KENDÄ°MDEN FERAGAT Girdap zack unthatow
önsez-i bazen, bir şekilde, yolun sonuna geldiğini düşünürsün. bu, zaman zaman, her insanın içinde olabileceği, bir duygu durumudur. karamsarlıktan ya da, umutsuzluktan ziyade, ileriyi görmek istememekle ilgilidir daha çok. intiharla değil, durup beklemeyi istemekle ilgili belki, bi anlamda. mola vermiş olmak da değil, konaklamak da. yerleşmek doğrudan, kenara. kenara çekilmek ya da çekmek de değil ama. kenarda beklemek. önünden geçip gidenlerin aptallığına gülerek kimi zaman. sen de yapmışsındır oysa aynı aptallıkları, ve daha yapacaksındır da. herkes, zaman zaman, aptal olabilir. ama herkes aptalı oynayamaz kolay kolay. zor olanın, göze kolay göründüğü durumlarda, kafanın içinde dönüp duranları, net sanırsın. görüş açın sisli veya bulanık değilmiş gibi gelir sana. görüş mesafen, onyüzbin kilometreden, kimin geldiğini, ya da gittiğini, görebilecekmişsin gibi, güvende hissettirir, kendini, sana. ta ki, burnunun ucunu dahi göremeyeceğin derecede sarhoş olduğun günlerin, sabahına kadar. ve öyle zamanlarda, bir baş ağrısı eşliğinde, boş duvarların üzerine masa örtüsü örtmeye çalışır gibi bir tuhaflıkla, saçma salak kelimeleri, birbiri ile hiç alakası olmayan cümleler bütünü haline dönüştürdüğün yazılara dizersin. peşi sıra, çat pat, pata küte. üzerinde tek saniye düşünmeden, ve noktanın veya virgülün, hangi anlamı heba etmiş olabileceğini iplemeden. anlam yoktur ortada. başın ağrıyordur, miden bulanıyordur, ama kusamamışsındır, su içmişsindir, sigarayla başlamışsındır güne, ama uyanamamışsındır hala, ayılmış olabilirsin ama uyanmamışsındır, zihnin uyanmamıştır ve, bilincinde değil de, bilinçaltında olan bitenleri, bilinçdışı bir deneyimle itekliyorsundur tuşlara basan parmak uçlarına. rüyadasın, sen değilsin o. hiçbir zaman olmadın. o yüzden yoruma açık olmadı, anlamlandırmak istemediğin, harala gürele yazıların. buna rağmen, birileri gelip; “bilinç akışı” dedi “he” dedin, “bilin-çakışı türünde yazıyorum” “wirginia wolf'a benziyor tarzın” “harbi mi? hiç okumadım, adı nasıl yazılıyor?” “bukowski çakmasısın” “çakmağım buk’ta mı kalmış gece?” “senle röportaj yapalım” “ama soruları ben sorarım” “dergimizde yazmak ister misin?” “bi kopya gönderin, boş yerlerini karalarım”
“bir yayınevine başvursana”, “sana şimdi bi kafa atarım…” böyle alakasız ve ucube, verilen cevaplar eşliğinde, geçen zaman içinde, görülen o ki, fanzin paklar bizi. temize çıkarmaz belki ama paklar. sonra? sonrasında bir şey olmaz yavru. sonrasında bir şey olmaz, çünkü; sonrasında bir şey olmasını veya bir şey olmayı planlarına dahil edenler içindir; harikulade sonlar, mutlu başlangıçlar. düşsel kış mevsiminin akustik bahar senfonisi. “yazımı okudun mu” der biri, “sen benimkini okudun mu olm” diye cevap vermek istersin, küçük erkek çocukların birbirine çükünü gösterme eylemi gibi düşleyip, sanatsal her aktivitenin, bazı sunuluş biçimlerini. ama “okumadım” dersin, “okuyamadım, iyi değilim bu aralar, okurum sonra.” “noldu, neden iyi değilsin, yapabileceğim bir şey var mı?” bile demezler ve bu daha iyidir, çünkü, anlatamazsın, yapabilecekleri bir çok şey olsa da, söylemezsin onlara zihnindeki terazinin yalpaladığını bu aralar. kelimeler boğazına düğümlenir, elin tutulur, nefesin sıkışır, gözlerin parıldarken gecenin ortasında. ve okursun sonra, ve yorumlamazsın, çünkü yorumlarsan, cevap hakkı doğar. ve bu hakkı onlar, senin onlara yaptığın gibi, kısa ve net ve içten bir “eyvallah” ile kullanmaz. ya bok atarlar ya göğe çıkarırlar. arada kaldığını, arasında kaldığını, her şeyin, hayatın boyunca, bilmeden. ve insanlarla aranda kalması gereken hiçbir şeyi, mobese kamerasının torunuymuşsun gibi nakletmeyeceğini bilmedikleri için, “abi bunlar gerçek mi” derler, “ben gerçek değilim ki onlar olsun oğlum” dersin, inanmazlar. sen de inanmazsın. tanrıya bile inanmazsın aslında, varlığına inanırsın, doğru söylediğine inanmazsın, doğruyu söylediğinde de, pis bir sırıtışla karşılaşırsın. ve her şeyden önce ya da her şeyden sonra ya da her iki boşluğun da arasında, eve sarhoş gelir, sabah rüyada uyanırsın. baş ağrısı, sigara ve, altın vuruşa ortak bir kahve eşliğinde, tuşlara basarsın, üzerinde tek saniye düşünmeden. ve bu bölümde, işte öyle, ulvi eserler mevcut, ulvi falan değiller gerçi, ama arada eserler bana, pelerinlerini noterde unutmuş emanetçiler. ya da daha doğru bir deyişle, orospu ilzam perileri. (evet ilzam bilader, yanlış yazarsam söylerim demiştim daha önce de mi?) önemi yok, hemen hemen hiçbir şeyin, hemen hemen hiçbir yerde, hemen hemen hiçbir şekilde, ve hemen hemen de hiç olmadı. şimdi, eğer okuyacaksanız, bu bölümdeki metinleri, cümle nerde bitti diye aramayın, cümle yok; sonu nasıl diye merak etmeyin, sonuca bağlanan bir olay yok; bütünlük aramayın, çünkü akış yok. geldiği gibi giden –gelişigüzel?- kelimelerin, bıraktığı izler, belki size, çıkış kapısını da gösterebilir. giriş kapısını ben tarif ederim: sağdaki ilk sayfadan bir arkaya dönülüyor. sonra bir yana ve bir
arkaya şeklinde ilerleyerek, sizi leyleklerin getirdiğini ve kelebeklerin de belki bir gün yaşamayabileceklerini (uçamadıklarını değil) öğrenirsiniz. belki. her şeyin, ‘belki’ üzerine kurulduğu bir dünya da, şanslar ve tesadüfler, beklentilere teğet geçer. yoksa siz hala kontrolünüzü yükletmediniz mi? iyi şanslar. dördüncü bölümde görüşmek üzere. eyvallah. girdo kasım2012
tertium non datur azar azar da olsa, kaybettiğinin bilincinde olarak, devam edersin oynamaya. riske girersin, az birazını saklayarak güneşinin, kalanını sahaya sürersin. ter içinde ve nefes nefese kalmışken bir sigara daha yakarsın mesela, öksürük krizlerinin ardı arkası kesilmez ve sen yine de, bir inatla, bağırırsın avazın çıktığı kadar, “ölmeyeceğim ulan” diye. çoktan öldüğünü söylerken birileri, kimseyi ruhen veya bedenen öldürmeden verirsin mücadeleni. mücadele mi dedim? hiç sanmıyorum. isteyerek verdiğin bir savaş değildir bu. içine sokulmuşsundur, çıkamıyorsundur, yapman gerekenlerin ne olduğunu bile bilmeden, önüne düşen toplara, amaçsızca ve rastgele vurursun, ve yine de, saha kenarında ki teknik adam, oyundan almaz seni. biraz dinlenmeye ihtiyacın vardır oysa. biraz nefes almaya. bi sigara daha içmeye. biraz daha sevişmeye belki, bir kediyi kucağına alıp okşamaya, bir köpeğin peşinden koşmaya. çöpten beslenmeye bile razıyken sen, çalışman gerektiğini söyler durur insanlar. avcı-toplayıcılığın ilk kelimesini çıkarıp, sadece ağaçtan beslenebileceğini söyleyebilirsin ama, kahkahalar denk düşer, her cümlenin sonuna. ciddiye alınmazsın, hayatın boyunca ciddiye alınmamışsındır, birkaç kişi dışında yanında durabilecek kimse yoktur ama herkes arkanda olduğunu söyler, güvenip geriye bir adım atacak olsan ileri doğru itekleneceğini biliyorsundur. “bir adım daha atarsam düşücem, uçurumdayım” dersin, “uçmayı öğrenmenin zamanı geldi” derler, alaycı bir sırıtışla. ve ardından, geldiğin noktada, hayatında ki üç beş kişi dışında kimseyi siklemediğin için, bencil ve vurdumduymaz olarak yaftalanırsın. ve bir an gelir, sadece bir an, sağır ve kör taklidi yapmaya başladığın, hayatının bundan sonra ki döneminde ki mottonun, “hiçbir şey duyma, hiçbirşey görme” olacağı, o saf an, gelir. konuş ve yaz. hareket halinde ol. tek kişilik bir tiyatro, reji de üç dört güvenilir adam. tek bir seyirci bile yoktur oysa, yıllardır. ve bir anda, belirir, o, sana yıllardır, aranan kanı taşımak için gelmiştir, farkında olmadan. bitti, dediğin noktada reset tuşuna basman için, oradadır. ikinci perdeye çıkman için, sana birkaç numara gösterecektir. dediğim gibi, azar azar da olsa, kaybettiğinin bilincindesindir. ama riske girersin yine de, hayatın boyunca, kendin olarak kalabilmek için verdiğin mücadele, devleti geçip varolup olmadığı bile meçhul olan tanrıya bile kafa tutmana yol açar. uzaylılar gelse, herkes kaçarken, sen orada elini uzatabilirsin, diğer elin olmayan bıçağını çekmek için belinde. feyk tehditlere aldanan insanoğlu, ölmek veya acı çekme olasılığından ödü kopan insanoğlu. hileli yaşamlar, hileli ruhlar, hileli karakterler, dolambaçlı cümlelerle örülü kendini anlatma çabaları, netsizlik ve belirsizliklerle örülü yüzler. anteninin ayarları ile oynama çocuk, sorun alıcılarından kaynaklanmıyor, görmezden gelmeye başlamalısın. nokta. kötü gelen kağıtlar, elinde kalan fişlerin bir miktarını daha ortaya koymana engel olmaz. hileli zarlar, iyi karılmamış iskambil, satın alınmış hakem, kazanmaya odaklı bencil türbülans. beraberliği linç eden hırs. “gidelim buralardan” dediğinde, tamam deyip tek başına yürümene neden olan karınca kostümlü ağustos böcekleri. ihtimaller tükenirken, ölümü es geçersin. bir sigara, ardından bir sigara daha. riske attığın şey, sadece hayatındır oysa, varlığını asla heba edemezsin,
benliğini, bilincini ya da. kaybolmamak için verdiğin mücadele ile toprağın altına girmek arasında ki keskin ayrımı görmezden gelenler, sadece bedensel sağlığın için endişe ederler, zihninin içindeki solucanları es geçerek. ikinci perdeye çıkarsın ardından. reji sağlam çalışıyordur ve artık aralarına aynı anda birkaç işi birden yapan bir multifonksiyonel kadın katılmıştır. rejin sağlamdır, ve kadro tamamlanmıştır, ışık-gölge-ses-mimik-motive- daha bir çok alanda, kadrajını ortalayacaklardır sana. doğaçlamaya hazır hissedersin kendini. cebindeki 1 kuruşu, daima orada tutarak, kağıt üzerinde yazılı borç adlı birimlerle, yasal tefeciler boğazına binmişken, istifanı verirsin. içindeki öfkene sadık kalmak dışında hiçbir planın yoktur. plan geliştirmezsin. kalan son fişlerini sürmüşsündür masaya. “ya hep ya hiçten” öte bir durumdur bu. “ya hiç, ya ben” dersin, içinden. kağıtlar karılır, dağıtılır, ve eline bile bakmadan, rölans demeden, kavın çok çok çok altında bir miktarla dahil edildiğin masada, ganyota göz koyup, rest dersin. yoldasındır artık. yeniden. mola vermişken yoldan çıktığın bir noktada, ikinci bir yola girmişsindir, ve çift dokulu sarmal yapı, tamamlanmıştır artık. üçüncü yol yoktur. 24.haz.2014 14:30
kırık1 her şeyi kaybettiğini düşünmeye başlarsın. bu, zamanla olur. ilk sevgilinden ayrıldığında ya da ilk işini kaybettiğinde değil. ya da istediğin bölümü kazanamadığında. hayır! bunlarla bir ilgisi yok, kaybediyor olduğunun bilincine varışının. umut, daima varlığını sürdürmeye devam eder. bir şeylerin değişeceğinin, bir şeyleri değiştirebileceğinin; yola, farklı bir rotayla da olsa, devam edebileceğinin yanılsamasına kapı açan o saf ışık demetleri, odana girecek bir delik bulur daima, zihninde ki kör karanlığa. “bu olmazsa diğeri olur” ya da “beş yıl sonra belki” dedirten o, aptal algı. algı bozukluğu falan değil, burada bir bozukluk göremiyorum ben. eğer, referans çizgimizi, normal olana göre alacaksak, ve normali, çoğunluk ya da tıp, bilim, din, tarih, toplumsal normlar, duygusal algoritmalar veya aile bağları belirliyorsa; burada bir sorun yok. her zaman, her koşulda, yapmak isteyip başaramadığın herhangi bir şey için, olumsuzluğu olumlayan bir bahane ya da yeniden denemek için bir neden bulabilirsin. hatta, her hâlükârda, başka bir yol olduğunu söylerler sana. nefes alıp verdiğini ve buna devam etmen gerektiğini ispatlamak için o kadar çok masal anlatırlar ki; tırlatmanın eşiğinde kurduğun cümleler, anlamını yitirir. sessiz kalma hakkını kullanabilirsin pek tabii, ama hareket etmeme hakkını asla. çalışmak zorundasındır ve çalışmak istemediğini söylediğinde, “kimse istemiyor ki” denir. ama, buna mecbur olduğuna inananların hakimiyetinde, -hatta karşı durduğun her şeyin yanlış olduğuna inananların hakimiyetinde- onlara ayak uydurmaya mecbur bırakılırsın. insan toplumu, bir mecburiyetler ordusudur. bir arada yaşamı sürdürmek için yapmak zorunda olduğumuz mecburiyetler bütünü. ve bu bütünler, tarih boyunca artarak devam edip, modernizmle beraber güçlü bir yalana işlenmiştir; yardımlaşma ve iş bölümü. ve şu an ben, bu iş bölümünün, elektronik sayaçların dış plastik aksamını üretme görevini üstlenen plastik enjeksiyon mecburiyetine, iş olarak bakmadığımda, normalin dışına çıkıyorum. biraz daha dışına çıkarsam, bu normalinizin, sadece düşünsel baz da değil, yaşamsal bazda da dışına çıkarsam, yaşayabileceğim bir orman aramam gerekiyor. her şeyi kaybettiğini düşünmeye başlarsın ve bu zamanla olur. olan şey, yani kaybedilen, normallik algısıdır. insan toplumunun algısal safsatasıdır diyelim. çünkü, sol kolum kırıldığı için mutluyum, çünkü bir ay işe gitmicem. bir ay evden çıkmamı gerektiren pek bir şey de olmayacak. kolum kırıldığı için mutluyum. hatta sol ayağımı kaybedip iş görememezlik raporu alsaydım mutluluktan ölecektim. ama ne var biliyor musunuz? asıl, benim gibi, tamamen, her türlü normallik algınızı kaybeden bi kaç tiple ormanda olsaydım, eh, o zaman işte, mutluluktan doğacaktım. ama dediğim gibi, bu, zamanla olur. tek kolla ancak bu kadar. 26.mart.2014
the circle did close indeed saat gecenin ikisi. bir pazar gecesi. pazarı, pazartesiye bağlayan bir gecenin ikisi. bir sendrom yaşamıyorum ama. bir pazartesi sendromu mesela. ya da onun gibi bir şey. yaşamıyorum. kimileri için haftanın başıyken pazartesi, benim haftam ne zaman başlıyor, bilmiyorum. iyi bir şey haftaları bilmemek. günleri saymamak iyi bir şey. haftasal anlamda aperiyoduk ama sekizde birlik bir periyodla akan vardiyaya ayak uydurmak iyi bir şey. iyi olan çok az şey kaldı hayatımda. tuncay’ın takı tezgahı öldü ve retro öldü ve logos öldü. ve aslında şu an bunu dizeler halinde yazabilirim ama yapmayacağım galiba. çünkü, öyle şiir olmuyormuş. bu kez de, “böyle yazı olmuyor” diyecekler ama. ama önemi yok bunun. bunun ve daha başka bir çok şeyin. sen'in önemin yok mesela. hafta başlangıçlarını es geçmek güzel ama. sekiz günde sadece iki kez altıda kalkmak zorunda olmak güzel. diğer günler sabahlamak güzel. işte veya evde. ama sabahlamak güzel. herkes uyurken uyumamak ve herkes yaşarken uyumak güzel. ve güzel olan her şey ölür zamanla. çirkin olan her şey de ölür ama, çirkinler daha hızlı üremekte bu dünyada. her şey gittikçe kötüleşmekte ve ben de gittikçe kötüleşiyorum aslında. bir çözüm önermiyor kimse ama. ben de çözüm olmayan önerileri önemsiyorum galiba. çözümü de önemsemiyorum. kafiyeyi de önemsemiyorum. gelişigüzel akıyor yazı. gelişigüzel akıyor her şey. ama şimdi gelip biri, diyecek ki bana, “amma çok kasmışsın kafiyeli cümleler için” diyecek, “seni kafiyeli bir şekilde düzebilirim” diyeceğim ona, ama demeyeceğim, yapmayacağım yani, muhatap olmayacağım, bir çok şeyle muhatap olmadığım gibi, tartışmadığım gibi insanlarla, benle aksi düşünen herkesi “sen haklısın bilader” deyip başımdan savdığım gibi. bir hakka inanmadan geçen günler. hak edilmişliğe inanmadan tükenen günler. tükenen aşklar ve daha az insana inanarak geçen her zaman diliminde, bir dilim daha tükendiğini düşünmek. günler tükenmeden peşi sıra diziliyken önünde. “bir daha asla” demesi gibi jori’nin, “bir daha asla” ile başlayan cümleler kurmak. hiç bir şey görme hiç bir şey duyma. yaptığınla övünme. yapılanlara değer biçme. öylece yaşa gitsin işte. yaşıyorum de. ölüyorum de. ölü taklidi yapsan bile değerin değişmez kimsenin gözünde. ne düşersin ne çıkarsın. sabitlenmiş bir hayat akışı. sabitlenmeyen derinlik. gittikçe daha az alınan nefes ve daha çok içilen sigara. hey! biri bana “sigarayı bırakmalısın” dedi bugün. dün de demişti aynı şeyi. kendisi fosur fosur sigara içerken dedi bana bunu. “kaç senedir içiyorsun” dedi, “on bir” dedim. “kaç yaşındasın” dedi. “yirmiyedi” dedim. “bırakmalısın” dedi. “bırakmak istemiyor canım” dedim. “ben bırakmadığım sürece beni terk etmeyecek tek o kaldı elimde” dedim. anlamadı ama. aptal aptal yüzüme bakıp valizleri dizmeye devam etti. ben salladım o dizdi. ams yazıyordu bagajlarda. “bu uçak da amsterdam’a çakılır mı?” diye düşündüm. “ambarı üzerime kapattırsam ölür müyüm?” diye düşündüm. ölmezdim muhtemelen. üzerime gök taşı bile düşse ölmezdim. o yüzden önemsemiyordum nikotinin içimdeki etkisini. alkolün
zararları mı? çalışmak daha zararlı bana kalırsa. ki hiç bir şey kalmaz bana. ki çok basit bir tarzda yazıyorum aslında. neden insanların hoşuna gidiyor bilmiyorum bu. bu ve yazdığım her şey. kustuğum geceleri tercih ediyorum ben yazmaktansa. yeşil bir halıya kustuğum o boktan lanet geceyi mesela. ve şimdi yeni biri daha bana aşık olmuşken bana, ben kafamı uzağa yöneltiyorum karşısında. olacağını ümit ederken o. hiçbir şey ümit etmek istemiyorum. hiç bir şey hissetmiyorum da. sasha grey’i hissediyorum sadece, o burnuna kokain çeker gibi spermleri çekerken mesela. bir filmde gördüm bunu ben. aynen böyle yapıyordu sasha. ve ona bir şiir yazdım sonra. ve sonra bana kimsenin bir şiir yazmadığını fark ettim. ve hayatım boyunca kendi üzerime yazıyorum dedim. kendi üzerime yazılıyorum dedim. ruh dövmecisi sayılabilirim dedim. ruhumun dövmelerini kazıyorum kağıt üzerine dedim. ve yine de hiçbir şey değişmiyor moruk. her şey hala yerli yerinde olanca hızıyla dönüyor. herkes uykusundan feragat etsin istiyorum bugün. koca bir davul çalıp herkesi uyandırmak istiyorum. sonra adımı israfil koyucam. ve kıyamet koptu deyip olan biteni izlicem. kıyak olurdu aslında bu. bir tür illüzyon. koca bir elektronik ses sistemi. dünyanın her yerine dağılmış görünmez megafonlar. tek bir kanala bağlanmış hoparlörler. ve tüm dünyayı içine alabilecek bir deklanşör istiyorum. tek bir kare almam yeter tüm gerçeği görmeme. o yüzden ilk görüşte aşka inanıyorum zaten. ilk görüşte nefrete de inancım tam hala. ama ilk görüşte seks bana göre değil bence. para karşılığı seks bana göre değil. çocuk karşılığı seks bana göre değil. seks yok hayatımda. ve bir kez daha, “nevermore” derken jori, bir kez daha tekrar edeceğini biliyorum her şeyin. sonra bir kez daha sar başa. sonra bir kez daha. gecenin bir yarısı yapılan sarhoş telefon görüşmeleri. gecenin bir yarısı yakılan sigaralar ve gecenin bir yarısı bir kafede tek başına. üzerinde bir mont. altında sandalyelerden bozma divan. az ilerde birkaç bira şişesi. iki tek sigara. birini sabah içerim diyerek yakıyorum diğerini. ve işe gitmek zorundasın diyorum kendime. siktiğiminin işine sikik bir halde de olsan gitmek zorundasın. kartı basınca ruhunu değiştir. sonra çıkışa bas kartı ve geri al ruhunu. evet aynen böyle küçük dostum. her ruh ölümü tadar. her ruh boktan mesai saatlerini tatmaz ama. ben de tadıyor sayılmam aslında. yani artık tat almıyorum. durmadan konuşan bir ufaklığa, “tamam sen alsancak çocuğusun” diyorum, o öyle olduğunu iddia ettiği için diyorum bunu ona. çünkü tartışmak istemiyorum. ama bana “taş içtin mi sen hiç” diyor, “peki ya şeker?” “ha ha, öhöhö” deyip bir sigara uzatıyorum “dolma mı” diyor, “hayır” diyorum, “tütün bitti, bakkala yazdırdım” “içerim o zaman” diyor ve başka birine salça oluyor bu kez. tamam kurtuldum derken şair geliyor yanıma: “şöyle yapıcaz kanka, böyle yapıcaz kanka” hiç bi bok yapmıcaz oysa. en azından ben yapmıcam. ben burda oturup eblekvari bir şekilde düşlere dalıcam. sedasyon halinde görülebilecek en güzel
rüyayım diyicem kendi kendime. oysa en güzel rüya bile yaşamdan daha bok geliyor bana. biten her güzellik sonsuz kötülükten daha bok geliyor. kesintilerden sıkıldım diyorum. kesik kesik akan yaşamdan. gıdım gıdım yükselen ve genzimi yakan ısıdan sıkıldım. telaşa mahal yok. bu bir albüm adı. benim albümüm, değişik suratların aynı pozları ile dolu nedense. sürekli sırıtan pezevenklerin sağanak etkisi: “hey moruk, sence bu karı bana verir mi?” tıkandığımı hissediyorum artık sık sık. ve zihnimi açmak için bir sigara içiyorum nefesim tıkanırken. sonra öksürük geliyor ve sonra da adamın biri “sigarayı bırak” diyor. sonra sonra sonra. ev telefonum kesik ve cep telefonum işlemez, o yüzden gecenin bu saatinde saçmaladıklarım ile kafanızı ütüledi isem, bu cümleden sonrasını es geçin bence. bilinç akışı bu mu bilmiyorum. ama tarzımı önemsemiyorum. yazıyorum sadece. ve uzun süredir yazmıyorum. sedirin üzerinde uzanmıştım en son. sızdım ve sabah oldu ve uyandım. logosun kapısını bir daha açmamak üzere kapatıp kilise sokağına baktım. bomboş. keşke hep boş olsaydı diye geçirdim içimden. orada gördüğüm hayaletlere dokunabilseydim dedim. geçmiş zamana götüren bir makineye tutuldu zihnim bir anda. sabahın yedisindeydik ve orada yarım saat oturup ağladım. birileri geçti yoldan. birileri baktı bana ama ben ayaklarını gördüm sadece. sonra yoldan birileri daha geçti ama benim içimden geçenler geri dönmedi asla. geri dönüşüm kutusu diye bir şey yok. dönüşüm diye bir şey yok zaten. dönüş yok. geri yok. geri zekâlı olduğum su götürmez bir gerçek sadece. hepsi bu. hepsi bu ve “ayağa kalkıp işe gitmen gerek” dedim kendime. kalktım. yürüdüm. hepsi bu. sonra iş başı. sonra şu “alsancak çocuğuyum” diyen tipin, uyuşturucusal artislikte patanaj yapması. sonra şair tipin yakarışları. sonra başka başka şeyler. sonra akşam. sonra sabah. sonra tekrar akşam. sonra tekrar sabah. ve hala “nevermore” derken jori. “haklısın” demek istiyorum ona. “no more…” sonuna ne eklerseniz ekleyin bunun. ölü taklidi yapmak istiyorum, ya da suni bir sura üflemek. gerçekleri duymak kapı arkasına saklanınca mümkün oldu artık. dünya böyle bir hal aldı. ya da başından beri böyleydi ve belli bir yaştan sonra bunu idrak edip kapılarını kitlemeye başlıyorsun kendi üzerine. kaç kat içerde olduğumu bilmiyorum. ama bana ulaşman için elimi tutman ve gözlerime bakman kurtarmaz. bana ulaşman için bacaklarını açman kurtarmaz. ne kurtarır bunu da bilmiyorum. ben kurtulmak isteyebileceğim bir duruma düştüğümü de düşünmüyorum. hayır! böyle iyi işte. ne var bunda. boktan saltanat mücadeleniz için bir oy sandığı gibi hissediyorum kendimi ve bundan yeterince sıkıldım kızlar. kötü görünüyorum. yani gerçekten kötü görünüyorum. anlıyor musunuz? yakışıklı değilim, yapılı değilim, konuşmayı bilmem, sevişmeyi bilmem, sarılmayı bilmem. hatta bir insan gecenin kaçından sonra aranmamalı bunu bile bilmiyorum. sadece, ozan telefonu uzatıyor ve ben ona “yarın günlerden ne” diyorum. “cumartesi” diyor bana. “tatil o zaman moruk arayabilirim” diyorum. ve saat onikiyi beş geçe içeri dönüp telefonu ozana veriyor ve “uyuyor” diyorum.
sonra önümdeki birayı bitiriyor ve bir hatunu gideceği yere bırakıp dönüyorum. sonra birkaç kişi gideceği yere gidip geri dönüyor. vapuru kaçırmışlar. otobüsü de kaçırmamak için biraz erken kaçıp durağa gidiyorlar. erdinç abim karşımda. ben onun karşısında. gözlerime bakıyor. gözlerine bakıyorum. ve tık yok. olması da gerekmiyor. “abi sokayım böyle hayata” diyicem. diyemiyorum. çünkü sokamıyorum. anlıyor musunuz? yapamayacağım hiçbir şeyi de diyemiyorum. ve yapabileceğim hiçbir şeyi de yapmıyorum. öylece bekliyorum, “boşuna deneme” diyişi çınlarken kulaklarımda birinin. sürekli burnunu çeken birinin. “boşuna deneme” bir doların altında yaşamlar bin doların üzerinde emek harcar her gün. ve hayatı boyunca bir gün bile işçi olmayanlar “işçi hakkı” der durur gazetelerde. ve, pezevengin biri de “durmak yok” der, “durmak yok yola devam”. durmak yok evet, yoldan çıkmaya ve çıkarmaya devam. herkes sigara içsin. herkes alkolik olsun. uyuşturucu kullansın herkes. evlilik dışı çocuk yapsın. çalışamayacak duruma getirsin kendini herkes. sakat kalsın. intihar etsin. bırakalım bu boktan hayatı, arzu edenler hak ettiği gibi yaşasın. bizi hak ettiğimiz gibi yaşadığımıza inandırdılar nasıl olsa. isyan bile etmiyoruz artık. hatta alkışlıyoruz artık. birileri bıçağı boğazımıza dayamış, bir şarkı söylerken “faiz de faiz” diye, biz gelen paranın nereye gittiğini bile bilmeden allah’ın belası faizleri için vergi veriyoruz. o yüzden işte, sadece o yüzden bana, zamanın birinde, “boşuna deneme” demişti biri, “yaklaş ve burnuna çek.” ben de öyle yaptım. sonra yaklaştık ve yaladım. hayır lan, amcık değil, acidden söz ediyorum. sonra birkaç hap attım işte. sonra da delirdim ve deli olarak kalmama bile izin vermediler. boktan psikolojik zırvalılıklar. şimdilerde ilkokul çocuklarına tek tip olmayı öğretiyorlar. ve çok iyi başarıyor bunu milli embesil bakanlığı. çok iyi başarıyor alsancağı o gençlerle donatmayı. bize düşman olmalarını çok iyi sağlıyor. her şeyi bilmeden öğrenmelerini çok iyi sağlıyor. önce türklüğünle övün. sonra da çalış ve güven. oy ver ve güven. biri gelip diğerinin açıklarını açıklar. sonra bir diğeri bir diğerinin. sen de bu arada “sabah cumartesi” dersin. sabah cumartesi. değil belki de. belki de yanılıyorsun. belki de fedakarlık edilen şeylerle edilmesi gereken şeyler mutlak değerlere bağlıdır. belki de her “sana aşığım” diyen hatunu yatağa atıp, ertesi gün unutman gerekiyordur. belki de yazmaman gerekiyordur artık. belki de erdinç abi gibi olmak iyi bir şey değildir. emin abi gibi olmak, cem abi gibi olmak, esat abi gibi olmak, tolga abi gibi olmak. iyi bir şey değildir belki. belki iç huzur o kadar da önemli değildir. huzursuz olsan da, iç huzurunu korumak için yapmak zorunda olduğun şeyleri elinin tersiyle itip burnunun dikine gitmek iyi bir şey değildir. ölünce unutulur her şey nasıl olsa. daha ölümünü beklemeden unutanlar da oldu nasıl olsa. ne dersin girdo? bu boş akış, iyi bir şey değildir belki. belki okulu bırakmamalıydın. belki iki sene içinde mezun olup, amerikkkaya burslu giden o üçlü içinde yer almalıydın. geri dönmezdin sonra belki. sonra
belki birkaç milyon dolara bir ev alır ve dayanım hesaplarına kafa patlatıp makine parçaları çizmeliydin. burnun kalkık girdo. hayır o anlamda değil. fiziki anlamda kalkık. ve sen burnunun tersine gidiyorsun aslında. aşağı doğru yani. ve bunun farkına varsan da, “bu şekilde kendimi huzurlu” hissediyorum deyip boktan bir ölümsüzlüğe inanıyorsun her üç ciğerinde kan kusarken. hayır hayır, bir açıklama yapmaya ihtiyacın yok senin. özür dilemeye inanmıyorsun. her şeyi çarçabuk unutup yeni tuzaklara takılıyorsun. hafızan balıklardan beter. “tuzaklara dikkat et” dediler sana. “oyunu, kuralına göre oyna” dediler. sen, “kazanmak istemiyorum” deyip üstüne kaybetmediğini iddia edip durdun. “bu oyunda yokum” dedim. ama bu oyun var. ve sen oynasan da, oynamasan da, sahadan çıkamıyorsun. birileri sürekli topu atıp duruyor sana, fırsatları elinin tersiyle itip, “siktirip gidin” diyorsun herkese. “ben sizden değilim” diyorsun ama kendinde de değilsin. “imlama dokunamazsın, kelimeme dokunamazsın.” çok da umrunda sanki onların, senin ne bok yediğin. insanlar artık yazar olmak için üste para veriyor. sen, yazar olmamak için direniyorsun adeta. basit bir oyun bu moruk. jori daha seksen yıl “see nothing” diyebilir sana. ama bazen, gözlerini açman ve sert bir bakış fırlatman gerekebilir. her şeye “tamam” dememelisin. herkese “sen haklısın” deyip geri çekilmemelisin. çekilebileceğin bir alan kalmadı artık zaten. duvara dayandı sırtın. ve biraz daha zorlasan duvar çatlayacak. arkası boşluk. ve birinin gelip de elini uzatacağını da sanma sakın. kimseye el uzatmadılar bugüne dek. herkes iflas edip köşesine çekildi. sıra sana geliyor. belki bir on yıl daha dayanırsın. bu gidişle onu da başaramayacaksın. ve sonra kendi ufak malikende, aptal fanzinleri hamamböceklerine yedirirken, elektrik faturasını ödeyemediğin için müziğin de kesilicek. aynen şimdi telefonunun kesildiği gibi olucak bu. ve zor zamanlarda, kimseye ulaşamadığın gibi, müziğe de ulaşamayacaksın. bunu yaşayanları gördün. insandan uzak bir alanda pil alıp müzik dinlediniz emin abiyle. ve onun da yanında biri olmadı hiçbir zaman. hiç kimsenin yanında biri olmadı. senin de yanında olmayacak. tercih senin moruk, ama beni korkutuyor bu gelgitlerin. yirmiyedi beni korkutuyor. ve bu çift kişilikli yazdığın şey, bi boka yaramaz. bilinçli olarak yapmadın bunu çünkü. hiçbir şeyi bilinçli olarak yapmıyorsun. mantığı sikip atmışsın bir kenara. duygularına güveniyorsun. kimse duygularına güvenmiyor oysa. o halde. o halde ne? o halde hiç. hiç bir şey görme, hiç bir şey duyma. yirmibirindeyken sen, bir halüsinasyonunun, kilise sokağında sana söylediklerini unutma sadece. “bir gün seni de avlayacaklar adamım” demişti sana, “bir gün herkesi avlayacaklar” demişti, “ama biz evcilleştirelemeyen bir türüz” dedi, “o yüzden bizi kafese kapatmak yerine deli damgasını vuruyorlar alnımıza. sonra kimseyi inandıramıyoruz. kimseyi güvendiremiyoruz. öyle eblek bir şekilde, bizim gibi üç beş deli daha bulup, yağ satarım bal satarım oynuyoruz sadece.” bunları dedi. dedi ve öldü. bir psikolog gelip halüsinasyonlarını kısmen öldürdü. bir çok insan da öldü. bir çok insan öldü ve bir çok insan da öldürüldü. bir çok insan intihar etti. ve hala kendini özel hissediyorsan, oyunun dışında kalmayı sürdür. koşmak hiç bir şey kazandırmayacak sana. hangi yöne koşarsan koş, hiç bir şey kazandırmayacak. yürüme bile. sadece, olduğun yerde kal ve ayakta dur. yapman gereken tek şey bu. hiç bir şey görme hiç bir şey duy-
ma. hiç bir şey kazanmayacaksın. ama kaybetmeyeceksin de. ve kimse gelmeyecek de, boşuna bekleme. öyle ya da böyle. sigaraya inan sen. alkole inan. uykuya inan. yazıya inan. kendine inan. ve kapat gözlerini. hiç bir şey görme hiçbir şey duyma. bırak insanlık tarihi ne hali varsa görsün. bulaşma onlara. “hıhı” deyip geçiştirir. “evet haklısın” de. “bravo sana” de. tartışma bile. aksini iddia etme. uyarma. kurtarma da. seni de kimse uyarmadı bugüne kadar. “bak arkanda bir karanlık var ve senden daha hızlı hareket ediyor” demedi. “güneş yok. güneş hiç olmadı” demedi. sen biliyordun ama bunu. ve inat ettin. azimli değildin ama inat ettin yine de. boktan bir hayatı sürdürmeyi göze aldın. ve senle bu boktanlığı paylaşmadı kimse. bunu göze almadı. o halde şimdi, gelecek bi kaç ay içinde, ufak bir evde kendi kendine yaşama hazırlan. zack olmaya hazırlan moruk. başka şansın kalmadı. onlar ayak direyecek mutlaka. “bırak bu işleri” diyecekler. “gel dergimizde yaz” diyecekler. “gel kitabını basalım” diyecekler. “oo senaryo mu, ben yönetmenim” diyecekler. sik at hepsini. bir fotokopi makinesi yeter hepsine meydan okuman için. kendi kendini dağıtır kopya. uğraşmana bile değmez. “bir kopya yeter” demişlerdi. 1976. bir kopya yeter. adını hatırlayamıyorum tam olarak. ama isimlerin bir önemi yok. sayfa numaralarının bir önemi yok. her şey yüzeysel diğerleri için. sen dünyayı köpekler gibi gör. siyah ve beyaz. yin ve yang. da ve da. bu kadarı yeterli. çaba sarf etmen gerekmiyor. bir kadına aşık olman gerekmiyor. sana aşık olan yeterince kadın var zaten. ve hiçbir önemi yok kadınların. erkeklerin hiçbir önemi yok. herkes yalnızdır ne de olsa. insanlar doğarak çoğalır ve yalnızlaşarak ölür. kitap okumuyorum ve film izlemiyorum, tamam mı? müzik dinliyorum sadece. ve hep aynı şeyleri dinliyorum. her şey öldü. yeni olan her şey eskinin bir tekrarı. her şey hala aynı. yeni diye bir şey yok. tarih sona erdi. adem’in kendini lilith’den üstün gördüğü gün tarih sona erdi. o gün başladı iktidar savaşı. ondan önce başladı. şeytan ve tanrı arasında. belki daha da önce. ama hiç sona ermedi. ve ermeyecek. tekrar etmeye devam edicek. her şey tekrar etmeye devam edicek. ve sen olduğun yerde kaldığın sürece, tekrar etmiyor olucaksın. ve neden bahsettiğimi anlayamıyorsanız, sizden daha derin yazıyorum demektir. şimdi gidip bir üç bin kitap daha okuyun. ben yaşamaya devam edicem. yirmiyedi geçicek. yirmisekiz geçicek. sonra otuz. sonra kırk. bundan sonra, geriye kalan her ne varsa, her gün ters döndürülen bir kum saatinden farksız olucak. ama siz, farklı bir şey aramayı sürdürün. işe git eve gel. başka bir şey yok… olması da gerekmiyor artık. olmak isteseydi, olurdu zaten. ben istemesem de olurdu. o yüzden şimdi koltuğa uzan ve ayaklarını uzat. tavan. hep aynı tavan. boyamak gerekiyor. ama saçını bile tarayamıyorsun sen. çember kapandı. the circle did close indeed. çember kapandı. karanlık karanlık karanlık. başka hiç bir şey yok görebileceğin. o yüzden kapat gözlerini, ve bodoslama dal hayatın tüm virajlarına. bırak ölen ölsün. sen çoktan öldün nasıl olsa. şimdi sakın bir şeyler için umut edip de, ölü taklidi yapmaktan vazgeçeyim deme. * başlık this empty flow’un bir şarkısının adıdır - 2 mart 2009
iyi bayramlar… içiyordum dün gece. evdeyim şimdi. nasıl geldim bilmiyorum. hâlâ içiyorum. iki saatte bir paket pall mall. başka bir sigara olsa, bu kadar ileri gitmezdim, seviyorum bu içime kolayca girip çıkan kancığı, o da beni seviyor, öldürmekten çekinmiyor, sonra bira, sonra votka, sonra şarap, karışabilecek ne varsa sıralıyorum üst üste, paramın yettiği ne varsa, bakkalın deftere yazmayı kabul ettiği ne varsa… dün eski bir dostumlaydım, şimdi eski bir bunalımımlayım. içmeye ara verip sızıyorum ve sabahın altısında kendime gelip, tekrar içmeye başlıyorum. şimdi sabahın yedisi, odada volta atıyorum, bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı. düşününce, matah bir bok gibi gelmiyor bana, kendi ölümünün üzerine yavaş yavaş sürmek, ama yapacak daha iyi bir şeyim olsaydı, yaşama devam etmek için, gerçekten yapardım. bilmiyorum, bağcıklarımı bile bağlayamıyorum, “bağcıkların çözülmüş” diyor biri, “biliyorum” diyorum, “bağlasana” diyor, “üzerine basar ve düşersin”. onu da biliyorum ama “yalama olmuş” diyorum “bağcıklarım, tekrar çözülüyor, uğraşmak istemiyorum.” tüm yeteneksizliğini, tüm başarısızlığını, başka birine yıkmak kolay, kızmak, öfkelenmek, bağırıp çağırmak, telefonu televizyona ve bira şişesini kapının camına fırlatmak kolay, evdekileri bu seslerle ve hıçkırıklarınla uyandırıp “tamam sakin olun, iyiyim ben, geçti” demek kolay, bayram sabahı çalışmak zorunda olmak kolay, sarhoş olmak kolay, yazmak kolay, bir kadınla beraber olmak, içine girmek, dışına çıkmak, üzerinde ve ruhunda gezinmek kolay. zor olan? tıkandığımı hissediyorum. evet, zor olan mı? sabah dört sayıklamaları, sabah altı sayıklamaları, hem ezberlemiş olmalısınız artık. ama yazacak yeni bir şeyim kalmadı. pas geçin beni. yıllar önce yaptığınız gibi. üst üste sigara, üst üste acı, kendime sert bir kahve yapıcam muhtemelen, işe gitmeden önce, sonra bir sakız alıp, ağzı alkol ve ruhu ekşi kokmayan biri olmaya çalışıcam, çünkü çalışmak zorundayım, işe gitmek, eve gelmek, bu oyunu sürdürmek, falan filan… hep aynı şeyler. döner durur… jori yalnızlık üzerine bir şarkı söyler, sen de yalnız kalmaya çalıştığını söylersin. kalamazsın ama. hayatın boyunca yalnız kalamazsın. bırakmazlar. her yerde bir şey. her şeyde bir yer. aptal kelime oyunları. güçlü başlangıçlar. güçlü sonlar. bana yararı yok yazmamın. ya size? size olmalı. olduğunu söylediniz. “kendimi iyi hissediyorum okuyunca“ dediniz. öyleyse okumaya devam edin sıkılana kadar. benim sıkılsam da devam edeceğim aşikâr. ki sıkıldım da artık. barda bir hatun vardı. içiyorduk. klasik giriş cümleleri. zihinsel sallapatiler. o kelimenin anlamı ne? ben ne bileyim. sallapati işte. asla ilk hamleyi yapamayan biri olarak, üzerime çıkan kadınlardan sıkıldım. bir erkekle, tükürük bezleri arasında fark görmeyen kadınlardan sıkıldım. “şiir tadında değil bunlar” diyen kadınlardan. erkeklerden. ne kadar sıkı içtiğini test edenlerden de sıkıldım. bununla övünenlerden de. cebindeki cüzdan bir hayli şişkinken, sırf fakirliğe özendiği için, her yoldan geçene “abi yüz bin lira var mı?” diyenlerden. parasızlığa neden özenir ki bir insan? düşmüş bir hayata? acı çekmeye? yerin dibine girmeye. dipte bir hayat sürmeye. öyleymiş gibi davranmaya? güzel şeyler değil bunlar. güzel bir şey olsaydı, bana denk gelmezdi. başım ağrıyor. ciğerlerim
ağrıyor. mide, böbrek, kalp, ruh. ruhen de, fiziken de bitmiş durumdayım. övünmüyorum bu durumla. siz neden övünüyorsunuz onu da bilmiyorum. yeraltı? sokmuşum yeraltına! sokmuşum sarhoş olmaya. sıkı içmeye. acı çekmeye. intihara. uyuşturucuya. sekse. hepsine sokmuşum. gidip kendinize daha güzel bir eğlence bulun bence. bana hiç eğlenceli gelmiyor sokak edebiyatı. işe yarar bir şey gibi de gelmiyor. bizi kurtaracak bir fırsat gibi de görünmüyor gözüme. öyle olsaydı, dediğim gibi, bize denk gelmezdi. ya da elimizden kaçırırdık, başka biri daha atik davranır ve bizden önce kapardı. aynen pazarda olduğu gibi. yılda bir kez, sevdiğin bir t-shirt görürsün, nasıl sevmişsindir o da muamma ve yaşlı bir teyze senden önce elini atar. başka yoktur. on yılda bir kez sevebileceğin bir hatun görürsün, senden önce başka bir herif el atar, ha ha. muhteşem taşaklarımı sergiliyorum bugün de, “senin gibi yazmak istiyorum, tavsiyelerine ihtiyacım var”. yazma benim gibi. benim gibi de yaşama. tavsiye etmiyorum. işe yarar bir şey değil bu. “resmin var mı?”. “zayıfım, kamburum, arada bir kekelerim, dişlerim bitik durumda, saçlarım dökülüyor”. “ama senden hoşlanıyorum”. “hayır hoşlanmıyorsun. bir sihir bu. sahte sanatın yarattığı çekicilik”. oturduğum yerden, yoldan geçen insanları görebiliyorum. bayram namazı. ibadet mi yoksa toplumsal davranış tarzımı çözemiyorum. toplumsal? toplum, anarşi ve devrim. komik geliyor bana devrim fikri. toplumu kurtaracak olan insanlar. hangi toplumu? ne kadar iyi tanıyorsunuz? neden değiştirmek istiyorsunuz? nasıl değiştireceksiniz? telefonum çalıyor, “nükleere karşı bir eylem için bornova’da toplanıyoruz, gelmek isteyeceğini düşündüm”. nükleere karşı değilim. taraftar da değilim. ilgilenmiyorum. çünkü işe yaramayacağını biliyorum. sizin de işe yaramayacağınızı biliyorum. ben de işe yaramıyorum. değişen bir şey olmayacak. siz birkaç yıl içinde, çevrenin içine eden bir şirkette işe gireceksiniz, ben de birkaç yıl içinde öleceğim. çocuklarımız için güzel bir dünya bırakalım? çocuk sahibi olmamak daha kolay bir çözüm bence, ne dersiniz? ürememek? sorunları çözmeye çalışmaz sistem, insanların ürettiği ölüm ve uyuşma biçimlerini yasaklar sadece, alkol gibi, sigara gibi, uyuşturucu gibi, porno gibi, çünkü üremek zorundayız. iş gücü. emek. abur cubur. üç çocuk yapmak yerine seri katil olmayı tercih eden bir kadın yok mu? her kadın üç erkek öldürsün. kadın hakları? ilgilenmiyorum kadınlarla. insan hakları? insanlardan nefret ederim. demokrasi? çoğunluğun azınlığı ve kendilerini düzdürme biçimidir. komünizm? devlet yeteri kadar güçlü, daha da güçlenmesini istemiyorum. anarşizm? insanların olmadığı bir dünyada can bulabilir belki. hayvanlar için anarşi. hayvan hakları? bir ineği mezbahada kesmek yerine avlayarak yiyebilirdim, ama vahşi bir ilkel değilim. olmak isterdim sadece. konuşmayı bilmeyen, ateş yakmayı bilmeyen bir ilkel. çözüm mü arıyorsunuz? ben aramıyorum. ben içiyorum. bu yüzden kendimi suçlu hissetmem gerekiyor. ülke elden giderken, ben sigara içme yasağına karşı duruyorum sadece. “spermleri öldürüyor ama sigara”, doğru, öldürüyor, sağ-
lıklı bir nesil istiyorlar, iliği bitene kadar çalışan insanlar istiyorlar. zeki ve donanımlı ya da güçlü ve dinamik. ya zihnen ya da bedenen satılık insanlar. ben her ikisini de sattım dönem dönem. şimdi de satıyorum. umursamaz takılmak? çok zor geliyor size bu yaşam biçimi, bunu da marifet sayıyorsunuz, bu da çekici bir etken. ama yeteri kadar umursamaz değilim artık. işimi kaybetmek istemiyorum. çünkü dört duvarımı, içince rahat rahat işeyebileceğim tuvaletimi, sigaramı ve müziğimi kaybetmek istemiyorum. “bu ifadelerinizden yaşamayı sevdiğiniz sonucunu çıkartabilir miyiz?”. hayır çıkartamazsınız. bu şekilde yaşamayı sevmiyorum. ama başka bir şekilde de yaşayamıyorum. tesadüflere ve şansa inanıyorum ben. başıma gelenleri kabullenemiyorum ama isyan edemeyecek veya karşı duramayacak kadar güçsüzüm. yeteri kadar zeki değilim. bir kadının sonsuza dek bana bağlı kalmasını sağlayamam. şiir yazamam. öykü yazamam. roman yazamam. içiyor ve getiriyorum bir şekilde ertesi günü. huzur dört duvarın arasında. umursuyorum dört duvarı. yaşama bağlı değilim, kendime bağlıyım. “yeterli bir cevap değil bu”. biliyorum yeterli olmadığını. kopuk olduğunu. kıçı ve başının farklı olduğunu. tutarsız olduğunu. güçlü bir felsefik altyapısının olmadığını. öykü tadında olmadığını. şiir tadında olmadığını. güçlü bir politik görüş içermediğini. yeni bir şey içermediğini. benim dışımda kimseyi ilgilendirmediğini. ama yazı bu. kabul edersiniz ya da etmezsiniz. orası sizi ilgilendirir. bir sigara daha yakıyorum. isteyen var mı? hadi bayramlaşalım. pekâlâ. bayramın kutlu olsun anne. bayramın kutlu olsun baba. yazımın içine ettiğinizi biliyor musunuz? “bugün bayram”. biliyorum bugün bayram. üç gün bayram. ama kapıya bahşiş için gelen davulcuya, “ben oruç tutmuyorum” dediği gibi tezer’in, “benim için bayram değil” diyebilirim insanlara. ama demeyeceğim muhtemelen. işe gidicem ve karınca sürüsü halinde o şehirden o şehire, o ülkeden o ülkeye hareket eden insanların bagajları ile ilgilenicem. bugün. yarın. öbür gün. günde on üç saat. akşam sekiz sabah dokuz arası. insanlar bayramın kutlu olsun diyecek. “senin de” diyeceğim onlara. “sizin de”. “hepinizin bayramı kutlu olsun.” allah belânı versin girdo, âmin. bu sırada bir kırkayak görüp irkiliyorum. masanın üzerinde yürüyor, kalkıp ışığı açıyorum. tokaymış o. yürüyordu ama. yürüdüğünü gördüm. kıvrıldığını, dolaştığını oradan oraya, iki dakika yürüdü, ışığı yaktım, toka halini aldı. yemin edebilirim. halüsinasyonlarımdan da sıkıldım. daha eğlenceli görüntüler istiyorum. “biraz lsd almaz mısınız?”. yedi yıl önceydi o. bir süre daha akli dengemi korumak istiyorum bayım ya da yavaş yavaş delirmeye devam etmeyi. bir anda delirmek istemiyorum. bir anda olmasını istediğim tek şey ölüm. insanlara bakıyorum. alsancak’ta bir bardayım. karşımda, gerçekten bana benzeyen bir adam var. adı ‘toza sor’ o adamın. tuvalete gidiyor ve ben insanlara bakıyorum. sonra masaya doğru yürüyor. aynen benim gibi yürüyor. benim gibi düşünüyor. benim gibi yazıyor. benim gibi yaşıyor. bu yüzden kızamam ona. beni taklit ettiğini düşünmüyorum. bende onu taklit etmiyorum. bir şeyi taklit edemeyecek kadar yeteneksizim. ama sahte olabiliriz yine de, ikimizden biri ya da her ikimiz. bakıyorum yüzüne. sigarayı yakıyorum. votkayı yudumluyorum. konuşuyor. konuşuyorum. insanlar konuşuyor. hemen arka masadaki kısa boylu hatuna bakıyorum. o gece düzebilirim o hatunu. çok basit. hatun götürmek çok basit ve bu da bir marifet değil. istemiyorum ama, gerçekten
istemiyorum. yeniden âşık olmak istemiyorum. yeniden iş aramak istemiyorum. yeniden parasız kalmak istemiyorum. yeniden kavga etmek istemiyorum, farklı şeyler yazmak istemiyorum, sevişmek istemiyorum, konuşmak istemiyorum, ölmek istemiyorum, yaşamak istemiyorum. “çok umursamaz görünüyorsun, etkilendim”, “yeteri kadar sorunum var julia, ne umursamazlığı? umursamaz olabilecek kadar yalnız değilim”. yalnız bırakmıyorlar. biri gidip diğeri geliyor. ailem ölmüyor. ben ölmüyorum. aksine üredikçe ürüyoruz. yeni yeğenler, yeni damatlar, yeni çocuklar. başım ağrıyor. bir sigara içmeliyim. alsancak’ta bir bardayım. karşımda bir adam var. konuşuyoruz. kadınlar. yazılar. vardiyalar. hayat. hak etmediğimiz sözler. aptallıklarımız. gelip geçici kızgınlıklar. gelip geçici hırslar. kötü dönem. iyi dönem, daha fazlası ve daima daha azı. “ileride ünlü bir yazar olacaksın” diyor bir hatun, saçımı okşuyor, hatırlıyorum bunu evet. ama inanmıyorum. hak etmiyorum. “hak etmediğin şeyler gelmiş başına” diyor başka bir hatun. “hayır, hak ettim” diyorum ona. burada bu şekilde yaşamayı. bu şekilde çalışmayı. bu şekilde yazmayı. üçü de hak ederek kazandığım şeyler. bu kadar kötü olmak zorunda değildi her üçü de, farkındayım, ama elimden gelen bu kadarı. daha iyisini istiyorsanız, beni pas geçin. çaba sarf etmek istemiyorum daha iyi yazmak için, daha iyi bir iş için, daha iyi bir yaşam için, kabul edilmeyi beklemek için. kendimi başkalarına sunmak istemiyorum. başkalarının onayına. yayınevlerine. dergilere. işverenlere. kadınlara. top patlıyor, bayram topları deniyor adına. herkes mutlu ve neşe saçıyor şimdi. ben de mutluyum, neşe saçmıyor olsam da, mutluyum çünkü işe gidicem. sikik bayramda evde olmamak iyi. telefonun kapalı olması iyi. zihnimi kapatıp ellerimi çalıştırmalıyım. boşalt yükle. üzerinde düşünecek bir şey yok. sayıyı iyi tut yeter. sun express erzurum taşta. pozisyon 2 numara. 124 yolcu. kontuar 88 parçayla kapandı. basit. bir, iki, üç. on beş, on altı, on yedi. yirmi otuz kırk. seksen beş, seksen altı, seksen yedi. bir parça eksik. gate’den gelecek. pekâlâ. körüğe çık. erzurum yolcularına bak. bebek arabasını bekle. “sonraki uçağımız nedir moruk?”, “amsterdam.”, “321 mi uçak?”, “evet, full gelip gidiyor”. “hay amına koyayım ya”. airbus 321. hollanda. full. operation gelir ve yüklemeyi verir. “öne 75 parça artı kargo, arkaya 210 parça”. “ebesinin amı” der yanındaki tip. “umarım sığdırabiliriz” dersin yanındaki tipe. “başka şansımız yok” der.
