkü insanların çoğundan farklı düşünülmediğini görmüş oluyoruz. Kuranı okuduğunuzda çoğunlukla Musa ile firavunun hikayesinin sürekli tekrarını okursunuz. Aklınızda kalan eski peygamber masalları. Muhammedin eşleri ve sürekli yakarım, asarım, keserim, cehenneme atarım dan başka aklınızda bir şey kalmaz. KALEM-51. Ve gerçekten o küfredenler o zikri (Kur’an’ı) işittikleri zaman az daha seni gözleriyle kaydıracaklardı; bir de durmuşlar: «O şüphesiz bir deli.» diyorlar.


Kalem 51 de Hiç şüphe yok delidir demişlerdir. Bugün yine aynı şey düşünülmektedir. Hatta hiç yaşamadıkları ve Tevrat İncil ve kuranın masal kitabı olarak uydurulduğu söylenmektedir.Çıkar çevrelerince insanları kullanmak için güncelleme yapılarak bugünlere gelinmiştir.Firavunların bile mezarları varken bu kitapta yazanlara dahil tarihsel hiçbir delil olmaması bunu doğrulamaktadır. İSRA-90,91,92,93. Dediler ki: “Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça; yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmadıkça; yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe; yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe; yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak resûl olarak gönderilen bir beşerim.” İsra da ise söylenenler son derece doğrudur. Eğer bizden farklıysan ve Allahın kudretli ise 1-Allahın dan isteyerek bize su olmayan bir yerde şarıl şarıl akan pınar gösterebilirsin. 2-Allahından istersen kendine sular içinde güzel bir bahçe oluşturabilirsin 3-Allahın dan istersen senin iddia ettiğin gibi gökyüzünü ve yıldızları üstümüze düşürebilirsin 4-Allahın dan istersen bize bir tane bile melek gösterebilirsin 5-Allahtan isteyipte altından bir ev yaptırabilirsin 6-Bize gökten insan yapımı olmayan tanrısal bir kitap getirebilirsin Bunları yaptıramıyorsan neden inanalım. Biz geri zekalı mıyız. Git kendine başka geri zekalı bul demişler. Bir cevap var mı? Maalesef yok. İnanmayanlar bunu düşünebiliyorken. Müslüman neden düşünemez? DUHAN-34,35,36 Bunlar (müşrikler) diyorlar ki: “İlk ölümümüzden başka bir ölüm yoktur. Biz diriltilecek değiliz.”“Eğer doğru söyleyenler iseniz atalarımızı getirin.” Kuranda bu ayetteki sorulan soruya cevap var mı? Tabi ki yok. Allah insanların Muhammed’e inanmaları konusunda Muhammed’e neden yardım etmiyor? Nur suresinde Ayşe’nin zina yaptığı dedikodusu üzerine Nur ayetlerini indirebiliyor. Muhammed’in eşleri dedikodu yaptığında yada Muhammed’e sorun çıkardıklarında bakın ona bakire eşler veririm diye tehdit edebiliyor. Ey Müslümanlar ona kızmayın geliniyle evlenmesini ben istedim ayeti gönderebiliyor. Muhammed’in kişisel ihtiyaçlarında yardımına koşuyor. Fakat iş inanmayanların Kuranın Allahtan gelme olduğuna


inanmasına, yada Muhammed’in peygamber olmasına geldiğinde Allah yardım etmiyor. Ey Müslüman söyle bakalım neden? Sadece şu birkaç ayetin incelenmesi bile islamı sorgulamak için yeterlidir.

KABENİN KUTSALLIĞI Bildiğiniz gibi müslümanlar nazarında Kabe çok kutsal bir yerdir. Öyle ki onun üstüne yürümeye cüret eden Ebrehe’nin, filleri ve ordusuyla birlikte nasıl helak edildikleri Kuran’da anlatılır. İmanlılar arasında, kuşların bile Kabe üzerinden geçmedikleri (saygıdan!) gibi söylentiler vardır. Her ne kadar bugünlerde Kabe’yi kuş bakışı gören oteller inşa edip, tepeden bakmaya utanmıyorlar, ama bu kendi problemleri ne de olsa. Bize fazla laf düşmez. Ne var ki yazılı tarihe baktığımızda, bize Kabe’nin kutsal olduğunu düşündürebilecek tek bir olay görmüyoruz. Tam tersi, sıradan bir yer olduğunu gösteren sayısız olay vardır: Kabe’yi defalarca sular basmıştır; tavaf eden hacıları yıldırım çarptığı bile vakidir. Ölçüleri birkaç kez değiştirilmiştir. Doğa olayları nedeniyle yıprandığı için, birkaç kez temellerine kadar yıkılıp, yine yapılmıştır. Haccac’ın ordusu Kabe’yi mancınıkla taşa tutmuş, Abdullah bin Zübeyr’i yüzlerce yandaşıyla birlikte Kabe avlusunda öldürmüştür. Karmatiler Mekke’yi bastıklarında, Kabe avlusuna sığınanlar dahil, binlerce Müslümanı öldürmüş ve Hacer-ül Esved’i çalmışlardır. Daha sonra iade edilen Hacer-ül Esved bir delinin asasıyla vurması sonucu parçalara ayrılmıştır. Mekke’de bunlar gibi onlarca kanlı olay yaşanmıştır. Hacıların yollarının kesilmesi, soyulması, öldürülmesi sıradan olaylardı. 1987 yılında, Amerika aleyhtarı gösteriler düzenleyen İranlı hacılara Suudi polisler tarafından ateş açılmış ve 402 hacı hayatını kaybetmiştir. Defalarca izdiham, tünel çökmesi, yangın gibi sebeplerle binlerce hacı ölmüştür. En kötüsü ise, 1979’da Kabe’nin Cüheyman elUteybi liderliğindeki yüzlerce kişi tarafından basılması oldu. Suudiler isyancıları yenmek için tam 22 gün uğraştılar. Binlerce asker, hacı ve isyancı öldü. Suudiler sıkı savaşan ve bir kısmı Kabe’nin altındaki tünellerde mevzilenen isyancıları haklamak için, Amerikan hükümetinden yardım istediler. Amerikan hükümetinin gönderdiği gayr-ı müslim komandolar, Suudi ordusu kıyafetleri giyerek isyancılarla çatıştı. Bu esnada Mescid-i Haram’a kimyasal silah atılmasından tutun da, tünellere su basılıp, elektrik verilmesine kadar yapmadıkları vahşet kalmadı. Esir alınan isyancılar, kolları bacakları ayrı günlerde kesilerek, işkenceyle öldürüldüler. Tüm bunlar olurken Ebabiller geldi mi? Hayır! Helak edilen bir toplum oldu mu? Hayır! Hadi ilahi müdahaleyi bir yana bırakalım, Suudi yönetiminin kafir olduğunu ileri süren oldu mu? Çok az! Parmağını kıpırdatan oldu mu? Hayır! Suudi yönetimi her gün Kabe’ye hakaret anlamına gelebilecek eylemler yaparken, oranın Dar-ül Harb olduğunu, bu şartlarda Hacca gitmenin kafirlere yardım olacağını söyleyen oldu mu? Hayır!


Hani? Din gayreti nerede? Görünen o ki, Suudiler dışında herkes Kabe’yi kendi haline terketmiş. Bir de Hac’da hiç utanmadan “Lebbeyk” (Emret, hazırım! anlamında) diye nida ediyorlar! İLGİLİ AYETİ TEKRAR YORUMLAYALIM ALİ İMRAN 97. Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir. Görüldüğü gibi Kuran, Kabeyi güvenli bir yer olarak tasvir ediyor. Zaten Fil Suresi’nde anlatılan Ebabil Kuşları hikayesi de bu fikri destekliyor. Oysaki Kabenin tarihi bunun tam tersini söylüyor: Halife Abdullah Bin Zübeyr, Haccac komutasındaki Emevi ordusu Mekke’ yi kuşatınca son çare olarak Kabe’ nin içine giriyor. Abdullah Bin Zübeyr’ in Kabe’ ye sığınmasında Al-i İmran Suresi’ nin 97. ayetine olan inancının etkisinin olduğunu tahmin etmek zor değil çünkü o bir halife. Ancak Kabe mancınıklarla taşa tutuluyor, hem Kabe yıkılıyor hem de içindeki halife ölüyor. Böylece Al-i İmran Suresi’ nin 97. ayetindeki iddia asılsız çıkıyor. Tam 36 yıl oldu Kâbe baskını esrarını hâlâ muhafaza ediyor Herşey, 1979’un 20 Kasım sabahı başladı. Kâbe’ye sabah namazını kılmaya gelenler bir anda “Allahuekber” nidaları ve silâh sesleri işittiler. Baskıncıların Kâbe’deki ses sistemini ele geçirmelerinden hemen sonra, liderleri mikrofonun başına geçti. “Mehdî’nin geldiğini” söyledi, Suudi rejimini şeriatı terketmekle suçladı, yanında bulunan kayınbiraderi Muhammed el Kâhtânî isimli genci “Mehdî” olarak tanıttı ve Mehdî’ye biat edilmesini istedi. DAĞLAR DA İŞGAL EDİLDİ Liderin ismi, Cuheyman ibn Muhammed ibn Seyf el Oteybî idi. Baskının hazırlıkları çok önceden başlamış, Kâbe’nin altında bulunan eski devirlerden kalma yüzlerce metrelik dehlizlere aylar boyunca gizlice silâh, mühimmat ve yiyecek depolanmış, dehlizlerin şehre giden uzantıları, meselâ Ecyad Kalesi’ne uzanan yeraltı yolları da tutulmuş ve baskından sonra güvenlik kuvvetlerinin Haremi-Şerif’e girmeleri imkânsız hale getirilmişti. Minarelere çıkan baskıncılar, Kâbe’yi çeviren Suudi askerlerin her hareketini görebiliyor ve alınan her tedbire kurşunla karşılık veriyorlardı. Birliklerin avluya girebilmelerini bir tarafa bırakın, Harem-i Şerif’e yaklaşmaları bile mümkün değildi. Kâbe’nin arka tarafına hâkim olan Ebu Kubays Dağı da baskıncıların elindeydi, yani Kâbe tamamen işgal altındaydı.


KÂBE’DEKİ HRİSTİYANLAR Olup bitenleri kendi başlarına halledemeyeceklerini farkeden Suudi yönetimi, Pakistan’dan destek istedi ama Mekke’ye sevkedilen Pakistan askerleri de hiçbirşey yapamadılar. Bunun üzerine, Fransa’dan antiterör birlikleri talep edildi. Ama, gayrımüslimlerin Mekke’ye girmeleri dinen yasaktı. Yasak, Mekke Kadısı Bin Bas’ın verdiği bir fetva ile halledildi, Fransız askerlere Mekke’ye varmalarından önce kâğıda yazılmış Kelime-i Şehadet okutuldu, böylece gûya Müslüman oldukları kabul edildi ve Mekke’ye getirilerek Kâbe’nin etrafına yerleştirildiler. Baskın, işte bu Fransız birlikleri ve sonradan olaya dahil olan ABD komandoları tarafından ama akla zor gelecek bir şekilde sona erdirildi: O günlerde Mekke’nin su şebekesi yenileniyor ve şehrin her tarafına geniş borular döşeniyordu. Su şebekesinin planları değiştirildi, borular Kâbe’ye ve Harem’i Şerif’in altındaki dehlizlere uzatıldı, sonra içeriye tonlarca metreküp su basıldı, suya elektrik verildi ve antiterör timlerine suda yüzmeye başlayan cesedleri toplamak kaldı. Suudiler, baskının lideri Cuheyman el Oteybî ile birkaç adamını sağ olarak ele geçirdiler ve Bin Bas’ın fetvası ile taksit taksit doğradılar. Önce kolları, sonra ayakları ve en nihayet kafaları kesildi ve iki hafta devam eden baskın böylece şeklen son bulmuş oldu. Ama, 1979’un 20 Kasım’ında başlayan olayın sebepleri ve ardında kimlerin bulunduğu hiçbir zaman resmen açıklanmadı. Sonraları, işin içerisinde bazı Suudi prenslerinin de yeraldığı, ama zamanın kralı Halid’in prensleri cezalandırmaktan çekindiği ve bazılarını sadece sürgüne göndermekle yetindiği öğrenildi, hepsi bu kadar… Kâbe’de 1979 senesinin Kasım’ı ile Aralık’ında yaşananların üzerindeki esrar perdesi hâlâ örtülü duruyor ve aralanacağı günü bekliyor. Bakara 125 = Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık… Al-i İmran 96 = Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe)dir. Al-i İmran 97 = Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir. Aslında Fransız antiterör timleri de tam başarılı olamadı. ABD nin Suudi’de etkin olmasının miladı zaten bu olaydır. Anlatıldığı gibi Amerikalılar geldi ve lakayt lakayt cikletlerini çiğneye çiğneye ağızlarını yamulta yamulta ellerine tutuşturulan şehadet kelimesi yazılı kağıtları gülüşerek, dalga geçerek alaya alarak okudular. Sonra içeri daldılar. Kimyasal gaz, su, silah,


her eyi kullanıp militanları öldürdüler. Baktılar acıma yok, ölmeyenler teslim oldu. Dogmatik ilkel kitapları Kuran’da yazan Maide suresine uygun olarak yüksek direklere bağlayıp ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestiler. İbret olsun diye öylece üç gün bıraktıktan sonra öldü ölmedi kafalarını da kestiler. Evet sizce halen kabe korunuyor mu? Güvenli yer mi? İçine giren mümin güven içinde mi?

İSLAMIN TOPLU ELEŞTİRİSİ İSLAM TEK TANRILI ARAP PUTPERESTLİĞİDİR Putperestlikte putlar tapınılan tanrıya ulaşmak için kullanılan araçlardır. Örneğin yunan dininde zeus heykelleri olympus dağında yaşadığına inanılan tanrı Zeusu temsil eder ve bu tanrıya ulaşmak için kullanılan araçlardır. Tapınılan zeus heykeli değil tanrı Zeusdur ve heykeller sadece birer aracıdır. Kurana görede putlar inanılan tanrıyı sembolize eden ve ona ulaşmayı sağlayan nesnelerdir. Zümer-3 Dikkat edin, halis din Allah’ındır; O’nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez. Bu tanıma göre islamda açık putpersliktir. Çünkü islamda da tanrı allahı sembolize eden ve ona ulaşmaya aracılık eden nesneler vardır. Kabe ve Hacer-ül Esvet islamın iki ayrı putudur ayrıca şeytan taşlanırken taş atılan sütünlar da şeytanı ve onun kötülüklerini sembolize ettiği için islamın birdiğer putlarıdır. Put denen şey illa da heykel, totem, resim, suret, vb. olması gerekmez. Pekala bir bina, yapı, ağaç, nehir veya toprak yığını olabilir. İlahınızla aranıza koyduğunuz ve ona ulaşmakta yararlı olacağını düşünüp saygı gösterdiğiniz her türlü nesnenin adı puttur. Kabe Müslümanların putudur. İslam öncesi dönemde, içinde heykeller barındıran bir puttu; İslam’la birlikte, içinde heykel barındırmayan put olarak ‘kudsiyetine’ devam etti. ‘Cahiliye’ dönemindeki hac seremonileriyle şimdikiler -bir iki küçük değişiklik dışında- kategorik olarak aynıdır. Mekkeli müşrikler, Kabe’deki putları ‘kendilerini Allah’a yakınlaştırdığı için’ kutsuyorlardı; bugünse milyonlarca Müslüman, her yıl Kabe’yi aynı gerekçeyle ziyaret ediyor. Aynı gereçeyle Hacer-ül Esvet taşını öpüyor ve şefaat diliyorlar. Kabe’nin putluğu değişmedi, yalnızca içindeki heykeller temizlendi, o kadar. Yani islam arap putperestliğidir.


İNSAN HAKLARI VE KURAN İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin birinci maddesi ile kuranı mukayese etmek bile islamın insan haklarına aykırı bir din olduğunu görmek için yeterlidir. MADDE 1: Tüm insanlar özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalıdırlar. İslam inanç sistemi bu made ile taban tabana zıttır. Ayetlerle inceleyelim Köle ve Cariye: Kölelik meşru kabul edilmiş ve yasaklanmamıştır. Sadece köle “azad” etmek teşvik edilmiştir, ancak “azad” etmek için herhangi bir zorunluluk yoktur. (Nahl-75, Bakara-178), Müslümanlara, savaşta ele geçirilen cariyeler (köle kadınlar) nikahsız olarak “helal” kılınmıştır. (Muminun-6, Miearic-30, Nisa-24, Ahzab-50, vb…) Kadının Aşalanması: Kadın; sürülecek bir tarla (Bakara-223), “geçici arzu uyandıran” bir varlık (Al-i İmran-14), aldatmasa bile “şüphe” uyandırması durumunda dövülebilen bir insan (Nisa-34), miras’ta yarım pay alacak kadar küçük (Nisa-11), şahitlikte “yarım erkek” sayılacak kadar yarım akıllı ve aşağı seviyede görülmüştür. (Bakara-282), İnsanlar Arasında Ayrımcılık ve Savaşı Teşvik: Müslüman olmayan herkesin “küçülerek” cizye vermesini şart koşmuş (Tevbe-29); İnsanları dini inançlarından dolayı öldürülmesi gerektiğini hükmetmiş (Tevbe-5), din Allah’ın oluncaya kadar “savaşılmasını” emretmiştir. (Bakara-193, Enfal-39) , Müslüman olmayanlarla dostluk bile kurulmaması yönünde dini hükümler (Nisa-144, Al-i İmran-28, Tevbe-23) Yine islamda insanlar özgür olarak değil, allahın kulu olarak değerlendir. Yine Kuran’da tüm insanların kardeşliği düşüncesi değil, sadece müminlerin kardeşliği düşüncesi vardır. İSLAMI UYDURAN MUHAMMEDİN HAYATI 1-savaşlarda ele geçirilen kadınlara tecavüze izin vermiş 2-küçücük kızlarla cinsel ilişkiye girmiş… 3-Gelinini boşatıp koynuna almış 4-Kendine muhalefet edenleri bir bir suikastle öldürtmüş 5-çok sayıda genç kadınla kendine harem kurmuş ama bundan öncesi zengin bir dula kapağı atarak hayatınının büyük kısmını beleş yaşamış.. 6-Karılarından ayşe saffan ve talha adında iki gençle ilişki yaşamış bu ilişkiyi örtbas etmek için bol bol ayet uydurmuş… 7-Ele geçirilen esirlerin kol ve bacaklarını çaprazlama kestirerek işkence yapmış.. 8-Savaş esirlerini toplu katlederek soykırım yapmış öldürtmediklerini de şam pazarına satıp insan ticareti yapmış


Müslümanlara göre örnek insan olan Muhammedin islam tarihinde anlatılan hayatı ve yaptıklarının özeti budur. Bu listede ki yapılanlardan hangisi örnek davranıştır? İmanla değil mantık süzgecinden geçirerek muhammedin hayatını okuyan biri bu şahsa asla saygı duyamaz. KURANDA Kİ İLKEL HÜKÜMLER KÖLELİK: Nahl-75, CARİYELİK: Muminun-6, Miearic-30, Nisa-24, Ahzab-50 GANİMET: Enfal-1, Enfal-41, Enfal-69, Ahzab-27, Haşr-8, Fetih-20-21 KADINLARIN İKİNCİ SINIF GÖRÜLMESİ: Nisa-11, Nisa-34, Bakara-228, Bakara-282 CİHAT: Enfal-39, Bakara-218, Al-i İmran-157, Tevbe-29, Tevbe-41, Tevbe111 ve diğerleri.. KISAS: (suça suçla karşılık vermek): Bakara-178 SAVAŞDA ÇAPRAZLAMA EL KOL KESMEK: Maide-33 ÇARMAHA GERMEK: Maide-33 SUÇLULARIN ELİNİ KESMEK: Maide-38 PARMAK PARÇALAMAK: Enfal-12 KIRBAÇ: Nur-2 RECM: Ayeti keçi yemiş. Sahih hadise dayalı şerri hükümdür SÜBYANCILIK: Nisa-3, Talak-4 ÖLDÜRÜN HÜKÜMLERİ: Nisa-89, Nisa-91, Maide-33, Tevbe-5, Tevbe111,Bakara-191, Ahzab-60, Allaha gelince siz Allah dendiğinde bir yaratıcıyı algılıyorsunuz oysa bizler allah dendiğinde Arap Tanrısı allahı algılıyoruz. Belki bir Tanrı olabilir çokta ihtimal vermiyorum ama belki vardır. Ama kuranda anlatılan Tanrı Allah arap tanrısıdır uydurmadır ve mitolojik bir tanrıdır. Yunan tanrısı Zeustan farkı yoktur. Kuranda anlatılan Tanrı Allah insan suretindedir ve bunla ilgili sahih hadis bile vardır.. Bakış açınızı değiştirin imanla değil mantığınızla islamı inceleyin sizde islamın ilkel arap putperesliği olduğunu görebilirsiniz.

ISID, KURANİ Mİ UYGULUYOR Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD), Irak ve Suriye’de faaliyet gösteren silahlı bir örgüt. Selefi ideolojiye sahip IŞİD Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün topraklarını içine alan bölgede Şeriat’a dayalı bir devlet kurmak istiyor. IŞİD’in lideri ise Ebu Bekir Bağdadi isminde karanlık geçmişi olan biri. Öncelikli olarak örgütün kimin kontrolünde olması siyasi bir tartışmadır, Örgütün finansörü Suudi Arabistan – şahıs olarak da Bandar Bin Sultan’dır. Bu şahıs Uluslarası radikal islam terörizminin baş finansörü ve yönlendiricisidir. Örgütün lideri mühim değil çünkü örgüte işlevsel mekanizmayı kazandıran unsur ideolojisidir. İdeoloji insanları birbirine bağlayan düşünsel bir unsurdur. Işid’in ideolojik birlikteliğini sağlayan gerekli motivasyonu temin eden şey, yani mayası da islam dinidir. Bu din bu insanların yönlendirilmesini kolaylaştırmakta, vahşileştirmektedir.


Nazileri yahudileri katletmeye yönlendiren temel unsur nasıl nazi ideolojisi ise müslümanları da kendilerinden olmayanı kesip doğramaya yönlendiren unsur islamdır. Sonuçta cihad için onlara katılanlar da, islam adına doğru adım attıklarını düşündükleri için katılıyorlar. Dilerseniz kurucusunu da, kuruluş amacını da farklı noktalara taşıyın ama türkiyeden dahi cihadcı elemanları kuran ayetleri eşliğinde toplayabiliyorlar. İŞİD aslında gerçek islamdır. Neden mi? Selefîyye ya da Selefîlik, Temelleri Takiy’ûd-Dîn İbn-i Teymiyyet’ûl-Harrânî tarafından atılmış olan İslâm Dîni İtikadî mezheplerinden biridir. Selef halefin tersidir ve tarihsel olarak önde olanlar anlamına gelir. Selefîyye, dinde selef kabul edilen kişilere hiçbir değişiklik yapmadan tâbi olmayı esas alır. Peki Selefi’ler kimdir? Müslümanlar arasında mezheplerin kurulmuş olduğu 8. ve 9. asırların öncesinde yaşayan sahabe ve tabiin gibi Müslümanlar Selefi kabul edilir ve doğru yolda olduklarına inanılır. İslam tarihindeki en eski hareketlerden biri olan Selefi gelenek; Ehli sünnet-i hassa, Ehli hadis, Ashabul hadis gibi isimlerle de anılmıştır. Hanbeliliğin de kurucusu olan imam Ahmed bin Hanbel ile ilk devresini yaşayan Selefilik, Harranlı İbn-i Teymiyye ile ikinci aşamasını geçirdi. Günümüzde de devam eden üçüncü kuşağın öncüsü, 18. yüzyılın başında doğmuş olan Muhammed bin Abdülvahhab’dır. Selefiyye terimi günümüzde çoğu kez Hanbeli ekolünden Muhammed bin Abdülvahhab’ın öğretilerini benimseyen ve İslam Coğrafyası’nda karşıtları tarafından yaygın şekilde Vahhâbîlik olarak tanımlanan inanç sistemine mensup kişileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Selefîyye itîkâdî (inanç) konularda akla yer vermez, sadece nakil (Kur’an ve Sünnet) ile hareket eder. Müteşabihler (anlamı gizli ayetleri) konusunda müteşabihi olduğu gibi kabul ederek, bu ayetlerde kastedilen mânâyı insanların bilemeyeceğini, konunun mânâsını Allah’a havâle ettiklerini belirtirler. Bu aciklamalardan anlasiliyor ki; selefiler (vahabilir) akilciliga karsi nakilciligi savunan bir islami akımdır. Selefilerin tam bır kuran ve hadıs ımanını savunmalari Müslümanlara islami öğretiye tam bir kul ve kole olmaktan baska bır şans tanımıyor. Tum insani vicdani adil dusunce ve davranislar, naklin emrıyle yok edılıyor. Bir yerde selefiler kendını kuran ve sünnet talımatlarına her yonu ıle teslım etmıs ve birer kole haline gelmiş kimselerdir. İnsani bakış açısı ile “Ben ISID’in uygulamalarini akilci insancil vicdani ve adil bulmam ve lanetlerim” denebilir. Diger sekilde ise (kurana iman ederek) ISID’a karsicikmak mumkun degildir. Cunku ISID’in yaptiklari hem Kuranda nakledilmistir. hem de selefilerin yaptigi eylemlerdir. Cunku onlar akli devreye koymaz ve sadece Kura’a iman ederler ve yeri geldiginde de bu imanlarini uygulamayi ayete harfiyen uyarak yerine getirirler.


Son olarak Selefilere (işid) göre: “Amel imandan bir cüzdür.” Yani, amelinde (dinin farzlarını yerine getirmek için yapılan ibadetler) bir kusuru olanın imanının da bir parçası eksiktir. Örneğin bir vakit namazı kaçıran ya da içki içen bir insanın imanı eksiktir. Eksik iman, iman sayılamayacağı için, bu kişi kafirdir. Kafirin ise canı, malı, hatta ırzı helaldir. Yukarda anlatılan mantık çerçevesinde gerçek islam tam olarak Işid diyebiliriz. Ne eksik ne fazla. İŞİD’in yaptığı her eylem hem hadislerle hem de Kur’anla birebir örtüşüyor. Cariyelik var, ganimet paylaşımı var, öldürülme konusunda sıkıntıları yok,sübyancılık var. Yani sadece şiileri değil diğer sünnileri de öldürüyorlar. Açın netten İŞİD vahşetini izleyin özellikle dindar müslümanlara tavsiye ediyorum gerçek islamla tanışın. Suudi Arabistan Kuran, hadisler ve islam tarihinde yazan gerçek islamı yaymak için Işid, El-kaide gibi bir çok terör örgütün finansörlüğünü yapmakta. Tabii ayrıca bölge de amerikanın çıkarlarını da destekler şekilde hareket etmektedir. Ancak gerçek islam insandan canavar yarattığı için bu canavarı kontrol etmek her zaman mümkün olamıyor ve bazı istisna eylemler olabiliyor. Dindar müslümanların gerçek islam bu değil diye zaman zaman dillendirip kanıt gösterdiği olaylar bu tarz sapmalar. Zerre vicdan azabı duymuyorlar çünkü inançları gereği tam,doğru şeyi yaptıklarını düşünüyorlar. Ağızlarında devamlı Allah’u Ekber seyir halindeki arabadan silahları çıkartıp etrafı tarıyorlar, evi basıp yargısız infaz yapıyorlar, çoluk çocuk demeden öldürüyorlar. İslam açısından 2 insan tipi var; müm’in ya da kafir (ya da inanmayanlar ya da Allah’ın koruduğunu söylediği halde bozulduğunu iddia ettikleri diğer dinler). İSLAM İNANCINDA KÂFİR: “Örten” ve “nimeti inkar eden” mânâlarına gelen kafir, iman edilmesi gereken esaslardan birisini veya hepsini kalben inkar ve tekzip edip bunu dil ile söyleyen kimseye denilmektedir. Kafir, İslam ve imandan mahrum bir şekilde kalbindeki kabiliyeti köreltmiş, bütün vicdanî mekanizması nefsinin eline geçmiş ve latife-yi Rabbaniyesi sönmüş olan kişidir. Yani Kafir; “kalben inkar ettigini, dil ile söyleyen” demek. İnanmayan islam anlayışına göre öldürülebilirler, öldürenlerde cennete gider. Gerçekte ise insanları inanan, inanmayan diye ayırmak olayı siyasi hale getirmektir. Bu tarz insanları sınıflandırmak tipik mafya davranışıdır. Tıpkı mafya örgütlenmelerinde olduğu gibi rıza aranmaz, dine girmeyenin de, çıkanın da cezası ölümdür. insanlar inanmaya mecburdurlar. İslami sistemler insanları bu tarz sınıflandırdığı için bütünüyle faşizim olarak da nitelenebilir. Kuran’daki ISID’in yaptigi ile paralel ayetleri görelim.


