http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com http://anitsayac.com
kiriş kazısı..
geldik 10. sayıya. ilk sayısını 2003 yılında yayınladığım ve 16 yılda, ancak ve ancak sadece 10 sayı yapabildiğim, bu tamamen kişisel olan -kişisel olan politiktir (the personal is political)-1 soru işareti ünlem isimli bu fanzin olamayan fanzinimin,2 genellikle çoğu ve özellikle son bir kaç sayısı, o an içinde bulunduğum ruh halim ve bu ruh halimin bağıl refleksi olarak açığa çıkan politik güzergahımın3 (!) bir tür mevyesi şeklinde zuhur etti hep. kendimce basılması gerektiğini düşündüğüm, kendi açımdan basılmasını gerekli gördüğüm vakitlerlerde, vakitlerimde; oturup başına, ya yeni bir şey karaladım ya da eskilerimin bazı konseptsel derlemelerini yaptım. bu sayı da aslında tamamen el yapımı olacaktı ve yaklaşık on ay önce, basacağımı duyurmuştum. ancak ruhsal gelgitlerimin, son altı sekiz ay hariç, geçtiğimiz yıl (2018) ve ondan bir önceki yılın yarısında (2017) gelgit olarak cereyen etmeyip, sadece “git” telkininde bulunması neticesinde, bir şeyler yayınlayabilmek, sadece kendi ürettiğim işlerden söz etmiyorum, başkalarının ürettiği bir şeyleri de basabilme isteği, arzusu ve niyeti bir türlü açığa çıkmıyordu. ki param da yoktu. ve ki aslında bakarsanız bu durum, 2014 ağustos’ta 13 gün kapalı kaldığım araf’tan beri süre gelmekte. bilenler bilir, söz konusu günün öncesine kadar, 2002 yılından beri, hemen hemen her ay yeni bir fanzin, hatta bazen aynı anda üç fanzin yayınlayıp, sürekli olarak, bir tür hayatın içinde kağıt olarak dolaşımda kalma, başka yayınları da daima dolaşımda tutma, (91’ mondo trasho ve lanetten bu yana çıkanlar dahil-çünkü iyi bir fanzin4 asla eskimez) ve bu sayede başka bazı dönen üç kağıtların kamera arkasını da dolaşımda tutma çabam vardı. ancak ne yazık ki, son beş yıldır, ağır aksak ilerleyen bir süreç içerisinde, yol aldık. yol aldık da denemez aslında, yoldan çıkma ve çıkarma çabası içinde olduk demek daha doğru olur. bir yol üzerinde yürümek ve “ilerleme” algısı, bana pek doğru gelmemekte. daha çok yol kenarında bekleme hali benimkisi, ki daha önce de pek çok kez bahsettim bundan. işportada 20 yıldır kaldırımda beklediğim gibi...
1. söz konusu söylemin ilk kez geçtiği metin şurada: http://www.carolhanisch.org/chwritings/pıp.html 2. aynı kişisel meselelerim neticesinde, bu fanzinin ilk sayısına 2003 yılında övgüler yağdıran, yere göğe sığdıramayan, o günlerde adı cafer karaçıban olan ve paslı teneke fanzinini çıkaran, şu an ise mehmet ali bakunin adı ile “kanlı teneke” adlı metal fanzinini çıkaran vatandaş, ikinci sayısı için, “bu ne böyle, kişisel sıkıntıların dertlerin var sadece, küfür de bol, alt kenar kültür dediğin şey bu mu senin?” ile başlayan bir içi boş el-leştirme girişiminde bulunmuştu. sonra 11 yıl bu işlere veda edip, ardından benim hala devam ettiğimle denkleşince, gaza gelip, geri dönmüştü fanzin alemine 2014 sonuna doğru. kendi ifadesi bu, uydurmadım. yalancı olduğum konusunda iftiranın biri bin para ama birileri gibi (mehmet ali bakuninin kast etmiyorum) ne mesaj arşivi depoluyorum ne printscreenler biriktiriyorum ne de bunları yeri gelince sadece işime geldiği kadarını “al sana lan şimdi konuş” manipülasyonu ile satıyorum... ama sözümün arkasındayım, hatta ansiklopediden anarşi maddesini bulup, aa benim düşündüğüm gibi düşündüğüm insanlar var dediğim 6 yaşımdan beri sözümün, yazmaya başladığım 14 yaşımdan beri de yazdığım her şeyin arkasındayım. herkesin karın ağrısı politiktir aga, çünkü midemizi bulandıran şey devletler ve kapitalist sistemden ve ataerk ve ırkçı/vatanperver militarist inandığı dinin kitabını bile okumadan dindarlaşan (her din için ki ben taoistim, inancım var denilebilir) bencil çıkarçı açgözlü iktidar bağımlısı asla doymayan ve doymayacak olan, otorite yanlısı insanlardan ve o insanların sağcısı ile solcusu ile onların şakşakçısı ve fanboy/girl’i olan, otorite lider bayrak millet “erk” bağımlısı gözü kör kulağı sağır dilsiz korkak ve ürkek kitlesinden kaynaklanır. işte tam da bu yüzden, başım ağrısa sistemden bilirim ben. kanser olsam kapitalizmdir nedeni, nokta! 3. burada cümleyi tersten kurdumum farkındayım, seçil öyle tavsiye etti, bazen nedenlerle sonuçları karıştırdığımı söylüyordu, tam karıştırmadan doğrusunu yazıyordum ki, “dur la, böyle gelmiş böyle gider, bozma tarzını dedi. seçil mi kim? eğer benim ilk kez bir şeyimi okumayan biri sorduysa, e yuh yani.. 4. “fanzinler ihtiyaçtır” başlıklı 90’larda, yanılmıyorsam tolga özbey’in elinden çıkma bir fanzinde yer olan metni 20 yıldır çeşitli yayınlarda, duvarlarda, elden dağıtmalı işler vs olarak, tek a3 a4 a5 a6 basarak dolaşımda tuttum. hala denk gelmedi iseniz, bir danışın yollarım. orada, her şeyin yüzde doksanın saçmalık olduğuna dair bir alıntı vardır, ancak theodore sturgeon bunu söylerken, aslında yüzde 10’dan bahseder ve söz konusu durum fanzinler için de geçerlidir. evet çoğu fanzin boktandır, çoğu şeyin boktan olduğu gibi. ama o yüzde onu dolaşımda tutmak için hayatımı harcıyorsam, sakalım (unvan diploma kariyer mülk popülerlik takipçi hayran) olmasa da, vardır bi bildiğim güzelim..
başka bir metaforik durumda da, hayatım içerisinde yol kenarında bekleyen biri konumunda olmayı seviyorum, büyük bir hızla ve büyük amaçlarla ve kazanma arzusu (kazanılacak ne varsa?) ve hırsı ile yoldan zamanın içinden dünyadan yaşamdan geçip gidenlere karşı; arada bir geriye yürüyüp, arada bir ileriye gidip, kendi etrafında turlayıp, kendi zihninin etrafında turlayıp, bazen zihninin içinde kapana kısılıp bazen de başkalarını kendi algısız bilgisiz mesnetsiz temelsiz duruşsuz hayatlarında ve fikirlerinde kendi içlerinde kendi kapanlarına kıstırıp; zaman zaman başa zaman zaman zamanın sonuna sarıp, farklı boyut galaksi ve evrenlere masalsı yolculuklar yapıp, ve çoğunlukla yolu da siktiredip ormanın içine ve hayvanlar alemine sinme çabası. (kaçma ya da sığınma gibi bir kelime burada kesinlikle doğru olmazdı!) her neyse, sonuç olarak, beş yıldır, giderek artan bir biçimde, zihnime tırnaklarını geçirip, sürekli kazıyan bir takım canavarları bilinçaltı-üstü-dışı-ötesiberisi’nden defedebildiğim için bu senenin ortalarında, tekrar beş sene öncesine geri dönebildiğimizi hissediyorum. ki artık csns yayımlarında da, izmiryer6 distro’da da hemen hemen tek başıma kalmış olsam da, çoğul konuşuyorum, çünkü hayaletlerim var.. “hayaletler görüyorum desem güler misin bana?” - kayra of gina” işlerin ipini kestiğim (ben mi kesmişim?) beş yıl öncesinden bu yana, çok şey değişti, fanzin dünyasında da, underground camiada da, ülkede de, dünyada da, evrende de. bazı arkadaşlarımın “fanzin öldü artık, neden uğraşıyorsun ki” ya da başka bazı arkadaşlarımın “kimse okumuyor artık, boşa bu çaba” ya da başka bazı arkadaşlarımın “aga işportayı boşver git bir işe gir amıa goim” ya da başka bazı arkadaşlarımın, “internetten ver abi boşa masraf bu fotokopi” ya da başka bazı arkadaşlarımın “ya ben de yazıcam da bilgisayarı kurmam lazım, format atıp”5 vs vs vs, benim de enerjimi düşürücü tavsiyeleri ya da bir şeyler üretme babında ki trişkadan bahaneleri ile bazense gaza gelip verdikleri vaad söz ve ürettikleri projeler sonrası ortadan kaybolup ulaşılmaz olmaları ile bir beş yıl geçirdim. o beş yılda da, eskisinden farklı bir performans sergilemedim; dünya fanzin olimpiyatlarının, “100 metre engelli fotokopicilik” dalına kaymıştım sadece, yıllık baskı hacmi ile hesaplanan “seri aperiyodik maraton” branşı yerine. o da ne demek derseniz. beş yıl önce ayda bir bazen iki üç fanzin yaparken. son dört yıldır, yılda bir kez, aynı anda ve aynı gün, 8-10-12 (iki sene önce 15) fanzin basmaya başlamıştım. çünkü, zihnime bir alev topu gönderen ejderhalar*, anca yılın belli mevsiminlerinde buna ara veriyorlardı. * “march of the wooden soldiers, c-cypher-punks couldn't hold us a thousand men rushing in, not one nigga was sober perpendicular to the square we stay in gold like flair escape from your dragon’s lair in particular my beats travel like a vortex” rza – (wu tang clan – triumph)
5
şu yayınları basabilmek için, yedi kere format atıp farklı farklı linux’ler kurdum son üç haftada laptop’uma, windows zaten işlemiyor artık, taş devrinden kalma iki bilgisayarım olduğundan. ama çözdüm mü? çözdüm. o nedenle trişkadan bahaneler üretmeyin hacı, kağıt kalem var, yazmasan da olur, iki çift muhabbet edebilmek var, onu da geçtim telefon var insanları arayabilmeyi bile unutturan bir sistemde kendi “yoğunluk” adı verilen beyhude boş sırf kendi ihtiyaçlarımızı çözme gayeli bir yaşantıya gömülmemek var, her şeyden öte sevdiğin metinlerden kitaplardan alıntılardan vs vs vs bir senkron yapıp fanzin yapılabiliyor da, her şeyi geçtim, kazandığın paranın bir kısmı ile sana gelen sevdiğin bir fotokopiksel metni basıp dağıtmak var. var da var kısaca. duvar örmek de var ama..
elbette ki ejderhaları da severik ki ben de ağzından ateş yerine duman çıkartan bir ejdarha olduğumu 15 yıldır dile getirdiğimden (metaforu kafadan uydurup üretmiyok) mütevellit, savaşmakta zorlandım bu arenada.. sonra bişi oldu abi, 8 ay önce, ocak ayında, kimseye çaktırmadım ama, yine bir derin halüsinasyontik evrenimde iç bükey yoğunlaşmalar yaşandı. (yazı arasına telefon aldım, şu an, ve neden bahsettiğim bile çıktı akıldan. çünkü efenim, borça harça meseleleri idi, sikiim, satılabilecek her şeyi satıyok evde ki kitap mitap giysi çanta kaset dvd vs gene yetmiyor.. o borcuda ödemem akbank!) sonra abi6, şubat sonu kışın yumuşaması ile başlanan işportal faaliyetlerim ve hayatım, bir anda nisan ortası sarpa sardı, -her türlü anlamda-, ekonomanya(ti)k algı kapanması sayesinde de, mayıs sonuna kadar, sadece bir kez bakkala bir kez de hastaneye gittim zannediyorum. iyi mi geldi? evet. beş yıldır epey kanlı ve acılı bir şekilde gerçekleşen kendi içimdeki kendimi aşağı iten diğer kendimi uçurumdan aşağı atıp, (su nombre es z.a.c.k), tekil çoğunluğumun arızalı bireyinden kurtuldum, gelir gene geri pezevenkte, şimdilik mağarasında saklanıyor göt. ve son iki aydır da, arkidişlerimin saçma sapan alakasızlık ilgisizlik gibi görünüp buna rağmen bol vaadli sözlü ve sevgi dolu ihtiraslarına kapıyı çarpıp, dışarı attım kendimi.. evet, tekrar, 2014 ağustos öncesine geri döndük. hani geçen genç bir fanzinci arkidiş bana demişti ki, kendisi doğmadan önce bu işlere bulaştığım halde, aynen şöyle “sen sürekli bu işleri bırakıp dönen birisin, samimiyetine inanmıyorum” ama bunu da ona “abileri” anlatıyor. kızmadım. abilerinin iftiralarını da cevaplamamak için banladım zaten. yılda bir bir çok fanzini aynı anda çıkarıp son dört yıldır, ama elime geçen her fanzini dağıtıp, okuyup, 6
bir toplantımızda, tiryaki kedi’ cafe’de, bizim pinero tükkan açık iken henüz, ben dışarda sigara içerken hararetli bir tartışma çıktı, ben şunu söylerken, o tartışmanın taraftarı olarak demeyeceğim tabii ki hatta taraf olmam gerekirse sürekli “baylar” diye konuşan vatandaşın tarafını değil, buna itiraz eden toplantıda ki kadın arkadaşın tarafında olurdum ama dediğim gibi 20 dakika da bir sigara içmem gerektiği için, (ejderhayım demiştim, duman çıkarmam lazım ki ateşim olduğu bilinsin) dışardaydım. ama zaman zaman olan ‘sevgili’ durumlarında bile, o kadınlarla zaman zaman “abi bırak bu işleri” gibi bir hitap şekli ile seslenebilirim, herkese abi diyom ben, anneme bile dediğim oluyo, dilime çocuk yaşta yaşadığım bölgeden pelesenk olmuş bir şeyi neşterle kazımaya çalışmaktansa onun anlamını yerle bir ettiğim metinler yazdım ama.. okudunuz mu? hayır.. ne yazık ki, onlar uçtu başka bir uçan hesabımla.. asla giremiyorum 10 yıldır.. o yüzden bu kadar sayfam var face’de, farklı televizyon kanallarım onlar, profil kapatılır, sayfa biraz zor kapanıyor ve her şeyi yedekleyemiyorum, sürekli internette ve bilgisayar başında değilim, öyle algılansa da çok paylaşım yaptığım için, sadece bir şey paylaşacaksam girdiğim bir zonksal medya kullanma biçimim var. bir de kendi takip listemi (özel ayrı, ayrılındırılmış) gözetiyorum işte. ve evet, kelimeleri kullanmayı bırakmaktansa içini boşaltın.. ya da yeni kelimeler üretin olmaz mı? kelime takıntılı arkidişler..
paylaşıp, sevdiğim yayınlara içerik gönderip ve o başıma türlü çoraplar örülmesine neden olan tezgahımı açtım, he evet şarap parası için say sen onu.. sanane bilader, ister şarap içerim ister su alırım ister yol parası yaparım ister anneme veririm istersem fotokopiciye.. iş benim işim değil mi? son üç haftada 45-50 kişi (bir kısmı yeni açılmış fake hesap) banladım. hayatımda ilk kez. güzel hissettim. herkes baksın dalgasına! “kafamın içi para kafamın içi kafamın içi kara kafamın içi bura kafamın içi ve kapalı niçin? kafayı çekip de ki kafanı sikiim” - çağrı sinci / korkacak bir şey yok çünkü işim sizle değil sikkkortmania appartmandia... siz de bana cevap yetiştiremezsiniz çünkü neden bahsettiğimi bile anlayamıyorsunuz.. üstelik muhatap değilmişsiniz benimle, eleştirilerim afiyet olsun o zaman. konu kapandı.. eleştirimi yapar, eleştirimi cevaplamadan giriştiğiniz konu dağıtma çabalı yazdığımla alakasız cevaplarınızı, hakaret iftira ve manipülasyonlarınızı görmezden gelirim. çünkü depolitik (apolitik demedim) olmasına rağmen politikacı gibi söylemi olan kaypak ve duruşsuz insanlar hayatın içinde de sanatsal işlerin hepsinde de zararlıdır. ki ben sanata manata da inanmam. sonuç olarak, bu aralar, bilinenin yanında bilinmeyen bir çok vakıanın da, her daim olduğu gibi giderek arttığı, “erk” elinden çıkma katliam, işkence ve söylemlere (bu bir şarkıda da olabilir, mitingde de, sokakta da) artık, toplumdaki kadınların büyük bir kısmının ve, bir kısım erkeklerin tahammülünün kalmadığı, buna rağmen yas-a denilen şeyin de çözüm sunmadığı hatta bazı avukatların bile her şeyi göze alıp isyan ettiği açıklamalar yaptığı, bir çok haberin akın akın ekranıma düştüğü (twitter dışında diğer zonksal medyalarda çıkmıyor o videolar metinler, niyeyse) bir süreçte, ben de eski-yeni metin, alıntı ve bir takım hokkabazlık gösterimlerimin yer aldığı bir formata evrelttim bu sayıyı. oysa ki, dediğim gibi, aslında, tamamen el yapımı, kolajlarla bezeli bir sayı olacaktı, onu da seneye ya da altı ay sonra bir ay sonra beş yıl sonra, vakti gelince, tamamlar, basarız.. eyvallah.. gzu 2019 / eylül unthatow.blogspot.com ygzuvedsvcbr@gmail.com
RÜYA / 17aralık2005 ..sonrasında bu işe girdim işte.. mecburdum, anlıyor musun? başka şansım kalmamıştı, varsa da göremeyecek durumdaydım, sağlıklı düşünemiyordum, nerden nasıl ne şekilde gelirse gelsin, kazanmak için ne yapıyor olursam olayım, acilen para bulmam gerekiyordu, bir an önce, en kısa zamanda. sitenin reklamını, neyi ararken gördüğümü anımsamıyorum, linke tıklarken aklımdan neyin geçtiğini de, “sanal genel ev” yazıyordu, kadınların canlı web cam show yaptıkları sitelerden biri işte. ani gelişti her şey, hızlıca karar verip, model olarak başvurdum. bir form doldurdum, iş başvurusu yaparken doldurulan formlar gibi, sadece burada eğitim düzeyimiz yerine vücut hatlarımız değerlendirilmeye alınıyordu, ve üç ya da dört fotoğraf isteniyordu. ve bir telefon numarası. adres yok, referans yok, önceki iş deneyimleri yok, alınan kurs ve seminerler yok.iki üniversite bitirip, master da yapmış biri olarak, anadil seviyesinde ingilizce bildiğim halde, hiçbirinin önemsenmediği bir işe başvuruyorum. geçmişte hiçbir deneyimimin olmadığı bir işe. gecenin üçünde başvuruyorum. on dakika sonra telefonum çalıyor. bir hatun. türkçeyi bile güçlükle konuşabilen bir hatun, alo diyor. başvurumdan on dakika sonra aranıyor, ve on dakikalık bir konuşmadan sonra, işe hemen başlayabileceğimi öğreniyorum. e-posta adresime gönderildiği söyleniyor, siteye model olarak giriş yapabilmemi sağlayan bilgilerin. bakıyorum postaya. hiçbir taaddüt, şartname, resmi bir ifade yok. özel odama gelen heriflerden, dakikada 25 kuruş kazanacağım. bu da saatte 15 lira ediyor, pat pat yapıyorum hesabı kafadan, günde beş saatlik müşteri yapsam, yapabilsem yani, ayda 2250 ediyor. bankaya olan aylık ödemem de tam olarak bu. tesadüfen ilk etapta ele aldığım getiri, doğrudan her ay bankaya ödemem gereken tutara denk düşüyor. ne yiyip ne içeceğimi düşünmüyorum bile. bu işten ne kadar kazanabileceğimi, yani günde en az beş saati doldurup dolduramayacağımı da. sisteme, yani kurulan tezgâha göre, herifleri özel odama alamadığım sürece, genel odalarda duracağım zamanın tek kuruş getirisi yok, istersem 24 saat ekran karşısında kalıp çene çalayım, sıfıra sıfır. ve ne var biliyor musun, herifler benimle özel odada kaldıkları dakika başına siteye bir lira ödüyorlar. yani paranın dört birini alarak, işin dörtte dördünü yapıyorum. dört dörtlük bir tezgâh… bir kafesin iplerini kesebilmek için, boynuma bir halatı doluyorum. çünkü bu işe bir kez girdiğimde, bir daha asla çıkamayacağımı hissediyorum, profil bilgilerimi doldururken mesela, her ne kadar bana ait olmayan özelliklerle donatıyor olsam da şıkları, oral seksten hoşlanmadığım halde sakso canavarına dönüştürürken kendimi, izmirde yaşadığım halde istanbul yazarken ya da, ya da o yüzümün görünmediği fotoğraflarda görünen iç çamaşırlarımı bir daha asla hiçbir zaman giymeyeceğimi biliyor olsam da.. bir iş bulana kadar dedim içimden, sürekli olarak bunu tekrar ettim, bir iş bulana kadar kızım, bankaya olan ödemen bitene kadar, hiç kimse bilmeyecek, hiç kimse senin sen olduğundan haberdar değil. profil ismim bile, bu yüzden belki de, rüya oldu. kendimi bunun bir düş olduğuna, ve uyanınca unutacağıma o kadar inandırmıştım ki… en başında, ismimi bile hiç düşünmeden rüya olarak koydum. yaşım 24 oldu, 29 iken. bilmiyorum, herkes genç gösterdiğimi söylemiştir hayatım boyunca ama, orada 24 iken 30 gösteren bir hatun oluvermiştim. gerçekte de otuza bir adım kalmıştı. her şeyin sonuna adım adım yaklaşıyordum oysa. sonrasında işte. odayı açtım. ve aktif hale getirmeden önce, kameramın ayarlarını kontrol ettim, yüzümün hangi açılarda ne kadar uzaklıkta ya da ne kadar eğilince göründüğünü. kadrajı. ve sonra gidip, bir kahve yaptım kendime, bir sigara yaktım. sakinleşmek için. balkondaydım. yıldızlar ve umutlar eşliğinde, geçmişte baktırılan hiçbir falda görülmeyen bir kehaneti düşleyerek; o pezevenkle bir gün böyle bir ortamda karşılaşırsam, napardı, ben napardım, özel odama davetiye gönderip kamerasını açtığında, ve yüzümü göstermemi istediği için yüzünü göstermesini şart koştuğumda, aylardır herhangi bir yerde tesadüfen de olsa karşıma çıkmasını beklediğim ve aranıp tarandığım halde, başvurmadığım adres ve mercii kalmadığı halde, bir türlü bulamadığım o pezevenkle, böylesi bir sitede karşılaşabilir miydim? tanrı bana böyle bir kıyak geçer miydi? o pezevengi kaydederdim, aletini sıvazlarken kaydederdim onu, ağzının suyu akarken kaydederdim, bebeğim göğüslerini biraz daha aç derken, her anı kayda geçer, ardından internete koyardım. sonucu her ne olursa olsun yapardım bunu. içine ettiği hayatımın
yansıması, hayatını karartmaya yetecek bir karadelik oluşturmuş olurdu. karma, biz ölmeden önce gerçekleşirdi. olması gerektiği gibi. kışın ortasında, buz gibi evimde, üşümeden duruyordum. sordukları ilk şey buydu bana, ben odayı aktif ettikten sonra. “üşüyor musun canım. ben seni ısıtırım.” başarabilirsin kızım deyip duruyordum kendime, saat sabahın beşiydi. ezan başladı. allah'ı düşündüm. gerçekten düşündüm ama. o an naptığını. beni görüp görmediğini. görüyorsa ne hissettiğini. başıma ördüğü çoraptan mı tutuşturacaktı beni cehenneminde? yoksa mağdur olarak görüp cennetine mi alıcaktı? ağlıyordum. yani gerçekten ağlıyordum anlıyor musun? üzerimde düğmeleri yarıya kadar açık beyaz bir gömlek, beyaz bir sutyenle, boynumdan göbeğime kadar olan kısmımın göründüğü bir ekranda, “üşüyor musun canım. ben seni ısıtırım” diyen bir herife, söylemem gereken sihirli sözcüğümü düşünürken, ağlıyordum. dakikada 25 kuruş kızım. 36 ay vadeyle 81bin lira sevgilim. bin lirası benim. ameliyat için gerekli olan seksen bin lira ise bu çantada. nasıl sevinmişti bir görsen. son görüşümdü onu. parayı aldı ve bir tür sihirbazlık gösterisi sundu bana. bir daha ne ona, ne de onu tanıyan birine denk geldim. işe döndüğümdeyse, tazminatsız çıkışımı belgeleyen kağıdı imzalamam isteniyordu. hepsi bu işte. 29 yaşında, bekar, ailesiz ve işsiz. iki üniversite, master, anadil seviyesinde ingilizce ve bir daha asla doğru düzgün bir iş bulamayacağımın garantisi olan belgeyi imzalamak zorunda kalmış olmakla beraber oturup, bir bira içtim o gün. kordonda. çimlere oturup bir bira içtim. ardından bir bira daha. sonra bir tane daha. sonra bir tane daha.. bir tane daha. sabah oldu. güneş. deniz. işe giden insanlar. bankaya olan borcumu ödeyebilmemi sağlayacak bir iş bulup bulamayacağımın düşüncesi ile ben. sonrasında aylar süren koşuşturma. mahkemeler, avukatlar, ifadeler, iş başvuruları, banka telefonları, kağıtlar, evraklar, insanlar.. intihar edip etmeme noktasında yaşanan gelgitler. ‘konuşsana kızımlar’la muhatap olan rüya. rüya ben. sanal orospu. size çok özel anlar yaşatacağım. sonrasında, excelde hazırladığım tabloya, birkaç dakika daha ilave edip, o ay kalan paramın ne kadarını daha diğer aya saklamam gerektiğini hesaplayacağım. rüya ben. istanbul'dayım. yok aslen izmir'de. ama bunu bilmeseniz de olur. 24 yaşımda otuz gösteriyorum. ama gerçekte 29 yaşımda olduğumu bilenler hep genç gösterdiğimi söylerdi. 6 ay içinde yaşlanmış olamam ya. 6 ay önce bir şirketinüst düzey yöneticisiydim efendim, ama bunu bilmeseniz de olur. bilmeyin de zaten. göğüslerim iridir. bacaklarım pürüzsüz evet. yüzümü görmeniz için bir saatinizi bana peşin harcamanız yeterli. sonrasında size 81bin liraya sattığım ruhumu bile gösterebilirim. ilginizi çekerse eğer. sonra mı? sonrasında sizinle bir gece geçiremem. sanalım ben. her şeyiyle sanal. sanal genelevin sanal orospusu.. özgeçmişime bunu da eklemeli miyim sizce? o zaman işe alınır mıyım? yani şu bankaya ödemem gereken miktarı kazanabileceğim türde bir işe, yoksa herkes bir iş bulabilir elbette, ama asgari ücretin üçte birine el koyacak olurlarsa, 22buçuk sene sonra bitiyor borcum. ve kalan üçte ikinin ne kadarını kiraya ayırabilirim hiç düşünmedim efendim. haklısınız, kolay bir yolu seçmiş olmakla nasıl bir karaktere sahip olduğumu açık ediyorum size. anneme çekmişim, kolay yolu seçip intihar etmeseydi, toplumun ahlak sigortası olmayı hak edemezdim. siz bir de beni on sene önce görmeliydiniz. arkadaşlarım diğer odada, sevgilileri ile oynaşırken, onların iniltileri eşliğinde soru çözüyordum. cinsel devrimin tasnifi üzerine ikinci masterımı da yaparım artık. bunları söylüyordum sesli sesli. web kamerasındaki görüntüme bakıp, “gömleğinden bir düğme daha açar mısın” diyen bir hödüğün karşısında, kendi kendime konuşuyordum, onun aletini okşama hızından, boşalmasına ne kadar kaldığını anlamaya çalışarak, ve istemeyerek hemen boşalmasını, biraz daha kalmasını ekranın karşısında, her dakika 25 kuruş kazandığımın bilincinde olarak, ayda 9000 dakika yapamazsam, bankanın benden istediği miktarı karşılamak için, sanallıktan sokaklara düşebileceğimin tehlikesi ile yüzleşmeden henüz. beni gördüğünde, ve tanıdığında, adamım, işte o ay, işler kesattı anlıyor musun? dakikalar yani. ve çıktım. sanalını yapan gerçeğini de yapar dedim kendi kendime. ve sokağa çıktım. talatpaşa bulvarına. görmüştüm birkaç kez. alsancaktan gece eve dönüşlerimde, yani bu pezevenk ortadan kaybolmadan önceki yaşantımda, milat gibi değil mi?