üst üste dizersin. düzgünce. kapının ağzına kadar gelirsin dize dize. aşağıda bir araba bagaj kalmıştır, 25 parça eder bu. ter. soğuk. sigara ihtiyacı. nefes alma ihtiyacı. “on dakika kaldı kalkışa”. bant hızlanır. sen hızlanırsın. güç belâ sığar o son 25 parça. aşağı inersin. dubaları alır, takozu alır ve bir kuytuya geçip, kalkışı izlerken sigara içmeye çalışırsın yakalanmadan. “evet” dersin eve geldiğinde. işimi seviyorum. düşünmeme fırsat vermeden uyumamı sağlıyor. her şeyi ertelersin. sarhoş olmanın başka bir şeklidir bitkin düşmek ve izin gününde, orospu bir peri kulağına birkaç cümle fısıldar, yazarsın. çünkü düşünürsün. anlatmaktan başka şansın yoktur. stand-up gösterisinde gibi hissedersin kendini. komik değilsindir ama. insanlar güler yine de. komik değilsindir ama aptalsındır ve yazarken tüm foyan meydana çıkar. sigara. öksürük. yanan boğaz. ağrıyan baş. bunlar da matah şeyler değil, anlatıp durmayın artık lütfen ne kadar dipte gezdiğinizi. yazabiliyorsanız yazın bunu ama bana anlatmayın. “senden daha dipteyim ben”. iyi ol. banane bundan. “gerçekten yeraltında olan benim, sen değilsin” der bir diğeri de.. ben hiçbir zaman “yeraltındayım” demedim ki. öyleysem bile bunu sevdiğimi söyleyemem. nereden çıkıyor tüm bunlar bilmiyorum. alt kültür mü? sokmuşum alt kültüre. yukarıdakiler ve aşağıdakiler arasında bir karbon kâğıdı vardır. hadi devrim yapalım. evinde yemek yapmaya bile gücün yoktur oysa ve tamam, iyice dağıldı her şey. “yazınızda bir bütünlük göremedim” diyecek şimdi de başka biri. bütünlük yok zaten yavrum, sallapati var. hoşuna gitmiyorsa, gidip ağır entelektüel ve akademik metinlere göz at. yazması günler süren metinlere. yazı savaşlarına. benden uzak dur. ben sarhoşum. hepsi bu. anarşist değilim. komünist değilim. liberal değilim. milliyete inanmıyorum. halka inanmıyorum. kapitalizme inanmıyorum. demokrasiye inanmıyorum. neyin doğru olduğunu bile bilmeyen biriyim ben. sarhoşum sadece. herkes sarhoş oluyor artık. başımızdaki denyolar onu da yasaklayacak yakında. sistemin işine yaramayacak bir hale gelmen yasak. makinelerine iyi bakmak zorundalar. belki de isyan etmemeleri için kendilerini biraz uyuşturabilirler. dinle ilgili olduğunu düşünmüyorum. daha çok parayla ilgili bir mesele bu. ben de parayla ilgileniyorum. çünkü dört duvara ihtiyacım var. hepsi bu. şimdi gidip bayramlaşabilirsiniz, ben de öyle yapıcam muhtemelen. şarkılar için teşekkürler jori. 05.10.2008 – 12:30
to wish impossible things şimdi ben burada, yaşayan ve ölmekte olan her şey için, yas tutmayı kesiyorum. yani sadece ölmüş olanlar için değil, günden güne ölmekte olan her şey için de. giderek daha da azalan varlığım için, yas tutmayı kesiyorum. ve giderek daha da azalacak, herkesin varlığı. insanlar üremeye devam ederken, büyümeye devam ederken sürekli insan türü. en tehlikeli virüsten bile daha tehlikeli bir şekilde, ve akıl almaz bir evreyle çoğalan insan türü. ben. bir şey olmak için çabalamayan ben. bir şeyleri günden güne içinde eriyen ben. günden güne her şeyi kaplamaya devam eden insanlık, insanlıktan uzaklaşan ben. her gördüğü şeyi yok eden insanlık, kendi kendini yok etmekten bile aciz ben. her şeyi bir çırpıda silebilen insanlık, silinen hiçbir şeyi unutmayan ben. her şeyi bir anda dönüştürebilen insanlık, kendini bir türlü dönüştürmeyen ben. kendi içinde çok hızlı bir şekilde evrim geçirebilen insanlık, insan denilen türün derhal yok olmasını arzu eden ben… zırvalamaya devam ediyorum. kendimi susturmayı başaramıyorum. hiçbir şeyi susturmayı başaramıyorum. hareket etmek anlamsız geliyor, ama hareket ediyorsun işte. düşünmek anlamsız geliyor ve düşünüyorsun. yürümek fazlasıyla anlamsız, yürüyorsun ama. sokağa çıkıyor, insanlarla karşılaşıyor, ve asla anlatamayacağın, anlatmaktan korktuğun görüntülerden dolayı, bir kez daha psikoza girip akıl hastanesine kapatılma tedirginliğini çaktırmamaya veya kulakları sağır edebilecek bir çığlık atıp kimseyi rahatsız etmemeye çalışıyorsun. otobüse biniyorsun. en arkada ayaktasın. ve kulağında bir kulaklık, elinde bir kitap, duruyorsun öylece. kimsenin gözlerine bakmıyorsun, çünkü bıkmışsın artık gözlerden. bir lavabonun deliğinden aşağı dönerek inen su geliyor aklına, o lavabonun merkezindeki delikten, bir girdaba tutulmuşçasına emilen su… ve tüm enerjini bir anda çekip yok eden içindeki karadelik, dışındaki karadeliklere karşı var olma savaşı veriyor, hangisinin çekim gücü daha ağır basıcak? ve kulaklığımdaki ses, beni boşluğuma doğru iterken, kitabı açıyor, okumaya başlıyorum. “aptal lan bu” dediğinizi duyar gibiyim. içinizden geçen her şeyi biliyorum. gözlerinizin gerisindeki, renginizi çok çabuk değiştirmenize neden olan o mantıksal süzgecinizi de görebiliyorum. ve evet, “önyargı bu” diyor biri. sanane bile demiyorum ona. çünkü anlamsız geliyor. çünkü gerçekten anlamsız bu. çünkü yazmak bile anlamsız aslında ama yazıyorsun işte. yazmaya ve yayınlamaya devam ediyorsun. ne anlattığını unuturak ama unutmayarak da aynı zamanda. zırvalıyorsun… boşlukta slalom yaparken, bariyerlerinize çarpıp duran zihnim akmaya devam ediyor. ve bu bana gerçekten anlamsız geliyor. devam ediyorsun zihninden geçenleri takip etmeye. kitap önünde ama, gözlerin içine dönük. ve arkaya üç hatun geliyor. biri hemen yanında ayakta, kolundaki bilekliğe bakıyor bilekliğimin üzerinde beş adet yin yang var- bakıyorlar, hissediyorsun bunu, fark ediyorsun, ve yanındaki hatuna dönüp gülüyor. ve sonra bir gülüşme faslı, ve sonra oynayan kaşlar, ve sonra dönüp bakmadan hiçbir şeye ve her şeye,
kitabı okumaya devam ediyorsun. adamın biri bir şeyler zırvalamış. yine, zen üzerine yazılan bir kitap. daha önce de açıkladım ama tekrar açıklıyorum; kitap zen üzerine değil, zerre alakası yok zen ile, sadece, zen üzerine yazılmış. hepsi bu. bir şey anladınız mı? sonra zaman geçiyor, otobüs ilerliyor, yollar geriliyor, zihnindeki sinirler geriliyor, zihnindeki lastiğe sıkışan top fırlayıp birine çarpmasın diye kendini tutuyorsun, ve miden bulanıyor bu esnada yine. gerçekten miden bulanıyor yani. gerçekten. sonra, kitabı okumaya devam ederken sen, iyice doluyor otobüs ve bu esnada duraktaki bir manyak, hatunlara kaş göz işareti yapıyor, hatunlar gülüyor. adam aşağıda, telefon işareti yapıyor, “numaran ne” der gibi, görüyorsun onu da, ve yargılamıyorsun asla, ne iğreniyor ne de gülüyorsun, hislerini yitirmişsin. ama hatunlar hoşnut beğenilmekten. hatunlar metal dinliyor sanırım. yani öyle görünüyorlar. ve my dying bride üzerine bir geyiğe dalıyorlar. geyik. vokalistin adını hatırlamadığını söylüyor esmer olanı-benhatırlıyorum-çok etkileyici bir sesi var diyor. otobüs hareket ediyor ve arkalarına dönüp bakıyorlar hatunlar, herif hala durakta, eli kulağında, telefon numarası istemekle meşgul. ve otobüs doluyor. ve tenine değen insanlar. ve ruhuna yapışan o aptal enjeksiyon makinesi. bekliyorsun ve yol bitmiyor. kulaklık, müzik, kitap, otobüs, insanlar, duraklar, yollarda yürüyen bir sürü şey, gerileyen yol, gerilen zihin kasların. ve sonra bir baş dönmesi. gerçek bir baş dönmesi ve kararan dünya. neyse ki alsancak cami durağına geliyoruz ve herkes iniyor, sen de bir çığlık atarak veya kusarak, veya yere yığılıp kalarak, cami duvarına işemiş olmaktan kurtuluyor, arka koltuğa oturuyorsun. çünkü garda inecek, iki durak sonra inecek ve dişçiye gidiceksin. yani hikaye bu. sonra doktor, benim dişlerimi temizledi ve çıkıp eve döndüm. ve şimdi de size bunu anlattım. size de oluyor mu böyle şeyler, bilmek isterdim. çünkü artık delirdiğimi düşünmeye başladım ve eğer çoğunluğun gözünde, normal sayılmayan davranışlar içinde bulunursanız, çoğunluğa göre normal olmayan bir takım konuşmalar yaparsanız, çoğunluğa göre hiç de normal olarak addedilmeyen yazılar yazıyor ve o yazılarda, içinizdeki dönme dolabın çok fazla hızlandığını, ve parmaklarınızın bu hıza yetişemediğini söyleyip, aslında sandıklarından çok daha fazla anormalleştiğinizi itiraf ederseniz, dahası tüm bunlar ve daha fazlası, size bir sinir krizi geçirtip, bir ekmek bıçağını bileğinize dayamanıza, ve sonra es geçip bir kez daha ölümü, bilekliğinizi kesip çıkarmanıza neden oluyorsa, ve otobüsteki hatunlar da sizin için çok önemli olan bilekliğinizi salak bir şekilde tekrar yapıştırdığınız için gülüyorsa ve tüm bu hengame arasında sırtınıza sırtı dayanan bir adam sizi daha çok itmeye başlamışsa, ve sokaktaki bir kediye tekme attığını görüyorsanız bu esnada bir adamın, otobüsün camından baktığınızda, ve hızla yol almaya devam edip sallanan otobüs yüzünden önünüzdeki kitabı okumakta ve kendi karadeliğinize sinmekte zorlanıyorsanız, her an bir çığlık atabilirsiniz, ya da düşüp kalabilirsiniz oracıkta basit bir baş dönmesi sonucu. sonra sizi hastaneye kaldırırlar ve doktor “tansiyon” der sadece. gerçekten sadece bunu der yani. ve sizi oraya götüren her kimse artık, ya da sonradan
gelebilen yakınlarınız her kimlerse, size, kendinize dikkat etmeniz konusunda telkinlerde bulunurlar ve biraz da şefkat çabası işte. bana şefkat gösterme, sevme de beni, dilersen nefret et, iğren hatta, dalga geç istersen, ama neyi neden yaptığına dair bir nedenin olsun kendi içinde, yani bil. sevdiğin şeyi niye sevdiğini bil. ya da niye sevmediğini. yani, her ne yapıyor ya da hissediyorsa insanoğlu, bunu açıklayabilmeli de bence. ben öyle yapabiliyorum. o yüzden delirdim aslında. kendimi tamamen çözümleyebildiğim için, delirdim. arayış yok. yeni bir keşif şansını da yitirdik sanki. bekliyoruz işte, gelmeyeni. “the circle did close indeed.” ve dönen dönen dönen girdaplar, hiçliğe doğru akıcaklar. ve doktor size, basit bir tansiyon diyecek, bu kahrolası baş dönmesi için. aileniz ile beraber eve gönderilip, birkaç hap içmek zorunda kalıcaksınız. ve elinize aldığınız minicik bir hap bile, midenizin bulanması için yeterli olucak, çünkü koskoca altı ayınızı, binlerce hapı kendi içinizde birbirine sentezleyerek geçirmişsiniz. artık kaldırmıyor bünyeniz. ve sonra bir kusuş. sonra zihninizin pusuya yatması günlerce. hareket etmeyen tek bir karınca bile olmayışı. yani şu televizyonların karıncalanmasına benzeyen bir görüntü sunan zihninizin vizyonunda. kendi içinizdeki vizyon. göz kapaklarınızda gizlenen dünya. onun karıncalanması. alıcılarınızın ayarları ile oynayan koca bir dünya insan. ve sonra da sizin bir deli olduğunuza kanaat getirip tımarhaneye kapatıcaklar mesela. olası. olası olan her şey için, kadehimi boşluğa kaldırıyorum. şerefe jori. yoo hayır, bunu sevmedim. şerefe değil. boşluğa. boşluğa yazılan her şey gibi, bir çırpıda silinip gitmeyen varoluş. ve o varoluşun yarattığı, boşlukta hissetme hali. ve o boşlukta uçuşan kelimeler. ve o kelimelerin, algı dünyandaki nesneleri var etmesi. ve o nesneleri ve olayları ve olup biten –ya da bitmeyen- şeyleri, bi tek ben mi görebiliyorum acaba diye şüpheye düşmen. bu noktada doğan paranoya ve paranoya ile birlikte gelen yalnızlık hissi. soğuk, olabildiğine ve alabildiğine soğuk ve karanlık bir koridorda, zemine basmadan öylece beklemen. karanlık ve karanlığın tonları. ve ancak elinle hissedebildiğin iki duvar, iki yanında. bir koridor burası evet. hissedebiliyor ama derinliğini ölçemiyorsun. tünel de olabilir. ya da kuyu. ya da benzeri bir girdap. ve ayakların yere basmıyor ama sabitsin orada. bastığın bir şey var gibi, ama aynı zamanda boşlukta duruyor gibisin, çünkü zemin görünmüyor. ordasın işte. saatlerce. günlerce. haftalarca. orda duruyorsun. ve orası alabildiğine soğuk. çok soğuk yani, anlatabiliyor muyum? üşüyorsun ama donmuyorsun. ordayken, birileri geliyor, konuşuyor, birileri bir yerlere davet ediyor, birileri bir şeyler fısıldıyor telefonun ahizesinden, birileri ekranına harflerini yerleştiriyor, ve kimsenin hiçbir şey görmesini istemiyorsun. çünkü delisin sen. delisin ve deli olduğuna bile kendi kendine kanaat getirip kendini teşhis edebilecek kadar da biliyorsun kendini. ve nasıl tedavi edebileceğini de biliyor ama korkuyorsun artık. zihnin normal insan algısının çok ötesinde -veya gerisinde- bir yerlerde geziniyor. gerizekalı olabilirsin. ama olmadığını biliyorsun. bir şarkı çalıyor şimdi ve resmen ruhuna elektrik verilmiş gibi titriyorsun. pj bu. verir mi verir diyorsun kendi kendine gülümseyip. pj harvey, missed’i söylerken, 7 trilyon voltluk bir elektriğe kapılmış gibi titriyor ve aynı zamanda kim-
sesizliğin getirdiği soğuktan dolayı titriyor ve kendine sarılıyorsun. ellerini, kendine sarmışsın. ve tırnakların batıyor sırtına, kısa oldukları halde. gerçekten batıyor ama. eridiğini hissediyorsun ama fiziksel anlamda erimediğini de görebiliyorsun. gözlerin açık. zihnin kapalı ya da karıncalanmış ya da sekiz sene önce aldığın bir dolu maddenin kalıntısını hala atamadığı için, uçuşta. ve vizyonunda beliren binlerce kelebek. halüsinasyon diyor bazıları. onlardan. binlerce ama. uçmuyorlar. kanat çırpmıyorlar. renkleri bi çok. rengarenk diyorsunuz siz buna. bi çok renkte kelebek. sabit duruyor. havada sabitler. havada ölüp yere düşmemiş olabilirler. siz ayaktasınız. müzik çalıyor. müzik değişiyor. gecenin bir yarısı, lacrimas başlıyor, without diyor lacrimas profundere, ve siz oradaki o’suzun, ney olduğunu bile bilmiyorsunuz. she, he, it? her şey olabilir: kadın erkek, transseksüel, kedi, köpek, bukalemun, sinek, monitöre konan yavru bir sinek, bristol, berlin, alsancak, rotterdam, aşk, votka, yazı, şiir, akciğer, yeşil bir halı, ağızdan aldığın amfetamin, damarına bastığın metamfetamin, lsd, sonra tekrar alsancak, ardeşen, bağırıp tokat atan bir yüzbaşı, izmir, tren yolu, ankara, sonra tekrar istanbul, sonra tekrar izmir, sonra tekrar istanbul, sonra tekrar ankara, sonra izmir, sonra tekrar izmir ve sonra tekrar izmir… binlerce görüntü akıyor zihninizin vizyonunda, ve gözleriniz açıkken oluyor bu, bazıları halüsinasyon diyor, ben gerçekliğim diyorum, ve akmaya devam ediyor görüntüler. kelebekler sabit hala. sonra bir anda ışıklar patlıyor, bir sürü ufak ışık, çok hızlı şekilde patlayıp sönüyorlar. kanadığını görüyorum elimin, sağ elimdeki bir parmağımın sızladığını hissediyordum, şok etkisi yaratan fiziksel acı ve dünyaya geri dönüş. ve sonra şarkı değişiyor, katatonia - quiet world. kelebekler yok. hiç bir şey yok. herkesin görebildiği gerçekliğe eşitleniyor zihnin vizyonu. karıncalanma sonrası, bir merhaba. sonra dur. öylece. hareketsiz. otobüsteyiz tekrar. kendime gelmişim hastanede. eve geri dönüyoruz. tansiyondan diyen doktor. kendine dikkat et diyen yakın. o kadar uzak hissediyorsun ki kendini her şeye o an. o kadar uzaktaki herkes. sen o kadar uzaktasın ki. konuşmaktan bile vazgeçiceksin nerdeyse, çünkü bağırman gerekiyor, sesini duyurabilmen için, çığlık atman. o derece kaybolmuşsun. ve korkuyorsun, kapatılmaktan. yasaklanmaktan da korkuyorsun. üzerine çarpı konulmasından korkuyorsun. kafeslenmekten korkuyorsun. sansürlenmekten korkuyorsun. sesinin kısılmasından korkuyorsun. sağır olmaktan korkuyorsun çünkü müziğe ihtiyacın var. kör olmaktan korkmuyorsun bir tek, çünkü bu dünyadaki her şeyin çok ötesine geçmiş durumda zihnindeki gözler. ve algı düzeyin kaymış durumda gerçekten. delisin. inkar etmiyorsun bunu. sadece, “bir kaç deli daha yok mu?” diyorsun. hey, orada beni duyan bir deli var mı? gidip kendimize, bi ülke kuralım. bu dahi insanlar, dahiyane fikirleri ile, kendilerine ördükleri kafeste, yaşaya koysunlar. arada bir gelir ziyaret ederiz. olabilir belki. belki de hiçlik. her şeyin en doğrusu, her şeyin yanlış olduğunu kabullenmektir. kendini yanlış olarak tanımlar ve bu şekilde hareket edip, kendini düzeltmeye ve onaylatmaya kalkarsan, iyileşiyorsundur. oysa, benim deliliğim, deliliğimin doğru olduğunu savunuyor. delirmenin. delirmiş olabilmenin. delirebilineceğinin. böyle bir dün-
yada, ve böyle dahi insanlar arasında, mantığının iflas etmesi sonucu, tüm algı mekanizmalarının, normalden farklı bir düzeyde tepki verebilmesi. ne diyordum? çoğunluğa göre normal olmayan her şey… sonra müzik tekrar değişiyor, the cure- to wish impossible things. dönüp duruyor artık. saatlerce ve günlerce aynı şarkı dönüp duruyor. hiç bitmiyor ve başa döndüğünü anlamıyorsun. dönmüyor başa. akıp gidiyor. sen de akıp gidiyorsun kendi içindeki karadeliğe. hangisinin daha güçlü bir çekimi var? dıştaki mi içteki mi? kendinden emin olmadığın zaman, ve kendindeki tuhaflığı ele vermek istemediğin zaman, susmayı seçersin. hayır susmuyorum ama bu epey anlamsız gelicek. bunu biliyorum. epey kafayı yemiş diyecekler. bunu da biliyorum. ve bir de şu, neydi adı, anımsayamadım, hah, depresyon. sikmişim depresyon ve bunalım ve tüm mutsuzluk ya da mutluluk tanımlamalarınızı. beş duyumu da aldırmak istiyorum şimdi. hatta altı. evet ne kadar duyu organım varsa, alın bence. hatta tüm organlarımı alın. akciğerim bana kalsın, sigara içiyorum o lazım. karaciğer de olumlu doktor bey. mide? yok, mide iyi durumda. ama dilersen, göz kapaklarımı kesebilirsin. işe yaramıyorlar. ve, “gör” dedi adam, “her şey ölmekte.” “öyleyse neyin savaşını veriyoruz söyler misin?” dedi. kendimle konuşup kendimi yanıtlamamaya devam ettim, çünkü tüm yanıtlarımı daha önce vermiştim. ve yanıtlarım, normal algı düzeyine göre, yanlış olduğu için, deli olduğumu söylediler. ve ben de, deli olduğumu kabul edip, tedaviyi ret ettim. ama zaman zaman, dışarıdaki, o normal algı düzeyinin karadeliğinden salgılanan çekim gücü ağır bastığı için, yazmaktan ve yaşamaktan ve konuşmaktan ve hareket etmekten ve var olmaktan vazgeçiyorum. hepsi bu. ama şimdi, kendi karadeliğimin derininde bir yerdeyken, altına imzamı basıp, duvarıma asıyorum diplomamı. onaylayan: girdap. onaylanan: girdap. siz bunu okuyup, düşünmeye ya da sorgulamaya ya da konuşmaya ya da beğenmeye ya da kutlamaya ya da çamur atmaya ya da ya da ya dalara devam edebilirsiniz. umursuyor değilim. umursamıyor da değilim. her iki şekilde de, ve her türlü olasılıkta, ölmekte her şey günden güne. içimdeki ölü makine, bi gram paslanmadan varlığını sürdürüp, ışıl ışıl parlıyor hala. ve klas bir şekilde sigaramı yakıp, bir nefes alıyorum, zihnimdeki boşluğu dumana boğmak için. zack ve girdap, kendi arasında dumanla haberleşiyor da diyebiliriz ve buna çoklu kişilik bozukluğu ve çoklu kişilik bozukluğunun farkında olan birine de, kararsız diyebiliriz. kendi içinde kararlı atomlar… bu nerden çıktı şimdi? üç sene önce, askeriyenin psikiyatri servisinde, kayda geçilmeyen o konuşmada, rütbesini bilemediğim bir adam bana “rol yapmıyorsun de mi?” dedi. “bence herkes rol yapıyor ve bu yüzden acı çekiyor” dedim. güldü. elindeki tutanağı yırttı ve “unutalım, gidebilirsin” dedi. emre itaatsizlikten yırtmak, sonraki yaşantınızda emirlere itaat etmek zorunda kalmayacağınız anlamına gelmez. ve yaşamınızı ve deliliğinizi sürdürmekte kararlıysanız, zaman zaman bilek yerine bilekliğinizi kesiyor olsanız da, devam ediyorsanız, bir şekilde, deliliğinizi gizlemeniz gereken yerlerde bulun-
mak zorunda kalırsınız. mesela otobüs. mesela havaalanı. mesela bir ofis. mesela bir devlet dairesi. mesela bir bar. mesela kıbrıs şehitleri. mesela, aile içinde. ama sonra, gerçekten ama gerçekten, sıkılırsınız tüm bu ebegümeci ve masallardan ve masallarınızı gerçek olarak algılamayıp size deli gözü ile bakan insan topluluğundan. gerçekten sıkılırsınız ama. gerçekten. ve, bir bant kaydı size, aradığınız hiçbir numarayı artık asla bulamayacağınızı söylediği anda, zihninizin çeperlerindeki o hassas doku patlar: herkes numara yapıyordur. bu şekilde üstesinden gelebiliyorlardır, delirmeden ve isyan etmeden yaşama devam etmenin. her gün işe gitmenin mesela. sabahın köründe kalkabilmenin. konuşabilmenin ve konuştuklarını unutabilmenin. falan filan. zihninizin çeperlerindeki o hassas doku patlar ve sonrası renksiz sınırsız saydam ve aynı zamanda karanlık bir koridorda, yapayalnız kalıp soğukta titremenizle devam eder. sonra zaman zaman, o sonsuz boşluğunuza ve o boşluktaki gizli odanıza, birileri girmeye çalışır, gelmek ister ve gelmesine izin verirseniz, her şeyi tüm çıplaklığı ile görür ve giderler. ve o noktadan sonra, tekrar kendi kendinize kendi kendinizle baş başa kalıp özgüveninizi yitireceğiniz için, doğru kişiyi beklersiniz hayatınız boyunca, sağa çekip beklersiniz. ileriye doğru devam ederseniz, bariyerlere veya önünüzdeki bir nesneye, arabaya, ağaca, herhangi bir şeye çarpabilirsiniz. geriye dönme şansınız yoktur, çünkü yaşam, geçtiği yolları belleğinize kaydedip fiziksel anlamda silinerek ilerler. sağa çeker ve beklersiniz durağan bir şekilde. birkaç şarkı çalarsınız. konuşmaktan vazgeçmişsinizdir. ve yaşamaktan. kısa bir mola. çünkü emin olamazsınız kendinizden ve hiçbir şeyden. deliliğinizden şüphe duymaya başlar, ve çoğunluğa göre normal olanla içinizdeki normallik algısı arasındaki sürtüşmenin çıkardığı kıvılcımların belleğinizde ve zihninizde kalıcı bir hasara yol açmaması için düşünmemeye çalışırsınız. ama insanlar sürekli bir şey istiyordur. görüşmek. konuşmak. birlikte bir şeyler yapmak. sizin de onlar veya kendiniz için bir şeyler yapmanızı isteyebilirler.. vs. vs vs. hayat tüm hızıyla devam ediyordur dışarıda, siz tüm alıcılarınızı kapatıp, evinizde oturuyorsunuzdur. kimse size ulaşamaz. siz kimseye ulaşmazsınız. sonra, biraz, kendine geri dönüş. kendi etrafınızda birkaç tur dönüş. dönüşler. dönüşümler. geriye dönüşler. ve ölü kelebekler. havada asılı kalan. tansiyon yüzünden olduğu söylenen baş dönmesi. içinizde olanca hızıyla dönmekte olan bir dönme dolap. ve uzun bir konuşma faslı. biraz iletişim deneyi. bir merhaba. sonra birkaç cümle. ve tekrar buradasınız. aramızda. hoş geldiniz. bir deli olarak, bu dahiyane fikirlerle ortalıkta fink atan insan türüne karşı, hala hayattasınız. ve konuşuyorsunuz. yazıyorsunuz. yemek yiyor, su içiyor, ve sokağa çıkıyorsunuz. her şey olanca hızıyla, dönmeye devam ediyor. ve tabii siz de öyle. ve zihninizdeki harikulade hiçlikte… * başlık, the cure’ün, bir şarkısının adıdır. 31.05.2009 – 07:30
the river doktora gittim bugün. kardiyoloji. bana, sigara içmeye devam ettiğim sürece, kısa süre sonra ölebileceğimi söyledi. “ne güzel” dedim bende. herif suratıma aptal aptal baktı ve “lütfen çıkar mısın, hayatta kalmak isteyenlerle ilgilenmek istiyorum" dedi. tamam dedim. arkamı dönüp çıkıyordum ki, “bir saniye bakar mısın” dedi, dönüp baktım, “sana bir psikiyatrist önersem hemen şimdi gider miydin” dedi. “şey, aslında, şu an yapacak bir işim yok” dedim “gidebilirim, severim psikiyatristleri, eğlenceli oluyorlar”. kağıda bir şeyler yazıp uzattı, “ben şimdi arıyorum, benim gönderdiğimi söylersin” dedi. “tamam” dedim “hemen şimdi gideyim mi yani?” ve gittim. sabahın on biri. öğlenin on biri. gecenin on biri. zamansal algımı kaybettim. zamanın biri işte. gittim. girişte duran ve bir hayli hoş olan hatuna, “beni doktor apostalakis gönderdi” dedim, “iletir misiniz?” “tamam iletiyorum” dedi o da bana. ve biraz beklemem gerektiğini söyledi, bekledim bende. bir köşeye geçip oturdum. yanımda her zaman bir kitap taşımaya çalışıyorum. ve bir de ipod. o günde bu ikisi birleşip bana bir karadelik inşa ettiler. kulağımda river, pj harvey, önümde zen üzerine yazılmış bir kitap, oturup beklemeye başladım. insanlar tuhaf bakıyordu bana. yani o muayenede sırada bekleyen insanlar demek istiyorum. tuhaf bakıyorlardı. ben tuhaf değildim oysa. hayatım boyunca, tuhaf biri olduğumu düşünmedim. içimden geldiğince yaşamaya çalıştım daima. ama insanlar, içlerinden gelen doğal afete, bir set çekip, maskeler edinirler. aslında bende, şöyle seksen üç bin dört yüz yetmiş beş tane maske alsam fena olmaz, ancak yeter bana. o kadar çok insan tanıyorum ki, kendimi unuttum. doktor bey, hastası çıkınca, hastası ile beraber kapıya çıktı ve sekreteri olan hoş bayana, “kim” dedi, bayan gösterdi beni, deşifre edildim, ve bana dönüp, “randevusu olan hastalarım var beyfendi, zamanınız varsa, onlardan sonra alacağım sizi” dedi, “zaman problemim yok” dedim ona, “beklerim” kendimde, ilginç bir değişiklik fark ettim o sırada, artık kekelemiyordum, yani hemen hemen hiç kekelemiyor, kendimden emin bir şekilde ve sakince konuşuyordum. bu, iyi bir şeydi, böylece ağzıma gelen şeyleri, çocukken yaptığım gibi, başkalarını kekemeliğimle meşgul etmemek için, yutmak zorunda kalmayacaktım. bu yüzden yazdığımı düşünüyordum eskiden, yani kekeme bir çocukluğun getirdiği, kendini bir şekilde anlatma isteği, içinden geçenleri, yolda başına gelenleri, söylemen gerekip de söyleyemediğin şeyleri. ama hayır, yani tamam belki, başlangıçta bu şekilde başlamış olabilir, ama artık bu şekilde gitmiyor. çünkü artık, nerede ve hangi konumda olursam olayım, söylemek istediklerimi söyleyebiliyor, buna rağmen hala yazıyorum. ha sahi, hala yazmaya devam etmeli miyim sizce? yoksa artık tedavi oldum mu? yazmak bir hastalık benim için, bir tür bağımlılık, yazamadığım zaman, kendimi çok rahatsız ve işe yara-
maz hissediyorum. yazdıklarımın bir işe yaradığı söylenemez gerçi, en azından benim bir işime yaramıyor, yani genel toplum algısına göre demek istiyorum.. toplumun büyük bir kesiminin, yazdığımı öğrendikten sonra, sordukları klasik sorulara göre, elle tutulur hiç bir artısı yok yazmamın; para kazandırıyor mu? hayır peki ya hatun düşürüyor musun? hatunlardan dolayı düşüyorum o ne demek lan? evrenin iki bilinmeyenli ve çözümsüz olan tek denklemi. kadın ve erkek. aşk, sahip olmaktan, ve sahip olunulmaktan başka bir şey değil gördüğüm kadarıyla. ve ortada, herkesçe sahip olunulmaya çalışılan bir erkek varsa, kadınlar ona aşık olur, elde etmeye çalışır. elde ettikleri takdirde de, aşkları biter. nokta. burada bir kadın düşmanlığı gütmüyorum. kadın düşmanı değilim ben. aksine, profeminist bile sayıldım bir dönem. ama inandığım bir şey var ki: aramızda fizyolojik farklardan çok daha öte bir şey var. kromozomlar. xx ve xy. bunu araştırmam gerekiyor aslında, yani o “y” farkının, hayatımıza kattığı karmaşayı. fark var, ama herhangi bir üstünlük yok. eşitlik de yok. bir denklemde, birbirine eşit olmayan ama birbirinden üstün de olamayan, iki değerin, birbirine göre olan konumunu, nasıl ifade edebiliriz? denklik desem doğru demiş olur muyum? bingo. doğru cevap. bir adet elma kazandınız sayın girdap unthatow. afiyetle yiyip, çöpünü çöpe atınız. hayır hayır, yarısını bir kız arkadaşınıza vermeniz gerekmiyor, hepsi sizin. evet hepsi benim.. kendimi seviyor, kendimden iğreniyorum.. bu düşüncelere dalmış kitabı okurken, ipodun pilleri bitti ve sigara krizim geldi. sigara içmeden duramıyorum. bağımlıyım sigaraya. seviyorum. aşığım. n’apabilirim? hayatınızın iki yılını, yüksek dozda ve her türden uyuşturucu maddeleri alarak geçirmiş ve en sonunda boktan bir psikoza girip kafayı yemişseniz, sonrasında kendinize bir oyuncak edinmek zorunda kalıyorsunuz. benim oyuncağım da tütün. beni öldüreceğini söylüyor herkes, ben de biliyorum sigaranın beni öldüreceğini, farkındayım, istiyorum da bunu, evet, doğru, sigara beni öldürecek, ama istediğim şekilde yaşayamıyorum ki zaten, madem istediğim şekilde yaşamama izin vermiyorsunuz, o halde bırakın da istediğim şekilde ölebileyim. ha? ne dersiniz? buna hakkım olmalı, öyle değil mi? "seni çok seviyoruz." hayır beni sevmiyorsunuz, yazdıklarımı seviyorsunuz, ve yazdıklarım, ben değilim, beni görünce kaçacak delik arıyorsunuz, sıkılıyorsunuz çünkü benden, sararmış dişlerimden iğreniyorsunuz, duyulmayan sesimden bıkıyorsunuz, bir idiota benzeyen tipimden utanıyorsunuz, ve hemen uzaklaşıyorsunuz.. iş bitti yapı paydos. bu nerden çıktı lan?
bazen zihin, kendi kendine, anlamsız ifadeler üretebiliyor, ben onları da yazıyorum, hiç durmadan, düşünmeden, yaz babam yaz, bakalım sonu nereye varacak.. zack, nerdesin moruk, gel kurtar beni, bu ebegümecinden. insanlardan kurtar beni, aşktan kurtar, yazmaktan kurtar, yayınlamaktan kurtar, annemden kurtar, kadınlardan kurtar, arkadaşlardan, dostlardan, yabadabadu’culardan, herkesden ve herşeyden kurtar. bir odaya kapat beni. ve aynı emily dickinson gibi, ölmeyi bekleyelim.. fosillerimiz bile kalmasın geriye. amin. ne diyordum? gidip bir sigara yaktım işte sonra. pil alamadım hayır, çünkü param yok, çünkü paramız yok, siz parasızlığın ne olduğunu bilir misiniz? ben unutmak istiyorum bu şeyi, öğrendiğim herşeyi unutmak istiyorum, hafıza kaybı geçirmek, kafamı bi taşa çarpmak, hatta yeniden amfetaminle öpüşüp, psikoza girmek, sonrasında da bir tımarhaneye kapatılmak istiyorum. gerçekten istiyorum yani bunu, çünkü sizin iki yüzlü, adi, çıkarcı, yavşak dünyanıza, daha fazla tahammül edemiyorum. ben de iki yüzlü adi çıkarcı ve yavşak bir herifim ama ben bunu inkar etmiyorum, benim inkar ettiğim tek gerçeklik girdap zack unthatow, kısaca gzu, ona da siz inandığınız için, anlaşamıyoruz.. anlaşamamak kötü bir şey aslında, yani gerçekten kötü bir şey, aynı evi paylaştığınız insanlarla anlaşamadan yaşamak zorunda kalmak kötü bir şey, anlaşamadığınız insanlarla bir fanzin çıkarmaya çalışmak da kötü bir şey. biri diyor, adı öyle olsun, biri diyor, yok şöyle olsun, e iyi de bilader, bunu neden bana söylüyorsun, ve neden bunu şimdi söylüyorsun? genelden sorduğum sorulara daima geç ve özel cevap alıyorum. o yüzden, az önce, bilgisayarıma bir format attım ve, msn, skype, gtalk, ve bilimum anında iletişim ve biletişim programlarını defettim başımdan. bir de üzerine, kendimi kapattım diye ilan verecektim, ama vazgeçtim bu ilanı vermekten, çünkü sonra soruların ardı arkası kesilmeyecek. kesilmeyecek candan umut çıkmazmış.. o da ne demekse. saçmalıyorum. yo hayır, alt metinlerle derdimi anlatmaya çalışıyorum. yok daha neler, yazdıklarımı, yazdığım şekilde anlayabilen birini buldum da sanki, bir de alt metinlerle donatıcam, bu gereksiz, eblek, basit, boş, anlamsız cümlelerimi.. geçiniz. bir sonraki paragraf lütfen.. aslına bakarsanız, hayat gerçekten boş ve bu boş hayatı anlamlı kılabilen tek şey, aşk gibime geliyor. daha doğrusu ve daha geneli: hissettiğimiz duygular. sevgi ve dostluk gibi. korku ve sevinç gibi. öfke ve şefkat gibi. ve daha bir sürü heyecan. ben yine ve yeniden heyecanımı kaybettim. hiç bir şey hissetmiyorum artık. ölüyorum ve yaşıyorum. ölerek yaşıyorum. ölmeye de çalışmıyorum aslında. yani sigara içerek ölmeye çalışmıyorum ben, hayatta kalmaya çalışıyorum. gerçekten. inanmıyor musunuz? öyleyse anneme sorun. bu sabah nefes nefese uyandım ve kalbim feci halde çarpıyordu. bu arada bende bir ritim bozukluğu var ve kan dolaşımım normal bir insanınkine göre, bir kaç kat yavaş. gittikçe yavaşlıyor, eski bir doktor, öyle söyledi. tüm doktorlara selam gönderiyorum buradan. beni karantinaya alıp, insanlık tarihinde adı sanı duyulmamış bir takım hastalıklar keşfedebilirsiniz. mesela burgu. burgu, dünya üzerinde sadece bende görülen, ve teşhisini benim koyduğum, fizyolojik bir rahatsızlık. alkol alınca burnum akıyor. komik bir hastalık lan bu. tekel bayiine gidiyor, ve
iki bira bi paket selpak diyorum. sizce de komik değil mi? gene başladı anasını satayım, ne güzel geçmişti. pardon ya, ben bir şey anlatıyordum de mi? laf karıştı gene.. sabah uyandım ve anneme, bir daha sigara içmeyeceğim, sakın verme dedim. aradan iki saat kadar geçti, normale döndüm, ve tam olarak bir saat, evde büyük bir kavga çıkartıp, sigarama kavuştum. gerçekten büyük bir kavga. ailevi. şiddet dozu yüksek, bol gerilimli bir aksiyon: girdo-mammy. yakında sinemalarda.. kendimle dalga geçiyorum. tanrısını satayım, vallahi kendimle dalga geçiyorum sadece, yok imalarmış, yok bir insandan nefret etmelermiş, kin tutmalarmış, intikam planlarıymış. yok bende öyle şeyler. hayatımın içine eden herkesi hayatımın içinde tutmaya devam ediyor, üstelik hala onların iyiliği için savaşıyorum.. peki ya kendi iyiliğin girdap? aynaya hiç baktın mı? ayna ayna söyle bana, benden daha kibirli biri var mı bu dünyada.. cevap yok. aynalar bile benimle ilgilenmiyor, tanrısını satayım. bakıma muhtaç bir fareden farkım yok. ehaha. sakat bir fareyim ben. ha bu arada aklıma gelmişken, lsd kullandığım zamanların birinde, mor bir fare görmüştüm, o kadar güzeldi ki, çizgi filmlerdeki gibiydi lan, mor bir fare. mor fare, beni ele verme. ne diyordum? diyordum ki, yine hiçbir şey hissetmemeye başladım. geçenlerde bir dostum, bana bir psikolojik test yapıp, sonunda da, “senin huzurunu ve eğlenceni öldürmüşler abi” dedi, haklısın dedim, haklıydı çünkü. ölmüştü eğlencem. huzurlu değildim. yastığa sarılıp uyur, uyanınca da bir sigara yakardım batan güneşe karşı. güneş batmalı bence. hep gece olmalı. amiraller de batmalı. ve gerçek su yüzüne çıkmalı artık: insan; hatalı bir seri üretimdir. ne diyorduk? açıkçası ne yazdığımı hatırlamıyor ve geriye de dönüp bakmıyorum asla. gidiyor işte, gittiği yere kadar gider. ben giderim adım kalır. gölgem beni hatırlasın. insanın, gölgesine bakması, tuhaf bir duygu aslında. yani siz evde otuyorsunuz, arka balkonda, ve batmaya yakın olan güneşten dolayı toprağın üzerinde bir gölge oluşuyor. bakıyorsunuz ona. ve “bu, ben miyim” diyorsunuz. ben bugün bunu dedim. sonra dönüp, acaba gölgesine aşık olduğum bir kadını var edebilir miyim dedim.. çünkü daha önce, böyle bir şey geldi başıma. bostanlı sahilinde otururken, sabahın dördüne doğru, karanlığın içinde, belli belirsiz bir kadın silueti gördük. sonra güneş doğdu, ve siluet öldü. bu kadar. nokta. öksürüyorum. durmadan öksürüyor ve kendimi acındırmaya falan da çalışmıyorum. iğreniyorum kendini acındıran insanlardan. ay çok hastayım diyenlerden mesela. lan ben ölüyorum, sen bana nezleyim diyorsun, bana ne. ben sana, içimde titreşime alınmış ve sürekli çalıp duran ağrılarımdan bahsediyor mu-
yum? kendi kendime, kendi kendimle, kendi 'kendi'me! ne diyordum? en son sigara içmek için ofisten çıkmıştım, hani ipodun da pili bitmişti. hatırladınız mı? hastane, doktor, kardiyoloji, sonra bir psiki-aktrist. külliyen olmasa bile, yalan söylüyordum. kardiyoloji kısmı doğru, meraktan gittim, insanın başına ne gelirse ya meraktan ya da aşktan gelirmiş. nokta. sonra işte, bu kardiyoloji bölümündeki doktor, bana “sırtını aç ve derin derin nefes al” dedi. ben de öyle yaptım. sonra “daha derin” dedi. bende daha derin aldım. sonra “biraz daha derin al” dedi. ben de biraz daha derin aldım. sonra “kardeşim nefes alsana” dedi. “alıyorum ya” dedim. “anlaşıldı bir röntgen çekmemiz lazım, ve bir de kalp ve damar bilmem nesi” dedi. zack'le beraber, oradan oraya koşturuverdik. hastaları gördük. ve korkmadık ama yine de. çünkü biliyoruz ki, o duruma gelmeden intihar ederdik. hiçbir şey hissetmiyorum. bitkiden farkım kalmadı. arada bir yazıyorum işte, hepsi bu. ha bir de, maddi ihtiyaçlarımı sağlamak için, bazı web sitesi kodları yazmaya çalışıyorum. sonra? sonrası yok. sonrası hiç bir zaman olmadı. sonrasını hiçbir zaman düşünmedik. zack ve girdap. aynen bonnie ve clyde gibi. aynen, mickey ve mallory gibi. natural born killers. hatırladınız mı? sonra işte sonuçlar geldi, sonrası sansürlü. sonra dişlerimi temize çektirdim. sonra da bir sigara daha yakıp otobüsü beklemeye başladım. sonra? sonra eve geldim. bilgisayarımı açtım. ve bu saçmalığı karalamaya başladım. karalamaya da devam ediyorum. düşünecek olursak, yani kendi adımıza, hayatımızın bize ne getirdiği, ve bizden neleri götürdüğünü düşünecek olursak, yani ben bunu düşününce, artık bir sonuç elde edemiyorum. heyecan duymaktan bahsediyorum size. herhangi bir heyecandan. müzik dışında hiçbir şey heyecanlandırmıyor artık beni. ve artık gerçekten hiçbir şey hissetmiyorum. bitkiden farkım yok. bekliyorum. beklerken yazıyorum. her şekilde yazıyorum, hem bu saçmalıkları, hem de bilgisayar programlarını, beklerken fanzin çıkartıyorum, beklerken sigara içiyorum, beklerken yaşama devam ediyor ve niye beklediğimi de gerçekten bilmiyorum. hayır, bir mesihe inanmıyorum. inancımı yitirdim. düşlerimi yitirdim. sadece kendim için bir şeyler yapıyorum artık. kendim için dişlerime iyi bakıyor ve kendim için ingilizce öğreniyorum. kendim için programcılık bilgimi geliştirip, maddi olarak da hayatta kalmaya çalışıyorum. ama artık hiçbir şey için umut etmiyorum. kimseyle konuşmuyorum. kimseye açıklama yapmıyorum. kendimle konuşuyorum sadece. bir de, bana bir web sitesi siparişi veren insanlarla konuşuyorum. yani artık öyle yapacağım. yani artık yeni kararlar aldım. yani artık ben yarı zack yarı girdap olacağım. ara evredeyim. ara evrede kalmak istiyorum. ortada bir yerde. zack gibi, kimseyle sevişmeden beklemek, girdap gibi, başına gelen herşeyi yazmak istiyorum. başına gelmeyen şeyleri de tabii, "farklı kaydet" gibi. ve yazacağım, ve yazıp, sonra hepinize kayacağım. kayan bir yıldızım ben. bir kara deliğe doğru kayıyorum. hala gökyüzüne bakınca görülebiliyorum ama, o halde bir dilek tutun. belki gerçek olur dilekleriniz. umarım gerçek olur. umarım hayattan tüm beklentilerinize, bütün arzu ve isteklerinize kavuşursunuz. umarım istediğiniz herşey gerçek olur. umarım hayatınız boyunca hayal kırıklığı yaşamazsınız. umarım hayatınız boyunca asla canınız yanmaz. umarım hayatınız boyunca acı çekmezsiniz. umarım. gerçekten. iyi
dilekler. hepimizin iyi bir dileğe ve şansa ve yalnız kalmaya ihtiyacı var bence. ne diyordum? başım ağrıyor. çünkü doğru düzgün uyuyamıyorum artık. umarım güzel düşler görürsünüz rüyalarınızda. ben artık düş görmüyorum. görmemeyi umuyorum yani. umarım görmem. umarım bir rüya görüp, uyanınca, kendimi aptal gibi hissetmem. rüyalar aldatıcıdır. ve sizi, aslında gerçek olmayan bir acıya gark edebilirler, ya da sevince. hayat sevince güzel demiş atalarımız. atalarımız mı? evet atalarımız.. ne var bunda? şimdi gidip uyuyacağım. uyandığımda hepinizi burada görmek istiyorum. daha söyleyeceklerim bitmedi.. zack & girdap ying yang'ın ikiyüzü 14.mayıs.09 – 18:45 * başlık, pj harvey'in bir şarkısının adıdır.
asistol izliyorum sadece. duyuyor ve görüyorum. ağzımdan iplik parçaları sarkmakta. terzilerim sıkı çalışmış. birinin işe yetişmesi gerekiyor, bir diğerinin okula. çalan telefona bakma nezaketini göstermeyen biri, iptali tuşlayıp cebine atıyor. bir diğerinin, balkondaki çiçekleri sulaması gerekmekte. biri gazete dağıtıyor, motorla. bir diğeri, gözlerini açmakta zorlanırken sigarasını ateşliyor, ama kibritle. yeniliğe açık değilim onun gibi ben de. yaşamımızı kolaylaştıracağı söylenen her şeye karşı itkisel bir tepki duyuyorum bitkisel hayatta olduğum sanılsa da. bir diğeri, sevgilisinin ellerini tutmakta. bir diğeri, boşandığı eşinden arda kalan çocuğunun elini. tanıyorum mahallemdeki insanları, o yüzden bu alt bilgi. birinin düşlerimi gerçekleştirmesi gerekiyor. bu arada, biri odamı toplayabilir mi? bir diğeri, “acaba sevgilim beni aldatıyor mu?” diye paranoyada, “mutsuzum ben” dedi, “aşığım ve mutsuzum”, ona “dikeni seven gülüne katlanmaz” dedim, “o ne demek ki” dedi, “bilmem” dedim, “katlanır mı?” birkaç bin sene önceydi bu, ya da birkaç sene sonra. sahilde oturuyorduk, ben, zack, esçûmento ve kabil ile beraber. yapacağını yapmış, kardeşini öldürmüştü o sıralarda kabil, nedeni kıskançlıktı. ikiz kardeşine aşıktı o, ve değiş tokuşa canı sıkılmıştı. hikayeyi biliyorsunuz umarım, bu bilinmeyen kısmı, benden öğrenin istedim. her şeyi benden öğrenmiş olsaydınız cahil kalırdınız. çünkü ben, yaşanan hiçbir şeyden bir şey öğrenemeyecek kadar kalın kafalıyım. biri bana küçük gösteriyorsun dediğinde, ama sarhoşken ben, “küçük gösteriyorsun” dediğinde, “büyük göstereceğim zamanlar da olur” diye iğrenç ve bana göre olmayan bir espri yapmıştım, romanın içinde ama, büyük roma imparatorluğu? anything, doing, was. birinin, gerçekten servise yetişmesi gerekmekte, koşuyor resmen. ben oturuyorum, yetiştirilmek istendiğim halde büyümeyi reddettiğim için terk edildiğim salıncakta, kendi başıma. iki tane anne ayakta dikilmiş dedikodu yapıyor, iki tane çocuk kaydırakta kayarken. yoldan geçenlere bakıyorum sadece, ve gördüğümü naklediyorum kağıt üzerine. olan biten her şey bundan ibaret olsaydı, yazmazdım. ya da, olan şeylerin biteceğini biri bana söyleseydi, yine yazmazdım. yazıyorum, çünkü yazınca antreye çıkmış gibi hissediyorum kendimi. aydınlatılmaya ihtiyacım var birkaç konuda. yüzüme tuttuğunuz fenerin, ardınızdaki karanlığı gizleyemeyeceğini biliyor olmalıydınız. birini bir şeylere karşı körleştirmeye çalışmakla, ona bazı şeyleri göremezmiş sanki gibi muamele yapmak arasında fark var. aradaki farkın negatif olduğu durumlarda, küçük sayı mutlu olmak için, odasındaki duvarları mutlak değer çizgileri olarak düşünmek zorunda. negatif durumlarda, renk körü bir bukalemunmuş gibi davranmak zorunda hissediyorum kendimi. kimsenin göz zevkini bozmak istemem, ama, bana, “hiçbir derinlik yok yazılarında”
diyen denyo da, eline bir mikroskop alıp, teleskopuma bakmaktan vazgeçmek zorunda. biri, ankara’ya kalkan uçağa yetişmek için taksi çağırıyor. yirmi dakika sonra bir diğeri, uçağı kaçırmak üzere olan flörtüne (tabir bu) mesaj atma telaşına giriyor. kimsenin beni tanımıyor olması, benim kimseyi tanımadığım anlamına gelmez. sizin beni görmüyor olmanız, benim sizi görmediğim anlamına da gelmez. mesaj atıyor, “özleyeceğim” diyor olabilir belki, ya da bir dakika, diğer förtüne atıyor da olabilir mi? “bu andaval ankara’ya gitti, bize gelsene.” özlemek, çoğu zaman, kalbin asistol durumuna geçmesine benziyor. iki kalp atışı arasındaki boşluğun aperiyodik seyretmesi, sizin kardiyolojiye gitmeniz gerektiği anlamına geliyor. ama siz, dört ya da beş ya da altı -hipnotik yemini etmiş- doktoru duymazdan gelip sigaranıza fondip yapmaya devam ediyorsunuz, sonra dandik bir iş için, onsekizyüzbin tane rapor almanız isteniyor, istenen raporlar kafi gelmediği için, bir de böyle bir işte çalışıp çalışamayacağınıza dair bir kardiyolog izin vermeli deniyor, kardiyolog üzerinize kalp ritimlerinizi kaydeden bir cihaz bağlıyor ve 24 saat sonra görüşürüz diyor, siz o yirmi dört saat içinde yirmi dört değişik türde beste yapıyorsunuz alete. kalbim iyi bir müzisyen olabilirdi, eğer sesini duymak için kulağınızı dayasaydınız. “kalpler, gözlerin aynasıdır” diye yazıyorsunuz sonra, sigaranızın üzerine, çünkü o an meşale olabilecek başka bir kağıt parçası yok yanınızda. parkta oturuyorsunuz yani, aklınıza bu geliyor, bunu yazıyorsunuz. hayır o başka bir gün, şu an kağıt var sigara yok. eskiden olmayan çoğu şeyin şimdi olduğu veya eskiden olan her şeyin hala olmaya devam ettiği gibi. yığınlar, üst üste biriken tek düzelik. “seni seviyorum”, hayır sen yarattığım illüzyonu seviyorsun, sihirbazın numarası açığa çıkınca bilet satışları azalır. “gerçek, gerçekte olmadığı kadar can sıkıcı” dedi bana bir şair bozuntusu, yeni şiirinin ilk dizesiymiş bu, “devamı” dedim, “henüz yazmadım” dedi, “yeni başladım.” kesinlikle ruhunda ritim bozukluğu yok herifin. bir duyguyu, on günde, parçalar halinde düzebiliyor, ya da? her neyse. susalım. bana, “öykülerinde duygu yok” diyen herife, aynı şeyi, helikopter resmi göstererek de anlatabilirdim, ki benim de ruhumda bir ritim bozukluğu yok, üç bin yıldır aynı teraneyi, farklı günlerde geveliyorum. biri size, “sen çok iyi bir insansın” dediğinde, siz de ona, “sen de çok iyi bir insansın” deyip geçin, “iyi değilim ya” deyip, gerçekten iyi hissetmediğinizi anlatmaya çalışmanız, ölümcül sonuçlar doğurabilir. “kimse beni anlamıyor” dedi bana biri, “ben, kimsenin anlamadığı şeyler yazıyorum, hangisi daha kötü ki” dedim, romanın içinde ama, gerçekte değil, eskimiş roman imparatorluğu, kuruçay orası, izmir’de bir çingene gettosu. konuyu değiştirmemek için kaçındığınız kelimeler işe yaramaz. biri sizi dinlemek istemiyorsa istemiyordur. “ne kadar pis bir kum torbasıyım” diye tabela
taşımaktan vazgeçin. acı, herkes için geçerli bir olgu. (duygu demedim) mutsuzluk, acıyı kanıksayamadığınız (sindirmek demedim) anlarda faaliyetine başlar. mutlu olmaya çalışmaktan vazgeçen biri, kendini, herkese güllük gülistanlık olarak takdim edebilir, evine girince g harfini k harfi ile takas eder. aslına bakarsanız, (bakmayın) size “ben de iyi değilim ki abi” diyen birinin, yanınızda olmaya çalıştığı gerçeğini göz ardı edip, telefonu yüzüne kapatmak gerekir. çünkü sizi hafife alıyor ve “dışarı çıkıp bizim gibi hayata katılman gerekiyor” demek istiyordur. “bırak bu mavrayı yani, herkesin başına gelebilecek şeyler senin de başına geliyor, hiç kimseden bir farkın yok, mutlu olmayı öğren.” ona, kendinizi mutsuz hissetmediğinizi, farklı hissetmediğinizi, daha da ötesi, demokrasiye inanmadığınızı, herkesin başına gelen şeyin sizin de başınıza gelebiliyor olmasının, sizin de onlar gibi davranmak zorunda olduğunuz anlamına gelmediğini, yani on kişiden dokuzunun başına düşen taşa ağlamıyor olmasının, sizin o taşı sahibinin kafasına çelenk olarak takdim etme arzunuzu bastırmaya heveslendirmeyeceğini, anlatmak, boşa bir çabadır. yüzüne kapatın gitsin. “neden yüzüme kapattın?” şarjım bitti, demeniz bile gerekmez bu esnada, bi daha şarj etmezsiniz olur biter. sizi öldü sanıp arayıp sormazlar, olur biter. yani, her şey olup biter, bu şekilde yaşarsınız. olup bitmesi bir şeyin, sizin yaşama devam etmeniz için, zorunlu bir koşul değil, koşullu bir zorunluluktur, anlatabiliyor muyum? sistol ve diyastol arasındaki sirkülasyonunuzu devam ettirmeniz için, “oldu ve bitti” dersiniz siz, sonra bu dönüp dolaşıp, her nasılsa, (bilmiyorum, biliyor olsaydım yazıyor olmazdım), dönüp dolaşıp, her nasılsa, ‘oldu da bitti maşallah’a döner, nakaratınız budur zaten daima; oldu da bitti maşallah. asistol hali görmezden gelirsiniz. birinin aniden ölüvermesi, sizin için için ölüverebileceğini söylemiş olması tanığınızın cesedini doğum gününüzde anlamı işgal edebilir. “kardiyak arrest diye aranıp taranmazsınız da.
