Zebelliyat 27

Page 1



bir önceki sayımızda “bu son sayı” demiştik. ancak, görülen o ki, sonumuz gelmiyor. bazen kısa bazen uzun aralar versek de, fanzin çıkarmaktan vazgeçemiyoruz. pinero tükkan yani dükkanımız, kapandıktan sonra, ekipçe organize olamamaya başlasak da, bir şekilde ipin ucunu yakaladık ve gerisi geldi, ve yine birbirinden berbat yazılarla vizyondayız. tayfada yaşlar ilerledikçe, içeriksel üretim azalmaya başladı maalesef, bunun nedenini kestiremiyoruz ancak zannediyorum ülkenin yaş ortalaması olarak en yaşlı fanzini sayılırız, bunun nedeni yola epey yıllar önce çıkmamıza rağmen ufak değişiklikler dışında hala aynı insanlar mücadeleye devam ediyor oluşumuz. fanzin sayesinde kurulan sıkı dostluklar neticesinde, bir çok kez “bu son sayı aga, bitti, gidiyoruz” desek de, bir süre sonra sahalara geri dönmesini bildik.. bir zamanlar ülkede bu kadar çok fanzin çıkmıyordu, hatta bir dönemlerde düşünkara ve solucan ve bizim dışımızda uzun soluklu fanzin yoktu piyasada. şimdilerde görüyoruz ki, bir çok yeni fanzin türemiş, fanzin apartmanları kurulmuş, bir çok etkinlikler düzenlenmeye başlanmış… sevindirici bir durum tabii… her ne kadar pinero tükkan kısa soluklu olsa da, bu sayede yeni bir çok fanzincinin birbiri ile tanışmasına vesile oldu.. ve dükkan hüsranımızdan sonra çıkan ilk sayımızla karşınızdayık.. bir sonraki sayımız 2 ay sonra bakkallarda marketlerde yerini alır.. içerik göndermek isterseniz, e-posta adresimiz fanzinlerin bir yerlerinde mevcut. şimdilik hoşçakalın.. kapak ve ortasayfa kolajı: etrafi sayfa tasarlayamama: girdo CSNS YAYINLARI numero: 96 dagıtım: !ZM!R YER6 DISTRO unpz.blogspot.com sokak edebiyatı facebook: facebook.com/zokakzebelliyati izmiryer6 distro facebook: facebook.com/izmiryer6Distro

do it yourself


BUZ SAAT Alacakaranlıktan aydınlığa geçişin çok hafif parlaklığı var. Saatin köprüsü üzerinde gece mumdan ışığına çığlık atan anne kadar uzun saatin köprüsü üzerinde duruyorum: El yordamıyla yakaladığım karanlık his. Tıkız ve düzensiz. Kayıp olmuş anın ağzına doğru. Önce tik sonra tak hapsoluyorum. Soluk alış verişim çok soluk alış verişimden daha az anlar. Buz tutmuş iki dizenin kesiştiği yerde. İçimden kopan tel ışıyan tın bastıran yankı asıl. Saatin köprüsü üzerinde C merhem ama A'nın içine hapsoluyorum. Soluk alış verişim çok. Soluk alış verişimden çok daha buz tutmuş iki dizenin kesiştiği yerde annenin çığlık Saatin köprüsü üzerinde, saatin köprüsü üzerinde mum erirse gece bekçisi olarak çalışan iri yarı ağaçtan elma diye toplasınlar beni erken kesilmiş sütten çocuklar. ömür özçetin

ömür özçetin’in 3. şiir kitabı “Pikaresk Dürbünü” çıktı. ısrarla almanızı öneriyoruz.


kulboşluk "- herkeskalk! savaşageldik kimse düşmansız kalmaya" kement, tembih, kamçı, tesbih savcı, polis, kelepçelik teşbih denetimsiz hükümtutuk garanti feysbuk, tvitır, instagram çete, şebeke, teşkilât, ağ ırkçı, dinci, milliyetçi, bağ örgüt, bildiri, eylem, hak yürüyüş, koşuş, kaçmayış, zan ortacıdır, çevirbaştır, korkar dört çocuk var, beş de kız istihdam, istismar, istikrar ya tecâvüz kimin emri? susacaksın soğuk demiri kötü şaka, yeni dizi, hâkim kültür laf oyunu, yazım hatası, hâkim dil açıkçası, aynen öyle, sıkıntı yok hâkimiyet ağız alışkanlığı kur sabret ile kaybolacak zihinler ve herkes birer unsur artık milletindir kayıtlı-şartlı sürdürülebilir bok değil inim inim inovasyon dilim oldu dilim dilim geçmiş geleceğe katlanıp herkes arada kısıla-yapış erimek sanmak seçenek tekerrür tarihin intikamı yokoluşçu son semâvi içinde ya da dışında dingilin itme kakma her duyu bütün dünyânın bilgisi diki eğrisi üstümüze çoğu yalan bâzı yanlış gerçek ola eksik-çarpık üstelik bizi hiç mi hiç!


akıldevir sosyal köpük gerekli şeyler güme gider meselâ sayıları 24 ilâ 30 ülkemizdeki nato veyâ amerikan askerî üsleri ki bu da 'ülkemiz' demek kadar eksikbil muhtemelen kesinkes gelen haftanın atlasını alıp yeni sınırlara baktınız mı? pasaportunuz olup olmadığını kontrol edin... haberiniz ola; tazminatsız işe alındınız sevim hanım, saati sorup durma bomba geldi, diyorum; açın kapıyı! durbekle geçici sistem hatası biyometrik itaat gerekiyor peki kaç nükleer incirlik var? maymunum-maymunsun-maymun -bura hep boşlukdörtbuçuk milyar yaşında dünya üzerinde oniki yaşında insanlık tanrıların sineği olarak -yine"- evet, iyiyim, herşey yolunda." ... "- aynen..."

ohalinaralıkbaşı 2016, emektar

batuğ ş



Sıradan bir Gün direğe dayanmış yoldan geçen arabalara bakıp sigara içiyor. Hafifce öne eğilmiş olduğundan yalnız bir adam gibi; oysa 20 yaşında. Ve bakışlarının asfaltı aşıp, denizin önüne dikilmiş yüksek betonları aşmasına imkan yok. Hayata hep başka şehirlerden, başka zamanlarda da olsa aynı çaresizlikle baktığımızı fark ediyorum. Gidip onları teker teker öldürsem de onun için hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyorum sonra. Öldürme hakkının her şeyde olduğu gibi küçük bir azınlığın elinde oluşu ne korkunç bir şey. Şehir eski bir alışkanlık, bin yıllık bir fare labirenti. Kalabalık işinden çıkmış, şehrin gerisine giden otobüslere biniyor. dipdibe dizilmiş dar sokaklı binaların her birini doldurmak için akşamları bu saatlerde aynı kalabalık ırzımıza geçiyor. boyasız botlarının dikişleri patlamış. Sen hiç reklam izlemezmisin be çocuk! Yok diyor. Konuşmadan yürümeye başlıyoruz. Yürüyor oluşumuzu saymazsak ortak yaptığımız tek şey susmak . birde kendimizi ve hayatı sürekli yanlış anlamak. İnsanlara bakınca yağmurun yağdığını anlıyorum. dönüp ona bakıyorum geçmişime. Bu yüzden onun için bir şey yapmama imkan yok. Gidilecek daha iyi bir yer yok; gidilecek yer bile yok. Aynı telaşsızlık; adımlarımız sabit. Güneş çıksa, yaz da gelse yine böyle yürürdük sanki. İnsanların gürültüsünden kendimi duymakta zorlanıyorum. Anlamadım diyor. Boş ver diyorum; anlaman gerekmez. Susuyor. Nereye gitsek yine kendimizdik çünkü; hangi zamanda yada hangi mevsimde olduğumuzun önemi yoktu yada hangi kadın tarafından terkedildiğimizin…Henüz yirmi yaşındaydı; her ilişkide kendimizi yaşadığımızı bilmiyordu. Ve asla sonunun gelmeyeceğini… Saçaklarından suların aktığı eski binaların önünden geçtik; ince dar kaldırımda ıslanmış kediler oturuyordu. Karanlığa ilerliyorduk; sokaklar tenha; çay bahçesi bomboş. burası iyi diyorum. yol paralarını ayırıyorum. Geriye dört çay içecek kadar para kalıyor. ve toplamda 12 sigara; işte her şey tamam. Noldu iyimisin. Başını kaldırıp yüzüme bakıyor. Dünyanın en aptal sorusunu sorduğumu biliyorum. Hiçbir zaman doğru bir başlangıç yapamadım öyle değimli. Onu yine terkettiğini anlıyorum. Ama o buna üzülemeyecek kadar yorgun. Adamların hala gelip gelmediğini merak ediyorum. Geldiklerini söylüyor; her gün bir başka adam sokağın başındaki direğin yanında bekliyor. Kimi zaman kapıyı çalıp onu soruyorlar. Babası evi terk edeli aylar oldu ama


onlar gelmeye devam ediyor. Kumar borcu, tefeciler, banka kredisi, emeklilik yine de olmuyor işte. Neyse diyorum. Çözemeyeceğin şeyler için üzülmeye kalkma sakın. Garson kız gülümseyerek yaklaşıyor; o an masaya gelmesini istemiyorum. O sormadan bize iki çay getirmesini söylüyorum. Çaylar gelene dek birer sigara içip susuyoruz. En azından dışarıdan bakıldığında öyle göründüğümüzü biliyorum. Her şey o kadar kötü ki, Babam kendini öldürmek zorunda… ancak o zaman bırakırlar peşimizi. O kız diyorum; o napıyor. Cevap vermiyor. Bazen telefon edip ağladığını söylüyor. O benim her zaman güçlü olmamı istiyor. Hep her şey güzel olsun istiyor. Kadınlar hep böylemiydil. Bilmem diyorum. Ben sadece özlerim onları ama yanlarındayken bir şeyler hep ters gider; en azından benim için böyleydi. Şu adamlar diyorum… Seninle gelsem… Bakışlarını kaçırıyor. Çay kötüymüş diyor. Boş ver en azından sıcak. Çayları bitirmeden birer tane daha söylüyoruz. Üşüdüğünü biliyorum. Sonra garson kıza acıyorum durduk yere. Gülesi yok ama iş işte sırıtmak zorunda. Bi ev olsa; çağırsam; çay demlese de içsek diye geçiriyorum içimden. Hiç tanımadığım bir insanda tüm geçmişi yitirsek istiyorum. Ayaklarının üşüdüğüne eminim; sevişsek. Adını unutmak zorunda olduğum biri daha olsa… Noldu diyor daldın. Hiç diyorum garsonu düşünüyordum. çözemeyeceğin sorunları düşünme diyor .. Gülüyoruz. Ne yapacağımızı soruyor. Bilmem diyorum. para kazanmak lazım diyor, bi işe girsek örneğin, anneme biraz para versem, üzülüyor kadın; seninle görüşmemi de istemiyor artık. çok içtiğimi söylüyor. Artık bizim için kimsenin üzülmesini istemiyoruz oysa ki. Duydunmu diyorum. Yanlışklıkla 34 kişiyi öldürmüşler. # Duydum diyor. Bir anda yağmur hızlanıyor. İçseydik bugün. Sende hiç para yok demi. Yok diyorum. yağmur biranda diniyor. Kalkalım istersen. Garson kız önüne düşen saçlarını geriye atıp çay boşlarını alıp gidiyor. Yağmur tamamı ile dinmiş. Soğuk. Tüm şehir bacaklarını birbirine sürtüp ısınmaya çalışıyor. Oda olmayınca geceye rengini veren sis şehrin üstüne çöküyor. Yürürken nefes almakta güçlük çekiyoruz. Mobeseler kayıtta. Direklerin ışıkları ancak 2 metre karelik bir alanı ölgün sarı ışıklarıyla ay-


dınlatıyor. Bu havada hiçbir mobese kamerasının bir boka yaramadığını biliyorum. Devlet yetkilileri özür mesajları yolluyor yanlışlıkla öldürülen kaçakçılar için. Senin umrundamı diyorum. Benim biraz umrumda. Puslu; bir camın ardındaymış gibi arabaların ışıkları durmaksızın bir onu bir de beni aydınlatıyor. Her şey hala çok kalabalık. insan ister istemez bu kadar insana ne gerek var diye düşünüyor. Soba dumanı gibi çöküyor üstünüze yaya kaldırımları, otobüs durakları, tren metro istasyonları; şehrin tüm kaldırımları, insana sürekli bir Pazar yerinde yürüyormuşsunuz hissi veriyor. Biz o yüzden geceleri buluşuyoruz onunla. Dört uçak dört şehri bombalasa halbuki. Dayı sende öte git azcık. Kusura kalma hangi birinize yer vereyim. Baksana ne çok ve ne gereksiz duruyoruz yan yana. Ağzına acı biber sürülen çocukluğumu düşünüyorum. 40 katır 35 çocuk varmış. Vatandaşın biri demiş ki; çatışma bölgesinde ne işi vardı onların. Doğru demiş adam da. Şu niye ağlıyor ki şimdi. O mu? Dayı niye ağlıyon sen. Ah oğlum. Bomba patladıydı meydanda; kızımın kolu koptu, bi gözü kör. Ah be dayı burası Ortadoğu çatışma bölgesi yani. Hiç mi tarih okumadın amca. Ne işi var kızının meydanlık yerlerde. Ah be amcam. Kızın güzel mi bari kolsuz falan da olsa iş görmez mi yani. Sus olum sus. Yazık lan adama. Tamam diyorum sustum işte. Bana konuşmak yakışmaz zaten. İneceğimiz durağa geliyoruz. İkimizden başka kimse inmiyor otobüsten. Duraklar boş. Işıklı reklam tabelalarına bakıyoruz. Ne çok yalancı var şu dünyada. Ha diyor operasyon kazası demi, hani şu terörist sanıp vurdukları köylüler. Kimliğinin yanında olup olmadığını soruyorum. Bu kez yanında olduğunu söylüyor. İyi diyorum çıkar o zaman şu gençler sivil ekip birazdan dönüp gelirler. Tamam diyor. Sivil araba otuz saniye geçmeden yanımızda duruyor. Aynı fren sesi. Aynı soğuk kanlı düşmanlık. Aynı profesyonel tonlama. Hayrıdır gençler; kimlikleri görelim. Gör bakalım. Anlamadım. Yok bişey memur bey. Ne iş yapıyoruz. Her zaman ki gibi ben konuşuyorum. Onlara öğretmen olduğumu söylüyorum. Sonra sinir bozan bir susuş, telsiz sesleri. O nefret ettiğim göbek adımın anonsu. Ve beklenen soru. Senin bu örgütle ne işin vardı. birde Çanakkaleliymişsin. bi işim yok diyorum bi ara takılmıştık, gençken olan biten şeyler işte. Burada mı oturuyorsun sen. Ezberlediğim adresi tekrar ediyorum tıpkı göbek adım gibi hiç


kullanmadığım bir başka adresi. Biz biliriz sizi, gençkendir zaten. İyi diyorlar bir daha bu saatte dolaşmayın. Üstümüzü arayıp, Arabalarına binip gidiyorlar. Araç köpek balığı gibi süzülüp kayboluyor. Ne örgütü diyor. Boş ver diyorum. eski mevzular. Siktiret. bırakayım.

