Genç Öncüler /115/ Modern Tebliğ Dili

Page 1

ISSN 1307-8283

9 771307 828017

15



EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu M. Salih Demirtaş Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Razi Gülsüm Cemile Damar Sena Dağ Tuğba Şahin Beyzanur Yaşaroğlu Merve Mahitapoğlu Mahinur Özdemir Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Büşra Akgül Dücane Demirtaş Furkan Gençoğlu Uğur Demirel M.Salih Demirtaş Nur Hilal Zeynep Sevra Doğan Eyüp Birkan Çanak Merve Mahitapoğlu Senanur Yaşaroğlu Mahinur Özdemir Ergün Düzgün Esra Çetinkaya Meryem Akbaş Yavuz Selim Sancak Ozan Dilek Toleuzhan Galiyeva Enes Günaslan Zeynep Topuz Zozan Demirci Beyzanur Yaşaroğlu İhsan Üngör Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şenyıldız Yayıncılık ve Matbaacılık Gümüş Suyu Caddesi Işık San. Sit. No:19 C Blok 102 Topkapı / İstanbul Tel: (212) 483 47 91 - 483 48 23

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

T

ebliğ, çağları aşan evrensel bir mesajın yayılması için kendisini İslam’a nispet eden insanların, canlarıyla ve mallarıyla çalışmalarıdır. Tebliğe bazen bir kitap aracı kılınır bazen insanın yaşantısı kitaba işaret eder. Dönüşen dünyada tebliğ araçları da değişkenlik gösterebilir. Dijitalleşmenin hayatımızın her safhasını sarması ile yeni bir tebliğ dili ve imkanı inşa edilmeye başlandı. Yabancı genç alimlerin vaazları internet araçları vasıtasıyla dünyanın dört bir yanında milyonlarca gence ulaştı ve ulaşmaya devam ediyor. Cuma hutbelerinde telefonlara gömülen gençlik, bu alimlerin videolarına tıklanma rekorları kırdırıyor. Gençlerin dertlerine binlerce kilometre öteden ortak olan ve çözüm arayan bu alimlerin ortaya çıkardığı imkan bugün artık daha yüksek sesle tartışılıyor. Genç Öncüler Dergisi yayın ekibi olarak bu minvalde yeni tebliğ hareketleri ve imkanları meselesini irdelemeye çalıştık. Mahinur Özdemir, İslam’ın kutup yıldızları yabancı genç alimleri araştırdı. Senanur Yaşaroğlu Diriliş Buluşmaları organizasyonlarını değerlendirdi. Nur Hilal Amerika’daki tebliğ çalışmalarını irdeledi. Dava Türkiye, Genç Müslümanlar, Camideyiz.biz isimli Türkiye merkezli yeni nesil tebliğ hareketleri kendilerini anlattılar. Dücane Demirtaş Batı’daki genç alimlerin din algılarını ve Batı değerleriyle olan ilişkilerini değerlendirdi. Dosya harici gündem, analiz, siyasal tarih, portre, edebiyat, sinema, fotoğraf ve hayali röportaj bölümleriyle Genç Öncüler Dergisi şubat ayında da dopdolu.

Genç Öncüler’in genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri, kötülükleri, kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız Rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Şubat’17 • 1


ŞSubat 2017 • Sayı 115 • Yıl 14

Amerika’dakİ Teblİğ Çalışmaları

4

Nur Hilal UZUN

İSLAM’IN KUTUP YILDIZLARI Mahinur ÖZDEMİR

Muhammed Emin Yıldırım’ın Kitabından Özetle Büşra AKGÜL

20 2 • Şubat’17

14 48

İslam’a Kavuşma - 3 Toleuzhan GALİYEVA


MÜCADELENİN TEMEL ARGÜMANLARINDAN BİRİ OLARAK EDEBİYAT Enes GÜNASLAN

51 İslam’ın Kutup Yıldızları / Mahinur ÖZDEMİR............................................................. 4 Batılı Genç Davetçilerin Din Algısı ve Söylemleri / Dücane DEMİRTAŞ.............10 Amerika’dakİ Teblİğ Çalışmaları / Nur Hilal UZUN....................................14 ‘’Eski Hal Muhal, Ya Yeni Hal Ya İzmihlal!’’ / Meryem Sena ÖZTÜRK......18 Muhammed Emin Yıldırım’ın Kitabından Özetle / Büşra AKGÜL...............20 Genç Müslümanlar / Zeynep Sevra DOĞAN...........................................22 Dâvâ Türkiye: Bir Tebliğ ve Davet Hareketi /Eyüp Birkan ÇANAK................24 Neden Yabancı Alimleri Dinliyorsunuz / Merve MAHİTAPOĞLU..........................28 Diriliş Buluşmaları / Senanur YAŞAROĞLU...............................................................30

İslam ve Tebliğ / Muhammed Salih DEMİRTAŞ..........................................................31 Camideyiz.biz / Meryem AKBAŞ................................................................................33 Kıbrıs Girit Olmasın / Furkan GENÇOĞLU..................................................................36 Yazı Dizisi Kesnizani Tarikatı - 2 / Ergün DÜZGÜN.....................................................39 Fidanlardan Bir Fidan, Bir Zeynep / Esra ÇETİNKAYA..................................................42 Cumhuriyet Ankara’sının Diktatör Valisi Nevzat Tandoğan / Yavuz Selim SANCAK.........46

İslam’a Kavuşma - 3 / Toleuzhan GALİYEVA.............................................................48 Mücadelenin Temel Argümanlarından Biri Olarak Edebiyat / Enes GÜNASLAN...............51 Hayali Röportajlar Namık Kemal Renan Müdafaanamesi / Uğur DEMİREL......................56 Üç Harfli / Zeynep TOPUZ.........................................................................................60 Tahrik / İsmet ÖZEL.................................................................................................61 Şükür Niyetine / Zozan DEMİRCİ...............................................................................62 Objektifimden Yansıyanlar / Beyzanur YAŞAROĞLU...................................................63 Esâtir / İhsan ÜNGÖR..............................................................................................64

Şubat’17 • 3


Karantina

İSLAM’IN KUTUP YILDIZLARI Mahinur ÖZDEMİR

M

ana… Her mekanda, her halükarda, her zamanda mana. Hayata geliş , yaşayış, ölüş ve hepsine yüklenen büyük mana… Allah’ı bulma, anlama, erişme, kavuşma manaları. Dünyanın neresinde olursak olalım ruhumuzu, bedenimizi, benliğimizi bırakmayan bir varlık. Varlık içinde varlık, varlıkötesi varlık. Anlam diyarı, ilim deryası ve irfan ormanı. Kiminde bir balık, kiminde bir aslandır insan. Kimi ağaçtan, kimi sudaki havadan alır nefesini. Alır ve aldığı nefesi verirken bulur gerçeği. Sebepler silsilesi, hidayet vesilesi ve anlam felsefesi… Hayatımızın her noktasında biryerlere koşarız, bir şeylere yetişmeye çalışırız da yetiştiğimizde nerede olacağımızı ya da neler olacağını düşünmeyiz. Dünyanın büyüsüne kapılıp girdapta boğuluruz da suçu denize atarız. Kendimizi hadsizce olmayan dağların tepesine çıkarırız da nefessizlikten şikayet ederiz. Başımızı bir o yana bir bu yana hunharca çevirip sarhoş oluruz da suçu dünyanın kargaşasına devrederiz. Kısacası dönüp kendimize bakmayız. Hayır, aynaya bakıp aynımızı görmekten bahsetmiyorum, içimize bakıp aslımızı görmek-

4 • Şubat’17

ten bahsediyorum. Korkuyoruz, aslımıza bakıp kandığımız yalanlara kanmayı bırakmaktan korkuyoruz. Gerçeklerle yüzleşip yüzsüzlükten yüz çevirmekten korkuyoruz. Oysa birkez olsun benliğimize bakabilsek, ben diye böbürlenmeyi bir kenara bırakıp bizi biz yapan mucizeye bakabilsek, O’nu görebilsek… Korkar mıyız yine? Sonuçlardan sebebe ulaşınca, dilimizden yüreğimize inince, ötelerin ötesini fark edince yine de korkmaya devam eder miyiz? Hayır! Aslını bulmak, manaya ermek, manada erimek, hidayete ermek; “İşte İslam, gir içeri!” demektir. Korkuların son bulduğu, endişelerin tükendiği, teslimiyetin başladığı yerdir bu nokta. Geri dönüşün olmadığı bu kutlu yola girme cesaretini göstermektir Müslüman olmak. Bu kutlu yola girerken kapıyı önümüze koyan, bizi o kapıdan içeri sokan, gönlümüzde sevgiyi en derinlerde saklayan Allah’tır. Bir de kapının anahtarının yerini gösteren, kutsi kapıyı az da olsa aralayan, yahut aralanmasına vesile olan, hiç değilse kapının varlığını hatırlatan güzel insanlar…


Karantina

HAMZA YUSUF

B

ir genç düşünün. Henüz 17 yaşında, babası Katolik ve annesi Ortodoks Hristiyanı. Doğum yeri Amerika… Belki de çokça karşılaştığımız klasik bir Amerikalı çocuk hikayesi gibi. Fakat asıl hikaye Mark Hanson olarak dünyaya gelen bir gencin İslam kapısından geçerek Hamza Yusuf olarak hayatına devam etmesiyle başlıyor. Birkaç yıl acil servis kardiyoloji bölümünde hasta bakıcı olarak çalışan Mark, kalp krizi geçirmiş hasta insanların tedaviden sonra ölümü düşündüklerini, hayatlarını baştan sona gözden geçirdiklerini görmüş ve bu durum, ölüm gerçeğini hatırlamasına ve ölümün manasına yönlenmesine vesile olmuştur. Okuyup araştırdığı Kuran’ı Kerim vasıtasıyla da o kutlu kapıdan girmiş ve ikinci defa dünyaya, İslam dünyasına gelmiş ve bu dünyanın kapılarını birçok insana göstererek pusula olmuştur. 1977 yılında Müslüman olduktan sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nde dini eğitim almasıyla birlikte Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika başta olmak üzere on yıl boyunca İslam coğrafyasını gezerek farklı ülkelerdeki alimlerden, İslami konuda hocalık yapma icazeti almıştır. Dünyanın birçok yerinde İslam konferansları veren Hamza Yusuf, Amerika’da Zaytuna Enstitüsü’nü kurmuştur. Müslümanların günümüzde çektiği zulmü, tarihin öznesi değil nesnesi haline gelmelerine bağlayan Hamza Yusuf, tarihi süreçte hakkımız olan yere dönmeye ihtiyacımız olduğunu, bunu da özne olmayı, bir şeyler yapmayı başarabilir-

sek elde edebileceğimizi, yani mef’ulun bih değil, fail olmamız gerektiğini, gündem oluşturabilen aktif insanlar olmamız gerektiğini söylemiş ve şunları eklemiştir: Benim ümidim; Türk halkının öz kimliğinin farkına varmasıdır. Çünkü onlar geçmişte ve günümüzde hep büyük ve güzel insanlar olmuşlardır.” Hamza Yusuf’un konuşmalarını dinlediğim zaman sanki ekranda değil yanımdaymış gibi hissediyorum. İçten ve hevesli. Kendi adıma dinlemekten bıkmayacağım ve acaba diğer cümlesinde ne diyecek merakıyla dinlediğim nadide insanlardan. Konuşmasında sürekli yer verdiği betimlemeler, benzetmeler konunun anlaşılırlığını artırıyor ve meseleyi daha kolay kavramamızı sağlıyor. Diğer tebliğ konuşmacılarıyla kıyaslandığında daha duygusal ve sakin bir anlatım tarzı olan Hamza Yusuf kendine has üslubuyla dinlenmeye değer, kıymetli isimlerden.

NOUMAN ALİ KHAN

A

lmanya doğumlu, yedi çocuk babası, hayatının erken dönemlerinde Kuran çalışmalarına ve getirisi olarak Arapçaya ilgi duymuş olan Nouman Ali Khan , ilk Arapça eğitimini Suudi Arabistan-Riyad’da almıştır. Esas eğitimini ise Amerika Birleşik Devletleri’nde almış ve Dr. Abdussamie’nin eğitimi ile yoğun bir Arapça dil bilgisi anlayışı geliştirmiştir. Şu anda tek gayesi Kuran farkındalığını ve değerini yaymaya çalışan bir kurum olan Bayyinah Enstitüsü’nün kurucusu ve yönetim kurulu başkanı olmakla Şubat’17 • 5


Karantina beraber enstitünün “Klasik Arapça’nın Temelleri” ve “Kutsal Kelâm” da dâhil olmak üzere bir kısım derslerinin ana okutmanıdır. Nouman Ali Khan, tebliğnin en önemli metodunun konuşmak ve fetva vermek değil, bizzat Müslüman şahsın yaşayışı ve örnekliği olduğunu düşünmüş ve bunu kendi hayatından bir kesitle konferansında şu ifadelerle dile getirmiştir. ‘’Müslüman olmayan insanların farkında olup onlarla arkadaş olmalı ve onları aramıza almalıyız. Tebliğ etmek zorunda değilsiniz, dışarı çıkıp bir şeyler yiyin, vakit geçirin. Onlarla arkadaş olun. Onlara karşı samimiyetinizi, sevginizi ve ilginizi gördüklerinde bir konuşma yapmanıza gerek kalmadan kendileri İslam’a girecekler. Bunu anlatıyorum çünkü ben bu metodun mahsulüyüm. Lisede İslam ile hiç ilgilenmiyordum. Benimle takılan ve beraber pizza yemeğe giden Müslüman bir arkadaşım sayesinde değiştim ve bana hiçbir zaman vaaz vermedi. Şimdi diyebilirim ki eğer bana vaazetmeye çalışsaydı onunla kesinlikle bir daha dolaşmazdım. Yaklaşık 3 ay sonra bir keresinde trafiğe takılmıştık ve akşam namazını kılmak için arabayı kenara çekti ve ‘’Senin için bir sakıncası yoksa namaz kılabilir miyim?’’ dedi ve o gün 4 yılın ardından ilk defa namaz kıldım. Bana namaz kılmamı söylediği için değil. Bana ‘’Senin için sorun olmazsa namaz kılmaya gideceğim, sadece 5 dakika sürer.” dedi ve ben “Seninle geleceğim.’’ dedim. Onunla namaz kıldım. Bu insanların arkadaşlığa ihtiyacı var

6 • Şubat’17

bizim hükmümüze değil. Hüküm için Allah yeterli. Bizim yargımıza, öfkemize ihtiyaçları yok. İhtiyaçları olan şey bizim sabrımız, sevgimiz ve arkadaşlığımız ve üniversite bunun için harika bir ortam. Başka hiçbir İslami ortamda bulamayacağın birçok Müslüman ile tanışacaksın. Onlar konferansta ya da cuma namazında olmayacaklar. Hatta bayram namazında bile bulabilirsen şanslısın demektir. Ama bu insanlar üniversitedeler. Bu yüzden bu bizim hedefimiz olmalı. Sonucu ya da etkisi önemli değil, sadece Müslümanlarla takıldığı için üniversitedeyken Müslüman olan kardeşler tanıyorum. Çünkü Müslümanlar en cana yakın, en hoş ve en nazik insanlardı. Gerçek dava herkesin bencil olduğu bir zamanda başkalarıyla ilgilenmektir. “ Aslında genel olarak Nouman Ali Khan’ın konferans ve ropörtajlarına baktığımız zaman ilk göze çarpan özellikler; doğallık, akıcılık ve mizah anlayışı ki bir tebliğ için belki de en önemli şeylerden üçü bunlar. Çünkü gördüğüm ve duyduğum kadarıyla yeni nesil artık kendisini anlayan, kendi dilinden az da olsa konuşabilen, sıkıcı olmayan insanlar istiyor karşısında. Tabi ki dozunu ve haddini aşmayarak... Nouman Ali Khan’ın ciddi anlamda tanınması ve sevilmesinin sebebinin; başka rollere bürünmeden kendisi olması, gençlerle iyi iletişime geçmesi ve ifadelerini nükteleriyle taclandırması olduğunu düşünüyorum. Bizler artık kürsülerde ruhumuza ve gündeme uzak katı insanlar değil; bizi anlayan, anlamaya çalışan insanlar istiyoruz.


Karantina

SUHAİB WEBB

SİRAJ WAHHAJ

A

A

merika-Oklahoma’da dünyaya gelen William, Hristiyan bir ailede doğmuştur, dedesi vaizdir. 14 yaşlarında kendisini manevi bir boşlukta hisseden William, o dönemlerde yükselişte olan hiphop kültürüne merak salmış ve yakın zamanda DJ olmuştur. Hayatının en verimli yıllarında, 19 yaşında bulunduğu manevi boşluğu nihayet İslam ile doldurmuş, Müslüman olmuş ve ismini Suhaib olarak değiştirmiştir. Evvela yarım bıraktığı eğitimini University of Central Oklahoma’da tamamlamış ve Senegalli bir şeyhden de İslami ilimleri ve Arapça’yı tahsil etmiştir. İleri vakitlerde ise imamlık yapacak ve ders verecek konuma ulaşmıştır. Şuanda, El-Magrip Enstitüsü’nde dersler vermektedir. Oldukça heyecanlı, hareketli bir anlatım tarzı olan Suhaib Webb , gerek mimikleri, gerek esprileri, gerek ani ses tonu değişiklikleriye oldukça dikkat çeken bir isim. Kendisini dinlerken siz de fark etmeden konuya dahil oluyor ve aynı yüz ifadelerini alıyorsunuz. Aslına bakılırsa, bence oldukça etkileyici bir anlatım tarzı var. Kendisinin mizah ve taklit yeteneği oldukça güçlü ve sıradanlıktan hoşlanmayan, yeni bir soluk arayan gençler için birebir diyebilirim. Konuşmasını yaparken kanı kaynayan, yerinde duramayan Suhaib Webb, anlatırken olayı yaşıyor adeta, bu da izleyicilerin dikkatini ve ilgisini çekmekte oldukça etkili bir yöntem. Olayla alakası olmayan birisi tesadüfen görse “Bir bakayım, ne diyor.” diye bakıp saatlerce dinleyebilir. İslami videolara çok fazla ilgisi olmayan, çabuk sıkılan kişiler için böyle insanlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

‫معمار سنان‬

merika-New York’ta Jefrrey Kearse olarak dünyaya gelmiştir ve genç yaşında Baptist kilisesinde pazar derslerinde öğretmenlik yapmıştır. Eğitimini New York Üniversitesi’nde alan Jefrrey , basketbol ile ilgilenmiş ve bir siyahi Amerikalı hareketi olan, Wallace D.Fard’ın kurmuş olduğu Nation of Islam ile ilgilenen takım arkadaşları vesilesi ile Müslüman olmuş ve adını Jeffrey12X olarak değiştirmiştir. Okulunu bitirdikten sonra Nation of Islam hareketine katılmıştır. Bu süre zarfında beyazların şeytan olduğu inancına sahipti. Bu düşüncesini de şu ifadelerle dile getirmiştir: “Beni çeken doğrusu, teoloji değildi. Kur’an mesajı değildi. Beni çeken hareketin bizatihi kendisiydi, siyah gururuydu. O dönemde tüm beyaz insanları şeytan olarak görüyordum. Ben İslam’a arka kapıdan girdim.” Hareketin lideri Elijah Muhammed’in ölümünün ardından, Deen Muhammed’in vesilesi ile sunni bir Müslüman olmaya karar verip ismini tekrardan değiştirmiş ve Arapça’da ‘’parlak ışık’’ anlamına gelen Siraj Wahhaj yapmıştır. Mekke’deki Umm al-Qura Üniversitesi’nde İslami eğitim almıştır ve Howard Üniversitesi’nde kısa bir süreliğine İslami Araştırmalar’da eğitim vermiştir. Sonraları görüş ayrılıkları sebebi ile Nation of Islam hareketinden tam olarak ayrılmış ve Takva Mescidi’nde namazlara imamlık yapmaya başlamıştır. Mescidde tam gün İslami ilim dersleri, Arapça dersleri organize etmektedir. Ayrıca mescidde evlilik danışmanlığı hizmeti de bulunmaktadır.

Şubat’17 • 7


Karantina Siraj Wahhaj, 1991 yılında, ABD Temsilciler Meclisi’nde açılış duası yapan ilk Müslüman olmuştur. 1988’de Amerikan polisi ile ortak bir uyuşturucu karşıtı faaliyeti gerçekleştirmiştir. Cemaatinden insanlar ile yaptığı “40 gün 40 gece uyuşturucu nöbeti” eylemi sayesinde Brooklyn’deki birçok batakhane kapatılmış, uyuşturucu tacirleri polis tarafından tutuklanmıştır. Bu operasyonun başarısını bizzat sağlayan Wahhaj, o dönemlerde New York Polis Departmanı’nın övgüsüne mazhar olmuştur. Siraj Wahhaj dava ve tebliğ anlayışını şu sözleriyle dile getirmiştir: “Dava’nın en büyük formu Müslümanların duruşudur. Sıklıkla kendime sorarım: “Ben eğer bir Müslüman olmasaydım ve Müslümanların bütün bu yaptıklarını okusaydım, neden Müslüman olmayı tercih ederdim? Kur’an ve Peygamber’in sünneti hakkında pek bir şey bilmesem neden Müslüman olmayı tercih ederdim?” Kamuoyunun gözünde Müslüman imajı iki kaynaktan geliyor; ya medyadan ya da bizzat bizim davranışlarımızdan. Bu da şu anlama geliyor ki, yapacak çok işimiz var, şayet davaya gerçekten hizmet etmek istiyorsak.” Bir başka konuşmasında İslam’ın kadınını şu güzel cümlelerle ifade ediyor: “Dünya üzerinde Müslüman kadınlardan daha güzel kimse yoktur. Kimse yanlarına bile yaklaşamaz. Onlar Allah’ın rızasını kazanmak için giyinirler. Onlar da her kadın gibi evden çıkmadan önce aynaya bakar fakat farklı bir sebep için bakar. Başka kadınlar en iyi stile sahip olduğundan, güzel göründüğünden, erkekleri cezbettiğinden emin olmak için bakar. Fakat Müslüman kadın, aynaya baktığında düzgün bir şekilde giyinmiş miyim, Allah’ın rızasına uygun mu, yeterince kapalı mı diye bakar. Sokağa çıktığında Allah’ın rızası için örtünmüştür. İşte tüm bunları yaptığında o güzeldir.” ABD’nin en büyük iki Müslüman topluluğundan biri olan Islamic Society of North America (ISNA)’nın başkan yardımcılığını bir dönem yürüten Wahhaj , Kuzey Amerika Müslüman Birliği (MANA)’nin de iki kurucusundan birisi ve New York’taki “Majlis Ash-Shura” yani Şura 8 • Şubat’17

Meclisi denen, Müslüman alimlerden oluşan yapının da üyesidir. Siraj Wahhaj’ı ilk dinlediğim zaman sanki karşısında milyonlar varmış gibi hissettim. Her halinden ne kadar idealist bir kişi olduğu anlaşılıyordu. Anlatmaya ve insanlara bir şeyler öğretip bunun için yürekten çaba harcamaya gönüllü bir insan. Dinlerken kendinizi çok susamış da kana kana su içiyormuş gibi hissediyorsunuz ve siz ne kadar bilgiye açsanız onu o kadar iştahlı dinliyorsunuz. Aslına bakılırsa tebliğ eden her insanda olması gereken bu özellik ne yazık ki birçok kişide yok: İdealist ruh. Oldukça mühim, bir o kadar arka planda tutulan bu kelime grubu ne yazık ki göz ardı ediliyor. Oysa ki eğer sözlerimiz etkili olsun istiyorsak önce kendimize inanmalı ve kendi ilkelerimizi idealist ve kararlı bir şekilde sunmalıyız karşı tarafa. Aksi takdirde sözlerimiz kuru kelimelerden ibaret tuzsuz birer yemek olucaktır, kulak şişiren ama ruh aleminde tesirsiz… İşte bu bağlamda, Siraj Wahhaj kendisini etkili bir şekilde sunmayı başarıyor insanlığa. Tam bir öğretmen edasıyla, öğretme merakıyla; talebeye, talep edene…

ZAİD SHAKİR

İ

mam Zaid Shakir 1956 doğumludur. Ailesi Afrika, İrlanda ve Kızılderili asıllıdır. Zaid Shakir, Müslüman bir ailede dünyaya gelmemiştir. Müslüman olduğu zamanlarda ABD hava kuvvetlerinde görev yapmaktaydı. İslam’ı kabul etme sürecini şu cümlelerle anlatmıştır: “Hakikati ararken İslam’ı buldum. Yaşadığım bölgedeki şartlar ve lise hayatım bir çok toplumsal sorunla karşılaşmama sebep oldu. Annem tek başına yedi çocuk büyütmeye çalışıyordu. Paramız da yoktu. Bu yüzden açlık sınırında olan ailelere verilen evlerin olduğu bir mahallede büyüdüm. Toplumsal hastalıkların her türüne şahit oldum. Bu problemlerin hepsinin bir çözüm yolu olmalı, bunlar için birisinin koyduğu kurallar silsilesi olmalı diyordum. Bir yandan bu


Karantina problemlere çözüm arayışındaydım diğer yandan ise Allah, hakikat ve hayat ile ilgili temel sorularım vardı. Bunlara cevaplar arıyordum. Allah’ın takdiriyle birçok dini öğrenmeye gayret ettim. Bir dönem komünizm ve ateizmle boğuşup durdum. Aradığımı bulamadım. Ama en son İslam ile tanıştım ve ruhum huzura erdi.” Kendisi İslam’a olan bakış açısını şu cümlelerle ifade ediyor: “İslâm, Allah tarafından Hz. Muhammed(sav) aracılığıyla gönderilen kapsamlı bir dindir. Diğer peygamberlerin getirdikleri gibi İslâm da insanlığa örnek olması için gönderilmiştir. Yaratıcımız bizi yarattı ve bizi bizlerden daha iyi tanıyor. İslam da Allah’ın insanlara yaşayışlarında rehberlik etmesi ve insanların kulluk bilinciyle yaşaması için gönderilmiştir. Kulluk demişken; İslam’ı iki kavramla özetleyebiliriz: Allah’a ibadet ve insanlara karşı merhametli olmak ve tabi ki hizmet etmek. İbadet de bir nevi hizmet olarak tanımlanabilir. İbadet, a-b-d köklerinden geliyor ve anlamı da hizmet etmektir. Dolayısı ile biz; namaz, oruç, zekat, kelime-i şehadet gibi ibadetlerimiz ile Allah’a hizmet ediyoruz ve tabi ki Peygamberimiz hz.Muhammed’in dediği gibi; İslam’ın yolu tektir. Hz.İsa, Hz.Musa, Hz.Davud ve diğer tüm peygamberler aynı devrim için geldiler. Hz.Musa’ya Tevrat, Hz.Davut’a Zebur, Hz.İsa’ya İncil gönderildi. Diğer yandan hz.İbrahim, Hz.Nuh; bunlar Hıristiyanların ve diğer inançtakilerin de bildiği isimler. Müslümanlar, bunların hapsine ve son pegamber

olarak hz.Muhammed(sav)’e inanıyor. Sonuç olarak İslâm, Allah’a kulluk etmek ve insanlara hayır yapmak, güzel söz söylemek, doğru yolda rehberlik etmek, hizmet etmektir. İşte İslam budur.” Sivil aktivizm çalışmaları, İslamofobi ve ırkçılığa karşı yaptığı mücadeleyle ön plana çıkan İmam Zaid Shakir, yalnızca Amerika’da değil, bütün dünyada sohbetleri dinlenen ve vaazları takip edilen bir âlimdir. Ayrıca meşhur Zeytuna Üniversitesi’nin hocalarından birisidir. Şahsi deyişimle “ateistlerin korkulu rüyası” Zaid Shakir’in en çok sabırlı ve anlayışlı yapısı dikkatimi çekmiştir. Kendisine gelen en uç ateistlerin sorularını bile sabırla dinleyen, onları anlamaya çalışan Shakir’in, mantıklı cevaplarıyla akıllardaki soru işaretlerini gidermesi bakımından adeta ümmette aranan kan misali bir konuşma tarzı var. Oldukça sakin ama kararlı bir şekilde konuşması sanırım insanlar üzerinde büyük etkiler bırakıyor olacak ki birçok ateist ona rahatlıkla, çekinmeden soru sorabiliyor. Sanırım bunun katkılarından biri de insanlara verdiği güven. Evet Müslümana olanın yanı sıra gayrimüslime verilen güvenin, tebliğ için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum. Bilgimiz enginlere sığmayıp taşsa da karşı tarafı sözümüzden emin kılamazsak ne yazık ki bilgimiz işe yaramayacaktır. İşte Zaid Shakir babacan tavrıyla insanlara bu güveni veriyor ve çok şükür ki insanların İslamiyet’e girmesi için kapıları zorluyor. Nice kilitli kapıların ardına kadar açılması duası ile…

Şubat’17 • 9


Karantina

Batılı Genç Davetçilerin Din Algısı ve Söylemleri Dücane DEMİRTAŞ

T

arih boyunca herhangi bir dini süreç, kurumsallaşmak ve kültürleşmek için mutlak manada kendisiyle doğrudan ilişkili olan bir dizi faktörlere muhtaçtır. Herhangi bir dini süreç hiçbir zaman içerisinde oluştuğu kalıplarla kendisini muhafaza edememiş; dinamik ve hareketli özünü kurumların siyasi ve ekonomik gücünü pekiştirmek için durağan ve yeni kültürlere cevap verme/ kendini savunma kabiliyetiyle takas etmiştir. Bunun neticesinde din hem “teolojisini” hem de egemen olduğu yeni topraklarda -başkasından alsın/kendi üretsin- isminin önüne o dinin aidiyetini ifade eden yeni bir ünsiyet üretmiştir. Teoloji, dinin, karşılaştığı yeni kültür ve kurumlara karşı mensuplarının tali mevzuları asli mevzular haline getirebileceği, mensup olunan dinin karşısındakine üstünlüğünü ispat edeceği tartışma ve ihtilaf alanıdır. Bir dinin teolojisinin sistematiği

10 • Şubat’17

ve mükemmelliği onun doğrudan uzun vadede siyasi egemenlik sahasında mağlup ettiği güçlerin teolojilerinden edindiği tecrübelerle ilişkilidir. Yani teoloji doğrudan iyi niyetle olsun olmasın bir karşılık verme zorunluluğu ve tepkime hareketidir. Üzerinde her insanın uzlaşacağı evrensel ahlaki ilkeler kavga konusu olamayacağı için dönemin koşulları içerisinde mevcut teolojinin ne kadar da makul ve akla uygun olduğu gündem konusudur. Altını kalın harflerle çizmek gerekirse teoloji din değildir, aynı zamanda doğruluğunun ve yanlışlığının kıstası olmadığı için bir kıymeti de yoktur. Batıdaki Müslüman davetçiler hakkında kaba taslak bir portre çıkarmadan önce bu yazıda ortaya konulan şey bir yargılama, hor görme ve kendini Müslüman olarak addeden kim olursa olsun bir kişiyi bu dairenin dışına itme hadsizliği değil Müslüman davetçilerin tarih içindeki seyrinin Müslümanların inişli çıkışlı siyasal kaderleriyle ne kadar da doğru ilişkili seyreden tepkisel bir eğilimlerinin olduğudur. Batıdaki Müslüman da-