ölüvermesi anlamına gelmeyebilir. sizin bile, size, ölü görmenizi istediğiniz bir hediye olarak verebileceği şeklinde bir lan bu hâl” desem, tutup o ne demek
ben salıncakta sallanır vaziyette kağıda harflerden ‘üçüncü dünya’ savaşının (afrikada’ki açlar arasında yapılacak) resmini çizerken, içinizden biri gelip “bilâder, buraya aileler geliyor” der. haklısınızdır. “haklısın abi” denmesini bekliyorsunuzdur size. “hiç haklı olmadım, haklandım daha çok” demek isterim, ama zihnimin daima sonraki diyaloğu konuştuğunu ve “bu nerden çıktı” tepkisini alacağımı bildiğimden, susarım. evdeyim şimdi. balkonda. yoldan geçen insanları izlemeye devam ediyorum. terzilerim gerçekten sıkı çalışmış. konuşamıyorum. içe kapaklanan anlamlar, bilinç dışı bir senkronizasyonun hezeyanı sadece. heyecanı mı demeliydim burada? bir editörüm olsaydı, buna cevap verirdi, hatta benim yerime baş harfleri büyük yapıp, ayrılması gereken da’ları ayırır, vedaları ova ve yayla gibi göster-
tirdi okuyucu adını takacağı insanlara. böylece, gelgitler sonucu gelip giden görüntü sayesinde düşen reyting patlamasını engellemiş olur, sonuç olarak, yerime atacağı imzalar için, maskemi takmak zorunda kalabilirdi, isra günlerinde. (bkz: süre 17 ayet 1) evdeyim. balkonumda. kağıda, harflerden, asla son bulmayan dünya savaşının resmini çiziyorum. ben hepiniz, siz tek - siz ben, hepimiz tek. asla, doğru kelimeleri tarif etme inceliğimi kaybedemiyorum, soldan sağa dönüp yukarıdan aşağıya inerseniz, ve bunu durmadan tekrar ederseniz, kendinize açtığınız açmazda, zırvalamaya devam edebilirsiniz. (nasıl yazabilirim, diyen teyzeye cevaben) “senin gibi yazmak isterdim” dedi bana biri. ben de ona “ben de senin gibi yazmamak isterdim” dedim. yani o yazamıyor değil yazmıyordu, ben de aynen onun gibi, yazmamış olmayı istiyordum, söyleyecek hiçbir şeyimin olmamasını, iplikleriniz canımı yakıyor artık gerçekten. bazen insanlar, ağzınızdaki baklayı sakız sanabilir. bazen insanlar gerçekten her şeyi sadece “sanıyor” olabileceklerini unutarak, sizi, emin olduğunuz şeylerden bile şüphe etmek zorunda bırakabilir. bilim adamı olsaydım, sistol ve diyastol arasında bir mola vermeyi sağlayan cihaz icat ederdim. bilim adamı olsaydım, bir mühendis ya da, profesör, filozof, peygamber, uçan kaplumbağa ya da, yada onlar gibi bir şeyler, iğneden iplik geçirme makinesi icat ederdim, perdeleri otomatik takan makine, bağcığı çözülmeyen ayakkabı (bağcıksız değil), kanı kurumayan insan yaratırdım tanrı olsaydım, ilk darbede ölsün keratalar. tanrı olsaydım, hiçbir şey yaratmazdım. bazıları, insan oldukları için tanrıyı yarattıklarını zannediyorlar. bazıları, sadece zannettikleri şeyler üzerinden yaşıyorlar, bazıları da sadece zannettikleri şeyler yüzünden ölmekte. bazıları her şeyden emin olduğu halde hiçbir şey bilmiyormuş numarasına yatmayı tercih ediyor. bu, kendi için değil diğerlerinin huzuru kaçmasın diye. bazıları, bazılarının bu tercihini fark edemeyip, aptal ve çakal oyununu oynamayı sürdürüyor. bazıları hala yoldan geçmeye devam etmekte, tek bir kare yüzden on metrekarelik bir fotoğraf çekiyorum zihnimde. herif önünde yürüyen hatunun bacaklarına bakıyor, ben herifin yüzüne, beni fark edince telaşa kapılıp hatunun yanından geçiveriyor hızlı adımlarla, sokağın başından beri ritimleri aynıydı. annem çağırıyor, “uyu işe gideceksin” diyerek. sokakta bir çocuk bisikleti ile yokuş çıkıyor, bir diğer çocuk bisikleti taşıyor yokuş yukarı. bir çocuğum olsaydı, ona çalışmak zorunda kalmayacağı bir hayat verebilmek isterdim diye düşünüyorum. kalp ritmim tekleme riskini elden bırakmadan melodisine devam ediyor. halüsinasyonetik biri de, iteklemeyle çalışan bisikletini elden bırakıp düşüyor. saçmalıyorum sadece yok bir anlamı hiçbir şeyin her şekilde, böyle düşünmek herkesin ruh sağlığı için, en doğru seçim deyip, uyanıyorum. uyuyunca işe gider, uyanıp eve gelirim. servisten her inişinde bir karakterimin söylediği gibi: biraz da yaşayalım. terzilerim gerçekten ama gerçekten sıkı çalışmış. 23.mart.2012
asistol adlı yazıma ithafen bazen zordur içinizden geçeni dışınıza taşımak zordur sadece canınız acırdı söyleyebilseydiniz ve söylediğiniz kişinin canı acımasın diye susarsınız susarsınız susarsınız ta ki içinizdeki ormanın kuşları ağaçlarınızı kemirene dek ve çöle dönen tabloda gördüğünüzü söyledikleri seraplar aslında başkalarının gördüğü tüm hayaller içinde tek gerçeklerdir ve o gerçekler sizi paranoyada kalmaya zorlayan tüm dünya tarafından yalanlanır yalanlanır yalanlanır ta ki realitik sanrılarınızın karın ağrılarınıza deva olamayacağı ana dek ardından işte böyle asistol adlı yazı gibi asıl anlaması gerekenlerin “aa çok iyi yazmışsın “dediği ama aslında tam üzerlerine göre olan elbiseleri kelimeleri ya da terzileri çıplak bırakabildikleri
vurdum duymazlıklarına devam edecekleri yazılar yazarsın çünkü gerçekte olan biteni olduğu gibi anlattığında da gördükleri kendilerini ürettiğin bir masal kahramanı sanıp hayran oldular yüzlerine sövüp haksız çıkarıldın kapıdan kovup bacanı tıkayınca dışarda buldun kendini evini çaldılar zihninden deli olduğunu söylediğinde iyileştirmeye çalıştılar iyiyim dediğindeyse koydukları tanı olanın aksineydi olduğun gibi göründün göründüğün gibi çıkmadığın söylendi gördüğün gibi konuştun hayal görüyorsun dediler hayallerini anlattın fazla idealist bulundun hayal kurmuyorum dedin depresyondasın ondandır bir şeyler kurmaya çalışıyorum kurulu olanı bozma bugünlük saat kurmasak olur mu? işe geç kalırsın bi iş peşindeyim arkandayız girdo arkamı dönemiyorum sağın solun sobe 13aralık2012
tekomatik duruyorum öyle. yapılacak onca işe rağmen, gerçek anlamda hiçbir şey yapmadan. durup düşünmüyorum bile, sadece duruyorum. duruyordum. şimdi başladım düşünmeye. aslında düşünüyor sayılmam. sadece şu an, durmamaya başladım. yazıyorum. hiç olmazsa hala yazabiliyorum. onca zaman sonra. ama gerçekten düşünmüyorum. taramalı tüfek gibi kullanıyorum klavyeyi. her bir harf, ruhuma batan iğnelerin, geri çekilişi, ters açıdan. hala ringdeyim. bir savaş vermediğimin farkındayım ama. bir savaş vermiyorum. bir savaşın içine istemeden dahil olduğum için, düşmanımın eskimiş silahını, (çünkü sürekli ekipman tazeliyor pezevenkler) ona karşı kullanıyorum. kullanmak zorundayım. savaş karşıtı değilim. barış yanlışı hiç olmadım. ama onların kendi aralarında düzenledikleri, anlaşmalı maçlara karşı oldum hep. çünkü onlar anlaşıyorlardı, ya da anlaşamıyorlardı, paylaşıyor ya da paylaşamıyorlardı, ama hakem bile olamıyorduk. teknik direktörlüğe bile kabul edilmiyorduk, takımı sahadan çekeriz diye. sadece, seyirci ve oyuncuyduk, ve oyunu iyi oynamazsak, sakat kalmamızın hiç bir sakıncası yoktu. sayımız, bir bölgede, tehlikeli bir boyutta azalıp çoğalmasın yeter. gerçi bu sefer de, göç ettirilirdik, dengeyi sağlamak adına. ne diyorum? farkında mısın? bir biz’den bahsetmiyorum, bir siz’den de bahsetmiyorum. birliğin dışındayım, ama tekil olamıyorum, iznim yok! odamdayım şu an. hepsi bu. duruyorum öyle. yani saatlerdir duruyordum. beni dururken pek az görürsünüz, sürekli bir koşuşturmaca içerisindeyimdir, odanın içinde bile. bedensel veya zihinsel akışlara gebe, bir dramatizasyon bu. müzikli bi draje. odamdaki gürültü, gün içindeki, zihnimi işgal eden gürültü kirliliğine karşı, bir tür filtre görevi görüyor. uzanıyorum. ne gündü ama. adımın sadece, "işçi" olarak tarif edildiği, ve altına imza atmak zorunda bırakıldığım, ve bunu ret ettiğim için, onlarca sorgudan geçirildiğim bir gün. dedim ya, istemeden dahil edildiği bir savaşta, kendi ruhunu koruma ve kutsama görevini, kendi kendine verdiği kendi görevini, kayıpsız tamamlamak dışında, başka bir dert edinmeyen, bir adamın, ninnilerini dinliyorsunuz şu anda. aslında okuyorsunuz ama dinliyor da olabilirdiniz, çünkü yazılarım sadece, içimden konuştuğum şeyleri, dil yerine parmak kullanarak, dışarı aks ettirdiğim, bir tür navigasyon. navigasyon mu? evet öyle! sağır mısın? ve ayrıca evet, ninniler. hani çocuklara, uyumaları için, annelerinin okuduğu şeylerden. ben uykudayım çünkü. uyanmış olan sizlersiniz. sağa sola da, üzerinde "uyanın artık" yazan etiketler asan sizsiniz. söz konusu mesele, kendisinin, kendi varlığının, bir etiket olarak asılması noktasına gelince, ismini vermekten bile kaçınan. sürekli olarak toplu hareket halinde olan. topsuz alanda, formasının üzerindeki numarayı bile sökebilecek
kadar, tedirgin, plakasız araçlar gibiyiz. işyerinde her konuda itaatkarken, barda isyan ediyoruz her şeye. dün danıştaydan aradılar beni. yani annem öyle dedi. “senin ne işin var ki danıştayda” dedi. ben de geçen gün biraz sert gittim yazarken galiba ve birileri birileri ile kulaktan kulağa oynadı diye düşünüp sevindim. yanılmışım. danıştay değil danışmaymış. iş görüşmesi. danışma demişler. ne alakaysa? annem “kim arıyordu” deyince, herif, işyerinde çalıştığı bölümün adını veriyor. telefona ben çıksaydım, başka bir yere bağlayacaktı belki. ben de o kadar cahilim ki, biri şikayet edilirse, kim arar bilmiyorum. danıştay ne ki? "size bir konuda danışmak istiyoruz, acaba kürtajı çaktırmadan nasıl yasaklayabiliriz?" "bi referandum yapın, porno sitelerinin yasal ve beleş olması gibi bir maddeyi, kürtajın yasaklanması ile aynı pakete dahil edin, maçın galibi sizsiniz" "ama o zaman imajımız sarsılır girdo bey" "ben düzerim, şey pardon, düzeltirim, imajınızı, yeni seçimlere ampul yerine çeşme amblemi ve başka bir isim altında tekrar gireriz" "isim önerileriniz nedir acaba efendim?" "asalet ve bandırma partisi olsun" "bandırma nedir efendim?" "balıkesirde bir yer, balıkesir bilinçaltımda derin acıların eşkenar merkezlerinden biri" "ülkenin güvenini bilinçaltınıza teslim etmemiz sizce doğru mu efendim?" "verdiğiniz kararları, zaten bilinçaltımızdakileri çözmek üzerine şekillendiriyorsunuz, sorun olmaz, işin içine bilinç katarsanız bitersiniz, o kelimeyi lügatınızdan silin, kimse hatırlamasın bile, sizin dışınızda kimsenin bilinci yerinde olmamalı" sonra telefonu kapattık. işe alınmadım kısaca. kısaca, işe alınmıyorum, işten atılmıyorum, ve her şey olağan hızıyla devam ediyor. ne bir artma ne de azalma, sabit, stabil. sonra işe gidiyorum, pazar günü işi ektiğim için, bu arada bizim işyerinde hafta pazartesi değil pazardan başlar ve hafta tatili yoktur, ve kimsenin bu konuda şikayet ettiği de yoktur. siz insanlara yediyüz lira maaş verirseniz, ve onlara “günde onaltı saat çalışır mısınız” derseniz, hemen “evet” derler, ek para kazanacaklardır, ve para her şeydir. para her şeyi satın alamaz, ama herkesi satabilir, açık ve net mi? benim saatim 2buçuk küsur lira şu an. kol saatim değil, bir günümün yirmidörtte biri. kol saatimin yirmibir yıllık geçmişi vardı kolumda, ta ki. neyse, küfretmicem. devam edelim. sonra işe gidiyorum. pazar günü işi ektiğim için bana, cumartesi işe gitmemişim gibi, bir tutanak düzenleniyor. tarih cumartesiye ait. çakıyorum mevzuyu ama çaktırmıyorum. “ben pazar gelmedim burda tarih yanlış” diyorum “ne önemi var ya ha cumartesi ha pazar” diyorlar “olsun” diyorum, “düzelttir imzalarım” aracı eleman, “ya abi imzala geç, işim gücüm var daha” diyor “imzalamam” diyorum, yukarı çağrılıyorum, yukarı, yani aynı miraç gibi, geçiyorum bir bir katları, tanrı katındayız, soruyor:
“senin sorunun ne?” bu arada, arada kaynayan mevzuyu çaktınız mı? hata yapmadılar, pazar çalışmıyor onlar, resmi kağıtlar üzerinde. çünkü haftanın yedi günü işe giden bir insana, adı batasıcalar cemiyetine mensup olan üst düzey düzenbazlar, yedinci gün için çift yevmiye gibi bir kıyak geçmişler, sağ olsunlar. sağ olsunlar mı? yapılan hiç bir kıyak karşılıksız kalmaz! çeliştim gene. onlar hiç çelişmezler, bir madde, başka bir maddenin sıvası olabilir bazen. hepsi bu. o yüzden adı anasaya olabilir. içerisinde iki olumsuz takı var, a ve na adında, anormal, namüsayit. a-na-yasa. kendilerini çifte korumaya almışlar, tanrı katında. neden hep tanrı katında diyorum? çünkü onlara göre, şöyle bir algı var; ve bu algıyı, kendi kümelerine dahil ettikleri bazı civcivlere de kanıksatmışlar: "bir işçi işten kaytarıyor ve ona söylenen günlük çalışma temposunu yerine getirmiyorsa, kazandığı para haramdır ve öte alemde sorgusu ağır olur" "iyi ama, ben de hak ettiğimi kazanmıyorum ki" dersin, derim yani, benim dışımda başka bir enayi, böyle bir cümle kurmazdı. bunun gibi binlerce cümlem var. "sendika gelsin mi" sorusuna da "evet" diyen tek tük hıyardan biri de benimdir, koca işyerinde. ne güzel ne güzel, devam edelim. güzel bir sokağa çıkartıcam sizi. sağdan düz gidip, sonra sola dönücez, az ilerden gene sağa, falan filan, bakıcaz ki, ne yöne dönersek dönelim, hep aynı yola çıkmışız. devam edelim. edelim mi? ben ediyorum. açmazlarınızı, kapamak zorunda kalarak üstelik. kağıdı çok iyi karmışlar, falım çıkmadı hiç. ama hep değişik yerde tıkandığımız algısı üzerine, çok güzel bir emprovize resim yutturmuşlar bize. gerçi arada resmi, revizyonist bir algıyla, açmazdan çıkmaza sokabilecekler de olur. olmadı değil; post-post-post-post anarkia. (ben ordayım, sen hala yüz yıl geride misin girdo?) onbin yıl gerideyim amına koyayım. ve geriden gelmiyorum. orada kalmayı seçtim. durdum yani. hala hiçbir şey değişmedi. din yerine demokrasiyi transfer ettik insanlık olarak, hepsi bu. her şey hala aynı! ne diyordum gonzales? “ben de hak ettiğimi kazanmıyorum" "ama sen anlaştın, adam sana maaş şu kadar dedi, kabul ettin" o noktada, mavi ekran veren zihnimi deniz zannedip hülyalara dalıyorum. sonrasında, evet sonrasında: saatlerdir hiçbir şey yapmadan duruyorum. düşünmüyorum bile. hiç düşünmedim. mantık, duygu barındırmadığı sürece, işinize yarar. duygularım, mantığı hesaba dahil etmediği için, işe yaramaz bir hale geldim. özet bu. devam edelim. sonrasında, tanrı katına çıkıyorum işte, ara basamaklarda, imzayı ret edip. ve soru, aslında bin asrın sorusu olup, güneşin üzerine yazılmalıydı ki, her sabah hatırlayalım dünyaca: "senin sorunun ne?"
herkesin bir sorunu var. ve herkesin bir sorunu olduğunu, anca facebook ve twitter hayatımıza girince keşfettik. tek sorunumuz; "ben burdayım böyleyim ben de varım yaşıyorum beni fark edin halelo kız naber" demekmiş. ya da asıl sorunlarımızı unutmak adına suni gündemlere kapılıyoruzdur. ister boyalı basın, ister alternatif basın üretsin, gündemler sunidir çünkü hiç değişmezler. sen haber paylaşmak veya takip etmek ve sonra sokağa çıkıp “holale devrim özgürlük halole” diye bağırmak ve arada birkaç banka camı kırıp biraz gaz solumak yerine, gidip ağaç kesen bir makineyi sabote etseydin, işe yarar bir eylem yapmış olurdun. anladın mı beni devrimci sülalenin en asil biladeri. tartışmaya kapalı bu bir konu benim açımdan, alf-elf ve bilimum benden yana olan primitivist yapılması gerekeni yapıyordur, nokta! ne diyordum jessika? yalnız olmaktan nefret eden, yalnız duramayan, insan ırkı. odamızdaki sessizliğin çözümünü bulunca, rahatladık. ekrana bi kaç insan monte ediyoruz, işlem tamam. "aa ama" diyor bana, "ihtiyaçlar yönlendiriyor teknolojiyi, günümüz dünyasında, değişen dünyada, modern dünyada, nasıl ki, cep telefonu gerekliydi, şartlar bunu mecbur kıldı, bugün işinden evine gelen ve yalnızlaştırılmış insanların nefes alma dertleşme konuşma ihtiyacını gideriyor sosyal paylaşım ve.." herif, sürekli evinde net üzerinde birileriyle konuşunca, nefes alıyormuş. biyolojiye, onlinetasyon adında bir solunum sistemi ekleyelim. odamdayım. hiçbir yerde olamıyorum. işyerinde işte değilim. evde, evde değilim. nette, nette değilim. kimseyle konuşamıyorum. kendimle konuşuyorum. ona da kulak misafiri olan yok. bu durum, giderek, giderek, iç çarpımlarımının deklanşörüne daha seyrek basmama neden oluyor; hiçbir şey görüp duymamaya, zamanla hiçbir şeyi algılayamamaya doğru gidiyorum. hani bazen keşfediyorsunuz ya, sizler, balta girmemiş ormanlarda ilkel topluluklar, ben de zihinsel devinimde ilkel sınıfına dahil edilebilirim yakında, onlar nasıl ki uçağa ok yolluyorsa yani. ya da boyalı basının kamerasını anlamıyorsa kendi dünyalarında bir yere koyamıyorlarsa. sa. anlaşılamamaktan şikayetçi insanlık. anlayamamaktan şikayetçi olması gerekirken. sonra sen, üç yaşındaki çocuksun abi, elinde bir uçan balon, ve büyüyorsun ama balon hep elinde, bilmem kaç sene geçiyor, sana sürekli büyüdüğün hatırlatılıyor ama balon hep elinde yani, sımsıkı tutmuşsun, bırakmıyorsun, ama bırakıcaksın, sadece tek başına izlemek istemiyorsun onu uçarken, giderken, bir yerlere, gökyüzünde kaybolurken, sonra, sonra gelip, "a, gel beraber izleyelim" diyor biri. bırakıyorsun balonu. aynı anda patlatıyor. daha ip elindeyken. ve elinde patlamış mısır var bu sahnede diğerinin. elindeki patlamış uçan balondan sapan yapıyorsun sonra işte. yok başka yapacak bir şey. kayışı kopardın. intiharı aştın. seri katil olma yolunda ilerliyorsun.
22.haz.2012 – 06:30
kuklacı john hangi yıllardaydı hatırlamıyorum, ama bir zamanlar, daha iyi zamanlardı diyerek hatırladığım zamanlar da oldu. şimdiyse, daha iyi zamanlardı diye kıyaslayabileceğim bir zaman dilimi yok, içinde bulunduğum son zamanlara karşılık, yani her şey her zaman kötüye gitmez dostlar, bunu daha önce de söylediğimde, bir zamanlar bana, demişti ki, bir dostum, her şey her zaman iyiye de gitmez o zaman, hayır demiştim ona, gitmez ama çoğu zaman, kötüye gidiyormuş gibi hisseder insan, büyüdükçe kötüleştiğini. içinden çıkardıkların, içine sığmayacak bir zaman sonra, çünkü sen büyürken, içindeki küçülür daima, ve kusarak kusarak kusarak, geceler boyu içtiğin için sabahları boş bir mide ile ve öğürtü ile uyanıp, kusarak kusarak kusarak içindeki boşluğu, geçirdiğin günlerin geride kaldığını bildiğinde, anlarsın artık, içinde kusulası hiçbir şeyin var olmadığını, hiçbir zaman var olmadığını, yani en başından beri var olmadığını ve, yazarken yaptığın şeyin, senin içine ait olmayan şeyleri çıkarmak için, bir çaba sarf etmekten başka bir şey olmadığını. hayır anlatamazsın, bir bar taburesinde mesela, sana ne kadar yakın olduğunu bilirsen bil, herhangi bir insana, diyemezsin yani ona, içimde bir boşluk var ve onu neyin dolduracağını bilmiyorum ama daima kusuyorum diye. diyemezsin çünkü, o da, her ne kadar seninle aynı durumda olursa olsun, bunu sana diyemiyordur, iyi değilsinizdir ve iyiymiş gibi yaparak birkaç bira içer, sonra evlere dağılırsınız. ve sonra sen yine, yoldan aldığın birkaç şişe ile eve girer, kimseye çaktırmadan çantanda ne olduğunu, odaya geçersin. uyuyacağım ben. ışıklar kapalı, müzik açık. içine soktuklarını, çıkarmak için, kendini zehirliyorsun. birkaç şişe sonra sızdığında, ve sabah doğan güneş sana hiç de iyi şeyler hissettirmediğinde, annen soruyor, yataktan neden çıkmıyorsun, öğlenin ikisi, hasta mısın? sormak istiyorsun ona, bir kez olsun sormak, hiç benim gibi hissettiğin zamanlar olmadı mı diye sormak, bir kez olsun hissetmedin mi? unutmuş olamazsın. beni anlamalısın. anlamak zorundasın anne. lütfen. gözlerime bak ve bana beni anladığını söyle. gene içmişsin diyecektir size, gene berbat kokuyorsun diyecektir, ve sen kendi içine sinen berbatlığı biraz daha hissedersin ama bu koku bana ait değil anne, benim kokumu kimse sevmiyor, bende kendimi, kendimi sevmeyeceğim bir hale sokuyorum dersin, çünkü kimse seni sevmediğinde, senin kendini sevmen, senin kendini daha da kötüye sokmandan başka bir halta yaramaz dersin, dersin ama içinden, çünkü dışından da söylediğin her şey, uzay boşluğunda bile asılı kalamayacak sesler bütününden başka bir şey değildir. aksini düşünüyorsanız, size bunun söylediğim gibi olduğunu ispatlayabilirim bayım, çünkü şu an ben, içimden konuşuyorum, gördüğünüz gibi, buraya kadar bile gelememişsiniz. etrafımda bir kalabalık oluşturduğunuzu varsaydığım günlerin geride kalmış olmasının nedenini, hepimiz çok iyi bilmekteyiz, çünkü oluşturduğumuz boşluğun içine, dahil olmak isteyenlerin büyük bir bölümü, o boşluğu doldurmak için var olmaya çabalıyorlardı, ve sonra biz o boşluğu ortadan kaldırınca, kendi içlerinde de bir boşluk taşımadıklarını, yani epey bir dolu olduklarını düşündükleri için, ortadan kayboldular. düşünüyorum da, sokak edebiyatı yokken, pek az insan oluyor, varken yeni birileri pat diye ortaya çıkıyor, vay canına, inanılmaz bir dehaya sahibim, kuklacı john amca geldi aklıma. o da mı kim? bir karakterim, kuklacı john amca,
kendi boğazına ipi takıp, bir üst kata o ipi bağlayınca, herkesi bir gülme tuttu ve herif sahnede intihar ederken, onun rol yaptığını ve yaptığı kuklaları taklit ettiğini düşündüler, sonra herif öldü, bir kukla gibi, yani zaten kuklalar ölmez öyle değil mi? çünkü aslında yaşamıyorlardır da. o halde meseleyi tekrar ele aldığımızda, ve sorduğumuzda sınıftaki öğrencilere, nerde kalmıştık diye, büyük bir sessizlik korosu ile karşılaşacağız. çünkü olay, öğretmenin ders anlatması esnasında gerçekleşiyordur, öğretmen susunca çocuklar da susar çünkü her ne kadar öğretmenin anlattığı dersi dinlemiyor olsalar da duyuyorlardır, sınıfa da arkasını dönmüştür öğretmen, yazıyordur, konuşuyordur, anlatıyordur, büyük bir çaba sarfetmiyor olabilir, işinden nefret ediyor bile olabilir hatta, ama ben hayatımın hiçbir evresinde, konuşan bir öğretmene karşı saygısızlık etmedim, dinlememiş olabilirim, bakın bu konuda haklısınız, ama bana gıcık olan edebiyatçı hatunu bile tek dinleyen bendim koca sınıfta, herkes konuşuyordu, ve ben yanımdaki ülkücü gençlik kahramanı serkanı susturup, hocaya kulak veriyordum. sonra beni sınıfta bıraktı. o gün anladım ki, insanlar sizin onlara duyduğunuz saygıya göre, notunuzu belirlemezler, yerine getirmenizi istedikleri şeylerin kaçta kaçını ve nasıl yerine getirdiğinize göre, bir sonuça ulaşırsınız. yani boş bir kağıda adınızı yazıp, onu masasısın üzerine koymanız, belki de içiniz de ki boşluğu anlattığınız anlamına gelmemiş olabilir. aslında gelmemiştir, gelmemiştir çünkü içindeki boşluğu anlatabilen insanın içinde boşluk yoktur, içinde istemediği doluluklar vardır, onları kusuyordur o, asıl içinde bir boşluk taşıyıp onu anlatamıyorsa, o insan, korkacaksınız. yani ölebilir. anlıyor musunuz ne demek istediğimi? eğer bana, yıllar önce bir yayınevi, çok dolu bir herifsin deseydi, ben bunu bir hakaret olarak algılayıp, dava açabilirdim, açabilirdim çünkü içimde bir doluluk oluşturan o şeyi ben içime almamıştım, aksine çıkarmak için çabalıyordum yıllardır, ben kusuyordum, onlar gene giriyordu, kusuyordum, gene. her sabah, otobüse bindiğimde mesela, ya da okula gittiğimde, ya da eve gelmeden önce yolda yürürken mesela, dolmuştan inip. sürekli sürekli sürekli içime enjekte edilen sıkıntının sebebini çözmeye çalışmadığımı söylediğimde, çözünmeye de çalışmıyorum diye eklemiştim, ve o gün bana “her şey kötüye de gitmez o zaman” diyen dostum, o ana kadar dostum olan, demişti ki, “zor olan şey, kendini anlatmak değil, sana kendini anlatanı dinleyebilmektir”. yazılar üzerine konuşuyorduk ve o gün anladım ki, herif hiçbir şey anlamamış, ulan ben kendimi anlatmıyorum denyo demeye çalıştım, ama demedim, bir bira sonra, hadi kaçalım artık deyip kaçtım, gerçekten kaçtım yani, çünkü siz hala benim burada kendimi anlatma çabası sarf ettiğim gibi bir algıya kapılıyorsanız, sizden de kaçardım. yazmazdım yani, anlıyor musunuz? yazmazdım çünkü, sizi anlamadığını bilen biriyle konuşmak gereksizdir. ve iki yıldır yazmıyorsa bir insan, ve yazmak yerine onları zihninden geçirip gitmesine neden oluyorsa, ve giderek sıkışıyorsa içinde, içindeki boşluğa, çıkarıp atamadıkları giderek daha güçlü bir baskı oluşturuyorsa, ve artık kusmanın da veya sarhoş olmanın da fayda etmediğini bildiği için, bunu da yapmıyorsa ve hatta her şeyi siktiredip, tanrı'ya dönüyorsa yüzünü, ve lütfen diyorsa ona, dua ederken lütfen gibi bir kelimeyi kullanıyorsa, burada biraz durup düşünmemiz gerekiyor, yalnız olmak bir şikayet nedeni değildir, asıl yalnız kalamamaktan şikayet etmeli bir insan. günde birkaç saat mesela, odada tek başına kalmaya vakit bulamıyorsa..
“çok yalnızsın ve ben bunu çok iyi anlıyorum” “kendimi yalnız hissettiğim için bir kez bile şikayet etmedim ben” diyorum ona, bir bar da oturuyoruz, iki hatun ve ben ve benden fanzinlerimi almak için, küldür bakanlığına müracat edip birkaç sigara almışlar, ki külünden bir deniz yapalım kendimize, tablonun içinde, ve sonra üzerinde sigaramızı söndürünce ölsün tüm balıklar. evet aynen böyle yapmışlar ve ben de buluşmuşum, ve sonra votka kola söylenmesi gerekmiş çünkü bunlar iki bira içelim mi demişler, sen de olur demişsin, ve arada hiçbir duygusal veya cinsel ivme kazanmayacak olan bir sohbetin eşiğinde sana biri, diğeri tuvalete gittiğinde, demiş ki, “yazdıklarını sevdim ben”, eyvallah demişsin sen de, olur öyle, ben sevmiyorum, “ yalan söylüyorsun” demiş size, “yalan söyleyenleri de sevmiyorum” demişsin, ve sonra ardından bildiğin bir gerçeği açığa çıkarmaktan kaçınmışsın.. ulan nasıl sevebilirsin, kitapevinden aldığını söylediğin tek fanzinde yer alan tek öyküm de iki sayfa eksikti, basım hatası yapmışım, ve hiç düzeltmeden bastım onu, bir kez olsun biri, girdo hatalı basmışsın demedi, nasıl okudun, bariz hata anlaşılıyor, nasıl yani? hayır böyle demedim, onun yerine, şöyle dedim, lita'yi sevdin mi? o kim dedi bana, ben de ona, lolita dedim, nabokov'un kitabı, hani okuduğunu söylemiştin ya, haa dedi evet severek okudum o kitabı ben, ulan lita senin kitapevinden aldığını söylediğin tek fanzindeki karakter, nasıl yani, nasıl. sonra işte, insanlar gelip, 2 senedir, neden yazmıyorsun girdo diyor, hayır sormaları gereken soru şu, neden sokak edebiyatını kapattın, yazı göndericektim ben. seni okumuyorum ki. hiçbir şeyi okumuyorum sitede, sadece yazmak istiyorum, radyo yayınlarını hiç dinlemiyor ama ben de radyo yayını yapmak istiyorum. burada söylediklerimi üzerine alınmaması gereken ve sayıları sokak edebiyatının toplam harflerinden daha az olan yakınlarım için bir açıklama da bulunmak istiyorum: alının ve gidin be abi. ben de gideyim. bırakalım bu işleri. hiçbir şeyi çözmüyor artık dilimize bağladığımız düğümler. ben tüm dünyanın ağzına sıçmak istiyorum, öyle bir jilet koymalıyım ki, zack'in diline, cümlelerini okuduğunuzda, beyin sarsıntısından ölün istiyorum, ölün de kurtulun bu adına postmodern denilen ama bana göre potporiden oluşan zaman diliminden. gerçekten bunu istiyorum yani. ama istediğin şeyi yapman için, kuklacı john amca gibi bir seyirci kitlenin olmaması lazım. yani anlatabiliyor muyum? yani olay, tamamen elim sendeye dönüşüyorsa, ve sonra birbirimizin ardından koşmaya başlıyorsak, bir anlamı kalmıyor bu işin. giderek daha da dibe düşme korkusu taşıyorsan o yüzden, bizim elimizden tutmaya çalışma, düşersin aşağı. biz aşağı da olduğumuz için değil, senin kendini düşmüş bir hayat yaşadığına iten düşüncelerin nedeniyle. çünkü ben aşağı düşmek veya yukarı çıkmak arasında durulan bir dönme dolap olarak görmüyorum bu hayatı. dibe düşersin düşmesine, hepimiz birkaç kere düştük, ama orada kalmaktan hoşnut değilsen, daha da dibe düşemezsin. düştüğünü sanırsın ama, bak bu olabilir, herkes her şeyi sanabilir, ve bir sandalyenin gerçekliğinden gerçek anlamda emin olamıyorsanız, fotoğrafına bakmanız bile çözmez meseleyi, veya sözlüğe bakıp, oradaki tanıma uygun bir eşya aramanız evde, hiçbiri meseleyi çözmez dostlar, sandalye sandalyedir ve üzerinde hiç kimse oturmuyorsa bile, orada durmak zorundadır, tam karşımda, şu an durduğu gibi, görüyorum onu, odamda bir boş sandalye var ve bir kez bile oturmadım üzerinde onun, daima ayaklarımı uzatıyorum ona, pekala pekala, o halde bir kez daha düşünelim şimdi, kelimeler onlara kattığımız anlamlarla
var oluyor olabilir mi? o halde bir sandalyenin anlamı herkese göre değişebilir değil mi? pekala meseleyi şu hale getirecek olursak: dibe vurmak adlı efsane konusunda; bir gemi düşünelim, ve onun çapasını denize atmak, o çapanın dibe vurması, geminin orada karaya yanaşınca yapılması gereken bir eylemdir öyle değil mi? ama denize açılırken, çaba geri çekilir. pekala pekala, dibe vurmak dediğimiz şeyin, sizin için ne anlama geldiğini ben bilmiyorum, siz de benim kendimi kötü hissettiğimi söylediğim dizelerde, ne anlatmamaya çalıştığımı bilmiyorsunuz, ne anlatmamaya çalıştığımı, yani skor anlamlar açısından, eşit. ve dahası, şuraya tekrar dönelim: iki hatun, bar, fanzinler nedeni ile buluşuldu ve sonra, viski kola içiyorduk, 2007 yılındayız, alsancak korku parkı istasyonundayız, ve ben fazlasıyla nankör bir adam olduğum için, hatun bana “ben de kendimi yalnız hissediyorum” dediğin de, “ben de kedimi yalnız hissediyorum” dedim, “a-a dedi bir kedin mi var?” hayır işte dedim o yüzden yalnız hissediyorum kedimi, kedim olsaydı yalnız hissetmezdi kendisini. gene bir şey anlatamadım ve sıkıldım, sonra ben kalkıyorum dedim ve bana “yazdıklarını seviyorum” dedi, ben de ona, yazmadıklarımı da sevseydin bir şansın olurdu belki dedim ve yol aldım, üstelik fanzinleri henüz vermediğim halde, o bunu bana hatırlatmadı, ve bir daha da aramadı. fanzinleri unutmuşum ben gibi. unutmadı, ilgilenmiyordu, yalnız olmak istemiyordu sadece, ya da yanında ben yürüyünce kendini yeraltı prensesi hissedicekti. ve sorun şu ki: anlamlar arası karmaşaya geri dönecek olursak, ben yeraltı adlı bir şeye de inanmıyorum. çünkü birşeyin, altta mı üsste mi olduğunu belirlemek için, neyin altında veya üstünde olduğunu bilmemiz gerekiyor dostlar, ve “yer” diye temin edeceğimiz zemin eğer piyasa adı ile geçerli olan pamuk ipliği ise, üzerinde zaten duramazsınız onun, durmaya çalışırsanız o pamuğun sizi taşıyabileceği şeyler yazmanız gerekir, ve gereken şeyleri yazmaya devam ettiğiniz sürece gerekmeyen hallere bürünebilirsiniz: gazete röportajları, imza günleri ve birkaç farklı konsültasyon sonrası sizi iyileştireceğini düşündükleri şey sizi konstipasyon yapabilir. meseleyi kapatıcak olursak; uzun zamandır yazmayan bir insanın yazı yazmıyor olma nedeni, kabızlık olmayabilir ve yazı konusunda ishal olmaktansa kabız olmayı tercih ederim ve dahası benimle tıp oynamaktan sıkılırsanız, kaybedersiniz. pekala pekala, bu yazı, tüm kuklacı johnlara gelsin. 10ocak2012
enkaz 10 şubat 2005 şu an, burada oturmuş, bir öykünün beni ziyaret etmesini bekliyorum tatlım. gelmiyor uzun süredir. sanırım iki buçuk ay oldu. küsmüş olabilir, bir daha asla gelmeyecek olabilir. ve o kadar da kötü bir kayıp sayılmaz bu. ama şu an önemli. geçenlerde, bir arkadaşım, dağıtım iznine gelmeme az bir zaman kala, “yazarsın askerlik günlerini” demişti, ve ben de öyle umuyordum, ama çıkmıyor bir türlü. yoğunluktan olabilir belki. karışıklık. ve sıkıntı. yeniden aynı şeylere, ve üstelik de çok daha uzun bir süre maruz kalacağını biliyor olmanın sıkıntısı. ne yapabilirim? yapılabilecek hiç bir şey yok. ki çoğu zaman, yapılabilecek bir şey olsa bile, ben olmadığını düşünür, veya söylerim. bu yüzden hala yerimde sayıyorum. sanırım hayatımın en büyük devinimi, istanbul’a yerleşmeye çalışmamdı. ki o da pek akıllıca bişi değildi zaten, en azından sonrasında olanları düşününce, işe yaramadığını anlıyorum. yapılabilecek hiçbir şeyin olmaması ve olduğu zamanlarda bile yapmamaktan bahsediyorum. evet. şu an roads çalıyor. her zamanki gibi, şarap, kırmızı, ve her şey olması gerektiği gibi, ayarında. duvarlar. olması gerektiği şekilde ilerliyor hayat. yirmidört. ve gerçekten yapabileceğim hiçbir şey yok. “dene” diyor, “hayır” diyorum, “ve sen de boşuna deneme.” sonrasında bırakıyor kendini bana, öpüyorum, öpüyor, tat almıyorum ama, sadece öpüşüyoruz işte, aşk yok, hiçbir şey yok. iyi yazdığımı söyleyip duruyor öncesinde, aylar öncesinde, sonra bir gün, dağıtım iznine geldiğim bir sırada, çıkıp geliyor, içiyoruz, sürekli burnunu çekiyor, ve kendiliğinden gelişiyor her şey, dediğim gibi, hiç bir şey yapmıyorum, tek bir şey hariç hayatım boyunca hiç bir şey yapmadım, o şeyin ney olduğunu da az önce söyledim zaten. aptalca. hiçbir şey yapmamak iyi, en azından olaylar sonuçlandığında üzülmüyorsun, çünkü hiç bir şey yapmamışsın, kazanmak için, ya da değiştirmek. bazıları, aslında, çaba sarf etseydim, şu an olduğum konumdan çok daha iyi bir yerde olacağımı söyler durur, sanmıyorum. hayır, kadercilikle ilişkin bir şey de değil bu, sadece. hmm, hey bak bunun neyle ilgili olduğunu da bilmiyorum, hatta hiç bir şey bilmiyorum, ama hayır, bi saniye, bir şeyler biliyorum galiba, yani, en azından, ‘bir cümle içinde birden fazla ‘ve’ kullanılmaz diyen o lavuğa “evet biliyorum ama önemli değil” demiştim, ve aynı zamanda ‘ve’den önce virgül kullanılmayacağını da biliyorum, ve bir cümlenin ‘ve’ kelimesi ile başlayamayacağını da, tüm gereksiz imla kurallarını biliyorum, ve önemsemiyorum, sadece imla kurallarını değil, her şeyi biliyorum, ve bildiğim hiçbir şeyi önemsemiyorum, ve sadece ben değil, hiç kimse bildiğim hiçbir şeyi önemsemiyor, tüm eski sevgililerim de dahil buna, ve yenileri de eskilerine dahil nasıl olsa. hiçbir şey sonsuza dek sürmez, insanın canını acıtan, kolay unutulabiliyor olmak, bazen kendimi bir yarışmanın en zor sorusuymuşum gibi hissediyorum,, herkes pas diyor bir süre sonra, ki ne önemi var, ki, bu kadarı yeterli sanırım, en azından bu konuda.
buradayım, ve bazen iyi diyorum bazen kötü, genellikle kötü. ve boş. ve aptallık. ve belki de. ya da neyse. ve gerçekten şu an, kendimi yalnız hissediyorum. bir süredir bu böyle. aslına bakarsan uzun bir süredir böyle. ve intihar yanı başımda bekliyor, elinde bıçakla, boğazıma yapışmaya hazır. yapmıyorum. yapamayacağımdan değil. bir tercih meselesi sadece bu. ve bazılarının tercihi ölüm olduğu halde buna cesaret edemezler. ben edebilirim. ettim de daha önce. ama şu an, her ne kadar en doğru şeyin bu olduğunu düşünsem de, daima en doğru şeyin bu olduğunu düşünsem de, bekliyorum. her zaman doğru olanı seçmeyiz öyle değil mi? ki bir şeyin doğru olup olmadığını da asla bilemeyiz sanırım. olaylar sonuçlandığında açığa çıkar her şey. ve henüz her şey belirsizliğini koruyor. napıcam. napabilirim. napmalıyım? bilmiyorum ve açıkçası pek düşünmem de napabilirim diye. çünkü biliyorum, yapmayacağım. ölüyor olsam doktora gitmem mesela. ya da yemek yemem muntazaman. zorunlu olmadıkça hiç bir şey yapmam, ve bu zorunluluk, kendim için değil, başkalarından kaynaklanan zorunluluklar.. günün birinde açlıktan öleceğimi düşünüyorum. şimdilik değil, telaş etmeyin. ama bir gün olabilir bu. sigarasızlıktan ölebilirim, bu daha mantıklı bir ihtimal, en azından bana göre. o kadar üşengecimki. ve evet, gerçekten kendimi kötü hissediyorum. o yüzden bu kadar kötü yazıyor olabilirim. kimbilir. sizi sıktıysam özür dilerim, ama durum bundan ibaret, şu an için. bekle. beklemeye devam. bekle ve gör. cioran’ı anımsadım bi an. adamım. “son savaştan beri yapılan her şeye karşısınız” derler, o da cevap verir, “son savaştan beri değil, ademden beri yapılan her şeye karşıyım”. intihar daima geç kalınmış bir eylemdir. inancını yitirmiş birine söylenebilecek en iyi söz nedir. hala şansın var denilebilir mi? ya da gerçekten var mı? hala. evet. kısalıyor gittikçe. this empty flow çalıyor. daima çalması gereken tek şey onlar belki de. birlikte içtiğim insanları düşünüyorum, ve şu an, tek başına içmek dışında, yapılası hiçbir şey yok. olsa yapardım. inanın yapardım. aylak olduğum söylenir. ya da vurdumduymaz. ki kabul edebilirim de bunu, çoğu zaman, işime geldiği zaman. ama şu an, sadece çıkmak istiyorum. iyileşmek. ya da devam edebilmek. ama biliyorum, gittikçe güç kazanıyor içimdeki o şey. işimi bitirmeye hazır, zamanını bekliyor sadece. uygun anını bulur bulmaz yapışıcak boğazıma. ve ben o zaman, işi şansa bırakmayacağım, daha öncekiler gibi. gabba gabba hey. 24 nisan 2008 yaşamak için, arada sırada bulunduğun kabın şeklini alman gerekiyordu, bunu ne kadar iyi yaparsan o kadar başarılı oluyordun, ve ben 26 yılda o kadar katılaşmıştım ki, hiçbir kalıba uymuyordum, hayatı kavrayış şeklim farklıydı, hatta, doğruyu söylemek gerekirse kavrayış yeteneğinden yoksundum, aptalın tekiydim, ama yine de, ve tamamen çuvallamış olsam da, bir şey beni ertesi güne taşımaya yardım ediyordu, kendime ufak aptal bahaneler yaratarak 26 yılı tüketmiştim, tamam, kabul ediyorum, 26 yılın tümünü de bu şekilde tüketmiş olamam, ama en azından, ve muhtemelen bir 10 yılın böyle geçtiğini itiraf etmeliyim, hiçbir amaç edinmeden, ve günü kurtarmaya dahi çalışmadan zamanı
tüketmek, intihar edicek cesaretten yoksun olmamak değildi sorun, sorun yoktu, her şey tam ayarında gidiyordu, ayarında gitmeyen bendim, ya da hiçbir yere gidemeyen, bir zamanlar kendimi tüm taşları yenmiş ve sadece şah taşı ile savunma yapıp hala mat edilemeyen bir satranç oyuncusuna benzetmiştim, aptallıktı, kendini kandırma provaları, hayatın hipnozuna kapılmamak için dikkat dağıtma denemeleri, savunma yapmama gerek yoktu çünkü kimse saldırmıyordu, benim dışımda, kendime karşı kendimi savunmam gerekiyordu, asıl sorun bir şeyler yapmaya zorunlu kalmaktı, insanların seni bir şeyler yapmak zorunda bırakmasıydı, insanların kendi kendilerini bir şeyler yapmak zorunda bıraktığı ve bunu da periyodiksel bir zaman dilimine yayarak hayatlarını tükettikleri aptal yaşam formuydu, kabullenemiyordum, bir şekilde yırtmam gerekiyordu, ama çaba sarf edemiyordum, eder gibi yapıyordum, her konuda hem de istinasız her konuda “gibi” yapıyordum, ayak uydurma çabaları, ki buna “çaba” demek bile yersiz, bir dakika, tıkandığımı hissediyorum, uzun süredir yazamayan biri olarak şu an bu kadar yazmış olmak bile kafi aslında, yaşama devam edebilmem için iyi bir neden bu, çok iyi bir neden, muhteşem, muhteşem taşaklar, bu kadar yazmış olmak, yazabiliyor olmak, yazar olmak için gerekli bilgi deneyim ve yetenekten yoksun bir halde, bana en uygun olan yaşam şeklinin, yazarak kazanmak olduğunu düşünmek aptallıktı, kabul ediyorum, bugün tüm aptallıklarımı kabul etme günümdeyim, ve dahası, size bir sır daha vereyim, bugün günümdeyim, sabaha dek sırtüstü uzanıp gözlerimi kırpmadan tavanı izleyip odanın aydınlanmasını ve eşyaların ve duvarların yeniden görünmesini bekledim, birkaç sigara, olasılıklar, tüm olasılıkları tükettiğimin bilincinde olarak yataktan kalkmak için hiçbir bahane üretemedim, bir süre sonra, sadece bedensel bir ihtiyacın benim günün ilk hareketini gerçekleştirmeme neden olacağını fark etim, ve bu durum çok uzun bir süredir böyle dostlarım, yatağa yapışmış durumdayım, hareket edemiyorum, isteyemiyor ve yapamıyorum, boşlukta olmaktan çok öte bir şey söz konusu, ve bu söz konusu durum dahilinde geleceğe dair olasılıkları düşünmek, pek akıl karı olmamalı, izlanda müziği dinleyerek gelecek güzel günlerin düşünü kurmak fayda etmez, beklemek gerek her zaman olduğu gibi, ve neyi beklediğini soranlara “bilmiyorum” demek, epey mantıklı geliyor bana, mantıksız olan her şey mantıklı geliyor, iş görüşmeleri, siktiriboktan iş görüşmeleri, çalışmak istemiyor ve iş arıyorum, trajikomik, hepimiz trajikomiğimiz, ve ben trajikomik ne demek tam olarak bilmiyorum, ve başta da söylediğim gibi kavrayış yeteneğinden yoksunum, donuğum, donuk, ve katılaşmış, üzülemiyor, sevinemiyor, sadece derin bir acı hissediyorum, ama unuttum, acının kaynağını yani, başlangıcı, ama sonunun başlangıç noktası ile bitişik olduğunu biliyorum, bu yüzden hiç bitmiyor, anlamayacaksınız, hiç kimse anlamayacak ve ben de “zaten bir şey anlatmıyordum ki” diyeceğim “her neyse”. geçersiz, önemsiz, ve kaydadeğer değil, ve susacağım, ve daha neler neler. bunları niye yazdığımı bilmiyorum, en azından bu konuda anlaşalım, tamam mı? yani en azından bu konuda…
bu, kötü yaşanmış bir hayatın bir o kadarda kötü yazılmış öyküsü olabilir… ve anlatmaya nerden başlayacağımı bilemediğim için lafı eveleyip geveliyor
olabilirim… anlatmaya başlayıp başlamayacağımdan emin olmadığım için de aynı zamanda. bir diğer sorun, her şeyin ne zaman başladığını kestiremiyor oluşumdan kaynaklanıyor olabilir, yani ipin ucunu kaçırdığım ve yakalamaya zahmet etmediğim o anın. psikolog olsaydım çocukluğuma inmeyi deneyebilirdim, ama bir seçim şansım olsaydı, bir seçim şansımın olmamasını seçerdim, ya da hiç olmamayı, salt olarak olmamaktan bahsediyorum, var olmamaktan, varsa yoksa can sıkıntısı. can sıkıntısı neşriyat sokağı. o günü hatırlıyorum. yayınevi kurmak konusunda anlaşmıştık, ve işe underground olarak başlayacaktık, ve canımız çok sıkılıyordu ve underground yayınevimizin adını can sıkıntısı neşriyat sokağı koymuştuk, işimiz gücümüz absürt şeylerle uğraşmaktı, ve bir amacımız yoktu, ve yıl ikinbindi, ve “battal niyazi” adında bir fanzin yaptık tuncay ve refikle, hayaletlerimle beraber, ama fanzinin kapağına ismi yazarken “battal” yazmayı unutmuştuk, gazeteden kestiğimiz harfleri yapıştırırken niyazi’yi oluşturan her harfi öyle bir yapıştırmıştık ki, öyle kalmak zorunda oldu ismi, ve fotokopiciye gitmeye üşendik, gerçekten üşendik, refik ortada, ben sağda, tuncay solda, oturup sayfa sayfa okuduk fanzini, dışımızdan, takı tezgahında, amfetamin esiri beyinlerimizde yankılanan kahkahalarımız, sonra noldu bilmiyorum, evin bi köşesinde kaybolup gitti fanzin, ürettiğimiz her şey evin ya da tezgah açtığımız sokakların bi köşesinde kaybolup gidiyor ya da unutuluyordu, hala bu durum devam ediyor, her şey uçuyor elimden, bu yüzden neşriyat sokağı demiştim yayınevi demek yerine ve gerçekten canım çok sıkılıyor, sıkıntıdan ödüm bokuma karışıyordu, yalnızca alkollü ya da haplı iken iyiydik, diğer zamanlar uzaydan bu dünyaya fırlatılmış bir meteordan farkımız yoktu, aslında daima bir meteordan farkımız olmuyordu, sırf zarar ziyan, ama alkollü iken en azından kendimiz bunu önemsemeyerek daha esnek davranabiliyorduk ve başlangıçta da dediğim gibi esnek davranmak gerekiyordu, başka türlü hayatta kalamıyordun. ve şimdi, aradan geçen sekiz seneyi düşününce, bi sekiz senem daha olmadığını görebiliyorum, doktor da bunu gördü geçen hafta, ve yasaklar yasaklar yasaklar, ve devam ediyor, her şey. her şey olanca hızıyla ve tüm şiddetiyle dönmeye devam ediyor, benim dışımda. kırmızı kart gördüğü halde sahayı terk etmeyi reddeden bir aptaldan farkım yok, ve geçen hafta beşinci arkadaşımı kaybettim, uyuşturucudan, beşi de uyuşturucudan demek istiyorum, gecenin bi yarısı telefon çalar, kendini yalnız hissettiğini söyler telefondaki ses, ve siz evden çıkmaya para bulamazken, o ölmesine yeticek kadar tozu almıştır bile, ölüme çeyrek kala… ve sen kaç kişi kaldığını düşünürsün ister istemez, gerçekten senin gibi olduğunu bildiğin kaç kişinin kaldığını, yeraltından bahsederler kitaplarda, iyi bir işi olan ve gelecek kaygısı taşımayan yazarlar bahseder yeraltından, bulundukları konumdan net görüyor olmalılar, ve sen ister istemez, her ölümün ardından kaç kişi kaldığını düşünürsün, hamam böcekleri, sinekler, ve fareler dışında konuşabileceğin kimsenin kalmayacağı o güne kaç kişi kaldığını, ve yine de, ve hala, daha çok vakit var, beklemek için, hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilerek, ve umut etmeyerek, beklemek için. hiçliğin köpekleri. dört. üç. iki. bir.
stream sarhoşsun, ve uyuman gereken bir zaman diliminde oturmuş this empty flow dinleyip duvarları izliyorsun, zihnin çok hızlı bir şekilde boşluğa doğru akıyor. boşluğa, çünkü, akılından geçip yokolan ve bir daha hatırlamayacağın yüzlerce görüntü, ses, düşünce. bekliyorsun ve beklemekten fazlasıyla sıkılmışsın. bir şey olsun istiyorsun. herhangi birşey. biri gelip seni bu boşluktan çıkarsın istiyorsun. ve korkuyorsun artık bunun gerçekleşmesinden. kendini güvende hissetmekten korkuyorsun. herşeyden korkuyorsun anasını satayım. korkarak iletişim kuruyorsun insanlarla, çünkü fazlasıyla hassassın ve insanlar fazlasıyla bencil. arsız. bencil olmaya çalışıyorsun. bencilleşmeye. elinden, kendini değiştirmek için hiçbirşey gelmiyor. bekliyorsun sadece. jori sana şarkı söylüyor, sen boşluğa kelimeler düzüyorsun. ve asıl ihtiyacın olanın, birinin gelip seni o boşluktan çıkarmaktansa, o boşlukta seninle beklemek olduğunu biliyorsun. ama o boşluğa gelen-giden olsun da istemiyorsun artık. kimseye dönüp bakmıyorsun. birileri geliyor. birileri gidiyor. birileri birşeyleri bozarken, birileri de birşeyleri tamir edebileceğini vaat ediyor. bak ben böyle iyiyim tamam mı diyorsun onlara. hiç birşeyin yerine konmasına ihtiyacım yok diyorsun. kırılabilecek birşey kaldıysa, sen devam et diyorsun. ben hiçbir şey hissetmiyorum artık diyorsun. bağışıklık kazandım artık acıya karşı diyorsun. ama koca bir yalan bu. yalnızlığı kanıksadığını söyleyişlerin de koca bir yalan. neyi beklediğini bilmediğini söylediğinde de, yalan söylüyorsun.. artık gerçekleri söylemekten korkan bir uçan balonsun. tam bir fiyasko. bir duvar vardı eskiden. sonra yıkıldı. sonra daha sağlam bir duvar daha ördün. onu da yıktılar. sonra iki üç kat kalınlaştırdın. oda dayanmadı. sonra bir duvar daha. ve bir tane daha. ve şimdi duvar bile yok ortada. herşeyimi alabilirsiniz. size verebileceğim birşey kalmadı gerçi. tekrarlar tekrarlar tekrarlar. tekrarların tekrarları. başa al, ve yeniden çek. sonuç değişmez. son aynı, ara sekanslar farklı sadece. ve sonunu baştan bildiğin bir filmin, başlangıcı farklı da olsa, tad vermiyor artık. o yüzden yeni birşeye tahammül yok diyorsun. yeni bir patlamaya mesela. ama her an kapılıp gideceğini biliyorsun. zayıfsın, fazlasıyla zayıf duvarların. ve geçen gece. neyse, geçen geceyi boşver. geçen günleri boşver. hiç birşey görme hiçbirşey duyma. imlayı da boşver. düzeltme de. bırak nasıl yazdıysan öyle kalsın herşey. hatta nasıl yaşandıysa öyle kalsın, düzeltmeye çalışma. yazma da olan biteni. hatırlamaya da çalışma. çözmeye de çalışma. anlayamazsın. bekle sadece. aptal bir film şeritinin, neden defalarca başa sardığını merak bile etme. bu senin doğanda var. özün bu. içinden çıkamayacaksın. ve içine de giremeyeceksin aynı zamanda. sen birşeyler anlatırken, kimsenin sana birşey anlatmadığını görüceksin. sonra herşeyini çözen o gözleri bir daha görmeyeceksin. çözünmemeye çalışmaktan da vazgeç o zaman. bekle işte. hiç bir şey yazma. ve geçen geceyi de boşver. bileklerin yerine kestiğin o aptal bilekliğini de çöpe at bence, tamir ettireceğine. basit bir sinir kriziydi sadece dedin. ve basit olmadığını biliyorsun. ve basit deyip geçiştiriyorsun herşeyi. hafife almak işine geliyor çünkü. hafife alırmış gibi yapmak herşeyi. ve ertesi gün devam etmek zorunda kaldığın bir gün var önünde. sonra bir sonraki gün. ve bir sonraki. film şeriti kendini yenilemeye devam ediyor. ve zihnin bu dünyanın çok ötesinde. otobüse biniyor ve çığlık atmak istiyorsun. herkesin nesi var böyle. asıl senin neyin var girdo? gördüğün şeyler halusyunasyonun olabilir bence. tüm kahkaha ve gözlerin arkasında gördüğün herşey, senin deliliğinin bir kanıtıdır belki. delirdiğini düşünüyorsun artık ve buna inanmak en boktanı. herşey, her geçen gün, kendini yenileyerek devam ederken, herşeyi çözdüğünü nasıl iddia edebiliyorsun hala? işe yaramaz ve boş. boş ver öyleyse. hiç birşey görme, hiç birşey duyma.
