9 771307 007016
ISSN 1307-007X
03
EDİTÖR'DEN
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla.
S Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Mehmet Semih Özdemir Fatih Yavuz Furkan Kahraman Asım Ebrar Yıldız Uğur Demirel Sümeyye Akgül Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah Etka Ayan Dücane Demirtaş Ferit Öztürk Muhammed Ali Selen Balcı Sümeyye Kızık Şehadet Günhan Tarık Parlak Vahap Yaman Zehra Yurdan Kapak Tasarımı Seyyid Hamza Günhan Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Sanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41
ürekli gelişen ve yenilenen(!) dünyada içi boşaltılan ya da daha vahimi yanlış, eksik kullanılan kavramlardan biri de “Şehadet” kavramı. Kavram kelime anlamı olarak “şahitlik, tanıklık etmek” demektir. Şehadet, kelimesini yalnızca “Allah yolunda ölmek” gibi dar bir kalıbın içine sokarsak asıl anlamamız gereken “Allah yolunda olmak” gayemizden uzaklaşmış oluruz. Alemlerin Rabbi olan Allah için olmak bilinci ve hayatı bu bilinçle inşa etmektir. Allah yolunda yaşamak ve bu yol üzere canını bu yolda vermektir. Bizler de Genç Öncüler ekibi olarak Şehadet ayı olarak andığımız Şubat ayında ümmetin şehitlerinden örnekler vererek Hakka şahitlik yolunda bir adım daha atalım istedik. Günümüzde istismar edilen şehadet kavramını bizlere tam manasıyla öğreten öncülerimizle bir yolculuğa çıktık bu sayıda. Güzel günler gördük. Adlarına yazılan marşlarla, ezgilerle büyüdüğümüz isimlerin ailelerinin, dostlarının kapılarını çaldık. 90’lı yıllarda birçok çocuğa ezberletilen marşların sahiplerine bir adım daha yaklaştık. Çocukluğumuzu selamladık bu sayıda. İçimizden “ne kadar nasipliler, şehitlerle vakit geçirmişler” derken şimdi diyoruz ki hamd olsun böyle bir çalışmanın içerisinde bulunmak bizlere nasip oldu. Yaptığımız görüşmelerde sesler titredi, gözler doldu. Duyulan özlem, mekanları sardı. Şehadet, hepsine çok yakışmıştı. Ama özlem ayrıydı, can yakardı. Rabbimizden duamız şudur ki; Kevserin başında kavuşsun anneler, babalar, eşler, çocuklar özlediklerine. Bu çalışmada gördük ki Hamd-ü senalar olsun ümmetin şehitlerini, şahitlik üzere yaşanmış ömürleri anlatmaya dergiler, kitaplar yetersiz kalır. Bizim çalışmamız bu alanda adımlanan ufak bir adımdır. Burada adı zikredilemeyen Hak yolun davasına şahitliklerini canlarıyla ortaya koymuş, ümmetin damarlarına kan veren tüm coğrafyalardaki şehitlerimize selam olsun! Gözyaşlarıyla Afganistan’dan ayrılırken “ Hoda hafız biraderani mücahidan “ (Allah’a emanet olun. Benim mücahit kardeşlerim.) diyen Bahattin abimizin Hindikuş dağlarına olan sevdasına selam olsun! Ablasının, “Ödemiş nere, Hindikuş dağları nere?” diye ifade ettiği Bilal Yaldızcı’nın ümmet sevdasına selam olsun! Tekiner Tayfur’un “Ya Rabbi kanımı, günahlarım için kefaret kıl.” teslimiyetine selam olsun! Selam olsun ümmetin yıldızlarına! “Sehel yeli esince güneş hiç gitmeyecek” cümlesi ezberimizde. O günü bekliyoruz. “Mü’minlerden, Allah’a verdiği söze bağlı kalan öyle erler var ki, onlardan bir kısmı bu uğurda canını vermiştir. Bir kısmı ise verdikleri sözü hiç değiştirmeden bunu beklemektedirler.” (33/Ahzâb 23) Şehitlerimizin hayatlarının biz gençlere her daim kılavuzluk etmesi dualarımızla. Diyarbakır’da şehit aileleriyle dergimiz için röportaj yapıp bizlere ulaştıran İlke Haber Ajansı Diyarbakır müdürü Mahmut İrtem ve ekibine ayrıca şükranlarımızı sunarız.
Şubat’16 • 1
EDİTÖR'DEN
EDİTÖR'DEN
Subat 2016 • Sayı 103 • Yıl 13
29
Cemal Balıbey ile Bahattin Yıldız Üzerine Röportaj
Canları İle Şahitlik Edenler Çöl Arslanı Ömer Muhtar / Vahap Yaman................................. 4
04
El-Hacc Malik El Şahbaz / Şehadet Günhan................................................................... 8
İskilipli Atıf Hoca / Dücane Demirtaş........................................................................... 11 Şeyh Said / Muhammed Âli......................................................................................... 14 Metin Yüksel............................................................................................................... 21 Bilal Yaldızcı............................................................................................................... 24 Tekiner Tayfur............................................................................................................. 27 Cemal Balıbey İle Bahattin Yıldız Üzerine Röportaj........................................................... 29
Çöl Arslanı Ömer Muhtar Vahap YAMAN
Şeyh Said 14
Muhammed ÂLİ
1980 Dönemi Türkiye İslâmi Mücadelesi Şehitleri............................................................ 34 Şemsettin Özdemir İle Öğretmen Arkadaşı Sedat Yenigün’ü Konuştuk................................. 38 Selami Yurdan............................................................................................................. 40 Şehitlere İthaf Edilen Marşlar........................................................................................ 43 Yeryüzünün Yıldızları................................................................................................... 46 6-8 Ekim Olayları Diyarbakır Şehitleri........................................................................... 50 Şehid Ali Karakaş......................................................................................................... 56
Bilad-ı Şam’da Bir Kardelendi O...
Şeyhmus Durgun.......................................................................................................... 57 “Kral Faysal, Hâlâ Örnek” Taha Kılınç ile Röportaj.......................................................... 58
Şehid Zehran Alluş
Hüseyin Cafer Gizli....................................................................................................... 61 Muhammed Biltaci’den Kızı Şehid Esma Biltaci’ye Mektup................................................ 62 Bilad-ı Şam’da Bir Kardelendi O... Şehid Zehran Alluş... / Tarık Parlak............................... 63 Abdulkadir Salih / Ferit Öztürk.................................................................................... 66
Tarık PARLAK
Şiir / Mehmet Emin Yıldırım....................................................................................... 68
İslam’ın İlk Hanım Şehidi Hazret-İ Sümeyye (Radıyallahu Anha) / Sümeyye Kızık.............. 69 Bir Şehide Şahitliğim (Mavi Kırmızı, Kitap Tahlili) / Abdullah Etka Ayan.......................... 70
“Kral Faysal, Hâlâ Örnek” Taha Kılınç ile Röportaj 2 • Şubat’16
Ali Şeriati Şehadet / Selen Balcı ................................................................................... 72 Varsın Birileri Dünyayı Çok Sevsin / Sümeyye Kızık........................................................ 73 Abdullah Azzam’ın Gençliğe Hitabesi.............................................................................. 74 Ensar Çalışkan İle “Şehadet Takvimi” Üzerine Konuştuk................................................... 76
52
57
Hasan El-Benna’dan Gençlere Tavsiyeler........................................................................ 78 Manşetlerde Şehit Haberleri.......................................................................................... 80 Şubat’16 • 3
Karantina
Karantina
CANLARI İLE ŞAHİTLİK EDENLER
ÇÖL ARSLANI ÖMER MUHTAR Vahap YAMAN
Y
eryüzünde, ilahi iradenin kanuniyetlerinin başında gelen ilk kural, doğum ve ölümdür. Neslin devamı için farklı özelliklerde yaratılan dişi ve erkek çoğalmanın aracısıdırlar. Yaratılış kanuniyetine RABB’ine kulluk etmesi için var edilen insan, belirli bir süre sonra dünya hayatında sonu yaşamakta ve ikinci bir hayata geçiş olan ölümü tatmaktadır. Yaratılışın en tabii kuralı doğum ve ölüm, her canlının başına illa ki gelmiştir ve gelecektir. Yaratıcı tarafından kendisine tayin edilen ömrü tamanlanan insan, dünya hayatının olmazsa olmazı olan ölümle karşılaşacaktır. Ölümle karşılaşacak olan insandan, hayatı boyunca kendisinden ALLAH’ın iradesine uygun şahitlik etmesi istenmektedir. Şahitlik ise insanın vazgeçilmez özelliklerindendir. Herkes bu şahitliği farklı biçimde yaşamaktadır. Yeryüzünün İslamlaşması ve inşası çalışmalarında kimi sözüyle, kimi malıyla, kimi ilmiyle, kimi de canıyla şahitlik görevlerini yerine getirirler. Allah’ın davasına şahitlik edebilmek için canlarını seve seve veren şahitlerin kararları alemleri yaratan yüce RABB’imiz tarafından övülen, örnek
4 • Şubat’16
gösterilen güzel insanların en kutlu davranışlarıdır. Bu şahitlik, takdir ve tavsiye edilen, insana erişilmez mertebe kazandıran, ayetin ifadesi ile insanı ölümsüzleştiren bir şahitliktir. Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz. Bakara/154 Bu şahitlik, Allah’la yapılan ticarette bizzat ALLAH’ın kendisi tarafından cennet karşılığı satın alınan candan, teslimiyetin en üst mertebesine ulaşmak için severek ve isteyerek vazgeçmekle kazanılır. Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine verilecek cennet karşılığı satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler, ölürler. Tevbe/111 Candan, ALLAH için vazgeçmek, ALLAH’ın insana teklif ettiği kendi lehine pozitif ayrımcılık içeren ticaretten karlı çıkmak için, canı ALLAH için severek vermektir. Canları ile şahitlik edenlerden birinden bahsetmek istiyorum. Ömer Muhtar Ömer Muhtar Libya’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesinden sonra kıt imkanlara rağmen işgale karşı koyan, direnişi örgütleyen, ilim ve mücadele adamı olarak tarihe geçmiş ve canıyla Allah’ın davasına şahitlik etmiştir. Afrikanın İslamlaşmasında Ukbe bin Nafi ve Tarık bin Ziyat isimleri önemli İslam orduları komutanları olarak tarihe geçmişlerdir. Kuzey Afrika, günümüze kadar zaman zaman Avrupalı emperyalist devletler tarafından işgale uğrasa da İslam mührünü hep taşımış, İslam toprakları olarak anılmıştır.
Afrikalı müslümanlar günümüzde de olduğu gibi işgal dönemlerinde canını ortaya koyabilmiş mücahitler, kahramanlar çıkartmışlardır. Yerli Afrika halkları Berberiler, işgalcilere karşı teslim olmadan direnişi örgütleyen liderlerin etrafında yer almış, topraklarının kirletilmemesi konusunda var güçleri ile mücadeleye iştirak etmişlerdir. Yirminci yüzyılın başlarında İtalyanlar tarafından işgal edilen Libya’da da işgale karşı direnişi örgütleyen Senusilik tarikatı ve bu tarikatın içerisinde çocukluğundan itibaren yer almış, eğitimini bu tarikatın medreselerinde tamamlamış, muallim, lider, öncü, Ömer Muhtar ismi önemli rol oynamışlardır. Ömer Muhtar’ın hayatına baktığımızda öncelikle olarak Senusi medreselerinde uzun süreli bir İslami eğitim aldığını, arkasından tarikatın medreselerinde hocalık yaptığını görmekteyiz. İslami ilimleri öğrenerek donanımlı hale gelmek sonra da öğrendiklerini öğretmek onun geleneği olmuştur. Ömer Muhtar, İslam’ın önce bilgi olarak edinilmesini ve arkasından da o bilginin gereklerinin uygulanması gerektiğini bildiği için, baba evinde aldığı İslam’i eğitimin yanında Senusi medreselerinde disipline edilmiş ilk İslam’i eğitimini alır.
Neye inandığının farkında olmayan, inandığı şeyin anlamını bilmeyen insanın müslümanlığını sorgulaması gerektiğini iyi bilir. Çünkü İman, bilerek ve isteyerek elde edilen bir değer değilse kişiye fazla bir katkı sağlamaz. Müslüman, Allah’ın iradesinden ve hakimiyetinden habersizse ve öğrenmek için çabalamıyorsa kendisinin müslümanlığını sorgulamalı ve inancını yeniden tazelemelidir kanaatine ulaşmıştı. Kendisini şekillendiren en temel İslami prensip bu idi. Hocalık yaptığı günlerde ülkesi Libya işgal edilmiş, zulüm, katliam, sömürme ve yok etme başlayınca, İtalyanlara karşı direniş için örgütlenme ve silahlı mücadeleye başlama kararı alır. Her mücadele için olmazsa olmaz olan öncelikle bilgi sahibi olma, bilgiyi yaygınlaştırmak için çalışmalar yapma, ardından bu çalışmalara engel olmak için karşı koyanlara direnme, örgütlenme ve mücadele kararı da Ömer Muhtar’ın tarzı olmuştur. Ömer Muhtar’ın mücadele kararında Allah’ın kitabından okudukları etkili olmuştur. Allah içinizden iman edip salih amelde bulunanlara kesin olarak vaad etti: Hiç şüphesiz kendilerinden öncekileri nasıl ‘güç ve ikti-
Şubat’16 • 5
Karantina
Karantina
dar sahibi’ yaptıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi’ yapacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Nur/55 Umutsuzluk ortamında bile umut olmak için yola çıkmak gerekiyordu. Allah, yola çıkanların daima yanlarında idi. Ömer Muhtar yola Libya’daki kabileler arasındaki ihtilafları çözerek işe başladı. Çünkü direnişi daha yaygın ve güçlü kılmak gerekiyordu. Ayrıca aşağıdaki özellikler Ömer Muhar’ı Libya’da güçlü kılıyordu. Ömer Muhtar, İlim erbabı, lider, mücadele adamı, öncü, önder, siyasi ve askeri dehası yüksek, mütevazi, arabulucu, sözüne itibar edilen, vakur, alçakgönüllü, paylaşmayı seven, şükreden, isteyene istediğini veren, olmayan şeyleri neden yok diye tasalanmayan bir karakterdir. Özellikle askeri ve siyasi yeteneği sayesinde, yanında çok az sayıda mücahit ve malzeme olmasına rağmen, devrin vurucu ve yok edici silahlarıyla donanımlı İtalyanlara karşı yıllarca (20 yıl) askeri mücadeleyi yürütmüştür. Bu arada içerisinde eğitimini tamamladığı Senusi hareketinden de bahsetmek gerekir.
SENUSİ HAREKETİ
Senusi tarikatı Libya’da 1837 yılında Muhammed bin Ali es Senusi adında İslamın kuzey Afrika’da yayılmasına önemli katkılar sağlamış Cezayirli bir alim tarafından kuruldu. 1951 yılında, birleşmiş milletlerin L i b y a’n ı n bağımsız bir devlet olarak tanınmasına kadar da 6 • Şubat’16
Libya’nın yönetiminde çok etkili olmuş bir tarikattır. Temel olarak İslam’ın Hz. Peygamber zamanındaki uygulanış şeklini taklid etmeyi ilke edinmiş bir anlayışa sahiptirler. İtalyanlara karşı örgütlü bir mücadeleyi sürdüren Senusi hareketi, Muammer Kaddafinin 1969 da darbe ile Libya yönetimini ele geçirmesine kadar yönetimdeki varlığını sürdürmüştür. 19. yy’da Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolu kısa zamanda çok hızlı gelişmiş, içinde barındırdığı dinamizm ile sömürgeci güçlere karşı Afrikalı Müslümanların soluğunu daima diri ve taze tutmuştur. Bir tasavvuf ekolünden ziyade bir ıslahat hareketi olarak görülebilecek Senusi hareketi, tarikat ve tasavvufu asli güzelliğine döndürmeyi, onu bir miskinler ocağı olmaktan çıkarıp, hayatın her yönünü kucaklayan bir hizmet kurumuna dönüştürmeyi hedef almıştı.
LİBYA’NIN İŞGALİ İtalyanlar Libya’yı 15 günde baştan aşağı işgal etmeyi planlamışlardı. Ancak Senusi hareketinin liderlerinden Seyyid Ahmed şöyle haykırıyordu: “Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun sürecek bir savaş istiyoruz; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız yöresiyle sınırlı kalmayacaktır. Etrafımda “La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah” hükmünü kabul edenler bulundukça, ruhum bedeninde kaldıkça, hatta Trablus’un dışında bile cihadı sürdürmemiz mümkün olacaktır. Biliniz ki, ecel ve ölüm kaçınılmazdır. Bundan kurtuluş yoktur. Yalnız savaşa katılanlar değil, bütün insanlar ölecektir. Fakat cihat alanında gelecek bir ölüm, dünya ve ahirette şerefli bir ölümdür. Biliniz ki Cennet, cihatta kullanılan silahların gölgesi altındadır. Düşmanın çokluğu ve güçlülüğü sizi cihattan alıkoymasın İman gücüne hiç bir güç dayanamaz. Karşı koyamaz. Bu direniş ruhu İtalyanlara epey zayiat verdirince İtalyanlar Ömer Muhtar ile anlaşma yollarını aramaya başladılar. Ancak Ömer Muhtar barış kelimesinin bir havuç olduğunu
düşünerek teklif edilen para, yüksek maaş, ömür boyu rahat etme tekliflerini asla kabul etmedi. Direnişten bir an olsun vazgeçmedi. İtalyanlar, ise Ömer Muhtar’ı (davasını satması için) kendilerine göre cazip tekliflerde bulundular. Eğer 1- cihad hareketinden vazgeçer 2- teslim olur İtalyan egemenliğini kabul ederse Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş, ve ekonomik yardımlar teklif ettilerse de, Çöl Arslanı: “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim. Beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.” ‘Vatana sadık olanların en üstünleri, at sırtından inmeyip cihada devam edenlerdir.’ “Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.” Ömer Muhtar İtalyanlarla görüşme masasına oturulacaksa bu ancak ‘öncelikli olarak İtalyanların vatanımızı terk etme görüşmeleri olabileceğini söyler ve İtalyanların tekliflerini terk eder. Savaşın zorlukları karşısında dirençleri kırılan bazı kabile şeyhlerine de: “Vallahi, Ya zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım. Mısır’a gitmek isteyenler buyurup gitsinler, İtalyanlara teslim olup ölümden kurtulmak isteyenler de teslim olsunlar, hiç kimse onları tutmuş değildir.” Diyerek umutları tekrar diriltti. Emrindeki çok hızlı ve seri hareket kabiliyetleri olan direnişçiler ile İtalyan askeri kollarına, karakollara baskınlar yapıyor ve bir anda ortadan kayboluyorlardı. Gerilla taktiği uyguluyorlardı. 20 yıl süren direnişin mimarı, İtalyanların bile askeri dehasına gıpta ile baktığı Ömer Muhtar kurulan bir tuzağa düşürüldü ve esir alındı. İtalyan generali Graziani, hatıralarında Ömer Muhtar hakkında şunları demekten kendini alamaz. “Ömer Muhtar inancına, akidesine son derece bağlı bir adamdı. Onun bu inancına
saldırmaya kalkışana kim olursa olsun büyük bir heyecan ve azimle karşı koyardı. O, vatanına saldıranlara karşı da korkusuzca savaşıyordu. Vatanına yapılacak herhangi bir saldırıyı karşılıksız bırakmayı kabullenecek bir şahsiyet değildi.” “O karşısındakine anında cevap verecek üstün bir zekaya sahipti. Aynı zamanda Ömer Muhtar ileri seviyede dini kültüre sahipti. Onun kesin tavırlı bir huyu vardı. O, dinine ait hiçbir şeyi ihmal etmeyecek ve dinini herhangi bir maddi menfaat karşılığında satmayacak üstün bir kişiliğe sahipti. Dünyevi hiçbir çıkar peşinde olmayan bir kişiydi. Üstelik hayli fakir bir adamdı. Din ve vatan sevgisinden başka hiçbir dünyevi şeye de sahip değildi.” “Ona canlı ve hazır bir zeka bahşedilmişti. Dini konularda iyi bir eğitim görmüş, hareketli,mütevazı ama tavizsiz...” Mücahidlerin teslim olması teklifini red eden Ömer Muhtar, 15 Eylül 1931 günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve idam kararı veren mahkemenin yüzüne şu tokadı savurdu: “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. (Biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda ona dönücüleriz)”. Aynı gün, toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıktı. Fecr suresinin son ayetlerinden “Ey huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön” kısmını okuyordu. Allah tüm şahitler gibi Ömer Muhtar’ın şahitliğini kabul eylesin. Günümüzün Genç Öncülerine şahitlerin yollarının takip etmeyi nasip eylesin. AMİN. Şubat’16 • 7
Karantina
Karantina
EL-HACC MALİK EL ŞAHBAZ Şehadet GÜNHAN
L
isedeyken bir sohbet grubuna katılırdım. Her ayın son haftası biyografi sunumu yapardık ve benim payıma da o ay El – Hacc Malik El Şahbaz’ın hayatı düşmüştü. Neden mi uzak bir geçmişten başladım; çünkü lise dönemimde yeni yeni içine girdiğim islami faaliyetler ve idol(!) arayışlarımın neticesini Malcolm Little’in hayatını araştırırken bulmuştum. Kitaplar karıştırıyor, yazılar okuyor, videolar izliyordum ve her yeni bilgiyle müslüman oluş hikayesini hayranlıkla takip ediyordum. Sondan başlayalım; 21 şubat 1965 günü kaldırıldığı hastanede şehid oldu. Önceki gün Manhattan’daki bir konfe-
8 • Şubat’16
rans salonunda konuşmasını yaparken göğsüne aldığı 16 kurşun darbesiyle yere yığılmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Peki neydi onu bu denli vahşet dolu bir suikasta kurban eden? Doğduğunda başlayan bir serüven bu aslında. Kendisine çok düşkün olan rahip babası o henüz altı yaşındayken feci bir süikaste kurban gitmişti. O gün kayıtlara sadece bir kaza olarak geçen babasının ölümünü, Klu Klux Klan gibi beyaz ırkçısı örgütün üyeleri tarafından gerçekleştirilen insanlık dışı bir katledilme olarak düzeltir. Ve ekler: ‘ben kendi ölümümün de böyle hunharca olacağı inancını içimde hep taşımışımdır. Kendimi böyle bir ölüme hazır-
lamak için de elimden geleni yaptım.’ Annesi çektiği acılara dayanamayarak tımarhaneye yatırıldı ve Malcolm Little on iki yaşına geldiğinde annesini de kaybetti. Bu sırada ilkokula giden Malcolm Little, öğretmeninin sorduğu hayaline ‘avukat olmak’ cevabını verince karşılık olarak “Malcolm, bizler için öncelikle gerekli olan, gerçekçi olmaktır. Şimdi beni yanlış anlama, biz hepimiz burada seni seviyoruz. Sen de bunu biliyorsun. Ama zenci olduğun konusunda gerçekçi olmalısın. Avukatlık, bir zenci için gerçekliği olmayan bir hayaldir.” sözlerini duydu. Gençlik yıllarına kadar Amerika’nın birçok eyaletinde
yaşamını sürdürdü, sokaklarda yaşadı, aklınıza gelebilecek hatta gelemeyecek tüm kötü işlerin içerisinde bulundu. Ele avuca sığmayan bu adam fiyakasından ve karizmasından birşey kaybetmeden teni beyazlara benzesin diye de elinden geleni yapıyordu. Şimdi düşünüyorum da, bir toplumdan tamamen dışlanmaya, soyutlanmaya çalışılan bir ırk için aslında Malcolm Little’ın yaptıklarına hiçbirimiz akıl karı değil diyemeyiz. Düşünsenize o toplumda varsınız ve varlığınızı ispatlama çabası içerisindesiniz. Toplumun size dayattığı ‘sen anca iyi bir garson, ayakkabı boyacısı ya da şöför olabilirsin’ baskısının ötesinde bir şeylerle var olmaya çalışıyorsunuz ve bunun için en önemli ön koşul: beyaz olmanız! Aklınıza gelebilecek kötü işlerden biri olan hırsızlık ve bunun neticesinde hapse düşüş, Malcolm Little’ın hayatının ilk dönüm noktasıdır. Mahkeme onu 10 yıl hapse mahkum eder. Hırsızlıkta başarısız olup üstüne bir de hapiste pa-
rasız kalınca Tanrı’ya ve İncil’e küfretmeye başlar. Dine karşı düşmanca davranışları yüzünden mahkumlar ona ‘iblis’ lakabıyla seslenmeye başlarlar. Bu sırada ona Tanrı hakkında ileri geri konuşmamasını öğütleyen Bimbi (John Elton Bembry) adında biriyle tanışır. Bimbi’yle alakalı şöyle der: ‘Bimbi’nin beni en çok çeken yanı, tanıdığım insanlar arasında, herkeste, hem de sırf sözleriyle bir saygı uyandırmasını bilen ilk insan oluşuydu.’ Bimbi, Malcolm Little’a bir gün durup dururken ‘aklını kullansana oğlum!’ diyerek hapishanenin kütüphanesinden yaralanabileceğini söyler. Değişimin ayak seslerini kendi içinde duyması da bu zamanlara dayanır. Hatta okumaya ve öğrenmeye başlamasıyla alakalı notlarında ‘bir dümen çevirmeme yaramayacaksa hiçbir şeyi öğrenmek için bir gayret sarfetmemiştim; dümen çevirmekte işi-
me yaramadıktan sonra niçin öğrenecekmişim gibi düşünüyordum.’ der. Bu sırada abisinden aldığı mektupların muhtevası değişmeye başlamış, siyah adamın doğal dinini bulduğunu ve kurtuluşa ermek için Allah’a ibadet etmesi gerektiğini yazmıştı. Ayrıca artık sigara kullanmayı bırakmalı ve domuz eti yememeliydi. Abisinin öğütlerine uymuş, okumaya devam etmiş ve kendisinin Peygamber, siyahların üstün ırk ve beyaz ırkın da şeytan olduğunu iddia eden Nation of İslam örgütü lideri Elijah Muhammed ile mektuplaşmaya başlamıştı. Macolm mektupların sonundaki ‘Allah’ın Elçisi’ imzasını görünce tüylerini diken diken edici bir etki uyandırdığını söyler. Hapisten çıktıktan sonra doğruca kardeşinin yanına gider ve namaz kılmayı öğrenir. Namaz imtihanını da şöyle anlatır:
Şubat’16 • 9
Karantina
‘Yaşantım boyunca yüz yüze geldiğim imtihanların en zoruydu namaz. Bilmem anlatabiliyor muyum? Namaz için diz çökmek, inanılacak gibi değil ama tam bir haftamı aldı. Hayatımın nasıl geçtiğini biliyorsunuz. Başkalarının evini soymak için kapıyı maymuncukla açarkenkinden başka hiçbir zaman bükümemişti dizlerim daha önceden.’ Elijah Muhammed’in direktifi doğrultusunda soyadını ‘X’ olarak değiştirir. Elijah Muhammed, o dönemde tüm siyahlara güncel olan soyadlarının ABD tarafından verildiğini Afrika’ya ait olduklarını mimlemek için bu soyadı kullanmaları gerektiğini söyler. Malcolm X, Elijah Muhammed’in kurduğu ‘Nation of Islam’ örgütlenmesi içerisinde hızla yükselerek vaiz olur, siyahların çokça rağbet ettiği iyi bir hatip haline gelir. Bu sırada hemşire olan Betty adında bir hanımla ev10 • Şubat’16
Karantina
lenir. Aynı zamanda Elijah Muhammed kendisine konuşma yasağı uygular. Üzerine bir de itibar ettiği adamın İslam dinini nasıl çarpıttığına şahit olmaya başlayınca yollarını ayırma kararı alır. Hacc görevini yerine getirmek istemesi de bu dönemlere denk gelir. Hayatının ikinci ve en önemli dönüm noktası olan Mekke’ye gitmesi, şehadete giden yolun aydınlanma sürecini başlatır. Hacc’a gittiğindeki ilk izlenim ve bakış açısının değişmeye başladığı sinyalini verdiği Betty’ye mektubunda; ‘İnanamayacaksın ama tenleri beyazdan daha beyaz olan insanlarla aynı bardaktan su içtim ve aynı tabaktan yemek yedim. Hepimiz bir kardeştik. Ben artık ırkçı bir Müslüman değilim. Gerçek peygamberimiz olan Hz. Muhammed ırkçılığı yasaklamıştır.’ der. Hacc’dan döndükten sonra basın açıklaması yapar ve adının artık El – Hacc Malik El
Şahbaz olduğunu duyurur. Elijah Muhammed’in öğretilerinin dışında bir İslam’la tanıştığını söyleyen Malik El Şahbaz, basın açıklamasının sonunda sorulan ‘yani iyi siyahlar ve iyi beyazlar mı var?’ sorusuna ‘iyi siyah ya da iyi beyaz olmak gibi bir durum yoktur. İyi veya kötü insanlar vardır.’ şeklinde yanıt verir. Tabi bu değişimi başta Elijah Muhammed olmak üzere çeşitli ırkçı siyah gruplar tarafından doğru bulunmayarak tehditler almasına sebep olur. Şehadetinden bir hafta önce evi bombalanır ve yanar. Bu olaydan sonra yakın bir arkadaşına ‘önümüzdeki beş gün içinde infaz edilmek üzere ölüm fermanım imzalandı’ der ve 21 şubat 1965 günü şehadetle taçlandırılır. “Evet, ‘demagog’ rolümü hep gurur duyarak anıyorum. Biliyorum ki, toplumlar, hemen her zaman, kendilerinin olumlu yönde değişimlere uğramasına büyük katkısı olan insanların canına kasdetmişlerdir onunda. Ve amerika’nın bünyesine uğursuz bir kurt gibi giren ırkçılık kanserinin kökünü kurutabilecek bir gerçeğin mayasını tutturmuş olarak, fersiz de olsa bir ışık bırakarak ölürsem, ne mutlu bana. Bu takdirde şan Allah’a özgüdür. Benim olan tek şey ise günahlarımdır.” Dipnot: Tırnak içi alıntıların tümü Alex Haley’in Malcolm X kitabından alınmıştır ve kitap şiddetle tavsiye edilir.
İskilipli Atıf Hoca Dücane DEMİRTAŞ
T
anzimat sonrası siyasi mağlubiyetin mahsulü batıya karşı kompleksli nesiller hem Osmanlı’nın son yüzyılında hem de çiçeği burnundaki yeni cumhuriyette toplumu baştan aşağı değiştirme “kahramanlığına” soyunmuşlardı. Kurtuluşu mutlak surette batı standartlarına ayak uydurmakta gören bürokrasi ve özellikle askeriyedeki bir kesim muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için bir dizi gökten paraşütle inme paket reform hazırlığı içindeydi. İçeriği doğru olsun yanlış olsun Osmanlı toplumunun dengeleriyle çatışan bu reform hazırlıkları halkın ağır bedeller ödemesine sebep oldu. İskilip Atıf Hoca 1875 yılında, Bayat’ın Toyhane köyünde doğdu. 1902 yılında medresedeki eğitimini tamamladıktan sonra Fatih camiinde ders vermeye başladı. Darülfünun İlahiyattan mezun olduktan sonra da İstanbul Kabataş Lisesinde Arapça ders vermeye başladı. Yaptığı çalışmalar yüzünden çoğu kez sürüldü hatta 31 Mart vakasından bir hafta önce yazdığı bir yazıdan sebep İttihatçılar tarafından tutuklandıysa da aklandı. İlk etapta ulema meclisi olan Müderrisin cemiyetinin adını Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra Teali İslam Cemiyeti olarak değiştirdi ve başına geçti. İzmir’in Yunanlar tarafından işgaline karşı ilk tepkiyi bu cemiyet göstermiş ve Anadolu’da direniş çağrısında bulunmuştur. İskilipli Atıf Hoca için halifelik hâlihazırda
parçalanmakta olan İslam ümmetini bir arada tutabilecek ve gittikçe artan batı nüfuzunu İslam beldelerinde engelleyebilecek tek kurumdu. Hilafet kurumunun işgali bu sebeple İslam ümmeti için bir felaketle sonuçlanabilirdi. İşgal sürerken İngilizler hükümetten Anadolu’daki hareketlerine karşı halkın mukavemet göstermemesi için şeyhülislamdan bir fetva ister ve bunu Teali İslam Cemiyeti adı altında Atıf Hoca’nın mührü olmadan yayarlar. Daha sonra aleyhine delil olarak kullanılacak bu duruma karşın Atıf Hoca bir gazetede tekzip yayınlayıp fetvayı benimsemediğini ve onaylamadığını ilan eder. Bu sırada askeri zaferlerle birlikte yeni nizamın portresi belirginleşmeye başlayacaktır. İskilipli Atıf Hoca körü körüne batı taklitçisi birçok Osmanlı aydınına karşı seri halinde bir dizi risale yazmıştır. Tema; kendi değerlerini hor görerek batıya karşı kompleskvari bir yaklaşımın toplumu kendi inancına karşı yabancılaştırdığı bunun sonucu olarak da fasulyeden bitme bir değişimin reform diye addedilemeyeceğidir. Mesele dönüp dolaşıp kılık kıyafet mevzusuna gelir. Hoca’nın Frenk Mukallitliği ve Şapka eseri üzerine lehte ve aleyhte birçok risale yayınlanır fakat Süleyman Nazif ve İskilipli Atıf Hoca’nın atışması en çok ön plana çıkanlardandır. Süleyman Nazif şapkanın da tıpkı fes ve sarık gibi bir kıyafetten başka hiçbir özelliği Şubat’16 • 11
Karantina
olmadığı bu yüzden kılık kıyafet konusunda gereksiz tepki vermenin bağnazlık olduğunu dillendirirken İskilipli Atıf Hoca meselenin basit bir kıyafet meselesinden daha fazlası olduğuna işaret eder ve kılık kıyafet mevzusunun tavan yapmış batı hayranlığının toplumun değerlerine yönelik bodoslama dalışı olduğunu ortaya koyar. Süleyman Nazif ilmi olarak İskilipli Atıf Hoca’nın kendisiyle boy ölçüşemeyecek düzeyde olduğunu hor gören bir üslupla dile getirmesine karşın Hoca gereksiz tartışmayı uzatmamış ve düşüncesine referans gösterdiği kaynakları belirterek kısa bir cevapla karşılık vermiştir. Hoca 36 sayfalık risalesinde özeten şu hükmü hatırlamıştır: “Bir Müslüman, şiar ve alâmet-i küfür addolunan bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak sûretiyle Gayr-i Müslimleri taklîd etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an memnû ve yasaktır.” Yıl 1925’i gösterdiğinde birinci meclisin yerine gelen tek tipçi ikinci mecliste Mustafa Kemal’in bu konudaki çalışmaları “Şapka İktisası” üzerinde görüşülmeye başlandı. Tek muhalif Nurettin Paşa hem mecliste hem Mustafa Kemal tarafından da mitinglerde ağır bir şekilde eleştirildi. Gazeteler; “Millet 12 • Şubat’16
Karantina
Meclisi’nde İrtica Paşa’sının İşi Ne? Şapkayı değil fesi, teceddüdü değil taassubu, inkılâbı değil irticayı müdafaa eden Nurettin Paşa’nın Türk İnkılâp Meclisi’nde yeri yoktur.” şeklinde manşetler attılar. Bu sırada Mustafa Kemal kendisine en fazla tepkinin geleceğini umduğu Kastamonu ve civarındaki mitinglerine Panama şapkasıyla çıkarak “Türkiye Cumhuriyeti halkının tamamı ile ve bütün şekilleriyle medenî bir toplum haline getirmek” için reform hareketini hızlandırdı. Kastamonu’ndaki konuşmasında; “Size iştirak ediyorum. Tabirimi mazur görünüz. Altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet, ne millîdir ve ne de beynelmileldir. O halde kifayetsiz bir millet olur mu arkadaşlar? Böyle tavsif olunmaya razı mısınız arkadaşlar? (hayır hayır kat’iyyen sesleri). Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak enzâr-ı âleme göstermekte mana var mıdır? Ve bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat anlayamıyorsunuz demek musip midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak elzemdir; tabiîdir... Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp ihya’ eylemeye mahal yoktur. Medenî ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için lâyık bir kıyafettir.
