İçimizi Çökerten yolculuklar: İç Göç/ Mayıs 118

Page 1

EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Genel Yayın Yönetmeni Uğur Demirel Yayın Sorumlusu M. Salih Demirtaş Yayın Kurulu Dücane Demirtaş Osman Zinnur Aksu Furkan Rıza Demirel Sümeyye Razi Gülsüm Cemile Damar Sena Dağ Tuğba Şahin Beyzanur Yaşaroğlu Merve Mahitapoğlu Mahinur Özdemir Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Osman Zinnur AKSU Muhammed Salih DEMİRTAŞ Vahap YAMAN Büşra AKGÜL Mahinur ÖZDEMİR Yrd. Doç. Dr. Ali KURT Sıbğatullah Kaya Zeynep Nur TAŞÇI Zeyneb Rabia YAZICI . Toleuzhan GALİYEVA Yavuz Selim SANCAK Ali Tarık PARLAKIŞIK Beyzanur YAŞAROĞLU Musa Köybaşı Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şenyıldız Yayıncılık ve Matbaacılık Gümüş Suyu Caddesi Işık San. Sit. No:19 C Blok 102 Topkapı / İstanbul Tel: (212) 483 47 91 - 483 48 23

H

ayata sıkı sıkıya tutunmak; arkamızda birçok şeyi bırakmak anlamına geldi çoğu zaman. Bozkırın steplerinden yaylak obalara göçmek, taşranın bayındırlaşmamış çoraklarından ticaret kervanlarının geçiş yollarına koşmak ve ekin ekip orak tutacak toprakların bereketi gidince dostu düşmanı arkada bırakıp metropollerin orta yerine göç etmek arasında hiçbir fark yoktu aslında. Farklı zamanların, farklı diyarlarda insana söylediği, ekmeğinin peşinden koşması gerektiğiydi. Günümüz insanı, zamanın ve mekanın en başından beri kendisine öğrettiğine kayıtsız kalamazdı. Nefes ve ekmek uğruna hazırlığını yaptı; geçmişlerinin mezarından bir yumruk toprak aldı, büyüklerinin elini öptü, dostlarını bağrına son bir kez sıkıca basıp yola koyuldu. İşin, aşın, güvenin sabahına gözlerini açacağını düşündü. Hayatın akışına bıraktı kendini. Yıllar sonra kendine geldiğinde, insanı ve çevresini tanıyamaz haldeydi. Çevresi değişmiş, şehirleri bozulmuştu. Geldiği topraklarla bağı kopmuş, geçmişini unutmuştu. Göçlerle beraber eline ekmeğini aldı; ama içini göçertti… “Çalışmak, kutsal bir amaçtı.” derken İsmet Özel söze girdi: -”Yolsuz, işsiz, hastanesiz, elektriksiz yaşıyorsun ey zavallı insan!” Sorduk münadiye: -“Ne yapalım?” Cevap verdi: -“Daha iyi yaşamaya çalış!” Biz elimizden gelen hızla işli güçlü, zengin, elektrikli bir hayatı elde etmek için çalışmaya koyulduk. Hiç sormadık, ”Daha iyi bir hayata sahip olunca ne olacak?” diye. Sorsaydık şöyle diyecekti: -”Çok daha iyi bir hayatı kazanmak için daha çok çalış.” Genç Öncüler dergisi, bu ay, Türkiye’deki iç göçleri sayfalarına taşıyor. Osman Zinnur Aksu, göçleri ve göçlerin getirdiği ahlak tahribatını yazdı. Vahap Yaman, iç göçlerin sonunda arkada bıraktıklarımızı kaleme aldı. Mahinur Özdemir, “Gençtik, Göçtük” dedi. Ali Kurt, Anadolu’dan İstanbul’a göçün Türk romanına yansımasını inceledi. Dosya dışı konularda Mazlumder’de yaşanan son gelişmeleri Genel Başkan Ramazan Beyhan ve Genel Sekreter Kaya Kartal ile konuştuk. Yavuz Selim Sancak referandumu yazdı. Ali Tarık Parlakışık, Necip Fazıl portresi hazırladı. Bunun dışında gündem, analiz, sinema, röportaj, gezi yazısı ve şiir bölümleriyle Genç Öncüler dergisi mayıs ayında da yine dopdolu. Genç Öncüler’in genç yazarları olarak gayemiz; toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri, kötülükleri, kolaylıkları ve sıkıntıları, siz değerli okurlarımıza en anlaşılır şekilde aktarmaktır. Kadromuz, adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak yazılarını kaleme alma gayretindedir. Çünkü bu bize Rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Bütün sayılarımızı bu bilinçle çıkarıyoruz. Çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimselerden olun. (Şahitlik ettiğiniz) Zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Mayıs’17 • 1


Mayıs 2017 • Sayı 118 • Yıl 14

9

TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇ

Medeniyetin Beşiği Şehirlerde Yaşamak Güzeldir

İyiliklerin Tadına Varmak İçin Vahap YAMAN

11

Muhammed Salih DEMİRTAŞ

1950 Sonrası Anadolu’dan İstanbul’a Göçün Türk Romanına Yansıması Yrd. Doç. Dr. Ali KURT

56

İslamcılık Saflarında Bir Mukaddesatçı:

Necip Fazıl Kısakürek Ali Tarık PARLAKIŞIK

28 2 •Mayıs’17


Karanlık Süreç: Doğu’da Göçe Zorlanan Aileler

Sıbğatullah Kaya ile Doğu’daki Zorunlu Göçleri Konuştuk

22

Röportaj: Uğur DEMİREL

İç Göçler ve Getirdiği Kültür Tahribatı / Osman Zinnur AKSU.............................................4 Türkiye’de İç Göç / Muhammed Salih DEMİRTAŞ............................................................9

İyiliklerin Tadına Varmak İçin / Vahap YAMAN.............................................................11 Doç. Dr. Yusuf Adıgüzel ile Türkiye’de Göç Hareketleri Üzerine Konuştuk

Röportaj: Uğur Demirel, Fatih Razi..............................................................................15 Ömer Miraç Yaman’ın Apaçi Gençlik Kitabından Özetle / Büşra AKGÜL..............................21 Karanlık Süreç: Doğu’da Göçe Zorlanan Aileler Sıbğatullah Kaya ile Doğu’daki Zorunlu Göçleri Konuştuk / Röportaj: Uğur DEMİREL.........22 Gençtik, Göçtük / Mahinur ÖZDEMİR............................................................................26 1950 Sonrası Anadolu’dan İstanbul’a Göçün Türk Romanına Yansıması / Yrd. Doc.Dr. Ali KURT.........28 Ne Avrupa Ne Afrika Akdeniz’in Ortasında Bir Vaha Malta! / Zeynep Nur TAŞÇI....................... 33 Hatrına Gecenin Sustuğu Bir İbadet: Tefekkür / Zeyneb Rabia YAZICI................................37

İslam’a Kavuşma – 6 / Toleuzhan GALİYEVA.................................................................38 Ramazan Beyhan ile Mazlumder’de Yaşanan Son Olayları Konuştuk

Röportaj: Dücane Demirtaş - Uğur Demirel..................................................................42 Kaya Kartal ile Mazlumder’de Yaşanan Son Olayların Hukuki Yönünü Konuştuk

Röportaj: Uğur Demirel - Dücane Demirtaş..................................................................46 Adaletsiz Kalkınma Tuğyana Götürür / Yavuz Selim SANCAK..........................................53

İslamcılık Saflarında Bir Mukaddesatçı: Necip Fazıl Kısakürek / Ali Tarık PARLAKIŞIK.........56 Türk Sinemasının İç Göç Üçlemesi: Gelin / Beyzanur YAŞAROĞLU...................................62 Etkinlik.......................................................................................................................64 Yok Bir Şeyim - Şiir / Musa Köybaşı..............................................................................65

Mayıs’17 • 3


Karantina

İç Göçler ve Getirdiği Kültür Tahribatı Osman Zinnur AKSU

K

Giriş

anadalı yazar Marshall McLuhan (19111980), yakın gelecekte dünyanın “küçük bir 1 köy” olacağını iddia ettiğinde bu teziyle akademi çevrelerini sarsmıştı. Oysa bu tez yirmi birinci yüzyıl başında gerek toplumsal-siyasal düzeyde gerekse akademik camiada kabul görmüştür, artık televizyona çıkan herhangi bir yorumcu da doktorasını bitirmiş bir doçent de kabul eder ki dünya birbiriyle etkileşim içindeki modern bir köydür. İletişim kuramcısı olan McLuhan, bu kavramı iletişim araçlarının gelişimine, özellikle de televizyon ve radyoya sıkı sıkıya bağlamıştı ancak bu noktada yaptığı açıklamanın işlevselliği ve genellenebilirliği sorgulanmıştır zira modernizmden post-modernizme geçiş sürecinde en az iletişim araçları kadar hızlı gelişen ulaşım araçlarıyla geniş kitlelerin uzun mesafeleri hızlı ve daha az masrafla alabilmesi de büyük rol oynamıştır. Batı’da erken 20. yüzyılda, Türkiye’de ise 1950’ler ve sonrasında

4 •Mayıs’17

iyice oturan ve gittikçe güçlenen liberal-kapitalist ekonomik düzenin özellikle ilk dönemlerinde ihtiyacı olan temelde iki şeydi: Hammadde ve iş gücü. Bu ikisini rakiplerinden ucuza, kaliteli, hızlı bir şekilde elde eden ister şirket olsun ister devlet; global çekişmede bir adım öne geçiyor ve göreceli üstünlüğü elinde bulunduruyordu. Sanayi Devrimi neticesinde makinelere dayalı üretim sistemi insanı işleyen bir düzenin dişlilerinden biri olarak görerek ona insani birtakım özelliklerinden münezzeh bakmasıyla “makineleştirecek” ve makinelere ne kadar gaddar, düşüncesiz, sonuç odaklı yaklaşıyorsa onlara da aynı muameleyi yapacaktı. Elbette bu muameleyi okumuş ve içlerinden olan “urban” (kentli) insanlara yapmak, birkaç dirhem karşılığında onları en ağır işlerde insan muamelesi yapmadan çalışmaya ikna etmek mümkün değildi, bu nedenle çözüm kırsalda bulundu; demiryollarıyla, otobüslerle, gemilerle köy insanı “üçün beşin yoluna bakmak” amacıyla kentlere akın etti. - Batı âleminin ucuz işgücü olarak kullandığı köylü sınıfından bahsederken onların “bedava işgücü” olarak kullandığı köleleri, fakir kıtaların hissizleştirilmiş insanlarını es geçmek de olmayacaktır.- Ulusdevlet içerisinde köylerden kente doğru yatağını bulmaya çalışan dere misali akıp giden bu insan sürüleri elbette sonraları pek çok probleme yol açacaktı. Göç eden toplumların


Karantina fizik ve ruh sağlığında meydana gelen bozulmalar, göç ettikleri topluma entegrasyon çabası içine giren özellikle ikinci ve üçüncü nesilde meydana gelen ahlaki yıkım ve beraberinde gelen dejenerasyon, göçmenleri kabul eden (yahut edemeyen) yerleşik toplumdaki şehir kültürü ve onun kendine has yutan nitelikteki yapısı, vd. onlarca problem bu şekilde sıralanabilir. Bu yazıda ise göçün özellikle kültürel alandaki yansımaları ve kültür noktasında oluşturduğu tahribat irdelenecektir.

Dünya’da İç Göçler Dünyada iç göçlerin sebep ve sonuçlarının tahlilini iyi yapabilmek için öncelikle ilk defa 2002 yılında Oxford’da Siyaset Bilimi dersleri veren Stephen Howe tarafından kullanılan “internal colonialism”2 (iç sömürgecilik) kavramını iyi anlamak gerekir. Howe’a göre iç sömürgecilik kavramı, coğrafi anlamda birbirine oldukça yakın olan bölgeler arasındaki bulanıklaşmış derin yapısal farklılığı açıklamak amacıyla üretilmiştir. Ona göre ulus devletlerde bir “çekirdek” şehirler, bir de bu çekirdeği çevreleyen “uç” şehirler bulunmaktadır. Özelde hücre zarı ve hücrenin çekirdeğine benzettiği bu iki bölge arasındaki etkileşimse şu şekildedir; “uç”tan “çekirdeğe” sürekli insan, hammadde, eğitim olanakları, ulaşım, iletişim, teknoloji akarken çekirdek gittikçe büyümekte ve sınırlarını uca doğru yaklaştırarak onu da hapsetmeye çalışmaktadır. Oysa bu coğrafi yakınlığa ve sürekli etkileşime rağmen uç şehirlerin insanları ve çekirdek şehirlerin insanları arasında temel farklılıklar vardır ve bu nedenle bunların ortak bir dil konuşması, aynı duygu ve düşünceleri paylaşmaları zordur. Bu temel farklılıkları Howe şu şekilde sıralıyor; dil, din, fiziksel görünüm, teknolojiye ulaşım seviyesi, eğitim seviyesi. -Howe’un bu söylemi çalışma alanının merkezinde bulunan Birleşik Krallık ekseninde Batı dünyası genellemesiyle yaptığını bu noktada hatırlatmak gerekir.- Gerçekten de Howe’un bu iddiası özellikle aşırı sağın güç kazanmaya başladığı 2017 dünyasında daha da sağlamlaşacaktı. Türkiye konjonktüründe alışık olduğumuz “göbeğini kaşıyan adam”, “makarnacı, kömürcüler”, vb. gibi iktidarın “seçmeni aşağılayıcı” ve “aristokratik” olmakla suçladığı söylemlere son döneme

kadar Batı toplumlarında rastlamak imkansızdı. Batı toplumunda seçimlere katılım oranları her zaman Türkiye’den çok daha az olmuş, siyasetle ilgilenen insanlar toplumun küçük bir kesimini oluşturmaktaydı. Örneğin Türkiye’de gün itibarıyla girilecek herhangi bir kahvehane, kafe, vs. dinlenme mekânında masaların büyük kısmının gündemi referandum, olası sonuçlar, sonuçların etkileri olacakken Britanya’da bundan yaklaşık on yıl önce bir seçim günü oynanan bir Premier Lig maçının reytingi seçim sonucunun açıklandığı programdan fazla oluyordu. Avrupa toplumunun bu politize olmaktan olabildiğince uzak yapısı son birkaç senede azalacak, liberaller ve sol eğilimli hareketler özellikle Donald Trump, Boris Johnson, Vladimir Putin, Le Pen gibi liderlerin karşıtlığında bir blok olarak toplanmış olacaktı. Özellikle Brexit, 2016 ABD Başkanlık seçimi gibi son dönemlerde siyasi otoritelerin tahminlerini yerle bir eden seçim sonuçları geldikçe üstte bahsi geçen blokta seçmeni aşağılama, kırsal nüfusu eğitimsizliğine rağmen eğitimli ve “üst kademe” kent nüfusunun kaderini belirleme hakkını elinde bulundurup bunu cehaletinden yahut kötü niyetinden dolayı kötüye kullanmakla suçlama tavrı yaygınlaşmıştır. Dünya’da iç göçlerin tarihsel serüveni ve bu serüvenin ortaya çıkardığı alt-üst kültür çatışmasını iyice anlamak için süreci bölgesel bazda değerlendirmek faydalı olacaktır. Bu bağlamda yazıda Türkiye’nin şimdilerde yaşamakta olduğu dönüşüm evresini önceden yaşayıp bitirmiş olan Batı medeniyetleri incelenecektir.

ABD’de İç Göçler

Birleşik Devletler’de 19. yüzyıl ortalarında ilk defa masif kitlelerin doğu sahillerinden batı sahillerine doğru göç etmesiyle başlayan bu serüven, sonraları güneyden kuzeye, şimdilerde ise “tersine göç” kavramının ortaya çıkışıyla güneye ve doğuya doğru göç etmeleriyle gözlenir. 20. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp halen devam eden “tersine göç”ler bir kenara bırakılırsa, diğer kitlesel hareketlerin demiryolu ağının gelişimiyle tarımsal ekonomiye dayalı küçük şehirlerden sanayileşmiş büyük şehirlere yöneldiği söylenebilir. Genellikle siyahilerin bu göçlerde yer değiştirdiğini gözlemek mümkündür. Mayıs’17 • 5


Karantina Doğu’dan Batı’ya göç eden bu siyahiler orada “West coast” (Batı sahili) kültürünün ortaya çıkmasına yol açacaktı. Ülkenin sanayileşmesi için batısıyla doğusunu birleştirme fikriyle ortaya çıkan demiryolları, “Hell on Wheels” (raylarda cehennem) adlı tarihi dizinin de konusunu oluşturacak, vatanı “demir ağlarla örme” sürecinin iktisadi kalkınmanın yanında yol açtığı toplumsal tahribat bu dizide işlenecekti. Vahşi Batı kavramının yerini artık “California Love”, Los Angeles – “city of angels” gibi çekici ve “medeni” kavramlar alacak ve insanlar buralara özendirilecekti. Bu hareketlerle beyaz adamın önceden yerleşip düzenini, kültürünü kurduğu şehirlere sonradan eklemlenmeye çalışan siyahiler ise girdikleri kimlik bunalımından uzun bir süre çıkamayacak, ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren haklarını savunmaya ve seslerini yükseltmeye başlayacaklardı. Siyahilerin şehirlerde yaşadıkları gettolar, oradaki yaşam tarzları ve beyaz adamın hayatından uzak olmaları pek çok farklı sanat ve spor dalına onları yönlendirecek, adeta şehirli beyaz adam ve kırsal siyah adam arasında gözle görülmesi güç lakin etkileri tüm ülkeyi kaplayan geçilmez sınırlar çizecekti. Dünyanın globalleşmenin doruklarında yaşadığı günümüzde dahi beyaz adam, bilimle ilgilenen klasik müzik dinleyen tenis oynayan post-modern romanlarla varoluşsal bireysel problemler içine sürüklenen “elit” tabakayken siyahiler ömürlerini ot-basketbol-rap üçgeninde çürütecekti. “Gangsta rap” kültürünün 80’lerin sonunda yaygınlaşmasıyla siyahilerin bu yaşam tarzından bıkmaları arasında güçlü bir bağ olduğunu söylemek mümkündür. Tupac, Ice Cube gibi “underground rap” yapan sanatçılar yaptıkları şarkıların sözlerinde bolca küfür, ot ve kadın metasını kullanırlarken sistem eleştirisi yapmayı da es geçmeyeceklerdi.3 ABD’de siyahiler arasında yaygın olan bu kültürün tek

6 •Mayıs’17

sebebinin iç göçler olduğunu söylemek elbette abes olacaktır; bu konuda onları etkileyen pek çok farklı dinamikten bahsetmek mümkündür fakat east coast – west coast ayrımı ve yerleşik olan (sahip), sonradan gelen (köle) ilişkisini göç bağlamında değerlendirmek mümkündür.

Birleşik Krallık’ta İç Göçler Birleşik Krallık’ta iç göçler yine İngiltere’nin kuzeyinden güneyine doğru ve İskoçya, İrlanda, Galler gibi Birleşik Krallık’ı oluşturan diğer ülkelerden İngiltere’ye doğru gözlenmiştir. 184552 arası İrlanda’da yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne sebep olan “Great Famine” – Büyük Kıtlık bu sürecin en hızlı olduğu zamandır. Kraliçenin soylu sınıfını korumaya ve onlara fazla ayrıcalık tanımaya çalışması sebebiyle İrlanda kırsalındaki geniş köylü kitlelerini bu açlıktan koruyamaması kıtlığın sebeplerindendir. -Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid, bu kıtlık sırasında İrlanda’ya 5.000 £ değerinde patates göndermek istemiş fakat bu istek kraliçe tarafından reddedilmişse de Osmanlı girişimleriyle kuzey limanlarından ülkeye sokulmuştur. İrlanda şehri olan Drogheda’nın ve bu şehrin takımı Drogheda United’ın amblemindeki ay-yıldızın sırrı da budur.İrlanda-İngiltere ilişkisi bağlamında Birleşik Krallık’ın iç göçleri incelenmek istenirse Howe’a dönüp “iç sömürgecilik” kavramını bir kez daha gözden geçirmemiz gerekir. Howe, İrlanda meselesiyle çokça ilgilenmiş ve İrlanda’nın sömüren mi yoksa sömürülen mi olduğu konusuna kafa yormuş; sonunda ikisinin de sınırlarına giremeyecek spesifik bir durum olduğuna karar vermiştir. Sanayi Devrimi’nin doğduğu topraklar olan İngiltere’de iç göçler tarihsel bazda çocukları dahi kapsamış, çocuklar bile işleyen bu sanayi


Karantina çarkının işçi dişlileri olarak kullanılmıştır. İngilizlerin “redhead”4 sıfatıyla aşağıladığı İrlandalı ve Galliler hep en ağır işlerde soyluların altında çalışan köylüler olmuşlar ve Birleşik Krallığın “güneş batmayan ülke” olması yolundaki hazırlık sürecinin sancısını çeken fedakâr neferleri olmuşlardır. İrlandalılar, İskoçlar ve Galliler ABD ve Kıta Avrupası’ndaki iç göçmenlerden farklı olarak göç ettikleri hegemon kültürün zaten bir parçası olan -yahut olduğu iddiasında bulunan- insanlar olduğundan entegrasyon süreçleri kaderdaşları kadar sancılı olmamış ve bütünselliği sağlayarak suça, yeraltına, dışlamaya bahsi geçen diğer göçmenler kadar yoğun maruz bırakılmamışlardır.

Kıta Avrupası’nda İç Göçler Kıta Avrupası’nda iç göçlerin oluşturduğu durum ABD’deki durumla pek çok yönden paralellik g ö s t e r m e k t e d i r. F r a n s a ’ d a k i a z ı n l ı k l a r ı n oluşturduğu kültür tıpkı ABD’deki ırkdaşları -bu noktada ırkdaş kelimesini kullanmak yanlış olmayacaktır zira hem Fransa hem de ABD’deki bu azınlıklar Afrika’nın özellikle batısından getirilen siyahi vatandaşlardır.- gibi suçla, silahla, uyuşturucuyla, cinsellikle iç içedir. Nazi Almanyası döneminde zorla göç ettirilip gettolara tıkılarak çalıştırılan Yahudiler ve siyahiler bir tarafa bırakılırsa Avrupa’daki iç göçlerin yine kırsaldan kente doğru olduğu görülebilir. Kentte de bu kez devlet eliyle değil, birbirleriyle etkileşimleri sebebiyle gettolar oluşturan ve polisin dahi az görünür olduğu bu mahallelerde hegemonyasını günden güne güçlendiren azınlıklar oralarda kendi kültürlerini yaşatmaya çalışırken göç ettikleri “modern” sanayileşmiş şehirden aldıkları pek çok kültürel ögeyi de kendilerince harmanlamışlar, uygulamışlardır. Avrupa’da halen entegre olamamış bu geniş kitleler günümüzde dahi pek çok ekonomik ve sosyal soruna yol açmakta, Avrupa’da

sağcı liderlerin (Fransa’da Le Pen, Hollanda’da Wilders, Almanya’da Franz, vb.) güçlenmesi ve insanların birbirlerine duyduğu nefreti körüklemesi sonuçlarını doğurmaktadır. AB’nin kendi içinde “bir (tek) toplum” olamamasının sebeplerinden biri de budur. Henüz ulus-devlet sınırları içinde bütünlüğünü sağlayamamış birçok ülkenin kendi içlerinde sınırlarını kaldırıp da refah ve huzur ortamının sürdürülürlüğünü koruması günden güne zorlaşmaktadır.

Türkiye’de İç Göçler Türkiye’de cumhuriyetin ilanından bugüne kadar geçen sürede iç göç hareketleri hep köyden kente, doğudan batıya doğru olmuştur. Dünya’daki trendi izler nitelikte olan bu göçler incelendiğinde Türkiye’nin çok uluslu Osmanlı mirası üzerine kurulması ve kendine has jeopolitik, toplumsal, siyasi yapısı nedeniyle onu diğerlerinden ayıran pek çok özelliği olduğu görülebilir. Basitçe sıralanırsa bunlar: a) Türkiye’deki iç göçlerin etnik farklılıklar nedeniyle basit bir şehirden şehre göç olarak algılanması yanlıştır, Türkiye’deki iç göçlerin dahi dış politikayla ve diğer memleketlerle derinden ilişkisi vardır. b) Türkiye’de Menderes dönemine kadar köy enstitüleri, toprak reformu vb. devlet müdahaleleriyle insanlar köyde tutulmaya çalışılmış, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidarı ele geçirmesi, Marshall yardımları ve Truman doktrini gibi dış müdahaleler eliyle liberal ekonominin kabul görmesinden sonra şehirler cazip hale gelmeye başlamıştır. c) Türkiye’nin en büyük sanayi kenti İstanbul, 6-7 Eylül olaylarına kadar ülke azınlıklarının ve gayrimüslimlerin “kalesi” niteliğindeyken ancak bundan sonra şehirdeki yerli nüfusu artmaya başlamış, bunun doğurduğu bir sonuç olarak da özellikle günümüzde İstanbul’da 3-4 kuşaktan önceye gidildiğinde halen İstanbullu olanların sayısı gözle görülür biçimde azdır. Mayıs’17 • 7


Karantina d) İç göçlerle oluşan azınlık gettolarında dahi silahlı suç eğilimi oldukça azdır. İstanbul Gazi Mahallesi, Adana Cumhuriyet mahallesi gibi silahlı suçların merkezi ve polis görünürlüğünün olabildiğince az olduğu kent merkezlerinin genellikle iç göçlerle yerleşen göçmen halktan değil, sol-anarşist gruplardan dolayı bu özellikleri taşıdığı görülmektedir. e) Ankara, İzmir, İstanbul gibi şehir merkezleri günümüzde Dünya’daki çoğu örneklerinin aksine (Londra, Edinburgh, Manchester, Strasbourg,) sanayi kenti olmaları yönüyle değil hizmet sektörünün ve eğitimin, ulaşımın merkezi olmaları yönüyle cazibe merkezleri olmuştur.

Sonuç Türkiye ve Dünya’da yıllardan beri süregelen ve halen devam etmekte olan iç göçler, önlem alınmadığı için büyük sosyo-kültürel tahribata yol açmıştır. Göçmenlerin egemen kültürü kabullenmesi yahut toptan dışlaması gibi bir durum dünyanın hiçbir yerinde görülmemişken bu iki kültürü sentezleyerek oluşan “göçmen kültürü”nün eksik ve gedikleri her geçen gün yüzümüze daha sert bir tokat gibi çarpmaktadır. Kültürel zenginliği ve karşılıklı gelişimi sağlaması tahmin edilen kontrolsüz iç göçler ve yığınlarla şehirlere gelen akım aksine nefreti, kopukluğu beraberinde getirmiş; köylü ve kentli insanlar arasında görünmez sınırlar çizerek onları birbirinden olabildiğince uzaklaştırmıştır. Bu duruma özellikle Türkiye’de,

8 •Mayıs’17

komşusu açken tok yatanın içine alınmadığı İslam toplumunda geniş çaplı önlemlerin gerek hükümet seviyesinde gerekse STK’lar seviyesinde alınmadığı her gün meseleyi biraz daha arapsaçı haline getirmekte ve gecikilen her gün iş, daha da içinden çıkılmaz hal almaktadır. Kaynakça Ayla Tuzcu, Kerime Bademli, Psikiyatride Güncel YaklaşımlarCurrent Approaches in Psychiatry 2014; 6(1):56-66 Göçün Psikososyal Boyutu Psychosocial Aspects of Migration David Walls, (2008) “Central Appalachia: Internal Colony or Internal Periphery?” Doç. Dr. Vedat Bilgin, III. ULUSLARARASI MEVLÂNA KONGRESİ, GÖÇÜN KÜLTÜREL SONUÇLARI Engin DÜCAN, TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇÜN SOSYO-EKONOMİK NEDENLERİNİN BÖLGESEL ANALİZİ, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 12, Yıl 12, Sayı 2, 2016 Serdar SAĞLAM, Türkiyat Araştırmaları; Sayı 5 Güz2006, TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇ OLGUSU VE KENTLEŞME Tamara Forrest, Mott; Brown, Lawrence A. (Jan 2014). “Organization-Led Migration, Individual Choice, and Refugee Resettlement in the U.S.: Seeking Regularities” 1 2 3

4

Dipnotlar Marshall McLuhan, Gutenberg Galaksisi, Yapı Kredi Yayınları, 2001. Stephen Howe, Empire, Oxford Press, 2002. Tupac’ın “Changes” şarkısında geçen “Cops give a damn about a negro / Pull the trigger, kill a nigga, he’s a hero – Polisler zencileri umursamazlar; tetiği çeker, zenciyi öldürür ve kahraman olurlar” sözleri bu ayrımın derinliğini gözler önüne sermektedir. Benzer şekilde NWA adlı underground rap grubu “F*ck the Police” adında bir şarkı yaparak polise ve egemen kültüre savaş açmış; bu şarkıyla ülke çapında büyük farkındalık ve ilgi uyandırmışlardır. Oysa İrlandalılar aşağılama amaçlı kendilerine takılan bu “kızıl kafa” sıfatını kabullenecek ve kendilerini “redhead” olarak görmeye, bundan gurur duymaya başlayacaklardı. Bu bağlamda Amerika’daki negro-nigger kavramı ve İngiltere’deki redhead kavramı birbirine karıştırılmamalıdır.


Karantina

TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇ Muhammed Salih DEMİRTAŞ

D

oğduğun yer değil, doyduğun yer memleketindir derler. Değil mi ki insan var olmak için temel ihtiyaçlarını karşılamak ister ve bu ihtiyaçlarını kendi topraklarında karşılayamazsa kendine başka yerler arar. Bu ihtiyaçlar dediğimiz şey de en temelde güvenlik, ekmek ve hayatın getirdiği çeşitli zorluklara veya kısıtlamalara dair çözüm arayışlarına bağlı olarak özgürlüktür. Tarihteki bir çok değişim, kendilerine yeni bir hayat alanı arayan toplumların kitlesel göç hareketlerinin veya özgür halk önderlerinin liderliğinde yeni bir hayat muştusuyla gönüllerini kuşatanların hicretlerinin kıvılcımlarıyla kendini gösterir. Göç-hicret başlı başına insanlık tarihinin en önemli olgularından biridir. Medeniyetlerinin yıkımı ve kuruluşudur. Şehirlerin parlayışı ve çöküşüdür... Bununla beraber göç olgusunun bir çok bağlamsal okuması bulunmaktadır. Kadimden günümüze önemli bir yeri olsa da, gelişen bazı tarihsel süreçler ve mekansal kısıtlamalarla göç olgusunu daha muayyen bir okumaya tabi tutarak, Türkiye’deki iç göçler bağlamında ele almaya çalışacağım. Türkiye’deki iç göç serüveninin sanayileşme süreciyle yakından bir bağı bulunmakla beraber farklı etkenler de söz konusudur. Fakat sanayileşmenin etkisi aslında tüm dünya için bir kırılma noktası olması hasebiyle Türkiye’de de nüfus hareketlerinin en belirleyici unsurlarından biridir. Sanayileşme farklı bir şehir örgütlenmesi ve dizaynını tetikleyerek kadim şehir geleneğini değiştirmeye cüret etmiştir. Bilhassa İngiltere’de kömür havzalarında ve

maden cevherlerinin olduğu yerlerde kurulan modern sanayi aynı zamanda ciddi bir işçi potansiyeline de ihtiyaç duymaktaydı. Kırsallardaki halkın bir kısmı darlıktan kurtulmak için, bir kısmı müreffeh bir hayatın rüyalarıyla ve bir kısmı da şehrin sunduğu yeni bir hayat yaratma cazibesiyle sanayinin istihdam tekliflerini reddetmediler ve böylece 18. yüzyılın son çeyreği ve 19. yüzyılın ilk çeyreğiyle kırsaldan kente ciddi bir iç göç hareketi gerçekleşmeye başladı. 1 Türkiye ise sanayileşme bağlamında bu sürece daha çok Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında yapılan sanayi hamleleri ve özellikle 1950 sonrası gerçekleşen atılımlarla dahil olmuştur. Osmanlı’dan devralınan az sayıdaki sanayi tesisleri ve işletmeleri Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla yapılan sanayi atılımlarıyla çok hızlı bir şekilde arttırılmaya çalışılmıştır. Yine de 1927’den 1950’ye kadar şehir-kırsal nüfusunda cılız değişimler olmuştur. Bu değişimler de daha çok tayin, evlilik ve eğitim gibi sebeplerden ötürü gerçekleşmiştir. 1950’li yıllardan önce artan nüfusla birlikte toprağın bireyler arasında paylaştırıldığı, ölüm ve doğum oranlarının yüksek olduğu, göçün olmadığı geleneksel köy toplumlarında hane ve topluluk düzeyindeki yaşam döngüleri toprakla ve devletle varolan dengeler çerçevesinde sürmüştür.1 1950 yıllarında ise 2. Dünya Savaşı sonrası ve soğuk savaş arefesinde Batı’dan gelen destekle modernleşmenin hızlanması ve Marshall yardımlarıyla tarımda makineleşmenin artmasıyla bazı bölgelerde toprağa dayalı işlerden kopuşun gerçekMayıs’17 • 9