Seni eve

Gerek yok diyor; gelme. Bu seninle ilgili değil çocuk diyorum. Bu benimle ilgili. Sahip çıkamadığım, savunamadığım ezilip yok olmasına izin verdiğim şeylerle ilgili diyorum kendi kendime. Onunla evine dek yürüyorum. İçseydik güzel olurdu bugün. Öyle diyorum. Canımız sıkkın, sokağa girmeden vedalaşıp ayrılıyoruz. Köşede uzun lacivert paltosu ile duran adamı farkediyorum, onu görünce sigarasını atıp peşinden yürümeye başlıyor. Bir polis, bir emlakçı yada milliyetçi bir faşisti öldürmeden ölecek olmak ne kötü. Ülkücü mafya, Bıyıklı, kırlaşmış saçları var. En çok 50 yaşında. Direğin dibine dek takip edip duruyor, ellerini cebine sokup bekliyor. Para için yapılmayacak bir iş söyle bana diyorum. Etrafıma bakıyorum; hiç kimse yok. Eldivenlerimi giyiyorum. Kapşonumu başıma dek çekiyorum. onun apartmandan içeri girişini izliyoruz yasal yada yasadışı hiç bir yere ait olmayı becerememiş olan ben ve ülkücü mafyanın bıyıklı adamı. Tıpkı onlar gibi yapmaya karar veriyorum. Olup biten her şeyi bir istatistiki veri olarak düşünmek zorundayım. Tıpkı bir mermurun işini yapması gibi. Bıyıklı, bir yetmiş boylarında, muhtemelen silahlı boktan bir hayatı var ve sevdiklerimin hayatını çekilmez hale getirenlerden biri. Ölmeyi herkes gibi hak ediyor. Ayrı ayrı yerlerden aynı filmin sonuna doğru koşuyoruz. Özür dileyecek bişey yok diyorum kendi kendime. tüm caddeyi aydınlatan sarı ışıklarıyla durağa yanaşan otobüsün uzaklaşmasını bekliyorum. İşten çıkmış iki yorgun adam ve bir kadın iniyor otobüsten. ayrı ayrı yönlere gidiyorlar. Kadın daha yavaş; yürüyüp yanımdan geçiyor. yüzünü görüyorum; dalgın ve umutsuz. O benimkini görmüyor. Onun bir işi var çünkü. Benden yaşca küçük ama çalışmadığım için ondan daha genç göründüğümü biliyorum. Para kazanmak zorunda olmak. Cebimden eski aşı çakımı çıkarıp açıyorum. Ona da böylemi yaklaşmışlardı ankaranın karanlığından faydalanıp. Sakın bağırma arkaya doğru yürü, yoksa keserim seni. Sen nerdeydin demişti kızın biri öfkeliydi.. sana ihtiyaç duyduğum hiçbir anda yanımda değildin! Ben hiçbir sevdiğimin yanında olmadım. Hayat kendi hali ile yeterince çekilmez bir yer oysaki. Benim varoluşum onların acılarını hafifletmeye asla yetmedi. Üstelik bir de ben yük oldum onlara. Bunlar geçmişe, unutulması gereken günlere ait şeyler olsa gerek. Cebimden bir sigara çıkarıp adama yaklaşıyorum. Özür dilesem geçer mi? Anlamadım diyor. Sigarayı gösterip ateşi olup olmadığını soruyorum. Tanıdık sıradan bir yüzü var. Gözlerine


asla bakmamalıyım. Elini cebine atıyor. Tam o sırada; yan tarafına doğru geçip çenesinden tutup hızla vücudunu kendime yaslıyorum. Artık geri dönmek için çok geç olmalı. Diğer elimde ki çakıyı, refleks olarak açılan boğazına sertçe bastırıp kendime doğru çekiyorum. Paslı demirin ete batıp ilerleyişi. Ağzını sıkıca bastırdığım elimde adamın birbirine kenetlenmiş dişlerini hissediyorum. Acıyı böyle ölçebilirsiniz ancak. Bıçak adamın etinden kurtulur kurtulmaz vücuduma dayadığım gövdesini biranda itiyorum. Çakı sapına dek kana batmış, eldivende öyle. Adam bıraktığım gibi yere düşüp kesik kesik hırlıyor. Bütün kanını üstündeki lacivert kaşe palto emiyor. Bir eli ile yarılmış boynunu tutmaya çalışırken diğer eli ile de oturduğu yerden belindeki silahı çıkarmaya çalışıyor. Adamın arkasına geçiyorum. Yaptığım işten tam emin değilim çünkü. Nolur nolmaz diyorum. Hala o garip sesleri çıkarmaya devam ediyor. Ama silahı kavrıyamıyor bile. Sanırım panikle soluk borusunuda kesmiş olmalıyım. Çocukluğuma geri dönüyorum; kurban bayramlarının sabah ki hüznü. Adama acıyorum. İşte bu yüzden benim gibi adamlar asla memur olamadığı gibi askerliklerinide uzatıyor olmalılar. Babamın eski kaşe paltosu ile böyle sokakta oturduğu geliyor gözlerimin önüne. Kan elinden koluna doğru sürekli akıyor. Uzanıp silahı alıyorum önce; onu belime sokuyorum. Adam ikiye bölünmüş bir solucan gibi ani ve kesik bir takım hareketler yapıyor. Onun canlı olmasını istemiyorum. Yada asıl canımı sıkan hala belki bir umudunun olduğunu sanması. İçimi acıtan bişeyler var. Biran önce ölmeli, onun için yapılacak bişey kalmadığından emin olmam gerek. Adam ölmek üzere olmalı ama ona dokunduğum an hüzünlü bir çırpınışla kalkmaya çabalıyor. Yinede kollarının altından tutup onu kaldırım kenarına dek sürüklüyorum. Sırtını duvara dayayıp oturtuyorum. Elini bana doğru uzatıyor. Üstüme kanını bulaştırmasından korktuğumdan biraz geri çekilmem gerek. Uzanan elini usulca yere indiriyorum. Kolunu tekrar kaldırmaya çalışıyor. İki yaşındaki bir çocuğun binbir güçlükle sehbanın kenarına dek tırmanıp ayağa kalkması gibi, adam bütün varlığı ile kolunu kaldırmak için uğraşıyor. Uzanan elini son kez aşağıya doğru bastırıyorum. Hüzünlü bir hayvan gibi bana bakan gözlerini görüyorum o an. Canım sıkılıyor. Bir an için adama sarılıp her şeyin geçeceğini fısıldamak geliyor içimden. Gözlerine asla bakmamam gerektiğini biliyordum. Karşısında durup son anında elini sımsıkı tutup bekliyorum. Adam sonunda çırpınmayı kesiyor. Ağzının içinden kıpkırmızı köpüklü sular çıkarıyor. Beyaz bıyıkları kan içinde. Mafyanın elemanı, ülkücü yada polisten bir adam bile olsa, İnsanların tıpkı doğarken olduğu gibi ölürken de aynı masumiyetle dünyadan ayrıldığını fark ediyorum. Dünyada geçirdiği zamanlarsa koca bir saçmalık. Başını kesik olan tarafa düşürüp bahçe duvarına dayıyorum. Cüzdanını alıp adama son kez bakıyorum. Plan yapmak her zaman aptalların işidir, ben doğaçlamaları severim. Bazen ortası yoktur ya öldürmek yada ölmek zorundasınızdır. Burası Ortadoğu. Her emperyalist devletin en aşağı 100 yıllık planlarının olduğu lanetli topraklarda bizim gibi küçük insanların planlarının hiçbir işe yaramadığını öğreneli çok uzun zaman oldu. Yaptığım bu; ölü adama propaganda canlı olsada beni yine dinlemezdi bundan eminim.


Her şey tamam; üzerimde görünür bir leke yada kan izi yok. Adamın cüzdanından 40 lira para çıkıyor. Buca ülkü ocağının boktan kartvizinin arkasına yazılmış bir isim ve telefon o kadar. Tekel bayine gidip bir şişe ispirto, 70 lik votka ve iki paket sigara alıyorum. Kulübeden onu arıyorum. Ne haber. Hiç okuyordum. Oku oku iyidir. Gelsene diyorum. Bişeyler ayarladım; içelim bugün. Hem behzatı izleriz. Nasıl ayraladın. Boş ver ayarladım işte geliyonmu sen Annemi yalnız bırakamam gelirken gördüm o adamlardan biri köşede durmuş beni izliyordu. Merak etme diyorum en azından bu gece için hiç kimse rahatsız edemez seni. Bir an düşünüyor. Herkez bir an düşünür. Olur diyor sonra; bekle, yarım saate ordayım. Eldivenlerimi çıkarıp sokak arasındaki bir çöp tenekesi içine atıyorum. İspirtonun tamamı bu iş için. Önce cebimden çıkardığım sigarayı ardından çöp bidonunu tutuşturuyorum. Özür dilenecek bişey yok, hayat böyle bi uçak havalansa ve üstümüze bütün bombalarını yağdırsa o zaman belki biraz daha hak ettiğimizi bulmuş oluruz. Ama olmuyor işte. Noldu diyor. İyimisin. Boş ver diyorum iyiyim ben, dalmışım gene. şu garson kız mı diyor. Gülüyorum. Bazen özlenecek hiç kimsenin kalmaması güzeldir. O daha konuşmadan susmasını istiyorum. Boşver, bişey demedim ben, sen o kızı yinede bir ara istersen. Olur diyor yarın ararım. Gözleri gülüyor; onu sevdiğini anlıyorum. Hiçbir yere gitmediğimiz yolun sonuna varışımızın şerefine diyorum. O gece son kez içiyoruz. Sonunda karanlık şehre göz kırpıp, özür dileyerek yutuyor hepimizi ve bir daha asla sabah olmuyor… 6 ocak 2012 #, Uludere katliamı (Roboski katliamı ) 28 Aralık 2011 akşamı Türk Hava Kuvvetleri nin , şırnak 'ın Uludere ilçesi yakınlarındaki Irak topraklarında F 16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda çoğu öocuk yaşta 34 Kürt kökenli vatandaşın hayatını kaybetmesi olayı. Operasyonda hayatını kaybedenlerin, Irak'tan Türkiye'ye mazot ve sigara getirmek için sınırı geçen Kürt kökenli vatandaşların oluşturduğu bir kaçakçı kafilesi olduğu anlaşıldı. İnsan hakları heyeti, Uludere'de 34 insanın öldürülmesini yargısız infaz olarak değerlendirdi ve olayı toplu katliam olarak nitelendirdi

izmarit adam


müstakil bana açtığın bu yol ancak senin ellerinle ziftlenir sana ne demeli azalan yıldızları parselledin narin köklerinle bahçeni kendin kurdun dağınık, bozguna uğramış tazeliğini gözlerin kızarmasın maviliğin içinde ben dönüp gelirim dümenimi kırıp ılık tuttuğun suların damarına yan yana gelince oturup bekleriz, yıkılırız ve ölürüz geçip gidecek olan gitti mi mutsuz olacağız nasıl olsa üç kuşak geçirdi aynı kaderin kervanında şimdi ipek dudağıyla, çiçekler için dua ediyor hiç önemsenmemişti kir, zamana bağlanmamıştı öfke santim santim sevdim senden kalan kireçleri artıklarında çoğalıyorum çok özür dilerim biliyor musun dünya benim sandığımdan daha da müstakil ne güzel şeftali ağaçlarına sığmıyor niye böyle oluyor neden istiyoruz birbirimizi töz


deliliğe yolculuk ali son derece zeki ama aylak bir adamdı. liseyi kopyalar ve öğretmenlerinin yardımı ile güç bela bitirmiş, üniversite sınavının olduğu gün uyuyakalmıştı. babası bir saat başında durmuş, uyandırmaya çalışmış, o bana mısın dememiş, hatta sadece “girmicem sınava rahat bırak beni” serzenişleri ile bilmem kaçıncı rüyasına devam etmişti. 40 yaşına kadar da hiç çalışmamıştı herhangi bir yerde. babası ona iş buluyor, o sabah ya kalkmıyor ya da kalksa bile iş görüşmesi yerine kahveye gidiyor, o günkü iddia bültenine çalışıyor, babasının verdiği yol parasıyla bir kupon yapıp eve dönüyordu. babası yılmıştı artık ali’den. son demlerinde o’nunla uğraşmayı bırakmıştı. bi gün aniden öldü babası. kalp krizinden bir anda gitti öbür tarafa. ali’yi istemsizce, ya annem de ölürse, korkusu sardı. o zaman beş parasız naparım, diye düşündü. elbette tek düşündüğü bu değildi ama düşüncelerinin arasına parasız kalıcak olması da giriyordu. söz konusu olan sadece annesinin ona ender olarak verdiği beş-on liralar değil, ev kirası ve faturalardı da aynı zamanda. ve korktuğu gibi de oldu. babasının ölümünden beş ay sonra, bir sabah uyandığında, annesini hala uyurken buldu. oysa annesi sabah ezanıyla uyanır, bir daha da yatsıya kadar uyumazdı. birkaç kez seslendi annesine, tık yoktu. kalbini dinledi, atmıyordu. göğsünü izledi, nefes de almıyordu. öylece kaldı bir beş dakika. hiçbir şey yapmadan. dondu. sonra ağlamaya başladı. yaklaşık bir saat sessizce, feryat

