Anadolu Kadını Güncesi Tülin Dizdaroğlu
köşe yazıları Özel Röportaj Yorumlar “Son Kağnılar” Sergisi
İÇİNDEKİLER TÜTÜN 05 KARADENİZ YAYLALARINDA 12 KETENDERE’DE 26 SÜT SAĞARKEN 40 PAMUK TARLALARINDA 44 BUĞDAY TARLALARINDA 56 PAZARLARDA 64 ADİLE KADIN 74 KAĞNI PEŞİNDE 84 ANNE ÇOCUKLAR 94
SON KAĞNILAR SERGİSİ 100
YORUMLAR 98
RÖPORTAJ 122
//Sunum Yazısı “Anadolu Kadını’nın sesi olmak ve onun hikayelerini biriktirmek...”
T
ülin Dizdaroğlu ile Fotoritim’in tanışması, Son Kağnılar sergisini görmemiz ve etkilenmemiz ile olmuştu diyebiliriz. Hem tarihsel hem de fotografik değeri yüksek çalışmaları dergimizde sunmak bize büyük heyecan yaşatmıştı. Kendisinin Anadolu insanına dair diğer çalışmaları olduğunu fark ettiğimizde ise bunları dergimizde bir köşeden sunmasını istemiştik. Bir fotoğrafçı ve hikaye toplayıcısı olarak oluşan bu köşeler zaman içinde taştı. Ve karşınızda duran yeni bir Fotoritim eKitabı’nın öyküsünü oluşturdu. Anadolu üzerine pek çok yazılıp, çizildi, hatta Anadolu fotoğrafçılığı diye bir kavram da uzun yıllardan beridir tartışılageldi. Üzerinde çok şey konuşmak mümkün ancak Tülin Dizdaroğlu’nun bu çalışmaları -bencebir fotoğrafçının ne olması gerektiği, yaşadığı coğrafyada neler yapabileceği ve sorumlulukları, paylaşımları ile neler ortaya koyabileceği, hepsinden önemlisi “kalıcılığın” ispatı olarak karşımıza çıkıyor.
YAYIN EDİTÖRÜ VE TASARIM UYGULAMA Levent Yıldız EDİTÖRLER Şebnem Aykol ve Aydan Çınar EDİTASYON Berna Güneri RÖPORTAJ Şebnem Aykol
ePosta: frdergi@gmail.com Bu eYayında yer alan tüm görsel ve yazılar Tülin Dizdaroğlu’na aittir izinsiz olarak kullanılamaz. ©Fotoritim eFotoğraf Dergisi 2013 Bütün Hakları Saklıdır All Rigths Reserved
İyi okumalar dilerim...
Levent Yıldız Editör
www.fotoritimdergi.com
//GİRİŞ MERHABA Sevgili dostlar merhaba, Fotoğraflarımda kırsal kesime neden ağırlık verdiğim bana sıkça sorulan bir sorudur. Buna çocukluğumun tatillerini köylerde geçirmemin neden olduğunu düşünüyorum. Annemin anneannesi ve dayısı Sinop’a çok yakın, Bahçeler semtinde yaşıyorlardı. Hemen her Cumartesi, Pazar giderdik. O yıllarda pek çok aile gibi onlar da tütün yaparlardı. Bazen ben de dizmeye yardım ederdim. Tütün iyi para etmesine karşılık çok zahmetli bir işti. Dikiminden kurutulmasına kadar çok yoğun ve zor bir çalışma gerektirirdi. Çoğu kez komşu ailelerle imeceler yapılırdı. Toplanan tütünler iplere dizildikten sonra, gündüz kurumaya bırakılır, geceleri ise toplanır, salaçlara kaldırılırdı. Havanın bol yıldızlı, güzel olduğu geceler toplanmadığı da olurdu. Bazen gece yarısı aniden yağmur bastırdığında haminnemin (annemin anneannesi) feryadıyla uyanırdık “uşağıııım, yağmur geldi, kalkın kalkın, çabuk olun, çabuk olun!” diye bağıran sesi halen kulaklarımdadır.
olmalı. Fotoğrafa başladıktan sonra kırsal kesimdeki bu insanların yaşamlarını belgelemeye ve emeğin değerini sanatsal bir dille vurgulamaya çalıştım. Belki de bu amaçlarla sergiler açtım. Bu sergilerimin ilki 1993’ de “EMEKÇİ KADINLAR” adı ile İstanbul Fransız Kültür Merkez’inde açıldı. Daha sonra “ANADOLU KADINI” Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde, “KETENDERE’ DE YAŞAM” İFSAK’ta, “SON KAĞNILAR” Fotoğrafevi’nde açıldı. Bu sergiler İstanbul’un yirmiye yakın sergi salonunda, ayrıca Aydın, Sinop, Bursa, Zonguldak, Antalya, Adıyaman gibi illerde de sanatseverlerle buluştu. İstanbul Üniversitesi Kültür Merkezinde açtığım bir sergide, bir öğrencinin sergiyi gezdikten sonra yanıma gelerek “Bana köyümü ve küçüklüğümü hatırlattınız, sanki tüm işleri ben yapmış gibi, şu anda kendimi yorgun hissediyorum” demesi bir anlamda, amacıma ulaştığımı gösterdi.
Yıllarca görsel olarak belgelediğim bu yaşamları, yazınsal olarak da sizlerle Annemin dayısının öküz arabası (kağnısı) paylaşmak istedim. ile komşu köylere düğünlere giderdik, kağnı sesi, neşeli çocuk seslerine karışırdı. Yalnızca insanı değil, kurduyla kuşuyla, Bu köylerdeki insanların yoksullukları, kedisiyle köpeğiyle, tüm canlıları seven çalışkanlıkları, tok gözlülükleri ve ve emeğe değer veren herkese içten konukseverlikleri beni derinden etkilemiş sevgiler...
Tülin Dizdaroglu
04
//tütün
H
er evin bir çalışkanı, yöresel deyimle işleyeni vardır. Bu işleyen, Anadolu’da kırsal kesimde genellikle evin gelinidir. Kayınvalide sırasını savmış, bir köşede oturmakta, eğer varsa torunları ile ilgilenmekte, gelin evde olmadığı zamanlar onları doyurmaktadır. Kayınpeder ise eskisinden kat be kat rahata ermiş durumda. Kendinden başka kimseden sorumlu değil, sorumsuz bir yetkili. Görümceler ve kayınlar ise canlarının istediği işlerden sorumlular. Sıkıldıkları ya da küstükleri bir anda kendilerine arka çıkacak bir akrabanın evinde soluğu alırlar. Gelinin ise böyle bir şansı yok. Bu durumda tüm sorumluluk ve tüm işler, kaç yaşında olursa olsun evin gelinin ya da gelinlerinin omuzlarındadır. Sabah evde ilk önce gelin kalkar. Kuzineyi yakar, çayı ateşe koyar. Eğer emzikte çocuğu varsa onu emzirir, altını temizler ve tekrar uyutur. Hemen ağıla gidip inekleri sağar ve sütü pişirir. Eğer ekmek kalmamışsa hamur yoğurup mayalanmaya bırakır. Ekmeğin pişirilmesini genellikle kayınvalidesi üstlenir. Gelin, üstüne tarla işlerine uygun bir şeyler giyer, komşu kadın kapıda beklemektedir, birlikte doğru tarlaya.
05
Tütün dikimi © Tülin Dizdaroğlu
Tütün toplama (yöresel deyimle tütün kırma) işini fotoğraflamak için, Sinop’un yakın bir köyünde, saat sekize yakın tarladaydım. Gelin tek başına tütün kırmakta. Uzaktan seslendim: “Bak konuştuğumuz gibi bugün erkenden geldim” o da bana seslendi: “Ne erkeni, ben saat beşte buradaydım, işim bitmek üzere, döneceğim” demez mi? Sabah saat dörtte kalkmış, eşinin pantolonunu ütülemiş, eşi şehre iş aramaya gidecekmiş. Saat beş gibi tarladaymış. Tarla eve yakın olduğu için yalnız gelebilmiş. Güneş yükselmeden tütünlerin kırılması gerekir, aksi halde hava ısındığında tütün sapları yumuşar ve kırılması zorlaşır. Ben biraz olsun yardım edeyim dedim ama az sonra ellerim yapış yapış zift oluverdi. Bu zifti çıkarmak bayağı zor olur, bırakmak zorunda kaldım. Toplanan yaprakları küfeye taşımakla yetindim, bu işleri genellikle çocuklar yapar, ama bugün gelinin hiç yardımcısı yok.
Tütünlerin taşınması.
08
Gelin tütün dolu küfeyi sırtladığı gibi, saat dokuz olmadan eve döndük. Ev halkı uyanmış kahvaltı yapmakta, biz de sofraya oturduk. Evin 8-9 yaşlarındaki kızı bize hizmet etmekte, annesi biraz dinlensin diye. Kahvaltı sofrası çarçabuk toplanıyor ve ev yine çarçabuk süpürülüyor. Çünkü öğlen olmadan komşular tütün dizmeye yardıma gelecekler. Toplanan bu tütünlerin ve bir önceki gün toplananların vakit geçirilmeden iplere dizilmesi gerek. Tütün işi çok zahmetli bir iş. Bir ev halkı bunu yalnız yapamaz, genellikle komşulardan yardım alınır, tütün fidelerinin dikiminden yaprakların dizilmesine kadar imece usulü her aile diğerine yardım eder. Tütün yaprakları fazla yumuşamadan iplere dizilmesi gerek. Çuvaldızın ucuna uzun sicimler geçirilir ve tütün yaprakları saplarından teker teker bu kocaman iğnelere dizilir. Sonra dikkatlice sicime aktarılır. Bu işe yaşlılar ve çocuklar katılsa da bir süre sonra kolları ağrıdığında bırakmak zorunda kalırlar. Kadınların ise böyle bir şansı yok, yorulsalar da elleri simsiyah ziftle kaplansa da tütün bitene kadar dizmek zorundalar. İpler yaprakla dolduğunda, ipin iki ucu birleştirilip bir hevenk yapılır, genellikle evin gelini bu CUPLOX hevengi uygun bulduğu bir yere kurumak üzere asar.
LINGKIS
PENDEK
Tütün dizimi.
09
Tütünlerin kurutulması. Ertesi sabah bu hevenkler kurutulmak üzere özel hazırlanmış, yere paralel çıtalara yan yana dizilirler. Gece olunca nemden zarar görmemeleri için bu çıtalar özel kızakların yardımıyla kaydırılarak salaçlara (bir çeşit tütün ambarı) yerleştirilir. Bu salaçlara yerleştirme işinde genellikle evin erkekleri de yardım ederler. O gün, gölgesi geniş olduğu için büyük ceviz ağacının altına örtüler serildi ve tütün küfeleri ağacın altına taşındı. Komşular birer birer geldiler ve imece başladı. Öğlen olduğunda tütünler bir kenara toplanıp, temiz sofra örtüleri serildi ve yine gelinin hazırladığı yemekler neşe içinde yendi. Ardından çaylar içildi ve tekrar işbaşı. Tek bir yaprak kalmayana dek dizim işi devam etti. Komşular gider gitmez gelin doğru evin yakınındaki bir bahçeye gidip, sebzeleri sular ve akşam yemeği için biraz sebze toplar. Yemek ocağa konduktan sonra hayvanların otlaktan getirilme işi gündeme gelir. Eğer evin gençleri bir bahane bulup bu işten kaytarmışlarsa hayvanların getirilme işi de geline kalır. Otlaktan gelen hayvanlar, sulandıktan ve ağıla konduktan sonra yine ineklerin mutlaka sağılması gerekir. Pişirilen sütlerden ya yoğurt mayalanır ya da peynir yapılmak üzere ayrılır. Vakit kalırsa önceki yoğurt ya da sütler yayıklara konup tereyağı çıkarılır, pazarda en çok para eden de bu tereyağı olur.
10
Tarla işlerinin yanı sıra, çamaşırları yıkamak, hamur yoğurmak, ekmek yapmak, sütlerden yoğurt, peynir, tereyağı yapmak evin sıradan işleri arasında. Bu işlerin hepsi mükemmel bir plan içinde yapılmalı, plandaki bir aksaklık her şeyin sarpa sarması demek. Çünkü akşam evin ‘adamı’ geldiğinde hiçbir şikayet duymak istemez. Aksi halde gelin beceriksizlikle suçlanır, tembellikle değil, çünkü tembellik yapma şansı yoktur. Evin erkeği ise, kadının yapamayacağı güç isteyen işlerde yardımcı olur. Tarlanın kazılması, suların taşınması gibi. Hava kararmadan akşam yemeği yenir. Sofra toplanıp bulaşıklar yıkanır ve çay içme zamanı gelir. Bu gelinin tek dinlenme zamanıdır. Çocukları da yatırdıktan sonra günün tüm yorgunluğu ile eşinin yanına yatmaya gider.