Karantina leşmesi şehirlerdeki sanayi ve hizmet sektöründeki istihdam talebinin artmasına sebep olmuştur. Bu da kırsaldan kente göçü tetikleyen unsurlardan biri durumundadır. 1960’lı yıllarda ise Türkiye’de şehirleşme süreci ulaşım ve iletişim imkanlarının artmasıyla devam etmiştir. Bu süre zarfında kırsaldan kente göçün ilerlemesiyle beraber kentler de gelişerek kendi içinde bir cazibe merkezi üretmeye soyunmuştu. İstanbul’la beraber metropolleşme süreci başlamıştı ve şehirler arasında büyüklüklerine göre hiyerarşik bir yapı kurulmuştur. Türkiye’de iç göçler sadece kırsaldan kente değil, kentten kente doğru da gerçekleşmiştir. Özellikle Karadeniz ve Doğu Anadolu’dan ülkenin batısına ve metropollerine çok fazla göç yapılmıştır. Sanayileşmenin ülkede dengeli yapılmaması ve ülkenin Ege ve Marmara bölgelerinde yoğunluk göstermesi, doğuda ve diğer bölgelerdeki nüfusun bu tarz büyük şehirlere ve metropellere kayarak yığılmasına sebep olmuştur. Bilhassa 80’li yılların ortası ve 90’lı yıllarda Doğu’da terörün yükselmesi de insanların güvenlik sorunlarına ve geçim kaygılarına bir çare arayışı olarak göçün artmasında ayrıca bir rol oynamıştır. Büyük şehirler ve metropoller ise bu yoğun göçleri kaldırabilecek konut gücüne ve altyapı yeterliliğine sahip değildi. Yerel yönetimler, plansızlıklarından ve çaresizliklerinden dolayı halkın kamu topraklarına tabiri caizse çökerek kendi kurduğu gecekondularının hızlıca artmasına ses çıkaramadı. Bu ise daha sonraki süreçlerde seçimler hasebiyle siyasette halk ve devlet arasında örtülü bir kabulleniş ve meşrulaştırma aracına evrilmiştir. Gecekondulaşma plansız bir yerleşme ve nahoş bir görüntüyle şehrin dokusunu bozan bir yapılaşma süreci olmakla beraber içtimai ve iktisadi anlamda

da metropol şehirlerde ciddi bir adaptasyon ve istihdam sorununu, ahlaki ve asayiş problemlerini de beraberinde getirmiştir. Ayrıca gecekondu yapılar, Dilovası(Kocaeli) gibi bazı bölgelerde fabrikaların çevresinde kurularak bir kent meydana getirdi fakat bu durum ne fabrikaların orda olması açısından ne de yerleşkelerin fabrikaların etrafında olması açısından ciddi bir problem teşkil etmektedir. Şehirlerin bir cazibe merkezine dönüşmesi makul karşılanabilmekle beraber, bu sürecin belli yerlerde bir yığılma yaratmasını önlemek için göç edenlerin ayrıldıkları yerlerden kopmamasını ve oralara tekrar geri dönmesini teşvik eden, o bölgenin kendine özgü ekonomik kaynaklarını ve faaliyetlerini destekleyerek işlevsel hale getirip yerel bazda bir çok cazibe merkezi üretmek suretiyle atılabilecek daha makul adımlar atılmalıydı. Ülkemizin büyük baş hayvancılık gibi alanlarda ithalat yapması bizim için tirajı komik bir hadisedir. Hem insanlar metropollerde sıkıntı çekerek ikinci, üçüncü kalem işlerde çalışarak kendi hayatlarını zorlaştırıyorlar ve mücadele etmek zorunda kalıyorlar, hem de ülkemin doğusunda bir dünya mera bomboş bir şekilde nadasa bırakılmış gibi bekletiliyor. Kentlerden kentlere yönelik iç göçlerin tersine çevrilmesi için özellikle Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da ciddi cazibe merkezlerinin oluşturulması gerekmekle beraber kırsal kentlerdeki nüfus; meracılık, aracılık gibi bölgelerin potansiyel ekonomik faaliyet alanlarının değerlendirilmesiyle devlet eliyle teşvik edilmelidir. Son olarak sözün girişinde söylediğimiz gibi insanların göç etme sebebini ortadan kaldıracak bir ekonomi alanı yaratarak ve sanayi ve üretimin farklı alanlarda dengeli bir şekilde dağıtılarak ülkede bir çok cazibe merkezi oluşturmak suretiyle metropollerde oluşan anlamsız yığılmaları azaltmak hasebiyle hem insanlara hem de şehirlere nefes aldırmak, başta milletin organizasyonel gücünü elinde bulunduran devletin ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla halkın elindedir. Dipnotlar 1 Oranlar için bakınız: makale; Dr Talip YÜCEL, Türkiye’de Şehirleşme Hareketleri ve Şehirler sf. 25, Türk Coğrafya Kurumu,1941 2 Makale, Hakan ÖZDEMİR, TÜRKİYE’DE İÇ GÖÇLER ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME, Akademik Bakış Dergisi sayı 30 /2012

10 •Mayıs’17


Karantina

M edeniyetin Beşiği Şehirlerde Yaşamak Güzeldir

İyiliklerin Tadına Varmak İçin Vahap YAMAN

Y

aratılış gereği, insanlar pek çok canlı gibi birlikte yaşamaya eğilimlidir. İlk yaratılan Hz. Adem ve eşini yeryüzünde birlikte yaşayan ilk insan olarak bilmekteyiz. Bu bilgi bizi insanın daha sonraları evlatların da aileye katılmasıyla küçük topluluklara ve insan neslinin çoğalması ile de kabileler, akrabalar, komşular, obalar, yurtlar, köyler, beldeler, şehirler oluşturduğuna götürmektedir. İlk insana Allah tarafından yeryüzünün bilgisi verilmiş, o bilgi ise insanı diğer varlıklardan üstün ve kıymetli kılmıştır. Edindiği bu bilgiyle insan kendisine yaşam alanları oluşturmuş, sevdirilen dünya nimetlerinden faydalanmak için çabalamaya başlamıştır. Toprağı ekip biçmeye, tabiattaki meyve ve sebzeyi yetiştirip onlardan istifade etmeye, onları başkaları ile trampa etmeye daha sonraları kendi icat ettiği ve adına para dediği toplum içerisindeki bir dolaşım aracıyla ekonomik değerler üretmeye başlamıştır. Bir yandan ilahi mesajın kavranabilmesi ve yaşanabilmesi için çabalayan insan, bir yandan da kendi çabaları ile ürettikleri dünya nimetlerini

başkaları ile değiştirme ve ihtiyaçlarını giderme yolunu seçmiş oldu. Bu çabalar şehirlerin oluşmasına imkan verdi. Daha fazla insanla temas, daha fazla imkan, daha fazla refah, insanın taleplerinin başında geliyordu. Çünkü dünya nimetleri insana sevdirilmişti. Küçük topluluklardan şehirlere, şehirlerden metropollere dönüşen yerleşim yerlerinde insan kendine yer aramaya başlar. Bilgisiyle ve yaşam tarzıyla bulunduğu yerlerde, şehirlerde tutunmaya, kaybolmamaya çalışır. Çünkü göç ettiği yerlerde yeni insan, yeni bilgi, yeni hayat tarzlarıyla tanışır. Buralarda ise tanıdığı fazla kimseler yoktur. Göç ettiği yerdeki ortamdan etkilenmeye başlar. Bazen de kendisi şehirdekileri etkiler. Etkileşme karşılıklı olur. Şehrin kendisine dikte ettiği hayat tarzı ile geldiği ve yetiştiği yerdeki edindiği hayat tarzlarının zaman zaman uyuşmadığını görür. Köyden şehre göçün getirdiği uyum sorunları vardır. Şehirde küçük yerlerdeki oto kontrol yoktu. Birbirini tanıyan insanlar azdı. Yapılan yanlışları ve kötülükleri düzeltecek toplumsal refleksler şe-

Mayıs’17 • 11


Karantina hirlerde kaybolmuştu. Bir de şehre gelip yerleşenler daha serbest, daha kontrolsüz, daha özgür bir hayat sürdüreceklerini düşünerek kuralsız yaşayabileceğini düşünüyorlardı. Şehre gelenler, göç ettiği yere adapte olabilmek, orada kaybolmamak için şehrin belli bölgelerine göç etmeye ve topluca yaşabilecekleri yerler seçiyorlardı. Buna sebep hem akraba ve köylüleri ile birarada bulunabilmek, hem de şehrin hızlı ve kontrolsüz akışının içerisinde ayakta kalabilmekti. Göç ettiği şehirde, geldiği yerdeki mahalleyi arıyordu. Oradaki komşuluğu istiyordu. Mahallenin ve komşuluğun gücünü ve koruyuculuğunu iyi biliyordu. Yeni yerleştiği şehirde mahallenin abisini, ablasını, dedesini, ninesini, racon kesen delikanlısını, şeker dağıtan teyzesini, hastalığında, sağlığında yanında olan hemşehrisini arıyordu. Duyduğu ve gördüğü kadarıyla şehirde bunları bulamıyordu veya çok az buluyordu. Geldiği şehirde yerel yemekler yapan memleket lokantalarını, hemşehri derneklerini, rahatlıkla girip çıkacağı mekanları ve uğrak yerlerini arar. Bu taleplere uygun mekanlar da girişimci hemşehrileri tarafından peşpeşe açılır. Şehirlerin varoşlarında oluşan yeni bir yaşam şekli ortaya çıkar. Şehre göç etmiş ancak kendisini ve çocuklarını koruma refleksi ile tanıdıkları ve memleketlileri ile birarada yaşamaya azami gayret göstermektedir. Özlediği memleket yemeklerinin tadını, hemşehri lokantalarında

12 •Mayıs’17

tatmak ister. Çünkü ekonomik sebeplerden ve şehrin arkasından koşmaktan yakalayamadığı zamansızlıktan dolayı hasret kaldığı ve uzun zamandır gidemediği memleket havasını, kültürünü, yaşayış şeklini, konuşma tarzını buralarda yakalamak ister. Şehrin imkanlarından oldukça istifade edelim, ancak geldiğimiz yeri unutmayalım anlayışı ağır basar. İnsanlar hem şehre ayak uydurmaya, hem de edindikleri yaşam şeklini kaybetmeme mücadelesi verir. Dini hayatını yapılan derme çatma mescitlerde devam ettirir. Çocuklarının dini bilgilerini tamamlamak için yaz aylarında mahalle mescitlerine gönderir. Kendisi şehrin girdabında buna zaman bulamaz veya bu bilgilerin verilmesini cami hocasının işi zanneder. Cenazelerini mescitlerin küçücük gasilhanelerinde gayri sıhhi şartlarda korumaya ve yıkamaya çalışır. Çünkü cenazeyi memleketine götürecektir. Büyüklerden “Oğlum benim cenazemi buralarda sakın bırakma, köyüme götür.” vasiyeti alınmıştır. Bu istek şarkılara da yansır: “Eğer ölürsem buralarda eğer benim için ağlayan biri varsa başucumda eğer ölürsem buralarda vasiyetimdir; beni götürsünler doğduğum topraklara beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar başucumda biter yediverenler, ah aşıklar ağlasınlar.” Şehirde tutunmaya çalışan bu insanlar, ekonomik olarak da zenginleşmeye başlar. Kentin nüfu-


Karantina sunun hızlı artışı ve yeni göçler, gecekondu diye tabir edilen, başlangıçta sadece başlarını sokacak bir mekan olarak görülen bu yerler kentsel rantın bir sonucu olarak değerlenir. Ekonomik olarak bir miktar birikim elde eden ve rantın getirdiği imkanları değerlendirenler, bu defa göç edilen şehrin kenar mahallerinden daha merkezi yerlere taşınırlar. Yani şehir içerisinde yeni bir iç göç başlar. Bu göç yerleri memleketli ve hemşehrilerin olduğu mekanlardan ziyade ekonomik ve kültürel seviyesine uygun semtler olur. Dini hassasiyeti olanlar ve dini yaşantısını daha rahat devam ettirebileceği yerlere, modern ve seküler hayatı benimseyenler de kendi hayat tarzlarına uygun yerlere göç ederler. Bu sefer seçtiği yerler kendi hayat tarzına benzer insanların bulunduğu merkezler olur. Ancak merkezdeki yaşam biraz farklıdır. Başlangıçta varoşlarda oluşan hemşehricilik, köylülük, şehrin yeni kimliğine olan alışma ve direniş tavrı, aynı şehrin merkezlerinde azaldığı için, merkezdeki insanlarla kurulan ilişkiler ve etkileşim sonucu bir miktar farklılaşmalar başlar. Kentin merkezleri varoşlara ve gecekondu bölgelerine nazaran, değişim rüzgarlarına daha açıktır. Buralarda modern hayatın etkileme gücü daha fazladır. Bu etki kendisini ilk olarak giyim tarzında gösterir. Yavaş yavaş geleneksel giyim tarzları terk edilir. İç göç ve değişen giyim tarzı, aynı tarz giyinen, aynı düşünen, aynı yaşayan, tek tip insan yetiştirmeyi hedefleyen modern ve seküler anlayışın küresel gücün moda ve estetik anlayışı diye oluşturduğu yutturmacanın etkisiyle hızla değişir. Bu küresel baskı geleneksel toplumlarda halkın giysileri üzerinde etkisini hemen gösterir. İlk değişim kıyafetlerde hissedilir. Geçmişte giyilen ve her biri bir değeri ifade eden halk giysileri terk edilmeye başlar. Son zamanlarda sizin de dikkanizi çektiğine inandığım yırtık giysiler acaba yerli kıyafetlerden midir? Giysiler kültürün bir parçasıdır. Çoğunlukla toplumla fert arasında bir iletişim aracı olarak görülür. Ferdin giydiği kıyafetler topluma sessiz, sözsüz, görsel bir dille adeta bir mesaj verir. Ferdin hangi düşünce tarzına sahip olduğunu, hangi değerleri benimsediğini, giyiminin sadece bedeni örten bir bez parçası olmadığını ifade eder. Giysiler bedenin adeta fikri simgeleridir.

Şehirlerde etkisi daha çok görülen küreselleşmenin değerleri tersyüz ettiği bir vakıadır. Tersyüz edilen sadece giysiler değil, toplumdaki tüm hassasiyetler yok edilmek istenmektedir. Bunun sonucu “biz” anlayışı terk edilmiş, “ben” öne çıkmıştır. Her şey ben üzerine inşa edilmeye başlamıştır. Ben varsam başkası önemli değildir anlayışı yaygınlaşmıştır. Önceleri memleketlisi ve hemşehrilerinin yanına göç edenler, yavaş yavaş onlardan uzaklaşmaya şehrin farklı yerlerinde tek takılmaya başlamışlardır. Tercih edilen bireysel takılma, toplum olarak bizim geçmişi okumakla ilgili sorunlarımızın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Göçün ilk yıllarında ekonomik sebeplerle memleketine gidemeyen, çocuklarına geldiği yerle ilgili yeterli bilgi veremeyenler, zamanla çocuklarını doğup büyüdüğü yere götüremez hale gelmiştir. Çocuklar geldiği yerleri benimsemez, oradaki hayat tarzından utanır, hatta tiksinir duruma gelmiştir. İç göç, kadim şehirlerin mimarisinin, toplumsal ve ahlaki değerlerinin erozyana uğramasına, kozmopolit ve arabesk kültürün oluşmasına sebep olmuştur. Neredeyse medeniyet, arabeskle olan imtihanını kaybetmiş, şehirler görünüm, konuşma şekli, davranışlar olarak değişikliğe uğramıştır. Nezaket yerini kabalığa ve küfürlü konuşmalara bırakmıştır. Şehirlerdeki kontrolsüz iç göç ve seküler ve laik kültürün küresel saldırıları, dini ve yerel değerlerin öneminin kaybolmasına sebep olmaktadır. Bu iki unsur sadece geçmişle bağın kopmasına sebep olmuyor. Aynı zamanda geleceğimizin inşasının başlamasına engel teşkil ediyor. Küreselleşme süreci diye dünyanın başka milletlerine dikte ettirilen yutturmacalarla, sanayii, tarım, teknoloji ve iletişim araçlarındaki gelişmeler ile tek tip yaşam tarzının empoze edilmesiyle tüm yerel, milli ve dini değerler saldırıya uğruyor . Bu saldırılar hızlı göç yaşayanlar üzerinde daha etkili oluyor. Şehir içi göçler ya ideolojik karakterli, ya da ekonomi kaynaklıdır. İnsanlar ya inandıkları değerleri daha iyi yaşamak ve yaşayanlarla beraber olarak aynı şeyleri teneffüs etmek için göç ederler. Bu göçte ideolojik tercih öne çıkmaktadır. Yada ekonomik olarak zenginleşen insanların refah içerisinde yaşayacağını düşünerek zengin sınıfların yaşadığı yerlere yaptıkları göçlerdir. Mayıs’17 • 13


Karantina Şehir içi göç, gecekondudan şehrin merkezine, Duyarsız ve kontrolsuz çok katlı binalar ve merkezden rezidans diye tabir edilen özel mekanla- güvenlikli olduğu söylenen hayattan izole edilmiş ra, sitelere yönelişe dönüşmüştür. Bu dönüşüm şeh- siteler, adeta bir yalnızlaşma mekanları olmuştur. rin belirli yerlerinde siteler şeklinde kendini göster- Buralar hayalleri bile olmayan çocukların, arkamektedir. Güvenlikli, huzurlu yeni bir yaşam şekli daşsızlık çektiği, sokak aralarında oynanan çocuk diye yutturulan bu özel alanlar içerisindeki yaşa- oyunlarını ( uzun eşek, ip atlama, misket oynama, yanları adeta izole etmektedir. İzinsiz girilemeyen, evcilik, yakan top, çelik çomak, seksek, dalya, köşe içerisinde rahatça dolaşılamayan, dairelerde kimin kapmaca, mendil kapmaca, yağ satarım bal satakaldığı belli olmayan, kimsenin birbirini tanımadı- rım, güvercin taklası, birdir bir, körebe, uçurtma ğı, yüzleşmediği, komşuluk etmediği, yardımlaş- uçurma) bile bilmediği, oynayamadığı yerlerdir. madığı yeni bir tarzın yaşandığı yerler olmuştur. Siteler, rezidanslar ve oluşturulan gettolarda Herkes kendi anlayışına göre gettolar oluştur- yaşayanlar, mutluluğu ev içerisinde arar hale gelmuştur. Bu gettolarda yaşayanlar kendilerini şe- miştir. Ev içerisinde yalnız kalmışlardır. Sadece hirde yaşayanlardan farklı ve ayrı görmektedirler. aile fertleri ile mutlu olmayı yeterli görür hale gelEvinin ihtiyaçlarını markete temişlerdir. Bunun adı nasıl mutlefon ederek temin eden, evini luluksa! Ev içerisinde herkesin temizlik firmalarına temizleten, kendi odasında eloktronik cihaGittiği yere şekil veren, kasabın, manavın yerini bilmezı ile sanal alemde gezindiği ve umut veren, yaşadığı hayat yem, işi ile evi arasında özel orada kendi başına aradığı bir tarzını aktaran, yerel, şoförü, özel aracı ile seyahat mutluluk! milli ve dini sembollerin eden, toplu taşıma araçlarına Böyle ortamlar kültürel detaşıyıcısı olan, günün ve binmekten utanan, kendisi gibi ğerlerin yaşanabileceği yerler yarınların şekillenmesinde düşünmeyen ve yaşamayanlaolmaktan çok ama çok uzak gayret eden, inandığı rı hakir gören, caminin yerini yerlerdir. Buralarda kültürel dedeğerleri asla esnetmeden bilmeyen, camiyi bir yakını ğerler kazanılamaz. Aksine var yaşayanlardan, kınayanın öldüğünde bahçesinde bekleolan değerler erozyana uğrar. kınamasından rahatsız nilen bir yer zanneden, ezan Sonuç olarak şunu belirtolmayanlardan isen; sesinden rahatsız olan, mezarmekte fayda var. şehrin her tarfında seni lıkların önünden geçmekten --Değişmek güzeldir ve iyibekleyenler var. Unutma! korkan, hatta “Her nefis ölümü dir. Ancak karşı tarafa geçmetadacaktır” ayetinin mezarlıkladen rın girişlerinden kaldırılmasını --Medeniyetin beşiği şehiristeyen, dini ve yerel kıyafetler lerde yaşamak güzeldir. İyilikgiyenleri küçümseyen, kendisini beyaz diye isim- lerin tadına varmak için lendiren ve herkesten üstün olduğunu zanneden --Şehirlerde yer değiştirmekte sakınca yok. anlayışa sahip insanların yaşadığı yerler olmuştur. Kimliğini yitirmemek kaydıyla Bu yeni yaşam anlayışı sadece modern ve seküler --Şehir içi göçte mahsur yok. Gettoların içerianlayışa sahip insanların tercih ettiği yerler değildir. sinde kaybolmamak şartıyla Müslüman hassasiyetine sahip olduğunu iddia eden --Gittiği yere şekil veren, umut veren, yaşadığı zenginlerden olan bu tip gettolar oluşmaya başla- hayat tarzını aktaran, yerel, milli ve dini sembolmıştır. Onlar da kendilerine has, korunaklı mekanla- lerin taşıyıcısı olan, günün ve yarınların şekillenrı tercih eder hale gelmiştir. Göç öncesi çarşı pazar- mesinde gayret eden, inandığı değerleri asla esla içiçe olan, cami cemaatle bütünleşen, fakir fukara netmeden yaşayanlardan, kınayanın kınamasından ile halleşen, hastayı ve yoksulu bilen, konu komşu- rahatsız olmayanlardan isen; şehrin her tarfında nun derdi ile dertleşenler buralarda sadece kendi- seni bekleyenler var. Unutma! sine benzeyenlerle tanışır, bilişir hale gelmektedir. 14 •Mayıs’17


Karantina

Doç. Dr. Yusuf Adıgüzel ile Türkiye’de Göç Hareketleri Üzerine Konuştuk. Röportaj: Uğur DEMİREL, Fatih RAZİ

İ

stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde Doç. Dr. olarak görevini yürütmekte olan Yusuf Adıgüzel ile Türkiye’deki göç hareketleri üzerine konuştuk. Türkiye’deki ilk göçler, göçlerle birlikte şehirlerde başlayan yığılma; bunun sonucunda şehrin kültürel ve mimari tarzının değişmesi başlıca meseleler olarak karşımıza çıktı. Göçler sonucunda köylerin boşalması ve yazlık haline gelmesi; tersine göçlerin mümkün olup olmadığı da okuyucuların cevabını bulabileceği diğer konulardan. Göç ve göçmen kavramlarını nasıl açıklarsınız? Göç kavramı, içinde bulunulan çağa, zamana, döneme göre anlam genişlemesine veya daralmasına uğrayabilen bir kavramdır. Klasik anlamda göç nedir diye baktığımız zaman; “Bir kişinin, yaşamak ve yerleşmek üzere bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine, bir yıldan daha uzun bir süreli gitmesini anlatan, fiziksel yer değiştirmesidir.” denilebilir. Ancak bütün göçlerin, yerleşmek üzere olup olmadı-

ğı veya bir yılla ile sınırlı kalmak ya da bir sınırı geçmek zorunda olup olmadığı gibi konular tekrar gündeme gelmeye başladı. Dünyada bireysel ve kitlesel olarak insanların sürekli hareket halinde olduklarını, ülke içinde veya ülke dışındaki farklı coğrafyalara, farklı kentlere farklı süreler ve amaçlarla gittiklerini görüyoruz. Bu hareketlilikleri klasik göç tanımı ile açıklamak mümkün değilken, göç kavramının yeni bir tanımlamaya ihtiyacı olduğu da açıktır. Eskiden göç etmek bir kesinliği, geri dönüşü olmayan bir yola girmeyi, bir yere gitmeyi anlatırdı. Kendi hikayelerimiz üzerinden göçe bakarsak, eskiden göç etmek “memleketten ayrılıp İstanbul’a yerleşmeyi” anlatırdı. Yani memleketimizi, köydeki evimizi bıraktık artık İstanbul’u mesken tuttuk, vatan-ı aslimiz bundan sonra İstanbul derdik. Geçici olarak gidiyorsak da gurbete, uzun süre dönmemek üzere gidiyorduk aslında. Ancak yeni dönemde, birkaç yıllığına bir yerlere gidip, orada yaşayıp-çalışıp tekrar eski yerleşim yerimize dönebiliyoruz. Şehirlerarası ya da ülkelerarası böyle hareketlilikler yapabiliyoruz. İşimiz gereği yurtdışına Mayıs’17 • 15


Karantina çıkıp birkaç yıl kaldıktan sonra başka bir ülkeye geçip orada bir iş kurup veya bir temsilcilik alıp bir süre de orada kalabiliyoruz. Yeni dönemde küreselleşmeyle beraber insan hareketliliği hızlandı, göç kelimesinin kapsamı biraz daha değişmiş oldu. Peki göçmen kimdir, göçmeni nasıl tanımlayacağız? Göçmen ise en yalın anlamıyla göç eden insandır. Ancak literatürde göçmeni genellikle, “uluslararası sınır geçen kişi” olarak tanımlıyor. Peki o zaman şehirlerarası göç edenlere ne diyeceğiz? İç göç yapmış kişileri de belki göçmen olarak tanımlamamız lazım. Ama ilk etapta dış göç yapmış kişiler göçmen olarak algılanıyor. Bizim tarihimizde, kültürümüzde, anlayışımızda göçmenin farklı bir yere oturduğunu söylememiz gerekiyor. Çünkü literatürde, Avrupa toplumu açısından bakarsak, göçmen yabancı demek, ülke dışından, hatta Avrupa dışından gelen demek, yani öteki demek. Ama bizim kültürümüzde, Türk kültüründe göçmen ‘yabancı’ olarak algılanmıyor. Ana babamıza ‘göçmen kimdir?’ diye sorarsak ‘muhacir’ diyecektir. ‘Kırcaali’den, Prizren’den, Üsküp’ten gelen kişiler’ diyecektir. Osmanlı bakiyesi Balkanlardan, Kırımdan, Kafkaslardan Anadolu’ya göçenlere göçmen diyoruz. Yani tıpkı İskan Kanunumuzda ifade edildiği gibi ‘etnik olarak Türk olan veya Türk kültürüne bağlı’ olanlar.

16 •Mayıs’17

Bu kişiler de zaten tanımdan anlaşılacağı gibi yabancılar değil, ‘bizden olanlar’dır. Göçmen bizim kültürümüzde bir ötekileştirme, ayrıştırma anlamı taşımaz. Memleketin asli unsuru olarak algılanır. Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki ilk göç hareketleri nasıl başladı? 1923’te, Cumhuriyet’in kurulduğu yıl, Lozan Antlaşması’na ek olarak imzalanan Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi anlaşması ilk kitlesel göç hareketini başlatmıştır. Bu antlaşma, Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türklerin de Anadolu’ya nakledilmesini içeren bir nüfus mübadelesidir. Bu çok büyük bir insan hareketliliğidir. Yani göç hareketleri aslında cumhuriyetin ilanıyla başlamıştır. Bu mübadele ile Türkiye’den 1.200.000 Rum Yunanistan’a, 500.000’e yakın Türk ve Müslüman Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmiştir. Müslümanlar derken; etnik olarak Türk olmayanlar da bu mübadelede Türkiye’ye göçe tabi tutuluyor. Patriyotlar, Makedonlar, Pomaklar gibi etnik olarak Türk olmayıp Müslüman olanlar da mübadele ile Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderiliyor. Yani Lozan, etnik kimliğe dayalı bir antlaşma değil bu, din kimliğine dayalı bir nüfus mübadele antlaşması. Türkiye’den gönderilen Rumlar içinde Karaman Türkleri var. Bunlar etnik olarak Türkler ve Türkçeden başka bir dil bilmiyorlar, ama dinleri Ortodoks. Bu mü-


Karantina badelede İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlar, Batı Trakya’daki Türkler istisna tutuluyor. Cumhuriyet kurulur kurulmaz başlayan bu göçler, aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde izlediği Anadolu’nun Türkleştirilmesi politikasının devamı olarak okunabilir. Osmanlı Devleti, Kırım üzerindeki hakimiyetini kaybetmeye başladığı 1800’lerden itibaren Anadolu’ya geri çekildiği topraklardan Müslüman göçü almaya başlamıştı. Sonrasında Balkanlar’da kaybedilen topraklardaki Türkler ve diğer Müslüman unsurlar Anadolu’nun değişik yerlerine iskan etmiştir. Osmanlı Devleti Anadolu’yu Türk ve Müslümanların yoğun olduğu bir vatan toprağı olarak planlamıştır. Çünkü sürekli toprak kaybediliyor ve imparatorlukta Türklerin ve Müslümanların yoğun ve çoğunlukta olduğu bir coğrafya yoktu aslında. Anadolu’nun Türkleştirilmesi politikası, dediğimiz gibi 19. yüzyılda başlıyor ve cumhuriyet sonrasında devam ediyor. Bu politikasının bir yansıması olarak 1960’lara kadar Türkiye dışına göçlere baktığımızda bunların tamamına yakınının gayrimüslimlerin yaptığı göçler, Türkiye’ye yapılan göçlerin de yine tamamının Türk ve Müslümanların göçleri olduğunu görüyoruz. Mübadele ile başlayıp Balkanlar’dan Anadolu’ya olan göçler mübadeleden sonra da devam ediyor. Sonrasında Bulgaristan’dan, Yugoslavya’dan, Bosna’dan gelen göçlerle 2 milyona yakın insan Türkiye’ye göç ediyor. Bizim iskân yasamızda ve göçmen tanımında etnik olarak “Türk olmak veya Türk kültürüne bağlı olmak” gibi bir kısıtlama vardır. Balkan göçleri de bu iskan kanununa uyan ve daha kolay göçmen olarak kabul edilebilecek unsurlardır. Sanayileşme ile beraber iç göçte bir hareketlilik yaşanmaya meydana geldi. Kırsal kesimde nüfus gittikçe azalmaya ve Anadolu toplumu şehirlerde yaşamaya başladı. Geldiğimiz noktada halkın yüzde doksanı şehirlerde yaşıyor. Kırdan kente göçün tarihi serüveni hakkında neler söyleyebiliriz? Türkiye’de kentleşme sürecine baktığımızda, cumhuriyetin kuruluşundan 1950 yıllarına kadar

kentleşmenin neredeyse sabit kaldığını, bir ilerleme olmadığını görüyoruz. İlk nüfus sayımının yapıldığı 1927 yılında ülkenin sadece %24’ü kentlerde, %76’sı kırsal kesimde yaşıyordu. 1950 yılına geldiğimizde kentleşme oranı sadece 1 punalık artışla %25’e çıktı. Bu tarihe kadar Türkiye, kırsal kalkınma merkezli bir politika izlemiştir. Sanayileşme ise 1940’lardan itibaren ve çok sınırlı alanlarda olmuştur. 1950’lerden itibaren Demokrat Parti iktidarından sonra başlayan hızlı kentleşmenin dahi sanayileşme merkezli olduğunu söyleyemeyiz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada bir değişim meydana geliyor. Dünya çift kutuplu hale geliyor ve Türkiye NOTA’ya katılarak, bu kutuplaşmada Amerika’nın safında yer almayı tercih ediyor. Menderes döneminde Türkiye Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devam eden sosyalizme yakın bir politikadan kapitalizme yakın bir politika izlemeye geçiyor. Bununla beraber Türkiye’de yavaş da olsa sanayileşme adımlarının atıldığını görüyoruz. Tarımda makineleşmenin başladığını, traktör sayılarında hızla arttığını, ulaşım yatırıları olduğunu görüyoruz. Kırsal kesimde makineleşmeyle beklenen üretim artışının ve istihdam artışının aksine kırdaki nüfusun artmasıyla kırsal alanın insanlara yetemez hale gelmesi ve 1950’lerden sonra da Demokrat Parti’nin biraz daha liberal, özgürlükçü bir politika izlemesi sebebi ile kırlardan kentlere doğru hızlı bir yönelim başlamıştır ve kentleşme oranı hızlı bir biçimde artmıştır. İnsanlar ilk başta her ne kadar Mayıs’17 • 17


Karantina sanayiye dayalı, büyük şehirlerdeki fabrikalarda iş bulmaya gelmiş olmasa da küçük küçük sanayileşme hamleleri de başlıyor. Kentlerde iş olanakları kırlara göre daha fazla. Bu da insanlara cazip geliyor. Yani “kentleşmenin temel sebebi nedir?” diye sorarsanız; birçok şey söylenir ama bunların en başında, ekonomik gerekçeler var diyebiliriz. Anadolu insanının geçim derdi onu kırdan, köyünden kopararak İstanbul başta olmak üzere büyük kentlere sürüklemiştir. Köyde ekmeğini kazanamadığı için, toprak geniş aileye yetmediği için, yeterince ekilecek alan olmadığı için ekmek parasının peşinde İstanbul’a, büyük şehirlere geldi insanlar. Babamıza, dedemize “neden İstanbul’a geldin?” diye sorduğumuz zaman alacağımız cevap “ekmek parası kazanmak için” olacaktır. Bu cevap aslında, kırdan kente bütün göç serüveninin özetidir. Peki kentte yeterince iş-istihdam, barınma-konut imkanı var mıydı? Bu soruya “evet” cevabı vermek maalesef mümkün değildir. Kentlerde de iş olanakları sınırlı olduğu için, kırdan gelenlerin çok büyük bir bölümü enformel sektörlerde, kayıtdışı ve sigortasız olarak çalışmışlar, barınmak için “gecekondu” dediğimiz, imarsız, iskansız ve çoğunlukla sağlıksız yapılarda barınmak zorunda kalmışlardır. 1960’larda hızlanan iç göçlere ilave olarak dış göçler de başlamış, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri ile yapılan işçi göçü anlaşmaları ile yüzbinlerce kişi işçi olarak yurtdışına gitmiştir. Hem iç, hem de dış göçlerin yoğunlaşmasıyla Anadolu kırsalı, köyleri yavaş yavaş boşalmaya başlamıştır. 1970’li yıllara kırdan kente göçün en yoğun olduğu dönemlerden biri olmuştur. Her ne kadar 1950’li yıllarda sanayileşme göçü tetikleyen önemli bir unsur olmasa da, 1960’lardan itibaren başlayan planlı kalkınma modeliyle, sanayi siteleri örgütlenmelerine gidilmiş, 70’li yıllarda artan sanayileşme adımlarını hızlandırmış ve ihtiyaç duyulan işgücü de göçü beslemeye devam etmiştir. 1980’li yıllarda Özal’ın iktidara gelmesiyle Türkiye daha liberal politikalar izlemeye başlamış, kentlerde eğitim, ulaşım, sağlık gibi sosyal hizmetlerin kalitesi artmış ve bu çekici unsurlarla kentleşme hızlı artışını sürdürmüştür. İlk defa bu 18 •Mayıs’17

yıllarda kent nüfusu kır nüfusunu geçmiş, 1985’te yüzde 53’e, 1990’da 60’a yükselmiştir. Ayrıca 80’li yılların ikinci yarısından itibaren artan terör olayları ve güvenlik nedeniyle zorunlu göçler yaşanmış, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki kentlerde yığılmalar olmuş, daha sonra buralardan önemli bir nüfus Batı kentlerine doğru göç etmiştir. 1990’lardan sonra artık kırdan kente göç yerine daha çok kentler arası göçlerin artmaya başlamasından bahsedebiliriz. Tayin, eğitim, başka kentte iş bulma, evlenme vb. gibi faktörler kentten kente göçün önemli sebepleri olarak sayılabilir. Günümüzde kentlerden kırlara bir göç söz konusu olabilir mi veya bu bağlamda bir politika izlenebilir mi? Tersine göç “suyu tersine akıtmak gibi” zor bir süreçtir. Bu süreci sağlamak ve hızlandırmak için zamanında teşvik çalışmaları yapıldı, İstanbul’dan Anadolu’ya

göç

için

İstanbul

Büyükşehir

Belediyesi’nin kampanyaları oldu, ancak bunlar çok fazla sonuç vermedi. Kentlerde iş bulmuş, ev kurmuş, çocuklarını okutmuş, torunları olmuş birinci kuşaklar bile artık memleketlerine geri dönmeyi kabul etmiyor iken, büyük şehirlerde doğmuş büyümüş bir kişinin babasının köyüne dönmesi çok olabilecek bir şey değildir. Bazen istatistikler bizi yanıltıyor. TÜİK istatistiklerine baktığımızda, sanki son yıllarda İstanbul’dan Anadolu kırsalına tersine bir göç varmış gibi anlıyoruz. Oysa ki İstanbul’dakilerin yüzde 80’i hala başka bir ilin nüfusuna kayıtlı. İkamet adreslerini de memleketlerindeki beldenin, ilçenin nüfusu azalmasın diye oralara aldırabiliyorlar. Bir de özellikle İstanbul’a gelen birinci kuşakların, babalarımızın, dedelerimizin yılın yarısını memleketlerinde geçirmek gibi yaşam biçimleri yaygınlaşmaya başladı. Özellikle emeklilik sonrası tamamen Anadolu’ya, köye dönmek yerine yazın köyde kışın İstanbul’da kalarak ikili bir yaşamı tercih ettiklerini görüyoruz. Bu hareketliliği ise bir göç veya tersine göç olarak okumak çok doğru olmayabilir.