pezevenkten önce, pezevenkten sonra. her neyse, görmüştüm, orada bazen birilerinin, travestilerin ya da diğerlerinin, yolda beklediklerini. bekledim ben de. gecelik dört yüz lira istedim. çok dediler. sanal orospudan eğitimli orospuya terfi etmiştim. her şey çok çabuk gelişti işte, dediğim gibi. sigaran kaldı mı? Sana on kutu daha sigara gönderiyorum. Eğer gardiyanlar vermezse haberin olsun. bir romanımdan kesittir. --post paradoksal embriyo 1. her zaman oturduğumuz yerde, pinekliyoruz cenk ile. ben öksürükten boğulurken, o hatunları kesmeye devam ediyor. yakında ölecek olmam herifin sikinde bile değil ve kendisi en yakın dostum... belki de bu yüzden? hastaneden çıktıktan, ve doktorun açık yüreklikle yüzüme karşı ifşa ettiği test sonuçlarını kendisine telefonda, boğuk bir ses tonu ile, icra ettikten sonra, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa” demişti, “siktir et”. ardından annemi aramış, ve durumumun iyi olduğunu, hatta dilerse ölümüm halinde organlarımı en yakın ihtiyaç sahiplerine satabileceğini iletmiştim. espri anlayışım boktandı. gülmedi. ağladı. “nasıl konuşuyorsun” dedi, “ne ölmesi?” “ölmüyormuşum anne” dedim ona, “en azından henüz değil, şaka yapıyorum, iyiymişim, basit bir enfeksiyondan kaynaklanıyormuş öksürük krizlerim, geçecekmiş..” ağlaması durmadı. işin aslı, ölecek olmama ağlıyor olması umurumda bile değildi, beni sigaradan men etmeye çalışacak olması, neden oluyordu, öleceğimi saklamama. nasıl olsa ölecektim, bunu şimdi öğrenmiş olması, acısını hafifletmeyecekti. hatta, gözünün önünde, hâlâ hareket edip konuşabilen, arada sırada ağzından dumanlar çıkartan bir ejderha olarak kalışım, yakında öleceğim düşüncesi ile birleşince, kronik bir gözyaşı seline meydan vericekti. hiç olmazsa şimdi, en azından bir süre sonra, ölmeyeceğim düşüncesine alışacak, ve bu arada ben de, sesimi çok iyi taklit edebilen birini kiralayıp, yurtdışı eğitimi yapmaya gittiğim yalanı ile, iletişimimi, telefondan telefona şekline büründürecektim. aklıma ilk gelen fikir buydu. o an. hastaneden dışarı ilk adımımı atar atmaz. çözülmesi gereken bir sürü açığı olan bir fikir olduğu açıktı. fotoğraf isteyecekti. amerika’ya gelmek isteyecekti. tatillerde kendisini ziyaret etmem konusunda ısrar edecekti. ve aklıma peş peşe gelen olası istekler dahilinde, bu fikri çöpe kaldırıp, telefona baktım. rehberde a harfi, c harfinden önce geliyordu ve her ikisine de kısa yoldan ulaşmanın tuşu aynıydı: iki. annemi es geçip, bir sonraki kişiyi aradım, zaten kayıt altındaki numara sayısı topu topu ondu ve geriye kalan sekiz kişinin ölücek olduğumu bilmesi, yaşamımın geriye kalan evresini daha da çekilmez hale sokucaktı. cenk, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa, siktir et” dedikten sonra, “annemi siktir edemem” dedim, “napıcaz?” 2. her zaman oturduğumuz yerdeydik. elini cebine attı. iki sigara çıkartıp, birini bana uzattı. bir hatunu işaret etti. “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. sabaha kadar göte çalışmış yarak gibi hissettiğimi söyledim ona. “bunu tümel argo literatürüne ekleyelim” dedi. “mezar taşına yazalım hatta, olur mu?” gülmüyordu, aksine öfkelenmişti. ona ne zaman, ölümü, kendi ölümümü, ölecek olduğumu, yakında ölecek olduğumu ima etsem, beni azarlıyordu. hayatım, yakında ölecek olduğumu keşfettikten sonra, elinizde tuttuğunuz ve yavaş yavaş tadını çıkarta çıkarta yemek istediğiniz ama bu sırada da bir yandan eriyerek elinize bulaşan, ve yeseniz de yemeseniz de yakında tükenecek olan bir dondurma halini almıştı. cenk doğduğum günden beri bunun farkında olmam gerektiğini söyledi bana. “her canlı ölü doğar” dedi. “ve yaşam, bunun bilincine vardığımız noktadan sonra başlayan sürecin tamamına verilen isimdir. anladın mı beni? herkes ölecek. ölüyor da. Her gün birileri
ölüyor. şu an. bir an sonra. birkaç saniye içinde, binlerce insan ölüyor. şu hatun nasıl?” “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. iki sigara daha çıkartıp, birini bana uzattı. 3. hastaneden çıktıktan sonra, konuştuğum üçüncü kişi gülçin’di ve telefonu rehberimde kayıtlı değildi. “alo” dedim, “naptın” dedi, “sen kimsin” dedim, “telefonumu kaydetmedin mi” dedi, bozuk olduğunu söyledim ona, “ney bozuk” dedi, “telefon” dedim, “bazı tuşlar ve fonksiyonlar çalışmıyor”, “değiştirsene” dedi, “böyle iyi” dedim, “ve bir şey olmadı, ölecekmişim, sevişelim mi?” öleceğimi söylememiş olsaydım telefonu yüzüme kapatabilecek bir hatunken, sadece, travmada olabileceğim ve bir psikologla da görüşmemin faydalı olacağı yönünde, aklımda kalmayan cümlelerle, teklifimi geçiştirdi. “sen kimsin” diye yinelediğimde, ölecek olduğumu da tekrar edişim, telefonun yüzüme kapanmamasına neden oldu: “ben gülçin”. onunla, iki gece önce, cenk ile bir barda takılırken tanışmıştık. arkadaşımın arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşı. bilirsiniz. silsile bu kadar uzun olmayabilir. ya da, ilerleyen zamanlarda, onu sizinle tanıştırmak istediğimde, “bi arkadaşım” şeklinde kısalabilir. aynı okula gittiğimizi öğrendiğimizde, karşılıklı olarak, arada okulda paslaşırız dedik, paslaşırız diyen bendim, o, bunun yerine, görüşürüz kelimesini tercih etmişti ve öykünün kapladığı alanı çoğaltmak için, bu tip gereksiz ayrıntılara yer vermeye devam edeceğim. telefonumu sordu. söyledim. çağrı yaptı. sonrasında, devam eden öksürüklerim sayesinde, gelen önerileri, ertesi sabah doktora gideceğimi söyleyerek savuşturdum. alternatif tıp olarak sigarayı kullandığımı ekledi cenk. 4. aslına bakarsanız, hayatım boyunca, bir kez bile doktora gitmemiştim. hastanede bile doğmamıştım. ve öksürük yerine, herhangi başka bir ön belirti şüphesini, tanılamak adına, doktora gitmezdim. ama 6 aydır aralıksız geceli gündüzlü süren öksürük krizleri, sigaradan tat almama engel olmaya başlamıştı ve bu durum fena halde canımı sıkıyordu. ve giderek artan göğüs ağrıları, ve ses kısıklığı, ve giderek belirginleşen cenk’in “kansersin, doktora gidip de keyfini kaçırma” imalı serzenişleri, ben de ölümün üzerine sürme hızımı yavaşlatmaya neden olmuştu. kırmızı yerine mavi renk paketli sigaralardan bahsetmiyorum, karşıdan karşıya geçerken daha dikkatli olmaktan, ya da prezervatif kullanmaktan, ya da düzenli uyku saatlerinden, ya da üç beyazdan, ya da alkolü bırakmaktan... cenk ile birlikte, uzun bir zamandır sürdürdüğümüz işi, ağırdan almaya, arada sırada da, bırakmamız gerektiği konusuna girizgah niteliği taşıyan cümleler kurmaya başlamıştım. cenk, oturduğumuz kafenin kasasında hesap için bekleyen, ve sırtı bize dönük olan hatunu işaret ederek, “bu nasıl” diye sordu. “olmaz” dedim. “sikecem ama” dedi, “değiştin sen. ölecek olma ihtimalin, tüm dünyaya acımana neden oldu. öleceksen ölürsün, anladın mı beni? iki gün sonra ölürsün. iki sene sonra ölürsün. hatta isa gibi iki bin sene hayaletinin dünyaya hakim olma ihtimali olsa bile, bedenen er ya da geç ölürsün..” sigara kaldı mı diye sordum. iki tane çıkardı. birini ağzıma götürüp, daha sonra yakacağımı söyledim. “al işte” dedi. “sigarayı da bırakırsın yakında.” 5. Ağzımda ki, henüz yanmayan sigarayla, günden güne eriyen hayatım arasında, zamansal bir denklem kurmayı deniyorum, cenk hatunları keserken. aslında, şu an, benim de, onun gibi, hatunları incelemem gerekiyor. bu şehir, onunla beraber yola çıktığımız günden beri, konakladığımız dokuzuncu durak. başladığımız noktaya geri döndük. izmir’deydik. ankaraya geçtik. oradan eskişehire. oradan sakarya. sonra izmit. sonra. istanbul. sonra bursa. sonra balıkesir.. ve izmirde, birkaç gün kalıp, oradan sırasıyla aydın ve muğlaya geçiş yapacaktık. altı ay demişti doktor, en fazla altı ay. “bana bak” dedi cenk, “altı ay önce, şu an hayatta olacağının garantisi yoktu, şimdi de altı ay sonra hayatta olmayacağının garantisi var. ikisi arasındaki fark, seni psikolojik olarak nasıl bir ahmaklığa itti bilmiyorum ama, eylemimiz altı ay sürmeyecek zaten, şimdiden ülke çapında yarattığımız sorun neticesinde, basında çıkan yazılardan,
akademisyenlerin haber kanallarındaki aritmetik demeçlerinden, yasanın geri çekilmesine, ramak kaldı diyebilirim. sonra güle güle ölebilirsin, işimize odaklanalım.” “sence doğru mu yapıyoruz” dedim. “sen başlattın” dedi bana. “fikir senden çıktı. kardeşine tecavüz edildiğinde. ve hamile kaldığında. ve kürtaj konusunda çok sıkı önlemler alındığında. ve kardeşini, tavan arasındaki bir ameliyat masasında ölü bulduğunda. sen başlattın. ve benim de hoşuma gitti. ve benim dışımda hiçbir aidsli, bu teklifini kabul etmezdi. ve sen de benim dışımda kimseyle, bu sapıkça planını paylaşamazdın. kabul et. işi bırakırsan, bırak, ama bana engel olmaya çalışma, git son altı ayı, hangi tatil köyünde geçirmek istiyorsan geçir.. ama yaptığımız şeyin, ahlak anlayışına, öleceğini öğrendikten sonra uymuyor olması, bana iğrenç geliyor. anladın mı beni? şu hatun nasıl?” kafamı bile çevirmeden olur dedim. fiskos şeklinde konuşuyorduk. kimse bizi duyamazdı. biz bile birbirimizi zor duyuyorduk. mekan oldukça gürültülüydü ve yaptığımız şey hakkında, herkes bilgi sahibiydi. sadece kim olduğumuz bilinmiyordu. telefon çaldı. açmadım. 6. hatunun bardan çıkacağı anı beklemeye başladık. bu arada, bira ve sigara takviyesi ile, zaman öldürüyorduk. birilerinin, bizi fark etmiş olma ihtimali, uzun zamandır izlenebiliyor olma ihtimalimiz, sivil polisler, sivil ahlak bekçileri, ahlaksız dindarlar, dinsiz imanlılar ve tabi ki yakında ölecek olmam üzerine, geyik döndürüyor, ve hatunla mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışıyorduk. ölüm adaletli midir diye sordum cenk’e “biz adalet dağıtmıyoruz” dedi, “olması gereken şey, her zaman adil bir biçimde gerçekleşmez, ve olması gereken şey, her halükarda, kişiden kişiye değişiklik gösterir. toplumun, kanserli gördüğü bir fikri sansürlemeye çalışması, onun bulaşıcı olduğunun sanılmasından kaynaklanır, oysa kanser bulaşıcı değildir, sigara içmek kansere yol açabilen bir risk taşır. toplumca kanserli görülen fikirler de bulaşıcı değildir, sadece bu fikre kapılmaya yol açan faktörleri yaşayan insanlar o fikre yakalanır. oysa böyle bir durumda ortadan kaldırılmaya çalışılan şey, faktörler değil, fikirdir. ve zaten söz konusu sansürlenen fikir, kendisinin oluşmasına neden olan faktörleri ortadan kaldırma veya düzeltme eğiliminde olduğu için, devlet medya yoluyla, o fikrin toplumca kanserli görülmesine neden olacak argümanları, dolaşıma sokar. ve halk, bir fikrin doğru olup olmadığını, fikre değil, onu kimin ürettiğine bakarak karar verir. bu doğrultuda da, demokratik olduğu öne sürülen rejimlerde, iktidar, daima, holistik bir yapıya sahiptir. ve bizim yaptığımız şey de, bu noktada, arı kovanına çomak sokmak değil, akrebi arı kovanına hapsetmektir.” telefon ikinci kez çaldı. açmadım. arayanın kim olduğunu bilmiyorum. 7. hatunun peşine düştük. çaktırmadan. aynı yol. aynı durak. aynı otobüs. cenk, arabayla otobüsü takip ederken, ben otobüste hatunu takip ediyordum. her zaman yaptığımız gibi. başlangıçta, her şey olağan görünüyordu, ben de izlek bağımlılığına yol açan neden, benim de yakında ölecek olduğumu öğrenmemle başladı. yakında ölecektim. cenk’in spermlerini bıraktığı kadınlar da, olasılık dahilinde, yakında veya uzakta, ölecekti, en azından bir süre sonra, ölebilecek olmalarının bilincinde olarak yaşamlarına devam edeceklerdi. çocuklarını da, ölü doğduklarının bilincinde olarak dünyaya getireceklerdi. kaçarı yoktu. babaları da. annelerinin de olmaması bir şeyi değiştirmezdi. devlet hem anne hem babaydı. yeri geldiğinde kardeş bile olabilirdi. devlet, her türlü rolü, rahatlıkla oynayabilecek kadar, şizofrenik bir organdı. kusursuzdu. halk dublörken, medya suflör konumundaydı. ve senaryoyu yazanlar hiçbir zaman yönetmen koltuğunda oturmuyordu. isimleri bile geçmiyordu. kalıcıydılar. suçlanamazlardı. eleştiriler sayesinde deforme edilip, yerlerinden indirilemezlerdi. yoktular. yönetmenleri değiştirip, senaryoya kaldıkları yerden
devam ediyorlardı. bunları düşünürken çağrı yapmayı unuttum. hatun indi. ben inmedim. cenk aradı. meşgule attım. telefon çaldı. kimin aradığını bilmiyordum. açtım. doktorumdu arayan. “tedavi oldun mu” dedi. anlamadığımı söyledim. “tedavi” dedi, “tedavi oldun mu?” öleceğimi söylemiştin dedim. “herkes ölecek” dedi. “sana tedavi olup olmadığını soruyorum.” 8. ertesi gün, cenk’le buluştuk. dün geceki kurbanımızla beraber geldi mekana. şaşırdım. “merhaba” dedi kurban, “kardeşine olanları biliyorum, yüz yıl önce bu ülkede olanları da.” “merhaba” dedim, “hiçbir şey anlamıyorum, dün, doktor, şimdi, sen.” cenk’e döndüm, gülümsüyordu, ona delice fikrimi anlattığımda planı kurmuştu. gerçekten aids olduğu dışında, aylardır peşinde olduğumuz her şey, bir düzmeceden ibaretti. medyaya bile, bunu yutturabilmeyi başarmıştı ve bunu asla ifşa etmeyecektik, tetiklediğimiz tartışma zaten kıvılcımı oluşturmuştu. hatunlara tecavüz etmiyordu ama tanıdığı doktorlar sayesinde asılsız raporlar ve beyanatlarla, ortalığı karıştırıyordu. sonrasında bana, uzun süreli öksürüğe neden olan ama öldürmeyen bir virüsü enjekte etmeyi başarmıştı. ölmüyordum. ama ölecektim. er ya da geç herkes ölecekti. ve geçmişte ölen birileri yüzünden, benzer nedenlerle başka birilerini öldürmek, devrim ve karşı devrim çatışmasından başka bir şey değildi. yüz sene önce kafa kesen fikrin şimdi kafası kesiliyordu. dünyanın her yerinde, benzer süreçler yaşanmış, intikamlar alınmış ve alınmaya devam ediliyordu. dünya değişmiyordu, ilerliyordu. insanlık da bir adım bile gelişmemişti. ilerlemişti. ilerleyip, doğadan ve birlikte yaşadığı canlılardan ayrışınca, kendine insan adını takmıştı. 3.ekim.2012 siyah-kırmızı-mavi orda öylece duruyordu işte, en arka koltukta. birini beklediği açıktı. ama niye beklediğini kestirmek güçtü, her dakika derin bir nefes alıyor ve iri göğüslerini daha da şişiriyordu, sonra aldığı nefesi geri verip gözlerini kısa bir süreliğine kapatıyordu, yorgundu, uyumak istiyordu, onu orada öylece bıraksam ve çıkıp gitsem, sabah onu arka koltuğa kıvrılmış uyurken bulabilirdim, ama yapmadım bunu, otobüsün şöför koltuğundan kalkıp, arkaya doğru yürüdüm ve “iyi geceler” dedim, “burası son durak ve son seferimi yaptım, artık arabayı kapatıp gitmem gerekiyor” “üzgünüm” dedi, “farkında değildim arabanın gitmediğinin, demek durdu ha?” “sürekli gidemeyeceği açık” dedim, “ama yürüyebiliriz, ne dersin?” “olabilir” dedi, “peki ama insan sürekli yürüyebilir mi? neyse, deneyelim” ve ayağa kalkmaya çalıştı, bana tutunarak, ve yürüyorduk işte sonuçta, 5 dakikadır yürüyorduk arada bir bok kokan denizin dibindeki çimenleri ezerek. başını omzuma dayamış ve elini belime atmıştı, onu taşıyor gibiydim, ama sorun yoktu, taşıyabildiğim kadar taşımaya razıydım, ya düşücek yada pes edicek ve bir banka oturucaktık, ama bir karar alınması için ses çıkarmak gerekiyordu, “oturalım mı şu banka” gibi, yada “bu geceyi çimlerde geçirelim mi ne dersin” gibi, ama sesim çıkmıyordu, her dakika göğüsleri daha da büyüyor ve sonra tekrar iniyor, ve gözleri daha uzun süre kapalı kalıp, tekrar açılıyordu. “yoruldun mu” dedim, “çok uzun süre önce yorulmuştum” dedi, “tekrar yorulmak için dinlenmek şart” banklar fena fikir değildi, yada çimenler, yada ev. ama sorunun ney olduğunu bilmiyor ve ses çıkartamıyordum, gözlerini arada bir yumuyor, ve bir süre açmıyordu işte, eğer yürümüyor olsaydık öldüğünü düşünürdüm, ama hayır, ölseydi yürüyemezdi ve belki de yaşamıyordu da, sadece gidiyordu, nereye veya kime olduğunu bilmeden… “şimdi yoruldun mu peki” dedim, “dinlenmeye ne dersin” dedi gülerek ve elini belimden çekip, kafasını da omzumdan kaldırarak benden ayrıldı, sanki etimden bir parça kopuyormuş gibi hissettim, bedeninin ruhuma değen kısımları uzaklaşırken benden… ve gidip yanına oturdum.. saat gecenin biriydi ve bugüne kadar, gecenin bu saatinde dünyanın bu noktasına kimse ayak basmamıştı belki de…
ben yanına oturunca, dizlerime yattı ve “uyumak istiyorum” dedi, “hepsi bu, sadece uyumak, sana güvenebilir miyim?” “evim var” dedim, “bu iş için bir evim var, uyumak için, hepsi bu, sadece uyuruz, günlerce uyuruz, haftalarca uyuruz, aylarca, yıllarca… ölene dek uyuruz, ne dersin?” “soba?” “soba da var” “peki ya halı, yastık, yorgan, kanepe, duvar” “normal bir ev işte” dedim “senden başka kimse var mı evde” dedi “çoğunlukla ben bile olmuyorum” cevabını verdim ve o an bişi oldu, kendini bıraktı, nefes alış verişleri normale döndü, zaten hep normaldi, sadece o her dakika derin bir nefes alıyordu, sanki ciğerleri onu kandırıyormuş gibi, iç organlarına bile güvenmiyordu, güvenebileceği hiçbir şey kalmamıştı, ve gözleri, evet, göz kapaklarının arkasında uzun bir süre huzurlu bir şekilde saklandı onlar… ne her dakika olan derin nefes alışverişi, ne de arada bir kapalı kalıp, sonrasında korkuyla açılan göz kapakları… ölmüş olamazdı, sadece uyuyordu, hala ruhunu hissedebiliyordum çünkü, onun içinde, içerde bir yerlerde, saklanıp kalmıştı, yada daha önce hiç kimse fark etmemişti bir ruh taşıdığını, ama taşıyordu işte, ve sırf bu nedenle, yaşamak bu kadar zordu onun için… ve beklemek istedim, ta ki denizdeki dalgaları görebilene dek beklemek istedim, gökyüzü siyahtan kırmızıya, sonrasında da maviye dönüşene dek beklemek istedim - uyumadan. Farkında mısınız? Havanın aydınlanışı mucizevi bir şeydir, siyah, kırmızı, ve mavi.. ama tüm bu dönüşüm esnasında, bir yerlerde bir mor saklanıyor gibi, bu renk karışımları sanki O’nu vericekmiş gibi, ama vermedi, bir ara dalmıştım, ve gözlerimi açtığımda, O’nun haklı olduğunu anladım, hiç kimse güvenilir değildi, ve o -her nasılsa- bana güvenip, gözlerini kapatmış, ve kendini bırakmıştı… adını bilmiyordum, ona çeşitli isimlerde seslendim, ve birkaç güzel sıfat, mucizevi, esrarlı, ve harikulâde… ama yine de, kaybetmiştim işte, orada öylece yatıyordu ve bir daha gözlerini açmayacaktı. tuhaf olansa, rüzgarın sert oluşuna rağmen, gözlerinin dışında eteklerinin de hiç açılmayışıydı –elbiseleri bile ölmüştü belkide… öylece bekledim, ta ki, tekrar hava kararana, ve O, o karanlıktan sağ çıkıncaya kadar... siyah.. kırmızı.. ve mavi.. arada, bir mor gözden kaçmıştı işte –belki beş saniye belki de beş dakika uyuyakaldığım için… [ 01.11.2004 – 00:35 ] erkekler tuvaleti sevgilimle barda oturuyorduk. bir mini etek vardı onda ve göğüslerini oldukça ele veren bir body. hiçbir şey yapmıyorduk, içmek dışında... konuşmuyorduk bile. hayır, küs değildik birbirimize ama durmadan konuşuyor da değildik. sustuğumuz zamanlar da oluyordu. karşıdaki masada tek başına içen bir eleman sürekli yanımdaki hatuna bakıyordu ve ben sadece bekliyordum, hiçbir şey yapmadan, buna gerek de yoktu zaten. bir süre sonra, karşıdaki adam masama yaklaştı, bir makas aldı yanımdaki hatundan ve “n’aber fıstık?” dedi, bunu söylerken bana pis pis sırıtıyordu ve bardaki herkes bunu görüyordu. hiçbir şey yapmadan bekliyorduk. adam daha sonra tuvalete gitti. yanımdaki hatun da öyle ve bir arkadaşım yanıma gelerek “neden bunu yapmasına izin veriyorsun?” dedi bana. “neyi?” dedim. “herif, kızına resmen asılıyor” dedi. “hey, hey” dedim, “laflarına dikkat et, o bana ait değil, benim kızım ya da kadınım değil o”. “öyle mi?” dedi, “ama buradan bakınca hiç de öyle görünmüyor, sevgili gibisiniz”. “elbette öyleyiz” dedim, “ama o bana ait değil, ben de ona. sahibi değilim yani onun. istediği her şeyi yapabilir, onu kısıtlayamam ama sevmediğim bir davranışı varsa, bunu kendisine söyler ve bitiririm işi. değiştirmeye çalışmıyorum. istediğim ruh özünde yoksa sonradan eklenmesi bir boka yaramaz”. “ama” dedi, “sen beni anlamıyorsun, adam resmen kıza asılıyor ve kız da bundan rahatsız oluyor, hiçbir şey yapmayacak mısın?”