Tarladan eve.
11
Giresun’un Kümbet yaylası Asarkaya yöresindeyiz ve Karadeniz insanının konukseverliğine bir kez daha tanık oluyoruz. Ekibimiz, Faruk Akbaş, Alberto Modiano, Şirin Küçüktabak, Mustafa Gürçay olmak üzere 5 kişiden oluşuyor. Mustafa arkadaşımızın bir akrabasının tanıdığı olan Naziker teyzeyi buluyoruz. Yayla evinin önünde çadırlarımızı kurmak istediğimizi söyleyince, şiddetle karşı çıkıyor ve bizleri evinde konuk etmeye ikna ediyor.
KARADENİZ YAYLALARINDA
Mayıs başlarında eşi, Naziker teyzeyi, 8 yaşındaki torunu ile birlikte yayla evine bırakmış ve gitmiş. Ayda bir uğrayıp çay, şeker gibi ihtiyaçlarını getiriyormuş. Sabahleyin mis gibi kızarmış ekmek kokusu ile uyanıyoruz. Kuzine yanmış, iri dilimli köy ekmekleri üzerine tereyağı sürülmüş ve soğumamaları için bir tepsi ile kuzinenin altına konmuş. Kuzinenin üstünde ise kocaman bir tencerede süt kaynamakta.
© Tülin Dizdaroğlu
Naziker teyze ortalıkta yok, onun sabah mesaisi çoktan başladı. Erkenden kalkıp inekleri sağmak, sonra da onları komşunun sürüsüne katıp otlağa yollamak birinci görevi. Ardından hemen kuzine yakılıp sütler pişirilecek. Kuzine yayla evlerinin vazgeçilmezi. Hem sabah akşam serin olan evi ısıtıyor, hem de üzerinde yemek, süt pişiriliyor, su ısıtılıyor, çay yapılıyor, içinde ise ekmek, börek pişiriliyor. Son bir görevi de borusuna monte edilen yıldız şeklindeki tellerde sık sık ıslanan çorapları, giysileri kurutmak. Sıcak küllerine de patates gömülüp közlendiğini unutmayalım. Neyse ki yayla evlerinde eşya olmadığından ev temizliğine fazla zaman harcanmıyor. Ev çarçabuk toplanıp süpürülüyor, kapı önü temizleniyor, ardından hemen evin yakınındaki sebze bahçesine gidilip sebzeler çapalanıp, sulanıyor, kahvaltıda yemek üzere aşağı yaylalarda bol bulunan domates ve biberler Asarkaya gibi 2000 metreyi geçen yerlerde pek yetişmiyor. Karadeniz insanının vazgeçilmezi olan taze fasulye ve karalahana ise hemen her gün toplanıyor. Evde konuk olduğunda ise yemek çeşitleri birkaç katına çıkıveriyor. Fotoğraf çekmek için evden ayrılıyoruz, yöreyi gezeceğiz. Tanıdık tanımadık her evden ‘buyurun’ çağrısı alıyoruz. Evlerde genellikle yaşlılar ve çocuklar var. Kadınlar ot biçmede, erkekler ise komşu ilçelere 1- 2 aylığına fındık veya çay toplamaya gitmişler. Evin genç kızları üç beş dakika içinde türlü yiyeceklerle dolu sofraları önümüze kuruveriyorlar. Çay ise sofraların vazgeçilmezi.
© Tülin Dizdaroğlu
Akşamüstü eve döndüğümüzde Naziker teyzenin ottan dönmekte olduğunu görüyoruz. Sırtındaki 60 kiloya yakın otlar arasında adeta kaybolmuş. Bu yükü, hiç yardım almadan alışılmış bir hareketle yere indiriveriyor. Naziker teyzenin yaylalardan biçip getirdiği yaş otlar, ambarlara götürülüp seriliyor. Bu otlar kurutularak kış boyu hayvanlara verilecek. Yayla kadınının birinci görevi ot biçmek, otları sırtına yükleyerek en az 2025 dakika uzaklıktaki engebeli yollardan getirmek. Bazen kuzinede yaktıkları odunları da kadınlar sırtlarında getirler. Bu nedenle sırtları genç yaşta eğilir.
© Tülin Dizdaroğlu
Naziker teyze hemen akşam yemeğine koyuluyor, yoruldum, biraz dinleneyim diye bir alışkanlığı yok. Tek derdi konuklarını memnun etmek. Bir odada tavana kadar yığılı duran yufkalardan alarak bize su böreği yapmaya başlıyor. Yumurtası, kendi yaptığı peyniri ve tereyağı bol. Bir de buna cömertlik eklenince, bize unutulmaz lezzetler tattırıyor. Mıhlamanın, kuymağın en güzellerini orada yiyoruz. Komşu kadınlar da konukseverlikte geri kalmıyorlar. İpek halı dokuyan sevdiğim bir lise öğrencisi, akşam onlarda yatmadım diye bana küsüyor. Doğa ise bir harika çiçek fotoğrafları da çektiğimi ve çiçekleri çok sevdiğimi gören Naziker teyzenin: “Kızım buralara Mayıs ayında geleceksin, çiçek denizine düştüm sanırsın” sözleri hala kulaklarımdan gitmiyor.
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
Yayla mevsiminde yöredeki otlar azalınca, her ay bir yukarıdaki yaylaya göç edilir. Yaylaya ilk gelişte olduğu gibi bunun da bir zamanı ve kuralı vardır. Uyanıklık edip önceden giderek otları tüketme durumu olmaz. Hayvanları çok olan ailelerin genellikle yukarı yaylalarda küçük birer evleri olur. Buraya taşınacak olan yatak, yorgan, kap kacak gibi ev malzemelerini yine kadınlar sırtlarında taşır. Erkekler ise elleri boş gider, hatta bazı kadınlar erkeğine eşya taşıtmayı ayıp sayar!!!! Yine böyle bir göçte, sırtındaki küfede ev eşyaları taşıyan bir kadın yürürken yol boyunca bir de çorap örüyordu. Tamamen yöresel giysiler içindeki bu kadının fotoğrafını çekiyordum, arkadaşlar, kadının yanında yürümekte olan eşini de çekmemi önerdiler. Bizler gibi giyinmiş olan bu adamı, aynı fotoğraf karesinde görenler onun eşi olduğunu anlamayacaklardı ki, çekmedim. Tam o sırada adam; “Yeter artık, daha fazla çekme“diye söylenmeye başladı, kadınsa; “Boş ver sen onu, istediğin gibi çek” demez mi. Nedense bu sözler biraz olsun içimi ferahlattı. Bu kadar yükün altında ezilen Karadeniz kadınının biraz olsun sözü geçmekteydi. Naziker teyze ise yoğun günlük işleri arasında bizleri memnun etmek için çırpınıp durdu. Dönüş sabahı yine bol tereyağlı ekmeklerimizi yedik, Naziker teyzeye veda edip ayrıldık. Yol boyunca onun, bizim için hazırladığı kavanoz dolusu reçelleri nasıl unuttuk diye üzülüp durduk”. “Yeşilin her tonu vardı” sözü bu yöre için söylenmiş olmalı. Rengarenk çiçeklerle bezeli doğal çiçek tarlaları, dönüşünüzde şırıl şırıl akan sesi günlerce kulağınızdan gitmeyen tertemiz dereleri ile her gittiğimde daha bir hayran olduğum, bu vahşi doğayı, doyasıya içinize çekmek ve konuksever Karadeniz insanı ile tanışmak için hayatınızın bir döneminde mutlaka Doğu Karadeniz yaylalarına gitmelisiniz.
23
© Tülin Dizdaroğlu
K
aryan’ın antik kenti Labranda yakınlarındaki Ketendere köyündeyiz. Burası Milas’a yaklaşık iki saat uzakta, yerleşik Yörük’lerin yaşadığı bir dağ köyü. Ekip arkadaşlarımızdan birinin Milas pazarında tanıştığı ve evine davet ettiği Meryem’i bulmak üzere Milas’tan yola çıkıyoruz.
26
Minibüsten inip köy topraklarına ayak bastığımda kendimi farklı bir ülkede ya da farklı bir zaman diliminde hissettim. İçerisindeki bol silis nedeniyle öğle güneşinde pırıl pırıl parlayan kayalar üzerine, rengarenk, tertemiz giysili insanlar o tarafa bu tarafa koşuşturmaktaydılar. Belki de bir film çekiliyor diye düşündüm.
ketendere’de
Burada ne Karadeniz’in yeşil cümbüşü ve ahşap evleri, ne de Doğu’nun toprak evleri var. Ot yok, ağaç yok, her yer taş. Yollar taş, duvarlar taş, evler taş. Bu taş köy, gümüş gibi parlayan kayalardan oluşan bir yamaca kurulmuş. İnsanlar ise doğanın onlardan esirgediği renkleri, teneke kutulardaki karanfilleri, rengarenk elbiseleri ve evlerindeki olağanüstü süslemeleri ile yaratmaya çalışmışlar.
Yolda her karşılaştığımız kişiden; “Buyurun, bize gidelim, bir kahvemizi için” sözlerini duyuyoruz.
27
© Tülin Dizdaroğlu
İlk karşılaştığımız kişiye Meryem’in evini soruyoruz. Aldığımız yanıt: “O da ne demek, önce bize gidelim, sonra onlara gideriz” oluyor. Kurban Bayram’ının birinci günü olması nedeniyle köy yolları, birbirini ziyarete giden insanlarla dolu. Yolda her karşılaştığımız kişiden; “Buyurun, bize gidelim, bir kahvemizi için” sözlerini duyuyoruz. Sanki Meryem’in değil köyün konuklarıyız. Eşi evde olmamasına rağmen Meryem bizi hemen kabul ediyor. Meryem 30 yaşlarında, 3 çocuğu ve eşi ile bu evde yaşıyor. Biz iki erkek dört bayanız. Haber salınıyor eşi hemen geliyor, ardından da sıra sıra akrabalar. Koyu bir sohbete dalıyoruz. Fotoğraf çekmek istediğimizi söyleyince Meryem ve eşi bizi ev ev dolaştırmaya başlıyorlar. Tabii daha önce Meryem’in çarçabuk hazırladığı çeşit çeşit zeytinyağlılar ve kurban kavurmasından oluşan öğle yemeğini yiyoruz. Her gittiğimiz evde aç mısınız tok musunuz demeden önümüze sofralar kuruluveriyor.
30
© Tülin Dizdaroğlu
Köy evleri çevrede bol bulunan ve kolay yontulan taşlardan yapılmış. Bu yontma taşlar arasına yerleştirilen kırmızı kiremit parçaları ayrı bir güzellik katıyor. Pencerelerdeki ahşap kepenkler ve tüm kapılar, ilginç rengarenk desenlerle süslenmiş. Evlerin içine girdiğimizde ise şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Oda kapıları, yüklük ve dolap kapıları, tavanlar, raflar ahşap süslemelerle bezenmiş. Bu süslemelerin bazılarında altın ve gümüş renkli yaldızlar da kullanılmış. Ne yazık ki bu güzelim süslemelerin bir kısmı köy kadınlarının işlediği kanaviçe örtülerle kapatılmış. Örtüleri kaldırıp öyle fotoğraflıyoruz. Odayı çepeçevre saran raflarda kanaviçe işli bembeyaz örtüler, üzerinde ise bakır taslar, tencereler. Bir tarafta ise köşeleri işlemeli mendiller. Mendillerin öyküsünü ise daha biz sormadan anlatıveriyorlar. Kızlar evlenecekleri erkeklere konuşmaya başladıklarından evlenecekleri güne kadar her bayram bu işlemeli mendillerden yollarlarmış, mendillerin sayısı ise birbirlerini ne kadar çok beklediklerini gösteriyormuş.
© Tülin Dizdaroğlu
Bayram nedeniyle kadınlar rengarenk kadife giysiler içinde, kollarda, boyunlarda ise uğur getirdiğine inandıkları sıra sıra renkli boncuklar. Başörtülerinde ise bir demet taze çiçek. Seksen yaşındaki nine bile işi bitip komşuya geçeceği zaman bu çiçeği başörtüsüne iliştiriveriyor. Bence bu, onların yaşam sevinçlerini gösteriyor.
