Go117- Beyaz Ekranın Karanlık Yüzü-

Page 1

ISSN 1307-007X

09

9 771307 007016

ISSN 1307-8283

9 771307 828017

17


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Genel Yayın Yönetmeni Uğur Demirel Yayın Sorumlusu M. Salih Demirtaş Yayın Kurulu Uğur Demirel M. Salih Demirtaş Dücane Demirtaş Osman Zinnur Aksu Furkan Rıza Demirel Sümeyye Razi Gülsüm Cemile Damar Sena Dağ Tuğba Şahin Beyzanur Yaşaroğlu Merve Mahitapoğlu Mahinur Özdemir Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Osman Zinnur aksu Talha Ulukır Senanur Yaşaroğlu Mahinur Özdemir Senanur Çataloğlu Gülsüm Cemile Damar Vahap Yaman M. Salih Demirtaş Zeynep Rabia Genç Ayşe Can Mahmut Yusuf Mahitapoğlu Zehra Yurdan Sena Dağ Toleuzhan Galiyeva Melek Erkan Zeynep Topuz Beyzanur Yaşaroğlu Cuma Ertaş Adnan Ergün Uğur Demirel Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şenyıldız Yayıncılık ve Matbaacılık Gümüş Suyu Caddesi Işık San. Sit. No:19 C Blok 102 Topkapı / İstanbul Tel: (212) 483 47 91 - 483 48 23

İ

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

nsanoğlu kendini bildi bileli, selamlaşma ve haberleşme en temel ihtiyaçlarındandı. Yolda yürürken komşusunu görünce içten bir tebessümle muhatabına eminlik duygusu verenler, kaç zamandır görüşmediği dostuna selam vermek için rahatını bozanlar, atının üzerinde aylarca yol giderek kuşağının altında en kıymetli fermanları taşıyanlar; selamlaşmanın ve haberleşmenin samimiyetini ve yükünü anlayanlardandı. Şimdi yıllar geçti. Artık “modern” zamanda yaşıyoruz. Hayatımızın merkezinde yeni bir selamlaşma ve haberleşme “aygıtı” var: Televizyon ve İnternet. Evvela misafirlere ayırdığımızın evimizin başköşesine televizyonu buyur ettik ve dünyadan haber almayı kolaylaştırdık. Sonrasında internetle –eski sıcak tebessümlerden daha yabancı bir duyguyla- tanıştık ve samimiyeti ilerlettik. Hepimizin sosyal medya hesapları var. Bir anlık kararlarla arkadaşlar ediniyoruz, bir an sonra unutmak kaydıyla yıllardır evine gitmeye gücendiğimiz dostlarımıza selam gönderiyoruz, hal hatır soruyoruz. Tam bu noktada İmam Gazali sözün arasına giriyor: “Merak etmeyeceği, dertlenmeyeceği halde muhatabına ‘Nasılsın?’ diyen kişi, münafıklaşma emarelerini üzerine almıştır.”

Genç Öncüler dergisi, bu ay, filmlerin ve sosyal medyanın görünen yüzünü bir kenara bırakarak perde arkasında söylediklerini ve insanı fıtrattan uzaklaştıran özelliklerini sayfalarına taşıyor. Osman Zinnur Aksu, sinema sektörünün insana sunduğu yaşam tarzını yazdı. Talha Ulukır, Avrupa Birliği’nin Türkiye’de ve dünyada filmlere fon ayırırken istediği şartların neler olduğunu açıkladı. Senanur Yaşaroğlu, sosyal medyanın bizim neyimiz olduğunu sorguladı. İsmail Memiş, röportajımızda sosyal medyanın tarihini ve sosyal medya bağımlılığını anlattı. Dosya dışı konularda ise Sadettin Ökten ile babası Celal Hoca’yı konuştuk. Vahap Yaman yavrusunu anlamak isteyenler için tavsiyelerde bulundu. Adnan Ergün Aş/hane şiiriyle Cibali sokaklarını anlattı. Bunun dışında gündem, analiz, portre, sinema, röportaj, fotoğraf ve gezi yazısı bölümleriyle Genç Öncüler dergisi nisan ayında da yine dopdolu. Genç Öncüler’in genç yazarları olarak gayemiz; toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri, kötülükleri, kolaylıkları ve sıkıntıları, siz değerli okurlarımıza en anlaşılır şekilde aktarmaktır. Kadromuz, adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak yazılarını kaleme alma gayretindedir. Çünkü bu bize Rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Bütün sayılarımızı bu bilinçle çıkarıyoruz. Çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimselerden olun. (Şahitlik ettiğiniz) Zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Nisan’17 • 1


The Truman Show Beyzanur YAŞAROĞLU Nisan 2017 • Sayı 117 • Yıl 14

Avrupa Neden Filmlerimizi Fonluyor?

7

REKLAM YÜZÜ İKİ YÜZLÜ

60 Sinema Endüstrisi / Yahut Algı Bombardımanı - Osman Zinnur AKSU............................. 4 Avrupa Neden Filmlerimizi Fonluyor? / Talha ULUKIR........................................................ 7 Sosyal Medya Bizim Neyimiz Olur? / Senanur YAŞAROĞLU............................................ 12 Reklam Yüzü İki Yüzlü / Mahinur ÖZDEMİR................................................................... 14

Mahinur ÖZDEMİR

İsmail Memiş İle Konuştuk / Uğur Demirel.................................................................... 16

Talha ULUKIR

Annelerle Röportaj. ...................................................................................................... 23 Çocukluğun Bugünü / Senanur ÇATALOĞLU.................................................................. 26 Sadettin Ökten Hoca ile Celal Hoca’yı Konuştuk / Gülsüm Celime DAMAR........................ 28 Yavrusunu Anlamak İsteyenler İçin / Vahap YAMAN....................................................... 30

14

Çanakkale/ İslam Müdafaasından Bugüne / Uğur DEMİREL.............................................. 35 Olympos’un Çocukları ve Hira’nın Evlatları / Muhammed Salih DEMİRTAŞ....................... 36 Cevapların Hikayesi / Zeyneb Rabia GENÇ .................................................................. 38

ÇOCUKLUĞUN BUGÜNÜ Senanur ÇATALOĞLU

52

İSLAM’A KAVUŞMA – 5 Toleuzhan GALİYEVA

İslam’ı Usuller İle Anlamak / Ayşe CAN.......................................................................... 40 Bibliyografya / Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU............................................................ 42 Şehir Plancısı Yeşim Börek ile Röportaj / Zehra YURDAN – Sena DAĞ.............................. 46

İslam’a Kavuşma – 5 / Toleuzhan GALİYEVA................................................................ 52 Erdem Bayazıt / Cuma ERTAŞ....................................................................................... 56 Bir İnsan Neden Sevmeli? / Melek ERKAN....................................................................... 58 Ubuntu Mu Ne Demek? / Zeynep TOPUZ......................................................................... 59 The Truman Show / Beyzanur YAŞAROĞLU................................................................. 60 2. Gelenekten Geleceğe Akıl Ve Zeka Oyunları Turnuvası Ödül Töreni Gerçekleşti!............. 61 Pınar Kitabevi Ziyareti YGS Moral Yemeği........................................................... 62 Objektifimden Yansıyanlar............................................................................... 63 Aş/hane / Adnan ERGÜN................................................................................ 64

37 2 • Nisan’17

Nisan’17 • 3


Karantina

Karantina

SİNEMA ENDÜSTRİSİ Yahut ALGI BOMBARDIMANI Osman Zinnur AKSU

“Uçaklar son derece ilginç oyuncaklar. Ama askerî açıdan beş para etmezler.”1

1911

’de sonraları Birinci Dünya Savaşı’nın üst rütbeli komutanlarından biri olacak bir mareşal bu cümleyi kurduğunda o dönem için çok da tuhaf karşılanmamıştı. Gerçekten de “zeitgeist”2 içerisinde düşünüldüğünde, Mareşal Foch’un bu cümlesine 1911’den bakılarak hak vermemek pek de mümkün değildi. Evet, uçaklar ilginç oyuncaklardı; insanları ve yükleri uzak diyarlara çok kısa sürelerde taşıyabiliyorlar, dünyanın en uzak – icadından 100-200 yıl önce insanların gitmeyi tahayyül dahi edemeyeceklerinoktalarını insanlığın emrine sunuyordu fakat bu ilginç oyuncakların savaşta ne gibi bir kullanımı olabilirdi? Tabi ki tarih bu düşünceyi yanlış çıkardığı için şimdi bu ifadeler kulağa oldukça gülünç geliyor fakat “zamanın ruhu” içerisinde düşünüldüğünde insanoğlu o yıllarda uçakların bu denli güçlü birer savaş aracı olabileceğini tahmin dahi edemiyordu. İcadının ve popülerleşmesinin erken dönemlerinde insanoğlunun “propaganda” ve “savaş” gücünü fark edemediği tek şey uçaklar değildi elbette. 1910-1930 arasındaki yirmi yıllık dönemde başını Warner Bros, Metro-Goldwyn-Mayer (MGM), Paramount Pictures gibi büyük ortaklıkların çektiği film üretim, dağıtım firmalarının birer birer piyasada söz sahibi olmaya ve büyük bir hızla film üretmeye başlamaları -en azından o zaman için- basit bir eğlence ve para kazanma aracı olarak gösterilebilir. Fakat özellikle 1930’ların başında Almanya’da Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin film departmanı kurmasıyla başlayan ve propaganda bakanı Goebbels’in bu konuya duyduğu özel ilgiyle nazizmin sinemayı kitleler üzerinde etkisini artırmak amacıyla kullanmaya başlaması, sinemanın propa-

4 • Nisan’17

ganda gücünün tüm küre üzerinde ilk kez bu kadar açık bir şekilde görülmesine sebep oldu. “Şüphesiz film, müthiş bir propaganda aracıdır. Propagandik etki elde etmek her zaman basit bir anlatı ile unutulmaz ve tutkulu bir konu oluşturan bir ‘dil’ talep etmiştir. Zaman, mekan ve eylem değişikliği ile ilgili sürprizlerle dolu olan bu ‘hareketli zenginlik’ insanın sürekli tetikte olmasını sağlamakta ve basit bir dille kombine edildiğinde mesajın doğrudan karşı tarafa iletilmesini sağlamaktadır.” 3 Nazist propagandacı Hans Traub 1932’de bu ifadeleri yazdığında sinema dünyasında evrensel bir uyanış ve aslında film denilen bu “oyuncakların” doğru eller ve küçük dokunuşlarla ne kadar “kullanışlı” araçlar haline dönüştürülebileceğini fark ediş başlamıştı. Özellikle 30’ların ikinci ve 40’ların ilk yarısında filmleri propagandalarının sonsuz araçlarından biri olarak kullanan nazilerin dahi bilmediği, belki varlığından haberdar olmadığı bir yöntemse 1950’lerde bir labaratuvar deneyinde Detroit’te ortaya çıkacaktı. James Vicary’nin 1957’de denediği ve başarısını ispatladığı bu yöntem 58’de CIA’in bu konuyu araştırmasına ve konu hakkında “secret(gizli)” bir rapor4 yayınlamasına kadar ilerleyecekti. Subliminal reklamların insan üzerindeki etkisini araştıran Vicary, 57’de bir sinemada film gösterimi sırasında ara ara saniyenin onda biri kadar sürecek ve izleyenlerce fark edilmeden geçecek “EAT POPCORN” (patlamış mısır ye!), “DRINK COKE” (kola iç!) gibi yazılar yazılmasını deneyecek ve bunların patlamış mısırla kola satışlarında ciddi bir artış sağladığını raporlayacaktı. İnsanın doğrudan bilinçaltına hitap eden bu tür reklamlar, ABD’de yasaklanmasına kadar gidecek bir etik tartışmayı doğuracaktı. (Elbette CIA’in bahsi geçen raporu kendi içerisinde yayınlamasının ve bu reklamların gücünün anlaşılmasının ardından sübliminal mesajların ticari amaçla kullanılmasının

bu mesajların hiç kullanılmayacağı anlamına geldiğini düşünmek Polyannacılık oynamak olacaktır. Kaldı ki 57’de Vicary’nin ticari amaçla “keşfettiği” bu gücün daha önceleri başkaca insanlar tarafından keşfedilmediği ve yıllardır kullanılıyor olmadığını gösteren herhangi bir bulgu da yoktur.) Sübliminal meselesi yıllardır konuşulan, konuşulacak bir husus olduğundan ve sırf onun hakkında belki birkaç sayıda bahsedilebilecek önemli hususlar olan bir konu olduğundan bu yazıda derinlemesine girmeyeceğiz. Sinemanın yasaklanmasının propagandik gücünü fark eden 20. yüzyıl post-modern insanı, realitenin çirkin ve soğuk yüzünü dünya savaşlarıyla fark edip teknolojik gelişime, insanlığın ilerlemesine karşı duyduğu heyecanı ve iyimserliği yitirince Dünya müziğini, edebiyatını, resim, heykel gibi birçok sanat türünü ele geçiren “modern” veya “post-modern” sanat olarak adlandırılan o akım elbette dünya sinemasını da tahakkümü altına alacaktı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve bunların tarihte yaşattığı yıkımla realitenin çirkin yüzüne adeta cam kapıyı fark etmeden koşan insan gibi sert ve acılı bir şekilde toslayan insanın buna tepkisi gerçeklikle bağları koparmak ve şimdilerde sıklıkla karşımıza çıkan anlamsız imgelerin kullanımını artırmak olacaktı. Yüzyılın başında edebiyat ve medyanın yüklendiği geniş kitlelere ulaşma ve onlara istenilen ideolojiyi aşılama görevi ise özellikle 60’lardan itibaren yavaş yavaş sinemaya ve onun üreticilerine kalmaya başlıyordu. Fransız ünlü yönetmen Jean-Luc Godard “Sinema, dünyadaki en güzel hiledir.”5 derken de muhtemelen bunu kastediyordu. 60’lardan itibaren ideolojik olarak değeri anlaşılan ve hızla kullanılmaya başlanan bu sinematografinin kıymetini ilk fark edenler de elbette o dönem dünya ideolojisini şekillendiren güçlü gruplar olacaktı. Global ölçekte, özellikle sinema ve televizyon endüstrisini elinde bulunduran Batı medeniyetlerinde bu grupların en etkinleri hippiler ve Türkiye’de sonraları ’68 kuşağı olarak adlandırılacak olan anti-emperyalist ve anti-kapitalist hedefler güden kendilerine “sosyal devrimciler” diyen sol ağırlıklı ekiplerdi. ’68 kuşağı aktivistlerinin özellikle anti-semitizme ve ırkçılığa sert ve kesin bir biçimde karşı çıkıyor olmalarıyla 60’larda çekilen önemli filmlerin bu tarz fikirlerle dolu olması arasında bir bağ olduğunu söylemek bu bağlamda yan-

lış olmayacaktır. Anti-nazist idealarla bezeli “The Sound of Music”, ırkçılık karşıtı “To Kill a Mockingbird” gibi filmlerin 60’lar Hollywood sinemasına damgasını vurması elbette tesadüf değildir. Bir yandan da bu “sosyal devrimcilerin” dünyada başlatmaya çalıştığı aydınlanma düşünürlerinden esinlenmişçesine savunduğu pozitivizm ve realizm gibi akımlarla metafiziği reddetme çabası içinde olmaları, yine o çağlarda çekilmiş “Maymunlar Cehennemi”, “2001: A Space Odyssey” gibi evrim teorisini destekler ideaların güzelce yedirildiği filmlerin popüler olmalarıyla elbette ilintilidir. Yaklaşık bir ay boyunca basketbol oyuncularından televizyon yıldızlarına, kabine üyelerinden ünlü doktorlarına kadar toplumunun her kesimiyle “Dünya yuvarlak mı düz mü?” diye tartışan ABD toplumunun6 o dönemlerde de şimdilerde de filmlerle manipüle edilmeye ve yönlendirilmeye açık olduğu söylenebilir. 60’lardaki bu filmlerin de insanların sözü edilen konulara yaklaşımını değiştirdiğini söylemek zor değil. Özellikle sistemli bir şekilde Yahudilerden bahsedilen tüm filmlerde sürekli mazlum, sürekli ezilen olarak gösterilmesi filmlerle insanlar üzerinde yavaş yavaş oluşturulan algının ne denli büyük olabileceği hakkında bize fikir veriyor. Diğer taraftan 60’larda popüler olan bir diğer akım, evrim teorisinden genelleyerek bütün metafizik ve dini metaların popülaritesini yitirmesiyle insanların tamamen pozitivizmi, bilimleri putlaştırarak onlar üzerinden dünyayı anlamlandırmaya çalışması da dönem filmlerinde sıkça kullanılmıştır. 70’lere geçildiğindeyse sıklıkla karşımıza çıkan “loser” karakterlerin en dipten müthiş gayretleriyle ve bireysel arzularıyla başkasına ihtiyaç duymadan yalnızca çalışkanlıklarını ortaya koyarak çalışmaları ve zirveye tırmanmalarını konu alan filmlerdir. Etkileri bugün dahi süren, hala konuşulan üstüne eleştiriler yazılan “Rocky”, “Godfather”, “Scarface” gibi filmler “ister tek amacı kazanmak olan bir boksör olun ister illegal işlerle ilgilenen bir mafya babası, zirveye yalnızca çalışarak ve kendi emeğinizle ulaşabilirsiniz” mesajını derinden veren filmler olarak karşımıza çıkmaktadır. İsmet Özel “Taşları Yemek Yasak” adlı kitabında kapitalizmin bu konuya yaklaşımını şöyle özetliyor: “Belki Firavun piramitlerini kırbaç altında inleyen kölelerin emekleriyle yükseltti. Günümüzde olay biraz farklı. Köleler belki ben de Firavun olurum düşüncesiyNisan’17 • 5


Karantina le piramidin inşasına gönüllü olarak ve tebessüm ederek katılıyorlar.”7 Bu tespitin birebir karşılığını ve bu mesajın alttan verilişini de Al Pacino, Sylvester Stallone gibi meşhur Hollywood aktörlerinin bu filmlerinde görmek mümkün. Elbette o dönemde dahi Stanley Kubrick gibi “farklı” yönetmenler yine “free-will” (özgür irade) kavramını kutsayan “Otomatik Portakal” gibi filmleriyle ben buradayım demişlerdi. 70-80’ler Hollywood filmlerinin bir başka popüler ve sevilerek işlenen konusu ise Vietnam Savaşıydı. Soğuk Savaş dönemindeki nadir sıcak çatışmalardan olan Vietnam Savaşı, ABD’nin 58.000 askerini sıcak çatışmada, pek çoğunu gerilla kurşunlarıyla ve daha birçoğunu da intihar etmeleriyle kaybettiği kanlı bir muharebeydi. ABD’nin askeri gücünün aslında tahayyül edildiği kadar kusursuz olmadığını gözler önüne seren bu çatışma sonucu Sam Amca çizilen karizmasını düzeltmek için Hollywood’un etinden sütünden faydalanmıştı. “The Deer Hunter”, “Apocalypse Now” ve “Platoon” gibi dönem filmleri Vietnam Savaşı’nın psikolojik ve fizyolojik yıkımı üzerine çekilen en önemli filmler olup bu yıkımı azaltmak için ellerinden geleni de yapmışlardı. Elbette Vietnam Savaşı demişken Rambo efsanesini atlamak da olmaz. Dünya genelinde oldukça popüler olan bu seride Amerikan askerinin ne kadar “cesur” ve “vatansever” olduğu gösterilmiş hatta bir adım ileri taşınarak ona süper kahramanvari özellikler yüklenmişti. Yakın dönem Hollywood sinemasına gelindiğindeyse özellikle 90’lar ve 21. yüzyıl filmlerinde yukarıda bahsini ettiğimiz tüm bu duyarlık gerektiren konulara ince ince değinildiğini söylemek güç olmayacaktır. Show-business denilen eğlence amaçlı çekilmiş filmleri bir kenara koyduğumuzda özellikle 90’larda popüler olan “American History X”, “Fight Club”, “Saving Private Ryan” gibi pek çok filmde kısaca bir liste oluşturulursa antisemitizm, anti-faşizm, ırkçılık, anti-kapitalizm, militarizm gibi mevzulara müthiş bir incelikle dokunulduğunu söylemek güç olmayacaktır. Yine de özellikle Oscar törenlerinin sürekli “fazla beyaz” olmasıyla eleştirilmesi de ilginçtir. Klasik Hollywood mantığında mesajlar net verilmiş ve bunun doğurduğu sonuçlara da katlanılmıştır. Film boyunca gösterilen Beyaz sahipler soylu ve düşünceli olarak tasvir edilir; zenci kölelerse sadık, miskin ve özgürlük için hazırlıksız olarak.8 Fakat bu tepkiler6 • Nisan’17

Karantina den fazlasıyla bıkan film endüstrisi özellikle yüzyılın ikinci yarısında mesajlarını daha “alttan” ve daha ince vermeye karar vermiştir. Modern Hollywood mantığı farklı şekilde işler zira filmin başından sonuna kadar ezilen, “loser” olan bir karakterin yükselişini ve Dünya şampiyonluğuna uzanan serüvenini gösterirken son maçında bu beyaz başkahramanımızın siyahi boksörden yediği tüm yumruklara göğüs germesini ve gururla başı dik bir şekilde galip gelmesini izletir bize.9 Tüm bunların ötesinde “Sinema, neyin çerçeve içinde neyin dışında kalacağı meselesidir.” der ünlü yönetmen Martin Scorsese. Elbette Hollywood ideolojisi incelenirken neyin çerçeve içinde kaldığı kadar, hatta belki ondan da önemli olan neyin dışarıda kaldığıdır. Avrupa ve ABD’de hızla yükselen “aşırı sağ” ideolojisi ve onun araçlarının özellikle milenyum filmlerinde hiç de kendine yer bulmaması tesadüfi değildir. Yahut NCIS, 24 gibi en popüler polisiye filmlerinde terörist bombacıların ekseriyetinin Müslümanlardan seçilmesi. Tüm bunlar üst üste konulduğunda filmlerin, medya ve sosyal medyayla el ele vererek, alttan alta hatta çoğunlukla biz farkına dahi varmadan zihnimizde belirli konularda belirli algılar oluşturduğunu söylemek güç olmayacaktır. Dipnotlar 1 Ferdinand Foch, (d. 1851, ö. 1929) Fransız asker, komutan. 2 Bir çağın düşünce ve duygu biçimi anlamında kullanılan, Fransız İhtilali’nin ardından popüler olan kavram. 3 Hans Traub, Der Film als politisches Machtmittel, Munich, 1932, s. 29 4 https://www.cia.gov/library/center-for-the-study-ofintelligence/kent-csi/vol2no2/html/v02i2a07p_0001.htm 5 http://journal.media-culture.org.au/index.php/mcjournal/ article/viewArticle/346 6 http://ifers.123.st/ . Kendilerine “Flat Earth Society” (Düz Dünya Toplumu) diyen bir grup son yıllarda hızla takipçi toplamaya başladı. Özellikle ABD’de gittikçe yaygınlaşan bu grubun temel iddiası ise Dünya’nın aslında düz olduğu, NASA’nın insanoğlunu sürekli kandırdığı ve yuvarlak Dünya modelinin bir aldatmacadan ibaret olduğu. Özellikle son dönemde NBA’de oynayan basketbolcu Kyrie Irving ve şarkıcı Tequila’nın twitter hesaplarından bu teoriye inandıklarını söylemeleriyle ABD’de Dünya’nın yuvarlak olup olmadığı ciddi anlamda tartışılır oldu. 7 İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak, İstanbul, Tiyo Yayınları, 2013, s. 5. 8 1939 Victor Fleming imzalı “Gone with the Wind” filmi siyahi hareketlerce eleştiri bombardımanına maruz kalsa da gişede ve akademide Hollywood tarihinin en başarılı filmi olmayı başarmış, 15 dalda Oscar adaylığı alıp bunların 10’unu kazanmıştır. 9 Rocky Balboa unvan maçında siyahi boksör Apollo Creed’i mağlup etmiştir.

Avrupa Neden Filmlerimizi Fonluyor? Talha ULUKIR

S

anat dalları içerisinde sinema şu bağlamda ayrı bir yerde durur; üretimi için birçok farklı disiplinin bilgisine ve yeter koşulun sağlanmasına ihtiyaç duyulmakla birlikte maddi anlamda da azami şartlara sahiptir. Bunun yanında ortaya koyulan filmin tüketilmesi de aynı şekilde bazı yeter şartlara ihtiyaç duyar; salon ve gerekli işitselgörüntüsel sistemler gibi. Anlaşılacağı üzere, hem üretiminde hem de tüketiminde maddi anlamda belirli bir yetkinliğe ihtiyaç duyan bir sanat dalıdır sinema. Ülkemizde sinema alanında çok fazla destek bulunuyor desek pek de doğru bir cümle söylemiş olmayız çünkü kısa filmler haricinde uzun metraj kurmaca ve yine uzun metraj belgesel alanlarında yapım öncesi desteği için başvurulacak kaynak sayısı oldukça kısıtlıdır. Kültür Bakanlığı uzun yıllardır sinemaya destek vermekle birlikte bu fonun doğru kullanımı her devirde tartışma konusu olmuştur, siyasi iktidardan münezzeh bir destek anlayışı ne yazık ki geliştirilememiştir. Bunun dışında son yıllarda adından çokça bahsettiren diğer bir proje “TRT Televizyon Filmleri” fakat burada adından da anlaşılacağı üzere destek verilen filmler televizyon filmi olaLumiere Kardeşler rak tasarlanmaktadır.

Tabii ki yönetmenlerin çabalarıyla beyaz perdede kendine şans bulan yapımlar olmuştur fakat bu -pek tabii- fonun bir felsefesi değildir. Bunların haricinde yine ufak bağımsız destekleri sayabiliriz fakat bunlar da destek kapasitesi olarak oldukça sınırlıdır. Tüm bunların dışında özellikle son yıllarda ülkemizin ödül kazanan yapımlarında dikkat çeken başka bir desteği görebiliriz: “Eurimages”.

Amerikan Sinema Endüstrisine Bir Başkaldırı Olarak Eurimages Eurimages, sinemanın icat edildiği yere döndürülme çabasıdır aslında. Lumiere Kardeşler, 1895 yılında halka açık ilk film gösterimini Paris’te yapmıştır. Bu bağlamdan anlaşılacağı üzere sinemanın kökeni Fransa’dadır. İlerleyen yıllarda çok farklı ülkelerin sinema üzerinde otorite olduğunu görürüz fakat hiçbiri Amerikan sinemasının etkisini uyandıramaz. Amerikan sineması, ortaya çıkışı ile birlikte bir endüstri olarak da şekillendirildiği için uzun süre boyunca istikrarlı bir biçimde büyümüştür ve başka coğrafyalarda ülkeler kısa süreli otoritelerini sağlarken tek başına bir anlam kazanmıştır. Amerikan film endüstrisi Nisan’17 • 7


Karantina yalnızca o ülkenin veya kıtanın sınırları içerisinde kalmamış, zamanla Avrupa kıtasına da yayılmıştır. Hızlı büyüyen ve birçok filmin üretildiği bir endüstri de doğal olarak zaman içerisinde kendi kıtasında yabancı bir sinema anlayışı barındırmak zorunda olan Avrupa’yı doğurmuştur. Bu süreç doğal olarak başta Avrupalı film üreticilerini rahatsız etmiştir ve buna karşılık olarak ilk başta ulusal çapta önlemler alınmaya çalışılmıştır. Bunun yeterli olmamasıyla birlikte de dağıtım özelinde Avrupa’yı kapsayacak önlemler alınmıştır. Tüm bunlar Amerikan endüstrisini bir nebze yavaşlatsa da hala yeterli değildir. 1986 yılı itibariyle Avrupa Konseyi altında görsel ve işitsel alanda Avrupa filmlerini desteklemek üzere MEDIA isimli bir program başlatılmıştır. Eurimages’in bir önceki aşaması diyebileceğimiz bu program çeşitli seviyelerde alt programlar düzenlemiştir; dağıtım, amatör eğitimi, profesyonel eğitimi de bunlardandır. 1989 yılında Eurimages kurulana kadar alanında tek olan bu program yeni gelen program ile birlikte bir nebze zayıflamıştır. Yeni programın amaçlarına baktığımızda ise karşımıza ilk olarak kültürel amaç çıkar. Kültürel amaç; ortak kökleri tek bir Avrupa kültürüne dayanan Avrupa toplumunun çeşitliliğini yansıtan filmleri desteklemektedir. Burada Amerikan sineması karşısında yekpare bir “Pan-Avrupa Sineması” oluşturma isteğinin altyapısı hazırlanmıştır. Hali hazırda parça parça olmuş bir kıta ortak bir üst kimliğin olduğunu ön kabulle birlikte bu bağlamda bir kültürü meşrulaştıracak bir sinema anlayışı ortaya çıkarmayı hedeflemiştir. Ekonomik amaç; ticari başarı elde etmiş ve sinemanın bir sanat olduğunu göstermiş bir endüstriye yatırım yaparak bu ekonomik amacını gerçekleştirmeye çalışır.

8 • Nisan’17

Karantina Bize Ne “Eurimages”ten? Türk sineması çok çeşitli nedenlerden dolayı krizler yaşamıştır. Bazen bölgesel ve küresel bazdaki ekonomik problemlerin her alanı etkileyişi gibi sinemayı da etkileyişinden bazen de ülkenin siyasi anlamdaki çalkantısından dolayı uzun yıllar sıkıntılı süreçler yaşamıştır. Sürekli yaşanan bu sıkıntılı süreçlerin sonucunda ortaya çıkan en büyük problem sinema alanında bir birikime sahip olunamayışı ve belki de sırf bu yüzden ülke sinemaları içerisindeki yarışı en baştan kaçırmamızdır. 1980’li yıllarda önce Kültür Bakanlığı’nca kurmaca ve belgesel film yapımına destek için yönetmelik çıkarılmıştır. Bunun yanında 80’li yılların sonunda film yapım, seyirci ve gösterim salonlarının azaldığı bir sırada Eurimages üyeliği söz konusu olmuş ve Türk sinemacılara yeni bir kapı açılmıştır. Bu üyelik, Türk sinemasına uluslararası ortak yapım ve görece de olsa dış pazar olanaklarını açarken, filmlerde ele alınan konular, anlatım biçimleri ve oyunculuk tarzları açısından geleneksel olanla bir kopuş gerçekleşmiş ve ağırlıklı olarak “sanat sineması” doğrultusunda bir eğilim ortaya çıkmıştır. Bazı alanlarda destek almak belli durumlarda o desteği verenin direktifleri doğrultusunda iş yapmayı gerektirir. Daha önce de söylediğimiz gibi Eurimages iki tane amaç üzerine bina edilmiştir: Kültürel amacı, ortak kökleri tek bir kültürle ortaya çıkan Avrupa toplumunun birçok yönünü yansıtan yapımları desteklemeye çalışmakken ekonomik amacı ise, ticari başarıyı dikkate alan, aynı zamanda sinemanın diğer sanatlar gibi bir sanat olduğunu ve buna uygun hareket etmek gerektiğini gösteren bir endüstriye yatırım yapmaktır. Yine daha önce belirttiğimiz gibi Avrupalı üst kimliği diye bir ön kabul mevcuttur bu anlayışta,

Türk sinemasını etkileyen en büyük bakış budur. Tarihsel süreçte birbirinden tamamen farklı olan bu iki kimliği aynı pota içerisinde eritmek oldukça zordur, bunun gerekliliği var mıdır o da önemli bir soru olarak şu an için beklemektedir. Bu fon ile birlikte; daha önce perdeye taşınmamış yeni toplumsal ve cinsel kimliklerin hikâyelerinin anlatılmaya başlanması, çok kültürlülük olgusunu konu edinen, politik yönsemeleri olan filmlerin yapıldığına şahit oluyoruz. Burada tabirler aslında masum duruyor olabilir fakat bunların arkasındaki gerçeklik ne derece masum sorusu daha da büyük bir önem arz ediyor.

Eurimages Sonrası Türkiye Sinemasının Rotası Eurimages üyeliği ile birlikte Türkiye’de sinema endüstrisinin rotası her anlamda değişmiştir, yapılan anlaşmanın gereği olarak uluslararası yapımların sayısı artmıştır ve bu bağlamda başka ülkelerin sinema dilleri ile iletişim sağlanmıştır. Aynı zamanda ekip olarak da bir kaynaşma gerçekleşmiş ve böylece Avrupalı görüntü yönetmenleri, kurgucular vb. birçok alandaki isim Türk filmlerinde görev almıştır. Yine bunun tam tersi de geçerlidir. Örneğin; Ali Özgentürk’ün Mektup filminin görüntü yönetmenliğini Mirsad Herovic, Canan Gerede’nin Robert’in Filmi, Barış Pirhasan’ın Usta Beni Öldürsene, Erden Kıral’ın Oda Beni Seviyor ve Avcı filmlerinin görüntü yönetmenliğini Jürgen Jurges yapmıştır. Erden Kıral’ın Mavi Sürgün filminde Alman Hanna Schygulla, Ferzan Özpetek’in Hamam filminde Ġtalyan Alessandro Gassman ve Francesca D’Aloja, Harem Suare filminde Fransız Marie Gillain ve Alex Dascas rol almıştır. Özcan Alper de son filminde Angelopoulos’un filmlerinin görüntü yönetmeni ile çalışmıştır. Bunlar gibi pek çok örnek de saymak mümkündür. Bu tarz uluslararası iş birliklerinin Türkiye sineması için olumlu etkileri saymakla bitmez; başka ülkelerin, kendini alanında geliştirmiş ekip üyelerinin tecrübelerinden faydalanmak bunun en açık olanıdır belki de.

