Fotoritim Soylesi 1

Page 1

SÖYLEŞİLER l Türk ve Dünya fotoğrafçıları ile Fotoritim söyleşileri

l No: 1


FOTORİTİM eFOTOĞRAF DERGİSİ SÖYLEŞİLER No:1 Editör ve Yayın Tasarım: Levent Yıldız Editasyon: Berna Güneri Kapak Fotoğrafı: Aydan Çınar 2.Sayfa Fotoğrafı: Tomas Munita Sunum Yazısı Fotoğrafı: İlke Veral Söyleşiler: Atakan Dürüst, Baybars Sağlamtimur, Berna Güneri, Hasan Sönmez, Evren Şar, Levent Yıldız, Mehmet Uçkun, Pınar Dağ, Şebnem Aykol ve Şebnem Evren Balevi. ePosta: frdergi@gmail.com Web Sitesi: www.fotoritimdergi.com Bu eYayında yer alan tüm görsel ve yazılar eser sahiplerine aittir, izinsiz olarak kullanılamaz. ©Fotoritim eFotoğraf Dergisi 2013 Bütün Hakları Saklıdır /All Rigths Reserved


Söyleşi kitaplarımızın ilki... Sevgili okurlarımız merhaba... Bizi yakından takip edenlerin bildiği üzere Fotoritim eFotoğraf Dergisi yerli yabancı pek çok sanatçı ile yapılan söyleşilerle dolu. Uzun zamandır aklımızda bunları derleyerek eKitaplar halinde sizlere sunmak ve güzel bir seri kitap oluşturmak vardı. Yüzlerce söyleşinin içinden seçimler yapmak, bunları hazırlamak tabii yoğun tempomuz içinde

zaman ayırmak için fırsat kolladığımız bir durum olsa da, bunu hayata geçirmek ancak bu zamanda nasip oldu... Fotoritim eFotoğraf Dergisi için söyleşilerin, röportajların çok farklı bir yeri var. Olabilidiğince dergi sunumlarımızı bu şekilde yapmaya çalışıyoruz; bazen yüz yüze, bazen internet üzerinden hatta bazen de telefon ile. Bize derinlik, zenginlik katan çalışma azmi veren ve en çok motive eden bu. Fotoritim’in yayın hayatı

boyunca ekibimizde şu an olan veya eski dönemlerde yer almış pek çok arkadaşımız bu konularda çalışmalar yaptılar, ortaya başarılı sunumlar çıkardılar. Bunlardan bir demet ile de bu eYayınımız ortaya çıktı. Öncelikle bu konuda emek sarfeden tüm arkadaşlarıma ve onlarla samimi bir şekilde, kendilerini anlatarak, fikirlerini beyan eden tüm sanatçı dostlarımıza teşekkürlerimi sunarım... Levent YILDIZ


murat germen

8

Şebnem Aykol Şebnem Evren Balevi

arİf aşçı

30

Pınar Dağ

İlke veral Levent Yıldız

52


TOMAS MUNITA

62

Levent Yıldız Berna Güneri

ACLAN URAZ

70

Şebnem Aykol

MURAD SEZER Şebnem Evren Balevi

84


nasuh mahrukİ

92

Evren Şar

adem sönmez

104

Atakan Dürüst

erwın olaf Baybars Sağlamtimur

114


samİ solmaz

124

Mehmet Uçkun

ken lıght

152

Hasan Sönmez

sİnan Çakmak Pınar Dağ

162


MURAT GERMEN

şebnem

şebnem

aykol

evren

FOTORİTİM Söyleşiler

8


“Kültürler paylaşımla yükselir, bilginin saklanması ancak aşiret toplumlarının yapacağı bir şeydir. Beraber hareket ettikçe bir Türkiye fotoğrafçılığı kavramı ve hatta ekolü bile oluşturabiliriz.”

9

FOTORİTİM Söyleşiler


İ.T.Ü’de kent planlaması okumuş, fulbright burslusu olarak Massachusetts Institute of Technology’de (M.I.T) mimarlık eğitimi almış ve “AIA Henry Adams Gold Medal for Excellence in Architecture” ödülü’ne layık görülmüşsünüz. Mimarlık eğitiminize bunca emek vermişken ve çok da başarılı bir çizgide ilerlerken ne oldu da fotoğrafa yöneldiniz? Şöyle anlatmaya çalışayım; bu daha önce de bir kaç röportajda sorulan bir soru oldu, merak edilmesi çok doğal. Ben mezun olduktan sonra Amerika’da birkaç yere başvurdum, ve o sıralar mimarlık çok sıkıntıdaydı. Durumu anlatabilmek için öyle bir örnek vereyim: Sayfa tasarımcılarının kullandığı QuarkXpress diye bir program vardır, en çok iş ilanlarının bulunduğu gazetelerden birisi olan New York Times’da mimarlık iş ilanlarına baktığımda 10-15 duyuru, QuarkXpress bilen adam için 60-70 tane filan ilan vardı; bu son derece tuhaf bir durumdu. Ve o sıkıntılı dönemde 20-30 kadar ofise yazmıştım, bunların bazılarından cevap bile gelmezken, bazı FOTORİTİM Söyleşiler

10

ofislerden mülakat için talep geldi. Bu mülakatların hepsine gittim, bunların 3-4 tanesinden bana iş teklifi geldi, tamam gelip başlayabilirsin diye. Fakat iş şu; oldukça büyük bir ofiste -Amerika’da ofisler genellikle büyük oluyor, 40-50 bazen 100, hatta bazen 400 kişilik ofisler var- uzunca bir süre bir binanın inşaat çizimlerini yapıyorsunuz ve tasarım yapma şansı kesinlikle sunulmuyor. Fulbright bursu ile Amerika’ya gittiğim için eğitim sonrası staj yapmak üzere sadece bir yılım vardı, sonrasında ülkeme dönmek zorundaydım (ki zaten geri dönmeyi de istiyordum, Amerika’da kalayım diye özel bir girişimde bulunmadım). Bu bir seneyi devamlı bilgisayar başında tasarım yapmadan, başkalarının yaptığı tasarımların inşaat detayları ile cebelleşerek geçirmek istemedim. O çok kişinin çalıştığı büyük mimari ofislerde yaptığınız işler kocaman kocaman projeler, binalar, alışveriş merkezleri, gökdelenler vs’den ibaret. Bu tür binaların belli tipolojide, standartta kat planları var, detayları zaten önceden belirlenmiş ve senelerce onları çiziyorsunuz.

Sonunda, ortaya çıktı ki bu şekilde ben bu işten keyif alamayacağım. 3-4 ofisten, başlangıç için iyi sayılabilecek bir maaşla çalışma teklifi gelmesine rağmen kendimi buralara hapsetmek istemedim. “Ne yapayım, ne edeyim” derken aklıma çok parlak bir fikir geldi. Mezun olmadan önce bir atölye çalışması için okula gelmiş bir mimar vardı ve o mimar bize ellerimizi kullanabileceğimiz, işin pratiğine girebileceğimiz bir çalışma yaptırmıştı. Taş taş üstüne koyarak ufak bir bina inşa etmiştik ve onun yapısal anlamda sağlamlığını test bile etmiştik. O mimarı (Jody Gibbs) aradım, dedim “böyle böyle, gelip seninle çalışmak istiyorum, çünkü buradaki şirketleşmiş ofis hallerinden hiç mi hiç hoşlanmayacağım gibi gözüküyor.” Bunun üzerine Jody görece daha düşük bir maaşla ama benim çok daha keyif alacağım bir ortama, bir seneliğine çağırdı; ben de hiç düşünmeden kabul ettim. Ofis, Amerika’nın görece daha bağnaz bir kesiminin yaşadığı güney eyaletlerinden birisi olan Arizona’daki Tucson şehrinde idi. Daha önce zamanımın çoğunluğunu


bir Doğu eyaleti olan Massachusetts’de geçirmiştim ve eyaletin adı özgün olarak yerli adı olmasına karşın yerlilere ilişkin hiç bir bilgi ve kalıntıya maruz kalmamıştım. Tucson’da ise en babayiğit Amerikalı milliyetçinin bile örtemeyeceği bir yerli kültürü varlığı vardı ve bu beni çok mutlu etti. Jody ile hep sosyal içerikli mimarlık işleri yaptık. Azınlıklara tasarım yaptık, hatta bir kez Tohono O’odham adlı yerli kabilesine iş yaptık, ki hiç unutmadığım bir tecrübedir o. Kabilenin adı “Çölün halkı” anlamına geliyordu ve kabile liderlerinden birisi ile yaptığım bir konuşmada doğaya karşı olan yaklaşımlarına hayran kalmıştım. Türkiye’ye dönünce bu anlamda bir sosyal mimarlığı gerçekleştirebileceğim bir ortam bulamadım, burada mimar olarak yapabileceğiniz şeyler çok sınırlı. Bir alternatif olarak, hali vakti yerinde olan insanların evlerinin iç dekorasyonunu yapıyorsunuz, ki benim hiç bir şekilde ilgilenmediğim / ilgilenmeyeceğim bir konu, beyin israfından başka bir şey değil

benim için. Çünkü bu tür müşterilerin kafasında zaten her şey şekillenmiş, ve bir mimar, bir uzman olarak onları ikna etmeniz hiç kolay değil. Bu tür insanlar doktora nasıl ameliyat yapacaklarını anlat(a)mazlar ama mimara ukalalık yapmayı kendilerine hak görürler. İç mimarlık projeleri dışında ise büyük projeler, iş merkezleri, alışveriş merkezleri, gökdelenler filan… Bu beni çok çekmedi, bu işlerde çok bunalacağımı, çok zorlanacağımı düşündüm. Çok eskiden, liseden beri fotoğrafa ilgim vardı, her zaman çok da keyif aldığım bir konuydu. Bir de şanslıydım, babam da fotoğraf çekerdi; babam şehirci, ben hem mimar hem şehirci. Bu iki meslek de fotoğrafı daima kullanır, fotoğraf makinası olmadan pek yapamayız biz. Çok da iyi bir makina ile başladım ben, genelde Zenit ile başlanır, en azından bizim yaşlarda öyleydi; ben Nikon F2 ile başladım. F2 çok klasik bir makinadır, acaip sağlamdır, bu cihazın tanıtım reklamları tamamiyle sağlamlığı üzerine kurgulanmıştır yanlış hatırlamıyorsam. Babam bana sağlam vermişti,

benim kullandığım dönem boyunca da hiç birşey olmadı, kale gibi alettir. Hala babamdadır, allah bilir hala da işliyordur. Fotoğraf her zaman içimdeydi, dedim ki “ben bu işe bayılıyorum, bu işi yaparken kendimi kaybediyorum; o zaman niye bunu bir yaşam biçimi haline getirmeyeyim…”Makineyi açıp çalışmaya başlayayım, hiç birşeyim kalmaz, herşey tozpembedir. Sağlıklı bir ömür geçirip 80-90 yaşına kadar yaşayacaksanız bile ne kadar kaldı; toplasanız 40-45 yıl gibi birşey. İnsan diyor ki, “ne uğraşacağım bu canımı sıkan şeylerle, sevdiğim bir işi yapayım bari…” O yüzden de tamamıyla fotoğrafa geçtim, çok da iyi bir karar verdiğimi görüyorum, mimarlıkla fena halde “cebelleşen” bazı arkadaşlarımı görünce.

Fotoğrafa yöneliş sadece liseden gelen eğitimle mi biçimlendi, sonrasında aldığınız eğitimler nelerdi ve nelerle beslediniz kendinizi? Doğrusunu söylemek gerekirse fotoğraf eğitimi almadım, bir kere M.I.T.‘deyken, güz ve bahar dönemleri arasındaki

11

FOTORİTİM Söyleşiler


bir aylık süre boyunca bir fotoğraf atölyesine katıldım. Çok sempatik bir hocam oldu ve kendisinin fotoğrafı sevdiren bir tavrı vardı, ki zaten fotoğrafı çok seviyordum. Daha çok teknik içerikli bir eğitimdi, malum vaziyetler işte; diyafram, enstantane, netlik derinliği, vs. Bunların yaratıcı şekilde kullanımlarına yönelik bazı örnekler gösterdi. Zaten liseden beri birşeyler bildiğim için teknik anlamda hakimdim ve bu yüzden hocanın gösterdiği sanatsal içeriğe odaklandım daha çok. Kendime dair olumlu bir şey söylemem gerekirse şayet (ki bunu başkasının yapması daha doğru tabii); hatamdan öğrenen bir insanım. Hata herkes yapıyor ve hata yapınca moralimi bozmam, “bunu ben bir daha ki sefere tekrarlamayayım” derim. Çoğunlukla ikinci, bazen üçüncü, dördüncü seferde hatalarımı düzeltmeyi beceririm. Fotoğraf pratiği, özellikle de analog yöntemlerle çalışıyorsanız, bir deneme yanılma sürecidir ve hatalardan öğrenme size çok hızlı bir şekilde tecrübe kazandırır. Bir de üstüne çalışkan bir adamsanız, ikisi birleşince “fotoğrafı hayat biçimi FOTORİTİM Söyleşiler

12

haline getireceğim” diye kendime güven duymak o kadar da zor olmadı…

“Fotoğraf pratiği, özellikle de analog yöntemlerle çalışıyorsanız, bir deneme yanılma sürecidir ve hatalardan öğrenme size çok hızlı bir şekilde tecrübe kazandırır. ” Takip ettiğimiz kadarıyla akademik ortamda sadece fotoğraf değil, bir çok alanda ders veriyorsunuz. Bütün bunların hepsi kişisel gelişim sonucu edindiğiniz birikim ile mi gerçekleşiyor? Evet, öyle, mesela arayüz tasarımı. Aslına bakarsanız, bizim ülkemizde arayüz tasarımı diye bir kavram yeni yeni oluşmaya başladı. Bu işin uzmanı olan bir kişi değilim ama bu coğrafyada işin uzmanı sayabileceğimiz çok sayıda kişi de yok ne yazık ki. Bu

yüzden kendimi kötü de hissetmiyorum:) Aynen fotoğraf derslerinde olduğu gibi, elimde çok sağlam bir arayüz tasarımı kaynak külliyatı var ve bunun üzerinden içim rahat bir şekilde yürütüyorum dersi. İçim rahat diyorum çünkü, daha önce bu konunun önemli eğitim merkezlerinden birisi olan Carnegie Mellon Üniversitesi’nden John Zimmerman’ın üniversitemizde bir sunumu oldu ve orada yürütmekte olduğum dersin yaklaşım / içerik itibariyle çok benzer olduğunu gördüm. Arayüzü şöyle tanımlayabiliriz; cep telefonlarımız, uzaktan kumandalarımız var, onların üzerindeki tuş takımlarının dizilimi, onlara hükmeden yazılımların görsel tasarımı hepsi birer arayüz tasarımı platformu, bilgisayar işletimi de bir arayüz. Mimarlık pek çok farklı boyutta detayla uğraşır, bu nedenle kendinizi birkaç farklı konuya hakim olmak zorunda hissedebilirsiniz. O bilinç halini bilgisayar ortamına taşıyınca, fotoğrafın ötesinde onunla ilintili veya ilintili olmayan diğer konularda da kendimi geliştirme


şansı buldum. Dolayısıyla bu “new media”, daha öncesinde de “multimedia” diye tanımlanan kapsamın her zaman içinde oldum. Bildiğim kadarı ile Türkiye’de ya hiç bir üniversitede verilmiyor, ya da veriliyorsa da çok az sayıda okulda arayüz konu ediliyor, bu yüzden

hiç motive olmadım. Onlar da kendilerine karşı takındığım tavrı yaklaşık olarak algılamış olsalar gerek ki, beni hiç aramazlar. Çok üzüldüğümü söyleyemeyeceğim doğrusu.” diyerek bazı mimarların megolamanisinden

de mimar olduğum için çok doğal olarak, mekan okumak konusunda diğer fotoğrafçılara nazaran daha fazla tecrübem var. Zamanında ben de mimari tasarım yaptım, hacimsel konularda çok şey ürettim, üç boyutlu modelleme konusunda bir dönem bayağı iyiydim. Bu

bu ders yenilikçi bir ders olarak algılanabilir. Hem sunum içeriği hem de ödevler açısından sağlam bir külliyat oluşmaya başladı, dersin gidişatından memnunum.

söz etmişsiniz. Bunu bir mimar olarak etik anlamda bir hayal kırıklığı ile mi söylüyorsunuz, aslında işleyişin daha farklı olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

şekilde mekan nasıl oluşur, hacim nedir, düzlem nedir, bunlar ne şekilde bir araya gelirse ne olur, bunu ben nasıl okutabilirim, nasıl temsil edebilirim, bu konularda epey tecrübem var tabii. Her ne kadar salt mimarlık fotoğrafçısı olarak tanınmak istemesem de mimarlık fotoğrafı konusunda uzmanım. Ama sadece mimarlık fotoğrafçılığı yapmıyorum, tek işim o

Bir röportajınızda “ünlü mimarlarımız üstte sözü geçen anlaşılmaz megalomanlığı sergilediklerinden onlarla çalışmak için bir zemin yaratmak konusunda

Doğrusu evet. Mimarların en iyi ilişki içinde olması gereken gruplardan birisi fotoğrafçılardır, özellikle de mimari konusunda uzman fotoğrafçılar. Ben

13

FOTORİTİM Söyleşiler


değil benim, yaptığım şeylerden birisi. İlle de bir tanım gerekiyorsa sanatçı yönümle tanınmayı, bilinmeyi tercih ederim. Çünkü yaptığım sipariş işlerde bile, şu veya bu şekilde içeriği çok bozmadan, çok çarpıtmadan işe bir sanat boyutu koymaya çalışıyorum. Sorunuzdan uzaklaştım; yukarıda geçen cümle kesinlikle bütün mimarlara hitaben değil, birkaç yerde karşılaştığım bazı mimarlar tarafından sergilenen tavırlar beni gerçekten çok hayal kırıklığına uğrattı. İnanamadım insanların hallerine, saygısızlıklarına, burnu büyüklüklerine. Ama medeni ve mesleki ilişkiler kurduğumuz mimarlar da var, benim yaptıklarımı izlerler, görüşürüz, sohbet ederiz, beraber çalışırız. Benim kastım işi fazla abartıp, kendilerini ulaşılmaz bir hale getirmeye çalışan, başka türlü oluşturamadıkları “havalarını” tabiri caizse kibir üzerinden oluşturmaya çalışanlar. Türkiye’de çok az sayıda mimarlık fotoğrafçısı var, mimarların çok da fazla alternatifi yok, bu yüzden bazı insanların sözü geçen tavırlarını anlamsız buluyorum. FOTORİTİM Söyleşiler

14

Okuduğumuz kadarı ile çok sevilen bir akademisyensiniz. Akademik eğitmenliği çok önemsemenizin bunda rolü nedir?

teknolojiyi biz icat etmedik, yazılımları biz tasarlamıyoruz; biz sadece tüketiciyiz maalesef. Dolayısıyla, ülkemizde “meslek sırrı” diye saklanılan yöntemlerin çok büyük çoğunluğu da bu icatları yapan kültürlere ait. Siz bir şeyi kendi başınıza bulmuş olsanız bile paylaşmanız gerekiyor, ki bir başkası bunu başka bir noktaya taşısın, sonra size tekrar geri dönsün; “bak sen bana bunu bunu öğretmiştin, ben de onu bu noktaya getirdim, ne dersin?” desin.

Paylaşmayı çok seviyorum. Ve bunun önemine çok inanıyorum. Bizden önceki nesilde bu pek yoktu, özellikle de fotoğraf alanında. İnsanlar bir çok şeyi sakladılar, kendi başlarına bulmadıkları, başkalarından aparttıklarıyöntemleri öğrenmek isteyenlere “meslek sırrı” deyip yardım etmediler, gençlerin gelişmesine izin vermediler. Ne yazık ki belli bir nesil Türkiye’de fotoğrafa, “fotoğraf çekmek” dışında yeni bir şey katmadı. Fotoğraf makinasını biz bulmadık, filmi biz bulmadık, kimyasalları biz yapmıyoruz, dijital

Kültürler paylaşımla yükselir, bilginin saklanması ancak aşiret toplumlarının yapacağı bir şeydir. Türkiye’de şikayetçi olduğumuz bazı durumların düzelememesinin nedenlerinden birisi de budur. Biz ne yazık ki paylaşmıyoruz, saklıyoruz. Her ne kadar kolektif bir toplum olduğumuz sanılıyorsa da, ben açıkcası kıskanç ve egoist bir toplum olduğumuzu düşünüyorum; saklamakla, bastırmakla, çelme takmakla, hakaret etmekle, engel olmakla, yasaklamakla nasıl zengin bir topluma erişeceğiz bilemiyorum. Zengin

“Ne yazık ki belli bir nesil Türkiye’de fotoğrafa, “fotoğraf çekmek” dışında yeni bir şey katmadı.”


derken, kastettiğim renkli, çoğulcu ve kültürel anlamda doymuş olmak, yanlış anlaşılmasın. Bu nedenle benim yapmaya çalıştığım, genç insana elimi uzatıp bildiğim herşeyi aktarmak. Gençlerin, bizim gibi sürüne sürüne değil de olması gereken yaşlarda, olmaları gereken yerlere gelebilmelerine yardımcı olmak; sergi açmaları, işlerini satmaları gibi şeylere aracı olmak. Çocuklar da bu iyi niyetin farkında ve onların da bu yönde düşünce geliştirmeleri, olumlu beyanlar yapmaları beni çok mutlu ediyor. Çünkü ancak hep beraber bir yerlere gelebiliriz, daha önceleri olduğu gibi

bireysel bazı isimlerin öne çıkmasıyla Türkiye fotoğrafı diye bir evrensel kavramın oluşamadığını gördük. En son 2009 Paris Photo’da, konuk kültür, konuk ülke olarak İran ve Arap fotoğrafı vardı. Türk fotoğrafçılığı yok, olmuyor nedense… Türk fotoğrafçılığı diye bir şey bilinmiyor, birbirlerini yemekten arta kalan zamanda dış kültürlere yeteri kadar iş gösterilemedi herhalde… Büyük olasılıkla herkes birbirini kötülediği ve bir grup olarak hareket edilemediği için. Benim amacım, bu tür kabızlıkların önüne geçmeye çalışmak. Beraber hareket ettikçe bir Türkiye fotoğrafçılığı kavramı ve hatta ekolü bile

oluşturabiliriz. Sabancı Üniversitesi’nde fotoğraf “bölümü” yok, görsel iletişim eğitimi kapsamında 2 adet fotoğraf dersi veriyorum o kadar, ve o iki derste bile o kadar çok şey yapmak mümkün ki. İş ki niyetlenin… Öyle bir ortam oluşturmaya çalışıyorum ki, öğrencilerimden birisi mesleki, sanatsal veya herhangi başka bir ortamda “ben Sabancı Üniversitesi’nden mezun oldum” dediğinde ona güven duyulsun. Bu bir çeşit ekol oluşturma çabası aslında. Ekol derken, kastım kesinlikle stil birliği değil. Derslerimi alan öğrencilerin işlerine bakarsanız, hiç birinin

15

FOTORİTİM Söyleşiler


işi birbirine benzemez, büyük çoğunluğunun işi benimkilere hiç benzemez. Bu benim için çok iyi bir şey. Kesinlikle hiç kimse benim gibi işler yapsın diye arzulamıyorum. Ne istiyorlarsa onu yapsınlar, kendilerine ait bit dil seçsinler; ben sadece kendi seçtikleri yolda onlara daha pürüzsüz bir şekilde ilerleyebilecekleri altyapıyı sağlamaya çalışayım…

Kısaca ekolden kast ettiğiniz bu altyapı diyebiliriz değil mi? Evet aynen öyle. Hani “Sabancı’dan mı mezun oldun; ha o zaman sen çoğulcu düşünebilen, kendine güvenen, özgün iş yaratma motivasyonu olan birisisin” denebiliyorsa o zaman tamamdır. O zaman istediğime ulaşmışım demektir. FOTORİTİM Söyleşiler

16

Günümüzde, sanat ve görsel alanlarda fotoğrafa yüklenen rol konusundaki düşünceleriniz nelerdir? Fotoğrafı bu anlamda irdelemek istiyorsak önce imge olarak görmemiz gerektiğini düşünüyorum. İmge olarak görmeye başlayınca da, işin tartışma boyutu biraz farklılaşıyor. Öncelikle Türkiye’den başlayacak olursak, biz fotoğrafı çoğunlukla tanıklık aracı olarak görmüşüz. Ama şunu düşünmemişiz: diyelim ki siyah-beyaz bir belgesel fotoğraf çekiyoruz, bunu yaptığımız zaman insan algısından, yani şu ünlü “gerçekten” tamamen uzaklaşmış oluyoruz, çünkü biz renkli görüyoruz. Köpeklerin siyah-beyaz gördüğü söyleniyor, bilimsel araştırmasını

yapmadım, bilemiyorum. Başka bir örnek vermeye çalışayım; çevremizde küresel bir hacim var, siz o hacim içerisinde belli bir şeyi çekmeyi tercih ediyorsunuz. Arkanızda da bir şey var o sırada, sağınızda solunuzda da birşeyler var ama siz belli bir noktayı çekmeyi tercih ediyorsunuz. Bu da sizin bir seçim yaptığınız anlamına geliyor, gerçeği aktardığınızı iddia etseniz bile aslında seçtiğiniz içeriği, yani kendi gerçeğinizi aktarıyorsunuz. Orada bir seçim yapıyorsanız, oradaki tüm gerçekliği veremediğiniz anlamına gelir. Böyle görünce ve gerçekliği aktarma konusuna fazla takılmayınca o zaman imge kavramına dönüş yapıp, imge nasıl üretilir, imgeyi nasıl paylaşmalı, bir imge ne anlama gelebilir, benim öngürdüğüm anlam nedir, karşımdaki algılayıcının kafasında oluşabilecek anlamlar nedir diye düşünmeye başlıyorsunuz. Bunları düşünmeye başladığınız zaman, fotoğraf üretiminizi buna göre yapıyorsunuz zaten. Okulda bu meyanda bir eğitim veriyorum, fotoğraflara dahil ettikleri


herhangi bir içerikten sorumlu olmaları gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Mesela bir marka görünüyor kadrajda, “o marka sana sponsorluk mu yapıyor?” diye soruyorum; “yooo!” cevabını alınca “e o zaman niye o markayı dahil ettin?” diye soruyorum. Roland Barthes gibi, Susan Sontag gibi, John Berger gibi daimi bir şekilde fotoğraf düşünü yazılarına referans malzemesi sağlayan önemli şahsiyetlerin metinlerinde “fotoğraf nedir ne değildir?”, “dijital midir analog mudur” türü lüzumsuz tartışmalara rastlamazsınız. Fotoğraf hep imge kavramı üzerinden tartışılır, bu yüzden teknik olarak nasıl üretildiği de her zaman çok önem taşımaz. Ben fotoğrafın kullanımını her zaman bir imge kullanımı olarak görüyorum. Dolayısıyla sanat yapıtı olarak fotoğrafta da, bir gazete haberinde yer alan fotoğrafta da aynı şeyleri arıyorum; fotoğraf bana ne demeye çalışıyor, neleri dışarıda bırakmış ve neleri içine almış? Örneğin Reuters, AFP (Agence France Presse) dünyadaki tüm medyaya

fotoğraf sağlayan ünlü ajanslar. Bunların hepsi Batı ajansları ve elbette Batı’yı zor duruma düşürmeyecek imgeler seçerler; Batı’yı kötü gösterecek fotoğrafları servis etmezler. Bu şekilde imgenin imaj oluşturmada ne kadar güçlü olduğunu, dünya üzerinde hegemonya kurmakta ne kadar önemli bir yeri olduğunu görüyoruz. Bu imgeler sayesinde biz belli düşünce yapılarına destek vermeye ikna ediliyoruz, gene bu imgeler sayesinde insanların kafasına ırkçı düşünceler sokulabiliyor. Bir insan grubunu diğer bir insan grubundan nefret ettirebiliyoruz bu imgelerle. Bilinçli bireylere çok büyük bir sorumluluk düşüyor burada. Fotoğrafçı Reuters’ı Batı’nın oynadığı ikiyüzlü oyunları açık edecek bir fotoğrafı servis etmeye zorlayamaz, hiç bir fotoğrafçının böyle bir gücü yok. Ama en azından bu oyunun farkında olalım. Yarattığımız imgenin başka yerlerde nasıl kullanılabileceğini izleyelim, eğer bize kullanım bize uymuyorsa onlar için çalışmayalım…

Bugün iyi fotoğraf üretmek için neler gerekir?

“İyi bir içerikle dengelenmiş belli bir estetik seviye, fotoğrafta her zaman başarılı sonuç veriyor.” Zor bir soru… Öncelikle fotoğrafın tanımını geniş tutmamız lazım. Türkiye’de fotoğrafı çok sınırlı bir biçimde tanımlıyoruz. Ardından “iyi”nin ne olduğunu tanımlamamız lazım; neye göre, kime göre iyi? Bunlar kültüre göre, şahsa göre değişen tanımlar. Bunu takiben “iyi fotoğraf”ın ne olduğunu tanımlamaya çalışmak lazım ve bu tanımları olabildiğince geniş tutmak lazım –ki yine o “çoğulculuk” kavramı devreye girsin, farklı tarzlarda bir çok fotoğraf iyi olarak tanımlanabilsin. Unutmamak lazım ki, iyi bir içerikle dengelenmiş belli bir estetik seviye, fotoğrafta her zaman başarılı sonuç veriyor. Uluslararası fotoğraf paylaşım sitesi Flickr o anlamda benim için iyi bir test alanı. Şahsi web sitemin ve Flickr sayfamın içeriği aynı değildir

17

FOTORİTİM Söyleşiler


benim, içerik ve dizilim olarak biraz farklılaşırlar. Flickr’daki istatistikleri her gün düzenli olarak izliyorum; kim neye bakıyor, hangi fotoğraf daha çok tıklanıyor, fotoğraflarınız başka sitelere nasıl linkleniyor bunları takip ediyorum. Orada görüyorsunuz ki, tertemiz bir grafiği, kompozisyonu olan ve işlediği temaya başarılı bir görsel zemin sağlayan fotoğraf her zaman seviliyor. Dolayısıyla fotoğrafın içeriği şüphesiz ki çok önemli ve en az estetik kadar, belki de daha fazla ön planda; ama tüm izleyicilerin içerikle tatmin olamayacağını, olamayınca da estetik açıdan hoşlanacakları bir eser aradıklarını da unutmamak lazım. Onun dışında, eseri yaratan sanatçının özenini görebilmem lazım, bu tasarım konularında da geçerli, hatta bir yazılım algoritmasında da geçerli. Eseri, işi yaratan kişinin o işe gösterdiği özen, ya işleyişle, ya mesajın size aktarımı ile, ya da estetik boyutta size ulaşıyorsa o iş başarılı oluyor benim için. Aslında insan ilişkilerinde de durum aynı; iyi arkadaşlarınızın hepsi FOTORİTİM Söyleşiler

18

size özen gösterenlerdir. Sizi tanıyan, sizin iyi ve kötü yanlarınızı bilerek ona göre davranan, icabında sizi mutlu etmek için bazı şeyleri görmezden gelen insanları severiz. Onlardır yakın olanlar çünkü sizi mutlu etmek için başkalarına göstermedikleri özeni size gösterirler. Ben bir işte de aynı şeyi arıyorum, özeni görünce rahatlıyorum, daha dikkatli bakıyorum işe, ben de özen göstermeye başlıyorum. Bir de dahi sanatçılar var, ki

adam resmen akıntının yönünü değiştirebiliyor. Hepimiz bir şekilde akıntı doğrultusunda gidiyoruz, ama az biraz önünde veya biraz arkasında konumlanıyoruz. Ama bahsettiğim tipler öyle değil; onlar ezberi, gelenekleri değiştirmiş insanlar. Bunlar aslında biraz tırlak, sokaktaki adam tarafından çok da benimsenmeyen, hatta bazen tuhaf bulunan tipler. Marjda dururlar çoğunlukla, bazılarına deli derler, bazılarına asi,

dünya üzerine böyle insan çok gelmiyor; hani öyle yakası açılmadık şeyler yapanlar, onlar insana çok boyut katıyor. Ama dediğim gibi onlardan çok az var, “genius” denilen tiplerden. Onların işlerini gördüğüm zaman çok heyecan doluyorum çünkü

diğerlerine aksi… Ama bir çok çığır açmış insanlar onlar, bunu unutmamak ve farklı yaklaşımlara her zaman açık olmak lazım…

O isimleri bizimle paylaşabilir misiniz? Aslında ben isimden


fotoğrafı (Düsseldorf ekolü) çok iyi, zaten şu sıra dünya fotoğrafına en egemen fotoğrafçılık pratiği Almanlarınki dersek yanlış olmaz sanırım. Şu an aklıma gelen diğer bir ülke fotoğrafı da Finlandiya’nınki. Fotoritim için İstanbul Helsinki ekolü çok farklı Fotoğraf Merkezi’nde nitelikte işler yapan bir bir sunum yapmıştınız. sürü fotoğrafçıyı zengin Orada verdiğiniz bir yelpazede bir araya isimlerin gerçekten de getiriyor. Hadi bir de kişi farklı çalışmaları vardı. adı vereyim şimdi aklıma gelen; Alman fotoğrafçı Orhan Cem Çetin ile birlikte İstanbul Modern’de Thomas Ruff. Kesinlikle en iyi bulduğum, ilk aklıma her ay söyleşilerimiz gelecek isim, “dünyanın oluyor. Bu söyleşilerde en iyi” fotoğrafçısı falan kapsadığımız, adını değil (bu arada, “dünyanın andığımız, işlerini gösterdiğimiz fotoğrafçıları en iyi” sıralamalarından hiç hazzetmem). Bu içeren klasörün ekran fotoğrafçının konuları görüntüsünü http:// farklı işleyişi ve gerekirse cagdasfotoğrafserileri. tumblr.com/ adresli siteye başkalarının fotoğraflarını bile, gerekli hukuki izinleri koyuyorum, ki isimleri alarak, kullanabilecek not alamayanlar buradan derecede rahat olması bakabilsin. Her defasında benim dikkatimi çekiyor. en az 20-30 isim çıkıyor İlerde ben böyle bir şey nerden baksanız. Çok yapar mıyım bilmiyorum, iyiler olduğu gibi daha ama bu fotoğrafçının bu orta karar fotoğrafçılar rahat tavrını çok takdir da var, her örneğin ediyorum ve yaptığı işleri mükemmel olması olası değil takdir edersiniz. Akım yakından izliyorum. Bir şeyleri beğenmeniz için ya da ekol ismi verecek ille de sizin tarzınızda bir olursak, Japon fotoğrafını şeyler olması gerekmiyor, çok iyi buluyorum. gözlerinizi her zaman Hakikaten çok kendine açık tutmakta fayda var; has bir fotoğraf ekolü, esinlenmek için değil, üzerine söyleşi yaptık. imgeleminizi zengin Onun dışında Almanya çok akım paylaşmayı tercih ederim. Çünkü tek isim söylediğiniz zaman her zaman birilerini unutuyorsunuz, öbürlerine hem haksızlık, hem de ayıp oluyor.

tutmak için…

Günümüzde fotoğraf yarışmaları oldukça revaçta? Bu konunun fotoğraf adına getirdiği artı ve/veya eksi yönleri değerlendirebilir misiniz? Aslına bakarsanız artı getirebilir. Çok uzatmayayım bu konuyu ama bizde konuların ve jürilerin oluşturulma biçimine bakarsak bu yararın oluşması süreci hayli zor görünüyor. Çok daha fazla tarzda yarışma teması, konusu olması gerektiğini düşünüyorum. Biz de hep hamasi konular seçiliyor. Şu an örnek vermeyeyim, herhangi bir kurum üzerine alınmasın. Ancak, çok standart, ilk anda akla gelen çeşitli konular veriliyor; “İstanbul” mesela. İstanbul diye konu olur mu, yapmayın yahu; bir kere bu en başta İstanbul’u aşağılamak… İstanbul o kadar zengin bir yer ki, bir sürü şey yapılabilir. Sadece İstanbul denince de insanlar bu ezbere isteğe ezbere bir tavırla karşılık veriyorlar ve Salacak’tan manzara çekiyorlar, ki Salacak’tan güneş batışında tarihi yarımada 35.000 kere çekilmiş ve belleklere silinmeyecek şekilde

19

FOTORİTİM Söyleşiler


kazınmış bir fotoğraf. Halbuki siz başka konulara yönlendirirseniz, insanlar da o standart şeyleri çekmekten vazgeçerler, ezbere değil de düşünerek çekerler. Önce düşünmek gerekiyor, ondan sonra da fotoğraf çekmek. Bu yüzden yarışma konusu seçerken iyice düşünmek ve insanların düşünmesini sağlamak gerekiyor. İnanın o kadar büyük fark yaratıyor ki… Ben de aynı şeyi yaptım önceleri, “fotoğraf çektim” hiç düşünmeden, seçmeden; sonrasında kılıf uydurmaya çalıştım çektiklerime. Bu tavrı bıraktım uzun süre önce, şimdi fotoğraf üretmeden önce düşünüyorum…

ama bu diğer şeyleri görmemeniz gerektiği anlamına gelmiyor tabi. Hatta bu yüzden, bir sergiye hazırlanırken kafamda 2-3 tane başka temayı da tutarım, arada ana konudan kopup başka konulara odaklanabilmek için. Kafanızda ne üretmek istediğiniz belli olunca hiç görmediğiniz şeyleri görmeye başlıyorsunuz, normalde herkes tarafından görülen şeyleri ise görmemezlikten geliyorsunuz ve o zaman ortaya çıkan ürünlerin kendi içinde hem içeriksel hem de estetik anlamda belli bir bütünlüğü oluyor.

Ben `Aura` isimli son serginize gelmek istiyorum. “Aura serisi Örneklendirebilir misiniz? HDRI (High Dynamic Range Imaging) tekniği Mesela şimdi üzerinde ile ürettiğim insan çalıştığım bir proje var, hayallerinden oluşuyor. İstanbul Modern’de Bu serinin fotoğraflarını Mayıs 2010’da sergisi iki farklı ortamda açılacak “Yol” diye bir çektim. Bir tanesi müze/ galeri, diğeri ise pazar seri bu. Bayağı çalıştım üzerine, iki seneden fazla; ortamları. Bunların ortak içime sinecek bir sergi noktası, ikisinde de bir şeyler sergilenmesi ve olacak inşallah. Kafanızda metinsel altyapısı önceden sizin onları istediğinizde belirlenmiş bir konu satın alabilmeniz. amaç varsa gözünüz ona göre sanatta son zamanlarda görmeye başlıyor artık, iyice tavan yapmış ticari farklı bir şekilde bakmaya yaklaşımlara dikkat çekmek, eleştirmek.” başlıyorsunuz. Kendinizi bir anlamda şartlıyorsunuz, demişsiniz. Neden böyle FOTORİTİM Söyleşiler

20

bir ihtiyaç duydunuz? Bu sergi kendi içinde ters düşen bir çaba gibi de görülebilir. Çünkü bu sergiyi bir galeride açtım ve yüksek baskı maliyetleri olan bu işlerin satılmasını arzu ediyordum, dolayısıyla ticari boyut benim sergimde de söz konusu idi. Ama burada daha çok dikkat çekmeye çalıştığım; eserlerin, sanatçıların üzerinde yapılan ve satışı artırmaya yönelik manipülasyon boyutu idi, ki bu hayatta karşımıza çıkan diğer pek çok şeyde de geçerli aslında. Mesela siz bir ürün ortaya çıkarıyorsunuz ve o ürünün tanıtımı, reklamı, temsili öyle bambaşka bir boyutta oluyor ki, ürün olmadığı gibi, hiç bir zaman olamayacağı gibi gösteriliyor. Reklamların amacı bu zaten, gidip o ürünü koşa koşa almaya sizi ikna etmek. Eminim birçoğumuz bundan müştekiyizdir, genellikle verdikleri yemeklerin fotoğraflarını asan yerlerde olur bu; öyle ağız sulandırıcı fotoğrafları vardır ki yiyeceklerin, tereddüt etmeden ısmarlarsınız ama önünüze gelen hiç bir zaman fotoğrafdaki gibi değildir (bu tür


kandırmacalara dava açabilmemiz gerektiğine inanıyorum bu arada). Bu ciddi bir manipülasyondur işte, ve benim kastettiğim benzer bir dalaverenin sanat dünyasında da yapıldığı. Mesela Türkiye’de şu an sanat dünyasında belli kotaları dolduran bir insansanız şansınız çok yüksek. Spesifik örnek vermek istemiyorum ama azınlık kıstası oluşturabilecek 2-3 özelliğe aynı anda sahipseniz, sizin gibisi yoktur. Mükemmel bir profile sahipsinizdir ve o yüzden neredeyse her istediğinizi yapabilirsiniz, gerekli kişilerle yakınlığınız

“İyi niyetli, zevkli, bu oyunun parçası olmayan koleksiyoner hiç yok mu? ”

para kazanabileceği gibi bir ikna zemini yaratılıyor. Bu yüzden seriyi oluşturan fotoğrafları pazar yerleri ve sanatın sergilendiği müze, galeri, fuar gibi ortamlarda çektim. Pazar yerlerindeki bağrış çığrış satış hallerinin başka bir halinin sanat varsa. Manipülasyon şu ortamında olduğunu şekilde ilerliyor; ilk olarak düşünüyorum. Tanımlı bir bu kıstaslara dayanarak zevki olmayan, belli bir yatırım yapılacak isimler çizgide eser toplamayan, belirleniyor. Daha aldığı çoğu eseri çok sonra, yatırımcılar, sevdiği için odasına koleksiyonerlere telkin asmayıp yatırım için sanata yapılıp bu seçilen kişilerin yönelen bazıları da sanat işlerinin mutlaka alınması simsarlarının başlattığı gerektiği, ileride işlerin bu pazarlama oyunun 8,10,20,100 katı değer oyuncuları haline geliyorlar kazanabileceği, şu anda yatırım yapılabilecek kişinin ve sistem tıkır tıkır işliyor. Peki iyi niyetli, zevkli, bu bundan ileride çok büyük

21

FOTORİTİM Söyleşiler


oyunun parçası olmayan koleksiyoner hiç yok mu? Şüphesiz ki var, belki az sayıda ama tabii ki var ilkeli, zevkli koleksiyonerler. Bazılarını şahsen biliyorum, hatta birisiyle geçenlerde daha yakından tanışma fırsatı buldum. İsmini vermek istemiyorum doğru olmayabileceği için; benim de bir eserim var kendisinde ve duvarları eser asmaktan tümüyle dolmuş bu koleksiyonerin bu işi aşkla yaptığı öylesine belli ki, koleksiyonundaki diğer eserler öyle iyi seçilmiş ki, bana sadece mutlu olmak kalıyor.

sualsiz alkış tutuyor. Tam bizimki gibi feodal bir kültüre göre bir hal, bayılırız isimlerin arkasına mürit gibi takılmaya. Bizde 10-20 sene önce televizyon deyince Sony akla gelirdi, kimse Sony’den başka marka düşünmezdi, Sony’e para yetişmiyorsa gidilir başka marka alınırdı. Ya da, araba deyince Mercedes, BMW akla gelirdi. Şimdi bunlar biraz değişti, çünkü çeşit arttı neyseki. Ama gene de Türkiye’de bu çeşit kalıpların çok uzun süre yaşayabildiğini, tabulaşabildiğini unutmamak lazım. Fotoğrafa gelince; Manipülasyon konusuna fotoğraf denince akla tekrar geri dönersek, gelen isimlerde de aynı bir insanın her daim şey geçerli değil mi? mükemmel iş çıkarması Yine isim vermeyelim, mümkün değil. Bir ama Türkiye’de fotoğraf dönem yeteri kadar denince akla çok az geniş bir yelpazede iş sayıda isim gelir herkesin çıkaramamışsınızdır, o sıra bildiği üzere. Bizim bu üretken bir döneminiz kültürel tavrımızı bir değildir, araya başka bir de sanat platformuna şeyler girmiştir, sıkıntılıbir uygulayınca manipülasyon döneminizdir falan filan. daha da anlam kazanıyor Aynen bir mevsim boyunca aslında. İşin içine güneşli havalar kadar müzayede kuruluşları, yağmurlu havaların da galeriler, müzeler, sanat olduğu gibi, bu güzel bir danışmanları, sanat ritimdir bir yandan; kötü simsarları giriyor ve olmasa iyiyi takdir etmek manipülasyon çok iyi imkansızlaşır. Ama öyle bir sonuç veriyor, çok yüksek manipülasyon yaratılıyor satış rakamları elde ki, insanlar aynı kişiden ediliyor… çıkmış her işe sorgusuz FOTORİTİM Söyleşiler

22

Anlattıklarınız sonrasında siz bu sakin, kendi halinde duruşunuzla bu durumda biraz zorlanacaksınız gibi görünüyor. (gülüşmeler) Evet ben fazla normal kalıyorum :) Ben evcil, aile babası, sansasyonel olmayan, yaşam tarzıyla değil işiyle bir yerlere gelmeye çalışan görece basit bir adamım. Benim hiç bu taraklarda bezim yok. Ben sade bir vatandaşım, sadece biraz daha çalışkan bir adamım o kadar…

Türkiye için bu da çok normal sayılmayabilir kabul edersiniz ki… Gelmeye çalıştığım nokta şudur; bir işin kendinden menkul bir değeri yok mudur? Biraz da işi kendi başına bırakalım, nereye gidiyorsa gitsin, biz iteklemeyelim arkadan.