Karantina İç göç hareketleri kontrol altına alınabilir mi? Bu çağda iç göç hareketlerini kontrol altına almak veya alınması için düzenleme yapmak mümkün olmaz. İnsanları bir mahallede, bir bölgede, bir şehirde yaşamaya zorlayamazsınız. Böyle bir zorlama ancak baskıcı, faşist, Kuzey Kore tarzı yönetimlerde mümkün olabilir. Hatta bugünlerde medyada “Kuzey Kore Lideri Kim Yong başkentteki nüfusun yüzde yirmisinin başka yere taşıdığı” haberleri var. İstanbul’daki işsizlik, deprem riski, güvensizlik, pahalılık, 1990’ların sonlarına kadar yaşanan hava ve su kirliliği gibi olumsuzluklar İstanbul nüfusunun artmasını engelleyememiştir. Kentin bir cazibesi var bu da kenti daha çok kalabalıklaştırmaya devam ediyor. Geri dönüş mümkün olmasa da, kırdaki nüfusu yerinde tutabilmek için kentteki fırsatların kırdakiler tarafından da ulaşılabilir kılınması zorunludur. Artık Türkiye’de cumhuriyetin ilk yılları ya da 1950 öncesi gibi bir açlı-kıtlık olmadığından sadece “ekmek parası” için göç edenler yok artık. Artık bir şehirden göçüp başka bir kentte yaşamak istenenin farklı gerekçeleri var. Daha modern, daha sağlıklı, daha insani şartlarda yaşamak isteyebilirler. Yatırım-iş imkanı, sağlık, eğitim, iyi konut gibi fırsatlara ulaşmak isteyebilirler. Bu imkanları kırdakilere de sunabilirsek göç olmaz, hatta geri dönüş bile olabilir. On-on beş yıl sonra köylerin sadece nostalji için gidilen yerler olacağını öngörüyoruz o halde. Şu anda da öyle olduğunu düşünüyorum. Şu an nüfusun sadece yüzde onu kırsal kesimde yaşıyor. Kırın çekici ve cazip olduğunu söylemek ve büyükşehirlerdeki nüfusun oralara yöneleceğini öngörmek için bir nedenimiz yok. Pek övünülecek bir şey olmasa da Türkiye’deki kentleşme dünya ve Avrupa ortalamasının çok üstünde. Dünya’da kent nüfusu kır nüfusunu henüz geçti ve 2016’da yüzde 55’ler seviyesine geldi. Türkiye’de ise %92’lerde. İş, istihdam, eğitim, sağlık gibi insanları çeken unsurların, kısacası refahın Anadolu’nun farklı bölgelerindeki kentlere yayılması lazım. Tarım ve hayvancılık maalesef bitme noktasına geldi. Dünyada

etin en pahalı olduğu ülkelerden biriyiz. Medyada “5 bin lira maaşla çoban bulunamıyor” veya “yabancı çobanlar, mülteci çobanlar” haberlerini görüyoruz. Tarım ve hayvancılığı büyük işletmeler ile yaparak kayıtlı, sigortalı sektörler haline getirme farklı kentlerde ve kırsalda nüfusun tutunması için bir fırsat olabilir. Anadolu’daki bazı ilçelerin birçok il merkezinden daha fazla nüfusa sahip olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni oralarda iş gücü imkânının sağlanmış olmasıdır. Dolayısıyla insanların çalışabilecekleri bir ortam sunulursa göç için en yakın yeri tercih ederler. İmkânlar en yakın nerede ise orası tercih edilir. Aksi halde niçin memleketlerde düzenler bozulup göç edilsin? Peki göç hareketleri şehirleşmeyi nasıl etkilemiştir? Türkiye çok hızlı bir kentleşme süreci yaşadı, yaşıyor. Bu kentleşme de daha önce söylediğimiz gibi sanayileşme merkezli bir kentleşme değildi. Kentlerde bu hızlı nüfus akışını karşılayacak istihdam, barınma, eğitim, sağlık olanakları yoktu. Böyle olunca da gelen insanlar temel ihtiyaçları için kendileri bir şeyler yapmak istediler. Özellikle barınma sorunlarının bireysel çözümü olarak tercih edilen gecekondulaşma “temel altyapı yatırımlarından yoksun, sağlıksız bir yapılaşma modeli” olarak karşımıza çıktı. Ancak burada şunu da vurgulayalım. Gecekondulaşma sadece Türkiye’ye mahsus bir durum olmayıp, İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızlı bir kentleşme sürecine giren bütün gelişmekte olan ülkelerde yaşanmıştır. Şehirler akın akın gelen kırsal göçlere hazırlıklı olmadığı için, çarpık kentleşme yanında, altyapı sorunları, trafik, hava kirliği, eğitim, sağlık, güvenlik gibi bir çok sosyal problem kendini göstermiş oldu. Refah seviyesinin artmasıyla birlikte ayrı bir iç göçü de Başakşehir ve Kayaşehir gibi yerlerde görüyoruz. Şehirleşme ilk başladığında insanlar ilk olarak iş bulabilecekleri yerleri tercih ettiler. İstanbul’a ilk gelişte Eminönü’ne, Sirkeci’ye gelirdi insanlar. İş olanakları buralarda olduğu için yakın yerlerde oturMayıs’17 • 19


Karantina şam tarzı” olarak gidilen şehir dışındaki güvenlikli site yaşamı, şimdilerde popüler, trend bir tarz oldu. Şehrin her yanı şantiyeye dönüştü. Şehir içinde dahi dönüşüm adı altında yüksek binalar yapılarak “başakşehir ayağımıza getirildi”. Kadıköy, Maltepe, Kartal, Zeytinburnu, Bakırköy sahillerini büyük gökdelenler “süslemeye” başladı. En elit kesimin tercih ettiği yerlerden biri olan Bağdat Caddesi’nin bile sağı solu gökdelenlerle doldu. Yükselerek dönüşüyoruz. Bu yükseliş nerede durur bilemiyorum.

mayı tercih ettiler doğal olarak. Ancak 1980’lerde kentin merkezi ilçeleri dolduktan sonra, yeni gelen göçmenlerin yer bulması için kentin çeperlerine doğru genişlemeler başladılar. Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpaşa, Güngören gibi tarihi İstanbul’un dışı diyebileceğimiz yerlerde de yerleşim alanları oluştu. Bu bölgeler hem şehir merkezindeki öncü göçmenlerin ev, arsa alarak gitmesi, hem de yeni gelenlerle sürekli büyüdü. Ancak buralarda planlı bir yaşam alanı oluşturmak için ne belediyelerin ne hükümetlerin ne de doğal olarak göçmenlerin hazırlığı yoktu. İnsanlar ya müteahhitler aracılığı ile ya da kendi imkânlarıyla “kat çıkarak” büyüttüler evlerini. Dar sokaklarda 6-7 katlı binalar yükseldi. Yeşil alan kalmadı. Hem İstanbul’un merkezi ilçeleri, hem de sonradan oluşan ilçelerde göç sonrası oluşan orta sınıf daha konforlu bir hayat için planlı yerleşim yerlerine, site yaşamına geçmeyi tercih ettiler. TOKİ ve İBB de toplu konut ve siteleşmenin öncülüğünü yaptı. Vatandaşların bireysel olarak ve bilinçsizce yaptığı estetikten yoksun yüksek binaların benzerleri, bu defa kamu eliyle kentin daha dış çeperlerine dikilmeye başlandı. Asansör, merkezi ısıtma, site yönetimi, çöplerin toplanması gibi asgari şartlar “konfor” gibi sunularak “başakşehirler” ortaya çıktı. Siteleşme furyası, Emlak Konut eliyle tam bir sapkınlığa dönüştü. 1+0, 1+1 gibi ne olduğunu tam anlayamadığımız, neye hizmet ettiğini bilmediğimiz yeni konut modelleri bol sıfırlı bedellerle satışa sunulmaya başlandı. Eskiden kentin kalabalığından, gürültüsünden kaçmak için “ya20 •Mayıs’17

İstanbul’daki plansız kentleşme, belli başlı yerlerde gettolaşmayı getirdi diyebilir miyiz? Gazi Mahallesi, Mustafa Kemal Mahallesi, Gültepe örnekleri var. Bu bölgelerle alakalı projeler var mıdır veya üretilebilir mi? Bu tür küçük marjinal grupların yoğun olduğu mahalleleri çarpık kentleşmenin bir sonucu olarak görmek lazım. Ama bence buraları tamamen getto olarak değerlendirmek doğru olmayabilir. Gettolar daha kapalı mekanlar, dışarıdan girmenin çok mümkün olmadığı yerler. Buralarda bazı ideolojik yapıların, farklı illerden gelen etnik grupların ve inanç gruplarının yoğunlaşması söz konusu olabilir ama doğrudan literatür anlamında “getto” demek doğru değil. Bu tür yerler insanların yaşamak için can attığı, idealize ettiği yerler değil. “ Nerede oturmak istersin?” sorusuna “Gazi Mahallesi, Gültepe, Okmeydanı” diyen İstanbullu sayısı çok nadirdir zannedersem. Orada yaşayan insanlar marjinal ve farklı ideolojik arka planları olan insanlar olabilir. Ama yine de insanların evlerini zorla ellerinden almak veya zorla kentsel dönüşüme zorlamak ne derece doğru olur, sorgulanması gerekir. Bir dönüşüm yaşanacaksa, bu rızaya dayalı olması gerekir. İstanbul’un bütün ilçelerinde kentsel dönüşüm yaşanıyor. Güzel örnekler oluşursa, orada yaşayan insanlar da kendi rızaları ile daha konforlu, daha rahat bir evde ve mahallede yaşamak için adım atarlar diye düşünüyorum. Dar ideolojik grupların baskısı ile bu mahallelerin çarpık ve sağlıksız konutlarda ve sokaklarda yaşamayı tercih edeceğini zannetmiyorum.


Karantina

ÖMER MİRAÇ YAMAN’IN APAÇİ GENÇLİK KİTABINDAN ÖZETLE Gençlerin Gözünden Göç, İstanbul ve Unutulmayan Hatıralar Büşra AKGÜL

H

Apaçi Gençlik Kimdir?

avaya dikilmiş saçları, parlak ve renkli kıyafetleri, façaları, dövmeleri ve kendilerine özgü dansları ile son zamanlarda adlarından sıkça söz ettiren ve bizim tanımladığımız şekliyle “Apaçi gençler” onlar. “Kıro, maganda, amele, zonta, hırbo”nun “apaçi” olarak yeniden kodlanmasıyla tanımlanan bu gençlik, çoğu zaman horlanan, ağır hakaretlere uğrayan ve genellikle toplumdan dışlanan bir gençlik grubu. Peki kimdir bu apaçiler? Ne yer, ne içerler? Hangi işlerde ve nerelerde çalışırlar, aileleri ile ilişkileri nasıldır, hayattan beklentileri nelerdir? Yalova Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Ömer Miraç Yaman, hazırladığı “Gençlerin Toplumsal Davranış ve Yönelimleri: İstanbul’da ‘Apaçi’ Altkültür Grupları Üzerine Nitel Bir Çalışma” başlığıyla hazırladığı doktora tezinde apaçi gençler hakkında merak edilen tüm soruları yanıtladı.

Apaçi Gençlerin Göç Kavramı Gençler için göç kavramı, kimi zaman fiili bir tecrübeye, kimi zaman ise ailenin ortak anılarında aktarıla gelen bir sosyal gerçekliğe karşılık gelmektedir. Apaçi gençlerin İstanbul algılarının oluşmasındaki en önemli etken, gençlerin ailelerinin kente göçle gelmiş olmalarıdır. Büyük çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmak üzere Anadolu’nun pek çok ilinden, ilçesinden, köyünden İstanbul’a gelen aileler, kimi zaman maddi sıkıntılar ve işsizlik nedeniyle kimi zaman terör olayları sebebiyle ama ille de zengin olmak ve rahat bir yaşam sürmek ümidiyle göç etmişlerdir. Gençlerin anlatımlarında bu etkenlerin tamamı açık bir şekilde görülebilmektedir. Gençlerin büyük çoğunluğu İstanbul’da doğmuş ya da köyde dünyaya gelmiş ve henüz çok küçük yaşlarda iken kente göç etmiş olsalar da köylerinden ve İstanbul’dan bahsederken ciddi manada karamsar yaklaşımları göze çarpmaktadır. Bu durumun genel olarak sebebi, yaşadıkları sosyo-ekonomik durumdan kaynaklanıyor. Gençler için İstanbul büyük oranda yaşadıkları semt demektir, yani onlar için İstanbul eşittir Esenler ya da Bağcılardır. Dolayısıyla o bölgenin tüm zorluk-

ları İstanbul’un zorlukları olarak kabul edilmekte, az da olsa olumlu olan özellikleri ise İstanbul’un güzellikleri olarak değerlendirilmektedir.

Özlem Dolu Memleket Hikayeleri Gençler için özlem dolu memleket hikayeleri çoğu zaman yaşamadıkları ama anne-babalarından duydukları kadar özlemle yad ettikleri bir köyün veya kasabanın hasretini çekmeleridir. Her ne kadar köyde yaşamamış olsalar da ailelerinden duydukları köy imgesiyle onlar için köy İstanbul’ dan daha yaşanabilir bir yer haline gelmiştir. “Güzel ama yaşamasını bildin mi cennet de olur cehennemde. Kim istemez ki istediği saatte kalkmayı, her istediği önünde, yemediği arkasında ne bileyim yaşamasını bildikten sonra her yer cennettir.” (Kenan,18, lise terk, Diyarbakır) “Memleketimizde her şey o kadar güzeldir ki, her şey o kadar ucuzdur ki... Mesela burada bin beş yüz liraya kadar kiralık lüks daireler var. Benim memleketimde ev kiraları en lüks daire için beş yüz altı yüz liradır. Bizim orada her şey o kadar güzeldir ki patatesi bile topraktan kendimiz çıkartıp kendimiz soyup yapıyorduk. Kokusu bile yeter. Burada yağmur yağsın benzin kokar, tiner kokar, işte ne bileyim pislik kokar. Bizim memleketimizde toprak kokar toprak. İçine çektin mi ciğerlerine oksijen dolar. Burada öyle değil. Ekmek bile bir lira. Bizim memleketimizde öyle değil çünkü buğdayımızı kendimiz üretiyoruz. Dediğim gibi İstanbul hani taşı, toprağı altın şehirdi. Herkes öyle der ya yalan.”(Buket, 17, lise terk, konfeksiyon çalışanı, Niğde) “İstanbul’da yaşamak; parası olana iyi, olmayana kötü bir şeydir. Kötü olan her zaman mücadele etmek zorunda kalınmasıdır. Parası olanlar tarafından iyi, fakir olanlar ise ister istemez eziliyor. -Nasıl eziliyorlar? -Mesela durumu iyi olanlarla olmayanların bulunduğu bir ortamda üst baş konusunda, telefon konusunda aslında her konuda, maddi olarak ister istemez bir gurur yaşıyorsun. Neden onun var, benim yok gibisinden duygulara kapılıyorsun.”(İsa, öğrenci, lise 2, Bitlis) Mayıs’17 • 21


Karantina

Karanlık Süreç: Doğu’da Göçe Zorlanan Aileler

Sıbğatullah Kaya ile Doğu’daki Zorunlu Göçleri Konuştuk Röportaj: Uğur DEMİREL “Bu ay araştırmacı yazar Sıbğatullah Kaya ile doksanlı yıllarda derin devlet denen yapının zorlamalarıyla doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşanan zorunlu göçleri ele aldık. Yakılan köyleri, işkence edilen insanları, geride kalmış çöküntüyü ve bu olayların insanların hayatını nasıl allak bullak ettiğini konuştuk. Yapılanlardan kimin ne amaçladığı bir diğer mesele idi. Günümüzde boşaltılan köylere geri dönüş süreci de konuştuğumuz diğer mevzulardandı.” 1998’de Meclis Araştırma Kurulu bir rapor hazırladı ve PKK sorunundan dolayı doğu ve güneydoğuda dört bine yakın köy boşaltıldı 3 buçuk milyon insan göçe zorlandı. Kendi coğrafyalarından bambaşka yerlere gitmek zorunda kaldılar. Bu süreci bize biraz anlatabilir misiniz?

22 •Mayıs’17

1998’deki Meclis Araştırma Raporu aslında Türkiye’nin nasıl bir oyunla karşı karşıya olduğuna uyandığı tarih. Bütün bunlar olup biterken Türkiye kimin kendisiyle nasıl oynadığını anlayamamıştı. Ben o dönemde, 90’lı yılların başından beri yoğun bir göçe zorlama olayının olduğunu bilen bir Güneydoğu’luyum. İstanbul’da yaşıyor, dergicilik, gazetecilik, yayıncılık yapıyorduk; ben bir yandan da kısa bir dönem Osmanlı arşivlerinde çalıştım. Fakat bölgenin meseleleriyle de aktif olarak ilgileniyordum. Mesela köy boşaltma meselesinin başladığı yıllarda köyler asker marifetiyle boşaltılıyor ve aldığımız duyumlara göre ilginç bir şekilde asker bir köye sanki bir işgal ordusu gibi giriyor, oradaki insanların izzet ve onuruyla oynuyor, onları tartaklayarak askeri araçlara bindiriyor, yanlarına fazla eşya almalarına dahi –“Hadi, hadi!” diyerek- müsa-


Karantina ade etmiyordu. Askeri araçlar oradan uzaklaşırken çoluk çocuğun gördüğü son manzara, asker tarafından benzin dökülerek yakılan köyün alevleri… Bunun nasıl bir travmaya, devlet düşmanlığına, PKK sempatizanlığına dönüşeceğini biz Türkiye halkı olarak sonradan öğrenecektik. Yapılanların, büyük şehirlerin belediyelerini PKK’ya kazandırma operasyonları olduğunu ben daha o zamanlarda yazıp çizmeye başlamıştım. Nitekim 1994 seçimlerinde Diyarbakır Belediye Başkanlığı’nı Refah Partili Prof. Dr. Ahmet Bilgin kazanmıştı ama sonradan 1999 seçimlerinde Ahmet Bilgin seçimi Feridun Çelik’e kaybetti. Boşaltılan dağ köylerinin askeri araçlarla getirilip bırakıldığı ilk istasyon Diyarbakır’dı ve oralarda çadır kent bile değil, naylonlardan örülmüş “naylon kentler” kurulmuştu. Sefaletin, açlığın, işsizliğin haddi hesabı yoktu. O günkü ekonomik koşullar bugünkü gibi değildi, İstanbul’da dahi şimdiki kadar bolluk yoktu. O günlerde Mazlumder gibi kuruluşların düzenlediği bazı organizasyonlara biz de Güneydoğulu aydınlar olarak defalarca nezaret ettik. Silopi’deki, Cizre’deki, Şırnak civarındaki manzaraları; o sefaleti ancak görürseniz tanımlayabilirsiniz, şu anda hala ürkerek ve tedirginlikle hatırlayabiliyorum. İl ve ilçe merkezleri, özellikle Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, projeciler için demek ki çok önemliymiş; mesela Diyarbakır’ın nüfusu belli bir tarihte altı yüz binken birdenbire sekiz yüz bine fırladı. Bu yeni gelen devlet düşmanı iki yüz bin nüfus, daha önce PKK’nın desteklediği siyasi partilere oy olarak geri dönüyordu. Böylece Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ni bu zihniyet ilelebet PKK’ya satmış oldu. Düşünün ki bir kentin nüfusu altı yüz bin. Siz kısa süre içerisinde bunu bir milyon sekiz yüz bine çıkarıyorsunuz. O devlet düşmanı haline getirdiğiniz insanlara bir de oy kullanma hakkı veriyorsunuz. Şehrin etrafındaki o naylon kentlere yerleştiriyorsunuz. Bunu genç arkadaşlarımızın bilmesinde fayda var. Hakikaten insanlık dışı bir yaşama maruz bırakılan insanlara baksınlar, araştırsınlar, neler yapılmış. Boşaltılan köylerin hikayesine gelince; 1998’teki Meclis Araştırmaları başladığında bu işler oldu bittiye getirilmişti. Birileri Türkiye’de “Kürt Sorunu” nasıl çözülmesin

veya nasıl ciddi bir şekilde Türkiye’nin aleyhine dönüşsün diye özel bir gayret göstermiş, projeler yapmış. Mesela PKK’nın iaşesinin ortadan kaldırılması projesi. Dağ köylerinin, mezraların kontrolü zor, bunları boşaltırsak, bu dahiyane(!) plan sayesinde terörün sonunun geleceğini düşünüyorlar. Böyle bir akılla Türkiye yönetilmeye çalışılıyor. Tabi o zaman hükümet güçsüz; koalisyon dönemi. Kısa dönem koalisyonlar zaten istikrarsızlığın ana kaynağı. Hem ekonomik hem siyasi istikrarsızlığın hem de Türkiye’nin kendi kronik sorunlarıyla nasıl baş edeceğine dair proje üretememe istikrarsızlığı. Bunların ana kaynakları; zayıf hükümet ve koalisyonlar. Zannedersem 1992 başlarıydı. Peş peşe birkaç ay içerisinde Turgut Özal şaibeli bir şekilde ölüyor, Eşref Bitlis uçağı düşerek ölüyor, Uğur Mumcu suikasta kurban gidiyor, Adnan Kahveci gizemli bir şekilde ölüyor. Yani bu Kürt meselesinin çözümü için proje yapan ve bazı karanlık ilişikleri ortaya çıkarmak üzere olan Uğur Mumcu’nun suikasta nasıl kurban gittiğini konuşmak lazım. Tabi ana konumuz bu olmadığı için, o karanlık dönemlerin nasıl işlediğine ilişkin bir fikir olsun diye bunlara değindim. Böyle bir dönemden söz ediyoruz. Böyle bir dönemde aklı evvelin birisi, köyü boşaltma kararı almış. Biz o zamanlar doğrusu Türkiyelilik duruşu adına bunları geleceğe dönük, karanlık odakları güçlendirme projeleri olarak görmüyorduk. En azından yerli kafayla yapılmış sıradan hatalar olduğunu düşünerek eleştiriyorduk. Fakat zaman geçtikçe ve fotoğraf netleştikçe gördük ki birileri Türkiye’nin altını ciddi anlamda oymuş. Farklı hazırlıklar ve farklı işler yapmış. Mesela o dönemde, dağ köylerinin boşaltılması vs. oluşan tablo neticesinde PKK ondan sonraki tüm dönemMayıs’17 • 23


Karantina

ler boyunca hiç olmadığı kadar güç kazanmıştır. Güney ve güneydoğu neredeyse vesayet gücü haline gelmiştir. Bu da ayrı bir bahis olarak zihnimizin bir kenarında bulunmalı. Tabi göçe ilişkin, spesifik olarak göçün Türkiye’de oluşturduğu dramla ilgili olarak konuşmak gerekirse; il ve ilçe merkezlerinin belediyeleri PKK’ya kazandırılarak teslim edildi. Buradaki insanların bir kısmı ilk olarak geldikleri istasyonlarda, il ve ilçe merkezlerinde tutunamadılar. Bunlardan büyükşehirlere göç edecek kadar parası olanlar batıya göç etmeye başladı. Neden batıya göç etmeye başladı? Çünkü doğuda aş ve iş yoktu. Bir örnek vereyim. Benim bir arkadaşım, bir yardım organizasyonu vesilesiyle 1990’lı yıllarda Diyarbakır’a geldiğinde, hayretten küçük dilini yutacak hale gelmişti. Yaz günü, 40-45 derece sıcağın altında çalıştırılan bir inşaat işçisinin yevmiyesinin ne kadar olduğunu sormuş. Aldığı cevaba inanamamış. Daha sonra bu cevabın peşine düşmüş. Yoldan geçtiği her yerde, gördüğü inşaat işçilerine sormuş. Aynı şartlarda İstanbul’da, İzmir’de, Aydın’da, Muğla’da çalışan bir işçinin aldığı yevmiyenin yaklaşık beşte biri oranında. Şimdi böyle bir yaşam kime reva görülür? Bu insan dışı muameleye ister istemez düşürülüyorlar. Neden yevmiyeler düşük? Çünkü ortalama bir kente on binlerce insan göç etmiş ve bu insanlar çalışmak için piyasaya hücum ettiklerinde, ellerinden gelen işler amelelik, inşaat işçiliği vs. olduğu için amelelik piyasası düşüyor. Bunları göz önüne getirdiğimizde hakikaten Türkiye 1990’lı yıllarda teröre kurban verdiği sivil hayatları tüketmiş. Yani binlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce ailenin sivil hayatını teröre kurban vermiş. Bu bağlamda terör bahanesiyle, o dönem24 •Mayıs’17

de bize söylenen şuydu: “PKK dağlarda geziyor ve dağ köylerine baskı yaparak oradakilerden aş, ekmek, su alıyor ve yaşama ihtiyacını buralardan gideriyor. Eğer biz buraları yok edip bütün dağları, karakolların hakim olduğu büyük köyleri, kontrol altına alabilirsek zaten PKK militanları dağlarda gezemeyecek, açlıktan ölüp terörden vazgeçecek.” Buna Türkiye o zamanlar inandırılmıştı. Şimdi düşündüğümde, bütün bir Türkiye’nin kandırıldığını anlıyorum. Düşünebiliyor musun? Teröristler köyden konserve falan getiremeyecekler ki mağaralarından her türlü şey çıkıyor. Anca köylüden aldığı unla, ekmekle geçiniyor. Bunun terörle mücadele ile hiçbir alakası olmadığını ileriki vakitlerde anladık. Bu sebeple 3500-4000 köyün boşaltıldığını görüyoruz. Bu köylerin boşaltılmasından sonra sadece iç göç değil, sosyal dramlar da yaşanıyor. Mesela, Diyarbakır’a yerleştirilip Diyarbakır’ı sıçrama tahtası yapıp büyükşehirlerden birine göç etmeyi başaramamış olanlar orada sefalete mahkum edilmiştir. Bu sefalet sadece sıradan bir açlığa değil başka insani dramlara da yol açmıştır. Mesela, 2000’li yılların başında, Milli Türk Talebe Birliği’nden yetişme, benim akranlarımdan bir arkadaş Diyarbakır’da sosyal hizmetler müdürüydü ve onunla görüştüğümde anlatılan tabloya gözyaşı dökmemem mümkün değildi. O ailelerin erkek çocuk nüfusunun %80’ine yakını suça bulaşmış; hırsızlık, kapkaç, darp, adam yaralama, madde kullanma, soygun teşebbüsü, uyuşturucu bağımlılığı… Üstelik uyuşturucular da sosyetenin kullandığı daha az zararlı olanlarından değil, bildiğimiz tiner, bali gibi sıradan uyuşturuculardan. Kız nüfusunun %60’a yakınının o dönemde fuhşa bulaştığını görüyoruz. O sefil hayata mahkum edilen ailelerin daha sonraki yaşadığı sosyal dramlar yeryüzünde hiçbir film tarafından tasvir edilemez. O dramı hiçbir sanat yapıtı düzgün bir şekilde aktaramaz. Düşünün; siz kendinizce dahiyane bir plan yapıyorsunuz devlet olarak ki sonuçta bunu devlet yapmadı diyemeyiz, devletin altını oymak isteyen paralel bir güç de yapmış olsa sonuçta yine devlete bağlanıyor. Bu göç dalgası sadece sıradan bir demografi ile oynamıyor. Dinimizle, ahlakımızla, yerleşik değerlerimizle oynuyor. Norm bırakmıyor. Kültürümüzle oynuyor. Darmadağın ediyor. Şundan eminim, bu


Karantina göç dalgasında şeytani bir yan vardı. Geleneksel yapıya aşırı bağlı Kürtler, bir türlü seküler güçlerle uyuşmuyordu ama bu şekilde ahlaki bir dejenerasyona uğratılırlarsa seküler güçlere entegre olurlardı ve oldular da. Bir süre sonra Diyarbakır’ın çevresindeki naylon kentlerden gettolara dönüşmüş olan yerlere girdiğinizde o çocukların Allah’a ve devlete birlikte söverek sözlerine başladığını görecektiniz. Şimdi yüzde yüz amacına ulaşmış bir planla karşı karşıya olduğumuzu on yıl içerisinde anladık. Çözüm süreciyle beraber köylere geri dönüş başlamıştı. Şu anki durum nedir? Çözüm süreciyle beraber köylere bir dönüş başlamıştı. Bunu da iki tip insan grubu yapıyordu. Bir; büyük şehirlerde hiç tutunamamış olanlar, iki; büyükşehirlerde biraz iş tutturabilmiş olsalar da bu sefer daha üretici projelerle köyüne dönüp orada da devletin tarım ve benzer alanlardaki teşvik edici olanaklarını kullanarak ek bir iş yapabilir miyim düşüncesinde olanlardır. Bu aslında bir ufuktu. Fakat iyi ki de olmadı. Çünkü PKK bazı güçler tarafından zamanla doğu ve güneydoğunun vesayetçi güçlerine dönüştürülmüştü. Oraya dönüşler PKK’nın kontrolü altına giriyordu. Çözüm sürecinin ilk hali çok sağlıklı değildi ama bundan sonraki hali sağlıklı olabilir. Şimdi mesela devletin terörle tek elde uyumlu ve kararlı mücadelesi randıman vermeye başlıyor. Bir Ak Parti İlçe Başkanı bana şunu söylemişti: “Devletin bu yaptığı kararlı çalışmalar sırasında şu an bölgede ciddi anlamda devlete saygı oluştu. Biz bu saygının ne zaman sevgiye dönüşeceğine bakıyoruz.” Bu çok önemli bir mesajdır. Devlet şu anda terörle mücadelesinden dolayı doğu ve güneydoğuda saygı görmeye başlıyor. Bu devlet bizi şunun bunun eline bırakmayacak gibi. Daha önce -tekrar altına çizerek söylüyorum- kırsalda PKK devlet gibiydi; haraç topluyordu, insanlara gelip Senin altı çocuğun var üçünü askere verdin, üçünü bize vereceksin.” diyebiliyordu. Vermek istemezsen bedelini ödemen lazım. Bir ara yanlış duymadıysam bedelli hakkı olarak ya çocuğunu dağa verirsin ya da dağa çıkmama bedeli olarak 500-600 bin lira gibi yüksek rakamlarda rahiş bedelini verirsin. Şimdi böyle bir ülkede devletin oralarda tam hakimiyetinden

söz edebilir misiniz? Asla. Bu terörle olan mücadelede nasıl başarılı olundu, onu da söyleyeyim. Orada askeriyedeki ve jandarma komutanlığındaki FETÖ’cü çeteler çözüldükçe gördük ki devlet dağ taşa da hakim olabiliyormuş. Daha önce neden hakim olunamadığına ilişkin yüzlerce soru işareti kendiliğinden kaybolmaya başladı. Bunu ilginç bir not olarak düşelim. İnsanların orada sevdiği PKK değil, güvende olma hissi o zaman. Konuyu madem buraya getirdin onu da söyleyeyim. Kürt sorunu dediğimiz sorun evvela özünde güvenlik sorunudur, ikinci olarak kimlik sorunu ve kültürel bir sorundur, üçüncü olarak ekonomik ve ekonominin parantezinde ciddi alt yapı ve istihdam sorunlarıdır; dördüncü olarak düzgün bir siyaset sorunudur. Öyle zikzaklı bir siyaset uygulanmış ki güneydoğu insanı devletin ne zaman Kürt’ü sahiplenip ne zaman satacağı konusunda asla kendinden emin değil. Böyle zikzaklı politikalara maruz kalmış bir halk, devlete niye güvensin!? İkincisi, devlet gündüz var ama paralelinde PKK’da var ve hiçbir şekilde devlet o alana egemen olamıyor. Güvenlik sorunu var, ekonomi sorunu var, siyaset sorunu var, bir de bu alt kültür ve kimliğin haysiyetli bir şekilde oluşmasına da müsaade etmiyorsun. Bazı sorunların kaynağında basit insani teşebbüslerde ihmalkarlık var. Devletin biliyorsunuz tedirgin bir tarafı var; şunu yaparsam acaba terör azar mı diye. Allah’ın verdiği bir hak(alt kimlik-kültür) orada ha bire güme gidiyor. Bunlar yapılırsa zaten terör kalmayacak. Bu spesifik olarak göçle ilgili bir konu değil ama doğu ve güneydoğudan aşırı bir göç çıkışının olmasının altında hem terör var, hem de devletin o alandaki bu dört meseledeki ciddi başarısızlıkları var. Bunlar çözülmüş olsa, terör tek başına insanları yerinden edecek kadar başarılı olmayacaktı ve tabi başka da bir takım bazı karanlık odakların da geleceğe matuf bazı planları varmış. Özellikle göçü zorlamışlar, o anlaşılıyor sonradan. Mayıs’17 • 25


Karantina

Gençtik, Göçtük Mahinur ÖZDEMİR

İ

nsanoğlunun peşini bırakmayan, yahut insanoğ-

kendine? Hangi göç taşır akılları başlara? Kervan-

lunun peşini bırakmadığı bir yolcu masalı. Te-

lar durur mu bir köşede göçebeliği mesken edinen

ması; hasret, hüzün, ayrılık, vuslat olan bir masal

insanlara, kuşlar utanır mı baharlarda göç etmeye,

bu. Kiminin ömrünü, kiminin anılarını ele geçirmiş,

yuva kurmaya? Yahut kanat çırpışlarıyla eşlik mi

yazarı olmayan bir göç masalı. Bedenini yeryüzü-

ederler bedenleri yollara serilmiş; ruhları, gönülle-

nün her mekanına taşıyan, yüreğinin bir parçasını

ri artlarında kalmış insanların kanlı ayak izlerine?

ise anavatanında prangalara vurup da bırakan insan

Nedir bu insanların sürüklediği kesintisiz gözyaşı,

silsilesi... Masalın kahramanlarının kimi savaştan

beklediği sabıkalı vuslatları ve ümitsiz yarınları?

kaçtı, kimi açlıktan; kimi okul yoluna düştü kimi

Ömürlerin tükendiği yollar utancından susuyor,

koca yanına. Suyun ferahlığını hissederek denize

üzerinden akarken kıvrım kıvrım insan seli. Sadece

dalan dalgıcın yediği vurgun gibi geldi göç. Tüm

kuru ve sıcak kumuyla bir veda söyleşisi yapabili-

kana işledi, nesilden nesle aktı, sandıklara saklandı

yor en sessizinden, en hislisinden ve en geri dönül-

ve torunlara masal diye anlatıldı.