figan etmeden ağladı. sonra, kendi derdine düştü. üzülmesine üzülmüştü elbette, içi yanmıştı, ama şimdi bir sorunla daha karşı karşıyaydı, çalışması gerekecekti, buna mecburdu, 40 yaşına kadar hiçbir şekilde çalışmamış ve hayatı boyunca çalışmayı düşünmemiş olan ali’yi her gün işe gitmek zorunda kalma telaşı sardı. ölmüş olan annesinin yanı başında, bu düşüncelere kapıldığını fark edince utandı kendinden ve biraz daha ağladı. ağlaması geçince dehşet verici bir plan geldi aklına. annesinin öldüğünü kimseye haber vermeyecek, böylece babasından kalma annesinin çektiği maaş kesilmeyecekti. pek akrabaları yoktu zaten. olanlar da şehir dışındaydı, arayıp sormazlardı annesini. tek çocuktu. kardeşleri de yoktu. kimseye haber vermemek en iyisiydi. ama ceseti nasıl saklayacaktı. düşündü. küçük parçalara ayırmayı düşündü annesinin cesetini. ufacık parçalara bölüp azar azar köpeklere veririm diye düşündü. epeyce bir süre kurdu bunu kafasında. en ince detayına kadar planladı. sonuçlarını ölçüp biçti. annesi zaten ölmüştü ama buna rağmen kesip biçeceği beden annesine aitti. bundan dolayı değil de, hapse düşme korkusundan vazgeçti bu plandan. yakalanma endişesi olmasa yapıcaktı. o derece istemiyordu bir işe girip çalışmayı. politik bir tavır falan da takındığı yoktu bu konuda. politikayla ilgilenmezdi. tek ilgilendiği iddaa ve alkoldü. arada bir annesinin ona verdiği beş lirayla, ancak o kadar verebiliyordu kadın, ufak ve rütübetli bir evde kıt kanaat geçiniyorlardı zaten, annesinin verdiği beş lirayla bire beş veren bir


iddaa kuponu yapar, tutarsa akşamına gelen elli lirayla sokakta kafayı çekip eve gelirdi. zaten iddaa ile ilgilenmesinin tek nedeni de alkoldü. alkolü aklını biraz rahatlattığı için seviyordu. hiç arkadaşı yoktu. mahallede kimseye selam vermez, mahalle sınırlarından da bir milim dışarı çıkmazdı. ufak bir hayatı vardı ali’nin. iddaa bayii, tekel bayii, tütüncü, ev. ev dediysek, onun da tek odasına tıkılıp kalır, saatlerce hiçbir şey yapmadan uzanıp duvarları izlerdi. boş boş izlemiyordu duvarları, düşünüyordu, neden bu dünyaya geldiğini, bir tanrının olup olmadığını, varsa ne bok yemeye hayatı icat ettiğini, gerçekte etrafında dönen dünyanın var olup olmadığını, başka bir ailede doğmuş olsa aynı insan olup olmayacağını. temel felsefi sorulara kafa patladırdı kısaca. ama bugüne kadar değil felsefi bir kitap, ders kitabını bile okumuşluğu yoktu. ahlak, vicdan, din gibi konular üzerine de çok düşünmüştü, bunların toplumun uydurduğu bir baskı unsuru olduğuna kanaat getirmiş olucak ki, annesinin ölümünün ardından, onu kesip ufak parçalara bölmesine engel olan tek şey hapse girme riski olmuştu. hapse girmek istemiyordu. orada aynı hücrede onlarca insanla kalmak onu öldürebilirdi. aşağı yukarı dört saat geçtikten sonra telaşla camiye koştu. öğlen ezanı okunuyordu. imamı camide yakalardı. hemen imama ezan bitimi yetişip durumu haber verdi. bu durumda başka ne yapması gerektiğini de bilmiyordu ama sela okunması en acil işmiş gibi göründü

gözüne. imam ona başka nereye başvurması gerektiğini, defin işleminin nasıl olabileceğini anlattı. sela okunurken duymamak için acil evden biraz para alıp -belki lazım olur diye- yıllar sonra belki de ilk kez kendini tıktığı dar çemberden dışarı çıktı.. belediyeye gitti. ölüm kağıdı ve birkaç başka işlemi halledip geri eve döndü. cenaze arabasını beklemeye başladı. komşular haberdar olup eve doluşmaya başlamıştı. bir an önce bitmesini istiyordu bu faslın. insanları sevmiyor, teselli babında söylediklerine kulak asmıyor ve ağlamıyordu. ağlaması geçeli ve duruma alışalı epey olmuştu. en sonunda yıkama işlemi için evden çıkardılar annesinin bedenini. ikindiye kalkıcaktı cenaze. bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordu. ikindi okundu. namaz kılındı. ve annesini gömüp evine gelebildi nihayet. komşu kadınlar evde bi yasin okuyalım dediyse de tersledi hepsini ve kovdu evden. şimdi ne yapacaktı. duyduğuna göre, her şey artık bilgisayara bağlı olduğu için, ölüm bildirildiği anda maaş kesilecekti. akrabalarından medet ummak istemiyordu. zaten şehir içinde bir akrabası yoktu. evdeki kalan son parayla uzun süre geçinemezdi. buna rağmen paranın bir kısmı ile, bir buçuk litrelik bir köpek öldüren aldı. hızlıca içti onu. kesmemişti ama. bitince bi bir buçuk litre daha, tütünü kalmadığı ve sigara sarmak istemediği için de bir paket chesterfield. o bir buçuk litreliği de çar çabuk içti. sigarayı da içmiyor, yiyordu adeta. sızıp kaldı en sonunda bir köşede.


ertesi gün sabahın köründe uyandı ve ilk işi bir gazete almak oldu. gazete ve sigara. iş ilanlarına bakıcaktı. yoktu başka çaresi. hayatı boyunca tek bir iş görüşmesi bile yapmamıştı. babasının bulduğu yerlere de gitmemişti hiç. yıllardır yaşadığı mahalleden bile adımını dışarı atmamıştı, ta ki dün sabaha kadar. yumurta kapıya dayanmıştı ama bir kere. yıllardır bunu hesap ediyordu aslında kafasında, ama anne babasının bu kadar ani bu kadar yakın zamanda öleceğini aklına getirmiyordu. 58 yaşındaydı babası öldüğünde, annesi de 55. ikisi de kalp krizinden. yıllardır inanmadığı tanrı, eğer varsa, ona kötü bi sürpriz hazırlamış olmalıydı. yukarıdan ilgiliyle seyredip kahkahalar atıyor olmalıydı. “iyi eğlendiriyor muyum seni çakal, muradına erebildin mi” dedi kafasını yukarıya kaldırıp. ardından tekrar önüne döndü. birçok ilanı işaretledi. işaretlediği ilanlardan bir kaçını aradı. kimisini, telefona çıkan kişinin ses tonunu güvenilir bulmadığından eledi, kimini de yaşadığı eve uzak diye. otobüse binmeyeli bi on yıl olmuştu. uzak bir iş yerini çekemezdi hiç. en sonunda birinde karar kıldı. hastanede temizlik görevlisi olacaktı. tecrübe ve yaş aramıyorlardı. büyük olasılıkla asgari ücret vereceklerdi. bir kez daha aynı yeri arayıp, görüşmeyi telefonda yapıp yapamayacaklarını sordu. en azından şartları öğrenseydi bare. boşuna gitmiş olmak istemiyordu. en sonunda, telefondaki kızın, “mutlaka yüz yüze görüşmeniz lazım” serzenişinden sonra, “bir saat sonra gelsem olur mu” dedi. taşeron bir firmaydı çalışacağı yer. taşeron firma eve biraz uzaktı ama ney-

se ki hastane yarım saat mesafedeydi. ancak iki saat sonra çıkabildi evden. o günkü iddaa bültenine çalışması gerekiyordu maçlar başlamadan. ince eleyip sık dokudu. birkaç maçı gözünü kestirip kuponu hazırladı ve ardından evden çıktı. önce iddaa bayiine ardından otobüs durağına. otobüse bindi. ardından bir otobüse daha. ve vardı varacağı yere, bir iş merkezinin dördüncü katı. içeri girdi, kapıdaki güvenliğe durumu anlattı. asansöre bindi. ve tam bu sırada aklına geldi, tıraş olmadığı. doğru ya. tıraş da olunmalıydı sanırsa. öyle işitmişti yıllarca babasından, “akşamdan tıraş ol, sabah sana bi iş görüşmesi ayarladım”. bazen de annesi bir gazete alır, oğlu adına ilanları arar, “ben oğlum için aramıştım” dedikten sonra, doğal olarak oğulu istedikleri ve ali telefona çıkmadığı, odasından bile çıkmadığı için, sonuç alamazdı. “neyse tıraşı da iş başlayınca oluruz artık” derim diye içinden söylenip, girdi firmanın kapısından. girişteki kıza da güvenliğe kurduğu cümlelerin aynını kurdu, kız “biraz bekleyin lütfen” dedi. bir koltuğa oturup yarım saat boyunca öylece hareketsiz duvarları izledi ali. tuhaf görünmek istemiyordu ama iş görüşmelerinde insanlar nasıl görünür bilmiyordu. yarım saat sonra, “daha bekleyecek miyim?” diye sordu. “bilmiyorum, müdürümüzün işi bitsin çağıracak” dedi. “hay sokayım müdürüne” dedi içinden ali. oysa bu yaşa kadar bir kadınla da beraber olmuşluğu yoktu. sevgilisi bile olmamıştı hiç. ilgi de duymamıştı buna. çocukluk aşkı bile olmamıştı ali’nin. kendisinde bir sorun olduğunu düşünmüyordu


ama. sorun insanlardaydı, onda değil, emindi kendinden, bir psikolağa da götürmeye çalışmıştı ailesi onu, daha ilk okulda da bir kereliğine zorla götürmüşlerdi hatta, okula gitmek istemiyor diye. doktor ilaç yazmış o da ilaçları içer gibi yapıp çöpe atmıştı. bir daha da değil psikolog bir hastanenin kapısından bile içeri adımını atmamıştı. işe alınırsa, on yıllar sonra ilk kez bir hastanenin içine girmiş olacaktı anlayacağınız. neden sonra çağrıldı ali müdür tarafından. açık bir şekilde dürüstçe meramını anlattı ali, bu yaşa kadar hiç çalışmadığını, ama anne babasının kısa aralıklarla öldüğünü ve artık bir işe ihtiyacı olduğunu, eğer işe alınırsa uzun yıllar çalışabileceğini.. vs vs. hiç iyi yapmamıştı böylesi bir girizgahla. yoluncak tavuk olarak göründüğüne şüphe yoktu. “tamam şartlarımızı kabul ederseniz” diye girdi söze şef, asgari ücret dedi, yol parası ve ekstra mesaiye ödeme yapmıyoruz dedi. yapıyorlardı aslında. ama ali madem acil işe ihtiyacı olan biriydi, bazı haklardan da mahrum olsa bir şey olmazdı. “tamam” dedi ali, “işe ne zaman başlayabilirim, kabul ediyorum” “hemen” dedi müdür, “yarın başlayabilirsiniz. az sonra sekreter sizi birim şefimize yönlendiricek, ondan giysilerinizi alıcaksınız. bir de doldurulması gereken birkaç evrak. yarın da iş başı yapmadan önce bir sağlık kontrolünden geçersiniz olur biter”. “anlaştık” dedi ali. içinde kötü bir his vardı. başarabilecek miydi acaba. sabahın altısında uyanabilecek miydi mesela. kesin işe girersem daha çok içmeye başlarım diye düşünüyordu. parasızlıktan içemiyordu dilediği kadar

daha önce ama bundan da şikayetçi değildi. yemekle de arası pek yoktu. ne bulursa yer, her gün aynı yemek bile çıksa şikayet etmezdi. herhalde yemek giderim olmaz artık diye düşündü, bi sabah kahvaltısı. işyerinde yediğimle akşamı yaparım. akşamları da yemeye vereceğim parayla bi bir buçukluk iş görür. eve gelirken kalan parasıyla, bi bir buçuk daha aldı ali. bir de sigara. kalan parayı idareli kullanmalıydı aslında, ilk maaşına kadar elindekiyle idare etmesi gerekiyordu. kala kala dört yüz elli yedi lira kalmıştı annesinin çantasında. nasıl olduysa o kadar şarabı içmesine rağmen, alarma uyanıverdi ali. yataktan kazıdı resmen kendini. ilk kez bir iş için, hatta okul zamanlarından beri ilk kez herhangi bir şey için, uykusunu almadan bir alarma uyanıyordu. uzun süre düşündü işe gidip gitmemeyi. ama başka çaresinin olmayışı zorluyordu onu. kalktı. giyindi. iki lokma bir şey atıştırdı ve “hay aksi” dedi, “gene tıraş olmayı unuttuk iyi mi. şimdi olsam işe geç kalırım. ilk günden geç kalmayalım yarın oluruz.” neyse ki iş görüşmesi yaptığı yere göre daha yakındı hastane. tek otobüsle yarım saat. sabahın köründe işe giden insanların yüzüne bakıyor ve yıllarca gerizekalı ve idiotça olarak gördüğü bu seçimi şimdi o da uyguluyordu. işe gitmek. daha önce de dediğim gibi, bunu politik bir söyleme de giydirmiyordu. o aylaklık peşindeydi hepsi bu. saatlerce yemek yemek dışında hiçbir şey yapmadan duvarları izlese, sıkılmazdı. “hayatın şifresini