Su yolunu bulsun gibi… Evet, aynen; suyun yolunu bulduğu, doğal olarak aktığı yer, daha hakedilmiş bir yer oluyor. Bu tür sonuçlardan keyif alıyorum; zeminini döşediğim ve nereye gideceği yaklaşık belli olan bir “başarı” planı sonunda alınan


sonuç ise beni çok mutlu etmiyor, çünkü sürpriz yok; ve bu aynı nedenden dolayı İspanya veya İtalya gibi ülkeler dışında, Batı memleketlerinde uzun süreli yaşamak konusunda çekincelerim var, herşey önceden planlanmış…

“Aura serisindeki işler için fotoğrafik imgelerden oluşturulmuş sayısal bir fotoğrafik kolaj diyebiliriz.” “Dijital manipülasyonun bariz izlerini fotoğrafa taşımamaya çalışıyorum. Ama “Aura” serisinde durum belki de tam tersi. Orada “evet bu dijital ortamda manipüle edildi ve hatta sonuna kadar da gidildi” demeye getiriyorum” şeklinde bir açıklamanız var. Bu konu hakkında blogunuzda yer alan bir soru uzerinden serginizle ilgili bir soru sormak istiyorum. Sanirim ögrenciniz olan Ege Bey size: Bir imaj ne zaman fotoğraf olmaktan çıkar veya buna belli bir sınır koyabilmek mümkün

mü? Fotoğraf ile başka bir “biçim”i (grafik) nasıl ayırt edebiliriz? Çünkü “Araf”ta olan o kadar çok “flu” örnek var ki. “Taraf” nedir, “Araf” nedir gibi demiş; “araf” ve “taraf” konusunu biraz açabilir miyiz?

fotoğrafta yakalayamazdım ve varmak istediğim de bu görsel yoğunluk zaten. Bu anlamda baktığınızda tabi ki fotoğraf, fotoğraf makinesi olmadan bu sonucu oluşturamazdım, bu görüntüler sayısal ortamda sıfırdan ortaya çıkarılamazlardı. Ancak “fotoğraf değil” diye Tabi ki, sanıyorum orada düşünen bazıları var yine imge konusuna geri bunu biliyorum, şahsen dönmek gerekiyor. Başta şunu belirtmekte fayda var; de tanık oldum, maruz kaldım bu görüşlere benim orada yarattığım zaten. Bunu açıkcası pek görselliğin bileşenlerinin önemsemiyorum. Araf hepsi fotoğrafik nitelikte, fotoğraf dışında başka hiç ve taraf kavramlarından bahsederken kastettiğim bir öge yok. Dolayısıyla tümü bir araya geldiğinde, buydu; olması gerekenden çok daha keskin, dışlayıcı her ne kadar sayısal bir fotoğraf tanımı var yöntemlerle üstüste ülkemizde ve herkes getirildiyseler de o bir belli bir tanım grubuna fotoğraf. Çünkü orada ait olduğu için içerik ne bir çizim var, ne de tartışacağımıza, futbol başka bir yerden grafikler fanatiği kıvamında taranıp oraya getirilmiş. teknik tartışıyoruz. Aura Hepsi fotoğraf makinesi serisindeki işler için ile, hepsi aynı mekanda fotoğrafik imgelerden elde edilmiş görüntüler. Eskiden fazla pozlanmış ve oluşturulmuş sayısal işe yaramayan diapozitifleri bir fotoğrafik kolaj diyebiliriz. Daha önce, “sandviçleme” yöntemi analog ortamda üst düzey ile bir araya getirir ve tecrübesi olan ve çok iyi kompozit fotoğraflar karanlık oda teknisyeni yaratırdık, ondan bir farkı yok süreç itibariyle. Orada olan insanların yaptığı kolajlara hiç bir şey görüntülenen olayların denmiyordu nedense. Kolaj hepsi, o mekandaki farklı analog olunca tamam, zaman dilimlerinde zaten sayısal olunca değil; nasıl olmuş şeyler; ben sadece onları üstüste getiriyorum, bir mantıkdır bu? Arafta olmaktan kastım o, takım çünkü bu boyutu tek

23

FOTORİTİM Söyleşiler


bir röportajınızda.

tutarsanız tek yapacağınız bilinçsiz tezahürattır; oynanan oyunun iç yapısını anlamayaz, takımınıza karşı olan herşeyi dışlarsınız, mantık dışı bile olsa… Bu yüzden de insanlarımız eleştiri yapmayı bilmiyorlar (zaten çoğunun eleştiri yapacak kültürel altyapıları yok), ve eleştiri adı

doğrusu sessiz kalıp cevap bile vermemekti; ne yazık ki bu medeniyeti gösteremedim, söz konusu hakaret olunca…

Anlıyorum. Sonuçta “imgenin fotoğraf olmaktan çıkma sınırı çok tanımlı değil bence, biraz teknik detaylar,

Bir de şu var, çok dar sınırları, kalıpları olan insanlar buna fotoğraf demek istemiyorlar ve ille de bir isim takmak istiyorlarsa, sanat eseri desinler. İlla fotoğraf densin gibi bir arzum kesinlikle yok. Sonuç itibarı

altında beğenmedikleri işlere, insanlara hakaret etmeyi yeğliyorlar. Yapıcı olmak yerine yıkıcı olmak durumunda kalıyorlar, çünkü ellerinde inşa etmek için malzeme ve niyet yok. Şahsıma bu tür hakaretamiz yorumlar şifahi yoldan ve internet üzerinden geldi, en

biraz çekim süreci, biraz işleme süreci, biraz da sanatçının beyanına bağlı olduğunu düşünüyorum. daha da önemlisi, ortaya çıkan görsel fotoğraf olsa da, olmasa da bir imge sonuçta ve önemli olan imge üzerinden bir tartışma başlatmak” demişsiniz

ile, ben bir sanat imgesi yaratıyorum ve gazetede bir habere eşlik etmek üzere çekilmiş bir fotoğraf değil bu. Ayrıca, bu eserin ne olduğuna karar vermek algılayan kişiye bağlı ve bu kişinin eserden nasıl bir keyif alacağı konusunda zemin sağlamak istemem. Bununla ilgili metin

FOTORİTİM Söyleşiler

24


üretiminden örnekleme yapmak isterim, anlatmaya çalıştığım şey o zaman biraz daha açık oluyor. Şimdi bir düz metin var malum, haberlerde falan kullanılan ve bilgi aktardığı için hat safhada anlaşılır olmak durumunda olan; diyelim ki bu belgesel fotoğrafa denk geliyor. Bir de şiir diye bir şey var; metin parçacıklarını alışageldik dizilenme ile değil farklı bir sekans / mantık ile kurguluyorsunuz, bazen devrik cümleler kullanıyorsunuz, bazen hemen anlaşılmak istemiyorsunuz… Öyle bir kodlama yaratıyorsunuz ki ancak birkaç kere okunduğunda “haaa, şimdi anladım” denebiliyor. İlk kertede anlaşılmak istemiyorsunuz, insanlar biraz düşünsün istiyorsunuz. Bu iki tarz metin de aynı alfabeyi, harfleri, kelimeleri kullanıyor ama farklı sonuçlara ulaşıyorlar. Benim de yapmaya çabaladığım bu, daha önce binlerce kez söylenmiş cümleler söyleyeceğime, yeni cümleler söylemek istiyorum becerebildiğim kadarıyla; siz o cümleyi beğenmek zorunda değilsiniz, ama bırakın farklı cümleler varolabilsin

hiç olmazsa, size ne zararı var ki, niye herşey kendi istediğiniz gibi olsun istiyorsunuz ki… Bizim toplumumuzda kendini herkese beğendirmeye çalışmak çabası vardır, bu beyhude bir eylem. Herkes sizi beğenemez, mümkün değil bu, herkesin beğeneceği bir şeyler üretmek neredeyse imkansızdır.

bu tarza uyan az sayıda örnek de “belgesel” olarak tanımladığım bir kategoride web sitesinde yer alıyor.

Adınız söz konusu olduğunda bizim karşımıza çıkanlar hep söz ettiğim içerikteydi, bu nedenle sormuştum.

An fotoğrafı kavramına karşı değilim. İyisini Belki bu gerekli de yakaladığınızda keyfine doyum olmaz, bunu değildir, değil mi? yadsımanın alemi yok. Bu Aynen, gerekli de değildir. tür şeylere gözüm kapalı değil, diğer bakmaya, Portföy konu görmeye çalıştığım konular seçimlerinize bakınca arasında bu tarz bir içerik an yakalamaktan ziyade görürsem durmam sarılırım anlatım yakalamayı tercih makinama, ama gözüm ettiğinizi görüyoruz. genelde bu tarz fotoğraf Çalışmalarınızda belirli aramıyor. Daha çok bir konsepti takip üzerinde durduğum şey ediyor musunuz? Ben şu; salt tanıklık yapmaktan an yakalamam, anlatım çok, yaptığım tanıklığın ve teknik benim için kafamda oluşturduğu önceliklidir gibi bir imgeyi oluşturmaya düsturunuz var mı? çalışıyorum ben fotoğrafta. Kafamdaki imgeyi üretmek için de ya dijital ortamda O kadar çok sayıda ya da çekerken aldığım fotoğrafım var ki, şu an bazı önlemlerle kurgu yapıyorum. O zaman web sitesinde görünenler daha “gerçek” bir içerik onların çok küçük bir yüzdesi. Bunların içerisinde ilettiğimi düşünüyorum karşı tarafa; orada an fotoğrafına uygun kendi başına durduğu fotoğraflar elbette var varsayılan şeyi değil ve “böyle fotoğraflar çekmem” gibi bir yaklaşım de şahsen algıladığımı içinde değilim. Zaten aktarabiliyorum çünkü.

25

FOTORİTİM Söyleşiler


Bazen tek kare fotoğraf kafamdakini aktarmaya muktedir olamayabiliyor. O yüzden birkaç fotoğrafı bir araya getirerek, ya da panoramik bir görüntü alarak orada algıladığıma daha yakın bir görüntü oluşturmaya çalışıyorum, Genel bir tavırdan bahsetmek gerekirse, Victor Shklovsky’nin “art defamiliarizes” cümlesinde aktardığı gibi, sanatın olağan şeylere olan aşinalığınızı kırması gerektiğini düşünüyorum… Mesela “Endüstri” sergisinde amacım buydu, Türkiye’de endüstriye yönelik olumsuz görüşlere alternatif bir bakış getirmekti amacım ve sergi boyunca gelen “bu binalar Türkiye’den mi?” sorularından anladığım kadarı ile bunu bir dereceye kadar başarabildim sanıyorum. Bu konuda Türkiye’de daha önce çalışmalar yapılmadı mı, yapıldı ama endüstrinin estetiği üzerine fazla birşey yapılmadı. Endüstrinin görselliği çok kendine has bir estetik; serginin konsept yazısında bunu uzun uzun anlatmaya çalıştım. Endüstri estetiği herşeyini açık açık gösteren bir niteliğe sahip. Batı’da sırf bu estetik üzerinden gidilerek FOTORİTİM Söyleşiler

26

yapılan mimarlıklar ve ürün tasarımları var. Biz endüstriyi bu anlamda pek değerlendirmemişiz ve ben buna dikkat çekmeye çalışıyordum. Endüstri genelde siyahbeyaz çalışılır ama bir methiye, güzelleme amaçladığım için özellikle renkli çalışılmış bir seridir bu. Hatta bazı yerlerde doygunluğu, kontrastı artırdım, bunun nedeni etraftaki duman tozun formlar üzerindeki etkisini bertaraf etmekti. Neyse ki, artık endüstri yapılarına ilgi artmaya başladı Türkiye’de; çok seviniyorum Santral İstanbul gibi bir yapının dönüştürülmesine, bir endüstri yapısının harika bir kampüse, müzeye dönüşmesine. Buna benzer uygulamalar yapacak daha o kadar çok atıl endüstri yapısı var ki…

Mimari hiç bir zaman yakanızı bırakmayacak galiba :) Doğru söylüyorsunuz :)

Aura için “bu seride insan var. Bu bir geçiş benim için aslında” demişsiniz. Bu geçiş neden kaynaklandi? Bu bir geçiş ve başlangıç mı aslında?

Öyle gibi hissediyorum ama bakalım, kesin bir şey söylemek için erken sayılır. Şu an yürütmekte olduğum bir iki proje biraz bu mecrada da kendimi denemeye çalıştığıma delil aslında. İnsan ögesini çok yaratıcı bir şekilde kullanan etkileyici bazı projelere tanık oldum, hem yaptığım hocalık sırasında gösterdiğim örnekler, hem de İstanbul Modern’deki söyleşilerde işlediğimiz konulardaki işler aracılığı ile. Bizdeki klasik tarzda insan çalışmaları beni pek çekmiyor, çok da zor bir iş olmadığını düşünüyorum açıkçası. Çok ezbere bir şekilde dahil ediyoruz biz insanları fotoğrafa; sokakta ilginç birini görüyoruz, pat hemen çekiyoruz onu. Ama orada şu var, ilginç olan sizin fotoğrafınız değil, ilginç olan okişi ve siz bunun ötesinde ek bir boyut getirmiyorsunuz. Sadece doğru yerde, doğru zamanda olma durumu, ki bu da sokaklarda ne kadar çok yürürseniz o kadar sıklıkla başınıza gelebilecek bir şey. Benim kastettiğim insan projeleri ise neredeyse sinematik, senaryosu olan, belki icabında 30 küsur kişilik set ekibi ile çekilebilen her yerde göremeyeceğiniz tarzda işler. Ama ben bu


“Sosyal sorumluluk gerektiren diğer konuları da sanat yapsanız da yapmasanız da es geçmemek gerekiyor. ” çeşit bir pratiğe gereken zamanı ayıramıyorum okul, iş, güç derken; halbuki, bir işe ne kadar çok vakit ayırırsanız o derece daha iyi bir sonuç çıkıyor ortaya. İnsan konusunu arzu ettiğim kalitede çalışabilmem için zamana ihtiyacım var, şu an ayırabildiğimden daha çok zaman ayırabilmeliyim. Sonunda yapacağım ama, kararlıyım…

Girizgah yapıyorsunuz yani… Evet, girizgah gibi birşey… Bakalım bu ne doğuracak ilerde, bunu öngöremiyorum tabi. Aura’da insan hayalleri var, bakalım o hayaller vücut bulup daha bildiğimiz anlamda insan görüntülerine dönüşecekler mi dönüşmeyecekler mi onu ilerki günlerde göreceğiz :)

Bundan sonrası için planlarınız- projeleriniz nedir? Aynı bu şekilde mi devam etmeyi düşünüyorsunuz? Mesela akademisyenliği biraz daha azaltıp fotoğrafa daha fazla zaman ayırmak gibi bir düşünceniz var mı?

yapmamız gerektiğini söylemek istiyorum. İstanbul veya benzeri kentlerin dışındaki yerlerde yaşayan öğrencilere ayda 60-70 lira yollamak ne kadar faydalı olabiliyor, hiç tasavvur bile edemeyebilir bir çok kişi, bunu ancak onların ağzından duyunca ayıyorsunuz duruma. Burada bir gecede Çok fazla sayıda dersim yok, ancak gene de fazlaca meyhanede kişi başı tükettiğiniz para bir vakit alıyorlar tabi. İlerisi Anadolu kasabasındaki için ideal durum, günlük öğrencinin hayatında az programımı kendi başıma da olsa bir yarar sağlıyor, belirlediğim bir hayat bu paradan biriktirip tarzı. Siparişle değil de, ailesine para gönderenler kendi inisiyatifimle bir olduğunu biliyorum. Bu şeyler yapmak istiyorum. Kısaca söylemek gerekirse, tutarsızlıklar yüzünden hayattaki pek çok şey sanata hayatımın %20 bana anlamsız geliyor ’sini değil de, %80’nini ve günün birinde sanat ayırmak istiyorum. Sanat satarak yaşamıma devam pek çok kişinin kafasında edebileceksem, hiç bir beyhude, çok da gerekli mahsur görmüyorum olmayan bir eylem olarak bunu yapmakta. Sosyal görülebilir ama hangisi sorumluluk gerektiren değil ki… Bir düşünün; diğer konuları da sanat maaşlı işlerde çalışıyoruz yapsanız da yapmasanız da çoğumuz, uğraşıyoruz, didiniyoruz, bunlar çok mu es geçmemek gerekiyor. anlamlı sanki… Bir yandan, Hayatımızda bazı şeylerden şikayetçiysek ve daha iyi Türkiye’de çağdaş bir yaşam olsun diye uğraşmış, şeyler yapmak istiyorsak, bence bu tür kanalları hala da uğraşan bir sürü arayıp bulmamız lazım, insan var; bu tür şeyler yapmadıkça bir çok iştigal niyetlenince hemen alanı çok anlamsız aslında. çıkıyor karşınıza fazla çaba göstermeden… Bu arada lafı geçmişken, bu insanlara gereken Bu anlamda kafanızda maddi ve manevi desteği oluşturduğunuz ve her halikarda mutlaka

27

FOTORİTİM Söyleşiler


biçimlendirdiğiniz bir şey var galiba, biraz üstü kapalı anlattınız, sakıncası yoksa paylaşabilir misiniz?

küçük ölçekli bir okul düşünüyorum, atölye çalışmalarının yapıldığı bir paylaşım, öğrenim ortamı. Yurt içi ve dışından bir sürü insanın gelip gittiği, özellikle genç insanların Tabi ki, hiç bir sakıncası yok aksine ben paylaşmayı birbirlerini tanıyabileceği, çok severim. Benzer niyetli önyargılarından arınabileceği, beraber başka insanlarla karşılaşır üretebileceği atölye güç birliği yapabilirsiniz çalışmalarının organize çünkü. Asli amacım da şu, biliyorsunuz Bauhaus diye edildiği bir ortam düşlüyorum. Belki Ege’li bir okul var. Bauhaus tabi öğrencilerle, Ankara, çok büyük bir ölçek ve amaç, ben bir başıma böyle İstanbul vs. yerlerden gelecek öğrencilerin bir bir şey yapamam. Zaten araya gelebilecekleri, büyük organizasyonlar üstüne bir de yurt dışı insanı değilim, küçük kültürlerinden gençlerle küçük ilerleyen bir adamım. Ege kıyılarını çok buluşabilecekleri, bir çok sanat, kültür eylemini seviyorum, baba tarafım gerçekleştirebilecekleri bir Ege’lidir, oraya gittiğimde ortam… Bunun için bütçe “ben buralıyım” diye hissediyorum; orada kültür ve aynı kafada insanlarla kooperasyon lazım. Belki var, şarap var, zeytinyağı güçleri birleştirip, bu tür var… Amacım şu; oralarda FOTORİTİM Söyleşiler

28

birşeyi gerçekleştirmek daha kolay. Herkesin kendini rahatlıkla ifade edebileceği, yaratıcılık konusunda kendisini deneyebileceği basit bir ortam amacım…

Umarız dilediğiniz gibi olur, çünkü benzer hedeflerle yola çıkıp sonra ticarileşmiş örnekler var Türkiye’de biliyorsunuz. Evet, çok doğru söylüyorsunuz. O noktaya gelmekten de kesinlikle kaçınmak gerekiyor.

Son bir soru sormak istiyorum. Nazım Hikmet’in kızkardeşi Samiye Yaltırım hanımefendinin torunuymuşsunuz. Eğer sizin için sakıncası yoksa


bunun hayatınıza etkisini anlatabilir misiniz?

Olsa bile, malum nedenlerden dolayı, biz zaten görüşemeyecektik herhalde. “Nenem böyle Samiye Yaltırım anneannem ama kendisine bir insandıysa, onun abisiyle tanışsaydık ne “nine” yerine nene derdim… Nenem gerçekten güzel olurdu kimbilir” diye düşünüyorum hep. çok değerli bir insandır benim için. Bu kadar mı Bir de Nazım ile ilgili, iyi kalpli, bu kadar mı Türkiye’de üzerinde çok gönlü geniş, bu kadar mı fazla durulmayan ve fazla kendini iyi birşeyler olsun diye motive eden bir insan bilinmeyen bir yönünü olur… Eşim de öyledir, çok vurgulamak istiyorum. seviniyorum böyle bir insan Nazım’ın 1920’lerde bir üniversite öğrencisi olarak bulduğuma. Nenemin Rusya’ya gittiği dönem, yaşı hiç fena değildi ama gene de biraz erken göçtü dünyanın benim için en mükemmel sosyobu dünyadan. Benim çocuğumu filan göremedi, politik yapılanmalarından isterdim torunun çocuğunu birinin olduğu bir zaman. O dönemde görmesini. Yıllar önce yaşayan bir sanatçı Nazım ile ilgili bir dia olmayı çok isterdim; gösterisi yapmıştım Yunanistan’da gösterilmek Konstrüktivizm’den söz ediyoruz, ilerici, üzere. Bunun için bizdeki eşitlikçi bir devrimden pek çok fotoğrafın yanı söz ediyoruz. Politika, sıra, başka yerlerden sanat, literatür, insanlar de fotoğraflar edindim. içiçe, elele. Doğal olarak Son yıllarına, 1960’lara ortamdan çok etkileniyor ait fotoğraflar vardı. O fotoğraflarda anneannemi Nazım. Memleketini terk etmek gibi bir niyeti hiç görüyordum, yüzdeki yok ama 17 sene hapsin genel ifade, fizyonomi ardından askere alınacağı filan neredeyse aynıydı. ortaya çıkınca kaçmaya “Annenannemi tanımam mecbur kalıyor (o sıralar dolayısıyla Nazım’ı da 50 yaşlarında ve kalbinden gıyaben tanıma şansım rahatsız olduğundan oldu” diye hissettim. askere almakla ölmesinin Nazım 1963’te ölmüş ben amaçlandığı açık). ise 1965 doğumluyum, Rusya’ya vardığında işlerin birebir tanışma fırsatı söz öğrencilik zamanlarındaki konusu bile olamazdı.

gibi devam etmediğini görüyor. Bazı sol gruplarda bu konuda çok derin tartışmalar vardır ama o dönem daha farklı, Konstrüktivizm dönemindeki gibi değil durum, daha diktatöryel bir yönetim söz konusu. Nazım bunun farkına varıyor ve hayal kırıklığına uğruyor; buna karşı da şiirler yazmıştır. Nazım belli bir ideolojinin peşinden körce gidecek birisi değil; ezilmeye, her türlü sömürüye, diktaya karşı; insanlık arıyor… Bekledikleri var Rusya’ya kaçarken ama bunların bir kısmını göremediği için muhalefet yapmış orada da. Kalbinin gittikçe zayıflamasının bu hayal kırıklığından, mücadeleden kaynaklandığı da bazılarınca söylenir, tam düşlediği gibi bir yaşam çerçevesi kuramamış olduğu için…

Öncelikle ayırdığınız zaman, verdiğiniz bilgiler ve samimi yanıtlar için çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.

Ocak 2010 www.muratgermen.com

29

FOTORİTİM Söyleşiler


ARİF AŞÇI

PINAR DAĞ

FOTORİTİM Söyleşiler

30


“Bazen projelerimi, çalışmalarımı sponsorlara teklif ediyorum, bir kitap olsun, bir sergi olsun diye. Her 10 tekliften 9’u geri dönüyor. Özellikle Türkiye’de teklif aylar sonra geri dönüyor buna çok sinirleniyorum. Ulaşamıyorsunuz bile. O kadar sanatçıyı aşağılayan sürece giriyor ki, bazen nefret ettiğim bile oluyor yaptığım şeyden, bu ülkeden, işleyişten…”

31

FOTORİTİM Söyleşiler


Şu anda kayıttayız. İstanbul Panorama projenizden başlayabiliriz. Ya da projeleri çalışma şeklinizden. 90 fotoğrafı kapsıyor denilmiş ancak daha fazla öyle değil mi? Binlerce fotoğraf var ama, ancak 110-120 fotoğraflık bir kitap olarak çıkacak.

Şöyle başlayalım. Proje odaklı mı çalışıyorsunuz? Aslında öyle uzun uzadıya şöyle bir proje yapayım diye çıkmıyorum yola. Hep tesadüfler araya giriyor, bir fikir diğer bir fikri kıvılcımlıyor. Ben biraz deneyerek düşünüyorum, bir adım, bir adım daha atarak, biraz üzerinde çalışarak düşünüyorum.

Yarı yola kadar gidip, olurunu görüyorsunuz. Evet, biraz adım atıyorum olup, olmayacağını görüyorum. Sadece düşünce ile ilgili olsa, metin olsa, bütün bir düşünceyi sadece kafada başlatıp, yazıp sonuçlandırabilirsiniz.

Yazarlar gibi? Yazarlar, filozoflar gibi. Ama bizimki öyle bir iş FOTORİTİM Söyleşiler

32

bu yani. Uzun yıllar, İpek Yolu yolculuğu da dahil olmak üzere,1986’dan 2003 yılına kadar 35mm bir kamerayla, önceleri Olympus, Nikon sonra Leica, bunların bir önemi yok ama şunu belirtmek istiyorum 35mm bir kamerayla çekim yaptım hep. Ve mümkün olduğu kadar az malzemeyle, yani bir kamera, bir objektif ve yalnızca çektiğim şeye odaklanarak çektim. İşte pek çok kitap çıktı, İpek Yolu yapıldı, Bahtabakan yapıldı filan bu davranışla. 2003 yılında alışkanlıklarımı biraz değiştirme Çok geç sayılmaz ama”. gereksinimi duydum. Yani 28’de başlıyorsunuz. İşte İstanbul-Panorama serisinden bahsediyorum. Önce resimle başladım. Yaşamdaki tüm anlar var Resim eğitimi! Yani gibi çalışmalarınızda. 18 yaşımda İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisine girdim, Ama işte binlerce resim okudum, sonra kare çekince, bir de aynı akademide asistanlık esas,7x 24 saat bunu düşününce, başka hiç yaptım ama resmi bırakıp fotoğrafa başlayışım 28 bir iş yapmıyorum yani, yaşında oldu. sadece fotoğraf çekiyorum. Hayatımda başka hiçbir Biri diğerinin uzantısı şeye yer yok. Neyse ki olmuş sanki. bir ara dur deme ihtiyacı hissettim, 2003 yılında. Bu ev (şu an ve on yıldır Evet, tabii öyle söylemek lazım. Resim görgü ve yaşadığım) yapıldı edildi, bilgisi yıllar sonra fotoğrafa tamir edildi, yerleştirildi. Karanlık odada baskılar çok kapı açıyor. Şimdi iyice iki ucu bir araya yapıyorum. Projeler devam ediyor. İpek yolunun geldi. Fakat yine de “Fact”

değil. Örneğin şuradaki bir sandalyeyi yapayım deseniz elinize bir tahta, bir keser, bir testere, bir çekiç almanız lazım. Dükkânda ne kadar tahta var bakmanız lazım! İşte bu da öyle. Hem kalbe, hem göze hitap ediyor. Ben 1986’da, yani yaşıma göre çok geç bir yaşta fotoğraf makinesini elime aldım. Çünkü esas resim eğitimi aldım. Resim hocalığı yaptım, gravür yaptım. Çok sonra, 28 yaşında elime kamerayı aldım. Geç kalmış olduklarını düşünenlere duyurulur.


“2003’de bir New York’a gittim. Sarkis Baharoğlu vardır, Ara Güler’in eski asistanı, çok iyi bir fotoğrafçıdır ayrıca, şu anda New York’ta yaşıyor. Onun evinde kaldım, çok eski dostumdur, hatta ona çok midyeli pilavlar yaptım. ” röportajları yayınlanıyor, filmi televizyonlarda gösteriliyor filan, iyi kötü çark dönüyor. Geçim kaynağı çok olmamakla birlikte, hakikaten ayda 1000 doları geçmeyen bir durumdan bahsediyorum. Allah’tan çoluk çocuk yok da idare ediyorum :) Bir bu ev mülküm, harcamalarımı minimumda tutup hayatta kalıyorum. Para kazanmak için farklı hiç bir iş yapmadan. Buna baştan karar vermiştim. Akademiden bu yüzden istifa ettim! Sonuna

kadar direnip, inandığım fotoğrafı çekerek geçimimi kazanmaya kararlıydım. İşte yıllar böyle geçti. Evet, bir ara durmak istedim, şöyle derin bir nefes alıp, (yani aylarca elime kamerayı almayıp!) ‘’ya! Bir dur düşün bakiyim’’ dedim 2003 yılında. Tanpınar, düşünmek için durmak gerekir! Der ya! Yeni bir şeyler deneyeyim, bakalım beni nerelere götürecek. Hemen aklıma panoramik gelmedi. 2003’de bir New York’a gittim. Sarkis Baharoğlu vardır, Ara Güler’in eski asistanı, çok iyi de bir fotoğrafçıdır ayrıca, şu anda New York’ta yaşıyor. Onun evinde kaldım, çok eski dostumdur. Hatta ona çok midyeli pilavlar yaptım. Bayılır! New York’ta Çin mahallelerinde günlerce midye, çam fıstığı, kuş üzümü filan aradık pilav pişirmek için.

Harika! Sonra oradan 8×10 inç (20–25cm) bir kamera aldım. Richard Avedon’un kullandığı cinsten, ahşap, aksamları sarı pirinçten, deri körüklü büyük bir kamera. Değişik bir şey yapmak hep aklımdaydı.

Eve kurduk. Ağır! Rengi sarı olduğu için Sarıkız adını verdik. Kimlik sahibi bir kamera yani! Evde tripodun üzerinde kocaman gözüyle öylece bize bakıyor. İnsan gibi! Önce biraz Galata’nın etrafında dolaştım, şöyle kapandığı zaman bir çanta haline geliyor. Omuzda da kocaman, kadastro memurlarınınki gibi ahşap bir tripod ile biraz bu civarda, Karaköy, kıyılar, Haliç dolaşıp başladım çekmeye. Tabii A4 kağıdı kadar film, onu tabii küvette aynı kum eler gibi, un eler gibi tek tek develope ediyorum, sonuç inanılmaz bir şey. Sadece formatın büyüklüğü değil farkı yaratan, büyük format kameraların objektifleri farklı tasarlanır, yani başka bir duygu taşıyor fotoğraflar. Yani bir fotoğrafın 35mm.lik bir kamerayla mı, yoksa büyük formatlı bir kamerayla mı çekilmiş olduğunu anlarsınız, elinizdeki baskı boyutu aynı olsa da, aynı netlikte olsa da. Büyük formatlı bir kamerayla çekilmiş fotoğrafın duygusu çok farklıdır.

Kaç kare yıkadınız? 50- 60 kare kadar var.

33

FOTORİTİM Söyleşiler


Film rahat buluyorsunuz.

trene binmiş gibi oldum. Hiç de kullanan yok Evet var var, satılıyor. Zaten Türkiye’de. En azından benim tanıdığım, yani New York’tan gelirken 20×25 çekip siyah-beyaz almıştım. Sonra gelenin gidenin portresini çekmeye baskı yapan. Sirkeci’de aylarca 20-25cmlik bir başladım. Sağdan soldan, negatifi basabilecek bir pencereden filan, fakat agrandizör var mı diye bir anda şey gibi oldu bu soruşturmadığım adam motosikletten inip trene kalmadı.? Kim var? Hiç binmek gibi oldu. Ağır basan oldu mu? Yok! Koca yük lokomotifi sürmek Türkiye fotoğrafçılığında gibi oldu. Önce yavaşlattı yok. (Belki birkaç tanıtım beni, giderek aynı şeyleri fotoğrafçısında vardır, tekrar etmeye başladım. renkli filmle mimari filan (Rus asıllı bir Amerikalı çekmek için! Ama fotoğraf fotoğrafçı dostu giriyor içeri, Bodrum’a yolculamak sanatından bahsediyorum üzere ilgileniyor kendisiyle burada!) Muhtemelen yüzyılın başında Abdullah Arif Bey.) Biraderler filan büyük formatlı cam negatif Yuri iyi bir dostum. Yılda basmışlardır. Çünkü bir kez ziyaretime gelir. öyle eski makineler Josef Koudelka kaldı, Alex var. Kullanmışlar. Hilmi Webb de kaldı. Nikos da Nakiboğlu Fotoğraf kaldı. Ev büyük olduğu Müzesinde var, (Yaa! için! Arkada bir Magnum Bakırköy’de böyle bir odamız var! müze var!) orada bir sürü büyük formatlı makine Ev büyüklüğünden öte var. Hepsi İstanbul’dan sizinle de ilgili olmalı :) toplanmış. Zaten şu an, Yüzyıl başında İstanbul’da Vallahi her şeylerini çekilen fotoğraflardaki getiriyorlar. İçkilerini de getiriyorlar, mutfakta salata teknik mükemmeliyetin çok uzağındayız hala. da yapıyorlar :) Efendim Çünkü fotoğraf, 1800’lerin nerede kalmıştık? ortasında, icadından hemen sonra yani, gelmiş Getirdiğiniz makinenin Türkiye’ye. Beyoğlu’nda sizde yarattığı etkiden harika stüdyolar kurmuşlar, bahsediyordunuz. Osmanlı Coğrafyasını çekmişler. Topkapı Ha işte. Motosikletten FOTORİTİM Söyleşiler

34

Sarayı’nda yaşayanları, Padişahların çocuklarını çektikleri gibi Tophane Kahvelerinde nargile içen insanları da çekmişler. İnanılmaz güzel fotoğraflar, Foto Sebah, Kargopoulo, Abdullah Biraderler filan. Fakat sonra bizim bu Cumhuriyet kuşakları, böyle turizm bakanlığına poster çekmekle geçirmişler ömürlerini.. Hiç kimse bir Edward Weston gibi, bir Ansel Adams gibi doğaya, bir Avedon gibi, bir Sander gibi insan yüzüne, büyük boy bir fotoğraf makinesiyle, siyah beyazın o inanılmaz zengin tonalitesini arayarak bakmamış, bu maceraya, bu mesleğin zenaat tarafına, “craft” tarafına dalmamış hiç kimse.

Çok üzücü. Çok üzücü tabii ki, çok kapkaççı gibi davranmışlar. Bize hiçbir görsel miras kalmamış. Yani ciddi bir fotoğraf görgüsü kalmamış. 50 yıllık, 60 yıllık 3 kuşak diyebileceğimiz isimler. Tırmalıyorum yani nasıl basılır böyle bir negatif. Baktım ki istediğim şeye ulaşamayacağım, dondurdum, vazgeçtim. Sadece kontakt baskılarını yapmakla yetindim çektiklerimin. Derken


bir arkadaşımdan 6×17 bir panorama kamera ödünç aldım. Daha kolay oldu, orta format film kullanıyorsunuz, yürürken film değiştirebiliyorsunuz yani. Kullanımı daha kolay. Şehre, İstanbul’a 6×17 bir panoramanın gözüyle bakmaya başladım. Ama ortaya ne çıkacağını bilmiyorum henüz, aklımda hiç bir şey yok!

Bilinç akışına bırakıyorsunuz kendinizi sanırım? Evet evet. Sokağa çıkıyorum.Vaktiyle elimde 35mm makineyle dolaşırken, İstanbul’un her yerinde ama yani, Halkalı, Menekşe, Rumelikavağı, yeni kurulan mahalleler, Beykoz. Trene binip, vapura binip, adını bilmediğim otobüslere binip gidiyorum.

Yalnız gidiyorsunuz değil mi? Malzemeleriniz var?

“Sirkeci’de aylarca 2025 bir negatifi basabilecek bir agrandizör var mı? Kim var? Hiç basan oldu mu? Yok! Koca Türkiye fotoğrafçılığında yok. Muhtemelen yalnızca, yüzyılın başında Abdullah Biraderler o boyutta cam negatifler basmıştır. ” Evet, hep yalnız. Bazen bir yerde bir saat kadar oturuyorum, bir şey var orada, bir şey olmasını

bekliyorum, hissediyorum yani. Gözlerimi dikip bakıyorum bir saat. Orada kim bekler benimle? Kedinin kuşu beklediği gibi :) Sonra, başlangıçta yaklaşık 100-200 makara çektim, onların kontakt baskılarını yaptım, derken Sirkeci’den bir Çekoslovak malı, bunu basacak ölçüde bir şey buldum. 13×18 basabilen ilkel bir agrandizör, böyle soba borusu gibi. İçerde var hala gösteririm. Derken küçük küçük basmaya başladım ve o günlerde New York’tan Alex Webb, Yunanlı Fotoğrafçı Nikos Economopoulos, Magnum Fotoğraf Ajansı’nın ünlü fotoğrafçısı Abbas, sık sık geliyorlardı. Özellikle Alex ve Nikos bende kalıyorlardı. Alex, İstanbul kitabını yapıyordu, Nikos, Doğu Anadolu’ya gidiyordu sürekli. Birlikte de dolaştık o dönemde. O sırada onlara bir gösterdim bu bastıklarımı, yaklaşık

35

FOTORİTİM Söyleşiler


30-40 kare. Fakat, henüz emin değilim neyin peşinde olduğumdan. Nikos, özellikle beş on tanesini ayırıp, ‘’Bunlar yeni şeyler, bunların üzerine gidilebilir!’’ diye cesaretlendirdi. Çünkü şeyden korkuyordum, Josef Koudelka’nın Kaos kitabı vardır çok sevdiğim, onun izinden gitmek, tuzağına düşmekten korkuyordum. Ustaların izinden gidilir tabii ki. Fakat Kaos çok güçlü bir kitap, o imgeleri ele alışı çok vurucu, özgün. Josef Koudelka, kişilik olarak da, yapı olarak da karizma, ve çok iyi bir fotoğrafçı, bence şu an yaşayan en büyük birkaç fotoğrafçıdan biri. Böyle bir tehlike olmadığını, çünkü benim 6×17 formatla insanlara yaklaştığımı, (Kaos’ta insan yoktur, bir iki tane hariç.) bu ilk karelerin çok lirik, çok özgün bir yola doğru beni götürebileceğini söyledi Nikos.

Burada yüz yüze geçen diyaloglar değil mi? Evet, tabii ki. Sabahları peynir, zeytin, ekmek, çay keyfi yapıyoruz. Akşamları ben balık kızartırken Nikos salata yapıyor. Bu tabii ki yakın olmakla ilgili. FOTORİTİM Söyleşiler

36

Josef burada 10 gün kaldı mesela. Önüne koyduğum çalışmalar oluyordu bazen, onları seçmesi, üzerlerinde iki laf etmesi için filan.

Egodan sıyrılmış bir boyut aslında. Evet. Bu büyük ustalar oldukça yalın – rahat özellikle Josef için söylüyorum – Ben de gençken, Türkiye’deki usta bellediğimiz fotoğrafçılardan bilgi görgü almak için yanlarına yaklaştığımda karşılaştığım şeyleri hatırlıyorum da! Neyse bunlar çatallı konular. Bunlara girmeyelim :)

Olur. İşte, henüz ucundan tutmuş olduğunu hissettiğim şeyin, ne olduğunu tanımlayamadığım şeyin, o görsel ipucunun biraz daha üstüne gideyim dedim. Bir 6 ay daha çalıştıktan sonra tekrar bir dönüp, yeni bir seçme yapıp, onları yeniden daha dikkate değer bir boyutta, 20 santime 60 santim, yeniden bastım, daha ince eleyerek. Derken böyle ortaya 30 – 40 kare bir şey çıktı. Sürekli onlara bakarak, gündüzleri çekerek, akşamları


çektiklerime tekrar tekrar bakarak, – yani insan kendi çektiklerinden de öğrenir. Sadece başka ustalara bakarak değil – ‘’bu kare, ne olsaydı da, nasıl olsaydı da daha iyi olurdu!’’ gibi! Bu iş matematik değil, bilim de değil, yani duyguyla, ruhla, kalple”¦ Derken yol haritası netleşti. Bunun üzerine dedim tamam, artık yolun yarısını geçtin, yani boğazın sularının ortasına kadar yüzmüşsün geri dönüş yok. İşte 2003 yılında başlayan bu süreç 2007 yılına kadar sürdü. Yaklaşık 4 bin makara film çektim toplam. Ama her gün, işe gider gibi evden çıkıyorum, gün kararana kadar. Her gün on-on beş makara. Hafta sonu hepsini banyo edip küçük baskılar yapıyorum. Aralıksız dört yıl!

Konuyu böleceğim ancak dijitali neden hiç düşünmediniz? Ben dijitale karşı değilim. Bir süre sonra büyük ihtimal bir dijital makine kullanabilirim. Bu anlamda tutucu değilim. Yalnız ben kimyayla uğraşmayı seviyorum. Hafta boyu makaralar dolusu film çekmeyi, hafta sonu karanlık odaya kapanıp onları develope etmeyi,

çamaşır gibi hepsini salonun ortasında ipe asmayı seviyorum. Çektiğim fotoğrafın ham halini bir negatif şeklinde elimde tutmayı da. Ben primitif yaşayan biriyim. Bıçakla ekmek doğrar gibi. Mesela başlangıçta pozometre taşırdım yanımda. Çünkü bu büyük makineler pozometresiz. Fuji 6×17 makineler pozometresiz. Sonra büyük format lens olduğu için üzerinde diyaframı F:22’de tutmanız gerekir belli bir netlik elde etmek için. Diyafram sabit 22’de. Film 400 asa siyah beyaz. Sadece Shutter speed, 125’den 60’a 6o’dan 30’a bazen de 30’dan 15’e oynuyor. Çok basit bir mekanik var önümüzde. Çok basit yani. Bazen bütün gün diyafram 22’de enstantane (shutter speed) 60’da sabahtan akşama kadar dolaştığım olurdu. Başka hiçbir ayarına dokunmadan. Sadece hafif bir fokus yaparak. O zaman sadece kafanızdaki imgenin peşinde koşuyorsunuz. Sabahtan akşama kadar bir yerde bir kahve molası, bir sandviç molası. Bak bunu tavsiye ederim gençlere: Keep simple! (basit tut) yani zorlaştırma. Neyse, bu

3-4 sene içersinde çekimler olgunlaştı, binlerce kare arasından seçe seçe 100-110 kareye kadar indirdim. Bu süre içersinde de bu fotoğraflardan yaklaşık 10-15 tanesi, 1 metreye 3 metre basılıp İstanbul Modern’de sergilendi. Derken 45 tanesi Brüksel’de, 40 tanesi Güney Kore’de sergilendi. Derken 66 tanesi Moskova fotoğraf bienalinde sergilendi. Birçok yayın organı yer verdi. Le Monde, hafta sonu ekinde, (Le Monde2) 10 sayfa ayırdı. (Le Monde’un foto editörü Moskova’daki sergiyi gezmiş, bir İstanbul özel sayısı yaptı neredeyse.) Alman Photographie dergisi altı sayfa ayırdı. Air France dergisinde çıktı filan. Neyse, sonuçta proje olgunlaştı. Artık bittiğine karar verdim.

Zamanı ya da bir dönemi anlatmıyor gibi fotoğraflarınız. Yani hangi yıla ait olduğunu sezmek zor İstanbul fotoğraflarınızı izlediğimizde. Bir belgesel fotoğrafçı değilim. Bu yaptıklarım asla bir dokümantasyon değil. Daha çok visual değerlerle (görsel değerlerle) ilişkiye geçen fotoğraflar. Ben

37

FOTORİTİM Söyleşiler


“Kendi açımdan baksam herkes her şeyi çeksin derim, hukuki açıdan baksam mutlaka izni alınmalı diyebilirim. Fakat ben kendimi suçlu hissetmiyorum, göstere göstere çekiyorum. Konuşmadan sessizce bir kaş ve göz işareti ile şu an kadrajıma giriyorsunuz der gibi sözsüz, gülümseyerek, bir nevi o izni alıyorum.” FOTORİTİM Söyleşiler

38

sadece her fotoğrafa bir duygu yüklemeye çalışırım. Alabileceği kadar. Taşıyabileceği kadar.

Kumrularınız da varmış :) Gelirken buğday aradım ancak bulamadım.

:) Evet, var. İyi olurdu Şiir anlatıyor gibisiniz aslında, ekmek veriyorum. aslında. Seoul’u çektim geçen sene, o bir kitap oldu, Evet, fotoğraflarımın bir göstereceğim birazdan, çeşit görsel şiir olmasına 15 milyonluk şehirde hiç dikkat ediyorum. İşte hayvan yok. Ortasından onu ne kadar başarırsam ırmak akıyor harika, bizim fotoğrafın o kadar Boğaziçi gibi, fakat hiç uzun ömürlü olacağına martı yok. Dağlardan inanıyorum. Belki gelen alüvyonlu sular resimle olan ilişkimden olduğu için nehirde balık kaynaklanıyor olabilir. Her yok, o nedenle martı bakan, fotoğraflarımda da yok. Bizim Boğaz da kendi hikayesini kursun dev bir ırmak gibi ama isterim. Fotoğraflara, muazzam balık var, martı fotoğrafçısı tarafından var. Koca şehirden bir iliştirilmiş uzun hikayelere nehir kenarı fotoğrafı karşıyım. çekemedim. Böyle beton duvarlarla kapatmışlar, Köpekler, kediler, kuşlar çoluk çocuk da suya fazlasıyla var hayatınızda. girmiyor. Dev bir bulanık Fotoğraflarınıza da su. Bizim Boğaziçi’nin eşi yansıyorlar. yok dünyada. İstanbul’un sokak köpekleri, Evet çok varlar. Bayılıyorum İstanbul’un sokak kedileri onlara. ve İstanbul’un kuşları adı altında 3 kitabım


çıktı. Görsel rol oynuyor hayvanlar çalışmalarımda Zoolojik bir araştırma değil.