mezinden bir ah ile… Rızasız kapı çalışın rızasız

Doğanla ölen birbirine karışmışken, vatanın

kapı açanları merhametsiz gözlerle bakarken gelen

toprağı suyundan ayrı düşmüşken, yavrular ana-

insan seline, vatan kokusu işliyor en derinine bu-

lar birbirinden kopmuşken, babaların başı iki eli-

runların. Teselliler boşa, ağlamalar boşa… Yaşan-

nin arasından ayrılmazken hangi göç getirir insanı

mışlıkların en gerçek olanlarından birisidir bu göç

26 •Mayıs’17


Karantina masalı. Ne tarafından tutsan hüzün kokar, gözyaşı kokar, alın teri kokar. Köyünü, tarlasını, kendi elleriyle yaptığı evini, ağaçlarıyla bezediği bahçesini bırakıp gelen bir çiftçinin kente gelişindeki amacı, emeğiyle ekmeğini kazanabilmekti. Peki ne oldu? Dökülen, ter olarak mı kaldı sadece? Toprağını, geleneğini, geçmişini, kerpiç evlerini de döktü bir güzel, köy kokan amcalar, teyzeler... Ne emeklerinin karşılığını tam olarak alabildiler ne de ananevi duygularını kurtarabildiler fabrikaların pis kokulu dumanından. Sistemin, çıkar politikalarının kurbanı olan, kentlerin soğuk duvarlarına, sıcak asfaltlarına mahkum bırakılan, göğünden yıldızları çalınan, atasının mezarını, köyünün yağmurunu unutan güzelim Anadolu insanı. Yöresel ağzıyla, giyimiyle, irfanıyla, atıyla misler gibi köy kokan, insanın topraktan geldiğini hatırlatan saffet timsali insanlarımızın bir yok oluş serüvenidir köyden kente göçler. Küçük

komşu olan kadının, kendisi dünyanın bir ucunda sınıf arkadaşı öte ucunda ağlayan çocuğun, doğmayan bebeğini toprağa veren annenin, kurulu işini bırakıp el toprağında işsiz kalan babanın, vatanından bir avuç toprak alma vakti olmamış, hasretin

köy ve kasabaların verdiği güven pullarını bir bir

en ağırını, hüsranın en derinini, sabrın en çetinini

döktüler yol kenarlarına, ağaç diplerine. Sonraları

yaşayan insanoğlunun sızlayan göçü hangi göçle

bir marifet gibi hedef oldu büyük kentlere taşın-

kıyaslanır, ya da kıyasa tabi tutulur mu?

mak. Arkada kalanlar mutlulukla uğurladı giden-

Geleceğini dışarıda kurmak, geçmişini unut-

leri. Gidenlerin geri dönmeyeceğini, dönseler de

mak, seninle aynı duyguları, kültürü, geleneği tüt-

eskisi gibi olmayacağını bilmeden su döktüler çamurlu yollara. Gidenler döndü mü? Döndü. Önce köyden kentlere, sonra daha büyük kentlere, sonra megakentlere döndü. Döndü. Kültüründen, geçmişinden, aslından, kendinden döndü. Parayı, rahatı

türen insanlardan bambaşka yerlere savrulmak… Sanki bir annenin öz evladını bir anda sokağa atması gibi, sımsıkı sarılan bir sevgilinin aniden itmesi gibi, ömrünü verdiğin bir dostun arkandan

görünce bir o yana bir bu yana döndü. Su dökülen

vurması gibi… Geri dönüşü olmayan upuzun bir

çamurlu yollarda ekinler bitti, nesiller geçti, giden-

yola çıkmak, sonu olmayan bir okyanusa dalmak,

ler oldukları yerde dönmeye devam ettiler de bir

ucu gözükmeyen bir ipi çekmek, o ipi belki boynu-

memleketlerine dönmediler. Rizeli Mustafa Amca,

na geçirmek…

Konyalı Nedime Teyze, Şanlıurfalı İbrahim Abi artık İstanbullu oldu. Peki ya savaştan, soykırımdan kaçıp gelen göçebe insanımız? Bombaların sesinden hasret türküsü yapıp dinleyen, kurşun izlerinden korku filmi yapıp izleyen insanların kaçışına tanık olan şehir

Her bir zerresi güzeldir vatanın. Derdi, tasası, kalabalığı, her şeyiyle vatan evidir, gökyüzü annesidir göçmen bir kızın; toprak babasıdır sapasağlam ve deniz kardeşidir ha bire didiştiği… Önce toprak kayar altından yavaşça, sonrasında denizler

hudutlarının dili var mı, gözü, kulağı var mı? Şahit-

geri çeker kendini ve gökyüzü acı bir haykırışla

ler mi göçün en acısının, masalın en kötü sonla bi-

kopmaya başlar başucundan göçmen kızın. Toprak

teni olduğuna? Yan komşusu artık başka bir ülkeye

ile izi, deniz ile sesi, gökyüzü ile nefesi kesilir. Mayıs’17 • 27


Karantina

1950 SONRASI ANADOLU’DAN İSTANBUL’A GÖÇÜN TÜRK ROMANINA YANSIMASI Yrd. Doç. Dr. Ali KURT

F

arklı bilimsel disiplinleri ilgilendiren bir olgu olan ‘göç’ için “Coğrafi mekân değiştirme sürecinin toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal boyutlarıyla toplum yapısını değiştiren nüfus hareketlerinin tümü”1 şeklinde genel bir tanım verilebilir. Tarih boyunca insan topluluklarının farklı sebeplerle sürekli yaşam alanlarını değiştirmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Bu açıdan göç dinamik bir süreçtir. Sanayi devrimi ile birlikte dünyada göçün karakterinde de değişiklik meydana gelmiş, sanayileşme süreci bireysel ve toplumsal hareketliliği tetiklemiş, yoğun olarak tarımdan sanayiye veya kırsal alandan kente doğru bir nüfus hareketliliğine yol açmıştır. Dünyada yaşanan bu süreçten Türkiye de nasibini almış, özellikle 1950’li yıllardan sonra Türkiye’de büyük sosyal ve ekonomik değişimler meydana gelmiştir. Çok partili hayata geçiş, sanayileşme ve beraberinde getirdiği kentleşme ile birlikte, kırsal nüfusun önemli bir kısmını oluşturan köylerden, kentlere doğru bir nüfus hareketliliği başlamıştır.2 Buna ilaveten artan nüfusun, toprağın ekonomik olarak yetersizliğinin ve dolayısıyla yaşanan yoksulluğun, kırsaldan kente doğru yaşanan nüfus hareketliliğinde önemli faktörlerden olduğundan da söz etmemiz gerekir.

28 •Mayıs’17

14 Mayıs 1950 sonrası Demokrat Parti iktidarıyla İstanbul’da yoğun imar faaliyetleri başlamış, birçok yeni yollar yapılmış veya var olan yollar genişletilmiş, bütün bunlar içinde istimlâk edilen çok sayıda bina yıkılmış, bütün bu imar faaliyetlerinin yanı sıra sanayi hamleleri de yapılmıştır. Bunların neticesinde ortaya çıkan işgücü açığı, ekonomik sıkıntı içinde olan veya daha rahat bir hayat yaşamak isteyen Anadolu insanı için İstanbul, bir umut kapısı ve bir cazibe merkezi olmuştur. Anadolu insanı, gelirlerinin birkaç katı fazlasını kazanma imkânı sağlayan “taşı toprağı altın” olduğu bir efsane gibi yayılan İstanbul’la ilgili duyduklarının doğruluğunu, bizzat yakınlarının, arkadaşlarının mektuplarında, İstanbul’dan dönenlerin anlattıklarında, hatta onların davranışlarında, kılık ve kıyafetlerinde somut olarak görme imkânı bulmuş, bu durum insanların bu büyülü şehre gitme arzusunu daha artırmış, İstanbul’a “tıpkı Amerika’nın altına hücum devrini hatırlatan” büyük bir göç dalgası başlamıştır. Bütün bunların gerçekleşmesinde “iletici faktörler”in rolünü de saymak gerekir. 1950 sonrası ulaşım ve haberleşme alanında yapılan hamlelerle ulaşım ve iletişim imkânlarının hızla geliş­mesi, bu gelişmeye paralel olarak ulaşım ve kitle iletişim araçları yay-


Karantina gınlaşması sonucu, kırsal bölgede yaşayan insanlar daha kolay seyahat etme imkânı bulmuş, bu durum kırsaldan kente nüfus hareketliliğini etkilemiştir. Eskiden askerlik gibi mecburî seyahatlerin dışında kente gitmeyen/gidemeyen, dolayısıyla kenti tanımayan insanlar artık kenti, kentliyi ve kent yaşamanı görmüş, birçok açıdan doğdukları bölgelerle, bu yeni gördükleri yerleri karşılaştırma imkânı bulmuşlardır. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmış olması köydeki, kasabadaki, küçük şehirlerdeki insanların radyoda duyduğu, sinema da seyrettiği, gazetede okuduğu, daha sonraki zamanlarda da televizyon da izlediği kendi dünyaları dışındaki İstanbul gibi farklı bir dünyadan haberdar olmasına imkân sağlamıştır. 1960’lı yıllarda; kırsalın “itim”i kentlerin “çekim”i devam etmiş dolayısıyla kırsaldan kente hız kesmeden nüfus hareketliliği sürmüştür. Türkiye’de siyasal kutuplaşmaların çatışmalara dönüştüğü yıllar olarak da bilinen 1970’li yıllarda nüfus hareketliliği azalmamış sadece daha önce kırsaldan kente olan göç, 1970’li yıllarda kentten kente göç şeklinde değişiklik göstermiştir. 1950– 1980 arası yaşanan yoğun nüfus hareketliliği doğal olarak İstanbul’a gelenlerin hayatlarını derinden etkilediği gibi İstanbul’u ve İstanbulluların hayatını da etkilemiş, Anadolu’dan İstanbul’a göç edenlerle birlikte kent, yeni ve farklı bir kimlik kazanmıştır. Bu büyük sosyal değişim ve toplumsal kırılmaya elbette ki dönemin önemli kalemleri kayıtsız kalmamış, farklı edebî türlerde bu meseleyi ele almışlardır. “Ağacın Çürüğü” isimli eserindeki 30.8.1959 tarihli “Anadolu’dan Gelenler” başlıklı yazısında Yaşar Kemal, hem Anadolu’dan göç edenlere şehir insanın bakışını hem de göçün nedenlerini “Toplumcu Gerçekçi” bir edebiyatçı hassasiyetiyle şöyle anlatır: Yığın yığın, akın akın geliyorlar, diyorlar. Perperişan, ne üstte üst, ne başta, aç sefil, kirli, pis, kokar geliyorlar. Zaten sıkıntıda olan şehirle­rin ekmeklerine, sularına, taşıtlarına, evlerine, so­ kaklarına, meydanlarına ortak oluyorlar, diyorlar. Hatta, bu kadar pis insanlar Türk olamazlar, diyen­ler de var.(…) Bu şehirlere akın akın gelenleri ne yapmalı? Mutlak bir çaresini bulmalı. Epeydir

gazeteleri­mizde bu araştırılıyor, türlü teklifler ortaya atılı­yor, uygulanması isteniyor, uygulanmasına ramak kalıyor, sonra vazgeçiliyor, sonra da çaresi zor bu­lunur bu mesele başıboş bırakılıyor. Toprakbastı parası alalım, diyorlar. İşi gücü olmayanları şehre sokmayalım, diyorlar. Misafirliğe gelenlerin de mi­safir kalacakları günleri daraltalım, diyorlar. Daha bin türlü ipe sapa gelmez çareler öne sürüyorlar. Şu şehre gelenlerin ayaklarını şehirden keselim de, nasıl olursa olsun, nasıl kesersek evladır, diyorlar.(…) Şimdilerde Anadolu halkı niçin toprağından kopuyor? Anadolu halkının yaşayışını bilen bilir ki, onun evini barkını bırakması, başka yerlere gitme­si ölümden de beter bir iştir. Öyleyse niçin? İşte bunun sebebi: Artık Anadolu halkını, artan ihtiyaçlar yüzünden toprağı beslemiyor. Bir de topra­ğı verimini kaybetti. Bir de çalışması müthiş dü­zensiz, çağımıza yakışmaz, ilkel, öldürücü, verim­siz bir çalışmadır. Bir de ormanların yok olma­sından dolayı Anadolu’nun iklimi değişti. Yıllarca bir damla yağmur düşmeyen bölgeler var. Kıtlık­lar oluyor. Açlıklar oluyor. Anadolu’nun bereketli yerlerinden, örneğin Çukurova’dan, yorganını sır­tına vurup da gelenini gördünüz mü hiç?3 Roman; hem insanla hem toplumla çok yakın ilişkisi açısından sosyal yapının değişim ve dönüşümünde etkili olan kırılma noktalarını gözlemleyebileceğimiz ve üzerinden sosyolojik okumalar yapabileceğimiz çok önemli bir tür olma özelliği taşımaktadır. Bu açıdan elbette romanımızda da, 1950’li yıllardan itibaren ivme kazanan bu iç göçün Mayıs’17 • 29


Karantina ve bununla birlikte sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasî hayatta yaşanan büyük değişimin yansıması görülecektir. Kemal Karpat’a göre, 1950 sonrası demokratikleşme ve göçle birlikte, köylü nüfusun şehirlere gelmesiyle Anadolu halkının geleneksel inanç ve değerleri, ülkenin ana kültürünün bir parçası hâline gelmeye başlamış ve yeni tipte bir orta sınıf meydana gelmiş; böylece göç, millî bütünleşmeyi sağlayarak gerçek büyük Türk romanına giden yolu da açmıştır.4 1950 sonrası yaşanan iç göçün büyük bölümünün Anadolu’dan İstanbul’a olduğu, bu açıdan İstanbul’un içgöçün sembol mekânlarından biri olduğu da kabul edildiğinden iç göçün Türk romanına yansımasını Anadolu’dan İstanbul’a göç merkezinde ele almayı uygun bulduk. 1950 öncesi romanımızda özellikle içgöç -dolayısıyla Anadolu’dan İstanbul’a göç- önemli bir tema olarak karşımıza çıkmaz. Tanzimat Dönemi ve Servet-i Fünûn (Edebiyat-ı Cedîde) Türk romanında Anadolu’dan İstanbul’a göçü ana tema olarak işleyen bir roman olmasa da göç süreçleri üzerinde durulmadan daha çok besleme, hizmetçi, aşçı, uşak, bahçıvan vb. görevlerde büyük konaklarda çalışan ve geldikleri memleket isimleri verildiği için Anadolu’dan göçmüş olduğunu anladığımız kahramanlarına rastlamak mümkündür. Yani Tanzimat ve Servet-i Fünûn (Edebiyat-ı Cedîde) dönemi Türk romanında Anadolu’dan İstanbul’a göç eden kahramanların olay örgüsü içindeki yerleri, ikinci dereceden kahraman olma özelliği dışına çıkamamıştır. Türk romanında ancak 2. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde, Millî Edebiyat’ın öncüsü sayılabilecek Ebubekir Hâzım’ın “Küçük Paşa”5 adlı romanında olay örgüsü, Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş bir kahramanın etrafında şekillenmektedir. Millî Edebiyat döneminden 1950’ye kadarki süreçte Türk romanında bireyin kendi arzusuyla, yer-

30 •Mayıs’17

leşme amaçlı kalıcı olarak Anadolu’dan İstanbul’a göç ettiği ve bu göçün romanın kurgusu içerisinde önemli bir yer tuttuğu; göç öncesini, göçüşü ve göç sonrasını, dört başı mamur bir şekilde işleyen göç romanı veya göçün de konu edildiği romanların sayısı oldukça azdır. Millî Mücadele döneminde Anadolu’nun işgali sebebiyle İstanbul’a gelmek zorunda kalan roman kahramanları karşımıza çıkmaktadır. Halide Edip’in “Ateşten Gömlek” isimli eserinde romanın önemli kahramanlarından biri olan Ayşe, İzmir’in işgali sırasında kocası ve çocuğunu kaybedince İstanbul’a teyzesinin yanına gelir. Peyami Safa’nın “Sözde Kızlar” romanında ise Mebrure, babasını aramak amacıyla Amasya’dan İstanbul’a, Şişli’deki uzaktan akrabalarının yanına gelir. Ethem İzzet’in “Istırap Çocuğu” isimli romanında Ferhunde, İzmir’in işgali sırasında annesi, iki küçük kardeşi ve babasının Rumlar tarafından öldürüldüğü olaydan sağ kurtulmayı başararak İstanbul’a kaçar. Bunun yanı sıra aynı dönemde romanlarımızda ekonomik sebeplerle veya başka sebeplerle İstanbul’a gelen kahramanlarına rastlamaktayız. Peyami Safa’nın “Bir Akşamdı” isimli romanın kahramanı İzmit’te yaşadığı monoton hayattan sıkılan Meliha’nın hikâyesini, renksiz ve monoton hayat tarzından sıkılan bir genç kızın, bir çıkış olarak bilerek ve isteyerek yerleşmek kastıyla İstanbul’a kaçışını, tam bir göç olarak nitelendirebiliriz. Mahmut Yesari’nin “Çulluk” isimli romanının başkahramanı Murat, Anadolu’dan İstanbul’a çalışmak için gelmiş bir gençtir. Roman, Orhan Kemal’den önce Anadolu’dan İstanbul’a göçen ve işçi olarak fabrikada çalışan bir kahramanı işlemesi bakımından önemlidir.6 Nezihe Muhiddin, “Bozkurt” isimli romanı; göç öncesi, göç esnası ve göç sonrası ile göçün bütün süreçlerini görebildiğimiz küçük bir erkek çocuğunu kendi iradesiyle Anadolu’dan İstanbul’a gelişinin anlatıldığı bir romandır. Çulluk’tan sonra tam anlamıyla


Karantina Anadolu’dan İstanbul’a göçü merkeze alan bir roman olması hasebiyle önemli olduğunu söyleyebiliriz.

evlendikten sonra da hayatlarını sürdürebilmek için

Görüldüğü gibi 1950 öncesi Türk romanında,

romanın başkahramanı İstanbul’u hep hayal eden,

Anadolu’dan İstanbul’a göç ancak bir kaç roman-

okumaya da meraklı bir genç olan İbrahim’in, üvey

da karşımıza çıkan bir olgudur. Tespit ettiğimiz

ana baskısına da dayanamayarak şoför muavin-

bu romanların çoğunda göç olgusu bilinçli olarak

liğinden başlayan bir süreçle İstanbul’a gelişi ve

vurgulanan sosyal bir mesele olarak karşımıza

buradaki macerası ele alınır. İstanbul, diğer büyük

çıkmamaktadır. Anadolu’dan İstanbul’a göçün bir

şehirlerde bir meslek sahibi olan ancak artık ora-

sosyal mesele olarak Türk romanında işlenmesi,

larda mesleklerini icra edebilme imkânı kalmayan,

ancak 1950 sonrasında Anadolu’dan İstanbul’a gö-

belli bir niteliği olan kimseler için de umut kapısı

çün hızlanmasıyla birlikte olacaktır. İşte biz de bu

olmuştur. Hakkı Özkan’ın “Grevden Sonra” isimli

dönemde Anadolu’dan İstanbul’a farklı sebeplerle

romanında Ankara’da basımevinde makineci olarak

göçüşü konu olan önemli romanlardan birkaçını

çalışırken grev sebebiyle işsiz kalan, yine grev ta-

vermek istiyoruz. 1950 sonrasında Anadolu’dan

raftarı olmak gibi bir sıfatla Ankara’da hiçbir işyeri-

İstanbul’a göçün işlendiği romanlardan biri Lütfi

ne kabul edilmeyen Nuri’nin, bir iş bulma ümidiyle

Kaleli’nin “Görgü” isimli eseridir. Romanın baş-

İstanbul’a göçtüğü görülür. Zeyyat Selimoğlu’nun

kahramanı Celâl, hanedeki nüfusun fazla olması,

“Deprem” isimli romanında Sefer’in İstanbul’a

köyde toprakların miras yoluyla bölünerek küçül-

gidişi ise görünürde ailevi bir sebeptendir. Hasan

mesi, toprakla birlikte diğer malların da paylaşıl-

İzzetin Dinamo, “Koyun Baba” isimli romanında

ması ve bütün bunların en zengin aileyi bile zaman-

sürgün Ahmet’le birlikte İstanbul’a kaçan Bunçuk

la fakirleştirdiği ve dolayısıyla kendisinin de köyde

isimli kızın İstanbul’da gecekondu mahallelerin-

kalıp evlenmesi hâlinde geçinemeyeceği, bu du-

de geçen hayat hikâyesi anlatılır. Yaşar Kemal’in

rumda İstanbul’a gitmesinin yapılacak akıllıca bir

“Deniz Küstü” isimli romanında Zeynel’in, bütün

iş olduğu gerçeğine ulaşır. Böylece Celâl sevdiği

ailesi öldürüldüğü ve kendisinin nasıl kurtulduğu

kızı Güllü’yü de yanına alarak/kaçırarak Elazığ’ın

bilinmeyen bir katliamdan sağ çıkmayı başararak

Adak Köyü’nden İstanbul’a gelir.

İstanbul’un Menekşe sahiline gelişi söz konusu

Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” romanında

para kazanmak üzere İstanbul’a gelmeleri işlenir. Celâlettin Çetin’in “Göçük”

isimli romanında,

edilir.

köylülerin; genel olarak topraklarının olmayışı,

Ulaşım ve kitle iletişim araçlarının çoğalması,

başkalarının topraklarında çalışarak geçimlerini te-

gelişmesi ve yaygınlaşması ile kırsalda yaşadıkla-

min etmeye çalıştıkları, bundan dolayı da gurbete

rı tek düze ve imkânsızlıklarla dolu hayat, eğlen-

çıkmak zorunda kaldıkları bu sebeple İstanbul’a

ce imkânlarının kısıtlı oluşu, artık bu bölgelerde

göçtükleri anlatılır. Romanda, Sivas’ın köylüğün-

sosyal yapının ve değer hüküm­lerinin değişmeye

den iş bulabilme ihtimaliyle İflâhsızın Memet’in

başlaması, özellikle genç nüfus üzerinde başka

İstanbul’a gelişi ve burada tutunabilmesi anlatıl-

sebeplerin de etkili olması, itici bir faktör olmuş-

maktadır. Muzaffer İzgü’nün “Halo Dayı ve İki

tur. Böylece Anadolu’da sinema filmlerinde, ga-

Öküz” romanında da, oğlu İdiris’le birlikte Halo

zete, dergi ve kitaplarda gördükleri renkli hayatın

Dayı’nın yıllarca düşünü kurduğu iki öküzü ala-

merkezi konumunda olan İstanbul’a daha özgür

bilmek için para biriktirmek üzere İstanbul’a gelişi

ve renkli bir hayat yaşayabilmek, zengin ve ünlü

hikâye edilir. Yine Mesut Tutkun’un “Biz İnsan

olabilmek umuduyla gidebilmenin yollarını ara-

Değil miyiz” romanında Hüseyin’le Mehmet’in,

mışlar, bir fırsatını bulur bulmaz bazen de yaşa-

sevdikleri kızları alabilmek, düğün yapabilmek ve

dıkları en küçük bir olumsuz olayı bahane ederek

Mayıs’17 • 31


Karantina İstanbul’da soluğu almışlardır. 1950 sonrası Türk birey olabilmek için Anadolu’dan kalkıp edebiyat, romanında bu çok kullanılan bir konu olmuştur. Or- kültür ve sanat hayatının merkezi olan İstanbul’a han Kemal’in “Kötü Yol” isimli eserinde romanın göç etmiştir. Romanın “toplumun yaşadığı tüm olayların başkahramanı Nuran’ın aklında da hep İstanbul’a gitmek ve artist olmak vardır. Nuran İstanbul’u kaydedildiği bir günlük” olduğu düşünüldüğünde, abisinden dinlemiş, sinema filmlerinde, gazete ve bu günlüğün az ya da çok dönemin toplumunu yandergilerde görmüştür. Nihayet annesine bir mektup sıttığı söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında roman, bırakarak sevgilisi Reşat’la İstanbul’a gelir. Yine toplumun nabzını tutan, onun ruhunu, gelişmesini ve kalp atışlarını ölçen kompOrhan Kemal’in “Yalancı leks bir edebî türdür.7 1950’li Dünya” isimli eserinde roma“Ulaşım ve kitle iletişim nın başkahramanı Neriman’ın yıllardan itibaren ivme kazaaraçlarının çoğalması, da dergilerde, sinema filmlenan içgöçle birlikte sosyal, gelişmesi ve yaygınlaşması rinde gördüğü renkli İstanbul ekonomik, kültürel ve siyasî ile kırsalda yaşadıkları tek hayatı ve artist olma tutkusu, hayatta yaşanan büyük dedüze ve imkânsızlıklarla dolu bütün hayallerini süslemekğişme, görüldüğü gibi elbette hayat, eğlence imkânlarının kısıtlı oluşu, artık bu tedir. Çevresinde herkesin Türk romanında da yansımabölgelerde sosyal yapının Sophia Loren’e benzetmesi, sını bulmuştur. Ayrıca, bu deve değer hükümlerinin Neriman’ı daha çok cesaretmokratikleşme ve göç süreci değişmeye başlaması, lendirmekte, bu yönünün ve bir orta sınıfın doğmasına seözellikle genç nüfus üzerinde güzelliğinin İstanbul’da kobep olmuş ve millî bütünleşbaşka sebeplerin de etkili layca fark edileceği düşüncesi meyi sağlayarak gerçek büyük olması, itici bir faktör olmuşçevresi tarafından sürekli ona Türk romanına giden yolunu tur. Böylece Anadolu’da hissettirilmektedir. Ünlü olma da açmıştır. 8 sinema filmlerinde, gazete, uğruna Neriman İstanbul’a dergi ve kitaplarda gördükleri Dipnotlar 1 Ahmet İçduygu, İbrahim renkli hayatın merkezi kaçar. Sirkeci, İsmail Aydıngün, “Türkiye’de konumunda olan İstanbul’a 1950 sonrasında da roman İçgöç ve İçgöçün İşçi Hareketine daha özgür ve renkli bir Etkisi”, Türkiye’de İçgöç, Türkiye yazarları, kırsalda yaşayıp da Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı hayat yaşayabilmek, zengin söyleyecek sözü olan, entelekİstanbul, 1998, s. 215. ve ünlü olabilmek umuduyla 2 Ertuğrul Güreşçi, tüel açıdan beslenme ihtiyacı “Türkiye’de Köyden Kente Göç ve gidebilmenin yollarını duyan bütün kahramanlarının Düşündürdükleri”, Sosyo-Ekonomi, aramışlar, bir fırsatını bulur Göç Özel Sayısı, S:15, 2011, s.127. yolunu bir şekilde İstanbul’la bulmaz bazen de yaşadıkları 3 Yaşar Kemal, Ağacın Çürüğü, kesiştirmek zorunda kalmışMilliyet Yayınları, İstanbul, 1980, en küçük bir olumsuz olayı s.17–20. lardır. Bu açıdan yazarlar bahane ederek İstanbul’da 4 Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, soluğu almışlardır.” ve onların muhayyilesinden Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.40. doğan roman kahramanları, 5 Ebubekir Hâzım, Küçük Paşa, Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık İstanbul’u entelektüel açıdan Osmanlı Şirketi, İstanbul 1326 (1910). ideallerin gerçekleştirilebileceği yegâne yer ola- 6 Olcay Önertoy, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Toplumcu Gerçekçilik 1923-1960, Oluşum Aylık Sanat ve rak görmüşlerdir. Aysel Özakın’ın “Alnında Mavi Düşünce Dergisi, Çağdaş Roman Özel Sayısı, S:63/105, Kuşlar” isimli eserinde romanın başkahramanı ArOcak 1983, s.3 7 Alemdar Yalçın, Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından mağan, bir taşra kasabasında kütüphane memuru Cumhuriyet Dönemi Çağdaş Türk Romanı (1946- 2000). olarak çalışan şiirle, edebiyatla uğraşan entelektüel Ankara: Akçağ Yayınları, 2006, s.9. 8 Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve bir kızdır. Edebiyat muhitlerine girebilmek, kenToplum, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.40. dini ispat ederek kimliğini bulabilmek, özgür bir 32 •Mayıs’17


Gezi

Ne Avrupa Ne Afrika Akdeniz’in ortasında bir vaha

Malta! Zeynep Nur TAŞÇI

U

çağımız gece yarısı Malta’ya iniş yapıyor. Uçağın inişini hayli güçleştiren rüzgâr, uçaktan indikten sonra da peşimizi bırakmıyor. Bahar tatilini geçirmek üzere Malta’ya gelmiş ve neredeyse hepsi öğrenci olan bir uçak dolusu insanı yürürken neredeyse oradan oraya savuruyor. Muhtemelen çoğu kişi de benim gibi Almanya’dan uçağa binerken “Şimdi burası soğuk ama Akdeniz’e indik mi ısınırız elbet.” diye temenni ediyordu. Uçağın hemen ardından yaptığımız çok enteresan bir otobüs yolculuğu ile otelimizin de bulunduğu Mellieħa (üzerinde çizik olan h harfi Arapça’daki gibi biraz daha hırıltılı okunuyor gözlemlediğim kadarıyla) bölgesine varıyoruz. Bu arada otobüs yolculuğunu ilginç kılan üç unsurdan bahsetmek istiyorum: Birincisi, daha bindiğimiz andan itibaren kendine has halleri ve tabiri caizse kollarını iki yana açıp sardığı otobüs direksiyonunu

cömert hamlelerle oradan oraya “yallah şoför” misali döndüren şoför ablamız; ikincisi, otobüsümüzün Harry Potter’daki Knight Bus (Hızır otobüs) misali hızla aldığı keskin virajlar ve neredeyse otobüsün bir tepeden öbürüne zıplayıvermesi (Hızır otobüs sahnesini seyredenler için eminim yeterince net bir betimleme olmuştur); ve son olarak, bindiğimiz andan itibaren dikkatimi celbeden anonslar ve elektronik bilgilendirme levhası. Adaya gelmeden evvel Malta’ya dair ufak çaplı bir okuma ve araştırma yapmış ve adanın Maltaca ve İngilizce olmak üzere iki resmi dilinin olduğunu öğrenmiştik. Maltaca’ya dair hiçbir fikrim olmadığından bu dilin konumu itibariyle az çok İspanyolca ve İtalyanca’dan etkilenmiş bir yerli dil olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım, çok daha fazlası imiş. Şu an dilin üzerimizde bıraktığı tüm intibayı düşünerek diyebilirim ki bu dil tamamen bir Arapça ve İtalyanca harmanlaması. İtalyanca ve Arapça dışında Fransızca ve İspanyolca’dan

Mayıs’17 • 33


Gezi

da gelen kelimeler vardır fakat onun haricinde asıl olarak “Maltaca” diye bir dilden gelen bir kelime olduğunu zannetmiyorum. Bunu ilk fark edişim otobüste otururken karşımdaki bilgilendirme levhasına gözüm takıldığında başladı. Ne okuduğumu bilmeden öylece kelimelere bakıyordum. Birden duraksayıverdim “Allah Allah biri Latin alfabesi ile Arapça mı yazıvermiş?” diye düşünürken peşi sıra İspanyolca kelimeler de görmeye başladım. Esasında Arapça bilen biri İspanyolca kelimelerin de anlamını İngilizce kelimelere benzerliği sayesinde çıkarabiliyorsa Maltaca yazılmış bir metni okuyup büyük ölçüde de anlayabiliyor demektir. İşte böyle bir dil Maltaca. Fırtınanın sokaktaki her şeyi bir o yana bir bu yana fırlattığı bir gecenin ardından Mellieha’da sabah oluyor. Mellieha adanın kuzeyinde olduğu için kaldığımız otelden Malta’ya bağlı fakat daha küçük adalar olan Gozo ve Comino adalarını görebiliyoruz. Bu arada otelimizden yola çıkarak tüm Malta’da dikkatimi çeken bir husustan bahsetmek istiyorum: Zamanında bir İngiliz sömürgesi olmasından mütevellit adada en çok İngiliz turist var. Özellikle de yaşlı İngiliz çiftler bu adaya bayılıyorlar. İngilizler’den sonra da Almanlar geliyor. Bu iki millet adadaki turistlerin başını çekiyor. Düşününce tuhaf geliyor insana, bir zamanlar düşman olan iki milletin vatandaşları bu eski İngiliz kolonisine akın akın gelip tatil yapıyorlar. Adada kendimden başka yalnızca iki Türk gördüm, bu da enteresandı benim için. Yaz mevsimi gelince ada nasıl olur bilemiyorum fakat ilkbaharda tam bir huzurevi nüfusu var adanın. Kalabalık ve gürültüden kaçanlar için Malta ilkbaharda daha bir güzel galiba. 34 •Mayıs’17

Mellieha sokaklarında gezip manastırda küçük bir turun ardından otobüse binip Malta’nın başkenti Valletta’ya yol alıyoruz. Haritadan kuşbakışı bakınca yirmi dakikada gideceğinizi düşündüğünüz bir mesafeye adadaki tüm yolların menderesler çizmesi ve iniş çıkışlı olması nedeniyle yaklaşık bir saatte varıyorsunuz. Fakat bu adada otobüse binmek bile bir nevi şehir turu sayılıyor. Her bir mahallesi ayrı bir mimari zevk sonucu ortaya çıkmış. Sokaklar pırıl pırıl, herkes kendi evinin ve kapısının önünü süslemiş. Valletta’ya vardığımızda devasa surlar içine kurulu şehre giriş yapıyoruz. Sayısız minik koylar ve yat limanları var bu şehirde. Önce ana caddeyi baştan sona yürüyüp Grandmaster’s Palace (Büyük Usta’nın Sarayı) olarak bilinen cumhurbaşkanlığı sarayının önünden geçiyoruz. Daha önce bahsettiğim gibi bir ada ülke olmasından mütevellit Malta’daki pek çok şey kara ülkelerine nazaran daha mütevazı. Örneğin önünde bir kişinin beklediği bir binanın tabelasını okuduğunuzda o binanın aslında Turizm Bakanlığı olduğunu fark etmeniz gibi. Kendine has panjurlu evleriyle meşhur bu adanın sokaklarını gezdikten sonra Valletta turumuzu Upper Barrack Gardens olarak bilinen surların üzerinde yer alan bahçeyi gezerek tamamlıyoruz. Bahçeyi özel kılan hem manzarası hem de Game Of Thrones dizisinin bazı bölümlerinin bu bahçede çekilmiş olması. Aslında Valletta’ya gelmişken bir de tavşan eti yemek lazım fakat helal kesim bulmak mümkün olmadığından bu hayali bir kenara bırakıp her köşe başı “Malta’nın en meşhur tavşanı bizde” yazan lokantalara gözümüzü kapayarak bir nevi bizdeki manavlar gibi köşe başlarını tutmuş dükkânlarda yeni çıkan meyvelerin tadına bakıyoruz. Almanya’da yediğimiz İspanya’dan ithal hormonlu ve tatsız çileklerden bıktığımızdan olsa gerek buradaki çileğin tadına bakar bakmaz yerli bir ürün yediğimiz hissine kapılıp “Bunlar Malta mahsulü mü?” diye soruyoruz. Meyvelerin çoğunun Sicilya’dan geldiği cevabını alıyoruz, GDO’lu İspanya meyvelerinden bıkan bizi bu cevap tatmin ediyor. Valletta’nın ardından adanın eski başkenti Mdina’ya yola koyuluyoruz. Mdina gerçekten bir eski zaman şehri. Önce şehrin etrafına bir kanal