© Tülin Dizdaroğlu
Tüm evlerde olduğu gibi Meryem’in de evinin içi tertemiz ve düzenli. Evde fazla eşya, masa sandalye, halı kilim yok. Yemekler odun yaktıkları ocaklarda pişiriliyor. Ocak başları tertemiz fazladan çalı çırpı yok. Ocakların içi ise bembeyaz, sanki hiç kullanılmamış gibi. Ne kadar sıklıkla badana yaptıklarını soruyorum;10-15 günde bir diyorlar. Çok düşkün oldukları kahveler ise yerde, piknik tüpünde pişiriliyor ve yine yerde tepsilere konuyor. Akşam dönmek istememize rağmen ısrarları üzerine Meryemlerde yatıyoruz. Ertesi gün de komşu köyleri gezmeye gidiyoruz. O gece ev bizi görmeye gelen akrabalarla dolup taşıyor. Kadın erkek ayırımı yok, herkes eşit söz hakkına sahip, işler de elbirliği ile yapılıyor. Herkes mutlu, herkes güler yüzlü. Bir sıkıntıları varsa da bize yansıtmıyorlar.
36
Evlerde gelin kaynana geçimsizliği yok. Çünkü her yeni evlenene ”Haney” adı verilen evler yapılıyor, herkes evini yuvasını biliyor. Ketendere’ye bu ilk gezimizden sonra üç kez de yalnız gittim ve 1995 yılında İFSAK’ta bu köyü anlatan “Ketendere’de Yaşam” isimli bir fotoğraf sergisi açtım. Artık çok iyi bir arkadaş olduğum Meryem ev işlerini yaparken ben yalnız geziyordum. İşleri bitince de komşu komşu birlikte gezerdik. Bir defasında bir saat kadar uzaklıktaki yaylalarına gitmek istediğimi söyledim. O yıl küçük çocuğu vardı onu bırakamazdı, ama beni de kimselere emanet edemedi, çocuğunu görümcesine emanet edip beni yaylaya götürdü.
37
Bir saatlik yokuşu olan bu yayla yolunu onlar gibi yürüyerek gidip gelmeme bayağı şaşırmışlardı. Sabah erken gittiğimizden yol zor olmamıştı. Öğleden sonra dönüşte ise bayağı sıcak vardı. Yol boyunca köylülerin yolcular için gölge yerlere gömdükleri testi sularını içtik. Meryem’in başındaki yemenisini bu sularla sık sık ıslatıp benim başıma bağlaması ise hiç unutamayacağım anılarımın arasındadır. İlk yıllar sık sık haberleştiğim bu güzel insanları hoş bir anı olarak değil, dostlarım ve arkadaşlarım olarak anmaktayım.
© Tülin Dizdaroğlu
“Fatma Hanım’ın yaşam öyküsü bir film senaryosu gibi.”
SÜT SAĞARKEN
B
azen fotoğraflarıma bakıp “Ne güzel yakalamışsın!” diyenler olur. Bilmezler ki o fotoğrafın arkasında ne büyük bir emek var. İşte böyle bir fotoğrafı ve bir Anadolu kadınının yaşam öyküsünü sizlerle paylaşmak istedim. Yine yıllar evvel Sinop’daki evimizden sabahın erken saatlerine yola çıktım Erfelek yolu üzerinde tütün yapanların olduğunu duydum, rastlarsam fotoğraf çekeceğim. Yol boyunca tarlalarda çalışan kimse bulamadım. Erfelek de minibüsten indim. O gün Erfelek pazarı olduğu için pazarı dolaştım, fotoğraflar çektim ve karşılaştığım kadınlara ‘bu yörede tütün yapan aile var mı?’ diye sormaktaydım, 45 yaşlarında güzel bir kadın, 6 yaşlarında bir kız çocuğu ile beraber yanıma yaklaştı: “Seni evime götüreyim, istediğin fotoğrafları orada çekersin” dedi. Bu yaklaşım beni biraz ürküttü ve teşekkür edip yanından ayrıldım.
iken babası, çok sevdiği nişanlısını öldürüyor. Nişanlı mezara, baba da hapse giriyor. Fatma Hanım bir daha dönmemek üzere köyünden kaçıyor, başka bir köydeki akrabalarının yanına sığınıyor. Bir gün, akrabası ile bu köyde dolaşırken bir cenaze evinden gelen ağlama sesleri duyup eve giriyorlar. İki çocuklu genç bir kadın ölmüş ve konu komşu toplanmış ağlaşıyorlar. Eşi ölen adam, Fatma Hanım’ı görünce uzun sarı saçlarına hayran kalıyor ve kısa bir süre sonra Fatma Hanım’ı istetip evleniyorlar. Fatma Hanım öksüz kalan iki çocuğu büyütüyor. Oğlan evlenme yaşına gelince kendi kız kardeşini gelin olarak oğlana alıyor. Kendinin de bir çocuğu oluyor fakat yaşamıyor. Her gün ziyaretine gittiği çocuğunun mezarına beni de götürdü.
Fatma Hanım’ın şimdi tek bir gayesi var, pazarda sattıkları ile kazandığı parayı biriktirip bir video almak, onun için bir cennet olan köyünü videoya çektirip her gün seyretmek. Çünkü buralara bir Lala’da tütün yapanlar olduğunu birkaç türlü ısınamamış, ormanları çok güzel kişiden duyunca Lala minibüsünü olan köyünü hala çok özlüyormuş. buldum, minibüste bir kişilik yer olduğunu görerek hemen bindim ve Fatma Hanım’ın da günlük işleri tüm oturdum. Bir de baktım ki beni evine kırsal kesim kadınları gibi hiç bitmez. davet eden kadın ve kız çocuğu Cuma günleri Erfelek pazarına kendi yanımda oturuyorlar. Yol boyunca koyu yaptığı peyniri, yoğurdu, tereyağlarını, bir sohbet sonrası Fatma Hanım’ın pekmezi götürür satar. Dönüşte ev için evindeydim. gerekli olan, un, şeker, çay, gazyağı gibi malzemeleri alır. Parası artarsa elbise, Fatma Hanım’ın yaşam öyküsü yemeni, yün, orlon gibi ihtiyaçlara sıra bir film senaryosu gibi.17 yaşında gelir.
41
Evde eşi, oğlu, gelini (kız kardeşi) ve iki çocukları altı kişiler. Gelin genellikle tarlada çalışırken o da ev işleri ile uğraşıyor, onlara değişik yemekler yapmaktan hoşlanıyormuş. Ev işleri bittiğinde, tarlaya geline yardıma gittiği de oluyormuş. Bana nasıl bir fotoğraf çekmek istediğimi sordu, ben de ‘kadınları iş yaparken çekmek istediğimi’söyleyince: “İstersen hamur yoğurayım, makarna keseyim sen de çekersin” dedi. Hemencecik bir teknede hamur yoğurdu, hamur dinlenirken beni üst kata çıkarttı, sandığını açtı ve o güne kadar biriktirdiği otantik eşyalarını gösterdi. Bunları gösterirken de sürekli olarak Atatürk hayranlığını anlattı durdu, memleketin durumundan yakındı. Daha sonra aşağı indik, yere sofra bezi serildi, hamur tahtası duvardaki yerinden indirildi, hamurlar açıldı ve ince ince makarnalar halinde kesildi. Bu makarnalar önce yere serilen örtüler üzerinde birkaç gün kurutulacak, yeneceği zaman da haşlandıktan sonra üzerine ya sarımsaklı yoğurt veya keş (kurutulmuş yoğurt) ve ceviz karışımı katılacak. Yıllardır kafamda süt sağan bir kadının yakın plan çekimini kurgulamaktaydım. Ona süt sağan bir kadın fotoğrafı çekmek istediğimi, ama inekler hep otlaktan geç geldiği
23 42
ve karanlık ağıllarda sağıldığı için o az ışıkta çekim yapamadığımı söyledim. Derhal yakınlardaki otlağa gidip ineğini getirdi. İneğin biraz çamurlu olduğunu söylediğimde, hemen gitti, eline taktığı kaşağıya benzer bir araçla ineği temizledi. Sütü sağacağı bakır bir kap aldı, kabın dışı biraz kirliydi, benim titizlendiğimi görünce hemen bakır kabı kumla bir güzel ovdu, pırıl pırıl yaptı. Sandığına gidip hiç kullanılmamış, yepyeni bir yemeni getirdi başına örttü. Bahçede ineği yüksekçe bir sete çıkarttık, o ineği sağarken, ben de aşağıdan fotoğrafı çekiyordum. O zamanlar teleobjektifim olmadığından ineğe iyice yaklaşmıştım, 50mm objektif ile çekmekteydim ve her an inekten bir tekme yeme korkusu içinde çekmeye devam ettim. Tabii ki bu kadar emek verilen bir fotoğraf çok güzel oldu, ödüller aldı. Fatma Hanım’a neden bu kadar özendiğini sorduğumda: “Sen televizyoncuya benziyorsun, belki televizyonda çıkarım” dedi. Ben de yalnızca sergi açacağımı, televizyonda çıkmayacağını söyledim. Olsun dedi: “Bazen televizyon sergileri de gösteriyor”. Ben izlemedim ama arkadaşlar söyledi “ Emekçi Kadınlar” sergimden bazı fotoğrafları, bir kanal yayınlamış. Böylece Fatma Hanım televizyona çıkmış oldu ama kendini görse belki de tanıyamazdı, çünkü yüzünün çok az bir kısmı görülmekteydi.
43
PAMUK TARLALARINDA
HARRAN OVASI’NDA
PAMUK TOPLAMA İŞİNDE ÇALIŞAN MEVSİMLİK İŞÇİ KADIN VE KIZLAR 44
Şanlıurfa’dan Harran’a gitmek üzere yola çıkıyorum. Harran’a üçüncü gidişim. Son geldiğimde gün doğmadan pamuk tarlasında olmak istemiş, ama Urfa’da kaldığım ev sahibinin, kahvaltı yaptırmadan asla yollamam ısrarı üzerine, tuttuğumuz akrabaları olan taksici vaktinde gelmesine rağmen, ancak saat 8 gibi tarlada olabilmiş, istediğim fotoğrafları çekememiştim.
Bu defa gece Harran’da kalıp, sabah erkenden tarlaya gitmeyi planlıyorum. Urfa’dan Karaali minibüslerine binip, Harran yol ayırımında ineceğim. Söylenen yerde iniyorum. Birkaç kişi daha toplanınca, Harran’dan gelen bir taksi dolmuşa biniyoruz. Taksi şoförü geçen yıl tanıştığım kızların babası çıkıyor. Gece onlarda kalmamı, sabahleyin kızlarla birlikte
çocukları üçüncüsünde de evin üç kızı ile birlikte ben yatıyorum. Gecenin bir yarısında uyandığımda evin kapısının açık olduğunu ve eşyalarımın ve fotoğraf makinelerimin bulunduğu odada ışık yandığını görüyorum. Korku içinde hemen tahttan inip koşarak gidip baktığımda, fotoğraf makinelerimin yerinde olduğunu görüp ferahlıyorum. Sabah erkenden MAZDA Otel’e telefon açıp, beni buradan aldırmalarını istiyorum.
beni tarlaya götürebileceğini söylüyor. Sevinçle kabul ediyorum. Hemen, Kaymakamlığ’ın açmış olduğu ve kaymakamlık binası yanındaki MAZDA Otel’e telefon açıp yerimi iptal ettiriyorum. Neşe içinde yenen akşam yemeğinden sonra çaylar içilirken ev sahibim beni tarlaya götürmek için para istediğini söylüyor. İstediği
para ise benim tüm param. Mecburen geceyi onlarda geçireceğim. Harran halkı geceleri de çok sıcak olduğu için dört tarafı duvarlarla çevrili HAYAT adı verilen avluda yatıyor. Avluda üstü ve yanları rengarenk cibinliklerle kaplı TAHT adı verilen yerden çok yüksek karyolalar bulunuyor. O gece üç tahttan birinde ev sahibi ve eşi, diğerinde oğlan
O gün Harran kaymakamlığının restore ettirmiş olduğu Harran Kültür Evi’nde tanıştığım genç bir öğretmen, sabahleyin komşularını tarlaya götürürken yoldan beni de alabileceğini söylüyor. O yıllarda cep telefonum olmadığından otel görevlisine beni saat 4’de uyandırmasını rica ediyorum. Uyandığımda ise gün ağarmıştı. Görevli ise “Çok erken olduğu için uyandırmaya kıyamadığını” söylüyor. Ertesi gece çok az uyuyup, söylenen saatte yolda bekliyorum. Öğretmen gelip beni alıyor. Önce pamuk işçilerinin kaldığı çadırlara gidiyoruz. Yine kadınlar erkenden kalkmış, yaktıkları ateşte ekmek pişiriyorlar. Çoluk çocuk hep birlikte sıcak ekmekleri yiyip, yine hep birlikte yola koyuluyoruz.