Sinema herkesin dilinde iki türe ayrılmış durumda; sanat sineması ve ticari sinema. Ticari sinemanın -tabiri caizse- ipleri Amerikan sinemasının elindeyken, sanat sinemasında söz sahibi ise Avrupa sinemasıdır ve bunda Eurimages’in etkisi oldukça büyüktür. Eurimages, kendine amaç olarak Avrupa kültürüne hizmet etmeyi belirlemiş ve bu doğrultuda Amerikan sinemasının egemenliğini kırmak istemiştir. Bu yüzden Avrupa sinemasında özellikle bu fonla desteklenen filmlerde ticari amaç sanatsal ve kültürel amacın çok daha gerisinde kalmaktadır. Avrupa sinemasının “sanat sineması”nın lokomotifi olduğunu belirtmiştik, bu bağlamda bu fondan destek alan filmlerin en büyük ortak özelliği durağan ve fotoğraf/resim estetiğine öncelik veren filmler olmasıdır. Bu doğrultuda çoğunun benzer renkleri, benzer kurguları ve hatta benzer oyuncuları tercih ettiğini söylemek yanlış olmaz. Filmlerinde işledikleri konular ise genellikle bireyselleşme, yalnızlık, yabancılaşma eksenlidir; bunun yanı sıra kimlik sorunları, farklı cinsel tercihler, kültürel çarpıklıklar gibi konulara özel olarak değinirler. Bu fonun desteklediği çoğu filmde az önce sayılan üç konudan birisine muhakkak değinilmektedir dersek yanlış bir ifade kullanmış olmayız. Yine Avrupa’dan gelen çoğu şeyde olduğu gibi bu fonla da gelen en önemli şey oryantalist bakış açısı olsa gerek. Ayrıca modernleşmeye karşı tepkiselliği veya kaçışı bu filmlerde

Nisan’17 • 9


Karantina görmek de pek sık rastlanılan şeylerdendir. Ticari sinemanın dayandığı en büyük şey insan ve izlenme olduğu için toplumun geneline hitap eden bir çizgi izlemektedir ve bu konuda genel beğenilerin ve kabullerin dışına çıkmamaktadır. Sanat sinemasında ise maddi meseleler ikinci plana atıldığı için daha ziyade dokunulmamış, toplumun tamamını ilgilendirmese de olur diyebileceğimiz konulara değinmektedir. Eurimages tarafından desteklenen filmlere baktığımızda, sinema sektöründe yer alan yapımcılar tarafından desteklenmeyecek konular yer almaktadır. Resmi söylemin dili, dini tabuların eleştirisi, ortaya çıkmasına izin verilmeyen cinsel kimlik farklılıkları, birbirine düşmanmış gibi gösterilen farklılıklara ver verilmektedir. Bu fondan destek alan yönetmenlerden Yeşim Ustaoğlu etnik konulara değinirken Derviş Zaim filmlerinde ise politik konuları görebiliriz. Tabii ki burada konuyu ele alış tarzları hakim ideolojinin meseleye bakışından uzaktır. Eurimages ile sinemamızda görünürlüğü artan en temel konu etnik kimlikler olarak göze çarpıyor, burada bu konu özelinde ayrıca bir şeyler söylemek gerek. Sinemamızda bu fondan önce de farklı etnik kimliklerin içinde var olduğu ve hatta bunlar üzerinden bir şeylerin anlatıldığı filmleri -nadiren de olsa- görebiliriz fakat bu fon ile birlikte yönetmen-

10 • Nisan’17

Karantina lerin şahsi tercihlerinin de doğrultusunda etnik meselelere daha çok değinilmiştir. Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim, Reis Çelik, Tunç Başaran, Tayfun Pirselimoğlu gibi yönetmenler filmlerinde farklı üslup ve tarzda etnik konulara değinmiştir. Türkiye’nin uzun yıllar konuştuğu etnik kimlikler bu yönetmenler sayesinde sinemada kendilerine yer bulmuştur.

Eurimages ile Ne İzliyoruz? Oryantalizm: Kavram olarak zaten herkesin malumu olan oryantalizmin sinemamıza bulaşmasında bu fonun önemli bir etkisi vardır. Bizim kabul etmediğimiz ve bizi kabul etmeyen Avrupa medeniyetine endeksli ortak bir sinema dili oluşturulurken bize böyle bir bakış zaten kaçınılmaz olacaktır. Yabancıların içerisinde Türkiye bulunan filmlerinde de bu anlayışın tezahürleri pek tabii bulunmaktadır, Türkiye’yi -ve hatta İstanbul’uinsanların şalvar ile dolaştığı, sarıklarının eksik olmadığı ve hemen herkesin saray tarzı işlemeli mobilyalara ve evlere sahip olduğu algısına sahiptirler. Büyülü Doğu: Avrupa’ya baktığımızda Doğu’lu bir toplum olduğumuz bir gerçek. Zaten Batı’lı olmak isteyen de pek yok açıkçası fakat buradaki “büyülü doğu” kavramı daha farklı bir noktaya temas eder. İçerisinde gizemli olayların yaşandığı, mistik alemden bir kesitmiş gibi bir yaşam çizgisini barındıran, efsunlu sözler ve davranışlara sahip insanların yaşadığı bir yerdir “büyülü doğu”. Özellikle yurtdışında yaşayan ve bunu bir övünç kaynağı olarak gören, bu topraklardan nasibini almayan yönetmenlerde -isimleri tahmin çok zor değil- bu anlayış oldukça yüksek bir seviyededir. Nietzsche’nin Doğu’ya bakışındaki aynı merakla, onu gizemli ve vahşi gören aynı anlayışla bir bakış malumdur. (Nietzsche’nin Doğu’ya bakışını daha iyi anlamak için Ian Aldon’un Yeni Oryantalistler kitabı okunabilir)

Resmi-Gayrı Resmî Söylem/İdeoloji: Türkiye özelinde her siyasi, dini ve etnik grubun belirli dönemlerde devletin resmi söylemiyle çatıştığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Bunların gündeme getirilmesi ise bu fon ile daha da artmıştır çünkü bundan öncesinde aksi bir şey söylemek daha sonra yeni filmler üretmeye, yeni sözler söylemeye engeldi. Bu bakımdan insanların istediklerini daha rahat söyleyebildiği bir sinema dilinin oluşmasını sağlamıştır. Özellikle “Büyük Adam Küçük Aşk” filmine baktığımızda bu karşıtlığın anlatım biçimindeki dengeyi ve kaliteli üslubu fark edebiliyoruz. Geleneksel Dini Yapıların Eleştirisi: Bu fondan önce çok da değinilmeyen bir alan olan geleneksel dini yapıların eleştirisi de yine bu fonla beraber eleştirilmeye başlanmıştır. Özellikle “Takva” filminde bunu rahatlıkla görebiliriz. Takva ve fücur metalarının çarpışması üzerinden anlatılan filmde “Takva” kavramının metafizik ve idolojik önvarsayımı katı ve dogmatik iken diğer meta olan “Fücur”un metafizik ve idolojik önvarsayımı esnek ve kuralsız bir yapı arz etmektedir. Filmin anlatımına baktığımızda “Fücur” yanlısı bir seyir izlemiş ve diğer metayı baskın karakterde olmasına rağmen eleştirmiştir. Bu filmin özelinden çıkarak genele ulaştığımızda filmlerde metaların sadece yer alarak bir önem arz etmeyeceği fark edilmektedir. Aynı zamanda anlatımda da hangi tarafı savunduğu önemli bir nokta olmaktadır. Ayrımcılık Eleştirisi: Türkiye, içerisinde çok farklı etnik ve dini grubu barındıran grift bir yapıya sahiptir. Türkiye’nin yıllar içerisindeki serüveninde pek çok sürtüşme ve çatışma yaşanmıştır bu gruplar arasında. Bunların filme çevrilmeleri ise çok da eski zamanlara dayanmaz. Özellikle devlet tekelinde bulunan bir sinema varken bu tarz bir eleştiriye girmek oldukça zordur, onun dışında da bu tarz işler yapmanın toplumsal zemini ve alışa gelmişliği oluşmamıştır. Bu fonlar sonrasında yönetmenler her alanda olduğu gibi bu alanda da daha rahat söz söyleyebilir olmuştur. Bu bağlamda geçmişe yönelik yakın ve eski tarihi konu alan çok sayıda film çevrilmiştir. Bunlar tek bir pencereden

olduğu sürece -ki uzun yıllar sol tandanslı grupların hikayelerini izledik- izleyicilerin yalnızca bir kısmının etkisini çekmiştir. Son yıllarda ise farklı grupların da hikayeleri anlatılmaya başlanmıştır. Bu grupların anlatımındaki dil genel olarak dramatize eder bir tarzda olduğu için tek taraflı bir “eziklik” ile anlatılmaktadır ve objektiflikten oldukça uzaktır. İçerisinde kardeşlik ve toplumsal barış lafları geçse de film boyunca yalnızca bir tarafın acı çektiği dayatılırken bu mesajlar havada kalmaktadır. Otoriter Yapı Eleştirisi: Bir bakıma devlet geleneği ile hesaplaşma da denebilecek olan bu anlayış; baskıcı, kuralcı, otoriter yapıları eleştiren bir sinema dilini tercih etmiştir. Filmlerinde çeşitli imgelerle ve teşbihlerle bu eleştiriyi yapmaktan kaçınmayan yönetmenler bunun karşısına “anti”sini koymaktan da geri durmamıştır. Sınırları daha belirsiz, daha rahat bir yönetim anlayışına sahip ve kalıplarla kapatılmamış bir toplum tahayyülünü pek çok filmde görebiliriz. Bunlar ve daha birçok konu Eurimages ile sinema dünyamıza girmiştir, burada hepsine birden değinmek pek de mümkün bir şey değildir.

Hülasa Hiçbir şeye külliyen kötü diyemeyeceğimiz gibi bu fona da kötü diyemeyiz. Sinemacılara her anlamda yeni alanlar açmıştır, teknik anlamdaki tecrübe birikimini güçlendirmiştir, ticari kaygı ile “ucuza düşmek”ten sakındırmıştır ve belki en önemlisi daha rahat söz söyleme hakkı vermiştir sinemacılara. Sinemacılarımızın bu konuda ne derece başarılı tercihlerde bulunduğu ayrı bir tartışma konusu olarak yerini korur çünkü bizde genel itibariyle toptan bir yüz çevirme söz konusudur. Kendi toplumuna yabancı, üstten bakan, onu eğitilecek bir şeymiş gibi gören sinemacılarımız, yazarlarımız, senaristlerimiz, yönetmenlerimiz pek çoktur. Bu çerçevede yeniden düşünmemiz gereken asıl soru: “Gerçekten mi yanlış bir şey, yoksa biz mi yanlış anlıyoruz?” Nisan’17 • 11


Karantina

Karantina

SOSYAL MEDYA BİZİM NEYİMİZ OLUR? Senanur YAŞAROĞLU

K

imi zaman uykudan kalktığımızda ne zaman uyuduğumuzu, ne yapmak için uyandığımızı veya hangi güne gözlerimizi açtığımızı hatırlamayız. Yaşadığımız bu boşluğa anlam vermek için birkaç saniye düşünürüz. Çok geçmeden günlük akışa kapılır, güne devam ederiz. Uyku en büyük rutinlerimizden biri olduğu halde arada bu tarz adaptasyon sorunları yaşayabiliriz ve bunu (patolojik boyutlara ulaşmadıkça) tehlikeli görmeyiz çünkü uyku alemine aşina varlıklar olarak bu küçük sorun bizi korkutmaz. Peki, yabancısı olduğumuz bir âleme dalıp çıktığımızda da durum bu kadar sıradan mıdır? Teknoloji yaşamımızın her alanına yayılmış, her işimizin vazgeçilmez bir kısmını kaplamış vaziyette. Eğitimden iletişime, alışverişten eğlenceye kadar her işimizi ellerimizdeki telefonlardan, tabletlerden hızlıca halledebiliyoruz. Ancak elimizdeki bu güzel nimeti hakkıyla değerlendiremediğimizde, diji-

12 • Nisan’17

tal cihazlarımız kendimize ayıracağımız bir zaman dilimi verip zamanın bereketini alabiliyor. Yaşı, cinsiyeti, dünya görüşü, ekonomi düzeyi fark etmeksizin toplumun her parçası, teknolojinin yaşamımıza soktuğu “Dijital Dünya”nın girdabına kapılmış durumda. Zamanla hepimiz ihtiyaç dışında sanal âlemde geçirdiğimiz her anın ruhumuza ağırlık yaptığının farkına vardık. Bu gerçekliğe göz yummak ya da korkuya kapılıp bu âleme düşman olmak çözüm değil elbet. Sadece bir adım geriye gidip içinde bulunduğumuz durumu daha sağlıklı tahlil etmek zorundayız. Sanal dünyanın yetişkinleri kendine en çok çeken tarafı sosyal medya siteleri şüphesiz ki. İster gösteriş için bir fotoğraf paylaşın, ister salih niyetlerle insanlara yol göstermeye çalışın, kabul edelim ki her ne amaçla olursa olsun bu dünyanın büyüsüne kapılıyoruz. Her gün sanal âlemde önümüze çıkan yeni bir kapıyı aralıyoruz. Bu gizemli keşif yolculuğuna o kadar dalıyoruz ki içinde bulunduğumuz mekâna, zamana ve kimliklerimize yabancılaşıyoruz. Whatsapp gruplarında evlat sevgisiyle ilgili süslü cümlelerle bezenmiş bir yazıyı yazan ama yanı başındaki çocuğunun ilgi çığlıklarını duymayan bir kadın, annelik kimliğine yabancılaşmıştır. Eve gelir gelmez Facebook’a girip önemli gördüğü haberleri paylaşan ama eşinin ve çocuklarının neler yaşadığından habersiz bir baba evine yabancılaşmıştır.

Twitter’dan çıkıp İnstagram’a giren, yorum ve beğeni sayılarının istatistiğinde kaybolduğu için ibadet vaktini yakalamayan bir genç, zamana yabancılaşmıştır. Sonunda, içinde bulunduğu yaşam koşullarına adapte olamayan bireylerin oluşturduğu tarihine, kültürüne, değerlerine yabancı toplumlar ve nesiller oluşmuştur. Yetişkinlere kıyasla elimizde, cebimizde, dizimizde taşıdığımız bu dijital dünyanın çocuklar üzerindeki yansımaları oldukça farklı. Hayatlarımıza girdiği andan itibaren çeşitli dönüşümlere sebep olan sanal dünyanın ortasına doğan çocukların bu gerçeklikten nasıl etkilendiklerini düşünürken aklıma bir büyüğümün şu sözü geldi: “Biz sanal âleme göç ettik ama evlatlarımız oranın yerlileri.” Çocuklar artık sanal mı gerçek mi anlayacak yaşa gelmeden telefonlarla ve tabletlerle oynuyor. İnce motor kabiliyetlerine göre inceleyecek olsak henüz bebeklik evresinden çıkmamış (iki yaşından küçük) çocuklarda bile teknolojik cihazların etkilerini gözlemlemek mümkün. Eline telefon verilmiş bir bebeği izlediğinizde ilk hareketlerinden birinin, baş ve işaret parmaklarını ekranda kaydırmak olduğunu görürsünüz çünkü daha önce telefondaki görün-

tüyü büyüten birini görmüş ve cihazı kontrol etmeyi öğrenmiştir. Çocuklar henüz soyut- somut kavramlarını öğrenmeden sanal olan dünyayla tanışıyorlar. Aynada kendini gördüğünde şaşıran ve aynaya ardı ardına vurup kendini tutmaya çalışan, annesi koltuğun arkasına saklandığında gerçekten kaybolduğunu düşünen bir bebeğe sırf ağladığında sussun diye verilen telefonun zararlarını tahmin etmek hiç de zor değil. İleriki yaşlarına ulaştığında, ailesi tarafından dijital cihazlarla olan ilişkisi kontrol edilmemiş bir çocuk için ise tehlike katlanarak büyümeye devam ediyor. Son zamanlarda çocuklar arasında oldukça yaygın olan oyuncakların seslendirildiği videolar bu tehlikeler arasında. Artık iki çocuk bir araya geldiğinde oyuncaklarını ellerine alıp karşılıklı bir hikâye oluşturmak yerine internetten başkalarının seslendirdiği oyunları izlemeyi tercih ediyor. Çocukları hem beden hareketleri hem de hayal gücünü kullanma açısından bu denli pasifize etmenin başka bir yolu var mıdır bilinmez ancak önlem alınmadığında doğuracağı sonuç ortada: Düşünmekten ve harekete geçmekten aciz bir nesil.

Nisan’17 • 13


Karantina

Karantina

REKLAM YÜZÜ İKİ YÜZLÜ Mahinur ÖZDEMİR

D

ünya’nın her yerinde var olan bir gerçek, gerçek olduğu kadar yalanlarla dolu garip dünya, reklam dünyası. Sana ne alman gerektiğini, neyi atman, neyi sevmen, neye ne kadar para vermen gerektiğini hatta haddini aşıp sana kim olduğunu hatırlatma cüretini kendinde bulan garip bir dünya. Sunduğu ürünü almazsan eksik, alırsan tam olacakmışsın gibi yansıtıp psikolojik, ekonomik ve sosyolojik baskılarla algıların ta en derinine uzanıp reklamlarda gördüğümüz yüzlerin aynısını biz yapmaya çalışır reklamlar. Düzeni budur, isteği budur. Seni mümkün olduğunca düşünmekten ve fikir üretmekten uzaklaştırıp beynin düşünme yetisini mümkün olduğunca kısırlaştıran ve fiziksel hazzını açığa çıkarıp haritanı nefsin yapan bir markalar ve etiketler furyası. Reklam deyince ön yargı ve keskin çizgilerle bakmak olmaz elbet. Sonuç olarak üretilen ve emek harcanan her ürün bir alıcı ile buluşmak ve satışını yapmak zorundadır, bunun için de vazgeçilmez ve yegâne yol iyi bir reklamdır. Aslında bizim karşısında durmamız gereken; reklamların varlığı değil, birçok yapımcının ve ürün satıcısının halkı

14 • Nisan’17

uyutur ve insanların aklı ile dalga geçercesine yapmış olduğu gerçek dışı ve abartılı reklamlardır. Dünyanın hemen her yerinde markaların vazgeçilmezi olan reklam macerası ABD’de 6 Kasım 1941’de başlamış ve o günden bu güne büyük bir gelişme kaydederek devam etmiştir. Kimi zaman kadınları kimi zaman bebek ve kimi zaman yaşlıları kullanarak yapılan bu reklamlar insanların önce aklına sonra kalbine hükmetmeye başlamış ve akabinde tüm hayatını ele geçirmeyi amaçlamıştır. Zira insanlarımız artık kaliteli üründen ziyade en çok para harcanan ve en sevdikleri ünlülerin üzerindeki giysilere meyleder olmuş ve reklamların istediğini tam olarak vermiştir. Genç kızlarımız dönemin en çok giyilen ve reklamlarda en çok göze sokulan ürünleri giyerek kendini değerli ve zengin hissetmiş, bu anlamsız denklem gittikçe devam etmiş, bunu gören reklam yapımcıları da durumdan istifade, giysi ve şampuan reklamlarında o dönemin dizilerinde oynayan gözde oyuncuları oynatmışlardır. Aynı şekilde genç beylerimizin arabaya ve parfüme olan meraklarından dolayı da bu ürünlerin pazarlandığı reklamlarda kadınlar ve genç kızlar oynatılmıştır.

Fakat ne yazık ki tüm bu oluşturulmaya çalışılan algıların farkında olan bizler bilerek ve isteyerek reklamların tuzağına düşüyoruz ve bundan garip bir şekilde haz duyuyoruz. Sevilen bir kadın oyuncu gibi giyinmek, güzel bir kadının sunduğu arabaya binmek istiyoruz. Neden? Kalitenin manası bu mu? Ürünler reklamlarda seçilen kişilere göre mi değer kazanıyor? Hayır ama evet... İşte tüm bu göz boyama ve aldatmaca ummanı olan reklam dünyası bizi girdap gibi içine çekiyor ve boğulduğumuzun farkına vara vara yüzmeye çalışıyoruz bu ummanda. İnsanoğlunun kendi zevki, fikri ve tarzı vardır. Ancak bizi bu öznel ve özel duygularımızdan arındıran reklamlar tornadan çıkma, herkesin aynı şeyi sevmesini arzuluyor ve bunu yaparken de bizi ve değerlerimizi sömürmekten geri kalmıyor. Hele ki program sunucularının, yayınlarına ara verirken “Kısa bir reklam arasından sonra buradayız, sakın bizden ayrılmayın.” gibi klişe ve bezdiren söylemleri ve en azından dört dakika süren reklamlar, daha da kötüsü size tüm reklamları izlettikten hemen sonra “Bugünlük bizden bu kadar görüşmek üzere.” demeleri ve sizin kendinizi birkaç saniye boyunca enayi hissetmeniz reklamların hiç de masum olmadığının başka bir boyutu. Gelelim sinema filmlerine. Hemen hepimizin seans saatine yetişmek için hızlı hızlı yemeğimizi yiyip koşturduğumuz sinema salonları ve koltuğumuza nefes nefese oturduktan sonra yirmi dakika boyunca verilen, kulak ve göz düşmanı o gürültülü ve alacalı reklamlar. Ne güzel de yiyoruz ama! Patlamış mısırı değil, reklamı. Reklamlar sadece televizyon ve sinema ekranlarında sınırlı kalmayıp bilgisayarlarımızda, sabah evden çıkıp akşam eve dönene kadar gözümüzün gördüğü ve kulağımızın duyduğu her yerde yerini alıyor. Bakın bu bir istiladır. En başta beynimizin olmak üzere, fikirleri-

mizin, zevklerimizin, giysi ve yiyeceklerimizin, evlerimizin, arabalarımızın, sokaklarımızın, cüzdanlarımızın istilası. Reklama getirdiğimiz bu olumsuz eleştirilerin yanında elbette şunu da söylemek gerekir ki dürüst ve başarılı olan reklam yapımcıları çoğalmalı. Reklam olmadan hiçbir sektör ilerlemez, ürün kullanıcısıyla buluşamaz ve ne satıcı ne de alıcı beklentisini karşılayamaz. Ancak gereğinden fazla ve enteresan vaatlerle, hitap ettiği kitleyi kandıran reklamcıların varlığı da kirlenmeye müsait olan reklam dünyasının işini kolaylaştırıyor ve iş, içinden çıkılamaz bir şekilde kısır döngüye giriyor. Çünkü bu bir arz talep meselesidir. Reklamlar, alıcının isteğine ve ilgisine göre şekillenir, hedef kitlenin rağbeti neye yönelikse -etik olsun olmasınreklamcı bunu yerine getirmeye hazırdır, duyguları değil çıkar ve mantığı ön plandadır, cebini düşünecek olan reklamcılar değil bizleriz. Aynı şekilde reklamların rahatlıkla çiğnediği manevi değerleri de korumak ve bu reklamları şikâyet edip yayınlanmasını engellemek de bizim elimizde. Hiçbir marka ve modanın kuklası olmayalım. Üzerinde markası yazılı giydiğimiz her bir ürünün ayaklı reklamı olduğumuzu da unutmayalım. Biz istemez ve rağbet göstermezsek hiçbir reklamın ömrü uzun değildir. Reklamlardaki yüzler değil kendimiz olalım. Birileri gibi değil “biri” olalım.

Nisan’17 • 15


Karantina

Karantina

Genç Yeşilay Koordinatörü ve Sosyal Medya Uzmanı İsmail Memiş ile

Sosyal medya tarihini ve Sosyal medya bağımlılığını konuştuk.

S

Röportaj: Uğur DEMİREL

osyal medya nedir? Sosyal medya deyince ne anlıyoruz? Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri nedir? Sosyal medya son dönemin en önemli kitle iletişim araçlarından biridir. Kitle iletişim denilen süreci uzmanlar iki döneme ayırır: Birincisi Klasik dönem. Klasik dönem matbaanın icadıyla başlar. Matbaanın icadıyla ilk önce gazete söz konusudur çünkü gazete hem bölgede yaşanan siyasi gelişmeleri hem kültürel gelişmeleri hem de magazinsel bilgileri aktaran bir unsur haline geliyor. Sadece bölgedeki bilgiler değil çevre bölgelerden de bilgiler aktarabiliyor. Bu durum radyo dalgalarının icadıyla beraber farklı bir duruma evriliyor. Çünkü radyo dalgalarının icadı, gazetenin “tiradı kadar insana ulaşabilme” kabiliyetini beş yüzlere; binlere ulaşabilme kabiliyetini milyonlara katlıyor. Aynı zamanda radyo dalgalarının ulaşabildiği bütün her yer etki alanınıza giriyor. Bunu özellikle İngiltere sömürge alanlarında kullanıyor. Aynı zamanda radyo yeni bir durum çıkarıyor insanların karşısına çünkü işitsel bir etkileşim söz konusuydu. Ama televizyonun icadıyla dünya küresel bir köye dönüştü. İnsanlar yan komşusunun yaşadıklarını bilmezken okyanus ötesindeki olayların tümünü bilir oldu. Televizyon kendi dilini oluşturdu. Yeni bir bakış açısı oluşturdu. Kitle iletişim uzmanları gazetenin, radyonun, televizyonun neye ne kadar fayda sağladığını sürekli araştırırlar. Fakat tam burada internetin ve peşinden sosyal medyanın hayatımıza girmesi bir devrim niteliği taşıyor. Çünkü önceki tüm unsurlar bir merkezin çevreyle iletişim kurması üzerinden işliyordu. Yani bir merkezden hangi bilgi aktarılıyorsa, bir merkezin ideolojisi, düşünce yapısı neyse çevreye bununla alakalı bilgi bombardımanı yapma imkanı sağlıyordu. Bu aynı zamanda insanları yönlendirme gücüne sahipti. Ki ilk baş-

16 • Nisan’17

ta televizyon tek kanal etrafından şekilleniyordu. Türkiye’de de olduğu gibi devlete ait tek bir kanal üzerinden şekillendi. O zaman da televizyonun ulaşabildiği yerlerdeki kişiler devletin kendilerine verdiği bilgiler üzerinden şekilleniyordu. Tamamıyla ideolojiyi değiştirir etkisi yoktu belki ama merkezin zihninde bazı kırılmalara yol açabilecek etkilere sahipti. Fakat internetin 2.0 sürümüyle beraber karşımıza karşılıklı anlık iletişim girdi. Bu ise kitle iletişimdeki merkezin çevreyle iletişim kurduğu ilişkiyi tarumar edip merkezlerin merkezlerle iletişim kurabilmesini sağladı. Devrim niteliği de burası. Artık sosyal medya kullanıcısı herkes aynı anda binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca insana ulaşabilecek güce sahip. En basitinden, Facebook’un bugün kullanıcı sayısı 1.7 milyar, İnstagram’ın beş yüz milyonun üzerinde, Twitter’ın beş yüz milyona yaklaşıyor. Sürekli artıyor bunlar. Yani Youtube’u, Snapchat’i, Foursquare’i falan saymıyorum; sosyal medya alanındaki en etkin üç mecra olduğu için bunları saydım. Bunların ortak kullanıcı sayısı neredeyse iki milyar civarında, çaprazlama ilişkiye bakarsak. Sosyal medyanın kullanıldığı mecralar bunlarla sınırlı değil. Aynı zamanda dünyada biraz önce bahsettiği-

miz unsurlar Avrupa, ABD, ve Afrika’da sıklıkla kullanılıyor. Bunun dışında Rusya’da, Çin’de ve İran’da yaygın yerel ağlar da var. Hepsini topladığımız zaman dünyada yaklaşık üç milyar insan kullanıyor sosyal medyayı. Bu şu demek, siz eğer Facebook kullanıcısıysanız ve imkanlarını biliyorsanız bir anda 1.7 milyar insana ulaşabilecek potansiyele sahipsiniz. İrtibata geçtiğiniz tüm insanlar da anlık karşılık verme imkanına sahip. Siz kendi haberinizi yapabilirsiniz, ideolojinize dair bilgiler paylaşabilir, yeni bulduğunuz, düşündüğünüz bir dogmanızı paylaşabilirsiniz. Bunların hepsini yapabilecek güç artık sosyal medya aygıtlarıyla elimizde ve bilgisayarlardan da tabletlerden de taşarak artık telefonlar marifetiyle dünya avuçlarımızda gibi bir görüntü var karşımızda. Bu işin en süslü ve büyülü tarafı. Yani sosyal medya, nerede olursanız olun dünyaya ulaşabilme, dünyayı avucunuzda tutabilme gücünü sağlayan bir unsur olarak karşımızdadır. Kitle iletişim açısından da ciddi bir kırılmayı beraberinde getirdi bu durum. Sadece ek bilgi olarak söylemek gerekirse sosyal medya dünyada sadece sosyalleşme için kullanılmıyor. Dünyada afet yönetimi, dijital pazarlama ve siyasetin şekillendirilmesi gibi birçok unsur için de kullanılıyor. Fakat insanlar en yoğun haberleşme ve sosyalleşme unsuru olarak kullanılıyorlar. Esası itibariyle sosyal medyanın ana çerçevesi bu. Kitle iletişim aygıtı olarak hayatımıza yeni bir renk kattı. Sosyal medya hayatımızı sadece bir kitle iletişim aygıtı olarak doldurmakla kalmıyor, sosyal medyanın esas meselesi yeni bir dili, yeni bir hayata bakışı kendi içinde barındırıyor. Sosyal medya hayatımızdaki birçok şeyi tartışılır pozisyona getirdi. Unsurları en temelde iki parametre üzerinden okuyabiliriz. Birincisi mahremiyet kurgusu, ikincisi de güvenlik kurgusu. Bu ikisi sosyal medyanın üzerinde inşa olduğu zemindeki kayganlaşan iki unsur. Bunun ötesine bakarsak eğer, sosyal medyanın bir de üzerine oturduğu bir zihin durumu var. Buna modernite deyin, postmodernite deyin, adını ne koyarsanız koyun; sosyal medya aslında küresel zihni bir durumun yeni bir formudur. Z. Bauman’ın ve D. Lyon’un “Akışkan Gözetim” kitabında ikisinin ortak temas ettiği nok-

talardan bir tanesi sosyal medyanın modernitenin akışkan hali olması durumudur. Yani modernite, kitle iletişim aygıtlarının özellikle sosyal medyanın yaygınlaşması öncesinde katı bir gözetim ve denetim halindeyken, sosyal medya ona yeni bir kırılım alanı açtı ve ona akışkanlaşabilme imkanı tanıdı. Akışkanlaşabilme aynı zamanda mottoların ve söylemlerin; toplumların, cemiyetlerin, cemaatlerin, aile ve akrabalık bağlarının referanslarının ötesinde direkt bireylere ulaştırabilme imkanı sağlıyor. Bundan dolayı çok kritik. Şu an temelde zaten post-modernitenin mottosu üzere “bireyselleşme” söz konusu. “Bireyselleşme kendini hangi alanda var edecek?” sorusunun ilk göstergelerinden bir tanesi sosyal medyadır. Çünkü sosyal medya size yeni bir dünyanın kapılarını açıyor. Size, sadece sizin hüküm sürdüğünüz, rengini ve kokusunu sizin belli edebileceğiniz bir sayfa veriyor ve bu sayfanın tabiri caizse bütün yetkisi ve gücü size ait. İstediğiniz kişiyi kabul ediyorsunuz, istediğiniz kişiyi ret ediyorsunuz, istediğiniz kişiyi aileniz ilan ediyorsunuz. Burada bir kırılma durumu var ve siz oradan istediğiniz dile, istediğiniz renge, istediğiniz ırka, istediğiniz cemiyete mensup bir biçimde kendinizi lanse edebiliyorsunuz. Bu aynı zamanda alternatif bir yaşamdır. Yani insanın kendi doğal çevresiyle, iş hayatıyla, okuluyla farklı ağırlık merkezleriyle kurduğu bir denklem var ama bir de tam bunun karşısında size sunulmuş sanal bir alem var. Bu sanal alemde de ipler sizin elinizdeymiş gibi bir hava oluşturuluyor ve size post-modernitenin diğer bir mottosu olan “özgürlük” adı altında yepyeni yelkenler açabileceğiniz yollar ortaya konuluyor. Bu ciddi bir zihinsel değişimi, ciddi bir farklı birey inşasını peşinden getiriyor. Yani sosyal medyanın üzerine inşa olduğu zihinsel alanı iyi tetkik etmemiz gerekiyor. Bu söylediklerinizin akabinde bağımlılık devreye giriyor. Çünkü sosyal medya bambaşka bir yaşam alanı açıyor. Bahsettiğiniz şeyler bir yerde sorgulanmaz hale geliyor ve ortaya koyduğunuz her konu bir tez olarak muhatabına sunulmuş oluyor. İki milyar takipçiye de hitap Nisan’17 • 17


