label: facebook.com/izmiryer6distro label: twitter.com/izmiryer6distro hem label hem kişisel: instagram.com/espiridiondelpueblo kişisel: twitter.com/unthatow kişisel: facebook.com/laespiridiondelpueblo takibe takip gelmezse darılma minimal bir zonksal ketya algım var label: unpz.blogspot.com kişisel: unthatow.blogspot.com label: izmiryer6distro@gmail.com kişisel: ygzuvedsvcbr@gmail.com csns yayımları / remaster series 2019 / eylül fuck copyleft | slay unthaground | do it kilself yahya girdap zack unthatow vural esçûmênto donete sanchez virtual cosmos be rodrigo la espiridion del pueblo gzu ya da kısaca girdo da denilebilir.. hiçbirşey demeseniz de olur.. beni görmezden gelmenizi de anlayışla karşılardım. bana bir kukuleta yapsanıza? kağıttan ama.. ne dersiniz?
bu öyküleri tam anlamıyla anlayabilmek için tabii ki öncelikle ilk kitabımı ya da bu seri (u.a.e.w) içinde iki fasikül olarak yayınlanan kitabın zineup şeklindeki halini okumanız gerekmekte.. refik tuncay seçil ve özlem benim öz be öz aynanın öte tarafındaki hayaletlerim olmakta.. “kendi gelemeyenler hayaletler yollasın” denir “farazi v kayra” adlı mucizevi grubun bir şarkısında, ben de kendim ölemeyip onları öldürüyorum zaman zaman, bazense hücüm ediyorlar algı dünyama. bu aralarda öyle bir dönemden geçiyor, onlarsız yapamıyorum. kendi başına yaşamak, kapitalist sistemde oldukça zor olduğu ve günümüz post modarn/direnist sistemi insanı yalnızlığa ve tekinsizliğe ittiği için, zihnim de bir savunma sistemi geliştirip hayaletler üretti kendine. onlarla ilk olarak 2000 yılında işporta tezgahımda karşılaştım. gerçekten gördüm yani onları. geldiler ve beni yaşadığım tek başınalık sendromundan çekip çıkardılar. hiçbir şeyi uydurmadım. bizzat yaşadım. kurgu ya da hayal gücü zannettiğiniz her bir dilim cümle, bizzat gözlerimi kapayınca gittiğim zemt galaksisinden gelen vizyonlarla ilgili.. bazen ben onlara konuk oldum bazen onlar bana. ve hocaya anlatsam cinlere bulaşmış olurum, psikiyatriste anlatsam delirmiş.. o yüzden yazıyorum ben de tüm nakletme ihtiyacı hissettim anılarımın öte tarafını. umarım bu iki sikko grubun (muskacı ve ilaççı) öngörülerine bulaşmadan dinlersiniz hikayemi. hayaletlerime dokunursanız küllahlarınızı yediririm size. bi tek onlar kaldı elimde koskocaman 36 yıllık yaşantımda ve onlar da elimden alınırsa sıkıntıdan öleceğim zihnimin içinde. “karanlıkta bağıran bir delinin kafasının içine gidelim” der pac bir şarkıda.. ben de diyorum ki, “karanlıkta da görebilen zihinlerin okyanuslarında boğulalım..” bunu bir müzik albümü ile de, bir film ile de, basit bir görsel ile de, ya da söz gelimi tavşan dehlizlerinde gezinirken de pekala yapabiliriz. önemli olan geri dönüş ya da çıkış yolunu unutmamak. hansel ve gratel gibi cadıların tuzaklarına düşmemek. özümüzü gargamellere çaldırmamak. darko gibi sessizliğe gömülmemek. ya da en basitinden pamuk prensteki cadı gibi aynanın söylediğine bağlanmamak. ayna aldatır çünkü. o yüzden bu serinin basılmış kitabının kapağında ve arka kapağında bütünleşik olarak bir ayna figürü konmuştur. aynanın peşinden gitmek, tuncay’ın deyimi ile tuzaklara düşmektir. ve aynanın öte tarafına yelken açmaktansa, birinci dünyada kalalım, ve yin yang’ın her iki yüzünde de özgürce gezebilen insanların dediklerine kulak kabartalım. delirmedik. çünkü bugüne kadar hiçbir zaman aklımızla hareket etmedik, akıl da aldatır çünkü. mantık da… hissedilen gerçeklik, kafeslerinden arınıyor.. ve hayaletlerim, lanetlerinden kurtulup, evrenlerinin simetrik algısıyla, çığlıklarını sunuyor size. bir şeylerin değişmesi için, uzaylı beklemeyin, uzaylı olun.. afiyet olsun..
2018 mart
zackevalution “oha amına koyayım, girdap da geldi tam olduk. otuz yedi senedir seni bekliyorum bu amına kodumunun galaksisinde” dedi tuncay. ben ne olduğunu anlamadım. şok içindeydim. birkaç dakika önce, renkli renkli ışıklar içerisindeki bir dehlizden, sanki ışık hızıyla geçmiştim. sonra gökten bir ormanın içine düştüm. sert bir düşüş değildi. sanki esnek bir yatağın üstüne düşmüşüm gibi hissettim. ama toprağın üzerinde ve bir ormanın içindeydim. öylece yerde kaldım. yetmiş dört yaşındaydım lan ben. şimdi otuzlarımdaki halime dönmüştü bedenim. nerdeydim, nasıl oldu bu, biraz önce evimde otururken şimdi neden buradaydım, bilmiyordum. on dakika kadar sonra arkamdan biri seslendi: “nihayet teşrif edebildiniz beyefendi.” kafamı çevirip baktığımda seslenenin seçil olduğunu gördüm. bir şok daha geçirdim. ben neredeydim. burası neresiydi. evimde oturuyordum lan ben. keyifli bir gün geçiriyordum. şimdi nereye geldim. yoksa yine mi psikoza girmiştim? ama bu bir psikoz ise, bu kez kesin kez yarağı yemiş olmalıydım, çünkü daha önce ki psikozlarım bu kadar ağır değildi. ağır ne kelime, bu bir psikoz ise, hidrojen bombası gücünde bir psikozdu. durdum öylece. cevap bile veremedim. “sana diyorum girdo, hoş geldin” dedi seçil. “nerdeyim ben seçil, noldu?” dedim. “zemt galaksisine geldin abi” “o ne ya?” “anlatırım, uzun hikaye, gel bizimkilerin yanına gidelim.” “bizimkiler mi?” “tayfa işte, tuncay, refik, özlem” “ohaaaa” “sadece onlar değil, yeni dostlarla tanıştık burda, esçûmento var, dr. donete var, sanchez var, virtual cosmos be rodrigo var. espiridion var, hz muhammed bile var lan. la oğlum adem de var havva da var. tupac var, penny rimbaud var. jori sjöroos var. robert smith var. var oğlu var. ama sana kötü bir haberim de var, tayyoş da burada. burada bile kurtulamadık pezevenkten. gelir gelmez kısa süre içerisinde karşı bölgenin lideri oldu adam.” “sus bi seçil. tamam anladım. tüm manyaklar burda. ama benim kafam karıştı. idrak edemiyorum, bana noldu? zemt galaksisi ne?” “öldün” “ne?” “öldün lan işte! kalp krizi geçirdin. günde dört paket sigara içip kanserden ölmedin ya, süpersin. ölümünü karşı bölge canlı yayın sonrası, gün boyu bant kaydından verip durmuş haberlerde üzerinde yorumcular zırlamış falan. tabii biz bilmiyoruz bunları. biz de elektrik bile yok, televizyon neden olsun” “nası ya? canlı yayında ben mi vardım? karşı bölge ne demek?” “uzun hikaye adamım. konuşuruz. nasılsa artık sonsuza dek burdasın” “kafamın içinde filler sikişmeye başladı seçil. gangbang, orgy yapıyorlar amına koyayım. daha fazla konuşmayalım olur mu? sigara var mı?” çantasından bir poşet çıkardı seçil. içinde tütün olduğunu gördüm. bana sigara sararken konuşmaya devam etti. “cigara bile var adamım. sen ne diyorsun. şarap var, müzik var, kediler var, köpekler var. her şeyimizi kendimiz yetiştiriyoruz. şarabı kendimiz yapıyoruz artık. paramız yok ama olsun”
göz kırptı bana bunu söylerken. seviyordum seçil’i. evet özlem’e aşıktım ama seçil de benim öz kardeşim gibiydi. aralarında bir ayrım gözetmiyordum. “ne zaman paramız oldu ki bizim seçil?” dedim sigarayı yakarken ben. ilk nefesle birlikte kendime gelmeye başladım. “ama sana bir de iyi haberim var. paramız yok çünkü burda para diye bir şey yok” “nasıl ya?” “anlatırım sonra. geldik” bir sürü çadırın olduğu bir bölgeye geldik. girişte “unpz bolo” yazıyordu. “oha amına koyayım. bolo bolo mu var burda dedim seçile. ve bizimkinin adı unpz mi? keşke yirmi yedi yaşında gecenin bir yarısı girdiğim krizde, kestiğim bilekliğim değil de bileğim olsaydı.” “iyi ki de o gece bileğini ıskalamışsın. biz dünyaya lazımdık adamım, zamanı gelince öldük, çünkü buraya lazım olduğumuz tarih gelmişti. başımız belada bu aralar, anlatırız sonra” bir sürü çadırın ve bir sürü insanın arasından geçip bir çadıra girdik seçil ile. yürürken birileri “hoş geldin girdo” diyordu. cevap bile veremiyor aval aval yüzlerine bakıyordum. üzerime giyecek şeyler verdi seçil. çünkü, buraya düştüğümde çırılçıplaktım. ve yol boyunca da çırılçıplak bir şekilde yürüyüp insanların arasından çırılçıplak bir şekilde geçmiştim. ama kafam o kadar karışmıştı ki, çıplaklığımı unutmuştum. çadıra girdik seçil’le. içeri de özlem ve tuncay vardı. özlem’le göz göze geldim içeri girer girmez. ben içeri girince, önündeki işten kafasını kaldırıp, bana baktı. özlem’in iri göz bebeklerinden gözümü ayırmadan, “refik nerde” dedim seçil’e. “gelcek birazdan adamım” dedi seçil “önemli işleri var.” çadır, beşimizin sığabileceği kadar büyüktü. özlem bana bakıyordu, ben de ona. doğrudan gözbebeklerimiz kenetli. hareketsiz bir şekilde durup bakıyorduk birbirimize. gözlerimiz dolmuştu. ağlıyorduk. ama ayağa bile kalkmadı özlem. yeteri kadar tanıyor olmalısınız hatunu ha? ondan beklenir bu. yerde bağdaş kurmuştu. önünde takı malzemeleri vardı. çadıra girdiğim anda öylece tek kelime etmeden durup bana baktı. ben de ona. “çok özledim lan seni” dedi, “bi intihar edemedin gitti, otuz senedir seni bekliyorum burda ben. yalnızlıktan öldüm öldüm dirildim. ama merak etme. sana hep sadık kaldım bebeğim.” “dediğinden pek bir şey anlamadım ama ben de sana sadık kaldım kızım, sana hala köpekler gibi aşığım” “olcan tabii lan, benim gibi fıstığı nerden bulcan bi daha?” tuncay bir köşede oturuyor, önünde ki sehpaya toz amfetaminden resim yapıyordu. ve ben içeri girdiğim sırada, kafasını kaldırmadan “oha amına koyayım, girdap da geldi tam olduk. otuz yedi senedir seni bekliyorum bu amına kodumunun galaksisinde” dedi. resmine devam ediyordu. özlemle olan konuşmamın arasına daldı ve yine kafasını bile kaldırmadan “sikerim aşkınızı. yat uyu girdo. yorgunsundur. uzun yoldan geldin. sen uyanıncaya kadar anca biter resmim” dedi. tam bu sırada refik girdi çadıra. “ooo kimleri görüyorum, naber moruk?”
“iyi moruk, nolsun. ölmüşüm ben. yeni öğrendim. beyin kıvrımlarımın içine bir gergedan burnunu sokmaya çalışıyor ama geçer herhalde.” “geçer geçer, gergedan çok burda, uzak doğudaki ormanlarda sürüyle. of ya. tamam tamam, sustum. az bilgi, çok geyik yapalım birkaç gece” “iyi olur abi. yat diyonuz da uykum yok” “nası ya, yorulmadın mı?” “hayır” “uyku?” “yok uykum” “burda uyku diye bir şey yok zaten, yirmi saat uyanığız. buna mecbur olduğumuz için değil. biyolojik olarak, uyku diye bir şey yok abi. uyumuyoruz. çünkü yok.” “tamam ya anladım. uzatmana gerek yok” işte tam bu sırada, gene tuncay “ben uzatçam” dedi, “resim bitti. kim başlıyor bozmaya tablomu” “ilk ben” dedim hemen. “tamam” dedi, “idil” gelsin, başlayalım..” az sonra, deli gibi özlemini çektiğim toz amfetamini burnumdan içeri alıcaktım. her şey çok güzeldi sanki ama, bu ya bir rüyaydı ya da ben artık geriye dönüşü olmayan bir psikozun içine girmiştim. bilmiyordum. birinci bölümün sonu. not: bu öykü aslen, zemt galaxy’zzz: zackevolution adlı bir başka geniş kapsamlı romanımın bir parçasıdır. rites 1. karar veremiyorum.. seçil’mi odama gelse, yoksa izmarit adam’la alsancakta gecenin dördünde kaldırımda mı otursak.. yoksa kumsaldaki kar tanemden mi bahsetsem.. biliyorsunuz, kendi başına gelenler hakkında zırvalayan biriyim sürekli.. bitiremedim bi türlü bunu.. bitmedi. bitmiyor. kim okur diye düşünmedim asla. anlatmaya ihtiyacım vardı sadece, hepsi bu. hâlâ var bu. önemli şeylerden bahsettiğimi düşünmüyorum. ama benim için, gerçek dünyadan ne kadar kaçarsam o kadar kâr.. sadece, kararsızım bugün. yazı var, o net sadece.. 2. seçil geldi. odama. “dışarı çıkalım mı” dedi bana, “hem izmariti de ararız.” “o seni duymak için can atıyor” dedim ona. “duyamaz” dedi. “beni senin dışında kimse duymamalı girdap. bazen sen de duymazdan geliyorsun gerçi..” iğnelemelere başlamıştı yine. ama gülümsüyordu bunu söylerken.. “bugün napıcaz biliyor musun” dedi. “napıcaz” dedim.. “izmarit’le buluş” dedi. “ben yanında olucam.” “seni dışarı çıkartmıyorum” dedim. “sen zararlı biri oldun artık sokakta” “birkaç kere çıkmıştık biliyorsun” dedi
“artık değil” diye yanıtladım. “dışarda gerçeğe daha çok dönüyorum artık” “ben gelicem” dedi. “sen de izmarit’i arayacaksın.. ilacın ne alemde?” eve yeni gelmiştim. kumsaldaki kar tanesi ile beraberdim ve eve yeni gelmiş, yazının başına oturmuşken geldi odama seçil. kararsızlığıma yardım etti. usulca girdi içeri. karanlıktan doğdu. ışıklar içinde değil hayır. kapıdan da değil. bir anda belirdi, karanlıktan! ve “dışarı çıkalım mı” dedi. 3. izmariti arıyorum. gecenin ikisi. “abi alsancağa inelim” uzun uzun çalıyor telefon. üç kez arıyorum. her seferinde seçil’e, “açmıyor işte görüyorsun” ve benzeri cümleler kurarak. o ise, “ara, açıcak, beni dinle sen” diyor.. dördüncü de açıyor izmarit. uykudan uyanmış bir halde. ve direkt onun “alo” sözcüğünden sonra, “abi” diyorum “alsancağa inelim..” “inelim mi” değil, “inelim” diyorum direkt. geliceğini biliyorum, önemli olduğunu biliyor, konuşmaya ihtiyacım olduğundan değil, dışarda kalmak istediğim için.. seçil benim gerçekte ne istediğimi benden iyi bilir. içtiğim hap uykumu hemen getirmeyecek bugün, biliyorum. “abi tütünün var mı” diyor bana izmarit. “boşver” diyorum, “bi paket sigaran benden, şarap da alırım, iş yaptım bugün tükkanda ve işportada..” “tamam” diyor, “yarım saat sonra izbanda” diyorum. “olur” diyor “ama izbanda niye? durakta buluşalım, izban yok bu saatte.” “izbanda” diyorum “seçil öyle istedi.” “he tamam o zaman durum karışık” diyor. kapıyoruz telefonları. “işte bu kadar diyor” seçil. evdeki herkes uyuyor. eve geldiğimde uyumuyorlardı, ben kararsız kalınca uyuyacakları tuttu ve bende evden gizlice çıkıp şirinyere kadar yürüdüm. saat üçe yirmi var. izbanda buluşuyoruz ama izban çalışmıyor.. tren yoluna atlayacağız. seçil’in fikri. ve yürüyeceğiz alsancağa kadar.. izmarit, sabah işe gidicek. önemli değil bu onun için. daha önce de ben işe gitmiştim birkaç kez, sabahlayıp onunla. işin püf noktası şu, sorunumuz olduğu için buluşmadık, seçil öyle istedi. seçil benim. seçil diye biri yok. var gibi yapıyorum. nah yok! öyküye güç katıyor mu hayaletlerim bilmiyorum. öyküye güç katmak gibi bi derdim de yok. hem izbanda buluştuğumuz halde tren yolunda yürümüyoruz. vazgeçtim. benim sığınağıma da gidebilirdik. sığınağım buca eski tren istasyonu. karanlık ve sessiz bir yer. bi gün sizi oraya da götürürüm belki.. sessizliği karanlıkla bütünleşince seviyorum. seçil de bunu seviyor. karanlıkta gelir hep. ama kumsalda ki kar tanem karanlıklarımı yok etme çabasına girip sonucunda sessizliğimi bana armağan etti. seçil karanlık tarafımı aydınlatma çabasındaydı hep. artık gerek kalmadı. seçil susabilir. özlem ve tuncay öldü. refik’i de öldürebilirim. zack olma ihtimalim yok. tabii bunlar hep, sıkı okuyucularımın anlayabileceği kodlar. sıkı okuyucularım var evet. iyi yazıyorum çünkü. sadece okunmuyorum, hepsi bu. meselenin bu kısmı bi gün halledilir, acelesi yok. ben yazayım da, okunması şöyle dursun. kendi üzerime inşa ettiğim bir hafriyat gibi yazı. zırvalıklarım. belim ağrıyor, bir saniye.
heh geldim. bir sigara ile birlikte üstelik. sigaram meşalemdi benim. yavaş yavaş sönmeye yüz tuttu. meşaleye de ihtiyacım yok artık. çünkü karanlıkta değilim. safsak ve sevmediğim mutluluk havası da değil bu. değil çünkü safsak ve mesnetsiz, saman alevi gibi olan ama biraz daha uzun yanan mutluluk hallerini gerçekçi bulmuyorum. izmarit’le buluştuk ve o kısma gelicem. acelemiz yok. anlatıyorum. hiçbir konuda acelesi olmamalı insanın. saatin icadı, doğamızın katliamının başlangıcı. matematiğin, dünyanın yanlış toplanma hali olduğunu söylemiştim daha önce. ne diyordum? seçil.. seçil geldi ve evden çıktık bir telefon görüşmesi sonrası. bana, yolda, “sigara alıcaz unutma” dedi. “büyük olasılıkla bu son gelişimdir girdo” dedi. “veda etmeye geldim. zemt’te görüşürüz artık.” dedi. “zemt ne?” dedim. “zamanı gelince anlayacaksın” dedi. “henüz ölmedin.” anlamadığımı söyledim. “ölünce anlayacaksın adamım” dedi, “acelenin olmadığını söyleyen sensin. zamanın olmadığı, izafi bile olmadığı dünyaya düşünce anlarsın..” kafamın karıştığını söyledim ona. “karışmasın” dedi, “beni bu son görüşün.” sigarayı aldık ve izban’ın önüne geldik. bekledik bi beş dakika. iki sigara içtim bu süre içinde. sigarayı hızlı içerim. izmarit geldi, etrafa baktı sarılmadan önce bana. “o’nu göremezsin” dedim ona, “ama yanımda.” daha sonra sarıldık. izmaritle her gün görüşsek her gün sarılırız. aynı evde yaşarken de bu böyleydi. seçil “gidelim” dedi, “vazgeçtim, tren yoluna inmeyin, otobüse binin.” bunu anlattım izmarite, “tren yolu olmaz zaten abi” dedi, “istese bile çok uçarı bir istek olur bu.” “tamam zaten vazgeçti” dedim.. seçil’in askerleriyiz! otobüse binip alsancağa inerken, hiç konuşmamayı salık verdik izmaritle. en arka koltuğun bir önündeki, otobüsün istikametine ters koltuklara oturduk her zamanki gibi.. saat üç otuz otobüsü. baykuş. 940. konaktan da yürüdük alsancağa. saat dördü on geçe kıbrıs şehitlerindeydik. şarap aldık. yollar bomboş. bir dükkanın önüne oturduk. önümüzde bir taksi vardı. az önce taksiye binip otobüs durağına yol almıştık, kar tanesi ile.. kumsaldaki. eve gelip çıktım hemen. hepsi bu. kararsız olduğumu söylemiştim. hiçbir şeyi es geçmiyorum yazarken, farkında mısın “öykülerin bütünlüksüz” diyen edebiyatın vekili.. sahi, edebiyatta demokrasi işler mi? en çok satan mı en iyidir yani? ya da en uzun süre edebiyata dahil olan mı? edebiyat nedir ki? ben bilmiyorum. benim sanatın, şiirin, öykünün ne olduğu üzerine fikirlerim yok. hiç olmadı. meseleyi büyütmüyor ama küçümsemiyorum da. kendimle ilgiliyim daha çok. ne yaptığım ile. başkası ya da başkalarının ne yazdığı beni ilgilendirmiyor zaten. okumuyorum da. onların okuduklarını da okumadım hiç. inat değil, okumadım, hepsi bu.. bu anlamda tam bir cahilim. ama onlar da benim bulunduğum saatlerde benim bulunduğum sokaklarda bulunmadı hiçbir zaman. bir kaldırımdan dünyaya bakmanın zevkini tatmadılar. kaldırım inşa ediyorum kendime yazarak. sonra o kaldırıma isteyen herkesin oturmasına izin veriyorum. mülk edinmiyorum kaldırımı. yeni kaldırımlar yapma hevesindeyim daha çok. yolları daima kaldırımla kaplamaya çalıştım. arabalar geçemesin. motorlar hiç geçmesin. trafiğe kapatılsın tüm sokaklar. bir sürü şeyin bir sürü işportası olsun.. bir de kafe ve barlar. alışveriş mağazaları olmasın mesela hiç. her şeyin işportası olsun. bir de işportaların arasında sandalyeler.. iç içe, dedikodusuz.