Onu iktiza’ edeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittab’ bunların mütemmimi olmak üzere başta siperi şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi, bonjur, smokin gibi, işte şapkanız! “Buna câiz değil, diyenler vardır. Onlara diyeyim ki, çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz ve onlara sormak isterim: “Yunan serpuşu olan fesi giymek câiz olur da şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazların ve Yahudi hahamların kisve-i mahsûsası olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?” İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edileceğinden burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de millî bir kıyafetimiz varmış, fakat gayri kabil-i inkârdır ki taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta millî kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Meselâ karşımda kalabalığın içinde bir zât görüyorum (eliyle işaret ederek). Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafım göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medenî bir insan bu alelacayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü? (Evet, güldürür sadaları).” Bu durumun üzerine kısa zaman içerisinde tekke ve zaviyelerin kapatılası da eklenince Anadolu’nun birçok yerinde isyan hareketleri ortaya çıktı. Aynı yılın Mart ayında muhalifleri cezalandırmak içinTakriri Sukün Kanunu kabul edildi. Kısa vakitte halkın saygın gördüğü kişiler tutuklandı, başta Erzurum olmak üzere Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane’de halk tepeden inme devrim hareketine tepki gösterdi. Rize’deki olayları bastırmak için Hamidiye Zırhlısı şehri top atışlarına tutmuş ve yargılanan 143 kişinin 13’ü idam edilmişti. Sadece Erzurum’da 30 kişi idam edildi ve şehir bir ay sıkıyönetim altında kaldı. Gıyabında hüküm verilen fakat öldüğü için mezardan çıkarılıp asılanlar dahi vardır.
Muhalifleri tek tek sindirmek isteyen rejim Giresun İstiklal Mahkemesi eliyle İskilipliyi Frenk taklitçiliği ve şapka risalesinden dolayı yargıladı fakat takipsizlik kararı verdi. Kısa bir süre zarfında olaya Ankara İstiklal Mahkemesi el attı ve yargılama yeniden başlandı. Mahkeme zabıtlarının 10 sayfası yok edilmesine karşın görülüyor ki duruşma tamamen bir trajikomik bir şekilde sürmüştür. İskilipli Atıf Hoca kendisine ithaf edilen her türlü suçu çürütmüştür. Mahkeme İskilipli Atıf Hoca’nın yayınlayıp Anadolu’ya gönderdiği Frenk Taklitçiliği ve Şapka risalesinin her vilayette izini sürmüş ve sıkı bir takipten sonra tek tek alıcı isimleri Hoca’nın önüne sermiştir. Duruşmada bütün isimlerle bağlantısının hukuka aykırı olmadığını ortaya koyan Hoca’ya Teali İslam üzerinden Anadolu’ya yayılan Milli Mücadele karşıtı bildiri hatırlatılınca, İskilipli Atıf Vakit Gazetesi 1034’üncü nüshasında yayınlanan tekzibnamesini göstermiş buna rağmen Mahkeme heyeti hiçbir delil göstermeksizin “sen bu tekzibnameyi ancak gizli bir maksat için yaparsın” şeklinde saçma sapan bir niyet okumasıyla karşılık vermiştir. Nihayetinde mahkeme heyeti “Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın!” demiş ve hiçbir delil olmaksızın İskilipli Atıf Hoca 4 Şubat 1926 günü idam edilmiştir. Şehadetinden önceki şu sözleri hala bu topraklar da yankılanır: “Zalimlerle elbette mahşerde hesaplaşacağız”
Şubat’16 • 13
Karantina
Karantina
ŞEYH SAİD* Muhammed ÂLİ
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Asra-akıp giden zamana yemin olsun ki, insanlık ziyandadır-hüsrandadır. Ancak Allah’a iman edenler, imanlarının gereği salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna. Akıp giden zaman içerisinde hayırlı meseleleri kaleme almayı bize nasip eden Rabbimize sonsuz hamd-ü senalar olsun. Bu ayki konumuzu şehadet ve şehitler olarak belirledik. Hak yolda hak dava uğruna mücadele etmiş ve bu yolda ömürlerini, nefeslerini vakfetmiş o mübarekleri kaleme aldık. Ümmet coğrafyasının dört bir yanından kimisini bildiğimiz kimisinden haberdar olmadığımız şehitlerimizi sizlere hatırlatmaya-tanıtmaya çalıştık. Rabbimiz bu çalışmamızı hayırlara vesile kılsın. “Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” Bakara/154 Bu yazımızda bu ülke topraklarında hak dava uğruna mücadele edip kıyam eden ve hakkında türlü karalamalar yapılan “ŞEYH SAİD”i kısaca size anlatmaya çalışacağız. Şüphesiz yazacaklarımız meselenin tamamını ifade etmeye yetmeyecektir. Fakat amacımız kısa ve öz olarak meselenin bilinmesi gereken noktalarını ifade etmektir. 14 • Şubat’16
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hukuksuz, adaletsiz, imansız İstiklal Mahkemelerinin asmış olduğu yüzlerce masum insandan biriydi Şeyh Said. Sadece ama sadece inandığı din uğruna mücadele etmiş ve bu mücadelesi kendisini şehadete kavuşturmuştu. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için İstiklal Mahkemelerinden de kısaca bahsetmek gerekmektedir. İstiklal Mahkemeleri ilk olarak Milli Mücadele zamanında asker kaçakları meselelerini çözmek için kurulmuştu. Milli Mücadele döneminde yetkileri genişleyerek vazifesini yerine getirmiştir. Fakat Cumhuriyet devri İstiklal Mahkemeleri ise nitelik ve nicelik olarak çok farklı bir portre çizmekteydi. Bu portreyi kemalist Ergun Aybars şöyle ifade etmiştir: “Türk Devrimi’nin gerçekleşmesi ve kökleşmesi için, karşı devrimci güçleri, isyancıları, muhalif basın kuruluşlarını, Osmanlı döneminden kalma eşkiya ve İttihatçılar’ın tasfiyesi yanı sıra suikast suçlularını yargıladılar. 1923 – 1927 yılları, Türkiye yaşamında Türk Devrimi’nin gerçekleştiği ve yerleştiği en önemli yıllar oldu. Öyle ki 1927 yılından sonra artık Atatürk’ün karşısında, onun Türk Devrimi’ni gerçekleştirmek çabasına karşı çıkabilecek hiçbir güç kalmadı.”1 Olağanüstü yetkilerle önceleri üç, sonraları dört üye
ve bir savcıdan kurulan İstiklal Mahkemelerinin kararları katî olup, itiraz ve temyizi yoktu. Kararların uygulanması da mahkemelerin yetkisindeydi. Kararların yürütülmesinde sivil ve asker bütün görevliler sorumluydu.2 O dönem ilk günden beri İstiklal Mahkemeleri’nin aleyhinde olan Birinci Büyük Millet Meclisinin unutulmaz hatibi Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in şu sözleri, bu mahkemelere verilen sınırsız yetkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor: “İstiklal Mahkemeleri’ne Meclis’in tanıdığı yetkiyi, Cenab-ı Hak Peygamberine dahi vermemiştir.”3 Kendi dayatmak istediği sistemi yerleştirmek için hiçbir sınırı ve engeli olmayan İstiklal Mahkemelerinin adaletsizliğini, hukuksuzluğunu ve de katil yüzünü daha iyi görebilmek için birkaç alıntı daha veriyoruz. “Ne kadar baba-oğul mahkum varsa, evvela babanın gözü önünde oğlunu astırır, sonra babayı asardı. Bu hususta babanın feryat ve figanları zerre kadar katı kalbine tesir etmezdi. Şark İstiklâl Mahkemesi reis ve azalarının hepsi belalarını buldular. Ve her biri ayrı bir dert ve ıstıraba müptela oldu.”4 “M. Kemal Paşa’ya 1926 yılının Haziran ayında İzmir’de suikast yapılacağı yolunda alınan bir ihbar üzerine yapılan soruşturma sonucunda, Birinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden Lazistan milletvekili Ziya Hurşit ve arkadaşları İzmir’de yakalandılar. Ziya Hurşit, Birinci dönem TBMM’nde 2. Gruba dahildi. Diğer yandan, ihbarın alınmasından hemen sonra Ankara İstiklal Mahkemesi de soruşturma açmış ve mahkeme derhal İzmir’e gelerek, kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup milletvekillerinin evlerinin aranmasını ve kendilerinin de tutuklanmalarını talep etmişti. Bunun üzerine o sırada TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu milletvekilleri (dokunulmazlıkları olmasına karşın) tutuklandılar. Bu arada Ankara’da tutuklanan Kazım Karabekir Paşa, bizzat Başbakan İsmet Paşa’nın talimatı üzerine bırakıldı. Fakat mahkeme, kendisine dışarıdan müdahale edildiğini ileri sürerek bu
kez de Başbakan İsmet Paşa’nın tutuklanmasına karar verdi; ancak Cumhurbaşkanının (M. Kemal Atatürk) araya girmesi iledir ki, bu kararından vazgeçti. Sonunda Kazım Paşa yeniden tutuklandı.”5 Elazığ İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp hakkında beraat kararı verilen Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, büyük bir celadetle yerinden fırlayarak: “Bu mahkeme çok namuslu insanları asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki, bizi asmadı” diye haykırmıştır. Bunun üzerine, Elazığ İstiklal Mahkemesi Hüseyin Avni Bey’i ömür boyu sürgün cezasına mahkum etmiştir.”6 İşte Şeyh Said ve daha nicesini şehit eden İstiklal Mahkemelerinin özü kısaca budur. Artık Şeyh Said’in mücadelesinden bahsederek meseleye devam edebiliriz. Bu topraklarda yıllarca anlatılan yalan tarihin bir parçasıdır Şeyh Said. Yüz yılların yoğurduğu Anadolu coğrafyasına ve bu coğrafyanın tüm inanış ve değerlerine savaş açan bir zihniyeti peri masalı gibi anlatan yalan tarih Şeyh Said mevzuunu da aslından farklı şekilde özellikle bir “Kürtçü” hareket olarak milliyetçi bir öze sahipmiş gibi göstermiştir. Bunun yanı sıra Şeyh Said’in İngiliz ajanı olduğu, Musul’un kaybedilmesinin müsebbibi olduğu gibi farklı karalamalarda kendilerine yer bulmuştur. Şimdi bu hareketin aslını çeşitli alıntılarla size sunuyoruz. Şeyh Said’in kıyamının temelini vatan topraklarında yeni kurulan yönetimin İslam dinine karşı savaş açtığı, o yüzden bu yönetime karşı mücadele edilmesi gerektiği fikri oluşturmaktadır. Tam bu esnada ifadelerimizi dayanağını sizinle paylaşalım: “Şeyh Said’in isyanından önce İstiklal Harbinin önde gelen Paşaları, M. Kemal hükümetinin din aleyhtarı ve totaliter(baskıcı) siyasetinden kaygılanmış, ve bu nedenle 17 Kasım 1924’te, cumhuriyet tarihinin ilk muhalif partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)’nın kuruluşunu ilan etmişlerdi.”7 Ayrıca Terakkiperver yetkililerinden Fethi Bey’in şu ifadeleri de döneme ışık tutuyor: “Terakkiperverler dindardır. Halk Fırkası dini batırıyor. Biz dini kurtaracağız ve muhafaza edeceğiz.”8 Şubat’16 • 15
Karantina Şüphesiz Şeyh Said’in kıyamını anlayabilmek için bu hareketin öncesinde yeni kurulan sistemin neler yaptığından haberdar olmak gerekmektedir. Şimdi okuyacağınız satırlar yaklaşık yüz yıl öncesinden bugüne seslenerek yeni sistemin ve yöneticilerin ülkeyi nereye doğru sürüklediğini haykırıyor. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi, TBMM kürsüsünde, iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası’nın icraatlarına ağır eleştiriler yönelterek; “Yeniliğin isret (içki içme), dans, plaj sefasından başka bir şey ifade etmediğini, fuhuşun arttığını, Müslüman kadınların edeplerini kaybetme yolunda olduklarını, sarhoşluğun himaye, hatta teşvik olunduğunu, en önemlisi dinî duyguların rencide edildiğini, yeni rejimin sadece ahlaksızlık getirdiğini, rezil bir yönetimin memleketi çamurların içine sürüklediğini” ilan ediyordu.9 Bu ortamın içerisinde Şeyh Said vaazları ve yazılarıyla duruşunu net bir şekilde ifade ediyordu. Şeyh Said, 13 Şubat 1925 Cuma günü, Piran camisinde verdiği vaazda halka şöyle sesleniyordu: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Milli Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.”10 Şeyh Said bu arada, “Emir’ül Mücahidin Muhammed Said El-Nakşibendi” imzasıyla halka yönelik çeşitli beyannameler yayınlamıştır. Ayrıca, direnişe destek vermeleri için Alevi Zaza aşiret reisleri, Kürt bey, ağa ve aşiret reisleri ile Ergani’deki Türk bey ve ağalarına da aynı imza ile mektuplar göndermiş ve onları Kemalist yönetime karşı ortak mücadeleye davet ederek yardım istemiştir. Yayınlanan beyannamelerden birinde; “Kurulduğu günden beri din-i mübini Ahmedi’nin (Hz.Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin apaçık dininin) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşlarının, Kur’an’ın ahkamına aykırı hareket ederek, Allah (celle celaluhu) ve Peygamberi inkar ettikleri ve Halife-i İslam’ı 16 • Şubat’16
Karantina sürdükleri için, gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu, Cumhuriyetin başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı garrayı Ahmediyye’ye (Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şeriatına) göre helal olduğu…”[6] hususlarına yer veriliyordu.11 Şeyh Said bir başka beyannamede de; “Hilafetsiz Müslümanlık olmaz! Halife memleketten çıkarılamaz! Şimdiki hükümet mütemadiyen(sürekli olarak) dinsizlik neşretmektedir. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor…”12 şeklinde durumu ifade etmiştir. Şeyh Said, Urfa’daki İzoli Kürt aşireti reisi Bozan Ağa’ya gönderdiği mektupta ise şu ifadelere yer vermiştir; “1300 seneden beri Cenabı Hakk’ın Peygamber Efendimizi göndermekle neşir ve tebliğ ettiği dinimizi imhaya çalışanlara karşı harp ilan ettim. Bunda bana yardım edilmezse, cümlece mahvoluruz!”13 Şeyh Said, Varto’daki Alevi Zaza olan Hormek aşireti reisleri Halil, Veli ve Haydar Ağalara gönderdiği mektupta da söyle yazıyordu: “Din-i mübini Ahmedi’yi, kafir olan M. Kemal’in yedi zulmünden tahlis etmek(kurtarmak) gazası niyetiyle Susar’a hareket edildi. Bu gaza ve cihadın mezhep ve tarikat tefrik edilmeden, ‘Lailahe illallah Muhammedün Resulüllah’ diyen bütün İslam muvahhidleri üzerinde farz olduğundan, büyük bir gayret ve secaat sahibi olan Müslüman aşiretinizin de şeriat-ı garrayı Ahmediyye’ye ve bu cihad-ı ekbere itba’ edeceğinize itimadım berkemaldir. Ya eyyühel-ensar, dinimizi ve namusumuzu bu mülhidlerin(imansızların) elinden kurtaralım, size istediğiniz yerleri verelim. Bu dinsiz hükümet bizi de kendisi gibi dinsiz yapacaktır. Bunlarla cihad farzdır.”14 Öte yandan, Dersim Mebusu ve Alevi Zaza olan Hasan Hayri Efendi, Şeyh Said’in Elaziz Cephesi Kumandanı olarak görevlendirdiği Şeyh Şerif ile dayanışma içerisine girdi. Elaziz’de Şeyh Şerif ile birlikte hazırladığı ortak bir mektup, 06 Mart 1925’te Dersim’deki tüm aşiret reislerine gönderildi.15
Tüm bu ifadeler gösteriyor ki Şeyh Said hak dava uğruna bir diriliş hareketine girişmiştir. Bu süreçte bulunduğu mekanlarda halkla direkt temas halinde olduğu gibi kendisinden uzak memleketlere de mektuplar vesilesi ile ulaşmış ve bu toprakların dini-manevi değerlerine savaş açmış yönetime karşı harekete geçmiştir. Tüm bunlar olurken yönetimin merkezinde de bu hareketle ilgili değerlendirmeler yapılmaktaydı. 24 Subat 1925 tarihinde toplanan TBMM Genel Kurulu’nda, Başbakan Ali Fethi bey [Okyar], Şeyh Said ayaklanmasına ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulundu. Başbakan konuşmasında; “Nakşibendi Şeyhlerinden Şeyh Said’in emriyle 13 Şubat 1925 günü isyanın fiilen Piran’da başlamasıyla birlikte, asiler tarafından telgraf hatlarının tutulduğunu, hapishanelerin basıldığını, Genç, Çabakcur, Hani ve Palu’da hükümet konaklarına hücum edilerek jandarmaların esir alındığını, `Sallallahu Muhammed! Teslim! Teslim!´ nidalarıyla askeri müfrezelere saldırılar düzenlendiğini, bu mıntıkayı ele geçiren asilerin 23 Şubat günü Elaziz vilayet merkezine kadar ilerlediklerini, her taraftan yardım görmek suretiyle kuvvetlenen asilerin karşısında tutunamayan müfrezelerin geri çekilmeye mecbur olduklarını” ifade ederek, ayaklanmanın askeri safahati hakkında ayrıntılı bilgi vermesini müteakip, ele geçirilen birtakım belgeleri açıkladı ve “hilafetçiliğin, şeriatçılığın isyanın emelinde yattığıni” açık bir şekilde beyan etti. Başbakan ayrıca; “vesikalardan birinde, hilafet, şeriat ve Sultan Abdülhamid’in oğullarından birinin saltanatını temin etmek”ten söz edildiğini ifade ederek, aynı tarzda, “din propagandasına ve şeriatın geri getirilmesi ilkesine dayanan kampanya” hakkında bilgi verdi.16 Devlet ricalinin bu açıklamasının da Şeyh Said kıyamının inanç merkezli bir kıyam olduğunu tasdiklediği ortadadır. Her ne kadar ülkemizde yıllarca bu kıyam bizlere bambaşka şekillerde anlatılmış olsa da artık her şey belgelerle ortadadır. Kıyamın devam ettiği günlerde dönemin gazetelerinde çeşitli yorumlar yapılıyordu. Dönemin sosyalist gazetesinden bir örnek şüphesiz bu zihniyetin yaklaşık 100
yıl öncesiyle bugünü arasında hiçbir fark olmadığını gözler önüne serecektir. Türk sosyalistlerinin haftalık yayın organı Orak-Çekiç gazetesi, 26 Şubat 1925 tarihli sayısında irdelediği Şeyh Said ayaklanması ile ilgili yorumunda, Kemalist yönetimi destekliyor ve şöyle yazıyordu: “İrticanın başında Şeyh Said var.. İrticaya karşı mücadelede halkımız hükümetle beraberdir. Kahrolsun irtica! Ankara Büyük Millet Meclisi’nde müfrit [aşırı] solun tırnakları, kafasına kurunu vustayı [ortaçağ zihniyetini] dolamış olan yobazların, gericilerin gırtlağına yapıştı. Mürtecilerin, yobazların sarıkları, kendilerine kefen olacak! Yobazlarıyla, şeyhleriyle, halifeleriyle, sultanlarıyla, kahrolsun irtica ve derebeylik!”17 Günümüzün Cumhuriyet gazetesi o günlerde: “İsyan hadisesinin irticaya dayanan fikirlerle başladığını, asilerin Hilafet meselesini ortaya sürerek halkı teşvik etmeye kalkıştığını”18 yazıyordu. O tarihlerde ki bir karar ise bu kıyamın devlet tarafından da kesin olarak dini bir hareket olduğunun kabulünü tasdik eder. Bakanlar Kurulu’nun 03 Mayıs 1341 (1925) tarih ve 1885 sayılı kararında; Şubat’16 • 17
Karantina “İsyanın umumi ve mürekkep [birleşik] bir `irticanın´ tezahürü olduğu müsbet ve malum olan hadisenin matbuatta [basında] Kürt meselesi şekline inhisar ettirilmesinin [yansıtılmasının] `hakikata gayri mutabik´ olduğu [gerçekle bağdaşmadığı]” hususlarına yer verildi.19 İngiltere’den The Times gazetesi de bu hareketin milliyetçi bir hareket olmadığını: “Şeyh Said ve taraftarlarının Genç, Harput ve Diyarbekir’i ele geçirerek, Abdülhamid’in (rh.a) oğullarından Abdürrahim’i gıyaben `halife´ ilan ettiklerini, ayaklanmanın söylenildiği gibi Kürt ulusal hareketi değil, tamamen fanatik bir `dinî´ hareket olduğunu”20 ifade ediyordu. Şimdi de Şeyh Said’in ve kıyamın diğer önderlerinin idam kararlarının verildiği Şark İstiklal Mahkemesindeki Şeyh Said’e ait savunmayı sizlerle paylaşıyoruz: “Kıyamımızın [direnişimizin] sebebi şeriat meselesi… Hükümet şeriatın bir kısmını kaldırdı. Bunun iadesine sebep olursak sevaba nail olurduk diyordum… Şeriatın ahkamı [hükümleri] icra edilmezse kıyam [direniş] vacip [gerekli] olur. Kitap [Kur’an], kıyam vaciptir diyor, şeriatı icra ettireceksin diyor. Ahkamı şer’iyye [şeriat hükümleri]; katil, zina, müskirat [içkiler] gibi ahvali men ediyor… İmam [devlet başkanı] şeriat ahkamını icra etmezse, bu isyanın cevazına [izin] delildir. Vakta ki vuku buldu, iste şeriat da vaciptir diyor, hiç olmazsa günahkar olmayız dedim. Bütün hattı harekatımızı Kur’an-ı Azimüşşan’dan istihraç ediyoruz [çıkarıyoruz]… Kıyamı kalbimde tasavvur ediyordum, fakat muharebe [savaş] suretiyle değil, risale [broşür] yazıp şeriat-ı ahkamı tasrih ederek [açıkça belirterek] kanunları da şeriata mutabık [uygun] bir şekilde talep etmek istedik, Meclis-i Mebusan’a [Türkiye Büyük Millet Meclisi] göndermek istedik. Meclis’in büyük bir kısmı dindardır, isteklerimizi kabul ederler, medreseleri açarlar dedik. Tabii vakt-i saadet [Hz.Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dönemi] kadar 18 • Şubat’16
Karantina olmasa da bir dereceye kadar iyileşir dedik… Ben Lice’de esir Süvari Kaymakamı Cemil Bey’e, Mürsel Paşa’ya [7.Kolordu Komutanı] hitaben bir mektup yazdırdım ve ‘maksadımın şeriat olduğunu, el birliği ile bu dinin ihyasına çalışmamız gerektiğini’ yazdım. Ne hariçten, ne dahilden bizi teşvik eden yoktur. Hariçten maksadım ecnebilerdir. Maksadımız, Diyarbekir’e girdikten sonra, birtakım adamları toplayıp, ulema [alimler, bilginler], fuzala [erdemli kimseler] ile içtima [toplantı] ederek hükümetimizle muhabere [haberleşme] edecektik, men-i müskirat [içki yasağı] tatbik ettirecek, medreseleri açtıracaktık. Hükümet kabul etmeseydi günahtan kurtulur, evimizde otururduk. Önce hükümete yazsa idim ve kabul etmeseydi hicret isterdik, hicret izni vermeseydi günah bizden giderdi, otururduk. Hükümete şeriat meselesini anlatmak istedik. Hiç olmazsa bir kısmının icrasını talep edecektik. Allah’ın kaderi bırakmadı. Piran olayı çıktı, önünü alamadık… Eğil tarafına, Ergani’ye gittim, Türkleri de davet ettim Gelin dinimize çalışalım, kanunu ilahiyi [Allah’ın kanununu] tatbik ettirelim, diyordum. Ergani’den Şevki Efendi, Hamid Ağa, Hacı Hüsnü Efendi vardı. Onlar Türk’tüler, iştirak ettiler… Kürt Teali Cemiyeti’nden haberim yok. Nerededir, muhaberatını [iletişimini] temin eden kimlerdir, hiç haberim yok… Bitlisli Yusuf Ziya’yı tanırım. İki sene evvel [1923] Hınıs’a, benim köyüme misafir geldi. Orada: ‘Bir Kürdistan hükümeti teşkil etmek için ittifak edelim..’ dedi. Bu muhaldir [hayalidir], olmaz dedim. Fikrim bunu kabul edemiyordu. Sonra Erzurum’a gitti. Ben onun da umudunu kestim, kendi de kani oldu. Erzurum’dan avdetinde [dönüşünde] bir daha görmedim. Benim maksadım bu dine bir hizmet etmekti. Bu çeşit niyetim de yoktu. Allah u Taala’nın kaderi beni bu çeşide düşürdü. Muvaffak olamadık.
Şimdi anladığıma göre, muvaffak olsaydık, bu ahali ile bir şey olamazdı. Çünkü ahaliden sıtkım sıyrıldı, şeriata razı olan ahali kalmamıştır.”21 Şeyh Said Efendi ile birlikte Diyarbakır’daki Şark İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilen toplam 81 “sanık” hakkında, yaklaşık iki ay süren soruşturma ve yargılama müzakereleri sonunda, Savcı Ahmet Süreyya [Örgeevren], 27 Haziran 1925 Cumartesi günü son iddianamesini okudu. İddia sona erince ayaklanmanın öncülerinin son savunmaları dinlenmeye başlandı. Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya [Örgeevren], son savunmalar konusunda şunları ifade ediyor: “İlk olarak, isyan başlar başlamaz `Emirü’lMücahidin´ [mücahidlerini lideri] ve sonraları `Hadimü’l-Mücahidin´ [mücahidlerin yardımcısı] ünvanını takınan Şeyh Said’in müdafaası dinlendi. Şeyh, müdafaasını, büyükçe iki sayfalık bir kağıda yazmıştı. Gözlüğünü takarak ağır ağır okuyordu. Sözlerinde hukuki bir kıymet ve ehemmiyet taşıyan hiçbir şey yoktu. İsyanın sebebi olarak Piran’da vukua gelen ve jandarmalarla haklarında tutuklanma emri olan şeyhler arasındaki silahlı bir ayaklanmayı istemediğinden, ancak halkın kendiliklerinden yaptıkları silahlı harekete mani olamayarak nasılsa onlara katılmış bulunduğundan bahsediyordu. Ayaklanmanın sebebi olarak da, `şeriat ahkamına riayet´ edilmesi [uyulması] arzusunu gösteriyordu. Şeyh Sait ile duruşmaları birlikte yapılan ve sayıları sekseni geçen sanıklar kümesi içinde bulunan Vartolu Binbaşı Kasım [Ataç] Bey’den maada [başka] bütün suçlular gibi, Şeyhin büyük bir inat ve ısrarla inkar veya saklamakta devam ettiği iki hakikat vardı: 1–Kürtlük davası gütmediği, 2–Piran ziyaretinden evvel, başkumandanlığını yaptığı isyanın `musammem ve mürettep´ [düşünülmüş ve planlanmış] olmadığı hususları. Şeyh Said, isyan harekatına dair hemen her şeyi bilindiği gibi söylemekten hiç çekinmediği halde, bahsi geçen iki nokta hakkında gayet ketum olmayı bir an terk etmiyordu.”22 28 Haziran 1925 günü mahkemenin kararı sanıklara tebliği edildi. Kararda şu ifadeler
yer aldı: “Din ve şeriatı alet ittihaz ederek, hakikatte `müstakil bir İslam Kürt hükümeti´ kurmak23 maksat ve gayesiyle Şeyh Said’in vukua getirdiği müsellah [silahlı] isyan ve ihtilal hareketlerine muhtelif şekil ve suretlerde karışıp katılarak isyanın devam ettiği haftalar ve aylar boyunca, birçok şehir, kasaba ve köyleri –devlet ve hükümet zabıta ve askeri kuvvetleriyle, kanlı ve harp halinde, çarpışmak suretiyle- zapt ve işgal eden ve ihtilal bölgesindeki en mühim vilayet merkezlerinden Diyarbakır şehrini dahi muhasaraya alan ve orada dahi inat ve ısrarla harp ve kıtalden çekinmeyen ve nihayet uğradıkları acz ve mahrumiyetten sonra tutuldukları günlere kadar birçok asker, zabit ve vatandaşları cerh, şehit, esir eden, sirkatler, gasplar, yağmalar yapan ve yaptıran şahıslardan oldukları iddiasıyla muhakemeleri icra edilmiş olan seksen bir sanıktan; 1. Şeyh Said (Palu’lu, Nakşibendi Tekkesi şeyhi), 2. Melekanlı Şeyh Abdullah, 3. Kamil Beg, 4. Baba Beg, 5. Şeyh Şerif, 6. Fakih Hasan Fehmi, 7. Hacı Sadık, 8. Şeyh İbrahim, 9. Şeyh Ali, 10. Şeyh Celal, 11. Şeyh Hasan, 12. Mehmet Beg, 13. Mustafa Beg, 14. Salih Beg, 15. Şeyh Abdullah, 16. Şeyh Ömer, 17. Şeyh Adem, 18. Kadri Beg, 19. Molla Mahmud, 20. Şeyh Şemseddin, 21. Şeyh İsmail, 22. Şeyh Abdüllatif, 23. Molla Emin, 24. Ali Arab Abdi Beg, 25. Mehmet Beg, 26. Süleyman Beg, 27. Molla Cemil, 28. Süleyman Beg, Şubat’16 • 19
Karantina 29. Süleyman Beg, 30. Tahir Beg, 31. Mahmut Beg, 32. Şeyh Ali, 33. Hacı Halid, 34. Timur Ağa, 35. Abdüllatif Beg, 36. Mehmet Beg, 37. Süleyman Beg, 38. Bahri Beg, 39. Şeyh Cemil, 40. Yusuf Beg, 41. Ali Badan Beg, 42. Halid Beg, 43. Halid Beg, 44. Tahir Beg, 45. Tayip Ali Beg, 46. Çerkes, 47. Jandarma Hamid, 48. Hüseyin Hilmi Bey, 49. Hasan (Hani’li Salih Beg’in oğlu, 11 yaşında), isyanın asli faillerinden olarak “idam cezasına” mahkum edildiler. Ancak bunlardan Çapakçur Kaymakamı Hüseyin Hilmi Bey’in evvelce, muhtelif zaman ve mahallerde vatani hizmetleri olduğu anlaşıldığı için geçmiş bu hizmetlerinin hafifletici sebep olarak kabulü ile idam cezasının 15 sene kürek cezasına tahviline, Salih Beg’in oğlu Hasan’ın da 15 yaşını ikmal etmemiş olmasına binaen onun hakkındaki idam cezasının da `berayi ıslah´ 10 sene hapse çevrilmesine ittifakla karar verilmiştir.24 Tüm bu sürecin sonunda, 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’da başlayan İslamî/Nakşibendî direnişinin yönetici kadrolarından Şeyh Said ile birlikte toplam 47 şahsiyet, Mahkemece verilen idam kararı üzerine, 29 Haziran 1925 Pazartesi günü saat 03:00 sıralarında, Diyarbakır’ın Dağkapı mevkiinde kurulan 47 sehpada asılarak idam edilmiştir. Şeyh Said, idam edilmeden kısa bir süre önce, “Son Saat” Gazetesi muhabirinin not defterine Arapça olarak şu cümleyi yazmıştır: “Mücadelem, Allah ve din uğruna ise, darağacında asılmama perva etmem. Muhammed Said Palewi”25 20 • Şubat’16
Karantina İdam sehpasına götürülürken de; “Yarın mahşer gününde hepimiz muhakeme olacağız (hesaplaşacağız)” deyip, Kelime-i Şahadet getirmiş ve ardından asılmıştır.26 Rabbimiz tüm şehitlerimize rahmet eylesin. Sefer bizim zafer ALLAH’ındır. LA GALİBE İLLALLAH * Bu yazı için kaynak olarak belgelerlegercektarih.com sitesinden faydalanılmıştır. Dipnotlar 1 Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, (cilt 1-2), İleri Kitabevi, İzmir 1995, sayfa 204. 2 Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, (cilt 1-2), İleri Kitabevi, İzmir 1995, sayfa 156. 3 Ahmet Turan Alkan, İstiklal Mahkemeleri, Ağaç Yayıncılık, İstanbul 1993, sayfa 35-49. 4 İbrahim Arvas, Tarihi Hakikatler, Ankara 1964, sayfa 37-39. 5 Türkiye Tarihi, cild 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, Istanbul 1989, sayfa 102. Bu eser Prof. Dr. Sina Akşin’in Yayın Yönetmenliğinde; Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Cemil Koçak, Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Prof. Dr. Korkut Boratav, Selahattin Hilav, Murat Katoğlu ve Prof. Dr. Ayla Ödekan’dan müteşekkil bir ekip tarafından hazırlanmıştır. 6 Rahmi Erdem, Davam, Timaş Yay., İstanbul 1993, sayfa 316. 7 Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar, Vatan Neşriyat, İstanbul 1957; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul 1952, sayfa 606. 8 Nurşen Mazıcı, Belgelerle Atatürk döneminde Muhalefet (19191926), Dilem Yayınları, İstanbul 1984, sayfa 82. 9 Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968, sayfa 21. 10 Behçet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1955, sayfa 24. 11 M.Şerif Fırat, Doğu Illeri ve Varto Tarihi, TKAE Yayını, Ankara 1981, sayfa 180. 12 Behçet Cemal, a.g.e., sayfa 48. 13 Behçet Cemal, a.g.e., s.45; Metin Toker, a.g.e., sayfa 27. 14 M. Şerif Fırat, a.g.e., sayfa 181. 15 M.Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Halep 1952, sayfa 180. 16 Behcet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1955, sayfa 43-46; Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Vesikalar, Olaylar, Hatıralar, Temel Yayınları, İstanbul 2002, sayfa 49-55. 17 Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar-1 (1908-1925), Bilgi Yayınevi, Ankara 1978, sayfa 364 vd. 18 Cumhuriyet Gazetesi, 23 Şubat 1925. 19 Hasip Koylan, Şeyh Said İsyanı, Ankara 1946, sayfa 316. 20 The Times Gazetesi, 26 Şubat 1925, sayfa 12. 21 Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, 10.Baskı, İstanbul 1990, sayfa 35-71. 22 Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, İstanbul 2002, sayfa 20-21, 274-275. 23 Bazı kaynaklarda ise bu husus; “din ve şeriatı alet ittihaz ederek ayaklanmaya katıldıkları ve laik cumhuriyeti yıkma amacını güttükleri” şeklinde ifade edilmiştir. (Sadık Albayrak, Türkiye’de Din Kavgası, Şamil Yayınevi, İstanbul 1984, sayfa 221). 24 Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, İstanbul 2002, sayfa 274-278. 25 Son Saat Gazetesi, 8 Zilhicce 1343 (30 Haziran 1341/1925), sayfa 1; Sadık Albayrak, İrtica’nın Tarihçesi-4, Devrimler ve Gerici Tepkiler, sayfa 97. 26 Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, Risale Yayınları, İstanbul 1991, sayfa 246.