45
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
Uçsuz bucaksız Harran Ovası’na ulaşıyoruz. Henüz güneş doğmamış olmasına karşın, çoğunluğu kadın ve çocuk olan yüzlerce işçinin bağırış çağrış içinde, birbirleri ile şakalaşarak güle oynaya pamuk topladığını görüyoruz. Bu manzarayı gören pamuk işinin kolay olduğunu sanabilir. Oysa pamuk toplama işi,buğday biçme ya da tütün kırmaktan çok daha zor.
Tütünde toplanan yapraklar küfeye konarken insanın sırtı bir an olsun doğruluyor. Pamukta ise toplanan pamuklar bellerine bağladıkları torbaya konduğundan saatlerce eğik kalıyorlar, doğrulamıyorlar. Kısa bir süre denediğimde hemen belim tutuldu. Ayrıca pamuk bitkisindeki dikenler de elleri yaralıyor. Tütün hava ısındıktan sonra toplanmaz, pamuk ise gün batana kadar toplanmaya devam ediliyor. Bu şakalaşmaları, yorgunluklarını bir an olsun unutmak için olsa gerek. Erken saatlerde tarlayı saran sivrisinek istilası da işin ayrı bir zorluğu. Bu nedenle pamuk toplarken uzun kollu giysiler giyiliyor. Herkesin topladığı çuvallar sayılıyor, en çok toplayan günün çalışkanı,en az toplayan da ise günün tembeli ilan ediliyor. Genellikle genç kızlar bu şampiyonluğu başkalarına kaptırmıyorlar. Fotoğraflar çekip onlardan ayrılırken sıktığım o gencecik ellerdeki yaralar, içimi acıtıyor. Onlar için hiçbir şey yapamamış olmaksa ikinci bir üzüntü nedenim oluyor. Eylül ortalarında toplanmaya başlanan pamuk, belli aralıklarla üç kez toplanıyor, Kasım başlarında ise bu iş bitiyor. Yurdun çeşitli yörelerinden gelen, genellikle çocuklu ailelerden oluşan ve sezon boyu derme çatma kulübelerde çok zor koşullarda yaşayan bu mevsimlik işçiler memleketlerine dönüyorlar. Bir Kasım günü yine Harran’da Afara ile tanıştım. Afara, tarlalardaki kurumuş pamuk bitkilerinin uçlarında kalmış olan son pamuklar. Büyük tarla sahipleri ayrıca işçi tutup bu pamukları toplatıyor. Bazıları da toplamaya değer görmeyip tarlada bırakıyor. Yöre halkı bunları toplayıp, kendi ihtiyaçları için kullanıyorlar. Bir sabah Harran’da dolaşırken beş at arabası dolu genç kızla karşılaştım. Afara toplamaya gittiklerini söylediler. Ben de onlara katıldım. Uzun aramalardan sonra nihayet bir tarlaya girmeye karar verildi. Arabalardan inildi derin su kanallarından geçilerek tarlaya girildi. Tarla sahibinin haberi olmadığı için biraz tedirginlerdi. Kızlar pamuk toplarken ben de onları fotoğraflıyordum. Bir ara tarla sahibinin kızgın sesi duyuldu, hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık, ben de onlarla birlikte koşuyordum. Onlar kaçarken bana da “Sen kaçma sen kaçma, sana bir şey yapmaz“ diye sesleniyorlardı.
“10 yıl kadar önce Harran’a dört kez gittim. Harran’ı, oradaki yaşamı ve yok olmakta olan konik evleri anlatmak için bir sergi açmak istiyordum ama hala açamadım. Harran fotoğraflarım, Gezi Travel dergisindeki birkaç fotoğraf ve slayt gösterilerim dışında ilk kez yayınlanıyor..”
51
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
BUĞDAY TARLALARINDA
Y
ine bir yaz sabahı Sinop’taki evimizden erkenden yola çıktım. Birkaç gün evvel Taşmanlı civarında buğday biçenler (bizim yörede orak biçme de denir) olduğunu görmüştüm. Sinop’tan minibüse bindim, tarlada çalışanları görünce hemen indim. Buğday biçmekte olan ufak tefek, güneşten yüzü iyice kararmış olan bir kadının yanına gittim, kendimi tanıttım. Sinop’lu olduğumu ve gazeteci olmadığımı söylediğimde fotoğraf çekmeme izin verdi. Bu kadıncağız ile sonraki günler birkaç kez daha buluşup
56
fotoğraflar çekmiştim. O gün onunla hem sohbet ediyor hem de fotoğraflarını çekiyordum. Baştan objektife alışık olmadığından herkesin yaptığı gibi kendini biraz kasmıştı, ama daha sonra beni ve fotoğraf makinemi unutup kendini işine verdi. Orağı öyle hızlı kullanıyordu ki bir yerime çarpacak diye korkuyordum. O çalışırken, ben de değişik açılar aramaktaydım. Bir ara başım yere yakınken bir fotoğraf çektim ve o anda; tamam bu fotoğraf oldu!diye düşündüm. Gerçekten o
fotoğraf 1991 yılında “Kadın Eserleri Kütüphanesi”nin açmış olduğu “Kadın Gözüyle Kadın” isimli fotoğraf yarışmasında üçüncü olmuştu ve benim ilk fotoğraf ödülümdü. Yıllardır artık yarışmalara katılmıyorum, yarışmalara karşı değilim ama yalnızca yarışmalar için fotoğraf çekenleri de adlandıramıyorum. Yalnız ilk yıllarda aldığım bu derecelerin bende bir motivasyon oluşturduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bu ilk ödülümün gazetelerde ilan edildiği gün İFSAK’ta bir arkadaşın “O Tülin Dizdaroğlu sen olamazsın, değil mi?“ sözü sanırım motivasyonumu daha da artırmıştı.
57
Birkaç yıl sonra yine Sinop’un bir köyünde Fahriye ile birlikte tarladaydı doğruldu ve sohbete başladık, hem konuşuyor hem de portresini çekiyo makinem ona doğru idi. Hemen Fahriye bir daha yapar mısın deyinc DERGİSİ tarafından düzenlenen“İNTERKAMERA’99“ adlı fotoğraf yarışma bu parmaklıklara “ELLİK” deniyor. Ellikler genellikle 3 parmağa ayrı ayrı ta parmakları yaralamasını engelliyor, hem de bir anlamda eli büyüttüğü i yakın bir yerde d
58
ık, ikimiz de işimizi yapıyorduk.O, orak biçiyor ben de fotoğraf çekiyordum. Bir ara dinlenmek için ordum, bir ara ahşap ellikli elinin bir parmağı ile gözünü ovuşturdu tam o anda çekmiyordum ama ce beni kırmayıp hemen aynı hareketi yaptı. İşte bu fotoğraf 1999 yılında TÜYAP ve FOTOĞRAF asında çok sayıda fotoğraf arasında portre dalında birinci oldu. Orak biçerken parmaklara takılan akılan ve birbirine iplerle bağlı bir tahta eldiven gibi. Hem buğdayın sapını orakla keserken orağın için daha fazla buğday sapının kavranmasına yardımcı oluyor. Bu ellikler genellikle evin kapısına duvarda asılı durur, tarlaya gitmek için evden çıkan, beğendiği bir tanesini parmaklarına takıverir.
59
Yine aynı yıllarda Erfelek yakınlarında tütün kıran kadınları görüp minibüsten indim. Üç komşu kadın Hacer, Güllü ve Gülhan tütün kırmaktaydı. Biraz sohbetten sonra fotoğraflarını çekmeye başladım. Az film ile gitmişim, filmlerim bitti. Bir ara hep birlikte oturup sohbet ederken Hacer bana; sen tembel birine benzemiyorsun, neden Sinop’a gidip film alıp gelmiyorsun ki dedi. Öğlenden sonra başka bir tarlaya yine üçü orak biçmeye gideceklermiş, tarlanın yerini tarif ettiler ve oraya gelmemi önerdiler. Sinop’a döndüm, evden filmlerimi aldım. O gün Sinop pazarı vardı, pazara uğrayıp Hacerlere pembe mavi ve mor renklerde yemeniler hediye aldım.
60
61
© Tülin Dizdaroğlu
62
Çalıştıkları tarlayı sora sora buldum, hediyelerini verdim ve fotoğraf çekerken takmalarını rica ettim. Tarlada çalışırken böyle renkli yemeni takamayız, ayıp olur dediler. Yine de benim hatırım için kısa bir süre taktılar. Tarla dönüşü hep birlikte Hacer’ler e gittik. Eşi, kayınvalidesi ilkokulda okuyan bir oğlu ve bir kızı vardı. Neşe içinde çaylar içildi. Hacer bütün Anadolu kadınları gibi son derece çalışkan ve becerikli idi. Eşi Erfelek’te memur olduğu için tarla işleri ve ev işleri onundu. Kayınvalidesi de ona yardımcı olmakta, yağ, yoğurt, peynir yaparak pazarda satmaktaydı. Çok sevdiğim bu aileyi defalarca ziyarete gittim. Erfelek’e taşındıklarında da yine evlerine gittim. Yıllar sonra Sinop’a yerleştiler. Bize çok yakın bir ev satın almışlardı. O günlerde annemin yanında kalması için bir yoldaş aramaktaydık. Hacer’e gittim; sen çalışmaya alışık bir kadınsın, ev işlerin bitince ne yapacaksın, gel anneme yardım et dedim. Eşini de razı ettik. Yıllarca annemle birlikte oturdular. Annemle çok iyi anlaştılar. Şimdi İstanbul’da öğretmen olan oğullarının yanında kalıyorlar. Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda İstanbul’da annemi ziyarete geldiler, annem onları görünce çok özlemiş olmalı ki sevinç ve heyecandan ağladı. Fotoğrafın bana kazandırdıklarından biri de bu köklü dostluklarım oldu.
63
© Tülin Dizdaroğlu
PAZARLARDA
H
er kasabanın haftanın belli günlerinde yöresel pazarları kurulur. Sinop’ta da yıllardır Pazartesi günleri “köy pazarı” kurulur. Bu pazara köylüler gelerek kendi ürettiklerini satarlar. Son yıllarda pazarlarda çevre ilçelerden gelen tüccarların da mallarını sattıkları olmakta, ama bunlar köylü pazarının hemen yanında yer almaktalar. Sinop, Erfelek ve Gerze köy pazarındaki satıcıların % 90 ı hatta daha fazlasını kadınlar oluşturur. Yakın köylerden sabahın erken saatlerinde minibüslerle gelen bu kadınların hepsinin belli yerleri vardır. Saat 7 civarında yerlerini almış, müşterilerini beklemeye başlamışlardır bile. Kendi ineklerinin sütünden yaptıkları tereyağı, yoğurt, peynir, keş (kurutulmuş yoğurt) ayrıca yumurta, mısır unu başlıca ürünleridir. Bunun yanında mevsimine göre elma, armut, dut, üzüm pekmezi de çoğunda bulunur. Elma pekmezi peynir kalıbı gibi olur, bıçakla kesilir, parlaktır ve
hafif mayhoşluğu ona ayrı bir özellik verir. Ne yazık ki son yıllarda elma pekmezine biraz armut da kattıkları için orijinalliği kayboldu. Yine mevsimine göre domates, biber, patlıcan, taze fasulye, bamya, pırasa, ıspanak, küçük küfelerde müşterilerini bekler. Önlerinde ise yeni toplanmış üzüm yaprakları, marullar, pazılar, maydanozlar, naneler, dereotu, kuzukulağı, kazayağı ve diğer yöresel otlar yemyeşil, minik tepeler oluşturur. Daha büyük küfelerde ise elma, armut, kiraz, kızılcık, erik gibi meyveler bulunur. Sinop’ta 50 den fazla armut çeşidi olduğu söylenir, şeker armudu, parmak armudu, keten armudu, bardak armudu, gazi bey armudu, ziraat armudu, kış armudu, karpuz armudu gibi isimler alırlar. Yine bu küfelerde ormanlardan topladıkları çeşit çeşit mantar türleri de yer alır. Sinop yöresinde çokça yetişen kestane ise kadınlar tarafından değil de bir ticari mal gibi görüldüğünden olsa gerek, tüccarlar tarafından pazarlanır.