“….hayatın kendi rol dağıtımını bekleyip, hayatın kendi tiyatrosunu kurmasını bekleyip, en uygun zamanda en uygun açıdan, bir daha hayat boyu tekrar etmeyecek olan o anı belgelemek” Neyi anlatıyorsunuz? Neden fotoğraf çekiyorsunuz? Herkes gibi, çocukluğumdan beri biriktirdiğim görsel hafızamın peşinden gidiyorum. Günlük hayatı dikkatle gözleyip, gün boyunca olup biten her şeyin etrafında biraz dolaşarak, kedi gibi, biraz da hayatın kendi rol dağıtımını bekleyip, hayatın kendi tiyatrosunu kurmasını bekleyip,

en uygun zamanda en uygun açıdan, bir daha tekrar etmeyecek o anı dondurmak istiyorum. Çünkü hayat bize sunuyor kendini, sadece bakmak gerekiyor. Şöyle bir laf, bir arkadaşım geçenlerde belirtmişti, “Hiçbir kurgu hayatın kendisi kadar sürreal ve ilginç olamaz. Hayat bakıp görebilene öyle sürreal kurgular sunabilir ki sana, bir sanatçının, ben yaratıcıyım, sanatçıyım, sürreal ressamım diyen hiçbir sanatçının yetişemeyeceği kadar.” Ben bununla yetiniyorum, buna belli bir saygıyla yaklaşıyorum.

Kendinizi sokak fotoğrafçısı olarak ifade ediyorsunuz, bu farklı tecrübeler yaşatıyordur size. İnsanlarla olan ilişkiniz nasıl? Sokakta insan çekmek sıkıntı yaratıyor artık. Yok. Bir sürü teknik geliştirdim. Kadraja insan giriyorsa ve o insan bana bakıyorsa mutlaka gülümseyerek başımla selam veririm. Bir nevi olurunu alırım.

Yoksa biz alışmış mıyız

bu duruma? Yani ilerde sorun yaşamıyorsunuz öyle mi? Yok, bazen soruyorlar, kızıyorlar tabii ki. Merak ediyorlar. Ben mutlaka bir göz izni alıyorum. Ama hepsini aşıyorsunuz. İlerde sorun olur diye bir şey söz konusu olmuyor. Yani kimse sizi burada dava etmez. Dünyada var tabii ki bu tarz olaylar. Fransa’da çok zorlaşmış, İngiltere’de de var.

Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Vallahi neresinden bakacağımı bilemiyorum. Kendi açımdan baksam, herkes her şeyi çeksin derim, hukuki açıdan baksam mutlaka izni alınmalı diyebilirim. Fakat ben kendimi suçlu hissetmiyorum, göstere göstere çekiyorum. Konuşmadan sessizce bir kaş ve göz işareti ile şu an kadrajıma giriyorsunuz der gibi sözsüz, gülümseyerek o izni alıyorum.

Halkla ilgili mi bu? :) Bu gülümseme ile ilgili aslında. Kore’de de çalıştım. Orada da bir göz izni alarak, gülümseyerek çalıştım.

39

FOTORİTİM Söyleşiler


Sizin hakkınızda hep güzel şeyler yazılmış. Özellikle ekşi sözlük bu işin kulisini yapan bir etkiye sahip. Eviniz, kişiliğiniz, hoş sohbet oluşunuz. Her şey çok güzel anlatılmış. Kötü ya da zor tarafları yok mu hayatınızın? Burada belirtilenlerin aksine :) (Gülüyor) Olmaz olur mu? Tek tek sorun.

Peki. Sürekli üretmeye yönelik bir hayat sizi zorlamıyor mu? Neden hayatımı kolaylaştırmıyorum demiyor musunuz? Mutlu musunuz?

severek yapıyorum ve belli ki artık geri dönüşü yok ve hayatımın sonuna kadar elimde fotoğraf makinesi ile öleceğim. Ama çok para getirmediğini bile bile, çok sevdiğim için sürdürüyorum. Bazen, acaba daha iyi bir çark içine girse miydim, bir parça daha konforlu bir hayat yaşasa mıydım diye soru işareti beliriyor kafamda.

Bazen projelerimi, çalışmalarımı sponsorlara teklif ediyorum bir kitap olsun, bir sergi olsun diye. Her 10 tekliften 9’u geri dönüyor. Hani Turkuaz gibi, İpek Yolu gibi büyük bütçeli, ancak sponsorlarla yapılacak Bazen şeyi soruyorum, işler yaptım ya! Yine de vaktiyle bir kaç defa teğet her teklifin cevabı ancak geçtiğim, acaba bir aile kurup çoluk çocuğa karışsa aylar sonra geri dönüyor. Buna çok kızıyorum. O mıydım dediğim oldu. 51 kadar sanatçıyı aşağılayan yaşıma geldim, çocukları bir sürece giriliyor ki da öyle çok seviyorum bazen, nefret ettiğim bile ki! Acaba geç mi kaldım! oluyor yaptığım şeyden. dediğim oluyor. Bu iş Bu ülkeden, bu işleyişten çok para getirmiyor, çok

FOTORİTİM Söyleşiler

40

nefret ettiğim oluyor. Öte yandan fotoğrafla ilgili ciddi bir müze olmayışı, hiçbir ciddi kurum, vakıf olmayışı, fotoğraf yazarı, hiçbir ciddi fotoğraf sergileme mekanları olmayışı yıldırıyor. Bunların her birini yazsam onlarca madde eder. Ve bunların beni bezdirdiği ve yıldırdığı oluyor. Başka şeyden beslenmiyorum çünkü başka destek alabileceğim kaynağım yok çünkü. Neyse, artık şikayet etmekten vazgeçtim ve biraz dışarı açılmaya, yurt dışından beslenmeye karar verdim. Madem öyle, başka yerlerde açarız diyerek Brüksel’de, Moskova’da, Seoul’da sergiler açtım. Türkiye’de olmuyorsa olmuyor ne yapalım.

Hayat birçoklarımız için sabah uyanıp, pencereyi açıp rahatlayıp, günlük rutin hayatlarımıza karışmaktan öteye


gitmiyor… Sizin için böyle değil. Acı çekiyor olmalısınız”. Biraz zorlanıyorum, ama giderek karar vermiş olmanın rahatlığını da yaşıyorum diyebilirim. Bazen soruyorum kendime başka bir şey yapsa mıydım? Hayır! Yaptığım en iyi şey bu. Tabii ki yine de binlerce soru dönüyor kafanızda, akşam kafanızı yastığa koyduğunuzda tüm gününüz, konuşmalar, aklınızdan geçenler, doğan kuşkular oluyor. Yani tereyağından kıl çeker gibi değil bu durum.

Hayata karşı bir inat var o zaman :) Başka çare yok. Evet, başka çare yok ve evet hayata karşı biraz inatçı olmak gerekir. Bu şarttır. Yaptığınızı bir işte her zaman çok istikrarlı ya da kararlı olamayabilirsiniz. İnişleriniz ve çıkışlarınız mutlaka oluyor. Sonuçta ya çok sevdiğinizden ya başka nedenlerle ya da başka bir şey bilmediğiniz için yine sonuçta sürdürürsünüz. Bunun meyvesini ya toplarsınız ya toplayamazsınız. Hatta bunun beklentisi içinde de olmazsınız. Yaparken umut ve mutluluk veriyorsa

size bazen bu yeter. Ben şimdi şunu söyleyebilirim, fotoğraf çekmek beni mutlu ediyor. Her gün ya da haftada bir gün yeni bir fotoğraf gördüğümde masamda bu mutluluk veriyor. Bu da yetiyor bana.

“Josef Koudelka’ya sordum burada evimdeyken, nedir önündeki planların diye. 72 yaşındayım, elimde kamerayla ölümü bekliyorum gibi bir laf etti, yani emekliliği yok bu işin” Sizin bir röportajınızı okudum, orada şöyle demişsiniz ‘’işte bu en iyisi’’ diye bir fotoğrafım yok, çünkü bunun bir sonu yok demişsiniz. Sonsuza kadar devam eden bir süreç demişsiniz. Bir örnek vereyim. Josef Koudelka’ya sordum burada evimdeyken,

nedir önündeki planların diye. ‘’72 yaşındayım, elimde kamerayla ölümü bekliyorum,’’ ya da ‘’ölümü elde kamerayla karşılamak istiyorum!’’ gibi bir laf etti. Yani emekliliği yok bu işin. Böyle gideceğiz işte.

Siz bir ressam aynı zamanda bir sanat tarihçisi ve bir fotoğrafçısınız. Bunların hepsinin sizde tek bir karşılığı var mı? Var. Her şeyin esası resim! İki boyutlu bir yüzeye bir görsel macera sığdırabilmek. Bu bir insan yüzü, bir hayvan imgesi, dini bir hikaye, bir motif, ya da boyalı bir el izi olabilir. Her şeyin başlangıcı resim! Eski Mısırdan, hatta daha da öncesinden, Fransa’daki, o 30 bin yıl önceki Lascaux (Laskö) mağaralarındaki resimlerden, Ortaçağ resimlerine, Bizans ikonalarına, Rönesans resimlerine ve de günümüzdeki işlere bakın. Hepsinde sanatçının amacı, hareket eden, nefes alan, hacimli, üç boyutlu ve zaman içinde akıp giden o görüntü zincirinden bir tanesini alıp sabitlemek, O anı dondurmak, geleceğe bırakmak olmuştur. Bazen gördüğünü, bazen

41

FOTORİTİM Söyleşiler


hissettiğini, hayal kurup, düşündüğünü. Baktığı bir insan yüzünü!

zorlaşıyor. Bence her şeyin cevabı herkesin çocukluk hatıralarında yatıyor!

İnsanın en büyük trajedisi ölümlü olduğunun bilincinde olmasıdır. Bütün bu yapıp ettiklerimiz, ölünce tümüyle unutulup yok olmak düşüncesinden kurtulma, buna karşı, toz olup zamanın karanlığına karışma düşüncesine karşı zayıf bir çırpınıştır.

“En varlıklı ailelere git çoğunun evinde ya kitap yoktur ya duvarda resim-fotoğraf yoktur. Ya da moda diye sevmedikleri, anlamadıkları pahalı resimler alıp asarlar.”

internet! Bugünleri hayal bile edemezdik! Ben bilgisayar ve internet kullanıyorum ama çok sınırlı, hala ‘’Photoshop’’ kullanmayı bilmiyorum mesela.

Bunu öğrenmeliyim dediğiniz oluyor mu?

Denedim birkaç defa ama beynim almıyor :) Muhtemelen gençlerin beyni daha kıvrak. Onla Geçen bir şair dostumla, doğuyorlar. Mesela Türkiye’nin en iyi bir konu ya da yazı şairlerinden biri olduğuna hazırlıyorum, onu sadece inandığım Birhan Keskin ile kayıt etmekle kalmıyor burada yemek yerken, o da kendi kendime mail benzer bir ifade kullandı. yolluyorum. Bilgisayara Bir diğer arkadaşım güvenmiyorum yani, durup sormuştu, niye şiir yazılır? dururken elektrik kesilir, diye: ‘’Yok olup gitmeye Siz, bir yere kadar yazı siliniverir, kaybolur karşıdır şiir!’’ demişti gidiyorum projelerimde, diye. 1998’de İpek Yolunda Birhan, ‘’Ölüme karşıdır şiir. duruyorum ve sonra Son Kervan kitabının Çaresiz de olsa bir var oluş karar veriyorum dediniz. metnini yazıyordum Yoksa gençler sizin kadar bilgisayarda, her sayfayı, çabasıdır.’’ sabırlı mı değil? biter bitmez printerde Anlıyorum. Peki bir sanat basıyordum, kağıttan tarihçisi de olarak sanat Gençler de bunu yapıyor okuyordum yazdığımı. adına 21. yüzyılı nasıl belki. Valla çok da iyi Her an bilgisayar çöker değerlendiriyorsunuz? gençler çıkıyor karşıma filan diye korkudan. Her şey daha kolaylaşmış aslında. Ben iyimserim. Komik tabii bunlar. Ama gibi gözüküyor mu? Bu kafa karışıklığını böyle giderek çok zeki gençlerle, ilginç fikirleri olan ifade ediyorum çünkü. Bence daha da Bugünkü gençlerin durumu gençlerle karşılaşıyorum. Okullarda çok konuştum kolaylaşmadı. Ben bizim zamanımızdaki, gençlerin kafasının vaktiyle bizim içerisinde gençlerle, sanırım iyi biraz karışık olduğunu olduğumuz kafa bir kuşak geliyor, bir görüyorum. Neyin peşinde karışıklığından farklı. kısmını tanıyorum. olduklarını netlemeleri, Önlerinde muazzam teknik Şu an içine girdiğimiz olanaklar var. Bilgisayar, saptamaları sanki giderek dönüşümün çok sağlıklı FOTORİTİM Söyleşiler

42


olduğunu düşünüyorum 1980 öncesini yaşamış, sol hareketlerden ve darbelerden geçmiş biri olarak şu an içinde olduğumuz sürecin çok daha iyi olduğunu düşünüyorum.

tabular yıkılıyor, medeni bir ülke olmaya doğru acılı da olsa adım adım ilerliyoruz. Heyecanla kalkıyorum her sabah. Sabah altıda filan koca bir fincan kahve yapıp internetin başına geçip gazeteleri okumak inanılmaz bir macera. Özellikle 8-10 gazeteyi takip etmek.

Bir normalleşme sürecine girdik, (ittire kaktıra da olsa) Asker kışlasına Türkiye’de ürün çekiliyor. Komşularla barışıyoruz, vizeler kalkıyor, veren sanatçıları nasıl görüyorsunuz, Tarihle hesaplaşıyoruz, dünya profili ile değerlendirdiğinizde? “Kore’nin

yüzyıllardır, Japonya’nın, Çin’in de olduğu gibi duvara resim, görsel asma geleneği var. Bizde daha düne kadar fotoğraf asmak günahtı.”

Size bir örnek vereyim. Güney Kore 40 milyon nüfuslu. Seoul, tıpkı İstanbul gibi, 15 milyona yakın nüfusu var. Ben iki sene önce İstanbul Panoramasını Seoul’da açtığım zaman, yaklaşık 87 ayrı fotoğraf sergisi açıldı o ay. Bak resim demiyorum, sadece fotoğraf! Hangisine gideceğimizi şaşırdık. Sokaklarda, duvarlarda yüzlerce sergi afişi var.

Sürekli yenileri asılıyor. Düşünün Türkiye’nin yarısı nüfusunda bir ülke burası. Ama mesela Kore’nin yüzyıllardır, Japonya’nın, Çin’in de yüzyıllardır olduğu gibi duvara resim, görsel asma geleneği var. Bizde daha düne kadar fotoğraf asmak günahtı. Annem-Babam resim ya da fotoğraf astırmazdı duvara ben akademide resim okurken. Günahtır derlerdi. Hani herkes bilir ya, İslam öncesi putperestlik vardı ve artık her imge put olarak algılandığından, namaz kılınan mekanda canlı imgesi asılmazdı. Hala onun etkisiyle olacak. Yaptığım resimleri duvara astırmazlardı.

Resim çalışıyordunuz oysa :) Evet, resim çalışıyordum akademiye girmişim. Güzel sanatlar. Ders yapıyorum yani. Yaptığım ders evde günah. Hatta babam bir

43

FOTORİTİM Söyleşiler


keresinde: ‘’Oğlum hep resim yapıyorsun, biraz da ders çalış!’’ dedi. Bu yasağın etkisi yalnızca bu coğrafyada (Türkiye dahil tüm Orta ve Yakın Doğu coğrafyasından bahsediyorum) bir resim geleneği olmayışı ile sınırlı değil, bir resim-ya da bir fotoğraf-ile görsel, duygusal bir ilişkiye geçme geleneği oluşmamış. Bak bitki ve çiçek resimlerine karşı değiller. O yüzden camilerin içi çiçekli çinilerle bezelidir filan. Kuran sayfaları bile çiçeklerle süslenir. Bunun uzun zamandaki etkilerine gelince, bizim resim ve fotoğraf tarihimiz bir manzara, güzel manzara tarihidir. Resim tarihimizde bir Caravaggio, fotoğraf tarihimizde bir Richard Avedon, bir August Sander olmayışı bundandır. Hala amatör fotoğraf kulüpleri, üyelerine teknik bilgileri öğrettikten sonra, hurraaa, otobüslere doluşup pikniğe, Yedigöller’e filan götürürler, manzara çekmek için. Kimse duvarına yabancı bir insanın suratını asmak istemez, ama manzara asılır.

Gençler yanınıza geliyor mu hiç? Sizi ziyarete? FOTORİTİM Söyleşiler

44

Çok geliyorlar. Yani kapım hep açık. Sohbet ediyorum, kitaplarımı paylaşıyorum yani hep kapım açık. Portfolyolarına bakıyorum. Yardımcı olmaya çalışıyorum. Akademi’de çok sevdiğim bir hocam vardı, Özer Kabaş, 1997’de kaybettik. İstanbul’a geldiğim ilk günlerde çok elimden tuttu, yıllar önce ve kendime olan inancımı ve özgüvenimi sağladı. Yani yaptığım çalışmalara bakarak ve beni motive ederek. O yüzden bunun bana, “bir el verilmiş” olduğunu düşünüyorum, eski sufi geleneğinde olduğu gibi. Ben de borcumu ödüyorum sanki.

Kaç yaşındaydınız o zaman? Daha çok küçüğüm 17 -18 yaşındayım. Akademi’deki ilk günlerimden biri. Bir ders akşamı, Adana’da yaptığım kara kalem çalışmalarıma baktı ve herkes dağılırken bana dönüp: ‘’Sen bekle burada gitme bir yere’’ dedi. Sonra alıp beni Yeniköy’e evine götürdü. Ve orda yemek yedik, (hatta o gece orada kanepede yattım. Sabah Akademiye tekrar birlikte geldik.) Ve desenleri eşine gösterdi. Kendimi çok özel hissettim. 17 yaşındaydım

ve o günün izini hayat boyu sürdürdüm ve taşıdım. Yani ben özelim, daha da özel olmak için çok çalışmalıyım! Yani bu duyguyu bu sorumluluğu verdi bana. Hala da çalışıyorum. O yüzden de benden ilgi, yardım, görgü, destek her neyse meslek adına bir şey isteyenden asla esirgemiyorum. Sadece kapımın ziline basmaları yeterli. Kitaplarımı, verebilirim diye düşünüyorum. Akademideki o ilk günün aşkına! Hocamın ruhu şad olsun.

Ünlüsünüz ama çok fazla gerçeklerle yaşıyorsunuz”. (Dalay Lama ile el ele tutulmuş bir fotoğrafı asılı duvarda) Şimdi Dalay Lama 40 yılın yetiştirdiği bir ruhani lider, Kuzey Hindistan’da yaşıyor, Tibet’in yasal hakları için mücadele ediyor. İnanılmaz bir karizması var. Ama mesela Josef Koudelka burada yanımda 10 gün kaldı. Ne karakter! Bu kadar müzevazi olunur mu? Öyle yalın bir hayatı var ki! Derviş gibi! Aslında dünyanın en büyük fotoğrafçılarından biri. Bizim, dünya ölçeğinde teraziye koysan, üçüncü


biraz değinmenizi isteyeceğim, kitapları olan biri olarak.

sınıf sayılacak bazı tanıtım fotoğrafçılarımız pop star gibi davranıyor. Bazen televizyonda filan görüyorum. Utanç verici!

Bağışlayın ama sanatçılar tanrılaşmayı hedefliyor ve sıklıkla bunu dayatıyorlar. Sözlerle ifade edilmese de, böyle kabarıp – inen göğüsleriyle anlatıyorlar pek tabii ki! Bunu ancak budalalar yapar. Yani kibir yedi günahlardan biridir! Hele bizim coğrafyada!

Çok eksik görüyorum. Türk fotoğrafçılarına yönelik iyi fotoğraf yayını yapabilen yayıncı çok az. Aslında şu son birkaç yıl içerisinde tabii ki yavaş da olsa, bir hareketlilik var. Fotoğraf kitabı alma alışkanlığı da diğer şeyler gibi, duvara resim, fotoğraf asmak gibi, daha yeni yeni oluşuyor. En büyük eksiğimiz iyi bir fotoğraf dergimizin olmayışı. Fotoğraf yazarı, fotoğraf kritiği başka türlü nasıl yetişir? Gazetelerde de fotoğraf yazısı çıkmıyor ki? Bizim yazı yazan insanlarımız “Elipsis’de en son yazıdan anlar sadece, bir karma sergi fotoğraftan, resimden anlamaz. Kafka, desen bilir, açtık, orada Sartre desen bilir de Andre genç kuşaktan Kertesz desen bilmez, Sevim, Serkan, daha yakından, Cindy Sherman desen de bilmez. Aylin vardı üçü Batıda, Susan Sontag de çok ümit vaat gibi edebiyatçılar, John Berger gibi, Roland Barthes eden gençler. gibi düşünürler görsel Çalışkanlar, malzemeye ne kadar önem vermişlerdir oysa. takdir ediyorum. İşte hepsi birbirine bağlı. Yepyeni arayışlar Önümüzdeki on yılda bir var.” retrospektif kitap yapmayı düşünüyorum. İşte 86’dan beri, bütün dönem Fotoğrafçıların fotoğraflarımı kapsayacak, yayıncılarla olan ilişkisine bir başvuru kitabı, hani

45

FOTORİTİM Söyleşiler


FOTORİTİM Söyleşiler

46


kalın bir tek kitapta on ayrı bölüm ve on ayrı set fotoğraflardan oluşacak, bu bölümler için ikişer, üçer sayfalık on ayrı metin yazılması lazım. Kara kara düşünüyorum, kim yazabilir diye, aklıma kimse gelmiyor! Fotoğraf yazarı yetişmiyor ki!

Türk fotoğrafçıları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bizim kuşaktan işinin ehli insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. İşte ilk aklıma gelenler Ahmet Elhan, Nazif Topçuoğlu, Ömer Orhun. Genç kuşak daha canlı. Şimdi Elipsis’de en son bir karma sergi açtık, orada genç kuşaktan Sevim(Sancaktar), Serkan (Taycan) Aylin (Dinçel) vardı, üçü de çok ümit vaat eden gençler. Çalışkanlar takdir ediyorum. Bilgi Üniversitesinde bazı gençlerin işlerini takip ettim okul sergilerinde. Ancak çok da sık takip edemiyorum. İyi bir mecra yok ki onları görebilecek. Geniş açı iyi bir mecraydı eskiden ama şimdi yok. Ben size sorayım nereden takip edebilirim! Belki internetten?

“Avangard olmak yetmiyor, yeni bir şey üretmek yetmiyor. Parlak fikir yetmiyor, parlak fikir reklam ajanslarında işe yarar. Parlak sloganlar onların işine yarar. İyi sanatta parlak bir fikirden daha fazlası olmalı, sezgi, ruh, vicdan, çok özel bir harmandır, bu denge olmalı.” Fotoritim bu konuda oldukça sıkı çalışıyor, buradan takip edebilirsiniz.

eğitimi gördüğüm için güncel sanat yapmadım. Ama arkadaşlarımız oldu yapanlar. İlgi ile izledik yaptıklarını ama hiçbiri bugüne kalmadı. Tabii, kavramsal sanatın tarihini öğrendik bütün ayrıntılarıyla. Sanat tarihinin son elli yılında yapılan güncel sanatı daha çok yurt dışında, müzelerde takip ettim. Çok önemli isimler, iyi işler var fakat spekülasyona, şova, şarlatanlığa çok açık. Radikal’de belirttiğim şeyin yanlış anlaşılmamasına çok dikkat ettim aslında. Bu işin bizde terazisi yok demek istemiştim. Edebiyatın, roman sanatının, şiirin, sinemanın terazisi var. Herkes yazıyor, çiziyor, iyi kötü bir konsensus oluşuyor. Güncel sanatta böyle bir oluşum yok. Hırçın bir azınlığın kontrolünde, bir hayli de agresif bir azınlık. Neredeyse kendi dışlarındaki hiç kimseye yaşam alanı bırakmamaya kararlı bir agresiflik.

Ben bir bakayım o zaman!

Bizdeki birkaç galeride de düzenli güncel Güncel sanata nasıl işler sergileniyor. Öyle bakıyorsunuz? Radikal’de enstelasyonlar, video art buna yönelik bir ya da fotoğraf kullanılarak açıklama yapmışsınız. yapılan işler. Doğrusu izleyiciyi budala yerine Ben akademik sanat koyacak kadar kötü, mesaj

47

FOTORİTİM Söyleşiler


olarak da ilkel, sözüm ona güncel sanat! Bizdeki özensizliğin altında, izleyiciye saygısızlık bir yana, sanatçısının donanımsızlığı yatıyor açıkçası. Kötü edebiyatı, kötü sinemayı, hatta kötü müziği ayırt edebiliriz. Ama güncel sanat etrafında yaratılan dokunulmazlık lobisi öyle güçlü ki, burada ne denilmek istenmiş yani, ya da söylenmek istenen

her neyse kötü söylenmiş’’ dediğinizde, ‘’ee sen güncel sanata karşı mısın?’’ ‘’Tutucusun, anlamıyorsun’’ gibi bir davranış çıkıyor karşınıza.

işte. İyi sanat için parlak bir fikirden daha fazlası olmalı. Sezgi, ruh, vicdan bütünlüğü. Bir Anselm Kiefer’in resimlerine bakın, ne kadar bu çağın acısını, sorumluluğunu içinde taşıyan resimler, ama ne kadar kuvvetliler. Fotoğrafta bir Hiroshi Sugimoto’ya bakın, ne kadar minimal, ne kadar anlamlı ve ince bir konsepte sahip. Adeta zen!

Bizimkilerin çoğu kaba saba toplumsal mesajlar taşıyor. Bayat mesajlar. Sosyologlarımız filan ne kadar daha ilerde oysa. Gazetecilerimiz, yaşadığımız siyasi ortam, Avangard olmak yetmiyor. ne kadar dinamik! Oysa Parlak fikir yetmiyor. Parlak bizim güncel sanatımız asla fikir reklam ajanslarında işe toplumda bir yankılama yarar. Ama sanat eserini yapmıyor, hiçbir tartışma oluşturan şeyler yalnızca açmıyor, şımarık bir elitin parlak fikir, ya da herhangi oyun malzemesi adeta. bir fikir, bir idea, bir mesaj, Bienallerden sonra basını ne bileyim yetmiyor tarayın, bir tek ciddi FOTORİTİM Söyleşiler

48

tartışma bulamazsınız bienalde sergilenen işler hakkında. Kimsenin umurunda değil çünkü. İnsanların ilgisizliği mi tek neden. Hiç sanmıyorum, güncel sanatın dili öylesine anlaşılmaz kılındı ki, kimse anlamıyor, giderek anlamaya çalışmaktan vazgeçiyor. Bu kadar çetrefil kılınan bir dille kimseye bir şey söyleyemezsiniz! Oysa

bir Giacometti heykeline bakın, ne kadar ince bir insanlık halinden bahsediyor, ve hala konuşuyor, kalplerimize, ruhumuza işliyor, bir Brancusi heykeli. Francis Bacon’un yağlıboya resimleri. Hiçbirinin altına uzun uzun manifestolar yazılması da gerekmiyor üstelik. Kendi estetik dilleri öyle kuvvetli ki. İstanbul Bienalindeki işlerin çoğu, hepsi değilse de


çoğu, içinizi ve kafanızı bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Herkes ha bire mesajlar vermek derdinde. Kötü bir dil kullanarak üstelik. Kimsenin bu kadar çok mesaja ihtiyacı olduğuna inanmıyorum. Ama işte kimse ‘’kral çıplak’’ diyemiyor. Güncel sanatın kötüsüne ‘’Kötü!’’ diyemiyor.

Böyle direkt eleştiri pek yapılmıyor. Herkes aptal durumuna düşmekten korkuyor. ‘’Belki olaya hakim değilim ondan anlamıyorumdur, aman çaktırmayayım’’ gibi. Bir fıkra anlatarak bitirebilirim. :) İki Arnavut Bursa’ya sürgüne gönderilmiş Osmanlı döneminde. Biri berber, diğeri arkadaşı. Berber olanı arkadaşını tıraş ediyor, böyle sabunu köpürtmüş, sürmüş yüzüne. Derken berber dükkanı önünden bir deve kervanı geçiyor. Şimdi tıraş olan düşünüyor, bakıyor. İlk defa deve görüyor. Fakat bu geçen yaratığın ne olduğunu bilmediği

için ve cehaletinin de ortaya çıkmasını istemediği için, bir şey de söylemesi gerekiyor. Eliyle gösterip: “Nelere bak nelere be yav!” diyor. Traş eden Arnavut da uzunca bakınıyor, o da bilmiyor bu yaratıkların ne olduğunu ve o da cehaletinin ortaya çıkmasını istemediği için, ‘’böyle olur bunlar be yav’’ diyor. İşte bizim güncel sanat sergilerimizde de insanlar, bu Arnavut göçmenler gibi davranıyor.

“Hayatın bir ayağı fotoğraftır.” Resim yaptığınız oluyor mu? Karakalem yapıyorum. Arada bir çizdiriyorum. Desen çiziyorum.

Fotoğraflarınızda bu desenleri arıyor musunuz? Yok şüphesiz! Bunun bir gerçeklik olduğunu bilerek çekiyorum. Hayatın bir ayağı fotoğraftır.

Fotoğraflarınız hakkında konuşmayacaktık

biliyorum, yani sizin için ne anlam taşıdıkları hakkında ancak yine de şansımı denemek istiyorum. Soruyorum, fotoğraflarınızı izlerken siz ne hissediyorsunuz? Gösterdiklerinizi nasıl görüyorsunuz! Bu kısımda hep zorlanırım ancak şu kadarını söyleyebilirim. Fotoğraflarıma duygu yüklemeyi önemsiyorum ve kesinlikle amacımın sokak çocuklarının hayatını değiştirmek, Afrika’daki açları doyurmaya çalışmak olmadığını belirtmek istiyorum. Bir realiteyi belgelemeye de çalışmıyorum fotoğraf çekerek. Ne yapmaya çalıştığımı değil de, fotoğraflarımla ne yapmaya çalışmadığımı söyleyebilirim. Sosyal sorunlara dikkat çekmeye çalışmıyorum, bir haberci değilim. Şunu çok net söyleyebilirim, belgesel fotoğraf çekmiyorum. İnsanlığı kurtarmaya çalışmıyorum. İnsanları şaşırtmak için kurgulanmış fotoğraf çalışmaları yapmıyorum ama birkaç yıl sonra bu durum değişebilir. Belirttiğim gibi sezgilerimin peşinden gidiyorum. Belli bir dökümantasyon ya

49

FOTORİTİM Söyleşiler


da arşiv ya da yöntem kaygısıyla değil. Mesela şimdi çıkacağım bir yer belirledim ama ne çekeceğimi planlamadım ama oraya varınca oraya gidince karşıma ne çıkacağını sezerim, bilirim, görünce anlarım. Sadece değişik bir yere götürecek beni otobüs.

Anlıyorum. Şu anda üzerinde çalıştığınız başka konular var mı? Yaklaşık bir yıldır renkli çekimler yapmaya başladığımı söyleyebilirim. Şimdilik ‘’Sihirli Ayna’’ diye bir başlık koydum. Seoul fotoğraflarından sonra başladı. Hatta gelin size göstereyim hemen. Renkli çekmeye başlayınca yeni bir döneme girdiğimi hissettim.

Tamam. (Uzun ahşap masada renkli fotoğraflara bakıyorum 10 dakika kadar) Baskıya FOTORİTİM Söyleşiler

50

gitmeden hepsini görmek kıymetli bir durum. Çok heyecan alıyor olmalısınız siyah beyaz yıllarca çalıştıktan sonra. Şimdi resim eğitimimde görsel hafızama yerleştirdiğim bütün resimler tekrar canlanmaya başladı. Onca yıllardan sonra şimdi çok heyecanlı bir döneme girdiğimi hissediyorum evet. Heyecanlanıyorum ve her gün çok yoğun çalışıyorum. Değişiklik yapmak lazım tabii ki. Her 10 yılda bir! Yani benim için on yılda bir, başkaları her yıl yapabilir :)

erken çıkmıyorum. Işığı önemsiyorum çıkış saatimi de tabii ki. Öğlen üstü akşama doğru olan ışığı sevsem de, öğlen çıtır çıtır olan ışığı da seviyorum bazen.

“Bir tek ciddi mimari yapılmamış Cumhuriyet döneminde!”

İstanbul’a yönelik bir açıklamanızda, Helenistik dönemin, Bizansın ve Osmanlının iç içe yaşadığı bir tarihi var demişsiniz. Cumhuriyet dönemine (Bolca gülüyoruz burada) geçişi aktarmışsınız. (Fotoğraflara bakmaya Bir gününüz nasıl devam ediyorum.) geçiyor? (Fotoğraflara bakmaya devam Evet, Cumhuriyet ediyorum) döneminde İstanbul’u mahvetmişiz, unutmuşuz, Sergi hazırlığı içindeyim, kaderine terk etmişiz. yazılar yazıyorum, çok Başkentin Ankara’ya erken kalkıyorum ancak


taşınması büyük hata olmuş. Başkent İstanbul olarak kalmalıydı. Tüm o sistemin alaşağı olması büyük bir hata.

Karaköy’e indiğimde Bankalar Caddesi’nde dolaştığımda bir estetik görebiliyorum ancak o kadar… Bir tek ciddi mimari yapılmamış Cumhuriyet döneminde. Felaket olmuş, ve çekinmemek lazım bunu dillendirmek lazım artık. Yani yerine kurulan şey eskiyi aratmış. Sanat yok yapılanlarda.

Burada bu dünyanın merkezi olan :) Galata Kulesinin yanında yaşamak nasıl bir şey? Uzun yıllardır buradasınız değil mi?

çıkmaz mıydı ortaya? Yani birilerine gösteriyor olmanın heyecanıyla çekiyoruz bunu başka ne olabilir!

Çok güzel, bu civarda yaşıyor olmaktan memnunum. Sessiz ve trafikten uzak ve aşağı yukarı 18 yıldır buradayım.

Size çok teşekkür ediyorum iki saatinizi ayırdığınız için. Renkli fotoğraflarınızı izlemek de gerçekten heyecan vericiydi.

Fotoğraflar gizli kalmamalı değil mi?

:) Ben de teşekkür ediyorum!

Tabii ki. Tüm fotoğraflar paylaşılmalı. Hani nasıldı eskiden? Misafirliğe gidince ilk aile albümleri

Şubat 2010 www.arifasci.com

51

FOTORİTİM Söyleşiler


İLKE VERAL

LEVENT YILDIZ

FOTORİTİM Söyleşiler

52


“Acaba günümüz insanının bunalımı, doğadan ve masallarından uzaklaşmasından mı kaynaklanıyor?…”

53

FOTORİTİM Söyleşiler


Masallar bazen gerçek dünyadan insanı alıp, var olmayan dünyaların kapılarını aralatır, doğaüstü, zaman ötesi yerlere götürüp düşler gördürürler… Bazen yol gösterme, nasihat verme, örnek olmak için kullanılırlar, doğruların ve güzelliklerin başka bir dille anlatımıdır… Bazen de biraz rahatlamak, gündelik didişmelerden, acılardan ve stresten uzaklaşmak için kaçış noktalarıdır. Ne amaçla yaratılmış, anlatılmış ve dinlenmiş olurlarsa olsunlar masallar hep vardılar, insan var olduğu sürece de hep olacaklar… Sizin günümüz insanına masallar anlatmanızdaki gayeniz ne idi? Nasıl bir gaye ve istekle yola çıktınız? Masallar, bulunduğumuz evrenin gerçeklerinden kopuk değildir bence. Özlemlerimizi, gereksinimlerimizi ve gelişmemizi gerçekleştirmek için bir fırsattır belki de. O kapıları aralamak, hayal ederken sorgulamak ve var olanla yetinmeden daha ileriye uzanmak için tutunduğumuz sağlam bir daldır öte yandan. Her gün birbirinden acı deneyimler FOTORİTİM Söyleşiler

54

yaşıyoruz, çağımız insanı giderek kendi açmazlarını yaratırken, bir yandan da temelinde var olan saflığının ve doğasının temsil ettiği niteliklerden uzaklaştığını görüyor, buna hayıflanıyor. Bu bozguna karşı bir önerme aslında benim için “San ki”… En başta benim ihtiyaç duyduğum ve özlediğim masallarımı paylaşırken, izleyiciyi de görsel masallarıma davet ederek, kendi masallarını oluşturmalarına zemin olabilmek gayesiyle hareket ediyorum. Öyle sanmalarını, hayal ve umut ederek, daha iyi bir dünya için uzanıp alma enerjisine kavuşmalarını önermeye çalışıyorum. Çünkü uzaklaşmakta olduğumuz doğa ve masallarda çok değerli ipuçları var bana göre. İçimizdeki çocuğun hala dizginlenemez biçimde, çekildiği kuytu köşede, pusuda bekler gibi masallarını özlediğini, aradığını hissettim çalışırken. Bu yolla, kendi adıma gerçekleştirdiğim her görsel masalda biraz daha o çocuğu mutlu ettiğimi ve biraz daha kendi klostrofobimden sıyrılmakta olduğumu gözlemledim. Aynı şekilde, başkalarının da böylesi bir sürece dâhil olmalarını

istedim.

Yani siz masalları, insanların gerçek hayattan kaçarak sığınacakları yerler olarak değil aksine insanların yaşamları içerisinde hayallerinin peşinde koşarak daha iyi, daha mutlu ve hem kendileri hem de çevreleri ile daha barışık bir hayat yaşamaları için düşünselgörsel birer araç olarak tanımlıyorsunuz? Evet, bana göre tüm gerçeküstü abartılı öğelerine karşın masal, insanın sadece sığındığı bir yalansı uydurmaca değildir. Anlatımı gerçeküstüdür, biçimi grotesktir, olağandışıdır, bazen ütopiktir ama gerçek bir hayattan yola çıkar, içinde gerçek dersler barındırır, nihayetinde de hakiki sonuçlara varılabilir. İnsanın yaratıcılığının sınır tanımazlığı sayesinde söylem biçemi hayali, ama içeriği sahicidir. Geleneksel masallarda kullanılan dil, geçmiş zamana aittir. Benim masallarımdaysa, bilindik masal anlatım geleneğiyle tam örtüşmemekle birlikte, çağdaş, görsel ve geleceğe ilişkin sahici özlemleri ve idealleri


“Photoshop olmasaydı, belki o günün teknolojisi neye el veriyorsa onları deniyor olurdum.” öyküleme çabası vardır. Sonuç olarak söylem dili masalsı olmakla birlikte, içeriği sahici kaygılar ve kavramlardan beslenir, masallara öykünür. O kavramları ifade etmek için kurgulanmış bir araç değil de, aracıdır diyebiliriz.

“San ki” serginizle aktarmak, paylaşmak ve hissettirmek istediğiniz ana tema olan masallar, bir nevi sizin fotoğraf sanatınızla da paralellik arz ediyor diyebilir miyiz? Fotoğrafı gerçeküstü formlara sokmak, ütopik olgular katmak vs. Masalımsı anlatım ve aktarım sizin sanatınızın orijin noktası ve arayışlarınızda çıkış yeriniz değil mi? Bu sergi özelinde evet, içerikte işlediğim masalları, yine masalsı bir dille anlatmayı seçtim. Ama diğer projelerimin tamamı için aynı şeyi

söyleyemem. Konsept ne gerektiriyorsa, o söylem biçimiyle desteklemeyi tercih ediyorum denebilir. Bu seride, sorguladığım bir şey var; Acaba günümüz insanının bunalımı, doğadan ve masallarından uzaklaşmasından mı kaynaklanıyor?… Bunu sorgularken her karede doğadan bir parça, bir mekân, bir canlı veya bir mevsim kullanıyor, masal tadında bir kurgu içinde insanla bütünleştiriyorum. Ama masal her zaman, çıkış noktam olmadı, örneğin “Anahtar” isimli serimde çağımız insanının soğuk yüzü, son derece karamsar ve katı bir dille atmosfere yedirilmiştir. Orada masaldan çok, iç burkan bir gerçekle yüzleşmek mümkün olabilir kanımca. Keza, Anafor’da da insanın herhangi bir doğa parçası ile bir aradalığı, deforme ve eğreti bir bütünleşememe hali sergilemektedir. Neden günümüz insanı Anahtar ve Anafor’da tanımladığım biçimde bu evrende salınıyor, şeklindeki soruma karşılık, bir yanıttır aslında “San ki” serisi… Çünkü insan, giderek masallarından da uzaklaşmakta, var olan dünyayı olduğu gibi,

tüm gerçekleriyle kabul etmekte ve hayal ettiği yeni bir düşün peşinden giderek kendine yeni bir dünya kurgulayabileceğini unutmaktadır. Tıpkı kendi özgürlüğünü, kendi kendiyle konuşarak oluşturan ve tamamladığı örgüden kelebekleri bulutların içinde düşleyen kırmızılı kız fotoğrafımda olduğu gibi. Bu projem için, yola çıkışımın temelinde, bendeki sorgulamalar böyle cümleleştirilebilir… Öte yandan oldum olası masalları hep çok sevmişimdir, çocukken babamın anlattığı, “arkası yarın” diyerek, uzun zamana yaydığı masalların tadı benliğime işlemiş sanırım. Bir de bundan 3 yıl kadar önce keşfettiğim ve o günden bu yana çalışmalarıyla neredeyse boğuştuğum fotoğraf sanatçısı Maggie Taylor’un işlerinin tekniği de, yeni sergimde yansımalar ve göndermeler halinde gözlemlenebilir. Eski sararmış fotoğrafları, günümüz teknolojisi ile masalsı bir anlatıma kavuşturuyor Maggie ve kendime son dönemlerde en çok yakın hissettiğim ve etkilendiğim bir Photoshop virtüözüdür.

55

FOTORİTİM Söyleşiler


Açılan son serginizde, izleyicisi ile karşı karşıya gelen eserleriniz umduğunuz etkiyi gösterdi mi, bunu gözlemleme şansınız oldu mu? Tepkilere ait akıl notlarınızı bizimle paylaşır mısınız? Bu sergimi ilk olarak gerçekleştirdiğim mekan, İzmir’de tarihi bir binadır. Ağaçlı ve yeşillik bir bahçenin ortasında, küçük sevimli bir köşk. Sanki masal gibi. Öncelikle benim hayal ettiğim atmosfere çok uygun düştü, sonra da masal odamın kapılarını FOTORİTİM Söyleşiler

56

araladığımda, içeriye girenler bu bütünlüğü hemen algılayabildiler. Yorucu bir kentin tüm hızlı trafiğinden izole, mis gibi yeşillik kokan, kuş cıvıltılarının da bize köşke giden yolda eşlik ettiği duygusu, tamamlayıcı oldu sanırım hissettirmek istediğim duyguya. Ve kapıdan içeri girip çalışmalarımı izleyen insanların yüzlerinin güldüğünü görmek beni ayrıca mutlu etti. Benim konuşabildiğim herkesin kendini yakın bulduğu farklı bir fotoğraf oldu ki bu da hoş bir duygu. Sanıyorum herkes için bir

veya birkaç masal vardı odada… Benim başlattığım yerden, yeni bir hikâye geliştirenler, hatta yazanlar da oldu. Bir örneğini şu linkte görebilirsiniz: http://blog.milliyet.com.tr/ Blog.aspx?BlogNo=144173 Ayrıca Prof. Mehmet Bayhan’ın katalogum için fotoğraflarımdan yola çıkarak yazdığı, içinde masalsı metaforları da olan değerlendirme metni benim için sevinç verici oldu. Tüm bunların yanı sıra çocuk- yaşlı, yerliyabancı ayırmaksızın


farklı kesimlerin ortak beğenisi olabildiğini de gözlemlemek kıvanç vericiydi. Sanıyorum başlangıçta kendi ihtiyacımdan hareketle gerçekleştirdiğim masallara, birçoğumuzun özlemi ve gereksinimi varmış. Sadece bunu paylaşabilmek bile yeter aslında. Doğanın içinde kaynaşmış insanın masalını görmek sanırım insanlarda iyi bir titreşim yarattı. Tabii bunlar benim izlenime ait akıl notlarım, asıl olan benim karşılaşmadığım genel izleyicide veya sizlerde nasıl bir titreşim yarattığı?

Fotoğrafa başlamanız ve ilk dönem çalışmalarınız zannedersem İFOD’da olmuş… Photoshop’u nasıl öğrenip geliştirdiniz? Photoshop olmasa İlke Veral’dan bu tür çalışmalar göremez miydik? Öte yandan fotoğraf sever izleyici kitlesinin, çalışmanın özünden, sanatsal kısmından çok, hangi donanım kullanılmış, hangi program ne kadar ve nasıl kullanılmış gibi meraklarla yaklaşmasını nasıl karşılıyorsunuz? Mona Lisa’nın hangi tuvalle, hangi fırçalarla yapıldığını merak etmek,

daha doğrusu sadece bunu düşünmek bana biraz komik geliyor. Hepimizin fotoğraf makinesinin olmasından mı doğuyor, bu amaçtan çok araca doğru yönelmeler sizce?

haline geldi ve hala da öğrenmeye devam ediyorum. Kendime ait dilimi bu araçla geliştirdim ve sanırım artık bu benim dil alışkanlığım haline geldi. Tarzımın içine oturdu.