Metin Yüksel *Röportaj Metin Yüksel’in kardeşi Müfit Yüksel ile yapılmıştır.
Kardeşi ve dava arkadaşı olarak Metin abiyi bizlere anlatır mısınız? Benden 4 buçuk yaş büyüktü. Ele avuca sığmaz bir yapısı vardı. Fazla enerjikti. Sürükleyici bir yönü vardı. Ön plana çıkardı. Bazı insanların ön plana çıkması rahatsız eder Metin’in ki öyle değildi. Tam tersiydi. Zanaatkardı, marifetliydi. Filipinli müslümanlarla dayanışma gecesi için hazırlanan duyuru afişlerinin kendi el çizimi olduğunu biliyoruz. Bunun yanı sıra yaptığı şeyler var mıydı? Ondan daha iyileri vardı. Sanat eseri olabilecek şeyler yapardı. Tablolar, levhalar, resimler. Memlekette kızak yapmıştı. Yaşının küçük olmasına rağmen kaydırıp beni çektiğini hatırlıyorum. Daha müşahhas olsun diye anlatayım. Evimizin bir odasını mescide çevirmişti. Bir köşe yüklüktü diğer kısımları mescid yaptı. Sadece halı, seccade sererek değil. Ahşaptan minyatür müezzin mahfili, vaaz kürsüsü, minber yaptı. Camilerde nasıl görüyorsak onların küçük ölçeklilerini yapmıştı. Mahalledeki arkadaşlarımızı çağırır toplu namaz kılardık. Vaaz verilir, mevlüt okunurdu. Şekerciden aldığımız akide şekerlerini dağıtırdık. Bunların hepsini Metin tek başına yaptı.
Hocam, ilk eğitimlerinizi Molla Sadrettin hocamızdan, babanızdan aldınız. Biraz o günlerden ve İstanbul’a göç sürecinden bahseder misiniz? Kaç yaşındaydı Metin abi İstanbul’a geldiğin de? Ailemizin iki yönü vardı. Bir medrese geleneği ulama ailesi olması ikici de dergah geleneğinin olması. Bu yönde eğitim ve eğilimimiz oldu. Metin 8 yaşındaydı İstanbul’a geldiğinde. Öncesi Bitlis, Muş çevresinde geçti. İstanbul’da Fatih Akıncılar derneğini kurma süreci nasıl gerçekleşti? Biz ortaokuldayken Nedimle beraber İslam cemiyeti diye bir oluşum kurup mühür yaptırmıştık. Metin bu mührü alarak mahalle bazında geliştirdi. Fatih Akıncılarının temelini bu oluşturdu. Metin rahatlıkla dernek kurabilecek toplantılar düzenleyebilecek yeteneğe sahipti. Dernekte dispanser açmıştı. Halka bedava hizmet veriyordu. 18 – 19 yaşlarında yapıyordu bu hizmetleri. Çevresine çok fazla insan toplama özelliği vardı. Aramızda fizik olarak en yapılı gürbüz olan Metindi. Gençliğin verdiği aşırı heyecan vardı evet ama maceracı değildi bunu ifade edeyim.
Şubat’16 • 21
Karantina
Karantina Müfit Yüksel
Hocam, Bahattin abi’nin bir fotoğrafı var elinde bir poşet olan. Yurt dışına çıktığında iki parça kıyafetini poşetle götürürmüş. Metin abi yaralandığında pantolonumu kesmeyin çıkarayım tek pantolonum dediğini biliyoruz. Ankara’ya giderdi uzun süre kaldığı olurdu üstündeki kıyafetlerle giderdi. Bizler memlekete gittiğimizde valizlerle giderdik ancak.
Bir dönem Mttb de ki çalışmaların içinde olduğunu biliyoruz. Biraz o çalışmalardan bahseder misiniz? Hüseyin Goncagül, Salih Bilirle beraber tiyatro ve sinema kulübündeydi. Yürüyüş ve mitinglerin düzenlenmesinde çok ciddi anlamda çalıştı. Batman mitingini büyük anlamda o organize etmiştir. 1976’da Milli Selamet Partisinin birçok yerdeki mitingini organize etmişti.
Hocam, günümüzde davet edilen hayırlara insanların icabet etmekte zorlandığını görüyoruz. Neler söylemek istersiniz. İnsanlar bu tür şeylere icabet konusunda daha hevesliydi o zamanlar. Şimdi gençlik bireyselleşti. O zamanlarda kolektif hareket daha güçlüydü. Fedakarlık vardı. Anadolu gençliğinde bu fedakarlık daha çoktu. Bireysel ihtiyaçlar arka plandaydı. Şimdi gençler 5 sene sonra nerede olacağını hayal ediyor. O dönemde kendini feda etmek vardı, ihtiras yoktu. Sol sağ İslamcı gruplar vs hepsi için böyleydi. Kendi cebinde 5 kuruş parası yok ama her türlü fedakarlık için koşuyorlardı. İnanılmaz azim vardı. Üst tabaka için böyle miydi onu söylemeyeyim. O dönemdeki bu durum tartışılabilir. Ne kadar doğru gerçekçi olup olmadığı ayrı bir soru. Ama bir fedakarlık vardı. Doğru yola kanalize edilemedi bazı şeyler. O dönemin siyasetçilerinin suçu büyük. Bütün siyasileri kastediyorum.
Afganistan cihadına katılmayı düşünüyor muydu? Afganistan’a gidecekti arkadaşı Mehmet Ali ile. O günler içerisinde gitmeyi planlıyorlardı.
Metin’in de idealleri vardı. İnsanları toparlayıcı bir yere sürükleme kabiliyeti vardı. Dediğim gibi maceracı değildi. O dönemin atmosferinde eylem yönü ağır basardı. Bir keresinde bir arkadaş yaralanmıştı. Metin bu olaya çok üzülmüştü. Biz sebep olduk biz götürdük vesile olduk diye.
22 • Şubat’16
Daha önceden yaralandığını biliyoruz. Şehadetinden önceki günlerde yaşanan olaylara biraz değinir misiniz? Şehadet günü olaylar bekleniyor muydu? O dönemin şartlarında belirli gençlik yapılanmaları belirli mahalleri parsellemişti. Burası bizim kurtarılmış bölgemiz denir girilmesine izin verilmez girenler kurşunlanırdı. Daruşşafaka çevresinde de solcular vardı. Metin orada afiş asarken 3 kurşunla yaralanmıştı. Şehadete götüren olayla kendisinin ilgisi yoktu. Belirli olaylar olabileceğini hissettim ama Metin’in İzmir’den geldiğini bilmiyordum. 1 gece önce ülkücüler beni sopalarla darp etti. 1 kaç gündür süren bir kavga vardı. Mecidiyeköy’de çatışma olmuştu Metin’de oradaydı. Fakat Fatih’teki olaylarla alakamız yoktu. Fatihteki olay Vakıflar öğrenci yurdunda kalan öğrencilerle ülkücüler arasında olmuştu. Ona rağmen biz de dayak yedik. Nuh diye bir arkadaşı yaraladılar.
Dernekte eski bir koltuk vardı. Açıkçası eski olan bu koltuk dernek açıldığında hediye edilmişti. Derneğin imkanları çok kısıtlı olmasına karşın Türkiye çapındaki Akıncılar oluşumları içerinde bir numaraydı.
Şehadet gününü anlatır mısınız? Metin silahsızdı. Metin’e pusu kurmuşlar. Ali Bilir’in bir ekibi vardı. Cinayet şebekesiydiler. Ali Bilir Metin’i vurduğunda bir solcunun vurulmasından dolayı aranıyordu. Ali Bilir sırtından vurdu Metin’i. İhsan Bal ve arkadaşları direk kafasına sıktılar. O ekip içlerinde olup şimdi milletvekili olanlar var. İhsan Barutçu gibi. Geçen gün televizyonda da inkar etti. Yalan söylüyor.
Röportajı lise ve üniversiteli gençler için yaptık onlara son olarak ne söylemek istersiniz? Metin pazarlıklı biri değildi. İçi dışı aynıydı. Görüntüsü neyse içi de öyleydi. Fedakarlık, bir davaya bağlanma önemli. Maceraya atılmak değil. İnsan hayatının gelecek vaat etmesi önemli. Temel olarak iman. Oradan asla taviz verilmemeli. İstikametten ayrılmamak iman
Hocam davanın seyri nasıl oldu? Peyderpey yakalandılar. Ali Bilir 4-5 ay sonra yakalandı. Özal döneminde 1995’te şartlı salındılar. Aylar önce beni de tehdit etmişti. En sonunda Sedat Yedigün’ü vurdular.
istikametini korumaktan geçer. Zamanında çevremizde çok koruyamayan oldu.
Cenaze günü atmosfer nasıldı? Fatih camiine Metin abinin sandalyesinin getirildiği bir fotoğraf var. Yakın sokaklara kaçıp gizlenmişlerdi. Çatışma çıkma ihtimali olmasına rağmen kalabalıktı. Şubat’16 • 23
Karantina
Karantina
Bilal Yaldızcı *Röportaj şehidin kız kardeşi Nihal Albayrak ile yapılmıştır. “1967’de İzmir’de dünyaya geldi. Aslen Ağrılıdır. Ailenin tek erkek çocuğuydu. İzmir’de ve İstanbul’da bir çok İslami çalışmanın içinde bulunuyordu. Afganistan cihadıyla da yakından ilgileniyordu. Ve cihad için Afganistan’a gitti. 29 Ekim 1987’de Afganistan’da şehit düşmüştü.” Çocukluğundan bahseder misiniz, nasıl bir ortamda büyüdünüz? Küçük bir ilçede doğduk büyüdük. Abim ile ben İmam Hatip’e gidiyorduk kız kardeşimse Kuran Kursuna devam etti hafızlık yaptı. Annem ve babam dini bütün insanlardı. Abim liseyi bitirdiği vakit Ödemiş’te durmak istemedi. Bir müddet Kuran kursunda müdürlük yaptı. O sıralar sürekli babamı “ben burada durmak istemiyorum, Pakistan’a gitmek istiyorum.” diyerek zorluyordu. O zamanlar bizim Afganistan savaşına karşı pek bir duyarlılığımız yoktu. Fakat abim daha hassastı. Odasına çekilip gazilerin şehitlerin fotoğraflarına bakıp ağlardı, cihadı düşünürdü. Çok içine kapanık sessiz olmaya başlayınca annem ‘’bu genç yaşta nedir bu halin?’’ derdi. O sıralar Pakistan’a gidip dil öğrenip üniversiteyi orda okuyacağım derdi. Kız kardeşim İstanbul’da okuduğu için onu sık sık ziyaret ederdi, bu ziyaretler pek çok cemaati yakından tanımasına vesile oldu. Oturduğunuz yerde gidip geldiği, beslendiği bir kurum yahut bir kimse var mıydı? Bahattin Yıldız manevi abisiydi, onunla bağı çok sıkıydı. İzmir ve İstanbul’daki pek çok cemaatin içinde yer aldı ama aradığını bulamadı. Annem üniversite okumasını istediğini söyleyince anneme ‘’Anne sen benim üniversite okuyup takım elbise kravat giyip maaşım dolgun bir işte çalışmamı, hanımımın ise toplumda itibar görmüş biri olmasını istiyorsun.’’ 24 • Şubat’16
deyince annem ‘’İslam’a hizmet edebileceğin bir bölümde okusan güzel olmaz mı? Pakistan fikri nereden çıktı?’’ dedi buna karşılık abim ‘’Afganistan’dakiler de anne kuzusu değil mi? Onlar da genç, yaşıtım. Makam mevkii sahibi olup dünyaya dalmak istemiyorum’’dedi. Savaşa gitmek istediğini babama söyledi ama anneme söyleyemedi. Afganistana gitmeden önce kabristana uğrayıp çok düşkün olduğu anneannesini teyzesi ve diğer merhum akrabalarımızı ziyaret etti. Şehit düştükten sonra bu ziyarete dair Kuran kursunda bıraktığı notu bulduk, üzerinde “Rabbime hamd olsun, içimdeki ölüm korkusunu da yendim.” yazıyordu. Her ne kadar annem babam islami noktada bir eğitim vermeye çalışsa da pek yeterli değildi ama abim aramızda farklıydı. Cihada gittiği günü hatırlıyor musunuz? Evet, hatırlıyorum. Anneme cihada gittiğini söyleyemedi, ‘’Anne sen otobüs durağına gelme. ‘’ dedi. Bahattin abi onu almaya geldi. Annemin ani bir haber almışçasına içi yandı, bana “Nihal durağa gidelim sanki abini bir daha göremeyecekmiş gibi hissediyorum’’ dedi. Abime yolluk hazırlamıştı onlarla birlikte koşarak durağa gitti. Tam otobüs kalkacağı esnada son kez görüştüler, abim helallik istedi. Annem üç gün odasına kapanıp ağladı. Şehit olduğu akşam biz komşularla oturuyorduk abimin sesini duydum bizi evde bulamayınca komşunun camını tıkladığını işittim annem de duyduğunu söyledi geldiğini zannedip bahçeye baktık kimseyi görmeyince içeri girdik fakat sesi tekrar duyduk annem huzursuz olunca evimize geçtik. İki üç gün sonra da abimin şehit olduğu haberini duyduğumuz vakit annem yine odasına
kapanıp günlerce ağladı. Sonrasında abimi beyaz bir bulut üzerine elleri iri nur yüzlü yan yatmış bir vaziyette tespih çekerken gördüğünü söyledi bunu yaşadıktan sonra içi ferahlamıştı artık eskisi kadar ağlamıyordu. Afganistan’da kaç ay kaldı? Bu süre zarfında mektuplaşıyor muydunuz? 15 gün kadar Pakistan’da dil öğrenmek için kaldı sonra Afganistan’a geçip farklı cephelerde 10 ay kaldı. Şehit düştüğü son cephede iken o bölgeyi fethedip aile ziyareti yapmak istiyormuş fakat nasip olmadı. Şehit olduğunda komutanı onun için ‘’ şehit olacağını biliyordum gözlerinde çok büyük bir aşk vardı.’’ Demiş. Sürekli cephede olduğu için biz mektup göderemiyorduk, ulaşmıyordu. Şehit olduğunda size ulaşması için bir mektup bırakmış, bunun dışında bir mektup var mı? Onun dışında birçok mektubu var, biz gönderemiyorduk ama sürekli yazıyordu. Mektuplarında dünyalığa meyletmememizi Allah yolunda mücadelede bulmamız gerektiğini yazıyordu. Fakat bazı mektupları anneme okuyamıyorduk, çünkü savaşa gittiğini anneme şehit olana kadar söyleyemedik, bunu kaldırabilecek güçte değildi. Çok farklı bir yaşantı tarzı vardı, kısacası şehadeti hak etmiş bir gençti. “Allah kaç diploma aldın, kaç para kazandın, hangi arabaya bindin diye sormayacak. Bu lüksün içinde hizmet verilmez anne, nefis kayar, ben kaybolur giderim bunları benden isteme.” derdi. Okul töreninde görev alacağı gün için annem ona kaşe mont almıştı. Onu görünce “anne, yırtık pabucu olanlar var, cebinde simit parası olmayanlar var, onların yanına ben bu kıyafetle nasıl çıkarım?” demiş, utanıp kızarıp okul ceketini giyip gitmişti. Lüks giyimden haya ederdi, övülmekten hoşlanmazdı, fazla yiyince utanırdı.
Şehid Bilal’in Ailesine Yazdığı Son Mektup “Hamd ezeli ve ebedi, Rahman ve Rahim olan Allah’a... Salat ve selam O’nun resulü, tek hayat önderimiz Hz. Muhammed (sav)’e, al ve ashabına ve O’nun yolunda giden inananlara. Sevgili anneciğim ve babacığım ve kardeşlerim, bugün Pakistan’a geleli iki buçuk ayı geçti. Şu anda Afganistan’a doğru yola çıkmayı bekliyoruz. Biraz sonra hareket edeceğiz. Allah (cc) niyetimi halis, ayaklarımı hak yol üzere sabit kılsın. Fırsattan istifade bunları yazıyorum. Bunu artık bir mektup mu kabul edersiniz yoksa bir vasiyet mi nasıl dilerseniz. Afganistan’da gitmeyi planladığımız yer İşkemiş-Tahhar bölgeleri. Afganistan ile Rusya’yı birbirinden ayıran Amu Derya kıyısında bu yerler. Buraya gidebilmemiz içjn 25 gün yol yürüyoruz. Yanımda bir Türk arkadaş daha var. Bu arkadaşla daha önce de Kunar cephesine gittik. Bunları yazıyorum ama bunlar boş şeyler. Asıl yazmak istediğim Babacığım, nasibimde gidip dönmemek, Peygamberlikten sonra en büyük mertebe şehidlik var ise ki inşaallah vardır, sizin yapacağınız Allah’ın takdirine rıza göstermek, boyun eğmek, kesinlikle isyana yönelmemektir. Şimdiye kadar İslam’ın edebiyatını yapan bizler, artık gerçeğe yönelmek zorundayız. Gerçek ne kadar acı olsa da. Sevgili anneciğim; biliyorum üniversiteye giremedim. Sizlerin boynunu buruk bıraktım. Sevgili kardeşlerim Nihal ve Zuhal; benim sizlerden isteğim İslam’ı öğrenip onu hayatınıza tatbik etmeye çalışmanızdır. Kafirin hakim olduğu yerde cihad kadın-erkek her müslümana farzı ayındır. Bunun şuuruna vararak hareket ediniz. Çeyiz-meyiz bunlar boş şeyler. Dünyaya değer vermeyin. Daha önce cepheye gittiğimde gördüm ki dünya boş, dünya yalan. Ölümün kokusunu duyunca insan telaşlanıyor. İşte ‘şu ibadeti yapamadım işte şu olmadı vs.’ Hiç demiyor ki, ‘evimin badanasını yaptıramadan gideceğim, tüh şu masa örtüsünü yapamadan gidiyorum.’ Onun için kardeşlerim İslam’a sıkı sarılın. Ve birbirinizden sakın kopmayın. Ağabeyinize de geçmiş günahlarının affı için dua edin. Ödemiş’teki diğer akrabalar, tanıdıklar özellikle Hasan Abim haklarını helal etsinler. Ben herkese hakkımı helal ediyorum Not: Bu mektup ben şehid olursam sizlere gönderilecektir...
Şubat’16 • 25
Karantina
Karantina yecek yok. “Dağlarda ağaçlardan ot bulmaya çalışıyoruz yemek için” derdi. Edebi yönü kuvvetliydi. Her anını not almış orada. Günlükleri kitap olur çok güzel not almış. Şimdi günlükler İzmir’de. Her yaşın hataları vardır. Gençken ne hatalar yapmışızdır. Ama o hep olgun, ne yaptığını bilerek geçirdi gençliğini. Çok edepliydi.
Afganistan’da komutanı çok az yiyecekleri olduğu halde önce ona ikram edermiş “sen bizim vatanımızı korumak için Türkiye’den geldin, önce sen ye” dermiş. O da “ Allah katında hiçbir farkımız yok, benim bu davaya katılma mecburiyetim var” der, herkese dağıtır ve artanını yermiş. Anne baba şefkatini Afgan mücahidlere göstermeye çalışırmış. Komutanı onun bu halinden çok etkilenirmiş. Şehit olunca “aramızdan bir yıldız kaydı, onu unutamayacağım.” demiş. İnce bir ruh yapısına sahipti. Bedeninle, ruhunla, fikrinle her şeyinle Müslümanların mutluluğunu ve sıkıntısını paylaşmak asıl donanımdır ve onda bu vardı. Nereye defnedildi? Rusya sınırında şehit düştü. Cenazenin getirilmesi olağandışıydı. Orada defnedildi. Cenazeye giden oldu mu? Savaş bitmemişti gitmemiz uygun değildi. Daha sonra da babamın rahatsızlığından dolayı gidemedik. Görsek de görmesek de o Mevla’nın huzuruna kavuştu. Bundan daha büyük bir mutluluk olamaz. İnternette iki fotoğrafı var. Biri küçük yaşlarda biri de Afganistan’da. Afganistan’da zayıflamış galiba. Gitmeden önce hafif topluydu. Afganistan’daki hali oldukça zayıf. Dağda bayırda, yi26 • Şubat’16
Abinizin hayatından gençlere ne nasihatler verirsiniz? Allah’ın karşısına çıkıp hesap vereceğimizin farkında olmanın yaşı yoktur. Çocukluğundan beri Allah korkusu taşırdı. Ahireti dünyaya küçükken tercih etmişti. Henüz küçükken gazetede Afgan cihadlarıyla ilgili haberleri okur, şehitler için ağlardı. Şehit olursam sevin, bayram et, sakın ağlama demişti anneme. Şehadetinin ardından annem korktu ağlamaya. İlk üç gün çok kötü oldu annem. Daha sonra toparladı. Gelenler düğünün mübarek olsun derdi. Yeter ki insanın kalbi Allah rızası için atsın, Rabbim neler nasip ediyor. Ödemiş nere, Rusya sınırı Hindikuş dağları nere… Rabbim ona şehadet şerbeti içmeyi nasip etti. Onlar özel insanlardı. Özel olmayı talep ettiler ve Mevla nasip etti. Dünyalık hiçbir şeyi Allah’ın davasının önüne geçirmezdi. Ona sunulan imkanları fakirlerle paylaşmak isterdi. Daha küçükken okulda bile ona yardım ve parasal sorumluluklar verirlerdi. İyiliklere hep öncülük eder, biraz da başkaları fedakarlık yapsın demezdi. Ardından onlarca kişi Afganistan’a gitmiş. Onlar arasından tanıdıklarınız var mı? Abim İskenderunlu bir abi ile tanışmış orada. Abimin şehadetinden sonra daha sık gitmiş İskenderunlu abi. Bana şehadet nasip olmadı der ağlardı o da. Şehadet haberini nasıl aldınız? Bahattin abi ve birkaç kişi geldi. Dışarıda babama söylemiş önce. Ama anneme söylemekten çekinmişler. Annem babamın yaşlı gözlerini görünce anladı. Annem kendini kaybetti. On sekiz sene seni görmeye gözüm doymadı dedi. Haberi almak da vermek de zor. Ama hiç isyan etmedi.
Tekiner Tayfur Ş
ehidlik, samimiyetle ve dolu dolu yaşanılmış bir hayat pratiğinin sonucu olarak rabbimizin muttaki kullarına bahşettiği hak edilmiş bir ödüldür. Hayatını tevhid, samimiyet, basiret ve adanmışlık kavramları etrafında kurar şehid. Siz daha hayattayken tanık olursunuz onun ortaya koyduğu kulluk pratiğinin özgünlüğüne. Sloganlar, bedeli ödenmemiş boş laflar, ikiyüzlü tavırlar göremezsiniz onun hayatında. Tekiner Tayfur da bu anlamı hayatında hep canlı tutarak yaşadı ve sonunda bir kulun rabbi katında ulaşabileceği en büyük makamlardan biri olan şehadeti kazandı. Yakından tanıdığım Tekiner Tayfur’un en belirgin özelliklerinden biri, belki en başta geleni İslami ilimlere karşı duyduğu büyük sevgiydi. Ama onun bu sevgisi kuru bir bilgi biriktirme merakından kaynaklanmıyordu. O, Müslümanların düştüğü acziyet durumunu görüyor ve bundan kurtuluşun yolunun gerçek anlamda ilim yolundan geçtiğine inanıyordu. İşte bundan dolayı İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda keserek, Arapça ve İslami ilimler tahsil etmek amacıyla Pakistan’ın başkenti İslamabad’da bulunan İslam Üniversitesi’ne varan bir yolculuğa çıkmıştı. Şehid olduğunda, İslam Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesinde son sınıf öğrencisiydi. İlimle islami çalışmaları bir arada götürüyordu ve bu ikisinin bir bütünün ayrılmaz
parçaları olduğuna inanıyordu. 1988 yılının Ocak ayının 10. günü Rabbinin dilemesiyle yeryüzündeki şahitlik misyonuna son noktayı koyarak şehitlik mertebesine ulaştı. Üniversite yarıyıl tatiline girmişti ve Tekiner, soluğu yine rüyalarını süsleyen Hindi Kuş dağlarında almıştı. Yarıyıl daha okuyup diploma (şehade) alacaktı ama Rabbimiz kendisine şehadeti ikram etmişti. Arapçasıyla birlikte ingilizcesini de geliştirmişti. İngilizceyi öğrenmekteki temel amacı dünya Müslümanlarının durumunu daha yakından tanımaktı. Bir yandan ilim öğrenirken bir yandan da etrafında olanları doğru anlamak ve anlamlandırmak çabası içerisindeydi. Şehit olmadan bir müddet önceydi. Soğuk sayılabilecek bir akşamüstü yürüyüşe çıkmıştık İslamabad’da. Her zamanki samimiyetiyle koluma girmişti ve üstad Necip Fazıl’ın ‘Kaldırımlar’ şiirini okumuştu. Peşinden başka şiirler… Tekiner Tayfur, yorulmak nedir bilmeyen bir gençti. Kıt imkanlarını zorlayarak etrafındaki mazlum müslümanlara yardım etmek için adeta çırpınıyordu. Sadece Afganistan’a gidip zalim işgalci Ruslara karşı cihad etmesinden bahsetmiyorum sadece. Babaları tarafından Çin zulmünden uzak bir şekilde ilim öğrensinler diye Pakistan’ın Lahor kentinde bir medreseye bırakılan Türkistanlı çocuklar için sıklıkla İslamabad’dan (6 saat gidiş) bu kente giderdi. Onlarla yakından ilgilenirdi. Bugün Türkistan’da Tekiner Tayfur’un başlarını okşayarak yetiştirŞubat’16 • 27
Karantina
Karantina
*Sağdan İkinci Tekiner Tayfur
diği talebeleri var. Bu Allah’ın hiç bir gayreti sonuçsuz bırakmadığının bir göstergesidir. Şişli (Kağıthane) İmam Hatip Lisesi’nde okurken arkadaşları kendisine Muhammed Taha derdi. Taha’nın not defterinde şunlar yazıyordu: ‘Müslümanların uzun zamandan beri, unutup, hatta ilmihal kitaplarından bile çıkardıkları İslam’ın en mühim farzlarındandır, cihad…’ ‘Bizim cihadımız, iki yönlüdür. Biri düşmana diğeri nefse karşı. Silahımızın en keskin yönü ise, nefsimize dönük olmalıdır. Nefsini yenemeyen, onu terbiye edemeyen, dış düşmana karşı zafer elde edemez.’ Aynı not defterinde şu duaya da rastlıyoruz: ‘Ya Rabbi kanımı, günahlarım için temizleyici kıl…’ Babası Muzaffer Tayfur amca kendisiyle yaptığımız bir röportajda Taha’nın şehadet haberini nasıl aldığını anlatmıştı: “Bir gün oğlum Taha’yı rüyamda üzeri örtülü bir şekilde yatıyor olarak gördüm. Rüyamda üzerini açtım, bir de ne göreyim Taha’nın yüzü güleç bir şekilde vefat etmiş. O günün ertesinde tanımadığım biri yanıma geldi. Ben bu tanımadığım adama ‘Oğlumun şehadet haberini mi getirdiniz?” dedim. İlk önce söylemek istemedi. Ben dedim ki ‘Ne olur söyleyin de, annesini teskin edeyim, değilse sizin söylemenizle teskin olmaz’ ve bana şehid olduğunu söylediler. Ben hanıma söyledim. Gözyaşları içinde kendimizi tutamadık. Ben hanıma dedim ‘Böyle müjdeli haber 28 • Şubat’16
herkese nasib olmaz. Üzülme, O’nu bize Allah verdi ve yine Allah uğruna şehid oldu.’ İmam Hatipten sınıf arkadaşı Hüseyin Akın şu ifadelerle tanımlıyordu O’nu: “Tekiner Tayfur hem sınıf hem de mahalle arkadaşımdı. Şişli İmam Hatip Lisesi’nde ısınmadan sorumlu başkan Nurullah Erbaş’ın tutuşturduğu sobanın etrafında oluşan sohbet halkasının en heyecanlı ve en ateşli kişisiydi. Biz dünyamızı genişletecek hayallerden bahsederken o dünyanın pabucunu ahirete fırlatacak rüyalar anlatıyordu. İçerisinde mazlum milletlerin olmadığı çok az rüyası vardı. En çok da Filistin, Afganistan, Elitre ve Moro süslerdi rüyalarını. Tabi rüyalarında Türkiye’yi de unutmazdı. Hayallerin kesaletinden rüyaların kesafetine yelken açardı. Memleketini çok seven, ayağı hep bu topraklara bağlı, ama cihanşümul perspektife sahip bir kişilikti. Tekiner Tayfur birlikte turladığımız vakitlerde Osman Sarı, ErdemBeyazıt, Arif Ay ve en çok da Sezai Karakoç ‘tan sık sık şiirler okurdu. Batıya gidip dönmeyen doğunun evlatlarından bahis açar, kendine has üslübuyla Karakoç’un o meşhur şiirini okurdu. Allah onu yeryüzünde dökülen mustazaf kanlarının şahidi olarak genç yaşta aramızdan aldı. Batıya değil doğuya gidip dönmeyen doğunun evlatlarından oldu.”
CEMAL BALIBEY İLE BAHATTİN YILDIZ ÜZERİNE RÖPORTAJ “Bahattin Yıldız, 1956 Sivas doğumludur. 1975 yılında İzmir İmam Hatip Lisesinden mezun oldu.1987 yılında Erzurum İşletme Fakültesini bitirdi. Yazıları Mavera, Güldeste, Gurbet dergilerinde ve Milli Gazete’de yayınlandı. Savaşan Afganistan, Cihat Günlüğü, Kar Çiçeği, Karda Ayak İzleri, Güllerin Vedası isimli kitapları yayınlandı. 17 Mayıs 2010 Afganistan Hindikuş Dağlarında bir uçak kazaında şehit oldu.”