Karantina etmeye başlayınca yedi yaşındaki çocuktan tut da yetmiş yaşındaki dedeye kadar insanlar için vazgeçilmez bir yer haline geliyor. Tabi. Artık şu var: Amerika için kullanılan bir tanım vardı; “melting pot” yani erime potası. Esasında bu erime potası Amerika’yı post-modernitenin denendiği, ete kemiğe büründüğü alan olarak görürsek, sosyal medya da aslında var olan bu yeni zihinsel durumun akışkanlaşıp her yere ulaşabildiği bir erime potasıdır diyebiliriz. Çünkü herkes hangi mezhep, meşrep veya kültüre ait olursa olsun orada bir erimeye tabii kalabiliyor. Her ne kadar kendini diri tuttuğunu zannetse de. Çünkü bu farklı bir alem, yaşadığınızın ötesinde bir yer ve siz buraya zaman ayırıyorsunuz. Buraya zaman ayırabilmek için kendi sosyal yaşantınızdan kısıtlamalar yapmak zorunda kalıyorsunuz. Sanal alem ve sosyal medya şu an insanı içinde bulunduğu zaman ve mekân mefhumundan da kopartıyor. Kainattaki var olan akışı umursamayan ve yeni bir akışı kurgulayan bir insan unsuru karşımıza çıkabiliyor. Mesela sosyal medyada bir tartışma alevlendiğinde bu tartışmanın saatinin gece üç veya dört olması fark etmiyor, ya da yeni durumlardan bir tanesi; sezonluk dizinizi izlerken gece ile sabah arasını tercih edebiliyorsunuz. Ya da bir oyunun takipçisiyseniz gece uyumadan o oyunu oynayabiliyorsunuz. Bu da zaman kurgunuzun kainattaki var olan kurgudan farklılaşmasını beraberinde getiriyor. Sosyal medyadaki duruma göre yeni bir zaman tanımı yapıyoruz. Bunlar ciddi kırılmalar aslında çünkü sanal alem sizi bulunduğumuz zaman ve mekandan azade kılıyor. Tabi sosyal medya hızlı ve kendini sürekli yenileyen bir alan. Başta mesajlaşma siteleri vardı, sonra en basit şekilde MSN ile karşımıza çıktı, daha sonra Facebook geldi. Herkes bu mecralarda birbirini buldu ve insanlar zaman içerisinde ekranının sağ köşesinde akan bildirimlere dönüştüler. Bu süreç böyle devam ederken oradaki eksiklikleri görenler Twitter’ı icat etti, herkese açık ve inişli çıkışlı olmayan bir dili vardı. Twitter böyle devam ederken insanlar kendilerini fotoğraf ve video üzerinden ifade etmek istediler ve İnstagram 18 • Nisan’17

Karantina ortaya çıktı. İnstagram Facebook’u da Twitter’ı da sorgulatır vaziyette gelişti. Şu an etrafımızda, doğan evladının fotoğrafını İnstagram’da paylaşarak takipçisini arttırmaya çalışan insanlar var. Ki bu kişiler aynı zamanda belli markaların reklamını da yapıyorlar. Sosyal medyayla hayatımıza giren en önemli gelişimlerden bir tanesi de hız. Çünkü insanlar hızlı aracın, hızlı internetin ve hızlı ilişkisinin talibi. Hız tanımsız vaziyette hayatınıza giriyor çünkü kainattan kopuksunuz. Bu hızlı ilişkiler yıpranmaları beraberinde getiriyor, bir paylaşımınızın altına verilen tepkiler gibi. İnsanlar orada donup kalıyor, küstüğünüz bir arkadaşınızı fotoğraflardan çıkarmanız gerekiyor. Bu da karşımıza günlük depolaması olmayan paylaşım seçeneği Snaptchat’ı çıkardı. Halbuki belirli periyodlarla bütün bunlar depolanıyor. Bu sıkıntılar ve problemler sürekli yeni seçenekler ortaya koydu. Mesela, en son Perispcope vardı canlı yayın için ama onu gören diğer sosyal medya unsurları kendi açıklarını kapatmaya başladı. Şu an İnstgram’dan Facebook’a kadar canlı yayın imkanları var. Bununla beraber Lınkedin gibi insanların kendilerini “cv” ve kariyer bazında ortaya koydukları alanlar da var. Bu şunu getiriyor karşımıza: Artık hayata dair tüm unsurlar buralarda şekilleniyor. Entelektüel düşüncelerinizi paylaştığınız yer Twitter, resim ve videolarınızı paylaştığınız yer instagram, “cv”nizi paylaştığınız yer başka bir alan. Dışarıya çok ihtiyaç kalmıyor. Bütün bu durumlar insanda ciddi bir algı değişikliğine sebep veriyor. Siz bu algının içine hapsoluyor ve onun bir parçası haline geliyorsunuz. Hayatımızı dolduran bir diğer unsur da bahsettiğim gibi sezonluk diziler. Şuan ABD’de on bir tematik dizi kanalında bir haftada yüz elliye yakın dizi yayınlanıyor. Bunlar aynı zamanda dünyaya servis ediliyor. Yayınlanır yayınlanmaz çok ciddi oranda izlenme ve indirme oranlarına sahipler. Belirli diziler bölüm başına on sekiz milyon gibi izleyici alabiliyor. Bu sezonluk dizi izlemede yeni bir durum olarak karşımızda.

Bir de tabi oyun oynama durumu var gençlerin hayatında. Bu durumun Yeşilay tarafından da gündemde tutulan bir bağımlılık tarafı var. Bağımlılık durumunu birkaç açıdan görmek gerekiyor. Bir fizyolojik bağımlılık olarak görmek gerekiyor, Dünya Sağlık Örgütü de buna dikkat çekiyor. Çünkü insanların sosyal medyada paylaştığı her gönderiye gelen bütün tepkiler beynimizde dopamin isimli hayati organlardan birini tetikliyor. Dopamin reseptörleri günlük hayatımızda keyif ve haz almamızı sağlayan bir etkiye sahip. Misal sevdiğiniz bir yemeği yerken beyniniz yeteri kadar dopamin salgılar ki ondan keyif alabilesiniz. Sevdiğiniz bir sohbeti yaparken, birisiyle konuşurken, müzik dinlerken manzaraya bakarken vücudumuz yeterince dopamin salgılar. Ama aynı şey sosyal medyada da geçerli. Kendinize dair yaptığınız tüm paylaşımlara gelen tepkiler, Twitter’da ritvitler, favlar; Facebook’da da beğeniler, paylaşımlar bunların hepsi beyindeki dopamin hormonunu tetikliyor ve fazla dopamin hormonu salgılamamıza sebep oluyor. Beyinde fizyolojik olarak şöyle bir durum var: Belli bir unsur, beyne dışarıdan fazla dopamin salgılatırsa, mezonomik dopamin sistemi devreye girer. Bu sistemin özelliği şöyle bir sinyal gönderiyor: “Ben sana artık dopamin salgılamayacağım yeteri kadar salgıladım, sen sana aşırı dopamin salgılatan unsura git ve kendi ihtiyacını karşıla.” gibi bir duruma giriyor. Bu da bağımlılık kapısını aralıyor. Yani insan sosyal medyadaki tepkiler hoşuna gitmeye başlayıp bunun takipçisi olduğunda sürekli paylaşımları artsın diye insanlar beğensin, paylaşsın diye paylaşımlar yaptığı müddetçe beyindeki dopaminerjik sistemin bir yönlendirmesi olarak daha fazla sosyal medyaya girme, daha fazla paylaşım yapma durumu gerçekleşiyor. Bu da insandaki sosyal medya bağımlısı olma riskini arttıran bir durum. Bir müddet sonunda da kişi bu tepkimelerin sonucu olarak anlamsız paylaşımlarda bulunduğunda sürekli bil-

dirim takibiyle beraber farklı bir duruma giriyor. Bunlar hayatında olmayınca yoksulluk belirtileri gösterip dopaminerjik sistemin etkisinde sosyal medyaya bağlı “stres bozukluğu” gibi hastalıklar yaşayabiliyor. Çevremizde sosyal medya bağımlılarını her gün daha fazla görüyoruz artık. Telefonu kırılan arkadaş, İnstagram’a giremiyorum diye üç gününü stresli geçirdi mesela. Bu bizde yeni bir şey. Ama dünyanın alışık olduğu bir durum. Birkaç örnek paylaşayım. Misal Amerika’da üniversiteler belirli dönemlerde Amerikan gençliğine haz araştırma testi yaparlar. Chicago Üniversitesi belli dönemlerde Amerikan gençliğinin haz araştırmasını yaparken 2010 öncesinde sosyal medyanın yaygın olmadığı dönemlerde ilk sıralarda eğlenceli partiler, sigara ve alkol yer alıyordu. Fakat 2012’de yapılan araştırmada birinci sırada “sosyal medyada onlayn olmak” çıktı. Hayatınızda en çok neden zevk alıyorsunuz sorusuna Amerika gençliğinin bir kısmı Twitter’da Facebook’da “online” olmak yanıtını veriyor. Olayın bir de şöyle bir boyutu var: Diğer anketlerde “Hayatınızda neden vazgeçemezsiniz?” sorusuna verilen yanıtlarda sigaradan bir gün veya daha fazla, kahveden iki gün veya daha fazla, sosyal medyadan ise bir iki saatten fazla vazgeçemem yanıtları çıkıyor. Hepsi birbirini doğrular nitelikte. İngiltere’de yapılan araştırmalar ve sokak röportajları var. İnsanlara kaç saat “onlaynsınız” diye sorulduğunda yedi sekiz saatin üstünde “online” oldukları, aktif kullanımda ise beş altı saatin üzerinde oldukları söyleniyor. Bu röportajı yapan kişi, “Siz bağımlısınız.” dediğinde, “Evet ben bağımlıyım, sorun değil, hayatımın bir parçası artık.” diyor ama Tavistock ve Portman Londra’nın sayılı kliniğidir, her sene yüzlerce insan ben sosyal Nisan’17 • 19


Karantina medya bağımlısı oldum beni kurtarın diyor. Daha düstrisine hizmeti var. Dünyanın herhangi bir yefarklı bir örnek Sırbistan’ın Novi Sad kentinde Fa- rinde geliştirilen kültür endüstrisinin herhangi bir cebook beğeni bağımlıları için bir rehabilitasyon unsuru marka, hayata yeniden bakış, tüketilen yeni merkezi açıldı. Dünya Sağlık Örgütü’nün tespitine bir uyuşturucu madde gibi hemen hemen her şey göre Sırbistan’da 3 bin beğeni bağımlısı var. Olay anında size pazarlanabiliyor, hem de on farklı vardaha net bir hale bürünüyor ve oraya birçok insan yasyonuyla. Bunlar diziler kanalıyla, oyunlar veya gelip “Ben beğeni bağımlısı, sosyal medya bağım- sosyal mecradaki herhangi bir unsurla hayatımıza lısı oldum, beni tedavi edin.” diyor. Güney Kore’de girebiliyor. Hayatımıza girdikten sonra bir şekilde çok traji komik hikâyeler var, aynı şekilde Çin’den nasibimizi alabiliyoruz. ve farkında olmadan bu duyduklarımız insanın duymak istemediği cinsten durumun bir parçası oluyoruz. Çünkü moda denişeyler. Ne hale geldik sorusunun cevabını vereme- len bir sektör var. Dünyada milyar dolarları götüren yeceğimiz cinsten. Ama çok önemli bir şey daha ve sürekli yenileme üzerine var olan bir unsur. Buvar. Bizde de sosyal medyanın kullanım boyutu nun bizdeki karşılığı israf ama biz belirli kavramlaartık sınır seviyelere geliyor. rın gölgesinde kendi kavramBurada önemli iki şey var. larımızı yitirmeye başlıyoruz. Birincisi sosyal medyanın “Burada önemli iki şey var. Yani sosyal medyada yeni bir kültür endüstrisine ne kadar Birincisi sosyal medyanın aile tanımlaması var. İstediğin hizmet ettiğidir. İkincisi ise kültür endüstrisine ne ka- aileyi seçebiliyorsun. Bu, var sosyal sermayenin hangi etkidar hizmet ettiğidir. İkin- olan ailenle çatışma yaşadığın leri yaptığıdır. Sosyal mecra anlamına geliyor ve en temel cisi ise sosyal sermayenin insanın hayatına renk katan değerini kaybediyorsun. Aynı hangi etkileri yaptığıdır. bir unsur olarak kaldığı müdşekilde en önemli unsurlarSosyal mecra insanın ha- dan bir tanesi var olan Türk detçe sıkıntı yok. Ama sosyal yatına renk katan bir un- dizilerinde ve sosyal medyamecra insanların ilişki kurma sur olarak kaldığı müddet- da terimlerimiz yıpratılıyor. ihtiyacını karşılayan ve normal ilişkilerini baltalayan bir çe sıkıntı yok. Ama sosyal Bunların başında da gıybet tehale geldiğinde problem arz mecra insanların ilişki kur- rimi geliyor. Şarkılarda, soseder. Çünkü bizi var eden en ma ihtiyacını karşılayan ve yal medyada, dizilerde gıybet önemli unsur aile yapımız. normal ilişkilerini balta- terimi kullanılıyor. Gıybet En başta anne ve babamızla layan bir hale geldiğinde terimi resmen pozitif olarak kurduğumuz ilişki, sonrasınkullanılıyor. Konulara bakın problem arz eder.” da akrabalarımla, sonra ce“Bende ne gıybetler var.’’ maat ve cemiyet yaşantısıyla veya “Gel oturup gıybet sekurduğumuz ilişki. Bunun ansı yapalım.” gibi… Bizim beraberinde dünyaya bir bakış geliştiriyoruz. Biz dinen kimi yerde en ağır kimi yerde ise büyük güdeğerlerimizi akraba ve aileler vasıtasıyla alıyoruz. nahlardan sayılan, hem Hucurat suresinde hem de Bu olmadığı takdirde değerlerle aldığımız kanallar Hümeze suresinde altı kalın kalın çizilen bu illet, tıkanmaya başlıyor. Bir insana anne ve babasının sosyal mecrada şuan tahmin ettiğim biçimde yıpraörnekliğinin ötesinde verebileceğimiz tüm eğitim tılıyor. Sonrasında hangi terimler gelecek, bunların ve dünya görüşü imkânları kısıtlı. Fakat sosyal farkında olmamız gerekiyor. Bütün terimlerimiz mecrada şekillenen ilişki biçimleri var olan ilişki bir dalga halinde yıpratılıyor ve hayatın bir parçabiçimlerini şekillendirdiği andan itibaren büyük sı yani normal bir şeymiş gibi karşılanıyor. Gıybet sorunlar yaşamaya başlarız. Eğer sosyal medya şe- seansınız başladı diye sosyal medya noktaları gökillendirmiyorsa hayatına sadece bir renk katmaya rebiliyorsunuz. Yani bir iki insan bir iki yerde paydevam eder. Ama ilişkilerin yerini aldığında ciddi laştı diye terimlerimizi yitireceğiz diye bir şey yok. sıkıntılar yaşarız. Bir de sosyal mecranın kültür en- Ama terim yıpratılması içinde yetişen bir nesilden 20 • Nisan’17

Karantina bahsediyoruz ve bu insanlar sosyal manada etkileşime en açık olan her şeyden tahminimizin ötesinde etkilenebiliyorlar. Eğer dikkat etmezsek, bu yeni nesillere düzgün şeyler bırakamayacağımız bir hale gelebilir. Şahıslar kulanılan kavramın farkında olsalar bile -ki farkındalar- bu muhabbeti sosyal medyada yine de görüyoruz. Sosyal medyada oluşan yeni dile uyum sağlamak için gıybetin kötü olduğu bilinse bile gıybet üzerinden muhabbet çevrilmeye başlanıyor. Bu durum bir yerde karakter kırılmasını getiriyor. Karakter kırılmasını nasıl okuyabiliriz? Bambaşka kişilikler ortaya çıkıyor. Tanıdığımız birini sosyal medyada bambaşka bir üslupla buluyoruz artık. Bu şizofrenik bir durum. Aynı zamanda diğer psikolojik problemlere de kapı açan bir yere sahip çünkü teknolojik cihazların hayatımıza girmesiyle beraber tahammül kat sayısı insanlarda azaldı. Stres denen unsur insanlarda fazlalaştı. Teknoloji hayatımıza girdikçe daha fazla strese giriyoruz. Çünkü doğadaki ana akıştan kopuyoruz. Doğan ve batan güneşin insanlar üzerinde etkisi var. Yağan yağmurun çamurun sende etkisi var. Ama sen onun yerine sanal alemin etkisine girersen koyulan bütün kurallardan, akıştan ve yaradılışa dair her şeyden yavaş yavaş kopmaya başlıyorsun. Bu da telafisi olmayan şeylerle karşımıza çıkıyor. İnsanın bünyesi değişiyor. Etrafa verdiği tepkiler fazlalaşmaya başlıyor. Tahammülün azalmaya başlıyor. Her şeyi tartışma üslubuyla aktarmaya başlıyorsun ve kameraların önünde geçirilmiş bir hayat yaşıyorsun. Bunların hiçbiri doğal değil. Kendi özünden koptuğunun göstergesi bu. Burada kritik olan şey altını çizdiğimiz gibi sanal alem size yeni bir kapıyı açtı. Normalde sahip olduğunuz bütün kimlikler yeni bir biçimde yeni bir kimlikle, varoluşla oluşan ontolojik bir alan. Sen burada istediğin tepkiyi istediğin biçimde vermiyorsan bu sefer insan şöyle bir duruma giriyor: “Ben reel alemde mi yaşıyorum, sanal alemde mi yaşıyorum? Reeli mi sanala taşıyacağım yoksa sanalı mı reele taşıyacağım?” Bunun kırılmasında

yaşayan, arafta bir nesil var karşımızda. Hele hele bunun ergenlik döneminde yaşandığını varsayalım. Çünkü ergenlik dönemi geçiş dönemidir. Sizin iradenizin, hayat bakış açınızın şekillendiği, kimliğinizin oturduğu dönemdir. Tam bu dönemde ortaya çıkan bu durum insanın bütün bakış açılarını, hayat algısını, varoluşuna dair bütün felsefesini yitirebileceği bir durum karşımıza çıkardı. Çünkü siz belli şeylere tepki vererek kendinizin hassasiyet sahibi olduğunu zannediyorsunuz. Belki paylaşımları daha da yaygınlaştırarak belli düşüncelerin yayılmasına da kapı açtığınızı zannediyorsunuz. Halbûki bir aldanma durumu bu. Siz insanların hayatında sadece birkaç salise ya varsınız ya yoksunuz. Sizin paylaştığınız şeylere kimler ne kadar itibar edecek veya biri sizin paylaştığınız şeyi retweetledi diye, favladı diye sizinle aynı görüşü düşünüyor olacak manasına gelmiyor. Bu sanal cemaat her dönem yeni bir durum karşımıza çıkarıyor. Var olan cemaatlerin karşısına sanal cemaatler çıkarıyor. Orada herhangi bir takımın mensubu olabilirsiniz, kanarya sever de olabilirisiniz, size aidiyet kapıları açıyor ve bu aidiyetler var olanların yerini almaya başlayınca ciddi sıkıntıları beraberinde getiriyor. Peki İnstagram’a yine bu şekilde mi yaklaşacağız yoksa farklı bir pencere açabilir miyiz? Çünkü düşünceyi teşhir etmek bir yere kadar anlaşılabilir; ama bir de bedenlerin teşhiri başladı. Mahremiyet az önce altını çizdiğimiz iki unsurdan oluşur. İnsanlar kendi özelini normalleştirerek insanlara arz ediyor. Bu kritik bir şey. “Selfie” çılgınlığı denilen bir şey başladı. Genel olarak sürekli “selfie” çeken insanlara denk geldik. Her halinin selfisi çekilmeye başlandı. “Selfie” çekilmek için yeni bir durum güncellemesi yapılıyor. Saçınızı başınızı kıyafetinizi düzeltiyorsunuz, hayatın her durağında selfi çekilmeye başlıyorsunuz ve bunun yerini “snap” almaya başlıyor. “Snap” çekenlere baktığımızda özellikle bir hayat tarzı olarak görenler; yataktan kalktığında, ayakkabısını bağlarken, giyinirken, kapıdan çıkarken, sınıfa girerken snap atıyor. Artık kendini ifade etNisan’17 • 21


Karantina menin bir yolu olarak kendi görüntüsünü koymayı görüyor. Bu senin ifade ettiğin bir şey değil, sen burada ifade olmuyorsun sen burada aslında tükeniyorsun. Ben bedenimi insanlarla niye, ne kadar paylaşayım? Şimdi burada farkında olmadan zaman ve mekân algımızın değiştiğinden bahsettik ya, mahremiyet ve beden algımızda da farklılıklar var. Bu beden kimin? “Bu beden benim, istediğim gibi yaparım.” mı diyeceğiz yoksa var olan ahlaki çerçeve içerisinde mi kendimizi konumlandıracağız? Bunu algıladığımızda mahremiyet algısı ne durumda? Tesettür ehli veya değil dindar bir yaşam hayatını seçmiş ya da seçmemiş insanlar kendilerine sürekli olarak sosyal medyada ifade yeri buldukça ve bunu dediğimiz gibi sadece sözel değil, görüntü olarak da ifade etme talebi oluşturdukça farklı bir hayatın içerisine giriyoruz. Bu durum bizi kuşatıyor. Telefon bize her çevrildiğinde poz vermeye başlıyoruz. Niye poz veriyoruz? Kime, neden gösterme zorunluluğumuz var? İşin kurumsal ve ticari boyutunu kenara bırakıyorum, kendi hayatımız birilerinin estirdiği rüzgârın parçası haline mi geldi, yoksa gerçekten kendi hayatımızı mı yaşıyoruz? Birileri tarafından bize aktarılan hayatın ezberleri dilimize mi dolandı da bu ezberlere göre mi konuşuyoruz? “Hayır, bir dakika bu gidiş nereye olursa olsun benim farklı bir gidişim var.” deyip yeni durum mu güncelliyoruz? Bu soruları sormamız gerekiyor. Bundan dolayı mahremiyet aynı zamanda gözetimi de beraberinde getiriyor. Yani dünyanın bir yerinde insanlar sizin sosyal medya hesaplarınızı takip ederek navigasyon bilgilerinizi, kredi kartı bilgilerinizi ve belirli yerlerde attığımız mailleri takip ederek, optik beden tarayıcıları bilgilerini takip ederek yirmi dört saatte ne yaptığınıza dair bütün bilgileri alabiliyor. Güvenlik problemi var aynı zamanda. Önceden sizi gözetlemek için insanlar, yeri geldiği zaman toplumun yarısını muhbir yapıyordu; kimi yerlere dinleme cihazı koyuyordu, sizi hapishanelere koyuyorsa sizi her yerden gözetleyen gardiyanlar başınıza dikiyorlardı. Şimdi ise hapishaneye gerek yok. Zihinlerden sizi kontrol ediyorlar. Çünkü kendinizi teşhir ederek “Ben buradayım.” diyorsunuz. Birileri hem bunu ticarete çeviriyor hem de siz gözetim toplumunun parçası olarak durumu pekiştiriyorsunuz ve alttaki durumu nesillere bir refleks olarak aktarıyorsunuz. Etrafı22 • Nisan’17

Karantina nıza bakın, çocuklar sosyal medyada paylaşılmak isteniyor. Anne ve babaları sürekli onları paylaşıyor. Normalde bir çocuğa kadraj yöneldiğinde dil çıkartır, kulak işareti yapar veya garip tepkiler verir, poz vermek istemez. Şimdi çevirin kamerayı çocuklara, hepsi kılıktan kılığa giriyorlar. Bu bir sorun. Doğal olandan kopuş sorunu bu. Daha kritik olan şey; yeni çağ ile beraber kadın ve erkek de çalışıyor. Eve ikisi de yorgun geliyorlar. Çocuklar ya kreşte ya da akrabalarında. Sonrasında yorgun olan anne ve babalarından ilgi bekliyorlar. Anne ve baba ilgi göstermeyince ki baba maça anne de dizisine kitlenecek, oturup beraber telefonlarına kitlenecekler. Çocuğun eline de tablet tutuşturacaklar. Üç yaşındaki çocuğun elinde içinde oyun olan tabletler var. Çocuklar o tabletlere kitlenmiş biçimde teknoloji bağımlılığını dram dram içmeye başlıyorlar ve çocuklarda ilk ortaya çıkan şey dikkat dağınıklığı, odaklanma problemi, bir müddet sonra stres bozukluğu, asosyalleşme problemi. Hem fizyolojik hem psikolojik hem de sosyolojik olarak yüzlerce problemin kapısı açılıyor. Bizim gidişatımızı gerçekten düşünecek yeni bir zihni çabayı ortaya koymamız lazım. Son olarak bu sorunların bizi getirip bırakacağı yer neresidir ve siz öngörüyorsunuz? Bireyselleşme ve yalnızlaşmak, beklenen şey bu. Biz aile biçimi, kopuk akrabalık ve cemaat yapısının ötesinde kendine dahi yalnızlaşan bir durumu yaşıyoruz. Yani bireysel tercihlerimizin ve tavırlarımızın şekillendiği bir yol olarak görüyorum. Halbuki insan, var edecek duygu ve düşünce biçimlerinde de yalnızlaşmayı yaşıyor. Var olan durum bize bu insanları sunuyor. Sen bir bütünün parçasısın. Güneşin birlediği gibi, havanın birlediği gibi, yüzen balığın birlediği gibi, sende bir tesbihin bilinçli bir parçası olarak varsın bu alemde. Ama sen kendinden kopmaya başladıkça kâinatın özündeki bu birlikten de kopmaya başlıyorsun. Yaratan seni buna göre kodlamış. Senin bütün varoluşun onu birlemek üzere, O’nu birlediğinde kainatla beraber aynı tesbihin ahengine dahil olursun. Bu yüzden kopuşun başlaması için tekrardan kendimizi hem iç hem dış olarak gözetime tabii tutmamız gerekir.

G

Annelerle Röportaj

enç Öncüler dergisi olarak bu ay dergimizde reklamların ve sanal oyunların bilinçaltına ve kişiliğimize olan etkilerini işledik. Bu bağlamda çocukların gelişimi üzerinde en fazla etkili olduğunu ve onların kişisel gelişimlerini yakinen inceleme fırsatına sahip olduğunu düşündüğümüz annelerle samimi bir röportaj yaptık. “Çocuğunuzu televizyondan ve telefonlardan nasıl uzak tutuyorsunuz?” “İletişim araçlarının çocuğunuz üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?” diye sorduk.

G

Uzm. Psikolog Ayşenur Yabanigül fazla uyum gözlenebiliyor. Mesela, günde bir saat ise

ünümüzde artık kaçamadığımız bir gerçekle karşı karşıyayız. Her şey çok hızlı ve bizler de yetişme kaygısındayız... Bu hızdan en çok etkilenenler de tabi ki henüz kendi kontrollerini sağlama yetisinde olmayan çocuklarımız. Bu hızın artmasının birçok sebebi sayılabilir ancak konumuz gereği televizyonların ve bilgisayarların etkisi üzerinden değerlendirmek yerinde olacaktır. Ben de bir anneyim ve bu konuda olabildiğince hassas davranmaya gayret ediyorum. Hiçbir zaman yasaklama taraftarı olmadım. Çünkü bizler evimizde kullanmasak da dışarıda kocaman kucağını açmış bekleyen bir gerçek var. Bunu göz ardı edemeyiz. Okul arkadaşları olacak, komşunun çocuğunda, bahçede vs. her yerde biz yasak koydukça cazip gelebilecek koşullar olabildiğince fazla. Tamamen zararlı olarak da görmüyorum. Ancak içerikleri çocuğumuza izletmeden önce bizim kontrolümüzden geçmesinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Hatta bunu çocuğumuza çok hissettirmeden bile onun çok sevdiği bir çizgi filmi veya oyunu onunla birlikte izleyebilir ve birlikte doğrusunu yanlışını tartışabiliriz. Onun dışında sınır koymak tabi ki önemli. Ancak izletmiyoruz diye çocuğu hırçınlaştıracağımız ve inatlaşmaya gireceğimiz durumlardan da kaçınmalıyız. Bizim evde uygulamaktan keyif aldığımız oturmuş bir sistem var ki o da birlikte karar verdiğimiz bir sistem oldu. Kahvaltı güzelce yapıldığı vakit televizyon hakkı kazanılıyor. Gün içerisinde ebeveynler ve çocuklar bunun kararını birlikte aldıklarında daha

toplam televizyon süresi (veya dileyen bir buçuk da yapabilir ) yarısı öğleden önce yarısı akşamüzeri olacak şekilde değerlendirilebilir ve bu bir buçuk saatin içinde ister televizyon hakkını kullansın ister tablet veya bilgisayar… Tüm çocuğa cazip gelen aletler için geçerli bir kural olmalı. Biz ebeveynler için önemli olan nokta şu diye düşünüyorum; bu tarz televizyon veya tabletleri bir başımızdan savma veya oyun oynamaktan kaçma aracı olarak görmememiz. Bunun dışında telefonu soracak olursanız, ben telefon vermemeye çalışıyorum, veriyor isem de on dakika sadece oynamak istediği bir oyunu oynayabiliyor. Mümkün olduğunca çok kısa bir süre oluyor bu. Çünkü tablet ve telefona güvenmiyorum. Onu henüz ebeveynsiz kullanabilecek yaşta olmadığı için uygun olmayacak şeylerle karşılaşmasının önünü kesmemiz gerekiyor. Biz bu kadar çocuklarımızı kısıtlarken kendimizin de bir sınırı olması gerektiğini düşünüyorum. Çocuğumuz bizim sözlerimizden ve kurallarımızdan önce kendi yaşantımızdan, kendimizi nasıl kontrol ettiğimizden öğrenecektir. Özellikle ebeveynler çocuklarıyla geçirecekleri vakitlere daha çok önem vermeli ve mümkün olduğunca çocuklarına bu tarz iletişim araçlarının cazip gelme olasılıklarını düşürmeliler. Çünkü unutmayalım ki çocuklar can sıkıntısından ve eğlence arayışıyla bu araçlara yönelmekte. Sanırım yine bu noktada da en önemli örneklik ve modellik biz ebeveynlere düşüyor...

Fatma Büşra Çanak

nüyorum. En azından bebekler ekranla tanışmasa bir kazanç olur bizler için. Bunun en temel yolu da kendimizi ekranların çekici dünyasına kaptırmamak. Çocuklar anne babalarını, yakın çevrelerini rol model alıyor, bu herkesin malumu. Kendimiz günümüzün önemli bir kısmını ekran başında geçirirken de onların ahşaba dokunmasını, layıkıyla doğaya karışmasını bekleyemeyiz. Ben de elimden geldiğince bu dengeyi kurmaya çalışıyorum. Teknolojik cihazların çocukların ulaşabileceği yerlerde olmasının önüne geçiyorum. Görmeyen çocuğun da talebi azalıyor haliyle.

İ

sterdim ki bütün çocuklar büyüyene kadar teknolojiyle hiç tanışmasın. Çocukluklarının ve tabiatın tadını çıkarsın. Doya doya koşsun, oynasın. Sonunda tanışıp gerektiği kadarını hayatına dahil etsin ve onu hayatının orta yerine değil de araç olarak kullanabileceği kadar bir yerlere yerleştirsin. Tabi teknolojiyle bizler bu kadar iç içeyken bunu hayal etmek pek gerçekçi değil. Kendimiz sakınsak çevrenin etkisini göz ardı edemeyiz. Hiç değilse belirli bir yaşa kadar bir nebze uzak tutmayı denemek gerekir diye düşü-

Nisan’17 • 23


Karantina

Ö

Karantina Elif Yılmaz ile konuşacağım zaman elime alıp konuşmaktansa

ncelikle teknoloji çağında yaşadığımızı ve her bir taraftan teknolojik araçlarla kuşatıldığımızı kabul etmek gerekiyor. Sadece ellerimizde olan telefon ya da tablet, evlerimizde baş köşelerde (!) yer alan televizyon ya da bilgisayar ile sınırlı değil mesele. Aslında sınırlı kelimesi hafif kaldı, basit değil. Geçen gün bir ev oturmasına gittim. Asansör içerisine koca ekran tablet koymuşlar. Neymiş efendim asansörde çıkarken insanlar internette işlerini halletsinler. Yani bunu gerçekten anlamak güç. İnsan neden asansörde çıkarken nette işini halletmek istesin ki? Daha doğrusu bir insanın asansörde geçireceği zaman dilimi ne kadar olabilir ki? Şu an dokuz aylık bir oğlum var. Çok ilginçtir ki dokuz aylık bir bebek olmasına rağmen telefonu gördüğü zaman ekstra bir mutluluk, heyecan içerisine giriyor. Hatta şöyle söyleyeyim bu zamana kadar emeklemeyen oğlum telefon hürmetine(!) emekledi ve görseniz nasıl heyecanlı ve nasıl hızlı. Şu an daha ne olduğunu tam bilmemiş olmasına rağmen oldukça ilgili. Biraz daha zaman geçtikçe bunun zorlaşacağının farkındayım elbette. Ben şu an bir anne olarak elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Öncelikli olarak telefonu ortalarda tutmamaya çalışıyorum. Genelde ya yastık arkasında ya da dolap içerisinde duruyor. Dikkat çekmemesi için telefonumu sessizde kullanıyorum. Birisi

kısık sesle hoparlörden konuşuyorum. Sosyal medya olarak yalnızca whatsapp kullanıcısıyım onu da gün içerisinde azami ölçüde ve oğlumun görmeyeceği şekilde kullanıyorum. Evimizde eski bir tablet vardı ara sıra kullandığımız. Fakat ileride başımıza sorun açacağını hissettiğimiz üzere yakın zamanda sattık. Meseleyi kökten çözmüş olduk. Televizyon konusuna geldiğimizde evimizde televizyon olmadığı için rahatız. Başka evlerde de rica ederek televizyonu kapattırmaya çalışıyoruz. Şimdiye kadar sorun yaşamadık hamdolsun. Şunu da belirtmek isterim ki özellikle 2 yaşına kadar çocukların ekran görmemesi gerektiği pedagoglar tarafından şiddetle tavsiye edilmekte. 2 yaşından sonra da kısa süreli ve kontrollü izlemeler şeklinde olması gerektiğini söylüyorlar. Çocukların tertemiz zihinlerinin çok küçük zamanlardan itibaren yanlış ve boş şeylerle dolmasına müsaade vermeyin, çocukların zihinlerinin uyuşmasına fırsat vermeyin. Çocuk var olan enerjisini tablette adam öldürerek ya da savaşarak atmasın. Koşsun, bağırsın, gerekirse düşsün, üstü çamur olsun. Ama çocukluğunu bir çocuk gibi yaşasın. Çocuk oyuncaklarla oynasın. Evcilik oynasın. Bilgisayar oyunlarında kek çırpmasın annesine yardım etsin.