4:93 – Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır. Demekki ISID’a gore oldurdukleri yani katlettikleri muslumanlar mumin degil. Ozaman sormalıyız Islam dinine ve Kuran’a gore kim mumindir. Eger muminin kim olduguna dair tam bir aciklik yoksa; bu kimin hatasidir? 17:33 – Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı canı öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik. O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü ona (dinin kendisine verdiği yetki ile) yardım olunmuştur. Demekki ISID’a gore katlettikleri “Allah’inin oldurmesini helal kildiklari” kimselerdir. 5:33 – Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır. Demekki, ISID’a gore kendi inanclarindan olmayan diger muslumanlar” Allah ve Muhammed’e karşı yeryuzunde fesat cikarmaya calisanlar” 8:12 – İşte o anda Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, müminlere sebat verin. Kâfirlerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunlarının üstüne vurun, parmaklarına, parmaklarına vurun”. Demekki ISID’a gore katlettikleri muslumanlar” oldurmeyen, Kuran’a uymus oluyor mu?

kafir”

Bir

kafiri

47:4 Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp ağırlıklarını atıp, savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak, ya da fidye ile salıverin. Allah’ın emri budur. Eğer Allah dileseydi onlardan başka türlü de intikam alırdı. Fakat böyle olması sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz. Iste ISID’da fidye istiyor. Allah yolunda olenlerin Yani ısıd’a gore mücahitlerin amellerı bosa cıkmıyor. Tanrı allah’ının emrını uyguluyorlar. 2:191 – Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. ISID’in uyguladigi “kafirin cezasi”


4:91 – Diğer birtakım kimseleri de bulacaksınız ki; hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak isterler. Fitne için her davet olunuşlarında onun içine başaşağı dalarlar. Eğer bunlar sizden çekinmezlerse, kendilerini bulduğunuz yerde yakalayın ve öldürün. İşte bunlar aleyhinde size açık bir ferman verdik. ISID’in verilen emre uymasi. 4:89 – Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün;Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin. ISID’in uydugu emir. 9:5 – Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ISİD’in uydugu emir. tovbe edenleri bagislamak etmeyenı oldurmek. Kisaca kurana gore inancsiz yok. Ya diger iki ibrahimi dinin inanci var, ya da kuran’ın dedıklerını harfıyen uygulamayan, kalb ıle ımandan sapan dıl ıle ıkrarda kendı yorumunu yapan var. o yuzden kuran’ın karsısına aldıkları kimseler; ateıstler, deıstler, agnostıkler v.s. Degıl; Asıl karşısına aldıkları diğer ibrahimi dinlere mensup olanlar, müşrikler ve kalb ıle ıman etmeyen vede dil ıle ıkrarda akıl kullanan ya da yorum yapan muslumanlar. Islamin asil gercek yüzünü örtmeye kalkan tatli su müslümanları, nicin kendilerine sormazlar: Kur’an da neden tonlarca siddet, baski, asma, kesme, dograma, bicme, ceza, asagilama, ayetleri vardir? Zaten Isid de kur’an dan farkli davranmiyor ve ne yazilmissa aynen yerine getirilip infazlar gerceklestiriyor. Bunlari icine sindiremeyen su tatlisi müslümanları elbette gercek islam bu degil diye klasik argümanlari ileri sürecekler. Ben asıl kuran daki siddet iceren ayetleri nereye gömeceklerini hep merak ederim. ISID Kur’an’ı uyguluyor, yalnız bir açılımla. Cihad faktörü ile ve “din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın” desturuyla. Yani içinde bulundukları evre bu ve bu evrede kafirlerin, inanmayanların ya da islamın şartarını yerine getirmeyenlerin, taki getirene kadar malı, canı, kanı helaldir. Zaten bu evrede amaç uğruna her yol meşrudur, hmede her yol. Tabi işin temelinde bölge yer altı zenginlikleri ve hakimiyet sorunu var, hal böyle olunca din de, iktidar olma ve hükmetme adayları için asli örgütleyici ve malzeme oluyor. Dört Halife devrini düşünün, farkı var mı? Mal ve iktidar için birbirini yediler zaten evveliyatında da sonrasında da (örneğin Mervan) bildiğiniz IŞID gibi


hareket ettiler, her yana sefer düzenleyip ganimet müjdesiyle yağma, talan yaptılar. İslamiyetin güçlenmesi de, yayılmasıda günümüze kadar ulaşması da bu savaşlar sayesindedir, aksi taktirde yöresel bir inanç olmanın ötesine geçebilecek ve kabile dışına çıkabilecek bir yapısı yoktu, Emeviler döneminde bu süreç hem serpildi hemde geliştirildi, İslam Emeviler döneminde hayat bulmuş bir din gerçekte, evveliyatı ise söylencelerden oluşuyor. Din hem bu işin motoru hemde kılfıdır ne yazık ki. Eni sonu bazı istisnalar hariç din POLİTİK bir oluşumdur, özünde taşıdığı değer inanç değil, politik olarak yönetmek ve hukukunu belirlemektir. Dinler genel olarak inanç istismarına dayalı örgütlerdir. Önce dine katılmanın şartları konur. Buna imanın şartları denir. Madem inandın yapacaksın hükmü gelir ardından, artık inandıysanız elinizden gelen tek şey boyun bükmektir. Dinlerde bir diğer yöntem de iradenin ezilmesidir, islam bu konuda gayet başarılı bir din. Bu ülkede, şeriat yasaları uygulanmıyor. Kadınlar özgür seçme ve seçilme hakkını kullanıyorlar. Namaz kılmayanlara uygulanan bir yaptırım yok. Hırsızın eli kesilmiyor. Dinden dönen mürted diye öldürülmüyor. Aksine şuan ülkemizde islam inancının tüm negatif yönlerini gizleyen, özgürlükçü kuran ve sünnet öğretilerinden uzak bir inanç yaşatılıyor. Bu arada gerçek islam pusuda bekliyor ve uygun ortam gözlüyor, kuran ayetleri de müminlerinden hoşlarına gitse de gitmesede, Allah ve resulü bir işe hüküm verdiği zaman koşulsuz yapmalarını sağlayacak hükümleriyle bekliyor. Ülkemiz insanları için söylüyorum; Hayalinizdeki din, kurandaki din, sünnetteki din, sahabelerin ve halifelerin yaşattığı din, Muhammed dönemindeki din, Emeviler dönemindeki din, Abbasiler dönemindeki din hepsinde farklılıklar olsa da, Kuran’dan ayıklanarak ve ondan habersiz yaşadığınız dinin gerçeği ile yüzleşme zamanı hızla yaklaşıyor. KURANIN SAVAŞ MANTIĞI VE İŞİD Muhammed 4 – (Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları çökertip etkisiz hâle getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (sağ kalanlarını esir alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. Savaş sona erinceye kadar hüküm budur. Eğer Allah dileseydi, onlardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için böyle yapıyor. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmayacaktır. Bakın, onlardan öç alırdı ama sizi denemek için böyle yapıyor. Yaşanan bir durum karşısında o anki savaşa yönelik gönderme var. Evrensel değil bu kitap. Kaldı ki, bu esir alma kısmı enfal suresindeki ilk savaş ayetleri üzerine tanrı Allahın hayıflanmasının eseridir. Araplara tam söz geçirememesi sonucu esir almalar uygulanır. Esir fitye demektir yani para. Devam edelim;


8.1-(Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler, Allah’a ve Resûlüne aittir. O hâlde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” 8.12-Hani Rabbin meleklere, “Ben sizinle beraberim. İman edenlere sebat verin. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Şimdi vurun boyunlarının üstüne. Vurun, onların bütün parmaklarına” diye vahyediyordu. 8.13-Bu, onların Allah’a ve Resûlüne karşı gelmelerindendir. Her kim de Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezası şiddetlidir. 8.39 –Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir. Değişim zamanı; 8.41-Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir. 8.57-Eğer onları savaşta yakalarsan, bunlar (a vereceğin ceza) ile arkalarındakileri de dağıt ki ibret alsınlar. 8.60-Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez. 8.61-Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. 8.65-Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir. 8.66 – Şimdi ise, Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler.Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.


8.67-Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. 8.68-Eğer Allah’ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye)den dolayı size büyük bir azap dokunurdu. 8.69-Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Tanrı allah ve peygamberinin bakış açısına göre, esir almak değil yoketmek ön planda, aile bağları ya da fidye nedeni ile esir almayı isteyenler ise araplar olmuş. Yoksa tanrı tamamen gücü ele geçirene kadar esir alma karşıtı olduğunu ayetlerde gayet net izah etmiş. Dikkat edin, ganimet denkleminde de çark eden bir tanrı profiliniz de var. Hani kuranda sıklıkla bahsedilen münafık kavramı belli ki, tanrının bakış açısında değişimler yaratmış. Savaşçı arapların endişeleri dahi ayeti değiştirtmiş 1/10 denklemi. Tanrı allah karar verememiş. Hem ganimet paylaşımında hemde asgeri güç konusunda şartlar gereği fikir değiştiren bir tanrı! Evet amaç ortada din çıkarın kılıfı. Devam edelim; Maide 112. sırada indiği söylenen ayet, Muhammed suresi ise 95. sırada. 5.33-Allah’a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır. Bu ayetin yazıldığı yıl islam arabistan da iyice kök salmış durumda. İslamı kabul etmeyen ve direnen insanlara karşı son derece acımasız uygulamaların başladığı bir dönem olmuş. Sırada ki sure ile anlatılan dönemde ise İslam Mekke’yi ele geçirmiş, dinin temel savaş prensipleri belirlenmiş ve cihad döngüsüne tamamen merhaba dendiği bir dönem başlamıştır. Fetih suresinde müminlere müjdelenen bilinmeyen memeleketlerde ki toprak fetihlerine yol açan ayetleri görelim; Tevbe 113. sırada indiği söylenen suredir. 9.5-Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.


9.29-Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın. 9.111-Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık,onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir.Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır. Gelelim Işid müslüman değildir ve işid in yaptıkları Kur’an’a uymuyor sözlerine. Ayetler gayet açık. Işid savaşta üstün gelmiş bir örgüt değil, Irak Şam İslam devleti kurulmaya yakın değil ve savaşta bariz üstünlük kazanmış değiller. O yüzden düşmanlarına göz korkusu vermek yani ibret almalarını sağlamak (Ayet 8-57) için esir alınanlar acımasızca katlediliyor. Duruma göre de esir almaları, öldürmeleri bir tercih oluyor. Cariye yani seks kölesi ganimet kapsamında Kurana göre alabilirler, bunda da bir yasak yok aksine bir serbestlik var. Bu hem ayetlerle hem sahih olarak kabul edilen hadislerde açık bir bilgi. Elegeçirdiği yerlerde ki Hıristiyanlardan cizye istemeleri zaten kuran hükmü. Yukarda yazan ayetleri bir bir İŞİD’in uygulamalarına bakarak okursanız. İşid’in kuranı ve sünneti uygulayarak savaştığını görebilirsiniz. SONUÇ Şuan Işid adından anlaşılacağı üzere amacı Irak Şam İslam Devleti. Yani buraları ele geçirdikten sonra yüksek ihtimal aynı gerilla taktiğini İsrail’e uygulayacaklar ancak buna vakit kalmayacak muhtemelen örgüte ciddi müdahaleler önümüzde ki aylarda bile başlayabilir. İsrail zaten Işid’in büyümesinden oldukça rahatsız stabil bir devlet değil terör örgütü olmadığı için İsrail için tehlike arz ediyor. Ancak dediğim gibi şuan İsrail’e savaş açsalar tuzla buz olurlar. Abd savaş filosu İsrail filosu bunları bombalar durur. Nokta atışları yapar bağlantı noktalarını keserler. Ne demiştim daha önce bunların en büyük finansmanı Suudi Arabistan. Yani şuan Abd’nin en önemli müttefiklerinden. Abd bu durumdan şuan çok rahatsız değil neden? Çünkü Irak’ın çoğunluğu Şii bu da İran’a dolaylı olarak yakınlaşmalarına neden oluyor. Haliyle petrol sınırlarında Şii çoğunluk olması rahatsız ediyor Işid bir nevi etnik temizlik yapıyor. Milyonlarca insan Işid’in ele geçirdiği yerlerden kaçıyorlar adeta bir kavimler göçü gibi. Ne oluyor buralarda demografi değişiyor. Bu kadar büyük demografik değişikliği uluslararası antlaşmalara imza atmış bir devlet gerçekleştiremez. Din kisvesi altında uyutulan kitleler bu durumlara sessiz kalıyor. Bölge perişan halde tüm binalar delinmiş, ortalık harabeye dönmüş, binlerce yıllık tarih kayboluyor, yağmalanıyor. Binlerce yıllık kültür ögeleri tarihe karışacak yakında. İnsanların yarısı katledilmiş 400 bin ölüden bahsediyorlar belki daha fazla milyonlarcası göç etmiş. Harabe şehirler,ölü


insanlar,yok olan kültürler ve sürekli katliam sürekli tecavüz. İnsan psikolojisi bu kadar acımasızlığa dayanamaz. Yarın öbürgün oradaki öfke Türkiye’de de patlayacak. Esad sünni müslümanlara eziyet ediyor diyerek başlatılan kampanyanın geldiği sonuç budur. Gerekirse kendi askerime atarım iki roket girerim suriye’ye kayıtları da uluslararası kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. Siyasal islam’ın yükselişi hiç olmadı ama çöküşünü çıplak gözlerle izleyebiliyoruz. İnanan, inanmayan bir insanın kendisine sorması gerekiyor, ailesi katledilse komşuları öldürülse, kardeşi, annesi arkadaşı tecavüze uğrasa esir alınsa babası gözünün önünde kurşuna dizilse top oynadığı, koşturduğu sokaklar birer harabeye dönse can güvenliği olmasa ne hisseder? Ne yapar? Savaş çığırtkanlığı yapanlara karşı kin ve nefret beslemez mi? Besleyecekler ve hiçbir düşünce orada ki insanların nefretini engellemeyecek. Ülkeni kurtarmak adına Çeçenistan’dan, Afganistan’dan,Türkiye’den,Suudi Arabistan’dan ve bir yığın ülkeden sözde cihatçı, mücahit geliyor gözlerinin önünde yaşadığın ülkeyi yok ediyor. O topraklarda umut yeşerir mi? Sevgi yeşerir mi? Hoşgörü yeşerir mi? Şimdi islamın ilk yıllarında arabsitanı gözünüzün önüne getirin ve günümüzde Suriye ve Irak’da olanları düşünün. Arabalarla şehir şehir cihad yapıp insan katleden, kadınların ırzına geçen, servetlerini yağmalayan işid örgütünün bugün yaptığını o günlerde kim yapmış olabilir sizce? O günlerin Ebu Bekir Bağdadisi kimdir? İslam 7.yy arabistanında şuan İŞİD’in Suriye ve Irak’da yayıldığı gibi yayıldı. Kanıtı mı? İslam tarihi, Kuran, Sünnet ve Muhammedin ölümünden sonra başlayan Ridde savaşlarıdır. İslamda neden hoşgörü, sevgi, kardeşlik ve barışa yer yok şimdi anladınız mı?

Muvafakat-ı Ömer Kur’an’da Ömer bin Hattab’ın görüşleri-talepleri doğrultusunda inen, ya da kelime kelime onun sözlerini tekrarlayan, Hz.Muhammed ile ihtilafa düştükleri durumlarda Ömer’i haklı çıkaran aralarında içki yasağı, hicab, cihad gibi çok önemli olay ve yasakların da bulunduğu çeşitli ayetlerin sayısı İbn-i Hacer’e göre 15, İmam Suyuti’ye göre 21. Bu ayetlere Muvafakat-ı Ömer (yani Ömer ile uyumlu, onun reyine uygun düşen) deniyor. Ömer baştan beri yasa koyucu, yasa yapıcıdır. Vahy de söz sahibidir ve ögreticilerden biridir. Bu da vahyin nasıl oluşturuldugunu bize açıklıyor. Yoksa cebrail Ömer bin Hattaba da ayetler indiriyor mu? Ebu Hureyre (r.a.), Nebi (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: ”Beni İsrail’den sizden önce gelip geçenler içinden (Allah Teala tarafından mülhem) öyle kimseler vardır ki, onlar peygamber (payesinde) olmadıkları halde kendilerine haber ilham olunurdu. Eğer ümmetim içinde de bunlardan bir kimse bulunursa (ki, şüphesiz bulunacaktır) o da muhakkak Ömer’dir.” (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, Çev. Ahmet Naim, Sekizinci Baskı, Ankara, D.İ.B. Yay. , 1984c.9, s.351)


Peygamber olmadıkları halde kendilerine Tanrı Allah’ın ilham verdi söylenen şahıslara Muhaddesun deniliyor ki, kendilerine hadiseler, vakıalar ilham olunan kimseler demektir. Bu hadise göre Ömer bin Hattab böyle bir kişilikmiş. Ömerden ilham alan kuran ayetleri Bakara 98. Kim, Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkarcı kafirlerin düşmanıdır. Ömer yahudilerle sohbet ederken onlara Cebrail ve Mikail’i sorar, onlar da Cebrail’in kötü olduğunu, kendi sırlarını Hz.Muhammed’e aktardığını, Mikail’i ise sevdiklerini söylerler. Ömer buna itiraz eder, Cebrail ve Mikail’in Allah’ın sağında ve solunda durduklarını, ikisini de sevmeleri gerektiğini söyler. Ayet bu olaydan sonra yazılır. Bakara 125 Biz, Beyt’i (Kabe’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rüku» ve secde edenler için Evim’i temiz tutun, diye emretmiştik. Ömer’in Hz.Muhammed’e Hz.İbrahim’in makamında (Mekke’de, ayak izinin bulunduğu yerde) namaz kılınıp kılınamayacağını sorması üzerine yazılmış. Bakara 187 Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar. Başlangıçta Ramazan’da yemek, içmek ve cinsel ilişki iftar ile yatsı arasında yasaktır, ama Ömer de dahil olmak üzere pek çok müslüman bu yasağı bozarlar. Ömer pişmanlık içinde Muhammed’e gidip durumu açıklar, Hz.Muhammed yapılanı onaylamaz ama Ömer daha evine dönmeden yukarıdaki izin ayeti yazılır. Nisa 65 Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. Bir yahudi ile münafık arasında ihtilaf çıkar. Yahudi hakem olarak Hz.Muhammed’e, münafık ise Kaab b. Eşref’e gitmeyi önerir. Sonuçta yahudi’nin ısrarı ile Hz.Muhammed’e gidilir, Hz.Muhammed yahudi’yi haklı bulur. Münafık tatmin olmaz, bu kez Ebubekir’e giderler, o da yahudi


leyhine karar verir. Münafık ısrarlıdır, bu kez Ömer’e giderler, Ömer olayı dinledikten sonra içeri girer, kılıcını alır, münafık’ı öldürür ve “Resullulahı’ın verdiği kararı tanımayanlar için benim hükmüm budur” der! Ayet Hz.Muhammed’in olayı öğrenmesi sonucu iner, Ömer de temize çıkar. Burada adı geçen Kaab bin Eşref Medine’li ünlü şairdir, Hz.Muhammed’e muhalif şiirleri ile müslümanların, özellikle de Hz.Muhammed’in canını çok sıkmaktadır. Daha sonra da Hz.Muhammed’in direktifi doğrultusunda hile ile tuzağa düşürülerek öldürülmüştür. Yahudi’nin bir başka yahudi olan Kaab’a gitmek istememesi, münafık’ın ise Kaab’ın adaletini tercih etmesi ayrı bir ilginçlik. Nisa 83 Onlara güven veya korkuya yayarlar; halbuki onu, Resul’e veya götürselerdi, onların arasından işin olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütuf müstesna, şeytana uyup giderdiniz.

dair bir haber gelince hemen onu aralarında yetki sahibi kimselere iç yüzünü anlayanlar, onun ne ve rahmeti olmasaydı, pek azınız

Müslümanların sırlarının açık edilmemesi ile ilgili bu ayet, Hz.Muhammed’in hanımlarını boşadığı ile ilgili çıkan bir dedikodu üzerine Ömer yalanlama yaparken iner. Bakara 219 Nisa 43 Maide 90-91 Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür………….. Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar……….namaza yaklaşmayın………… Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi? Sarhoş edici içkileri yasaklayan bu ayetlerin, insanları bu yasağa alıştırmak için aşamalı olarak indirildiği inancı yaygındır ama aslında alkol’ün Ömer bin Hattab’ın ısrarı sonucu yasaklandığı anlaşılıyor. Ömer, Hz.Muhammed’e sürekli içki yasağı ile ilgili sorular sormaktadır. Sonunda Bakara 219. ayet iner ama Ömer’i tatmin etmez, “Allah’ım, içki hakkındaki açık ve kesin hükmünü bildir” şeklinde dua eder. Bunun üzerine sırası ile Nisa 43, Maide 90 ve 91 iner, Maide 91’e kadar Ömer duasına devam etmektedir. “Artık vazgeçtiniz değil mi?” kısmına gelince Ömer “vazgeçtik ya rab” diyerek memnuniyetini belirtir, islam dininin en önemli yasaklarından biri böylece Allah emri şeklini alır. Enfal 67-68 Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet


sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Bedir savaşından sonra 70 kadar esir alınmıştır ve ashab bunların ne yapılacağı konusunda kararsızdır. Ebubekir hepsinin akrabaları olduğunu, fidye alınıp salınmalarını önerirken Ömer hepsinin öldürülmesi gerektiğini savunur, Hz.Muhammed Ebubekir’i dinleyerek fidye alıp esirleri salar. Ertesi sabah Ömer, Hz.Muhammed ve Ebubekir’i bir ağaç altında ağlar bulur ve sorar: “Ey Allah’ın Rasulü!” dedim; Seni ve arkadaşını ağlatan nedir? Şayet ağlayabilirsem bende ağlayayım. Yoksa ağlar gözükeyim.” Hz.Muhammed şu cevabı verir: “Arkadaşlarının fidye almış olmalarına ağlıyorum. Onların azabı bana şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi” O akşam Enfal 67-68 inmiş ve Allah Ömer’in dediğini onaylayarak savaş esirleri için fidye almaktansa öldürülmelerinin daha uygun olacağını söylemiştir! Bu arada şunu belirtmekte fayda var, esir müşriklerin arasında Hz.Muhammed’in damadı ve Ali’nin kardeşi de vardır, bunlardan da serbest bırakılma karşılığında fidye alınmıştır. Muhtemelen ayetin serbest bırakılma sonrası yazılması bu hassas durumdan kaynaklanmaktadır. Tevbe 19 (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Hacılara su vermek, ya da Mescid-i Haram’ı onarmanın cihad etmekle bir olduğunu savunanlara karşı Ömer Hz.Muhammed’den fetva ister, ertesi gün bu ayet yazılır ve cihad’ın çok daha hayırlı olduğu bildirilir. Tevbe 84 Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkar ettiler ve fasık olarak öldüler. Münafıkların lideri Abdullah ibn Ubey ölür, oğlu Hz.Muhammed’den namazını kılmasını ister. Hz.Muhammed Ömer’in bütün muhalefetine rağmen namazı kılar. Ardından Ömer’i onaylayan bu ayet yazılıverir. Mevdudi’ye göre bu cenaze namazı hiç kılınmamış. Tam hazırlıklar yapılırken Tevbe 84 ayeti yazılmış. Hud 114 Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır. Bir adam “cima etmeksizin” bir kadınla oynaşıp ondan faydalanır. Daha sonra Hz.Muhammed’e bu olayı anlatıp ne hüküm vereceğini sorar.


Hz.Muhammed cevap vermez, ama Ömer “Allah senin suçunu gizlemiş, keşke sen de gizleseydin” der ve adamı gönderir. Hemen ardından bu ayet yazılır, adamın peşine biri gönderilip geri çağrılır ve Hz.Muhammed bu ayeti adama okur. Nur 16 Onu duyduğunuzda: “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa! Bu, çok büyük bir iftiradır” demeli değil miydiniz? Ifk olayı sonrası Ayşe’yi aklayan ayetler gecikmekte, bu da Hz.Muhammed’i sıkıntıya sokmaktadır. Ömer “Ya Rasulallah, Aişe’yi sana tezvic eden kimdir?” diye sorar, Hz.Muhammed “Allah Teala” cevabını verir. Bunun üzerine Ömer “Onu sana verirken Rabbinin seni aldatmış olmasını hiç hatıra getirir misin?” diye sorar, Hz.Muhammed “haşa bu büyük bir iftiradır” der ve ardından yukarıdaki tebriye (aklama) ayetleri yazılır. Ahzab 53 Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe, Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah) tır. Taberani’nin sahih bir senetle bildirdiğine göre Hz. Aişe şöyle demektedir: “Ben Nebi ile beraber yemek yiyordum. Ömer bize uğramış Nebi de onu yemeğe davet etmişti. Yemek esnasında Ömer’in parmağı parmağıma dokunmuştu ki Hz. Ömer: “Eyvah! Elimi senin eline dokundurmak istememiştim. Yanlışlıkla oldu. Affedersiniz” dedi. Bunun üzerine hemen bu ayeti yazılır. Tahrim 5 Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi kendini Allah a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadef eden, oruç tutan, dul ve bakire eşler verebilir. Hz.Muhammed’in eşlerinden Zeynep binti Cahş kendisine bal şerbeti içirmekte, Hz.Muhammed de onun yanında daha fazla kalmaktadır. Bunu kıskanan Ayşe bir oyun düzenler ve Hafsa’yı da ikna eder. Buna göre Hz.Muhammed yanlarına geldiğinde “sen mağafir mi yedin, sende mağafir kokusu alıyorum” diyerek kötü koktuğunu ima ederler. Buna çok üzülen Hz.Muhammed bir daha bal şerbeti içmemeye yemin eder. Bu oyun ortaya çıkınca Ömer (Hafsa’nın da babası) eşlerin yanına giderek “Ne bilirsiniz? Eğer sizi tatlik (boşayacak) edecek olursa, Rabbi belki size bedel ona sizden daha hayırlı eşler verir” diye öğüt verir. Hemen ardından Tahrim suresinin ilk beş ayeti yazılır, beşincisi Ömer’in nasihatı ile birebir aynıdır.


Bakara 223 Kadınlarınız, sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için ileriye hazırlık yapın. Allah’tan korkun ve bilin ki siz mutlaka O’nun huzuruna varacaksınız. Ey Muhammed, müminleri müjdele! TEFSİR BÖLÜMÜ Konu : Ravi : HadisNo: 483

ESBAB-I Bakara İbnu

NÜZULE

DAİR Suresi Abbas

Hadis : Hz. Ömer (ra), Resulullah (sav)`a gelerek: “Ey Allah`ın Resulü mahvoldum” buyurdu. Hz. Peygamber (sav): “Niye mahvoldun ne var?” diye sorunca açıkladı: “Bu gece bineğimi ters çevirdim (arka canibinden yanaştım). “Resulullah (sav) hiçbir cevap vermedi. Cenab-ı Hakk peygamberine şu ayeti vahyetti: “Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. Tarlanıza istediğiniz gibi gelin.” Dübüründen ve hayız halinde temastan kaçınmak şartıyla önden, arkadan, nasıl istersen öyle gel. Neyse ki fazla ayrıntıya girip pozisyon tavsiyelerinde bulunmamışlar. bunada şükür. Paylaştığım bu hadis içeriği için tüm okuyucularımdan şimdiden özür dilerim. İslam tarihinde böyle geçtiği için paylaşmaktayım. İşte din böyle bişey. Güler misin ağlar mısın durumu malesef. Bakara 149-150 Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. (Evet Resülüm!) Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ki, aralarından haksızlık edenler (kuru inatçılar) müstesna, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız. Cemil Sena, Hz.Muhammed’in felsefesi isimli kitabında kıble’nin Mescid-i Haram olmasının nedenini şöyle açıklıyor: …..cahiliye dönemindeki Araplar beytullah olarak kutsallığında anlaşmış oldukları Kabe’yi ve onun bulunduğu Mekke’yi kıble sayarlardı. Bilindiği gibi Romalıların baskısıyla Yahudiler Kudüs’ten güneye ve Hicaz’a göç etmişlerdi. Onlar, Kudüs’te yıktırılan tapınaklarının yerine geçmek üzere Mekke’de Kabe’yi inşa ettiler. Bu site Beni Cerhem’in eline geçince, Arapların da kutsal bir yeri halini aldı. Bunun için olacaktır ki sahabeden ElBara bin Maruf, Kabe’nin kıble olmasını savunmuşsa da Hz.Muhammed asıl kıble’nin Kudüs olduğunu söyleyerek buna itiraz etmişti. Fakat Hz.Ömer’in birinci düşünceyi savunması üzerinedir ki, Kabe’nin kıble olması gerektiğine dair ayetler inmiştir. (Cemil Sena, Hz.Muhammed’in felsefesi Remzi kitabevi 1984 s 230)


Yazarın bu iddiası eğer doğru ise Bakara 149-150’nin de Muvafakat-ı Ömer ayetlerinden sayılması gerekir. Ayrıca burada bahsedilen konu Kabe’nin tekrar inşası olabilir çünkü Kabe’nin kaç defa yıkılıp tekrar yapıldığı belirsiz. Hatta Hz.Muhammed’in bile peygamberlikten önce tümüyle onarılan Kabe’ye Hacer-ül Esved’in kim tarafından yerleştirileceği sorununu çözerek Mekke’de büyük itibar kazandığı yazılıp çizilir. Sonuç olarak şunu açıklıkla söyleyebiliriz; Kuran bir ekip işidir. Şartlar nasıl gerektirdiyse ona göre yazılmış. Tabi şartlar derken günümüz değil, o günlerin şartları, ihtiyaçları, zorunlulukları ve kişisel çıkarlar doğrultusunda şekilnmişdir. Görüldüğü gibi Kuran ayetleri, Kanun hükmünde kararname gibi yazılmış. Kurana ilahi kaynaklı demek islam tarihini ancak görmemezlikten gelerek mümkün olabilir.