B
ahaddin Yıldız ile nasıl tanıştık, oradan başlayalım.1983 yılıydı. 83 yılında Ba-
haddin Yıldız Afganistan cihadından dönmüş Türkiye’de Beşiktaş’ta bir öğrenci evinde kalıyordu. O zaman Afganistan sıcak bir gündem, Rus işgali altında. Biz de üniversitelerde bazı faaliyetler yapıyorduk. Afganistan’dan bir mücahit gelmiş dediler. Ben de Orman fakültesin-
de öğrenci temsilcisiydim. Bahaddin Yıldızı’ı fakülteye götürdüm. Fakültede konuştuk, öğrencileri topladık, onlara Afganistan’ı anlattı, cihadı anlattı. Doksanlı yıllarda ben üniversitelerde biraz ön plandaydım, sosyaldim. Bahaddin abi bundan dolayı gençlerin toplanabileceği kültürel bir merkezimizin olması lazım, bunun içinde kitaplar yayınlamalıyız, yayın evi Şubat’16 • 29
Karantina
kurmalıyız dedi. Ben çok üzerime alınmadım ve bunun için uygun biri olmadığımı söyledim. Fakat onun teşvikleri, telkinleri işe yaradı ve bizi ikna etti. Doksanlı yıllarda Atikali’de bir binanın çatı katında yayınevini kurduk. Böylece yayıncılığa birlikte başladık. İlk yayınları çıkarmada o zamanlar Bahaddin abi ile yurt dışına birlikte çıkan Pakistan’dan mezun Mahmut Osmanoğlu ve şu anda İzmir ilahiyatta öğretim üyesi olan Mustafa Özer vardı. Yayınevini kurduğumuz yer çok küçük bir yerdi. Öğrenci evi gibi ama şuanda öğrencilerin kalmayacağı bir mekan. Suyun zaman zaman aktığı , yağmur yağdığında çatısının damladığı, yazın sıcaktan durulmadığı, kışın palto ile dahi titrediğimiz bir mekan. O zaman üniversitelerde gençler çok kalabalık. O daracık mekana onlarca insan gelip gidiyor, kitaplarla ilgileniyoruz ama doğru dürüst bir sermayemiz yok. Sermayesiz bir yayınevi ne kadar devam eder? 25 yıldır buraya kadar gelmiş. Biraz önce de söylediğim gibi teknik imkanları hala zayıf olan ama liselerde, özellikle üniversitelerde okuyan geçlerin önüde bir merkez olmaya çalışan, oları barındıran, dertlerini dinleyen, onlara yol gösteren, yön gösteren bir yayın evi. Burada Bahddin Yıldız’ın teşvikleri vesilesi ile bizimde bir fonksiyonumuz olmuş oldu. Bahaddin Yıldız’dan biraz bahsedecek olursak kendisini nasıl bilirsiniz? 30 • Şubat’16
Karantina Bahaddin Yıldız çok ilginç bir insan. Ömer Lekesiz’in İslamcılık tartışmaları üzerine bir yazısı çıkmıştı internette.’’Bahaddin Yıldız’ın ellerini gördünüz mü hiç’’ o videoyu izlerseniz biraz tanırsınız. Ben Bahaddin Yıldız’ı İslamcı olarak bilirim. Niye? Nasırlaşmış elleriyle izalasyon işi yapan, inşaatlarda çalışan bir insan. Üniversiteyi bitirmiş çevresinde o kadar bürokratın olmasına rağmen, onları yetiştirmesine rağmen veya çevresinde mecliste olan insanların olmasına rağmen kendi işini kendi yapan biri. Aynı zamanda bir mücahit. Kalem tutan eli silah tutmuş. Ruslar tarafından işgal edilen Afganistan’a kardeşlerinin yardımına giden, orada savaşan, onları spor çalıştıran bir insan. Aynı zamanda da yazan bir insan . Yazan bir insan diyince aklıma şu geldi; ‘’Ben iyi yazan bir insan değilim, abilerimiz bizim mücadelemizi yazmadığı için bu iş bana düştü’’ derdi. Dolayısıyla kitaplarını bu şekilde yazardı. İmamhatipli yıllarda sporcu bir yönü vardı. Maratonda koşardı. Üniversite yıllarında kayak milli takımında bulunmuş, yarışmalara katılmış ve bazı yarışmalarda takım halinde birinci olmuşlar. Dağcılığı var. Dağlara tırmanan adam. Bahaddin Yıldız Hindikuş dağlarında uçak düştüğünde vefat etmişti ve o zamanda dağlara sevdalıydı. ‘’Hangi dağda öleceğimi ben de bilmiyorum’’ derdi ve nitekim vefatı da dağlarla kesişmiş oldu. Bahattin abi insanların derdini dinleyen bir insandı, özellikle gençlerin. Gittiği illerde otelde kalmayıp öğrenci evlerinde gençlerle kalan, onlara yol gösteren, abilik yapan bir insandı. Özellikle yazan ve çizen insanlara karşı ayrı bir muhabbeti vardı. Mavera dergisi ekibiyle bir teması vardı. Ajans 1400 olarak çekimler için Erdem Bayazıt abi Afganistan’a gitmiş ve bir cephede karşılaşmışlar. Erdem Bayazıt ‘niye yazmıyorsun Bahaddin abi’ diye sorduğunda ‘ben iyi yazan bir insan değilim, Cahit abiye karşı mahçup olurum diye yazmıyorum’ gibi bir cevap vermiş. Hatta Cihat Günlüğü kitabında da Cahit Zarifoğlu’na gönderdiği mektuplar vesilesiyle Türkiye’de Afganistan
gündeme gelmişti. Rahmetli Cahit Zarifoğlu abi “Yaz Abdülhamit oraları yaz. Sana önemsiz gelebilir fakat her şeyi yaz’’ diyerek teşvik ediyor. Cahit Zarifoğlu’nun teşvikleri vesilesi ile bir cihat günlüğü oluşturmuştur. Buradaki Abdülhamid Macid ismi de o zaman kullandığı müstehar ismidir. Diğer müstehar ismi de Ferhat Dağcı idi. Taslak olarak bıraktığı kitaplar varmış. Onlar basıldı mı? Roman gibi bir kitabı var. İnşaallah onu yayınlamayı düşünüyoruz. Kitap elime geç ulaştı, biraz da benim yavaşlığımdan dolayı olmadı. Yani kendi planımızı yapamadığımızdan dolayı olmadı. Hazreti Ali efendimizin bir sözü vardır; ‘’Ben kadere daha çok inanıyorum çünkü hiç bir şey benim planladığım gibi olmuyor’’. Yayınevini kuruluş gayesinde olduğu gibi, öğrenciler ve mezunlar geliyor. Yani bir şeyi planlayamıyorum. Bahaddin Yıldız’ın vefat yılı 17 mayıs 2010’du. İnşaallah mayıs ayına yetiştirmeyi düşünüyorum. Görüştüğünüz son günü hatırlıyor musunuz? Afganistan’a gitmeden birkaç gün önceydi. Vefatından da iki ya da üç gün önceydi. İzmir’de oturuyordu kendi bahçeleri vardı ve bahçelerinden topladığı çok iri ve sulu sulu olan erikler getirmişti. Oğluna vermem için de küçük bir paket bırakmıştı. Onu da vefatından sonra ulaştırdım. Afganistan’a gideceğinden de bahsetmişti. Hatta vefatından bir gün önce Rabbani ile çekildikleri fotoğrafı var. Bahaddin abi vefalı bir insandı. Dünyanın her yerinde dostları vardı ve fırsat buldukça onları ziyaret ederi. Bir yere gideceği zaman mekan fark etmeksizin eline bir poşet alır ve yola düşerdi. Bir gün yine bir çanta ayarladım çantanın fermuarı yok iple bağlı dışından. Böyle bir yurtdışı seyahati düşünün. Bahattin Yıldız dünyayı böyle gezen bir adamdı. Gerçekten hem seyyah
Cemal Balıbey
hem de mücadele insanı. Ama eski alışkanlığı olsa gerek elinde sürekli küçük bir makas olur onunla sakal tıraşını kendi yapar zaman zaman. Mehmet Güney abinin tabiriyle saçını sakalını berberden bile kıskanan bir adamdı. Yani kendine çok dikkat etmezdi ama yan yana oturduğunuzda anlamazdınız yani bu adam sıradan bir işçi. Konuşmaya başladığınızda kitaplardan, yazarlardan onun dolu dolu olduğunu anlardınız. Yine bir gün balkanlara gitmişti. Balkanlardan döndüğünde hemen İzmir ilahiyat fakültesinden iki tane öğrenci gönderdi oradaki insanlara, Kuran-ı kerim ayarladı ve gönderdi. Kuran-ı kerim öğretmek için iki tane talebe gitti buradan. Yani bu tip şeyleri organize eder, oradaki insanlarla temas kurardı. Dünya onun avucunun içinde, her tarafta tanıdığı olan bir insandı. Nereye hizmet götürürüm, nerede tebliğ yaparım, nerede İslam için gayret içinde olabiliriz diye düşünceleri vardı Bahattin Yıldız’ın. Gittiği yerdeki insanları unutmazdı. Türkiye’de de böyleydi, her yerde de böyle. Vefalı bir insandı gerçekten. Kendine harcamazdı, bir öğrencinin harçlığı yoksa onun cebine o harçlığı verirdi. Çok kazanan bir insan değildi ama kimseyi de harçlıksız bırakmazdı. Yine bir gün bir şehit ailesi vardı İzmir’de. Beni aradı “Cemal İstanbul’dan bisiklet bak” dedi. Bir gün yine bir dikiş makinası için unkapanına gittik. Yani geçmişte beraber olduğu arkadaşlardan şehit olan ya da zor durumda kalmış olanların çocuklarını hanımlarını düşünür, takip ederdi. Şubat’16 • 31
Karantina
Bunun dışında diğer şehitlerin sizin yanınıza uğradığını biliyoruz. Bilal Yaldızcı özellikle. Kardeşiyle görüşme fırsatımız oldu. Sizden ve Bahattin abiden bahsetti. Bilal Yaldızcı gibi bütün şehitlerin Bahattin Yıldız ile teması var. Bilal Yaldızcı’yı İstanbul’da yanımıza gönderen Bahattin Yıldız’dır. Onu Ödemiş’te öğrenciler arasında geleceği olan bir insan olarak farketmiş. Liseli arkadaşlarının yanında kalıyordu daha sonra benim yanımda kaldı. Şehzadebaşında bir öğrenci evimiz vardı. Bilal neşeli güleryüzlü gözlerinden ışık saçan bir delikanlıydı. O zaman üniversiteli arkadaşlarla İskenderpaşa camisinde bir hadis dersi vardı. Pazar günleri orada toplanıyoruz. Biz orada gençlerle şakalaşıyorduk. Gayri ihtiyari göğsüne sırtına vuruyoruz muhabbet olsun diye. Bu artık bizde alışkanlık olmuş. Bilal’e vurduğumda farklı bir tepki verdi diğerlerinden. Herkes kaçışır ya da eğilirdi Bilal ise iki elini yan tarafına doğru açar “vur Cemal abi vur” derdi. O böyle orta boylu fakat enli yani omuzlu bir delikanlıydı. Öyle bir temasımız vardı. Bilal’e ben o zamanlar bir kitap hediye etmiştim İmamın Öldürülüşü isimli. Yurtdışına
32 • Şubat’16
Karantina giderken öğrenci evinde unutmuştu. Ben onun hatırasına bu kitabı tekrar yayınladım. O zamanlar hediye ettiğimiz çok az romanlarımız vardı. Mahrem Muhacir, İmamın Öldürülüşü, Türkistan Geceleri.. O zamanki üniversite gençliğinin en çok okuduğu romanlardan biriydi. Yani şimdiki kadar bol kitap yoktu. Yine Bilal Yaldızcı’nın mektupları var. Ben askere gittiğimde Bilal şehit olmuştu. O şehit olmuş ben askere başlamışım İzmir’de. Tevafuktur, Bahattin Yıldız onun mektuplarını getirdi. Vasiyetinde benim ismim de geçiyormuş. O mektupları hala saklarım o günden beri. Güllerin Vedası kitabında da bu mektuplardan alıntı vardır. Ve yine İmamın Öldürülüşü kitabının ilginç bir özelliği var. O kitap onu etkilemiş, kitaptaki Abdullah Harun ismini cephede kullanıyordu. Bir de Bilal Yaldızcı şubat tatilinde İstanbul’a takdir teşekkür almış 15’e yakın öğrenci getirdi. Ödemiş İmam Hatip Lisesi’nden. Onları bir hafta kadar misafir ettim İstanbul’da. Eyüp Sultanı, surların önüne gelip İstanbul’un fethini, Fatih Camii avlusunda Metin Yüksel’in şehadetini, Sultanahmet Camiisini, Ayasofya’yı gezdik. Bahaddin Yıldız’ın şehidlerle tevafukları çoktur. Misalen Bahattin Yıldız anılarında bu hatırasını yazmıştır; Tahran’da Zahedan’da otobüsün yanındaydım. Bir Türk ile karşılaştım nereye gidiyorsun dedim. Zahedan’a dedi. Kaç numaradasın? dedim, 17 numara dedi. Ben de 18’i almıştım bu nasıl tevafuktu. Ağrılı Muhammed’e ben Bahattin Yıldız deyince üzerime atlarcasına sarıldı. İstanbul’dan geliyorum misafir olduğum arkadaş da Pakistan’a gidecekti yetişebilseydi birlikte giderdiniz. Pakistan’a okumaya mı gidiyorsun Muhammed diye sordum. Soranlara öyle diyorum ama senden neden gizleyeyim Keşmir cihadına katılmak için gidiyorum dedi. Bir anda bütün vücudumu ateş bastı yine bir şehitle beraber oturuyordum. (Cemal abi araya giriyor Bahattin abi Fuatla, Metin Yüksel’le İzmir’de
vurulmadan bir gün önce beraberdi, böyle bir tevafuk. O zamanlar Bahattin abi Akıncılar Ege sorumlusu ) aynı araçta aynı koltukta gidiyoruz fakat yeni bir şehidi tanımak ona yardımcı olmak çok büyük bir saadet olsa da bunu taşımak bana artık ağır gelmeye başladı. Allah’ım sen her şeye kadirsin, kalbimi genişlet. Delikanlı ‘Bana ne tavsiye edersin?’ dedi. Çok dua etmeli, sabırlı olmalısın. Bizler hangi cepheye gidersek gidelim misafir mücahitler olarak gidiyoruz. Filmlerde gördüklerimizin gerçek savaşla hiç alakası yok seyirciye hoşça vakit geçirme fantezileri onlar. Savaşsa bir gerçek her cephenin ayrı bir karakteri, biçimi var. Biz katıldıklarımıza tabi olacağız, öğreneceğiz, göreceğiz, aç kalacağız, aylarca sessiz kalacağız. Biz o cephenin mücahitlerini seveceğiz ki onlar olmasa orada islam olmaz, izzet ve şeref için onlar oradalar. En önemlisi kalplerimiz hataların eksikliklerin kabri olacak onların bir tek cephesi var, misafir mücahitlerin şehadete kadar pek çok cephesi olacak. Yola çıktığın andan itibaren sen bir mücahitsin dua et, kendine, dostlarına, coğrafyamıza, çok dua et, gönder yüce makama gitsin. Muhammed pür dikkat dinlerken gözleri derinden derine bana Bilal’in gözleri gibi bakıyordu. Kader beni bir şehitle daha karşılaştırmıştı. Daha sonra Pakistan’da Mevdudi’nin kabrini ziyaret ettik, başka yerlere de gittik, onu Lahor tren istasyonunda uğurladım. Bir gün İzmir’de aksakallılar gibi evde oturmuş bayram ziyaretime gelecekleri bekliyordum. Kapı çaldı kapıyı açtım ve Muhammed gelmişti. Şehit olmalıydı fakat tam karşımdaydı sarıldık, muhabbet ettik misafir etim. Yine bir bayram günü evde bekliyorken ilahiyatta okuyan bir genç bayramlaşmak için geldi ‘Muhammed’den haberin var mı?’ dedi. Hayır dört yıl önce Keşmir’den dönünce uğramıştı dedim. ‘O, çeçen Rus savaşında Dağıstan’da şehit oldu.’dedi. Demek o da şehit oldu Keşmir’den dönünce şaşırmıştım nasibi Dağıstan’daymış. Bir ömre bedel hafızamız olmuştu. İnna lillahi
Cemal Balıbey
ve inna ileyhi raciun. O sözünde durdu, darısı başımıza inşallah.” Bahattin Yıldız’ın vefatından sonra Gerçek Hayat’ta bir kapak çıktı, bir adamın Afganistan ısrarı diye. Oralarda cihad etmiş, oraların ekmeğini yemiş, yıllar sonra oraya yetimhane kurmaya gidiyordu. Oradaki insanların çocuklarını Rus emperyalizmine, Amerikan sömürgesine teslim etmememiz lazım başıboş bırakmamamız lazım diye İslam ümmetinin derdiyle dertlenen bir isimdi. Bu sebeple onun hakkında çıkan yazıları “Ümmetin Yüreği” ismiyle yayımladık. Cahit Zarifoğlu’nun 1981 yılında Mavera dergisinde yayımlanan ‘’ Şehitler Afgan’’ şiirinin Bahattin Yıldız için yazıldığını pek çok kimse bilmez. Bahattin Yıldız kitaplarının çoğunu şehitlere atfetmiştir mesela “Cihad Günlüğü”nü Afganistan’ın bağrına birer lale olarak diktiğimiz Bilal Yaldızcı ve Tekiner Tayfur’un aziz hatırasına diye ithaf etmiştir. Aynı şekilde kar çiçeğini Fuat Çağlar’a ithaf etmiştir. Yine Fuat Çağlar’dan Güllerin Vedası kitabındaki Şehidin Başucunda bölümde bahsetmiştir. Bu röportajı okuyacak gençlere ne demek istersiniz, nasihatiniz nedir? Nasihat etmek zor bir şey önce insanın kendisine nasihat etmesi lazım. Hayatı boşa geçirmeyin gençler. Hayatı müsvedde yaşarsanız temize çekmeye vaktiniz olmaz. İlimle, irfanla, hareketle birlikte olun. Etrafınızdaki insanlarla tanışın, onlarla birlikte neler yapabileceğinizi düşünün. Davete çağrılan değil çağıran olun. Derdi olan insanların birbirine sarılması lazım. Şubat’16 • 33
Karantina
Karantina
1980 Dönemi Türkiye İslâmi Mücadelesi Şehitleri
AHMET HATTAPOĞLU (28 AĞUSTOS 1978) Ahmet Hattapoğlu 1959 yılında Mardin’in Yalımköy Köyünde doğdu ve ilkokulu orda bitirdi. Mardin’de bulunduğu sıralarda MTTB’ye katılmıştı. Mardin Kireç Fabrikasında çalışıyordu. 19 yaşındayken, 28 Ağustos 1978 günü Marksist düşünceye sahip “Kurtuluş Fonksiyonları”nın Müslümanlar üzerine düzenlediği saldırılar sırasında silahlı bir şahıs tarafından kalbinden vurularak şehit edildi.
CELİL YILDIRIM (16 HAZİRAN 1978) Safranbolu doğumlu Celil Yıldırım 22 yaşında Üniversite imtihanlarına girecekti. 34 • Şubat’16
Bir gün öncesinden imtihan yerini görmek üzere Anıttepe Lisesi’ne gitti. Komünistler karşıladılar ve hüviyetini sordular. İmam hatip ve Vakıf Yurdu hüviyetlerini gösterdi. Hiç bir şey söylemeden tabancalarını çıkardılar ve ensesine ateş ettiler. Arkadaşları Celil’i bütün gün kollarında hastane hastane dolaşarak taşıdılar ama hiçbir hastane tarafından kabul edilmediler. Celil arkadaşlarının kollarında şehit düştü.
DURMUŞ ÖZTÜRK (6 EYLÜL 1980) Dönemin MSP Yenimahalle ilçe başkanı Numan Öztürk’ün oğlu olan Durmuş 6 Eylül sabahı sabah vakti Konya’da düzenlenen “Kudüs’ü Kurtarma Günü” mitingine katılmak için evinden ayrılmıştı. Kafile otobüsünün bulunduğu yerden giderken askerler tarafından aniden etrafı sarılan Durmuş
İslami kitaplar satıyordu. Bulunduğu muhitte Dev-sol tarafından istenmeyen adam ilan edilmişti. 21 Ocak sol ideolojiye mensuplar tarafından kurşunlanarak şehit edildi.
mukavemet göstermemesine rağmen kurşunlanarak şehit edildi.
ERDOĞAN TUNA (25 ARALIK 1978) MTTB Edirne Teşkilatı Müdürlüğü vazifesi kendisine verilen Erdoğan23 Aralık Cuma beraberinde 3 arkadaşıyla akşam namazından dönerken önüne 50-60 kişilik bir ırkçı grup çıktı. Arkadaşları kaçma mücadelesi verilirken Erdoğan ellerine düştü ve 14 yerinden bıçaklanarak şehit düştü.
GÜRSEL KABADAYI (21 OCAK 1980) 1961 Bayburt doğumlu Gürsel Çeliktepe camii önünde
HASAN SÜREL (29 MAYIS 1978) 1961yılında Manisa’nın Sarıgöl ilçesinin Tınazlar Köyünde dünyaya gelen Hasan 29 Mayıs 1978 günü Konya’daki “Fetih ve Gençlik Günü”ne katılmak için Konya’ya geldi. Yaklaşık iki yüzbin kişinin katıldığı mitingin sonunda çıkan olayları polis cop, sis bombası ve silahlarla dağıtırken Hasan Sultan Selim camiinden çıkmaktaydı ve kurşunlara hedef olarak şehit düştü.
HÜSEYİN KURUMAHMUTOĞLU (15 TEMMUZ 1987) 1 Eylül 1980 ihtilalinde Bafra MHP davasından 18 yaşında Mamak Askeri Cezaevine
atılan Hüseyin şehadetine kadar yani 25 yaşına dek burada kalacaktı. 1984’de içinde bulunduğu siyasi gruptan ayrılan Hüseyin cezaevinde dini inancından dolayı birçok işkence gördü. 1986 yılında gördüğü işkencede ağır yaralan Hüseyin kaldırıldığı hastane de 4 ay tedavi gördükten sonra şehit düştü.
KEMAL ÖZDEMİR (16 KASIM 1978) 1962 Maraş doğumlu Kemal Kayseri İmam Hatip Lisesinde okumaktaydı. Lise dönemi boyunca bir çok İslami faaliyette ön planda bulunmuştu. Düvenönü meydanında planlanan “Hicret Mitingi” sırasında 4kişilk bir grup tarafından açılan ateş sonucu şehit düştü.
MEHMET BAYDIN (30 HAZİRAN 1978) 1955’te Çerkeş’te doğan Hacettepe Üniversitesi Elektrik Mühendisliğinde okurken
MTTB Ankara Teşkilatı Sekreterliğini yapıyordu. Solcu gruplar tarafından sürekli tehdit edilen Mehmet 30 Haziran sabahı nöbetçi olarak kaldığı dairenin yanındaki dut ağacının yanı başında şehit düşmüş vaziyette bulundu ve bu faili meçhul olayınüstü tek görgü tanığı daire çaycısının sürekli ifade değiştirmesinden sebep örtülmüş oldu.
MEHMET DOĞRUYOL (10 MART 1978) Orhan Gazi Lisesinde etkin solculara rağmen islami faaliyetlere devam eden Mehmet bir çok yolla yıldırılmaya çalışılmıştı. Nihayetinde Cuma günü Cevizli Tren İstasyonunda pusuya düşürülüp solcu gruplar tarafından taranarak şehit düşürüldü.
METİN AVCI (2 ARALIK 1979) Şehadetinden birkaç yıl önce sol ideolojiye sempati duyan Şubat’16 • 35
Karantina fakat daha sonra islam’a yönelen Metin soğuk demircilikle uğraşmaktaydı. 2 Aralık günü ülkücüler yolunu kesip “ülkücü olup olmadığını” sorunca Akıncılar Derneği’ne üye olduğunu söylemiş bunun üzerine bu grup tarafından bıçaklanarak şehit düşmüştür.
MUSTAFA BAŞAL (26 HAZİRAN 1980) 26 Haziran 1980 günü Mustafa Başal akşam vakti evinden işine dönerken önüne çıkan “Kurtuluşçu” ismi altında çalışan solcular tarafından saldırıya uğradı. Ağır şekilde yaralanan Mustafa kurtarılamayarak şehit düştü.
MUSTAFA BİLGİ (21 EYLÜL 1969) Bolu-Ekinciler köyünde doğan Mustafa İstanbul’da Pertevniyal Lisesine kaydoldu. MTTB Orta Öğretim Baş36 • Şubat’16
Karantina kanlığı yaptı. MTTB’nin spor odasında kalmaktayken solcu grupların odaya düzenledikleri bombalı saldırıda şehit düştü.
MUSTAFA EMEKSİZ (6 KASIM 1978) 1 Mayıs 1958’te Karaisalı’nın Başkuf köyünde doğan Mustafa Adana İmam Hatip Lisesinde eğitimi sürdürmekteydi. 6 Kasım 1978 günü solcu gruplar tarafından bıçaklandı. Yaralı bir şekilde 1 km ötedeki İhsan Önal Hastanesine gitmesine rağmen solcuların tehditleri nedeniyle kendisine bakılmadı ve şehit düştü.
MUSTAFA SEVİM (7 EKİM 1979) 1943 Erzincan doğumlu Mustafa Sevim askerlikten sonra İstanbul Sanayi Mahallesine yerleşip çeşitli işlerde çalıştı. DevSol’un kontrolündeki mahallede “sakallı
hoca” diye anılan Mustafa Sevim 7 Ekim ikindi vakti kafasının arkasına sıkılan 6 kurşunla şehit edilmiştir.
MUSTAFA YAŞAR (16 HAZİRAN 1980) İstanbul Esenler’de Akıncıların başkanlığını yürüten Mustafa Esenler’de gençleri örgütlüyor ve islami faaliyetler yürütüyordu. 16 Haziran günü akşam namazı dönüşü komünistler tarafından şehit edildi.
MÜNİR KAYA (9 NİSAN 1980) 1959 Gümüşhane Örenşehir doğumlu Münir Kaya 1967’de İstanbul’a gelerek Çeliktepe Mahallesine yerleşti. Hem MSP hem de Akıncılarla çalışan Münir 9 Nisan 1980 akşamı çalıştığı işten evine dönerken yolda şehit edildi.
RECEP SUCU (8 AĞUSTOS 1980) 8 Ağustos 1980 günü Fikirtepe’de arkadaşıyla islami dergi satmaya çalışan Recep Sucu bir grup solcu tarafından bıçaklanarak şehit düştü.
SALİH KARA (18 AĞUSTOS 1978) 1958 Sivas doğumlu Salih Kara 70’li yıllarda organize olmaya başlayan Fikirtepe’deki İslami Gençlik ile birlikteliği oldu. Uzun süre sol gruplar tarafından tehdit edilen Salih bir Cuma sokak başında kıstırıldı ve sırtından ve yüzünden vurularak şehit düştü.
SEDAT YENİGÜN (5 TEMMUZ 1980) İslami Hareket gazetesinde bilfiil katkıda bulunan Sedat Yenigün edebiyat öğretmeni ve İhsan Mermerci Lisesinde müdür muavinliği yapıyordu. MTTB yönetim kurulu üyeliği de yapan Sedat Yenigün Fatih Akşemseddin’de 5 Temmuz Cumartesi günü şehit edildi.
SENAİ TAN (27 TEMMUZ 1978) 1961 Tunceli doğumlu Senai Tan oldukça fakir bir ailenin çocuğuydu. Ortaokulda iken MTTB ile tanışan Senai Tan, bir MTTB sempatizanı olarak büyüdü. 27 Temmuz günü Kırk Dutlar Mahallesinde faili meçhul bir şekilde şehit oldu.
ŞEHMUZ DURGUN (23 EKİM 1985) İTÜ Makine mezunu Şehmus Durgun MTTB teşkilatı içerisinde aktif rol üstlenirken aynı zamanda Şehmuz, Milli Gençlik ve Çatı gibi dergilerde denemeler ve yazılar yazdı. “İnkılapçı Gençliğin Stratejisi” adlı yazısından yargılandı ve Bayrampaşa ve Çanakkale cezaevine yatırıldı. 23 Ekim günü kanlar içinde şehit düşmüş vaziyette bulundu.
ZEKİ ULUÇAY (7 EKİM 1978) Malatya İmam Hatip 2.sınıf öğrencisi olan Zeki Uluçay 7 Ekim günü Malatya’da etkin olan sol gruplar tarafından önce boğularak şehit edilmiş ve ardından da cesedinin ağzına toprak doldurulmuştur. En genç şehitler arasındadır.
Şubat’16 • 37
Karantina
Karantina
“Sedat Yenigün Birleştirici Bir Önderdi.” Şemsettin Özdemir ile öğretmen arkadaşı Sedat Yenigün’ü konuştuk.
S
edat Yenigün nasıl bir insandı. Kendisi ile ilişkiniz nasıl başlamıştı? Benim rahmetli Sedat Bey ile ilişkim 1973 yılında Cevizlibağ Atatürk Öğrenci Yurduna dayanıyor. Biz orada kalırken rahmetli yurdun bir bölümünün müdür yardımcılığı görevini yürütüyordu. Orada tanışıklığımız oldu fakat çok yakın değildik. Öteden beri Sedat Bey’in yaptığı çalışmaları takip ediyorduk. Kendisi sık sık Beyaz Saray dediğimiz kitapçıların bulunduğu hana gelirdi. Enderun kitabevinde takılırdı ve bize uğrardı. İslam dünyası ve Türkiye’de yürüttüğümüz mücadele hakkında beraber toplantılarda birlikte bulunurduk. Yakın dostluğumuz ise 1979 yılında ben, Vahap Yaman ve Mehdi Çetinbaş birlikte İhsan Mermeci Lisesi’ne tayin edildiğimizde başladı. Rahmetli İhsan Mermerci lisesinde müdür yardımcılığı görevini yürütüyordu. Kendisiyle beraber çok kısa bir süre çalışma imkanı bulduk. Biz 3 Mart 1979’da göreve başladık. Kendisi ise 3 Temmuz 1979’da alçakça bir saldırı ile şehit edildi. Bu kısa süreli çalışma arkadaşlığımız boyunca kendisiyle İslam dünyasının geleceğine dair epey istişarelerde bulunuyorduk. Kendisinin sisteme ve eğitim düzenine ciddi eleştirileri vardı.
38 • Şubat’16
Sedat Yenigün İslami Mücadele içerisinde nasıl bir figürdü? İslami Mücadaleye nasıl katkılar sundu? Sedat Yenigün kucaklayıcı bir arkadaştı. İslam toplumu arasında ayrılıkları ortadan kaldırmak için çabalayan, ayrıştırıcı değil birleştirici bir rol üstlenmeye çalışırdı. Bazılarının hizipleşmeyi teşvik ettiği bir ortamda rahmetli bütünleştirici ve birleştirici bir figür olarak öne çıkıyordu. Tartışmalarda ürettiği düşünceler ile İslami Mücadelenin fikri kalitesini artırıyordu. İslami Hareket dergisinin aktif yazarlarından biriydi. Şahsi kanaatim bu yönü sebebiyle hedef alındı ve şehit edildi. Çünkü rahmetli İslami Mücadelede kalitenin artırılması anlamında ciddi çalışmalara öncülük ediyordu. Fikri üretiminin zirve yıllarındaydı. Bir çok konuda rahatsızlıkları vardı. Siyasette gelişen cereyanları komik buluyordu. Hatta İslami Hareket’te ki son yazısı “gel ey zulüm, zulmün ta kendisi” başlığında yayınlanmıştı. Toplumsal olayları eleştiren bir yazıydı. Şehadeti nasıl gerçekleşti? Şehadet haberini nasıl aldınız? Rahmetli İhsan Mermeci Lisesinde müdür yardımcılığı yaparken o dönem polisler dışarıdan lise bitirme imtihanlarına giriyorlardı. Bir gün yüz civarı polis diplomasını almaya gelmiş-
ti. İki sivil poliste rahmetlinin odasına girmişti. Rahmetli bize iki sivil polisi işaret ederek gıyabında tanıştırdı. Yine bir Cumartesi günü dışarıdan bitirme imtihanlarının sınav kağıtlarını okumak için toplanmıştık. Saat öğlen üç gibi Sedat bey rahmetli Ahmet Şişman ile okuldan ayrıldı. Yine şehadet gününden bir buçuk ay önce ben, Vahap Yaman ve Mehdi Çetinbaş’a birlikte İstanbul Erkek Lisesi’ne geçme teklifinde bulunmuştu. Böyle bir teklifin olduğunu ifade ediyordu. İstanbul Erkek Lisesi o dönem stratejik bir okuldu. O günün ertesi günü ben sabah erken kalktım bizim Siirt Yurdu vardı. Oraya gittim arkadaşlarla beraber takıldık, muhabbet ettik. Hatta rahmetli Sedat beyi güzel sözlerle andık. Yurttan çıktım eve doğru giderken bir milliyet gazetesi aldım. Eve çıktım tam kapının önünde gazetenin üstüne baktım. İhsan Mermerci Lisesi müdür yardımcısı Sedat Yenigün öldürüldü haberiyle karşılaştım. O an tabi başıma kaynar sular döküldü. Şehadeti akşam saat dokuz civarında gerçekleşmiş. Sedat Bey her zaman traş olduğu Yavuz Selim Caddesindeki berberine gitmiş. Orada otururken silahlı militanlar berberi basıp kendisini şehit etmişler ve yanına bir bildiri bırakmışlar. Şeriatçı İntikam Tugayı (ŞİT) yazıyordu. O zaman işlenen cinayetlerde genelde böyle anlamsız örgüt isimleriyle bildiriler öldürülen kişilerin yanına bırakılırdı. Daha sonra biz bu olayın ardından meselenin üstüne gitmeye çalıştık. Diplomalarını almaya gelen polisleri devreye soktuk. Meseleyi onlarda araştırdılar fakat bir adım ileri gidemediler. Enterasan olan Sedat Bey’in bize gösterdiği iki sivil polis diplomasını almaya gelmedi. O dönem zaten çok kaotik bir ortam vardı. Yani her gün beş kişi on kişi öldürülüyordu. Çatışmalar tüm şehirlere yayılmıştı. Böyle bir ortamda cinayetin üzerine gitmek gerçekten çok zordu. Benim şahsi kanaatim Sedat Bey’in kuşatıcı ve birleştirici yönü sebebiyle karanlık bir takım mahfiller Sedat Bey’den kendileri lehine çalışmasını istemiş olabilirler. Sedat Bey bunu kabul etmeyince infaz ettiler. Bize getirdiği İstanbul Erkek Lisesi teklifinin bu cinayetle bir ilişkisi varmıydı bilmiyorum fakat Sedat Bey Türkiye’nin o karanlık vadisinde, puslu vakitlerinde bir tuzağa kurban gittiğini düşünüyorum. Sedat İslami harekete
ufuk çizen, önderlik yapan rolüyle bazı ahlaksızların isteğini yerine getirmedi ve bu yüzden hedef haline getirildiğini düşünüyorum. Çünkü Sedat ülkücü değildi ve o zaman ülkücü-akıncı çatışmaları yoğunlaşmamıştı. Ayrıca fanatik bir akıncı da değildi. Makul düşünen bir insandı. Öldürülmesi izah edilemeyecek bir insandı. Biz bu cinayeti açıklamayamadık ve o gün bugündür bu cinayet aydınlatılmadı. 36 sene sonra halen Sedat Yenigün cinayetinin üstündeki perde neden kaldırılmıyor? Sedat Yenigün’ün talebeleri ve arkadaşları devletin önemli makamlarına geldiler. İsteseler bu cinayeti aydınlatamazlar mı? Doğrudur Sedat Bey’in arkadaşları ve kendisinin emek verdiği insanlar uzun süreden beri iktidarda. Kendisinin yakın arkadaşlarından Yaşar Karayel bu konunun üzerine gitti fakat bir aydınlanma olmadı. Hükümet olmak başka devlet olmak başka bir şey. Hükümet şimdiye kadar hangi faili meçhulü aydınlatabildi ki Sedat Yenigün cinayeti karanlık kalmış olsun. 1977 1 Mayıs olayları aydınlatılamadı, Sivas olayları aydınlatılamadı. Arkadaşları ihmal mi ettiler yoksa uğraştılar fakat bir sonuç çıkaramadılar mı bu konu hakkında bilgi sahibi değilim. Sedat’ın tetikçisi belki bugün bulunabilir fakat bu önemli değil ki. Önemli olan hangi plan dahilinde vurulduğudur. Türkiye bugün girdiği süreçte 80 öncesi ve sonrası yaşanan faili meçhul cinayetlerin arkasındaki asıl planlayıcıları ortaya çıkartmadıkça gelecekte de rahata eremeyecektir. Devlet ile millet eğer uzlaşacaksa devlet bu sır perdelerini kaldırmalı ve bu cinayetlerin arkasındaki tezgahı deşifre etmelidir. Şubat’16 • 39
Karantina
Karantina
Selami Yurdan Selami Yurdan, Ağrı Patnos’ta 1966 yılında doğmuş. Daha sonra İstanbul’a gelen Selami Yurdan ticaret işiyle uğraşmıştır.1992 yılında Bosna’da başlayan Sırp zulmüne karşı çıkmak ve Boşnak kardeşlerine yardım etmek için Bosna’ya gitti. 22 Ağustos günü Sırpların yoğun saldırısı ile şehit edildi. Selami Yurdan şehadeti ile, 1992-1995 Bosna Savaşı’nın ilk Türkiye’li şehidi sıfatına erişti. *Röportaj şehidin ağabeyi Recai Yurdan ile yapılmıştır.