Karantina

vetçileri ve onların İslam coğrafyasında yarattığı beklenmedik takipçi kitlesini daha iyi anlayabilmek için zannımca üç zaman periyodunu gözden geçirmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki Müslümanların İran ve Bizans gibi iki kadim geleneğe sahip medeniyetlerle karşılaştığı, siyasal ilk kurumsallaşmaların gerçekleştiği, İspanya’dan Çin’e değin politik gücün zirvesini dünya üzerinde Müslümanların elinde olduğu 700-1400 arasındaki dönem- uzatılıp kısaltılabilir, kabataslak olarak bu dönem Müslüman hâkimiyetinin dünya üzerinde en hissedilir olduğu periyottur-. İkincisi Müslümanların özellikle Batı karşısında ciddi mağlubiyetlerinin görüldüğü ve siyasal mağlubiyetlerinin nedenlerini araştırdıkları dönem- kabataslak olarak 19.yy’dan 20.yy’ın ortalarına değin İslam beldelerinin ekseriyetinin işgal altında olduğu periyot-. Üçüncü dönem ise Batı’nın hakimiyet, güç ve nüfuzunun yerini yavaş yavaş yerli unsurlara bıraktığı, iki yüz yıllık aradan sonra yeniden hissedilen özgüvenli bir dönem olarak son yirmi otuz yıl diyebiliriz. Peki bunların davetçilerin metot, eğilim ve anlayışlarıyla ne ilgisi var? Müslümanlar, Arabistan’ın dışına çıktıklarında Helenik kültür ve kadim Pers kültürüyle karşılaştılar. Yunan etkisi bir yana, Müslüman ordular Endülüs’ten Sicilya’ya, Kafkasya’ya, Orta Asya’ya, Hindistan’a hatta Çin’e kadar varmışlardı. Bu şu demek: Müslümanlar karşılarında yerleşik ve güçlü kökleri olan bir si-

yasi egemenlikler bulmuşlar ve her siyasi egemenliğin meşruiyetini ve kurumsallaşmasını sağlayan bir dizi kadim teolojilerle karşı karşıya kalmıştılar. Bu çarpışma birden fazla alanda seyredecekti. Siyasi ve ekonomik üstünlüğü ele geçiren Müslümanları, yeniden inşa etmek veya yaratmak için ellerinde hiçbir kaynağın bulunmadığı başka bir kavga alanı bekliyordu, o da kadim teolojiler. İşte şimdi bomba burada patlıyor. Bu dönem, siyasal hâkimiyetin teolojik meşruiyetini sağlamak için Müslüman zihin dünyasının din namına kadim Helen, Pers ve Hint kültürüne karşı savunmasızlık hissinden sebep bir dizi teoloji üretim çılgınlığına giriştiği dönemdir. Portreyi daha iyi canlandırmak için David Thomas ve Barbara Roggema’nın 7yy.’dan 20.yy.’a kadar sadece Müslüman ve Hristiyanların birbirlerine yazdığı eserlerin bibliyografyası olan 11 ciltlik yapıta göz atmak kafidir, zira bahsettiğimiz dönemdeki eserlerin ekseriyeti reddiye formatında İslam’ın yüceliği, diğer dinlerin içlerinde barındırdıkları saçmalıklar ve çelişkilerle ilgilidir, veya Hristiyanlığın yüceliği, evrenselliği ve İslam’ın içinde barındırdığı çelişkiler başlığı altında toplanmıştır. Hadiste baba sayılan altı imamın da İranlı olduğu, Helenizm ve klasik Yunan filozoflarının Müslüman düşünürler ve alimlerin zihninde derin etki bıraktığı, kadim Veda ve Upanidşad öğretisinin nüfuzunun, Maniliğin, Mecusiliğin ve bir dizi teolojinin bit pazarında meydana serildiği bir dönem ve coğrafyadan bahseŞubat’17 • 11


Karantina diyoruz. Müslüman alimlerin karşılaştıkları her teolojiye ve bilgiye karşı cevap verme, alternatif bir teoloji kurgulama gayretlerini veya bütün bir eserler yığını İslam’ın zenginliği olarak görememe cesaretimin tek sebebi şu durumdur. Muhammed (as), vahiy kendisine gelmeden önce asgari olarak benzer inanç ve teolojilerin hakim olduğu bir çok noktayı görmüş ve kendileri hakkında bilgi sahibi olmuştu, dahası bizzat vahiy inerken Yahudi ve Hristiyanların benzer kadim geleneklerin varlığı da aşikardır. Peki, burada sorulması gereken soru şudur: Niçin tek bir ayette dahi karşılaşılan bu teolojilere polemik açacak tek bir cevap dahi verilmez, hatta Kehf ve Müddesir suresinde bariz şekilde bu kavgaya girmenin Allah’ın muradıyla yakından uzaktan ilgisi olmadığı dile getirilmesine karşın Müslümanlar böyle bir şeye neden ihtiyaç duydu? Bu, basit manada dinin sadece indiği ile kaldığı görüşünü değildir, ama öz olarak din namına başına “İslami” sıfatı yüklenecek her şeyin asgari Kuran’ın kendisi sebebiyle vahyedildiği kavgadan bir nebze olsun nasiplenmesi gerekliliğindendir. Bu sebeple, Müslümanların bir diğerine tepki ve cevap olsun diye ürettikleri her teoloji, düşünce kuramı insanlık kütüphanesine eklenecek bir bilgi yığıntısından farksız değildir, eğer zenginlik denilecekse zenginlik yığıntısı diyelim. Ama kavga tıpkı din gibi basit, anlaşılmak için bir çobana indirilecek kadar sadedir. Allahualem. Hızlıca, ikinci döneme gelirsek, bu dönem Müslümanların siyasal mağlubiyetlerinin altında yatan sebeplerini araştırdıkları dönemdir. Bu dönem, mağlubiyet teolojisinin yerini mahcubiyet teolojisine bıraktığı ve İslam’ın ilk kaynaklarından yeniden incelenip, siyasi yenilgilerin müsebbibi olarak miras alınan gelenek ve teolojinin yıpratıldığı dönemdir. Dikkat edilmesi gerekilen husus, bu yeni akımın Hindistan ve Mısır merkezli olması. Yani Müslüman coğrafyasının sömürgeleşen ilk topraklarında zuhur etmesi. Bütün bu atmosfer hiç kuşkusuz son dönemde özellikle Batıdaki davet gruplarının söylemleriyle doğrudan ilişkilidir. Batıdaki Müslü12 • Şubat’17

manların davetlerinin merkezinde görülebilecek en temel unsur içlerinde bulundukları çağın yarattığı boşluk ve bunaltının sebep olduğu kimliksizlik duygusunun yerini dolduracak ahlaki bir kimliktir, özellikle altını çizmek gerekirse ekseriyetten ahlak temellidir. Davetin temel kurgusu genellikle şu döngünün içerisindedir: Komünizmin veya post modern kültürün üzerinden silindir gibi geçtiği ahlaki her türlü zaafın topluma sirayet ettiği bir bölgede “İslam” ahlaklı olmak, anne babaya iyi davranmak, yalan söylememek, içki içmemek vb. temel kaidelerin yerine getirilmesinin adıdır. Davetçilerin hikayelerinin neredeyse tamamı Müslüman olmadıktan önce ne denli iğrenç bir yaşamın içerisinde oldukları, Müslüman olduktan sonra ise ne denli sağlıklı ve ahlaklı bir yaşantıya sahip oldukları, çevrelerindeki insanların onlara dair bakışlarının olumluya çevrildiği minvalindedir. Bunun dışında İslam’ın ne denli akla uygun, bilimsel ve mantıklı bir din olduğunu, ikna ettikleri veya makul cevaplarla susturdukları bir dizi karşıt profesör veya din adamıyla ortaya koyarlar. İslam’ın modern normlara uygunluğu ve ahlaki olgunluğun beşiği olduğu, aile içi ilişkiler, iş ilişkileri vb. insanların gündelik yaşantılarına sunulan örnekler ve çözüm yollarıyla ortaya konulur. Batıdaki Müslüman tebliğcilerin Müslüman ülkelerden de ziyadesiyle karşılık bulmaları da ilgi çekici bir nokta. Bunun altında yatan sebepler kabaca; İslam’ın Müslüman beldelerinin çoğunda donuk bir geleneğe dönüşmüş kültürel bir miras yerine genç nesiller tarafından güncel hayatlarına ve Batı sömürgeciliğinin ülkelerinde yarattığı kurumsallaşmanın dayattığı sorulara dair cevap verme yetisi olan dinamik bir güç olarak görülmeye başlanması olabilir. Yabancı bir ülkede yarattıkları muhteşem bir Müslüman imajı, güncel hayatın ve özellikle genç Müslümanların sorunlarına eğilmeleri sebebiyle takdire şayan bir metot denilebilir. Fakat, içinde bulunduğunuzda veya takip ettiğinizde duyulan en büyük eksiklik kuşkusuz İslam’ın ahlaki bir hayat yaşama gayretinden çok daha öteye geçemediği, örneğin siyasi bir


Karantina

söylemi olmadığı yanılgısıdır. Bunun yanında peki onları böylesine popüler kılan sebepler neler? Her şeyden önce genç ve yeni kuşaklar. Yani bu, doğrudan hitap ettikleri genç kitlelerin sorunları, ilgi alanları ve beklentilerini paylaştıklarını gösterir. Dil, en önemli ikinci unsur sayılabilir. Ekran başında izlene gelen milyonluk davetçilerin üslupları akıcı, monotonluktan uzak ve bir gence ikinci dakikadan sonra da izlettirecek kadar heyecanlıdır. Samimiyet, özellikle çoğu kez karşısındaki insanlardan pek göremedikleri bir duygu olarak davetçilerin sahip olduğu bir başka karakter. Bunun yanında davetçilerin en büyük özellikleri damara basmak denilebilir. Şöyle ki özellikle Müslüman beldelerde gençlerin doğrudan ilgisini veya sıkıntısını çektiği cinsellik, aile hayatı, iş hayatı vb. bir çok konuya dair bir çok pratik çözüm önerileri sunuluyor. Basit şekilde youtube kanalında bu tebliğcilerden bazılarının ismini yazdığımızda en çok tıklanan birkaç videoya bakalım; Mesela youtube amcaya “Nouman Ali Khan” yazıyorum ve altta şu başlıklı videolar çıkıyor;

· “Üzüntülerinin Seni Kahretmesine İzin Verme - Nouman Ali Khan [Türkçe Altyazılı]” · “Sevgili Olmak Haram İse Nasıl Evleneceğiz? [Nouman Ali Khan]” · “Kızlar Uyanık Olun: Erkekler Nasıl Plan Yapar! - Nouman Ali Khan [Türkçe Altyazılı]” · “Müslüman Kızların Kendilerini Beğenmemesi [Nouman Ali Khan] [Türkçe Altyazılı” · “İç Huzuru Yakalamak [Nouman Ali Khan] [Türkçe Altyazılı |” Veya bu sefer “Suhaib Webb” · “Finding Faith & Meaning in the Road Ahead(İmanı bulmak ve doğru yolda olmanın anlamı)” · “Gender Relations and Marriage in Islam (İslam’da cinsiyet ilişkileri ve Evlilik)” Veya “Zaid Shakir” · “Never Going to Catch the Dunya” Funny Story by Imam Zaid Shakir” · “Breaking Spiritual Silence - Imam Zaid Shakir” Veya “Khalid Yasin” · “Eger Bir kızı Cok Cok Seviyorsan - Khalid Yasin” · “Ah Gençlik! Bırak Şu Dünyayı! [Khalid Yasin]” Veya bayan bir tebliğci olarak “Farhat Hashmi” veya “Yasmin Mogahed” yazıyorum · “Basic Rule for Makeup --Dr .Farhat Hashmi Part 1” · “Why Do Bad things happen to good people ? Yasmin Mogahed |” · “How to Keep our Hearts away from Sins ? Yasmin Mogahed” Veya “Zakir Naik” yazıyorum, · “Dr Zakir Naik Ateist ve Agnostik arası gencin zor sorusuna müthiş bir cevap verip ikna ediyor” · “Allah Beni Eşcinsel Yaratmışsa Suçlu kim ? | Dr. Zakir Naik” Veya “Yusuf Estes” yazıyorum, · “Evolution, Atheism and Islam by Yusuf Estes‫”‏‬

Şubat’17 • 13


Karantina

Amerika’dakİ Teblİğ Çalışmaları Nur Hilal UZUN

G

ayrimüslim bir ülkede tek başına bir Müslüman; okyanusta bir damla, çölde bir zerre... Aynı derecede yalnız, yönsüz ve belirsiz. Öyle ki varlığını görünür kılmak, kendisine vahyedilen yolu bulmak ve bulduğu bu yolda müstakim kalmak hayli zor. İnançlarından ve vazifelerinden taviz vermeden yaşamanın böylesine zor olduğu topraklarda yaşayan bu insanların devam ettirdikleri zor ve önemli bir görev: Tebliğ! Münkere karşı verilen mücadelede İslami hareketin en önemli ayağı. İşte burada pusula olarak devreye camiler ve onların özelinde cemaatler ve İslami kuruluşlar/topluluklar giriyor. Cem olunuyor; dil, cinsiyet, ırk gözetmeksizin aynı niyet için bir araya geliniyor. Küffara karşı verilen savaşın en zor olduğu - ve belki de son seçimlerden sonra daha da zorlaşacak olan- topraklardan biri de Amerika. Günümüzde Amerika’da yüzlerce İslami topluluk ve cami bulunuyor. Bazıları sadece 20-25 aileden oluşan ufak topluluklar olsa da yüzlerce üyeden oluşan cemiyetler de var. Neredeyse her topluluğun bir imamı, lideri mevcut ve tüm üyeler imamlarına sadık ve gönülden bağlılar. Ülkedeki Müslümanlar 8 ila 9 milyon arasında değişen ve çok yönlü faaliyetler sayesinde gün geçtikçe ivmeli artış gösteren bir nüfusa sahip.

14 • Şubat’17

Müslüman topluluğun yaklaşık beşte biri kendilerini mühtedi olarak tanımlıyor. Söz konusu orana göre her camiye yaklaşık on altı mühtedi düşüyor ki bu ciddi bir rakam. Bu insanlar ihtida etmelerinde dini literatür, evlilik, İslam’ın öğreti ve uygulamalarının anlaşılırlığı, ahlak ve ailevi unsurların önemli rol oynadığını belirtiyor. Bu meyanda, yerel ve ülke genelindeki İslami kuruluşların İslam’ı yaymak, İslam ve Müslümanlar hakkındaki negatif imaj ve ön yargıları gidermek için yaptıkları çalışmalardan bahsetmek ve önemini vurgulamak yerinde olacaktır. Bahsi geçen toplulukların birçoğunun tebliğ çalışmaları, haftalık Kur’an halkaları, siyer dersleri bulunuyor. İslamofobinin ve İslam karşıtı söylemlerin dünya çapında çığ gibi büyüdüğü bir zamanda yürütülen bu zorlu görevde başı çeken ve aktif olarak varlığını sürdüren topluluklardan bazıları şöyle sıralanabilir: Kuzey Amerika İslam Topluluğu (ISNA), Kuzey Amerika İslam Halkası (ICNA), Amerikalı Müslümanlar Topluluğu (MSA), Şikago Müslüman Toplum Merkezi (MCCC), Zeytuna Enstitüsü (Zaytuna Institute), Beyyine Enstitüsü (Bayyinah Institute). Bunun haricinde pek çok kimlik iddialarını duyurma odaklı ve derin İslami bilgiden uzak topluluklar da mevcudiyetini sürdürüyor.


Karantina ve anlatmada ihtiyaca mukabil güncel bir dil ve ifade birikimine katkıda bulunmalarına olanak sağlıyor.

Kuzey Amerika İslam Topluluğu (ICNA)

ISNA (Kuzey Amerika İslam Topluluğu)

ISNA (Kuzey Amerika İslam Topluluğu) 1983 yılında Kuzey Amerika’ya yerleşmeye karar veren eski MSA mensupları tarafından kurulan, her kesimden Müslümanları desteklemek; sosyal, kültürel faaliyetler ve eğitim programları geliştirmek için ortak bir zemin oluşturan multi-kültürel ve multi-etnik bir topluluk. Müslümanlar için düzenlenen liderlik kursları, imamlara ve din öğreticilerine yönelik kurslar ve seminerler yürütülen faaliyetlerden sadece birkaçı. Fakat ISNA’nın sahadaki etkinliği çok daha geniş kapsamlı. İhtida edenler için İslam’a giriş sertifikası, İslam ve Müslümanlara karşı oluşan ön yargıları bir nebze olsun eritmek ve cahiliyeti gidermek, aynı zamanda İslam’ı doğru bir şekilde anlatmak için düzenlenen “dawah” (tebliğ) programları topluluğu hakkında konuşmaya değer kılan en önemli çalışmaları arasında. Kutlu vahiy mesajı ile yeni tanışanların meşakkatli yolculuğunu kolaylaştırmak için kitaplar ve görsel materyaller sağlamaları ise bu hayırda yarışanların dini anlama

ICNA, kuruluş tarihi itibarıyla ISNA’dan biraz daha eskiye dayanıyor. Kendilerini tanımladıkları üzere, amaç ve faaliyetleri genel olarak İslam’ı yayma, inanç temellerini ve uygulamalarını gözetme ve ülkedeki Müslümanlar arasındaki ufak çaplı ayrılıkları göz ardı edip asgari ölçüde ümmet birliğini ve ruhunu kurma gibi idealle dayanıyor. ISNA’ya nispeten daha az üyesi olan bu topluluk tabiri caizse daha az oranda multi-kültürel bir yapı sergiliyor ve düzenlediği faaliyetler sosyal, kültürel etkinliklerden ziyade İslam’ın yayılması, özünün korunması, emir ve yasaklarının uygulanmasını ön plana çıkartıyor.

Zeytuna Enstitüsü Amerika menşeli İslami kuruluşların son yıllarda en popülerlerinden biri olan Zeytuna Enstitüsü, farklı eğitim programları, amaçları ve yöntemleri ile günümüzde yeni bir fenomen haline gelmiş durumda. 1996 yılında Yunan asıllı Amerikalı bir mühtedi olan Hamza Yusuf tarafından kurulan organizasyon özü itibariyle bir din eğitim kurumu aslında. Önde gelen görevlileri Amerika’da ihtida eden eğitimli ve aydın Müslümanlardan oluşuyor. Yukarıda bahsi geçen dini topluluklardan/ kuruluşlardan farklı olarak, enstitü, Amerika’da entelektüel, bilgili, İslami

Zeytuna Enstitüsü

Şubat’17 • 15


Karantina tarih ve kültüre dayalı, Kur’an araştırmaları ve geleneksel din eğitimini esas alan yeni bir nesil oluşturmayı amaçlıyor. Enstitünün kurucusu Hamza Yusuf bilhassa 11 Eylül olaylarından sonra terörizme, şiddet ve aşırılığa karşı duruşu sebebiyle ilgi odağı olmuş, -kullandığı bazı ifadelerin aşırı genelleyici olması sebebiyle o dönemde Müslümanlardan tepki toplamış olsa da- Müslümanlar hakkındaki korku ve karşı saldırı ihtimallerini azaltmada önemli rol oynamış. Bu süreçte üstlendiği sorumlulukla Amerika’daki eğitimli, genç kuşakların dikkatini çekmiş ve İslam’ın daha geniş kitlelere duyurulmasına ön ayak olmuştur.

Beyyine Enstitüsü

Gerek verdiği vaazların içeriği, gerek konuşmalarındaki üslubun etkileyiciliği ve sıradışılığı sebebiyle ülkemizde de pek çok kişi tarafından sıkı bir şekilde takip edilen ve “atipik bir âlim” olarak nitelenen Pakistan asıllı Amerikalı Nouman Ali Khan tarafından 2005 yılında kurulan enstitü, işleyiş olarak basit bir Kur’an okulu aslında. Öğrenimi kolay ve kalıcı kılacak şekilde özel olarak hazırlanan Arapça derslerinin çevrimiçi olarak da takip edilebilir olması enstitünün dünya çapındaki etkisini artıran özelliklerden biri. Enstitü genel çerçeveden baktığımızda Arapça öğrenimi ve Kur’an’ı anlamaya yönelik dersleri ile sadece Müslümanlara yönelikmiş gibi gözükse de Nouman Ali’nin ülke içinde ve dışında verdiği konferansların etkisinin daha büyük çaplı etki oluşturduğu ve gayrimüslim insanları kendine çektiği biliniyor. İnsanlardan, konuşmalarını dinledikten sonra müslüman olduğunu ya

16 • Şubat’17

da ailesi Müslüman olduğu halde hiçbir inancı kalmamışken tekrar Müslüman gibi yaşamaya başladığını ifade eden pek çok mektup aldığını ifade ediyor Nouman Ali. Şüphesiz bunda pek çok kişinin tabu olarak gördüğü ya da hasıraltı ettiği gerçekleri konuşmaktan çekinmemesinin ve çözüm önerisi sunmaya çalışmasının da etkisi var. Dikkat çeken bazı konuşmalarının başlıkları ise şu şekilde: “Neden zengin değilim? Allah beni sevmiyor mu?”, “Allah Ne Yapacağımı Biliyorsa Beni Neden Yarattı?”, “Kızlar ve Erkekler Sadece Arkadaş Olabilir Mi?”, “Gençler, Peki Siz Nasıl Bir Müslümansınız?” Amerika’daki toplulukların yaptığı bu çalışmaların yanı sıra bir de ülkemize yurt dışından gelen, İslam’ı ve Müslümanları şahsen tanıma fırsatı bulan gayrimüslimlere ulaşmaya çalışan oluşumlar var. Batıda pompalanan İslam ve Müslüman karşıtlığına mukabil Kur’an’ın gerçek mesajını; tekfir ve tenkit eden Müslümanlıktan ziyade, hakkı ve sabrı tavsiye eden barışçıl, mütebessim, hasılı Kur’an ahlakıyla ahlaklanma gayretindeki müslüman modelini tanıtma amacı güden, ülkemizdeki bu oluşumlara örnek olarak az da olsa içinde bulunma ve faaliyetlerine bir yerinden dahil olma şansını yakaladığım KİM ve Discover Islam’dan bahsetmenin bu tür oluşumlara karşı farkındalık oluşturmak ve yaygınlaşmasını sağlamak için küçük bir adım olabileceği kanaatindeyim.

Kültürlerarası İletişim Merkezi (Center for Cross-Cultural Communication) Kültürlerarası İletişim Merkezi ya da kısa adıyla KİM, kurulduğu 2010 yılından beri ülke-

Beyyine Enstitüsü


Karantina de hala herhangi bir benzeri bulunmayan gönüllü çalışmalarını aktif bir şekilde sürdürmeye devam ediyor. Öncelikli hedefi ülkemizdeki Müslümanların düşünce yapısında ufak çaplı değişiklikler meydana getirmek ve bazı konularda farkındalık oluşturmak olan merkez, içinde bulunduğumuz olanakların sınırsızlığından istifade ederek sahip olduğumuz değerlerin gayrimüslimler tarafından da bilinmesi amacıyla çalışmalarını yürütüyor. Bizler, hamdolsun Amerika’nın ya da herhangi bir gayrimüslim ülkenin aksine Müslüman coğrafyanın sahip olduğu en güzel topraklardan birinde yaşayan Müslümanlar olarak herhangi bir İslami bilgiye ya da kaynağa hiçbir sıkıntı çekmeden kolayca ulaşabilme imkânına sahibiz. Fakat ülkemize dünyanın bir ucundan gelip de İslam ve Müslümanlar lehine hiçbir fikri olmayan insanları düşündüğümüzde, durumun onlar için tam tersi olduğunu üzülerek görmekteyiz. Tam bu noktada, bütün ön yargılara ve medyada çizilen negatif portrelere rağmen camilerimizi ziyarete gelen gayrimüslim misafirlerin zihninde bir hoşgörü tohumu yeşertmek, belki de ziyaretçinin bütün yaşantısını değiştirecek zihinsel bir devrimin ilk kıvılcımını ateşlemek için ilminin zekâtını vermeye can atan gönüllüler devreye giriyor. KİM’de işler tamamen gönüllülük esasına dayalı ilerliyor. Genel olarak üniversite öğrencilerinden oluşan gönüllüler arasında pek çok farklı meslek grubundan insan var aslında. Bir nevi hizmet içi eğitim sürecinden geçen gönüllüler, alanlarında uzman insanların tecrübelerinden yararlandıkları derslerin ardından ‘sahaya inmeye’ hazır hale geliyorlar. Birden fazla dili ana dil yetkinliğinde konuşan bu gönüllüler ecrini yalnızca O’ndan bekleyerek İstanbul’u, ülkemizi ve en önemlisi İslam’ı gelen misafirlere en güzel şekilde anlatmaya çalışıyorlar. “İlk izlenim son izlenimdir.” saikiyle Sultanahmet ve Süleymaniye gibi turistlerin yoğun olarak ziyarette bulunduğu camilerde misafirlerin güler yüzle ve içten bir “Hoş geldiniz” ile karşılanmasına büyük ehemmiyet veriliyor. Sıcak bir karşılama ile başlayan süreçte, gönüllüler talebe bağlı olarak hem cami hakkında hem de İslam hakkında bilgilendirme yapıp soru-

lara cevap vermeye çalışıyorlar. Tamamen sponsorlar ile finanse edilen camii ya da İslam hakkında onlarca yazılı-görsel materyal, 9-10 farklı dilde Kur’an-ı Kerim’in tercümesi dileyen misafirlere ücretsiz olarak dağıtılıyor. Bu süreç bazen tatlı bir yorgunlukla bazen güzel arkadaşlıklarla ve bazen de bir ömrü güzelleştirecek ihtida anıları ile sonlanabiliyor.

Discover İslam Boun Discover İslam ekibi, Boğaziçi Üniversitesi’ nde lisans ve yüksek lisans eğitimlerini sürdürmekte olan öğrencilerden oluşuyor. Erasmus/ Exchange öğrenci değişim programları ile en az bir dönemini Boğaziçi’nde geçirmek üzere gelmiş olan yabancı öğrencilerle tanışmak, onlara İslam’ı tanıtmak ve onların kültürünü tanımak amacıyla kurulmuş bir topluluk. Ekibin asli hedefi yabancı öğrencilere misafirperverlik gösterebilmek ve medya yoluyla çarpıtılan, ön yargılara sebep olacak şekilde yansıtılan İslam kültürünü kendi hayatında pratik eden insanlardan dinlemelerine olanak sağlamak. Bu minvalde 2015 güz döneminde ilk kez çalışmalarına başlayan Discover Islam ekibi, haftada bir gün düzenli olarak yabancı öğrencilerle bir araya gelip İslam dinindeki temel konular üzerine konuşulan oturumlar gerçekleştiriyor. Tevhid, Kader, İslam’da Kadın-Erkek İlişkileri, Cihad, Tövbe vb. konuların sunumunu ve tartışmalarını içeren buluşmalar kısa bir süreliğine de olsa ülkemizde bulunan yabancıların kendi memleketlerine geri döndüklerinde İslam hakkında üzerinde düşünebilecekleri kilit noktaları oluşturabilme duasıyla çalışmalarına halen devam ediyor. Allah kendi rızası için gösterilen bu çabaları bereketlendirsin ve sayılarını artırsın. Gerek ülkemizde gerekse yurt dışında bizlere ümmet olarak birlik ve beraberlik nasip etsin. Bizlere kendi rızasında buluşturacak ameller için bir araya gelebilmeyi ve başkalarının İslam’la tanışmasına vesile olarak kendi kurtuluşumuza kapı açabilmeyi nasip etsin. Kaynakça Tınaz, Nuri. American Muslims - Migrations Waves & Stages, Diverse Faces of American Islam and Social & Political Organizations

Şubat’17 • 17


Karantina

‘’ESKİ HAL MUHAL, YA YENİ HAL YA İZMİHLAL!’’ Meryem Sena ÖZTÜRK Müminleriz biz. Allah’a, kitabına ve efendimize iman etmiş kalabalıklardanız. Derdi olanlardanız biz, dertsizsek dert biziz görüşündeniz. Dağlardan taşlardan ağır yükümüz var bizim; adı halifelik olan. Tıpkı sahabe efendilerimizin sırtlandığı gibi, İslam’ın izzetini sırtlanmışlardanız biz. Hz. Ömer mesela… Allah Rasulü’nün kendisi için: “Rabbim iki Ömer’den biriyle İslam’ı aziz eyle!’’ diye dua ettiği sahabesi… Şeytanın bile görünce yolunu değiştirdiği heybetli Müslüman… Mala tenezzül etmeyen, Hak için daima batılın karşısında yer almış zahit lider; Ömer. (r.a) Adaletin ta kendisiydi Ömer. Halifeliği esnasında bir sahabeyle yaşadığı sıkıntıda başka bir sahabeyi aralarında hüküm vermesi için hakem tayin etmiş, halife dahi olsa Allah katında herkesin eşit haklara sahip olduğunu unutmamıştı. Bir gün hastalandığında Medine’nin tabipleri ilaç olarak bal yemesi gerektiğini söyleyince, ‘’Ümmeti Muhammed kıtlık yaşarken ben nasıl bal yerim?’’ diyerek bu duruma itiraz etmiş ancak tabiplerin ısrarı üzerine mescide çıkıp, ‘’Ey Müslümanlar! Bana haklarınızı helal ediniz ki bal yiyeyim!’’ demişti. Komşusu açken tok ya-

18 • Şubat’17

tan bizden değildir hadis-i şerifini hayatına şiar edinip bizzat tatbik etmiş biriydi. Atadığı valileri ve devlet adamlarını sık sık denetler, adaletten saptıklarını görünce müdahale ederdi. Beytülmalı halk arasında eşit dağıtır, kendisine çok az pay ayırırdı. ‘’Biz devletin malını yemeye değil hizmet etmeye geldik!’’ diyecek kadar adaleti şahsında toplamıştı. Allah ondan razı olsun… Merhamet timsaliydi Ömer(r.a). Halifeliğinde, geceleri Medine sokaklarında gezer, lambası yanan bir ev varsa hemen kapısını çalar ve ev sahiplerinin bir sıkıntısının olup olmadığını sorardı. Yine bir gece lambası yanan bir evden bebek ağlaması gelince kapının ardından içeriye seslenerek bebeğin ağlamasının sebebini sorar. Anne çocuğunu sütten kesmeye çalıştığını söyleyince Ömer (r.a): ‘’Bu çocuk kaç aylık ki bu kadar ağlıyor?’’ deyince kadın “Yedi!” cevabını verir. Ömer hiddetlenir ve ‘’Yedi aylık çocuk sütten kesilmez!’’ der, fakat ardından kadının cevabı Ömer’i gözyaşlarına boğar: “Müminlerin emiri Ömer sütten kesilen her çocuğa maaş bağladı, evime biraz daha maaş girsin diye bunu yapmaya mecburum.” der. Mescide dönünce: ”Ömer yüzünden nice bebekler aç kalmış, bundan sonra her yeni doğana maaş bağlıyorum!” demiş ve Allah Tealâ’ya