Kısas Hükmü Günümüzde İslam Hukukunda Kısas hükmü öldürme ve yaralama suçu işlemiş bir kişinin benzeri bir ceza görmesi anlamında kullanılmakta ve böyle yorumlanmaktadır. Kısas hükümleri kasten ve haksız yere işlenen suçlar için geçerlidir. Yanlışlıkla adam öldürmenin yaptırımı Nisa-92’de düzenlenmiştir. Kısas, islam hukuku terimi olarak, adam öldürme veya yaralama suçlarında, suçluya uygulanan cezanın adıdır ve katilin öldürülmesi veya adam yaralayanın aynı şekilde yaralanması anlamına gelir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu, Cezai husular ile ilgili ıstılahlar 7.Kitap, No: 106) Kısas hükmünün içeren ilgili ayete bakalım. Bakara-178 “Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz’den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.” Yukarda açıkca yazılan kısas hükmünün ne anlama geldiğini anlayabilmek için önce bu kısas hükmünün yazılış nedenlerini islam tarihinden görelim. 1- Şa’bî dedi ki: “Arab Kabileleri’nden iki kabile arasında bir savaş vardı. Bu iki kabilenin birisinin diğerine üstünlüğü vardı. Bu sebeple dedi ki: “Bizim kölemize karşılık sizin hür olanınızı, kadınımıza karşılık da erkeğinizi kısas edeceğiz. Bu sebeple Allah Teala bu âyeti indirdi.” 2- Katade’den şöyle rivayet edilmiştir: Câhiliye devri insanlarında zulüm ve şeytana itaat hüküm sürüyordu. Onlardan, güçlü olan bir kabilenin kölesini başka bir kabilenin kölesi öldürdüğünde, “buna karşılık kesinlikle hür bir adamdan başkasını öldürmeyi kabul etmeyiz” derlerdi. Diğer kabile-lerden bir kadın bunlardan bir kadını öldürdüğünde de “bunun yerine bir erkekten


başkasını öldürmeyi kabul etmeyiz” derlerdi. Yüce Allah, bu haksızlığı ortadan kaldırmak için “Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür” mealindeki âyeti indirdi. 3- Saîd İbni Cübeyr’den (r. a.) İbnu Ebî Hatim anlattı: İslamdan biraz önce, Araplardan iki kabîle câhiliyet döneminde savaştılar. Aralarında öldürme ve yaralama vardı. Ta Müslüman oluncaya kadar, köleyi ve kadınları öldürürler, bâzısı bâzısından bir şey almazdı. İki kabileden biri diğerinden mal ve adet bakımından çoktu. Onlar bizden bir köle ölünce, onlardan bir hür, bizden bir kadın ölünce, onlardan bir erkek ölmedikçe razı olmayız diye yemin ettiler. Onlar hakkında, Bakara: 2/178 ayeti indirildi. (Esbab-I Nuzul-Abdulvahid Metin) Ayetin yazılış nedeni olan olayların da ortaya koyduğu gibi bu ayet açıkca suçu işleyeni cezalandırmayı değil, suçun karşılığında toplu cezalandırma ve bu cezalandırmanın nasıl uygulanacağını göstermektedir. Burda aranan adalet değil işlenen suçun eşiti başka bir suçla karşılık görmesidir. Ayette açıkca “Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın (kısas edilir)” denilmekte. Bu ifadeden çıkan sonuç kimsenin kabul edemeyeceği, son derece adaletsiz bir düzenleme getirdiği ortadadır. Eğer öldüren (katil) ile ölen (maktul) aynı kategoride iseler sorun yok. Fakat örneğin bir erkek bir kadını öldürdüyse, bu ibarenin anlamına göre (kadına kadın), katilin öldürülmemesi gerekir. Bu durumda ya kimse ceza almayacak, ya da “kadına kadın” ibaresi katilin karısını veya kızını öldürmek şeklinde yorumlanacak. En baştan söylemek gerekirse Her türlü adalet algısına aykırı gelen bu hükmü, İslam alimlerinin büyük kısmıda de kabul etmemiş, türlü tefsir ve tevillerle bu ibarenin “niyetinin farklı” olduğunu açıklamaya çalışmışlar. Bu konuda islam alimleri tarafından en çok öne sürülen açıklamaları üç kısıma ayırabiliriz: 1-Birinci kısım, bu ayette geçen “hüre hür, köleye köle, kadına kadın” ibaresinden çıkan hükmün daha sonraki nasslarla yürürlükten kaldırıldığını (ilga edildiğini, nesh edildiğini) savunmakta. Örnek: İbn Kesir’in bildirdiği rivayetler “Ancak bu ayet-i kerime’deki “hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile” ayeti “cana can” (Mâide, 45) ayeti ile neshedilmiştir. Ali İbn Ebu Talha “dişi dişi ile” konusunda İbn Abbâs’ın şöyle dediğini nakleder: Zîra onlar; dişiye mukabil erkeği öldürmüyorlardı. Erkeğe mukâbil erkeği öldürüyorlar, dişiye mukabil dişiyi öldürüyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ cana can, göze göz emrini inzal buyurdu. Ve ister cana, ister candan aşağıya tecavüz etmiş olsunlar, kasıtlı oldukları takdirde hür erkekle hür kadını kendi aralarında eşit kıldı. Aynı şekilde köleler arasında da kasıtlı olarak cana ve candan aşağıya tecâvüz halinde erkeklerle kadınları eşit kıldı. Bu ayetin cana can (Mâide, 45) ayeti ile


neshedildiği Ebu Malik’ten de rivayet edilir. “ (İbn Kesir Tefsiri, Bakara/178.) 2-İkinci kısım (sadece Hanefilere özgü olmak üzere), daha “ince” bir açıklama getirmekte Hanefiler, yukardaki ayette geçen “hüre hür, köleye köle, kadına kadın” ibaresi için şunu diyebilmekteler: “Bu ayette sadece (1) “hüre karşı hür, köleye karşı köle kısas edilir” yazmakta, fakat (2) “hüre karşı köle, köleye karşı hür kısas edilmez” yazmamakta. Dolayısı ile zaten herhangi bir sorun yok ortada. Çünkü bizim benimsediğimiz fıkıh usulüne göre Cümle (1)’den Cümle (2) çıkmaz.” Örnek: Elmalılı Hamdi Yazır’ın Açıklaması “Özellikle hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir köle bir köleyi, bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen hür karşılığında o katil hür, öldürülen köle karşılığında o katil köle, öldürülen dişi karşılığında o katil dişi, kısaca her öldürülen kimsenin karşılığında kendi katili aynı şekilde öldürülür. Bu öldürme yeterli bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi şeref ve kıymet davasıyla katilden başkasının öldürülmesine kalkışılmaz. Bu kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu gibi, katilden başkasının öldürülmesinden kaçınılması içindir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Bakara/178 ) 3-Üçüncü kısım ise, “Aslında ayetin manasından çıkan sonuç bu. Fakat bu sonucu ben adaletsiz buluyorum. Dolayısı ile bu kastedilmiş olamaz” şeklinde yalın, sade ve kolaycı bir yöntem izlemekte. Örnek: Muhammed Esed’in açıklaması: “Bu pasajın girişindeki “kısas” terimi ile bağlantılı olarak okunduğunda, “hür için hür, köle için köle, kadın için kadın” şartının sınırlı, lafzî anlamıyla alınamayacağı -ve bu niyeti taşımadığı- açıktır: çünkü bu, birçok öldürme olaylarını, mesela bir hürün bir köle tarafından veya bir kadının bir erkek tarafından öldürülmesini veya tersini dışarda bırakırdı.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Bakara/178 No. 147) Sonuç olarak Sonsuz güç ve bilgiye sahip, mükemmel bir varlık tarafından “apaçık bir dilde” (Şuara-195, Zuhruf-2), herkesçe anlaşılması için (Zuhruf3), bütün zaman ve mekanlara gönderildiği iddia edilen bir kitapta anlatılan kısas hükmü islam alimlerince bile doğru düzgün anlaşılamamış ve ortak bir hükme varılamamıştır. Hangisini esas alırsak alalım, bütün bu ve buna benzer açıklamalar, “hüre hür, köleye köle, kadına kadın” ibaresini “yorumlamak” değil, ancak “yok saymak” olarak değerlendirilebilir. İslam Alimlerinden Seyyid Kutub ayeti gerçek anlamına sadık kalarak yorumlamaya çalışmış. Şimdi bu yorumu görelim; “Fakat benim anladığıma göre bu ayetin (Bakara/178’in) yeri ile “cana can” ilkesini ortaya koyan ayetin (Maide/45’in) yeri farklıdır, bu ayetlerin birbirininkinden ayrı uygulama alanları vardır. “Cana can” ilkesini getiren


ayetin uygulama alanı, belirli bir kişiden yine belirli bir kişiye ya da belirli birkaç kişiden belirli bir veya birkaç kişiye yöneltilmiş ferdî saldırılardır. Bu durumlarda eğer cinayet kasıtlı biçimde işlenmiş ise katil sorumlu tutularak cezalandırılır. Fakat bizim şu anda incelemekte olduğumuz ayetin (Bakara/178’in) uygulama alanı, tıpkı yukarda anlatılan iki Arap kabîlesinin olayında olduğu gibi, toplu saldırılardır. Bu tür olaylarda bir ailenin başka bir aileye, bir kabilenin başka bir kabileye, bir toplumun başka bir topluma saldırarak karşı tarafın bir bölüm hür insanını, kölesini ve kadınını öldürmesi ya da yaralaması sözkonusudur. Bu durumlarda kısas ilkeli adalet terazisi ortaya konduğunda, bu tarafın hür bir kişisi karşı tarafın hür bir kişisine, bu tarafın bir kölesi karşı tarafın bir kölesine ve bu tarafın bir kadını karşı tarafın bir kadınına denk tutulur. Aksi halde bir toplumun ortaklaşa olarak başka bir topluma saldırı düzenlediği bu tür olaylarda kısas ilkesi nasıl uygulanabilir? ” (Seyyid Kutub, Fizilal’il Kur’an, Bakara/178) Görüldüğü gibi Seyyid Kutub, ayeti metne son derece sadık kalarak yorumlamış. Seyyid Kutub’un çıkarttığı bu hükmün ne denli adaletsiz olduğunu uzunca açıklamaya gerek yok. Saldırgan kabile, diğer kabileden mesela 10 hür erkek, 10 köle ve 10 kadın öldürmüşse ve kimlerin bilfiil öldürme eylemine katıldıkları belirlenemiyorsa, bu yoruma göre Bakara/178 uyarınca, saldırgan kabileden de 10 hür erkek, 10 köle ve 10 kadının öldürülmesi gerekiyor. Öldürülmesi gereken örneğin bu 10 kadının, cinayet eylemine fiilen katılıp katılmadıkları önemli değil, çünkü zaten Bakara/178 katillerin belirlenemediği bu gibi durumlar için geçerli. Burada da kısas hükmü aynen sebebi nuzullar da açıklandığı gibi suçlunun cezalandırması değil suçun eşidiyle toplu karşılık görmesi anlamında değerlendirilmiştir. Dikkat edilmesi gereken ise Maide-45 ayeti ile bu ayetin çelişip çelimediği noktasındadır. Bu ayetle Bakara-178 ayeti arasında ihtilaf söz konusu mu? Bunun cevabınıda Taberi tefsirinde bulmaktayız. Ali b. Ebu Talha’nın, Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise o, bu âyetin izahında şöyle demiştir: Önce insanlar kadının karşılığında erkeği öldürmüyorlardı, ancak erkeğin karşılığında erkeği kadının karşılığında da kadını öldürüyorlardı. Daha sonra ise Allah teala, Maide suresinin kırk beşinci âyetini indirerek kadınla erkeği kısasta eşit kıldı. Bu cana can ifadesini günümüzde katilin öldürülmesi olarak yorumlama eğilimi vardır oysa burada vurgulanan kadına-erkek, köleye-hür öldürülebileceği Maide-45 ile dile getirilmiştir. Dikkat edin suçlunun öldürülmesi değil suçluya karşılık karşı taraftan uygun biriyle kısas edilmesi vurgulanmaktadır. Muhammed öncesi Araplarda henüz modern anlamda bir devlet yoktu. Kabile içi cinayet vakalarını, her kabile kendi arasında halletmekteydi. Sorun, daha çok kabileler arası işlenen cinayetlerdi. Bu durumları düzenleyebilecek, kabileler üstü egemenlik sahibi herhangi bir kurum


olmadığından, kan davaları çıkıyor ve fiilen güçlü olanın “hukuku” işliyordu. Bir kabilenin ferdi başka kabileden birini öldürdüğünde, bu durum öldürülen kişinin kabilesine yapılan bir haksızlık, sınır tecavüzü olarak algılanıyordu. Dolayısı ile bu suçu cezalandırmak da, o kabileye ait bir hakk olarak görülüyordu. Zaten Bakara/178 de (tefsir rivayetlerine göre) ilk olarak iki (müslüman olmuş) kabile arasındaki kan davasını bitirmek üzere “gelmişti”. Müslüman kabileler arasındaki husumeti sonlandırmak ve bir çözüme kavuşturmak için gelen bir düzenlemede, henüz ortada modern anlamda bir devlet ve devlet anlayışı yok iken, haliyle kabilelere “ceza devletin işidir, sen karışamazsın” denemezdi. Kuran’daki kısas hükmü ile o gün için en uygun olan çözüm bulunmuş oldu. Ne var ki, Kuran’da yer alması ile işte bu hüküm zaman ve mekan üstü bir geçerlilik “kazanmış” da oldu. Çöl ve kabile hukukundan devlet hukukuna gidiş sürecinde mecburen geçilmesi gereken bir “basamak” bütün zamanlar için bağlayıcı olduğunu iddia eden bir kitapta yer aldı ve donduruldu. Tabi zaman içinde devlet anlayışına ve çağdaş toplumlara uygun olmayan bu hüküm islam alimlerince az çok akla uygun hale getirilmeye çalışılmış, gerçek anlamından farklı yorumlanarak uygulanmıştır. Kısas hükmü hem ilk yazılışında ki ilkel haliyle hem de günümüzde ki yorumuyla modern hukuk açısından kabul edilemez durumdadır. Hele ilk yazılış amacını esas alırsak, Kısas hükmü çağdaş hukuk açısından insanlık dışı ve suç kapsamındadır (örneğin kan davası).

Kuran’da İnsanlara Bakış TEVBE-5 Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah yarlığayan, esirgeyendir. TEVBE-29 Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. Bu iki ayet aslında her şeye bedeldir. Ayetlerde açıkça insanlar arasına din düşmanlığı körüklenmekte, ayrılık sokulmakta, din için savaş teşvik edilmekte ve diğer dinlere bakış ortaya konmaktadır. Bu ayetlerde İslam hariç diğer inançlara ne şekilde davranılacağı hükme bağlanmıştır. Eğer kitapehli (musevi, hıristiyan) değilse ölüm, kitapehliyse müslüman boyunduruğunda ve müslümanın üstünlüğünü kabul ederek yaşanacak rezil bir yaşam. Biri İslam sevgi, barış ve kardeşlik dini mi demişti? NAHL-75 Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak


harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Doğrusu hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler. “Bunlar hiç eşit olurlar mı?” Bu soruyu soran müslümanlara göre tanrı allahdır. Misal verirken kullandığı köle kavramına dikkat. Yani islamın tanrısına göre kölelik çok normaldir vede insanlar eşit değildir. Kölelik ilahi bir haktır ve köle durumuna düşenlerin kaderidir ve bu hayata mahkum olanlar özgür bireylerle eşit olamazlar. Şimdi insan Hakları Evrensel Bildirisi ilk maddesini düşünün. Hangisi daha yüce? NİSA-24 (Harp esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir Demek ki, (parantez hadis külliyatından gelse de,varsın savaştan gelsinler) köle kadın evli bile olsa sen ona dilediğin gibi sahip olabilirsin. Birileri islam ahlakı mı dedi? Bakın cariyelere yaklaşım açısı kitapta nasıl? MEARİC-30 Ancak eşlerine ve cariyelerine karşı müstesna; çünkü onlar kınanmaz Bunu okuyunca ne anlarsınız? Kıvırma sanatlarına girip göbek atacağınızı mı? Dilerseniz kıvırabileceğinizi söyleyebilirim ama ayet eşler yanına ve ekini koyup cariyeler dediğinde nikah kıyılan cariyenin de eş sayılacağını unutmayın derim anlayana. Yani cariye eş değildir. İslamda nikahsız ilişki helaldir. Peki nikahsız ilişkiye ne denir? İslam ahlakı ne yaparsınız ki böyle!!! TEVBE-23 Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir. Eğer senden farklı bir inançtaysa anneni ve babanı bile tanıma diyen bir dinde sevgi, saygı, kardeşlik ve hoşgörüden bahsedilebilir mi? NİSA-64 Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı. NİSA-65 Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.


NİSA-66 Eğer onlara, kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın, diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu. Bakın, peygambere itaat? Nisa 65-66 ne diyor size? Hüküm (buradaki hüküm yine Muhammed aracılığı ile aktarılan tanrıdan geldiği varsayılan söz) Diyor ki, hükümlerimiz ne olursa olsun, onu yapmanız gerektiği. NİSA-71 Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut topyekün savaşın. NİSA-72 İçinizden bazıları vardır ki pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felâket erişirse: “Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım” der. NİSA-73 Eğer Allah’tan size bir lütuf erişirse -sanki sizinle onun arasında (zahirî) bir dostluk yokmuş gibi- “Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım !” der. NİSA-74 O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Bakın, nisa 74 temel bir yargı gösteriyor, ahiret adına tanrı adına savaş öl ya da öldür mükafat gelecek. Birileri islam barış dini mi dedi? AHZAB-26 Allah, ehl-i kitaptan, onlara yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. AHZAB-27 Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter Daha yurtlar mallar ve ayak basmadığınız topraklar vaat ediliyor, dünya da dünya da ahirette değil açın gözlerinizi. (ahzab 28 ile eşlerinin derdine düşüyor) İslam günümüz modern toplumları ve insanlık barışı için sırf bu yüzden büyük bir tehtit oluşturuyor. Savaşı teşvik eden ve din için insan öldürmeyi farz haline getiren bir din. Kimse kusura bakmasın böyle bir dine inanmayı insanlığıma yakıştıramam. ENFAL-1 Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resûlüne itaat edin. Ganimetsiz olur mu? Tabi ki olmaz sonra savaşacak arap nereden bulacaksın. Tabi ganimetleri zaruri dağıtmak zorunda kalıyor, yoksa peygamberi de tanımayacaklar. Zaten savaşlarla birlikte, münafık kavramı islam dinine armağan ediliyor, peygamber sürekli tedirginlik içinde münafık baskısını kurana yansıtıyor.


TEVBE-111 Allah müminlerden, mallarını (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.

ve canlarını, kendilerine Çünkü onlar Allah yolunda İncil’de ve Kur’an’da Allah sözünü yerine getiren kim bu alış verişinizden dolayı

Burada mümin ile tanrı allah arasında ki anlaşmadan bahsediliyor. Daha önce açıkladığım Tevbe 29’un hükmünü dikkate alın Müteşabih ayet değil. Oldukça açık hüküm belirtmekte. Şimdi yukarıdaki Tevbe 111 ayeti ile anlaşma şartlarınızı dikkatlice okuyun ve aşağıdaki ayetlere yönelin. ENFAL-65 Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. ENFAL-66 Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. Sanırım islamın tanrısı Enfal 66 da “pardon burada hata yaptık” demekte, sadece Enfal 65 ayeti hükmü olsaydı sorun yoktu ama Tanrı Allah Enfal 65 de 1 müslüman 10 kafire bedel demiş, bakmış olmuyor Enfal 66’da 1 müslüman, 2 kafire bedel diyerek hükmünü değiştirmiş. Birileri tanrı allah her şeyi bilir, zamandan mekandan münezzeh mi dedi? Günümüzde bir füze için kaç müslüman gerek diye aklınız takılabilir haliyle koşullara göre kıvırma sanatını miras alabilirsiniz. Gerçi kesin hüküm belirtilen ayetler üzerinde kıvırmak Kuran’a ters ama müslümanlar bu konuda epeyi tecrübe sahibi haline gelmiş durumdalar. Bu nedenle, din adına konuşanlara bakmayın, Açın şu kuranı iniş sırasına göre baştan sona okuyun, aklınız ile tartın. İslamın ilkel bir din olduğunu anlamak kolay. Yapmanız gereken kuranı okumak ve çağdaş değerlerle karşılaştırmak. Sadece bunu yapmanız gerçekle yüzleşmenizi sağlayacak.

Bir Dinden Cikis Hikayesi Ülkemizde çok yoğun islam propagandası yapılmaktadır. Çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarımızın beyni az veya çok dini eğitimle yıkanmakta ve toplumumuz bu sayede dindar bir toplum olarak devam etmektedir. Bu ortamda dini sorgulamak gerçekten çok zordur ve yıllar içinde ancak sonuç alınabilir. Bu yazımda sizlerle yoğun dini eğitim almış ve bu eğitim sonucunda bağnaz bir Müslümana dönüşmüş bir arkadaşımızın dinden çıkış hikayesini paylaşmak istiyorum. Yazının orijinalinde olan yer ve şahıs isimlerini çıkararak paylaşım yapıyorum. Bunların dışında bire bir yaşanmış bir hikayedir. Dini sorgulama cesareti gösterebilenler için faydalı olacağını düşünüyorum.


BİR MÜSLÜMANIN DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ 17 Yaşında İslam’ı yaşamaya başlamıştım. Bir vakıfa gidiyorduk orada sohbetler, islami dersler yapılıyordu düzenli olarak Fıkıh,ilmihal,siyer, vb, Kendilerini son derece radikal olarak tanıtıyorlardı. Devlete Pkk lılar gibi T.C. diyorlardı. 1996 yılıydı.. Zaten yaşımız küçük anında beynimiz yıkanmıştı. Bize şimdiye kadar anlatılan herşey yalandı. Bir sürü dini kitaplar okuyorduk. Arasıra romanda öneriyorlardı Emine Şenlikoğlu’nun romanları, Dizisi yapılan ve atv ekranlarında oynayan Huzur Sokağı isimli kitabı da okumuştuk. Emine Şenlikoğlunun romanlarını okuyunca ve Huzur Sokağı’nı okuyunca anladığım tek şey müslüman erkek nasıl kendinden önce bir sürü sevgilisi olan, başka sevgilileri olduğunu bilip görüp sonradan imana getirdiği açık kızı kapatıp evlenirdi.. Okuduğum bütün romanlar böyleydi. Neyse daha sonra islamcılar güçlendi çoğaldı. Refah Partisi, Dyp ile birlikte iktidar oldu Erbakan başbakan oldu ve 28 şubat yapıldı. Bizi gaza getiren kendilerini radikal ilan eden durmadan Fetullah Gülen Cemaatini kafirlikle suçlayan onlar hiçbir şey yapmıyor diyen vakfımızdaki Hocalarımız 28 Şubattan sonra anında Vakfın kapısına kilit vurdular ve araziye ayak uydurdular. Ee ben samimi bir insandım korkmuyordum hiçbir şeyden içimde inanılmaz bir iman coşkusu vardı. Ölümden korkmuyordum madem İslam’a inanıyorum madem bu dünya Kuranda yazdığı gibi 1 gün veya daha az zaman geçirdiğimiz bir dünya. E niye sadece dünyayı düşünüp sadece namaz ve oruc ibadetlerini yerine getirip cennete gidebilirdim ki. Buna inanmak komediydi benim için. Daha sonra 28 Şubatta her zaman başrolü oynayan tek korkmayan bir grupla görüşmeye başladım. O grupla görüştüğüm için cezaevinde yatan liderlerini ziyarete gittiğim vs için gözaltına alındım 8 gün terörle mücadele de sorgulandım. Daha sonra DGM ye çıkartıldım ve serbest bırakıldım. Bu arada bizi sorgulayan polislerde namaz kılıyordu Fetullahçılardı polisler. Bundan birkaç ay sonra yolda yürürken polis süsü veren insanlar tarafından bir arabaya bindirilip bir ormana götürüldüm. Devlet seni seçti, bizim için çalışacaksın vs dediler kabul etmedim saatlerce dayak yedim. En son beni bıraktılar merkezi bir yerde ağabeyim halimi gördü sırtımı açtı izleri gördü. Tanıdık üst düzey bir polis vardı ona sorduk. Terorle mücadeleye sordum onlar almamışlar seni. Çocuğu yok edin gizleyin biz almadıysak derin devlet almıştır. benim için çocuğu yok edin demiş. Ailemde askere gitmeme karar verdi. 3 ay sonra askere alındım. Askerde takdirname ile askerden geldim. Askerde hiç bir sorun yaşamadım. Bölüm Komutanın Postasıcı sadece sen sivilde ne yaptın adam mı öldürdün vs vs diye sordu niye soruyosun dedim senin dosyan geldi bölük komutanına demişti. Neyse Askerden geldim. AKP iktidar olmuştu. Vakfı kapatıp arazi olanlar bizi gaza getirip ortadan toz olan sözde radikaller, Vakıflarını yeniden açmışlardı.. Ve hepsi işlerini büyütmüş Türkiye’nin en önde gelen tekstil


firmalarının birinin sahipleri olmuştu. EE Fetullahçılara light müslüman diyorlardı biz radikaliz diyorlardı. Fetullahçılarda sadece namaz kılıyor oruç tutuyor. Sizde aynısınız ne farkınız var diyordum. Bu arada sadece gözaltına alınıp serbest bırakılmama rağmen GBT mde TERÖR ÖRGÜTÜ ÜYESİ yazıyordu. Polis kontrolünde çıkıyordu ve örgüt adı bile yazmıyordu hemen polisler hangi örgüt diyip üstümü aramaya başlıyorlardı. Sadece tanıdık insanların yanında çalışabiliyordum. Bazı iş görüşmelerim çok iyi geçmesine rağmen olumsuz cevap geliyordu en son bir firma yetkilisi. Senin vatandaşlık numarandan sordurduk terör örgütü üyesiymişsin sen o yüzden olmadı demişti. Tekrar ediyorum savcı beni mahkemeye bile çıkartma gereği görmeden serbest bırakmıştı. Buna rağmen GBT mde 10 yıl boyunca TERÖR ÖRGÜTÜ ÜYESİ yazdı. Yıllar geçiyordu hiç bir cemaati sevmiyordum. Ve liderlerinin İslam’a inanmadığını düşünüyordum çünkü tek dertleri paraydı. Firavundan daha lüks yaşıyorlardı kendileri ve çocukları. E kafirlerle laik devletle kardeş kardeş geçiniyorlardı. Sadece namaz ve oruç sanki inandıklarını söyledikleri Allah sadece namaz ve orucu emretmişti. EE dünyanın birçok yerinde müslümanlar öldürülürken Çeçenistan, Bosna, Kuzey Irak, Filipinler,Hindistan vs vs vs.. bunların hiç umurlarında değildi. Lüks evlerinde lüks arabalarında yaşayıp çocuklarını koleje yollayıp cennete gidiyorlardı. Ee hani müminler kardeşti. Para söz konusu olduğunda birinin bile müslüman olmadığını anlıyordum. Avam tabakasına gelince en alttaki tabakayı sömürerek geçiniyordu din adamı kisvesindeki yaratıklar. Zaten binlerce yıldır bu böyle olmuş her dinde aynıymış. En yakın arkadaşım olan dersanesinin mescidinde tanıştığım arkadaşımın Annesi İlahiyat mezunu. babası 24 saat dinden bahseden birisi. Arkadaşımın ailesi 8-9 kere hacca ve defalarca sayısını bilmediğim kadar Umre’ye giden bir aile. Arkadaşıma çok baskı yapmışlardı eşinle git diye Umre’ye, en son gitmezsem beni kafir ilan edicekler gideyim demişti. Arkadaşım sonunda ümre’ye gitti geldi 1 hafta daha kalsam ateist olucaktım dedi niye dedim. 6-7 yaşındaki zavallı Endonezyalı çocukların ellerini bileklerindn kesmişler her yerde öyle çocuklar var diyordu. Bizi zaten müslüman olarak görmüyorlar karılarımıza yiyecek gibi bakıyorlar cariye olark görüyorlar karılarımızı diyordu. Ve şeytan taşlamaktan tutta, Kabe’nin etrafını gezip tavaf etme olayları vs vs vs cok sacma bulduğunu söyledi. Buarada biz Türklere göre sadece ve sadece biz müslümanız. Bizi silah zoruyla müslüman yapmış Araplar ise islamı yanlış anlamışlar ve müslüman değiller. Böyle bir sacmalık olabilir mi bizi müslüman yapan araplar. Kendi dillerinden Kuran’ı okuyan araplar, Kendi Irklarından peygamber gelen araplar. Sahabinin torunları onlar ama onlar bilmiyor onlar gerçek müslüman değil biz gerçek müslümanız. Böyle bir düşünce şizofrence bir düşünce bence.


Buarada arkadaşımla birbirimize hep şunu söylerdik hiç hayatında bir tane müslüman gördün mü diye hayır cevabını alırdık. Günah işlemekten bahsetmiyorum günah işlemek bambaşka bir şey kastettiğim şey İslam İtikatına sahip olmak. İslam İtikatı’na sahip tek bir müslüman ben hayatımda görmemiştim. Arkadaşım durmadan bana artık şüphelerim var diyordu açık açıkta söyleyemiyordu. Bir kaç ayet söyledi araştıralım dedi. Hani Mariye ile Seks yaparken karısına yakalanıyor İslam Peygamberi Muhammed o olayı okudum İslami kaynaklardan biliyordum aslında o olayı ama araştırmamıştım üzerinde durmamıştım. Bütün müslümanların yaptığı şeyi yapmıştım kafama soru işareti gelir gelmez ee bu kadar şey şansa mı oldu o zaman Allah var oluyordu cevabım. Bize anlatılan peygamberle gerçekte yaşamış peygamber arasında dağlar kadar fark vardı. Neyse okudum bu olayı tekrar Tahrim, yemin ederek bir şeyi kendine haram kılmak, yasaklamaktır. Muhammed’in bir olaydan sonra eşleriyle arası açılmış ve eşlerinin hiçbirinin evine gitmez olmuştur. Bu olaya dair gelen sure, ilk 5 ayetinden dolayı Tahrim ismini almıştır. 1.Ey Peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek neden kendine haram kılıyorsun? Allah Gafur’dur, Rahim’dir. 2.Allah size, yeminlerinizi çözmeyi farz kılmıştır. Ve Allah sizin Mevla’nızdır. Alim’dir O, herşeyi bilir; Hakim’dir O, hikmetleri sonsuzdur. 3.Hani, Peygamber, eşlerinden birine bir sözü gizlice söylemişti. Sonra eşi bu sözü duyurup Allah da onu Peygamber’e bildirince, Peygamber sözün bir kısmını açıklamış, bir kısmından vaz geçmişti. Peygamber, sözü eşine bildirdiğinde o: “Bunu sana kim haber verdi?” demişti. Peygamber de: “O herşeyi bilen, herşeyden haberi olan bana bildirdi.” diye cevaplamıştı. 4.Eğer ikiniz, ey hanımlar, Allah’a tövbe ederseniz ne iyi, çünkü kalpleriniz kaydı; yok eğer Peygamber’e karşı aranızda dayanışmaya girerseniz hiç kuşkusuz bizzat Allah, onun destekleyicisidir. Cebrail ve müminlerin iyileri de. Bütün bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar. 5.Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah’a veren, inanan, itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bâkire eşler verebilir. Tahrim suresinin tefsirlerinde surenin ilk 5 ayetinin nuzül sebepleri 3 olaya bağlanır. 1-Muhammed’in cariyesi Mariya’yla ilişkiye girmemeye yemin etmesi, 2-Muhammed’in bal şerbeti içmemeye yemin etmesi, 3-Muhammed’in kendinden sonra imamet’in kime geçeceği konusunda sır vermesi.