Şehit Selami’nin içinde büyüdüğü atmosferi bizlere anlatır mısınız? Selami ailemizin üçüncü evladı olarak dünyaya geldi. Her çocuğun yaşadığı rutin çocukluğu o da yaşadı. Ağrı’dan İzmir’e oradan da İstanbul’a geldik. 1978 yılında İstanbul’a geldiğimizde okullarımızı bırakarak hepimiz çalışmaya başladık. 80’li yıllarda 12 Eylül darbesiyle beraber İslami bir rüzgar esmeye başlamıştı. Ailece bu rüzgarın içerisine girmiştik. Ailemiz İslami bir yapıya sahipti. Milli görüş geleneğinden geliyoruz. Ders gruplarının, çalışmaların aktif olarak içerisine girmişti. Şehit Selami’yi bizlere anlatır mısınız? Şehitlerin simaları farklı, hayatı yaşayışları aynıdır. 20’ye yakın şehit düşmüş insanın şahid olarak yaşadığını bizzat gördüm elhamdülillah. Ruhları, yaşantıları, fedakarlıkları ile birbirlerine benziyorlar. 80‘li 90’lı yıllarda ekonomik olarak insanlarımız bugünkü müreffeh yaşantıları içerisinde değildiler. Yardımlaşma, 40 • Şubat’16
fedakarlık en asli iş idi. Selami de iş yerini kurmuş çalışıyordu. Araba almıştı. O zamanlar ilaç almak, hastaneye gitmek zor işlerdi. Hasta olanlar Selami’ye gelirdi. İnsanları hastaneye götürür ilaç alırdı. Selami böyle derdi “ İşimizden de dişimizden de fedakarlık edip mücadeleye aktarmalıyız ” . İş saatleri içerisinde vaktini insanlara ayırır hasta ziyaretlerine gider yardımlar için koşuştururdu. İki pantolonu, 2 gömleği vardır en fazla. O zamanlar öyle idi. Selami fedakarlık konusunda ciddiydi. Fedakarlık denince akla o gelirdi. Üzüldüğünde, sıkıldığında, düşünmek istediğinde tek başına mezarlık ziyareti yapardı. Saatlerce kalırdı. Tartışma ortamlarında durmazdı. Aile içi olsun arkadaşları arasında olsun. Bunun bize bir getirisi olmaz derdi. Salavat çekerek, tekbir getirerek o ortamı terk ederdi. Bu çok belirgin bir özelliğiydi. Arkadaşları ona Albay diye seslenirdi. Dediğim gibi çok fedakardı. Sanki Selami doktor, onları iyileştirecek derdi olan, tasası
olan, kederi olan gelirdi. Kendisinin iş yerinde bir demliği vardı. Biri geldiğinde hemen iki tane çay doldururdu. Öyle şimdi ki gibi pet bardaklar falan yok, kirli kirli bardakların etrafı sapsarı olmuş, içerdik. Gençlerle özellikle kendisi genç olmasına rağmen bir alt gençlerle ilgilenirdi. Arkadaşının birisi küpeli birini hakir görünce “küpeli deyip hakir görmeyin sakın ha öyle demeyin ‘’ diyor. Gençlerle ilgilenirdi, insanlarla ilgilenirdi gerçekten insanlar için fedakarlık yapardı. Bizim akşamları ders-sohbet halkamız olurdu, o zaten görevimiz biz işimizden fedakarlık etmeliyiz derdi. Şehadete gidişi nasıl oldu. Öncesinde Afganistan cihadına katılmayı düşünmüş müydü? Afgan cihadına katılmak çok istiyordu. Nasip olmadı. Maddi olarak yardım topladı, yolladı. Ardından Bosna’da savaş başlayınca oraya gitmeye karar verdi. Gitmeden arkadaşlarıyla, büyükleriyle istişare etti. Ailesine haber vermeden gitmedi. Gidecekleri gün Şehid Şeyh Said’in şehadet yıldönümüydü. Ceziri Kasım Camisi Hürriyet gazetesinin karşısında açılmıştı. Bu bizim için bir devrimdi. Anma programını da orada yapmıştık. Programın ardından arkadaşlarıyla gittiler. 5 arkadaşlardı. Hepsi farklı cemaatlerdendi. Vedalaşırken babama “ baba yurtdışına ticaret yapmaya gidiyorum” dedi. En güzel ticareti yaptı. Cephe için özel bir kıyafet diktirmişti. “ Abi dua et, bu benim kefenim olsun şehid olayım “ dedi. Sarılıp ayrıldık.
İstanbul’da çeşitli yerlerde gıyabi cenaze namazları olmuş. Atmosferden ve o günlerden bahseder misiniz? Bir gün sonra düğün yemeği ve gıyabi cenaze namazı oldu Halkalı’da. Ardından vasiyeti üzerine Beyazıt meydanında cenaze namazı kılındı. Bir yazıda DGM’de dayak yediğini okuduk. O olaydan bahseder misiniz? Selami bütün İslami gösterilerde (o zamanki gösteriler meşhurdu) önde yer alırdı. DGM’de Müslümanlar yargılandığı zaman (DGM yani ‘’Devlet Güvenlik mahkemesi’’ şuanda öyle mahkemeler kalmadı),onun önünde de dayak yedi, Eminönü’nde de dayak yedi, Beyazıt’ta da dayak yedi, bir resmi var o polisle çatıştığı yer, Devlet Güvenlik mahkemesi.
Şehid olduğunda kaç yaşındaydı şehadetini anlatır mısınız? Haberini nasıl aldınız? 26 yaşında şehit oldu. O zamanlar bugünler gibi değildi. Şehadetini 3 gün sonra öğrendik. 1 kurşunla vurulmuş. Son kez 5 tekbir getirmiş. Şehadet haberini aldığımızda babamızın yanına gittiğimizde haberi getirenlere “ Selami şehid mi oldu?” diye sordu. Sakın ağlamayın bugün oğlumun düğünüdür.” dedi. Şubat’16 • 41
Karantina
Karantina
ŞEHİTLERE İTHAF EDİLEN MARŞLAR
Tabi ki duyarlı Müslümanın canlı olması için meydanlar da olması lazım. Yani sadece sohbet yaparak, gençleri tutamazsın, gençtir insanlar, meydanlarda olacak, alanlarda olacak. Alanlar da olmamız gerektiğini söylerdi ve yaşardı kendisi. Müslümanlar canlı olmalı sadece ders halkaların da değil her yerde, bütün bir ağ gibi. Mesela biz sohbet yaptığımız zaman bazen Bayrampaşa’dan Fatih’e yürürdük Selami ile. Niye yürürdük? Geçen gün de aklıma geldi. Biz Allah için spor yapardık. Devrim yapacağız diye, çatışacağız diye, sağlam, çevik olalım diye. Hepimiz öyleydik. Şimdi de sağlığımız için spor yapıyoruz. Günlükleri Bosna’dan mı geldi yoksa önceden tuttuğu günlükler mi? Gizli tuttuğu günlüklerdir, hiç kimsenin haberi yoktu. Arkadaşa teslim ediyor ’’Eğer ben şehit olursam, bunları yakacaksınız, kimse görmeden’’. Onu ağabeyim o arkadaştan emaneti aldı, biz o günlükleri öyle gördük. 90’lı yıllarda yani şehadetinden iki sene önce, zaten günlüklere bakarsanız gazete kağıtlarının arkasına, oraya buraya yazmış yani öyle bir normal günlük değil. Gece bazen ‘’Abi çay ver, biraz şeker ‘’ derdi. Gece bakardım tık tık kapımı çalıyor, karşı komşusuydum. Çok az uyurdu.
42 • Şubat’16
Biliyorsunuz dergi gençlere hitap ediyor, gençlerin rehaveti malum, biz de dahiliz içerisinde, bu şehadetlerden nasıl bir yol çizelim kendimize, şehitlerin yolunu nasıl takip edelim? Kafe ve internet ortamından gençlerimizi uzaklaştıracak farklı etkinliklere sokmak lazım. Allah razı olsun Genç Öncülerden o konuda gayet güzel görüyoruz. Gençleri korumak için çabada bulunan birkaç cemaatden biri de sizlersiniz. Ablaların ve ağabeylerin fedakar olması lazımki çocuklar, gençler o fedakarlığı görsün. Eğer o ablalarımız ve ağabeylerimiz sadece söylemde kalırsa o gençlere tesir etmez. Biz genç iken başörtünün kıymeti vardı. Sakalın kıymeti vardı. Müslüman gencin kıymeti vardı. Bizi aşağılarlardı. Başörtülü bacılarımıza yobaz, gerici derlerdi ama biz o yobazlıktan iftihar ederdik. Ayaklarımızı vura vura yürürdük onların karşısında. Alana inmek lazım. Birebir ilişkiler çok önemli. Selami onu yapıyordu. Gençlerle oturup muhabbet ederdi. Tanıdığı insana koşuyordu, gece kalkıp yatağından gidebiliyor musun bir arkadaşının bir dostunun yanına? İşte dertli bir insan için bu tavırlar mühim. Para göndereyim falan değil. Birebir olmamız lazım alanlarda. Selami ve şehitlerimiz bunu yapıyordu.
Şehid Hüseyin Kurumahmutoğluna...
Şehid Metin Yüksel’e..
Sen bir güvercin uçuşursun göklerde Ay ondördünü kuşanmış enginlerde Adın Hüseyin adın destan dillerde Hüseyin canım...
Molla Sadrettin’in mahdumuydu Doğu’nun ezilen çocuğuydu Ey mücahid metin yüksel Bizlerin önderi siz şehitler
Sığdıramadı mamak seni kafese Kırdın dağıttın zindan duvarlarını Gittin umuda buldun sevdalarını Şehadetle gülüm....
Metin Yüksel ölmedin sen ölmedin sen Metin Yüksel ölmedin sen
Bak işte canım bir ordu olmuşsunuz Can vermişsiniz yeşil sarık uğruna İşte kainat bizim ellerimizde Hüseyin canım... Küfrün bağrında yeşermiş ormanlarız Kıskanır bizi güneş ay ve yıldızlar Tanısın dünya bilsin biz Müslümanız Hüseyin canım... Sığdıramadı mamak seni kafese Kırdın dağıttın zindan duvarlarını Gittin umuda buldun sevdalarını Şehadetle gülüm.
Molla Sadrettin’in en yiğit oğlu Metin’in ölmedi cennete doğdu Her şehid bir adımdır zafere Her zafer bir umut kutlu yere Metin Yüksel ölmedin sen ölmedin sen Metin Yüksel ölmedin sen Molla Sadrettin’in alnı secdede Metin’in annesine şehadet müjde Ağla müslümanım haline ağla İslam ülkesinde garip bu dava Metin Yüksel ölmedin sen ölmedin sen Metin Yüksel ölmedin sen Şubat’16 • 43
Karantina
Karantina Şehid Furkan Doğan’a...
Fuat Çağlar’a ithafen bir civan uğurladık bizim illerden gezdi dolaştı dünyayı gördü zulümler tutuştu bir ateş yandı derinden fuad’ım yiğidim kurban yoluna çok canlar feda ettik sevdan uğruna bir cansız beden bıraktın garip ellerde uçurdun can kuşunu sen ebedlere karşıladı seni rıdvan selamlar ile haberin gelir bize seherler ile gecelerde nefesin yüreğimizde büründün şimdi firdevsin yeşillerine kucaklaştın muhabbetle yarenler ile yudumladın kevser’i rasul elinde fuad’ım yiğidim selam sizlere yolumuz aydınlandı cesaretinle
Şehid Selami Yurdan’a.... Selamiye Özlem Gece karanlığında bir yiğit çıkmış yola Elinde mavzeriyle alnı sanki yıldızlarda Adı bilinmez müslüman ver elini götür bizi Götür bizi uzaklara özgürlüğün diyarına Hak uğrunda geçen günler pekiştirmiş yüreğini Ekmek değil istediği izzetli bir yaşam diler Adı bilinmez müslüman ver elini götür bizi Götür bizi uzaklara özgürlüğün diyarına
Ey Mavi Marmara’nın en genç şehidi Gençliğin baharında Muhammed Furkan Sen İsrail Zulmünün canlı şahidi Daha on dokuzunda Muhammed Furkan Özgürlük gemisinin ey güzel ferdi Ey zamanın Musab’ı, ey civan derdi Seni yola düşüren Gazze’nin derdi Gençliğin baharında Muhammed Furkan Kayseri’den Gazze’ye yol alan insan Kanınla kardeşliğe ruh verdin inan Onur oldun ümmete hem can hem canan Gençliğin baharında Muhammed Furkan Kürtle Türkle Arapla belki her ırktan Bir araya geldin sen garptan ve şarktan Gazze için vazgeçtin okuldan, barktan Gençliğin baharında Muhammed Furkan Gemide vurulmanla vuruldu insan Perdesin sen ey insan öldü mü vicdan Vicdanlar yaralıdır ey ehl-i iman Gençliğin baharın Muhammed Furkan Ey şehadet aşığı, gül yüzlü Furkan Senin akan kanındır zülme bin ferman Şahadet yaramaıza en büyük derman Gençliğin baharında Muhammed Furkan
Ve duası kabul oldu bir kurşun onu buldu Ondan duyulan son ses Allahu Ekber oldu Adı bilinmez müslüman ver elini götür bizi Götür bizi uzaklara özgürlüğün diyarına
“Şehadet Şerbetine son saatler inşallah! Var mıdır acaba daha güzel bir şey? Varsa o da sadece annemdir. Ama ondan ben de emin değilim, kıyasları çok zor... Salon büyük oranda boşaldı. Şu ana kadar olmayan ciddiyet bir anda herkesi kapladı.” Mavi Marmara – 31 Mayıs 2010 44 • Şubat’16
Şubat’16 • 45
Karantina
Karantina ŞEHİD NECDET YILDIRIM
YERYÜZÜNÜN YILDIZLARI ŞEHİD UĞUR SÜLEYMAN SÖYLEMEZ
U
ğur Süleyman Söylemez 1963 yılında Ankara’da doğdu. Evli ve üç çocuk sahibiydi. Ticaretle uğraşıyordu. 2010 yılının Mayıs ayında Gazze’ye insani yardım götüren filodaydı. Mavi Marmara saldırısının hemen ardından Uğur Süleyman Söylemez’in ismi gemide hayatını kaybedenler arasında geçti ancak daha sonra yaralılar arasında olduğu ve başından aldığı bir kurşunla ağır yaralandığı tespit edildi. 4 yıl komada kalan Uğur Süleyman Söylemez 24 Mayıs 2014’de Ankara’daki evinden şehitler kervanına katıldı. Gemiye binmeden önce kaleme aldığı vasiyeti; “BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Kardeşlerim, vasiyetimi yazmadan evvel sizleri Allah’ın selamıyla selamlarım. Şu günlerde Allah izin verirse, İHH’nın organize ettiği insanı yardım gemisiyle Gazze’ye gitmek üzereyiz. Bu kararımı verirken mazlum Filistin halkının İsrail zulmüne karşı bizler de sizlerin yanındayız yargısını verip yardım etmek üzere yola çıkmak üzereyiz. Kardeşlik sorumluluğumuz bilinciyle hareket ederek her şeyimizi bırakıp bu yolda başımıza gelecek her türlü zorluğa karşılık Allah’a dayanarak sabretmeye hazırız. Çünkü yeri gelince davamız uğrunda her şeyimizi Allah için
46 • Şubat’16
terk etmeliyiz. Çünkü Allah’ın davası İslam, her şeyin üzerindedir. İsrail’in her türlü tehditlerine karşı hazırız. Vururlarsa şehit oluruz, zaten en büyük idealimiz şehitliktir. Eğer Allah yolumuzu açık ederse, ambargo halinde olan kardeşlerimize yardımlarımızı ulaştırırız ve inşallah ölene kadar bu hal üzeri yardımlar ulaştırmak için Rabbimizden yardım dileriz. Sizlerden ricam Filistin davasına gösterdiğiniz duyarlılığı, yaşadığımız toplumdaki tağuti güçlere karşı da gösterelim. Sorumluluk duygusuyla hareket edip aramızdaki tevhid ehli gruplar olarak ihtilafları çözüp tek vücut halinde küfre karşı cemaat bilinciyle hareket edip Allah’ın dinini hakim kılmak için Allah’tan yardım dileyelim. Birbirimizi Allah için sevelim. Emin insanlar olalım, çünkü Allah Resulü peygamberlik gelmeden önce emin insandı, her şeyin başı emin olmaktır. Vasiyetimi uzatmadan sizden ricam kardeş olun, birbirinizi Allah için sevin ancak müminler kardeştir. Hiçbir zaman tevhid çizgisinden ayrılmayın. Şeytandan Allah’a sığının. İnşallah hep birlikte tevhidi kardeşler olarak cenneti gerçek yurdumuz olan ahret yurdunda buluşalım. Hakkınızı helal etmenizi rica ederim.”
1978 yılında İstanbul’da doğdu. Malatyalı olan Yıldırım, ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 2005 yılında İHH İnsani Yardım Vakfı’nın Eczane Bölümü’nde çalışmaya başladı. 2007 yılında Refika Hanım ile evlendi. 1 evlatları var. Geminin üst güvertesinde şehid oldu. Gemiye İstanbul’dan katılmıştı. Her zaman güler yüzlü, sakin, sabırlı ve çok merhametli biri sabır abidesi olarak tanımlanıyor. Amatör olarak 5 yıl kadar kıck box ve boxla ilgilendi. Fatih, Şehremini İskender
Ağa Camii’nden Sadrettin Hoca ve İdris Hoca’nın talebesidir. Şehidimiz Necdet Yıldırım hem çok inançlı, hem çok mütevazi hem de çok sabırlı ve şükreden bir mümindi. Temiz ve sade giyinirdi. En ön plana çıkan özelliği kibirden nefret etmesi, hareketlerinin sünnete uygun olup olmadığına dikkat eder ve sürekli kendi kendini kontrol ederdi. Onunla dünyevi bir konuyu görüşmeye çalışsanız muhakkak bir yolunu bulur sünnetten, Kuran’dan örnekler verirdi.
ŞEHİD CEVDET KILIÇLAR 1972 doğumlu olan Cevdet Kılıçlar evli ve 2 çocuk babasıdır. Marmara Üniversitesi İletişim fakültesi mezunudur. Selam, Millî Gazete ve Vakit gazetelerinde çalıştı, köşe yazarlığı yaptı. Son olarak İHH’nın internet sitesi sorumlusu olarak görev yapıyordu. 2007 yılında kaleme aldığı köşe yazısının bir kısmını sizlerle paylaşıyoruz. “Bir Müslüman eğer Yahudilerle ilgili bir şeyler yazıp çiziyorsa ona
yakıştırılacak ilk cümle antisemitist (Yahudi düşmanı) olduğudur. Çok şükür Yahudiler dahil hiçbir kavme peşin yargı ile bakmıyorum. Çünkü Rabbimiz Kur’an’da “Bir kavme duyduğunuz kin sizi o kavim hakkında haksızlığa sürüklemesin” uyarısında bulunuyor. Tüm bunlar ışığında antisemitist olmadığını açıkça söyleyen ben, aynı açıklıkla antisiyonist olduğumu söyleyebilirim.”
ŞEHİD İBRAHİM BİLGEN 1949 yılında Batman doğumlu. Elazığ Fırat Üniversitesi’nin ElektrikElektronik Mühendisliği bölümünü mezunudur. Evli ve 6 çocuk babasıdır. Siirt’in ilk yerel televizyonu olan Selam TV’yi kurar ve uzun süre yönetir. Kur’an Kursu, Yurt, Cami ve aklınıza gelebilecek her türlü fukara ve guraba evlerinin elektrik projeleri
için ilk kapısı çalınanlardan olur. Ücret tekliflerine karşılık ahirete yatırım olarak hayır duası ister. Gemide nöbet tutacaklar listesinde yedek olduğunu görünce “ beni yaşlımı gördünüz bir güreşelim de yaşlı olup olmadığımı görün” deyip kendini asli listeye aldırmıştır. Görev yerinde şehadet şerbetini içti.
Şubat’16 • 47
Karantina
Karantina ŞEHİD ALİ HAYDAR BENGİ 1971 doğumlu olan Şehidimiz Diyarbakırlıdır. Evli ve 4 çocuk babasıdır. Ortaöğretim yıllarında bir yandan da şark usulü medrese tahsilini sürdürdü. 1992 yılında çok özlemini duyduğu El-Ezher Üniversitesi’ne kaydını yaptırdı. Arap Dili Araştırmaları Fakültesi’ni 1997 yılında başarıyla bitirdi. Başkanı olduğu Aydınlık Yarınlar İçin Hak ve Özgürlükler Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin (AYDER) çatısı altında, İslam’ın Ehli Sünnet ve
ŞEHİD FAHRİ YILDIZ Cemaat çizgisinde doğru anlaşılması ve yaşanması için davet ve irşad çalışmalarında bulundu. Güzel ahlakı ve yaşantısıyla herkes tarafından sevilen Diyarbakır’ın kanaat önderlerinden Şehit Ali Haydar Hoca, son yıllardaki ilmi araştırmalarında ve verdiği derslerde, Kur’an ve Sünnetin doğru anlaşılması, Müslümanların arasında birliğin sağlanması ve Kudüs’ün özgürleştirilmesi için çalışılması gerektiği hususlarına çokça vurgu yapardı.
ŞEHİD ÇETİN TOPÇUOĞLU 1956 yılında Adana’da doğdu. 1 çocuk babasıdır. Gemiye Adana’dan katıldı. 1973 yılında Tekvandoya başladı birçok ödül aldı. 1992 yılında ve 1998 yılında yılın hakemi seçildi. Birçok defa Tekvandoda Dünya şampiyonu oldu. İHH ve Adana İnsani Yardım Derneğinde gönüllü olarak çalıştı. İnsani yardım çalışmalarında aktif bir şekilde ön saflarda yer aldı, sürekli mağdurun ve mazlumların yanında oldu. Adana İnsani Yardım Derneğinde özellikle eğitim, kültür
ve gençlik komisyonunda gençlere yönelik yapılan tüm çalışmalarda sürekli ön saflarda oldu. Disiplini, kararlılığı ve aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirme isteği onun en belirgin özellikleri idi. Filistin için yapılan tüm etkinliklerde hep ön planda ve aktif olarak çalıştı. Dostları ile vedalaşırken son olarak şu sözü söylemişti: Tekvandoda Dünya şampiyonu olduk, şimdi sıra ahiret şampiyonluğunda inşallah.
Fahri Yaldız 1967 yılında Adıyaman’ın Besni ilçesine bağlı Başlı Köyünde doğdu. 9 yaşında babasını kaybeden Fahri, küçük yaşta kardeşlerinin geçimi için çalışmaya başlamıştı. Evli ve 4 çocuk babasıdır. Adıyaman Belediyesi’nde elektrikçi olarak görev yapan ve İHH’nın tüm etkinliklerinde aktif olarak görev alırdı.
Doğup büyüdüğü köyde bir camii yaptırmak istedi. Bütün masraflarını kendisi karşılamak istiyordu. Senin gücün buna yetmez, diyenlere ‘Gerekirse evimi satar yine de bu camiyi tamamlarım’ diyordu. Köydeki gençlerin boş vakitlerini okumakla geçirmeleri ve kendilerini geliştirmeleri için köye kütüphane yaptırdı.
ŞEHİD CENGİZ SONGÜR Cengiz Songür, Konyalı evli ve 7 çocuk babasıdır. Gemiye İzmir’den katıldı. Ticari anlamda çok parlak işler yapamamış ama şükrünü tam tersine her zaman arttırmayı şiar edinmiş bir kişiliğe sahipti. İnfakın insanı cennete götürecek bir yol olduğuna inanmıştır her zaman. Ki herkesin yastık altı yapmaya çalıştığı bir zamanda, cebindeki son yüz lirasının yarısını infak edecek kadar olgun bir kişiliğe sahipti. Kendi deyimiyle; askerlikten sonra ciddi anlamda hidayet bulmuş ve bu heyecanla kendine okumayı yoldaş edinmiştir. Gemide sonradan cebine konduğunu fark ettiği mektubu
gemide okumuş arkadaşlarıyla ağlamışlar. Kızının mektubu; “Aslında sana söylemek istediğim yüzlerce cümle var” sözleriyle başlayan mektup şöyle devam ediyordu: “Ama Filistin denilince hele ki oraya giden sen olunca kelimeler ağzımda düğümleniyor. Korkuyorum baba. Kardeşlerimin gözündeki hüznü annemin yüzündeki endişeyi gördükçe korkuyorum. Ama sonunda seni kaybetmek de olsa git baba. Bir yetimin gülümsemesi için, bir annenin duası için git baba. Geriye bir tek adın dönse de git baba. Senin kızın olmak çok güzel baba.”
ŞEHİD CENGİZ AKYÜZ ŞEHİD FURKAN DOĞAN 1991’de New York‘ta doğdu. Daha sonra ailesiyle beraber Kayseri‘ye yerleşti. Lisesi son sınıf öğrencisiydi ve iki yıldır üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olan Doğan, yabancı uyruklu öğrenci statüsünden dolayı 18 Nisan 2010’da Yabancı Öğrenci Sınavı’na girmişti.
48 • Şubat’16
Furkan Doğan’ın elindeki küçük kamera ile çekim yaparken iki kere kafasından olmak üzere defalarca vurulduğu ifade edildi. Adli tıp raporundan yola çıkarak Furkan Doğan’ın güvertede bilinci açık ya da yarı bilinçli bir zaman yattığını ve daha sonra yüzünden vurulduğu tespit edildi.
Cengiz Akyüz 1969’da Mardin Midyat’ta doğdu. Evli ve üç çocuk babasıdır. Çocukluğundan itibaren alçı-dekorasyon işinde çalışan Akyüz, çevresinde hareketli, insan canlısı, yardımsever ve neşeli bir kişi olarak biliniyor. Gazze’ye insani yardım götürmek için organize edilen filoya katılım formunda yardım edebileceği alanları “inşaat işleri” olarak belirt-
mişti. Gazze’de yaşayan evsizler için bir şeyler yapmak isteyen Akyüz, bu konvoya neden katıldınız sorusunu ise “Allah için.” diyerek özetlemişti. Çevresindeki herkesin düğününe, cenazesine katılır ve güzel sesiyle ilahiler, ezgiler söyler, bendir çalarmış. Bu yolculuğa çıktığında Cengiz Akyüz’ün en çok istediği şey Gazze’de yapılacak hastanenin malzemelerini buradaki kardeşlerine ulaştırmaktı.
Şubat’16 • 49
Karantina
Karantina
6-8 EKİM OLAYLARI DİYARBAKIR ŞEHİTLERİ 6-8 Ekim 2014’de Diyarbakır’da, Kobane’deki İşid saldırılarını ve iktidarın olaylara tutumunu protesto etmek bahanesiyle sokağa çıkartılan insanlar tarafından şehid edilen kardeşlerimizin aileleri ile konuştuk.
AYTAÇ BARAN “36 yaşında şehit düşen Aytaç Baran, Peygamber Sevdalıları Derneği üyesi ve Yeni İhya Der başkanıdır. 6-8 Ekim olaylarında şehit edilen Yasin Börü’nün hocasıdır. Evinde çıkıp İslami hizmetini sürdürdüğü derneğine gittiği esnada uğradığı silahlı saldırıda şehid oldu. Evli ve dört çocuk babasıdır.” *Röportaj şehidin eşi Gülşen Baran ile yapılmıştır.
B
en önce Yüce Allah’tan davasına bağlı, muttaki, salih ve sarsılmaz bir imana sahip olan bir gençle evlenmek istemiştim. Çok şükür bu duam kabul oldu. Eşimle on bir yıllık evliyiz. Evliliğimiz boyunca herhangi bir zorluk, sıkıntı yaşamadık. Eşimi sadece gülen yüzüyle hatırlıyorum. Düğünümüz sade bir düğün oldu. Evliliğimiz huzurluydu, evimiz huzurluydu. Kaç çocuğunuz var? Dört çocuğum var. Biri on, biri sekiz, diğeri beş, küçük bebeğim de henüz altı aylık. Şehid, ailesine karşı nasıl bir insandı, ailesiyle nasıl ilgileniyordu? Eşim ailesine karşı çok iyi bir insandı, merhametliydi. Çocuklarına hep şefkatle bakardı, onların üzülmesini istemezdi. Yaramazlık yaptıklarında bile gülümsemesiyle onları ikna etmeye çalışırdı, severdi, kucağına alırdı. Şehadeti de çok istiyordu. Çocuklarını yanına çağırıp onlara sarılarak “inşallah benim çocuklarım da şehid olur” derdi.
