Uaew 5 yaşanan her şey yaşandığı anda gerçektir

Page 1

ardeşen 1. bölüm eksiktir bu metinde eklencektir!!

yaşanan her şey yaşandığı anda gerçektir girdap zack unthatow


önsezi “bir başkasını bu kadar iyi tanısaydım, kendimle ilgili bu kadar çok konuşmazdım” h. david thoreau bazen, yazdığım bazı şeyleri okuyan bazı insanlar, başıma geçmişte gelen bir şeyleri anlatmaya giriştiğimde, -ve daha önce anlatmadığımdan emin olduğum halde- “biliyorum anlatmıştın” diyorlar, “yoo, sana hiç bahsetmedim bundan” diyorum, “yazmıştın ya, okudum” diyorlar sonra da. işin, şaşırtıcı olan kısmı bu değil. benim için yazmaya dair, daha doğrusu kendi başına gelen saçmalıkları kaleme almaya dair, işin şaşırtıcı olan kısmı, her şeyi unutarak yaşamama rağmen, yani dün konuştuğumuz şeyleri bile bugün unutabiliyorken –ki bu verilmiş sözleri sallamadığım anlamına gelmiyor- yazdıklarımın anısını unutmuyor oluşum. geçen ay içinde başıma gelen çoğu şeyi unuttum bile, ama on sene önce yazdığım bir şeyi, hatırlamak için tekrar okumama gerek yok. yaşadıklarını unuturken, yazdıklarını unutmuyor olmak… ama yazmaya, yaşamdan daha çok önem verdiğim yönünde bir algıya da kapı açabilir bu. oysa durum tam tersi dostlar. ve yapabilseydim, yani elimden gelseydi, yazmayı istemezdim. bunun yerine, yaşamak, daha doğru olurdu, kendimce, yaşama elverişli bir gezegende ya da zamanda olsaydım. ve, yazmayı kendine bir amaç edinen insanların bu konudaki sohbetinden uzak duruşumun nedeni de, biraz da bu aslında. büyük edebiyatın acemi askerleri. oysa yazmak da, resim yapmak da, hatta film çekmek bile, başka ve bazı durumlarda daha önemli bir şey için, araç olmaktan öteye geçmiyor kanımca. o başka bir şey de, kimi için para kazanmak oluyor, kimi için de fikrini kitlelere ulaştırmak. benim için, eğer yazarlıktan söz ediceksek, paranın ya da kitlelerin önemi olmadı hiçbir zaman. zaten bir işim var, para için yaptığım. ve tüm vaktimi boşa çıkartacak kadar zengin olsaydım, şimdikinden daha fazla zamanımı, daha çok para kazanmak, ya da daha çok kişiye ulaşmak ya da daha çok şey anlatmak için ayırmazdım. yazmayı seviyorum sadece, ve olan biten her şey de bundan ibaret. ve daha önce belirtiğim gibi, yazdıklarımın çoğu, gerçekte var olan ya da yaşanmışlıklarımın bir izdüşümü halinde açığa çıkan sanrısal reaksiyonlardan ibaret olsa da, burada, bu kitapta, gerçeğimde olan bitenlerle ilgili alınmış notları yayınlıyorum. ve hayatta olduğum sürece, arada bir, buralarda, siyah beyaz nüshaların bir yerlerine, veya kendi imkanlarım dahilinde basabildiğim kitapların içine, veya basılabilirsem birileri tarafından kitap raflarında sıkışmış olurum. ve beni buradan çıkartma, gerçeğe gerçek dünyaya ve hayata döndürme teşebbüslerine


iznim olmadığını, ve bunu da vasiyet olarak belirttiğimi bilmenizi isterim. nolur-nolmaz. zihnimin içindeki lunaparkta huzurluyum ben. dokunmayın oraya, uzaktan izlemeniz kafi. eyvallah. “yaşanan her şey, yaşandığı anda gerçektir -bu bir film, bir düş, cinsel ilişki, cinayet, öldürülmek ya da dondurma yemek olabilir” buk. 12 ağustos 2012


gazoz kapağı savaşı 1. aslına bakarsanız, çok basit bir şey bu benim yaptığım, serbest yazım, akışına göre, üzerinde uğraşmadan, kelimeleri eğip bükmeden, söz sanatı yok, derinlik yok, emek yok. “edebiyatı çok hafife alıyorsun girdap” diyor, ben de ona, “sen beni çok hafife alıyor olmayasın” diyorum. bir başkası, “bence sen kaybeden değilsin dostum, kaybeden edebiyatı yapmıyorsun, zirveye oynuyorsun” diyor. haklı aslında küçük dostum, zirveye oynuyorum, ama dünya yuvarlak. bana kalırsa, hayat da yuvarlak. daima başlangıç noktasına dönersin bu hayat içinde, birkaç kez hem de. sonra yolları ezberler, ve daima kestirmeden giderek sürekli başa döner ve artık başlangıç noktasını unutur, paso işe gider gelir içer sızarsın. sonra hoop en başa. kolay. ne diyordum? evet dostum, zirveye oynuyorum, ama hayat yuvarlak, iyi oynayan kazansın. kazanmak mı? kaybeden olmak? hayat yuvarlak ve zirveye tırmanmaya çalışanlar da var, benim gibi çukur kazanlar da. ve o zirveye tır-manma telaşındakilerle, benim gibilerin gideceği yer aynı. kimine göre zirve orası, kimine göre yerin dibi. ama sonuç aynı. sadece baktığın açıya göre değişiyor konum, kimine göre zirve, kimine göre dip. uzayın neresi yukarısıdır philip? bugün size ne anlatabilirim bilmiyorum. başladım ve yazıyorum. ve akıyor. pekala. bir düşünelim. gelen eleştirilere cevap hakkım doğdu aslında. sayın kripton bey, bukowski’yi taklit ettiğimi düşünüyor olmanız, beni, sizin eski eleştirmenlerimi taklit ettiğinizi düşünmeye itti. biraz daha iyi okursanız, kimseyi taklit etmediğimi, aksine, pek kitap okumadığımı fark edersiniz. kitap okumuyorum. okuyamıyorum. çünkü paso ya çalışıyor ya da uyuyorum. bu ikisi arasındaki üç beş dakikayı da, sizin gibilerden fırça yemek için yazmaya ayırıyorum. elimde çeşitli hayranlarımdan gelen 38 kitap var, hiçbirine başlayamadım. emekli olunca başlarım umarım. vaktim yok. basit bir bahane size. ve sıkıldım adını bile duymadığım yazarlara araksiyon muamelesi görmekten. virginia woolf mu? o da kim? hayır, hakan günday’ı okumadım, başladım ve kaldı öyle. bir kitabı. iyi yazıyor olabilir, ama okumadım henüz. okuyacağım. söz. anneme sigara konusunda verdiğim sözler gibi aynı. söz. sigarayı bırakıcam. tüm yazarları okuyucam. biraz daha bilgili olucam bazı konularda, sonra yeniden yazmaya başlıcam.


sayın turnosol bey, yazdıklarınızı okuyamadım ama yazmak üzerine verdiğiniz nasihatlerden sı-kıldım ve sizi engelledim. sildim. ettiğiniz küfürlerden sonra, üzerinize oturdum ve hiçbir şey batmadı bana. ama umarım, artık yazdıklarınızı gün ışığına çıkarır ve merakımızı giderirsiniz. evet evet, bir şair boksördür ve benim yumruklarım cılız. ama sizin yazmak üzerine konuşmak yerine artık yazdıklarınızı ringe sokmanız gerekmiyor mu? sayın. sayın yok. sayı yok. harf yok. ilkel dönemlerden bahsediyorum. ve o dönemlerde yaşamak istiyorum. zaman makinesi. ama işe yaramaz artık bu. medeniyet bizi kirletti. ve evet evet, hep aynı şeylerden bahsediyorum. o yüzden bu kez, şimdilik, banttı değiştiriyor, ve henüz gün ışığına çıkartılmamış bir geçmiş zaman diliminden bahsetmek istiyorum. 2. onsekiz sene önceydi. sekiz yaşındayım o zamanlar. mahallede, süleyman adında, benden bir yaş küçük bir tip vardı. “sarı” derlerdi ona. aşırı sarışındı. ve abisi, benden iki yaş büyüktü. adı erkan’dı abisinin. o da aksine, alabildiğine karaydı. “arap” diyorlardı ona da. ve evet, aynı anne baba. ve süleyman’la sürekli bir rekabet içindeymişim gibi hissederdim kendimi. çünkü mahallenin güzeli, gülçin, benden bir, süleyman’dan iki yaş büyük olan hatun, çocuk hatun, evcilik oyunlarında, sürekli süleyman’la eş olurdu. ben de başka biri ile. sonra biraz daha büyüdük ve evcilik çocukça gelmeye başladı. başka oyunlar bulduk. kızlar ip atlar, biz de gazoz kapağına taş atardık. babam kahvede çalıştığı için, sürekli bana gazoz kapağı getirir, ben de onları sürekli olarak kaybederdim. süleyman’la ortak oldum sonra. o iyi oynuyordu bu mereti. benim babam da iyi kapaklar saklıyordu bana kahvede. onluk, yirmilik kapaklar. az bulunur türden. ve bir yandan sülo ile mahallenin çocuklarını yutar, bir taraftan babamın kapakları ile güçlenirdik. üç beş mahallenin en kral gazoz kapağı arşivi bizdeydi, ama sıkıldık bu oyundan da. çiviye başladık bu kez de. çamura çivi atıp çizik atmak. bilir misiniz? çelik çomak. saklambaç. bisiklet yarışları. tek kale maç. muçi. bulan kaçan. vs vs. ve zaman geçtikçe bir sürü değişik oyundan sıkılıp, kavga etmeye başladık. gülçin de büyüyordu bu arada. sanırım gülçin oniki, ben onbir, sülo on olmuştu. diğer elemanlar da o civarlarda. erkan ise, süleymanın abisi, on üç olmuştu. inşaat vardı mahallede. orada oturuyorduk. inşaatın içinde. erkan, ben, sülo, sercan, serhat, vs vs. erkan, “gülçini siktim oğlum dün gece” dedi. yalan söylüyordu elbette. çocuktuk daha. hiç bir şey bilmiyor ama küfür ediyorduk. erkan belki de ilk kez fantezi kurmaya başlamıştı. bi-


lemiyor ve pek de hatırlamıyorum. ama o gün erkan’ı dövmek istemiştim. bir kıza küfür ettiği için. küfür gibi gelmişti bana bu. sikmek? küfür olmayabilirdi belki de. herkes bu işi yapıyordu. hepimiz bu şekilde doğmuştuk. ama tabir kabaydı. çok sonraları, bu kelimenin ataerkil toplum yapımızın bir sorunu olduğuna karar verdim. seks yapma eylemi küfür yerine geçiyordu. ve her türlü küfür, cinsiyetçiydi. “ibne” bile. ama o günlerde, ben de, diğer arkadaşlarım gibi, toplumsal cinsiyetime ısınmaya çalışıyordum. erkektim ben. kavga edicek, küfür edicek, kızlara bakıcak, ağlamayacak ve büyüyecektim. “erkek adam” her neyse, sülo ile aramda ciddi problemler doğmaya başladı sonra. gazoz kapağı mevsimi tekrardan açıldı ve ortaklık bozuldu. paylaşmak istemiyordu kapakları. beni dövüşmeye davet ediyordu. dövüşmek istemiyorum demiştim. sadece kapaklarımı ver. itti bi kez. ben itmedim. kapaklar dedim. o an etrafımızda on kişi vardı. mahallenin çocukları ve gençleri. kimisi altı yedi yaşında. kimisi onaltı onyedi. biz de, on onbir sanırım. sülo ve ben. o zamanlar girdap değildim elbette. sonradan girdap olmuştum. her neyse, beni itti sülo, ikinci kez. ve “zorlama beni” dedim. ve üçüncü itişinde, bi tane geçirdim midesine. kapıştık, ve ben altta kaldım. vurdukça vuruyordu. ve kimse ayırmıyor, herkes izliyor, kimisi sülo’ya kimisi bana destek oluyordu. en sonunda abim gelip ayırdı bizi. abim o zamanlar yirmibirindeydi. on yaş vardı abimle aramda. ve eve geldik. burnum kanamıştı. kapakları alamamış, üzerine dayak yemiştim. ağlamadım ama. erkektim ben. ve sonra, günler geçti. tekrar barıştık sülo ile. arada sırada kavga ediyor, arada sırada barışıyorduk. serseriydik. kuruçay’da yaşıyorduk. izmir kuruçay’da. yani çingene mahallesi. her türlü pisliği biliyorduk yaşımız on civarı olmasına rağmen. hap, esrar, hırsızlık, pezevenkler, fahişeler, katiller. çingenelerle paso kavga ediyorduk. büyük kavgalar. taşlı, sopalı, bıçaklı.. biz çingene değildik. ama mahallemiz bitişikti onların gettosu ile. zaman geçtikçe arkadaş olduk çingenelerle. ve beraber maç yapmaya, gezmeye ve muhabbet etmeye başladık. ama o dönemler aramızda çocukça bir husumet vardı. her neyse, biri vardı mahallede, çingeneydi, oto-kiralama dükkanı vardı. bedeni yara doluydu. bir dolu kurşun izi. onsekiz tane kurşun yemiş ve ölmemişti bir keresinde. sonra o herifleri bulup ağır yaralamış ve hapse girmişti. tam bir belaydı yani. korkusuz. düşüncesiz. umarsamaz. herkes korkuyordu ondan. biz korkmuyorduk ama. sülo ve ben. yanına gider, sigara içişini izlerdik. esrar içişini. “sakın başlamayın buna çocuklar” der ama kendi hep içerdi.


bir de tek kale maç yapardık süleymanla. kaleci erkan olurdu. sülo’nun abisi. sürekli yenilirdim sülo’ya, daha iyi oynamama rağmen. erkan hem hakem hem spiker hem de kaleciydi çünkü. bir de sülo’nun abisiydi. gollerimi saymaz, penaltılarımı vermezdi. yıllar sonra, bu hileye hayatım boyunca maruz kalacağımı ve oynamaktan vazgeçeceğimi fark ettim. vazgeçtim de, hayatla oynamaktan, yarışmaktan falan yani. ama hatırladığım en güzel an, sülo’nun, ağzı burnu kan dolu evine gittiği gündü. yine gazoz kapakları moda olmuştu. ve babam eve kapak getirir, ben de kimi zaman yutar kimi zaman yutulurdum. bir keresinde teke tek oynadık sülo ile. benim eski ortalıktan olma kapaklarım ondaydı hala. yeni kapaklar edinmiştim kendime. sıfırdan. ve oyun ilerledi. izliyordu on beş yirmi kişi. onunla dövüşmelerimi izleyen tipler. yutuyordum. yutuluyordu sülo. yutuldukça sinirleniyor ve izleyicilere sataşıyordu. kavga etmek istiyordu canı. ama bu kez benim de canım kavga istiyordu. ve oyun bitti nihayet, tüm kapakları bitmişti sülo’nun. iflas etmişti. yutmuştum neyi varsa. ona kapak getiricek bir babası yoktu. babası vardı elbette, biri sarışın biri zenci, iki oğlu olan bir baba. annesi sarışındı, babası esmer. ya siz ne sandınız? kadının adamı aldattığını mı? öyle şeyler pek olmazdı bizim muhitte. olursa da, kadının işi gerçek anlamda biterdi. böyle bir mahalle. izmir. boğaziçi. bilir misiniz? pek kimse bilmez. izmir’li olan biri sorunca, “boğaziçi” derdim, “istanbul'da mı oturuyorsun” derdi. o yıl-larda. şimdi buca’dayım gerçi. ve özledim o mahalleleri. varoş. bitik. harap. eski evler. eski insanlar. eski hayatlar. teknoloji ile en son tanışan insanlar. bir internetkafe açılınca mahallede, çocukları sokaklardan silinen insanlar. şimdi nasıldır bilemiyorum. ama o zamanlar, ben onyediyken, oniki yaşında olan hiçbir çocuk, sokak oyunları oynamıyordu. büyükler mutlu oldular. bizleri her mahalleden kovan büyükler. “burda top oynamayın” diyerek topumuzu kesen büyükler. konumuza geri dönelim. tüm kapaklarını yutuldu sülo. “ortak olalım” dedi, kabul etmedim. evime dönüyordum. kapaklar torbamda. ve tam evimin önünde arkamdan boğazıma sarıldı. kapakları sercan’a verdim ve boğazımı kurtardım önce. sonra seri halde yumruklaşmalar başladı. altıma alabildim sonunda onu. benden güçlüydü, bir yaş küçük olmasına rağmen. ve altımdaydı. vurdukça vuruyor, acımıyordum. herkes izliyordu. gülçin de izliyor ve gülüyordu. kime güldüğünü bilmiyorum. en sonunda kalktım sülo’nun üzerinden, ve bana küfür ede ede evine gitti sülo. bir daha da kavga etmedik onunla. bu kez gerçekten iki sıkı dost olduk. onu döverek, dostluğunu kazanmıştım. kan kardeşi olduk ve


çingenelere karşı daha sıkı çeteler kurup, dövüşlere devam ettik. dövüşler. futbol maçları. falan filan. sonra çingenelerle de dost olup başka düşmanlar edindik. polisler? evet polisler. sonra iş uzadı. polisler mahalleyi bastı bir sabah, bizim evi de bastılar, sabahın altısıydı, bir sürü aranan insan, yasadışı madde, silah, mahalle darmadağın oldu. ve sonra, yirmidört saat, yunusların devriyesi başladı. yunuslar bir şey yapmıyordu gerçi, sadece tedirgin ediyorlardı bizleri. hiç bir şey değişmedi. o zamanlar ben onaltı yaşındaydım ve lise ikiye giderken, bir sabah olmuştu baskın.. bir yıl sonra da oradan taşındık. iki yıl sonra tekrar taşındık. ve dört yıl sonrasında. tekrar. şimdi buradayım. öğrenci mahallesi diyebiliriz buraya, kampüs yakınındayız. burası fena sayılmaz, daha az risk, ama orası eğlenceliydi, benim için, çocukken elbette.. çocuktum ve yazmıyordum hiçbir şey, gazoz kapağı oynar, dövüşür ve top peşinde koşardım. şimdi o günleri yazıyor olduğum için, umarım bana kızmazlar, tüm “erkek” olmaya çalışan çocuklar ve çingene dostlarım. çünkü o harikulade günler ve harikulade mahallem için, yayınlayacağım bir romanım var, zihnimin dolabına emanet ettiğim. 24 ağustos 2008


aynştayn aynştayn ile tanıştığımda, orta bire gidiyordum. ancak onun aynştayn olabilmesi için, tanıştığımız günün üzerinden birkaç hafta geçmesi gerekti. ortaokula ilk yazılan olabilmem için annem büyük bir çaba sarf ediyordu, bu ne anlama gelecekti, bana ne kazandıracaktı bilmiyorum ama, ilkokulum, sekiz senelik zorunlu eğitime geçiş aşamasında aynı anda ortaokula da dönüşünce, yani aslında adı barbaros hayrettin ilkokulundan, ilköğretim okuluna evrilince, ben beşinci sınıfı henüz bitirmiştim ve o zamanlar, devletin beni adım adım takip ettiğini bilmiyordum. bundan, liseyi bitirdiğim sırada gerçekleşen, meslek liseli çıkışlıları meslek yüksekokuluna kapatma fikirleri açığa çıkınca şüphe ettim, ertesi sene sınava ikinci girişimde gerçekleşen sınav sorularının çalınması ve sınavın ertelenmesi skandalıyla emin oldum ki; birileri benim yaşamamı gözetliyor ve bir yöne doğru çekmeye çalışıyordu, o bir aylık gecikme, benim bir ay ders çalışmadan aylak aylak gezmeme ve dershanede iken aldığım puanların altında bir puan almama sebep oldu, oysa diyorlardı ki dershanelerin yaptıkları sınavlar daha zordur, gerçek sınavda, eğer heyecanını yenebilir ve bunun da bir deneme sınavı olduğunu farz edersen, daha yüksek bir not alırsın, herkes de öyle yaptı zaten, benim dışımda ve ben sonra üniversiteye girdiğim sırada da anladım ki, işin ucunda amerikalılar vardı çünkü benim okula girdiğim sene yaptıkları yardım sayesinde, okulumuzdan en başarılı sekiz öğrenciyi kendi ülkelerine kaçırıyorlardı, ve bu sebeple bölüm koordinatörümüz sürekli benimle uğraşıyor, sadece benimle uğraşıyor ve örneğin ben bir dersten cc ile geçmişsem, o dersi bana ertesi sene tekrar aldırtıyordu çünkü benim o dersten, dahası tüm derslerden aa ile geçmem gerekiyordu, böyle diyordu bana, ve ben okula gitmediğimde, beni arattırıyordu kampüste, ve eğer o an okula girip derse girmediysem beni mutlaka buldurturdu.. çünkü ona tembih etmişlerdi, ilk sekize sokmaları gerekiyorlardı beni, ve belki anneme de tembih etmişlerdi, ortaokula ilk yazılan çocuk olmalıydım, numaram 1 olmalıydı ve bilinçaltıma kazınan bu numara ile, her yerin 1 numarasına ulaşmak için çaba sarf etmeliydim.. ancak bilinçaltı mesajları ile her zaman herkes de aynı sonucu elde edemezsiniz, çok sayın illuminati.. ve bu sebeple, benim 1 ile ilgili tek takıntım, fanzinlerimin üzerine, bir lira, bir kayme, bir kağıt, bir demir gibi fiyatlar koymamla son buldu. ve tabi bir de, bir yan etki olarak, üniversite hayatım boyunca birinci sınıftan ileriye gidemedim, dört sene boyunca ve burada numorolojiye dalıp biraz kehanet ve komple teorileri ile haşir neşir olmak isteyenler için şunu söylememe izin verin; söz konusu kıyamet, 21.12.2012 de değil de, 12.01.2012 de kopacak efendiler, neden derseniz, o gün ben otuz yaşıma gireceğim ve dahası


12.0.12.0.12 şeklinde irdelediğimiz de bu hiç de kutsal olmayan otuzuncu doğum günümde, illümatik güçlerin otuzbin senedir aradığı gerçeği yakalayacağımızdan eminim, çünkü bir insan otuz yaşına girerken, rakamlar da otuzu ele veriyorsa, 2 artı 1'i deneyiniz bunun için, yanına sıfır, ve dahası toplumun başına açtığım cehalet sandığı olarak bilinen sokak edebiyatı da onikinci yılına giriyorsa, ve dahası tüm bu hengameden sıkılmayanlarımız için bugün burada aynştayn'ın hiçbir yerde duyamayacağınız gerçek hikayesini anlatacağını vaad ediyorsa size, illuminatinin tek 34. derece adamı, o zaman söyleyeceklerini de dikkate almaya başlamalısınız.. ne diyordum? ortaokula yazılabilmem için annem büyük bir çaba sarf ediyordu ve biz okula kayıt olmak için, sabahın köründe geldiğimizde, okulda yasemin adında bir kız vardı, annesi ile beraber bizden önce gelmişlerdi, ama şu işe bakın ki, annem kayıt esnasında hemen seri bir atak yapıp kimliğimi uzattı ve zaten başından beri kurulu olan düzenek işlemeye başladı ve benim o tüm hayatımı değiştireceğine ve zihnimi allak bullak edeceğine dair planlar yaptıkları numarayı bana verdiler: 1 ardından 253 öğrenciye, birer birer numara verdiler ve tek sayılar erkek, çift sayılar kızdı, ve sonlara doğru değişen denge nedeniyle çift numara alan erkeklerin gelecek yaşamlarında cinsiyet değiştirip değiştirmediklerini bilmiyorum ama okulda diğer çocuklar arasında o talihsiz çift numaralı erkeklerin uzun süre eğlence konusu olduğunu size söyleyebilirim ve her neyse dostlar, bu kadar uzun cümle kurmamam gerektiği üzerine aldığım eleştirilere aldırış etmiyor ve cümle ve anlam ve nokta ile zaman kaybetmeden her şeyi “ve” ile bağlayıp virgüller yardımı ile konuşmayı sürdürüyorum içimden.. çimden bir adamım ben, o nedenle yani.. ortaokula başladığım ilk gün, henüz okulumuz yeni başladığı için ortaokul yaşamına, öğretmen sayısı kısıtlıydı ve dersler ilk hafta başlamamıştı ancak ikinci gün sınıfa bir öğretmen girip (ilk gün kimse gelmedi bile boş boş oturduk arada bir müdür gelip ‘kesin sesinizi’ dedi), camı açtı, masa örtüsünü düzeltti sınıfa şöyle bir bakıp, gülümsedi ve gitti ve ben o gün anneme gelip bugün bir öğretmen geldi, fen bilgisi öğretmeni imiş ve sınıf öğretmenimiz imiş dedim ve annem de gülümseyip ‘ne güzel demişti sınıf öğretmeninin gözüne girmeye çalış’, o zamanlar ne demeye çalıştığını bilmiyordum ama üniversitede bunu anladım, çünkü bölüm koordinatörü benim gözüme girmeye çalışıyordu, başaramayınca da öfkelenip “hayatın boyunca sürüneceksin bu gidişle” diyordu ben de ona ‘yılanlar da sürünüyor ama derileri için avlanıyorlar’ demiştim, ‘üstelik o deriden yapılan şeyleri giyen sümkürükler de senenin belli dönemlerinde deri değiştirdikleri için, bu daha çok hayvan kat-


liamına neden oluyor, bunu biliyor muydun? sizi neyin zehirlediğini asla bilemezsiniz efendim..’ sonra işte, ben anneme yalan söyledim ve annem benim yalan söyleyebildiğimi henüz bilmiyordu, ben de o zamanlar yalan söyleyemediğimi bilmiyordum ama zamanla annem beni ben de annemi öğrendim ve sonra bir daha ona yalan söylediğimde gözlerime bakıp ‘olur öyle’ demekle yetinmişti ‘bir daha olmasın..’ mesela ben okuldan erken çıkıp ‘anne ders erken bitti’ dediğim de bana diyordu ki: “olur öyle, öğretmenine söyle, bir daha erken bitirmesin, bunun için para alıyorlar onlar”. anlıyordum, okula gideyim diye para veriyorlardı bana ve ben de o parayla kitap filan alıp, ya da ateri salonuna gidip, okula da yayan gidiyordum çoğu zaman, ta ki bilet yerine kent kart icat edilene kadar.. ondan sonra hayatım zindan oldu çünkü annem veya babam önceden kartı doldurtuyordu çoğunlukla, ben de napacağını bilemez, bi otobüse binip, bilmediğim bir yere giderdim bazen.. ve işte, çocuklar, daha sonraki bir gün, o pencereyi açan ve anneme bir yalan söylememe sebep olan kadın, sınıfa girdi ve “ben fen bilgisi öğretmeninizim” dedi, “adım filiz, aynı zamanda da sınıf öğretmeninizim.” o gün şunu düşündüm: istediğim bir şeyin gerçekleşmesi için, o konu da yalan söylemem yeterli. bu yüzden tanrı yalan söylemeyi yasaklamış, çünkü insanlar o zaman her konuda yalan söyleyerek istedikleri her şeyin gerçek olmasını sağlayabilirler. yıllar geçince, bu konuda haklı olduğumu gördüm.. sonra? sonra işte, hoca herkesi numara sırasına göre oturttu ve ben 2 numaralı yaseminin yanına düşüp kendimden nefret ettim, çünkü bu kızı sevmiyordum, ben derya'nın yanına oturmak istiyordum ama o da beni sevmiyordu, çünkü onun c sınıfından ilhan adında bir sevgilisi vardı arkadaşlar, ve üstelik derya'nın numarası da ondu, on, aradaki dokuz sayıyı ekarte edip ona ulaşamazdım, bu imkansızdı ve daha sonra kızlı erkekli oturma grupları son buldu, erkek erkeğe ve kız kıza oturtma kararı alındı ve ben de mustafa adında yine sevmediğim 3 numaralı bir herifin yanına düştüm.. oha diyordum, oha, sevmediğim herkes neden bana yakın konumda mevzileniyor, arka sırada iki ve dört numaralı kızlar, dört numarayı da sevmiyorum, aşırı çalışkan ve üstelik kibirli, sürekli her şeyi bildiğini sanıyor ve aslında sadece gösteriş yapıyor ve dahası sınıf başkanı seçildi bu, ve bana gıcık gidiyor.. sonra işte, sınıftaki kimsenin beni pek sevmediği gerçeği ile yüzleştim, aslında nefret de etmiyorlardı, ben orda değilmişim gibi davranıyorlardı, çünkü ben hiç konuşmuyordum, çünkü kekemeydim ve öğretmenler yoklama yapınca, benim adım okunuyor, ve herkes gülüyordu sınıfta, herkes, bazı öğretmenlerin bile güldüğünü görmüştüm, söy-