“o kendini koruyabilir” dedim, “bu benden önce de böyleydi, şimdi de böyle. onu severek zayıflatıyor değilim. hatırlıyorsun geçen seneki kavgayı. hem bir de şu var, ben onun heriften hoşlanıp benden vazgeçmeyeceğini nereden bileyim? belki de o adama aşık oldu ve benim onu sahiplenmem her şeyi altüst edecek. hem kendini savunamazsa bana söyler. hatta söylemesine gerek kalmaz, ben bunu anlarım zaten ve devreye girerim. konuşmadan anlaşabiliyoruz, endişelenme”. iki dakika sonra sevgilim yanıma oturdu. “nasılsın?” dedim, “oldukça iyi” dedi, “ama pisuvara yazık oldu”. bir iki dakika daha geçti. orospu çocuğu yüzü dağılmış bir şekilde bardan çıkıyordu. üstelik başı öne eğik. erkekler tuvaletinde bir kadından dayak yemiş ve bunu tuvaletteki diğer tüm erkekler izlemişti. böyle bir şeydi işte. her an terkedilebilirdim ama beni sonsuza kadar seveceğinden emindim. paranoya yapmıyordum. en ufak bir belirsizlik yoktu, o benimdi ve bunu kanıtlamak için erkekler tuvaletinde olmam gerekmiyordu. [ 23.10.2004 - 01:05 ] ingiliz hostesler ve türk erkekleri “boşa uğraşıyorsun” diye fısıldıyor kulağıma “hiçbir şey değişmeyecek” “bir şeyleri değiştirmeye çalışmıyorum” diye çığlık atıyorum ama kimse duymuyor ve devam ediyor kulağıma fısıldamaya “hiçbir şey değişmeyecek” “değişiyor” diye çığlık atıyorum “ben değiştirmeye çalışmıyorum bilakis stabil kalmasını istiyorum her şeyin herkesin boşluğa akmasını en doğal hali ile yok olmasını ya da patlayıp dağılmasını harikulade hiçlik ama değişiyor zigzag çiziyor ortama uyum sağlıyor herkes hızlandırılmış evrim insan ruhunda alev aldı” ses devam ediyor “boşuna uğraşıyorsun, boşuna” -----------------uçağa girdik temizlemek için ingilizler fırst choice her neyse temizlik ekibindeydim 8 kişi 8 erkek hostesler ingiliz güzeller ve pek türkçe bilmiyorlar uçak alabildiğine batık ve zamanımız az buraya kadar tamam mı? devam ediyorum
hostesler gülüp şakalaşıyordu kendi aralarında kendi dillerinde kendi kültürlerince biz ingilizce bilmiyorduk hiç birimiz ingilizce bilmiyorduk ve onlar belki de bizim hakkımızda konuşuyorlardı olabilir türk erkekleri sürekli bakıp duruyorlardı bize biz de onlara mini etek ve azmış durumda olan sekiz erkek her neyse sonra işim bitti masaları ve koltukları siliyordum ben görev dağılımı yapılmıştı kimi kemerleri düzeltiyor kimi çöpleri topluyor kimi yastıkları düzenliyor falan filan benim işim bitti kapıdan çıkıyordum üç hostes kapı ağzında oturmuş vızır vızır konuşuyorlardı pardon daha önce içlerinden biri yanımdaki arkadaşıma bir prezervatif vermişti bazen kola, poğaça, kek veriyorlardı evet ama bu kez bir prezervatif vermişti ingiliz hostes yerde mi bulmuştu bilemiyorum “al sonra kullanırsın” demişti arkadaşıma bölük pörçük bir ingilizce bilen arkadaşa arkadaşım da ona “onlar bana küçük geliyor” dedi kahkahalara boğuldu hostes sonra gidip arkadaşlarının yanına onların da kahkaha atmasını sağladı böyleydi bu işler dünya seksin üzerine dönüyordu aşk safsataydı aşkın ortak bir dile ihtiyacı vardı konuşmaya tanımaya tanıdığını sanmaya aldanmaya aldatmaya aldatılmaya paylaşmaya paylaşılamamaya tüm bu zırvalar için aşk gerekiyordu aşkın dili vardı seks dilsiz ve sağırdı
dünyanın her yerinde böyleydi bu işler ve sonra işim bitti ve kapıdan çıkarken hostesin tekine baktım gerçekten baktım geçip gidene kadar sakallarımı kesmeyi unutmuştum ve “nasılda yalarım seni” diye geçirdi hostes içinden gözlerine baktım derinlemesine ve geçip gittim gülümsedi indim aşağı umurumda bile değildi en aşağı indim temizlik aracının yanına bekledim bir türlü inmedi diğer elemanlar işleri şimdiye bitmiş olmalıydı bitmiyordu ağırdan alıyorlar hostesleri kesiyorlardı fırsat olsa 7’ye 5 yaparlardı, eminim gangbang usulü herkes herkesi arzuluyordu ve aşk sadece sikişi kolaylaştırıyordu her türden sikişi fiziki ve ruhi düzenli seks düzenli acı düzenli yalan ve bekledim aşağıda kapıya çıktı elemanlar ve yolcular binmeye başlayana kadar aşağı inemediler erkeklerden nefret ediyordum kadınlardan nefret ediyordum bu gidişle bir uzaylı ile evlenecek ve karadeliğe gömülecektim kıyak olurdu boyut değiştirmek hiçliğe doğru emin adımlarla ama olmuyordu haklıydı ses fısıldamakta hiç bir şey değişmiyordu sadece zigzag çiziyordu kıvrılıyor dolanıyor bulunduğu kabın şeklini alıyor ve yaşamını sürdürüyordu insanlar
sıvı insanlar vardı bulunduğu kabın şeklini alan insanlar birde gaz halindekiler vardı her yere yayılıp büyüyen sömüren sindiren benzeştiren yapışan eriten ben katıydım donuktum soğuk bir buz kütlesiydim ve sıvı yada gaz haline geçemeyecek şekil değiştiremeyecek kaçamayacak ya da ölemeyecek kadar sıkışıp kalmıştım bir köşede fark edilmiyordum belki ama çırpınmıyordum da her nasılsa işte geldiği gibi giden odun gibi ve sonra dediğim gibi uçaktan aşağı indi elemanlar yeniydim işte ve hiçbirini tanımıyordum onlar da beni tanımıyordu tabii içlerinden biri “seni sevmedim” dedi “içtenliğin için teşekkür ederim” dedim ona “ben seni sevdim” sorun yoktu rol kesmemişti en azından samimiydi kaldı öyle durdu ve “bir ibne ya da ispiyoncu olduğunu düşünmüştüm” dedi “uçaktan aşağı hemen indiğin için” “her ikisi de değilim” dedim “ama homofobik de değilim” “o ne demek” dedi adam “kökten sünnet edilmiş demek” diye yalan söyledim ya da doğruydu bu bilemiyorum oradaydım sonuç olarak çalışıyordum ve mesainin bitmesine 12 uçak 4 saat vardı ve artık temizlik değil yükleme ve boşaltma yapacaktım 12’sinden ilk’i alana indi yine bir ingiliz, thomas cook
238 yolcu manchester eldivenlerimi taktım ve uçak ambarına daldım ha bu arada mesai bitimi eve gidince hiçbirimiz ingiliz hostesleri düşleyemedik aletimiz kalkmadı yorgun bir şekilde yatağa girip uyuduk ve bu yüzden evli olanlarımızı eşleri anlayışla karşılamadı ben biraz bira-votka takılıp bunları yazdım ispiyoncuydum evet haklıydın moruk 4 temmuz 2008 var olmanın dayanılmaz gereksizliği üzerine gecenin dört buçuğu düsseldorf'a gidecek olan uçağı yüklüyoruz köln'den sonra en korkunç ağırlığa sahip bagajlara sahip olan insanlara sahip olan kent konvörün başındayım ambarda üç tip var ben aşağıda tek başıma bagajları konvöre veriyor boşalan arabayı çekip dolu bir araba yanaştırıyorum konvörün yanına traktörcü, yeni dört araba daha getiriyor yanaştırıyor ve arka ambardan bir tip de yardım için yanıma geliyor tipin adı ne bilmiyorum "evli misin sen?" diyor tip "hayır değilim" diyorum "neden?" diyor "henüz sözleşmeli bir işteyken üstelik bu maaşla niye evleneyim?" diyorum "allah her çocuğu riski ile beraber verir" diyor "öyledir herhalde" diyorum canım konuşmak istemiyor ama o bunu anlamıyor "aleti nasıl idare ediyorsun?" diyor gürültüden anlamıyorum ne dediğini "neee?" diyorum "evlilik gerekli" diyor "aleti nasıl idare ediyorsun?" "bu yüzden mi evlendin?" demek geçiyor içimden ama cevap vermiyorum o sırada susup
uçağa yeni binen yolcuların bizden yana tarafta oturanlarına bakmak daha iyi geliyor ruhuma uçağın camlarından yolcuların hiçbiri aşağı bakmazken ve uçağın ambarında canı çıkan üç insanın onlara bagajları dolayısıyla ne küfürler ettiklerinin farkında değiller elbette tip de bu kadar çok insanın neden sürekli hareket halinde olduğunu düşünmüyor olmalı ki ben de 1928 yılına ait ukrayna halk müziğini dinlerken yazdığım bu şeyin neye yaradığını düşünmüyorum aslında yazıyorum işte insanlar geziyor insanlar tanışıyor evleniyor sevişiyor ve çocuk yapıyorlar ve dusseldorf nasıl bir yer bilmiyorum ama ellerinden gelse bagajlarına evlerini koyacaklarından eminim amsterdam da öyle ya da stutgart manchester iyidir ama ya da paris verona ama almanya hollanda ya da irlanda'ya gidiyorsa bir uçak ve yanında söylediği her şeye karşılık içinden bir tekme savurmak geçen geri zekâlının tekiyle iş yapıyorsan bagajlardan daha ağır gelir her bir soruya karşılık içinden geleni söylemek çünkü her iş işten kovulmak isteyene kadar takman gereken bir maske ve gözünü kırpmadan öldürmeyi bile düşlediğin bir kaç geri zekâlı demektir ve o gün sabah yine aynı tip "gece işe gelirken bir hatun gördüm" diyor "gecenin bir yarısı telefonla konuşuyordu bir barın önünde" "orospudur kesin" diyor bir diğeri "ya öyle midir?" diyor tip yeni bir şey keşfeden çocuk gibi açılıyor gözleri
"laf atmak istedim ama servis geldi" diyor "atsaydın oğlum bir şey demezdi" diyor "demezdi di mi?" diyor aynı şaşkınlıkla ırkçı değilim faşişt değilim ve hiç olmadım ama günün birinde günümün içine eden bu lavuklar yüzünden katil olabilirim evet bunu başarabilirim ve gazetelerin olayı bir aşk cinayeti olarak değerlendirmeyeceğini biliyorum ama benim kendime has ruhuma ya da ruhsuzluğuma tecavüz edenleri de bir eğitim sorunu olarak değerlendirmemeleri gerektiğini düşünüyorum benim yeni insanlara yeni tatlara yeni renklere ve nüfus artışına ihtiyacım yok çocuk yapmanın gereksizliği gibi gereksiz çocukların da doğmadan ölmesi gayet makul geliyor 22 ekim 2008 latin anadolu belki de haklıydı ricardo edmundo karısını ve kızını yanlışlıkla öldürdüğünde tarihsel süreci dillendirmiyorum şiir uzamasın sola kırmak istedi sadece ama gerçekten istedi olmadı bir anlık refleks karmaşası bilinçaltının hayatına attığı çelme gerçekte biz kimiz diye sordu içgüdüsel olanı ne belirler
bir hafta önceydi sadece yedi gün önce yani yeni günün başlangıcı bu arada şiire kafiye katmak için değil bu yedinileme ve üçerli dizeler akışını bir yerde bozmak gerekliydi konuya geri dönelim itkisel olanla istendik davranış arasındaki çatışma içindeki kaosu başlattı toplum ve doğa arasındaki arbedede ölen balık ağaçı sevgilisi, yani eşi onu sarhoş bir halde gördüğü adamla basınca aklı karıştı mary’nin ve garcia yani yaygaracı olayı gören diğer kişi tüm mahalleyi ayağa kaldırdı tam olarak ne söyledi hatırlamıyorum ama ricardo ve mary için bir cehenneme dönüşünce doğup büyüdükleri yer bir hafta içinde gitmek dışında bir seçenek kalmamıştı “istenmediğim yerde durmam” gibi bir tepkiden daha çok “istediğim alanda barınamıyorum” türü bir küsmeydi onunkisi yola çıktı eşi ve kızıyla beraber ve aklından bir an bile geçmedi mary ve luis arasında herhangi bir duygusal ya da cinsel temasın olabileceği gerçek olan da buydu olmamıştı olabilirdi belki ama o gün değil
otuzbeş yıldır tanıyordu mary’yi yaşı otuzyediydi mary’nin öldüğünde ricardo ise otuz dokuz kızları yedi ama dediğim gibi dostlar tarihsel sürece girersek şiiri bitiremeyiz garcia aşıktı ricardo’ya olayı da algılamak istediği biçimde anlattı olamazdı böyle bir şey anadolunun ücra bir kasabasında yola çıktılar başka bir şehir başka bir hayat kör bir toplumun dilini kesmek gerekir sadece kulaklarının sesini dinleyip ait oldukları yapay doğa ve ahlaki travmadan sıyrılabilirlerse yola gelebilirler belki bu tüm dünya insanları için böyle arap ya da japon ya da viking veya zenci olman kabul edilir bir fark içermez yaptıklarını yapma nedeninin için içinde bulunduğun koşulları öne sürdüğün esnada isyan etme hakkını zihninde saklı tuttuğun sürece savunmaya geçemezsin aldırış edilmez ve dediğim gibi belki de haklıydı ricardo edmundo karısı ve kızı öldüğünde mahkemeye kendini sunarken aklanmaya çalışmayıp “ait olduğumuz toplumsal norm ve kurumsal bağnazlık atar damarımızı kesiyor” dediğinde karşıdan gelen kamyoncunun hikayesini de başka bir zaman anlatırım dediğim gibi şiir uzar ve beni bekleyen bir durum söz konusu bulaşıklar ve hayat eyvallah 14.haziran.2014
iki yüzlü 1 bulaşıkları yıkıyorum gecenin on birinde. 23 değil yani, on bir. size göre sabah on bir, bana göre gece. çünkü sabahlıyorum her tao’nun gününde, sabahlıyor ve siz yaşarken uyuyorum, seviyorum bu hayatı, seviyorum evet. daima bu şekilde yaşayabilmem mümkün olsaydı şu an, ben de sevmeye devam edebilirdim sanırım… ama çalışmak zorunda hissediyor kendilerini insanlar, çalışmadan olmaz, diye düşünüyorlar, herkes böyle düşündüğü için ben de çalışmak zorunda kalıyorum, çünkü çalışarak ürettikleri şeyleri çalışarak kazanılan kağıt parçaları sayesinde takas ediyorlar. fanzinlerimi edinmek istiyorsanız, fanzin çıkarın, takas yapalım, olur mu? bu daha makul geliyor bana, hatta dini manada, caiz diyelim. fanzin dinine göre… 2. bulaşıkları yıkıyorsun.. sabahın on birindeyiz, bize göre. bir erkek bulaşıkları yıkıyor, bir erkek evi süpürüyor, ailesi ile beraber yaşayan bir erkek delirmiş bir şekilde ev işi yapıyor zaman zaman. doğduğundan beri yapıyor bunu aslında, çünkü çocukken annesi çok hastaydı ve o da ev kadınlığını öğreniyordu, kadınlığı ya da bir anlamda, ama tam olarak öğrenememiş olsa gerek ki, sonra bir kadından da öğrenmeye çalıştı erkekliği. onda da ıskaladı, sen, tanrı’nın, tamamen fiyasko olan bir ürünüsün girdap, kabul et… bizim gibi yaşamak zor geldiği için, yaşamak istemediklerini yazıyorsun kimi zaman, bir anti kahraman yarattın kendine, henüz adını koymasan da, ve şimdi ondan bahsedeceksin bizlere, seni dinliyoruz… söz senin. 3. merhaba. benim adım henüz konmadı. birkaç öyküde sizlerle beraber olmuştum. yalancı, üç kağıtçı, iki yüzlü, adi, düzenbaz… o, benim! tam üstüne bastınız, ben de zaman zaman tam üzerinize basıyorum, çünkü hayattan nefret ediyorum, çünkü insanlardan nefret ediyorum, tamamen beyazım ben, içim de tek bir nokta siyah yok, daima kendimi düşünür yaşamımı ancak bu şekilde sürdürebileceğime inanırım, yani sizin tepenizde gezinip vır vır konuşan politikacılarınızdan hiçbir farkım yok, iş yerinize sahip olan patronunuzdan da farkım olduğu söylenemez, elbette tüm politikacılar ve patronlar böyle değildir, ama büyük bir çoğunluğunun bencil, ikiyüzlü ve vicdansız olduğu su götürmez bir gerçek, ben de iki yüzlüyüm, bencilim ben de, vicdanım sadece kendime acımama izin veriyor, hayvan sevmem, kadın sevmem, pısırık erkekleri sevmem. erkeklerin sevmediği kadın türünü severim ve kadınların sevmediği erkek türünü. bu, ne mi demek? bu, şu demek; bir kadın eğer samimi, dürüst ve güçlü ise, kendi ayaklarının üzerinde durma çabası var ise, ben onu sevmem. bir erkek güçsüz, pısırık ve korkak ise, ben onu da sevmem. çünkü daha önce de dediğim gibi, aşık olmak bir erkeği zayıflatır ve kadınlar zayıf erkeklerden hoşlanmazlar, ben hiçbirinden hoşlanmam aslında, erkeklerin de, kadınların da hiç birinden hoşlanmam, sadece kendimden hoşlanırım ve sözünü ettiğimiz politikacılar ve patronlar ne kadar çoksa, sizin aranızda da benim gibiler o kadar azdır, tamamen benim gibiler demek istedim. yoksa her insan, az biraz yalancı, az biraz bencil az biraz iki yüzlü ve az biraz vicdansız olur, bu oranlar yükseldikçe, hayatta da yükselmeye başlarsınız, değeriniz artar. sonra birden herkes, yüzünüze karşı “bey”, arkanızı döndüğünüzde “orospu çocuğu” der, bu işler böyle yürür ve ben de böyle yürütüyorum, hedefim hayatta yükselmek değil, insanların sırtından geçinmek… üç gün orda beş gün burada. yakışıklı değilim ama gerekli süre dolana dek kendime bakarım, romantik değilim ama gerekli süre dolana dek romantik davranırım, aşık da olmam ama gerekli süre dolana dek aşıkmışım gibi davranırım, gerekli süre ne demek? gerekli süre, bir ete doyma, bir serveti tüketme, ya da birini kendine tamamen bağımlı yapmak olabilir. kısaca, çıkara doyma süresidir, gerekli süre. hayat, çıkar ilişkileri üzerine şekillenir, anneniz ve babanız bile bir süre sonra çıkarları ölçüsünde boşanmadan evli kalabilir. pekala, pekala geçelim bunları ve öykümüze başlayalım.
4. o günlerde yine kadınsız, parasız ve doğal olarak tek başıma bırakılmıştım. bana “senden nefret ediyorum” diye bağırıyor bir taraftan da ağlıyordu pınar, ağlıyordu çünkü aldatmıştım, en yakın arkadaşının üzerinde yakalamıştı beni, böylece arkadaşlıkları bozuldu ve pınar ona aşık olmadığımı öğrendi, pınar’ın kardeşi ilknur’da ona aşık olmadığımı öğrendi, doğal olarak onlar ev arkadaşlıklarına son verdiler, bende iki kadından ve onların bana birbirlerini çekiştirmesinden kurtuldum. durmadan birbirlerine olan nefretlerini anlatıyorlardı bana, sıkılmıştım bu saçmalıktan, yakalanacağım kesin olan bir zaman diliminde ilknur’u kandırdım ve o’nun üzerindeyken üzerine geldi pınar, olayın üzerine demek istiyorum, insanları böyle şoke etmek hoşuma gidiyor, günahsız olduğuna beni inandırmaya çalışan insanları, bir iyilik meleği olduğuna beni inandırmaya çalışan insanları, yalansız dolansız bir hayat istediklerine dair bana taleplerde bulunan insanları, ne yalanı ne dolanı, direk yalanın etrafında dolanıyor ve onlara yalanıyordum, yalanmak yani, anladınız değil mi? başlangıçta iyi görünüyor ve ikinci yüzlerini keşfedecek açığı yakalamaya çalışıyordum, insanlar böyledir, karşılarında tamamen dürüst olduklarına inandıkları bir insan bulunca tüm yelkenlerini suya indirirler, sonra bir bakmışlar ki denizin ortasındalar ve rüzgar yok, neler olacak? her şey apaçık meydanda güzelim, en az benim kadar yalancısın, girdap’a bana bir isim bul artık diyorum, o da bana her öyküde seni farklı bir yere koyup karakterini değiştiriyorum diyor, pekala diyorum ona, pekala tanrım diyorum, o benim tanrım çünkü, beni o yarattı ve insanlığın gerçek yüzünü görmemiz için bana bir yaşam verdi, bu biraz garip bir yaşam aslında, her öyküde karakterim, huyum, ruh dünyam değişiyor, bir öyküde lita’yı henry’e bafiletiyor, bir başka öyküde evime gelen sevgilime porno izlettiriyorum uyuya dalana kadar, sonra başka bir öyküde okulda uyuşturucu satıyordum bir öğrenci olarak, sonra başka bir öykü de birini aldattım, o girdap’ın ilk öyküsü idi ve çalan bir telefonla başlıyordu, hatırladınız değil mi? adı “seni aldatıyorum” öykünün… sonra lavuk benden sıkılıp kendisini anlatmaya başladı, zaman zaman gene bana geri dönüyor ama. ha ne diyordum, evsiz kalmıştım yine, bende bir tatil beldesinde iş buldum, antalya, sikmediğim iki uyruk kalmıştı, uyruk diyorum, uyruk, anlayabiliyor musunuz? japon denedim, rus denedim, fransız denedim, alman, romen, macar, ingiliz, italyan, hindu, pardon lan o bir dinin adı, hintli diyecektim… acaba antalya’da dişi bir uzaylı var mıdır? bunu öğrenmek için yola çıkmadım elbette, ama sonuçta antalya’daydım, işim bir kafede garson olmaktı, askerlik arkadaşım sağlamıştı bana bu işi, “oğlum antalya’da süper bıjırlar var diyordu, öyle diyordu kadınlara, bu ne demek diye sormadım elbette, argoyu yalayıp yutmuş ve tükürmeye başlamıştım artık, sıkılmıştım argodan, herkes argo konuşuyordu zaten, hatta argoyu bir adım geçmiş jargon konuşur olmuştuk, yani rol kesiyorduk aslında, televizyonda izlediğimiz kahramanların gün içinde taklidini yapıyorduk, işe mafya patronu kostümü ile gider olmuştu bazılarımız, kadınlar kendi acıları için ağlamayı bırakmış şehrazatın ucuza gittiğini düşünmeye başlamıştı, toplum olarak sapıtmıştık yani, sapıtmak, toplumsal anlamda, bende bu sapkınlıkla oyun oynuyor, onların açıklarını yakalıyordum, büyümüştüm artık, 27 yaşına girmiştim, ve ailemi öldürdüğüme inanıyordum, ailemi öldürmüştüm, tüm eski sevgililerimi öldürmüştüm, tüm eski dostlarımı öldürüyordum, hayatıma giren herkesi öldürüyor ve defediliyordum hayatlarından, insanlar onların gerçek yüzünü açığa çıkardığınızda sizden hemen nefret ederlerdi, bende öyle yaptım, gizlim saklım yoktu nasılsa, daha doğrusu gerçek yüzümün görülmesinden korkum yoktu, ben herkesin gerçek yüzünü görüyordum zaten, görüyor ve gösteriyordum, otobüste sevgilisine sarılan kadının beni nasıl kestiğini görüp ayartıyordum. sonra, boom! öldürücü darbe. sevgilisini makine olarak gören erkekleri öldürmekten daha çok zevk alıyordum aslında, ama onları ağıma düşürmek, kadınları düşürmekten daha zor oluyordu, sonuçta kadınlar için bir çekiciliğim vardı, erkekleri ise bu çekiciliğimden faydalanıp yanımda klas görüneceklerini düşündürterek tavlıyordum. evet ben toplumun bir parçasıyım, evet ben de sizden biriyim, ama ben daha çok toplumun aynası olmaya çalışan biriyim, tamamiyle iki yüzlü ve çıkarcı bir yapımız var, dahası geri zekalıyız, din diye inandığımız şeye iki elle sarılırken bunu bile çelişkilerle yapıyoruz. bir düşünsenize, dindar bir adamı düşünün, dindar bir adamın, söz konusu efsanelere göre, (dinlerden söz ediyorum), diğer tarafta korkacağı bir şey kalmamalı, yani mahşer alanında, yani hepimizin tüm sırlarımız ve yalanlarımızla çırılçıplak kalacağımız alanda, orada onların hiçbir şeyden kaçmaması gerekiyor, çünkü