herkes herkesi duyabilir bir mesafede. ve yılışık kahkahalardan utanalım istiyorum. istiyorum sadece. hayallerimizi de mi anlatmayacağız canım.. “anlat” dedi seçil hemen ardından. “izmarit’e anlat.. hiçliği..” “o biliyor bunu zaten” dedim.. “ben gidicem birazdan” dedi, “şarap alalım..” aldık ve bir kaldırıma oturduk. burda kalmıştık en son, akışı asla unutmam, sadece bazen es geçebilirim.. tekrar söyledi seçil. “anlat, izmarit’e, hiçliği..” “o biliyor bunu zaten” dedim ve izmarit bunu duydu. “neyi biliyormuşum abi” dedi. “hiçliği” dedim. “bilmiyorum” dedi, “ben hep var olma savaşı verdim.. hayatın içinde, bir köşede, hiçbir şey yapmadan bekleyen adam olmanın savaşıydı bu.. önümde tezgah yerine tütün olsun istedim. ama satmayayım onu. isteyen gelip ‘tütününden sarabilir miyiz abi’ desin. olur diyeyim. tütünüm bitsin. tekrar almaya param olmadığı için sigarayı da bırakayım. iyi olayım be abi” dedi, “seçil’e söyle beni de iyi yapsın..” seçil bir anda görünür oldu ona da.. izmarit apalladı.. “olm biz seni deli sanıyorduk, birinin halüsinasyonunu başka biri göremez” dedi.. şok olmuştu. ben olmadım. ben zaten biliyordum.. size söylememiştim.. her şeyi anlatmadım henüz. ilk kitap, başlangıç sadece. ısınma turları. sahaya çıkmadık henüz. henüz okunmadık bile be yavru. hiçbiri ölmedi, boyut değiştirdiler sadece. zamanın bu dünyaya göre izafi bile olmadığı yere. ve kendilerince vakitlerinin dolduğuna inandıkları gün gitti bir kısmı. seçil de bugün gidiyor işte. “gidiyorum izmarit” dedi, “sana da gelmeye başlarız belki bir gün.. ister misin?” “aaaa olur tabii, tabii memnuniyetle..” hala şoktaydı.. “şarap iç şarap” dedi seçil, “ayıkırsın durumu.. ama bu bir sır, kimseye anlatmak yok.. ben bir sırım. ve bugün ölüyorum.” “tamam, şey yani tabii” dedi izmarit.. şoktaydı. “haa nasıl ne zaman?” yerde oturuyor, ve sadece yoldan geçenlerin ayaklarını görüyorduk. kafamızı bir milim bile daha yukarı kaldırmadan ama önümüze de eğmeden duruyorduk orada. ben içmiyordum. ben bırakmıştım artık. sigaraya da zaman gelecekti ama alkolü demirtaş da bıraktığıma inanmıştım. bir önceki demirtaş maceramda da otu bıraktım. kimbilir belki bir sonrakinde de sigarayı. ritüel değil bu. öyle denk geldi. şarkının adına da yaraşıyor, şarkının ve öykünün. her ikisinin de adı aynı sonuçta. rites. defalarca üst üste çalan melodi. seçil “ben gidiyorum” dedi, “yakında görüşücez seninle, biz ölmüyoruz, sadece kayboluyoruz, artık biliyorsun bunu. bu dünyada değil ama, yakın gelecekte, görüşeceğiz. sen ölünce. tabii izmarit seninle de..” “bana da gelin” dedi izmarit. “ve sen... biraz daha kal” “sana başkaları geldi” dedi seçil. “sen farkında değilsin. içinde yarattığın boşluğa fazla aldırış etme. geçer o. sadece neyle doldurduğuna dikkat et. bu
aralar iyi gidiyorsun.. hayatına giren her insan önemlidir. bu ara girenler daha önemli oldu hepsi bu. girdo senin için de öyle..” “teşekkür ederim seçil” dedim ona. “teşekkürlük bir şey yapmadık olm” dedi seçil. “gördüğün gibi, ya izmarit de halüsinasyon ya da ben de varım.” ve bir anda kayboldu. fitili yakıp gitti. izmarit’in suratına baktım şüphe ile.. o da bana şüphe ile bakıyordu. kumsaldaki kar tanem uyuyordu. ben de uyumak için eve geldim. ya da hiç gitmedim. uzandım sadece. erişebilecekmiş gibi, gerçeğin hiç var olmadığı masal alemine.. 22.mart.2016 başlık lost in the trees’in bir şarkısının adıdır
highest of the angels köşeye sıkışmış gibi hissettiğimi söyledim ona. abarttığımı söyledi. “onlar sana aspirin gibi gelmeliydi adamım.. her şey içinde bitiyor.” “eski tadım yok biliyorsun” dedim. “artık nerdeyse kimseyle konuşmuyorum..” “zack’e izin verme” dedi. “gitsin kendi gezegeninde ne halt yerse yesin pezevenk…” işportaya gelen bir müşteri muhabbetimizi kesti, bir kitabın olup olmadığını sorarak. “yok” dedim. evimde vardı oysa, yarın getirebilirim diyebilirdim, bıraktım yarın gelicemci yavşaklarla uğraşmayı. dönünce uğrarım. para bozdurup gelicem. haftaya burda mısın. sikeyim siz sonracıları. ben 20 yıldır sokaktayım, daha sonra gelicemin sonrasını görmedim. az önce konuştuğum refikti. ışıkların içinden çıkarak gelmişti işporta tezgahıma. “hey adamım yanında yer var mı?” zack ise, hiç kimsenin, hatta pek fazla ağaç ve hayvanın bile olmadığı bir gezegende ki bir mağarada yaşıyordu. insan sevmezdi zack, ama nefret de etmezdi. umursamıyordu insanları. kısa diyaloglar kurar, canı isterse selam verirdi. içimde olmadığı zamanlarda mağarasına saklanırdı. içimdeykense kitlerdi beni. oysa matrak bir heriftim ben. öyle derdi herkes. artık bu kaybolmuştu. can sıkıntısı hakimdi her şeye. giderek donuklaşıyor ve işin içinden nasıl çıkarım bilmiyordum. bu yüzden gelmişti refik, acil durumda camı kırınız gibi bir şeydi ikisi, refik ve seçil. birbiri ile sevgili olup sürekli kavga eden bir çift. “seçil gelmeyecekmiş artık” dedim refike.. “gelir” dedi. “bakma sen ona. sana çok kızıyor da ondan.” kızabileceği bir şey yapmadığımı söyledim. “yapıyorsun” dedi, “delirtiyorsun bizi bazen..” “şu kolye tam size göre efendim… güzelliğinize güzellik katar.” yoldan geçen birine direkt bunu söyledi refik. “anlamadım” dedi kadın. eline aldı kolyeyi, “şu” dedi, “görüyorum ki boynunuz boş. hediye de edebilirim ama bozukluğunuz varsa kafi.” bira paramızı denkleştirmeye çalışıyordu piç. hiç iş yapmamıştık öğlenden beri. çalabilirdi de, ama migrosa kadar yürümek istemiyor, köşedeki bakkaldan alıp gelmek istiyordu. sattı da kolyeyi biliyor musunuz, hem de on liraya. üstüne bi de fanzin çaktı benim tezgahtan. 13 etti. iki bira. gidip aldım. “neye içiyoruz biliyor musun?” dedi. “neye” dedim.. “senin kafasızlığına.. yaşa işte böyle. ben nasıl on beş senedir yaşıyorsam sen de yaşa. tutturmuşsun bi fabrika fabrika diye.” “annem hasta dedim. ablamın başına kalamam.. kendi paramı kazanmalıyım.” “takı yapmayı öğren adamım.” “ya kışın?” “yazın idareli gidersin. nolucak.” “hastane masrafları.” “yeşil kart çıkar.” sevmiyordum bu triplerini. hayatı yaşaması o kadar da zor değildi biliyordum, ama bu kadar basite indirmek de gerekmiyordu. hem alışmıştım fabrikalara. bir tuşa bas bir kolu çek. kafa rahat. ay sonu maaşın yatmıyorsa
sorun vardı bir tek. ama böylesi daha güzeldi. dört saat de kırk lira. bazense altı saat de dursan müşteri gelmezdi. aslında ilaçları bıraksam her türlü yapardım iş. iki sene önce olduğu gibi. müşteri ile muhabbeti bağlar her türlü kitap satar her türlü de sağdan soldan bit pazarından kitap bulur, kışı da birikenle geçirirdim. ama tek kalıcaktım eninde sonunda. eninde sonunda kiram olacaktı, suyum elektriğim olacaktı. masraflar artıcaktı ve işportadan kazandığım para ile ancak biri ile beraber yaşayabilirdim, hatun veya erkek. ve aynı ev söz konusu ise, yalnızlığım yalpalanabilirdi belki. hem kimseyle parasal sorun yaşamak istemiyordum.. ailem dert değildi, çeker kapıyı oturursun odanda. bazen bulaşık yıkar bazen evi süpürürsün. yemeğini yapar ailen. yemek sorun değil zaten. öğrenirsin. ama deneyimlemiştim bir kez. sorumsuzluk en kötü renkti. dağınıklık. eve gelip gidenler sürüsü. onların dağınıklığı. sevmiyordum dağınıklık, her şeyi derli toplu istiyordum. işporta da bile, biri bir kitabın yerini bozarsa hemen kalkıp düzeltirdim. üşenmezdim buna. üstelik annem hastaydı. eve geldiğimde yatıyordu. korkuttu durumu beni. ‘o ölürse’nin sonrasını hiç düşünemiyordum. algım sıfırlanıyordu. babam öldüğünde donup kalmıştım. hareketsiz bir beden. ben yıkamıştım imamla beraber babamı. ben abim ve imam. ölüm sert bir duvar gibiydi. toslayınca başın dönüyordu. öyle yüksek bir hızda dönüyordu ki, manzaranın siluetlerini bile seçemezdin. ve annemi tekrar incik boncuk işleri ile uğraştırmak istemiyordum. bunu anlattım refik’e. üç kuruşa geçiniyoruz dedim. iki kuruş da oluyor bazen. ama dört kuruş olmadı hiç. “haklısın” dedi. “benim babam hiç olmadı. hele uyuşturucu kullandığımı öğrenip evladı olarak görmemeye başladıktan sonra hiç.. parayı sikeyim. hayatımızın içine ediyor. bi saniye..” müşteriye döndü. biralarımız bitmek üzereydi. “şu kolye ne kadar.” “on lira olur. hatta yanında bir de fanzin verirsek on üçe kapatırız bu işi. fanzinler iyidir. yanımdaki konuşmayan arkadaşım yapıyor. onun tezgahına da biz bakıyoruz. işimiz iş yani. hem o kadar güzel öyküler yaz, hem de anlatma kimseye.. aptal işte nolucak” ben susuyor ve biramı yudumluyordum. “aa öyle mi ne hakkında yazıyorsunuz?” dedi hatun bana.. “herkes yazıyor artık” dedim, “önemli değil. genelde kendimden bahsettiğim söylenir ama ben öyle düşünmüyorum. herkesten bahsediyorum. belki akşam eve gidince sizden de bahsederim bugünü anlatırsam..” “okumak isterdim” dedi. “hangileri sizin.” uzattım benim zırvalıklarımı. kitabım da vardı tezgahta ama o kadar zordu ki, “şu da benim kitabım” demek. neyse ki refik girdi araya. “bu da kitabı” dedi, “beni övüp durur, yakından tanımış olursunuz hem bendenizi.” ağzı iyi laf yapıyordu herifin. hem kitap hem fanzin aldı hatun. 21 etti. gittim her zaman ki bakkalıma, “abi iş yapınca üstünü vericem” deyip bi şişe de şarap aldım. geri geldiğimde refik zabıta ile tartışıyordu.. elimde şarap olduğu için uzak durdum. gittiler ve ardından yarım saatliğine tezgahları topladık beraber. herkes topladı. ibo, meto, yusuf. “ibo içer misiniz” diye bağırdım “fazla bardak var.” böyleydi bu işler. her şeyini paylaşırdı işportacılar. birazdan da iş yapınca ibo verirdi şarabından biraz. tütün aldık yusuf’tan. bizdeki toz olmuştu. garip bir adamdı yusuf. az iş yapar, yaptı mı da tam yapardı. en küçük parça otuz lira
çoğu elli lira idi tezgahında. uzak doğudan geldiğini iddia ettiği taşlardan kolye satardı. uzak doğu şifacılığı yapardı. doğru ya da yalan ayırt edemezdiniz. oturup şarabımızı açtık.. ibo geldi yanımıza. “abi sıkıldım ya” dedi. “on beş yıldır şu işi yapıyorum bi bu sene bu kadar sorun yaşadık. üç kez tezgah kaptırılır mı bir ay içinde. çok sıkıldım.” “rastaları kıyak” dedi refik bana, konuyu değiştirip. refik’de de rastalar vardı. ben de olamazdı çünkü saçlar dökülüyordu. kazıtmıştım ben de. tam bir skinhead olamasam da, sharp kültürü içimde bakiydi. street punk gibisi yoktu. neşe verirdi insana. açtım telefondan bir skin grup. şarabı yudumladık. kapalı tezgaha rağmen, yoldan geçenlere “fanzin var” deyip durdu refik. bu şekilde üç fanzin daha satıp, paranın geri kalanını çıkardı. iki sene önce ben de onun gibiydim. günlük seksen lira kaldırır, yarısını alkole yarısını anneme verirdim. kafama koymuştum o gün. bir daha çalışmayacağım, demiştim. iyiydi keyfim. eski matrak hallerime geri dönmüştüm. her konuda dalga geçilcek bir şey bulur, milleti güldürürdüm. sonunda o kadar çok şeyle dalga geçmeye ve hafife almaya başladım ki, deli diye tıkıldım bir yere. on üç gümüş gün kaldım orada. gümüş kurşun gibi. çoğu kişi, hatta bir hasta bakıcı bile telefon numaramı aldı. dışarda görüşmek için. hiçbiri aramadı ama olsun. ben kimsenin numarasını almadım. askerde de almamıştım. numara almam zaten ben. içli dışlı olmam kimseyle. kimseye bir şey anlatmam. gene de herkes çok sever beni. kimseyle sorunum olmadığı için olmalı bu. herkesi olduğu gibi kabullenip değiştirmeye çalışmamak önemli. bu yüzden çok az kişi dışında tavsiyelere ve eleştiriye kapalıyım. herkes baksın kendi dalgasına. refik “tezgahı açalım” dedi, “mesaileri bitti.” “ekip değişir abi bir şey olmaz onlara” dedim “baksana” dedi ibo “meto açmış bile.” “açar o ya, zabıta arkasını döndüğünde açmaya başlamıştı bile.” dedim meto böyledir. bir eli sakat. en korkusuzumuz o. tespih ve şapka satar. iyi çocuk. onun da üç kuruşunda gözleri var götlerin o ayrı. saat beşi on geçiyordu. tezgahı tekrar açtık. bu kez farklı dizip, başka kitapları göz önüne çıkardım. her gün değiştiriyordum yerlerini. arada bir de eve kitap götürür başka kitap getirirdim. refik öğretti bunları bana. ben de akıl edebilirdim elbet ama bazen bir şeyleri benim aklıma gelmeden söylerdi. şarap bitmeye yakınken polis geldi bu kez de. birileri şikayet etmiş. kendileri en klas yerlerde içer de sokak da içmeye karşıdırlar. onlar bozmaz çünkü kendini, bi biz bozarız. aslında olay tam tersidir. bir insanın ne kadar çok parası varsa o kadar da boş konuştuğunu gördüm çoğu kez. bütün hatunları kendilerine amade sanır böyleleri. sorun para ya da parasızlık değildir, aptal bir hırs buna neden olur. hırs iyidir aslında ama neye göre olduğu önemli. çok para kazanma hırsı, olabileceğinden daha çok kazanma hırsı ile lüks peşinde koşmayı anlayamamışımdır çoğu zaman. minimum ihtiyaçlar için kazanması gerekenden azını kazananlar da hep daha çok çalışanlar olur. refik’in tezgahı açması uzun sürdü. takı uzun sürer. kitap kısa. toplama da ise tam tersi söz konusudur. zabıta gelse ilk yakalanıcak benimdir. ağırlık farkı. bohça yapamazsın kitaptan.. en çok iş yapan gene de benimdir işportada ama yerine koyması daha zordur. kendin ürettiğin iş daha iyi. takıyı öğrenmen gerek esçûmênto yavşağı.. daha sonra sakız satan bir çocuğun köpeklerle kovalamaç oynayışını izledik. daha sonra midyeci abimize selam verdik. daha sonra bir herifin küfürle karışık bir hatunla tartışmasına şahit olduk. daha sonra, daha sonra. tezgaha kimse gelmedi. refik de, şarap çıktığı için yormadı kendini daha fazla. biraz şarap da
ibo ile meto’dan geldi. sekize on vardı saat. “toplayak mı” dedim refik’e. “kilise çanı çalmadan mı” dedi. sekiz de çalardı çan. her yarım saatte bir vapur gelir, sokak insan dolardı. dükkan iş yapmaz, zack arada sırada selam çakardı bilinç altımdan. zaman geçiyordu. zaman geçiyor kış yaklaşıyordu. kışa para ayırıp yazı beklemeyi planlıyordum. ama annem ölücekti. ablam’ın maaşı kendine kadardı. işe girecektim. işe girdiğim halde işportaya devam edecek, daha rahat davranacaktım. kaldırım da oturmak güzeldi. dinginleştiriyordu insanı. ilaç gibi geliyordu kaldırım. ama görünür olmaktan sıkılmıştım. son zamanlarda çok insanla tanışmış, biraz fazla görünür olmaya başlamıştım. iyi değildi bu. görünmez adamcılığı seviyordum.. az bilinen olmak iyiydi. birileri kendince keşfede dursundu işlerimi.. ama az biraz para da fena olmazdı hani. kitaptan gelicek olan para. kışı da öyle çıkarırdım belki.. çan çaldı. refik, “dükkana gidelim” dedi. “çay içeriz. bu saatten sonra iş olmaz.” giderken ibo’dan da biraz tütün alıp dükkana geçtik. fanzinleri çantadan çıkarıp raflara dizdim. elektriği bağladım. müzik açtık. ve iş yapmayan dükkanımızda boş boş oturmaya başladık. kış gelecekti. çetin geçebilirdi kış. çalışmadan olmazdı. çalışarak olmazdı. kapana kısılmış gibi hissettiğimi söyledim tekrar refike, çayları getirip. “haplardan değil mi” dedi “evet” dedim. “aspirin gibi düşün” dedi. “her şey kafada bitiyor. vitaminle bile geçer baş ağrısı, vitamin olduğunu bilmez baş ağrısı zannedersen, kandırılıp.” “kendimi hiç kandıramadım” dedim. “bi sigara saralım geçer” dedi. annem aradı bu esnada. tamam anneli, tamam oğlumlu cümleler kurduk birbirimize. hastaydı. aklım ondaydı. eve gelince iyileştiğini gördüm. en çok buna sevindim galiba.. işporta iş yapmasa da olurdu. kışı geçiremesem de olurdu. her şey olurdu aslında. olasılıklar dahilinde olamayacak hiçbir şey yoktu. mücadele etmek gerekiyordu. edicektim. refik öyle demişti. ibo öyle demişti. yusuf “sokakta her zaman para var, boş ver sen” demişti. “bak meto’ya adamda deli cesareti var, zabıta ile bulan kaçan oynuyor resmen” altı kişiydik. bir tespihçi, iki takıcı, bir uzak doğu taşçısı, bir kaset rozet takı bütünleşikçisi, bir kitapçı. bugünlük de refik gelmişti, takıları ile. ölümü düşündüm. ben ölmeyecektim. biliyordum bunu. yaşama sımsıkı bağlı değildim ama ölmüyordum. eskiden her şeyle dalga geçip zırvalayan adam olsam yine kafiydi. para az olsa da olurdu. kış geçerdi bi şekilde. şimdiden tasasına düşemezdim. “geleceği siktir et” derdi tuncay, hep de öyle yaptı. sonra kendini siktir etti dünyadan. bu dünyadan kürtaj etti kendini bir küvette, jiletlerle. ama hayaleti geliyordu hiç olmazsa yılda bir iki kez. hayaletler görüyor, hayaletlerle yaşıyordum. yoktu yapacak bir şey. gerçek fazlasıyla sıkıcıydı. sevgilim bile hayalet olabilirdi. olsa çok gülerdim. onlarca halüsinasyondan sonra bu şaşırtıcı olmazdı. gerçeği çarçabuk başımdan def etmeliydim. gerçekle başa çıkmak zor olduğu için değil, sevmediğim için ciddi muhabbetleri. vapurdan inen insanlar konusunda yarış yapmıştık refik’le bugün işportada. erkekler onun kadınlar benimdi önce. sonra kadınlar onun erkekler benim oldu. sonra mini etekli veya şortlu olanlar ve olmayanlar arasında yarış yaptık. sonra kot pantolon ve kumaş pantolon konusunda. sonra sakallı sakalsız konusunda. kim kazandı bilemedik. bazen o bazen ben. meto ile ibo, kumru yakalama konusunda beş biraya iddiasına girdi. meto kazandı. ibo yakalayamadı kumru. ama bira da almadı. nasıl alsın ki, anca şaraba yetti bugünkü iş.
ben de hiç iş yapmadım aslında, refik olsa nasıl yapardı diye düşünüp kendi başıma oturdum. etrafi ve umut geldi yediye doğru. bir buçuk saat de onlarla oturup, etrafi’nin bit pazarından gelme klas tütününden takıldım. dönüşte gerçekten yusuf tütünden biraz aldı ama. başka bir gün de biz onunkinden alırdık. böyleydi bu işler. her şeyimiz hepimize beleşti. yine de idareli giderdik her konuda. müşkülpesent insanların nazını çeke çeke. ve gerçekten kilise çanı çalınca topladım tezgahı. genelde yaptığım gibi. saat sekiz demekti. havanın kararmasına beş dakika kalmıştı. yakında dokuzda kararırdı hava, mesaim bir saat artardı. bira içemezdim pek. eskisi gibi olmaya başlamıştım ama. hissediyordum bunu. her şeye gülecek, hiçbir şeyi iplemeyecek ve yazmaya geri dönecektim. ha bir de dönerken, refik “ağzına sıçayım senin, şarabı unuttuk” deyip, döndü ve kalanı fondip yaptı. hepsi bu. çöplerimizi de topladık tabii ki.. hep olduğu gibi yani. her şey her gün aynı.. * başlık “this empty flow’un bir şarkısının adıdır. 21 nisan 2016. nevermore “sigara üstüne sigara” dedi seçil. cevap vermedim. öylece uzanmış, gözlerim açık bir halde yatıyordum. gecenin üçünde uyuyakalmış, sabahın beşinde uyanmış, bir daha uyumamıştım. sigara üstüne sigara. distress versiyon 0.2 çalıyordu. sıfır nokta iki. bire hiç geçemediğimi hissettim. bütün olamadığımı, ve hiç ikilenemediğimi. oysa çok kalabalıktım. onlarca ölü ve hayaletle yaşıyordum yıllardır. “hu hu” dedi seçil, “sana diyorum.” “gider misin” dedim. “uyumam gerek.” “sabah işe gitmeyeceksin” dedi, “uyuman falan gerekmez. işportanı da akşamüstü açıyorsun zaten.” “açmıcam bugün” dedim. “kötü bir gece ve kötü bir sabah dedi zack” diyerek anımsattı boktan bir şiirimi. “hatırlatma” dedim. “ekmek yaptım sana” dedi. “sonra yerim” dedim. “hayır efendim, şimdi yiyeceksin” dedi. “kalk hadi..” untitled başladı. this empty flow. isimsiz olmayı çok istediğimi söyledim ona. yalan söylediğimi ima etti. “kalk” dedi, “konuşalım.” konuşacak bir şeyin olmadığını, hatta en güzel yöntemin sessizlikle birlik olup hiçliğe akmak olduğunu söyledim. “porno izleyelim mi” dedi, “güleriz.” bi keresinde o, refik, ben, tuncay, özlem, kahkahalarla gülerek izlemiştik. kafamız yüksekken. hiçbirimizin şeyi ötmemişti. çıplaklığa önem vermiyor ama her birimiz tutkulu bir sevişme faslını özenle çekip çıkarmak istiyorduk karanlıktan. karanlıkta kalıyordu her şeyimiz. güneş ve ayın dansı bize anlamlı gelmiyordu. günler bir önceki günün fasolu tekrarından ibaretti. her şey fasoluydu tanrısını satayım. tanrıyı satmak istiyordum. ucuza giderdi. sürekli benimle dalga geçtiğini hissediyordum. a’dan z’ye ezberlemiştim her hareketini onun. onun suçu mu bilmiyordum ama biri tüm suçu üstlense fena olmazdı, çünkü herkes benim masum olduğumu dile getiriyordu. ağlamaya başladım ardından. seçil saçımı
okşadı. “kalk hadi” dedi, “sigara içelim. ekmeği siktir et, ben yerim adamım.. o kadar hazırlamışım” doğruldum yerimden. “düzeltmek istemiyorum hiçbir şeyi” dedim. “hiçbir şeyi. hiçbir şeyimi. yazımı da. bırakalım yanlışlar yanlış olarak kalsın” dedim. “doğruya hiç ulaşamıyoruz zaten” dedi. ardından başka bir şarkı çaldı ve ağlamam kesilmiyordu bir türlü. bi sigara yaktım. “ilaçları bırakmayalım” dedim ona. “bence de” dedi, “eroine başlasan iyi edersin hatta. hatta jilete de başla. hatta anneni daha çok üzmek için bi kolunu kes daha önce düşündüğün gibi. ip getirdim yanımda. seni bağlayıp sonra asıcam bugün. intiharına cinayet süsü vermek için.” “cinayete intihar süsü verilir sanıyordum” dedim. “hiçbir şeye süs vermek istemiyorum” dedi. “sus payı vermek isterdim ama” nasıl uyuyabileceğimi sordum ona. “1200 mg serequel” dedi. “altı tablet antiem” dedim “üç çizgi amfetamin” dedi “iki gram esrar” dedim “biraz da tütün ekleyip yakalım” dedi. “hepsini ezip. en kral tütsü olur. işportada yakarsın. gelenler kafası kıyak ayrılır yanından. yarı uykulu yarı enerjik. napacağını bilemezler.” “kitaplar tükeniyor” dedim gülerek. “bit pazarına çık” dedi. “çıkarım” dedim. “pazarlar tükenmez.” “ve sen de ölmüyorsun.” “ölmek isterdim” dedim ona. “özlem gibi. tuncay gibi.” “intihar tehlikeli bir senfoni” dedi. “anma hiç.” “intihar değil” dedim. “kendiliğinden. kalp krizi. beyin kanaması. trafik kazası.” “bu saate kadar çoktan araba çarpmalıydı sana zaten” dedi. “hep kıl payı yırtıyorsun.” “kırmızı ve yeşili karıştırıyorum” dedim. “sağı ve solunu karıştırmak gibi bir şey bu.” “yalanlarına başladın gene” dedi göz kırparak. hazırladığı ekmekten bir lokma ısırdım. evdeki herkes uyuyordu. ben odama geçmiş, kapıyı kapatmış, içeride de dumandan bir dünya yaratmıştım kendime. camı açtı sonra seçil. “güneş doğmuş” dedi. “spora gidelim mi?” “sikmişim sporu” dedim. “ben böyle iyiyim.” ekmekten bi lokma daha ısırıp bıraktım. bi sigara uzattı. özenle sarılmış bir sigara istiyordum. ben sarmak istemiyordum. hediye gelsin istiyordum. doğum günü hediyesi gibi bir şey. bana da ancak böylesi bir hediye yaraşırdı. seçil’e “hani bir daha gelmeyecektin” dedim. “olur öyle” dedi. “kızmış mıydın bana” dedim “yardımıma ihtiyacın olmadığını düşündüm aptal” dedi “ne kızması.” “geçen refik geldi” dedim.