leyemiyordum işte, belki burda değildim, belki kekeme değil de burda değildim ben, olamaz mıydı yani? olabilirdi öyle değil mi? yalan söyleyerek sınıfta var olmak istemiyordum, ben sınıfta değildim, ben o günlerde okuduğum kitapta anlatılan afrika nehirlerinde yüzüyordum, ve orada kimse kimsenin adını söyleyince, adı söylenen burda demezdi, kimse kimsenin adını söylemezdi bile, bir isme ihtiyaçları bile yoktu belki de, toplu olarak isimlendirmişlerdi kendilerini, aslan maymun yılan papağan, falan filan falan filan, olabilir öyle değil mi? ve hiç insan barınmayan bir çocuk romanında var olan tek çocuk olarak, satırlar arasında kayboluyordum, burda değildim, hiçbir yerde değildim, hatta afrika da bile değildim, o kitabın içinde kaybolmuştum, sonra biri beni bulmasın diye, başka bir kitaba saklanıyordum, burda olmamak için yapabileceğim başka bir şey bulamamıştım.. sonra ateri salonlarını keşfettim ve bu kez de okula gitmediğim zamanlar, henüz ortaokulda bile okula gitmiyordum ben ve okula gitmediğim zamanlar anneme yalan söylememek için ateri salonunda öğlene kadar bekliyordum, sonra annem bir şey sormuyordu ve ben ders yapmak için geçtiğim oturma odasındaki köşemde, odam yoktu, oturma odasında kendime bir köşe yapmıştım, ve köşeye geçip, kayboluyordum bir süre.. sonra işte, beklenen hiçbir şey olmadı.. beklenmedik bir şekilde gerçekleşen bir şey oldu ama: aynştayn hayatıma girdi.. bir gün yine, öğretmen yerlerimizi değiştirdi ve herkes istediği kişinin yanına oturabilir dedi ve ben yerimden kalkamadım, yanıma da kimse gelmedi, ve sonra benim gibi duran bir herifin yanına gittim, oturdum ve sonra edebiyat öğretmeni gelip ödevlerimizi sordu, ve ben de her hafta yaptığım gibi, defteri açıp, sınıfta geçen derste yazdırdığı şeyin üzerine sorular, altına cevaplar ve bazı satırlara da kırmızı kalemle bir iki üç yazarak, onu gösterdim, bunu evde hazırlıyordum, herif bakıyor, imza atıp geçiyordu, kolaydı, ama turgay, yani yanımdaki çocuk, dersini yapmamıştı ve benden daha zeki olsa da, kurnaz değil diye düşünüyordum, ve “hocam defterimi evde unutmuşum” dedi, yalan söylüyordu, öfkeyle baktı hoca ona ve, “git evine al gel” dedi, evi yakındı, 3 dakika uzaklıktaydı okula, turgay gitti, evden bir defter aldı geldi sınıfa oturdu, ve hoca gelmeden ona önümdeki onun edebiyat defterini uzattım, çantasından çıkarmıştım o eve gittiği sırada, bana gülümsedi, ödevi yapmamıştı ama defter yalanı da açığa çıkmamıştı, bir kulak çekilmesi ve birkaç hakaret sonrasında, -herif çok kötü hakaretler ediyordu bize- hareketi tamamladı ve bereket olarak da bize arkadaş olmak düştü. böyle başladık, iki sevilmeyen herif, bir anda, dost olmuştu.. ardından biz, hasan ve hüseyin ve gürkan ile de arkadaş olduk ve sonra her teneffüste okulda maç yapmaya başladık, beş kişiydik o yüz-


den her teneffüs biri hakem olur, ve ikiye iki minyatür kale top oynar, her derse de geç kalırdık ve azar işitip yerimize otururduk. artık iyice sorun olmaya başladı bizim top işi, hocalar topumuzu alırdı, biz de diğer teneffüs sıkıntıdan patlar ama ertesi gün yeni bir topla gelirdik okula. ta ki bizim kale olarak kullandığımız basket potalarının iki ayağı, (bir potanın iki ayağı vardı, arası da bir metreden azdı), teke indirilene kadar, sırf bizim için müdür okulda bir tadilat yaptı, ve ben o gün yalan söyleyerek değil ama inat ederek her şeyi değiştirebileceğimi anladım.. ama yanlış anlamışım, inat etmek sadece kendimin değişmemesine sebep oldu yıllar boyunca, dünya hâlâ aynı dünya ve ben hâlâ aynı ufak çocuğum.. sonra ortaokul günleri yol aldı ve sınıf öğretmenimiz turgay'a dedi ki: aynştayn. ona sürekli aynştayn dedi ve sonra biz de ona aynştayn demeye başladık ve sonra herif kendisini aynştayn diye tanıtmaya başladı: yani benim kendime girdap demeye başlamamla aynı hikaye.. sonra, çok saygıdeğer öğretmenlerim, zaman geçti, ve yaz tatilinde biz aynştayn ile satranç oynamaya başladık, başlarda hep o kazanıyordu, bana oyunu da o öğretmişti ama sonra giderek ustalaştım ve yine de masustan yenildiği ve bunu anladığım halde ses etmediğim zamanlar dışında hep o kazanıyordu ama olsun, böylece beni kaybetmeye mahkum bir insan olarak hayata hazırladığını düşünüyordu belki de, o aynştayn'dı, her şeyin doğrusunu bilirdi, bütün dersleri pek iyi idi, ben canım isterse pek iyi alırdım, istemezse sıfır. mesela resimden sıfır aldım. hoca sene başında, 200 sayfalık bir resim defteri aldırttı bize, ben de ona hiçbir şey çizmedim, hoca sınıfa girer, konuyu verir ve masasına oturup kitap okurdu, bazen de tahtaya tebeşirle bir şeyler çizer, bize nasıl adam kuş baykuş veya helikopter yapıldığını gösterirdi: aah hayır, bunları değil elbette, çok iyi atatürk resmi yapardı kadın, ve yapabildiği başka şeyler var mı merak ettiğim halde sormaya çekiniyordum çünkü bir gün defterime büyük bir umutla bakarsa, hayal kırıklığına uğrardı, ve bir gün not vermek için herkesi tek tek çağırdı, en yakınındakinden başlayıp, ve herkese pek iyi verdi, herkese, ben hariç. bomboş bir defter, üzerine adımı bile yazmamışım, o derece boş.. ve orta birde ilk kez zayıf getirip, anneme gösterdiğimde, bana dedi ki, “bunu nasıl başardın”, “bunu başarmak için bir çaba sarf edilmiyor anne” dedim, “hiçbir şey yapmadım ben bunun elde etmek için..” kızdı bana. çok kızdı ve ben de ertesi sene resimlerimi evde anneme ablama falan yaptırdım, geçip gitti zaman.. ve sonra bir gün, ortaokulun ikinci sınıfı da bitti, yaz tatilinde aynştayn bizim mahalleye geldi ve mahalledeki çocuklar “buraya yabancıları getirmemelisin” dedi bana, size ne ya dedim, onlar da “dövücez sizi”


dediler, aynştayn'ın yüzü sivilce doluydu, çocuğu ittiler, bi sivilcesi kanadı diye korktu bir tanesi, kaçalım yüzü kanıyor dedi, diğeri dövelim dedi, ben de ittim onu, sonra noldu hatırlamıyorum ama ben ne kadar çağırırsam çağırayım aynştayn bir daha bizim mahalleye gelmedi, senin başını belaya sokmak istemiyorum dedi bana, oysa benim başım zaten beladan kurtulmuyordu ki, çingene mahallesinde yaşıyordum ben, her gün bir sorun, her gün bir kavga olurdu mahallede, hatta bazen satırlar ve bıçaklar başlardı konuşmaya ve polisler bile giremezdi mahallemize, polisler bile.. sonra bir gün, mahalleyi de kontrol altına almayı başardılar, sabahın köründe baskın, birilerini götürdüler, sonra hep devriyeler başladı, oradaki evlerin bazılarını boşaltıp başka yere yerleştirdiler filan, sonra ortaokul bitti, ve sonra ben bir gün aynştayn ile karşılaştım yolda, tesadüfen. üniversiteyi kazanmıştı, bilgisayar mühendisliği, ben de kazanmıştım, aziz düzenbazlar sayesinde dünya bankasından yardım alan birkaç meslek yüksekokulundan birini, ve sonra ona napıyorsun dedim, çalışıyorum dedi, çok çalışıyorum, ama gözlerinden gördüğüm kadarıyla hâlâ ama hâlâ istenmeyen çocuktu o, yüzünde sivilce yaraları vardı, onu seven de yoktu tahminen okulda, çok azdı veya, ve o, otobüse binip giderken, ben orada öylece kalıp, düşündüm, size anlatmadığım bir olayı, bana o gün, nasıl yaptın dediği bir olayı düşündüm, sınıfta, matematik dersinde, hoca tahtaya çok zor bir problem yazmıştı, ve bunu bilene yüz vericem ama tahtaya gelip nasıl çözdüğünü anlatıcak demişti, kimse çözemedi onu, ben deftere çözüp aynştayn'a gösterdim ve şaşırdı, çıksana dedi, anlat, yapamam dedim, biliyorsun, onla konuşurken kekelemiyordum ve o da bana gülmüyordu ‘burda’ diyemediğim zamanlarda, ve o da yoktu aslında o sınıfta, çünkü evinde liseye ait fizik kimya soruları ile meşgul olan bir çocuktu o, boşuna aynştayn demedi ona sınıf öğretmenimiz, ama o soruyu çözemedi her nasılsa, benden daha az zeki olduğu için değil, aklına gelmedi sadece, hepsi bu, ve sonra hoca soruyu çözdü ve ben defterime baktım, her şey aynıydı, her şey, gidilen yol, rakamlar, metot, ve sonra işte, ben hayatım boyunca tahtaya kalkıp, o soruyu çözmek istedim, hâlâ bunu istiyorum, ama biliyorum ki, dünyanın en zeki insanı da olsanız, bir işe yaramayacaktır, yüzünüz sivilceli ise mesela, ya da konuşurken kekeleliyorsanız, veya saçınızın bir tarafında beyaz bir leke varsa, ya da burnunuz normal burunlar gibi değilse, veya eliniz de bir parmak noksansa, anlatabiliyor muyum? elleriniz makastansa ya da.. ne yaparsanız yapın, derdinizi anlatamazsınız, ne yaparsanız yapın.. o yüzden, tüm çok saygıdeğer harlequin sendromlu bebekler için de, güzel bir gelecek düşü kurmamaları için, tavsiyelerde bulunun, çünkü güzel olan her şeyin içine eder bu dünya, o yüzden sen, güzel hissetmediğin halde, kaçıp saklanmak istersin, ve kaçıp saklanacak, hiç bir yer olmadığı için, evden çıkmazsın mesela, mümkün oldukça çıkmazsın,


ve iyi hissediyorum dediğin sürece sen, yani böyle iyiyim, şu an iyiyim, üzerine çullanır insanlar ordusu, ve kötü hissediyorum deseydin de, değişmezdi sonuç, yine çullanırlardı, çullanırlardı çünkü, sorun iyi veya kötü değil, herhangi bir şey hissediyor olmanda yatardı. 22kasım2011


isimsiz – 2 orta okuldaydım. 3. sınıfta. kimseyle konuşmuyordum, çünkü konuşmaya çalıştığım zaman harfler boğazıma takılıp kalır, ne dediğim anlaşılmaz ve karşımdaki insan genellikle gülerdi buna, ya da sorduğu soruyu geri alırdı, bazılarının cümlelerimi tamamladığı da oluyordu, en nefret ettiğim şey de, “istersen yaz” denilmesiydi, “istersen yaz denilmesinden nefret ediyorum” demek isterdim ama çıkmazdı işte harfler. kekemeydim ve bu nedenle de susuyordum hep. o zamanlar çok düşünüyordum insanların benim hakkımda ne düşündüğünü, hatta davranışlarımı bile bunun belirlediğini söyleyebilirim – sadece o dönemler için. yok hayır, öfkelendiğim zaman başka, o zaman kelimeler ardı ardına dökülürdü ve bu da insanların beni inandırıcı bulmamasına yol açardı. sözlüye kaldırılmıyordum mesela, hem zaten böyle bir risk ile karşı karşıya olduğum zamanlar okulu ekiyordum. o zamanlar, bir icat çıkmıştı başıma, bir hoca, sanırım sosyal bilgisi dersiydi, hoca bizi beşerli gruplara böldü ve her hafta bir grup verilen konuya hazırlanıp geliyor, konuyu hoca yerine o grup sırayla anlatıyordu. benim grubumdaki en çalışkan olan tip bana bir konu verdi, ve ben, anlatma sırası bizim gruba geldiğinde dersi ektim, ilk devamsızlığımı da o gün yapmış oldum, ve sonrası da devam işte, hatta peş peşe okulu ektiğim zamanlar oldu, lisede bazı zamanlar 1 hafta boyunca okula gitmediğim olurdu ve ertesi hafta tüm arkadaşlarıma ayrı ayrı cevap verirdim, “merak ettik seni” derlerdi, “hasta mıydın?”. ortadan kaybolmak gibisi yoktu. hala bazı zamanlar ortadan kaybolurum… ve eğer gene intihar etmeyi başaramamışsam, aynı soruları duyarım, “merak ettik seni”. neden merak edilir ki bir insan. kimseye yaşadığımı ispatlamak ve nasıl olduğumu açıklamak zorunda değilim, bunu kafanıza sokun! telefon kapalı ise ve çalan zil sonucunda açılmıyorsa kapı, üstelik perdeler örtük ve hatta ev telefonunun kablosu sökükse, sadece bekleyin, gürültü çıkarmadan, eğer hayatta isem, mutlaka geri döner ve size “merhaba” derim. ama çoğu zaman hayatta olmamayı yeğliyorum… orta okulun son senesinde, bir hatun, yan sınıftan biri ile çıkmaya başladı. bütün okul biliyordu bunu, müdüre kadar herkes derya ile ilhan’ın sevgili olduğunu öğrendi, 14 yaşındaydı derya, ilhan ise 13. ikisi de orta 3’te idi, ve teneffüste el ele geziyorlar, hatta okul çıkışı birbirlerini bekliyorlardı. bir gün, veli toplantısından sonra annem eve geldi ve bana bunu anlattı, sınıf öğretmenimiz, toplantıda bunu söylemişti alenen, kızlarınıza dikkat edin diye de bitirmişti lafını, etek boylarına dikkat edin. henüz orta üçteydik ve meraklıydık diz altınıza bile! oysa yan sırada oturan canan dizinden yukarısını da gösteriyordu bize, bunu bilerek yaptığını sanmıyorum, ama sıra arkadaşım hasan dürtüyordu beni bazen, ve kafamı çevirince, merak ediyordum daha yukarlarını… herkes


böyle zamanlardan sonra evde napıldığını bilir, utanılıcak bir şey değil bu… saklamayın artık. ben de 13 yaşındaydım o zamanlar ve henüz kimseye aşık olmamıştım, bu aniden gelişti. neyse, bir gün matematik dersinde, hoca bir soru sordu ve ekledi, “bilenin sözlü notu beş olucak”, bize anlatmadığı bir konudandı soru ve pekala mantığımı kullanarak çözebilirdim, çözdüm de zaten. ama bunu turgay dışında kimseye söylemedim, çünkü matematik hocası şöyle bir şey de eklemişti sorunun ardından, “sözlüden beş vermem için, tahtaya çıkıp, yaptığınız işlemi anlatıcaksınız”, anlatmak mı, ben mi? bu halimle üstelik, ve üstüne üstlük 50 kişinin karşısında… hoca şöyle bir şey söyledi beş dakika sonra, “1 dakika daha size”, ve 1 dakika sonra kimseden ses çıkmayınca, işlemi tahtada yaptı kendi, defterime baktım, az önce karaladığım şey ile hocanın tahtada karaladığı şey aynıydı, sınıfta benden başka kaçık var mıydı bilmiyorum ama ben sözlüden beş almayı ıskalamış ve orta ile geçmiştim o dersten. bazen süküt altın değildir… arka sırada derya otuyordu, bazen konuşmaya çalışıyordu benimle ama ben hiç bir sorusunu cevaplayamıyordum, ve bir gün bütün okul çalkalandı, derya ile ilhan ayrılmıştı… herkes bunu konuşuyordu, gerçek miydi değil miydi? artık teneffüslerde yan yana gelmiyorlar, okul çıkışı hemen eve gidiyorlardı tek başlarına. bu olaydan 2 hafta sonra, teneffüste, ben canan’ın bacaklarına bakarken, hasan geldi ve kulağıma şunu dedi, “derya seninle çıkmak istiyormuş, ne diyorsun?”, kızlardan korkuyordum, bunu net olarak itiraf ediyorum işte, nedenini bilmiyordum, ama korkuyordum, bu korku bir vampirin yada kurt adamın verdiği korkuya benzemiyordu, beni korkutan şey kekeme oluşum, yani konuşamıyor olmamdı… ve hasan’a tek kelime söyledim, “bilmiyorum” ve bunu o kadar hızlı söyledim ki, hastalığım gafil avlandı ve hiç takılmadım. hasan arkaya giderek, derya ile konuşmaya başladı. bende ön sıradaki muhabbeti dinlemeye başladım, dün gece ki maçı tartışıyordu iki tip, ofsayt mıydı değil miydi? ya da gerçekten ofsayttın ne demek olduğunu biliyorlar mıydı… her gün top alırdım, 4 kişi ile paramı birleştirip. ve her gün de patlardı top ve her teneffüs derse geç kalırdık, minyatür kale maç yapıyorduk, ve o gün, “bilmiyorum” cevabımdan sonra hasan tekrar geldi yanıma, “derya kesin bir cevap söylemeni istiyor” dedi, ve ben net olarak “hayır” dedim, oysa o gün, gerçekten evet demek istediğimi biliyordum, hatta şarkı söylemek istiyordum bazen, müzik dersine kaçık bir adam giriyor ve sırayla herkese şarkı söyletiyordu, 40 dakikada, en az 10 kişi şarkı söylüyordu, solo olarak… ve ben bu solo bokunu hiç deneyemedim, sıra bana gelince, hasan kalktı ve, “hocam, arkadaş konuşurken…” diye girdi söze, durumumu anlattı, ve hoca tamam dedi, ön sıradan devam etti olay. ve bir gün, beden dersinden


sonra sınıfa girerken, canan beni kenara çekti ve dedi ki, “bence sen rol yapıyorsun, kekeme falan değilsin sen, sözlü olmamak için rol kesiyorsun”, o an, arkamdaki bina üzerime yıkıldı, donup kaldım öylece, tek bir harf çıkmadı cevap olarak, ağlamak istedim, bunu bile beceremedim! kaçıp saklanmalıydım hemen. ama gidebileceğim bir yer yoktu, tüm okul tanıyordu beni, okulun futbol takımında sağ bek oynuyordum ben, tüm okul biliyordu beni, maç yaparken kekelemiyordum, “pas ver”, “sola kaç”, “orta yap”, “adama bas”, hepsi takır takır çıkıyordu ağzımdan, hem de onca seyirciye rağmen… rol kesmiyordum, bunu defalarca söylemek istedim ona, “tamam bacaklarına bakıyorum ama herkes 13 yaşında bacaklara bakar, ama rol kesmiyorum!”, oysa tüm sınıf çoktan binaya girmiş ve beden hocası, ve aynı zamanda okul takımına beni alan tip seslendi, “sınıfta yoklama alıp serbest bırakıcam” dedi bana ve gene yoklama da benim adımı söylemedi, beni tanıyan hocalar zaten yoklama esnasında adımı okumazlardı, listede sıra bana gelince kafalarını kaldırıp sınıfta mıyım diye bakıyorlardı. ‘burda’ bile diyemiyordum çünkü! derya’ya, o ilhanla çıkarken de, ondan öncesinde de, onu ret ettiğim dönemde de aşıktım. yani o yaşlarda aşk nasıl bişi ise, öyleydi bu his. ve bazen de şunu düşünüyordum, acaba sadece ilhanı kıskandırmak için mi bana çıkma teklif etti, ya da bu da hasan’ın bir şakası mıydı, ya da gerçekten derya da beni….” hasan benimle dalga geçerdi bazen, şaka olarak, ve beni öfkelendirdiği zamanlarda olmuyor değildi, ama ilk o iletişim kurmuştu benimle, ve bana adımı sorduğunda ve ben bunu söyleyemediğimde, en ufak bir sırıtış bile yoktu yüzünde. içi dışı birdi, ve bu nedenle bazen bana kızardı, “ne biçim adamsın oğlum sen” derdi, “içinden ne geliyorsa onu söyle, bunu söylemen 10 dakika bile sürse, bırak karşındaki ne düşünürse düşünsün”. oysa, lise 2’e kadar bunu başaramadım, ta ki, kafasındaki her şeyi tüm dünyaya haykıran, üstüne de, “fuck the world” adında bir şarkı yapan adamı duyana kadar. ve tabi daha sonra “fuck all y'all” da dedi. sınıf öğretmenimiz olan kadın, beşli grup anlatımından sonra yeni bir icat daha geliştirdi, yıl başında herkes bir kura çekicekti ve öncelikle herkesin adı küçük kağıtlara yazılmalıydı, yazıldı da ve kurayı çektim, bana kimin çıktığını kimseye söylememeliydim, bu önemli değil, ama sorun şu ki, sıran gelince tahtaya çıkıp sana kimin çıktığını söylemeli, sonrada hediyeni vermeliydin. kuraların üzerinden iki hafta geçti, ve yıl başından 2 gün önce, rehberlik dersine herkes hediyeleri ile geldi, derya tahtaya çıktı ve adımı söyledi, şok olmuştum, ve üstelik millet birbirine hediye verirken dikkatimi çeken şey de şuydu, erkekler erkeklere hediye verirken, ya da kızlar kızlara, yanaklarından öpüyorlardı birbirlerini, oysa bir kız bir erkeğe, ya da bir erkek bir kız hediye verirken sa-


dece tokalaşıyorlardı. bana ferat çıkmıştı ve ben bunu ona söylemiştim daha önce, kuralı bozmuştum ama buna mecburdum, sınıftaki herkesin gözü üzerimdeyken tahtaya çıkıp da, “bana”, ferat”, “çıktı” evet bu üç kelime, söylemesi o kadar zor ki. ya o gün okulu ekicek, ya da önceden ferata durumu izah edip, bana sıra gelince hemen tahtaya çıkmasını sağlayacaktım, öyle de oldu ve bunun için her ikimiz de hocadan azar işittik. en çokta ben, sonuçta hata bendeydi. aslına bakarsanız, bir çok kişi zaten kime kimin çıktığını öğrenmişti bile, çünkü çocuklar sır saklamasını pek beceremezler, oysa hasan ve derya şu sırrı uzun bir süre sakladı. hasan’a ben çıkmıştım ve onlar değişmişlerdi kuralarını, derya tahtaya çıktı ve adımı söyledi, ve hediyesini verdi, üstelikte beni yanaklarımdan öptü. tüm sınıf alkışladı bunu, bizim dışımızda diğer tüm birbirine çıkan kız ve erkekler tokalaşmakla yetindi. cesur bi kızdı zaten o, ama bana göre değildi, bunu daha sonra fark edebildim. genelde, eğer yüzeysel bir aşk yaşıyorsanız, kendinizi budarsınız, karşınızdakini de. ve sonuçta her iki tarafta, aşık oldukları yüze, istedikleri ruhu giydirip öyle evlenirler. bu nedenle, kısa bir süre öncesine kadar, son dönemde bir hayli yaygın olan sanal aşklara, ve onların evlilikle bitmesine olumlu bakıyordum. oysa bir gün maillerime bakmak için nete girdim, ve sikik yahoo açılana kadar yan masadaki elemanı kestim… inbox’unda, tam 5 adet farklı hatundan, (en azından farklı hatun isimlerinden) mail olduğunu gördüm. izledim onu, ben herkesi izlerim, çünkü yazar olmaya çalışıyorum, bazıları yazar oldular bile ve şimdi daha çok zengin olmak için kapandıkları köşklerinde hiç bi sik yazamıyorlar… tip, yani yan masada ki, maillerini cevaplıyordu, bir tek yahoo açıktı ekranında, ve size yemin edebilirim, 3 saat sürdü beş adet maili cevaplaması. şöyle oldu, ben yarım saat nete girdim, kendi maillerimi cevapladım ve çıktım, bu esnada tip ilk maili cevaplamakla meşguldü, uzun yazmıyordu, alt tarafı yaptığı şey şuydu, hatun demiştiki, “merhaba, naber? okuyup okumadığımı sormuşsun, ben adana da okuyorum, haftaya açılıyor okul, yarın ankaradan adanaya gitmek için yola çıkıcam, umarım iyisindir, kendine iyi bak”, ve tip bunun karşılığında, “meraba, ben adanaya da gelebilirim aslında” diye başlayan ve 2 cümle sonrasında, “görüşmek üzere” ile biten bir mail yazıyordu, toplam 3 cümle. abartmıyorum, gerçekten 3 saat. yarım saat sonra, tip hala ilk mailine çeki düzen vermekle meşgulken, netten çıkıp, 2 saat sonra tekrar nete girdim, ve aynı masaya gittim, tip hala ordaydı ve 4. maile kısa bir cevap yazmakla meşguldü, yazıyor, siliyor, tekrar yazıyor, tekrar siliyor ve bir türlü emin olamıyordu hangi kelimelerin karşı tarafı etkileyebileceğinden. ince eleyip sık dokumak bana göre değil, işte orta 3teki ben ile üniversiteden şutlanmış ben arasındaki en belirgin fark. bu arada, üniversitedeki ilk yılımda, hocaya karşılık verdiğim için, sanırım 4 kez dersten atılmıştım… artık her zaman her yerde, eğer konuşmak istiyorsam, konuşurum. bir diğer farkta, evet canan’ın bacakları güzeldi, ama artık çırılçıplak da gelseniz