Gezi kazılmış ve şehrin tamamı surlarla çevrelenmiş, ardından şehrin ana kapısına ulaşmak için de taş bir köprü yapılmış. Yani çepeçevre korunmuş ve denizden uzak inşa edilmiş bir şehir Mdina. Mdina’nın kapısından içeri girer girmez dört sene önce arkadaşlarımla beraber gittiğimiz Dubrovnik’teyim hissine kapılıyorum. Taşın rengi, dar sokakların sonunda çıkan ufak meydanlar ve taş şehrin serinliği, hepsi bana Dubrovnik’i hatırlatıyor. Hatta Mdina sokaklarından paylaştığım bir fotoğrafı gören arkadaşım hemen mesaj atıyor, “Zeynep yine mi Dubrovnik’tesin?”. İşte bu kadar benziyor bu iki şehir. Neredeyse Mdina’deki her sokağa girip çıktığımızı söyleyebilirim. Mdina’daki her bir kapı, pek çok kapının yanında yer alan Meryem Ana ve İsa figürü, pencerelerden sarkan salkımlarla diyebilirim ki bu şehrin tüm sakinleri kendi evlerinin mimarları. Pek çok hediyelik eşya satan dükkânda da gördüğümüz üzere özellikle Malta’nın kapı tokmakları meşhur. Bunlar genelde aslan başı, kadın eli, balık ve çelenk biçiminde tokmaklar. Mdina ufak ve adeta bir biblo şehir olduğundan yemek yemek için çok fazla seçenek yok. Bir şeyler içip soluklanmak üzere Mdina’ye yolu düşen pek çok kişinin de gittiği Fontanella çay bahçesine gidip biraz dinlendikten sonra Mdina’dan ayrılıp hemen Mdina’nin dışında başlayan Rabat’ı gezmeye koyuluyoruz. Burada yemek için pek çok seçenek mevcut. Menülerde en çok görebileceğiniz ise pizza ve deniz mahsulleri. Esasında biz de Heidelberg’de çok balık yiyemediğimizden Malta’da balığa doyacağımızı düşünüyorduk fakat beklediğimizin aksine bir adada olması gerektiği kadar yaygın ve çeşitli olmadığını gördük balık tüketiminin. Hatta bir restoranda akşam yemeği için yalnızca karideslerinin olduğunu öğrenince şaşırdığımızı belirtmemiz üzerine garson “Rabat bir deniz şehri değil, o yüzden burada fazla balık restoranı bulamazsınız.” deyiverdi. Tabi restoranttan çıkıverince bizi bir gülme aldı. Deniz şehri değil dediği Rabat denizden 15 dakika uzaklıkta ve zaten ülkenin tamamı ancak bir şehir büyüklüğünde. Demek ki adada yaşayınca böyle oluyor diye düşündük. Elbette adada doğup büyümenin verdiği, belki de biz ana karada doğup büyüyenlerin hiçbir zaman anlayamayacağı farklı bir bakış açısı var ada sakinlerinde. Nihayetinde akşam ye-

meğimizi Rabat’ta yiyip bu güzel şehirden ayrıldık. Ertesi gün otelimize de yakın bir mesafede olan Gozo adasına gitmek üzere yola koyulduk. Adaya yol almadan evvel hediyelik eşya satan bir dükkândan aileme kartpostal atmak için birkaç kartpostal beğendim. İçlerinden bir tanesi de Gozo adasının meşhur taş penceresi Azure Window’du. Yaklaşık beş yüz senede görünümüne kavuşan Azure Window’u görmek için turistler akın akın Malta’dan Gozo adasına geçiyorlardı. Gerçekten masalsı bir görünüme sahip olan pencerenin bir fotoğrafını da aileme yollamak istedim. Ödemeyi yapmak üzere kasaya gittiğimde, dükkân sahibi aldığım kartpostalı görüp iç geçirdi ve “Artık Azure Window yok.” dedi. Bizdeki de talih işte, geldiğimiz gece insanı yerinden oynatan bir fırtına olduğundan bahsetmiştim ya işte o sabaha dek süren fırtına sabahın erken saatlerinde Azure Window’u yerle bir etmiş. Ada halkı yasta imiş ve tüm ada bu hadiseyi konuşuyormuş. Ben de kartpostal alırken öğrenmiş oldum. Pek üzüldük haliyle fakat Gozo’ya doğru yola koyulduk. Gozo adası Malta’nın minyatürü gibi bir şey. Tepede de bu minik ada için hayli büyük sayılabilecek bir kalesi var. Yaklaşık kırk bin kişinin yaşadığı bu ada tarih boyunca hayli büyük cenklere şahit olmuş. Kaleyi gezerken Gozo adasının on dört sene boyunca Osmanlı toprağı olduğunu öğrenmem ise Gozo gezimin kalanının nostaljik devam etmesine sebep oluyor. Kalede çalışanlardan öğrendiğimiz kadarıyla pek çok sefer tekrar eden ve uzun süren kuşatmalara rağmen Malta adasını fethedemeyen

Mayıs’17 • 35


Gezi Sinan Paşa ve Turgut Reis Gozo’yu kuşatıyor. Rodos’u kaybedip Malta’ya yerleşen şövalyeler ve ada halkı ne kadar direnseler de Osmanlı donanması Gozo’yu fethediyor. Hatta rivayete göre son kalan ada halkının bir kısmı kendilerini kalenin arka tarafından iplerle sarkıtıp kayıklara binerek Malta’ya sığınmayı başarıyorlar fakat kalanlar Müslüman olmak yerine savaşmayı tercih ediyorlar. Yine kuvvetli bir rivayete göre Osmanlı’nın iskan politikası gereği boşalan adayı tekrar nüfuslandırmak ve İslamlaştırmak adına Osmanlı’nın hâkim olduğu Kuzey Afrika topraklarından Müslümanlar buraya yerleştiriliyor ve Müslüman olmayı reddeden ada halkı da Kuzey Afrika’ya sürgün ediliyor. 1565’te Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle tekrar Malta’yı kuşatmaya yönelen Turgut Reis ise kuşatma esnasında aldığı ağır yara nedeniyle şehit olurken bugün Turgut Reis’in vurulduğu nokta olduğu tahmin edilen bölgeye Malta’da Dragut Point deniliyor. Seneler evvel babamın ismi Turgut olan bir akrabamızı sık sık Dragut diye çağırdı aklıma geliyor. Maltalılar’ın ve genel olarak Akdeniz halkının sözlü olarak ve yazılı kaynaklarda Turgut Reis’i Dragut olarak isimlendirdiğini fark edince merak edip biraz okuma yapıyorum. Öğrendiğim kadarıyla Turgut Reis’in Akdeniz’in en korkulan denizcilerinden biri olması ve amansız kuşatmaları nedeniyle İngilizce’de de ejderha anlamına gelen “dragon” ve “Turgut”un birleşimi olan Dragut ismi veriliyor kendisine. Gozo’yu gezdiğimizden beri de on dört sene dahi olsa Gozo’yu Müslüman toprağı yaptığı için ve yine bu uğurda canını feda ettiği için

36 •Mayıs’17

aklıma geldikçe Turgut Reis’in ruhu içi bir Fatiha okuyorum. Bugün Trablus’ta Dragut Camii’nde medfun bulunan bir zamanların efsanevi kaptanı Turgut Reis’in ruhu için bir fatiha! Gozo gezimizin tarihi kısmını tamamlayıp Gozo sokaklarında gezdikten sonra bir zamanlar Azure Window’un bulunduğu Dwejra’ya yol alıyoruz. Burada halen daha Azure Window’u göreceklerini sanarak gelip, yıkıldığı haberini almaları üzerine şaşkın şaşkın etrafa bakan ve en azından bir zamanlar bulunduğu yerle fotoğraf çektiren turistler görüyoruz. Yaklaşık yirmi beş dakika süren bir feribotla tekrar Gozo’dan Malta’ya geçiyoruz ve rengârenk sokakları, başkent Valletta’ya bakan koyları ile ünlü San Giljan (St. Julian) bölgesine gidiyoruz. Burası Malta için İstanbul’un Kuruçeşme, Bebek, İstinye’sine tekabül ediyor. Ertesi gün ise adadaki son günümüz olmasından dolayı merkeze biraz daha uzak olan masalsı balıkçı kasabası Marsaxlokk’a gitmeye karar veriyoruz. Adanın güneydoğusunda yer alan ve yaklaşık dört bin nüfusu olan bu kasaba tüm Marsaxlokk sahili boyunca görebileceğiniz mavi, kırmızı ve sarı renklerdeki tekneleri ve balık lokantaları ile ünlü. Kimsenin çıt çıkarmadığı bu sessiz kasabada biz de sahilin ucundaki bir noktaya gidip ayaklarımızı denize daldırarak yaklaşık bir saat boyunca hem içimizi ısıtan güneşin tadını çıkarıyor hem de gelip geçen balıkçıları seyrediyoruz…


İlmihal

HATRINA GECENİN SUSTUĞU BİR İBADET: TEFEKKÜR Zeyneb Rabia YAZICI

َّ ‫أَ َف َمن َي ْخلُ ُق َك َمن‬ َ ‫ال َي ْخلُ ُق أَ َفال َت َذ َّك ُر‬ ﴾٧١﴿ ‫ون‬ Hiç, yaratan yaratmayan gibi olur mu? Düşünmez misiniz? (Nahl\17)

G

ecenin siyahına bürünmüş durumda sekinet. Sönüverse ışıklar içine çekecek sanki karanlık. Saatin tik takları olmasa dünya durmuş der insan. Nasıl da güçlü bir mesajı var emektar saatin. “Zaman!” diyor: “Hükmedemezsin insanoğlu, önleyemezsin!” O kendince zamanın hikayesini anlatırken vakit denen mahluka isim koyamaz; su misali geçerken ömür, onun şahitliğini es geçemez ki insan. Yine de susmuş işte herkes. Söz yok, fikir yok, kelimelerden ırak şu an ona yakın olanlar. Ama işte zaman hiç susmaz ki; konuşacak kimse olmadığında dahi o akışına bakar. Ne uykuya daldık diye durur ne de sustuk diye. Biz dursak da o akmaya devam eder sessiz ve sezdirmeden. Zamanın sesi saatin tik taklarından daha güçlü doluyor kulağa. Sessizlik bu mu? Seslerin kesilmesi değil de seslerin içinden gürültüyü çekip almak mı? Ya da ıssızlaşmaktır belki gerçek sessizlik. Tenha bir yerde kendini bir köşeye çekip nefsine: “Halin nicedir?” diye sormak… Belki de bunun için var sessizlik, bunun için tasarlanmış gece, susmuş bekliyor tüm sesler insan tefekkür etsin diye. Tefekkür etmek vakti midir sessizlik yoksa? Tefekkürün hatırına mı suskundur gece? Ama kolay mı ulaşır insan, gecenin hatrına sustuğu tefekküre? Değil elbette. Uzun ve zorlu bir yolculuktur tefekkür. Tefekküre ancak acziyetini hissedince başlayabilir insan. Acziyet ki kulun hamurunda var. İnsan acziyetinin derinliklerinde çıkıyor bu yolculuğa . Evvela bir kenara bırakıyor kibrini sonra nefsine dönüyor, başlıyor düşünmeye. Cevabını sadece kendisinin bildiği soruların bir bir muhatabı oluyor. Ve tefekkürün en derininde bulmaya başlıyor kendini; hataları, doğruları ve acılarıyla beraber. Bir ibadet kula yüklenmiş bir görev aslında. Çünkü en doğru cevaplar sessizliğin içinde bir tik taka takılıp derin derin düşünmeye başladığında seni karşılıyor. Çünkü insan imanını, taklitten tefekkürle temizliyor.

Her gün onlarca kişiyle konuşup onlarca soruya cevap veren insan kendisiyle konuşmaktan tefekkürün kapısını çalmaktan neden korkar ki bu kadar? Bir kaçış mıdır bu yaptığı? Duyacaklarından nefsinin kalbine yükleyeceklerinden mi korkar? Ne olur mesela? Uykusunu mu kaçırır bugün başını okşamadan yanından geçip gittiği mahzun yetim çocuk? Yoksa ertesi gün onun başını okşamayı unutmaması gerektiğini mi hatırlatır? Sormak lazım kendi kendine: O çiçeği Allah’ın ne kadar kusursuz yarattığını uzun uzun anlatmadıktan sonra kokusunda kaybolmanın ne anlamı var? Solup gittiğinde zaten hayatımızdan geçip gitmiş olacak, neden bir izi kalmasın? İşte bu misal gibi kıymetlendirir tefekkür insanın ömrünü. Elimize aldığımızda salih amel defterlerimize işlenmeyecek kadar sıradan olan bu çiçek bir anda onu yaratanı anımsayınca sevap kapımız oluverir. Hiçbir anlamı olmayan bir küçük çiçek belki o gerekli olan son salih amel olur da cennetin kapısını aralar önümüze. Ahir zamanda kaybolup varlığını dahi unuttuğumuz tefekkür ibadetini gecenin karanlığına bakarak yeniden yaşamaya başlayabilmeli ve yeniden baktığımız her şeyde Allah’ı görebilmeyi başarmalıyız. Kendi kaybolduğumuz rutinimize bir dur demeli, derin bir nefes almalı ve bizlere bağışlanan bunca şeye zihnimizle değer katabilmeliyiz. Allah’ı (cc), tefekkür nimetiyle attığımız her adımda anabilmeliyiz. Bir ibadet olarak karşımıza çıkan bu nimeti es geçmemek ve en çok da hatrına susan gecede tefekkürün hakkını vermek duası ile…

َ ‫َو ُه َو الَّ ِذي َج َع َل اللَّي‬ ‫ار‬ َ ‫ْل َوالنَّ َه‬ َ َ ‫ِخ ْل َف ًة لِّ َم ْن أَ َرا َد أَن َي َّذ َّك َر أ ْو أ َرا َد‬ ﴾٢٦﴿ ‫ورا‬ ً ‫ُش ُك‬

İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O’dur. (Furkan\62) Mayıs’17 • 37


Yazı Dizisi

İslam’a Kavuşma – 6 Toleuzhan GALİYEVA

H

z. Osman’nın (ra.) dediği gibi: “Bir zorlukla karşılaştığında sabret, çünkü hiçbir güçlük yoktur ki arkasından kolaylık gelmesin.” Hayatta yaşadığımız her zorluğun ve her çektiğimiz acının sonunda inşallah bizi mutlu edecek bir sevinç, mükâfat ve ümit vardır. Zorluğun seviyesi ne olursa olsun, her zorluğa dayanılabilir, aşılabilir. Hayat kaldığı yerden devam edecektir. Çünkü üniversiteden mezun olmak, iş bulmak, aile kurmak, çocukları yetiştirmek gibi zorluklarla karşılaşsak da bunlar kendince hayata birer süs ekler. Bu yazıda size İslam’ı seçtiğimiz için az da olsa toplum tarafından bize çıkartılan zorluklardan bahsedeceğim. Başlayayım o zaman! Zorluklarla yıldızlara kadar! Almatı’da üniversitede ve yurtta Müslüman gençlerin sayısı çoğalmaya başladı. Namaz kılmayanlar tövbe ederek namaz kılmaya, namaz kılıp başörtü takmayanlar ise örtünmeye başladı ve sayımız gittikçe çoğalıyordu. Çoğalmamız ise etrafı rahatsız etmeye başladı, neredeyse bizden korkuyorlardı. Endişeye kapıldılar. Çare olarak kendilerince bizi korkutmak amaçlı uyarılar yaptılar. Yani, “Üniversiteden atacağız, yurttan çıkaracağız!” gibi tehditler gelmekteydi. Bildiğim kadarıyla devlet memurları hariç diğer kadınların yasal olarak kapanmasına engel olacak bir yasa yoktu ama kendilerine göre örtü yasağını uyguluyorlardı. Normal bir Müslümanın namaz kılabilmesi için müsait yerler yoktu. Yani AVM’lerde, okullarda,

38 •Mayıs’17

devlet dairelerinde, hatta şehrin pek çok yerinde namaz kılmak için mescit yoktu. Kenarda köşede namaz kılmak yasaktı. Yani istediğimiz her yerde kılamazdık. Bu belki namaz kılmaya ihtiyaç duyan Müslümanların sayısının yeterli olmadığındandır. Ama şimdi namaz kılanlar çoğaldı, peki hala niye namaz kılmaya uygun yerler yok, onu bilemiyorum. Ben lisans okurken üniversitede mescit yoktu. Yani sadece bizim okulda değil. Bütün üniversitelerde bulunmuyordu. Derste iken boş amfiler bularak kimse bizi görmeden namazımızı eda edelim diye heyecanlanıyorduk. Vakit kısıtlı olmasına rağmen sünnetleri de kılıyorduk. Yeni namaz kılmaya başladığımız için olsa gerek bizim için sünnetleri terk etmek neredeyse farzı terk etmekle aynıydı. Çok dikkat ederdik. Bazen namaz kılarken yakalanıyorduk. Bizi tanımayan hocalar sorular sormaya başlayınca hemen o amfiden fırlıyorduk. Çünkü isimlerimizi alırsa okuldan atılma ihtimalimiz vardı. O yüzden her birimiz bir yerlere kaçıyorduk. Gençler gittikçe İslam’ı merak etmeye başlamışlardı. Dini öğrenmek istiyorlardı. Cami hep gençlerle dolmaya başlamıştı. Hatta imamlarımız da gençlerden oluşmaktaydı. Onlar bizi iyi anlıyorlardı. Bizimle ilgileniyorlardı. İlk senede yurtta görev yapan müdür veya görevliler bize o kadar sert davranmıyordu. Ama ikinci sene bayan görevliler olsun, müdür olsun bizi görünce bağırıp çağırmaya başlamıştı. Bizi görünce moralleri bozuluyor, canları sıkılıyor, sinirleniyorlardı. Pazar günlerini kendisine bayram


Yazı Dizisi ilan ederek içki içiyordu. O gün gözüne görünmemeye çalışıyorduk. Çünkü sarhoş iken yurttan bizi çıkarabilirdi. İşin kötüsü ona birşey diyemiyorduk. Kime söyleyecektik ki. Kendimizi savunacak, derdimizi anlatacak alternatif kişiler yoktu. Söylesek de “Namaz kılmayın!” teklifini sunuyorlardı. Yurtta ilk senede, yani geçen senede sadece Aigerim kapalıyken bu sene kapalıların sayısı ona çıktı. Aynı şekilde geçen sene kimse namaz kılmazken bu sene namaz kılanların sayısı ise yirmiyi aştı, alhamdulillah sayımız artıyordu. Kapalı kızların sayısı artınca, erkeklerin banyoya girmeleri sıkıntı olmaya başladı. Çünkü kızlarla rahat abdest alabilmek için topluca giriyorduk. Bu sefer onların dışarıda beklemeleri ve sırada durmaları yurt müdürünü kızdırmaya başladı. Erkekleri seviyordu. Bazı erkek öğrenciler anlayışlı oluyordu. Aralarında namaz kılanlar bile vardı. Hatta namaz kılan erkekler, bizim yurttan kapalı ve namaz kılan kızlarla evlenmişlerdi. Kızların erken evlenmelerinin bir sebebi ise örtündükleri için ailelerinin sıkıntı çıkarmasıydı. Aileler, kızlarının başörtülerini çıkartmalarını istiyordu. Hatta başlarını açmazlarsa evlatlıktan reddedeceklerini söyleyenler bile vardı. Başını kapatan bir kız, sıkıntı çıkaran ailesinin baskılarından kurtulabilmek için evleniyordu. Namaz kılan erkekler bizim gözümüzde kahramandı. Çünkü onlar kapalı kardeşimizle evlenerek himayelerine alıyorlardı. Bizler abdest alırken namaz kılan erkek öğrenciler bizim çıkmamızı sessizce bekliyorlardı, hiç tepki vermiyorladı. Sadece aceleleri var ise kapıya vuruyorlardı, çabuk olmamızı istiyorlardı. Bazen dersten geç gelirdik ve banyo kalabalık olurdu. Namaz vaktini kaçırmamak için abdesti odada kavanozlara su doldurarak aldığımız zamanlar oluyordu. Yurt müdürü bize “Tuvalete şişeyle girmeniz yasak.” diyordu. Yani taharet yapamazsınız. Neymiş? Her etrafı aldığımız taharet suyuyla pisletiyormuşuz. Temiz tutmalıymışız. Sanki biz düzgün almıyoruz. O kadar dikkat ediyorduk ki şişedeki suyu düzgün bir şekilde kullanıyorduk. Müdür, “Eğer görürsem ceza veririm.” diyordu. Bizi yurdun tavanı, tuvaletleri

ve depolarını temizleyeceğimizle tehdit ediyordu. Kendisi ve görevlendirdiği kişiler bizi sürekli takip ediyordu. Bize kötü ve casus kızlar muamelesi yapıyorlardı. Bildiğiniz takipte idik. Tabi ki ne kadar dikkat etsek de ister istemez görüyorlardı. Ve biz hep ceza alırdık. Ne için? Taharet aldık diye. Bu arada şişe taşıyoruz yanımızda. Evet, bildiğiniz su şişesi. Şaşırmanız gayet normal, ama bizde abdest alabilmemiz için, taharetlenmek için lavaboda musluk yoktu. Her yerde şişe taşımak zorundaydık. Çantamızda olmazsa olmazlarımızdan biri şişeydi. Namaz kılan arkadaşlarla ceza aldığımız zamanlar, yani çoğu zamanlar da diyebilirim, temizliğe gece saat 12’den sonra başlardık. İşleri paylaşıyorduk. Kimisi tuvalet kimisi koridor kimisi banyo temizleyerek hep birlikte bitirirdik. Yasaklar bununla bitmek bilmiyordu. Banyoda ayaklarını klozete çıkarmama yasağı çıktı. Müdür, bizi görünce kendinden geçiyor, adeta çıldırıyordu. Resmen bizden nefret ediyordu. Hep korkutuyordu “Yurttan çıkartırım sesiniz çıkmasın namaz kılarken.” diye daha neler neler. Biz de ses çıkarmıyorduk. Eğer okuldan veya yurttan atarsa anne babamıza ne diyecektik. Zaten ailelerimiz seçtiğimiz yoldan memnun değillerdi. Bu konuda bizi destekleyen yoktu. Kendimizi savunacak, durumumuzu anlatacak ne bir kimse, ne bir makam bulamıyorduk. Yurtta yaşanılan problemlerden biri de bizim için en önemli olan gusül almaktı. Çünkü banyo günü ve saati istediğin gibi olmuyor. Ve belirli günü saati beklemeye mecburduk. Banyo sırası bir gün erkeklerin bir gün kızlarındı. Hatırladığım kadarıyla saat olarak beşten sonra banyo sırası geliyordu. Çok zorlanıyorduk. Bizim için temizlenmek bile başlı başına sorundu. Bilmiyorum o zaman her şeye katlanıyorduk. Dayanıyorduk. Sabrediyorduk. Şimdi olsam belki isyan eder miydim? Hakkımı arar mıydım bilmiyorum. Ama zor olacaktı o kesin. Hak konularını açarsam bitmez olur sayfalar. Bu kadar bilmeniz bence yeterlidir. Bu yazdıklarımdan sonra Kazakistan’a gelmek istmeyebilirsiniz, ama gelmenizi tavsiye ederim. Hadiste belirtildiği gibi, Mayıs’17 • 39


Yazı Dizisi

“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Kardeşin zor durumdaysa burada rahat yaşamanın ne faydası var? Ben mutluyum diyebilmek olur mu? Tabi, bir taraftan abartılacak kadar korkunç değil, sadece zorluluklar var. O kadar. Hadi görelim bakalım, kim cesur? Bir süre sonra annemi arayıp “Namaz kılmaya başladım.” haberini vermem gerekiyordu. Aradım ve onu özlediğimi söyleyerek söyleyeceğim konuya hazırlıyordum. Sonra, “Anne ben namaza başladım.” dedim. Bir an sessiz kaldı. Hiç konuşmadı. Tekrar ikna etmek için, iyi olacağımı, derslerimi aksatmayacağımı, kötü alışkanlıklarımdan uzaklaştığımı hepsini hatırlatarak “Tamam” cevabı almak için nerdeyse yalvardım. Nihayet onayını alınca dünyanın en mutlu kızı ben idim. O kadar mutluydum ki odaya her gelene sarılıyordum, öpüyordum. Allah’ıma şükürler olsun. Bu yıl ikinci sınıf bittikten sonra yazın eve gittiğimde başörtü konusunu açacağım, inşallah. Her ne kadar hemen kapanmak istesem de olmadı. Çünkü ailemi İslam’dan soğutmamalıydım. Yavaş yavaş olsa da artık yapacak bir şey yok. Ben hemen örtünemedim ama bizim odada yeni başörtü takan arkadaşlar vardı. Ne güzel. Onlara bakarak ben mutlu oluyordum. Onlar ağladığında beraber ağlıyorduk. Beraber seviniyor, beraber üzülüyorduk. Her şeyimiz ortaktı. İlerde her şey güzel olacak diyorduk ama hepimiz biliyorduk zor olacağını. Bu konuda birbirimizi iyi anlıyorduk. Bazı arkadaşlarım başörtü takınca yakınları gelerek dışarıda onları rezil ediyordu. Kızının başından örtüyü çıkartarak onu ağlatarak saçından sürükleyen babaları gördük. Anne babasının Hristiyan olmasından dolayı İslam’ı kabul etmesine engel olunan arkadaşlarım vardı. Çok baskı görü-

40 •Mayıs’17

yorlardı. Evlerinden atılıyorlardı. Para vermiyorlardı. Ama kızlar yine de direniyor, İslam’ı seçiyor ve sokakta kalmayı göze alıyorlardı. Bizler, fırsat bulunca bu kardeşlerimizi yurda gizlice sokardık ve bizlere derdini anlatırlardı, kendisilerine destek oluduk. Ailesi arasında Budist dinine mensup olan arkadaşlarımız da bulunuyordu. Aynı çatı altında yaşayan aile bireylerinin farklı dinlere sahip olduklarını görüyorduk. Biliyorduk. Tanıyorduk. Anlıyorduk. Bir arkadaşımın babası kızın başörtüsünü çıkaracağım derken sert bir şekilde çektiği an boynunu iğne çizmişti. Çizik hafif kalır, resmen kesmişti. Kan akmasına rağmen babasının kalbi yumuşamamış, kızına soğuk bakmıştı. Odadaki bir arkadaşım kapandığından dolayı anne babası onu tehdit ediyordu. Korkutuyordu. “Çıkarmazsan geleceğiz rezil edeceğiz, kendi ellerimizle seni bıçaklayacağız, geberteceğiz” gibi korkunç hikayeler var. Zavallı kızcağız ağlıyordu. Alhamdulillah o arkadaş hemen evlendi. Bu bana İnşirah suresinin beşinci ayet mealini hatırlatıyor: “Muhakkak ki zorlukla beraber bir kolaylık da vardır.” Evet, kapalı arkadaşım evlendi gitti. Kurtulanlardan oldu. Ben de bunları görüp duyunca, “Acaba benimkiler ne yapardı? Ne tepki verirlerdi? Ne derlerdi?” merakındaydım. İnşallah arkadaşlarımın her çektiği zorlukların karşılığında Allah tarafından bir mükâfat vardır. Ama şimdilik benim annemler için bu örtü haberi henüz erkendi. İçim yanıyordu. Başörtü takmayı çok istiyordum. Ama takamıyordum. Bizim kızlara bakıp özeniyorum, başörtüsü takarak aynanın karşısına geçiyor ve saatlerce kendime bakıyordum. Başörtü takamadığım için geceleri yatağın içinde sessizce uzun süre ağlıyordum. Başörtüsü takmanın lezzetine varamadığım için gözyaşlarım dinmiyordu. Başörtü benim büyük hayalimdi. Ama bir gün bu lezzeti tadacağımı biliyordum ve kendi kendime “Üzülme! İnşaallah bir gün gelecek, başörtü takacağım ve dünyadaki en mutlu kişi ben olacağım.” diyordum. Kazakistan’da kapalı olanlar mutlaka birbirlerine selam verirler. Uzak mesafe olsa da kafalarını eğerek selam verdiklerini belirtirlerdi. Bu selamlaşma çok güzeldi. İnsanlar birbirlerini tanısada tanımasa da selam verirlerdi. Kapalı olmak insanların kardeş olmalarının bir işaretiydi. Öyle biliniyor ve tanınıyordu. Tanımasan da bilmesen de hiç konuşmasan da kapalı olan kız senin en yakın dostun, en sıcak ve en güvenli kardeşindir. Kazakistan’da


Yazı Dizisi başörtülü olmak bambaşka bir duygu ve güç birliği veriyordu kızlara. Moda yoktu o zaman. Örtünecek bir kumaş bulsa tamamdır. Rengi eteğe uyuyor mu, yoksa çiçekli olsa daha mı güzel durur anlayışı yoktu. Ne varsa onu giyiyorlar. Şimdi epey değişiklikler oldu. Kızlarımız çanta, ayakkabı ve başörtülerinin aynı renkte olmasına dikkat eder hale geldiler. Üzerindeki elbiseyle uyumlu olmasına dikkat ediyorlar. Tabi bunlara dikkat etmek çok güzel. Amaç; etrafındakileri korkutmak değil onlara İslam’ı sevdirmektir. İslam’a ısındırmaktır kalplerini. Ama abartmayacak şekilde yapmak gerekir. Bazıları aşırıya gidince hoş olmuyor. Fitneye sebep oluyor. O yüzden her güzelliğin bir sınırı vardır diye düşünüyorum. Ben neden hala düzgün İslami konuları bilmiyorum onun sebebini söyleyeyim. Öncelikle derslerim vardı. Onun dışında hatırlarsanız bir sürü işte çalıştığımı yazmıştım. Bundan dolayı İslami bilgiler eksikti bende. Bir keresinde kapalı arkadaşlar dışarıdan mutlu döndüler. Baktım çantalarından bir kitap çıkardılar. Kitabın ismini sorunca Sahih al Buhari diye öptü. Sordum içinde ne var diye. Dediler ki Peygamber Efendimiz’in sözleri. Aldım ben de öptüm. Çok sevinmiştik. Kim verdi bedava mı bize de vermezler mi derken bir Müslüman adamın sadece kapalı olanlara verdiğini öğrendim. Ama istediğin zaman bizden alıp okuyabilirsin dediler. Öylece Buhari kitabıyla tanıştım. Odada tek bir Kur’an vardı. Anlatmış mıydım bilmiyorum. Kimsede yok. Fiyatı da yüksekti. Hediye olarak verilmesi için çok pahalıydı. O zaman kendime söz vermiştim. Zengin olursam eğer ya da fırsat bulursam ilk yapacağım iş eve, akrabalara, yakın arkadaşlara kim varsa hepsinin evinde Kuran olsun diye hediye edeceğim. İnşallah. Sene bitti. Ve ben yine trenle eve gidiyorum. Bu sefer annemle konuşacağım konu “Başörtü” olacak. Belki fark etmişsinizdir. Babamla demiyorum. Hep annemle. Çünkü babama ne dersem kabul edeceği için evde annem biraz tavır koyabilir diye babam, “Annene sor” diyerek beni hep anneme yönlendiriyordu. Hiç heveslenmeyin, uzatmadan cevabı şimdi veriyorum. Kapanmama izin vermedi. Hatta annem ağladı, “Namaz gibi yapma. Biz burada izin vermeden kendin orada başladın. Böyle bir şey olursa…” diye başladı sonrası kötüydü. Üzülerek dönüyorum Almatı’ya. Okul başlayınca kızlara kötü haberim vardı. Başörtü takamayacaktım.

Bu arada hem yurtta hem üniversitede bayağı değişikler vardı. Ama yine rüşvetle yurtta kalacaktık. Bazı kapalı arkadaşlar rüşvet vermesine rağmen yurda kabul edilmemişti. Bu sebeple mecburen örtülerini çıkaranlar vardı. Hatta üniversiteden atılanlar olunca, yurdun koşullarını kabul etmeye mecbur olmuşlardı. Ama nasıl ağladılar! Çaresizlerdi. Onlara yardım edecek büyüklerden kimseleri yoktu. Onları koruyacak Müslüman kimse yoktu. Tek biz vardık. Kendimiz tehlikedeyken nasıl yardım edebilirdik? Gücümüz de yetmezdi ki. Ellerimizden gelen tek bir şey dua etmekle teselli etmekti. Bundan başka hiçbir şey yapamadığımız için hepimiz ağlıyorduk. Devlet bize karşıyken hakkımızı arayamazdık. Arasak da başaramazdık. Şimdi de öyle. Hiç değişmedi. Bazıları, “Yurt için başörtümü çıkaracak değilim.” diye her gün kilometrelerce uzaktan trenle evlerinden okula geliyordu. İnanabiliyor musunuz? Trenle her gün git gel. Kendi köyünden. Masraflar var. Yorgunluk var. Zaman kaybı var. Maddi manevi zorluklar var. Kim bunları tazminat edecek. Cevap vereyim: Tek bir Allah! Arkadaşım tek ümitle yapıyordu bu işi. Allah’ın rızasını kazanabileyim diye her zorluğa katlanıyordu. Evde anne babası “Niye trenle gidip geliyorsun?” diye sorunca “Yurtta yer kalmadı” cevabı vermek arkadaşıma ne kadar zor geliyordu. Zaman hızla uçup gidiyordu. Şu bu derken okul bitti. Mezun olduk. Herkes işe girdi. Yine rüşvetle sağ olsun. Tövbe estağfurullah. Ben de Kazakistan ve Türkiye İşadamları Derneği’nde işe başladım. Bu arada ben rüşvet vermeden işe girdim. Çok şükür. Peki ben kızlardan ayrılırken durumum ne hale düştü? İş yerimde namaza engel oldular mı? Neden patron işten ayrıldı? Kim sebep oldu? Tüm detayları bir sonraki Genç Öncüler dergisinin sayfalarında okuyabilirsiniz. Selam ve dua ile… Mayıs’17 • 41


Karantina

Mazlumder’de Fabrika Ayarlarına Dönüş Mazlumder Genel Başkanı Ramazan Beyhan ile Mazlumder’deki Son Gelişmeleri Konuştuk Röportaj: Dücane DEMİRTAŞ - Uğur DEMİREL

G

eçtiğimiz yıl MAZLUMDER delegelerin çoğunluğu Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı talep etmiş ancak eski genel başkan Ahmet Faruk Ünsal ve bazı Genel Yönetim Kurulu üyeleri tarafından hukuksuz şekilde reddedilmişti. Daha sonra mahkemeye taşınan süreç sonunda 19 Mart 2017 tarihinde Araştırma Kültür Vakfı Ankara Şubesi toplantı salonunda Olağanüstü Genel Kurul Toplantısı gerçekleştirildi. Birçok değişiklik oldu, genel başkanlığa Ramazan Beyhan seçildi. Biz de Mazlumder’de yaşanan son süreci genel başkan Ramazan Beyhan ile konuştuk. Değişimi zorunlu kılan hallerden Mazlumder’in yapısına ve bundan sonra takınacağı tavra kadar birçok meseleyi kendilerine sorduk.