Karantina bu kararından ötürü tövbe etmişti. Mahlukatı sevmeyi öğreten güzel insanlardandı Ömer(ra). “Dağlara buğday taneleri serpin ki Müslüman ülkede kuşlar aç kaldı demesinler!” diyecek kadar kocaman bir kalbi vardı. “Nil kıyısında bir koyunu kurt kapsa Allah onu Ömer’den sorar diye korkarım!” diyecek kadar yaratılmışların tümünün hakkını hakkı bilmiş, yükünü omuzlarında hissetmiş bir sahabeydi. Cesur bir mücahitti Ömer (ra). İslam’ı cihanın dört bir yanına yaymak için ömrünü seferde, cihat ederek geçirmişti. Çünkü cihat, onun için yegâne hedefti. Halifeliği boyunca iki imparatorluğun belini bükmüş, Kudüs’ü fethetmişti. İslam’ın sancağını taşıdığı her beldeye ruh ve adalet taşımıştı. İslam’ı en güzel anlayan ve yaşayan, yaşanması için canhıraş bir şekilde çalışan sahabelerinden biriydi Allah Rasulü’nün. Allah’a, kitabına ve sünnete bağlılığı tamdı. Asla zulmetmedi, ömrünün her anında adaletle hükmetti. Dünya malına asla tenezzül etmedi, arkasından ondan razı olan binlerce insan bıraktı. 1372 yıl… Bunca zamandır hasretiz adaletine… Müslüman halkı kıtlıktayken şifa bulacağı balı yemekten imtina eden Hz. Ömer’den Müslüman halklar açlıkla boğuşurken israf içinde yüzen devlet liderlerine... Hizmet etmek şöyle dursun kâfirlerle iş birliği yapacak kadar ileri giden, ümmeti masada pazarlık konusu etmeyi kendine zül görmeyen devlet liderlerine... Dünya yansa da kardeşleri kan ağlasa da dönüp ardına bakmayan yöneticilere… Vallahi kaybediyoruz! Bugün, elinde güç olmasına rağmen bunu hayra kullanmayan yöneticilerle dolu ümmet coğrafyası ne yazık ki. Devletin malını kendi çıkarlarına hizmetkâr etmiş, haram helal hassasiyetinden yoksun, faize ve rüşvete saplanmış nice liderler var dünyamızda. Yolsuzluklar ve haksız kazançlarla bir yerlere gelen, sadece ve sadece para ve makam için küçülebilen insanlarla dolu etrafımız. Bu çağ namussuz… Acımasız bu çağ… Bir tarafta dünyayı adaletiyle şaha kaldırmış Ömer, bir tarafta binlerce insanı gözünü kırpmadan katledebilen, bugün Halep’te, dün Hama ’da ve Bosna’da kardeşlerimize kıyan o zalimler… Bir bebeğin ağlamasına dayanamayan Ömer bir tarafta, Aylan bebeği, Ümran’ı ve daha nice bebekleri açlığa ve ölüme terk eden bugünün Ebu

Cehilleri bir tarafta… Daha annesinin karnında zalimin kurşunuyla tanışmış yavrunun kanının hesabını soracak bir Ömer bekliyor bu ümmet! Kudüs’ün fatihi olacak Ömerler, Gazze’de o taşı çocuğun elinden alacak ve ‘’Sen dur küçüğüm, ben varım zalimin karşısında!’’ diyecek Ömerler bekliyor bu ümmet! Bu ümmet Halep’in gözyaşlarını silecek, Şam’ın yaralarını saracak Ömerler bekliyor… Arakan’da kardeşlerine zulmedenlere korku salacak, Doğu Türkistan’ı kurtaracak Ömerler bekliyoruz. Fakat bugün! Gazze’nin çocukları, bir Ömer’i olmadığından eline alıyor o taşı! Halep’in gözyaşları Ömersizlikten akıyor! Arakan, kendine adaleti hatırlatacak bir Ömer’in olmayışından lal oldu kaldı! Bu ümmet bugün bin parça Ömersizlikten ya RABB! Yetmedi mi yaşadıklarımız? Parçalanan yürekler, sönen ocaklar yetmedi mi? Toprak kana doymadı mı artık? Doymadı mı aç gözleriniz paraya pula? Kim tutacak ellerimizden? Bizi kim kurtaracak? Ümmete kim umut olacak? Kim hiç değilse bir an olsun adaletle hükmedecek? Bu soruların cevaplarını verecek olan yok mu? Bir yiğit çıksın “BEN!” desin, yok mu ‘’İstanbul benim vatanım, Halep benim evim, Şam benim, Mısır benim, Filistin benim, Arakan benim, bütün mazlumlar kardeşim, acılı bütün anneler annem, ağlayan çocukların gözyaşı benim!’’ diyen? Yok mu hakiki bir mümin, 1372 yıllık hasretimizi dindirecek olan… Ne zaman uyanacağız bu derin uykudan? Fıtratımızdaki Hz. Ömer adaletini ne zaman keşfedeceğiz? Ne zaman yöneleceğiz içimize? Vallahi böyle devam edemeyiz kardeşlerim... Sinesi çatladı bu ümmetin. Ne zaman Kuran’a ve sünnete sıkı sıkıya bağlanırız, ne zaman sahabeyi gökteki yıldızlar bilip önder kılarız kendimize, işte o zaman dünyaya adaleti, Ömer’den (r.a) öğrendiğimiz gibi öğretiriz. İşte o zaman bütün mazlumların gözyaşlarını sileriz! O zaman bir kuşu bile aç bırakmaz dağlara buğdaylar serperiz! Yoksa ahirette Allah Teala’nın önünde bu gafilliğimizin ve umursamazlığımızın hesabını veremeyiz. Ölü toprağı öldürelim kardeşlerim! Gün seferberlik günüdür! Gün taşın altına elini koyma günüdür! Gün yarını için bugününden vazgeçme günüdür! Gün, adalet günüdür! Şubat’17 • 19


Karantina

Muhammed Emin Yıldırım’ın Kitabından Özetle

Nebevi Eğitim Modeli Darul Erkam / Vahyin İniş Sürecinde Şahsiyet Eğitimi Büşra AKGÜL

D

arü’l Erkam medresesine yolculuk etmeden önce bir noktadan bahsetmek istiyorum; bir muallim olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v) genel olarak eğitim ve öğretim işinde, özel olarak da Darü’l Erkam’da ve Suffe Mektebi’nde iki Esma’nın gölgesinde hareket etmeye çalışmıştır. Bu iki esmanın bir muallimin hayatında yer alması gerekir. Eğitim, terbiye; öğretim ise talimdir. Talim ve terbiye muallim olarak gönderilen bir peygamberin iki önemli vazifesiydi. Bu isimlerden biri el-Alim diğeri ise er-Rab’dı. El-Alim talimi, Er-Rab ise terbiyeyi şekillendiriyordu. Bu iki ismin gölgesinde efendimiz gerek Mekke’de Darü’l Erkam’da gerek Medine’de Suffe Mektebi’nde talebelerini eğitiyordu. İnsanı her yönü ile tanıyan Allah’ın isimlerinin gölgesinde geliştirilen bir metodun başarı elde etme imkanı elbette daha fazla oluyor ve çok kısa zamanda bu işe talip olanlar oldukça istifade ediyorlardı.

Erkam b. Ebi’l Erkam’ın Hayatı Adı: Erkam b. Ebi’l Erkam el-Mahzuni. Babası oğlundan dolayı Ebu Erkam diye künyelense de asıl adı Abdülmenaf’tır. Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın imanla tanışması ise şöyledir: Peygamber efendimize bu ilahi mesaj gel-

20 • Şubat’17

dikten sonra ilk önce Hatice validemiz, ertesi gün henüz çocuk olan Hz. Ali aynı gün köle olan Zeyd b. Harise Müslüman oluyor. Şimdi hanımların ilki belliydi, çocukların ilki de kölelerin ilki de belliydi, sıra erkeklerin ilkinin kim olacağıydı oda hiç şüphesiz peygamberimizin en yakın dostu Hz. Ebubekir idi. Hz. Ebubekir’in de bu halkaya katılmasıyla İslam Mekke sokaklarında yayılıyordu. Müslüman insanlar namazlarını ikame etmek için Kabe’ye geliyorlardı. Ama Müslümanların namazlarından rahatsız olanlar vardı. Müslümanlar namaza durduğu anda onlara saldıranlar olmuş ve bir karışıklık çıkmıştır. Bu arbedede Ebu Hale şehit olmuştu. Ebu Hale Hz. Hatice’nin ilk evliliğinden olan oğluydu, o da ilk günden Efendimize iman edenlerden olmuştu. İşin başında olan bu olaylar efendimizi çok üzmüştü ve Kabe’de toplu ibadet etmenin imkansız olduğunu fark etmişti. Allah Resulü bir an önce bir medresenin oluşturulması gerektiğini düşünüyordu. Allah Resulü o günlerde böyle bir medresenin Hz. Ebubekir‘in evimi olsa diyor, sonra da; ”Ebubekir olmaz herkes onun Müslüman olduğunu biliyor orayı tespit edip engellerler.” diyordu. Hz. Ebubekir’den başlayarak tüm inananları aklından geçiriyordu ama bu isimlerin hepsinin Müslüman olduğu duyulmuştu. O zaman yeni bir isim lazım-


Karantina dı? Bu kim olmalıydı? Allah Resulü elindeki tüm imkanları gözden geçirmiş ve bir isim bulamamıştı.”Ya Rabbi ben bittim, sen bana yetiş.” dediği bir noktaya vardığında, Allah, Ebu Cehil’in yeğeni olan Erkam b. Ebil Erkam’ı bu ümmetin Musa’sı olarak göndermişti. Genç Erkam o zamanlarda daha yeni evlenmiş ve evine taşınmıştı. Bu günlerde amcalarından risalet davasına yönelik olumsuz sözler işitmişti ama bu işittikleri ile yetinmemiş Allah Resulünü aramaya başlamıştı. Allah Resulü görünce “Ey Muhammed! Bazı şeyler duydum, kendin peygamber olduğunu söylüyormuşsun, atalarımızın kutsalı olan Lat, Uzza ve Menat’ı yok sayıyormuşsun bunlar doğru mu?’’ diye sorular sormaya başlamıştı. Efendimiz o an “Acaba olur mu? Yiğitlerin yetişeceği medrese bu gencin evi olabilir mi?’’ diye düşünürken bir yandan da Erkam’a risaletin mesajlarını iletmeye başlamıştı. Erkam zihin dünyasında bunları ölçüp biçtikten sonra kendi kendine “Hayır! Asla böyle biri yalancı olamaz. Bunu söyleyen o ise doğrudur, o el-Emin’dir.” diyordu. Erkam bu ilk görüşmede kafileye katılıyor ve iman eden ilk Müslümanlardan oluyordu. Bu genç Müslüman, iman edince peygamberimize daha yakın olmak için Efendimizi evine davet etti. Ev konum itibarı ile bu işe çok uygundu, Mekke’nin en işlek caddesinde Kabe’ye çok yakın bir yerdeydi. Peygamberimizin düşündüğü medrese için daha iyi bir ev olamazdı. Erkam b. Ebi’l Erkam Peygamberimize: ”Ya Resulullah! Evim bundan sonra senin evindir. Evim de ben de hanımım da senin hizmetindeyiz.” Peygamber efendimiz bu teklifi kabul etti ve eve yerleşti. Sahabenin Darü’l İslam diye isimlendirdiği bu evde ilk günden başlayarak Hz.Ömer’in Müslüman olacağı zamana kadar İslam davasını omuzlayacak Müslümanlar yetiştirdi. Darü’l Erkam’ın tarihsel sürecine bakacak olursak, nübüvvetin ilk altı yılı üç devreye ayrılmıştı. 1. Devre: Özel davetlenme, gizli örgütlenme. 2. Devre: Genel davetlenme, gizli örgütlenme. 3. Devre: Genel davetlenme, açık örgütlenme. Bu üç evreyi incelediğimiz zaman görüyoruz ki, Efendimiz işin başından itibaren Erkam’ın evinde çekirdek kadronun eğitimine önem vermiştir. Darü’l Erkam’a alınan talebelerin özellikleri;

• Allah Resulü o gün için yük olacakları değil, yük alacak insanları seçiyordu. • Toplum içerisinde etkili olan insanları seçiyor, asla etkisiz bireylerin üzerine yatırım yapmıyordu. • Efendimiz Erkam’ın evinin asla herhangi bir kabilenin ve ailenin denetimine girmesini istemiyor, her aileden en az bir birey alıyordu. • Son olarak Peygamberimiz talebelerin yaşları konusunda ciddi sınırlama getirmese de özellikle gençler üzerin de yoğunlaşıyordu.

DARÜ’L ERKAM’IN EĞİTİM USULÜ Bu evde eğitim üç basamaktan oluşuyordu; sağlam bir akide, akli eğitim, ruhi eğitim. • Sağlam bir akide: Bu ilk talebeler sağlam bir akideye sahip olarak, işin temelini en yetkin insandan, en güzel şekilde talim ediyorlardı. Dolayısıyla işin başı ve temeli olan tevhid, çekirdek kadroda çok güzel ve derin bir şekilde öğreniliyordu. • Akli eğitim: Darü’l Erkam’daki ikinci basamak ise akli eğitimdir. Mantık ilminin en temel kaidelerinden biri olan; ”Tasavvurat, tasdikata mukaddemdir.” ilkesi ile vahiy, önce bu ilk muhataplarının zihin dünyalarını hedef alarak, tasavvurlarını inşa ediyordu. • Ruhi eğitim: Efendimiz talebelerin akıllarını eğitirken, ruhi eğitimlerini de ihmal etmiyordu. Kur’an’ın mesajlarını çok iyi anlıyor ve o mesajların; ”muhataplarının akıllarını ikna ederken, yüreklerini de tatmin ettiğine’’ bizzat şahit oluyordu. 1.Güzel örneklik (üsve-i hasene) 7.Sabır 2.Güven 8.Tedricilik 3.Sevgi 9.Bütünlük 4.Samimiyet 10.Tevekkül 5.İlim 11.Emel 6.Süreklilik 12.Beklentisizlik Son söz: “Ya öğrenen ol ya da öğreten ol, ya dinleyen ol, ya da onları sevenlerden ol; ama sakın beşincisi olma helak olursun.” Efendimizin bu sözünden ilham alarak diyoruz ki: ”Ya Rabbi! Ya bizleri evlerini Hz.Erkam gibi risalet davasına adayanlardan eyle ya bizleri bu evlerde sahabe hasbiliği ile ilim talep eden talebelerden eyle. Ama sakın ha bizleri yan gelip yatan, sağa sola laf tan, gelip geçene çelme takanlardan eyleme. (Amin)” Şubat’17 • 21


Karantina

Zeynep Sevra DOĞAN

G

enç Müslümanlar, 2010 senesinde küçük bir arkadaş grubu ile yaptığımız bir çalışma ile başladı. Amacımız bizim gibi genç olan arkadaşlara ulaşıp onların hayat hakkında sorgulamalarına bir nebze de olsa katkı sağlamaktı. Her Müslüman bireyin sorumlu olduğu “iyiliği emredip kötülükten sakındırmak” görevini yerine getirmekti. Hasan el Benna’nın ‘’Hatıralar’’ kitabından esinlenerek çevremizdeki kötülükleri düzeltme maksatlı davet broşürleri hazırlamaya başladık. Bir lisede ve Kur’an kursunda okuma grubu kurup küçük bir kütüphane oluşturduk. Bu grubumuz 17-18 yaşlarındaki genç kızlardan oluşuyordu. O zamanlar davet mektubu projemiz çok ilgi çekmişti. Çeşitli okullarda, kurslarda, farklı ortamlarda dağıtıldı. Bu şekilde küçük bir grupla yola çıktık. Bazı imkânsızlıklar nedeniyle grubun dağılması sonucu 2012 yılında bu fikir ve içeriklerden başkalarının da faydalanması için bir blog kurmaya karar verdim ve internette yayın hayatımıza o zaman başladık. Sloganımız Malcolm X’in “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter!” sözüydü. Broşür, poster, yazı, video, mp3 dersler gibi içerikler hazırlayıp herkesin rahatlıkla indirip kullanabileceği materyaller sunmak ve genç kardeşlerimize

22 • Şubat’17

bir ilham kaynağı olmak istedik. Çünkü buna en başta kendimiz ihtiyaç duyuyorduk. Sadece düşüncede yaşayan bir İslam bizi tatmin etmiyordu, Müslümanlık bilincimiz bizi eyleme zorluyordu. Kuran’da imandan bahsedilirken Rabbimizin hemen peşi sıra salih ameli zikretmesi bize bir şey söylüyordu ve biz o şeye talip oluyorduk. Genç kardeşlerimiz bizim yaşadığımız zorlukları yaşamasınlar, aradıkları şeylere kolayca ulaşsınlar, dünyadan bunaldıklarında sitemiz onlara umut ve gayret veren bir mecra olsun istiyorduk. Onlara “davetçi” olduklarını hissettirmek ve bunun için nasıl çabalamaları gerektiğini hatırlatmaktı niyetimiz. Ve bir yandan da internet üzerinden tüm gençlere erişebileceğimiz bir web sitesi olsun istedik. İsmini “Genç Müslümanlar” koyarak belli bir yere ait olmadığımızı, kendisini genç hisseden tüm kardeşlerimize açık olduğumuzu belirtmek istedik. İlk olarak tesettür, Suriye Devrimi, ve Suriye için dua gibi konularda broşür bastırdık. İnternet üzerinden ücretsiz dağıtımını gerçekleştirdik. Çok talep olunca belli aralıklarla aynı broşürü bastırıp dağıttık. İlerleyen süreçte “Hayatın Anlamı”, “Helal Gıda” ve “Ramazan” ile ilgili broşürler de bastırdık. “Kur’an’ı Anla-


Karantina mak” ve “Kuran ve Sünnetten Dualar” adlı iki kitapçık çalışmamız oldu. Şu ana kadar toplam yüz binden fazla broşürün yaklaşık elli şehre dağıtımı oldu. Genelde öğrenciler ve öğretmenler talep etti bu broşürleri. Birçok üniversitede, lisede, Kur’an kurslarında, sokak çalışmalarında bu broşürler dağıtıldı. Avrupa’nın birçok ülkesindeki gurbetçi kardeşlerimize de talep üzerine dosyaları gönderdik ve orada bastırıp dağıttılar. Web sitemizde genç kardeşlerimizin faydalanabileceği yazılar, içerikler hazırlıyoruz. Davet ve tebliğ konusunda yazılar, indirilebilir broşür ve afişler dışında, ilim, kişisel gelişim, kültür, aile eğitimi gibi birçok konuda da yazı barındırıyor sitemiz. Çocuklar için kullanılabilecek doküman da hazırlıyoruz. Özellikle gençler sosyal medyayı çok aktif kullandığı için bu mecralardan onlara ulaşmaya çalışıyoruz. Popüler olan tüm sosyal ağları kullanıyoruz. Özellikle gerek Türkiye’deki gerek yabancı ülkelerdeki hocaların sohbetlerini Türkçe altyazılı hazırlayıp yayınlıyoruz.

Bizim tüm bu çalışmalardaki temel amacımız insanlara bir hatırlatma yapmak. Belki bizim hazırladığımız bir broşür, yazı ya da videoyla bir kardeşimiz bazı şeyleri sorgulamaya başlayacak ya da bir kardeşimiz bir günahından vazgeçecek. İşte tüm çabamız ufacık da olsa toplumda böyle bir İslami yönelime vesile olmak. Teknoloji geliştikçe insanlara ulaşım araçlarınız da değişebiliyor. İnsanlar bir videodan etkilenip hayatlarını değiştirebiliyorlar. Bu yönde çok mesaj ve mail aldık. Site üzerinden birçok ateist ya da dini sorgulayan kardeşlerimiz mail atıyorlar. Bunlarla uzun uzun yazıştığımız zamanlar oluyor. Sorularına, şüphelerine cevap vermeye çalışıyoruz. Takıldığımız yerlerde araştırıyoruz, yönlendiriyoruz. Bazen hanım kardeşlerle yüz yüze görüştüğümüz oluyor. Şuan ekibimizde bu şekilde bize ulaşıp dönüş yapan bir kardeş var, elhamdülillah. Aynı zamanda okullarda kulüp kurmak isteyen arkadaşlarımızdan da destek almak için mesaj atanlar oluyor. Onlara da kendi edindiğimiz tecrübeleri anlatarak yardımcı olmaya çalışıyoruz. İnternet ortamında daha fazla aktif olsak da belli aralıklarla genç kızlara yönelik programlar, dersler, etkinlikler de düzenliyoruz. Farklı derneklerle beraber çalışma yaptığımız da oluyor. Sadece hanımlardan oluşan küçük bir ekibimiz olsa da bu gönüllü bir hareket. Bu yüzden sürekli gönüllü çalışmak isteyen kardeşler oluyor. Kısa bir süre çalışıyorlar fakat onların yerine yine başkaları geliyor. Bu derdi taşıyan tüm genç kardeşlerimize kapımız daima açık. Yeter ki davetçi misyonumuzun bilincinde olalım.

Şubat’17 • 23


Karantina

Dâvâ Türkiye:

Bir Tebliğ ve Davet Hareketi Eyüp Birkan ÇANAK

D

âvâ Türkiye 5 Temmuz 2014’te “Hayatının Amacı Nedir?” sorusu ile sokağa çıkan gönüllü birkaç kişinin organize ettiği bir tebliğ çalışmasıdır. O gün bir araya gelenlerin kurumsallaşma kararı vermesiyle kurulmuştur. Yıllardır ülkemizde gönüllü insanların bir araya gelip küçük küçük gruplar şeklinde organize etmeye çalıştığı ancak sü-

reklilik sorunlarının yaşandığı bir mecra olan tebliğ ve davet çalışmalarını hem daha düzenli, hem de daha etkili bir şekilde yapmak hedefi ile yola çıkıldı. İlk başlarda Hamza Tzortzis gibi isimlerle tanınan ‘’IERA ve Mission Dawah’’ adlı tebliğ grubundan çalışma metodu ve şekil itibariyle esinlenen Dâvâ Türkiye, yaklaşık bir yıldır tamamen bu toprakların çalışma metotları ve tarzı ile hareket etmektedir.

1) Dâvâ Türkiye’nin Amaçları Nelerdir? Temel olarak; “Amacımız tebliğ” diyen genç yaşlı her gruptan, İslam ile huzur bulmuş, başkalarının hüsranını kendine dert edinmiş, Müslümanları; din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın ulaşılmamış tek bir insan kalmaması umuduyla sokak tebliğine kanalize etme gayreti içerisinde olan bir çalışmadır. Kur’an ve sünnet ışığında hakka daveti, Müslüman ahlakına

24 • Şubat’17


Karantina ve onuruna yakışır şekilde düşünmeyi ve hareket etmeyi; evlerde, sokaklarda, üniversitelerde, sosyal medyada, yani insanın olduğu her mecrada aktif hale getirmeyi ve bulunduğumuz coğrafya içerisinde bu toprakların manevi kodlarından hareketle yeni projeler geliştirmeyi, Müslüman her ferde dert olması gereken farkındalık hareketleri başlatmayı hedefliyoruz. Bu ana amaçlar üzerinden toplumun her kesimi ile ilgili tebliğ ve davet çalışmaları yapan Dâvâ Türkiye’nin bu çalışmalarda öncelik verdiği kitleler de bulunmaktadır.

a) Genç Kesim (15-25 yaş): Ülkemizde nüfus ve dinamizm potansiyeli en fazla olan kuşkusuz gençlerdir. Gençlik, geleceğin dava adamları ve kendinden sonraki nesli yetiştirecek olan anne-baba adaylarıdır. İşte bu yüzden İslami olarak toplumsal özün değişiminde (Rad Suresi,11.ayet) gençler en önemli kitledir. Dâvâ Türkiye de gençleri oldukça önemsemektedir. Gençliğin içinde bulunduğu inanç, ahlak ve kişisel gelişim problemlerine çözüm getirecek çalışmalar yapılması önceliklidir. Bu çalışmaların genel çerçevesini oluşturan temel yaklaşımlar; hayattaki amaçlarının sorgulatılması, bu amaçları gerçekleştirmek için izlenmesi gereken İslami yol/yöntemin gösterilmesi, örneklik teşkil edecek güncel şahsiyetler üzerinden de ulaşılabilir bir rol model oluşturma, düşünce akımlarının yetersiz kaldığı noktalara dikkat çekerek İslam ile yeni bir ufuk açma,

kötü alışkanlıklar üzerine çalışmalar yapma, gençlerin bu alışkanlıklarından kurtarılması için teşvik edilmeleri, helal ve temiz olanakların sunulması, eğlenceli aktivitelerle dikkatlerinin çekilmesi, kadın- erkek ilişkileri ve ahlaki sıkıntılar üzerine çalışmalar yapmak; gençlerle bu sorunların konuşulması, iffet ve onurlarını muhafaza etmeye teşvik edici projeler üretmek, davranış problemleri ve toplumsal ilişkilerinin olumlu bir düzleme oturtulması; anne-babaya isyan, toplumdan kopuş ve yalnızlaşma, kaba ve uygunsuz davranışlarının ele alınıp nezaket temelleri atılması, gençlerdeki hedefsizlik probleminin üzerine gidilmesi, onları hedef ve plan yapmaya teşvik etmek, yeteneklerini keşfetmeleri için cesaretlendirmek, bilgi, beceri noktasındaki eksikliklerinin tespit edilmesi ve benzerleridir. Dersler, eğitimler, kamplar aracılığıyla destek sağlanması doğrultusunda projeler üretilmektedir.

b) Seküler Kesim: Dünyevileşme olarak dilimizde karşılık bulan sekülerizm, günümüz toplumunun en büyük problemlerinden biridir. Sekülerizm en temelde fikirsel ve yaşamsal olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki şekliyle de dünyevileşme oldukça fazladır. Dünyevileşmenin temelinde inanç problemleri olduğu gibi ahlaki problemler, amel eksiklikleri gibi önemli faktörler de bulunmaktadır. İşte bu gibi sorunlara parmak basmak adına Dâvâ Türkiye olarak toplum tarafından maalesef düşünce ve ritüel olarak kabul edilmiş olan yılbaşı/noel, 14 Şubat Sevgililer Günü gibi zamanlarda

Şubat’17 • 25


Karantina broşürler, afişler yolu ile toplumumuzda farkındalık oluşturma gayreti içerisindeyiz.

2) Dâvâ Türkiye’nin Çalışma Metodu: Türkiye’de hiç denenmemiş bir tebliğ yöntemi ile çalışmalarımıza şekil vermekteyiz; yüz yüze sokak tebliği. Peki bu yüz yüze sokak tebliği nasıl bir şey? Öncelikle bir tebliğ konusu belirleniyor. Sonra belirlenen konuya göre ilgi çekebileceği düşünülen logolar tasarlanarak tişörtlere baskı yapılıyor. Sonrasında konu ile alakalı broşür ve kitapçıklar basılarak tişörtler giyilip insanlara sokakta sorular sorarak yüz yüze diyaloglara giriliyor. Bu tebliğ metodunda en önemli şey hızlı ve etkili konuşmaktır. Çünkü tebliğ yaptığınız kitle sokakta büyük bir hızla ve telaşla yürüyen insanlar. Ayrıca bu tebliğ çalışmasını yaparken bulunduğumuz yer de bizi farklı metotlar geliştirmeye teşvik ediyor. Mesela Taksim’de İstiklal Caddesi’nde yaptığımız bir tebliğ çalışmasında bölgedeki insanların olağanüstü hızlı bir şekilde hareket eden yapısından dolayı dikkat çekmek adına üç kişi elimizdeki kitapçıkları havaya kaldırıp tebliğ çalışmamızın kritik sorularını bağırarak söyledik. Bu metot orası için gerçekten çok etkili olmuştu zira birçok kişi yanı-

26 • Şubat’17

mıza gelip kendileri diyalog kurdu. Bir diğer çalışma metodumuz ise kamera ve mikrofon eşliğinde insanlara soru sorarak röportaj şeklinde tebliğ yapmak. Biliyorsunuz ki ülkemizde birçok insan kamera ve mikrofon gördü mü kendini konuşmak durumunda hisseder. Biz de bu araçların gücünü sık sık kullanmaktayız. Birçok kez insanların kamera ve mikrofon gördüklerinde yumuşadıklarını gördük. Bazen camilere, üniversite amfilerine kitapçık ve broşürler bıraktık. Bazen kısa videolarla birkaç güzel cümle ile özellikle gençlerimizin dikkatlerini çekmeye çalışıyoruz.

3) Dâvâ Türkiye’nin bu zamana kadarki çalışmaları: Bu zamana kadar yaptığımız çalışmalarımızı özetleyecek olursak;İlk proje olan “Hayatının Amacı Ne?” sorusu ile insanlarımızın zihnindeki hayat algısına yönelik bir araştırma ile onların iç dünyasına inmeye çalıştık. Hayat amacımız futbol, sinema, gezmek (yeni yerler görmek) gibi sadece dünyaya yönelik mi yoksa bizleri yaratan, çok farklı nimetlerle bizleri şerefli kılan Yüce Rabbimize kul olmak mı? Bu sorular üzerinden kendi insanımıza ve ülkemize turist olarak gelen gayr-i Müslim insanlara yönelik hem Türkçe hem de İngilizce olarak davet yapıldı. İkinci proje ise alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz


Karantina Hz. Muhammed’i (s.a.v) anlatmaya çalıştığımız ‘Kimi Seviyorsun?’ sorusu ile filizlenen çalışma idi. Bu çalışma için üç adet kitapçık hazırlandı; birincisi Medine Vesikası (Antlaşması) üzerinden Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ilk yaptığı anayasa ile toplumun farklı kesimlerini nasıl kucakladığını ve tamamen İslami olan ilkeler üzerinden nasıl bir barış, sevgi, merhamet ve en önemlisi adaleti sağladığını anlatma gayreti içinde olduğumuz ‘Adaletli Olun’ kitapçığı idi. Bu kitapçıkta aynı zamanda Hz. Peygamber’e (s.a.v) atılan iftiralara cevap niteliğinde beş soru ve cevaplarından (Bu konuda Siyer Vakfı’ndan ve Muhammed Emin Yıldırım Hoca’mızın kaynaklarından istifade ettik, Rabbim kendilerinden razı olsun) oluşan bir bölüm de vardı. İkinci kitapçık ise insanlarımıza nasıl bir peygamberi sevdiklerini anlatmaya çalıştığımız “Kimi Seviyorsun?” çalışması idi. Bu çalışma ile Peygamberimizin (s.a.v) çocuklarla olan diyaloglarını, sosyal hayattaki esprili ama esprileri ile kimseyi kırmayan yönünü, çok merhametli oluşunu, engin feraset, cesaret ve adalet yüklü liderliğini anlatmaya çalıştık. Diğer bir çalışma ise “Mohammed in the Bible” (İncil’de Hz. Muhammed) oldu. Bu çalışma da gayri Müslim insanlara yönelik bir çalışmaydı. Bir diğer proje ise içinde Allah inancı (temel tevhid konusu), Peygamberimizin son peygamber oluşu, İslam’ın kadına gerçek değerini vermesi ve haklar noktasına adaletle bakış getirmesi, İslam’ın tabiata bakışı ve ıslah edici özelliği, İslam’ın dünyada artan suç oranlarını önleyici tedbirleri ve getirdiği çözümler, İslam’ın gelir adaletsizliğine getirdiği çözümler, Kuran’ın evrensel bir kitap/ mucizevi bir kitap oluşu, diğer dinlerin (batıl dinlerin) neden hak din olamayacakları ve çelişkileri, İslam’ın sosyal hayatı düzenleyici etkisi (aile hayatını teşviki, kötü alışkanlıklar-

dan men etmesi vb.), İslam’ın ırkçılığa bakışı ve İslam’ın akla verdiği önem gibi her biri birer çalışma olabilecek kadar yoğun konuları içeren ve Kuran ve Sünnet merkezli kitapçık halinde sunulan “Niçin İslam?” çalışması idi. Bu çalışma ile insanlarımıza ve gayri Müslim insanlara İslam’ın niçin tercih edildiği ve tercih edilmesi gereken bir din olduğunu anlatmaya çalıştık. Ve aynı zamanda hocalarımızı ziyaret ettik.