üzerime, etkileyebileceğinizi sanmıyorum… bu nedenle, lütfen başka bir yol dene! [ 22.10.2004 – 02:15 ]


eczane deneyleri.. nerden bulmuştuk hatırlamıyorum ama daze ile elimize, bir kimyasal listesi geçmişti. üç farklı renkle kategoriye bölünmüştü liste. altına renklerin anlamını açıklayan bir not yazmışlardı. kırmızı renkli olanlar, en tehlikeliler ve ölüm veya bağımlılık riski en yüksek olanlardı. çoğu yeşil veya normal reçeteye tabiiydi. sarı renkli olanlar orta derece risk taşıyordu. gri renkli olanlar en masumlarıydı. ikinci bir not, irc server adı ve nicki yazan bir nottu. “nasıl kullanacağınızı bilmiyorsanız, danışın.” crown’du adamın nicki. danışmana hiç başvurmadık. bulabildiğimiz kadarını denemeye ant içmiştik nerdeyse daze ile. üniversitenin ilk yılının ikinci dönemiydi. zaten, not ortalamamın en yüksek olduğu dönem, ilk dönemdi. bir nokta altı. giderek düştü, düştü ve okuldan şutlanırken, ortalamam sıfır nokta dört idi. sürekli olarak devamsızlıktan sınıfta kalıyor, bir üst sınıfa bir türlü geçemiyordum. topu topu iki yıl olan okulun, birinci sınıfında, üstün bir başarı sergileyerek dört sene üst üste kalmayı becerdim. aslında okula gidiyordum gitmesine, ama derse, sadece boş zamanlarımda, yani kampüste takılcak kimse bulamayınca giriyordum. her neyse, okulun iki kapısı vardı. a kapısı diye nitelendireceğim kapının karşısında iki eczane, diğerinde bir eczane vardı. eczane isimlerini kafadan atacağım bu öyküde, çünkü hatırlayamıyorum çok sevgili sayın okuyucular. onyedi yıl geçti aradan, ve o zamanlar tarihin amortisi sıfırı gösteriyordu. ikibin yılı şubat ayında daze ile tanıştım. tanıştığımız günü hiç unutmuyorum. okulda bir hiphop kulübü kurmaya çabalıyordum. ve okulun duvarlarına, kafelere, oraya buraya, izinsiz bir şekilde afiş asmak yasaktı. bense okulun ikinci ayında, her yere afiş basmaya başlamıştım. fanzin afişleri. ardından, okulda tutunmama, yani gidivermeme, yardımcı olucak, bahaneyle derslere de girmeme katkı sunacak bir plan geldi aklıma. kulüp kurmak. okulda, yöneticilerinin alayı black metal dinleyen bir rock kulübü vardı. ben de hiphop kulübü kurmaya karar verdim. kıllık olsun diye değil, ve şimdi olsa eminim yüzlerce kişi bulabileceğim bu kulüp için, kurulması için gereken yedi kişiyi bile üçüncü yılımda zar zor buldum ki her neyse konumuz bu değil, kulüp meselesini başka bir öyküde uzun uzadıya anlatmıştım ve konumuz daze ve ben ve hap üçgeninde şekillenicek. daze ile nasıl tanıştığımızdan bahsediyordum. kulüp kurmak için gerekli olan yedi kişiyi arıyordum ve ilki daze oldu. üzerinde wu tang tsortü vardı. direkt yanına gidip, “merhaba, sanırım rap dinliyorsun” diye sordum ve tanışmış olduk. tanışma faslını kısa keseceğim. ilerleyen zamanlarda daze bana akineton verdi. akıl hastanesine düştüğümde de vermişlerdi akineton ama daze’in verdikleri kadar güzel gelmemişti o


günlerde. elindeki son tabletlerdi. bölüştük. ikisini eve sakladım. kesmemişti ama. 18 yaşının verdiği merak ve daha fazlasını isteme arzusu, bizi listede yazanları denemeye zorluyordu. aslında, evinin önüne sandalye koyup iş yapan bir torbacım vardı ama, elinde sadece piyasa uyuşturucuları vardı. hepsini denemiştim. lsd’den roj’a kadar. hiçbirinin bağımlısı olmadan, bir iki üç defa kullanmış, sadece bir defa gelen toz amfetamin dışında hiçbirini beğenmemiştim. o günlerde genelde küflü cigara takılıyordum. hemen hemen her gün. torbacım mahallemde oturuyordu. torbacıların çoğu mahallemde oturuyordu, çünkü ben kuruçayda oturuyordum. çingene mahallesinde. ki bu da başka bir öykünün konusu ve onu da yazmıştım bir yerlerde.. konumuza dönelim. daze ile beraber ilk eczaneye girişimizde ne alacağımızı bilmiyorduk. önceden bir hapın adını ezberlemiştik ama alıp alamayacağımızı bilmiyorduk, reçeteli mi değil mi onu bile bilmiyorduk. sorduk. aldık. önce üçer, ardından pek bir şey olmayınca yedişer tane içtik. koca paketi, (içinde yirmi tane vardı), bir saatte bitirmiştik. pek bir şey olmamıştı. üzerine çay da içmiştik. hapın üzerine çay iyi giderdi. ya da sadece daze ve bana öyle geliyordu. ertesi gün aynı eczaneye ritalin sordu daze, satmadı piç. ben bir saat sonra gidip, antiem aldım, elimizde tek kesin çözüm, önceden bildiğimiz, fakir hapı kalmıştı. antiem ucuzdur ama kafası bok gibidir. aslında bok gibi midir bilemedim şimdi. her şey herkes size rüyadaymışsınız gibi gelir. aşırı uykunuz vardır ama uyuyamazsınız, yine de kendinizi rüya görüyormuş gibi hissedersiniz. hareketleriniz yavaşlar, eklem yerleriniz uyuşur, ve yaklaşık bir kilo işersiniz.. yirmilik tableti bir günde bitirdik ve çalmaktan başka şansımız olmadığını düşünüyorduk o sıra, bu listede yazan hapları. iki gün sonra, önce ben girdim eczaneye. aynı eczaneye, gül eczanesi diyelim. kekemeydim ve kekemeliğim ile adamı meşgul ederken, tek kişi duruyordu öğlen saatlerinde eczanede, boşuna karşı kaldırıma çöreklenip iki gün kesmedik eczaneyi, her neyse, ben adamı meşgul ederken, daze listedeki bir hapı çaldı. adını söyleyemeyeceğim ki siz de çalmayın. kötü emellerinize alet olmak istemiyorum, ama o liste hala bende duruyor, dileyene fahiş bir fiyata satabilirim. yaklaşık bin adet ilaç ismi yazmakta. biramda tuzunuz olursa, ölümünüzde tuzum olur. her neyse, günler bu şekilde geçerken, adamı oyalamak için her gün aldığım antiem’i beş gün sonra alamadım gül eczanesinden. adam, “bu ilaç artık reçete ile satılıyor” demişti bana. ben de hemen yan eczaneye, papatya eczanesi diyelim, kaydım ve aynı oyalama taktiği ile bir paket antiem aldım. daze’in çaldığı ilaçlarla geçiniyorduk, antiem birikiyordu. böbrek ilacıydı bu kez çaldığı. içtikten kırk dakika sonra fena halde başım dönmeye başlamıştı. düşücek gibi olduğum için hemen yere oturdum. daze de yanıma oturdu. kalkamıyorduk. kampüsün orta-


sında yere oturmuştuk. ne kadar sürdü bu durum bilmiyorum, gelip geçen bize bakıyordu. en sonunda kalkabildik, ve doğruca tuvalete kusmaya gittik. berbat bir ilaçtı. listede çarpı işareti koyulmayı hakkediyordu. o günlerde, daze, güzel sanatlardan üç eleman kafaladı. yurtdışından geldiğini iddia ettiğimiz, tehlikesiz ve reçetesiz bir hapı, elemanlara kalaladık. poşetin içine koyduk tek tek kutusundan çıkarıp hapları. güzel de bir para aldık karşılığında. o parayla da gidip bi güzel rakı içtik. ertesi gün elemanlar, “abi bu süpermiş ya, kafamız süper oldu” gibi laflarla geldi yanımıza, biz de biraz daha sattık. üç ya da dört kez yaptık bunu. her seferinde de, ya cigara ya da alkol aldık gelen parayla. daha sonra da, elemanlara, “gelmiyor artık, biz de bulamıyoruz” deyip savdık başımızdan. güzel para geliyordu ama işin cılgı çıkabilirdi. korktuk mu, korktuk. her neyse, kovulduğum üç eczaneden sonra, üçüncüsünün adına da, kardelen eczanesi diyelim, kovulduktan sonra, onlardan başka en yakın eczanede epey uzak olduğundan, işimize, cigara ve şarapla devam etmiştik. ben bazen mahalledeki eczaneden antiem ve torbacımdan bazı şeyler almayı sürdürdüm. antiem’e parasız kalınca başvuruyorduk ki dediğim gibi, bok gibiydi. ama ucuzdu. bilen bilir. sonra bir gün, hiçbir şey kullanmadığım yaz tatilinin sonunda, üniversitenin ikinci yılının sonundaki yaz tatilinin sonunda, psikoza girdim. bir hafta boyunca, onca zaman kullandığım kimyasalların hiçbirinin gösteremeyeceği derecede feci halüsinasyonlar. tanklar gördüm evin arka balkonundan görünen manzarada. mancınık gördüm kendimi ortaçağda sanıp. bilmediğim bir dilde bağıran simitçi gördüm. gecenin karanlığında duvarda parıldayan ışıktan arapça allah yazısı ile w karışığı bir yazı gördüm. yeğenimin halüsünasyonunu gördüm. gerçeklikle bağım kopmuş, bambaşka fikirlere gark olmuştum. bir daha da, sanıyorum, herhangi bir kimyasal kullanmadım. daze de memleketine gitti zaten. biz de kuruçaydan taşındık. böyle yani. bu kadar.. isteyene, gerekli talimatları verebilirdim, ama yapmayacağım. nasihat da etmiyorum. kim ne bok yerse yesin. ama etken maddesi risperidon olan her türlü maddeden uzak durun demekle yetineceğim. tabii robot olmak ve donuklaşmak istiyorsanız başka… 14 mayıs 2017


dörtte sıfır mı, ikide iki mi? 1. sert rap ritimleri dönüyor odada. zamanı hatırlamıyorum. birkaç yıl önce diyelim. daze var. ben varım. diskman var. şarap, sigara. birde tavuk. loş ortam. aldanış. bu kelimeyi son zamanlarda çok sık kullanmaya başladım, ama o dönemlerde de üzerime yapışmıştı. daze ile nasıl tanıştığımdan söz edeyim size, üniversitedeki ilk yılımın ikinci dönemiydi, takıldığım birkaç içici ülke dışına süzülmüştü, biri de ankara’ya. hiç arkadaşım yoktu, ve okula gidip gelmekten bunalmıştım, okulda bir kulüp kurmayı düşündüm, bir dergi çıkartabilirdim, birkaç konserde düzenlenebilirdi, iyi olabilirdi, ama o kulüp asla kurulamadı, wu tang grubuna ait bir sweet giyiyordu daze sürekli, onu görüyordum, en sonunda yanına gittim ve “merhaba, sanırım rap dinliyorsun” diye söze girdim, böylece tanışmış olduk, baştan sona komik ve saçma bir tanışma faslıydı, o an hiç gülmemiş olsak da daha sonra çok güldük, ve çok fazla tüttürdük okulun futbol sahasının bulunduğu alanda, biraz ücra bir tarafta, ağaçlar içinde, her neyse o geceye dönelim, ev oldukça soğuk, ufak bir elektrik sobası ile ısınmaya çalışıyoruz ve şarap içiyoruz, ev daze’in, akineton kullanıyor herif, ben hiç kullanmadım o ana kadar, siz de kullanmayın bence, tavsiye etmem, tuhaf bir ruh haline sokuyor adamı, sonrasında da kalıcı bir takım korkular yaratabiliyor bünyede, bende yaratmadı, ama daze köpekten ve böceklerden fena halde korkuyor ve nedenini buna bağlıyor, nedenini buna bağlıyor olması da biraz paranoyaklık göstergesi olabilir, olmayadabilir, ben ne bileyim. her neyse, bunu size neden anlatıyorum? az önce bir şarkı dinledim ve sonrasında biraz duygusallaştım sanırım, bir takım kareler canlandı gözümde, bazı şarkılar bazı anıları hatırlatır insana, o şarkı çalarken yaşadığımız bir zaman dilimini her o şarkıyı dinlediğinizde anımsarsınız, ki aslında bir çok şarkı bana bir çok şey hatırlatır, müzik benim hafızamdır, müzik sayesinde hatırlarım geçmiş hayatımı, funda kafe adında bir mekan, önünde oturuyoruz, hasan hüseyin var, hasan hüseyin’in elinde de diskman, “bu şarkıyı mersindeyken internet kafeden indirdim” diyor, dinliyorum, o ara yan taraftan hızlı adımlarla daze geçiyor, ben de peşinden koşuyorum, sonra okula dönüyoruz onla, daze ile yani, internet kafeye giriyor ve birkaç albüm indiriyoruz, tamamen bağımlıyız bu konuda, onbine yakın albümümüz var ve doymuyoruz, sürekli yeni rap grupları arıyoruz, hastayız, arada sırada alsancağa bir korsan cd’ciye gidiyor ve elimizdeki albümleri birebir takas yapıyoruz, hiçbir korsan cd’ci bunu yapmaz, ama elimizdeki ürünler türkiye sınırları içerisinde sadece bizde bulunan çok nadide albümler, biz piyasaya sürüyoruz, ona veriyoruz, o da satıyor, sonra birde antiem var, şehirler arası yolculuk esnasında midemiz bulanmasın diye kullanılan bir ilaç bu, ufak beyaz tablet, çok ucuz, 20 tanesi yediyüzbinlira, ve sedatifler kategorisine bile


giremez, çünkü değil, içerisinde dimenhidrinat adında ksantin türevi sentetik etken bir madde var, ve biz maddi anlamda o kadar tükenmişizki, bu haptan günde 12-15 adet içebiliyoruz, normalde bir tane içiliyor uzun yolculuk öncesi, mide bulantısını engelliyor. okulun karşısındaki eczaneye her gün gidip bu haptan alıyoruz, en sonunda herif, “bu hap artık reçeteyle satılıyor” diyor bana, ama alışığız buna, başka bir eczaneden almaya başlıyoruz. bunu siz de deneyebilirsiniz, bir eczaneden bir hafta boyunca her gün, herhangi reçetesiz satılan bir ilacı alın, en sonunda herifin size söyleyeceği şey, “bu hap artık reçete ile satılıyor” gibi bir bahane olucaktır, ki yoktur öyle bişi, onlarda bilirler öksürük şurubu ile sarhoş olunabileceğini, size bir liste vermeyi çok isterim, ama aynı zamanda size zarar da vermek istemiyorum, alkol alın, ot için, her ne bok yerseniz yiyin, ama sentetik olan her şeyden uzak durun, sentetik olan insanlardan bile, şaka etmiyorum, çünkü bir süre sonra şöyle bir hayata başlıyorsunuz: sabah, akşamdan kalmalık dönemlerinizin on katı kadar yoğun bir baş ağrısı ve mide bulantısı ile uyandınız, aileniz size günde bir milyon lira verebiliyor, işiniz yok, öğrencisiniz, yaz tatili, ve acilen sarhoş olmanız şart. en ucuz yolla! gider evin 10 dakika uzağındaki birkaç eczaneden birine girer ve ”antiem” var mı dersiniz, , sonra eve gelir ve 6 tablet içersiniz, tadı ekşidir, yoo ekşi değil, acı da değil, kendine has ve kötü bir tat, sonra çay, yaklaşık 15 dakika sonra parmaklarınız kasılır, sonra donar, evet donar, sonra bilek, omuzlar, çene, diz ve dirsekler, tüm eklem yerleriniz kasılır ve sonrasında uyuşur. tükürük bezleriniz çalışmayı keser, boğazınız kurur ve aynı zamanda nefes alıp verişleriniz yavaşlar, akciğerimin sakat olmasının bir nedeni de bu olabilir belki, her neyse, sonra beyniniz karıncalanır, kullandığınız şey normalde tek tablet içilen ve yan etkileri içerisinde uyku ve uyuşukluk olan bir şeydir, ama kabul ediyorum o prospektüste günde 20 tane içen birine ne olur yazılmamıştır, ben yazıyorum işte, bunu da eklerseniz sevinirim… göz kapaklarınız ağırlaşır ve sonrasında yatarsınız, dünya etrafınızda döner, nerede ve hangi zamanda bulunduğunuzu karıştırabilirsiniz, işin aslı şu ki; düşünemezsiniz, ve uyku yok. uyku ile uyanıklık arası o sihirli evredesinizdir, her şeyi rüyadaymışçasına algılarsınız, ve gerçek hayatta kendinizi rüyada sanmak çok tehlikeli bir evredir, çünkü nasıl olsa rüya diyerek sonucunu umursamadığınız bir takım şeyler yapabilirsiniz, ama aynı zamanda da yapamazsınız çünkü hareket edemeyecek kadar donuksunuzdur, ruhen ve bedenen. evet ruhen de donuk. yatarsınız, bir takım sesler duyarsınız, konuşmalar, ve gözleriniz kapalı olduğu için bir takım görüntüler akar, ama sesler odadaki konuşan insanlara aittir, oldukça karışık bir durum, uyuduğunuzu sanırsınız ama aslında uykuda değilsinizdir, çünkü sürekli, her dakika sağa ve sola dönersiniz ağır ağır, dışardan sesleri de duyarsınız aynı zamanda. ama rüya görüyor-


muşçasına bir takım görüntüler akar gözleriniz kapalı olduğu için, bu görüntüleri hayal ederken yaptığınız gibi bilinçli bir şekilde oluşturmasınız, her şey kendiliğinden akar, trainspotting’i hatırlayın, renton’un odada kapalı kaldığı dönem girdiği tripleri, o kadar çok insan aynı şeyleri yaşıyor ki bu dünyada, sadece görünmezler ve bunlardan pek bahsedilmez, hepsi bu, her neyse bahsettiğim hap’ın sedasyon etkisi 3 ila 7 saat gibi bir zaman zarfı sonucunda sona erer, ve siz de tuvalete gider bir kiloya yakın işersiniz, sonra yine bir 6 tablet alınır… aynı şeyler tekrar eder, 3 ay boyunca! o lanet psikoza kadar. sürekli uyur uyanır hap alırsınız, her gün başka bir eczane. ailenize hasta olduğunuzu söylersiniz, bazen de onların durumu çakmaması için odada dik durmaya çabalarsınız, ama o zamanda bir kulaklık takar ve müzik dinlersiniz ki size soru sorulmasın, sorulsa da duymayın, çünkü konuşamazsınız, çeneniz uyuşmuştur… bu durum o yaz tatilimin içine etmişti, midemin de içine etti, hâlâ sabahları uyandığımda bir şey yer veya içersem kusuyorum. evet, o yaz tatili, tüm bu hap alımları sonucu ki, bu dönem aslında amfetamin ile başlayan ve en paspal sedatife kadar düştüğüm 9-10 aylık bir dönemi kapsar, ve o yaz tatili bir psikoz ve bu psikozu sona erdirmek için içilen antipsikoz türevi bir başka hapa teslim olmamla sona ermişti, ne garip bir durum, bir takım haplar sonucu ortaya çıkan bir hastalığı başka bir takım haplar alarak geçirmeye çalışıyoruz… her şeyin havada asılı kaldığı bir dönem. bu tip bir dönem, sürekli aynı şarkıyı dinlemek ve bunu yaparken hiç ama hiç hareket etmeden duvarları izlemek gibi, adına katatonik denilen başka bir psikolojik duruma yol açabiliyor. ayrıca ailenizden kullandığınız ilaçları saklamak için elinizde iğne iplikle ortalıkta dolaşabilirsiniz, yastığınızın içi iyi bir saklama kabıdır. dost tavsiyesi. ve tüm bunlardan sonra, öykülerimdeki tutarsız gidişatın ve aniden konudan konuya sapmalarımın daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum, en başa dönelim o halde: 2. sert rap ritimleri dönüyor odada. zamanı hatırlamıyorum. birkaç yıl önce diyelim. daze var. ben varım. diskman var. şarap. sigara. birde tavuk. ama ikimizde yemiyoruz! öyle duruyor ortada. ve şarap. içiyoruz. sigara. loş ortam. bir elektrik sobası. ama titriyorum. tv yok. halı yok. ol dirty çalıyor, kulaklık, oldukça sert beat’ler, ve dönüp dolaşıp aynı noktaya takılıyor kafam, biri tarafından aynı gün akşamüstü durduk yerde terkedildim ve nedenini çözmeye çalışıyorum,


“bence” diyor, “gidip birini düzmelisin, yapman gereken en iyi şey budur böyle durumlarda” sonra bana bir hatundan bahsetmeye başlıyor, gangbang yaptıklarını, dörde tek, duygu yok, sadece et, “kötü geliyor bana, diğer erkeklerle birlikte bir hatuna girme fikri” “4 hatunla birlikte yaptığını düşünsene” diyor, “kimi isterdin” “sanırım yapamazdım” diyorum, “bence o herifi pataklamayı tercih ederdin” diyor “herifin suçu yok” diyorum, “hatunun da, bu benim şansızlığım, sürekli giderler ve daima gidicekler” “geri dönüyorlar ama” diyor, “görükceksin”, ve haklı çıkıyor, ama bu da umrumda değil, “beklenen ve olan çoğu zaman farklıdır” diyor, “ve bu adam gerçekten çok iyi rap yapıyor”. yaptığımız başka hiçbir şey yok, soğuk bir evde, geceleri içip müzik dinleyerek, kaçak elektrikle yaktığımız sobaya ellerimizi uzatıp sigaramızı yakarken hissettiğimiz sıcaklıkla yetinerek, ve gündüzleri de üniversitenin kampüsünde kulüp kurmaya çalışıp birkaç hap atarak geçiriyoruz, ben bazen kendi evime gidiyorum, ve sonunda 7 kişi buluyoruz, kulüp kurmak için gerekiyor bu, en az 7 kişi! okula bir dilekçe yazıyoruz, ben yazıyorum, bu tip şeylerde doğru cümleleri bulma konusunda iyi sayılırım, ve daha sonra bir masa açıyoruz okulun ortasında, kulüp kurmak için, masada benim yazdığım epey uzun olan birkaç metin var, fotokopi çektirdik, insanlara dağıtıyoruz. herkes derste, yani diğer altı üye de derste. ben oturuyorum masada, biri geliyor, kafam epey iyi, çünkü çantamda bir şarap şişesi var, ve arada bir, kimse yokken dikliyorum şişeyi, birkaç kişi gördü gerçi ama hiç bi önemi yok, yeterince sarhoşsan her yerde içebilirsin, önemli olan kimseyi umursamadan içmeye devam edebilecek kadar sarhoş olmak, sonrası kendiliğinden geliyor, derste hoca yüzünü tahtaya döndüğünde en arka sırada içtiğim zamanlar, ve işin aslı epey de heyecan verici bir duygu bu, başkasının yerine sınava girmekte epey heyecan verici, üstelik bir hatunun yerine, ve birkaç gün sonra hatunun size gelip, “sana hoca anlıcak dedim değil mi, hoca beni tanımıyor ama bir kız ismim var benim, anlıcak demiştim sana” diye bağırabiliyor, “dert etme” diyorum, “bir bira içelim” “alkolün her şeyi çözebileceğini sanıyorsun öyle değil mi” diyor, “bunu kanıtlayabilirim” diyorum, “birkaç yudum al, farkı hissedeceksin”. sonra sarhoş oluyoruz, orada, kampüste, ve bana dönüp “haklıymışsın” diyor, her ne kadar ertesi gün o da gidecek olsa da, haber vermeden, ansızın, ve bakın yine karıştırdım işte, şunu anlatıyordum, baştan alayım; sonra bir masa açıyoruz okulun ortasında, kulüp kurmak için, masada benim yazdığım epey uzun olan birkaç metin var, fotokopi çektirdik, insanlara dağıtıyoruz. herkes derste, yani diğer altı üye de derste. ben oturuyorum masada, biri geliyor, kafam epey iyi, çünkü çantamda bir şarap şişesi var, herif,


“meraba” diyor, “ben üyelik için ne gerektiğini sorucaktım” konuşamıyorum, kağıtları gösteriyorum sadece, alıyor ve “peki yarında burada olur musunuz” diyor, kafamı sallıyorum, çenem uyuşmuş, ayaklarım, boynum, ve kulaklığı takıyorum yeniden, bu kez killarmy çalıyor, gerçekten ama gerçekten çok iyiler, ve çanta şarap şişesi dışında cd dolu, birde diskman için birkaç yedek pil, okula bununla geliyoruz, daze ve ben, graffitici, ve okulda tag atmadığımız tuvalet kalmamış durumda, bir öğleden sonra, başka bir hatunu keşfediyorum okulda, kısa boylu ve epey de çirkin diğerlerine göre, yani öyle söylüyorlar, “napıcaksın o hatunu” tavrı, yanına gidiyor ve bir kulüp kurmak istediğimizi, bize katılıp katılamayacağını soruyorum, sarhoşum, “ne kulübü” diyor, rap müzikle ilgili diyorum, ve birkaç şey daha, etkileyici gözlere sahip, ama bunu ona asla söyleyemedim, -eğer bunu okursan beni en kısa zamanda ara güzelim, evet okuldan atıldım senin 2 sene öncesinden tahmin ettiğin şekilde, ve sen galiba tezi verememiştin, sen naptın? bir kasetim sende kalmıştı, hatırlıyor olmalısın, aradan 3 sene geçti ama, hâlâ onu istiyorum senden, ilk aldığım kasetti o benim. ve evet, o gözlere sahip olmasaydın, kasetimi ne zaman geri vereceğini sana sorabilirdim, üstüne yatmak zorunda değildin öyle değil mi güzelim? her neyse, kişisel münasebetleri bir kenara bırakıp okuyuculara dönelim. üye başına beş yüz bin lira alıyoruz, 50 üye, 25 milyon, iyi para, ve kulüp vaat ettiği etkinlikleri gerçekleştiremeyeceğini fark ediyor, herkese parasını geri vermeli ve kulübü dağıtmalıyız bana kalırsa, konser, dergi, graffiti kursu, hiç biri gerçekleşmeyecek, 3 toplantı yapıyoruz, 2’sinde biraz sarhoşum, birinde de sedasyondayım, konuşamıyorum, daze konuşuyor, bir de serkan, son toplantıda onlara gerçeği anlatıyor ve kulübün kapanacağını, aslına bakarsanız resmi olarak hiç kurulmadığını, çünkü dilekçemizin en başta reddedildiğini ama bunu geç öğrendiğimizi anlatıyorum, galiba size yalan söyledim, dilekçe türü şeylerde doğru cümleleri bulma konusunda iyi sayılırım derken, ve mavi ojeler geliyor aklıma, o hatun, mavi ojeli, ve mavi göz kalemi, bir masada oturuyoruz, bir kez gördüm, o okulda dört senedir varım, o da benle aynı zamanda girmiş, büyük kayıp, dört senedir birbirimizi görmemiş olmamız, yani bence, ama ona göre ilk ve son görüşümmüş onu, çünkü mezun oluyormuş, “ojelerin çok güzel” demiştim ona, o da bana “sen de tırnaklarını kesmelisin” demişti, “yiyorum” demiştim, “kesmiyorum,”, “derse girmeliyim, geç kaldım” akşamın beşi, ben son dersten yeni çıkmıştım, “2. öğretim misin?” diye soruyorum