Mazlumder insan hakları mücadelesinde neyi referans alır? İslami mücadele içerisinde varoluşunu tanımlayan bir kuruluş mu yoksa herhangi bir sivil topum kuruluşu mu? Öncelikle bu konuyu önemsediğiniz için teşekkür ediyorum. Mazlumder 90’lı yıllarda kuruldu. Gerçekte bir ihtiyaca binaen kurulmuş bir dernek. Sebebine gelince, derneği kuranlar, Türkiye’de Müslüman kesimle ilgili haklar konusunda pek hareket edilmediğini görüyorlar. O dönemde gözaltılar, işkenceler, başörtü sorunları, faili meçhuller, cezaevine atılan insanlarla ilgilenmek gibi sorunlar var. Bundan dolayı Müslüman camiadaki insanlar bir araya gelerek böyle bir dernek kurmanın gerekliliği üzerinde tartışıyorlar. Uzun uzun tartışmalardan sonra İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği şek42 •Mayıs’17

linde bir oluşum gerçekleşiyor. Derneğin referansları nedir diye baktığımızda, bugüne kadar arkadaşlarımızın vurgu yaptığı şey Hilfu’l Fudûl’dur. Hilfu’l Fudûl neden referans alınıyor? Peygamber Efendimiz diyor ki: “Gençliğimde Abdullah bin Cud’a’nın evinde toplantıya katıldım. İşte o toplantıya bugün de çağırılsam giderim.” Peki bu toplantının gündemi nedir? Mekke’ye ticaret için veya başka bir vesile ile gelen insanların malı alıkonuluyor, mesela kadınları alıkonulabiliyor. İşte bu sebepten Mekke’deki aklı başında olan insanlar, böyle bir gidişatın doğru bir şey olmadığını, ilerleyen zamanlarda kimsenin Mekke’ye gelip gitmeyeceğini, dolayısıyla bunun önüne geçilmesi gerektiğinin istişaresini yapıyorlar. Hz. Peygamber’in de içerisinde bulunduğu Mekke’nin ileri gelen insanları kendi aralarında bir ahit yapıyorlar. Böylece birbirlerine yemin ediyorlar: “Haksızlık yapan kim olursa olsun denizlerin suyu kuruyana kadar onunla mücadele edeceğiz.” Hilfu’l Fudûl (Erdemliler Sözleşmesi) gerçekten güzel işler yaptı. Mazlumder tabi ki ilahi vahyi referans alır. Uluslararası sözleşmeler, yapılan anlaşmalar, bütün bunların hepsi bizim için referanstır. İslami mücadele içindeki varoluş nedeni ile ilgili şöyle söylenebilir: Mazlumder’i oluşturan irade tabi ki Müslüman iradesidir. Çünkü o gün derneği kuran insanlar tevhidi aidiyetlerini esas almışlardır. İlkesi ve sloganı da açık ve nettir: “Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana.” Bizim referanslarımızdan ve medeniyet havzamızdan süzülerek ortaya çıkan sloganlar. İlke olarak da benimsemiş ve bunun


Karantina doğrultusunda insan hakları mücadelesini verilmeye çalışılmıştır. Benim kanaatim hak mücadelesi tevhidi mücadelenin bir parçasıdır. Kendi referanslarımıza baktığımızda hak mücadelesi tevhid mücadalesinin içerisindedir. Peygamberlerin hayatlarına baktığımızda önce insanları tevhide çağırıyorlar sonra da toplumun içindeki haksızlıklar neyse onlarla mücadele ediyorlar. Dolayısıyla Mazlumder tüm insanların haklarını savunur ama kendi kimliğinden feragat etmez. Müslüman kimliği ile insan haklarını savunur. Hiçbir zaman mazlumun kimliği ile aynılaşmaz. Mesela bir gayri müslim haksızlığa uğramışsa onun hakkını Mazlumder savunur. Fakat onun hakkını savunmak için gayri müslim olması gerekmez. Biz kendimizi Müslüman ümmetin bir kurumu olarak kabul ediyoruz. Genelde maddi manevi desteğimiz de bu kesimden geliyor. Dolayısıyla İslami mücadele veren arkadaşların bize nasıl baktıkları artık onları ilgilendirir. Biz bu açıdan ayrım yapmıyoruz. Bütün insanların hakkını savunuyoruz. Dinin korunması, aklın korunması, malın korunması, neslin korunması ve canın korunması. Bu ilkeler dâhilinde bütün insanların dokunulmaz olduğunu düşünüyoruz. Biz ismetin ademiyet ile olduğuna inanıyoruz. Mazlumder’de değişimi zorunlu hale getiren etkenler nelerdir? Mazlumder şuan çeyrek asrı geride bırakmış bir dernek. Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen ama hak ve adalet paydasında birleşen insanlardan oluşan bir platform. Değişik okumalardan gelen insanların aynı zamanda siyasi fikirleri de farklı olabilir. Tabii Türkiye’de hak ihlalleriyle ilgili olaylar, hangisi ne kadar can yakarsa bütün platformları etkiliyor. Bir zamanlar başörtüsü ve kılık kıyafetle alakalı yasaklar bu manada oldukça etkiliyordu. Mesela Kürt sorunu çok can yaktığı zaman o daha etkin oluyor ve öne çıkıyor. Fakat bizim arkadaşlarımızın dikkat ettikleri şey mazlumun kimliğiyle aynılaşmadan bu mücadeleyi yapmaya çalışmalarıdır. Dolayısıyla bu, geçmişte bazı kırgınlıklara sebep olmuş. Mesela bir tarihte İslami mücadele için baskın olunması isteniyor fakat bu kabul edilmiyor ve bazı arkadaşlar ayrılıyorlar. Kürt sorununda kırılma yaşanıyor. Bizi asıl bu noktaya getiren şey genel merkezin veya bazı şubelerin açıklamalarının bizim ilkelerimize ve tarafsızlığımıza uygun durmayışı. Kendi içimizde mağduriyetlerin yaşandığını, istişarelerin eksik yapıldığını gördük. Bu gerekçelerden dolayı bizim mevcut yönetimimi-

zin tüm uyarılarına rağmen sonuç alamayınca olağanüstü genel kurul istedik ve tüzük neyse onu işletelim dedik. Burada da aramızda ihtilaf çıktı. Sebebi de şuydu: Bizim tüzüğümüzde olağanüstü genel kurulu istemek için üyelerin beşte biri diye bir ibare var, biz bu üyelerden maksadın delegeler olduğunu iddia ettik ve onun için delegelerin yarısının imzasını genel kurula taşıdık. Çünkü genel merkezin delegeleri var üyeleri yok. Fakat genel merkezdeki arkadaşlar bunların üyeler olduğunu söyledi. Türkiye’de yedi bin üyesi olan Mazlumder’in beşte biri imzasıyla genel kurulu isteyebilirsiniz dediler. Talebimizi reddederek mahkeme yolunu gösterdiler. Biz de mahkemeye başvurduk. Mahkeme bir yıl sürdü. Mahkeme bizim lehimize karar verdi ve üç arkadaşımızı görevlendirdi. Böylelikle usulüne uygun olarak olağanüstü genel kurul toplandı ve yönetim değişti. Tabi genel kurul yönetimi değiştirirken bir takım tüzük değişikliği de yaptı. Genel merkezin İstanbul’a alınması ve bazı şubelerin kapatılması kararlaştırıldı. Sadece doğu şubeleri değil batı şubeleri de kapatıldı. Adı şube olan birçok şube, şubelik vasfını yitirmişti. Bazı şubeler de rapor hazırlarken raporların dilini politize eden, yanlı beyanatlarda bulunan, tanık ifadelerini çarpıttıkları için kapatıldı. Siyasi partilere yakınlaşma da dahil mi? HDP’nin açıklamalarıyla aynılaştığını görmeye başladık çünkü. Mazlumder başından beri hiçbir partinin bileşeni değildir. Bazı hak mücadeleleri vardır, bir sendikayla birlikte hareket edebilirsiniz, sivil toplum kuruluşları ile yapabilirsiniz ama bir siyasi parti olduğunda görüşü ne olursa olsun ortak bir açıklama yapmayı, aynı bildirinin altına imza atmayı ilkesel olarak doğru bulmuyoruz. Zaten bu, açık ve net bir şekilde yeni tüzükte bir madde olarak yer aldı.

Mayıs’17 • 43


Karantina

Sol marjinal örgütlerle işbirliği halinde olan insan hakları kuruluşlarıyla ortak faaliyet yapmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Körfez krizlerinde savaşı durdurmak için bütün insanları ilgilendiren konularda Mazlumder bu tür örgütlerle birlikte çalışmıştır. Ama daha sonra gayri ahlaki bulduğumuz insan neslinin geleceğini tehdit eden eşcinsel vb. örgütlerin birleşeni olan hiçbir platformda kesinlikle bulunmuyoruz. Örgütün adı değil önemli olan bir insan hakkını savunmakla ilgiliyse bu konuda biz herhangi bir sınır koymayız. Gezi olaylarından sonra bir platformun İstanbul şubesinde Gezi ile ilgili açıklaması olmuştu. Bundan dolayı alınan tepkiler değerlendirildi. Biz bundan sonra İstanbul yönetimi olarak bu tür derneklerle, platformla hareket etmek yerine tek başına açıklamalarımızın daha doğru olduğuna karar verdik. Burada şöyle bir şey de var; ülkemizde insan hakları anlayışı çok zayıf. Sizin insan hakları ihlali olarak gördüğünüz bir şeyi başkası bu şekilde görmüyor olabilir. Dolayısıyla bu konuda duyarlı olan kim varsa -düşüncesi önemli değil, gerçekten amacı hak ihlaliyse ve bizim kriterlerimize aykırı değilse- birlikte faaliyet yapmak için önümüzde bir engel yok. Bu kriterlerde, kimin finanse ettiğine, ne yaptığına, kime neye hizmet ettiğine dikkat ediyoruz. 2013’ten itibaren artık şöyle bir algı var: Biri size biz hak adalet arayışı içindeyiz deyince mutlaka bunun arkasında olmamız gerekiyormuş gibi bir söylem gelişti. Hak, adalet, özgürlük; bunlar erdemli hayatın kavramlarıdır. Bu kavramların bir grup tarafından istismar edilmesini doğru bulmuyoruz. Hak, adalet ve özgürlük herkes için samimi bir şekilde istenmelidir. Biz zaten bu iddia ile varız. Ama bu kavramların manipüle edilerek kullanılmasına kesinlikle kar44 •Mayıs’17

şıyız. Özgürlükten ne anlıyoruz? Özgürlük behimi arzuları ve şehveti serbest bırakmaksa bu özgürlük değildir. Özgürlük aslında insanın kendi onurunu korumasıdır. “Adalet sadece bizim taraftakilere adalet olsun, diğeri beni ilgilendirmez.” diyemeyiz. “Hak sadece benim hakkım.” diyemeyiz. Bu kavramların doğru kullanılması gerektiğine ve bunun mücadelesinin doğru verilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bundan sonraki Mazlumder nasıl olur derseniz, biz açıklamalarımızda fabrika ayarlarımıza döneceğimizi söyledik. Peki bu ne demek oluyor? Biz üye tabanlı bir derneğiz. Bizim üyelerimizin siyasi görüşleri veya İslami düşüncesi ne olursa olsun hak ve adalet platformunda üyelerimizle buluşuyoruz. Bu hissiyatı paylaşmak isteyen herkes bu platforma üye olabilir. Belli bir siyasi anlayışı öne çıkarıp diğer görüşleri yok saymayı reddediyoruz. Nasıl ki üyelerin ortaklaşmasını önemsiyorsak yönetimin ortaklaşmasını da önemsiyoruz. Derneğin kendi kararlarını mutlaka istişare ile alması gerektiğine inanıyoruz. İktidara veya muhalefete yakın olmak gibi bir derdimiz yok. Sadece hakka şahitliğini yapan Mazlumder diyoruz. Mazlumder mümkün mertebe dilini insan hakları dili olarak kullanır. Herhangi bir siyasi söyleme destek vermek yerine siyasi beklenti hissetmeden doğru neyse onun şahitliğini yapar. Mazlumder hiçbir kürsünün sözcüsü değildir, bütün kürsülerin söz hakkını savunur. İnsanlar zaten buna güvenerek destek veriyorlar. Mazlumder her siyasi olaya açıklama yapan değil de daha çok sahada çalışıp raporlar hazırlayan dernek olsun istiyoruz. Bu konuya duyarlı olan herkesin yardım ve desteğini bekliyoruz. Öteki yönetimden farkımız bu olacak diyorsunuz yani? Kimseyi suçlamak istemiyorum ama bu ilkelerden vazgeçilmemesi gerektiğine inanıyorum. Mesela Türkiye’deki siyasi çekişmelerin bir tarafı olduğunda Mazlumder, maalesef fotoğrafı eksik görür. Bütün olarak görmesi gerekirken eksik görür. Gerek ülke de gerekse ülke dışında mesela uluslararası camiada İslam dünyasında, Avrupa’da Amerika’da bir sürü insan hakları ihlalleri var. Sadece Türkiye’de ki, bir soruna takıldığımızda bunları göremiyorsunuz. Hepsini kuşatmaya çalışmalıyız. Bundan önceki süreçte Mazlumder farklı toplumsal kesimlere karşı gerçekleşen insan hakları ihlallerini göz önünde bulundurdu. -Si-


Ropörtaj zin bahsettiğiniz süreçten dolayı veya eski kadMazlumder’in İran devletine bakışı nedir? rodan dolayı olabilir- özellikle bazı gruplara Kudüs gününün artık İran rejiminin propagankarşı gerçekleşen mevzuları da siyasi sebeplerle da aracı olduğu ayan beyan ortada iken Mazbağdaştıracak şekilde sürekli gündeme getir- lumder Kudüs günü kutlamalarına destek veremişti. Ama İslami kesime karşı sol ve marjinal cek mi? örgütler tarafından gerçekleştirilen olaylarda Mazlumder devletlerin rejimlerine bakmaz. “Evet böyle bir şey oldu arkadaşlar biz de buna Oradaki halkın temel haklarının korunup korunmakarşıyız.” deyip geçiştirdiler. dığına bakar. Kudüs her şeyden önce bütün MüsDiyelim ki Mazlumder’in bir kesimi bu şekil- lümanların meselesidir. Sadece İran’ın değil. Tabi de düşünüyor hâlbuki biz İstanbul şubesi olarak ki İran’ın Suriye meselesinde rejimi desteklemesini kesinlikle böyle davranmadık. hiçbir zaman doğru görmedik Adil durmaya çalıştık, adil olave her fırsatta eleştirdik. Belki nı ortaya koyduk, ama bizim genel merkez ve genel başkan Mesela diyelim ki okuyucularımıza veya izleyibu manâda çok net bir şekilde Kudüs gününde İran bunun cilerimize hitap eden medya İran’ı muhatap alan bir kınamapropagandasını yapıyorsa biz de dahil Mazlumder’in hayı yapmadılar ama biz bunu her propagandayı elbette doğru berini hiç yapmıyorsa ve sizin fırsatta dile getirdik. bulmuyoruz ama mutlaka eleştirdiğiniz kesim MazlumMesela, Kudüs gününde özgün bir şekilde Kudüs’ün der ne derse hemen onu manİran gerçekten kendi propagandramını, oradaki haksızlıkları şete taşıyorsa herkes o medya dasını yapıyorsa bunu elbette dile getiren bir günün olması üzerinden Mazlumder’i okudoğru bulmuyoruz ama mutlagerekiyor. Yani bir rejimin maya başlıyorsa burada taraflı ka özgün bir şekilde Kudüs’ün değil gerçekten oradaki davranan medya sorunu var mazlumiyetini, oradaki haksızinsanların dramını dile demektir. Bizim kesime hitap lıkları dile getiren bir günün olgetirecek bir şey olması lazım. eden medyanın, Mazlumder’i ması gerekiyor. Yani bir rejimin Mesela burada Kudüs günü genel merkeze bakarak ötekideğil gerçekten oradaki insanyapacağız Allah izin verirse. leştirmesinin getirdiği bir şey. ların mağduriyetini dile getire17 nisanda tutuklularla ilgili Yoksa İstanbul şubesinin sitecek birşey olması lazım. Mebasın açıklaması olacak. sine girerseniz birçok olaya ilsela her yıl 17 Nisan Filistinli Filistin’deki insanların hak kelerine uygun tepki verdiğini Esirler Günü’dür. Allah izin mücadeleleri, Cezayir’deki görürsünüz. Genel merkezin verirse, 17 Nisanda tutuklulartutuklu insanların işkenceleri, yanlış bulduğumuz açıklamalala ilgili Mazlumder’in basın uğradıkları haksızlıkları rına karşı açıklamalar da yapılaçıklaması olacak. Filistin’deki sürekli gündemimizde mıştır. Genel merkez, ilkelerine insanların hak mücadeleletutmamız grekiyor. Ama aykırı hareket ediyor, sol basın ri, Cezayir’deki, Eritre’deki Kudüs’ün haklı mücadelesini vs. gündeme taşıyor ama bizim tutuklu insanların maruz kalkimsenin kendi politikasına açıklamalarımıza gelince bizim dığı işkenceleri, uğradıkları araç yapılmasını doğru okuyucularımızın izlediği medhaksızlıkları sürekli gündebulmuyoruz. ya buna sessiz kalıyor. Burada mimizde tutmamız gerekiyor. aslında sosyolojimize hitap Ama Kudüs’ün haklı mücadeeden medyanın tutumunda da problem var. Peki ne lesini kimsenin kendi politikasına araç yapmasıolması gerekir? Bence doğru şey şudur: Hakikaten nı doğru bulmuyoruz. Bu bir manipülasyon olur. hak ve adaleti önemseniyorsa ve bu konuda birşey söyleniyorsa bunun kamuya taşınması gerekir. MeSon olarak komuoyuna göndermek istediğisela Suudi Arabistan Şii bir alimi, İran Sünni in- niz bir mesaj var mı? sanları idam ettiği zaman tepki gösterdik. Çünkü Bundan sonraki Mazlumder’in taraflı siyasi her ikisinin bu idamları adil yargılama ve savunma açıklama yapmak yerine raporlara çalışan, raporhakkına riayet ettiğinden şüphe ediyoruz. Dolayı- larını açıklayan bir dernek olmasını istiyoruz. Bu sıyla kim ideolojik tutum takınırsa biz tepkimizi konuda duyarlı olan herkesin desteğini bekliyoruz. aynı şekilde gösteririz. Mayıs’17 • 45


Ropörtaj

Kaya Kartal ile Mazlumder’de Yaşanan Son Olayların Hukuki Yönünü Konuştuk Röportaj: Dücane DEMİRTAŞ - Uğur DEMİREL

M

azlumder’de yaşanan son süreçte, Olağanüstü Genel Kurul talebi reddedilince konu mahkemeye taşınmış ve mahkeme Olağanüstü Genel Kurul’un yapılmasına hükmetmişti. Mazlumder adına süreci takip eden avukatlardan ve mevcut genel sekreterlik görevini yürüten Av. Kaya Kartal ile yaşanan sürecin hukuki boyunu ele aldık. Değişimi zorunlu kılan nedenler üzerinde durduk. Nasıl bir süreç yaşadık? Nasıl şube kapatma durumuna geldik? Neler yaşandı? Hukukî süreç nasıl devam ediyor? Bizi neler bekliyor? Mazlumder 1991 yılında kurulmuş bir insan hakları derneği. İslamî tecrübenin, Türkiye’deki İslamî hareketin belli bir olgunluk çağına işaret eden bir kurum. Birtakım ihtiyaçlar dolayısıyla artık kendini dayatan bir olgu olarak kuruluyor, çünkü özellikle 80 darbesi sonrasında öncesindeki Türkiye’de Kemalist baskının görece azalmasıyla birlikte başlayan ve entelektüel olarak da gelişen İslami düşünce 80 darbesi sonrası yoğun okumalar neticesinde belli bir ivme kazanıyor. Tabi yine 80 darbesi ve sonrasındaki bu ivmeyle birlikte ceza evleriyle tanışma ve birtakım ihlallerle, Müslüman kimliğiyle doğrudan tanışma süreçlerini beraberinde getiriyor. Gerek cezaevlerindeki Müslümanların tartışmaları gerek dışarıdaki insanların bu anlamda yürüttükleri tartışmalar neticesinde tek bir cemaate ait değil, camianın tamamına hitap eden, tamamı-

46 •Mayıs’17

nın ihtiyaçlarını karşılaması gereken bir insan hakları derneği fikri doğuyor. Ve hakikaten de geniş bir taban içerisinde fiili olarak yüzlerce, resmi olarak da 54-55 civarında hemen her meslekten kurucusu olan bir dernek ortaya çıkıyor. Bir insan hakları derneği olarak ortaya çıkıyor. Kuruluş amaçları da bu anlamda baktığımızda alabildiğine geniş. Yani tek bir alana odaklanmış ya da tek bir gruba odaklanmış bir amaç değil. Dünyanın neresinde olursa olsun zulmü önleme, mazlumun yanında durma, onun haklarını savunma iddiasıyla ortaya çıkan bir kuruluş. Ve neticede 1991 yılında kurulup faaliyete başlıyor. Faaliyete başladığı andan itibaren çok yoğun gündemlerin içerisine girmiş oluyor ki Türkiye’nin 90’lı yılları çok yoğun ihlallerin yaşandığı bir sürece tekabül ediyor. Sonrasında 28 Şubat süreci yine bir yoğunluk içerisine sokuyor. Aslında Mazlumder geniş düşünsel tartışmalar yapmaya bu anlamda çok fırsat bulamıyor. Sürekli bir iş üzerinde kalmak durumunda. Kürt meselesi, Müslümanların 28 Şubat sürecinde yaşadığı başörtüsü meselesinden tutun imam hatiplere kadar çok yoğun bir işle baş başa kalıyor ta ki AK Parti kurulduktan sonra biraz rahatlamaya kadar. Tabi yine birtakım ihlaller, problemler devam ediyor. O süreç boyunca itirazlarımız devam ediyor. 2008- 2009’lara geldiğimizde artık doğal olarak iktidara dönük de bir itiraz dili, daha doğrusu iktidarlara dönük zaten genel dil ama artık kendi camiasından kendi üyelerinin


Gündem de içerisinden çıktığı camiadan bir hareket olarak AK Partiye dönük itirazlar başlıyor. Bu itirazlarda aslında görüyoruz ki bu süreç içerisinde -ki bugün de bunu görebiliyoruz- gerçekten Mazlumder’in durması gereken yerde söylediği sözler ise karşılık buluyor. Hem camia içerisinden hem itiraz ettiğimiz iktidar içerisindeki kişiler karşısında bir karşılık buluyor. Bir düzeltme işlevi görebiliyor bu dil. Samimi bir eleştiri... Samimi ve gerçekten Mazlumder’in durması gereken yerden ve söylemesi gereken şekilde söylenmiş bir söz ise. Şöyle diyebilir miyiz, 2003 yılına kadar gelen süreçte iktidar Mazlumder’in yaptığı eleştirileri dikkate alıyordu. Yer yer tabi, malum iktidarlar eleştirileri çok sevmez, bütün iktidarlar için geçerlidir bu. Ama o tarihe kadar Mazlumder kendisini böyle bir politik taraf haline getirmeden, getirmeyene kadarki süreçte söylediği sözün bir ağırlığı var. Hem muhalefet ettiği kişi ya da kurumlar nazarında hem de haklarını savunduğu insanlar ve çevreler nazarında. Ama biz bunun özellikle Ayhan Bilgenlerle başlayan süreçlerle birlikte, tartışmalarla birlikte sürekli bir aşınmaya doğru gittiğini gördük. Yani bu sürekli aşındı maalesef. Biz buna içeriden çok uzunca bir süre itirazlarımızı dile getirdik. Bugün yaşadığımız süreçte de aslında biz 2006-2007 döneminde de benzer bir sürece doğru evirilmişti Mazlumder. O dönem masaya oturuldu ve uzlaşma ile yine kendi içerisinden kurum toparlamaya çalıştı. Cevat Özkaya Abi ile Ayhan Bilgen ortak başkanlık şeklinde bir süreç yürüttü. Yani bir dönem birisi, bir dönem diğeri şeklinde. Bir tür uzlaşma diyebileceğimiz bir süreçle atlatılmaya çalışıldı o dönem ama maalesef daha sonra tekrar aynı sancıları, aynı sıkıntıları yaşamaya devam ettik. Mümkün mertebe içeride tutmaya çalıştık bu problemleri, kurumun kimliği ve

mücadelesi zarar görmesin diye. Ancak en son 2015 sonrasında biz artık bunu taşıyamayacağımızı gördük. Bu yaşanan tartışmayı içeriden sessiz kalarak yürütemeyeceğimizi gördük. Çünkü kurum ciddi anlamda bir kimliksiz olarak hem bir aşınmaya doğru eviriliyordu, amaçlarından uzaklaşıyordu hem de gerek mazlumların gözünde gerek kendi üyelerinin gözünde ciddi bir kimlik bunalımına doğru eviriliyordu maalesef. Tabi burada şunu söylemek lazım “Kürt sorunuyla ilgilendiği için böyle oldu.” gibi bir şey ya da “iktidarı eleştirdiği için” böyle bir şey olmadı. Ama gerek Kürt meselesine gerek diğer meselelere sahip çıkarken ya da iktidara muhalefet ederken durması gereken insan hakları dili ve hakemlik pozisyonunu bozarak bir tür muhalefet partisi haline gelerek bunu aşındırdı. Neticede 2015’in sonlarına geldiğimizde biz artık bu şekilde bir devamlılığın söz konusu olamayacağını gördük. Ve normalde tüzüğümüzde delegenin 1/5’inin imzasıyla olağanüstü genel kurul yapma imkânı bulunmasına rağmen, biz neredeyse delegemizin yarısının imzasıyla bir genel kurul talebinde bulunduk genel merkezimizden. Bu talep birtakım argümanlarla kabul edilmedi. Delegenin imzası yeterli değil, bütün üyelerin –ki yaklaşık 7-8 bin üyemiz vardı bizim- 1/5 imzasıyla gelmeniz gerekir gibi bir yoruma gidildi. Biz arkadaşlara dedik ki “Sizi seçen kişiler delegeler, yani mantıken de hukuken de sizi seçen bunlar olduğuna göre, sizin genel kurulunuzun tekrar yapılması için olağanüstü olarak yapılması için de talepte bulunma hakkı olanlar bunlar. İşi yokuşa sürmeyin, kırılmaya gidecek mesele ve bu iş kırılmaya giderse bir daha ortak iş yapma zemini de bırakmamış olursunuz, yazık edersiniz derneğe”. Başta eski Genel Başkan Ahmet Faruk Ünsal olmak üzere ekibi maalesef bu yanlış yaklaşımı devam ettirdiler. Ve neticede bize son sözleri şu oldu “gerekiyorsa mahkemeye gidin.” Yani bize mahkeme kapısını gösterdiler. Evet bu gerekiyordu, neticede kendileMayıs’17 • 47


Gündem rini seçen delegeden daha fazla bir delegenin imzası gerekiyordu çünkü yaklaşık 150 kişiyle son genel kurulda seçilmişti genel başkan GYK (genel yönetim kurulu) ve biz de GYK’nın içerisindeydik zaten azınlık da olsak. Ondan daha fazla taleple ve tüzükte gösterilen 1/5 oranının çok üzerinde bir taleple genel merkezden olağanüstü genel kurul istenmesine rağmen kabul edilmedi. Ve bize de mahkeme yolu gösterildiği için mahkemeye gidilmek zorunda kaldı. Davayı açarken Ramazan Bey adına dava açıldı, yani üyelerden herhangi biri dava açabiliyor. Kendisi dava açtı, onun adına dava açıldı ve davayı açtığı zaman dilekçede üç tane isim gösterdi yine tüzük ve kanun gereği bu yapılmak zorunda. İşte ben olağanüstü genel kurul istiyorum, genel merkez bunu hususi olarak reddetti, onun için ey mahkeme olağanüstü genel kurul için üç kişi ata. Yine dernek içerisinden üç kişi görevlendir ve bunlar derneğimizi olağanüstü genel kurula götürsünler. Yani bu üç kişiye yüklenen rol genel kurul çağrısı yapmak, gündemi belirlemek vb. Neticede bu davaya da alakalı alakasız bir sürü gerekçeyle itiraz ettiler. Yaklaşık bir yıl sürdü maalesef, normalde hızlı bir şekilde görülmesi gereken bir dava olmasına rağmen Türkiye’deki genel yargı problemleri malumunuz ve sonrasında 15 Temmuz darbe girişimi ve benzerlerinin oluşturduğu yoğunluk dolayısıyla gecikti süreçlerimiz. Neticede biz davayı sanıyorum 2016 Mart döneminde açmış olmamız lazım, işte 2017 şubat-mart döneminde karar çıktı. Lehimize çıktı, evet dedi mahkeme ‘Tüzük gereği şu kadar imza yeterliyken bunun çok üzerinde imza ile genel kurul talep edilmiş ve genel merkez de bu talebi usulsüz olarak reddetmiş, onun için ben genel kurul yapılmasına karar veriyorum.’ Dedi ve dilekçede gösterilen üç kişi içerisinde ben vardım, Leyla Demir vardı eski genel sekreterimiz ve Ramazan Tekeş diye eski MYK üyesi arkadaşımız, üçümüz aynı zamanda hem GYK’daydık hem MYK’daydık zaten. Ahmet Faruk Ünsal yönetiminde de bulunduk biz. Ve bizleri mahkeme çağrı heyeti olarak atadı. Tabi bunu yine çarpıttılar, manipüle ettiler. Mahkeme heyeti bize kayyum atadı, derneğe kayyum atadı, dernek kayyum eliyle yönetilecek falan gibi bir çarpıtma içerisine girdiler. Bu da çok ahlaki değil işin esası. Onlar da gayet iyi biliyorlar ki atanan kişiler dernek içerisinden kişiler ve yine gayet iyi biliyorlar ki niyetleri yönetmek değil tamamen seçim sürecini dü48 •Mayıs’17

zenlemek üzere çağrıyı yapmak, toplantı mekanını ayarlamak ve toplantıyı başlatmak. Toplantıyı başlattığımız anda bizim görevimiz bitti. Divan, genel kurul ve seçilen yeni yönetim görevi devraldı. Ama işte bu tür çarpıtmalarla sürece yaklaştılar. Biz tabi görevi aldıktan sonra tüzük gereği bir ay içerisinde çağrımızı yaptık ve 19 Mart itibarıyla genel kurulumuzu yaptık. Genel kurulda yeni yönetim seçtik. Yeni bir GYK seçtik, yeni bir genel başkan seçtik Ramazan Beyhan genel başkanımız oldu. Ayrıca birtakım tüzük değişiklikleri yaptık. Burada önemine binaen genel merkez İstanbul’a taşındı. Bugüne kadar Ankara’daydı genel merkezimiz. Bununla ilgili de çok sıkıntılar yaşadık bugüne kadar. Malum İstanbul hem kozmopolit bir şehir hem Türkiye’nin genel pozisyonunu yansıtan bir şehir. Yani nüfus anlamında da ırksal dağılım anlamında da dinsel dağılım anlamında da her türlü ortalamasını bulabiliyorsunuz İstanbul’da. Fiili olarak zaten bir genel merkezlik vasfı vardı eskiden beri İstanbul’un bunu biz resmileştirmiş olduk aslında. Genel merkezi İstanbul’a aldık. İkinci olarak bu süreçte birtakım şeyler yaşadık. Gerek GYK’daki diğer arkadaşlarla gerek bu arkadaşları destekleyen şubelerle birtakım sıkıntılar yaşadık. Bunların dernek içerisinde dahi adaleti gözetemediklerini gördük. Çok açık bir şekilde her şey ortada olmasına rağmen apaçık bir talebin nasıl yok sayıldığını gördük. Bu bahse konu şubelerle çalışamayacağımız ortaya çıkmıştı. Bizim de zaten bu işe başlarken kanaatimiz biz eğer bu süreci yürütüp başarılı olursak, derneği rayına oturtup kuruluş ilkeleri çerçevesinde mücadeleye devam edeceğiz. Ama bu olmazsa artık bizim bu arkadaşlarla kapattığımız şubeler ve karşımızda duran diğer GYK üyeleri, bunlarla zaten artık ortaklaşma beraber iş yapma vasatımız kalmadı. Onun için biz bırakıp çekileceğiz, artık bu dernek çatısı altında faaliyet yürütmeyeceğiz diye onlara da deklare etmiştik aslında, kendi aramızda da böyle bir kararımız vardı. Neticede geldiğimiz süreçte bu davayı kazanmakla birlikte olağanüstü genel kurul yaptık ve bu süreci başarıyla atlattıktan sonra kendi sürecimize başlamış olduk. Sıfırdan tekrar kuruluş amaçları çerçevesinde mücadele azmine girmiş olduk. O arkadaşlarla zaten çalışma ortamımız, çalışma imkânımız kalmamıştı. Çünkü özellikle son iki yılda dernek içerisinde öyle şeyler yaşadık ki. Sadece bu saydığım hususlar dışında, insanların birbirine,