tanrıları onların günahlarını gizleyip ayıplarını örtüyor, bu yüzden bu dünyada her türlü boku yiyip üzerine cuma namazından çıkarken şirin bir fotoğraf çektiriyor olabilirler, ben de gittim cuma namazına, yeni kurbanım türbanlı bir kadınken, veya dini bütün bir takkeliyi avlarken gittim, sonra onu da listemden sildim ve yoluma devam ettim, ben tanrı rolü oynuyorum, tanrı’nın bu dünyada yapması gereken bir şeyi üstleniyorum, herkesin sırrını açığa çıkartmak, böylece gerçek yüzlerimizi gösteririz veya intihar ederiz, ne dersiniz? hadi bir yarışma yapalım, kim daha dürüst, bir internet sitesi kuralım ve orada herkes, herkes hakkında isim vererek bildiği her şeyi anlatsın., yazarım girdap anlatıyor zaten, ben de yapıyorum, siz de yapmalısınız bence, herkes hakkındaki her şeyi bilirsek yaşam kimileri için daha da kolaylaşır, çoğunluk için zorlaşacağını biliyorum, ama kafası paranoyalarla dolu olan aşık adamların ve kadınların hayatı kolaylaşır, sonra her an terk edilme korkusu yaşadığı için gerçekleri göremeyen genç kızların da hayatı kolaylaşır, ha bu arada yazarken yalan atmak dünyanın en kolay işi, ama on bin küsur sayfa yazıp kendinizle çelişmiyorsanız, doğru söylüyorsunuz demektir, doğruyu söylemek de hiç öyle sanıldığı gibi erdem falan değildir, ya da erdem, getirisi olan bir şey değildir, bakın ben ne kadar da iki yüzlüyüm ve yine de beni sevecek yeni insanlar bulabiliyorum daima, çünkü insanlar gerçeklerden korktukları için yalanla yaşıyorlar, ve gerçeklerden kurtulmak için yalandan ibaret hayatları izliyorlar, bu yüzden yalancılar iktidar oluyor daima, ve bu yüzden yalan söylemeye devam ediyoruz bizler de, insanların arkalarından konuşuyoruz, herkesi kıskanıyoruz, toplu bir dayanışma halindeyiz rekabet etme konusunda, herkes herkesle rekabet ediyor, çünkü kapitalizm bize sadece güçlünün kazanabileceğini öğretiyor, güçlü olan kazanır diyor kapitalizm, çalışan kazanır elması kızarır diyor, bu konuda düşünelim, orada gizli bir anlam olabilir, elması, hmm, doğru olabilir evet, elma ile neyi kast ediyorlar acaba bu dangalaklar, yarım elma gönül alma var bir de, bu da tamamen üç kağıda dayalı bir fiyasko, verilen her şeyin alınması gereken bir karşılığı olmalı diye düşünüyoruz çünkü, o yüzden minnet borcu diye bir şey üretti gerizekalı toplumsal algımız, üretti çünkü manevi anlamda da maddi anlamda da bizim sürekli borçlu hissetmemiz gerekiyor, gerekiyor ki kendi hayatlarımızı unutalım, namaz borcu, vatan borcu, vergi borcu, namus borcu, faiz borcu, minnet borcu. ve zarafet var bir de, zarafet, düşünebiliyor musunuz? herkes zarif olmak zorunda, estetik görünmek zorunda yani, estetik görünmeli ki hayatta bir yerlere gelebilsin, hiç birimiz şişmanlığa tahammül edemiyoruz, ama elbise dolaplarımız şişmanlayabiliyor giysilerden dolayı, sorun değil, sorun değil, pekala burada sorun üretimde mi yoksa tüketimde mi? anti karakterimi bir kenara itiyor ve girdo olarak yazmak istiyorum, sizce sorun üretim de mi yoksa tüketim de mi? her ikisinde diyorsanız yanılıyorsunuz, tüketimde diyorsanız yine yanılıyorsunuz çünkü biz tüketim değil üretim toplumuyuz, sürekli üretiyor ve üretim esnasında doğal kaynakları tüketirken, ürettiklerimizin çoğunu tüketmeden çöpe atıyoruz, yemekler çöpe gitsin, hayvanları da toplayın sokaktan, ya da öldürün, hah şöyle, elbiseleri de birine vermek yerine eskilerin içine atalım, biriktirelim ne varsa aldığımız, evimiz hurdaya dönsün, hurdacılık da öldü zaten, büyük büyük büs büyük bir ev alalım kendimize, sonra o evin ufacık bir yerinde yaşamaya başlayalım, ekranın karşısında mesela, bilgisayar ekranı da olabilir bu televizyon ekranı da, onların istediği şekilde kullanıyorsak ekranlarımızı, ayrım yapmamak da beis görmüyorum, hard disklerimizi de çöpe çevirelim hatta, durmayın indirin ne varsa internetten, indirip dinlemeyin, indirip izlemeyin, evimiz cd yığını olsun, ha bir de onları tekrar tekrar bir yerlere yükleyin ki internette çöpe dönsün, sonra konuşun durmadan, konuşmadan duramayın hatta, msn pencereleri arasında can çekişirken saat ilerlesin, her yerde girdaplar var oğlum, evrenin her yerinde ve beyninin içinde, ben bu ismi boşuna almadım, kara deliklerde bile girdap var, samanyolu galaksisinde girdap var, gök cisimlerinin hareketi girdapla meydana gelir, kendimden bahsetmiyorum, evrenden bahsediyorum, büyük bir girdap olan evrenden, dışımızdaki evrenden, içimizdeki evrenden, ve bizim görmemizi engelledikleri bilimsel bilgiden, dünya güneşin etrafında dönüyor, ay dünyanın etrafında, güneş de sabit değil tanrısını satayım, her şey bir şeylerin etrafında dönerken aynı anda kendi etrafında dönüyor, insanlar para kazanmanın etrafında dönerken kendi etrafında dönmeyi unutuyor oysa, ve bu doğal olarak bir dengesizlik meydana getiriyor, çünkü kendi ekseni etrafında dönmeyen bir şey hiçbir şeye etki edemiyor demektir, kendi ekseni etrafında dönüp çevresindeki şeyleri görmeyen insan, hayatını yaşamıyor demektir, ve girdaplar, evet şimdi de
denizlerdekinden bahsediyorum, merkezdeki ufak bir noktadan güç alır, sonra dönerek yayılır ve maksimum seviyede su yüzüne çıkar, her şeyi içine alabilecek kadar yüksektir emiş gücü o merkezin, ve insan kendisinin merkezi olmadığı sürece bir boka yaramaz, ve insan aslında tamamen hatalı bir üretimdir, olağanüstü mükemmel harikulade bir yaratılış değildir insan, öyle olsaydı dünya bu halde olmazdı, hayvanlara bir bakın, hayvanların yaşamlarına, ne kadar saf ve doğallar, ve biz onların doğallığını mahvediyoruz, onları kafese tıkıyor ve üzerlerinden para kazanıyoruz, onları öldürüyor ve yine para kazanıyoruz, bizler tüketim değil üretim toplumuyuz, her şeyden önce üretiyoruz biz, araba üretiyoruz, bilgisayar üretiyoruz, elbise, et, kağıt, sonra ya yakıyor ya da nasılsa uzayın sonsuz bir boşluğu var deyip oraya döküyoruz, uzay çöpleri yani… bunu bir araştırın. ölen insanların neden öldüklerini araştırın, intihar edenleri araştırın, okulda çocuklarınıza ne öğrettiklerini araştırın, hiç bir şey öğretmiyorlar aslında, tek başına nasıl yaşayabileceklerini öğretmiyorlar, daha çok bağlılık yemini, daha çok borç, evlenip çocuk yapar sonra hayatını ona satarsın, çünkü kural bu, çünkü hepimiz sonsuza dek yaşamak istiyoruz, bu mümkün olmadığı için, bizi öldükten sonra anacak bir çocuk yapıyoruz, çünkü hayatımız boyunca başarısız olduğumuz için hayallerimizi gerçekleştirecek bir çocuk ediniyoruz, çünkü çocukları şekillendirebiliriz, altı yaşına kadar şekillendirip sonra buna devletle ortaklaşa devam ederiz, ki topluma faydalı bir birey olsunlar, çünkü “toplum yapısı çökerse” diye başlayan nutuklara büyütüldük biz, “aile toplumun en küçük yapı taşı” dediler bize, “taş yerinde ağırdır” dediler bir de, her şey birbiri ile bağlantılı ve o bağlantıları kurmadan kolaj yapamazsınız, dünya da her şey parça parça görünür, gözümüz bile parçalar halinde alır görüntüyü ve hareketsel devinimin videosunu karanlık odasında montajlar, anlayabiliyor musunuz? hayır anlamıyorsunuz, dünyada bize bir şeyler söylemek isteyen parçalar var demek istiyorum, fotoğrafın tamamını görmek için onları birleştirin diyorum, keny arkana isyan ediyor, this empty flow’da isyan ediyor, hepsinin derdi, tüm gerçek sanat eserlerinin derdi, kendisi olabilmekten geçiyor, kendisi olmaya çalışan insanların yarattığı parçaları toplayın, henüz kendisini kaybetmemişken hala yeraltında yaşam mücadelesi veren sanatçıların parçalarına bakın, hepsi tek bir ağızdan isyan etmek istiyor, insanlar artık isyan etmeye başladı, insanlığın tarihsel gelişimi nasıl şekillendi bilemiyorum ama komünal yapıdan kapitalizm’e geçen evre hayret verici, komünal diyorum evet, ilk insanlardan bahsediyorum yani, adem ve havva’dan değil, masallardan değil, gerçek ilk insanlardan, avlanarak beslenen ve tüketmeden üretmeyen insanlardan, sonra neler oldu? sonra birisi bu insanları etkisi altına almaya çalıştı, sonra birisi de etki altına girmek istemeyenleri kendi etkisi altında aldı, böylece iktidarlar ve muhalifler diye iki ana unsur çıktı ortaya, ikisinin de birbirinden farkı yoktu ve kimi zaman a grubu kimi zaman b grubu üstünlük sağladı bu savaşlarda, sonra c grubu ortaya çıktı, sonra d, gittikçe parçalara bölündük o parçalarda parçalanmaya devam etti, en sonunda 1700’lere geldik ve birileri tüm parçaları yönetmek için adım attı, bunu daha kolay yaşamaları ve çocuklarının da daha kolay yaşamaları için yaptı, çünkü sonsuzluğa inanmak işte böyle boktan bir şey, çünkü öldükten sonra yaşayacağına inandırılan insan bu dünyadaki hayatını önemsemez, çünkü milli itibara inanan insan kendi hayatını önemsemez, çünkü topluluk olmadan var olamayan insan kendini ölüyormuş gibi hisseder yalnız başına, çünkü yalnızlık çok soğuk ve bir o kadarda sessiz bir şey, bu yüzden kendi düşüncemizi ortaya koymaktansa bizim yerimize düşünen insanları desteklemeye başladık, sonra işte vakti zamanında zeki ve zengin birkaç insan para fonunu ve bankaları yarattı, birileri de bankaları kontrol altına alarak parasına para kattı, sonra bu birkaç iyi adam hükümetleri esir aldı, orduları esir aldı, medyayı esir aldı, neyseki sonunda başa çıkamayacakları bir internet yarattık kendimize ve hala konuşabiliyoruz, artık susturamıyorlar, ama bu kez de, daha güçlü bir salgın olan, sosyal iletişim ağlarını devreye soktular, insanlığın en zayıf noktası olan yalnızlığını kullanarak tüm sosyal ağları kontrolleri altına almaya çalışıyorlar, şimdi siz bu yazımı, eğer, ne bileyim işte, facebook’ta okuyorsanız, okuduğunuz siteye bir şikayette bulunursanız, üyeliğim hemen silinir, hatta şikayetlerinizi kolaylaştırmak için internet’i abuk subuk eklentilerle donattılar, durmayın, microsoft kullanmaya devam edin, bende onların ürünlerini kullanıyorum (gelecekten not: kurtuldum, linux’e dönerek) ve emin olun bilgisayar programları içine ufak gözetleme delikleri açmanın planlarını yapıyorlar, bunun örneklerini geçmişte gördük, bilgisayarınıza gizli bir kayıt cihazı koyup her hareketinizi
kayıt altında tutmaya çalışıyorlar, bunu kısmen başardılar, geliştirmeye devam ediyorlar, ama onlarda şaşırmış durumdalar, çünkü insanlar artık bağımsız programcıların ürettikleri açık kaynak kodlu yazılımlara yöneliyorlar, çünkü artık bedava ulaşabilecekleri işlere para vermek istemiyorlar, bu yüzden korsan engellenemiyor mesela, çünkü artık insanların sevdiği şeyleri destekleyecek parası kalmıyor, bu da bir kısır döngü yaratıp iyi sanatçıları elemine ediyor gibi görünüyor, ama aslında onların sesinin -kendileri ortadan kaybolsa bile- sonsuza dek dağıtılması sağlanıyor, peki burada bir devrimden söz edebilir miyiz? hayır burada devrim değil isyandan söz etmek gerekiyor, devrim işe yaramıyor çünkü, ufak isyan patlamaları daha etkili oluyor, bu isyan patlamaları arasındaki periyod sıklaştıkça, sistemin kalbi sıkışabilir, ama bunu bizim embesil toplumumuz göremeyecek kadar körleştirildi, o yüzden sistemin içinden sisteme karşı duran bono gerzeğinin gerizekalı filmini izlemeye gidiyor, bir yerlerde insanlar hala isyan ediyor, isyan ediyor ve bu arada kendi yaşama alanlarını kurmaya çalışıyor, bolo bolo gibi yani, hiç bir şey kaybolmuyor artık, kitaplar, şarkılar, filmler, resimler, hiç bir şey yasaklanamıyor, acımızı öfkeye dönüştürmemiz gerekiyor, insanları rahatsız eden yazılar yazmamız gerekiyor, insanları rahatsız eden resimler, insanları rahatsız eden müzikler…. insanları rahatsız eden dedikodular üretelim, suni yalanlarına karşılık abartalım onların gerçek yüzlerini, çünkü gerçeği yumuşatmaya ve katlanılabilir kılmaya çalışıyorlar, karşımızda bir düşman da yok üstelik, en büyük düşmanımız kendimiziz, kendimize düşman olup bu hayatı hak ettiğimizi düşünmemiz için ortaya hak etmek diye bir kavram çıkardılar, hak etmeyi eğitiminiz ve zeka düzeyinizle eşlenik kıldılar, ne kadar çok çalışırsanız o kadar çok kazanacaktınız, tembellik ayıplanan bir şey oldu, yan gelip yatmak hor görülüyor, peki o halde ne yapmamız gerekiyor? “çiçekçi elektrikli testere katliamı”nı bir kez daha piyasaya sürebiliriz mesela, yeni yeni şeyler sürebiliriz piyasaya, eskiden olan bitenleri yeni bir gündemmiş gibi sunup, aslında geçmişin bugünden daha iyi olduğunu kanıtlayabiliriz, giderek daha da kötüye gittiğini her şeyin, giderek daha da kötüye gideceğini, her geçen gün biraz daha kötüye gideceğini yaşanan hayatların, ve antideprasanlarla sinirimizi yatıştırmalarına izin vermeden yeterince ağlayarak yapmalıyız bunu, çünkü acı’nın son noktada öfkeye dönüşmesi muhtemeldir daima, ve sen o anda kendini tüm bu yaşananlardan dolayı suçlu hissediyorsan öfkeni kendine yansıtıp intihar edebilirsin, suçlu bir bilinç üretmek ve insanın kendi ‘kendi’sini suçlu hissettirtmek, sistemin en büyük kozlarından biri çünkü… intihar yerine isyan etmemizden korkuyorlar çünkü, kendimizin farkına varıp, kendimize değer verip, bize dayattıkları tüm değer yargılarını, kutsal olarak önümüze sunulan herşeyi linç etmemizden korkuyorlar. bu yüzden kutsal olan her öğretiyi dokunulmaz kılıyorlar, yasalarlar veya örf ve adetlerle, bir şekilde normalleştirilen fedakarlık kavramı, peki ama ne için hayatlarımızdan fedakarlık yapacağız? daha ne kadar fedakar olmalıyız? ölene dek sürecekse, feda edilmiş olmayacak mıyız? şunu unutmayın, fedakarlık süresi uzarsa feda edilmiş olursun. birilerinin daha rahat yaşaması için fedai olarak mı yaşamamız gerekiyor? her şeyi, tüm arzu ve istekleri, adaleti ve refahı öldükten sonrasına mı bırakacağız? peki ya yoksa öyle bir şey? ilahi adalet denilen bir şey yoksa? neden herkes “ya tanrı varsa” diye düşünüp, öldükten sonraki yaşama bel bağlıyor? neden herkes “ya çıkarsa” kavramına tutulup şansını deniyor? ya çıkmazsa? ya tanrı yoksa? ya devlet hiçbir zaman ekonomik anlamda düzelmeyecekse? ya bize vaat edilen her şeyi, hiçbir zaman vermeyeceklerse? daha ne kadar süre kemer sıkmalıyız sizce? daha ne kadar sabretmemiz gerekiyor? emekli olamayacaksınız… hayır günün birinde anarşi de olmayacak. günün birinde sosyalist bir dünya olmayacak. günün birinde kapitalizm ölücek, doğru, ama ondan sonra tarih tekekkür ederek en başa dönmeyecek, tarih tekerrür etmiyor çünkü, tekerrür eden bir tarih yok, düz bir zamansal çizgi var, ve o çizginin nereye doğru akacağını insanlık belirliyor, kader diye bir şey yok, irade diye bir şey, eğer sizler iradenizi sınayıp idare etmeye devam edeceksiniz, buyurun, kimse size engel olamaz, aksine takdir edileceksiniz, ve benim gibi, bizim gibi düşünen, sırf kendi hayatını önemseyen, hatta buna rağmen kimsenin üzerinden geçinmeyen, ama devrimi sırf kendi öz varlığı için isteyen, bireyselliği savunan, toplumu red eden insanları kafese tıkmaya devam edecekler, kafese tıkamadıklarını öldürecekler, gittikçe daha da çok güç kazanıcak ve en sonunda george orwell’in 1984’ünden bile daha karanlık, keskin, kalın parmaklıklar yaratacaklar, peki o zaman napacaksınız? makinelerinin çalışabilmesi için
makineleştirildiğiniz zaman napacaksınız? tuvaletlerinize kamera yerleştirdiklerinde napacaksınız? konuştuğunuz her şey kayda alınırsa napıcaksınız? teknolojiyi zihninizi okuyabilecek kadar geliştirdiklerinde ve sizi aklınızdan geçenlerden dolayı işkence odalarına tıklarında napacaksınız? napmak gerekiyor? benim bir çözüm önerim yok. bana bıraksalar, yani elimde olsa, insanlık denen mefhumu, kendimle beraber yok eder, ve dünyayı hayvanlara bırakırdım. çünkü bir çözüme inanmıyorum, çünkü insanlığa inanmıyorum, çünkü hepiniz ölümden korkan iki yüzlü sahtekar riyakar bencil ahmak aptal gerizekalı ve yalancısınız… çok mu ileri gittim? o zaman ilgiliniz olan makamlara şikayet edin… benim başımda kaale aldığım bir “ilgili mercii” yok, ben kendimle ilgiliyim sadece, kendim dışında hiçbir kutsal değere inanmıyorum, bir de “canlı” olan her varlığın yaşamaya hakkı olduğuna inanıyorum, canlılık barındıran her yapı taşının, bu dünyada var olan veya üretilen her şeyden bir pay alması gerektiğine inanıyorum… insanlar, dünyadaki yiyecek kaynakları bittiği için açlıktan ölmüyorlar; onları, yemek yemeyi hak edecek bir işlev gerçekleştirdiklerini düşünmedikleri için açlıktan ölmeye terk ediyor tanrı rolü oynayan şarlatanlar, arada bir de iyi görünmek için yardım yapıyorlar, ama çözmüyorlar hiçbir meseleyi, sadece, arada sırada, isyan etmememiz için, her şeyin yoluna girdiğine dair bir ilizyon yaratıyorlar, günü birlik gündemler, günü birlik çözüm paketleri, “huzur isyanda”7 oysa, huzur kendin olabilmekte, geçmişi kendi içine sinen ve pişmanlıklar barındırmayan bir varlık olabilmekte yatıyor, size mutluluğun anahtarını vermiyorum, çünkü ben de mutlu değilim, size cennetin anahtarını da vermiyorum, çünkü cennet de cehennem de yaşadığımız dünyanın içinde, size ne yapmanız gerektiğine de söylemiyorum, çünkü bana ne yapmam gerektiği konusundaki önerilerinde ısrarlı davranan insanları öldürmek istiyorum, ben değişmeye değil kendim olabilmeye çalışıyorum sadece, zaman döngüsel değil düz ilerler, o yüzden günün birinde tarihin tekerrür etmesini, ve ilkelliğe geri dönmemizi beklemeyin, kötüleşecek her şey, ve en sonunda, dünya kendini imha etmezse o güne dek, mesih yerine mad max gelecek. umut yok, çözüm yok… çünkü insan denen şey, bencil korkak ve ikiyüzlüdür, ve bazı insanlar, diğer insanların üzerinden yaşar. o diğer insanlar fırsatını bulabilse, üzerindekilerin yerine geçip, sistemin işlevini sürdürmeye çalışır. çözüm yok, umut yok, olabildiğince kendin olup, yaşama devam ederken, arada sırada böyle sivri oklar fırlatıp, deşarj olmak dışında… böyle düşünen, bunları görebilen bir varlığın da, insanlar arasında yaşamakta zorlandığı için, evinden çıkmamasını anlayışla karşılayın, evet girdap bir gün evinden hiç çıkmadan yaşayacak, ve siz onun saçma salak öykülerini okuyup, karşılığında ona kitap, fanzin, internet, müzik, ekmek, su, elektrik ve ruh vereceksiniz… para istemiyorum… takas yapalım istiyorum. ve burada bir emek sarf ettiğimi görmezden gelen ikiyüzlülere de şunu söyleyeceğim, ben inatçı, ölümsüz ve zaman zaman kör sağır ve dilsiz olabilen biriyim, o yüzden çenenizi kapayıp bir şeyler üretin… 5. şimdi en başa dönüp, bulaşık yıkamaya devam etmek istiyorum, çünkü kendimi suçlu hissediyorum o kirli tabak çanak yüzünden, ama bu benim pisliğim, ve başkalarının pisliğini temizleyerek para kazanmak zorunda da değilim, ama işim bu benim, temizlik, temizlik ve hijyen, ofis de bunu yaptım, uçaklarda bunu yaptım, sırada otel odaları var… çünkü herkes çalışmayı kutsal sayıyor. yazının başına dönüp birinci bölümü tekrar okursanız, ne demek istediğimi anlarsınız. şimdilik hoşça kalın. 14 nisan 2009
7
“Huzur isyanda” İç-mihrak ekibinin bir sticker çalışmasından alınmıştır.
paratoner enfeksiyon… eğer birkaç kadın tarafından kırmızı kart gördüyseniz, hayatınızın kalan maçlarında, oyuna pek müdahil olmaz, sonuçlara itiraz etmez, hatta aldırmazsınız, ve işte o zaman çevrenizde size aşık olduğunu her fırsatta dile getirip hep yanınızda olacağını söyleyen birkaç kadın bulursunuz, ve bilirsiniz, ipi kaptırmak, terkedilmektir, aşık olmak bir erkeği zayıflatır ve kadınlar zayıf erkeklerden hoşlanmazlar… böyle gelişmişti olaylar, birkaç kez aşık olmuş, - çok değil- fena kaptırmış, ve sonuçta acıdan ulur halde bulmuştum kendimi, ve şimdi buradaydım, bir evde, ailesinden uzak bir şehirde ailesinin desteği ile üniversite okuyan harikulade güzellikte bir kadının evinde, kadının yatağında, bir pazar sabahı, uyanmış ve sigaramı içiyordum yatakta, içeriden gelen sesleri dinliyordum, benim uyuduğum ve duymadığım düşünülerek hakkımda kurulan cümleleri… evdeki tüm hatunlar uyanmıştı, sevgilim olan pınar, ve iki arkadaşı özge ile gülçin… benim daha ne kadar onlarla burada kalacağımı soruyorlardı sevgilimin arkadaşları, “gidicek yeri yok” diyordu bana olan aşkından gözü dönmüş olan sevgilim, “onu sokağa atamam”, haklıydı haklı olmasına, gidicek yerim yoktu, ama onlarla burada kalmayı hakedicek bir fonksiyonum da bulunmuyordu işin aslı, bilirsiniz, para, evin gelirine katkı, çalışmak ya da onun gibi şeyler, karşılık, bir işte 24 saatinin uykudan arta kalanının çoğunu tükettiğin aptal işler söz konusuydu, çalışmak istemiyordum, birkaç denemem olmuştu çalışma yaşamına dair ama ısınamamıştım, sevmiyordum çalışmayı, tembelin tekiydim, sevgilimin harikulade bulduğu, ve sevgilimin dışında hiç kimsenin değer vermediği aptal, basit, salak şiirler yazıyordum, ben bile değer vermiyordum o paçavralara, kağıt üzerinde yazdı isem evin bi köşesinde bırakıyor, bilgisayarda yazdı isemde dosyayı öylece açtığım yerde, yani masaüstünde bırakıyordum, evdeki hatunlardan biri – pınar hariç- dosyayı silene dek.. beni sevmediklerini, tiksindiklerini her fırsatta ima ediyorlardı özge ve gülçin, ama içten içe, bir tür kadın kıskançlığının havada uçuştuğunu sezinleyebiliyordum, onlardan birine biraz sarksam teslim alırdım, ama rahatımı riske edip evdeki kalan süremi kısaltmakta istemiyordum henüz, hepsini arzuluyordum oysa, üçünü de, aynı anda, tek tek, ikili, birbirleriyle, iğrenç bir sapık olduğumu düşünebilirsiniz, pekala, herkes kendi iç dünyasında, fantazyalar gezegeninde biraz sapıklaşabilir, ömrünüz boyunca kaç kişi ile hayalen düzüştünüz, ben bu soruyu soran bir arkadaşıma “bilmiyorum” demiştim, “sayılamayacak kadar çok”, o da bana bu açıdan bir tez öne sürerek tek eşliliğin en azından zihinsel boyutta mümkün olmadığını ima etmişti, ve haklıydı, ve şimdi burada sevgilimin arkadaşı ile düzüşmeyi hayal ettiğini söyleyen ben de, şüphesiz bir zamanlar bir kadına ömrünün sonuna kadar sadık kalabilicek kadar saftım, hepimiz öyleydik, düş kırıklıklıkları artıkça insan saflığını yitirir, yerine asla tamir edilemez salak bir paranoya kazanır, ve her ne kadar salakça olsa da, o paranoya sayesinde yeni acılara hazırlıklı olur, hatta acı bile çekmez duruma geliriz, bunun iyi bir şey olmadığını biliyorum, ama iyi bir şey olan ve iyi bir şey olarak devam edebilicek her türlü aşkı, gerçekten aşık olarak ve aşkı yaşayarak tükettim, ağladım sızladım sonunda da, ve şimdi, gerçekten aşık olunarak sürdürülen ilişkiler silsilesi ile besleniyorum.. insan aç gözlüdür, elde ettiği herşeyin gözünde değeri azalır, devamlı yükseğe, daha yükseğe çıkma çabası içindedir, ve bunu saçma sapan ahlak duvarları ile çevreliyor olsak bile, zihnimizin içinde tamamen özgürüzdür, özgür ve dışarıya karşı ikiyüzlü.. “o zaman bir iş bulmalı artık” dedi evdeki hatunlardan biri, “arıyor” dedi sevgilim, “iş bulunca başka bir eve de çıkabiliriz”, “hayır öyle demek istemiyorum, ama, burada kendimi enayi yerine konmuş gibi hissediyorum”. “pekala, iki kişilik kira öderim ben, anlaştıkmı?”, “saçmalama, ailenden gelen para o domuza bile yetmiyorken mi”, domuz mu? benmi? bu saçmalığa bir son vermeliydim ve yataktan kalkıp odanın kapısını açarak somurtkan ve parıldayan, parıldayan ve arzulayan gözlere günaydın deyip banyonun yolunu tuttum, hatunlar da bu tartışmayı bir süreliğine ertelemiş oldu..