“evet, bu yüzden hiç karşılaşmadık” “büyük kayıp, 4 senem heba oldu desene” ve sonra bir gün, daze ile çulsuz kalıyoruz, ve ben “toplanan kulüp parası” diyorum, “o noldu” “25 milyon” diyor bana, “ben o parayı yedim, itiraf etmek gerekirse” ve bu da kulübün sonu oluyor, herkese parasını geri vereceğimizi söylüyor ama yapmıyoruz, kimse de 500 bin lira katkı parasının peşinden koşmuyor, ve ben de dersleri iyice asmaya ve gidip alsancak’ta sarhoş olmaya devam ediyorum. böyle işte. ve bir gün, dört senelik zaman zarfı sonucunda, okula kayıt olmak için gittiğimde, kaydımı silmem gerektiğini ama alınan duyumlara göre yakında af çıkacağını, tekrar kayıt olabileceğimi, o güne kadar beklememi söylüyorlar, elbette diyorum, tabii, nereyi imzalamalıyım. lise diplomam. geri iade. çıkan af. hayır. buradayım. aftan yararlanmayacağım ve dört sene boyunca yanımdan geçip giden tipleri düşünüyorum şu an. her sene değişiyorlardı sınıf konu yatırılan harca binen ceza notlarım alkol oranı mavi ojeler ve bir türlü gelmeyen sene sonu ve yanımdan geçip giden tipler 2 sene içinde mezun olup tuhaf bakışlar aptalca ve çocuksu en arkada tek yaptığım okulu ekmediğim yani zamanı geçirebileceğim başka bir mekan bulamadığımda sınıfa girip en arkaya oturmaktı ve itiraf ediyorum son senemde gelen ingilizceciye aşıktım kadın 40 yaşında olsa da ama bu yetmedi ingilizce öğrenmeme ya da orada kaldığım süre boyunca hiç birine anlatamadım bunun tamamen saçma ve sikik bir mesele olduğunu


gitmemiz gerekmediğini okula ya da işe ya da askerlik evlilik ve çocuk hayır buradayım işte hâlâ ve düşünüyorum 4 sene boyunca yanımdan geçip giden tipleri napıyorlar acaba ben sürekli sınıfta kalan tip devamsızlık ya da haksızlıkta diyebiliriz buna bir şekilde gerçekten meraktayım napıyorlar işleri var mı ya eşleri ev çocuk ya da o mavi ojeli olanı ya da şu gözleri nedeni ile kasetimi hacılamasına izin verdiğim ikimiz de biliyorduk gerçeği tatlım sen farkındaydın farkında olduğumun ve söylemiyordun ki gereği de yoktu anladığımı biliyordun ben de senin beni anladığını o gün elimdeki şarap şişesini dikerken ben yanıma gelip “bunu kendine neden yapıyorsun” dediğinde verdiğim cevap her ne kadar saçma gelse de kulağına gerçek olan bu hâlâ ve daima yapmak istediğim hiç bir şey yok aslında sadece oyalanıyorum alkol oranı çok yüksek birkaç gece sonra sabah kusmuğumla kaplı halının üzerinde yatan ben beth roads


ve asla sona ermeyecek olan ki yine de kimseye çaktırılmayan hüznümle baş başa orada arkada sizi izlerken hepinizi aslında farkında olmanızı istiyordum gücünüzün ve bu sikik eğitim sistemine itaat etmek zorunda olmadığınızı orada arkada sürekli gülünen ve alay edilen biri vardır mutlaka şu an bile yarın okulunuza gittiğinizde orada olucak sarhoş döküntü giysiler içi hiç bi getirisi olmayan öykülerle dolu bir defter ders notları yok kitabı yok vizeleri tarihlerini bilmediği için kaçırabilir ya da ansızın kapıyı çarpıp çıkabilir sınıftan ama yine de orada ve gerçek anlıyorsunuz ya sınıfı geçebilmek için rol kesmek yerine kalmayı ve atılmayı tercih ediyor yarın gidince görüceksiniz mutlaka sizin sınıfta da bir tane olmalı daze ben ya da her neyse. asla anlayamayacağımız bir mesele bu sihir (ki buna bazıları ilham der) kesilmediği sürece devam ederiz şiire ama bir noktada kesmek ve terk etmek gerekir çünkü paul valery’in de dediği gibi


bir şiir asla bitmez terkedilir. * başlık, benim dört sene üst üstte sınıfta kalmam yada diğerlerinin iki sene içerisinde bitirmesini ifade etmektedir. [ 10.10.2005 – 07:02 ]


isimsiz – 4 okul da ki son senemdi, ve hâlâ 1. sınıftaydım.. yani atılmak üzereydim, salı günkü menü şöyleydi; sabahtan ilk iki ders tarih ve sonraki iki ders boş ve ondan sonra öğle tatili, ve bir ders daha boş, ardından 3 ders statik.. 10:20’de bitiyordu ilk 2 ders, yani ilk iki dersi atlattıktan sonrasında, saat 14:40’a kadar beklemem gerekiyordu.. lanet olası salı günlerimin lanet olası 5 saat yirmi dakikasını nasıl geçirebileceğimi hala çözebilmiş değildim ve okulun açıldığı 5 hafta olmasına rağmen hâlâ statik dersine girmeyi başaramamıştım.. bu dersten 4 hafta devamsızlık hakkım vardı, ilk haftayı saymazsak, bu son şansım demekti ve bundan sonra da o dersi aksatmamalıydım.. o gün sekiz buçukta uyandım, erken uyanıp kahvaltı etmeyi bünyem kaldırmıyor, kusabiliyorum, bu nedenle bir bardak çay faslı sonrasında yola çıktım.. otobüs beklemek, binmek, inmek, biraz yürümek, kapıdaki görevliye öğrenci kartını kaybettiğini tekrar tekrar anlatabilme faslı ve blok yapılan ilk iki derse giriş.. buraya kadar sorun yok.. ama dersin blok yapılması nedeni ile katlanılması gereken fazladan bir 10 dakikam daha var.. hoca çıkabilirsiniz dedi ve defterimi katlayıp, kalemi de cebime atıp tuvalete gittim.. okulda kıdemliydim ve benim dönemimden herkes ya okulu bırakmış ya da mezun olmuştu, sanırım 6 kişi kalmıştık 2000 yılında giriş yapanlar olarak.. benim 2 devrem sonrası olan bi tip arkamdan geldi ve, "statiğe giricek misin" dedi, onunla takılıyordum bazı zamanlar.. "bilmiyorum" dedim, "deneyeceğim". dışarı çıkıp, okulun içindeki bir kafeye gittik.. oturduk.. bu okul derste olmadığım zamanlar, derste olduğum zamanlara göre ruhumu daha çok sikiyordu, en azından hocaların yanında bu tipler ses çıkarmıyordu, ve ses çıkarmadıkları zaman onlara katlanması daha kolaydı.. 4 senedir geçip giden tiplere bakıyor ve yerimde sayıyordum, “istikrar” demişti geçen sene bana bir hatun, “hâlâ 1. sınıfta mısın sen?” dedi, “evet”, dedim, “istikrarlısın” dedi gülerek.. ben gülmemiştim ve bu nedenle yüzü asılmıştı, insanları gerçekten anlayamıyordum, karşılarındaki insan beklediğin tepkiyi vermediklerinde bozuluyorlardı bu duruma.. her şey karşılıklıydı.. ve sanırım 4500 kişi içinde, en çok dikkat çeken 2 kişi, ben ve oğuzdu. çünkü koskoca kampüste, hiç kimsenin hiçbir zaman oturmadığı bir yere oturuyorduk, merkez kafenin merdivenlerine.. ve beni istikrarlı bulan hatun bir keresinde 5 basamaklı o merdivenlerden geçip kafeye girerken bize 100binlira attı, dilenci gibi görünüyorsunuz dedi, ne bu haliniz, “zamanın geçmesini bekliyoruz” dedim.. ama o gün dersten çıktıktan sonra merdivene değil, bir masaya geçtik.. biz otururken oğuzun bir arkadaşı geldi, daha sonra başka bir arkadaşı, ve bir tane daha.. susup onların muhabbetini dinlemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.. konuştular, konuştular, konuştular ve ardından idil bana dönüp, "neden konuşmuyorsun" dedi, "üzerine söz söyleyebileceğim bir şey yok ortada" dedim, "ooo" dedi,


hepsi de buydu.. ardından bu 4 sınıf arkadaşı sınıflarına gitti ve oğuz ile tekrar gelip geçen tiplere bakmaya başladık.. "ne düşünüyorsun" dedi, "gözleri güzel" dedim, "2 gündür öğlen tatillerinde karşılaşıyorum onunla ve beni kesiyor" dedi, zaten ona göre herkes onu kesiyordu.. deniz adında bir hatun okuyordu müzik bölümünde, saçları kızıldı, "sürekli bana bakıyor" demişti oğuz, "e bana da bakıyor" demiştim ve o gün yanımızda olan oktay, "herkese bakıyor o" dedi, "ama sevgilisi var, bizim ordan otobüse biniyor sabahları". benim umrumda bile değildi ancak oğuz üzüldü, bir sevgili istiyordu o, ve bir de müzik grubunun bir üyesi olmak, ve birde tyler durden olmak, ve birde, ımm - her şey olmak istiyordu aslında ve ona kimsenin "hiçbir şey değilsin" diyerek bir iyilik yaptığı yoktu.. "baterist arıyorum" dedi bana, "sen ne çalıyorsun ki?" dedim "gitar", dedi "hmm, bundan haberim yoktu", "lise 3’ten beri bir grubum vardı, 2 ay önce dağıldı, şimdi tekrardan toparlamak istiyorum yeni bir grup", "adı neydi grubunuzun, belki duymuşumdur", "yok biz bir yerde çalmıyorduk, sen duymamışındır". elbette duymadım göt, 2 senedir tanıyorum seni ve hiç bahsi geçmedi bunun! her gün yeni bir fikir ile çıkıyordu karşıma ve eğer yalanını açığa vurursanız, o halde beyniniz yarım saatlik bir ispat seremonisini dinlemek ile geçerdi, kurtuluş yoktu, inanmış gibi görünmek dışında, ben inanmış gibi görünmüyordum ama ses de çıkarmıyordum.. hayatım boyunca çekmişimdir bu tip insanları üzerime; sinek ve bok? bu çocuk yalan söylediği zamanlar canım sıkılıyordu, ve iki yüzlünün biriydi, tamam, pekala, ama en azından fikirleri vardı onun, diğerleri gibi bu kafese sıkışıp kalmamıştı.. sabah siz gözlerinizi açık tutmaya çalışırken o gayet uyanık bir şekilde okula gelir ve “hey hey otobüste aklıma bir şey geldi” diye başlardı yeni ve saçma projesini anlatmaya, kaçıp kurtulmak istiyordu ama sadece bunu istemekle yetiniyordu, gücü yoktu çok uzağa adım atabilmeye.. ölmek istiyordu, hatta denemişti de bunu, hem de 2 kez, öyle diyordu. “gene intihar edicem, sadece uygun zamanı kolluyorum” demişti bana, ama söylediği her şeyi lafta kalıyordu.. ve lanet olası kafettonun lanet olası kapısının lanet olası merdivenlerine oturmuş, gelip geçeni kesiyorduk, geçen seneden beri hoşuma giden ancak bir sevgilisi olan hatunu gördüm tekrar, önümden geçip gitti.. doğru insan ile birlikte doğru zamanı da yakalamak gerekir dedim.. "ben masa altı yapçam" dedi oğuz, kalkıp içeri girdik ve bir şeyler satın alınan o büfenin altını derinlemesine görebilicek kadar uzaklıktaki bir masaya oturduk.. büfenin altına bakıyorduk, 3 adet bozukluk parlıyordu.. kaç


para olduğunu bilmiyorduk, ama bir gevrek, belki de yanında bir çay, bir tanıdık da bulursak, iki adet sigara edinmiş olucaktık.. kafeden bir şeyler satın alan öğrenciler, ceplerinden ya da cüzdanlarından para çıkartırken buraya düşürürler ve eğer düşen para yüzbinlira kadar yere eğilip almaya onlar için değmeyecek bir meblağ ise orada bırakırlardı.. her gün bi kaç adet bozukluk buluyorduk.. ve hemen harcıyorduk.. bu kez iki adet yüzlük ve bir adette ikiyüzellilik vardı.. oğuz yanıma geldi ve, "450 bin” dedi “bir çay ve gevreğe ne dersin?", "bir şarkı ve bir çay" dedim, "ne dinleyelim?", "ol dirty bastard - fantasy", lanet olası müzik kutusundaki 500 şarkının arasındaki tek rap şarkısı buydu, 500de bir! iki yüzlüğü alete atıp şarkıyı seçti ve çay alıp yanıma geldi.. bir çay, ve müzik, hepsi bu.. oğuz çayı şekersiz içiyordu, ben ise iki adet küp şeker koyuyordum, ve tanıdık yoktu hiç, ve sigara da.. ve bardağın yarısına inince o, geri kalanına bir kaşık şeker atıp karıştırmak kaldı bana.. idil geldi, hani şu istikrar hatunu, ya da bize dilenci muamelesi yapan, ya da, “ooo” diyen, ya da benimle sevgili olmak isteyen, henüz bunu itiraf etmedi ve itiraf etmemesi daha iyi olur ikimiz için de.. neyse neyse, yanımıza oturdu.. "sigara?" dedi, "elbette". çıkarıp uzattı.. “bu kez ortaya üzerine söz söyleyebileceğim bir konu at” dedim, “nelerle ilgilenirsin” dedi, “müzik”, “ne dinlersin”, “bi çok şey, mesela şu an çalan şeyi”, “neee?”, “şu an çalan şeyi biz attık”, “ama bu rap” dedi yüzünü ekşiterek “evet”. ve birkaç cümle sonra vakit doldu, derse gitmesi gerekiyordu.. “burda takılıyosanız öbür ders uğrarım” dedi ve gitti.. ardından oğuzun başka arkadaşları geldi, okulda popülaritesi olan bir kaç kişi, ve onunda popülaritesi olması gerekiyordu, en azından bunu olabilirdi o, popüler.. ve bekliyorduk, bir süre sonra canım sıkıldı ve “ben gidiyorum ya” dedim oğuza, “nereye” dedi, “eve”, “ee devamsızlık? kalırsın oğlum sınıfta, otur işte”, “ne bileyim ya, 3 saat daha burada beklemek ve bunu dönem sonuna kadar sürdürmek, nası olsa en sonunda sikerim deyip ekicem, bare baştan hiç girmeyeyim..”,


bir diskman’im olsaydı, -tabi o zaman pil sorununu çözebileceğimi sanmıyordum-, ya da bir sınıfa girip okuyabileceğim bir kitap, beni 4 saat 20 dakika oyalayabilicek herhangi bir şey işte.. masada ki muhabbet, bir bilgisayar oyunu hakkındaydı, ve iyice sıkıldığım bir sırada masadan kalktım, binadan çıkıyordum ki, -siz şimdi arkamdan idil seslendi diyeceğimi düşünüyorsunuz, ama hayır, öyle bir şey olmadı- kapıdaki güvenlik görevlisi seslendi bana, “meraba” dedim, elindeki öğrenci kartını bana doğru uzatarak, “bu senin, öyle değil mi” dedi, “aa, nerden buldunuz” dedim, “bir öğrenci getirdi” dedi, “artık her sabah gösterebileceğin bir kartın var”. onunla daha önce tartışmıştım, kartımı kaybettim ve yenisini çıkarmak için uğraşmak zor geldi, otobüs şoförleri sormuyordu zaten, ve vapurda da sorun yoktu.. lanet olası metrodaki güvenlik görevlileri dışında hiç kimse, benim öğrenci olup olmadığımı merak etmiyordu, birde okulun girişindeki güvenlik görevlileri.. bilemiyorum, belki bir bankaya girersem, kapıdaki güvenlik görevlisi bana öğrenci kartı sorabilir.. üniforma giyen herkesin, ama herkesin, mevkiine göre bir takıntısı oluyor ne de olsa… ve her salı saatlerce beklemek dışında yapabileceğim başka bir şey de eve gidip öykü yazmaktı.. sonuç olarak ikisi de işime yaramıyordu.. ama en azından öykü yazarken eğleniyordum.. ve sanırım şu an derse girmek üzereler.. tekrar otobüse binip derse yetişebilirim, ama sorun bu değil sanırım, ve ne olduğunu asla anlayamazsınız.. ama bir insanın, t cetvelini görünce tüm bünyesi alt üst oluyorsa, ve yıllar sonra bile bu his geçmiyorsa, o halde beklemek ya da beklememek değildir problem, ki problem de yoktur aslında, öykü yazar ve gene de aç kalırsın.. sonuç olarak zaman geçmiştir.. öyle ya da böyle.. değişen bir şey olmaz… zaman daha hızlı veya daha yavaş geçecektir.. işte okulda ya da evde olmam arasında ki tek fark.. ve bir de, müzik dinleyebilmek için kutuya para atmam gerekmiyor - en önemlisi de bu! [ 14.10.2004 – 22:45 ]


havalandırma deliği dönemin son sınavıydı.. ve belki de hayatımın son sınavı.. okuldan atılmak üzereydim.. atılmamam için hem bu yıl ortalamayı tutturmam, ve eğer bunu başarabilirsem, ardındanda af çıkmasını beklemem gerekiyordu.. yapabileceğim bir şey yoktu, matematiğe gene çalışmak istememişti canım ve aklımda kalanlar ile 10 sorudan ikisini yanıtlayıp sınıftan çıktım.. sınavdaki iki gözcüden biri, benimle yakından ilgilenen bir öğretim görevlisiydi ve benim kağıdımı boş görünce, daha önce yaptığı hatayı ('çıkışta beni bir gör' deme hatası, çünkü onu beklemeyip gideceğimi biliyordu) tekrarlamayıp, hemen peşimden gelerek, sınıftan çıktıktan sonra arkamdan seslendi.. arkamı döndüm, ne var dedim ve bana, konuşabilir miyiz dedi gayet kibar bir tavırla.. kendi açısından, bana yardımcı olmaya çalışıyordu ve bu açıdan onu anlayabiliyordum, ama o benim açımdan bakmıyordu asla.. "benim yapabileceğim bir şey yok biliyorsun" dedi.. "önemli değil" dedim "neden" dedi.. "atılıcağının farkındasın değil mi?" "saçma" dedim.. "ney" dedi, "bunca çaba" dedim, "şu an ki yaşama savaşı" "sen dünyayı değiştiremezsin ki" "değiştirmek istiyor muyum ki?" "ya ne istiyorsun?" "susmanı" şevkat dolu bir gülüş vardı yüzünde, aynı zaman beni aptal ve çocuksu buluyordu.. "odama gidelim" dedi, "vaktin varsa yani" "ah evet, tabi neden olmasın".. gittik.. "otur".. oturdum.. "bir şey içer misin" dedi, "söyleyeyim" "gerek yok" dedim, "şimdi de ben sorayım, neden?" "tek şansın bu" dedi, "anlamıyor musun? başka şansın yok". tekrar, tüm olan biteni saçma bulduğumu söyledim.. "napmak istiyorsun" dedi, "sen belki matematiği, fiziği ve daha bir yığın şeyi yararsız buluyor olabilirsin ama bak, fotokopi çektiriyorsun dergin için, otobüse biniyorsun, film izliyorsun.. yani tüm bu şeyler, bu bilimin sayesinde oluyor, bilim ilerledikçe daha yeni şeyler çıkıyor ve hayatımız kolaylaşıyor, uçaklar, internet, cep telefonları.. anlıyorsun ya.. senin için de yararlı şeyler vardır mutlaka, en azından müziğin senin için önemli bir şey olduğunu biliyorum". beni iyi tanıyordu, oldukça iyi.. "tüm bunlar için, 10 saat çalışıp 10 saat de uyuduğumu düşünürsek, 1 saatta yol, geriye kalan 3 saat için mi hepsi? yorgun düşülmüş 3 saat? bunların hepsi de birbirine bağlı, yetişmiş insan gücü, bir hikaye! ben bir şey üreticem, sende bir şey üreticen, sonuçta ikimizin emeğinin


yüzde ellisi ile birileri keyif çatıcak, yüzde ellisi ile biz birbirimizin ürettiği şeylerin yüzde onuna sahip olabileceğiz, yüzde doksanı ise gene üst kademe beylerinin olucak.. ah evet, ben de yükselip, süper bir hayata kavuşabilirim, haklısın, ama saçma işte, gereksiz hepsi.. sadece yiyecek ve giyecek yeter.. elektronik olan/lüks olan ve üretimi için belli bir profesyonel bilgi gerektiren şeyleri kullanmak için hayatımızı tüketiyoruz.. ve sen bana ölümünde zayıf işi olduğunu söyleyebilirsin, ama ölüm bazen de isyandır, bu hayata ayak uyduramayanların isyanı, reddedenlerin isyanı, balinalar sence zayıf oldukları için mi intihar ediyor, ne dersin? bence ret ettikleri için.. işe yaramadığını söyleyebilirsin ama zaten işe yarasın diye ölünmez, ritme ayak uyduramayan biri gibi algıla bunu, herkes horon tepiyor, oysa ben durup dinlenmek istiyorum, e tabi normal olarak düşüyorum durunca, ve eziyorsunuz beni, ve sizin gibiler yüzünden benim dışımda, orada, içerde, sınavda, hala sınavda, 79 kişi hıza ayak uydurmaya çalışıyor.. ama anlayamadıkları şey, o hızda manzaranın görünmeyeceği.. o hızda, dünya görünmez, yaşam görünmez.. ve aniden fren kopar.. daha sonra da bir tekrarın içinde sıkışıp kalırsın, çocuğunu da kendine benzesin diye, okula yollarsın, dersinki oku da baban gibi eşek olma, oysa fark yoktur, günümüzde okuyan da okumayan da eşektir, ceo’lar bile eşektir, nerdeyse 24 saat çalışıp milyarlarca maaş alırlar ama sadece tatillerde yaşarlar.. yüksek hız mide bulandırır, baş döndürür, zevk aldığını sanırsın başlarda ama bu sahte bir zevktir.. gittikçe manzara yok olur ve düz bir çizgiden ibaret olur gördüğün her şey, aynılaşır, aynalaşır.. ben durmayı ve böylece düşmeyi seçenlerdenim.. bir otobüs gibi algıla bunu. siz otobüste oturmuşsunuz ve otobüsün hızı aşırı yüksek, bu hızda siz sadece camdan bakıyorsunuz, ama hiç bir şey görmüyorsunuz, bazen hostesler [gezegensel iş makinası] sizlere yeni ikramlarda bulunuyor, ama bunlar sizi tatmin etmiyor, siz durup dinlenmek istiyorsunuz, oysa sadece, arada sırada mola verebiliyorsunuz, hepsi bu.. biz aynı otobüsün içinde, otobüsün hızına eşit bir hızda terse doğru koşanlarız, bu nedenle de bizim manzaramız hep aynı kalıyor, sizin yüzünüzden, sadece yanımızdan geçen koltuğa oturmuş insanlar değişiyor, anne baba, ilkokul öğretmeni, ortaokul lise, üniversite, çavuş, komutan, general, başbakan, imam, koca, bir sürü ıvır zıvır, sürekli aynı şeyi söyleyip duruyorsunuz bize; ‘otursana boş bir yere, bizimle gel, hıza ayak uydur..’. istesek yapamaz mıyız sanıyorsunuz? yapıyoruz zaten, aynı hızdayız sizinle, sadece yönümüz ters.. otobüsün kapısını bulabilsek inicez ama dayanamıyoruz sonuna kadar, ya siz bizi pencereden aşağı atıyorsunuz yada biz üstteki havalandırmayı bir kurtuluş olarak görüp ölüyoruz.. ama bu zayıflık değil.. reddediş.." sustum.. hiç bir şey söylemedi.. beni çocuksu bulduğundan eminim.. ayağa kalktı, elimi sıktı ve sen bilirsin genç dedi sırıtarak, dışarı çıktım.. merdivenlerden indim, kampüste kimseyle görüşmeden evin yolunu


tuttum.. milyarlarca insan, hıza ayak uydurmaya çalışıyordu.. manzara aynıydı ve sıkılmıştım artık.. tepedeki havalandırma deliğine takıldı gözüm.. henüz zamanı gelmemişti.. [ 18 haziran 2004 ]


hayalet baba yazdı.. okuldan yeni atılmıştım.. kaydımın tamamen silinmesini ve lise diplomamın bana geri iade edilmesini bekliyordum.. ölüm gibi geliyordu, bu iş için yürütülecek olan işlemler.. askerliği tecil ettirememek gibi bir risk vardı.. sıkıntıdan patlıyordum.. sakallarımı kesmiyordum uzun bir süredir.. tırnaklarımı da.. günde bir öğün ya yiyor ya yemiyordum.. annem, zayıfladın deyip duruyordu.. umursamıyordum.. hiçbir iş yaptığım yoktu, yapılacak hiç bir iş de yoktu.. boşalmıyordum bile.. aşık değildim kimseye.. aranıyordum.. rüya görmez olmuştum.. sakallarım tuhaf bir biçimde çıkıyordu, tarikatçı kaçıklara benziyordum sakallarım uzayınca.. babamla tartışırdım sürekli bu yüzden.. ben sakal sevmem, derdi.. o zaman sen de bırakma, derdim.. 2 günde bir tıraş olurdu o ve yaşı 66 olmuştu sanıyorum.. “sanıyorum”. ilgisizdim her şeye karşı.. ona kötü davranmıştım ve kötü davranmaya da devam ediyordum.. herkese kötü davranıyordum aslında.. sabit bir tavrım yoktu.. ama iki yüzlü değildim.. neysem oydum.. sadeydim.. ama sabit değildim.. bugün "olur" derdim, yarın "olmaz". gene halüsinasyonlar baş göstermişti.. oysa yoktular bir üç ay kadar.. basit görüntülerdi bunlar, ne ses ne hareket vardı, sadece gölge ve ışık.. görünüp kaybolan türlerinden.. ve de nefes alıp veren bir şeyler.. ne olduğunu bilmiyorum.. ama hissedebiliyordum.. ensemde.. ağzımı bantlayacaklarmış gibi.. günde 25 bardak çay içiyor ve 2 saat uyuyordum.. çok fazla boş zaman ama yapılacak hiç bir şey yok.. bekliyordum.. yazdı.. ve sıkıntıdan patlıyordum.. 2 aydır evden çıkmamıştım.. yo yo, arada sırada bakkala gidiyordum.. ve delirmek üzereydim artık.. yazmıyordum.. okuyabileceğim hiç bir şey yoktu.. film izlemekten sıkılmıştım.. mullholland en nihayetinde çözülmüştü - en azından bana göre.. müzik dinlemek istemiyordum.. ama fonda sürekli çalardı bişeyler, en çok da beth gibbons, cebrailim.. telefonun çalmasını bekliyordum sadece.. çalıcak ve gidicem.. çalmıyordu.. izmir çekilmezdi yazları, herkes gider ve geride bi tek sen kalırdın.. sıcaktır ve yapılabilicek hiçbir şey yoktur, eylüle kadar bekler ve bu arada delirirdin.. neyse, akşam 9 sıralarıydı.. annem ablam ve yeğenim dizi izliyor, babam diğer odada film izliyor ve abim ise evin karşısındaki kahvede maç izliyordu.. koltukta yatmış, hiçbir şey yapmıyordum.. düşünmüyordum bile.. bilgisayara geçince de hiçbir şey yapmıyordum.. bir dosya açıyor ve “bara girdim, güzel bir hatun vardı” diye yazıp sonra kaydediyordum dosyayı.. sonra da siliyordum.. sonra bir dosya daha açar ve bu kez de, “bara girip en dibe göçtüm.. bir içki istedim” diye yazardım.. kaydeder ve silerdim.. yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ama ne olduğunu çözemiyordum.. her zaman yolunda gitmeyen bir şeyler vardı zaten.. ama bu kez yolunda giden bir şey yoktu belki de.. annem mutfağa gitti ve 10