on yıl önce - elli yıl sonra şimdi. gecenin bir yarısı. karanlık bir odada oturmuş, bekliyorum. ve tuşlara basıyorum sakince. aynen piyano çalar gibi. ritim. akış. boşluk ve hiçlik ve anlam. evet anlam. üzerinde pek fazla düşünülmemiş cümleler. ve ister istemez. zihnim. on sene öncesine geri dönüyor. o deli dolu zamanlar. serserilik yapmanın, daha kolay olduğu, ve hiçbir şeyin umursanmadığı, mucizevi geceler. bir tren yolunda, bucada, tek başına içilen ve tek başına geçirilen saatler. değişen birşey yok aslında. sadece, biraz daha bitmişsin. ruhen ve bedenen. hepsi bu. hâlâ düşünmüyorsun geleceği. o zamanlar da düşünmüyordun. hiçbir şeye inanmıyorsun hâlâ. o zamanlar da inanmıyordun. ve hiçbir şey hissetmemeye zorluyorsun kendini, tıpkı on sene önce olduğu gibi. ve biten her şey, geri sarıp, tekrar ediyor. tekrar tekrar patlıyor flaşlar. ve resimlere bakıyorsun da, pek değişmemiş, manevi tablo. aradan geçen zaman değil sadece aslında. bir çok insan ve bir çok aşk ve bir çok kum torbası var. pardon, aşk için, bir çok kelimesini kullanamayız aslında. geriye kalan ne varsa, fazlasıyla fazla. ve ağır geliyor artık, içindeki odada biriken, toz parçaları. bir sigara yakıyor ve öksürüyorsun ve kalbin "dur" derken sana, "sen dur" diyorsun ona. dur allahın belası. dur artık. durman gerekiyor. hiçbir şey hissetmemelisin. neden atıyorsun ki. neden heyecanlanıyorsun ki arada bir hâlâ. dur lütfen. lütfen dur artık. yoksa beni sevmiyor musun? on sene öncesini düşünüyorum. ister istemez yapıyorum bunu. ve aradan geçen, yaklaşık dörtbin gün sonunda, nereye vardığına bakıyorsun. bir direğe tırmanmak yerine, etrafında dönmeyi seçmişsin sanki. ve artık başın da dönmemeye başlamış, bu döngüden. kurulu bir düzenek gibi, git-gel konya altı saat gibi. gibi gibi gibi. herşey "gibi" zaten. aslen hiçbir şey gerçekten var değil. fotokopi anılar. birbirinin benzeri ve gittikçe de, yani tekrar ettikçe, olaylar, yıllar, hayat, tekrarların daha kötü bir kopyasını elde etmekten başka, işe yaramamış, yaşamış olman. "on sene önce daha iyiydi be" dedi bugün bir dostum. harbi lan dedim ona, hakketten ha, daha iyiydi. daha iyi ve daha özverili. umut etmiyorduk ama özeniyorduk. kendimiz için özen gösterdiğimiz bir hayatımız vardı. sonra noldu? sonra hiçe sayıldığımız için hiç olmaya alıştık ve kendimizin farkına varmamaya başladık. işte aynen böyle, yaşanan hikaye.. "girdap çok iyi yazıyorsun". yok ya? valla mı? napayım yani? napmam gerekiyor söyler misin? teşekkür mü etmeliyim bu yüzden sana? yani ederim, gerçekten teşekkür ederim ama, napmalıyım bilmiyorum. gerçekten bilmiyorum. sorun ne onu bile bilmiyorum tanrısını satayım. ve iyi falan da yazmıyorum. deli hikayeleri, bunların hepsi. değer görmek mi? yani yazarlık serüveninde bir başarıya ulaşmak, bizi mutlu edicek mi? başarı? belki para? olabilir mi? neyi farklılaştırır ki, seni kaç kişinin okuduğu? yeni bir insan tanımak neyi değiştirir söyler misin? hayır seninle görüşemem, çünkü görüşmek istemiyorum. hayır dost olamayız. hayır bir sevgiliye ihtiyacım yok. hayır sevişemeyiz. hayır hayır hayır. sıkıldım artık hayırlarımdan, hayırlısı olsunlarımdan, ve daha bir çok. o kadar çok ki, yaza yaza bitiremedim yani. bitmez de zaten. allah'ın inayeti sayesinde, hakkından geleceğim kendimin. yakındır zafer şarkılarım. bir sigara, sonra bir sigara daha.. "girdap çok matrak bir herifsin ha, güldürüyorsun beni sürekli". doğru, matrağım. hiçbir şeyi, ciddiye alabilecek kadar önemseyemiyorum çünkü artık. her şeyle taşak geçiyorum. başta kendimle. çünkü yok başka, yapacak birşey, eroini denemek dışında. ki bi o kaldı zaten, denenmemiş kaçış tüneli kazısı olarak. zaman, sadece zaman.
ruhunda, onarılması mümkün olan, hiçbir şey kalmadığında, güzel bir gelecek ve mutluluktan ve kurtuluştan söz eden, hayır cemiyetine mensup insanlar, o kadar iğrenç geliyor ki insana. güzel bir dünya düşü? yok öyle birşey. kendinizi boşuna kandırmayın. kapitalizm kendi başını yiyecek sonunda. sonra da çok daha kötüsü gelicek. dünya bitiyor, az kaldı.. ve daha daha kötüsü ile de ilgilenmiyorum ben. çünkü ortalıkta, fazlasıyla aptal olan, bir taraf var. o aptal, benim tarafım da olabilir ayrıca. yani kim daha salak bilmiyorum ama, ben olabilirim. çünkü önünde, diğerlerine göre, çok daha fazla para, ün ve kadın, kazanma şansı ve potansiyeline sahipken, "hasiktirin lan ordan" deyip, burnunun dikine gidiyor ve bundan da hiç şikayet etmiyorsun. sonra bir dangalak gelip, fazlasıyla depresif olduğumdan dem vuruyor. ben de gülüyorum buna, çünkü saçmalık bu, çünkü bilinen öğretilerinize göre, teşhis koyamayız bu halet-i ruhiyeye. ve ben bu durumun adına, tırlatmak diyorum. bu, depresyon ya da başka bir saçma dürtüten değil, tamamen gerçek olanı görüp, kabullenip, sonrasında tüm algı mekanizmalarının iflas etmesinden kaynaklanan, bir delilik hali. sonra da işte, herşeyle dalga geçiyorsun, insanlar arasındayken. ve gülüyorsun, gülüyorlar. girdap çok komik bir adamdır. gülelim bare.. gülmek iyidir aslında, olan biten herşeye, çünkü fazlasıyla komik bir dünyada yaşıyoruz. trajikomik. trajik. "ölünce yakılmamızı istiyorum. ve küllerimin küllerine karışmasını bir kutuya konulmamızı istiyorum ve denize atılmamızı" bu salak şeyi yazdığımda, on sene öncesindeydik zamanımızın. ve şimdi, buradan, dikiz aynama bakınca gördüğüm şey, geçmiş zaman tünelim, o kadar da komik ya da eğlenceli ya da süper gelmiyor bana, şu an gelmiyor, çoğu zaman gelmiyor, ve adamın biri kalkıp, "çok iyisin ya" diyor, "süpersin". hani nerdeyse inanıcam ve kahkaha atıcam yani. sigara sigara sigara. yani aynen "figaro figaro figaro" gibi. kalbimin attığını duyabiliyorum ben. hızlanıp yavaşladığını içerde. kan dolaşımını da hissedebiliyorum. giderek yavaşladığını. ve tamamen manyamış bir doktor, bunları çeşitli tahlillerle söyleyince, "ya gerek yoktu bunlara, sorsaydın söylerdim ben" demiştim, kızdı bana. haklı olabilir. herkes haklı olabilir. herkesi haklayabilirim ayrıca. o yüzden durmadan üzerime akın eden sinekler ordusuna, bir şey diyeceğim, benimle uğraşmak yerine, oturup adam gibi kendi derdinizi yazın. sıkıldım artık sizin bitmeyen sataşmalarınızdan. tepem atarsa, gerçekten amınıza koyabilirim, tek bir cümle ile. anlaştık mı? benimle uğraşamazsınız, bunun farkına varsanız iyi olur. farkına varsan iyi olur, bay lethe. ve bu ismi haketmiyorsun da bence. lethe nehrine bir gezi düzenlemek istiyorum. başka bir şansımız kalmadı sanırım. ya da izlanda. o sonsuz beyaz boşlukta, yürümek sonsuzluğa, kaybolmak, donmak, gömülmek, ve erimek sonra. yakılmaktan daha iyidir belki bu. soğuk, alabildiğine soğuk bir mağarada, karların altındaki bir mağarada, tek başına yaşayıp, duvarlarına, ilk insanlar gibi, resim yapmak istiyorum. sonrada, mağaranın kapısına düşen bir çığ sonucu içerde mahsur kalmak. doğal karadelik bu olmalı. ki düşününce, şu an, gelinen noktadan, varılacak sonuç da, bu durumun, allegorik bir anlamda, gerçekleşiyor olduğunun, kanıtı bence.
on sene önce. elli yıl sonra bir kazı çalışması. ve keşfedilen hiç hoşça kalın sevgili sevgililer 3 temmuz 2009
başlıksız1876 1. eskisi gibi yazamıyorum artık. daha az acı çekiyorum. daha az hissediyorum. bir şeyler hissetmeye bile zaman bulamıyorum. kitap okumaya. müzik dinlemeye. insanlarla konuşmaya -her ne kadar bu sonuncusu gereksiz bir aktivite olsa da. beynimin içinin çürüdüğünü hissediyorum çoğu zaman. gözlerimin çürüdüğünü. midemin. akciğerimin. çürüklük hissi. "iş göremez" raporu almalıyım. "bozuk" raporu. "tamiri mümkün değil" raporu. iade etmeliler beni. geldiğim yere. her nereden geldiysem. bunu da bilmiyorum. ama üretim yerime iade edilmeli ve parçalanmalıyım bana sorarsanız. işe yarar bir parçam kaldığını sanmıyorum içimde, ama yedek parça olarak kullanılabilir belki, eğer varsa sağlam tarafım. geri kalan kısımlarım çöpe gitmeli. hurdacılar bu işi görebilir. insan hurdacısı var mı aranızda? evet evet, saçmaladığımı düşünüyorsunuz. itiraz etmeyeceğim. hareket edicek gücü bulamıyorum kendimde. tepki vericek gücü. donuğum artık. insanlar sorular soruyor. aptal aptal suratlarına bakıyorum. deli olduğumu düşünüyor olabilirler. tam bir geri zekâlı. idiot. ve şu ofisten çıkınca, hemen kapının önünde biri üzerime silahı doğrultsa, refleks vari bir tepki bile veremeyecek kadar yorgunum artık. "heey deprem oluyor" dese biri. "bomba var kaçın" dese. b52'ler geziyor tepemizde dese. içimden hiçbir şey gelmiyor yaşama devam etmek için. rutine bağladım her şeyi. otomatik pilot. talimatı verdim ona. o kim? bir program. ikinci ruh. adına girdap diyor olabilirler. ya da girdap benimdir. o ise girdapoz. girdapalas da olabilir. girdapır da fena fikir değil. ki bana kalırsa ve mademki g harfi ile başlıyor sıfatlarım, göt diyebiliriz. tam bir göt gibi davranıyorum çoğu zaman. bencilce. ama bunu bir tek ben söylüyorum. herkes ne kadar harikulade olduğumu söylüyor. değilim diyorum. ottan boktan bir adamım ben. ve salağım. ikinci bi kişi var sadece içimde. hırslı, azimli, kararlı, dünyayı sikicek yakında. ama o bir otomatik pilot. sürekli kapışıyorum onunla. şu an kendisinden habersiz yazıyorum bu yazıyı, kontrolü ele geçirirse, yazıyı silip çöp kutusuna gönderebilir. çünkü mükemmel yazmak istiyor. ve bu boktan bir yazı. eğer o fark etmeden bu yazıyı bitirir de birine gönderebilirsem okuyabilirsiniz. ancak yine silicektir. utanır çünkü. aptalca gelicektir. ve o haklı olmalı. bana da aptalca geliyor. şizofreni tanısı. hayır demiştim, abartıyorsunuz. “yanlış anladınız” dediler, “bu haplara devam edip, bu kadar az uyursanız sonucu oraya varıcak” dediler. iki tane psikolog dedi bunları. bir psikoz geçirdiğim söylendi. o günlerde de, başka bir şeye dalmıştım. başka bir proje. ve sonra insanlar delirdiğimi söyledi. inandıramadım kimseyi deli olmadığıma. sonra gerçekten delirdim. çünkü dayanamıyordum. tek bir kişi göremiyordum çevremde. kimse yanımda değildi. kimse arkamda değildi. ve umudum tükeniyordu. okula gitmiyordum. işe gitmiyordum. içiyor ve yazıyordum. içiyor ve planlıyordum. amına koyucaktım dünyanın. düzenini değiştiricektim. yeni bir yaşam formu icat ettim. yeni bir dünya. 506 sayfa sürdü yazı. sonra ona şekiller yaptım. el çizimleri. krokiler. sonra
birkaç kısa tarihsel analiz yaptım. niçin bu durumda olduğumuzla ilgili. yakın çevrem bunu fark ettiğinde beni denetim altında tuttu. delirdiğim söylendi. kimse bana inanmıyordu. ben kimseye inanmıyordum. sıkılmıştım. ya istediğim gibi yaşayacak ya da intihar edicektim. çalışmak istemiyordum. askere gitmek istemiyordum. "pejmürde" yazıldı sonra. çok sevdim onu. neyse, başaramadım. kafa tutamadım sisteme. tek başımaydım. ve yaşamak için ödenmesi gereken bedelleri ödemezseniz, açlıktan ölürdünüz. ya da sizi deli diye kapatırlardı bir hücreye. ve eve geri döndüm. ekonomik olarak aileme bağımlı değildim tam olarak, ama kalıcak yer, ısınma, barınma ve gıda. bunları ailem karşılıyordu. ve onlardan para istemiyordum, bilirsiniz, harçlık türevi, çocuğa verilen. onlarda da yoktu çünkü. babam günde 13 saat çalışıyordu, pazar dahil, ve hastaydı. 64 yaşındaydı, çalışıyordu. 21 yaşındaydım, ölmek istiyordum. sonra, dediğim gibi, daha fazla alkol aldım. bir tür geçiştirme süreciydi bu. acıyı geçiştirme. hayatta kalma. yaşam savaşı. ayık olunca intihar etme güdüsü bastırıyordu. ben de ölmemek için sarhoş kalıyordum. bira-votka. şarap. bu esnada okula gidip geliyor ama derse girmiyordum. kitap okumuyor, televizyon izlemiyor, dünya ile ilgilenmiyordum. müzik dinliyordum sürekli. bana ilham veren güçlü sesler. dünya ile alakamı kesmiştim. ben bir şeye inanıyordum. ve kimse bana inanmıyordu. aptalca bir yaşam tarzı edinmişti insanlar. çalışmak. boktan işler. sigortalı olmak. emeklilik. bankalar. okullar. devletler. oy vermek. demokrasi. ekonomi. silahlar. aşk. evlilik. çocuk. din. boktandı hepsi. yalandı. birilerinin bizi düdüklemek için kurdukları bir mekanizmaydı. biz de gözleri bağlı kölelerdik. hayır demiştim. ve hayatta kalmaya çalıştım. sonra noldu bilmiyorum. uyuşturucu maddeler bir şekilde beni delirtti. ve bir psikoza girdim. ciddi bir psikolojik hastalık geçirdim. ne olduğunu bilmiyorum. merak da etmiyorum. ama iyileştirdiler beni. hapla ve muskayla. bir ay sürede ayıldım. sanrılar azaldı. zihin açıldı. ve okula başladım. ve kitap okumaya. ve tv izlemeye. ve insanlarla gezip tozmaya. içimden bir şeyi çıkardıklarını düşünüyordum. şeytanı olabilir. ya da tanrıyı. bir şeyi çıkardılar. ve ben normal oldum. okulu bitiricek, işe giricek, askere gidicektim. 2. özür dilerim. patronumun kızına yemek hazırlamak için yazıya ara vermek zorunda kaldım. ve şimdi nerde kalmıştım ne anlatıyordum hatırlamıyorum. her şey karıştı. ve toparlayamayacağım, üzgünüm. şu an bu yazıyı yazdığım yer bir iş yeri. evden bozma bir ofis. iki oda bir salon bir mutfak. hemen karşımızda ise bir depo var. ve evet, kötü müzik. akıp duruyor. bitti 5.eylül.2007
yeni metin belgesi buradayım. bu odanın içinde. günlerdir sokağa çıkmadım sayılır, gerçek anlamda çıkmadım. bekliyorum. başım ağrıyor şu an. dayanılabilecek bir ağrı değil, ama seviyorum başımın ağrımasını, düşünmemi engelliyor. ya da ruhuma batan şeyleri hissetmemi. mide ağrım da aynı şekilde. ve bitmek bilmeyen akciğer ağrılarım. tat aldığım söylenemez, ama seviyorum. mazoşist değilim yani, böyle bi zevk alma içgüdüsüyle sevmiyorum kendime yaşattığım fiziksel acıları. ama bu da bir tür uyuşturucu işte, tıpkı bir zamanlar sizlere bahsettiğim jilet gibi. hiç bi yerimi kesmedim bugüne kadar. ama sol kolu baştan aşağı jilet izi olan bi hatun gördüm, nerdeyse. “nerdeyse” derken, nerede olduğunu sormuyorum, nerdeyse gördüm sayılır demeye çalışıyorum. ama türkçem zayıf, ifade etme yeteneğim zayıf, ve ben de zayıfım. öksürüyorum durmadan. insanlar çok fazla sigara içmememi, alkol kullanmamamı, ve yaşama biraz daha asılmamı falan söyleyip duruyorlar. istemiyorum yaşama asılmak falan, her öksürdüğümde sızlayan sol akciğerimi seviyorum ben, onunla birlikte yaşamaya alıştım, ve o benden nefret ediyor olmalı. günde 3 paket sigara içen her insandan, sahip olduğu akciğeri nefret ediyor olmalı yani. aslına bakarsanız, sigara yerine alkolü deneyerek midemin de ağzına sıçabilirim, ve karaciğerimin, ya da hem cigara hem hap alarak, eskiden olduğu gibi toplu katliam gerçekleştirebilirim bedenim de, eskiden olduğu gibi bu sigara alkol cigara hap dörtlüsüne toz amfetamini de katarak, daha çabuk ölmeye çalışabilirim. ama ölmeye çalışmıyorum ben, hayatta kalmaya çalışıyorum, anlayabiliyor musunuz? karışık geliyor olabilir, ‘bu saydığın şeyler insanı hayatta tutmaz, öldürür’ gibi bi düşünceye sahip olmalısınız siz, o yüzden gidip kendinize aynı fikirde olduğunuz bi yazar seçin lütfen. ben kimseyle aynı fikirde değilim, kendimle bile aynı fikirde değilim ben, karışığım, her bir zerrem başka bi yöne çekiştirip duruyor beni durmadan. biri, “hadi kalk oğlum iş ara” diyor, bir diğeri, “otur oturduğun yerde bu odadan dışarı çıkmak yasak sana” diyor. biri, “şu hatunun teklifini kabul edip eskişehir’e gitmelisin” diyor, bir diğeri “lan oğlum ısparta’ya gitsene, hazır iş veriyor işte sana tip” diyor. biri intihar etmemi söylüyor durmadan, bir diğeri bir diğeri bir diğeri… çelişkiliyim, öykülerim çelişkili, yazdıklarım çelişkili, ama bu konuda yapıcak bir şeyimiz yok. ayrıca, beni kurtarmaya falan da çalışmayın artık, kesin bu saçmalığı. sizin, benim için yapabileceğiniz bişi yok, hatta benim bile kendim için yapabileceğim bişi yok, hatta ve hatta tanrının bile benim için yapabileceği bişi olduğunu sanmıyorum. evet, ondan da umudu kestim artık. zaten, yukardan bizi izleyip arada bi peygamber gönderip kitap yazmaktan başka bişi yaptığı yok onun da, ki onu da yapmayacakmış artık, bırakmış bu zırvalığı, “bu size gönderdiğim son peygamber, bu da yazdığım son kitap, ne haliniz varsa görün, ister bana uyarsınız isterseniz uymazsınız, benden günah gitti” deyip çekip gitmiş. nereye gittiği bilinmiyor ama bi gün gelip kıyameti koparacak galiba. öyle demiş yazdığı son kitapta, ben onun sıkı bi okuyucusuydum oysa, yazdığı tüm
kitapları okudum, çok seviyorum onu, ama henüz pek bişi anlamadım. bi gün anlarım umarım. ha bu arada, sizi bi konuda daha uyarmak istiyorum, ben gelişigüzel yazıyorum, anlattığım herhangi bişi yok yani, takılıyorum öylesine, içten geldiği gibi, ne şekilde gelirse. canım fena sıkkın bu aralar, bir de baş ağrısı eklendi her şeyin üzerine, arada bi ağrıyor. o da benden sıkılmış olmalı, bedenim bile ruhumdan sıkıldı artık, sürekli bi sorun çıkarıyor, ağrılar ağrılar ağrılar. bu arada, manik depresif olan hatunlar konusunda bi kitap yazmayı düşünüyorum, epey tecrübeliyim bu konuda. bi milyar tane manik depresif hatun gördüm, hayır rüyamda değil, gerçekten gördüm, sırayla. size hiç, bi hatun telefon açıp “sana deli gibi aşığım adamım” dedi mi, ve bu hatunu hiç tanımadığınızı varsayalım, sizi bi yerden keşfediyor, yazılarınızı falan okuyor, sonra sizin telefon numaranızı bi şekilde bulup, size bunu söylüyor, sonra tanışmak istiyor falan, siz bunun hiç de iyi bi fikir olmadığını söylemeye çalışırken; o, sizi duymuyormuş gibi, nerde olduğunuzu sorup, sonra ağlamaya başlıyor. bugüne kadar tam bi milyar tane ağlayan hatun gördüm, içim paramparça onlar ağlarken. yine de onlara güvenmiyorum, sizi çok çabuk tuzağa düşürüp, ertesi gün çekip gidebilirler, ve yaparlar bunu, emin olun yaparlar, erkekler de bunu yapar. arada bir fark yok ve seksist değilim ve ben hiç manik depresif erkek görmemiş olsam da, en azından şimdiye kadar, onlara da güvenmiyorum. hayır, manik depresiflikle güven arasında bi koordinasyon oluşturmuyoruz burada tatlım. sadece, size tavsiyem, lütfen benden uzak durun, ben sizi zaten tanımıyorum, sizin de beni tanımak isteme fikriniz çok itici geliyor bana, defolup gidin, anlatabiliyor muyum? tam olarak bu! sıkıldım artık. e-posta adresim yok, msn’im yok, telefon mu, o da ne demek? ha evet, bende var bi tane, numaramı söyler miyim sana? söylerim tabii, ama kapalı o alet, neden mi kapalı? bilmiyorum, manik depresif bi telefona sahibim, yani ilk aldığımda böyle değildi elbet, ama uzun bi süredir böyle, kendi kendine kapanıyor, ve ben de fark edemiyorum kapandığını, onun başında nöbet tutamam ya. bu terörist devlet için on sekiz bin sekiz yüz seksen altı saat nöbet tuttum zaten boktan bi cezaevinde. ayrıca beni aradığında muhtemelen telefonum yüzüne kapanacaktır, hayır ben neden böyle bişi yapayım güzelim, o kendi kendine kapanıyor ben biriyle konuşurken daima. biraz kıskanç bi telefonum var, ben biriyle konuşurken pat kapanıyor, kimseyle görüşmemi istemiyor benim. ne? tamir mi ettirmeliyim? hayır, seviyorum telefonumu, tüm eşyalarımı seviyorum, örneğin şu an üzerimde olan ve üzerindeki sigara yanıkları ile beni epey sevimli gösterdiğini düşündüğüm kazağımı da seviyorum. annem, sürekli olarak bana “yeni bi kazak alalım sana” diyor, ben de “bu var ya diyorum, bu var, diğeri var, yetiyor bana, ne kazağı?” kızıyor ve sonra diğer odaya gidip ağlıyor, iki dakika sonra hemen gülmeye başlıyor ama, hemen onu güldürmeyi başarıyorum. çok kırılgan bir annem var ve çok hassas davranıyorum bu yüzden ona karşı, -evet annem de manik depresif, doğru bildiniz, ama ona ölümüne güveniyorum işte.
sonra sonra, bi gün amanda palmer’in benimle bi gece geçireceğini, sonra bana aşık olup o baterist heriften ayrılacağını, dresden dolls’u da imha edip, benimle bi grup yapacağını hayal ediyorum. grup seks falan değil yahu, ne alakası var, grup kuracağını demek istedim. ben alkışla tempo tutarım, o da piyano çalıp şarkı söyler. zaten alkış dışında çalabildiğim başka bir müzik aleti yok, ha bi de kendi aletim var, haklısın julia, aşk yokken hiçbir halta yaramıyor ama o, defolup gider misin lütfen? alkış, bir müzik aleti değil mi? iyi de sana ne bundan, ben seninle konuşmuyorum bile. bir saniye, telefonum çalıyor, uyanmalıyım, daha sonra gene rüyama girer misin julia, pekala teşekkür ederim. telefon çalıyor, uyanıp telefonuma bakmam gerekiyor, çünkü çok ısrarla çalıyor telefon. hemen gelicem, telefonla konuşup uyumaya devam edicem hemen, seni bekliyorum, lütfen rüyama gene gir. beni aradığında ve telefon zangır zangır titrediğinde uyuyordum güzelim hayır yalan söylemiyorum sana neden yalan söyleyecekmişim ki? hem sana ne zaman yalan söylemişim ki şimdi söyleyeyim? hem ben nerden bilebilirim ki senin aradığını? hem neden sen arıyorsun diye açmamazlık yapayım söyler misin? evet numara gözüküyordu da ev numaran ben de yok ki bristol’un telefon kodunu ben nerden bileyim? sen olduğunu nasıl tahmin etmiş olabilirim? yine kafan kıyak evet kıyak ve etrafında sataşabileceğin senin mırın gırınlarını dinleyecek kimsen yok öyle değil mi? hayır çaldığında uyuyordum dedim sana hem neden sürekli sabahları arıyorsun beni söyler misin? uyandırana kadar çaldırmak zorunda mısın? sabahları sinirli olduğumu biliyorsun bu benim sorunum haklısın ama şu var ki sen de benim bi sorunumsun ama sadece sen benim bi sorunumsun senin sorunların benim sorunum değil
dinlemek istemiyorum artık yoruldum evet beraber yaşamak mı? benim ne işim var orada söyler misin? nasıl yaşayabilirim orada senin paranı istemiyorum bir daha olmaz bak bunu daha da dramatikleştirmeyelim olur mu? ve bu da diğer her şey gibi can sıkıcı gerçeklerimizden biri bi sigara yakmalıyım bekle bi saniye ağlamayı kes artık canım acıyor lütfen bak ben acıya dayanamıyorum tamam mı? ve bunu çok iyi biliyor olmalısın hayır sen beni dinle numara yapmadığını ben de biliyorum sen ağlarken neler yapıyordum hatırlasana evet o jilet numarası mesela seni güldürmüştüm ama ciddiydim ben kesicektim evet, ne kadar deli olduğumu biliyor olmalısın evet sadece kötüyken beni arıyorsun derken ciddiydim bu konuda da ciddiyim kulpçu dükkanıyım ya ben. ve telefon yüzüme kapanır. benimse, rüyamdaki julia tamamen çıkar aklımdan. ama bakın, size daha önce de söyledim ben, bir müptelanın gücünü hafife almamanız gerekiyor, az kaldı. çok az. neden mi bahsediyorum? yine aynı konu işte, gidip neden bahsettiğini anladığınız biriyle takılın. benden uzak durun, uzak uzak uzak. olabildiğince uzak… çünkü hiçbirinize güvenmiyorum! tam olarak mesele bu, ve sizin o harikulade emiş gücünüzle falan da ilgili değilim. eğer canım birini becermek isterse, bunun için üstüne para bile alabilirim, merak etmeyin, ki becermek değil sevişmek derim bunun adına üstelik. hayır, sevgili
olmak falan da istemiyorum. tamam size fanzin verebilirim, ama hepsi bu, anlıyor musunuz, size verebileceğim her şey bu kadar, sınırlı. küstahım evet, ama seviyorum bunu. sizi de seviyorum. evet. öyle olmalı. telefon? “telefon teminki konuşmanda neden kapanmadı” demek istiyorsunuz değil mi? yalancının tekiyim, telefonum hakkında da size yalan söylüyor olmalıyım. yo hayır, bu kez yalan söylemek istemiyor canım, o alet gerçekten kapanması gereken konuşmalarda kapanmaz. başım ağrıyor evet, gitmeliyim, bu boka sonra devam ederiz. bi sigara falan için siz de, kullanmıyorsanız da hemen başlayın bence. çok ciddiyim, alkole de başlayın, hemen, derhal, benim gibi okuldan atılın, ekonomiyi işsizlik sayısını arttırarak baltalayabileceğinizi düşünün benim gibi, ve büyük hayaller kurmayın, hatta hayal bile kurmayın, siktir edin hayal kurmayı, hayatı yaşayın yeter. para biriktirmeyin gelecek için, gelecek için plan da yapmayın, aynen benim yaptığımı yapın, her konu da. belki bu sizi kurtarır, bu şekilde aradığınız huzur ve mutluluğa erersiniz belki. bu arada söylemeyi unuttum, lütfen bir daha bana “seni kurtarabilirim” gibi bir cümle kurmayın, “yayınlanmana yardımcı olabilirim” gibi bir cümle de kurmayın, bu gerçek, gerçekten yayınlanmak için taviz vermeyeceğim. şimdi defolup gidin hadi. yapmam gereken işler var. bi saniye, size ev ödevi veriyorum, sigaraya başlayın, bir sonraki vaazımda hepinizi sigara içerken görmek istiyorum, ben bırakamıyorum çünkü… dağılabilirsiniz. 13nisan2007
missed ölüm hakkında düşünüyorum şimdi. o lanet olası kara delik hakkında düşünüyorum. düşünebilirim öyle değil mi? sizce bir mahsuru yoktur umarım bunun, yani hâlâ düşünebiliyor ve yazabiliyor ve yayınlayabiliyor ve yaşayabiliyor olmamın… rahatsız olanlar gözlerini kapatabilir, kulaklarını tıkayabilir, görmezden gelebilir ve derhal çıkıp gidebilir. ne diyordum? ölüm. baştan alalım… ölüm hakkında düşünüyorum şimdi. o lanet olası lanet hakkında. bir bakıyorsun, öncesinde hareket edebilen ve daha da ötede hissedip tepki verebilen bir şey, eşyadan farksız hale gelmiş. ve orada öylece bıraksan, çok fazla dayanmayacak bir eşya gibi, çürüyüp gidebilecek, kokabilecek, kurtlanabilecek, yok olabilecek, vesaire vesaire vesaire. gömüyoruz, yakıyoruz, çeşitli yok etme biçimleri uygulayıp, anıtlaştırıyoruz. ve sonra, bazen ziyaret ediyoruz. bazen fotoğraf karelerine bakıyoruz. bazen videolara. bazen de, zihnimizin içine hapsolan film şeritlerine. zihnimizin içindeki film şeritleri, giderek daha da silik bir hâl alıyor, bulanıklaşıyor, ve sonra, zamanla daha az hatırlamaya başlıyoruz geçmişte olan biten ebegümecini. daha çok anı depolanıyor belleğimizde, ve daha az yaşamaya başlıyoruz bir şekilde. daha az hatırlayarak dünü. devam ediyor. ilerliyor, ilerliyor, ilerliyor, ve bazen birden bire, son sürat giden bir arabanın aniden bir duvara çarpıp durması gibi, içimizde geri sarıp bir noktaya kilitleniyor zihnimiz. buna kimileri nostalji diyor. kişisel nostalji söz konusu olan. kişisel bellekle ilgili olan kişisel nostalji. işte, ne bileyim, evde oturmuş bir şeyler yaparken, bir anda, bir şey, herhangi bir şey, geçmişte olan bir şeye geri itiyor zihni. ve sonrası boşluk. çünkü bir zamanlar var olan bir şeyler artık yok. sonra? sonra geçiyor işte, bu acı ve durağanlık, yine devam ediyorsun. ama asla unutmuyorsun ölen insanları. anneni unutmuyorsun. babanı unutmuyorsun. ölen eski sevgilini. ölen eski dostlarını. belki kedini veya köpeğini. hatta balığını. yani kısaca, hissedebilen bir şeyleri. artık ölmüş olmalarını. meseleyi kişisel alacak olursam, 13 ya da 14 yaşımdayken ölen eniştemi. meseleyi kişisel alacak olursam, beynimin hard diskinde, binlerce yedeği alınmış, asla kaybolmayacak olan, bir sürü geçmiş zaman dilimini… hiç bir şeyi unutmuyor ama geri de getiremiyorsun. henüz bunu başaramadık. ama her an başarabilirler. şu, geri zekalı ve gereksiz işlerle çok fazla haşir neşir olan manyaklar, teknolojiyi çok ileriye taşıyıp, bellekte geri dönüşüm yolculuğuna çıkartabilirler sizi. ve buna, kişisel bazda bir geçmişe yolculuk diyebilirler. hatta bakarsınız, “geleceğe dönüş” film olmaktan da çıkar bir gün. olabilir. her türlü acıya çare olabilir, siktiğiminin kapitalizmi. olmayı vaat ederler en azından. bütün siktiğiminin liderleri bir şeyler vaat ederler. tanrı da dahil buna. tanrınız. ne diyordum? ölüm hakkında düşünüyorum. ve pj harvey bana, tatlı bir şekilde, acı dolu bir ses ile, “missed” diyor. zamanda yolculuk fikri, bana kalırsa, hiç de iyi bir fikir değil. mümkün olsaydı, ben gitmezdim. çünkü, yaşanan her şey, yaşandığı anda gerçektir, buk.un dediği gibi, ve her ne kadar kendi içimizde geçmişe dönüp acı çekebiliyor da olsak zaman zaman, ölümü alt etme çabası, dahiyane bir şey gibi gelmiyor bana. acıyı yok etmek, hayatı anlamsızlaştırabilir. ki yeterince anlamsız gelebiliyor bazen her şey. ki kendi içinde, yeterince anlamla doldurmuşuz her şeyi. ve şimdi, bu noktada, ölen tüm şeylerle ilgili, bir şeyler zırvalıyorum. çünkü ölüm, birinin ölümü, gerçekten pis bir şey. ama söz konusu
ölüm, intiharla, ya da savaşla, ya da cinayet ile, ya da başka bir dış etkenle vuku buluyorsa, ki buna kapitalizmin başımıza açtığı binlerce hastalık da dahil, dışardan etkiyen bir şeyler sonucu vuku buluyorsa, daha da pis bir hale dönüşebiliyor, hissedilen acı. acı ve acıyı tedavi yöntemleri üzerine de zırvalayabilirim. çünkü ölüm acı demektir. çünkü sevdiğiniz herhangi canlı bir şeyi kaybetmek, size gerçekten büyük bir acı verebilir. çünkü hissetmek, ve hissedilen bazı şeyleri paylaşmak, böylesine tehlikeli bir şey. çünkü ölüyoruz. çünkü ölmek zorundayız. çünkü başka türlü, hayat çok sıkıcı olurdu. o yüzden cennet, dinlerin ürettiği, en geri zekalı vaattir. ve insanlar kanar. kanarlar çünkü, insan denilen varlık, bu dünyanın en açgözlü ve en bencil varlığı olma kapasitesine erişmiştir. o noktada, dönüp geriye baktığımızda, ölen tüm insanlar için, hepimiz zaman zaman, bir dakikalık saygı duruşuna geçtiğimizi hatırlayalım. salakça bir şey saygı duruşları. anıtlar ve türbeler ve mezarlar, dünyanın en gereksiz yerleri. yakmak gerekiyor. gerçekten yakmak. kül. sonra o külleri, rüzgara veya denize ya da uzay boşluğunda herhangi bir akışa bırakmak… bence en mantıklısı bu. o yüzden, ölünce yakılmamızı istiyorum, ve küllerimin küllerine karışmasını, bizi bir kutuya koymalarını istiyorum. ve denize atılmamızı. sadece sen ve ben. ben de mi kimim? ben de senin kim olduğunu bilmiyorum tatlım… henüz karşılaşmadık. ve hiçbir zaman karşılaşmayabiliriz. hiçbir zaman aşık olmayabilirim. hiçbir zaman aşık olmasam iyi olur. çünkü, en başa dönecek olursak, ölüm var, ve herhangi bir şeye dair özel bir şeyler hissetmek öylesine boktan bir şeydir ki, her tatlı dokunuşu, acı ile hatırlanmanı gerekli kılabilir. ve bir birlikteliğin sonu, terk edilme yerine ölüm ile geliyorsa, gerisini siz düşünün artık… burada, bir sevgililikten ziyade, genel olarak, herhangi bir şeyle yaşanan birlikteliği kast ediyorum. her şey olabilir bu. bu noktada geriye dönüp, bir sigara yakalım. belleğimizde geriye. eniştem öldüğünde, 13 veya 14 yaşındaydım ve ölümün ne olduğu konusunda en ufak bir fikre sahip değildim. sabah. telefon çaldı. kuzenim. açtım. ve bana, “baba mı kaybettik” dedi. “tuvalette. ölü bulduk. sabah”. kaldım ben de öylece. çünkü alkolikti, çünkü gecenin bir yarısı uyanır ve içerdi, çünkü o gece tuvalete girdiğinde, artık bünyesi iflas etmişti. ve neden alkolik olduğunu, olabildiğini, ve kurtulmak istemediğini, istese bile kurtulamadığını, çok iyi biliyorum. çünkü yaşam, öylesine boktan bir hâl alabiliyor ki bazen, yani gerçeklik kavramı, ve anlaşılabilmek, sevilebilmek, öylesine boktan bir hâl alabiliyor ki hayat, kendinizi yalnız, yapayalnız hissedebiliyor ve intihar ediyorsunuz, ya da kendi zihninizi çeşitli şekillerde askıya alıyorsunuz. bunu ben de yaptım ama iyi bir şey değil bu. zihni askıya almak yani. yaşama savaşına bir son vermek yani. çünkü yaşam, zaman zaman hiç olmadığı kadar güzel olabildiği gibi, zaman zaman da, var olan ve olabilecek ne varsa içinde sıkıştırabilen bir mengeneye dönüştürebiliyor zihninizi. o noktada, acıdan kaçmak anlamsız geliyor bana. çünkü, daha önce de dediğim gibi, her zaman iyi olmak iyi bir şey değildir ama her zaman kötü olmak kötü bir şeydir. bu noktada, sözü, ying yang ile bağdaştırıp, size bir örnek vermek istiyorum. verebilirim öyle değil mi? buna hakkım var sanırım… sonuçta, bu benim yazım, ve sevmiyorsanız, okumayın. nokta. devam edelim, örnek şu: 27 yaşına gelmiş bir adam, bir kaç ay önce bana, bir e-posta attı, ve “yazar olmak istiyorum bana yardım et” dedi. şaşırdım elbette. bir şeyler daha zırva-
lamıştı. sonra da buluştuk. mecburen buluştuk. çok ısrarcıydı. çok fazla. ve görüşmek zorunda kaldım: karşılıklı oturuyoruz. ve bana, kendini güçsüz hissettiğinden bahsediyor. bu adam 27 yaşında. ve benle yaşıt. ve çok fazla kitap okumuş. eğer bir haddi varsa bu meselenin, haddinden fazla okumuş diyebiliriz. ve çok fazla film izlemiş ayrıca. ve yazar olmaya çalışıyor. yani yazmaya. söz konusu mesele, bu işten para kazanmak falan değil. para kazanmaya ihtiyacı yok, çünkü ailesinin yeterince parası var. ve ailesi bir gün öldüğünde, ona kalıcak olanlarla, ömrünün sonuna dek idare edebilir. o derece yani. anlatabiliyor muyum? devam edelim. herifin paraya ihtiyacı yok ve hayatında bir eksilik hissediyor. kendinde bir eksiklik hissediyor ve yazar olmaya çalışıyor. bir kitap yazmaya. etkileyici bir roman mesela. gerçekten etkileyici, öyle ki, okuyan herkesin ona hayran olabileceği bir düzeyde. neler bildiğini kanıtlamaya çalışıyor. ve bana e-posta atıyor, zamanın birinde, bu ve buna benzer bir sürü saçmalıktan bahsettiği bir e-posta. okuyorum postayı. o zamanlar postaları okuyabiliyorum. buna gücüm ve zamanım var. ya da öyle demeyelim de, meseleyi hiç abartmadan ve gerçeği çarpıtmadan şöyle değiştirelim o kısmı: o zamanlar birilerinden gelen epostaları okuyabiliyorum, çünkü canım okumak istiyor. evet, böyle dahası iyi oldu. devam edelim öyleyse. artık çalan telefonu bile açasım gelmiyor kimi zaman, kimin aradığına bile bakasım gelmiyor, ve bakabildiğim zaman, canım geri dönmek istiyorsa, arayıp, “aramışsın bugün beni” diyorum. veya “bir hafta önce beni aramıştın”. her e-postaya, eğer canım cevap vermek isterse, “geç cevap için özür dilerim ama ancak bakabildim” diye başlıyorum. hayır, yoğun olduğumu ifade etmeye çalışmıyorum bu noktada, çünkü yoğun değilim, sadece, ne bileyim mesela, yeni bir grup keşfetmişken, o grubun albümünün inişi esnasında, ekranda geriye doğru akan rakamları izlemek daha ilgi çekici geliyor bana. geriye doğru akıyor rakam. kilobyte azalıyor. sonra ekranda finish yazısı beliriyor ve şarkıyı açıp dinliyorum. falan filan. boşa zaman öldürmek böyle bir şey olsa gerek, ama seviyorum boşa zaman öldürmeyi. ya da tutup, aptal programlar yazıyorum. aptal ve ufak bilgisayar programları. kendi içinde bir süre sonra sonsuza bağlayan döngüler oluşturuyorum o programlarda. şayet o programı, bir websitesine koyarsam, benim gibi zaman öldürme meraklısı bir herifi, epey oyalayabilir. yaşını gir yazıyor programda, giriyorsun yaşını, sonra kaç kitap okuduğunu giriyorsun, sonra kaç film izlediğini yazıyorsun, ve karşına bir olasılık dilimi çıkartıyor mesela, “bence” diyor yazdığım program “yüzde 44 yazar olabilirsin”. böyle bir şey olabilir mi? bu soruyu, iki şekilde ele alabiliriz. bir: ben böyle eblek bir şeyle uğraşıyor olabilir miyim? iki: bir şeyin gerçekleşme olasılığı, böyle eblek bir matematiksel süzgeçle belirlenebilir mi? “neden olmasın” diyor karşımdaki herif, “bence çok kitap okumuşsundur”. buraya nerden geldik bilmiyorum, boşlukta akıyorum. o yüzden meseleyi baştan alıp, tekrar anlatmayı deneyeceğim. dinlemek istemeyenler için, kısa bir özet geçiyorum; mesele, yazar olmaya çalışan ve tek derdi bu olan bi herifin, boş işlerle uğraşıp birileri tarafından yazabildiği sanılan benimle arasındaki yazarlık ve hayat üzerine bir diyalogla alakalı, bunun yanı sıra size vaat edebileceğim, entrika dolu bir aşk hikayesi, bir cinayet, ya da “politik akapunktur” adında yeni bir keşif yok. hiç bir şey vaat etmiyorum ve hiçbir heyecanda duy-
muyorum şu an bu kelimeleri yazarken. ama anlatmak zorunda hissediyorum kendimi, çünkü fazlasıyla sıkıldım şu yazma işinde kendimi tekrar etmekten! kendi içimde bir değişiklik yaratmaya çalışıyorum. o yüzden başımdan geçeni değil de, başımdan geçmesi muhtemel bir şeyi kurguluyorum. belki, gelecekte başıma örülmesi muhtemel bazı kukuletaları, önceden tasarlayıp, anlatırsam, ve “bunun olabileceğini biliyorum bak” deyip, gelecekte bir takım olası şeyleri önceden tahmin edersem, ve bunu kanıtlarsam, belki tanrı beni şaşırtacak, hiç aklıma gelmeyen, olunca heyecan duyabileceğim, alternatif çoraplar örebilir başıma. senaryoları ezberledim çünkü artık. her şeyi baştan bilir oldum. çünkü kabuk değiştiren yılanlar gibi, her yeni yıla farklı bir bakış açısı ile giren insanların ve o insanların sürekli ters çevirdikleri kum saatlerinin, hangi tarafından asılmaya çalışırsan çalış, hep aşağı doğru akıyor zaman. anlatabiliyor muyum? yokuluş. ölmekte olan her şey. bir önceki vaazımda bundan bahsettim size. ölmekte olan her şey. hiçlik. o halde baştan alalım.
şimdi, moruk, adamın biri var, tamam mı? bak bu kısım gerçek ama. sallapati yok. zamanın tekinde, bana bir e-posta atıp, yardım isteyen bir adam var. herkes zaman zaman birilerinden yardım istiyor ve ben yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyebilen insanlarla ilgilenmiyorum, çünkü onlar nasılsa bir yolunu bulup, işin içinden çıkıyor ya da çıkartılıyorlar. sokakta yaşayan köpeklerin, yardıma muhtaç insanlardan daha çok yardıma ihtiyacı var bence. ve onları da, veya gerçekten bazı insanların, tek anlaşabildikleri ve iyi veya kötü bakabildikleri bazı hayvanları, kedi ve köpekleri, veya başka canlıları, ölüme terk eden bazı kurumları deşifre etmek gerektiğine inanıyorum. bu noktada, daha da ileri gidip, sizi isim verebilirim: “ışık kent hayvan barınağı”. birileri, eğer bir takım toplumsal faktörlere etki edebilen işlerde çalışıyorlarsa, ve yaptıkları işten para kazanıyorlarsa, yani hayatlarını iyi veya kötü sürdürüyorlarsa, aldıkları maaştan çok daha fazlasını hak ediyor bile olsalar, o işi doğru düzgün yapmak zorundalar. bu noktada, kimsenin yediği ekmeğin, pislik dolu bir fırında pişmesi gerekmiyor. ve bu noktada, hiçbir hayvanın, insan ihmalkarlığından dolayı ölmesi de gerekmiyor. yani siz güvenlik görevlisi olarak, son derece modern bir iş hanında, modern olmayan koşullar altında çalışıyor olabilirsiniz, bu sizin, oraya girip gezmeye çalışan insanlara bir takım işkenceler uygulayarak, size uygulanan işkenceyi, elim sende oyununa veya çocukken oynadığımız “elektrik geçti” sirkülasyonuna döndürmenizi gerektirmez. bir havaalanında çalışıyorsanız, bagajların ağırlığına bir dolu küfür saydırabilirsiniz, ve haklı da olabilirsiniz ve bunu anlaya-da-bilirim, çünkü o işi ben de yaptım, ama intikamınızı, o bavulları tekmeleyerek alamazsınız. isyan ettiğiniz hayatınızı dönüştürmenin şekli, işinizde bir kademe yükselmekten de geçmez. isyan ettiğiniz hayatınızı dönüştürmenin şekli, kendinizi hayvanlardan üstün görmekten de geçmez çünkü gerçekten hayvanlar, insanlardan daha üstündür. bir defa daha hassaslar ve daha duyarlılar. insanlardan bin kat daha duyarlılar. o halde duyarlı olan bir şeye, yani hissedebilen ve acıdan kıvrandığı her halinden belli olan bir şeye, bu şeyin ne veya kimden olduğuna bakmaksızın, yardım etmek gerekir. toplumsal dönüşüm projesi denilen geyikler, ya da abuk subuk kalkınma projelerinin, bir sonuç vermemesinin nedenlerinden biri, kutuplaşma psiko-
lojisidir. ve o kutuplaşma anında, bir amipe dönüşüp kendi içinde de bölünen ve bölünmeye alışkın olan insan doğası, en sonunda kendi içindeki yalnızlığı tamamlama noktasında evrilmeye başlayıp, herhangi bir şeye aitleşiyor. kendi içinde bütün olmayıp, kendi içinde bütün olmayan bir topluluğa katılmak. ve bir takım sorunlarda, öne sürülen bir takım çözüm yolları ile ilgili, bir takım çalışmalar yürüten, bir takım lider insanların da zaafı, kendi içlerindeki yalnızlığı, o şey vasıtası ile çözme çabası gibime geliyor. o nedenle bir lideri olan bir sivil toplum örgütünün, bir lideri olan herhangi bir tarikattan farkı yokmuş gibime geliyor. çünkü, bireyselliğini yitiren ya da bir toplulukla bütünleşip kendi yalnızlık evresini es geçen, her insan, en sonunda, farkında olmadan, bir takım heyecanlar duyup, aynı amfetaminin yarattığı o sahte mutluluk hissini tatmaya başlıyor. ve hepimizin, sahte veya gerçek, zaman zaman, bir takım mutluluklar hissetmeye ihtiyacımız var. bu, orgazm sonrası tadılan, tamamen fiziksel yolla elle edilen bir mutlulukta olabilir, ya da, bizim yazar olmaya çalışan arkadaşımızın, ilk kitabı yayınlandığında tadacağı mutluluk gibi tamamen konunun dışında bir eylemden de kaynaklanabilir. bu arada, söz konusu yazar arkadaşımıza tekrar geri döneceğimizi belirtmek istiyorum. bu arada asıl meselemiz olan ölüme de tekrar geri döneceğiz… yeri gelmişken, şunu da belirteyim, aslında bizim asıl meselemiz, acının öfkeye dönüşmesi sonrasında patlayan isyanı kime yönelttiğimizle ilgili, ölümle ilgili değil, öldürmekle ilgili, cinayet veya intihar… zırvalamaya son verip, yazara geri dönüyorum; adam karşıma geçip, benim çok iyi yazdığımı ve benim gibi yazmak istediğini söyledi. çok iyi yazdığım falan da yok aslında, resmen sıçıp batırıyorum ve kimse okuyamıyor bu zihin karışıklığımdan doğan karmaşık cümle yapımı… ona şöyle bir teklifte bulundum, geyiğine: “bana mirasını ver, anneni ve babanı kandır, mirasını bana ver, ben de yazdığım her şeyi sana göndereyim, altına imzanı koyup yayınla, ne dersin?” gülüyordum bunu derken ve herif acı çekiyordu gerçekten. çünkü söz konusu sorun, yazarlıktan değil, anlaşılmaktan geçiyordu. kendini anlatmaktan. bir hatun vardı işin içinde, aşık olduğu bir hatun, onsuz yaşayamayacağını dile getiriyordu. yaşayamayabilirdi de. ben tüm eski aşklarımın zihnimde kalan imgelerinin kalplerini bantlayıp belleğimdeki bir gizli dolaba sakladım. anahtarı da denize atmak istiyorum. henüz atmadım. zihnimin odalarına açılan kapıların anahtarları. ne diyordum? adam sonra işi açığa çıkardı, “bir roman yazacağım ve beni anlayacak” dedi. “sonra” dedim. “hepsi bu” dedi. “sonra, isterse, hala nefret etmeye devam etsin”. bu, bana kötü geldi, her ne kadar eleman, kendi mantık evresini ve iradesini, hatunun istem dışı çalışan kaslarının arasına kaptırmış olsa da, yani tamamen aptalca bir nedenden ötürü bir roman yazmak istiyor olsa da, bu bana kötü geldi. ve ona sadece, şunu söyledim. “ben pek kitap okumadım, pek film izlemedim, ve senin bildiğin milyonlarca teknik ve teorik bilgiden bi haberim moruk. ve gerçekten, senin gibi bir insanın, bence yazabileceği milyarlarca şey olmalı, ama zihninin kafeslerine takılıp kaldığın sürece, yazamayacaksın”. “çünkü” dedim ona, “gerçekten, kişisel olan her şey politiktir, ve politik olmayan tek şey aşk olabilir”. “o halde?” “o halde, özel olmayı özelinde tut. ve kendin için yazmayı dene”. anlamadı ama. ağlamaya başladı. abuk subuk bir şeydi. gerçekten abuk subuk bir şey.