“biliyorum” dedi, “anlattı. bak bunu ihtiyaç olarak görmüyorum tamam mı” dedi. “bu başka bir şey. hadi uyu acık. uyanınca daha iyi hissedersin.” kimseye yük olmak istemediğimi söyledim ona. gitmesini istediğimi. “yük değilsin” dedi. “kimseye yük falan değilsin bebeğim. böyle düşünme.” “ama” dedim. “sorunluyum.” “sorun sen de değil” dedi. hayır sorunun tamamen bende olduğunu, farklı deneylerde aynı sonucu verdiğimi, ve değişken faktörlere rağmen değişemediğimi söyledim. “hayat bir deney tüpü değil girdo” dedi. “tamam mı? sen de denek değilsin.” bi sigara içip uzandım. gözlerim açık vaziyette. ne kadar süre öylece durdum ne kadar süre başımdan ayrılmadı bilmiyorum. sonra kalkıcaktım zaten. evden çıkmam gerekiyordu. evde durmak istiyordum oysa. sonsuza dek evde. tek odada. öylece. hayaletlerimle baş başa.. başlık this empty flow’un bir şarkısının adıdır. 22 nisan 2016. ev beş yıl sonra. karataş’ta, bir ev. ev, birinci katta. refik, seçil ve özlem var evde. özlem ev sahibi, refik özlem’in abisi, seçil refik’in sevgilisi ve ben ise bir köşede, elimde bir kadeh ile, boş boş bakıyorum halıya. halının rengi yeşil, dümdüz, halı saha gibi yani. annem öldüğünde ve yeğenim de evlenip ablamı yani annesini yanına alınca yapayalnız kalmıştım. ailemin evinin kirası yüksekti. o güne kadar işportadan geçiniyor, kışları part time işlerde çalışıyordum. üç artı bir ve bir hayli büyük olan evin kirasını karşılayamazdım. neden bilmiyorum ama ayaklarım beni, eskiden, jazztral ve izmarit adam’la beraber tuttuğumuz eve götürdü. karataş’da ki kötü, rutubetli, yazları böcekli olan, küçük eve. iki artı bir. kirası oldukça düşük ve müstakil girişli. ev sahibi bir üst katta oturan. eve vardığımda siyah bir perdenin örtülü olduğunu görüp üzüldüm. ama bu siyah perde benim işportada kitapların altına serdiğim perdeye benziyordu. zabıtalar bi keresinde malımı topladığında, mallarımla beraber perdeyi kaybetmişlerdi. hesap sorulamazdı zabıtalara.. ayrıca evin camında da “mülksüzden satılık” yazıyordu. bu yazıyı daha önce biz yazmıştık cama. ve ben evden çıkarken yazıyı sildiğime emindim. her ihtimale karşın kapıyı tıklattım. belki bir ev arkadaşı arıyor olabilirlerdi. açan olmadı. bu sırada yazıyı fark ettim. kapıda ufak harflerle ve elle yazılmış olan yazıyı. “kapı açık, istersen girebilirsin, biz açmıyoruz, boşuna çalma.” kapı kolunu çevirdim. açıldı. girdim içeri. ev bıraktığım eşyalarla duruyordu. holü görmüştüm sadece. yarı uzunlukta holü ve salonun bir kısmını. halı, duvara bıraktığım poster ve kanepeler duruyordu. salonu kullanmıyorduk o zamanlar da. bana tanıdık gelen bir iki giysi vardı. ama bu evde sadece benim görebildiğim giysilerdi bunlar. jazztral, izmarit ya da diğer arkadaşlarımın görebildiğini sanmıyorum. ilk sağdaki odaya girdiğimde öfkeli gözlerle karşılaştım. öfkeli gözlerimle ya da. yıl 2021 idi ve artık 39 yaşındaydım. son beş yıldır işporta ve part time işlerle hayatımı sürdürüyor, fanzin çıkarıyor, kendi kitaplarımı bastırıyordum.
nerdeyse hiç arkadaşım kalmamıştı. iki üç dost dışında, yoktu kimsem. ve ben de kimse ile yakın ilişki kurmuyordum. cep telefonu kullanmıyor ve arkadaş edinmiyordum. fanzinlerimde ve kitaplarımda iletişim adresi bile yoktu. sadece kitap adı, adım ve solucan fanzin basımı olduğunu belirten ibareler vardı. csns yayımları hala aktifti ama artık tek kişiydim. oluşum dağılmış, bambaşka mevzular çıkmıştı ortaya. çok fazla insan tanımama rağmen kimseye hiçbir şey anlatmıyor, anca yazıp duruyordum. beş yıl geçmişti aradan. ve özlem’i görmeyeli ise epey epey yıl olmuştu. “sonunda” dedi sadece. “adresimi buldun” öfkeli gözler özlem’e aitti. son gelişinde el ele tutuşmuş ve ailemin evinde parti vermiştik. o gün son görüşümdü özlem’i. yıllar sonra bir günlüğüne gelmiş ve “bir daha beni çağırma” diyerek gitmişti. “çağırma” demişti, “sen gel artık, gerçekten yoruldum oyun oynamaktan girdap” “şarap içer misin?” dedi ardından. “ama halıya kusmak yok. yeni temizledim.” “ne zamandan beri burdasın?” dedim “siktir et” dedi, “hiç çıkmıyorum evden, girdim gireli hiç çıkmadım.” “ihtiyaçların?” “tuncay karşılıyor. arada bir gelip yiyecek ve şarap bırakıp gider” “tuncay mı? vay canına.. o nerde yaşıyor” “bilmiyorum, hiç sormadım.” “peki ya ekibin geri kalanı” “bilmiyorum. bunları sorgulamıyorum artık girdap. yorma beni. otursana. ayakta kaldın” “şarap içemem, ilaç kullanıyorum” “sikerim ilacını! bugün kullanmayıver o zaman” “peki” hala emrivakiydi ve ben hiç bi isteğine karşı gelmiyordum. gelemiyor değildim, gelmiyordum, içimden gelmiyordu bu. seviyordum hatunu. ölesiye. bi çok kez, bi çok yolla, hayatta kalmayı, mücadele etmeyi denemiş, ama hep bir şeyler ters gitmişti. en sonunda bu eve sığınmıştı demek. “ama bi sorunumuz var” dedi, “kapıdaki yazıyı siler misin? buraya artık başkalarının gelmesini istemiyorum” “yaparım” dedim. “paran var mı?” “kazanıyorum bi yerden” “fabrika mı gene?” “yok, işporta. kitap mitap.” “güzel” dedi, “takı yaparım, onları da satarsın.” “olur” böyle başladı hikaye yeniden. ertesi gün, işportada otururken refik ve seçil el ele geldiler.
“duyduğumuza göre bi ev tutmuşsun kardeşim’le” dedi refik, uzaktan bağırarak. sarhoştular. öğlenin üçünde. işportayı henüz açmaya çalışırken, yere çömelmiş halde kitapları dizerken, arkamdan seslenip. “evet” dedim, “siz nerden duydunuz?” “tuncay söyledi.” o gün özlem’le şarap içerken, tuncay gelmişti özlem’e bakmaya. torbacılık yapmaya başlamış puşt. kuruçay’da çingenelerle yaşıyormuş. bir evde tek başına. evde de yetiştiriyormuş bir şeyler. bir de eczaneden aldığı hapları, yurtdışından geliyor diyerek kakalıyormuş birilerine. benim üniversite dönemimde yaptığım gibi yani. ama o toz haline getirip satıyormuş. adam sonuçta dört koca yıl tıp okudu refik ile beraber. anlıyor bu işlerden. özlem’e o bakmış bunca yıl ve özlem evden adımını bile atmamış dışarı. ertesi gün işportadan seçil ve refik ile beraber döndüm eve. ve girişte de bahsettiğim gün geldi çattı işte. refik, özlem’in yaptığı takıları satmaya başladı. seçil bir kafede part time çalışmaya başladı. özlem ise evde takılıp, her akşam içip, her gün takı yaparak, evi toplayıp yemek yaparak, çamaşır yıkayarak yaşamını sürdürüyordu. bulaşıklar bendeydi ama. onları kimseye kaptırmam! ben de bit pazarından bulduğum kitaplar ve bazı nadide şeylerle işportaya çıkıyordum her gün refik ile beraber. hiçbirimiz cep telefonu kullanmıyor ve kimseyle yakın ilişki içine girmiyorduk. evimize kimseyi kabul etmiyorduk. arada bir tuncay gelip gidiyordu işte. tuncay’ın bile eve hatun atması yasaktı ama o da bunu takmıyordu. kendi evi var adamın sonuçta. ama bize taşınmak istiyor, torbacılığı bırakıp dükkan açmak istiyordu. “salonda yatar kalkarım ben” diyordu. “ne dükkanı” diye sorduğumda “hiçlikçi” dedi. “içi bomboş bile olabilir. bilmiyorum. henüz karar vermedim. çok para biriktirdim bu işten. ama artık riske girmek istemiyorum moruk.” “iyi yaparsın” dedi seçil, “bi de senin hapisliğinle canımızı sıkmayalım. yeterince sıkıyorlar canımı zaten işyerinde” “sizi seviyorum” dedim. “ama biz seni sevmiyoruz bebek” dedi özlem. gülüyordu çatlak. şarabı uzattı “yeter bu kadar” dedim. “biliyorsun, ilaçlarım. psikolojim.” “yetmez!” dedi. “psikolojine de bir şeycik olmaz. olan olmuş zaten.” haftada bir gün alkol alıyor, altı gün ilaç içiyordum. her gün işportaya çıkıyorduk refik’le. soğuk yağmur falan dinlemiyor, yağmur yağınca bi süre topluyorduk tezgahı. artık daha hızlı toplamaya başlamıştım tezgahı. özlem’e o gün “perde benim işporta perdem mi” diye sordum. “evet” dedi, “tuncay seni hep gözetiyor ama sana görünmüyordu. kaptırdığını öğrenince gidip senin adına aldı tezgahını. tanıdıkları var piçin her yerde. her şeyini aldık” “neden yaptınız bunu” “bi gün geleceğini biliyordum oğlum. sen gelene kadar, senden bi kaç parça daha olsun istedim evde. çakmak da duruyor hala. bak..” sigarasını yaktı 20 yıllık çakmağımızla. tatlı tatlı konuşuyordu ama gözleri hala öfkeliydi. kendimeydi öfkem.
oluşum dağılıp, başka başka muhabbetler kurulunca, tek başıma iş yapmaya başlamıştım. kolektif işler bana göre değildi. ve beş yıldır, iyi kötü sürdürmüştüm hayatımı. ama şimdi, sanırım, her şeyin boka sardığının işaretleri belirmişti. bir evde kalıyordum artık. ev eski evimdi. eşyalar eski eşyalarımdı. bir dolu yazı vardı duvarlarda. ve özlem evden hiç çıkmıyordu. hem de hiç. camdan bile bakmıyor, perdeyi hiç açtırmıyordu. simsiyah kapkalın bir perde. zack’e dönüşen o olmuştu. onun bu halinden dolayı tadım yoktu ama o böyle gayet mutluydu. diğer odada refik ve seçil kalıyor, ben özlem’le oturduğumuz odada kalıyordum. tuncay ise, geldiği zamanlarda, kullanmadığımız odada yatıyordu. özlem, sızana kadar içerdi zaten. en son bir köşede sızmış olur ben de onu, yatağa yatırırdım. yerdeki yatağa. kesilmiş, sadece üstü olan çekyata. yerde oturuyor sayılırdık. renkli merdivenlerin üzerindeki bir evde. karataş’ta. birinci kat. rutubet. böcek. alkol. cigara. fanzinler. takılar. işporta. her gün refik’le karataş’tan alsancak’a yürüyorduk. dönüşte de yürüyorduk. iki üç gibi açar, oniki bir gibi kapardık. çok iyi iş yapmıyorduk. yeticek kadar. her hafta bit pazarına çıkar, bir şeyler kapar dönerdim. o gece hiç uyumazdım. cumaları alkol günümdü. cumartesi gece cumartesi sabaha kadar işportada dururduk. oradan eve gider, malları bırakır yola çıkardım. bit pazarına da yürüyerek gidiyordum. başka da gittiğim bir yer yoktu zaten. hiç araç kullanmıyordum. bi gün işporta açmadım. seçil çalışıyordu. refik tek gitmişti işportaya. tuncay gelmemişti o gün ve özlem hala uyanmamıştı. kahvaltı hazırladım. odaya koydum ve uyanmasını bekledim. uyanmadı uzun süre. ölürse napacağımı düşündüm. boku yerdim sanırım. intihara yatkıntı. etmişliği de vardı bi kaç kez. bi kez öldüğüne de inandırmıştı beni. bristol’deydi o zamanlar ve her neyse. hikayeyi biliyor olmalısınız. ilk kitabı okumadan buralara kadar gelmemeliydiniz. çok şey kaçırır ve pek bir şey anlamazsınız. ne diyordum? bi keresinde beni öldüğüne inandırmıştı. abisi de öyle demişti. ve sonra bi gün bi günlüğüne çıkıp geldi ve “beni bir daha çağırma. sen gel” dedi, beni nerde bulacağını biliyorsun bebeğim..” “bilmiyorum” dedim “bulursun” dedi ve gitti. aramadım. sadece bizimkilere sorup durdum. onlarda, “biz aslında yokuz,” olmayanının nerede olduğunu nerden bilelim” dediler. sonra bi gün, eskiden kaldığım bir eve tekrar gittim işte. evi tutmak ya da dolu ise ev arkadaşları arıyorlar mı sormak için. ve hikaye yeniden başlamış oldu. tek farkla. bu kez özlem evden hiç çıkmıyordu ve çıkmayacaktı. naparsam yapayım. sadece bizi görmek istiyor eve kimseyi getirmemizi istemiyordu. o gün sabah kahvaltı hazırladım ona. uzun süre uyanmayınca bi bakayım dedim. nabzı çok yavaş atıyordu. seslendim. duymadı. sarstım biraz. ayılmıyordu. hemen bi taksi bulup hastaneye götürdüm. uzun süre kaldı orada. baygın bir halde. serum verdiler. intihar etmemişti. aşırı alkoldü belki nedeni. doktorlar da kestiremedi. birkaç saat sonra ayıldı. ve ilk sözü “bunu yapmamalıydın” oldu “kuralı bozdun. ne hastanesi yahu. bir şey olmaz bana. ben seninle beraber ölücem.” “korktum” dedim
“hadi çıkıyoruz” dedi ve apar topar hastaneyi terk ettik. dönüşte taksi ile gelmek istedi. alsancak devlet hastanesinden. son yedi yıldır ilk kez bir araca biniyordum. garip hissettim kendimi. özlem on yılı aşkın süredir ilk kez evden dışarı çıkıyordu. gözlerini kapattı yol boyunca. bi saniye bile açmadı. başını omzuma koydu ve öylece kaldı. eve varınca gözleri yarı kapalı yarı açık bir halde merdivenleri çıktık. eve varınca “hiç değişmemişler” dedi. “hiçbir şey hiç değişmemiş. ruhlarını görebiliyorum. bir daha bunu yapma bana. seni bir daha affetmem.” “tamam” dedim “ama ölmeni istemiyorum” “seninle beraber ölücem. söz veriyorum. bir daha beni dışarı çıkarma. ve bu konuda konuşmak istemiyorum. gel beraber yemek yapalım.” “olur” dedim. beraber yemek yapıp, onun “birinci özlem savaşı” adını verdiği günü kutladık. ben içmedim. o gün cuma değildi. o üç litre şarabı tek başına bitirdi. refik ve seçil geç geldiler. olanları onlara anlatmadık. sonra uyuyup uyandık işte. hepsi bu. 27 nisan 2016. nerdesin sen? “her şey üst üste geldi de mi?” dedi seçil. işportada oturuyordum. tezgahı yeni açmış, açar açmaz da gidip bir bira almıştım. bir gün önceden kalanla. “bir şeylerin üstüme geldiği yok seçil” dedim, “size de şu an hiç ama hiç ihtiyacım yok, neden geldiniz, yalnız kalmak istiyorum ben.” “bizden kurtulamazsın” dedi refik gülümseyerek. seviyordum herifi. refik’le beraber gelmişlerdi. gidip kendilerine bira almaları için para verdim. iyi kazanıyordum son zamanlarda işportadan. kendi kitaplarımı da satıyordum. nasıl oldu bu bilmiyorum ama, sonunda işler iyi gidiyor gibiydi, bir taraftan da kötüye giderken üstelik. saat dörttü ve henüz iş yapmamıştım. dünkü paradan yiyordum. bazen 40 lira bazen sıfır lira yapıyordum. ortalama 20 diyelim. insanlar iyi iş yaptığımı söylüyordu ama ortalamaya vurunca pek iyi sayılmazdı. sevindirici tarafı, kendi kitaplarımı satıyor olduğum gerçeğiydi. kendi arkadaşlarım bile alıp okumamışlardı üstelik. nezaketen almış da olabilirlerdi. son zamanlarda kime güveneceğimi şaşırmıştım. bu yüzden çok sık görüşmeye başlamıştım muhteşem dörtlüm ile.. güvenin hayatımda pek yeri yoktu oysa, bir ilişkiye başlarken, bu arkadaşlık ilişkisi bile olsa, karşılıklı güvenle şekillendirmezdim ilişkimi. her an her şey olabilirdi ve bundan da alınmazdım. kimseye küsmedim bu zamana kadar. ama bana küsen çok oldu. önemsemiyordum. hatamı kabul edip arayı düzeltmeye çalışır başaramazdım. gerçi bir çoğunda hatam da yoktu. yine de, ilişkilerin bozulmaması adına alttan almıştım insanları. şimdiyse, kendi arkadaşlarımdan görmediğim ilgiyi, içine yeni girdiğim bir ortamdan görüyordum. seçil’le refik geldi. demişmiş miydim? bazen bi çok şeyi unutur oldum da bu aralar. dalgınım kusuruma bakmayın.. onları bira almaya gönderdim, gitmişken de bana bir paket sigara aldılar. günün ilk paketi bitmişti ve yanımdaki az kalan tütünüm berbat ötesiydi. biraları tokuşturtuk. “çitonk yapalım” demişti refik açar açmaz. sanırım yarım saat kadar hiç konuşmadan biralarımızı içtik. işportaya da bakan olmadı.
“ankara’ya gidicekmişsin diye duydum” dedi seçil neden sonra. “sigara versene.” “evet” dedim, “şu doktorlarla işim bitsin, gidicem. beş günlüğüne. izmir dışında hiçbir yerde uzun süre kalamam” “meseleyi bu kadar büyütme” dedi refik, “hem bu biradan (kırmızı kast ederek) başka bira da içme. bir şeyler alayım, karnını doyur. işportayı da kapat bugün. burada kaldığın sürece daha fazla içeceksin.” “birazdan siz gidiyorsunuz ve izmarit geliyor” dedim. “hele bi gelsin de gideriz. geç kalır o.” “bu kez kalmıcak” “kalır kalır.” dedi seçil, “ama gelir yine de. seni yalnız bırakmaz. belki de bizi o önden göndermiştir, olamaz mı?” “doğru” dedim, “artık onunla da görüşüyorsun” “ne o kıskandın mı?” “ne kıskanıcam yahu. hem ben istedim görüşmeni. sahi, özlem’in nerede olduğunu biliyorsunuz siz değil mi?” “biliyoruz” dedi seçil, omzunu silkerek. “ama sana söylemicez” “üzüyorsunuz beni” “sen kendi kendini üzüyor olmayasın yavrum?” “bilmem. belki de. bi bira daha alıcam ben. istiyor musunuz?” “paran bitiyor zack” dedi refik, “işportaya güvenme. bi süre iyi iş yaptın, tamam, ama hep böyle gitmicek, rüzgarın terse dönmesi de ihtimaller dahilinde” “zack, diye seslenip pezevenki uyandırmak zorunda mısın? her türlü kötü ihtimali es geçerim hayatımda bilirsin. ben bira alıcam. size de alayım mı” “biz de şarap var. sen biraya devam et ama, karıştırma şimdi” çantasından büyük bir şişe horoz karası çıkardı refik. ben bakkala gidip geldim. ikinci paketim de bitmek üzereydi. öksürük krizi gelmemişti bugün hiç. sabah dahil. her gün gelirdi oysa. ama ölmüyordum. ölmeyecektim. emindim bundan. pinero gibi de olmayacaktım. miguel pinero gibi. o yalnız ölmüştü. benimse yalnız ölemeyeceğim kadar çok arkadaşım vardı. onlara bunu yapamazdım. bunları düşünerek sigarayı yarıda söndürdüm. uzun sürmezdi ama. on dakika sonra bir tane yakardım. her gün, en az beş kez, on dakika ve yarım saat arası süren sigarayı bırakışlarım vardı. alkolü azaltmıştım ama. aklım özlem’deydi. üç yıldır yoktu ortada.. ve bu iki piç, biliyordu nerde olduğunu. söylemeyeceklerdi ama. söz vermişlermişmiş özlem’e. neyin sözüyse bu.. hem tuncay da kayıptı. aynı anda kaybolmuştu her ikisi de ortalıktan. nereye bakınırsam bakınayım izlerine rastlayamamıştım. refik de pek sık gelmezdi. kala kala seçil’e ve onun iğnelemelerine kalmıştım.. “her şey üst üste geliyor” dedi seçil tekrar. “biliyorum bunu. ama iyi tarafından bak meselelere. kendini bırakma sakın. başka bira da içme nolur. bugün içme. bu aralar uzak dur şu meretten” “siz neden durmuyorsunuz” “sen içmezsen biz de içmeyiz söz” dedi. “izmarit gelsin gitsin. seni eve bırakıcaz. anlaştık mı?” şarabı gidip parka döktü. benim biramla beraber. üçüncü biramdı ama henüz bir yudum almıştım. sigara paketimi de aldı sonra geri vereceğini söyleyerek. “biraz ara veriyorsun, biz de gidiyoruz, izmarit geliyor, sonra cami durağında buluşalım”
izmarit’in geldiğini uzaktan görünce ortadan kayboldu bizimkiler. izmarit gelir gelmez, “hadi topla abi, gidiyoruz” dedi, “biramı içtin sen” “nerden anladın. hiç iş yapmadım daha ama ya.” “ben anlarım abi, hadi topla, burda kalırsan daha fazla içiceksin biliyorum seni, benim de iradem zayıf, sana eşlik etmek istemiyorum bu durumda” topladık tezgahı. çantamı götürüp dükkana bıraktım. ardından tiryaki kedi’de bi tuvalete girip, izmarit’in canlı heykel malzemesini alacağı yere gittik. yolda owurtesk ile karşılaştık. şaşılasıydı. her gün arıyordum bu adamı, cevap vermiyordu telefona. şimdi pat diye karşıma çıkmıştı. ihtiyacım olduğu anda. o da mı gerçek değildi yoksa. bilemiyordum. izmarit’ten şüpheleniyordum zaten. herkesin gerçekliğinden şüphelenip iyice kafayı sıyırmama ramak kalmıştı. “nereye” dedi owurtesk. anlattı izmarit. “iyi bende size bakmaya geliyordum” dedi, “oraya kadar geleyim, oradan kaçarım” “nereye kaçıyorsun ki” dedim, “takıl biraz. bi falıma bak hem” “yok kalamam, oraya kadar sizle yürür oradan dönerim.” alışmıştım artık, kötü hissettiğimde ya da kafa sikeceğim anlarda herkes bir sihirbazlık gösterisi gibi ortadan kaybolurdu. telefonum asla çalmaz, mesajlarıma yanıt gelmezdi. bu adamı evinden çıkarmak da, yanımızda tutmak da zordu ayrıca. şairdi. ama gerçek bir şair. çakmalarından değil. yazar sıkıntısına da sahipti. çoğu insan kendini yazar veya şair diye tanıtır ve öyle lanse edilmek ister. etiket peşinde koşarlar. oysa kayda değer bir şey yazabildikleri yoktur. tek istedikleri ünlü bir şair veya yazar olmak ve okunmak okunmak okunmaktır. ben okunulmayı takmıyorum artık. vazgeçtim bu işten. tam da vazgeçtiğim anda rayına oturmaya başladı işler. tuhaf. owurtesk yıllardır uğraşıyordu buna ve çok da iyi şiir okurdu. bir keresinde, karataş’ta bir saat boyunca şiir okumuştu bize. doğum günüydü ve iki bira ile sarhoş olmuştu o gün. normalde olmaz. ve bizi mest etmişti. normalde şiir bile okumaz. sokağa çıkmakta zorladığımız gibi, şiir okuturken de zorluyoruz adamı. izmarit bi arkadaşı ile buluştu. makyaj boyalarının parasını vericek olan elemanla. tanıştık. bize işçi filmi festivalinin broşürünü verdi. bakmadan çantaya attım. eve gidince kesilip biçilecek bir malzeme olarak. ilgilenmiyordum bu meselelerle. neden bilmiyorum. aslında gitmek istiyordum. ama gidemeyeceğimi bildiğim için ilgilenmiyordum da. sinemaya bir hayli uzaktım. sanatın her dalına uzaktım. resim ve edebiyat da buna dahil. owurtesk yakındı hepsine, izmarit de öyle. sanatçı kişilikleri vardı. benim yoktur. ben olmayan varlıklar üzerine yapıyorum doktoramı. mekana geldik ve yerinde bir berber olduğunu gördük. kapanmıştı. izmarit yerini sordu. gül sokakta orası dediler. taşınmış. ve hiçbirimiz gül sokak nerde bilmiyorduk. oysa çoğunuz biliyor olmalısınız. izmir özürlü izmirlileriz biz. owurtesk iznimizi isteyip ayrıldı yanımızdan. ben de birkaç sokak denemesi sonrası, eve kaçacağımı söyledim izmarit’e ve yanlarından ayrıldım.