65
© Tülin Dizdaroğlu
Pazarcı kadının işi zordur. Yağ, yoğurt ve peynirler bir iki gün önceden hazırlanır. Sebzeler ise bayatlamamaları için o gün sabahın çok erken saatlerinde toplanır. Elma, armut, kiraz gibi meyveler bir gün önce toplansa da olur ama özellikle incir ve dutun yine o sabah taze taze toplanması gerekir. Sütler ise aynı gün erkenden sağılıp pişirilmelidir. Bir gün önceden sağılan sütler pazarda öğlene kadar satılmalı, öğleden sonraya kalırsa kesiliverir. Bu nedenle genellikle her kadının belli müşterileri vardır, onların süt ve yoğurtlarını özel olarak hazırlarlar, fazladan bir iki şişe süt getirirler, satılmazsa dökmek zorunda kalırlar. Eğer
68
ineği buzağılamışsa onun ağvuzunu müşterilerine azar azar ikram ederler.(ağuz; inek yavruladıktan sonra ilk sütten yapılır, aslında buzağının hakkıdır, fazla olduğunda bizler de tadıyoruz, bazı yerlerde “avuz” da denir). Ormanlardan topladıkları, küçük taslardaki böğürtlenlerde, reçel yapılmak için müşterilerini bekler. Satılmayan malları geri götürmek onlar için ayrı bir eziyet olur. Şimdilerde yoktur ama, yıllar evvel bir sohbet sırasında kadının biri bana; dönüşte fazla yükü olmazsa minibüse para vermemek için köye yürüyerek gittiğini, söylemişti ve çok üzülmüştüm”.
Yine böyle bir Sinop pazarında yağ ve mısır unu satan beyaz yemenili üç kadınla hem sohbet ettim hem de fotoğraflarını çektim ve sonra Allahaısmarladık deyip yanlarından ayrıldım. Bir iki adım attım içimden bir ses geri dönüp bakmamı söyledi, döndüm; üç kadın da başlarını yana çevirmiş ve aynı yöne bakmaktaydılar, harika bir ritim vardı, hemen çektim, çok güzel bir fotoğraf oldu.
69
© Tülin Dizdaroğlu
Yirmi yıl kadar önceydi, pazarcı kadınların kullandığı, beyaz üzerinde kırmızı baskıları olan, adına Boyabat örtüsü ya da Boyabat pıtası da denilen omuzlara kadar inen büyük örtüleri Sinop pazarında göremez olmuştum, Gerze’de kullanıldığını söylediler. Gerze pazarına gittim, bir küfenin yanında duran iki kadında gördüm ve hemen tele ile çektim, daha sonra kadınların yanına gidip izin alarak pek çok fotoğraf çektim ama hiç biri o ilk çektiğim siyah-beyaz fotoğraf gibi olmadı. Bu fotoğrafı o kadar çok sevdim ki, Marmara Üniversitesi’nde yaptığım “eski fotografik baskı teknikleri“ üzerindeki tez çalışmalarımın tümünde yalnızca bu fotoğrafı kullandım. Annemi tanıyanlar bu fotoğrafta öndeki kadının anneme benzediğini hep söylediler, ama annem bunu bir türlü kabul etmek istemedi, şimdilerde ise o fotoğrafı gördüğünde ‘bana benziyormuş’ demeye başladı.
Yine iki yıl evvel Erfelek pazarına gitmiştim, geçen ay “ Buğday tarlalarında” yazımda söz ettiğim Hacer’in arkadaşları olan Gülhan ve Güllü’yü aradım buldum, hasretle kucaklaştık, duygulu anlar yaşadık. Gülhan eskisi gibi şişman Güllü ise yine çok zayıftı. Yirmi yıl kadar evvel tanıştığım bu dostların babaanne, anneanne olduklarını görmek nedense bana bir garip geldi, oysa bunca yıl kim değişmeden kalabilir ki? Artık buğday ya da tütün yapmadıklarını söylediler. Çocukları büyümüş, işe girmişler, kendileri de arada bir Erfelek pazarına geliyorlarmış. Bu yöresel pazarları gezerken beni en çok etkileyen olay, alıcıların köylü kadınlar ile pazarlık yapmalarıdır. Bir demet maydanozu 75 kuruşa değil de 50 kuruşa almanın gayreti içinde olanları hiç anlayamam. Bu
72
kadıncağızlar, bunca zahmetle, belki de çoluğunun çocuğunun yiyeceğinden kısıp pazara getirip sattıkları bu ürünlerden kazandıklarını, evlerine un, şeker, çay, zeytinyağı, sabun almak için harcayacaklar. Belki torunlarına şeker, bisküvi, gelinlik kızlarına çeyizini hazırlaması için kokla alacaklar. Bunlardan da para artarsa kendine bir etek alabilecek ya da iyice yıpranmış olan yemenisini değiştirecek. Çoğu zaman da kendisi için harcayacak parası kalmayacak. Oysa ki o pazarlığı yapan, bir kısmı da büyük şehirlerden yaz tatilini geçirmek için gelmiş olan ve ne yazık çoğunluğu yine kadın olan bu alıcılar, bir ayakkabı ya da hiç gereksinimi olmayan bir elbiseye yüzlerce lirayı rahatlıkla verebilirken, burada beş on kuruşun hesabını yapmaktalar.
Pazara gelen insanların, kadınlarımızın bu ürünlerini nice zorluklarla ürettiklerini ve alacakları bu 5-10 kuruşa, gerçekten ihtiyaçları olduğunu unutmamaları ve alışveriş yaparken daha düşünceli davranmaları dileğiyle.
73
ADİLE KADIN “Adile kadın dedim, oğlanı bulana kadar bakalım daha kaç çocuk yapacaksın?”
S
inop’un ilçelerinden birinin, bir dağ köyüne gidiyoruz. İlçeden köye haftada bir minibüs kalkıyor, ilçenin pazarı olan Cuma günleri, köyden ilçeye de aynı gün minibüs var. Bu nedenle ilçeden daha önce tanıdığım Mehmet, benim arabamla bizi köye götürecek, 4-5 gün sonra da gelip alacak. Tabii bunlar yirmi yıl evveldi, şimdilerde köye her gün minibüs var. Sinop Halk Eğitim’den Esen de benimle geliyor, köydeki lehçeleri inceleyecek.
Evde 7 kişiler; Adile, eşi, oldukça yaşlı kayınvalidesi ve kayınpederi, 3 de kız çocuğu. En büyüğü Derya 14, ortanca Hale 7, Neşe ise 5 yaşlarında. Kızları görünce içimden‘Adile kadın dedim, oğlanı bulana kadar bakalım daha kaç çocuk yapacaksın?’.
Evde sanki yakın akrabalar gibi karşılanıyoruz. Hal hatır sorma faslından sonra hemen kaynaşıyoruz. Akşam yemeğinden sonraki çay faslı köylerin olmazsa olmazı. Yatma vakti geldiğinde İlçeden köye götürmek üzere yiyecek yüklükler açılıyor, koca koca yün yataklar malzemeleri ve hediyeler alıp yola sedirlere seriliyor. Esen ile bana özel bir çıkıyoruz, yaklaşık 2,5 saatlik engebeli oda veriyorlar. bir yolculuktan sonra akşamüstü köye varıyoruz. Bu köye Sinop’tan arkadaşlarla Adile kadın tüm köy kadınları gibi yorulmak günübirlik gelmiş ve çok kağnı olduğunu nedir bilmez. Sabah herkesten önce görerek tekrar gelmeyi planlamıştım. kalkıp kuzineyi yakar, inekleri sağar, sütü Mehmet bizi tanıdığı bir ailenin yanına ocağa koyar, inekleri, öküzleri ve sayıları 15-20’yi bulan koyunlarını kapıya gelen bırakıp, hemen dönüyor.
76
çobana teslim eder, buzağıları ise ağılda besler. Sonra doğru mutfağa. Kızlardan biri kalkmışsa folluğa taze yumurta almaya gönderir. Eğer geceden ekmek yoğurmuşsa onu kuzineye atar, çayı ateşe kor. Yere sofra bezini serip üzerine hamur tahtası ve onun üzerine de kocaman bir bakır siniyi yerleştirir. Bunu belki de ben bu satırı yazmamla aynı sürede yapar. Çok bol olan tereyağı ve süte kahvaltıda pek rağbet edilmez. Zeytin ise kahvaltının vazgeçilmezi. Bir de sütlerin kaymağı. Sıcacık köy ekmeği üzerine sürülen bu kaymak ise unutamadığım tatlardan. Tabii mevsimine göre domates, biber, salatalık.
77
© Tülin Dizdaroğlu
İlk gittiğimiz yıl Adile kadının küçük çocuğu olmadığı için bizimle kahvaltıya oturabiliyordu, sonraki yıllarda ise biz kahvaltı yaparken o çocuğunu emzirirdi. O yıldan sonra 4 çocuğu daha oldu, 3 erkek ve en sonra da bir kız çocuğu, toplam 7 çocuk. Her gittiğimde evde yeni bir bebekle karşılaştım. Hem çocuklar, hem de yoğun işler Adile’yi hızla yıprattı. Buna rağmen Adile enerjisinden hiç bir şey kaybetmedi, yine aynı çalışma temposunu sürdürdü durdu.
Akşama yakın çocuklardan biri ile gider, hayvanları otlaktan alırdı. Hayvanlar sulanıp yemlendikten sonra ağıllara konur ve tekrar süt sağma işi başlardı. Zaman zaman da evde iki değirmen taşı arasında mısır öğüttüğü olurdu. Bu ağır iş bile onun görevleri arasındaydı. Vakit bulursa tarlaya eşinin yanına gider buğday biçmeye de yardım ederdi. Adile bu işleri yaparken küçük çocuklara bakma görevi ablalarındı. Hemen hemen çocukların tüm işleri ile ablalar ilgilenirdi.
küçük Neşe ise benim gibi çiçekleri çok sevdiğinden onu da hep çiçek toplarken çekmişim. Hale ile de birkaç defa yaklaşık bir saat uzaktaki komşu köylerde akrabalarına gittik. Oğlanların en büyüğü ise ben köyde dolaşırken elinde bir sopa bana eşlik ederdi, köpeklerden korkmayayım diye.
Yine bir gittiğimde Derya yoktu, evlendirmişlerdi, bir daha göremedim onu. Nihayet bu yıl İstanbul’da kız kardeşi Hale’nin düğününde gördüm, artık biri Tüm bu koşturmalar içinde Adile erkek biri kız kendi çocuklarına bakıyordu. kadının huzuru yerindeydi. Çünkü eşi ile iyi anlaşıyor, ondan kötü bir davranış Ailecek o güzelim köyü bırakmışlar, 3-4 yıl görmüyordu. Ayrıca evde fazla karışanı da önce İstanbul’a göç etmişler. Köyde ekip yoktu, kayınvalide ve kayınpeder çok yaşlı, biçme işleri kalmayınca (yanlış politikalar kendi hastalıkları ile uğraşıyordu. Herhalde sonucu) göç etmeye mecbur kalmışlar. evde eltiler, görümceler olmayınca dırdır Geçmiş yazılarımda anlattığım Hacerler da az oluyordu. de Sinop’a göç etmediler mi? Oysa ki devletimiz bu insanlara biraz destek olsa İşlerden nefes aldığında birlikte idi, bu insanlar yine köylerinde üretime komşularına ya da akrabalarına giderdik, devam ederler, topraklarını bırakmazlardı. Adile kadın orada da boş durmaz, mutlaka Şimdi İstanbul’da Adile hariç evin bütün bir işin ucundan tutardı. Daha sonraki fertleri bir işte çalışıyor. Köyde doğa yıllar kızlar büyüdü, onlar komşulara ile mücadele ederlerken şimdi burada yardıma giderken ben de onlarla beraber insanlarla ve düzenle mücadele ediyorlar. gidip fotoğraflar çekerdim. Derya’yı Daha mı mutlular, daha mı huzurlular, bu buğday biçerken defalarca fotoğrafladım, tartışılır.