gerçekten. napacağımı bilemedim. çünkü bi çok durumda napacağını bilemeyen biriyim. aradan aylar geçti. bu arada, bir şeyler kurgulamaktan vazgeçtim, aynen döküyorum olan biteni. aradan aylar geçti ve herif değişti. bir e-posta daha. artık yazamıyordum. eskiden çok daha iyi yazarken, artık yazamıyordum. artık, kendimi tekrar ediyordum. ve sıkılmıştı. okumuyordu beni. ama yazmaya başlamıştı. nihayet, yazabiliyordu. gönderdi. baktım. okudum. hiçbişi anlamadım. “özür dilerim ama benim kapasitem elvermiyor bunları anlamaya” dedim. ve bunu söylerken, gerçekten samimiydim. anlamıyordum. ama o da anlatamıyor olabilirdi. buna, entelektüel düzeyde doğru biçimde gelişme göstermiş biri, daha doğru karar verebilirdi. her neyse sonra, şuna karar verdim. kendini ne kadar çok önemser, şişirir, pohpohlar, bir bok zanneder, övünür, varolduğunu zanneder, varolma savaşını kazandığını zanneder ve ölümü düşünmezsen, es geçersen ölümü; o kadar az şey hissedebilir ve böylece o kadar az acı çekebilirsin. bunun tam tersi olarak da, kendini hiçe sayıp, bir başkası için yaşamaya çalışırsan, ve kendini hiç olarak var edip, bir başkasının bütününde erimeye kafayı takarsan, acının şekli ve boyutu giderek artar. ve kendin olmaktan vazgeçer, iradeni sıfırlarsın. size bu uzun örneği anlatmaya başlamadan önce, ying yang ile ilgili bir örnek vereceğimi söylemiştim. verdim. tamamen siyah veya tamamen beyaz olmak, doğru bir açı sağlamaz. siyah ve beyazı birbirine karıştırıp, gri adında bir şey elde etmek ise, midemin bulanmasına neden olur. çünkü, gri iğrençtir. o yüzden var ying yang. ve bana oldukça anlamlı gelmekte. ki yinede, yani en ufacık olasılığı bile göz ardı etmeden, -ama olasılıklara takılıp kalmadan- ve böylece hiç bir şeyden emin olmadan, yaşamak, güzel. ki yine de bazen, tamamen siyahlara bürünüp, tamamen acı içinde kıvranabiliyoruz. bu da güzel bence. ki yine de, bazen bembeyaz olup, mutluluktan gebere-de-biliyoruz. bu da güzel. ki o yüzden, yaşamın rengi beyaz, ölümün rengi siyahtır. ve bu noktada, hissedebilen veya hiçbir hissi olmadığı halde, yani cansız olduğu halde, size bir şeyler hissettirebilen bir şeyi, bir şekilde kaybetmek, ölüm veya başka bir şey, kaybetmek, acı demektir. ve acı, öfkeye dönüşebilen bir şeydir. ve acınızın öfkeye dönüştüğü noktada, jiletinizi kendinize tutuyorsanız, bu gerçekten, sizin, çok hassas bir insan olduğunuz anlamına gelebilir. kendinizi, yaşanan her şeyden, suçlu bile olmasanız, suçlu hissediyorsanız, bu sizin, çok hassas bir ruha sahip olduğunuz anlamına gelir. o yüzden, “huzursuz olduğum için suçlu hissettiğimi söyle” der 2pac. ve o yüzden, tepemizde gezinip vır vır konuşan ve hayatımızın içine eden insanlar, bize “sakin olun” derler. “sakin olun, kemerleri biraz daha sıkalım, her şey düzelecek”. ne zaman düzelecek amına koyayım? amına koyayım? evet, seksist bir küfür bu, ve hiç sevmiyorum, ama başka türlü bir kelime icat edene kadar, bunu kullanmak zorundayım. sikeyim, yerine, sokayım diyorum artık. bu, daha az seksist çağrışımı olan bir kelime. ve anasını satayım yerine tanrısını satayım diyorum. bu da daha iyi. ama amına koyayım demek zorundayım, çünkü gerçekten, acı çekmemize neden olanların amına koymak zorunda hissediyorum kendimi. çünkü artık, öfkeye dönüşen acıdan, içimde, kendime hasar verebileceğim bir parçam kalmadı benim. ve yazar bozuntusuna bunu söylemiştim o gün. “acın, öfkeye dönüşücek” dedim ona. “özgüvenin yeniden yerine geldiğinde” dedim “o hatundan nefret etmeye başlaya-
bilirsin. o gün öfkeni mantıklı bir şekilde kullanmalısın bence, çünkü o hatunun nefret edilecek bir şey yaptığını da düşünmüyorum, seni ret etmekle”. aradan aylar geçti ve kusa kusa bana kustu öfkesini. ağzıma sıçtı resmen: “artık kendini tekrar ediyorsun girdap”. sokmuşum girdapın kendini tekrar eden sarmal dokusundaki kıvılcıma yol açan çapraz bağına…
ölüme dönelim tekrar. ve acıya. ve öfkeye. ve isyana. size şu kadarını diyeceğim: ian curtis için acı çekiyorum. cobain için acı çekiyorum. tupac amaru shakur için acı çekiyorum. layne staley için acı çekiyorum. alex için ve adını hatırlayamadığım veya bilmediğim veya sayamayacağım, intihar eden veya öldürülen veya ölmeye terk edilen tüm hassas ruhlar için acı çekiyorum. gerçekten. ve intihar eden ya da ölüme terk edilen tüm dostlarım için de bir arkadaşımın köpeği öldü. öldürüldü de diyebiliriz açıkça. çünkü bu noktada, konu biraz özele inip, hassas bir hal alıyor. ve yukarıda bir yerlerde dediğim gibi, sizler, bizler, tüm insanlar, her ne kadar kötü şartlarda düşük bir maaşa ve haddinden çok sürece çalışmak zorunda bırakılsak da; yaptığımız iş, eğer, hayati tehlikelere yol açabilecek veya birilerinin acı çekmesine neden olabilecek bir içeriğe sahipse, doktorsak mesela, veya hastabakıcı, veya hemşire, veya dadı veya öğretmen veya bir uçak ambarında hamal, veya bir hayvan bakım evinde güvenlik görevlisi, veya veteriner veya başbakan, veya komutan, veya köşe yazarı, veya mütahit her ne olursak olalım, kapitalizm ağzımıza istediği kadar sıçsın, o işi doğru düzgün yapmak zorundayız. sağlam malzeme ile bina yapmak gibi. arabanın vidalarını iyi sıkmak gibi. tam yapamıyorsak, hiç yapmayalım. anlatabiliyor muyum? direk isyan edip çaışmayalım ve ekonomi direk toplu grev ile yerle bir olsun… ki en doğrusu bu! yoksa, gerçekten ama gerçekten, birileri öfkesini, doğru ya da yanlış bir bakış açısı ile sentezleyip, intihar yerine cinayetlerle sonuçlandırmaya başlayabilir. bu yüzden ölür insanlar zamanından önce. acı, öfkeye dönüşür çünkü. daima dönüşür. kaçınılmaz bir süreçtir bu. intihar eder ya da bir cinayet işlersin. cinnet? geçelim… 7 sayfa oldu ve sigara üzerine sigara. içimdeki cenin ölmek bilmiyor. doğmuyor da. sanırım bir bebek taşıyorum karnımda. birileri beni hamile bıraktı. ruhuma tecavüz ettiler. bir sürü insan, peşpeşe. ve acı. ve öfke. peş peşe, tekrar tekrar dönüşen evreler. bi kendine bi onlara. bıçak üstüne bıçak. çizik üzerine çizik. 7 sayfa doldu ve meselenin özüne geldik… ölüm, bu dünyada var olması en gerekli, gerçeklik. çünkü diğer türlü, düşünsenize, ne kadar aptalca olurdu. ölümsüz olup, yapmak istediğim her şeyi erteler, ve kordonda çimlerin üzerine sırtüstü yatarak, beklerdim sonsuza dek. bi güneş, bi ay. beklerdim. hiçbir şey yapmadan. sanırım cennete gitseydim, bunu yapardım. sokmuşum tanrının vaat ettiği hurilere. ölüm anlamlı. sorun
olan, öldürülmek. intihar ya da cinayet, ya da ölüme terk edilmek, aralarında hiçbir fark göremiyorum. bu noktada, o yok olan şeyi yok eden veya yok olmasına neden olan şeylere karşı öfke duyuyorsunuz. ve size yardımcı olabilecek hiç kimse yok. çünkü yargı sistemindeki görevli insanlar işini yapmıyor. çünkü yardım kuruluşları söylediklerini yapmıyor. çünkü bir şeyleri korumak adına kurulan dernekler söylediklerini yapmıyor. yalnızsınız. yapayalnız. dünyaya karşı ben. “me against the world”. ve sonra hakkınızı aradığınız için suçlanıyor ya da aptal yerine konuyorsunuz. şu bizim kafasına çuval geçirilen askerler geldi aklıma. adamlar ölmedi diye yargılandı. ne salak bir dünyada yaşıyoruz. “muhakkak insan ziyandadır, velhasıl huzur isyandadır!” mütrüp fanzin. acının öfkeye dönüştüğü noktada, intihar yerine isyan etmek. ve gerçekten ama gerçekten, ölmesi gerekenleri öldürebilmek. temizlik. faşizm? yo hayır, şaka yapıyorum. kimseyi öldürmüyoruz. ama ölmüyoruz da. yaşıyor da sayılmayız bu arada. zaman geçiyor, ve sen, gerçekten, geçen zamana aldırış etmeksizin, hayatta kalmaya devam ediyorsun. yaşıyor da sayılmazsın bu evrede. ama ölmüyorsun da. bitkisin belki. bitki doğru tanım. ama dikenlerin var. ve o dikenleri, eğer istersen, istediğin zaman batırabilirsin. zaman zaman yapraklarını dökebilir, zaman zaman tekrardan yeşerebilirsin. ve dikenlerin var. genellikle kıçına batan dikenlerin. ama bazen de, fazlasıyla acımasız olup, ışıkkent hayvan barınağını, havaya uçurabilmeyi, aklından geçirebilirsin, hayvanları dışarı çıkarıp. işe yaramaz ama. çünkü, dünya da, havaya uçurulması gereken o kadar çok yapı ve o yapılar içinde o kadar çok insan var ki, hepsine öldürmeye zamanın yetmez. enselenirsin. ya da unabomber gibi sıkılıp “ben buradayım” dersin… anlatmayı denesen, konuşmayı ya da yazmayı ya da müzik yapmayı ya da film çekmeyi ya da herhangi bir -sanatsal olarak lanse edilen- ifade şeklini seçsen ve anlatmayı denesen, anlamalarını ve dönüşmelerini, ve daha yaşanabilir bir dünyaya dönüştürmeyi, yaşamı dönüştürmeyi. gene işe yaramaz, çünkü bu kez de ya sansürlenir ya da öldürülürsün. çözüm yok. ve ölüm her daim kapıda. ve aslında yaşamıyoruz da. bizler makineyiz. insan olma evresini geçtik. insanlar evrim geçirdi ve makine oldu. programlanıyoruz. okula gidiyoruz. işe gidiyoruz. evleniyoruz. çocuk yapıyoruz. falan filan. tao yok. wu wei yok. makine var. işe git-eve gel. acı çek ama öfkelenme. sakin ol. her şey olacağına varır yavrum. hiçbir şey değişmez. sisteme adapte olup yaşamın tadını, sana ayrılan sürede, tadabileceğin kadar tatmaya çalış. söylenen bu bize. o halde siz, bunu yapmaya devam edin. ben yapmıyorum. ben müzik dinliyorum. hepsi bu. arada bir zırvalıyorum bir de. ve öleceğim. ve herkes ölücek. ama ölmeden önce, acıyla karışık öfke sotemi, sos haline getirip, birilerinin başından aşağı dökmekten başka bir şey istemiyorum. sonra da “özür dilerim, kazayla oldu” diyeceğim. hani üzerinize yanlışlıkla elindeki tepsiyi deviren bir garson gibi. ya da üzerime bilerek devirdikleri bir sürü saçmalıktan sonra özür dileyip farkında olmadıklarını söyleyen ve hala farkına varmamış olan… lala lala la. burada kesiyorum…
hiç bir şey değişmez… değişmeyecek. ve yunanistan’da, alex’in katledilişi sonucu patlak veren isyanlar gibi isyanların tekrarları arasındaki periyot kısalıp, tehlikeli bir virüs gibi her yere yayılana kadar da, öfkemiz dinmeyecek. ölen her şey için, öldürülen her şey için, ölüme terk edilen her şey için, tüm yalnız insanlar için, ve tüm hayvanlar için, ayrım gözetmeksizin tüm o harikulade varlıklar için, tüm hayvanlar – insan hariç! bir kez daha. burada. öfkemizi kendimize yöneltmememiz gerektiğini vurgulamak istiyorum. intihar etmeyin. acıdan da gebermeyin. bekleyin ve öfkeniz açığa çıktığında, sakinleşmeden, yapmanız gerekeni yapın. benim çelebi holding adlı hırsızlardan bir alacağım var. sizin de bir çok hırsızdan bir çok alacağınız vardır. o halde, ya alın, ya da bağırın. avazınız çıktığı kadar bağırın. çığlık. acı bir çığlık. çok acı. pj harvey, çok acı bağırıyor. hala bağırıyor. missed. hala bağırıyor. sakince bağırıyor. ama acı dolu bir bağırış. kişisel olan her şey politiktir. ve punk; insanın, kendine yakışanı giymesi değil, isyan etmesidir. ve saçlarımızı sıfıra kazıyıp, ayağımıza geçireceğimiz postallarımızı kafanızda patlatınca, o zaman anlayacaksınız kimin daha çok acı çektiğini. ölüm, yaşamın tek gerçek anlamıdır. yani, harikulade hiçlik. harikulade bir kara deliktir ölüm. cennet yok. cehennem yok. tanrı yok. başka bir hayat yok. başka bir dünya yok. bize vaat ettikleri hiç bir şeyi de gerçekleştirmeyecekler. ve hiçbir şey değişmeyecek. o yüzden devrim yok. sadece isyan var. bireysel veya toplumsal. hiç fark etmez. isyan, isyandır… çünkü, tekrar ediyorum, kişisel olan her şey politiktir. * başlık, pj harvey’in bir şarkısının adıdır. 1 haziran 2009 – 06:00
quiet world mesafeyi ölçtüm. beş bina yüksekliği. iki gün önceydi bu. aşağıya baktım. ve çok yaklaştım gerçekten. gerçekten çok yaklaştım. bir duyguyu test ettim sadece. intihar. her an ölebilecekmiş gibi yaşamak, yani bunu kabullenmek, ve şu bilindik geyikte sözü edildiği gibi, yarın ölücekmiş gibi yaşamak, o kadar da etkili bir yöntem değildir, benim gibi tanrı tanımazlar için. tanrı tanımazlık ile ateizm'i değil, bir yaratıcaya inanıp, tüm dinlere veya inanış biçimlerine göre koyduğu kurallara riayet etmemeyi kast ediyorum. cehenneme gidecek olmayı kabullenmeyi ve bunu göze alıp, hayatını kendi kurallarına göre yaşamayı. çünkü biliyorum ki, var bir cehennem – şayet tanrı varsa. olmalı yani. öldükten sonra yaşam falan. bunca üstün zekalı anti-lop türünü bi gün ölüp yokolsunlar diye başımıza musallat etmiş olamaz yani. ve varsa şayet, bir ölümsüzlük, ki olması gerekiyor, olmamasını tercih ediyor olsam da, bir ilahi adalet de söz konusu olmalı ve o o adalet sistemine göre de, biz boku yiyen taraf olucakmışız gibi hissediyorum. o yüzden iyidir intihar düşüncesi, zihni dinç tutar. ve her neyse işte, balkondaydım ve altıncı kat olmalı, caddeye bakıyorum. uykuzum, sabaha kadar uyumamışım, içmişim, bir evde misafirim, balkondayım, ve aşağıya bakıyorum, o sırada kulaklığımda katatonia-quiet world çalıyor. ben bunu "quiet word" olarak düşlüyorum bir an, ve huzurlu hissediyorum kendimi, zihinsel anlamda kelimelerin duruşu, belleğine kayıtlı tüm harfleri unutmak, sessizlik, boşluk, dinginlik. arınma. her şeyden arınıp, hiçliğe doğru kayma. ve aşağıya bakıyorum o sırada. zannediyorum, altı değil, altı yüz altmış altıncı kattayım, şeytanla oturmuş karşılıklı bir yemek yiyoruz. ona, sonunun nereye varacağını soruyorum, çünkü benden korkuyor. çünkü psikoz evrelerimde, insanlar üzerinde oluşturduğu büyüyü ve kurguladığı senaryonun ilk varoluştan beri işlediğini anlattığını biliyor. ve gerçekten korkuyor. ve gerçekten ben de korkuyorum. kadına benziyor silüeti, ama tam olarak kadın değil, iki at kuyruğu yapmış kafasının iki yanından, ama cinsiyetsiz bir varlık.. gözleri alev gibi parlıyor ve burnu yok. ağzının olduğu yerde, içeriye doğru derinlemesine bir kanal var sadece, açılıp kapanıyor konuştukça, derinliği ölçülemiyor. ve sonsuz bir karanlık uzanıyor içine doğru. kulaklarının olması gereken yerden çıkan iki adet boynuzu var ama boynuzları zemine paralel olarak ve kendi içinde kıvrılarak uzuyor. aşağı yukarı otuz santim uzunluğunda iki boynuz. hiç kıl yok yüzünde. rengi turuncu ile kırmızı arası. terimsi birşeyler boşanıyor her yerinden ama bunlar daha çok, bir yanardağın ağzından süzülen lavlara benziyor. kendi kendine yanıyor gibi, ama kıvılcım yok, ateş yok, lav halindeki bir çamura benziyor daha çok. konuşuyoruz. bu olay bir kaç sene önce gerçekleşiyor bu arada. ve biliyorum aslında onun ne şeytan ne de gerçekte var olan herhangi görünür veya görünmez bir varlık olmadığını. bilinçaltı sadece. çocukken bilinçaltında kayda geçilen bir kaç filmin, bir anda vizyonumda hortlak olarak görünmesi. yani halüsyünasyon. yani halüsyünasyon denen şeyin, realitik sanrı kısmına giren olayı. oysa ben heotoskopi yaşamak istiyorum. heotoskopi yaşamadan ölmek istemiyorum. düşsel sanrılar. sadece düşsel ama. düşünsel bile değil yani. düşüş bile değil hatta. olduğun yerde sabit dururken, çevrende var olan tüm gerçekliğin bir anda şekil değiştirmesi. bu, daha çok, astral seyahat olarak bilinir. oysa, eğer kişi yaşadığı gerçekliği değiştirmek, ve başka bir gezene yolculuk etmek istiyorsa, bunu her istediği
zaman yapması için, zannediyorum çok daha üstün bir manevi güç elde etmesi gerekir. yani şu, role playing türü bilgisayar oyunlarındaki "mana" deposunu fullemek gibi bir şey. oysa kişi, gerçekten zihninin duvarlarını yıkabilirse, kendi içinde sonsuz bir yolculuğa çıkabilir. başka bir ülkeye, ya da başka bir gezegene uçmaya gerek yok. gerçeğe gerek yok. gerçekleri görmeye gerek yok. rüyalar, kimi zaman, gerçek hayattan daha tatmin edicidir. ve kişi, gerçek dünyadan fazlasıyla sıkılmış veya kendini tamamiyle sıkışıp kalmış gibi hissederse, zihnindeki zindalarından birinde, bir tünel kazabilir. ve bu, ancak istemdışı bir itki ile yapılabilir. yani öyle, her canın istediğinde, dünya adlı zindandan kaçabileceğin bir tünel değildir bu. hem, düşünsel anlamda değil de, alınabilecek uyarıcı veya uyuşturcular sayesinde, istediğin zaman o tünelden geçip kendine farklı bir gerçeklik yaratma şansın olsa da, aynı tünelden geri dönüp, gerçek dünyaya gelmek zorundasındır. zaten dönemiyorsan, tımarhane yanıbaşındadır. ve eğer, herhangi bir maddeyle değil de, sadece bilinç dışı deneyimler ile, gerçeklik algını kaybedip, gerisin geriye gerçek dünyaya ve mantık algına dönemediysen, bu kaçışın sana bir faydası dokunmaz. konu iyice dağılmış olmalı. o halde, her zaman olduğu gibi, başa alalım. konuyu başa al, çekim iki, sahne üç; bir kaç yıl önceydi. şeytanla karşılıklı oturmuş, konuşuyorduk, kafamın içindeki şatoların birinde. bana, eğer başarabilirse, insan ırkını tamamen ortadan kaldıracağını, ve böylece tanrı'ya karşı galip geleceğini anlattı. ben de ona, buna çok yaklaştığını anlattım. yani burada, söz konusu mesele, şeytan denilen varlığın, insanın egosuna hitap etme gücüydü. ve bu sadece, bir düştü. ve bir düşten çıkıp, gerçek dünyaya geri döndüğünüzde, bellekte saklanan o geçmiş bilgiler, halüsyünasyon evresinden arta kalan anıları mantıklı bir düzene sokabiliyordu. söz konusu varlık, yani dünyanın içine etmeye çalışan doğa üstü canlı, şeytan değildi. insanın egosuydu, freud diline göre konuşacak olursak, bu, süper ego olarak tanımlanabilir. ama ben ne psikoloji zırvalarını bilen, ne de böyle tecrübe edinilmeden üretilmiş tezlere biat eden biri olarak, diyebilirimki, insanın içinde öyle on bin üç yüz tane iktidar odağı falan yoktur. iki tane vardır. siyah ve beyaz gibi. hangi rengin iyi olduğunu tanımlamaya gerek yok ama, yüzyıllardır süre gelen kalıba göre konuşacak olursak, siyah ölümdür, beyaz ise yaşam. ve kendi şeytanımla yaptığım konuşmaya göre, siyah olan ölüm isteği, aynı zamanda öldürme isteğine denk gelmekteymiş. bu, aynı zamanda, bencillik, kibir, sahip olma, kırıp dökme, kendini üstün görme, cimrilik ve bu gibi günümüz insanlarının çoğunun ruhsal dna'sında doğum anından beri baskın olan karakter özellikleriymiş. söz konusu mesele, harun ve karun hikayesinin de öncesine dayanmakta, dedi bana o gördüğüm ucube. insan, egosunu yenemediği takdirde, dünyanın içine eder ve bende bunu kullanıyorum çünkü her insan, ne kadar iyi olursa olsun, söz konusu kendi yaşamı olduğunda, bencilleşir dedi. bu noktada, balkondan caddeye baktığım o anın, gecesine dönmek istiyorum. bir arkadaşım, "biri bana kötü bir hakaret yaptığında görmezden gelebiliyorum ama yanımdaki birine yapınca es geçemiyorum" dedi. bu noktada, her iki durumu da eşleştirip intihar düşüncesine dönmek istiyorum. geçmişte başına gelenlerden ya da anlık bir olay sonucu kendini huzursuz ve
öfkeli hissedip, bir insanı öldürmeyi düşünmek, siyah; intihar etmeyi düşünmek, beyaz. siyah rengin, ölümü çağrıştırdığından bahsetmiştik. ve dolayısı ile, az önce saydığım karakterize özellikler ile, ölümü birleştirince, ortaya, doğal yaşamı ve canlı hayatını katletmek, ve dolayısı ile günümüz sisteminin insanlar üzerinde oluşturduğu mantık, ve bu mantığa göre davranış biçiminin kökeni açığa çıkıyor. ve, başka bir noktadan, intihar etmeyi bencillik olarak düşünenleri de, siyah kutba dahil edebiliriz. çünkü, hiç kimse, sizin o nur yüzünüzü görmek ve sevinmenizi sağlamak için, yaşama katlanmak zorunda değildir. o yüzden, intihar etmek bencillik değil, düpedüz bireysel bir eylemdir. ve intihar, günümüz sisteminde, yıkıcı bir eylem değil, "kaybetmek" olarak tanımlanabilecek bir eylemdir. çünkü dünyayı şekillendiren über zekalı pezevenkler, balinaların intiharını bile doğru bir şekilde yorumlamaktan kaçarken, bir insanın ölümünü çok kolaylıkla "güçsüzlük" olarak nitelerler. ve intihar etmek, güçsüzlük değil, çaresizliktir. ve insanın, sadece yalnız kalınca kendini çaresiz hisseder, çünkü yalnızlık tek kutuplu bir dünyada yaşamaktır. yani her türlü etkiye karşı, anlamsızlık ve boşluk hissi nedeni ile tepkisiz kalmak. bunu aynen walkman ve pilleri gibi düşünebilirsiniz. eğer, çevrenizdeki insanları pil, kendinizi de walkman olarak düşünürseniz, sevdiğiniz insanların sesini duyamıyorsanız, sizinle konuşmak istemiyorlarsa, ya da konuştuklarınızı dinlemek istemiyor ya da saçmaladığınızı vurguluyorlarsa, ve sözcükleriniz onlar üzerinde bir etki oluşturmuyorsa, yani sizi duymuyorlarsa, onların yaşadıkları dünyaya ve algı düzeylerine anlam verememeye başladı iseniz, doğal olarak bu, iletkenlik özelliğinizi yitirdiğiniz anlamına gelir. ve "çevre" adlı pillerin elektriği, sizi şarj etmemeye başlar ve bir süre sonra, aynen pili biten bir walkmanden dinlenilen şarkının yavaşlaması gibi, sözcükleriniz azalır, azalır, azalır ve tıkanma noktasına gelirsiniz. bu noktada iki seçeneğiniz vardır, intihar ya da delilik. intihar ederseniz, küfür yersiniz. aptallıkla suçlanırsınız. delirirseniz, bu kez bir hastaneye kapatılırsınız ve o süper zekalı ve anlayışsız insanlar sizi tedavi etmek için, hap bağımlısına dönüştürürler. bunun için, daha ufak çaplı sessizlik ve göz yaşı krizlerine karşı, anti-depresanlar verdikleri de olur. bir üçüncü şık; uyuşturucu, dolayısıyla kaçıştır. uyuşturucu, her zaman bir kaçış noktası olmayabilir, çünkü uyuşturucu almadan önceki moral ve motivasyon halinize göre, başka diyarlara da gidebilirsiniz. insan bilincini ve algı düzeyini ve dolayısıyla yaşamını şekillendiren tek şey bilinçaltı, ve bilinçaltının en çok veri depoladığı zaman dilimi de, çocukluk evresidir. bu noktada, işin içine aile ve çocukluk arkadaşları girer. ve eğer, örneğin 17 yaşına kadar, içinde bulunduğunuz toplum tarafından red edildi iseniz, doğal olarak, bir çıkış noktası inşa edersiniz. bunun nedeni, sayfalardır anlatıp durduğum, sessizliktir. "quiet word". ama insan zihni, düşünmeden duramaz. zen felsefesine dalarsam, iki uçu da harikuladeler diyarına çıkan bir boruya sizi sokabilirim. ama bu upuzun borunun içine girmek, havasızlıktan ve sessizlikten ve anlamsızlıktan ve gerçeklikten dolayı, intihar etme veya aklı dengeyi yitirme risklerini de beraberinde getirir. o nedenle, kendi içinize doğru derinlemesine ve ababildiğine karanlık bir dalışa geçmeden önce, yaşama geri dönmenize neden olucak bahanelerinizin var olması şarttır. yoksa, aynen bitkisel hayattaki bir hastanın, tüm şok tedavilerini red etmesi gibi, sizde gerçek dünyaya geri dönmeyi bilinçaltınızda düşlemiyor olabilirsiniz. bu isteği, bilinçli olarak oluşturmanız imkansızdır, çünkü az önce de sözünü ettiğim gibi, bellek ve algı düzeyine, dolayısıyla bu ikisinin bileşkesinden açığa çıkan mantığın algoritmaysına etki
edebilen tek şey bilinçaltıdır. ve eğer hafif veya sert bir uyarıcı kullanmayı düşünüyor ya da istiyorsanız, öncelikle çocukluk evrenizin size ne verdiğini biliyor olmanız gerekir. çünkü, en basiti marihuna bile, içinizdeki birbirine zıt olan iki kutubunuzu, buna siyah ve beyaz, süper ego ve id, kalp ve nefis, ya da her ne derseniz deyin, içinizdeki birbirine zıt o iki kutbun savaşını alevlendirir. ve, bu noktada odada tek başına iseniz, mesela lsd sonrası bir arkadaşınıza odanızın kapısını kitletti iseniz, ve oda eşyasız, renksiz, kokusuz, zemini fayans ve camları dışardan tahtalarla kapatılmış bir oda ise, ve dışarıdan sadece ufak ışık dalgaları süzülüyorsa, başka bir evrene geçiş yaptınız demektir. ve gerçeğe dönüş evresinde ki bir risk: şizofreni. ya da çoklu kişilik bozukluğu. şimdi sahneyi tersine çevirelim. çevrenizdeki bir çoğunluk, hatta çoğunluğun çoğunluğu, sizi sürekli dinliyor, saygı gösteriyor, alkışlıyor, tebrik ediyor, övüyor, seviyor ve anlamaya çalışıyor. hatta sizin üstün zekalı ya da çok yetenekli biri olduğunuzu düşünüyor. bu yüzden size oy veriyor bile olabilirler hatta. ve hayatınız, bir albümle, bir film ile, ya da bir kaç seçim sandığı ile, bir anda değişiyor, yani popüler, dolayısı ile ünlü oluyorsunuz. bu noktada sahneyi biraz geriye alıp, beyaz odada sadece duvardan süzülen ışıklar ile lsd atomlarının temas ettiği nörönlara geri dönelim. yalnızsınız. çıkış kapınız kitli. tünel kazıp kaçma şansınız yok. böyle bir durumda, algı değişikliği yaratan herhangi bir psikotrop almamış dahi olsanız, yani bir f tipinde gecenin üçbuçuğunda karanlıkta kalmış dahi olsanız, zihninizde bir tünel kazarsınız. yani, toplumun, delirmek diye nitelediği, düşsel bir evrene kaçış. şimdi sahneyi tekrar ileriye alıp, şu popüler balığımıza geri dönelim. bu popüler balığın, gerçek bir balık olmadığı için, bir hafızası vardır. ve o balık, aniden gelen değişimle, ikinci bir dosya açar bellekte. çünkü, hayatı değişmiştir, ve dolayısı ile geçmişini ve nerden geldiğini unutur. böylece algı düzeyi bozulur. ama insan davranışını asıl yöneten şey bilinç düzeyinden çok daha derinde yatan bir şey olduğu için, farkında olmadan bir davranış bozukluğu yaşar. mesela bir anda, çok içten ve cana yakınken, kendini beğenmiş ve küstah birine dönüşebilir. buna halk dilinde, "burnu büyüdü", argo tabirle, "götü kalktı" deniyor. ve iktidar güdüsü, veya medyatik olmak, veya popülerizm, yazının başından beri gevelip durduğum o içe doğru yolculuğa çıkmamış olan bir bireyi, çok çabuk ekarta edip, değiştirebilir. veya bu durum da karşımıza, burnu ağrı dağına temas eden, ayakları da bulutlara değen bir kahraman çıkartır. ama bu kahraman, bana göre, baş aşağı duruyordur, ayaklar bulutlarda, baş ağrı dağında.. ama o ayaklarının nerede olduğunu unutur ve sadece kellesinin kafasının üzerinde durup durmadığı ile ilgilenir: bencillik. ve olayları ve insan doğasını, tam tersinden yorumlar. ve artık insani duygularla değil de, zarar vermek amacıyla yaşıyordur. ve dahası bunun farkında bile değildir çünkü söz konusu insan tipi, diğer insanların gözünde tanrı seviyesine yükseldiği için, kendisini peygamber, ilah, kurtarıcı vs olarak görür. ve böylece daha çok konuşmaya başlar. bu durum, ortalama her insanda, aynı sonucu doğuracaktır, çünkü şu gördüğüm boynuzlu ucubenin anlattığına göre, ki o da benim kendi kendime konuşmamdan başka birşey değil, ve kendi kendimle halüsünasyonatik olarak konuşmalarıma göre; belli bir düzeyde ya da konumda, güç sahibi olmak, insan doğasına, tehlikeli bir biçimde etki eder. ve
bu etki, walkman pillerinden söz ederken öngördüğüm senaryonun tersine işlemesine yol açar. yani, bu kez, siz insanlar üzerinde etkiyorsunuzdur. ve bu noktada insanlar, o intihar edicek konuma gelen yalnız insanın pozisyonuna düşer. ya size biat eder, köleniz olurlar; bkz: diktatörlük rejimleri veya demoncritic seçimle başımıza geçirilen kukuletalar; ya da size hayran olup, tapmaya başlarlar: bkz: peygamberler, ünlüler, starlar, büyük kardeşler, sevgililer. vs vs. dolayısıyla, her türlü güce tapma biçimi, özgüvenle eksikliğinden kaynaklanır. dolayısıyla, her türlü güce sahip olma biçimi: aşırı ve mesnetsiz bir özgüvenle sahip olunulan birşeydir. ve bir insan, aşırı özgüveni kendi kendine yalnız başına odasında beklerken oluşturamaz. çevresinin davranış tarzı önemlidir. hatta 3 yaşına gelene kadar, anne ve babasının ona nasıl davrandığı da çok önemlidir. bu noktada konuyu en başa döndürüp, balkona geçiyorum.. bir balkondasınız, ve aşağıya bakıyorsunuz. kaçınızın aklına intihar geldi? her defasında demek istiyorum. daima. hayatınızın bir döneminde, dişinizin arasına sıkışan yemek artığı gibi sizi sürekli meşgul etmeye başlamadı ise, intihar düşüncesi, hala sözünü ettiğim o iki ucu harikuladeler diyarına açılan boruda sıkışıp kalmamışsınız demektir. buraya kadar gelmiş olanlarınız, "girdap, sen ne anlatıyon amına koyayım, kafam karıştı" diyebilir. pekala pekala. anlattım bile. bitti. şimdi oturup, "kimi ne için kendinden büyük görüyorum, kimi de ne için kendimden aşağı buluyorum" diye düşünebilirsiniz. bu arada önünüze gelen bir çayın bardağınla bileklerinizi kesmeyi, traş olurken ya da ağda yaparken, (her ne yapıyorsanız cinsiyetinize göre) boğazını kesmeyi, ya da altıncı kattan aşağı bakarken intihar etmeyi düşünün bence. kendinizi test etin. bir duyguyu, gerçekten yaşamadan önce, düşsel olarak hayal etmek, hatta o duyguyu derinlemesine hissetmek, yaşamda sonradan başınıza gelebilecek olaylarda, sizi biraz daha güçlendirebilir. hayal kurmak yerine, gözlerinizi kapayıp, bir hayal dünyasında yaşayın. gecenin bir yarısı, evdeki şalteri kapatın. tüm perdeleri açın. ve sonra sokak lambasının ışığı eşliğinde, sonsuza dek o evde kitli kaldığınızı hayal edin. duvarlara bakın. dakikalarca. ve düşünce anlamında hiç birşeye odaklanmayın. akış. zihinsel akış, bir süre sonra zihinsel boşluğu getirecektir. bu boşlukta, açığa çıkabilecek herhangi bir duygu, sonradan başınıza gelmesi muhtemel bazı yaşamsal değişimlere karşı sizi hazırlıklı kılar. ve üç beş kişi size alkış tuttu diye kendinizi kaybetmemenizi veya yoktan var olduğunuzu düşünmemenizi veya sahte bir alçak gönüllüğe kapılıp gitmemenize yol açar. bir duygusal boşluğa düşüp, kendinizi heba etmenizin önüne de geçebilirsiniz ama meselenin en zor kısmını da bu nokta oluşturuyor aslında. burada mutluluğun formülü falan verilmiyor. ya da huzurun anahtarını satmıyorum. çünkü ancak kendi içine sinebilen insan, içsel bir huzura kavuşabilir ve huzur aslında yalan bir kelimedir. çünkü acı dışında, hiç bir insanî duygu, sonsuza dek sabitlenebilir değildir. öfke veya neşe, veya keder, elem,
kaygı, sevinç, vs vs, anlık olarak girilebilen, ve istem dışı bir şekilde terk edibilen odalardır. o odalarda, bir acı evine inşa edilmiştir. doğarken bile ağlıyorsanız, bedene girmeden önceki halinizi siz düşünün. yani aslında yaşamımız boyunca hissettiğimiz duygusal değişim evrelerimizde, başımıza gelen tek şey, acı evinde, bazı odalara girip çıkmak. ve bunu, tek başımıza, gözlerimizi kapatarak bile gerçekleştirebiliyoruz. o yüzden, toplumun etkisini hiçselleştiremeyen biri, sözünü ettiğim şu pil hikayesine göre, her iki şekilde de özünü kaybeder. bunca sayfadır zırvalayıp durduğum şey, küçük veya büyük, her türlü güç veya iktidar veya popüliterinin, insan doğası üzerinde yarattığı değişimin biçimleri aslında. ve tersi açıdan da, tamamen güçten düşüp, yalnız kalmanın, sessizleşmenin, içinde sıkışıp kalmanın, oluşturduğu sonuçlar. bir erkek, annesinden nefret etmediği sürece, hayatı boyunca bir kadının etkisi altına girme riskini taşır; opidal benlik. aynı durum kadınlar için elektra tribi ile söz konusu olabilir, bunu bilemiyorum. bir erkek, annesine aşık olmadığı sürece, hayatına giren kadınlara işkence eder. söz konusu nefret ve aşkı, ying-yang'a göre, dengeleyebiliriz. terazinin dengesi bozulunca açığa çıkan duygusal boşluk. dünyaya geldiğimiz ilk andan beri, bilinçaltımızı besleyip, bizi şekillendiren boşluk. ve kelimelerin yok olduğu evrede açığa çıkan zihinsel boşluk. sadece görüntüler ve sesler. hiç bir düşünce yok. bir balkonun altıncı katındasınız. aşağıya bakıyorsunuz. ve intihar etmeyi değil de, aşağıya doğru sonsuza dek düştüğünüzü hayal ediyorsunuz. yani bir zeminin olmadığını. sonsuz düşüş. bu aynı zamanda, yer çekiminin olmadığı bir ortamda, uçuş anlamına da gelir bu düşüş. ve düşünce yapınıza etki eden bir çekim noktası olmadığı sürece, zihinsel bir uçuş yaşarsınız: harikuladeler diyarı. dünyadan çıkış. quiet world'u, quit world, quiet world'u da, quit word yapalım. o balkonda bunları düşünüyordum, intiharı değil. en başa dönüp, cenin haline geldiğiniz andaki belleğinizi hayal edin. ne mucizevi bir şey. sonra bir tünelden geçip dünyaya geliyorsunuz. vay canına. bir hücrede ölene dek hapsoldunuz artık.. insanlar. gittikçe daha fazla insan. daha fazla anı. daha fazla acı. daha fazla acı. ve gittikçe daha fazla acı. geçmişteki mutlu olduğunuz anlar bile, tebessümle hatırlanılan acılar artık. acılar evi adı verilen bir bellek. ve bir koridor. ışıksız, kapranlık, havasız, uzun, sınırsız, bir koridor. yürüyorsunuz çünkü yürümek zorundasınız. başka seçim şansınız yok. gözleriniz kapalı ve zihninizin içinde bir yere gidiyorsunuz. belki çocukluğa, belki de hayalinizde yarattığınız bir dünyaya. karanlık. karanlık karanlık. ve
birden ayağınız kayıyor, düşmeye başlıyorsunuz. düşüş. düşüş. düşüş. sonra bir oda. loş. hiç pencere yok. zemin cam kırıkları dolu. sadece cam kırığından oluşan, ve eşeleseniz sonsuza dek cam kırıkları ile aşağı kazılacak olan bir zemin. tavan kapkaranlık. düştüğünüz yer orası ve kapkaranlık. ve oradan sesler geliyor. yaklaşan sesler. gittikçe çoğalıyorlar. birileri sizi takip ediyor. aralarında sevdiğiniz insanların seside var ama o sevdiğiniz insanlar sevmediğiniz insanları da seviyor ve beraberinde onları da getiriyorlar. onlarda mı bu odaya düşecek? ayaklarınız hiç kesilmedi. yerler cam kırığı dolu ve ayaklarınız hiç kesilmedi. onların ayakları kesilicek mi düştüklerinde? burası kimin odası? buraya nasıl geldim. duvarlar çürük ve içeriye ışık hüzmeleri sızıyor. duvarların birinde: "anlatacak çok şeyim var. dinlemek isteyen kimse yok." yazıyor. o duvara sert bir tekme atıyorsunuz ve yıkılıyor. ve koşmaya başlıyorsunuz sonra.. güneş yok ama aydınlık. bulutsuz masmavi bir gökyüzünde, bir ovaya çıktınız. koşuyorsunuz. ormana doğru. son sürat. ve ağaçlar. ve bir sürü hayvan. ve bir sürü hayvan dolanıyor. koşuyorsunuz. sadece koşuyorsunuz, hiç bir şey düşünmeden ve neden ve niye kaçtığınızı bilmeden. hepsi bu.. işte yaşamda, bir noktadan sonra, çoğu insanın içine düştüğü yaşam biçimi. hiç birşey düşünmeden, ve yaşanılan zaman dilimine odaklanılmadan, güzel bir geleceğe doğru koşup durmak.. acılar evinden, dolayısı ile zihin ve bellekten, dolayısı ile kendinden ve geçmişinden kaçmak. aksi takdirde, delirme veya intihar etme riski ile kaplanmış yalnız saatler sizi bekliyordur. ve o yalnız başına geçirilen saatlerden sağlıklı bir şekilde çıkılınca, hayat size gerçekten bir çocuk oyuncağı gibi gelmeye başlıyor. anlam aramıyorsunuz artık. tek üstesinden gelemediğiniz şey, duygusal boşluklar. geriye kalan her türlü evreyi, yerleşik ve sarsılmaz bir özgüven sayesinde, doğru bakış açıları ile belleğe kaydediyorsunuz. ve işte asıl içinden çıkılamayan acı, bu noktada başlıyor, çünkü o zaman gerçekten o en saf halde kendini yalnız hissetme hali kapınıza gelip dayanıyor. ve bir çözüme inanmaktansa, öylesine yaşamaya ve hiçbirşeyden tad almamaya başlıyorsunuz böylece. ve işte o zaman, intihar düşüncesi, gerçekten ağır basıyor ve siz bunu bile gerçekleştirebilecek güçten mahrum bir halde, bekliyor, bekliyor ve bekliyorsunuz. olduğunuz yerde, donuk bir şekilde. hareket etmek işe yaramaz, umut etmek işe yaramaz, çaba sarfetmek işe yaramaz, hafıza kaybı geçirmek veya yeniden doğmak dışında hiç bir şey işe yaramaz. ve işte bu uzun bekleyiş evreleri arasında zaman zaman, herşeyle taşak geçip, boş kahkalar atmak dışında, yaşama devam etmek için yaptığınız başka hiç bir fonksiyonunuz kalmamıştır artık. buna, benim literatürümde, tırlatmak denir. ve, zaman zaman intihar etmeyi düşündüğünüz, zaman zaman da kahkalarla ve anlamsızca gülmeye başladığınız bir evreye geçersiniz o noktada. her ikisininde bir anlamı olmadığını bilir, boşluğa doğru akarsınız, ve bu akış esnasında, giderek eksilir ve azalırsınız, ve siz azalırken, zihninizdeki acı evinin üzerine yeni katlar inşa edilir ve yeni katları çıkıp dolaşmak birşeyi değiştirmeyeceği için (öğrenilmiş çaresizlik), siz de zemine doğru kazı çalışmalarına devam edersiniz. zihninizde daha derine, ve daha da derine doğru iniş.. daha fazla sessizlik, ve daha fazla anlamsızlık ve daha fazla karanlık. hepsi bu. * başlık: katatonia'nın bir şarkısının adıdır 16nisan2009
kendimden feragat-97 buradayım moruk. karşındayım yine. beyaz ekran. txt. karşındayım yine. kimse yok. önemi de yok. beyaz ekran. beyaz bir kağıda sarılmış sigara. duvarlar. kimse yok dinlemek isteyen. farkındayım. can sıkıcı cümleler. bir sonraki kanala geçin ses çıkarmadan. ses çıkarmadan lütfen. “çok arabesk”. okuyan biri bunu diyebildikten sonra, lan niye yazayımki diyorsun. kendinden feragat. iki cennet hikayesi gibi. anlatmıştım. tekrar anlatayım. arkadaşlarımdan biri. kolunda bir dövme var. dövmede iki cennet var. bir anlamı var o dövmenin, arkadaşım için. ama yaşlı bir teyze yanına yaklaşıp, “bir tanesi neyine yetmiyor evladım” diyor. tüm efsane yerlebir. aynen bunun gibi. niye yazayım. yazmalısın çünkü başka çıkar yolu yok. pekala yazayım. dursun bir köşede. odanın bir köşesinde. hardiskin bir köşesinde. yok, durmasın. gönder gitsin. sal gelsin. sonra biri gelip “harikasın” desin, bir diğeri, “boktan” desin. konuşup dursunlar. ama okumasınlar asla. okumadıklarını düşün. okumamaları daha iyi bile hatta. o yüzden kanal değiştirmek yerine girdo tv’de kalmaya devam edicekseniz bile, ses çıkarmayın. veya kanalın sesini kısın. bu da bir çözüm şekli. iletişim kurmamamız için. zaten konuşamıyorum. sesim çıkmıyor. yazı. evet yazı. başla bitir gönder. burada. bu şekilde kalmak. eski alışkanlarım tazeleniyor. asla kurtulamıyorum boşluklardan. dolduramıyorumda. yazıda doldurmuyor. alkol ve sigara biraz. biraz da seni bitkin düşüren işin. ideal. boşlukları hissetme. doldurma da. mantıksal bir süreçi es geç. sarhoşluk sürecinde asılı kal. hiç çıkama o halden. ya yorgun ya sarhoş ya da uyuyor. evet böyle. evet aynen böyle. yalnız değilken yalnız hissetmek boktan. yalnızken yalnız hissetmek o kadar da boktan olmazdı sanırım. başkalarının hayatlarına dair sırtına binen yükler. intiharı erteleyenlerin en sık başvurdukları bahane. benim içinde geçerli değil. ben istemiyorum. sırtımın sol tarafı ağrıyor. böbrek yada akciğer. yada her ikisi de… sigara olabilir nedeni. yada alkol. kendine iyi bakmayan herkesin başına gelebilecek basit ağrılar. tanrı paslanmaz çelikten yaratmadı seni. ama paslanmaz çelikten olan ruhlar koydu bazı insanlara. asla eskimiyor ve değişmiyorlar. onlara tapıyorum. kendime de tapıyorum. durağan bir haldeyim. çocukken neysem, şimdide o. asla laf anlatamazsınız. denemeyin bile. sizi dinlemez. burnunun dikine gitmekten zevk alır. asla pişman olmaz. bu girdo. başka biride böyledir. bana benzeyen. benim benzediğim. ama onlar daha gerçekler. benim bazı zaaflarım var. yazmak gibi. yazmak bir zaaf haline dönüştü. sigara içmek gibi, ruhsal ve bedensel bir ihtiyaç. çünkü konuşunca dinleyecek kimse yoksa. yazınca dinleyecek kimsede yok ama duruyor orada o. ve insanlar sorduklarında “iyi diyek iyi olak” diyorsun. gülüyorlar. neyseki gülüyorlar. iyi değilim deseydin, sonrası kabusa dönüşebilirdi. ilgilenirlerdi seninle. sorununu anlamaya çalışırlardı. yalancıktanda olsa yaparlardı bunu. gerçekten ilgilenenleri de çıkardı. ve boğulur kalırdın sorular altında. hayır. bunu istemiyorsun. bunun yerine yazıyorsun. ve biri gelip, “iyi misin” diyince, yada gecenin köründe, “iyi misin” yazan bir mesaj atınca. geri arıyorsun. çağrı. o seni arıyor, “noldu” diyorsun, “son yazdığını okudumda, merak ettim”, “hmm, iyiyim ya”. inanıyor. inanıyorsun. insanlar senin peygamber olduğuna inanınca peygamber, yazar olduğuna inanınca yazar, aşık olduğuna inanınca aşık oluyorsun. duyguların oluşma süreci… biri psikolojimi dedi? hiç çakmam. kitap okumuyorum pek. sevmiyorumda kitap okumayı. havaalanında takılmayı seviyorum. binlerce insan arasında takılmayı. benim de boks arenam, yada hipodromum orası. kendime geliyorum orada. yoruluyorum. güç alıyorum. besleniyorum. iyileşiyorum. eve gelip tekrar hastalanıyorum. daha iyi. en azından bence. kendi kendine konuşmak. kendi kendine yazmak. daha iyi. daha iyi gibi. nasıl olsa kimsenin gerçekten de ilgisini çekmiyor. “fanzinler tükendi, daha fazla kopya bırakamazmısın?”, bırakırım. ama bırakmıyorum. o bi kaç kopyayı bile zar zor bıraktım. içimden gelmiyor.
oturup beklemek daha keyifli fotokopi ile uğraşmaktan. bir kopya alıp kendin okuduktan sonra geri kalanın önemi yok. kendime fanzin hazırlıyorum. evet ukalaca ama okuyacak bir şey bulamadığım için fanzin hazırlıyorum kendime. iyi yazan insanlar var. iyi yaşayan insanlar da var. ama iyi okuyan insan sayısı, iyi yazan insan sayısından bile az galiba. kimse kimse okumuyor. herkes yazıyor ama. bu ne hız? bende hızlıyım, okumadan yazmak konusunda. onbin sayfayı aşmış olmalıyım… ama yüzde doksanı odada bir kağıt parçası yada pcde bir dosya olarak kalıyor… unutuyorum. sonra kül. sonra çöp. gazete bulamayıp, ekmeğin altına koyduğun kağıt parçaları. o kağıt parçaların üzerinde öykülerin. sonra buruşturup at. daha keyifli. en azından bana göre… 1.10.2008
kendimden feragat - 98 1. balkondayım. oturuyorum. dolunay var bugün. gece. gece ve soğuk, gece ve sessiz. benim gibi bugün sokağın hali. saat ikiye gelmekte. balkondayım. kahve ve sigara içiyorum. kahve ve sigara içerken düşünüyorum. bana benziyor bugün sokağın hali. sessiz ve boş, boş ve karanlık. karanlık ama dolunay var, karanlık ama iki sokak lambası var. ruhuma benziyor bu sokak. dönem dönem kapkaranlık olan ruhuma, zaman zaman dolunayı yakalayan ruhuma. ve ender olarak da, aldatıcı güneşi gören ruhuma… güneş falan istemiyorum ben. gece güzel, gece ve dolunay. her ne kadar ışığını güneşten alıyor olsa da ay, dünyanın hareketine bağlı olarak çıksa da dolunay. daha derinlemesine bir alegori yapabilirim ama gerek yok diye düşünüyorum. bekliyorum işte. sonra bir köpek geçiyor sokaktan. seviyorum köpekleri. kedileri seviyorum, köpekleri seviyorum, kendimi seviyorum, sizi seviyorum. ve düşünüyorum işte bir taraftan, sigaramı içerken, başıma gelmesi muhtemel ihtimalleri düşünüyorum. sigara hemen bitmiyor neyse ki, dolma olunca bitmez. ve sert değil sigara, ama çok hafif de değil, tatlı bir tütün içiyorum, duman akciğerime girip, zehrini kanıma bırakırken düşünüyorum, “n’apmaya çalışıyorum ben” diye düşünüyorum. sonra, dolunaya bakarken, ilham perilerim fısıldamaya başlıyor kulağıma. ve içeri giriyorum. odaya. odada ışık yanıyor. bir floransan. aydınlık yani oda. zaman zaman ışık açıkken oturuyorum o odada, zaman zaman karanlıkta. şu an aydınlık, hala aydınlık oda. oda benim içimdeki gizli odama benziyor. boş. boş ve tek başınayım bu odada. herkes uyumakta. evdeki herkes uyumakta. mahalledeki herkes uyumakta. şehirdeki herkes uyumakta. uyumayan, benim gibi insanlar da, herkes yaşarken uyumayı seçiyor. “bu bir kaçış yolu olabilir mi?” diye düşünüyorum. yani geceleri yaşamak, bir kaçış yolu olabilir mi? ve sürdürülebilir mi bu oyun? çalışmak zorunda olmasaydın sürdürebilirdin moruk, diyorum kendime. şu an yazar olsaydın, sürdürebilirdin diyorum. ve ardından bir düş görmeye başlıyorum odamda, zihnimin gizli odasında; bir evim var. hangi şehir olduğunu önemsemiyorum. sadece, bir evim var diye düşünüyorum. genellikle evde takılan bir insansanız, evin hangi şehirde olduğu önemini yitirir bir dereceye kadar. bir ev. hepsi bu. ufak bir ev. büyük bir yazar. büyük bir yazar ve şair. dilini, diğer dillere çevirtebilmeyi başarabilen bir yazar. herkese derdini anlatmayı başarabilen bir yazar. herkesin ruhunu görmesini başarabilen, başına gelen saçmalıkları, başına gelen saçmalıklara rağmen yaşadığını, yaşamaya devam ettiğini, sonra birkaç intihar deneyini, direkten dönmeyi. falan filan.