dakika sonra beni çağırdı, kavun kesmişti ve kabuklarını çöpe atmam gerekiyordu, evdeki ufak çöp kutusu dolmuştu, çöp evin biraz ilerisindeydi, çöp torbasını aldım ve dışarı çıktım.. alt kapının menteşesi bozuktu, çok zor açılıyordu kapı, tüm enerjimi kapıda kaybettim, nedeni buydu belki de, yoksa haklardım o pezevengi.. neyse, daha oraya gelmedik, çöpe gittim, kapağı kaldırdım ve torbayı attım, kahveden bir adam çağırdı yanına, bu daha önce de olmuştu, bu mahalleye 6 ay önce ilk taşındığımız zaman, çağırmış ve “neden çöpü oraya atıyorsun, nerde oturuyorsun sen” demişti. o zaman hıncımı alamamış ve o günden sonra da evdeki çöpleri atmak için can atar olmuştum.. adamın evi, çöp tenekesinin dibindeydi ve “sizin kokunuzu mu çekicez biz” diyordu, evimiz tenekeye biraz uzak diye.. ama yapılabilicek bir şey yoktu, büyük ihtimal işsizdi adam, ve canı sıkılıyordu kesinlikle, biriken enerjisi bir yere boşaltılmalıydı getirisi olmasa bile, belki bir yumruk belki bi kaç tekme.. mahallede olup bitenle pek ilgim olmamasına rağmen onu gece gündüz görürdüm.. 6 ay geçmişti ve hâlâ o anı bekliyordum, dayak yiyecektim belki de, ama bir yumruk inecekti ona.. 35 yaş civarındaydı adam.. kesinlikle çocuğu olan biriydi.. “ne var” dedim “çöpü neden oraya atıyorsun” dedi, “evinize yakın diye” dedim, “karnın acıkınca çok yol yürümezsin” “seni siktiğimin pezevengi” dedi.. ve olan oldu.. hâlâ hayattaydım.. iyi geçirmişti kafayı bana, ama sonrasında gözü morarmıştı.. ben vurmadım ama.. bilader kahvede maç izliyordu o an ve “siktiğimin pezevengi” sözünü duymuştu, aile bağlarına benden daha çok önem verirdi, koşarak geldi.. ve iyi geçirdi.. çok iyi.. sayı! hepsi buydu.. futbol maçı unutuldu ve boks maçını erteletmek için sahaya indi herkes.. eve girdim.. girdik.. aynı koltuğa yattım.. bilader tekrardan kahveye gitti.. aynı can sıkıntısı ile baş başa kaldım.. kafayı yemiş ama can sıkıntısını yenememiştim.. “internet cafeye gidicem” ben dedim valideye.. “hayır!” dedi, endişeliydi.. daha öncesinde, bir kavga sonrası, konsere diye gitmiş, kafam yarılmış şekilde hastanede bulmuştum kendimi, oysa umrumda değildi şimdi o adam.. uzun zamandır kimseyi kaale almıyordum.. sinirim adama değil kendimeydi.. kafa yemek istemiştim.. işe yarar sanıyordum, duvara vurmaya da cesaretim yoktu.. biri kafa atsa düzeleceğimi sanıyordum, hiç bi bok olmadı.. neyse, evden çıkmış kafeye doğru yol alıyordum, iyice yaklaşmıştım, kapısı görünüyordu, kurtulmak üzereydim.. içerden bi tip çıktı, yüzünü görüyordum, sırıtıyordu, iyice yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı.. kimyasal yasin miydi bu? evet oydu, ona öyle derdim ortaokulda, ben koymuştum ona bu adı, mantıklı bir açıklaması yoktu, ama adı buydu ve o yaşlarda kimse mantığa önem vermiyordu.. çok zayıftı yasin, fen bilgisi derslerinde iskelet olarak kullanılabilirdi..


"naber?" dedi, "tanıdın mı beni" "eyvallah" dedim gülerek, sahte bir gülüş değildi bu, severdim onu, "tanıdım, senden naber?" "eh işte, sınav sonuçlarına baktım" "ne sınavı bu böyle?" "memur olmak için. daha önce de ösys'ye girdim ama fos", ben meslek lisesine gitmiştim o ise düz liseye.. en son 1 yıl önce karşılaşmıştık, yolda, işsizdi o zamanlar, ben ise öğrenciydim, hayatım boyunca öğrenciydim, -ilk altı yılı saymazsak.. evlerimiz yakındı, iki üç mahalle, lanet olası geçim derdi engelliyordu insanlarla tesadüfen de olsa görüşmeni.. “çalışıyor musun bir yerde” “yo hayır.. ya sen?” “ben okuyordum işte..” “bitmiştir artık okulun…” “bitti.. ama diploma vermicekler” “nasıl?” “atıldım”. durdu.. gözlerindeki nefreti görebiliyordum.. bir anda oldu bu. nefret kolay bir duygudur, basittir, aniden gelir ve kalıcıdır! aşk da en başlarda aniden gelir, yenilen kazıklar biriktikçe bu duyguyu hissetmemeye çalışırsın.. aslında aşk bir şartlanmadır en başlarda, birini gözüne kestirir ve şartlanırsın, sonra nefret başlar.. aniden gelir.. aşk gidince yerine nefret gelir, eğer eski sevgilinizden nefret etmiyorsanız, aşıkta olmamışsınızdır, ya da hâlâ aşıksınızdır. ilk görüşte aşk diye bir şey yoktur, ilk görüşte şartlanma vardır, şartlanmalardan yenilen kazıklar sonrası kolaydır, bir aşk baş gösterir.. aniden en derininizde dolaşır ve dinamiti koyar biri, sonrası zordur, şartlanmamaya çalışırsınız.. ve nefret ise kimyasal yasinin gözlerindedir.. o bir okula girmeye çalışıyordu, ne olursa.. ve tek söz etmeden yoluna devam etti.. sadece kendime değildi zararım! fazlalık olduğumun farkındaydım.. intikam alıyor gibiydim ama yanlış kişileri seçtiğimi de biliyordum.. dünya ağzıma sıçmıştı, istediğim gibi yaşayamıyordum.. yaşamamı istedikleri gibi de yaşamıyordum.. öylece durmuş bekliyordum işte ve bu arada başkalarının, istendiği gibi -en azından kendileri bunu istemese de- yaşamalarını engelliyordum.. yatağa yattım, şartlanmalar ve dinamit sonrası, gerçek bir şeyler için beklemeye başladım.. bir aşk hayatta tutardı beni.. ama yoktu işte.. nerdeydin be sen? kafayı yedikten 4 saat sonrasıydı sanırım, saat bir civarıydı, ev uyuyordu, herkes işe gidicekti yarın.. bilgisayarı açtım ve bekledim öylece.. disketim takılı kalmıştı.. bir düğmeye basmam gerekiyordu.. sistem disketi değil o diyordu.. disketi çıkar ve bi boka bas.. bense bekliyordum..


babam öksürmeye başladı diğer odada.. uzun süredir tıkanmıyordu.. ona okuldan atıldığımı söyleyememiştim.. annem söylemişti.. evin yatak odasında, ki orada uzun süredir yatmıyordu kimse, oturmuş mülksüzleri okuyorken babam işten geldi, saat ondu, gece, sabah 8’de evden çıkıyordu ve akşam onda evde oluyordu, bir kahvede 12 saat çalışıyor ve günlük 15 milyon alıyordu, bir kısmı ganyana giderdi paranın, iki otobüs değiştiriyordu işe giderken ve gelirken.. ve ölmek üzereydi.. hatta 6 ay önce ölmüştü de, benim moralim bozulmasın diye yaşıyormuş gibi yapıyordu, gülmeyin, şaka yapmıyorum, hastaneye kaldırmıştık onu 6 ay önce, nefes alamıyordu, 2 hafta yattı orada.. şubat tatilimi harcadım, refakatçıydım, ilk haftaydı, geceydi, “kalk” dedi, “kalk ben ölüyorum”. sandalyede yatıyordum, 11de haplarını vericektim ona, saat üç olmuştu, uyuyakalmıştım, noldu dedim.. bana, 11de haplarını içmek istediğini, ancak yanlış hapları içtiğini ve üstelik yanlış miktarda içtiğini söyledi, bunu söylemesi çok uzun sürdü, bir yandan hava üfleyen bir makineyi takmaya çalışıyor bir yandan onu dinliyordum, makineyi taktım ve hortumu ona verdim.. “neden beni kaldırmadın ki” dedim, “uyuyordun” dedi.. iyice kötüleşiyordu ve odadaki diğer 3 hasta sadece uyuyordu.. nöbetçi hemşireyi çağırdım, durumu anlattım, bana “onun bişiyi yok, o haplar zehirlemez, psikolojik olarak tıkanıyor bişi olmaz” dedi, ve gitti yattı kaltak.. 1 saat içinde 4 kez çağırdım onu, 4.sünde tekrar geldi, ve aynı tiyatro oyununu canlandırdık, nöbetçi doktoru çağırdım sonra.. böyle bir şey işte.. ölmeyeceğini söylüyor herkese o gün bugün, “ben o gün ölmedim ya, bi daha da ölmem artık” ama her gece öksürüp duruyordu ve kimseden hiç bi bok istemiyordu.. neyse, iyice karıştırdım, mülksüzleri okuyordum, bir zamanlar imal edildiğim yatağın üzerinde –şimdi de ihmal ediliyordum belki de?.. “bizim oğlan yok mu” dediğini işittin babamın, valide “yatak odasında kitap okuyor” dedi, dışarı çıkmaya korkuyordum, “nolmuş okul” dedi, “gene sınıfta kalmış” dedi valide, “e nolcak şimdi, 1 sene daha mı uzadı?”, “af çıkması gerekiyormuş, kaydını sildircek”. hiç bir şey demedi.. kimse hiçbir şey demedi.. kitaba devam ettim.. işte bu gecede öksürüp duruyordu.. su verdim önce, istemedi, koydum bardağa, içti, “sen git yat” dedi, “bişey yok”. bişey vardı.. ve gidip yatmadım bu kez.. ama uyku onbinyıldır namağlup götürüyordu bu ligi, ve uyandığımda saat üçtü.. bakkala gidip ekmek almam gerekiyordu, gittim, gazeteye takıldı gözüm, ama gazete okumuyordum ben, dönen dolapları benim gözümden haber eden bir gazete çıkana kadar da bu böyle gidicekti.. ve çöp tenekesi kapımızın önüne gelmişti, 15 metre


itilmişti.. canım hâlâ sıkılıyordu ve 15 dakikalık bir iş bulmuştum kendime.. ekmekleri eve bırakıp, çöp tenekesini dün geceki yerine iteklemek için evden çıktım.. ittim.. kavga çıkmadı.. adam görünürde yoktu.. ve canım hâlâ sıkılıyordu.. göztepe-karşıyaka maçına gidip kavgaya karışmak iyi fikirdi aslında.. ama ligler tatildeydi.. yazdı.. ve sıkıntıdan patlıyordum.. tek kelime etse babam, bağırıp çağırsa, evire çevire bi güzel pataklasa, rahatlayacaktım.. yapmıyordu.. [15.09.2004 – 03:22 ]


can sıkıntısı 3 hafta önceydi.. canım sıkılıyordu.. ve evden çıktım.. canınızın sıkıldığı zamanlar evden çıkmakla iyi edersiniz.. hiçbir şeyin önemi yoktur ve tek gereken şey zamanın geçmesidir.. evde oturmuş, hiç bi bok yemeden pinekliyordum, hayatımın yüzde doksandokuzunu hiçbir bok yemeden tükettim ve yüzde birinin yarısını yazarak geçirdim, geri kalan zamanda da işemiş sıçmış ve boşalmış olabilirim.. bu üçünü aynı anda yapmaya çalışıyorum, ama henüz başaramadım.. neyse, bunlar önemsiz ayrıntılar ve o gün gerçekten evden çıktım.. nereye gitmeliydim? nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum.. hiç bir zaman bilmem gerekenleri bilemedim ve bildiklerim ise asla bir işe yaramadı. ısrarcı olmadım, hiçbir şeyi zorlamadım, kaderci değildim ama lanetlenmiştim.. buna inanıyordum, lanetlenmek, bu sizi rahat kılıyordu.. rahat mı? hiç sanmıyorum.. neye el atsanız elinizde kalır, ve siz yılmadan mücadele edersiniz bir süre, ama mutlaka, hem de her seferinde, bir patlak verir hayat, ama siz dersiniz ki; "everything's gonna be alright", bob'un dediği gibi, yada n.b.n'nin.. hepsi öldü ama ben hâlâ bunu söylüyorum, hayatta kalanlarımla hayata tutunmaya çalışıyorum, neslimiz tükeniyor dostum, kısa bir süre sonra bizler olmayacağız ve insanlar rahat edecek; yaptırmak istedikleri şeyler olan efendiler ve kendilerini yapmaya mecbur hisseden köleler… bir taraf seçenlerden değiliz biz, sadece yaşıyoruz, nefes alıp sıçmak dışında yaptığımız bir şey yok.. bazen çalışırız, ve kazandığımız para geldiği gibi gider; içki… hiçbir şeyi biriktiremeyenlerdeniz biz. ölmemek için içeriz.. çünkü kafamız yüksek değilse ağır gelir ruhumuza ve ölmek isteriz.. ölmemek için içeriz ama yaşamak da istemeyiz.. iki arada bir derede, temsil ettiğim her şey bu işte.. ve evden çıkmıştım, bu kez tam odaklanmak istiyorum, anlatamadım bir türlü ve anlatamadıkça saçmalıyorum, sayfalar sayfalar sayfalar.. bir kitap dolusu zırva, bu da eşittir bestseller olmaca.. yürüyordum.. elimi cebime attım, 2 milyon lira vardı, sevindim, bugün karşıyaka yapacaktım demek ki, tanıdık birine denk gelirdim belki.. hiç olmadı retro’ya giderdim, ama ben direk oraya gidecektim, son değil, ilk tercih orasıydı.. durağa vardım ve 514 geldi, hemen geldi, tanrı beni izlemeye almıştı gene, hemen gelmesi için 514 değil de bir tank dua etseydim kabul eder miydi? bu iyi olurdu aslında.. bazen internet kafeye girerdim, evimde bir bilgisayarım vardı.. müzik dinlemek ve .txt açıp üzerine harf kusmak dışında bir işime yaramayan bilgisayarım.. 3 sene önce ona bir modem buldum, eski bir modem, 2. el.. internete nasıl girilir bilmiyordum, ama bir şey duymuştum, 146'yı tuşlayınca giriliyordu, ben de denedim.. ve girdi.. ve yazdı işte.. anlıyor musunuz? bir mevsim bu! yaz! ve izmir.. bu iki kelime bir araya gelirse, 3. kelime intihardır.. eğer pas derseniz size 4. bir kelime verilir; sikik! bunun ardına bir çok kelime konabilir, sikik gün, sikik gün, sikik gün.. böylece devam eder bu..


2 ay sürer ve o 2 ay içinde ölmediyseniz geriye kalan 10 ay da ölmezsiniz.. ve o günlerde 146 beni hayatta tuttu - ev telefonum sonraki 10 ay kapalı kalsa da.. bu güzeldi aslında, cep telefonumu da kapatıyor ve ölü taklidi yapabiliyordum böylece.. ama o günler bir felaketti benim için.. nete girer ve sitelerde gezerdim.. anlam veremezdim üstelik, bir sürü kişisel site, herkes herkese ruhunu göstermeye çalışıyor, peki ama hangisi gerçek? 3 yıl sonunda bir gerçek bulmuştum.. ve inandım.. bazen inanmaktan başka şansınız yoktur, ama inanç kelimesi iki yüzlüdür, çünkü içinde aldatılmayı barındırır bu kelime.. hayır, ben bir filolog değilim, ama kelimeleri iyi bilirim.. ‘sana inanıyorum’ dersiniz.. ve bir süre sonra da ‘sana inanmıştım’.. ve böylece devam eder bu, hayat boyu.. "hangisi gerçek?", paramın olduğu ilk gün bir dövme istiyorum taşaklarıma, yo hayır iki dövme, birinde “fuck the world” yazacak, diğerinde de "keep it real". ve bir de, “taşaklarımı yalasın o üç kağıtçılar” adında bir kitap yazmak istiyorum.. ve bedavaya dağıttırmalıyım onu, bedava dağıtımdan bir hafta sonra ksk sahile çıkıcam ve güzelim denizimi kitaplarımla kaplı bulucam.. denize atılmış bir ton kitap.. öyle olmuştu, sanırım 7-8 sene önceydi bu, bir peygamber bozuntusu bir kitap yazdı, "evrim aldatmacası" adında, ardından bunu bedava dağıttı, sonra ne mi oldu? herkes kitabı denize attı.. nerden geldiğimiz kimin umurunda ha? evrim ya da tanrı.. neyi değiştirir bu? hiç bir yerden geliyorum ve hiçbir yere gidiyorum.. ya da tam tersi.. ben bunlarla uğraşmıyorum dostum, bana şu an gerek, an! bu an, ah bak o an da uçtu gitti işte, sürekli tüketiyoruz, ve tükettikçe mutlu oluyorum ben.. ve bir türlü odaklanamıyorum "evden çıktım"dan sonrasına.. ama hâlâ umudum var, anlatıcam o günü.. "madem yaşamın sence bir anlamı yok o halde intihar etsene" dedi biri bana geçen gün, ona dedim ki “ben anlam aramıyorum dostum, ama sen anlam arıyorsun, bu nedenle yaşama sımsıkı bağlısın, mücadele ediyorsun". evden çıktım, bakın işte o gün 514 geldi, ve ben neden tank istemedim ki dedim? internet cafe, (bir net cafe açıp intiharet cafe koyucam adını, göz alışkanlığından herkes internetcafe diye okucak onu, komik değil komik değil, gülmeyi kesin), herkes gta diye bir oyun oynuyor oralarda bu sıralar, tank ile şehirde katliam yapıyorlar ama oyun o.. bir tank kaçırmak istiyorum, 15 ay bedenimi rehin alıp ruhumu sikmek isteyenlerden bir tank çalmak istiyorum ve sonra gta oynamak istiyorum gerçek hayatta.. ölene kadar gangster.. ya da, mickey ve mallory. ama mallory'm uzak bana.. neyse, 514’e bindim ve bir milyon verdim şoföre ve arkaya doğru yürüdüm ve bir kağıt yapıştırmışlardı cama, eshot'un bir ilanı.. yol boyunca o ilan beni idare ederdi.. okumaya başladım, bundan sonra şoförleri kontrol etmemiz gerekiyordu, öyle yazıyordu ilanda, artık şoföre bir milyon verince onun bizim için özel kentkartını alete okutup okutmadığına bakmamız gerekiyordu.. o an şoföre, "kentkartını alete yalattın mı benim için? sana para verdim ve sonra şu ilanı gördüm" demek istedim.. ama şoförün can sıkıntımla


bir ilgisi yoktu.. kimsenin can sıkıntımla bir ilgisi yoktu.. yoo, birileri vardı, tepemde gezinip vır vır konuşan birileri, her şeye sahip olup konuşmaktan başka bi bok bilmeyen birileri, birbirleri ile çatışıp bizi duymazdan gelen birileri, anlaşamıyorsanız ne yarak yemeye hıyararşik düzende aralıksız altlı üstlü konumdasınız demek istediğim birileri, ilk bombamın çalışıp çalışmadığını boktan bir davetiye nedeni ile çatışıp durdukları resepsiyonlarında denemeyi tasarladığım birileri, hepsini öldürmek istiyordum.. ama tankım yoktu, napabilirdim? otobüs sahile geldi ve ben indim.. etrafıma bakındım, saati olan birini aradım, buldum, "saat kaç?" dedim, oniki dedi.. erken gelmiştim, retro kapalı olabilirdi.. ama başka gidebileceğim hiçbir yer yoktu.. pasaja girdim, kapalı.. lanet.. bir yere oturdum ve çay istedim.. bekliyordum, çok geçmeden emin abi geldi, biraz lafladık, akşamdan kalmaydı, uykusuzdu, bana “biraz uyumaya gidicem” dedi, “sen kalır mısın dükkanda, yerime bakar mısın?”. tabi elbette neden olmasın.. teklifi kabul ettim, çıkma teklifi dışında dostlarımın her türlü teklifine gözüm kapalı evet derim ve ibnelerden hazzetmem.. hayır canım, şaka yapıyorum, homofobik değilim, kızlarla sevişen kızları izleyebilirim, ama erkeklerle erkekler? yahu kızlarla kızlar da saçma aslında, acaba kadınlar homoseksüel pornoları izleyip mastürbasyon yapıyor mu? bu tip bir ton saçma soru eşliğinde bazen uykuya dalarım.. saçma şeyler düşünmek gerçeklerden uzaklaştırır beni, gerçeğe ne kadar yakınsam, işte o kadar.. o kadar ne? bu cümleyi tamamlayamadım, bir ara hatırlatın, belki başka şeyler yapılabilir o harflerle.. az dost edinirim, çünkü bu soğuk dünyada kime güveneceğimi şaşırdım, ama benim de inanacak birine ihtiyacım var, tanrıdan sonra iyice umudumu kaybettim, orospu çocuğu darwin ve yardakçısı nietzsche.. (onların dost olduğunu bilmiyor muydunuz?) mekanda yalnız kalmıştım, ufak bir yer, bir sürü giysi.. emin abi fiyatları söyledi ve gitti, 3-5 inandığım insandan biri.. bu soğuk dünyada kime güvenebilirim.. hafızam sikikti her müptela gibi.. telefonumun mesaj kısmına yazdım fiyatları ve hemen canım sıkılmaya başladı.. kendimle baş başa kalınca canım sıkılır, kendimle baş başa kalmamam gerekir, mutlaka oyalanmalıyım.. gözüm kaçak yayın adında bir dergiye takıldı, elime aldım, içinde amatör yazarlar için bir ek vardı.. onları okudum, ve onlar hakkında yapılan yorumları da.. neden katlanıyorsunuz ki bu üçkağıtçılara? yazın işte, konuşur gibi yazın.. hiç bir eleştiri bana göre değil, çünkü ben diğer dillere çevrilmeye, yüzbinler satmaya ve ünlü bir entelektüel olmaya çalışmıyorum, tek istediğim zamanı geçirebilmek ve düşünmemek.. yazmak başka şeyleri düşünmemi engelliyor.. ve nedense bir müşteri geldi o gün, genelde gelmezler, genelde dışarıdan bir göz atıp camekana, giderler, içeri girmeye korkuyor olabilirler, bizim görmediğimiz bir şey görüyor olabilirler içerde, bir örümcek? ya da kurt adam.. ya da elinde bir tank olsa herkesi öldürmeyi düşleyen biri olduğum anlaşılıyordur.. ama nedense o gün, tüm bu n.b.k ve g.t.a teorile-


rimden korkmayan biri "merhaba" dedi, "merhaba" dedim, "türkçerap cd'si bakmıştım" dedi, ben de elimdeki cd'leri gösterdim ona.. baktı, baktı, baktı, ve, iyi günler deyip çıkıp gitti.. anlam veremiyordum.. ama sanırım biz lanetlenmiştik, -kim tarafından? ve biz lanetlenmişler birbirimizi bulurduk hep, ve ölene kadar güvenirdik birbirimize.. tıpkı o gün olduğu gibi, kimse gelmedi dükkana, o çocuk dışında kimse gelmedi, bir de emin abi geldi, akşam yedi gibi.. ve nedense, bu daima böyleydi.. sinek avlamak yani… ve ben neye el atsam elimde kalır… her şeyi doğru yaptığımdan eminim, ama mutlaka bir noktada hava kaçırıyor lastikler ve yolda kalıyorum.. bazen alnımda koskoca bir çarpı işareti olduğunu düşünürüm, ve benim gibi işaretlenmişlerle içerim.. sanırım daha fazla yapabileceğim bir şey yok.. içmek, sıçmak ve uyumak.. ve bir de aldatılmak, aşk değil! insanlar tarafından aldatılmak! evet evet, daha fazlası yok, işte size hayatın anlamı.. şimdi sikik oyunuzu verin bana da bir savaş açayım size.. size ve tüm dünyaya.. dünyaya karşı ben.. "bana yaptıkları ıstırap için öç arıyorum". tuvaletim geldi, 1 saattir tutuyorum, ama artık yeter, sanırım işedikten sonra yazının başına geçince yazamayacağım.. bu kadarla idare edin.. yazı küstahtır çünkü, onun başından kalkarsanız bir daha sizi yanınıza sokmaz.. asla! biter.. aynı şu an olduğu gibi.. bitti.. bu da böyle olsun.. 30.eylül.2004