81
© Tülin Dizdaroğlu
KAĞNI PEŞİNDE
Kadınlar hangi işi ya da hangi mesleği yapamazlar? Bu soruy kültürden olursa olsun erkeklere sorduğumuzda ise büyük çoğ saymaya başlayacaklardır. Çünkü doğdukları günden beri bu şe
Kadınların pilot, astronot, bilim kadını, cerrah olması erkeklerc yurdumuzda uzun yıllar kız çocukları okula gönderilmemiş ya alınmışlardır. Bu durum Avrupa’da da 18. Yüzyıla kadar bizde ülkelerde kız öğrenciler sanat okullarına alınmamışlardır. Belki
84
yu bir kadına sorduğumuzda büyük çoğunlukla yanıtı “Hepsini yapabilir” olacaktır. Ama hangi ğunluğu ” mutlaka yapamadıkları işler olmalı” diye düşünecekler ve birkaç işi ya da mesleği ekilde koşullandırılmışlardır.
ce övünülesi bir durum değil, “ancak birkaç kişi” diye basitleştirilecek bir durumdur. Oysa ki a da 5. sınıfı bitirdiklerinde “artık okumasın, ne gereği var zaten evlenecek” diyerek okuldan en çok farklı değildi. Özellikle sanat alanında kız çocuklarına kısıtlamalar getirilmiş ve bazı de bu ayrımcılık nedeniyle “büyük sanatçı”lar hep erkekler arasından çıkmıştır.
85
Yurdumuzda ise özellikle kırsal kesimde fiziksel gücü yetebilen her kadın erkeğin yaptığı tüm işleri yapar. Bazı ağır işler (çok ağır bir çuvalın kaldırılması gibi) ileride sağlığına zararlı olur endişesiyle kadınlara pek yaptırılmak istenmez ama bu durum eşinin anlayışına göre değişebilir. Birçok ağır işi kadınların yapabiliyor olması erkekler tarafından biraz kıskançlıkla izlense de, bu işleri yapmaktan kurtuluyor olması nedeniyle izin(!) verilebilir.
86
Kağnı fotoğrafları çekmek için köyleri dolaştığımda en zor olanının öküzlere boyunduruğun yerleştirilmesi, öküzlerin boynunun zelveye bağlanması ve sonra arabanın okunun yerden kaldırılıp boyunduruğa bağlanması olduğunu gördüm. En çok kuvvet ve beceri isteyen bu okun yerine yerleştirilip, sonra da kayışla bağlanması. Genellikle erkekler bu işi yaparken yanında bulunan kişilerden yardım alırlar, ya da bir sopayla destek yaparlar. Sinop’un bir köyünde ismini hatırlayamadığım bir kadın ben fotoğraf çekeyim diye tüm bu işleri tek başına yapıp beni hayrete düşürmüştü.
87
KUMANDA YÜREK İSTER Yine kağnı giderken öküzlere kumanda edip doğru yoldan gitmelerini sağlamak da zaman zaman kuvvet ister, öküzlerin inadı tuttu mu bir adım dahi attıramazsınız. Özellikle yokuş yukarı çıkarken yorulmuş olan öküz ya da mandaları idare etmek hayli zordur. Bu işi de kadınların çok kolayca diyemesem de (tecrübe noksanlığından) yine de başardıklarını gördüm. Yine kendim görmesem de küçüklüğü köylerde geçmiş olan Ali abim tek başına sabanla çift süren güçlü kadınlar olduğunu söylerdi.
Tarlada buğday ya da samanların kağnıya doldurulmasında kadın her zaman erkeğine yardım eder. Doldurma işi bitip saman yığınının iple bağlanmasında yine kadın hiç korkmadan yığının en tepesine çıkıverir ve atılan iplerle samanların bağlanmasını sağlar. En çok güç ve beceri isteyeni ise arabanın alt kısmına takılan iki çubuk (gödel) yardımıyla bu iplerin gerilmesidir ki erkekler bu işi kadına yaptırmazlar ama eminim ki kadınlar mecbur kalsa bunu da başarabilirler. Eve ya da ambara geldiklerinde arabanın boşaltılması ise kadınların çok rahatlıkla ve hiç üşenmeden yapacakları işler arasındadır. (Yazım bittikten sonra fotoğrafları seçerken
90
gödel yardımıyla ipleri geren bir kadın fotoğrafı çekmiş olduğumu gördüm, yıllar evvel çekildiği için unutmuşum, hem böyle bir fotoğraf çektiğime hem de düşüncemin doğrulandığına sevindim.) Tüm bu işleri gücü yeten kadınların yapmasına hiçbir şekilde karşı değilim. Yeter ki bazı yerlerde olduğu gibi kadın bu işleri yaparken erkek yan gelip yatmasın (!). Bence daha büyük haksızlık yalnızca bu ağır işlerde değil,sanat dahil hayatın tüm alanlarında kadınların başarılı olmalarının erkekler tarafından “görmezlikten gelinmesi” bu başarılarının “yok” sayılmasıdır. Ne yazık ki halen dünyamızda “karar mevkilerinde” erkekler bulunmaktalar.
© Tülin Dizdaroğlu
94
ANNE ÇOCUKLAR
Anne çocuklar mı yoksa çocuk anneler mi?
İkisinin de anlamı farklı. Çocuk anneler, ne yazık ki yurdumuzda özellikle doğu ve güneydoğuda sıkça rastlanan bir durum. 13-15 yaşlarındaki kız çocukları, yaşıtları daha sokakta oynarken ya da ortaokul, liseye giderken evlendirilip, daha ne olduğunu anlamadan kendilerini kadın olmuş, 9 ay sonra da kucağında bir bebekle
anne olmuş buluverirler. Bu korkunç duruma çoğu kişi karşı olmakla birlikte, kanun yapıcılar ya da uygulayıcıları bu durumu olağan buldukları için olsa gerek, çağımızda bile engel olunamamaktadır. Anne çocuklara gelince; onlar daha anne olmadan annelik görevini yüklenen çocuklar. Harran’a gittiğimde ilk kez karşılaştığım bu duruma daha sonra bazı yörelerde de tanık oldum. Buralarda bir çocuğa kaç kardeşsiniz
dediğinizde hemen hemen aynı yanıtları alırsınız, 7-12 arası bir rakam bu. 4-5 kardeş olanlar sanırım kendilerini fakir hissediyorlar, 14 ü geçenler ise daha bir gülerek yanıt veriyorlar. Buralarda çoğunlukla erkek çocuk doğduğunda tarlada çalışacak bir işçi daha aileye katıldı diye, kız çocuk doğduğunda ise güzel olursa yüklüce bir başlık parası alırız diye bakılıyor. Hal böyle olunca anne ne yapsın ki?
93
© Tülin Dizdaroğlu
Bir yıl kadar bebeğini emzirdikten sonra ikinci bir bebek telaşı başlar. Kızların hemen hepsi 15 den sonra gelin olup gittikleri için küçük çocuklarla ilgilenme işi kız çocuklarına kalır. 9-10 yaşlarındaki her kız çocuğu küçük kardeşlerinden birine bakmak zorundadır. Sanki onun ikinci bir annesidir.
benziyordu, belki çok diretirse okur diye düşündüm, ona hayalinden vazgeçmemesini ve ısrarcı olmasını öğütledim. Ama sonra ne oldu, takip edemedim. Hayalleri gerçekleşti mi yoksa ablaları ile aynı kaderi paylaşıp, 15 yaşlarında kendi çocuğunu mu kucağına aldı, öğrenemedim.
Karnının doyurulması, altının temizlenmesi, ağlayınca susturulması, gezdirilmesi artık onun görevidir. Doğaldır ki bu yaşlardaki bir kız çocuğu akranları gibi sokağa çıkmak, köyde gezmek ya da oyun oynamak isteyecektir. O zaman ne olacak? İşte o zaman evdekiler bir bez parçası ile kardeşini sırtına bağlayıverirler. Artık köyde nereye giderse gitsin kardeşi sırtında dolaşacaktır. Ona kardeşini sırtından indirmemesi tembihlenir. Hatta seksek bile oynasa kardeşini sırtından indirmez. Eğer indirmeye kalkarsa anne, babası tarafından azarlanır. O da bu duruma alışır ve itirazsız kabullenir.
Harran’a ilk kez İFSAK ile gitmiş,5-6 saat kalmıştık. Daha sonra üç kez daha gittim. İkinci gidişimde çocuklara şeker, gofret gibi şeyler götürmüştüm, çevremi saran çocuklara bunları verdim. Ama yanlış yaptığımı sonradan anladım, çünkü yine veririm diye gün boyu çocuklar peşimden ayrılmadılar. Nereye gitsem arkamdan 20-30 çocuk geliyordu. ‘Fareli köyün kavalcısı’ gibi dolaşıyorduk. Biri sırtında diğeri elini tutmuş kardeşleri ile kız çocukları, ayakkabıları bile olmayan 5-6 yaşlarında erkek çocukları. Zaman zaman bunlara kaz sürülerinin de eklendiği oluyordu. Fotoğraf kareme de giriyorlardı. Bazen bu durum iyi de oluyordu, nerede durmalarını istesem hemen yapıyorlardı. Fakat en büyük derdim fotoğraf makinamı ellemeleri ve çok kirli olan elleri ile objektifime dokunmakta ısrar etmeleriydi. Bir türlü engel olamıyordum. Çocukların beni çok bunalttığı bir anda ‘ellemeyin artık, sizi polise söylerim’ sözü ağzımdan çıkıverdi. Keşke çıkmasaydı. Ertesi gün köydeki bir düğünde kadının biri oturduğu yerden kalktı, yanıma geldi. Yanında 4-5 yaşındaki kız çocuğu vardı. ”dün çocuklara sizi polise söylerim diyen sen miydin ?” diye sordu. Ben de “evet bendim, ne yapayım beni çok bunalttılar” dedim. Kadın ”kızım bu gece birkaç kere polis geliyor, diye sıçrayarak uyandı” dedi. Meğer buralarda polisten çok korkuluyormuş. Ne kadar çok üzüldüğümü hiçbir sözle anlatamam. Ama olan olmuştu bir kere.
Erkek çocukların ise böyle bir görevleri yok, onlar yalnızca kardeşlerini kollamakla görevli. Kız kardeşlerini rahatsız eden biri olursa hemen yanında bitiverirler. Tabii bunu komşu ya da akraba kızları içinde yaparlar. Bu da sırtında kardeşi ile gezen kızlar için bir güvence olur. Bu anne çocuklar ile sohbet ettiğimde, hepsi eğer babaları izin verirse ilkokulu bitirdikten sonra da okumak istediklerini, öğretmen ya da doktor olacaklarını söylerler. Ama tüm kaderlerin de babalarının iki dudağı arasında olduğunu, yüklüce bir başlık parası veren çıktığında, kimsenin onun gözünün yaşına bakmayacağını çok iyi bilirler. Bir tanesi bana çok emin bir şekilde “Babam söz verdi, ben doktor olacağım” demişti. Akıllı bir kıza
95
© Tülin Dizdaroğlu
FOTORİTİM
//YORUMLARDAN SEÇMELER Yusuf Darıyerli
Muharrem Uçar
Renkli ya da siyah-beyaz tüm fotoğraflar hikayeleriyle, Tülin’in hikayeyi tamamlayan içten, renkli anlatımıyla birlikte çok güzel.
Tülin hocamın daha önce sergilemiş olduğu SON KAĞNILAR adlı sergisini özellikle hayranlıkla izlemişdim.Diğer sergileri de harika.Anadolu kadınının gerçek yüzünü bizlere sunuyor.Kutluyorum.Saygılarımla.
Geçen yaz Sinop’ta bulunduğum için ayrı bir ilgiyle bakıyorum fotoğraflara ve o harika yeşil panorama herşeyi birbirine sıkıca bağlıyor…
Haluk Can
Tebrikler.
Belgesel izliyormuş gibi görüntüler zihnimde dönüp durdu. Sıcacık, samimi bir yazı olmuş. Ellerinize, objektifinize sağlık…
Ali Balkı
Murat Tuncer
Sevgili Tülin ,bir kış akşamında bir özlemi hatırlattın. Yaylaların kokusunu..Yayla gecelerindeki soba ateşinin sıcaklını…
Harika bir hikaye.Göz yaşlarımı tutamadım sonunda nedense.Teşekkür ederim. Selamlarımla…
Teşekkürler. Muhtar Kutlu Fotoğrafın, zamanın akışından alınmış bir anın donmuş bir karesi olmadığı, yaşanacak zamanların da habercisi olduğunu bana hissettiren bir çalışma. yürekten kutlarım.
98
Yıldız Akdoğan Tülinciğim, bence fotoğrafların yaşamı,tüm duygusal ve fiziksel hareketliliğiyle canlandırıyor. Bunu nasıl başardığını hep merak etmiştim. Şimdi biliyorum: O fotoğraf karelerinde, insan yaşamlarının yalnızca bir anı değil, tüm anları var ve sen bunları yüreğinde hissetmişsin. Eline, yüreğine sağlık.