başım ağrıyor şu an. neyse ki this empty flow çalıyor… ve jori bana anlatıyor, ve beni dinliyor, ve beni kendimle konuşmaktan kurtarıyor… yazmakta zorlandığım bir yazı bu. lanet olsun. zorlanıyorum, zorlanıyorum çünkü daha fazla acıya tahammül edebileceğimi sanmıyorum. ciğerlerim dumanıma daha ne kadar tahammül edebilir, bilmiyorum. biri sigara içmemi engellesin isterdim. biri bu konuda müdahale edebilsin istiyorum. birinin gelip, elimden şu sigarayı almasını ve bana sıkı bir tokat atmasını istiyorum. bu, annem olamaz. bu, babam olamaz. bu, herhangi bir insan olamaz. birinin, sigarayla arama girebilecek kadar cesur olmasını istiyorum. beni kaybetme riskini göze alıp, sigara yüzünden ölmeme engel olmasını istiyorum. çünkü ölmek istemiyorum artık, çünkü daha yazacaklarımı yazmadım, anlatmam gereken çok şey var daha, diye düşünüyorum, henüz asıl konuya gelmediğimi düşünüyorum. hikayenin giriş faslındayız henüz. yazılan onlarca öykü ve yüzlerce şiir, sadece önsözümdü diye düşünüyorum. daha anlatmaya başlamadım, ölmemeliyim. ama tuhaf bir şekilde, bazen ölümümü düşünüyorum. ağzında söylemesi gerekenlerle, ipte sallanan bir ceset. bu bana kötü geliyor. kendi ölümüm bana artık kötü geliyor. şimdi “see nothing” çalıyor ve sana teşekkür ediyorum bu şarkı için jori. sana da teşekkürler, niko. ve sana da aku. jukka, sana da. bu şarkıyı benimle dinleyecek bir kar tanesi arıyorum, kumsaldaki kar tanesi, bulursam ona teşekkür edeceğim, beni kendimle konuşmaktan kurtaracağı için. herkese teşekkür etme günümdeyim bugün, sevenlerime de teşekkürler, nefret edenlerime de. eski aşklarımı düşünüyorum. eskiden aşık olduğum kadınları. hiç biri beni anlamadı. bende onları anlamıyordum ama. ödeşmiş oluyorduk böylece. borçlu kalmamış oluyordum. bir alacak-verecek davam yok sizinle. dosya kapandı. hiç bir şey için borçlu değilsiniz bana. ben de hakkımı helal edip susmak istiyorum. neden susmadığımı bilmiyorum ama. zihnim bu stresi kaldırmıyor gerçekten. zihnim bu stresi kaldırmıyor ve ben de bir sigara yakıyorum. elime alıyorum sigarayı öncelikle. beni ne zaman öldüreceksin kaltak, diyorum ona, sigaraya yani. konuşmaya başlıyor sigara da. seni öldürmek istemiyorum, diyor. sana acıyorum, diyor. bana ihtiyacın olduğunu biliyorum ben, ama sana zararlı olduğumu da biliyorum, diyor. yine de engel olamıyorum kendime, diyor. ben olmasam intihar edebilirdin, diyor. haklısın, diyorum ona. eski sevgililerime benziyorsun diyorum… beni ölümden kurtarıp, sonra ölüme iten, eski sevgililerime… düşününce, matah bir bok gibi gelmiyorum kendime. ama yine de, çevremde bir insan kalabalığı oluşuyor. ne istiyorlar benden, bilmiyorum. ilk kez bir kadınla seviştiğimde 23 yaşındaydım. onun öncesinde bir fahişeyle sevişmek istedim. ama sonra, bunun, pek de doğru bir fikir olmadığını fark ettim. daha gençtim o zamanlar. ve pişman olacağım şeyler yapmak istemiyordum. hayatım boyunca hiç pişman olmadım. ve ilk kez bir kadınla seviştiğimde, 23 yaşındaydım. aşıktım ona. aşıktım ve sonra onunla yatak odasında yalnız kalmıştık. ve uyumasına izin vermememi, söyledi. beni uyutma, dedi bana. yan yana yatıyorduk ve bana, uyumama izin verme, dedi. o gün öğlenden beri, öpüşüyordum onunla. ve ilk kez öpüşüyordum üstelik bir hatunla. o gece bana, beni uyutma, dedi. ve daha öncesinde hiç düşünü kurmadığım bir şeyi, yapmaya başladım. üzerindeydim. önce yanında yatıyor ve konuşuyordum sadece. sonra öpmeye başladım. sonra öperken aşağı doğru kaydım. bilmiyordum sevişmeyi, nasıl öpüşmem gerektiğini bilmiyordum. sonra aşağılara kaydım ve “bak bunu yapmak zorunda değiliz” dedim. onu
incitmek istemiyordum. kimseyi incitmek istemiyordum. bana istediğin her şeyi yapabilirsin, dedi. sana istemediğin hiç bir şeyi yapmam, dedim. ama duymadı. gözlerini kapatmıştı. “üzerindekini çıkarsana” dedi. telefonum titredi bu arada. “bakmak zorunda değilsin değil mi?” dedi, ittim telefonu yataktan, düştü telefon. sonra devam ettik. ne kadar sürdü bilmiyorum, üzerindeydim, ve aşağılara iniyordum, ve arada bir yukarı çıkıp, “devam etmemi istiyor musun” diye soruyordum. size göre bir aptal olmalıyım. ama kendimi aptal gibi hissetmiyorum. o’na aşıktım. ve insanlar, aşık oldukları şeylere zarar vermezler, diye düşünüyordum. hassas olurlar diye. sonra istediği her şeyi isteyerek yaptım ve boşaldı o. yalamıştım ve boşaldı. sonra kalkıp giyinmeye başladı. sonra yanıma gelip yattı. teşekkür ederim aşkım, dedi. şok geçiriyordum. n’apıyorduk biz allah aşkına? konuşmaya başladık. konuştuk. konuştuk. sonra bir kez daha boşalttım onu, o şekilde. sonra bir şeyler daha oldu ama ben hiç boşalmadan, ya da boşaltılmadan, uyumaya başladık. rahatsız olmamıştım bu durumdan. her şey olağan şeklinde ilerliyor sanıyordum. ve uyumaya başladık. falan filan falan filan… ben odipal bir ruhum. bunu niye anlattığımı bilmiyorum. sadece rahatlamaya çalışıyorum. çünkü çok fazla acı var içimde. biri acımı çekip çıkarmalı. biri içime şırıngasını sokmalı, ve çekip çıkarmalı ruhuma karışan tüm pisliği, çöpe atmalı. aynen, akrep sokan bir insanın kanını ağzınla emip, sonra tükürür gibi. risk. bir saniye, içersi çok duman altı, balkonun kapısını açmalıyım… geldim. devam ediyorum. jori de devam ediyor. “still” diyor jori… büyüleyici bir şarkı. başka bir boyuttan düşmüş gibi. hala kendimi iyi hissedebiliyorum, ama buraya nerden geldik bilmiyorum. balkondaydım, dolunay vardı, sokak ruhuma benziyordu, sonra odaya geçmiş ve burayı da gizli odama benzetmiştim, hatırladınız mı? yazdığım her şeyi, yazım aşamasında ezberliyorum, ben karıştırmam moruk yazdığım hiçbir şeyi, sen okurken kafan karışıyorsa, bu benim sorunum değil. sonra yazmaya başladım işte. balkondayken düşünüyordum. ama zihninden geçenleri yazmak, kolay olmaz her zaman. olmaz çünkü, bazen söylemek istediğin şeyleri söylemeye korkarsın. bu korkunun nedeni, otorite, tanrı, veya toplum olmaz hiçbir zaman. sadece bazen, karşına çıkan insanlara, söylemek istediğin şeyleri söylemekten korkarsın, çünkü ne onu incitmek istersin, ne de incinmek. yazmakta zorlandığım zamanlar, bu tip durumlar… birine, sana aşık olmaktan korkuyorum, dedim. ve yine de aşık oldum. sonra onunla çok güzel bir üç ay geçirdik. sonra bana, “hayatımda biri varken kendime zaman ayıramıyorum, yapmak istediğim şeyler var” dedi. dedi ve gitti. sanki o’nu, yapmak istediklerine engel olmak için hapsediyormuşum gibi. komiksiniz lan siz, hepiniz çatlaksınız, dünya üzerindeki tüm kadınlar, kafadan kontak gibi geliyor bana. yine de bir kadın düşmanı olamıyorum. hatta bir bakıma, pro-feminist bile sayılırım. ataerkil bir toplumda yaşamak. bir dolu saçmalık. ama kadınların da pek temiz olduğu söylenemez. ben ne erkeğim, ne kadınım, toplumsal anlamda. fizyolojik olarak bir erkeğim, hepsi bu. 2. şimdi. hmm. konunun iyice dağıldığını biliyorum. o yüzden, yazmaya devam edip edemeyeceğimi kendi içimde sorguluyorum. ne yazıyordum bir düşünelim. akış esnasında ikiye bölünen yolların, gidilmeyen taraflarından devam ederek, uzatabilirim bunu. şu an ne demek istedim bil bakalım… o kadar da derin ve karışık yazmı-
yorum oğlum, çok basit yazıyorum lan, hatta yazmıyorum bile, konuşuyorum, kendimle konuşurken tuşlara basıyorum sadece, hepsi bu. balkonda olduğumu söylemiştim. balkondaydım ve düşünüyordum. bir yazar olduğumu düşledim. geceleri uyumayan bir yazar. beraber yaşadığım bir kadın olduğunu düşledim. benim gibi kendini anlatan bir kadın. iki sanatçı. sanatçı mı? sanatçı kelimesi bana, yapısı itibari ile, itici gelmekte arkadaşlar. yazar güzel bir kelime. bunu seviyorum. bunu kabul edebilirim kendim için. yazar, yazı yazan insan. ama sanatçı ne boktan bir kelime söyler misiniz? sanatçı. sanat satan insan gibi. yani aynı börekçi gibi bir şey bu. boktan. dili yeniden yapılandırmalıyız. dili yeniden yapılandırmalı ve öyle kullanmalıyız. baştan alalım öyleyse. çünkü sanat, yaşanan her şey olabilir, yaşama sanatı yani, yani herkes sanatçı olabilir, çay yapmak bile bir sanat olabilir… balkondaydım ve bir yazar olduğumu düşledim. yani işte, ne bileyim, kitaplar yazan, yazdığı kitaplar ile azcık para kazanan, kazandığı para ile kirasını ödeyebilen, faturalarını ödeyebilen, çayını ve ekmeğini alabilen. falan filan. su içiyorum şimdi, çünkü boğazım kurudu sigaradan. sigarayı da, zihnim akıştan kuruyunca içiyorum. ne diyordum? bir evim var işte, ne bileyim, geceleri uyumuyorum, öyküler yazıyorum, film senaryoları, çizgi roman senaryoları, roman, şiir, vesaire vesaire vesaire. kadın da kendince yazıyor bir şeyler, o da kendi hikayesini anlatıyor. ama onun yazım şekli biraz farklı. sonra, birbirimizi de kullanmıyoruz, yaşama tutunurken. anlatabiliyor muyum? yaşayıp gidiyoruz işte. sevgili bile değiliz belki. yaşıyoruz sadece. sınırlar yok, sözler yok, her an ikimizden biri, ben sıkıldım deyip iletişimi kesebilir ve hakkı var buna, anlatabiliyor muyum? ama yapmıyoruz da bunu, çünkü birbirimize rahatsızlık vermiyoruz. insanlara rahatsızlık veriyoruz sadece. çünkü toplum tarafından tehdit olarak görülüyoruz, ürettiğimiz şeylerin rahatsız edici olduğunu söylüyor insanlar, bizi sevenler var, bizden nefret edenler var… yazmakta zorlanıyorum. yazmayacağım. kesiyorum. kesiyor ve akış esnasında yarım kalan başka bir konuya geçiyorum… bunu yaparken geri dönüp yazıyı baştan okumuyorum bile. size dedim, yazarken ezberlerim akışı diye, ama akışı sadece, bütünüyle sözcükleri değil… düşününce matah bir bok gibi gelmiyorum kendime. ve nedense çevremde bir insan kalabalığı dolaşıyor. çocukken kimse beni sevmezdi. ilkokulda iken kimse beni sevmezdi. ortaokulda da kimse beni sevmedi. lisede de. sonra üniversite. sonra askerlik. sonra iş hayatı. sevmezdi derken, çok büyük bir çoğunluğu demek istiyorum. oyunlarına almazlardı mesela, masalarına çağırmazlardı. erkek olanları üzerime yürümeye çalışır, kadın olanları iğrenerek bakardı suratıma. zamanla değişti yüzdelik dilimler. şimdi çoğunluk seviyor, yaptığım işe saygı gösteriyor, beni dinlemeye ve anlamaya çalışıyor, sorular soruyor, tanışmak istiyor, hatta erkek olanları dost, kadın olanları sevgili olmaya çalışıyor. arada ufak bir azınlık da, benim ergen bunalımları sattığımı, samimiyetsiz ve iki yüzlü davrandığımı, kadınlar için yazdığımı, hatta işi iyice abartıp, hiçbir şey yazamadığımı söylüyor. ben her iki durumdan da rahatsız değilim. ben bu dünyada bile değilim. aranızda yaşıyor sayılmam yani. kendi zihnimde yaşıyorum. kendi zihnimin içinde. kendime ait gizli bir odam var zihnimde. bir de, değişik değişik mekanlar var, işte ne bileyim, dehlizler, labirentler, lunaparklar, kanalizasyonlar, denizler, dağlar, kar, güneş, yağmur, ağaçlar, hayvanlar, insanlar… o insanların bir kısmını ben yarattım, yaratmaya da devam edeceğim, karakterlerimden bahsediyorum. zihnimin içinde yarattığım, başka bir dünyada yaşıyor ve zaman zaman o dünyayı size anlatıyorum. zaman zaman onu anlatıyorum,
zaman zaman da sizin dünyanızda başıma gelen saçmalıkları. ha ne diyordum, zihnimin içindeki dünya. uzaylılar bile var orada, yaratıklar var, şirinler var, iskeletler, taş gibi hatunlar, ruhu olmayan adamlar, vs vs vs. yani yazarlık böyle bir şey. ve kim ne derse desin, ben bir yazarım. illa bir işi yapabilen sıfatını kazanmak için, o işten para kazanıyor olmak gerekmiyor. hem bir meslek değildir yazarlık. meslek olsaydı, bir eğitimi olurdu bu işin. ama meslek haline getirilmeye çalışıldığı açık. yazar okulları. yaratıcı yazarlık eğitimleri. ne kadar aptalca… sanat öğretilmez, demişti erdinç abim. erdinç inceman. bu yüzden bıraktı öğretmenliği. sanat öğretmeni olamam ben, demişti. haklıydı. halil turhanlı avukatlığı bıraktı, ya da onun gibi bir şey, emin değilim nereyi ama bıraktı işte. ben de sevenlerimi gıcık etmek için, yazmayı bıraktım. “nasıl yani! bıraktın mı?”. şey pardon, yanlış yazmışım o kısmı, düzelteyim. aslında yanlış yazmadım, akışı tamamladım sadece. bıraktı, bıraktı, bıraktı. kafiyeli yazılmalı bir şiir, dedi biri. bende o’na, kafiye uğruna anlam heba edilmez, dedim. biri daha gelip konuşur şimdi bu lafın üzerine… şiiri sınırlayan denyolar… her neyse. bende sizi gıcık etmek için yazmayı bırakmıyorum, diyecektim demin. o an akış ve kafiye kaygısına kurban gittik, şimdi diyorum bunu. bende sizi gıcık etmek için yazmayı bırakmıyorum. bok atmaya devam edin ki, yazmaya devam edebileyim… gidip soğuk bir şey alacağım kendime. soğuk bir şey içmem gerekiyor. sonra da, benim gizli odamda oturuyor olacağım. ve oraya, hiç kimse giremez, yani girmemeli, girenler kalmak istemiyor çünkü… ama yine de, mütevazi bir insanım ben, bunun aksini iddia eden arkadaşları, bir öğleden sonra, alsancak’ta çay içmeye bekliyorum, ıoniya mekanımın adı, ya da onun gibi bir şey işte, adını söylemeyi başaramadım henüz mekanın, ama “gel çay içelim” derseniz, hiç dert değil, eğer zamanım varsa tabii, zamanım ve param… dert değil. size fanzin veririm. akşamına da taş plak’a gidip, yağmurcu’yu dinleriz. o’nu ve çetin’i, gitar çalarlar bize, biz de bir bardak şarap içer kalkarız. ama bunu her zaman yapamayacağımızı bilin. kendimi önemsiyor gibi görünebilirim, ve önemsiyorumdur da belki, yine de dilediğiniz gibi zırvalayabilirsiniz hakkımda. sevmediğim insanlar için, sağır dilsiz ve kör taklidi yapıyorum ben, işime öyle geldiği zamanlarda… kendime yarattığım dünyamda, sokak edebiyatı’mda, kendim gibi insanlarla yaşıyorum. sizin dünyanız, beş para etmeyen bir plastik poşete benziyor. ve o plastik poşet hakkında aklımdan geçenleri yazmaktan da korkmuyorum asla. hepsi bu. benden rahatsız olan, ilgililerine haber versin. benim başımda, ilgilim olan bir merci yok. mersi girdarilla. not: “girdarilla”, gerilla kelimesinden türetilmiştir ve girdap’ın sonsuz sayıdaki isimlerinden, sadece bir tanesidir… 10.nisan.2009
kendimden feragat 193 bir videoya denk geldim. kaç kez izledim bilmiyorum. iyi görünüyorlardı, görünenler. ama insanlar zaten genellikle, başkalarının yanında iyi görünürler öyle değil mi? ya da kendilerini iyi hissettikleri, ya da hissedebileceklerini bildiklerini dönemlerde karışırlar insan arasına, eş-dost da zaten böylesi zamanlar dışında, bir fazlalıktan başka bir şeymiş gibi görünmez insana. en azından bana öyle olur. ve beni tanıyanlar alışkındır, zaman zaman günlerce, hatta haftalarca, ortalıktan kayboluşlarıma. ama galiba pek azı farkında, bir gün, yıllarca ortalıktan kaybolacağımın, hatta sonsuza dek. ve günden güne, ve geceden geceye, o anın yaklaştığını hissetsem de, kendi içimde, bir tür mücadele veriyorum, pes etmek ve etmemek arasındaki hassas denge, ortasındasın, bir tahterevalli gibi hatta teraziden daha çok, bir o tarafa bir bu tarafa kayıp duruyorsun üzerinde, bir orası ağır basıyor bir burası, bazen iyisin, bazen kötü, genellikle kötü olduğunun bilincinde olsan da, çaktırmamaya çalışıyorsun hiç kimseye, elinde olsaydı, gözlerinin dışardan görünmesini engelleyen bir set çekerdin, gözlük de sevmiyorsun ama, siyah gözlükler, soğuk buluyorsun, ve bazen anlar insanlar, sadece bazen, ve sorarlar, hayırdır durgunsun diye, bir şey mi oldu? ne oldu ki diye sormak istersin, bugüne kadar ne oldu ki, hiçbir şey olmuyor. ama anlamazlar, ve eminim sen de şu an hiçbir şey anlamamışsındır. ama yazıyorum işte, niye yazıyorsun? bir tür tıkanma hali, olup biten ya da olmadan biten her şey karşısında, tüm iyi bir his barındıran niyetler karşısında, niyetlerin karşısında, durup kendini sorgulamana, sorgulatmana yol açan, insan tahayyülleri. tuhaf olduğumu biliyorum. hayatım boyunca garipsenmişimdir, kendimi garipsemediğim halde üstelik. oysa, kendini başkalarının gözünden değerlendirmek, ve ona göre bir karar vermek, insanın yapacağı en kötü tercihtir. kendi kararlarım, ya da kendi aynamın bana yansıttığı imgelerden sonra, yanılmış da olabilirim, ki yanılmışımdır da çoğu zaman, ama böyle bir durumda da, insanın yapacağı en akıllıca şey, kendini suçlamamaktır. ben başkalarını suçlamaktan uzak oldum hep. her şey kendi seçimim, o zaman birinin yüzünde bir tokat patlaması gerekiyorsa, o da kendi yüzüm olmalı dedim, tokadı atan el de kendi elim. sonra durdum. sakinleşmek gibi yani. saate bakarsın ve yelkovanın hâlâ hareket halinde olduğunu görünce anlarsın, zamanın da hâlâ geçip gitmekte olduğunu. geçip gitmeyen şeylerin üzerine, zihninin içinde, bir örtü örtmeye çabalarsın. bu genellikle, alkol ve sigara ikilisi ile, yapılabiliyor sanılır, ama sabah uyandığında, ölümcül bir baş ağrısı, mide krampları ve öksürük ve öğürtülerle, sadece berbat bir gece yaşadığını ama hiçbir şeyi geride bırakamadığını anlarsın. birikir sadece. bir şeyler biriktikçe, sen eksilirsin. eksildikçe, yeni bir şey almaz, boşalan yeri. boşalırsın sadece. giderek daha da boş bir adam olmaya başlarsın. ama insanlar sever yine de, o boşluğu. gelirler. gelirler ve sen bir yere gidemezsin. gittikçe daha çok gidememeye başlarsın. yol alamazsın yani. yelkovan döner, her bir turunda, akrebi de bir adım ileri taşır, sen de kendini akrebe benzetirsin saati izlerken, insanlar etrafında döner durur, iteklerler, sabah telefon çalar, yataktan kalkmak istemiyorsundur, seni çok seven vardiya amirinin yardımcısıdır arayan, işe gelmicek misin der, gitmek istemiyorsundur, ama gidersin, çünkü gitmek zorundasındır. eve geldiğinde, annen yemek der, yemicem dersin, yersin ama, o hatırlatır, sen de yersin. arkadaşın arar, girdo dışarı çıkalım. çıkmak istemiyorsundur. ama çıkarsın. ve bir şeyler anlatırsın, gayri ihtiyari, absürt bir tiyatrodur yaşanan her şey, anlatırsın, trajikomiktir yaşanan, ve gülerler, ağlamak istersin. bunun yerine bir sigara yakarsın. ölüceksin derler, ölmezsin. bi gün ünlü bir yazar olucaksın der hatunun teki, güler geçersin. ay da beşyüzmilyona evden çıkmamayı kabul ederdim. hiç çıkmamayı. çalışmadan gelebilecek bir beşyüzmilyona fitim. evde oturucam. izin vermezler ama. çalışmak zorundasındır. ve işe gidemediğinde annenle tartışırsın. salak salak şeyler yazdığında, birileri seni kutsar, ama nasıl olduğunu düşünmezsin, birileri sorana kadar. napıyorsun? hiç. koca bir hiç. düşünüyorum sadece. düşünüyordum. artık onu da yapmıyorum. matah bir bok değilim, çünkü herkesin başına gelebilecek ve herkes de vuku bulabilecek, duygular, durumlar ve yaşananlar hakkında, üç beş şey zırvalıyorum sadece. sonra biri geliyor ve sana seni sevdiğini söylüyor. görmezden geliyorsun. biri evine davet ediyor. gitmiyorsun. arkadaşın arıyor. açmıyorsun. yoo açıyorsun aslında, telefonu duvara fırlatınca içi açılıyor. sonra üzerine kahve dökülüyor. tuşları bozuluyor. ve gözleri ile görene kadar inanmıyorlar, telefonunun tuşlarının
bozuk olduğuna ve bu yüzden mesaj yazamadığını, telefonu bazen açamadığını, ve bu halden hoşnut olduğunu. sürekli çalışmaktan şikâyet ettiğini söylüyorlar, sanki paradan veya parasızlıktan dert yanıyormuşsun gibi hissediyorlar. oysa para sikinde bile olmuyor. daha çok param olsaydı diyorsun, daha kaliteli sigara içer, daha çok alkol alırdım. hepsi bu. değişen ne? koca bir hiç. araba almayacağım. ev almayacağım. benimle evlenmeyi ya da yanımda sonsuza dek kalmayı kabul edecek tek bir hatun bile göremiyorum. o halde yaşayalım diyorum. acı tiyatrosu mu bu? ben öyle düşünmüyorum, insanlar öyle zannediyor. zaten insanlar her şeyi zannediyor, asla emin olamıyorlar. ama kendilerinden eminmiş gibi davranıyorlar sürekli. sonra da bu yüzden acı çekiyorlar. ben her şeyden emin olduğum için çekmişimdir acı, çektiysem de, keşke hiçbir şey bilmeseydim diye bu yüzden diyorum sık sık. hiçbir şey bilmeseydim. kendimi tanımasaydım. salak ufacık bir afrika kabilesinde bir ilkel olsaydım mesela. ama olmadım. onun yerine, büyüdükçe daha da yabancılaştığım bir tımarhaneye kapatıldım. modern hayat ve onun harikulade havai fişek gösterisi. göz alıcı ihtişamlar. arzulanan ve gerçekte var olan her zaman birbirine zıttır oysa. içinde bulunduğumuz durumdan hiçbir zaman hoşnut değilizdir, farklı bir şeyler arar dururuz, yaşamımız boyunca. bize, iyi hissettirecek, can sıkıntımızı geçiştirecek bir şey. çoğu insan, aşka, farkında olmadıkları böylesi bir duyguyla kapılırlar. sonra gene canları sıkılmaya başlar ama. kararsızlıklar bütününden başka hiçbir şey değiliz. çoğu zaman, gerçekte neyi düşlediğimizin bile farkında değiliz. baş döndürücü bir hızda konuşup duruyoruz sürekli, baş döndürücü bir hızda yaşayıp gidiyor, baş döndürücü bir hızda değişiyoruz. biz değişince, bir şeyler değişecek sanıyoruz çünkü, kendimizi değiştirme, ya da geliştirme çabaları. hayatta kalma mücadelesi. daha iyi bir iş. daha iyi bir eş. hatta, daha iyi bir çocuk. girdo ne zaman evleniceksin? sokaklanıcam ben. o ne demek lan? benimle sokakta bile kalmayı göze alabilecek bir hatun bulursam demek. ama aramıyorum. bazen bulduğunu sanırsın. hepsi bu. ayakların yerden kesilir. sonra boşluğa düşersin. durursun öyle. durumdan bir sonuç çıkarmadan durursun. bir şeyleri biliyorken, bilmezden gelmek, inanmak istemediğin içindir, gerçekte var olana. devam eder eder eder. öyle bir noktaya kadar devam eder ki. çalıştığın makinenin mengenesine elini sokup, hatta başını sokup, bilmem kaçyüz kilo basınçla beyninin ezildiğini düşlersin. yataktan düşürülmüşsündür sanki bir gece yarısı. yatak okyanusun ortasındadır sanki. düştüğün yerde, imdat diye bile bağırmak içinden gelmez oysa. ve zaman geçer geçer geçer. daha da çok içine batar, derinliğini ölçemediğin o boşluk. ve salak işlerine, ve salak yaşam biçimine, kaldığın yerden, devam edersin. eder gibi yaparsın aslında. sıkışırsın. ve gitmek istersin ama gidebileceğin bir yer göremezsin. her şey birbirinin aynıdır. hatta her şey siyah ve siyahın tonlarından ibarettir. seçemezsin hiçbir şeyi. net değildir. gelecek gölgelerden ibarettir. geçmiş bir gölge oyunu gibidir. ve inat edersin. bir mücadele içindesindir. kimse göremese de verdiğin savaşı. kendinle savaşıyorsundur daha çok. durmak ve durmamak ile. kalmak ve gitmek ile. intihar değildir düşündüğün. seni hiç kimsenin tanımadığı ve hiç kimseyi tanımadığın ve tanımayacağın bir yere göç etmektir. interneti geç, elektriğin bile olmadığı bir köye. kalırsın. dur bakalım neler olacak hissi ile değil, dur bakalım başka neler olmayacak diye belki. çünkü hiçbir şey olmaz. olan şeyler de, senin umurunda olmayan şeylerdir. insanlar iyi yazdığını söyler. umurunda değildir. fanzinler bir sürü bir sürü gider. umurunda değildir. bir sürü insan bir şeyler geveler. duymazsın. hatunlar sana yazılmaya çalışır, görmezsin. tuhafsındır çünkü. embesilsindir hatta. okula yazılırsın. hayatını bir şeyle doldurmak istediğin içindir bu. o boşluğu, boş boş bekleme saatlerini, boş bir uğraş, hevessiz bir amaç uğrunda, çarçur etmek. sonra, biri gelip, sigarayı bırak der. sigarayı bırakayım öyle mi? ama seviyorum onu. güzel bir ilişkimiz var kendisiyle. lüks bir kancık kendisi, farkındayım, ama hiçbir şey yapmadan durup, hatta hiçbir şey de düşünmeden, durup, duvarlara bakarken, yakılan bir sigaranın, dumanında boğduğun, o kadar çok şey vardır ki. vardır sadece. hep vardır. hepsi bu. öyleyse bir sigara yakalım, kalp atışlarımız teklese de, her nefeste. ölümü alt edemeyiz sonuçta, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, en iyisi. her türlü korku, insanı sakat bırakan bir itki taşır. ve mantık, insan zekasının çıkara dayalı savunma mekanizmasını işleme koymasıdır. başka bişe değil. benim gözümde tabii ki. ben duygudan yanayım. mantığı sikip atalı, yıllar oluyor. o halde, bir sigara daha. siz de yakın bi tane. 6.11.2012
köpek. yasak elmanın yarattığı fırtınadan ardakalan ganimeti topladığımızı söyledim ona. bir çözümün olmadığını. ama inatla çözmeye çalıştığımızı bu gizemi. “tanrı var” desen de, “yok” desen de, her iki durumda da boka battığımızı. bizi kurtarıcak bir kahramanın olmadığını. varsa bile kurtuluş aramadığımızı. inanmadığımızı da bir kurtuluşa. “ne sendenim ne onlardan” gibi, klişe. “ama kendimin de değilim” dedim. kendimde de değilim çoğu zaman. kaptırmışım. gidiyorum. istemediğim bir geleceğe, ve istemeden, ama istediğim şekilde. kaos. anlam karmaşası. yazmak, sarhoşluk hali ile açığa çıkan bunalımımın tüccarı sadece. bekliyorum. balkondayım ve bir köpekle konuşuyorum. köpek sokak köpeği. ben ev insanıyım. ev birinci kat. balkon caddenin izasında. sabahın beşi. iş çıkışı gecenin ikisinde, tren yoluna gidip içiyor, sonra eve gelip yatıyorum. dönen oda. dönen duvarlar. dönen yatak. kalkıyor ve balkona çıkıyorum. ezan okunuyor. ve bir köpek duruyor yolun ortasında. geçip giderken aniden durup bana bakıyor. yaklaşıyor. “naber evlat” diyorum, “nasıl gidiyor hayat?”. cevap vermiyor bana. havlamıyor. başını bile sallamıyor. dili de içerde. bakıyor sadece. “nasıl gidiyor hayat?”. gitmediğini biliyorum. iyi veya kötü, hiçbir şekilde gitmiyor. bi gram ilerlemiyor. gerilemiyor. yerinde bile saymıyor. takılıp kalmış. donup kalmış. ben donup kalmıyorum ama. donup kalan hayat. süreklilik evresi. değişkenlik evresi. donup kalan bu. bu donukluk içinde tekrarları tekrarlayan ben. köpekle konuşmaya başlıyorum işte sonra. ve sonra bir sigara yakıp paketi ona uzatıyorum. içmediğini biliyorum. içmiyor elbette, köpek o! köpek olmak istiyorum. sokak köpeği ama. sokakta yaşayan. sürü halinde veya tekil. önemi yok. köpek sadece. değilim ama. hiç bir şey değilim. hiç kimse hiçbirşey değil. sadece farkında değiliz bunun. alkol insanı savunmasız bırakır. o yüzden iyi birşeydir. fiziken yada zihnen senden daha güçlü olmasalar bile, sana o an herşeyi yapabilecek fırsata sahip olan insanların gerçekliğini ölçmüş olursun alkollüyken. alkol insanı ‘gerçekten’ savunmasız bırakır ve aynı zamanda başka bir açıdan saldırganlaştırır da. kişiden kişiye değişir. herşey kişiden kişiye değişir ve yine de toplumsal kurallarla çevrelenmişizdir. normaliteler. standartlar. içimdeki hissizliği giderek arttıran insanlar. gençken direnmeye çalışırsın. değiştirmeye yada kaçmaya. dünyayı değiştirmek isteyen yeni nesil. dünya değişmez. sen değişirsin. ve yaşlandığın zaman, eğer hala ideallerinden vazgeçemedi isen, eylem yerine yazmayı seçersin. konuşur durursun ya da kahve köşelerinde. bu işler böyledir ve hiç bir şey değişmez dedikten sonra, sen de başlarsın değişmemeye. umut ettikçe, dünya seni içine alır, benzetir, başkalaştırır.. ne kadar çok değiştirmeye çalışırsan o kadar çok değişirsin. çünkü sistem aşırı esnektir ve karşısında esnemekten başka çözüm yolu bırakmaz sana. her iki anlamda da esnemekten bahsediyorum. köpekler iyidir ama. köpekler ve kediler. sokakta yaşayan türleri söz konusu. çöpten beslenenleri mesela. insanlar içinde aynı şey geçerli. çöpten beslenen insanlar. şarapçılar ya da. kordonda ne zaman otursam yanıma gelip bir sigara ya da para isteyen şarapçılar. belki beleşe yaşıyorlardır ama yaşamıyorlardır aslında. bize göre yaşamıyorlardır. kendilerine göre de yaşamıyorlardır. biz de kendimize göre yaşamıyoruzdur. bizden kat kat iyi yaşadığını söylediğimiz insanlar da kendilerine göre yaşamıyorlardır. istediği herşeyi elde elderek ölen insan yoktur çünkü, sürekli yeni birşeye gebe insan vardır. o yüzden icad edilmiştir cennet düşleri. ve o yüzden, açgözlülük nedeni ile kovulduğumuz cenneti isteriz, başka bir açgözlülükle. çünkü kısa gelir, ortalama yaşama ömrü. ve o ortalama sürede elde edilen herşey. ve o yüzden iyidir hiçliği düşünmek, kanımca. ölümden sonra hiç birşeyin var olmadığını düşünmek. cennetten kopan elma. cennetten atılan havva. ademle üstünlük veya eşitlik kavgası sonucu düşman olan lilith veya iblis. farkeden bir şey yok. herşey, tüm hızıyla ve bi gram değişmeden devam ediyor. tekrarlar silsilesi. köpek. balkon. sigara ve votka. konuşuyorum ve izliyor köpek. sonra susuyorum. sonra gidiyor. bende peşinden gidiyorum balkonun demirinden atlayıp. eşortmanlar, terlik, sigara, votka, köpek, girdo. izliyorum onu. köpeğin neyi izlediğini bilmiyorum. yürüyoruz. o önde ben arkada. nereye gittiğini bilmiyorum. nereye kadar gideceğimi bilmiyorum. ezan bitiyor. hava aydınlanıyor. ve biz yürümeye devam ediyoruz. sokak köpeği ve ben. bazen bazı çöpleri kurcalıyor köpek. bazı sokaklarda duraksıyor, sağa sola bakıyor. heykelden, mevlanaya doğru yürüyoruz. muhitlerin isimleri bunlar. buca’ya ait muhitler. buca izmir’e ait bir ilçe. ben o köpeğe ait başka bir köpeğim o
an. ne kadar sürdü bilmiyorum. insanlar işe gitmeye başladı. dükkanlar açılmaya başladı. otobüs ve dolmuşlar işlemeye. yollar dolmaya. sonra bıraktım köpeği. bir sokaktan ayrı yönlere döndük. ben hiçliğin ruhsuzluğunu izledim sonra. kendimi. eve geldim. uyudum. uyandım ve işe gittim akşam beşte. başta sözünü ettiğim fırtınadan geriye kimseye hiçbirşey kalmayacağının bilincinde olarak. ve istemeyerek hiç bir şey, içinde bulunduğum anı, kendimce tüketmek dışında. ve üçte biri uykuda geçen bu saçmalığın, üçte birini satarak kazanabilirdin, geriye kalan üçte birini, aynen hafta içlerini satarak haftasonunu kazanmak gibi. benim için böyleydi en azından. çoğumuz için böyle olmalı. o, bana “liberal bir kapitalistsin sen” diyen lavuk içinde böyle olmalı. kapitalist değilim ama. sadece bir kapitalist gibi yaşıyorum. herkes öyle yaşıyor artık. kaçacak delik yok çünkü, sokaklardan başka. ve sokaklarda yaşayabilecek kadar kimsesiz değilim hâlâ. öyle olsaydım yaşardım. çoğumuz başkaları için çalışıyor ve yaşıyoruz. bende öyle yapıyorum. evdeki beş kişinin elektriğe ve suya sahip olup, iyi veya kötü iki veya üç öğün yemek yemesi için mesela. “çok umarsamazsın, uçlarda yaşıyor ve yazıyorsun” diyor şıllığın teki. umarsamaz olabilecek kadar yalnız değilim diyorum. ama uçta olduğum doğru. ve seni o uçurumdan aşağı atabilirim, yaklaşma diyorum. anlamıyor ama. diğer lavukta anlamayıp yorumlarına devam ediyor. bende hiç kimseyi anlamayıp yazmaya devam ediyorum. nalan herşeyin farkında ama. işyerindeki üç erkeğe kendini siktirten nalan’dan bahsediyorum. gelip anlatıyorlar. “şöyle bir orospu var, elli kağıda dört saat kadar veriyor.” sonra diğeri telefonunu istiyor. sonra bir diğeri arıyor nalan’ı. ben en kral pembe diziye taş çıkartan işyerimde, olan biteni ve insanları izliyorum. sabahın beşinde düseldorfa giden insanları mesela. yada sabahın yedisinde vandan peyniri ile beraber gelen insanları. hacca giderken valizinde taş götüren insanları. şaka yapmıyorum. ben yükledim. ve geçiş noktası olan havaalanında, ışınlanmayı düşlüyorum. ancak ışınlanma icad olursa, ölücek olan işimi. ve köpeği bir de. son iki gecedir sokağımdan geçen köpeği. eskiden her sabah balkonun altına gelip yiyecek bekleyen sokak kedisine benzeyecek bu da. sokak edebiyatı bi boka benzemiyor ama, itiraz etmiyoruz, tekrar edip durmayın bunu sürekli. yine de, aynen sizin gibi, tersten anlıyoruz herşeyi. “bi boka benzemiyor lan bu” “yaa, benzersiz demek, süper bişi” .sonra bi bara gittim. hatunun teki bana bir porno yıldızı olmak istediğini ve bu yüzden amerikaya gitmek istediğini söyledi. bende bir karadelik olmak istediğimi söyledim, bu yüzden izlandaya gidicem dedim.. babasının ona güler halde “ananı sikeyim senin” dediğini söyledi. “bi kardeşin daha olucak desene” dedim. sarhoştu. sarhoş değildim. sıkılıyordum ama. onun sıkıldığını sanmıyorum. fanzinlerimi verip “gitmem gerek köpeğimi kaçırıcam” dedim. “ne köpeği” dedi. anlattım durumu. tuhafsın dedi. benim dışımda herkes tuhaf, ben gayet doğalım dedim ve eve gelip köpeğimin yoldan geçmesini beklemeye başladım. zack koydum adını köpeğin. giderek zack’e benzeyen bendim oysa. geçen öyküdeki zack’e… böyle. 12 kasım 2008
isimsiz 9 gözlerini açtığında karanlık, sadece karanlığı görebildiğin, ve odadaki her şeyin siyah ve siyahın tonları halinde dizildiği, gece yarısı uyanışlarında, farkına varırsın, pek de yolunda gitmediğini işlerin… yalnızsın çünkü, koskoca odanın ufacık bir yerine kapaklanmış, sızıp kalmışsın bir vakit, akşamüstü, ya da akşam, içmiş içmiş içmiş, ve kontrolsüz bir şekilde kalmışsın halının üzerinde, müzik açık kalmış, belki ocak da, ya da soba, cam, kapı, belki birini arıyordun ve telefonu o açmadan sızıp kaldın, kim bilir, kimseyi arayamayacağını biliyorsundur oysa, ve kimsenin de seni aramayacağını, yine de gözlerini açtığında, o lanet karanlıkta telefona erişir ve bir göz atarsın, ve saat belirir karşında, gecenin üçüdür, ya da dördü, ve lanet olsun dersin içinden, kalkar bir sigara yakmaya çalışırsın karanlıkta, ışığı açmak aklına gelmez, ve bir siktir daha çekersin içinden çünkü evde alkol kalmamıştır, ve oturduğun muhitte 24 saat açık büfe vari bir yer cehennemin dibi kadar uzaktır sana, hatta cehennem sana her şeyden daha yakın görünür o an, es geçersin bi kez daha ölümü, beklersin ışığı yakmadan, karanlıkta beklersin ve ağlamak gelir içinden, sigara dumanı, külü nereye attığını görmezsin bile, müzik açık kalmıştır ve dönmeye devam ediyordur, ve düşünüp durursun, bir yere varamayacağını bilsen de düşünerek, hiçbir şekilde bir yere varamazsın aslında, kafesteki kuştan farkın yoktur, tek fark seni kafesleyen telleri göremiyor oluşundur belki, sigara biter, izmariti halıya atarsın, umrunda değildir hiçbir şey, ve yakarsın bitane daha, hasiktir dersin, ve bu hâl, siktiğimin güneşi doğana kadar devam eder, doğarsa tabii, ezandan sonra, hava gri değilse belki, ve bazen güneş de fayda etmez ruhuna, odadaki cisimler belirir, içine etmişsindir her şeyin, kapı kitlidir ve evdekiler pes etmiştir artık, uyuyorlardır, anımsamaya başlarsın kapıyı aç bi konuşalım dediklerini, fayda etmeyeceğini bilirsin, belki de doğru bildiğin tek şeydir bu ve kapısı kitli bi odada alkol seni intiharın elinden kurtarana dek içersin… ve böyle başlarsın kendine gelmeye, biraz kaybolarak. nedenini bilmiyorum, değişen, şekil değiştiren, cisim değiştiren duygular, bunu yazmak isteyip istemediği de bilmiyorum, ama dedim ya, aniden oluveriyor her şey, belki de bu, hıza ayak uyduramadığım içindir, nedenini bilmiyorum, ve savunamıyorum da hiçbir şeyi, öylece ağzı bantlanmış kurban gibi kalıyorsun ortada, beyni bantlanmış, düş gücü bantlanmış, her şeyin karanlık olduğunu düşünüyor ve yolun sonu bu diyorsun, bir mantık hatası sadece, yorgunluktan kaynaklanan bilinç yitimi, ve her şeyden pes edip, öylece bekliyorsun, ve başta da dediğim gibi, gecenin bi yarısı karanlık bir odaya uyanınca farkına varıyorsun her şeyin kendi yolunu seçtiğinin, sonra doğan güneş, güneş iyi geliyor insana, hiç bir şeyin yolunda gitmiyor oluşuna rağmen kalmayı seçiyorsun. ve acı, biri acı mı dedi, kendi kendime konuşmaya başlıyorum, soru cevap şeklini alıyor yazılar, gerizekalı karakterler üretip, onlara maceralar yaşatıyorsun, sonra günün birinde işten gerçekten ruhun ve iliğin emilmiş halde eve gelip hatunun tekine, aslında hiç tanımadığın ve belki de tanımak istemediğin hatunun tekine derdini anlatıyorsun, aniden gelişiyor her şey, ve radarda baş dönmesi vari bir hıza kapılıp aşık oluyorsun, biliyorum son cümlem biraz eblek oldu, ama önemi yok, sabaha kadar konuşuyor, üç gün üst üste sabahlıyor ve bu kez kurtarılır sanıyorsun bir şeyleri, oysa koca bir yalan bu, ve hatun kendini bi bok sanmana yol açıp seni kutsuyor, bu değil doğru olan, belki de, ama öyle
bir tufan esiyor ki üzerinde, her şeyi yitirdiğini fark etsen de aldırmıyorsun, tuhaf bir güç, dünyaya meydan okuyabilicek kadar abuk işlere girişebileceğin bir güç, ama aldatıcı, tek atımda vurulabilicek kadar savunmasız ve bir ortalık malısın, hey kendimden bahsediyorum burada, kimse üzerine alınmasın, sataşmaya niyetim yok, sataşıcak halim de yok, ki kimseye direkt sataşmadım bugüne kadar, gönderilen oklara karşılık verdim sadece, ve eğlenceliydi zaman zaman, şimdi o kadar eğlenmiyorum, eğleniyormuşum gibi yaptığım zamanları es geçersek tabii, oyuna kapılmak, boktan oyuna, herkes gibi davranmak, bazen kolay bazen imkansız, ve şimdi durmuş burada sarhoş bünyemle abuk subuk methiyeler düzüyorum, gizli bir odada kitli kaldığım günleri anımsıyorum. siz acıdan ölürken, aşık olduğunuz hatunla birlikte gülebilen biri hakkında ne hissedersiniz? üstelik bu kişi, sizin en yakın dostlarınızdan biriyse… ben hiç bir şey hissetmiyorum artık, hiçbir konuda hiç bir şey hissetmiyorum ve bunun bana iyi geldiğini söyleyebilirim, yalan söylüyorumdur muhtemelen, ve kolay fark edilir çoğunlukla bu, ama, pekala, herkesin yaptığını yapmayacağım, pekala, pekala, burada kesebilirim, kendimi de kesebilirim, bi öncekin de yazıyı kastetmiştim. ölesiye sarhoş olunan bir gece hatırlıyorum, hayır hatırlamak istemiyorum, ama hatırlıyorum, her şeyi hatırlıyorum, anı anına, ama yazmayacağım, bir daha bu konuda tek satır yazmayacağım, nokta… 15.haziran.2008
mad world 1. uyandı. gecenin bir yarısında uyandı ve kendini kötü hissediyordu hâlâ. gözünü açtığında, her ne yöne doğru bakarsa baksın dikkat çekecek şekilde tasarlanmış bir afiş asılıydı odasında, odanın tavanında. ve yan duvarlarda, ok işaretleri ile gösteriliyordu tavan, tavana bakması isteniyordu. öyle afili bir şekilde de parlamıyordu oklar ve afiş. ama kim olursa olsun, odasına giren, okları takip eder ve kafasını tavana dikerdi. "üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim" yazıyordu tavanda. hepsi bu. sadece bu. bu, bir kaç yıl önceydi, zannediyorum. iki yıl olabilir. ya da üç. bir sürü koli, bir sürü ama, irili ufaklı bir sürü koli getirmişti çalıştığı depodan zack. eve getirmiş, ve annesine, odasını güzelleştireceğini anlatmıştı. "olmaz" demişti annesi, "misafirler nerde yatıcak?" "odamda yatarlar yine, problem değil bu." "ama kolilerden masa ve raf yapacağını söylüyorsun, ayıp olur." "başka şansım var mı?" "biraz sabret, şu ev bi satılsın" "o ev çoktan satılmış zaten" dedi zack sert bir şekilde, arkasını döndü "ve bu oda satılık değil" sadece kızgınken, net bir hal alıyordu tavrı. diğer zamanlar, hep iki arada bir derede dolanıp duruyordu hayatının merkezinde. hiç olmazsa hâlâ kendi hayatının merkezindeydi, ama bu merkezin etrafında o kadar çok insan dönüyordu ki, dengede durmakta zorluyordu bu durum onu bazen. kimseyi incitmemeye çalıştığı için, bazen karasızlıklar içinde, kendi hayatından ve arzu ve isteklerinden taviz verebiliyordu. bir noktaya kadar, ve o nokta gelip çattığında, film kopmuştu zaten. insanlarla beraber yaşamak saçmalıktı. biriyle birlikte bir düşe dalmak, aptallığın daniskasıydı. insanlar bencildi, insanlar açgözlüydü, herşeye sahip olmak istiyor ve etraflarında olup biteni görmüyorlardı. kör sağır ve dilsizdiler ama inatla herşeyi bildiklerini, anladıklarını iddia edip, durmadan konuşuyorlardı. zack pek fazla konuşmuyordu artık. yılmıştı. aptal bir inat uğruna, kendi içinde debelenip durulan yıllar.. pes etmemişti aslında, sadece bir bigbang yaşamış, ve çevresinde ne varsa dağıtmıştı. bu da bir sene önce yaşanmış olmalı. ya da iki. ve sonrası, dağılıp giden zaman dilimleri. parçalanan ve eriyen ve sonrasında hatırlanılmayan anlar. sarhoş aşk geceleri yerine, ayık nefret saatlerini yeğlerim yazdı zack, yanı başındaki deftere o günlerin birinde. sonra da defteri, camdan aşağı attı. kim bulursa artık. o an önemini yitirmişti her şey. koskoca 150 sayfa el yazısı, çizim ve anı barındıran defter, sokağın ortasında duruyordu. ve zack camdan sokağa bakıyordu. 2007 nisan olmalıydı bu. onun gibi birşey. zack sokağa bakıyordu, ve insanlara. işlek bir caddeydi. insanlar geçiyordu. arabalar geçiyordu. ve kimse deftere, göz ucuyla bile bakmadı. bekledi zack. neler olacağını bekledi. bir ara içeri girip, müzik açtı. lacrimas profundere, without diyecekti. seviyordu bu şarkıyı. artık sevmeye başlamıştı. son üç aydır, ne zaman alsancak'a inse, bir tür koruma sağlıyordu bu şarkı ona, akıl sağlığını yerinde tutması için, acıyı dengelemeye çalışıyordu. ve şarkı başladı, ve ondan bir sonra çalması için de, joy division'dan, "love will tear us apart"ı seçti.
ve beklemeye başladı. defterin kapağına, bir a4 yapıştırmıştı. ve o a4'e kolajlar yapmıştı. bekliyordu. acaba defteri kim alıcak. bir kahkaha attı kendi kendine. "kitapevlerine bıraktığım fanzinlere benziyor lan bu durum" dedi. "amma komikmiş ha." kendi kendine konuşmayı seviyordu zack. kendi kendisinin sırdaşıydı, dostuydu, sevgilisiydi. başka seçeneği kalmamıştı. kendi kendine konuşamayan insan, başka bir insana ne anlatabilirdi ki? bekliyordu, ve tam bu sırada, şarkının son dizesinde, "but love is nothing at all cant you" denirken, bir araba geçti defterin üzerinden. ağlamadım bile, dedi zack kendi kendine camdan bakarken. zihni başka bir boyutta geziyordu o sırada, defterin üzerinden bir arabanın geçtiğini, sonra başka bir arabanın geçtiğini, sonra rüzgarda sayfaların uçuştuğunu görmüş ama aldırış etmemişti. aşık olduğu kadının, en yakın dostlarından biriyle seviştiğini biliyordu o sırada, tam da o sırada, aynı anda, evrenin başka bir yerinde, dünyanın başka bir yerinde, ülkenin başka bir yerinde, tatillerinde, eski sevgilisi, ve hâlâ aşık olduğu kadın, yakın dostlarından biriyle sevişiyor olabilirdi, ve ama her neyse işte dedi zack kendi kendine, onlar sevişiyorlardı, birbirlerini seviyorlardı, bu iyi birşey miydi kötü birşey miydi, bunu bilmiyordu zack, düşünmüyordu da, o kendine düşmüştü, odasının bir anlamı yoktu. eğer özel olarak hazırladığınız bir şeye, kimse değer vermiyorsa, bir noktaya kadar bir anlamı olabilir dedi zack, bunu da kayda geçmedi, kayda geçmiyordu artık, son üç aydır yazdığı ya da yaptığı hiç birşeyi kayda geçmemişti, bekliyordu. bu bir hastalıktı. gelgitli ve bol dalgalı bir denizin merkezinde, sadece kendi içindeki bir boşluğa doğru dönen bir girdapım ben dedi, boşluğa doğru, boşluk, akıyor akıyor akıyor ve sonu gelmiyor. sonra odanın kapısını kitledi. sonra içerdeki herşeyi yerle bir etti. bir anda. on beş dakika sürdü. bir bıçakla ve bir makasla, ve bir kibritle. ve kırılan kilit. bir dakika bir dakika, hayır, bunu yapmadı. bunu yapmayı düşledi sadece. daha önce yapmıştı bunu. bir kaç yıl önce yapmış ve pek anlamlı bulmamıştı bu yok etme deneyini. işe yaramadığını görmüştü. kendini yok edemediğin sürece, dış dünyanı katletmenin bir yararı olmazdı. birini öldürmeyi düşledi sonra, kendini öldürmüyordu, o halde intihar etmek isteyen birini öldürebilirdi. ilan verirdi gazeteye. neden olmasındıki. şansını denerdi. sonra gerçekten, doktorların istediği delili vermiş olurdu: "delisin sen". deli falan değildi zack, aksine gayet mantıklı, aşırı mantıklı olduğu için bu durumdaydı. ve canının istediği zaman, canının istediği kişi olabilecek kadar da yetenekliydi. tek kişilik bir tiyatro sergiliyordu yiğenine bazen. hayali senaryolar üretiyor ve oynuyordu. yiğeni onu izliyor ve kahkahaya boğuluyordu. bu kadarı yeter dedi, zack, gidip içmeliyim. gidip içmedi ama, çünkü para yoktu, çünkü işi yoktu, çünkü iş görüşmeleri tam bir fiyaskoydu. ve zaman geçti. ve bir iş bulup oradan da defedildi. dokuz ay sürdü defedilmesi, çünkü sözleşmeyle alınmıştı. hayat sözleşmelerden ibaretti, ve kimse sözünde durmuyordu. zack de kimseye bir söz vermiyordu. anı yaşamak, hayat felsefesi olmuştu ve yaşanan an içinde barınan acının rengi koyulaşıp, yoğunluğu artınca, öfkeye dönüşüyordu. intihar mı cinayet mi intihar mı cinayet mi.
annesinin bahçede yetiştirdiği çiçeklerden birini koparmış, ve seviyor sevmiyor yerine, intihar mı cinayet mi yapmaya başlamıştı. hayır birini öldürmeyi düşünmüyordu. kimseyi öldürmeyi düşünmüyordu. içine düştüğü durum ve hayatının aldığı şekil için açıyordu bu falı. intihar mıydı cinayet miydi? kendi kendine mi bu durumu yaratmıştı, yoksa birileri onu tuzağa mı düşürmüştü? sorumlu kimdi? bir sorumlu var mıydı? sürekli olarak insanlar ona hatalı olduğunu söylüyordu. dik başlı olmak hatalı olmaktı. burnunun dikine gitmek hatalı olmaktı. sahip olduğun şeyler için savaşmak hatalı olmaktı. durumu düzeltmek için ne yapması gerektiğini bilmiyor, dahası hiç birşey yapmak istemiyordu. bu da, bir açıdan, hayatı ekarte etmek anlamına geliyordu. ve zaman geçti işte. ışık hızıyla. arada bir kaç atom bombası daha yuttu zack. birine, tüm çıblaklığı ve yalınlığı ile, herşeyini anlattı, ve sonra pişman oldu bundan, çünkü, çünkü anlamamıştı karşısındaki. nasıl anlatabilirdi kendini. kendini anlatmaktan sıkılmıştı. insanlarla kendisi hakkında, veya konuştuğu kişinin kendisi hakkında konuşmaktan sıkılmıştı. "özel problemlerinizi kendinize saklayın" diye bağırmak istiyordu. ama sesi kısılmıştı sanki. herkes yardım bekliyordu. herkes, tüm problemlerini, zack'in çözebileceğini sanıyordu. sorunlarını anlatıyorlardı durmadan. bir dur demesi gerekiyordu zack'in bu işe. ve dedi. sonunda. içine atılan atom bombalarından kalan parçacıklar senkronize bir şekilde birleşip, büyük bir isyanı oluşturdu: "topunuzun amına koyayım" sonra kendi içine dönüp, sadece kendisi için, kendisine ait, bir dünya yarattı kendi zihninde. sonra da onu dışarıya aksettirdi. önce odasını tekrar düzenledi. hâlâ parası ve bir işi yoktu. ve üzerinde çalıştığı işlerin de bir getirisi olmuyordu. zihnindeki koridorları süpürdü, zihninin duvarlarını boyadı, zihninin tavanını onardı ve zihnindeki odalarında yer edinen tüm ölü böceklere, güzel bir toplu mezarlık hazırlayıp, mezarlığın kapısını sürgüledi. gizli odasının önüne de, "dikkat, köpek yok" yazdı. ve zihninin içinden çıkıp, somut dünya içinde de bir takım düzenlemelere daldı. sonra, sonra, sonra, bir anda, tekrar, yine, herşeyin infilak etmemesi için, bir takım önlemler aldı. ve bu esnada, uyandı işte.
2. uyandı. gecenin bir yarısında uyandı ve kendini kötü hissediyordu hâlâ. gerçekten kötü. üzgün. kirli. saflığını yitirmiş bir iyilik perisi, tüm kötücül gerçeklik altında, boğulup ölmüştü. öksürükler, mide bulantıları ve baş ağrıları içinde, uyandı ve tavana baktı tekrar. hiç birşey yazmıyordu tavanda. eski odasını düşündü. özenle hazırladığı, ve kimsenin gelip bakmak istemediği odasını. kimse için hazırlamamıştı elbette, ama bir sergiye benziyordu oda. yani bir sergide, gösterime açılabilecek kadar olağanüstü yaratıcı buluyordu, bu işi. sevmişti. güzel lan, demişti. yaratıcı bir şey oldu. güldü kendi kendine. kendi kendine gülüyordu durmadan, gülüyor ve ağlıyor ve sonra tekrar gülüp tekrar ağlıyordu. delilik. gülerken ağlamak, ağlarken düşünmek, düşünürken tekrar gülmek. belki de. delilik.