Bu üç olaydan en zayıf olanı 3.südür. Çünkü ortada bir yemin vardır. Bu yemin, ilk iki olaya daha uygun düşmektedir. Mariya Olayı:Hadis No : 0838 Ravi: Enes Tanım: Resulullah (sav)’ın zaman zaman birleştiği bir cariyesi vardı. Hz. Aişe ve Hz. Hafsa peşini bırakmadılar. Sonunda Resulullah bu cariyeyi nefsine haram etti. Bunun üzerine: “Ey Peygamber, sen zevcelerinin hoşnutluğunu arayarak, Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?…” diye başlayan Tahrim süresi nazil oldu.” Kaynak: Nesai, İşretu’n-Nisa, 4, (7, 71) Taberi olayı şöyle anlatır: Gün, Muhammed’in hanımlarından Hafsa’nın günüydü. O gün Muhammed, Hafsa’yla cinsel ilişkide bulunmak üzere kalkıp evine gider. Ama Hafsa’yı evde bulamaz. Tam o sırada, bir zamanlar, Mısır Mukavkısı’nın kendisine armağan ettiği cariyelerden Mariya çıkagelir. Muhammed, cariyeyi Hafsa’nın yatağına atar ve işini görmeye başlar. Muhammed’in, cariyesiyle yatması doğaldır. Kur’an da, hanımlarının dışında cariyeleriyle de yatmasına olanak verilmiştir. (Bkz. Ahzab Suresi, ayet: 50, 52.) Ne var ki cariyeyle özgür (hurre) olan bir kadının, üstelik Ömer kızının, Hafsa’nın yatağında beraber olmaktadır . İşte bu olağan değildir. Terslik bu ya, o sırada, Hafsa da çıkagelmiştir. Muhammed’in Mariya ile ilişkisini görünce büyük tepki gösterir: – “Tann Elçisi! Sen beni kötü duruma düşürdün, aşağıladın. Öyle birşey yaptın ki, benzerini hiçbir karına yapmadın! Benim günümde, benim sıramda ve benim yatağımda bir cariyeyi yatırıp yapıyorsun!” Sonra Muhammed’le Hafsa arasında şu konuşma geçer: – “Hafsa! Marya’yı kendime haram etsem de ona bir daha yaklaşmasam; bundan hoşnut olur musun? – Muhammed: “Vallahi Billahi Mariya ile bir daha yatmayacağım!”

Evet!

Muhammed hemen ant içmiştir. – Hafsa! Aramızda kalsın, bunu sakın kimseye söyleme, olmaz mı? – Tamam! Ne var ki, Hafsa bu durumu Aişe’ye anlatır. (Bkz. Taberi, Camiu’l-Beyân, 28/102.) Olayın duyulması ve hanımlarının aralarında dayanışmaya gidip kendisine karşı tavır alması üzerine Muhammed eşlerini terk eder ve bir odaya


uzvete çekilir. Muhammed’in eşlerini boşadığı dedikodusu yayılır. Bir rivayete göre ise cezalandırmak için sadece Hafsa’yı boşamış ve diğerleriyle de 1 ay beraber olmamaya yemin etmiştir. Hafsa Ömer’in, Ayşe ise Ebubekir’in kızıdır. Babalarının konumuna güvenerek asiliğe cesaret edebilmişlerdir. 4. ayette geçen “İkiniz” sözü Ayşe ile Hafsa’yı kasteder. Ömer, olayı öğrenince hiddetle Muhammed’e gider ve görüşmek ister. 3 kez geri çevrilen isteği sonunda kabul edilerek içeri alınır ve bu görüşmeden sonra Tahrim ayetleri gelir. Ardından Hafsa ile nikah tazelendiği ve 29. gün eşlerine dönüp Ayşe’yle beraber olduğu söylenir. Ayşe, henüz bir aylık sürenin dolmamış olduğunu düşünerek kendisine sorar: “Hani sen, bir ay boyunca hanımlarından uzak duracağına dair yemin etmemiş miydin? Bugün daha otuz gün bile olmadı; yirmi dokuzuncu gündeyiz!”. Muhammed kendisine şu yanıtı verir: “Bu ay yirmi dokuz gün çeker.” İnanamıyordum tarafsız gözle okuduktan sonra bu olaya.. Yüce Yaratıcı Allah işi güçü bırakmış peygamber cariyesiyle neden seks yapmıyor diye üzülüp özel ayet indirmiş, bu arada cariye kadın köle demektir. Yani Mariye sen yalancısın ben sana inanmıyorum diyordu. Daha sonra müslüman olmuş ama. Tabi bu tarz ayetlerin ardı arkası kesilmiyordu… Ahzap 50. yi okuyup dehşete düşüyordum. Diğer müminlere değilde sadece sana bedava diyordu. hani Kemal Sunal’ın hatırladığım kadarıyla Kibar Feyzo’da geçen bir replik vardı ”AĞAYA BELEŞ” O hesap. Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Ayrıca, diğer mü’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikâhlamak istediği herhangi bir mü’min kadını da (sana helâl kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Hele kadınlara dayak atılması emredilen ayeti okuyunca ben buna mı yıllarca inandım diyordum. Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. onları dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.


Arkadaşlar müslümanların yaptığı en büyük hata parantez içinde olan şeyleri kuranda geçiyormuş gibi inanmalarıdır. Bu parantezi içindeki şeyler tamamen Kuran’a katılarak acıkca din düşmanlığı yapılıyor. Yani parantez icine alıp bunu kurandanmış gibi gösteren mealcilerin hükmü mürtedliktir… 1 nokta bile eklenemez islama önce bunu bilin bakın burada ne diyor. En son dövün onları diyor. Yani sen yapacağını yaptın kadın hala yola gelmedi.. Müslüman erkeğin üzerine karısını dövmesi Farzdır. Düşünsenize dün karımı dövdüm sevaba girdim falan. Müslüman erkeğin seçme hakkı yok şartlar oluştuğunda karını dövmekle mükellefsin. Ey Light müslüman erkekler bunun hesabı ahirette sizden sorulacaktır. Bu ve benzeri ayetler çok fazla zamanınızı almak istemiyorum. Bu arada Allahın. arapların ay tanrısı El-İlah olduğunu öğrendim Hele yaratılış efsanesinin Sümerlerin Adem ile Havva’dan alıntılandığını görünce gerçekten artık doğru karar vermek üzereydim. Düşünün ya Eğer o ağaçtaki yılan olmasaydı yani Allah’a posta koyan Şeytan var ya , Allah ile iddialaşan şeytan olmasa hepimiz cennette doğacaktık ve hiç sınanmayacaktık. Her şey o elma yüzünden oldu Elma’yı yediler kütür kütür sonra Allah kızdı ve hepimizi dünyaya yolladı sınamak için Sonra kardeş kardeşle çiftleşerek insanlık oluştu. Ama çok gariptirki Anamızın Babamızın dilini beğenmeyip dil icat etmişiz her milletin dili birbirinden farklı. Banane ben beğenmedim senin dilini demişiz bir dil bulucam simdi diyip dilleri icat etmişiz. Bu bile Adam ile Havva’dan gelmediğimizin kanıtıdır bence. Çünkü dili sonradan keşfetti insanlar. Dünyaya yayıldıktan sonra keşfettiler tabiki evrim süreciyle. Hee afrikadakiler zenci,uzak doğudakiler çekik gözlü evrim yok zaten Adem, siyahi çocuklarını Afrika’ya, çekik gözlü çocuklarını Uzakdoğuya yollamış ne evrimi arkadaş. Hele dünyanın yuvarlak olduğunun Kuran’da yazılması yalanı Dünyanın yuvarlak olduğu bulunana ispatlanana kadar en ufak bir tefsirde böyle bir şey yazmamış. Ne zamanki dünyanın yuvarlak olduğu ortaya çıkmış birden kurandaki bir kelimenin kökündeki anlamlardan biri deve kuşu yumurtası demekmiş. İşte kurandaki mücize Tekrar ediyorum.. Bir kelimenin kökündeki onlarca anlamından biri deve kuşu yumutası anlamına geliyormuş. Alın size mücize bre kafirlerrrrrrr. Zaten eskidende kimse inanmıyormuş. Cemel vakası var biraz araştıranlar bilirler. Bunu çoğu müslüman bilmez çünkü hayatları boyunca okumamış merak bile etmemişlerdir.. Muhammed ölür ölmez liderlik savaşı başlamıştır. Osmanın öldürülmesi, vs vs vs. Ayşe taraftarlarıyla, Ali taraftarları savaşıyor güç iktidar ve para için. Ayşe yeniliyor. Ve Muhammed’in cennetle müjdelediği iki sahabi Talha ve Zubeyr, Ali’nin emri ile kafaları kesiliyor. hey hat Müslümanlığa gel. Daha sonra da Zubeyr ve Talha’nın yandaşları güçlenince de, Ali’nin çocuklarını ve torunlarını kesiyorlar.


Cemaat liderleri de şu andaki çoğunun ben İslam’a inanmadıklarını biliyorum. Çünkü söyledikleri ve yaptıkları hemen hemen her şey İslam’dan çıkartıyor. Yani bir insanın hem islama inanıp hemde söylediği her sözün küfür olması ve yaptığı herşeyin yaşam tarzının İslam’la alakasının olmaması bunun kanıtıdır. Hee aptal insan çok kandırıyoruz ne yapalım diyorlar o ayrı mevzuu. Düşünün peygamberlerinin dizinin dibinde büyüyen akrabaları birbirlerini kesiyor ne için para için güç için iktidar için? O zaman gerçeği onlarda gayet iyi biliyorlarmış yani. Daha anlatacak çok şey var.. Günlerce haftalarca uykusuz kaldım ve en son bir yalana bile bile inanamam dedim. Ve Özgürlüğü seçtim. O kıldığım namazlar, tuttuğum oruçlar, gördüğüm işkenceler boşa mı gidecek diye düşünmedim. Böyle bir şizofrenlik yapmadım. Zararın neresinden dönülürse kardır dedim. Zaten hemen hemen bütün kavimler bir dine inanmışlar. Sebebi insanların yok olup gitmeyi kabul edememeleri. Aborjinlerden tutunda,Vikingler, Kızılderililer vs vsvs bütün ırklar milletler ölüp dirileceklerine, ölmüş akrabalarına sevdiklerine kavuşacaklarına inanarak yaşamışlar. Ölümsüz olduğumuz yanılgısından kurtulduğumuz anda Özgürlüğe kanat açacağız. Ben öyle yaptım. Tavsiye ederim.

Peygamberler ve Örnek Ahlaklakları Kuran’da 25 Peygamberden bahsedilir. Bu peygamberlerin hepsi günümüzde Orta Doğu olarak bilinen topraklarda yaşamıştır. Bunların içinden ise büyük Peygamber olarak NUH, İBRAHİM, DAVUT, SÜLEYMAN, MUSA, İSA ve MUHAMMED’ den söz edilir. Gene Kuran’da Peygamberler yaratılış, yani huy veya ahlak bakımından seçkin kimseler ve insanlık için “güzel bir örnek” ve “güzel bir model” olarak anlatılır. Enam 90 “İşte bunlar Allah’ın doğru yola eriştirdikleridir, onların yoluna uy, ‘Sizden buna karşılık bir ücret istemem, bu sadece herkes için bir hatırlatmadır’ de.” Ahzab 21 “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Resulullah (Allah’ın Elçisi) en güzel örnektir.” Sad 47 “Doğrusu onlar (ismi daha önce geçen peygamberler,) katımızda seçkin ve iyi kimselerir.” Oysa peygamber olarak bilinen şahıslar kutsal kitaplarda vede dinler tarihinde anlatılan hayatları günümüzde yaşamış olsalardı, bugün ya akıl hastanesine yatırılır veya cinayet, yağma, cinsel istismar ve katliam gibi


suçlardan hapse gönderilirlerdi. Peygamberlerin örnek ahlaklarını sadece islami öğretiyi esas alarak görelim.

1-NUH PEYGAMBER Tevrat’ta Nuh peygamberin hayatı bütünlük içinde ayrıntısına kadar anlatılır, Kuran’da kısaca ve bölük pörçük anlatılılmaktadır. Tevrat anlatımına göre hayatı boyunca sarhoş olarak yaşamıştır. Tufanda karısını ve oğlunu kabaran sular altında ölüme terk etmiştir. Kuranda sarhoşluk anlatılmaz ama Nuhun karısının günahkar olarak öldüğü vurgulanır ki buda tevrat anlatımıyla uyumludur. Tahrim 10 “Allah, inkar edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını örnek gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikahları altında bulunuyorlardı. Derken onlara hainlik ettiler de kocaları, Allah’ın azabından hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara, “Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!” denildi.”

2-LUT PEYGAMBER Tevrata göre kendi öz kızları ile sevişir ve kızlar hamile kalır. Kurana göre de, Lut Peygamber yakışıklı erkekler kılığına girmiş melekleri kapsına dayanan ve bu yakışıklı erkekleri isteyen sapık kalabalıktan kurtarmak için kızlarını bu sapık kalabalığa sunar. HİCR 67 Şehir halkı, sevinerek geldiler. HİCR 68 (Lut onlara) “Bunlar benim konuğumdur, beni utandırıp-dillere düşürmeyin” dedi. HİCR 69 “Allah’tan korkup-sakının ve beni küçük düşürmeyin.” HİCR 70 Dediler ki: “Biz seni ‘herkes(in işin) e karışmaktan’ alıkoymamış mıydık?” HİCR 71 Dedi ki: “Eğer yapmak-istiyorsanız, işte bunlar, benim kızlarım.’ Ayetlere göre lut peygamberin evini şehrin her tarafından yaşlı genç erkekler sarmış. İstedikleri, Lut’a gelen yakışıklı erkeklerle yatmak. Misafirlerini korumak için Lut tecavüzcülere kızlarını öneriyor kızlarıma istediginizi yapabilirsiniz diyor. Tabi kuran mealcileri ahlaki yönden uygun olmayan bu anlamı meal sahtekarlığı ile örtbas etmek için evlenmek isterseniz gibi ayette olmayan bir anlam yükleyerek işi geçiştirirler.

3-MUSA PEYGAMBER Daha gençliğinde bir Mısırlıyı öldürerek katil oldu. Sanırım kazara bile olsa ölüme neden olmak örnek alınabilecek bir davranış değil. Kim bir katile


gözel örnek sahibi bir insan diyebilir? Ayrıca unutmayınız kutsal kitaplarda ki bu hikayede Musa Firavunun sarayında büyüyen biridir. Kasas 15 “Mûsâ halkın habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada biri kendi tarafından, diğeri düşmanı tarafından; kavga eden iki adam gördü. Kendi tarafından olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsâ da ona bir yumruk indirip onu öldürdü. Mûsâ, “Bu şeytanın işidir. O gerçekten apaçık bir saptırıcı düşmandır” dedi.”

4-DAVUT PEYGAMBER Aynı zamanda kraldır. Tevrat anlatımına göre en yakın arkadaşının karısı olan BATEŞEBA’ya göz koydu. Onunla zina yaptı. Kadın gebe kalınca kumandanından arkadaşını savaşta ön cepheye göndermesini ve ölmesini sağlamasını istedi. İsteğini bir mektupla ve o mektubu kapalı şekilde, bir şeyden haberi olmayan arkadaşı eliyle cephe komutanına gönderdi. Arkadaşı cephede savaşırken öldü. Matem süresi bitince karısını kendi haremine dahil etti. Yaptığı bu hareketi uygun bulmayan Tanrı doğan oğlan çocuğu öldürdü. Sonradan nadim olan Davut’un dualarını kabul eden Tanrı ona ikinci oğlanı verdi. Böylece SÜLEYMAN Peygamber dünyaya geldi. Kuran’da Davud’la ilgili böyle bir olaydan bahsedilmez. Ancak kuran yorumcularının, “duvarı tırmanan iki davacı” (Sad Suresi 21-24) konusunu yorumlarken, yukarıda anlatılan hususla bağlantı kuranlar olmuştur. Sad Suresi’nde: Davud’un, doksan dokuz koyunu olan bir kişinin, kardeşinin bir tane koyununu almasının hükmünü davasını hallettikten sonra, dava ile kendisi arasında bağlantı kurup, Allah’dan af dileyerek yere kapandığı belirtilmektedir. Davud’la ilgili olarak, Kur’an yorumcuları özetle şöyle düşünürler: Davud, eşinin ölümü halinde bir kadınla evlenmek istemiş olabilir, ama kadının kocasını öldürtmek için her hangi bir girişimde bulunmuş değildir. (Bakınız: Prof. Dr. Hamidullah, Aziz Kur’an, Sad Suresinin 21. ayetinin 5 numaralı dipnotu, Fahruddin el – Razi, Peygamberlerin Masumiyeti) Sonuçta islami kaynaklar anlatılan bu olayı inkar edememişler. Evli bir kadınla ilişkiye giren, çocuk sahibi olan ve kocasını öldürten bir peygamber. Örnek almak isteyen buyursun alsın.

5-İBRAHİM PEYGAMBER İbrahim, Tevrat, İncil ve Kuran’da, adı geçen, üç dinin de ata kabul ettiği kişidir. İslamiyet’te peygamber olduğuna inanılır. Bu nedenle bu üç dine İbrahimî dinler denir. İbrahim adı önce Tevrat’ta karşımıza çıkar. Tevrat’ın ilk kitabı olan Yaratılış’ta tanrı Avram Mısır’dan döndükten sonra onun ismini İbrahim olarak değiştirir. Karısı Saray’ın ismini de Sara olarak değiştirir. İbrahim yüce baba veya halkın babası, Sara ise prenses, halkın anası anlamına gelir.


İbrahim’in hikayelerinin en popüler olanlarından biri içinde Firavun’un ve İbrahim’in karısının geçtiği hikayedir. Bu hikayede İbrahim Mısır’a gittiğinde Firavun’a karısının kız kardeşi olduğunu söyler ve ona Saray’ı sunar. Ebu Hureyre’nin Hz.Muhammed’den aktararak anlattigi Sara’nin Firavun’a verilis hikayesi: İbrahim Sara ile sefer etmiş, onunla bir şehre gelmiştir. Orada bir melik hükümran idi. Bu zalime; ”İbrahim en güzel kadınlardan bir kadınla şehre dahil oldu” diye bildirildi. Melik kendisine, ”Ya İbrahim! Yanındaki kadın neydi?” diye haber gönderdi. İbrahim ”Hemşiremdir” diye cevap verdi. Sonra İbrahim dönüp Sara’nın yanına geldi ve ”Sözümü tekzip etme! Ben bunlara senin için kızkardeşimdir, dedim. Allah’a yemin ederim ki, yeryüzünde benden, senden başka iman eden hiçbir kişi yoktur” buyurdu. Ve Hz. Halil Sara’yı Melik’e gönderdi. Melik Sara’yı kıyam etti. Sara da hemen abdest alıp namaza durdu. Ve ”Ya RAB! Ben sana ve senin peygamberlerine iman ettimse, ben kadınlığımı zevcimden başkasına ebedi muhafaza eyledimse, benim üzerime şu kâfiri musallat etme” diye dua etti. Melik’in derhal nefesi boğuldu, horlamaya hatta ayağı ile yere vurup tepinmeye başladı ( ve bu olay birkaç kere tekrarlanınca) Melik saraydaki kurenasına (mabeyinciler/padişah yakınları), ”Siz bana muhakkak bir şeytan göndermişsiniz. Bu kadını İbrahim’e geri verin. Hacer’i de Sara’ya veriniz.” Müteakiben Sara İbrahim’e dönüp geldi. Ve ona, ”Anladın mı zevcim! Allah kâfiri tezlil etti (küçük görme, hor görme, rezil etme). Bir cariyeyi de bize hizmetçi verdi” dedi. (Sahih-i Buhari Tecridi Sarih, Hadis no: 1017) Peki üç büyük dinin atası, yüce babası nasıl olur da Firavun’a yalan söyleyip ona karısını sunar? Bu örnek alınacak bir davranışmıdır? İslami kaynaklardan İbrahim peygamberin bir diğer örnek davranışları da yeni doğmuş oğlunu ve genç karısını çölde ölüme terketmesidir. Hikaye özetle şöyledir: Firavun tarafından hediye edilen cariyenin adı Hacer’dir. Sâre kısır bir kadındı. Bu yüzden İbrahim’in Hacerle evlenmesine izin verdi. Ancak Hacer İsmailı dünyaya getirince iki kadın arasında kıskançlık hali doğdu. Bunun üzerine İbrahim Allah’ın emri ile eşi Hacer ve oğlu İsmail’i Filistin’den alıp Hicaz’a götürdü. Şimdiki Beytullah’ın yakınında bir yere konakladılar. Yanlarında bir kırba su ve bir miktar da yiyecek vardı. O dönemde Mekke şehri yoktu, çünkü Nuh tufanında Âdem’den beri gelen Kâbe izleri de kaybolmuştu. Her taraf ıssız ve susuz idi. İbrahim Hacer’i ve kucağındaki küçük İsmail’i orada bırakıp, Filistin’e dönmek üzere hazırlanırken, Hacer; Ey İbrahim! Bizi bu ıssız ve kimsesiz vadide bırakıp da nereye gidiyorsun? dedi. İbrahim’in sustuğunu görünce, bu ferasetli ve ihlaslı kadın yeniden sordu; Bizi burada bırakmanı sana Allah mı emretti!? İbrahim; Evet Allah emretti deyince, Hacer; Öyleyse yüce Allah bize yeter, O bizi korur diyerek Allah’a tevekkül etti. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmîl fî’t-Târîh, Beyrut 1965, I, 101 vd.; K. Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 7. baskı, Ankara 1984, VI, 14, 15.)


Bu olay kuranda şöyle anlatılır İBRÂHÎM-37 ‘Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için Senin kutsal evinin yanında, ziraata elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır.’ Peki, Hacer’in: “Bizi bu susuz, bitkisiz çölde bırakıp nereye gidiyorsun?” şeklinde şefkat ve merhamet bekleyen seslenişine hangi baba veya koca dayanabilir? Bu davranış vicdan sahibi birinin yapabileceği bir iş midir? Kucağında bebek olan bir kadını bir miktar su ve yiyecekle çölün ortasında bırakıp arkaya bakmadan çekip gitmek heralde öğrnek alınacak bir davranış da değildir.”Sizi buraya Allah’ın emriyle getirdim ve sizi O’na emanet ediyorum” demesi sorumsuzluk değilmidir? Bir işi yaparken allaha bırakmanın yanlışlığını vurgulamak için Eşeğini sağlam kazığa bağla öyle duaet demez miyiz? Hikayeye devam edelim. İbrahimin başka bir örnek davranışı da çocuklarından birini tanrı Allaha kurban etmek istemesidir. Bu olay kuranda şöyle anlatılır SÂFFÂT-102 Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca: ‘Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?’ dedi. ‘Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin’ dedi. Tabi aynı surenin devam ayetlerinde (103-107) Bunun bir sınama olduğu ve çocuk yerine tanrı Allah tarafından bir koç ihsan edildiği anlatılır. ama bu masaldan etkilenen akli dengesi bozuk kişilerin çocuklarını kurbat ettikleri veya kurban etmek istedikleri Maalesef görülmüştür. Ülkemizde bu bağnazlığın en ilginç örneği ise şudur: 17 Şubat 1959’da Başbakan Adnan Menderes’in uçağı Londra yakınlarında düştü. Tüm Türkiye şoka girdi. Ama mucize eseri Menderes bu kazadan kurtuldu. İki ay İngiltere’de tedavi gördü. Bu olaydan sonra Menderes 5 Ocak 1960. Adnan Menderes Güney gezisine çıktı. Son durak Tarsus’tu. Onu yine büyük bir kalabalık karşıladı. En önde ise üç kurban onun ayak basmasıyla kesilmeyi bekliyordu. Bir koyun, bir dana ve bir de çocuk! Evet! Ali Bayat isminde bir kişi ‘Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine’ 7 yaşındaki oğlunu kurban edecekti. Çocuk kurban etmek örnek alınacak bir davranışmıdır? Görüldüğü gibi örnek alanlar olmuş. Peki bugün bu davranışı örnek alan insana ne denir? En hafifinden akli dengesi bozuk denebilir.


6-MUHAMMED PEYGAMBER İslam inancına göre Hz.Muhammed son peygamberdir. Daha önceki konularda Muhammedin hayatını incelerken islam tarihinde kayıtlara geçmiş ve günümüzde suç teşkil pekçok olaydan bahsetmiştik şimdi bunları özetleyerek verelim. Ben bu çağda Aklı başında Müslümanlar Muhammedi nasıl örnek alacaklar gerçekten çok merak ediyorum. Örnek alanların durumu ortada İŞİD, TALİBAN veya ELKAİDE olarak karşımıza çıkmaktalar. 1-Gençlik yıllarında Mekkenin en zengin dul kadını ile evlenerek iç güyevisi olarak yaşamış. Çok eşli döneminde ise çocuk yaşta kızlarla evlenmiştir. Kendi kızlarını da çocuk yaşlarda 7 ila 10 yaşlarında evlendirmiştir. Askeri olarak güçlendikce çok sayıda genç kadınla kendine harem kurmuşdur. Aişe 9, Cüveyriye 13 Bu cocuklarla evlendiğinde kendisi 52-60 yaşları arasındadır. Peygamberin bu evliliklerini akıl ve vicdan sahibi biri günümüzde kabul edebilir mi? Peygamberin Çocukları: Zeynep: peygamber 30 yaşındayken doğmuş.. peygamber olduğunda bu kız evli evlilik yaşı: 10, Rukiye: peygamber 33 yaşındayken doğmuş.. Peygamber olduğunda bu kız evli. evlilik yaşı: 7, Ümmü Gülsüm: de aynı yaşlarda yani 7 yaşında evlenmiş, Fatma: evlilik yaşı ise 15 (kesin değildir 8 ila 18 arası yaş tarihleri verilir) Peygamberin Çocuk yaşta ve çok genç yaşta Eşleri: Aişe: (Yaşı kesin olarak 9 ‘dur), Hafsa: (Yaşı 18-22 arası olarak geçer kayıtlarda), Cüveyriye: (13, 14 ya da 15 yaşındar), Safiyye: (Yaşı 17 dir), Reyhane binti Zeyd: (Yaşı 19) (Kızlarının Yaşıyla ilgili Kaynaklar: a-İstiab, Zeynep, no: 3360, Rukiye no: 3343 ve Ümmü Gülsüm no: 4201. b-Üsd’ül Gabe, Zeynep kısmında c-Tarihul Hamiş, 1/273-75. Burada İbni Ishak’ın da, Muhammed 30 yaşında iken Zeynep doğmuş rivayetini alır. d-Askalani, isabe, Zeynep md. No: 11354. eNihayet’ül Ereb, 18/212. f-Zehebi, Siyer-I A’lam, 1/334 ve sonrası.), (Ayşenin Yaşıyla ilgili Kaynaklar: Buhari, Nikah 38, 39, 57, 59, 61; Müslim, Nikah 69, (1422); Ebu Davud, Nikah 34, (2121), Edeb 63) 2-Savaşlarda katliam, işkence ve tecavüz uygulamiştır. Öldürülen kişilerin çaresiz eş ve çocuklarını köle ve Cariye adı altında kullanmıştır. Hatta bir cariyeden çocuk sahibi olmuştur. Muhammed dönemi tecavüz olaylarına örnek: Kuranda (Müminun-6, Mearic-30, Nisa-24, Ahzab-50) savaşlarda ele geçirilen kadınlar helal ilan edilmiştir. Bu hükme uygun Muhammedin hadisleri de mevcutdur.