1991 yılında tanıştığım İFOD’da nitelikli bir ortam vardı, söyleşiler, grup çalışmaları, fotoğrafın sanat olarak değerlendirilmesi bağlamında bazen acımasız bir süzgeçten geçmek gerekiyordu ki bunun kendi gelişimimde katkısı olduğunu da biliyorum. O günlerde benden önce yol almış arkadaşlarımın bana yürek vermesi, deneyimlerini paylaşmaları ve benim bitimsiz merakım, çeşitli deneysel çabalarım sonucunda Photoshop’un varlığından haberdar oldum. O günlerde bunu öğrenebileceğim fazlaca kaynak da yoktu. Bir tez metninden takip ederek, deneye- yanıla, kimi zaman da kullanan arkadaşlarıma sorarak Photoshop becerimi geliştirdim. Kullanmaya devam etmekte istekli ve kararlı olunca da zaten ortamda sonsuz öğrenilecek şey olduğunu gördüm. Bunları öğrenmek bende ihtiyaç

Photoshop olmasaydı, belki o günün teknolojisi neye el veriyorsa onları deniyor olurdum. Tıpkı ilk başladığım yıllarda yaptığım, kolaj, ekolin boyama, üst üste çekim denemelerimde olduğu gibi. Yani, anlamı ve hayal gücünü destekleyecek teknik zorlamalardan vazgeçmezdim sanırım. Fotoğraf, teknolojiye dayalı bir sanat olduğu için, gelişen teknikle birlikte, onun nasıl yapıldığını öğrenme merakı da

“Sanatsal üretim sürecinin sınırlamasız ve özgür koşullarda gerçekleşmesi halinde, daha katmanlı ve çok okunmalı sonuçlar doğurabileceğine inanıyorum.”

57

FOTORİTİM Söyleşiler


beraberinde geliyor, bunu anlıyorum. Fakat bir yapıtı incelerken salt onun hangi teknikle yapılmış olduğuna kafa yormak biraz tüketime ait bir şey bence. Sonuçta tüketilmesi için bir beceri sergilemiyoruz, aksine, bir özü paylaşma ve karşılıklı bir diyalog oluşmasını sağlamaya çalışıyoruz. Yapıtın salt tekniğinin sorgulanması, bir söz, bir sorunun karşılık bulamaması, monolog olarak orada asılı kalması gibi bir şey hissettiriyor bana. Yüzeyde kalınmış, fotoğrafın içine girilememiş gibi oluyor.

Önce kafanızda mı yaratıp, kurguluyorsunuz yoksa PS denemelerinde mi ortaya çıkıyorlar?

Bu serideki modellerimin hemen hepsi genç veya çocuk. Onların umutlarının, geleceği temsil etmelerinin, masallarıma daha çok yakışacaklarını düşünmem, beni onlarla çalışmaya yöneltti. Büyük bir kısmı yakın çevremde olan ve projemin içinde severek bulunmayı isteyen yüzlerdir. Bir kısmı da tesadüfen karşılaşıp, katılmalarını isteyip kabul görmesiyle çalıştığım modellerdir. Her yüze Öte yandan, bir sanat yakışacak masalımı daha üreticisi olarak, izleyici ile önceden planlamıştım, paylaşmak istediğim bir onlara da bunu anlatıp, yoğunluk içerisindeyken, nasıl davranmaları anlam üzerine geri gerektiğini söyledim bildirimler, sorular ve çekimlere başladık. geldiğinde ise daha çok Yüzlerce kare içerisinden yürek verici oluyor açıkçası. seçip ayıkladıklarımı İşte o zaman karşılıklı kullandım. Modellerimi diyalogu kurabildiğimi genelde daha rahat görüyor ve sahici bir oldukları iç mekânda, paylaşım içinde olduğumu paraflaş kullanarak hissediyorum. Ayrıca görüntüledim. Sonra teknik beceri geliştirmek onları daha önce çekip, bir isteyenlerle de başka klasörde topladığım çok şekillerde temas halinde sayıdaki doğa görselleri olabiliyoruz. içerisinde bütünleştirene kadar bilgisayar yardımı San ki serisindeki ile birleştirdim. Işık, çalışmalarınızda yer alan gölge, düşsel efektlerle modellerinizle nasıl bir destekleyip, istediğim hale çalışma gerçekleştirdiniz? gelene kadar ortalama 6 FOTORİTİM Söyleşiler

58

aylık bir çalışmayla sonuca ulaştım. Masalsı bir ortak atmosferleri olmasını istiyordum, bunun için de kendi geliştirdiğim bir perde katmanı uyguladım. Bu kimi zaman, rüzgâr, duman, dalga, kimi zaman da resim etkisi uyandırarak, masalın büyüsüne daha kolay adapte olmamızı sağlayacaktı benim için. Çalışmaya başlarken, konu ve masallar ana hatlarıyla belleğimde şekillendikten sonra, “evet artık oldu” dediğim noktaya gelene kadar üretim süreci devam ediyor ve bitene kadar şekil değiştirebiliyor. O süreçte kendimi ve modellerimi serbest bırakıyorum. Başta çizip, tıpa tıp aynısını yapmaya çalıştığımda sonunda çok matematik ve soğuk, hatta karikatürize sonuçlar aldığımı geçmişte uygulayıp görmüş ve çoktandır bu yöntemden vazgeçmiştim. Sanatsal üretim sürecinin sınırlamasız ve özgür koşullarda gerçekleşmesi halinde, daha katmanlı ve çok okunmalı sonuçlar doğurabileceğine inanıyorum. Tüm bildiklerimizin, biriktirdiklerimizin açığa çıktığı bir dönem aslında üretim süreci. Ve çağrışımlar o


süreci destekleyerek güçlendiriyor, katmanlaştırıyor. Fakat bunu yaparken tamamen araçlarla oynayarak tesadüfi bir şeyin ortaya çıkmasından bahsetmiyorum kesinlikle. Yola çıkarken nereye gideceğinizi bilerek aracın başına oturmalısınız ama yolda çağrışımlar, sürprizler bu yolculuğunuza renk katmalı, anlam katmalı, özgür kılmalı.

Bazı sanatçıların çalışmalarında akvaryumda gördüğümüz Japon balıkları, sizin bu serinizde denize

kavuşmuş gözüküyorlar. sanatseverler için neler Japon balıkları sizin için söyleyebilirsiniz? Ve ne anlam ifade ediyorlar? eğitim çalışmalarınızla ilgili bilgiler verir misiniz? Evet, çoğunlukla Japon balığı, doğadan Fotoğraflarımın satışlarında koparılmışlığı, süs olarak akvaryumda yaşatılmayı, sınırlı edisyon garantisi bazen özgür olamama vererek, iki farklı boyut durumunu ifade etmek için en fazla 3 baskı yapmayı seçtim. Böylece için kullanılır. Ben o her bir fotoğraf için güzel, şirin, estetik canlıyı, San ki sergim içindeki belirlediğim rakamı da iki fotoğrafta, denizde, üçe bölerek almak isteyen mutlu ve özgür olarak kişi açısından daha uygun betimledim. Sanki orada olan bir limite çekebilmiş doğayla kaynaşmanın oldum. Yazık ki tüketimin sınırsızlığını yaşıyor çılgınlık düzeyinde gibiydiler. arttığı günümüzde, sanat eseri satın alma, Fotoğraflarınızı özellikle fotoğraf satın alma alışkanlığı, henüz satın almak isteyen

59

FOTORİTİM Söyleşiler


ülkemiz için üzücü boyutlarda. Oysa sanat tüketicisi olmanın aslında bir anlamda üretimine destek olmak ve düşünsel üretimin de içinde olmak olduğu gerçeği gözden kaçıyor.

kavramsal metninin yazılmasından, işçiliğine ve sunumuna kadar tüm detaylarını yeniden denetliyorum.

Muhakkak bir bütündür fotoğrafçı için sergisi. Ancak yine Eğitim çalışmalarımı, de bu sergiden en birebir ve gelen öğrencinin başarılı gördüğünüz ihtiyacına yönelik olarak çalışmalarınız hangileri belirlediğimiz düzeyde, desem? Bu serginizi teknik altyapıyı kurduktan başka yerlerde de açmayı sonra atölye çalışmaları planlıyor musunuz? halinde gerçekleştiriyorum. Bundan sonraki Kimi zaman da zaten bir projeleriniz nelerdir? şekilde çalışmakta olan fotoğraf sanatçılarına proje En zor soru bu oldu. Ben danışmanlığı yapıyorum. seçmekte zorlanıyorum bu Onların fotoğraflarının aşamada, artık ona bence FOTORİTİM Söyleşiler

60

izleyici karar vermeli. Ortalama 50 fotoğraf çalıştım bu seri için ve çok titiz bir eleme sonucunda 24’e kadar inebildim, şimdi onların arasında bir ayırım yapamam ki. Her biri biricik benim için ve farklı duyarlılıkları temsil ediyorlar. Sergimi farklı illerde, hatta yurt dışında da açmayı istiyorum ve bu yönde araştırmalarım devam ediyor. Uzun zamandır gerçekleştirmeyi planladığım iki ayrı projem var. Bir tanesi, ismi


İ-KİMİZ? Metni zaten hazır, benim yazı denemelerimi topladığım Milliyet Blog adresimde sunmuştum: http://blog.milliyet.com.tr/ Blog.aspx?BlogNo=92781 Kimlik ve içimizde yaşayan farklı benleri, iki ayrı enstrümanla, fotoğraf ve resim gibi, iki ayrı kişi tarafından üretilmiş bir ortak çalışma olarak düşünüyorum. Birlikte imza atmakta ortaklaşabildiğim ve aynı dili kurabildiğim bir ressam arkadaşımla anlaştığım gün başlayacağım sanırım buna. İkincisi ise, sosyal

olanakları iyi olmayan çocuklarla röportaj yapıp, onların hayallerini fotoğraflamak. Bu projeme de sponsor bulduğum gün başlayacağım. Maliyet olarak kapsamlı bir planım var o proje için çünkü. Ayrıca bunların dışında bireysel projeler de gerçekleştireceğim elbette ama henüz yeni sergimin gezdirilmesi, sindirilmesi ve benim de bu konudan, masalların etkisinden uzaklaşabilmem gerekiyor, biraz daha zamana ihtiyacım var gibi, sanki . Onun dışında fotoğraf çalışmalarıma ara verdiğim soluklanma

zamanlarımda yazma denemeleri yapmaktayım. Yazdıkça kendimi yeni bir konu içinde bulmam da mümkün olabilir fotoğraf açısından… Bu keyifli söyleşi sayesinde, benim düşünce ve duygularımın diğerlerine ulaşmasında aracı olduğunuz ve bu fırsatı tanıdığınız için teşekkür ederim. Güzel çabalarınızın uzun soluklu olmasını diliyorum. Ocak 2009 www.ilkeveral.com

61

FOTORİTİM Söyleşiler


TOMAS MUNITA

LEVENT

berna

YILDIZ

güneri

FOTORİTİM Söyleşiler

62


“Afganistan’da birden fazla kez dövüldüm, bir çete tarafından taşla saldırıya uğradım, kısa süreli olarak tutuklandım...”

63

FOTORİTİM Söyleşiler


Sevgili Tomas, Fotoritim’e hoş geldin. Renk, ışık, insan ve konu anlatımında gördüğüm en başarılı basın fotoğrafçılarından birisin. Fotoğrafçılığı ve basın fotoğrafçılığını meslek olarak seçmenin öyküsünü anlatır mısın?

Ülkende yaptığın mesleğin durumu, çalışma koşulları gibi konulardan bahseder misin?

oldu. Hem bir vatandaş olarak hem de bir basın mensubu olarak neler yaşadın?

Depremden hemen sonra ailemin iyi olduğundan, Kolay değil, orada fotoğrafçılar için pek fazla yeterince yiyecek ve suya pozisyon yok ve gazeteler, sahip olduğundan emin yayınları ve fotoğrafları olmak zorundaydım, ondan sonra merkez kullanmaları açısından üssü civarındaki en çok Basın fotoğrafçısı olmayı düş kırıklığına uğratıcı. hiç ummuyordum. Ama özellikle kendileri etkilenen bölgelere fotoğraf çekmeye gittim. Fotoğrafı sadece bir yaratan yeni nesilden pek sanat şekli olarak çok fotoğrafçıyı görmek Depremlere alışkın olduğumdan neyle yapmayı istiyordum ama cesaret verici. Güney fotoğrafçılık okurken bir Amerika şu an haberler için karşılaşacağımı ve bir afet çok önem taşımadığından bölgesinde ne çekileceğini gazetede staj yapmam Şili’de serbest çalışmak çok biliyordum. gerekmişti, inanılmaz bir deneyimdi, hiç bu zor. kadar ilginç olabileceğini Konularını seçerken düşünmemiştim ve 2010 yılında ülkende nelere önem verirsin yani sonrasında da bırakmadım. büyük bir deprem hangi konular sana cazip

FOTORİTİM Söyleşiler

64


gelir? Ve çalışma planın, programın, insanlarla iletişiminden bahseder misin? Çevre konularındaki kişisel projelerime odaklanıyorum. Şu anda benim için önemli olan bu. Hikayeleri planlamak çoğu zaman kolay değildir, ideal olanı önce bölgede dolaşmak, insanlarla konuşmak, fotografik açıdan nasıl göründüğüne bakmak ve bu açıdan araştırmaya başlayıp etrafında hareket etmektir. Her konu farklıdır, bazen insanlarla konuşmak esastır bazen de o kadar gerekmez.

Sence başarılı bir belgesel fotoğraf projesi (veya serisi) nasıl olmalıdır? Ne gibi unsurlar içermelidir? Ve yine başarılı bir basın fotoğrafçısı ne gibi özellikler, yetenekler taşımalıdır? Benim için en önemli şey konunun özüdür, altta yatan ve hemen her konuda var olan duygulardır. Çoğu zaman tek bir kelimeyle basite indirgenebilir: hüzün, umut, eşitsizlik, hoşnutsuzluk, korku vs. Görsel bir dünyadaki bir proje yüzeyde kalamaz, işlenmesi, yeniden bir atmosfer yaratması,

“Fotoğraflarını gördüğümde bütün o yüzleri hatırlıyorum ve şimdi savaş ve tüm zorluklar arasında nasıl olduklarını merak ediyorum.” insani durumlar hakkında doğruyu anlatması gerekir. Bir basın fotoğrafçısı duyarlı ve hızlı olmalı.

Yaptığın meslek aynı zamanda tehlikeler ve riskler de içeriyor. Hem

65

FOTORİTİM Söyleşiler




seni en çok mutlu eden başarın ne oldu? Birkaç yıl para biriktirebilmekti. Sadece Himalayalar’a gidin, bir kaç ay bir grup göçebe ile yaşayın. Bu, fotoğrafçılığın bana verdiği en büyük başarıdır.

Kabul, Kashmir, Kandahar gibi farklı yerlerde çalışmalar yaptın ve bulundun. Ekseri insanların zorluklar içinde yaşadığı bölgeler denebilir. Dünyaya ve insana bu pencereden

bu konulara yaklaşımın hem de başından geçen bir anını aktarır mısın? Evet, bazen tehlikeli ama makul riskleri almaya çalışıyoruz. Tehlikeli bir bölgeye gitmeden önce her zaman bir değerlendirme yapılır, çeşitli türde tehlikeleri bilmek ve doğru insanlarla çalışmak önemlidir. Ama FOTORİTİM Söyleşiler

68

beklenmeyen şeyler her zaman olabilir, Afganistan’da birden fazla kez dövüldüm, bir çete tarafından taşla saldırıya uğradım, kısa süreli olarak tutuklandım, diğer ülkelerdeki protestolarda polis dövdü, makinelerim kırıldı vs.

Özgeçmişinde yazıyor ancak çalışmaların ile


baktığında düşünce ve duyguların nelerdir?

hissediyorum.

Kendine belirlediğin hedefler nelerdir? Bu kadar çok keder İleride neler yapmayı görmek acı verici. Fotoğraflarını gördüğümde planlıyorsun? bütün o yüzleri Bunu bir hedeften hatırlıyorum ve şimdi daha çok bir rol olarak savaş ve tüm zorluklar görüyorum, sorumlulukla arasında nasıl olduklarını yapılmalı. Röportajları merak ediyorum. Bazen orada olmak ve birkaç gün yayınlayarak bir tartışma yaratma şansına sahibim, sonra tamamen farklı bir dünyada olmak gerçekten o halde dikkat isteyen yapılabilir konuları ve çok üzücü. Ama onların hangi konunun fotografik yaşamlarına tanık olup açıdan seyircinin hikayelerini anlatabilmek üzerinde etkisi olabilecek şaşırtıcı bir ayrıcalık. bir potansiyele sahip Bunun için kendimi şanslı

olduğunu dikkatle seçmeliyim. Atacama çölündeki madencilik faaliyetleri nedeniyle kirlenip kuruyan, ölmek üzere olan bir nehirle ilgili 2 yıllık projemi henüz tamamladım. Amazonlardaki bazı nehirlerle ilgili bir projeme en kısa zamanda başlayacağım.

Mart 2012 www.tomasmunita.com

69

FOTORİTİM Söyleşiler


ACLAN URAZ

şebnem aykol

FOTORİTİM Söyleşiler

70


“Çocuklarımızın en içten gülebildiği, Çocuk İşçiler’in olmadığı bir dünyaya merhaba …”

71

FOTORİTİM Söyleşiler


Merhaba Aclan Bey. Öncelikle fotoğrafa yönelişinizle ilgili bilgi almak istiyorum. Ekonomi eğitimi almışsınız ve sonrasında on yıl basın sektöründe, reklam bölümünde çalışmışsınız. 1986’da fotoğrafa yönelişiniz basının tetiklediği bir başlangıç mıydı, yoksa eskiden beri fotoğrafa ilginiz var mıydı? İkisi de değil. Benim Cumhuriyet Gazetesi’ne girmem fotoğraf sayesinde oldu. Ancak fotoğrafa, daha evvel 1986’nın sonunda İFSAK’ta kursiyer olarak başladım. Fotoğraf heyecanı işte o zaman başladı, daha evvel fotoğraf geçmişim yok, fotoğraf makinem yok. 1986 yılı Ekim ayında İFSAK kursiyeri oldum, daha sonraki aşamada, bir yıl sonra ilk “Çocuk İşçiler” sergimi açtım. Yine bir yıl sonra İFSAK’ta eğitmenliğe başladım. Bu arada 1988-1989 yıllarında iki kez Yunus Nadi Ödülü kazandım. O Yunus Nadi Ödülü benim bir anlamda Cumhuriyet’e girmeme neden oldu, çünkü Cumhuriyet ile aramızda bir sıcaklık oldu. O arada 1990-1992 dönemi, benim İFSAK başkanlığı FOTORİTİM Söyleşiler

72

Sonrasında üniversitelerde öğretim üyeliği ve İFSAK yöneticiliği yapmışsınız. Bir dönemin fotoğraf jürilerinde yoğun şekilde görüyoruz sizi. Bunlar nasıl biçimlendi?

Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Çağdaş Sanat Uygulamaları dersi veriyorum, Kocaeli Güzel Sanatlar Fakültesi’nde de hem belgesel fotoğraf hem de diğer fotoğrafa ilişkin dersler veriyorum. İFSAK’taki derslerim devam ediyor. 1987 yılından bugüne kadar kesintisiz -özellikle üzerine basarak söylüyorum kesintisiz- bir İFSAK eğitmeni olduğum için de İFSAK onur üyesiyim. Bizim İFSAK yönetimimiz ve başkanlığım dönemi bir çılgın dönemdi. İFSAK’ın bugünkü hem maddi hem de altyapısal olarak bugüne gelmesine de sebep olduk diye düşünüyorum. Bu konuda da tevazu göstermiyorum

Fotoğraf jürilerinde şimdilerde pek yokum, daha az görünüyorum. Eskiden yoğundu, o dönemlerde elimden 150200.000 fotoğraf geçmiştir. Geçmiştir diyorum çünkü o dönemlerde bu dijital olgu yoktu. Hep elimize baskılar gelirdi, siyah beyaz, renkli. Şimdi nostalji haline geldi. Yine jüri üyeliği yapıyorum, şu anda iki üniversitede öğretim üyeliği yapıyorum, ama tabii ki sözleşmeli öğretim üyeliği, emekliyim ben. İstanbul

Bir röportajınızda fotoğrafa başlamanızın ilk senesinde, 1987’de açtığınız “Çocuk İşçiler” sergisi için, “Çocuk işçiler bir fotoğraf konusu değil, mücadele konusu benim için. Bu mücadeleyi kendi dilimle fotoğrafla vermenin doğru olacağını düşündüm” açıklamanız bu çalışmanın fotoğrafa başlamadan önce kafanızda biçimlenmiş olduğunu gösteriyor, doğru mudur?

dönemimdi ve Fotoğraf Günleri’ne Türkiye’deki ilk sponsorluk kavramıdır. İki yıl Cumhuriyet Gazetesi sponsor oldu. O zamanlar Cumhuriyet Gazetesinin maddi olarak iyi olduğu dönemlerdi. Derken o tanışıklık ile “Çocuk İşçiler”, Çağdaş Yayınlar tarafından basılması aşamasına geldi. Derken de benim Cumhuriyet’e girmeme sebep oldu. Ben de Cumhuriyet’te reklam bölümünde başladım.


Çok doğru. Şöyle söyleyeyim, öncelikle Çocuk İşçiler sergisi ilk açtığım zaman, bir yıllık bir fotoğrafçı olarak, fotoğraf geçmişim olmamasına rağmen, yine kendi baskılarımla yapılan bir işti. Sergideki 35 fotoğraftan 32-33 tanesi şekillenmişti zaten. Yine tevazu göstermiyorum, çok beğenilen bir sergi oldu. Pek çok yerde yinelendi. Yalnız, sergideki o imza defteri, o benim tıfıl düşünce halimle vardı ve şöyle bir eleştiri gelmişti; bu işler bir yıllık fotoğraflar olamaz. Doğruydu. Çünkü ben üniversiteyi gece okudum ve sürekli olarak gündüz çalıştım. Bu çalıştığım alanlardan bir tanesi de, yaklaşık 2 sene süren, bir traktör yedek parça firmasının satış müdürlüğüydü. Ve bize bağlı olarak çalışan presiyer arkadaşları, bütün Anadolu’da denetlemeye çıkıyordum, bu sayede bütün Anadolu’yu köy köy, kasaba kasaba dolaştım. Tabii konumuz traktör ve onun yedek parçası olunca gittiğimiz yerler hep sanayi çarşılarıydı ve çocuk işçi çalıştırma olgusu o zaman gözüme batıyordu. Hep hayıflanmışımdır, keşke o zamanlar fotoğraf çekiyor olsaydım. Söylediğim

dönemler 1978 dönemleri filan, bakarsanız Çocuk İşçiler çalışmasına başlamadan neredeyse bir 10 sene öncesi. İmza defterindeki o eleştiri doğruydu bir yerde; 10 yıllık gözlemin bir yılda fotoğraflanmasıydı o sergi. Tabii ki bir mücadele konusuydu ki “Cumartesi Anneleri” de öyle. Kitabın önsözünde yazar, Uluslararası Çocuk Hakları’na imza atmış bir ülkenin ki imza attığı ve uygulamadığı pek çok sözleşme var, bir tanesi de çocuk işçilerin çalıştırılması ile ilgili olguydu. Dolayısıyla bu bir tepkiydi, küçük yaşlardaki çocukların son derece zor şartlarda ve de hayatları pahasına çalıştırılması- çünkü açık preslerde çalışıyorlardı-, tek bir krikonun tuttuğu koca koca kamyonların altlarında çalışmaları, kesinlikle bir mücadele konusuydu. Aynı mücadele konusu Cumartesi Anneleri için de geçerli. Ve yöneticilik yaptığım zamanda da benim iddia ettiğim bir şey vardı, eğer biz bir fotoğraf derneği isek, tepkilerimizi, protestolarımızı fotoğraf diliyle yapmalıyız. Yazı ile yapmak edebiyatçıların, yazarların işi olabilir. Eğer sinemacıysak,

İFSAK’ın bünyesinde sinema var, kısa filmlerle o tepkiyi göstermeliyiz demişimdir. Dolayısıyla benim yaptığım, benim düşüncemle örtüşen işlerdi diyebilirim.

Anadolu’yu 1978 sonunda gezmiştim demiştiniz, peki sonradan fotoğraflama döneminiz ise 1986-1987. Neredeyse 10 yıllık bir süre var arada, koşullarda değişen şeyler var mıydı? İnanın ki hiçbir şey değişmemişti. Bunu özellikle gözlemledim, o sorgulamayı kendi kendime yaptım. O dönemlerde farklı bir çalışma koşulu var mıydı, ne yazık ki hayır yok. Kıyafetlerinde bile bir farklılık yok. Yani atıyorum ben Sivas’ın Su Şehri ilçesindeki sanayi çarşısında çalışan çocukla, İstanbul’un Merdivenköy Sanayi Çarşısında çalışan çocuğun giysileri arasında bile bir fark görmedim. Zaten fark olması imkansızdı, baştanbaşa yağlıydı ama kışın en soğuk günlerinde bile altı delik ayakkabılar, yırtık pantolon ve kazaklar orada 1978’de vardı, burada 1987’de de.

73

FOTORİTİM Söyleşiler


Günümüzde çekilse belki yine aynı şeyleri görebiliriz değil mi? Pek tabii… Yağlı olmak olgusu tamam, ama şu var bugünkü uygulama biraz daha farklı, daha katı. Bakanlık ve sivil toplum örgütleri nezdinde daha sıkı bir şey var. Ama yazın gittiğinizde o oran yükseliyor. Ama bu azalmada biraz payımız var mı diye düşünüyorum. Payım var diyorum çünkü “Çocuk İşçiler” Uluslararası Çalışma Örgütü – ILO tarafından resmi görsel belge olarak kabul edildi. Dünya Çapında örgütlere kitap olarak dağıtıldı, fotoğraflarım kullanıldı. Ve dolayısıyla ILO’nun o fotoğraflar üzerinden Türkiye’deki kongresinde bir gösterim yaptım hatta. ILO’nun o fotoğraflar üzerindeki bakış açısı çok farklı oldu ve o bakış açısı da hükümetlere baskıyı getirdi. Sonuçta amacına ulaştı bir şekilde. Ankara’daki fotoğraf günlerinde, yaptığım bir söyleşi sırasında Tuğrul Çakar bana şöyle bir soru yöneltti; fotoğrafların ve kitapların hakkında ne düşünüyorsun dedi. Ben de fotoğraflarımın ve kitaplarımın çok önemli olduğunun farkındayım FOTORİTİM Söyleşiler

74

“Belgesel fotoğrafın sadece içerik olarak iyi olması gerektiğine inanmıyorum ” ama bugün için değil, aradan bir 100 yıl geçtikten sonra, zaten Türkiye’deki şartlar hep öyledir biliyorsunuz, ben öldükten sonra fotoğraflarım ve kitaplarım çok değerli olacaktır demiştim. Mert Ali Başar: “Dostoyevski bile olsan günün birinde sahaflara düşeceksin” der, çok doğrudur.

Kitaplarınızı bulmak çok zor, 100 yılı bekleyemeden sahaflarda aradım ancak bulamadım. Cumartesi Anneleri internette 2. el bulunabiliyor. Bu daha çok direkt fotoğraftır. Işığın zorluğu itibarı ile eylemin 12:00-12:30 arasında yapılması eylemin ışık koşullarını çok zorlaştırmıştır. Çocuk İşçiler biraz daha estetize edilmeye çalışılmıştır. Çünkü ben belgesel fotoğrafın sadece içerik olarak iyi olması gerektiğine inanmıyorum.

Bir bıçak sırtıdır, hem teknik, hem içerik hem de estetik olarak doğru fotoğraflar olması gerektiğine inanıyorum. Zaten doğru bir fotoğraf olursa da o belgesel yaftasını üzerinden sıyırıp atar ve o zaman fotoğraf olur. Ben öğrencilerime de hep aynı şeyi söylüyorum.

Yine “Çocuk İşçiler” çalışmanıza dönecek olursak, 1987-1992 yılları arasında uzun soluklu ve 2 dönemli bir çalışma olmuş. Bu ikinci çalışmaya neden ihtiyaç duydunuz? Şöyle anlatayım, 1987’de açılan sergide açılan serginin 35 çalışmanın 30-32 nüvesi hazırdı. 1987 yılında açılan sergi 20×30 boyutluydu, o günkü çanta agrandizör şartlarında kendi ürettiğim baskılardı, daha küçük formattaydı. Hatta deneysel fotoğrafın Türkiye’deki öncülerinden olduğu için Ahmet Öner Gezgin sergiye geldiği zaman çok şaşırıp biraz da çekinmiştim. Çok beğenmiş ve en iyi çekilen fotoğraf tek karede çekilen fotoğraftır ama yetmediği yerlerde bizim yöntemlerimize başvurulur dedi. 1992’de çıkan albümle bütünleşen,


Yani bambaşka fotoğrafların olduğu değil, ilk serginin gelişmiş bir haliydi diyebiliriz değil mi?

yenilerdendi. 1987-1992 yılında çektiklerimden de epey vardı, o kadar da ağırlığın eskilerden olduğunu söylememek lazım. İlk sergi biraz da fotoğrafa ilk başlamanın verdiği heyecanla, alınmış büyük bir riskti. Bu kadar iddialı bir ilk çalışmanın çok başarılı bulunması da iyi bir histi. 1997’ye kadar çok fazla yerde sergilendi.

olarak ele aldığınız bu konunun, hala tam olarak çözümlenmediği ve 1992’den sonraki zaman dilimlerindeki gelişimleri göz önüne getirmek adına zaman içinde tekrar gündeme getirmeyi düşünüyor musunuz, yani bu projenin devamı var mı? Yoksa bunu zaman mı belirleyecek?

Evet, boyutlar büyüyor, paspartu boyutları büyüyor, yeni fotoğraflar da devreye giriyor. İkinci sergide 20-22 tanesi eski karelerden, diğerleri

Bu fotoğraflar bugün hala Uluslararası Çalışma Örgütü’nün belgelerinde görsel belge olarak kullanılıyor. Peki, mücadele konusu

Hayır. Şunu hemen söyleyeyim, yanlış olabilir bu söylediğim ancak benim ‘İşçi Çocuklar’ çalışmalarım bir yerde yerine oturdu. Hem

daha büyük formatta bir sergiydi. Tabii ki albümün tanıtımı da söz konusuydu. Dolayısıyla 1992’deki sergi fotoğraf olarak biraz daha genişleyen, daha büyük formatlı bir sergiydi.

75

FOTORİTİM Söyleşiler


kaybettiğimiz Ertuğrul diye bir arkadaşımız vardı, Türkiye’nin en iyi renk ayrımcılarından biriydi. 4 renk üzerinden ayrım yapıldı, double baskıya girildi. Yurtdışından siyahlar arasını ısıtmak için özel katkı maddeleri filan getirildi ve bir bej atıldı. O günün en iyi baskısı maalesef bugünün teknolojisi ile yakalamak mümkün değil. Fotoğrafların özgün baskıları ile albümü yan yana getirdiğiniz zaman dağlar kadar fark var aslında. Çocuk İşçiler olsun, Cumartesi Anneleri olsun, kitap haline getirilirken yine Türkiye’de ilk sayılabilecek, fotoğrafçının cebinden hiçbir kuruş çıkmadığı halde üzerine de telif hakları alınarak üretilmiş albümlerdir. Türkiye’de biliyorsunuz ya insanlar kendi ceplerinden para verip ya da sponsor bulunarak albüm yaparlar. Bu söylediğimin yalnız ayracı Ara Güler’dir. Ara Güler’in baskıları çok fazla yapılmıştır ve kendisine Reklam sektöründe telif ödenmiştir. Ancak oluşunuzun da bu Türkiye’deki bu Ara Güler kalitenin yakalanmasında fotoğraf albümlerinin etkisi olmuştur, değil mi? %99.9’u İtalyan baskıdır. Benim Çocuk İşçiler Biraz o, biraz da albümün ilk baskısı Cumhuriyet’te olmamın bitmiştir. Yine Türkiye’de avantajıydı. 5 yıl önce birinci baskısı biten ilk Çocuk İşçi dendiği zaman adımın bu konuyla bir anılması, yine tevazu göstermeyeceğim, çocuk işçi çalıştırma olgusunun çok iyi belgelendiği fotoğraflardı. Dolayısıyla yeni bir çalışma konusu açmak yerine, yine sosyal içerikli farklı konulu bir belgesel üzerine çalışmayı yeğliyorum aslında. Çünkü İşçi Çocuklar, fotoğraf olarak, belge olarak, kitap olarak yerini buldu. Benim yaptığım iş olarak görevini tamamladı ama Türkiye’nin gerçeği olarak misyon elbette tamamlanmadı. Bir yerde üzüldüğüm bir şey var, bu konu benim üzerime çok yapıştı, bu bir yerde güzel bir şey ama başka çalışan arkadaşlar da olsa ve o üretimin üstüne çıksa diye düşünmüyor da değilim. Bu konu benimle bütünleşti, ama tevazu göstermem, hakikaten de iyi fotoğraflar. Albümün baskısı 1992 yılında yapılan en iyi baskılardan biriydi, çok iyi bir renk ayrımı yapıldı.

FOTORİTİM Söyleşiler

76

“Eski kafalı biri olarak dokunmanın, temas etmenin önemine inanıyorum.” fotoğraf albümüdür. Keşke bugün mümkün olsa da onun ikinci baskısını bugünkü teknoloji ile basabilsek. Ben kendim için baskıyı yapmayı hiçbir zaman kabul eden bir insan değilim, ya bir yayınevi ya da bir sponsor ile bu mümkün olabilir. Ne yazık ki insanlar internet üzerinden bakmayı tercih ediyorlar. Ancak ben eski kafalı biri olarak dokunmanın, temas etmenin önemine inanıyorum.

Kitaplarınız hem sizin için hem de Türk fotoğrafı için büyük şans olmuş. Gündeme oturmuş temalar fotoğrafla yerini bulmuş, hem de siz bir fotoğrafçı olarak herhangi bir maddi sıkıntı olmadan fotoğraflarınızı albüm haline getirebilmişsiniz. Aslında tema olarak yerine oturması mantığı Cumartesi Anneleri’nde vardı. Çocuk İşçiler o kadar


da bilinen bir olgu değildi.

başladılar; o kitaplar ve fotoğrafların en önemli Ama ortaya konması ile olgusu o. Cumartesi bir şeyleri değiştirebildiği Anneleri zaten o zaman düşünülürse, o da göz önündeydi, her hafta gündem konusu sonu gündemde kalmaya sayılamaz mı? devam ediyordu. Evet haklısınız. İnsanların aklına çocuk işçileri gördüğü zaman hiçbir şey gelmiyordu. Ama o fotoğraflar ve kitaplar sonrası en azından -işte sinema ve fotoğrafı diğer estetik dallardan farklı kılan bu- ne kadar çok basılırsa, üretilirse ve ne kadar çok görülürse kıymet kazanıyor. Görüldükçe, insanlar çocuk işçilere o kadar farklı bakmaya

Cumartesi Anneleri projesini yapmak için sizi tetikleyen ne oldu, nasıl başladınız? Bu projenin albümü 1997 yılında çıktı. Yine ortada bir ülke ve demokrasi ayıbı söz konusuydu. Burada hiçbir düşünce farklılığına gitmedim. Dünyaya bakışımla ve siyasi duruşumla bir ayracı yoktu bu konunun.

Her ne şekilde olursa olsun, bir insanın ya da insanlar evlerinden veya belli bir mekandan alınıp götürülüyorsa ve sonra bir anda kayboluyorsa ve bunlar bulundukları mekandan zabıta kuvvetleri eliyle teslim alınıp götürülüyorsa ve sonrasında yok oluyorsa bu gerçekten de çok büyük bir demokrasi ayıbıdır diye düşündüm. Ve o Cumartesi Anneleri’nin sadece dönemin gazetelerinin sayfalarında kalmayıp, kalıcı bir iş olarak durması gerektiğini düşündüm ve kendi dilimde bunu belgeledim. Hatta kitabın önsözünün

77

FOTORİTİM Söyleşiler


yapanlar tarafından alındığının ve tekrar başlayacağına dair vurgu yapılmıştı. Eylemin yapıldığı dönem içinde gerekli kamuoyunu oluşturma ve gereken sesi getirmesi anlamında başarıya ulaştığı düşünülürse, siz de üzerinize düşen payı tamamladığınızı düşünüyor musunuz? Düşünüyorum. Ama Cumartesi Anneleri eyleminin devam etmesi gerekliliği ortada. Hatta benim fotoğraflarım için şunu sordular, neden yerlerde sürünen annelerin fotoğrafları yok, niye o polis copları yok diye. Verdiğim cevap şuydu; hiç bir acı bir anneye evlat acısı kadar dokunmaz. Dolayısıyla orada popülist olmamaya çalıştım ve doğru da yaptım diye düşünüyorum. son bölümünde; dik gelen öğlen ışığında demokrasinin fotoğrafını çekmenin zorluğuna karşın diye bir not vardır -ki aslında yazım da fena değildir ama Cumartesi Anneleri ile ilgili çok daha ağır bir önsöz yazmak isterdim ama yazmadım, çünkü benim işim fotoğraf çekmek. O kuvvetli ve ağır yazı işini Berat Günçıkan FOTORİTİM Söyleşiler

78

arkadaşıma bıraktım, o da gayet güzel hazırladı. Çalışması zor bir projeydi. Işık, kalabalık, karmaşa, bu ortam içinde fotoğrafı soyutlamak çok zordu, elimden o kadar geldi.

Okuduğum kadarı ile eylemin kesinlikle bitmediğinin ve bitirilmediğinin, ara verme kararının eylemi

Yakın durduğunuz ve üzerinde çalıştığınız belge fotoğrafçılığı üzerine şu sıralar yaptığınız çalışmalar nelerdir? Kafamda şu an iki proje var, bu iki konu kadar çarpıcı olmayabilir. Tabii ki şu an açıklamak istemiyorum. Şöyle


söyleyeyim, artık Çocuk İşçiler ve Cumartesi Anneleri için söylemiyorum bu lafı, aman bir ayıraç... Sadece namım yürüsün diye fotoğraf çekmek istemiyorum, şu anda düşündüğüm her iki proje de çarpıcı sosyolojik projeler, diğer iki proje kadar olmasa da. Ancak biz tip fotoğrafçılar çok zor idame ettiriyoruz hayatlarımızı.

Biz tip fotoğrafçılar dediniz. Bunu biraz açalım mı? Elbette ben emekliyim. Türkiye’de SSK emeklisi olmanın ne anlama geldiğini bilirsiniz. Üniversitelerde verdiğim derslerin ücreti bir komedidir. Yani saat başı 8 TL gibi brüt bir ücrettir. Ama orada gözlerdeki ışıkları ve aldığımız sonuçları görünce de çok mutlu oluyorum ben. Dolayısıyla bir sponsor, sponsor kavramını çok sevmiyorum ama kültürel desteğe ihtiyaç var demek daha doğru olur. Keşke böyle destekler olsa, bu destekçi kurum ile senede 1 veya 2 adam gibi sergi, gösteri sunabilsek. Ama Türkiye’de sanata bakış açısını düşünürsek, bu belki benim için bir ütopya

olarak kalır.

Peki, raflarda pek çok fotoğraf albümleri görüyoruz. Basım kalitesi anlamında çok fazla bir bilgim yok. Bunların hepsi kişisel ödemelerle mi bizlere ulaşıyor? Şu anda çok kaliteli albümler de çıkıyor. Yüzde doksanı öyle, ya da sponsor eşliğinde. Yanlış anlaşılmasın o sponsorluğu hiç bir zaman göz ardı etmiyorum veya kınamıyorum.

Bir röportajınızda fotoğrafın bir evrim geçirdiği, gelişen dijital ortamın fotoğrafı vuracak gibi göründüğünü ifade etmişsiniz bunu biraz açabilir misiniz? Burada demek istediğim dijitalin girmesi ile fotoğrafın değil, görsel dünyanın bir evrim geçirdiğidir. Herkesin fotoğrafçı olması bir anlamda güzel bir olgu, buradan başka bir yere geliyoruz. Dijitale karşı değilim, dijital devrin tamamlandığını da düşünmüyorum daha ucu açık. Daha yeni, çok önemli bir fotoğrafçımızın gösterisini izledim.

“Herkesin fotoğraf sanatçısı diye kendilerini tanımlaması beni rahatsız eden.” Kırmızılar, maviler çok gözüme battı, hatta sonra okulda da eğitim CD’si olarak izlettim. Öğrencim olan ve profesyonel fotoğraf stüdyosu olan bir arkadaşıma sordum; bu renkler niye bu kadar çiğ, hani dijital o dia pozitifin renk doygunluğuna ulaşmıştı. Arkadaşım bu kadar diye yanıtladı ki kullanılan fotoğraf makinesi oldukça kaliteli bir makineydi. Bir çiğlik var, ama benim asıl karşı olduğum olgu şu; fotoğrafçılar çoğalsın, ama o 1980 sonrası köşe dönücü mantık şöyle çalışıyordu; insanlar bir dia gösterisi yapıp ki yanlış olarak da saydam gösterisi diyorlardı, saydam diye bir şey yoktur. Saydam bir taraftan baktığınız zaman diğer tarafın gözükmesidir, dia pozitifte bir aralıktan baktığınızda bir diğer taraf gözükmez. Ne yazık ki bunun adına dergiler çıkıyor ve gösterim günleri düzenleniyor filan. Dia

79

FOTORİTİM Söyleşiler


pozitif veya slayt ile bir gösterim hazırlayıp altına da bir müzik koyup, kendilerini bir fotoğraf sanatçısı kabul ettiler ve öyle tanıttılar. Benim korkum bu; dijitalde herkesin fotoğrafçı olduğu bir ortamda, herkesin fotoğraf sanatçısı diye kendilerini tanımlaması

resim sanatçısı duymadım, heykel sanatçısı duymadım, hiç öykü sanatçısı, şiir sanatçısı duymadım; şair, ozan, heykeltraş, öykücü, romancı, ressam duydum. E insanlar kendilerine niye fotoğraf sanatçısı diyorlar, son derece yanlış bir olgu ve ben bunu kompleks olarak kabul ediyorum.

Bunun yanı sıra insanların kendilerine fotoğraf sanatçısıyım demesi kadar da yanlış bir şey yok diye inanıyorum. Çünkü bu bir süreç meselesidir, bir toplum değeridir ve bunu size süreç ve toplum verir. Ayrıca kusura bakmasınlar, Banu Alkanlar’ın, Nihat Doğanlar’ın sanatçı

beni rahatsız eden. Yine bir söyleşi de patenti tamamıyla bana ait söylediğim bir düşüncem vardır; Türkiye’de neredeyse fotoğrafçıların belli bir fotoğrafçı grubundan söz ediyorum, %90’ı kompleksli insanlardır. Çünkü ben hiç

Bunu sanırım 3. ya da 4. defadır dillendiriyorum ve çok memnunum. En azından belirli fotoğraf yarışmalarına baktığım zaman artık, jürilerin yanında fotoğraf sanatçısı yazmamaya başlandı, tabii bazılarında. Çünkü bizler de fotoğrafçıyız.

sayıldığı bir ülkede ben sanatçı olmamayı daha erdemli bir duruş olarak görüyorum. En son Başbakan’ın sanatçı açılımında, çağırdığı sanatçılara hepimiz bir bakalım kaç tane saygıdeğer insan var içlerinde, kaç tane de

FOTORİTİM Söyleşiler

80


kırıntı var, bakalım… Fotoğraf severlere, fotoğrafa yeni başlayanlara neler öğütlersiniz? Fotoğrafı asla ciddiye almayın. Asla hafife de almayın derim. Tüm estetik dallarda olduğu gibi fotoğrafta da

çıkan bir çizgidir o grafik ve her estetik dalda olduğu gibi fotoğrafta da bir parça yeteneğe ihtiyaç vardır. Ve eğitmenlikten yola çıkarak arkadaşlarımıza söylediğim bir şey vardır, ben 20 yıl boyunca fotoğraf çekip fotoğrafçı olmayan insanlar görmüşümdür, yeteneğe ihtiyaç vardır. Ama bir olayı

bundan. Fotoğrafı eğer çok seviyorsanız, bir hayat biçimi haline getirip çalışmanız, üretmeniz gerekir. Görmek ile bakmak arasındaki disiplini algılayabilmek önemlidir. Ve çok önemlidir; belge fotoğrafı dendiği zaman sadece içerik önemlidir gibi bir olguyu asla kabul

tesadüflere yer vardır. Hele günümüzün dijital dünyasında mutlaka herkesin 5-6 tane çok iyi fotoğrafı vardır. Ama fotoğraf tüm estetik dallarda olduğu gibi bir çizgidir. Ve bu çizgide fazla yalpa yapmamak gerekir. Tatlı bir eğimle yukarıya

çok sevmek, size o alanda bir başarıyı da getirir. Tabii ki bu çok klasik bir laftır, aynen çok çalışmak da. Ben fotoğraf yüzünden kendime ait işyerini neredeyse iflas noktasına getirdim, o ilk 1-2 yıllık başlangıç sürecinde, hiç de hoşnutsuz değilim

etmiyorum. Belge fotoğrafı teknik olarak da, estetik olarak da, içerik olarak da iyi olursa o üzerindeki belge yaftasını sıyırır ve fotoğraf olur. Benim için de fotoğraf olması önemlidir.