çözecek sanki pezevenk düşüne düşüne” derdi babası ona. bir şifresi varsa hayatın, bunu çözmeyi çok isterdi aslında. ama olduğuna dair bir umudu da yoktu. bir anlamı yoktu yaşamanın. olsaydı onca yıl içinde, çıkardı karşısına mutlaka. çözerdi yani. kitaplardan yardım almayı düşünmedi hiç bu konuda, hayatın sırrını çözmeye de çalışmıyordu çünkü. inanmıyordu bir sırrı olduğuna hayatın, “tanrı” diyordu, “eğer varsa, yalnızlıktan çok sıkılmış olmalı ki, eğlencelik bir şey yarattı kendine, insanlar eğlencelik bir filmi nasıl izliyorsa, aynı edayla o da bizi izliyor işte. başkaca da bir anlamı yok bu ebegümecinin. yok eğer tanrı gerçekten yoksa, o zaman daha kötü. biz kendi kendimize bir sürü anlamlar duygular üretmişiz demektir binlerce yıllık evrim sonucunda. gül gibi hayvanlıktan sıyrılıp insan adında kodlanmış bir varlığa dönüşmüşüz. bir sürü görevler, ahlaklar, kurallar, duygular, roller.. hepsi de sonunda ölüp gitmek için. iki hiçliğin arasını –doğumdan önce ve doğumdan sonra- tıka basa doldurmuşuz. hava alıcak yer yok.” bu düşünceler içerisinde otobüsten indi ali. hastanenin yolunu tuttu. durağa iki dakika uzaklıktaydı hastane. kapıdaki güvenliğe durumu anlattı, şef dedikleri adamın dokuzda geleceğini, o gelene kadar beklemesi gerektiğini öğrendi. tıraş olsam mı acaba bu arada diye düşünüp siktir etti. dolaşmaya başladı hastanede. gördüğü temizlik görevlilerin naptığını dikkatlice süzdü. kolay bir iş gibi görünüyordu gözüne. yapabilirdi. yapmak da zorundaydı aynı zamanda. binbir küfürler ediyordu bu esnada tanrıya ve ev-

rime. bir kedi ya da köpek olsa bunların hiçbiri olmayacaktı. bir daha dünyaya gelirsem maymun olucam, dedi içinden. aslında bir ejderha olmak istiyordu o. bu dünyada hiç yaşamamış sadece masallarda olan bir varlık. öylesi daha kolay olurdu. insan zekası, evrimin kanserli hücresiydi ona göre. teknoloji de bu kanserin en gelişmiş versiyonu. ama bunların hiçbirini politik bir kimliğe bürünerek söylemiyordu. hiç kitap okumamıştı hayatında ve ne devrimden yanaydı ne de iktidardan. ona göre çözümsüz bir meseleydi bu. insan denen varlık işin içinde olduğu sürece tüm çıkış yolları tıkalıydı. insanı ortadan kaldırabilirsek eğer ve tüm insanlar bir hayvana dönüşebilirse ya da hayvansal içgüdülerle yaşayabilirse, anca o zaman, o da belki, bi çözüme kavuşulmuş olurdu. bilgi boktu. bilgelik de öyle. ve artık daha çok bilgi uğruna, bugüne kadar hiç test etmediği sadece adını ve tarifini duyduğu internet diye bir şey icat edilmişti. artık bilgi durmadan yayılıyor ama kimsenin aklında kalmıyordu. hız artıkça, zekaya gereksinim kalmamıştı. böylesi daha iyi olmuştu belki de. zamanla insan evrimi zekayı yiyip bitirir en başa, olduğu şekle, içgüdüleri ile hareket eden bir hayvana dönerdi belki. bu düşünceler içerisindeyken, şef geldi. güvenlik bahsetmişti şefin dokuzda odasında olacağından. kapıyı çaldı. içeri girer girmez “hoş geldiniz ali bey, ama neden tıraş olmadınız” dedi şef. “şey, sabah geç kalktım da, yetişemedim. yarın böyle gelmem.” “akşamdan olsaydınız” “unutmuşum.”


“bu şekilde olursa sorun yaşarız bilginiz olsun. bir saniye sizi bekleticem” deyip telefonla bir yeri aradı. telefondakine “yanına yeni personeli gönderiyorum, işi tarif et, iki gün beraber takılın” dedi. ali’ye döndü. ikinci kattaki 205 nolu odaya git, orada sercan var, işi şana anlatıcak, görüşürüz, yarın tıraş olup gelip lütfen.” “anladım”. sinirden kendini sıkıyor, bir dolu küfürler ediyordu ali. o gün sercan’la beraber çalıştılar. tuvaletleri temizledi. koridorlara paspas çekti. falan filan. sercan sürekli ali’yi işi düzgün yapması gerektiği konusunda uyarıyordu. baştan savma yapmıyordu aslında ali işi, sadece çok sıkılmıştı. bir an önce gün bitsin istiyordu. en sonunda paydos edip eve varınca rahat bir nefes aldı. bir de tabii ki gelirken yine, bir buçukluk şarabını almayı ihmal etmedi. bu kez sigara yerine tütün aldı ama. böyle gitmezdi. parayı kısa zamanda bitirirse, maaş gününe kadar tek kuruş borç alabileceği kimse de yoktu. ertesi gün için de bir paket sigara sardı, şarabı yudumlarken. müzik de dinlemiyordu hiç. müziği de sevmezdi ali. müzik, resim, sinema, edebiyat. sanatın her türlüsüne tiksintiyle bakıyordu. hayvanlar sanat yapıyor muydu hiç. bu da insan oğlunun diğer uğraşları gibi içi kof bir şeydi ona göre. yemek yapmak bile içi boş bir meşgaleydi. doğada ne bulduysak yiyorduk bir zamanlar. ne zaman avladığımız hayvanları pişirmeye başladıysak orada süreç başladı diye düşünüyordu.. ateşin icadı, tanrının icadından daha tehlikeli bir şeydi ona gö-

re. şarap bitince o da uzandı. gene tıraş olmayı unutmuştu. ertesi gün sabah gene jiletle kazınırcasına yataktan çıktı. otobüse bindi. hastanede sercan’la buluştu. “bugün de benle takıl, yarın tek çalışırsın artık” dedi sercan. “görev bölgeni belirler şefimiz. bana laf düşmez ama sakallı gelme abi, işten atmaya sebep arıyorlar zaten. yine de sen bilirsin.” “unutuyorum ya, olurum akşam.” “dediğim gibi bana laf düşmez de…” tam bu esnada şefle karşılaştılar. arada bir geziyordu şef zaten ortalıkta. işleri denetliyordu. ona da bunun için maaş veriyor olmalıydılar. onun üstündekiler de onu denetliyordu. silsile patrona kadar böylece devam ediyordu. şef yine tıraş olmadığı için ali’yi azarladı. ertesi gün yine tıraş olmadı ali. bu kez unuttuğundan değil de üşendiğinden. şişenin yarısındayken aklına gelmişti. yarın işten gelir gelmez olurum, diye düşündü. tek çalışmaya başlamıştı artık. ama işinde de kurnazlığa kaçıyordu. kimi yerlere tek paspas çekiyor, kimi yerleri temiz göründüğü için hiç ellemiyordu bile. en çok camlarda faso veriyordu. camdı ona göre işte. leke de yoktu. her gün her gün silmeye ne hacet. bir hafta içinde işten çıkardılar ali’yi. bu süre boyunca da tıraş olmayı sürekli erteledi unuttu. zaten ailesi sağken de pek tıraş olmazdı. çalıştığı dönemde de sakalları da en fazla üç haftalıktı, pek uzun sayılmazdı, ne alakası vardı sakalla işin…


işten atılınca, o da şaraba ara verdi. yine iş araması gerekecekti. buldu da. ama bulduğu her işte en fazla bir hafta dayanabildi. tıraş olduğu halde üstelik. işe özen gösterse de bu kez de hiç konuşmadığı için şefin gözüne giremiyor, şeflerin bazı sorularına alakasız veya ters cevaplar verdiği için, işten çıkarılıyordu. en sonunda kalan para da bitti ve dilencilik yapmaya karar verdi ali. sapasağlam adamdı. ona para verirler miydi acaba. başka çare gelmiyordu aklına. en eski ve en kirli giysilerini giyip çıktı sokağa. işlek bir caddede bağdaş kurup açtı mendilini, bekledi başlamaya. pek para atan yoktu. ilk gün beş lira toplayabildi. ikinci gün bir kartona “ölmemi istemiyorsanız üç beş kuruş. bu cinayete ortak olmamak için üç beş kuruş” yazdı. orijinal bir dilenci olmuştu. ama yine de beş liradan fazla toplayamadı. üstüne bir de zabıta ile köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıştı. hatta zabıtanın teki, dilenceksen bile bu yazı ile olmaz dedi. bir hafta sonra işin içine polis girdi. kartona yazdığı yazıdan vazgeçmiyordu çünkü ali. en sonunda da akıl hastanesine attılar aliyi. ilk başlarda iğne vuruyorlardı. iğneden kaçış yoktu. hastabakıcılar zorla tutar, hemşire iğneyi vuruverirdi. ama hapa geçildiğinde, rahatladı biraz. hapları içmeyecekti sonuçta. ve psikiyatristin sorularına, son derece aklı başında bir insan gibi cevap veriyordu. bu kez de ilaç dozajını artırmakta çözümü görüyordu doktor. elektroşok bile verdiler iki kez. şok hoşuna gitmişti alinin. şok sonrası gün

bomboş bir zihinle pek bir şey hatırlamadan dolaşıyordu. ama sonra yine, o kaçınılmaz düşünceler peydahlanıyordu zihninde. hiç olmazsa burada çalışmak zorunda değildi. yine de askeriyeden farkı yoktu. askerliğini anlatmadık ali’nin, onu da üç firarla ve onlarca sopayla bitirmişti. en sonunda kafaya koydu intiharı. kararı kesin ve netti. bu toplumda ona yer yoktu. o da bu topluma yer vermiyordu kendi düşüncelerinde. mantıklı tek bir izah bulamıyordu zihninde, onlar gibi yaşamak için. ama akıl hastanesinde nasıl intihar edilsin. kafaya koymuştu ama bir kere. yapıcaktı. kaçarı yoktu. umarım tanrı yoktur ve hiçliğe kucak açarım ya da dünyaya tekrar geliceksem de bir hayvan olayım diye kurdu hayalini. onlarca gün, doktorun her ilaç saatinde suyla beraber verdiği hapı dil altında saklayıp, bahçeye çıkınca cebine, akşam olunca da yastığının arasına sakladı. iki hafta sonra yeterince olmuştur herhalde diye düşündü ve hepsini toparlayıp bir gece vakti, tuvalete gidip, tuvaletteki musluktan kana kana su içerek yuttu. gidip yatağına uzandı. olmamıştı ama. becerememişti. haplar onu öldürmemiş, sadece delirtmişti. olsun. bu da kafiydi psikoza girmeden önceki ali’nin düşlerine göre. en azından akıldan kurtulmuştu. hala manisa’da yatar kendisi. ben tanıştım. ama sakın ziyaretine falan gitmeyin. yeteri kadar rahatsız ettik ali’yi. rahat bırakalım artık.. gördüğü halüsinasyonlarla mutlu o. - 10 aralık 2016 girdap


bakış Normal bir Salı sabahıydı, saat öğle vaktini geçmiş olsa bile sabahtı ona göre, günün bir çok kısma bölünmesi garip bir şekilde çok kurumsal bir şeyleri çağrıştırıyordu, bu yüzden iki kısım vardı onun için güneşin olduğu vakit ve güneşin olmadığı vakit. Güneşin olduğu vakit bütün bu etraftaki insanların ayaklanması, bir yerlere koşturması, bir şeylerle uğraşmasıydı. Güneşin olmadığı vakit ise insanların uyuması olduğunu düşünüyordu, yani günlük koşuşturma sınırına gelince yorulan bedenlerini dinlendirmeleri gerekiyordu, diğer günün koşuşturmalarını daha rahat devam ettirebilmek için. İnsanlar bir yerlere gidiyordu burada oturduğu vakit boyunca elde etmiş olduğu en büyük izlenimlerden biriydi bu. Elindeki simitten ufak parçaları güvercinlere atıyordu, farklı noktalara atıyordu farklı güvercinler yakalayabilsinler diye, bunu yapmanın daha adil olduğunu düşünmüştü nedense, kuşlar için eşit bir paylaşım sağlıyordu, gücü yettiği kadar adalet dağıtıyordu. Yine de daha atak olanların parçalara hızlıca atladıkları için diğerlerinden daha çok yediğini biliyordu, bunun için güvercinlere simit bahşetmeyi bırakamazdı değil mi? Ve evet bunun bir tarz bahşetmek olduğunu düşünüyordu, bir yardım faaliyeti olarak güvercinlere simit atmak, dilenciye para vermekten bir tık aşağıda da olsa yine de fena sayılmazdı. Başka bir canlının arzusuna cevap verebilme kudretine sahip olmak ise çok ufak bir tatmin yaratıyor olmalıydı, bir insan yiyeceği olarak simiti, insanlar tarafından düzenlenmiş olan bir mekanda, parkta güvercinlerin ihtiyaçlarını gidermek için kullanmak, bir faaliyet olarak güvercin beslemek. Bu tarz şeyler düşünüyordu bunu yaparken. Başı hafif öne eğikti, bu kemik yapısınıda etkilemişti hafiften, genel olarak yaşam içerisinde yaptığı faaliyetlerin görünümüydü sanırım, insanın yaptığından etkilenmesi ters etki. İnsan olmayı genel olarak çok büyük bir

etkileme kapasitesine sahip bir varlık olarak gördüğümüzü düşünürsek, kendine konu edindiği zihnini ve bedenini verdiği bir işin insanı böylesine etkileyebiliyor olmasıda ilginçti. Son zamanlarda genel olarak oturuyordu, seyrediyordu bir şeyleri ya da uzun düşüncelere dalıyordu, ya da ikisini birden yapıyordu. Başını eğerek yere bakmak genel olarak kemik yapısını etkilemişti diye düşünüyordu, görünümün ardındaki sırda onu kuşatıyordu. Herhangi bir şeyin görünümü onun varlığını verdiği ya da önem atfettiği şeyden ötürü ona uygun hale geliyor ya da ona göre mi değişiyordu. Tam bunları düşünürken yanına yaşlı bir adam oturdu, bir süre sessiz, hareketsiz oturarak kazandığı huzurlu duygu durumunu yaşlı bir adamla sohbet için bozmak istemiyordu bir yandan da günlerdir kimseyle konuşmadığını düşündü, bir faaliyet olarak konuşmak peki bu nasıl bir değişikliğe yol açıyordu? Ya da konuşmamak. Yaşlı adam da simit almıştı, yüzünde garip huzurlu br ifade vardı, fakat boynu titriyordu çok hafif bir şekilde. Kısa süreliğine baktığı yaşlı adamdan kafasını döndürdü ve yine eğdi, bunu huzurlu bir duruş tarzı olarak görüyordu. Günlerce konuşmamak onda neyi değiştirmiş olabilirdi? Aslında konuşuyordu sürekli kendi kendine bir şeyler düşünüyordu, bunu düşünürsek sürekli konuşuyordu. Peki o zaman asıl olan şey, başkalarıyla konuşmamasıydı. Kendisiyle konuşmakta bir başkasıyla konuşmak gibiydi, insan başkasıyla konuşmaya o kadar alışmıştı ki kendisiyle konuşurken de düşünürkende bu şekilde konu ediniyordu bir şeyleri. Dışarısı içerisi olmuştu bir nevi, dışarıya sesleniş tarzı içeriye hakim olmuştu. İnsanın iç dünyasını araştırma anlama ya da hiç olmazsa buna meyletme şekli eğer dışarıdaki insanlar ile konuşma yani işlerini arzularını gerçekleştirebilmek için dışarıya seslenme şekli ile aynı olacak ise bu konuşma denen şey insanın iç dünyasını konu edinirken de zorunlu olarak bir şeyleri değiştiricek ya da manipule edecekti. Peki iç dünyası için nasıl bir şey gelişti-