1) Dâvâ Türkiye’nin bundan sonraki hedefleri: Yazının başında belirttiğimiz amaçlar doğrultusunda olmak üzere bu hedefleri üç başlık halinde toplamak gerekirse;

a)Kısa vadede Genç kesimler ile ilgili birimler (lise ve üniversite birimleri gibi) kurulması. Sokak daveti etkinliklerini sürekli hale getirmek.

b) Orta vadede Seminerler düzenlemek. Yaz kampları ile hem eğitim hem de sosyal aktiviteler yaparak bilgilenme ve kardeşlik bağlarımızı arttırmaya çalışmak.

c) Uzun vadede Dernekleşme ve ofis açmak. Sürekli eğitim veren akademiler kurmak. Türkiye’deki tüm insanlara hitap edebilecek projeleri hayata geçirmek. GAYRET BİZDEN BAŞARI ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH’TANDIR. “Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve «Gerçekten ben Müslümanlardanım!» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet Suresi/33.ayet) Şubat’17 • 27


Karantina

Neden Yabancı Alimleri Dinliyorsunuz Merve MAHİTAPOĞLU

D

ergimizin bu ayki sayısında ‘’Yeni Dönem Genç Tebliğciler’’ konusunu ele aldık. Hızla yaygınlaşan ve bir fenomen haline gelen yabancı alimleri daha iyi tanımak adına konuyla alakalı arkadaşlarımıza ‘’Neden yabancı alimleri dinlemeyi tercih ediyorsunuz?’’ sorusunu yönelttik. Cevaplar için buyurun. En önemli sebeplerinden biri sanırım sosyal medyayı aktif kullanmaları ve gençlerin dilinden anlamaları. Örnek verecek olursak; şimdilerde en fenomen isim olan Nouman Ali Khan’dır. Nouman Ali Amerika’da yaşamakta ve gününün neredeyse tamamını gençler ile geçirmektedir. Bir yerde sabit kalmak yerine çoğunlukla okulları gezerek seminer vermeyi tercih eder. Geleneksel tebliğ anlayışında sabit bir mekân ve sohbet havası vardır. Gidersin ve dinlersin. Oysa Nouman Ali gibi kişilerin sohbetleri daha çok seminer havasındadır. Değindiği konular;

kız erkek ilişkileri, fastfood, sosyal medya, oyunlar, aile ilişkileri ve güncel olan onlarca konu. Dolayısıyla genç neslin ilgisini çekmeyi baştan sağlamış oluyor. Konuyu ele alış tarzı ise oldukça sempatik, asla dışlamada bulunmayan, her zaman güler yüzlü, mutlaka espriler ile karşısındakini güldürüyor, aktif hareketleri ile de sıkıcılıktan uzaklaşıyor. En önemli yönlerinden biri ise gençlerin dilinden anlaması. Bir konuşmasında bir grup genç ile buluştuklarını, onlarla futbol oynayıp sonra namaz kıldıklarını, fastfood yemeye gidip çıkışında da diğer vakit namazını kıldıklarını anlatıyor. “Bu onlarla vakit geçirmenin ve onlara yakın olmanın aslında en kestirme yoludur.” diye de ekliyor. Yeni dönem tebliğcileri bu anlamda birbirine benzerler. Mekân olarak sürekli gençlerin gözü önüne gidiyor, onlarla konuşuyor, onlarla eğleniyor, güldükleri şeyleri kendilerine has bir dile çevirip “Bir de böyle gülün hem de biraz düşünün.” diyor.

Sümeyye Güven

A

rtık dünya tabir yerindeyse küçük bir köy oldu. Bununla beraber herkesin hızlıca ulaşabileceği türden mecralar daha da önem kazandı. Bunun hem olumlu hem olumsuz tarafları var. Öncelikle olumlu tarafı, ben Nouman Ali dinleyen biri olarak söylüyorum ki küreselleşmenin diline yine onun kılıcıyla cevap vermedir. Modernizmin yansımalarının beynimizde ne şekilde yer tuttuğunu görerek, yerine göre onun kaynaklarından da atıfta bulunmaktan söz ediyorum. Markalardan, sosyal medyadan, hızla değişen gençlik jargonundan... Maalesef geleneksel yöntemler bu konuda biraz sınıfta kaldı. Çağın getirdiği gençlik baskısına ve hıza yetişemediler. Nouman Hoca ise günümüzün bu yönüne övgüyle değil ama bu yönünü göz ardı etmeyerek bakıyor gençlere. İçinde sıkıştığımız bunca şeyi ‘başına buyruk genç’ diyerek geçiştirmiyor. Bizi sıkıştıran dinamikleri ele alıp sahabe efendilerimizi karşımıza oturtarak onların da farklı formda aynı imtihanlarla karşılaştıklarını ve aslında bize ne kadar yakın olduklarını aksettiriyor. Dolayısıyla bizi korkutan yalnızlık âleminden çıkıyoruz. Kendi hakkımızda verdiğimiz olumsuz yargılamalardan kurtulup umut ediyoruz. Olumsuz tarafı ise geleneksel kaynaklara eğilerek üstünde düşünmeye ve kavramaya tahammülümüzün olmayışıdır. Bu tahmin ettiğimizden de acı bir gerçek. Sanki Kütüb-i Sitte sadece ‘hocalar için’ gibi bir algımızın olduğunu gösterir. Bu da yine bizim sorunumuz tabii ki tebliğcilerin değil. Kültürel farklılıkların yer etmesi ise başka bir problem: Bizim ülkemizdeki Müslüman düşünüş çeşitliliği çok daha zengin. Siyasi bağlamda daha fazla yer tutuyor bir de. Nouman Hoca’nın yaşadığı coğrafyadan daha farklı. Bu problemler üzerine de Nouman Ali ve onun gibi düşünürlerin bize kattıkları nezaket çerçevesinde çözümler sunabiliriz diye düşünüyorum.

28 • Şubat’17

Merve Kesenci

N

ouman Ali Khan ve diğer tebliğ ha-

reketlerinin en önemli özelliği sosyal medya üzerinden bize ulaşması. Ve tabii ki İngilizce olması. Bu en azından Türkiyedeki

insanlar

için başka bir anlam ifade ediyor. Amerika’da birisi İslam’dan bahsediyor ve son derece bilgili. Özellikle de güncel meselelere dair yorum yapıyor. Diğer gruplar Çay House vb. tebliğ hareketleri sosyal medya üzerinden görüntülü yayın yapıyor ve tebliği eğlenceli bir hale getiriyorlar…


Karantina Sena Çataloğlu

Toleuzhan Galiyeva

G

ünümüzde zamanın ve imkânların değişmesi ile beraber çok farklı tebliğ usulleri ortaya çıktı. Aynı zamanda sosyal yapının da ciddi değişkenlik göstermesi de usullerin yenilenmesine sebep oldu. Asrımızın gençleri olarak biz de belli ölçüde takipçileri oluyoruz. Burada benim özellikle dikkat çekmek ve eleştirimi yöneltmek istediğim biri olumlu biri olumsuz iki husus var. İlk olarak diyebilirim ki; günümüzdeki hitabet ve ona olan mukabele ile geçmişimizde olan çok farklı. İnsanların kullandıkları dil başlı başına değişmiş durumda. Tebliğ sadece medreselerde verilen eğitimle sınırlı olan bir farz değil, bilakis topluma inmesi ve onların içinde hayat bulması gereken bir vazife. Ancak yüz yıl öncesi ile ciddi bir şekilde bağları kopmuş olan bir topluluk olarak günümüzde mevcut olan durumu gözetmeksizin tebliğimizi kendi içimize hapseder olmuşuz. Bu açıdan değerlendirdiğim zaman hassaten Müslümanın Müslümana tebliği hususunda diyebilirim ki günümüzde birçok farklı güncel araç kullanılarak yapılan tebliğler ve her yaşa hitap edecek şekilde geliştirilmeye çalışılan bu metotlar, dinimizle ve onun takipçisi olan Müslümanlar arasında yeniden kurulacak olan bağlar için ciddi önem arz ediyor. İkinci olarak üzerinde durmak istediğim ve bahsetmek istediğim husus, yeni tebliğ sürecinde birçok grup yahut şahıs Müslümanlara yahut gayri Müslimlere yönelik bazı çalışmalar yapıyorlar. Ancak bazı zamanlar tebliğ usullerini temellendirdikleri bir şeyleri olmadıkları için neticesinde hayır bekledikleri şeylerden şer de çıkabiliyor. İlmi yeterlilikleri olmayan hususlarda İslam’a kalplerini ısındırmakla yükümlü oldukları bazı kimseleri soğutabiliyorlar. Yahut bazen gereksiz yere kamuoyu oluşturup dini değerlere zarar verebiliyorlar. Burada naçizane demek istediğim şey şudur ki gelenekle bağlarımızı koparmayıp mevcut birikimlerimizi geliştirip onları asrımıza asrımızın imkânlarıyla taşıyalım. Rabbim, O’nun tüm halifelerinin yollarını rızası üzerine sabit kılsın, amellerini bereketli kılsın, yar ve yardımcıları olsun...

G

ünümüzde Nouman Ali Khan’ı tanımayan, tebliğlerini duymayan ve bilmeyen genç yoktur. Çağdaş tebliğcilerin arasında Omar Suleiman da çok meşhurdur. Bu modern tebliğcileri tanımam yaklaşık bir sene önceydi. Ondan önce bilmiyordum. Nouman Ali Khan’ı Filipinli arkadaşımın facebooktan paylaştığı linkten izlemeye başladım. Şimdi de dinlemeye devam etmekteyim. İlk başta sırf İngilizce konuştuğu için dinliyordum. Sonra anlatım taktiği ve ders yöntemi hoşuma gitmeye başladı. Dinledikçe dinleyesim geliyordu. Nouman Hoca’nın anlattığı dersler ve zaman ayarlaması beni etkiledi. Tuhaf gelebilir ama konu ne kadar ilginç ve dikkat çekici olsa da saatlerce süren hutbe insanı yoruyor. Nouman Ali Khan’ın dersleri 35-45 dakika sürüyor. Ayrıca verdiği konferanslar sırasında muhatapları ile bağlantısı gayet iyi. İnteraktif ve dinleyici ile sürekli diyalog halinde. Anlattığı konuyu bölümlere ayırması ve dinleyicilerle kurduğu karşılıklı diyalog sayesinde muhatap kitlenin zihninde konunun yer edinmesini sağlamış oluyor. Gençleri etkileyen, inanılmaz şekilde çok güzel bir metodu var. Çağdaş yöntemiyle gençleri ilgilendiren konulara değiniyor. Yaşadığımız modern zamanda genç bir Müslümana yönelik karşılaştığı sorunları ortaya koyabilmekte ve onun çözümlerini söylemektedir.

Nilüfer Aycan

D

in eğitimde dil faktörünün çok önemli olduğunu düşünüyorum öncelikle. Kuran’ın ve hadislerin, temel İslami kaynakların dili nasıl Arapça ise dünyada ortak dil olarak çoğunlukta İngilizce kullanılmaktadır. Bizim ülkemizde ise son dönemler hariç Arapça bilmek/öğrenmek yaygın olmamakla birlikte suç gibi görülüyorken, İngilizce ise sadece elit bir tabakaya aitti. Hal böyle olunca Türkiyeli Müslümanlar ümmetin zenginliklerinden mahrum kalmaya mecbur kaldı. Ancak 1970 sonrası tercüme eserlerin artmasıyla yabancı Müslümanların, alimlerin görüşlerine yavaş yavaş ulaşılmaya başlandı. Son dönemlerde ise Müslüman gençlerde artan dil öğrenme imkânı/hevesi ve internetin, Youtube’un, sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle yeni dönem tebliğciler rağbet görmeye başladı. Bir hatibi ya da âlimi dinlemek artık internet bağlantısı kadar uzak bizlere. Günün istediğimiz saatinde, istediğimiz yerde dinleme olasılığına sahibiz artık. Benim dinlediğim tebliğciler genellikle yabancı ve onları orijinal dilde dinlemeyi tercih ediyorum, onları dinlerken beni en çok etkileyen şey bir ayeti okurken tilavetini çok güzel bir şekilde ezberden yapmaları ve onu açıklarken çok geniş bir perspektiften açıklamaları, kısaca bakış açılarını ve verdikleri örnekleri çok gerçekçi ve uygulanabilir buluyorum. Şubat’17 • 29


Karantina

Senanur YAŞAROĞLU

Y

ıllardır İslam âleminde birlik ve düzenin olmayışı, ümmetin farklı parçalarının çeşitli zulümler görmeleri hepimizin yüreğini sızlatan konuların başında geliyor. Ümmetin ortak sorunları, kaygıları olsa da bir olup ortak ses çıkarmamamız bizi batıl karşında güçsüz gösteriyor. Şer odaklara karşı hakkın kardeşliğini her fırsatta dile getirsek de çoğu zaman bunun pratikte yansımalarına şahitlik edemiyoruz. Halkımızın, ortak bir söylem oluşturulması konusunda âlimlerimizden, hocalarımızdan ve İslami çalışmalarını sürdüren kuruluşlardan harekete geçmelerini beklediği bir dönemde ‘’Diriliş Buluşmaları’’ ile tanıştık. Diriliş Buluşmaları; Nureddin Yıldız, Abdulmetin Balkanlıoğlu, Ebubekir Sifil, M. Emin Yıldırım, Abdullah Yıldız gibi değerli hocalarımız ve birçok vakıf-derneğin katkılarıyla 2015 yılının haziranında ‘Fikir ve Eylemde Diriliş’ alt başlığıyla konferanslarına başladı. Her biri farklı kurum ve platformlarda faaliyetler yürüten hocalarımız İslam’dan başka tüm aidiyetleri çöpe atmak, kardeş olmak için bir araya geldiklerini belirttiler. Toplumun farklı kesimlerine hitap etmiş, samimiyetleri ve dava yolunda harcadıkları çabalarından emin olduğumuz hocalarımızı aynı kürsüde bir arada görmek, birlik olma yolunda atılan bu güzel adımlara şahitlik etmek, ümmetin geleceği için ümidimizin ve heyecanımızın artmasına vesile oldu.

30 • Şubat’17

Diriliş Buluşmaları’nın ilk konferansı Kayseri’de, ümmetin ortak müdafaası Kudüs ve Mescid-i Aksa üzerineydi. Konferansta ilk kıblemizin zalimlerin ellerinden kurtulmasının öncelikli hedefimiz olduğu, Kudüs’ün Filistinlilere değil tüm ümmete emanet bırakıldığı vurgulandı. Sonrasında Malatya, Antalya, Trabzon, Konya, Kayseri, Adana ve daha birçok şehirde halkın yoğun ilgisiyle toplantılara ve konferanslara devam edildi. Ümmetin dirilişi için en büyük ümidimiz olan gençlere dava bilincini aşılamaya çalışan hocalarımız her konferansta niyetlerimizi diri tutan tavsiyelerde bulundular. Ramazan Kayan Hoca’nın söylemi ile “İslam’a arzularının esiri olmuş, aldanmış bir gençlik değil adanmış bir gençlik lazım. O gençlik dünyayı değiştirecek.” İslam dünyasında yaşanan acılara, görülen zulümlere, haksızlıklara deva olmak için artık safları sıklaştırmanın, birbirimize kenetlenmemizin zamanının geldiğini daha iyi kavramamıza vesile olan Diriliş Buluşmaları, Müslüman Türkiye halkı için umut ışığı olmuş durumda. Diriliş Buluşmaları, zalime bu ümmetin asla susturulamayacağının ve son nefesimize kadar davamız uğruna çabalayacağımızın en büyük delillerinden. M. Emin Yıldırım Hoca’nın dediği gibi: “Her diriliş bir kıvılcımla başlar. Niyet hayr, akıbet hayr inşallah.”


Karantina

İslam ve Tebliğ Muhammed Salih DEMİRTAŞ

İ

nsanoğlunun tarih sahnesine çıkışından günümüze her zaman bir hak-batıl savaşı olagelmiştir. Bu savaşın bir tarafında yeryüzünde ıslah için çaba sarf eden, adaleti bulunduğu toplumun normlarına uygun bir şekilde gerçekleştirmeye çalışan, garibe kol kanat geren, kimsesizlere arka çıkan, gönülleri ihya ederek muhabbeti daim kılmaya çalışan, merhametle harmanlanmış bir adaletin insanın kalbinde tatminkar bir imanla yeşermesini sağlayan, insanın her açıdan hür olması için mücadele veren Hakkın erleri varken; diğer tarafta halklar üzerinden gayri meşru yollarla iktidarını kuran, “biz de ıslah ediciyiz” bahanesiyle yeryüzünde fesadı yayan, insanları köleleştiren, nefsinin kölesi olan, garibanları ve kimsesizleri umursamayan, zayıf olanı kolayca harcayabilen ve sürekli insanları iktidarı için kontrol etmeye çalışan şeytanın taraftarları vardır. Bu mücadele genelde her milletin, özelde ise her insanın tecrübesinde sürekli kendini yenileyerek devam etmiştir. Alemlerin Rabbi Kerim olan kitabında Adem-şeytan kıssası örnekliğinde insanoğlunun kadim mücadelesini bize anlatmaktadır. Bu kadim mücadelede şeytanın nasıl kibrine yenik düştüğünü, insanın amansız bir düşmanı olduğunu, Allah’ın insana öğrettiği doğru yolunun üzerine çöreklenip onu yolundan saptıracağını, ona önünden-arkasından, sağından ve solundan saldırıp ayağını kaydıracağını söyleyerek bizi ona karşı uyarmaktadır. Hz Adem ve eşinin şeytan tarafından aldatılışıyla insan kadim mücadelenin mahiyetini fark eder. Adem ve eşi, Rablerinden aldıkları kelimelere sığınarak tövbe ederler ve tövbeyle gelen bir diriliş

ve bir arınma başlar. İşte bu diriliş ve arınma daha sonraki hak-batıl mücadelelerinde Alemlerin Rabbi tarafından insanlara peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği vahiylerle desteklenmiş ve hatırlatılmıştır. Böylece onları arınmaya teşvik etmiştir. Nitekim Kerim olan Kitap’ta Allah arınanları sevdiğini söylemektedir.(Tevbe/108) Yeryüzüne birbirlerine (insan-şeytan) düşman olarak inmelerine rağmen insanoğlu Rabbi ile olan fıtrat sözleşmesini bir çok kere unutur ve nimetlerine karşı nankörce bir tavır sergileyerek ve şeytanın ayartmalarına ve tuzaklarına kapılarak “ed-din el-islam”dan uzaklaşır ve yeryüzünde fesadı yaymaya başlar. Alemlerin Rabbi ise her dönem için kulları arasından seçtiği peygamberlerle insana fıtrat(islam) hatırlatmasını yapar ve onun eylemlerinin iki ana kaynağı olan takva ve fücuru tekrar ve tekrar hatırlatır ki eylemlerinin sorumluluğunun olduğunun farkına varsın. Allah takva sahibi, fıtratını koruyan, arınan veya arınmak isteyen insanoğluna “islam”ın ilkelerini tarihin çeşitli evrelerinde peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği vahiylerle anlatır. Bu vahiylerle bir mücadele rehberliği, yol haritası sunan; hayata dair fıtrî bir bakışı, insanın doğasını anlamaya yönelik bir okumayı, şeytanın ve onun yandaşlarının metotlarını, zaaflarını ve onların saldırılarına karşı nasıl korunmamız gerektiğini açıklayan hatırlatmalarla zihnimizin ve kalbimizin sürekli dikkatli olmasını murad eden Allah, bu şekilde insanoğluna yol göstererek ona nimetini(vahyi) bahşeder. Fakat ilahi rehberliğin ve fıtrat dininin(elislam) ilkelerinin mahiyeti kadar bu ilkelerin kimin, nasıl bir tarzda ve hangi şartlarda tebŞubat’17 • 31


Karantina liğ ettiği de çok önemlidir. Bu noktada genelde Kerim olan Kitap’ta bize anlatılan peygamberlerin kıssaları ve özelde peygamberimizin örnekliği üzerinden tebliğinin nasıl olması gerektiğine dair belli başlı çıkarımlar yapabiliriz. Bu çıkarımların başında ise kullanılan dil gelmektedir. Musa nebi Firavunu uyarmak için karşısına çıkarken Allah ona yumuşak bir üslup kullanmasını -ve böylece bir ihtimal sözü dinlemesi ya da daha fazla ileri gitmemesi umulur- (Taha/44) öğütler. Ya da dinin esasları konusunda peygamberin mesajına yeni gönül vermiş kişilerin zafiyetlerini sertçe eleştiren ashabından bir kısmına peygamber, siz de daha önce bilmiyordunuz Allah size merhamet etti ve sizi uçurumun kenarından kurtardı, öyleyse kardeşlerinize karşı müsamahalı olun minvalinde öğütler de bulunarak dostlarını uyarıyordu. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde esas, mesajın özünü muhatabının kalbinde yeşerecek şekilde, onun özünde olan hakikati ve takvayı ona fıtrat üzerinden uygun bir şekilde hatırlatarak ilahî iradeye teslim olmasını sağlamasıdır. Bu teslimiyetin gereği olarak bir müslüman bulunduğu durumda mücadelesini “islam”ın ilkeleri üzerinden yerine getirir. Bu mücadele bazen Musa peygamberin örnekliğinde olduğu gibi toplumsal bir başkaldırı, bazense Davut ve Süleyman peygamberlerin örnekliğinde olduğu gibi bölgesel dinamiklerde adil bir hakim ve söz sahibi olabilecek organizeli bir güç şeklinde gerçekleşebilir. Yazının başında da söylediğimiz gibi kelimelerin kalpte yeşermesi asıl olandır. Tebliğinin ana ilkesi muhatabın kalbinde ilahî kelimeleri yeşertecek, ona özünü hatırlatacak, muhatabın kendisini kendi aynasında neyse o şekilde göstererek hatayı kendisinin görmesini sağlayacak bir üslupta olmasıdır. Ondan sonraki tercih kişiye aittir ve zorlanamaz. Kerim olan Kitap’ta Rabbimizin belirttiği gibi mesajı iletmek esas olandır, hidayet ise bize ait değildir çünkü biz insanlar üzerinde vekil değiliz.(Enam/107) Tebliğ konusunda bir diğer önemli nokta ise tebliğinin kurumsal bir hareket olarak algılanmasıdır. İslam’da tebliğinin esası fıtrata (islama) çağrıdır ve hatırlatmadır. Fakat tebliğ günümüzde İslam’a çağrı adı altında kendi 32 • Şubat’17

cemaatine, kendi tarikatına ve kendi İslam algısına çağrı olarak yapılabiliyor. Elbette müslümanlar, meşrebine uygun çeşitli gruplarda örgütlenebilirler fakat o grup islamın kendisinin temsilcisi ve vücut bulmuş hali değildir. Sadece bir müslümanın pratikte kendisini ifade ettiği bir gruptur. Yani dinsel bir olgu değil, sosyolojik bir vakıadır. O yüzden bu şekilde islama davet olarak yapılan tebliğlerin sonucunun nereye gittiği iyi düşünülmelidir. Bununla beraber herhangi bir dinî önder şahsiyetin islam yorumunun, “gerçek islam”ın kendisiymiş gibi algılanmasını esas alarak yapılan tebliğler de sağlıklı tebliğler değildir. Güzel ve ikna edici yönleri olsa da insanın islamî pratik anlamda ahlakını, kalbini, aklını ve eylemlerini hür bir şekilde fıtrata uygun olarak inşa edememesine yol açabilir. Müslüman Türklerin Balkan fetihlerinde, erenlerin,dervişlerin ve ahilerin çok büyük bir rolü olmuştur. Bu rol gerçek fethin yani kalplerin fethinin gerçekleşmesini sağlamıştır. Gerek yaşamlarıyla, gerek komşuluklarıyla, gerekse ortak paylaşılan toplumsal alanlardaki aldıkları inisiyatifleri ile yapıcı ve ıslah edici katkılarda bulunarak bir örneklik oluşturmak hasebiyle aslında oranın ahalisine tebliğ de bulunuyorlardı. Aynı şekilde müslüman Arap tacirlerin, dürüstlükleri gibi insan fıtratına uygun örneklikleri Hint alt kıtasındaki insanları daha İslam’ın ilk yüzyıllarında etkilemiş ve gönüllerini İslam’a açarak o bölgede yayılmasını sağlamıştır. Son olarak tebliğ, yeryüzündeki hak-batıl savaşının hem insanda hem de toplumlarda insanın kurtuluşuna yönelik ilahi muradın, gönlünde bu savaşı vermiş ve hala vermeye devam edip safını hakkın yanında netleştirmeyi arzu eden ve netleştiren insanlarca, gerek yaşantılarıyla gerekse sözleriyle fıtrat dininden yani islamdan habersiz olan insanlara anlatılmasına ve anlaşılmasına yönelik uzatılan bir eldir. Bu yüzden tebliğ aynı zamanda onu yapan insanı da kuşatır. Böylece tebliğ dönüşümlü bir etkiye sahip olur. Aksi takdirde ‘diğer insanlara erdemi ve güzel olanı öğütlerken kendisi bunu uygulamayan kişilere yapılan uyarıyı üstümüze alınmamız gerekir’: “...Hiç akıl erdirmez misiniz?” (Bakara/44)


Karantina

Camideyiz.biz Meryem AKBAŞ

E

fendimiz (sav) Mekke-i Mükerreme’den Yesrib’e hicret ederken yolda konakladığı Kuba’da hatıra olarak bir mescid bırakmıştı. Yesrib’e geldiğinde de ilk işi Mescid-i Nebevi’nin inşaası oldu. Nasıl ki Mekke-i Mükerreme Kabe-i Muazzama’nın etrafında şekillendiyse Yesrib de Mescid-i Nebevi etrafında şekillendi ve İslam medeniyetinin temelleri bu mescidde atıldı. Yesrib hayatın merkezinde olan, mescid etrafında kurulan bir medeniyet ile Medine-i Münevvere adını aldı. Mescidin bir çok kullanım alanı içinde en önemli vazifesi hiç şüphesiz namazların farzlarının burada kılınmasıydı. Asr-ı Saadet’te Hz. Bilal’in (ra) sesi semaya yükselmeye başladığı anda hayat onlar için duruyordu. Bu güzel nidayı duyanlar mescide koşuyorlar, Rableri ile buluşuyorlar ve namazlarını cemaatle kılıyorlardı. Ezanların davetine icabet eden Ashab-ı Kiram’ı işleri güçleri yok, hurma ağaçları altında boş boş otururken mi hayal ediyoruz? Bizler niye gün içinde duyduğumuz bu en güzel çağrıya icabet edemiyoruz? Efendimiz (sav) ezanı dinlemenin ötesinde “Ezanı işittiğiniz zaman siz de müezzinin söylediklerini söyleyiniz.” buyuruyor. En son ne zaman bir ezanın sözlerini sessizce dinledik, tekrar ettik? Ne zaman bir ezan elimizdeki işimizi veya bir konuşmamızı durdurabildi? Efendimiz (sav) Hz. Bilal’e (ra) “Ezan oku!” yerine “Erihna (bizi rahatlat) ya Bilal!” dermiş. Ezanla

rahatlayan bir peygamberin (sav) ümmeti olarak ezanla ilişkimizi gözden geçirmek zorundayız. Ezanı tekrar etmek için ezanı dinlemek gerekir. Ezanı dinlemek için başka işle meşgul olmamak gerekir. Ezanı dinleyip tekrar etmeyi alışkanlık haline getirmeye başladığımızda her biri ayrı ayrı çok güzel olan o sözler bizim de gönlümüze huzur vermeye, rahatlatmaya başlayacak. Bu huzur ile elbette bir müddet sonra bir an önce Rabbimizin huzuruna çıkma hissi ile dolacağız. Ezan ile beraber hemen namaza durma alışkanlığı da bir müddet sonra bizi ezanın okunduğu mekanlara doğru yönlendirecektir. Ümmet olmanın yolunun cami cemaati olmaktan geçtiğini düşünüyoruz. Namazlarını cemaatle dahi olsa derneklerin, vakıfların mescidlerinde kılan kardeşlerimizin camide cem olup birbirleri ile kaynaşmaları gerektiğini düşünüyoruz. Ümmetin dağınık halini toparlayacak en önemli mekanın cami olduğunu düşünüyoruz. Cemaatle kılınan namazdan 27 derece sevap alınabilir ama ümmete bakan yönü eksik kalmış olur. Cami çatısı altında toplanamayan ümmet hangi sorununu çözebilir ki? Genel olarak ülkemizdeki cemaatlere baktığımızda en pasif cemaat cami cemaatidir. Cami cemaatinin büyük çoğunluğu evden camiye, camiden eve giden, herhangi bir İslami çalışmada bulunmayan Müslümanlardan oluşur. Cami cemaatini İslami çalışmalara dahil etmeyi, derneklerdeki, vakıflardaki kardeşlerimizi de camideki saflara dahil etmeyi istiyoruz.