sonra, bir zamanlar, onu çok yükseklere çıkartan bir kaç insanı düşündü. her yaptığı şeyi beğeniyordu insanlar, waoow. okuyor, takip ediyor, hatta öneriler sunup yardımcı olmaya çalışıyorlardı. sonra, ortada somut hiç bir neden yokken, bir sihirbazlık gösterisinde yok olan biri gibi, görünmez oluyorlardı. sihirbaz kimdi? "ben değilim" dedi zack. gene kendi kendime konuşmaya başladım, lanet olsun. zack, orda mısın? şimdi bir deneme gerçekleştiricez sevgili izleyiciler. sağ elimize bir bıçak alıp, amuda kalkıcaz ve bu esnada, tam doksan derece dik konumdayken, sağ elimizdeki bıçakla sol bilemizi kesmeye çalışacağız. amacımız, tam bu esnada bozulan dengemiz sonucu, elimizdeki bıçağın neremize girebileceğini ya da bir yerimizi kesip kesmeyeceğini saptamak, neden olmasın ki. dünya kafayı yemiş. tanrılar ölü. ve melekler, tanrıları olmadan, şeytanlara karşı savaşamaz. dünya gerçekten kafayı yemiş. zack, gecenin bir yarısı uyandı. ve yataktan çıkmak yerine, tavanı izledi uzun bir süre. sonra mı? sonra, tavana bir tekme atabilseydim keşke dedi, müfettiş gadget gibi uzabilseydi keşke ayaklarım dedi. ya da street figthter'daki dhalsim gibi. neden olmasın ki. gerçekleşebilme imkanı nerdeyse imkansız olan her türlü hayal ve olasılığa, "neden olmasın ki" diyordu zack gülümseyerek. bunun umutla falan bir alakası yoktu. umut etmek istemiyordu artık. gerçekçi ve yaşamsal ve gerçekleşme ihtimali az da olsa var olan hiç bir konuda umut etmek istemiyordu. yeteri kadar hayal kırıklığı yaşamıştı, o yüzden gerçekleşme ihtimali fantastik edebiyata, bilimkurgu sinemasına veya çizgiroman senaristlerine bağlı olan düşler üzerine hayal kurmak, sonra da "neden olmasın ki" demek, eğlenceli geliyordu ona. keşke dedi sonra, keşke bunları paylaşabileceğim biri daha olsaydı. sokayım, kendi kendime konuşmaktan sıkıldım ve bir başkası ile konuşup susturulmaktan bıktım. yanlış anlaşılmaktan bıktım. dedi zack. donnie darko gerçek mi? her şeyin hissizleşmesi ve hiçliğin her şeyleşmesi üzerine, automaniagraphic bir roman yazmak istiyorum. hey bakın, kendi kendime ürettiğim özel bazı sözcükler var ve bana ne anlama geldiğini soranlara, dolunay çıkınca saldırabilirim. anladınız mı? soru sormayı bırakın artık. soru sormak, ve sorgulamak. ben geçtim o evreleri. ve size yardımcı da olamam. herkesin takip etmesi gereken doğru bir yol yoktur çünkü. herkesin hayatında kendine ait öznel ve bireysel bir yolu vardır. kimse kimseyle ortak bir yolda yürüyemez. hatta iki sevgili, hatta karı koca bile, aynı yol üzerinde yürüyemez. yakın olabilir yollar, bazen kesişebilir, bazen parelelleşebilir, ama kimse kimse ile, hayatının sonuna dek ortak bir yolda yürüyemez. hayatın sonuna dek yollar çoğu zaman kesişebilir, ama tamamen ortak bir yolda yürünemez. bunu kabullenemediğimiz için çıkıyor çatışmalar. çünkü herkes, ya birini
kendine benzetmek, ya da birine benzemek, ya da başka birinin izinden gitmek istiyor. saçmalığın daniskası. daniska ne demek? ve danimarka gerçek mi? hiç gitmedim de. zack bazen, resmini gördüğü bazı yerlerin, gerçek olup olmadığından şüphe ediyor. mesela prag. mesela bristol. mesela izlanda. mesela turku. mesela 77 londra'sı. zack bazen, tarihin gerçek olup olmadığından şüphe ediyor. ve bu yüzden, hayali bir insanlık tarihi üretebiliyor kendi kafasında. sonra hayali bir gelecek senaryosu. bu kurguların tamamı, bilimsel bir veriye veya tarihsel bir belgeye göre, safsata olabilir, ki öyledir de muhtemelen, ama muhtemelen bunun bir önemi yok zack için. zack, orda mısın moruk? zack uyandı ve mickey mouse ile mickey rourke aynı filmde dövüşseydi ne olurdu ki dedi. aniden geldi bu aklına. sonra mortal kombat 2'deki kitana ile seviştiğini hayal etti. hayır mastürbasyon yapmak için değil. eğlenmek için bir düş bu. gerçekte var olmayan bir kadına aşık olmak, her koşulda daha az tehlikelidir. en fazla aklını kaybedebilirsin böyle bir durumda. ki bu risk, normal şartlar altında, zaten olası. o halde, yaratılan hayal dünyasında yaşamak ya da bir kaç sanrıya inanıp, somut gerçekliği ret etmenin, yaşanan sahte gerçeklerden dolayı acı çekmekten daha mantıklı olduğu söylenebilir. donnie darko, orda mısın moruk? hayal ürünü bir kaç karakter yaratıp, onlarla birlikte yaşamak, neden kaynaklanır? doktora bunu sormuştum bir kaç sene önce. konuşmanın şekli bu noktaya gelmişti ama ben taşak geçiyordum, doktor beni ciddiye alıyordu. bi insanı, ne kadar çok ciddiye alırsanız, sizin ağzınıza sıçma ihtimali de o kadar artar bir insanı ne kadar çok ciddiye alırsanız, o da size karşı o kadar çok cüretkarlaşır o nedenle ben, kendim dışında, ve bir kaç anti-biyomedikal deli dışında, kimseyi ciddiye almıyorum. beni çok kırdın girdap banane bu kadar açık ve net mesele. banane
çünkü, çünkü zack diyor ki: "artık tahammül gücüm kalmadı moruk" diyor, "sıkıldım" diyor, "ölüyorum" diyor, "ölmek üzereyim" diyor, "yoruldum" diyor, "bittim" diyor, "yeter artık" diyor.. zack uyanıyor ve bir sigara yakıyor. zack uyanıyor ve bir sigara daha yakıyor. aslında hiç uyumuyor zack. nerdeyse hiç. uzanıyor sadece, dinlenmek için. ama uykuya daldığı, ya da eskisi gibi deliksiz bir şekilde uyuduğu söylenemez. yatıyor işte sadece, öylesine. hepsi bu. zack uyanıyor ve düşler dünyasına dalıyor. gördüğü her somut cismi, kullanım amacının dışında bir nesne ile eşleştiriyor. iki çay bardağı bir gözlük, veya uzaktan kumanda bir cep telefonu olabilir. tasarlıyor da bunları somut bir şekilde. ama bieanal yok. sergi yok. kitap yok. dergi yok. hiç birşey yok. bunlara sahip olanları izliyor sonra zack. "son kitabını yayınlayan alternatif yaşamların yazarı, hack'n eyed bad day ile, çok tartılaşacak bir röportaj gerçekleştirdik" okumuyor bile zack, değil ki tartışsın. "kendine değer vermelisin" diyor biri ona. zack de gülüyor buna, deli bir gülüş, "tamam öyle yaparım" diyor sonra da. biri gelip, herşeyin yoluna gireceğini ve çok mutlu olacağını söylüyor zack'e, "bir kadınla tanışıcak ve aşık olacaksın" diyor "ne o lan uzaylılar beni mi seçmiş yoksa" diyor zack. "nası yani" diyor herşeyin yoluna gireceğini söyleyen kahin, "yani, yaşanan dünya üzerinde, söylediğin şey biraz imkansız geliyordu da bana" gülüyor sonra da.. noi albinoi gerçek mi? zack, eline bir lastik alıp, arı avlar. biliyor musunuz? nedeni, o arılardan birinin, öfkelenip, kendisine sokmasını sağlamak. oyun oynuyor yani aslında ve hiç bir arıyı da öldürmüyor bu oyun esnasında. yakınlarına hedef alıyor gerdiği lastiği. ve arılar da, her ne hikmetse, sokmuyor onu. hayvanlara arası iyi zack'in. bahçesine gelen bir sürü kedisi ve köpeği vardır. yolda köpekler peşine takılır mesela. bir kaç gün önce sabahın yedisinde, evine doğru yürürken peşinde üç sokak köpeği vardı ve yaşlı bir kadın: "oğlum, bu köpekler ısırmasın" dedi, "insanlar daha ısırgandır teyze" dedi zack de, kadın "töbe töbe" deyip yoluna devam etti. girdap, bu anlattıkların gerçek mi? "saçma sapan sorular sorma" dedi zack, üç gün önce kendisi ile röportaj yapmaya çalışan bir bulaşık reterjanına. bir dergide yazıyormuşmuş, falan filan. ilk soru: "neden yazıyorsun?", ikinci soru: "türkiye'deki edebiyat sahnesi içinde,
yerinizin nerde olduğunu düşünüyorsunuz?", üçüncü soru: "sizce iyi bir yazarın yerine getirmesi gereken en önemli görev nedir", dördüncü soru: "türk edebiyatı'nın bugüne kadar yarım bıraktıkları ödevleri hakkında ne düşünüyorsunuz?" sonra zack'in ilk dört soruya verdiği cevaplar, "neden ölmüyorsun?", "ben evde oturuyorum, edebiyat misafirim olmadı hiç", "görevimiz tehlike, mesajlar beş saniye", "türk edebiyatının öğretmeni kim?" sonra, sonra. komik. ilk dört cevabımı beğenmedi eleman, bende soruları beğenmemiştim zaten, röportaj gerçekleşmedi. güzel. güzel olmayan çok şey var halbuki hayatta. bekliyoruz. aerodinamik zihnimizle, pnömatik bedenimiz ve statik acımız arasında, tehlikeli bir oyuna dalıyoruz. gary jules gerçek mi? zack uyandı ve tavana baktı. boşluk. ve sürekli boşalarak yoluna devam eden bir akışa karşı durup, talihi ters döndürmeye çalışmanın, faydası yok, dedi. buradayız, böyleyiz, ve devam ediyoruz bu şekilde. bu dokuz metrekare dışında, yaşanabilecek her şey, sizin olabilir. umrumda bile değil, tadılabilecek tüm mutluluklar veya sahip olunabilecek varlıklar. bana sönmeyen bir sigara ve kağıt kalem ve kesintisiz müzik verin. sonra geriye kalan dünyanın içine etmeye devam edebilirsiniz. sorun değil gerçekten.. ha bu arada, robert smith gerçek mi? * başlık, gary jules'ın bir şarkısının adıdır
revalüasinasyon her şey o kadar karışık ki. karışık sadece. gizemli falan değil. karışık. karışık bir sandviç gibi belki. içini açsan göreceksin, gizleneni. ve sevmediğin şeyleri çıkarman, onu yemeni de sağlamayacak aslında, soğanlar biberler etler, geriye hiçbir şey de kalmayacak belki ayıklanandan sonra, ve kuru ekmeğe de talim edebilirsin, ama yemeyeceksin, karnın aç olmadığı için değil, sevmediğini bildikleri halde önüne bunu getirdikleri için. sevmediğin o kadar çok şey var ki. her şey o kadar karışık ki. ve bu karışıklık içinde, aranılması gereken, yani çözüme ulaştıracak olan, yani bi başlangıç noktası olan, o ipin ucu da yok aslında, herhangi bir yerden başlayabilir ve sonunda hiçbir yere varamayabilirsin. işleri iyice karıştırabilir, ve sonrasında sikerim ya deyip yarıda bırakabilirsin. ama başlama istencin ağır basıyor, sadece, şu sıralar, hepsi bu. bu bi umut. ve umutla aran hiç iyi olmadı aslında, bugüne dek, hiç iyi. umutsuz da değildin aslında, ama her, sana yakılan ışık, ya da senin yaktığının altına gelinen, ışık, umut vaatleri ile süsledi ağacın meyvelerini, köklerinin barındığı toprak umutsuzlukla kaplı olduğu halde. göremedin, görmek istemediğin içindi, bu körlük. ve şimdi, diyorum ya moruk, her şey o kadar karışık ki. dün odamı topladım. topladım mı, toplarken daha da mı dağıttım bilmiyorum. topladım işte. ya da dağıttım. çarptım ve böldüm 31 seneyi kendi kendiyle, onun öncesinde. ve bugün de bir diğer odavari unsur, bilgisayar, hardisk yani, klasörler, yığınla, onları toplama telaşındayken, durup, bunları yazmaya başladım, ve gerçekten her şey, fazlasıyla karışık görünüyor gözüme. bir şeyleri temize çekmek de değil bu. ne ben anlatabilirim, ne sen anlayabilirsin. anlatılamam da. anılarımdan kopartılan her düşsel görüntü için, bir ömür harcayabilirim ama, ama gerçekte var olan o, geçmiş zaman dilimi üzerine, düşünmek yorucu. ayıkla pirincin taşını. neden? taşın pirincini ayıklasak daha kolay olmaz mıydı? bana öyle geliyor son zamanlar da, bana hiçbir şey gelmiyor aslında son zamanlarda, ben de hiçbir yere gitmemeye doğru evriliyorum zamanla. oturup hiçbirşey yapmadan ölümü beklemek dışında yapılacak daha iyi bir şey yok diye fısıldıyor kulağıma zack, işe git ve eve gel diyor, dilsiz ve sağır ol diyor, ve öldür diyor, öldür öldür öldür, önce kendini, ruhen, sonra diğerlerini, fiziken, okula bomba koy diyor, fabrikayı kundakla, belediye binasına atom bombası at, ağaçları kes ve ay ışığını engelleyebilecek kadar devasa bir duvar ör dünya ile güneş arasına, yaşamı sonlandır insanlık için ve insanlık adına, tanrının beceremediği şu işi onun adına üstlen, deccal ve mesih ya da mehdi ve süfyan birleşecektir aralarındaki düşmanlığa son verip seni durdurmak için, tüm dünya içi boş bir koalisyona kenetlenip, karşına dizilecektir, ve belki o zaman anlatabilirsin, dinletirsin boşluğu, sessizliğin anlamını her türlü anlamsızlığın heba edebileceğini, ve ettiğini, ve yok olma korkusu dışında hiçbir şey, kulak verdirtemez o çığlışan ve çığlaşan kalabalığa, yok olmanın kabul edilir bir şey olduğu kabullenildikten sonra huzura varılacağına dair olan konçertonun notalarına…
bunları diyor zack. fısıldayarak. ve aynı fikirdeyim derken, geçiştirmiyorum, deniyorum diyorum, deniyorum moruk, bi gün anlamıcaklar, hiçbir zaman anlamıycaz, tanrı’nın aslında, bizi birbirimize düşman kılmak için, dünyaya yolladığına, kendi ağzından bunu söylediği halde, yazdığı tüm kitaplarda. *başlık revalüasyon ve halüsinasyon kelimelerinin yargısal intifa kapsamında demokratik koşulları aklamak için yeniden gözden geçirilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. 17temmuz13
toplumiğne yazmak bir gereklilik midir, yazdığın şeyleri öyle ya da böyle, herhangi bir yerde, yayınlamanın, ya da başkalarına sunmanın, paylaşmanın, ardında yatan temel güdü nedir? bir şeyleri yayınlayacak olduğumuz için mi yazarız ya da yazdığımız için mi yayınlarız, ve buna benzer birkaç soru üzerinde düşünürken, zihinsel sürecim, beni, bunları yazma sürecine itti. yazmak, bana kalırsa, bir tür, kendini var etme biçimidir. konuştuklarımızı kayıt altında tutamayız, sadece konuştuğumuz kişilerin belleklerin de, o da belli kısımları ile yer tutarlar. oysa kayıt altına alınan her türlü eylem, düşünme, hareket, bir şekilde aktarılma vasfını da taşır. ister bunun bilincinde olalım, istersek bilincinde olmadan gerçekleştirelim, kayıt altına aldığımız her şeyimiz, aslında bilinçaltında gizli bir ‘başkalarına sunma’ amacını taşır; bu, bir fotoğraf karesinden, çaldığımız gitarın sesini kayda almaya kadar geniş bir yelpazede değerlendirilebilir. o halde sorulması gereken soruyu, bir miktar değiştirerek, sorguladığımız amacın ortaya çıkış sürecini irdeleyerek işe başlayabiliriz: insan bir takım şeyleri, özelliklerini, vasıflarını ya da uğraşlarını kayıt altında tutmaya ne zaman başlamıştır? bir anını videoya çekme eğilimi, kameranın icadı ile başlamış olabilir, ama ondan da geriye gidersek, bir ressama aynı gereksinimlerle poz vermiş de olabiliriz. ama daha da gerilerinde, kafamızdaki resmi, sözel bir betimle ile anlatma ihtiyacı, ondan da önce, belki çok önceleri, mağara duvarlarına yapılan oymalarda, aynı amacın farklı yansımaları olabilir. o yüzden bence, insan neden yazar sorusundan daha önemli ve öncelikli olan soru, insan neden yazdığı bir takım şeyleri saklar ve başkalarına sunar sorusudur. cevap kişiden kişiye öznel farklılar seyredecek olsa bile, bir şeyleri yayınlama eğilimi, her koşulda, bir şeyler anlatma ihtiyacını da kapsayacaktır. ve biz, bu ihtiyacı, yan odada uyuyan kardeşimiz veya babamızla değil, tüm dünyaya açık bir hale getirerek giderileceğimizi hissettiğimiz noktada, zihnimizde olan biteni, herhangi bir şekilde ortaya dökmeye çabalarız. ve bu da, bir kağıt kalem alıp karalamaktan, bir twit atmaya kadar genişleyen bir kulvarda, sorgulama yapmamızı gerektirir. ancak, üzerinde durduğumuz konu, bunun tam tersine, yayınlama/sunma/paylaşma amacı gütmeden yapılan işlevlerin, izleyici odaklı yapılan işlevlerle ayrıştığı nokta üzerinde devam edicek. hiç kimsenin ilgi göstermediği bir şey için, çaba sarf etmek gerekir mi? hiç kimse ilgi göstermiyor olsa bile, insan, kendi için, kendi yaptığı şeylere devam edebilir mi? izleyici potansiyeli, yapılan işin sürekliliğine, ne derece katkı sağlar. bu durum kişiden kişiye değişen göreceli bir kavram mıdır ve herkes içinde bulunduğu koşullarda ek olarak uğraştığı, iştigal ettiği, başlangıçta hobi sıfatındaki uğraşı, bu izleyici ve kayıp-kazanç göstergesi sonrasında mı profesyonel bir uğraşa dönüştürmeyi tercih eder. sonuçta, kimse ilgi göstermiyorsa, yaşanılan an içinde, o insan öldükten sonra birilerine ulaşması o çalışmanın, ne gibi bir iç anlam ya da amaç taşıyabi-
lirdi? dünyayı değiştirme fikrinden ve bu çabadan oldum olası uzak durmuşumdur. bazı insanların yaşamlarına, fikirlerine veya bilinçlerine, bilinç düzeylerine odaklı çeşitli uğraşlardan da haz etmemişimdir. elbette bir şey, bir şarkı, film, ya da bir kitap, başka bir insanın yaşamını tamamı ile değiştirip dönüştürebilir. ama, yapılan işin, böyle bir öncelikli ya da ikincil amaç taşıması, bana oldukça manasız gelmiştir. sanat, -eğer varsa öyle bir şey- can sıkıntısından doğar benim açımdan. insanın kendi günlük ve biteviye süregiden mücadelesinin yanında, hayatına değişik bir aroma katma güdüsüdür. burada dikkat edilmesi gereken nokta, genel olarak hayata, bütüncül olarak dünyaya/insanlığa değil, kendi bireysel öz yaşantısına yaptığı bir müdahale olarak tanımlamış olmamdır sanat olgusunu. bu anlamda, söz konusu uğraşı, bir kitap yazma eyleminden, günün her hangi bir saatinde, çay demlemeye, hatta bulaşık yıkamaya kadar gidebilir. elbette, çay yapmak, sanat dalları arasında herhangi bir yere konulmayabilir, ama baktığımız zaman evinde kendi kendine resim yapan bir insanın yaptığı tablo da, sanat camiası tarafından, onların kendi genel-geçer kriterlerince, kuramlarınca, onanacak kriterlere sahip olmayabilir. burada bence önemli olan olgu, neyin sanat olduğu sorgulamasından ziyade, sanat yapmanın ne gibi bir işlevinin olup olmadığıdır. ve ben bu işlevi, az önce de belirttiğim gibi, toplumsal anlamda bir yapı içinde değerlendirmektense, öznel ve içsel bir nitelik taşıyıp taşımadığı noktasında değerlendirmeyi anlamlı buluyorum. o yüzden, bence, yapılan iş, örneğin yazdığınız yazı, izleyici potansiyelini hesaba katılarak kayıt altına alınıyorsa, o işi “sergilenimci sanat” olarak tanımlamayı uygun buluyorum. ve sergilenimci sanatın belli bir aşama sonrasında, yapılan iş, getirisi kapsamında profesyonel sergilenimci sanat olarak bir üst evreye taşınıyor. buradaki getiri maddi veya manevi olarak iki anlamda ele alınabilir. işin, parasal bir değerinin olabileceği gibi, o insana basit bir arkadaş çevresinde motivasyon açısından bir geri dönüşü de olabilir. ve her ikisi de profesyonel sergilenimci sanatın, beğenici düzeyi odaklı bir kıstası merkeze alarak, içten çıkma ve can sıkıntısı merkezli oluşma evresini ortadan kaldırabilecek bir riski beraberinde getirecektir. bu da kişinin, sanat satan anlamında bir “sanatçı” hüviyetine kavuşmasına yol açarak, yaptığı işi, kendi oluş doğasından soyutlamasını sağlar. bu süreç, her insanda bu şekilde evrilmeyebilir ama günümüz verileri, çoğu “amatör” olarak nitelenen çalışmanın birkaç soluk sonrasında neden armatüre dönüştüğünün cevabı olarak tek bir şeyi söyleyecektir: sanat işe dönüşünce sanat olmaktan çıkar. ve burada armatüre dönüşmesi metaforu üzerinde düşününce, söz konusu durumun nedenleri, daha net anlaşılacaktır. o yüzden, insanlar çok çeşitli biçimlerle gruplandırıldıkları gibi, kanımca şu biçimde de tasnif edilebilir, tüm bu argümanlardan sonra; insanlar ikiye ayrılır: toplumsal insanlar, toplumun dışında yaşayan insanlar. ne var ki zihinsel terminolojimiz ikinci gruba “toplumdışı” yaftasını layık görecektir hemen. ikinci grubun toplumdışılığını da, algımız, toplumun dışına itilmiş olarak tanımlayacaktır. oysa ikinci grup, toplumun dışına itilmiş değildir, aksine etraflarındaki insanlar tarafından bir tür “topluma dahil edilme” çabası ile dürtüklenirler, ilk çocukluk evrelerinden ölümlerine dek. onların toplumdışılığı, bilinçli olarak toplumu kendi iç evrenlerine, ya da dünyalarına dahil etmeyiş olmalarından kaynaklanır. dışlanmış değillerdir, dışlamışlardır. ve benim sanat olarak betimlediğim işler, bana göre, bu tip insanlardan çıkar. ve bu tip insanlar, yaptıkları işler milyon dolarla ölçülebilir duruma da gelse, ya da multi-platinumlara da ulaşsa, sadece
can sıkıntısının bir sonucu olarak açığa çıkan üretimleri, ölümlerine dek özü itibari ile pek fazla bir değişme geçirmezler. yapı olarak, içerik olarak ya da tür anlamında dönüşümler olsa bile, oluş halindeki o öznel olma (özgünlük anlamında değil) özelliklerini kaybetmezler. ve bu yüzden ben, “kendi kendine yap” (do it yourself) eyleminin, başka bir doğurganlık taşıdığını da söyleyebilirim: kendi ‘kendini’ yap. “kendini yap” deyimi, git kendini becer gibi bir argoya kapı açabilir. ve bu, pek tabii, götünü parmaklamak yerine mastürbasyon yapmak olarak da algılanabilir, kişi için. buradaki ifadenin seksist ya da homofofik vurgusundan çok, kişiye söylenen eylemin, söyleyen kişinin bakış açısından taşıdığı değer ve söylenen kişi bakımından kişisel bazda aldığı zevk biçimi önemlidir. “git kendini becer” deyimini, söyleyen kişi, “beni tatmin aracı olarak kullanma” anlamında diyor olabilir, ancak “kendi kendimi yapıyorum” diyen insan, işe dahil olan bir etken olarak izleyici potansiyeli yokken veya hiç olmasa bile, kendi kendine tatmin oluyordur. o, dünyayı değiştirmek isteyen bir devrimciden çok, kendi öz doğasını korumak isteyen bir tutucu rolündedir. ve kendi doğasını, kendi öz benliğini, varlığını, değerlerini korumak için aslında savunmaya bile geçmiş değildir. çünkü savunma, saldırı anında ortaya çıkan bir eylemdir. o, toplumun varlığını, yapısını, doğasını, ‘diğer’ insanları bir saldırı ya da düşman olarak görmez. o, vardır. öylece. olduğu gibi. neyse o olarak. ve ‘diğer’, ‘dış’ adlı kelimeler lügatında yoktur. kendiyle barışıktır. can sıkıntısının kaynağı ise, onun varlığının, durağan neşesinin, kendi başına olabilirliliğinin, bir tür tehdit unsuru olarak algılanıp dönüştürülme çabası güdüldüğü anda açığa çıkan sıkıntılardır. savunma bu noktada, bir karşı saldırı olarak açığa çıkar. ve can sıkıntısından doğan uğraşlar, “varım” temelli bir savaşa dönüşür. ve bu savaş, çoğu zaman, anlaşılamayan, anlamlandırılamayan, gittikçe büyüyüp çoğalan kitlelerce, içinden çıkılmaz bir hale dönüştürülür. ve sonunda, kişi, ya pes ederek, dışarda herkes gibi, içerde kendi gibi olan bir rol yapma oyununa başlar, ve can sıkıntısından doğan uğraşları “odada bir kağıt parçası” konseptli yığınlar halini alır, ya da dönüştürmeye değil dönüşmemeye odaklı mücadelesi, onun bir idol olarak tanımlanmasına yol açar. her iki koşulda da, hiçbir şey kazanmamıştır. hiçbir şey kaybetmemiştir de. çünkü sonucu belirleyen etken, onun pes edip etmemesi değil, kendi gibi kalabilmesine izin veren kitlenin ve getirinin oluşup oluşmamasıdır. ve bu da, buraya kadar anlatılan çıkmazın sonucunda, pes eden kişi ile etmeyen kişi arasındaki ortak noktanın, birinin belki öldükten sonra yaldızlanmasını sağlayan, diğerininse anlamlandıramadığı, anlaşamadığı ve içinde boğulduğu olgunun aynı olduğudur. toplum bir hapishanedir, kaçmaya çalışanı, ya kendine dönüştürür, ya deli olarak niteleyip yalnızlaştırır ya da ulaşılmaz efsanevi bir hayali kahraman/star olarak lanse eder. ve hayali olduğunun nitelenmesi, aynı zamanda, bir tür delilik metaforunun da simgesel olarak dışavurumudur.
tutarsız ve paramparça ve yarım yamalak bir deneme… 1. tanıştık birileriyle bir şekilde ve sonra başka bir şekilde, benim yazdığımı ve fanzinler çıkardığımı öğrendiler ve dediler ki; “hey ben de yazıyorum”, “benim bir arkadaşım var o da senin gibi yazıyor”, “senin gibi yazmak istiyorum”, “yazımı okudun mu?”, “tavsiyelerine ihtiyacım var”, “seninle tanışmak istiyorum”, “seni tanımak istiyorum”, “seni tanıdığıma sevindim”, “görüşebilir miyiz?”, “dergimizde yazmak ister misin?”, “yazım hakkında ne düşünüyorsun”, ve ben de onlara, çok kaba davranmak zorunda kaldım, gerçekten çok kaba, onlara dedim ki; “herkes yazıyor”, dedim, “hey ben de yazıyorum”, diyene, “benim gibi yazmak marifet değil” dedim, “benim bir arkadaşım var o da senin gibi yazıyor” denildiğinde, nasıl yazdığımı bilmediğimi söyledim, “senin gibi yazmak istiyorum”, dediklerinde, ve “yazımı okudun mu?” dediklerinde okuyamamıştım henüz ve belki de hiç okuyamayacaktım ama “okuyacağım” dedim yine de, çünkü okumak istiyordum ama okuyamıyordum, ve “tavsiyelerine ihtiyacım var” dedi biri, “tavsiyelere hep ihtiyacım olmuştur” dedim ben de ona, “seni tanımak istiyorum” dedi,
“kendimi tanımak istiyorum” dedim, “kim olduğumu bile bilmiyorum moruk”. böyle alakasız, ucube, yetersiz, kaba, kimine göre kendini beğenmiş, ama bence ironik ve tutarlı cevaplar da verdim yani, ve sonra bana, “seninle tanışmak istiyorum” dediklerinde, susup kaldım çünkü, çünkü bir anlamı yok bunun, tanışmanın, arkadaş olmanın, hayatında yeni insanların var olmasının, falan filan falan filan, “seni tanıdığıma sevindim” dedi, “nerde görüştük hatırlayamadım” dedim, “hayır yani yazılarından” “duvarlarımı aşamazsın” dedim ona, “görüşebilir miyiz?”, “hava sisli görünüyor” “dergimizde yazmak ister misin?”, “nerde satılıyor, alayım bi’ ara, boş taraflarını karalarım kurşun kalemle”, “yazım hakkında ne düşünüyorsun?”, “yazlar sıcak ve kurak geçer burada”, “seni seviyorum” “eyvallah”. 2. sonra zaman geçti, hep vermek istediğim cevapları içimde tutarak geçti zaman, incelikli davranmak gerekmiyordu belki de, ama ben de incelikli davranmaya çalışmıyordum zaten, incelikleri olan bir heriftim ben, öyle demişlerdi, yalan söylüyorlardı, yalan söylüyorlardı çünkü her zaman için son söylenen kelime kayda değerdi, hayatınızı kimsesiz çocuklara adamış olabilirdiniz, ve ölmeden birkaç gün önce 8 yaşındaki bir kıza tecavüz edip, imajınızı yerle bir edebilirdiniz, kesintisiz bir düzeyde mükemmel kalmak imkansızdı, tutarsızlıkları vardı insanların, kararsızdılar, her konuda kararsızdılar ve kendilerini düşünmek dışında da bir şey yapmıyorlardı, daima kendileri, aynen benim gibi, kendi üzerine yazmak gibi, yaşamı kendi üzerine kurmak gibi, kendi hayatın üzerinden yola çıkarak düşüncelerini anlatmak gibi, devam ettim ben de, ettim ve gelen okları yanıtlamaya çalıştım, sabit kalıp sussam ıskalamış olacaklardı, yapmadım ama, yıllarca bunu yapmadım ve kaybettim, daha fazla insan geldi,
daha fazla insan, daha fazla baskı, çünkü insanların ortak zaafı, karşılarında susup dinleyen birini bulunca kesintisiz konuşmak, konuş dur amına koyayım, kim tutar seni, “dün başıma şu geldi Aysu”, “geçen yıl Tunç diye bi herifle beraberdim”, falan filan falan filan, kendi duvarlarınız aşınmaya başladıkça da zihninizin önünde başka bir duvar inşa edilmeye başlanıyordu, “çok saygısız bir kişilik girdo”, “çok küstahsın girdo”, “girdo burnun çok havada”, evet evet evet, hayır hayır hayır, bir saniye, n’oluyoruz, karar vermekte zorlanıyor muyum? karar verme anımda etki altında mı kalıyorum? kimseyi kırmamak? incitmeyeceğim seni güzelim, kapım hep açık sana, herkese kapım açık anasını satayım, kapım bile yok hatta, sonra, daha sonra, odada tek başına, odada tek başına… yok gelen giden, kendi kendini becer girdo.. sonra, sonra zamanla kendine değer vermeye başlar insan. insan sosyal bir varlıktır derler, ben kısmen asosyal bir herifim, kısmen aseksüel oluşum gibi yani, ve kısmen anormal.. her şey kısmen var olmakta. olabilmekte ya da. dengede demek daha doğru aslında, kısmen yerine dengede. denge hali. iyi ve kötünün arasında. tao. ying yang. akış. zihinsel akışa kapılıp giden yaşamsal akış. sonra? sonra insanlar gelmeye devam etti. ve ben bir karar aldım. hayatımı sıfırlamaya bakacağım. kendim olmaya. kendin olmak, olabilmek, hiçbir toplumsal ve duygusal baskı altında kalmadan doğruyu, sadece doğruyu söyleyeceğinize dair yemin eder misiniz? kim edebilir? ben etmek istiyorum anasını satayım? n’apıcaz şimdi? bilmem… bilemem yani. hiç bir şeyi bilemem.. öğrenmek istemediğim şeyler de var bunun yanı sıra. mesela araba. araba nasıl çalışır? ne bileyim nasıl çalışır oğlum. otobüs şoförü bilsin onu. sonra? mesela postmodernite ne demek? ne bileyim ne demek? ama öğrenmek isterdim lan bunu. öğretilmek değil, öğrenmek.. kitap? evet, evet kitap.. ideal bir öğrenme şeklidir, insanın öğrenmek istediklerini kendi kendine öğrenebilmesi. geçelim efendim.. ne diyorduk? şunu; incelikli davranmaya çalışmak, hayatınızı cehenneme çeviren bir fiyasko ile sonuçlanabilir, daha sonra bir boy aynasına baktığınızda arkanızda büyük bir topluluk görürsünüz, pençelerini size geçirmiş insan kalabalığı, ve hışımla arkanızı dönüp bir bakarsınız ki, hiç kimse yok, bu kez aynada sırtınız görünüyordur aynaya sırt çevirdiğiniz için, ama siz görmezsiniz onu, bir adım geri atar, aynaya yaslanırsınız, kendi sırtınıza yaslanırsınız bir anlamda, ve dersiniz ki; “hepimiz aslında berbat yazan tipleriz, bırakalım bu mesele üzerinde atıp tutmayı”. ordan biri çıkıp der ki; “harikulade yazıyorsun moruk”, “eyvallah” dersin ona, hoşuna gider çünkü bu, insanın hoşuna gider beğenilmek, kimsenin bu konuda bir itirazı olmasın, sol tarafımda yarı otomatiğe alınmış, şarjör ağzı bozuk bir mp5 var, onu kullanmayı zorla öğrettiler bana ve çok iyi kullanabilirim gerekirse, ne diyordum? şiddet kullanmak zorunda kalabilir insanlar. pasifist değilim ben. anarşist de değilim, ama olsaydım eğer aktivistlerin tarafında yer alırdım. çok saçma bir şey iyilik meleği isa’nın “sol yanağını çevir” demesi. çevirebilirsin de aslında
zaman zaman, ama bu kime-niçin-neden çevirdiğine göre değişebilir, yiğenim ağzıma sıçsa, “al tuvalet kağıdı” der uzatırım ona mesela, ama bunu sen yapamazsın bana mesela. anlatabiliyor muyum? ne diyordum? bir hatun der ki; “yazılarına bayıldım adamım”, “eyvallah” dersin ona, çünkü hoşuna giden bir şeydir bu. herkesin hoşuna gider. ve aradan geçen birkaç gün sonrasında, sorular beğenilen yazılardan sana yazılmaya kayar. duralım burada bir beş dakika.. ben bir sigara yakayım. siz kafanızı toparlayın.. evet, ne diyorduk? sıkıldım ben bu yazıdan.. “sokak edebiyatı nasıl bir isim lan?” “maskeli bar taburesi” gibi bir isim işte, ne önemi var… kendi ile dalga geçebilen insanları sinirlendirmek zormuş gibime gelmekte bu arada.. “susam sokağı.. sokak edebiyatı... sokam edebiyatı.. sokam edebiyata.. susam edebiyatı.. sokam susamı.. sokam susama.. sokam sus ama!” 7 eylül 2002 – girdolap. eleştirilecek adamı iyi tanımak, eleştiriyi kabul edilir bir forma sokabilir. ve ayrıca açık verdiği noktaların farkında olan biri de, kendisiyle dalga geçip, bazı şeyleri ekarte edebilir.. bilmem anlatabildim mi? aynen devam, ama son bir hatırlatma, kafam atarsa, çok sert bir oku kınımdan çekebilirim, ve o zaman hakkımda yazdıklarınızın hayatta kalma şansı sıfırın altına düşer.. herkes kendi dalgasına baksa iyi olur kısaca… ha bu arada, aranızda ode to joy’u gören var mı? 22 mart 2009
best -self- seller of underground her şeyi kırıp dökmek geliyor içimden şu an biliyor musun? hem de her şeyi. dünyayı havaya uçurmak istiyorum. dünyanın çekirdeğine çok güçlü bir atom bombası koymak, ve tüm yaşamı katletmek istiyorum. ama yapmayacağım büyük ihtimalle. yapamayacağımdan değil, içine düştüğüm durumdan dolayı, hiç kimsenin bir suçu olmadığı için. "huzursuz olduğum için, dünyaya suçlu hissettiğimi söyle" diyor pac. bu ne demek anlayabiliyor musunuz? boş verelim anlamları. her şeyi tekrar ederek anlamsızlaştıralım. ne dersiniz? olabilir mi böyle bir şey? zaten bunu yapmıyor muyuz her gün. her dakika. her geçen saniye, bir şeyleri tekrar ediyoruz. başa alıyoruz sürekli yaşamı. ilerleme kaydetme adına yapılan her hareketin sonu, başlangıç noktasına varıyor. tıpkı duvar saati gibi. ister akrep ister yelkovan olun o düzenek içinde, sıfırdan başlayıp, tekrar sıfıra varırsınız. kaçınılmaz son, hiçlik. birileri söylediklerimi nietzche ile bağdaştıracak ama herifin tek bir kitabını bile okumadım. ne komik değil mi? komik, komik olmasına, ama ben gülmüyorum bu duruma. aksine öfkeleniyorum. çünkü, ortalıkta, binlerce kitap okuduktan sonra kitap yazabilen adamların, yazdığı kitaplar dolanıyor, ve ben yüz yıl önce kusulmuş bazı klasikleri bile okuyamıyorum. çünkü sıkılıyorum. çünkü bana yeni bir şey anlatan ya da daha doğrusu inandırıcı ve samimi gelen çok az kitap var. burada kendimi üstün gördüğüm falan da yok, hiçbir şey bilmiyorum çünkü hayat hakkında. gerçekten hiçbir şey bilmiyorum. tecrübesizim. fazlasıyla tecrübesiz. buna rağmen zırvalayıp duruyorum işte. ve sonra, bir başına, dört duvar arasında, jori ile baş başa kalıyorsun. ve ister istemez, sonucun nereye varacağını düşünüyorsun. daha kaç kez, sıfırı tüketip baştan başlaman lazım bilmiyorsun. yani şu, şey işte, az önce anlattığım duvar saati hikayesi. bazen hızlı dönersin bazen yavaş, ama daima sıfıra varırsın. sıfıra sıfır, elde var sıfır. neden biliyor musun? çünkü naparsan yap, içindekini kusamazsın. sonu gelmez kusuşunun. sürekli içine yeni atom bombaları atarlar çünkü. yeni infilak metotları icat edersin böylece kendine. psikoza girersin, sarhoş olursun, sigaraya abanırsın, nefes nefese kalır ve "ölmeyeceğim ulan" dersin, "ölmeyeceğim." çoktan ölmüşündür halbuki. ölmüşsündür de ağlayanın yoktur. sistem karşıtı olduğunu söyleyen abuzerler, ceplerindeki parayı sistemin kendi etrafında bir tur daha atması için harcarlarken, sen büyük bir riske girip, açık el oynarsın pokeri. elindeki tüm kağıtları gösterir ve "bakın bu son param" dersin önündeki hiçliğe. allah belanı versin küreselleşme. komik sloganlar bunlar. gerçekten çok komikler. çünkü hayatımızın içine eden şeyler, birbirine öylesine sıkı halkalarla kenetlenmiş ki, asla çözünmüyorlar. birini yıkıyorsun, karşına bir başkası geçiyor. bir duvar, sonra bir duvar daha. değişmez yani dünya. değiştiremezler. devrim bir düşten ibarettir. soğuk bir duş alıp kendimize geleceğimiz gün, o kadar uzak ki. ve bu yüzden bazıları o kadar riskli yollara girip kendilerini ele veriyor ki, yazık oluyor o güzelim insanlara. total redçilere mesela. gerçekten yazık oluyor. yani, kim anlıyor ki, anlamayı bırak, kim görüyor? hiç kimse.
militarizm karşıtı olduğunu söyleyen birinin çocuğuna oyuncak silah aldığını gördüm. kendine anarşist diyen birinin kız arkadaşını mini etek giydi diye dövdüğünü işittim. sonra, 2004 bir mayısta, 70-80 kişi, "yaşasın anarşi" diye bağırırken, hemen bir sonraki toplantıya, toplam 10 kişi geldi. sonra, o on kişi de birbirini yedi. "kendi içinde anlaşamazlar ordusu" dünyayı değiştirmeye çalışıyor. çok komik. gerçekten çok komik. sonra bir de kendine solcu diyen bir kesim var, onlar daha kalabalık ve daha bölünük vaziyette. bir de atatürkçü bir kesim. bunlar da yeni bi mesih beklemekten öteye gidemiyor diye düşünüyorum. sonra sonra, sonra bir de başımızda, yakında ülkeyi amerikanın mandası haline getireceği söylenen bir "parti-küler atık sistemi" var. tüm bunların dışında, ama her şeyin merkezinde, tek derdi aşk olan bir genç nüfüs var. ve her şeyin dışında, bir an önce ülkeyi terk etme planları yapan insanlar var. ha bir de tüm bu sistem karşıtı kalabalığın büyük bir çoğunluğu, fazlasıyla korkak. kendi hayatları ellerinden alınacak diye ödleri kopuyor. yanlarına bi polis gelince saygı duruşuna geçip, isyanlarını içinden konuşarak yapan gruplar. ha bir de, hayatı boyunca işçi olmamış, hatta hayatı boyunca bir gün bile çalışmamış olanlar, maddi sıkıntı çekmemiş olanlar, işçi hakları üzerine yazıp çiziyorlar. ama, onlar da samimi değiller, çünkü mülkiyet kavramına karşı çıkamadıkları için, yazıp çizdikleri her şey, yılbaşında kafama geçirebileceğim bir kukuleta kadar anlamsız geliyor bana. sonra durup düşünüyorsun, yetkili ilgili ve bilgili mecralar, zırvalarımdan haberdar olsaydı ya da kaale alabilecekleri bir çoğunluğa hitap ediyor olsaydım, şu an ya mezarda ya da hapiste olurdum. sonra aklıma, bana, "sen bir kapitalistsin" diyen zühtü geliyor, şimdi kıçımın kenarına yapışmak için etrafımda dolanıp duran. insanlar değişebilir, elbette değişebilir, zaten bunun için yazıp çiziyor o bazı muhterem ali cengiz köşe yazarları (hepsini kast etmiyorum), bir şeyler anlatarak insanlarda bir duygu uyandırmak. ve okuyucularının, hayata belki daha doğru bir açıdan bakmalarını sağlamak. oysa doğru açı yoktur, kendini iyi hissetmeni sağlayacak açılar vardır. yani insanlar böyle yaparlar. gerçekleri görmek yerine, aptalı oynamak. çünkü başka türlü, yaşama devam edemezsin. yani, crispin sartwell'in bahsettiği gerçeklik düzeyinde yaşamaya çalışırsan, cidden hapı yutarsın. çünkü o zaman, gördüğün bu pis ve kokuşmuş ilişki biçimleri, mideni bulandırır. mideni bulandırır ve üstelik senin kustuğun hiçbir şey midesini bulandırmaz o insanların. görmezler bile seni, üzerine basıp geçerler ve dönüp bakmazlar ne haldesin diye. o halde sorun bende lan, deyip, kendi fişini çekmeye kalkışırsın. onu da beceremezsin ama, çünkü yaşamak istiyorsundur sen de. her canlı mahlukat gibi önceliğini ölmek değil, yaşamak oluşturuyordur. sonra? sonra, tüm bu ebegümecinden çıkabilmek için bilinçaltın, senden habersiz bir tünel kazar zihninde. psikoz. halüsinasyonlar. algı düzeyinin değişimi. kontrolün yitimi. bu noktada, tehlikeli bir oyuna dalar ve tedaviyi ret edersin. çünkü bilirsin ki, sekiz sene önce, seni tımarhaneye kapatmaya çalışmışlardır. tekrar deneyebilirler. hayır anne dersin, delirmedim daha. bir saniye, bana bi dakka ver, bir saat ver, gerekirse bir ömür ver bana, lütfen inan bana. lütfen inan. insanlar doğarak çoğalır ve yalnızlaşarak ölür. sonra geride kalanlar, intihar
eden kişi için, "aptal, salak, hayatını mahvetti" derler. düşünceleri için öldürülen insanları, sene de bir gün anarlar ve bu anmayı da nispet olsun diye, hatta gösteriş amaçlı yaparlar. sonra herkes evine dağılır. çünkü, çünkü aslında hiç kimse öldürülmeyi göze alamaz. çünkü aileleri vardır, çünkü sevdikleri insanlar vardır, çünkü mülkiyetçidirler, çünkü kariyerleri vardır, çünkü bir isme ve hayran kitlesine ve karizmaya ve ve ve'lere sahiptirler. çünkü insanlara umut vererek, neye sebep olduklarını düşünmezler. çünkü umut, hastalıklı bir duygudur. umutsuzluk ardından intiharı getirir, evet ama, umutta hayal kırıklığı riskini taşır ve her hayal kırıklığı, bir özgüven yitimi olarak sonuçlanır. ve özgüvenini yitirmiş her insan, ünü dağlara taşlara yazılmış her insana hayranlık duyup, "keşke onun gibi olsaydım" diye düş kurar. ve düş kuran her insan, gerçeklikten kopar. ve gerçeklikten kopan her insan da anı yaşayamaz. ve anı yaşayamamak, geçmiş hanesine kaybedilmiş zaman dilimlerini dizer. ve yıllar sonra o zaman dilimleri patlayıp, pişman bir ihtiyar meydan getirir. ve o pişman ihtiyar, hayatının belli bir yaşından sonra, bir çocuk edinip, tüm hayallerini ona empoze eder. yani olay tamamen, elim sende oyununa benziyor. ve girdap tamamen eli açık oynuyor. yani karşı olduğu her ne ise, onunla açıktan savaşıyor, ve bir uçurumun kenarında dengede durmaya çalışıyor hala. çok yüksekte zihnim. ve bana ulaşamaz ne altay öktemleriniz ne de küçük iskenderleriniz. anlayabiliyor musunuz? çünkü o egoist ve kendini beğenmiş ve popüler kalburabastılar, sadece bir tür şans sonucu ordadırlar. ve o şansın sizin yüzünüze gülmesi için yapmanız gereken bir kaç şey; ya yalan söylemek, ya kendinden ödün vermek, ya da aileden gelen bir maddi rahatlıkla sağlıklı bir zihne sahip olmak. o yüzden kendine alternatif bir muska takan abuzittingillerin, hayranı çok olur. çünkü gençlik dediğimiz şey, hayalperest olmaya müsait bir doğaya sahiptir. ve hayalperestlik, ister istemez, güzel bir gelecek düşünü beraberinde getirir. sonra hep birden yazmaya başlarız. oysa hayat hakkında tek bir anafikir bile oluşturmadan yazmak, sonrasında yazdıklarınızı silmenize yol açar. ve sildikçe daha az yazmaya, en sonunda hiç yazamamaya başlarsınız. çünkü kendinden emin olmadan kurulan her cümle, ardından bir "pardon ya yanılmışı"mı getirir. ve yanılmak, pişmanlık doğurmasa bile bir özrü zorunlu kılar. oysa çoğumuzun özür dileyebilecek kadar alçak gönüllü olmadığı açık. çünkü özür dilemeyi, küçük düşmek olarak değerlendirenler türemiş durumda. ve fazlasıyla yanlış söylemlerle sistemle savaşmak, aslında sisteme destek vermektir. çünkü bu şekilde, aslında yaptığınız şey, sisteme karşı olmak değil de destek olmaktır. zaten kapitalizmin üzerimizde oluşturduğu yanılsamayı, ikinci bir yanılsama ile desteklemeye yol açar bu da. umutsuzluk ölümcüldür. umut vermek ölümcüldür. o yüzden öncelikle, yani bir şeyler yazmaya ya da konuşmaya başlamadan önce, insanın ölümcül bir varlık olduğunu düşünmesi gerekiyor. bunu düşününce, her şey çok basite inmiş oluyor bir anlamda. basite, yani, lan zaten ölücez işte, üç günlük dünya, neyin savaşını veriyoruz ki demenize. ama bunu dediğiniz taktirde de, sadece kendimizi kandırmış oluyoruz, çünkü asıl kandırmamız gereken kesim, yani iplerimizi elinde tutan bukalemunlar, ölümsüz olduklarını düşünüyorlar. yani ölümsüz olduklarını düşünüyor olmalılar ki, bu kadar mal mülk, servet ve iktidar aşkı için, hayatımızın içine ediyorlar.
yani aslında mesele çok karışık. bir çözüm yolu da önermiyorum. hayatım boyunca bir çözüm yolu önermedim. ben kendi akıl sağlığımı ve ruhsal dengemi korumak için yazıyorum sadece. çözüm yok. tartışmaya kapalı bir konu bu. "napmalıyız?". herkes kendi karar vermeli ne yapmak istediğine. ben naptığımı çok iyi biliyorum. ve ne anlattığımı da. nerden başladığımı ve nereye saptığımı da çok iyi biliyorum. o yüzden "yazıda bir bütünlük yok" diyecek olanlar, kendi alın yazılarında bir bütünlük oluştursunlar öncelikle. önce kendini sağlamaya almayı düşünen her anti-kapitalist, büyük olasılıkla bir kaç sene sonra, hatta okulu bittikten sonra, normal bir insana dönüşüp, topluma adapte olur. o nedenle, önemli olan, an itibari ile ne düşündüğümüz değil, hayat sürecimiz boyunca nasıl yaşadığımızdır. yani bir insanı, tek bir hareketi, tek bir şiiri, tek bir şarkısı, ya da tek bir cümlesi nedeni ile eleştirmek; bölünmelere, anlaşmazlıklara, ayrılıklara, pişmanlıklara, özürlere ve dolayısıyla tutarsızlığa yol açar. ve yaşam biçimi ile söylemi birbiri ile tutarsız olan her insan, yalan söylüyor demektir. ve yalan, samimiyetsizliği de beraberinde getirir. ve kapitalist bir sistemde, samimiyetsizlik, en çok satan üründür. o yüzden artık bu bahsi kapatalım bence. nokta. 16.nisan.2009 .
ekte bir yazı gönderiyorum, ne düşündüğünü merak ettim pekala pekala… mikrofon kontrol… sesim geliyor mu? mikrofon kontrol. ses. se. se. lanet olsun, başka bir şekilde ulaşmam gerekiyor. pekala! bu giriş, bir deneme faslıydı sadece. ama bu denemeyi bile, örneğin bir düğünde, yapamayacak biriyken, şimdiki beni düşünüyorum, ve değişen düzeni, içsel düzenin dışa yansıması ve dışsal düzenlerin artık içerde yıkamadığı yansısı. aynı şeyi söyledim aslında şu an, ama pek azınız bunun farkında, pek azınız yapmaya çalıştığım şeyin farkında. girdap n’apıyor? girdap n’apmaya çalışıyor? girdap ne yapmaya çalışıyorsun sen? tekrarlar tekrarlar tekrarlar. kendini tekrar eden bir hayatı rayından çıkarttım dostlar. artık kontrol bende. gölgelerin gücü aşkına, herkesin nesi var böyle? neden herkes her şey yolundaymış gibi davranıyor? yolunda değildi. yolumda değildi. yolunuzdaydı. ve şimdi kontrolden çıkmış bir boğadan farkım yok. kırmızı? hayır sana toslamayacağım küçük dostum. çünkü küçüksün, o yüzden kes sesini de kırmızı bayrağını sallamayı sürdür insanlara karşı. ben seni görmüyorum. ben seni hissetmiyorum bile. ve burada komünizme çattığımı düşünen budalalara bir mesaj vereceğim, ben sadece raydan çıkmış bir trenin öküzleşmesinden bahsediyordum. kırmızı bayrağınız kırmızı olarak kalmaya devam edebilir arkadaşlar, sizlerle bir sorunum yok. hiç kimseyle bir sorunum yok. benle bir sorunu olduğunu düşünenlerle bile bir sorunum yok. evet bir sorunum yokmuş hiçbirinizle gibi hissediyorum. ama var. var olması gerekenler gerektiği kadar var olur. aptal kelime oyunları mı? hiç sanmıyorum… deneme deneme. şu an istanbul üzerinizdeyiz ve şehrin üzerinde bir tur atıyoruz. deneme deneme, kaptanınız konuşuyor. deneme deneme, tıkanma’yı okudum ama bu kısım palahniuk’tan arak değil çocuklar, deneme deneme. bazen uzun yazabilirim. gerektiği kadar uzun yazabilirim. gerektiği kadar uzatabilirim. aynı şeyleri defalarca tekrar ederek anlamsızlaştırabilirim. bunu denemek ister misin? şimdi sesli olarak “perde” demeye başla. hiç durmadan yap bunu. perde, perde, perde. devam et. perde, perde. anlamsızlaşıyor olması gerekiyor. kelimeye karşı yabancılaşıyor olmalısın. bir de şunu dene, girdap girdap girdap.. bir de şunu düşün, “hey girdap, bir yazım var, okumak ister misin?”. hayır, istemem ama küstahlık etmek de istemiyorum. ne yapmam gerekiyor söyler misin? yazmayı bırakıp size kulak verebilirim. ama odamda okunmayı bekleyen otuz kitap var ve altı aydır bekliyorlar. o büyük yazarların canları sıkıldı artık beklemekten. ırvine welsh beni bekliyor. henüz hiç okumadım. pavese beni bekliyor. hala okuyamadım. burroughs beklemekte. okumak istiyorum bu allahın belası yazarları anlıyor musunuz? ne demişler merak ediyorum. şimdi günümü, siz değerli yazarlara ayırırsam, o ölmüş yazarların kalbi kırılır, diye hissediyorum. ve aranızdan herhangi biri gerçekten yayınlanmayı hak ediyorsa, onu fark edemeyebilirmişim gibi hissediyorum. o yüzden birkaç ayarlama düşünüyorum. o yüzden bazı tasarılar geliştirdim. o yüzden tasarılarımı yoluna koymak istiyorum. düşünüyordum, geliştirdim, koyacağım. nasıl gidiyor sizce yazı? böyle bir yazı yazmayı düşünmüyordum. bilinçaltı işte. n’aparsın. rüya görür gibiyim. ben kontrol edemiyorum. parmaklarımı ben kontrol edemiyorum. zihnimi kontrol altında tutamıyorum. buradan kalkmak iste-
sem de kalkamıyorum. yazı beni esir aldı. ilham perisi beni asır aldı. ve uyanırsam hatırlayamayabilirim zihnimde olan biteni. o yüzden devam et diyor içimden bir ses. dünya yok olsa bile kal burada diyor. yaz. lanet olası raydan çıkmış tren zihninde yol alsın. öküzleşmek istemiyorum. ama bazen öküzleşiyorum. yazım neden onaylanmadı? çünkü henüz okumadık küçük dostum. fanzin gönderecek misin? göndermeyi ümit ediyorum dostum. ama param yok. biraz para gönderirsen fotokopi kağıtları olarak sana geri döndürebilirim o değerli kağıt parçalarını. tamam belki hak ettiğim kadar kazanmıyorum. tamam belki fotokopici de hak ettiği kadar kazanmıyor. hatta siz de kendi işinizde hak ettiğiniz kadar kazanmıyor olabilirsiniz. küresel bir adalet yok ortada kısaca. her şey birbirine zincirleme bağlanmış durumda kısaca. hak etmiyorsun, hak etmiyorum, hak etmiyorlar. bir şekilde döngüye bağladık işte sistemi. sürekli kendini yeniliyor. yenilemek? bir de yenilmek var arada kalan. arada kalmak istemiyorum. hiç kimsenin arasında kalmak istemem. ama aramızda kalan her şeyi yazacakmışım gibi hissediyorum bazen. başka başka şekillerde.. başka başka yüzlerde canlanan tekrarlar silsilesi. hayır, ben bunu durdurdum. evet, raydan çıktım. devrilmeden gidiyorum. döngü yok. ruhsal kısır döngü yani. yoksa yaşanan her gün, bir süre en azından, bir öncekinin tekrarından ibaret olur. işe git, eve gel. aşık ol, beri gel. falan filan falan filan. şu an başım dönüyor. ve şu an gerçekten zihnim, olan biteni aktarmakta zorluk çekiyor parmaklarıma. dönüyor zaman. dönen bir zaman icat ettik biz. saatlere bakın. dönen zaman. takvimlere bir bakın. dönen zaman. gün içindeki hayatlarınızı gözden geçirin önce. dönen zaman. dönüyor dönüyor dönüyor. durup düşmüyor ama. bir para gibi mesela. kendi etrafında dönen bir para. iki parmağının arasına sıkıştırıyor ve diğer kolundaki diğer parmağınla onu itiyorsun. güçlü bir itiş bu. öyle güçlü ki, ne zaman durabilir bilinmiyor. para dönüyor. döndükçe çoğaldığını düşündürtüyor. dönen para, bir anda, birden çokmuş izlenimi yaratıyor. ve sonra sirkülasyon. taşınan mallar. oradan oraya oradan oraya. dönen zaman. dönen günler. dönen insan. sıkışıp kalmış bir ruh hali. bazen kendimi basit bir iskambil kağıdı gibi hissediyorum. böyle uzun uzun süreçler sonrası devrilme sırası kendisine gelen, sonra birinin onu tekrar ayağa kaldırıp hizaya soktuğu bir iskambil kağıdı. her gün yaşanan şey bu aslında. uyu ve uyan ve uyu ve uyan. yatağa gir. yataktan çık. yat kalk yat kalk. dön dur. döndür bile diyemezsin bu durumda. zaten döndürüyorlar. zaten döndürüyoruz. dön baba dönelim gibi yani. işte aynen bu şekilde. bu noktada farklılaşmak mı istiyorsun sen? kendine yeni bir alan yaratmak? pekala, yarat o halde. ama lütfen lütfen lütfen, bana önce ılımlı yaklaşıp, sonra küfür etme. ya da et işte. kafana göre. evet aynen bu şekilde. seni döndürüp durdukları zamanın dışındaki alanında kafana göre. olabildiğin kadar, göre.. kadar ve göre arasında virgül var. ben koydum onu oraya. bilinçli bir seçim bu. bilinçsiz bir el silemez onu kısaca. yani silmemeli. yani sen de ben seni okumadım diye kendini değersiz hissetme. çünkü gerçekten çok fazla insan yazıyor artık dünya üzerinde. çok fazla insan resim yapıyor bu şekilde. fotoğraf makinesi almana gerek yok bile, fotoğraf çekebilen bir telefon yarayabilir işine. biri kafiyeli cümleler mi dedi? tahmini üç saat düşündüm bunun üzerinde, doğrudur. sonra baktım olmayacak, kafiyeyi bozmaya karar verdim. ilginç fikirler. ilginç fikirlerin iğrençleştiği zaman dilimleri. biri ile konuşmaya başlıyorsun. aklından, onu düzebilirim, diye geçiriyorsun. ama bunu ona söyleyemiyorsun… o halde bunu yazma da tamam mı? ben yazabiliyorum çünkü söyleyebiliyorum. bu noktada istediğin bir öneriyi sunuyorum sana, yapamayacağın hiçbir şeyi
yazma. kurgusal düzeyde dahi olsa, hissettirebilmek buna bağlıdır. hissettiğin kadar hissedebilir herkes her şeyini. daha az da hissedebilir tabii. en maksimum hissetme hali, budur işte, eşdeğere yakın senin ile.. senin üzerine çıkamaz hiç kimse. sana gelip “bak şurası şöyle olsaydı ya” diyemez. diyorsa kafasına tencere fırlat. o yüzden benden yazın hakkında bir eleştiri bekleme. ve gerçekten okunmak istiyorsan, yazabildiğin kadar yaz bence. gerçekten haklıysan davanda. ve gerçekten tutarlıysan kendi içinde. tutarlı olana kadar bekle bence. daha sonra ortaya çıkıp “hey ben bir yazarım” de. ben olsam öyle yapardım. ben olsam kendi içinde tutarlı olduğum sürece düzinelerce tutarsız metin yazardım. sonra birinin gelip “eeeh aaam”larına karşı sıkı bir ok fırlatırdım. fırlatırdım ki, bir daha konuşamasın. çünkü herkes her şey hakkında bir fikir sahibi artık. çünkü herkes her şey hakkında bir şey biliyor artık. hey elimizde bir internet var anlıyor musunuz? bunun değerini bilmek gerekiyor bence. bu yüzden kanallarını seç artık. seç ve yola çık. benim bunu on yıl önce yapmış olmam lazım. elimdeki birkaç kanalı deneyip, çıkmaz olanlarını elemiş olmam gerekiyor. şimdi elimde, içinde ilerlediğim son dehlizim kaldı artık. ve bu şey hala tıkanmadı. ve şimdi ben raydan çıktım artık. sen de raydan çıksan iyi edersin artık. ya da zamanı gelince yap bunu bence. zamanı gelince kendi yolunu belirle. “felsefik bir alt metnin yok” diyor insanlar, ben de onlara “fesleğen kokulu bir çiçeğim yok, haklısınız” diyorum. anlayabiliyor musun? deneme deneme. kaptanınız konuşuyor. bu bir bant kaydı. telefonunuz borcunuzdan dolayı kapalıdır. deneme deneme. kaptanınız konuşuyor. ne kadar salakça, öyle değil mi? yazmak üzerine tavsiyelerde bulunmak ne kadar da salakça. kaptanmış.. deneme deneme, kaptanınız konuşuyor. ya bu bir bant kaydıysa? hiç bunu düşündünüz mü? ben düşündüm. ilk uçağa bindiğimde, kaptanın şakacı bir tip olup böyle bir panik havası estirebileceğini düşündüm. sonra yerimden kalkmadım ve koşuşup bağrışan insanları izledim. izledim gerçekten. zihnimin içinde en iyi filmler dönüyor oğlum. her saniye yeni bir şey var vizyonumda. ve bunun için kullanmam gereken hiçbir yabancı madde barınmıyor damarlarımda. kanım temizlenmiş mi diye test etmek istiyorum bazen. ha evet, ne diyordum ben. sapıttım iyice. deneme deneme. istediğin gibi yazabilme özgürlüğünü hissedemiyor musun hala? o halde istediğin gibi yaşama özgürlüğüne asla erişemeyeceksin. yazmak kolaydır çünkü. zor olan yaşamak kısmı bu paragrafta. sonrası kendiliğinden gelir çünkü. günün akmıyorsa, yazı akmıyordur. ve yazı akmıyorsa, bu hiç iyi olmadığının bir tür sinyalini çakar ruhuna. ruhunu kurutup asamazsın. çünkü bu çok klişe bir şeydir. ve klişe olan her şey de zaten denenmiştir. o yüzden ben denenmemiş bir ipi test etmek istiyorum işte. bir cambazım ben. test ediyorum. bir ipin kalite kontrolcüsüyüm ben. ip benim ipim. ben yaratmadım bu tarzı belki. ama bu ip benim ipim. ve düşersem düşerim. yazar olmak idealleri, paradoksal bir makinenin keskin dişli çarkları arasında can çekişmeyi gerektirir çünkü. riske gireceksin moruk. büyük, çok büyük bir riske. ortaya koyduğun şey hayatın olucak yani. okulu bitirsem deme. gerçekten inanıyorsan kendine, es geç okulu. gerçekten kendine inanıyorsan işi es geç. parayı siktir et gerekirse. gerçekten inanıyorsan kendine, acabaları def et hemen. alternatif bir kurtuluş şansı bırakma kendine. tüm olasılıkları sıfırla. tüm seçenekleri heba et zamanla. ben ettim. ben her şeyin içine eden bir kukuleta olmak istedim. bir yılbaşı günü, üzerine düşen havai fişek parçalarından alev alıp
yanmaya başlayan bir kukuleta. kukuleta denizin üzerinde. denizin üzerine düşüp yüzen bir kukuleta üzerine düşen bir havai fişek. sahi, havai fişek yakar mı bir kukuletayı? bunu yap işte kendi içinde. tüm olasılıkları sıfırla önce zihninde. gerçekten inanıyorsan kendine. tek bir şüpheye bile izin verme. ben vermedim. ve şimdi, eğer bu son yazım olursa, geberir giderim herhalde. son yazı? intihar mektubu gibi mi yani? saçmalama salak, diyesim geliyor kendime. ama saçmalamana bile izin veren bir kitlen var olduğu sürece, gerçekten daha iyi yazabildiğin bir sürece eriyorsun kendince. ergime? evet evet ergime. oyun oynuyorum kendim ile.. sizinle oyun oynuyorum her kelimede. bir ileri bir geri. bir ileri bir geri. zihinde silinip giden olasılıklar. bu yazı, tek bir farklı seçimle on farklı şekle bölünebilir. sonra o on farklı şekil, bir farklı kelime daha seçerek, bir on farklı şekil oluşturabilir. doğru kelimeleri seçmeye çalışmak, her şeyin sonunu getirir. üzerinde çok fazla düşünme. tıkır tıkır seslerini düşünme. bir sigara yak. kanalize ol. kanalizasyonist bir akış sonrası ilüzyonist ilan edilmek de var işin içinde. lütfen ve eğer istiyorsan gerçekte; sana önemli bir kelime işte; kanalize… yani yazmaya kanalize. kurtarılmaya değil. geleceğe değil. sonrasına değil. öncesine değil. o ana kanalize. ve inan kendine. herkes, boktan bu, diyebilir. girdap yazdığını önemseyemeyebilir. girdap kendini çok beğenmiş olabilir. girdap burnu tepede, kıçı klozetin üzerindeyken, sıçtığı bokları bile altın sanabilir ama, lütfen lütfen lütfen, onu bile önemseme. öneri için yazı gönderme. eleştiri için yazı gönderme. o yorumlamaya değil hissetmeye kanalize. ve iyi bir özeleştiri için bile, yeterli donanım ve yetiye sahip değilken, haybeye, seni harcamak istememekte. anlıyor olmalısın.. tüm bu kafiye düzeni, yalan dolan düzeni üzerine kurulmuş zorlama bir itkinin, çıkmasını gerektiren süreden, milyonda bir daha az zaman harcanarak üretildi. eğer bana inanıyorsan, son söyleyeceğimin bu olduğunu bil. ve şimdi, evet tamam, tam zamanı, evet şimdi, kaptanınız konuşuyor, deneme deneme, uçağım zihnimin iliklerinden, çıkıp gitmediği sürece, yazmaya devam edebilirim kendi halimde. ama sen lütfen. kaptanınız konuşuyor, deneme deneme. sesim geliyor mu? KENDİNİ BÜYÜK GÖRMEK, BUDALALARA MAHSUSTUR. KENDİNDEN EMİN HALDE YÜRÜMEK, DAHİLERİN İŞİ. KENDİNDEN EMİN HALDE YÜRÜYEN, DELİLER GÖRDÜM BEN, VE ONLARA KİM NİÇİN DELİ DEDİ BİLEMİYORUM AMA TOPLUMUN DEĞERSİZ YARGILARINDAN UZAKLAŞTIĞINIZ SÜRECE ÖZGÜRLEŞTİRİLMİŞ BİR ZİHİNLE EVET ANCAK BU ŞEKİLDE MÜMKÜN OLABİLİR BENCE İYİ BİR YAZI İYİ BİR ZİHİN KAZISI, RESİM VEYA MÜZİK VEYA SİNEMA . VEYA, VEYA VEYA VEYA. GENEL OLARAK YAŞAM ÖZEL OLARAK SANAT VE İÇSEL ALGILARIN DIŞ YANSILARLA BÜTÜNLEŞEREK SANATI YAŞATMASINDAN
DAHA ÖNEMLİ HALE GELİR, YAŞAMA SANATI! İYİ BİR ÇAY DEMLEMEYİ İYİ BİR YAZIYA TERCİH EDEMEM AMA BİR YAZIYI YAZARKEN İYİ BİR ÇAY İÇMEK İSTEYEBİLİRİM BEN VE PARAM YOKSA VE EVİM YOKSA VE KALEMİM VE KAĞIT VE ZAMAN YAZAMAYABİLİRİM O YÜZDEN LÜTFEN SEN KENDİNDEN EMİN OLMADIĞIN SÜRECE TEK ALTERNATİFİN BU GİBİYMİŞÇESİNE YAZMAYA KENETLENME VE BİR GÜN ON İKİ VEYA YİRMİ YAŞINA GELDİĞİNDE TAMAM DİYEBİLDİĞİN YERDE GERİYE KALAN TÜM OLASILIKLARI LİNÇ EDİP BİR DAHA GERİYE DÖNME, DURMA YANİ ASLA, GERÇEKTEN ASLA DURMA. DENEME DENEME . ŞU AN KABİN BASINCIMIZ DÜŞÜYOR VE SİZİ TERK ETMİŞ OLAN BİR KAPTANINIZ KONUŞUYOR BU BİR BANT KAYDIDIR TELEFONUNUZ BAĞLANACAKTIR ANCAK EN YAKIN ZAMANDA YENİ KONTÖR YÜKLEMENİZ GEREKMEKTEDİR. DENEME DENEME …
polislik hakkında tüm bildiğim dedem polisti. ben de polis olmak istemiştim, hayatın başlangıç evresinde, kısa bir süre sadece, ve bunu hangi sebeple istemiş olabileceğimi net bir şekilde hatırlayamıyorum. böyle şeyler, çocuklar için, yetiştiriliş tarzından da bağımsız bir şekilde, -kısa süreliğine de olsa- arzu duyulabilecek şeylerdir. ve bir gün, size, zaman zaman anlatılmış olan, sizin yüzünü bile görmediğiniz bir aile büyüğünün fotoğrafını gösterirler, henüz 3 ya da 4 yaşındasınızdır, özenirsiniz. özenmeniz kısa sürer, çünkü bir zamanlar polisin bile giremediğinin söylendiği, şimdiyse uyuşturucunun bile polis gözetimi ve rüşvetinde dolaşıma sokulabildiği bir bölgede büyümüşsünüzdür. uzun bir süre, polislerle ya da devletin otoritesiyle tanışmadan, o otoriteye doğrudan başkaldırabilen ya da her türlü riski göze alabilen insanlarla yakın olmuşsunuzdur. ve bir gerçeği net görebilmeniz için ya da neyin doğru olabileceğinden emin olmanız için 50 yaşına kadar da beklemeniz gerekmez aslında, kimi insanlar otuzundan sonra allah’ı bulsa da; bazıları da, zaten inandıkları, düşledikleri şeylerin terimsel kelimesini ansiklopediden ya da sözlükten keşfedip, “a böyle bir şey zaten varmış ya” diyebilirler, on iki on üç yaşlarındayken. o yüzden üniforma ile hatırlanabilir ilk karşılaşmam, dedemin eski siyah beyaz bir fotoğrafında olsa da, var olan her türlü iktidar tutkusuna, o tutkunun içindeki zaman zaman sözü edilebilen ‘iyilik’ amacını sorgulamadan karşı duruşum daha da eskiye rastlar. ve bu anlamda, bir insanın, özellikle bariz belirgin bir şeyle ilgili, yıllar sonra düşen jetonu sonucu “aslında bu çok da iyi bir şey değilmiş,”, “yok yok bu tastamam yanlışmış hacı”, “yanlış düşünüyormuşum”, “yanılmışım” yanılgısına düşebiliyor olmasına, çok da kafam basmamıştır. o yüzden zamanında polisle ilgili ağzına geleni söyleyebilen bazı iş arkadaşlarımın, namaz kılmaya başladıklarından sonra polisi savunmaya geçmeleri, kendilerinin de daha büyük bir güce teslim olmaları ile bağlantılı olabilir. her insan kendisini, tanrısının şefkatli olduğuna inandığı kollarına bırakabilir elbette, bu çoğumuz için tanrının da öncelinde, annemiz için geçerli bir duyguyla da başlamış olabilir. ama burada, incelenmesi gereken asıl şey; kendisinden daha güçlü dış bir şey tarafından gerçekleştirilen ve hiçbir şart ve koşulda karşı koyamayacağı müdahaleye karşı, oluşturduğu itkisel teslimiyete, bir tür duygu ile birlikte açığa çıkan ve bilinci de yönlendirebilen o davranışa, bireyin ilk olarak nerede başladığı, başlatıldığı, itildiğidir. ailede olabilir, arkadaş arasında, ya da okulda, çok geç olarak gelicek olsa da, erkekler için askerlikte. sonucunda ölebileceği veya zarar görebileceği bir davranış tarzından, güvenli ya da en az yarayla çıkabilme düşüncesi; (ki yalan söylemek de bununda bağlantılıdır kanımca), bizleri polis karşısında durmaktan da alı koyar, çünkü polis devletin polisidir, ve devlet bizim gözümüzde bizi koruyan gözeten bir aygıttır. varlığını varlığımıza borçlu olsa da varlığımızın varlığına bağlı olduğuna bizi inandırmıştır. çocukluğumun geçtiği mahallelerdeki insanların büyük bir çoğunluğu, polisin kendi mahallelerindeki varlığını kendileri için bir tehdit olarak algılıyorlardı, çünkü ortada bir yasa vardı, ve karşı karşıya getirilen her iki grup da, ekmek parası için bir iş yapıyordu, polislerin ki yasal iken onların ki yasalarca belirtilmiş yasaklar kapsamına giriyordu; örneğin torbacılık. ve zaman içerisinde bu durum, 24 saat atılan devriyelerce denetimli yasadışılık durumuna erişti, “adam başı yirmi liradan, istediğin her şeyi satmana izin veriyoruz.”