Ebu Saîd Hudrî (r.a.) şöyle haber vermiştir: Biz Resulüllah ile beraber Mustalik oğulları gazvesinde bulunduk. Bu arada bir çok Arap güzelini esir aldık. Kadınlardan ayrı yaşamamız epey uzun sürmüş, kadınlara karşı arzumuz da artmıştı. Fakat bizler, kadınlar üzerinden fazla fidye almayı arzu ettiğimizden esir kadınlara yaklaşıp çocuk olmaması için azil yapmak istedik. Resulüllah aramızda iken hükmünü ona sormamız uygun olurdu. Resulüllah (a.s.) cevaben: “Böyle yapmanızda size bir zarar yoktur. Allah Kıyamet gününe kadar ne kadar can yaratmayı takdir etmişse, o mutlaka olacaktır” buyurdu. (Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 2599) Muhammed dönemi işkence olaylarına örnek: Muhammed, Safiyye’nin babasi Huyey b. Ahtab’i, ve kocasi Kinâne b. Ebi’l Hukayk’i, ve kocasinin kardesi Rebi’b. Ebi’l-Hukayk’i esir olarak ele geçirir ve her birini, Benû’n Nadir kavmi’ne âid hazinenin yerini söylemeye zorlar, ve fakat onlardan olumlu bir cevap alamaz. Bu sirada Muhammed’in katina gelen Yahudilerden biri: “Ben Kinâne’nin her sabah iste su harabe etrafinda dolastigini görüyordum” diye bilgi verir. Muhammed Kinâne’ye sorar, fakat o bilmedigini söylemekte israr eder. Muhammed harabenin etrafinin kazilmasini emreder. Kazi sonucunda hazinenin bir kismi bulunur. Muhammed Kinâne’den hazinenin kalan kismini sorar fakat Kinâne bilmedigi söyler. Bunun üzerine Muhammed, Kinâne’yi iskence yolu ile söyletmege çalisir. Zübeyr b. Avvam adindaki adamina emir verir ve hazinenin nerede bulundugunu söyletmek üzere Kinâne’ye iskence yapilmasini ister. Zübeyr elinde tuttugu bilek kemigi ile Kinâne’nin gögsüne vurur ve ölecek dereceye gelinceye kadar onu döver. Bir rivâyete göre ateste kizdirilmis demiri onun gögsüne tutar. Fakat her seye ragmen Kinâne, hazinenin nerede oldugunu bilmedigini söylemeye devam eder. Muhammed onun artik daha fazla iskenceye dayanamayip ölecegini anlayinca yaninda duran Muhammed bin Mesleme’ye teslim eder ve basini kesmesini emreder. Bu isi Muhammed b. Mesleme’ye vermesinin sebebi, ona kardesinin intikamini alma firsatini saglamak içindir. Çünkü Muhammed b. Mesleme ënin kardesi olan Mahmud b. Mesleme daha önce Yahudiler tarafindan öldürülmüstür ve iste simdi kardesi, onun intikamini alacaktir. (Bkz. Taberi, age, 1966, Cilt II. sh. 610). Muhammed dönemi katliam olaylarına örnek: Kureyza Savaş sonunda esir alınan Yahudilerin eli silah tutabilen tüm erkekleri Medine pazar yerinde kafaları kesilerek idam edilmiş, mallarına el konulmuş ve kalan kadınlar çocuklarsa köle ve cariye olarak kullanılmıştır. Yaygın olan görüşe göre idam edilenlerin sayısı 800 ile 900 arasında değişiyor (Nesefi, Taberi, Alusi, İbni Kesir) . En düşük rakamı veren İslamcı yazarlara göre (Begavi, Suyuti, İbn’il Cezvi) ise 400 ila 600 arasında Yahudi idam edilmiştir. Ahzab 26-27 Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. Allah, onların yerlerine,


yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter. Tüm silah tutabilen erkekleri öldürülen yahudilerin artk zenginlikleri müslümanlarındı. Ahzab suresi 26 ve 27. ayet bu katliamı anlatır. 26. ayette bir kısmını öldürüyordunuz derken öldürülen 400-900 arası Yahudi erkek kastediliyor. Bir kısmını esir alırdınız derken kadınlar ve çocuklar kastediliyor. 27. ayette ise Yahudilerin tüm malvarlıklarının artık Müslümanların olduğu anlatılıyor. Bu esirlerden erkek olanlar “Üsame Bin Zeyd” evinde; kadınlar ve çocuklar ise “Remle Binti Haris” evinde toplatılırlar. Muhammed erkeklerin idam kararını verdikten sonra Medine’ nin bugünkü pazaryeri olan semtte hendekler-çukurlar kazılarak mezar gibi hazır hale getirilir. Daha sonra erkekler eli kolu bağlı bir vaziyette ve kafileler halinde oraya yanaştırılıp başları kesilir ve o çukurlara atılır. Muhammed bu kesim işleminde Hz. Ali ve Zübeyr bin Avam’ı görevlendirmişti. Bilindiği gibi ikisi de Muhammed tarafında cennetle müjdelenmiştir. Ali ve Zübeyr kesim işine devam ederlerken Muhammed de bir yerde oturmuş onları seyrediyordu. Ayşe (Hz.) nin aktardığına göre, bu kesim işi sabahtan akşama kadar sürmüş. Erkekler idam edilirken, Yahudi kadınlar ve çocuklar da buna feryat edip saçlarını başlarını yolmuşlar. (Vakıdi, Meğazi, 2/512-517) Muhammed, bu Yahudilerin karıları ve kızlarından 16 tanesini özel olarak ayırıyor ve bunlardan Reyhane’yi kendine seçip geriye kalan 15 tanesini de diğer önemli dostlarına dağıtıyor. Bir Yahudi:“Artık her şeyimize el koydunuz, hiç olmazsa gözlerimizin önünde namusumuza el uzatmayın” diyor. Fakat, Muhammed bunu dinlemiyor. (Vakıdi, Meğazi, 2/250) 3-Gelinini boşatıp koynuna almış (gelini Zeynep) Ahzab-37 “(Resulüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! Diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” Bu ayetin iniş nedeni İbn İshak’ın eserinde şöyle aktarılır İmam İbn İshak’ın eserinde Yunus – Ebu Seleme el-Hemdânî Mevlâ eş-Şa’bî – eş-Şa’bî isnadıyla gelen bu rivayette eş-Şa’bî şöyle der: “Zeyd b. Harise hastalandı. Hz. Peygamber onu ziyaret etmeye gitti. Karısı Zeynep bt. Cahş Zeyd’in yanı başında oturuyordu. Zeynep bazı işler için kalktı ve Hz. Peygamber ona baktı, sonra başını indirdi de “kalpleri ve gözleri çeviren Allah’ı tenzih ederim” dedi. Bunun üzerine Zeyd ona : “senin için onu


boşayayım” dedi. Hz. Peygamber “hayır” dedi. Bunun üzerine Ahzab süresinin 37. Ayeti nazil oldu. Kuranda ki ayete ve bu ayetin yazılış nedenine bakarsak Muhammed gelinine bir anlık arzu duyuyor ve bunu farkeden üvey oğlu onu boşayıp kendisine vermeyi teklif ediyor. Örnek alabilecek varsa buyursun örnek alsın. 4-Kendine muhalefet edenleri bir bir suikastle öldürtmüş (Şairlerin katledilmesi), Şantaj ve rüşvet yolu ilede kendine inandırmaya çalışmıştır. Günümüzde bu tarz davranan örgütlere Mafya, devletlere de terörist denmektedir. Daha önce bu konu işlendiği için detaya girmeden özetlersek: Medineye hiçret ettikten sonra kendine burada muhalefet eden ve eleştiren tüm Şairleri bir bir suikastlerle yok etmiştir. Bu yazılanlar tamamen islami kaynaklardan alınmıştır. Günümüzde butarz şeyler yapmış olanlar soluğu hapishanelerde alırken bunları yapan birine örnek insan denebilmektedir. Asıl sorgulanması gereken budur.

ÜLKEMİZDE NEDEN GERÇEK İSLAM BU DEĞİL DENİR? Aslında sebebi zannedildiği kadar karışık değildir. Okuduğunuzda göreceksiniz ki bu sözün söylenmesi ülkemizin kuruluş felsefesinin doğal sonucudur. Biliyorsunuz ülkemizde 1919-1922 yılları arasında Kurtuluş Savaşı yaşandı. Sonrasında ise Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından bir dizi devrimle ülkemiz Laik devlet sistemine geçerek batılılaşmaya başladı. Bu sürecin doğal sonucu olarak Ülkemizde hakim din olan islam anlayışında da değişiklikler meydana geldi neydi bunlar? İslam dendiğinde ülkemizde akla hemen din gelir oysa İslamı sadece bir din olarak algılamak çok yanlıştır. İslam aslından dinden çok bir devlet sistemi ve yaşam biçimidir. İslam dendiğinde anlaşılması gereken KURAN, HADİS, KIYAS VE İCMAA dan oluşan islami Şeriat sistemidir. İslam sadece din değildir Kuran sadece dini hükümler barındırmaz, hadisler sadece ibadetle ilgili değildir. İslamda asıl hedef devletin yönetilmesi, devlet çatısı altında da dinin yayılmasıdır. İşte Atatürk devrimleri ile ülkemizde İslamın bu dünyevi hükümleri yürürlükten kaldırılmış, islam’ın ibadet yönü ön plana çıkarılmış ve zaman içinde toplumun büyük kısmı tarafından bu şekilde benimsenmiştir. Halkımız tarafından İslam denildiğinde; Namaz, oruç, haç, bayramlar, zekat gibi islam’ın ibadet yönü anlaşılır. Halkımızın büyük kısmı islam’ın dünyevi hükümlerinden habersiz hale gelmiştir. Bu ülkemizde İslamın gerçekte olduğundan çok farklı yorumlanmasına ve yaşanmasına neden olmaktadır.


Bir Türk vatandaşı hem evrensel değerlere bağlı yaşayıp hemde kendini müslüman tanımlaya bilmektedir. Oysa islam günümüzde geçerli olan tüm evrensel değerlerle çelişki halindedir. Özellikle modern toplumlarda ki kadınların elde ettiği haklar islami öğreti açısından asla kabul edilemez. Zamanla iletişim araçlarında ki baş döndürü gelişmelerle dünyada olan olaylar anlık öğrenilir oldukca islam ülkelerinde yaşanan islami öğretiden kaynaklanan bazı çağ dışı uygulamalar veya dini zorlamalar halkımız tarafından duyulmuş, alıştığı dini hayat ile arasında ki farkı gördükçe garipsemiş, kabullenememiş ve bunun sonucunda o uygulamaları zihninde yarattığı islam ile bağdaştıramamıştır. Oysa bu tarz olaylar islami inanç sisteminin doğal sonucudur. Örneğin İŞİD’in Musulda yayınladığı bildiri ile günde 5 vakit namaz kılmayı mecburi kılmasını halkımızın büyük kısmı garipsemiştir. Oysa bu uygulama islami öğretide sahih hadisle belirlenmiş açık hükümdür. Hem hanefi mezhebinde hemde diğer tüm mezheplerde uygulama bu yöndedir ve islam fıkıhına göre namazı terkeden önce zorlanır eğer uymazsa öldürülür. Yani halkımız bu sapıklar islamı kirletiyor vs diye kötülediği bu terör örgütü gerçekte islami bir hükmü yürürlüğe sokmuş oluyor. Maalesef acı gerçek budur. Ülkemin gerçek islamdan habersiz insanları sizlere son olarak şunu söyleyeyim; Evet ortada bir gerçek islam bu değil denecek bir inanç mevcut ama bu onların değil sizin inancınız. Gerçek islam odur, sizinkisi ise Laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti sayesinde şekillenmiş olan anadolu islamı yani Türk tipi islamiyetdir.

Alevilik İnancı ve İslamın Şartları Arasında ki Farklar Alevilik islamın içinde mi dışında mı? Aslında konu çok basit ve anlaşılır vaziyettedir. Tartışmaya neden olacak kadar da karışık değildir. Alevi’ liğin İslam’ ın içinde mi dışında mı olduğunu bulmak için İslam’ın beş şartını ortaya koyup, bunun Alevlerce yerine getirilip getirilmediğine bakmak yeterlidir. Bu beş şart İslamiyet’ in vazgeçilmez şartıdır. Hiçbir Müslüman bu şartı yerine getiremezlik yapamaz, bu şartları değiştirmeye kalkamaz, kendiliğinden başka ve yeni şartlar koyamaz. Şimdi Alevilik ile İslam arasında ki farkı İslamın Şartları yönünden görelim

1-Kelime-i Şehadet getirmek: Allah’ın birliğine inanmak, şirk koşmamak ve peygamberlerin onun elçisi olduğuna inanmaktır. Bu şart islamın şartları arasında ilk sırada yer alır. Allah’ın emirlerinden birini kabul etmemek ve bundan şüphe duymanın Müslümanlıkta yeri yoktur.


Klasik islamda Kelime-i Şehadet ”Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü” diyerek, kelime-i şehadet getirmek gerekir. Alevilikte Kelime-i Şehadet ise “Eşedü enla ilaha illallaha illallah ve Ali’ yül Veli ullah veli ül Ali üllah” Bakıldığında İslamiyet’ e giriş için söylenmesi gereken şehadet getirmeyi dahi Aleviler yapmazlar. Şehadet getirmeyi değiştirerek Alevilik düşüncesine uygun hale getirmişlerdir. Kaldı ki günümüzde Aleviler kelimeyi şahadet getirmeyi de tamamen bırakmışlardır.

2-Namaz kılmak: İslam dininin en önemli ibadetleri arasında bulunan vakit namazı kılmak, İslamiyet’in zorunlu tuttuğu en önemli emirlerinden birisidir. Ülkemizde yüzbinin üzerinde cami olduğunu düşünürsek namazın İslamiyet için gerekliği ortaya çıkar. Sunni-Şia islam inancında Kıbleye dönerek namaz kılmak, en azından kişinin iman göstergesi olarak kabul edilmektedir. Namaz kılmayan, kılsa bile Kabe dışında bir yere yönelerek kılan kişi ve toplulukları İslamın parçası görmek Sunni-Şia islam inancı açısından mümkün değildir. Bu noktada konunun tüm çıplaklığıyla anlaşılabilmesi için Alevi inancında Abdest, Namaz ve Kıble kavramlarına bakışı da öğrenmek gerekir. Bu yönden de Sunni-Şia islam inancından Alevilik çok faklıdır. Alevilikte Abdest: Alevi inancına göre abdestten amaç temiz olmaktır. Bedenin abdesti su ile ruhun abdesti iman ve ihlas iledir. Yani manevi arınma iledir. Alevi / Bektaşi inancına göre kişi bedenen temiz ise zaten abdestlidir. Abdesti bir takım şekillere bağlamak isabetli bir tutum değildir. Alevilikte Namaz ve Kıble: Aleviler, Sünni-Şia İslam inancının dayattığı biçimde şekle ve vakte bağlanmış bir namaz ibadetini kabul etmedikleri gibi Sünni-Şia İslam inancının ısrar ettiği kıble şartını da benimsememişlerdir. Aleviler, Bakara Suresi’nin 115. ayetinde geçen; “ Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır…” şeklindeki ifadeyi temel alarak Kabe’ye dönmenin zorunluluk olmadığını düşünmektedirler. Alevi inancında gerek namaz gerekse kıble konusundaki tavırları nettir. “ Benim Kabe’m insandır.” Diyen bu topluluğun kıble hususundaki tutumu netdir. Alevi Bektaşilerin büyük piri Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli bu husustaki kimi sözleri zaten Alevilerin Kabeye bakışını ortaya koymakta. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’nin Kabe öğretisi “Ellerin Kabe’si var, Benim Kabe’m insandır…”


“Hararet nardadır, sacda değil, Keramet baştadır, tacda değil, Her ne arasan kendinde ara, Mekke’de Kudüs’te hacda değil.” Bu kabe anlayışı dolayısı kabe ve camiler, Aleviler için hiçbir biçimde ibadethane ve ibadet merkezi olarak kabul edilmemektedir. Camiyi ibadethane olarak kabul etmeyen Alevileri, Müslümanların kafir görmeleri onlar açısından son derece doğal. Konunun tam da bu noktasında anımsatılması gereken çok yaşamsal bir açıklamadan söz etmek istiyorum. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tarafından Alevilerin temel ibadet biçimi olan Cem ibadeti hakkında yapılan açıklamaya göre Alevilik kesinlikle İslam dışıdır. Söz konusu açıklama şu şekilde: “Cem ayini namazın yerini tutmaz, gidip namazını kılacaksın, cem ayinini de yapacaksın. Bu insanlar bana, “Biz namaz kılmayıp ibadet olarak cem yapmak istiyoruz, bu ibadet olmaz mı, namazın yerine geçmez mi?” derlerse; o senin bileceğin tercih ama bana göre yanlış derim. O insanların ibadetine karışmıyorum ama onlara doğru bilgiyi söylüyorum. Hiçbir Müslüman, “Bizim inancımızda namaz yoktur” dememeli. Böyle düşünenler olabilir ama onlar da biraz dikkat ederlerse, bu yanlış kanaatlerini düzeltirler. …….. Ben namazı değil cem ayinini ibadet olarak görüyorum, diyen birine ben bir ilahiyatçı ve Diyanet İşleri Başkanı olarak bu söylediğin dini bilgi açısından yanlıştır, derim. ….. Benim de gördüğüm, Alevi-Bektaşi kardeşlerimizin büyük bölümü camiyi ibadethane olarak görüyor. Görmeyen bölümü de ideolojik olarak baktığı için öyle görüyor. Biz Alevi kardeşlerimizin ibadet için camiye geleceğine inanıyoruz.” (Tempo dergisi, s. 29 / 972. 20 Temmuz 2006.) Bu açıklama Alevileri, Ehlikıble olmadıkları yani aslında Sünni-Şia islamını benimsemedikleri gerekçesiyle kibarca kafir ilan eden ve sunni-Şia inancına girmeye davet eden bir fetvadır. Önemine dayanarak tekraren ve tam bir netlikle belirtelim ki, İslam inancının omurgasını teşkil eden“Ehlikıble tekfir edilemez“ ilkesine göre


Aleviler kafir görülmekte fakat asimilasyon için bu keskin ve kesin tavır dillendirilmemektedir. Asimilasyon hedefine giden yolun ne olursa olsun diyalogdan geçtiğini gören ve bu yolda bir miktar mesafe alan Sünni misyonerler“ Alevi – Sünni diyalogu “ yalanı arkasına saklanmakta bu yolla asimilasyon yolunda ilerlemektedirler. Nitekim bu gerçeği gören köklü bir Alevi kurumu Karaca Ahmet Cemevi tarafından 30. 03. 2007 tarihinde yayınlanan bildirge şu şekildedir: “Alevileri ve Aleviliği çeşitli yollarla asimile etme politikası yüzyıllardır inatla sürdürülmektedir. Oysa her inanç ve kültür gibi Alevilik inanç ve kültürü de var olma ve varlığını güçlendirme hakkına sahiptir. Bu en temel insan hakkını çiğnemek, kabulü hiçbir biçimde mümkün olmayan bir haksızlıktır. Bu nedenle Alevi inanç ve kültürüne yönelik asimilasyoncu çalışmaların, dönüştürmeci ve başkalaştırmacı karakteri karşısında inancımızın yaşamsal özelliklerinden olan kimi öğeleri bir kez daha tüm kamuoyuna anımsatmanın bizimle diyalog kurmak isteyen kişi ve kurumlar açısından yararlı sonuçlar doğuracağı kanısındayız. Aleviler olarak bizler, tüm inançlara saygı duymaktayız. Aynı saygının diğer inanç mensuplarınca tarafımıza da gösterilmesini talep etmek en doğal hakkımızıdır. Bu sebeple ilan ederiz ki; Alevi kimliğinin ayrılmaz parçaları olan inanç ve ibadetlerimizin dönüştürmeci ve başkalaştırmacı çalışmalara maruz bırakılmasını kabul etmemiz mümkün değildir. Bu bağlamda her kişi ve kurumca bilinmelidir ki; Alevilerin ibadeti cemdir. Cemin teolojik kökeni Kırklar Meclisidir. Cem ibadeti ve içinde yer alan semah, kültürel ve folklorik bir unsur biçiminde değerlendirilip küçümsenemez. Sünni inancına mensup kardeşlerimizin ibadet biçimi olan beş vakit namaz uygulaması Alevilerce saygı duyulan bir ibadet olmakla birlikte Alevi tarihinde ve geleneğinde yer almamaktadır. Her ne şekilde olursa olsun beş vakit yada Şii inancındaki gibi üç vakit namaz uygulamasının Aleviliğe dahil edilmeye çalışılması doğru değildir. Bunu hiçbir Alevi kabul etmeyecektir. Alevilerin orucu Muharrem ve Hızır orucudur. Sünni ve Şii inancına mensup kardeşlerimizin Ramazan’da bir ay süreyle tuttukları oruç uygulaması Alevi inanç ve geleneğinde yoktur. Alevileri Ramazan ayında bir ay süreyle oruç tutmaya teşvik etmek ve yönlendirmek inancımıza yönelik yapılmış ve yapılmakta olan yanlış ve haksız bir uygulama olarak görülmektedir. Alevilerce Sünni ve Şii inancındaki Ramazan orucuna gösterilen saygının aynısını diğer inançlara mensup kardeşlerimizden Muharrem ve Hızır orucumuz için de beklemekteyiz. Alevilerin ibadet yeri cem evleridir. Camiler; Sünni ve Şii kardeşlerimizin ibadet yerleridir. Alevilerin, camileri kendileri için bir ibadet yeri olarak görmemeleri inançlarının bir gereğidir. Alevi ibadeti olan cem ibadetlerini; ibadetin bir parçası olan müzik, semah ve kadın erkek birlikteliği gibi


nedenlerden ötürü camilerde uygulayabilmek mümkün değildir. Bundan dolayı Alevilere ibadet yeri olarak camileri göstermek gerçekçi olmadığı gibi doğru da değildir. Vahdet – i vücud anlayışı çerçevesinde Tanrı’ya, Hazreti Muhammed’in nübüvvetine, Hazreti İmam Ali’nin velayetine, Tenasüh ve Devriyeye inanmak inanç dünyamızın en temel unsurlarındandır. Bizler Aleviler olarak başta Türkiye olmak üzere tüm dünya kamuoyuna tekrar anımsatmak isteriz ki, yüzyıllardır yaptığımız gibi bundan sonra da cem yürütmeye, semah dönmeye, Telli Kur’an adını verdiğimiz sazımızla deyişler söylemeye, Kerbela şehitlerinin kişiliğinde tarihteki tüm mazlumlar için Muharrem ayında oruç ve matem tutmaya devam edeceğiz.” (Kyn: Karacaahmet Cemevi İnternet sayfası) Abdest, Namaz ve Kıble konusunda Alevi inancı Sunni-Şia islamın bu konularda ki öğretilerini karşılamadığı ortadadır.

3-Zekat vermek: İslam inancında Zekat: İslam dini her Müslümana, fakirlere ve muhtaç olanlara her sene sadaka verilmesini farz kılar. Bu zorunluluk zenginlere vaciptir. Kişi borçlarını düştükten sonra, elinde 96 gram altına eşdeğer mal varlığı için, kırkta bir oranında zekat vermelidir. Tarladaki mahsulünün onda birini de fakirlere vermesi farz kılınmıştır. Bu zekata uşur adı verilir. Alevi İnancında Zekat: Zekat verme konusu da Aleviler de başka türlüdür. İslamiyet zekat vermeyi bir dini zorunluluk olarak emreder. Zekat verme zamanı ve şeklinin dışında bir başka yardım ön görmez. Aleviler İslamiyet’ in ön gördüğü zekatı kabul etmezler. Kesinlikle zekat amacı ile yardım etmezler. Yardımı insanlığın bir gereği olarak yaparlar ve bunun zamanı ve yeri sınırlı değildir. Görüşüne sahiplerdir. Yani Alevi inancı islamın Zekat verme şartını Sunni-Şia islamın öngördüğü şartlarda benimsememişlerdir.

4-Oruç tutmak: İslam İnancında Oruç: Ramazan ayında tüm Müslümanların oruç tutmaları farz kılınmıştır. Güneşin batışına kadar, yemek, içmek ve şehevi arzulara gem vurmak ibadet kapsamında yer alır. Nefsi terbiye etmek, sabretmeyi öğrenmek için zorunlu kılınan oruç, sağlığı yerinde olan her Müslümanın tutması gereken bir ibadettir. Alevi İnancında Oruç: Aleviler hiçbir zaman ramazan orucunu tutmamışlardır, tutmazlarda. Alevilerin tuttuğu bir oruc vardır oda muharrem orucudur. 12 gün süren bu oruc öldürülen Hz.Hüseyin ve oniki Imamların yasını tutmak amacıyla her birisi için birer gündür. Bu orucu da Allah’a borç ödemek, kendisini affettirmek, cennete gitmek amacıyla puan kazanmak için tutmazlar. Bu sure içerisinde, evinde cenaze çıkmış yaslı biri ne yapıyorsa Aleviler de aynı şekilde davranırlar.

5-Hacca gitmek:


İslam inancında Hacca gitmek: İslamın son şartı olan hacca gitmek, varlığı yerinde olan Müslümanların bir kere de olsa yapmaları farz kılınan ibadetler arasındadır. Bu özel ibadet şekli Mekke şehrinde bulunan Kabe’nin etrafında toplanmak, Kabe’yi tavaf etmek ve Safa ve Merve arasında sa’y yapmaktır. Alevi İnancında Hacca Gitmek: Hac’ a gitmek Alevilerin yapmadığı bir başka İslam’ ın şartlarıdır. Tarihten günümüze kadar Aleviler hacca gitmemişlerdir. Gitmedikleri gibi Hacca bir değer ve önemde vermemişlerdir. Kıblesini insan gören bir inançda elbet haç’a gitme ibadeti yer bulamaz

SONUÇ Görüldüğü gibi Aleviliğin İslamın şartları konusundaki görüş, yorum ve uygulamaları Sünni-Şia inancının asla kabul edemeyeceği bir yapıdadır. Sünni-Şia inancının bu görüş ve yorumları kabulü yada hoş görmesi, teolojik çöküşle aynı anlama gelir. Bu da gösteriyor ki Alevi inancı, SünniŞia bakış açısına göre kesinlikle İslam dışıdır. Bir diğer ifadeyle Alevilik, İslam’dan sapmadır. Yukarıdaki anlatıma baktığımızda İslamın vazgeçilemez ve değiştirilemez kesin beş şartını Aleviler yerine getirmedikleri veya değişik yorumladıkları görülmekte üstelik. Hiç bir Alevi biz bunları kabul etmiyoruz, namaz kılarız, oruç tutarız diyemez dediği anda Aleviliği bitmiştir. O asimle olmuş demektir. Bir dinin zorunlu beş şartını kabul etmeyen ve yerine getirmeyen bir toplumun o dinden olduğu söylene bilir mi? Bu söylemlerin ya değerlendirme yetenekleri yoktur ya da başka amaçları vardır. Alevilerin İslam ile zıtlıkları sadece İslam’ın beş şartında ortaya çıkmaz. İslam’ ın bütün kuralları ve kurumlarına Aleviler karşıdırlar. İslamiyetin vazgeçilmez kurum ve kurallarını ya yok saymışlar ya da ona alternatif kurallar geliştirmişlerdir. Birde şunu dile getirmek gerekir; Eğer Alevilerin büyük kısmı tarafından dile getirildiği gibi Alevilik islamın özüyse yani gerçek islam Alevilik ise sunni-şia inancı islam değildir. Yok eğer sunni-şia islamı gerçek islamsa bu kez de Alevilik gerçek islam değildir. Çünkü bu iki inanç arasında asla bir araya gelmesi mümkün olmayan derin ayrılıklar mevcuttur. Eğer Aleviler sunni-şia islam içinde yok olup gitmek istemiyorsa biran önce inançlarının ayrı bir din olduğunu kesin olarak ortaya koymalı hem ülkemizde hemde dünya genelinde bunu herkeze kabul ettirmelidir. Aleviliğin geleceğini bu belirleyecektir.

Tarihteki İlk Tek Tanrılı Din: Atenizm ve Musa


Musa’nın bu dinden nasıl etkilendiğini,aslında kim olduğunu aşağıda vereceğim kaynaktan direk olarak yazacağım gibi kendi görüşlerimi de eklemeyi ihmal etmeyeceğim. Aydınlığın Elçisi Turan Dursun aynen şunları söylüyor; Eski Mısır anlatılırken dinde yenilik getirdiği belirtilen bir Firavun’dan söz edilir: 4.Amenophis (Amenhotep) en son adıyla Akhenaton (İ.Ö 14. yüzyıl). Konunun uzman araştırmacı ve incelemecilerinin anlattıklarına göre, bu Firavun Mısır’da inanılan tüm Tanrıları bıraktırıp ”bir tek Tanrı”ya ”Aton”a inanıp bağlanmayı buyurmuş. Weigall çevirisinin bir Arapça çevirisinden, bu Firavun’uın Aton’u nasıl anlattığını, O’na nasıl seslendiğini; Türkçeye aynen çevirmeye çalışarak sunayım; Ne güzeldir tanyerinin ağarması gök çizgisinde belirirken! Ey yaşayan! Ey yaşamın başlangıcı olan Aton! Doğunun çizgisinde doğup belirirken, yeryüzünün her kesimini güzelliğinle doldurur, donatırsın! Güzelsin sen, büyüksün! Yeryüzünün yükseklerinden ışınlarını gönderirken; tüm yöreleri ve yarattığın her kesimi kaplarsın onlarla. Ra (güneş tanrısı) da sensin! Tümünü sana tutsak yaratıklara döndürürsün sen! Tümünü bağlarsın kendine sevginle! Çok uzaklardasın evet! Ama işte ışınların yeryzünde! Çok yükseklerdesin evet! Ama işte gündüzler, seni analtan izler! Sen yitip gittiğinde göğün batı çizgisinde; Artık yeryüzü bir ölüdür karanlıklar içinde! Herkes uyumakta odalarında. (…) Aydınlık olur dünya; Sen doğduğunda ufukta. Gündüzle parladığında; Saldığında ışınlarını, Sevinç günüdür artık Mısır’ın iki yakasında da… (…) Hayvanlarını otlaklarında otlar bulursun, Ağaçlar,bitkiler gelişmekteler, Kuşları görürsün sazlıklarında, Kanat açıp seni yüceltmekteler. (…) Bir aşağı bir yukarı yürür gemiler, Sen ki doğdun artık yollar açıktır, Balıklar ırmaklarında dans eder önünde, Işınların büyük yeşil denizin göbeğinde parlar. Ey kadında yaşam suyu yaratan! Erkeğinkine yavru tohumu katan! Ve yaşatan yavruyu ana karnında, Döllükte bile ağlar diye avutan, Bakanına soluk veren,güç veren, Gövdesinden ayrıldığı gün. Ve sensin ağzını açıp söze başlatan, Sensin gereklerini gören, gözeten! Yumurta kabuğunda bir ses mi var? Belli ki soluk verdin ona yaşasın diye. Gücü de verdin,kendini toparlar, Kabuğunu kırar ve çıkar. Tüm gücüyle bağırır artık, Ayakları üstünde gezen bir yaratık, Bir durur. Ve kabuğundan çıktığı yerden başlayıp yürür! (Ey Aton!) Nice nice yarattıkların var, Kimini hiç göremeyiz, perdeliler onlar. Ey tek olan Tanrı! Ey başkasında olmayan gücü bulunan! Dünyayı gönlünce yarattın, Teksin de ondan! İnsanları, hayvanları da yarattın büyük-küçük, Tüm yeryüzündekileri: Ayakları üstünde yürür durular, Ya da yükseklerde uçup kanat çırparlar. Yabancı yöreleri de: Suriye’yi,Quş’u (Kush’u), Ve Mısır topraklarını…


Her toplumu sen yerleştirdin yerli yerince, Sen karşılarsın gerekleri olunca. Herkesin gerekli yeteneği var, Herkes belirli güne dek yaşar. İnsanların konuşma dilleri ayrı, Yapıları, yapı özellikleri ayrı, Öyle yarattın sen toplumları: Ayrı ayrı. Tüm ülkenin Tanrı’sısın sen, kendileri için doğan, Sen gündüz güneşi, sen büyük, korku salan, En uzak ülkelerde bile… (Ey Aton!) Gönlümdesin sen! Başkası değil; yalnızca ben seni tanırım gerçekten! Oğlun Akhenaton’dur bilen-tanıyan. Sensin onu hikmetli (bilgili) kılan. O, senin gücünle, senin yolunda, (Ey Aton!) Tüm dünya senin elinde! (…) Dünyayı sensin yaratan, Oğlun için ayakta tutan. O ki senin gövdendendir. Yukarı ve Aşağı Mısır’ın kralıdır o, Hakkı ayakta tutan, iki yakanın da efendisi. (…) J.H Breasted, bu şiirler üzerine şunları açıklar; Güneş Tanrısını (Aton’u) ululamak için Akhenaton’un, bizzat kendisnin yazdığı bu şiirler, onun inancının enginliğini ve güzelliğini, bu genç kralın Tek Tanrıya olan inancını dile getirir. Bu Tek tanrı, dünyadakileri yaratmakla kalmamış; çeşitli türleriyle, Mısırlısı ve yabancısıyla tüm insanları da yaratmıştır. Aton; çok acıyan, kayıran, koruyan, tüm yarattıklarına kol kanat geren ve gereklerini gören bir ”baba”dır. Yarattıkları da bunun bilincindedir. Kuşlar bile, sazlıkta uçarlarken, kollarını yukarıya kaldırıp ellerini açarak şükrünü belirtmeye çalışan dindar insan gibi, onun için kanatlarını açarlar. Bu benzetme şiirde de vardır. İnsanlığın binlerce yıllık geçmişindeki evrelerini tarıyoruz; ama Akhenaton’dan önce, tüm evreni kavrayacak biçimde acıması ve koruyuculuğu olan bir Tek Tanrı’ya ilişkin inancı doğru olarak kavrayıp benimsemiş bir başka insanı bulamıyoruz. İşte kimi araştırmacı ve yazarlar, Yahudiliğin, Hristiyanlığın ve İslamın kutsal kitapalrındaki Tek Tanrı’nın kaynağını burada bulurlar; Kahire Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Çelebi ”Garplı Tarihçiler, Musanın vahdaniyet (tek tanrı) fikrini, 4. Amenofis(Akhenaton)’dan aldığını kabul ederler” diyor. Eski Mısır Tarih ve Medeniyeti’nin yazarı Prof. Dr. Afet İnan da, Arthur Weiagll’e dayandırarak şunları yazar: ”Musa Peygamber’in tarihi bir şahsiyet olduğunu, Mısır’da bu din reformu zamanında yaşamış ve bu fikirlerden mülhem olmuş olduğunu kabul ederler.” Musa’nın tarihte yaşamış bir kişi olamayacağını ileri sürenler de yok değil. Voltaire de, Felsefe Sözlüğü’nde, kendine özgü üslupla bu görüşte olduğunu belli ederçesine;