Şubat’17 • 33


Karantina

Cemaatle namaz kılmanın, camide namaz kılmanın hükmü nedir? Efendimiz’in (sav) hiçbir farzı tek başına kılmadığının sürekli hatırlatılması gerekiyor. Cemaatle namaz kılmanın hükmü için farz ve farz değil şeklinde görüşler mevcut. Camideyiz.biz gönüllüleri olarak bizler bu konuya şu açıdan bakmaya çalışıyoruz: Namazların farzlarını camide kılmak için sadece ve sadece şu cümle yetmeliydi ümmete: “Kainatin en güzel insanı (sav) namazların farzlarını mescidde kılardı.” İbni Mes’ûd’un (radıyallahu anh) şu sözleri de bugün ümmetin üzerinde çokça düşünmesi gereken sözlerden biri: “Yarın Allah’a Müslüman olarak kavuşmak isteyen kimse, şu namazlara ezan okunan yerde devam etsin. Şüphesiz ki Allah Teâlâ sizin peygamberinize hidayet yollarını açıklamıştır. Bu namazlar da hidayet yollarındandır. Şayet siz de cemaati terkedip namazı evinde kılan şu adam gibi namazları evinizde kılacak olursanız, peygamberinizin sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terk ederseniz sapıklığa düşmüş olursunuz. Vallahi ben, nifakı bilinen bir münafıktan başka namazdan geri kalanımız olmadığını görmüşümdür. Allah’a yemin ederim ki, bir adam iki kişi arasında sallanarak namaza getirilir ve safa durdurulurdu”. Müslim’in bir rivayetinde İbni Mes’ûd şöyle demiştir: “Şüphesiz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize hidayet yollarını öğretmiştir. İçinde ezan okunan mescidde namaz kılmak da hidayet yollarındandır”. (Müslim, Mesâcid 256-257. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 46; Nesâî, İmâmet 50; İbni Mâce, Mesâcid 14) 34 • Şubat’17

Çalışmalarımız 15 Haziran 2015 tarihinde camideyiz.biz diyerek başlattığımız çalışmamıza en başta namaz gönüllüleri platformundaki hocalarımız olmak üzere ulaşabildiğimiz her kesimden destek aldık. Çağırdığımız yer cami ve herkes ümmetin bu konudaki eksikliğinin farkında. Hem sosyal medyadaki paylaşımlarımızla hem de camilerimizde programlar düzenleyerek camilerin önemini anlatmaya gayret ediyoruz. Hocalarımızın katılımıyla camilerde sohbet programı düzenlemeye çalışıyoruz. İki üç haftada bir şu an için sadece İstanbul’da, inşaallah ileride diğer şehirlerimizde de olmak üzere pazar günleri farklı camilerde sabah namazında buluşuyoruz. Namazın ardından cami imamından kısa bir sohbet dinliyoruz ve ardından kahvaltı ve hasbihal ile programlarımızı sonlandırıyoruz. Yine ilkini geçtiğimiz ay gerçekleştirdiğimiz yatsı namazı buluşması yapmaya çalışıyoruz. İlk programımızın akışı şu şekildeydi: Yatsı namazını müteakip her gencimiz ayrı ayrı olacak şekilde Kur’an-ı Kerim’den bir bölümü meali ile birlikte okudu. Sonra bu ayetler üzerinde bir sohbet yapıldı ve ardından zikr, salavat, dua ve çay ikramı ile program sona erdi. Programı inşaallah kardeşlerimizin tavsiyeleri doğrultusunda zenginleştimeyi ve ileride inşaallah bu buluşmayı itikaf gecesi olarak tüm gece camide kalacak hale dönüştürmeyi ümit ediyoruz. 15 Temmuz sonrası nöbet tuttuğumuz Kısıklı Meydanı’ndaki Abdullah Ağa Camii’nde toplumun her kesiminden birilerinin olduğu bir grup ile her ayın 15’inde buluşuyor ve aylık nöbetlere devam ediyoruz. Programa gaziler,


Karantina şehit yakınları, hocalar, sanatçılar vs. katılıyor. Fırsat buldukça bu çalışmalarımızın sayısını ve çeşitliliğini artırmaya niyetliyiz.

Diyanet İşleri Başkanlığı Camilerimiz ile ilgili ülkemizde en büyük etkiye elbette Diyanet İşleri Başkanlığı sahip. Bu doğrultuda istek ve hayallerimizi Diyanet ile de paylaşıyor ve hamdolsun sonuçlarını görmeye başlıyoruz. Ezanlar bizi çağırıyorsa, “Kametler bizi beklesin” başlığıyla bir çalışma başlattık ve hamdolsun bazı camilerimizde “Akşam namazı ezandan 3 dakika sonra kılınacaktır.” şeklinde yazılar yazıldığına şahit olduk. İmamlarımız mahalledeki gençlerle birlikte çay içsin, halı sahaya gitsin ve gezsin hayalimizi paylaştık; camilerde gençlik kolları oluşturma kararı alındı. İmamlarımız mahalledeki gençlerle birlikte bir kitap halkası oluşturması hayalimizi paylaştık; bu seneki camiler haftasının konusu “Cami ve Kitap” oldu. Camilerimiz hiç değilse haftada bir gün 24 saat açık kalsın hayalimizi paylaştık; Mehmet Görmez Hocamız “Camiler 24 saat açık kalmalı!” açıklamasını yaptı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu çalışmaları yapmasında bizim ne kadar etkimiz oldu bilmiyoruz ama biz zaten olması gerekenleri yapma ve hatırlatma gayretindeyiz. Bu anlamda Mehmet Görmez Hocamıza ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu hayallerimizin gerçeğe dönüşmesine katkı sağladıkları için teşekkür ediyoruz. Ancak bu sözlerin ve çalışmaların henüz gerçeğe dönüşmediğini ve hayallerimizin peşinde koşacağımızı bilmenizi isteriz.

“Camiler çocuk sesleriyle güzel!” Çocuklarımıza namazın önemini anlatmanın ve onlara namazı sevdirmenin en güzel yolunun yaşayarak öğretmek olduğuna inanıyoruz. Ezan-ı Muhammedi okunmaya başladığında anneler ellerindeki bulaşığı, süpürgeyi vs. bırakıp çocuklarıyla beraber Ezan-ı Muhammedi’yi dinlese, baba evde ise çocukların ellerinden tutup camiye götürse... İmamlarımız beş vakit namaz sonrası namaz içinde okudukları ayet-i celilelerin meallerini de okusa... Bayram sabahları, bayram namazındaki coşkulu cemaat sabah namazında da camilerimizi doldursa... Cuma günleri farzı kılar kılmaz camiden çıkmak yerine o kıymetli dakikalar dua yahut nafileye ayrılsa.. Yazarlarımız kitap söyleşisi için salonlara değil de camilerimize davet edilse... Ramazan-ı Şerifte camilerimizde sadece hurma, pide ve sudan oluşan mütevazi iftar sofraları kurulsa ve akşam namazlarında camilerimiz bomboş kalmasa... Ramazan-ı Şerif dışındaki aylarda da Pazartesi ve Perşembe günleri camilerimizde iftar sofraları kurulsa... Camilerimiz sadece namaz kılınan mekanlar değil, 24 saat aktif kullanılan mekanlar olsa...

Dua Allah (cc) bizleri hesap gününde arşın gölgesi altında gölgelenecek yedi gruptan biri olan kalbi mescidlere kilitli bir topluluğun içinde olanlardan eylesin... Amin. Mü’minlerin kalpleri camilerde atıyor!

Hayallerimiz Camilerimizin aktif kullanımıyla, imamlarımızla, kardeşlerimiz ile ilgili beklentilerimizi “hayallerimiz” başlığı altında paylaşıyoruz. Bu hayallerimizin gerçekleşmesi umuduyla, hayallerimize dair birkaç örneği paylaşalım:

Şubat’17 • 35


Analiz

Kıbrıs Girit Olmasın Furkan GENÇOĞLU

G

enç Öncüler Hareketinin yönetim ekibi olarak 2016-2017 Kış dönemi istişare toplantılarını icra etmek amacıyla 16-19 Aralık tarihleri arasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne doğru yola koyulduk. Hem yapılan çalışmaları değerlendirme fırsatı bulacak hem de Kıbrıs’ta faaliyet yürüten kardeşlerimiz ile buluşacaktık. Lise yıllarında İstanbul’da bizlerle beraber olan Serkan Biricik kardeşimiz, İstanbul’un tüm imkan ve güzelliklerini geride bırakarak Kıbrıs’ın yeniden ihya ve inşa mücadelesine katkıda bulunmak için üniversite tercihini Kıbrıs’tan yana kullandı. Kendisinin bu fedakarlığını yerinde gözlemleme fırsatı bulmak için bizler de davetine icabet etmeyi bir görev bildik. Bu yazıda sizlere Kıbrıs ile ilgili gözlemlerimi aktarmaya çalışacağım. Kıbrıs Akdeniz’de yer alan bir ada. Şu an ikiye ayrılmış durumda. Adanın kuzeyi Müslüman Türklerin güneyi ise Ortodoks Rumların kontrolünde. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1974 yılında Prof. Dr. Necmeddin Erbakan hocanın ısrarıyla gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatından beri bağımsız bir devlet statüsünde. Fakat Türkiye dışında Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tanıyan başka bir devlet yok. Ülkede sadece Türkiye Cumhuriyeti büyükelçisi görev yapıyor. Adanın yaklaşık %30’u Türk tarafının kontrolünde. KKTC nufusu 300 bin dolaylarında. Adanın toplam nufusu ise 1 milyonun üzerinde. Adanın kuzeyi adeta özel üniversite cenneti. Yaklaşık 20 özel üniversite mevcut ve her geçen gün yenileri açılıyor. 80 bin üniversite öğrencisi adada öğrenim görüyor. Ayrıca 50 bin TSK mensubu adada garantör olarak konuşlanmış durumda. Öğrencilerin ve askerlerin ekonomik hayata katkıları epey fazla. Adanın tarihsel manevi arkaplanı oldukça zengin. 1400 civarı sahabe mezarı bulunduğu rivayet ediliyor. Fakat şu acı gerçeğe değinmek zorunda-

36 • Şubat’17

yım. Maalesef ada yıllarca Türkiye tarafından fuhuş ve kumar merkezi olarak görülmüş. Adanın her tarafı gece kulüpleri, kumarhaneler ve bets (iddaa) salonları ile donatılmış durumda. İnsan bu manzarayı görünce bu kadar şehit bunun için mi verildi diye düşünmeden edemiyor. Kıbrıs Müslümanlar tarafından tarihte iki defa fethedilmiş. İslam orduları adaya ilk defa Hz. Osman (r.a) hilafeti devrinde 649 yılında gelmişler. Adanın bir bölümü ele geçirilmiş. Fakat tam olarak İslamlaştırma sağlanamamış. 964 yılında tekrar Bizans hakimiyetine geçen ada 1571 yılında Müslümanlar tarafından ikinci defa fethedilmiş. Fethi gerçekleştiren Sokullu Mehmet Paşa Kıbrıs’ı fethederek haçlıların kolunu kesmiştir. İnebahtı yenilgisi üzerine gerçekleşen fetih Osmanlı donanmasının motivasyonunu güçlendirmiştir. Sokullu Mehmet Paşa Kıbrıs Krallığına son verdiğinde tarihe geçen şu veciz sözleri ifade etmişti; “Sizler İnebahtı’da bizim donanmamızı yakarak sakalımızı kestiniz. Fakat biz Kıbrıs adasını fethederek sizin kolunuzu kestik. Kesilen sakal tekrar uzar fakat kesilen kol tekrar yerine gelmez.” Osmanlı Kıbrıs adasını fethettikten sonra bölgeye Müslüman kitleleri nakletti. Adanın imarına ve ekonomik hayatının canlandırılmasına bilhassa özen gösterdi. Venediklilerin kapattığı Ortodoks kliselerini tekrar açarak adada mevcut ortodoks toplumunun takdirini kazandı. Yaklaşık 300 sene adada otoritesini koruyan Osmanlı, 18. yy sonlarında ortaya çıkan Megola İdea (ENOSİS) yani Kıbrıs adasının Yunanistan’a bağlama hedefi çerçevesinde gerçekleştirilen faaliyetler ile otoritesini yitirmiye başladı. Ada 1878 yılında İngiltere tarafından işgal edildi. İngiliz işgalinde ENOSİS akımının temsilcilerinin adadaki Müslüman Türklere yönelik saldırıları iyice arttı. 1955 yılında EOKA isimli bir örgütle Rumlar zulümlerini örgütsel boyuta taşıdılar.


Analiz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı gerçekleşene kadar bir çok köy yakıldı ve yüzlerce insan katledildi. Kıbrıs’lı Müslüman Türkler adanın %3’lük bir kısmına sıkıştırıldı. Türkiye Cumhuriyeti garantör devlet yetkisini kullanarak Kıbrıs adasına bir çıkartma yaptı. Ve adanın %30’dan fazlasını ele geçirerek otorite kurdu. Adanın ele geçirilmesi halen fiili olarak BM nazarında işgal olarak değerlendiriliyor. Bu barış harekatı sonrası adanın 3. defa fetih süreci başladı ve halen bu süreç devam ediyor. Adaya yapılan harekata ABD tarafından çok sert tepki gösterildiğini ve Türkiye’ye yönelik ambargonun başlatıldığını unutmamak lazım. Türkiye hükümeti ABD’nin ambargo kararına karşılık Türkiye’deki Amerikan üslerini 1975 yılında kapattı. Bu tutum Türkiye’yi 1980 askeri darbesine götüren yolu açtı ve 1980 yılında ABD destekli darbe ile askerler yönetime el koydular. Adanın ehemmiyetini anlamak için bu süreç akledenlere epey ipucu veriyor. Kıbrıs adasında İslami çalışmalar 1974 yılından itibaren başlatıldı. Prof. Dr. Necmeddin Erbakan hocanın talimatı ile kurulan ESKAD adanın en eski vakıflarından birisi. Gazimağusa, Güzelyurt Lefke, Girne ve Lefkoşe’de şubeleri bulunuyor. Bizleri ağırlayan ve Serkan kardeşimin yönetiminde bizzat görev yaptığı Akademi Kıbrıs ise çok daha yeni bir kuruluş. Tamamen gençlerin ortak imecesi ile kurulmuş iki öğrenci yurtları bulunuyor. Lefkoşa ve Girne’de bulunan bu yurtlarda Türkiye’den Kıbrıs’a eğitim için gelen öğrenciler konaklıyorlar. Akademi Kıbrıs ayrıca ada genelinde bir çok ilke imza atıyor. Adanın ilk ney kursunu ve ilk sinema atolyesini hizmete açtılar. Ve farklı alanlarda çeşitli kurslar açarak halk eğitim hizmeti veriyorlar. Ortaokul ve lise sohbetlerine istikrarlı bir biçimde devam ediyorlar. Şunu belirtmek gerekir ki bu faaliyetleri çok kısıtlı imkanlar ile planlıyorlar. Kıbrıs maalesef Türkiye gibi imkanların çok geniş olduğu bir alan değil. Adada Müslüman-dindar çevreler üzerinde büyük bir baskı var. Baskının başını KTÖS (Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası) isimli yapı çekiyor. Sol-seküler- ateist nitelikli bu yapının tek hedefi adada İslami bir uyanışın önüne geçmek. Bu minvalde çok ciddi çalışmalar yürütü-

yorlar. Kıbrıs Türk hükümeti üzerinde ciddi baskı oluşturan bu yapının hükümet devirip- hükümet seçtirdiği söyleniyor. Fakat Kıbrıs’ın gerek su musluğunun başında Türkiye hükümetinin bulunması gerek bütçesinin Türkiye tarafından sağlanması KTÖS’ün etkisini sınırlıyor. Bu yüzden KTÖS adadan Türk askerinin çıkmasını istiyor. Rumlarla anlaşma yanlısı ve tek parça Kıbrıs Cumhuriyetinin Avrupa Birliğine girmesini destekliyor. Adada Türkiye düşmanlığını yayan örgütlü eylemlerin başını çekiyor. Saldırıların son hedefi Hala Sultan İlahiyat Koleji oldu. Hala Sultan Hz. Muaviye tarafından Kıbrıs adasına düzenlenen seferlere katılıp adada şehit düşen Peygamberimizin süt teyzesidir. Rum kesiminde Larnaka’da kabri bulunuyor. Rivayet odur ki Erbakan Hoca Kıbrıs harekatı sırasında Larnaka’nın muhakkak alınmasını istemiş ve hatta Larnaka alınmış fakat anlaşma çerçevesinde askerler geri çekilmiştir. Kıbrıs için çok önemli bir sembol olan Hala Sultan bugün yeni Kıbrıs’ın temellerinin atıldığı, yeni Kıbrıs’ı ihya ve inşa edecek kadroların yetiştirildiği İlahiyat kolejine ismini veriyor. Hala Sultan İlahiyat Koleji Kıbrıs Eğitim Bakanlığına bağlı olarak 5 senedir eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdürüyor. Kısa zamanda Kıbrıs’ın en prestijli okulu olmayı başarmış. Çok büyük bir kompleks içinde bulunan İlahiyat Koleji çevresinde halen inşaat çalışmaları sürdürülüyor. Kıbrıs’ın en büyük camiisini de içinde barındıran İlahiyat Koleji kampüsü KTÖS ve seküler kanadın en büyük derdi olmuş durumda. Bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından himaye edilen İlahiyat Kolejine yapılan saldırılar gün geçtikçe artmaya devam ediyor. Kıbrıs’ta dini derslerin okutulmasına karşı olan KTÖS İlahiyat Kolejinin kapatılması için mahkemeye dava açmış durumda. Dava halen sürüyor. İlahiyat Koleji velileri bu saldırılara karşı ortak bir platformda biraraya gelerek

Şubat’17 • 37


Analiz KTÖS’ karşı mücadeleyi birlikte yükseltiyorlar. Kıbrıs’ın doğal ve tarihi güzelliklerinden bahsedecek olursak, Selimiye Camii Lefkoşa’da önemli bir sembol olarak önümüze çıkıyor. Camii aslında gotik St. Sophia (Aya Sofya) Katedrali olup 1208–1326 yılları arasında Lüzinyanlar döneminde inşa edilmiş bir Katolik Kilisesidir ve Kıbrıs Adası’ndaki Gotik mimarinin en önemli örneği olarak kabul ediliyor. Katedralin en önemli özelliği anıtsal verandası ve onun ihtişamlı üçlü kapısı. Osmanlıların 1570’de döneminde St. Sophia Katedrali iki uzun ve zarif minare eklenerek camiye çevrilmiş ve Ayasofya Camisi olarak adlandırılmış. 1954 yılında Selimiye Camii olarak adı değiştirilmiş ve halen camii olarak kullanılıyor. Ayrıca Girnekapı ve Büyükhan bence görülmesi gereken yerler içerisinde. Lefkoşa’da beni en keyiflendiren yer Rum sınırıydı. Sınırları bir tel ayırıyor ve karşı tarafı izleyebiliyorsunuz. Biz çay bahçesinde otururken karşı tarafta bir festival vardı ve Rum ezgilerini canlı olarak dinleme fırsatı bulduk. Şunu notu düşmek gerek. Ebeveynleri Kıbrıs doğumlu olan her KKTC vatandaşı Rum kesimine geçiş yapabiliyor. Sanırım yeni yetişen neslin Avrupa Birliği ve birleşme taraftarı olmasının en büyük sebebi Rum kesiminde hayat şartlarının oldukça gelişmiş olması. Ve Avrupa ile olan serbest dolaşım hakkını kazanmak istemeleri. Tabi KTÖS ve benzeri yapıların dertleri başka. Dertleri İslam. Ama Girne bambaşka. Lefkoşa’yı Ankara sayarsak Girne’yi Antalya veya İzmir sayabiliriz. 6000 yılık geçmişe sahip bir liman şehri Girne. Karaoğlanoğ-

38 • Şubat’17

lu Şehitliği de Girne sınırları içerisinde. Kıbrıs harekat komutanı Şehit Albay İbrahim Karaoğlanoğlundan ismini alan şehitlikte Kıbrıs çıkartmasında kullanılan tanklar ve toplar sergileniyor. Ayrıca şehitlerin kabirleri bulunuyor. Tam 43 sene önce Rum çeteler tarafından eziyete uğrayan halkımızı kurtarmak için Girne’ye çıkan ve bu topraklarda ebedi aleme kavuşan 543 şehidin makamlarını ziyaret ettik. Manisa’dan, Konya’dan, Diyarbakır’dan, Trabzon’dan yüzlerce yirmilik delikanlı burada yatıyor. Gittiğimiz her İslam beldesinde olduğu gibi Kıbrıs’ta da şehitler yolumuzu aydınlatıyor. Kanlarıyla suladıkları bu topraklarda özgüvenle adımlarımızı atıyoruz. Bazen huzur ve barış için bir bedelin ödenmesi gerekiyor. Çoğu zaman birileri bu bedeli geçmişte bizim namımıza ödemiş oluyor. Kıbrıs’lı Müslümanların bedeli de 1974 yılında ödenmiş son olarak. Geriye bu bedelin hakkını vermek kalıyor. Kıbrıs ziyaretimizde bizleri yalnız bırakmayan sevgili Serkan Biricik kardeşime, amcasına, yeğenlerine ve ekip arkadaşlarına Genç Öncüler Hareketi adına bir kez daha teşekkür ediyorum. Akademi Kıbrıs gönüllüsü arkadaşlara Kıbrıs’ın yeniden fethi çalışmalarında başarılar diliyorum. Hala Sultan İlahiyat Koleji direnişini selamlıyorum. Orada bir ada var. Bu ada bize ashabın, Sultan Süleyman’ın ve Kıbrıs şehitlerinin emanetidir. Kıbrıs’ın tekrar pazarlık konusu edildiği bugünlerde bu yazı vesilesiyle bu mesele üzerine tekrar düşünmeye ve tüm dostlarımızı Kıbrıslı Müslüman kardeşlerimize destek vermeye davet ediyorum. Kıbrıs Girit olmasın!


Analiz

Yazı Dizisi

Kesnizani Tarikatı / 2 Ergün DÜZGÜN

Yeni Irak kurulurken de tarikat başrolde: Şeyh Muhammed, tarikatını siyasetin ve devletin tam orta yerine getirmişti. Devlet yapılanmasındaki hemen bütün kurumlarda Kesnizani müridi birçok kişi vardı. Ziyaretimize denk gelen Irak Polis Teşkilatı’nın ve askeriyenin yeniden teşkili çalışmalarında baş aktör yine söz konusu tarikattı. Yeni Irak’ın polis teşkilatı kurulurken, örneğin Kerkük’teki bütün karakollarda en az beş Kesnizani müridi polis bulunacak şekilde atamaların ayarlanmasını bizzat Şeyh istemiş, isteği yerine getirilmişti. Kerkük’te onlarca karakol bulunduğunu ve Şeyh’in aynı yöntemi ülkenin diğer kentlerinde de uygulandığını bilmek için fazla delile ihtiyaç yoktu. Böylece tarikatın sadece polis teşkilatındaki müthiş gücü hemen anlaşılabilirdi. Saddam’ın askeri teşkilatına ilerleyen aşamada alternatif olması niyetiyle kurulan El-Difa El-Medeni (Sivil Savunma) kurumu, Kesnizani üyesi askerlerin adeta istilasına uğramıştı; gerek Talabani ve Barzani’nin gerekse işgal güçlerinin hoşgörü ve desteğini arkasına alan tarikata üye bütün subaylar hemen yeni teşkilata aktarılmıştı. Bu gizemli ve karanlık tarikatın bütün Irak genelinde üç milyona yakın mensubu bulunuyordu. Sadece Kürtlerden değil Türkmen ve Araplardan da birçok kişi Şeyh Kesnizani’nin müridi idi. Kerkük, Telafer, Erbil, Musul, Tuzhurmatu, Çamçamal (Şeyh’in doğum yeri) Türkmenleri yoğun şekilde tarikata girmişti ve giriyordu. Sadece Telafer’deki Kesnizaniye tarikatı müridi sayısı on bini aşıyordu ve kentte altı tane tekkesi vardı. Tarikat, kentteki en güçlü teşkilat olan Irak Türkmen Cephesi’ni bile bü-

yük oranda kontrol altına almış, oradaki sekiz ITC bürosunun yarıdan çoğunu ele geçirmiş, istediği doğrultuda yönlendirmekteydi. Tarikatın tesiri altına giren ITC büroları, Türkmen davası için Türkiye’den giden yurtsever Türkmenleri karalayıp gözden düşürmek için çevredeki her güç odağı nezdinde ayrı bir senaryo uyguluyordu. Bu kişilerin Türkmen davası için yeterince çalışmadıkları hatta davaya ihanet ettikleri gerekçesiyle tutuklanmaları veya geri çağırılmaları için Türkiye makamlarına ulaşan Barzani yönetimine gidip aynı kişilerin MİT ajanı olduklarını ve tutuklanmaları gerektiğini söylemişler, işgal yöntemi nezdinde de onların bölgeyi karıştırmak için görevli ajanlar olduğu yollu ihbarlarda bulunmuşlardı. Bu yurtseverlerin gözden düşmesi için Türkmen taban üzerinde en fazla etkiyi bırakacak yöntemi seçmişler, onların İsrail ajanı olduklarını yaymaya çalışıyorlardı. Babil coğrafyasına ait ‘’normal’’ çelişkilerden biri de şuydu ki Türkmen yurtseverleri İsrail ajanı ve hain olmakla suçlayan bu tarikat mensubu Türkmenler aynı sıralarda bölgede Yahudilerin ve Kürtlerin toprak almasına yardımcı olmaktaydılar.

Amerika’nın sevgili tarikatı! Amerikan güçlerinin Kerkük’e girişine çeşitli lojistik ve hatta cephe destekleriyle yardımcı olmuştu tarikat mensubu asker ve siviller. İşgal yönetimi, Şeyh’e vefa borcunu ödemekte gecikmemiş, Kerkük İl Meclisi oluşturulurken, meclise, tarikata mensup üç üyenin alınmasında ısrar etmişti. Fakat ilginçtir, KDP ve KYB Amerika’nın bu aleni isteğine yine aynı şekilde direnmişler, sonuçta İl Meclisine bir tane

Şubat’17 • 39


Analiz Kesnizani girmişti. Onun adı da Molla Mustafa idi. Ayrıca Kerkük Polis Teşkilatı’nın da müdür yardımcısı olan Adnan ismindeki Türkmen’in, Şeyh’in müridi olduğu söylenmişti. Tarikat Amerikalıların gözünde o kadar makbul hale gelmişti ki işgalin yöneticileri, Bağdat veya başka yerlerdeki toplantılarda sık sık Kesnizanileri övmekteydi. Hatta öyle ki Amerikalılar bu tarikata maddi yardımda bulunduklarını, ihalelerde ayrıcalık sağladıklarını gizleme gereği dâhil duymuyordu. Kesnizaniye Tarikatı, daha ziyade ülkenin kuzey orta kesimlerinde yaygındı. Tarikat her ne kadar kapılarını Türkmenlere ve Araplara açmış olsa da inisiyatif Kürtlerin elindeydi; Şeyh’in müritlerinin sayısı ve konumları göz önüne alındığında, ülkedeki nüfus tabanını, sivil toplumun yapısını kontrol edebilme imkânı tarikatın ve dolayısıyla İsrail’in eline geçiyordu. Şiiler itikadi yönden uzaktı tarikata. Şeyh Muhammed, Şii diyarına da yerleşmek için, Hz. Ali ve 12 İmam’ın adlarını ihtiva eden dualar, Kerbela terennümlü bazı yöntemler geliştirmiş, ancak yine de Şii çoğunluktan yüz bulamamıştı. Bağdat’ın nüfus ekseriyeti Şiilerde olduğu için bu çok fazla aleyhte sayılmıyordu. Ülkedeki bazı Şii grupların törenlerdeki ritüeller ve insanları etkilemek için kullandıkları yöntemlere oldukça benzeyen kanlı gösteriler Kesnizaniye tarafından da kullanılmaya başlanmıştı. İlk ortaya çıktığı andan itibaren Şiiler Şeyh’e ve tarikatına kesin bir tavır almış oldukları da göz önüne alınırsa, Kesnizaniye’nin ortaya çıkış amaçlarından birinin Irak Şiiliğini dengeleme amaçlı olduğu da varsayılabilirdi. Hele de Saddam ve BAAS adına Şeyh’le ilişkiyi kuran kişi birçok Şii katliamının da planlanmasında veya uygulanmasında adı geçen İzzet Duri idiyse. Tarikat, sanki Irak toplumsal tabanının kontrol ve inisiyatifini Şiilerin elinden almak veya dengelemek için ortaya çıkmış gibiydi de. Şii tarikatlara gidecek/ gitme eğilimli kişilerin Kesnizani müritlerini engellemek için uğraştıkları da biliniyordu. Şeyh’in bütün tabana da yansıyan ve benimsenen bütün tarikatlara bakış politikası, 40 • Şubat’17

rakip görme ve küçümseme esasına dayanıyordu. Bu da Müslümanlar arasında ayrımı ve parçalanmayı, daha da ötesinde çatışmayı içinde barındıran bir durumdu. Zaten öyle de olmuş, hem birçok tarikat Kesnizanilere husumet beslemeye başlamış, hem de onların itikadi yaklaşım, güncel olaylara bakış gibi konulardaki tutumları diğer tarikatlar arasında ihtilaf oluşturmuştu.

Türkmen cephesi Kesnizanilerin hedefi! Tarikatın genel politikası, küçük bir köy dahi olsa yerleşim birimine en az bir tane tekke açmak, başına da bir tane halife (temsilci) koymaktı. Kerkük’ten Tuzhurmatu’ya giden yolun altıncı kilometresinde yeni inşa edilen büyük bir bina kompleksinin ne olduğunu sorduğumuzda, alacağımız cevabın, ‘’Kesnizani Tarikatı’nın merkezi, içinde her şey var.’’ olacağını doğrusu tahmin edememiştik. Müritler Şeyh’e öyle derin duygularla ve bağlarla bağlanıyordu ki verilen her görev itirazsız yerine getirildiği gibi, müritler ellerinde avuçlarında neleri varsa gönüllü olarak getirip tarikata bağışlayabiliyordu. Irak Türkmen Cephesi Vahhabi-Selefiler, Hizb-i İslami, El Kaide gibi tarikat ve örgütlerin yanı sıra, Kesnizanilerin de hedefiydi. Şeyh’in tarikatı ITC’ye sızmaya, ITC’yi kontrol altına almaya çalışıyordu. Bu çerçevede Şeyh Muhammed, bazı ITC ileri gelenlerini/ temsilcilerini kendisine mürit yapmayı başarmıştı. Hatta Telafer’deki yedi ITC temsilciliğinin birinin başında bulunan bir Türkmen’in, Şeyh’e mürit olmakla kalmayıp, tarikata yüz elli bin dinar bağışladığı konuşuluyordu. Şeyh’in Musul halifesi Seyyid Nedim, Telafer Halifesi ise Hasan Seccah adında bir Türkmen idi. Telafer’de 2003 Ekiminin son günlerinde yapılan Kaymakamlık seçimi, Kesnizaniye dâhil Irak’ta etkinlik kurmaya çalışan pek çok tarikat ve örgütün yarıştığı ilginç bir koşuydu. Vahhabiler, El Kaide, Hizb-ül İslami, Kesnizani tarikat ve örgütleri kendi kaymakamlarını çıkartmış, yoğun bir propaganda çalışması yapmışlardı. Özellikle Şeyh Muhammed’in tarikatının ve


Analiz Vahhabi-Selefilerin Telafer’de oldukça ağırlığı bulunuyordu; kaymakam adayı, on beş kişinin hepsi de Türkmen olmasına rağmen, 12’si bu iki gruptan hem çekindikleri, hem de tesirlerini oya tahvil etmeyi amaçladıkları için, adaylık başvurusunda kendilerini Arap Kökenli yazdırmışlardı. Sonuçta seçimi bir ‘’Arap’’ kazanmıştı. Öte yandan, Saddam’ın, Birinci Körfez yenilgisinin acısını çıkardığı Vahhabi–Selefiler, onun gidişini izleyen aylarda tekrar toparlanmış, Irak’ın hemen bütün yörelerinde beklenenden daha kolay etkinlik yaymaya başlamışlardı. Kesnizaniye ile hem itikadi anlaşmazlığı hem de yapılacak bir ‘’rövanşı’’ bulunan Vahhabiler, Şeyh Muhammed’in ve İsrail’in Irak’ta önünü kesmek isteyen güçler için bulunmaz bir malzeme teşkil edebilirdi. Kim bilir, belki bunu daha önce bir güç -mesela Almanlar bunu hesap etmiş- Vahhabileri desteklemeye başlamış olabilirdi. Şeyh Muhammed, tarikatını, zikir toplantılarından kaldırıp parti mitingine götürecek derecede siyasetin içine sokmuş, Saddam’ın ardından hemen siyasi partisini kurmuştu: Tecemmu El- Vahde El – Vataniye El– IrakkıyyeHareket-ül Tahrir’ül Irak ( Irak özgürleştirme hareketi). Merkezi Bağdat’ta bulunan partinin, ülkenin hemen her köşesinde bürosu mevcuttu. Şeyh, tarikatın merkezini de Bağdat’a taşımıştı. Tarikatın merkezi, daha önce Şeyh’in anlaştığı, bazı konularda birlikte hareket ettikleri Talabani’nin merkezi Süleymaniye’deydi.