birkaç gün sonra, fena halde akşamdan kalma, ve sabahın köründe uyandım, hatunların dersi öğleden sonraydı.. aynı sınıftaydılar üniversitede, bir yıldır bu evde kalıyorlardı, ben de son iki aydır onlara eşlik ediyordum… pınar benden önce davranmış, bir gazete almış ve ilanlara göz atarak bir kaç tanesini işaretlemişti, uyanıp odadan çıktığımı görünce daha günaydın deme fırsatını tanımadan ilanlardan söz etmeye başladı, bu saçmalığa ne zaman son vereceğini bilmiyor, ama büyük bir sabırla aynı piçliğe devam ediyordum… arada sırada evden iş görüşmesine diye çıkar dolanır geri dönerdim, evden çıkmak istemediğim zamanlarda da yalancıktan bir kaç ilanı arar ve karşıdan cevap alıyormuş gibi konuşurdum, “aa öylemi, yok hayır benim hiç tecrübem yok, pekala, anladım”. pınar’a döner ve üzülmüş, umudunu biraz daha yitirmiş gibi yaparak, “tecrübeli birini istiyorlarmış hayatım” derdim, ve pınar, büyük bir umutla, gazeteyi uzatıp, “şunu da arar mısın sevgilim, işaretledim” derdi, içimden uflaya puflaya, dışımdan ise, “umarım çağırırlar hayatım” diyerek çevirirdim numarayı yalancıktan, ve karşıdaki ses cevap verirmiş gibi konuşmaya devam ederdim, “hayır ben lise mezunuyum, anlıyorum, elbette”.. bu şekilde geçiyordu son iki aydır çoğu sabah, yani hatunların okul yerine evde olduğu sabahlar, ve ben, eğer canım bu üç hatunu başbaşa bırakmak isterse sahte adresler not edip iş görüşmesine gider, eğer evde kalıp yatakta biraz daha zaman geçirmek istiyorsam, olumsuz yanıtlar almışçasına telefonu kapatırdım.. basit bir kurgu, kötü olduğunu biliyorum, pekala, savunmaya geçmeyeceğim, ama çoğumuz bunların türevlerini zaman zaman yapmış olmalıyız, tatildeydim ben, böyle düşünüyordum, içimi rahatlatıyordu böyle düşünmek, hem benim gibi bir uyuşturucu müptelasına hiçbir iş verenin uzun süre tahammül edemeyeceğine dair bir düşüncem vardı, şanşımı denemek işime gelmiyordu, pınar’ın ailesi çok varlıklı olmasa bile bir miktar para gönderiyor, onunla hem uçuş masraflarımızı karşılıyor, hemde kirayı ödüyorduk, birde kredi var tabii, ve bir de arada sırada, yeni yetmelere yüksek fiyata sattığım boktan uyuşturucu maddeler, eczaneden yasal olarak alınabilen ama farklı bir kutu içine konularak yüksek fiyata ve sanki yurtdışından kaçak geliyormuşçasına kakaladığım boktan psikotroplar.. psikotrop? uyuşturucu maddelerin yüzde doksanının asıl amacı ruhsal sorunları gidermektedir, tıp literatürüne göre konuşacak olursak, bu maddelerin asıl adı psikotrop’tur, ve psikotrop’lar kendi arasında üç gruba ayrılır: psikoanaleptikler, psikoleptikler ve psikodisleptikler… ilk grup, yani psikolonaleptikler’in büyük bir çoğunluğu zihinsel uyanıklık ve fiziksel enerji kazandırırlar, psişik zindeliği arttıranlarına noanaleptik, fiziksel uyarıcılara psikamin adı verilir, ve amfetamin’in her türevi bu gruptandır.. organizmada sakinleştirici özelliği bulunan yani sedatif ve hipnotik özellikler taşıyan maddelere psikoleptiklerdir, korku, daralma, iç sıkıntısı, depresyon gibi durumlarda sıklıkla kullanılırlar… ve son olarak psikodisleptikler, algı değişikliği yaratan maddelerdir, bu maddeler davranış bozukluğuna ve bilinç kaybına neden olabildiği gibi, kalıcı psikolojik problemlere yol açabilir… ve büyük bir çoğunluğu onirojendir, yani halisyunasyonlar görmenize sebep olurlar…. tıp literatürünü bırakıp, kendi üç kağıt literatürümüze geri dönelim.. son bir yıl benim için bazı iyi süprizler dışında berbat bir yıldı, ne yapacağını bilemez bir durumdaydım, zaman zaman her insanın düşebileceği, o garip boşlukta olma halinden söz ediyorum, bir taraftan okulu bırakıp askere gitme ihtimalini kafamda tartıyor orada tedavi olurum diyor, bir taraftan askerliği de bir tarafa bırakıp yurtdışına, hollandaya, iki arkadaşımın yanına kaçmayı düşünüyordum, her ikisini de seçmeyeceğimden emindim oysa, sadece bu saçma kaçış, uzaklaşma fikirleri ile zihnimi oyalıyordum, ve sürekli bir şekilde herkesin eczaneden gidip reçetesiz dahi alabileceği ucuz hap yada şuruplarla idare ediyordum, yani onları satarak, çünkü param yoktu, ve bir işimde, bir çok iş görüşmesi yapmış ama çuvallamıştım, ya sedasyonda oluyordum bu aptal iş görüşmelerinde ve iki lafı bir araya getirip mantıklı bir cümle kuramıyordum, yada ayık oluyor ve hiç konuşamıyordum…
sedasyon; sedatiflerin yarattığı ruh haline verilen isimdir, güçlü bir sedatif ile kişi çok uzun süre uyuyabilir ya da hareket edemeyecek kadar yavaşlayabilir, büyük bir çoğunluğu kas gevşemesine neden olur, ve haddinden fazla kullanıldığı takdirde gerçekten bir idiota dönüşmeniz kaçınılmazdır, midazolam, diazepam, lityum, tiopental, prokain, eukain, mefobarbital, klonidin, hidroksizin, bi saniye, listeyi uzatabilirim, ama bu işe fazla meraklı olanlarınızı kötü yola düşürmek istemiyorum..sedatif, hipnotik, antispazmodik, anestezik maddelerin, barbiturat grubuna giren türevlerinin bağımlılık riskinin yüksek olduğunu söyleyip, iyi yürekli bir bağımlıymış rolüne bürünmeden edemeyeceğim ama… dediğim gibi, son bir yıl benim için, gerçekten berbat bir yıldı, ailemle aram iyiden iyiye bozulmuştu ve kendime kalacak yeni bir yere aramaya başlamıştım, bu dönemde kampüste aylak aylak dolanıp, bana “abi geçen verdiğin mallardan ne zaman gelicek” diyen bir salyangoza denk gelmeye çalışırken, pınar ile tanıştım, salyangoz deyimini şu yüzden kullandım, çünkü onlara sunduğum ilaçlar, gerçekten insanı bir salyangoza dönüştürüyordu, en basiti antiem veriyordum bücürlere, ne demek istediğimi anlayabilir musunuz? şu yolcukta mide bulantısını engelleme amacı ile eczanelerden bi milyona 20 tek alınabilen, ve bir ksantin türevi etken maddesi dimenhidrinat sayesinde, uykuya ve sersemliğe yol açan, ancak 6-10 tablet kullanıldığında sersemlik halinin, bu uyuşturucu kullanma meraklısı olup bi boktan çakmayan denyolarda “abi ne güzel kafa yaptı ya de mi?” tarzı mutluluk nidalarına, ve sonrasında uyku ile uyanıklık arası bir moda sokan ilaçtan söz ediyorum… hiç bir şey bilmiyorlardı, ağzım iyi laf yapıyordu, ve yurtdışından getirtiğimi söylediğim, okula gelirken eczaneden aldığım ya da birilerinden çarptığım basit ilaçlar sayesinde, para kazanıyordum, kampüsün çimlerine uzanmıştım, fensiklidin yüklü bünyemle, veletlere benzidamin (tantumda bulunabilir) satmış, karşılığında başka bir benden fensiklidin, bir diğer adı ile pcp çakmıştım, ilk kez deniyordum bunu, onirojenlere saldırıyordum bu aralar, pınar yanıma oturup, ateş istedi, evet aynen böyle gelişti, ne cesaret dediğimi anımsıyorum, ben bile, üstelik bu halimle bile yapamıyorken, “ne cesaret” kaçıvermişti ağzımdan, “ne için cesaret anlamadım” demişti pınar, “yok sana demiyordum güzelim” dedim, “kelebekler, bilirsin, bir gün için onca çile”. “ateşin var mı” diye yineledi pınar, saçmalıyordum, farkındaydık, ve cebimden çakmağı çıkartırken hapları düşürdüm, “ne okuyorsun” diye sordu, “yazıyorum” deyiverdim birden, “okumayı söktüm”, ve bir halisyunasyonun gelmemesi için son sürat dua etmeye başladım, henüz patlamamıştı ama yakındı, ve avlanmak istemiyordum hapları da göz önüne sermişken, aptal aptal baktı yüzüme ve “hangi bölüm demek istedim” dedi, “son okuduğun kitap değil, komiksin”. komik değildim oysa, salaktım, ve heycanlı, hala karşı cinsle en ufak bir yakınlıkta tirtir titreyen bir ruha sahiptim, ve “fizik” dedim, “ama bıraktım”, “neden”, “öyle gerekiyordu”, ve korkuya kapılmış bir şekilde ayağa kalkıp uzaklaştım oradan, çimler hızlıca büyüyor, elime sarılıyordu, sanki, hayalende olsa, ve bir sonraki karşılaşma, derken bir sonraki, sonra bir sonra, ve şimdi burada, bu evde, bu üç hatunla beraber yaşıyor, arada bir yalancıktan iş görüşmesi yapıyor, arada bir sevişiyor, yemek yiyor, su içiyor, tuvalete giriyordum, düzenli ve makul bir hayat sayılırdı benim için, hatrı sayılır bir getirisi olmasa da, daha doğrusu getirisi ile götürüsü birbirine denk olan bir iş de olsa, çalışıyor bile sayılabilirdim, yurtdışından getirttiğimi söylediğim ilaçlar iş görebilirdi bir süre daha, ama foyam açığa çıkmadan bırakmalıydım bu işi, ve dahası hap alımını da uyuşturucu bağımlılığımı son haddeye, yani eroine çıkarmadan bırakmam, pınara hayatımı adamam gerekiyordu, ama biliyordum, eğer herşeyim ile o’nun olduğumu o’na hissettirirsem bir çırpıda yeni sahillere yelken açıcaktı benim küçük tatlı ve saf sevgilim, böyle öğrenmiştim ben, eski sevgililerim bana bu çeşit bir ders vermişti, ve haplar gerçek anlamda ağzıma sıçıyordu sağlıklı düşünemememe yol açıyordu, amfetaminler, roche, at dozu, teofedrin, sarı bomba, dexedrin, captagon, seramoni, ritalin, vekom, crack, morkozin, strycodon, vs vs, denemediğim bok kalmamıştı, ölüme doğru son sürat
gidiyordum ve bu sonuncusu, içlerinde en tehlikelilerinden biriydi, strikinin içeriyordu, bitkilerde brusin yada igasurinle birlikte bulunan zehirli bir alkaloit, ve dahası, her seferinde intihara biraz daha yaklaşıyor, her sabah yatağın içinde sırılsıklam bir şekilde uyanıyordum, çoğu zaman hayalen sırılsıklam, yüksek çok yüksek bir yerden aşağı başaşağı sarkıtılmış gibi, tamamen savunmasız ve çaresiz, karanlık, tek umut yok, sadece korku ve panik, duvarların üzerine geldiği ve yataktan çıkmakla çarşafın altında saklanmak arasında düşünürken kasılıp kaldığım o kahrolası sabahlar, “neyin var” diyordu pınar, biliyordu uyuşturucu kullandığımı, o da kullanıyordu, ama sadece ex’in bazı türevlerini, ve esrar, ve birkaç kez benimle birlikte derinlemesine uçuş için lsd, denk geldiği taktirde, çünkü ben çoğu zaman onunla beraber uçuşa geçmemek için onun olmadığı zamanlara denk getirmeye çalışıyordum keşiflerimi.. ve evet, ne diyordum, her ne kadar toplumun değer yargılarına sımsıkıya bağlı bukalemunlarca uyuşturucunun yol açtığı yanlış fikirler olarak görülecekse de, pınar’la beraber olduğum evde, her fırsatta diğer iki hatundan biriyle, yada her ikisiyle yalnız kaldığımda, onlarla beraber olabilmenin düşlerine dalıyordum, mutfakta, banyoda, oturma odasında, kanape, halı, yatak, lavabo, hatta balkon, hiç farketmezdi, sürekli bir şekilde sevişmek sevişmek ve daha sonra uyumak, uyanmak, dopamin, endorfin, noradrenalin, serotonin, ve daha bilimum vücud salgımın, beyin aminimin çalışma şeklini bulandırmak, kimini çok kimini az salgılatmak, beyin fonksiyonlarımı felçe uğratmak, dünyayı gördüğünüz mantıksal çizgilerin dışına taşımak, ve kabullenemediğim bu yaşam tarzını farklılaştırmak istiyordum, kendime göre çizdiğim belli bir rota vardı, ve heotoskopi’ye ulaşmak, ve sonra gördüğüm “hayalet kendimi” gebertmek istiyordum, heotoskopi, kendinin halusinasyonu görmek, kinestezik bir düşsel sanrı değil, realitik bir şey arzuluyordum, kendimin halusyunasyonunu görücek, ve öldürücektim, delirmiştim, gerçekten delirmiştim, ama henüz kendimi ele vermediğim için hala toplum tarafından kafese tıkılamamış, ortalıkta sürtüyor, kimi genç nesli dolandırıyor, ve kendi ruhsal dengemi sağlama alıyordum, sağlama alıyordum diyorum, çünkü herhangi bir gün, herhangi bir saatte, ihtiyacım olana ulaşamazsam, gerçekten dengesizleşebilirdim… kendimden, yaptıklarımdan, aileme karşı, sevgilime karşı, insanlara karşı, allah'a karşı yaptıklarımdan dolayı kendimi öldürmek bir saplantı haline dönüşmüştü, ama bunu gerçekten yapabilicek cesaretten yoksundum… “jilet” dedi gülçin, “jiletle yapmış bu kez”, pınar sürekli bir şekilde kendine zarar veriyordu, jilet, sigara, mum, ne bulursa, benden akıllı sayılmazdı anlayacağınız, ve bazı geceler onun kendine yaptıkları, benim ona yaptıklarım yanında hiç kalıyordu, durdurmalıyız bu süreci diyordu bana sürekli, bir şekilde durdurmalıyız, nasıl olacağını bilemiyorduk, dahası ben halimden memnun takılıyor, onu sürekli onaylıyor, orada bulunup bedava yatak, sıcak ev, yemek, bulaşık, çamaşır ve cinsel birleşme ihtiyaçlarından mahrum olmadan yaşamın tadını çıkarıyordum… evdeki diğer iki hatun bizim uyuşturucu takıntımızı bilmiyorlardı, bilmemeleri de iyi oluyordu, zaten yeterince sorun yaşıyorduk, sadece ot, arada bir dördümüzün de birlikte takıldığı, ve tüm korkutucu duvarlarının yıkıldığı basite indirgenmiş, doğal olarak adledilen şey… ve o gün, bir şekilde ve ilk kez, gülçine dokunabilmeyi başarmış, hatta üzerine çıkmış ve içinde gidip gelirken telefonu çaldı, özge arıyordu, pınar hastanedeydi, acilen gitmeli ve ona yanında olduğumu hissetirmeliydim, öyle diyordu özge pınar’ın telefonundan bana, çünkü benim telefonum saatlerdir kapalıydı, ve bana ulaşamayıp ani bir zihinsel boşluk ardından ölüme doğru hızlı bir yol almıştı pınar, ben o sırada, gülçin’e güzel bir üçlü sarmış, sonrada onun beline sarılmışken kendimi üzerinde bulmuştum, aynen böyle gelişmişti her şey, ve biliyordu benim evde en yakın arkadaşlarından biri ile başbaşa kaldığımı, haklıydı, kimseye güvenilmezdi, ve daha sonraki günlerde evdeki durum biraz daha değişmişti, artık hatunların arasındaki üçlü tartışmalarda benden yana olanların sayısı ikiydi, sadece özge kalmıştı ikna edemediğim, onu da bir şekilde kurtarılmışlar ordusuna kazandırırsam işim kolaylaşacaktı diye planlıyordum, üçe tek olduğum bu cennet vari hayatımda, bir süre daha idare edebilicektim… ama işler beklenildiği gibi gitmedi.. birinci sorun artık gülçin’in de benim küçük haplarımdan haberdar olmasıyla başladı, o da kullanmak istiyordu, ne çok meraklıydı insanlar hayran oldukları kişiyle özdeşmeye, uyuşturucu bağımlısı büyük bir star dünya çapında uyuşturucu kullanım miktarını arttırır, eğer büyük bir star intihar ederse, intihar oranları patlar, kendi başımıza karar veremeyiz, bir idol seçeriz sürekli, isim yapmış ya da yapmamış, ünlü ya da değil, ama bir şekilde adını duyduğunuz bir
insan, onun gibi olabilme arzusu, hayatınızın bir kısmını bu şekilde sürdürebilirsiniz, hedefler, ve hayaller, birşeyler olabilme isteği, idealizm, ve çaba, yazarlık, şairlik, müzisyenlik, ya da ekonomist, başkabakan, devrimci, ve daha sonra, kötüye giden işler, ve aynaya baktığınızda görmeyi arzuladığınız kişi olamayışınızdan doğan iğrenme duygusu, bir bakıma, ve daha sonra bir çocuk edinip, kendinizi onda görmenize yol açan bir tür irsi akış sitometresi, ve ölmeye ramak kala, hala “beş dakika daha” diyebilme yüzsüzlüğü.. hayatı, bütünüyle ele aldığınızda var olan her şey aslında sadece bir kaybetme sürecidir, ve bunun farkına varıp, her şeyin değerini yitirdiği, nötrleştiği, ve hiçbir şeyin aslında başarı olarak sizi tatmin edemeyeceği duygusuna kapılabildiğiniz o garip, ve adını psikolojik olarak tanımlayamayacağım evrede, yakalanabileceğiniz kaçış süreci, yani oyalanma, koleksiyonculuk, arşivcilik, her filmi indirmeliyim, her grubun mp3ü, geçmişteki pul koleksiyonun günümüzdeki yeni türevi, sahip olma güdüsü, evdeki kütüphane, en çok kitap okuyan insan, entelektüel olma girişimi, ve bu bende her türlü uyuşturucuyu denemeliyim şeklinde açığa çıkmıştı, bunu anlattım evdeki üç hatuna da, ve sahte iş görüşmelerimi, üçünden de nefret ettiğimi, çünkü üçününde en yakın arkadaş olarak gördükleri birbirlerini nasıl aldattıklarını, pınar’ın bana yatakta diğer iki hatunu nasıl aşağıladığını, yanlarında güldüğünü, ve diğer ikisininde benimle birlikte olup bunu üçünün de birbirlerinden gizlediklerini, böyle başladı her şey, bir gece, hepimiz amfetamin yüklenmişken çözüldü mesele, iyice boka sarmıştı, ve ertesi gün orayı terk ettim, bir şekilde bin bir türlü yalan dolanla, yeni bir yere yamanabilirdim, fark etmiyordu, herkez birbirini dolandırıyordu zaten, duygusal ya da parasal anlamda, hiçbir farkı yoktu, ve ben sadece daha fazla meskalin için yaşar hale gelmiştim, yeni gözdem buydu, daha fazla halusyunasyon, gerçekte olmayan varlıklar, beynimin yarattığı, zihin oyunları, bunlar daha gerçekçi geliyordu gözüme, nedenini bilmiyorum, ama çevremdeki insanların ürettiği sahte kişilikler yerine, kendi ürettiğim hayalet kişiliklere ve yüksek derecede realitik sanrılara inanmam daha mantıklı gibi geliyordu, en azından daha heycanlı, ve mantıksal duvarların çok ötesinde, gizli bir dünya, ve heotoskopi yaşayıp, o dünyada kendimi bulup, öldürene kadar, bu oyunu sonlandıramayacağımı biliyordum… kendinden nefret etme düşüncesi olarak algılayabilirsiniz, ama bu tam olarak doğru bir kanı değil, bir oyun sadece, başta da dediğim gibi, birkaç kırmızı kart sonrası, hiç bir şeye aldırılmayan, düpedüz bir oyalanma şekli, o yüzden derin psikolojik tanılara gerek yok, ama insanların her şeyi, her hareketi etikelendirme hastalığı yüzünden ortaya çıkan kavramlar sonucu, buna da bir tür tanı konulabilir tabii, belki de koymuşlardır ve tedavi süreci, topluma kazandırılma işlemi, ve işin komik yanı, uyuşturucu maddelerin asıl amacı ruhsal sorunları gidermektedir, yani bir kliniğe yatırıldığınızda sizi tedavi ederken verdikleri şeylerden pek de fazla farkı yoktur kullandıklarınızın, ya da hiç bir şey kullanmayıp sadece salak bir depresyon süreci sonrası reçetenize kazınanların.. bana öyle geliyor ki, büyük bir deliler ordusunun hakimiyetinde yönetiliyoruz, delirmiş bir toplumun hakimiyetinde, ve her birimiz, kendi zihnimizde, sınırsız bir özgürlükte düş kurma, isteme, arzu etme yetisine sahibiz, ve arzularımızı, kesişen paradoksal sınırlarla budayıp, çoğunluğun belirlediği bir normallik tanımı ile normalize oluyoruz, ama gerçek değiliz, normaliz, ve iki yüzlü, hepsi bu… samimiyet artık anormalliğin karşılığı.. buna rağmen hala, ben bir aptal gibi, kodları açık bir işletim sistemi gibi, dolanıyorum boşlukta, bir gerçeğe çarpıp tuzla buz olmayı arzulayan, bir hayalet gibi, bu lanet öyküdeki lanet karakterlerimin yüzüne tükürerek.. içinizden geçiyor gözlerim, xray, siz farkına varmadan, zihnimin alarmı ötüyor, kapıyor iç kapılarını dışardan kitleyip, anahtarını üzerinde bırakarak... eşkâl tutmuyor amirim, aradığımız adam bu değil.. 9 haziran 2008
tuhaf evdeydi. tek başına. sıkılıyordu. her şeyden. içten içe. fena halde. adı can olsun. ya da ali. bir önemi yok. john bile diyebiliriz. ya da ivan. ya da helaine. natsuko. sandra. mario. kız ya da erkek. rus ya da alman. zengin ya da fakir. güzel ya da değil. milyarlarcası içinden bir tanesi, evdeydi, ve tek başınaydı, ve sıkılıyordu, buraya kadar tamam mı? devam ediyorum. anlamadığınız bir yer olursa sorun. yalnızlıktan ya da kalabalıktan ya da kalabalıktaki yalnızlıktan ya da yalnızlığın bu kadar kalabalık oluşundan, diye düşünüyordu, başlangıçta, chatroulet adlı sitede karşılaştığı onlarca insanın, gecenin bir yarısında ya da sabahın köründe, ya da günün ortasında, aynı aptal ekran karşısında başka bir yüzü arayış çabasını. o da arıyordu başka bir yüz. bir karşı cinsinin yüzünü. sesini. dokunuşunu. sarılışını belki, ve hatta olaylar karşısındaki bakış açısını. ama genellikle gördüğü yüzler, ya da resimler, sesler, kelimeler, bir sanal seksin arzusunu çağrıştırıyordu daha çok. istemiyordu bunu. sanal olmayanını bile istemiyordu işin aslı. geneleve gitsene demişlerdi ona, biraz olsun içini açtığı bazı arkadaşları. istemiyordu genelev falan. aradığı şeyin, bir et parçasından öte olduğunu söylemeye çalışıyorken kesiyordu faslı yarıda, anlamayacaklardı. anlamazlardı. anlatamıyor oluşundan değil, kendisinin de anlamıyor oluşundan kendisini. psikologlar da fos çıkmıştı. düşünüyordu. önerilen ya da bulunan herhangi bir çıkış yolu, her zaman için bir varış noktasına ulaşmazdı. ama denediği hiçbir yol, onu kendinden ya da kendisini çevresinden kurtaramamıştı. ve en sonunda, chatroulet adı verilen bir sisteme bağımlı olmuştu resmen, onlarca sik görse de, dönüyor dolaşıyor, konuşabileceği birine denk gelmeye çabalıyordu. yakışıklı olmadığını düşünmeye başlamıştı. ama aksini söylerdi insanlar. tuhaftı sadece. işte. biraz tuhaf. hiç sevgilisi olmamıştı, yaşının otuzu geçmesine rağmen. hiç kimseyle sevişmemişti de. öpüşmemişti bile hatta. bir işi vardı, gidip geliyordu. birkaç arkadaşı vardı, arada görüşüyordu. ve, başta da dediğim gibi, giderek, daha çok sıkılmaya başlamıştı, yaşanan her şeyden. sadece kendisinin yaşadığı, kendi hayatında olup bitenlerden değil, genel olarak dünyanın her yerindeki her şeyden.. sonrasında. kamerasını kapattı ve öyle denemeye başladı şansını. siyah, simsiyah bir boşluk koyarak resim yerine. cinsiyet hanesindeki male kısmını değiştirmedi ama. ve “dur kardeş” dedi biri, erkekti konuşan, belliydi, kimse konuşmazdı onla, geçerlerdi hemen, ama biri dur kardeş demişti, durdu. öyle ki, sigarasını bile kül tablasına bıraktı aniden. “efendim”. “ses geliyor mu?” “hayır” “ya bu mikrofonun ayarlarını yapamadım bir türlü, şimdi?” “hayır” “şimdi?” “klavye sesleri geliyor ama konuş bi” “müzik geliyor mu müzik?” “hayır” “şimdi?” “hayır” “of ya, şimdi?” “komple gitti şimdi” tanımadığı bir herifin, donanım problemini çözmesine yardımcı olmuştu. işe yarar hissetmiyordu ama kendini hâlâ. normal olan bir şeyi yapmıştı o, olması gerekeni ya da, ve insanlar gün içinde, zaten olması gereken, doğal eylemlerin, bazı incelik ve zarifliklerin karşılığında, teşekkür ediyorlardı. anlam veremiyordu o, teşekkürlere, sağollara, olması gereken buydu zaten ona göre, olağanüstü bir şey yapmamıştı, “ben teşekkür ederim” derdi karşılığında, ya da “sen de sağol”. “ben naptım ki” derdi karşı taraf. “ben de bir deveye hendek atlatmış sayılmam” der geçerdi. tevazu değildi bu. ya da kibar olma kaygısı. ve hemen hemen her şey, hatta tüm insanlık tarihi, ona göre, fazlasıyla olağandışıydı, olağanüstü değil, dışı. savaşlar, paranın icadı, hatta köpekleri evcilleştirmek bile. fazlasıyla tuhaftı. ona göre her şey, ve herkese göre o. tuhaf. tuhaf sözcüğüne bakmıştı, sözlükten, acayip yazıyordu karşılığında, acayibin anlamına baktı, “sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı, garip, tuhaf, yadırganan, yabansı”. düşündü üzerinde, ve bir