Genelde portfolyo çalışmayı, yani seri

81

FOTORİTİM Söyleşiler


çalışmayı seviyorsunuz değil mi? Tek fotoğraftan ziyade bir diziyi, konulu anlatımı seviyorsunuz değil mi?

kendi renklerimizi doğru saptayacağız, sonrasında biz de o gökkuşağının içinde her konuda olduğu gibi, tüm estetik dallarda olduğu gibi kendi yerimizi bulabileceğiz. Bu Evet. Bunun bir gökkuşağı metaforunun karakteristik, bir fotoğraf patenti de bana aittir. dili ve bir bütünlük Aklıma gelmişken olduğuna inanıyorum. Nevzat Çakır Ağabey’imizin demin sormuştunuz yeni fotoğrafçılara ne çok ilginç ve güzel bir önerirsiniz diye, yeni saptaması vardır, açılan başlayanlara Gültekin sergileri veya albümleri Çizgen der ki bir sokağa şöyle tanımlar; elişi bezi sıkıyönetim aracı gibi girip gibi. Yani bir ondan bir çıkmayın, yani insanları ondan, ortaya bir sergi ve albüm çıkar ama ortada bir ürkütmeyin. Bu lafı da İsa karakteristik yoktur. Bence Çelik çok sever ve keşke Türk fotoğrafının dünyada mümkün olsa da bu lafın patentini satın alsam der. yer edinememesinin en Biz fotoğrafçılar arasında büyük nedenlerinden bir patent olgusu döner biri olarak da bu olguyu durur anlayacağınız. görüyorum. Bu arada Dolayısıyla ben de patenti iddia ile söylediğim bana ait kelimeleri ağzımı ancak patenti bana ait şişire şişire söylüyorum. olmayan bir söz vardır, ben yöresel olunmadan evrensel olunamayacağına Sizin son olarak okuyucularımıza inanıyorum. Bir Gabriel söylemek istedikleriniz Garcia Marquez niye var mı? çok sevilir, niye Nobel ödülü kazanmıştır, çünkü Öğrencilerime de dediğim o bize kendi ülkesini gibi fotoğraf sadece Kolombiya’yı anlatır. Niye çekmek değil, çok çok Yaşar Kemal çok sevilir, o bize Anadolu’yu anlatır ve izleyin, sergi izleyin, albümleri takip edin. Hele pek çok dile çevrilmiştir. bugünkü ortamda bütün Dolayısıyla biz o kendi fotoğrafçıları, fotoğraf renklerimizi saptamadan dünyasını ayağınıza o evrensel, dünyadaki getiren internetten gökkuşağının içindeki yerimizi alamayız. Önce biz faydalanın, renk bilgisi, FOTORİTİM Söyleşiler

82

sanat tarihi okuyun. Hatta bir Gombrich’in Sanatın Öyküsü’nü, bir Fischer’in Sanatın Gerekliliği’ni başucu kitabınız haline getirin. Dolayısıyla fotoğraf sadece çekmek değil, okuyup anlayabilmektir. Estetik okumalarını öneririm, her ne kadar Türkiye’de fazla estetik yazarı ve kitabı olmasa da, bir Aziz Çalışlar’ın Estetik kitabını, İsmail Tunalı’nın 2 cilt Estetik kitaplarını okumalarını söylemeliyim (3. cilt müzik üzerinedir). Bir de fotoğraf makinesi gerçekten bir araçtır, önemli olan o aracın arkasındaki gözünüz, beyniniz ve yüreğinizdir, birikimlerinizdir. Arkadaşlara hep şu örneği veririm, ben folluktan yumurta çalıp yedim, siz folluk ne bilmiyorsunuz, yani hepimizin kendimize göre birikimleri vardır. Yaşadığınız çevre, çocukluğunuz, gençliğiniz, çalışma ortamınız… Bunların hepsi size bir deneyim kazandırmıştır, işte bütün bunlar fotoğraf ile çiçek açabilir diye önerilerde bulunurum.

Mayıs 2010


83

FOTORİTİM Söyleşiler


MURAD SEZER

ŞEBNEM EVREN

FOTORİTİM Söyleşiler

84


“Dini, milli ve sosyal kimliklerimden arınmış olarak kamera arkasına geçerim. Taraf olarak tarafsız habercilik yapmak mümkün değildir…”

85

FOTORİTİM Söyleşiler


Murad Bey, merhaba… Öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz? İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu, Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümü mezunuyum. Foto muhabirliğine 1987 yılı sonlarında üniversite öğrenciliğim sırasında staj yaptığım Tercüman Gazetesi Spor Servisi’nde başladım. 1988 – 1997 yılları arasında sırası ile Tercüman, Meydan ve Milliyet gazetelerinde spor foto muhabirliği yaptım. 1997 yılı Nisan ayında Associated Press (AP)‘nin

FOTORİTİM Söyleşiler

86

İstanbul bürosunda göreve başlayarak spor foto muhabirliğinden uluslararası ajans haberciliğine – haber foto muhabirliğine geçiş yapmış oldum. 1997- 2009 yılları arasında AP adına aralarında Kosova, İsrail-Filistin, Afganistan ve Irak’ın da bulunduğu çatışma ve savaş alanlarında görev yaptım. Aynı zamanda dünya kupası ve olimpiyatlar gibi uluslararası spor organizasyonlarını fotoğrafladım. 2005 yılında bir grup AP foto muhabiri ile birlikte “Breaking News

Photography” dalında Pulitzer ödülünü kazandım. 2009 Nisan ayında da Reuters Haber Ajansı’nda Türkiye fotoğraf şefi olarak çalışmaya başladım.

2005 yılında Pulitzer kazandınız. Öncelikle tebrikler… Kazandığınız fotoğrafın öyküsünü kısaca paylaşabilir misiniz? Ödüllü fotoğrafı 8 Nisan 2004’de Irak Felluce’de çektim. Irak’ın işgali sürecinde Felluce şehri Sunni direnişin sembolik merkezi oldu ve birçok kez ABD güçlerinin kuşatmasına


maruz kaldı. Ben, şehre düzenlenen ilk ciddi operasyonda Amerikan Deniz Piyadeleri’ne ilişik olarak görev yapan sayılı gazetecilerden biriydim. Bu ilk kuşatmayı deniz piyadelerine “iliştirilmiş gazeteci” İngilizce deyimi ile “embedded” olarak izledim. Şehrin etrafında kuşatma ve içinde de çatışmalar sürdüğü günlerdi. Şehre yardım getiren Kızılay, Kızılhaç gibi yardım kuruluşlarının gelişlerini izlemek için bir kontrol noktasına ulaşmaya çalışıyordum. Bağlı olduğum birlik beni bu noktaya yakın başka bir birliğin yanına bıraktı. Geldiğim nokta,

şehrin ana girişinde ve de Amerikalıların yaralıları için kurdukları geçici bir sağlık merkezi idi. İlk başta oradaki askerler tarafından hiç de iyi karşılanmadım. Çok gergindiler, orada fotoğraf çekmemin kesinlikle yasak olduğunu söylediler. Ben de biraz ilerde şehre giriş yapan yardım ekiplerini görüntülemek için oradan ayrıldım. 3-4 saat sonra o noktaya geri döndüm. Makinelerimi bir kenara bırakıp, iliştirilmiş olduğum birliğe geri dönebilmek için askeri konvoy beklemeye başladım. Bu arada, ilk yardım için birçok yaralı Amerikan askeri bulunduğum yere

getiriliyordu. Bunlardan bir tanesi geldiğinde ölmüştü. Doktorlar son kontrolleri yaptılar, öldüğü kesindi. Birden diğer askerler ölen arkadaşlarının etrafında toplanıp dua etmeye başladılar. Fotoğraf çekip çekmemekte tereddüt ettim. Kenarda duran fotoğraf makinemi elime aldım, üzerinde 17-35mm zoom objektif vardı. Biraz yaklaşıp, sadece 3 kare çektim ve makinemi yine aldığım yere bıraktım. Kimse fotoğraf çektiğimi görmemişti. Daha sonra bunlardan birini kadrajlayıp servise verdim. Ertesi gün (9 Nisan 2004)

87

FOTORİTİM Söyleşiler


Bağdat’ın Amerikan güçleri tarafından ele geçirilişinin 1nci yıl dönümüydü. Onlarca Amerikan gazetesinin birinci sayfasında fotoğraflarla 1 yıl önce – 1 yıl sonra haberleri vardı. Bir yanda Saddam Hüseyin’in heykelinin yıkılışı fotoğrafı, diğer yanda da benim Felluce’den gönderdiğim bu fotoğraf yer alıyordu. İşgalin 1. yıldönümünde bu fotoğraf Irak’ta işlerin hiç de iyiye gitmediğinin en büyük kanıtı olmuştu.

Savaş ya da felaket gibi durumlarda anlık kararlar çok önemli. Doğru zamanlamayla birçok şey anlatılabiliyor değil mi? Anlık kararlar yaşamımızın her alanında önemli. Ancak savaş ya da felaket gibi durumlarda bu refleks, başarı kadar hayatta kalmanızı da sağlıyor. Haber fotoğrafçılığında doğru zamanda doğru yerde olmak önemli… Buna bir de doğru anda deklanşöre basmayı eklendiniz mi, sonucunda iyi fotograf = başarı elde ediliyor.

Ödülü kazandığınız haberini nasıl aldınız? O an neler hissettiniz? FOTORİTİM Söyleşiler

88

New York’tan o zamanki fotoğraf şefimiz telefon ederek ödül kazandığımı bildirdi. İlk anda olayın öneminin farkına varamadım. İlk şoku atlattıktan sonra ajans haberlerine bakınca durumu kavradım. O gün çok heyecanlandığımı söyleyemem. Asıl

heyecanı New York Colombia Üniversitesi’nde düzenlenen törende yaşadım. Asıl o zaman önemli bir başarıya imza atmış olduğumu anladım.

Savaş ve çatışma alanlarında fotoğraf çekmek, oradaki olayları birebir yaşamak bir


tehlikelisi de acı, şiddet, korku, endişe hayatınızın doğal bir parçası haline geliyor.

İnsani duygularla hareket etmekle profesyonel olmak arasında nasıl bir çizgi var sizce? İnce bir çizgi var tabii ki. En ufak bir boşluk sizi taraflı olmaya itebilir. Bazen de işinizi yapmanıza engel olabilir. Haberci kimliğimle bulunduğum bir ortamda, bu bir spor karşılaşması da olabilir, doğal afet de, savaş da, tüm duygu ve düşüncelerimi evde bırakarak çalışırım. Yani dini, milli ve sosyal kimliklerimden arınmış olarak kamera arkasına geçerim. Taraf olarak tarafsız habercilik yapmak mümkün değildir. Özellikle uluslararası bir haber ajansı için çalışırken bu daha da önem kazanıyor.

fotoğrafçı olarak insana neler katıyor, neler götürüyor? Elde edilmesi çok zor bir hayat tecrübesi kazanıyorsunuz. Ama bu, şu an daha iyi anlıyorum ki insanı yoruyor, yıpratıyor. Olayların içindeyken yaşadıklarınızın ciddiyetini

Savaş ve çatışma alanlarında bir gününüz ve korkunçluğunu anlamak nasıl geçiyor? Görev mümkün olmuyor. Ancak, öncesinde ne gibi daha sonra tek başınıza hazırlıklar yapıyorsunuz? kaldığınızda, çektiğiniz fotoğraflara baktığınızda Seyahate çıkmadan fark edebiliyorsunuz nelere önce, gideceğim ülkeye tanık olduğunuzu. Bunların ya da habere yabancı sonucunda günlük hayatta isem, gerekli bilgileri karşılaştığınız acılara, doğal topluyorum. Yanıma harita felaketlere daha sakin ve konu ile ilgili kitaplar yaklaşabiliyorsunuz. En

89

FOTORİTİM Söyleşiler


alıyorum. Bölgede ise genellikle ajansımızın muhabir ve kameramanları ile birlikte çalıştığımız için, günlük toplantılar yapıp, büromuzda irtibat kurup gündemi belirliyoruz. Eğer yalnız isem, yerel kaynaklardan günlük gelişmeleri takip edip, gündemimi ona göre belirliyorum. Eğer iliştirilmiş isem günlük çalışmalara bağlı olduğum askeri birliğe göre programlıyorum. Bir haber ajansına bağlı çalıştığım için, haberin aciliyetine bağlı olarak günde bir ya da birçok kez, çalışmaya ara verip merkeze fotoğraf göndermek için zaman yaratıyorum.

kendinizi görünmez kıldığınız ölçüde doğal anları fotoğraflayabilirsiniz.

Fotoğraf dünyası teknolojik olarak her geçen gün biraz daha yol kat ediyor. Bunun mesleğiniz açısından artı ve/veya eksileri nelerdir?

Her yeni teknoloji haber fotoğrafçısının işini daha da kolaylaştırıyor. Dijital fotoğraf makineleri öncesinde bir de film yıkamak zorundaydık. Örneğin, yakın bir geçmişte Susan Sontag, ”Fotoğraf internet yoktu. Üzerine” kitabında Önceleri bir ‘Fiziksel müdahaleyle haberden aynı anlama gelmese de, yüzlerce kare bir fotoğraf makinesi fotoğraf üretip kullanmak yine de bir bunların katılım şeklidir’ der. Buna sadece 2-3 katılıyor musunuz? tanesini merkeze Çok doğru bir tespit. Olaya ilettiğimiz ya da insanlara ne kadar günlerden 24 saat içinde müdahale etmeseniz birden çok de elinizde fotoğraf makinesini gören insanların haberi takip davranışları değişiyor. edip onlarca Örneğin acılarını daha kareyi merkeze abartılı gösterme yoluna ulaştırır hale gidebiliyorlar. Fotoğraf geldik. Bu makinesine rağmen bizim çalışma FOTORİTİM Söyleşiler

90

hızımızı olumlu etkiledi ancak fotoğraf kalitemizi ne kadar ve ne yönde etkiledi, yeni fotoğrafçıların gelişiminde ne kadar yararlıdır, bu tartışılır.

Şu anda Reuters’te çalışıyorsunuz. Uluslararası bir ajansta çalışmanın artı ve/veya


eksileri? Uzun vadede hedefleriniz nelerdir Murad Bey? 1997 – 2009 arasında 12 yıl AP’de çalıştıktan sonra 1 yıldır da Reuters’te görev yapmaktayım. Bunun öncesinde de gazete tecrübem var. Bir uluslararası haber

ajansında çalışıyor olmaktan çok memnunum. Çalışma koşulları sanıldığının aksine zor olmasa da, görünmeyen ağır sorumluluklarım da olsa, bunun bana her gün mesleki anlamda bir şeyler öğrettiğini ve kişisel gelişimime büyük katkılar sağladığını düşünüyorum.

Hayat bir anlamda mesleğim beni uzun vadeli planlar yapmamaya şartlandırdı. Bu yüzden de uzun vadeli bir planım yok. Şu an ‘işimi en iyi nasıl yapabilirim’e odaklanmış durumdayım. Mayıs 2010

91

FOTORİTİM Söyleşiler


NASUH MAHRUKİ

EVREN ŞAR

FOTORİTİM Söyleşiler

92


“Ülkesini seven, biraz aklı başında herkes yaşanan bunca acının geçmişteki hatalardan kaynaklandığını ve bunların tekrar etmemesi gerektiğine inanıyordu.”

93

FOTORİTİM Söyleşiler


Biz sizi daha çok dağcı, gezi anıları yazarı ya da sporcu olarak tanıyoruz ve ben şunu merak ediyorum; fotoğrafçı kimliğiniz bu sporların yanında doğal olarak mı ortaya çıkıp gelişti, yoksa önceden de bir ilginiz var mıydı?

gidiyoruz ve gerçekten çok hoş yerler, orijinal şeyler görüyoruz ve doğanın bütün güzelliklerini yaşıyoruz. Bunları paylaşmak gerektiği hemen kendini gösterdi, dolayısıyla bir fotoğraf makinesi edindim bir sene sonra.

Şöyle gelişti süreç benim için, dağcılık ve diğer doğa sporlarına 20 yaşında Bilkent Üniversitesi’nde okurken başladım ve ilk bir yıl fotoğraf makinem yoktu. Baktım ki çok güzel yerlere gidiyoruz. Türkiye içinde dolaşıyoruz, kamplara, faaliyetlere yürüyüşlere, tırmanışlara

Nikon FM2 aldım bir tane. FM2 de çok iyi makine o zamanlar için. Hem mekanik kolay kullanılan hem de bayağı ağır şartları da kaldıran bir makine. Kaç kere ıslak, nemli ortamlara, mağaralara ve dağlarda karlı ortamlara soktuğum halde çok da güzel sonuçlar verdi. İlk

FOTORİTİM Söyleşiler

94

başlangıcım Nikon’la olduğu için Nikon’la devam ettim. Dijital fotoğrafa da Nikon’la başladım ama yıllar sonra Kosta Rika’da setimi çaldılar, çantam gitti maalesef. Ondan sonra Canon’a geçtim, zaten artık dijital fotoğrafa da geçmiştim, yeni setimi Canon’la yapmaya karar verdim. Ama dediğim gibi, bu tür çok doğaya çıkan ya da başkalarının kolay görme fırsatı olmayan yerlere giden kişilerin bence mutlaka fotoğraf makinesi ve video kamerasını da yanlarında götürmeleri gerektiğini düşünüyorum.


Peki bu konuda bir eğitim aldınız mı? Etkilendiğiniz bir fotoğraf sanatçısı var mı? Yok, çeke çeke öğrendim. Etkilendiğim bir isim de yok. Ben tabii sanat fotoğrafı çekmiyorum. Gördüğüm şeyleri daha çok belge olarak değerlendiriyorum. Tabii kadraja dikkat ederek, estetik kaygılarla hareket ederek, ışığı ayarlayarak… Paylaşırken onu nasıl yansıtmak istiyorsam, hangi duyguları aktarmak istiyorsam hep o gözle bakmayı öğrendim. Aslında çeke çeke öğrendim, sonuçlarını görerek daha iyi fotoğraf çekmeyi öğrendim diyebilirim.

Özellikle solo tırmanışlarda yük probleminiz oluyordur sanıyorum ve gittiğiniz yerler hem kültürel anlamda zengin hem de tırmanışlarınızı gerçekleştirdiğiniz dağları içinde barındırıyor. Uzaktan bakınca her iki kısım için de farklı ekipmana ihtiyacınız var gibi görünüyor. Bu işi nasıl çözdünüz ya da her yere fotoğraf makinenizi götürebiliyor musunuz?

Her yere mutlaka fotoğraf makinemi götürüyorum. Hatta bir kere götürmedim. Daha doğrusu son etabında götürmedim ona da çok pişman oldum, mutlaka götürülmesi gerek… Şu an Canon 20D kullanıyorum.

Ama Canon 20D özellikle tırmanışlar için ağır olmuyor mu? Tabii… İki makine götürüyorum. Bir tane büyük SLR, bir tane de normal bas çeklerden.

Zirve tırmanışlarında ne kullanıyorsunuz? Bas çek götürüyorum, gerçi Everest’in zirvesine ve o dönemlerde 7000 – 8000 metrelik dağların zirvelerine kocaman fotoğraf makinesi ve bir de video kamera götürmüştüm. Ama gerek yok o kadar büyük ve ağır makine taşımaya bence. Gerçi ben 95’te çıkmıştım Everest’e. Zaten o zaman dijital yoktu, dia çekmek zorundaydık…

Dijital kompakt makinelerde aldığınız sonuçlardan memnun musunuz? Hiç bir şekilde rahatsız

etmiyor… Bir de onlar sanat fotoğrafı değil zaten… Sadece birer belge… Belgesel anlamlı olduğu için o fark göze batmıyor bile… Sonuçta tripodla, ışık ölçüp saatlerce günlerce ışık – kadraj – kompozisyon ayarlayıp beklediğiniz fotoğraflar değil onlar. O anda ne varsa önünüzde onu çekiyorsunuz. Önemli olan o andaki görüntünün diğerlerinden bir farkı olduğunu hissedebilmek ve makinenizi o anda çıkarıp çekmek. Tabii bütün bunları yaparken tırmanış güvenliğini de hesaba katmak…

Tırmanış ekiplerinizde bu işi sadece fotoğraf çekmek için yapan insanlara denk geliyor musunuz? Hayır, ben denk gelmedim. Ama ekipte fotoğrafa çok meraklı insanlar olabiliyor… Mesela Everest’e giderken birisi kocaman bir makine getirdi. Herhalde 70 yıllık bir makineydi… Bize de sonradan yolladı onunla çektiği fotoğrafı, hatta şurada asılı duvarda… Ama tabii bunlar çok özel meraklar. Yoksa dağa giden hiç kimse ben dağa çıkıp çok profesyonel fotoğraflar çekeceğim

95

FOTORİTİM Söyleşiler


kamera ve bir fotoğraf makinesi oluyor. Zor tabii, yani bunun da size bir enerji maliyeti var. Onunla uğraşmanız lazım ona konsantre olmanız lazım. Bazen eldiveninizi çıkarmanız gerekiyor ki hiç hoş bir şey değil oralarda eldiveni çıkarmak durumunda kalmak, ama bazen bir şey yapmak için gerekebiliyor. Buna alıştırdım kendimi… Mesela motosikletle seyahat ederken de hep ulaşacağım bir çantada bir fotoğraf makinesi tutuyorum ki ani bir şey Bu konuda tabii şunu da çıktığında hemen en kolay eklemek gerek, son yıllarda şekilde ulaşabileyim. Zaten profesyonel belgeseller bütün bunları başkalarıyla ve çekimler yapan, yüksek o güzellikleri paylaşmak bütçeli ekipler de dağlara, için yapıyorsunuz, bunu hem de zorlu dağlara kafanızda çözünce gerisi gidiyor ama bu kategoriyi dikkatli bir şekilde işe ayırmak gerekir. Örneğin odaklanmak ve oradan National Geographic’in güzel bir malzeme Everest belgeseli gibi çıkarmaya kalıyor. belgeseller için elbette ki bu konudaki en deneyimli Analog ve dijital profesyoneller kullanılıyor. makineler arasında bir fark gözetiyor musunuz? -50 derecede, saatte 90 km. rüzgara karşı ya da Hayır, ben teknolojiyi kar gözlükleriyle fotoğraf severim, bugün için dijital çekilebiliyor mu? teknolojiden yanayım. Zaten dijitalin de analoğu Çekiliyor, ben buna yakaladığını, yakalamamış çok da iyi alıştım artık. olsa bile benim Mutlaka belimde bir ihtiyaçlarımı karşıladığını çantada, karnımda sıcak düşünüyorum. tutacak şekilde bir video diye profesyonel dağcılık yapmıyor. Önceliklerinizi doğru tespit etmeniz lazım. 8000 metrede fotoğraf çekmek için bu işi yapacak kadar büyük bir lüksünüz olamaz, çünkü o sürecin riskleri ve tehditleriyle bir yandan uğraşıp bir yandan da tırmanışınızı yapmaya çalışıyorsunuz. Dağcılık tehlikeli ve riskli bir spor ve çok ciddi bir eğitim gerektiriyor. O yüzden dağcılar zaten öğreniyor fotoğrafçılığı ve o güzellikleri karelere yansıtıyorlar.

FOTORİTİM Söyleşiler

96

“Benim fotoğraftan anladığım görsel bir estetik şovdan ziyade izleyiciye bir şey katıyor olmasıdır” Doğa fotoğrafçılığında Photoshop kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? İnsanlar ne istiyorlarsa yapmalılar. Ama üzerinde, bu fotoğraf Photoshop ile edit edilmiştir diye bir bilgi verilmesi gerekli bence. Bu bilgiyi kullanmadan bunu doğal fotoğrafmış gibi vermek samimiyetsizlik olur diye düşünüyorum. Her ikisi de yapılabilir yeter ki fotoğraf çeken kişi dürüst davransın… Burada ufak tefek düzeltileri kastetmiyorum sonuçta analog fotoğrafta da bir takım temizlemeler yapılıyor, fotoğrafın artık özünü değiştiren müdahalelerden bahsediyorum.

Fotoğraf zevkinizi merak ediyorum, yani yaptığınız işin haricinde ne tür fotoğrafları izlemekten hoşlanıyorsunuz?


Benim fotoğraftan anladığım görsel bir estetik şovdan ziyade izleyiciye bir şey katıyor olmasıdır… O fotoğrafı seyrederken en azından belki o kültürün bir parçasını tanımak, o coğrafyanın bir özelliğini öğrenmek ya da o insanın yüzündeki bir ifadeyi anlamak gibi hani o fotoğrafın görselliğinin yanı sıra bir mesajının da olması ve verdiği ayrıca bir bilgi olması gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii bunlar olmadan da sanat eseri niteliğinde çok görsel, sanatsal şeyler yapılıyor o ayrı, onun da yeri bambaşka. Ama tutuculuğum yoktur, yani

o mu bu mu bakmam. İnsanlar ne üretmek istiyorlarsa üretsinler. Sonuçta hepsinin bir izleyici kitlesi ve bir sözü oluyor. Bunları özel olarak takip etmiyorum ama görünce de ilgiyle izlerim…

Su altı fotoğrafçılığı ile ilgilendiniz mi? Evet, ilgilendim ama öyle bir zamanda başladım ki analog makineden dijitale geçiliyordu o sıra, tam geçiş devresinde… Ben de caseler meysler bir dolu para harcamıştım. Ama analog işi bitti, elimde kaldı hepsi.

Size kalmış bir şey, gerçi devam edebilirdiniz?... Ama dijital o kadar rahat ki hele su altında. Çünkü karadayken yine film değiştirme lüksünüz var, su altında o da yok. Daldığınızda 36 kare ne çıktıysa o. Dolayısıyla su altı için dijital apayrı bir fırsat sunuyor. Sonucu görüyorsunuz bir kere… Su altında analog işi artık bu alanda gerçekten iddialı olan profesyonellerin yapabileceği bir iş bu saatten sonra ki onların da giderek azaldığını söyleyebilirim.

97

FOTORİTİM Söyleşiler


Peki, yamaç paraşütü esnasında fotoğraf tecrübeniz oldu mu? Yok, yani ben yamaç paraşütü yaparken çok konsantre bir şekilde, dikkatli hareket ettiğim için pek fotoğraf çekmeye odaklanamadım. Aslında çok örnek var. Genelde tandemlerde çok yapılıyor… Yani pilot sizi uçuruyor siz etrafı izliyorsunuz sadece… O zaman fotoğraf çekmek kolay. Yamaç paraşütünü ben zaten yıllar önce yaptım. Şu anda çok üzerinde durduğum bir spor değil. Tekrar öyle bir denk getirirsem önce bir ısınmam lazım… Ara verdim çünkü…

Bir röportajınızda “bu tip sporlar, seyircisizdir, alkışsızdır. Sporcunun motivasyonu içe dönük olmalıdır.”demişsiniz. Acaba fotoğrafı bu tip sporlar için bir çeşit ertelenmiş seyirci kazanma yolu olarak düşünebilir miyiz? Oradaki ifade farklı. Seyircisiz, alkışsız olması hedefin ve başarının seyircisiz olmasından kaynaklanıyor. Yani o dağ yolculuğu sizin upuzun bir yolculuğunuz. Ve zirve FOTORİTİM Söyleşiler

98

“Dalai Lama ile birlikte bir fotoğrafımın olmasını isterdim açıkçası.”

yaklaştım. Gündelik hayatımda fotoğrafı çok kullanmıyorum. Fotoğraf makinesini de yanımda dolaştırmıyorum. Aslında bir ara niyetlendim de… Yanımda hep bir makine ile dolaştım çünkü gün içinde de insanın dediğiniz şey mesela bir tırmanıştan bahsediyorsak karşısına birçok şey çıkıyor. Ama doğa sporları başarıyla ilişkilenen kısım geçmişim bambaşka bir o. Orada kişi yalnız, tek format yapmış benim başına… Fotoğrafı ise kafamda yani hep o siz olayın bütününde kullanıyorsunuz. Zirvede de gözle bakıyorum ve o gözle bir şey çıkmasını mutlaka kullanıyorsunuz istiyorum. Dolayısıyla da ama bütündeki fotoğraf çekmeye gerek güzellikleri yansıtmak yok diye bakıp geçtim için kullanıyorsunuz her şeye, sonuçta da özellikle. Dolayısıyla o vazgeçtim bu sevdadan. ifade farklı. O anlamda Ama seyahatlere, ciddi kullanılan bir ifade değil. ekspedisyonlara çıkarken Paylaşmak amaçlı yapılan muhakkak makinelerim, bir şey fotoğraf ve bir yedeklerim yanımda oluyor belgesel değeri olan ve çünkü çok sıra dışı şeyler çok insanın görme şansı olmayan yerleri başkalarına görüyorum. Benim fark yaratabileceğim, rekabet tanıtmak amaçlı yapılan avantajına sahip olduğum bir şey. Ha, elbet başarı konu bu çünkü… duygusunun da ifadesi vardır ama seyircisizliğe çizik attıracak ölçüde değil. Sizce en fotografik bölgeler? Bir gün bir şekilde Kültür olarak Hindistan… bu spor dallarından Hindistan eşsiz… Çok uzak kalsanız fotoğraf renkli ve çok kalabalık, bir hala hayatınızda var milyarın üzerinde insan var. olmaya devam eder mi? Birçok kültür iç içe geçmiş, Ya da neresinde olur harmanlanmış durumda ve hayatınızın? aralarında çok enteresan bir uyum var. Ben fotoğrafa hep belgesel gözüyle


Doğa olarak, coğrafya olarak ise Alaska’yı çok beğenmiştim. Tabii Himalayalar, Karakurum Dağları… Yüksek dağlar zaten beni her zaman çok çekti. Onun dışında tabii Afrika çok özgün doğal yaşam ve hayvanlar açısından çok enteresan. Avrupa bizim çok yakın olduğumuz bir kültür. Buranın daha medenisi, daha derli toplusu diye düşünün. Fakat başka bir coğrafyaya, kültüre gittiğinizde farklı olan insanı çekiyor… Hindistan bu anlamda çok farklı… Ne bileyim, o anlamda

Almanya’nın bizden bir farkı, çok etkileyecek bir tarafı yok. Ya da olanlar o kadar çok çekilmiş ki bir fark yaratabilmeniz için hakikaten çok profesyonel olup, 24 saat onu düşünerek yaşayacaksınız, o zaman evet, yani odaklanırsanız özgün şeyler çıkabilir ama o seviyeye gelmedikten sonra fark yaratamazsınız…

Sikkim’de 14. Dali Lama’yı görmüşsünüz. Peki, sizin için onunla birlikte çekilmiş bir fotoğrafınız mı yoksa sizin çektiğiniz bir Dalai Lama portresi mi daha önemlidir?

İkisi de ama onunla çekilmiş bir fotoğrafım maalesef yok. Onun benim çektiğim fotoğrafları var.

Evet, ben sadece fırsat olsaydı hangisini tercih ederdiniz onu öğrenmek istemiştim… İkisi de olsun isterdim. Dalai Lama ile birlikte bir fotoğrafımın olmasını isterdim açıkçası ama çok kalabalık ve büyük bir organizasyondu ve binlerce insan gelmişti. Öyle bir imkan olmadı. Verdiği bir İngilizce dersi dinledim, hatta bir kaç tane Hintçe ve Tibetçe dersi de oldu, onları da

99

FOTORİTİM Söyleşiler


takip ettim. Orada bir grup gezgin çocukla hareket ettik biz bir hafta kadar. Bir kaç programı vardı, hepsine katıldık ama bir tek İngilizce organizasyon vardı ve bizim anladığımız sadece bu oldu, yani tek ders. Ama diğerlerine de katılıp o havayı yaşadık. Çünkü binlerce insan ondan bir şeyler alıyor. Bir şeyler anlatıyor ve o enerjiyi hissediyorsunuz orada, o da güzel bir duyguydu.

O zaman sizin için vizörün önü ve arkası eşit değerde önemli bir olayla karşılaştığınızda? Hayır, o kadar da değil, sadece Dalai Lama örneği olduğu için böyle söyledim. Tarihe mal olmuş bir kimlikle bu tür bir paylaşımımın olmasını isterdim. Ancak onun FOTORİTİM Söyleşiler

100

ötesinde her zaman objektifin arkasında olmayı tercih ederim çünkü sürecin içinde aktif oyuncu olmayı tercih ederim. Yaşadıklarımı paylaşmayı seviyorum zaten pek öyle turistik fotoğrafım da yoktur. Çünkü fotoğrafı çeken kişi olarak önünde pek yer alamıyorum. Ancak dağda, doğada ya da herhangi bir ekspedisyonda belge değeri olan bir an, bir mesajı olan bir kare görürsem önüne geçip orda ben de olmalıyım diye düşünürsem yaparım.

yeni çıktı. Çok başka bir temada bir kitap ama bundan sonrası için böyle bir kitaba niyetim var. Bir süredir üzerinde düşünüyorum ama bunu da bir senaryo çerçevesinde yapmak istiyorum. Sadece fotoğrafları koyup, altına nerede olduğunu yazıp geçmek yerine bir hikayeyle, girişi, gelişmesi, sonucu olan bir hikaye gibi düşünüyorum. Bir fotoğraf kitabı olacak sonuçta ama içinde yazı yönü de olan bir fotoğraf kitabı diye düşünüyorum. Henüz kafamda tam oturtamadım, bir oturtsam girişeceğim.. Fotoğraflar hazır ama senaryosuna ve formatına karar veremedim daha…

Kitaplarınızdan biraz bahsetmenizi isteyeceğim ama öncelikle şunu öğrenmek istiyorum; Kitapları nasıl ve ne zaman projelendiriyorsunuz? Gitmeden önce mi, yoksa geldikten sonra mı ortaya çıkıyor ya da sponsorun istediği bir koşul mu?

Peki, Nasuh Mahruki hayatının kilometre taşlarını resmeden bir foto portre kitabı Yoo, giderken zaten yayınlamayı düşünür mü? malzeme topluyorum sürekli, yazı, döküman, Evet, niyetim var hatta fotoğraf, video şu bu. “Vatan Lafla Değil Eylemle Geldiğimde bunları Sevilir” adlı son kitabım


nasıl bir araya getirmem gerektiğine bakıyorum, ekspedisyonlara düzenli olarak günlük tutuyorum, aksi halde birçok detay unutuluyor. Bu anlamda yaptığım şeyler planlı ve programlıdır, baştan nereye varmak istiyorsam o yönde kurgumu yaparım. Yani bir mesaj vereceğim zaman başlangıcını koyarım neden bunu yapıyorum, nasıl başladı, nasıl devam etti, süreçte hangi adımları geçtik, nereye vardık, sonucu nedir. Yani hep bütünlüğünü korumaya çalışırım ve planlı yaptığım için zaten pek bir eksik tarafı da kalmaz.

Peki kitaplarınız? 6 tane kitabım var, sonuncusu çok farklı bir kitap. İlk dört kitabım tırmanışlar ve

ekspedisyonlarla alakalıydı. Bir dağcının güncesini 24 yaşında yazdım. Khan Tengri Dağı tırmanışının hikayesi. Everest’te İlk Türk ikinci kitabım, Everest tırmanışımın hikayesi. Oradan fotoğraflar var. Üçüncüsü bir hayalin peşinde oldu. Yedi zirveler projesi ile alakalı. Dördüncüsü, o da çok hoş bir kitap oldu Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi, İstanbul’dan Katmandu’ya motorla olan yolculuğum ve geri dönüşü. Onun da çok kuvvetli bir belgesel tarafı var. Özgün bir proje oldu. Beşinci kitabım Yeryüzü Güncesi oldu. Değişik yerlerde yazdığım makalelerin derlenmiş halinden oluşuyor.

“Modern çağdaş bir Türkiye yaratabilmek için bir fırsat çıkmıştı depremden sonra.”

karıştırılmış bir süreci anlatıyor. 99 depreminin korkunç acılarından ders çıkarmaya çalışan Türkiye, tarihte az yakalanan ve ancak ağır bedeller sonrasında yaşanabilen bir değişim fırsatı yakalamıştı bana göre. Bir paradigma değişimi, zihin haritası değişimi fırsatı, yani bütün o hatalarla dolu, kayıp, eski, köhne kalıplarla dolu zihin haritasını değiştirip, modern çağdaş bir Türkiye Sonuncusu da “Vatan Lafla yaratabilmek için bir fırsat Değil Eylemle Sevilir” o çıkmıştı depremden sonra. daha Türkiye ile alakalı, Ve ilk açılımları yapılmıştı AKUT’la ilgili ve kirli bilgiyle da… Çünkü ülkesini seven, biraz aklı başında herkes yaşanan bunca acının geçmişteki hatalardan kaynaklandığını ve bunların tekrar etmemesi gerektiğine inanıyordu. Ama bilinçli olarak durduruldu statüko tarafından. Bunu benim anlamam yıllar sürdü, iki sene önce fark edebildim bunun böyle olduğunu.

101

FOTORİTİM Söyleşiler


O yüzden bu kitabı hazırladım. Büyükçe bir kitap oldu ama fotoğrafla ilgili değil, belgesel bir çalışma..

aşırı yorgunluğun arasında bilinçsiz bir şekilde sırtımdan çıkarmışım ve düşürmüşüm, sabah gün doğarken ayılınca farkına vardım. Binlerce Fotoğrafla ilgili acıklı metre uçtu gitti çanta… Allah korudu yine, ben bir anınız var mı? “Ah”ettiğiniz bir de düşsem bugün bu an? Mesela dağdan konuşmayı yapamazdık. yuvarlanan bir makine ya Çantasız indim dağdan… da yanan bir film olabilir? Çok, çok zor bir geceydi. Orada bir iki makara filmim K2’de bir iki makara gitti ama son çektiğim filmim gitti çektiğim makara yani zirvedeki çekimler makinenin fotoğraflardan.. Zirve fotoğrafları değildi ama içindeydi, o da benim bel çantamdaydı. arada çektiğim kareler gitti, çantam gitti çünkü. Sırt çantamı kaybettim. Onun dışında, yine bir Bir gece açıkta yattık 8150 tırmanışımda fotoğraf metrede, çok dik bir yerde. makinemi zirveden 70 m. O gece halüsinasyonlar ve aşağıda bıraktım çünkü FOTORİTİM Söyleşiler

102

çok yorulmuştum zaten herkes geri döndü bir tek ben devam ettim. Ama çok pişman oldum, keşke bırakmasaydım. Ondan sonra zaten ufak makine aldım. Çünkü hep büyük makine taşırdım, hiç üşenmedim. 98’den sonra küçük makine taşımaya başladım…

Lensleriniz? En önemli konu geniş açı doğada, ama zoomlu ortalama lenslerim de var…

Doğa fotoğrafları mı yoksa kültürel yaşamı yansıtan fotoğraflar mı çekerken sizi daha çok tatmin ediyor?


Hem dağcı hem gezgin olarak baktığım için hayata ikisini pek ayırmıyorum birbirinden… Dağcılık yapıyorsam dağ fotoğrafı ama geziyorsam ve bu tarafımı ön plana çıkardıysam kültür fotoğrafı…

Bundan sonra kendinize koyduğunuz hedefler nelerdir? Şu anda kafamdaki birinci öncelikli planım, bir fotoğraf kitabı ama dediğim gibi senaryoyu oturtamadım. Bir de liderlikle ilgili bir kitap hazırlamak istiyorum, yıllardır zaten seminerler ve dersler veriyorum bu konuda. Onun dışında yeni seyahatler ve bir takım farklı projeler de var kafamda.

Çok, tabii. Fotoğraf sergilerimde kullanıyorum onları. Mesela “Himalayalar ve Ötesi” kitabının kapağındaki fotoğrafı çok beğenirim. Buna benzer, çekerken de “işte bu fotoğraf çok güzel olacak” dediğim pek çok fotoğrafım vardır.

Fotoğraf sizin için destekleyici bir unsur diyebilir miyiz?

Öyle başladı ama ondan sonra o kadar çok keyif aldım ki… İnsanlar da keyif aldı tabii, fotoğraf sergileri, dia gösterileri ve söyleşilere gidiyorum. İnsanların da tabii o yönde Yazı mı, fotoğraf mı daha bir beklentisi olduğu için. etkili sizce anlatımda? Ayrıca daha çok çekiyor insanları. Birine bir kitabı Benim kalemim kuvvetlidir okutmak için masanın ve iddialıyımdır. başına oturtup saatlerce Fotoğraftaki avantajım ise vakit ayırmasını sağlamak yani rekabet avantajım ise lazım, o zor ama fotoğrafla kimsenin gitmediği yerlere anlatmak istediğinizi çok gidiyor olmam yani iyi rahat gösteriyorsunuz. fotoğrafçılar beni çok rahat Görsel hafıza çok başka bir aşar ama yazı konusunda şey… iyileri de zorlarım… Bu konuda kendimi ifade etme yeteneğim yüksektir. Ocak 2008 www.nasuhmahruki.com

Zirveye çıkarken yaşadığınız heyecanı herhalde biz kestiremeyiz ama fotoğrafçılar için de mükemmel olacağını hissederek çektiği fotoğraflar büyük heyecan veriyor. Acaba sizin de zirve yaparken yaşadığınız heyecana yakın bir heyecan yaşayarak çektiğiniz bir fotoğraf oldu mu?

103

FOTORİTİM Söyleşiler


ADEM SÖNMEZ

ATAKAN DÜRÜST

FOTORİTİM Söyleşiler

104


“Bana göre fotoğraf, hayata gerçekçi gözle bakmaktır, estetiği anlamaktır, farklılığı fark etmektir, ışığa aşık olmaktır, kendini ve başkalarını ürettikleriyle mutlu etmektir ve hayatın gerçeği peşinde koşmaktır.”

105

FOTORİTİM Söyleşiler


Merhaba Adem Bey, günümüzde fotoğraf ile uğraşan kişi sayısında, fotoğrafa dijital teknolojisinin girmesiyle de büyük bir artış oldu. Siz fotoğrafa, dijital yaygınlığından çok daha önce analog makinelerle başladınız. Seksenli yıllarla şu anda bulunduğumuz zamanı kıyaslamanızı ve değerlendirmenizi isteyeceğim sizden. Her iki dönemde de aktif olarak fotoğraf ile ilgilenen bir kişi olarak neler söylemek istersiniz? Merhaba Atakan Bey, evet

FOTORİTİM Söyleşiler

106

özellikle son 4-5 senedir fotoğrafa ilgi hatırı sayılır bir şekilde artmıştır. Buna dijital teknolojinin etkisi olmuştur. Gerek donanım ve gerekse ekonomik durumlar bunu kolaylaştırdı. Bu durumun fotoğraf üzerinde artı ve eksileri var tabii ki. Özellikle fotoğraf çekimleri yaygınlaşınca dijital makineler, cep telefonu PS fotoğraf enflasyonu yarattı. Dolayısıyla kalite düştü ve yeni nesil dijital makinelerle fotoğrafa başlayanların büyük çoğunluğu (kısa zamanda başarıya ulaşanlar istisna) kriter olarak netlik ve

canlı renklere sahip fotoğrafları iyi fotoğraf olarak tanımlıyor ki bu kriterleri zaten gelişmiş teknoloji yerine getiriyor. Yaygın internet sayesinde paylaşım ve beğeniler de fazla olunca zaten fotoğraf budur diyor; dolayısıyla gelişme istenen düzeyde olmuyor. Geliştirmek isteyenlere tavsiyem, hatta ‘’bu fotoğrafı ben çektim’’ diyebilmeleri için manuel çalışarak tüm ayarları kendileri vermek suretiyle şartları zorlayarak emeğin keyfini yaşasınlar.

Muş şehrinde yaşamaktasınız. Bu


“O şeytani aleti aldığın yere geri ver...” şehrin ve bölgenin fotoğrafçı kimliğinizle size yüklediği artı bir misyon var mı? Kendinizi bu kimlikle sorumlu hissettiğiniz konulardan bahseder misiniz? Gerek yaşadığım şehir Muş gerekse bölge ve hatta yaşadığım coğrafyada fotoğrafçı kimliğimle 1970’li yıllardan bugüne kadar tanık olduğum sosyal, siyasal yaşam ve ekonomik gelişim haliyle beni etkileyerek misyon yükledi veya yüklenmiş bulundum. Yaşadığımız çağın gidişatına, ‘’modernlik’’ teknolojik değişim, iç göçler, nüfus artışı ve bölgede yaşanan savaşla birlikte birçok değerlerin yok olup gittiğine tanık olup kaygılanmış olacağım ki ‘’yangından ne kurtarabilirsem kardır’’ hesabıyla yaşamları belgelemeye koyuldum. Bu karışıklıklar toplumda bir yandan tahribat bir yandan da değişim, dinamizm ve hareket kazandırdı.

Yaşadığınız coğrafyada

gençlerin hatta genel anlamda insanların fotoğrafa bakışı ve fotoğrafın yaygınlığı hakkındaki izlenimlerinizi anlatır mısınız?

(Pentax spotmatik) ile kaliteyi yükselterek çektiğim ilk renkli negatif filmi banyo ve baskı için İstanbul’a yollamıştım. Bu arada siyah beyaz filmleri de iş yerimin ardiyesinde kurduğum karanlık odada Fotoğrafa merak saldığım yıkıyor, tab ediyordum. 1960 – 70 li yıllardaki Hatta 1975’te renkli banyo bakışla şimdiki bakış ve fotoğraf basmayı da arasında çok fark vardır, başarmıştım. (tabii ki şöyle ki; Çocukluğumda fotoğraf benim için hobi ve okula gitme şansım işimden artan zamanlarımı olmamıştı. Bu yüzden köy medreselerinde okuduğum değerlendirmeydi) Daha zamanlarda bile yeniliklere sonra TV yayını başlayınca servislik vs. derken işlerim merakımdan o dönemde yoğunlaştı. Çektiğim aldığım basit Kodak renkli filmleri tekrar başka fotoğraf makinesiyle illerdeki laboratuarlara çektiğim ikinci filmde göndermeye başladım. hocamın haberi oldu ve Aynı yıllarda ‘’Yeni hemen! ‘’o şeytani aleti Fotoğraf’’ dergisine abone aldığın yere geri ver’’ buyruğuyla iade etmiştim. olmuş fotoğrafla ilgili bilgilerimi artırıyor ve Sanırım bu olay bile o aynı zamanda ustaların dönemde toplumun fotoğraflarını takip fotoğrafa bakışını ediyordum. anlatmaya yetecektir. Fotoğrafa olan hevesim askerde devam etti. Askerlik dönüşü iş hayatıma radyoculukla başlamış, ekonomik bağımsızlığımı kazanınca ilk işim bir Lubitel fotoğraf makinesi almak oldu ve büyük bir heyecanla fotoğraf çekmeye başlamıştım. 1974’te Almancılardan aldığım SLR makine

1981’de fotoğraf çekimleri için doğu seyahatinde Muş’a uğrayan büyük usta rahmetli Mehmet Avcıdırlar’la tanışmam benim için dönüm noktası olmuştu. 15 günlük gezilerine katılmam, fotoğraf çekmenin temel bilgileri hakkında çok faydalı olmuş, artık hayatı ve çevreyi fotoğrafik gözle izlemenin önemini anlamış ve sevdiğim

107

FOTORİTİM Söyleşiler


tarzını benimsemiştim. Daha sonra SLR’nin beni tatmin etmediğini hissetmiş 1988’de orta format Hasselblad fotoğraf makinesini alarak Karl Zeiss ve ‘’kare’’ filmin heyecanıyla devam etmiştim.