rilebilirdi ki bir tür sanatsal dürtüler mi iç dünyasını daha iyi ifade ediyordu ya da ney? Yaşlı adam delikanlı diye seslendi birden, telefonunda birini aramak istiyordu fakat bunu nasıl yapacağını tam olarak anlayamamıştı, yardım istiyordu. Telefondan kızını buldu ve aramaya başladı çalınca yaşlı adama verdi, sonra bir süre daha adama bakmaya devam etti konuştuğundan emin olmak istiyordu, bekledi, bekledi... Yaşlı adam kimsenin cevap vermediğini bir sorun olup olmadığını sordu, oda kızının açmadığını anlatmaya çalıştı. Fakat adam tatmin olmamıştı, çünkü bu saçmaydı, neden açmayabilirdi ki? Bunu ona gerçekten anlatmaya başladı kızının farklı bir iş üzerinde olabileceğini telefonu görmemiş olabilceğini başka ihtimalleri. Sanki yaşlı adamın yaşamına düşüncesine yeni bir şey sokuyordu, bir fikir, telefonun çaldığının farkedilmeme fikri. Yaşlı adam pek konuşkan biri değildi açıkça, oturmaya devam etti. Bir kaç günlük konuşma bekaretini bozduğu için kendini garip hissetmişti, eski pozisyonunu yeniden aldı sonradan, yaşlı adam direk olarak ileriye bakıyordu, fakat o direk olarak yere bakıyordu bunun sebebini bilmiyordu. Yaşlı adamın kaşlarının ortasında çizgiler vardı ve gözleri oldukça sağlam bakıyorlardı. Bunu güçlülük belirtisi olarak düşündü, çatık kaşlar ileriye doğru bir bakış, uzunca sürmüş bir iş hayatının göstergesi olabilirdi. Yaşlı adamın telefonu çalmaya başladı oda açtı, telefon üzerinde yaşlı adamın bildiği tek şeyin bu olduğunu düşündü çalan telefonu açmak. Koca bir yaşam yaşamış biri, bir çok şeyi öğrenmiş, bir çok şey üzerine kafa yormuş, düşünmüş, sonuçlara varmış, fakat şu anda kızına basit sorular soruyordu. Sadece buydu, onun konuşmayı kullanma tarzıda buydu, konuşmayı bir şeyleri konu edinmek için kullanmıyordu sadece gerekliyse, bir şeyleri, iş olarak düşündüğü bir şeyleride bu şekilde eyleme geçiriyordu sanırım, sadece gerekliyse. Onun zihni nasıldı acaba, oda böyle bir çok düşüncelere dalıyor muydu?

Bunu hiç sanmıyordu, zihni sanki suskun gibiydi, bir dışarıya seslenme eylemi olarak konuşmayı, zihin içerisinde kullanıyor gibi görünmüyordu. Bir şeyleri, kelimelerle düşünmezsen onların getirdiği duygulanışlar mı sadece aklında farklı şekillerde düşünülürdü acaba? Yaşlı adam tam olarak ne hissediyordu şu anda? Belki de daha önemli soru hangisinin insanın kendine ya da doğasına daha yakın bir durum oluşturduğuydu. İlk olarak düşündüğü şey canlıların eylemlerinin onların yaşamında biyolojik psikolojik olarak farklı etkileri olduğuydu. Bunu konuşma üzerinde düşününce, bir dışarıya seslenme aracı olarak konuşma ve içeriyi sorgulama aracı olarak konuşma haline geliyordu. Konuşmanın kendi doğasında, varılan sonuçlarda, ki bunları bilgi olarak düşünebiliriz yani burada bir nevi bilgi tanımı yaptı, etkisi vardı. İnsanın kendisi üzerine düşünürken, dış bir etken olarak içselleştirdiği konuşmanın, dilin vardığı sonuçlarda etkisi varsa, insanın kendi üzerine düşünürken ya başka bir şey kullanmaması gerekiyordu ya da konuşmanın gerçekten nasıl bir etkiye sahip olduğunu hesaplaması gerekiyordu. Yaşlı adamın düşünme tarzı üzerine düşündüğü şekil, konuşmanın zihne egemen olması yerine onu dışarı iten, zihin içerisinde ise daha çok farklı duyguların hakim olduğu bir durum yaratıyordu. Tabi ki bundan emin değildi. Fakat biri bilgi sağlayabilirken diğeri duygu sağlıyordu. İnsan duygu ile kendine daha yakın olabilir miydi? Bu bahsettiği içsel kişilik tam olarak kimdi. Bütün bu düşünceler birden onu sarınca kendini bir garip hissetti, huzurlu hissini yitirmişti çünkü bir tür hararet getirmişti düşünce, buda hoşuna gitmedi. Yanına baktığında yaşlı adamın uzaklaşmış olduğunu gördü, oda kalktı ve yavaş adımlarla yürümeye başladı elleri cebindeydi ve kaşları kalkık bir şekilde yere bakıyordu çoğunlukla, arada önüne de bakıyordu sonuçta yoldaydı sürekli yere bakamazdı. ---yusuf---


fotoÄ&#x;raf: izmarit adam


fotoÄ&#x;raf: izmarit adam


Grotesk

Günlükler

/3008 Bu sabah ‘Genel Sağlık Sigortası’ ‘Tebliğ Zarfı’nı, ben değil de, rahmetli komşum Ejder açıp okusaydı: Allahlarınızı, kitaplarınızı mezardakilerinizin kemiklerini anlaşmalı olduğunuz yerleri size su taşıyan testiyi ayrıca yatağınızı ısıtan geçmişinizi 15 gün içinde gecikmeli olarak ertesi sabaha kadar bırakmaz okurdu. Ne de olsa ağzı temiz kalbi pis biri değildi rahmetli. Andık! /3003 Uyurken yataktan düştüm. Kolumun üzerine düştüm. Düştüğüm yerden kalktım. Mutfağa gidip bir bardak su içtim. Rüyamı hatırlamaya çalıştım, hatırlayamadım. Üzerine düştüğüm ağrının sarılışı gibi koluma. Sarılamadım rüyama, o uçuruma. -.Şiirin sarılışı da bedenlerin sarılışı gibidir İkisi de sürdükçe Korurlar dünyanın uçurumuna düşmekten* *A. Breton /2981 ‘Filozofların Karnı’ adlı garip bir kitabı okurken bugün birden acıktım. Diogenes, beslenme konusunda, yaygın olarak kullanılan pişmiş yiyecek olgusunun karşısına çiğ ahtapot yiyerek karşı çıkarken, Rousseau’nun süt ürünlerine düşkünlüğünü, Fourier’deki minik börek tutkusunu, hızlı yemek yemekten ve yemek


biter bitmez sofradan kalkılmasından hoşlanmayan, müziğe karşı ilgisiz ve hep şarap ile çakırkeyif Kant’ın en fazla dokuz kişilik masasını, Nietzsche’nin çikolatasını, Marinetti, yemek yiyen herkesin sanat yapıtı yiyormuş duygusu içinde olmasını isterken, hamur işlerine övgüsünü, Sartre’ın tiksindiği besinlerin, deniz kabukluları, istiridyeler, kabuklu hayvanlar olması, yani kısacası bu garip kitabı okurken acıktım. Mutfağa geçtim. Önce havanda bir avuç ceviz dövdüm. Sonra aynı havanda beş diş sarımsak dövdüm. Bu dövdüklerimi ayrı küçücük tabaklara koydum. Bir bardak suyla karıştırdığım bir yemek kaşığı biber salçasını kızgın tavaya döktüm. Bir tutam nane ve dövdüğüm cevizleri üstüne ilave ettim ve beş dakika kısık ateşte beklettim. Kaynamış suda az diri makarnayı* alıp süzdüm. Zeytinyağıyla hafifçe yağladım. Kayık bir tabağa makarnayı güzelce yerleştirdim. Sağ tarafına sarımsaklı yoğurdu, sol tarafına diğer sosu gezdirdim. Oturup güzelce yedim. *Piyale /2974 Birkaç iş görüşmesine gittim bu hafta. Görüşmenin bir-ikisi sıcak geçti. En sıcak olanını günlüğüme geçtim. Bu bir ön görüşmeydi. Ön görüşme için bir odaya girdim. Odada beni bir beyefendi karşıladı. Üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Tokalaşırken, güzel bir tıraş kolonyası olduğunu düşündüğüm koku yüzüme vurdu. Tokalaştığımız eliyle bana oturacağım yeri kibarca işaret etti. Kendisi koltuğuna yerleşti. O koltuğuna yerleşirken ben odayı gözucuyla sözdüm. ‘Alacakaranlıkta Cannes Manzarası’nın bir kopyası gözüme ilişti. Bana biraz kendimden bahsetmemi istedi. Bahsettim. İncelik gösterip sonra o da kendisinden bahsetti. Böylece iyi eğitim görmüş bir köpek olduğunu, biraz sonra soracağı sorularla pekiştirecekti. Pekiştirdi de. Örneğin, dedi bana, Ömür? Ona dikkatlice baktım. Işıl ışıl parlayan gözleri, yüzünde hınzır bir gülümseme vardı. Banyodasın, dedi. Duş alıyorsun. Böyle bir durumdayken, aynı anda kaç iş birden yapabilirsin? Soru aynen böyle. Ne eksik, ne fazla. Biraz zaman kazanmak için ona, çıplak bir soru bu, dedim. Yüzündeki gülümsemeye biraz daha hınzırlık ekledi. Ona bir cevap verdim. Ona, bir daha böyle bir soruyu birine soracak olduğu zaman en az on kere düşünecek olduğunu umduğum bir cevap verdim elbette. Yüzümde saf bir gülümsemeyle.

owurtesk


" … Türkiye’de statükoyu koru! Niçin? İçine, dağılmadan önce bir at leşi konmuş çürük bir şeyi, o çürümüşlük derecesiyle korumaya da çalışabilirdiniz. Türkiye çürümeye devam ediyor, şimdiki ‘güç dengesi’ düzeni ve statükonun korunması sürüp gittikçe, çürümeye devam edecek; çürümüş her maddenin çevresine biraz hidrokarbon ve hoş kokulu bazı gazlar salması gibi, Türkiye de, kongrelere, protokollere, ültimatomlara karşın, kendi payına düşen diplomatik güçlükleri ve uluslararası kavgaları yaratmaya devam edecek. … " — Karl Marx ve Friedrich Engels’in Kırım Savaşı ekseninde 1853-1856 yılları arasında yazdıkları yazılardan, Eleanor Marx Aveling ve Edward Aveling tarafından derlenerek 1897’de yayınlanan ‘The Eastern Question/Doğu Sorunu’ adlı yapıtın, Engels tarafından 22 Mart 1853’te kaleme alınan ‘Türkiye (parça)’ adlı ilk makalesinden alıntı. (İngilizce aslından çeviren: Yurdakul Fincancı – SOL Yayınları)

ters yön yukarı göz göre göre bir savaşa devrilen her toplumsal sürecin sonu gibi dâvâ 'haklar' meselesinde düğümlenir dâvâ sınıflararasıdır ve bir klasik olarak ortalığı yine din bulandırmaktadır kafaları düşman edip tokuşturarak kardeşliği dolandırmaktadır paracılar safları ayrı ayrı bölüp karıştırarak pabucumuz tamdır diye geldik oyuna değerleri önyargıyla sıvadık varsayımla çürüttük kavramları irâdeyi kör inanca okuttuk unutmaya razı gelen ders almadı konuşmanın şehveti laf dinlemedi asgarî düzeyi de böyle böyle kaybettik te-ve'de bir kanalda anasının karnında kurşunlanıp ölen bebek canlı yayında sonrakinde taksitle pırlanta pazarlanıyor al sana eşzaman! bu ne biçim kurgu? şu gözü kanlıların pek cesur silahları dürüst mayınları, mert bombaları var resmî açıklama iki cümle üçkağıt:


"bölücü örgüte büyük darbe! isyancı teröristler safdışı..." resmî olmayan açıklama şöyle: "beyaz bayraklı dede tarandı, altı aylık bebek ağır yaralı..." kapatıp çıktım emektar'dan meydana eskiden suyu taksim ettikleri yerde göz korkutup insan dağıtıyorlar alışveriş şart, işine bakmayan hain gündüz vakti arapça bir karanlık çoktandır kadıköy'e göçmüş istanbul belinde şişlik, elinde telsiz, aynası yok bozuk ağzında çarpılmış bir babadil anası yaşında çiçekçi kadına bağırıyor zimmetine güveniyor çakan ışıklarda kırmızı tehdit, mavi haraç elbet kaldırıma parketmiş resmî araç bir anlığına yunanca düşünüyorum geçerken kapıkoluna tükürüyorum nereye gidiyorum ben? tünel'e... "kodesteki gazetecileri salın ulen!" diye bağrışarak toplu yürüyeceğiz haftasonu kalabalığı fırsat verirse lağımlaranası'nda diyalektik çabası galatasaray meydan'da kısa bir mola iki toma arası beş-on cumartesi annesi her bağdaşta bir resim, bir gönül yarası kimi sevgili, kimi kardeş, kimi evlât kiminin fâili meçhul, kiminin âkıbeti az ötede iki çevik kuvvet otobüsü yanında dikilmiş sıra sıra klonlar miğfer kapatıp kalkan kuşanıyorlar kamu düzenini bozan anma gazlanır


eşzamanı siktiret, aynı anda doğuda ırklı ordumuz mezarlık bombalıyor ölüleri iyice öldürecekler anlaşılan polisi sorarsan, cenâze evi basıyor kaçan ağıta ateş açıldı, tâziye kıskıvrak yasadışı yas etkisiz hale getirildi bizim devlet bokunu halka yedirir sonra kıçını milletine yalatır diyet diye sol kolunu kesmiştir bizim devlet hiç olmadı, anladık güvenlik, sağlık, bolluk, iktidar ne kadar da genetik fırsatlar sığınakta mecazî bir özgürlük buruk bir gülüşle çökünce köprü dağılır manzara, gelecek yanar üşüşmek, tıkınmak, sıvışmak ne kadar da sinekçe bir kurtuluş nerden baksan şüpheli bir varoluş doğu sorunu'nda sınır boyunda çürümüş bir at leşinde yaşamak

batuğ ş,


--nice yıllara, ayna kömür-çelik birliğinin tunç yasası uyarınca tebâ-i reâyâya îlânen duyurulur: yeniköylü azbeyazların dikkatine! aslâ vazgeçemediğiniz en kokuşmuş köhne âdetler yepyeni ambalajında hizmetinizde... çevrenizde hoş karşılanmayacak hayaller sizi ve benzerlerinizi rahatsız etmesin resmî ideoloji ve gelenekçi yapıya tam uyumlu birörnek ve devlet güvenceli göstermelik eski âdetler sâyesinde dedenizden-babanızdan kalmış yalan-yanlış köhne dünya görüşünü ve bildik ve klâsik ve de antik ağa-baba-ahbap-çavuş düzenini sopa ve kamçı demeti eşliğinde ölene kadar rahatça kullanabilirsiniz unutmayın, siz farklısınız! şunlar var, ötekiler var, başkaları var siz ise sizden ibâretsiniz hattâ siz değil, sizler'siniz bakın onlar "bizler, bizler" deyip on kat daha onlar oldular meselâ 1'i bine bölerseniz bin tane 0,001 eder siz de bol bol bölününce bir sürü sizler edeceksiniz anlayın ne kadar bölünürseniz o kadar çok olacaksınız inanın, burada aristo konuşuyor makedonya kralı ikinci filip büyük iskender, makyavelli, kolomb ingiliz aristokrasisi, felemenk fâtihler kutsal kâlp bazilikası, sistin şapel napolyon, çörçil ve ayzenhovır mimar rozenberg, besteci vagner mekke ve kudüs ileri gelenleri


mobil-şel-bepe-aramko si-i-o'ları siyaset ve doğa bilimci çembırleyn pek kıymetli kafatası uzmanı nihal atsız yazar-düşünür munis tekinalp konuşuyor daha da sayarız ama siz en iyisi feysbuka-tvitıra, teveye-ayfona özgür ifâdenin en iyi kontrol edilen biricik demokratik ve pilli temsilcisi saygıdeğer sosyal medyaya kulak verin hem kameraya hem ekrana bakacaksınız ve aslâ yalnız kalmayacaksınız paradaki piramidin gözü üstünüzde güzelce poz verin, lütfen kıpırdamayın tereddütsüz güvenin, bilim konuşuyor felsefe, algoritma, doktrin latince, bireycilik, egemenlerin târihi rektörlük, insan kaynakları, vatanî görev bilişim uzmanları, sistem mühendisleri stratejik araştırma bilgeleri, siyâsetbilimciler küresel piyasa, derin devlet, uzay teknolojisi millî güvenlik kurulu, milliyetçi cepheler başdanışmanlar ve elbette din büyükleri nobel vakfı, aybiem, mikrosoft, epıl uluslararası atom enerjisi kurumu sosyal darvinizm, yönetişim psikolojisi ve tatlı minik aklınıza sığmayacak daha nice ulu kaynak ne bileyim, ziya gökalp, ilber ortaylı dünya bankası, sosyaldemokratlar ve tek dertleri sizi aydınlatmak olan dördüncü kuvvetin sömürge aydınları hepsi bir ağızdan böyle buyuruyor işte: "divide et impera!" hayde! körpe zihinlere, hazır niçinler aç ellere, benzer nasıllar geldi... kıpırdanan vicdanlar için tıpatıp aynı çünküler var kalıba gel, kalıba! hayat tüketmekle, vakit yetişmekle bilinç ekranlarla, altı reklâmlarla


tıka basa ful-îtinâ doldurulur; karışık kafalar, özenle üretilmiş renkli-eğlenceli-çipli etiketlerle pırıl pırıl düzenlenir pürüzsüz; yeter ki katlanmak zorunda kalmayın şu zaman kaybı ve olmaz olası şeytan icâdı düşünme zahmetine... haydi yanaş vatandaş! reis istikbâl danışmanlık cebren ve hîleyle hizmetinizde reis istikbâl danışmanlık: atâlet ve kalkışma çetesi vakfı himâyesinde her türlü gelecek levâzımat ve defin işleri fâhiş fiyat karşılığında gaddarca yapılır reis istikbâl danışmanlık! "kuyruk takar yalanlara küfürlerin yakasını kapar" (bize derhal ulaşmak için: recep, balonu şişir; merve başını ört... silahı al furkan; sus, büşra, sus!) --- spoylır --mezarlıktan yol geçti aramızdan kan sızıyor dikkat kuşu dondu kaldı düş meydanı koş-koş oldu küçük dilini yutmayanın büyük dilini kesiyorlar hanım, hanııım! herkese dokunan yılan geldi kaç yıl yaşasın? ***


(mezartaşı köprüsü) "anlamak yapmaz o vakit bilmek götüne batar" 1849-2013 i. i. oblomov *** roza lüksemburg, mikro-milliyetçiler için "mezarlarından fırlamış tarihsiz kadavralar" diyor ve hüsnü mahalli de şöyle söylüyor: "ya demokratsın, ya faşist başka türlüsü yok arkadaş!" gidecek başka yerim olmadığı içindir ki diyalektikte kalıyorum: neye girsem, o nereye girsem, orası nasıl girsem, öyle bana girer zaman, duruma göredir ve bir son dakika haberi: uluslararası barış suçları mahkemesinin kararına göre leyla erbil'in aynasında sosyaldemokrasinin târifi boku kaşığın sapıyla yemektir (on7, on1, ikibin16, imrozADA)

batuğ ş


ÇAKMAK KİRALARI evet anti girdap timine duyurulur, girdap bu aralar çakmağı olmayanlara çakmak kiralayarak yolunu buluyor. biz durumdan habersiz üç çakmaksız adam olarak girdap’la beş günlüğüne aynı çakmaksız evi paylaştık ve tek çakışta asla çakmayan bir çakmağa hayli büyük bir meblağ bıraktık. deniz kıyısında, ıssız, bakkalsız, nemli ve rüzgarlı bir yerde kaldık. ki rüzgar, çakış adedini arttırdığı için girdap’ın eşsiz dostuydu. çakmağın kaskosuz olması, olası hasar durumlarında (yere düşme, ıslanma vb) bedelin gene bizden çıkmasına yol açıyordu ve durmadan çakışlar zamlanıyordu. bir defasında jazztral ve kurbağa, girdap uyurken çakmağı arakladı. çakmakla denize gitmişler ve orada kaybetmişler. döndüklerinde girdap yedek çakmağını çıkarttı ve 50 kuruşa dayanmış çakış ücretini 1 liraya çıkarttı. zaten ‘çakmağı bırakmak’ deyimi buradan gelir. sigarayı bırakmaya karar vererek çakmak sahibine büyük bir tehdit savurmuştuk ama adamın cevabı çok klastı: “siz sigarayı bırakmadınız ki, çakmağı bıraktınız” biz iradesiz zavallı bağımlılar olarak elbette çakmağı bırakamadık. bir süre geyik malzememiz olan çakmak kiraları belimizi büktükçe, yaptığımız radyo yayınlarında imdat çağrılarına kadar yol aldı. halimize kuru kuru üzüldüler ve güldüler. tek ihtiyacımız çakmağı olan bir insan evladının yanımıza gelip bizi kurtarmasıydı. adamın acıması yoktu. pinero fanzin şop’un kapanışından bu yana sürdür-

düğü işsizliğini bu şekilde gidermişti ve gerçek bir başarıya ulaşmıştı. ortalama bir hesap çıkartacak olursak: kurbağa: günde 15 dal jazztral: günde 30 dal etrafi: günde 30 dal eder: 75 dal

-----------------------------çakmak bi 3 çakışta, bi 4 çakışta, bi 5 çakışta, bi 6 çakışta,bi 7 çakışta ve daha fazla çakışlarda, bazense 2, ender görülen bir şanssa da 1 çakışta yanabiliyordu. hadi ortalama 4 çakışta paçayı kurtarabiliyorduk desek… ------------------------------5 kuruştan 1 liraya doğru giden zam grafiği 5 günün sonunun ortalamasının 30 kuruş olduğuna kanaat getirdiğine göre denklemimizi kuralım: ------------------------------75x5= 375 dal sigara 375x4= 1500 toplam çakış 1500x30=45000 kuruş ------------------------------girdap’ın beş günlük kazancı 45000 kuruş olduğuna göre, günlük kazancı 9000 kuruştur. aylık kazancı ise 270.000 kuruş. adamın hayatı kurtuldu işte!

etrafi


GİRDABA SÖVGÜ (YA DA KELEBEĞİN SK*NDEKİ AT) , Dostum BALTA, Pardon… Dostum GİRDAP, Başlangıçta böyle değildin girdap. Kandırdın, hepimizi KANDIRDIN ! Bu yüzden yok edilmelisin! İlk T 1000 ‘imizi geçmişe gönderdiğimiz de Sarah yarr****ğa yedi diye ne gülmüştük değil mi ? Niye orada durmadın girdap ? NİYE ? Tüm insanlığın ebesine kaydın. İyi mi bu ha ? İYİ Mİİİ ? Yok edilmelisin girdo, YOK ! Hesap çıkışmayınca bağırsaklarını çıkartıp, pencereden aşağı sallayan adam nerde ? Ama artık bu fedakarlığın bile nafile girdap. Bağırsaksızsın, Bağırsaksız ! Şu an duyar gibiyim ne dediğini “sorun değil birader, sorun değil ” . HAYIR GİRDO BU SORUN ! Sorun senin varlığın .EVET ! Tanrıyı öldürmüyecektin Girdap ! Yaranamadı sana , yaranamadı! 7 günde kainatı yarattı, sen dedin “3 gün yeter”. Bak dedi bu müzik , sen denin “Hayır bu PUNK !” . “OKU” dedi, sen dedin “FANZİN OKU”. Dayanamadı “YETER!” dedi, sen dedin “Sıç geçeRRRR” . Ve sonunda tanrıyı öldürdün girdap. Bunun tek sorumlusu sensin. Varoluş problemlerimizin, götümüzdeki arılarımızın tek sorumlusu sensin GİRDAP, SENNNNNNN ! Gülüyorsun değil mi ? Gül bakalım T 1000’nin ayakları altında kafatasın ezilirkende böyle gülebilecek misin ? SANA SÖYLÜYORUM, SANAA!

ya da, ya da…


Durduracağım T 1000 ‘i . EVET ! ezmek yerine kafatasından şarabımızı içeceğiz. Her ne bokun dibindeysen sızlatacağız beynini. EVET ! oradayız, ensende… orada DUR ! DUR LANN ! DURSANAAA ! ÇEVİRME SAYFAYI ! ÇEVİİİİRRRMEEEEEEEEE !

SIFIR ADAM hocam elektrikler kesildi çalışamadım. üstüne sular da kesilince, doğal gaz benim neyim eksik dedi. sonra aynı sendikaya bağlı telefonla internet beraber greve gidicinde biz de piyasların bozulmasıyla küçük çaplı bir mali kriz yaşadık. biranın varil fiyatına gelen zamla birlikte bozulan küresel muhabbet yerini durgunluğa bıraktı. sigarada ki fiyat artışı içmeyenlerin yüzünü güldürürken, içenlerin tütüne yaptığı yatırımı geri çekme kararı alması yine piyasalarda ki muhabbetin düşmesine sebep oldu. bunun üzerine acil toplanan aile bakanlar kurulu olağan üstü gerçeklik ilan ederek, bi dal vercen mi haci diyenlere babayı alırsın cevabı verilmesi hususunda kanun çıkardı. öte yandan faliyete geçen sokak edebiyatı terörüne karşı mücadele devam ediyor. vatandaşı bu dar boğazda yazı istemekle tehtit eden örgüte karşı halk ne istedilerde vermedik dedi. örgüt vatandaşın yazdığı bahane mesajlarını alıp aha bundan yazı olur deyip hinlik yaparak yoluna devam ediyor. örgüt liderinin alsancakta bir kafede çay ve sigara içerken görüldüğü, topladığı yazıları para karşılığı satıp, maddi gelir elde ettiğini kanıtlıyor gibi. örgütün yazı kanalını kesmek gençlerimizin yazı batağına düşmesini engelleme mücadelemizde bize destek olacaktır. ayrıca van münit, sen kimsi yaau (m sky code)

fanzinimize yazı çizi kuş börtü böcek c4 patlayıcı göndermek isterseniz kapı numaramız şudur efenim: sokakedebiyatizine@gmail.com içeriginiz, yayın formatımıza uyarsa fanzine alınacaktır. sonradan bozuşmayak.


ENDIKASYON DIŞI FANZIN KULLANIMI KILAVUZU Amaç: Bu kılavuz, endikasyon dışı (off label use) kullanılan veya şahsi okuma amacıyla basılan fanzinlerin fotokopiksel veriler doğrultusunda tıbbi, etik, hukuki ve akılcı kullanımını temin etmek amacıyla hazırlanmıştır. Tanım: Ülkemizde onaylanmış fanzinlerin dışında ve/veya standart baskı kalitelerinin haricinde ve/veya renk skalası aralığının dışında yayınların kullanımı ile ülkemizde henüz ruhsatlandırılmamış herhangi bir fanzinin şahsi okuma amacıyla basılması ve okunması hususları “endikasyon dışı fanzin kullanımı” olarak adlandırılmaktadır.