Vahhabi- Kesnizani kavgası… Ölümüne! 1980’lerin sonu 1990’lı yılların başında yaşayan Vahhabi-Kesnizani ‘’itikat kavgası’’, tarikatın tarihindeki enteresan olaylardan ve dönüm noktalarından biriydi. Vahhabi-Selefiler, Kur’an ve sünnet yoluna gitmedikleri gerekçesiyle Kesnizanilere ‘’damardan’’ saldırmış, Kesnizaniler gerek mürit sayısı, gerekse etkinlik bakımından yok olma noktasına gelmişti. Kesnizaniler tam anlamıyla sinmişti. Vahhabilerin Irak’taki lideri İdris Davut adında biriydi. Davut Kesnizanilerle mücadeleye Kuzey

Irak’tan başlamıştı; önce, katıksız bir Türkmen yurdu olan Telafer’i de içine alan Musul ile Rabia (Suriye sınırında Arap Gerger Kürtleri ve Yezidi ağırlıklı bir ilçe) bölgesinde bulunan çöl Arapları üzerinde etkili olup Kesnizanlardan temizlemiş, ardından güneye Ramadi, Tikrit, hatta Basra’ya doğru tabanını yaymıştı. Fakat bu sırada acayip bir gelişme yaşanmış, Saddam ülkedeki Vahhabilere saldırmaya, kırmaya başlamış, bu defa da onları zayıflatmış, yok olma noktasına getirmişti. Bu baskıyı birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam’ın Suudi Arabistan’a duyduğu hınca, intikam alma duygusuna bağlayanlar da vardı. Saddam Vahhabileri zayıflatınca, bazı itikadi zaafları ve önü alınmaz yükselişi, İsrail’in de desteğiyle başlamıştı.

‘’İSRAİL, KESNİZANİLER ARACILIĞIYLA İSLAM’I KONTROL ETMEK İSTİYOR” Iraklı

Türkmen

gazeteci

Muhammed

Muhtar’ın Kesnizani- İsrail-Amerika ilişkisine dikkat çekici bir yaklaşımı vardı. Telafer ve El- beşir adlı haftalık gazeteler ile Külli Türkmen adlı aylık bir derginin sahibi olan Muhtar, ‘’İsrail ve Yahudilik, kendi eksenindeki İslam’ı Kesnizaniler yoluyla etki alanına almaya çalışıyor. Para ve mal verdi İsrail bunlara. MOSSAD 70’lerden itibaren bu tarikatı kontrolünde tutuyor. Kadiri’nin bir koluydu. Sonra İsrail para zoruyla ele geçirdi. Bunlar Saddam zamanında ve şimdi Irak yönetiminde o kadar etkili ki bir kişi idama mahkûm olsa bile onu idamdan kurtarabilir, yani Saddam’ın elinden alabilirlerdi. Şimdi de alırlar’’. diyordu. Amerika’nın arananlar listesinin ikinci adamı İzzet Duri, Irak gezilerimiz boyunca ve bu kitabın yazıldığı süreç içinde hala yakalanamamıştı. Duri’nin Şeyh’e büyük hizmetleri geçmişti. Bunun mukabilinde de Tikrit, Beyci, Diyala ve Kerkük’teki onlarca Kesnizan tekkesi Duri’nin kontrolüne verilmişti. Şubat’17 • 41


Atölye

Fidanlardan Bir Fidan, Bir Zeynep Esra ÇETİNKAYA

D

inimiz İslamiyet, bütün zamanların ve bütün mekânların dinidir. Yeni dille söyleyecek olursak İslam, dünya dinidir. Ne Orta Doğu’yla ne de Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları bir kıta ile İslam dini sınırlandırılamaz. İnsanın yaşadığı her yer ve her zaman İslam içindir. İslam’ı yaşamak, Müslümanca hayat sürdürmek bir nebze daha imtihanı ağır yaşamaktır. Bu imtihanı en ağır şartlar altında yaşamış, davası uğruna her türlü fedakârlık yapmış bir isim: Zeynep Gazali. İslam içinde yaşayan bir Müslüman, dininden muaf tutulabileceği, imtihanlara tabi olmayacağı hiçbir yer ve hiçbir zaman düşünemez. Zeynep Gazali de bunun idrakine varan bir kuldu. Biz imtihanlarda hep bir mücadele halindeyizdir kimi zaman nefsimizle kimi zaman batıla karşı. Zeynep Gazali bu mücadeleyi en güzel veren örneklerden biridir. Nasıl mı nefsiyle baş başa kaldığında; Rabbim dedi, “Beni kendinle meşgul et.” Kâfire karşı verdiği bir mücadelede ise; “Allah şahidimiz olsun; Bu yolda sarf edeceğim en ucuz şey kanım olacaktır.” dedi ve gerçekten sözlerini yaptıklarıyla Allah’a kanıtladı. Niyet etmişti bir kere, söz verdi Hasan el Benna’ya: ”İslam’ın zaferi için çalışmak üzere sana biat ediyorum. Allah şahidimiz olsun. Bu yolda sarf edeceğim en ucuz şey kanım olacaktır.” Samimiyet ile Allah’a davet etti. Kim niyet ederse samimiyet ile davete Allah ona yardım ediyor. Unutmayalım ki kâfirin Müslüman toplumlarda imana karşı oluşan bu saldırıda en çok iki şey zarar görür; Kuran ve kadın. Gazali, Müslüman kadının beynini sömüren bu saldırılara karşı yaşadığı toplumda henüz on dokuz yaşında Müslüman

42 • Şubat’17

Kadınlar Birliği’ni kurup aynı zamanda dergisini yayımladı. Zeynep Gazali’nin bu çalışmaları, yaptığı yardımlar ki 10 cami yaptırmıştı. Mısır’da mitingler, yaptığı dersler… Kendisi günde on saat okuma yapardı. O, kendini Allah ile meşgul eden işlere verdi; Allah da işlerine bereket verdi. Suudi Arabistan’da kralı etkilemesi, karma eğitime başkaldırışı, işte o zamanın firavunlarına gösterdiği dik duruşlu vakarıyla bu saldırılara karşı imkânsız görüleni başarmıştı. Çünkü olmaz denileni olduran bir Rabbine güvenmişti. Senelerini zindanlarda işkencenin her aşamasına ve çeşidine maruz kalarak geçirdi. Acımasızca vurulan kırbaçlardan, işkence için eğitilmiş köpeklerin vücudunu parçalamasından, sulu zindanlardan, ateşten, falakadan, darağaçlarında baş aşağı asılmaktan, ayakta saatlerce bekletilmekten, susuzluk ve açlıktan, psikolojik ve ahlaki hakaretlerden, akla gelebilecek bütün zulümlerin her birinden defalarca geçti. Bu yolda Kuran’ı kuşandı, ayetlerden güç aldı: “Ey iman edenler! Sabredin, sabırda (düşmanlarınıza) üstün gelin! (Her an cihada) hazırlıklı olun ve Allah’tan sakının! Ta ki kurtuluşa eresiniz.” (Ali İmran,200) Allah’ın bu dinde diktiği fidanlarından bir fidan olan Zeynep Gazali’ye babası “Nesibe’m” demişti. Nesibe ibn Kab olmak, bu zulümlere sabırlı olmayı gerektirirdi. Yeri geldi, söyleyeceği tek bir cümleyle onu zindandan çıkaracaklarını söyleyen bu zorba adamlara en güzel cevabı verdi: “Allah‘a güvenimiz her şeyden üstündür. Abdunnasır’la görüşmeyi asla kabul etmiyorum. İsmail Feyyumu’n, Rifat Bekr’in, Muhammed Avvad’in, Abdulkadir Udeh ve arkadaşlarıyla birçok Müslümanın kanına bulaşan eli de sık-


Atölye mayacağım. Mübarek kanlara bulaşmış ellerle elimi bir araya getirmeyeceğim. Bu kan, yıllarla beraber şanlı mazilerine, hatta bu âlemde mesuliyet ve liderlik koltuğuna tekrar kavuşacak Müslüman nesilleri besleyecek, yetiştirecektir. Bu kan insanımızı harekete geçirecek enerji görevini yüklenecektir.” Hepimiz çok iyi bildiğimiz bir hakikati görüyoruz aslında. Rabbimiz kâinatta hak ve batıl denen iki kutup yarattı. Hak: Allah’ın razı olduğu cenahın adı. Batıl ise başını İblis’in çektiği cenahın adı. İblis bugün batıl adına her türlü kılığa bürünmüş, imanımıza hala aynı saldırıyı yapmaktadır. Peki, biz bugün kuşanabildik mi Gazali gibi Kuran’ı, kâfirin karşısına Zeynep’in teslimiyetini gösterdik mi ispat ettik mi kulluğumuzu Allah’a… Bu yaşananlar hikâye değil olmayacaksa bizden Zeynepler neden yaşıyoruz ki bu dünyada Müslümanız diye… Yürekliydi Zeynep, insanları da yüreklendirdi. Bahanemiz yok, rahat yataklarımızda uzanıp yatacak kadar vaktimizde yok. Allah’ın bu dinde seçtiği fidanları vardır onları kulluğunda kullanır. Bizler de niyet ettik o fidanlardan olmaya Gazali misali. Niyetimiz mübarek olsun.

El-Müctema Dergisinin Zeynep El-Gazali ile Röportajı El-Müctema Dergisi, Kuveyt Talebe Birliği’nin kadın haftası dolayısıyla bir konferans vermek üzere kendisini davet etmesini fırsat bilmiş ve Zeynep el-Gazali ile aşağıdaki röportajı yapmıştır. Müslüman Kadınlar Birliği’ni kurduğunuz zaman Müslüman Kardeşler’in kadın kolları teşkilatı vardı. Neden Müslüman Kadınlar Birliği’ni ayrıca kurmaya ihtiyaç duydunuz? Müslüman Kadınlar Birliği’ni kurduğumuz zaman henüz genel başkan Hasan el-Benna’yı ve söz konusu teşkilatı bilmiyordum. Müslüman Kadınlar Birliği’ni kurduktan yaklaşık altı ay sonra ancak genel başkan el-Benna ve söz konusu kuruluşla tanıştım. Yoksa el-Benna’nın yönetimindeki bir kuruluşa muhalif bir cemiyet kurmak asla amacım değildir. Nitekim daha sonra genel

başkana biat ettim ve Müslüman Kardeşler’e 1948 yılının başlarında katıldım. Ama genel başkanla tanıştıktan sonra da Kadınlar Birliği ayrı olarak çalışmalarını sürdürdü ve Müslüman Kardeşler’in kadın kollarından ayrı kaldı. Neden? Genel başkan ile Atebe semtinde bulunan Parlemen otelindeki Müslüman Kardeşler’in merkezinde bir görüşme yaptığımı hatırlıyorum. Bu otelin bir katını teşkilat merkezi olarak kiralamıştım. Bu görüşmemizde genel başkan Müslüman Kadınlar Birliği’nin Müslüman Kardeşlerin kadın kollarıyla birleşme konusunu bana açtı. Uzunca konuştuk. Görüşlerini ve İslam’a davetin yararlarını anlattı. Bu konuyu birliğin idare meclisine götüreceğime dair kendisine söz verdiğimi hatırlıyorum. Konuyu idare meclisine açtığımda çoğunluk iki tarafın arasını yaklaştırmayı ve bir noktada birleşinceye kadar işbirliği yapmayı kararlaştırdı. Birleşmenin bunlardan sonra olması karara bağlandı. Ondan sonra genel başkanla karşılaştım ve oylamanın sonucunu kendisine söyledim. O da ‘’Sen hangi tarafı destekledin?’’ diye sordu. Ben de ‘’Aynı görüşteyim.’’ dedim. Biraz durduktan sonra gülümsedi ve ‘’Arayı yaklaştırmaya çalış.’’ dedi. İslam dışı kadın hareketleriyle ilişkiniz oldu mu? Hûda Şaravi ile ilişkiniz var mıydı? Hûda Şaravi ile ilişkim eski ve çok kısadır. Merhum babam kadın bir lider olmamı devamlı telkin ederdi. Meşhur kadınlardan bana örnekler verirdi. Ve hayat hikayelerini uzun uzun anlatırdı. Mesela Hûda Şaravi Bahise el-Badiye, Rasulullah’ı(s.a.v) savunan ve düşmana karşı çarpışan Kab kızı Nesibe gibi… Allah’a şükür o anda bile Nesibe’yi diğerleri arasında tercih ettiğimi hatırlarım. Yine Hûda Şaravi’nin Fransa’ya hukuk ve siyasal bilimler tahsili için öğrenci göndermeye çalıştığını, benim de müracaat ettiğimi hatırlıyorum. Fakat komisyon huzuruna çıktığımda adıma bakıp ailemi tanıdılar. Özel olarak gidebileceğimi belirterek burslu gitmemi kabul etmediler. Bu doğrudur. Ancak ağabeyim yüksek tahsil yapmamı istemiyordu. Kadınlar Birliği’nin öğrenci göndermesini ağabeyimin muhalefeŞubat’17 • 43


Atölye tini aşmak için bir vesile olarak gördüm. O sırada Hûda Şaravi ile görüştüm. Masrafımı kendim karşılamak üzere yurt dışına tahsil için gitmek istediğimi söyledim. Kendisi tasvip etti ve o grupla gönderilmem işimi komisyona iletti. Fakat ben daha başka sebeplerden dolayı gitmekten vazgeçtim. Ve Hûda Şaravi’den özür diledim. Bunun üzerine Kadınlar Birliği’ne üye olmamı istedi. Ben de kabul ettim. Ancak idare meclisine üye olarak kabul etmeyi şart koştum. Çok ilginçti. Hûda bu şartı da kabul etti. Böylece Kadınlar Birliği’nin meclisinde bulunan en genç üye oldum. O halde Kadınlar Birliği’nden neden ayrıldınız? Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi’nde kadın hakları konusunda bazen konuşmaları dinlenmeye giderdik. Orada bazı muhterem hocalarla tartışmalar yapardık. Bunlardan biride büyük ikna gücü ve geniş kültürü olan Üstad EnNeccar’dı. Çalışmalarımın İslam’a yönlenmesinde onun büyük payı oldu. Çünkü onunla tartıştığımız günden sonra Kadınlar Birliği’nden ayrılmak için Hûda Şaravi’den izin istedim. Çok yadırgadı, vazgeçirmeye çalıştı. Benim ısrarlı olduğumu görünce başarılar dileyerek kabul etmek zorunda kaldı. ‘’Umarım bize cephe almazsın.’’ dedi. Ondan sonra 11 Rebiulevvel 135 h. tarihinde Şeriat Fakültesi konferans salonunda Müslüman Kadınlar Birliği’ni kurduk. O gün hemen idare meclisi oluşturuldu, idare meclisi seçiminde genel kurul toplantısına katılan kadın sayısı elli beş civarındaydı. Abdunnasır 1954 yılında Müslüman Kardeşler’i tasfiye cihetine gittiği halde Müslüman Kadınlar Birliği’ne neden dokunamadı? Müslüman Kadınlar Birliği İslami ve siyasi alandaki çalışmalarıyla ortaya çıktı. Bu yüzden 1948 yılında Kral Faruk, İbrahim Paşa’dan (başbakan) bu birliğin kapanmasını istemek zorunda kaldı. Sonunda birlik kapatıldı. Kapatma kararına karşı çıkarak mahkemeye başvurdum. Mahkeme kapatma kararının geçersizliğine hükmetti! Abdunnasır işbirliği yapmak konusunda de44 • Şubat’17

falarca beni ikna etmeye çalıştı ama başaramadı. Bunun üzerine Kahire dışına çıkmamı, başka vilayetlere gitmemi yasakladı. Altı ay kadar evimde göz hapsinde tutuldum. Teşkilatın kurucusu olarak sizden öğrenmek istiyoruz: Acaba teşkilat 1959 yılında başkanın izni olmadan mı kuruldu? 1954 yılı muhakemelerinden sonra genel başkan Hasan el-Hudaybi mahkûm olmuş, daha sonra da tahliye edilmişti. O sırada bir ara kendisini ziyaret ettim. Ve hapiste kalan Müslümanların geride kalan ailelerinin perişanlığını, yapılan yardımların eksikliğini kendisine anlattım. Beni şiddetle azarladı. Ve gücümün yetmesi halinde bu sorumluluğu üstlenmemi istedi. O günden bu yana bunu üzerime aldım. O arada Mescid-i Haram’ın avlusunda Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı yeniden organize etmek üzere büyük davetçi merhum Abdulfettah İsmail ile anlaşmıştık. Durumu genel başkan Hudaybi’ye bildirmeyi ve onun tasvibini almayı kararlaştırdık. Konuyu ona açtık. Böyle bir kararın getirebileceği sıkıntı ve eziyetleri karşılaşabilecek işkence ve ezaları bize anlatmaya başladı. Meseleyi bir daha iyice düşünmeyi bir ay sonra karar verince kendisiyle tekrar görüşmemizi istedi. Düşündük, taşındık bir ay sonra tekrar görüşmeye geldik. O biraz daha düşünmemizi daha sonra da karar vermemizi istedi. Bir süre sonra geldik ve Allah yolunda ölmeye hazır olduğumuzu bildirdik. O da tasvip etti ve bazı nasihatlerde bulundu. Mesela şöyle dedi: ‘’Geriye çekilmeyin ve daima ilerlemeye çalışın. Birkaç adım geriye gitmek ve bazı tavizler vermek size tavsiyede bulunanlardan ellerinizi çekin. Kişilerin adlarına, şöhretlerine geçmişteki davet içindeki yerlerine bakıp da aldanmayın. Sizler ölüme gidiyorsunuz. Şehitliği gözünüzün önünden ayırmayınız. Çünkü bu yolu siz seçtiniz.’’ Şehid Seyyid Kutub’un teşkilatla ilişkisini nasıl başladığını söyler misiniz? 1963 yılı başlarında kız kardeşi Hamide Kutub vasıtasıyla ilişki kurduk. Ona Seyyid Kutub’a vermesi için bir mektup verdim. Hamide dönüşte yanında Meallim fit-Tarik kitabından bazı bölümlerle geldi. Kitabı genel başkana gösterdim.


Atölye Olup bitenleri kendisine anlattım. Bir de ne göreyim, onun yanında da bir nüsha var. Bu kitabın teşkilat üyelerine dağıtılmasını emretti.

ladı. Çok acılara katlandı ve benim uğradığımın kat kat fazlasına hala katlanmaktadır. Benimki onların uğradığının yanında çok basittir.

Seyyid Kutub’un taşıdığı ve çevresindekilere telkin ettiği düşüncenin, toplum fertlerini tekfir ettiği doğru mudur? Bu bir vehimdir. Kitabını okuyan bazı kişiler bu vehme kapılmışlar. Bu yaygarayı duyunca Seyyid Kutub ile evimde oturduk. Kendisine konuyu açarak dedim ki: ‘’Müslüman Kadınlar Birliği üyeleri yanındaki itibar ve saygınlığını biliyorsun. Buna rağmen onların veya aile fertlerinin kâfir olduğunu söylediğini öğrenirlerse sana ve bana olan bağlılıklarını kesmeye hazır olduklarını açıkça belirteyim.’’ Bunu duyunca çok yadırgadı. Yazdıklarının yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bu düşüncenin bir vehim olduğunu ve Meallim’in ikinci kitabında açıklayacağını söyledi. Şüphesiz Seyyid Kutub toplum fertlerini tekfir etmez. Ama toplumların İslam’dan uzaklaştığını ve İslam toplumu özelliğini yitirecek şekilde yabancılaştığını söylerdi. Şahsen ben de toplumun tağuta boyun eğdiği ve onu değiştirmeye çalışmadığı sürece Allah yanında sorumlu olacağını söylüyorum.

Salih Seriyye ve ailesi genel başkanın emriyle sizin evinize çok gelip giderdi. Yürüttüğü hareket için ne dersiniz? Salih değerli bir oğlumdur. Birçok âlimin şahitliğiyle hadis bilgini olduğu bir gerçektir. Hafız et-Ticani ve Elbani buna tanıktır. Davetinde samimiydi, idam ettiler. Filistin için İslam esaslarına bağlı kalarak çalıştığından öldürdüler. Şehit olduğunda 36 yaşındaydı. And olsun yiğit bir kişiydi. Şuanda cennette olduğunu umarım.

Seyyid Kutub’un eserlerinin genel başkanın onayı alınmadan yayınlandığı ve Kardeşler’in çizgisinde olup olmadığı konusunda ne dersiniz? Seyyid Kutup hakkında böyle şeyler söyleneceğini bilseydim, meseleyi onunla bir dakikada çözerdik. Kesin olarak biliyorum ki Seyyid bunu kastetmiyor. Meallim’i iyice okudum. Böyle bir anlam çıkaramadım. Seyyid Kutub sadece toplum yapısının düzelmesini istiyor. O, İslam’a hizmet ve Allah’a davet peşinde koşuyordu.

Kadına seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda ne dersiniz? Parlamentonun veya demokrasinin hareket noktasının İslam olduğuna inansaydım bir şeyler söylerdim. Halbuki demokrasinin hareket noktası inancımın hareket noktasından farklıdır. Beşeri kanun koyma bence yüce Allah’ın bize serbest bıraktığı alanlarda ancak olabilir. Kadının siyasi haklarına gelince, Raşid halifeler döneminde kadının siyasi rolünü oynaması, muhalefet yapması ve Müslümanların yöneticisini seçmeye katılması onun hakkıdır. Bununla beraber Müslüman kadının gerçek rolü, Müslüman yöneticiyi ve ümmetin fertlerini yetiştirmektedir.

Başkan, sonra olaylarla dolu siyasi bir tecrübeden geçtiniz. Çeşitli işkence ve eziyetlerle karşılaştınız. Bütün bunlardan sonra Müslüman kadının sizin gibi bir rol oynayabileceğine inanıyor musunuz? Yoksa bu şahsınıza mahsus bir şey midir? Müslüman, Şam’da İslam savaşı vermekle Zeyneb Gazali’den daha üstün olduğunu kanıt-

Enver Sedat’ın öldürülmesini tasvib ediyor musunuz? Sedat, ‘’Benim sözüm değişmez ve kullara zulmetmiyorum.’’ diyordu. Kendisi hakkında, ‘’Yaptığımdan sorumlu değilim, ama onlar sorumludur.’’ diyordu. ‘’Din ayrı, siyaset ayrı…’’ diyordu. İslâmbuli ve arkadaşları büyük iş yaptılar. İslam’a ve Müslümanlara hizmet ettiler. Bunların aşırı veya sapık olduğunu hiçbir zaman söyleyemem. Enver Sedat gibi bir lekeyi toplumlarından, dinlerinden ve halklarından temizlemek için canlarını feda ettiler.

İslami hareketin de geleceği hakkında ne dersiniz? Samimiyetle söylüyorum. İslam geliyor, İslam geliyor, Allah’ın izniyle muzaffer olacağız. Teşekkür ederiz. Şubat’17 • 45


Tarih

Cumhuriyet Ankara’sının Diktatör Valisi

Nevzat Tandoğan Yavuz Selim SANCAK

E

skiden Ankara’da Tandoğan isimli bir meydan vardı. Sendikaların, partilerin, kitle örgütlerinin yıllarca kahrını çekmiş bir meydan. Nice aşıklar o meydanda buluştu, nice filmlerde bir kesit olarak gösterildi. Başkentin sembol meydanlarından biriydi. Kızılay, Sıhhiye, Tandoğan... Genç Cumhuriyet yeni bir konsept ile yoluna devam etme kararı vermişti. Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olarak. Osmanlıdan Cumhuriyete geçişte artık inançlara yer yoktu. Materyalist düşünce idare kadrolarına hakim olmaya başlamış ve Cumhuriyet devrimleri doludizgin yapılmaya devam etmekteydi. Her tarafı camiler ve din etrafında şekillenmiş yapılarla dolu olan İstanbul bu yeni süreçte başkent olarak kalmaya devam edemezdi. Milli mücadelenin başladığı Samsun, sevk ve idare edildiği Sivas değil büyük taarruzun yönetildiği Ankara seçildi. İlk meclis zaten Ankara’da kurulmuştu. Bozkırın ortasında yepyeni bir şehir, son model bir kültür ile bezenecekti. Genç Cumhuriyet Ankara’dan yönetilecekti. Hacı Bayram Veli dışında çok fazla türbe ve camiisi olmayan bu Anadolu kasabası için Cumhuriyet devrimlerini canı pahasına muhafaza edecek bir Vali gerekiyordu. O Vali 1929 yılında Malatya’dan çıktı geldi. Nevzat

46 • Şubat’17

Tandoğan. İntihar sürecine kadar tam 17 sene hem Ankara Valiliği hem Ankara Belediye Reisliği görevini yürüttü. Genç Cumhuriyet Nevzat Tandoğan’ın vucüdunda ruh bulmuştu. Nevzat Bey tıpkı Cumhuriyet gibi eskiye dair ne varsa düşmandı. Halka rağmen ama halk için mücadele edenlerdendi. Kanla yapılan devrimleri kanı pahasına korumaya yeminliydi. Ankara’da kuş uçurtmuyordu. Anadolu’nun ortasında bir batı başkenti yaratmayı düşlüyordu. Bu yüzden çarıklı köylüler baş düşmanıydı. Kafasına zorla şapka giydirilmiş Anadolu köylüsünün altında şalvar, ayağında çarık Tandoğan’ı delirtiyordu. Öyle ki Aşık Veysel dahi bu delirmelerden nasibini almıştı. Aşık Veysel’in torunu Halil Süzer anlatıyor: “Dedem köylü kıyafeti giyiyordu. elbisesi de yamalıydı. ayakkabı olarak çarık giyiyormuş. hatta çarığı bile yamalıymış. o dönemin fakirliğinin getirdiği durum bu. Zabıta polisleri onu Ulus’tan atmışlar.” Aşık Veysel’in Mustafa Kemal ile görüşmek istediğinde böyle bir muamele ile karşılaştığı rivayet edilir. Sokakta insanların şalvar ve çarıkla sokaklarda dahi dolaşamayacaklarına dair kuralın yönetmelikle uygulandığı bir şehirde Çankaya’ya bu halde çıkmak zaten hayal bile edilemez. Türkiye Devleti hepimizin yerine konuşmaya, düşünmeye ve düşündüğünü hayata geçir-


Tarih meye mahir bir devletti. Nevzat Tandoğan tam genç Cumhuriyetin istediği tarzda bir idare mekanizması geliştirmişti. Ona göre köylünün işi tarlasını ekip biçmek ve devlete vergisini vermekti. İhtiyaç hasıl olunca da vatan için canını vermek... Şerif Mardin’in çevre-merkez kuramı vardır bilirsiniz. Çevreyi taşralılar, merkezi ise Cumhuriyetin elitleri olarak tanımlar. Cumhuriyet elitleri kendilerini taşralılar adına en güzeli, en doğruyu uygulamakla yükümlü görürler. Nevzat Tandoğan bu kurama göre tam merkezdedir. Türk siyasi tarihinin ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden Osman Yüksel Serdengeçti, Fakülte öğrenciliği sırasında 1944 mayısında meydana gelen olaylara karıştığı için bir süre hapis yatmış, hapisten çıktıktan sonra öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği reddedilince dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e hitaben yazdığı ve “Yüksek makamın alçak vekiline” diye başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir. İşte o yıllarda Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinin 3. sınıfında öğrenciyken 3 Mayıs 1944 yılında tutuklanıp huzura çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti ye şöyle der; Ankara’nın Kudretli! valilerinden Nevzat Tandoğan, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.” der (Doç. Dr. Özcan Yeniçeri, Yönetim ve Bürokrasinin Yozlaşmadaki Rolü-II) İşte Nevzat Tandoğan’da şekillenen bu zihniyet; kurulan yeni Cumhuriyet’te kendisini ayrıcalıklı sayan, Cumhuriyet’in anlamının toplumu meydana getiren tüm bireylerin vatandaş olarak eşit statüde olduğunu anlamayan bir avuç elit zümreyi ifade ediyordu. Ölümü de yaşamı gibi net ve tavizsiz değildir Tandoğan’ın. İsminin şaibeli bir hadiseye karışması sonucu karanlık bir şekilde ebedi aleme göçer. Ölümü intihar mı yoksa cinayet mi bilinmez fakat Mehmet Sait Esen adlı

dönemin ünlü bir gazetecisi Dr. Neşet Naci Arzan cinayetinin 100 bin Lira para karşılığında Haşmet Orbay tarafından azmettirildiğini, arabuluculuğu da Nevzat Tandoğan’ın sağladığını iddia eder. Katil zanlısı Reşit Mercan teslim olmadan önce valilik binasında görüşmüş, bu görüşmeden sonra teslim olmuştur. Bu görüşme hakkında ne katil zanlısı ne de Nevzat Tandoğan görüşmenin yapıldığını söylemelerine rağmen ne konuştukları konusunda susmuşlardır. Reşit Mercan, mahkeme devam ederken ifadelerini değiştirir, suçsuz olduğunu para karşılığında suçu üstlendiğini, asıl katilin Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay olduğunu iddia eder. Mahkeme Reşit’i adam öldürmekten suçlu bularak 20 yıl ağırlaştırılmış hapis cezası verir. Haşmet Orbay’da katile silah sağladığı gerekçesi ile 1 yıl hüküm giyer. Dava, kendi içerisinde tezatlar olduğu gerekçesi ile Yargıtay tarafından bozulur ve tekrar görüşülmesi için Bolu Ağır Ceza Mahkemesine gönderilir. Sanık Reşit Mercan, kendi lehine tanıklık yapması için Vali Nevzat Tandoğan’ı şahit olarak gösterir. Nevzat Tandoğan sade bir vatandaş gibi mahkemeye çağrılmasından rahatsızdır. Mahkeme’de sanıkla görüştüğünü söylese de ona herhangi bir teklifte bulunmadığını söyler. Hâkimin ne konuştuklarını sorması üzerine herhangi bir cevap vermez. Gerçek suçlunun Haşmet Orbay olduğu mahkeme tarafından anlaşılır ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılır. İntihar etmeden bir gün önce Adalet Bakanı Ali Rıza Türel’e “Bana mahkeme suçlu gibi davranıyor. Ben Ankara valisiyim bu durumlara düşecek adam değilim.“ der ve ertesi gün beylik tabancası ile intihar eder. Nevzat Tandoğan mahkemeye çağrılmasını bir onur meselesi mi olarak gördü yoksa Reşit Mercan’ın ifadelerinde söylediği gibi arabuluculuk mu yaptı bilinmez, dava bir daha açılmamak üzere kapatılır. Şubat’17 • 47


Atölye

İslam’a Kavuşma - 3 Toleuzhan GALİYEVA

H

ayatın en temel, en önemli, en tatlı ve en çılgın çağı gençliktir. Hata yapıp hiç umursamayandır gençlik. Çabuk sinirlenip kısa zaman sonra hiçbir şey olmamış gibi davranandır gençlik. Gündüzleri uykuyla, geceleri sanal meşguliyetlerle geçirendir gençlik. Say say say. Bitmez bu gençliğin ve gençlerin hikayesi. Öyleyse bu sayıdaki yazım gençlik ve benim “Teenager” (ergenlik) hayatım hakkında olacaktır.