çevremizdeki dağlara çıkmayla devam ettik. Bu çıkışlarımızda hep fotoğraf çekiyordum ve halen de dağlara sevdam devam ediyor. Grubumuzdan Ömer Faruk Gülşen arkadaşımız uluslararası düzeyde ilerletti.

Sanırım dağcılık ile de ilgilenmektesiniz. Bu merak fotoğraf sayesinde mi başladı? Doğa sporlarının fotoğraf ile direkt ilintili olduğundan yola çıkarak soruyorum bu soruyu. Fotoğrafın sizde değiştirdiklerinden ve size getirdiği yeniliklerden de bahsedelim biraz?

Tabii ki fotoğraf sayesinde değişik yerler, farklı insan ve kültürlerle tanışmam hayatıma renk kattı. Fotoğraf olmasaydı belki dağcılık da olmazdı ve sıradan biri olur şimdi sizlerle karşılaşmazdık. İnsanın hayatında ufak sayılabilecek bir farklılık bile hayatımıza büyük değerler katarak ufukları genişletir.

Evet. Çevreye duyarlılık, doğa sevgisi ve fotoğraf, bunların hepsi bir araya geldiğinde dağlara sevdalanmak kaçınılmaz olur herhalde. Dağcılığa 1980’lerde Muş’ta dört arkadaş olarak Kurtik Dağlarına çıkmakla başladık. Dağcılığa bilinçli olarak adım atışımız 1983’te İzmir’den üç dağcı arkadaşlarımızla Nemrut Kraterinde kamp kurarak temel eğitim sayılacak düzeyde başladık. Hemen akabinde Süphan Dağına zirve yaptıktan sonra FOTORİTİM Söyleşiler

108

Bu kadar uzun süredir fotoğraf ile uğraşmaktasınız. Hayatınızdan fotoğrafı çıkartırsak yerine koyabileceğiniz bir dal var mı? Bir de şöyle sorayım. Fotoğraf olmasaydı bugün aynı kişi olur muydunuz?

anlamda Adem Sönmez olamazdım ve fotoğrafın yerine başka bir şey koymayı düşünemiyorum. Bana göre fotoğraf, hayata gerçekçi gözle bakmaktır, estetiği anlamaktır, farklılığı fark etmektir, ışığa aşık olmaktır, kendini ve başkalarını ürettikleriyle mutlu etmektir ve hayatın gerçeği peşinde koşmaktır.

“Sergiler, sadece sergi açmış olayım diye değil, çalışmalarınızı kitlelerle paylaşma amaçlı olmalı.” Yaşadığınız bölge dışında nerelerde fotoğraf çalışmaları yaptınız ya da nerelerde yapmak istersiniz?

Yoğun olarak yaşadığım coğrafyayı, Doğu ve Güney Doğu bölgelerini defalarca Sanatın ehlileştirdiği dolaştım, fotoğraf çektim. hayatlar renkli olur, Bunun dışında Doğu dünyalar geniş olur ve Karadeniz, Kapadokya, böylece hem kendileri hem Edirne, Ankara, İstanbul ve de çevrelerindeki insanları gittiğim her yerde fırsat mutlu etmesinde rol buldukça fotoğraf çektim. alırlar. Hayatımda fotoğraf Tabii ki ülkemizin her olmasaydı elbette şimdiki tarafı görsel ve kültürel


güzelliklerle doludur. Tüm ülkeyi defalarca gezip fotoğraf çeksek yine de bitiremeyiz.

Ülkemizdeki belgesel fotoğrafçılığını sormak istiyorum size. Nasıl görüyorsunuz? Amaca uygun çalışmalar

yapılabiliyor mu? Yoksa çalışmayı yapan kişinin kendi özel amaçlarına mı hizmet ediyor çoğunlukla? Ülkemizde belgesel tarzda çalışan değerli ustalarımız vardır. Çoğu kendi imkânlarıyla bu

işi yürütürler ve tabii ki duyarlı kişi, şirket ve kurumların desteklediği ustalar da güzel şeyler ortaya koyuyorlar. Belgesel tarzda çalışmak sanıldığı kadar kolay değil. Çünkü belgesel çalışacağınız yer ve konu hakkında ön çalışma yapmanız bilgi

109

FOTORİTİM Söyleşiler


edinmeniz gerek. Yaşamlar, kültürler, mekânlar ve insanları iyi tanıyabilmeniz için yaşam biçimlerini, neyin nerede ne zaman nasıl anlatılacağını bilmeniz gerek. Kendinizi onlara kabul ettirirseniz ve onlardan biri olursanız ancak meramınıza ulaşabilirsiniz. Çekeceğiniz konuları doğal şekliyle, ışığıyla, renkleriyle olduğu gibi alırsanız ancak belgesel tadında bir şeyler üretmiş olursunuz.

Birçok sergi açtınız ve birçok yarışmada çeşitli dereceler kazandınız. Ülkemizdeki sergilere ve sergilerin açılma amaçlarına bakışınız nedir? Sergiler, sadece sergi açmış olayım diye değil, çalışmalarınızı kitlelerle paylaşma amaçlı olmalı ve öyle sıradan fotoğraflarla değil, izleyiciyi etkileyerek belleğinde iz bırakmalı ki günler geçse, seneler geçse bile falan galeride ‘’SERGİ’’ izledim dedirtmeli bence. Yoksa iş olsun diye sergi açmak amaca ulaştıramıyor bana göre.

İlerisi için fotoğrafa dair düşünceleriniz neler? Kafanızdaki fotoğraf FOTORİTİM Söyleşiler

110

ile alakalı projelerden bahsediyorum.

Son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir?

Şu anki düşüncem klasik çalışmalarımı (ki eski çekimlerimin çoğu zaman ve mekan itibariyle artık kolay kolay çekilmeyecek karelerdir) bir albümde toplamak, sponsor bulup albümü bastıktan sonra yeni neslin yaşam tarzlarını, hayata bakışlarını, yeniliklere teknolojiye uyumlarını ve gelişen yeni kültürleri çekmeyi planlıyorum.

Yukarıda “teknolojinin gelişiminden olumlu yönde etkilenen fotoğraf gereçleri, fotoğraf çekmeyi kolaylaştırdı” cümlem, emeği hafife almak gibi algılanmasın. Delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu anlamı çıkmasın. Her konuda amaca ulaşmak için araçlara gereksinim duyarız. Sonuçta fotoğraf makinesi de bir araçtır. Önemli olan bu araçla


amaca ulaşabilmek. Yeni nesil fotoğrafçı arkadaşlara tavsiyelerim, her şeyi makineye bırakmadan fotoğrafa büyük oranda emeklerini katarak bilgi ve becerilerini geliştirsinler. Manuel ayarları devreye sokarak

ışık kullanımı kompozisyon çekim açıları belirleyerek PS’ye fazla iş bırakmadan kadrajlarını oluştursunlar. Hatta kendilerini test etmek için tamamen analog bir makineye film taksınlar ve tüm ayarları fokus ayarı dahil her şeyiyle kendi emekleri

sayılacak kareler elde ederek fotoğraf çekmenin gerçek keyfine ersinler diyorum. Bu şekilde çektikleri fotoğraflar en sevdikleri en değer verdikleri kareler olacaktır ve bundan büyük keyif alacaklarına inanıyorum.

111

FOTORİTİM Söyleşiler


Nemrut Krater Gölü’nü Dünya’ya Tanıtan Fotoğrafın Hikâyesi Nemrut’la ilk defa 1983 yılında tanıştım. Sonra sık sık gidip gelmeye başladım. Her gidişimde Nemrut’u biraz daha yakından tanıdım, tanıdıkçı dost olduk onunla. Ona sokuldukça, onun içine daldıkça, onunla yaşadıkça biraz daha ısındık birbirimize. Aramızda inanılmaz duygusal bir bağ oluştu zamanla. En tepeden en aşağıya, en aşağıdan en tepeye kadar tüm dağı dolaşıyorum her gittiğimde. Çoğu zaman da yoldan çıkıyorum. Doğrusu adamı yoldan çıkartacak kadar da güzel mi güzeldir Nemrut Dağı. Ha bire elimdeki makinelerin deklanşörüne basıp karelerde dondurmaya çalışıyorum Nemrut’u. FOTORİTİM Söyleşiler

112

Koçerlerin hayvanlarını diz boyu otlaklarında yayabilmek için zor bela traktörler yardımıyla gelip konaklandıkları gölün kenarında bulunan yayla yerlerindeki yaşama da katılıyordum elbet o ilk yıllarda. O zamanlara kadar Nemrut Dağı, Nemrut Gölü pek bilinmezdi. Sanki dünya ondan bihaberdi. Daha çok Ahlat yönünden, dağın kuzeyine düşen Serinbayır (Soğurt) Köyü’nden gelirdi Koçerler. O dağ sevdalısı Koçerleri de karelerimde donduruyordum elbette Nemrut’un tüm güzellikleriyle birlikte.

bitmedi, aksine gittikçe büyüdü bu tutku. 1991 yılında, benim gibi yoldan çıkmış bir arkadaşla Tatvan’dan çıkarak vurduk yüreğimizi Nemrut’un yoluna, bir geceliğine de olsa misafiri olabilmek, onunla tatlı bir gece daha geçirebilmek için. Kamp kurduk, Nemrut’un en sakin, yalnız olduğu o gece. Sabahın erken saatlerinde bir kez daha zirve yapmıştım, her şey muhteşemdi.

Bendeki Nemrut tutkusu

Yıl 1993, aylardan

Ertesi yıl dayanamadım, bir kez daha gittim. Yine zirve yaptım, yine en tepeden muhteşem görülen gölleri karelerde dondurdum. Ancak bir türlü tatmin Ne var ki çektiğim olamıyordum. İstediğim fotoğraflar beni tatmin kareler değildi çektiğim etmiyordu. Çektiğim kareleri gördükçe, ‘daha en son fotoğraflar. Ama iyisini, en iyisini çekebilirim’ mutlaka çekmeliydim, mutlaka o kareyi bulup derdim kendi kendime ve yakalamalıydım. hep didinip dururdum.


Haziran’dı. Atlas Dergisi ekibi de vardı, birlikte çıkacağız Nemrut’a bu defa. Bir sabah, henüz şafak atmadan Tatvan’dan çıktık yola, arazi aracıyla. Dağın yarısına gelmiştik ki yolun kardan kapalı olduğunu gördük. İki İtalyan turist de motosikletleriyle Nemrut’un ziyaretine gelmiş, ancak yolun kapalı olduğunu görünce, geceyi oracıkta geçirmiş, sesimizi duyunca da uyanıvermişlerdi. Haziran’ın ortasındaydık ama üç, dört metre kadar yükselen kar kütlesi henüz erimemiş, yol da o nedenle kapalı kalmıştı. Bunun üzerine Tatvan’a geri dönerek, jandarmaya haber verdik. Köy tarafını kullanarak Nemrut’a çıkacağız diye. Jandarmanın buna izin vermeye yanaşmaması üzerine sorumluluğumuzu üstlenecek bir tutanak imzalayıp, istediğimiz izni kopardık. Önce araçla Nemrut’un kuzeyinde bulunan Ahlat’a bağlı Serinbayır (Soğurt) Köyü’ne gittik. Oradan da üç saat yürüyüşten sonra, gölleri görebilecek tepeye vardık. Atlas’ın ekibi vardığımız ilk tepeden gölleri çekip işlerini bitirirken, ben tek

başıma diğer tepelere doğru yürümeye başladım. Vardığım her noktada çekim yapıyordum. Bulduğum her kareyi mutlaka değerlendirmek istiyordum. En sonunda o kareyi yakaladığımı hissettim. Geldiğim noktada ‘Evet, aradığım açı bu olmalı’ dedim kendi kendime. En son çıktığım kocaman kayanın üzerinden yakaladığım olağanüstü manzarayı dakikalarca izlemeye başladım. Peş peşe fotoğraflar çekiyordum. Farklı objektifler kullandım. Bu arada panoramik fotoğraflar da çekmiştim. Yaklaşık 2 saat kadar bulunduğum kayanın üzerinden muhteşem manzarayı izlemiş, filmler bitinceye kadar çekmiştim. Nemrut’tan döner dönmez filmleri yıkattırdım. Çıkan karelere baktım, birbirini tamamlayan dört parçayı tespit edip birleştirdim. Büyük bir heyecanla, ‘Evet aradığım fotoğraf bu’ dedim. Nereden bakarsan bak, bir uçtan bir uca 50 kilometrelik bir alanı fotoğrafa sığdırabilmiştim. Bu karelerin birleştirilmesi gerekiyordu ama önemli

olan aralarındaki izin kalmamasıydı o zaman Photoshop yaygın değildi. Yaptığım çalışmayı arşive kaldırdım. 1997 yılında, henüz yeni gelişen Photoshop yöntemi ile filmleri taratıp birleştirmeyi başardım. Elde edilen kareler panoramik bir slayta dönüştürüldü. Slaytı deneme olarak küçük ebatta bastırdım ve gördüğüm fotoğrafın yıllardır aradığım kare olduğuna karar verdim artık. Büyük bir yük kalkmıştı üzerimden. Keyfim doruktaydı, artık çok iyi hissediyordum kendimi. Çünkü yılların hayali gerçek olmuştu. Poster ve kartpostal olarak bastırdım, on binlercesi böylece dünyaya yayıldı. Her sene binlerce yerli ve yabancı insan ziyarete gelir. Bu sayede yollar yapıldı ve yöre halkı bu çalışmalarımdan dolayı beni onore etmek için büyük göldeki adalardan birine “Adem Sönmez Adası” ismini koydular. Orası benim cennetimdir.

Mayıs 2011 www.ademsonmez.com

113

FOTORİTİM Söyleşiler


ERWIN OLAF

BAYBARS SAĞLAMTİMUR

FOTORİTİM Söyleşiler

114


“Şu an için dünyanın her yerinden, bir çok insan Erwin Olaf Stüdyosu’nda staj yapmak için başvuruda bulunuyor.”

115

FOTORİTİM Söyleşiler


Sevgili Erwin, bize fotoğrafa olan tutkundan bahseder misin, ilk ne zaman keşfettin bunu?

cinselliğe duyulan korku, tüm yönleriyle insan vücudu, insan teni ve yaşlanma şeklindedir.

Fotoğrafa olan tutkumu ilk defa gazetecilik okurken keşfettim. Yazı işleri tam olarak bana göre bir şey değildi. Hikayeyi bir türlü bitiremeyeceğim duygusuna kapılıyordum. Yazdığım hikayeden bir türlü tatmin olamayınca da yazmaya devam ediyordum.

Serilerimden bir tanesinde (Grief ‘Hüzün’ serisi), 60’ların başlarındaki Amerika’dan ilham alarak, gizli kalmış acı ve hüznü ifade etmek istedim.

Fotoğraf hocalarımdan bir tanesi, Dirk van der Spek, fotoğraf çekmem için beni teşvik etti. Kısa bir süre içinde bu uğraşı hoşuma gitti.

Şu an yapmakta olduğun işi bize açıklar mısın?

Nerede doğdun ve yaşamaktasın? 1959 yılında Hilversum’da (Hollanda) doğdum. 1980’den bu yana stüdyomun da bulunduğu şehir olan Amsterdam’da (Hollanda) yaşamaktayım.

Bize eğitim geçmişinden bahseder misin?

Aktör olmak istemiştim. Fakat bunu dekana söyleyecek cesaretim Zaman içerisinde fotoyoktu. O bir maçoydu röportajdan stüdyo bense değildim. Benim iyi fotoğrafçılığına geçiş yaptım. İşlerimde yinelenen kompozisyonlar yazdığımı söyledi ve gazetecilik içerik, fotoğrafları ürettiğim zaman diliminde alanında okumamı önerdi. Fakat bu alan, daha bana dokunan ve sürekli önceden de belirttiğim düşünmemi sağlayan gibi bana göre değildi. konu ile, yeni fotoğraf Gazetecilik okurken son tekniklerini birleştirmem senemde fotoğrafla sonucu oluşuyor. Serilerimde görebileceğiniz tanıştım. tüm konular, beni fazlaca Herhangi bir fotoğraf büyülemiştir. Bu konular: derneğine üyeliğin var sıradışı olanın güzelliğe, mı? şiddete duyulan aşk, FOTORİTİM Söyleşiler

116

Evet, “Fotoğrafçılar Derneği”ne üyeyim.

Fotoğraf dışında başka özel ilgi alanların var mı? Fotoğraf dışında film yapımcılığına merakım var. Bu, fotoğrafın yanı sıra yapmaktan hoşlandığım bir şey. Fotoğraf çekimi esnasında kullandığım sahaları film çekerken de sıklıkla kullanıyorum. Ara sıra ilgilendiğim diğer bir uğraşım ise VJ’liktir.

Ne tür filmler çekersin? Bu projeler profesyonel işler midir? Fotoğraflarımla paralel hikayeye sahip görünen filmler çekerim. Fotoğraflarımda rol alan modeller aynı zamanda filmlerimde rol alan aktörlerdir. Fotoğraf ve filmi birlikte sunduğunuzda kanımca birbirlerini desteklemektedirler. Film ile gösterdiğiniz fotoğraflara belirgin bir atmosferi ekleyebilirsiniz. Filmlerim dünyanın çeşitli yerlerinde festivallerde gösterilmektedir. Bu projeler, ciddi bir enerji kaynağı, zaman ve düzenlemeye gereksinim duyarlar. Bunlar kesinlikle profesyonel işlerdir.


117

FOTORİTİM Söyleşiler


“Eğer herhangi bir ilerleme olmasaydı bu çok kötü olurdu!”

Bilgisayarda fotoğraflarını işlerken müzik dinler misin? Favori sanatçı ve/veya albümlerin hangileridir? Fotoğraflarımı başka insanlar işler. Fakat elbette bu esnada yanlarında oturup nasıl işlemeleri gerektiği konusunda bilgi veririm. Fakat normalde fotoğrafla ilgilenirken müzik dinlemem. Ortamda müzik yokken konsantrasyonum daha iyidir ve eğer ortam tamamen sessizse modellerime hangi duyguları yansıtmaları gerektiğini daha iyi anlatabilirim. FOTORİTİM Söyleşiler

118


Seni etkileyen başka fotoğrafçılar var mı? Favori sanatçıların kimlerdir? Beğendiğim çok sayıda sanatçı var, fakat tek birini yazarak kısa tutmak istemiyorum. Mesela, Robert Mapplethorpe, Paul Blanca, Joel-Peter Witkin, Diane Arbus, Rineke Dijkstra ve Gregory Crewdson’u beğenirim. Ressamlardan, Norman Rockwell, Rembrandt ve Vermeer’den fazlaca ilham almışımdır.

119

FOTORİTİM Söyleşiler


Rain (Yağmur), Hope (Umut) ve Grief (Hüzün) serilerinde yer alan tüm fotoğraflar çeşitli benzerliklere sahipler. Farklı mekanlardaki insanlara ait durağan ve duygusal portreler. Erwin Olaf ismini duyduğum anda aklıma gelen ilk seriler bunlar oluyor (Paradise Portraits (Cennet Portreleri)’in yanı sıra). Bunlar senin en popüler işlerin mi? Bu seriler hakkında ne düşünüyorsun? Bu seriler gerçekten de hem ulusal hem de uluslararası sahada çok

popülerler. Fotoğrafların satışı o kadar hızlı gidiyordu ki bir süreliğine durdurulmak zorundaydı. Artık herkese satış yapmıyorum.

düşünmeye başlıyorsunuz.

Ben de kişisel olarak bu serilerden gerçekten de tatmin oldum. Fakat aynı zamanda eski işlerimi de beğeniyorum. Zaman içerisinde kesin bir gelişim söz konusudur. Eğer herhangi bir ilerleme olmasaydı bu çok kötü olurdu! İşlerimi yaptığım dönemde memnun olsam da, bir kaç yıl sonra “şu daha iyi olabilirdi”, “bu daha iyi olabilirdi” diye

Bir fotoğraf çekimi için Hollanda’da iyi tanınan bir kişinin evinde idim. Büyük ve güzel olan bu yer yaşamak için o kadar muhteşemdi ki, o an aklımdan böyle güzel bir eve sahip olup da mutlu değil de üzgünseniz nasıl olurdu diye geçti. O insan mutsuz olduğundan falan değil, ben böyle düşünüyordum. Sanatta, elitin mutsuzluğu fakir insanların mutsuzluğundan çok ilgi çekicidir.

İlk ne zaman Grief ve Hope serilerini çekme fikri aklına geldi ve çekime başladın?

Hangi yayında veya sergide Grief ve Hope serilerini sundun? Hollanda’da, Fotoğraf Müzesi’nde (Hague’da), Rain ve Fall (Düşüş) serilerimin yanı sıra Grief ve Hope serilerini sundum. Dergilerdeki yayınlarım söylenemeyecek kadar çok, fakat bazı kitaplarda bu seriler yer almakta, mesela “Erwin Olaf”ta. Buna ilaveten Hope ve Grief serilerini içeren ikili bir kitap da mevcuttur.

Pek çok yayının var ve FOTORİTİM Söyleşiler

120


121

FOTORİTİM Söyleşiler


FOTORİTİM Söyleşiler

122


bunların sonuncusu Aperture Kuruluşu’ndan çıktı. Bu son çıkan yayının hakkında bize kısa bir açıklama sunabilir misin? Bu kitapta Rain, Hope ve Grief serilerini bulabilirsiniz. Bu bir tür üçlemedir. Bundan önce yaptığım çalışmalara nazaran bu serilerin tamamında sükunet ve kırılganlık işlenmiştir. Serilerde ilham kaynağım, 50’lerin sonu ile 60’ların başı arasındaki dönemin Amerika’sıdır.

Royal Blood (Asil Kan) ve Chessman (Satranç Taşı) portfolyolarının arkasındaki fikir nedir?

idi. Soru şu olmalı: masum bir insanı kurban yapan şey nedir?

Şu sıralar en fazla hangi fotoğrafçılık ekipmanlarını kullanmaktasın? Fotoğraf makinesi olarak Phase One P45+ dijital arkalık takılı Hasselblad 503 CW, objektif olarak da çoğunlukla 80 mm Carl Zeiss kullanmaktayım.

Fotoğraf yarışmalarında büyük başarıların var. Birçok sergi açtın. Fotoğrafların pek çok koleksiyonda bulunuyor. Tüm bu başarılardan sonra, seni en çok etkileyen anın nedir?

Satrançta öfkemi hafifletmek için bir vesile buldum. Benim için toplumdan uzak her insan satrançtan bir şah veya vezirdir. Toplumun adaletsiz rol oyununu ifade etmeye çalıştım. Saldırı, güç, öfke ve şefkat gerçek hayattaki satranç taşları olarak düşünülebilir.

Şu an için dünyanın her yerinden, bir çok insan Erwin Olaf Stüdyosu’nda staj yapmak için başvuruda bulunuyor. Bunun çok özel ve muhteşem olduğunu düşünüyorum!

Rolay Blood ile görselleştirmeye çalıştığım şey ise vahşi bir toplumda yaşamaktayız, fakat geçmişte, hayat muhtemelen daha vahşi

Nazif Topçuoğlu’nu biliyorum. Benimle aynı galeride işlerini sergiliyor!

Son olarak, duyduğun, bildiğin, başarılı Türk fotoğrafçı var mı?

Mayıs 2009 www.erwinolaf.com

123

FOTORİTİM Söyleşiler


SAMİ SOLMAZ

mehmeT uçkun

FOTORİTİM Söyleşiler

124


“Ara Güler’in bütün fotoğraflarını koyuyorsunuz önünüze, fotoğraf hocalarının öğrettiği kurallar ile incelediğiniz zaman her fotoğrafta hata bulursunuz. Ama Ara Güler’in fotoğrafında en baskın olan şey ne biliyor musunuz, duygu. Anlattığı… ve hiç kimse buna itiraz edemez.”

125

FOTORİTİM Söyleşiler


Güncelde göremediklerimizi fotoğrafta yakalama fırsatı bulabiliyorsunuz. Benim derdim de o zaten. Elbette ki fotoğrafın kadrajına, ışığına vs. sine, zaten bunları bilmeden olmuyor, ama benim için önemli olan anlatmak istediğimi doğru anlatabiliyor muyum, o duyguyu verebiliyor muyum? Ben belgesel filminde de onu yaptım, ben gazeteciyim ve halen gazetecilik yapıyorum, serbest olarak yapıyorum.

FOTORİTİM Söyleşiler

126

Ara ara dergilere bir şeyler yapıyorum. Önemli olan tarafsız olmayı becerebilmek, derdim o. Tarafsız olabilmenin de tek koşulu şu; orayı biliyor olmak. Örneğin Sarf-ı Nazar’ı çekerken ben adada ilk on beş gün fotoğraf çekmedim. Önce bir havayı kokladım, onlarla yemek yedim, rakı içtim, çay içtim, onlarla dertleştim hatta fırça bile attım. Bu sürenin sonunda sana “Hoş geldin Sami ağabey” diyorlar ve işlerine devam ediyorlar. Sana baktığı zaman artık poz vererek bakmıyor bile. Zaten o normal rutinini

yapıyor, yemek yerken, atını kaşağılarken de o rutinde artık. Öbür türlü ara-ara gittiğiniz zaman sadece var olan o anı görebiliyorsunuz, oranın bütününü göremiyorsunuz

Konuyu bu şekilde ortaya koyduğunuz zaman ayrı bir emek ve zaman ayırmak gerekiyor bu işleri gerçekleştirmek için, fotoğrafı bir yaşam biçimi olarak benimsemek gerekiyor, sanırım? Tabii. Parasız kalmayı da göze almak gerekiyor…


“En zor, o anlatımı verebilmek, ifadeyi doğru verebilmek ve onları var eden koşullar ile birlikte, mekan ile o ifadeyi doğru verebilmek.” Diyarbakır Silvan’da başlayan hayat hikayeniz 1979 yılında Haydarpaşa Lisesi’nde devam etmiş, ardından mapusluk günleri ve derken çalışma hayatı, işe başladığınız yerde fotoğraf ile tanışmanız. Foto muhabirlik ve reklam fotoğrafçılığı. Bize kendinizi tanıtabilir misiniz? Benim fotoğrafa başlama hikayem çok garip. Bir ithalat şirketinde çalışıyorum, tesadüf bu ya fotoğraf malzemeleri ithal eden bir şirket. Bir Cumartesi adamın biri geldi bir fotoğraf makinesi elinde, hiç unutmuyorum makineyi ilk makinem ‘Pentax ME Süper’. Fotoğraftan da hiç

anlamıyorum üstelik de. Belli, çalıntı bir makine ve satıyor, param da var. Bir arkadaşı çağırdım, “Bu makine bu parayı eder mi?” diye. Arkadaşım “al hemen” dedi. Kendi kendime başladım bu şekilde. Aradan kısa bir süre geçti, tatile gideceğim, patrondan izin istedim. Patron da arkadaşım; bir hafta sonra dön dedi, ben sekiz ay sonra İstanbul’a geldim. Bütün Ege ve Akdeniz’i köy köy dolaştım. Ondan sonra geldiğimde daha öncesinden bizim müşterimiz olan reklam fotoğrafçısı vardı, Türkiye’nin önemli reklam fotoğrafçılarından Oral Orhon. Gittim onun Şişli’deki stüdyosuna, ben çırak olmaya geldim dedim ve altı ay çıraklık yaptım. Ciddi anlamda çıraklık yaptıktan altı ay sonra “git, yeter sana bu kadar” dedi. Ondan sonra gazetecilik, reklam ajansı, reklam fotoğrafçılığı, 93’ten bu yana da, çok az da olsa reklam fotoğrafçılığı ile beraber tamamen belgesele kaydım. 2004’de reklama tekrar döndüm o da kızım doğduğu zaman. Çok parasızdım, bir sene yaptım ve bir sene sonra yeter bu kadar deyip kaldığım yerden devam ettim belgesel

çalışmalarıma. İşte böyle bir yaşam.

11 Şubat 2006 yılında ‘Yılların İzi’ adlı fotoğraf serginizi gerçekleştirmişsiniz. Zamanın 20 farklı yüzde bıraktığı izleri yansıtmaya çalışmışsınız. Bu çalışmanızda neyi hedeflediniz? Fotoğrafın bu çalışmanızda amacınıza ulaşmanızdaki katkısı neydi? Fotoğrafta en zor ve en kolay olan, portre fotoğrafları. En kolay, çünkü bizim gibi ülkelerde ve bizim ülkemizde insan malzemesi çok. Sokağa çıktığınızda binlerce insana rastlayabiliyorsunuz. En zor, o anlatımı verebilmek, ifadeyi doğru verebilmek ve onları var eden koşullar ile birlikte, mekan ile o ifadeyi doğru verebilmek. Değişik değişik zamanlarda değişik değişik ülkelerde altı yılda çektiğim portreler bunlar. Türkiye dışında Almanya, İran, Fransa gibi ülkelerde çekimlerini yaptım. Özellikle yaşlıları tercih ettim, sadece birkaç tane de çocuk vardı. Hatta onunla ilgili benim yazdığım bir yazı vardı, serginin yazısı. Bir yaşam sunuluyor size ya da siz kabul ediyorsunuz bu

127

FOTORİTİM Söyleşiler


yaşamı ve bir süre sonra bakıyorsunuz ki yaşadığınız her şey yüzünüze yansımış. Kiminde çok derin çizgiler, kiminde çok güleç bir ifade. Yaşadığınız her şey acı ya da tatlı, iyi ya da güzel veya kötü her şey yüzünüze yansıyor. Çocukları koymamın nedeni ise, (özellikle Diyarbakır’da çektiğim iki tane çocuğun fotoğraflarını koymuştum) daha doğdukları anda ne yaşayacakları belli olduğu için.

Size katılıyorum çünkü bu duyguyu bazen ben de yaşıyorum. İnsan olarak hayatta durduğunuz noktadan batığınız zaman, ülkemizde bu hayat çeşitliliği içinde, bu çocukların bir sonraki ve daha sonraki yaşamlarını görebiliyoruz. O serideki fotoğraflarımdan birinde Balat’lı bir Rum teyze de vardı. O kadının yüzünde ben hem acıyı gördüm çünkü çevresindeki akrabaları gitmek zorunda kalmış, ama bir tarafta da sevinç de var gitmediği için.

Konumuzun tam bu noktasında şunu sormak FOTORİTİM Söyleşiler

128

istiyorum. Ülkeler anlamında baktığımız zaman insanların yüzlerinde oluşan bu izler farklılık gösteriyor muydu? Örneğin Almanya’da evsizleri çektiğin zaman onun yüzünde her şey ile dalga geçen bir ifade var. Adam sadece bu benim tercihim diyor. Ama İran’da bir Afgan kadınını çektiğin zaman onun gözlerinde ve yüzünde ben hınç gördüm, öfke gördüm. Aynı şekilde Tunceli’de, Ovacık’ta, Frik dedenin fotoğrafını çektiğim zaman aynı ifadeyi gördüm onun yüzünde. Aynı zamanda hikayelerini de öğreniyorsun bu insanların. Örneğin Ovacık’ta fotoğrafını çektiğim Firik dedenin 1985 yılında, oğlu gözünün önünde samanlığa atılıp yakılarak öldürülmüş ve o süreden sonra adam konuşmamış, konuşmayı reddetmiş. İşte bunun yüzünde yarattığı bu ifadeyi, izler olarak görebiliyorsun. Aynı şekilde Afgan kadınının yüzünde de görebiliyorsun. Kendisini hiç ilgilendirmeyen bir savaştan dolayı evinden çok uzaklarda olmanın getirdiği bir hınç var yüzünde. Ama

Fransa’daki bir evsizde bu yok, o seçimini yapıyor. Antep’teki bir yemenici amcanın yüzünde ise bilgeliği gördüm, ifadelerinde o bilgeliği görüyorsun, bakarkenki sevecenliğini görüyorsun. Hepsi yansıyor.

“Öncelikle şunu söylemeliyim ki ben sosyalist bir insanım. ” İran’da Zerdüşti’leri incelediniz 6 yıl boyunca. Ateşe tapmayanlar adlı sergi ve kitabınızda neyi hedeflediniz? Amacınıza ulaşabildiniz mi? Din, sanat ve fotoğraf. Din ve dinlerin fotoğrafa konu olmaları dışında, günümüzün inançları doğrultusunda şekillenen toplumların fotoğraf ile olan ilişkisi, duruşu nelerdir? Zerdüştler benim için sadece fotoğraf temelli bir şey değil. Zerdüştiler ile ilgili çıkan kitabım bir metin kitabıdır. Fotoğraf sadece onu destekleyen bir unsundur bu kitabımda, ne olduğunu anlatmaya yönelik bir şeydir burada fotoğraflarım. Zerdüştilere başlama nedenim de


şu benim; bir ölçüde din sosyolojisi ile de uğraştığım için, Zerdüştiler ile ilgili Türkçe çıkmış doğru dürüst bir kaynak yoktu o zamanlar. Var olanların hepsinde de küçük küçük alıntılar var. Dolayısı ile çok merak ettim bu konuyu. Gidip orda öğrenmek ve görmek istedim. Türkçe kaynakların hepsi bir Fransız’dan alıntı yapıyordu. Orhan Hançerlioğlu olsun, Cemil Sena vb. din sosyolojisi ile uğraşan insanları hepsi 17501820 arasında yaşamış bir Fransız araştırmacıdan bir alıntı yapmışlar, alıntı

aynen şu; “Hıristiyanlar, Müslümanlar, Museviler iddialarınızın anlamı ne olursa olsun sizler kendi varlık aleminizin içinde Zerdüştün yolunu şaşırmış çocuklarından başka bir şey değilsiniz.” Bu çok iddialı bir laf. Tek tanrılı olduğunu düşündüğün dinlere baktığın zaman hepsinin Zerdüştiliği yok saydığını görüyorsun, ateşe tapanlar olarak biliyorlar. Bunun üzerine başladım ben. Öncelikle şunu söylemeliyim ki ben sosyalist bir insanım. şu an yeryüzünde var

olan dinlerin, insanların yaşamlarını nasıl etkilediği ve hakim sınıfların bunu nasıl kullandığı ve din temelli savaşların insanlığı ne boyutlara getirdiğine tanık olduktan sonra dinin gereksiz bir şey olduğunu, sizin savunduklarınızın bir öncesinde bunları söyleyen zaten başka birilerinin olduğunu, ondan öncesinde mitolojide bunların olduğunu göstermek adına ben bunu yaptım.

Birbirinin türevi adeta. Tamamen türevi. Bütün kutsal kitapları alın,

129

FOTORİTİM Söyleşiler


birbirine çok yakın ve aynı olan şeyler var. Hepsinde de Gılgamış Destanındakine benzer ifadeleri görebiliyorsunuz. Benim bir arkadaşım vardı, Ulus Baker. Ulus’un ODTÜ Sosyolojiyi bitirirkenki tez konusu din sosyolojisiydi. O dönem yazdığı şey şuydu; “Eğer Tanrı 10 emri Musa’nın kulağına fısıldadı ise Tanrı bunu Hamurabi’den çalmış demektir”. Sümer mitolojisinde de ve Sümer mitolojisinden önce de bakıyorsun; Çatalhöyük de var, İnkalar da var. Madem Tanrı yarattı ise insanlığı, niye o zaman tek tanrılı dinler ortaya çıkmamış da niye şimdi çıkıyor ve üstüne üstlük niye hepsi Arap yarımadasında çıkıyor?

Zaman içinde dinlerin şekil değiştirişini, tek tanrılı dinlere doğru gidişini teknolojideki gelişmelere ve sanayi devrimi ile ilişkilendirdiğimiz zaman mantıklı bir süreç çıkıyor mu sizce? Tabii ki. Daha öncesini ele alırsak, krallar ya da kabile reisleri kendi hakimiyet alanlarını koruyabilmek ve sürdürebilmek için din, kullandıkları bir FOTORİTİM Söyleşiler

130

araç. 20. yy’dan sonra bu daha farklı bir duruma dönüşüyor. 630’lu yıllarda Müslümanlığın ortaya çıkma nedeni de çok farklı değil. Konunun fotoğraf ile olan ilgisine gelecek olursak; özellikle belgesel fotoğraf ile uğraşan insanların çok okuması gerektiğini düşünüyorum. Bu çalışmaları yürütebilmek için beslenecek alanlarının olması gerektiğini düşünüyorum. Sosyolojiyi, psikolojiyi, sanat tarihini bilmek zorundasın, günlük gazeteleri mutlaka okumak zorundasın, yaşadığın yer ve coğrafya ile ilgili çok fazla şey bilmek zorundasın. Sadece fotoğraf makinesini eline alıp “ben belgesel fotoğrafı çekeceğim” demek ile olmuyor.

için gerekli olan bir sürece de denk düşüyor. Günümüzde bu konuda söz sahibi olan kişilerin fotoğrafı sunumlarını ben biraz ürkütücü buluyorum, bunun teşvik edici olmadığını düşünüyorum. O zaman verelim profesörlerin eline fotoğraf makinelerini, onlar çeksin gibi bir mantık ortaya çıkmıyor mu?

Yaşadığın gerçeklik ile ilgili olmak durumundasınız. Burada yaşıyoruz şu an, bu coğrafyada yaşıyoruz. Bu coğrafyadaki insanların gerçekliğini bilmek zorundasın. Bu konu ile ilgili bir örnek vereceğim. Bundan yıllar önce Kocaeli fotoğraftan mezun olmuş bir kız geldi. Fotoğraflarını bir CD’ye yüklemiş getirmiş. Açtım baktım, çok güzel fotoğraflar ama Söylediklerinize katılmak bana bir şey anlatmıyor ile beraber bir ayrım ve kıza şunu söyledim; getirmek istiyorum. ”tekniğine dair hiçbir Fotoğraf ile ilgili belli itirazım yok, bundan sonra bir noktaya gelmiş yapman gereken yaşamını insanların şöyle bir zenginleştirmek, yani sürecini gördüğümü daha amiyane bir tabir ile söyleyebilirim. Fotoğraf otlaklarını değiştir, kitap bir sanat dalı olarak, oku, insanların içine gir” yetişme süreci içinde belli dedim. Bana verdiği cevap aşamalar gerektiriyor. ise fotoğraf çekmek ile Sizlerin açıklığa kitap okumanın ne alakası kavuşturduğunuz, genel var? idi. yaşam içinde insan olmak


tanıdığım bir tane çocuk var, bir sürü insan var da özellikle birkaç kişiyi örnek vermek istiyorum. Bunlardan bir tanesi benim çok sevdiğim bir çocuk, bana bir ekip ile belgesel bir çalışma için Türkiye turuna çıkmayı çok istediğini söyledi. Ben de “asistan olarak gel bizimle” dedim, aslında benim asistanlık bir işim yok ki, dedim görsün, benim ile birlikte dolaşsın yaşasın. İki ay sonra çocuk inançlar üzerine Ben zaten böyle bir bir çalışmaya başladı. Bir şeyi yapmıyorum, gün tekrar bana gelerek savunmuyorum. Bana Yahudi ve Musevilerin gelecek insanın çok net gelmesi gerekiyor. Örneğin içine giremediğini söyledi, Tabii ki bu boyutta değil. Aslında benim vurgulamak istediğim şey küçük ama önemli bir nokta. Türkiye’de fotoğrafı bir noktaya taşımış insanların tabii ki eleştirecek ve karşı duracakları birçok nokta var, bu arada gençlerin de kazanılması gerekiyor. İnsanları kazanmanın sürecinin sadece yerden yere vurmak, aşağılamak olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

ben de Musevi fotoğrafçı bir arkadaşımı aradım, onun ile beraber bütün sinagoglara girmeye başladı, Şiilerin içine soktum. Bir taraftan da ona sürekli kitap veriyordum, neyi çektiğini bilmesi gerekiyor. Anlatmaya çalıştığım bu. Bir şey ilginç gelir çekersin fakat çektiğin şeyi anlatabilmen de gerekiyor. Örneğin istavroz çıkarılırken bu istavrozun anlamını da bilmen gerekiyor. Reklam fotoğrafçılığı yaparken çektiğin şeyin her türlü özelliğini öğreniyorsun zaten, öğrenmek zorundasın doğru

131

FOTORİTİM Söyleşiler


fotoğrafını çekebilmek için. Sabit Kalfagil. Bu çocuk benim bir arkadaşımın Tamam, profesör olman yeğeni. Arkadaşımla oturmuş konuşuyoruz, “ya gerekmiyor ama en azından onu ifade benim yeğen okulu bıraktı edebilecek bilgi ve gibi fotoğraftan soğudu, bir ilgilensene” dedi. “Beni duyguya sahip olman arasın, gelsin” dedim. Beni gerekiyor ve bunun için aradı ve “son çalıştığın de hakikaten okumak gerekiyor. Başka bir şey fotoğrafları al ve gel” daha anlatayım. Dokuz dedim. Yaklaşık yüz tane Eylül Üniversitesi fotoğrafı fotoğraf, kağıt toplayıcıları çekmiş. Yüz tanesini yemek bitirmiş, Marmara Üniversitesi’nde master masasına dizdim, çok seri bir şekilde ayıkladım. En yapıyor çocuk, hocası da FOTORİTİM Söyleşiler

132

son yirmiye düşürdüm. “Al bunları 30×40 bas” dedim. Özellikle üç tane fotoğrafı seçti ve bana bunları neden seçtiğimi sordu, ben de güzeller de ondan dedim, o da “Sabit hoca bunları çöpe atmıştı“dedi. Çocuğu karanlık odaya soktum, kağıt verdim, banyo verdim vs. “git ve bunlar olana kadar 30×40 bas gel” dedim. Baskıları yapmış gelmiş ve fotoğrafları


Biraz da 2004 yılında gerçekleştirdiğiniz “Balığın Gözünden” adlı çalışmanızdan ve serginizden bahsedelim. 17. yy’da yaşamış Cornelius Marcus Escher bir ressam, üç boyutlu resimler yapan bir ressam. Escher’in yaptığı resimlerin içine girebiliyorsun. Ben de fotoğrafta bunu yapabilirim deyip başladım. 8 mm balıkgözünün çapı 180 derecedir. Özellikle kubbeli yerleri çektiğin zaman 360 dereceyi görebiliyorsun. Sanat tarihini bilmiyor olsan bunu yapamazsın. İlginç gelir yaparsın. Ben üç ay boyunca İstanbul’un her yerini, her gün bir memur gibi dolaştım.

dizdim ve ”şimdi ne düşünüyorsun?”dedim. “Ağabey çok başka oldu” dedi. Ben de “oğlum fotoğraf bir sunumdur” dedim. “Şimdi git bu fotoğraflar ile okula” dedim. Sabit Kalfagil’in dersinde, hoca elindeki fotoğrafları görerek merak edip görmek istemiş ve bakmış “Onur’cuğum ne güzel fotoğraflar bunlar” demiş.

Birçok resim çektim ama bunların içinde bir tanesi var ki tam Escher.

Üç boyutluluğu yakaladığınızı düşünüyorsunuz. Aynen öyle.

Balıkgözünü tercih etmenizdeki neden bu mu? Tabii ki.

Geniş açı ile balıkgözü

arasında sanki bir samimiyet farkı var gibi geldi bana. Ben deforme etmiyorum. Hiç birinde perspektif hatası bulamazsın. Çekim açın ve durduğun nokta çok önemli. Bilinçli kullanılması gerekiyor. Bir insanın yüzüne yaklaştırarak onu maymun gibi de çıkarabilirsiniz.

Günümüzün kadına bakış açısını sorgulamak için, bir tepki olarak nü fotoğrafı kullanılabilir mi? Tabii ki. Nü fotoğrafında da bir şeyler anlatmak gerektiğini söylemek gerekiyor, söyleyecek bir sözünüzün olması gerekiyor. Evet, o fotoğraflarla mastürbasyon yapabilecek insanlar da çıkabiliyor. Siz eğer fotoğrafları doğru hedefleyip doğru çekmiş iseniz, bir amacınız var ise, söyleyecek sözünüz var ise nü’yü dediğiniz anlamda da kullanabilirsiniz. Karşı bir söylemle, kendi silahı ile vurabilirsiniz. Örneğin uygun bir model bulur isem bu konuda yapmak istediğim çalışmalar var. Sırf çıplak kadın, nü çekmiş olmak

133

FOTORİTİM Söyleşiler


FOTORİTİM Söyleşiler

134


135

FOTORİTİM Söyleşiler


için değil kadın erkek ilişkisini sorgulamak adına, bu ilişkiyi kadın bedeni üzerinden anlatmayı hedefliyorum.

Genelde Türkiye’de fotoğrafçıların çalışma şartları bu çerçevede midir?

bunları ve bu işin alt yapısını öğrenmesi gerekiyor.