Genel esaslar: Endikasyon Dışı fanzin kullanımı için belirlenmiş genel esaslar şunlardır: 1- Onaylı endikasyon ve standart edebi üsluplar dâhilinde falaka ile eğitilmesi mümkün olan yazarlar/şairler/çizerler için endikasyon dışı fanzin kullanımına izin verilmeyecektir. Ancak fotokopiksel veriler doğrultusunda belirgin avantaj sağlayan baskı tekniklerinde endikasyon dışı fanzin kullanım talebi değerlendirilir. 2- Başvurular, fanzinciyi takip eden okuyucunun izni ve sözlü tebliğini taşıyacaktır. fotokopici, mürekkepçi, kağıtçı veya başka şahıslarca başvuru formları düzenlenemez. 3- Öncelikle ilgili fanzinin istenilen endikasyonda kullanımının fotokopiksel yönden uygun olup olmadığı Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu tarafından değerlendirilecek ve uygunluk onayından sonra fotokopi makinesini kullanılabilecektir. 4- Kültür Bakanlığı Türkiye fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu’ndan izin alınmadan endikasyon dışı fanzin kullanımına başlanılmış ise, geriye dönük bu gibi durumlar için yapılacak başvurular değerlendirilmeye alınmayacaktır.


5- Yukarıdaki şartlara uyan başvurular için gerekli belgeler: f) “Endikasyon Dışı Yayın Kullanımı Talep Formu” a) Fotokopici Kurulu Raporu veya Toner Kullanım Raporu örneği n) Girdap tarafından okunarak imzalanmış genel “Bilgilendirilmiş Fanzin Olur Formu” z) Bazı nüshalar için özel hazırlanmış “Bilgilendirilmiş Fanzin Olur mu Ya olursa Formu” ve özel belgeler, i) İlgili fanzinin ilgili endikasyonda kullanımında etkililiği ve güvenilirliği ile ilgili kanıt düzeyi yüksek olan bilimsel fotokopici n) Yayıncının aldığı kartuşları, bu kartuşlarla heba edilen kağıtları ve fotokopi makinesi ilgili güncel mürekkep değerlerini içeren epikriz 6- Başvuru “Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu siyahbeyaz Mahallesi 1977. Sokak No:77 P.K: 007 Jamesbond/Çantalı ” adresine yapılacaktır. 7- Uygulanan okuma sonrası etkililik ve yan etki bakımından olumlu cevap alınan yayınlara yayına devam etmek istenir ise iznin son bir ayı içinde başvuru yapılabilecektir. Başvuruda yayıncı tarafından yeniden “Endikasyon Dışı fanzin Kullanım Talep Formu” (Ek-1) doldurulmayacak; “Bilgilendirilmiş fanzin Olur Formu (Ek-2)” ve “Okunabilirlilik ve kayık baskı Geri Bildirim Formu (Ek-3)” doldurulması yeterli olacaktır. 8- Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu, talep edilen yayının özelliğine göre ek uhu veya makas isteyebilir; gerektiğinde fanzinle ilgili olarak yapılmış özel laboratuar tetkiklerinin sonuçlarını da talep edebilir (mürekkep iliği biyopsisi, histokopiloji değerlendirme sonuçları gibi). 9- sonraki sayının tamamlanamayışı, fanzincinin kalemini kaybetmesi ve ciddi kartuş yetersizliği gibi yayının gecikmesini gerektiren hallerde en geç 5(beş) fanzin günü içinde Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu’na gerekçesiyle birlikte bildirimde bulunulacaktır. 10- Fanzininin orijinal nüshasının çalınması, fanzincinin makasını kaybetmesi, mürekkep alerjisi gibi olumsuz bir durum gelişmesine bağlı olarak nüsha sayısının planlanandan daha erken kesilmesi halinde; bedeli Sosyal Üretkenlik Kurumlarınca ödenmiş olan fire sayfalar, tutanak karşılığı bir kamu fanzincisi fotokopicisine yayıncı tarafından teslim edilecek ve ayrıca Sosyal Üretkenlik Kurumu ile Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu'na sorumlu distro tarafından yazılı bilgi verilecektir. 11- Uygun bulunmayan başvurular için fanzinin hazırlayaı tarafından fotokopiksel olarak geçerliliği bulunan itirazlar olması durumunda başvuru yeniden değerlendirilebilir. 12- Yeni ruhsat veya endikasyon ilavesi almış olduğu halde henüz geri ödemeye alınmamış müstahzarlara geri ödeme listesine alınıncaya kadar şahsi


okuma bazında Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu’nca basım izni verilebilir. 13- Endikasyon dışı fanzin kullanım izni şahsi (fanzinci bazında) olup, fanzincinin içinde bulunduğu özel psikolojik durum için verilir. Herhangi bir fanzinci için verilen izin; benzer içerik konulmuş fakat farklı sayfa sırasına sahip diğer fanzincilere emsal teşkil etmeyeceği gibi, Bakanlığın fanzinlerle ilgili genel bir yayın stratejisini de yansıtmaz. 14- Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu, fanzincinin ilerleyen veya değişen do it yourself algısına göre söz konusu izni iptal edebilir, periyod ve baskı kalitesinde değişiklikler yapabilir. 15- Bu kılavuz kapsamına girmeyen ve izinsiz endikasyon dışı fanzin kullanımının tespiti halinde Bakanlıkça 1977 Sayılı Türk Fanzin Kanunun 91. kartuşu gereğince işlem yapılacaktır. Yasaklar: Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu tarafından verilmiş izinler doğrultusunda yapılan yayınlar ve bunlardan elde edilecek paralar, Kültür Bakanlığı Türkiye Fanzin ve Fanzinî Cihaz Kurumu dışında bir kurum/kuruluş ve/veya kişi tarafından bandrollü yayın çıkarmak amacıyla (bandrollü sticker hariç) ve içki ruhsatlandırma çalışmalarına esas veri olarak kullanılamaz. bu tüzüknamenin, girdopat tarafından hazırlanmış olup, resmi vakalarda geçerlilik arz etmeyeceği ispatlanamaktadır.


İlkel Yeşil: John Zerzan ile bir röportaj İlkel yeşil G Sampath 20 Aralık 2009, Pazar John Zerzan, ünlü felsefeciler kervanına ilk defa 1995’de New York Times kendisini Unabomber’in teknoloji karşıtı doktrinini destekleyen kişi olarak yayınladığında katılmıştı. O zamandan beri Amerika’daki ilkelcilik hareketinin rehber ışığı haline geldi. DNA ile yaptığı röportajda neden modern uygarlığın temelde insan karşıtı, yeşil teknolojinin psikopat ve taş devrinin gidilecek yol olduğunu açıklıyor. Amerika’li felsefeci John Zerzan’ın tezi basit: medeniyet patolojiktir ve parçalanmalıdır. Zerzan, radikal medeniyet eleştrilerini ortaya koyduğu, İnkarın Başlangıcı (Elements of Refusal,1988), Gelecekteki İlkel (Future Primitive, 1994), and Boşlukta Koşmak (Running On Emptiness, 2002) gibi kitaplarında doğanın evcilleştirilmesi ve insanların evcilleştirilmesinin parallelliğini tartışmak için antropolojik bir araştırma çiziyor. Ve bunun öncelikle teknoloji yoluyla başarıldığını anlatıyor. Ona göre Wachowski Kardeşler’in Matrix üçlemesindeki distopyayı şu an zaten yaşıyoruz: bireylerin hiç bir insiyatifi olmayan önemsiz ve küçük kimseler olduğu bir dünyayi teknolojik-endüstriyel bir makina zaten yönetmekte. Ne tek bir insan ne en güçlü siyasetçi, ne de en güçlü iş adamı sistem içinde dizginleri elinde tutamaz. Onlar, rayından çıkmış olanın acımasız mantığını mecburen takip etmek zorundalar. Zerzan, Kopenhag’daki iklim değişikliği zirvesinin bir şaka olduğuna ve çevrecilerin eleştrilerinin bir fark yaratmak için çok yüzeysel kaldığına inanıyor. Yakın zamanda Mumbai’de dersler vermek için bulunan Kaliforniya’lı Zerzan, özel bir röportajinda, neden Taş devri ilkelliğine geri dönmenin tek anlamlı “yeşil” alternatif olduğundan bahsediyor. Çalışmalarınız medeniyet karşıtı olarak tanımlaniyor. Gerçekten medeniyete karşı mısınız? Elbette. Medeniyet karşıtı düşünceler, şu an gelişen kabusa dikkat çekiyor. Şimdiye kadar sorulmamış bazı temel soruları soruyor. Sorunun köküne inebilmek ve en temel seviyede alternatif yollar ve projeler sunabilmek adına, baskın olan sistemlerin yüzeyinde manevra yapma konusuna baska bir bakış açısı kazandırmaya çabalıyor. Demek istediğim burada insan türü olarak bulunuyoruz ve havayı soluyamıyoruz. Daha fazla ne denilebilir ki? Yani Taş Devri’ne geri dönmeliyiz derken ciddi misiniz? Kesinlikle, aksi takdirde boş konuşuyor oluruz. Bu pisliği bir an önce temizlemeli, pratik düşünmeye başlamalı ve bu gezegende bir zamanlar sahip olduğumuz becerileri tekrar kazanmaya başlamalıyız. Giderek herşeyi; toplu-


mu, gerçek deneyimleri ve anlamı eriten teknolojiye daha bağımlı bir hale geliyoruz. Peki nasıl ilkel bir yaşam biçimine geri döneriz? Atılması gereken ilk adım, politika ve partilerin sahteciliğinin ve öncelikli konulardan kaçınıp kayıtsız kalarak durumun daha kötüye gitmesini garantileyen saçmalıkların ötesinde sorular sorma fırsatını ele geçirmektir. İnsanlar, teknoloji güdümlü “ilerleme”nin, neden bu yolda olduğumuz ve bunun nedenlerinin gerçekten sorgulandığı anlamlı tartışmalara katılmadıkları sürece hiç bir şey değişmez. Peki bizi ilk olarak bu duruma ne getirdi? Söyleyebilirim ki bu durum işbölümü, evcilleştirme ve sembolik kültürün yükselişi kadar eskiye gidiyor. İşbölümüne ne olmuş? İşbölümü ve bunun getirdiği eşitsizlik, dünyaya ve birbirimize karşı yabancılaşmamıza ve bunlara bağlı olarak, tesadüfi ya da değil, sembolik kültürünün ortaya çıkmasına neden oldu. Sembolik kültür, evcilleştirme ve tarım öncesine kadar uzanıyor fakat evcilleştirmenin oluşumuna da zemin hazırlıyor. İlkel toplumlarda işbölümünün ortaya çıkması aynı zamanda sınıflara ayrılmış toplumun başlamasına da denk gelir ve bu da Önpaleolitik Çağ’da (45,000-10,000 sene kadar önce) neredeyse aniden ortaya çıkmış gözüküyor. Sembolik kültür ve dil olmasa hala insan olur muyduk? İnsanı nasıl tanımladığınıza bağlı. Bugünlerde “insan olmak” tamamen olmasa bile yeterince sembolik. Homo sapienslerin (modern insan) yaklaşık 60,000 yıl önce ortaya çıktığı düşünülüyordu. Fakat bugün bunun 200,000 yıl önce olduğu konusunda görüş birliği var. İşte burada, zaten sembolik olandan ilginç bir şekilde uzaklaşıyoruz ki bunun emareleri mevcut. Ne çeşit emareler? Mesela zekamızı sembolleri manipule etmedeki becerimizle tanımlıyoruz, fakat bu tek yol değil ve neden onu bu şekilde tanımlıyoruz? Çünkü bizimki tamamen sembolik bir kültür ve bunun içinde bir şeyler başarmak için veya işin içinden çıkabilmek için bunları yapmak zorundayız; matematik ve diğer her şeyi. Fakat bunların olmadığı bir dünyada zeka başka bir anlama gelir ve belli ki sembolizmden önce de zeka vardı. Bir milyon yıl önce sembolik olmadığımızı ve bugün sahip olduğumuz bilişsel gelişim seviyesine o zamanlarda sahip olduğumuzu söyleyen Thomas Wynn ve diğer antropologları da göz önüne aldığımızda zekamızı kesinlikle sembolik projeler ve kültür dahilinde kullanmıyorduk- ilkel insanların zekasını sembolik projelerde kullandığına dair her hangi bir kanıt yok. Peki bu durumda nasıl oluyor da sembolik olmadan insan olamayacağımızı söyleyebilirsin? İnsanlar hakkındaki tüm müthiş ve büyük şeyler sembolik kültür olmadan mümkün olur muydu? Bu sadece olaya bakmanın baskın bir yolu. Örneğin, eğer sanata, dine ve bunun gibilere, modern uygarlık içinde kaybedilenlerin bir telafisi ve tesellisi


olarak bakarsan, bunlar o kadar da müthiş gözükmemeye başlayacaktır. Aslında bunun bize verdiği bence çok daha az. Modern uygarlık içinde kaybettiklerimiz derken ne kastediyorsun? Toplum bunlardan birisi, ve tabii paylaşma. Tarih öncesi toplumun bağlı olduğu kitap şudur: en birinci değerleri paylaşmaktı; yemeği paylaşmak, ve hiyerarşı karşıtlığı idi. Ve görüyorsunuz ki bir kaç, hatta Hindistan’da bir kaçtan fazla olmak üzere avcı toplayıcı toplumlar hala varlar. İşte bunlar kaybettiğimiz şeyler. Mesela toplum: yok öyle bir şey. Bugün bu sadece kitle toplumu- insanlar dağılmıs ve izole olmus, stres olmuş şekilde daha fazla ilaca bağımlı hale gelmişler ve işte bu yüzden toplumsal değerler kayboluyor. Toplumun olmadığı yerde toplumsal değerler nasıl olsun? İşte bu yüzden her şey parçalanıyor. İlkel insanların bir şeyleri değiştirmek istememiş olmasının nedeni büyük ihtimalle buydu. Mesela taş aletler gibi varolan teknolojiyi değiştirmek istemediler. Arkeologlar değişim için gerekli zekaya sahip oldukları halde bir milyon sene boyunca bunu yapmak istemediklerini söylediğinde bunu nasıl açıklarsınız? Peki elinizdeki yeterince iyi ise bunu neden değiştiresiniz ki? Ama medeniyetin yükselişi, insan doğasının olağan bir ifadesi ve gelişimi değil miydi? Eğer insan doğası hakkında konuşmak isterseniz, ki iyi vakit geçiren insanlar hep bunun bahsini açarlar, peki ama insan doğası nedir? Bir milyon yılda mı ya da son 9,000 yılda edinilenler mi? Bu, homo sapienslerin varoluşuyla kıyaslandığında, zamanın bir saniyesine denktir. Peki Hobbes’un, kültür olmadan yaşamın pis, vahşi ve kısa olacağı yönündeki insan doğası hakkındaki görüşüne ne diyorsun? Hobbes’un bu görüşü tamamen tedavülden kalktı. Her hangi bir antropoji dersi size bu bilgiyi verecektir. Ders kitaplarında şöyle yazar: ilkel insanlar arasında organize şiddet uygulanmıyordu, paylaşım vardı, kadınlar meta haline gelmemişti, insanlar çok daha az çalışıyordu ve insanlar aslında zannedilenden daha uzun yaşıyordu. Orjinal refah toplumu hakkındaki tek ve en iyi kaynak, Amerika’li bir antropolog olan Marshall Sahlins’in kitabi Taş Devri Ekonomisi (1974)’dir: insanların ihtiyaçları karşılanmıştı, bir şey kazanmadıkları halde fakir değillerdi, fakat ne kadar çok tüketsek bile bize asla yeterli olmuyor. Peki o zaman neden Hobbes bu kadar geçerlilik kazandı? Çünkü sistem ile mükemmel bir şekilde örtüşüyordu. Bu medeniyet için en temel ideolojidir. Zaten yüksek duvarlı ilk şehirler kurulduğundan beri insanlara bu söylendi: duvarı aşmayın, ölürsünüz, doğa vahşidir ve burada olduğunuz için mutlu olmalısınız, burada sizi koruyacak ordular ve tapınaklar var. Şu anda da bize aynı şeyler- gidemeyeceğimiz- söyleniyor, insanlar korkmuş durumda. Tüm bunlar yıkıldığında, dünyayla ilgili becerilerden yoksun insanlar çok fazla hayatta kalmayacaklar. Ama bence insanlar bunu hissediyor. Amerika’da, her ne kadar açık açık söylenmesine izin verilmese de, medeniyetin yıkılması konusunda insanlar büyük ölçüde korkuyor ve endişe duyuyorlar. Artık daha fazla insan bunun olma ihtimalinden çok ne zaman olacaği konusunda düşünüyor.