durağa geldiğimde refik ve seçil’in durakta olduğunu gördüm. sigara paketimi sallıyordu seçil. burdayız, der gibi. yanlarına gittim. paketi uzattı ve “bir şeyler yiyelim” dedi. “şirinyerden” yeriz dedim. otobüse binip eve doğru yol aldık. eve geldiğimde kapıda durup, “biz girmeyelim, görevimiz seni eve bırakmaktı, özlem öyle emir verdi” dedi refik. “nerde bu” dedim “bilmiyoruz” dedi seçil, “biz sana yetmiyor muyuz hem oğlum?” “peki tamam, söylemeyin, bi gün çıkar gelir nasılsa” “ne kadar çok istersen iste, gelmeyecek, seni bekliyor, bir evde” “izmir’de mi?” “yok ebesinin amı, zemt galaksisinde” dedi refik “orası neresi, geçen de seçil bundan bahsetti” “öğrenirsin ölünce. biz gidiyoruz.” dedi seçil. “peki tamam” “içmek yok. en azından on gün alkol yasak. doktor olan benim biliyorsun” dedi refik. yarı doktor sayılırdı. tıp okumuştu uzun uzun bir süre. mezun olmasa da. olamasa da değil. olmasa da. onlara birer sigara verip eve girip uyudum. nerdeydi bu kız. özlem. neden gelmiyor ve illa benim onu bulmamı istiyordu bilmiyordum. rüyamda bir sürü kedinin olduğu bir gezegendeydim. oturup beklemeye karar vermişken, uyandım. bulucaktım özlem’i kaçarı yoktu. 28 nisan 2016 dışarısı neresi? / içerisi kimin? tezgahta oturuyorum. tekrar 2021 yılındayız. temmuz ayı. refik o gün, seçil’le beraber. seçil’in tatil günlerinden biri ve refik de tezgah açmadı. tanışma yıl dönümleriymiş. refik ve seçil’in 21 yıllık bir birliktelikleri var. tezgahta oturuyorum. başım öne eğik. kitap okuyorum. günlerden cuma. alkol günüm. henüz başlamadım. sabah psikiyatriste gidip ilaçlarımı yazdırdım. artık konuşmuyoruz da doktorla pek. anlatıcak bir şeyim kalmadı. iyi misin, düşüncende hızlanma var mı, paranoyaların var mı, falan filan. hayır hayır hayır diyorum seri bir halde, iyiyim doktor, gayet iyi. değilim oysa ve bazen hapımı ekiyorum. sabahları bir mg akşamları iki mg risperdal alıyorum. hepsi bu. ve cuma alkol günüm. daha önce demiştim. bir önceki bölümde sanırım. karışık okumayın kağıt parçalarımı amına koyayım. sikimin keyfine belli bir düzende dizmiyorum onları! özlem’i bulduğumdan beri evden çıkmaya ikna edememiştim. zorlamıyorum da kızı. bazen küçük sürprizler yapıyorum ona sadece. hediyeler. giysi ve takı. bazen de abur cubur. çok kötü görünüyor. eskiden kendine bakardı, şimdi hiç bakmıyor. ben otuz dokuz, o kırk iki yaşında. ve bir hayli zayıfladı. dediğim gibi, özlem’i bulduğumdan beri, onu evden çıkmaya ikna edememiştim. ve o gün, tezgahı açtıktan iki saat sonra çıkageldi yanıma. sol kolu sargılıydı. yavaş adımlarla yürüyordu. bir an için kafamı okuduğum kitaptan
kaldırdığımda gördüm onu. hemen koşup yanına gittim. bitkindi. tökezlemek üzere gibiydi. koşup koluna girdim. diğer koluna ibo girdi. tezgaha kadar yardım ettik. sonra “bırakın tamam sağ olun” dedi ve yere oturup bağdaş kurdu. ibo kendi tezgahına gitti. baş başa kaldık. uzun süredir kesmiyordu kollarını. nerdeyse 3 yıl olduğunu söylemişti ilk onu bulduğumda. saçlarını topladı önce, çantamdan bir kalem çıkartıp. yanımda daima kalem taşıyor bazen de işportada yazıyordum. ardından parmağındaki yüzüğü çıkarıp tezgaha koydu. kemikten yapmıştı. bugün sabah “bunu satmam ben takıcam” demişti bana. oysa şimdi tezgaha koymuştu. “yürüyerek mi geldin?” dedim “hıhım” dedi, “seni çok özledim girdap. güzel oldum mu böyle” saçlarını kast ediyordu. ilk kez toplamıştı onu bulduğumdan beri. önlerinde bi kaç bukle bırakmış, arkasını toplamıştı. uzun ve siyahtı saçları. hatırlıyorsunuz değil mi? unutmanıza izin vermem! “güzelim ben değil mi?” “dünyanın en güzel kızısın” dedim “yuh” dedi, “abartma amına koyayım. benden güzelleri de var. ama sen kimseye bakmıyorsun. benimsin sadece. ne güzel” “baktığım zamanlar da oldu, biliyorsun” “olur öyle. ben yoktum. olsaydım kaptırmazdım seni kimseye oğlum.” onu bulduğumdan beri ilk kez neşeliydi. ama sezinleyemediğim ters giden bir şey vardı. “gene intihar etmedin değil mi özlem?” dedim. genelde intihar öncesi böyle şirinlik muskası takar, tatlılaşırdı. tören gibiydi onun için bu. ama söylediğine göre, eski evime yerleştikten sonra bunu da yapmamıştı hiç. bu sırada tezgaha biri gelip kitapların fiyatını sordu. “şu ön sıradakiler on beş, diğerleri beş-yedi-on” dedim “onlar niye pahalı?” “pahalı değil” diye söze girdi özlem, “onlar sevgilimin kitapları, o yüzden öyleler.” on tane kitap vardı ön sırada. on birinciyi yazmaya başlamıştım. “kendiniz mi basıyorsunuz” dedi. “evet” dedim, “fotokopi ve ısısal cilt” “on beş çok” dedi “çok değil” dedi özlem. “benim de bir kitabevim var, ve on beş çok, hem fotokopi diyorsunuz” “gider misin” dedim, “sana yirmi lira kitaplarım. hadi kaybol” adam sorun çıkmasın diye bir şey demeden gitti. özlem “şarap alalım mı” dedi, “bugün cuma”. “ben alıp geleyim” dedim “hayır ben gidicem” dedi ve ayağa kalkmaya çalışırken sendeledi, sabahtan beri içiyordu zaten. uyanır uyanmaz içmeye başlıyordu son zamanlarda. eskiden sadece biz eve geldiğimizde içmeye başlardı. tuttum kolumdan, “beraber gidelim” dedim. “hayır ben gidicem” dedi, “gidebilirim. biliyorum.” “tamam peki sen git” dedim. ve gelene kadar akla karayı seçtim.
açtık şarabı. ve özlem bir şeyden bahsederken, cümlenin sonunda sert ve yüksek bir ses tonu ile “sikerim” dedi. yoldan geçen bir hatun ters ters bize bakınca da “pardon sana demedim tatlım” dedi özlem. arsızlaşmıştı. onu hastaneye kaldırdığımdan bu yana ilk kez sokağa çıkıyordu ve sarhoştu. eve nasıl gitmeye ikna edicektim allah bilir. “abi güzel çalışıyormuş” dedi, az ilerde saz çalıp şarkı söyleyen arkadaşımı kast ederek. “güzel çalar” dedim “yoldan güzel kızlarda geçiyor. işin iş valla” “umrumda değil onlar” “biliyorum, şaka yapıyorum sadece. tuvalete nereye gidiyordun sen?” “yakın kitapevi veya tiryaki kedi.” yakın kitapevine her gidişimde, üst katta, tuvaletin olduğu yerde, elit elit bir takım insanlar edebiyat tartışırdı. ben salaş ve eski giysilerimle yukarı çıkar, onların içi boş entelektüel kuramlarına kulak misafiri olur, onları da rahatsız ederdim. seviyordum bu hali. hayatı göremiyorlardı. edebiyatı çok seviyorlardı ama anladıklarını sanmıyorum. ben de anlamıyorum belki, tamam kabul ama onlar da anlamıyorlar. yukardan bakıyorlar çünkü, kuş bakışı, ve bir uçakta nasıl ki insanlar karınca gibi görünür, onlarda hayatı öyle görüyorlardı. hayatı anlamak için, kaldırımda durup dinlenmek ve dinlemek lazım. koşmak, bu hız, bu dengesizlik ve ahenksizlik, bu pür telaş, bazı şeyleri ıskalamanıza neden oluyordu. tuvalete gidip geldi özlem. yakın kitapevine. “anlattığın gibi birileri tartışıyor” dedi. “beni almadılar ama” “nasıl yani” “aralarına yani” “nasıl ya, aralarına mı?” “evet birkaç şey söyleyeyim dedim sürekli lafımı kesip anlamadığım sözcükler kullandılar. aman boş ver, eğlendim işte” “ne tartışıyorlardı ki?” “bandrolsüz kitapların edebiyata verdiği zararlar ve girdap’ın bozuk cümle yapısı adlı bir söyleşi vardı. ahahaha.” gülümsedim söylediklerine. dalga geçiyordu. tuvalete gidip gelmişti. söyleşi falan yokmuş o gittiğinde. ama erkekler tuvaletine girmiş, çok bekleyince kadınlar tuvaletini. sonra sırada bekleyen bir adama, bu sırada kadınlar tuvaleti boşalmış tabii o içerdeyken, “sizde yan tarafı kullanabilirdiniz” diyerek çıkıp gelmiş. saat sekize geliyordu ve on lira iş yapmıştık. her gün kendi kitaplarımdan satıyordum. biraz da fanzin. artık çoğunlukla kendi fanzinlerimi satmaya başlamıştım. “ibo’ da takı yapıyordu değil mi” dedi özlem “evet” dedim “benimkilerden güzel mi yaptıkları” “refik’le aynı gidiyorlar genelde”
“abimin ağzı çok laf yaptığı içindir o” dedi, “ben hangisi çok satıyor diye sormadım hem piç. ibo daha güzel yapıyordur” “seninkiler de güzel ama, neden kıyaslıyorsun ki” “tütün sarar mısın bana, ama filtresi düşmesin gene.” benden hayatı boyunca sadece bir kere sigara sarmamı istemiş, onda da filtresi düşmüştü. haberi olmadan sardığım çok oldu da, istediği için sardığımda kötü sarmıştım. hala arada kötü sarıyordum. sardım bi tane. uzattım. daha eline alırken filtresi düştü. “of ya” dedim “olsun” dedi, “sigara alalım bugün. olur mu? biraz lüks takılalım. sen al ama bu kez, ayağa kalkarsam kusarım” eve nasıl gidicez bilmiyordum, taksiye vericek param kalmayacaktı bu gidişle. onun da, özellikle bu haldeyken, isteklerine karşı gelmek istemiyordum. odin ve thor’dan yardım dilendim biraz daha iş yapmak adına. taksi ile gitmek dışında bir şansımız yoktu her ne kadar binmek istemeyecek olsa bile. sigarayı alıp geri döndüğümde, zabıta ile kavga ederken buldum özlem’i. tezgahlarımız alınmıştı. ve ben son paramı şarap ve sigaraya vermiştim. saat dokuzdu. aslında tam bu saatte toplardım tezgahı, saati de bakkala sorup öğrenmiştim. cep telefonum da olmadığı için, doğal olarak saati de bilmezdim. yanına gelip özlem’e sarıldım. “tamam bebeğim, bir şey yok, alırız sonra tezgahı. önemli değil, evde daha kitap var” “umarım çocuklarınız aç kalır ve ellerinden tek gelen işporta açmak olur” dedi özlem son olarak onlara ve torbayı aldı elimden. boş tezgahta şarap içmeye başladık. “yüzüğü kurtardım ama” dedi, “birazdan satıcam, görüceksin. iki bira parası çıkar bundan.” “çok içmedik mi sence” dedim “tamam yüzüğü taksi parası yaparız bebeğim” dedi, “çok içen benim, farkındayım, ama bak, ilk kez sokağa çıkıyorum, benim de var bi bildiğim, dur sen hele” yoldan geçen herkese, oturduğu yerden, yüzüğü uzatıp, “on beş lira, taksi paramız çıksın, yoksa eve gidemicez, tezgahımızı çaldılar, on beş lira, hırsız zabıtalar tezgahımızı çaldı” demeye başladı. yaklaşık bir saat uğraştı yüzüğü satmaya. ben “gerek yok yürürüz ben seni taşırım” dedikçe, “sen sus, o zaman bira alırız” diyordu. ibo’lar da yan tezgahta alınan tezgahlarının üzerine, şarap içiyorlardı. tuncay çıkageldi onbire doğru. eve bakmış, özlem’i göremeyince direk tezgaha gelmişti. “eve gidemiyorsunuz değil mi?” dedi. anlamıştı halimizi. ben iyi durumdaydım gerçi ama özlem feci sarhoştu. yüzüğü sattıktan sonra birkaç kez ayağa kalkmaya çalışmış ama becerememişti. ben onu tutmaya çalışırken de yanlışlıkla kolunu acıtmıştım. tazeydi kesikleri.
“sanane” dedi, tuncay’a özlem. “gidemiyor değiliz hem, gitmiyoruz. buraya kazık çaktım ben. bi beş yılda burada yaşıcam belki. sanane!” “tamam tamam, kızma” dedi, “şarabınız da bitiyor” “başka içmicez” dedim “başka içmicez” diyerek onayladı beni özlem. durumunu biliyordu. parka götürüp biraz kusmasını sağladık tuncay’la. sonra dizlerime uzanıp biraz uyudu. ben tuncay’la muhabbete daldım. bana yeni bir iş olduğunu söyledi. özel bir gübre kanalı bulmuş. adını telaffuz edemediği bir ot türü varmış. ondan yetiştircekmiş. “yakalanırsam boku yerim ama hızlı büyüyorlar. iki ayda alıyorsun mahsulü. çok iyi para var bu işte” dedi. “napıcaksın bu kadar parayı” dedim “hayallerini gerçekleştiricem” dedi “neymiş benim hayalim” dedim “pinero’yu tekrar açmak” dedi “yapma tuncay” dedim. “o mevzu kapanalı beş yıl oldu. burda iyiyim ben” “tiryaki kedi’nin yanı hala boş ama. bu kez ben durucam başında.” “sen de içerde ot sat tam olsun” “yok işte. bırakıcam bu işi.” “batar ki abi” dedim “ikinci kez gene batarız” “batalım moruk” dedi, “gene batalım. ne çıkar” “istemiyorum tuncay” dedim. “ama napalım biliyor musun. sen gene de bu işleri bırak. gelen para ile hayatının sonuna kadar yaşamaya çalış” “işportaya dönerim belki” dedi. üzülmüştü. tek hedefi beni mutlu etmekmiş adamın. ama ben dükkan mevzusunu kapatalı çok olmuştu. oluşum dağılalı da öyle. “beş yıl önce nerdeydin” dedim “o zaman sen hazır değildin” dedi, “başında bir sürü mesele vardı” “dükkan açıyoruz bebeğim” dedi özlem yattığı yerden, “açıyor ve batıyoruz. ben durcam başında. sen işportada dur. hem biraz sokağa çıkmaya alışmış olurum. olmaz mı?” onu kıramazdım. tuncay “dükkanı satın alıcaz oğlum” dedi, “kiralamıcaz” “o kadar paran olucaksa arazi alıp gidelim buralardan. ya da daha büyük bir yerde de tutabiliriz” dedim. “hayır orada tutucaz” dedi özlem, yattığı yerden. “tuncay paran varsa şarap alsana. cigara var mı yanında” “çok içtin” dedim özlem’e “adam zengin olm” dedi, “dilerse taksi ile üç tur atar izmir’de, baksana dükkanı satın almaktan bahsediyor” “çok içtiğini söylüyorum ben” dedim, “paradan bahseden var mı bebeğim?” “çok içtin tatlım” dedi tuncay. “henüz o kadar param yok. ama şu yeni işi yaparsam olucak. hadi eve gidip evde içelim.” saat ikiyi geçiyor olmalıydı. ibo’lar çoktan kalkmıştı. bi biz kalmıştık sokakta. arada bir tek tük geçenler oluyordu. hepsi bu. “kollarım çok acıyor” dedi özlem, “derin kesmişim bir kaçını. sızlıyor. ağrı kesici de içemem. o zaman şarap içelim.” “içmesek olmaz mı” dedim “olur” dedi, “sen içmemi istemiyorsan içmem. ama evde içicem. hadi taksi çağırın. yürüyemicem.”
özlem’in yavaş adımları ile köşedeki taksi durağına gittik. bi taksi çağırdık. on dakika sürmedi eve varmamız ve on lira tuttu. özlem illa sattığı yüzük ile parasını ödemek istedi. gene sıfırı tüketmiştik. tuncay’ın üzerinde de bi şarap parası vardı. ama yanında ot da vardı. torbacı adam sonuçta. refik ve seçil bizden önce gelmişti. özlem biraz ayılmıştı, ne şaraptan içti ne de ot. ben de içmedim. ot içmiyordum zaten uzun uzun yıllardır. refik ve seçil ot’dan takıldılar, çok içmemişler gezmişlerdi, onlar da sıfırı tüketmişti bugün. ve işporta tezgahımız uçmuştu. refik bugün işporta açmadığı için onun takı tezgahını da ben açmıştım. tuncay da son parasını yeni aldığı otlara vermiş onları da polise kaptırmıştı. “burda yetiştirelim” dedi tuncay, “yeni süper otumuzu. gübre sağlam yerden gelicek” “kimyasala karşıyım” dedim, “hem başkalarının hayatını heba etmeyelim” “kimyasal değil moruk” dedi, “hepsi doğal gübre. yurtdışından geliyor. kanalı buldum. sağlam bi alıcım da var muğla’da” “ben olur derim” dedi özlem “ben de” dedi refik. seçil ve ben itiraz ettik. fikir tuncay’dan çıkmıştı zaten ama hiçbir işimizi demokrasi ile çözmüyorduk. “üç kez hasat alsak dükkanı açarız” dedi. “iki ayda bir mahsül veriyor. elektriği kaçak yapmamız lazım ama” “hangi odada yapıcaz” dedim. “ben hala karşıyım gerçi.” “salonda yapamayız. orası mutfağa geçiş güzergahı” “kala kala seçil’le bizim odamız kalıyor yani” dedi refik. “orası olmaz hayatım. nerde sevişicez biz sonra” dedi seçil “biz sevişmiyoruz seçil” dedi özlem, siz de bi altı ay sevişmeyiverin. üç mahsul de tamammış bu iş” “doğru. o kadar çok içiyorsun ki. çocuk sevişmeye vakit bulamıyor” “sıkıldım” dedim. “fikri bile bizi tartışmaya soktu” “ben dışarı çıkıyorum” dedi özlem. “gecenin üçü özlem ne dışarısı” dedim. “sahile inicem güzelim ya” dedi. “geleyim ben de” “sen bilirsin” özlem’le sahile indik. sahil burnumuzun dibindeydi. biraz merdiven inip yolun karşısına geçtik sadece. ayaklarımızı denize soktuk. tütünü unutmuştuk. özlem hatırlattı. “çıkıp alayım” dedim “al tabii” dedi. geri döndüğümde, yoldan geçen arabaların önünü kestiğini gördüm. her geçen arabanın önüne geçiyor, ellerini kaldırıyor ve yavaşlamalarını, yön değiştirmelerini sağlıyordu. kimse de araçtan inip bir şey yapmıyordu. sarhoşlarla kimse uğraşmak istemez. biraz açılmasına rağmen hala sarhoştu. tam karşıya geçip onu alıcakken polis arabasını gördüm. umarım ona da yapmaz diye içimden geçirirken polis arabasına da ellerini kaldırdı. araba yavaşladı ve araçtan iki polis indi. koşarak karşıya geçtim. geçen arabaların hızına aldırmadan.
“tamam memur bey, arkadaşım sadece biraz sarhoş” diyordum ben, özlem’se “sike sike durucaklar, ezsinler de beni göreyim, sabaha dek burdayım ben, beni durduramazsınız” diyorken “ne arkadaşı oğlum, sevgilin değil miyim senin” dedi. araca bindirip götürdüler özlem’i. puştlar araca beni almadığı gibi, seninle işimiz yok beyfendi deyip durdu. eve koşup haber verip hızlı adımlarla en önde koşarak karakola gittim. konak’a baktık önce. yoktu. kantara bakmamız gerekiyormuş. oranın ekibi olabilirmişmiş. bilmiyorlarmışmış. yardımcı olamazlarmışmış. falan filan. külliyen yalan. elimde sigara ile kantardan içeri girdim özlem’i orada bankın üzerinde oturmuş görünce. kapıdaki polisler bir şey demedi. beni görür görmez sarıldı özlem. “hepsinin ağzına sıçtım” dedi, “hepsi korkak” “bileğini çok acıttılar mı” dedim “evet” dedi, “olsun.” refik, seçil ve tuncay kapıdaki polislerle tartışıyorlardı. onları içeri almıyorlar beni de içerden çıkarmaya çalışıyorlardı. karakolun altını üstüne getirip hepimiz birden gözaltına alındık. daha önce de olmuştu ama hepimiz birden hiç alınmamıştık gözaltına. ama işlem yapmadılar. biraz tutup bırakıcaklardı. güç gösterisi yapıyorlardı. neyseki üstümüzü aramadılar. tuncay’ın üzerinde cigara olduğundan emindim. herif cigarasız bir adım atmıyordu. sabah yedide serbest bıraktılar. özlem “gecenizin içine ettim özür dilerim” deyip duruyordu. “ama sarhoşum diye olmadı bu. bi daha sokağa çıkmıcam ben. valla billa. evdeyken daha iyiyim ben.” ardından tekrar eve kapandı. seçil ve ben karşı çıktığım için, evde ot yetiştirme fikri bir süreliğine rafa kalktı, ara ara tuncay ve özlem gündemimize soksa da. tuncay da bize yerleşmişti. torbacılığı bırakmıştı son malını polise kaptırınca. ona bir şey yapmamışlardı, polisler malı geri satmak için para istiyordu. böyleydi bu işler. biraz rüşvetle işlerini sürdürüyordu, ters bir komisere denk gelene kadar da bu böyle sürebilirdi, ya da arada birini içeri tıkmak isteyene kadar canları. artık evde beş kişiydik. ve özlem yine eskisi gibi sadece biz eve geldiğimizde içmeye başlamıştı. ortalığı toplayıp yemek yapmayı sürdürüyordu. dükkan açmamızın kimseye faydası olmazdı. işportamız vardı işte. arada bir tezgahımızı kaptırsak da, artık tuncay’ın da desteği ile daha iyi iş yapmaya başlamıştık. özlem arada bir, gece ikiden sonra sahile inerdi. bazen tek başına bazen benimle. hala bazen kollarını açıp arabaları durduruyordu. polisler de alıştı bir süre sonra bizim manyak olduğumuza. iki kez daha beşimizi birden gözaltına alıp sonra uğraşmak istemediler. tuncay’ın arada bir gelen süper para kazanma fikirleri dışında, hayal kurmayıp, olanla yetinmeye devam ettik… onda risk dolu fikir bitmezdi zaten. 29 nisan 2016.
refik ve girdap ikilemi 2000 yılı son baharı. evde oturuyoruz. altı kişiyiz. ben yerde oturuyorum. özlem yanı başımda. o da yerde. refik ve seçil bir kanepede. tuncay rakı dolduruyor herkese. gelecekte başıma hangi çorapları öreceğimden, zihnimi nasıl darmadağın edeceğimden habersizim henüz. henüz hiç fanzin çıkarmadım. henüz pek bir şey yazmıyorum. henüz sadece kısa yazılarım var ve bir anda geldi dördü birden. önce tuncay ile bir işporta tezgahında tanıştım. eski kitap satıyorduk. sonra seçil geldi tezgahıma. bana kitap satmak için. eski okul kitabı satıyordum. ardından beni refik’le tanıştırdı. ardından refik’le kardeşinin, yani özlem’in evine gittik. ardından özlem’le tanıştım. ardından bazen refik ve tuncay’ın bazen özlem’in evinde kalmaya başladım. ardından, önce özlem gitti. sonra refik ile tuncay. sonra seçil, ankaraya. ara ara çıkıp geldiler. sonra geleceğimi yazmaya başladım. tamamen kafayı yemiş olabileceğim dönemleri. ama bugün, sizlere, açığa çıkmamış bir geçmiş zaman diliminden bahsedeceğim. bizi hiç kavga ederken görmediniz değil mi? etmedik de ondan canım. birkaç ufak tartışma hariç, hiç küsmedik birbirimize. birbirimizden başka sığınabileceğimiz kimse de oktu. yalnızdık. yalnızdım ve yalnızlığı kanıksamıştım. yalnızlığı kanıksadığım için çıkıp geldiler birer birer. hiç arkadaşım yoktu ve eski okul kitabı sattığım bir işporta tezgahım vardı. sonra arkadaşlar edindim kendime, bazı kısa süreli arkadaşlıklar ve bazı sıkı dostluklar. bazı hayranlarım oldu, bazı sevgililerim de. ama o günü asla unutmadım. önce tuncay’la tanışmış, ardından seçil’le arkadaş olmuştum. sonra seçil bana, akşam “tuncay’la onların evine gel, refik’le tanıştırcam seni” dedi. refik seçil’in sevgilisi idi. o gece seçil’i evine bıraktı refik. ben de yanlarında gittim. seçil özlem’in bir üst katında yaşıyordu. o gün özlem’de kaldım refik’le beraber. ertesi gün tekrar refik’lere uğrayıp işporta çantamı kaptığım gibi tuncay’la işporta tezgahına yöneldim. birkaç kez daha evlerine gittim. birkaç kez seçil bi kez de özlem geldi işporta tezgahıma. tuncay tezgahta meyve suyu süsü verilmiş votka içiyordu. yasaktı işporta tezgahında içmek. öğrencilere kitap satıyorduk çünkü. yazılı olmayan bir yasak vardı. hoş karşılanmazdık. şimdi büyükler için kitap sattığımdan dolayı tezgahta içiyorum ama hala hoş karşılanmıyoruz. her neyse o gün evde buluştuk. tuncay çağırdı. “bugün önemli bir gün” dedi, “gelmen” lazım. ekim ayının beşiydi ve okulumun açılmasına bir hafta vardı. üniversiteyi kazanmıştım ama bitiremeyeceğimi biliyordum. refik ve tuncay tıp ya da eczacılık ya da ona benzer bir şey okuyordu. dördüncü yıllarıydı. ben on sekiz, özlem yirmi bir, seçil yirmi üç, refik ve tuncay da yirmi beş yaşındaydı. tuncay’ın oldukça kısa saçları ve oldukça kısa sakalları vardı. seçil’in sarı saçları sürekli örülüydü. bunu ilk kez duyuyorsunuz. refik rastalı ve sakalsızdı ki bunu da biliyorsunuz. refik ve tuncay dört yıl önce üniversitede tanışmışlardı. bir sene sonrasında okula seçil girmişti. tıp okuyordu o da. aile zoru ile okula girmişti ve asıl istediği şey sosyoloji idi. her neyse işte, günlerden bir gün eve gittik tuncay’la beraber. giderken üç paket sigara almıştık. tuncay’ın işporta tezgahı çok iyi iş yapıyordu. 2 ayda dört beş milyar gibi bir para kazanıyor, yılın kalan günlerinde çalışmıyordu. kira düşüktü çünkü ev çok kötüydü. o zamanlar alsancak da şu anki kadar kalabalık değildi zaten, bu kadar çok bar yoktu ve bu kadar çok çirkefleşmemişti insanlar.