Fotoğraf hayatım boyunca Hepsi ya kendi parası en rahat ettiğim dönem ne Bize yeni projelerinizden ile ya da sponsor ile zamandır biliyor musunuz? bahsedebilir misiniz? çalışarak yapmaktadırlar. 2007 yılında Sarf-ı Nazar’ı Örneğin sevgili Altan Bal’ın çekerken ve ondan önceki Sulukule ile ilgili yapmış ‘Kamyoncular’ çalışmasına 3 ay. Çünkü İskoç bir olduğum çalışmam ile ilgili elimizin altında iken menajer ile çalışıyordum. bir kitap çalışmam olacak. bakalım. Promat parasız Herif geldi buldu beni. İki Burada yayınlayacak bir basmış, BP madeni yağlar. ay İstanbul’u yürüyerek yayıncı bulamayacağım Böyle olduğu için de dolaştım, Dusk to Dawn büyük bir ihtimalle ama dağıtım şirketleri kitapları (alaca karanlıktan şafağa) Amerika’dan birisi istemişti. dağıtmıyor. Çünkü yayın diye bir şey yaptık. Zaten şu an tasarımını evinin fazla kitabının Ben, o iki ay boyunca yapıp göndereceğim oraya olması gerekiyor ki adam kızımın süt parasını ve büyük bir ihtimalle satılmadığı zaman iade düşünmedim, evimin 2010 yılı içinde Amerika’da edebilsin. Dağıtım şirketleri kirasını düşünmedim, çıkacak. Hiç olmaz ise para de bundan dolayı fotoğraf gece dolaşırken çay parası kazanacağım oradan. kitaplarını dağıtmıyor. düşünmedim. Sergiyi Kendi ilişkileriniz ile açarken ha keza öyle. Sizin için belki iyi olacak dağıtabiliyorsunuz… Sergiyi açtığımız zaman ama ülkemizdeki fotoğraf Benim “Zerdüştiler” da otuz fotoğraftan yayıncılığı ile ilgili durumun kitabım bitti örneğin, bu yirmi altısını Londra ve bu halde olduğunu bilmek senenin sonunda yayın New York’a sattı. Benim üzücü aynı zamanda. evi ikinci baskıyı yapacak, altı, yedi ayımı rahat ben ona yeni birkaç geçirmemi sağladı. Aynı Bakın ben size çok basit şey daha ekleyeceğim, zamanda bana menajerlik bir şey söyleyeyim. İki tane bu sefer bir şartım var yapan kişinin kendisi kitabım var, ikisini de yayın benim, dört renk. Çünkü de fotoğraf alan bir kişi. evleri bastı, ben ikisinden ben onları dia çekmiştim, Jonathan’ı benim Yılların de telif alamadım, telif maliyetinden dolayı siyah İzi sergimin son gününde almam gerekirken telif beyaza dönüştürmüştük kız arkadaşım getirmişti. alamadım. Karşılığında ama bu sefer dört renkli Bu kişi yıllar sonra yerleşik 200 adet kitap aldım. basacaklar. Yine telif hayata ilk defa geçiyor ve O iki yüz kitabı da ben alamayacağım, yine iki yüz evine aldığı ilk şey benim arkadaşlarıma hediye tane kitap alacağım :) üç tane fotoğrafımdı. Bu ettim. Bir tek avantajım üç fotoğraf da Tuncelişu oldu, cebimden para Gerçekten çok üzücü. Ovacık’ta çektiğim Frig çıkmadı. Sanırım özellikle fotoğraf Dedenin fotoğraflarıydı. çeken arkadaşların Üçü de aynı insanın değişik FOTORİTİM Söyleşiler

136


portreleriydi. “Niye aynı adamı alıyorsun?” diye sorduğumda, bana “üçü beraber asılmalı” diye cevap verdi ve serginin afişini de çerçeveli olarak aldı.

O zaman şunu söyleyebilir miyiz? İlk çağlarda insanların resim yapabilmeleri için önce üretimi artırıp resim yapabilecek insanların boş kalmasını sağlaması gerekiyordu. Sanırım günümüzde bu konu fazla evrimleşmedi, aynı. Tabii ki aynı.

Günümüzde hiçbir

toplumun sanata ve sanat ürününe kasıtlı olarak yönelmesi ile ilgili bir problem olduğunu düşünmüyorum. Çünkü insanlar öncelikle karınlarını doyurmak zorunda. Bizim ülkemizde fotoğrafa ve diğer sanat dallarına yeterince vakit ve para ayrılamamasının temel nedenlerinden biri de bu mu sizce? Değil! Burada biraz mantık farklılığı var. Sonuçta insanlar gazete dahi almıyorlar, bir gazete elli kuruş. Bizim gibi ülkelerde dayatılan bir şeyler var, özellikle 12 Eylül’den sonra

gelişen bir süreç, sürekli bir yerlere atlama mantığının geçerli olduğunu görüyorsunuz; sınıf atlama, bir anda para sahibi olmak, köşe dönmek gibi. Öncelikle bunun biçimsel olduğunu göstermeye çalıştılar herkese, bir tüketim toplumu olarak. Bakıyorsunuz 13 yaşındaki bir kız çocuğunun elinde iki tane üç yüz beş yüz milyonluk cep telefonu. Sen ne yaparsın iki tane cep telefonu ile? Ben kullanmamaya çalışıyorum. Bu 12 Eylül’ün getirdiği bir süreç. Doğuya doğru başka ülkelere gittiğiniz zaman, örneğin bir İran böyle değil. Bir İran,

137

FOTORİTİM Söyleşiler


FOTORİTİM Söyleşiler

138


o kadar aşağılayarak bahsettiğimiz bir İran’da satılan gazete sayısı ile Türkiye’deki gazete sayısını kıyasladığınız zaman onda bir. Nüfus aynı, insanların kendi gerçeklikleri ile ilgili duyarlılıkları var, muhalif gazeteler de var orada. Bizdeki insanların neler okuduğu malum. İşte bunun sonucudur. Bir de şöyle bir şey var, cep telefonlarının fotoğraf çekiyor olabilmesi bile fotoğrafın küçümsenmesini sağlıyor. Herkes fotoğrafçı olabiliyor artık. Ama Avrupa’da böyle bir anlayış yok, herkesin fotoğraf makinesi var ama herkes fotoğrafçı değil.

kitabında ne öğrenmek zorundasınız biliyor musunuz? Dünyadaki bütün ulusal kurtuluş mücadelelerini, Lenin ve Marx’ı bilmek zorundasınız. Che Guevara’yı bilmek zorundasınız. İran gibi şeriat ile yönetilen bir ülkede. Daha da öteye gider isek, üniversitede felsefe bölümlerine bakıyorum, Türkiye’de hiçbir felsefe bölümünde Fuerbach öğretilmez. İran’da Kum kentinde ilk öğreneceğiniz kişilerden birisi Fuerbach’ tır. İran şeriat ile yönetiliyor ve biz aşağılayarak bakıyoruz bu ülkeye.

Bu durumda şöyle bir Toplumumuzun eğitime ironi ortaya çıkmıyor ve insanlara verdiği mu? İnsan uygarlığının kazanımı açısından değere göre insanlar şekillenmiş ve sanki baktığımız zaman, halinden memnunlar gibi herhangi bir milliyet sanırım. ayrımı yapmadan, İran kapalı bir toplum olarak Tabii canım. Yine aynı gözüküyor. Toplumların örneği vereceğim gazete kendi gelişimleri esnasında dünya ile okuyorum: ilköğretim öğrencileri ile lise dahil olan ilişkilerinde belli yapılan bir anket var. %97 duvarların olması mı gerektiği anlamına sinin tanıdığı iki kişi var: şarkıcı Hadise ve futbolcu geliyor? Arda. Tabii ki yani, tabii şöyle bir İran’da ilköğretim şey de var, İran ekstrem bir düzeyindeki okulların örnek, diğer Arap ülkeleri kitaplarına bakıyorum, gibi değil. Üç bin yıllık bir çok basit, lisede bir tarih geçmiş var. Aziz Nesin’in

çok güzel bir sözü var “Eğer ben bir Müslüman olsaydım ki değilim, en radikal İslamcıdan daha radikal olurdum” diyor. Çünkü İslamiyet öyle bir din ki sana sorgulama hakkı tanımıyor, sorgusuz sualsiz kabul etmek zorundasın. İslamiyet’in kelime anlamı zaten teslim olmaktır. Müslüman da bu anlamda teslim olmuş olandır, yani bütün yolları kapatıyor zaten. İran’da diğer ülkelerde farklı olarak bunu bireysel zenginlikler olarak görüyorlar. Örneğin Zerdüştiler İran’da çok rahatlar. Ateşe tapanlar diye herkesin aforoz ettiği bir topluluk ama İran’da 1996 yılından bu yana dünyadaki Zerdüşti kongresi Tahran’da yapılıyor. Tahran’ın göbeğinde sinagog var ve ben tepedeki bir din adamı ile röportaj yaptım. Bu kişi Humeyni’nin dünyadaki yedi temsilcisinden bir tanesi idi. Sinagogun ne işi olduğunu sorduğum zaman bana verdiği yanıt, “biz Museviliğe karşı değiliz, biz Siyonizme karşıyız” oldu. O anlamda ve birçok anlamda çok netler ve İran’da tartışabiliyorsunuz fakat Suudi Arabistan’da tartışamazsınız, direkt kelleniz gidiyor. Öbür

139

FOTORİTİM Söyleşiler


taraftan da şunu söylüyorum; onaylıyor muyum? Hayır. Bütün dinler, bütün ideolojiler ve bütün inançlar azınlık durumundayken çok hoşgörülüdür. Çoğunluk durumuna geçtiği zaman bu hoşgörüden eser kalmaz.

Biraz da Büyük Ada’daki faytonlar ve faytoncuların yaşam hikayesini ele aldığınız çalışmanızdan bahsedelim. “Sarf-ı Nazar” adlı serginiz ve ”Sarf-ı Nazar” adlı kitabınız 2008 yılında yayınlandı. Ada yaşantısı içinde pek de göze çarpmayan ahırları fotoğraflamak fikrinin gerisinde yatan şey neydi? Adadaki bu çalışmama ben tesadüfen başladım. Adaya, adalılar ile ilgili bir çalışma yapmak için gitmiştim. Adada kaldığım yer ahırlara çok yakın bir yerdi. Her gün gördüğüm için ahırları, burasının neden böyle olduğunu merak ettim ve sormaya başladım. Adada arkadaşlarım da olduğu için onlar ve insanlar ile konuşarak oranın neden böyle olduğunu anlamaya çalıştım. Daha sonra onlar FOTORİTİM Söyleşiler

140

ile konuşmayla başladım. Bisiklet ile Aya Yorgi’den geliyorum, ya şuraya bir gireyim dedim. Gittiğimin birkaç gün sonrası idi. Birisi bağırdı, “buraya giriş iki yüz lira” dedi. Ben de “sen makbuzu kes geliyorum” dedim. Gittim selamın aleyküm-aleyküm selam, derken tripotu gördüler. Başladık muhabbet etmeye, adı Almanyalı Kemal. Oturduk beraber yemek yedik, muhabbet ettik. Ertesi gün bir daha gittim, ertesi gün bir daha gittim. Şişman Mustafa’yı tanıdım, papağan Kevork’u tanıdım, en önemlisi Nalbantı tanıdım.75 yaşında bir adam, her akşam bana bir duble rakı içirmeden bırakmadı. Durum böyle olunca oradaki sorunu öğrenmeye başlıyorsunuz. Belediyenin her gün ahırların olduğu bölgeye çöp döktüğünü görüyorsun. Sorun şuydu; belediye ahırların olduğu yeri yıkıp İspark bünyesinde yeni ahırlar yapıp bu bölgeden bir rant elde etme çabasında idi ve mevcut şartları faytoncuların aleyhine ağırlaştırıyordu. Faytoncuları yıldırmak için de bulundukları bölgeyi çöplük döküm sahasına dönüştürmüşlerdi. Ben her gün fotoğraf

çekmeye başladım, günümü ikiye böldüm. Sabah yedide kalkıyorum, günün yarısında adalıları çekiyorum, geri kalan kısmında da ahırlara gidiyorum. Yaklaşık üç hafta sonra Rum cemaatinden birisi polis gecesi davetiyesi verdi, onlarla da bir aile gibi oldum, ben onların en mahrem yerlerinde çektim fotoğraflarımı, yatak odalarında çektim çoğunluğunu. Neyse, sonra polis gecesine gittim. Rumların Metropoliti var, kaymakam var, belediye başkanı var, Rumların Vasilisi var. Metropolit ve Vasilisi ile sarılıp öpüştükten sonra faytoncuların yanına oturdum. Herkes beni merak ediyor, polisi, belediye başkanı. On dakika sonra bir polis geliyor bir polis gidiyor, en son belediyenin halkla ilişkiler müdürü geldi beni belediyeye çağırdı. Birkaç gün sonra gittim. Bana, “Sami Bey bakın adalar ne kadar güzel yerler, şöyle yapalım, böyle yapalım, destek olalım” falan. Olur dedim “fakat ben öncelikle bunları yapıyorum, sizin istediklerinizi de yaparız” dedim. Sonra beni bir daha aramadılar. İki ayın sonunda faytonculardan


141

FOTORİTİM Söyleşiler


bir sürü arkadaşım oldu. Burada adanın şöyle bir özelliğinden bahsetmem lazım, adada klan sistemi var. Klanın en üstündekiler tabii Yahudiler, bir altı beyaz Türkler sonra Rumlar, Ermeniler ve esnaf, dördüncü kastlar arabacılar. Hiç kimse kimseye dokunmuyor. Ben faytoncuyu akşam alıyorum, beyaz Türklerin gittiği FOTORİTİM Söyleşiler

142

meyhaneye gidiyorum. Adada yaşayan babası zengin bir arkadaşım var, onu alıyorum esnaf meyhanesine götürüyorum. İnsanların birbirine dokunmasını sağladım. Faytoncuların birkaç tanesini yazarçizerlerin, kalburüstü insanların gittiği bir meyhaneye götürdüm. Meyhanenin sahibi doğma büyüme adalı,

babası da adalı ve gelip faytoncular ile konuştu ilk defa. Meyhanecinin kafasındaki faytoncu imajı gitti, bu adamlar ile sohbet edilebiliri gördü.

Siz bir köprü vazifesi görmüşsünüz. Aynen öyle ve ondan sonra ben iki aydan fazla bir süre kaldım orda, çalışma bittikten sonra belediye


derdim bu adamı çekmek geri adım attı ve kimse de bu adamın ve bunlar yeni adımlara geçtiler. telefonunu vermiyor. En sonunda bir ayin sonrasında ben yakaladım Çalışmanızın bunu, dediler ki işte Dimitri aynı zamanda hoca bu, hocam dedim bir karşılığı işte ben böyle böyle olmuş sanırım. şeyler yapıyorum, tabii o Fotoğraf sırasında şeyi görüyorlar, makinesini ayini Metropolit yönetiyor eline alan ve benim onunla olan kişinin içinde ilişkimi de görüyorlar, daha bulunduğu rahat oluyorsun o zaman. sürece dahil Dimitri hocaya “evinize olması ve bu süreci yaşaması geleceğim” dedim, o da “tamam yarın saat 15:00’de bir zorunluluk gibi gözüküyor gel“ dedi. Gene kilisenin bahçesinde insanlar ile sanırım. sohbet ediyorum, bayağı şişman bir kadın gördüm Taraf olmak zorundasın. Aynı ama nasıl güzel bir yüzü var kadının, tam annem şekilde adalıları gibi. Makineyi doğrulttum yaparken de, aslında inanmak kadını çekeceğim, “çekme” dedi, ben de “peki” zor işti. Bir dedim. “Gel buraya” dedi, Ermeni’nin yere diz çöktüm ve elimi değil yatak odası, evine bile dizine koydum. “Sen niye çekiyorsun?” dedi, ben giremezsin, bir de anlattım, “hatta dedim Rum’un gene öyle. Benim yarın Dimitri hocanın şansım şuydu; iki patriğin evine gideceğim, Dimitri de yaveriyle tanışıyordum hocayı evinde çekeceğim” ben. Dolayısı ile rahat dedim. “Ben hemen eve hareket edebildim ve gideyim dedi ve evden kiliselere rahatça girip çamaşırları toparlayayım” çıkabildim. Aslında öyle keyifli anlar var ki, Beyoğlu dedi. Meğerse Dimitri hocanın karısı imiş :) Ertesi Turnacıbaşı sokakta bir gün evlerine gittiğimde Rum okulu vardır, 50 kadın öğlen uykusu yıl orda çalışmış en son uyuyormuş, kapıyı açtı ve oranın müdürlüğünden emekli olmuş birisi. Benim hiç toparlanmadan “hah

bizim oğlan geldi” dedi ve geçti içeri.

Sarf-ı Nazar çalışmanızda yer alan bir anektod var. Adaya gelen misafirleriniz ile beraber polis otosu ile rıhtıma kadar yaptığınız yolculuk ile ilgili. Bundan biraz bahsedebilir misiniz? Bercuhi Berberyan diye, benim ablam gibi olan bir hatun var, adada tanıştım. Bercuhi Burgaz adalı ve babası da Burgaz’da yaşıyor ve ben onun babasının da fotoğraflarını çektim. Sarf-ı Nazar ile ilgili olarak, ben Bercuhi’den bir yazı yazmasını istemiştim ondan “ama gelip burayı görmen gerekiyor “ dedim. Vapura binip iskeleye geldi ve iskeleden arıyor beni. O sırada da benim arkadaşlarım gelmiş İstanbul’dan, “hadi siz de gelin” dedim ve onları adada yaşayan başka bir arkadaşımla beraber ahırlara götürdüm. Bercuhi’yi tekrar arayarak rakı getirmesini söyledim. Oturduk, ahırlarda 3 tane hatun, ben ve adadan bir arkadaşım faytoncular ile rakı içtik. Papağan Kevork, Şişman Mustafa, Ninja Mehmet. Bir ara kız arkadaşlarımdan

143

FOTORİTİM Söyleşiler


biri “burada tuvalet var mı?” dedi. Ben de “gel göstereyim” dedim, tabii her yer tuvalet. O da ormana gidip yaptı tuvaletini. Orada onun başına bir şey gelmesi mümkün değil, tabii benden de aldığı bir rahatlık da var. İçkilerimiz bittikten sonra benim keyif aldığım bir faytoncu var, Ninja Mehmet, beraber iniyoruz rıhtıma doğru bu sırada bir polis arabası geçiyor, Ninja Mehmet bir ıslık çaldı ve polis minibüsü durdu. Hepimiz doluştuk FOTORİTİM Söyleşiler

144

ve aşağıya indik. Yanımıza adada evinde kaldığım Alman arkadaşım Ludvig ve İrene’de katıldı. Daha sonra Alman arkadaşım “benim ülkemde bir polis arabasına ancak karakola veya hapse giderken binebilirsiniz“ dedi. Sonra onları bir esnaf meyhanesine götürdüm. Benim yanımdaki insanlar normalde oraya asla oturmayacak insanlar. Meyhaneci Sefa bizleri görünce sokağı kapatarak üç tane masa koydu ve biz bir anda on, on iki

kişi olduk, gören geldi. Bir taraftan da insanların birbirlerine dokunmasını sağlıyorum.

Sanırım insanlar ile olan iletişiminizde bu önemli bir nokta. Ara noktada bir yerde oluşunuz insanların kaynaşması noktasında sanırım aracılık ediyor. Ben en alt ve en üst insanlar ile iyi anlaşabiliyorum. Sarf-ı Nazar kitabımı dedeme ithaf ettim. Orada bir şey


yazıyor “yaşamda hiç kimse yapılıyor ve yapılabiliyor da. Yalnız, insanların senden farklı değil ve her yaptığı şeye inanmaları şey mümkündür.” gerekiyor, koşulları Samimiyetini gördüğüm zorlamaları gerekiyor. herkes ile ben çok iyi Benim olanağım bu, ilişki kurarım ama kendini böyle bir şey yok, bunu farklı göstermeye çalışan kabul etmiyorum. Bundan insanlar ile asla iletişim birkaç sene önce genç bir kuramıyorum, konuşacak çocuğun çektiği inanılmaz bir şey de bulamıyorum. fotoğraflar vardı. Sergisini Karşı Sanat’ta yaptı ama Ülkemizde AFSAD’ın çok kötü bir kitap basıldı. öncülüğünde başlayan “Ulan” dedim “gel bunu fotoğraftaki Toplumsal bir matbaa ile konuşalım Gerçekçilik akımının ya da bir sürü yayınevi 1960 ve 1970 yıllarındaki var adam gibi bir şey kazanımları ve yol alışı yapalım” ve inanılmaz bir daha sonra dünyadaki çalışma, Türkiye’deki ölüm gelişmelere paralel oruçları. Genç bir çocuk, Türkiye’ye biçilen rol Gencer Yurttaş diye bir çerçevesinde öz ve çocuk ve fotoğraflar da içerik olarak değişime inanılmaz iyiydi. Çocuk yol açtığını görüyoruz. bütün süreci çekmiş ama Ülkemizde biz ne isek kendi mantığından dolayı fotoğraf da o mu?… karşılığını bulamadı, dar bir Fotoğrafın bir tarafı, bir çevrede kaldı. duruşu olmalı mı sizce? Fotoğrafı çekmek işin bir Kesinlikle. yarısı, diğer bir yarısı da sunumu sanırım. Bu konuyu biraz açalım. Tabii ki. Aynı şekilde Sarf-ı Çok sevdiğim bir Çin Nazarı çekerken kitap atasözü var. “Kuyunun yapacağım diye yapmadım dibindeki kurbağa, ancak ben bunu. Çalışmayı kuyunun çapı kadar bitirdim ve fotoğraflar ile gökyüzünü görür.” Sen uğraşırken filmleri banyo sana dayatılan şeyi kabul ediyorum, kontak baskıları etmeyip kuyunun üzerine alıyorum. O sırada adada çıkmaya çalışmazsan birileri bunun mütalaasını göreceğin alan, çap da yapıyormuş. Adalılar o kadardır. Çok iyi işler Vakfı diye bir vakıf beni

aradı, kitabını basıyoruz dediler ve bastılar. Benim şartım iyi bir matbaada basılması idi ve 15 gün gittim başında bekledim. Belki benim seçtiğim bir matbaa olmadı, çok daha iyi olabilirdi ama gene dolaşıma girdi, tanıtımı da iyi yapıldı. Yayınevi, dağıtımı ile çok fazla ilgilenmediği için, bir televizyon programına çıktım, bir hafta içinde 400 tane sattı. Çok pahalı da değil, otuz lira kitap. Biraz ilgilenseler bu kitap şimdiye kadar ikinci baskıyı da yapacaktı.

Aslında Türkiye’de böyle bir potansiyel var ve insanlara işin bu boyutunu göstermek gerekiyor sanırım. Var tabii ki. Ara Güler’ in “Ara’dan Yetmişyedi Yıl Geçti” adlı kitabı üç sene önce çıktı, beşinci baskısını yaptı. İnsanlar alıyorlar sen doğru şekilde sunarsan eğer. Ya benim koşulum bu, ancak bunu yapabiliyorum diyorsan eğer yapma o zaman, yapacaksan da doğru yap. Bizim ülkemizin şartları böyle diye senin kendini ona hapsetmen kadar salakça bir şey olamaz.

Sulukule ile ilgili

145

FOTORİTİM Söyleşiler


yaptığınız çalışmanın Amerika’da kitaplaşacağından bahsetmiştiniz.

dediler, ben de “daha bitmedi” dedim. Şimdi bitti, kitabın tasarımını yapıp göndereceğim.

“Dusk to Dawn” sergisini yaptığımda, serginin son günü bir çift geldi, dolaşıyor. Biz de arkadaşlar ile oralardayız. Ben sergiyi eski bir kazma kürek fabrikasında açtım, çatısı olmayan, sadece çatma demirleri olan bir fabrika. Çelik teller ile bağladım, özel ışıklandırma yaptım, her şey denk düştü. O sıralarda menajerim yurt dışında idi, aydınlatma lazım tam o sırada bir aydınlatma firmasının katalog fotoğraf işi çıktı onları çektim. Bir gün karşılığında geldiler aydınlatmayı yaptılar. Sen doğru yolda isen hepsi denk düşüyor. Son gün Amerikalı bir çift geldi, üç kere dolaştılar sergiyi, elime iki kadeh şarap aldım ve ne düşündüklerini öğrenmek için yanlarına gittim. Sohbet etmeye başladık, bize katıldılar. Bir hafta İstanbul’da kaldılar. Bir hafta boyunca, ben de Galata’da oturuyorum, her gün karşılaşıyoruz ve buluşuyoruz, üçüncü gün başka fotoğraflarımı da görmek istediler. Sulukule’yi gösterdim, ”bunu kitap yapalım”

Peki Türkiye’de bu sürece dahil olabilecek, rastlantısal bir Amerikalı çiftin çalışmalarınıza gösterdiği bu ilgiyi, böyle bir ilgiyi gösterebilecek bir burjuva kültürü oluşmadı mı sizce?

FOTORİTİM Söyleşiler

146

12 Eylül’den sonra öyle bir popüler kültür oluşturuldu ki, öyle bir popülizm hastalığı geliştirildi ki, bizim yaptığımız işlerin popüler kültür ile hiçbir alakası yok. Bir sürü bankanın galerileri var, hepsi enstalasyon yapıyor, hiç biri doğru dürüst sergi yapmıyor. Sanatı bile anlık tüketime yönelik bir araç haline dönüştürmeye çalışıyorlar, bu da insanların düşünmemesine katkıda bulunuyor. Örneğin Altan’ın Kamyoncular çalışması bu ülkenin bir gerçekliği, uzun süreç almış çalışması. Bu gerçek bir belge, buna baktığın zaman yük taşıyan insanların yaşamını öğreniyorsun. İnsanların gerçeklikten kaçmak gibi bir dertleri var. Yani benim kitabımın isminin Sarf-ı Nazar olmasının anlamı da şu; görmezden gelmek. Bir

şeyi görmezden geldiğiniz zaman yok sayıyoruz, oysa ki yok olmuyor.

Filmli makine kuşağından geliyorsunuz. Dijital tercihiniz nedir, kullanıyor musunuz? Kullanıyorum, karşı da değilim. Kendi özel yaptığım işlerde dijitali tercih etmiyorum. Reklam fotoğrafı ya da dergi için yaptığım çalışmalarda dijital kullanıyorum çünkü hızlı olmak durumundasın. Özellikle ben orta format makine kullanıyorum, 6×7 Pentax makinem var, biraz pahalı oluyor çünkü bir makara filmde 10 kare var. Örneğin Adalılar ve Sarf-ı Nazar için 300 makara film çektim. 300 makaranın film, banyo, kontak baskı vs. ile bir tane EOS 5D Mark II alabilirdim. 2000 yılında Nikon DI çıkmıştı 4750$ verip aldım. Üç dört ay sonra ben onu 2750$ a sattım. Sonra şunu söyledim ben, yirmi milyon piksel makine 3000$ a düşer ise alırım dedim. Şimdi on altı milyon piksellik bir makineyi 1000$ a aldım, işimi görüyor. O zaman bu süreci devam ettirmiş olsaydım, her sene bir makine değiştirmek zorunda


kalacaktım, oysa ben Pentax 6×7 kullanıyorum, üstelik değiştirmem de gerekmiyor.

Fotoğraf konusunda bu

kadar ısrarcı olmanızın temel nedeni nedir? Benim fotoğrafta bu kadar inat etme nedenlerimden bir tanesi de şudur. Ben

fotoğrafa başladıktan bir sene sonra fotoğraf çevresinden ilk tanıştığım insan kimdir biliyor musunuz? Ara Güler. Ama nasıl tanıştım. Adamın

147

FOTORİTİM Söyleşiler


bir tanesi ile karşılaştım, oturduk rakı içiyoruz Ortaköy’de. “Hadi delikanlı yürü bize gidiyoruz” dedi. Ayla Algan’ın kocası Beklan Algan. Yeniköy’deki evlerine gittik. “Bak” dedi “kim gelecek biraz sonra”. Telefon etti, on beş dakika sonra Ara Güler geldi. Benim için çağırdı Ara Güler’i. Öylesi bir zamanda Ara Güler gibi bir adam yaşamına girince sen başka düşünmeye, başka bakmaya başlıyorsun. Ben ondan sonra bir dönem eylem fotoğrafları çekmeye FOTORİTİM Söyleşiler

148

başladım. Halen şu anda İstanbul’da var olan bütün eylemleri çekiyorum, yetişebildiğim her eyleme gidiyorum ve çekiyorum.

Dedik ya, doğru bir şey yapıp doğru bir şekilde sunmak. Özellikle 12 Eylül sonrası insanların popülizme kayması ile ilgili bir şey de; Türkiye’de Bu konularda gene sizin fotoğrafçılar kendi gibi çalışmalar yapan Ali ülkelerinde çektiklerinden Öz var. uzaklaştılar. Hindistan’da bilmem nerde fotoğraflar Ali’nin de kitabı çıkacak, çekmeyi maharet saymaya ben de 2010’da Türkiye’nin başladılar. Çok basit, Eylem Günlüğü diye bir Büyükada bir saat uzaklıkta kitap sokacağım yayına. bir yer. Hindistan’dan Bu arada son sormuş ne farkı var? İstanbul’da olduğunuz soru ile ilgili yaşıyorsun, tutup da belgesel fotoğraf ile ilgili yoksul fotoğrafı çekmek bir şeyler söyleyeceğim. için Hindistan’a gitmenin


bir anlamı yok. Ara Güler’ in çok sevdiğim bir lafı var, “Hindistan’a gitmene gerek yok oğlum, makineyi kargoya ver, o çekip gelir zaten” diyor. Öbür tarafta dünyaya bakıyorsunuz, özellikle medya kuruluşları hakim sınıfların olduğu için yönlendirdikleri alanlara bakıyorsunuz. Örneğin Sudan, Sudan’da petrol var, Ruanda’da elmas var, bütün dünyanın ilgisi oraya. Ama dünyanın bir sürü yerinde o kadar çok şey var ki. Çok basit bir şey; Ruanda’daki TutuTutsi savaşlarının aynısı, aynı dönemde Burundi’de oluyor Ruanda’dan sayfalarca bahsedilirken gazetelerde Burundi ile ilgili küçücük bir bilgi, “25 bin kişi öldü dün” diye. Anlatabiliyor muyum? Ben de artık bu tür şeyler ile ilgilenmeye başladım, mesela şu an yapacağım ilk şeylerden biri Kazakistan’a gitmek. Kazakistan’da bir kent, eski Sovyetler’de nükleer denemelerinin yapıldığı bir kent, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde bu kadar nükleer santrallerin gündeme gelmesi, Türkiye’de bile bilmem kaç tane santral ihaleleri yapılırken nükleerin boktanlığını gösterebilmek

dilediğiniz zaman garip garip bakıyor yüzünüze, ya da teşekkür ettiğimiz zaman garip garip bakıyor. Ben böylesi bir kültürden gelmiyorum. Buna ezber bozmak Ben sadece beni insan diyebilir miyiz? olarak var eden koşullarımı sürdürmeye çalışıyorum. Tabii ki, yani insanlara Bu bir tercih, haa bunun şunu göstermek gerekiyor; karşılığında başıma tabii ki eylem yapmak nelerin de gelebileceğini gerekiyor, sesimizi biliyorum, parasız yükseltmek, yollarda kaldığım gibi. Çünkü ben yürümek de gerekiyor hayatım boyunca sponsor ama her şeyin görselliğe aramadım. Benim yaptığım büründüğü bu dönemde işler popüler işler olmadığı insanların gözünün içine için bana sponsorluk bir şey sokmak gerekiyor. yapmayacaklarını Bunu onayladığınız zaman biliyorum. Hatta bazı karşınıza çıkacak şeyin arkadaşlarım denediler, ne olduğunu göstermek benim adıma sponsor gerekiyor. bulmaya çalıştılar. Adamın ilk sorduğu soru, “bana Teşekkür etmek çok ne getirecek ki bu?” olağan bir şey olmasına diyor. Bu yüzden de karşın, teşekkürün ben kendi koşullarımla olmadığı bir ortamda yapmaya çalışıyorum. teşekkür etmek ile Şimdi Kazakistan’a nasıl aykırı bir şeyler yapmış gideceğim? Benim bir tane oluyorsunuz. Aslında çok arkadaşım var tesadüfen da aykırı bir şey değil. onunla konuşurken birisi Bizi insan yapan neden vardı, onun nakliyat firması sonuç ilişkisi bu sanırım. var, onun tırlarından birisi ile gideceğim. “Hadi sana Olması gerekeni yapıyoruz. da 1000$ para vereyim” Çok basit, insan olmanın dedi “git orada bir ay gerektirdiği şeyler kal”. Böyle çözeceğim var. Dinsel şeylerden yani. Gerçekten istiyorsan bahsetmiyorum. Örneğin yapıyorsun. saygı, sevgi gibi şeyler bile öyle anormal duruma Ben üniversiteye 82 dönüşmüş ki birinden özür girişliyim. Bize eğitime

adına oradaki nükleer denemelerin yapıldığı kentteki genetik deformasyonu çekmek gibi bir derdim var.

149

FOTORİTİM Söyleşiler


gelen doçent, doçentlik tezi olan bir konuyu tahtada anlatamıyordu, ben konuyu ondan daha iyi biliyordum. Böyle insanların elinden yetişen kuşakların referansları da ona göre oluyor. Bize babamızdan da bu toplumdan da demokrasi kalmadı. 40 yaşında dişimi fırçalamam ile ilgili olarak kendimle mücadele ediyorum, unutuyorum. Diğer taraftan bakıyorsunuz vatandaşa, 10 dakika dişini fırçalıyor, refleks olarak yapıyor bunu, FOTORİTİM Söyleşiler

150

karnının acıkması gibi bir şey. İşte bu demokrasi için de geçerli bir şey. Demokrasiyi de refleks haline getirmek gerekiyor. Benim yaşamımı değiştiren birkaç tane kitap vardır. Bunlardan bir tanesi Sokrates’ in Bedenin kötülüğü makalesidir, onu okuduktan sonra iflah olmadım. Bedensel zevkler ile mi boğuşmak, kendinle mi uğraşmak? Kendimle, bedenimle uğraşmak yerine beynim ile uğraşmayı tercih

ettim. Çünkü ben inançlı bir kuşaktan geliyorum, halen inancım var. Bu bir dine mensup olur gibi değil, bir takım tutar gibi değil. Ben bir sürü insana baktığım zaman küsmüş olduklarını görüyorum. Ben Ahmet’ten, Mehmet’ten, Ayşe’den dolayı sosyalist olmadım, inandığım için sosyalist oldum. O yüzden de birilerinin yaptığı şeyler beni çok ilgilendirmiyor. Bir de çok takıntılı bir adam değilim, örneğin şu an yapmak istediğim bir şey var ve onu yapamıyorsam hemen başka bir şey


yaratabiliyorum ve ona yönleniyorum.

Türkiye’deki Fotoğraf Federasyonu yapılanması ile ilgili düşünceniz nedir? Fotoğrafçıların telif haklarının ve benzer konulardaki katkılarının olabileceğini düşünüyor musunuz? Türkiye’de ben bütün kurumlardan uzak duruyorum, ben hala hiçbir yerin üyesi değilim. Örneğin yirmi senenin öncesi gibi değil İFSAK. Telif hakları benim karşı olduğum bir şey. Kendi fotoğraflarımla ilgili söylediğim şey “Dünyadaki bütün sol, sosyalist, anarşist ve otonom örgütlenmeler benim fotoğraflarımı istedikleri gibi kullanabilirler. Ticari amaçlı kullanacak olanlar ne için kullanacaklarını söylemek durumundadır. Kullanıp kullanmayacaklarına buna göre karar verebilirim. Yani benim için Copyright değil Copyleft vardır.

Fotoğrafa müdahale gerçeğe olan bir müdahale midir? Dijital fotoğraf çekince, karanlık odayı biliyorsan Photoshop ile de ne

yapacağını bilirsin.

açı, bir 100 mm bir de 150mm. Dijital olarak Kontrastını ayarlarsın, ise 5D makinem var, bir nereyi aydınlatman 17×35 var bir tane de gerekiyorsa orayı 70×210 aldım, 70×210’ u aydınlatırsın, doğru alma nedenim eylemlerde bir sunuma getirirsin. çekmek için aldım. Bu Fotoğrafa müdahale benim saatten sonra gaz yemek için budur, ben bunu zaten istemiyorum, buna rağmen karanlık odada yapıyorum. geçen Cuma birkaç Çok kontrastlı fotoğraf kere gaz yedim gene :) istiyorsam dört numara 70×210 öyle işime yaradı ki, hakikaten çok doğru kağıt kullanıyorum, kimi fotoğraflar çektim. Ne yerini karatıyorum, kimi çekeceğini biliyorsan hiç yerini açıyorum, grenli bir problem değil. Sadece 20 fotoğraf istiyorsam ona mm ile de çekersin, sadece göre banyo ediyorum zaten. Bunları eğer karanlık 70×300 ile de çekersin, ne çekeceğini biliyor olman odada yapabiliyorsan gerekiyor. Photoshop’ta da yapabilirsin. Fotoğraf bir Çok da abartmanın alemi sunumdur ve o sunumu yok sanırım? doğru yapmalısın. Manüpilasyona karşıyım. Makineye, objektife hiçbir Henri Cartier Bresson’un şeye takılmayacaksın. başlattığı bir akım olarak 50mm lens, 35mm Amaç mı araç mı? refleks makine. Örneğin benim 70-300 lensim Araç tabii. Sen ne var kaldırdım attım, çekeceksen ona kullanamıyorum. Sizce odaklanacaksın… bu bakış açısı dar bir bakış açısı mıdır? Bu güzel ve zevkli söyleşi için çok teşekkür ederim. Yıllarca iki tane objektifim vardı. Contax makinem Ben teşekkür ederim. vardı, bir 20 mm bir de 60 mm makro vardı. Ben bu ikisi ile bir sürü çalışma ve bir sürü sergi yaptım. Haziran 2009 6×7 Pentax’ta üç tane www.samisolmaz.com. objektifim var, 45 geniş

151

FOTORİTİM Söyleşiler


KEN LIGHT

hasaN sönmez

FOTORİTİM Söyleşiler

152


“Elinde bir fotoğraf makinesi ve birkaç rulo film olan bir insanın hâlâ güçlü ve dayanıklı bir sese sahip olması beni hayran bırakıyor.”

153

FOTORİTİM Söyleşiler


Bir fotoğrafçı olmanın öncesinde olaylara entelektüel bir tutum içinde yaklaştığınızı gözlemliyorum. Dolayısıyla toplumda ortaya çıkan sorunları görüp de ilgisiz kalmamak gibi bir duruşunuz var. Bireyciliğin yoğun biçimde yaşandığı, “ötekileştirmenin” giderek yayıldığı dünya toplumlarında insan olmanın gereği olan bu özellik maalesef günümüzde ortalama insanın sahip olmadığı önemli bir değere dönüştü. Toplum olarak kaybolan empati yeteneğini yeniden kazanmak mümkün müdür? Sizce toplumlardaki bu dejenerasyon neden ileri geliyor? Özellikle bir fotoğrafçının konusuna saygı ve umutla yaklaştığında fotoğrafların insanları kesinlikle empatik kılacağını düşünüyorum. Fotoğrafçılıktan önce sosyoloji ve idarecilikle ilgilenen genç bir öğrenciydim ve bu bana toplumun sınırlarını anlamak ve birey olarak nasıl bir katılım sağlanmalı gibi konularda sağlam bir duruş kazandırdı. Bu ayrıca FOTORİTİM Söyleşiler

154

bana yaklaştığım konularla ilgili olarak bir donanım da kazandırdı. Amerikan kültüründeki değişmelerin birçok sebepten ileri geldiğine inanıyorum. Teknolojik ilerleme ve Hindistan, Çin, Malezya ve hatta Türkiye gibi ülkelerin önüne geçen ekonomimizde endüstriyel sektörün pek çok mesleği barındırmasından dolayı binlerce toplumu geride bıraktık. Bu meslekler asla başka mesleklerle yer değiştirmedi ve bir çok çalışanı yoksulluğa itti. Birçok toplumda emekçiler 21. yüzyılın bir parçası olan teknoloji / bilgisayar öğrenme olanağına sahip değiller ve iş yeteneklerinin uzun vadede değerli olmadığını anladılar. Pek çok iş sektöründe ücretler azaldı, sağlık konusu ise büyük mesele, çünkü evrensel bir sağlık sistemimiz yok. Bizler yarınını düşünmeden harcayan bir kültürüz, öyle ki büyük ekonomik duraklama ülkeyi vurduğunda gittikçe artan sayıda insan ekonomik sınırın eşiğine geldi. Sık sık bu insanlar ve toplumlar herhangi bir medyada, gazetede, sinema ve televizyonda duyurulmadıkları için basit

bir biçimde marjinalleşti. Çok karmaşık bir hikaye ve bir çok kitapta, bilim adamı ve politikacı bunun hakkında yazdı. Benim cevabım çok basit ve birleşik devletlerdeki meseleler de çok karışık, fakat bir şey kesin ki, biz göze batmayan veya ilgi görmeyen bu toplumlara sahibiz ve bir çok fotoğrafçı kendi hikayesini ve tanıklığını, mücadelelerini ve başarılarını anlatmak için hareketin içinde yer almaktadır. Fotoğrafçılığın başlangıcında Amerika’ da bu geleneği başlatan büyük fotoğrafçılar oldu ve bugün her yeni jenerasyon bu meseleleri yeniden ele alarak yeni sesler bulacak gibi görünüyor. Her bir kültürde değişim çok yavaş ve zor biçimde gerçekleşiyor, bu değişimin parçası olan fotoğraf ise küçük bir sesten ibarettir.

Fotoğrafçı kimliğinizle konuşacak olursanız, belgesel fotoğraf size göre toplumda insanların ilgisini “ötekiler”e çekebilecek ve bu anlamda bir bilinç oluşturabilecek güce sahip mi? Bu anlamda Jacob Riis’ in başlattığı ve Lewis Hine’ nin sürdürdüğü toplumsal


155

FOTORİTİM Söyleşiler


FOTORİTİM Söyleşiler

156


reformcu hareketin içinde olduğunuzu düşünebilir miyiz? İşim sosyal belgeselcilik gelenekleri içindedir. Hala insanların ve kamuoyunun dikkatini bir fotoğrafçı gözüyle çeşitli konulara çekebilmenin güçlü inancını taşıyorum. Ancak Birleşik Devletler sınırları içinde beslenen fotoğraf geleneğinde çok eski olan Hine ve Riis ve tabii ki FSA gibi doğrudan ya da organizasyonlar içinde yer alarak çalışmış öncülere dikkat etmeliyiz ki bugün bir tek fotoğrafçının gözlemciliğinden çok sivil toplum kuruluşları, (STK)’ larınki gibi bir tanımlama yapabilelim. Insanların değişimi gerçekleştirmek üzere örgütlenme ve kışkırtma gibi itkileri olmaksızın dikkatlerin meselelere çekilmesi her zaman olanaksızdır. Çağımızda 7/24 görüntüleri ile dolup taştığımız, aktivist ve bilim adamları ile iletişim içinde ortak çalıştığımız zaman yalnız kalmamak özellikle çok önemli.

çıkış noktası. Sizi bu bölgenin insanları ile buluşturan şey neydi? Bu bölgedeki yaşamlar fotoğraflarınızdan da anladığım kadarıyla toplumdan tamamen yalıtılmış, ancak bir o kadar da kabullenilmiş bir görüntüye sahip. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Apalaşya bölgesine gittim çünkü burası Amerika için mihenk taşı olmuştur. Burası toplumumuzun geçmiş yıllar boyunca gelişip gelişmediğini görebildiğimiz bir yerdir. Tarihsel olarak hep sessiz kalmış, yıllarca endüstriyel üretimde dönüşümler yaşamış ya da ekonomik düşüşler yaşamış bu bölgelerin insanlarına ne oldu? Ben hep Amerika’ nın başka ülkelerin sorunlarına eğilmesinden önce kendi arka bahçesini görmesi gerektiğine inandım. Kendi ülkemiz sınırları içinde Birleşik Devletler’ deki olanaklar adına bir örnek vermeye kalkışsak, üzülerek belirtmeliyim ki veremeyiz. Kömür Çukuru’ ndaki insanların izole Aslen İrlandalı ve olduklarını söyleyemem, İskoçyalı insanların yaşadığı Apalaşya bölgesi onların sayısı dünyada ‘Coal Hollow- Kömür çok fazla fakat toplumun önemli bir bölümünden Çukuru’ kitabınızın

uzaklaşmış durumdalar ve hatta Birleşik Devletler medyasının çok sevdiği şan şöhret kültüründen çok fazla gizlenmişlerdir. Medya için Apalaşya’ daki ekonomik meseleler, bir ünlünün uyuşturucu ile verdiği mücadele ya da hangi ünlünün boşanmakta olduğu gibi konular kadar cazip değil. Dedikodu zenginliği, ülkemizdeki ve dünyadaki gerçek sorunlarla yüzleşen birçok Amerikalı’ nın ilgisini başka yönlere çekmektedir. Bu durum bizi her şeyin yolunda olduğu ve etrafımızdaki demokrasinin güvende olduğunu düşündüren derin bir uykuya koyuyor.