Bir çok insan sürdürülebilir veya yeşil teknolojilerin bizi yaklaşan ekolojik yıkımdan kurtarabileceğine inanıyor. Buraya gelirken yolumun üstünde bir reklam panosu gördüm, çelikle ilgiliydi. Şöyle yazıyordu “Yeşil çelik üretiyoruz” ve “Ekosisteme katkıda bulunuyoruz” veya onun gibi bir şey. Bu manyakça değil mi?. Nasıl olurda sikik bir çelik fabrikası yeşil olabilir. Bu tamamen psikopatça! Amerika’da bu “sürdürebilir” ve “yeşil” ifadeleri sıkça kullanılıyor ise, bu insanlara “aslinda her şey yolunda, eko sistem hakkında gerekeni düşünüyoruz, bunlar üzerinde çalışıyoruz” ve bunun gibi zırvalar denmeye çalışılıyor. Bunların hepsi yalan. Bununla sadece çarklarını yağlıyorlar ve insanlarin bir süre daha buna uyum sağlamasını umut ediyorlar. Kopenhag zirvesi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Bu sadece makyaj, konu hakkında görüş birliğine varamayacaklar çünkü zengin ülkeler buna engel oluyor. Kyoto anlaşmasından on seneden fazla bir süre sonra durum sadece kötüye gitmekler kalmadı, değişimin hızı konusunda onların bile hayal edemediği bir hale geldi. Bir çokları teknolojinin faydalarının yarattığı sıkıntılardan daha fazla olduğuna inanıyor, örneğin medikal tıp alanında. Hasta olsaydınız hastaneye gitmez miydiniz? Hayır, tabi ki gitmem demezdim. Seçeneğim yok, ne yapabilirim? Biz sadece kapana kısılmış durumdayız ve neredeyse tüm hastalıkların en başta teknoloji yüzünden ortaya çıktığını unutmak durumunda bırakılıyoruz. Daha fazla teknolojinin tüm sorunlarımızı çözeceğini söylüyorlar ama biliyorsun ki her şey daha kötüye gidiyor, daha iyiye değil. Tıbbi teknoloji oynanabilecek en güçlü kart ama basit bir gerçektir ki tüm bunların hepsi - tüm fabrikalara ve madenlere – sizin tüm ameliyat aletleriniz, monitörleriniz ve bunun gibi şeyler içinendüstriye bağlı, ve görüyoruz ki bu gibi şeyler hep tartışma dışında bırakılıyor. Eğer bir tartışma varsa, bu dikkatlice teknolojiyi en iyi şekilde nasıl kullanabileceğimizle sınırlandırılıyor. Yani bir inkar kültüründe mi yaşıyoruz? Aynen öyle, hem de büyük çapta bir inkar kültürüyle. Ülkeleri nasıl kıyaslayacağımı bilmiyorum ama Amerika kesinlikle bu listenin başında. Ancak bu inkar aynı zamanda dayatılmış: eğer insanlar bir alternatif bile düşünemiyorsa, elinizde ne kalır? Durumun ne kadar kötü olduğunu görmek istemiyorsunuz, bu durumun sadece bir kaç sene içinde çocuklarınız için ne kadar kötü olacağı konusunda kafa yormak istemiyorsunuz. Bu koruyucu bir yöntem ve sağlıklı değil, ama sistemle mücadele etmek açısından anlaşılabilir. Ama teknoloji temelinde nötr değil midir? Teknolojinin içinde saklı değerleri vardır.Teknoloji derken aletlerden değil teknoloji sistemlerinden bahsediyorum. Modern teknolojide belli bir yabancılaşma, soğuklaşma, standartlaştırma, katılık ve uzmanlara olan bağımlılık teknolojinin değerlerinden bazıları. Fakat basit bir aletle insanların uzmanlara bağımlı olmadığı bir ham eşitlik hali hayal edebilirsiniz. Teknolojisine bakarak bir toplumun baskın değerlerini anlayabilirsiniz, bu toplumu okumanın en iyi yoludur.


Mesela en azından Kızılderili bir şehirli toplumu cep telefonu teknolojisini son zamanlarda gerçekten hayatlarından çıkardı. Size göre bu o toplum hakkında ne ifade ediyor? Yüzyüze görüşmek yerine her zaman telefonda, genellikle gereksiz konularda, görüşmeyi tercih ediyoruz. Evet, binlerce mil ötedeki arkadaşlarla konuşabiliriz ama komşularımızı tanımıyoruz, onları tanımak bile istemiyoruz, kendimizi kapamak üzere eğitilmişiz ve teknoloji bize bu yolda yardım ediyor; her şeyi eliyoruz ve en izole olmuş halimizde bile insanlarla gerçekten bağımız varmış gibi davranıyoruz. Bu çok kolay ölçülebilir- ne kadar insan yanlız yaşıyor, ne kadarının daha az arkadaşı var, insanlar birbirini daha mı az ziyaret ediyor?- bu gibi şeylerin uzayıp giden bir sosyolojik listesi var. Ve işte bu tekno-kültürde elinize geçen bu. Yani elbette mobil telefon teknolojisiyle ilgili değerler vardır, beyin kanserine yakalanma ihtimali ve atıldıklarında toprağı zehirleyeceklerinden bahsetmeye bile gerek yok. Bu teknolojiyle kalmıyor. İnsan mantığının değerlerden bağımsız olmadığını söylüyorsunuz. Frankfurt Okulu düşünürleri mantığın araçsal olduğunu ortaya atıyor. Mantık değer yargılarından bağımsız değildir. Mantık objektif ve bilimsel gösteriliyor olabilir ancak aslında bir baskı aracı olmaya meyillidir. “Mantık” demek kelimeyi soyutlaştırır. Ne tip bi mantık olduğunu sormalısınız. Araçsal olmayan mantığın, araçsal olandan farkı nedir? Araçsal olmayan mantığın baskın nedensellik farkındalığı vardır, diğer bir deyişle projenin ne olduğu ile yakından ilgilidir. Gizli varsayımlarına öyle çok bakmayız. Örneğin, evcilleştirmenin kanıksamışızdır fakat bu daha derine gider, doğayı daha derin mertebelerinde sömürerek, daha fazla baskı ve kontrol yaratmaktan başka bir şey değildir. Mesela GM gıdalar, klonlama ve nanoteknolojo evcilleştirmeyi körüklüyor ve bunu moleküler veya atomik seviyeye indirmiş durumdalar. Ama eğer ben bu evcilleştirme küresinde çalışmıyor olsaydım, burada mantığı bir araç olarak kullanıyor olmazdım çünkü neden doğayı kontrol etmek isteyeyim ki? Evcilleştirme öncesi doğa size ne verirse onu alırdınız, ve bu harikaydı, istediğiniz şeyi üretmek ve onu kontrol altına almak için yollar bulmaya çalışarak onu dikenli tellerle çevrelemezdiniz. Fakat bugün geçerli olan mantık bu ve kesinlikle değerlerden bağımsız değil. İnsanlar tüm bu teknolojinin, evcilleştirmenin ve doğayı kontrol altına almanın artan nüfusu beslemek için gerektiği konusunda tartışabilirler. Noam Chomsky de dahil bazı solcular da bunu söylüyor fakat doğal olmayan bu yüksek nüfusun uygarlık projesiyle alakalı olduğundan bahsetmiyorlar. Bu nüfusun artmaya başladığı zamandır. Aşırı nüfus semptomdan başka bir şey değildir. Evcilleştirme gibi şeylerin fişini çektiğinize nüfus azalmaya başlayacaktır. Fakat günümüzde teknolojinin ve onun yarattığı mantalitenin fişini çekmek gerçekten mümkün mü? Yani aslında bu fişi takıp çıkarmak veya yarına bırakmakla ilgili bir durum değil. Bu iş öyle olmaz çünkü popülasyon çok yüksek. Fakat bu yolu seçebilir ve bilinçli bir proje dahilinde geri dönüşün yollarını aramaya başlayabilirsiniz. Bu apartmanlarda yaşayan insanların elektrikler tamamen kesildiğinde, her-


hangi bir becerisi olmadıkları için açlıktan ölerek veya yemek için birbirlerine saldırma ihtimalinden daha cazip bir durumdur. Bu hiçte hoş bir resim değil. Bence sorumluluk gereği bu konuda düşünmeye ve donanımlı hale gelmeye başlamalıyız. Chomsky ve diğerleri bize soykırımcı diyorlar. Eğer bir soykırımcılık varsa bunlar onlardir çünkü bu gibi konular hakkında tartışmaya girmek istemiyorlar. Ve bu çok garip çünkü bir çarpışma halinde megapolislerdeki milyonlarca insanın durumunun ne olacağı konusuyla, bu insanların kendilerinden daha fazla ilgilenmiyorlar. Kimsenin bu konuyu konuşmaya veya ortaya atmaya bile izni yok. Tüm kilit kararların verildiği hükümet kanadından bu yönde kararlar çıkmazsa nasıl olur da bu tip bir değisim yaşanabilir? Hayır, bu çıkmaz yol, işte bu sistemin tuzağıdır. Bizim onlarla beraber bu oyunu oynamaya devam etmemizi, oy vermemizi, yani kötünün iyisini seçmemizi istiyorlar. Bu, bu boka saplanmış oldugumuzu garanti ediyor. Hayır cevap bu olamaz, bu sadece demokrasi yalanına geçit vermeye, onu meşrulaştırmaya yarıyor. Bunu yapmaya devam edersek gerçekten hiç umudumuz kalmaz. Yapılacak ilk ve en basit şey oy vermekten vazgeçmek, sistemin bizim için kurduğu bu oyunu oynamayı bırakmaktır. Yani devletin, bu konunun dışında mı bırakılması gerektiğini söylüyorsunuz? Aynen. Medeniyetten devlete başvurarak kurtulamazsınız. Tarihe bakarsanız ne zaman ve neden devletler ortaya çıkmış. Veya şehirler ya da herhangi bir kurum? işbölümü ve evcilleştirmenin başlamasıyla. Devlet ve tüm bu diğerleri, bunları bir arada tutan bir cezaevinin parçası. Çalışmak hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu Marshall Sahlins’in değindiği başka bir nokta: kültür ne kadar sembolikse bu o kadar çalışma demektir. Ve bu çok dogru. Demek istiyorum ki, giderek daha fazla çalışmaya başladik, peki teknolojinin verdiği sözler nerede? Tüm bunlar iddia edildiği gibi işe yaramadı. Şu anda Amerika’da çalışan bir çifti ele alalım, muhtemelen birden fazla işte çalışıyorlardır, strese girmiş halde, çocuklarına ayıracak ve diğer şeyler için gereken zamanı bulamıyorlardır. Üretim ve tüketimde ekseninde olmayan bir yaşam tarzı düzenlemenin bir yolu var mı? Üretim ve tüketim, bir kitle toplumunun paradigmasıdır; kitle üretimi kitle tüketimi anlamına gelir ki bu da kitlesel kültür ve dolayısıyla kitlesel medya ve herşeyin kitlesel olduğu “kitleselleşmiş” ve giderek sağlığını yitiren bir dünya anlamına gelir. Bu yolda gidilemez ve yaptığım rasyonel bir açıklamadır. Unabomber ile görüşmeniz nasıl geçti? Onu Sacramento’daki bölge cezaevindeyken ziyaret etmiştim. Onunla fikirlerimiz aynı ancak taktiklerimiz farklı. Medya her zaman Unabomber hemfikir olduğumuzu söylemeye çalışıyor. Ama evet, teknolojinin otonom olduğu ve neler olacağına karar verdiği tezi gerçektir. Bu durum özellikle olan biten görmezden gelindiğinde çok daha gerçektir. çeviri: ölüdeniz & jazztral


csns yayınları sokak edebiyatı (27 sayı) psycho race (7 sayı) anarsizmir (13 sayı) ?! (7 sayı) fanzin-x (5 sayı) poniz (2 sayı) derme çatma (2 sayı) tek atımlık (2 sayı) u.a.e.w serisi (5 sayı) bos fanzin (2 sayı) triplex (4 sayı) sıfır adam mors[a]mort agnostik tencere alterna-tip ama-n

asimetrik kişilik bozukluğu benden punk olmaz booom bu bir kapaktır dingonun ahırı fiyonk makarna hersey hala aynı kafamın tası pejmürde s.e brosür (bes ayrı versiyon) sergi brosür senden punk olur mu sincap susadım çesmeye uhu makas kagıt b.s.s.y b.e.y

hakkımız yayıncılıkçık 6 pilli hiphop fanzin (3 sayı) kendi ben-zine (2 sayı) grind crust allah imha et-zine kill evolution



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.