Şeymanur Tan

Bunun için ailecek bizim ilk yaptığımız evimize televizyon almamak oldu. Bu araçlar arasında kontrolü en zor olanlardan biri, kendini bir şekilde izleten televizyon bence. Televizyon elinizin altında olmadığında bir şeyler izleme ihtiyacınız/bağımlılığınız ciddi anlamda düşüyor. Bu tabi çocuk için de artı bir durum oluşturuyor. Zararının gerçekten farkındaysanız da bilgisayarı da mecburiyetler dışında çocuğun yanında keyfi olarak açmamaya başlıyorsunuz. İkinci olarak boş vakitleri doldurmak geliyor. Büyükler olarak biz dahi boş kaldığımızda bir şeylere sarabilirken, sokağa bile rahatça çıkamayan, evde tıkılıp kalmış bu devrin çocuklarının boş vakitlerinde kendi kendilerine oyun oynayıp, kitap okuyup ders çalışmalarını beklemek biraz afaki oluyor. Boş vakitleri doldurmak derken tabi çocuklarla sürekli etkinlik yapan annebabalara dönmekten bahsetmiyorum. Çocuğun ilgi alanına yönelik yönlendirmeler ve buna uygun ortamlar hazırlamak olabilir, çok küçükken kitap okuyarak kitap okuma alışkanlığı kazanmasını sağlamak olabi-

Ç

ocuklarımızı televizyon veya akıllı telefondan uzak tutmak için gerekli olan ilk şey, bunları onların üzerinde oluşturabileceği zararı ciddiye almak sanırım. Yoksa apartman dairesinde, mahalle hayatının ve gelgitlerin azaldığı bir devirde çocuk yetiştirmenin zorluğuyla karşılaşan bir ebeveynin (işten geç gelen bir baba varsa sadece annenin) bu tip yöntemlerle çocuğu oyalamaya gitmesi kaçınılmaz olabilir. Büyükler olarak bizlerin bile kendini bu bağımlılıklardan zor koruduğu bir zamanda, çocuklar için ekstra çaba sarf etmek gerekiyor. Bu çaba için ilk hareket noktamız da bence kendi hayatımızda bunların etkisini/bağımlılığını azaltmak olmalı. Bilirsiniz, İmâm-ı Âzam’a atfedilen, bir çocuğa bal yememesini söyleyebilmek için kırk gün boyunca bal yemediği bir hikâye vardır. O kıssadaki hisse gibi, öncelikle bizim kendimizde kontrol oluşturmamız gerektiğini düşünüyorum ki bir çocuğu kontrol etmekten daha zor ama yapılırsa çocuğu korumanın kolaylaşacağı bir yol olacaktır.

24 • Nisan’17

ocuklarımızı ekranlardan korumalıyız çünkü çocuklarımıza zarar veriyor. Peki çocuklarımıza zarar veren şey bize zarar vermiyor mu? O yüzden soruyu şu şekilde sormak lazım bence: “Kendimizi ve dahi çocuklarımızı ekranlardan nasıl koruyabiliriz?” Çocuklarımızı korumanın en önemli şartı kendimizi bu konuda korumak ve sınırlandırmaktır. Yetişkinler vakitlerinin çok büyük bir kısmını ekran karşısında geçirirken çocukları ekrandan uzak tutmak mümkün olmayacaktır. Biz ailecek buna dikkat ediyoruz. Bizim evimizde televizyon yok mesela. Bu çocuklardan önce de böyleydi, şimdi de böyle devam ediyor. Çocuklar televizyon alalım demiyorlar bile, çünkü bizim evimiz böyle, normali bu yani. Ve etrafımızdaki yakın dostlarımızın da evlerinde televizyon yok, doğru olan bu diye düşünüyor ve görüyor çocuklar. Ayrıca okulda öğretmenler çocukları televizyon, bilgisayar, tablet başından kaldırma çağrısı yaparken bizim televizyonumuz olmadığını, sınırlı süre çizgi film izlediklerini ya da tabletle oynadıklarını söyleyince çok takdir ediyorlar. Tabi illa ki çizgi film izliyorlar, tablette oyun oynuyorlar. Ama bunlar süreli. Tablet dedelerinin evinde duruyor, hafta sonları gidince oynuyorlar. Böylelikle evin dışında tutmuş oluyoruz ekranları. Tekrar kendimizi nasıl koruduğumuza dönersek, akıllı telefon kullanmıyoruz mesela. Biz hala tuşlu telefon kullanıyoruz. Eşim “ahmak ama samimi” tabirini kullanır. Bugün yetişkinler akıllı telefonu kendilerine oyuncak etmişler, ellerinde sürekli telefonlarla oynayıp

Seyhan Yaman

duruyorlar. Evine misafirliğe gidiyorsunuz, birlikte oturuyorsunuz, adam telefonuyla ilgileniyor... Ebeveynler böyle yapınca çocuklar için neyin sınırlandırmasından bahsedebilirsiniz ki? Bizde akıllı telefon olmadığından, çocuklar da bizde olmayan şeyi haliyle istemiyorlar bile... Biraz uzun konuştuysam normal telefon konuşmalarımıza bile sitem ediyorlar. “Anne kapat telefonu, bizimle ilgilen.” diyorlar. Akıllı telefon olup sürekli ekrana bakıyor olsaydık herhalde isyan çıkartırlardı ya da çocukların geneli gibi tepki vermeyip kendileri de yüzlerini ekrana dönerlerdi. Çocukları ekranlardan korumanın en önemli yolu bu: Yüzümüzü çocuklara dönmek, ekranlara değil. Biz yüzümüzü çocuklara dönersek onlar da ekranlardan bize dönerler, emin olun... Bunlara dikkat ettikten sonra nasıl koruruz derseniz de: Erken yaşta akıllı telefon almayın. İlla güvenlik sebebiyle telefon almanız gerekirse akılsız telefon alın. Tablet almayın, çünkü tablet zorunlu bir ihtiyaç değil. Bilgisayar kullanın. Açması kapatması daha zor, hemen bir şeye bakıp kapatacağım diye tablet gibi kolay açılmıyor, caydırıcılığı var. Bilgisayar evin orta yerinde kullanılsın, kapalı kapı ardında, odalarında, özel kullanım alanında olmasın. Hakeza televizyonda odalarında kesinlikle olmamalı. Ekran kullanım süreleri de sınırlı olmalı ve önceden belirlenmiş süre çocuklara bildirilmeli ve bu süre sabit olmalı. Seçilen programlara dikkat edilmeli ve reklamlar özellikle izletilmemeli. Tüm bunlar nedenleri ve zararları ile çocukların yaşına uygun şekilde, anlayabilecekleri oranda onlara anlatılmalı.

lir (ileriki yaşlarda kitap okumak bu bağımlılıklar için ciddi panzehir bence), akraba ziyaretlerine önem vermek olabilir (tabi mümkünse bu konularda sizin hassasiyetlerinize saygı duymalarını talep ederek), kendi yaşıtlarıyla düzenli buluşmalar sağlamak ve daha küçükken bir arkadaş çevresi oluşturmaya çalışmak olabilir, çocuğu enerjisini atabilecek şekilde parka bahçeye çıkarmak olabilir... Örneğin biz bunun için bir grup arkadaşla düzenli olarak çocukları bir araya getirmeye çalışıyoruz. Grubumuzda bir aylık bebek de var, 4 yaşında kızımız da... Çocuk, anne baba tarafından aşırı müdahaleye maruz kalmadan, çocukluğunu yaşayabilecek bir alan bulabilirse, onu oyalamak için televizyon, bilgisayar vb. yöntemlere başvurma ihtiyacımız da azalacaktır diye ümit ediyorum. Ama bunlar için en başta bizim bazı fedakârlıklar yapmamız gerekebilir. Örneğin henüz Huzeyfe’nin ilgisini çekmese de ilerde çekebilme ihtimali olan cep telefonunu hayatımdan çok da çıkarabildiğimi söyleyemem. Üç yaşa kadar eline telefon verip bir şeyler izlemesine

izin vermeme, sonrasında da kontrollü bir şekilde izin verme niyetindeyim. Ama bu konuda ne kadar başarılı olabilirim bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da elimde sık sık telefon gördüğü müddet, bunu başarma şansımın düşeceği. O yüzden işe biraz da kendimden başlamalıyım. Son olarak, metropol hayatının doğal olmadığını ve bizi ve çocuklarımızı zorladığını düşünüyorum. Herkesin bunu kaldırma kapasitesi veya sorumluklarının büyüklüğü veya çocuğunun zorluk derecesi de ayrı. O yüzden bu konuda birbirimizi hesaba çekmek yerine destek olmamız, işlerimizi kolaylaştırmamız, kendi hayatımızda ise kararlı olmamız gerekiyor. Buradan ara ara bize geldiklerinde veya vakfa/okula götürdüğümde, Huzeyfe’yle ilgilenen, oynayan arkadaşlarıma da teşekkür edeyim. Biz birbirimize destek olur, yüklerimizi hafifletirsek, daha güçlü bir psikolojiyle daha sağlıklı nesiller yetiştirebiliriz inşallah. Rabbim Kudüs’ün fatihlerini el birliğiyle yetiştirebilmemizi nasip etsin.

Ç

Nisan’17 • 25


Karantina

Karantina

ÇOCUKLUĞUN BUGÜNÜ Senanur ÇATALOĞLU

D

ünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre “Bir yetişkin tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan ve çocuğun sağlığını, fizik gelişimini, psikososyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen davranışlar” çocuk istismarı kapsamına girmektedir. Öncelikle toplumumuzda giderek kanayan bir yara haline gelen çocuk istismarında bazı tanımların içeriğini gözden geçirmemiz hepimizin hayrına olacaktır diye düşünerek kaleme alıyorum bu yazıyı. Bugünkü en büyük tehlike (bez ve mama reklamlarını saymıyorum bile) artık çocukların çocukluk ve masumiyetle hiç bağdaşmayan “moda” sektörünün teşhir, tüketim, özgürlük ve ‘benim sözüm geçecek’ sloganlı kavramlarına kurban edildiği gerçeğidir. Dolayısıyla biz bugün geldiğimiz noktada sadece literatürde fiziksel, duygusal ve cinsel başlıkla yer alan gizli-saklı tehditkar bir ifadeyle yapılan istismarı konuşamayız. Meşrulaştırılan ama düpedüz istismar davranışını içeren medya kökenli kalıpların da altını çizmemiz vaciptir. Hatırlarsanız yakın bir zamanda ülkemizde çokça tanınan bir kıyafet firması, çocukların “aktif tüketici” rolüne büründürüldüğü reklamlarıyla çıkmıştı karşımıza: “Çocuk Kafası Çocuk Modası”. Ne kadar akıllıca değil mi, tüketicinin yaş sınırını küçülterek kar elde edeceğiniz kitleyi büyütüyorsunuz. Buna Pedagoji Derneği çok iyi yazılı bir açıklama yaptı ve gerekçeleriyle reklamın kaldırılması gerektiği üzerine yetkililere seslendi. Bildiğiniz üzere günümüzde en çok tartışılan konulardan biri çocukların narsist tutumları. Buna zemin hazırlayan birçok şey arasında kolaycılığı ve hazcılığı vurgulayan bilinç bombardımanını saymazsak olmaz. Uluslararası Reklam Uygulama Esasları’nın 18. maddesi “Pazarlama iletişiminde, çocuklarda veya gençlerde zihnen, ahlaken ya da bedenen zararlı bir etki yaratabilecek herhangi bir beyanda bulunulamaz veya görsel sunum kullanılamaz.” açıkla-

26 • Nisan’17

masını yapmakta ve “Pazarlama iletişimi herhangi bir şekilde, tanıtımını yaptığı ürüne sahip olan ya da bu ürünü kullanan çocukların ya da gençlerin, ürüne sahip olmayan diğer çocuklara ve gençlere göre fiziksel, psikolojik ya da sosyal avantajlar sağlayacaklarını ileri süremez.” demektedir. 6112 sayılı RTÜK Kanunu’nun 9. maddesi ise reklamların, çocukların fiziksel, zihinsel veya ahlakî gelişimine zarar veremeyeceği ve deneyimsizliklerini veya saflıklarını istismar edemeyeceğini açıkça belirtmektedir. Bu yasalar medyanın ticari canavarlığından koruyor çocuğu. Fakat evlerin içi azımsanmayacak derecede çocuğun fenomenleşmesi üzerinden rant sağlayan yetişkinlerle dolu. Hal böyle olunca çocuğun zaten maruz kaldığı bilinç bombardımanında bizzat koltuğa oturuyor çocuklar, kumandayı ellerine onlar alıyor çünkü alkışlanıyorlar o koltukta. Görsel haz aracı, muhteşem bir şov nesnesi veya büyüklerin sorularına kendisinden beklenmeyecek bir “küstahlıkla” cevap veren çocuklar “kahraman” olarak çıkıyor karşımıza sosyal medyada. Mesela hoşlanmadıkları bir şey olduğunda küfür ediveriyorlar. “Aman ne komik!” diyen yetişkinler bir video halinde yetiştiriyorlar bunu sosyal medyaya, bir başka gün olağanüstü bilgiç tavırlarıyla yetişkinlere kafa tutan küçüğü görüyoruz. Az önce bahsi geçen reklamdan aşağı kalmayan kıyafetler giymiş çocuklar, makyajlarıyla, mankenvari pozlarıyla sosyal medyada karşımıza çıkıyor. Reklam uygulama esaslarını anne ve babalar uygulamıyor ki. Daha vahim bir tablo “Çocuk karne aldı.”, “Çocuk anne dedi aman ne güzel.” gibi sözlerle çocuklarının her anını paylaşan anne ve babalarda mevcut. Şimdi biz bu çocuklardan büyüklerini sevmesini, geleceğine yatırım yapmasını, görgülü olmasını, saygıyı, milli ve manevi değerlere sahip çıkmasını bekliyoruz. İyi de onun ‘iyi olabilmek için’ bunlara ihtiyacı kalmadı ki! Nasılsa tüm gözler üzerinde! O zaman zaten iyidir! Şurada da bir

yanılgı payı var. Sosyal medya her geçen gün yeni bir adli vaka ile karşımıza çıkan bir mecra. Anne babalar pedofili gerçeğini gözeterek paylaşımlarını yapma hassasiyetine sahip olmalılar. Arkadaş listenizdeki üç yüz dört yüz kişinin güvenirlik garantisini veremeyeceğiniz gibi başka yollarla fotoğraflarınıza ulaşıp bunları gayriahlaki kullanan insanların olabileceğini de unutmamanız gerekir. Öncelikle çocukların yolundan gittiği değişmez yapı taşları anne ve babalardır. Çocukların hoyratça ve öfkeli tutumlarında (tabii ki özellikle çocukken karakterinin oturduğu ileri ergenlik yılları için yüzde yüz söyleyemeyiz) yetişkinlerin dürtüselliği arttıran akıllı oyuncaklara ‘sarmaları’ özellikle büyük bir rol oynamaktadır. Üretmek, birçok işle ilgilenmek, sosyal faaliyetleri topluma faydalı bir yörüngede tutmak ‘sabır’ ister. Ne yazık ki bugün birçok anne baba duyularını, anımızı yaşama keyfinden ve üretme donanımından bizi uzaklaştıran akıllı oyuncaklara teslim etmektedir. Bu manzaraya muhatap olan ve özkontrolünü henüz yapamayan çocuklar da haliyle bu dijital manzarayı gayet doğal, yemek içmek gibi hayatın bir parçası olarak kabul etmektedirler. Çocukların tabiatı tabiri yerindeyse ‘boş kaset’ gibi kaydetmektir. Çocukların bu elektronik cihazları eline almasına ebeveynlerin izin vermesi, ebeveynlerin çocuklardan daha bilinçli bir kullanıcı olmasını, gerekirse internet filtreleme seçeneklerini çocuklardan daha iyi bilmelerini gerektirmektedir. Bir dipnot: Üstad Nouman Ali Khan da yakın zamandaki bir sohbetinde evde laptop değil salona konmuş bir masaüstü bilgisayar bulunması gerektiğini, bilgisayarın ekranının da mümkün olduğunca büyük olması gerektiğini anlatmıştı. Aksi takdirde çocuklar bahis ve porno sitelerine rahatlıkla girebilir ve daha kötüsü “çocuk oyunu” diye piyasada bulunan cinsel içerikli oyunlara ulaşabilmektedirler . Artık ergenliğin erken yaşta başlayıp yirmi beş hatta korkarım otuz yaşlara kadar çıkmasının altında “az üretim çok tüketim” sloganıyla yola çıkan piyasanın rolü, çocukların yaşıtlarını gördükleri dizilerde yer alan “full hd” cinsel sahnelere uzanmaktadır. Artık dizilerde 14-15 yaşındaki

çocukların yetişkinlerle ortaklaşa şekilde aşırı doz trajedi ve cinsel sahnelerde rol aldığını biliyoruz. “Dizilerde çocuk gelin olmasın!” mesajı verilirken on sekiz yaşından küçük kızların aşk maskesi altında hamile olduğu hikayeler yer almasın bir zahmet.” diyerek durumu özetliyor bir yazısında Sema Karabıyık. (Yeni Şafak, 25 Aralık 2016) Yetişkinlerin çocuğu “koruyup kollama” otoritesinden ziyade çocuklarla bu tür dramatik ve aşk temalı manzaraları paylaşmaları ergenliğe henüz yeni geçmiş lise çağlı çocuklarda hem “Ben yapabilirim!” narsizmine ve hem “Yeterli değilim!” çocuksuluğunu bir arada yaşatan zıt duygulara neden olmaktadır. Bu zıt duygular çocuklarda bir türlü sağlıklı olgunlaşamama sendromunun getirdiği öfke birikmesini beraberinde getirmektedir. Peki olgunlaşmak neydi? Ahlaki yargılar doğrultusunda davranmak ve kararlarını verebilmek mi yoksa para kazanabilecek donanımda bir akademik başarıyı yakalayabilmek mi? Sizce hangisinin ağırlığını daha çok taşıyoruz üzerimizde çocuk yetiştirirken? Bu konuyu ayrıca içimizde tartışalım, acilen.

Nisan’17 • 27


Ropörtaj

Ropörtaj

Saadettin Ökten Röportajı Sadettin Ökten Hoca ile babası Celal Hoca’yı konuştuk. Röportaj: Gülsüm Cemile DAMAR

H

ocam Celal Hoca’nın anlayışına göre Osmanlı münevveri ve cumhuriyet aydını nasıl olmalıydı? Bu konuda en doğru cevabı herhalde Celal Hoca verebilirdi. Bendeniz ondan intikal eden hatıraları bulunduğum noktadan değerlendirerek bazı şeyler söylemek durumundayım. Görebildiğim kadarıyla Celal Hoca’nın nesli, İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunun diri ve insanlara bütüncül bir tasavvur çizdiği zamanlarda yaşamıştır. Bu yorum özgün bir yorumdur. Yani hayata, kadere, gayba bütüncül bir nazarla bakmış ve zihni ve kalbi tatmin eden bir zihinsel ve duygusal çerçeve çizmiştir. Buradaki kilit kelime tatmin kelimesidir. Bu yorumun tatmin ettiği insan varlığı ehli sünnet itikadına sahip, mümin ve muvahhid bir insan varlığıdır. Bu varlık, Hz. Peygamber’den itibaren gelen büyük ve kutsal birikimin mirasçısıdır ve bu büyük mirası maddi ve manevi her türlü bedeli ödeyerek bir sonraki zamanlara ulaştırmayı bir vazife, bir şeref ve bir lütuf bilmiştir. Celal Hoca’yla aynı dönemlerde ülkemizde Batı kökenli bir başka medeniyet tasavvuru da ortaya çıkmış ve gelişme göstermişti. Bu tasavvur Batı’daki aydınlanmayı temel olarak kabul etmiş ve bunu ülkemizin insanı üzerine adapte etmeye, yüklemeye çalışmıştır. Yaşanmamış bir hayatın içinden süzülerek bir medeniyet tasavvur oluşturmaya çalışmak mümkün değildir. Cumhuriyet aydınının misyonu toplumsal manada yaşanmayan bir hayatın içinden bir medeniyet tasavvuru oluşturmak gibi beyhude bir gayrettir. 20. yüzyıl başında bu gayretin beyhudeliği çok net anlaşılmasa da bugün bu gerçeklik bütün açıklığıyla ortadadır. Kısaca söylemek gerekirse Osmanlı münevveri yaşanmış bir hayatın ürünü olmak hasebiyle bu ülkenin ve bu toplumun ürünüdür, Cumhuriyet aydını ise burada yaşanmamış rönesanstan sonra Batı dünyasında yaşanmış bir hayatın bu ülkedeki temsilcisi olmak bakımından bize ve birikimimize yabancıdır. Bu yabancılığı bu günlerde cumhuriyet ay-

28 • Nisan’17

dınının topluma ve sorunlara karşı bir şey söyleyememesiyle sarih bir şekilde görmekteyiz. Celal Hoca’nın çalışma ahlakı ve disiplini nasıldı? Ömrü hep mücadele ile geçmiş ve büyük bir iş başarmış olmasını nasıl izah edersiniz? Celal Hoca’nın zihni ve kalbi yapılanmasını oluşturan özgün medeniyet yorumu ona bir misyon ve istikamet çizmişti. Bu da hayatını İslam medeniyetinin yaşadığı çağa ve geleceğe ait uygulamalarını oluşturmak ve yaşatmak doğrultusundaydı. Hayatında örnek aldığı insanlar da kadim zamanlardan beri İslam medeniyetinin evrensel esaslarını hep yaşadıkları çağa uygulamışlar ve buradan geleceğe ait açılımlar üretmişlerdi. Merhum Celal Hoca da bu yolu takip etti. Celal Hoca’nın yaşadığı dönem, yukarıda birinci konuda ifade edildiği gibi Batı uygarlığının ülkede hakim kılınmaya çalışıldığı bir çağ idi. Temel kabulleri ve uygulamaları İslam medeniyetinden tamamen farklı olan bu dönemde İslam medeniyeti ile şahsiyetini tanımla-

yan Celal Hoca’nın sebat, gayret ve mücadeleden başka bir yol tutması mümkün değildi. Merhum hocanın çalışma ahlakı ve disiplini bu anlayışını bir eylemler zinciri olarak hayata yansıtmasından başka bir şey değildir. İmam hatip okullarının açılmasındaki temel ihtiyaç nedir? Bu konuda birbirinden ayrı ama birbirine bağlı iki kategori söz konusudur. Birinci ve kolay görülen ihtiyaç, Türkiye’de yaşayan büyük kitlenin İslami esaslara bağlılığı, fakat bu esaslara göre yaşarken ihtiyaç duydukları dini hizmetlerin giderek yok olmasıdır. Hemen görülen ve hissedilen bu eksiklik, zamanımıza kadar geçen sürede ayrıntılarıyla dile getirilmiştir. Ancak bize göre esas ihtiyaç yukarıda kısaca ortaya konulan medeniyet sorunsalıdır. Dini pratiği yerine getiren insanların aynı zamanda zihinsel ve kalbi olarak İslam medeniyetinin temel değerlerine bağlı olmaları ve bu bağlılıklarını bütüncül bir eylemler zinciri halinde hayatlarına yansıtmaları gerekiyor. İmam hatip okullarının açılmasındaki görünmeyen ihtiyaç işte budur. Batı uygarlığının yetiştirdiği zihinsel ve duygusal yapı, hayatı ilahi kaynaktan bağımsız algılarken İslam medeniyetinin yetiştirdiği insan varlığını ve evreni ilahi kaynağın emri hükmü ve iradesi altında görür. İmam hatip okullarının asli vazifesi böyle bir insan tipini donatıp yetiştirmek ve onu eylemleriyle topluma örnek olarak sunmaktır. Celal Hoca’nın imam hatip okullarının açılışı sırasında siyasal iktidardan destek aldığı ancak bürokrasinin engelleriyle karşılaştığını nasıl açıklıyorsunuz? Ülkemizde siyasal iktidar 1950 yılında yapılan seçimlerle değişmiş ve halkın iradesi iktidara gelmişti. Ülkemiz halkının büyük çoğunluğu, genel manada İslam medeniyetinin esaslarını yaşamakta ve bu esasların siyasal erk tarafından hayat geçirilmesini istemekteydiler. Seçtikleri iktidardan da bunu bekliyorlardı. İmam hatip okulları halkın dilediği bir uygulama olarak gündeme geldiğinde siyasal iktidar da toplumdan destek aldığı için buna imkan tanıdı. Ancak bürokrasi yukarıda sözü edilen Batı uygarlığının temsilcileri tarafından yönetilmekteydi. Bürokrasi zahiri olarak siyasal iktidara itaat etmek durumunda ise de zihniyet itibarıyla onun talepleriyle çatışıyordu. Neticede uygulama bürokrasi eliyle oluşturulacağı için bir noktadan sonra imam hatip okullarının akıbeti bu bürokra-

siye tevdi edilmişti. 50’li yılların başında siyasal iktidar taze gücü, enerjisi ve yıpranmamış haliyle bürokrasinin engellemelerini bir şekilde bertaraf ederek imam hatip okullarının açılmasını sağlamıştır. Eğer imam hatip okullarının açılması talebi 50’li yılların sonuna doğru gündeme gelseydi bürokrasi siyasal iktidarın talebine ve emrine rağmen bu açılışı önlerdi. Bu hüküm ilk bakışta bir tahmin gibi görülebilir. Ancak 1960’ta siyasal iktidarın bürokrasi tarafından ortadan kaldırılması hadisesi bu tahminin gerçek olduğunu ortaya koyuyor. Celal Hoca’nın hocalık motivasyonu ve uygulaması nasıldı? Merhum hoca talebelerini ve o talebelerle geçireceği vakti bir emanet ve ilahi bir lütuf olarak algılardı. Her şeyin bir zamanı ve mevsimi olduğunu biliyordu. Onun için önemli olan o vakti ya da fırsatı kaçırmamak ve en uygun şekilde değerlendirmek idi. Talebelerini İslam medeniyetinin mirasının kendinden sonraki emanetçileri, temsilcileri, uygulamacıları ve eylemcileri olarak görüyordu. Bu anlayış ona İslam medeniyetinin büyük geleneğinden gelmişti. Bu sebeple öğrencilerini ilmi yönden donatırken aynı süreçte onlara ahlaken bir örnek olmak ve ahlaki yapılanmalarını da geliştirmek gayretindeydi. Seküler Batı uygarlığı öğrencileri sadece bilim açısından donatır, onların ahlaki gelişmeleriyle ilgilenmez. İslam medeniyetinde ise ilim ve ahlak birliktedir ve ilim ahlakın çizdiği çerçeveye riayetkar ve hürmetkar olmak mecburiyetindedir. Merhum Celal Hoca ile ilgili söyleyeceklerim şu anda bu kadar. İnşallah yanlış bir şeyler söyleyip geçmişteki büyüklerimizin ruhunu muazzeb etmemişimdir. Vesselam. Nisan’17 • 29


Gündem

Gündem

Yavrusunu Anlamak İsteyenler İçin Vahap YAMAN

Y

avrularının bireyselleşmemesini istemeyen anne babalar! Zenginlik aileyi ayakta tutar mı? Anne baba, çocuğuna zengin olmayı değil, iyi insan olmayı öğretmelidir. Çocuğun anne babası ve çevresi, maalesef çocukluklarında bile yavrularına zenginlik ve zenginlik sağlayacak meslek gruplarının propagandasını yapmaktadır. Çocuğa çok kazanmak, daha da çok kazanmak, daha çok dünyalık edinmek, lüks yaşamak, çok tüketmek gerektiği; evi, yazlığı, arabası olması gerektiği anlatılmaktadır. Bu telkinlerin etkisinde kalan çocuk, lüks ve rahat yaşamak, imkanlara erken yaşlarda bedel ödemeden sahip olmak istemektedir. Bu telkinler çocuğun zihin dünyasında kırılmalara sebep olmaktadır. Halbuki çocuğa eldeki imkanların değerinin bilinmesi, her ne pahasına olursa olsun her şeyi elde etmemesi bilinci verilmelidir. Eldeki şeylerin kıymetli olduğu, bunları elde ederken de haksızlık yapmaması öğütlenmelidir. Her şeyin fiyatının değil, değerinin önemli olduğu ve eldeki mevcut imkanların değerini bilmesi gerektiği aktarılmalıdır.