50 • Şubat’16
Peki, şehidin insani ilişkileri nasıldı? Akrabalarına, komşularına nasıl davranıyordu? Eşim hem bize hem akrabalarına hem de komşularına karşı çok anlayışlı bir insandı. Hiç kimsenin ondan incinmesini, kırılmasını, onun hakkında rahatsız edici bir biçimde konuşmasını asla istemezdi. Herkesle iyi geçinmeye çalışırdı, herkes de ondan memnundu, onu çok severdi. İslami davet ve tebliğ yönü nasıldı? Evliliğimizin ilk yıllarında eşim bir gün eve geç geldi. Ben de çok merak etmiştim. Eşim bu davanın çok büyük olduğunu, sürekli bizim hizmet etmemiz gerektiğini, cezaevinde yatan abilerimizin bizden daha çok hizmet beklediğini söyledi. Sürekli fedakârlık yapmamız gerektiğini anlatıyordu. Ben evime erken gelip, çayımı, kahvemi içip dinlenen bir insan asla olmayacağım diyordu. İslam’a tebliği, hizmeti her zaman bizden önce geldi. Ailesinden, çocuklarından, sevdiklerinden önce geldi. Örnek verir misiniz? Mesela ben yemek yapıp çağırdığım za-
man bazen gelirdi, bazen öğrencilerim beni bekliyor deyip gelmezdi ya da yemeği kısa tutar hemen derslere giderdi. Misafirleri de çok severdi. Bir gün eşim evdeydi. Dışarda gençler kavga ediyorlardı. Eşim aşağıya indi ben de pencereden onları izliyordum. Gençlerden birinin omzuna elini koymuş nasihat ediyordu. Yukarı çıktığında onunla ne konuştuğunu sordum, böyle kötü sözler söylememesi gerektiğini anlattım dedi. Siniri bozuk olduğu için böyle kötü laflar ettiğini ve özür dilediğini söyledi. Şehidin maddi konuda çektiği bir sıkıntısı var mıydı? Yok. Çok şükür maddi bir sıkıntımız olmadı. Parayı dert edinecek bir insan değildi. Eşim kanaatkar biriydi ve benim de öyle olmamı isterdi. Hiçbir zaman lüks arabalar kullanmayı, pahalı elbiseler giymeyi düşünmezdi. Eve küçük bir kumbara getirmişti ve çocuklardan oraya bozuk paralarını atmalarını istemişti. Yokluğun, sıkıntının ne olduğunu anlamamızı ister ve bize nasihatlerde bulunurdu. Biz de onun tavsiyelerine uyardık. Size, çocuklarına, gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunurdu? Eşim özellikle cemaatle namaz kılmayı, Kur’an’ı kerim okumayı, anlatmayı ve İslam’a hizmet etmeyi tavsiye ederdi. Gençleri ve çocukları çok severdi. Özellikle gençlere çok vakit ayırırdı, onlarla zaman geçirmeyi çok severdi ve onları el üstünde tutardı. Gençler de onu çok severlerdi. Birbirlerinden her zaman çok memnunlardı. Bir ara sabah namazı programı yapmışlardı ve ona katılmalarını çok önemserdi. Gençler olmadan olmaz, bu davanın yürümesi, ayakta durması için gençlerle çalışmamız onlarla beraber olmamız lazım derdi. Şehidin hatırladığınız güzel sözleri var mı? Eşim insanlara kızıp sinirlenemezdi o zamanlarda hep “Allah sizi affetsin” cümlesini çok söylerdi. Bazen sorunla, sıkıntıyla karşılaşsa “dünyada bize rahatlık yoktur” derdi ve bunu bize hep hatırlatırdı. Eve selamsız girmezdi. Eşim henüz evlenmeden önce cezaevinde yatmıştı. Dokuz ayı kalmıştı. Biz evlendikten iki ay sonra da kalan cezasını yatmak için tekrar cezaevine girdi. Cezaevindeyken en büyük
tavsiyesi sabırdı. Benim cezam az diyerek cezaevinde yıllarca kalan ve bedel ödeyen diğer abileri örnek gösteriyordu bana. Bu dokuz ay zor geçse de yine de şükrettim o süreçte. Eşim İslam’a hizmet etmeyi çok seven bir insandı. Beni karşısına alıp İslam davasının çok aziz ve yüce bir dava olduğunu anlatırdı. Zindanda olan abilerimizin dışarda olanlardan daha çok fedakârlık beklediğini söylerdi ve kendisine İslam’ın hizmetçisi derdi. İslam davasında benim de kendisine destek olmamı isterdi. Sen bana destek olursan bu hayırdan sen de mükafatlanırsın derdi. Çok şükür bugüne kadar eşimin hizmetlerinden dolayı, eve geç gelmelerinden dolayı hiçbir zaman yoluna taş koymadım, elimden geldiğince destek olmaya çalıştım. Ona yardımcı olmam onu daha da mutlu ediyordu, azmini artırıyordu. Şehidin en çok istediği şey neydi? Eşim hayatı boyunca üç şey istediğini söylerdi: evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı ve şehid olmayı. Eşim ibadetlerine de çok düşkün bir insandı. Camide cemaatle namaz kılmayı çok severdi. Sünnet namazlara da çok dikkat ederdi ve bizim de kılmamızı isterdi. Eve geldiği zaman eğer namaz kılmamışsa imam olur ve bize cemaatle namaz kıldırırdı. Eşim kitap biriktirmeyi değil kitap okumayı tercih ederdi. Bir kitap bitiirip diğerine başlardı. Dergi veya gazetelerde beğendiği yazıları benim de okumamı tavsiye ederdi. Okuduğu yazılardan da mutlaka notlar alırdı. Bir Müslümanın sürekli gündemden haberdar olması gerektiğini söylerdi. Şubat’16 • 51
Karantina
Karantina
HASAN GÖKGÖZ
HÜSEYİN DAKAK
“Evli ve 1 çocuk babası, eşi ikinci çocuğuna hamile olan şehit 27 yaşındaydı ve esnaflık yapıyordu. Bağlı bulunduğu İslami Sivil Toplum Kuruluşunun fakirlere kurban eti dağıtım işiyle ilgileniyordu. PKK’lılar tarafından başı ezilerek üçüncü kattan aşağı atılarak şehid edilmiştir. Her fırsatta Kuran dersi vermiş ve İslami hizmetlerde bulunmuş bir müslümandır.” *Röportaj şehidin babası Mehmet Gökgöz ile yapılmıştır.
“19 yaşında şehit edilen Hüseyin Dakak, bir şirkette işçi olarak çalışıyordu. Cami’de çocuklara Kuran dersi veriyordu. Arkadaşları ile kurban eti dağıtırken yolu kesilip, başı ezilerek ve vücudu ateşe verilerek vahşi bir şekilde kurban edilmiştir.” *Röportaj Hüseyin Dakak’ın annesi Zerife Dakak ile yapılmıştır.
Mehmet amca, oğlunuzdan bahseder misiniz? Hasan ilkokul ve liseye gitti. Tüm arkadaşları ondan razı, memnundu. Ticaretle uğraşıyordu. Ticarette ahlaklıydı. Kaç kişiyle ortaklık yaptı kimse gelip de şikayet etmedi. Şu hatası oldu demedi. Dürüsttü. Hak hukuka çok dikkat ederdi. Kimsenin hakkı üstüme gelmesin derdi. Amcasını günde 10 sefer görse elini öperdi, hürmetliydi. Akrabalarını çok severdi. Bazı akrabalara gitmeyelim dediğimde “ gideceğiz akrabamızdır “ derdi. İnsanların evlerine gider hallerini sorardı. Şehid olmadan 1 hafta önce kuzenini cezaevinde ziyaret etmişti. Bazen kızardım bağırırdım. 1 saat sonra hiç bir şey olmamış gibi davranırdı, saygılıydı. Beni severdi. Annesine çok düşkündü. Ben biraz sert idim. Gece yarısı olsa anası gel dese gelirdi. 6 yaşında camiyle tanıştı. Dinine namazına çok dikkat ederdi. Ben namazı hızlı kılarım Hasan yavaş kılardı. Evi bizden ayrıydı. 4 senelik evliydi. Bir gün binalarında bir tamir işi olmuş yapmış. Birkaç kişi para vermeyeceğiz demiş. Vermiyorsanız vermeyin ben sizi Allah’a havale ediyorum demiş. Benim hayrım sadakam olsun dedi. Hiçbir kimsenin kötülüğünü istemiyordu. Elinden geldiği kadar yardım yapardı. Herkes ona hayrandı. Bir gün bir güvenlikçi durdu. “Ben Hasanın iş yerinin orada oturuyorum yanına gidip sohbet ederdim dedi. Keşke onu tanımasaydım... “Bu vahşete herkes üzülüyor. 52 • Şubat’16
Bursa’da tarlaya gittiğimiz de mübarek bir gündü oruç tutmuştu. Sıcaktan bayılmıştı. Hanımı diyor bizim 12 battaniyemiz vardı. Hepsini ihtiyacı olanlara dağıttı 2 tane kaldı bize. Açmadığımız kap kaçakları alıp götürdü dağıttı. Bir gece 11 de bir arkadaşını aramış. “Uyuyamıyorum bazı aileler geldi Suriye’den eşyaları yok arabanı al gel eşya toplayıp götürelim.” demiş. Bize de geldi soba verdik. Sonra “ artık uyuyabilirim” demiş. Çok seviyordum. Oğlum, Hasan demezdim tertip diye seslenirdim. Beraber umreye gidecektik. O cennete gitti. Biz şehadetin den sonra çocuklarla beraber umreye gittik. Şehadete aşıktı... Annesi geçen gün rüyasında görmüş. “Anne neden bu kadar üzülüyorsunuz, anlamıyorum bizim yerimiz çok iyidir “ demiş. Bir gün Suriyeli bir aileye ev verilmeyince kefil olmuş. Ev sahibi, kira, su elektriği ödemezlerse sen ödersin demiş. Son 2 ayında hanımlar için inşa edilen bir medresenin inşaatında Riyad’la beraber çalışıyordu. Bir gün üzeri boyalı gelince “ boyacı olmuşsun “ dedim. “ baba kimse yoktur, parada yok biz Riyad’la boyadık “dedi. Günlerini orda geçirdi. Ahiret hazırlığım olsun dedi. Şehadetinden önce medrese bitmişti. Şehadetinin ardından açılışı oldu. Biz onlardan ne kadar razıysak Mevlamız da o kadar razı olsun inşaallah.
ve hep yardımların içinde buluHüseyin’i bizlere anlatır nurdu. mısınız? Hüseyin birinin aç olduğunu Cami kapanana kadar camibilse rahat edemiyordu. Gelip de kalırdı. Bazen camide yatardı. Bir gün camide kaldığında bana “anne bugün bir Suriyeli babasına telefon açtım, babaaileye gittim. Evde kullanmasıyla amcası caminin imamını dığın kıyafet, yiyecek ne varsa bulup getirdiler. İmam camiyi ver ben götüreyim” diyordu. açınca Hüseyin’in üst katta yatDokuz yaşında marangozda tığını görmüş. çalışmaya başladı. On bir yıl Hüseyin beş yaşındayken hep çalıştı, çocukluğunu yaşacamiye gitmeye başladı. Temiz madı. Hayatı ev – iş ve İslam bir çocuktu, terbiyeliydi, efenhayatıydı. Büyüdükçe kendini diydi. Okula ilk başladığında geliştirdi ve Müslüman çevreonu ben götürüp getirirdim. de büyüdü. Ben Allah’a Hüseyin Hüseyin bir kuzuydu, ben bir için ne kadar şükretsem az. Elçobandım ve çoban gibi pehamdülillah Hüseyin hak yolunşinden geziyordum, sahip çıkıda şehid oldu. Ben Hüseyin’den yordum. Ona her şeyden önce razıyım. Allah da ondan razı Allah’ı öğrettim. Helali, haramı, olsun. Hüseyin ile ilgili hiçbir acımayı, merhameti öğrettim. pişmanlığım yok. Şehadetinde Hiçbir zaman yanlışı, kötü ahde hiç isyan etmedim. Hüseyin lakı öğretmedim. Hüseyin de şehadeti çok istiyordu. beni dinliyordu ve benden haGece namaza kalkardı ve o bersiz hiçbir şey yapmazdı. gece namazını titreyerek, ağHüseyin akıllı bir çocuktu, layarak, huşu içinde kılardı. uysaldı, insanlara merhamet Kendi odasında hep Rabbiyle ederdi. Maaşının bir miktarını konuşurdu. Hep “Allah’ım ben yoksul ailelere veriyordu, Susenden razıyım Sen de benden riyeli ailelere yardım ediyordu. razı ol” derdi. Hüseyin, Riyad, Hasan. Üçü orBizler Müslümanız. Allah’a taklaşa yoksul ve mağdur aileiman etmişiz. Kendi malımıHüseyin Dakak’ın annesi Zerife Dakak lere yardım ediyorlardı. Bana da zı, canımızı, evladımızı Allah’a “anne o kadar fakir aileler var kurban etmişiz. Hepsi Allah yolunda feda olki, görsen dayanamazsın” diyordu. Yazın buz- sun. Hüseyin tekrar dünyaya gelse tekrar şedolabı ve pervane, kışın da soba ve battaniye hid olmasını isterim. Zaten hepimiz öleceğiz, alıyorlardı. Sokak hayatı yoktu. Yardımı severdi Allah’ın rızasını alarak ölelim. Şubat’16 • 53
Karantina
Karantina
RİYAD GÜNEŞ “Evli ve iki çocuk babası olan şehid 28 yaşındaydı. İnşaatlarda boyacılık yapardı. O da diğer şehid arkadaşları gibi fakirlere kurban eti dağıtımıyla ilgileniyordu. Vücudu tanınmayacak bir şekilde linç edilerek şehid edildi.” *Röportaj şehidin ağabeyi Nihat Güneş ile yapılmıştır.
R
iyad evli 2 çocuk babası 28 yaşında idi. İnşaat işçisiydi. Aramızda 1 yaş vardı. Arkadaş gibiydik. Yapılan haksızlıklara boyun eğmezdi direnirdi. Babamın vefatından dolayı (ben 5 yaşındayken vefat etti) okuyamadık çalıştık. Ailemizde okuyan yoktur. İşten sonra camiye derneğe sohbete giderdi. Beni de teşvik eden gitmemi sağlayan kendisidir. Mevsimlik işçi olarak pamuğa, fındığa, çapaya giderdik. Yorgun düşüp uyuduğumda (batıda yatsı ezanı geç okunuyor) beni namaza kaldırırdı. Ben de onu sabah namazına kaldırırdım. Kuran-ı Kerim’i çok okurdu. Akrabalık ilişkilerine önem verirdi. Oturduğumuz mahallede madde bağımlısı genç çoktur. İş çıkışı onları toplar parka ya da evine götürür çay içirirdi. Şehadetinden sonra gençler hala anlatıyor. Çevresinden onu dinlemenizi çok isterim. Halen batıda çalıştığı yerlerde ki arkadaşları beni arar. Kuran kursuna giden gençleri halı sahaya götürür maç yapardı. Pikniğe havuza götürürdü. Gençlerle ilgilenmeyi çok severdi. Suriye’den Irak’tan şehrimize çok muhacir geldi. Bizler yokluk içerisinde yetiştik. Riyad sürekli yardım toplardı. Eski giyecekleri eşyaları kabul etmezdi. Anneme ablama bana gelir eşya isterdi. Kendi evinden de götürürdü. Bir gün gece 1 de geldi. Battaniye istiyordu. Yeni bir aile geldi Suriye’den hiç eşyaları yok dedi. Rabbim ahlarını bırakmasın Riyad Güneş’in bırakmıyor da. abisi Nihat Güneş 54 • Şubat’16
TURAN YAVAŞ “Şehit Turan Yavaş, 1977 Diyarbakır doğumludur. 7 Ekimde kurban kesimi için Peygamber Sevdalıları Platformu’nun kesimhanesine gitmiş arkadaşlarına yardım etmiştir. Kesimhaneden çıktıktan sonra PKK’lılar tarafından silahlı saldırıya uğramıştır. Olay yerinde şehit düşmüştür. Şehit evli ve iki kız çocuğu sahibidir.” *Röportaj, şehidin kardeşi Kemal Yavaş ile yapılmıştır. Şehid Turan Yavaşı anlatır mısınız? Küçük yaşlardan beri ilim tahsil eden abim lise mezunudur. Kuran, hadis, siyer alanlarında medrese eğitimi almış Kuran-ı Kerim icazetini ceza evinde almıştır. Çevresine, ailesine öğrendiklerini aktarırdı. Sesi güzeldi. Fırsat buldukça bizi toplar Kuran-ı Kerim okurdu. Küçükken televizyon izlemeyelim diye televizyona su döktüğünü hatırlarım. Kendisinden 1 yaş küçüğüm. 11- 12 yaşlarında beraber su satardık. Babam inşaat işçisi. Bedeni zayıf diye onu inşaata götürmez hafif işlerde çalışmasını sağlardı. 16 yaşında içinde bulunduğu İslami çalışmalardan ötürü içeriye alındı. Gördüğü işkenceler sebebiyle sağ kulağı duymuyordu bir kolundan felç geçirdi. Sürekli hicret etmek zorunda kaldı. Gece namazlarında devamlıydı. Kimseye zarar verdiğini görmedim. Şehid olduktan sonra çekilen fotoğrafta fark etmişsinizdir yüzünde bir rahatlama var. Bu zahmetli meşakkatli hayattan sonra ahirete gülümseyerek gitti. Ondan bize eşi, çocukları Fatma ve Hatice kaldı. Amca baba demektir. Onların yanında olmaya çalışıyoruz. Fatma çok küçük baba özlemi daha fazla. Bir sıkıntımız yok elhamdülillah. Biz ondan razıydık Allah da ondan Turan Yavaşın kardeşi Kemal Yavaş razı olsun inşaallah.
YASİN BÖRÜ “Şehid Yasin, 16 yaşında lise öğrencisi idi. Fakirlere kurban eti dağıtırken bir bina çıkışında Pkk’lılar tarafından kafası coplarla ezilerek binadan aşağı atıldı. Ve bedeni araba ile ezildi. Tanınmayacak halde olan oğullarını aile, bacağındaki benden tanıdıklarını söylediler.” *Röportaj şehidin annesi Hatice Börü ile yapılmıştır.
Bize oğlunuz Yasin’den bahseder misiniz? 98 yılında şubat ayının 22’sinde doğdu. Daha okula başlamadan ben ona okuma yazma öğretmiştim. Okula başlamadan kendi ismini, benim ismimi, küçük cümleler halinde
yazı yazmayı öğrenmişti. Okula götürdüğümde öğretmeni bana bu çocuk hazırlıklı gelmiş ben hiç zorlanmadım demişti. Zekiydi, öğretilen her şeyi hemen öğrenirdi. Yasin çok yumuşak huyluydu. Yalnız ailesine karşı değil, dışarıdaki insanlara karşı da saygılıydı. Bir yere gittiğinde utancından kendini doğru düzgün ifade edemezdi. Biri bir şey sorduğunda başı önde ve yavaş bir şekilde ona karşılık verirdi. İbadetlerine düşkündü. Zaten çocukluğundan beri ibadetlerini aksatmıyordu. Zamane çocukları gibi değildi. Zamane çocukları gidip internet cafelerde, sokaklarda zaman geçirmezdi. Kız arkadaşı yoktu. Arkadaşları dalga geçerlerdi “bu yaşa gelmişsin neden kız arkadaşın yok” diye. Eve gelip “benim kızlarla işim olmaz, neden beni bu kadar sıkıştırıyorlar!” diyordu. Üzüldüğünde ben de üzülüyordum. Bu zamanda bu hassasiyete sahip bir gencin olması mucize gibi bir şey çünkü bazı ailelerin çocuklarına baktığınızda daha on bir – on iki yaşında sevgili ediniyorlar ama Yasin’den şimdiye kadar böyle bir şey hiç duymadım.
Şubat’16 • 55
Karantina
ŞEHİD ALİ KARAKAŞ
ŞEYHMUS DURGUN
“18 yaşında şehid edilen Ali Karakaş, 1992 ‘de İslami faaliyetler bulunduğu ve namaz kıldığı için babası tarafından sekiz kurşun ile şehit edilmiştir.” *Röportaj şehidin çocukluk arkadaşı Tahir Kızmaz ile yapılmıştır. Şehid’in arkadaşı Tahir Kızmaz
Ş
ehidler Kervanı – 7 albümünde Küçük Ali adında bir parça vardır. Kurşun sesleriyle başlar ve devam eder; Kara gözlüm annenin gözü yaşlı Bir başka baharda mı gülecek gözlerimiz Bir baba mermisini görecek yüreğimiz Ondördünde gül yüzlüm yine bahar gelecek Göreceksin şehaded ne müjdeler verecek Can verdiğin toprakta nice güller bitecek Nice Fuat, Hanifi, Ali ler can verecek Senin derdin başkadır dilim dönmüyor Ali’m Ellerim savaştadır öfkem dinmiyor Ali’m Bir baba mermisiyle islam için ölüme Selam küçük şehidim lanet olsun zulüme Genç Öncüler: Şehidler Kervanı’nın Şehid Ali için hazırladığı eser dolayısıyla haberdar olabildik kendisinden. Şehid Ali şehid olduğunda kaç yaşındaydı? Hangi tarihte nerede şehid oldu? 1992 yılında Mardin’in Nusaybin ilçesinde şehid oldu. Ali şehid olduğunda 18 yaşındaydı. Küçük Ali dendi çünkü döneminin en küçük şehidi olmuştu. Şehid Ali ile tanışmanız nasıl oldu? 1989 yılında tanıştık. Bizler cami etrafında toplanan gençler idik. İslami hizmetlerimiz ve çalışmalarımız oluyordu. Ali’nin çocukluk ve mahalle arkadaşı da camide ki derslere katılırdı. Bir gün Ali’yi davet etmiş kendisi de camiye gelmişti.
56 • Şubat’16
Şehidin ailesinden, büyüdüğü atmosferden bahseder misiniz? PKK’lı bir aileye mensuptu. Abisi örgütün Mardin sorumlusuydu. 1993 yılında yakalanarak ceza evine gönderildi. Halen cezaevindedir. Babası da örgüt üyesi idi. Ali camiye düzenli gelmeye derslere katılmaya başladı. Bizi tanıdı gördü ortamımızdan sohbetlerimizden kardeşliğimizden etkilendi eski çevresinden koptu. Sonraları bizlerle paylaştığı önemli bir hususu belirtmekte fayda var. Kendisi bizlerle tanıştıktan 2 gün sonraya bir grupla dağa çıkmak için sözleşmiş. Annesine bırakmak için çektirdiği fotoğrafı şuan şehadetinde onu tanıtmak için kullanıyoruz... Bizlerle tanıştıktan sonra bu fikrinden vazgeçmiş. Kendisinde ki değişimlerden ve Ali’nin kişiliğinden bahseder misiniz? Ali çok cesurdu çok dinamikti. Ali Karakaş dendiğinde herkes ondan korkar çekinirdi. Namaza başladı eski çevresini terk etti. Ailesi varlıklı bir aileydi. Kendisinde ki bu değişimden sonra boykota uğradı. Babası harçlık vermiyordu. Yaz aylarında Konya’ya giderek inşaatta çalışmıştı. 1991 yılında örgütün baskıları arttı. Ailelerimize gidip oğlunuzu bu yoldan çekin ya da öldürün deniyordu. Tüm arkadaşların ailelerine gidildi. Can güvenliğimiz olmadığından evlerden ayrılıp beraber kalmaya başlamıştık. Bu istekleri ailelerde karşılık bulamayınca kendi elemanları olan Ali’nin babasını seçtiler. Böylelikle bu örnekle elleri güçlenecek diğer ailelere bu olayı örnek gösterip baskı yapacaklardı.
Dicle Üniversitesi Matematik bölümünde okuyan Muhammet Ata şehid olmuştu. Bizler taziyeye gitmiştik. Ali’nin ailesi ona tepki göstermiş babası üzerine yürümüş “taziyeye gitmişsin sofilerle takılıyorsun namaz kılıyorsun ilişkini keseceksin“ demiş. Ali evden çıkarken babası arkasından şarjör boşaltmış. Ali babasının onu korkutmak yıldırmak için böyle yaptığını düşünüyordu. Bu olayı önemsemeyerek gülerek anlatmıştı. Şehid Ali ile son görüşmenizi ve şehadetini anlatır mısınız? Ali son kez eve gideceğini yıkanıp eşyalarını alıp geleceğini söyledi. Gitme bak hiçbirimiz gitmiyoruz dedim. Takıldım. “Ali hangimiz çeyizimizi aldık” güldük. Bu akşam gideyim geleceğim dedi. Sonra sarılıp ayrıldık. 2 saat sonra silah sesleri geldi. Fakat o zamanlar da sürekli silah sesleri oluyordu. Bu bizim için normaldi. Sabah 9-10 gibi bir arkadaş geldi. Ali şehid olmuş dedi. Biz koşarak Ali’nin kardeşinin baktığı bakkala gittik. Babaları tüm aileyi toplayarak mutfağa koymuş. Ali kapıdan girip bağcıklarını açarken babası kurşun yağdırmış. Ali son hamleyle babasının üzerine giderken düşmüş yere. 8 kurşunla. Olaydan sonra orta üçe giden kardeşi Metin olayı üsleniyor. Babası da tedbiren alınıyor. Ardından babası can korkusuyla suçunu itiraf ediyor ve hapise giriyor. Abisinin vurulmasına şahid olan küçük kız kardeşi babasının cezaevinden çıkışında onu otobüsten inerken takip ederek çarşının ortasında vuruyor.
1954 yılında Diyarbakır’da dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilini, Diyarbakır’da bitirdi. Daha sonra da, İstanbul Teknik Üniversitesi Genel Makine bölümünü bitirdi. Yüksek tahsili sırasında, o yılların İslamcı Öğrencilerin merkezi durumunda olan MTTB’de, çeşitli görevler aldı. MTTB’nin yayın organları ÇATI ve MİLLİ GENÇLİK’te, idarecilik yaptı ve birçok konuda yazılar yazdı. Çatı dergisinde kaleme aldığı yazılardan birisi olan, 15 Nisan 1978 tarihli Bu Böyle Biline başlıklı yazısından dolayı; 163. maddeden, Devletin Temel Nizamını İslam’a Uydurmak ve Türkiye’de İslam Devleti Kurmak istediği için yargılandı ve 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bundan dolayı tutuklanarak, önce Bayrampaşa Cezaevi’nde daha sonra da Çanakkale Kapalı Cezaevi’nde hapsedildi. Çanakkale Kapalı Cezaevi’nde cezasını tamamlarken, laik rejimin gardiyanları tarafından, işkenceyle, 23 Ekim 1985 Çarşamba günü, şehid edildi. Şehidin Not Defterinden.... Ne yapıyorsunuz? Neyle uğraşıyorsunuz? Nasıl, neyle, kimlerle kurtulacaksınız? Davasını idrakten yoksun Müslümanlar!... Artık, şu hitapların muhatabı olamayacak mısınız? Olmayacak mısınız? Sen Müslüman!.. Asırlar boyu insanlığın gerçek mutluluk meşalesini elinde taşıyan, onunla gönülleri aydınlatan, ruhları dirilten, akılları pırıldatan sen… Öz inancından, ayrılmakta, uzaklaşmakta toplumun içine düştüğü ızdırap ve kölelik uçurumundan çıkışının, esaretten kurtuluşunun, deccalsı ideolojilerce olamayacağını, olmadığını, düşünen kafanın, gören gözün, işiten kulağın, düşündüğünü, gördüğünü, işittiğini anla artık!...”
Şubat’16 • 57
Karantina
Karantina
“KRAL FAYSAL, HÂLÂ ÖRNEK” Taha Kılınç ile Suudi Arabistan’ın pek tanınmayan Kralı Faysal bin Abdulaziz ve şahsiyetini konuştuk
F
aysal Bin Abdulaziz Kimdir? Nasıl bir çocukluk geçirmiş ve nasıl yetişmiştir. Suud Ailesinin içerisinde kendisini farklı kılan durum nedir? Faysal, Suûdi Arabistan’ın kurucusu Abdulaziz bin Abdurrahman Âl-i Suûd’un üçüncü oğlu olarak 1906’da Riyad’da dünyaya geldi. Annesi Tarfe’nin doğumdan 6 ay sonra vefatıyla birlikte, Faysal’ın bakım ve terbiyesini anne tarafından dedesi Şeyh Abdullah üstlendi. 14 yaşına kadar dedesinin evinde yaşayan Faysal, esaslı bir dini eğitim gördü, hafızlık yaptı. Diğer kardeşlerinden ayrı olarak, dedesinden aldığı eğitim, Faysal’ın daha dindar ve donanımlı bir şekilde yetişmesini sağladı. 1925’te Hicaz’ın Suûdilerin denetimine geçmesiyle birlikte, ertesi yıl Faysal ‘Hicaz Genel Valisi’ olarak
58 • Şubat’16
atandı. Henüz 20 yaşında bu önemli sorumluluğu üstlenen Faysal, hac ve umre için dünyanın dört bir yanından Hicaz’a gelen siyasetçi, âlim, hareket adamı ve düşünürle sohbet imkânı buldu. Muhammed Esed ve Malcolm X başta olmak üzere, bizzat ağırladığı bu kişilerle yakın dostluklar kurdu, ihtiyacı olanlara maddi yardımlarda bulundu. 1953’te babasının ölümüne ve kendisinin de veliahd prenslik makamına geçmesine kadar sürdürdüğü Hicaz Valiliği, Faysal için İslâm dünyasının problemlerini, eksik ve ihtiyaçlarını yakından izlediği bir dönem oldu. 1964’te müsrif ve sefih ağabeyi Kral Suûd, ulemanın ve aile meclisinin ortak kararıyla görevden azledilince, Faysal, Suudi Arabistan’ın üçüncü kralı olarak tahta çıktı. Kral Faysal, 1975’teki ölümüne kadar, hem İslâmî hem de siyasi açıdan birbirinden önemli kararlara imza attı. Faysal’ı diğer Suûdi yöneticilerden farklı kılan şey de budur. Kral Faysal Amerika’ya petrol ambargosu restini çeken lider olarak tanınıyor. Bu restin sebebi neydi? 29 Kasım 1947’de, Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksim edildiği o ünlü BM oturumunda Arap delegasyonunun başkanı sıfatıyla hazır bulunan Faysal, ABD ve diğer ülkelerin İslâm dünyasını nasıl kandırdığını yakın-
dan gözlemlemişti. Bu tarih, onun Batı’nın ikiyüzlülüğünü bütün çıplaklığıyla görmesi bakımından, onun düşünce dünyasında bir dönüm noktası teşkil eder. Malum, Seyyid Kutub’un düşünce dünyasının dönüşümünde de aynı ikiyüzlülük temel teşkil etmiştir. 1967 ve 1973 savaşlarında da ABD ve diğer büyük güçlerin İsrail’i yakından desteklediğine şahitlik eden Kral Faysal, nihayet İsrail ve destekçilerine esaslı bir ders vermek için harekete geçti. Kendisinin şahsi kararıyla aniden başlayan petrol ambargosu, 1974 sonuna kadar tam bir yıl sürdü. Ambargo, ABD başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde enerji krizine, benzin kuyruklarına ve borsaların çökmesine yol açtı. Kral Faysal, ambargoyu sona erdirdikten kısa bir süre sonra sarayında yeğeni tarafından öldürüldü. Kral Faysal’ın Kudüs seferberliği ilan etmesi hakkında neler söyleyebiliriz? Kudüs, Kral Faysal’ın bütün siyasetinin ve attığı uluslararası adımların nirengi noktasını oluşturur. Tıpkı Salahaddin Eyyubi’nin Haçlı işgali altındaki Kudüs için duyduğu hüzün gibi, Kral Faysal da 1967’de İsrail’in Kudüs’ü işgali karşısında derin bir kedere kapılmıştır. O tarihten ölümüne kadarki bütün adımları, sadece “Kudüs’ü kurtarmak” hedefine kilitlenmiştir. Türkiye’de Müslümanlar antiamerikancılığın ve Kudüs hassasiyetinin Humeyni devrimi ile başladığı kanısındadır. Halbuki Kral Faysal’ın hamleleri Humeyni devriminden yıllar önce atılmıştır. Türkiye’li Müslümanların Kral Faysal’dan bihaber olmalarının en azından Humeyni kadar kendilerine gündem yapmamalarının sebebi ne olabilir? Sloganların hakikatleri susturduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Kral Faysal, özellikle de iktidarda bulunduğu dönemin şartları dikkate alındığında, Müslüman bir yönetici olarak İslâm’ın ve Müslümanlar için elinden geleni yapmıştır. Elbette insan olarak şahsi kusurları ve yanlışları vardır, ancak attığı adımlar ve aldığı karar-
lar düşünüldüğünde, kendisinin çok yakından tanınması ve birçok yönlerden örnek alınması gereken bir idareci olduğu kanaatindeyim. İran’ın Kudüs’le ilgili iddiaları bağlamında da şunu söylemek yeterli olacaktır: İran, Kudüs davasını bölgesel hegemonyasını sürdürmek için kullanan bir devlettir. Kral Faysal ise Kudüs için canını vermiştir. Kral Faysal’ın İslam Dünyası için planladığı ekonomik ve sosyal projeler var mıydı? Kral Faysal tam bir aksiyon ve ufuk adamıydı. 1969’da Mescid-i Aksa’nın ateşe verilmesinin ardından İslâm ülkelerini Fas’ın başkenti Rabat’ta bizzat toplayarak İslâm Konferansı Örgütü’nü (şimdiki adıyla İslâm İşbirliği Teşkilâtı) kurdu. Bu, İslâm dünyasını siyasi bir çatı altında toplama çabasıydı. 1962’de kurduğu Râbıtatu’l-Âlemi’l-İslâmî teşkilatıyla, Kral Faysal, İslâm dünyasının birçok bölgesine eğitim ve kültür yardımları yaptı; bu kurum hâlâ faaliyetine devam ediyor. 1974’te kurduğu İslâm Kalkınma Bankası, hem faizsiz finansın öncüsü oldu, hem de İslâm ülkeleri arasında ekonomik dayanışmaya zemin hazırladı. Faysal’ın büyük oğlu Muhammed, faizsiz finans sektörünün Türkiye’ye gelmesine de önayak oldu. “Faysal Finans Kurumu”, bu alanda öncülük yaptı, 1985’te ilk şubesini açtı. Şubat’16 • 59
Karantina
Kral Faysal, hepsi de hâlâ yaşayan ve faaliyet gösteren bu kurumları oluşturmuş olmasının yanı sıra, kişisel olarak da farklı İslâm beldelerine elini uzattı. Yaptığı yardımlar nedeniyle Pakistan’da bir şehir onun adını taşıyor: Faysalabad. Ayrıca İslamabad’da Faysal Camii, modern dönem İslâm mimarisinin en güzel örneklerinden biri. Yine Faysal’ın emriyle, Sudan başta olmak üzere, Afrika’daki Müslüman ülkelere faizsiz krediler açıldı, cami ve medreseler inşa edildi, öğrencilere burs sağlandı… Kral Faysal’ın pek bilinmeyen, ama bence en hayranlık uyandıran girişimlerinden biri, bugün müze olan Kurtuba Camii’nin aslî fonksiyonuna döndürülmesi için General Franco’ya yaptığı başvurudur. 1966’da İspanya’yı ziyaret eden Faysal, Franco’ya “Burayı yeniden cami olarak açmamıza izin verin, biz de Avrupa’nın hangi ülkesinde isterseniz bu büyüklükte bir kilise inşa edelim” teklifinde bulundu. Franco, “Benim için mahzur yok, ama İspanyollar beni linç eder” karşılığını verdi, ardından Faysal’a “İslam merkezi” inşa etmesi için başkent Madrid’de geniş bir arazi tahsis etti. Madrid İslam Merkezi, bugün Avrupa’daki en büyük İslami merkezlerden biri olarak faaliyetlerine devam ediyor. Kral Faysalın şehadeti nasıl gerçekleşti? İslam dünyasında nasıl bir yankı uyandırdı? 60 • Şubat’16
Karantina Kral Faysal, 25 Mart 1975 günü Riyad’daki sarayında, Arap diplomatların da katıldığı bir davet veriyordu. ABD’den birkaç gün önce dönen yeğeni Faysal bin Musâid de davete katılarak, amcasının yanına kadar sokuldu. Arap adetleri uyarınca kendisini alnından öpebilsin diye eğilen Kral Faysal, yeğeni tarafından çenesinden ve kulağından vuruldu. Korumalar katili hemen derdest ederken, Faysal da Şmeysî Hastanesi’ne kaldırıldı, ancak doktorların yoğun çabasına rağmen kurtarılamadı. Faysal, son nefesini vermeden önce yeğeninin kısas edilmemesini ve bağışlanmasını vasiyet etmiş olmasına rağmen, halkın yoğun tepkisi nedeniyle katil Faysal bin Musâid yargılanarak Riyad’da idam edildi. Kral Selman’ın tahta geçtikten sonra verdiği bazı olumlu mesajlar, acaba yeni Kral Faysal olur mu sorularını beraberinde getirdi. Siz Kral Faysal ve Suudi hanedanlığı üzerine araştırmalar yapan biri olarak Kral Selmanın ya da yakın gelecekteki kral adaylari arasında Kral Faysal potansiyeline sahip birini görebiliyor musunuz? Kral Faysal’ın Suûdi ailesi içindeki konumunu, Umeyyeoğulları içinden Ömer bin Abdulaziz gibi bir önderin çıkabilmesine benzetirim hep. Bu yönüyle, Kral Faysal örneği sıra dışıdır. Kral Faysal suikastı, zengin Arap ülkelerini yönetenlerin, petrolü (ve doğalgazı) uluslararası ilişkilerde bir silah olarak kullanmasının önünü kesmek için tertip edilmişti. Suikastın yarattığı travma o kadar büyük oldu ki, yöneticiler hâlâ etkisinden kurtulamadılar. Kral Selman, kurucu kral Abdulaziz’in oğulları arasında tahta çıkan son isim. Kendisinden sonra artık ülkeyi torunlar yönetmeye başlayacak. Üçüncü jenerasyon, uluslar arası ilişkilerin modern kurallarına ve gerekliliklerine fazlasıyla bağlı, kendilerinden Ortadoğu ve İslâm dünyasında radikal değişimler beklenemeyecek kadar da ‘sistem’e eklemli kişilerden oluşuyor. Dolayısıyla, Kral Faysal, hâlâ örnek olarak ufkumuzda duruyor.