Gençlik ve bağımsız hayat Yazıma Aşık Veysel’in “Gün be gün artıyor türlü meşakkat.” sözüyle başlamak istiyorum… Üniversitedeki öğrencilik dönemim çok dolu bir şekilde geçiyordu. Büyük büyük üniversite amfileri, sınıflarda profesörlerle verimli ve verimsiz geçen dersler, kantinde coşkun ve samimi sohbetler. Ödevler, yarışmalar, yazışmalar, koşturmalar. Üniversite ile birlikte iş hayatım da vardı. İş hayatım konusuna girmeden önce bizim Kazak gençlerinden biraz bahsetmeliyim. Kazakistan’daki gençler hakkında genel bilgiler vermek istiyorum. Kendilerini bağımsız olarak niteleyen gençler, her şeyde her konuda serbest olduklarına inanırlar. Bireysel kararlar vermektedirler. Sorunlu ama sorumsuz bir hayat yaşamaktadırlar.

48 • Şubat’17

Aile yuvasından ayrılan genç, yani lisans eğitimi almaya başladığı andan itibaren artık kendi hayatını kendi kurmaya çalışmaktadır. “Teenager” yani ergenlik dönemi çok zor bir dönemdir. Bu yaştaki genç ne çocuktur ne de yetişkindir. Ergenlik dönemi, bu ikisinin arasında yaşayan gençler için kullanılan bir kavramdır. Yanı sıra bu dönem gencin, neyin doğru olup olmadığını tam bilemediği bir dönemdir. Henüz iyi ve kötü olanı ayırt edemediği ve yeterli olarak kavrayamadığı bir zamandır. Tabi bu dönemde gencin yaptığı hatalar ve yanlışlar gelecek yıllarda gence iyi bir ders olur. Gençliğini aktif halde ve faydalı bir şekilde geçirmesi ona hayat tecrübesi kazandırır. Ayrıca bu dönem en çekici ve eğlence dolu bir dönemdir. Kimileri için taklit dönemidir. Bizim Kazakistan gençlerine gelirsek Batı kültürünü taklit ederek büyümektedirler. Sürekli Batı kültürünü aşılamaya çalışan modern iletişim araçları, televizyonlarda Kazakistan’ın geleneksel yaşayış şekline uymayan propaganda içeren yayınlar gençlerimizi etkilemektedir. Yoğun bir şekilde yapılan bu yayınlarla gençlerimiz, ister istemez Batılıların hayatına özenmektedirler. Medyada, moda dergilerinde cinselliği, müstehcenliği ve çıplaklığı gören gençlerimiz, gördükleri Batı hayat tarzının etkisi ile kendileri için de aynısını yaşamaya ve aynı şekilde yemeye, içmeye, giyinmeye ve aynı tür davranmaya başlamaktadırlar. Gençlerin bu seçtik-


Atölye leri, maalesef İslam’a göre negatif bir değişim ortaya koymaktadır. Villayı kiralayıp parti yapmaları, gece kulüplerinde zaman geçirmeleri, seçilen Batılı kıyafet tercihleri, konuşma tarzları, birbirlerine hitap edişleri ve davranışları genel olarak alırsak modern, çağdaş hayat tarzları aynı batının tarif ettiği gibi yaşamak anlamına geliyordu. Kazakistan’daki gençleri aynı Batılılar gibi yaşamaya iten sebeplerin başında, yıllardır Kazakistan’da hakim olan ve Kazakların dini ve yerli kimliklerini yok edip onları kimliksiz bırakan komünist ideolojinin tesiri oldukça fazladır. Komünist rejim, Kazakların İslami değerlerini yok etmiştir. Tüm Kazak örf ve adetlerini ortadan kaldırmıştır. Rus kültürünü hakim kılmıştır. Komünizmin yıkılışından sonra ise Batılı kültürlere karşı kendisini koruyacak bilgi birikimi ve İslami hayat tarzını gösterecek model insanlar ve araçlar yoktu. Bu sebepten dolayı gençlerimiz Batılı hayat şeklini benimsemişlerdir. Kendilerine önderlik edecek kimseler bulamadığı için maalesef yapılan propagandaların etkisiyle Batılı hayat tarzını yaşamaya başlamışlardır. Kazakistan’daki bir genç ailesinden ayrıldığı andan itibaren ana-babasından bağımsızlaşabilmeli, kendi hayatını düzgün yaşamalı, artık disiplinli olmalı ve sorumluğa ciddi bakmalı. Bu dönemde kendi kimliğini, şahsiyetini belirlemeye çalışan ve ortaya koyan gencin kendisidir. Her “Teenager” dediğimiz ergen birey bu zor dönemden geçer, yani ergenliği yaşar. Bu dönemde her genç gibi, Kazak genci de kendini dünyanın merkezinde görmek ister ve buna göre davranır. Tabi ki gençlik dönemi ülkeden ülkeye, kişiden kişiye, kültürden kültüre, toplumdan topluma, devirden devire farklı özellikler gösterir. Kazakistan’daki öğrencilerin okul hayatı ile iş hayatını beraber sürdürmesinin nedeni, devlet tarafından desteğin yetersiz olmasıdır, hatta hiç olmamasıdır. Kurumlar yardımda bulunmazlar. Çünkü burs veren kurumlar bulunmamaktadır. Ayrıca devletten ekstra burs alma imkanı yoktur. Türkiye’de öğrenci olmak “Hayat sana güzel.” demektir. Buradaki öğrencilere yönelik başta devlet olmak üzere çeşitli kurumlar, vakıf-

lar ve dernekler yardım etmektedirler. Öğrencilere ekonomik destekler verilmektedir. Farklı burs programları vardır. Gençlere dair faydalı, eğitici ve geliştirici çalışmalar da yapılmaktadır. Kazakistan gençlerinin erken yaşta aileden kopma ve bağımsızlaşma, kendi kararını verip kendi seçimini yapma, ilgi ve yeteneklerini keşfetme, meslek ve iş seçme konusu Türk halkı için değişik gelebilir. Haklısınız da. Fakat örflerin geleneklerin farklı olduğunu unutmamak gerekir. Bunlar üzerine konuşurken ülkelerimizin durumunu da gözetleyerek değerlendirdiğimizde konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Genel olarak yazdığım yazılara bir Türk olarak ya da Müslüman gözüyle bakmaya çalışırsanız hep “Bu ne ya!” dersiniz. Kafanızda olumsuz bir algı oluşur. Bu yüzden tarafsız bir şekilde anlamaya çalışmanızı tavsiye ediyorum. Yoksa ben de İslam’a uygun olan yaşama tarzını anlatmak isterdim. Ne yazık ki gerçekler acı olur. Ama sonuçlar tatlı olur. Tatlı kısmına geleceğiz inşallah. Önce turşulardan bahsedeyim. Nerde kalmıştık? Gençlik. Dediğim gibi gençler özgür olmayı, rahat davranmayı ve kimselere hesap vermeden bağımsız yaşamayı severler. Bana gelecek olursak; Ben de bu gençler gibi anne babamın kucağından ayrılınca artık bütün sorumlukları kendim üstlenmek ve problemleri kendim çözmek (ciddi problemler hariç) zorundaydım. “Teenager” dönemim geçen sayıda bahsettiğim gibi üniversitede geçti. Öğrencilikle birlikte iş hayatını sürdürüyordum. Yanlış anlamayın. Bir iş yerinde çalışmak zorunŞubat’17 • 49


Atölye da değiliz. Bu çocuğun kendisiyle alakalı. Çalışmak istemiyorsa ailesi zorlamaz, aksine çalışmak isterlerse de engel olmazlar. Yani aile tarafından maddi, ekonomik destekler gelir. Fakat burada yazının başından beri anlatmak istediğim konu, gençlerin kendisini böyle konumlandırmalarıdır. Kendilerini bağımsız hissetmek isteklerinden kaynaklanıyor. Ben demiyorum Kazakistan’da tüm gençler çalışır. Genel olarak üniversite öğrencilerinin ders ile birlikte iş hayatını yürüttüklerini anlatmaya çalışıyorum. Emek verip terleyerek para kazanmanın bambaşka bir şey olduğunu birinci sınıfta tattım. İlk çalıştığım iş garsonluktur. Üniversitem, yurdum ve iş yerim yan yanaydı. Bu üç yerin arası yaya olarak beş dakika. Garsonluk işinde “part time” çalıştım. Maaşımı günlük alıyordum. Patronum ilk maaşımı elime verdiğinde (Az bir miktar. Lirayla hesaplarsak 10 lira. Ama o zaman iyi bir miktardı. Yoksa şimdi o on liranın değeri yok.) çok mutluydum. Çünkü kendim kazanmıştım. İlk maaşımı yurttaki kızlara harcadım. Ekmek süt gibi yiyecekler aldım. Sonraki maaşımı biriktirdim ve kendime cep telefon aldım. Benim ilk cep telefonumdu. O kadar sevinmiştim ki hala markasını hatırlıyorum (Nokia N93i). Bir vakit sonra garsonluktan barmenliğe geçtim. Eh, bildiğiniz içkilerin arasındaydım. Kuran’da haram olarak sayılan maddelerdendi. O zamanlar haram helallerden haberim yoktu. İğrenç olabilir ama domuz etini yedim. Nasıl yediysem artık. Bilemiyorum. Ama bu haramların arasında sayılan içkiyi içmedim. Hatırlarsanız ilk yazımda babamın koyduğu şartlarından bahsetmiştim. Onların içinde içki, yani alkol tüketmek yasaktı. Ama arkadaşlarımın ısrarıyla azcık tadına baktım. Allah’tan beğenmedim. Sonra hiç yaklaşmadım. Bu benim durumum yani önceki hayatım için Subhanallah demek lazım. Eskiden ben neredeydim… Şimdi Allah beni nereye getirdi. Ya Rabbi çok şükür. Elhamdülillah. Bir süre sonra patronla anlaşamadım ve barmenlik işinden ayrıldım. Çok vakit geçmeden promoter işine girdim. Meyve suyunun tanıtımını yapan şirketle iş birliği yaptım. Bu da uzun sürmedi. Ardından “merchandiser” olarak markette çalıştım. Ayrıca, kendime telefon al50 • Şubat’17

dıktan sonra anne babama da telefon almıştım. Onlar çok fazla sevinmişlerdi. Aileme çeşitli hediyeler alırdım. Mutlu olurlardı. Bu arada bu işten de ayrıldım. Sonrasında da “volunteer” işine girdim. Tabi maaş verilmiyorlardu bu işte. Çünkü Türkçe’de gönüllü demek. Biraz halka bedava hizmet edeyim dedim. Her ne ise. Çalıştığım her işten memnundum, benim için zevkliydi. Bununla birlikte iş hayatında öğrendiğim çok şeyler vardı. Bir sonraki söyleyeceğim iş size yakın gelecektir umarım. Hatta şaşırabilirsiniz. Hazırsanız yazıyorum. Dönercilik. Döner etini terbiye etmeyi, demire takmayı ve pişirme dahil hepsini öğrendim. Döner etinin tadı çok güzeldi. Uzun keskin bıçakla döneri kesip servis etmede usta idim. Şimdi yapamam galiba. O zamanlar bu işlerin hepsini nasıl becerebildim, kendim bile şu an hayret ediyorum. Bu iş yerinde oldukça kilo aldım. Diğer işler gibi bu işten de ayrıldım. Bu sefer bir ofiste iş buldum. Kartuş dolumu yapıyordum. Bildiğiniz toner dolduruyordum. Bu işi yaptığımda printer barabanına dikkat etmeliydim. Çünkü baraban çizilirse işe yaramaz olurdu. Bir süre sonra bu işten ayrılarak “office manager” oldum. Maalesef üniversitede son senem olduğu için bırakmaya mecbur idim. Çünkü okullarda pratik yapmaya gidiyorduk. Hepsini bir arada yetiştiremedim. Mezun olduktan sonra (2010) yine işe girdim. Bu sefer farklı işler değil, kendi alanımla ilgili bir iş. Kazakistan - Türkiye İşadamları Derneği (KATİAD)’nde haber bültenlerini tercüme ediyordum. Diğer işlere nazaran bu işim uzun sürdü. Neredeyse iki sene oldu. Ayrıca bu benim çalıştığım son iş yerimdi (2012). Çünkü sonrası Türkiye’ye gelişim olacak. Ve tabiî ki de Türkiye’de çalışmayacağım için KATİAD’ı son olarak söylüyorum. Çalışmayacağımın nedeni de ilimdir. Öyle böyle bir ilim değil. İslam ilmidir. En güzel, en kıymetli ve en değerli, en önemli ve en zevkli işi şimdi üniversitede yüksek lisans olarak yapmaktayım. Alhamdulillah. Buraya nasıl geldim? Niçin geldim? Amaç ne? Kim vesile? Ne oldu da hayatım değişti? Bütün bu soruların cevabını diğer sayılarda yazacağım. İnşallah. Devamı bir sonraki sayımızda… Görüşmek üzere


Atölye

MÜCADELENİN TEMEL ARGÜMANLARINDAN BİRİ OLARAK

EDEBİYAT Enes GÜNASLAN

K

onuya bir çerçeve çizerken, 20. yüzyılın sonlarından bu yana dünya jeopolitiğine nüfuz eden ‘dinin geri dönüşü’nün, post modern dünyanın altüst oluşlarını ve ekonomik küreselleşmenin etkileriyle sarsılan yaşlı demokrasilerin meşruiyet krizini vs. birçok mevzuya değinmek gerekebilir. Çünkü Aydınlanma ile silinmiş dini kimliklerin gündem edilebilmesi edebiyatın ıskalayabileceği bir husus değildir şüphesiz. Edebiyatı, dinin yeryüzünde insanlara bir ütopya vaat ederken kullandığı bir enstrüman olarak ele alabiliriz lakin öncelikle Prof. Dr. Bedri Gencer’in “Bugün kullanılan Din ve Ekonomi, Din ve Ahlak, Din ve Edebiyat gibi bütün tabirler sekülerleşmenin ürünüdür.” demesini dikkate almak durumundayız. Konu hakkında sistematik bir tezimizin olduğunu iddia edemeyiz. Fikirlerin tartışılmadığı, giderek avamileşen bir ortamda düşüncenin ne kadar isabetli olduğunu sınama imkanımız pek olmuyor. Bu durumda sadece kendi gözlemlerinizi dile getirme hususunda fazla cesaretli olamıyorsunuz. Buna rağmen; din ve edebiyatın gerilimli ve saplantılı bir ilişki içinde ilerlediğinden söz ederek devam edelim. İsmet Özel’in “Zor Zamanda Konuşmak” adlı eserinde bu saplantılı durumdan kurtulmanın yolunun iman etmekten geçtiği ifade edilir. Buradan da Türkiye’de sağ/muhafazakar çevrenin, sol edebiyatı ideolojik görüp sağ edebiyatı ideoloji dışı görmesinden söz

ederek, meselenin bu boyutlara çekilebileceğini, edebiyat ve din arasındaki gerilimli ama sürekli devam edecek olan bir ilişki olduğunun altını bir kere daha çizmiş olalım. Türk edebiyatında yazar ve şairlerin birçok fikir tartışmasına şahit olmuşuzdur. Namık Kemal ve Ziya Paşa arasında “Harabat” ve “Tahrib-i Harabat”, Ahmet Mithat Efendi ve Servet-i Fünuncular arasında “Dekandanlık”, Recaizade ve Muallim Naci arasında “Abes-Muktebes” ve beraberinde “eski-yeni” tartışması gibi. Mehmet Akif ile Tevfik Fikret arsında cereyan eden kısaca “Zangoç-Molla Sırat” diye özetleyebileceğimiz kavga. Bu kavgaların arka planında bir yönüyle bir tarafın dini referans olarak görmesinin yarattığı gerilimin payı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Din ve sanat ilişkisi tartışmaları hemen her çevrede yapılmış, Aydınlanma düşün-

Şubat’17 • 51


Atölye

cesine mensup olanlar dışında ekseriyetin kanaati, bu ilişkinin çok köklü olduğudur. Dinsiz olduğunu söyleyen insanlarda, hatta Marks’ın görüşlerinde bile din düşüncesi -ters yüz edilmiş olarak- çok önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle Batı sanat ve düşünce çevresinde, materyalist sanatçılardan çok, din düşüncesini hayatıyla eserlerinin ana konusu haline getiren sanatçılar ön plandır. Önceki yüzyıldaki Charles Dickens ve Balzac ile Dostoyevski ve Tolstoy’dan başka pek çok sanatçıda da bu görülür. Hıristiyanlığa veya Yahudiliğe ait görüşleri, eserlerinin temel meselesi olarak ifade edilmiştir. Bizde ise Mehmet Akif, Yahya Kemal başta olmak üzere, Necip Fazıl, Tarık Buğra ve Sezai Karakoç gibi isimler, eserlerinde dindar insanlarla dini meselelere yer veren pek çok sanatçı yetişmiş ve birtakım metinler vücut bulmuştur. Yüz yıldır hakim zihniyet sanat ve kültür hayatımızda ‘sanat-din buluşması’nın mümkün olmadığı yolunda oluşturulmuştur. Necip Fazıl ve Peyami Safa gibi sanatçıların tek başlarına mistik ve metafizik arayışlara girmesi resmi ideoloji taraftarlarınca çoğu zaman görmezlikten gelindiyse de bazen de bunların etkili çıkışları politik ve estetik komplolarla etkisiz hale getirilmiştir. 1950’den sonra siyasi iktida52 • Şubat’17

rın halkın değerlerine ilgi gösterişine karşı yeniden dine yönelişin edebi metinlerde etkisine yaşadığımız tarih şahitlik etmiştir. Süreç içerisinde Akif’in Sebilürreşat’ı, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su, Nurettin Topçu’nun Hareket’i ve Sezai Karakoç’un Diriliş’i ile ivme kazanan İslam’a yeniden dönüş çizgileri, desteklenmiş ve katıksız din düşmanlığı artık kültür çevrelerinde eski gücünü kaybetmiştir. Sonrasında Mavera ve Yedi İklim gibi dergiler de birçok genç sanatçının yetişmesine imkan hazırlamıştır. Peki biraz da geldiğimiz evrede din ve edebiyat ilişkisini modern/post modern çizgide izaha çalışalım. Modern/Post modern etkileşimden maalesef Müslümanların da nasibini aldığını çok net olarak görüyoruz. Hayatı, insanı, evreni, bilgiyi ve edebiyatı, genel olarak insanı ve insanın metinle olan ilişkisini yeniden yorumlayan modernizm en temelde bir bilgi biçimine bağlı bir düşünüş biçimi ve karar alma tarzıdır. Modernizmin dünya tarihine çıkışı kendi içinde kurumsallaşmayı tamamladığı 18. yüzyılda başlamıştı. Müslüman toplumlar bu kapsamlı ve kuşatıcı işgalle kabaca 19. yüzyılda karşılaştılar. Artık insan tanımı ideolojik değer yüklü bir anlam içeriyordu. Bu nedenle liberal felsefenin insanı birey, Marksist felsefenin insanı işçi-


Atölye ezilen, post modern felsefenin insanı öznedir. Bu bakımdan bir kıyas yapacaksak İslam’ın insanı ise kuldur. Salih kuldur, muttaki kuldur. Bu ayrışmaya vurgu yapmadan konuyu ölçeklendirmek öyle zannediyorum ki yerinde olmayacaktır. Biliyorsunuz, ilk insanla, ilk resulle birlikte ilk söz de başladı. Edebiyat, meseleyi insana intikal ettirme eylemi. Ne kadar bilimsel bir ciddiyete haiz bilmiyorum ama bazı iddialara göre insan yüzyıllar süren bir maceradan sonra konuşmayı öğrendi. İnsan eskilerin deyişiyle hayvan-ı nâtık (konuşan varlık). İnsanlık konuşmayla başladı. Resuller korkutmaya(?) konuşmayla başladı. Hangi kaynaktan zuhur ederse etsin din insanlara ulaşmaya mecburdu. En eski edebiyat metinleri de dahil hemen hepsi, dini mesajı yüklenen metinler olmuştur. Sadece metinler değil, eski musiki parçalarının da neredeyse tümü dini propaganda argümanları olarak elimize geçmiştir. İnsanların hayatlarını kuşatan, ahiretlerini mamur etme iddiası taşıyan dinin, edebiyatı etkilememesi düşünülemezdi. Üstelik bizim için, her şeyin Allah ile irtibatını kuran, edebi faaliyetleri de kulluk faaliyetleri kapsamında değerlendiren bir din söz konusuyken. Kadim edebiyat havzalarına bakıyoruz. İlyada, Odesa destanları. Hepsi panteist döneme ait belgeler. İlk toplumlarda din adamları aynı zamanda edebi karakterlerdi. Şamanlar, kamanlar musikişinas şairlerdi. Rakkaslardı. Usta hatiplerdi. Hitap gücü yüksek şahsiyetlerde insan üstü güçlerin var olduğu hükmüne varılmıştı. Sözü ustaca söyleyenlere tarih kutsiyet atfetmişti. Durum eski Yunan ve Roma medeniyetlerinde de farklı değildi. Kıbrıslı Zenon tarafından kurulan Stoa okulları, söz ustaları yetiştiriyordu. Roma’da Seneca, Çiçero, Epictetos sözün gücüyle Roma’ya açılan yolları zorladılar. Sezar ve Marcus Antonius üstün söz kabiliyetleriyle imparatorluğa yürüyen şahsiyetlerdi. Semavi kitaplara bakıyoruz. Birçok insani müdahaleye/tahrife uğramış metinler dahi olağanüstü hitap niteliklerini yansıtıyorlar. Batının büyük sanat adamları İncil’e ve oradaki

diyalektiğe hayrandırlar. Resullerin taşıdıkları mesajı insanlara hakkıyla ulaştırdıklarını biliyoruz. Musa (a.s)’nın: “Kardeşim Harun sözü güçlü kullanan iyi bir hatiptir. Onu peygamberliğinle bana yardımcı olarak müjdele.” diye Allah’a (c.c) niyazda bulunması dikkat çekicidir. Zaman-mekan-muhatap üçlüsünü fevkalade bir senkron ile gözeten Hz. Peygamber (s.a.v), sözün gücünü, sözün gücüne iman eden (söz inceliği ve belagatı zirve düzeyde kullanan cahiliye Arapları) bir topluluk karşısında muhakkak surette hiçbir aleladeliğe yer vermeden en etkili şekilde kullanmaya çalışıyordu. Cahiliye Arapları edebiyat ve söz ustalığı bakımından eşsiz bir görüntüdeydi. Ustaca söylenmiş sözlere ve şairlere büyük kıymet veriliyordu. Bir kabilenin diğerine üstünlüğü yetiştirdiği şairlerle ölçülüyordu. Halihazırdaki bilim dünyası hala iki şeye hayretle yaklaşıyor. Birincisi, eski Yunan felsefesi. Diyorlar ki, öncesi olmayan, zemini ve dayanağı olmayan bu felsefe ve filozoflar nereden ve nasıl zuhur etti? İkinci bir hayret konusu da (belagat-söz sanatı-şiir-metaforik söz söyleme kabiliyeti) ancak yerleşik düzende yani Medine hayatında gelişebilecek bir husus iken, İslam öncesi Arap toplumu badiyelerde yaşayanlar ya da hadariler (İbn-i Haldun’a ait bir ifadedir.) iken nasıl bu kadar güçlü bir edebiyat ve sanat zemini yakalayabildiler? Burada rasyonalitenin kolaylıkla anlamlandıramayacağı ilahi bir hikmetin var olması söz konusudur. Çünkü bu coğrafyada kelam harikası olan son mesaj inecekti ve edebi hayat bu son mesaja zemin olmak adına oluşmuştu. Hem jeopolitik etkiler olarak hem de edebi olarak bakir bir zemin teşekkül etmişti. Batı dünyasında cahiliye sanatçıları üzerine çok geniş çalışmalar yapılmıştır. Özellikle Londra’da Muallaka şairlerinin hepsinin divanları üzerine çalışılmış ve yayınlanmıştır. Batı dünyası o kelam harikaları karşısında dehşete düşmüştür. Arap yarımadasının bütün sanatçıları dört ay süren Ukaz ve Mecenne panayırlarında bir araya geliyorlardı. Jüriler huzurunda okunan ve en beğenilen şiirler ceylan derileriŞubat’17 • 53


Atölye ne ya da papirüslere yazılarak Kabe’nin duvarlarına asılıyorlardı. Muallaka’nın en zirve şairi İmru’l Kays’tı. Bir hükümdar çocuğuydu. Kinde kabilesinin kralı Hucr’un oğlu olduğu söylenir. Dünyada bir beyte dört teşbihi sığdırmakla ünlenmiş harika bir sanatçıydı. Kendisine Hz. Peygamberin mesajı ile tanışacak ömür bahşedilmemişti. Hükümdarlığını geri alma arzusuyla Bizans imparatoru I. Justinianos’a kadar gitmiştir. Sonrasında zehirlenerek öldürülür. Mezarının Ankara yakınlarında olduğu söylenir. Hikayesi uzun. Kays İslam’dan önce ölmüştür. Kız kardeşi de Mekke’de bilinen soylu hanım şairler arasındadır. İslam’ın mesajıyla muhatap olacak bir ömür yaşamıştır. Kur’an’dan birtakım parçalar işiten bu hanım şair dehşete kapılarak koşarak Kabe’ye gider. Ağabeyi Kays’ın şiirlerini tepeden tırnağa yırtarak vaveylayı basar. Ya İmru’l Kays! Bundan böyle gitti senin şiirlerin, der. Sonrasında Kur’an nazil olunca bu büyük sanat hayatı dehşete düşüyor. Şiirdir diyorlar. Sihirdir diyorlar. Amr bin Hişam’ın (Ebu Cehil) kardeşi Mugire’yi (dönemin büyük sanat adamlarından) son mesajı taşıyan son elçi Hz. Peygamber (s.a.v)’e gönderiyorlar. Sonra dönerek arkadaşlarına hitap ediyor: “Aranızda şiiri hatta cinnilerin şiirlerini (fısıldadıklarını) en iyi bilen ben değil miyim?” Evet, diyorlar. “İşte size söylüyorum. Koyunlarımızı güden bu adamın dudaklarından dökülenler bir insan sözü değildir.” Ömer bin Hattab duyduğu metinler karşısında dehşete düşüyor. İçindeki Allah korkusunun mü’minleri koruyacağından emin olunan Habeş’in adil hükümdarı, Habeş heyetinin sözcüsü ve aynı zamanda döneminin asil şairlerinden biri olan Cafer bin Ebu Talib’in dilinden dökülen sözleri işitince dizlerinin bağı çözülüyor. Büyük söz ustası ve aynı zamanda kavmi içinde diplomatik dile en vakıf zatlardan biri olan Utbe Bin Rebia Hz Peygambere gelerek “Ey Muhammed şiirlerini oku.” diyor. Allah Resulü Fussilet suresini okuyor. Utbe bin Rebia duydukları karşısında acziyetini ifade ederek kavmine dönerek mealen şunları söylüyor: “Ben sözün her türlüsünü tanırım. İşittiklerin 54 • Şubat’17

insan sözü değildir. O (Muhammed), o sözlerle Arap kavimlerine üstün gelirse onun arkasında durun. Lakin Araplar onu yenerlerse zaten onunla sizin aranızdaki hesap bitmiş olur.” Ka’b bin Züheyr, Abdullah bin Revaha, Hassan bin Sabit ve Lebid bin Rebia gibi büyük şairler ise, son mesajın hitabı karşısında, Musa’nın asasına teslim olan illüzyonistler gibi sarsılmaz bir itaatle teslim olurlar. Bir hadis-i nebevide şu ifade yer alıyor: “Allah’ın esrar hazinesi arşın altındadır ve anahtarı da şairin diline verilmiştir.” Böylelikle İslamiyet’in zuhurunda en büyük mukavemet sanat dünyasından geliyor dememiz yanlış olmayacaktır. Silaha silahla, yani söze sözle mücadele söz konusu. Hayber cenginden dönerlerken şair Amir kasideler okuyor. Develer coşuyor. Hz. Peygamber (s.a.v) soruyor: “Kimdir bu kaside söyleyip develeri coşturan?” Diyorlar ki, Amir’dir. “Allah ona rahmet etsin.” diyor. Şuara suresinin son ayetlerinde şiire ve sanata temas eden bazı ifadeler ve mevzu bahis edilen hadisler bazı müfessirlerce zorlanarak dinin şiire karşı olduğu arz edilmişse de Allah Resulünün hayatından bize yansıyan örneklikler, edebiyatın mücadelenin temel argümanlarından biri olduğuna işaret etmektedir. Bahse konu olan ayet ve hadislerden bir iki aktarım yapmakta fayda var. “Bir insanın içinin şiirle dolu olması, irinle dolu olmasından daha kötüdür.” Şuara suresindeki ayetlerden “Onlar yalancıdırlar. Görmez misin onlar söz vadisinde dolaşırlar, hissin lezzet ve nefret cihetlerini gıcıklarlar ve yapamayacakları şeyleri yaparız diye yalan söylerler.” şeklindeki ifadeler nazil olunca büyük bir panik ve üzüntüye kapılan Hassan bin Sabit ve Abdullah bin Revaha Hz. Peygamberin hanesine koşarlar. Tebessüm buyuran Hz. Peygamber (a.s) bahsi geçen surenin son ayetlerini okuyarak onları tenzih eder. Kâb bin Zuheyr, babası da Muallaka döneminin büyük şairlerinden olan Mekke’nin en büyük şairi. Mekke’nin fethi sırasında öldürülmesi emredilen bir propaganda uzmanı. İslam’ın


Atölye mesajının taşındığı her yerde onun şiirleriyle mukavemet gösteriyorlar. Kâb bin Zuheyr Mekke’ye dönüp aman dilediğinde Müslüman oluyor. Hz. Peygamberle olan görüşmesi esnasında o meşhur Benât Suâd Kasidesi’ni okuyor. Kasideyi çok beğenen Hz. Peygamber hürmet ederek Zuheyr’e üzerindeki hil’atı (hırkasını) hediye ediyor. O meşhur kaside, Kaside-i Bürde (Hırka Kasidesi) olarak hafızalara kazınıyor. Konunun kapsamı dahilinde arzı gereken bir yanılsamayı da ifade etmekte fayda var. O da ‘İslami edebiyat illa bir dini propaganda üslubunu taşımalıdır.’ algısıdır. Bu ciddi bir yanılsamadır. İslami mimarinin sadece cami mimarisi olarak algılanması gibi. Hz. Peygamberin cahiliye devri sanat ürünleri hususundaki yaklaşımında bir ölçü mevcuttu. Eserin (sanat ürününün) insani-ahlaki kaidelere aykırılık belirtmemesi kafi bir ölçü idi. Bu minvalde ‘İslam Edebiyatı’ ifadesini belirli bir çerçevede tanımlama ihtiyacı hissedeceksek, Müslüman sanatçının üretimi olan her şeydir, diyebiliriz. İsterse tabiattan, isterse aşktan bahsetsin. Ürün yani çıktı İslami’dir. İslami propagandayı ihtiva etmesi şartı yoktur. Goethe’nin ve Tolstoy gibi bazı edebiyat adamlarının Hz. Peygambere dair bir hayli medhiyeleri vardır. Biz onları İslami edebiyat metinleri olarak addedebilir miyiz? Hayır. Peki İslami edebiyat üretimi içerisinde, bazı İslami inceliklere aykırı düşen söz ve anlatımlar mevcut. Onlara ne diyeceğiz? Onlara da o işin

taksiratı diyeceğiz. Şeyh Galip ve Fuzuli gibi üstatların şiirlerinde direkt olarak İslami bir mesaj göremezsiniz fakat o ürünler de gayet tabi İslami’dir. Yakın ve uzak tarihimizde fikir ya da ideolojik hareketlerin temsil ve taşıyıcılığını genellikle sanat adamları üstlenmişlerdir. İçtimai kurum ve ideolojilerin sonraki kuşaklara intikali edebi metinle beslenmek durumunda kalmıştır. Herhangi bir fikir veya ideoloji, temsilini ve yansımasını edebiyatta (romandahikayede-şiirde-tiyatroda vs.) bulamamışsa, geleceğe intikal imkanı da bulamamıştır. Tanzimat’la birlikte başlayan yenileşme hareketlerinin bütün öncüleri edebiyat adamaları olmuştur. Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh etkisiyle başlayan 1. dalga İslamcılık hareketi Üstat Mehmet Akif’in şiirleriyle ciddi bir ivme kazanmıştır. Meşrutiyet döneminde kurumsal kimliğini tamamlayan Batıcılık fikri deyince aklımıza Tevfik Fikret, Cenap, Abdullah Cevdet ve arkadaşları geliyor. Türkçülük deyince aklımıza Ziya Gökalp, Ali Canip, Ömer Seyfettin gibi sanat adamları geliyor. Cumhuriyet dönemi komünizm dediğimiz de aklımıza Nazım Hikmet ve arkadaşları geliyor. Osmanlı tarihi ve derinliğini konuşacaksak Yahya Kemal’e temas etmemiz gerekiyor vs. Neticede “Silaha Silahla, Söze Sözle” karşılık veren bir geleneğin, bir temsilin, İslami bir refleksle ifadesi olmaya çalıştık. Az sözle çok şey ifade etme sırası henüz biz de değilken, nokta koymanın tam sırası.