30 • Nisan’17

Şunu unutmayalım ki zenginlik ve güç, aileyi ayakta tutmaz. Peki neden insanlar, geleceklerinin ve nesillerinin para ve güçle ayakta duracağını, hatta bu gücü elde ettikleri sürece çocuklarına hep egemen olacaklarını, onlara sağladıkları para ve güçle mutlu ve memnun edeceklerini zannederler? Neden acaba kendisini mutlu ve mesud edecek şeyin ekonomik yönden zengin ve güçlü olmakla sağlanacağını düşünürler? Herkes kendisini sorgulamalıdır. O zaman şu gerçekle karşılaşacaktır: Geçmişe baktığında “para ve gücün” batırdıklarının, zirveye taşıdıklarından fazla olduğu gerçeğini görecektir. Aile; güçlü insanların kişilikleri, sosyal statüsü ve imkanları ile ayakta durmaz. Çocuklar ailesini paraları ve güçleri için sevmez. Paradan anlamayan çocukların ve para ile ilişkisi kalmayan yaşı ilerlemiş insanların aile içerisindeki bağlılıklarının ve sevecenliklerinin parasal bir karşılık sonucu olmadığı bir gerçektir. Aileyi ayakat tutan değerler her toplumda manevi değerler olmuştur. Bizim toplumumuzda da aileyi, kendisini

İslam’la takviye ederek güçlendirmiş ebeveynlerin çabalarının ayakta tuttuğunu görürüz. Burada evlerin mimarı annelere bir hatırlatmamız olacak. Anneler çocuklarınızın arkadaşlarının evinize gelmesinden, evinizin kirlenmesinden ve dağıtılmasından korkmayınınız. Çocuklarınızın arkadaşlarını evlerinizde misafir edin, ikramlarda bulunun. Böylece çocuklarınızın arkadaş çevresini tanıma imkanı bulursunuz. Kirlenen eşyanın temizlenmesi kolaydır, kırılanın yerine konması mümkündür. Siz çocuğunuzun zihninin kirlenmemesine dikkat edin, bu konuda duyarlı olun. Topluma çevre kirliliğinin kötülüğü anlatılırken, zihin kirliliğinin yanlışlığı üzerinde maalesef hiç durulmamaktadır, hatta önemsenmemiştir. Halbuki kirli zihinlerle günü ve geleceği inşa etmek asla mümkün değildir. Zihin kirliliği, çevre kirliliğinden daha vahim sonuçlar doğurur. Aile ve toplumlar günü yaşarken, geleceklerini de inşa ve imar etme ihtiyacını daima hissetmişlerdir. Genç nesiller, zihinlerini kirletecek bilgi ve eğitimden uzak, düzgün bilgilerle iyi eğitilirse hem günün, hem de geleceğin teminatıdırlar. Geleceğin inşası ise, günün genç insanının eğitilmesi, biçimlendirilmesi ve geleceğe hazır hale getirilmesi ile mümkün olacaktır. Dolayısı ile ailenin ve toplumların geleceklerinin inşası, geleceğin kendisine teslim edileceği genç insanlarla kurulan iyi ve güzel ilişkilerin sayesinde olacağı gerçeği gözardı edilmemelidir. Geçmişin ihyasından, geleceğin inşasına yönelik çalışmalar, her daim gündemde kendisine yer bulmuştur. Geçmişle geleceği bir pota içerisinde eritmek, geçmişin tecrübesinden, gelecek için dersler çıkartmak hemen hemen her toplumun, her ailenin asli çabalarından olmuştur. Her toplum, hem bugününü, hem de kendi geleceğini inşa etmek, kendi değerlerini yükseltip geliştirecek insanlar yetiştirmeyi hedef edinmelidir. Sorumluluk sahibi insanlar aileyi ve toplumu değiştirecek ve yönlendirecek gençleri yetiştirmekle yükümlü olduklarını unutmamalıdırlar. Günün ve geleceğin inşası için aileye, topluma ve devlete düşen görev ve sorumluluklar vardır. Günümüzde gencin eğitiminden sürekli şikayetler

duymaktayız. Herkes ama herkes şikayet eder durumdadır. Ancak bu şikayetler sadece genç kaynaklı değildir. Genç insanın eğitiminde ve biçimlendirilmesinde; 1-Aile ile çocuğun, 2- Okul ile çocuğun, 3- Öğretmen ile çocuğun, 4- Aile ile okulun, 5- Okuldaki derslerin birbirleri ile çatışan uyumsuzlukları var. Bu uyumsuzluklar, eğitilmesi için çabaladığımız gençlerimizin kafalarını karıştırmakta, kirlendirmektedir. Sonuçta neye inanacağını, hangi eğitim tarzının ve hangi bilginin kendisi için doğru olduğuna karar veremeyen melez bir yapıya sahip gençler çıkmaktadır. Bire bir yaşanmış bir örnek vereceğim. Okulda kendisine bizim önderimiz kim diye soran öğretmenine çocuğun verdiği şu cevap çok manidardır. “ Hazreti Muhammed Mustafa Kemal Paşa hazretleri!” Evin önderi başka, okulun önderi başka, çocuk da iki önderi kafasında birleştirerek bu cevabı vermiştir. Çocuğun kafasını karıştıran bu uyumsuzlukların giderilmesi gerekir. Gencin eğitiminde, anne baba ile çocuğun, çocuk ile anne babanın birbirlerini anlamaktan ve birbirleri ile ilgilenmemekten doğan sıkıntıları var. Ayrıca öğretmen ile çocuğun, çocuk ile öğretmenin sıkıntıları var. Diğer taraftan eğitim müfredatının kendisi ile çelişen ve çatışan yanları var. Aile ile okulun anlayış tarzları arasında uyumsuzluklar, hatta çoğu zaman derin ayrılıklar var. Çocuk eğitiminde, ailenin ve okulun kendine has yol haritaları vardır ve olmalıdır. Ancak çocukların eğitiminde aile ve okulun yol haritaları birbirleriyle çatışmamalı, aksine örtüşmelidirler. İnsanı eğitmekle görevli herkesin ve her kurumun benzer şeyleri söylemesi ve birbirini desteklemesi gerekmektedir. Eğitimde rol üstlenen unsurlar birbirlerini tekzip etmekten birbirlerinin zıddı şeyler söylemekten ve üretmekten kaçınmalıdırlar. Gerek aile içerisinde, gerekse okulda birbirini yalanlayan, birinin doğru dediğine diğerinin yalan dediği bir eğitim anlayışında uzak durmak gerekir. Ancak ülkemizde yıllardır görülen şu gerçeği göz ardı edemeyiz: Ailenin çocuk yetiştirme tasavvuru ile okulun çocuk yetiştirme tarzları hep çatışır haldedir. Ailenin öncelediği ve önem verdiği bilgilerin, okulda verilen bilgilerle örtüşmeNisan’17 • 31


Gündem diği, her iki yerin önceliklerinin farklı ve değişik olduğu, ailenin verdiği bilgilerin tam tersi ve hatta o bilgileri yalanlayan bilgilerin okullarda verildiği aşikar bir durumdur. Türkiye’de sistem uzun yıllardır tek tip insan yetiştirmeye çalışmış, kendisi gibi düşünmeyen ve yaşamayanlarla adeta çatışmayı kendisine görev edinmiştir. Günümüze kadar da bu çatışmacı zihniyetten bir türlü kendisini kurtaramamıştır. Kendi doğruları istikametinde, toplumla, aile ile çatışmış, sürekli toplum mühendisliğine soyunmuş, onlarla mücadele etmiş, insanı ve toplumu kendi anlayışına göre dizayn etmeye çabalamıştır. Sistem bu çatışmacı ve inkar edici tavrından dolayı toplumun büyük bir kesiminde sevilmemiş, hatta kendisine düşmanca bakıldığı kanaatine sahip olmuştur. Toplum daima yerli, milli ve dini anlayıştan yana tavrını hep muhafaza etmiş bu ilkeleri benimseyen siyasal parti ve iktidarları daima desteklemiştir. Toplum mühendislerine inat çocuklarına ve gençlerine daima ilgi göstermiş, onları korumaya almış, kendi ilkelerini, değer ölçülerini bilebildiği oranda daima onlara vermiştir. Çocuklarını toplum mühendislerine kaptırmamak için çabalamıştır. Kainatın yaratılışını anlatan Kur’an’daki bilgiler, Allah’ın yaratılışta koyduğu kurallar, bilim dalları tarafından keşfedilmektedirler. Ancak bu keşfi yapan bazı insanların, ilahi sünneti kabul konusunda zorlanmakta olduğunu görmekteyiz. Yaratılıştaki ilahi sünneti, tesadüfi olaylarla izah etme zaafına düşmektedirler. Tesadüfen oluştuğu iddia edilen görüşler okullarda maalesef bilim diye öğretilmektedir. Aile ilk yaratılışı Hz. Adem diye öğretirken, okul maymundan türedik diye öğretmektedir. Dolayısı ile okul bilgisi, dini bilgi ile çatışmaktadır. Halbuki keşfedilen ve elde edilen bilgiler ilahi sünnet ile çatışmamalı ve uyumlu olmalıdır. Şurası da bir gerçekliktir ki bilginin dini ve ladinisi olmaz. Her bilgi kainatı yoktan var eden, onu bir hesap ve düzen içerisinde hareket ettiren yüce yaratıcı Rabb’imizin ilahi sünnetinin anlaşılması, kavranması ve insan hayatının ona uygun yaşanılır hale getirilmesine yardımcı olmak için vardır. 32 • Nisan’17

Gündem Bu gün yaşadığımız ortamda çoğu aile, okul döneminde çocuğa verilen bilgilerin yetersizliği, hatta kendi inandığı değerlere ve onun biçimlendirdiği yaşam tarzına uymayan bilgiler olduğuna şahit olmaktadır. Bu bilgi çatışmasını okul döneminde gözlemleyen aileler, çocuklarının yeterli dini bilgiyi almadıklarını gördüğünden, dini bilgi konusunda okula güvenmemektedir. Çocuğun dini bilgi ihtiyacını hep kendi bildiği yoldan, kendi çabaları ile gidermeye çalışmıştır. Bu güvensizlik, okul öncesi yaşlardan başlayarak, yaz tatillerine kadar uzanan zaman diliminde çocuklara dini bilgi aktarımını aile kendi bildiği ve güvendiği yerlerde çözümlemiştir. Okul öncesi dini bilgi mutlaka verilmelidir. Aileler bundan kaçınmamalıdırlar, üstelik geç de kalmamalıdırlar. Ağacın yaş iken eğildiği prensibi her anne baba için ölçü olmalıdır. Ancak bilgi aktarımı, bazen gereğinden fazla dini bilginin boca edilmesine sebep olmaktadır. Önemli olan şey, çocuklara yetecek ve bilinç uyandıracak dini bilginin verilmesinin gerekliliği ve bunun temel ve asli görev olduğudur. Bilginin çocuklara verilişi, objektif kriterlerden uzaklaşmadan, okul öncesinden başlayarak çocukların ihtiyacı kadar, onların sosyal ve psikolojik durumlarını dikkate alarak hazırlanan ve uygulanan yol haritası ile uygun olmalıdır. Evet günümüz çocukları çok akıllıdırlar. Ancak onlara büyük insan aklı, duygusu, zevkleri ve bilgi edinme şekli aşılanmamalıdır. Çocuk, bilgiyi yaşına uygun biçimde, gerektiği kadar öğrenmeli ve çocuk çocukluğunu kendi tabii ortamında yaşamalıdır. Yol haritasının mimarı anne babalara bazı hatırlatmalar Anne baba, ya çocuğuna kaldırabileceği yükü düşünmeden, aşırı yoğunlaştırılmış bir bilgi yüklemesini uygun görmekte ya da çocuğa yaşının gereği olan donanımlı bir bilgiyi vermemektedir. Çocuğa verilen eğitim, yaşına uygun olmalı, ne fazla abartılmalı, ne de eksik verilmelidir. Anne babanın çocuğun eğitiminde zamanından önce bilgi yüklemesi yapmaması gerekir, diğer taraftan da henüz vakit erken anlayışı ile yaşı gereği verilmesi gereken eğitimi ertelememelidir.

Çocuk eğitiminde geç kalınması, yavaş davranılması, daha zaman var anlayışı ile beklenilmesi, karşı kıyıya geçmek için nehrin akışının durmasını beklemek gibi bir şeydir. Nehrin suları nasıl ki durmadan akıp gidiyorsa, zaman da hızla akıp gitmektedir. Anne babalar çocuklarının geleceklerini düşünüp onlara ev, araba, evlilik parası biriktirmek için çokça çalışarak onları ihmal etmemeli, çocukların bu günlerinin de var olduğunu unutmamalıdır. Öncelikle çocukların bu günü ile ilgili gereklilikler yerine getirilmeli, gün çocuklarla beraber yaşanmalıdır. Eğer ebeveyn olarak geç kalırsanız, çocuğunuz, hayat tarzını kirletecek pek çok unsurla karşılaşabilir. Çocuğunuzun zihni erken yaşlarda kirlenebilir. Ondan sonra da “Ne oldu bizim çocuklara!” Neden bizim istediğimiz, beklediğimiz gibi değiller şikayetlerini eder durursunuz. Gereken eğitimi zamanında vermekte geç kalmamak gerekir. Çünkü ömür çok ama çok kısadır. Peki kişi çocuklarını eğitmede, onları biçimlendirmede neden geç kalır? Durumu gözlemlediğimizde şunu görüyoruz. Dünyaya çok fazla meyletmek, dünya hayatını çok önemsemek, dünyayı hayatının odak noktası olarak görmek. Dünyaya gereğinden fazla meyletmek, diğer ifadeyle dünyevileşmek, öncelikle ailede var olan anne baba- çocuk ilişkisinin, bütünlüğü bozacak

tarzda gevşemesine, hatta kopmasına sebep olur. İşlerinin çokluğundan ve yoğunluğundan çocuğu ile görüşemeyen, konuşamayan, sevemeyen, onların gelişmelerine destek vermeyen veya veremeyenler, çocuğunu bilerek veya ihmalinden dolayı bilmeyerek başkalarına teslim edenler; yavrularınızı kendi düşünce tarzlarına aykırı istikamette biçimlendirmek, çocukları size yabancılaştırmak isteyen o kadar çok kişi ve kurum var ki onların ekmeğine yağ sürmüş oluyorsunuz. İşte o zaman yandınız demektir. Çünkü ihmaliniz, sizi çocukların her şeyi olmaktan uzaklaştırmıştır, açıkçası çocuklarınız sizin olmaktan çıkmıştır. Bu düşünceye itiraz edebilirsiniz veya hayret edebilirsiniz. Ancak yavrularınızı biçimlendiren, şekillendiren siz misiniz yoksa başkaları mıdır? İsterseniz bir düşünün. Eğitenler siz değil başkaları ise şaşırmanıza gerek yok. Başkaları, sizin çocuklarınızı size benzer değil, kendilerine benzer yetiştireceklerdir. Aile büyükleri çocuklarının eğitiminde ihmaller gösterip onları başkalarının eğitmesine rıza göstermemelidir. Böyle durumlarda çocuk sizin çocuğunuz olmaktan çıkar, eğitenlerin çocuğu olur. Çocuğu kim biçimlendiriyorsa çocuk onun olur. Özellikle kendinize benzemeyenlerin eğitimine bıraktığınız çocukların ileriki dönemlerde sizi oldukça üzeceği beklenmelidir. Aileler yuvalarında çocuklarına gerekli ilgiyi gösterip onları biçimlendirmelidir. Kendi görevlerini ihmal edip çocukların eğitimini başkalarının eline bırakmamalıdır. Çocuğu eğitmede, terbiye etmede ve biçimlendirmede geç kalmak, Allah tarafından kendisine emanet edilen çocuğa ve emaneti tevdi eden Allah’a ihanet etmek demektir. İhanetten uzak kalmak için, kendi değerlerimizle kendi çocuğumuzun eğitimini nasıl yapacağımıza kafa yoralım. Eğer buna kafa yormazsak ve işi savsaklarsak, beni meşgul etmesin de ne yaparsa yapsın dersek, çocuğun ruh dünyasını kirletiriz. Zihni kirlenen çocuklar ise, hem aileyi, hem toplumu, hem ülkeyi, hem dünyayı rahatsız eder. Terörün, kanın, şiddetin maşası olan çocuklar bunlardır. Kendi huzurun, çocuğunun ve dünyanın huzuru için çocuğunu senden istenilen tarzda eğitmede geç kalma. Çocukların ihmal edilmeden yaratıcıyı tanıması Nisan’17 • 33


Basın Duyurusu

Gündem ve kurallarını öğrenmesi sosyal hayattaki durumunu da bu kurallara uygun hale getirmesinin hatırlatılması, evde öğretilen ve benimsetilen ilk kurallardan olmalıdır. Çocuğu eğiten, geliştiren, kişilik kazandıran, kimlik sahibi yapanlar, sorumluluk bilincinde olan aile bireyleri olmalıdır. Günümüzde, kadın en az sekiz saat günlük çalışma hayatının içerisine sürüklendiği için doğurduğu çocuğunu beş altı aylıkken başkalarının bakımına ve eğitimine terk etmek zorunda kalmaktadır. Başkalarının sevgisi, şefkati, bilgisi, ilgisi ile büyüyen çocuğu anne ne kadar şekillendirebilir. Aile bunu düşünmelidir. Oysa ki aile kültürünün oluşmasında annenin rolü daha fazladır. Anneler, kanatlarınızı hiç kapatmayın onları daima açık tutun ki, çocuklarınız kanatlarınızın altına sokulsun. Yavrularınızı şekillendirin ve biçimlendirin ki sevinçlerini, üzüntülerini ailenin siz büyükleriyle paylaşsınlar. Sizi en yakın dostları bilsinler, sizin kendileri için her şeyini fedaya hazır aile büyükleri olduğunuzu unutmasınlar. Genç kendi evinde imani değerlere, anne babasına, hayata, toplumsal tepkilere ve gelişmelere uygun yetiştirilmezse, kimliğini inşa edecek değerlere duyarsız, ilgisiz kalır, öncelikli olarak ev beraberliğini sağlayan evde yemek yemek, sohbet etmek gibi güzelliklerden, evin sevinç ve üzüntülerini paylaşmaktan bile uzak durur. Ayrıca, maçınız, tuttuğunuz takımın müsabakası, sevdiğiniz diziniz, kahveniz, arkadaş sohbetleriniz, işiniz, çok para kazanma hırsınız, cemaatinizin çalışmaları, haberleriniz, yurt içi yurt dışı gezmeleriniz, partiniz, derneğiniz, yazlığınız, kışlığınız, her türlü dünyevi çalışmalarınız sizi asla evinizdeki çocuğunuzu ihmal etmenize sebep olmamalıdır. Evde biçimlendirilmeyen, ilgilenilmeyen çocuk her türlü olumsuzluğa açıktır. Çocuğun ilk mektebi evidir. Her ev, çocuk için hizmet içi eğitim merkezi olarak algılanmalıdır. Evdeki eğitim kesintisiz ve sürekli olmalıdır. Eğitimdeki konular birbirini tamamlamalıdır, bir sonraki bilgi ve davranış, bir önceki bilgi ve davranışla bütünlük arzetmelidir. Bu mektepte ömür boyu kendisine lazım olacak ilk bilgileri edinmesi gerekir. 34 • Nisan’17

Hız ve haz peşinde yaşamayı empoze eden çağımız egemenlerinin etkisi altında kalan evlerimizdeki yavrularımız, beraber sevinmeyi ve beraber üzülmeyi bile unuttular. Evlerimizin yeniden inşası ve toplumsal kardeşlik reflekslerimizin yeniden faaliyete geçmesi için evlerimizde sadece televizyon haberlerini seyrederek ah vah ederek felaketlere, sıkıntılara ortak olunamayacağı bilincini kazanmalarına destek olmak gerekir. Çocuklarımızla beraber felaketlerin ve sıkıntıların analizini yaparak, onlara unutturulan üzüntülerin paylaşılarak azalacağı düşüncesini hatırlatmak, sadece seyirci değil, her türlü imkanla, mağdur ve muhtaç olana destek sağlamak gerektiği çocuklarımıza öğretilmelidir. Kendi biriktirdikleri harçlıklarından infak etmelerini, başkalarına ikramda bulunmalarını, ölenlere ve kalanlara rahmet dilemelerini, dualarını eksik etmemelerini, felaketlerde yetim kalan kardeşleriyle bütünleşmelerini, onların dertleri ile dertlenmelerini anlatmalıyız. Yazı dizisinin bitiminde alemlerin Rabbi olan yaratıcımızın kitabımızda bizlere yaptığı bazı tavsiyeleri hem okumak, hem ezberlemek, hem de gereğini yapmak üzere birlikte hatırlayalım istiyorum. Sorunsuz yuvalar ve evlatlar sahibi olmak dualarımla!

َ َ َ ُ‫ين َي ُقول‬ َ ‫َوالَّ ِذ‬ ‫اج َنا َو ُذ ِّريَّا ِت َنا‬ ِ ‫ون َربَّ َنا َه ْب ْل َنا ِْم ْن أ ْز َو‬ َ ُ َ ‫اج َعل َنا لِلمُتَّ ِق‬ ‫ين إِ َمامًا‬ ْ ‫ُن َو‬ ٍ ‫ق َّر َة أ ْعي‬

Onlar, “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” diyenlerdir. Furkan:74

ْ ْ ‫َربَّ َنا َو‬ ً ‫ُسلِ َميْن لَ َك َو ِمن ُذ ِّريَّ ِت َنا أُم‬ ‫ُّسلِ َم ًة‬ ْ ‫َّة م‬ ِ ْ ‫اج َعل َنا م‬ َّ ‫ل َك‬ “Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar…” Bakara:128

ْ ‫ال ِة َو ِمن ُذ ِّريَّ ِتي َربَّ َنا َو َت َقب‬ َ ‫الص‬ ‫َّل‬ ْ ‫َر ِّب‬ َّ ‫اج َع ْل ِني ُم ِقي َم‬ ‫ُد َعاء‬

“Ey Rabb’im! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabb’imiz! Duamı kabul et” İbrahim/41

ÇANAKKALE/ İSLAM MÜDAFAASINDAN BUGÜNE Uğur DEMİREL

18

Mart 1915’in üzerinden 102 sene geçti. I. Dünya Savaşı’yla beraber Batı’nın zihnindeki yeni dünya düzeni cepheye taşınınca İslam beldelerinin dört bir yanında Müslümanlar kıyama kalkmış ve Akif’in diliyle Bedr’in arslanları gibi cihat etmişti. Henüz bıyıkları terlememiş kuzulardan doksanına merdiven dayamış dedelere kadar herkes Anadolu’da cepheye koşmuş, vatanı ve dinini müdafaa ederek şehitlik şerbetini içmişti. Allah katında kıymetlerine kıymet katmışlardı. “Gökten ecdâd inerek öpse o pak alnı değer.” derken şair, abartılı konuşmuyordu. Çünkü Çanakkale’de dini, namusu, bayrağı ve vatanı için canlarını feda edenler; Allah katında en büyük mertebeye koşmuş, dedelerinden emanet aldıkları vatanlarına sahip çıkmışlardı. Bugün, Çanakkale cihadının üzerinden 102 sene geçti. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” diye nitelenen küffar, bugün de dişlerini İslam alemine aynı şehvetle bilemekte ve Müslümanların birazcık doğrulduğu gördükleri anda ağızları köpüre köpüre müminleri hedefe koymaktalar. 15 Temmuz’da bunu ayan beyan yaşadık hepimiz. Müslümanlara diz çöktüremeyeceklerini anladıkları anda “bizim çocuklar” dedikleri, içimizdeki toplumsal gayrı meşru çocuklarını harekete geçirmeye kalktılar. Ancak Çanakkale savaşındaki dedelerinin karakteriyle yetişen çocuklar, Çanakkale’de geçilmeyen vatanlarının geçilmesine bugün de müsaade etmedi.

Gençler! Bin sene evvel Malazgirt’le vatan tuttuğumuz bu topraklar ne bugün ilk kez işgal girişimi yaşadı, ne de son kez yaşayacak. Alparslan ve Ertuğrul Gazi Haçlı’ya göğüs gerdiği için, Fatih ve Kanuni Avrupa’ya karşı Müslümanları izzetli kıldığı için, Gazi Osman Paşa ve Abdulhamid Han bir karış dahi olsa vatan toprağını kafire vermeye razı olmadığı için, Çanakkale şehitleri atalarının kendilerine emanet ettiği toprakları kendi kanlarıyla suladıkları için, 15 Temmuz’da Allah için canlarını verenler de son yurtta son toprak parçasını kimseye bırakmadıkları için izzet ve şeref sahibi oldular. Bugün son vatanımız bize emanet. Tarihimiz/atalarımız gibi son toprak parçamız da bizden atalarımızın izzet ve şerefini bekliyor. Biz bugün dinimizi, İslam sancağını ve son vatanımızı atalarımız gibi sahiplenmezsek, vallahi ne izzet ve şeref kazanırız, ne de mahşer günü onların yüzlerine bakabiliriz. Allah’tan rahmet ve bereket bekleyen; Allah’tan rahmet ve bereket gören müminlerin samimiyetini ve hassasiyetini taşımalıdır. Bugün Müslüman dünya olarak savaşın tam ortasındayız. Kendi kaderimizi kendimiz çizeceğiz. Yüz sene sonra ya Çanakkale şehitleri gibi rahmetle anılacağız, ya da gerekli mücadeleyi vermediği için vatanını Batı hegemonyasına teslim etmiş nesiller olarak anılacağız. Allah bize savaş dirayeti ve basiret, torunlarımıza da izzet ve şerefi elinden bırakmayan atalar nasip etsin.

Nisan’17 • 35


Gündem

Gündem

Olympos’un Çocukları ve Hira’nın Evlatları Muhammed Salih DEMİRTAŞ Cemil Meriç’in dediği gibi: “Olympos dağının çocukları, Hira dağının evlatlarını asla kabullenmeyecektir.”

Y

unan demokrasisinden bahsederken demokrasi maskesinin sadece toplumun çok az bir kısmının, büyük bir bölümünü köleleştirerek kurduğu aristokrasisinden başka birşey olmadığı, tarih kitaplarında hayatlarını bile bilmediğimiz ezilenlerin ve kölelerin malumudur. Pax Romana, Romalı tanrıların(!) halkları köleleştiren ve hukukun sadece kendileri için gerçek manada işlevsel olduğu kaba gücün sahiplerinin, Themis’in gölgesi altında güvenceye alındığı bir illüzyondu. Paganizm basit bir şekilde tanrıların çok olması değil, iktidarın birçok tanrı-efendi üzerinden insanları korkutarak ve korkularına merhem olarak, Rahman’ın tevhidinin toplumsal düzlemde tezahür etmesine karşı iktidar sahiplerinin ondan rol çalmasının kurumsallaşmış halidir. İslam’da biz buna şirk deriz. Peygamberin uyardığı gizli şirk de bunun İslam toplumunda da

36 • Nisan’17

tezahür edebilecek bir potansiyelde olmasındandır. Hira dağının hikayesi ise İbrahim ile başlar. Tanrılar-efendiler, Promethe’nin bir zamanlar halkı için kendilerinden çaldığı ateşle (bilinç-bilgiyaratıcılık), İbrahim’in ardı arkası gelmeyen kavgasını yok etmeye çalıştılarsa da aynı ateş onun için selamet olmuştu. Hiçbir şekilde söz hakkı olmayan zayıf bırakılmışların haykırışları Musa’nın asasında ejderhaya dönüşmüştü. İsa’nın sessiz devrimi usanmış halkların elleriyle yıkılmayacakmış gibi gözüken illüzyonu parçalamıştı. Yine de Şeytan birçok defa ademi kandırdı. Ademin her kandırılışı ve mağlubiyeti, talep ettiği kelimelerle toplumlarda halkların bağrından tulu eden, Hegel’in deyimiyle halkların tininin, tikel iradelerinin genele bağlanmak suretiyle tezahür ettiği devrimciler, yenilikçiler ve halk önderleriyle tekrar zafere tevdi etti. Hira’nın anlamı insanlar için evrensel olan her şeyin herkes için eşit olduğu, tanrıların-efendilerin bile yargılandığı, zora düştüklerinde evrensel de-

ğerler maskesiyle kendilerini Kabe’nin örtüsüne sarılır gibi koruyanlara, yeryüzünde unutulanların ve hakları gasp edilenlerin haykırışlarının ve gözyaşlarının Themis’in sahte yüzünü parçalayan zülfikarın hatırlatıcı korkusuyla hissettirilmesi ve merhametin ve sevginin hiçbir maskeyle kirletilmeden adaletin gölgesinde insanların kalplerinde yeşermesidir. Kadim olan aslında her şeyiyle hayatımızdadır. Bütün kavgaların, karşıtlıkların kökenini de çözümü de hesaplaşması da oradadır. Öyle portakal bıçaklayarak, inek keserek gülünç bir şekilde maalesef Hollanda’ya gözdağı vermeye çalışanlar, ilk önce bu derin hesaplaşmayı anlamaları lazım. İlahi irade bir şekilde kendini gösterir ve gerçekleştirir, gerçekleştirir de bu şekilde gülünç işlerle değil, toplumun metafizik temellendirmesini varoluşsal ve dolayısıyla sorumluluk bilinci düzleminde okumaya, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışarak, onu yönlendirecek dinamiklerin yapı taşlarını bilinçsel ve iradi düzlemde oluşturarak yapılır. Artık bunun için de bir daha vahiy gelmesini beklemeye de gerek yok. Meseleyi tüm çıplaklığıyla anlamış olmamız lazım. Vahyin, bizim için tüm bu yaşananlara dair bir zikir olduğunu ve peygamberlerin misyonunun tekrar güçlü bir şekilde son nebinin hayat tecrübesindesünnetinde tecessüm ederek, bize hayatın içinden örnekliklere dönüşen ilkeler ve pratiklerle miras olarak kaldığını, her daim hatırlamakta en azından dert sahibi insanlar için fayda vardır. Özellikle gençler olarak hiçbir ideolojinin, cemaatin, grubun, marjinal fikirlerin yönlendirici cezbesine kapılmadan, Müslüman aklın ve bilincin bizzat kaynağı olan kerim olan Kitab’ın ilkelerini, ona sadece samimiyetle ve yürekten yaklaşarak anlamaya çalışmalı ve yaşamalıyız. Sorunlara değil, çözümlere odaklanmalıyız. Hesaplaşmaları doğru yapmalıyız; kuklalarla değil, kuklacılarla hesaplaşmalıyız. Tüm insanlığın bizim ailemizin bir parçası olduğunu, öfkemizi ve kinimizi yöneltmemiz gerekenlerin halklar değil, efendiler olduğunu bilmeliyiz. Liderlerimiz her zaman olacak. Fakat Rabbimizin bize hatırlattığı gibi; bir toplumun kendi içindekini değiştirmesiyle sosyal değişim yasaları işler ve o toplum değişir. Aslında her bir birey de eğer farkındaysa en az liderler kadar toplumsal değişimlerin önemli bir parçası konumundadır.

Her bir insan biriciktir. Rabbin kelimeleri her insanda bir şekilde neşet eder. Aynı şekilde O’nun, peygamberin ve arkadaşlarının örnekliğinde birçok bedel ödemiş Müslümanlar için, “Siz inananlar arasından çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarsınız.” sözü, insanlar için polis gücü olmayı değil; iyi, faydalı ve güzel olanın toplumda teşvik edilerek, kötü, zararlı ve çirkin olanın toplumda azaltılması suretiyle her bir insanın fıtratına hitap eden örnek bir modelin halkların içinde oluşturulmasını ifade eder niteliktedir. Tekrar başa dönecek olursak, “La ilahe illa Allah”ın bir slogan değil, kurumsallaşarak sembollere dönüşmüş bu kadim hesaplaşmanın en kilit noktası olduğunu fark ederiz. Fakat bu hesaplaşmada hakikatin tekeli bizde değil ve tüm bir Batı’nın kendisi de mutlak şeytan değil. Uluslararası kurumlar ve kuruluşlar vasıtasıyla tanrıların-efendilerin Batı’nın hukukî, fikrî, iktisadî ve siyasî hegemanyası üzerinden kurduğu iktidarının, dünya halklarının çoğunun aleyhine işleyen ve onlara yapılan zulmü göz ardı eden, hatta bazen zulümleri meşrulaştıran, insanlığın ortak problemlerini kendi çıkarlarını ilgilendirmediği sürece pek iplemeyen bir yapıya sahip olması, tıpkı Yunan aristokrasinin Olympos tanrıları üzerinden kurduğu iktidarları gibidir. Hira dağının evlatları ise bu tehlikelere her zaman açık olmakla beraber, vahyin son tecrübî mirasının üzerinden bu hesaplaşmanın siyasî, iktisadî, fikrî ve hukukî yönleriyle iktidarı, tanrıların-efendilerinsermayenin yaratıcı ve yok edici gücünü ellerinde bulunduranların tekelinden almak suretiyle mülkün gerçek ve tek sahibinin tevhidinin gerçekleşmesinin sembolik bir hatırlatıcısı ve uyarıcısıdır ve öyle olmalıdır da. Nisan’17 • 37


İlmihal

İlmihal

CEVAPLARIN HİKAYESİ Zeyneb Rabia GENÇ

B

ilmek… Her şey, bir şeyi bilmekle başlıyordu insan hayatında. Henüz yeni doğmuşken nefes almayı bildiriyordu Allah Subhanehu ve Tealâ, nefes alıyorduk. Zamanla yürümeyi, konuşmayı… Eşsiz yaratanın yarattığı güzel varlıklar olarak biz insanlara akıl nimeti bahşedilmişti. Ve öğrene öğrene büyüyorduk, öğrene öğrene geçiyordu bir ömür. Bize aslen ilk önce öğrenmek öğretilmişti. Ve bizi yaratan Rabbimiz, bizden düşünmemizi, O’nu ve dinimizi öğrenmemizi istemişti. Ve bu isteğiyle Rabbimiz, kısacık olan ömürlerimizin kainatta yalnızca bir nokta kadar değeri varken her birimizin ömrüne ayrı ayrı anlam katmıştı. -Hamd alemlerin Rabbi olan Allahadır- Ardından bizler bu isteğini yerine getirebilelim diye bizlere, hayatlarımızı anlamlandıran dinimizi ve şeriatımızı, bu yoldaki rehberlerimiz hazreti peygamberlerimizi, nasılın cevabı yüce vahyini ve zamanla asırlara ışık tutan alimlerimizi gönderdi. Rabbimiz, insanı dünya imtihanına gönderdiği ilk andan beri hiçbir şekilde yalnız bırakmadı ve asla terk etmedi. Rabbimiz, hayatlarımıza, biteceğini bildiğimiz ve bunu bile