siktir çekti kendi kendine, sağduyumu? işyerinde, dün gece chatroulet sitesinde tanımadığı bir insanın, üstelik bir erkeğin, mikrofon sorununu çözmesine yardımcı olduğu ve karşılığında sadece bir teşekkür kazandığını anlatsa, anlatabilse sadece, yani deney amaçlı anlatsa, kendini sorgulamasına yol açan başka eylemlerini anlattığı gibi, “salak mısın oğlum sen” derlerdi, “sana ne el alemden”. herkesin acelesi vardı. ışık hızını geçmiştik ve bunun farkına varmamıştık henüz. televizyonda kanallar arasında, internette sekmeler arasında, gazetede sayfalar arasında, hatta kent içinde ordan oraya, ışık hızında dolaşıyorduk, yüzleri görmeden ve hikayeleri bilmeden kat ediyorduk senelik saniyeleri.. seneler ne çabuk geçiyor dememiz de bu yüzdendi.. gerçek anlamda hiçbir şeyi tam olarak okumuyor, izlemiyor ve dinlemiyorduk. çünkü aslında biz de bir şeyler yapıyorduk, bir blogumuz vardı, ya da bir müzik grubumuz ya da yeni aldığımız ayakkabımız, ve görmek yerine göstermek üzerine biçimlendirilmişti algı dünyamız. gözlerimiz fotoğraf makinesi ile, dokunma duyumuz da paylaş butonu ile takas ettirilmişti. ve teşekkür etti o da, o gece, mikrofonun testini yapmasına yardımcı olduğu adama, ve başka birine geçti. dolaştı dolaştı dolaştı. tüm dünyayı geziyormuş gibi hissediyordu bu esnada, chatroulette sayesinde, fransa, japonya, iran, rusya, bangladeş, brezilya. değişik evlerin odalarına konuk oluyor, ama asla çok uzun kalamıyordu. bir başka gün. selam dedi biri, onun türkiye’den olduğunu görünce olmalı. ama amerika yazıyordu adamın hanesinde. ve fotoğrafta ise, 50 yaşlarında bir kadının, yarı çıplak fotoğrafı duruyordu. selam dedi o da. ve sordu hemen, “m / f”. erkekti selam veren, biliyordu bunu, adı gibi emindi, ama sormuştu gene. ve “f” dedi karşı taraf. sordu can, ya da ali, ya da ivan. sordu. fotoğraftaki kim. “annem” dedi karşı taraf. “napıyorsun?” “hiç” dedi “konuşçak birini arıyorum. sen?” “burdaki herkes konuşçak birini arıyor zaten” dedi herif, ya da 50 yaşlarındaki kadın. “ben öyle düşünmüyorum” dedi “nasıl düşünüyorsun?” “buradaki çoğunluğun derdi başka, senin resmin var mı?” değişti görüntü. sonra gene değişti. sonra tekrar. o günde bulamadı, aradığını. ne arıyordu? bunu sordu gene. ne arıyorum ben burada diye sordu. otobüslerde ne arıyorum. barlarda. durdu tekrar. internetten başka bir siteye girdi. bir porno sitesiydi bu. sitenin pornstars sekmesine tıklayıp yüzlere baktı. 2344 tane yüz. baktı hepsine tek tek. sadece yüzlere. resimlere tıklayıp, bedenlere yönelme ihtiyacı hissetmeden. insan yüzleri. kadın olan insanların yüzleri. pornstarların yüzleri. zaman zaman yapıyordu bunu. yüzlere bakıyor ve düşünüyordu. porno da izliyordu sık sık. ama o zamanlarda da, sadece hatunların yüzlerine bakıyor, ve sahnedeki diğer kısımları ileri sarıyordu. yüzler. saç. burun. dudak. gözler. gözlerin arkasında olası bir anlam. ya da anlamsızlık. acı belki. ya da zevk. herhangi olası bir şey. ve porno olmayan bir filmde ki oyuncuların yüzlerine bakarak başlamıştı bu işe de. ama tatmin etmemişti onu bu filmler, porno daha gerçekti. en azından, konular absürt bile olsa, bir sevişme sahnesi, daha realist geliyordu ona, bir dramatik senaryoya göre. ve bir kez bile elini aletine atıp sıvazlamamıştı, yıllardır üstelik. rüyalar dışında, boşalmamıştı bile. ergenlik dönemlerinden sonra. belki çok sonra da olabilir. ama yıllardır olduğunu biliyordu. unutmuştu çünkü en son ne zaman mastürbasyon yaptığını. en son ne zaman ağladığını. en son ne zaman güldüğünü. çok fazla ağlıyordu bir zamanlar. yastığa sarılır ve ağlardı. yastığa sarılır ve uyurdu sonra. yirmili yaşların başında belki. sonra kesmişti ağlamayı. hâlâ yastığa sarılarak uyuyor olsa da, ağlamayı kesmişti ve yastık da artık sarınılan bir hayali bedenden, yastık olma hüviyetine dönmüştü tekrar, zihinsel imgeleminde. uyudu. uyandı ve işe gitti ve iş yerinde bir çok sıkıcı gevezeliğe kulak misafiri olup, arkadaşlarının alaylarına katlandıktan sonra, onu anladığını düşündüğü birkaç insandan biriyle buluştu. aradı, abi görüşelim mi dedi, görüştüler. anlattı son zamanlarda akşamları evde n’aptığını. “senin sıkı bir düzüşe ihtiyacın var” dedi arkadaşı, “bir kez bir delikten içeri girip, ardından çıkacağın harikalar diyarında, tüm bu saplantılarından kurtulacaksın. seni anlıyorum ama düşünüş tarzın doğal değil” dedi. “anlamıyorsun” dedi ona
“anlamayan sensin. otuz iki yaşındasın. seni tanıdım tanıyalı aynı terane. bir kez de farklı bir yol dene. normal olmaya çalış” “normal olan benim” dedi öfkeyle can, ve sonra tekrar, aniden durup, sakince, “ya da değilim” dedi, “bilmiyorum abi, kötü hissediyorum, kötü hissetmiyorum hatta biliyor musun, yani kötü bile değil abi, tuhaf.” yine aynı sözcük diye düşündü o an, içinden. “yarın git bi hatunla düzüş, paran yoksa vereyim” “kalkalım abi” dedi, “yarın iş var.” işe gitmedi. bunun yerine geneleve gitti. hem de sabahın dokuzunda. bir saat gezdi orada. olmadı. çıktı dışarı. öğlene doğru tekrar gitti. gezdi gezdi gezdi. ta ki güneş batma eğilimi içine girene dek. sonra, sürekli olarak onu ısrarla çağıran hatuna yaklaştı. “ne çok gezdin sen ya” dedi kadın “hıhım, ne kadar” diye sordu titrek bir sesle. “15” dedi hatun, “muameleli 50.” elli milyon verdi kadına ve merdivenleri çıktı. soyundu. yatağa oturdu. bekledi. hatun geldi. bak dedi ona hatun, “bi elli kağıt daha verirsen bir saat yaparız.” bi elli kağıt daha uzattı. kadın yaklaşıp ağzına aldı. bakıyordu öylece. gene duruyordu aslında. ruhen durmuş durumdaydı. sertleşti ama yine de. gel bakalım dedi hatun ve yatağa uzandı. üzerine çıktı onun. içine girdi. ve gidip gelmeye başladı. gidip geldi. gidip geldi. gidip geldi. belki on dakika. “olmuyor” dedi. “neden” dedi hatun. “duygu arıyorum ben” dedi, yine titrek bir sesle. “duygu olmadan yapamıyorum” hatun bir kahkaha atarak üzerinden attı onu ve kapıyı açıp çıkarken, holden geçen başka bir hatun noldu diye sorunca, duygu arıyormuş beyefendi dedi, ikisi de gülerek kayboldular. her şey kaybolmuştu aslında. her şey silinmişti. oda. yatak. askıda duran giysileri. elleri. çükü. ayak parmakları. durdu öylece yine. bir beş dakika sonra kalkıp giyindi ve kapıdan çıkarken, epey yaşlı olan bir başka kadın da, “öyle şeyler bulamazsın oğlum burada” dedi, sesinde şefkat vardı kadının, hissetti bunu, ya da öyle zannetti, bir şey demedi ama, utanıyordu, fazlasıyla utanıyordu, boşalamadığı için değil, daha çok onlarca herifin de orada o sebeple geziyor olmasına rağmen yaptığı şey yüzünden. başı önde hızlı adımlarla uzaklaşarak genelevin karşısındaki camiye girdi. namaz kılmaya değil, işemeye. iki altılık bira alıp eve geldi. açtı ilkini. nerdeyse fondip yaparcasına dikti. bir sigara yakıp ikincisine başlarken, bilgisayarın karşısında buldu gene kendini. kütüphanesine dekor için değil de, gerçekten okumak istediği için aldığı onlarca kitap, aylardır o rafta, yeri bile değişmeden duruyordu. baktı onlara şöyle bir. ‘canım hiçbir şey istemiyor’ dedi kendi kendine. sonra, ‘canım neden hiçbir şey istemiyor’ dedi. sonra ‘ben neden böyleyim’ dedi. sonra ‘ben nasılım’ dedi. sonra gene ağzından o tuhaf sözcük çıktı: tuhaf. tuhaf sözcüğü de kendisi kadar tuhaf gelmişti ona ilk duyduğunda. ilkokul bahçesinde duymuştu ilk kez o sözcüğü, daha öncesinde bile duymuş olabilirdi hatta, evet evet daha önce duymuştu, amcaları bayram ziyaretine geldiğinde, sonra okulda, bütün arkadaşları birbirlerine çüklerini gösterirken o göstermediği için tuhaftı. okulda tuvalete asla girmezdi, tuvalete girmekten utanıyordu o yıllarda, sonra aşmıştı bu çekingenliğini, zaman içinde bir çok çekingenliğini aşmıştı hatta, o kadar ki, bir çok olayda net olarak tavrını ortaya koyabilecek bir cesarete erişmişti. bir dönem için geçerliydi bu. sonra bu tavırları tuhaf sözcüğü ile karşılaşınca, duraksamıştı. hemen olmasa da, yavaş yavaş. gazı biten bir arabanın, hızdan düşüşü gibi belki. ya da motoru iflas eden bir uçağın irtifa kaybedişi gibi.. bilgisayarı açtı. malum siteye girdi. kamerasını da açtı. ve başladı beklemeye. onda duracak ve onunla konuşacak bir yüz denk gelene kadar, bekledi. hiç değiştirmiyordu o, next tuşuna hiç basmıyordu, eli sikinde bir adam da görse, ya da bir eşcinsel, hiç next tuşuna basıp es geçmiyordu, ama gayler bile beş saniyeden fazla kalmıyordu ekranda. bir hatun geldi sonra. en azından resimde hatun vardı. ve kamerası kapalıydı. fransadan. “sonunda bir türke rastladım” dedi, “noel baba kılığında tiplerden yıldım”. “onu ayarlayabiliyorsun” dedi can. “nasıl neyi” dedi hatun. “seçenekler hanesinden” dedi, “aramada belli ülkeleri tercih edebiliyorsun.” “nasıl yapcam” dedi hatun, ya da hatun resimli adam. her neyse. anlattı ona nasıl yapacağını. “sağol ya” dedi, “iyiymiş.”
sonra resim çizmeye başladı ekrana can. buna başlamıştı son zamanlarda, konuşmak yerine ekrana mouse ile resim çizmeye. gerçi herkes beş saniyede onu pas geçtiği için resimde yapamıyordu. bir yüz çizdi, karikatürize bir figür. karşı taraf çizdiği figüre bir sigara yaptı ve “sigarasız olmaz” diye yazdı. güldü buna. gülümsedi. konuşmaya başladılar sonra. bir on dakika kadar konuştular. fransa. türkiye. okul. iş. orda durumlar. burda durumlar. falan filan. havadan sudan sebeplerle birbirini tanıma çabaları. ardından, kız, “ya orası soğuk mu” dedi. “pek değil” dedi can ama montla oturuyordu odada, çünkü sobayı yakmayı akıl edebilecek, hatta üstünü değiştirmeyi hatırlayabilecek bir gün geçirmemişti. “çıkarsana montunu” dedi. çıkardı can. “kazağını da çıkarsana” dedi hatun. çıkardı. “resimdeki sen misin” diye sordu bu arada can. “evet ya istanbuldayken arkadaşlarımla. ortadaki benim” dedi. üç hatun resmi vardı çünkü profilde. doğru ya da yalan. inandı. bir sıcaklık hissetmişti, on dakikalık konuşmadan. yakınlık. atleti ile duruyordu. karşı tarafın ne yaptığını, ya da gerçekten resimdeki kişi ile konuşup konuşmadığını bilmeden, kelimelerden bir duygu dünyası inşa ederek kendi zihninde.. sonra fotoğraf değişti. bir barda, biraz daha yakından çekilmiş, bir fotoğraf. biraz daha inancı sağlamlaştı böylece. “bir şey diyeceğim” dedi hatun. adı arzu olsun. paso hatun demekten sıkıldım. aslında her şeyden sıkıldım. tüm bu ebegümecinden. hayali olaylar inşa edip, gerçekte olan bitenin sıkıntısını bertaraf etmekten de sıkıldım. yazmaktan yani. bu saf karakteri betimlemekten. o saf karakteri aslında öldürmek isteyip, bir türlü intihar etmesine neden olacak bir sebep bulamadığım için, lafı eveleyip gevelemekten de sıkıldım. evdeyim. tek başımayım. sıkılıyorum. her şeyden. içten içe. fena halde. adım girdap olsun. ya da zack. ya da esçûmento. ya da kukuleta. bi önemi yok. heteroseksüel ya da homoseksüel. izmir ya da istanbul ya da mardin. işçi ya da patron. yakışıklı ya da değil. milyarlarcası içinden bitanesi, evdeydim, ve tek başınayım. ve sıkılıyorum.. buraya kadar tamam mı? anlamadığınız bir yer olursa sorun demiştim. “atletini de çıkar diyicem ama banlanırsın” dedim cana. gülüyordum bu arada. ama o beni görmüyordu. hatundum ben onun gözünde. arzuydu adım. fransada yaşıyordum. üniversite okuyordum burada. üç beş fotoğrafta koymuştum. ve konuştum onunla. belki yedi saat sürdü muhabbetimiz. anlattı da anlattı. hemen hemen her şeyi, tüm çıplaklığıyla. benim ona atletini de çıkar deyişimden sonra, ve üstü çıplak vaziyette titrer bir halde yazmaya başladıktan sonra, ve anlattıkça, anlattıkça, anlattıkça, yarı ağlamaklı bir halde, ve daha ilk saat aslında arzu değil de, denyo olduğumu ona söyledikten sonra bile, samimiyetini kaybetmeden, sürdürdü muhabbetti. ve gey değildim. ve hatun da aramıyordum onun gibi. hiçbir şey aramıyordum. evdeydim. tek başımaydım. canım sıkılıyordu. ve o yalnız insanların odalarına konuk olup, birkaç kare yakalamak, farklı zihinsel fotoğraflar çekmeme neden oluyordu. sosyolog değildim. psikolog değildim. yazar olarak görülmüyordum. ama yine de, hemen hemen hiçbir şey olarak, hemen hemen her şeyi çözdüğüme olan inancımın bana verdiği yasama yürütme ve yargı hakkı sayesinde, insanların hayatlarına müdahale ediyordum. bir kağıt parçası, siyah beyaz bir kağıt parçasının, hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmasa da, bazı renk körlerinin, kendi hastalıklarına teşhis koymalarına, yardımcı olurdu belki. kalabalık içindeki yalnızlık değildi bu, inanmıyordum öyle safsatalara. yalnızlık zaten çok kalabalık bir şeydi. ve yalnızlığımızı bu kadar kalabalıklaştırmasına rağmen, bunu kanıksamamıza fırsat tanımayan bir çağa doğmuştuk.. herkes her yerdeydi. herkes herkesleydi. bilinilebilme kaygımız, tanrının kendini bildirme arzusuna baskın çıkmıştı. herkes ayaklı kur’an konumunda yaşıyordu. ve can’a tam olarak ne yapması gerektiğini anlattım. tane tane. incelikli bir şekilde, ikna ettim onu. ipi alıp tavana astı. kamerayı doğru açıya getirdi. bu arada, konuşmanın bir noktasından sonrasını kayda almaya başlamıştım. önce bir duş alacağım dedi bana. arınmak istediğini söyledi. tamam deyip bekledim ve beklerken birkaç porno yıldızının yüzüne baktım. son zamanlarda angelina valentine’ni anlamaya çalışıyordum, o sesine kattığı gizemli hava ile beraber, yüz ifadesindeki hırçınlık, bana aletimle ilgili değil daha çok üzerinde çalıştığım başka bir meseleyle ilgili çağrışımlar yapıyordu. ve ali geldi. kurulanmıştı. giyinmişti. ipi kontrol etti. yayını canlı olarak halka açmıştım. henüz ne server tarafından banlanmış ne de ilgili mecraları uyandırmıştık. çıktı sandalyeye. boynunu uzattı. onun için her şey kararmıştı. bunun farkındaydım. pisipisine ölücekti. söylediğim on yedi santimetre uzunluğundaki cümlem, onu ikna etmişti. ölücekti ve ölümü hiçbir işe yaramayacaktı. hayatta kalması da onun adına hiçbir işe yaramayacaktı. çünkü iş kavramı, kâr kavramı ile eşlenik bir
düzeyde kodlanmıştı. “para kazandırıyor mu?”. hobi olarak arada ölü taklidi yapıyorum. hobi olarak yaptığım şeyin adı fanzin. öyle zannediliyor. oysa, toplumca öyle zannettiğimiz şeylerin öncü sanrılarını oluşturan zanlıları sanık olarak tahta çıkarmaktan başka bir şey yapmıyoruz, yaşam hakkımız konusunda bile vekalet vererek üstelik. intihar etmek yasak. savaşta ölmek şeref. polisler gelmedi. izledim. durmasını söyledim sonra. sandalyeye vuracakken, bağırdım mikrofondan. durdu. ekrana baktı. biraz duralım dedim. biraz durduk. sessizlik. canlı yayınım, kısa sürede, çok yüksek bir izleyici sayısına ulaşmıştı. bekliyordum. can ne söylesem yapacak durumdaydı. yalnızdı. herkes yalnızdı. yalnız olduğunu söylüyordu herkes. koca koca puntolarla yalnızım diye bağırıyordu herkes. şarkılar yalnızlık üzerineydi. filmlerin ana konularından biri yalnızlıktı. tanrı bile, pastadan büyük bir pay kapmak istercesine, yalnızlığı kendisine mahsus bir alan olarak tahsis etmeye çalışmıştı. yalnızlık mahsustu. masusçuktandı. çok kabalıktık, fazla çok kalabalık. can’ın ölmesi nüfusu dengelemezdi. o kadar yalnızdık ki, cep telefonumuzu işyerinde unutursak, servisten yarı yolda iner, işyerine geri dönerdik. can dönmezdi. duruyordu öyle. hayatının sonuna kadar orada öylece, ip boynunda, durabilirdi. çünkü onunla konuşan tek kişi, erkek bile olsa, ona dur demişti. sevgiye olan açlığımız, nefretimizi de bilemişti. kapitalist algı düzeyi, duygu dünyamızı da kâr/zarar dengesinde şekillendirmemize neden olmuştu, ve yıldızlara bakan filozoflardan, bizi kaç kişinin gördüğüne bakan yıldızlar olmaya doğru, evrildik.. bu arada, can öldü.. next’e basabilirsiniz. 24aralık12 jilet ve hap 3 kişinin horladığı bir odadayım.. karşımdaki duvar saatinin akrebi 3’ün üzerindeyken, yelkovanının 12’ye tırmandığı bir sırada, ‘roads’, ‘boş çay bardağı’, ‘antiem’, ‘böcekler’ ve ‘horlama anne-ler’ eşliğinde, hiç bi bok yemeden pinekliyorum.. tek bir şarkı.. saatlerdir dönüp duran tek bir şarkı.. günlerdir dönüp duran tek bir şarkı.. aylardır dönüp duran tek bir… uyuyor, uyanıyor, garip düşler görüyorum.. garip olan, düşlerin uyandığımda da devam etmesi.. gerçeklik duygumu tamamıyle yitirdim.. ‘sanmak’la meşgulüm.. emin değilim ama, (artık hiçbir şeyden emin olamıyorum zaten) sanrı ile sanmak kelimeleri arasında bir bağlantı olmalı.. her şeyi sanmaya başladığınız anda, sanrı görmeye de başlarsınız! şarkı başlıyor.. şarkı bitiyor.. tekrar başlayıp tekrar bitiyor.. sonra tekrar başlayıp tekrar bitiyor.. ölümsüzlük? başlıyor.. ve beş dakika beş saniye sonunda tekrar bitiyor.. yeniden başlayacağından emin olsaydınız eğer, bir son verir miydiniz hayatınıza? başka bir bedende, başka bir zamanda.. ya da aynı bedende, aynı zamanda.. ne fark eder ki? önemli olan, anıların yok edilebilmesi.. geçmişimin bir kertenkele kuyruğuna benzemesini isterdim.. bana sıkıntı verdiği anda onu düşürür ve yeni bir tanesi çıkana kadar, ‘hatırlamıyorum’ kelimesi ile idare ederdim.. şarkı tekrar başlıyor.. ve şarkıda neden bahsedildiğini ya da neden bahsedilebileceğini bilmiyorum.. çünkü o dili bilmiyorum.. ve öğrenmek de istemiyorum.. çünkü büyünün bozulmasından korkuyorum.. sadece dinliyorum.. ve sadece düşünüyorum.. bozuk bir vcd’ye benzediğimi düşünüyorum.. güzel bir film.. en azından güzel başlayan bir film.. ilerliyor.. ilerliyor.. ilerliyor.. sorun yok.. normal akışında her şey.. nefes alıp veren ve hareket edebilen bir canlı.. ve zaman geçtikçe, yani devam ettikçe dönmeye, vcd çiziliyor.. ama daha filmin başı, anlaşılabilir olmak için erken bir zaman.. kimse kaptırıp koyvermemiş yani.. yavaş ilerleyen ve henüz hiçbir şeyin açığa çıkmadığı bir senaryo.. (başrolde olduğumu zannediyorum) tanrı bile merak içinde.. tanrı bir klozetin içinde bence.. ve şifonu çekmemizi bekliyor.. kıyameti koparmaktan vazgeçtiğini söylemişti bana, havada asılı kaldığım zamanların birinde.. “kıyamet kopmayacak” dedi “siz zavallı yaratıklar, zamanın sonsuz döngüsüne hapsedildiniz” artık gücüm kalmadı.. boşlukta kanat çırpabilecek kadar gücüm yok.. bu nedenle de fazla yükselmiyorum zaten.. alçak uçuyor - hey hey bi saniye, kanat çırpamayacak kadar güçsüz olduğumu söyledim size.. daha ne uçmasından bahsediyorsunuz ki? sadece
düşüyorum, hepsi bu.. yani yukardayım ama uçmuyorum.. enerjimin olduğu zamanlarda aldığım avansı harcıyorum sadece; düşüyorum! anlıyorsunuz ya? azalmak istiyorum.. hatta yok olmak.. yok bile, olmamak.. hiçbir şey olmak.. hiçbir şey bile olmamak.. sadece olmamak. hepsi bu, ‘olmamak’ işte başlıyor.. büyük hava boşluğu, düşüsün hızlandırılışı karşısında son kanat çırpış.. boğaz kuruluğu.. ve ardından hızlı bir şekilde fethediliş.. şakak, çene, boyun, diz ve dirsekler, göz kapakları, göğüsler.. yavaşlayan nefes alışverişi.. uyuşmak, daha çok uyuşmak, sonsuza kadar uyuşmak… eğer uçamayacak kadar güçsüzseniz ve düşemiyorsanız da yere, (ya da zemini bulamıyorsanız) o zaman kendi hava boşluğunuzu yaratmanız gerekir.. bu daha çok, tedavi edemeyeceğin ve acısını her an hissettiğin bir hastalığı, daha ağır ve daha çok hissedilebilir, ancak tedavi edilebilir bir hastalık yardımı ile süspansiyon etmeye benzer.. aşk yarasını jiletle kazımak, içinden imdat diye bağırmaktır! öldürücü olmayan derin kesikler.. öldürücü olmayan noktalara çizilen doğru parçaları.. kan! ve acı.. hayatta kalabilmek, için son kanat çırpış! eğer yaşayamıyor ve aynı zamanda da ölemiyorsanız, o halde bakkaldan bir jilet alırsınız.. süspansiyon için! şefkat gösterisinin ne yeri ne zamanı diyen ya da sizin jileti ne için kullanacağınızı anlayamayacak kadar kör olan bir bakkal size jileti satar.. çünkü insanın gözleri ölür ilk önce ve bir gözün ölmüş olduğu ilk bakışta anlaşılır.. buna rağmen jileti alabildiyseniz, bu, bakkalın size şefkat göstermeyi ret ettiği anlamına gelir.. o halde ölmüş olan gözlerinizi de yanınıza alarak bakkaldan çıkarsınız.. eve gider ve yatağınıza oturarak bileğinizin üzerinde öldürücü olmayan derin bir çizik açarsınız.. acıya karşı acı! yeterince derine inerseniz, bu, doz aşımı demektir.. sızı ve sızan kan eşliğinde gözler kapanır ve bilinç o noktaya doğru yönelir.. sol el bileğinizin kölesi oluverirsiniz.. etki uzun sürer.. oldukça uzun.. bazen bir gün bazense bir hafta.. bu süre sizin bünyenizle ilgilidir.. ve bu acı, sizin geçmeyen diğer acınızı (manevi bir acıdır bu) bir çırpıda ödünç alarak, sizin, kendisini düşünmenizi sağlar.. jilet bir tür uyuşturucudur! ve müebbet hapse mahkûm edildi iseniz, dışarı çıkmanın tek yolu, derin kazmaktır. gerçek acı, insanda müebbet mahkûmudur. vücudunuza açacağınız bir tünelin sizi özgür kılacağını zannederek jiletsel doz aşımını gerçekleştirirsiniz.. dünyanın en az kullanılan uyuşturucusu jilettir.. jilet çoğunlukla tek kullanımlık alınır ve o zaman adına uyuşturucu denemez.. dünyanın en az kullanılan uyuşturucusu jilettir. hiçbir acı sonsuza kadar sürmez lafı bir safsatadır.. gerçek acı sonsuza dek sürendir! ölümcül acı! bazen iyileşiyor gibi yapar ama asla iyileşmez.. dışarı çıkıp top oynamanıza izin verir bazen, parklarda koşmanıza aldırmaz bir süre, sonra aniden indirir sağanak, kimse görmez.. sırılsıklamsınızdır ve kimse görmez.. doğruca eve koşar, odanıza girer ve kapıyı kapatırsınız.. saatlerce, günlerce, hatta haftalarca dışarı çıkamazsınız.. alkol ve jilet ile beslenirsiniz.. ya da alkol, su ve hap ile.. ve bir gün aniden, bir tünel kazılır bedeninizde; ruhunuz hapisten kaçar.. o’nu bulduğumda, işte bu haldeydi.. tüneli açmaya hazır bir beden ve dışarı kaçmaya hazır bir ruh.. dışarı diyorum, çünkü bazen içeri de kaçılır.. jilet ve boş bira şişeleri.. ölü gözler.. ve şefkat isteyen gözler.. kan lekeleri bulunan bir çarşafın üzerinde bağdaş kurmuş, bir şeyler okuyordu.. hayatta kalmaya çalıştığını anlamak uzun sürmedi.. ve jilet yerine şefkat sattım.. oysa asıl jilet bendim, kalbi delik deşik edecek bir jilet.. kalbi delik deşik etmiş ve yarım kalan işini tamamlamak için geri dönmüş bir jilet… yeterince uzun süre ot kullandı iseniz, 1 senelik tütün sonrası, ota sımsıkı sarılırsınız.. o sizin tek kurtarıcınızdır. secdeye yatıp af dilenmekten başka seçeneğiniz yoktur. o da öyle yaptı, büyük kurtarıcısına…