kan, şarap ve acı bu gece iyice zorladım kendimi… bu, sanıyorum, 16. girizgah, ama olmuyor, gelmiyor lanet olası şey, bugün akşam üstü şansım yaver gitti at yarışında, sadece son iki yarışa oynadım ve ikisini de bildim, ben altılı yada üçlü ganyan oynamam, o tip oyunlarda çok para kazanma şansınız vardır, ama çok para kazanma şansınız oldukça düşüktür. ben bahis oynarım, tek yarış tek at, ufak para, ama hızlı… 1 dakika 34 saniyelik bir koşuda hayatınızı ortaya koymanız mucizevi bir şey. kazanırsanız, gelen paranın bir kısmını yarınki koşulara ayırır, diğer kısmı ile 2 şişe beyaz şarap ile iki litrelik gazoz alırsınız, iyi bir karışım bu, üstelik tadı iyileştiriyor. kalitesiz şaraplar, bilirsiniz, midenize zor iner, ama gazoz hem yutmanıza hem de daha çabuk sarhoş olmanıza neden oluyor… evet, pekala, bu gece iyi zorladım demiştim lanet şeyi, sorunu nedir bilmiyorum, son günlerde aramız iyice bozuldu, yazıdan söz ediyorum tabiyki, yürümüyor, akmıyor, ama neyse, şu an iyi, gayet iyi, şükranlarımı sunuyorum kendisine… evet. bakalım elimizde neler var… alsancak çimlerdeyiz, 6 veya yedi kişi olabiliriz.. saymadım, ama hepimiz erkeğiz, bazılarımızın sevgilisi var, bazılarımızın yok, benim ise var gibi de yok gibi de, her şeyim gibi bu da iki arada bir derede kalmış… alsancak… çimler.. elimde bir kırmızı tuborg, daha öncesinden, gündüz, evde ekran karşısında, teknolojinin getirdiği nimetten ve bok püsürden faydalanarak oktayla sözleştik, “ölene kadar içicez”, “karşıyaka devlet hastanesine düşüne kadar içelim”. evet aynen bu şekilde sözleşmiştik, ve bilirsiniz, bazen ölene kadar içmek ister ama bir noktada ölmeden önce sızar ve ertesi sabah, “bir daha böyle içeni siksinler” diyerek güne başlarsınız… evden çıktım, ve önceden anlaştığımız şekilde saat yedide alsancak iskelede onları bekliyordum, yayan olarak gitmiştim, evet, burada tıkandığımı hissediyorum.. ama uzatmaya gerek yok, hızlı geçiyorum, çimlerdeyiz, ve o gece, pac’ın doğum günü, göço hemen yanımda, ve ben elimdeki birayı hafif eğerek, “bugün pac’ın doğum günü” diyorum, “rest in peace nigga” diyerek biramızdan büyük bir miktarı döküyoruz çimlere, sadece göço ve ben yapıyoruz bu ritüeli, gerçi ritüelmi denir buna, emin değilim, bazen bazı zamanlarda, cümle akarken, bazı kelimeler gelir aklıma ve kelimenin tek başına ne anlama geldiğini tam olarak açıklayamam, ama o cümleye yakıştığını ve bir anlam kattığını ya da anlamı tamamladığını düşünürüm, yıllarca kelimeler ile uğraştıktan sonra, ve –her ne kadar şu an aptalca gelse de- bir süre filolojiye ilgi duyunca, sonuç olarak… -durun bi saniye, siz de gördünüz mü? az önce, tam olarak sol tarafımda son derece parlak bir yansıma gerçekleşti, 2 saniye sürdü, hayır, ben odamdayım, ve odada bir gece lambası


var sadece, bir de ekranın ışığı, ikisi de sağ tarafımda, biraz çapraz konumdayım ve odanın bana tamamen ters köşesinde bir şey parladı, muhtemelen beynimin bana oynadığı ufak ışık oyunlarından biri daha, ama temkinli olmam gerekiyor, yaşadığım bölge her açıdan sürprizlere gebe bir yer, pezevenkler yaşıyor, uyuşturucu satıcıları ve katiller, ve hırsızlar, hayır abartmıyorum, işte olay aynen bu şekilde, tam bir getto sayılmaz, bundan 3 sene önce yaşadığım yer tam bir gettoydu, amerikada nasılki zenci gettoları varsa, bende 19 sene çingenelerin getosunda yaşadım ve şu an bir sokak aşağımız o ghetto ile sınırın başladığı yer oluyor, yani hâlâ bir gettodayım, getto diyorum, ama asla varoş değil, bu iki kelimeyi aynı anlamda almıyorum, biraz kültürel farklılıklar nedeni ile. evet, çingenelerin gettosunda yaşadım ama bir çingene değilim, ama onlarla büyüdüm, üstelik şehrin merkezinde yaşıyorum. her şey olabilirdi bu tip yerlerde, oldu da, çok fazla kavga ve çok fazla korku… bir keresinde, bunu gerçekten iyi hatırlıyorum, sabahın yedisinde, ben okula gitmek üzere giyiniyordum ki, kapı çaldı, “kim o” dedi valide, şaşkın, merak dolu, “polis, arama var”. kim niçin neden… hayır hayır hayır, soru soramazdınız o yıllar, şimdi işler yavaş yavaş düzeliyor gibi, ama bu da bir yutturmaca, toplumu fakirlikten, açlıktan ve işsizlikten kurtarmadıkça, suç oranının düşmesini ve insanların ahlaklı davranmasını bekleyemezsiniz, ve evet, günümüz dünyasının bu şekilde olmasının tek bir nedeni vardır, bencillik, tek neden bu… ve evet, işler düzeliyor gibi görünüyor, bokun üzerine güzel bir jelatin geçirip çikolata diye satabilirsiniz ve adam gerçeğin farkına ancak size parayı ödeyip paketi satın aldıktan çok çok sonra varabilir, ama iş işten geçmiştir, satılan mal geri alınmaz, işte size avrupa birliği hikayesine ya da bir şeylerin değiştiğine, ya da g8’e, yada afrikaya yapılan yardımlara, yada adalet için savaşanlara değişik bir bakış açısı… ve muhalefette kendi içinde bir iktidardır ayrıca.. ve, evet, ne diyordum, korkmayın, her şeyin farkındayım, olayları iyice karıştırmış olsam da, teker teker en başa, ve çimlere geri dönücem ve bu oyunu siz sıkılmadan daha kaç öyküde kullanabilirim inanın bilmiyorum, ama benim tarzımda bu işte, kendini serbest bırak, bırak aksın, sonra bir noktada olayları toparlamaya çalış, bu arada yeni sorunlar yaratarak okuyucunun beynini iyice düz… ama benim bakış açım, senin bakış açındır, olayları görmenizi istediğim şekilde anlatıyorum, karışık olabilir, ama asla safsata değil, ve evet, devam ediyoruz, noktaya ihtiyacımız yok, farzedin konuşuyorum, virgüllerde durduğum yerler, ama, evet, bi saniye, hatırladım, kapı çaldı ve annem “kim o” dedi, “polis, arama var” sesi geldi dışardan, korktuk, oysa korkmamız gereken hiçbir şey yapmamıştık, ne kadar tuhaf değil mi? size bir suç yükleyebilirler ve hiç kimsenin haberi yokken hapse girebilirsiniz, gayet kolay bu, günümüzde, her ne kadar artık içlerinde olmasam da, askerliği ret ettiği


için işkence görenleri bi çok kişiye anlatmış ve bir yanıt almaya çalışmışımdır, hâlâ hassas olduğum bir konu, belki de tek hassas olduğum konu, onca umarsamazlığıma rağmen… ve hey hat, her yeri aradılar evde, her yeri, ve bir şey bulamadan gittiler orospu çocukları, arama emirleri var mıydı bilmiyorum ama bunu sorabilecek en azından buna cesaret edebilecek kadar bilgili değildik, kötü bir mahalle.. okulumuzu hatırlıyorum, çoğumuz zayıftık ve kötü besleniyorduk, ve sürekli kavga ediyorduk, ve hiçbir konuda kimse birbiri ile anlaşamazdı, ben içlerinde en sakin ve en çok çekinilenlerden biriydim, bir kişi hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız, ondan korkabilirsiniz, bir şey ne kadar çok deşifre olursa o kadar az korku verir, bu yüzden karanlıktan korkuyor olabilir insanlar, karanlık, gizli, görünmez.. ve, evet, aslında, tüm bunların, yani sarpa saran öykümün ve bu kadar dolambaçlı bir yol izleyişimin tek bir nedeni var, kafam çok iyi ve kulağımda sürekli bağırıyor siyah isa, pac, “eşkıya hayatı, eşkıya hayatı”… bakın, gördüğünüz gibi, konuyu toparlamak için bile özel bir çaba sarf etmiyorum, kendiliğinden geliyor, hatırlıyorsunuz değil mi, çimlerdeydik ve ben göço ile bir doğum gününün nasıl kutlanması gerektiği konusunda diğerlerine bir gösteri sunuyordum, gökhan, “lan madem biraları döküceksiniz neden aldınız, verin bare ben içeyim” dedi, ama kutsal bir şeydi bizimkisi, “hennessey” alıp dökseydik, olayın kutsallığı artıcaktı, ama o an düşüncelerim sadece, en kısa zamanda nerden bir selpak bulabileceğim konusunda yoğunlaşıyordu, “aranızda selpağı olan var mı?” dedim, oktay güldü, biliyordu, diğerlerine bir açıklama yapmak zorunda kaldım, “son zamanlarda alkol alınca burnum akıyor, nedenini bilmiyorum”, ve bu onlara komik geldi, ve bu bana komik geldi, ve bu aslında o kadar trajikomik bir mesele ki, günün birinde ciğerlerim 3. kez patlayacak ve ben eğer acil müdahale yapılmazsa nefes alamadığım için oldukça fazla açı çekerek öleceğim, bir tür intihar, kendinizi öldüremiyorsanız, sizi ölüme en kısa zamanda götürecek bir araç seçersiniz, bu seçim bilinçli veya bilinçsiz olabilir, bu seçim alkol, sigara, ot, lsd, amfetamin, sağlıksız beslenme (mc donalds), yada korunmasız bir cinsel ilişki olabilir, ölmenin bir çok yolu vardır, doğmanın ise tek bir yolu… hiç dikkat ettinimiz mi buna? önemli bir ayrıntı bence… kafam dumanlı… dedim size, torbacıların içinde yaşıyorum ama onlar gibi olmak yerine onların hayatını anlatmayı seçtim, çok fazla şey görüyorum penceremden, ama hepsini anlatabilecek kadar vaktim yok, bunun iki nedeni var, birincisi, çok fazla şey gördüm, ikincisi, hayat çizgim ne kadar uzun olursa olsun, erken öleceğimi hissediyorum, bir üçüncüsü ise, yazının bir yerlerinde ışık saçan bir şeyden bahsetmiştim, işte o şeyin bir hırsızın feneri olmasından korktum, balkonun kapısı açık ve şu an oturduğum eve bugüne kadar 3 kere hırsız giriyordu, son anda işe uyanıp tehlikeyi savuşturmayı başardım, geceleri uyumam, hırsızlarda uyumaz… ama gidip mavişehirdeki kokonaları soysunlar orospu çocukları, bizim hiçbir şeyimiz yok, ne istiyorlar ki bizden?


tekrar çimlerdeyiz.. biram bitti, ve oktayla yeni iki şişe almak için kalktığımızda, oktaya, “unutmada selpak alalım” dedim, dönüş yolculuğunda bir elimde bira bir elimde selpak ile yürüyordum… ve oktayın telefonu çaldı birkaç bira sonra, ahmet, o an bostanlıdaydı, ve bizi çağırıyordu, ve gece henüz sona ermemişti, ve ölene kadar içme konusunda kesin kararlıydım, ve yeteri kadar param yeteri kadar kederim vardı. klişe cümlem, “yeteri kadar x yeteri kadar z”. vapura binerek karşıya geçtik, vapur yolculuğunda bizi idare etmesi için, önceden iki kırmızı tuborg daha edinmiştik. denizin ortasında, vapurun arkasındayız, bu kez 5 erkek, ve onlar muhabbete dalmışken, ben yıldızlara bakıyorum, yerde oturuyorum ve yıldızlara bakıyorum, birde denize.. sürekli gidebilsek, ve hiç geri dönmesek, asla bıkmam, ve asla sonu gelmeyen bir yolculuk düşünmüşümdür her zaman, benim cennetim böyle bir şey olmalı, mesela ufak bir araba kiralamalıyım, düz bir yol, ama dünyadan söz etmiyorum, yani bir süre sonra başlangıç noktasıa dönmek istemiyorum, sürekli gitmek istiyorum, sonsuza dek, işte sonsuzluk anlayışım budur, ve ksk iskelede iniyoruz, diğerleri oktayın evine, ben ise oktayla beraber ahmetin yanına yürüyorum. değişik yollardan. biz sahil kenarından yürüyoruz, oktay bana rodos adasındaki hayatı anlatıyor, evlenmekten, yuva kurmaktan, gelecekten bahsediyor, ben de ona karamsarlığımdan ve hayatın anlamsızlığından bahsediyorum, ama her nasılsa tamamen farklı konulardan bahsedip ortak bir paydada buluşabiliyoruz, işte size gerçek dostluk, “seni iyki de tanımışım” diyor bana, “bende seni” diyorum, nasıl tanıştığımızı hatırlamıyoruz, ama sihirli günleriz var… ve ahmet görünüyor, kara göründü gibisinden bir vurgu ile söylüyorum bunu, çünkü daha fazla yürüyebilecek dermanım kalmıyor o an, her an batabilirim, ve evet, geçmişte iki kez çimlerde sızıp kalmışlığım var… bostanlı sahilindeyiz.. biraz durup, mola verip, kendimizi toparladıktan sonra, iki şişe beyaz şarap ve iki şişe gazoz alıyoruz, üç de bardak, ve orada, sahilde, aslında sözünü ettiğimiz şeyler daha sonra belki de hatırlayamayacağımız şeyler, ama önemi yok, önemli olan tek şey o anı paylaşmak, içmek ve hayatta kalmak… sonra bitiyor şarap.. ve ben oktayla açık bir yer arıyorum, gecenin üç buçuğu, ve çok sarhoşum, öyleki, kaldırımda yürürken sürekli zıplıyor ve yanımızdaki ağaçların kafamızın üzerine doğru sarkan yapraklarına dokunmaya çalışıyorum, sarhoş olunca hiperaktif birine dönüşebilirim, ister inanın ister inanmayın, “böyle hayatın” diye bağırıyorum, oktay da “amına koyayım” diye bağırıyor, öylesine çılgınız ki, ve öylesine rahat… “hey hey, şu ihtiyara soralım, oda şarapçıya benziyor” diyorum, bir şarapçı var ilerde, gidip soruyoruz, bize bir yer tarif ediyor… neyse, lafı uzatmayacağım, gece-


nin finali, oktayın evine varıyoruz bir şekilde, ne şekilde olduğunu hatırlamıyorum, ve oktayın odasında yerde yatarken, “oktay hani içmiyoruz mu daha” diyorum, ama ahmet ve oktay sızmak üzere, bense içmek içmek ve içmek istiyorum, ölene kadar, ama sızıyorum oracıkta… ve ertesi sabah… gözlerimi açtığımda başka bir odada ve başka koltukta buluyorum kendimi, oraya nasıl geldiğim konusunda hiç bi fikrim yok… sabahın dokuzu, kalkıyor ve banyoya koşuyorum, yok, hayır, koşmuyorum, sürünüyorum, ve kusuyorum, şarap ve acı, acı ve kan kusuyorum.. ve her ne kadar sebebini hala çözememiş olsam da, ağrıyor sol akciğerim… kalp değil.. ve, evet, tekrar dönüp yatıyorum, ve bir yarım saat kadar sonra kalkıp tekrar kusuyorum, kan, şarap ve acı… kan ve şarap şifonu çekince gidiyor ve geride kalan acıyı ruhuma tekrar geri alarak, buzdolabına dönüyor, ve günün ilk birasını açıyorum… alkol hiçbir şeyi çözümlemiyor evet, ama en azından her şeyin çözümsüz olduğunu unutturuyor adama… haksız mıyım? [ 15.10.2005 –03:10 ]


istanbulda bir hafta bir nedenden dolayı yaşadığım şehri değiştirmeye karar vermiştim, ailemi, arkadaşlarımı ve bi çok şey geride bırakarak.. aptallıktı belki de, kimine göre, veya mantıksız, veya aşırı güven, veya delilik, ama izmirden çıkıp istanbula gitmiştim işte.. ve biraz yüzeysel anlatmak zorundayım bunu, zorunluluk. zorunluluklar. zorunluluklar. pekala.. istanbula vardığımda saat akşam dokuzu geçiyordu sanıyorum, yolculuk fena sayılmazdı, biladerimin çalıştığı şirket gebzeye gidiyordu her hafta, şirkete yeni mal almak için, ve beni de gebzeye kadar götürecekler, bende orada bir araç bulup kalan yolu tamamlayacaktım, aksiliklikler daha o sabah başladı, işaretler? sikmişim işareti.. fazlasıyla kişisel ifadeler de olmalı arada.. oluyor. her neyse, sabahın yedisinde uyanmıştım o gün, çarşamba, bir gün önceden çantamı, çantalarımı hazırlamıştım, birkaç parça giysi falan, çantamı aldım ve biladerle beraber, onun iş yerinin servisine bindik.. sonrasında, gebzeye doğru gidecek olan şirketin arabasına.. şirketin şoförü, patron, ve ben. bir yerde durduk, bir şeyler yemek ve işemek için, ben hızlı yediğim veya pek bir şey yemediğim için masadan kalkıp tuvalete gitmiştim, döndüğümde şöför bana işaret çekti ve birlikte arabaya oturduk, birkaç dakika sonra patron geldi, bir dolu gazete, çerez, su ve sigara almıştı.. tekrar hareket ettik, bir süre sonra patronun, şu günlük çıkan ve erotik dergilerin gazete versiyonunda olan türde şeylerden aldığını fark ettim, yani, aldığı gazetelerin arasındaydı ve aşağıya düştü, sonrasında patron bize dönüp gülerek, “bu nerden karışmış ya?” dedi, ama yol boyunca da yanlışlıkla alınan şeyi okumayı yada resimlerine bakmayı ihmal etmedi. sevmiyorum çıplaklığı, bir şey hissetmiyorum, yüzler önemli benim için, dudak ve gözler.. araçta kimse konuşmuyordu, minibüsteydik, en önde oturmuştuk üçümüzde, ben düşünüyordum, kuruyordum, heycanlıydım, bekliyordum, neler olucaktı acaba, yada gerçekten bir şeyler olucak mıydı? istanbula vardığımda taksimde, bir pasaja gitmem gerekiyordu, bir dükkana, önceden planlandığı şekilde.. bir süre kalıcak yer ayarlamıştım kendime. ancak dükkan sekizde falan kapanıyor olmalıydı ve hesaplamalarımıza göre ben beşte istiklalde olmalıydım.. ot içmekten pörsümüş beynime ve bunun sonucu hiç bir şeyden emin olamayışıma rağmen, biliyordumki, her şeyin yolunda gözüktüğü anda korkmam gerekiyordu, her seferinde, önce ufak bir şey gelip şöyle yokluyordu adamı, sonrasında peşpeşe gelmeye başlıyordu sorunlar, bir süre sonra hiçbir şeyin yolunda gitmediğini kavrıyor ve tamam diyordun, pes, daha fazlasına dayanamam, depresyon, veya sinir krizleri, siz ne derseniz deyin adına, sabaha kadar uyuyamamak, evden çıkmamak, ve üstelik


bunca boş vakte rağmen hiç bir şey yapmamak.. bazen canım hiçbir şey yapmak istemez, intihar bile zor gelir, ki gerçekten de zordur intihar, ölümden korkmuyorum, bu tavrım korkutuyor bazılarını. sevmiyorum yaşama sıkı sıkı bağlı insanları, bir şeyleri ispatlama çabasındaki tipler midemi bulandırmıştır daima.. neyin savaşını veriyoruzki? “bende yazıyorum”. diyor “herkes yazıyor” diyorum, “ne var bunda” bir tür ruhanı eksiklik olmalı, ifade etme isteği, yazı, beni anla beni anla.. açıkçası, yazmanın benim için tek iyi tarafı, yazarken eğleniyor olmam, hiç birşeye değişemem bunu, müzik akar, biran vardır, veya şarabın, ve bir şey daha.. ve bir şey.. iyi gidiyor olmalı. pekala.. devam edelim, “yayınlanmak istiyor musun?” diyor “yayınlanıyorum zaten” diyorum, “nasıl” diyor, “hangi yayınevi” “hayır, fanzin” “bende sanmıştımki..” diyor “boşversene” diyorum, “hiç bi anlamı yok, yazdıktan sonrası önemli değil, hiç bi anlamı kalmıyor, okumuyorum bile.. ama birilerinin hoşuna gidiyorsa, eyvallah, ne diyebilirim”. feribot sırasındayız, istanbula gidiyordum ben, unutmadınız değilmi? araya bazen bazı parçalar koyarım, bilinçsizce çıkıyor, üzgünüm, yolculuğa dönelim, sıradayız ve biri yaklaşıyor arabaya el kol işareti yaparak, “ne var” diyor şöför en sonunda, “lastik patlamış” diyor pencereye yaklaşan adam. şöför pencereden kafasını çıkartıp aşağı bakıyor ve bize dönüyor, “napıcaz” “geri dönelim” diyor patron, “az önce bi lastikçinin önünden geçtik”. ve benim aklıma şüphe düşüyor, bu lastik durduk yerde neden patlar, ve neden patladığı yer ile lastikçi arasında bu kadar kısa bir mesefa var? paranoyağım, ama kimsenin günağını almaya lüzüm yok.. dönüyoruz, 2 saat kadar oyalanıyor ve tekrar yola koyuluyoruz, tabii bu arada gideceğim dükkan kapanmış olmalı, napabilirim, düşünüyorum, evet, pekala, feribotta bir otobüse biniyorum, yarı yoldan, ilk gördüğüm şöförle konuşuyorum ve boş yer var diyor, bildiğiniz şehirlerarası otobüsler, biniyor ve kadiköyde iniyorum, bir gece otelde kalıyorum kadıköyde ve gece düşünüyorum.. ertesi gün, 3 çantamla birlikte tek başıma otelden çıkıyorum, temizlikçi bir kadın var, yerleri siliyor, “kolay gelsin teyze” diyorum, “odadan çıkıyorsan anahtarı bana ver, temizlicem” diyor, “tabii” diyorum,


“nerden geldin istanbula” diyor, ben bu arada çantamın bir tanesini sırtıma aldım ve diğerine omuzuma takmaya çalışıyorum, kadınla bir süre konuşuyoruz bu arada, ardından bir otobüs, şöföre soruyorum, sonrasında yanıma oturan birine, “istiklal caddesine gideceğim”. ama her şey ters geliyor bana, sevmedim ben burayı, ilk dakikada nefret ettim diyebilirim, orada, otobüste, ama, pekala, katlanabilirim.. deneme bir iki.. 3 çanta, oldukça ağır, aç, susuz, yürüyorum, istiklaldeyim, buraya daha önce de geldim, iki kez, bir kaç saat kadar kaldım, o yüzden biraz hatırlıyorum, ve yürüyorum, ve üzerime insan yağıyor, rahatsız eder beni insanlar, oldukça sade giyinen bi herifim, dikkat çekmem pek fazla, ve dikkat çekmeye çalışan, sırf bu nedenle farklı görünen ancak içlerinin pekte farklı olmadığını anlayabildiğim bir çok insan yağıyor üzerime, enerjimi gittikçe tüketiyorum, hem yüküm ağır hem de insanlar ağır geliyor bana, sevmiyorum, iyi hissetmiyorum kendimi onların yanında, durmadan bir şey anlatırlar size, dün şöyle yaptım, ondan önceki gün başıma şu geldi, bu tarz bir muhabbet ilgimi çekmemiştir hiçbir zaman, bu yüzden sıkıcı olduğumu düşünmüşümdür bazen, ama dün başımdan geçenleri anlatmayı sevmiyorum, (yazı hariç), sevmiyorum, sıkılıyorum, hem iyi bir anlatıcı değilim ben, iyi bir dinleyiciyim ama, acınızı paylaşabilirim, benimle “kötü hissediyorum” deyip konuşan çok insan tanıyorum, iyi geliyormuşum onlara, bir de kendime iyi gelsem keşke.. bi saniye, nereye geldik böyle? iyice etkisini göstermeye başlamış olmalı şarap. kötü bir şarap bu, bir milyon yediyüzelli binlira, tam olarak fiyat bu. bugün, gündüz, karşıyakaya gidiyorken otobüsten gördüm, “şarap biryediyüz elli, bira bir ikiyüz elli”. pekala, şanş.. hayatın bütünü için “şanş” kelimesini kullanabilirim, şanşın varsa iyi bir yere gelebilirsin, çalışmakta gerekiyor olabilir bunun için, ama azimli biri değilimdir, şanşa bırakıyorum, ve bir çok şeyi tesadüfen keşfettim, şu anki ucuz şarap gibi. ucuz. ve tadı hoş. ve sarhoş edebiliyor. bir insan başka ne ister? yazı da aktığı sürece. pekala.. pasajı buldum en sonunda ve içeri girdim, konuşamayacak kadar ölüydüm, bitkin, ve umarsamaz, birini çevirip elimdeki kağıdı işaret ettim, dilsiz sanmış olabilir beni, bilemiyorum, ama nefes nefese kalmıştım ve gittikçe daha sık bırakıyordum çantalarımı yere, mola veriyor ve tekrar yürümeye devam ediyordum, en sonunda pasajı buldum ve birine kağıdı verdim, “bilmiyorum” dedi, iki kişiyi es geçtim ve sonraki ayakda duran tipin buranın müdavimi olduğunu hissettim, hislerime önem veririm, önyargılarım var, değişebilir önyargılar bunlar, ama yine de varlar, gizleyemem, şimdilerde adını değiştirdiler, elektrik diyorlar galiba? ne elektriği? düpedüz önyargı işte. korkuyor insanlar, bazı etiketlerden korkuyor ve bazı etiketleri edinmek için her yolu deniyorlar. yeraltı edebiyati? nedir yeralti edebiyati? benim için hiçbir bok değildir.. ya senin? ama bir isme


ihtiyacımız var, her ne kadar bu pekte önemli olmasa da, yani şunun adına örümcek edebiyati deseydim de sonuç değişmeyecekti, anlıyorsunuz ya, gereği yok isimlendirilmenin, sadece, eğer ortada benzer şekilde yazabilen birileri varsa, bunlara bir isim veriyor işte toplum, etiket, ve, nerden nereye, önyargılarım var, sizi sevmiyorsam sevmiyorumdur, saçını tarayış şeklin hoşuma gitmemiştir, giydiğin elbise çok şıktır, “ben buradayım” demeye çalışıyorsundur, ve ben seni görmezden gelirim, hoşuma gider bu, görülmeyeni görmek hoşuma gider, içi, ruhu, sezebilmek, ve emin olun bir insanın dışına bakarak içini görebilirsiniz, her zaman olmasa bile, bazıları gizlidir, kabul ediyorum, çoğu değil, gösteriş, keşfedilme isteği, var olma isteği, veya ölümsüzlük. ölümsüzlük? bir saniye, biraz düşünmem gerekiyor bu konuda.. çok sıkıcı geliyor.. ölümsüzlük.. çok sıkıcı.. ölümsüzlük.. evet hala sıkıcı.. tanrım, lütfen ben kendi işimi bitirnce, ruhumu tekrar rahatsız etme.. amin! hiçlik.. harikulade hiçlik.. pekala.. güzel.. “burada, karşısı” dedi adam, “ama şu an burada değil, birazdan gelir aradığınız kişi, isterseniz bir çay için, tabure verebilirim.” kime sormam gerektiğini iyi biliyordum, birine kağıdı uzat, sonrasında bir çay iç, sonrasında bir telefon et, sonrasında geriye dön, ve bekle.. herneyse, aradığım adam geldi ancak aksilik diz boyuydu.. “valla a bana senin geleceğini söyledi ama ben ona olmaz dedim abi, yani şöyle olmaz, evde şu an misafirim var, sen kalamazsın”. itiraz etmeye gerek duymadım, ne anlamı vardıkı? “pekala” dedim, sakin, sinirli ve sakin, her nasılsa işte, “peki” “ama, bir arkadaşım, burada bir yerde ucuz bir otelde kalıyordu, istersen şansını bi de öyle dene”. ucuz otelde kalan arkadaşını aradı ancak ulaşamadı, bir punk grubunun, çok çok aşinası olduğum bir punk grubunun vokalistinde de kalabilirdim, bu da bir ihtimaldi, ancak o da ailesi ile yaşamaya başlamıştı, ne şanşızlık.. tanrı beni istemiyor. tanrı yada her kimse. ki işin aslı, tanrı, eğer varsa, gerçekten ona soracağım tek soru, “anlamı ne bunca curcunanın?” olucak.. ki ben, artık, agnostikim. nedeni muhtemelen ot. “bazen, girdap, gerçekten yaşıyor mu, yoksa bir hayal ürünümü merak ediyorum” “buradayım, ekranın diğer tarafında, izmire geldiğinde bir hayalet….” sözümü kesiyor, “gelicem” “..” gelicek, kaçarı yok.. bekliyorum hala.. beklediğim birkaç kişi var, gelicekler, sorun şu ki, ben gidiyorum.. 15 ay.. heh he. neden güldüysem? şarap iyimiş..