38 • Nisan’17

bile yaşadığımız şu ömürlerimize; kendisini bizlere bildirerek eşsiz bir değer kattı. Hayat çok kıymetliydi ve bir başka tabirle hayat yaşamaya değerdi. Hayat yaşamaya o kadar değerdi ki ebedi olacak olan hayatlarımızın belirlendiği elimize yalnızca bir kere geçmiş kocaman bir fırsattı. Allah’ı bilmek onun için yaşamak ve sonunda onun yolunda ebedi saadete ulaşmak. İşte hayat bu kadar kıymetliydi. Dünya bir sınav kâğıdıydı. Hem de geçmek için gecelerce uyumadan hazırlandığımız ve geleceğimizi belirleyeceğine inandığımız “Yalnızca bir hakkım var!” dediğimiz üniversite sınav kâğıtlarımızdan çok daha değerli bir sınavın kâğıdıydı dünya! Çünkü ahiretin sınav kağıdıydı. Ve ne özeldi ki Allah Subhanehu ve Teala’nın bu sınav kağıdında sorular ayrı kusursuz, cevaplar ayrı kusursuzken eğitim sistemi bambaşka kusursuzdu. Başımıza gelen en adil sınav buydu. Teşbihte hata olmaz! Bu haseple bu teşbihimizi anlamlandırmaya devam ediyoruz ki dünya dediğimiz bu sınav kâğıdında cevaplar, sınav sahibi tarafından birçok yöntemle bize gönderiliyor. Ve

bizden beklenen sadece o cevaplara inanarak o kâğıda bu cevapları yazmamız. Ve imtihanın bu noktasında aslında sonucu bu imtihandan geçmeyi bizim ne kadar çok isteyip istemediğimiz belirliyor. Bu sınavı geçmeyi gerçekten istiyorsak neden önümüze kadar gelmiş cevapları alıp o kâğıda işlemeye eriniyoruz. O gönderilmiş cevaplara gözümüzü kulağımızı niçin kapatıyoruz? İşte bu, bizim tefekkür noktamızdır, hayatlarımıza anlam katan tek şeye ilgi azlığımızdır… Bu cevapların bize ulaşma yöntemlerine girdiğimizde ise bizi, hiç şüphesiz sırasıyla Kuran, sünnet ve ilim kapıda karşılıyor olacak. Bu üç öğretmen, sınav kâğıdı size verildiği, süre başladığı andan itibaren sınavın sonuna kadar hazır ve nazır bir şekilde başınızda bekliyor olacak; sizinse tek yapmanız gereken onlara uzanıp cevapları almak. Elbette her şey gibi onlara ulaşmanın da bir bedeli olacak. Başta zaman… Ama zaten hayatımızın amacına hizmet ederken ona feda edeceğimiz zamanın bir ehemmiyeti olmasa gerek. Sınav süresince nefis ve şeytan bize her ne kadar aksini söylese de bizim cevaplara ulaşmaktan vazgeçmememiz lazım. Peki bu ahir zamanda, bu karışıklıkta, bunca zorlaşmışken bu sınav kağıdı biz o cevaplara nasıl ulaşacağız? Sahabe değiliz ki Efendimiz’e (Aleyhisselatu vesselam) soralım. Şu zamanda nerede bizim cevaplarımız? İşte bu noktada verilebilecek en güzel tavsiyedir ki, İslam ilimlerine yönelmeliyiz. Üstad Necip Fazıl der ki: “İslamda, batıl dinlerde olduğu gibi din görevlileri bir tarafa görevsizler bir tarafa diye bir ayrım yoktur. Bu bir esnaflık işi değildir. Hepimiz din görevlisiyiz. Kendini görevli saymayan bizden olamaz.’’ Yani ben Müslümanım diyen bir kişinin “Bu dini öğrenmek benim işim değil din adamlarının işi!” demek gibi bir hakkı yoktur. İslam ve dahi mümin kişinin yaşam amacı dinini, şeriatını

ve Rabbini bilmektir. Bilmek için peşine düşmek öğrenmeye çabalarken ölmektir. Bu nedenledir ki asırlardır alim kişiler sürekli çabalamakta, imtihanlarımız için gereken cevapları fert fert ulaştırmaya gayret etmektedirler. Bu gayrete, kayıtsız kalmadan bilakis tüm özenimizle ilimlerin peşine düşmek; her kim olursak olalım yapmaya niyet ettiğimiz işin, en azından şerri ahkâmlarını öğrenmek durumunuzdayız. Misal vermek gerekirse, ticarete adım atacak bir mümin alışveriş fıkhını öğrenmek ve bununla amel etmek mecburiyetindedir. Yoksa bu dünyada rızık kapısı edindiği bu ticaret yoluyla cevap kâğıdına yazdığı her satır hatalı olacaktır. Öğrendiği İslam fıkhıyla, her muamelesi ise en doğru cevabı olarak kâğıdına kazınacaktır. Ve kazanmakla kaybetmek arasındaki fark bu denli küçük bu denli kolaydır. Zikrettiğimiz misal kalan tüm hayat şekilleri için emsal teşkil etmektedir. Bir doktor, bir avukat, bir terzi bir manav veya bir anne kim olmayı tercih edersek edelim, İslam ilimleri doğrultusunda olduğumuz kişiye yön vermek zorundayız. Aksi takdirde bu bizim hayat amacımızın dışına çıkmamıza, zaten bitecek bir dünyada yok olup gidecek işlerle meşgul olup silinip gitmemize vesile olacaktır. Beyhude olacaktır adı, beyhude yaşayacağızdır… Hayat amacını idrak edebilmiş bir müminin önünde iki yol vardır: Ya cevap kâğıdına en doğru cevapları ilmin ışığıyla yazacak ya da beyhude bir ömre tek şansını feda edecektir. İslam ilimlerini hayatımıza almaktan eksiklerimizi tamamlamaya gayret edip kendi alanlarımızda kendi kalbimizin din adamı olmaktan vazgeçmeyelim. Umudumuzdur ki ebedi hayatımızda Rabbimizin cennetle mükâfatlandırdığı hayat amacının hakkını verebilmiş kullardan olalım. Amin! Nisan’17 • 39


İlmihal

İlmihal

İslam’ı Usuller İle Anlamak Ayşe CAN Bismillahirrahmanirrahim

GENEL BAKIŞ

U

sul; fıkıh, hadis, tasavvuf, felsefe, mantık ve kelam alanlarında çeşitli anlamlarda kullanılan bir terimdir. Fıkıh ve kelam alanlarındaki manalarına bakarsak fıkıh; sözlükte “kök, dip, temel, kaide, kaynak, bir şeyin esası, dayanağı gibi manalara gelen asıldır (çoğulu usul).1 Kelam: Allah’ın zatından ve sıfatlarından, nübüvvet konularından, başlangıç ve sonuç itibariyle kâinatın hallerinden İslam kanunu üzere bahseden bir ilimdir.2

40 • Nisan’17

İslam, insanlığa Allah-u Teala tarafından Efendimiz (aleyhisselam) vasıtasıyla bize ulaştırılan dinin adıdır. Allah (cc) gönderdiği vahiylerle bizim bu dini doğru anlayıp doğru yaşamamızı, düşünmemizi ve kafa yormamızı istemiştir. Yine kim bu vahye ve onu bize ulaştıran Efendimize (aleyhisselam) itaat ederse doğru yolu bulmuş olur diyerek bizlere bu yolun anahtarını sunmuştur. Bu durumda bize düşen, Rabbimizin bize ne dediğini ve bizden ne istediğini, nasıl bir mümin olmamız nasıl bir itaatle bağlanmamız gerektiğini bu vahiyler ışığında anlamak ve uygulamaktır. İşte Kuran-ı Kerim,

Allah’ın insanlığa gönderdiği İslam dininin anlaşılması için indirdiği yegâne usuldür. Efendimiz de (aleyhisselam) bu usule uygun olarak hareket eden ve bizlere bilfiil örnek olan Allah’ın Resulüdür. İşin ehli olan İslam ulemamız da (Allah hepsinden razı olsun) bu iki temel kaynakla hareket ederek Kuran içerisinde her ayette ve sünnet içerisinde her hadiste ayrı ayrı kafa yormuş, düşünmüş, anlamak ve idrak edebilmek adına bu yolda ömrünü vermiştir. Bunun sonucunda ise ortaya kuralları kaideleri belli bir usul ortaya koymuşlardır. Kuran ve sünnetten çıkardıkları bu usulü avama sunmuş, Müslümanlar da bu usulü hayatlarında düstur edinmişlerdir. Öyle ya usulsüz vusul olmaz... Peki İslam’ı anlamak için, Rabbimizin razı olacağı bir hayat yaşayabilmek için olmazsa olmaz mı bu usul? Allah-u Teala’nın dini tek bir usule uygun olarak yaratılmak zorunda mı? Belki de en mutaassıbın; mezhebine en bağlı olan bir müslümanın bile aklından geçebilecek bir soru bu. Neden sonradan oluşturulmuş bir usule bu kadar kesin ve net itaat? Allah ve Resulü bizlere hep daha iyi, daha kolay yaşanabilecek bir din sunmuşken bu kadar ince ve matematiksel hesaplara bu dini indirgemek neden? Tabii ki de alimlerimiz (Allah hepsinden razı olsun) çok salih niyetlerle din hakkında hiçbir şüphe kalmaması adına başı sonu net kurallarla belli bir usul ortaya koymak istemiş olabilirler. Ama unutmamalıyız ki bu din hepimize indi; tüm insanlığa… Yalnızca usulünü kabul ettiğimiz, imamımız kabul ettiğimiz alimler göndermedi bu dünyaya. Pek çok farklı tefsirler yorumlar ortaya koyan yine Kuran ve sünnet adına uğraşan hocalar alimler de var. Neden bir konuda İmam Şafi isabet etmiş olsun da başka bir konuda Ebu Hanife isabet etmiş olmasın? Demem o ki her mezhebe, her alime dini anlamaya çalışan herkese kulak vermeli ve onlardan alacağımız, istifade edeceğimiz şeyler olduğunu unutmamalıyız. Peki usulsüz anlamak mümkün müydü İslam’ı? Hiçbir kural kaide koymadan kim ne anlarsa ona inansın, onu yaşasın şeklinde bir tertipsizlik mümkün mü? Böyle bir şey İslam adına söz konusu olamaz. Allah’ın ayetlerine herkesin farklı yorumlar getirmesi, yine Resul’ün sünnetlerini herkesin farklı anlaması, dilin gramer kurallarına uymaya-

rak mana çıkarmaya çalışmak dolayısıyla ortak bir çağrışım vermeyen bir din algısı... Bunun sonucunda da kaçınılmaz olarak Allah ve Resulü’ne tam itaat nedir sorusunun net olmayan cevabı... Mesela bizlere yol gösterecek bir fıkıh usulümüz olmasaydı nasıl bir hayatımız olurdu? Alimlerimiz tüm müminler adına tek tek uğraşıp içtihatlar edip hayatımızı kolaylaştırmaya çalışmışlar. Bize düşen ise başımızdaki ulu-l’emre itaattir. Çünkü işin ehli olmadığımız halde hiçbir alime müçtehide kafa tutmamız doğru değildir (Allah hepsinden razı olsun).

NETİCE Genel olarak usule bakışımıza değinilen bu yazıda her iki durumun da olumlu olumsuz yanları olduğunu görebiliyoruz. Yani usulsüz bir Müslümanlık doğru olmayacağı gibi belli bir mezhebe (usule) mutaassıp derecesinde bağlanmak da yanlıştır. Esas da belli bir mezhebe tutunmak değil diğerlerini kabul etmemek sıkıntıdır. Çünkü bu apaçık İslam birliğine zarar verir. Hiçbir Müslüman da mensubu olduğu dine bu denli zarar vermek istemez. Şüphesiz ki ilminden zekasından yolundan yönteminden yararlanacağımız pek fazla kıymetli hocalarımız, alimlerimiz var. Durum böyleyken belli başlı alimleri kabul edip diğerlerini kulak ardı etmek bir müslümana yakışmaz. Rabbim salih niyette olan tüm alimlerden razı olsun ve biz talebelerin onlardan istifade etmesini nasip etsin. Naçizane vermeye çalıştığım şey kafalarımızın içine bir “acaba” bırakmak. Mümin olarak bizler her şeye koşulsuz şartsız tamam dersek sorgulama yetimizi kaybeder bunun sonucunda da İslam dini araştırmaya gerek duyulmayan bir din olarak kalır. Kendi mezhebimizin usullerini dahi sorgulayarak kabul etmeliyiz ki imanımız her durumda tazelensin... Dipnotlar 1 İslam Ansiklopedisi 3.cild 473. sayfa 2

İslam Ansiklopedisi 25. cild 196. sayfa

Nisan’17 • 41


Bibliyografya

Bibliyografya

BİBLİYOGRAFYA Mahmut Yusuf MAHİTAPOĞLU

N

isan ayında İslam dünyasının dört bir aynında peygamberimiz anılırken bizler de bu ay dergide Resulullah’ın (s.a.v) hayatını ele alan Türkçe kitaplardan bir kısmının listesini sizlerin istifadesine sunmak istedik. Çalışmamızda yayınevlerinin kendi tanıtımlarını uygun gördük. Elbette Hz. Peygamber’in dönemini ve hayatını anlatan yüzlerce kitabın ismini bile bir arada zikretmek mümkün değilken o kıymetli eserlerin tanıtımını da yazımıza sığdırmamız mümkün olmadı. Çalışmayı sizin takdirinize sunuyoruz. İzzet Derveze Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in (s.a.s) Hayatı Düşün Yayınları, İstanbul, 2011

İzzet Derveze, tarihi siyer malzemelerinden kalkarak veya tarihsel bir bakış açısıyla değil, bizzat Nebi asrını ve çevresini ifadelendiren Kur’an ayetlerinin bütüncül bir değerlendirmesinden yola çıkarak vahiy öncesi dönemi aydınlatmaya çalışıyor. ___________________________ Mehmet Apaydın Resulullah’ın Günlüğü İnsan Yayınları, İstanbul, 1995

Medine dönemine dair tam bir kronolojinin bize ne gibi imkânlar sağlayabileceğini ortaya koyan bu eser, böylesi bir kronolojinin bütün olayların vuku buluş zamanlarını kesin olarak tespit etmemize ve böylece yeni yorumlar yapmamıza vesile olacaktır.

42 • Nisan’17

Auguste Bebel Hz. Muhammed (s.a.s) ve Arap Kültürü

Abdulfettah Ebu Gudde Hz. Muhammed (s.a.s) ve Öğretim Metotları

Yeni Alan Yayıncılık, İstanbul, 1997

Yasin Yayınevi, İstanbul, 2011

Ünlü Alman sosyalisti Auguste Bebel’in bu eseri; Arap kültürünün İslamiyet ile birlikte geçirdiği gelişmeleri, özellikle de Hristiyanlığın unutturduğu Ortaçağ kültür mirasını Batı’ya anımsatmadaki rolünü ve kültürün tarihsel sürekliliği bakımından oynadığı önemli rolü anlatıyor. ___________________________

Bu kitap, Hz. Muhammed’in dinin emir ve yasaklarını insanlara öğretirken eğitim ve öğretimde hangi metotlar uyguladığını toplu olarak sunmaya çalışan bir eserdir. Klasik kaynaklardan derlenen, eğitim ve öğretime yönelik zengin dipnotlarla oluşturulan kıymetli bir eser. ___________________________

İbrahim Canan “Aile Reisi ve Baba Olarak Hz. Peygamber”

Münir Muhammed Gadban, Nebevi Hareket Metodu, I, II

Gül Yurdu Yayınları, İstanbul, 2012

Sünnet, nasıl bir aile yapısı ortaya koymaktadır? Bu ailede babanın, annenin, evlatların ve diğer akrabaların yeri, hakları ve vazifeleri nelerdir? Ailevi problemler nasıl çözülmelidir? İbrahim Canan’ın çalışması işte bu soruların cevaplarını bulabileceğiniz bir eser.

Düşün Yayınları, İstanbul, 2011

Nebevi hareket metodundan kastedilen, Resulullah’ın kendisine peygamberliğin gelişinden Rabbinin huzuruna intikal edişine kadar geçen süre içerisinde izlediği metottur.

Muhammed Gazali Fıkhu’s-Sire Risale Yayınları, İstanbul, 2000

Bu kitap Yüce Peygamberin hayatının okunması için değil anlaşılması; araştırılması değil yaşanması için kaleme alınmıştır. Resulullah’ın hayatına ışık tutan bu eser, onun hayatının günümüz insanı tarafından nasıl anlaşılması gerektiğini günümüz insanına sade bir üslupla anlatıyor. ___________________________ Muhammed Hamidullah İslam Peygamberi Beyan Yayınları, İstanbul, 2011

“İslam Peygamberi”ni kendi türünün en önemli eseri kılan faktör, yirmi yılı aşkın yoğun bir çalışma sonucunda, peygamberimizin özel ve aile hayatı, içine doğduğu çevre, peygamberlik mücadelesi ve kurduğu devlete ilişkin en temel bilgilerin birinci kaynaklara dayalı olarak verilmesidir. ___________________________ Muhammed Hamidullah Resulullah Muhammed İrfan Yayıncılık, İstanbul, 1976

Hz. Peygamber’in hayat ve faaliyetinden bahseden “Siret” kitaplarında efsaneler bulunmaz, mübalağa teşebbüsleri yoktur, insanüstü bir varlığın tarifine ve açıklanmasına da rastlanmaz; fakat bunlarda, ilk ve nihai gayeleri sırf bir hakikatin ortaya konmasından ibaret olan titiz şahitlerin naklettiği gerçekler bütün çıplaklığıyla görülür.

Abdullah Muhammed er-Reşit Önder, Lider, Komutan Hz. Peygamber (s.a.v) Pınar Yayınları, İstanbul, 2010

“Önder, Lider, Komutan Hz. Peygamber”, Peygamberimiz’in komutanlık vasıflarını, savaşlardaki uygulamalarını, mücahid sahabeleriyle ilişkilerini, antlaşmalardaki basiretlerini; yani harp peygamberi olarak en güzel örnekliklerini detaylıca ele alan ve Hz. Peygamber’in gazvelerinden, seriyyelerinden; siyasi, stratejik ve taktik dersler çıkaran bir başvuru kitabı. ___________________________ Asım Köksal Hz. Muhammed (s.a.v.) ve İslamiyet Işık Yayınları, İstanbul, 2007

Bu müstesna eser Pakistan hükümetinin milletlerarası Siret Kitapları yarışmasında 1983 yılında birinciliğe layık görülmüştür. ___________________________ Ahmet Önkal Resulullah’ın İslam’a Davet Metodu Kardelen Yayınları, Konya, 2006

Bu eser, İslam’ın eski kaynakları başta olmak üzere pek çok araştırma ve incelemeye müracaat edilerek h a z ı r l a n m ı ş t ı r. Resulullah’ın peygamberlik hayatının her safhası İslam’a davet bakımından çalışmada değerlendirilmiş ve bu daveti gerçekleştirmek için geçirilen safhalar, özellikle psikolojik ve sosyolojik taraflarıy-

la ortaya çıkarılmaya çalışılmış, nihayet İslam’a davet metodunun günümüzdeki çeşitli problemleri ele alınmaya çalışılmıştır. ___________________________ Martin Lings Hz. Muhammed’in Hayatı İnsan Yayınları, İstanbul, 2008

Martin Lings’in eseri çağdaş bir sirettir. Çağdaş Müslüman yazarın taşıması gereken sorumluluk bilinciyle kaleme alınan bu değerli eser, köklü bir araştırmanın ürünü olmasının yanı sıra, yazarının bir ‘edip’ oluşuyla kazandığı ayırıcı bir niteliğe sahiptir. Arapça ilk eserleri kaynak olarak almasından kazandığı ilmi değerle birleşince kendisini emsallerinden ayıran temel nitelik ortaya çıkmaktadır. ___________________________ İbrahim Sarıçam Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2011

Hz. Peygamber’in tebliğinde en fazla dikkati çeken hususlardan birisi, mesajın yoğun bir değerler sistemi içerisinde verilmesidir. Vahiy sürecinde bireysel ve toplumsal düzeyde uygulama alanına konulan değerler; bütün insanları kuşatan, çağdan çağa ülkeden ülkeye değişmeyen, her coğrafyada, her toplumda ve her zaman geçerli olabilen, her ortamda davranış ve uygulamalara yansıtılabilen niteliktedir.

Nisan’17 • 43


Bibliyografya Celaleddin Vatandaş Hz. Muhammed’in (s.a.v) Hayatı ve İslam Daveti I, II Pınar Yayınları, İstanbul, 2009

Bibliyografya Afzalur Rahman Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem Siret Ansiklopedisi,

Vahyolunan ayetler ve o ayetlerin oluşturduğu Kur’an önce elçisini eğitip yetiştirdi. O’nun ilâhî talimatlarıyla mükemmelleşen ve tüm insanlık için en güzel model haline gelen uygulamaları ve yaşantısı ise ilâhî bilginin pratiğe aktarılışı olarak anlam kazandı. Böylelikle, insanlığa sunulan dosdoğru ve en güzel hayat tarzı, teorik esaslar halinde insanlara bildirilen bir bilgi yığını olmaktan çıktı; ilâhî bilgi O’nun şahsında en mükemmel modelini buldu; insanlık O’nun şahsında bir insanın ulaşabileceği en mükemmel aşamaya erişti. ___________________________

İnkılab Yayınları, İstanbul, 1996

Mevdudi Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı

Beyan Yayınları, İstanbul, 1996

Pınar Yayınları, İstanbul, 2010

Peygamberler; Kur’an’ın belirlediği amaçlara varılabilmesi için, fertler ile toplumu denetlemeye, insan hayatının eksikliklerini düzeltmeye de memurdurlar. Bu iş yalnız sözler ve olaylarla bitmiyor, asıl varılmak istenen o amaç ve hedeftir ki uğruna Kur’an-ı Kerim indirilmiş ve Muhammed Mustafa (s.a.v.) örnek olarak bize gönderilmiştir. Bu amaç ne kadar iyi anlaşılırsa, Kur’an ve siyer de o kadar iyi anlaşılacak ve ne kadar yanlış anlaşılırsa, ikisi hakkındaki bilgimiz de o derece yanlış ve eksik olacaktır.

44 • Nisan’17

Bu eserde, geniş bir İslam kültürü çerçevesinde Hz. Peygamber ’in hayatı bütün yönleriyle ele alınmakta, konular tasnif edilerek ayrıntılarıyla sunulmaktadır. Kronolojik bir tarih kitabı veya alfabetik bir ansiklopedi olmayışı istifadede kolaylık sağlamaktadır. Müracaat kaynağı olarak faydalanılabileceği gibi elden bırakmadan okunabilecek bir özellik de taşımaktadır. ___________________________ İhsan Süreyya Sırma İslami Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence Hz. Adem ile başlayan İslam tebliğ tarihi, yani insanlık tarihi, O’nun oğulları Habil ve Kabil zamanında iki kutba ayrılmış ve bu iki kutup günümüze kadar gelmiştir, kıyamete kadar da sürecektir. Bu iki kutup Hakk ile Batıl kutuplarıdır. ___________________________ İhsan Süreyya Sırma İslami Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad Beyan Yayınları, İstanbul, 1996

Cihad, Allah’ın istediği gibi İslam’ın yaşanmasıdır. Dolayısıyla İslami tebliğ uğruna verilen bütün mücadele cihattır.

Böyle ele alındığı takdirde görülecektir ki İslam Devleti’nin tüm faaliyetleri cihadı içermektedir. Bu kitapta cihadın sadece bir yönü olan askeri cihadı incelendiğinden, mesele mümkün mertebe özlü bir şekilde aktarılmış. Bu küçük çalışmada devletin yoğun işlerinin yanında Hz. Peygamber’in askeri cihada ne kadar önem verdiği, on senelik Medine hayatının ekserisini Allah yolunda savaşmaya ayırdığı görülecektir. ___________________________ İhsan Süreyya Sırma İşte Önderimiz Hz. Muhammed Beyan Yayınları, İstanbul, 2006

İşte Önderimiz Hz. Muhammed, Allah’ın yaratmış olduğu en güzel insanın hayatını ve mücadelesini anlatmaktadır. Hz. Muhammed, kendisinden önce gelip geçmiş olan bütün peygamberler gibi, insanların, kendileri gibi insan olan varlıklara değil, sadece Allah’ın Kur’an’la bildirdiği ilahi kanunlara bağlanmalarını tebliğ ediyor, ezilmiş insanlara hürriyet mücadelesini öğretiyordu. ___________________________ Kasım Şulul Hz. Peygamber Devri Kronolojisi İnsan Yayınları, İstanbul, 2003

Hz. Peygamber devrini, kronolojik açıdan temel kaynaklara başvurarak ele alan bu eser, hem dinî ilimler, hem de bu dönem üzerine çalışan sosyal bilimciler açısından önem taşımaktadır. Zira insanlık tarihinin seyrini değiştirmiş olan bu dönem, İslâm

medeniyetinin ve tarihinin nüvelerini kendi içinde barındırmaktadır. Bu kronoloji çalışması, Hz. Peygamber devrinin iç dünyasına nüfûz edebilmek isteyen okura önemli ipuçları sunmaktadır. ___________________________ Kasım Şulul Son Peygamber Hz.Muhammed’in (s.a.s) Hayatı Siyer Yayınları, İstanbul, 2011

Bu eser, sosyal bilimcilere İslam’ın din ve toplum olarak doğuş dönemini kronolojik bağlamda izlemelerine imkân sağlayacak temel kaynaklara dayalı kapsamlı bir siyer çalışması sunar. Bu siyer çalışması, “Nübüvvet Zamanı”nın görünen tarafını; yani Resulullah’ın (a.s) doğumu, peygamberlik öncesi hayatı, seyahatleri, evlilikleri, hicreti, gazve ve seriyyeleri gibi olaylarla beraber Hz. Peygamber (a.s) devrinde ruh, fikir ve medeni hayat gibi sahalarda meydana gelen değişim ve dönüşümleri de ele alır. ___________________________ İbn İshak Siyer-i İbn İshak Hz. Muhammed’in Hayatı Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2012

Bu alanda yazılmış en eski ve en kıymetli eserlerdendir. Araştırmacıların vazgeçemeyeceği bir kaynak olan İbn İshak’ın bu eseri tarih boyunca defalarca yeni baskılarıyla okuyuculara sunulmuş ve her kesim tarafından büyük bir üne mazhar olmuştur.

İbn Hibban es-Sîretü’n-Nebeviyye ve Ahbâru’l-Hulefa (Hz. Peygamber ve Halifeler) Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2017

İbn Hibban’ın bu eserinde Hz. Peygamber ’den başlayıp müellifin kendi zamanında (Abbasiler) hilafette olan Muti dönemine kadarki tarihî süreç, siyaset ön plana alınarak kronolojik bir şekilde tasnif edilmiştir. Müellif, Hz. Peygamber dönemini çok uzun, dört halifeyi biraz daha kısa, sonraki halifeleri ise özet olarak anlatmıştır ve Sünni bir düşünceyi benimsediği görülse de aktardığı kimi rivayetler çok ilginç sonuçlar verecek niteliktedir. Bu yönüyle araştırmacılar için değerli malzemeler sunmaktadır. ___________________________ İbn Şihab ez-Zühri el-Meğâzî Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2017

İlk siyercilerimizin en önemli başvuru kaynağı olan İbn Şihâb’ın elMeğâzî adlı kitabı o dönemin savaşlarını ilk elden aktarma çabasında olan derleme bir eserdir. Bu dönemin savaş kültürünü, sebep ve sonuçlarını öğrenme açısından önemli bir klasiktir. Derlemenin orijinal tarafı, Emevi döneminden kalma nadir bir eser olmasındandır. Tâbiînin büyüklerinden Urve b. Zübeyr’in öğrencisi olarak tanıdığımız İbn Şihâb’ın Emevilerle iyi ilişkileri de bilinmektedir. Eser siyaset-rivayet ilişkisinin önemli anekdotlarını sunması açısından da araştırmacılar için değerli malzeme sunmaktadır. ___________________________

Ramazan el-Buti Fıkhu’s Siyre Bilge Adamlar Yayınları, 2012

Araştırmacılar ve mütefekkirlerin çoğu, Hz. Muhammed’in hayatına dair saptırıcı fikirler ileri süren ekolün ortaya çıkmasındaki en önemli amilin, Arap aydınların gözlerini kamaştıran Avrupa’daki bilimsel gelişmeler olduğunu biliyorlar. Batı gelişmesi karşısında gözleri kamaşan bu aydınlar, Müslümanlar İslam’a Batılıların Hıristiyanlığa baktığı gibi bakmadıkça İslam dünyasında herhangi bir gelişmenin olamayacağı kanaatine vardılar. Buna paralel olarak İslam’daki gaybi her konuyu maddi ölçüler içinde ele almayı gerekli gördüler. Onlara göre, bilimin kabul etmediği gaybi hiçbir esasa inanılmamalı ve bilimsel keşiflerin desteklemediği hiçbir mucize kabul edilmemeliydi. Böyle yapınca da bilim ve gelişme bakımından Avrupa’ya yetişebileceklerini sandılar. ___________________________ Muhammed Abid el-Cabiri Fehmu’l-Kur’an Mana Yayınları, İstanbul, 2017

Muhammed Âbid elCâbirî’nin bu tefsirde savunduğu iki temel husus bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, “mutâbakatu mesâri’ttenzîl li mesîreti’d-da’ve” şeklinde ifade ettiği, Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in sîreti eşliğinde okuma prensibidir. Bu prensip uyarınca Câbirî, Hz. Peygamber’in yaklaşık yirmi üç yıl süren sîretini yedi aşamaya ayırır ve her bir aşamada Kur’ân’ın tebliğ seyrinin ve Hz. Peygamber’in davet sürecinin hangi durumda olduğunu etraflıca tasvir eder. Bu noktada İbn Hişam’ın siyeri ve es-Sîretu’l-Halebiyye gibi kaynakların yanı sıra Taberî tefsirinden ve Vahıdî’nin Esbâb-ı Nüzûl’ünden istifade ederek hangi aşamada hangi sûrelerin inzâl edilmiş olduğunu tespit etmeye çalışır. Ardından da bu sûreleri, inzâl edilmiş oldukları aşamanın koşullarını dikkate alarak tefsir etmeye çalışır. İkincisi de “vahdetu’s-süver/vahdetü’nnass” şeklinde ifade ettiği, sûrelerin iç bütünlüğünü esas alma prensibidir. Nisan’17 • 45


Röportaj

Röportaj

İstanbul Sit Alanları Alan Yönetim Başkanlığı Şehir Plancısı Yeşim Börek ile Fetih’ten sonra tarihi yarımadayı konuştuk. Röportaj: Zehra YURDAN – Sena DAĞ

İ

stanbul Sit Alanları Alan Yönetim Başkanlığı’nın sorumlu olduğu alanlar hakkında bilgi verir misiniz? Sorumlu olduğu alan tarihi yarımada. Zeytinburnu ve Eyüp sınırları içinde kalan bir koruma bandı var. Özel bir kurum kurulmasının nedeni Dünya Miras Alanı olması. UNESCO’nun 1985’te Dünya Miras Alanı ilan ettiği dört bölge olan Süleymaniye (hatta şu an içinde bulunduğumuz alan da dünya miras alanının içinde), Zeyrek Mahallesi (Zeyrek Camii ve o eski Türk ahşap evlerinin yoğun olduğu yerler 1985’te daha yoğundu şimdi öyle niteliği çok fazla kalmadı), Sultanahmet Topkapı ve çevresi, Karasurları’nı bilirsiniz, Ayvansaray’dan başlayıp Yedikule’ye kadar sağda ve solda koruma bandını içeren aşağı yukarı 100-300 metreyi bulan bu alanların yönetimi ile ilgileniyor. Ama yönetimden kastım, imar planı üretmek üzerindeki inşaatlara izin vermek ya da ruhsat vermek gibi inşaya

46 • Nisan’17

yönelik bir yönetim değil, daha çok kurumlar arasında eş güdümü sağlamaktır. Ayrıca Dünya Miras Alanları ile ilgili UNESCO her sene temmuz başında her ülkenin katıldığı toplantılar gerçekleştiriyor ve Alan Başkanlığı olarak bu toplantıları takip ediyoruz. Bu miras alanlarının korunma durumuyla ilgili raporlar yazmak ve yapılan çalışmaları da UNESCO mevzuatıyla yerel mevzuatımız arasında koordinasyonu sağlamak görevimiz. Daha çok eş güdüm koordinasyon kurulu gibi yoksa bir proje burada yapılacağı zaman Alan Başkanlığı’ndan izin alınmıyor. İstanbul’un Fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in imar girişimlerini başlattığını biliyoruz. Fetihten sonraki dönüşüm adına başlıca Kanuni dönemi, 1. Dünya savaşı, cumhuriyetin ilanı ve devamında tarihi yarımadada birçok büyük değişimler yaşandı. Bu uzun yolculuğu nasıl okumalıyız?