HÜSEYİN CAFER GİZLİ “16 yaşındaki Hüseyin Cafer Gizli GSB’nın Silifke Kampında çıkan olaylar sırasında Pkk üyeleri tarafından bıçaklanarak şehid edilmiştir.” *Röportaj şehidin babası Salih Gizli ile yapılmıştır. “Giderken bizden helallik istedi” Oğlunun güzel ahlakıyla etrafına örnek olduğunu ifade eden Salih Gizli, “Oğlum namazını kılan biriydi. Aile ilişkileri iyiydi. Sosyal biriydi ve evde fazla kalmıyordu. Okula gider, okuldan sonra işe, ardından eve geliyordu. Gittiğinde hiç huyu olmayan bir harekette bulunarak bizden helallik istedi. Oradayken 2 defa kendisiyle görüştüm ama genelde annesiyle konuşuyordu. Öğrencilere her saat telefon verilmiyordu. En son dün akşam görüştüm. Bana bugün geleceğinden bahsetti. Bana bazı fotoğraflar gönderdi. Yemek yedikleri yeri, yemek sırasını gösteren fotoğraflar attı. Orada yaşadıklarını fazla söyleyen biri değildi. Ne yaşamış oradaki arkadaşları daha iyi bilir.” ifadelerini kullandı. Konuşmakta oldukça zorlanan Hayat Gizli, oğluna kıyıldığına hâlâ inanamadığını söyleyerek, Cafer’in güzel ahlakıyla herkese örnek biri olduğunu dile getirdi.
Acılı anne, “Oğlumun ahlakı çok güzeldi. Kimse bir gün ondan incinmedi. Allah O’na çok güzel bir ahlak vermişti. Arkadaşları hepsi onu çok seviyordu. O’nu geziye gönderdik ama oradaki görevliler oğlumu PKK’lilerin yanına attı. Oğlumu katlettiler. Bu cinayetin araştırılmasını istiyoruz. Allah hakkımızı bırakmasın.” dedi. Cafer’in dindar ve edepli bir çocuk olduğunun altını çizen anne Hayat Gizli, gözyaşları içerisinde hislerini şöyle dile getirdi: “Onun aramızdan ayrılması bizi çok etkiledi. Cafer gözlerimin önünden gitmiyor. Hep etrafına tebessüm eden bir çocuktu. Beni üzmez, çok kıymet verirdi. Özellikle son zamanlarında ibadetlerine çok dikkat ederdi. Giderken benden helallik isteyerek ayrılmıştı. Ben hakkımı helal ediyorum. Allah onun şehadetini kabul etsin.”
Baba Salih Gizli
Şubat’16 • 61
Karantina
Karantina
Muhammed Biltaci’den Kızı Şehid Esma Biltaci’ye Mektup Sevgili kızım ve değerli öğretmenim... Sana elveda demiyorum bilakis yarın görüşmek üzere. Başı dik tuğyana isyan ederek yaşadın. Tüm engelleri redderek hürriyete sınırsızca aşık oldun. Bu ümmet, uygarlıkta hak ettiği yeri alabilsin diye onu yeniden diriltmek ve inşa etmek için sessizce yeni ufuklar arıyordun. Akranlarının uğraştığı işlerle meşgul olmadın. Her zaman derslerinde birinci olmana rağmen öğrenmeye olan açlığın dinmedi. Bu kısa hayatta sohbetine doyamadım. Vaktim mutlu olacak ve eğlenecek kadar geniş değildi. Rabiatul Adeviyye’de son kez bir araya geldiğimizde, “Sen bizimle olduğunda bile bizden ayrısın” diyerek bana olan sitemini dile getirmiştin. Ben de sana, “Bu hayat birbirimize doyacak kadar geniş değil. Birbirimize doyalım diye Allah’tan cennetinde bize bu sohbeti vermesini temenni ediyorum” demiştim. Sen şehit olmadan iki gün önce seni rüyamda gelinlikler içinde gördüm. Bu dünyada eşi benzeri olmayan bir güzellikteydin. Yanıma sessizce oturduğunda sana, “Bu gece senin düğün gecen mi” diye sordum. Sen de “Düğünüm akşam vakitlerinde değil öğlen olacak” demiştin. Çarşamba günü öğlen vakti şehit olduğun haberi bana ulaştığında, senin rüyamda bana ne demek istediğini anlamış oldum. Allah’tan seni şehit olarak kabul etmesini niyaz ettim. Ve şehadetin, bizim haklı olduğumuzu ve düşmanımızın batılın ta kendisi olduğu inancımızı pekiştirdi. Son vedan da yanında olamamam, son bir kez seni görememem, alnına son bir öpücük konduramamam ve senin cemaze namazını kıldırma şerefine nail olamamam beni derinden üzdü. Beni bunları yapmaktan alıkoyan, ölümden veya karanlık hücrelerden korku değil, uğruna canını verdiğin davayı (devrimin hedeflerine ulaşması) sürdürebilmekti. Zalimlere karşı başın dik (göğsünü gere gere) direnirken gaddar kurşunlar göğsüne saplandı ve ruhun yüceldi. Ne kadar güzel bir azmin ve terbiye edilmiş bir nefsin vardı. İnanıyorum ki, sen Allah’a verdiğin söze sadakat gösterdin, Allah da sana verdiği söze... Öyle ki, şehadet şerefini bize değil de sana bahşetti. Son olarak, Sevgili kızım ve değerli öğretmenim... Sana elveda demiyorum bilakis görüşmek üzere.. Buluşmamız, yakında peygamber ve ashabıyla birlikte Havz-ı Kevser’de olacak. Sonsuz kudret ve hükümranlık sahibi Allah’a yakın, O’nun nezdinde değerli ve şerefli bir konumda. Ayrılmamak üzere, birbirimize doyma temennilerimizin gerçekleşeceği bir buluşma...
62 • Şubat’16
Bilad-ı Şam’da Bir Kardelendi O...
Şehid Zehran Alluş... Tarık PARLAK
B
azı insanlar vardır, bulundukları mekanda ‘insanlık’ın var olduğunun tescilidirler. Bazı insanlar vardır, bulundukları mekanda umudun yok olmaması için bilfiil ayaktadırlar. Bazı insanlar vardır... Varlıkları bir imkandır. İçinde bulundukları topluluk için bir fırsattır, direnişin başını tutarlar ... O insanların başlarını hep dik görürüz, yorgunluk emaresi yoktur onların yüzünde, yüz hatlarında. Ses telleri o kadar çelikleşmiştir ki sesleri çatallanmaz bir an bile ve üslupları direnişe kan pompalar. Ellerinde ipekten bir hüzme dokurlar, bizzarure devam ederler dokumaya... Böyle insanlar umudun sönmemesi için uğraş verirler, öte taraftan ötelerin ötesine göz dikmişlerdir, biz onları anlık hesaplamaların içinde görmeyiz; onlar anı, hayat için, istikbal ve dava için bir imkan olarak görürler. Evet, bir imkan olarak görürler anı ve isimleri daima bir ukde gibi kalır dudaklarda. Aşkın, şevkin, iştiyakın, serzenişin, istikbali gözlemenin en güzide misallerini gözlerimizin önünde bir kandil gibi ışıldatıp dururlar... Hiç de sıkılmazlar hani, hiç yorulmazlar ve de hiç yılmazlar hani... Bilirler! Onlar yıldıkları zaman El-Aziz Allah’a, El-Azim Allah’a, El-Hasib Allah’a ve mutlak kudret maliki Allah’a hesap vereceklerdir. O hesabın acısıyla kavrulup dururlar, bu kavrulma hali davalarına daha bir sıkı sarılmalarını sağlar. Büyük dava adamları için çekilen sancılar davalarına gösterecekleri sadakat için birer sebeptir,
birer kuvve haline dönüşün enerjisidir. Direniş onlar için bir zorunluluktur, zevki bir eylem değildir, onlar direnişin içinde oldukları anda bile direnişten ayrılmaktan korkarlar. Filizlenmiş direnişi akamete uğratmaktan korkarlar ve korktukça davalarına sadakatleri artar. Onlar için bir zalimin, tağutun varlığı kendilerine büyük acı verir. Ve büyük dava adamları kendi hayatlarından geçmişlerdir... Davaları diri dursun diye akıttıkları kanın hesabını yapmazlar; bilakis dökülen kanların hesabını yapmak onlar için bir zuldür. Onların çıkarları ve menfaatleri, davalarının çıkarı ve menfaati, onların zararları davalarına gelecek zarardır. Misk kokusunu her tarafa saçmak zorundadırlar onlar... Evet; büyük dava adamları böyledir ve büyük dava adamları bir imkandırdır. Bilad-ı Şam’ın parya durumundaki evlatları için Şehid Komutan Zehran Alluş da böyle idi. O okurdu, yazardı, tefekkür ederdi, direnirdi... Allah’a vereceği hesabın korkusundan tir tir titrerdi, ama bu titreme hali Alluş’u tağuta karşı savaşında ön safta tutardı... Evet! Zehran Alluş gerçek bir dava adamı idi... O, Bilad-ı Şam’ın gerçek bir çocuğu idi. Bilad-ı Şam’ın gözleyen, bekleyen, direnen bir evladı idi Zehran Alluş. Şehadeti de kendisine yakışır bir şekidle oldu. Şehid Zehran Alluş, 1971 yılında Suriye’de, Doğu Guta’ya bağlı Duma’da doğdu. Şubat’16 • 63
Karantina ilk tahsilini Suriye’de tanınmış bir Ehl-i Sünnet alimi olan babası Abdullah Alluş’tan aldı. Şam Ünivestesi’nde, İslami İlimler okudu. Yüksek tahsilini Medine’deki, Uluslararası İslam Üniversitesi’nde tamamladı. MEdine’de bulunduğu sırada birçok alimden ders aldı. Lisans tahsili bittikten sonra Suriye’ye döndü ve Şam Üniversitesi’nde yüksek lisans tahsilini yaptı. Arap Baharı sürecinde, Suriye halkı ülkelerindeki zalim diktatörlüğe karşı Ocak 2011’de ayaklanmayı başlattı. Zehran Alluş, Suriye Direnişinden önceki yıllarda inşaat sektöründe çalıştı. 2009 yılında İslami çalışmalarıdnan ötürü tutuklandı ve Müslüman tutuklular ile meşhur olan Sednaya Cezaevi’nde iki yıl kaldı.Şehit Komutan daha önce de (1996 yılında) sorgulanmıştı. Ocak 2011’de başlayan olayların artması, büyümesi, kitleselleşmesinin ardından Beşar Esed olayların seyrinden ötürü 31 Mayıs 2011’de umumi af ilan etti ve Zehran Alluş da bu umumi af sırasında serbest kaldı. İçinde bulunduğu halk, kendini bilmez serseri bir tağut tarafından katledilir de Zehran Alluş durur mu? Kendi yaşadıkları bir tarafta, halkının yaşadıkları bir tarafta, idealleri bir tarafta... Zehran Alluş cezaevinden çıktığında Suriye çoktan kaynamıştı. Zehran Alluş önce İslam taburunda daha sonra İslam tugayında liderlik yaptık. Ve nihayet Ekim 2014’de, çalışmalarının meyvesi sayılabilecek Ceyş’ül-İslam’ın (İslam Odusu) başına geçti. İslam Ordusu kurulurken elliden fazla direniş zümresini içinde barındırıyordu. İslam Ordusu kurulduğu günden beri Suriye’nin en etkili direniş zümrelerinden biridir. Komutan Zehran Alluş şehit edildiğinde yaklaşık, Ceyş’ülİslam’ın 60.000 civarında direnişçisi olduğu söyleniyordu. Ceyş’ül-İslam; Ahrar’uş-Şam, 64 • Şubat’16
Karantina Ansar el-İslam gibi direniş zümreleriyle birlikte Suriye Direnişi’nde büyük konuma malik çatı oluşum olan İslami Cephe’nin içinde yer alıyor. Ama Ceyş’ül-İslam’ı daha çok bağımsız operasyonlarıyla öne çıkıyor. İslam Tugayı’nın gerçekleştirdiği ses getiren büyük operasyonlardan birini burada anmak gerekir. Özgür Suriye Ordusu ile birlikte yapılan ve rejime karşı olan darbelerin etkili, büyük olanlarından olan bu saldırıda; Özgür Suriye Ordusu ve İslam Tugayı, 18 Temmuzda 2012 tarihinde Şam’ın merkezinde Beşar Esed’in sarayına 100 m. mesafede Ulusal Güvenlik Toplantısı’na etkili bir saldırı yaptı. Bu saldırı kamuoyunda büyük ses getiren bir saldırıydı ve Beşar Esed de toplantıda hazır bulunyordu. Yapılan saldırıda çok sayıda yetkili öldü ve yaralandı. Bu saldırıda Savunma Bakanı Davud Raciha ve yardımcısı, Asıf Şevket (aynı zamanda Beşer Esed’in eniştesidir), İçişleri Bakanı Muhammed İbrahim elŞeher, Beşşar Esed’in özel temsilcisi Hasan Türkmani ve İstihbarat Soruşturma Birimi Başkanı Hafız Mahluf ölmüştür. Beşar Esed ise bu saldırdan sağ kurtulmuştur. Ceyş’ül-İslam’ın yaptığı eylemlerden biri de 25 Ocak 2015 Pazar Günü olan saldırıdır. Daha önceleri Beşar Esed güçlerinin, Doğu Guta’ya gerçekleştirdiği saldırılara karşı Zehran Alluş, misliyle cevap vereceklerini, bildirdi. Öğleden sonra yapılan saldırıda Ceyş’ül-İslam, doğrudan Şam’ın merkezine büyük bir saldırı gerçekleştirdi. Bu saldırıda Ceyş’ül-İslam tarafından bir sürü roket, havan topu gibi ağır silahlar Şam’ın ortasına düştü. Mezze bölgesindeki askeri üs, hapishane ve fakültenin bir bölümü ile Emeviye bölgesi vurudlu. Zehran Alluş ve Ceyşül İslam her zmaan itidalini ve savaş hukukunu korumaya çalışmıştır. Onu tek bir davası vardı ve şehadetinden sonra da Ceyşül islam bunu
devam ettiriyor... Özgür Suriye... Sadece Beşar Esed’in hükümet başkan olmadığı bir Suriye değil, şu veya bu batılı akıl satıcılarının hevalarından membaını bulan çözümler değil. Diniyle vatanıyla rejimiyle Özgür Suriye. Öte yandan Zehran Alluş, IŞİD’i ilk sıkıştıran direniş liderlerinden biridir. Suriye’de ki birçok muhalif direniş zümresi ve direniş komutanı gibi Zehran Alluş üst düzey çaba sarfedip, IŞİD’in estirdiği batıl ve fitne havasına karşı uyanık olan ve Beşar Esed rejimi ile Işid’in irtibatını ortaya koyan mücahit komutandır. Ayrıca Ceyşül İslam’ın Işid mensuplarına uyguladığı kısaslara ait görüntülerde haber merkezlerinde mevcuttur. Diğer taraftan farklı sebeplerle direniş zümreleri arasıda zaman zaman ortaya çıkan fitneler karşısında yiğit bir bir stratejist gibi davranarak fitnelerin kaldırılması konusunda yoğun bir çaba sarfetmiştir. Zehran Alluş, 25 Aralık 2014’te Şam’ın Guta bölgesindeki toplantıda şehid edildi. Esed-Rus hava saldırısında Zehran Alluş’un yanında, Ceyş’ül-İslam’ın 13 kadar üst düzey ismi, Ahrar’uş-Şam’ın 7 kadar üst düzey ismi ve Feylak er-Rahman’ın lideri Ebu en-Nasr da şehid edildi. Ahrar’uş-Şam, Nusret Cephesi, Feylak’uşŞam, Şam Cephesi, Şükür El-Cebel, Ceyş’ül Şam, Ceyş’ül-Yermuk, Ensaruddin Cephesi ve birçok direniş zümresi Zehran Alluş için taziye mesajı yayınladı. Bu saldırı sonrasında Ebu Hammam Buveydani, Ceyş’ül-İslam’ın liderliğine getirildi. 1975 doğumlu Buveydani, Ensar Birliği komutanlığını yaptı ve Ceyş’ül-İslam’ın önde gelenlerindendi. Zehran Alluş’un, Buveydani ile ilgili olarak, onun şehadetinden sonra yayınlanan bir konuşmasında şöyle diyor: “Ebu Humam yeni komutandır, bu komutan benden dini olarak, ahlaki olarak ve askeri olarak daha iyidir.” Şehadetinden sonra ceyşül islam sözcüsü İslam Alluş’un yayınladığı videoda zehran alluş şöyle diyordu: “Bizim İslam için, Suriye için çalışmamız gerekiyor, sadece Ceyş’ül-İslam için, Duma için yada Guta için çalışmak olmaz. Biz savaşta “İslam Ordusu”, davette “İslam
Davetiyiz”. Ordunun adı Zehran Ordusu değil, Duma Ordusu da değil, Guta Ordusu da değil, bu ordu bütün Müslümanların Ordusu.” Zehran Alluş, Al-Jazeera’ye verdiği bir röpotajda şöyle diyordu: “Bağdadi’nin, Irak Şam İslam Devleti örgütü kurtardığımız bölgelerde bize bulaşmaya başlamıştı. Bizim ve Özgür Suriye Ordusu’nun unsurlarını kaçırıyorlardı. Suriye Ordusu’ndan ayrılan subayları öldürdüler. İslami gruplardan adamlar öldürdüler. İmdat haklarımızı ve özgürleştirdiğimizler bölgeler arasındaki bağlantıyı kestiler. Rejimin kullandığı bütün yöntemleri kullanmaya başladılar. Tek farkları maalesef sakallarıydı. Yani rejimin yöntemleriyle İslami bir isim altında halkımıza zulüm ve baskı yapıyorlardı. Biz Kürtler ve Araplar uzun zamandan beri birlikte yaşıyoruz. Diyebilirim ki İslamın bu topraklara girdiği günden beri ne dilimiz ne etnik kökenimiz bir ayrım teşkil etmiyordu. Yazık ki mezhep ayrımcılığı yapan Nusayri rejim Araplar’ı hükmüyle ezerken, Kürtlere’de zulmetti. Şimdi de bir takım adamlar gelmiş Kürtler’e hükmederken, Arap ve Kürtler’e zulmetmek istiyor. Bunların başında da Pkk, Pyd ve benzeri gruplar geliyor. Bu Kürt bölgesini Suriye’den ayırmak, İslam ümmetini zayıf, küçük, dirençsiz parçalara ayırma projesinin bir bölümü. Bu İslam ümmetine yapılan komplonun bir parçası ve bunu tamamen reddediyoruz. Salih ve iyi müslümanlar her zman birleşmeden yana olurlar, bölüp güçsüzleştirmeden yana değil.» Zehran Alluş, Şam’da Esed’a yakın bir bölgede, 1700 mücahidin eğitiminin tamamlandığı üst düzey bir organizasyonda yaptığı efsane konuşmasınnın bir bölümü şöyle: «Ey mücahit kardeşlerim! Bugün tüm dünya bize karşı duruyor ve bizim Allah’tan başka kimsemiz yok. Allah güç sahibidir ve azizdir, gücünüzü Rabbinizden alın. Allah’tan yardım isteyin ve namazınıza sahip çıkın. Dininize sahip çıkın. Rabbinizin yolunda cihad edin yeryüzü ile gökyüzü büyüklüğündeki cennete girmek için onlarla savaşacağız onları sarsacağız ve onları yerle bir edeceğiz ondan başka ilah olmayan Allah’tan yardım alarak bunları gerçekleştireceğiz” Şubat’16 • 65
Karantina
Karantina
Abdulkadir Salih Ferit ÖZTÜRK
S
uriye Devrimi başladıktan sonra tanıdık onu, Abdulkadir Salih’in destansı mücadelesine, şahitliğine ve nihayet şehedetine şahit olduk. 1979 yılında Halep’in Marea köyünde doğan Salih, 1982 Hama Katliamı’ndan sonra Müslüman Kardeşler’e karşı artarak uygulanan baskı neticesinde, direnişi evlerde örgütleyen ailelerden birinin çocuğudur. Beş çocuk babası olan Abdulkadir Salih Suriye Cihadı başlamadan önce ticaretle uğraşıyordu, Kuru gıda tüccarı olan Abdulkadir Salih hem yurtiçi hem yurtdışı ticaret yapıyordu. Maddi durumu çok iyiydi. 25 milyon dolar gibi bir servetinin olduğu söyleniyor. O da başka insanlar gibi servetini alıp Suriye’den ayrılabilir yeni bir hayat kurabilirdi. Onun yerine, servetinin tamamını Suriye cihadına bağışlayıp direnişin ön saflarında, zalim, despot, diktatör baas rejimine karşı direnmeyi seçti.. Davasını nefsine tercih edip kardeşleriyle cihada başladığı zaman sayıca çok azdılar. 45 kişilik küçük bir ekiple yola çıkan Abdulkadir Salih kısa zamanda halkın teveccühünü kazandı ve şehit olduğunda lideri olduğu Tevhid Tugayında yaklaşık 15 bin asker vardı. Halep’teki ilk barışçıl gösterilerini organize
66 • Şubat’16
edenler arasındaydı. Devrim ateşi tutuşmaya başlayınca da bahsettiğimiz Tevhid Tugayı öncülüğünde Helep’e giren ilk muhalif birlik O’nun birliği oldu. Bundan sonra ise kahraman komutan daha bilinir olmuştu, O’nun eylemleri zalimleri o kadar rahatsız etmişti ki Beşşar Esed, başına 200 milyon dolar ödül koymuştu.. Abdulkadir Salih’in neden bu kadar çok sevildiğini anlaşılabilmesi için, Türkiye’ye geldiğin de yaptığı bir açıklamaya bakalım; “Biz adil bir devlet istiyoruz, bu talepleri de barışçıl gösterilerimiz de rejime ilettik. Fakat karşılığında vahşice saldırılara maruz kaldık. Halkımızın üzerine ateş açıldı. Suriye halkının dramı yeni değil, 40 yıldır aynı dozajda bir sindirme ve sistematik baskı politikası uygulanıyor. Ama artık biz buna karşı çıkıyoruz! Artık herkesin özgürce kendini ifade edebileceği, konuşmaktan korkmadığı, hak ve adalet kavramlarının anlam bulduğu bir yönetim talep ediyoruz. Allah’ın izniyle tüm etnik gruplarıyla beraber Suriye halkı bu kazanımı elde edecek!” Şehit Komutan’nın bu açıklaması bize; Onun düşüncelerinde hislerinde hal ve hareketlerinde itidal olduğunu gösterir.
Yine bizlere her hareketiyle, her eylemiyle her söylemiyle adeta sahabeyi çağrıştırıyordu şehit.. Bir arkadaşımız şunu söylemişti o şehit olduğunda; “Abdülkadir Abi derdik, aramızda adı geçtiği vakitlerde. Ne bir tanışıklığımız vardı, ne de görüştüğümüz bir an. Ama öyle bir görüntüsü var ki... Abi işte...” Evet o bir abiydi, biz gençler, O’nun samimiyetine ve mücadelesindeki direncine hep imrenmişizdir. O maharetli bir tüccar olduğu kadar aynı zamanda iyi bir baba direniş safların da ise en önde yer alan yetenekli bir komutandı. Kahraman komutan ardından nice güzel emsaller bıraktı; Mesela yiğit komutanın bir portresinden bahsedelim; Şehitlerimiz hak ettikleri gibi hep yaptıkları hayırlı amellerle, ahlakları ve hayattaki duruşlarıyla anılırlar. Ama bu anmalar genelde idealize edilmiş bir hayat idealize edilmiş bir fotoğrafla anlatılır. Bazen bu durum sanki o insan bu dünyadan değilde başka bir alemden bu dünyaya bakıyormuş hissi uyandırır. Hani böyle bir aziz gibi... Oysa şehitlik şahitliktir. Mesasjı tüm hayatında yaşayan insanların ömürlerini hak yolunda noktalamaları ile sonuçlanır. Abdülkadir Salih’in kardeşleriyle yolda yürürken çekilmiş o fotoğraf karesi onu bu hayatın içinden biri olarak görmemizi sağlıyor. Sıradan, sade, herkes gibi gülen, eğlenen, ağlayan biri… Suriye, artık tabiri caizse bir ceset diyarı oldu. Ama şunu iyi biliyoruz ki; bu diyarın harebeye dönmesi, Sultan olan ruhları asla etkilemez. Bu ruhlar zayi de olmaz. Belki çadır bozulur, Beden gemisinin parçaları hep bir tarafa savrulur ama Sultan olan ruh dimdik ayaktadır. Zira Allah ayeti kerimesinde; “Allah yolunda öldürülenlere sakın ölüler demeyin! Aksine onlar diridirler, fakat siz anlayamazsınız…” (Bakara-154) buyuruyor. Diktatörlük, sapıklık, zulüm ve cehalet ağırlığı altında ezilen baas rejimi ve işbirlikçileri, örnek bir şahsiyet olan Abdulkadir Salih’i,
Suriye’nin onurlu evladlarını, masum bebeklerini ve iffetli kadınlarını katlederek, işkence ederek yok edeceklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar. Davası için eşinden evladından anne babasından geçen insanları öldürerek (şehit ederek) kazanacakları bir tek şey var; Cehennem! “Kafirlere de ki; Yenileceksiniz ve cehenneme sürüleceksiniz! Orası ne fena bir yerdir!” (Ali İmran 12) Şunu da belirtelim ki; Suriye cihadı bize hak ile batıl savaşını tüm çıplaklığıyla gösterdi. Geldiğimiz günler itibariyle, İslami şuurumuzu, Suriye de katledilen insanları, işkence altında olan müslümanları, başta ülkemize ve diğer diyarlara hicret etmek zorunda kalan binlerce muhaciri, yaşadıkları dramları, çektikleri çile ve ızdrabı göz önünde bulundurarak söylemeliyiz ki; Suriye Cihadı, Muhacirler, Mücadele eden Mücahitlerimiz, Suriye’de şehid olan kardeşlerimiz,Yetimlerimiz, Bizim kırmızı çizgimizdir!. . Şehid komutan demişti ki; “Ümmetin bu kadar çok şuurlu genci varken biz olmasak da Hak davaya sahip çıkan çok kişi olur..” Buna binaen, bahsettiğimiz kırmızı çizgilerimize halel gelmemesi için elimizden değil yüreğimizden gelenin en iyisini yapmak üzerimize vazifedir. Duamız o dur ki; Ömrümüzün nihayete erdiği gün, Şahitliği ve şehitliği hakkıyla yaşayabilen fertler olalım. Allah’a hamd, Rasulullah’a binlerce salat ve selam olsun. Ümmetin öncü şahsiyetlerine, Kahraman Komutan Şehid Abdulkadir Salih’e, onun yiğit arkadaşlarına ve hak davayı omuzlayan bütün nesillere selam olsun. Şubat’16 • 67
Şiir ey aseman bildin mi ötelere uğurladığımız gökteki yıldızlara eş yerdeki yıldız elimizi uzatıp tutamadığımız güneş ardından ancak ağladığımız ey aseman gördün mü nasıl yaşadığını ve nasıl şehid olduğunu söylermisin rabbi için yaşayıp rabbi için ölen böyle kaç yiğit olduğunu ey aseman gördün mü? hayat boyu kimseye hiç küsmeden aşkı böylesine yüreğinden hisseden yağdığında bahar yağmurları gibi kimseyi ayırt etmeden herkese yağan rahmete boğan ey aseman kalbinde yedi milyarın yalnızlığı ve ızdırabı varken gördün mü her bir kimseyi yedi milyarın coşku ve sıcaklığıyla ulaşan değil mi ki ey aseman gül yüzlü sultandan emaneti almış kalbinde taşıdığı umman kur’an…
68 • Şubat’16
Karantina
İslam’ın İlk Hanım Şehidi
Hazret-i Sümeyye
ey aseman bildin mi? gökteki yıldızlara eş yerdeki yıldız elimizi uzatıp tutamadığımız güneş ardından ancak ağladığımız ey aseman bir dağ, dağa çarptı, çok sevdiği hindikuşlar’a çarptı yıkıldı bir dağ durdu zaman can evinden vurdu zaman bir yıldız süzüldü geldi semadan asude can, güzel insan gönlümüzde mihman ey aseman duyuyor musun? sesi çınlıyor kulaklarımızda: “hoda hafiz biraderani mücahidan.”
Mehmet Emin YILDIRIM
(Radıyallahu anha) Sümeyye Kızık
Orhangazi İHL 3.Sınıf öğrencisi
E
şi Yasir ve oğlu ile beraber müşriklerin işkenceleri altında inlemelerine rağmen imanlarından taviz vermeyen bir aile. Allah ve Rasûlü yolunda şerefle ölmeyi göze almış yiğitler. İslâm’ın ilk çilekeş ailesi. Sümeyye binti Habbat, Mahzumoğullarından Ebu Huzeyfe İbni Muğıre’nin cariyesi idi. Hizmetiyle kendini sevdirmişti. Ebu Huzeyfe onu Yasir ile evlendirdi. Yasir, Yemen’den kalkıp Mekke’ye gelen ve Ebu Huzeyfe’ye sığınarak yanında çalışan bir gençti. Çocukları olunca Yâsir’i âzat etti. Bu evlilikten büyük sahabe Ammar bin Yâsir (r.a) dünyaya geldi. İslâm’ın ilk günlerinde bu bahtiyar ailenin fertleri birlikte İslâm’la şereflenerek birer iman fedaisi oldular. Mekke’de kendilerini koruyacak kimseleri olmadığı için en acılı, en şiddetli işkencelere tabi tutuldular. Bir gün Rasulullah(sav) bu kahraman aileye işkence yapılan yere gitti. Uzaktan Rasulullah (s.a.v)’ın geldiğini görünce acılarını unutarak ona doğru bakmaya başladılar. Sanki onu karşılamak istercesine gözlerini ondan ayırmadılar. Yapılan işkencelere aldırış etmeden onu görmenin sevinciyle ferahladılar. Yanlarına yakınlaşınca Peygamber Efendimiz onların dirençlerini artıracak, çektikleri eza ve cefalara karşı teselli ve teskin vesilesi olacak şu müjdeyi verdi: “Sabredin ey Yâsir ailesi! Sabredin ey Yâsir ailesi! Sizi cennetle müjdelerim.” diye seslendi. İslâm’ın ilk çilekeşlerine ebedî kalacakları yurdu yani cenneti vaad ederek, Dârüsselâm’ı, selâmette kalınacak yeri hedef olarak gösterdi. Günlerce işkence altında kalan Yâsir (r.a) büyük bir teslimiyet içerisinde tekrar: “Ya Rasulullah! Vakit hep böyle mi geçecek?” diye sordu.