Gündem yöneticilerin birbirine hakarete varan yaklaşımlarda cümlelerde bulunmasından tutun şiddete varan birtakım problemlere kadar kötü şeyler yaşadık. Bir şekilde bu ayrışmanın yaşanması gerekiyordu, yaşanacaktı da zaten. Tabi orada da birtakım manipülasyonlar gündeme getirildi. Mazlumder’in doğu şubeleri vurgusuyla Kürt şubeleri kapatıldı, doğu şubeleri kapatıldı gibi bir vurgu kullanıldı. Halbuki kapatılan şubelerin isimlerini alt alta yazdığımızda içlerinde Kocaeli, Sakarya, İzmir, Bursa gibi şubelerin de var olduğunu görebilir herkes. Yine kapatılmayan şubelere baktığımızda Adıyaman, Mardin, Ağrı, Malatya gibi şubelerimizin var olduğunu görebilir herkes. Burada başından beri bir iyi niyet söz konusu olmadığı için yapılan her şey çarpıtılarak bir kamuoyu algısı üzerinde, klasik sol propaganda diyebileceğimiz yöntemlerle karşılık buldu. Ama biz temelde şu vurguyla hareket ettik: Ne olursa olsun bu mücadele gerek kendi içerimizde gerek camiaya da ahlaklı şekilde yürütülen bir mücadeleydi algısı oluşturulmalıdır, başından beri hep bunu vurguladık. Onun için mümkün mertebe tartışmada belli bir düzeyde kalmaya çalıştık, belli ilkeleri korumaya çalıştık, bunun altına inmemeye çalıştık. Elimizde belki söyleyeceğimiz çok şey var, karşılık olarak ifade edebileceğimiz bir sürü örnek var. Bunları kullanmamayı tercih ettik. Çünkü neticede biz bunları kullandığımızda dernek zarar görecek, bu kurumsal kimlik zarar görecek. Bu camianın kazanması gereken ya da bu camianın koruması gereken tartışma üslubu zarar görecek. Onun için birçok şeye de cevap vermedik. Yani hakkımızı saklı tuttuk cevap vermedik. Belli bir seviyenin altına düşmemeye çalıştık, belli bir seviyeyi korumaya çalıştık. Bazı şeyler bu anlamda eksik kalmış olabilir. Bir kısmını yine de kendi içerimizde tutacağız neticede yapacak bir şey yok diyoruz. Süreç böyle gelişti ve dediğim gibi genel merkezi İstanbul’a aldık, belli şubeleri kapatmak durumunda kaldık. Şimdi de 21 Mayıs’ta olağan genel merkezin olağan genel kurulunu yapacağız. Sonrasında da inşallah tekrar önümüze devam edeceğiz kuruluş ilkeleri çerçevesinde. Şube kapatma gündeminde Bingöl şubesi ile ilgili birtakım şeyler oldu. Bingöl’ de şube var mıydı yok muydu, neden kapatıldı diye birtakım tartışmalar yapıldı. Belki bu da dile getirilebilir. Bahsettiğim olağanüstü genel kuruldan bir yıl önce genel

merkeze, olağanüstü genel kurul çağrısı yaptığımız toplantıda bu talebimiz de kabul edilmeyince GYK’nın meşruiyetini yitirdiğini söyleyerek toplantıyı terk etmiştik. Nevşehir’de yaptığımız bir toplantıydı ve biz o toplantıdan ayrıldıktan sonra birtakım kararlar alındığını öğrendik. Sonradan kapattığımız Muş ve Bingöl şubelerinin kurulma kararının alındığını gördük. Muş, Bingöl ve Bitlis şubelerinin kurulma kararı. İstanbul’da Anadolu yakasında ikinci bir şube açılması kararının alındığını gördük ki burada o şubeleri açmak üzere görevlendirilen kişilerin de belli gençlik gruplarına takılan kişiler olduğunu, birçoğunun Mazlumder’in kapısından bile geçmemiş kişiler olduğunu gördük. Yani Mazlumder İstanbul şubesi üzerine operasyonel bir tavır gördük biz açıkça. Bahsettiğim üç tane ayrı şube açıldığı ve sonraki kararlar da bize hiç gönderilmediği için o arada başka şube açma girişimleri oluyor mu olmuyor mu bunları da bilmiyoruz. Neticede böyle bir süreç yürüttüler. Bunu yapmalarının nedenleri de olağan ve olağanüstü genel kurullarda delege sayılarını arttırmak. Çünkü açılan her şubeyle birlikte genel merkez en az on delege kazanmış oluyor. Şimdi böyle bir sürece girdikleri için doğal olarak böyle bir kapatmayla karşı karşıya kaldığında bu şubeler, o süreçte kurulan şubelerin kapatılması gerektiği açıktı zaten. Bunu öngörmemeleri mümkün değil arkadaşların. Tabi orada şubelerin kurulmasına katkı sağlamış insanların bir günahı yok, onlar bu iç tartışmaların farkında değiller. Ama dernek içerisinde böyle bir olağanüs-

Mayıs’17 • 49


Gündem tü genel kurul gündemi söz konusuyken arka kapıdan şubeler açmaya çalışmak, kimseye danışmadan ve belli bir kitle üzerinden açmaya çalışmak zaten açıkça bir kötü niyete işaret ediyordu. Biz Bitlis ve Muş şubelerinin resmi olarak da kurulduğunu tespit etmiştik onun için kapatmak zaruriydi. Bingöl şubesiyle alakalı da dediğim gibi biz ayrıldıktan sonraki GYK’da alınmış bir karar, resmi olarak da bu karar duruyor zaten hâlâ. Şu riske girmek istemedik, biz olağanüstü genel kurulu yaptıktan bir gün sonra zaten kuruluş evrakları hazır olan bu şubenin Bingöl’de kurulmayacağının garantisi yoktu. Bunun farkında olduğumuz için de kapatılan şubeler içerisine o şubeyi de ekledik. O da bundan ibaret bir şey aslında, olmayan şubeyi kapattılar diye işin geyiğini yapıyorlar ama ciddi bir iş yapıyoruz. İnsan hakları mücadelesi veriyoruz. Ve insan hakları mücadelesi vermeye de devam etmek istiyoruz. Biz bu sürece girerken arkadaşlara dedik ki “Bize dernekçilik yaptırmayın. Biz burada insan hakları mücadelesi veriyoruz, enerjimizi buna harcamak istiyoruz. Bugüne kadar hep uzlaşarak yürümeye çalıştık bozmayın bunu.” Ama mahkeme kapısı gösterildikten sonra artık usul ve hukuki haklarımızı kullanmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Biz de bunları sonuna kadar kullandık. Yeniden şube açılacak mı kapatılan yerlerde? Örnek olarak veriyorum Diyarbakır gibi bir yerde Mazlumder şubesi olmaması düşünülemez doğal olarak. Ama sırf şubemiz olsun diye şube açılmaması gerektiğini ayn’el yakin olarak gördük. Bunun doğurduğu hataları, doğuracağı sıkıntıları bizzat gördük. Onun için tabi ki belli yerlerde şube açmak gerekiyor ama orada önce bir zemin kurulmalı. Orada gerçekten şubeyi yüklenebilecek bir ekip olmalı. O şubenin maddi yükümlülüklerini ve insan kaynağı yükümlülüğünü giderebilecek bir ortam söz konusu olmalı. Bütün bunlar sağlandıktan sonra belli yerlerde şubeler açılmalı tabi ki. Ama şunu da fark ettik, Mazlumder bir yardım kuruluşu değil. Bir yardım kuruluşu olmadığı içinde ne kadar fazla şubemiz olursa o kadar büyürüz gibi bir algıya girmemiz gerekmiyor. İnsan hakları derneği, belli ilkeler çerçevesinde ve belli bir dil çerçevesinde olgunlaşmış insanlarla yürütülmesi gereken bir mücadele. Onun için bu olgunluk, yeterlilik sağlanmadan orada şube açalım, şurada şube aça50 •Mayıs’17

lım gibi bir yaklaşıma girmemeyi en azından şu an mevcut yönetim olarak düşünüyoruz. Tabi ilerde ne olacağını Allah bilir. Ama bizim bugüne kadar yaşadıklarımız bu şekilde çalışmanın doğru bir yol olacağını gösteriyor. Dediğim gibi Diyarbakır’da tabi ki bir Mazlumder şubesi olması gerekir ama bunun olgunlaşmış bir zemin içerisinde olması gerektiği de olmazsa olmazımız artık. Mesela şubelerle alakalı yaşadığımız bir başka şey de şuydu, bazı yerlerdeki şubelerimiz maalesef fiilen kapalıydılar. Resmi olarak şubenin varlığı var ama yönetim kurulu toplantıları yapılmıyor, şehirler ve o şehirde gerçekleşen ihlallerle alakalı bile bir faaliyet yok. Genel kurulları bile zar zor yapılıyor. Şubeye ait bir ofis yok, şube çalışanı yok. Kapatılmış şubelerin yüzde doksanı böyleydi. Bunlar fiilen kapanmış şubelerdi. Bir kısmı da aktif görünüyor ama zaman içerisinde, neredeyse tek tip bir cemaatten oluşan insanlarca kotarılan bir şube haline bürünmüştü. Yani oraya başka insanların gidip şubede çalışma yapabilmesi, şubeye dahil olabilmesi, yönetim kademelerine çıkabilmesi neredeyse imkânsız hale getirilmişti. Bakıyorsunuz yıllardır aynı insanlar tarafından kotarılan bir süreç. Ya da aynı topluluğa yakın insanlar tarafından kotarılan bir tür cemaatleştirilmiş bir yapı haline gelmişti maalesef bazı şubeler. Ve o şehirden gerçekten insan hakları mücadelesi yürütebilecek, o entelektüel düzeye, o birikime sahip insanların şubeye gelip katkı sağlamasının önünde engel olarak duruyordu bu tür meseleler. Umuyoruz ki bundan sonraki süreçte bir şube kuracaksak da bu çeşitliliği, yani şehrin çeşitliliğini yansıtacak bir ekiple bu işler yapılır. Aksi halde cemaat yapılanması gibi bir hale bürü-


Gündem nüyor ki bu yanlış. Yine bazı şubeler alabildiğine hem o cemaate hem o siyasi partiye muhalefet etme politikleşmişti süreç içerisinde. Neredeyse bir parti kürsüsü olarak kullandılar. AK Parti’de defalarca dili kullanacak hale gelmişlerdi. Bu da yanlıştı, ne- aday olmuş, aday adayı olmuş, partiye girmek için ticede Mazlumder bir muhalefet partisi değil. Bir elinden geleni yapmış kişiler aradıklarını bulamaiktidar partisi gibi de davranamaz. Mazlumder’in yınca belediye başkanlıkları adaylığı il başkanlığı duracağı yer her türlü iktidar odağına karşı. Ki bu adaylığı gibi bir sürü bu süreçlere girmiş kişiler orakonuda da tartışmalarımız oldu zamanında. İktidar dan almak istediğini bulamayınca aşırı bir motivasdeyince hep devlete karşı ve devletten kaynakla- yonla dönüp burada o kurumlara çakmaya başlıyor. nan ihlaller üzerinden konumlanma gibi bir refleks Bu sakat bir düşünce. Çünkü Mazlumder ne bir zıpvardı bazı şubelerde ve genel merkezin bir kısım lama tahtasıdır ne birilerinin şahsi hesaplarını göreinsanlarında. Halbuki biz diyorduk ki tamam devlet bileceği bir yerdir. Burası Hakk’a şahitlik edilmesi gereken, zalimin karşısında bir iktidardır ya da devleti yödurulması gereken, mazlumun neten parti bir iktidar organıdır Aslında maalesef hakkının aranması gereken bir ama atıyorum Diyarbakır’da Mazlumder uzun bir yerdir. Eğer siz burayı bir tür Batman’da Bingöl’de Van’da müddet politik kürsü olarak atlama tahtası olarak ya da başbaşka iktidar odakları da var. kullanıldı birçok yerde. kalarına karşı silah olarak kulBunları görmeden, biz bunlarKendi cemaatlerinden bir lanırsanız zaten adaleti zayi etla ilgilenmiyoruz diyerek bir şekilde ötelenmiş ya da miş olursunuz. Bizatihi zulmün insan hakları mücadelesi veresiyasi partisinden ötelenmiş kendisi haline gelmiş olursumezsiniz çünkü o bölgenin gerbirtakım arkadaşlar burayı nuz. Çünkü bu kurumu olması çekliği bu. hem o cemaate hem o siyasi gereken yerden bambaşka bir partiye muhalefet etme yere götürmüş olursunuz ki bu Farklı toplumsal kesimkürsüsü olarak kullandılar. zulüm olur. Maalesef bu yalere yapılan insan hakları AK Parti’de defalarca aday pıldı yer yer. Tabi ki Roboski, ihlallerini genel olarak dilolmuş, aday adayı olmuş, Uludere diyoruz otuz üç tane lendiriyordu eski kadro için partiye girmek için elinden insanımız öldürülmüş. Masum, söylüyorum ama özellikle geleni yapmış kişiler orada kendilerine göre yıllardır bazı toplumsal kesimlere kararadıklarını bulamayınca devam ettirdikleri ticaretle uğşı gerçekleşen ve halen şâibeli belediye başkanlıkları adaylığı raşan insanlar bunlar. Haksız olan birçok mevzuyu sürekli il başkanlığı adaylığı gibi bir yere öldürülmüş bu insanlar. gündemine taşıyor. Mesela sürü bu süreçlere girmiş kiMazlumder’in buna sahip çıkbir Rojava mevzusu, Roboski şiler oradan almak istediğini maması gibi bir şey düşünülemevzusu sürekli gündemde bulamayınca aşırı bir mez zaten, bu Mazlumder’in ama -kıyaslamak için söylemotivasyonla dönüp burada o varlık nedenini inkardır. Ama miyorum- 6-7 Ekim olayları kurumlara çakmaya başlıyor. bunu yaparken politik bir dil mevzusu aynı karşılığı görüzerinden ya da politik ajanda müyor. Bu bir rahatsızlık yaratıyor. Bunlar da dillendiriliyor ama gündem üzerinden yaparsanız bu hem mesaj vermek isteyapılan mevzu hep belli bir toplumsal kesim ve diğiniz iktidar açısından bir anlam ifade etmez ve belli bir iktidar algısı. Sizin dediğiniz gibi Doğu politize edilerek yok sayılır hem de haklarını saAnadolu’da veya Güneydoğu Anadolu’da başka vunmaya çalıştığınız insanlar açısından bunun bir iktidar kaynakları da var ve bunların yaptıkları değeri kalmaz. Çünkü onu sizden daha iyi yapacak zulüm aslında ötekilerle kıyaslandığı zaman çok birtakım örgütlenmeler var. Daha iyisi varken, aslı varken taklidini kim ne yapsın. Oysa Mazlumder o çok daha ağır karşılıkları var. Aslında maalesef Mazlumder uzun bir müddet meselede de durması gereken yerde, adil şahitliğini politik kürsü olarak kullanıldı birçok yerde. Kendi koruyarak taleplerini yılmadan dile getirseydi o mecemaatlerinden bir şekilde ötelenmiş ya da siyasi selede daha farklı gelişmeler söz konusu olabilirdi. partisinden ötelenmiş birtakım arkadaşlar burayı Ama biz o süreci el birliğiyle öyle bir politize ettik Mayıs’17 • 51


Gündem ki neticede orada ölen insanların hakları unutuldu, ortada bir iktidar-muhalefet ya da iktidar- PKK, iktidar-HDP tartışması üzerinden yürüyen bir şeye büründü. Bunu yaparken tabi ki de acıları ihlalleri yarıştırmamak gerekiyor ama neticede bölgede başka şeyler de yaşanıyor. 6-7 Ekim olayları dedik, Yasin Börü ve arkadaşlarının vakası. Ben o dosyayı da Mazlumder adına takip ediyorum, avukat olarak da takip ediyorum. Diyarbakır’da gerçekleşmiş bir olay, Ankara’da görülen bir dava ve buna Mazlumder adına İstanbul’dan sadece biz katılıyorduk. Avukat olarak ben ve İstanbul şubesindeki birtakım avukat arkadaşlar. Genel merkezde de görevliyiz, genel merkez adına da dahil oluyoruz ama bir problemi gösteriyor bu. Diyarbakır’da gerçekleşen bir olaydan bahsediyoruz, dava Ankara’da görülüyor, genel merkez her şeyde politik kürsü olarak ağzına geleni söylüyor, orada gelip sadece bir fotoğraf verip gitmekle yetinildi maalesef. Halbuki o davaya çok daha esaslı sahip çıkılarak o çocukların, katledilen kardeşlerimizin hakları aranabilirdi. Benzer bir şey, mesela en son operasyonlarda bodrum mevzusu vardı. Mazlumder’in rapor diline bakıyorsunuz sanki tek taraflı bir mevzu var, tek taraflı olarak devlet katlediyor, devlet bir etnisiteyi yok etmeye çalışıyor. PKK ekolojik örgütmüş gibi. Şunu kastetmiyorum, insan hakları ihlalleri yok mudur, evet vardır. Zaten araştırılması, ortaya çıkartılması gereken mevzu bu iken Mazlumder üslup ve dil olarak taraf tutuyor –eski yönetimden bahsediyorumve sürekli olarak bir tarafın politik gayelerine eklemleniyordu. Tabi tamamen haksızlık yapmamak gerekir, aslında o süreçlerde bile yapılmış çok güzel işler oldu yani zulmü teşhir edecek nitelikte. Ama sizin de dediğiniz gibi bu bazen öyle dengesizce yapıldı ki. Yani bir fotoğraf çekiyor, çekilen fotoğraf gayet mükemmel olanı olduğu gibi yansıtıyor. Ama fotoğraf makinesinin baktığı yer, bir yer. Yani o makineyi biraz az bir şey sağa çevirdiğinizde başka şeyler de var, onları da görmeniz gerekiyor. Ama siz seçici olarak sadece bir yere bakıp olanı olduğu gibi göstermiş olmakla yetinemezsiniz Mazlumder gibi bir kurumda. Orada devlet askeriyle polisiyle birtakım şeyler yapıyor, birtakım ihlaller var, insanların evleri yıkılmış, evlerin içerisine sloganlar 52 •Mayıs’17

yazılmış ayrışmayı körükleyecek, kardeşlik bilincini yok edecek şeyler var. Görüyoruz, teşhir ediliyor zaten. Ama bir taraftan vatandaş diyor ki bunlar geldiler, benim evimin altına bomba koydular, ben karşı çıktım, beni ölümle tehdit ettiler, mahalleden çıkardılar. Bir sürü şey anlatmış biz sonradan görüyoruz ama yok ortada bu. Niye yok? Çünkü “Biz iktidar odağı devletle muhatap oluruz.” falan. Böyle bir şey yok, orada birden fazla iktidar oluşmuş artık. Beğenseniz de beğenmeseniz de tek iktidar olmaktan çıkmış. Bugün İstanbul’da bile öyle mahalleler var ki devletten daha güçlü bazen belli örgütler. Oradaki örgütlerden kaynaklanan ihlalleri ya da oradaki yapılardan kaynaklanan ihlalleri görmezden gelmek gibi bir şey söz konusu olabilir mi. Böyle bir şey olmaz. Devlete tabi ki iki kez söz söyleyeceğiz. Birincisi sen niye burayı böyle bir zemin haline getirttin, sen devletsin neticede insanlardan vergi topluyorsun, güç kullanma tekelini elinde bulunduruyorsun, silah kullanma tekeline sahipsin. Bu insanlar buralara bomba döşerken, bu örgüt buraya yığınak yaparken neredeydin ey devlet demek gerekiyor tabi ki. Ama bu çatışmada sanki tek taraflı bir çatışmaymış, insanlar kurşuna dizilir gibi bir muameleye tutuluyormuş gibi yansıtırsanız bütün vakayı, bu raporlar sizin kendi üyelerinizi bile tatmin etmeyecek hale gelir. Oysa Mazlumder bir raporlama yaparken, bir şeyi teşhir etmeye çalışırken en önemli amacı o zulmün son bulması olmalı. Yoksa kendi içinde kendi kimliğini büyütmek, kendi imajını büyütmek, kendisini bir yerlere şirin göstermek için iş yapamaz Mazlumder. Asıl olan zulmün sona ermesidir. Sen zulmün sona ermesini istiyorsan düşmanının bile, muhalefet ettiğin kişi ya da kurumların bile, iktidarların bile “Bir dakika Mazlumder bir şey söylüyorsa buna bir bakmak gerekir, ciddiye almak gerekir.” demesi gerekiyor. Bunu dedirtmeniz gerekiyor. Bunu dedirtemezseniz eğer sizin söyleyeceğiniz her şey bir politik yapının, bir parti gibi davranan yapının söylediği sözler gibi algılanır ve kulak ardı edilir, ciddiye alınmaz. Bu hale geldi maalesef. Zaten yürüttüğümüz süreçte bu tür şeyler önemli dersler olarak önümüzde duruyor, inşallah bundan sonraki süreçte Hakk’a şahitlik ederiz ve gerçekten zulmü sona erdirme odaklı olarak çalışmalarımızı yürütürüz diye düşünüyoruz, Allah’ın yardımıyla, üyelerin ve sizlerin katkılarıyla.


Gündem

Adaletsiz Kalkınma Tuğyana Götürür Yavuz Selim SANCAK

Ş

er bildiklerimizde hayır, hayır bildiklerimizde şer olabilir. Bu ön şerhi düşmekte fayda var. Türkiye’nin en tepesindeki insanın dahi defalarca aldatılabildiği bir düzende kesin iddialar ve ithamlar ile konuşmaktan kaçınmak gerekiyor. 2017 referandumuna giderken bu ön şerhi düşünerek hareket etmeye çalıştım. Örneğin 2010 referandumunda gece gündüz çalışıp sonucun evet çıkmasını istemiştik. Fakat bu referandum sonucunda yargı FETÖ kontrolüne geçti ve 15 Temmuz topyekun terör saldırısına gidilen yola bir taş daha döşenmiş oldu. Açılım sürecini tüm iyi niyetimiz ile desteklemiştik fakat PKK şehirlere bomba ve silah yığdı. Bölge bizzat valilere verilen talimatlar ile denetimsiz bırakıldı ve sonuç olarak şehir savaşlarında bine yakın insanımızı toprağa verdik. Şehirlerimiz darmadağın oldu ve yüzbinlerce insan göç etmek zorunda kaldı. Seçimlerin bu kadar şatafatlı gerçekleştirildiği başka bir ülke var mı bilmiyorum. Yine bol gürültülü, bol ithamlı, bol iddialı, bol tartışmalı bir seçim sürecini geride bıraktık. Ak Parti ve MHP ittifakı yapılan referandumu ucu ucuna kazandı. Referandumda sandıktan çıkan sonuç, ittifaka millet tarafından verilen açık bir ihtardır. Çıkan oran Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçiminde tek başına aldığı oranın benzeridir. Yani ittifakın,

çıkan orana çok ciddi bir katkısı olmadığını söyleyebiliriz. Ak Parti’yi bu ittifaka götüren yolları biraz arşınlamak gerekiyor. Ak Parti’nin durup dururken MHP ile ittifaka girdiği kanaatinde değilim. Ak Parti yeni Türkiye’nin inşası yolunda müttefik olarak ilk tercihini HDP’den yana kullanmıştı. Çözüm süreci tam böyle bir havada başladı. Fakat HDP, Suriye’de PKK’nın kazanımları sonucunda örgüt tarafından baskı altına alınarak Ak Parti ile gereksiz bir hesaplaşmaya çekildi. “Seni başkan yaptırmayacağız!” temalı kampanyanın sonucunda ortaya çıkan 7 Haziran tablosu ve akabinde çıkan şehir savaşı, HDP-PKK kanadının kulağına birileri tarafından 15 Temmuz’un fısıldandığının işaretiydi. Birilerinin fısıldamasını Bahçeli keşfetti ve siyasi hayatını riske ederek adeta Erdoğan’ı müdaafa etti. 7 Haziran sonrası hiçbir koalisyon teklifine sıcak bakmayarak tekrar sandığı gösterdi ve 1 Kasım’da Ak Parti’yi zafere götüren yolu açtı. 15 Temmuz tek başına iktidara karşı değil de siyasal istikrarın bir türlü sağlanamadığı bir Türkiye tablosunda gerçekleşseydi ne olurdu? Fakat Ak Parti’nin devlet bürokrasisine ve kurumlarına hakim olmadığını belirtmek gerekiyor. İktidar olmak muktedir olmaya giden yolu açar. İktidarlar kadrolarıyla muktedir olurlar. Ak Parti Mayıs’17 • 53


Gündem 17-25 Aralık operasyonlarına kadar içte ve dışta büyük oranda FETÖ kadrolarına yaslanarak işlerini yürütüyordu. On beş senelik iktidarın kendi kadrolarını yetiştirmek için kurduğu vakıfların ömrü iki üç senelik. Maalesef o kurulan vakıfları dahi idare edebilecek kadrolardan yoksun. Çünkü nitelikli ve şuurlu kadrolar tarlada yetişmiyor. Uzun yıllara dayanan eğitim ve rehberlik süreci gerektiriyor. Eğer ülkeyi idare edebilecek kadrosal donanıma sahip değilsen mecburen bu sefer uzun yıllar devlet içinde oluşmuş başka kliklere sırtını yaslamak zorunda kalıyorsun. Bugün iktidarın yaptığı tam olarak budur. Klikler arası dengeyi gözettiği ölçüde başarılıdır. Ölçüyü kaçırdığı an krizle baş başadır. Kadro sıkıntısı çeken iktidarların etrafında bir sürü kifayetsiz muhteris toplanır ve nemalanmaya başlar. İktidar imkanlarını adeta yağmalayan bu tetikçiler genelde bayağı ifadelerle doğru bir argümanı dahi en rezil şekilde savunarak toplumsal algıya ciddi zararlar verirler. Yalaka takımı, lideri bir fanusun içine hapseder. Lider bu konuda uyanık davranmalıdır. Güçlü liderler, kendisini eleştirebilen, para ve makama ihtiyacı olmayan kanaat önderlerini kendilerine yakın tutarlar. Çünkü münafıklar hiç eleştirmezler. Sürekli kafa sallarlar ve her durumu onaylarlar. Peygamberimiz buyuruyor: “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasihati işitmez olur.” KHK’lar ile onbinlerce insan bir gecede işinden olurken, Binali Yıldırım’ın çıkıp Ak Parti’nin içinde FETÖCÜ yok demesi bir başka sinir bozucu detay. Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nde imamı olan bir örgütün,

54 •Mayıs’17

Türkiye’nin yarısının oyunu almış bir partide rol almaması mümkün mü? Cumhurbaşkanı’nın arkasındaki dört yaver FETÖ tutuklusu fakat Ak Parti’de sadece bir kaç ilçe başkanı ve belediye başkanı FETÖ mensubu öyle mi? Bankada parası var diye işten atılan zabıtaları gören insanlar bu duruma oldukça sinirleniyorlar. Ayrıca KHK’lar toplumsal bir krizi tetikliyor. Ve bu kriz tam olarak bizim içimizde vuku buluyor. Çünkü işten atılanların büyük kısmı dindar ailelerin çocukları ve bu aileler Ak Parti seçmeni. İşten atılanların lisanslarının iptal edilmesi, dışarıda iş yapmalarına engeller çıkartılması krizi büyütüyor. Ne yiyecek bu insanlar? Sonuçta hayat devam ediyor. Bu insanların çocukları var ve bu çocuklar kendilerini açlıkla terbiye eden devletine düşman olarak yetişiyorlar. Bu noktada hükümetin daha stratejik, daha geleceği öngörebilen adımlar atması gerekiyor. Türkiye’nin ciddi bir ekonomik bunalımdan geçtiği gerçeğini de yadsıyamayız. Ekonomik bunalımlar özellikle metropol özelliği taşıyan kentlerde hissedilir. Ekonomik bunalıma ilk tepkiler büyük kentlerde yaşayan insanlardan gelir. Doların aşırı yükselmesi, iç piyasada durgunluk, asgari ücretin enflasyon karşısında erimesi, sokaktaki enflasyonun açıklanan istatistikler ile uyumsuz olması, alım gücünün düşmesi, konut fiyatlarının pahalılaşması gibi nedenlerle insanların hayat standartları düşüyor. İnsanlar somut vaatler duymak istiyorlar. Örneğin 7 Haziran’da devletin kasasının kilidini gevşetmeyen Ak Parti’ye özellikle


Gündem İstanbul’un yoksul bölgelerinden ciddi bir tepki gelmişti. Fakat 1 Kasım seçimlerine vaat odaklı bir kampanya ile hazırlanılınca (asgari ücret zammı, teşvikler, emekliye zam vs.) giden oylarda ciddi bir dönüş oldu. Çünkü Ak Parti iktidarının 1300 lira vaadi CHP’nin 1500 lira vaadinden daha inandırıcıdır. Seçmen iktidarın vaatlerine ikna olur. Gösteriş ve kibir iktidarı yıpratan bir diğer dinamik. Yoksul mahallelere son model Audi araçlarıyla insanları ikna etmeye gelen iktidar partisi yöneticileri kıt kanaat geçinmeye çalışan toplumun tepkisini çekiyor. Sessiz yığınların sesi, kimsesizlerin kimsesi olma misyonu ile yola çıkmış bir hareketin yöneticilerinin daha dikkatli davranması gerekiyor. Toplum artık temiz bürokrat, şaibesiz belediye başkanı, rüşvetsiz düzen, huzurlu bir yaşam ortamının sağlanmasını istiyor. Dikte eden değil uzlaşmacı bir dilin konuşmalara hakim olması çok önemli. Çünkü insanlar emir kipinden hoşlanmıyorlar. Özellikle gençler asla hoşlanmıyor. Medyada hükümet adına asıp kesen, insanları ötekileştiren, hedef gösteren, haysiyet cellatlığı yapan kişilerin fonlanması can sıkıyor. Toplumun her kesimini kucaklayan ve kimseye siyasal tercihlerinden ötürü hakaret etmeyen bir anlayışla hareket edilmesi gerekiyor. Küresel emperyalist güçlerin müdahale için fırsat kolladıkları bir ülkede iç barışın sağlanması hayatidir. Kaos ve gerginlikten beslenen siyaset anlayışı bu tip ülkeler için ciddi riskler barındırır. Çeşitli kimliklerin bir arada yaşamasının en temel koşulu kimliklerin memlekete dair aidiyet hislerinin güçlenmesidir. Örneğin Suriye’de toplum kimlikler üzerinden parçalanmış ve ülkesine aidiyeti problemli olan bir diktatör tarafından enkaza dönüştürülmüştür. Türkiye’nin Suriye olmaması için sosyolojik savaşa altyapı desteği teşkil edecek konuşmalardan kaçınılmalıdır. Dışlanmış, ötekileştirilmiş kimliklerin kamusal görünürlülüğü artırılmalıdır. Pastadan pay almaları sağlanmalıdır. Bunlar aidiyet hissini güçlendirecek ve bu kimlikleri dış istihbaratların tuzağına düşürülmesini engelleyecek hamlelerdir. Plansız bir biçimde üniversitelerin her ilde mantar gibi türemesinden kaynaklı genç vasıfsız üniversite mezunu işsizler ordusunun üyelerinin

artmaması için acilen bir kadro ve ihtiyaç planlanmasına ihtiyaç var. Gereğinden fazla öğretmen, mühendis, iktisatçı, siyaset bilimcinin yetişmesi bu ülke için ciddi bir kayıptır. Doğru yönlendirilmeyen gençlerin zamanı, parası ve enerjisi boşa gitmektedir. Avrupanın en büyük genç nüfus potansiyeline sahip bir ülkenin eğitim politikasının sürekli değişim halinde olması ciddi bir verimsizliği beraberinde getirmektedir. Bugün genç işsizlik %25 seviyelerine ulaşmış durumdadır. Her dört gençten biri işsiz. Fakirler belki isyan etmeyebilir fakat işsizler eninde sonunda isyan ederler. Bu ülkenin ara eleman sıkıntısı varsa her yere gerekli gereksiz üniversite kurmanın ne anlamı var? Sonuç olarak Ak Parti kadrolarının topyekun bir arınma ve tevbe sürecine girmesi şarttır. Allah (cc.) 15 Temmuz gecesi rahmetini gönderdi ve büyük bir terör saldırısını el birliği ile def ettik. Eğer yapılan hatalardan ders çıkarılmazsa imtihan ağırlaşabilir. Ak Parti, ekranları çadır tiyatrosuna çeviren, hamaseti alışkanlık haline getiren, haysiyet cellatlığını meslek edinmiş şovmenleri pasifize etmek zorundadır. Hakkında şaibe olan bürokratlar, milletvekilleri ve bakanlar hakkında kamuoyu aydınlatılmalıdır. Yerel yönetimlerdeki rant şebekeleri kontrol altına alınmalıdır. Yoksa gelecek Ak Parti açısından parlak değildir. Şüphesiz ki adaletsiz kalkınma bizi ancak tuğyana götürür. Mayıs’17 • 55


Portre

İslamcılık Saflarında Bir Mukaddesatçı:

Necip Fazıl Kısakürek Ali Tarık PARLAKIŞIK

26

1.

Mayıs 1904’te, Çemberlitaş’ta, Mediha Hanım ve Abdülbaki Fazıl Bey‘in oğlu olarak doğan Necip Fazıl Kısakürek ilk eğitim ve bilgilerini dedesi Mehmed Hilmi Bey’den alır. Hareketli, yerinde duramayan bir çocukluk geçirir ve bu hareketlilik içerisinde merakının şekillenmesindeki (hususiyetle edebi eserlere olmak üzere) paya malik olan kişi ninesi Zafer Hanım’dır, Zafer Hanım’ın Necip Fazıl’ın ilk okuduğu kitaplar açısından ehemmiyeti büyüktür. Necip Fazıl Kısakürek’in yolu eğitim hayatı boyunca birçok okuldan geçmiştir. Gedikpaşa, Fransız ve Kumkapı Amerikan Koleji’nden başlamak üzere, Emin Efendi Mahalle mektebi, Büyük Reşit Paşa Numûne Mektebi, Rehber-i İttihad-ı Osmanî Mektebi, Gebze’deki Aydınlı Köyü İlk Mektebi ve Heybeliada Numûne, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü gibi okullarda okuyan Necip Fazıl Kısakürek, okul

56 •Mayıs’17

hayatı boyunca Yahya Kemal, Ahmed Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi gibi isimlerle tanışmıştır. Daha sonrasında 1924 yılında devlet bursuyla Paris Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur ve burada Henry Bergson’un derslerine katılır. Burada bohem hayatı yaşayan, içkiye ve kumara dalan Necip Fazıl Kısakürek’in bir yıl sonra bursu kesilir ve Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalır. Türkiye’ye döndükten sonra birden fazla bankada müfettişlik ve muhasebe bölümlerinde çalışmıştır. İlk şiirleri on yedi yaşında iken Yeni Mecmua dergisinde yayınlanır. “O ve Ben”de ilk şiirlerinin yayınlanışı ile ilgili şunları söyler: “Evet, Yakup Kadri’yi görmek için <<İkdam>> gazetesine gittim. Odasının kapısını vurdum. Gür ve tok bir ses <<giriniz>> dedi. Girdim ve elimdeki defteri masasına bırakarak: - Ben, dedim; Felsefe talebesiyim. Şiir yazıyorum. Takdir ettiğim ender kalemlerden biri olduğunuz için şiirlerimi size getirdim. Beğenecek


Portre olursanız neşirlerine lütfen delalet ederseniz. Ve tek kelime beklemeden ve eklemeden çıkıp gittim. Kalem kaşları, açık alnı, vakarlı çizgiler taşıyan yüzüyle Yakup Kadri üzerimde iyi bir tesir bırakmıştı. Onda, Bahriye Mektebi’nden hocam ve sonraları ahbabım Yahya Kemal’in ya dalgın ve unutkan yahut yılışık ve laubali yüzünden eser yoktu. Vilayet Mescidinin solun (Arşiv) dairesinin bitişiğindeki ahşap binada (hala duruyor) karargah kurmuş olan <<Yeni Mecmua>> onun fikri idaresindeydi. Bir iki hafta geçti, geçmedi; kafamda bir bomba!!! On yedi yaşındaki çocuğun şiirleri en genci otuz beş kırk yaşındaki üstatların yazıları arasında yayınlanmaya başlamaz mı…” Necip Fazıl, bundan sonra şiirlerinin o yaşlardaki üstatların arasında yayınlanmasının muhitten tepki gördüğünü ifade eder. Necip Fazıl Kısakürek 1934 yılında Abdülhakim Arvasi ile tanışır. Bu yıl kendisinde bir dönüm noktası olur ve bu durumu çeşitli vesilelerle birçok yerde bahis mevzuu eder. Abdülhakim Arvasi Van doğumlu Nakşi şeyhidir ve 1943 yılında İzmir’de mecburi ikamete tabi tutulduğu sırada vefat eder. 1934 yılından itibaren Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasi’nin başta sohbetlerinden olmak üzere manevi olarak sürekli etkileşimde bulunur, takipçisi olur. Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhakim Arvasi’yi ilk görüşünü ve intibaını “O ve Ben”de şöyle tasvir eder: “Cami… Girince sol tarafta yerden bir iki basamak yüksekliğinde balkonumsu bir yerde, sarıklı, ilk bakışta esmer, beyaza yakın kır ve uzun sakallı bir zat… Önünde kitabını koyduğu küçük bir yer masası… Etrafında diz üstü veya bağdaş kurup oturmuş bir küme insan… Aralarına geçip oturduk… Kısık, donuk, birden bire ahengi anlaşılamayan peçeli, zarflı bir ses… Fakat son derece tesirli… Tane tane konuşuyor ve kelimeler, cümle içinde, yakından çekilip bütün sinema perdesini dolduran bir şekil gibi, büyük bir hacme bürünüyor. Hem yakından kelimeleri hem de uzaktan cümleleri görüyorsunuz. Şive, Şark Anadolusu… Vapurda meçhul şahsın <<nâs için>> dediği konuşma böyleyken gayet derin… Yüzüne bakıyorum.