Halim Yaman
Özer Özmen
Yazı sanatıyla görsel sanat birbirini destekleyince, bir de görenin ruh güzelliği eklenince ortaya böyle harikalar çıkıyor.
Memleketim Sinop’tan manzaralar… Okurken ve fotoğrafları izlerken Erfelek’teki o pazara gidip geldim. Teşekkürler Tülin Hanım…
Halim Serkan Yaman
Ayşe Gül
Anamdır ninemdir bacımdır kardeşimdir anlattığınız kadın. Gece kalkıp yağlı ekmekler yapar, sabah kahvaltı yapmadan çapaya gider ırgatlık yapar o kadın.Çocuğu kucağında ya da sırtında. Kocası askerde Girdev Yaylaları’nda düşmanı gözlerken, vatan beklerken kendisi iki çocuğuyla tarlada ekin biçer o kadın. Harmandan çuvalları eve getirmesi ayrı bir serüvendir. Çuvalı sırtına alıp 100 metre ileri götürüp geri dönüp çocukları alır. çocukları 100 metre ileri götürüp çuvalları getiren kadın o. Biter mi 5 km yol var eve kadar.eve varınca ahırda hayvanlar bekler onu alaflasın sağsın diye. Ekmek yemeye vakti olmaz girer çurfalığa çurfalıkda çadır dokur o kadın.Haftanın pazarına çıkar çadır satar tuz gaz alır o kadın. 50 kuruşa değil de 60 kuruşa sattın çadırları diye yakasına yapışır devlet 10 kuruş için 15 gün hapis yatar o kadın. Anamdır o kadın...
Yaşamın gerçek öyküsü estetik bir göz ve yürekle bu denli başarılı bir şekilde fotoğrafla yakalanıp yansıtılabilinirdi. Fotoğrafları incelerken ve öyküyü okurken bu fotoğraf yolculuğunda kendimi oralarda hissettim. Fotoğraf sanatına gerek eserleri ve gerekse bilimsel içerikli kitabıyla katkıda bulunan değerli sanatçımız Tülin Dizdaroğlu’nu tebrik ediyorum. Özlen Bayran Tülincim inanılmaz güzel anlatmışsın. Baştan sona objektif bir aktarım; sade bir dil .Ama gerçeği çok çarpıcı. Habip Yanç Tülin Hanım. Merhaba. Ne yazık ki çocukluğumuzda sıkça karşılaştığımız ve gördüğümüz ve şimdi fotoğraflarda yadettiğimiz bu görüntüleri, maalesef çok hovardaca harcamışız. Elbette ki teknolojinin gelişmesine ayak uydurmadan hala karasaban tarımını savunacak değiliz ama; karasaban, devrine göre bizi anlatan, var eden, biz olduğumuzu ve nerede olduğumuzu, nerelere geldiğimizi belgeleyen ve belirleyen bir simge idi. Bizim nerden başlayıp, huzur, mutluluk, sevgi ve güven içinde nerelere geldiğimizin bir göstergesi ve kanıtıdır. Ne yazık ki karasabanın başındaki kara sıfatı biz erkeklerin kafasında hala yaşıyor ve rengi de giderek koyulaşıyor. Kadınımıza verilen ve biçilen değer karasabanın karasını çoktan aşmış gidiyor. Umarım ki kadınlarımız da layık olduğu beyazlığa, çağdaşlığa ve medeniyet seviyesine ulaşır, hak ettiği değere kavuşur. Ellerinize sağlık.
99
SON KAĞNILAR
© Tülin Dizdaroğlu
//Sergi
93
Söyleşilerimde sık sık bana “neden çoğunlukla Anadolu fotoğraflarına yer verdiğim“ sorulur. Buna, çocukluğumun tatillerini Sinop’un yakın köylerinde geçirmemin neden olduğunu düşünüyorum. O insanların çalışkanlıkları, yoksullukları ve aşırı konukseverlikleri beni etkiledi sanırım. Kırsal kesimlerde çalışan insanların fotoğraflarını çekerken, kadının iki kez daha fazla ezildiğini (hem sistem tarafından hem de eşi tarafından) görerek, bunu fotoğraflarımda vurgulamaya çalıştım. Bu arada her gördüğüm yerde, beni küçüklüğüme götüren, kağnıları da çokça çektiğimi fark ettim. Giderek kağnılar daha az kullanılmaya ve yerlerini traktörler almaya başladı. Traktörlerin çıkamadığı yüksek dağ köylerinde kağnılara rastlıyordum. Bu durumu belgelemeye ve gidebildiğim kadar çok yöreye giderek, kağnılarla ilgili bir sergi açmaya karar verdim.
bir hüzün yaratsa da, daha önceleri ekilip biçilen bu tarlaların artık bomboş olduğunu, köy okullarının kapatılıp, o küçücük çocukların haftalarca ailelerinden uzakta yaşamak zorunda bırakıldığını görmek bana çok daha fazla hüzün veriyor. 2008 Şeker Bayramı’nda gittiğim Durağan’ın Erduası köyünde 7, 8 ve 9 yaşlarındaki yedi çocuğun aileleri ile ancak ayda bir görüşebiliyor olması (çocuk sayısı az olduğu için servis veremiyorlarmış, köy ise okula yaklaşık 10 km uzakta) beni çok etkiledi.
Kars, Erzurum ve Çorum yörelerinde de kağnılar kullanıldığını duyuyorum ve bu kağnıları da belgeleyip tüm bu fotoğrafları “SON KAĞNILAR” adını vereceğim bir kitapta toplamak istiyorum. İnsanın yarın başına neler geleceği hiç belli olmuyor, bu nedenle, artık 18 yıldır çekmekte olduğum bu kağnı fotoğraflarını seçmeye ve bir kitap için hazırlamaya başladım, hazırlıklarım tamamlandığında ise sanırım kapı kapı Eskişehir’in Ayazin köyüne, Bursa’nın dolaşıp sponsor arayacağım. Kurşunlu ve civarındaki köylerine, Sinop’un Himmetoğlu, Sazlı, Kılıçlı Fotoğrafçının bir görevinin de köylerine gittim. Hemen hemen her evde “çağının tanığı” olması gerektiğine kağnının bulunduğu Himmetoğlu köyüne inanıyorum. Bu nedenle Anadolu üç kez giderek, dörder beşer gün kaldım. topraklarında kaybolmakta olan bir Ve 8 Mart 1997 tarihinde Fotoğrafevi’nde kültürün kaydedilmesi bizlere düşüyor. siyah beyaz, kendi baskılarımdan oluşan Anadolu’da kağnılar gibi pek çok kültür; “SON KAĞNILAR” isimli sergimi açtım. karasaban, döven, su ile çalışan küçük Bu sergi İstanbul’dan başka Bursa değirmenler, evlerde mısır öğüten taş Fotoğraf Günlerinde, Antalya Fotoğraf değirmenler, dibekler, yayıklar, kilim Günlerinde ve Sinop’ta da açıldı. dokuma tezgahları ve bunlar gibi pek çok şeye rastlamak artık çok zor. Yerlerini Tabii ki sergiden sonra da kağnıları hızla modern araçlara bırakmaktalar ve görüntülemeye devam ettim. Ama bizler bunları belgelemekte geç kaldık. artık son yıllarda kağnı var diye haber Hindistanlara gitmektense, öncelikle alıp gittiğim köylerdeki kağnıları, üzerinde yaşadığım bu topraklara karşı yalnızca ambarlarda terk edilmiş olarak görevimi yerine getirmemin, daha önemli buluyorum. Bu durum bende buruk olduğuna inanıyorum.
102
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
© Tülin Dizdaroğlu
//RÖPORTAJ Öncelikle bize anlatır mısınız?
kendinizi öğretmeni olmak isterken kimya öğretmeni olmuştum. Bu benim sanat yaşamımda yaklaşık 20 yıllık bir İlkokul 5. Sınıfı bitirdiğimde Sinop kayıptır. İyi bir sanat izleyicisiydim. Kız Sanat Enstitüsü’ne gittim. Şişli Terakki Lisesi’nde öğretmenlik Çünkü oradan Ankara Kız Teknik yaptığım yıllarda bu lise ile iki kez Öğretmen Okulu’na giderek resim ve Avrupa’yı turladım. Avrupa’daki önemli moda öğretmeni olmak istiyordum, şehirleri ve hemen hemen tüm önemli yaptığım resimler çok beğeniliyordu. müzeleri gezdim. Görsel hafızam iyi Liseden sonra da bir sanat okuluna olduğu için bu gezilerin bana katkısının gidilebileceğini bilmiyordum. Çünkü olduğunu düşünüyorum.1980 o yıllarda rehberlik servisleri falan döneminden sonra mecburen yoktu. Kız sanat enstitüsünde 3 sene istifa edip dershaneye geçmiştim. okuduktan sonra Sinop Kız Öğretmen Fotoğraf yapacak zamanım yoktu. Okulu’na geçtim. Öğretmen okulu 2. Yalnız bayram tatillerinde ve yaz sınıfta çalışkan olduğum için İstanbul tatilinde fotoğraf çekebiliyordum. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na Tüm zamanımı fotoğrafa ayırmak için seçildim. Lise son sınıfı Çapa Yüksek 1998’de dershaneden ayrıldım ama Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’nde üç yıl sonra maddi nedenlerle ve bir okudum ve üniversite sınavında kimya kitabı hazırlamak üzere tekrar yüksek bir puan alarak İstanbul dershanelere döndüm. Üniversitesi Kimya Fakültes’ini kazandım. Bu arada fotoğraf okumak en büyük isteğim olmuştu. 2007 yılında 1972 yılında fakültenin Kimya Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Lisans Bölümü’nden mezun oldum. Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nda 5 yıl boyunca yatılı okuduğum Çapa Yüksek Lisans yaptım. Tez konum Yüksek Öğretmen Okulu’ndan da “Eski Fotografik Baskı Teknikerinin pedagojik dersleri vererek kimya-fizik Farklı Yüzeylerdeki Etkileri” idi. öğretmeni oldum. Mecburi hizmetim olduğu için hemen kura çekip Trabzon Son üç yıldır bu tezim biraz daha Lisesi’nde göreve başladım. Resim geliştirerek bir kitap hazırlığı içine
122
biraz
girdim. Ve nihayet Kasım 2012’de çekmekle iş bitmiyor, sanatta insanın “ALTERNATİF FOTOGRAF” adı söyleyecek bir sözünün olması altında ilk kitabım yayınlandı. gerekir. Ben yıllardır hep kadınların ezilmesine karşı çıkmıştım. Artık Benim için bir okul olan İFSAK’a bunu fotoğraflarım ile dile getirmeye üyeliğim 1990’dan beri devam ediyor. başladım. Küçüklüğümün tatilleri 2000 yılında Şinasi Barutçu Kupası’nı Sinop’a yakın köylerde geçtiğinden aldıktan sonra da FOTOGEN’e üye Anadolu insanının çalışkanlığı, oldum. Halen FOTOGEN Yönetim dürüstlüğü ve yardımseverliği beni Kurulu üyesiyim ve 9 yıldır Şinasi derinden etkilemiş olmalı ki artık Barutçu Kupası yürütücülüğünü fotoğraflarımı daha çok kırsal alanda yapmaktayım. Sinoplu olduğum için çeker oldum. Sistem tarafından de doğal olarak SİFAD üyesiyim. ezilmekte olan Anadolu insanını, eşi ve ailesi tarafından iki kez ezilen Fotoğraf merakınız nasıl başladı Anadolu kadınını fotoğraflamak, ve hangi aşamalarla bugünlere benim için artık vazgeçilmez olmuştu. geldiniz? İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde Dünya Kadınlar Günü’nde açtığım Madrid’den aldığım ilk fotoğraf ilk sergimin başlığı “EMEKÇİ makinemle gezi boyu daha çok KADINLAR”dı. Daha sonraki yıllar anı fotoğrafı çekmiştim. Fotoğrafla Kadın Eserleri Kütüphanesi’nde sanatsal anlamda ilk tanışmam “ANADOLU KADINI” sergimi açtım. İFSAK’ta oldu. Gerçi üniversite yıllarında evde kardeşimin kurmuş Anadolu’yu dolaşırken sık sık olduğu karanlık odada fotoğraf basar, karşılaştığım kağnıları da çekiyordum. dostlarımıza fotoğraflı kartvizitler Her sene daha bir azaldığını görerek hazırlardık. Ama bunlar çok amatörce kağnı çekimime de ayrıca bir hız verdim. yapılan işlerdi. Ve İstanbul FOTOĞRAFEVİ’’nde “SON KAĞNILAR” isimli sergimi 1989’da İFSAK’ta kursa gitmiş açtım. Tamamen kendi karanlık ve o yaz bir Karadeniz gezisine odamda bastığım siyah-beyaz katılmıştım. Gezi dönüşü arkadaşlar fotoğraflardan oluşan bu sergim ve fotoğraflarımı şaşkınlıkla izlemişler diğer sergilerim İstanbul’da ve yurdun “sen sanki bu işi yıllardır yapıyor birçok ilinde tekrar açıldı. Doğal ve gibisin“ demişlerdi. Yine başlangıç kültürel zenginliklerimizin yanı sıra, yıllarımda fotoğraflarımın sık sık çalışkan Anadolu insanının yaşamını ödül alması bende bir motivasyon belgelemek, soframıza gelen bir dilim oluşturdu. Yıllardır yarışmalara ekmeğin öyküsünü, değer yargılarını katılmıyorum ama yeni başlayanlar yitiren dünyamıza anlatmak ve emeğin için yarışmaların bir itici güç olduğuna değerini sanatsal bir dille vurgulamak inanıyorum. Tabii ki güzel fotoğraf amacındayım.