eski okul kitabı satıyorduk. o zamanın parasıyla 250bin liraya bir öğrenciden alır başka bir öğrenciye dört beş milyona satardık, o zamanın parası ile. tüm şehrin ortaokul ve liselileri sevgi yoluna gelirdi. o zamanlar devlet kitap dağıtmıyordu. ve tuncay tüm okulların müfredatını ve dahası karşıdan gelen öğrencinin üniformasından hangi okula gittiğini bilirdi. nerden bildiğini bilmiyorum ama gerçek bunlar. palavra sıkmıyorum. eve girdik. özlem saçı ile oynuyordu biz girdiğimizde. çok seviyordu saçları ile oynamayı. refik ve seçil de meze ile ilgileniyordu. rakı yapıcakmışız meğer. önemli olan buymuş. bize kapıyı seçil açtı. mutfağın penceresinden sokak görünüyordu, geldiğimizi görmüş. “sigaraları unutmadın umarım” dedi açar açmaz tuncay’a. “unutmadım yavrum” dedi tuncay. içeri geçip biraz bekledik. özlem’in yanına oturdum. “saçlarımı örsene” dedi özlem. “bilmiyorum ki” dedim. “bildiğin gibi ör o zaman” dedi. henüz sevgili değildik, ama olmaya yakındık. sevgili iken de hiç klasik bir sevgili olmadık zaten. pek el ele bile tutuşmadık. saçlarını tutup bildiğim kadarıyla örmeye çalıştım. nasıl yapılacağını biliyordum aslında, sadece daha önce hiç yapmamıştım. rakılar önceden alınmıştı. iki yetmişlik. sıkı içiyorlardı. ben ilk rakımı üç yaşında yanlışlıkla babamın çay bardağındakini su sunup içmiş, bir daha da ağzıma sürmemiştim. bunu söylemiştim yolda tuncay’a. “içeceğin bir zaman mutlaka gelicekti” demişti. “rakısız olmaz moruk.. rakı hayatın özünü sunar adama. gerçek kalbin açığa çıkar. nasıl bir adam olduğun anlaşılır. diğer alkollerde de anlaşılır bu ama rakı da daha çok ele verirsin kendini..” kapı çaldı. “baksana girdap” dedi özlem. “senin bakman gerekiyor.” “neden” dedim. “öyle işte” dedi. gidip kapıyı açtım. bana çok benzeyen bir adam girdi içeri. altıncımız. ilk kitabın bir yerinde altı kişiyiz demiştim, okuyan biri de hata bulduğunu söylemişti. yanılıyorsun, demiştim. şimdi itiraf ediyorum. hata yok. altı kişiyiz. gelen adamın zack olduğunu söylediler. hiç konuşmuyordu. gecenin bir kısmına kadar da hiç konuşmadı. oysa yıllardır sadece ses olarak beynim siken oydu. sonradan öğrendim bunu. özlem’in diğer yanına oturdu o da. özlem elini tuttu zack’in. ben sevgili olduklarını düşündüm. gerçek açığa gecenin sonunda çıkacaktı. masa kuruldu. ve oturduk. saki olan tuncay’dı. bardaklar dolduruldu. sigaralar yakıldı. mezeleri anlatmayacağım ama seçil’in bu konuda marifetli olduğunu söyleyebilirim. günlerden perşembeydi. çarşamba’yı perşembeye bağlayan gece demek daha doğru olacak. “söze benim başlamam gerekirse” dedi refik, “gerekmez” dedi özlem, zack’e bakıyordu. zack olumsuz bir şekilde kafasını salladı. “tamam ben başlayayım. bugün zack’in doğum günü, ona içelim”
kadehleri tokuşturduk. ufak bir yudum aldım. içemiyordum. “içemiyorsan zorlama tatlım, bira da var, tuncay mutfakta anlattı, ilk kez içiyormuşsun galiba” dedi seçil. “yok içerim” dedim, “sizden yavaş giderim sadece” “içicek” dedi zack. “içsinki meseleyi çözelim.” fondip yaptı ilk bardağına. “ne meselesi” dedim, cevap veren olmadı. gece boyu içip sohbet ettik. zack hiç konuşmadı. ben ara ara lafa girdikçe bana dik dik bakıyordu zack. ardından sabaha karşı, herkes sızdı. zack’le başbaşa kaldım. ben sadece iki kadeh içmiştim ama bu bile beni fena çarpmıştı. zack’in ne kadar götürdüğünü bilmiyorum ve özlem’in de. en çok onlar içti. masada oturuyorduk. “ben de yatayım artık” dedim ama yatıcak yer yoktu, bir tek özlem’in yanı boştu. buna henüz cesaret edemezdim. “ama nerde yatıcam ki, sana da yer yok.” “ben gidicem zaten” dedi, “özlem’in yanına yatarsın. ama çok umut bağlama ona. gidicek o. bunu aklından çıkarma. dördü de gidicek. unutma bunu. çok konuşma insanlar arasında. zaten şu an pek konuşmuyorsun da, ilerde konuşmaya başlayabilirsin. konuşma hiç. dilini yut. daha az acı çekersin böylece. insanlara güvenme. kimseye güvenme. kendine de güvenme. güven kelimesini aklından sil.” “anlamadım” dedim. benim yaşlarımdaydı ve bana çok benziyordu. saçları kazınıktı sadece. nerdeyse üç numara. benimkiler biraz uzundu ve henüz dökülmemişti. “ne kadar çok acı çekersen, o kadar çok bana benzersin” dedi. “unutma bunu. daima seninle olucam. hep içindeydim” anlamadığımı söyledim tekrar. sarhoşluğuna veriyordum ama sarhoş gibi bir hali de yoktu o kadar içmesine rağmen pezevengin. kalan son şişeden son kalanı ikimize pay etti, ben daha fazla içmeyeceğimi söylesem de. “anlayacaksın zamanla” dedi, “ben konuşayım, sen sonra anla. yıllardır konuşuyorum zaten de kafan almıyor. kalın kafalı piçin tekisin. fazla yakın olma insanlarla. etini koparıp ruhunu çalar çoğu. bazıları hariç. bazıları her ne yaparsan yap, hayatının sonuna kadar seninle kalıcak. henüz tanışmadın onlarla. bu dört piçe güvenme. sevmiyorum onları. ve özlem bana aşık, sana değil, unutma bunu. hayatına giren bütün kadınlar bana aşık olucak. senin içinde beni gördüğü için ilgileniyorlar seninle. sana fal baktı değil mi geçende bu kaltak. her şeyi gördü. tüm hayatını. özel güçleri var hatunun.” “böyle şeylere inanmam ben, kadınlara da kaltak deme” dedim “kime ne diyeceğime karışma şimdi. ama inansan iyi edersin” dedi. “en çok da bana inansan iyi edersin. arada bir bana izin ver, bırak yerine konuşayım.” “ne izni vereceğim sana” “seni tehlikelerden korurum” “anlamıyorum gerçekten. özlem’i nerden tanıyorsun sen” “seninle aynı gün tanıştım bu insanlarla ben de. hadi ben gidiyorum. rakını bitirip özlem’in yanına yat.” rakısına fondip yapıp gitti. o günden sonra da, ara ara gelmeleri dışında pek görünmedi bugüne kadar. gidip özlem’in yanına yattım. arkamı ona dönüp. fark edip arkamdan sarıldı bana. ellerimi tuttu. “gitti mi?” dedi
“zack mi?” dedim. “gitti evet” “söylediklerine kulak asma” dedi, “seni kıskanıyor sadece. ben girdap’ı daha çok seviyorum” “onu nerden tanıyorsun sen” dedim. “yüzünü dön” dedi. döndüm. “hayır be şapşal öyle değil” dedi, “kendine dön yüzünü, bulursun” onu öpmeye çalıştım. dudaklarını kaçırdı. “henüz değil” dedi, “sarhoş olmadığımız bir gün yapalım bunu. uyuyalım hadi. güzel düşler” ilk kez bir hatunla beraber yatıyordum. rahat bir pozisyonda değildim ama onun rahatı bozulmasın diye hiç hareket etmeden yattım öylece. sabaha karşı uyuyakalmışım. uyandığımda evde kimsenin olmadığını sandım. tuncay refik ve seçil çıkmış meğer. özlem tuvaletteymiş. şifonun sesini duyunca anladım evde biri daha olduğunu. duvar saati üçe geliyordu ama o saate asla güvenilmezdi. sürekli ya geri kalır ya da ileri giderdi. seviyorlardı saati bilmemeyi kahramanlarım. kap kalın perdeler hala örtük olduğu için gece mi gündüz mü anlamadım. hala uzanıyordum. özlem çıkıp, “nihayet uyanabildin bebeğim” dedi. “rahat uyumadığını biliyorum, ama alışıcaz beraber uyumaya” “yoo rahat uyudum” dedim. “yalancı” dedi. “hadi bana şarap al” hava çoktan kararmıştı. oniki saattir uyuyordum. şarap alıp geldim. müzik açtı özlem. yanıma, yere oturdu. salondaydık. “zack’e kafanı takma” dedi, “ona izin vermezsen iyi edersin. insanları sevmez o. güvenmez kimseye. aslında sadece güvenmeme konusunda kendini zorluyor” “neden?” “acı çekmek istemiyor da ondan” “ben acıdan korkmuyorum” dedim “biliyorum bunu” dedi. “hem benim bi yere gittiğim yok. yalan söylüyor” “gidebilirsin” dedim. “bi gün gidebilirsin de. sorun değil bu” “sorun değil mi?” “yani sorun evet ama bu konuda yapabileceğim bir şey olmaz ki” “bi yere gitmiyorum şapşal, merak etme.” ardından iki ay geçti. ve bir gün özlem, gideceğinden bahsetti bana. almanya üzerinden bristole. okuyacakmış orada. babası öyle istiyormuş. ve hayatımı mahvediyormuş benim. mahvettiği falan yoktu oysa, sadece bazen öfkelenip laf sokardı bana ki bunu biliyorsunuz. bütün hıncını benden alıyor gibiydi. sorun etmiyordum. sonra onu havaalanına bıraktım ve bundan sonra zack’in tavsiyelerine kulak asmayı öğrendim. daima haklı çıktı ve daima içimde bir yer buldu kendine piç. bazen açığa çıkıp çenemi kapattı, bazen benim yerime insanlarla konuşup benden uzaklaştırdı. yıllar sonra zack, özlem’le kaçtıklarını anlattı bana. benden uzaklaşmışlar. ben de çok keyifli sürekli geyik yapan birine bu yüzden dönmüşüm. yıllarca özlem’e benim için bakmış zack. bakmış derken, beraber yaşamışlar yani. orda burda. ama ne zaman hayatıma biri girse, zack hemen geri geliyordu. suskunlaşmalarımı sağlıyordu hemen. nedenini bilmiyordum. herkesten
kıskanıyordu beni. koruduğunu iddia ediyordu oysa. öldürmem gerekiyordu puştu. yapamıyordum. 29 nisan 2016. highest of the angels “bunu yapma” dedi özlem “neyi yapmayayım” dedim “gidiyorum diye ağlaman gerekmez” “ağlamıyorum” dedim, “ağlayacak değilim” günümüzden 15 sene öncesiydi. 2000 yılı sonbaharı. karşıyaka’da bir evdeydik. o’nun evinde. yeşil halılı olan. sabahın beşinde uyanmıştık. uyanmıştık çünkü uçağı vardı. bristol’e gidecekti. aktarmalı. önce istanbul’a. sonra da. sonra. her neyse. uyandık. ben hiç uyumamıştım gerçi. o arkasını dönmüştü. ben ona arkasından sarılmıştım. arkasından sarılıp ağlamıştım. o uyumuştu. aşırı sarhoştu çünkü. ben de sarhoştum ama onun kadar değil. sızmıştı o, demek daha doğru olucak. ardından alarma uyanmış -bir çalar saat- ve arkasını dönüp gözlerimi yaşlı görünce “ağlaman gerekmez” demişti, “yapma bunu”. “neyi yapmayayım.“ “tekrar gelicem” dedi ve bunu beni avutmak için söylediğini sanıyordum. şimdiyse, ilk kitaptaki, hikayedeki, açıkları kapatmaya çalışıyorum. anlatarak daha çok açık verileceği ise gerçek, kendim hakkında açıklar. öyle demişti seçil, ilk okuduğunda o lise defterinin arkasına çiziktirdiklerimi, “kendin hakkında çok açık vermişsin.” “biz bir yere gitmiyoruz” “gene geliriz” “hiçbir yere gittiğimiz yok moruk” özlem’in gidişinin ardından birer birer göndermiştim onları, seçil refik ve tuncay’ı. bunu ben yapmıştım. yapmıştım çünkü artık yalnız kalmak istemiyordum. çelişkili görünebilir son dediğim, ama halüsinasyondan arkadaşları hesaba katarsak bu çelişki ortadan kalkar. sonra, yani ardından, birer birer gerçek insanlar gelmeye başladı, ne kadar çok gerçek insan gelirse, o kadar çok yaklaştım halüsinasyonlara. gerçeklerden kaçmak bir güçsüzlük belirtisi ya da korkaklık değildir. kabul etmediğin, edemeyeceğin gerçeklerle başa çıkmak yerine, yerine hayaletleri koymak.. yer değiştirmek. masallara ihtiyaç duymak. hatta yetişkinlerin yanındayken masalara ihtiyaç duymak, altına saklanmak için, bir çocuk gibi. dediğim gibi, bir güçsüzlük belirtisi değildir. gerçek dünya alabildiğine saçma ve mantıksızlıklarla örülüdür çünkü. çalışmak zorunda olmak gibi aptal bir gereksinimi barındırır mesela. ve bunun gibi daha başka bir sürü aptal zorunluluğu ifa eder. hatta sigara ve alkolün dışında ki tüm icatlar, buluşlar aptalcadır. bana kalırsa hiç çıkmamalıydık sudan. evrim basamak atlamamalıydı. bunları bana tuncay anlattı, ben de size anlatıyorum. tuncay’ı ben yarattım, diğerlerini de. ama şimdi, artık, beni gerçeğe demirden zincirlerle sıkı sıkıya bağlı tutan ilacım sayesinde, onlardan uzaklaşıyorum.
2pac “ümitsizim, beni bebekken öldürmeleri gerekirdi” diyor. ben de aynı fikirde olduğumu ilan ediyorum durmadan, son zamanlarda. ardından daha iyi zamanlara ait birkaç dilim aklıma geliyor, şimdi niye öyle değil diyorum, masallarımın olmayışına hayıflanıyorum biraz, ve gün boyu, hemen hemen hiçbir şey yapmadan uzanıyorum. yemek işemek ve sigara içmek dışında yaptığım nerdeyse hiçbir şey olmadan uzanmak. bir de iş ilanlarına bakmak var tabii. olmayan iş ilanları. bir zorunluluk olan çalışmak. olmayan para. bir zorunluluk olan para. olmayan ve zorunluluk olan daha başka bir çok şey. ve ardından ilacı bıraksam mı acabaya, doğru evrilen düşünce. ama bırakamam. çünkü tekrar, ıssız bölgelere uçabilir zihin. ıssız çünkü, orada seni kimse anlamaz. anlayamaz çünkü gerçeklikle bağını koparmışsındır ve bunu anlattığında herkesin hoşuna gider, “bi eremedim o kafaya” derler, “ne içtiysem olmadı.” yarrak kafalılar! sanki çok güzel bir bokmuş gibi uçtuğum yer. sadece endişe ve korku olan o ıssız bölge. ve orası, o gerçek dışılık, diğer kendi oluşturduğum gerçek dışılıktan, yani masallarımdan kilometrelerce ters açıda kalır. o yüzden her şeyi boş verip masallarıma dönelim. nerde kalmıştık? uyandı özlem. henüz ayılmamıştı. uçağı vardı. önce istanbul’a sonra berlin’e ardından bristol’e gidecekti. orada birine aşık olduğunu söylemişti ve bunun benim ondan uzaklaşmam için söylenen bir yalan olduğunu anlamam, yani öğrenmem uzun zaman alıcaktı. hayatı boyunca bana sadık kalıcaktı. sadece, sadece artık, hayatımı mahvettiğini düşündüğü ve bunu yapmak istemediği için gidiyordu. okuyacaktı orada. öyle demişti. ve uyandı. “iki başlı ejderha hikayesini bilir misin” dedi bana. “hayır” dedim. “kesin sen uydurmuşsundur.” “hayır” dedi, “ben uydurmadım bebeğim. bak şimdi, zamanın tekinde iki başlı dört ayaklı ve dört kollu bir ejderha varmış, iki kuyruklu iki kalpli falan, ve kafalardan biri dişi diğeri erkekmiş. ama bu şekilde hayatları daha zor geçiyormuş. her şeyi daima beraber yapmak zorunda kalmak bazen sıkıcı ve zorlayıcı olabiliyormuş. işte bilirsin aynı anda uyumak, aynı anda uçmak falan filan. ve dişi olan ejderha kafası, bir büyücüden bahsetmiş ona, bizi ayırabilir demiş, erkek olan pek hoşlanmamış bu fikirden, tüm zorlayıcı etkenlere rağmen memnunmuş bu halden çünkü onu kaybetmekten korkuyormuş. söz vermiş dişi olan onu asla bırakmayacağına dair. sadece bazen yalnız kalmak istiyorum demiş. bu kötü bir şey değil. inan bana değil. çaresiz kabul etmiş erkek olan ejderha. ve ayrılmışlar. dişi ejderha bunlar ayrılır ayrılmaz uzaklara uçmuş. ve yıllarca geri dönmemiş.” “hikayenin kalanını dönünce anlatıcam” dedi özlem. “merak ettim” dedim. “yaşayıp göreceksin.” dedi. “iki başlı ejderha olmak istediğini biliyorum ama bence biraz ağzından ateş yerine duman çıksın. dönücem. ama bu uzun zaman alıcak.” iki sigara sardı. birini bana attı. “bu bana son sigara sarışın sanırım” dedim. “hayır değil bebeğim” dedi gülümseyerek. “havaalanında da içeriz diye değil ama. gerçekten değil.” evden çıktık. o zamanlar izban yoktu. otobüste tam havaalanına girmezdi. gerçi servis vardı ama o da epey pahalıydı. yani bize göre pahalı. her neyse.
bir saniye, anlatmayı unuttum. biz evden çıkmadan önce, kapı çaldı, bir gün önce gece, seçil, “sabah gelirim, o zaman vedalaşırız.” demişti. oydu gelen. sımsıkı sarıldılar özlem’le. ve evden çıktık. üçümüz. otobüs yolculuğu. ardından bir sigara daha sardı özlem. uçağa bindi. ve bir sihirbazlık gösterisi gibi ortadan kayboldu. tam 20 yıl boyunca da, arada birkaç kez gelişi dışında ortalıkta gözükmedi. arada bir telefonda konuştuk, hepsi bu. dönüşte, seçil’e iki başlı ejderha hikayesini bilip bilmediğini sordum. “biliyorum ama senin bilmemen gerekiyor” dedi. ne kadar ısrar etsem de anlatmadı. ben hala içimde ufacık bir umut kırıntısı arıyordum. bu hikayenin devamında saklı olabilirdi. her neyse, ardından, yani bir hafta sonrasında, seçil’i, ve daha sonra, refik ile tuncay’ı yolcu edip, hayatımdan çıkardım. ve nerdeyse 12 sene, arada bir kez refik’in gelişi dışında, onlarla görüşmedim. gerçek alabildiğine sıkıcı ve ikiyüzlüydü. ve şimdilerde tekrar, o gerçeklikle mücadele etmek zorundaydım. ama içimden gelmiyor. hayaletlerim de gelmiyor. ejderha hikayesinin devamını başka bir gün anlatırım. yoruldum. gerçek dünyadan. 13 kasım 2016 * başlık this empty flow’un bir şarkısının adıdır. christopher lydon işportadayız. refik’le. refik dün ufak bi kasetçalar yürüttü dükkanın tekinden. pilli. cypress hill çalıyor. alkole ihtiyacımız var. ama hiç paramız yok. öyle ki, biri bir şey alsa, para üstü bile veremeyiz. işportada, refik’in takıları ve benim fanzinler var. her ikimizde kasvetliyiz. refik kendine bi tekli sarıyor. ben bıraktım. yılda bir iki üç kez takılıyorum. alkolü ise abartıyorum. sabahlıycaksam on onbir oniki şişede sabah oluyor zaten. olmasa devam edicem. sigaraya da abanıyorum. iki üç dört paket. mütamadiyen her gün ayran içiyorum. annem vücudumu temizlediğimi söylüyor böylece. sigara ve alkolü dengeliyormuşum. belki de bu yüzden içiyorum. bilmiyorum. bi çok şeyi bilmiyorum. yaptığım çoğu şeyi sorgulamadan yaşıyorum. özlem gittiğinden beri bu böyle. yerine koyabileceğim hiç kimse yok. olur gibi olanlar oldu sadece. hatta bir tanesi, 2007 sonunda, her şeyin yerine geçmişti. dördünün de. kısa bi süre. gerçeğe bağlamıştı beni. sonra yine hayaletlerime döndüm. gerçeklerle aram iyi değil. gerçek insanlarla. çoğunda çuvallıyorum. ama ihtiyacım var gerçek hislere. gerçekten bir şey hissetmeye ya da. çoğu şeyi bilemiyorum. nedenler ve sonuçların arasında sıkışmışım, ikisinden de bi haber olarak.. biri geliyor işportaya. bi hatun. dün benden kitabımı almıştı. refik’i görmüyor tabii. “bayıldım” diyor, “kahkahalarla güldüm bazı yerlerinde”. kahkalarla gülünecek bir şey yazdığımı düşünmüyorum. ama bunu demiyorum. onun yerine, “eyvallah” diyorum. çoğu zaman, çoğu kişiye, eyvallah demekle yetindim. iyiye de eyvallah, kötüye de. muhtemelen bitirince bana aşık olucak falan diye düşünüyorum. çoğu zaman başıma gelen şey bu çünkü. ve egomu falan okşadığı yok bu durumun. oldukça sıkıcı hatta. çoğunu elimin tersiyle itiyorum. çoğu hatunu. çoğu herifi. çoğu şeyi. yalnız kalmak istediğimden falan değil. azıyla yetinmek istediğimden. az insan. keşke hiç anlatmasaydım hayaletlerimi size. bunları ben uydurmuyorum. kurgu falan yok ortada. gerçekten görüyorum. gerçekten duyuyorum. gerçekten konuşuyorum. onların
söyledikleri şeyleri uyduruyor falan değilim. çoğu öykümü uydururum, tamam kabul. ama onları ve bi kaç şeyi daha, değil. değil olmak istiyorum aslında. değil olmak. anlatabiliyor muyum. tabii ki hayır! kadın oturmuyor neyse ki. refik’le başbaşa kalmaya ihtiyacım var. maaşım dört gün sonra yatıcak. etrafi götünü kaldırıp gelemedi bugün. geçen hafta bi gecede 200 lira yedim. yarısını ben yedim, yarısını ısmarladım. bugün bana bira ısmarlayabilecek kimse yok. refik çantasından bir kaset çıkartıyor. hiç konuşmadan müzik dinliyoruz işportaya geldiğimizden beri. o arada bir kendine bi tekli sarıp içiyor. çıkardığı kaset the dresden dolls. “onu nerden buldun amına koyayım” diyorum. “cd’den çektirttim.” refik doksan sonrası gelen her şeye karşı. bunu biliyor muydunuz? hayır bunu ilk kez söylüyor olmalıyım ama şu an uydurmadım. ne diyordum? refik sadece müzik konusunda, o da çok azına, doksan sonrası için tahammül edebiliyor. film ya da kitapla bile ilgilenmiyor yani. doksanaltı da kıyametin koptuğuna inanan biri. o günden sonra kalanlar dünyaya sıkışmış durumda. ölüp ölüp tekrar dünyaya geliyorlar. diğerleri çoktan cennet ya da cehenneme ya da diğer dinlerde ne varsa öldükten sonra, ya da yoksa, olan ya da olmayana, göçüp gitti. ona göre. bi kere ağzından zemt’i kaçırdı sadece. sonra, bir dakika bundan sana bahsetmemeliyiz diyerek kapattı çenesini. ben de üstelemedim. ileri sarıyor kaseti. oldukça ileri. arada durup, başlatıyor. sonra aradığı yere gelmediğini fark edip ileri sarmaya devam ediyor. neyi aradığını biliyorum. christopher lydon’u arıyor. şarkının adı bu. ya da adamın. ne fark eder ki. bazı şarkılar kişilik sahibidir. ben neyi aradığımı bilmiyorum. bazen bulduğumu sandığım zamanlar dışında, boşlukta slalom yapıyorum. aşağı ya da yukarı doğru değil. yön duygusundan azadeyim. bu yüzden biriyle buluşucaksam ve buluşacağım kişi mekanı bilmiyorsa gider bildiği bi yerden alırım. tarif etme ve tarif bulma konusunda oldukça yeteneksizim. görsel hafızam yüzde sıfır. çoğu yüz unutulur tarafımdan. varsa eğer öyle bir şey, dilsel hafızam da sıfır. konuşulan çoğu şeyi de unuturum. unutarak yaşıyorum. unutamadığım şeyler de, ağzıma sıçmakla mükellef hissediyor kendini. refik buluyor şarkıyı. son ses dayıyor. sikko aletten ne kadar ses çıkabilirse işte. çok değil. ama bize yetiyor. bitince başa almak uğraştırcak bizi.. ama seçil kotarıcak bu işi bizim için. üst üste tek bir şarkıyı kasete çektiğimiz çok oldu. seçil halletti bu işleri. yüzlerce kasetimiz vardı 2000 yılında. çoğunda tek bir şarkı kayıtlıydı. kasetin a ve b yüzünde tüm kaset boyunca tek bir şarkı vardı demek istiyorum. boşluk yok. boşlukları müzikle tamamladık daima. müzik hafızamız oldu. çoğu anım müzikle eşleniktir. çalan ya da söylenen şarkıya göre hatırlarım olayları ve insanları. şarkı bittikçe başa sarıcak refik. bugün işi bu. rutin işleri çok seviyor. saatlerce hiç durmaksızın takı yapabilir. saatlerce hiç durmadan bir kolu çek bir tuşa bas türü şeyler yaptığım işlerde çalıştım. bu sefer ki öyle değil ve bu yüzden oldukça sıkıcı. düşünmeni gerektiren hiçbir işi sevmiyorum. düşünmeni gerektiren insanları da. düşünmeyi sevmiyorum çünkü. hiç düşünmeden ve aklımdan hiçbir şey geçmeden saatlerce durabiliyorum ben. bir şeyler düşünmemi gerektiren insanlardan da, olaylardan da hazzetmiyorum o yüzden. o yüzden özlem’den sonrası, olmadı. özlem’le akışına göre
yaşıyorduk, ve daima açıktık birbirimize karşı. kavgalarımız bile sonuçsuz kalmazdı. hiçbir şeyi ucu açık bırakmazdık. tamamlamazdık da belki ama havada da kalmazdı. askıda yani. sonrası bu yüzden olmadı. bi anda gittiler çünkü. sihirbazlık gösterisi gibi. özellikle aslı. hepsi bir günde değişti. ama aslı ve esin bir saatte. ve nedenleri düşünmek zorunda bırakılmak kötüydü. açıklamaların günler sonra gelmesi ya da hiç gelmemesi bir şeyi değiştirmezdi. anlık yaşıyorum çünkü. öncesiz ve sonrasız. bu akışımı bozan şeyler can sıkıcı. refik “öyle değil” diyor. “ne öyle değil amına koyayım” diyorum. “bunu, şurdan geçireceksin moruk. kızmana gerek yoktu” “he tamam.” diyorum. bana takı yapmayı öğretiyordu da. bu sırada. kendisi bi tekli daha sarıyor. hiç satış yapamadık. üç saattir oturuyoruz. refik arada müziği değiştiriyordu. şu ansa tek yaptığı, şarkı bitince başa sarmak. biri geliyor tezgaha. fanzinlerle ilgileniyor tabii ki. refik’in siktiriboktan takılarını kim ne yapsın. ilk işi tezgaha on lira bırakmak oluyor. sonra, hiç izlemediğim ıssız adam adlı filmin senaristlerinden biri olduğunu söylüyor. ilgilenmiyorum. böyle işlere çok saygı duyduğundan çok sevdiğinden falan dem vuruyor fanzinlerden bahsederek. inceliyor bir kaçını. hiçbir şey almadan gidiyor. hiç almadan on lira attı. abi fanzin vereyim diyorum. almıyor. hangisi daha kötü bilmiyorum. fanzin almaya parası olmadığı için, işportaya gelememek ki, hiç fanzin almadan on lira vermek mi. ilki tabii ki.. ilkine kitabımı hediye ettim, ikinciye kanımı bile bağışlamam. hoş benim kanım da ne temizdir ya. refik, “yeter lan biraz da sen başa sar” diyor. “seçil” diyorum, “seçil alsın.” “o akşam gelicek” diyor, “çalışıyor biliyorsun.” “işi bırakıp gelsin.” “bırakamaz, paraya ihtiyacımız var.” “ben işi bırakıp geleyim?” “o da olmaz. annen var.” “bak birilerinin işi bırakması gerekiyor tamam mı? işportayı bırakıp gidelim.” “karşı kaldırıma geçelim moruk” diyor, “bakalım nolucak. biri sorarsa da, sahipleri nerde diye, ilgilenmeyiz.” diyor. “iyi fikir” diyorum. “bekle az. şarap alıcam.” “on lira yetmez.” “biliyorum yetmeyeceğini. bekle sen.” gidip, meto’dan 12 buçuk lira alıyorum. neyseki o iş yapmış. hayrına almıyorum bu parayı. şarabı bölüşücez. şarabı alıp, bir pet şişeye metonun payını aktarıp, refik’in yanına dönüyorum. bu sırada biri fanzinlere bakıyor. ilgilenmiyorum. refik’in yanına oturup, bardaklara şarabı dolduruyorum. herif bana dönüp, “sahibi nerede buranın” diyor. “bilmiyorum” diyorum, “ben buranın yabancısıyım.” bok yabancısıyım. 20 yıldır içtiğim sokak. miladıma sahne olan sokak. bana bıçak çekilen sokak. üzerime taş yağan sokak. zabıtalarla kavga ettiğim sokak. polislerle dövüştüğüm sokak. öleceğim sokak. dirildiğim sokak. ben buranın yabancısıyım. ha burada okul sokağınızın amına koyayım, yeri gelmişken.. adam iki üç fanzini inceleyip gidiyor. ben şarabıma eşlik etsin diye bi sigara sarıyorum. refik şarkıyı başa sarmaya devam ediyor.