ama dur bi saniye.. buraya nasıl geldik? bir müptelanın gücünü asla hafife almayın.. biliyorum, bakışlarım asla bir noktaya konsantre olamıyor.. düşüncelerim kesik çizgilere benziyor; biri uzun biri kısa olan ama asla birleşmeyen çizgiler.. ama gene de anlatacak bir hikayem var benim.. bazen virajı alamayıp duvara toslayacağımız, bazen geri vitese takacağımız, hatta sayfalarca tek bir noktaya bakıp kalacağımız bir hikayem.. ama asla, bir müptelanın gücünü hafife almayın… 27.temmuz.2004 deneme 1-2 1. “32 yaşında, kadın, bankacı, maddi durumu iyi, sevgilisi aldatıyo bunu, kavga etmişler, bankta oturuyo, öğlen arası” evet.. burada bir haksızlık var.. size de öyle gelmiyor mu? neden mi bahsediyorum? bakın şimdi, sevgilimle bir iddiaya girdik, bir betimleme yapacaktık, bir karakteri betimlicektik, ama karaktere odaklanamıyorum.. bi defa karakteri neden o seçiyor? bir ikincisi, 3. tekil yazamayan biriyim ben, bunu bilmiyor mu? neden kadın bir karakteri betimliyoruz? evet evet, feminist damarlar.. aklı sıra beni, kendi ağzımdan bir kadını betimlemek zorunda bırakarak intikamını alacak… ama hiç önemli değil.. o düşünsün dursun.. ben başarabilirim. evet yapabilirim… başlıyoruz.. hazırmısınız? 2. bi saniye. bi saniye.. yanlış fon. evet yanlış fon. babes in toyland’ı seçmeliydim.. kadın. 32 yaşında. aldatılmış.. öfkeli.. intikam planları yapmakta. bunu en iyi kat’in sesi iter beynime.. evet. pekala.. her şey hazır mı.. ah. sigara. sigara olmalı. evet kadının ağzında sigara var.. pekala. zorla. zorla. girdap ve kadın göz göze geliyor. ha siktir. kendini çıkar öyküden.. kadını anlatıyorsun kendini değil.. aptal… her şeyin içine etme.. kendini sıfırla ve kadına odaklanan.. kat.. evet.. kat ve kadın… bu da olmadı. öyküyü başa sar. çekim iki sahne beş.. motor. 3. 32 yaşında.. ve aldatılmış.. düşünüp duruyor. elinde sigara. hiçbir şey umurunda değil.. önünden bir sürü herif geçiyor.. koşu yolu burası.. sahilden bir sürü genç yakışıklı sportmen herif geçiyor. atlet şort. çok seksi görünüyorlar. ama görmüyor.. kadına odaklanmış. kendi yerine tercih edilen kadına. kıskançlık krizi.. canı sıkkın.. öfke. hırs. eziklik hissi. yalnızlık hissi. kendini değersiz hissetme hissi. (eleştirmenlerim buraya takılıp başıma atmak için taş aramaya gidebilir, sadık okuyucularım parantez içlerini es geçsin bundan sonra) ne diyorduk. pekala.. başa sar.. çekim iki sahne altı.. 4. 32 yaşında. ve aldatılmış.. düşünüp duruyor.. bir sürü erkek geçiyor önünden. ama can sıkıntısı seksi aklına getirmiyor.. iş kıyafetini o gün değiştirmeyi unutmuş bankadan çıkarken. bir etek, gömlek, güzel bir makyaj, parfüm, ve hesap makinesi… hesap makinesi? bir saniye burada düşünmem lazım. bankada elinin altında bilgisayar var. hesap makinesi mazide kaldı. hah, hatırladım eksik ruhu: ben her öyküme, zaman ve mekan tasviri ile başlarım. stop. çekip iki sahne yedi.. 5. 2005 yılı.. şehir ve bölge bilinmiyor. bir sahil. bankta oturan genç güzel ve aldatılmış bir kadın. bankta oturuyor.. burası aynı zamanda önünden koşu parkurunun geçtiği bir bölge. ama kadın görmüyor o genç yakışıklı seksi erkekleri. kadın aldatılmış. ezik. değersiz. aslında öyle değil, hiçbir insan, gerçekte, ezik ve değersiz değildir. sadece öyle hissederler… pekala pekala.. elinde simit olsun. evet. simidini yiyen bir kadın, aklından kocasına ilk aşık olduğu gün geçiyor.. ve şimdiki zaman. aldatılmak nedir? aldatma fili. kökeni. lanet olsun, yazı yazarken ihtiyacım olan bilgileri yazıyı kesip araştıramam. şimdi
sırası değil. (“daha çok kitap okumalısın girdap, romanları siktir et, araştırma oku, teknik bilgileri kavra”) kadın kendi kendine konuşmaya başlar…. “aslında, düşünüyorum da, beni kızdıran ney acaba? o şırfıntıyı gördüm. onu kocamla öpüşürken gördüm. kocam onun üzerindeyken onları gördüm. kocam boşalırken, “bu hayatımda yaşadığım en iyi şey” derken onları izliyordum. evet.. ama beni kızdıran ney.. düşün lanet olası… daha önce de kocan başkalarını düzdü. senden önce. senden yıllar önce de düzdü o başkalarını. onlar neden seni bu kadar yaralamadı. şimdi sorun ne. aslında, yani bana göre, o kadınla kocamı beraber gördüğümde, hiç bişi hissetmedim. ama kocamı aradım.. ve telefonu kapattı. denemek istedim. ve telefonu açıp, “aşkım çok meşgulüm, toplantım bitince seni arıcam” deseydi, bu kadar kızmazdım.. bana dönüp, “çok meşgulüm, toplantım bitince seni arıcam” dedi.. lanet olsun.. lanet olsun.. sonra o kadına dönüp, ben bir hiçmişim gibi, askerlik arkadaşının onu yemeğe davet ettiğini söyledi. lanet olsun. beni aldatmıyor. kadını aldatıyor.. beni kadın öğrenirse kadını kaybedebilir. bu yüzden beni de aldatıyor. kendini de aldatıyor. lanet olsun” 4 kasım 2007 asimetrik kişilik bozukluğu 2: bir aşk hikâyesi telefon çaldı.. arayan henry'ydi.. "alo, bab, naber, nasıl gidiyor hayatın" henry herkese bab derdi, kadınlara bile.. nedeni bu olabilirdi belki de, kadınlar bu yüzden ona vermiyor olabilirdi, bir kadın değildim, bilemezdim bunu, ama kendimle kıyaslayınca anlayabiliyordum onu, yakışıklı biriydi henry, temiz giyinir ve her gün tıraş ederdi kendini, bir kadın olsaydı eğer, bana nasıl hitap ettiğine aldırmaz, sorgusuz sualsiz düzerdim onu.. ama kadınları anlamak zordu gerçekten, anlamak da gerekmiyordu zaten, 'hı hı' der geçiştirirdiniz ve bir gün aniden patlardı gerçek, eğer devletin onayladığı bir aşk ise sizinkisi, zokayı yutardınız, bu yüzden kötüydü devlet, sizin kiminle iş tuttuğunuzu bile zapturapt altına almaya çalışırdı.. neyse, telefonda çok beklettik henry'yi.. "bir değişiklik yok henry" dedim.. "ya sende?" "bende de yok bab" diye karşılık verdi henry.. ikimizin de hayatında değişiklik yoktu ama farklı bir durağanlıkta ilerliyordu hayatımız; ben kayıyordum, o ise izliyordu.. ikisi de aynıydı, hemen hemen.. sonuçta boşalabiliyordunuz, yarıklı da yarıksız da değişmiyordu sonuç; iki şak şak ve bir pat.. "artık dayanamayacağım" dedi henry bana, "şimdi sapıkları daha iyi anlıyorum" "saçmalama" dedim ona "sen nasıl yapıyorsun peki" "ben yapmıyorum" dedim "bir erkek asla yapmaz, yapan kadındır, iplerimiz onların elinde.." "bana da öğretir misin?" dedi henry, öğretilecek bir şey yoktu, seçilmeyi beklemeyi bilmeliydi henry, bir piyangoydu seks, şans işiydi - genel evleri saymazsak.. devlet her şeyi berbat ettiği gibi, üstüne bir de sekse el atmıştı.. genelevler yasal olarak tecavüz etme yerleriydi.. kimse anlamıyordu bunu.. para yolu ile ya da fiziksel yolla, sonuç aynıydı, zor kullanıyordunuz.. "akşam bir bara gitmeye ne dersin henry? senin için bir sürprizim var, şimdi aklıma geldi" "tamam, akşam sekizde seni alırım" telefonu kapattı henry ve beklemeyi sürdürdü.. bu aralar bir televizyon kanalının saat başı haberlerinin fanatiği olmuştum, her saat başı boşaltabiliyordu beni sunucu, "son aldığımız bir habere göre, meclis zinayla ilgili yasa tasarısını…" pat.. sonra uyurdum, bir saat sonra uyanır ve televizyonu açardım, "…347 evet ile onayladı, artık zina suç kapsamına…" pat.. uyur uyanır ve haberleri izlerdim.. telefon çaldı, arayan henry'ydi.. "alo" "alo bab"
"henry?" "olacak mı?" "ne olacak mı?" "bu akşam" "çok sabırsızsın henry, beklemeyi bilmelisin.." saat 7 oldu.. her gün saat yedide markete giderdim ve 2 paket altılık bira alır, oradan çıkar, parkın oradaki korsan sidiciden bir film kiralardım.. filmin hangisi olduğuna bakmazdım bile, herifin göz zevkine güveniyordum, sonra eve gelir ve filmi izlerken bir altılığın yarısını tüketirdim.. saat sekiz buçuk olunca biterdi film, tüm pornolar 1 saat sürüyordu ya da kazıklanıyordum.. film bitince yazmaya başlardım, ta ki güneş doğana kadar.. güneş doğmadan uyuyamazdım, kendimi güvende hissettiriyordu tanrının güneşi, tanrıdan ise korkardım, korkağın tekiydim zaten.. herkes korkağın tekiydi, sadece rol kesiyorduk, hepsi bu - hemen hemen.. film izliyor ve bira içiyordum, sigara kullanmazdım, sigara aptalcaydı, nefes almak bile aptalcaydı, sarhoş etmiyorlardı adamı.. ekrana kenetlendim, iyi bir sahneydi, belladonna kendini düzdürürken telefon çaldı, arayan henry’ydi muhtemelen.. “alo” “alo bab” “henry?” “buluşuyor muyuz bab?” “evet evet, unutmuşum, hemen giyiniyorum” “seni almaya gelmemi ister misin?” “arabamı aldın kendine?” “peder erken sızdı bugün, araba bende..” “tamam peki gel al”. anlaşılan çok heyecanlıydı henry, ve çok fazla film izlemişti, oysa gerçek hayatta olmuyordu bu iş, en azından ben yapamamıştım, çok defalar denemek zorunda kalmıştım.. bunun için araba kiralamak gerekmiyordu hem, arabası olan bir hatunla düzüşmek yeterliydi, ama dedim ya, olmuyordu arabada, rahat bir pozisyona denk gelene kadar saatler geçiyordu.. kapı çaldı.. “kim o” “benim bab, henry” “gel henry, kapı açık” kapıyı açamadı henry, güçsüz biriydi, ondan korkmuyordum, korktuğum şey, kapımı açabilecek kadar güçlü olan hırsızlardı, güneş güven veriyordu adama.. çalınabilecek bir şeyim yoktu, öykülerim dışında, ve öykülerimi satarak kazanıyordum bazı şeyleri, hatunlar hediye olarak geliyordu tabi.. yayınevinin değildi hediye, yayınevine para ödeyerek alırlardı kitaplarımı ve daha sonra kayınevini ziyaret ederlerdi.. “naber henry, heyecanlımınsın?” “evet bab, ilk kez olacak, sen ilk defasında heyecanlı değil miydin yani? “hayır henry, değildim” “eminsin değil mi, olacak bu iş” “telaş etme henry, kamışını sıkı tut, gidiyoruz” henüz yayınlanmamış olan öykülerimi aldım yanıma, ve evden çıktık, arabaya gerek yoktu aslında, evimi her zaman barlara yakın yerlerde kiralıyordum, yol parası ile daha fazla içebiliyor ve eve kadarda taşıttırabiliyordum kendimi, gene de arabaya bindik ama.. “nasıl olacak, anlatsana bi” “görünce şaşıracaksın” dedim ona, “çok hoşuna gidecek, ancak sonrasına karışmayacağım” onu, en az gittiğim bara götürdüm, bu bara, uzun bir süre boş delik bulamazsam giderdim, bir fıstık takılıyordu bu barda, bana müptelaydı ama ona öğretmiştim beni sıkmaması gerektiğini, çok fazla birlikte olursak senden bıkarım, nedeni bu bebeğim, sık sık değil ama ömür boyu, yetmişine de gelsem seninle vuruşacağım.. bara girdik, lita hemen karşıladı beni, onu henry ile tanıştırdım ve masamıza oturduk, bir adam geldi yanımıza, “lita, aşkım, beni unuttun sanırım” dedi..
“gider misin başımdan, seni hatırlamak istemiyorum” dedi lita, öpücüğünü de yanağıma kondurdu, bunu adam için değil benim için yapmıştı, adamı defetmek benim için zor iş değildi, ama lita benim gönlümü almaya çalışıyordu, adamın yanında beni öpmesi bir lütuftu sadece.. adam aşkım kelimesinin harflerini tek tek yerden toplayıp bardan çıktı.. biraz içtik ve biraz sohbet ettik.. lita’ya, ‘lita, bak bu henry, çocukluk arkadaşım, hâlâ bakire, yap bi kıyak, ölmeden önce sikişmek onunda hakkı” diyemezdim herhâlde, ama henry bunu söylememi bekliyordu, bir ara lita tuvalete gitmişken bana, “hadi bab, ne zaman açacaksın konuyu” dedi, ona sabretmesi gerektiğini yoksa lita yerine onun düzüleceğini söyledim.. lita geldi ve kulağıma eğilerek, “arkadaşın ne zaman gidecek” dedi bende onun kulağına eğildim ve ısırdım.. bu hoşuna gitti ve bir daha benim yanımda üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmadı “ee, napıyoruz” dedi henry.. ne lita, ne de ben bir cevap vermedik.. lita çok güzel bir hatun değildi, ama işi biliyordu, aptal değildi ve çok tehlikeliydi, ona ‘henry seninle sevişmek istiyor ne dersin’ diye sorsam, henry’yi bıçaklardı, bundan emindim, ama bana zarar vermezdi, ona âşık olduğuma inanmıştı bir kere, âşıktım da gerçekten, ama bu benim başka kutucukları ve onun başka aletleri yalamasına engel değildi.. “zina yasa tasarısı da neyin nesiydi allah aşkına? siktirin be oradan..” diye bağırdım, sohbetin bu noktaya nasıl sarktığını hatırlamıyorum, politika konuşmuyorduk, ama henry bir kurnazlık yapıp konuyu açmış olabilirdi, buradan sekse doğru bir yol almak istemiş olabilirdi.. “içkilerinizi bitirin” dedim, “henry bizi eve bırakacak lita”, henry yüzüme haince bir bakış attı, ne düşündüğümü anlamaya çalışıyor gibiydi, lita ise memnundu halinden, bir öpücük daha kondurdu yanağıma.. dudaklarını daha iyi hissetmek için, bundan sonra her gün tıraş olmaya karar verdim.. lita ve henry biralarını içerken yarış yapıyor gibiydiler, benim biramı bitirmemi beklediler daha sonra, acele etmiyordum, nasıl olsa gecenin kazananı henry olacaktı.. bu gecelik hakkımı ona vermiştim.. arkadaş arasında olur böyle şeyler.. sorun lita’nın ona ne yapacağıydı, henry’ye zarar gelsin istemiyordum, ama içinde bulunduğu durum üzüyordu beni.. beş parasızdı henry, ailesi ile kalıyor ve iş arıyordu, babası alkolik bir herifti ve annesinden arta kalan zamanlarda onu dövüyordu, henry 21 yaşındaydı ve askere gidip ölmekten korkuyordu, bari bir kez diyordu bana, en azından bir kez.. o iş olmadan ölmek istemiyorum bab.. henry çok kez âşık olmuştu ama bir türlü söyleyememişti bunu, bense birçok hatuna ‘sana aşığım’ demiştim ama çok az âşık olmuştum.. belki bir defa, belki de hiç.. aşk bittikten sonra inkâr ediyordunuz çünkü o günleri.. unutmanın bir yoluydu bu, ve daha sonra, uzun süren abazalık dönemlerinde, o günlerin seks ile alakalı olan anılarını hatırlayıp otuzbir çekiyordunuz.. işte aşk böyle bir şeydi.. sarhoş değildik, az içmiştik.. masadan kalktık ve benim eve doğru yol aldık.. henry yarı yolda babasının arabasını çaldığını hatırladı ve geri döndürdü bizi, 10 dakikadır yürüyorduk, aynı yolu geri tepmesi 5 dakika sürdü, insan sinirliyken daha hızlı yürür, arabaya bindik ve 5 dakika içinde evimin önüne geldik, matematik meraklısı bir okur öyküyü yarıda bırakıp, bardan eve gelişimizin kaç dakika sürdüğünü hesaplamaya çalıştı.. lita’ya anahtarı verdim ve eve çıkıp hazırlanmasını söyledim, ben beş dakika sonra gelicem dedim ona, henry ile özel bir görüşme yapmam gerekiyor, söz dinledi ve eve çıktı lita.. “bak henry, yanlış anlama ama şu an ereksiyon halindeyim ben, bana izin ver, önce onu bi güzel düzeyim” “ama bab, sen demiştin ki…” “dinle beni henry, daha bitirmedim, sen içeriye ben ışığı iki kez söndürüp yakınca geleceksin, tamam mı, al şu anahtarı” cebimden yedek anahtarı çıkardım, henry’ye güveniyordum, öykülerimi çalmazdı o, yazar olduğumu bile bilmiyordu, ona söyleyemezdim, onun iyiliği için, sonra tılsımın bu olduğunu zannederek öykü yazmaya başlayabilirdi, sorun bana rakip olması değildi, yanlış yolda ilerleyecekti o zaman, tılsım olan öykü değildi çünkü ve ne olduğunu asla bilemezdiniz.. ama tanrı bazılarına 5 bazılarına da 255 hatun yazıyordu.. eve çıkıp kapıyı çaldım, lita açtı kapıyı, ve elbiselerini değiştirmiş olduğunu anladım, bir deri giymişti lita, ayakucundan saç teline kadar deri
“çıkar şunları” dedim ona, “nefret ettiğimi biliyorsun..” daha sonra hâlâ kapının önünde dikiliyor olduğumun farkına vardım, otu bırakmıştım ama halüsinasyonlar beni bırakmamıştı.. kapıyı çaldım, bu kez emindim, ve kapı açıldı.. öncelikle dokundum ona, sarıldım, “gerçeksin değil mi?” 4 yıldır beraberdim onunla ve gülüyordu karşımda.. “halüsinasyonlar da yalan söyler ama ben gerçeğim” dedi. “benim halüsinasyonlarım dilsizdir” dedim. ve soydum onu.. yatağa attım.. kendisine sert davranılmasından zevk alırdı.. onu memnun ettikten sonra benim tarzımda sevişmeye başlardık, ben de sert davranılmasından zevk aldığım için değişen bir şey olmuyordu roller dışında; saç çekmek ve ısırmaktan fazlası yoktu ama, bir sadist ya da mazoşist değildim ben, sadece hedonisttim.. ve iki devre olarak sevişirdik onunla, birinci ve ikinci bölüm olarak.. birinci bölümde yönetmen o olurdu, ikinci bölümde de ben.. bazen 3 devre yapardık.. eğer altın gol olmazsa dördüncü devreye bile kalabilirdik.. bir keresinde sırf nereye kadar gidebileceğimizi denemek için penaltılara kaldık, önce o üzerime çıkıyor ve zıplıyordu, boşalınca bu kez ben altıma alıyordum onu.. böylece sonsuza kadar devam edebilirdik, ta ki tanrı bizi izlemekten sıkılana kadar, tanrı sıkılınca kopacaktı kıyamet, ki sıkılmazdı tanrı, kendini tanrının yerine koy ve birazda amelia ekle sahneye.. şu an dünyada kaç kişi orgazm yaşıyor? ve tanrı hepsini görüyor.. lita’ya bugün yeni bir şey denemek istediğimi söyledim, ve arkasına geçerek gözlerini bağladım, “sakin ol tatlım” dedim, “şimdi ben dilsizim, sen de kör.. rol yapıcaz” bazen böyle rol yapıyorduk onunla, bana, “bunun için gözümü bağlaman gerekmez, ben kaparım gözümü ya da sende ağzını bağlarsın” dedi, “eşitlik istiyorum!” “tamam” dedim ağzımı bağlıcam.. daha sonra onu tekrardan giydirdim ve “tuvaletim geldi” dedim, “üzgünüm, hemen gelicem” bana, tanrımdan başlayarak doğacak olan kız çocuklarıma kadar küfür etti.. doğacak olan kız çocuklarıma tanrıdan daha çok değer vereceğimi biliyordu.. neyse, tuvalet yerine kapıya gittim ve öncelikle ışığı iki kez yakıp söndürdüm, daha sonra henry geldi, ona durumu anlattım ve işi berbat ederse lita’nın ikimizi de öldürebileceğini söyledim, “sakın gözlerini açmasına izin verme” dedim, “ve işin bitince defol git..” onun da ağzını sıkıca bağladım, bağlamadan önce bana “ne yani hiç yalamayacak mıyım, hiç öpmeyecek miyim onu, meme uçlarını emmeyecek miyim?” dedi, “başka şansımız yok” dedim ona, “hadi hadi çabuk, koş” kıçına bir şaplak attım.. lita sırt üstü yatıyordu ve henry üzerine çıktı, çok nazikçe soydu onu, lita ben olmadığımı anlayacaktı kesinlikle, bir hayvan gibi gidip gelmeye başladı onun içinde henry, lita kesinlikle anlayacaktı.. benim tam zıttı mı oluşturuyordu henry yatakta.. neyse, henry boşaldı ve tam bu esnada olan oldu, gözlerini açtı lita.. “lanet olsun” dedi henry, “ellerini de bağlamalıydın bab, ellerini bağlamalıydın onun” “kez sesini henry” dedim, “onu daha fazla kızdırma” “seni orospu çocuğu” dedi lita bana, bunu her zaman söylüyordu zaten, “seni adi üçkâğıtçı pezevenk” bana hiç pezevenk dememişti, ölümümün yakın olduğunu hissedebiliyordum, lita daha önce ona sarkıntılık eden 3 kişiyi bıçaklamıştı, sabıkalıydı ve en nefret ettiği şey sevmediği birinin onunla birlikte olmak için onu zorlamasıydı, oysa şimdi sevmediği biri tamamlamıştı işi.. “hey, bak adamın şu haline, ilk kez yapıyor bunu, ona borçluydum lita, manevi borç, anlıyorsun ya?” “anlamıyorum” dedi lita, “defolup git, seni öldürmeden defolup git ve beni bu pezevenk ile baş başa bırak” hiç itirazsız çıktım evden, öykülerimi de alarak tabii ki, daha sonra gelir ve henry’nin cesedini kaldırması için polisi arar, lita’yı da ele verirdim.. sorun yoktu, lita bana âşıktı, tek güvencemde buydu, öldürmezdi beni.. aşk böyle bir şeydi.. evden çıktım ve en yakın bara gidip 2 bira istedim.. adam birini bekleyip beklemediğimi sordu, sana ne dedim ona, 2 bira ver ve defol git.. 10 dakika sonra lita geldi, rahatlamıştı, özür diledi benden, sorun değil dedim, “hakladım o pezevengi” dedi.. pezevenk kelimesi onun için bir hakaret sayılıyordu, orospu çocuğu deyince de iltifat etmiş sayılıyordu.. çünkü annesi bir orospuydu onun, ve pezevenklerden nefret ederlerdi her ikisi de.. lita ise hiç bir şey değildi, sadece âşıktı, belki de bu her şey olmaktı ya da her şey olmanızı sağlıyordu.. bardan çıktık ve eve geldik, henry yoktu,
“ölmemiş” dedi lita “yeni bir halı almalıyım” dedim ona “bana taşınmanı istiyorum” dedi “peki ya sen nerde yaşayacaksın” dedim “birlikte yaşamamızı istiyorum” dedi, “domuz gibi anlıyorsun bundan bahsettiğimi” “peki” dedim.. “ama bu evde 20 gün daha oturmalıyım, kirasını ödedim, parayı çarçur etmeyi sevmem, biliyorsun, çok zor kazanıyorum ben” öykü yazmak zordu gerçekten hiç yazmamış olana, bir kez yazınca alışıyordunuz oysa, sonra her gece oturur ve bir şey sallayabilirdiniz.. herkesin uyduracak bir hikâyesi vardı.. benimki biraz fazlaydı.. iyi bir yalancıydım ve ertesi gün henry’yi ziyarete gittim, ciddi bir yara almamıştı henry, evinde yatıyor ve babasının işten gelip onu pataklamasını bekliyordu.. bana teşekkür etti.. “bir şey değil” dedim, televizyonun saat başı haber spikerini değiştirmişlerdi ve saat başı otuzbirim için lita’ya taşındım.. *** evde oturmuş, cacık içiyordum.. lita çok güzel cacık yapardı.. telefon çaldı.. arayan henry'ydi - muhtemelen.. "alo?" "alo bab?", lita ahizeden yüzünü ayırmadan "orospun arıyor" dedi bana, "bu karının dedikleri için özür dile" dedi henry, telefona alo der demez ben, kendini daha erkekleşmiş hissettiği kesindi, oysa beni rahatsız etmişti onun bu yeni tavrı.. "kimse kimsenin adına özür dileyemez henry" dedim, "neden aradın?" "acaba biz tekrardan bir plan yapsak, lita için" "olmaz henry" dedim, "senin ölmeni ve benin cacıksız kalmamı sağlayacak bir işe yardım edemem ben" "ama bab, çok zor durumdayım, anlamalısın" "seni bir süre idare edecek bir yöntem biliyorum" dedim ona, "nasıl bir şey bab?" "bak şimdi, tuvalet kâğıdını üzerine sardıkları o karton silindir var ya?" "evet bab, yazdım devam et" "kes henry" dedim, "yemek tarif etmiyorum sana, dikkatlice dinle, o şeye aletini yerleştirebilirsin, bir süre idare eder seni, sonra başka yöntemlerde öğretirim, şimdi beni rahat bırak, bugün beşinci kez arıyorsun farkındasın değil mi?" "ama bab, ben gerçek bir şeyler arıyorum". telefonun kablosunu kesti lita.. hayatta kaldığım için kendimi şanslı hissediyordum.. 01.eylül.2004 murder murder, my mind state şimdi ben burada çeşitli şekillerde öldürülmüş olan insanların hayatlarını inceliyorum kafaya tek kurşun patlayan bomba idam işkence intihar süsü vesaire vesaire vesaire ister istemez üzerinde düşünüyorum bunların bize gösterilen olaylar diyorum kendi kendime bize gösterilen olaylar gerçekte olan bitenin kaçta kaçı?