Musa gerçekten yaşamış bir kişiyse ve bir ”Mısır Firavunu” olarak ”Tek Tanrı inancını” başlatıp yerleştirme çabasını göstermiş olan, yukarıdaki ateşli seslenişlerin sahibi Akhenaton zamanında yaşamışsa, ondan etkilenmemiş olması kolay kolay düşünülemez. Musa’nın yaşadığı ileri sürülen tarih, olaylarla karşılaştırılıp incelendiğinde bu Tektanrıcılığın kurucusu sayılan Firavun’un dönemine rastlıyor bulunur. Böyle olunca da,”Musa, Tektanrıcılık düşüncesini Akhenaton’dan almıştır!” yargısı doğal. Sigmund Freud(1856-1939) da bir psikoloji bilgini olarak konuyla ilgilenmiş ve yaşı 80’i aştığı sırada ”Musa ve Tektanrıclık adlı kitabını yazmış. Bu kitapta Firavun Akhenaton’un Aton Dini için şöyle der: ”Bu insanlık tarihinde Tek Tanrı dininin ilki ve en saf olanıdır”. Freud da, kutsal kitapalrdaki Tanrı’nın kaynağını burada bulur. Ayrıca, Musa’nın söz konusu Firavun zamanında yaşamış bir Mısırlı, Aton’u benimsemiş bir prens olabileceğini düşünür. Şöyle der; ”Akhenaton’un yakınları arasında belki de Tutmose adıyla anılan ve bu devirde çok yaygın bir ad sayılan biri mevcuttu. İsmin pek fazla önemi yok. Ama ikinci kısmın sonunun ”Mose” ile bitmesi dikkate şayan. Kendisi yüksek rütbeli memur olup Aton dinine sıkı sıkıya bağlıydı. (Akhenaton’un ölümünden sonra) Mısır’da damgalı veya şüpheli bir adam olarak kalabilirdi. Kendisi bir hudut eyaletinin valisiyse, oraya birçok nesil önce yerleşmiş olan (Yahudilerin içinden çıktıkları) Sami asıllı bazı kabilelerle temas halinde olması mümkündü. Büyük hayal sukutu ve yalnızlığı içinde bu yabancılara döner ve kaybettiği şeyleri onlar aracılığıyla telafi etmeye çalışır. Onları kendi halkı olarak seçer….” Buna göre, kutsal kitapların bir peygamber diye insanlığa yutturdukları Musa Mısır’lı bir prensten başkası değildi. Yahudi toplumundan olmadığı halde, gönül veridği amaca ulaşmak için bu toplumu seçmişti. Kutsal kitapların Tanrısıysa ”Mısır’lı Musa”nın bu toplumdan bir kabileye benimseterek yola çıktığı ”Aton”un ta kendisiydi. Ancak Firavun Akhenaton’un ”Tek Tanrı” durumuna getirdiği bu Güneş Tanrısı, Yahudilere geçtikten ve Tevrat’ın ”Yehova”sı olduktan sonra nitelik değiştirmişti: ”Barışseverken” ”savaşçı” olmuştu. Freud’un deyimiyle: ”fetihçi”. Yahudilere uygun olan da buydu. Kimi araştırıcılara göre,”Yehova” sözcüğü de ”güçlü savaşçı” anlamına gelir. Yahudi Tanrı’sının başka toplumların tanrılarından da nitelik aldığı görülür; Örneğin Ken’anlıların (Fenikelilerin) Tanrı’sı: ”göklerin efendisi, Yağmurların göndericisi ve fırtınalara egemen olan” Ulu ”Ba’l” ile aynı nitelikleri paylaşır olmuştu. 1929 yılında Fenikelilerin liman kentlerinden Ugarit’in bulunduğu yerde (Suriye’nin kuzey kesiminde, Ras Şamra höyüğünde), eski din ve mitoloji yönünden çok önemli bilgileri içeren yazıtlar ortaya çıkarıldı. Bu yazıtlar, ”Ugarit metinleri” diye de anılır kitapalrda. Ve bunların İ.Ö 1400’lere ait olduğu belirlenmiştir. İşte bu metinlerdeki Tanrı Ba’l ile,Tevrat’ın Tanrı’sına aynı niteliklerin verildiği görülmekte:


Ugarit metinlerinde ”Ba’l”, ”bulutlara binen” diye nitelenir. Tevrat’ın Mezmurlar bölümünün 68:4 ayetinde de şöyle denir: ”Tanrı’ya ilahi okuyun, adına terennümde bulunun. O, buluta binip çöllerden geçen yol hazırlayın!” Ugarit yaztılarına göre, ”gök gürültüsü”, Tanrı Ba’l’in sesidir. Tevrat’ta, Eyub, 37: 2-5 ve Mezmurlar, 29:3-5’te analtıldığına göre ise ”gök gürültüsü”, Yahudi Tanrı’sının ”sesi”dir. Kur’an’da ”Ra’d” (gök gürültüsü) Suresi’nin 13. ayetinde de ”gök gürültüsü”nün, ” Tanrı Uyarısı”nı yansıttığı bildirilir. Lübnan doğumlu Profesör Philip Hitti, Tevrat’taki 29. Mezmur’un tümüyle, ”Ken’an” (Fenike) kökenli olduğunu yazar. Ugarit metinlerinde ” levyaten” (leviathan) diye bir yılandan söz edilir ve bu ”canavarı” Tanrı Ba’l’in öldürdüğü analtılır. Tevrat’ta da İşaya, 27:1’de aynı adlı bir yılandan söz edilir ve onu, ”Rabb”in yani Yahudi Tanrı’sının öldürdüğü analtılır. Ba’l sözlük anlamıyla ”efendi” demektir. Çok ilginçtir ki bu sözcük Kur’an’da da aynı anlamda kullanılır: Saffat Suresi’nin 125. ayetinde Tanrı Ba’l için kullanılırken, birçok ayette de ”karının kocası” anlamını içerir. Yani Kur’an’da da ”erkek olan Tanrı, Baba Tanrı” kocaları karıları için hem efendi yapmakta, hem de yine karıları için bir çeşit Tanrı niteliğinde göstermekte. Yahudi toplumu Filistin’e döndüğünde (İ.Ö 13 yüzyılda), komşu oldukları Ken’anlılar (Fenikeliler), çok ilerlemişlerdi. Bu tarihten 1600-1700 yıl önce bile, onlar önemli kentler, limanlar, ticaret merkezleri kurmuşlardı. ”Efendi” anlamlı Tanrıları Ba’l de onların üretim ilişkilerine uygun nitelikteydi, ”bolluk,verimlilik Tanrı”sıydı. Buna uygun olarak uydurulan bir de efsanesi vardı. Uzun ve acıklıydı efsane. İnanırları, yaz sıcaklarının bitkileri kavurup kurutmasını, Ba’l’in ölümüyle, bitkilerin yağmur mevsiminde yeniden yeşermesiniyse, onun dirilmesiyle açıklarlardı. Töreleri, törenleri de vardı bununla ilgili. Yerleşik aşamaya geçen Yahudiler de Ba’l’e ilgi duydular. Onlar da Tanrılarını zamanla ”efendileştirip” Ba’l’le özdeş duruma getirdiler. Yani Yahudi Tanrı’sı da ”bolluk, verimlilik” Tanrısı oluverdi. Oysa, Arap mitolojisi yazarlarından Dr. Muhammed Abdulmuid Han’ın anlatımıyla ”yoksulluğun Tanrı’sıydı yalnızca. Ken’anlıların ”efendi” Tanrılarını Yunanlılar da almışlar, ona ”Adonis ”(adon=efendi) adını vermişlerdi. Adonis de ”bitkilerin, verimliliğin” Tanrı’sıydı ve aynı efsane onun için de geçerliydi. Sümer Tanrılarından Dumuzi de Samilerde ”Tammuz” (Temmuz) diye adlandırılmıştır ki, bu sözcük de ”efendi” anlamına gelir. Geçerli olan efsane, aynı efsane… Yahudi toplumunun Tanrı’sını kendisiyle özdeş duruma getirdiği Ba’l, aslında bir ”güneş tanrısı”ydı. Ken’anlılar, Mezopotamya’dan almışlardı onu. Orada ”Bel” diyenler de vardı. Eski Babil’in en büyük üç Tanrısından biri olan ünlü ”Marduk” da ”güneş tanrısı”ydı. Ve o,”Ba’l”den başkası


değildi. Eski Babil’deki Şamaş (şems=güneş) (Sümerlerde Utu) da ”güneş tanrısıdır”. Demek ki, eski çağlarda toplumlar, üretimlerine, yaşamlarına göre yaratmışlar tanrılarını. Gerek gördüklerinde de birbirlerinden ”kopya” gibi almışlar. Ve demek ki Yahudiliğin, Hristiyanlığın ve Müslümanlığın kutsal kitaplarındaki ”Tanrı”, ”erkek” Tanrı, ”baba” Tanrı, ”efendi” Tanrı da: eski çağların değişik ülkelerinde yaratılma ve değişik toplumlardan gelmedir. Eski Mısır’dan, Ken’anlılardan, Mezopotamya toplumlarından… Zaman zaman değişimlere de uğratılarak sokulmuştur kutsal kitaplara. Ve ”Tanrı”nın niteliğindeki değişmeler, bu kitaplarda da sürmüştür. Çıkan önemli sonuç da şu: Söz konusu ”Tanrı”nın kaynaklandığı Tanrı: eski Mısır’da da, Ken’an (Fenike) illerinde de (Akdenizin doğu kıyılarında), Mezopotamya’da da güneş tanrısıydı. Sözü edilen Tanrı’nın döne dolaşa güneş kültüne (güneş dinine) dayandığı görülüyor açıkça. Dinler, tarihleriyle, elde edilen belgeleriyle ”karşılaştırmalı” olarak ve ”çıkar hesapları”ndan, bağnazlıklardan uzak kalınarak incelendiğinde gerçek hemen görülür: Kitaplı dinlerin Tanrılarına da, şeriatlarına da ”güneş ve ay” kültleri kaynak olmuştur. Dahası, bu dinlerdeki birçok ”ibadet” biçimleri, dinsel töreler, gelenekler: ”güneş” ve ”ay” kültlerinden, hemen hemen aynen alınmışlardır. Kaynak: Turan Dursun: Kutsal Kitapların Kaynakları I-II-III İnsanoğlu zamanı hep ileri doğru yaşamasına karşın düşünce ve inanç köklerini hep geriden yaşar. İlerlemeler, buluşlar, bilim ve teknik asla geriden alınan mitlerin değişmesinde etkili olamamışlardır. Buraya kadar anlatımlardan asıl dikkat çekmek istediğim konu ise Museviliğin kökenini oluşturan Musa hikayesi ve tarihi kökleridir. Aslında Musa hikayesi ünlü Akad Kralı Sargon’la ilgili bir mitin Musa’ya uyarlanmış halidir. Mit şu; “Ben Agade’nin kralı büyük kral Sargon! Annem yüksek bir rahibe idi, babamı bilmiyorum. Yüksek rahibe annem beni gizlice doğurdu. Beni bir kamış sepete koydu, onu ziftle kapladı. Beni nehre bıraktı, dışarı çıkamayacaktım. Nehir beni sürükleyerek su çekici Akki’ye götürdü. Akki beni sudan çıkardı, kendi oğlu gibi büyüttü beni.”


Kendisinden yaklaşık 1600 yıl sonra yazıldığı sanılan bu şiire göre Sargon’un annesi rahibe olduğundan onu gizlice doğurup, Musa gibi sepet içinde suya bırakmış. Sümerlerde rahibeler tanrının karısı olarak kabul edildiğinden doğan çocuklar tanrının çocuğu sayılıyor ve onun yaşamasına izin verilmiyor. Bunun için annesi onu gizlice doğuruyor ve birisi alır düşüncesiyle suya bırakıyor. Görüldüğü gibi tıpkı Musa gibi Sargon’u da annesi öldürülmemesi için ziftle kaplı bir sepete koyuyor ve Akki isminde biri Sargon’u bulup yetiştiriyor. Şimdi de Musevilikte Musa’nın hikayesini yukardaki mitle karşılaştıralım. Musevilikte ki Musa hikayesinin yukarda ki mitden esinlenerek oluşturulmuş bir Yahudi miti olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece hikaye biraz daha ayrıntılı hale getirilmiş ve süslenmiş. Tek farkıda bu zaten; Yahudilikte ise bu olay şöyledir; Hârûn’un doğmasından üç yıl sonra Mısır firavunu, Yahudilerin Mısır’da çoğaldıklarını ve güçlendiklerini görünce onları kontrol altına almak için üzerlerine angarya memurları koyar ve onları şehir inşaatlarında çalıştırmaya başlar. Bu şekilde de kontrol altında tutamayacağını anlayınca bu sefer de Mısır’daki ebelere “Bütün yeni doğacak İbrânî erkek çocukları öldürün ama kız çocuklarına dokunmayın” emrini verir. Mısırlı ebeler, bu emri yerine getirmekten korkarlar. Bu sefer de Firavun: “Bütün doğacak olan İbrânî çocuklar Nil nehrine atılacak” emrini verir. Bundan bir yıl kadar sonra Amram’la Yehoved’in bir erkek çocuğu olur. Onu Nil’e atmaya kıyamazlar ve sekiz günlük olunca usûlüne göre sünnet ederler. Üç ay kadar Mûsâ’ya baktıktan sonra daha fazla bakamayacaklarını anlarlar, bir sepet yaparlar bunu ziftle sıvayıp daha o zamanki ismi Mûsâ olmayıp bu isim daha sonra Firavun’un kızı Batya tarafından konulacak olan Mûsâ’yı içine koyarlar ve Nil’e bırakırlar. Mûsâ’nın ablası ve henüz 6-7 yaşlarında olan Miryam (Meryem), sepetin ve kardeşinin âkibetini öğrenebilmek için sepeti tâkip eder. Sepet, Firavun’un sarayının bahçesine doğru süzülür. O sırada Firavun’un kızı Batya sepeti bulur, sünnetli olduğu için çocuğun İbrânî olduğunu hemen anlarsa da bu çocuğa acır ve onu himâye eder. Ancak çocuk, hiçbir süt anneden süt emmemektedir. Bunun üzerine Miryam, Batya’ya ona bir süt anne bulmayı teklif eder ve kendi annesini çağırır. Çocuk, kendi annesinin sütünü içince firavunun kızı Batya, çocuğu kendi annesine emzirmesi için verir. Çocuk iki yaşına geldiğinde annesi Mûsâ’yı firavunun kızına getirir. Firavunun kızı, çocuğa Mûsâ (İbrânîce: Moşe: Sudan çıkarttım) ismini koyar ve onu evlat edinir. Bu târihten sonra çocuk Mûsâ adıyla anılmaya başlanır. Mûsâ’nın anne ve babası tarafından konulmuş gerçek bir ismi olduğu kesindir. Çünkü Yahudi geleneklerine göre sekiz günlükken sünnet olan bir çocuğa mutlaka bir isim takılır. Ancak bu isim bilinmemektedir. Yukarda başlangıç kısmı anlatılan ve Dünyanın en popüler mitlerinden bir tanesi olan Musa’nın hikayesi; Tevrat’ta geçen bölge ve şehir isimlerinden


anlaşıldığı kadarıyla, Yeni Krallık 18. hanedan döneminde Mısırdan çıkmak zounda kalan İbranilerin; Mısıra yerleştikten sonra zaman içinde sayılarının artmasıyla, en büyük etnik halk konumuna gelmeleri , eski statülerini kaybederek Mısır yapı faaliyetleri içerisinde köle olarak çalıştırılmaları, artan nüfusları karşısında mısırın olası bir savaş halinde tehlike olacağını düşünen Firavunların bu nüfus artışını önlemek üzere erkek çocukları öldürmeyle başlayan olaylar zincirinde nil nehrine bırakılan bir erkek çocuğun firavunun kızı tarafından bulunmasıyla başlayan bir öykü üzerine kuruludur. Bu hikaye tarih sahnesinde günümüze kadar gelen tek tanrılı dinlerin oluşumuna sebebiyet vermiştir. Daha sonrasında sözde Tanrının göndereceği kutsal kitaplarda bu halkın öncesi ve sonrası detaylı olarak anlatılmaktadır. Bu hikayeyle ilgili olarak tarihçilerin bir çok haklı kuşkuları vardır. Her şeyden önce Mısırdan çıkış için Mısırda yerleşik Yahudi halkının var olması gerekir ki bugüne kadar herhangi bir somut kanıt bulunamamıştır. Mısır kayıtlarında Musa adında hiçbir kayıt bulunmaz. Kayıt tutmaya meraklı bir toplum için bu oldukça gariptir. Üstelik onu nehirde Firavunun kızı bulmuş ve İbrani kökünden gelen bir isim vermiştir. Mısır konusunda tartışmasız otoritelerden Gerald Messadie, ”Musa: Mısır Prensi” isimli çalışmasında bir çok noktaya itiraz eder ; -Bir Mısır prensesinin nedimeleriyle birlikte yıkanmaya gitmez, hijyen konusunda çok titiz olan Mısırlılarda halk bile banyosunu filtre edilmiş suyla hamamlarda yapar, kaldı ki bir prensesin filtre edilmemiş suya girmesi mümkün değildir. -Prensesin suda sepet içinde bulduğu bir çocuğa sudan çıkarmak anlamına gelen İbrani kökünden gelen bir isim vermesi mantıklı değildir. -Hikayenin sonlarında Musa’nın firavunla yüz yüze yaptığı görüşme ve tehditler inandırıcılıktan oldukça uzaktır. Kutsal kişilikler kabul edilen Firavunların yanına, vezirler, hatta aileleri bile izin alarak kabul edilirler. Bir kanun kaçağının firavun karşısına çıkması heleki Firavunu tehdit etmesi mümkün değildir. -Mısırdan çıkan kalabalık grubun yolunun neden Kızıldenize düştüğü noktası soru işaretidir. Son zamanlarda Yahudi Ejiptologlar bunun bir çeviri hatası aslının sazlıklar denizi olduğunu kabul etmişlerdir. Dolayısıyla denizi yarma hikayesi son bulmuştur. Şimdi bu hikayede anahtar rol oynayan Tevrat ayetlerine bakalım; 11 Yusuf babasıyla kardeşlerini Mısır’a yerleştirdi; firavunun buyruğu uyarınca onlara ülkenin en iyi yerinde, Ramses bölgesinde mülk verdi. (Tekvin 47)


10 Goşen bölgesine yerleşirsin; çocukların, torunların, davarların, sığırların ve sahip olduğun her şeyle birlikte yakınımda olursun. (Tekvin 45) 11 Böylece Mısırlılar İsrailliler’in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar. (Çıkış 1) Mısır yazılı belgeleri ile Tevrat’taki anlatım uyumsuzdur. Tevratta şehir ve bölge adı olarak vurgulanan Ramses ismi Yeni Krallık 18 .Hanedan firavunlarının adıdır. Yani Tevratta anlatılan dönem bu hanedan dönemini kapsar oysa; II Ramsesten kalma Torino papirüsündede, Sakkara ve Abidos’taki önemli olayları ve Kral listelerini içeren belgelerdede Yahudi varlığından hiçbir iz bulunmaz. Akhenaten’den kalma ünlü Amara Mektupları , Yusuf zamanında yerleşerek 400 yıl ülkede kalan yabancı varlığı bulunmaz. Bu durumda Yusufla sığınan , Musa ile çıkan bir topluluğu Mısır kronolojisinde belirli bir döneme koymak zordur. Kısacası Tevrat’taki anlatılan Musa hikayesini Mısır tarihine yerleştirmek imkansızdır. Tevrat’ta anlatılan Musa hikayesi görüldüğü gibi büyük ihtimalle gerçek dışıdır. Mısır, Ken’an ve Sümer efsanelerinin, İbrani efsaneleri ile harmanlanması sonucu oluşturulmuş bir mit’dir. Eğer gerçekten Musa yaşadıysa bile bu kişi büyük ihtimalle Yahudi asıllı değildi belki yahudilere önderlik etmiş onlar tarafından benimsenip kutsallaştırılmış bir Mısırlı prens veya rahip olabilir. Belki Akhenaton’un kendisi bile olabilir.

HZ. AİŞE Muhammed’i bir kenara bırakırsak, İslam tarihinin kuşkusuz en önemli kişisi Aişe’dir. Aişe ayrı bir başlıkta ele alınmayı hakeden bir isim. Müslümanlar ve gayrimüslimler, 1400 yıldır sürekli bu kadını tartışmışlardır. Özellikle Aişe’nin yaşı, İfk hadisesi ve Cemel savaşı hep tartışılmıştır. AİŞE’NİN YAŞI Birinci İslam halifesi Ebu Bekir’in kızı Aişe (Aişe binti Ebu bekir) 614 yılında Mekke’de doğmuştur. 6 yaşında hastalanmış ve saçları dökülmüş, sonrasında iyileşmiştir. Bir gün annesi Ümmü Rûman, kızını salıncakta oynarken yanına çağırarak bir takım kadınların olduğu bir çadıra sokmuştur. Aişe çadıra girmekten korkmuş ve terlemiş, annesi Aişe’yi telkin etmiştir. İçeri girdiğinde bir takım kadınların ona ”hayırlı olsun” dediklerini işitmiş ve bu durumu anlamakta zorlanmıştır. Kadınlar Aişe’nin elbisesini düzeltmişler ve yan taraftaki kişiye Aişe’yi sunmuşlardır. Aişe bu olay olduğunda ünlü muhaddis Buhari’ye göre 9 yaşındadır ve Aişe’nin sunulduğu kişi de Muhammed’dir. İslam tarihinin belkide en fazla tartışılan konusu bu minvalde gerçekleşmiştir. Aişe’nin yaşı tartışmalı ama Buhari tartışılacak bir isim değildir. Ayrıca o dönemde küçük kızların evlenmesinde Araplar açısından bir sakınca olmadığını da bilinen bir gerçekdir.


İslam tarihinde Aişe’nin yaşı ile ilgili kaynaklarda geçen bilgiler ana hatları ile şöyle; O dönemde bütün sahabilerin yaşları, genelde ölüm zamanındaki yaşlarına göre hesaplanıyordu. Bu ilkeden hareketle, Aişe’nin vefat tarihinden, yaşı çıkarıldığında yaklaşık olarak doğum tarihi bulunabilir. İslam tarihçileri, Aişe’nin vefat tarihi olarak genelde H. 58 yılını, vefatı sırasındaki yaşı olarak da 66 yaşını vermektedirler. Bir kısmı, vefat tarihi olarak H.56-59’u, vefatı sırasındaki yaşı olarak da 65-67 yi belirtseler de, çoğunluğu birinci görüşte müttefiktirler.(1) Böylece Aişe’nin vefat esnasındaki yaşından, vefat tarihini çıkardığımızda (66-58=8) Hicret sırasında Aişe’nin yaşının 8 olduğu ortaya çıkar. Hicretten bir yıl sonra evlendiğine göre ise evlilik yaşı 9 olacaktır.(2) İbn Kesir bu yaşta evlendiği konusunda hiçbir ihtilafın olmadığını belirtir.(3) (1)Ibn Sad, et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut, trz, VIII, 80; Ibnü’l-Esir, el-Kamil, Beyrut 1979, IV, 363; Ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut 1974, VIII, 94; Zehebi, el-İber, Beyrut 1987, I, 60; bnü’l-imad, Şezeratü’z-Zeheb, byy. trz. I, 308. (2)Ibn Hacer, el-İsabe, Beyrut 1328, IV, 230. (3)Ibn Kesir, el-Bidaye, III, 131. Günümüzde bazı islami çevrelerde değişik hesaplamalar yoluyla Aişe’nin vefat ettiği sırada 74 yaşında olduğu belirtse de bu rakamı (yaşı), tarihsel olarak kabul etmek mümkün değil. Çünkü, hiçbir tarihi kayıtta Aişe’nin bu yaşta vefat ettiği belirtilmemektedir. Bizzat Aişe’den gelen rivayetlerde 6 yaşında sözlendiği ve 9 yaşında da evlendiği bilgisi yeralmaktadır. Daha öncede aktardığımız gibi tarihçiler Aişe’nin H. 58 yılında 66 yaşında vefat ettiğini kabul etmektedirler. Buna göre eğer H.58 de Aişe 66 yaşında vefat ettiyse, Hicret sırasında 8 yaşında ve evlendiği sırada H. I. yılda 9 yaşında olacaktır.(66-58=8, 8+1=9) Gene islami kaynaklara göre Aişe, Muhammed ile evliliği sonrasında da arkadaşlarıyla oyun oynamaya devam etmiş ve Muhammed de buna müsaade etmiştir. Hatta Muhammed ile Aişe’nin sokakta koşarak yarıştıkları veya mescidde kılıç kalkan oynayanları, Muhammed ile Aişe’nin yanak yanağa seyrettiği rivayet edilir. Aişe’nin Muhammed’den önce Cübeyr isminde biriyle nişanlandığı da rivayet edilir. Cübeyr, Muhammed’i himayesine alan Mutim’in oğludur. Cübeyr kafirdir ama sonradan müslüman olmuştur. Müellefe-i kulûbtan ganimet almış ve Muhammed’den de 60 hadis rivayet etmiş biridir. İFK HADİSESİ Aişe 15 yaşına geldiğinde Muhammed ile birlikte Mureysi gazasına katılır. Bu savaşta babası, amcası, kocası öldürülmüş olan Cüveyriye isminde çok güzel bir kadın esir düşer ve Muhammed bu kadını kendine alır. Aişe kıskanç bir kadın olduğundan, güzelliği ile dikkat çeken Cüveyriye’yi Muhammed’in almasından çok rahatsız olur. Dönüşte islam tarihinde


anlatıldığına göre Aişe yolda gerdanlığını düşürür ve meşhur İfk hadisesi başlar. Sonrasında kervan Aişe’yi unutup yoluna devam eder ve Aişe’yi arkadan gelen genç Safvan kervana yetiştirir. Aişe ile Safvan’ın beraber kervanın ardından gelmeleri dedikodulara neden olur. Muhammed bu durumdan çok rahatsız olur ve yakınındaki insanlara ne yapması gerektiğini sorar. Muhammed’in amcasının oğlu ve damadı Ali, Muhammed’in çok üzüldüğünü görür ve şöyle der; ” Ya Resulullah, bu kadar üzülme. Bir kadın değil mi, onu boşa kurtul”. Bu sözleri duyan Aişe, Ali ile küser. Bu sözler, daha sonra bu ikilinin düşmanlığının kaynağı olacaktır. Aişe,babası Ebubekir’in evine döner ve sonrasında Muhammed Aişe’nin yanına gelir ve ona ”eğer günah işlediysen, tövbe et Aişe” der. Aişe Muhammed’e tepkisini koyar ve böyle bir şey yapmadığını belirten sözler söyler. Muhammed’e de bu esnada vahiy gelir ve Aişe’ye iftira edildiğini, Allah ayetleri ile açıklar. Bu arada Aişe’yi devesinde kervana getiren Safvan’ın erkekliğinin olmadığı yönünde de iddialar vardır. Ne derece doğru bu, bilemiyoruz tabi. Aişe, ayetler ile kendisinin aklandığını bilmesine rağmen yine de Muhammed’e çok kızgındır. Babası Ebu bekir, ”kızım, Allah senin suçsuz olduğunu söylüyor” demesine rağmen, babasına ”Allah’a teşekkür ederim. Sana ve dostuna (Muhammed’e) değil” diyerek babasına ve Muhammed’e olan öfkesini dışa vurur. AİŞE’NİN KISKANÇLIĞI Aişe’nin Muhammed’in ilk eşi Hatice’yi çok kıskandığı ve Hatice için ”dişsiz ihtiyar karı” dediği rivayet edilir. Aişe’nin Hatice’yi kıskandığı bir gerçekse de, Aişe’nin asıl kıskandığı kadınlar Zeynep, Safiye, Hafsa ve Mariya gibi genç ve güzel kadınlardır. Diyanet işlerinin 12 ciltlik sahihi buhari muhtasarına göre Muhammed’in eşleri ikiye ayrılmıştır. Bir tarafta Aişe, Hafsa, Safiye, Sevde; diğer tarafta da Ümmü Gülsüm ve diğerleri vardır. Aişe kendisi ile aynı grupta yer alan Safiye’yi çok kıskanmaktadır. Aişe Muhammed’in diğer eşlerinden kendisini üstün görüyor ve bunu maddeler halinde Muhammed’in diğer eşlerine bildiriyor. Söz Aişe’de; ‘‘Benim 10 üstünlüğüm vardır. 1-Evlendiği bakire tek eşi benim. 2-Anası ve babası Medine’ye hicret etmiş tek eşi benim. 3-Allah benim namusluluğumu (ıfk hadisesinde) vahiy göndermek suretiyle ispat etmiştir. 4-Peygamberle evlenmemi Cebrail sağlamıştır. 5-Muhammed namaz kıldığı zaman benden başka hiç kimseyi önünde bırakmazdı. 6-Muhammed bir tek kaptaki sudan yalnız benimle yıkanmıştır. 7-Benden başka hiçbir kadınıyla bulunduğu zaman Muhammed’e vahiy gelmemiştir. 8-Muhammed’in başı benim göğsümde olduğu halde ruhunu teslim etmiştir. 9-Hayatta en son cinsi münasebette bulunduğu kadın benim. 10-Benim odamda defnedilmiştir.”