“akşam size geleyim mi” diyorum refik’e. “şimdi gidelim moruk” diyor. “seçil yarım saate işten çıkıyor. para vardır onda. tezgahı toplucak mısın? “yo hayır. böyle kalsın.” tezgahı toplamadan, şarabımızı yanımıza alıp, meto’ya da eyvallah deyip gidiyoruz. meto toplamış tezgahı ama ona güvenerek bırakmadım ben. ertesi gün aldım ondan tezgahı. hiç iş yapmamış tabii ki hayalet tezgah. *başlık the dresden dolls’un bir şarkısının adıdır. 2 haziran 2017 birin öncesi. tuncay’la torbacıya gidiyoruz. torbacı kapı komşum. kuruçay’da yaşıyorum o yıllarda. kuruçay izmir’de bir çingene mahallesi. torbacımı tuncay’la tanıştırcam. herifin kanalı iki gündür ortalıkta yok. paket olmuş olabilir. “olmadığı tek bir gün olmadı bugüne kadar” diyor tuncay, “mutlaka başına bir şey geldi.” sabah evden çıkıp tuncay’lara gidiyorum. annem okula gittiğimi düşünüyor. günlerden pazartesi. pazartesileri tatil yapıyoruz. nedeninin pazartesi sendromu ile alakası yok. çoğunluğun pazartesi akşamları evde olması ile ilintili ki zaten işportacıysanız hafta sonu tatil yapamazsınız. ve evet işportacıların da tatile ihtiyacı olur, tüm kış ya da yağmurlu havalar, tatilden sayılmaz. onlar zorunluluktur. her neyse. sabah evden çıkıyor ve refik’le tuncay’ın kaldığı eve gidiyorum. alsancağa. evde olduklarını biliyorum çünkü günlerden pazartesi, dediğim gibi. diğer günler genellikle işporta tezgahına uğrarım, tabii özlem’de kalmadıysam. özlem o gün evde. bir gün önce ben de evden çıkmamıştım. annem’in doğum günüydü. ve yarın da özlem’in doğum günü. 27 aralık. 2000 yılındayız. özlem bizi gün içinde bulur nasıl olsa. cep telefonu kullanmasak da, evet o yıllarda bu bizim için büyük bir lükstü, şimdilerde kullanıyoruz, her neyse, kullanmasak da, birbirimizi aramadan iletişmeden bulabiliyoruz. takıldığımız mekanlar sınırlı. hala sınırlı. şimdilerde, tiryaki kedi, quartet cafe ve işporta tezgahım arasında dönüp duruyorum. o zamanlar da refik’lerin evi, özlem’in evi ve işporta açtığımız sokaklar arasında dönüp duruyorduk. arada kafamızı dağıtmak için gittiğimiz barlarda sınırlıydı, ya da kilise sokağı işte, o zamanlar daha iyi olan kilise sokağı, daha iyi olan alsancak, ve daha iyi olan izmir. daha iyi olan ben. her neyse. eve vardığımda, tuncay’ların evini kast ediyorum, evet haklısınız sürekli geriye doğru sararak anlatıyorum hikayeyi, eve vardığımda seçil’le refik evden çıkmaya hazırlanıyordu, tuncay yeni uyanmıştı. sabahın dokuzuydu saat. seçil’e “nereye” diye sordum. “biraz takılcaz refik’le” dedi, “biz sizi buluruz.” “hay hay” dedim, “biliyorsun bugün” “biliyorum biliyorum, dün planladık bir şeyler biz, telaşa mahal yok.”
her günümüz birbirinin aynı olsa da, birbirlerimizin doğum günlerini özel bir kutlamaya dönüştürüyorduk, bu şaşırtıcı olabilir ama ölümün kıyısında yürürken şarampole yuvarlanıp sağ çıktığımız geceleri saymazsak, genel de şenlikli geçerdi gecelerimiz. ama bazı günleri daha şenlikli kılmak da hoş oluyordu doğrusu. evden iyi niyetler ve dualar eşliğinde salınıyorum. annem arkamdan bakıyor, el sallıyorum ona geri bakıp bakıp. bunu hala yapıyoruz. şimdi de işe salıyor beni iyi niyetler ve dualar eşliğinde arkamdan bakarak. tek fark, şu an işe gidiyor oluşum, o zamanlar okula gitmiyordum. iki sokak sonra, gözden kaybolduktan sonra, yönümü değiştiriyor, durağa doğru yürümek yerine alsancağa doğru yürüyordum. kırk dakika sürüyordu. gerçi okula da yürüyerek gidiyordum canım gitmek istediği zamanlarda, o da kırk dakika sürüyordu. ve zamanında o kadar çok yere o kadar çok kez yürüdüm ki, yürümek içimden gelmiyor artık, ki bunun için çalışıyorum ben, otobüse binmek, alkolü ve tütünümü hesapsız içebilmek ve kalan parayı da ki bir hayli kalıyor, anneme vermek için. o zamanlar işportadan pek para gelmiyor, gelen de tütüne alkole ve uyuşturucuya gidiyordu. bir de hiçbir işe yaramayan fotokopi masrafı. fanzinler için. o zamanlar on kopya basıyordum. şimdiyse seksen. epey gelişme kat etmişim çok sevgili izleyiciler değil mi? bi gün beşyüz basarım belki, giderse, gittiği kadar. gittiği yere kadar demek daha doğru olucak. her neyse, evden çıkıyor ve refik’lerin eve yürüyorum. eve varışımı, tuncay’la nereye doğru yolculuk yaptığımızı anlattım zaten. atlama yapıp oradan devam edelim. tuncay eve vardığımda, ve seçil’le refik evden çıktığında, “moruk kanal bulmamız lazım” diyor, “bizim ki paket büyük olasılıkla.” “var bizim mahallede” diyorum. “bi tüttürek de uçak o zaman. akşama pasta yapıcam özlem’e, kenevirlisinden.” “vay” diyorum, “süper.” o bi üçlü sarmaya çalışırken ben de bi kahve yapıyorum kendime. tabii önce müzik. kasetler arasından, mobb deep’i bulup, murda muzik albümünü, teybe yerleştiyorum. yeni çıktı kaset, altı ay önce. refik bi yerlerden araklamış. ihtiyacımız olan çoğu şeyi araklayarak yaşıyoruz zaten. müzik marketler de hipermarketler de bizim için var. az viski yürütmedik farklı farklı mekanlardan. hep aynı yerden yapmamak önemlidir ki bu konuda yakayı ele veren ya da yakalanıp üstüne çok gidilmeyen çok arkadaşım var, sorun sürekli aynı yere olta atmalarından kaynaklıyor. her neyse cigaramızı içip evden çıkıyoruz. yine yürüyeceğiz. geldiğim yolu gerisi geri tepip mahalleme dönüyorum. herif, yani kanalım muhtemelen uyuyor. dayanıyoruz kapısına. kardeşi açıyor. on yaşlarında bir velet. “abim uyuyor” diyor beni görür görmez. bu adam evinin önüne sandalye koyup bu işi yapan bi abimizdi. zamanla mahalle ağır bir baskın yedi. ortaokuldaydım o yıllarda. ama hiçbir şey değişmedi, yirmidört saatlik yunus devriyeleri dışında. muhsin de, yani kanalım, her ekibe biraz para koklatıp işini yapmayı sürdürdü. uyandırıyor kardeşi muhsin’i. “ebeni sikeyim” senin diyor bana kapıya gelip, “bu saatte hizmet vermiyorum ben.”
tuncay lafa giriyor, iş bağlamakta ustadır. “kardeş ben yüklü müşteriyim, sana yamanayım bundan sonra diyorum, kanalım paket oldu. harman bırakma beni. aylık bi binliğin var benden, ne var sen de?” “ne ararsan var hacı da bu saatte yapmıyorum o işi, bi daha olmaz bak. silah da var kadın da var, sen ne istiyorsan onu sana buluruz da biz.” “kadına gerek yok. silah iyiymiş ama. aklımızda bulunsun. bize şimdilik, amfetamin, toz ama. ve yeşillik lazım.” “tamam ne kadarlık.” her neyse alıyoruz alacağımızı ve geriye doğru yürüyoruz. yolda bi kuytuda bi üçlü daha sarıyor tuncay. yolda içe içe gidiyoruz. eve varmadan tansaşa girip, yarısını çantaya attığımız yarısının parasını ödediğimiz pasta malzemeleri alıyoruz. tuncay işe koyuluyor. özlem gelmeden halletmesi lazım. ki neyseki biz gelmeden önce gelmemiş. akşam özlem’lere gidicez zaten. biz özlem’le gidicez, arkamızdan ekip gelicek. plan buymuş. ben sonradan öğreniyorum. her neyse öğlen kapı tekrar açılıyor. aşağı markete, bira almaya iniyorum. tuncay pastayı bitirdi. “bira kapsana” diyor. biraları bakkala yazdırıp arada bir azar azar ödüyoruz işte. ama ödüyoruz yani. bazen iyi iş oluyor refik’in tezgahta, bakkala girişiyor refik. biralar üçüncüdeyken, tuncay söze giriyor, ben dün babamın işten gelirken getirdiği gazeteleri çantamdan çıkarırken, kesicem onları, parça pinçik edicem, kolaj için. babam kahvede çalışıyor ve bana her gün bi dolu gazete getiriyor. kendisi de okuyor bu arada gazeteleri. zamanında o kadar çok kitap okumuş ki, sayısı belirsiz, artık sadece gazete okuyor. bir de yarış bültenini tabii. yarış bültenine boş zamanının yarısını harcıyor ki fazla boş zamanı yok aslında, günde oniki saat çalışıyor, nargile ustası. o yıllardan bahsediyorum, şu yıllarda babamdan bahsedersem sadece mezarından bahsedebilirim size. onun da yerini kendi başıma gitsem bulamam. henüz bu gerçekle yüzleşemedim. yüzleşmek istiyor muyum orası meçhul. babam da hayaletlerimden biri oldu benim için. hala yaşıyor. konuşuyor benimle. ve annem de hayalet olucak bi gün, o gün siki tutucam, şüphesiz. geçelim.. “bu senin elemanı sevmedim” diyor muhsin için tuncay, “sen zaten kimseyi sevmiyorsun ki abi” dedim, “işte bunu da sevmedim diyorum ben.” “tamam.” konuşmaya istekli değilim ki o yıllarda daha bi az konuşuyorum, özlem’le başbaşa kalıp sürekli benim bir şeyler uydurduğum, masallar anlattığım zamanları es geçersek.. özlem seviyor uydurduğum hikayeleri, tek yaptığım o an kalem ve kağıt kullanmıyor oluşum. birinci ağızdan özlem’e anlatıyorum hikayelerimi, kayıt altına alınmıyor, onun biliyor olması yetiyor bana. her şeyi sadece onun bilmesi yeterli geliyor, tek kopya bile basabilirim fanzinleri, hatta bunu yapmıştım, engel olmuştu, on yapalım şunu demişti, fotokopicideyken biz, oraya da zorla götürmüştü beni, ben orjinali ona vermiştim, o da saçmalama basalım bunu demişti, o zaman bi kopya basalım sen oku demiştim, ya da en çok dört, sen abin seçil tuncay. böyle kandırmıştı beni, dört basalım tamam, deyip on yapmıştı fotokopicide sayıyı. altısı elimizde kaldı. şimdilerde gidiyor
gerçi, sekseni de tükeniyor, üstüne takviye baskılar yapıyorum, ama tatmin oluyor muyum? hayır. çünkü özlem yok. hem de uzun zamandır. her neyse. “seni de sevmiyorum” diyor tuncay. “biliyorum bunu abi” diyorum tuncay’a, “konuşmuştuk.” “bi daha konuşalım amına koyayım. sen neden bizle takılıyorsun bunu bile anlamıyorum. bitiğiz olm biz, özlem hepimizden daha ölü, okulunu bitirsene sen.” “ilk üçe de gireyim mi?” diye soruyorum, ilk üçe girersem amerika’ya tam burslu gidicem, dünya bankası okula yardım yapmışta falanmış filanmış, böyle bi kampanyası vardı o yıllarda dokuz eylül’in iki yıllık bölümlere. benimkisi makine ressamlığı. “gir tabii olm” diyor, “hayatını kurtar. hayatını yaşa.” “yaşıyorum zaten” diyorum. tuncay aslında bunları düşünmüyor ve beni çok seviyor, oyun oynuyor kendi hesabınca. sabahtan beri kaçıncı üçlüyü döndüğümüzü sayamadım ama bir tane daha sarıyor. sararken de konuşmaya devam ediyor tabii, “bak o yazdıkların var ya” diyor, “bi boka yaramaz onlar, sana diim ben, medet umma onlardan.” “ummuyorum zaten abi” diyorum ki bu bir yalan. o yıllarda çok umutluyum şu yazarlık mevzusundan, yazar olucaktım ben, hayatımı bununla idame ettirecektim, çok küçük saf ve salaktım. gerçi farklı bir tarzda yazsam yapardım ki yazabilirdim de, istemiyorum sadece, hepsi bu. “iyi” diyor elindeki yeni sardığı cuvarayı bana uzatırken, “sen yaksana, özlem de seni terk edicek söyliim sana, bütün kadınlar beni terk etti biliyorsun.” “biliyorum abi” diyorum, “anlatmıştın.” “ona da umut bağlama yani. hatta mümkünse hiçbir şeye umut bağlama” “ya okul. ona da mı umut bağlamayayım.” bilerek diyorum bunu, çünkü az önce okuldan dem vuran kendisiydi. “okulu sikeyim. ona da bağlama. umut bir safsatadır. çoktan ölmüş olarak yaşamak iyidir. bu şekilde, hayatın tadına varabiliyorsun. umut, beraberinde düş kırıklığı getirir. beklentisiz bir hayat, bir şeylerin tadına varabilmeni sağlar.” yakıp bir duman alıp, uzatıyorum elimdekini. kapı açılıyor. gelen özlem. saat iki. pastayı çok iyi sakladı tuncay. görmesine imkan yok. gelip yanıma oturuyor hiç konuşmadan. hayır karşıyaka’dan yürüyerek gelmedi, kullandığımız tek toplu ulaşım aracı vapur. elimdekini uzatıyorum ona, bi nefes alıp, “abimler nerde” diyor. “bilmiyorum, ben gelirken çıkıyorlardı, bulurlarmış bizi akşam.” “siz naptınız?” “hiç. içiyoruz işte.” diyorum, gazeteleri kesmeye devam ederken. özlem kestiğim kağıt parçalarını incelemeye başlıyor. tuncay kalkıp mutfağa gidiyor, üç bira ile geri dönüyor. yerde oturup bir süre sessizce müzik dinliyoruz. genellikle yaptığımız gibi yani. sessizce müzik dinleyip kendi kafamızı yaşamak. özlem çantasından benim için arakladığı iki dergiyi çıkartıyor, okumak için değil canım, keseyim diye. hiçbir şey okunmak için yoktur hayatımda, pek okumam, çok iyi keserim, kitaplar dahil. ansiklopedi bile kestim zamanında. özlem sadece kollarını kesiyor. “bak bunu dün yaptım” diyor gülerek, “yakışmış mı?” canım acıyor ve bunun o da farkında, bu yüzden göstermiyor ama, bir şey yapmış koluna, bi harf yapmış, harf değil de, bi şekil, ne olduğunu söylemeyeceğim!
“dün seni yalnız bırakmamalıydım” diyorum, “olsun” diyor, “annen için önemliydi. tamam ben tanışamıyorum ama selamımı söyledin değil mi?” kendisi tanışmak istemiyor, utanıyormuş. “elbette. o da sana söyledi.” “eyvallah. çıkmıyor muyuz dışarı?” “çıkalım.” diyorum. “ben kalıcam” diyor tuncay, “sonra gelirim.” özlem’le klise sokağına çıkıp, bi şişe şarap alıp, kaldırıma oturuyoruz. saat dört. arada bir insanlar geçiyor ve direk gözlerinin içine bakıyoruz insanların, göz göze gelince hemen kafalarını çeviriyorlar, bilerek yapıyoruz bunu, rahatsız etmek için değil, rahatsız ettikleri için, sesleri ile, giyim tarzları ile, yürüyüşleri ile, boşlukları ile. “seri katil olmama ramak kaldı” diyorum özlem’e. “eşlik ederim” diyor. ve bir oyun oynamaya başlıyoruz. yoldan geçenler hakkında. nasıl öldürelim oyunu. boğarak, bıçakla, karnına iki darbe, yüksek dozda eroin basarak damarlarına, kafasını keserek, asarak, ayağına taş bağlayıp körfeze atarak, sokak ortasında tarayarak, patlatarak. bi saatti yiyoruz böylece. arada bunu öldürmem diyoruz aynı anda aynı tipe. zamanla bu, bunu öldürmeyelime evriliyor. seçil’le refik geliyor ardından. “bağırarak, bunları birbirlerine öldürtelim” diyoruz aynı anda, şaşırıyorlar. anlatıyoruz hikayeyi, kahkahalarla gülüyorlar. oyuna onlarla beraber devam ediyoruz bi saat daha. bu arada bi şişe bi buçukluk daha bitiyor. tuncay geliyor ardından. oturmaya devam ediyoruz. ta ki gece onikiye kadar. içiyor ve geyik çeviriyoruz. özlem’e “sana gidelim bugün” diyorum. “olur” diyor hiç itirazsız. “hadi kalk o zaman” diyorum. “hay hay” diyor, “biz kaçıyoruz gençler.” tuncay şaşırmış gibi yaparak, “hoppala” diyor, “daha takılıyorduk.” oysa plan bu. belli. “beyimiz yalnız kalmak istedi” diyor özlem. birbirimize karşı her isteğimizi her zaman kabul ediyoruz zaten.. ama genellikle birbirimizden herhangi bir istekte de bulunmuyoruz aslına bakarsan. bakmayalım! eve varıyoruz ve bizden yarım saat sonra seçil tuncay refik geliyor. kapı çalıyor. bilerek çalıyorlar kapıyı. anahtarları var. saat gecenin biri. “oha kapı çalıyo lan” diyor özlem, “ilk kez kapım çalıyor. kim ki bu.” “bilmem” diyorum, “ben bakayım mı?” “dur ben bakarım” diyor, ben de hareketleniyorum kapıya, açıyor, ve ellerinde mumları yanan bir pasta ile karşılaşıyor. “amınıza koyayım sizin” diyor, “bunun için miydi erken ayrılmak istemeler falan” diyor bana dönerek, “ölüm dönümlerimde de istiyorum bunu.” “sikerim ölümünü, bugün yaşamı kutluyoruz” diyor tuncay, “yaşamı bebek, ve kendimizi.”