Yedi kitabınızda da yer alan fotoğraflarda ortak duygular ve ifadeler son derece yalın bir şekilde vurgulanıyor. Bizde doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar diye meşhur bir söz vardır. Amerikan kamuoyunun göstermeye çalıştığınız bu gerçeklere yaklaşımı nasıl? Kitaplarım çok iyi algılandı; fotoğraflarım sergilendi, dergilerde ve on-line olarak yayınlandı. Dışlanmış birilerini seçip onların

157

FOTORİTİM Söyleşiler


sadece duygusal anlarına yöneldiğimi ve etrafımda gerçekleşen olumlu şeyleri göstermediğimi söyleyen kuşkucular da oldu. Ben değişime ihtiyaç duyan ve Amerikan yaşantısında betimlenmemiş olan pek çok ayrıntıya odaklanmaya çalıştım. Bu benim fotoğrafçılığımın var olması için bir odak dayanak noktasıdır.

İnternet’in bağımsız bir halk medyası yaratmadaki etkisi sizce nedir? Neredeyse dünya medyasına hakim olan “özgürlükler ülkesi” Amerikan medyası sizce özgürleşebilir mi? Böylesi bir ortamda siz kendinizi ne kadar başarılı olmuş hissediyorsunuz?

Amerikan medyası büyük bir mücadele anının içinde. Rumeysa Kiger ile Web içeriği medyada İstanbul’da yaptığınız yer almayanlardan daha röportajda gazetenin özgür ve çok daha fazla, giderek işlevini yitirerek ayrıca önceki zamanlara internete doğru bir göre şimdi çok daha fazla kayıştan söz ediyorsunuz. insana ulaşabiliyor. En

FOTORİTİM Söyleşiler

158

önemli sorun, fotoğrafçılar ve diğer medya çalışanlarına ürettikleri işlerden ötürü ödeme yapılmaması. Bu medya üreticileri, fotoğrafçılar ve yazarların uzun soluklu işlerde yer almasını zorlaştırırken, bir defada çok cömertçe ve uzun süreli devreden yayınlar daha az maliyetle bu işi yapıyor. İçeriklerin gittikçe on-line olarak üretilmesi karşısında basılı yayınların giderek küçülmesi ya da aslında kapanıyor olması bu ülkede bir kriz demektir. Mücadele, daha doğru ve profesyonel


159

FOTORİTİM Söyleşiler


FOTORİTİM Söyleşiler

160


gerçekçi habercilik için yeni modeller arayışı içinde. Internet çok fazla asılsız söylenti, yalan ve inandırmaya yönelik haberler içeriyor. Birçokları için Internet çöplüğü içinden gerçekleri ayıklamak çok zor. Genç habercilerden oluşmuş yeni jenerasyon ve medya çalışanları için bununla başa çıkabilmek zor bir mücadeledir. Amerika’daki serbest basın tutkusu ve geleneği ile bir özgürlük meşalesi olarak medyamızın kültürümüzle iç içe geçmesi gibi basit bir sebep yüzünden umutlu olduğumuzu düşünüyorum.

O kadar çok acı, yoksulluk, katliam ve kan var ki, bunların yanında dünyada yaşanan tüm bunları gösteren bir o kadar da fotoğraf var. Günümüzde insanlar artık bu görüntüleri kanıksar oldu. Bu fotoğraflardaki olumsuzluklar çoğunun ilgisini dahi çekmiyor. Sizce yeni bir fotoğraf daha dünyayı değiştirebilir mi? Kesinlikle fotoğrafların şahitliğin, mücadelenin ve iletişimin bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Fotoğraf bu emekle yardım edebilir. Bir çoğu insanları görüntülerde gördükleri yüzünden bunaltırken biz hikayeler anlatmaya, çevremizde tanık olduğumuz acı ve yoksullukları paylaşmaya, ancak bir de dünyadaki önemli problemleri saptamak ve çözüme kavuşturmak maksadıyla bu çalışmaları diğer alanlardaki işlerle çok sıkı bir şekilde kaynaştırmaya devam edeceğiz.

Daha önce Türkiye’ye gelip birikimlerinizi aktardığınız konferans ve atölyelere katıldınız. Bir akademisyen olarak sosyal belgesel fotoğrafçılığın Türkiye’ deki gelişiminden söz eder misiniz? Size göre eksikler neler? Türkiye’ye seyahatim esnasında karşılaştığım insanlardan ve pek çok belgesel fotoğraftan derinden etkilendim. Demokratik bir Türkiye düşüncesine öylesine tutkuyla sarılmışlar ki, demokrasi için tanık olmak ve dile getirmek zorunda olduğumuzu ve de fotoğrafın sesinin bu mücadelede önemli bir rol üstlenebileceğini anladım. Türkiye’deki fotoğrafçıların

hikayelerini anlatmak için aldıkları riskler ve Türkiye ile ilgili konular hayret verici. Bir kimsenin kendi kültürü içinde görmesi ve çalışması çok zor bu nedenle pek çok fotoğrafçı başka ülkelere seyahat etmeyi tercih ediyor fakat Türkiye’ de karşılaştıklarım kendi dünyalarının içine bakıyor. Ayrıca Türkiye’de belgesel fotoğraf geleneğinin gelişmeye başladığını gördüm ve bu beni etkiledi. Bu gelişen geleneğin bir parçası olmaktan, onun hakkında konuşmaktan ve atölyelerde birlikte çalıştığım insanlardan esinlenmekten gurur duydum. Gördüğüm tek eksiklik bu kültürün desteklenmemesi. Türkiye’de daha büyük bir eğitim çabasının olabilmesi için kamu kurumları ve kuruluşlarının desteğine, varlıklı kimselerin Türk fotoğrafına destek olmasına, okullar inşa etmesine ve programlar üretmesine ihtiyaç duyulmakta. Ülkenize tanık olmak ve görünenlerden insanları sorumlu tutmak belgesel fotoğrafçıların büyük arzularından biri. Temmuz 2010 www.kenlight.com

161

FOTORİTİM Söyleşiler


SİNAN ÇAKMAK

PINAR dağ

FOTORİTİM Söyleşiler

162


“Amatörlükten gurur duyulmamalı, amatörlük sadece Türkiye’de pozitif olarak algılanıyor, sonuç ortada...”

163

FOTORİTİM Söyleşiler


“Lodostur; boğaza denizanalarını toplayan, balıkçılara gözü yaşlıdır dedirten ve giderken ardından yağmuru bırakan. Sıcaktır gözüken yüzü, öfkesidir ardında kalan! Yazdırır bir Ahmet Cemal şiiri ancak, nice Bizans mahkemelerini iptal eden de, nice Osmanlı kadılarını kararsızlığa sürükleyen de hep ‘O’ olmuştur. Ilık ılık gelir, ağrısını, sancısını bıraktıkça, hüzünlü bir aşkın rüzgarı olduğunu yılmadan hatırlatır, Lodostur işte o ansızın gelen!!”

FOTORİTİM Söyleşiler

164

Yolum uzun, uyuklarım keyfiyle yol alıyorum :) Sinan Çakmak’ın, röportajında da belirttiği gibi, kıyının bir tarafı olan o gri “plaza ada’ya” varıyorum. Gözlerim maviyi görürken, dışarısı alabildiğine gri!

meslek olarak hep daha kötüye gittiğini ve buna fotoğrafçıların neden olduğunu, içi acıyarak dillendirirken, aynı zamanda pırıl pırıl düşünen bir fotoğrafçı, bir fotoğraf editörü Sinan Çakmak. Hürriyet Binası, Atlas Dergisi cam kenarı köşesinde, “Satır aralarına dikkat” dedirten söyleşimize başlıyoruz!

Fotoğrafta, tekniği unutmamız lazım, ama unutabilmemiz için de çok iyi bilmemiz lazım diyen, bunları derken de fotoğrafçılığın

Merhaba! Siz, “Fotoğraf, birden karşında oluştuğunda çekmen gereken bir kare değil, senin arayıp bulduğun bir şeydir” diyorsunuz.

Hürriyet çalışanlarını toplayan o uzun, yıllanmış otobüsün içinde buluyorum kendimi.


Birden karşılaşarak çektiğimiz fotoğraf en fazla belge niteliği taşır. Fotoğrafçının yorumunu katma ihtimali, fırsatı pek olmaz. Oysa fotoğrafın belgeleme yeteneğinden öte bir potansiyeli var, o da anlatmak. Belgelemek ve sadece göstermek mekanik bir olaydır, anlatmak ise bir fikir, yorum gerektirir. Fotoğrafın hakkını verebilmek için, bu potansiyeli deşmeliyiz. Anlık olayın kendisi ilgi çekicidir, fotoğrafa iyi yansırsa o fotoğrafın içeriği ilgi çekici olur. Ama fotoğraf ancak bu olayı bize aktaran aracıdır ve daha fazla bir değer yüklenmemiştir. Fotoğraf mecrasının en basit mekanik kısmı, kullanılmıştır. Mekaniklikten öteye geçmek, vakit harcamayı, arayıp bulmayı gerektirir.

Daha çok ne önemli oldu sizin fotoğraflarınızda? Konu bütünlüğü, derinlik, tema, teknik? Hepsi dersem kulağa biraz ‘kendini beğenmiş’ gibi gelecek. Ama bir fotoğrafı heyecanlı kılan, genellikle derinliği (hem fiziksel hem de anlamsal), iyi bir tekniğin kullanılabilir olması ve tek başına

aykırı durmaması da konu bütünlüğünü gerektirir. Tabii konu bütünlüğü de ancak bir tema çerçevesinde (bu tema subjektif de olsa) olabilir. En önem verdiğim şey belki de fotoğrafların bir arada uyumu.

yine bahsettiğim projeme ekleyebilmek adına ‘Karadeniz Otoyolu’ gibi bir konu olabilir. İnsan odaklı olmak kısmına gelince; İnsan değil, insanlararası mesafeler, insanların arkalarında sakladıkları beni ilgilendiriyor.

Daha çok tematik projeler üzerinde çalışmayı önemsiyorsunuz gibi ama. İnsan odaklı olmayan ama izlerinin her yere bulaştığı tema içerikli projeler, doğru mu?

Peki, rahatsız eden nedir bir editör olarak?

Editör olarak da beni, en rahatsız eden şey teknik olarak sorunlu fotoğraflar. Teknik sorun demek, fotoğrafın net olmaması ya da grenli olması demek olmayabilir. Sorunlu Tematik konudan ne fotoğraf benim için anladığımızla ilgili bu. genellikle ideal şartlarda Kent konusu, coğrafya bile fotoğrafın yanlış konusu çalışmıyorum, pozlanmış veya netlenmiş çalıştığım zaman da bunu olması. Bir fotoğrafçı daha geniş bir temanın bir var olan şartlarda en iyi parçası olarak kurgulamaya sonucu elde edebilmek çalışıyorum. Son yaptığım için ne yapması gerektiğini Amasra konusu şimdilik bilmeli. Örneğin; dijital ‘Lodos, İki Kıyı Arasında’ olarak yüksek asada diye adlandırdığım çekiyorsa tercihen biraz projenin Karadeniz kıyısı fazla pozlaması gerektiğini bölümü için bir adet vs. bilmeli. Bu tarz hataları fotoğraf çıkarmış oldu. barındıran fotoğraf bir Atlas camiasında tematik seriye dahil edilmek konu dendiğinde ‘Zaman’, zorunda kalınmışsa bu ‘Para’, ‘Ev Teknolojisi’, beni epey rahatsız ediyor. ‘Saç’, ‘Güzellik’ vs. gibi İlk önce ‘mekanik bir aleti konular anlaşılıyor. Bunlar çalıştıran işçi’ (bir önceki çalışması zor ve heyecan sorudaki belgeleyebilen verici konular olabilir. kişi), sonra ‘sanatçı’ ya da Ama kendi adıma şu anda gazeteci olmalıyız. yapmak isteyeceğim konu

165

FOTORİTİM Söyleşiler


Viking gemisi ile başlayan yolculuğunuzdan bahseder misiniz, sanırım fotoğraf çekmek adına, ilk giriştiğiniz ürünler o yolculukla başladı? Hepimizin aslında aradığı böylesi bir gemi olduğu için biraz detay vermenizi isteyeceğim :) 1998 senesinde bir Viking gemisi uğramıştı İstanbul’a. Viking kayığı demek daha doğru gerçi, boyu 12 metreydi. Kayık tamamıyla gerçeğine uygun materyallerle (yün yelken, at kılı halatlar, uyku tulumu yerine ren geyiği

FOTORİTİM Söyleşiler

166

postları vs.) yapılmıştı. 3 senede yaz mevsimleri boyunca seyahat ederek Avrupa’nın çevresini dolaşmış, Yunanistan, Bodrum ve Türkiye’nin Ege kıyısı boyunca İstanbul’a gelmişlerdi. Ben de gazetede okuyup, Kalamış marinaya ziyarete gitmiştim. İlgilendiğimi görünce, bana istersem gelebileceğimi söylediler. Esasında denizden bayağı korkarım. Bu benim için korkumun üzerine gitmek için bir fırsat olacaktı. İlk gün boğazı geçtik, Poyrazköy’de geceledik. O şekilde 10 günde İnebolu’ya kadar

beraber yolculuk yaptık. Hayatımın hem zor, hem de çok değişim geçirdiği bir dönemdi. Bol bol fotoğraf çekiyordum tabii. Geminin kaptanı Frederik Koivusalu bir gün bana fotoğrafları niye dergilere götürüp bastırmayı denemediğimi sordu. Aklıma o zamanın itibarlı dergilerinden Skylife geldi. Ama benim için ulaşılmaz bir nokta gibiydi, dergilere fotoğrafımı götüreceğim de onlar basacaklar! Bu benim için uzun vadeli bir hayaldi. İnebolu’dan sonra onlar kuzeye, Ukrayna’ya doğru yola çıktılar. Ben de İstanbul’a


döndüm. Döndüğümde Skylife’la bağlantı kurdum, fotoğrafları gösterdim. Yazı da yazmıştım. Yazı fotoğraflardan daha başarılıydı ne yazık ki. Ama ilk yayınlanan konum olarak yeri benim için önemli. Bu arada, işin profesyonel yanıyla ilgilenenler için trajik bir detayı belirtmek isterim. O küçük konu için aldığım telif ücretini bir daha Türkiye’de yaptığım hiçbir konu için (Atlas’a yaptığım en geniş ana konular dahil) almadım. “Fotoğrafçılık, meslek olarak hep daha kötüye gitti. Biz fotoğrafçılar yüzünden.”

Atlas Dergisi’nin, en genç fotoğrafçısı olarak tanındınız, zor olmalı. Biliyorsunuz büyük işleri yapmak hele genç iseniz daha zorlayan ve daha fazla mesai yaptıran bir durum oluyor. “Hele ki kurum mükemmeli temsil ediyor ise”? ‘Büyük işler’ genellikle dışarıdan büyük gözükür, içeridekiler de konuları olduğundan büyük göstermek isterler. Örneğin “Atlas fotoğrafçısı Çernobil’de” vs. gibi başlıklar kulağa etkileyici geliyor ama yapılan iş büyük değildi.

Birazcık araştırma yapan gazeteciler, nasıl gidiyorsa ben de öyle gittim. Sadece 3-4 gün kalabildim, şansım da yaver gittiği için dergiye konu çıkarabilecek yeterlilikte fotoğraf çekebildim. Eğer orada izin verilen maksimum süre (iki hafta) kalabilseydim, oradan çıkıp Kiev’de rehabilitasyon merkezlerini, Beyaz Rusya’da Çernobil’den fazla etkilenen yerleri çalışabilseydim ve bunu daha önce yapmış olan fotoğrafçılardan daha ikna edici bir şekilde yapmış olsaydım o zaman büyük bir iş yapmış olurdum.

167

FOTORİTİM Söyleşiler


Bizim sorunumuz; işleri çok kolay büyük addetmek, tatmin olmak ya da etkilenmek zaten. Atlas’a gittiğimde ise 24 yaşındaydım. Gökhan Tan fotoğraf editörüydü. Her ne kadar fotoğraf tarzı, “dergi neyi ister?” gibi konularda fazlasıyla çatıştıysak da, bana en fazla destek olan kişilerden biri oldu. Hem Gökhan sayesinde dergide kaldım, hem Gökhan’a rağmen (benim fotoğraflarımı aykırı buluyordu) konularım yayınlandı. Öyle öyle, sonunda dergi ile birbirimize alıştık.

Peki, ilk çalışmanız neydi dergi için? Atlas için ilk yaptığım iş Olimpiyatlara hazırlanan Türk sporcularıyla ilgili bir konuydu. Ama çok ortalama, basit bir konu oldu. İlk yaptığım konu olarak ‘Adalar’da Kış’ konusunu sayıyorum. Bu Atlas’a başladığımda çalıştığım bir deneme konusuydu. Konu yayınlanmadı, halbuki bence fena olmamıştı. Geçenlerde tekrar baktığımda eksik kısımlarını daha iyi anladım. Hatta son hali gelecek ay (Mart) Atlas’ta yayınlanacak. Gerçi konu çok ağır ilerleyen bir konu FOTORİTİM Söyleşiler

168

ve henüz bitmedi. Ama bir noktadan sonra da dergi daha fazla bekleyemiyor.

Şu ana kadar en sevdiğiniz projeniz ya da çekiminiz neydi, ne oldu? Şu anda hala son yaptığım projelerin en sevdiğim projeler olması beni mutlu ediyor. Estonya fotoğraflarım en gurur duyduklarımdı, sonra klişe tema kategorisinden ‘Vapurlar’ı çalıştım, ‘Ege’li Olmak’ ve son olarak, İstanbul’a ağırlık veriyorum. Kendimi geliştirebildiğimi düşündüğüm sürece son yaptığım iş en iyisi olmak zorunda zaten, değilse bir sorun vardır. Ama spesifik bir konu söylemem gerekiyorsa en iyi performansımı ‘Ege’li Olmak’ konusunda verdiğimi düşünüyorum. İkişer haftadan, iki kere tüm Ege kıyısını dolaştım. Şimdi bakınca, neredeyse iki günde bir kullanılabilir bir kare çıkmış. Bu, benim için çok yüksek bir ortalama.

Alex Webb’e de benzetiliyorsunuz :) Sevdiğiniz bir fotoğrafçı Alex Webb, benzetilmek iyi bir şey mi?

“Aynı sıkıcı sokaktan, yüzüncü kez geçişinizde bir şey değişecek mi? Değişiyor ki iki gün çalışılan konu ile 10 gün çalışılan konu arasında önemli farklar oluyor.” Alex Webb ve Harry Gruyaert’i en sevdiğim fotoğrafçılar arasında sayarım. Ama daha pek çok fotoğrafçıya çok çok saygı duyarım, Luc Delahaye, Jonas Bendiksen (Editörlüğü için), Carl De Keyzer vs. Koudelka ve Cartier-Bresson gibi, işin ABC’sini yaratan fotoğrafçıları saymama lüzum yok. Alex Webb, David Alan Harvey gibi fotoğrafçıların diğer yandan çok eleştirilecek yanları olduğunu da düşünüyorum. Sanatçı değil de fotojurnalist olarak adlandırılmak için kitaplarında lüzumsuz yere işin gazetecilik kısımlarına ağırlık verdiklerini düşünüyorum. Hangi fotoğrafları çekmek için çalıştıkları portfolyolarından belli,


keşke kitaplarını da bununla sınırlı tutsalar. Koudelka, Luc Delahaye gibi sadece (bence kendilerinin de önem verdiği gibi), özel fotoğraflarıyla hikayelerini anlatsalar daha tatmin edici olur. Teorik olarak, olaya şöyle bakıyorum. Bu işi çok iyi yapan adamlar varsa ve fotoğrafçılık (veya herhangi bir meslek, sanat) gelişecekse, her seferinde olayı baştan keşfetmektense ilk önce onu yapanları anlayıp bıraktıkları yerden devam etmeliyiz. Dediğim gibi, bu teorik bir laf. Bir yere varamadığımız da, diğer

yandan belli zaten. Hala en deneyimlilerimiz bile, ‘yağmur yağsa da kırmızı şemsiye çeksek’ diye dolaşıyorlarsa yerimizde sayıyoruz demektir.

Kent konularının sadece fotoğrafçı için değil, yazar ve editör için de zorlayıcı ve verimsiz olduğunu düşünüyorsunuz. Neden verimsiz olsun ki? Aksine kişiyi, konuyu, fotoğrafçılık açısından beslemiyor mu? Evet, zorlayıcı ve verimsiz. Ama böyle olması kötü bir şey değil. Zorlayıcı

çünkü iyi çalışılması zor. Konu çok kolay basit turizm fotoğraflarıyla dolabilir. Verimsiz çünkü olmazsa olmaz bir sürü çekilmesi gereken fotoğraf var (kentin surlarıydı, kilisesiydi, camisiydi, genel görüntüsüydü vs.), bu da ilk etapta fotoğrafçıya kendini tatmin etmeyen fotoğraflar çektiriyor. Ama diğer yandan kesinlikle çalışılması çok yararlı konular. Konuya girmesi gerekli olan bir camii varsa onu sizin üslubunuza uygun ve iyi bir fotoğraf haline getirmek hem çok zorlayıcı hem de çok geliştirici bir çalışma.

169

FOTORİTİM Söyleşiler


Bir hafta, 10 gün tek bir kentte kalıp çalışmak bence psikolojik olarak, epey bir yük bindiriyor fotoğrafçıya. Aynı sıkıcı sokaktan yüzüncü kez geçişinizde bir şey değişecek mi? Değişiyor ki iki gün çalışılan konu ile 10 gün çalışılan konu arasında önemli farklar oluyor.

Atlas Dergisi’nde çalışan siz fotoğraf editörlerinin yeni sayı çalışmaları ve FOTORİTİM Söyleşiler

170

hazırlıkları nasıl işliyor? Aybaşında konular belirlenmiş oluyor. O konuların fotoğraflarını seçiyorum. 15-20 fotoğraf kullanılacaksa, 20-22 tanesini konu editörleriyle paylaşıyorum, üzerlerine tartışıyoruz. Fotoğrafların boyutlarını ve sırasını belirliyorum. Mümkün olduğu sürece, sayfa tasarımı yapılma sırasında da bulunmaya çalışıyorum.

Diğer yandan işimin önemli bir parçası konuları çalışacak fotoğrafçıları bulmak, yönlendirmek, gelen konuların uygunluğuna bakmak, eksiklerin tamamlanmasını sağlamak. Ama şartlar şu aralar idealden çok uzakta olduğu için işin bu kısmında epey bir azalma var. Artık çok az konu üretilebiliyor. Dergi nasıl çıkıyor o zaman diye sormayın tabii!


olması için yeterli bir sebep değil. Herkes tarafından beğenilmeye çalışmamalı, herkesin beğendiği işi yapan kişi çok ortalama bir iş yapıyordur. Fotoğrafçı tutarlı olmalı, yaptığı işte kendi imzasını belli etmeli, ama kendini tekrar etmemeli, fotoğrafının niye iyi olduğunun adı konulamamalı, tek tek fotoğraf çok deşilmemeli. Fotoğrafçı eğer profesyonelse veya fotoğraflarını yayınlatmak istiyorsa asla ve asla bu işi bedava ya da ucuza yapmamalı. Dediğim gibi, yaptığı işe kendinden önce saygı duymalı. Adının bilinmesi kendisi için anlamlı olabilir, ama Türkiye’de fotoğrafçılığı batıranlar (ihtiyacı olmamasına rağmen ucuza dergilerin işlerini gören) arasında sayılmamalı. Amatörlükten gurur duymamalı, amatörlük sadece Türkiye’de pozitif olarak algılanıyor, sonuç ortada.

Bir fotoğrafçı için ne önemli olmalıdır, ne öneriyorsunuz? Hele sizin gibi proje üreterek ürünler veren birinin fikri Bazen planlı, bazen oldukça önemli. plansız işlerin olabileceğini, Bir fotoğrafçı kendinden oluruna bırakınca da önce yaptığı işe saygı işlerin yürüdüğünü duymalı. Kendi fotoğrafına belirtiyorsunuz. kritik bir gözle bakabilmeli, “Çernobil konusunda eleştirilmeyi istemeli. tüm olayı biliyordum Fotoğrafı onun çekmiş tabii ki ama her şey çok olması o fotoğrafın iyi bir iş

çabuk gelişti ve bayağı hazırlıksız gittim. Ama beni tatmin eden bir konu ortaya çıktı. Bazen işleri oluruna bırakmak, çok daha iyi sonuçlar verebiliyor.” Demek istediğim, pek çoğumuzun bazen çok fazla, “hangi konuyu nasıl yapsam diye?” takılıp, sonunda hiçbir şey yapmadığı dönemlerin olduğu. Tabii ki, hepimiz bir konuya kendimizi adayıp uzun süre o konuyu çalışmak isteriz. Ama pratikte bu mümkün değil. Giriştiğim işlerin hepsi olsaydı şimdiye kadar 3 kere Çin’e, 4 kere Beyaz Rusya’ya ve dünyanın her köşesine gitmiştim. Ama Rio de Janeiro’ya, Hong Kong’a vs. gitmemiştim, çünkü bunlar ‘yarın gider misin?’ denerek önüme çıkan konular. Tunus’a ve Çernobil’e çok hazırlanamayarak gitmiştim. Verili şartlar içinde beni tatmin eden sonuçlar ortaya çıktı. Epey taze ve önyargısız gidebilmiştim. Tabii, burada kritik sözcük ‘verili şartlar’. Daha önceki soruda da cevapladığım gibi önemli bir sonuç çıkmış değil :)

“Tek bir direği çekmem

171

FOTORİTİM Söyleşiler


gerekse de bütünlüğü koruyarak kareyi dolduramazsam, bu fotoğraf olmaz.” Çocukken resim derslerinde öğretirlerdi ya kağıdın tamamı dolacak, beyaz bir yer kalmayacak (genellikle bulutlar istisna olurdu) diye. Onun gibi: fotoğrafın tamamı dolmalı, her tarafıyla uğraşılmış olmalı, eğer boşluklar fazlaysa onlar da birbiriyle dengelenmeli. Tesadüf izlenimi olmamalı.

Dünyada fotoğraf editörleri hep prestij sahibi oldukları gibi, çalıştıkları medya kuruluşları tarafından da telif hakları, emek payları, özgür ürünler, geniş bütçelerle hareket ettikleri sanılır! Gözüken böyledir sıklıkla! Atlas’ta nasıl bu?

yaptığı ise vermediği tavizlerle ölçülebilir. Bu tabii, diğer yandan bir denge oyunu, bir sürü dergi batarken ‘ben burnumdan kıl aldırmam’ diyemezsiniz. Benim için sınır da durumların, derginin kalitesine yansıdığı nokta. Dergiye bir şey katabildiğimi hissettiğim sürece devam edebilirim. Ne yazık ki katabildiklerim gitgide azalıyor. Krizle beraber (ve öncesinde) düşen bütçeler, kurum tarafından dışlanan fotoğrafçılar gibi sorunlar yakında işi iyice felçli duruma getirecek.

Ama sorudaki sıralamayı duyunca birden, ‘ben Orwell’in 1984’deki Doğruluk Bakanlığında mı çalışıyorum?’ diye şüpheye düştüm. Telif Hakları, emek payları, özgür ürünler, geniş bütçeler, ancak ‘çift düşün’le varlıkları kabul Uzaktan davulun sesi güzel edilebilir bir durum! geliyor diyesim geliyor. Sizi araştırınca, tekniği Fotoğraf editörlüğü fazlasıyla önemseyen prestijli bir iş olabilir. hatta teknik ile anılan bir Ama Türkiye’de editörler, fotoğrafçısınız. Teknik genellikle ne kadar ucuza ne demek oluyor, bir ya da bedavaya konu fotoğraf için? bulabildikleriyle tartılıyor. Atlas henüz o durumda Biz önce teknik bir değil, ama derginin de iş yapıyoruz ondan üzerindekilerden gelen sonra gazeteci, sanatçı baskı o yönde. Gerçekte ya da kendimizi nasıl editörün ne kadar iyi iş FOTORİTİM Söyleşiler

172

adlandırıyorsak öyleyiz. Tekniği unutmamız lazım, ama unutabilmemiz için de çok iyi bilmemiz lazım. Teknik; iyi fotoğraf üretmek için bir araç olmamalı (20mm’yle birinin suratına dayanıp ilginç bir portre çekebilirsiniz, ama kalıcı bir portre çekemezsiniz) ama kötü fotoğraf çekmeyi engellemeli. Bir fotoğrafa baktığınızda tekniği görememelisiniz, aklınıza bile gelmemeli. O zaman teknik çok başarılıdır. Bu editörlük gibi bir şey. Editörlerin varlığı ancak konunun editörlük safhasında bir sorun varsa anlaşılır. Konu çok iyiyse, editörün başarısı kimsenin aklına gelmez. Bu iyi bir şey. Teknik de böyle olmalı.

“Fotoğraf benim için görüntü dondurmak, kayıt etmek değil. Anlatmak. Bir şey anlatmayı en iyi becerebildiğim mecra fotoğraf, o yüzden fotoğraf çekiyorum.”


30mm (Eos 20’de 50’ye Ürüne “vay be” dedirtenin ta kendisi yani denk geliyor) objektifleri var. Fotoğraflarımın 95%’i öyle mi? 50mm ile çekilme. Bir de 24-105 objektifim Evet! var. Onu genellikle Der Spiegel vs. gibi yabancı Makine ne dergilerden gelen sipariş kullanıyorsunuz, konularda acil durum için öneriniz var mı, zaman yanımda taşıyorum. Bu ayırabiliyor musunuz tarz işlerde ‘kusura bakma fotoğraf çekmeye? fotoğraf çıkaramadım’ deme lüksüm yok! Farklı EOS 5d ve 50mm objektiflerin kullanılmasını kullanıyorum. 50mm doğru bulmadığım merakım var ve Zeiss, anlaşılmasın. 50mm Leica, Canon, Pentax benim en zevkle çalıştığım 50 mm’lerim oldu. objektif, fotoğrafları Çoğu evime giren hırsız tek objektifle daha çok tarafından çalınana kadar. çeşitlendirebildiğimi Şu an Canon’un 1.8 ve 1.2 düşünüyorum. Fotoğrafa 50 mm’leri ile Sigma’nın ayırdığım zaman ise

tüm zamanım. Ama fotoğrafçılığın benim için 50%’sinden fazlasının seçme olduğunu da eklemem lazım.

Anlıyorum. Peki, fotoğraflamak, sayısını aklınızda tutamayacağınız görüntüleri dondurmak gerçekten fotoğrafı anlatan mıdır? Neden fotoğraf çekiyorsunuz? Fotoğrafı sayıyla (ya da kiloyla) hesaplamak beni irkilten bir durum. Atlas dergisine fotoğraf getirip, gezisinde 1000’den fazla fotoğraf çektiğini söyleyenleri anlamıyorum.

173

FOTORİTİM Söyleşiler


Keşke 10 tane çekseydin de, iyi çekseydin mi demek lazım acaba? Konuyu anlatabiliyor musun, önemli olan o.

Ekşisözlükte sizin için şöyle denmiş,

-Atlas dergisinin Mayıs sayısında Çernobil’i anlatan muhteşem 12 fotoğraf, 50 fotoğraf bir yazı kaleme almış önemli değil. Fotoğraf gazeteci-fotoğrafçı. Ele benim için görüntü aldığı konu kendi halinde dondurmak, kayıt etmek bile son derece çarpıcı. değil. Anlatmak. Bir Fakat Sinan Çakmak’ın şey anlatmayı en iyi usta kalemi ve objektifi becerebildiğim mecra dosyayı doyumsuz kılmış. fotoğraf, o yüzden fotoğraf Yazının ve fotoğrafların çekiyorum. içinde kayboluyor FOTORİTİM Söyleşiler

174

insan. Terk edilmişliğin, ölümün, zehrin kol gezdiği toprakların atmosferi ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. -Atlas, Skylife gibi dergilerde fotograflarının kalitesiyle diger fotografçılardan sıyrılan, tarziyla bana Alex Webb’i hatirlatan genç fotoğrafçı. -2011 yılında mezun


olurum. Diğer yandan bunu söylediğim için bana çok kızan olacaktır, ama fotoğrafçılık adına anlamlı bir şeyler yapmak için tüm vaktimizi buna ayırmak zorundayız. Hobi olarak, arada bir vakit ayırarak ancak kendimizi tatmin edebiliriz, başkalarının gözüne hoş gelen 2.cisi için; çalışma fotoğraflar çekeriz. Bu şeklimden hangi dergi kötü bir şey değil, ama olursa olsun taviz çıkıp jogging yapmak da vermemeye çalışıyorum. kötü bir şey değil. Görsel Becerdiğimi düşünen olmak önemli bir şey, ama başkaları varsa mutlu iyi göz çalışarak büyük olurum. oranda elde edilebilecek bir şey. En azından kendi 3.cüsü için; bu ben değilim. adıma fotoğrafa özel bir yeteneğimin olmadığını 4.cüsü için; Bu yoruma biliyorum. Benim çektiğim katılmıyorum ne yazık fotoğrafları beğenen varsa ki. Oldukça düz ve basit bu tamamıyla çektiğimden bir fotoğraf. Sevdiğim, çok seçtiklerimle ilgili. ama beni yansıtmayan bir Bu da çekmekten fazla, fotoğraf. mesaiyi seçmeye ayırmak demek. Fotoğraf editörlüğü; iyi gören, fotoğrafı iyi Fotoğrafın; (ve başka okuyan gözler demek çok şeyin) doğrusu bir nevi değil mi? Bir yoktur, ama iyisi vardır. fotoğrafı nasıl okumalı, Siz beğenmeseniz de, hele ki fotoğrafı iyi olduğunu teslim anlamaya, doğru edeceğiniz işler vardır. görmeye istekli olanlar Martin Parr’a pek çok kişi için bir formül var mı, gibi ben de çok tahammül bulaşsınlar mı? :) edemiyorum, ama yaptığı işin (yine özellikle editoryal Eğer geçim dertleri yoksa olarak) kalitesini teslim bulaşabilirler, yoksa bu ederim. Carl De Keyzer işi tavsiye ederek çok de benim için benzer bir ciddi kötülük yapmış konum teşkil ediyordu. 1.cisi için; yazımın fotoğrafımdan daha fazla (ya da onun kadar) beğeni görmesi ironik bir durum. Fotoğrafların çok iyi olmadığını gösteriyor denebilir mi? Çernobil konusu için, ne düşündüğümü daha önce söylemiştim.

olacak Avusturya Lisesi öğrencisi! -Sinan Çakmak’ın bu fotoğrafı gerek teknik açıdan, gerekse kompozisyonla ilgili halen birçok fotoğrafçının tabularını yıkan bir fotoğraf http://www. sinancakmak.com/ Stories/Storgal/Galchr4. htm

175

FOTORİTİM Söyleşiler


çalışacağımı bilmiş olmam. Atlas’tan, Aytunç Akad, örneğin, oturduğu yerden 10 tane konu/ proje sıkabilir (bu arada hiçbirini yapmaz ayrı), benim için durum tersi. Uzun vadede yaptığım işin neye benzeyeceğini biliyorum ama sözel bir formüle dökemiyorum. Sonunda galiba buldum. Şu anda çalıştığım projeyi “LODOS, İki Kıyı Arasında” diye adlandırıyorum. Başlık ve şekil değişebilir ama içeriğin genel kavramı değişmez. Proje kabaca, Türkiye’nin ruh halini Lodos üzerinden anlatmaya çalışıyor. Konuyu daha anlaşılabilir ve içinden çıkılabilir duruma getirmek için de bunu iki kıyı (uç, sınır, taraf) ve bu iki kıyının birleştiği yer üzerinden yapmaya çalışıyorum. Bu iki kıyı; Karadeniz ve Akdeniz (Ege), birleştikleri yer de İstanbul. Bu proje bir gazetecilik veya belgesel çalışması değil. Didaktik bir şekilde bu yerleri ve sosyal koşulları belgelemeyi amaçlamıyorum ancak Yeni projeleriniz var henüz proje olarak mı, Atlas Dergisinden üçte birini toparladım. bağımsız çalışmalarınız? Sadece iki kıyıyı ve Lodos’tan bahsetmiştiniz. bunları çatıştıran Lodos’u anlatmaya çalışıyorum. Benim derdim genellikle Ama şunu da eklemek neyi değil, nasıl istiyorum; Lodos’u nasıl Ama artık yaptığı (eski) işleri de beğeniyorum. Fotoğrafı tek tek okumak bence biraz vakit kaybı, hatta yanlış bir şey. Çok kolay, fotoğrafa, olmayan ve amaçlamadığı anlamlar yüklememiz. Şöyle bir deney yapın; çok mu iyi, yoksa anlamsız mı olduğuna emin olamadığınız bir fotoğrafı aynı/benzer bir temanın fotoğraflarıyla bir araya getirin, o zaman genellikle jeton gibi düşer o fotoğrafın durumu. Ama tekrar etmezsem rahat edemeyeceğim; ‘Ne olur tek fotoğraf üzerinde fazla yorum yapmayın’ demek isterim. ‘Önde kırmızı örtülü bir kadın, rüzgarda örtüsü ve saçı uçuşuyor, arkada uçsuz bucaksız çöl, gün batımına yakın hafif ters ışık’ kulağa ne güzel geliyor değil mi? Peki fotoğraf nerde? Bu kadar basitse o zaman fotoğraf çekmek yerine yazıyla anlatalım fotoğrafları, ya da “Hermann Hesse’in Boncuk oyunu” gibi dizelim boncukları.

FOTORİTİM Söyleşiler

176

biliyorsak Türkiye’deki yerleşik ruh hali de tam olarak o.

“Türkiye’de 100 kadın fotoğrafçı var mı sorusu bir yana bunların arasına ne Tijen Burultay ne de Şebnem Eraş dahil edilmişti –ki Türkiye’den sadece iki kadın fotoğrafçı sayılacaksa ben onların adını veririm” Dünyadan bahsederken, Türkiye’de özellikle adını belirteceğiniz sizin takip ettiğiniz fotoğrafçılar kimler? Türkiye’de halen dergilere fotoğraf çeken bence iki çok önemli fotoğrafçı var. Aytunç Akad, kültürel ve sosyal konular çekiyor. Ne yazık ki istediği kadar aktif çalışamıyor. Türkiye’den gerçek anlamda dünya çapında bir fotoğrafçı çıkacaktıysa kendisidir. Benzeri Turgut Tarhan


yeterince piyasaya yansımıyor. Yoğun iş temposundan dolayı istediği işleri üretemiyor (Tabii, kim üretebiliyor diyebiliriz?). Çok özel bir yere sahip olabilirdi ama çekim sonrasında seçim disiplininin önemini kanıtlarcasına toplu bir işi dışarıda pek görülmüyor. Bu arada aklıma gelmişken Türkiye’de kolay beğenilmek ve tatmin olmaya iyi bir örnek olarak şunu vereyim; Bir ara Türkiye’nin en önemli 100 kadın fotoğrafçısı diye bir sergi düzenlendi. Türkiye’de 100 kadın Bu arada Tijen Burultay’ı da fotoğrafçı var mı sorusu bir yana bunların arasına beğeniyorum. Çalışmaları için geçerli. O da doğa konusunda (gerçi kendisi peyzaj dememi tercih eder) Türkiye’nin en önemli, ama hak ettiği yeri bulamayan, fotoğrafçısı. Keşke fotoğrafa daha profesyonel bir gözle bakabilse, kabuğundan çıkabilse. Bu arada Manuel Çıtak’da bence piyasanın ticari işler yapan en önemli fotoğrafçısı. Bu arada ticariden kastım stüdyo değil. Bizim de yapmaya çalıştığımız fotoğrafçılığı kendisi ticari boyutta ve hakkını vererek (ve alarak) yapıyor.

ne Tijen Burultay ne de Şebnem Eraş dahil edilmişti –ki Türkiye’den sadece iki kadın fotoğrafçı sayılacaksa ben onların adını veririm.

İstanbul fotoğraflarını çeken insana az rastladım demiştiniz konuşmamız esnasında. Yok, öyle demek istemedim. Demek istediğim iyi bir İstanbul çalışmasına rastlamadığım. Bence yapılagelmiş en sağlam ve tutarlı iş, Alex Webb’in İstanbul kitabı. Ama bu kitap, çok çok iyi fotoğraflar barındırsa da, bence metropol İstanbul’u

177

FOTORİTİM Söyleşiler


anlatmıyor. Mahalle ve günlük yaşam ağırlıklı. Ara Güler’in fotoğrafları, uzun bir kariyerin toplaması, retrospektif tarzı. Çok iyi fotoğraflar olması önemli değil. Benim demek istediğim ‘bence İstanbul bu’ diyen (ve beni ikna eden) bir çalışma görmemiş olmam.

Evet klişe, plazalar arkasında fotoğrafçı ölmez mi? Siz “doğacıyım ben” diyorsunuz. Yani?

nispeten serbest çalışma düzenim var). İstanbul’un çelişkilerini daha fazla içeriden yaşayabiliyorum. Dediğim gibi; Kıyılardan bir tanesi de plazalar.

Türkiye’de dergilerde fotoğraf editörü olarak çalışan sizlerin, en fazla şikâyet ettikleri şey ne oluyor?

Şikayet ettiğim iki sorun var. Bir tanesi biraz önce üzerine konuştuğumuz bütçelerin azlığı ve daha da kısılması. Dergilerin Plazaların boğuculuğu vs. bütçelerini size söylesem, her ne kadar doğruysa inanmazsınız. Ama da bence yine de klişe bir Türkiye’nin düzenli olarak kavram. Plazalar varlar, en çok satan dergilerinden insanlar burada çalışıyorlar; (bazı aylar en çok satan) “İki kıyı”dan bir tanesi bu. olan ve yayınladığı içeriği Yüksek tavanlı bir Beyoğlu kendi üreten bir derginin binasında çalışmayı ben bütçesini kısmanız demek de isterim. Ama zaten o dergiyi (en azından hayat nasıl ideal değilse, bildiğiniz ve saygı ben de ideal olmayan duyulan haliyle) ortadan meseleleri çalışmaya kaldırmanız demek. İkinci çalışıyorum. Plazalarda sorun ise telif haklarıyla çalışıyorsam, boğazda hala ilgili. Dergiciliğin yaygın yüzenlerin olmasından olduğu ülkelerde yasadaki da zevk alıyorum. Eyüp’te telif hakkı kanununa ya da başka yerde uyulur. Bu kanunun Ramazan ortamının üzerinden atlamak için kenarları da İstanbul, sözleşmeler dayatılmaz Burgaz’da duvara işeyen fotoğrafçılara. Örneğin köpek de. Hatta şunu National Geographic’te bile söyleyebilirim tam yayınlanan bir konuyu olarak Plaza’da çalıştığım birkaç ay sonra GEO’da, için (bu arada sabah 9 Mare’de görebilirsiniz. akşam 6 çalışmıyorum, Time’da yayınlanan FOTORİTİM Söyleşiler

178

fotoğraf, ya da aynı seriden başka fotoğraflar ertesi hafta Newsweek’tedir. Tüm masraf konuyu sipariş eden kuruma aittir, ama sadece fotoğrafları ilk yayınlayan olma hakkına sahiptirler. Sonrasında, telif hakkı her zaman fotoğrafçılara aittir. Türkiye’de (-ki Türkiye dergiciliğin düşük satış rakamlarına rağmen çok yaygın olduğu bir ülke) size ilk söylenen şey yurtdışında aynı buradaki gibi telif haklarına masrafı karşılayan kurumun sahip olduğu. Bu doğru değil. İkincisi burada kurumların sizin telif hakkınızı tümüyle almadığı, manevi telif hakkının her zaman size ait olduğu söylenir. Bu doğru, ama manevi tazminat hakkı demek o fotoğrafı duvarınıza asmanızı kimse engelleyemez demek (ayrıca fotoğrafınız isimsiz yayınlanamaz demek). Ama fotoğrafınız maddi hakkına sahip olanlarca istenen herkese, herhangi bir ücrete satılabilir. Maddi hakkı sizde olmayan fotoğraf sizin değildir. Üçüncü olarak ‘büyük kurumlar’ şunu da yapabiliyor; sizin her konu için imzaladığınız ve haklarınızı belli bir süre için devrettiğiniz sözleşmede size haber vermeden değişiklik yaparak


sonraki fotoğraflarınızı süresiz olarak alabiliyor. Ama şunu söylemek isterim şikayetim (son madde hariç) sözleşmeyi dayatanlardan yöne değil, şikayetim süresiz sözleşmeleri kabul eden amatör ve profesyonel tüm fotoğrafçılardan.

Dergi işleyişini, turizm dergisi editörlüğünden edindiğim tecrübemle biraz biliyorum. Son dakika gelen sipariş işler, değişen konular, 3 günde tarayın denen fotoğraflar. Şimdi de şahit oluyorum. Bunlar iş kalitesine nasıl yansıyor?

Dergi işinin doğasında son dakika çıkan, giren konuların olması, beklenmedik olaylar olması normal. Ama bu değişikliklere gündem veya pratik olaylar değil de reklam bölümü karar verince çok mutlu olduğumu söyleyemem. Ayrıca uzun projelerin birkaç günde talep edilmesi ancak talep edenin dergiye verdiği önemi gösterir. Biz fotoğrafçıların tek sermayesi adıdır. Ne zaman birisi ‘bu adam da artık sallamaya başladı’ derse, benim kariyerim o zaman bitmiştir :)

Özeleştiri ile doldurduğunuz, bu alanda çalışmalar yapmak isteyen birçok kişi için de samimi yanıtları vermekten kaçınmadığınız için, size çok teşekkür ediyorum. Lodos projenizi yakından takip ediyor olacağım! :) :) Ben teşekkür ederim!

Şubat 2009 www.sinancakmak.com.

179

FOTORİTİM Söyleşiler


m o .c i g r e d m i t i www. fotor

Fotoritim eYay覺nlar覺


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.