Muhammed bir sefere gideceği zaman kura çeker ve kurada Aişe ile Hafsa çıkar. Muhammed Aişe’ye özel ilgi gösterdiği için, seferde Hafsa’nın yanına pek gitmez. Buna bozulan Hafsa, bir şekilde Aişe’yi kandırarak, Aişe’nin devesine biner ve Muhammed ile bir gece birlikte olur. Aişe bu durumdan çok rahatsız olur. Muhammed’e küfür etmek ister ama yapmaz bunu. Sonra ayaklarını, içinde yılan akrep gibi hayvanlar olan izhir otlarının arasına sokarak şöyle der; ”Allah’ım beni akrep ya da yılan soksun da bende Muhammed’e birşey söylemeye fırsat bulamayım.” Aişe, kıskançlığı yüzünden intihar etmeye yeltenecek kadar gözü kara ve çılgın birisidir. Müslümanlar Aişe’nin konumunu bildikleri için, Muhammed Aişe’nin hanesinde iken ona hediyeler yollarlarmış. Buna bozulan diğer eşleri bu durumu Muhammed’e iletirler ama Muhammed Aişe’yi savunur. Kızı Fatıma bile araya girmek ister ama kızına da ”Aişe’yi sevin” der. Bu arada Zeynep Muhammed’in yanında Aişe’ye bağırır. Muhammed ise o arada Aişe’nin karşı atağa geçmesini vücut dili ile göstererek Aişe’yi gaza getirir. Aişe’de Muhammed’in yanında Zeynep’e bir ton laf söyler. Muhammed’de ”Aişe Ebubekirin kızıdır” diyerek, Aişe’yi o arada över. Muhammed eşlerini kızıştırmayı çok seviyor. Eşleri arasında adaletli davranmıyor ve kasıtlı olarak kavga çıkarmak için herşeyi yapıyor. Belli ki Muhammed bu kavgalardan çok hoşnut oluyor. Kılıcı olan bir peygamberden beklenen davranışlar tabi. Birgün Safiye, Ayşe ve Hafsa’nın kendisi hakkında olumsuz konuştuğunu duyar ve ağlamaya başlar. Bunu duyan Muhammed Safiye’ye ”sende onlara, benden nasıl daha hayırlı olabilirsiniz ki, zevcem Muhammed, babam Harun, amcam Musa’dır” desene demiş. Yani Safiye’nin nesebinin Musa’ya kadar dayandığını söyleyerek Aişe ve Hafsa’nın hayırsız/değersiz olduklarını söylemeye çalışmış. Duruma göre bir o tarafta, bir bu tarafta olan Muhammed. Muhammed Ayşe’nin odasına girer. O anda odada diğer karısı Ümmi Seleme’de vardır. Ayşe,Ümmi Seleme’nin de odada olduğunu Muhammed’e kaş göz hareketleri ile anlatmaya çalışsa da, Muhammed aldırış etmez ve Ayşe ile ilgilenmeye devam eder. O esnada Ümmi Seleme Muhammed’e seslenerek ”görüyorum ki senin için diğer karılarının hiç önemi yok.”diye bağırır ve hatta ağır sözlerde eder. Muhammed de Ayşe’ye dönerek ”bu kadının hakaretlerine sen cevap ver” der. Ayşe’de aldığı gazla Ümmi Seleme’ye demediğini bırakmaz. Ümmi Seleme odadan çıkıp Fatıma’ya durumu anlatır. Fatıma’da Muhammed’e gelerek Ayşe’yi şikayet eder. Muhammed ise kızına şöyle seslenir; ”Ayşe senin babanın en tercihlisidir”. Ahzab suresi 50. ayetin bir yerinde deniliyor ki, Muhammed bir kadını eğer beğenirse, ona mehir ücretini vermeden/bedava alabilir. Yine 51. ayette, Muhammed’e tam özgürlük verilir: “Kadınlarından istediğini boşayabilir, istediğini geri getirebilirsin, eşlerin arasında geceleyin sıralama yapmayabilirsin’ gibi avantaj ayetleri oluşunca, Aişe buna çok kızar ve o


meşhur sözünü burada söyler: “Bakıyorum senin Allah’ın senin zevkin doğrultusunda acele ederek hemen ayet gönderiyor.” Ayrıca kadınların kendilerini Muhammed’e mehirsiz hibe etmeleri konusunda Aişe çok kızar ve şöyle der; ”Olacak şey mi? Bir kadın utanmaz mı ki, kendini bir erkeğe armağan etsin?” Aişe’nin ne kadar kıskanç/bencil olduğunu ve Aişe’nin Muhammed tarafından diğer eşlerine nazaran nasıl da tercih edildiğini alıntılarla (paragraflar halinde) aktarmaya çalıştım. Tüm çocukluğu ve gençliği Muhammed’in yanında geçen bu kişi, haliyle Muhammed’i inanılmaz derecede sahipleniyor ve onu aşırı derecede kıskanıyor. Bu kıskançlığı öyle bir hal alıyor ki; bazı açıklamalarına baktığımız zaman Aişe’nin psikolojik durumunun pekte iyi olmadığını anlıyoruz. Aişe bazen Muhammed’i çok yüceltiyor, bazen de Muhammed’i yeriyor. Aişe, Muhammed ve diğer eşleri arasındaki ilişkiler tam bir pembe dizi kıvamında aslında. Pembe dizi sözlerimi daha da netleştirmek adına meşhur bal olayını anlatan hadisi olduğu gibi aktarıyorum ki, Muhammed ve eşleri arasındaki ilişki daha iyi anlaşılsın. Hz. Aişe (radıyallahu anha) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) balı ve tatlı şeyleri severdi. Ayrıca, ikindi namazlarını kıldıktan sonra (hergün) kadınlarını teker teker ziyaret eder, her birine yaklaşır (sohbette bulunurdu.) Bu ziyaretlerinin birinde Hz. Hafsa (radıyallahu anha)’nın yanına girmişti. Bu defa onun yanında, her zamanki kaldığı mutad müddetten fazla kaldı. Ben bunu kıskanarak sebebini (Resûlullah’ın diğer hanımlarından) sordum. Bana: “Yakınlarından bir kadın Hafsa’ya bir okka (Taif) balı hediye etti, Resûlullah (aleyhissalatu vesselam)’a ondan şerbet yapıp ikram etmiş olmalı, (o da şerbet hatırına sohbetini biraz uzatmıştır)” dediler. Ben: “- Öyleyse, kasem olsun biz de ona mutlaka bir hile kurmalıyız!” dedim. Sevde (radıyallahu anha)’ye: “- (Hafsa’dan sonra sıra senin) O girince sana yaklaşacak. Sana yaklaşınca O’na: “Ey Allah’ın Resûlü! Sen megafıh mi yedin?” diyeceksin. (Ben biliyorum ki, o sana) “Hayır!”diyecek. O zaman sen de: “Öyleyse senden burnuma gelen bu koku da ne?” diyeceksin.” Bir rivayette Hz. Aişe şu açıklamayı yapar: “Resûlullah (aleyhissalatu vesselam) kendisinde kötü bir koku hissedilmesine tahammül edemez, buna çok üzülürdü (Bu sebeple gerçeği. itiraf ederek) muhakkak “Hafsa bana bal şerbeti ikram etti” diyecek. O zaman sen kendisine “Demek ki arı, balını urfut ağacından almış” diyeceksin. (Senden sonra bana uğradığı zaman) ben de böyle hareket edip aynı şeyleri söyleyeceğim. Ey Safıyye, sana uğradığı zaman sen de aynı şeyleri söyle! dedim.” Hz. Aişe anlatmaya devam etti: “Sevde (bilahere bana) dedi ki: “Kendinden başka ilah bulunmayan Allah’a kasem olsun, bana tenbih ettiğin şeyleri, Resûlullah (aleyhissalatu vesselam) kapıdan görünür görünmez, senden korktuğum için (unutmadan) hemen söylemek istedim.” Ne ise, Resûlullah (aleyhissalatu vesselam) kendisine yaklaşınca Sevde: “Ey Allah’ın Resûlü meğafır mi yediniz?” der: “Hayır!” cevabını alır. Bunun üzerine aralarında şu konuşma geçer: “- Öyleyse bu koku da ne?” ” Hafsa bana bal şerbeti ikram etti. ” “- Demek ki arı urfut


yemiş.” Hz. Aişe (radıyallahu anha) anlatmaya devam ediyor: “Resûlullah (aleyhissalatu vesselam) bana uğrayınca ben de aynı şeyleri söyledim. Keza, Safıyye (radıyallahu anha)’ye uğrayınca o da aynı şeyleri söyledi. Müteakiben Resûlullah (aleyhissalatu vesselam) Hafsa (radıyallahu anha)’nın yanına girince: “- Ey Allah’ın Resûlü sana o şerbetten ikram edeyim mi?” diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam): “- Hayır, ihtiyacım yok!” cevabını verir. (Bu durumu işittiği zaman) Sevde (radıyallahu anha): “- Allah’a kasem olsun balı ona haram ettik!” dedi. Ben kendisine: “- Sus, (sesini çıkarma)” dedim.” Kaynak: Buhari, Talak 8, Nikah 103, Et’ime 32, Eşribe 10, 15, Tıb 4, Hiyel 5; Müslim, Talak 20, (1474); Eb AİŞE MUHAMMED’E İNANMIYORDU Bu konudaki en meşhur argüman, Aişe’nin “Bakıyorum senin Allah’ın, senin zevkin doğrultusunda acele ederek hemen ayet gönderiyor.” sözleridir. Senin Allah’ın ne demek?Açıkça Allah’ın Muhammed’e has bir şey olduğunu söylüyor. Yani kendisinin bir Allah’ı bulunmadığını, dolayısıyla Muhammed’in peygamberliğine de inanmadığını ilan ediyor. Çok çok önemli bir hadis bu ama nedense pek dikkate alınmıyor. Daha çok Aişe’nin yaşı tartışılması 1400 yıldır gündemde tutuluyor. Sanki Aişe 19 yaşında olunca tüm sorunlar çözülecekmiş gibi! Aişe gerçekten çok önemli biridir. Sahabe anlamadığı konularda Aişe’ye danışır, Aişe’de insanlara Muhammed’den ve ayetlerden bahsedermiş. Bu kadar önemli bir konumda olan birinin ne Allah’a ne de Muhammed’e inanmaması ve Muhammed’in de bu eşi için birçok defa ”en hayırlı/üstün kadın” diye bahsetmesi,çok ciddi bir paradoks.! Üstelik bu kadın 2210 hadis rivayet etmiş ki,bu da İslam dini açısından son derece önemli bir durumdur. Fahrettin er-Razi’den nakledilen bir hadis var ki, bu hadiste Aişe’nin inançsızlığını kanıtlar. Aişe miraç ile ilgili olarak şunu söyler; “Aslında Muhammed bedeniyle/fiziki olarak göklere çıkmamıştır; o ancak rüya yoluyla bunları anlatıyor.” İslam aleminin Muhammed’den sonra en önemli ismi, İslam’ın en önemli konularından biri olan miracı inkar ediyor. Aişe’den nakledilen bir başka hadise göre de, Muhammed’e büyü yapıldığı söylenir. Muhammed öyle bir hale gelmiştir ki; ”yaptığı şeyi yapmadım,yapmadığı şeyi de yaptım” demeye başlamıştır. Muhammed’in bu durumda olduğunu anlatan Aişe’nin, Muhammed’in peygamber olduğuna inanması düşünülebilir mi? Kadın açıkça Muhammed dengeyi kaybetmiş diye hadis rivayet etmiş ve bunu da 1400 yıldır müslümanlar kabul etmişler. Yani,bu ve buna benzer hadisleri ortadan kaldırmayı denememişler bile. Ben olsaydım bu hadisleri yok ederdim.


AİŞE’NİN GÜZELLİĞİ Muhammed zamanında eş değiştirme (becayiş) adeti vardı. Bir gün Muhammed’in yanına Uyeyne bin Hısn isimli bir kişi geliyor ve Aişe’yi görerek Muhammed’e eş değiştirme teklifi yapıyor. Muhammed bu teklifi reddederek Ahzab suresi 52. ayet ile bu adeti ilga ediyor. Buradan anlıyoruz ki, Aişe güzel bir kadındı. Muhammed’in Cennet’le müjdelediği Talha bin Ubeydullah ”eğer Muhammed bir gün ölürse, ben Aişe’yi eş olarak alırım” diyor. Bunu duyan Muhammed ”benden sonra benim eşlerimi kimse alamaz” ayeti ile de bu konuya noktayı koyuyor. Aişe’nin Talha tarafından ilgi görmesi ve beğenilmesi Aişe’nin güzelliğinin bir başka kanıtıdır. Aişe ile evlenmek istediğini söyleyen Talha, Osman’ın ölümü sonrasında Aişe ile yakınlaşmış, Cemel savaşında Aişe yanında savaşmış ve öldürülmüştür. Bu arada Talha, Aişe’nin amcasının oğludur. Talha ile ilgili şunu da söylemek lazım. Muhammed tarafından Cennet ile müjdelenen Talha, Ebubekir’in halife olduğunu duyunca kılıcını çekip ortaya çıkıyor ve ”biz Ebubekir’e mi (amcası) kaldık?” diyor. Ömer Talha’ya yönelip ”dur durduğun yerde ey köpek” diyor. Gerçek İslam tarihi bu işte.! AİŞE HAKKINDA BİLİNMEYENLER Aişe hiperaktif birisi. Zaten hayatından belli olmuyor mu? Aişe’nin kısır olduğu söylenir. Aişe’mi kısırdı, yoksa Muhammed’de mi bir sorun vardı, tam olarak bilemeyiz tabi ama Aişe’nin çocuğunun olmaması bence Aişe’yi çok farklı bir insan yapmıştır. Bir kadın gibi değil de, bir erkek gibi davrandığı bir çok konu vardır. En basitinden Cemel savaşında binlerce müslümanın ölümüne neden olması gösterilebilir. Aişe bu savaş sonrasında, ”peygamber hanımları dışarı çıkmayın” (Ahzab 33) ayetini her okuyuşunda veya duyuşunda başörtüsü ıslanıncaya kadar ağlarmış. Ayrıca bu savaşta haklı olan tarafın Ali’nin tarafı olduğu da, nerdeyse tüm İslam alemi (sünni-şii) tarafından kabul görmüştür. Aişe, Hasan öldükten sonra dedesi Muhammed’in yanına defnedilmesine izin vermemiştir. Muhammed Aişe’yi de, Hasan’ı da çok seviyor ama Aişe’nin yaptığına bakarmısınız.! Aişe önce ”Osman’ı öldürün” diye fetva vermiş. Osman ölüp Ali halife olunca da ”keşke Osman öldürülmeseydi” demiş. Aişe ne dediğini, ne yaptığını kesinlikle bilmiyor. Böyle bir kişinin hadisleri ile müslümanlar hayatlarına şekil veriyorlar.! Aişe, vali Osman bin Hanif’in adamlarının/yakınlarının öldürülmesini emretmiştir. Muhammed’den öğrendi tabi bunu. Aişe, Ali hakkındaki hadisleri gizlemiştir. Bu da ayrı bir felaket. Aişe, Ifk hadisesi sonrası Ali’ye küsüyor ve bir daha da asla Ali ile konuşmuyor. Dolayısıyla Ali’nin hadislerini de görmezden geliyor.


Aişe’ye göre yetişkin erkeklerde kadınların memesinden süt içebilirlerdi. Böylece mahremlik sağlanırmış. İmam Malik’in Muvatta adlı kitabında şöyle rivayet edilir; ”Aişe,erkekleri kız kardeşi Ümmi Kulsum’a ve erkek kardeşinin kızlarına gönderir. Onlardan süt emzirir. Böylece Aişe onlarla görüşmeyi kendine helal bilirdi. Çünkü Aişe’nin içtihatına göre, bu erkekler artık ona mahrem oluyorlardı.” Aişe’nin zekasına hayran kalmamak elde değil. Son olarak Aişe’nin şu sözleri ile bu bölümü de kapatayım. Aişe; ”Allah keşke beni hiç yaratmasaydı” diyerek ölmüştür. Yaklaşık 50 sene dul kalsaydım, bende bu şekilde düşünürdüm. MUHAMMED’İN ÖLÜMÜ Bu yazıyı yazarken hadislerden faydalandım tabi. Hadislerden anladığım kadarıyla Muhammed ile eşleri arasında ciddi sorunlar var ve bunun nedeni de Muhammed’in ta kendisi. Eşleri arasında adaletli davranmayan, eşleri arasında kavga çıkması için özellikle eşlerini kışkırtan Muhammed’in sonunu da eşleri getirmiştir. Farklı kaynaklarda Aişe ve Hafsa’nın Muhammed’e birşeyler içirdiği ve Muhammed’i öldürdüğü rivayet edilir. Bu konuda Arif Tekin’in kitabı okunmalıdır. Arif Tekin kaynakları ile birlikte bu cinayeti gözler önüne sermiştir. Muhammed’i Aişe ve Hafsa öldürmüştür ama bu cinayetin tek sebebi Muhammed’in eşlerine bakış açısı değildir. Bu olay daha çok siyasidir. Muhammed’in Ali’yi halife olarak öne sürmesi, daha önce Muhammed’i öldürmeye çalışan Muhammed’in en yakınlarının canlarını iyice sıkmış ve tekrar Muhammed’i öldürmeye karar vermelerine neden olmuştur. Hatta Muhammed öldürüldükten sonra halife olacaklar bile sıralanmıştır. Muhammed’in en yakınları Ebubekir ve Ömer gibi isimler, Muhammed’e tebük seferi ve veda haccı dönüşünde suikast düzenlemek isterler ama başaramazlar. Sonuçta,o zamanlarda etkili bir öldürme yöntemi olan zehirleme yöntemini denerler ve kızları sayesinde bunu başarırlar. Aişe ve Hafsa’nın babaları, kızlarını bir şekilde ikna etmişler ve bu cinayeti işlemelerini sağlamışlardır. Bu kişiler Muhammed’i bir şekilde zehirleyerek yatağa hapsediyorlar. Muhammed yarı ayılmış şekilde uyanıyor ve kendisine birşeyler içirildiğini farkediyor ve buna çok kızıyor. O esnada odada Muhammed’in amcası Abbas, Aişe ve Hafsa var sadece. Muhammed ”amca, sen hariç bu iki eşim bu ilaçtan içecek” diyor. ”Çünkü sen plandan habersizsin” diyede ekliyor. Yani, Muhammed kendisine karşı bir plan yapıldığını ve planı yapanlarında kim olduğunu biliyor. Muhammed bu hastalık (zehirlenme) durumunda ”Aişe sen benden önce ölseydin, ben sana dua ederdim” diyerek Aişe’nin ne yaptığını bildiğini ima ediyor. Muhammed daha öncede, Aişe’nin evini göstererek ”işte küfür/fitne buradadır. Şeytanın boynuzunun çıktığı yer burasıdır” demiştir. Hafsa içinde aynı sözleri söylemiştir.


”Müminlerin annesi” hakkında Muhammed’in söylediği sözlere bakarmısınız. Birde Muhammed’in vasiyet etmesine izin vermiyor bu ekip. Çünkü Muhammed’in yazacaklarından korkuyorlar ve planlarının bozulmasını istemiyorlar. Muhammed’in ölümü sonrası Aişe, Muhammed’in ailesine (Fatıma ve Abbas’a) mirastan hiç birşey alamayacaklarını söylüyor. Ömer zamanında ise, Hayber gelirlerinden mahsul alan Aişe ile Hafsa’ya (Muhammed’i öldürenler) o topraklara ortak olma hakkı tanınmıştır. Bu olaylar Muhammed’in öldürüldüğüne işaret eden ciddi argümanlardır. AİŞE’NİN ÖLÜMÜ Kimi rivayetlere göre Muaviye minberde oğlu Yezit için propaganda yapınca Aişe ona karşı çıkıyor. Bunun üzerine Muaviye Aişe’yi bir çukura gömmek suretiyle katlediyor. Bir başka aktarım da, Aişe’yi damdan düşürmek suretiyle katledip geceleyin de gömüyorlar. Muaviye, Aişe’nin kardeşi Abdurrahman’ı da hem zehirliyor, hem de can çekişirken o halde mezara gömüyor. Diğer kardeşi Muhammed ise zaten Muaviye’nin talimatıyla Mısır’da yakalanıp bir merkebin içine konuyor ve eşekle birlikte onu yakıp o şekilde katlediyorlar. SONUÇ Muhammed’in en yakın eşi, en yakın dostu, Muhammed’den en fazla hadis rivayet edenlerden, müçtehit olarak görülen biridir Aişe. Çocuk iken Muhammed ile evleniyor. Sivriliği sayesinde Muhammed’in onlarca kadını arasından, kendini en başa koymasını beceriyor. Muhammed’e inanmadığını alenen söylüyor ama buna rağmen müslümanlara fetva vermeden de çekinmiyor. Muhammed’in ölümü sonrası yaklaşık 50 sene dul yaşıyor ve kimseyle evlenemiyor. Muhammed’in damadı ve amcasının oğlu Ali ile savaşacak kadar kendinden geçiyor. Muhammed’i Hafsa ile beraber öldürüyor. Muaviye tarafından da katlediliyor. Aişe’nin yaşamı hüzün ve çelişki dolu. Yüzlerce yıldır Şiiler tarafından kendisine küfredilen bir kadın. Sürekli aşağılanan/tartışılan bir kadın. Ne çocukluğunu, ne gençliğini, ne de hayatını doğru dürüst yaşayamayan bir kadın. Aişe’ye hem üzülüyorum, hem Muhammed’e/Allah’a inanmamasını takdir ediyorum, hem de inanmadığı bu dini hayatının sonuna kadar savunmasına kızıyorum.

Muhammedin Sara Hastaligi (Temporal lop epilepsi hastaligi)


Temporal lop epilepsi hastaliginin taniminda hastanin cesitli travma nöbetlere maruz kalmasinin yani sira hastaligin nörolojik etkilerinden dolayi halüsinasyonlar gördügü, narsist davranis bozukluklarina yöneldigi bilinmektedir. Bugünkü gelismlerle bu tarz hastaliklara maruz kalan kisilere ilac tedavisinin yani sira psikologlar tarafindan davranis terapileri de uygulanmaktadir. Hastalar narsist davranis bozuklugunun yani sira, yüksek ve olmayan varliklara inanma, onlarla temasa gecme, din ve ahlak konulariyla asiri ugrasma, kontrol edilemeyen cinsel düsünceler ve eglemler de gözlemlenmektedir. Hadisler, kuran’in icerigindeki Muhammedin cinsel hayatina getirilen düzenlemeler, din ve ahlaka olan asiri düskünlügü, kafasinda olusmus Allah fikrini asiri derece yükseltmesi gibi ayetlerden de Muhammedin böyle bir hastaliga maruz kaldigini rahatlikla gözlemleyebilmekteyiz. Simdi Muhammedin bu hastaliga sahip oldugunu göstere ayet ve hadisleri görelim Ravi: Ümmü`l-mü`minîn Âişe Hadis: Şöyle demiştir: Hâris b. Hişâm radiya`llâhu anh Resûlu`llâh salla`llâhu aleyi ve sellem`den: “Yâ Resûllâ`llâh, sana vahiy nasıl gelir?” diye sordu. Resûlu`llâh salla`llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Ahyânen bana çıngırak sesi gibi gelir ki bana en ağır geleni de budur. Benden o hâl zâil olur olmaz (Meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Ahdânen Melek bana bir insan olarak temessül eder. Benimle konuşur. Ben de söylediğini iyice bellerim. -Âişe radiya`llâhu anhâ der ki: Resûl`llâh salla`llâhu aleyhi ve sellem`i soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nâzil olurken görmüşlüğüm vardır. (İşte öyle soğuk bir günde bile) kendisinden o hâl geçtiği vakitde şakaklarından şapır şapır ter akardı . Ravi: Ubadetu`bnu`s-Samit Hadis: Resulullah (sav)`a bir vahiy geldiği zaman, vahiy sebebiyle onu bir gam ve keder alır, yüzünün rengi uçardı. Bir gün Cenab-ı Hakk yine vahiy indirmişti ki aynı hal onu sardı. Keder hali açılınca: “(Zina haddiyle ilgili hükmü) benden alın. Allah onlar hakkında yol kıldı (yani çok açık şekilde had beyan etti): Bekar bekarla zina yapmışsa cezası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Dul dulla zina yaparsa yüz sopa ve recm`dir.” Ravi: İbnu Abbas Hadis: “Ey Muhammed! Cebrail sana Kur`an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme (sadece dinle)” (Kıyamet 16) mealindeki ayet hakkında şu açıklamayı yaptı: “Hz. Peygamber (sav) vahiy geldiği zaman büyük bir şiddet (ve ağırlık) hissederdi. Bunun tesiriyle dudaklarını kımıldatırdı. Bunun üzerine şu ayet indi. (mealen): “(Ey Muhammed, Cebrail sana Kur`an okurken acele edip onunla beraber söyleme (sadece dinle). Onu toplamak ve okutmak bize aittir” (Kıyamet


16). İbnu Abbas devamla der ki: “Ayette geçen “onun toplanması” tabirinden murad “(yeni nazil olan) ayetin Hz. Peygamber (sav)`in kalbinde toplanması, yerleşmesi, sonra da Hz. Peygamber (sav) tarafından okunmasıdır.” “Biz vahyi okuduğumuz zaman, sen onun kıraatine uy” (18. ayet) ayetinde de, “Dinle ve sus, sonra onu sana biz okuturuz” denmektedir. Bu vahiyden sonra, Cibril (a.s.) vahiyle gelince, sadece dinlerdi. Cibril gidince yeni gelen vahyi, kendisine nasıl okunmuş ise, öylece okurdu.” Ravi: Aişe Hadis: Resulullah (sav)`a vahiy olarak ilk başlayan şey uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Rüyada her ne görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua geliyordu. (Bu esnada) ona yalnızlık sevdirilmişti. Hira mağarasına çekilip orada, ailesine dönmeksizin birkaç gece tek başına kalıp, tahannüsde bulunuyordu. -Tahannüs ibadette bulunma demektir.- Bu maksadla yanına azık alıyor, azığı tükenince Hz. Hatice (ra)`ye dönüyor, yine aynı şekilde azık alıp tekrar gidiyordu. Bu hal, kendisine Hira mağarasında Hak gelinceye kadar devam etti. Bir gün ona melek gelip: “Oku!” dedi. Aleyhissalatu vesselam: “Ben okuma bilmiyorum!” cevabını verdi. (Aleyhissalatu vesselam hadisenin gerisini şöyle anlatıyor: “Ben okuma bilmiyorum deyince) melek beni tutup kucakladı, takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı. Tekrar: “Oku!” dedi. Ben tekrar: “Okuma bilmiyorum!” dedim. Beni ikinci defa kucaklayıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar bıraktı ve “Oku!” dedi. Ben yine: “Okuma bilmiyorum!” dedim. Beni tekrar alıp, üçüncü sefer takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin kerimdir, o kalemle öğretti, insana bilmediğini öğretti” (Alak 1-5) dedi.” Resulullah (sav) bu vahiyleri öğrenmiş olarak döndü. Kalbinde bir titreme vardı. Hatice`nin yanına geldi ve: “Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Onu örttüler. Korku gidinceye kadar öyle kaldı. (Sükunete erince) Hz. Hatice (ra)`ye başından geçenleri anlattı ve; “Nefsim hususunda korktum!” dedi. Hz. Hatice de: “Asla korkma! Vallahi Allah seni ebediyen rüsvay etmeyecektir. Zira sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru konuşursun, işini göremeyenlerin yükünü taşırsın. Fakire kazandırırsın, misafire ikram edersin, Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (halka) yardım edersin!” dedi. Sonra Hz. Hatice, Aleyhissalatu vesselam`ı alıp Varaka İbnu Nevfel İbnu Esed İbnu Abdi`lUzza İbni Kusay`a götürdü. Bu zat, Hz. Hatice`nin amcasının oğlu idi. Cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş bir kimseydi. İbranice (okuma) yazma bilirdi. İncil`den, Allah`ın dilediği kadarını İbranice olarak yazmıştı. Gözleri ama olmuş yaşlı bir ihtiyardı. Hz. Hatice kendisine: “Ey amcaoğlu! Kardeşinin oğlunu bir dinle, ne söylüyor!” dedi. Varaka Aleyhissalatu vesselam`a: “Ey kardeşim oğlu! Neler de görüyorsun?” diye sordu. Aleyhissalatu vesselam gördüklerini anlattı. Varaka da O`na: “Bu gördüğün melektir. O, Hz. Musa`ya da inmiştir. Keşke ben genç olsaydım (da sana yardım etseydim); keşke, kavmin seni sürüp çıkardıkları vakit hayatta olsaydım!” dedi. Resulullah (sav): “Onlar beni buradan sürüp çıkaracaklar mı?” diye sordu. Varaka: “Senin getirdiğin gibi bir din getiren hiç kimse yok ki, ona husumet edilmemiş olsun! O gününü görürsem, sana müessir


yardımda bulunurum!” dedi. Ancak çok geçmeden Varaka vefat etti ve vahiy de fetrete girdi (kesildi). Ravi: Yahya İbnu Ebi Kesir Hadis: Ebu Seleme İbnu Abdirrahman`a Kur`an`dan ilk inenin ne olduğunu sordum. “Ya eyyühe`l-Müddessir (ey örtüsüne bürünmüş)! (suresi)dir!” dedi. Ben; “İyi ama, başkaları ilk inenin İkra` bismi Rabbikellezi halak (süresidir). diyorlar” dedim. Bunun üzerine Ebu Seleme: “Ben bu hususta Hz. Cabir (ra)`e sormuştum. O bana; “Sana, Resulullah Aleyhissalatu vesselam`ın söylediğinden başka bir şey söylemeyeceğim, Aleyhissalatu vesselam: “Bir ay kadar Hira magarasına mücavir oldum (itikafa girdim). Mücaveretimi (itikafımı) tamamlayınca, dağdan indim. Derken bana bir seslenen oldu. Sağıma baktım, hiçbir şey görmedim. Soluma baktım, yine bir şey görmedim. Arkama baktım bir şey görmedim. Derken başımı kaldırdım, bir şey gördüm, ama (bakmaya) dayanamadım. Hemen Hatice`nin yanına geldim: “Beni örtün!” dedim. Derken şu ayetler nazil oldu. (Mealen): “Ey örtüsüne bürünen! Kalk! (insanları ahiretle) korkut! Rabbini büyükle, elbiseni temizle. Pislikten kaçın..” (Müddessir suresi). Bu vahiy namaz farz kılınmazdan önceydi.” Ravi: Ömer Hadis: Resulullah (sav)`a vahiy indiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Bir gün, O`na vahiy indirildi. Bir müddet öyle kaldı. Sonra o hal açıldı. O da Mü`minun suresinden ilk on ayeti okudu: “Mü`minler kurtuluşa ermiş, umduklarına kavuşmuşlardır. Onlar namazlarını Allah`tan korkarak, hürmet ve tevazu içinde ve tadil-i erkan ile kılarlar. Onlar dünya ve ahiretlerine faydası dokunmayan her türlü şeyden yüz çevirirler. Onlar nail oldukları her türlü nimetin zekatını aksatmadan verirler. Onlar namuslarını korurlar. Ancak hanımlarına ve cariyelerine karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar. Kim helal sınırını aşarak bunların ötesine geçmek isterse, işte öyleleri haddini aşmış olanlardır. O mü`minler ki, Allah`a ve kullara karşı olan emanet ve mesuliyetlerini yerine getirirler ve sözlerinde dururlar. Onlar namazlarını devamlı olarak, vaktinde ve şartlarına riayet ederek kılarlar, işte onlar varislerin ta kendileridir. Onlar Firdevs cennetine varis olurlar. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır” (Mü`minun, 1-11). Arkadan dedi ki: “Kim bu on ayeti yerine getirirse cennete girer.” Sonra kıbleye yöneldi ve ellerini kaldırıp: “Allahım (hayrımızı) artır, bizi (iyilik yönüyle) noksanlaştırma. Bize ikram et, zillete düşürme. Bize ihsanda bulun, mahrum etme. Bizi tercih et, (düşmanlarımızı) bize tercih etme. Allahım, bizi razı kıl, bizden de razı ol!” buyurdular. Ravi: Ibnu Mes`ud Hadis: Allahu Zülcelal hazretleri vahiy suretiyle konuştuğu zaman sema ehli bir ses işitir ki bu, demir bir zincirin düz bir kaya üzerinde hareket etmesiyle çıkan çıngırak sesine benzer. Sema ehli bu sesi duyunca korku ve haşyetten bayılırlar. Cibril (a.s.) kendilerine gelinceye kadar bu halde devam ederler. O gelince korku, kalplerinden açılır. Hemen:


“Ey Cibril, Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorarlar. O: “Hakkı söyledi” der. Sema ehli hep bir ağızdan: “el-Hak, el-Hak” diye söyleşirler. Ravi: Zeyd b. Sâbit Hadis: “Resûlu’llâh … Efendimize gelen vahyi yazardim. Vahiy nâzil oldugu vakitte (onu) bir sikinti kaplar, inci taneleri gibi siddetli bir ter dökerdi de ondan sonra açilirlardi. Kendileri bana imlâ buyurur, ben de yazardim…” Ravi: Ebû Hadis: “Vahiy nâzil olurken en evvel vücûd(una) bir gelirdi”; “Vahiy nüzûl ederken kendilerini (tasa ve kaygi kaplar gibi olur ), gözlerini kaparlar ve horultuya (benzer) siddetli nefes alirlardi”

Hüreyre titreme yüzü kül siddetli

Ravi: Aişe Hadis: Hz. Peygamber (sav)`e (yahudiler tarafından) sihir yapıldı, öyle ki, Resulullah (sav) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken Allah`a dua etti, sonra tekrar dua etti. Ve dedi ki: “Ey Aişe, hissettin mi, sorduğum hususta Allah bana fetva verdi?” “Hangi hususta Ey Allah`ın Resulü?” dedim. “İki kişi bana gelip, biri başucumda, diğeri de ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine: “Bu zatın rahatsızlığı nedir?” dedi. öbürü: “Büyüdür!” dedi. Önceki tekrar sordu: “Kim büyüledi?” Diğeri: “Lebid İbnu`l`A`sam adındaki Beni Züreykli bir yahudi” diye cevap verdi. Öbürü: “Büyüyü neye yaptı?” dedi. Arkadaşı: “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine” cevabını verdi. Diğeri: “Pekala, şimdi nerede?” diye sordu. Arkadaşı: “Zervan kuyusunda!” cevabını verdi.” Bunun üzerine Resulullah (sav) Ashabından bir grupla birlikte (ra) kuyuya gitti, ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp: “Ey Aişe! Allah`a yemin olsun, kuyunun suyu sanki kına ıslatılmış gibi (bulanık) ve (o kuyu ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da sanki Şeytanların başları gibiydi!” dedi. Ben: “Ey Allah`ın Resulü! Onu (kuyudan) çıkardın mı?” diye sordum. “Hayır!” dedi ve ilave etti: “Bana gelince, Allah bana afiyet lütfetti ve şifa verdi. Ben ondan halka bir şer gelmesine sebep olmaktan korktum!” Resulullah onun gömülmesini emretti ve yere gömüldü.” Tum bunlar tip dilinde “Temporal Lob Epilepsi” diye adlandirilan hastaligin belirtileridir. health.allrefer.com sitesinde Temporal Lob Epilepsi hastaliginin belirtileri su sekilde aciklaniyor; Halüsinasyon: bir his organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın, alınan bir hissin mevcudiyetine inanma halidir. Varsanı olarak da bilinir. Muhammed’in melekler, cinler gibi mantik disi varliklari gormesi, bugun tip dilinde ancak bu sekil izah edilebilir. Kas gerilmesi (kaslarin istek disi hareket etmesi): kasların istem dışı oluşan seğirmelerini, spazmlarını ya da hareketlerini içeren bir grup duruma verilen ortak bir isim.


Korku: Muhammed’in korkudan ortulere sarinip dolandigini anlatan durum. Anormal agiz hareketleri: Muhammed’in dudaklarinin neden istek disi hareket ettigini anlatan durum. Terleme: Hadislerde acikca belirtiliyor ki, Muhammed vahiy anlarinda “en soguk gunlerde dahi” yuzunden ve vucudundan sakir sakir terler akiyor. Yuz kizarmasi: Temporal Lob epilepsi hastalarinda gorulen bu belirti, Muhammed’in vahiy aninda da acikca goruluyor. Hizli kalp atislari Amnezi veya hafıza kaybı: ornek olarak verdigim son hadiste acikca goruluyor ki, Ayse’nin de anlatimiyla “öyle ki, Resulullah (sav) yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu.” Muhammed’in hafiza kaybi yasadiginin acik belirtisi. Aslinda Temporal Lob epilepsi hastaliginin tedavisi bugun mumkundur. Fakat o zaman bu hastalik hakkinda insanlar bilinc sahibi olmadiklari icin bu tur eylemleri cinler, periler, melekler ile aciklayabilmistir. Konumuzla alakalı olduğu için Muhammedin cinsel ve Özel hayatini düzenleyen Ayetlere de bakalım; Tanrı allahin, Muhammed’in kendisine yasakladigi cariyeleri tekrardan “helal” kildigini anlatan Tahrim suresi 1 ve 2. ayetler, Muhammed’in akraba evliligi yapmasina izin veren Ahzap suresi 50 ve 51.ayet. Kaldi ki tahrim suresi ahzab suresinden sonra geldigi icin konulan yasagi da kaldirmistir. Sanirim ilk etapta bu kadar muhammed’in cinsel hayati yeterli olacaktir. Öte yandan Muhammed’in Allahi övdügü, ona tapinilmasi gerektigini anlatan ayetlerin sayisi oldukca fazladir. Bunun yani sira zamanin ahlaki kurallarini da belirleyen sayisiz ayetler vardir. Bütün bunlardan ne anliyoruz? Muhammed tamamen hastaligina uygun bir motivasyon sergiliyor. Cinsel istekleri, zamanin ahlaki kurallarini yanlis bulmasi ve degistirmek istemesi, nöbetlerin gelmesi, insan üstü varliklar görmesi, bunlarla iletisim icerisinde olmasi! Ayetlerin geldigi! anda takindigi fizik ve ruh halleri bütün bularin kanitidir. Epilepsi ve ben isimli siteden Prof. Dr. Safiye Bilgin’in yazisindan bir alinti; Epilepsi (halk arasında sar’a), eski çağlardan beri insanoğlu tarafından bilinmektedir. Sağlıklı görünen bazı kişilerin aniden yere yıkılarak bilinçsiz


halde çırpınmaları sebebiyle bu çağlarda epilepsi hastalarına tanrılar tarafından cezalandırılmış veya içlerine kötü ruhlar girmiş kişiler gözüyle bakılmaktaydı. Epilepsinin incelenmesi ve tedavisi 1850’lerden günümüze kadar gelişimini sürdürmüştür. Uygun antiepileptik seçimi ve kullanımı yanında hastaların iyi izlenmesi sayesinde epilepsilerde tamamen iyileşme veya nöbetlerin 3/4 oranında azalması sağlanabilmektedir. Buna karşılık belirtilen uygun tedavinin seçilememesi ya da uygulanmaması, bilimsel olmayan tedavi yöntemlerin araştırılması gibi nedenler bu hastalığın kontrol altına alınamamasına sebep olmaktadır. Bu sebeple hasta ve ailesinin epilepsi hakkında bilgilendirilmeleri tedaviye başlama noktası olarak öncelik taşımaktadır. Yazida altini cizdigim bolgeleri konunun ilk yazisindaki Muhammed’in vahiy anlarini anlatan hadisler ile kiyaslayiniz. Yine diger bir saglik sitesinden epilepsi hastaligi ile ilgili bir yazi. Hastaların hemen yarısında nöbetten önce aura denilen kişiye özgü bir kriz öncesi duygu vardır. Bunlar herhangi bir yerde ağrı, kulak çınlaması, koku alma, hayal görme veya titreme biçiminde belirirler. Daha sonra bilinç kaybı ile beraber hasta yere düşer. Bütün vücudu kasılan saralının solunumu durur, rengi önce solar, sonra morarır. Konunun ilk yazisinda paylastigim hadislerden alintilar; Resulullah (sav)`a bir vahiy geldiği zaman, vahiy sebebiyle onu bir gam ve keder alır, yüzünün rengi uçardı. Resulullah (sav)`a vahiy olarak ilk başlayan şey uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Resulullah (sav)`a vahiy indiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. “Vahiy nâzil olurken en evvel vücûd(una) bir titreme gelirdi” Noroloji uzmani Prof. Dr. Safiye Bilgin soyle diyor; Bunu izleyerek hasta derin ve hırıltılı nefes alıp vermeye başlar, bilinci kapalıdır. Daha sonra hasta açılır ancak henüz bilinci tam olarak yerine gelmemiştir ve şaşkın bir şekilde etrafa bakar.

Uzman doktorun ustte bize ilettigi bilgileri su hadis ile kiyaslayiniz; “horultuya (benzer) siddetli siddetli nefes alirlardi” Yine diger bir sitede sara hastaligi hakkinda soyle bir bilgi verilmektedir;


Tonik kasılma denen bu devre yarım dakika sonra geçer, klonik kasılma denilen ihtilaçlar başlar. Kol ve bacaklar ritmik şekilde kasılıp gevşer. Bu konvülsiyanlar esnasında hasta idrarını kaçırıp altını kirletebilir ve dilini ısırabilir. Kasılmalar gittikçe azalır ve hasta derin derin soluyarak bilincinin geri döndüğü ana kadar sakin bir şekilde yatar. Kendine geldiğinde işinin başına dönebilir.

Derken şu ayetler nazil oldu. (Mealen): “Ey örtüsüne bürünen! Kalk! (insanları ahiretle) korkut! Rabbini büyükle, elbiseni temizle. Pislikten kaçın..” (Müddessir suresi). Bu vahiy namaz farz kılınmazdan önceydi.” Muhammed’in karşılaştıralım.

Epileptik

nobetlerini

hekimlerimizin

aciklamalariyla

Sara(Epilepsi): Bir çeşit sinir hastalığıdır. Nedeni beynin çalışmasında görülen bir anormalliktir. Tıp dilinde epilepsi denir. Grand mal ve petit mal olmak üzere iki çeşidi vardır. Grand Mal: Saranın ağır şekline grand mal denir. Hasta nöbet gelmeden önce aura denilen bir devre geçirir. Bu sırada da, nöbetin geleceğini anlar. Bu devrede, kulak çınlaması, belirli bir yerde ağrı, titreme vardır. Ne olduğunu anlayamadığı bir koku hisseder. Kısa bir süre sonra da, şuurunu kaybederek yere düşer. Vücudunda kuvvetli çırpınmalar başlar. Kol ve bacakları ritmik bir şekilde kasılıp, gevşer. Ağzı köpürür, dilini ısırabilir, farkında olmadan küçük ve büyük tuvaletini koyabilir. Bir süre sonra da kasılmalar azalır, derin bir soluk alarak sakinleşir ve kendine gelir. Petit Mal: Saranın hafif şeklidir. Bu çeşit saralıda şuur kaybı görülür fakat, kasılma ve gevşemeler görülmez. Hatta bazen çevresindekiler kriz geçirdiğini bile anlamaz. İlkyardım olarak, kriz geçiren hastanın yaralanmasını önleyici tedbirler alınır. Dilini ısırmaması için de temiz bir mendili top yaparak ağzına koymak faydalıdır.

Kulak çınlaması: Ustte uzman doktor epilepsi nobetlerinin agir olanini “Grand mal” nobet sekli olarak aciklamis. Bu agir nobet seklinin belirtilerinden biride ustte anlatildigi gibi “kulagin cinlamasidir”. Bakiniz Muhammed kendisine gelen “Grand mal” nobetini nasil anlatiyor; Aişe r.a: Ya Resulullah! sana nasıl vahy geliyor? diye sordu. Resulullah s.a.v : “Vahy bana bazı vakitlerde çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur …… “ Buhari: 1.C.144.S Titreme: Agir epileptik nobet belirtilerinden bir digeri ise vucudun degisik bolgelerinin istem disi titremesi.


Ibnu Abbas (radiyallahu anhuma), “Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) vahiy geldigi zaman buyuk bir siddet ve agirlik hissederdi. Bunun tesiriyle dudaklarini kimildatirdi. [Buhari, Tefsir, Kiyamet 1, 2, Bed’u’l-Vahy 4, Fedailu’l-Kur’àn 28, Tevhid 43; Muslim, Salat 147, (448); Tirmizi, Tefsir, Kiyamet, (3326); Nesai, Salat 37, (2,149,159).] Altına kaçırmak: Agir epileptik nobet belirtilerinden bir digeri ise kaynakta uzaman doktorun yazdigi “farkında olmadan küçük ve büyük tuvaletin koyulmasi.” Bakiniz Muhammed kendisine yine siddetli bir sekilde inen ayet karsisinda korkudan ortülere ortünüp bürünüyor. Altina kacirdigini adeta itiraf ediyor; Muddesir 1. Ey giysisine bürünüp kenara çekilen! 2. Kalk da uyar! 3. Rabbinin yüceliğini duyur! 4. Temizle giysilerini! 5. Uzaklaştır kendinden pisliği! Muslumanlar yukaridaki pisligi “putlara tapma, kotuluk yada sirk” olarak izah etmeye calisirlar. Oysa ayette gecen “elbise, giysi” kelimesi durumun gercek yuzunu gayet iyi bir sekilde acikliyor. Deve’nin diz çökmesi: Diger bir rivayete gore vahiy indigi anlarda Muhammed’in devesi bile vahiyin siddetine dayanamaz ve yere cokermis. “Bu şekilde gelen vahyin ağırlığı bazan öyle bir dereceye ulaşırdı ki, Rasulüllah (s.a.v.) devesinin üzerinde ise, deve ağırlıktan yere çöküyordu.” İbnu’l-Kayyim, Za’dü’l-Maâd, 1/25. Bazi bilimsel arastirmalara gore hayvanlar insanlardaki epileptik nobetleri onceden sezebiliyor. Konu hakkinda lutfen assagidaki yaziyi okuyunuz; Epilepsi Alarmı Veren Köpekler; Dr. Brown, araştırmaları sırasında köpeklerin epilepsi krizlerini önceden hissettiğini farketmiş. Bulgularına göre köpekler, beyindeki elektrik boşalmalarını ve kimyasal değişimleri, hatta insanların kendilerinin farkedemediği nöbet öncesi davranış değişikliklerini bile algılayabilir. Ancak eğitimli olmayan köpekler, sahibindeki bu değişikliği algıladığı durumlarda korku ve paniğe kapılıyor. Dr. Brown’ın eğitimi sayesinde ise köpekler içgüdüsel sezgilerini olumlu yönde kullanabiliyor, sahibini uyarıyor. Hayvanlarin bazi dogal icudulerinin insanlardan daha gelismis oldugu bilinmektedir. Dr. Brown’un arastirmasi kopek uzerine. Develerin tipki kopekler gibi epilepsi nobetlerini onceden sezebilme yetenegi var mi yok mu bilemeyiz. Arastitilmasi lazim. Peygamber hastalığını bütün müslümanlara miras bıraktı işte hüküm:


HAŞR-7. “Allah’ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.”

ALEVİLİK AYRI BİR INANÇ YANİ AYRI BİR DİNDİR. Alevilik ve Bektaşilik tarihsel süreç içerisinde temel felsefesi aynı olan, fakat çeşitli adlar altında Anadolu’ya taşınmış ve kurumlaşmasını 1200’lü yıllarda Hünkar Bektaş Veli (HBV) ile sağlamış, daha sonra da yol önderleri tarafından geliştirilen, kendine özgü sentezi bir inançtır. Alevi-Bektaşiliğin kökenleri, Anadolu’nun antik çağ, eski yunan doğa filozofları, Hitit ve Mezopotamya inançları, eski Türk inancı Şamanizm, eski İran inancı Mazdek, Mani, Zerdüştlük, Budizm, ayrıca Yahudi, Hıristiyan ve İslam’i senkretik-gnostik yaklaşımlar gibi birçok değişik inanç ve tasavvufi (felsefi) sufi düşüncenin kaynaşımından oluşmuştur. Kamili insanlık yolu, kısaca HAK YOLU diye tanımlanan, insanı hak, ilmi yol, sevgiyi din olarak algılayan (insan merkezli) bir inanç öğreti ve yaşam biçimidir. Daha çok sözlü geleneğe dayanan ve insanı merkeze koyan Alevi inancı, öz itibarı ile tüm VARLIĞI ve Hakkı (tanrıyı) tüm varlıklara ve insana indirgeyen bir inançtır. Bu inanca mensup olanlar kendilerine Alevi-Bektaşi veya kısaca Alevi derler. Tarihte Kızılbaş olarak ta geçerler. Alevilik deyimi genelde İslam dünyasında Ali ile bağdaştırılır ve Alevilik deyimi ve Ali ile ilgili tarikatlara sıkça rastlanılır. Fakat Anadolu AleviBektaşiliği bazı İslam’i kaynak ve terimleri kullansa da, bilinen İslam’dan hem tanrı anlayışı hem de inançsal pratikleri (ibadet) bakımından tamamen ayrıdır. Kısaca Alevilik islamın bir parçası değil tamamen sentez olarak şekillenmiş ayrı bir inançtır yani dindir. Örneğin Aleviler İslam’ın 5 şartı olan; Oruç, namaz, zekat, haç, kelimeyi şahadete uymazlar, kendilerine özgü ayrı bir inanç ve ritüelleri (ibadeti) vardır. Selçuklu, Osmanlı döneminde Aleviler, Rafızî, mülhit, dinsiz ve kâfir diye nitelenerek kovuşturuldular, akıllara durgunluk veren katliamlara maruz kaldılar. Bu insanlık suçlarının altına imza atanların torunlarına son yıllarda bir şeyler oldu. Aleviliği islamın bir parçası gibi görmeye ve Alevi toplumunu sahiplenmeye başladılar. Peki sunni islamın temsilcileri için Aleviler ve Alevilik neydi ve ne yapıyorlardı? Bugün övgüyle bahsettikleri Zembilli Ali Efendi, Görezli Hamza ve Ebu Suud Efendi benzeri şeyhülislamlar, Canları, malları ve ırzları helal, Bir Kızılbaş öldüren Müslüman cennete gider. Bunlarla savaşırken ölen Müslümanlar şehit, yaralananlarsa gazi olur? gibisinden sayısız fetvayla Alevilere karşı padişah emriyle ölüm fermanları hazırlıyorlardı. Bu


politikanın sonucu olarak Aleviler Osmanlı döneminin hemen tamamında tarifsiz acılar çektiler, çok sayıda katliama ve sürekli bir asimilasyona maruz kaldılar. 1500’lü yıllardan itibaren de fiili karşılık verme güçlerinin azaldığını görünce geriye çekildiler. Kendilerini ıssız dağ başlarına, kuş uçmaz-kervan geçmez bölgelere atarak içlerine kapandılar. İçlerinde kendi inanç ve ibadetlerini tavizsiz bir biçimde sürdürürken, dışarıya karşı Biz İslamın özüyüz. Hakiki Müslüman biziz tarzında takiyyelere sığınarak hayatta kalma mücadelesi verdiler. Aleviler bu şekilde içeriye başka, dışarıya başka bir hayatta kalma stratejisi izleyerek günümüze kadar gelebilmeyi ve inançlarını yaşatmayı başardılar. Ne var ki, dün kırsalda kapalı bir cemaat yapısı içinde bir işlerliğe sahip olan bu strateji, Alevilerin 1950’lilerden itibaren kentlere göçmesiyle birlikte çökmeye ve eski önemini yitirmeye başladı. Açıkçası dün İslamın özüyüz demekle kendini dışa karşı koruyabilen ve inancını yine de sürdürebilen Aleviler için bu önerme, kentlere göçle beraber işlevini yitirdiği gibi, bir de Alevi düşmanlarının ve devletin etkili bir silahına dönüşerek geri Alevilere doğrultuldu. Çünkü dün kendi topluluğu dışına çıktığında Ben Müslümanım, hatta onun özüyüm diyerek paçayı kurtarabilen ve kendi köyüne döndüğünde Müslüman olmanın gereklerini yerine getirmek gibi bir zorlamayla karşılaşmayan bir Alevi için kentlere yerleşimle birlikte büyük zorluklar baş gösterdi. Artık sözde Müslümanlık yetmemeye başlamıştı. Büyük şehirlerde ve ülke genelinde gelişen iletişim araçlarının da etkisi ile Diyanet, Kuran kursları, imam-hatipler ve ilahiyat fakülteleri gibi çok güçlü mekanizmalarla ya da devasa ekonomik güçle Aleviler üzerinde çok büyük bir devlet ve toplum baskısı oluşturuldu. Aleviler sadece dilde değil pratikte de İslamın en belirgin şartları olan; namaz, Ramazan orucu ve hac benzeri ibadetleri yerine getirmeye ya teşvik edildi veya zorlandı. Bu nedenle talep olmamasına rağmen Alevi köylerine cami inşa etme politikası hayata geçirildi. 1980 sonrası başlayan okullardaki zorunlu din dersleri uygulamasıyla yeni yetişen Alevi neslin beyinleri de adeta iğfal edilerek, onları Alevi kimliğine yabancılaştırma ve eritme devletin temel politikası haline sokuldu. Geçen yıllar içinde bu yolla Aleviler arasında kafa karışıklığı, kimliğine yabancılaşma ve çoğunluğa benzeme isteği yaratıldı. Bugün ülkemizde Alevileri futbol tabiriyle söylersek, hükmen Müslüman ilan ederek İslam içinde yok etme ve eritme politikası uygulanmaktadır. Böylelikle Aleviler, İslamı nasıl algıladıklarına, yaşadıklarına ve kurallarına uyup uymadıklarına bakılmaksızın hükmen Müslüman kabul ediliyor ve yukarıdan dayatılan bu karara itiraz etmeden rıza göstermeleri bekleniyor. Kendi bakış açılarınca haklılar da, zira günümüzde İslam denilince anlaşılan ve ilk akla gelen şeyler belli. Şu anda hem İslam olsun olmasın tüm dünyada hem de ülkemizde İslam-Müslümanlık denilince, akıllara derhal Sünni İslam (Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelîlik) ve Şia İslam (12 İmam Şiası -İmamiye Şiası-, Caferilik, Zeydilik, Dürzîlik, Nusayrilik ve kısmen 7 İmamcı İsmaililik) geliyor. Anılan mezheplerin de itikat, ibadet ve


muamelatları açıkça ortada ve inanırları bunları her gün hayatlarında pratiğe geçiriyorlar. Bu İslam anlayışlarının ibadet yerleri camide ortaklaştığı gibi, İslamın beş, İmanın da altı şartında da üç aşağı beş yukarı anlaşıyorlar. İşte bugün Alevilere dönüp Siz Müslümansınız diyenler, İslamın bu değişmeyen statik yapısına ve kurallarının netliğine güveniyorlar. Demek istiyorlar ki, Sizi Müslüman ilan ettik. İslamın ve İmanın Şartları da açıkça kitaplarımızda yazılı. Gelin bunlara kuzu kuzu uyun! OYSA ALEVİLİK İLE MEVCUT İSLAM ARASINDAKİ FARKLILIKLAR ÇOK BÜYÜK Buna karşılık Alevilerse ne tarihlerinde ne de bugün Sünni ve Şii İslam mezheplerince tarif edilen İslamın ve İmanın Şartlarına ne inanmışlar ne de bunları günlük yaşamlarında uygulamaya geçirmişler. Örneğin iki ana mezhebin ikisi de Müslüman olan namaz kılar, oruç tutar demişler; Aleviler oralı bile olmamış. Hac için Mekkeyi göstermişler; Aleviler yine Benim Kâbem insandır deyip o yöne yüzlerini bile dönmemiş ve farz kılınan bu vazifeyi yerine getirmemişler. Şii ve Sünni mezheplerin mensupları ibadetlerini camide yaparken, Aleviler dün çoğunlukla kırsaldayken kimin evi temiz ve büyükçe ise orayı ibadethane haline getirmişler. Kente göçle birlikte de sabit mekânlar olan cemevlerini inşa etmiş bulunmaktadırlar. Şimdi kendilerine cami yolunu gösterenlere, Kabul edin veya etmeyin. Bizim ibadet yerimiz burası, cami değil cevabını veriyorlar. Bu hususta ısrar cemevleri resmen ibadethane statüsüne kavuşturuluncaya kadar devam edeceğe benziyor. Görüldüğü gibi başta isimlerini saydığımız bazı osmanlı şeyhülislamlarının Aleviliği kafirlik nitelemesi ve fetvalar vermesi boşa değildir. Çünkü Alevi inancı geleneksel islam inancından çok farklı bir inançlar ve ibadetler içermektedir. Alevilik şamanizme benzerliği bulunan ancak Budizm ve Zerdüştlük gibi değişik dinleri bünyesine almış ve Hoca Ahmet Yesevi tarikatıyla yoğrulmuş kendine has özellikleriyle yepyeni bir din hüviyetine bürünmüştür. Her dinin kutsal kitabı olmak zorunda değildir. Alevilik islamın ve eski Türk inançlarının karmasından oluşan ayrı bir dindir. Aleviliğin kıblesi de kitabıda insandır Alevilikte namaz yoktur, pirlere niyaz vardır. Alevilikte Ramazan orucu yoktur, onikiimam orucu, Hızır orucu vardır. Alevilikte cami yoktur, ibadet yeri cemevidir. Yani Alevilik ayrı bir din şekline bürünmüştür. Evet, Aleviler kadın erkek olarak değil, “can” ve “cemal cemale” olarak bir halk mahkemesi olan Cemevinde ibadet ederler. Alevi ibadetinde dede vardır, saz – müzik vardır, semah ve dem vardır. Alevi inancı insanı merkezine koyar, benim kabem insandır der. Tanrıyı insan, insanı tanrı gören felsefesiyle ayrı bir inançtır Alevilik. Bu inancın en önemli ritüellerinden “müsahiplik”, dara durmak sadece Alevi inancında vardır. Alevi inancında 72 millete bir nazarda bakmak vardır.


Aleviliğin namaz ve kıble konusundaki görüş ve yorumları Sünni inancın asla kabul edemeyeceği bir yapıdadır. Çünki Sünniliğin bu görüş ve yorumları kabulü yada hoş görmesi, teolojik çöküşle aynı anlama gelmektedir. Bu da gösteriyor ki Alevi inancı, Sünni bakış açısına göre kesinlikle İslam dışıdır. Bir diğer ifadeyle Alevilik sunni islama göre islam’dan sapmadır. Küfürdür yani kafirliktir. Müslümanlar toplumsal hayatta Alevilik konusunda hep ikiyüzlü olmuştur işlerine geldi mi müslüman sayar ama gerçekte Alevileri dinden çıkmış, kafir, sapkın gibi tanımlamalarla niteler, kestiği yenmez şu bu diye dışlarlar. Aslında Aleviliğe islamın bir parçası görmek ve Alevilere müslümansın demek Alevilere yapılabilecek en büyük hakaretdir. Alevilerin kendini sadece Alevi tanımlaması ve hertürlü islami asimilasyona karşı bu dini kimliğe dört elle sarılması gerekir. Sunni islama göre Alevilik kafirliktir. Ama bu ülkeyi yönetenler işlerine geldi mi Alevileri müslüman tanımlar çünkü islam dışında dese dini haklarına saygı göstermek zorunda kalacaklardır. Bu ülkenin %99’u müslüman yalanını sürdüremeyecekler. Evet, Alevilik bir dindir. Bu dinin inanç yapısı özetle; Bu dinin ilahı: HAK Kutsal kitabı: Kur’an, İncil, Zebur ve Tevrat’ın mistik yorumları olan deyiş ve nefeslerdir. İbadethanesi: Cem evidir. İbadeti: ilkin Kırklar Meclisinde icra edilen ayin –i cemdir. Kıblesi: insandır. Orucu: Hızır ve Muharrem’dir. İnanç önderleri: dede ve babalardır. Eskatolojik vizyonu: Dört kapı kırk makam sonunda insan – ı kamil olarak Hakk’a yürüyüp Hak ile Hak olmaktır. (Vahted-i Vucud)

ALINTIDIR.

Aydınlanmanız dileğiyle.


Aydınlanmanız dileğiyle.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.