123
Siyah-beyaz fotoğrafta mesaj kadar baskının da önemli olduğuna inanmaktayım. Fotoğraflarımın çoğunun sosyal içerikli olmasına karşın, sunum aşamasında genellikle resimsi bir tat aramış ve fotoğraflarımı “Özgün Baskı“ şeklinde sunabilmek idealim olmuştur. Bu nedenle siyah beyaz sergilerimin tümünü kendim agrandizör baskı olarak hazırladım. Uzun yıllar grenli baskı üzerinde çalıştım ve Şinasi Barutçu Kupası 2.tura agrandizörde grenli ve üst üste baskılarım ile, 3.tura ise yine grenli ve fotoğraf çevresi eskitilen bir çalışmalarım ile katıldım.
yıllarda Pamukbank Fotoğraf Galerisi’nde açılan ”Karma Simya” adlı sergi ve Rahmi Koç Müzesi’nde açılan “Olasılıklar Evreninde Armoni” adlı “Platinium- Palladium” baskı yöntemiyle hazırlanan üstün kaliteli sergi beni bu konuda çalışma yapmaya yöneltti. Bu amaçla Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nda “Eski Fotografik Baskı Yöntemlerinin Farklı Yüzeylerdeki Etkisi” konulu bir tez hazırlayarak Yüksek Lisans eğitimi yaptım. Bu çalışmalarımda Geleneksel Cyanotype, Kallitype, Albümin Baskı, Gum Bikromat Baskı ve Karbon Transfer Baskı yöntemlerini Joseph Beuys’un sanatın bir “süreç” kağıt, kumaş ve ahşap yüzeyler olduğunu savunan fikrine katılırım, üzerinde deneyerek çok olumlu Beuys’a göre sanat bir eylem, sanat sonuçlar aldım. Sanırım kimya eğitimi eseri de eylemin ta kendisidir. almış olmamın bunda etkisi oldu. Dijital ortamdaki son gelişmelerin, fotoğrafın özüne dönmesine neden olacağına inanmaktayım. Nasıl fotoğraf icat edildiğinde artık resim öldü diyenler, televizyon yaygınlaştığında sinema öldü diyenler yanıldılarsa, sayısal fotoğraf üretilmeye başladığında, artık kimyasal fotoğraf öldü diyenler de yanılmakta. Nasıl fotoğrafın icadı o güne kadar doğanın birebir kopyasını yapmakta olan resim sanatının kendine yeni bir yol bulmasına neden olduysa, sayısal fotoğraf da, eski fotografik baskı tekniklerinin yeniden gündeme gelmesine neden olmuştur. Avrupa’nın birçok ülkesinde “Alternatif Baskı Teknikleri” ile ilgili dernekler kurulmakta. Ülkemizde geçtiğimiz
124
Açtığım sergiler ise; 1993’de “ Emekçi Kadınlar” (renkli, Fransız Kültür Merkezi),1993’de “Anadolu Kadını” (renkli, Kadın Eserleri Kütüphanesi), 1994’de “Anadolu Kadını” (siyahbeyaz, İFSAK), 1995’de ” etendere’de Yaşam” (renkli, İFSAK), 1997’de “Son Kağnılar” (siyah-beyaz, FOTOĞRAFEVİ) dır. Bu sergiler İstanbul’un pek çok sergi salonunun yanısıra Anadolu’nun birçok ilinde tekrarlandı. Yurtiçi ve yurtdışı karma sergilere katıldım. ZOKEV’in çağrısı üzerine Zonguldak maden ocaklarında çekimler yaptım. “Anadolu Kadını”, “Kaçkarlar”, “Ketendere’de Yaşam” ”Çiçeklerim”, “Harran’ın Dünü, Bugünü Ve Yarını”, ”Son Kağnılar”, “Haydarpaşa”, ”Kadıköy’de Akşam”
konulu dia gösterileri hazırladım ve bunları birçok yerde sundum. Fotoğraf derneklerinde, liselerde “Fotoğrafta Kompozisyon” dersleri verdim, jüri üyeliklerinde bulundum. Fotoğraf yarışmalarında aldığım pek çok ödülün yanısıra 2000 yılında Şinasi Barutçu Kupası’nı almaya hak kazandım.
Kadın Eserleri Kütüphanes’inde katıldığım bir panelde yer almıştı. FOTORİTİM’den teklif gelince bu çalışmamı sürdürmeye karar verdim. Bu çalışma benim için de çok iyi oldu, bir anlamda fotoğraf anılarımı yazmış gibi hissediyorum. Bu nedenle FOTORİTİM ailesine hem teklifleri hem de tüm emekleri için teşekkür ederim.
Çocukluğunuzda kırsallara sıkça gittiğinizden söz etmişsiniz? Gezdiğim yerlerdeki değişimler Fotoğraf konularınıza etkisi var sorunuza gelince; bu değişim mı? kadınlarımızın gelişimi açısından olumlu. İlk yıllarda sohbet ettiğim Çocukluğumda tatil günlerimizi kadınlar, mutlaka evlenmemi, Sinop’a çok yakın bahçeler semtinde hayatın yalnız geçmeyeceğini bana geçirirdik. Burada tam bir köy yaşamı önerirlerken ve kızları için iyi bir eş vardı. Çevre köylere de bazen telaşına düşmüşlerken, son yıllarda yürüyerek bazen da kağnılarla ise aynı yörenin kadınları “çok iyi giderdik. Çok hoşlandığım bu kır ediyorsun evlenip de ne yapacaksın, yaşamı, bu insanların yoksullukları, ben de kızımı mutlaka okutup çalışkanlıkları ve konukseverlikleri meslek sahibi yapacağım” demeye beni derinden etkilemiş olmalı ki başladılar. Olumsuz gelişmeler ise fotoğrafa başlar başlamaz konularımı tarlaların boşluğu. Eskiden tarlaların kırsal yaşamdan seçmeye başladım. hepsi ekilip biçilirken, her yerde kadınıyla erkeğiyle insanlar harıl Anadolu Kadının Güncesi harıl çalışırken, son yıllarda ise bu isimli uzun soluklu çalışmanıza tarlalar bomboş. Sanki savaş olmuş gelecek olursak, o günlerde ya da salgın bir hastalık gelmiş gibi. gözlemlediğiniz, yaşadığınız kırsal Hükümetin yanlış politikaları sonucu, hayatına göre en büyük değişimler bu insanlar artık geçinemez olmuşlar, neler? güzelim köylerini bırakıp kasabalara göç etmişler. Köylerde ancak bir ANADOLU KADINI GÜNCESİ başlığı iki evde göç etmeye direnen yaşlı altında hazırladığım bu yazı dizisi ile insanlara rastlıyorum. Bu yörelerin amacım, fotoğraflarıma konu olmuş eski canlılığını bildiğimden, bu durum ve bende iz bırakmış kadınlardan yüreğimi burkuyor. anekdotlar aktarmaktı. İlk defa bu çalışmam “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Bu portfolyo çalışmanızda rotanızı Başkenti” etkinlikleri kapsamında belirleyen kriterler nelerdir?
125
ANADOLU KADINI GÜNCESİ yazılarımı hazırlarken başlıca kriterim bu kadınların tanınmaması. Hepsi olmasa da bazıları ya da eşleri rahatsız olabilir. Bu nedenle izin aldıklarım dışında isimlerini değiştiriyorum. Bu çalışma bir belgesel olduğu için yöre isimlerini aynen kullanıyorum. Doğal olarak özele girmemeye çalışıyorum, bu nedenle bir köyde çektiğim düğün fotoğraflarını kullanarak bir yazı hazırlamam konusunda halen kararsızım. Karadeniz, Ege, Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu’da pek çok yeri gezmişsiniz, özellikle gitmek isteyip de henüz gidemediğiniz yerler var mı?
değiştireceğini pek düşünmüyorum. Ama yine de kırsal yaşamı hiç bilmeyen, oralara hiç gitmemiş olan insanlara, bu yaşamları anlatmak, çilekeş Anadolu kadınımızı tanıtmak ve soframıza gelen bir dilim ekmeğin ne emeklerle üretildiğini göstermek açısından yararlı olabileceğini düşünüyorum. Tabii Anadolu kültürünün tanınması açısından da önemli. Bir projeye başlarken fotoğrafçıları bekleyen nelerdir ve fotoğrafçılara ne gibi görevler düşüyor? Bir fotoğraf projesine başlamak çok kolay, asıl zor olan onu bitirebilmek. Bu konuda “Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir” sözünü çok beğenirim. Bizler ne yazık ki bir projeye başlarken hep güzel taraflarını düşünür zorluklarının üzerinde pek fazla kafa yormayız. Bir kaç zorlukla da karşılaşınca hemen vazgeçiveririz. O kadar emek de boşa gider. Bu nedenle çok detaylı düşünmek, hatta bu konuda tecrübeli kaynak kişilere danışmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Tabii projenizi çalmayacak dürüst kişilere.
Dediğiniz gibi bugüne kadar pek çok yeri gezdim ama halen Kars’a gidemedim. Fotoğraflardan ve filmlerden gördüğüm kadarı ile bu yöreyi çok beğeniyorum ve mutlaka gidip hem görmek hem de fotoğraflamak istiyorum. Belki kağnı Bu çalışmanız sanırım bitmeyecek ve da bulur, fotoğraflarım. her fırsatta daha da zenginleşecek bir proje, başladığınız ya da başlamayı Çektiğiniz bu fotoğrafların ciddi düşündüğünüz başka projeleriniz var bir arşiv oluşturduğunu biliyoruz, mı?
sizin bu projeden beklentiniz nedir, bir şeyleri değiştirmek bu projelerle Dediğiniz gibi yıllar içinde çok büyük bir fotoğraf arşivim oluştu. Bunun çok mümkün müdür? ANADOLU KADINI GÜNCESİ yazı dizime FOTORİTİM’den gelen bir öneri ile başladığım için buna tam bir proje denebilir mi bilmiyorum. Çünkü elimde olan fotoğrafları kullanıyorum. Yazılarımı yeni yazıyorum. Bu yazı dizimin bir şeyleri
126
büyük kısmı dia pozitif ya da siyahbeyaz negatiflerden oluşuyor. En büyük zorluğum bu fotoğrafların taratılması. Şimdilik gerekli oldukça taratıyorum. Kendim taramak için bir tarayıcım vardı bozuldu, yapılamadı, bir yenisini aldım ama verimli olmadı. Daha iyi bir tarayıcı alarak fotoğraflarımı dijitale geçirmek
istiyorum. Kitap projem bitti sayılır, ALTERNATİF FOTOĞRAF kitabım 2 ay kadar önce basıldı. Şimdi sıra kağnılarımda. Yaklaşık 20 yıldır çektiğim kağnı fotoğraflarımı ”SON KAĞNILAR” adıyla bir albümde toplamak istiyorum. Bu benim, artık bitirmem gereken ama mali zorluklar ve de zamansızlık nedeniyle hala sonlandıramadığım belki de en büyük projem. Daha sonra da kitabımda söz ettiğim ve tez konum olan alternatif baskı teknikleri ile bir fotoğraf sergisi hazırlamak istiyorum ki bu çok emek ve mali destek isteyen bir proje olacak. Görüldüğü gibi yurdumuzda sanata gönül verenlerin ürettikleri ile yaşamlarını sürdürmeleri ve yeni projelere başlamaları neredeyse imkansız...
Tülin Dizdaroğlu ve Aydan Çınar (Fotoritim).
127
www.fotoritimdergi.com