Fetihten önce İstanbul dediğimiz Sur’i sultani. Divan yolundan başlayıp ordu caddesinde bir mese yolu var, orası temel ana hat. Süleymaniye’de de bir kilise var, burası şehrin çeperiydi. Bundan sonrası büyük bostan ve tarım alanlarını oluşturuyor. Her ortaçağ şehirlerinde olduğu gibi en sonda, şehrin kenarlarında Romanlar var. Bir miktar Balat, Marmara ve Haliç sahilinde Yahudiler bulunuyor. Tabi Balat bir Yahudi, Samatya ve Kadırga da Ermeni azınlık vatandaşlarımızın bulunduğu semtlerdir. Çemberlitaş’a kadar yoğun bir yerleşim alanı oradan Süleymaniye’ye kadar kısmen yerleşim alanı sonrası artık köy, şehir değil. Sulukule’nin kentsel dönüşüm projesi olan alanda, sur diplerinde küçük imalatlar, istenmeyen fakir gruplar gibi şehirle çok ilişkisi kurulmayan tarımla uğraşan insanlar var. Orayı bir kent gibi düşünmeyin, bostanlar var ve bostanın içinde bir ev yapısı var. Fatih burayı fethettiğinde aslında İstanbul fiziksel olarak çok iyi bir durumda değildi. Çünkü fetihten önce Doğu Roma-Batı Roma savaşları olmuş, Ayasofya yağmalanmış, saray yağmalanmış, hipodrom neredeyse yıkılmak üzere olduğu halde buraya geldiğinde İstanbul’a âşık oluyor. Buraya bir saray inşa ediyor. Ve

Anadolu’dan çok hızlı bir şekilde Türk nüfusu getiriyor. Buraya gelenleri bölge bölge yerleştiriyor. Bizans yarım adanın içini on iki bölgeye ayırmış, Fatih de bu on iki bölge kuralını bozmadan ve daha önceki sosyal doku ve inanç gruplarını çok rahatsız etmeden dengeleri koruyarak çok ciddi bir nüfus getiriyor. İstanbul o dönemde aslında ilk büyük göç alımını yaşıyor ve hızlı bir şekilde nüfusu artıyor. Sonrasında külliyelerin yapımı başlıyor. Fatih Sultan Mehmet ilk olarak Fatih Camii’ni inşa ediyor ama Fatih Camii o günün ölçeğinde şehrin dışında kalıyor, amacı şehri oraya kadar büyütmek ve gelen Türk nüfusunu yerleştireceği boş alanları planlayarak külliye yaptırmak. Külliye demek hastane demek, medrese ve okul demek. Tabi etrafına hızlıca mahalleler oluşturuyor. Birde klasik Osmanlı mahalle ölçeği; mescit, sıbyan mektebi, çeşmeler her mahallenin olmazsa olmazıdır. Yani daha çok mahalle odaklarını oluşturmaya başlıyor. Onun döneminde yapılan mescit sayısını bilmiyorum ama ulaşılmaz bilgiler değil. İlk Fatih Camisi’yle başlayan külliye yapımı sonrasında Yavuz Sultan Nisan’17 • 47


Röportaj Selim, Mihrimah Sultan gibi büyük külliyelerle o dokuyu iyice yerleştiriyorlar. Ama Haliç bölgesi özellikle Fener ve Balat hem Patrikhane’den dolayı bir Rum nüfusa sahip, Patrikhane’den sonra Ayvansaray’a kadar da Yahudi nüfusa sahip bir alandır. Zaten taş yapıların yoğun olduğu bölgeler gayrimüslim mimarisidir. Kadırga ve Samatya’da taş yapılar vardır ama Süleymaniye’ye baktığınızda yapılar ahşaptır. Sofular ve Zeyrek Türk mahallesidir ve bir de o zamanı düşündüğümüzde bırakın sosyal olarak ayrışmayı mimari olarak da ayrışmış durumdalar. İlk yaptığı işlerden birisi kilise ve cami yaptırmak. En büyüğü Ayasofya, çok simgeseldir. Cami ihtiyacı çok çabuk giderilebilir İslam coğrafyasında, ya da mescit kurmak zor bir şey değil çünkü İslam’da anıtsal yapıya ihtiyaç yoktur. Ayasofya’nın özelliği sembolik olması ve Hıristiyanlar için kutsal olmasıdır. Roma’nın simgesi olduğundan burası artık İslam toprağı diyor. Kalenderhane Cami, Zeyrek Cami, Fenari İsa Cami (Vatan Caddesi üzerinde), İmrahor Cami (Yedikule taraflarında) bunların hepsi kiliseden dönme yapılardır. İkinci olarak yaptığı işler büyük bir nüfus getirerek sosyolojiyi değiştirmesi oluyor. Ve şehri Surlara kadar yayan bir politika uyguluyor. Bu politika 19. yüzyılın sonlarına kadar gayet düzgün bir şekilde yürütülmüş. Birbirine çok saygılı bir mimari var. Sosyolojik olarak mimari eserlerin kuralları var. Mesela çok klasiktir; Haliç’e

Röportaj bakan sırtlarda birbirinin rüzgârını kesecek yükseklikte binalar yapamazsın. Hiçbir Gayrimüslim binası bir Müslüman’ın binasından daha yüksek olamaz. Önce yazılı olmayan sonra yazılı hale gelen iyi bir mimari nizamnamesi var. Avrupa’ya gittiğinizde, her tarihi Avrupa şehrinin bir meydanı vardır. Eğer o meydan kilise etrafındaysa, şehir kurulduğunda şehrin iktidarı ve gücü kiliseye aittir anlamına gelir. Eğer meydan belediye veya yönetimle ilgili bir binanın etrafındaysa, kurulan iktidar seküler idareye aittir. Şehir, iktidar savaşlarının yapıldığı yerdir. Mekânın siyasetle çok ilgisi vardır. Kim güçlüyse mekâna o damgasını vurur. O yüzden Fatih bunu çok iyi bilirdi, çünkü Roma, Fars, İran İmparatorluğu’nun tarihini okumuş ve içselleştirmiş biri olduğundan iktidarı elde etmenin ilk yolu mekâna hükmetmek olduğunu bilen biriydi. İktidar 19. yüzyıl sonlarına kadar padişah olduğu için iktidarla ilgili sorun olmadığından, imar politikasıyla da ilgili sorun oluşmuyor. Mesela dünyanın ilk finans merkezlerinden Kapalı Çarşı’yı kuruyor, limanları kuruyor, Roma’dan gelen limanları genişletiyor. Süleymaniye Camisi, Yavuz Sultan’ın Yavuz Selim Camisiyle “Evet iktidar benim.” deniliyor. Osmanlının bu konudaki farkı şu: Diğer İmparatorluk devletlerinde saraylar, kiliseyle ya da yönetim kimdeyse yönetim binasıyla çözülür. Bizde ise külliye ile çözülür. Orda yaşa-

yanlara da hizmet eden bir sistematik ile çözülüyor. Osmanlı mekâna hükmetmeyi sosyal politikayla gerçekleştirmiş. Süleymaniye Cami o dönemde çok pahalı bir camiidir ama sadece cami yapıp bırakmıyor hızlıca ona hizmet edecek sistematiği kuruyor, medresesini kuruyor. Darülfünun o dönemde İslam dünyasındaki en büyük medreselerden biridir. 19. yüzyılın sonlarına doğru bu düzen bozulmaya başlıyor. Sadece iktidarla değil sanayi devrimi gibi bir mesele ortaya çıkıyor. Geleneksel yaşam biçimi, geleneksel yönetim ve ticaret biçimi değişiyor. Mesela Kapalı Çarşı’nın finans merkezi yeni dönem finans sistemi merkezine uymuyor. Çünkü diğer tarafta emanet var, kasa var, kişisel güven sistematiği var. Hızlıca Beyoğlu bankalar caddesi kuruluyor, limanlar Anadolu yakasına geçiyor. Yavaş yavaş sanayi devrimine ayak uydurma dönemi başlıyor. Çünkü burası tarım toplumu, bütün sistem limanlardan tarım ürünleri getirerek ticaret yapmak. Tabi sonrasında fabrikalar kuruluyor, ticaret yapılan materyaller değişiyor, ticaret yolları değişiyor. Buranın klasik sokak dokusu artık kayboluyor çünkü araç geliyor araca uygun şehir yok, atlı arabayla işler çözülmüyor artık banka kuracaksın ahşap binayla banka kurulmuyor. Sonrasında Süleymaniye külliyesi çok büyük bir yozlaşmayla çöküyor. Bu binalar vakıfların elinde boşalmış bir sürü ev olarak kalıyor. Bunu sadece Süleymaniye için değil Fatih için söylüyorum, sosyal doku tamamıyla değişiyor. Bekâr evleri tarih boyunca var ama Unkapanı Haliç kıyısı, Tahtakale çevresinde bekâr evleri çoğalmaya başlıyor. Osmanlının yoğun olarak hissedildiği mekânlardan uzaklaşmak Batılılaşmaya adım atmak olarak görülüyor diyebilir miyiz? Tabi, İstanbul payitahtın yeri. Artık Osmanlı demek, geçmiş demek. Yeni bir ulus devleti kuruyorsunuz. Tabi savaş dünyanın her yerinde yeni bir kimlik oluşturuyordu. Bu dünyanın her yerinde böyle olmuştur. Çünkü sanayi devriminden sonra fabrikaya yakın olmak önemli, merkeze yakın olmak değil. Bir tüccar için limana yakın olmak önemli oluyor tarihi merkez kavramı önemini yitiriyor. Günümüzde yozlaştırılan içi boşaltılan vakıf geleneği ile karşı karşıyayız. Osmanlı’da vakıf

48 • Nisan’17

kültürü nasıldı ve Cumhuriyet döneminde bu sistem nasıl yok edildi? Vakıf sisteminde hayrat ve akar diye iki kavram vardır. Hayrat; cami medrese gibi binalardır. Akar; bunların bakımını, yaşamasını sağlayan ticarettir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yaptığı ilk iş, bu akarları satışa çıkarmak oldu. Artık özel mülkiyet koruma kavramı ortadan kalkmış oldu. Yarımadanın çökmesinin en önemli sebebi vakıf sisteminin çökmesidir. Çünkü evlerin çoğunluğu vakıflara aittir, vakıf sistemi çöktüğü anda bu evlerin bakımı biter; mekteplerin, çarşıların finansmanı gider. Süleymaniye’nin kurduğu çarşıdan gelen parayla oradaki öğrencilerin iaşesi, caminin günlük bakımı sağlanırdı. Devlet ekstra para harcamazdı. Ama Cumhuriyet tüm vakıflar sistemini Ankara’ya tek bir sisteme bağladı. Günümüzde Süleymaniye butik otel bölgesine çevrilmek isteniyor. Bu konudaki fikriniz nedir? Süleymaniye’de otellerin açılmaması için büyük bir çabamız var. Sultanahmet’e dönsün istemiyoruz. Turistlik bölgelerde de yaşam alanları olmalı. Yaşam alanı olarak dizayn edilse insanlar burada yaşar. Bölge tamamen turistlere tahsis edilince halk orayı terk ediyor. Gezeceği yere turistler gereken yerlerde bir kilometre yürümeli. Örneğin yirmi sene önce Topkapı’nın bahçesine otobüsler sokulurdu. Giriş kapısındaki kırıklar hala duruyor. Osmanlı’nın izlerini silmek için kurgulanan imar yarışmasını kazanan Henry Prost İstanbul’da büyük bir kıyıma imza atmıştır. Henry

Nisan’17 • 49


Röportaj

Röportaj

Prost ile beraber İstanbul’da ne oldu? 1936 yılında Henry Prost geliyor. En büyük yıkımı Haliç kıyılarını sanayiye açmasıdır. O zamanlar arıtma sistemi olmadığından bütün atıklar Haliç’e atılıyor. Boğaz kıyıları, Kuruçeşme Kömür Depoları hepsi Prost’un İstanbul’a hediyesidir! Atıkların acısını Haliç’te çok sonra yaşadık. Demokrat Parti döneminden başlayarak günümüze gelirsek kültür mirası üzerinde olan dönüşümü nasıl okuruz? Dönüşümle beraber ne kazandık ne kaybettik? Menderes zamanında elli dört tane Mimar Sinan eseri yıkılmıştır. Yine Menderes zamanında Fatih Camii Medreseleri de yıkılıyor. Niye Mimar Sinan yapıları bu kadar önemli? Çünkü Osmanlı “medeniyet” üzerine kurulmuştur. Turgut Cansever “ Bizim ecdadımız bir mekân oluştururken o mekânın ruhunu oluştururdu. Ondan sonra mekânı oluştururdu.” der. Bizim kültürümüzde meydan diye bir kavram yoktur. Bizdeki meydan caminin avlusudur, çeşme başıdır. Meydan Avrupalılaşma, Batılılaşmadır. Haussmann; Paris merkezini yeniden düzenleyen bir mimardır. Baştan aşağı bir medeniyet kuruyor. Haussmann aslında bir askerdir, devrim sırasında asker geliyor kimseyi yakalayamadıkları için eylem caddede olsun, yanına ikişer tane polis dizip halkı kontrol altına almak için meydan kültürü oluşturuluyor. İktidar-mekân ilişkisi böyle bir şey işte. Sonralarda İMÇ (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) binaları ve karşısına SGK binaları yapılıyor. Başımızı çevirdiğimiz her bilbordda, açılan her kanalda kentsel dönüşüm reklamını görüyoruz. Kentsel dönüşümün yakın tarih hikâyesini anlatabilir misiniz? Dönüşüm kavramı ilk kez depremden sonra ortaya çıktı. 1950’den dönüşüme kadar İstanbul’un nüfusu katlanarak artmaya başladı. Gecekondu kavramı ortaya çıktı. İstanbul’un sınırları bambaşka yerlere geldi. 1980-85’e kadar gecekondu kültürü sürdü. Zeytinburnu ile başladı, sonrasında Sarıyer sırtları, Boğaz sırtları, Gültepe, Çeliktepe, Levent tarafları hep gecekondu mahallesi idi. Tamamen kontrol dışı gelişti. Osmanlı’nın “rüzgârını kesme, zarar verme” hikâyesinden “canın ne istiyorsa onu yap” hikâyesine gelindi. Okmeydanı tarafı Fatih 50 • Nisan’17

Henry Prost

Sultan Mehmet’in kişisel vakıf arazisidir. Bırakın bina yapmayı üzerinden kuş bile geçiremezsiniz. Hiçbir kontrol mekanizması olmadığından tamamıyla iş, arazi mafyası üzerinden yapılıyor. Herkes para veriyor ama parayı devlete vermiyorlar. Kaç katlı yaptığının hiçbir önemi yok zaten gelen derme çatma katlar yapıyor. 1970’lerin Bayındırlık Bakanı da “Bırakın yapsınlar.” diyor, çünkü çözüm üretmiyor. Vakıf arazileri yağmalanıyor, orman arazileri, hazine arazileri yağmalanıyor. İstanbul hiçbir anlamı olmayan bir şehir haline geliyor. O dönem yarımadada yoğun binalar olduğu için gecekondulaşmayı yaşamıyor. Ama gittikçe sosyal sınıfın derecesi düşüyor. 80 sonrası birer katlı binalar, birer ikişer kat yapılıyor, imar affı getiriliyor. Oy almak için her gelen iktidar imar affı getiriyor, böylelikle dokuz on katlı binalar meydana geliyor. Prost’tan beri yarımadada kırk elli rakımlı bir kavram var. Denizden kırk metreye kadar olan kısmını düşünürsek beş katlı bina yapabilirsin, kırk elli metre arası dört katlı, elli metrenin üstündeyse üç katı aşamazsın. Bunun nedeni İstanbul’un siluetinin bozulmaması. 1936 yılında Prost bu kuralı getirdi. Eskiden hiçbir binanın çatısı yoktu İstanbul’da, dörtlü filizler bulunurdu tepelerde. Bunun nedeni, ilk seçimde bir kat daha çıkacağım demektir. 1999 depreminden sonra dönüşüm yapılmak istendi. Ama zaten mevcut imar hakkının iki katı bina var. Devletin bunları yıkmaya ne siyasi ne de maddi gücü var. Fatih için konuşalım. Mevcut imar hakkı elli rakımla üç katı yapamazsın, dönüşüm yapmak için adamlara “Bu binayı yık!” demen lazım. Hadi yıktın yerine ne yapacaksın? Beş katlı bina yıkıp üç katlı bina yapacaksın. Beş katlı bina da on tane mülkiyet sahibi var, yüz elli metrekare bir dairede oturuyor, üç katlı binaya inince yetmiş metrekareye

iniyor. Ortak iş yapamadığı için bir de bunu müteahhite veriyor. Müteahhit de “Bedavaya yapmayacağım bir katta ben istiyorum.” diyor, böylelikle dönüşüm falan olmuyor. 90’lardan 2000’lere siyaseten çok karışık bir dönemdeyiz. Doğudan ikinci bir zorunlu göç dalgası geliyor. Artık Zeytinburnu sınırlarını aşmış, Sultanbeyli tek parsel üzerinde bir ilçe oluşturmuş. İş olarak kontrol mekanizması çığırından çıkıyor. 2004-2005 kentsel dönüşüm kavramının ortaya çıktığı zamandır. Bu da şu demek: Beş katlı binayı ve yanındaki binaları alıp tek mülkiyet haline getiriyor. Aradaki yolları da işin içine katınca, müteahhit payını verip hepsini yıkıyo; otopark, site haline getiriyor. Şu an dönüşüm her yerde var. Üç kişi bir araya geldiğinde kolaylıkla bir şeyler yapılabiliyor. Ama iş yarımadaya geldiğinde işler değişiyor. Çünkü koruma planı var. Olağanüstü koşullar var. Dokuyu değiştiremezsin, eski eser yüksekliğini aşamazsın ve daha bir sürü ayrıntı... Yenileme kurulları kuruldu. Yenileme kanunları çıkartılarak Sulukule, Tarlabaşı, 360 projesi onaylandı. Tarlabaşı’nda normalde dört katlı cumbalı taş yapılar mevcut, orada sit alanı koruma planı var. 2005 yılında diğer bölgelerde dönüşümü kolaylaştırılan kurallar sit alanlarında da uygulanmaya başlandı. Kentsel dönüşümün sosyal yapıya etkilerinden bahsedelim. Ne kaybediyoruz? Bizler sitelerimizde gördüğümüz komşuya “günaydın” dahi demiyoruz. Ölsek ertesi gün işe geç kaldığımız için merak ediliriz. Işığımın açılmaması ya da sabah olduğu halde kapanmaması komşumuzu endişelendirmiyor. Eskiler merak ederdi bir derdi mi var diye. Osmanlı zamanında camın önüne kırmızı çiçek konduğunda seyyar satıcılar sessiz geçerdi. Anlarlardı ki o evde hasta var. Komşuluk kültürünü kentsel dönüşümle kaybettik. Şuanki kültür mahalle üretmiyor. Örneğin özel sektör eliyle yapılan Piyalepaşa’daki kentsel dönüşüm “Bakkalı, simitçisi, manavıyla İstanbulluların özlemini duyduğu sadelik ve huzuru insanlarla buluşturacak bir projeye imza atacağız!” sloganıyla pazarlanıyor. Devasa binalar ile yaşam stili satılmaya çalışılıyor. Aşağıya bir sokak yapınca komşuluk olacağını sanıyorlar. İnsanlar şehir merkezlerine dönmek istiyor. Konforlu sitelerde sıkıldılar, hayatın olmadığını anladılar. Şehre gelmen araban yoksa en az bir

saatini alıyor. Canınız istediği zaman hayata karışamıyorsunuz. Zenginler yarımadaya geri dönmeye başladı. Zenginler gitmiş fakirler içerde kalmıştı. Şimdilerde “Artık buralar şehrin kıymetli yeri, sizin burada işiniz yok.” diyorlar. Balat şimdilerde Cihangir’in ilk zamanlarını yaşıyor. Tarih boyunca Balat’ta hiçbir otel yoktu. Orası konut alanı. Kendi iç dinamikleri, mekânı zamanla değiştirilebilir. Sermaye bir dönüşüm sağlayabilir. İnsanlar gelir ve gidebilirler. Şehir yaşayan bir yerdir. Cumhuriyetin başından beri insanlar sürülmüş. Yaşayan bir kent olması için nesillerin aynı ortamda yaşaması lazım. Aidiyet duygusu yok. Sosyal doku yirmi yılda bir değişmiş. Örneğin camilerin etrafını meydanlaştırmak, insanları camiden uzaklaştırır. Otobüsten inip camiye on dakika yürünmez. Cami evlere yakındır. Caminin etrafı meydan olursa cami olmaktan çıkar müzeye döner, turistik alan olur. Ramazanda tercih edilir sadece. Meydan hastalığımız camilerin etrafını boşaltarak başlamış. Fatih camiinin etrafında binlerce insan yaşıyordu. Yenileme alanı ilan edilerek zenginler için gasp edilen Sulukule’nin son durumu nedir? Şu an Sulukule Suriyelilere kiraya verildi. Bahçeli villa alınabilecek paralarla insanlar oradan ev aldılar zamanında. Buradan gönderilen romanların hepsi yollandıkları evlerden feragat ederek Fatih’e geri döndü. Sokakta yaşayan insanları site hayatına mahkûm edersek yapamazlar. Olmadı da. Hepsi dönerek Karagümrük ve Balat’dan ev kiraladılar. Taksim’de çiçek satan adamın işi saat gece on ikide bitiyor. Taksim’den Taşoluk’a Kayabaşı’na nasıl dönsün? Araziden gönderilen Romanlar surun diğer tarafına geçmiş oldu. Romanlar fetihten önce oradaydı. Sizi bulmuşken her gün önünden geçtiğimiz Haşim İşcan Geçidi çıkışında İstanbul İlahiyat Fakültesi’ne çıkan kestirme yolda bulunan Hapolieutos Kilisesi kalıntısını sormak istiyorum. Belediyenin dibinde olan bu alan için hiçbir adım atılmamasının nedeni nedir? Bizde arkeoloji müze fikri çok oturan bir fikir değil. Aydınlatma düzenleme güvenlik ile oranın sıkıntısı halledilebilir. Açık hava müzesi haline dönüştürülebilir. Nisan’17 • 51


Atölye

Atölye

İSLAM’A KAVUŞMA – 5 Toleuzhan GALİYEVA “Sen ne plan yaparsan yap, hayatın başka bir planı var seninle ilgili…” Vedat Özdemiroğlu Müjde Namaz ile ilgili annemle konuşurken annemin aklına gelen ilk şey, benim batıl bir dine gireceğim düşüncesi oldu. Büyük bir endişe içerisindeydi. “Benim evladım yanlış bir şey yapar mı acaba?” düşüncesi, her annenin çocuğu için telaş ettiği şeydir. Aslında çok normal bir tepki! Yavrusunu korumak her annenin en temel refleksi, birinin başına bir sıkıntı, bir felaket gelmesin, yavrum yanlış yollara düşmesin ister. Benim namaz kılma isteğimi anlamamıştı. Bunun sebebi de namazın ne olduğunu bilmemesinden kaynaklanıyordu. Namazın yanlış bir şey olduğu zannıyla benim namaz kılma isteğime tepki gösterdi. İşin kötüsü talebime verdiği cevap olumsuzdu. İslam’la ve namazla olan bilgimin yetersizliğinden namaz kılma isteğimi savunamadım. Yeterli cevaplar veremedim. Ne yazık ki, annemi ikna edemedim. Bu duruma çok üzülmüştüm. Ne yapacağımı da bilemiyordum. Bilgim eksik olsa da

52 • Nisan’17

İslam’ın kurallarını yaşamak istiyordum. İslam’ı yaşama arzumla, annemin olmaz tepkisi arasında bocalamaya başlamıştım. Çünkü namazın, Allah’ın Müslümanlardan istediği en önemli ibadetlerden olduğunu duymuştum. Bu emri de yerine getirmeyi çok ama çok arzu ediyordum. Namaz kılmanın farz olduğunu bildiğim halde kılamıyordum. Bu durum ne kadar ağır geldi biliyor musunuz. Huzursuzdum. Canım sıkılıyordu. Namaz kılmayı çok istiyordum. Uzun süre düşündüm. Sonunda yeni öğrenmeye başladığım dinin ibadetlerini yerine getirecektim. Pes etmemeye karar verdim. Teslim olmayacaktım. Biraz daha dayanmam gerektiğini anladım. Bilgi olarak kendimi yeterli hale getirecektim. En azından onların sorularına ve itirazlarına verecek cevaplarım olmalıydı. Yaz tatilinde eve gidip, annem ve babamla yüz yüze konuşarak tekrar konuyu açmaya karar vermiştim.

Zaman hızla akıp gidiyordu. Göz açıp kapama arasında koca bir yıl geçti. Dersler bitti ve ben trenle eve gidiyorum. Ne ile karşılaşacağımı, isteğimin nasıl karşılanacağını bilmiyorum. Ama İslam hakkında çok fazla bilgimin olmaması benim için hala dezavantajdı, korkuyordum. Anne babam ya bilemediğim bir şey sorarsa ben de cevap veremezsem, ya da heyecandan yanlış bir cümle kurarsam diye endişeliydim. Allah’tan ümit kesilmez. Büyüklerimizin çocukları ile ilgili korku, endişe ve meraklarını çok iyi anlıyorum. Haklılar da. Çünkü kendim gençlerin arasında olduğum için, onların nasıl değiştiklerini görüyorum. Köyden şehre üniversite okumaya giden çoğu gencin nasıl değiştiğini, evlerine ailesinden farklılaşmış olarak döndüklerini fark ediyordum. Eve farklı bir genç olarak dönebiliyorlardı. Kimisi evdeki kuralları çiğner, kimisi anne babanın nasihatlerini unutur, kimisi anne babasının okul için gönderdiği parayı boşa harcar, kötü yola düşer ve kötü alışkanlıklar edinir. Bu yüzden anne babaların endişelerini anlıyorum. Tabi ki de herkes böyle değil. Kimileri de doğru yolu ister ve önceki hayatındaki yanlışları düzeltmeye çalışır. Allah Enfal suresi, 29. ayetinde: “Ey iman edenler, Allah’tan korkup sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.” der. Ben de yeni öğrenmeye başladığım İslam’ın kurallarına uygun yaşamak istiyordum. Allah’tan af ve mağfiret dilerim, inşallah. Bu duygularla köyüme geldim. İnsan, ister istemez yer ve mekan değiştirirken, içerisinde bulunduğu ortamın etkisiyle değişir. Nasıl değişir? Hem yaşayış, hem fikir, hem dış görünüş olarak. Kendisine ait bir özeli ve stili olmaya başlar. Çünkü yeni katıldığı ortam, farklı yerlerden gelen öğrencilerden oluşmaktadır. Dolayısıyla farklı ilçelerden gelen öğrencilerle yaşamaya başlamak, onlarla takılmak herkesi belli bir miktarda etkiler. Sen onlardan, onlar senden küçük, büyük bir şeyler öğreniyorsun. Konuşmadaki lehçeler ve şiveler dahil. İnsanın kendisi bunu fark etmese de etrafındaki yakınları, çevresindeki arkadaşları bunun farkına varırlar. Ben de az miktarda olsa değişiyordum. Artık önceki gibi eğlencelere dönmeyi düşünmüyordum. Kendime yeni ve farklı bir arkadaş grubu oluşturmaya başlamıştım. Onlardan daha önceleri duy-

madığım ve bilmediğim yeni düşünceler ve az da olsa yeni dini bilgiler ediniyordum. Ancak öğrendiklerimi hemen yaşamak istiyordum. Daha önceki yaşamış olduğum hayat tarzından farklı bir yaşam şeklini seçmiştim. Fakat eski arkadaşlarımla irtibatımı da kesmemiştim. Çünkü onları da seviyordum. Çok iyilerdi. Onların da doğru yolu seçmelerini isterdim. Bazen elimden geleni kadar anlatıyordum. Lakin hep yarım kalıyordu. Üzülmüyorum, çünkü Kuran’da Allah buyuruyor ki: “Erkek olsun kadın olsun, bir Mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl, 97) Evde iken fırsat bulunca anne babamla tekrar namaz konusunu açtım. Anlatmaya çabaladım. Maalesef aynı olumsuz cevabı aldım. Bana her konuda destek veren anne babam bu isteğime izin vermedi. Belki İslam’ı iyi bilselerdi olumlu cevap verirlerdi. Onu bir Allah bilir. Ama şimdi ne yapacağım bilmiyordum. Baktım ki anlatmakla olmuyor, “A” planı başarısızla sonuçlandı. Artık “B” planına geçme zamanı geldi. Yani, hareketle, davranışla, örnekle İslam’ı anlatma, gösterme, sevdirme planıydı. Aslında, evdekiler bende bir değişim olduğunun farkındalar. Çünkü tatil zamanı ve çoğu öğrenciler evlerine dönüyorlar. Evlerinde dinlenmekte olan arkadaşlarım beni partiye çağırınca gitmediğimi gören babam şaşkın bir durumdaydı. Önceden evde durmayan kızları bu sefer hep evde kalıyordu. Sonra, anneme mutfakta yardım etmeye başladım. Bulaşıkları yıkıyorum. Yemek hazırlamada ona yardım ediyorum. Evet, genel olarak kızın annesine yardım etmesi normal. Ama önceden hiç bu tip yardımlar yapmadığım için annem şok vaziyette. Ay Allah’ım çok komik anlar var bu yemek ile ilgili. Bir keresinde annem bahçeden maydanoz ve dere otu getirmem için gönderdi. Ben de bahçede düşünüyorum “nerede maydanozlar, hangisi dere otu” diye. Neticede bir avuç ot getirdim. Annem bir güldü bir güldü. Gördü ki durum vahim. Elimden tuttu ve bahçeye doğru beni götürdü. “Kızım, yemek için kullanılan otlar bunlardır.” diye maydanoz ve dere otunu gösterdi. Daha mutfakta neler neler yaşadım, arkadaşlar, bir bilseniz. Mutfakta benim için unutulmaz pek çok komik anılarım oldu. Bu arada ablam benim gibi değil. Mutfak onun ikinci vatanıdır. Zaten babamın bana kıyamadığından: Nisan’17 • 53


Atölye “o küçüktür daha, yaptırtmayın!” sözünden başladı her şey. Hala öyle. Değişmedi. Babam şimdi bile küçük gibi davranıyor. Her neyse. Tatil bitti. Okullar başlayacak ve ben Almatı’ya dönmeliyim. Anne babamı namaz konusunda ikna edemediğim için üzüldüm. Fakat onların kalbini kazandığıma mutluydum. Sonrası kolay olur ve erken veya geç benim bu tercihimi kabullenirler inşallah düşüncesiyle Almatı’ya döndüm. İkinci sınıftayım. Artık acemi değildim, biliyorum nereye nasıl gidilir. Yeni gelenleri görüyorum, davranışlarından, tiplerinden yeni geldikleri belli oluyordu. Düşünüyorum… Ben de mi öyle şaşkın şaşkın hareketler yaptım diye. Yapmışımdır kesin. Geldiğimde hemen yurt konusunu halletmem lazımdı. Çünkü geçen sene annem gelip rüşvetle halletmişti. Bu sene yine rüşvetle oluyor bu iş. Mecburi verecektim, başka çarem yok. Bu arada rüşvet vermemek için bayağı uğraştım. Sonuna kadar direndim. Ama son yer kalınca riske atamadım ve istediklerini vermek zorunda kaldım. Bu kötü bir durum, biliyorum. Ancak ardından gelen iyi bir haber her üzüntüyü kapatıyor. Şimdi size şaşılacak bir haber vereceğim. Allah’ın planı en güzel bir plandır, arkadaşlar. Dedim ya en son yer diye. Allah benim için en hayırlı ve en güzel oda arkadaşlarımı önceden hazırlamış. Aigerim’i unutmadıysanız, -geçen sayıda bahsetmiştim- o benim artık oda arkadaşım. Bundan sonra o benim İslam’ı tanımama vesile olduğu için can kardeşimdir. Nisâ suresi, 85. ayetinde sanki benim Aigerim’i anlatıyor gibi… “Kim, güzel bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan kendisine bir hisse vardır; kim kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan da kendisine bir pay vardır. Allah her şeyin üzerinde koruyucudur. “ İnşallah Rabbim Aigerim kardeşimden razı olsun. Allah’ı hatırlatan arkadaşlarla kalmak benim için büyük bir müjdeydi. Şükürler olsun. Oda seçme hakkım yoktu. Çünkü benim yerimi Allah seçmişti. Beni oraya gönderen Allah idi. Onlara ihtiyacım vardı. Mutluydum. Çünkü odadaki kızların çoğu namaz kılanlardandı. Önceden kendi aralarında anlaşarak yerleşmişler. Benim ki ise rastgele oldu. Benim o odaya yerleşmemde hiçbir dahilim yoktu. Aigerim ile aynı odada yaşayınca tekrar aynı heyecanı yaşıyordum. Bu sefer namaz kılma kara54 • Nisan’17

Atölye rımı verdim. İnşallah. Anne babam izin vermeseler de artık yapacak bir şey yok. Namazımı düzene koyayım sonra onları haberdar ederim. Onlar için önemli olanı batıl dinde olmamamdı. Bu yaz tatilinde eve gittiğimde anne babamın gözünde bayağı otorite kazandım. İlk namazıma yarın sabah namazında başlayacaktım. Gece boyunca uyuyamadım. Bir sağ tarafa bir sol tarafa dönüyorum. Uykum gelmiyor. Vakit yaklaştıkça kalbim hızlı hızlı çarpıyor. Çünkü biliyordum. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın huzuruna gideceğim. Çok az kaldı. Çok az. Oda sessiz. Herkes mışıl mışıl uyuyor. Bir ben uyumuyorum. Heyecanlıyım. Titriyorum. Endişeliyim. Aklıma her şey geliyor. Ya namazdayken unutursam her şeyi. Ya Allah okuduğumu beğenmezse ya ben fark etmeden yanlış söylersem. Ne olacak? Ne diyeceğim? Nasıl davranacağım? Hepsini düşünerek daha beter oluyordum. Ağır ağır nefes alıyordum. Çünkü çok önemliydi benim için. Bu anı çok bekledim, arkadaşlar, biliyor musunuz? Özlemle bekledim. Gözlerimden damlayan yaş bile anlatamaz bu duyguyu. Umutsuzca beklemekteyim. Nihayet Allah’a kavuşacağım, konuşacağım, derdimi anlatacağım, özür dileceğim. Bu arada ezanı duymuyoruz. Zaten önceden de duymamıştım. Alışkınız. Ezan yerine oda arkadaşımın telefonundaki alarmı çaldı. Nerdeyse kalbim patlayacak gibi. İnanamıyorum. Gittikçe vakit yaklaşıyordu. Oda olarak topluca yıkanma odasında abdest almaya gidiyoruz. Çünkü tuvalet ve lavabo ortak. Yani her odaya has banyo olmayıp, her katta bir tane ortak yıkanma amaçlı ayrı bir oda var. Ortak dediğim genel olarak ortak. Demek istediğim, erkekler ve kızlar beraber aynı mekanda kollarını yüzlerini yıkıyorlar. Aigerim kapalı, ama tek olduğu için sıkıntı yok. Abdest konusunda biraz zorluk çekiyordu. Ama tabi bu zorluklara karşılık olarak Allah mükafatını verecektir. İnşallah. Normalde erkekler kalkmadan önce gitmeye çalışıyor. Bazen o abdest alırken biz kapıda bekçilik yapıyoruz. Erkek çocuğu gördüğümüzde ona söylüyoruz, hızlanıyor ve çıkıyoruz. Abdest alırken, öğrendiğim her detayları karıştırmayayım diye çok yavaş ve dikkatli yapıyordum. Ama güzel bir his oluyordu. Sanki banyo yapmışım gibi geliyordu. Abdestten sonra bir ferahlık, rahatlık, tazelik ve serinlik vardı. Şimdi o kadar değil

galiba. Belki de ilk defa yaptığım için ya da etkilendiğimden olsa gerek. Odaya doğru gidiyoruz. Ayaklarımı zor tutuyorum. Kendiliğinden gidiyor nereye gidiyorsa. Biraz arkadaşlarla konuşarak kendimi oyalamazsam bayılacak gibiydim. Aigerim bana çok heyecanlanmama gerek olmadığını, farz namazı cemaatle kılacağımızı söyledi. Her şey güzel olacak diye sakinleştirdi. Namaz kıyafetimi kızlardan aldım. Kimisi etek, kimisi başörtü verdi. Öylece örtündüm. Önce sabah namazının sünnetini kılacağımız için herkes tek tek namaz kılmaya başladı. Ben de bismillah diye başladım. Allahu Akbar. Ellerimi sımsıkı tutuyorum. Gerçeği söylersem namazda iken heyecandan her şeyi karıştırmıştım. Fatiha’nın nasıl başlanacağı aklıma gelmiyor. Unuttuğum için Allah’tan özür diliyordum. Utanıyorum da. Hatta Aigerim dün namazda okunacak sure ve duaları benden dinlemişti. Namazda ne oluyorsa artık. Derin bir nefes aldım ve kendi kendime “sakin” diyerek sureleri yavaş yavaş okumaya başladım. Başlangıç çok iyi olmasa da şimdilik iyi gidiyorum. Rükûya vardım. Her şeyin yaratıcısı, çok güçlü olan Yüce Allah’a boynumu eğiyordum. “Geldim huzuruna buyur Allah’ım” diyerek başımı eğiyordum. Kalkınca secdeye gitmek varmış. Alnını yere koyunca, secde edince, Allah’a teslim olunca, her şeyin farkına varınca, çok geç kaldığımı bilince çok ağladım. Ben neredeydim ki sana inanan müminler secde ederken. Şimdiye kadar huzuruna gelmediğim için nasıl utanıyorum. Muhteşem bir his idi. Çok ilginç. Secdeye iki kere varıyoruz ya. İlkinden kalkamıyordum. Secde. Canım secde, bu anı çok bekledim. Belki kendim fark etmesem de bile bedenen ruhen özledim. Ne kadar zaman geçse de her şey hala dün olmuş gibi gözlerimin önünde. İlk secdeden baş kaldırınca ardından hemen ikinci

secdeye vardım. Tekrar o huzuru, mutluluğu yaşıyordum. Sünnet böyle lezzetli ise farzı hiç düşünemiyorum. Muhteşemdir. Ağlaya ağlaya sünneti bitirdim. Cemaat oluşturduk. Ayaklarımız, omuzlarımız birbirine yapışık. Aigerim sesli Kur’an okumaya başlayınca başladım tekrar ağlamaya. Kendimi durduramıyorum. Başladı herkes ağlamaya. Mutluluk ağlaması idi. Namaz bitince herkes bana sımsıkı sarıldı, tebrik etti ve Allah kabul eylesin diye elimi sıktılar. Hem gülüşüyoruz hem ağlıyoruz, değişik bir şey. O sabah benim en güzel sabahım oldu. Artık beş vakit namaz kılanların arasındayım. Allah’a çok şükür. Elhamdülillah. Yurtta abdest aldığımız ve namaz kıldığımız için neler çektik? Başörtüsünü çıkarmadığı için yurttan atılan kızlar ve yurtta kalabilmek için başörtüsünü çıkarmak zorunda kalan arkadaşlar hakkında neler olduğunu bir sonraki sayıda yazacağız inşallah. Devamı bir sonraki sayımızda… Selametle kalın.