şimdi ben burada bir şekilde öldürülmüş olan ve çoktan unutulan adamların hayatlarını inceliyorum tanımıyorum bu adamları çoğunu tanımıyorum adını bile bilmiyorum çoğunun çocukları napıyor bilmiyorum düşünceleri hâlâ dolaşımda mı bilmiyorum okuyorum sadece nasıl öldürüldüklerine bakıyorum neden öldürüldüklerini tahmin edebiliyorum az çok çenesini tutmamak yani aslında cesur olmak böyle diyelim şu işe ne dersiniz? cesur olmak! silgisiz kalemle yazmak olabilir değil mi? ve inatçı olmak bir de evet evet, inatçı olmak hemen hemen hepsinin bir diğer özelliği de bu işten pek bir şey kazanmamak tabii diğer tarafta adil bir yaşam uğruna ölenleri de kendisine boyun eğmedi diye şehit saymayacaksa tanrı-nız gerçekten pisi pisine tüm bu cinayetler pis bir şekilde korkak bir şekilde kalleş bir şekille öldürülen insanlar “e öldün işte salak” demişlerdir arkalarından “o kadar şey yazdın da noldu?” demişlerdir “ne değişti, sen öldün de bu uğurda?” demişlerdir “noldu susmadın da?” demişlerdir “ne değişti?” gazete arşivlerine bakıyorum şimdi internetten gazete arşivlerine bakıyorum gündemi takip etmeyen biri olarak on sene geriden takip ediyorum sizi ve görüyorum ki değişen hiçbir şey olmamış adamın biri “ıssız adam’ı izlemelisin” diyor ben de ona “seyirci kalmak istemiyorum olan bitene” diyorum
yani anlatabiliyor muyum meseleyi? seyirci kalmaktan söz ediyorum olan biten her şeye seyirci kalmaktan ya da üç beş gün eylem yapıp mesela “hepimiz ermeniyiz” diye bağırıp sonra evlere dağılmaktan hayır efendim, hepimiz ermeni falan değiliz aslında hepimiz vicdanımızı rahatlatmak ve biraz da çoğunluk içinde güvende kalarak koro olmanın kamuflajı sayesinde bağırıp çağırmak istedik stres attık yani slogan değil, stres! sonra da evlere dağılıp her gün ne yapıyorsak, onu yaptık patronumuz bize “geri zekalı karı” dedi biz de içimizden “orospu çocuğu” dedik böyle yürüdü yani yaşam süreci çoğumuz için böyle yürüdü sonra da eve gelip çocuğumuzu sevdik mesela onu dünyaya getirdiğimiz için gurur duyduk kendimiz ile ve “senede bir gün” şarkısına nispet yaparcasına sadece ölüm yıl dönümlerinde andık insanları “ekspres kargo tarafından ulaştırılan ve gönderici olarak ilmi araştırmalar vakfı'nın göründüğü kitap paketini saat 16.30 sularında kapısının önünde açmaya çalışırken, paketin içine yerleştirilmiş olan bomba patladı” dehşet verici bir şey olmalı bu dehşet verici bir şey ama hayır bizi dehşete alıştırdılar artık her akşam bir cinayet izliyoruz televizyonda her allahın günü bir cinayet izliyoruz senaryo gereği ölüyor birileri işte ne bileyim, parada anlaşamıyor başka kanalla anlaşıyor tatile çıkmak istiyor canı diziden çekilmek istiyor ve ölüveriyor aniden biz bunu izleyip gözyaşı döküyoruz sonra gerçekten biri öldürülünce hiçbir şey hissedemiyoruz bunu da dizi-film sanıyoruz gerçekten öyle sanıyoruz ama algı düzeyimiz değiştirildi bilinç düzeyimiz yok edildi tepki mekanizmalarımız eritildi artık haberlerde “bir çocuk intihar etti” denilince rol icabı öldü diye düşünüyoruz yani elbette direkt böyle düşünmüyoruz ama birileri bizi buna alıştırıyor
çünkü tepemizdeki tepilesicelerin aldıkları yeni özel uçak haberinden sonra yaşamak istediğimiz hayatları izliyoruz gerçekleri unutup mutlu oluyoruz böylece bize sürekli yeni kahramanlar üretiyorlar yeni mutlu aşk hikayeleri yeni mahalle delikanlıları modern robin hood’lar ve ertesi gün işe giderken yanı başımızda patlayan bir bombayla kimin öldürüldüğünü merak etmekten çok hayatta kaldığımız için şükrediyoruz her şeye şükrediyoruz tanrısını satayım beterin beteri var diyoruz hiç olmazsa bir işimiz var diyoruz hiç olmazsa karnımız doyuyor diyoruz sonra günün birinde oğlumuz veya sevgilimiz bir hiç uğruna öldürülünce doğuda allah belanı versin pkk diyoruz allah belanı versin apo diyoruz kürtleri sınır dışı etmeyi falan düşünüyoruz sonra sanki tüm yaşananların nedeni tek bir adammış gibi başka nedenleri es geçiyoruz süre giden savaşın kazanç kapısı olduğunu görmüyoruz bizi kutuplara bölen kutup ayılarını görmüyoruz sürekli didişiyoruz tanrısını satayım sürekli özgürlük istiyoruz sürekli barış sürekli sağlık ama anlayamadığımız şey yaşayacak tek bir hayatımızın olduğu gerçeği ve onu ertelediğimiz sürece bizim için ölen insanlar sizin de dediğiniz gibi pisi pisine ölmüş olmakta bu bana vahşice geliyor bu bana insanlık dışı geliyor bu bana oldukça trajik geliyor yani olayın komik bir tarafı falan yok saf olarak trajik ve gerçek ve olayların gerçek olması sizi artık rahatsız etmiyor çünkü televizyondaki veya gazetedeki dünyanın bir başka gezegende yaşandığını düşünmek hoşunuza gidiyor hayır öyle yapmıyor musunuz? yani gerçekleri görebiliyor musunuz? öyleyse neden isyan etmiyorsunuz?
çünkü korkuyorsunuz galiba içeri alınmaktan korkuyorsunuz sınır dışı edilmekten korkuyorsunuz öldürülmekten korkuyorsunuz ya da ailenizin başına siz ortadan kaybettirildikten sonra sinsi felaketler silsilesinin getirileceğinden ya da size sunulan nimetlerin satın aldığınız ürünlerin elinizden alınmasından korkuyorsunuz yani bir tazminat davasından korkuyorsunuz ve gün geçtikçe sevmeye başlıyorsunuz sahip olduğunuz her şeyi arabanızı seviyorsunuz evinizi seviyorsunuz televizyonunuzu seviyorsunuz bir gün birileri koşulları değiştirirse bu rahat yaşamı da elinizden alırlar diye korkuyorsunuz hiçbir şeye sahip olmayanlar da şükrediyor zaten birilerinden hallice olanlar hallerine şükrediyor adam asgari ücret alıyor ve “hiç değilse bir işim var” diyor hiç değilse bir işim var evet haklısınız aslında hiç değilse bir işiniz var hiç değilse benim de bir işim var yoksa yazamayabilirdim mesela yoksa fanzin çıkaramayabilirdim peki ya siz naapıyorsunuz? yani kazandığınız parayla napıyorsunuz diyorum? burada bir devrim düşü kurmuyorum öyle bir şey olamayacak zaten isyanlar ve savaşlar artacak ve sonra mad max gerçek olacak sonra tarih kaybolacak sonra tüm bu teknoloji yerle bir olacak sonra dünya kendini yenilemeye başlar belki belki de hep bu olmuştur milyonlarca yıldır belki de sürekli kendi kendine reset atıyordur insanlık sonra da işte ne bileyim tanrıyı icat ediyordur adem ve havva gibi iki ilk insanı icat ediyordur sonra işte kabil ve habil’i anlatıp bir şeyleri hak etmiş olmak için bir şeylerini feda etmen gerek diyordur doğru olabilir bu kısmen doğru olabilir ama bana tamamen yanlış gelen birileri varken tepemde hatta tepemde birinin olması yanlış gelirken siz kendi kendinize yeni yeni tepeler inşa ediyorsunuz sonra da böyle yazılar yazan adamları ilgili diye gösterilen kurumlara şikayet ediyorsunuz çünkü, ilgiliniz onlar sizin
ilgiliniz ilgili kurumlarınız ama benim başımda bir ilgilim yok ne yazık ki çoğu ölen insanın başında da bir ilgilisi yoktu sonra, sahip olamadıkları insanları öldürdüler sonra düşüncelerine susturucu takamadıkları insanlar öldü pisi pisine öldü ama gerçekten pisi pisine öldü ve ben, şimdi o adamları inceliyorum burada canım sıkıldı inceliyorum size ne kardeşim elimde internet var devletin yasaklarını delecek kadar bilgim var sadece kendi ‘kendi’me ait olan bir iradem var inceliyorum sonra da dizeler inşa ediyorum şiir mi bu, bilmiyorum olmayadabilir şiir şiir olmasın hatta girdap koydum ben onların da adını var mı itirazı olan? dava kapanmıştır! krizi bahane eden patronlar ve yeni bir uçak alan kaçıklar hayatlarını yaşamaya devam edebilir ben sevmedim bana sundukları hayatı o yüzden vır vır konuşuyorum kara kutu gibi yaşıyorum ben hayatın kara kutusu duyduğu sesleri gördüğü görüntüleri ve yaşamak zorunda bırakıldığı köleliği durmadan nakleden bir kara kutu ki unutmayın ki düşen uçaktan sonra açığa çıkar hatanın kulede mi yoksa kaptanda mı olduğu ama siz, bunu bile kılıfınıza uydurabilir ve daima kazanabilirsiniz çünkü aptal bir halk kendilerine aptal diyen insanların bunu niye söylediklerini düşünmektense “kalp krizinden öldü” der geçerler ve şükrederler daima daima şükrederler daha kötüleri de var çünkü ve daha kötüleri gelmeye devam edecek daha kötüleri daha da kötüleri kötülerin kötüleri ve siz çalışarak özgürleştiğinizi düşünüp
hayatınıza kayanlara teşekkür edeceksiniz size iş imkanı sağladıkları için ama çivileri üzerinize çakıp toprağın altına sakladıklarında sizi yaşamış olmayacaksınız öldürülen insanlar kadar Not: başlık, 2pac’ın “Outlaw” (kanun kaçağı) adlı şarkısındaki bir dizesinden alınmıştır. o dizede, “tek görebildiğim cinayet, cinayet. zihin halim” der ve 7 eylül 1996’da, içinde bulunduğu araba taranmış, bir hafta komada kaldıktan sonra, 13 eylül 1996’da, sizin deyiminizle “bir hiç uğruna” geberip gitmiştir. zihin halini anlatan yüzlerce şarkıyı bize bırakarak… öldükten sonra fikirleri tamamen çarpıtılıp ilahlaştırılarak... tüm öldürülen veya intihar eden insanlar gibi… çünkü birini ilah yapmak, onu ulaşılmaz, bizi de değersiz yapar… bu bir insan, bir heykel, veya “görünmez canavarlar” olabilir.. 16.nisan.2009 sasha grey dün gece işteydim evdeyim şimdi içiyorum kendi halimde bir konserin içinde tek başına zihnim gözlerim kapalı özel bir konser tek kişilik aynı özel defileler gibi zihnimin içinden geçip giden hayat gerçek değil, evet ama gerçek olamayacak her şey dahil menüme kuzeylere gidiş mesela ya da sasha grey ile bir gece seks değil, hayır sadece kokain çekip, müzik dinlemek belki ve konuşmadan beklemek öylece yanında sasha içine aldığı onlarca adamın anısı ile senin yanında dinlendiğini düşünüyor dinlendiğini -her üç anlamda daotuzunda mesela ve bir film için yaşlanmış artık bir porno yıldızı otuzunda ve emekli edilmiş yanında oturuyor az önce birkaç çizik tüketmişiz ve müzik dinliyoruz ve dönüp bana “sence en iyi sahnem hangisiydi” diye soruyor “bilmiyorum güzelim” diyorum “hiçbir filmini izlemedim senin bir röportajını okudum sadece ve birkaç fotoğraf kayık gözlerine baktım yüz ifadene hepsi bu kadar”
otuzuna gelmiş sasha ben otuz altımdayım o sırada gözlerimi açıyor sigaramı tazeliyor ve bir bira daha açıp tekrar düşe dalıyorum sabahın yedisindeyiz işten geldim az önce ve birazdan uyuyacağım 7 ağustos 2008
bence tanrı anemi hastası o yüzden yakıyor bizi yakıp ısınabilmek için bazıları, aslında, çaba sarfetseydim, şu an olduğum konumdan çok daha iyi bir yerde olacağımı söyler durur, sanmıyorum.. çaba sarf etmediğimi düşünenleri de sevmiyorum, ama daha iyi bir konumda olmak için değildi çabam. hay konumlarınıza sizin.. daha iyi algınıza.. “best self seller underground” tapıcılığınıza da! balkondaydı ve tanrı olduğuna karar verdi will.. ben tanrıyım dedi. evet. kim olduğumu buldum. hatırlıyorum. duraksadı sonra. arada sırada gelip gidiyordu aklı, bir keresinde ormanda bir ağaca bağlı olarak bulmuştu kendini, hiçbirşey hatırlamıyordu.. “hatırlamadığım çok fazla şey olmalı” diye yazdı, “yada dur bi saniye” dedi sonra kendi kendine, “hatırlamadığım şeylerin az veya çok olduğunu nasıl bilebilirimki, sonuçta neyi hatırlamadığımı bilmiyorum, evet, cümleyi şu şekilde değiştirmeliyim; hatırlamak istemediğim çok fazla şey var.”.. kafayı yemişti. balkondaydı ve tanrı olduğuna karar verdi..
“sevgilim olur musun” dedi bana bende ona; “birbirimizin hayatını rehin almalıyım olur mu” dedim..
geçen hafta birileri benle röportaj yapmak istedi “gerek yok” dedim onlara “neden” dediler, “hedeflerin, planların, fanzinler, siten ve edebiyattan konuşuruz” “planlarım mı?” “evet” “inanın bana” dedim, “ne yapmaya çalıştığımı gerçekten ama gerçekten bilmiyorum, boşverin..”
aptal saptal sorularından yıldım bu malların, gerçekten röportaj verdiğim yerler var zaten, onlar beni seçmedi, sordular, kabul ettim, ben onları seçtim.
bugün birileri röportaj yaptı benle, imlamı düzeltip yayınlıcaklarmış, iyi dedim düzeltin bakalım.. artık ses çıkarmıyorum hiçbir şeye. çok yoruldum.. bence boşuna bağırıyor mike ness, o’nu duyan yok.. punk dinliyorum deyip nasıl olurda mike ness’i es geçebiliirsinizki? punkım diyor, artık o da ne demekse, ve yine de ona yanımdan fazladan olan social distortion cdsini hediye etmek istiyorum, ve bana, bunlar ney diyor, ne tür müzik yapıyorlar, hiçbişi demiyorum.. boyalı saçlar, ve full aksesuar bir hatun..
..bilinçsizce akıyor, gün boyunca aynı şarkıyı dinlemek, bir filmden 10 saniyelik bir görüntüyü çıkarıp sabaha kadar o 10 saniyelik görüntüyü sürekli başa alıp izlemek, bir fotoğrafa saatlerce bakmak, duvar saatini izlemek, evet evet evet, ben bir katatonik’im.. bazen talihli olduğumu hissederim. ama genellikle herşeyim ters gider. gidiyor. gidiyordu. şu aralar herhangi bir şeyin bir yerlere gittiği yok. bekleme. beklerken sıkılma. sıkılmaktan bile sıkılma. evet. basit. klişe. klişe cümleler. yavaş gel. düşünüyorum üniversitedeki ilk yılımdı, ilk vizeler sona ermek üzereydi ve ben tüm vizelere sarhoş girmiştim, bir tür alkol deliliği, bana aşık olduğunu söyleyen birisi beni terk etmişti, geriye kalan iki aşıkla bizde oturmuş içiyorduk, alsancak korku parkındayız. (biliyorum alsancakta böyle bir yer yok. Nah yok!) Bu kez isim kullanmak istemiyorum, ve geriye kalan iki aşık diye tanımladığım herif ve hatunla oturmuş içiyoruz, birbirlerine aşıklar tabiyki, bana değil.. hatırlamaya çalışıyorum, bir saniye.. hatırlayamadım, geçen seneden girelim, 20 sene öncesi yerine, olur mu? çünkü her şey yine aynı.. “ne zaman son vericeksin buna” diyor başka bir hatun, “neye” diyorum “içmeye” diyor, “son bir haftadır durmadan içiyorsun” “param var” diyorum, “napabilirim?” “hiçbir şeyi geri getiremezsin bu şekilde” diyor “hiçbir şeyi ileri götüremiyorumki geri getirebileyim sonrasında” diyorum, “dönüp dolaşıp başa geliyoruz işte, herşey hala aynı”.
“savaşmalıyız” dedi bana, “birleşip güçlenmeliyiz” “ben oldukça yorgunum” dedim, “ne savaşı yahu?” “saçmalama” dedi, “sen daha ufaksın, savaşmalıyız, birleşmeliyiz, göstermeliyiz onlara gücümüzü, popüler olmalıyız” “ne sikim iş, popülermi?” “herkeze gücümüzü göstermeliyiz tamam mı? Yeraltı edebiyatının gücünü göstermeliyiz” “sonra?” “para kazanmalıyız” dedi “peki ya sonra?” “anlamıyorsun, birleşelim, x..’se de söyleyelim, üçümüzün sitesi birleşsin, savaşalım” “tam olarak napıcaz anlayamadım” dedim ona “bak sen iyi işler yapıyorsun” dedi, msnden konuşuyorduk ve kamerasını açtı sonra, 40-45 yaşlarında bir adam çıktı karşıma, böyle birini beklemiyordum, sonra tespiğini gösterdi ve sırıtmaya başladı, garip birşeydi, aylardır bana ve yaptığım şeylere söven adam benden yardım istiyordu, “ben bir savaş vermiyorum” dedim ona, “siktirolgit” ama gitmedi, hala etrafımda dönüp duruyor..
bir keresinde, hayli görmüş geçirmiş ve epey geçirilmiş (kendi tabiri bu) bir arkadaşım, “eninde sonunda sen de kafese gireceksin” demişti bana, “ne demek istiyorsun?” demiştim “yani seni de avlayacaklar” “kimmiş onlar” “kadınlar tabiyki” dedi, “beni avladılar, biliyorsun, iki evlilik geçti başımdan, bir çocuğum var, annesi ile kalıyor, nafaka ödüyorum, ve emin ol seni de avlayacaklar” bu gerizekalı ile son görüşmem olmuştu o gün.
dün evden çıktım ve konak’a gitmek için otobüse bindim, bir hatun vardı otobüste, o kadar da dikkat çekmiyordu aslında o an için, ve bi kaç fotokopi çekip alsancağa yürüdüm, vapura binip ksk’ye geçtim sonrasında, o hatun pasaport’tan gelen vapurdaydı, ve 2 saat sonra bu kez de bucaya gitmek için bir otobüse bindim ksk’den, o hatun yine vardı, otobüste, yanına gidip, “bu bir tesadüf mü” dedim, “ney” dedi, “sabah levennten 42’ye bindim, sen otobüsteydin, sonra pasaporttan vapura bindim, sen vapurdaydın, ve şimdi de bucaya gitmek için bu otobüse bindim, sen otobüstesin, hayır, beni takip etmen olanaksız çünkü sonradan biniyorum, seni içerde buluyorum”, durdu, durdu, aptalmışım gibi hissettim kendimi o an, kafam acayip yükseydi gün boyu tabiyki ve benim bir gerizekalı olduğumu düşünüyordu hatun, “ya öyle mi? hiç farkında değilim canım ya” dedi, ineceği durağa gelmişti, ve indi.. kurgu falan değil, aynen bu şekilde bişi oldu dostlarım..
azimli biri değilim, dahası gereğinden fazla yılgınım. Hayat oldukça yorucu gelmiştir bana her zaman, ve bir o kadar anlamsız. İstediğim hiç bir şey yoktu, şu düğmeye bas şu kolu çek tarzından ezbere yürütülebilecek aptal bir iş istiyordum, sonrasında ufak bir ev, tek oda bile yeterdi sanıyorum, çok fazla şey beklediğim söylenemez bu hayattan. Daha ortaokulda, girdiğim sınavda, meslek lisesine girebilmek için girdiğim sınavda, her nasılsa kazanmıştım onu ve bir meslek seçmeliydim, bakıyordum bölümlere, ve hiçbiri ilgimi çekmiyordu, “iyi bir puan ama gitmek istediği hiçbir okul yok ha? Ne biçim bir çocuksun sen?”.
4 sene önce gittiğim stajdaki ilk günümden bahsedeyim size.. beni japon yapıştırıcısı ile iki ufak metal kapakçığı birbirine yapıştıran birinin yanına verdiler, kolay gibi görünmüştü gözüme, hayatımın sonuna kadar o işi yapabilirdim, ama sonrasında, bunun, iş yerinde çalışan teknik ressamın bir hatası sonucu oluşan ekstra bir iş olduğunu anladım, herif kapakçığı iki santim ufak çizmişti, ve fabrika iflas etmek üzereydi, bizde ölçüyü tutturmak için japon yapıştırıcısı ile ekleme yapıyorduk, yanımdaki herif hiç konuşmuyordu, bir süre aynı tempoda yavaş yavaş yapıştırdım, oyalanıyordum, “iyi gidiyorsun” dedi bana, “mümkün olduğu kadar yavaş yap, bu iş bitince yine vidalama kısmına dönücem, bu iş daha az yorucu”. benim kafadan biri diye düşündüm, ve tabiyki 3 gün içinde işten kovdular adamı, işe başladığı da çok olmamıştı zaten.. tazminatını hakkedemeden şutlandı. Haketmek? Nefret ederim bu kelimeden!
2003’den bir anımı anlatayım. “alo” “alo” “ben mail yazmıştım sana, grubumuz vardı, ercan ben” “evet hatırladım” “bugün görüşebilir miyiz acaba?” neyse, gittim, öncelikle, karşıyakada, yapı kredi önünde bekledim onları, gelmediler, uzun süre bekleyip mesaj attım, “geldinizde çağrı yapın gelip alırım sizi”. retroya gittim. emin abi. selam. selam. o an yeni gelen malları raflara yerleşiyordu emin abi, kolay gelsin dedim, biraz yardım etmeye çalıştım, sonrasında, çay, sigara, sabahtan biri bir şey yememiş olan ben, gözüm fanzinlerime takıldı, sadece bu mekana bırakıyordum çıkardığım fanzinleri, emin abi, “iki kız gelip aldı fanzinlerden, geçen seferde gelmişlerdi” dedi, şaşırdım, genellikle kimse el sürmez çünkü benim ürünlerime, lanetliyim, aynı gün iki saat önce, telefon görüşmesinden sonra, karşıyakaya konak üzerinden gittiğim için fotokopicime uğruyor ve öykülerimin çıktısını alarak bir zarfa koyuyorum, zarfa bir not düşüyorum, “eğer ilgilenmiyorsanız ve yayınlamak istemiyorsanız, lütfen “çok berbat yazıyorsun, boktansın” gibi bir cevap vererek sizinle daha fazla zaman kaybetmemi engelleyebilir misiniz?”. notumu bile okumayacaklar oysa.. postaneye gidiyor, zarfı postalıyor, ordan dönüp vapura biniyorum, yapı kredi önünde tipleri bir süre bekleyip bir mesaj atarak retroya kaçıyorum. çok karmaşık değil öyle değilmi? anlaşılır yazmıyorsam söyleyin, kızmayacağım..
gene ikibinli yılların başlarından: öncelikle, onun beni kendi msn listesine eklediğine dair bir şey. evet dedim. eklenmiştik.. sonra bir selam. sonra aynı sikik muhabbet döndü. arada bir oluyor böyle, birileri gelip, hiç nedensiz, (onların kendilerine göre geçerli bir nedeni vardir mutlaka), selam veriyor. sonra, ertesi ve daha ertesinde, her o ekranda kırmızı yerine yeşile dönüşünce adım, selamlar uzuyor. neyse, içlerinde biri biraz ısrarcıydı bu konuda. ve hergün bana ismini söylüyor, ve ben her seferinde unutuyordum, ve bu yüzden kızıyordu bana. sanıyorum banu’ydu, ama buse’de olabilir. en azindan baş harfini ezberlemiştim. b. gelişiyordum.. o dönemler internet kafe denen mekanlarda yürütmeye çalışıyordum bu işi, yani internet sitemi, evde hazırlayıp diskete attığım dosyalarla upload ediyordum. oyun oynayan bir sürü çocuğun bağırışları eşliğinde, aptal bir müzik çalar, ve sen yarım saat bile dayanamazdın, her “ben çıkıyorum” diyişimde, “biraz daha kalamaz mısın” derdi, cevap vermezdim ama, çıkardım direk, yazdı, temmuz gibi, tekrardan sihirli birkaç öykü gelmişti, son yaktığımlarımın üzerinden 4 ay geçmiş ve bir daha asla yazamayacağım diyordum kendi kendime, küstü, yazı bana küstü… her neyse, küsmemişti anlaşılan, ve hala, bu hatun bana asılmaya devam ediyordu, eskişehirde yaşıyordu, çalışmıyordu, okumuyordu, hiç bi iş yaptığı yoktu, benle aynı yaştaydı ve izmire gelicekti, öyle söylemişti… geldi.. gelebilir. telefon çaldı ve ben o an labobayla yakın bir ilişki içindeydim, midemin aşağı yerine yukarı gönderdiği şeyleri çıkartıyordum içime aldığım bölgeden. ve telefon çaldı. “alo”, “alo ben izmirdeyim”. gittim. alsancak, çalışanları ile kavgalı olduğum bir kitapevinin önünde buluştuk. bir tek orasini biliyordu o. bekliyordum. bu olabilir. yok bu değildir. belki de budur. sonra, telefonum tekrar çaldı ve aynı anda karşıdaki hatunla telefonda konuştuğumu farkettim, “evet seni gördüm.” yanıma geldi. “napıcaz.” “içicez, varmı yapıcak başka bir şey?” “yok.” iki bira alıp sahile çıktık, ilk yudumu aldığında yüzü buruştu, ilk kez içiyor olmalıydı, tuhaf, halbuki konuşmalarımızda, içtiğini hem de sık içtiğini dile getirmişti. bana benzemek zorunda değil di ve ben hatun aramadım hayatım boyunca kendime. onlar kendileri talip oldu hep. ilk kez mi içiyorsun diye sordum, “yoo hayır” dedi telaşlı bir halde, hiç içmese de olurdu, neden zorluyordu ki?
zack bir tez değildir