içeri giriyorlar, yeşil halılı oda, kırmızı gece lambası. gece boyu içip laflıyoruz. epey de eğleniyoruz aslında. tuncay erken ayrılıyor, dört gibi, kafası bir şeye atıyor, bizle ilgili değil. ve hikayenin başladığı yere geri dönüyoruz. hatırlıyor musunuz? ilk kitabın girişini? beş yıl önce. karşıyaka’da, bir evdeyim. ev, üçüncü katta. refik, seçil ve özlem var evde. özlem ev sahibi, refik özlem’in abisi, seçil refik’in sevgilisi ve ben ise bir köşede, elimde bir üçlü ile, boş boş bakıyorum halıya. halının rengi yeşil, dümdüz, halı saha gibi yani. “hey, geçirsene şu boku bana artık adamım” diyor özlem, elimi uzatıyorum ona, ama kafam sabit. yerdeyim ve yanı başımdaki sehpada bir gece lambası var, hemen dibimde, ve lambanın sıcaklığını hissedebiliyorum, o derece yakınım. lambanın rengi kırmızı. “bi şey söylesene be” dedi özlem. iki saat önce bir şey sormuştu, ve ben hiçbişi dememiştim. yarın sabah beşte beraber çıkacaktık evden, havaalanına götürecektim onu, bir daha dönmemek üzere gidenlerin ilki. ya da… bi saniye. kafam karıştı. sorduğu soru. “birine aşık oldum” dedi bana, “herif bristolde yaşıyor, yanına gidicem, bu sabaha bilet aldım. hey iyi misin sen?” sabah bilet almakla uğraşmıştı. bu yüzden geç gelmişti tuncay’lara. sormamıştım neden geç kaldığını. hiç soru sormazdım zaten ben. o anlatırdı hep, geç de olsa. her neyse, nedenini bilmiyordum, bir anda yaptı bunu. her şey bir anda oldu. her şey daima bir anda oldu. başladı ve bitti. bitti ve yeniden başladı. ama daima bir anda. başlaması da bitmesi de. ilki özlem’di. ve birine falan da aşık olmamıştı aslında. yalan söylüyordu. gitmek istiyordu sadece. hepsi bu. ve gitti. ve hep kalan, aslında hiç gitmeyen, bu yüzden geri dönmeyen de oydu. bir hayalet olarak ruhuma yapışan. hikayenin kalanını biliyorsunuz. koca bir kitap bahşettim buna. bu kalanın başlangıcı. bir de burdan görün istedim. istedim sadece.. hepsi bu. başlangıcın öncesi. ve sonrası. 23 haziran 2017. lost in the cliff işten yeni gelmiştim. gecenin birinde. oldukça yorucu bir gün ve haftaydı. hemen yatıp uyumak istiyordum. odama girdiğimde, seçil’i buldum karşımda. “seni bekliyorum saatlerdir adamım” dedi. “bir yıl oldu” dedim, “ne saatleri. yoksunuz ortada.” “olur öyle” dedi, “hadi kalk gidiyoruz.” kalkıp, evde giydiğim eşofmanımı çıkarıp diğerini giydim. nereye diye sormadım. hazırlandım sadece. o beni dışarda bekleyeceğini söylemişti. kapının önünde. evden çıkarken, anneme izmarit’le buluşçam dedim, bucadayım, geç kalkmam. alkol almıcam.” annemi teskin etmek için kurulmuş sihirli kelimelerdi bunlar. başka türlü başa çıkamıyordum kendisi ile. 35 yaşında hala annemin otoritesi ile baş etmek zorunda kalıyordum. aşırı endişeliydi her konuda. sadece benim için değil, her konuda. ama ona psikiyatriste çıkalım diyemezdim. bi kez ablama dedim bunu, tartıştık. söz konusu ailede, tek hasta ben olmalıydım. fazlasını kaldıramıyorlardı. her neyse, seçil’i elinde iki sigarayla buldum. yanık. biri
benim içindi. yürümeye başladık. nereye gittiğimizi bilmiyordum. üç dakika sonra anladım. sığınağıma. 17 yıllık sığınağım. buca eski tren istasyonu. giderken, “para var mı üstünde” dedi, “şarap alalım.” “var ama bi süre içmemeye karar verdim” dedim. “psikozum tetikleniyor bu aralar, biliyorsun.” “sikerler psikozunu bebeğim.. bişicik olmaz” dedi, “beşincisine girersin psikozunun olur biter. girer çıkarsın. girer çıkarsın.” “o değil mesele” dedim. “işimi kaybetmek istemiyorum. bu yüzden.” “o halde paso ekip durma işi. şarap istiyorum ben.” “sana alayım o zaman” dedim. “ikimize de canım, beraber içicez.” “peki. tütün var mı?” “var var.” beni bakkalın önünde bekledi. girip iki şişe bir buçuk litrelik aldım markasına bile bakmadan. anca keserdi. biri ona biri bana. oturduk. banklara. karanlıktı sığınağım. ve neyseki kimse yoktu. genellikle kimse olmazdı zaten. ne insan ne araba. ne de ışık. belki bazen bir iki kedi. oturduk. şarapları açtı o. ilk yudumdan önce iki sigara sardım. sigara güvende hissetmemi sağlayan bir şeydi. saatlerce içmesem bir şey olmazdı ama içmek istediğim anda yanımda bulunmalıydı. o yüzden yedeksiz çıkmazdım asla. “anlat” dedi, “gene noldu?” “yok bi şey” dedim, “bundan bahsetmeyelim. refik napıo.” “iyi” dedi, “neden geldim sanıyorsun?” “neden gittiğini bilmiyorum ki” dedim. “sen de gittin ama” dedi, “bir yıldır ortalıkta yoktun.” “evet” dedim, “işleri zack’e teslim etmiştim.” “o nerde?” “gezegenine gitti gündüz. uzun bi süre gelmez. kafam rahat.” zack’in gezegeninde hiçbir şey yoktu. ne herhangi bir insan, ne de hayvan. bitki bile yoktu. sadece taş ve kum. bazen oraya gider ve günlerce gelmezdi. ben de kafamı dinlerdim. “iyi bare” dedi. “sen napıyosun?” “hiç” dedim. “iş güç. fanzin ve fabrika.” “fanzin fabrikası.” “ehehe.” dedim. “tuncay napıyo?” “iyi” dedi. “bak bi kez daha sormucam. noldu?” “sen anlat” dedim. “soru işaretleri olmasın” dedi, “canını sıkan?” “olabilir” dedim, “bilirsin, sevmem soru işaretlerini.” “bu yüzden her birini bir ünlemle tamamlamak ister ama yapmazsın.” “boşuna soru işareti ünlem demedik kişisel fanzinimizin adına” dedim. güldü. şarabından bi yudum aldı. ben de ikişer sigara daha sardım. bi süre sessizce oturduk. yaklaşık yarım saat kadar. bu süre içinde defalarca göz göze
geldik. her seferinde, gülümseyerek göz kırptı bana. ardından, “özlem napıyo” diye sordum. “iyi” dedi. “hala anlatmıcak mısın?” “hiçbir şey bilmiyorum ki” dedim, “neyi anlatayım.” “olan biteni” dedi. “biliyorsun zaten” dedim. “bi de senden dinleyelim” dedi. “geçelim. sen napıyosun? “iyiyim” dedi, “bi yere gitmicem uzun süre merak etme. bi süre sendeyim. gerçi odandaki diğer yatağı kaldırmışsınız ama.” “eskimişti” dedim. “attılar.” “beraber yatarız artık.” “sırt sırta.” “aha güzel fikir. bi özlem değilim gerçi ama.” “onu çok özledim” dedim. “o da seni” dedi. “ama biliyorsun. yani. bilmiyorsun da.” “bilmiyorum” dedim. “hiçbir şeyi bilmeyen bir fareyim ben.” “kedilere dikkat et o zaman” dedi. “kedilerle aram iyi” dedim. “canımı sıkan insanlar. hiçbiri beni evine alıp besleme taraftarı değil.” “ya biz?” “siz sürekli gidiyorsunuz.” “geri de dönüyoruz ama.” “benim kalıcılığa ihtiyacım var.” “sen de kalıcı sayılmazsın” dedi, “bir yıldır yoktun ortalıkta.” “işleri zack’e devrettiğimi söylemiştim. ve o sıçıp batırdı.” “neden anlaşamıyorsun onunla?” “bak bunu biliyorsun tamam mı?” dedim, bağırıyordum. “her şeyi biliyorsun sen. soru sorup durmayı kes lütfen. sen anlat. refik napıyo.” “iyi” dedi. “sigara sarsana.” “sıra sende” dedim. “sırası olduğunu düşünmüyorum bunun.” “hiçbir şeyin sırası yok. sırası değil. sırası değildi. bak bu mesele uzun tamam mı. bir yıllık bir dava. ve fazlasıyla karışık. anlatmak istemiyorum. o yüzden eskilerden bahsedelim. keyfimden bi yıldır yoktum ortada herhalde. tuncay napıyo?” “iyi dedim ya canım. tekrar tekrar sorup durmaktan vazgeç. burada bizden değil senden bahsediyoruz. hep öyle oldu. ve daima öyle olucak!” “eski günleri özledim” dedim. “biz de öyle.” dedi. bi yarım saat kadar daha hiç konuşmadan arada bir göz göze gelip müzik dinledik... tabii ki öfkeli rapler. east coast soundu. doksanlardan. sık sık sigara sararak geçirdik bu süreyide. o her seferinde bana gülümseyerek göz kırptı. ben tepki vermedim hiç. kafamda birkaç soru işareti vardı ve bunları kendim tamamlamak zorundaydım. zorunda bırakılmıştım. ve bu durumdan hiç hazzetmiyordum. yığınla olasılık silsilesi ile başa çıkmak yorucuydu. en sonunda ve her seferinde, böyle durumlarda, kendimi seçil’le buluyordum. hiçbir şeyi çözmüyorduk birlikte. hiçbir şey tamamlanmıyordu. ama biriyle konuşmaya ihtiyacım olduğunda o geliyordu. daha çok kendimle. ve hiç kimseyle konuşmak istemiyordum hiçbir şeyi. hatta uzun süre sessizliğe gömüleceğimden emindim. seçil başkaydı. can kurtaranımdı benim. son zamanlarda iyice zayıflamıştı. bitkin görünüyordu. ailesi ile başı hala beladaydı.
ama artık onların zincirinden kurtulmuştu. eve çıkmışlardı refik’le, anladığım kadarıyla. anladığım kadarıyla diyorum çünkü yarım yamalak anlatıyordu. yarım cümleler kuruyor, cümleden cümleye atlıyordu. takip etmek zordu. ve onun anlattıklarını size anlatmak istemiyorum. aramızda. benim ona anlattıklarımı da size anlatmayacağım. o da aramızda. her şey aramızda tanrısını satayım. bu beş kişinin arasında. olan bitenin çok azına şahit oldunuz ve daima da öyle olucak. ve daima kapalıydı anlatılanlar. bir noktadan sonra daima duvar ördüm. duvarlar. bir sürü duvar. ve onları aşıp gelmek isterseniz, kapı açık. ama kapının yerini bilen biri için geçerli bu. biliyorsa, sonrasını pekala kendi de yazabilir. ama bunu da yarıda kesebilirim. özeller çünkü. hiç kimseye bağışlamam onları. siz göremez konuşamaz ve duyamazsınız. bu böyle. nokta. “haftasonu yeni evimize gelmek ister misin?” dedi seçil. yarım saat suskunluktan sonra. “işporta açıyorum” dedim. “olmaz.” “özlem de olucak ama” dedi. “yalan söylüyorsun” dedim. “olmucak.” “tamam kabul. yalan söylüyorum. şansımı denedim.” “deneme” dedim. “işim var. fabrika ve işporta.” “işporta fabrikası.” “bu uymadı” dedim. gülüştük. “özlem napıyo?” “iyi. sıkıldım ama. sorup durma dedim sana de mi? bi şeyler yiyelim mi. şarap bitiyor. çok güzel kokoreççi biliyorum.” “ben de biliyorum da aç değilim.” “sen biliyorsun zaten. yeriz.” “olmaz” dedim. en sonunda, şaraplar bitince, birer kokoreç yiyip eve döndük. yanyana yatma fikri aptalcaydı. eve girer girmez çıkıp gitti hemen. kendi karanlığına bir yıldız olarak 31.05.2017 zackevolution 2 sanırım yine kendimi tekrar edeceğim, kimine göre, ya da en fazla o kocamen kibrimle, kendimden bahsederim, kimine göre, ya da en kötüsü kötü yazıyorumdur her zaman ki gibi daima sonsuza dek 4eva. daha fazla uzatmadan bahse gireyim.. anti-girdap timini ekarte ettiğimize göre. (sanırım bir gün anlayacaksınız neden arada bu tip girizgahlar ya da ara sekanslar verdiğimi, duvar örmeden edebiyat yapmama engel olan kara dehlizlerim somurtuyor ara ara.. ) on üç bin yıl sonraydı, tam olarak onbeşbinikiyüzonsekiz yılı, zentelânga mevsimi idi dış gezegenlerin, bizim olduğumuz kısmında, zemt galaksisinde. merkez gezegen o devasa hacmi ile yine ışıltılı gökdelenleri ile yanıyordu karşımızda. ay ışığı yerine minik dev adını verdiğimiz merkez gezegenin ışığında özlem ile kendi ürettiğimiz şarabı içiyorduk. kendi çadırımızda. seks yoktu ve hiç olmamıştı. öpüşmemiştik bile. daha önemli macellanlarla güreşmek zorunda kalmasak, sanırım yörüngemizi iç açılarımızın ruhani ekseninden bedensel arzularımıza kaydırırdık.
refik az önce burundan höpürdettiği toz helva sayesinde ormana çıkmış, yeni ufukları, merkez gezegenin boyunduruğundan kurtarmak için yıldız tozu döküyordu. seçil girdi, elinde limonata diyebileceğiniz, ama zemt galaksisinde indezeltah adı verilen, limonlu vişneli ve elmalı bir karışımla. “çocuklar başımız belada” dedi girer girmez, durakladı, panik halindeydi. ikimizde, yani özlem’le ben aval aval yüzüne bakıyorduk, duraksadı duraksadı, duraksadı, sonra müthiş bir kahkaha patlatarak, “ikinci savunma sistemleri de çözüldü” dedi, içeri girmemize bir duvar kaldı. duvar dediği, sizin bildiğiniz gibi öyle tuğladan taştan değil, zirzeh adını verdiğimiz ateşten oluşan, merkez gezegenin içeri girişimizi engellemek için son ürettiği kalkandı. içeride, yani merkez gezegende son derece katı, uzlaşılmaz ve aşırı güçlü bir diktatörlük vardı, liderleri tayyip’ti. ölüm yoktu, merkez gezegende, ölüp ölüp dirilme vardı, çünkü asıl cehennem, ve asıl, yani gerçekte, yani göremediğimiz ama varlığını hissettiğimiz gerçek tanrı’nın gerçek cehennemi, merkez gezegen idi ve ibadete göre değil, ne kadar varlıklı ya da fakir olduğun değil, ne kadar şu veya bu olduğun değil, hislerinin, zihninin ve ruhunun ne kadar temiz kaldığı ile ilgiliydi dış gezegenlere mi, merkez gezenemi mi düşeceğin zemt galaksisinde.. merkez gezegen bizim ördüğümüz ışıktan duvarın dışına asla çıkamıyor ancak insanları, uzaya ot gönderdik, bok gönderdik diyerek kandırıyor hatta uzaylılar olarak bizi gösteriyor ve korkmamız gerektiğini tembihliyordu. bizim ışıktan yapılma bedenimizin de içeriye girip fiziksel varlığımızla insanları uyarmamıza engel olmak için sürekli teknolojik yeni kalkanlar geliştiriyordu. orada teknoloji üst düzey olsa da, geliştirdiğimiz ruhani zintequella’larla kalkanlarını deliyor ve içeri sızıyorduk. bizde teknoloji yerine, yıldızların ışığında yetişen bitkilerden elde ettiğimiz, ruhumuzu fiziksel bedenimizin kafesinden çıkarıp, merkez gezegene iniş yapmamızı sağlayan ve orada tekrar fiziksel bir varlık haline gelmemizi sağlayan karışımlar vardı, bunlardan çay tütsü ve gıda elde ediyor arada meyve kabukları ile karıştırıp ekiyor ve yeni ağaçlar elde ediyorduk. kimi ağaçlar değişik mahsüller verirken kimi ağaçlarda sadece süs olarak duruyordu. ağaçlardan çeşitli takılar ve giysiler yaratıyor ve bunları kendi aramızda paylaşıyorduk. panayırlar ve pazarlar düzenliyor, yine de büyük toplantılarda merkez gezegenin insanlarına verilen son şansı değerlendirmeleri için uyarıcı mesajları konuşuyor ve mücadeleden vazgeçmiyorduk. merkez gezegenden yükselerek kaçmak dışında başka bir şansları yoktu. bu arada bir not, anti girdap timinin ağzını kapatmak için itiraf edelim, bolo bolo mülksüzler ve matrix’den çaldım hikayeyi doğru, kendi başıma oturup da yazamayacak kadar yeteneksizim. böylece gelecek yorumları ekarte ederek seçile geri dönelim. geriye dönemeyişler kumpanyası askıda kaldı. seçil, ikinci savunma sistemleri de çözüldü dedikten sonra, özlem elini yukarı kaldırak bir zafer işareti yaptı ve diğer elini, bana bir “çak moruk” diyerek havaya kaldırdı. “bi sigara at” dedim seçile.. “merzana zintilengah” dedi seçil, merzana zemtçe’de, toplandıktan sonra kurutulmaya bırakılan tütüne verilen isimdi. zintilengah ise, bizim ürettiğimiz bir
şifreydi, tuncay gelirken getirir’in kısaltmasaydı. çünkü tuncay sürekli gelirken bir şey getirirdi. herifin otuzsekizbin dönüm tarlası vardı ve dış gezegenlerin, ki sayısı yediyüzseksenyedi tane idi, ozwagingah adında bir tanesinde oturuyorduk. aslında sadece ortak lisanda konuşuyorduk zemt galaksisinde, ancak size nakletmem için türkçe anlatmak zorundayım. maalesef. herkes zemtçe öğrenene kadar da türkçe yazmaya devam edeceğim aşikar. devam edelim.. dilin yapısı, yani zemtçe’nin, ispanyolca fransızca ve arapça karmasaydı. ve direktoman zemte gelince öğreniyorduk. ya ölünce gelirdin zemt’e ya da dünya hayatında bir takım ulvi tezgahlar sonrası gelirdin. her neyse, tuncay geldi ve elinde ki torbayı kafama atar gibi uzattı, “al lan piç, tütün sormuşsun.” sen nerden duydun dememe gerek yoktu, aramızdaki tüm konuşmaları istediğimiz an duyabilirdik, bunun için telefona ya da televizyondan canlı yayına ihtiyacımız yoktu. bu arada, merkez gezegenin televizyon sinyallerine son üç aydır giremiyor ve maalesef haberleri kesip kendimizi gösteremiyorduk. üstelik merkez gezegendeki üssümüz de basılmış, ve cehennemde yaşayan, dünya hayatından oraya düşen ama sonradan yükselip bize katılan insanların merkez üssü basılmış bir çoğu hapse tıkılmıştı. ancak nihayet merkez gezegenin ikinci savunma kalkanı da aşılmıştı özel karışımlı tütsümüz sayesinde. geriye tek bir kalkan kalmıştı. onu da aşınca, hapisteki kardeşlerimizi kurtarabilecek, merkez üssümüzü tekrar inşa edebilecektik.. ikinci bölümün sonu.. not: çok bölüm yazıldı ama şimdilik bu kadarı burası için yeterli. bu ayrı hikaye çünkü. araya serptim. moving through streets birileri geldi birileri gitti. işportaya. saat sekize geliyordu. meto “bi saatin kaldı” dedi. dokuzda kapatacağımı söylemiştim ona. dokuzdan sonra kalmanın anlamı yoktu. iyi biliyordum bu sokağı, ezberlemiştim artık, hayatım bu sokakta geçmişti ve adını “korku parkı istasyonu” koymuştum 1998’de. çünkü her ne yaşarsam kötü, soluğu bu sokakta alıyordum tam 20 yıldır. çok değişti sokak. logos kapandı. yaşıtım olan ve zamanında o sokakta içen, yani gençken içen, kimse kalmadı. yeni ve abuk subuk ve sokağın eski ruhu ile alakasız mekanlar açıldı. kilise aynı hiç olmazsa, papazla aramız iyi. arada şarap istersem onu da verir de, ben ona bira vermem, içmez çünkü, şaraptan başkası isa’nın kanından sayılmıyor çünkü, renginden dolayı olabilir, ama isa’ya, 2018 yıldır çarmıktan bir türlü indirmediğimiz isa’ya artık bi sigara uzatmamız ve sol yanağını çevirmesinden vazgeçmesini iletmemiz gerekiyor. onun yerine sol elini yumruk yapıp havaya kaldırmalı bence. ve dahası dostlar, dediğim gibi, saat sekize geliyordu ve herkes gitmişti, yanımdan, ben de köşeme çekilip bekledim gelmekte olanı, portalın kapıları açılmıştı.. esçümento geldi, şu çatlak, zemt galaksisinden, gelirken de yanında zemt yapımı votka getirmişti, ben içmezdim, söyledim ona, içmeyeceğimi, “keşke
aynı nezaketi sigaraya da göstersen piç” dedi, “gösteririm” dedim, “nefes alamayacak kadar kötüleşmeyi bekliyorum, gece öksürüklerimin ölümüme neden olacak bir kalp krizine yol açana denk bekleyeceğim” dedim, “alkolden de bu şekilde sıyrılıp azalttım ve durmayı bildim biliyorsun” “nah biliyorsun” dedi “biliyorsun dedim” dedim “biliyorum demedim” “ben de biliyorsun dedim” dedi “ne dediğini biliyorum göt sağır değilim.” esçümento’dan yeni küfürler öğrenmesini rica ettim, “kendini tekrar ediyorsun amigo” dedim ona, “amigonu sikerim yavşak!” dedi, “sen de kendini tekrar ediyorsun yazarken” “en azından aynı sırada tekrar etmiyorum” dedim, “parçaların yerlerini değiştiriyorum sürekli” “ama aynı muhabbet” dedi, “işporta, alkol, uyuşturucu, fanzin, kadınlar, ne kadar dipte gezdiğin” “bir dakika bir dakika” diyerek kestim sözünü, “dipte falan değilim ben, yeraltı bir uydurmadan ibaret, biliyorsun bunu, konuştuk” “evet biliyorum, büyük palavra, biri sana şu an otuz bin verse tüm telifini verirsin alın ne bok yerseniz yiyin diyerek” “o kadar da değil” dedim “ne o kadar da değil puşt” dedi “otuzbin az” dedim, “yüzbine fitim” “kendine çok güveniyorsun” dedi, “bu özgüven iyi değil sana söyliim sürünerek ölüceksin en sonunda” “aynen pinero gibi” dedim “sigara sigara sigara aynen figaro figaro figaro” gibi” çıkarıp yaktım bir tane, ona vermedim çünkü esçümento boş içmez, hayatında boş sigara içtiğini görmedim adamın. hatta su bile içmez, suyu sadece rakı da kullanır, çay bile içmez, alkolsüz olan tek gram sıvı sürmez ağzına, dahası yemek konusunda da tutumludur, dolu dolu bir sabah kahvaltısı dışında yemek yemez ve o kadar küfür etmesine karşın aseksüeldir, sakın kendisini cinsiyetçi falan sanmayın, cinsiyetlere de inanmaz çünkü, onun küfrü ağız alışkanlığı, annesinden geçme, genlerinde var, “genlerini sikerim” dedi ben ondan yanımıza gelen bir hayalete bahsederken ve hayaleti de “siktirgit lan özel konuşuyoruz” diyerek kovdu. “seçil napıyor?” dedim, “yolu düşmüyor mu bu taraflara” “sana kızgın biliyorsun, hepsi sana kızgın, onları terk ettiğin için” “onlar beni terk etti. zemt’te işler nasıl gidiyor, ben hala bu zemt’in sizin uydurduğuğunuz bir şey olduğunu düşünüyorum ama siz inatçısınız bana gerçek olduğunuzu ikna etme çabanızda” “gerçeğiz lan” dedi, “yan boyuttan geliyoruz, portallardan geçerek, işte bunun sayesinde” elini cebine atıp poşet içinde toz bir madde gösterdi, “ve bunun” iç cebini açtı, size tarif etmemin yasak olduğu parıldayan bir cisim gösterdi. tam bu sırada geldi zabıta, tabii ki ne meto ne zabıta esçümento’yu görmüyordu, göremezlerdi, görünmezlerdi kahramanlarım, hayaletten oluşma embriyolarım, meto’ya “fanzine de mi başladın artık” dedi zabıta, “yok arkadaşın tezgahı” dedi meto, müdürmüş adam, inceledi inceledi inceledi, “bana okuncak bir şey ver” dedi, broşürü verdim, okuyormuş fanzin, okuyabilir, herkes her şeyi okuyabilir, söz konusu problem okuduğun şeyler üzerinden alıntılarla ve isimlerle konuşmaya başlayınca ve yeni bir fikir, sizin dünyanızda tez diyorlar galiba, oluşturmayınca başlıyor, şu şunu demiş bu bunu demiş tarzı bir muhabbete hayatım boyunca iştirak etmedim etmeyeceğim. ancak
hayaletlerim söz konusu ise, tuncay şunu demişti özlem böyle kesti kendini şunu derken diye hikaye sandığınız vizyonlarımı anlatabilirim, bu arada nasıl gidiyor hayat, haliniz vaktiniz yerinde mi? dedikodu ile müsemma dünyanızda bir yenilik var mı? tarikatınız party kafasından çıkıp iş yapma kafasına erebildi mi bare, yoksa hala bizim gibi kara cahillere vaaz verme derdinde misiniz? ne diyordum seçil? “kes girdo, al şunu ateşle, siktirtme belanı” dedi esçümento, “seçil meçil yok, gelmeyecek, anladın mı beni, büyük konuştu hatun, bi daha yüzümü nah görür dedi, son kavganızı hatırlıyorsun” “ben özür dilemiştim” dedim “sen de hep özür diliyorsun ha, adını girdo yerine affet koysaymışız keşke” “adımı koyduğunuzu da nerden çıkardın piç” dedim “öz be öz ben kodum” dedi, “dolambaçlı yollarından dolayı çocukluğunda, bi de içine düşüp dışına çıkamadığımız için” “içim dışım birdir benim” “he he aynen öyle, bu yüzden çuvallıyorsun, bu yüzden insanlar sana selam vermeyi kesiyor, bu yüzden konuşurken gülümsemiyorlar. ateşle şunu sikmiim belanı” “içmicem” dedim “komple bıraktım ben artık” “votka?” “onu da içmicem” “bi yudum al bare” “ağzımı sürmem” “sigara ver o zaman” napacan sigarayı diye sormadım pezevenge, sarıcak tütünü kalmamıştı çünkü, biliyordum bunu, son cuvarısını içiyordu ve mutlaka yedekte bir tane bulundurmalıydı, tam bu sırada “gidiyorum ben” dedi, kalktı ve taksi durağının olduğu tarafa doğru yürüyüp seçil’le selamlaştı ve gözden kayboldu. seçil selam vermeden yanıma oturup bağdaş kurdu, sigara uzattı, diğer elinde yarım ekmeği vardı, benim için hazırladığı “yemeyeceğimi biliyorsun” dedim “iyi mesefa kat ettin” dedi alkollü gözlerle bakıyordu, “esçümento’yu seni test etmesi için ben gönderdim, sağlıklı yaşamaya karar verirsen barışırız” “sağlıklı yaşamak yemek yemek anlamına mı geliyor seçil” dedim, “özellikle ruhen ve maddi anlamda iflasın eşiğindeyken” “bedenen de iflasın eşiğinde olmanı istemem” dedi, “biliyorsun seviyorum seni, kan kardeşimin sevgilisisin bir kere” “o öldü” dedim “ölmediğini sen de biliyorsun cicim” dedi “sadece sana kızgın” “bütün dünya bana kızgın tanrısını satayım” dedim, “kötü giden her şeyin sorumlusu benim, evet bi boklar yedim, evet bencilim, evet gerizekalıyım, ama bir şeyleri yoluna koymaya çalışıyorum hayatımda, bunun farkında mısınız seçil hanım? ve bu yoluna koyma işlemi yemek yemeye başlayarak sigarayı bırakarak olmucak, işlerime odaklanarak ve bazı insanlarla arama mesafe koyarak olucak, bazıları ile bozuşarak hatta, gerçek benliğimi ortaya koyarak, biliyorsun bunu, başka şansım yok, bu son şansım” “her zaman bir şansın vardı” dedi, “ama bu defa haklısın galiba, bu son”