Şefkat Peygamberi Efendimizin de yüreği sızladı. Onların direnmelerini istedi ve: “Allah’ım Yâsir ailesini rahmet ve mağfiretini ihsan et!” diye dua etti. Onları ancak bu şekilde teselli etmeye çalıştı. Aradan birkaç gün geçmişti. İşkenceler devam etmekteydi. Yasir (r.a) yaşlı bedeni yapılan eziyetlere dayanamadı ve ruhunu teslim etti. Allah ve Rasûlü yolunda, iman mücadelesinde erkeklerden ilk şehid olma bahtiyarlığına erişti. Ebu Cehil’in amcası Ebu Huzeyfe, Yâsir’in şehâdetinden sonra bütün öfkesini Sümeyye ve oğlu Ammar’a yöneltti. Zalimliğinden bitkin bir halde kalmış ve yorulmuştu. Amcası Ebu Cehil’e: “Sümeyye’nin işini de sana bırakıyorum.” dedi. Ebu Cehil Hazreti Sümeyye’ye (r.a) doğru yöneldi ve öfke ile: “Sen güzelliğine âşık olduğun için Muhammed’e iman ettin.” diye hakaret etti. Hz. Sümeyye buna karşılık verdi. Ebu Cehil daha da öfkelenerek elindeki mızrağı Hz. Sümeyye saplayarak şehid etti. Hz. Sümeyye (r.a)’nın oğlu Ammar bin Yâsir (r.a) işkenceden kurtulunca doğru Rasullullah’ın(sav) huzuruna vardı. Annesinin böylesine acıklı bir şekilde şehid edilmesine çok üzüldüğünü ve artık yapılan zulümlere tahammülünün kalmadığını bildirdi. Rasulullah (sav) yine Ammar’a (r.a) sabrı tavsiye etti. Haklarında: “Allah’ım! Yâsir ailesinden hiç birisine ateş ile azap etme.” diye dua buyurdu. Allah yolunda şehid olmak en büyük arzumuzdur. Şubat’16 • 69
Kitaplık
Kitaplık
BİR ŞEHİDE ŞAHİTLİĞİM (MAVİ KIRMIZI, KİTAP TAHLİLİ) Abdullah Etka AYAN
Ö
ncelikle belirtmeliyim ki Mavi Kırmızı, kitabın yazarı Ramazan Kayan Hocamızın da ifade ettiği şekilde: ‘’Bir anı, bir öykü, bir roman, bir biyografi, bir destan, bir masal, bir senaryo değil, adanmış bir yüreğin anlam dünyasından günümüz gençliğine kesitler sunma çabasıdır.’’1 Yazıya kitap tahlili dediğime bakmayın, bu yazıyı kitabı okuduktan birkaç dakika sonra yazmaya başlamama rağmen, kitabın dil, anlatım veya üslup özellikleriyle ilgili diyebileceğim hiçbir şeyim yok. Sadece, Hocamızın kitaplarından birkaç sayfa okuyanlar dahi kalemindeki itina ve samimiyeti, ‘‘yazıyor olmak’’ babında amaç – araç ilişkisini, çırpınışı ve de tevazuyu fark etmişlerdir deyip geçmek istiyorum. Zira Mavi Kırmızı, okunduktan sonra insanda bunu yapacak mecal bırakmıyor. Hocamız, kitabın başlığının altına ’Bir Şehide Şahitliğim’ demiş. Ben de bu yazıya aynı şeyi demekten başka bir şey bulamıyorum. Zira kitabı okumayı bitirdikten sonra, yazı yazmaya başlayana dek geçen vakit boyunca düşündüm: ‘’Böyle bir kitabın tahlili mümkün mü? Eğer mümkün ise bunu benim yapabilmem imkansız, o halde ne yapmalı? Bir defa dergideki Ağabeylerimize kitabın tahlilini yapacağımıza dair söz vermiş bulunduk, şimdi beceremedik desek olmaz, fakat yazacağımız şey de tam bir kitap tahlili olamayacak’’ diye bir oraya bir buraya bakınırken, kitabın başlığı tekrardan gözüme ilişti. Mavi Kırmızı, ‘‘Bir Şehide Şahitliğim’’. Sahi o an kafam dank etti. Bir şehidi, bir şehadeti ne kadar tahlil edersek edelim hep biraz eksik kalacaktı. Sayfalarca kitap da yazsak, filmler de çeksek, ‘‘şehadeti’’ anlatacak en iyi şey tabii olarak bir şehit, bizzat şehidin şahitliğiydi. Ve bizim yapabile-
70 • Şubat’16
ceğimiz en iyi şey de, bir silsile halinde, şehidin şehadetine hakkıyla şahit olmak ve sahip çıkmaktı. Velhasıl, bu yazı kitapta bahsi geçen şehitlerimizin şahitliğine eşhedü demekten bir fazlası değildir. Kitabın özetini aktarmak gerekirse Hocamız, bizzat yaşayan bir kişi olarak, Mavi Marmara yolculuğunu, özellikle de Furkan Doğan bağlamında, Mavi Marmara hadisesini anlatıyor. İHH İnsani Yardım Vakfı’nın öncülüğünde, ‘‘Rotamız Gazze Yükümüz İnsani Yardım’’ sloganıyla, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu delmek ve de Gazze’deki mazlumlara insani yardım götürmek amacı ile 2010 yılının 27 Mayıs günü başlayan, 32 farklı ülkeden 663 yardım gönüllüsünün tamamen sivil bir organizasyonla, tek bağlı oldukları yer olan gönülleriyle yaptıkları yolculuğu, bu yolculuğun öncesini ve sonrasını. Antalya’dan başlıyor Hocamız. Mavi Marmara’nın adalet ve hürriyet yolculuğuna başladığı limandan. Önce bütün yardım gönüllüleri bir spor salonunda toplanıyorlar. Burada çeşitli konuşmalar ve organize işlemler yapılıyor. Salonda Anadolu’nun her yöresinden insanlar ve getirdikleri yardımlar var. Öyle ki Hocamız küçük bir çocuk ve kafesinin içinde gönderdiği sarı kanaryasından bahsediyor. Filistin için kuşunu gönderen kardeşimiz yanına bir not yazmış: ‘’Kafesin içindeki kuşu Filistin topraklarında özgür bırakmanızı istiyorum. Bu kuş, özgürlüğü Filistin’de yaşasın.’’ Bunun gibi nice yardımlar gönderilmiş. Nice ninelerin kefen paraları hatta kefenleri, gelinlerin bilezikleri, öğrencilerin harçlıkları, annelerin duaları Mavi Marmara ile birlikte. Yolculuk öncesi yapılan hazırlıklar, yolculuk sırası ve yolculuk sonrası. Bu safhaların her biri ayrı çalışmalara konu olabilecek derecede büyük bir
insaniyet ve Hocamızın da dediği gibi maşer-i bir vicdanı barındırıyorlar. Mavi Marmara gemisi, içerisindeki yardım gönüllüleri ve beş yük gemisi ile birlikte, 30 Mayıs günü Kıbrıs’ın güneyinden Gazze’ye yönelmiş bulunuyor. Geminin yolculuğu boyunca birlikte kılınan namazlar, söylenen marşlar, sohbet halkaları, tanışmalar, bunlara benzer birçok etkinlik ve yolculuğu dünyaya duyurmak için yapılan televizyon yayınları, kısacası her geçen saat birbirinden manidar. Bu yayınların birinde muhabir, İHH İnsani Yardım Vakfı Genel Başkanı Bülent Yıldırım’a, İsrail’in gemiye yapabileceği olası bir müdahaleyi soruyor. Fakat o günlerde hiç kimsenin tahmin edemediği gibi Bülent Yıldırım da İsrail’in barbarlık seviyesini tahmin edemediği için en fazla bir gemiyle önlerinin kesileceğini belirterek, ne olursa olsun durmayacağız diyor. Fakat maalesef bu böyle olamadı. 31 Mayıs gecesi televizyon yayınlarına yapılan siber saldırıların ardından saat 4.30 sularında, gemideki Müslümanlar cemaat ile sabah namazının farzını kılarlarken, birden fazla gemi, içerisinde ortalama 20 komandonun bulunduğu deniz botları ve bir de helikopterle birlikte, uluslararası sularda silahsız insanlara otomatik silahlarla saldıran İsrail Devleti, 10 masum insanımızı katletti. Aslında fiziki portre açısından bildiğimiz Mavi Marmara, bildiğimiz İsrail ve bildiğimiz masumlar. İbrahim Bilgen, Ali Haydar Bengi, Cevdet Kılıçlar, Çetin Topçuoğlu, Necdet Yıldırım, Fahri Yaldız, Cengiz Songür, Cengiz Akyüz, Uğur Süleyman Sönmez, Ve Furkan Doğan. Hepsi şehit inşallah. Hepsinden Allah razı olsun. Kitabın ruhuna gelirsek. Bunu yapmak için önce bir bir şehitlerimizin hayatlarına gitmemiz gerekiyor. Hocamız da bunu bilerek özellikle gençlere büyük bir örnek teşkil eden Furkan Doğan’ı anlatıyor. Şehadet arzusuyla tutuşan geçlere ‘’önce hayat sonra ölüm’’ diyor adeta. Zira kitapta da vurgulandığı üzere, şehit ölmek için önce bir şehit olarak yaşamak gerekiyor. Ve bunu, şehitliğin bir sonuç, bir hak ediş olduğunu, Mavi Marmara şehitleri bizlere bir kez daha gösteriyorlar.
Şehitlerimizin en genci olan 19 yaşındaki Furkan Ağabey, gemide her işe koşuşturan ama önde gözükmeyi de sevmeyen, genç Furkan olarak tanınıyor. Yapılan müdahale sırasında da güvertede, İsrail helikopterinin ve askerlerinin hunharca saldırısını avuç içi kamerasıyla çekmeye çalışırken, yakın mesafelerden, biri yüzünden olmak üzere toplamda atılan beş kurşunla şehit oluyor. Furkan Ağabey, 10 Ekim 1991’de babası Ahmet Doğan’ın doktora için gittiği ABD’de doğmuş. Doğumuyla ilgili babasının ağzından, Hocamızın naklettiği bir anekdotu paylaşalım: -Furkan’ın doğumunda bayan doktor istedik, talebimiz doğrultusunda biri görevlendirildi. Doğum günü önceden belirlendi fakat bayan doktor mazereti çıktığından doğumda bulunamadı. Başka bir bayan doktor doğumda bulundu. Sonradan öğrendik ki ilk görevlendirilen doktor Yahudi imiş. Meğer ki Allah Furkan’ın doğumunu bir Yahudi doktorun eline bırakmadı ama ölümü Yahudilerin eliyle oldu. Furkan Ağabey ve ailesi, o iki yaşında iken Türkiye’ye geri dönüp Kayseri’ye yerleşiyorlar. Küçüklüğünden itibaren farklı olan Furkan Ağabey, bir şehit ahlakıyla serpiliyor ve yaşıtlarından olgun bir hal ile yaşıyor. Lisenin ilk senesi, bulunduğu sınıfta ‘’Hedefiniz ne?’’ diye sorulup sıra Furkan Ağabey’e gelince o, bu soruya ‘’Şehit olmak istiyorum.’’ diye cevap veriyor. Öğretmen, ‘’Ben onu kastetmemiştim, meslek olarak ne olmak istiyorsun?’’ dediğinde ise, ‘’Şayet şehit olmak nasip olmazsa göz doktoru olmak istiyorum. Afrikalı mazlum ve muhtaçlara katarakt ameliyatı ile ışık olmak arzusundayım.’’ diyerek, bizlere gayesini, Allah rızasına ulaşma dileğini anlatıyor. Bu rıza için çalışan Furkan Ağabey, Mavi Marmara yolculuğundan önce üniversiteye giriş için YÖS’e giriyor ve yolculuk başladıktan sonra açıklandığını bildiğimiz sınavda, ikinci dileği olan göz doktorluğu için yüksek bir derece yapıyor. O, Mavi Marmara yolcuğundan dönseydi belki de şuanda Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden göz doktoru olarak mezun olmuş olacaktı. Fakat Allah, onun ilk dileğini, ilk gayesini yerine getirdi ve o, şehit oldu. Allah bizleri şehitlerimizin yolundan ayırmasın, hayatlarımızda onlar gibi şehit yaşamayı, ölümlerimizde de onlar gibi şehit ölmeyi nasip eylesin. Amin. Dipnotlar 1-http://www.haber10.com/yazar/yusuf_tosun/mavi_kirmizi_bir_ seferdeyiz-611139 *Mavi Kırmızı, Ramazan Kayan, Aralık 2015, İstanbul, Çıra Yayınları, 180 sayfa, 10.5 x 19.5 cm.
Şubat’16 • 71
Kitaplık
Atölye
Ali Şeriati
Şehadet Selen BALCI Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Ş
eriati, şehadet kelimesinin mahiyetini değil, etkilerinden bahsetmiştir bu kitapta. Yorgun ama korkusuz bir grubun tarihin bozulmuş akışına, üstelik bütün değerleri eline geçiren bir düşmana karşı meydan okumasını anlatıyor. Ali, Hucr, Ebuzer, Ammar gibi kahramanların sessiz çığlıklarının, şehadetleri ile nasıl yankı bulduğunu, çağlar ötesinden bizlere seslendiriyor. Şehadeti tanıklık etmek, açığa çıkarmak, hazır olmak şeklinde kısa bir şekilde tanımladıktan sonra asırlara damga vuran Ammar ve Hüseyin’in şehadetinin sebebi değil sonucu üzerinde değerlendirmeler yapıyor. Günümüzde dar bir anlama hapsedilen şehadet; bu kitapta bizi içsel bir hesaplaşmaya götürüyor. Hüseyin’in hicreti ile Ammar’ın şehadeti her şeyi açığa çıkarmıştır. Ammar’ın ailesinin gözlerinin önünde şehit edilmesinin ardın-
72 • Şubat’16
dan kendisinin ise müşrikleri doğrulaması – ki kalbi imanla dolup taşarkenAllah Rasulü’nün Ammar’ın yaptığını tasvip etmesi, şehadetten kaçtığının bir göstergesi değildir. Çünkü şehadette esas olan gönüllü olmaktır. Allah Rasulü, Ammar’ın zalim bir topluluk tarafından öldürüleceğini söylemesi ile Ammar’ın şehadetinin bir süre için ertelendiğinin göstergesi niteliğindedir. Nitekim Sıffin savaşında Hz.Ali ve Muaviye karşı karşıya geldiğinde, kılıç kaldıracak takati olmayan Ammar, Ali’nin yanında zalim topluluğu ortaya koymak için yer aldı. Muaviye’nin ısrarla askerlerine Ammar’ı sakın öldürmeyin ikazını yapmasına rağmen şehadeti gerçekleşmiştir. En başta Allah olmak üzere, halk, tarih, yer, gök ve bu ikisi arasındakiler şahit olmuştur. ‘’Zalim toplum’’ sözü hak ettiği yeri bulmuş oldu. Rasulullah nasıl yaşamamız gerektiğini öğretirken, Ammar ve Hüseyin bize nasıl ölmemiz gerektiğini öğretti. Biz, şahit olan ama ibret alamayan kör, sağır ve dilsiz bir ümmet olarak onların arkalarından ağlamaktan başka bir fonksiyonumuz olmadı. Üstelik kendi halimize ağlamamız gerekirken kıyamlarını, yas tutma ayinlerine çevirerek şehadete apaçık ihanet ettik. Müslümanca yaşamanın olmadığı bir yerde, müslümanca ölmenin elbette bir yolu vardır demiş Malik el Şahbaz. Ölümümüzün bir çığır açması ümidiyle.
Varsın Birileri Dünyayı Çok Sevsin Sümeyye Kızık Orhangazi İHL 3.Sınıf Öğrencisi
S
en, ey mü’min kardeşim, sen ölümü sev! Hayır hayır, ölümü değil, ölümsüzlüğü, ölümsüzlüğe ölmeyi sev! Sen “şehadet”i sev! Şu “acıların dünyası”ndan “daha güzel bir alem”e geçmek için, ömrünü“şehadet peşinde” geçirmelisin! Eğer şehid olursan, “Allah-u Teala’nın özel misafiri” olacaksın! Susuzluğunu Cennet pınarlarından giderecek, açlığını Cennet meyveleriyle yatıştıracaksın! Arş’ın gölgesinde Rabbinin misafiri olacaksın! “Rabbinin misafiri” olmak istiyorsan “şehadet yolu”na girmeli; “Allah yolu”nda canını ve malını feda ederek “cihad” etmelisin! Tâ ki herkese nasib olmayan o “büyük şeref”e, o “mükemmel nimet”e, “şehadet”e kavuşasın! “Allah için yaşamak”, sonra da “Allah yolunda cihad” ederek“O’nun rızası için şehid olmak”, en büyük hayalin ve mutluluk kaynağın olmalı! Hiç, sen “Allah rızası” için mücâdele eder, “Allah’ın adını yüceltmek” için cihad eder, Allah yolunda canından ve ma-
lından vazgeçersin de, Allah-u Teala seni mükâfatsız bırakır mı? Elbette bırakmaz! Seni, duyduğunda yürekleri tatlı bir ürpertiyle harekete geçiren şehidlik makamına ulaştırır. Sen artık Cennette “Peygamberlerin yoldaşı”sındır. Çünkü “gaza” ve “cihad” çalışmalarını şehidlikle taçlandırmışsındır. Sen artık şehidsin ve ebediyyen Cennette yaşayacaksındır! Artık Cehennem sana haram olmuştur! Çünkü “Allah’tan başka ilah olmadığına dair şahitlik”ini sadece dilinle ikrar etmekle kalmamış, “Tevhid kelimesinin yücelmesi” uğruna tüm dünyevi değerleri bir kenara iterek şâhitliğini kanın ile sulamışsındır. Hadi
gelin,
ölümsüzlüğe
ölelim!
Şehâdete... Bunun için, hayatımızı bir “şâhid” olarak yaşayalım. Eğer yaşayan bir şehid olursan, şehadetinde sonsuzluğu yaşarsın! Selam olsun “şehâdetin âşıkları”na!... Şubat’16 • 73
Tavsiye
Tavsiye
Abdullah Azzam’ın Gençliğe Hitabesi
“Abdullah Azzam, 1941’de Siyonist zulmün, baskının ve şiddetin içindeki Filistin’de doğmuştur. Uzun yıllar eğitim aldıktan sonra Suudi Arabistan Cidde’de bulunan Melik Abdulaziz Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. 1967 yılında Filistin’in Batı Yakası ve Mescid-i Aksa’nın İsrail tarafından işgal edilmesinden sonra 1969’da İhvan-ı Muslimîn (Müslüman Kardeşler) teşkilatına katılmıştır. Afgan cihadında ön saflarda yer almıştır. Şehâdeti şöyle olmuştur: 24 Kasım 1989 Cuma günü her zaman namazını kıldığı “Seb’ul-Leyl Camii” ne gitmek üzere evinden çıkmıştı. Amacı cuma hutbesini okumak ve cuma namazını kıldırmaktı. İki oğlu Muhammed ve İbrahim ile birlikte arabasına doğru yaklaştı. Arabaya bindikten kısa bir süre sonra büyük bir patlama duyuldu. 20 kilogram ağırlığındaki TNT’nin uzaktan kumandayla patlamasıyla araba anında parçalandı. Abdullah Azzam, oğlu Muhammed ve İbrahim ile birlikte şehid oldu. Şehidin cenazesine coşkulu bir kalabalık katıldı. Meydana gelen büyük patlamayla, araba paramparça olmuştu. Öyle ki patlamanın olduğu nokta derin bir çukura dönüşmüş ve olay yerine yakın olan elektrik hatları kopmuştu.” “Eğer bir İslam Cemaatine üye iseniz hakkın tamamen o grupla beraber olduğu ve batılın da onun dışındakilerle beraber olduğu düşüncesin74 • Şubat’16
den sakının; önceki taassub ehlinin söylediği gibi: ‘Bizim sözümüz doğrudur ve hatalar içermesi mümkündür ve diğerlerinin sözü ise yanlıştır, doğrular içermesi mümkündür.” Bu feci bir taassubtur. Kaç grup bununla bölündü. Kaç uyumlu ve uzlaşabilen kişi bu yüzden bölündü. Kalbinizi gözden geçirin. Başkalarına karşı kibirli olmaktan sakının, onları küçük görmekten sakının. Bu din için fedakarlıkta bulunan nice insanlar var; çoğu zaman senin feda ettiklerinden fazlasını veriyorlar. Fakat bu sadece onlar ve Alemlerin Rabbi arasında kalıyor. Vallahi senin onlardan sözlerini reddedip kendisini küçük gördüğün biri bile senin bu din için feda etmek isteyeceğinden bir dünya dolusu feda etmiş olabilir. Şu durumda nefsine dikkat et. Allah kendi sınırlarını bilen ve bu sınırda kendini dizginleyen kişilere merhamet etsin. Fazilet sahibi insanlar, fazilet sahiplerinin faziletine saygı gösterir. Fazilet sahibinin faziletini bilenler, fazilet sahipleridir. Hakkın senin eğitiminde olduğun medresede olduğu ve diğerlerinin ise dalalet, telef ve sapkınlıktan başkasına sahip olmadığı düşüncesinden sakın. Senden başka çok davetçi var, senden başka çok mücahit var, senden başka çok muhlis var. Ve üstü başı toz içinde dağınık saçlarıyla başkalarının kapılarından kovulmuş nice kimseler vardır ki onlar Allah’a yemin edecek olsa Allah onların sözünü doğru çıkarır. Ey kardeşim, amellerini büyük gördüğün için yok olduğu yeter artık. Kendi amellerini gözünde
büyütüp başkalarınınkileri küçük görmen büyük bir günahtır. “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat, kendileri onlara bir şey ölçüp, yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” Kendisinden bahsettiği zaman iyiliklerinden başka bir şeyden bahsetmez; başkalarından bahsettiğin de ise hatalarından başkasını zikretmez. Resulullah buyurmuştur ki sizden biriniz bir şeyi kardeşinin gözüyle küçük görür fakat kendi gözüyle büyük bir yarayı bile görmez. (Bu,Türkçe’deki ‘iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır’ benzeri bir sözdür) Kendi gözüyle büyük bir yarayı, kendisini sarıp sarmalayan bozukluğu; buna bakmaz ama kardeşinin gözüyle küçücük bir şeye, çoğu zaman görünmeyen bir kire bakar. Eğer bu büyük kir başkasının gözüyle olsaydı, onu gidermeden duramazdı. Eğer küçük bir varsa, onu görürsün, büyütürsün, şişirirsin ve abartırsın ve pireyi deve yaparsın. Fakat sen, temizlenmişlerin temizisin, muhlislerin sadıkısın, hatalardan uzak olanlardan birisin. Eğer ismet sıfatı Peygamberlere has olmasaydı, günahsızlardan biri olduğumu söyleyebilirdim! Kalbine dikkat et. Mutlu kimse başkalarının ayıpları yerine kendi ayıpları ile meşgul olandır. Eğer Allah sizi doğru olduğuna inandığınız bir yola iletmişse insanlara, bir doktorun iyileştirip tedavi etmesi gereken hasta bir kişiye baktığı gibi bakmanız gerekir ve onun acısına karşı merhamet hissetmelisiniz. Onu kurtarmak istemelisiniz, onu düşman edinmemelisiniz, ona yukarıdan bakmamalısınız, acziyet kürsüsünde oturmalısınız, insanlara bu kafir, bu bidatçı, bu sapık, bu ajan, bu mason bu, bu… diye hükümler yağdıran burçlarda değil. Ceplerini fişler dolduracak ve her birinde alametlerden bir alamet veya ünvanlardan bir unvan bulunacak. Bu cepler kafir yazılı fişlerle dolu. Sizi memnun etmeyen kimle karşılaşırsanız ona bir fiş yapıştırın. Sonraki bidatçı, üçüncüsü kavrayışsız, dördüncüsü kalın kafalı ve böylece herkese bir fiş yapıştırın. Ama kendine gelince ‘ben sadık olanların sadığıyım, temizlenenlerin temiziyim, muhlislerin halisiyim ve dünyada yolu benim gibi bileni yok, istersen beni takip et’. Fakat vallahi bu
apaçık bir sapkınlıktır. Hayırları topla. Hakkı sadece kendi şeyhlerine tahsis etme. Şeyhin cahil olabilir, haktan sapmış olabilir, hevası onu yönetiyor olabilir. Bundan sakın, bundan sakın, insanlara saygı göster, onlara hak ettiği değeri ver ve onları kendi konumlarına yerleştir. İnsanları hak ettiği makama koyanlara Allah merhamet etsin. İnsanları menzillerine yerleştirmekle emrolunduk. İnsanlarda hayırlar vardır. Özel bir grubun içinde olabilirsiniz, bu sizin diğer insanlardan daha hayırlı olduğunuz anlamına gelmez. Ya da özel bir kitabı okuyor olabilirsiniz, bu sizin diğer insanlardan hayırlı olduğunuzu göstermez. Kendinize dikkat edin. Değerini bil, sınırında dur, başkalarına saygı göster, dinini doğru yerden al. Müslümanlara İslam kardeşliği nazarıyla bakmak zorundasın. Onlara merhamet ve muhabbet nazarıyla bakmak zorundasın. ‘Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir, onu teslim etmez, ona zulmetmez, onu terk etmez.’ ‘Müslüman’a, Müslüman kardeşini küçük görmek günah/şer olarak yeter.’ Dilini muhafaza et. Kalbine dikkat et. İnsanlara ıstırap veren biri olmaktan ve onları küçük görmekten sakın. Said kişi başkalarının hatalarından ders çıkarandır, şaki ise kendi hatalarından ders çıkarandır.” Şubat’16 • 75
Röportaj
Röportaj
Ensar Çalışkan ile “Şehadet Takvimi” Üzerine Konuştuk Genç Öncüler: Şehadet Takviminin hikayesi nasıl başladı? Kaç senedir takvim yayınlanmaya devam ediyor? Yusuf Ensar Çalışkan: Şehadet Takvimi bundan 9 sene önce Şehit Bahattin Yıldız ağabeyimiz ile yaptığımız ve insanlara nasıl şehitlerimizi tanıtabilir, hatırlatabilirizi tartıştığımız istişare sonrasında çıkan bir fikirdi. O dönemlerde şimdi olduğu gibi dünyevileşme çok artmıştı. Gençleri dünyevileşme ve dava şuurundan uzaklaşmanın kuşattığı bu dönemlerde onlara en güzel örneğin şehitlerin hayatları ve mücadeleleri olduğunu düşündük. Genç Öncüler: Şehadet Takvimi tam olarak hangi misyonu yerine getiriyor? Yusuf Ensar Çalışkan: Şehadet ve Şehit kavramlarının batıl ideolojiler tarafından sinsice kullanıldığı günümüz Türkiye’sinde, duyarlı Müslüman kardeşlerimizin hafızalarını tazelemek, genç nesillere kendilerinden önceki şehitlerimizin hayatlarını ve mücadelelerini anlatmak ve bizden sonraki nesillere bu dava ve mücadeleleri aktarmak. Genç Öncüler: Takvimde yer alan şehitleri seçerken bir kriter gözetiyor musunuz? 76 • Şubat’16
Yusuf Ensar Çalışkan: Elbette. Öncelikle şehitlik Rabbimizin bir takım kullarına verdiği özel bir makam ve ikramdır. Kimlerin şehit olup olmadığı rabbimiz katında bilinen bir durumdur. Bizler şehitleri takvime koyarken iki önemli kritere dikkat ediyoruz. 1. İslam dinin düşmanlarına ve zalimlere karşı mücadele ederken hayatlarını kaybetmeleri. 2. Ellerine Müslüman kanının bulaşmamış olması. Bizim için şehit olan kişi ideal ve örnek bir Müslümandır. Onun hayatı ve yaşantısı tüm mümin bireylere örneklik teşkil etmelidir. Bizler için elbette Allah yolunda canını vermiş herkes çok değerli ve kutsaldır. Lakin biz takvime koyduğumuz şehit kardeşlerimizin güzel hasletlerini öne çıkarmayı önemsiyoruz. Dolayısıyla bazısının hayatında savaşta mahareti ve cesaretini öne çıkarırken bazı şehitlerimizde ise ihlası,takvası, ibadetteki titizliği, güzel ahlakı takvimde yer vermemizde önemli bir kriter. Genç Öncüler: Şehadet Takvimi’nin gelirleri ile İslam Coğrafyasına ne tür katkılar sunuldu? Yusuf Ensar Çalışkan: Bu çalışmayı çıkardığımız ilk zamanlarda açıkçası bu kadar rağbet
göreceğini düşünmemiştik. Fakat ilerleyen zamanlarda gördük ki rabbimizin de ikramı ve yardımı ile bu çalışma bir çok hayra vesile oldu. Biz bu çalışmadan elde edilen gelirin öncelikli olarak Şehit ailelerinin sıkıntılarını giderilmesi noktasında kullanılması kararı aldık. Sonrasında çalışma o kadar çok hayırlara vesile oldu ki bizler şimdi baktığımızda gerçekten çok mutlu oluyoruz. Öne çıkan bazı çalışmaları şöyle sıralayabiliriz; *Öncelikli olarak bu güne kadar yüze yakın şehit ailesine ve yetime maddi destek verildi. *Kamerun’da İHH İnsani Yardım Vakfı aracılığıyla Şehit Metin Yüksel adına su kuyusu açıldı. *Makedonya’da Kuran-ı Kerim’in az olmasından kaynaklanan sorunları gidermek amacıyla Kuran-ı Kerim gönderme projesine destek verildi. *Suriye ve Gazze’deki ihtiyaç sahipleri için toplam 70.000 dolar nakdi yardım yapıldı. *Suriye’de 12 , Gazze’de 12 ve Patani’de 2 adet olmak üzere 26 Adet Kurban Şehit ailelerine aktarılmak üzere kesildi. *Arakan’da mültecilerin dini eğitim aldığı medreseye İHH İnsani Yardım Vakfı aracılığıyla 1000$ bağışta bulunuldu. *Suriyeli kardeşlerimize, özellikle çocukları ve bebekleri önceleyen 1.500 Koli (50.000TL) Çocuk maması ve temel gıda kolisi dağıtıldı. * İHH İnsani Yardım Vakfı Patani Şehit Furkan Doğan yetimhanesine maddi destek verildi. Genç Öncüler: Şehadet Takvimi projesinde unutamadığınız bir anınız oldu mu? Yusuf Ensar Çalışkan: Bu olayları saymakla bitiremeyiz. Ama beni en çok sevindiren ve etkileyen şey şehit ailelerini ziyarete gittiğimizde onların evlerinin baş köşesinde Şehadet Takvimi’ni görmek oluyor. Ayrıca şehitlerimizin evlatlarının yüzlerinin bir an olsun gülmesi bize dünyadaki her şeyden daha sevimli geliyor.
Bu bağlamda genç kardeşlerime naçizane bir kaç tavsiyede bulunmak istiyorum. Kendisine İslam gibi şerefli bir dini seçmiş gençlerimizin bu dava uğranda fedakarca çalışmaları gerekiyor. İslam dünyasının bu denli sıkıntılı olduğu bu günlerde gerçekten malayani işlerle değil de Müslümanların sıkıntılarını giderecek projeler ve çalışmalar üretmek gerekir. Peygamber efendimizin ‘’Kim bir Müslüman kardeşinin sıkıntısını giderirse Allah’ta onun dünyada ve ahrette sıkıntısını giderir’’ nasihati doğrultusunda bizlerde bir kardeşimizin sıkıntısını gidermek için uğraşmalıyız. Aşırılıktan,tembellikten uzak durmalı sürekli Allah’ın dinine nasıl yardım edebilirimin derdinde olmalıyız. Unutmayın kim bir yetimin sıkıntısını giderir, ona sahip çıkarsa cennette peygamber efendimizin yanında onun himayesinde olacaktır.
Şubat’16 • 77
Tavsiye
Hasan El-Benna’dan Gençlere Tavsiyeler
1
11
Her hususta temizliğe önem verin. Evinizde, elbiselerinizde, vücudunuzda, iş yerinizde. Çünkü bu din, temizlik üzerine kurulmuştur.
16
Az da olsa malınızın bir kısmını beklenmedik hadiseler için ayırın ve katiyen lüks eşyaya kapılmayın.
17
Durmadan tevbe ve istiğfar edin. Uyumadan evvel birkaç dakikanızı nefsinizi muhasebeye ayırın. Şüpheli şeylerden kaçının ki harama düşmeyesiniz.
6
12
2
7
13
18
3
8
14
19
15
20
Şartlar ne olursa olsun ezanı duyduğunuz zaman namaza kalkın.
Kur’an’ı Kerim’i okuyun, inceleyin veya dinleyin. Azıcık zamanınızı bile yararsız işlere ayırmayın.
Dilinizi düzgün konuşmaya çalışın. Çünkü bu Müslüman olmanın belirtisidir. Arapça’yı öğrenin, çünkü Kur’an en güzel şekilde Arapça ile anlaşılır.
4
Hiç bir konuda aşırı tartışmayın. Zira gösteriş hiç bir zaman yarar sağlamaz.
5
Fazlaca gülmeyin. Çünkü Allah’a bağlı olan gönül, sakin ve vakarlı olur.
78 • Şubat’16
Maskaralık yapmayın. Çünkü mücahid bir millet, ciddiyetten başka bir şey tanımaz.
Dinleyicinin işiteceğinden fazla sesinizi yükseltmeyin. Çünkü bu bencillik ve eziyet vermektir.
Kişileri çekiştirmek ve tavırları küçümsemekten sakının. Hayırdan başka bir şey konuşmayın.
9
Karşılaştığınız kardeşlerinizle sizden istemese bile tanışmaya bakın.
10
Görevler vakitlerden fazladır. Vakitten yararlanmak için başkasına yardımınızı esirgemeyin. Yapacak bir göreviniz varsa onu en kısa yoldan en güzel şekilde bitirmeye çalışın.
Ahdinize, sözünüze ve vadinize vefa gösterin. Şartlar ne olursa olsun bunlara muhalefet etmeyin.
Okuma ve yazmanızı sağlamlaştırın. Müslümanların gazete ve dergilerini çokça mütalaa edin. Küçük de olsa kendinize ait bir kütüphaneniz olsun. İhtisas sahibi iseniz branşınızda derinleşin.
Hükümet vazifelerine düşkün olmayın ve onları rızkın en dar kapısı olarak bilin. Ama size verildiği zaman da reddetmeyin. Davanın vecibeleri ile tamamen çatışmadığı müddetçe bu vazifelerden ayrılmayın.
Malınızın bir kısmı ile davaya katılın, üzerinize farz olan zekâtı cemaate verin. Geliriniz ne kadar az olursa olsun, ondan fakir ve yoksullara bir hak ayırın.
Eğlence yerlerine yaklaşmak şöyle dursun, onlara karşı bir savaşa girişmelisiniz. Bütün konfor ve rehavet görüntülerinden uzaklaşın. Her yerde davanızı yaymaya çalışın. Nefsinizle şiddetli bir şekilde mücadele edin ki, onun yularını ele alasınız; gözünüzü haramdan ayırın, duygularınıza hâkim olun.
Sürekli cemaatle ruhen ve amelen bağlantılı olun ve kendinizi daima kışlasında emir bekleyen bir asker gibi kabul edin.
Şubat’16 • 79
Tavsiye
Manşetlerde Şehit Haberleri
80 • Şubat’16