Şubat’17 • 55


Atölye

HAYALI RÖPORTAJLAR

NAMIK KEMAL

RENAN MÜDAFAANAMESİ Uğur DEMİREL

Eser Hakkında

N

amık Kemal, Ernest Renan’ın, İslam’ın bilime, kültüre, eğitime, felsefeye ve ilerlemeye mani olduğuna dair verdiği bir konferansa karşı İslam’ı müdafaa etmek için Renan Müdafaanamesi adlı kitapçığı kaleme almıştır. Eser, 1910’da, İstanbul’da, Mahmut Bey matbaasında yayımlanmıştır. Daha sonra bu müdafaaname, Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü tarafından 1962’de, Ankara’da yeni Türk harflerine aktarılmış ve Güven Matbaası’nda yayımlanmıştır. Namık Kemal, kitabı yayına hazırlayan Nurullah Çetin’in tabiriyle, bu eseri ilmi çalışma içine girmeden, o anki birikimleriyle, adeta bir ibadet ruhuyla yazmıştır. Eserde, Kemal’in üslubu incelendiğinde, Renan’a oturaklı cevaplar verdiği görülür. Zaman zaman ise cevaplarında mağlup olmuş bir medeniyetin çocuğu olmasının mahcubiyeti görülür. Bu durum, Namık Kemal’in içinde bulunduğu devir göz önüne alındığında, çok yadırganacak bir durum mudur, bu sorunun cevabını size bırakıyorum.

Röportaj Ernest Renan ve onun gibi Batı’da söz sahibi olmuş kimi yazarların Doğu medeniyetini anlattığını fazlaca görmekteyiz. Peki bu yazarların Doğu’yu yeterince tanıdığını düşünüyor musunuz? Mösyö Ernest Renan’ın, Doğu dillerindeki geniş bilgisi itibariyle Fransa Bilim Akademisi’nin üyeliği gibi erişilmesi güç bir makama sahip iken İslamiyet konusundaki cahilliğini iddia edi56 • Şubat’17


Atölye şim garip görülmesin. Yalnız Ernest Renan değil, Avrupa’da Doğu ilimleriyle ilgilenen meşhurların İslam dini konusunda zihinlere hayret verecek kadar cahil olduklarını pek kolay ispat edebilirim. Birçok seneler İstanbul’da oturmuş, Arapça ve Farsçadan başka, bu iki dile muhtaç olması ve kurallarının gereği gibi ortaya konamamasından dolayı bir yabancıya göre öğrenilmesi diğer İslam dillerinin hepsinden zor görünen Türkçe’de oldukça güzel yazacak kadar beceri sahibi olmuş olan Osmanlı Tarihi sahibi Hammer bile, İslam dini konusuna sözü getirince, Doğu’ya dair bir kitap bile okumayan yabancılar kadar ve fakat onlardan daha garip bir bilgisizlik gösterir. Tarih’inden onuncu cildin 400. ve 401. sayfalarında yer alan şu bölüme dikkat buyurulsun: “İslami hükümlere göre öğlen namazı, güneşin zeval noktasına geldiği zaman kılınmaz, ancak bir iki dakika sonra kılınır. Çünkü Hz. Muhammed’in hadisi şeriflerine itimat olunur ise her gün zeval noktasında Şeytan, güneşi iki boynuzunun arasına alarak alemlerin sultanının tacı olmak itibariyle gururlu ve kibirli bir şekilde başına giyer, fakat Allahü Ekber nidasını işittiği gibi bırakır…” İslam milleti ile ilgili olan hadis-i şeriflerde bu inancı gösteren bir harf bile var mıdır? Zaten vaktin girişinden evvel beş vakit namazın hiçbirini eda etmek caiz olamaz. Zevalde ise öğle vakti henüz dahil olmadığı için tabii namaz kılınmaz. Hammer’in, adi bir çömeze de sorsa bu hakikati öğrenmeye muktedir iken, kim bilir kimden işittiğibu maskaralığı dinin temel kurallarından sayması, İslam’ın kuralları hakkındaki cahilliğin en son derecesi değil de nedir? Boynuzlu Şeytan bazı kiliselerde görünüyor ise de İslam kitaplarının hangisinde Şeytan’a öyle bir hayvan şekli verildiği görülmüştür? Peki üstad! Batı’dan binlerce fikir ve hüner sahibi adam çıkıyor da Doğu dilleriyle ve kültürüyle uğraşıyor. Bin üç yüz seneden beri yeryüzünün pek büyük kısmına dağılmış bir milletin, elinde yüzbinlerce eseri do-

laşıp dururken, İslam’ın hakikati Avrupa’ya bu kadar meçhul kalıyor! Bu hal, hayret edilecek bir durum değil midir? Evet, şaşılacak bir durumdur fakat sebepleri de meydanda görünüyor. Bu konudaki düşüncelerimi, görüşlerimi açıklayayım: Bilinmektedir ki Avrupa’da İslam dinini incelemekle uğraşanlar ya Hristiyanlığa inanırlar ya da inanmazlar. Eğer Hristiyanlığa inanan biri ise bu incelemelerinde, nesnel gerçeklik yani mutlak doğru ile şahsi fikir ve hislerini birbirinden ayırması zor oluyor. Bizlerce Hristiyanlık, hükmü otadan kalkmış dinlerden olduğundan, İslam alimlerinden biri Hristiyanlık inançlarını inceleyecek olur ise, hükümden düşmüş olan yönlerinin, yani İslam’a uymayan meselelerinin açığa çıkarılması için araştırmaları pek tarafsızca, gerçekleri ararcasına yapabilir. Halbuki İslam dini Hristiyanların gözünde ilahi olmadığı için Hristiyan alimlerinin İslam dini için yapacakları araştırmalar da ellerine geçecek kitapta saldıracak yer aramaktan ibarettir. İnanmayanlara gelince, Avrupa’ca da dini emirlere önem veremeyenlerin hemen hepsi, bütün dinlere insan fikirlerinin en ağır esaret zinciri, bilimsel gelişmelerin en kuvvetli engeli gözüyle bakmaktadırlar. İşte bu fikrin yayılmasından dolayıdır ki onların İslam dini için yaptıkları araştırmalar da papazlar gibi ellerine geçen kitapta saldıracak yer aramaktır. Zaten bir dinin ilahi olmadığına hükmetmek Şubat’17 • 57


Atölye hürmet ve ciddiyeti yok edeceğinden, (haşa) zevzeklik belki aldatma ve kandırmacalar gözüyle bakılan bir şeyin mahiyetini cidden araştırmalar için binde bir sabır sahibi uzun uzadıya zorluğa ve zahmete katlanmaz. Renan’a göre Müslümanlar, Cenab-ı Hakk ilerleme ve kudreti, kendi Zat’ına ait özelliklerden ayrı olarak kime isterse ona verir inancında bulundukları için eğitim, bilgi ve kültüre ve Avrupa fikrini oluşturan her türlü meziyete tam bir aşağılama ile bakar imiş! Meşhur hatip, dünyada yüksek makam ve kuvvete sahip olanların hepsinin bilgi, kültür ve meziyet sahibi olduklarından dolayı bunlara ulaştıklarını ve her bilgi, beceri ve meziyet sahibinin yüksek bir konuma ve kuvvete ulaştığını iddia edebilir ise, okuyucuları bu davasına ikna etmek için, insanlık tarihini hem kütüphanelerden hem fikirlerden bütün bütün kaldırmak da yetmez, zamanımızda yaşayanların halini de birbirinden gizlemeye bir çare bulması gerekir! Bir de İslam’ın bu inançta bulunması, bilim ve kültüre niçin aşağılayıcı bir bakış ile bakmasını gerektirsin? İlim, sadece kuvvet ve yüksek makama ulaşmak için mi elde edilir? Mösyö Renan’ın mensup olduğu Fransız kavmi içinde soylulardan olmadıkça yükske bir makama ve güce sahip olmanın imkansız derecesinde zor olduğu zamanlarda çeşit çeşit bilimlerle meşgul olan Descartesler, Pascallar ne türlü bir kuvvet ve makama sahip olmak için çalışmışlar idi? Copernic Lehistan’da krallığa, Galilei Roma’da papalığa seçilmek için mi bilim ve kültürle uğraşmışlardı? Bilgi ve kültür, çok nazlı bir sevgilidir ki ona aşık olanlar, yalnız ona kavuşmak için ömürlerini feda ederler. İlmi menfaat elde etmek için tahsile çalışanların, hiçbir vakit, bilgi bakımından seçkin bir makama ve olgunluğa ulaştıkları bilinemez. Bu akılcı delillere de gerek yok. Gerçeği ispat etmek için iş, eylem ve uygulama yeterlidir. Eğer İslam bilim ve kültüre aşağılayıcı bir bakış ile bakmış olsaydı, içlerinden bir tane bile alim çıkmazdı. Mösyö Renan, İslam’dan alim çıkmamıştır diyecekse açıklasın da ona 58 • Şubat’17

göre bahsedelim. Mösyö Ernest Renan gittikçe tuhaflaşıyor, dikkat buyurulsun. Ernest Renan, felsefe ve bilimin “İslam’ın üç asrıyla” sınırlı olduğunu söylemişti… Şimdi ise İbn-i Rüşd’ü Müslümanlar arasında filozofların sonuncusu kabul ediyor. Abbasilerin doğuşu ki Mösyö Renan’ın kendi ifadesine göre Araplarca “felsefenin başlangıcı”dır, hicretin 132. senesine tesadüf eder. İbn-i Rüşd ise bir rivayette 595 bir rivayette ise 603 tarihinde vefat etmiştir. Acaba Ernest Renan’ın hesabınca, 132 senesiyle 595 ve 603 senelerinin arasındaki zaman yalnızca üç asırdan mı ibarettir? İkinci olarak, İbn-i Rüşd’ün terkedilmiş bir halde mahzun olarak vefat ettiğinden bahseden Mösyö Renan, acaba bir kız ile velisinin rızası olmaksızın evlendiğinden dolayı erkekliğinden mahrum edilmiş ve öğrendiği ilimler ve felsefeler için ölünceye kadar eza ve işkenceden kurtulamamış olan Abelard’ın mutluluk, sevinç, neşe, makam, mevki ve varlık içinde mi öldüğünden bahsedecek! Arap filozoflarının en büyüklerinden olan İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd’ün birincisi İslam devletinde başbakanlık, ikincisi aynı şekilde iki İslam devletinde baş kadılık makamlarına sahip olmuşlardı. Bu hakikat, Müslümanlar katında felsefenin aşağılanmış mı olduğunu yoksa saygın bir konumda mı tutulduğunu fiilen ispat eder. Renan, el yazısıyla olan felsefe kitaplarının paralandığından nadir bulunur hale geldiğini söylüyor. Astronomi biliminin ise sadece kıbleyi bulabilecek kadar öğrenilmesine izin verildiği iddiasında bulunuyor. Bu iddialar ne derece doğrudur? Acaba bu zat, Doğu’da Tatarları, Batı’da Haçlı mutaassıpları tarafından yakıla milyonlarca kitabın kayboluşunu da İslamiyet’in tesirine mi yüklemek ister? Mösyö Renan, astronominin öğrenilmesine izni yalnız kıblenin öğrenilmesi ile sınırlandırmamış olsa idi de hiç olmazsa “namaz vakitlerini bilmek için yükseklik almanın da Müslümanlar için yasak olmadığını” söylese idi, hakkımızda bir mertlik


Atölye ve insanlık göstermiş olurdu! Bilmem ki Hicri 823 tarihinde Uluğ Bey’in Semerkand’ta inşasını başlattığı rasathanede otuz sene çalışarak Uluğ Bey Zîci’ni meydana getiren bilim ve sanat adamları Müslümanlardan değil mi idiler? Kanuni Sultan Süleyman döneminde bir taraftan İspanya ve bir taraftan Hindistan sahillerine giden Osmanlı donanmasını, astronomiden yalnız kıble tayin edecek kadar bilgisi olanlar mı sevk etmişlerdi? … Peki bu kadar mühim bir meselede Ernest Renan’ın ele avuca gelmez sözler söylerken ne murad etmişti? Mösyö Renan, tarihin en mühim meselelerinden birine dair bu kadar hafiflikle düşünülmüş bir konferans vermekten ne kazanır, bilemem. Fakat araştırmacı ve incelemecilerin gözünde, Doğu dünyasını tanıyor olma şöhretinin belki yüzde doksanını kaybetmiş olacağından eminim. Voltaire, Hristiyanlık’ın en büyük düşmanlarından olduğu halde Papa’ya çatmak merakına düşerek maksadına ulaşma sebebi olmak için Mohammed namında bir tiyatro yazmış ve bunda İslam’ın gerek tarih, gerek ahlakını büyün bütün değiştirip çarpıtarak Arapçaya (üç nokta ile) pa harfini sokacak kadar cehalet göstererek kendini dünyaya maskara etmiş idi. Bilmem Mösyö Renan da bir çatacak yeri, elde edeceği bir maksadı mı vardı ki kırk sayfalık bir makaleye binlerce yalan sokuşturmaya uzun uzadıya gayretler sarf etmiş! Malumdur ki hasbi olarak bu kadar gevezelik tercih edilmez. Ernest Renan’a göre İslam dünyasındaki felsefi çalışmalar Sünni taraftan yalnız nefret görmüştür. Bunu desteklemek için de Yunan felsefesini almaya halifeler içinde en çok gayret gösteren Me’mun’a Kelamiy-

yun tarafından lanet edildiğini söylemiştir. Renan’ın bu iddiaları ne manaya geliyor? Mösyö Renan, Arapların tarihini, Fransızca mevcut olan tercümelerden dahi okumamış! D’Herbelot’un Doğu Kütüphanesi adlı kitabındaki “Me’mun” bölümüne bakmış olsa idi görürdü ki adı geçenin İslam alimleri tarafından uğradığı lanet değil itiraz, felsefe meylinden değil Mutezile mezhebine girmesinden kaynaklanmıştır. Mutezile mezhebi ile Yunan felsefesi arasında zerre kadar münasebet olmadığı ise meydandadır. Üstad! Son sorumu sormak istiyorum. Renan, verdiği konferansın bir yerinde ise “İslam, bilimi ve bilimle beraber kendini mahvetmiş ve diğer milletlerden daima aşağı kalmaya mahkum olmuştur.” demekte. Bu sözler sizin için ne ifade ediyor? Eğer gazetelerin aktardıkları doğru ise İngilizler hiç de bu fikirde bulunmuyorlar. Hatta Hindistan’da yerlilerden olan çocukların İngiliz çocuklarına kıyas kabul etmeyecek şekilde üstünlüğünü gördükleri için Müslüman çocuklarına okulları kapadıkları bile belirtiliyor. … Mösyö Ernest Renan’ın böyle tamamen cehaletten kaynaklanan kuruntular ile dopdolu bir konferans vererek ulaşabildiği yegane sonuç, bize kalırsa, kendisinin dinler aleyhindeki kin ve öfkesine, İslamiyet’e gösterdiği hücumlar ile de ne kadar mümkün ise o kadar adi ve çirkin yepyeni bir delil getirmekten ibaret kalmıştır! Böyle bir sonuç ile İslam dünyası üzerinde meydana getirebildiği etki ise, bütün cahillik ve kin eserlerini şu kitapçıkta birer birer gösterdiğim bu zavallı Akademi hocasının bilgisizliğine ve anlayışsızlığına karşı sert ve kaba bir hareket ile karşılık vermekten başka bir şey olamaz! Şubat’17 • 59


Atölye

ÜÇ HARFLİ Zeynep TOPUZ

R

uhumun izbe yerleri sessizliğe fenomen olmuş, kendi ekseninde cirit atıyor. Gözlerim güneşe göz kırparcasına belirsiz bir halle doluyor. Kirpiklerimin uçları yaş buğday kokuyor. Ellerim yılların verdiği emekle bir güne daha el sallıyor. Ayaklarımın her biri kaldırım taşlarına takılıyor, her biri bir geçmiş tılsımıyla. Kalbim, albenili gökkuşağına şahit oluyor. Ve masum bir çocuk beliriyor, elmacıklarımın kuytusunda. Lisan-ı halim üç sesli bir tutanağa pelesenk olmuş, dertlerimin üstünü gece misali örtüyor. Beynim tiz tiz atıyor, acının fragmanında. Ardından gelen sükûnetim her kıyamımı olgunlaştırıyor. Dünyanın bu çetrefilli muammasına güç yetiremeyen kalbim, artık gökyüzüne takılı kalıyor. Kuş misali hayallerim yüreğime süzülüyor. Algılarımın kadrajına bir kare daha ölümü sığdıramıyorum. Midem yerine artık vicdanım bulanıyor. Anlamsızlaşan kelime hazinem de Allah’tan başkası tarafından alınamayan canın manası telaffuz bulmuyor. Tüm emellerim gri kesiliyor. Gözlerimle gönlüm arasında uzanan acı şeritler bir kez daha beni o üç harfli tutanağa sarılmaya sevk ediyor. Bütün dünyaya pis bir şekilde yayılan ırkçılık, kardeşlik duygularımın direklerini sızlatıyor. Topraktan yaratılan bir insan, karşısındaki eşitini aşağı görüyor. Oysa Allah buyuruyor ki; ‘’Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli üstün olanınız takvada en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” Hucurat/13. Kalbimin iman sa-

60 • Şubat’17

haları senin (Allah c.c) dehlizinde ürperiyor. Üstünlüğün Yaradan’a kul olmakta cevap bulduğu bir imanda ölümler soru işaretleriyle beynimize kazınıyor. Cenin vasfındaki canlının nefes alamadan tekrar berzah âlemine intikal etmesi, merhamet duygularımı harekete geçiriyor. Çok fazla dünya kokuyor, şimdi vicdanlar. Özünü kaybedip ölümü unutuyor, tüm haksızlıklar. Onunla hemhal olmayan her hak ve emir, sonunda bir sonbahar akşamı gibi soluyor bitiyor. Öyleyse ellerimize ve imanımıza düşen dillere pelesenk olmuş üç harfli; dua. Başımı yastığa koyduğumda şöyle bir soru kalbimi kesiyor; bir çocuğun elinden alınan tozpembe hayalleri kim tekrar geri verebilir? Ahirette helal edecekler mi o masum çocuklar oyun haklarını? Gündüzleri gece olan mazlumların iki cihan mekânları da cennet kokuyor. Daha sıkıca sarılıyorum, babamızın ve annemizin bir olduğu din kardeşlerime. İki duygu paradigmasını yaşıyor dünya, bir tarafta yas diğer tarafta huzur. Bu çelişkiye suskun kalamayan dillerim ve eylemlerim her güne doğan güneşle yeniden doğuyor. Kimi zaman iki çift akan mürekkebim kimi zaman iki kelamımla sekinet buluyor. İmtihan yükünü taşıyan sabır, isimli bir semerim, boynuma asılı... Ve şu sözler kulaklarıma işleniyor;’’ Huzurumuzun infakı zulme suskun kalmamaktır.’’ Bilirim ki Allah salih kullarını imtihana tabii tutacaktır. Her güne ümmet olma imtihanıyla dertlenenlere ilik ilik sabır yolları açmak umuduyla gözlerimi yumuyorum. Yönelişlerimin ve yollarımın merhamet kavşağında kesişmesi nidasıyla bir selaya daha yerini bırakıyor, insanlık…


Şiir

Tahrik Bırakın ince kavak seslerini şehrin içinde paralar yaşlı kızların koynunda yatarken bırakın köprülerin üstüne yağmur ve basma perdelerden lânet bize. şaşılacak bir dünyada yaşamaktı; öğrendik şimdi külçeler yüklüyüz şaşılacak bir biçimde külçeler yüklüyüz ve çıkmak istiyoruz yokuşu Sokaklar gittikçe katı bizim adımlarımıza peşimizde bütün bahçeleri boşaltan ter kokusu yankımız soyunup sevap rahatlığı alınan yataklarda yürek elbet acıyor esvap değiştirirken bizden artık akması beklenilen kan da aktı kovulduk ölümün geniş resimlerinden. Efsanelerden kovulduk kan ve demir kelimeleri söyleyince elbiseler içindeyiz, şehrin içinde önümüz iliklenmiş, ayakkaplarımız bağlı kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan çiçek alıp eve götürüyoruz bunun bir delilik olduğunu bile bile en ıssız duyguların ucunda karakollar asmaların altı tuzak ve tuzak caddelerde külçeler yüklüyüz, çıkmak istiyoruz yokuşu gözler kısılıp bakılıyor bize. Biliniyor bizim mahsustan yaşadığımız biliniyor şarkıların sırası bizde biliniyor hayat bizden razıdır biliniyor otların sarardığı yerlerde güneş kurşunun değdiği tende heves kalmıştır. İsmet ÖZEL

Şubat’17 • 61


Atölye

Şükür Niyetine Zozan DEMİRCİ

G

eçtiğimiz günlerde Celaleddin Ökten Ödülleri’nde, herkesin takdir ettiği, övgüyle, muhabbetle bahsettiği bir ana şahitlik ettik. Ruhundaki mahcubiyeti katre katre hissettiren, güzel bir adamın duruşuna... İbrahim Tenekeci’den söz ediyorum, evet. Bu duruş öyle çok etkiledi ki bizleri, bundan böyle “Utanmak” deyince, hepimizin aklına İbrahim Tenekeci ağabeyimiz gelecekti… Malum, çok söz söylendi bu güzel duruş üzerine. Bize söylenecek ne kaldı ki, dedim. Bizim ne haddimize ki zamane utanmazlığına meyledip de övgüyle “utanmaktan” söz edeceğiz… Sonra fark ettim ki; aslında ne söylenecek sözümün olmayışından ne haddimi bildiğimden… Bu konuda birkaç kelam edemeyişim; içimdeki şüpheden! Sadece şüpheden… Yüzyıllar öncesinden bir şairin sözüne kulak asışımdan: “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.” diyordu Fuzuli. O hâlde, şüphe etmeliydim şairlerden. Değil mi ki insan şüpheden ibaretti. Değil mi ki insan haddini aşandı. Ben de haddimi aşarak şüphe ettim o güzel insandan. Bu muazzam duruşa, bu güzel insana birkaç kelam ederek aslında bir şaire şahitlik etmiş olacaktım ve bundan korkarak bu konuda yazmamaya karar vermiştim. Hâlbuki, yazmayışım nasipsizliğimdenmiş. Çok geçmeden anladım… Nasıl mı? Bu düşüncülerimin üzerinden birkaç gün sonraydı. Bir dostumla, kendimize bir iyilik yapmak adına; işleri güçleri erteleyelim, dedik. Bir akşam Cağaloğlu’nun kitapçılarla dolu sokaklarında dolandık, çok geçmeden Eminönü’nde dolma kalem satan dükkânların arasında bulduk kendimizi. Bir dükkânın vitrininin önünde durduk. Vitrinde mavi bir dolma kalem vardı. Dostum, maviyi çok sevdiğinden vitrinin önünde dalıp gitti. “Aradığım kalemi buldum.” dedi. Ben de o sırada kendisine “İbrahim Ağabey, bir yazısında buralardan dolma kalem aldığından söz etmişti.” diyordum. ”Acaba hangi dükkân?” derken, dostum vakit kaybetmeden

62 • Şubat’17

dükkâna girdi. Tabii ben de arkasından… Gidenler bilir. Eminönü’nde dükkânlar genelde küçüktür. Bu dükkân da öyleydi. İçeri girdiğimizde de tezgâhta iki üç bey, sessiz sedasız kalem bakıyorlardı. Haliyle biz de bir köşede sıranın bize gelmesini bekledik. Tabii ben o sırada hala söyleniyorum: ”İbrahim Ağabey’in gittiği dükkânı bulsak keşke! Düşünsene o kadar vefa sahibi ki kalem almak için yıllarca aynı dükkâna gidiyor.” İçimden söylediklerim de oldu bu sırada: ”Güzel insanlar ne kadar az, Rabbim!” Derken, güzel dolma kalemlerin sıralandığı tezgâh bize kaldı… İbrahim Ağabey ve yanındaki iki arkadaşı dükkândan öylece çıkıp gittiler. Dükkân sahiplerinin mütebessim bakışları arasında; İbrahim Ağabey, yüzündeki mahcubiyetle, önüne eğdiği başıyla, omuzlarında dünya yüklü gamıyla öylece geçip gitti yanımdan. Öylece geçip gitti... Tevafuklara, dünyanın küçüklüğüne ve İlâh’ın kullarına işaretler verdiğine inanırım. Fakat bu kez inanamadım. Çıkıp arkasından baktım. Dükkâna dönüp o güzel esnafa sordum: “Çıkan İbrahim Ağabey miydi?” O güzel esnaf şöyle cevap verdi: “İbrahim Ağabey, kendisine sıradan bir müşteri gibi davranmazsak buralarda duramaz. Öyle iyi, öyle mütevazıdır ki...” Bu an gerçekti. Yanımda bütün bunlara şahit olan dostum olmasa, rüya gördüm sanırdım ama rüya değildi. Gerçekti… Fakat beni hayrete düşüren; fiziki anlamda, bir zamanda ve mekânda güzel bir insanla tevafuk etmemiz değildi. Ben o sırada, ruhu ile yaşayan bir Arif’e tevafuk ettim. Herkesin kendisini sufi - âlim sandığı bu çağda, talebe olmayı başarabilmiş bir Arif’e tevafuk ettim. Ruhların selamlaşmasını mümkün kılan Rabbime hamdolsun. İbrahim Ağabey’in mürekkebiyle kelama dönüşen her harf için hamdolsun. Bu yazı, bu güzel insana dair düştüğüm şüphenin affı, yaşadığım anın şükrü olsun… Ben fakirden, İbrahim Ağabey’e hürmetle…


Fotoğraf

Objektifimden Yansıyanlar Beyzanur YAŞAROĞLU

“Dünyanın tüm güzellikleri sadece görenlere verilmiştir.” (Cemil Meriç)

Şubat’17 • 63


Şiir

Esâtir “Aylan bebeğin dinmeyen sancısına” Yoksun merhamet, arsız kadın azaba duçar Medusa, Adonis izm, ji ve si’lerinizi alın bütün masallarınız lanetli, pis. Alacakaranlık vicdan, kesik damar Promete ateşin kaynağına gitti kim bilir hangi cehennemde şimdi ne arar, orman da yandı, kül oldu bitti. Yetim, Öksüz, Hasta, Mülteci kutsal emanet baş tacı, yâr hakikat çetin ceviz çakal sofrasında demir leblebi betonlaştıkça onsu yükselen kalplerinizde zillet imdat fişeği sevgi hologram, köpek kemiği şefkat. Antropomorfik günahkarlarınız ölü tahtlarında siz çıplak ayakların izi kan ve gül kurusu ortada Tanrı hilesi bir kutu oluk oluk vahşet kusuyor Akdeniz. İhsan ÜNGÖR

64 • Şubat’17




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.