“her zaman haklıydım” dedim, “başından beri ben haklıydım, hislerimde bi gram yanılsaydım adına paranoya diyebilirdik belki ama haklı çıktığım için ben altıncı his diyicem ya da sekizbinyüzonikinci teferruat” diyelim. “suyu uzatsana” dedi “kafamı sikiyorsun şu an, sigara mı ekmek mi?” “kokoreçe hayır diyemem” diyerek yarım ekmeğe elimi uzattım. kahvaltı yapmamıştım henüz ve saat akşamın sekiz buçuğuydu, öğlen uyanmış sadece sıvı tüketmiştim. “hadi kalk” dedi ben ekmeği bitirince, “tiryaki kediye gidiyoruz, etkinlik var, insanlar vardır, bi bira iç, ama sadece bir tane, başka yok. ve kafanı dağıt biraz, sohbet muhabbet, sonra eve dönüş yolunda sana eşlik ederim..” dediğini yaptım. yine bir çıkmazımda, derin kuyulara taş atmışken zihnim, taşımı aldı ordan, kafama da atabilirdi, yapmadı, saçları mı okşadı, “düzelecek” diyerek, izbana girerken, “başarıcaksın moruk, hep beraber olucaz yine.. sadece kurallara dikkat et, hepsi bu..” kurallar dediği, bizim koyduğumuz kurallardı, on sekiz sene önce, hayat içinde kendimize koyduğumuz kurallar, her seferinde benim bozduğum, içinden çıkılmaz bir hale soktuğum her şeyi, sonra geri dönmek için tırmaladığım ruhen ve bedenen, “bu kez izin vermicez” dedi, özlem, gaipten bir serzenişle, “bu kez olmaz çocuk, yanındayım, yakında gelicem, sen zihnine mukayyet ol yeter, yoldayım, çakmağın hâlâ ben de, biliyorsun bunu, unutma verdiğimiz sözleri, yalpalama..“ * başlık psycho realm adlı grubun bir şarkısının adıdır.. 10 mart 2018 entre les lignes 44: étoiles et bien “her şey boka sardı de mi” dedi bana “bir çıkış yolu kalmadı” dedim “ışığım söndü artık” “bu kadar karamsar olma” dedi bana “mücadele etmeye devam etmelisin adamım.” koca bir hiçliğe karşı varolma savaşı vermek istemediğimi söyledim, “en azından artık” dedim o’na, “işporta iyi başladı ama” dedi “ama iyi gitmeyecek seçil” dedim “biliyorsun bunu, her şey başlangıçta iyi başlar, aşk ilişkileri de iş ilişkileri de böyledir, zamanla boka sarar her şey” “işsizlik parası alamıcak olman kötü” dedi “konuyu değiştirir misin?” sabahın altısında, sabah ezanı eşliğinde, balkonda oturmuş, işe giden insanları izliyorduk. hayaletimle beraber. kimi zaman paralel kimi zaman simetrik yansımalarımdan biriyle. sarı uzun saçları vardı. kardeşimdi. çünkü kardeşlerimle anlaşamıyordum. annemdi çünkü annemle anlaşamıyordum. tüm eski sevgililerimdi, çünkü sevgililerimle anlaşamamıştım. arkadaşımdı, arkadaşlarımla anlaşamıyordum, tanrımdı, tanrımla anlaşamıyordum, kendimdi, kendimle anlaşamıyordum. sürekli bir çatışma hali vardı. “arky’ye yazsana” dedi, “ne yani para mı isteyeyim” dedim,
“belki gönderir” dedi. “saçmalama seçil” dedim, “üç kez mailleştik diye, ona benim kurtarıcım ol mu diyeyim.” “kurtarıcıya ihtiyacın yok senin” dedi, “paraya ihtiyacın var” “hayır bir hizmetçiye” dedim, “odamı toplayacak bir hizmetçiye” “sen niye toplamıyorsun” dedi, taşındığımdan beri darmadağınıktı. elim varmıyordu, hiçbir şeye elim varmıyordu, üstelik artık milimetrik bir ekonomik hesapla yaşamam gerekiyordu, yani herkes gibi, yani tanıdığım tüm arkadaşlarım gibi “içmek yok” dedi, “içmek yok” dedim, “eve taksiyle dönmek yok” dedi “eve taksiyle dönmek yok” dedim “sigaraya abanmak da öyle” “bu konuda anlaşamayız” dedim, “biliyorsun kafamı dağıtıcak başka bir oyuncağım yok, hele ki alkol alamıcakken, napmak lazım biliyor musun?” “bunu söyleme” “hayır söylemek zorundayım, biliyorsun ne söyleyeceğimi” “evet, her şeyden vazgeçip bir işe girmek, tıpkı sekiz sene önce yaptığın gibi yani” “günde oniki saat olanlarından” “zihnini ve ellerini meşgul ediceksin yani” “oyalanıcam diyelim, bir yandan da para kazanıcam işte, biriktiririm” “biriktiremezsin” dedi, “evde gizlice içip o parayı da bitirirsin” “ailemin emeceğinden kalanı evet” dedim “şarap içelim” dedi bi göz kırkıp “hadi sığınağa” “insanlar işe gidiyor” dedim “onları izlemem gerekiyor” “neden?” “biliyorsun nedenini” “açık bir yer biliyorum, hadi, şarap alalım” “ben de biliyorum bebeğim. bildiğim her şeyi bildiğinin farkındasın değil mi?” “ben bir başka senim adamım” “sen bir başka benim” kalktık. yirmi dört saat açık tekelime doğru. para harcamamam gerekiyordu, içmeden olmuyordu, bir buçuk litrelik beyaz şarap, yanında da gazoz aldım. aileme not yazdım, “öncel’le buluşucam, canı sıkılmış beni çağırdı, öğlen gelirim” diyerek, mutfağa bıraktım notu, evden çıktım, şarabımı aldım, sığınağıma gittim, seçil gelmedi, oturdum ve doldurdum ilk bardağı, yarı yarıya gazoz ve şarap, müzik açtım, birazdan öğrenciler gelicekti, üniversitenin dibindeydi eski istasyon, hücremdi, cezaevimdi, duvarları olmayan odamdı, arafımdı, araftaydım. müzik açtım, eşik kertmemi. söyledikleri gerçekten doğru muydu? bana, “dışarıda karanlık hissedilir olduğunda bile ışık ve güç içinde yaşamaya devam eder” demişti keny arkana, aşk ile bitirmişti mektubunu, kısacık, kısacık ama derin, sigara gibi yani, ona “sigaram olur musun” demeyi çok isterdim, ama fransızca. ben bunu düşünürken, özlem dahil tüm eski sevgililerimin silüeti belirdi istasyonun duvarında, hepsi hep bir ağızdan, “beni aldatıyor musun” der gibi bakıyordu, çok yoktu, dört tane, özlemle beş, özlem var mıydı gerçekten,
başka bir boyutta, başka bir evrende beni mi bekliyordu, yoksa onu bilinçaltım mı yaratmıştı, bilmiyordum, üstelik artık gelmiyordu da, son iki buçuk yılda iki kez gelmiş, üç kez de ses olarak açığa çıkmıştı, kızmıştı bana, öfkeliydi, öfkesini hakedicek bir şey yaptığımı düşünmüyordum, öfkem kendimeydi, bunca zaman herhangi bir dil öğrenmemiş, öğrenememiş olmama değil öğrenmemiş olmama öfkeliydim, arada bir pes ediş olmalarıma, ve artık pes edicek kadar bile bir lüksüm kalmamış olmasına, üstelik tüm çıkış yolları kapalıydı, bir yıldız gördüm gökyüzünde, elimi uzatsam tutucaktım sanki, o kadar yakın, ve o derece parlak, uzun süre izledim onu, on ya da on beş dakika kadar, gözümü bile kırpmadan, konuşuyordu benimle, ışık dilinde masal anlatıyor, geleceğimi örgütlememi söylüyordu, “ışık daima var” dedi yıldız bana, mors alfabesinde belki, zemtçe, tunarkça, olmayan ve hiç var olmamış, onunla benim aramdaki, yıldızlarla aramdaki özel bir dilde, bana, “vazgeçme” dedi, aya ve güneşe inanıyordum, aralarındaki döngüye, yıldızlara, çıkmayan gökkuşağına, yağmura ve rüzgara, ağaçlara, kedilere, kuşlara, toprağa ve çiçeğe... insanlara güvenim kalmamıştı, çok azı hariç hiçbiri ile görüşmek istemiyor, insanlara güvenmiyordum. işportada; az sonra gelicem dönüşte uğrucam yarın gelicem şu an param yok bankadan çekip geliyorum çantam yok bozuğum yok vaktim yok enerjim yok, işim yok, ve daha bir sürü bahane üreten, ve sonuç olarak beş liralık şeyin fiyatını yarı yarıya indirmeye çalışan insanlara, maliyetinin bile altına, hatta sıfır liraya. her şeyi beleşe getirme çabalarına alışmıştım ama “fanzin dediğin beleş olur” lafını ilk kim söylediyse öldürülmesi gerektiğini biliyordum, acımazdım denk gelsem, abuk subuk fanzinler çıkartarak fanzinlere kötü ve kalitesiz gözle bakılmasını sağlayanları da öldürmem gerekiyordu, yaptığım işi, yıllardır izmirde yaptığım işi elimden almaya çalışanları da. “kendimi öldürüp kurtulsam olmaz mı?” diye yazdım toprağa yerde bulduğum ucu sivri bir taş ile, “olmaz” dedi zack, “mağaramdan koşup geldim adamım, şu an değil, bak ben bile tüm karanlığımla mağaramda oturmuş bekliyorum, sen de orada, o sokakta bekleyecek, ve insanlarla pazarlık ediceksin moruk, ağzın yeniden dört yıl önceki gibi laf yapmaya başladı işte” dedi, “ben yazıcam sen satıcaksın, satabiliyorsun artık, biliyorsun bunu” “tıpkı dört yıl önceki gibi” dedim, “evet” dedi, “ve bu kez bir ruhsal trafik kazasına izin vermeyeceksin adamım, bu kez olmaz” “şarap içer misin?” dedim ona, “ben de votka vardı” dedi, “az önce bitti.” votkayı nerden bulduğunu sordum, “özlem getirdi” dedi, “biliyorsun biz görüşüyoruz sen yokken” “biliyorum” dedim, “bana söylemiştin on yedi yıl önce, seni tercih edeceğini, seni kıskanıyorum” “ben de seni” dedi, “yer değişelim” dedim, “sen işportaya geç ben mağaraya” “insanlarla konuşamam” dedi, “senin gibi yazamam” dedim, sigara uzattı bana karanlık maddem, karadeliğim, simetrim. “ışık var” dedi yıldız, gökyüzünden, aramızdaki özel bir dilde, “her gök cisminin ve her ruhun kendi ışığı vardır” dedi, “ve karanlığı. önemli olan hangisini seçeceğin, seçim senin” dedi güneş doğarken ve kaybolurken yıldız. kutup yıldızıydı sanırım, arada bir bulutların arasına giriyor, arada bir parlıyordu. ben de öyleydim, arada bir gizleniyor arada bir ışıldıyordum, yani herkes gibi, “yani herkesin başına gelenler gibi zack” dedim
“öyle dedi, “abartmayalım olur mu?” “bunu sen mi söylüyorsun puşt” dedim, “abartan sensin her şeyi” “kavga etmek istemiyorum” dedi, “sakin ol, seni sıkıştırmıyorum iki aydır, biliyorsun, üstelik bu kez ben de umutluyum.” “ben değilim ama” dedim, “ışığım tükendi” “yıldızın olurum” dedi, “rolleri mi değiştik” dedim, “sen yang ben yin mi oldum artık” “bilmiyorum” dedi “ama ağzım senin kadar iyi laf yapmaz, bugün iyiydin o kitap almaya gelen iki çocuğa kitap yerine fanzin satarken” “işsizlik parası bağlanmıyor zack” dedim “olsun” dedi, “biriktirirsin” “alkol almazsam evet” “sigara da içmezsen” dedi seçil bir anda belirip, seçil’in belirmesi ile zack kayboldu, böyleydi hikaye yıllardır, ikisini hiçbir zaman aynı anda görmedim, biri gelince diğeri giderdi aniden, seçil’e “özlemle konuşur musun?” dedim “sen konuş” dedi, “konuyu kapattı o biliyorsun” dedim, “umut etme dedi bana, lafını bile açma gelmeyeceğim dedi, biliyorsun” “seni duyuyor görüyor ve izliyor ama, biliyorsun, sen ona git.” özlem’in nerde olduğunu bilmediğimi söyledim seçil’e, “yıldızları takip et” dedi “dört yıl önce olduğu gibi” dedim, “aynen” dedi, “ve bu kez bir trafik kazasına, ruhunun zedelenmesine ve zihninin kuyuya atılmasına izin verme” delinin kuyuya taş atmasını örnekliyordu, taşımı kuyuya atmışlardı dört sene önce, ve dört sene boyunca çıkartamamıştım, sonunda, üç ay önce, kendim kuyuya düşüp, boğulup, bir ay önce taşımla beraber yukarı tırmanmıştım kuyudan. kendi başıma! güneş doğdu, gökyüzü griydi, öğrenciler okula gelmeye başlamıştı, şarabım bitmişti, bi gram sarhoş olmamıştım ve bi gram sendelemeden odama gelip, pencereyi açtım, gazeteleri alıp, ve makası, başladım kesmeye, basını ameliyat etmek gibisi yoktu… bir taraftan ailem laf sokarken durmadan, kapadım kulaklarımı tüm dünyaya, rap dinleyerek yeni bir güne daha merhaba dedim, yedi bira bir buçuk litre şarap, dört paket sigara içip, sızamamıştım, kestim ben de, sonra da yapıştırdım, sonra ruhuma yapışan karanlıktan sıyrılıp, balkona geçtim, bir sigara, sert bir kahve, ve güneş diyecektim ki, bulutların güneşe bugün geçit vermeyeceğini gördüm, belki yarın, yarın çıkardı güneş, beklemekten başka şansım yoktu… bir mucizeyi.. 29 mart 2018
ses “naber” dedi. kafamın içinde bir ses sadece.. ince. güçlü ama her an kırılabilecek kadar da narin. “git burdan” dedim. “bence insanlara hâlâ halüsinasyon gördüğünü itiraf etmelisin” dedi.. “hasta damgasından yıldım” dedim “yılma” dedi “sallama sadece. bu hep olucak biliyorsun.” özlem idi gelen. sesi sadece. “seni neden göremiyorum” dedim “gördüğüne pişman olursun” dedi. “ama sana hep sadık kaldım, biliyorsun” “sadıklık benim sikimde bile değil. gittin” dedim “beni terk ettin. en kötü zamanımda..” “gitmem gerekiyordu” dedi “anlaman için çaba sarfetmeyeceğim. biliyorsun, inatçıyımdır. yükselenim oğlak. sendenim, en az senin kadar inatçıyım oğlum” “benim kadar olamazsın” otobüs durağındaydım. “otobüsü kaçırmayayım da” dedim. “ben hatırlatırım” dedi “bugüne kadar her şeyi hatırlattığım gibi” “eksik olma” dedim “adın özlem yerine ajanda olmalıydı” “otobüs geliyor. bu arada neden söylemiyorsun gerçek adımı o çok değerli okuyucularına.” “okuyucu kelimesini sevmediğimi biliyorsun” “biliyorsun ne. özlem mi başka bir şey mi yoksa?” “adımı esçümento mu koydu yoksa yalan mı söylüyor puşt” “yalan söylüyor da onu boşver şimdi. eve varınca sen, sevişelim mi ilk kez” “şarap alıcam yoldan” dedim “bitince ayık kalırsam” “beni görmek istediğini söylemiştin hani” “pişman olucak mıyım seni görünce” “bi kez bile hiçbir şeyden pişman olmadın sen, özürlerinin pişmanlıkla alakalı olmadığını anlamadı insanlar” “aptallık ediyorum özlem” dedim “pişman olmadım aptalık ediyorum sadece” “pişman olmayarak mı” “allah egomu korusun, amin” dedim “amin” dedi kafamın içindeki ses “evde görüşürüz..” “gelicek misin” dedim. cevap gelmedi.. 11 mart 2018
back ın the game “vazgeçmek kolaydır” dedi seçil, “ama doğru olan bu değil.” doğru kelimeleri asla seçemediğimi söyledim ona. “doğru zamanı da” diye ekledi. “genel olarak doğru’yu” diye kestirip attım, yüzümü onun olmadığı yöne dönerek, bir sigara sarıp beklemeyi sürdürdüm, ayın gelmesini. görüş açıma girmesini ya da. “bugün biraz bulutlu” dedi, “bana kızman gerekmez” “ya kendime?” “kendine haksızlık ediyorsun bence” “başkalarına da” dedim, balkonumdaki tekli koltuktan kalkıp hemen yanındaki üçlü koltuğun en ucuna geçerken, gökyüzüne doğrulan bakış açımı değiştiriyordum sadece, karşıdaki apartmanlar ve balkonumun tavanı görüş açımı kısıtlıyordu, ve hiç yıldız görünmüyordu bu gece de “ayağa kalkılması gerekebiliyor” dedi, “bazen, yıldızları görebilmek için” “yere düşmedim ki seçil” dedim, “sen neden bahsediyorsun?” “düşürülmedin de ama” dedi, “insanları suçlamaktan vazgeç” “insanları suçladığımı da nerden çıkardın ki?” “kaçıyorsun onlardan” “evet kaçıyorum, hepsinden, her birinden, çoğundan, son iki buçuk yıldır içine düştüğüm kör karanlıktan kaçıyorum, kuyudan çıkma çabası bu hem, kaçmak değil” “kendi yüzüne dön” dedi, geldiğinden beri gözlerinin içine bakmamıştım, gökyüzünden gözümü ayırmadan görüyordum işimi hatta, sigaramı bakmadan sarıyor, çakmağı el yordamı ile buluyordum önümdeki masanın üzerinde. “bugün görünecek” dedi “inan bana” “hayır” dedim, “kaybettim onu” “dün sabah ki nasıldı” “sevmedim onu, fazla parlak, adını biliyorum onun hem, bu yeni keşfettiğim yıldız da gözüm, belki de kışın görünüyordur bilmiyorum, bir aydır ortalıkta yok velet” “kışı seviyorsun” dedi “en sevdiğim mevsim marttır” dedim, “tüm yılın bütünselliğini içinde barındırır, özellikle izmir’de, ondan sonrası kolaydır, nisan mayıs, fena şenlenir balkonum ki biliyorsun bunu, o göt ağaçlarımdan birini kesmeyecekti” balkonumda dört adet ağaç vardı, birini en üst katta oturan ev sahibinin kardeşi kestirtmişti, seviyordum mart nisan ve mayısı çünkü balkondaki ağaçlar yaprak açar ve beni yoldan geçen insanlardan gizlerdi, ben görürdüm ama onları, birinci kattaydım, ya da zemin diyelim, ve görürdüm onları, işporta kaldırımında da görürdüm. aşağıdan baktım hep, hemen hemen her şeye, kendimi gizleyerek. buna rağmen kibirli olduğuma dair gelen eleştirileri anlayamadım. olduğum gibi göründüm hep, zihnimden ne geçiyorsa onu naklettim insanlara, burnu havada olmak ile her şeye eyvallah deyip sessiz kalmayı karıştırıyor insanlar, bu ifadem sorunlu oldu, tariflemek istediğim o alanımı kanıtlayamamam size, ama bunu anlamanız için çaba sarfetmeyeceğim, hatta hiçbir şey için çaba sarf etmeyeceğim artık, sıkıldım ve yoruldum, yoruldum ve sıkıldım, tanrıya dönücem yüzümü, allah’a, yehova’ya, tao’ya, adı her ne ise, benim için de bir adı var kendisinin, onunla bütünleşik olan yaşamımda son iki buçuk yıldır araya giren frekans karışıklığını temizlemem lazım sadece
“yörüngeni benden uzaklaştırıp başka bir kadına çevirmiş olman gerçeği hakkında da konuşmak ister misin bebeğim?” diyerek araya girdi özlem, içimde bir ses olarak, “frekanslar karıştı sadece” dedim ona “anlamanı beklemiyorum” “ben seni bekliyorum ama” dedi, “biliyorsun, bekledim, beni görmeni, yıllardır, görmen yeterliydi, göz göze gelmesek de olurdu hem” “tıpkı o aradığım yıldızlar gibi” dedim, “benim onlara baktığımın farkındalar mı sence?” “en parlakları içinde en parlamayanına odaklanıyorsun daima, en silik olanına” “kendine pay çıkarma” dedim, “senin ışığın yeterince fazla, gözümü alıyor” “ışığım tükeniyor adamım” dedi “gerçek yıldızların ışığı öldükten sonra da parlamaya devam eder” dedim, “belki de şu an gördüğüm, -o sırada bir yıldız görmüştüm- asırlar önce ölmüştür” “benim gibi” dedi “senin gibi” dedim, “kendini öldürdüğün halde seni görmeye devam ediyorum, ve ölmeden önce son konuştuğun kişi olarak söyleyecek olursam eğer…” “söyleme bir şey” dedi, “kendini suçlu hissetmeni istemediğim için aradım seni o gece, ben gidiyorum, beni bulman lazım” ve araya bulutlar girdi, ses kesildi, beni duyabilirdi ama ben onu duyamazdım artık. bi sigara uzattı seçil, sanatçılık kokuyordu sarış tarzı, “yüzüme neden bakmıyorsun” dedi “siyah” dedim, “siyah artık kazanmalı” “beyazın hakimiyetinde asırlar geçti” dedi, “yedi bin yıl” dedim, ve burada sözünü ettiğim şey bir ırk değildi “ama yin yang ayrışıyor adamım” dedi “nihayet” dedim, “dengeye oturuyor ihtişamı tao’nun” “işte o yüzden vazgeçemezsin, savaşmaktan” “vazgeçttiğimi de nerden çıkardın” dedim, sigaramı yakarken bir göz kırparak, gece boyunca ilk kez göz göze geliyorduk, aynada kendi gözlerinin içine bakmak gibiydi seçil ile göz göze gelmek. “ben kaçar artık” dedi, balkonun demirlerinden atlayıp yola süzüldü. o sırada buldum onu, tekrar, yıldızımı, silik bir ışığı vardı, hiç bulut kalmamıştı çevresinde, ışığı güçlenmiş gibi geldi bana, sigaramdan bir nefes daha alıp, uzaklaşmakta olan seçil’e seslendim, “yalan söylüyordum kızım, doğruyu seçemediğimi söylerken” dedim, “bazen kendi hakkında da yanılır insan” sol elini yarı kaldırıp zafer işareti yaptı, “peace” diye bağırarak, ardından havaya kaldırıp bir yumruk yaptı ve gözden kayboldu. 20.04.2018 başlık şurdandır: wu-tang clan - back ın the game (phoniks remix) esat abime bu şarkı için teşekkür ederim.
geriye dönüşler 1
2. basım, genişletilmiş tam baskı 195 sahife sınırlı sayılarda basılıp işporta tezgahızmızdan edinilebiliyor. elinizi çabuk tutmazsanız tükenip, tekrar basılana kadar bekletiliyor. çünkü efendim matbaadan basacak kadar paramız yok, az sayıda fotokopi usulü basıyoruz ama normal ciltli miltli karton kapaklı bir kitap yani. fiyatı 20 tl. bu fiyat çok diyenin kafasına kül tablosu ile vurur özlem, karışmam.. kafadan kontaktır az biraz. bana çekmiş solucan fanzin aracılığı ile basılan kitaplar bandrolsüzdür ve isbn değil iabn alırlar. çevirmene ihtiyaç duyulmaktadır, çevirisine güvenirsek çevirtiririz tüm kitabı. kendimize uluslararası mecralara dalma konusunda güvenimiz tam. içeriği uyuşturucu, alkol, hayat ve aynalardan gelen felaketlerle ilgili. kapak ve arka kapak. bunları kabul etmeyen yayınevleri basamaz. basamadılar da!
kitaplarımın listesi efenim, ilk 8 hazır, ilk 2 basıldı, 9-12 arası aynı anda “multiple partiküler redüktör” stilinde yazılmakta, diğerlerinin istasyonuna gelinmedi daha ufak da olsa başlanmışlığı var. da da da.. 3.’sü basılacak para bulursak. dört beş altı yedi sekiz de. şimdilik fanzinli fasikül yapıyorum onları. 1. geriye dönüşler (roman diyolar, ben bilmem) 2. see nothing (üçte biri öyk, üçte ikisi “şiir değil bu” 3. kendimden feragat (ferahat da olabilirmiş adı, düz yazılarım, ama dümdüz) 4. şiir değil bu (şiir değil bu türündeki bestelerim) 5. yaşanan her şey yaşandığı anda gerçektir (roman diyen var ben bilmem)
6. 7. 8.
öyk (öyk türünde metinlerim) şiir tadı yok (bir başka şiir değil bu türü.) kiriş yazıları (fanzinlerimin ya da fantezilerimin sunuş giriş gelişme
sonuçsuzluğu betimlemeleri ile ilgili)
9. geriye dönüşler 2 (roman denildi bile ama benim iddiam değil) 10. zack (heh bak bu biterse roman olduğunu iddia edicem) 11. upon zack (quenzinzah mirerginante) (seri katilli aşklı maşklı seksli meksli entrikalı türk dizisi kıvamında edebi rövaşatam olacak, roman gibi diyelim)
12. zackevoultion (fantastik bilim kurgusal iklim romanı olacak) 13. from zemt galaxy'zzz (dil bilgisi ve sosyolohijyeni kitabı, kuramsal) kiracılar (roman ama tıkandı bu) farklı kaydet (bu da roman tıkalı ama) ricardo fernandes: sokak günlükleri (günlük işte, new york’ta geçeyo) ricardo fernandes: fabrika günlükleri (bu da NY’de geçer) ricardo fernandes: anarşi günlüğü (bu da kuramsal, NY’de yaşayan bir latinin pornografik fantezileri de olabilir içeriği her an ama) fanzinlerime, arşivimden değil kendi çıkardıklarımdan bahsediyorum, yüzün üzerinde sayısı, işporta tezgahımdan edinebilir hem bi sigaramı içersiniz kullanıyorsanız, kullanmıyorsanız da çay ısmarlarsınız bana, arsızlık diz boyu değil mi? sigara içmeyenlere ceza kesiyorum sadece, hepsi bu, hele sigaraya düşmansanız, öyle yanınızda içildiğinde yüzünüz ekşiyorsa direkt karşınıza alırsınız beni, işportaya falan da gelmeyin, böylesi sikko fultriple kapitalist sistemde, fultriple kölelik sisteminde sigara içmeyek de napak, bir de kına yakalım isterseniz dünya bok yolunda iken, ama geçicek her şey, dünya isyancıları olarak durumu kotarıcaz, sadece bu sikko anadolu da işler rayında gitmeyecek o ayrı, hamurunda bir şey var çünkü, medeniyetin beşiği değil yüzkarası olduğu için şu aralar ki ben medeniyet denen kavrama da uyuzum, ne yani sümerler çok mu iyiydi, hadi canım, zorunlu eğitim hatta paralı zorunlu eğitim orada da vardı, zorunluluk aile baskısı idi, yanılıyor muyum? tabletler öyle demiyor ama napcaz? otuzbinmilyon yıldır değişmeyen insanlığı ikinci bir tufan mı paklasa nolsa bilemedim, bana sümerleri savunanun kafasına dolu tencere ile vururum, söylim, antik yunanı savunana da aynısını yaparım, yedibin yedi yüz yıldır değişmedi insanlık, ne zaman yerleşik yaşama geçtik ve mülkiyetçiliği kutsadık, o zamandan beri giderek artan bir şekilde boku yiyiyoruz, sonuç olarak efenim, “insan ziyandadır velhasıl huzur isyandadır..” denmiş mütrip fanzinde!
girdo büyük harf, gerek olmadıkça kendince, kullanamaz, eleştireceksen, buradan gelme, döğerim!
iş bu fanzinin el yapımı hazırladığım baskısının kapağı ancak artık basmıyorum onu