Birer hilal kisvesiyle çatılmış, kabarık, ince, vezinli kaşlar, irice ve ahenkli bir burun… Yine ince dudaklar… Sünnete uygun şekilde fazlaca kırkık bir bıyık ve uzun, çok uzun bir sakal… Sarığı, kaşlarına yakın noktaya kadar indiği için, alnı bütün açıklığıyla görünmüyor. Gözlerinden henüz bahsetmedim. Onları, kendine yaklaşınca göreceğiz ve manalarına yakalanıp kalacağız. Bu gözler, uzaktan gayet dalgın ve içine kapanık duruyor. Bir de bazen önündeki yaprakları karıştıran, fevkalade zarif, esmer, ince ve uzun parmaklar… İlk bakışta kendisinden insana çarpan duygu, müthiş bir vakar ve heybet… Ders bitti. Ön sıradan esmer tatlı yüzlü tıknaz uzun boylu bir genç kalıp Efendi Hazretleri’ne balkonumsu yerden inmesi için yardım etti. Dinleyiciler hep ayakta ve Efendi Hazretlerine yakından görmek için ona görünmek ihtiyacında… Kürsüden indiler. Hafif öne eğilmiş orta boylu yetmiş yaşlarında hissini veren bir zat… Etrafındakilere şefkatle baktılar. Çabucak fırlayıp potinlerimizi giydik ve kendilerini kapıda beklemeğe başladık. Etrafları kalabalık kapıya geldiler. Potinlerini giydiler, kollarında, demin ki esmer tatlı yüzlü genç avluya çıktılar. Birden yanlarına ihtiyar bir kadın sokuldu. Yeldirmeli sımsıkı başörtülü, İstanbul’un ücra semtlerini hatırlatan bir kadın… Kadın dert yandı ve hastasının şifa bulması için dua istedi. İlk defa, yakından, bir şahsa hususi hitabını duyuyoruz: <<Asıl siz bizim için dua edin! İlleti de, şifayı da veren Allah… Dua edin.>> Vaktimiz gelmişti. Yanlarına sokulduk. Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini üzerimize diktiler. Ben atıldım: - Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öpmek saadetine erebilir miyiz? Mayıs’17 • 57


Portre Gözleri, gözleri, daima baktığı şeylerin ilerisindeki ötesindeki bir <<görünmez>>e bakan gözleri üzerimizde… Baktılar baktılar ve ne gördülerse gördüler. <<Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz, dediler; Gümüşsuyu’nda, ne zaman isterseniz buyurun!>> Devlet!.. Evlerine, yuvalarına çağırılıyorduk. Kabul edilmiştik. Ama henüz iç içe giden iç daireye değil… Dış daireye, güvenilir insanlara mahsus ilk sohbet, konuşma dairesine, avluya… Kim bilir?.. Uzandığım esmer zarif ve incecik parmaklı eli bir cankurtarana yapışırcasına kapıp öptüm.” Abdülhakim Arvasi ile tanışmasının akabinde hayatının seyri değişen Necip Fazıl Kısakürek bu noktadan sonraki ilk telif eseri 1935 yılında piyes olarak “Tohum” ismi ile yayınlandı, çıkardığı ilk dergi ise 1936 yılında Ağaç Dergisi’dir. “Tohum”, Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oynandı. 17 sayı yayınlanan Ağaç Dergisi ise; Ahmet Kutsi Tecer, Mustafa Şekip Tunç, Abdülhak Şinasi Hisar, Sabahattin Ali, Cevdet Kudret Solok, Cahit Sıtkı Tarancı, Asaf Halet Çelebi, Sabahattin Eyüboğlu, Ziya Osman Saba ve daha meşhur birçok edebiyatçı ve müellifin telif eserlerinin yayınlandığı bir mecmuadır. Bu arada piyesleri arasında mühim yeri olan “Bir Adam Yaratmak” isimli eserini 1937 yılında tamamladı. 1938 yılında Ulus Gazetesi, milli marş yazma yarışması başlatır. Bu girişimin altında Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’ndaki İslami vurgulardan kaynaklanan rahatsızlık olduğu aşikardır. Necip Fazıl bu yarışmaya Büyük Doğu Marşı ile katılır. Çeşitli sebeplerden ötürü bu milli marşı değiştirme girişimi akim kalır. İlk defa Büyük Doğu ibaresi burada kullanılır, daha sonra gerek dergiyle gerek ideal haline getirilmiş ifadelerle zikredilecek olan Büyük Doğu’nun ilk dillendirilişidir. Ercan Yıldırım, “İslamcılığın İki Kurucusu Mehmet Akif-Necip Fazıl”da Büyük Doğu Marşı’nın milli marş yapılması isteği ile ilgili olarak şöyle bir çıkarımda bulunur: “Kemalistler İstiklal Marşı’nı bir İslamcıya yazdırmışlardı, çünkü resmi ideolojinin beslediği 58 •Mayıs’17

başka hiçbir şair milletle, tarihle irtibat kurabilecek dile sahip değildi. Akif’ten rahatsız olanlar yeni bir marş arayışına girdiklerinde yine başka bir İslamcıya; Necip Fazıl’a müracaat ettiler. Bu aynı zamanda elitlerin kendilerinin bile ülkeye yabancı olduklarını gayet iyi bildiklerini, haliyle ülkenin geleceğinde etkilerinin mümkün olmadığını da ispatlar.” Büyük Doğu Marşı ise şöyledir: “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet! Güneşten başını göklere yükselt! Avlanır, kim sana atarsa kement, Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet. Aynası ufkumun, ateşten bayrak! Babamın külleri, sen, kara toprak! Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak! Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak! Aynası ufkumun, ateşten bayrak! Babamın külleri, sen, kara toprak!..” 1939 yılında (daha sonradan şiirlerinin bir arada yer aldığı kitabının adı da olan) “Çile” ismiyle bir şiir yayınladı ve bu “Çile” isimli şiir, şiir diliyle başta 1934’de başlayan değişimi merkezli olarak bir ruhi okuma imkanı sağlıyor okuyucuya. “Çile” şiiri şöyledir: “Gâiblerden bir ses geldi: Bu adam, Gezdirsin boşluğu ense kökünde! Ve uçtu tepemden birdenbire dam; Gök devrildi, künde üstüne künde... Pencereye koştum: Kızıl kıyamet! Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı! Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent, Ok çekti yukardan, üstüme avcı. … Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! Heybem hayat dolu, deste ve yumak. Sen, bütün dalların birleştiği kök; Biricik meselem, Sonsuza varmak...” 1941 yılında Neslihan Balaban ile dünya evine girdi ve bu evliliğinden beş çocuğu oldu. 1943 yılında çıkarmaya başladığı “Büyük Doğu” döneminin tek İslamcı dergisidir. Aralık


Portre ayındaki sayısından ötürü dini neşriyat yapmaktan ve rejimi beğenmediğinden ötürü dergi kapatıldı ve Necip Fazıl da Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki işinden kovuldu. 1944 Şubat ayında yayınına tekrar başlayan büyük Doğu mayıs ayında rejimi itaatsizliğe teşvik etmek suçlamasıyla tekrar kapatıldı ve 1945 kasımında Büyük Doğu tekrar yayınına başladı. 13 Aralık 1946’daki sayıda yayınlanan bir yazıdan dolayı tekrar kapatıldı. 1947 yılı içerisinde tekrar yayınlanmaya başladı. Ömrünün son zamanlarını bazı telif çalışmalarını kaleme almakla ve konferanslarını düzenleyip yazılı hale getirmekle odasında geçirir. Necip Fazıl Kısakürek, 1983 yılında vefat etmiştir. “Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam; Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam...” (“Vasiyet”)

2. “Yeryüzünde ihtilal, insanoğluyla beraber başlar.” “Şu var ki, manasiyle inkılap vasıtası ihtilal, vasıtalık ettiği gayeye göre kıymetlenir. Gaye, ulvilerin ulvisi Allah yolu olunca da, yığınların bazen hep, bazen batıl ve bazen hak yüzünden birbirine girmesinden ibaret vasıtayı müstakil değer kabul etmez. Vasıtayı hangi şekilde bulursa onda kullanır ve inkılap ismini alır.” (“İhtilal”) “Her Büyük Doğu’cu bilir: İkinci Abdülhamid, Türk’ün özü ve temel varlığı yönünden hakkı belli başlı bir zümrece gasp edilmiş muazzam bir kurtarıcılık hüviyetidir; ve işte bütün dava, erdirici mesele, Abdülhamid’den ziyade bu zümreyi içyüzüyle menbaı ve mansabiyle her türlü metod ve planiyle tanımaktır. Dava ve mesele, koca bir tarih ve büyük bir insan hakkına yol açmak gayesinden ibarettir; ve bu hakka yol açmaya savaşanların hiç biri zerre miktarı sultancı ve saltanatçı olamaz.” (“Ulu Hakan Abdulhamid Han”) “Acıklı manzara… Benzeri görülmedik derecede acıklı… Tarihte, ne Yıldırım Beyazıd’ın

Timurlenk’e yenilişinden sonraki çözülüş devresi, ne de Birinci Dünya Harbini takip edici çöküş merhalesi bu kadar korkutucu… Çünkü her ikisinde de Türk cemiyetini toslayan saik dışarıdan gelme ve içeride bunlara karşı koymanın kudret ve hayatiyeti yaşamaktaydı. Nitekim birincisinde, saf bir itikat, ahlak, vecd ve aşk kalıbında billurlaşmaya, şekillenmeye yüz tutan yeni Türk cemiyeti, esasta kendi özüne hiçbir leke düşmemiş olduğu, felaket, ceberuti hükümdarın nefsaniyesinden geldiği için, çarçabuk toparlanıverdi. Timurlenk darbesini arızi bir kaza gibi savdı, çok kısa zamanlı iki kuşak içinde Fatih’i yetiştirdi ve en büyük fethine girişti. İkincisindeyse ruh bozgunu son safhasına varmışken, tesir yine dışarıdan geldiği ve içeride yine bir artık kaldığı için yine doğrulabildi, kokmuş Bizans (Metropol)ünden bakir Anadolu’ya geçen güdücüler kadrosunu buldu, var olma cehdine yapıştı ve milli kurtuluşunu sağladı. Bu iki misale göre millet ve devlet, birincisinde sapsağlam, harç ve malzemesi mükemmel, muvazene ve mukavemet hesapları yerinde bir bina… İkincisinde; aşınmış, çürük-çarık, delik-deşik, fakat eski sağlamlıktan pay sahibi bir barhane… Birincisinde arızi rüzgarın uçurduğu çatı hemen yerine oturtulmuş; ikincisinde, yıkılmaya hazır barhane, sırf temeli sayesinde, temelinden damındaki kiremidine kadar hala bağlantısı devamda eski muhkemlik artığı yüzünden kurtarılmıştır. Ya bu defa? Bu defa dışarıdan üfleyiş bile geldiği yok… Böyleyken, ortada acayip bir bina ve hazin bir mana var… Binada, son elli yılın, ahşap üzerine püskürtme çimento usuliyle mimari değiştirme ve güya sağlamlaştırma tecrübeleri… Öz dayanak prensibine yabancı bir takım nakışlar, yaldızlı motifler, alçı kalıplarından alınma kopya işler… Bina yerinde, süslerinin bir temele dayandığı vehmi yerinde, dışarıda hava güzel ve ne zelzele emaresi var, ne de heyelan… Fakat bina kendi kendisine gidiyor! Altında bir teMayıs’17 • 59


Porte mel sarsıntısı değil, onu milim milim yutan canavar ağızlı bir kuyu varmış gibi, gürültüsüz ve gümbürtüsüz, için için ihtizazlarla dibe doğru süzülüyor. Ve bu hal, bir tutunamayışa, tutunamayışların de en tehlikesine benziyor! Bu defa ne olduysa içte olmuş ve arızi dış saik, asırlardır çürütmeye çalıştığı iç bünyede nihayet asli müessiri doğurtmuştur. Bu defa bina kendi yüzünden gidiyor! Bu hal yeni değildir.” (Türkiye’nin Manzarası) Necip Fazıl edebi bedahetine nazaran fikir hayatında birbirinden uzak konulara üst düzey bir özgüvenle el atmıştır. Eserlerinden anlaşılacağı üzere geniş bir alana el atarken hem Büyük Doğu fikri için bir yandan zemin hazırlarken bir yandan Büyük Doğu’nun kendisini inşa ediyor hem de kitleleri -kendi tahlilleri bağlamında- aksiyoner bir İslam anlayışına çekip “beklediği inkılabı” getirmeye çalışıyor hem de fikrin kendisini konuşturup orta yere koymaya çalışıyor. Necip Fazıl aksiyoner hüviyetini telif ettiği ürünlerde son derece hissettirirdi ve de umumi olarak amacı dönüp dolaşıp fikir ve aksiyona gelirdi. “İman ve Aksiyon”da şöyle der: “Şimdi, evvela lügat manasına bakalım: Aksiyon, lugatta kudrettir, mücerret kudretin, işte, iş üzerinde, iş halinde tecelli ve cünbüşü demektir. Bir başka, fakat basit ifadeyle sadece şuurlu hareket, teşebbüs, hamle, tesir… Bir işin mücerret manası, kıymet hükmü, aksiyon… Gaye ve muradı olmayan iş, kendi kendisinden ibaret iş, madde planına bağlı miskin kıpırdanışlar ona uzak… Mesela bir tiyatro piyesinde vakanın umumi seyri, umumi kıymeti o piyesin aksiyonudur. Böylece anlıyoruz ki aksiyon basit lügat manasıyla bile fiilde erimiş fikir oluyor. Bir fiil ki onu meydana getiren fikrin tercümanı… Manayı lügat kitabı çapından daha derinlere indirmeye çalışalım: Fikrin, eşya ve hadiselere üzerinde nakşı… Fikrin dış alemde eşya 60 •Mayıs’17

ve hadiseler üzerinde kurduğu mimari, yonttuğu heykel… Fikir kökünün dış plan dediğimiz madde ve iş ağacında verdiği yemiş… Bir başka ve çok yerinde bir teşbihle ruhun eşya ve hadiselere çevirttiği film, oynattığı tiyatro… Ruhun eşya ve hadiselere sinerek madde, buud, hacim, şekil, renk ve ses kazanması… İşte aksiyon… Buna benzer bir kelime var Fransızca’da: (Akt)… O, parça hareket demektir ve keyfiyetten ziyade kemmiyeti ifadesidir; (aksiyon) anlamına da hudutsuz uzaktır. Aksiyon, bir işle, bir oluşla, onu doğuran fikir arasında ki ahenk ve münasebet manasınadır.” Yine Necip Fazıl Kısakürek “Özlediğimiz Nesil” konferansında özlediği dava gençliğinin vasıflarını şöyle sıralar: Aşk, Üstün Akıl ve Sır İdraki, Nefs Muhasebesi, Eşya ve Hadiselere Tahakküm ve Onlara Tasarruf Mizacı, Aksiyon Ruhu, Gözükaralık, Fedakarlık ve Disiplin, En Derin Merhamet İçinde En Keskin Şiddet, Başta Samimiyet Her Şubesiyle O’nun ahlakı, Zarafet ve Estetik, Tek Ümmet Modeli Olarak Sahabiyi Almak. Necip Fazıl Kısakürek; “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han”, “Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin”, “Benim Gözümde Menderes”, “Hücum ve Polemik”, “İhtilal”, “İman ve Aksiyon”, “Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar”, “Tasavvuf Bahçeleri”, “Son Devrin Din Mazlumları”, “Sahte Kahramanlar”, “Moskof”, “Doğru Yolun Sapık Kolları”, “Dünya Bir İnkılap Bekliyor”, “Edebiyat Mahkemeleri” gibi kitaplarında müşahede edebileceğimiz gibi üslubunda var olan meselelerden mihenk taşı olarak gördükleri üzerine gidip billurlaştırmaya cehd eder, kendi fikirleri, vücuda getirdiği analizleri, yaptığı çıkarımları, tarihi misallendirmeleri, ihtiyaç olarak gördüğü yol haritası, kendisinin de içerisinde bulunduğu hak-batıl kavgasında daha önceden yer alanlar üzerinden


Porte yaptığı tasvirler ve bugün için vurucu mahiyetteki saf belirtmeler yer alır. Geniş bir sahada yapmaya çalıştığı fikri çözümlemeler bu seyir üzerinde gider. Necip Fazıl Kısakürek için Anadolu’yu kurtarıcı fikirden yoksunuzdur. Hususiyetle de uzun bir zaman diliminden beri Anadolu’yu kurtaracak fikre malik mütefekkir yokluğu vardır. Hususiyetle Kanuni’nin zamanından beri bozulmaya başlamışızdır ve bu bozulmaya başlayışın önünü alamamışızdır. Kanuni devrinde başlayan bu bozul safha safha devam etmiştir ve bu bozulma süreçlerinde tabii olarak Tanzimat’ı da hususi olarak dillendirmiştir. “Dünya Bir İnkılap Bekliyor”da şöyle der: “İslam, Türkiye’de bozuldu ve her yerde bozuldu; Türkiye’de düzelmelidir ki her yerde düzelsin! Nasıl bir modelden maketleşerek bütün Arap alemiyle, İslam alemi bozulduysa ancak Türkiye’den çıkacak yeni modeli tatbik suretiyle kendisini bulabilir. Ondan sonra milyara yaklaşan İslam nüfusu, sözünü dünyaya söyler.” Türk milliyetçiliğini, İslam davası altında pastel bir vurgu ile işleyen Necip Fazıl Kısakürek, her ne kadar adeta ‘bizim anladığımız Türk ve bizim düşmanlarımızın anladığı Türk’ gibi bir algıyı tedai eden sınıflandırmalar, vasıflandırmalar yapsa da nihai tahlilde modern manada İslam davası içerisinde işleyen bir milliyetçilik mevcuttur. Necip Fazıl Kısakürek, kendi ellerinde vücuda gelmiş Büyük Doğu idealine gözlerini dikmiştir ve gerek güncel politikaları gerek siyasi-ideolojik tavırlarını hep bu ideal üzerinden okumuş, yargılamıştır. Gelinen noktada bir kavga mevcuttur ve mukaddesatçı gençliğin Büyük Doğu mefkuresi üzerinden yeniden doğuşunu gerçekleştirmesi gerekmektedir. Belki de bundan da mühimi mukaddesatçı gençliğin Büyük Doğu mefkuresi üzerinden yeniden doğuş, yeniden dirilişinin gerekliliğini dillendirmesi gerekmektedir. Necip Fazıl, Büyük Doğu’ya gereken değerin verilmemesini yadırgamaktadır. Çünkü Büyük Doğu topyekun Doğu’yu kurtaracak fikirdir. “Doğuş olmaya doğuş… Doğu olmaya doğuş… En iyisi Büyük Doğu” der Necip Fazıl. Dolayısıyla bu mefkuresinin sanat planında, edebiyat planında, fikir planında ve aksiyon zemininde yüksek sesle dillendirilmesi gerekir.

Necip Fazıl Kısakürek’in telif ettiği eserler, verdiği konferanslar kendi imzasıyla çıkar ama kendisinin Büyük Doğu’yu şahıslaştırılmış bir şekilde öne çıkardığını müşahede ederiz. Bazen Büyük Doğu’dan söz ederken üslubu bir başka şahıstanfikirden bahseder gibidir. Bunun sebebi Büyük Doğu’yu umumi bir dava zemini ve fikriyatı olarak sunmak istemesindendir. Bu haliyle Necip Fazıl Kısakürek’in kendisi Büyük Doğu’nun duvarlarını ören, sıvasını çeken, temellerini atan bir işçi konumundadır. Hatta “Benim Gözümde Menderes” isimli kitabında “…bugün milletvekili, profesör, politikacı, talebe ve ayrıca gazete, yayınevi, dernek ve parti halinde Türkün ruh muhtevasına bağlı kim ve ne varsa hepsi birden manevi sütünü Büyük Doğu’dan emmiştir” diyerek Büyük Doğu’nun etkisini üzerinde taşıyan bir sürü insan ve oluşumdan söz eder. Yine Necip Fazıl Kısakürek; İbn Teymiyye, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub, Mevdudi, Hamidullah gibi isimleri olabildiğince sert eleştirir, hedef tahtasına koyar ve bazıları için de “müçtehit taslakları” ifadesini kullanır. Necip Fazıl bazı eleştirilerinde haklı gibi görünse de eleştirileri derinliksizdir, fertlerin eserleri üzerinden yapılabilecek eleştirilerden uzaktır. Ve Necip Fazıl Kısakürek’te umumi olarak müşahede ettiğimiz yüceltme ve aşağılamada mübalağa tavrını bu isimlere de yapar. Necip Fazıl Kısakürek fikriyatını, farklı türdeki eserlerle halelendirmenin derdini taşır ve bir yerde davasının sesini gürleştirmenin peşindedir. Bu durum için misal olarak “Namık Kemal” adlı kitabını misal verebiliriz. Bu kitap Milli Eğitim Bakanı tarafından yazılması istenmişti ve daha sonra Necip Fazıl Kısakürek’in belirttiğine göre kendisinin İslami tavrı öne çıkmaya başlayınca hocalıktan atılır ve akabinde Necip Fazıl bu kitabı dava külliyatının içine alır. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu kitap külliyatı içerisine alınmaz, “dava külliyatı” içerisine alınır. Dava külliyatı içerisine alınırken de dava külliyatına yaraşır bir hale büründürülür/kamuflajlardan temizlenir. “Namık Kemal”de şöyle der Necip Fazıl: “…ben, bugün eserimi o güne mahsus (kamuflaj)larından da temizlemek de sıkı bir tashih geçirmek ve dava külliyatımın içine almak fırsatına eriyorum.”Devamı gelecek… Mayıs’17 • 61


Film Analizi

Türk Sinemasının İç Göç Üçlemesi:

Gelin

Beyzanur YAŞAROĞLU

B

ir yazı yazarken cümle kurmak ne kadar önemliyse bir film çekerken de kadrajın içinde oluşturulan kompozisyon o kadar önemlidir. Bazı insanlar vizörden bakar bakmaz kimsenin görmediği şeyleri görür, zaten asıl olay da burada başlar. Bakmakla görmek arasında da ince bir çizgi vardır . Yönetmenler ise gören kısımdaki insanlardır. Türk sinemasının usta yönetmeni Akad’ın da dediği gibi: “Vizörden ilk baktığım zaman gördüğüm bir şenlikti. Ve o şenlik hiç bitmedi.” Bu sefer ele alacağımız film Türk sineması için önemli bir yer arz eden yönetmen Ömer Lütfi Akad’ın göç üçlemesinin ilki olan Gelin filmi. Gelin, Diyet, Düğün üçlemesi birbirinden farklı karakterler ve hikayeler ele almakla beraber Türkiye’deki iç göçler ve kadın bilinçlenmesi üzerine çekilmiştir. Yönetmenin, Düğün’de, Hz. Yusuf çağrışımı yaparak kullanılan din motifi, Gelin’de kurban ile ağırlık kazanır. Diyet ise sloganımsı yönüyle üçlemenin en zayıf filmi olmuştur. Üçleme hem konu hem de sinemasal anlatım yönünden gerçekçi filmlerdir. Üçleme daha sonra eleştirmenlerce “Göç Üçlemesi” olarak adlandırılmış. Osmanlı Devleti’nde Büyük Kaçgunluk denilen ve Celali İsyanları’nın sonucu olarak başlayan iç göç hareketi büyük toplumsal

62 •Mayıs’17

çalkantılara sebep olmamıştı ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda hız kazanan ikinci büyük göç dalgası şehirlerin çehresini büyük oranda değiştirdi . Şehirler gece kondu/varoşlarla kuşatıldığı gibi göç eden insanlar köyden getirdikleri kültürlerini kaybetmemek için büyük bir mücadele verdiler. Bu dönemde yaşananları sinemaya aktaran toplumsal gerçekçiler ki genellikle sol dünya görüşüne sahiptiler ve bu nedenle olayları aktarırken dışarıdan, şehirli bir göz ve gelenlere, kültürlerine karşı üst bir dil kullanmışlardır . Bu yazıda inceleyeceğimiz film, ötekileştirici dili fazla kullanmasa da kendi bakış açısına yer yer vermekten ve şehri kuşatmaya başlayan bu kültürü eleştirmekten kurtulamıyor . Yönetmenliğini ve senaristliği Ömer Lütfi Akad’ın üstlendiği Gelin filmi 1973 yılında çekilmiştir . Oyuncu kadrosunda Hülya Koçyiğit, Kerem Yılmazer, Kahraman Kıral ve Ali Şen gibi ünlü oyuncular yer almaktadır. Üçlemenin hepsinde başrol oyuncusu Hülya Koçyiğit’tir. Yozgat’tan gelen geniş bir aile, İstanbul’un kenar semtlerinden birine taşınır. Açtıkları mekanlarda hayata tutunma savaşı vermektedirler. Bu arada ailenin torunu Osman hastalanır, annesi Gelin Meryem, ısrarla çocuğunu hastaneye götürmek ister. Aile büyükleri gelinin Osman’ın hastalığını sürekli abarttığını, torunlarının hiçbir şeyinin olmadığını, gelinleri Meryem’in iyi annelik yapamadığını dile getirirler. Hacı İlyas ve oğullarının gözü paradan başka hiçbir şey görmemeye başlar. Anne oğlunu gizlice hastaneye götürür ve oğlunun ameliyatsız iyileşemeyeceğini öğrenir. Meryem, oğlu için tüm altınlarını bozdurur. Ama eşinin ısrarları üzerine dükkanlarının borcu için kayınpederi Hacı İlyas’a verir. Gelin Meryem hasta oğlu için tek başına mücadele eder.Akad 1950’li yıllara değin Türk sinemasında Muhsin Ertuğrul’un başında olduğu tiyatrocular dönemini kapatıp sinemanın kendi dilini oluşturmasını sağlamış ve sinemacılar dönemini başlatmıştır. Filmlerinde en çok dikkat çeken husus


Film Analizi

ise kameranın neredeyse hareketsiz oluşu ve diyalogların kısalığı. Yönetmenin son üçlemesinde de diyalogların az oluşunu, kameranın hareketsizliğini görebiliyoruz. Gelin, “Adana 5. Altın Koza Film Şenliği”nde birincilik ödülünü aldı aynı şekilde Akad’a sinemadaki yirmi beş yıllık çalışması için onur ödülü verildi. Filmin oyuncuları da birçok ödüle layık görüldü. Nazan Adalı “ En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ödülü, Kamran Usluer “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülünü alırken, Kahraman Kıral da “En İyi Çocuk Oyuncu” ödülünü aldı. Film ayrıca katıldığı Uluslararası Tahran Film Yarışmasında “manyino” almıştır. Gelinle başlayan, Düğün ve Diyet’le tamamlanan gerçek bilinçli bir üçleme ortaya çıkmaktadır. Yazımızı Ömer Lütfi Akad’ın verdiği bir röportajla bitirmek istiyorum. “Son yaptığım üçleme bir rastlantı değildir. Onu isteyerek ve ilk filmden itibaren üçleme yapacağımı bilerek başlattım. Son üçlemenin içeriği bir tek filme sığacak kadar değildi. Kır kesiminden büyük kentlere gelen insanların (bir sınıf insan gelmiyor kır kesiminden, değişik sınıftan, değişik ekonomik durumlardan olan insanlar geliyor) üç kesimini ele alıp ayrı ayrı konu yapmayı düşündüm. Böylelikle birbirini tamamlayan üç film konusu ortaya çıktı ortaya. Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen, “İstanbul’un taşı toprağı altındır!” inancıyla kıs-

metini koca şehirde arayan, burada tutunabilmek için özverilerde bulunan, “kurban” bile veren insanların büyük serüvenlerinin bir bölümünü yansıtmaktadır bu üçleme. “Yıllardan beri bir gerçek vardır: Kır kesiminden büyük kentlere akım oluyor. Yalnız büyük kentlere değil yurt dışına da… Nasıl insanlar geliyor! Müşahede ettiğim ana vasıfları şu: Hangi sınıftan, hangi kesimden gelirse gelsinler, bunlar sıradan insanlar değil… Hepsi çetin ceviz. Mücadeleci ve başarı sağlayan insanlar. Gelip de başarısız olan hemen hemen yok. Zaten böylesi gelmiyor. Son derece efendi, son derece iyi ve geleneksel kültürlerinin bütün iyi vasıflarını taşıyan insanlar. Yalnız gelirken bir ormanın, bir bina ve insan ormanının içine geldiklerinin bilincine varıyorlar. Bu ormanda yaşamın kurallarına uyuyorlar. O zaman yırtıcı ve kırıcı oluyorlar. Amerika’nın batısından gelenlere benzetiyorum ben bunları. Tutunmak zorunda bunlar İstanbul’da. Geliyorlar ve tutunuyorlar. Geldikleri yerde varlıklarını satıp burada tutunma kaygısına girişiyorlar. Bunları ele aldım. Hacı İlyas ailesi de bunların tipik bir örneği. Ben şöyle yaptım müşahedelerimi: On iki yıla yakın bir süre Mecidiyeköy’de oturdum. Aşağı yukarı bu insanlar çevremde gördüğüm insanlardı. Hizmetçi olarak, kapıcı olarak, bakkal olarak... Bunların içinden bazıları da bize yardımcı olarak çalışmaya geldiler. İşte bu kişileri konu edindim.” ( Akad / Onaran) Mayıs’17 • 63


Etkinlik

Film Okumaları-2 Akıl ve Zeka Oyunları Tanışma Yemeği İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’yle ortak olarak düzenlediğimiz “Gelenekten Geleceğe Akıl ve Zeka Oyunları” yarışmasında okullarında birinci olma başarısını gösteren kardeşlerimiz ve aileleriyle tanışma yemeğinde buluştuk. Kardeşlerimize ve ailelerine, yarışmaya gösterdikleri ilgiden dolayı teşekkürlerimizi ilettik. Genç Öncüler olarak neden böyle bir yarışma düzenlediğimizi, hangi amaçla kurulduğumuzu, bunun yanında yaptığımız faaliyetlerin ne olduğuyla alakalı bilgi verdik. Genç kardeşlerimizi Salıncak Çocuk Klübü çatısı altında yaptığımız faaliyetlerde görmekten duyacağımız memnuniyeti aktardık. Gösterilen tanıtım slaytı ve Genç Öncüler adına yapılan konuşmanın ardından ailelerimize ufak bir sürpriz yaptık. Çekiliş usulü üç ailemize çocuklarıyla uzunca vakit geçirmelerine vesile olacağını düşündüğümüz bin beş yüz parçalı puzzle hediye ettik. Yemeğin ardından ailelerle koyu bir çay muhabbetinden sonra tekrar görüşmek üzere ayrıldık.

Genç Öncüler Hanımlar Lise Komisyonu olarak 8 Nisan Cumartesi günü film okumalarımızın ikincisini gerçekleştirdik. “The Truman Show” filmini izleyip Nihal Abla’mız ile film hakkında konuştuk. Film 1998 yılında çekilen Hollywood yapımı bir bilim kurgu filmi. Başkarakteri Truman’ın otuz yıl boyunca uyutulduğu ya da izleyenlerin farkına varmadan uyuduğu, otuz yıl boyunca reklamsız izlenen filmin yayınlandığı kanalın sadece Truman’ın gerçek dünyaya geçtiği sahnede değiştirmesi, tüketim çağında olduğumuzun bir göstergesi. Bir sonraki film okumasında görüşmek üzere. Selametle.

Nisan ayında Hamza Türkmen konuğumuz oldu. “Tevhidi Diriliş Sürecimiz” başlığı altında dört haftalık bir müfredat işledik. Bu müfredatta 20. yüzyılın sonlarından itibaren

Üniversite Dersleri Genç Öncüler Erkekler Üniversite Komisyonu olarak düzenlediğimiz üniversite sohbetleri çerçevesinde mart ayında Taha Kılınç’ı konuk ettik. Ortadoğu Tarihi başlığı altında gerçekleştirdiğimiz sohbetlerde Birinci Dünya Savaşı öncesi Ortadoğu’nun genel durumundan başlayarak günümüze değin savaşlar, darbeler, siyasi hareketler ve liderler bağlamında şekillenen bir müfredat ile üç hafta süren sohbetlerimizi gerçekleştirdik. 64 •Mayıs’17

İslam coğrafyasında doğan ıslah hareketlerinin temelleri, ideolojik alt yapısı, meydana getirdiği siyasi ve ilmi hareketler mevcut idi. İslam coğrafyasındaki ıslah hareketleri içerisinde iz bırakan isimleri de yine bu sohbetlerde ele aldık.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.