Nisan’17 • 55


Atölye

Atölye

Erdem Bayazıt Cuma ERTAŞ

K

ılıç darbeleri altında ezilen, bükülen ve ölen canların bedenleri arasından ayağımızın kanıyla girdiğimiz bu Anadolu Diyarı’na sadece kınına kanıyla giren kılıçlar getirmedik elbette. Ötüken bozkırlarından destur alıp yoluna revan olduğumuz bu kutlu yürüyüş, ilim ve tasavvuf şahsiyetlerinin Anadolu’nun ak sütüne maya çalma noktasında vesile oldu.Toprağına tohum gibi saçtığımız ilim danelerinin bir başağı yükseliyor her devirde şüphesiz ve Yunus’un şiirleriyle meşk olduğumuz,

Mevlana’nın aşkıyla döndüğümüz bu manevi iklimin günümüz temsilcilerinden birinin satırları ilişiyor kısılan göz kapaklarınızın arasına… Adil Erdem BAYAZIT 1939’da Kahramanmaraş’ta muhafazakar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Bayazıt, ilkokul ve ortaokul eğitimini Maraş’ta alır. Liseyi Kahramanmaraş Lisesi’nde okuyan genç şair, kader birliği yapacağı yol arkadaşlarını bu lisede tanıma fırsatına sahip olur. Geçiyor, pervasızca geçiyor Çıngıraklı kuyruğunu sallayıp zaman Artık soğuk ve kimsesiz geçtiğimiz sokaklar Zarif bir hüzünle çiziyor aklımda seni gece Boşlukta kırık bir dal yüreğim, kederiyle sallanan Bütün şehir uykusunda ölü bir yılan Bütün şehir, biz ayrıyken hayalet bir gemi Telaşlı bir vedayla tam kalbinden su alan Artık yollar uzun, yollar aramızda dert Yedi dinmez kederiz, uslanmaz yedi güzel adam. Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Ali Kutlay, Nuri Pakdil ve Alâeddin Özdenören’in çalkantılı bir dönemde hislerinin ve hakikatin eşiğinden ayrılmayan bu genç şair ve yazarların hikayesi böyle başlar. O vakitte Maraş’ta meşhur olan Abdurrahim Karakoç ve Bahaeddin Karakoç bu genç gruba çeşitli desteklerini sunmaktan geri kalmazlar. Memleketin geleceğini ve şahsi sanatlarını muhterem tutan bu şair ve yazarlar ilk şiir ve yazılarını Demokrasiye Hizmet adlı mahalli gazetede yayımlamaya başlarlar. İşte tam bu devirde Bayazıt ile Zarifoğlu’nun zarif dostlukları başlar. Erdem Bayazıt bu yıl-

56 • Nisan’17

larda ilk şiirlerini bu gazetenin fikir-sanat sayfasına vererek şairliğe bürünür, dikenli yola ilk adımı atar. Liseyi bitirir bitirmez İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt olur. Burada öğrenimine devam eden şair, Maraş ile gönül bağını hiç kesmeden yoluna devam eder. Zarifoğlu’nun Neşriyat Müdürlüğü’nü yürüttüğü İnkılap Gazetesi’nin Mesul Müdürlüğü’nü üstlenerek fikir-sanat dünyasından elini hiç çekmez. İki yıl devam eden eğitim hayatı sonrasında yol arkadaşı olan Cahit’i İstanbul’a davet eder. Bu teklife karşı kayıtsız kalamayan şair de tutar yolunu İstanbul’un. Aynı üniversitenin Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolur. Bu kez de Bayazıt maddi imkansızlıklar yüzünden bir yıl sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geçiş yapar. 1963 senesinde öğrenim hayatını yarıda bırakarak askerliğe giden şair, dönüşte hayatına yeni bir yön çizecek kararını verir. Hukuk öğrenimini bırakarak aynı üniversitenin Edebiyat Bölümü’ne kayıt olur. Bu defa bölümünü bitirmeye azimlidir ve Nuri Pakdil’in çıkardığı “Edebiyat” adlı dergide şiirlerini yayımlamaya başlar. Bölümünü başarıyla bitirerek memleketi Maraş’a döner ve burada eğitim gördüğü Maraş Lisesi’nde öğretmen olarak göreve başlar. Bozulan dünya düzenine, kaybolan ahlakın çürümüş gövdesine omuz atmaya ilk burada başlar şair. İçe dönük yalnızlığıyla yozlaşmış sürü düzenine karşı şair gövdesini çiğnetmemek için çıkar bu yola. Kısa zaman sonrasında da Maraş İl Halk Kütüphanesi’ne müdür olur. 1973’de “Sebep Ey” adlı şiir kitabıyla ruh dünyasının meyveleri dökülür ayak uçlarına. Lise yıllarında dava arkadaşlığı yaptığı insanlarla “Mavera” dergisini çıkarmaya başlarlar. Yedi güzel adam artık daha bir gür seslenir mazlum coğrafyasına. Bu dergide yazılan çizilenler muhatabına en sert şekilde ulaşır. Dergi kısa süre içerisinde mazlumun derdine dil, küffarın tekerine giren çomak olur kelimenin tam manasıyla. Hayatım boyunca azların çoklara galip geldiğine hep inanmış, zafer sancağının yaralı bedenlerin

kollarında yükseldiğine şahit olmuşumdur. Erdem Bayazıt tıpkı Ulubatlı gibi sırtına en onulmaz ok yaraları alarak şairlik sancağını bir gün olsun küffar surlarına dikmekten geri durmamıştır. Bu sözlerime örnek teşkil edecek yerinden devam ediyorum hayatına. Rusların Afganistan işgaline karşı en ağır protesto yazıları yayımlayan bu dergi, sadece yazılıp çizilenlerle kalmayıp 1981’de Ajans 1400 adına Afgan dağlarına doğru yola çıkarlar. Bu inanmışlığın bir sonucu olan Afgan seferini şair, Mavera’da sıcağı sıcağına anlatıverir. Daha sonra İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda sekreter olarak vazife alır. Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Kütüphane, Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurumlarda da çeşitli görevlerde bulunur. 1987 yılı seçimlerinde Anavatan Partisi’nden Kahramanmaraş milletvekili adayı olur ve seçilir. TBMM Başkanlık Divanı’nca Üstün Onur Ödülü verilen on yedi kişi arasında bulunur. 1988 yılında Risaleler adlı şiir kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü alır. Bundan sonraki hayatını İstanbul’da ailesiyle birlikte geçiren Bayazıt sadece yazılarına ve şiirlerine döndürür yüzünü. Çeşitli dergilerde yayımladığı yazılar ölümüne kadar ki zamanını dolduran unsur olur. İki yıl gördüğü kanser tedavisi sonrası 2008 tarihinde İstanbul’da hayata gözlerini yumar şair. Şüphesiz ki bu coğrafyalara atılmamızın bir sebebi olduğu gibi bir de bedeli vardır. Coğrafyanın kader olduğu bu yeryüzünde bizlere bu kaderin en acısı yazılmış olmalı ki bitmedi kana doymayan zındıklara karşı mücadelemiz. İşte yazılan şiirlerin, okunan yazıların altında yatan ruh budur. Bayazıt kalem tutan eliyle savaşır bu hayasız düzene karşı. O yalnızlığına surlar çevirdiği ruh dünyasında mana kılıcıyla yaralar açmıştır fesat bedenler üzerinde. Onun harfleri harp nizamıyla dudaklarımızda hecelenir. Seçilmiş milletin önündeki kara çarşafa bir makas olur şair… Allah emsalini artırsın. Makamını ali eylesin. Nisan’17 • 57


Atölye

Melek ERKAN

BİR İNSAN NEDEN SEVMELİ? Bir insan neden sevmeli? Kimi sevmeli? Ben sevmeyi seviyorum. Neden kimse birbirini sevemiyor ki... Din, dil, ırk demeden, ayrım yapmadan da sevmesini öğrenmemiz gerekmez mi? Cinsiyet ayrımı yapmadan… Sizce de sevgi her haliyle güzel değil mi? Küçük bir çocuğu sevmek… Yetim bir çocuğu sevmek... Masum bakışlarının ardında göremediğimiz, bilemediğimiz, kim bilir daha ne kadar çok sır var. Mesela trafikte mendil satan küçükler. Bizler ailemizden para isterken bile utana sıkıla isteriz. Peki ya o boyundan büyük işlere kalkışan küçükler… Bununla ilgili kısa bir anımı nakletmek istiyorum: Bundan bir kaç ay önceydi. Babamla beraber il dışına çıkacaktık. Yolculuğumuz başlamıştı. Trafik ışıklarına denk geldik ve yeşilin yanmasını beklemeye koyulduk. Orada da mendil satan, arabaların camlarını silen ufak çocuklar vardı. Biriyle göz göze geldim. Çok tatlı masum bir kızdı. Sanırım 6-7 yaşlarında var ya da yoktu. Küçücük elleriyle araba camlarına tıklayıp mendil uzatıyordu. Arabamıza doğru geldi. Ben de gayri ihtiyari bir şekilde elimi çantama attım, ufaklık da sevindi. Mecbur bir şeyler vermek zorundaymışım gibi hissettim kendimi. Çantamda bozukluk da yok... Kâğıt para vermiştim. Gözlerime bir bakışı var ki unutamadığım... Sonra ufaktan yanağına dokundum. Gözleri doldu minik kızın, sadece mahcupluk ifadesi vardı gözlerinde. Nedense o an içime paradan çok sevgiye muhtaç olduğu doğdu. “Geleceğe daha iyi yatırım” yapmak için, maddi ihtiyaçlardan çok manevi ihtiyaçları biriktirmemiz gerekmez mi? Ne acı bir şey, bazı ihtiyaçları maddiyatla tamamlamaya çalışmak. Daha ihtiyacın ne olduğunu bile anlamadan aramaya çalışmak. Farklı şeylerde bulmak, bulduğunu sanmak… Sevgi bir tohum gibi. İlk önce ekmek lazım. Zamanla beslemek, büyütmek ve filizlenmesini beklemek lazım. 58 • Nisan’17

Atölye Daha sonra ise iyice gelişip meyve vermesini, aldığının daha fazlasını ve daha iyisini vermesi için sabretmek ve bu süreç içerisinde ona iyi bakmak... İşte sevgi de böyledir. Bence bir insan severken anne gibi sevmeli. İçten, samimi, sıcak, karşılık beklemeden, sevdiğinin iyiliğini düşünerek... Bunun için bir insanın kendine duyduğu saygıyı, bir başkasına da aynı şekilde duyması gerekir. Kendine nasıl davranılmasını istiyorsa öyle davranmalı. Ne demişler: “Saygı kayığına binmeden sevgi denizi geçilmezmiş.” Aile içi, arkadaş ve iş ortamındaki saygıyı kaybetmemek lazım. Saygıyı kaybetmediğimiz sürece sevginin değeri ve gücü artar. Bir insanı sevmek saygıdan ve değer vermekten geçer. Bazı insanlar ise sevgisini gösteremeyebilir. Kimisi küçükken görmediği için kimisi içine kapanık olduğu için. Kimisinde ise farklı etkiler uyandırdığı içindir. Bazı ebeveynler, anneden ve babadan ayrı oldukları için çocukken alamadıkları, göremedikleri sevgiyi çocuklarına gösteremez. Çocukları neden sevmeli biliyor musunuz? Ailenin verdiği sevgiyi yeterince alıp ileride aynı sevgiyi kendi çocuklarına ve arkadaşlarına göstermesi için. Yeri gelince kendi ailesine geri vermesi için. Zira sevgi konusunda en hassas kişilerdir çocuklar. Sevgiyi zamanında vermek de önemli. İş işten geçtikten sonra verilen sevginin etkisi zamanında ekilmeyen tohumun etkisi kadar olabilir. Çocuklar belirli bir yaştan özellikle ergenlik döneminden sonra ailelerinden gördükleri sevgiyi ve yakınlığı garipseyebilirler. Zira bazı şeyler zamanında güzeldir. Sevgi biraz da paylaşmaktır. İnsan paylaşmak için sevmeli. Aslında sevgi umuttur bir yandan da. Sevgi görmeyen bir çocuk, ileride topluma ne kazandırabilir ki? Eğer ki gelecekte topluma katkı sağlayacak güvenilir bireyler yetiştirmek istiyorsak bunun en başından, çocukluktan temelini sevgiyle atmalıyız. Bir insanı sevmekle başlar her şey. İnsanlar yaptıkları işlerine de severek başlamalı ve sürdürmeliler. Elindeki işi bir an önce bitsin maksadıyla değil de özen göstererek, değer vererek ve severek yaparsa bir insan hem yaptığı işten zevk alır hem de karşısındaki kişiyi mutlu ederek yapmış olur. Menfaat düşünerek yapılan iş ise çok çabuk kaybedilir, zararına yapılmış olur. Aslında yapılan işi o nasıl beğenir, bu nasıl sever diye değil de “Acaba bana nasıl getirselerdi, teslim etselerdi benim hoşuma giderdi?” diye düşünsek daha iyi ve daha verimli sonuçlar almaz mıyız? Biraz da empati kattık mı işin içine. Yapacağımız işlerden daha da güzel sonuçlar elde edebiliriz. Bir insan neden sevmeli? Kimi sevmeli? İlk önce kendini, daha sonra ayrım yapmadan tüm insanları...

UBUNTU MU NE DEMEK? Zeynep TOPUZ

B

u sözcüğü ilk kez duyduğumda çok şaşırmıştım. Ta ki çocuk gelişimi ile ilgili iki günlük eğitim veren hocamız açıklayana kadar. Afrika’da çalışan bir antropolog, bir kabilenin çocuklarına birlikte oynayacakları bir oyun önerdi: “Ben karşıdaki ağacın altına bir sepet meyve koyacağım, siz de şuradaki çizgide sıralanacaksınız ve yarışın başlaması için benim işaretimi bekleyeceksiniz. Ağacın altına ilk hanginiz ulaşırsa, sepetteki ödülü o kazanacak, tüm meyveleri o yiyecek.” dedi. Sonra da çocukların başlama çizgisinde sıralandıklarını görünce “Başla!” işaretini verdi. O an tüm çocuklar el ele tutuştu, koştu, ağacın altına birlikte vardılar ve sepetteki meyveleri birlikte yemeye başladılar. Antropolog şaşırmıştı. Neden böyle yaptıklarını sordu. “Ubuntu yaptık.” dediler. Antropolog bunu ilk kez duyuyordu. Ne anlama geldiğini sordu. “Birbirimizle yarışa girseydik, yarışı sadece birimiz kazanmış, beşimiz kaybetmiş olacaktık. Beş arkadaş üzülünce yarışı kazanan bir kişi nasıl ödül meyveyi yiyebilirdi?” dediler ve ubuntunun anlamını açıkladılar. Onların dilinde ubuntu, ‘’Ben, biz olduğumuz için Ben’im’’ demekti. Bencilliğin tavan yaptığı “biz” olmanın çabasının çok az görüldüğü şu güzel ülkede yaşıyoruz. Hepimizin birbirinin eline, diline ve gönlüne muhtaç olduğu bir zaman silsilesinde kendi kabımıza çekilmişiz. “Ona güven olmaz, sakın selam bile

verme!” “Yolunu hemen değiştir!” gibi sözlerle birbirimize olan sevgimizi ve güvenimizi kaybediyoruz. Oysa insan olarak yaşayabilmek için iki şeye ihtiyaç duyulur: Güven ve sevgi. Bu iki kavram bizim hayatta ayakta kalabilmemize ve iç huzurumuza katkı sağlar. Sevgi ve güven sadece kan bağını değil gönül bağını gerektirir. Ötekileştirmeden, dışlamadan sevebildiğimiz ve birbirimize çıkarsızca yaklaştığımız sürece mutlu olabiliriz. Ayette de buyurduğu gibi “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat/10) Kardeşçe yaşayabildiğimiz zaman sevgi ve güven etrafımızı saracaktır. Bunun farkında olarak eylemlerimizde ve sözlerimizde “biz” olma bilincini hayatımıza aktardığımızda dünya yaşanılabilir bir yer olacaktır. Çünkü biz olmak paylaşımı ve sevgiyi artırır. Ben olmak ise rekabeti ve hırsı çoğaltır. Kardeşlik demek duyguların ve acıların paylaşımı demektir. Bugün kendi kardeşimize bir zarar geldiğinde nasıl endişe duyuyorsak, yeryüzünde haksızlığa ve zulme uğrayan kardeşlerimiz için de aynı endişeyi taşımalıyız. “Birlikte kardeş gibi yaşamayı öğrenmeliyiz, yoksa birlikte aptal gibi öleceğiz.” Malcolm X. Bu anlamlı ve güzel sözün ardından toplumlar ancak paylaşarak güven duyarak ve severek yaşadığı sürece dünyada huzur ve barış sağlanacaktır. Kardeşçe ve sevgiyle yaşayabilmenin umuduyla… Nisan’17 • 59


Sinema

Etkinlik

2. GELENEKTEN GELECEĞE AKIL VE ZEKA OYUNLARI TURNUVASI ÖDÜL TÖRENİ GERÇEKLEŞTİ!

The Truman Show Beyzanur YAŞAROĞLU

İ

zlediğimiz her film birer kurmacadır. Bizler filmlerdeki olayların gerçek olmadıklarını çok iyi bilmekle beraber bu filmleri gönüllü olarak izlemekteyiz. Filmleri izlerken yönetmenlerin sundukları bu kurmaca olay örgüsüne bizi inandırmalarını isteriz. Bazı filmlerin kurgusu, olay örgüsü o kadar iyi işlenmiştir ki gerçek olmadıkları halde inanırız. Bazı filmler ise konuları ele alış biçimiyle inanılmaz ilgi çekicidir. Çekildikleri dönemlerde yaşanan olaylardan ziyade geleceği konu edinen olayları ele almaktadır. Bu yazımızda ele alacağımız The Truman Show da böyle bir film. Bu film klasik bir Hollywood filmi değil tam tersine kapitalizm ve modern toplum eleştirisi yapan bir kült film. The Truman Show, Andrew Niccol tarafından yazılan ve Peter Weir‘ın yönettiği 1998 yapımı bir filmdir. Filmde Jim Carrey, Laura Linney, Ed Harris ve Natascha McElhone gibi yıldızlar yer almakta. Truman harika bir adada yaşayan, görünürde hayatında her şey normal olan otuz yaşında bir adamdır. Sevdiği bir eşi, iyi bir dostu, annesi ve işi vardır. Fakat Truman dışındaki herkesin çok iyi bildiği bir gerçek vardır. Truman’ın yaşantısı kurgulanmış bir televizyon şovudur. Yani, onun haricindeki herkes oyuncu, yaşadığı ada bir televizyon stüdyosu ve doğduğu andan itibaren başından geçen her şey bir televizyon yapımcısının kararlarıyla oluşmuştur. Truman’ın eşi sürekli olarak kredi kartı taksitlerini hatırlatırken annesi de oğluna belli bir sınır çizmiş bu sınırdan dışarı çıkmaması için elinden geleni yapmaktadır. Öğretmeni; “Dünyada artık keşfedilecek yer kalmadı, zaten her yer keşfedildi.” diyerek tüm merak ve heyecanını söndürmüştür. Medya da sürekli dış dünyanın zorluk ve kötülüklerinden bahsetmektedir. Yani verilmek istenen mesaj; Elindekilerle yetin, hiçbir şeyi değiştirme… Truman babasını çok özlemektedir. Babasının cesetinin denizde bulunamamasına akıl sır erdirememiştir. O ana kadar yaşadığı her şeyin yalan olduğunu sezmemiştir. Ta ki babasını caddeden geçen insanlar arasında görünceye kadar. Filmde göze çarpan diğer bir sahnede ise Truman eşiyle kavga ederken eşi eline birdenbire bir ürün alır

60 • Nisan’17

ve kameralara karşı ürünü tanıtır. Aynı şeyi arkadaşı ile sohbet ederken yaşar, arkadaşı sohbetlerinin ortasında durduk yere elindeki içeceği kameralara gösterir ve ürün tanıtımı yapar. Truman’ın hayatında her şey kapitalizm çarkına hizmet etmektir. Filmdeki yönetmen Christof’un film boyunca kendini ilahlaştırmaya çalıştığını söylemeden edemeyeceğim. Aynen günümüzde insanların hayatlarını ve duygularını alışveriş meraklarını dizayn etmeye çalışan hegomanik kapitalist güçler gibi. Sürekli olarak Truman’ın üzerinde baskı ve diktatörlük kurmaya çalışıyor. Truman “Biri bizi gözetliyor” Tarzındaki büyük film setinden kurtulabilecek mi?” Film boyunca sürekli bu soruyu soruyoruz. The Truman Show filmi bundan yaklaşık yirmi yıl önce çekilmiş olmasına rağmen günümüz dünyasını çok iyi yansıtmaktadır. Hatta filmin bazı sahnelerinde “Bunda ne var ki bunu zaten biz şimdi de yaşıyoruz.” diyebilirsiniz. Film modernizmin gelişen teknolojiyle birlikte hayatımıza şekil vermesi ve mahremiyeti yok ederek insan hayatını bir metaya dönüşmesini anlatıyor. Ben olaya şu şekilde bakıyorum: Müslümanların en önem vermesi gereken konulardan biri mahremiyetken sosyal medya bizim en mahrem alanlarımızdan biri olan evlerimizin içine kadar girmiş bulunmakta. Filmde de açıkçası bazı sahneler bana instagramdaki fenomen annelerin çocuklarını anne rahminden itibaren tüm gelişim evrelerini paylaşmalarını hatırlattı. Truman’ın da anne rahminden itibaren tüm dünya tarafından tanınmaya başlanması, büyüme evrelerinin tüm insanların gözü önünde yaşanması aslında bize hiç de yabancı olmayan şeyler. Filmin alt metni kapitalizme çok iyi göndermelerde bulunmaktadır. Filmle ilgili daha fazla ayrıntı vermeyeyim. The Truman Show birçok açıdan ele alınabilecek bir film izlemenizi ve üzerinde kafa yormanızı tavsiye ederim. Ayrıca uzun bir zaman önce çekilmiş olmasına rağmen görüntü kalitesi de oldukça yerinde. Filmi seyrettiğiniz zaman bir dejavu duygusuna kapılabilirsiniz çünkü Romalı şairin dediği gibi anlatılan senin hikâyen. İyi seyirler.

G

enç Öncüler Gençlik Spor ve Eğitim Derneği, farkındalık projelerine devam ediyor. Bir gençlik hareketi olarak birçok projeye imza adan Genç Öncüler, geçtiğimiz yıl farklı bir projeyi daha kamuoyuna duyurdu. İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ile birlikte yürütülen “Gelenekten Geleceğe Akıl Ve Zeka Oyunları Turnuvası” geçen yıl İstanbul’un beş ilçesi olmak üzere toplam otuz iki okulda gerçekleştirildi. Ortaokul yaş gurubu öğrencilerine yönelik olan turnuvamız geçen yıl gördüğümüz ilgi ve olumlu geri dönüşler ile bizleri bir hayli memnun etti. Bu memnuniyet ise bir sonraki yılın davetiyesi oldu. Dört ay süresi olan turnuvamız, bu yıl kitlesini iki katına çıkardı. İstanbul’un beş ilçesinde toplamda 64 okuldan gelen öğrencilerimiz dört farklı oyun kategorisinde yarışmamıza katıldı. Gelenekten Geleceğe vurgusu ile gençlere farklı bir ufuk kazandırmayı hedefleyen Genç Öncüler, teknoloji çağında yaşamanın olumlu yönlerini yaşarken olumsuz yönlerinden de arındırmanın yolunu bulmaya çalışıyor. “Online” oyunların kıskacında olan gençlerimiz nasıl bir tuzağın içinde olduklarının çoğu zaman farkında değiller. Aldatmaca, kurnazlık, hilekârlık ve yalan gibi pek çok vesveseyi fısıldayan ve bunları bilinçaltına sokan oyunlardan kurtarmak niyetiyle ecdadımızın ve köklü tarihimizin “Akıl ve Zeka” kapsamında geliştirdikleri oyunları gençlere öğretmek ve akabinde turnuvasını düzenlemek bu durumu olumlu yöne çevirmenin küçük bir adımı oldu. Bu yıl Mangala, Reverse, Dokuz Taş, Engel oyunları ile dört farklı dalda toplam 16 öğrenciye 10 bin TL ödül verildi. Ödül törenimiz Genç Öncüler adına genel başkanımız Aşkın Özcan Abimizin açılış konuşması ile

başladı. Konuşmalarında, özellikle öğretmen ve ebeveynlere seslenen Özcan, “kaybedecek bir gencimizin dahi olmadığını ve bu uğurda herkesin elini taşın altına koyup sorumluk alması gerektiğini aksi takdirde kaybımızın büyük olacağını” vurgulayarak konuşmasını sonlandırdı. Ardından tanıtım slaytımız ile devam eden programımız İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü Arge Birimi üyesi Derviş Çelik Bey’in konuşması ile devam etti. Turnuvada emeği geçen herkese teşekkürlerini sunarak konuşmasına başlayan Çelik, bu projeye İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü olarak paydaş olmaktan dolayı memnuniyetlerini dile getirdi. Ayrıca “online” oyunların çocukları esir aldığını ve önlem alınmaz ise çocukların bağımlı hale geleceğini hatırlatan Çelik, konuşmasını, meslektaşlarına büyük görevler düştüğünü hatırlatarak sonlandırdı. Ödüllerin takdiminden sonra hatıra fotoğrafı çekilmesiyle program sona erdi. Programda emeği geçen tüm kardeşlerimize, bizlere ev sahipliği yapan Çapa Fen Lisesi Müdürü ve idarecilerine ve desteklerinden dolayı Hobi Eğitim Dünyasına teşekkürlerimizi sunuyoruz. Genç Öncüler Gençlik Spor ve Eğitim Derneği

Nisan’17 • 61


Etkinlik

Fotoğraf

Pınar Kitabevi Ziyareti

G

enç Öncüler üniversiteli hanımlar komisyonu olarak geçtiğimiz haftalarda Cağaloğlu’nda açılan Pınar Kitabevi’ni ziyaret ettik. Yayınevi, kitapların arasında dostlarla sohbet edebilecek samimiyette dizayn edilmiş. Bu sıcak ortamda başka birçok yayının farklı türlerdeki kitaplarını görme fırsatı bulduk. Klasik İslami eserlerden modern düşünce kitaplarına, siyasetten tarihe kadar yüzlerce eser meraklıları tarafından dikkatle incelendi. Ardından Pınar Kitabevi’nin kurucularından Cevat Özkaya hocamız ile

Objektifimden Yansıyanlar

yayıncılık serüvenleri üzerine konuştuk. Türkiye’de yayıncılığın temellerini anlatan Cevat hocamız, yapılan yatırımların kültürel bağlamda dominasyon anlamına geldiğini ve bu işin ne kadar önemli olduğunu biz gençlere hatırlattı. Pınar Yayınları’nın kuruluş döneminde yaşadıkları tevafukları ve anıları dinlerken yüzlerimizden tebessüm eksik olmadı. Yıllar önce salih amellerle yola çıkmış bir avuç Müslüman gencin kurduğu Pınar Yayınları bu huzurlu ortamına yeni ziyaretçilerini bekliyor.

‘’Şehadet parmağıdır gö ğe doğru minare; Her nakışta o mana: Öl eceğiz ne çare? Hayattan canlı ölüm, gü nahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...’’ Foto by: Fatih Dağ

ayaklarının ‘’Yemenli kızın elleri ve yerle bir oluşu’’ i Foto by: Merve Kesenc

YGS Moral Yemeği G

enç Öncüler Lise Komisyonu olarak YGS’ye giren kardeşlerimiz ile sınav sonrası buluşup yemek eşliğinde hasbihal ettik. Kardeşlerimiz, Müslüman gençler olarak icra ettikleri her işi en iyi şekilde yapmaları gerektiğini düşünerek bu yolda çok çaba sarf ettiler. İkinci bir adım olan LYS sınavları için kendilerini hayır duaları ile uğurladık.

62 • Nisan’17

kında, “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane par Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında…’’ Foto by: Yusuf Üzümcü

‘’Kuşlar nerey

e sığınır akşam olunca…’’ Foto by: Emra h Taş Nisan’17 • 63


Şiir

Aş/hane

Adnan ERGÜN

cibali nedir neresidir bilmem amma lisesini bilirim ıslak kirli asfalt ve bozuk kaldırımları bir yokuş bilirim yorar kolları yüzler binalar bilirim kirli duvarları cibali lisesini bilmem amma civarını bilirim gri demir kapı ve kırık basamakları bir kokuş bilirim sıvar dimağları ayaz talaş bilirim isli bodrumları

lise civarını bilmem amma bir bina bilirim soluk pembe halı ve ölgün ışıkları bir bakış bilirim bağışlar dünyaları ürkek elleri/ düşmüş süt dişleri yerde başları/ şen gülüşleri al yazmaları/ yeşil balonları bilirim bir ev mahcup ve masum insanları sefer tası ve yemek kokuları…

Akıl ve Zeka Oyunları Atölyesi Başlıyor.. uz Öğr r o etiyo iy r i d ruz Yar n ıştırıyoruz Ödülle

Atölye her Cumartesi gerçekleştirilecektir. Ortaokul yaş grubu kız ve erkek öğrencilerine yöneliktir. Not: Atölyemiz Ücretsizdir. Bilgi ve Kayıt için

İskenderpaşa Mh. Yeşiltekke Sk. No:4 Fatih / İstanbul

64 • Nisan’17

0553 499 74 64



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.