“seni yakaladıklarında” demişti arkadaşım, “üzerindeki malı alıp bana geri getirirler, benim sattığım malı senden alıp bana geri de satabilirler.” gözleriyle görene kadar gözlerimle gördüklerime inanmayacak milyonlarca insanın, bugün sokakta olmasının öncelikli nedenlerinden biri de budur: şiddetin görülür kılınılması. bu noktada, yukarılarda bir yerde belirttiğim, kendilerinden çok daha güçlü bir varlığa teslim olanların, yani inançlıların, tanrı karşısında ki teslimiyet nedenlerinin kaynağını, yani sadece korku(cehennem) ya da çıkar(cennet) nedeniyle mi, yoksa gerçekten içten bir samimiyetle mi inanmış olduklarını, kolaylıkla ayrıştırabileceğimiz bir noktadayız. çünkü, aynı hareket tarzını, hemen hemen her koşulda aynı şekilde zaten gerçekleştiriyorlardı, iş yerindeki şefe karşı, evlerindeki babaya karşı, sınıflarındaki öğretmene karşı. ve bu davranış tarzını etkileyen en belirgin iki nedenin, polisliği seçme, ya da devam etme noktasında da geçerli olabileceği açık. ortaokula gidiyorsunuz, henüz 11 ya da 12 yaşındasınız, daha güneş doğmadan kapınız çalınıyor, çünkü siz çingene mahallesinde, çingene olmasanız da evinizin aranmasını isteyebilecekleri bir yerde, o yasaların/yasakların dışına çıkabilen insanlarla birlikte yaşıyorsunuz. kapı çalıyor. açıyorsunuz. çocuksunuz. ve polisler eve dalarken, aynı anda mahallenizdeki bir çok eve de dalınıldığını fark ediyorsunuz. ve benzer süreçler sonrasında, aslında bu işi kendilerince kötü olarak algılanan bir şeye engel olmak için değil, onu kontrol altına almak için gerçekleştirdiklerini çözüyorsunuz. çünkü evvel zaman içinde bir gün, torbacınız size “eve dönüş yolunda dikkatli ol, bu zarbolar bazı müşterilerimi takip edip üzerindeki malı alıyorlar” diyor, kendisine bir şey yapmadıklarını da ekliyor, hatta herif mesleğini, evinin önüne, tek sandalyeden oluşan bir dükkan açarak yürütmeye başlayabilmesinin süreçlerinden bahsediyor, yani 12 yıl önce bundan bahsetti. babanıza dönüyorsunuz, o size 32 yıl öncesini anlatmıştı bir zamanlar, demişti ki, “ben bu mahalleden gecenin bir yarısı geçerken, mahallenin gençleri bazen sigara isterdi, cigarayı sarmak için, hiçbir zaman ne gasp edildim, ne de şiddet gördüm.” o halde problem başka bir yerde? anlatılan zamanlardan, yani 32 ve 12 yıl öncesinden, kameralarımızı 4 yıl öncesine çevirdiğimizde, şöyle bir görüntü yakalıyoruz: karakoldayım. çünkü içinde bulunduğum arabadan, yüklü miktarda esrar çıkıyor. benim değil. hiç olmadı. hayatım boyunca yüklü miktarda hiçbir şeyim olmadı. araba da benim değil. araba, arkadaşımın arkadaşının arabası. ve ben arkadaşımı askerlik yaptığı yere ziyaret için gittiğimde, kapıdaki asker, “memleketinden bir arkadaşı geldi, az önce çıktı” diyor, arkadaşımı arıyorum, hadi şunlara isim verelim, sallayalım, arkadaşımın adı can, arkadaşımın arkadaşının adı ahmet olsun. can’ı arıyorum, bulunduğu yeri söylüyor, gidiyorum, kısa geçeceğim, dönüş yolunda ki bir çevirmede, ahmet’in tereddüdü ve duraklaması sonucu, şüpheli tavırları göze batıyor, biz aranıyoruz, araba aranıyor, can “abi ben askerim” diyor, ahmet telefonda birileri ile konuşuyor, ben bir köşede sakince olan biteni izliyorum, her şeyin farkında olsam da. sonra karakol. ve polisin tehditkâr cümleleri, zaman zaman desibeli artarak ilerleyen soruları karşısında, panikleyen can ve ahmet’in karşısında, tepkisiz ve sakince duruyorum. polis bana uyuz oluyor, onun varlığını ve üniformasını ve gücünü ve başıma örebileceği çorapları sikle-
mediğim için beni sikmeye kalkıyor ve ahmet malı nerden aldığını söylemediği, söyleyemediği için, “bak kardeşim şöyle bir adamdan aldığını söylüceksin kurtulacaksın” diyerek, malın alındığı adamın tarifini veriyor, tarife uyan adam benim. her şey bu kadar basit. ve başgargamel de, aynı mantıkla, kendisine ve temsil ettiği yapıya, karşı bir tehdit oluşturduğunu düşündüğü gruplar için, marjinal kelimesini kullanıyor. aynı nedenle sevgiliniz veya eşiniz, bazı insanlarla görüşmenizden rahatsız oluyor. ve o nedenle kendi varlığını, kendi varlığına hediye eden bir insanı, ya da kendi varlığını, idealize ettiği düşünce uğruna riske atan bir insanı, otorite kendisi için tehdit olarak gördüğü gibi, otoritenin kendi varlığına tehdit oluşturduğunu görebilen bir insan da, yukarı da tanımladığım iki davranış kalıbından biriyle hareket etmiyor. otoriteyi, kendi varlığın için bu iki davranış kalıbıyla (çıkar/korku) tehdit olarak algılayadabilirsin pek tabii, ama bu ikiliden sıyrılarak hayata bakan bir insan için, otoritenin varlığı, sadece bireysel anlamda salt kendisi için değil, kendisinin yaşam içerisinde kurduğu, kurabileceği, tüm ilişki biçimleri için de, var olmaması gereken bir yapıdır. işte bu yüzden, iyi polis/kötü polis olmaz. niyeti kötü olan bir aygıta bağlı bir birimin, içinde var olmayı -üstelik seçerek- içine sindirebilen bir insanın, özünde iyi bir insan olduğu söylense bile, kötülüğün içinde o iyiliğini barındıramaz ve iyi bir niyetle kötü bir yapı içine dahil olunmaz. sonradan fark edilen böylesi bir hata, özre tabi bi hukukla da bağışlanamaz. 25.6.13
geriye dönemeyişler kumpanyası her şey, izmir sevgi yoluna eski kitap tezgahı açmaya gidişimle başladı. belki daha da öncedir, ama ben başlangıcı, 2000 yılı eylül ayı olarak alacağım. yolumuz uzun ve belki de, 14 yılın çetelesini çıkartırken, 32 yılı da sığdırırım, flashbacklerle, geriye dönüşlerle. dön baba dönelim gibi ya da. her neyse. her şey, izmir boğaziçinde, peşimden bir köpeğin koşmasıyla başladı. eve zor atmıştım kendimi ve o vakitler tarihin amortisi dördü gösteriyordu, seksendört, bindokuzyüz. 2 yaşındaydım ve napacağımı bilemeden koşmaya başlamıştım. eve zor attım kendimi. sonrası kekemelik. sonrası uçurum. atlayacak mısın? ama herkes güler dostum kekerlersen. susalım o halde. içimizden konuşalım, içimizden koşalım. yo hayır, bu da olmadı. çekimi başa al. çekim 2 sahne yedi. o zamanlar bir yayınevi kurmaya ve dergi ve kitap çıkarmaya çalışıyordum. yıl ikibin dokuz. istanbulda düzenlediğim toplantıya 33, ankaradakine 5 kişi gelmişti. izmirdekini hatırlamıyorum, çok diyelim. sonrası, peş peşe gerçekleşen ruhsal trafik kazaları sayesinde, zihnim gerçekliğin dışına taştı kendini korumak adına benden habersiz. yo hayır, bunu da sevmedim. şöyle yapalım: off, yapmayalım. bir romana nasıl başlanır ki lan? okuyup okumamanız veya basılıp basılmaması umrumda bile değil moruk, sadece yazmak istiyorum, kendime yazılmak, hepsi bu. ister inan ister inanma, yoksunuz hem zaten, ben gerçeğim, gözlerini kaç paraya aldın aslı? ya benimkileri? yine her şeyi birbirine karıştırdım. baştan alalım. her şey ondokuz mayıs akşamı, o’nun kapıdan içeri girmesiyle başladı. arkadaşımın arkadaşının, kapıdan içeri girmesiyle. ki yazmıştım ben bunları, daha önce, neden tekrar zorluyorum ki kendimi, kendime anlatmak için? biliyorum nedenini ve zorlamıyorum aslında. bu sadece, kendimi ve olan biteni anlamak için kendime uyguladığım bir terapi sadece. yazmak terapi. kendi kendimin psikoloğu olarak, ruh halini iyileştirip gülümsetemediğim kimse olmadı bugüne kadar, o hariç. isteseydi olurdu ama. “girdo çok matrak bi herifsin ha” demişti bana bi keresinde bi hatun, eskiden yani, sevgilim değildi, olmak istiyordu, ama ben o zamanlar kendimi her türlü can alıcı işveye kapamış ve yedi buçuk yıl boyunca kimseyle sevişememiştim. aynı yatakta yatıp sarılmaktan bahsetmiyorum burada, derinlemesine göz teması, sözünü ettiğim kıstas. neden neden neden diye sorduğumu hatırlıyorum kendime, bir nehrin içinden geçerken boğulmamaya çalışmadım ben yüzme bilmediğim halde. zor soru ha? ne dersiniz. zack, bu duruma, “sikimde bile değilsin moruk” derdi ve girdo öldü zaten, cevap veremez. onun yerine mikrofonu esçûmento’ya uzatıyoruz ve bize ispanyolca olduğunu zannettiğimiz bir türkü tutturuyor: la kolsa manalida van turkiez sanaviya. ankara latincesi dedi bana, ardından. he tamam dedim, öyledir. seçil geldi sonra, laptopomun üzerine elindeki şarabı döküp, şalteri de bunun öncesinde indirip, evin şalterini benim değil, benim ki çoktan indi zaten, yıllar yıllar öbce, neyse, geldi seçil, baktı bana ve hey adamım dedi, yanlış ya-
pıyorsun, baştan başla. her şeye. bununla o hayatı kast ediyordu, ben yazmayı kast etmesini istiyordum. peki o halde. devam edelim. yazdığın hiçbir şeyi silemezsin, akış bunu gerekli kıldığı için değil, yaşamın içersinde de bunu yapamazsın. yazmak ve yaşamak, her ne kadar varoluşun iki ayrı boyutu da olsa, benim gibi biri için, birbirine eşlenik düzeyde olmadığı sürece, bir anlam ifade etmezler. gerçek, gerçektir, ve bunu değiştirmeye hiçbir dış kuvvetin gücü yetmez, sen kafayı yiyip gerçeklik algını kaybetmediğin ve halüsinasyonlara bulanmadığın sürece, gerçekte olan bitenler öyle kalır ve unutmamak için yazıyorum ben, kimisinin derdi hatırlamaktır, kimisi de hatırlasınlar ister, kimisi de hatırlanmak, benim derdim kendimle, kendi ruhsal gelgitlerimi dinginleştirmekten başka amacım yok. hiç olmadı. dengemi kaybettim, terazinin dengesi bozuldu ve düşüyorum. du bakalım. adım artık tuncay. hoşgeldim. 090714 1159
beş sekiz onüç artık yazamıyorum. eskiden harikulade öyküler yazabiliyorken, -en azından kendime göre -başkalarına göreyse hâlâ harikuladeyken… artık anlatamıyorum. her şeyin fazlasıyla karışık olduğunu söylemiş miydim? ve artık çözmek istemediğimi. artık her şeyin “artık” olduğunu. artıklaştığını. belirteç anlamında, “artık.” bütünüyle tutarlı bütünsüzler sözlüğü. açıklamalardan sıkıldım. her şeyi yanlış bile anlayamamaktan da. anlayamıyorum. anlatamıyorum da. yani bu, “anlatsam da anlamazsın” gibi bir şey değil moruk, “anlatsanız da anlasam” gibi bir şey. neler olduğunu bilen birine fazlasıyla ihtiyacım var. bilmediğim bir dilde de konuşabilir hatta, sorun değil. konuşmasa da olur. odanın içinde gezinecek birine ihtiyacım var. insan olması gerekmiyor, sivrisinek bile olur. yakarca olmaz ama, görünmüyor onlar. görebileceğim bir devinime ihtiyaç duyuyorum. vantilatör dışında hareket eden hiçbir şey yok. böceklerimi öldürdüler. bu evde böcek bile yok. eski evimizde vardı. eski evimizde bir hayat vardı. içeride ve dışarıda. aşağıda ve yukarıda. bir şeylerin kötü gittiğini fark edince düzeltmeye çalışır oysa insan de mi? ters giden bir şeyleri yoluna sokmaya çalışır. öyle de mi lan? yola gelmiyorum. kimseyi de yoldan çıkartamadım. istedim ama bunu. hayatımı düzene sokmam için çabalarken birileri, düzensizliğimle bütünleşecek birileri olmadı sanki. bir sigarayı söndürürken başka bir sigarayı yakıyorum. annem kızınca, ben de kızıyorum ama, anlamıyor o. bazen anlamadı. bazen de anlarmış gibi yaptı sadece, anlayabilmek için çabaladı da bazen. ben hiç anlatmadım. ve yanlış anlatıldım daha çok. denedim ama. anlatmayı denerken de sustum. herkes aynı şeyleri söyledi. çok sigara içiyormuşum. evet çok sigara içiyorum, derdim içimden. her şey içimden. çok sigara içiyormuşum. ölmüyorum ama. kalbim tekliyor sadece. ama ölücem. bi gün öyle bi ölücem ki… a forest’de ne anlatır robert biliyor musunuz? robert de mi kim? bi arkadaşım. kendisinin arkadaşım olduğundan haberi yok ama. jori de arkadaşım, onun da haberi yok. benim hayatımda birileri var, ben onların hayatında değilim. bi gün öyle bi ölücem ki, intihar mı cinayet mi karar veremicekler. otopsi de, yüksek dozda sigara yazıcak. olabilir mi? neden olmasın… benim herhangi bir şeye, hatta her şeye, gülümseyerek “neden olmasın” diyebilecek birine ihtiyacım var. geleceğe değil, bana inanan birine. kaygılardan ve umutsuzluktan uzak. hiçbir şey için de umut etmeyen birine. cin bile olabilir. şeytanım sana söylüyorum, tanrım sen anla. görünen köyün kavalcıları. he şimdi birileri, gidip “balık alsana lan davar” demiştir içinden, eğer duyuyorsa. (okuyorsa demedim, çünkü yazmıyorum, konuşuyorum.) “gidip bi kedi veya köpek alsana."
benim alınmayacak ve kendimiz dışında hiçbir şeye aldırmayacak bir şeye ihtiyacım var. çocuk bile olur. ya da bi fare. benim kendine ihtiyaç duyan birine ihtiyacım var. benim kendime ihtiyacım var. asıl mesele bu. güçlü bi tını dışında hiçbir şeyin aydınlatamayacağı bir gecedeyim. hiçbir şeyin aydınlanamayacağı bir günün içerisinde. ne gece ne gündüz ne de yirmibeşinci saatte. hiçbir şey aydınlanamayacak. bu yüzden size şu soruyu sormama izin verin, this empty flow, the circle did close indeed’de ne anlatır bilir misiniz? sözleri yok lan şarkının. hiç insan sesi yok. müzik sadece. ve bir isim. the circle did close indeed. bi gün bi albüm yapıcam. “soundproof and dumb” olucak adı. kısaltmasıysa “s.a.d.” hiçbir müzik aleti kullanmıcam. sessizlik ve gürültü sadece. vantilatör sesi. çakmak sesi. kül tablosunun (evet tablosu, kaç kere söylücem?) yere düşme sesi. bir şişeden bardağa akan yokluğun sesi. şifonun sesi. çalan saatin ya da duvara çarpan telefonun sesi. satar mı dersin? her şeyin fazlasıyla karışık olduğunu söyledim. ve artık çözülemeyeceğimi. artık zamansal algıyı yitirdiğimi. bütünsüzlüğünle güzelsin sen. kafan çok güzel, sen mi yaptın? bi porno yıldızıyla evlenicem. evlendikten sonra da bırakmasın işi, sorun değil. en azından haberim olur. bi kaydı bile olur lan hem. izleyecek olduğum için değil, salak! gizlemeye gerek duymaz en azından, başıma öreceği çorapları. melekler tanrının mobesesi midir? tamam zaten melekler olmasa da o görüyor her şeyi her zaman ama, şahit ya da delil toplamak için mi vardır onlar omzumuz da. korkuyorum tanrım senden, bana kendini sevdirir misin? korkum karşı gelmeme engel olmuyor çünkü, ya da isteklerimi gerçekleştirmene. tanrım, var mısın? bana bi kıyak yapar mısın öyleyse? ölüyorum amına koyayım… 5ağustos2013
kendimden feragat 911: vasiyet. uyanıyorum. ve uyanır uyanmaz bir sigara yakıyorum. öksürükle beraber çıkıyor ilk duman. birileri ölüceğimi söylerken, sigara içmemem gerektiğini bildirirken, bir doktora görünmem gerektiğini tavsiye ederken, ben bir aldanışa adanmayı tercih ediyorum, sigara dışında sarılabileceğim hiçbir şeyin kalmadığı yanılgısına. zihnim gerçeklikle bağlarını kestiği günden beri, yani temmuzun başından beri, düşlerle yaşıyorum. karanlık düşlerle, karartılı, gri bulutlarla kaplı gelecek görüngüsü.. kafamın üzerine çekiyorum çarşafı, çünkü sadece uyurken yalnız kalabiliyorum, uyku ruhumu teslim alınca… zor zamanlar geçirdiğimi söylüyor insanlar, atladıkları kısım, zamanın giderek zorlaştığı.. geçip gitti sanıyorlar, yenileri gelmiyormuş gibi. her gelen yeni gün, bir öncekinden daha can sıkıcı. karanlık günlerin geride kaldığını sanmıştık oysa, birkaç hafta önce demiştik ki, zack ile beraber, aynaya bakarken, geçip gitti moruk demiştik, kendi kendimize. çoklu kişilik bozukluğu olabilir bende, oysa çoğunuzda çok kişiliksiz bir bozukluk var. kimseyle görüşmek istemiyor oluşumun nedeni bazen, kendi iç sesime bile tahammülümün olmayışı. sadece bazen. her şey, sadece bazen iyi olabilir. bunu unuttum, es geçtim bunu, gerçeği görmekten vazgeçip, bir hayale adandım. hiçbir şey eskisi gibi olamaz dediğimde, geçicek şeklinde vuku bulan dileklerinizi duyuyorum. iki tane muska taşıyorum artık, zorunda bırakıldım buna, üç değişik hap kullanıyorum ve bunun da zorunda bırakılmışlıkla ilgisi var. anılar, rengarenk bir gökkuşağı bombası halinde flaşlarla patlıyor zihnimde. hatırlamak istemediğim her şey, kendini hatırlatmakta ısrarcı yaklaşıyor. yakında ölücem ve bu konuda yanılmıyorum… tek isteğim, kitaplarımı bitirip de gitmek… ve toprak yerine kara gömülmek istiyorum. ama izmire kar yapmaz ve kitaplarımı asla basamam, hazır da olsalar. iki önemli sorun var burada. biri turayla diğeri yazıyla ilgili. havada dönüp dolaşıyor tercihimi belirleyecek olan para, uçarak yere düşüyor, ve tura da yazı da aynı şıkka çıkıyor. paranın yere düşmemesi, yer çekimini yenip uçması halinde içime sinen tercih çıkacak sonuç şıkkında. yani her şey, fazlasıyla zor dostlar. arzu edilen her şeyin çehresi, kara bir düşle kaplı. dumanlar, sisler, rüzgar, gri bulutlar, mehtaplı geceler, hava almayan ağaçlar, boşluğa açılan balkonlar, katledilmiş aşklar silsilesi. this empty flow’un ismini, this empty low olarak değiştiriyorum en sonunda. müzik hiç kesilmiyor odada… yakında ölücem ve hiçbir şeyden bu kadar emin olmadım bugüne kadar. vücudum artık olan biteni sargılamak için kullandıklarımı kaldırmıyor. iç organlar küfür kıyamet gidiyor her sabah. üst üste içilen hissizlik korosu. bir artı birin
sıfır ettiği zaman dilimleri. simetrik rakamlar ve mutlak değer çizgisinin yokluğu… hiçbir şey anlaşılmasın diye şifreli konuştuğumu söylemişti biri, haklı olabilir. son söyleyeceğim şu, kendimden sıkıldım ve sizi sevmekten yoruldum. tüm eski eskilerimi hatırlamaktan da gına geldi. zihin ve beden arasındaki koordinasyonu sağlayan ruh, artık gitmek istiyor ve imzaladığı anlaşmaya sadık kalamayacak kadar güçsüz kendisi. güç kaybı yaşanmadı. aşırı yüklenme sonrası şalter attı sadece. ve biri de gidip şalteri kaldırabilecek kadar cesaretli değil. bilinçaltıma kurduğum yığınla bubi tuzağını geçip, ışıkları yakamaz kimse. bitiriyorum. son dileğim, kar altına gömülmek, müziklerimle beraber. eyvallah. 28.ağustos.2014 – 09:11
sonraki durak aslında bu yazıyı yazmamam gerekiyor, ya da senin okumaman. ama başka çaremiz yok moruk. ben yazarım, sen okursun. olay bundan ibaret zaten. yıllardır. tepki vermezsin. sonunu bile getiremezsin hatta. ama ben anlatmak zorundayım. çünkü başka bir şansım yok. anlıyor musun? tabii ki hayır.. nerden bilebilirsin ki. es geçelim. es geçip devam edelim, anlamları ve hissiyatı. yo hayır. anlamları es geçebilirim aslında. hep yaptığım gibi yani. ama hissiyati asla. anlamın mantığa ihtiyacı vardır çünkü. ama hissiyat öyle değil. onun kelimelere bile ihtiyacı yoktur. hisler saftır. ve kelimelere dökmeye çalıştığınız anda zorluklarla karşılaşırsınız. usta bir yazar dışında hiç kimse, anı kelimelerle tarif edemez. pekala, olmasam da deneyelim.. karşımdaki adam tanrıdan bahsediyor. ona göre adı allah. bana göre var olan bir şey işte. o yani. var. adam değil. adamın bahsettiği şey. ve bana anlatıyor. kalpten bahsediyor. kalbin temizliğinden. ve şems’ten alıntılar yapıyor. birkaç dize okuyor. dünya geçici gençler diyor bize. ben ve ozana. diyebilir. onu tutan yok. çay ocağındaki garson yapıyor bunu. yapabilir. garson olduğu için onun aşağıda göremezsiniz. hiç kimsenin yaptığı işten ötürü zihninde dönen dolapları bilemezsiniz. adam donanımlı. din konusunda evet öyle. ama biz az sonra bira içicez. en azından ben içicem. yanımdaki arkadaşımı bilemem. o, bu din içerikli sohbet sonrası namaza da başlayabilir. ben başlamam. daha önce başlamıştım çünkü. ve ondan yani önünde eğildiğim güçten ne cennet ne de cehennem bekliyordum. saf ibadet. dua bile etmiyordum hatta. hiçbir şey beklemiyor, sadece ona inanıyordum. onun beni kurtaracağını. kurtardığını ya da. çünkü yıllar içinde verdiğim mücadeleden arınmıştım. islamic bir anlamda zen noktasındaydım. tek bir an, acı içinde kıvrandığım bir gece, ayılmama neden olan dinamatin fitilini yakmıştı. ona, yani tanrıya, ya da allaha, ya da taoya, ya da adı her ne ise, yakarmıştım, ertesi gün cevap verdi. benim için de bir eş yaratmadın mı dedim, gecenin yarısı, yalnızlıktan ve kıskançlıktan kıvranırken, yalnızlığın şikayetname olabilmesi için biraz da kıskançlık gerekir çünkü, her neyse, ertesi gün bana bir sevgili gönderdi ve tanrının benimle alay ettiğini anlamam altı ay sürdü. eş yerine bela gönderdiğini fark etmem yani. defalarca aldatılmıştım. tek dua, tek isyana dönüştü. allah ile aldatmaktan daha kötüsü allah tarafından aldatılmaktır. ve sonra, şu bizim çaycı, tanrısının sevgili kulu, tüm içtenliği ile, içtenliğinden şüphe etmiyorum, bize biraz din anlattı. arkadaşımla bana. olabilir. ardından biz, onca telkine rağmen bira içmeye gittik. çünkü her şeye karşı inancımı kaybetmiştim, anlatabiliyor muyum? bizim çaycı bana eskiden günde beş kere intihar etmeyi düşünüyordum derken, ben her gün intihar ediyor, her sabah gözlerimi ölü bir bedende açıyordum, hafta sonları hariç. hafta sonları iyiydi. iş yoktu çünkü. çünkü arkadaşlar vardı. sayıları oldukça az olan birkaç iyi dost. işyerinde hiç konuşmuyorken arkadaşlar arasında çenem düşüyordu. işçileri sevmiyordum. çoğu korkak ve ikiyüzlüydü. patrona karşı bir ayaklanmada sizi safdışı bırakırlardı ve bu bilgisiz ve cahil olmalarından kaynaklanmıyordu. isyan, birkaç kelime marx ya da bakunin okuyarak doğmaz. doğuştan gelir. musa gelmeden önce firavuna ya da muhammed gelmeden önce ebu lehebe baş kaldırmayı gerektirir, isyan. üstelik sonucunda bir cennet kazanacağınızı bile bilmeniz gerekmez. şehit olma umudu ile kurşunlara yatmaktan daha erdemlidir o yüzden, terörist damgası yiyerek ölmek. gerçi vatanı
kurtarmak ile başka bir vatan kurmak arasında bir fark yoktur. her ikisi de aptalca.. ve tüm bunları düşünürken ben, adam, yani bizim çaycı, bize şemsden alıntılar yapmaya devam ediyordu. bense diğer bir arkadaşım gelse de bira içmeye gitsek diye düşünmeye devam ediyordum.. her neyse, ardından. yani çok çok sonra.. beş bira kadar sonra.. yola çıktık.. yolda, yani izbanda. izmirin hızlı treninde, dört kız bir erkek gördüm. yanı başımdaydılar. ayakta. ben de ayaktaydım. ve yalnızdım. anlatabilir muyum? onlar ise bir arkadaş grubuydu. dört kızdan biri, tek erkeğin sevgilisi idi.. kıskançlık mı bilmiyorum, ama herifi öldürmeyi düşündüm. yo hayır. kıskançlık değil. ihanetin kokusunu almıştım.. insanları iyi tanırım. tek bir kare yeterli. göz göze gelmek. hepsi bu. ve sonra, yani bir süre sonra, herifin, hatunun bir arkadaşına yavşadığını hissettim. his sadece, ve bunun için kelimelere gerek olmadığını söylemiştim. ardından. yani bir süre sonra, izbandan iniyorduk, hani şu hızlı tren, merdivende herifin arkada kalıp, sevgilisinden arkada demek istiyorum, az yanımda, diğer hatuna, “çimlerde sürekli seni kolladım, çantanı çalıcaklardı, şişe toplayanlar ya da para isteyen tipler” dediğini duydum. hatun, “teşekkür ederim” dedi. herif, “senin durağında inip, seni eve bırakayım istersen” dedi, “zaten benden bir durak sonra iniyorsun.” hatun, “ olmaz kendim giderim” dedi. herif “benim içinde sorun olmaz” dedi. sonrasını bilmiyorum ve bazı aşırı entel ve aşırı derece kalibrasyona ihtiyaç duyan antenlere sahip olanlar her şeyi normal karşılayabilir. ama ben biliyorum. gerçeğin hangi şekillerde ve kaç renk taşıyarak geldiğini gördüm. hem de defalarca. gökkuşağı bile yetersiz kalır bu anlamda. sonra aynı durağa yürüdük. sevgilisi olan hatun, önce gelen başka bir otobüse bindi. biz üçümüz aynı otobüse. sonra ben indim. onlardan önce yani. sonrasını bilmiyorum. ve yürürken, eve doğru, alkol ve bilinçaltım beni tanrım demeye itti. tanrım dedim.. dışımdan dedim bunu. yol boştu. dışımdan konuşa konuşa eve gittim. çaycı cennetlikti. öyle düşünüyordu. saf bir güzelliğe sahip olan hatun, sevgilisinden habersiz başka bir otobüsle evine gidiyordu. ve ben henüz seri katil olmama zaman olduğu için, evime gidiyordum. uyuyacak, uyanacak ve işe gidecektim. iş yerinde, salak muhabbetlere tahammül sınırlarımı zorlayarak yıllarımı tüketicek, ve aldatma lüksüne bile sahip olamayacağım hatunların beni başkaları ile aldatması ile hayatımı tüketecektim.. isyan etmenin anlamı yoktu. hiçbir şeyin anlamı yoktu. daha önce akıl hastanesine girmiştim.. ve her gün, keşke oradan çıkmasaydım, ve anlama, mantığa, kucak açmasaydım diye düşüneceğim.. çünkü halüsinasyonlar, teninizi tırmalasa da, sizden bir şeydir, içeriden, çok içeriden gelir, canınızı acıtmaz. insanların yüzlerini okuyarak ve sonunda haklı çıkarak zaman kaybetmezsiniz.. bu yüzden sevmiyorum dışarısını. ve param olsaydı, evden dışarı adımımı atmaz, birkaç iyi dostu da evimde ağırlardım. yazmasam da olur, yeterki kelimelere dökmek zorunda kalmayacağım hislere gebe kalmayayım.. tanrı mı? çaycı için, onu kurtaracak bir süper kahraman olabilir, benim için, dua limitimi aşan şakacı bir dilsiz sadece. sadece kendisinin güldüğü şakalar yapan bir dilsiz. 23.8.2015
Entre les lignes 36: des étoiles et des paillettes bazen, sadece bazen ama, ya da çoğu pazar diyelim, bazı günlere, kötü başlarsın. aşağıda ve geride. bir sürü kare akar gözünün önünden, üçgenler beşgenler çokgenler hatta. genlerinden kaynaklanan inatçılığın yüzünden kaybettiğin onlarca şeyi göz ardı eder, bir sigara yakarsın. burnunun dibine gitmekte de üstüne de yoktur. dikine değil dibine.. tekrar her sabaha öksürerekle uyandığın ve sağlam bir şekilde kustuğun günlere geri dönmüş olmasının şerefine bir bira içmek istersin. paran yoktur. paran, bazı bedenini patronlara sattığın ender zamanların hariç hiç olmamıştır. o işten çıkar o işe girersin, üstelik artık kovulmaya da başlamışsındır. dikiş tutturmak ile çift dikiş gitmek arasında kalın bir çizgi vardır ve bu çizgi senin hayatında 2007’de çekilmiştir. sonrasında bir sinir krizi sonucu kestiğin bilekliğini saklarsın, bahsettiğim çizginin iki sene sonrasına tekabül eder bu. 2009’da ani bir histeri krizinin yol açtığı zihinsel karışıklık, karanlıkta sakladığın zihninin açığa çıkmasına neden olur ve bu da insanlar tarafından psikoz olarak nitelenir. çünkü göremediğimiz ama bu dünyada yaşayan varlıkları görüyor olman halüsinasyon, yaşadığın galaksi hayal gücü olarak nitelenir. ilaçlarla uyutulmak kapitalizmin silahlarından biridir, nokta. eğer modern psikiyatri ve psikanaliz yerine eski uygarlıkların bitkilerini ve esrarını kullanmış olsaydık, sorunumuz kalmazdı. ikisini karıştırmak ise, paranoyadan başka bir şey getirmez hayatınıza. ve ne yazık ki çoğu paranoyanızda haklı çıkmış olmanız, bunların paranoya olmadığı, altıncı his olduğu anlamına da gelebilir, ama diplomanız olmadığı için, kaale alınmazsınız. eğer bir felsefe veya sosyoloji lisansı üst lisansı dış lisansı doktorası konçertosu, çalmış olsaydınız, sakalınızı edinmiş olurdunuz. bakış açısı farkına tahammülsüzlük günümüz dünyasında var olan kutupların nedenidir ve bu kutuplar güney kutbu ile kuzey kutbu (eğer varlarsa bunlar ama yok) arasında zihnen kazdığınız tünel sayesinde attığınız dünya turu, mıknatanıstan yapılma uçağınız sayesinde, size her şeyi öğretmiştir. ama öğrenilen her bilgi, yeni bir soruna gebedir. her şeyi çözmeye çalışan zihninizin seri bağlanmış atmosferi sayesinde oluşan algısal tekinsizlik, sizin tıpsal yaftalanmalara gebe kalmanızı sağlar. o doktorların ağzına sıçabilme potansiyelinizi ve onların okuduğundan daha fazla şey okumuş olduğunuz gerçeğini gizlersiniz içinizde. çünkü biz kez yaptınız ve sizi kapattılar. on üç gümüş gün kaldınız orada. o yüzden transatlantik adını verdiğiniz geminizle yaptığınız görsel uçuşunuz, kapalı anlatımlara gebe artık. yerseniz. daha önce de dediğim gibi, zihinsel dondurmamla başa çıkabilecek bir küheylan olursa, isterse ordinaryüs olsun, kapım açık, yeterki elinde ki gücü kullanıp, beni kapatmasın. tek ricam ve son dileğim bu, tüm dünyadan. delirmeyi, uluslarası düzeyde kardeşlerim ile verdiğim mücadele olmasaydı, ve eşik kertmem izin verseydi, ben de isterdim.. en azından anılarımı tahrif edebilmeyi. nokta. 4 mart 2018
the little famous song eskiden yazdıklarımı okuyordum, marissa nadlerin cennetten gelen sesi ile birlikte.. sabah işten geldim. çok az uyuyabildim. ve gece tekrar işe gideceğim. birazdan birkaç dostla buluşucam. bir yıldır hiçbir şey yazmıyorken, yazamıyorken, şimdi, iki günde iki yazı mı? neden olmasın? eskisi gibi yani.. ha? az uyuyarak, günde sekiz saatini satarak ve geriye kalan zamanlarda müzik dinlerken boş boş takılıp, boş boş yazarak geçen günler. hiç kimse okumazken, herkes çok iyi yazdığını söyler durur. işe yaramaz oysa bu mesela, iki yumurta, bir ekmek yapmaz örneğin bir şiir, bunun için işe gitmen gerekir, gidip kafayı yemen, aynı şeyi saatlerce tekrarlaman, pompa üretiyorum artık, yağ pompası, arabaların, günde ortalama 1250 tane, plastik enjeksiyonu bıraktım. sizin hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu bu arada? bir sene uzun zaman moruk. yazmadan geçen bir sene.. hiç merak etmediniz, birkaç yakın dost dışında yani.. girdo artık yazmıyor musun ya? girdo ne zaman yazıcan oğlum. girdo yaz oğlum artık.. deyip durdu dostlar. ben ise, hap kullandığım dönemlerde, gülümseyemeyerek bile bakındım durdum aval aval, ses çıkmadı.. harflerimi yiyip bitirmişti, psikoz ve akıl hastanesi. 13 gümüş gün kaldım orada. gümüş kurşun gibi yani. kurşunları çıkarmam bir sene sürdü. hayata geri dönmem. müzikten tekrar zevk almaya başlamam. herkesi kahkalara boğan espriler yapabilmem. sigaranın kokusunun cenneten geliyor gibi hissetiğim zamanların geri dönüşü. bir sene. ölü taklidi yaptığım bir sene. sahi sizin hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu. sıkı fanlarımdan bahsediyorum bu arada. aa evet, henüz best-seller olamadım ama ufak underground ünümü küçümseyemezsiniz, özellikle antigirdap-timi küçümsememeli yani. gerçi onlar hala hayatta mı bilmiyorum, her yazdığım cümleye üç balta beş ok sekiz küfürle karşılık veren eleştirmenler. kötü zamanlar geride kaldı deyip durdum yıllarca, kişisel bir şeydi bu, yoksa, dünyanın kötüden daha kötüye ve ardından daha da kötüye gideceğini yadsıyamazsınız. devrim umutlarımızı çöpe atıp, birer seri katil olmamıza varım.. ama sizdeki umut, bendeki karanlıktan ağır basıyor. dört duvar arasındayken, bir süre sonra fark ediyorsun gerçeği oysa, duvarlarımı ve çatımı delip geçemeyecek dış güzellikleriniz diyorsun, öldüğünün bilincinde olarak, ve hiçbir şeyin değişmeyeceğini kanıksamış bir halde. o noktada başlıyor yazma serüveni zaten. kelimeleri düşünüp durmuyorsun o noktada. kendileri geliyor peşpeşe. fondip yazılar. hiçbir anlamı olmadığı söylenen, güçlü bir politik duruş içermediği söylenen veya felsefik bir altyapı barındırmadığı dile getirilen.. oysa ben biliyorum ne yapıp ne yapmadığımı, bu yeterli. ne diyordum? şehit cenazelerine üzülüyor insanlar, gencecik canlar gidiyormuş, ben üzülmüyorum, gitmeselerdi askere, ben olsam gitmezdim, yani çatışma bölgesinde olsam red ederdim orada ölmeyi, savaşın her türlüsü kirli, farkındayım, ama ölenlerin masumiyeti katillik üniforması altında pek barınamıyor bence. işyerimde doğuda görev yaptıkları için övünen insanlar var, onlara göre benimki askerlikten sayılmıyor mesela, komanda olmayı kutsayanlar topluluğu yani. bu açıdan bakınca pek akıl kârı gelmiyor bana olan bitenlere üzülmek. hayatta kalırsan kahraman, ölürsen şehit olduğun bir düzenekte, muhalefetin başka bir kanala odaklanması gerekiyormuş gibi geliyor, toplumsal barış
herkesin kardeşçe kucaklaşıp sonra salak salak işlerde, seri seri gereksizlikler bütünü üreterek, gerekirse binbeşyüz lira asgari ücretle satılığa çıkmasıyla sağlanmıyor çünkü. herkes istediği dili konuşup istediği tanrıya tapınca da toplumsal olarak barışmış sayılmayacağız. barıştan yana olmadım hiçbir zaman. ben savaştan yanayım. ama kendi aramızda yapmaktansa, tepemizdekilerle ve modernizmle olması gerekiyor bunun. tüm fabrikaları havaya uçurmak gerekiyor. makinelerini yerle bir etmek. tüketmekten ziyade üretimden sıyrılmak. çünkü tüketim değil üretim toplumuyuz biz. arada bir fark yokmuş gibi geliyor kulağa ama var. biz tüketmiyoruz çünkü, hiçbirşeyi tükettiğimiz yok, hiçbir şey tükenmeden, bozulmadan, eskimeden yenisini alıveriyoruz, üreten de biziz sonuçta.. günde 1250 tane pompa üretiyorum mesela. ama içlerinden birinin bile takılı olabileceği bir araba alamıyorum. alanlar da her sene yeni bir modelle upgrade şansı olan adamlar. bugüne kadar ürettiğim hiçbir şeyi satın alabilecek kadar kazanmadım zaten. çoğumuz kazanmıyoruz da. buna rağmen asgari ücret daha fazla olmalı gibi saçma bi derdimiz var. ücret olmaması için mücadele etmek daha anlamlı geliyor bana, hiçbirşeyin ücreti olmaması için mücadele etmek, ne işçinin ne eşyanın. bu daha tutarlı bir slogan olurdu. ama hiçbir partinin parayı ortadan kaldıracağız gibi bir vaadi olduğunu görmedim. paradan para kazanıyorlar çünkü onlar, bu akıllıca olmaz. tanrı olsaydım kirayı haram kılardım. faizden ne farkı var? ama yapamaz, o da kira istiyor çünkü, kiracıyız ya bu dünyada, karşılığında cennet vermiyor, cennet bir ödül sadece, ibadetler bu dünyada verdiği nimetlerin fiyatı sadece, cehennemse borcumuza karşılık gelen bir icra yöntemi. gerçekte din böyle. iyi biliyorum, içlerinden geliyorum çünkü. bunu kabullenince, patronu da haklı görüyorsunuz doğal olarak, o da verdiğinin karşılığını istiyor sizden. günde 1250 tane pompa üreticeksin, eskiden de 1500 tane akıllı sayaç üretiyordum, ondan önce günde 100 tane stok raporu girip on kadar irsaliye kesmem gerekiyordu, ondan daha önce günde 100 ton bagaj ve kargo yüklüyordum. karşılığında yıllık izin gibi bir mükafat da var hem, şanslıysanız cennetin yedinci katı sandıkları tazminatı da verirler, ama parayı ya da daha mantıklısı olan fabrikaları ve makineleri ortadan kaldırma isteği yerine zam talebinde bulunmanız işlerine gelir. kimse masum değil yani. alsancaktayız. arkadaşım tansaştan alalım biraları diyor, daha ucuza gelir, migrostan ya da diye de ekliyor. kabul etmiyorum. bakkalıma gidiyorum 25 kuruş fazla vereceğimi bildiğim halde. o bakkal bize gezide yardım etti çünkü.. ve o bakkala ihtiyacım var çünkü. her gidişimde iki üç cümle sohbet ediyoruz çünkü. içten bir şekilde gülümsüyor da çünkü. mahalle bakkalımda öyle. onlara ihtiyacımız var. ne zaman kafanız alıcak bilmiyorum ama, devrim küçük parçalardan oluşur, büyük ve tonla şubeleri olan marketlere gitmeyi red etmekten mesela, ben gitmiyorum, seyyar satıcılardan ve pazar malından devam etmeye.. işçilerin daha iyi şartlar ve zam için grev yapacağına, patronu saf dışı bırakmak için örgütlemesine dayanır devrim. daha iyi şartlara sahip bir kapitalizm yok çünkü, kişisel olarak daha iyi şartlarda ama yine aynı kötü kapitalizmde mücadele etmek var. aynı anlama sahip cümleleri, sizin ohoo deyip duracağınız şekilde de ipe serebilirim, ani üst entelektüel bir ağız kullanarak, tarihsel örnekler ve alıntılarla şekillendirerek, ama kitlem onlar değil. onlar bana, basit ve derinliksiz demeye devam etsin istiyorum. çünkü onlar sadece yazarlar, dergi çıkartırlar hatta,
büyük umutlara sahip edebiyat dergileri, büyük umutlara sahip kitaplar, ama normal yaşantılarında pahalı yerlerde yiyip içer, pahalı şeyler giyerler. solcudurlar, ama sağ kanattan gelen ortalara güzel voleler vurarak yaşarlar hayatlarını. gezide var oldukları halde öncesinde de sonrasında da avm’ye de giderler, burger king’e de. biz kez bile gitmedim. kapısından içeri adımı atmadım herhangi bir avm’nin. politik olarak o kadar da tutarlı değilim gerçi. çok uluslu bir şirketin daha çok kazanması için sattığıma göre kendimi. yine de deniyorum sokaktan kazanmayı, geçimimi. henüz başaramadım. ama deniyorum. sokak tezgahları. fanzinler.. denemeye devam edicem. ama bu şuna benzeyecek. hiç konserine gitmedikleri underground bir grubun dağıldığında veya bol sponsorlu bir festivale çıktığında burun kıvırmalarına. kalın kafalıyım.. biliyorum. eskiciyim. ama ne kadar geçmişe dönersek o kadar iyi bence. bu yüzden bana aptalca geliyor, komünizmin makineleri işçilere verme fikri, yerine yıkıp tarla yapmak daha mantıklı. sonra tarlaları kendi haline bırakıp avcı toplayıcı oluruz. ne kadar geçmişe dönersek o kadar iyi derken bundan bahsediyordum. o zaman toplumsal barışa ihtiyacımız kalmayacak çünkü.. doğadaki savaş hepimizin karnını doğurucak. günde 1250 pompa üretmektense, 12 elma toplamak daha mantıklı çünkü. ya da 2 geyik avlamak. sahi siz naptınız bu bir sene de.. çok suskunsun okuyucu. bir yorumu bile çok görüyorsun yıllardır. ama beleş fanzin istemekte üstüne yok. aa tabii şimdi çeliştim tüm söylediklerimle. ama ayda 745bin lira kazanmadığım için, büyük fanzin anayasasına ihanet ediyorum bi lira istediğim için. buna rağmen bana giren milyarları hesap etmiyorum ama. paran yoksa bedava dediğimde, olur mu deyip beş lira verene karşılık, yanıma geliyor kendine anarşist diyen adam, bunlar beleş demi diyor, karşılığında işe yarar bir eylem yapsa bare, içmek dışında yani. her neyse, sıkıldım.. ama hala ringdeyim anlaşılan. bir yazar boksördür ve senin yumrukların cılız demişti bir eleştirmenim. ama cılız da olsa bir sürekliliği var değil mi moruk? 20 yıldır nakavt olmadım. yerde kaldım sadece, bazen bir sene yerden kalkmadım. ama ringten inmeye niyetim yok eleştirmenim. senin de ringe girmeye niyetin olmadığı sürece, bu bahsi kapatalım artık. ölmedim. 24.8.2015 başlık marissa nadler’in bir şarkısının adıdır.
hiç kimseyi kendine çekip umut veremezsin, herhangi bir şeye çağıramazsın, herhangi bir hayat öneremezsin, herhangi bir şey teklif edemezsin, kimse de seni teselli etmekle zaman kaybetmez, kimse dinlemez bile, anlamaz da, anlatamazsın da, içinde patlayan balonları yakalamaya çalışırken düşersin kendi üzerine, ve kendi kendini avutur durursun, "bekle adamım, düzelicek" der durursun kendine, düzeleceği falan da yoktur oysa, her şey geldiği kadar gider, para da, aşkta, acı da. "güzel olucak" dersin ve ölümünü geciktirmekten başka bir halta da yaramaz bekleyişlerin. 12.ocak.2008
ě-җΐľ-ə bir sonraki kitabın adı, “şiir değil bu” olacak. çünkü onlar şiir değilmiş abi. öyle karar verdi, yüksek edebiyat tahsis ve tahkik kurulu. he bazıları bunlara da fanzin, kitap vs değil diyor gerçi. herkes, her şeye bir şeyler söyleme derdinde zaten. herkes, yapılan her şeye bir kulp takabilmenin peşinde. çünkü, pamuk prensesteki şu cadının aynasına sahip herkes. kendilerini görmüyorlar yani, o aynada. ayna ayna söyle bana, var mı benden daha iyisi bu dünyada. bir karşılaştırmadan ibaret her şey. sanki çan eğrisine tabiyiz hayatın içinde. tanrı olsaydım, kullanılması yasak kelimeler ve hissedilmesi günah duygular şunlar olurdu: “en iyi”, “en çok”, “en güzel”, vs vs. ve “mükemmel” kelimesi şirke girerdi. ayaklarım ağrıyor. iş yüzünden elbette. siktiğiminin işi yüzünden. çalışmak zor. çalışmak zorundayız. zor olan her şeyin zorunluluk olması üzerine düşünüyorum. çoğunluğa ayak uydurmak zorunda bırakılmak, ve onların hız deliliği yüzünden, tempoyu tutturamayıp, sürekli bi yere takılmak. ve herkesin seni geçmesi. yerinde saymana bile izin vermezler oysa. yerinde sayamazsın, her gün yenilenmelisin. ve emeğinin karşılığını alamadığını düşünürken işçiler, sana göre orada verilen emeğin bile bir anlamı yoktur. ve karşı durulması gereken şey, hak ettiğini düşündüğün karşılığı alamıyor olmandan ziyade, doğrudan, hak etmek kavramıdır. bu kavramı aşabilen insanlar arasında olur, paylaşım denilen şeyin, en üst boyutu. ve toplum adlı şeyin en ilkel evresinde, yani avcıtoplayıcı dönemde vardır sadece, o. gerçek iş bölümü denilen şey, sadece ordadır. sonrası, rol bölümüdür, iş bölümü değil. işveren-işçi bölümü gibi yani. amir-operatör bölümü gibi. baba-çocuk gibi. abi-abla gibi. sanatçı-fan gibi. toplumsal iş bölümü değil, toplumsal rol bölümü. aksini mi düşünüyorsunuz? kapışak? öne süreceğiniz tezleriniz, kişisel çıkara dayalı olmayacak ama. nokta. (ve girdo masadan hışımla kalkarak, tuvalete doğru yönelir) [2012ekim]