“ya abi, arkadaşın telefonu kapalı, senin işlerin varsa hallet, telefonunu alayım ben senin, ararım ulaşınca arkadaşa” “çantalarım kalabilir mi?” “elbette”. minnettarım sana tanrım.. beni koru, beni bağışla.. pekala. bir taburede oturup, kötü bir çay içmiş, ve yükten azede olan ben, yine yollardayım.. ilk günden iş bulma şansım sizce yüzde kaç? konuşmaya başladığım anda, insanların benden hazetmediğini hissederim çoğu zaman.. bende onlardan hazetmediğim için pekte önemli olmasa gerek sevilmemek.. olabilir. olmalı. pekala.. birkaç ilan da deniyorum şansımı, istiklaldeyim, genelde aldığım cevaplar, “eleman alındı”, şeklinde.. ama ilanı kaldırmıyorlar buna rağmen. hala sakinim.. ilk günüm, bir sevgilim var, param var, aşığım, uçuyorum, harikulade bir ruhum var, ve dönüp dolaşıyorum istiklal caddesi adlı ruhsuz mekanda.. tanrım, bana sabır ver. flaş.. kayboldum, kayboldum, alman hastanesinin oradan girdim, sola saptım, sonra iki kez sağa, ve caddeye çıkamadım, sonrasında hislerime teslim oldum yeniden ve birden döndüğüm bir sokakta karşıma, “komi aranıyor” ilanı çıktı, pekala dedim, tanrı yada adı herneyse, beni duydu.. “ben ilan için gelmiştim” dedim orada herşeyden sorumlu görünen birine, bu tip mekanlarda patronun kim olduğunu genellikle ilk görüşte anlarsınız, “tabii” dedi, ve birkaç soru, ardından yarın gel başla dedi, günlük on beş milyon, sanıyorum on beş demişti, sabah dokuz akşam dokuz.. tek sorun evdi artık, bu kadar kolay olacağını sanmıyordum, her ne kadar bana anlatılanlar bu yönde olsada.. ev, kolay.. en kolayı. yeterki işin olsun. seninle evini paylaşmak isteyen, -iyi bir işin olduğu taktirde- onlarca insan var istanbulda, bunlar internetten ilan veriyorlar, ve ilk sordukları şey ne iş yaptığınız oluyor, haklılar. bir işim vardı artık, pasaja geri döndüm ve bu arada eleman ucuz otelde kalan arkadaşına ulaşmıştı, bana, “arkadaşım artık orada kalmıyormuş, ancak, asmalımesçit sokağından girersen, orada birkaç ucuz otel varmış”. “eşyalarım kalabilirmi, otele bakıp, gelip alayım”. “elbette, iş buldunmu sen?” “evet” “ne çabuk” “şanş”.


bir otel buldum, adını söylemeyeceğim, içeri girdim, dar bir merdiven, kötü, nem, rutubet, koku, “odalar ne kadar?” “beş milyon” “odayı görebilirmiyim?”. çıktık, birkaç oda gördüm, birbirinden hiçbir farkı olmayan birkaç oda, otelde sürekli kalanlar vardı, en güzel odaları tutmuşlardı, güzel derken büyüklük değil pencereyi kast ediyorum, benim şansıma ise penceresi otelin dışına değilde koridora bakan birkaç oda kalmıştı, birini seçtim, kötü birkaç seçenekten birini seçmek zorundaydın, genellikle herşeyi akışına bırakan biriyim ben, hayat beni nereye götürürse oraya doğru sürükleniyorum, amaçsız, ak.. bırak aksın.. çok az seçim yaparım hayatta, örneğin üniversite için seçim, hangi okula gitmeliyim? hayır, izmirden ayrılamam demiş ve bi kaç şey yazmıştım. izmir, görüp görebileceğim en iyi kentti, çünkü ülke sınırlarının dışına çıkabileceğimi zannetmiyordum, yoksa bir rejkjavik görmek ister can.. filmler dışında.. ama.. pekala. karıştırmaya gerek yok.. otelden çıktım, geri döndüm, eşyalarımı aldım, tekrar otele döndüm. girdim.. çantalarımı yatağın altına tıktım, çünkü, yatak dışında ben bile zor sığıyordum odaya, ama birkaç gün idare edicektim burada, bir ev bulacaktım, delilik delilik delilik.. “bu ne cesaret?” demişti sevgilim.. herneyse.. ondan sözetmiyoruz gördüğünüz gibi.. o gün, akşam, ve gece, herşey yolunda görünüyordu, ve ben korkuyordum, herşey iyi gidiyorsa korkarım demiştim, bir mucize gerçekleşmemişse beş dakika içinde çarpar bir şey, yoldan çıkarır.. öyle olmak zorunda.. ve, neden diyorum, allahın belası aptal bir iş ve ufak bir evim olamıyor hala. çok fazla şey beklemiyorum hayattan, kıyaslarsak eğer yüzde birle falan idare edebilirim; duvarlar, alkol, ot, müzik, (ki o bile genel müzik piyasasının, yeralti dahil, yüzde biridir), ve iyi bir kadın. pekala, kadını es geçelim.. o kadar da harikulade olduklarını düşünmüyorum zaten, onlarsız da yapabiliriz, ve bir karar aldım, iyi muhabbet, iyi alkol, iyi seks, ama sevgili yok. güzel.. daha önce de demiştim; aşk var ama sevgili yok. ertesi gün sabahın köründe uyandım ve işime gittim.. süprizler hayatı çekilmez kılar. bence.. orada çalışan biri vardı, patronu bekle dedi, o gelince, konuşur, işe başlarsın. mekanı sevmiştim. çalan müzik hariç iyi bir yerdi. “burada paranı zamanında alamazsın” dedi tip, “sonra birde işten çıkış saatin belirsizdir, gece 11e kadar kalırsın hafta içide”. hiç bir şey demeden dinliyordum, tecrübe konuşuyordu, “5 aydır burdayım, bende başka bir iş arıyorum, bence başka bir iş bak kendine.” kulak asmadım tipe, iş işti sonuçta, kaçırmak istemiyordum, bi süre çalışır-


dım, ve patron denen adam geldi, dün konuştuğum değil, onda beni rahatsız eden şeyin ney olduğunu bilmiyorum, ama bana aynen, “günlük 9 milyon” dedi, “işine gelirse”. gelmedi tabii.. ve ordan çıktıktan birkaç on dakika sonra yeni bir iş buldum, bir lokantada, ve hemen çalışmaya başladım, “dörtyüzelli milyon aylık, iki haftada bir pazar tatil, sabah 10 akşam 10.” uyar.. “birde yarın gelirken beyaz bir gömlek giy”. çalışmaya başladım, garson olarak, gelen müşteriye servis açıyor, masaları siliyordum, bilirsiniz, tek başımaydım, ben gelene kadar patron yapıyordu bu işi, ben gelince kasanın başına oturdu, ve beni kesmeye başladı, rahatsız olurum izlenmekten, birkaç kısa filmci öykülerimi kısa film yapmak istemişti, sayıları 6 kadar var bu kısafilmcilerin, değişik değişik, benim oynamamı istiyorlar, ne bok yiyicem bilmiyorum, muhtemelen ıskalayacağım herşeyi ve en sonunda delirip setten kovucaklar beni. sonrasında beni oynayan adamı da beni delirticem.. ve hiç bir şey sonuçlanmayacak.. ne filmi? boşversenize.. sevmem ben sinemayı. uzağımdır.. porno dahil! sevmem.. büyük bir çoğunluğunu.. heyecan duyarak izlediğim film sayısı bir elin parmaklarını geçmez. ama eğer odada bir hareket olsun istersem, altyazılı bişi izlerim, can sıkıntısı muhtemelen, iyi zaman geçirtiyor, hareket.. hareket olsun isterim. bir saati tamamladım lokantada garson olarak ve yetişemiyordum, oldukça yoğundu, ve ben daha neyin nerede olduğunu bile öğrenememiştim, yanıma geldi beni kesen patron, “seninle yapamayacağız” dedi, “yetişemiyorsun”. “ne?” dedim. “napabilirim, daha yeni başladım” “olsun. üzgünüm”. üzgünüm. üzgünsün. üzgün.. “herneyse” “bi yemek ye ama, hakkını bu şekilde ödeyelim”. hazırlanmıştı, aşçı, kendi yemeği ile beraber oraya oturmuş, banada bi tabak bişi koymuştu, oturdum, açtım, sabahtan beri tek lokma yememiştim ve birkaç kaşık aldım, yiyemedim, nasıl yiyebilirdimki? çıktım oradan, ve tekrar turlamaya başladım, bir ilan gördüm, gittim, sordum, traş ol gel başla dediler, pekala dedim, döndüm otele ve ufak aynamda traş oldum, ki yoktu da sakalım, 2 günlüktü, neyse, döndüm, “geldim” dedim, “başlayabilirmiyim?” “biz eleman aldık” dediler.. siz olsanız naparsınız? evet, kavga, muhtemelen, küfürler, ama gereği yok, var, yok, var, aslında var, ama hiçbir şey değişmeyecek sonuç olarak, ve üstelik yeterince yorgunum ben, “için ölmüş senin” demişti bana biri, galiba haklılık payı var, oldukça yavaş, konuşma, düşünme, ve, evet, birkaç yer daha, birkaç yeni ilan, ve taşan sabır, “alındı”


“o ilan neden hala duruyor orada” “deniyoruz şu an alınan arkadaşı”. deniyoruz. deniyoruz. deney? insanları deniyorlardı, hakları vardı buna, güçlü olanın herşeyi yapmaya hakkı oluyordu, buydu şifre, güç, ve bu para demekti,elimi cebime attım, ve birkaç lira aradım cebimde, karnım çok acıkmıştı ve susamıştım, ama cüzdanımı otelde unutmuştum, ve istiklalin bir ucundan diğer ucuna yürümem gerekiyordu, otele, diğer uçtaydı otelim, bense girişte, meydanda, taksim meydanına oturup insanları izlemeye ve düşünmeye başladım, yavaş yavaş anlıyordum gerçeği, büyük oynamış ve kaybedeceğimi anlamıştım. blof yapıyordu hayat bana, herşeyin iyi gideceğini sanmamı sağlıyordu, birkaç mucize çıkartıyor önüme ve devam etmemi sağlıyordu, oysa azar azar da olsa kaybediyordum işte, düpedüz kayıp.. başından sonuna.. dünyaya gözümü açtığımda, az kalsın ölüyormuşum, ilk 6 gün doktorlar ve onların çabası sonucu ailem ölüceğimi sanmış, boşuna demiyorum çocukluğumdan beri ölüceğimi sanarak büyüdüm diye, 6 günlükken boyun kısmımdan kan almışlar, ölebilirmişim, yani müdahale edilmeseymiş, ölürmüşüm, bir şeyler yaşanmış, ben hatırlamıyorum, hiç kimse bu dünyadaki ilk 6 gününü hatırlayamaz, ama anlatılan birkaç hikaye var.. “havada asılı kalmak” adını verdiğim bir his var içimde bu aralar, sizde olmayabilir, bende zaman zaman oluyor ve ben böyle zamanlarda size yeni şeyler anlatıyorum, sonra tekrar düşüyorum, sonra yine duruyor, ve bu arada yazıyorum, sonra tekrar aşağı.. “bilirim bu hissi..” dedim ona “şöyle bi tanım yapıcam, sanirim hayat bir asansör dersek genel anlamda, bizim bindiğimiz asansörde çoktan "z" harfini basmış birileri, henuz varmadik galiba, arada bi duruyor asansör, dibe vurduğumu zannediyorum, sonra gene inmeye başlıyorum, şimdi aklıma geldi bu” "benim asansörün ipi koptu" dedi.. sustum. böyle.. kalktım ayağa ve otele yürümeye karar verdim, cumaydı günlerden, size bir mucizeden daha söz etmek istiyorum.. istiklalde yürüyordum, ve karşıdan, o kalabalığın içinde, yüzü tanıdık gelen biri yaklaşıyordu, hayır dedim, bu kadarıda fazla ama, dostlarımın halüsyunasyonunu görmemeliyim, henuz o kadar kafayı yemiş olamam.. herneyse, izmirden birini, bir arkadaşımı, bir çok kez içip anlamsız şeylere güldüğümüz bir arkadaşımı gördüm, o beni görmedi, kulaklığındaki ritme kaptırmıştı kendini muhtemelen, “d…” diye seslendim, dokunarak tabiyki, ayıldı, ve elbette şaşırdı, gerçekti, her anlamda bana tamamen yabancı bir şehirde ve onca insan arasında kendi kentimden tanıdık bir yüz görmek. vazgeçmeye bu kadar yaklaşmışken. mucize..


“ne arıyorsun burda” dedim, “asıl sen ne arıyorsun” dedi.. anlattık birbirimize durumları, o 2 aydır istanbuldaydı ve artık gerçekten yılmıştı, “2 günde yıldım” dedim ona, kaldığım yeri, iş ararken başıma gelenleri falan anlattım.. bir şekilde, iyi gelmişti bana onu görmek, o günden sonra bir daha görüşemedik, hayat işte.. birkaç gün daha dayanmamı sağladı. o gün gece harikulade idi.. bir bardaydım. ve herşey yolunda görünüyordu yinede.. bir noktaya kadar. ertesi günün çok büyük bir kısmını es geçeceğim. gece 10du saat, istiklal caddesinde eve doğru yürüyordum, hata hata hata, ne evi? otele doğru yürüyordum, bir ilan gördüm, girdim, “kaç yaşındasın” dedi “23” dedim, “biz daha genç birini arıyoruz” dedi, bu neydi şimdi? garip.. anlam veremiyordum olan bitene, herşey oldukça saçmaydı, garipti hayat, ne önemi vardı ki yaşamın? ne istiyorduk? tanrı bizden ne istiyordu? eğer ot olmasaydı, çoktan dağıtmıştım beynimi, çoğu kötü gecemde biraz daha dayanmamı sağladı benim, ve kanal, yeni bir kanal buldum kendime, torbacımı çaldı polisler demiştim bir zamanlar size, sıkı okuyucularım hatırlıyor olmalılar, herneyse, ölümüne içiş.. sikiş.. kafiye yapıyorum, kafanıza takmayın.. otele döndüm, dönerken, 12 kutu yüksek alkollü bira aldım, istisnasız ölüm, katışıksız, saf, doğal ölüm, alkol, bir çok kez denedim bunu, bir tam bir yarım intihar ve defalarca ölümüne alkol.. oradaydım işte, o ufak odada, geçmişimi düşünüyordum, ne yapmam gerektiğini, ne yapmaya çalıştığımı, hayatım boyunca, hiç bi getirisi olmayan işlerle uğraşmıştım ve daha 23 diyordum, yarışı tamamlamak istiyordum bende çoğunluk gibi, ama dayanamayacağım sanırım.. zor geliyor. pekala.. ertesi gün uyandığımda boş kutuları topladım ve dışarı çıktım, pazardı günlerden, anneler günüydü, kutuları çöpe atıp otelin karşısındaki kulübeden annem, ve anne olan birkaç yakınımı, arkadaşımı falan aradım.. iyi bir duygu olmalıydı çocuk sahibi olmak, ama gereksiz buluyordum ben, yeterince sıkıcı bulduğum bir yere neden birini götürmüş olayım ki? boş. boşluk. aşk yoksa çocukta yok. nokta. düşündüm, akşama kadar, napıcaktım? öykülerimin çıktısını alıp şansımı denemeyi kararlaştırdım, zaman geçerdi bare, gelmemişti aklıma başka bir şey, kimseyi tanımıyordum şehirde, ve sevmiyordum, oyalanmam gerekiyordu, aldım öykülerimi ve bir yayınevine gittim, verdim, “bunu falanca beye verirmisiniz?” ne anlamı vardı bunun? defalarca göndermiştim ben onlara öykülerimi, hatta bir keresinde, ““eğer


ilgilenmiyorsanız ve yayınlamak istemiyorsanız, lütfen “çok berbat yazıyorsun, boktansın” gibi bir cevap vererek sizinle daha fazla zaman kaybetmemi engelleyebilirmisiniz?”. yazılı bir not koydum postaladığım zarflara, 30 dan fazla yere, email, posta, ama ne anlamı vardı ki, kestim, bitti, geldikleri zaman, “hayır” demek istiyorum.. çok güleceğim bunu derken, ama, umarım gelirler.. şanş… başarıyı sadece şanşa bağlıyorum ben, azmin ve şansın varsa seni kimse tutamaz. bende her ikiside yok.. öykülerimi verdiğim kitabevinde, tanrıyı gördüm, türkçeye 30’a yakın kitabi çevrilmişti tanrının ve orada yüzdeelli indirimliydi, aldım 8 tane, yanımda o kadar para vardı ve bir karar almıştım, ertesi gün dönücektim izmirime. bunu kadar içten söylüyorumki; izmirim! dönücektim, yoktu başka yolu, ve tüm paramla tanrının sözlerini alıcaktım, o günlük sekiz taneyle döndüm otele, o boktan otelde, odamda telefonumu şarj edebileceğim bir priz bile yoktu ve banyo ücretliydi, iki kez yaptım, neyse, pazar, istanbul, boktan odamda oturmuş kitap okuyorum, “zor bir hayat” dediğimi anımsıyorum, oldukça zor bir hayat, o otel odasında daha iyi anladım bunu, nasıl dayanmış, harikulade.. (bu kelimeyi girdap çok sık kullanıyor, bir çok kelimeyi sık sık kullanır, çünkü gerçekten kelime dağarcığı az, ama önemli olan eldeki malzemelerle nasıl bir yemek yaptığınız..) ertesi gün.. o gecede içtim ben. dönmeye karar verdikten sonraki her gün içtim ve boktan odamda kitap okudum, normalde gezmem gerekiyormuş, sevmiyorum kenti, nesini gezicem allah aşkına, odamda avrupa seyahatine çıktım o gün buk ve linda ile, çok daha eğlenceli gözükmüştü gözüme.. sikmişim istanbulu.. salı günü yola çıktım.. salı gecesi. ama ne yol.. bir düşünün. salı. akşam. içtim yine elbette, paramı son kuruşuna kadar tükettim, kitap aldım ve içtim. cebimde bir milyon lira kalmıştı. ve çantaları yüklendim, otelden çıkarken, tipin teki, “gidiyormusun” dedi, “elbette” dedim, ve orada her sabah birilerine günaydın der ve cevap alamazdım ben, “bu gece yola çıkıyorum” “zaten buraya gelende temelli kalmıyor” dedi bana, o adamla bir kez kısaca konuşmuştum, bana eski istanbulluyum demişti, çok seviyor olmalı.. ben sevmiyorum.. aslına bakarsanız sevdiğim şeyler sevmediğim şeylerle kıyaslandığında yüzde beşlik bir dilimi kapsar.. cep telefonumun sürekli kapanmasını ve bana kimsenin ulaşamamasını çok seviyorum mesela.. gazozla beyaz şarabı karıştırmayı ve sabaha dek konuşabileceğim kadar ruhuma denk hatunlarıda. ve kendime bir üçlü sarmayı seviyorum, balkonda, gece yarısı çekmeyi, sonra dönüp size bir


öykü anlatmayı seviyorum.. pekala.. (bu kelimeyi sevdim, bağlama ve kesinti yaratmamı sağlıyor, öykülerde yarattığım kesintileri de severim) noldu dersiniz çantamla beraber bilet aldığım şirketin yazihanesine yürürken? çantamlardan birinin, ki en ağır olanıydı, sapı koptu.. 25 adet bukowski, iki adet jack kerouac, (ki sevmedim), almıştım ve hepsini tıkmıştım bu çantaya, ve zaten yer yoktu çantada, ağzına kadar doluydu, ve koptu.. ve henuz galatasaray lisesinin ordaydım koptuğunda sap.. napabilirdim? yardım eden çıkarmıydı? insanlar bencildir.. bu yüzden bu kadar acı çekiyoruz.. yürüyordum.. duruyordum. nefes alıp iki adım atıp tekrar duruyordum. çanta sapsızken zorluk çıkarıyordu, üstelikte bir omzumda birde sırtımda çanta varken.. ama başardım sonuçta, 70 veya 80 dakikada taksim meydanına geldim, orada oturdum bir süre.. evi aradım. geliyorum dedim. bu kez kesin. herşey kesinleşince kesin bir haber vermeliydim.. ve final.. izmiri soluyordum yeniden. buruktu içim. kırık.. ve acı. basmanedeydim yeniden. bir taksiye binip evimin önünde durdum ve evden para alıp taksiye verdim.. içeri girdim.. su içtim. su.. çeşmeden! istanbulda bu da olmuyormuş galiba. ve yatağıma yattım. odaya baktım. garip geldi. yabancı. duvarlarıma baktım. yıllardır yoktum sanki orada.. ama dönmüştüm işte. ve hediyem olan cdlerimi çıkardım çantamdan. dinlemeye başladım, iyi şeylerdi gerçekten.. keşif.. bu kadar.. haa bu arada, unutmadan, istanbuldayken, cumartesi günü bir yere form doldurmuş ve kısa bir görüşme gerçekleştirmiştim.. izmire döndükten iki gün sonra aradılar.. “alo. biz falanca yerden arıyoruz.. falanca beylemi görüşüyoruz. form doldurmuşsunuz, yarın sabah gelip başlayabilirsiniz” şaka dedim. şaka yapıyor olmalılar.. gitmedim tabii ki.. ve gitmeyeceğim de.. [ 12 ağustos 2005 – 02:30 ]


askere gitmeme 13 gün kala okuldan atılmıştım.. ve askere gitmek istemiyordum, çalışmak istemiyordum, yapmak istediğim hiç bir şey yoktu. bir şey bekliyordum sadece, ama neyi beklediğimi de bilmiyordum. günler hiç olmadığı kadar hızlı akıyordu. duruyordum sadece, yatıyor, kalkıyor ve bahis bültenini inceliyordum. bir sevgilim vardı ama o da benden bir asır uzakta yaşıyordu, ve sürekli ona mektup yazıyordum, delirmiştim, 10 sayfa tutuyordu yazdığım bir mektup, ve nedenini bilmiyordum, sadece yazıyordum, öykü yazmayı bırakmıştım, eylül geçti, ekim geçti, kasım geçti, ve yılbaşı, sonra terkedildim, sonra elektriklerimiz kesildi evde, ve doğum günüme 5 gün vardı ne anlamı varsa, bir hatunun evine gittim, onu arayarak, “ölmeye ihtiyacım var” dedim ona, sarhoştum o an, ve gelip aldı beni, ve o’nun evine gittik, o sızdı o gece, sonra ben başarısız olduğum bir intihar deneyi gerçekleştirdim ve gözlerimi açtığımda her şey hala bıraktığım gibiydi, değişmiyordu, asla değişmeyecekti, ölemiyordum, hareket alanım kısıtlanmış gibi hissettim kendimi, sonra uzaktaki sevgilimle barışıp tekrar terkedildim ve sabahtı, sabahın onu.. ardından, nisanın ortasına kadar süren bir tür deliliğe daha tutuldum. sabah uyanıyor ve müzik açıyordum, sürekli aynı şeyleri dinliyordum, ve bülteni inceliyordum, bahisler.. arada bir kazanıyor, ve kazandığım para ile sarhoş oluyordum. işsizdim, çalışmak istemiyor ama bunun için nereye başvurmam gerektiğini bilmiyordum. sonra bir gün ailem, madem askere gitmiyorsun o halde çalışmalısın dedi, çalışmalıyım dedim, ve gidip bir gazete alıp ilanlara bakmaya başladım yeniden. dönem dönem ilanları inceliyordum son dört senedir, ve bu arada üniversitede bir kaydım vardı, ama arada sırada giderdim oraya da, ve ailem de bunun farkındaydı, “bu okul bitmicek” demiştim onlara, “biter” demişlerdi, “gitmiyorsun ki sen” “gidemiyorum” demiştim, “kendimi hasta ve ümitsiz hissediyorum orada, kusasım geliyor” ve koskoca dört sene böyle geçmişti, arada sırada okula gidiyor, arada sırada iş arıyordum. her ikisinde de başarılı değildim. yaptığım en iyi şey, birinci gelecek atları bilip aldığım para ile bir süre sarhoş kalmaktı, önce alsancak’ta bir evde, tıp okuyan iki herifle yaptım bunu, sarhoş kalma faslı, sonra karşıyaka’da benden en az 20 yaş büyük bir başka dost ile, sonra da beni iki yıl geriden takip eden başka bir dost ile, ve ara ara da alsancak’ta kilise sokağında tek başıma. ama bir türlü başarılı olamıyordum hiçbir şeyde, çuvallamıştım, ve babam hastaydı, akşam işten eve gelir, bir taraftan öksürürken bir taraftan da “naptın bugün bahisleri” diye sorardı, “30 milyar kaybettim” derdim ona, ve benim hiç milyarım olmamıştı, nasıl kaybederdim 30 milyar? ama böy-


leydi işte, bahisçiler, kupon yatırmak için ceplerinden ödedikleri parayı değil de, kazandıkları takdirde alacakları ikramiyeyi kaybettiklerini düşünüyorlardı, ne anlamı vardı ki oysa? öyle ya da böyle kaybediyorduk işte, para ya da aşk, yok oluyordu bir şekilde, uçuyordu, katlediliyordu, ve o kahrolası üç ay, evden iş görüşmeleri dışında hiç çıkmadım sanıyorum. ve bilgisayarım da bozulmuştu, elle yazamıyordum, ellerimle hiçbir halt yiyemiyordum, yemek yemeyi bile unutur ve annemin telkinleri sonucu sofraya otururdum. ve bir gün, cumartesiydi, bir yeri aradım, dergimizin çeşitli departmanlarında yetiştirilmek üzere eleman aranıyor yazıyordu, belki yazar olurdum, istiyordum bunu, kolay gibi görünüyordu gözüme yazar olmak, şarabımı yudumlarken üç beş cümle kuracak ve bunun karşılığında bir çok hatun düzebilecektim, amacımın hatunlar olduğunu sanan birkaç uzaylıya hitaben böyle söylüyorum. oysa onu da başaramıyordum, hiçbir halta yaramadığımı düşünmeye başlamıştım, neden yaşıyordum ki? her neyse, derginin adresini aldım ve bana ertesi gün saat birde gelmemi söylediler, gittim ertesi gün saat birde, tam zamanında ordaydım. bir odaya girdim, içeride benimle yaşıt en az yirmi tip vardı, kızlı erkekli, “merhaba ben ilan için gelmiştim” dedim, oradaki hatun bana form uzattı, o odadaki herkeste bir form vardı, elinde, ve bekliyorlardı, formu doldurmuşlardı, bekliyorlardı, forma elimi uzattım ve karşıdaki bir tip adımı sordu, söyledim, sonra bana “tüm departmanlarımız doldu” dedi, “üzgünüm” formu bıraktım oraya, birileri gülüyordu o odada, yaşıtım olan birkaç insan, nedenini bilmiyorum, kabus gibiydi, herife dalmak istedim, yapmadım ama, korktuğumdan değildi, değmeyeceğini düşündüm, ya da değişmeyeceğini, böyleydi işte. ve şimdi, geçip giden zamana aldırış etmeksizin yumuluyorum şişeye, nasıl geçti koskoca 6 yıl acaba, hiçbişi yapmadan, yine de bir şeyler kazanarak, birilerinin sevgisini ve birilerinin katışıksız nefretini kazanarak, ama yine de, bugün, sabah uyandığımda, keyifliydim, nedensiz, ansızın gelen kendini iyi hissetme hali, ve yazı, sadece kendini iyi hissettiğinde akan yazı, kimileri kötüyken yazıyor ve ben “hiç bir şey yazamıyorum son zamanlarda” dediğimde, bir arkadaşım, “hayatındaki her şey iyi mi gidiyor?” demişti, tam tersiydi, peki ya şu an? evet, galiba, kısa bir süre düzlükteyiz.. hafta sonu bahislerden gelen para, biraz alkol, ucuz tütünle karıştıracağım birkaç gram ruh, ve her şeye rağmen sihrim devam ediyor sanırım.. umarım bugünkü kuponum ters gelmez.. tek beklentim bu hayattan, şimdilik.. ufak ama tatmin edici.. yarını kim takar? ya da 13 gün sonrasını? askerliği? hâlâ buradayız işte, alkol, müzik, ve delilik. devam etmekte.. 27.ekim.2005


bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 18 aslan.. kapı çalıyor.. kalkıp yanındaki pencereyi açıyorum. “kim o” diye soruyorum.. biri pencereye yaklaşıyor ama yüzünü seçemiyorum, 4 masa lambası yanıyor klavyemin üzerinde, pencereyi kapıyorum ama dışardan konuşma sesleri geliyor, bilgisayarın başına oturuyorum, hâlâ konuşma sesleri geliyor dışarıdan, yerimden fırlayıp kapıyı açıyor ve bağırıyorum: “size beni rahatsız etmemenizi söylemedim mi yarak kafalılar” dışarı bakıyorum, biri basamakta oturuyor diğeri balkonda sol taraftaki çalılığa sıçıyor, boku ağır ağır düşüyor.. “hey bu pezevenk kızı çalılığıma sıçıyor” diyorum pezevenk kızı gülüyor ve sıçmaya devam ediyor. at kuyruğundan kavradığım gibi havaya kaldırıyor, o sıçmaya devam ederken çalılığın üzerinden savuruyorum. geri gelmiyor. “niye yaptın bunu” diye soruyor öteki “canım öyle istedi” diyorum “delisin sen” diyor “deli mi” diye soruyorum “evet deli” diyor, “üstelik üç kağıtçısın, sürekli olarak bukowski’nin öykülerini kopya ediyor, sadece isimleri türkçeleştirip zaman ve mekanla oynuyorsun” “evet” diyorum, “yeteneksizim, pis bir hırsızdan başka bişi değilim ama bundan sana ne, herkes yutuyor bu numarayı yavrum, hadi siktir ol git yoksa seni de kemerinden tuttuğum gibi fırlatırım” kaçıyor, arkasına bakmadan kaçıyor üstelik de.. kapıyı kapatıp daktilonun, şey, pardon, klavyenin başına oturuyorum, ve telefonum çalıyor, bir mesaj, orospu çocuğunun biri numaramı öğrenmiş birinden, şöyle diyor mesajda, “öykülerinde bir şey eksik, defalarca okudum, ve sonunda karar verdim, ruh ve duygu yok öykülerinde” mesajı atan kişinin çok zeki olduğuna karar veriyorum ve siliyorum mesajı, ruhsuz ve duygusuzum çünkü.. hmm.. evet.. bugün bukowski’nin hangi öyküsünü çalsam acaba.. sadece isimleri ve mekanları değiştiriyorum biliyorsunuz, biraz da cümleler üzerinde oynuyorum tabii ki, çaldığım anlaşılmasın diye, ama nasıl olduysa biri bunu çakozladı, ama olsun, onun sesini kesebilirim, onlarca hayranım var ne de olsa, yeteri kadar güç kazandım artık, “bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 12 maymun”u çalsam nasıl olur acaba, maymun yerine aslanlar düzüşür ve, hmm, 17 adet olur evet, hem


bunlar homoseksüel aslan olursa fena olmaz.. iyi fikir.. evet, pekala.. elimizde 17 adet maymun, yok pardon şey, aslan var, yok 18 olsun, 9’u erkek 9’u dişi ve bunlar homoseksüeller, 9 erkek aslan grup seks yapmaya karar veriyor, 9 dişi aslan da eşleşiyor ve bir dişi aslan açıkta kaldığı için kavga çıkıyor dişi aslanlar arasında, erkek aslanların umurunda değil bu kavga.. ve benim de umurumda değil, kimin ne bok düşündüğü, yazdıklarım hakkında.. kesiyorum burada bu saçmalığı, ve size başıma gelen bir şeyi anlatmak istiyorum dostlarım, her zaman olduğu gibi.. ama eğer çok bukowskivari olursa bu da, beni affedin, ama yapabileceğim bişi yok bu konuda, buk.tan önce de yazıyordum, buk.u okumadan önce demek istiyorum, buk yazmaya başlamadan önce değil, ve ister inanın ister inanmayın tarzım şu anki ile aynıydı ki bunu bilen bilir, ve sonra, ama, her neyse, başıma gelen bir şeyi anlatayım istiyorum yine, ama biraz düşünmem lazım, biraz bekleyin, bi saniye, evet.. hmm.. sabahtı, sabahın beş buçuğu, “koğuş kalk” diye bağırdı bi tip, ve, kalktım, herkes kalktı çünkü, hâlâ sivil elbiselerleydim, henüz kamuflaj vermemişlerdi bana, çünkü cuma günü mesai saatinden çok sonra teslim oldum acemi birliğine ve pazartesi günü kaydımın yapılacağını ve kamuflaj ve diğer malzemeleri vereceklerini söylediler, elbette cuma günü bir giriş kaydı yapıldı, muayene de oldum; “herhangi bir sağlık problemi yaşadın mı, fiziksel veya psikolojik?” “akciğer ameliyatı, iki kez, ve bir de sanrılar görüyorum, bir kez psikoza girdim, artık pek fazla nüksetmese de, kekemeyim, ve, hmm” “sanrılar nasıl?” “ışık, gölgeler, ses, ve bir de bazen odada yürüyen birşeyler olduğunu düşünürüm, öyle gelip giden bir his, paranoyak olduğum su götürmez bi gerçek sanırım. zaman zaman realitik sanrılar da oldu” “uyuşturucu kullanımı” “evet” “ne tür uyuşturucular” “bir dönem amfetamin, extacy ve çeşitli uyarıcılar kullandım, askere gelmeden önceyse bazı sedatifler ve esrar kullanıyordum” “alkol?” “hıhım” “ne sıklıkta” “her fırsatta” “yani her gün diyebilir miyiz?” “hemen hemen” “sigara” “evet”. “arkaya geçip soyun”


geçtim perdenin arkasına.. kollarıma bakıldı, ve taşaklarıma.. dövme yok, jilet izi yok, yara yok, sol kolda dikiş izi, erkek, ve daha önce bir kez psikoza girmiş, sanrılar görüyor, uyuşturucu kullanımı var.. pdrm! oradan çıkarılıp bir başka yere yönlendirildim.. sigorta ve banka kartı işlemleri için.. ölmem dahilinde 15 milyar tazminat ödüyorlardı aileme, sakat kalırsam da bana ömür boyu bakacaklardı.. bir dolu kağıt imzalattılar, okumam için zaman yoktu, imzaladım.. sonrasında kalacağım koğuşa götürdüler beni, eşyalarımı yerleştirdim, falan filan işte, buralar pek kayda değer değil, ertesi gün de, yukarlarda bi yerde sözünü ettiğim gibi beş buçukta uyandırıldım, ve kahvaltı adını verdikleri o şeyden aldım yemekhaneye gidip.. 3 zeytin, ufak bir parça peynir, çok ufak, ve yarım ekmek, sorun değildi, sivilde kahvaltı yapamıyordum zaten, ama burada? denedim, ve geri çıkardım yediğim ne varsa 10 dakika içinde, normaldi, ve mıntıka dediler, yerdeki çöpleri toplayacaktık, yapraklar, çam iğneleri, izmarit.. arazi olmanın en akıllıca şey olduğunu düşünüyordum. sonuçta o iş, veya diğer her şey, biz ordan gidene kadar bitmeyecekti, sürekli yeni bir şeyle çıkacaklardı karşımıza, şurdaki çöpleri topla, yaprakları topla, çam iğnelerini topla.. ve ben tenha bir yer arıyordum, kadro askerlerin beni görmeyeceği bi yer, ve tuvaletin arkasına geçtim, oturdum, yanıma bi tip geldi, tanımıyordum onu, ama benim gibi acemi olduğu her halinden anlaşılıyordu “selam” dedi “selam” dedim “iyi yer bulmuşsun” dedi “hayatımı saklanarak geçirdim” dedim, “herkes ve her şeyden” “arazi olmak iyidir” dedi, “hedefim acemi birliğini son güne kadar arazi olarak tamamlamak” “sırf askerlik değil, hayatın tamamında arazi olmak gerek” dedim “alkol kullanır mısın?” “evet.. ya sen?” “bende..” ve vefa ile böyle tanıştım.. aslına bakarsanız askerliğe başlamadan önce, orada tek bir kafa dengi tip bulamayacağımı düşünüyordum, ama ne de olsa bizim gibiler hep aynı köşeye saklanırlar hayatta, ve çekerler birbirlerini.. bi kaç gün içinde sıkı iki dost olduk vefa ile.. ankara’da yaşıyordu, üniversiteyi bırakmıştı, hem de son yılında, neden diye sorduğumda bi sikime yaramıcaktı dedi, bende bi sikime yaramayacağı için dört sene üst üste devamsızlıktan sınıfta kalmıştım üniversitede, sonra da atılmıştım zaten, ve alkol, evet, askerlik süresince en büyük problemimin olacağını düşündüğüm şey, ama hayır, en büyük problem tıraş olmak ve bot boyamaktı, ilk hafta sürekli akşamları tıraş oldum, saba-


hın köründe olmak zor geliyordu çünkü ve ben de olmuyordum, bi kaç kez azar işitince akşam olmaya başladım, ama yine azar işitmeye başlayınca sabah kalkar kalkmaz ilk işim tıraş olmak ve bot boyamak oldu, ve bunu 10 aydır başarılı bir şekilde sürdürüyorum, bu arada bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 12 maymun, şey pardon özür dilerim karıştırdım, bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 18 aslan’a dönücez bir ara.. askerliğimin 16. günüydü, tek gram alkol koymamıştık ağzımıza vefa ile, aranıyorduk, kadro askerler ile bağlantı kurmaya çalışıyorduk, ama henüz başaramamıştık, 16. günümüzdü, gecenin ikisi, biri yatağıma gelip dürttü, gözümü açtım, vefa’ydı, “hadi kalk gidiyoruz, alkol ayarladım” dedi, “taşak yapıyorsun” dedim, “hadi olm kalk” dedi, kalktım, “beni takip et” dedi, dışarısı buz gibi soğuktu, ama hiç bişi giymedim üzerime, eşofmanlar sadece, koğuştan çıkıp arkaya, çalılıkların oraya doğru yürümeye başladık, bir kadro asker söz vermişti vefa’ya, gece dışarı çıkıyordu kadro askerler, tellerden, ve gelirken bira getirmeye söz vermişti bir tanesi, tutmuştu da sözünü, bir köpek kulübesinin önüne geldik, yere oturunca köpek kulübesi boyunuzu geçiyordu, yani köpek kulübesinin arkasına oturduğunuz takdirde görünmüyordunuz, iyi kamufle ediyordu bizi, 75 gün boyunca iyi kamufle etmiş olmalı ki acemi birliğinde hiç fire vermedik, gerçi 10 aydır askerim ve henüz fire vermedim, umarım geriye kalan 4,5 aylık sürede de alkollü iken yakalanmam, askeri cezaevine girmek istemiyorum, insanın suyunu sıkıyorlar orada, 20 günde 15 kilo veriyorsun, ve bunu sana yapan senin gibi askerler, oraya pas pas çek, şurayı sil, piyadeler, gardiyan piyadeler, alt devren olan piyadeler.. ve ben jandarmayım üstelik, piyadeler jandarmalardan nefret eder, iyi de bu size de garip gelmiyor mu? askerliğin psikolojisi, çok çabuk etkiliyor insanı, ve çok çabuk değiştiriyor, çok saçma şeyler yaptım, ve yapmaya da devam edeceğim muhtemelen, bir ara anlatırım onları da, ama şu an konumuz alkol, ve evet, köpek kulübesinin içinde bir köpek yaşamıyordu, siyah bir poşet vardı sadece, çıkardık poşeti dışarı, içinde bir tane bira, açtık kapağını, ve ilk yudum, 16 günlük hasret, mucizeviydi.. pek fazla hatırlamıyorum ilk günleri, bilincimi yitirmiş gibiydim, felç geçirmiş bir hasta gibiydim, hareket edemiyordum, düşünemiyordum.. pazartesi günüydü, 4. günüm.. sabah içtimasından sonra benim gibi henüz kamuflaj dağıtılmamış 8-10 kişiyi topladılar, diğer 200 küsur asker yeşiller içindeydi, ve benim gibi henüz sivil olanlar da çok hevesliydi o elbiselerden almaya, 2 gün boyunca sürekli sorup durdular ne zaman dağıtılacağını, ben o kadar meraklı biri değilim, ki aslına bakarsanız çok meraklı olduğumu düşündüğüm zamanlar da olmuştur, ki “bok gibi meraklıyım”dır da demişimdir zaman zaman, ama böylesi bir konuda? ne zaman silah dağıtacaklarını merak edişleri mesela.. benim tek derdimse


ne zaman çarşı iznine çıkacağımızdı.. ve evet, kamuflajlar, giydim tabii ki, nasıl giyildiğini gösterdiler, botların nasıl bağlandığını, ve aynada kendime baktım şöyle bi, “oğlum şimdi boku yedin işte” dedim kendi kendime, “artık askersin” ve o zaman farkına vardım asker olduğumun, ve o boktan psikolojiyi de o gün kaptım sanırım.. ilk hafta çok kötü geçti, uyuyamıyordum, ortama ayak uyduramıyordum, sürekli birileri ile tartışma içindeydim, kaçmayı düşündüm çok defalar, ve hiç de zor değildi kaçmak, mıntıka alanımızın olduğu bölgedeki tellerde bir boşluk vardı, üst devrelerin arada sırada dışarı kaçtığı ufak bir delik.. uyuyamıyor ve üstelik sabahın köründe kalkmak zorunda bırakılıyordum, bi çok gece yatağa girdiğimde, ertesi sabah yataktan çıkmamayı düşledim.. eğitim de sıkıcıydı, yere çökmek, yere yatmak, uygun adım, marşlar, hizaya gelmek, tüfekle nasıl yatılır, sağa dön, sola dön, vs vs.. ve doğru yapamadığımız için yediğimiz laflar.. kendimi zor tutuyordum gerçekten, ve sigara üstüne sigara.. sabah uyanır uyanmaz, kahvaltı vaktine kadar, yani yarım saat içinde dört beş tane içiyordum, aç karnına, kahvaltı sonrası da devam ediyordum buna, öğlene kadar bir paket bitiyordu sanırım, ama zamanla ciddiye almamam gerektiğinin farkına vardım, normal hayatımda da pek fazla ciddiye almıyordum olayları, akışına bırakıyordum, zaman nasıl olsa geçiyordu bir şekilde, naparsan yap, ya da hiçbir şey yapmadan bekle, bir aylağın hayat felsefesi budur, zorunlu kalana dek hiçbir şey yapma.. 10 gün içinde işin orospuluğunu öğrenmiştim.. akşam yemeği öncesi sıraya girmiyordum örneğin artık, sayı alınmıyordu çünkü, toplanılıyor ve uygun adımda marş söyleyerek yemekhanenin önüne gidiliyordu, nefret ediyordum uygun adımdan.. marş söylemek.. bağırmak zorundaydın, yoksa birileri ispiyonluyordu seni, “komutanım bu bağırmıyor”.. neden bağırmıyorsun? çünkü aptalca.. hayır, böyle yürümüyordu işler, çok ağır cezalarla donatılmıştık, ve yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu, ben de sayı alınmadığını anladığım her fırsatta arazi olmaya çalışıyordum, ve dediğim gibi, 10 gün içinde her şeyi çözdüm, artık sadece sabahları sıraya girip marş söylüyordum, oysa gün boyunca en az 10 kez sıraya giriyorduk.. inanmadığımız konularda marşlar söyleyerek gidiyorduk her yere, sol sağ sol sağ.. silahları ilk dağıttıkları günü iyi hatırlıyorum.. herkes büyük bir heyecan içindeydi, ilk günden beri silahlar ne zaman dağıtılacak diye sabırsızlanıyorlardı, bense umursamıyordum, ilgisizdim, her şeye karşı ilgisizdim zaten, ve silahlar, herkes bir yerlerini kurcalıyordu silahının, bense alır almaz omzuma astım ve nişancılık eğitimi başlayana yani kurcalamak zorunda kalana kadar asla kurcalamadım, merak etmiyordum, ve bölük komutanı bir keresinde bana “sen ne biçim askersin”


diye bağırmıştı, “hayattan bezmiş gibi bir halin var” haklıydı, bezmiştim hayattan.. bezdirmişlerdi, ansızın terk eden hatunlar, “biz seni arıcaz” diyen işverenler, hiçbir halt olamayacağımı düşünen öğretmenler, ve şimdi de askerlik.. işin güzeli, silahı da geç almıştım, kapı gibi pdrm raporumun yanına bir de a.s.k raporu çakarak. hiç almamam gerekiyordu o silahı oysa. ve dahası bir de spor yapamaz raporum vardı. bir de deli raporu alsaydım, şehit olmadan cennetin kapısını aralayabilirdim, islamî kurallar böyle diyordu. birkaç hafta sonunda iyice alıştık ortama.. vefa ile ben.. ilk çarşı iznimizi hatırlıyorum, tek düşüncemiz biraydı, nasıl içecektik, aydın’daydık, acemi birliğinde, aydın, ve hiçbir yeri bilmiyorduk, biraz dolaşıp park ya da içebileceğimiz bir mekan aradık ama nafile, ve korkuyorduk da biraz, sonuçta askerdik ve eskisi gibi her yerde özgürce içemezdik, ve ikişer bira aldık yine de, montlarımızın içine sokup içebileceğimiz bir mekan aramaya başladık, asker olduğumuz her halimizden belliydi, ve bir inşaat aramaya başladık son çare olarak ama her açıdan şansızdık, en sonunda bir inşaata denk geldik ama onunda önünde işçiler mal indiriyordu, çimento, kum, vs.. her neyse, işçilere “mehmet usta yukarda mı” diye sordu vefa, “o da kim tanımıyoruz, yok öyle biri” dedi bir işçi, biz duymamazlığa verip merdivenlerden yukarı çıktık, peşimizden biri geliyor mu diye de kontrol ediyorduk, 4 kat sonra bir apartmana girdik ve orada bir odada açtık şişeleri, içtik, hızlıcana, hatta ikinci şişeleri direk fondip yaptık, ve aşağı indik, “mehmet usta nerde acaba” dedim vefa’ya numaradan, o da bana “bu saatte burada olacağını söylemişti” dedi, işçiler aptal aptal bize bakıyorlardı kim bunlar dercesine, ve hızlıcana uzaklaştık oradan, yoktu işte mehmet usta diye biri, ve evet, diğer haftada şarap aldık ve içeriye tellerden girdik, tabura demek istiyorum, ve içerde bi yerde içtik, ve tabii ki ot, üst devrelerle samimiyeti artırarak onu da sağlamaya başladık, bir gece, yine köpek kulübesinin arkasında gecenin ikisinde cigara tüttürürken, vefa, fatih ve ben, yağmur çiselemeye başladı, sonra koğuşa döndük, yattım, ikili ranzalar vardı koğuşta, ben altta yatıyordum, ve yağmur dışarda durduğu halde koğuşta yağmaya başladı, yani ben öyle hissediyordum, dehşet bir tribe girdim, koğuşu sel götürecek ve boğularak ölecektim, bir sola bir sağa dönüyor ama kalkamıyordum, ve her neyse bir keresinde de cin aldık, gece dışardan içeri soktuk, ve ufak bir radyo bulduk üstelik, ve birde cips, ve sigara, ve harikulade bir gece yaşadık, gecenin iki buçuğunda koğuşa geldik, kafamız kıyaktı, nöbet listesine baktım, nöbetim vardı saat dörtte, hafta sonuydu, altı buçukta kalkıyorduk hafta sonları, ve dört altı nöbeti? kafam bi dünya iken üstelik.. düşündük vefa ile, ‘değiştir şu amına koduğumunun listesini’ dedi, ‘öyle yapıcam zaten’ dedim, ‘bunlar beni siksen kaldıramaz nöbete, çakarlar mevzuyu..’ ve bir kalem alıp nöbet listesindeki yatak numaramı karaladım, bir


numara söyle dedim vefa’ya 216 dedi, listede vardı ikiyüzonaltı, başka bişi söyle dedim, 158 dedi, yazdım bende 158’i, altına da ‘ceza’ yazdım parantez içinde, 158 yatak numarasıydı, şanslı numara, benim yerime nöbet tutacaktı, ve kimseye ‘bana neden ceza nöbeti yazdınız’ diye soramazdı, çünkü eğer neden ceza nöbeti yediğini sorarsa bir hafta aynı nöbeti tutardı, böyleydi bu işler, kurallar böyleydi, kadro askerler yazıyordu nöbetleri ve eğer yanlış bir şey yaparsanız, nöbete kalkmamak, arazi olup da yakalanmak gibi, size ceza nöbeti yazarlardı ve onlara nedenini sorarsanız bir günlük cezanız bir haftaya çıkartılırdı, dehşet bir baş ağrısı ile uyandım sabahın altı buçuğunda.. “koğuş kalk” kelimesi bir süre sonra otomatik bir buton gibi geliyordu size, saat kaçta yatarsanız yatın, ya da o sihirli sözcük saat kaçta söylenirse söylensin, uyanıyordunuz.. 18 kişiydik bir postada.. 18 aslan.. onsekizimiz de heteroseksüel aslanlardık ve erkektik, erkek olduğumuz için oradaydık, askerde, ve birinci postadaydım, birinci postanın birinci sırasında vefa, dördüncü sırasında ben vardım, aradaki 2 kişi de benim ekürimdendi, ve tüm bölük hizayı birinci postadan alıyordu, postanın geri kalan 14 kişisi de bizden, ve biz sürekli geç kalırdık içtimalara, her şeye, ve bölük bu yüzden sıraya giremezdi, sürekli laf yerdik, ama umursamıyorduk, bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 18 aslan.. aslan diyorum, çünkü bölüğümün simgesi buydu, gerçekten buydu.. aslan.. bağırtıyorlardı 250 kişiyi marş söyletirken, “arslanlar geliyor” ben bağırmıyordum, asla bağırmadım, övünmüyordum da bununla, ama etrafıma bakıyordum ve şimdi düşünüyorum da, o günden 7-8 ay sonra, ne tuhaf diyorum, gerçek gibi gelmiyor, sanki hiç yaşamamışım gibi geliyor, rüya görmüşüm gibi, işin tuhaf yanı ordayken de eski sivil yaşantım rüya gibi geliyordu, hiç yaşamamışım gibi.. aslında hem anlatılası çok şey var, hem de yok.. ve uzatmak istemiyorum.. acemi birliğinin bittiği gün.. dışarı çıktık vefa ile, onun otobüsü 11’de idi, benimse saat başı otobüsüm vardı, ne de olsa izmir aydın arası 45 dakika sürüyordu, ve evet, bende 11’e aldım bileti, biraz içip sohbet edecektik onunla, en sonunda bir park bulduk, son günümüzde, ve evet, üçer bira, ve çerez, sigara, dönüp yeni keşfettiğimiz parka geldik, uzun süre görüşemicez dedim ona, “özlücem lan seni” dedi, “ben de seni” dedim “garip birisin” dedi bana, “tutuk davranıyorsun bazen” “biliyorum” dedim, “isteksiz.. ite kaka” “evet aynen öyle” dedi “sende hayatımda gördüğüm en kıyak heriflerden birisin” dedim ona “eyvallah” dedi, içtik, içtik ve sohbet ettik


“ankaraya gider gitmez düzüşücem” dedi bana “sen bilirsin” dedim “yedi gün” dedi “yedi gün” dedim, dağıtım izninin süresinden bahsediyorduk “çok kısa, hemen yine asker olucaz” “rize” dedim “balıkesir” dedi, usta birliklerimiz.. ve sonra garaja gittik, ne tesadüf ki bineceğimiz otobüsler yan yana duruyordu, aynı firmalardı büyük bir tesadüf sayılmaz, ama, tesadüften öte, tuhaftı, otobüste oturduğum yerden ona baktım, o da diğer otobüsteydi, ve geri geri gitmeye başladı otobüslerimiz yola çıkmak için, ayrıldık, ve bir daha görüşmedik.. ve izin.. eve geldiğim ilk gün.. canım çok sıkılıyordu, hiç bişi yapasım yoktu. evet, haklısınız, benim zaten hiç bir zaman bişi yapasım yoktur, ama bu kez farklıydı, askerlik her şeye karşı yabancılaştırıyordu adamı, ve üç gün içinde kurtuldum bu psikolojiden.. çabuk attım, bu kadar çabuk atabileceğimi düşünmüyordum, ama birkaç şişe adama cehennemi bile unutturabilir.. ve şu anda yine izindeyim.. ve yine dağıtım iznindeki gibi ilk günler çok sıkılıyordum.. ve 3 gün sürdü o psikolojiden kurtulmak.. tedavi yöntemi yine alkol. hafif alkol aldım bu gece de.. sabahladım.. ve şu an sabahın yedisinde, ev halkı işe okula ve oraya buraya giderken ben izlanda folk müziği eşliğinde size bunları yazıyorum, yazıyordum, bitti, ve evet, bukowski ölmeseydi yazacak olduğu bir öyküydü bu, o yazamadığı, yani ömrü yetmediği için, ben yazdım, affedin.. 18.eylül.2006


ardeşen bir jandarma karakolunda, kazan dairesindeyiz. kazan dairesi ve valizlik aynı dört duvarın arasında. bizler de o gece, o dört duvarın arasındayız. çoğu gece gibi, kazan dairesindeyiz, ya da valizlikte. her ikisi de, aynı mekânın farklı isimleri. bir üçüncü isim daha icat ettik, gizli bir isim, alkolik askerlerin taktığı lâkap, “havaalanı” diyoruz oraya. ruhumuzu havalandırıyoruz çünkü. ve “ruhu havalandırmak” iki anlama gelebilir; ruhu havaya kaldırmak, ruhun hava almasını sağlamak. antialkolik askerler bir üçüncü anlam daha icat etti, “ruhu kalpten uzaklaştırmak”. böyle söylemişti mahir, “alkol ruhu kalpten uzaklaştırır”. haklı olabilirdi. nefsimizin kölesi olmuş olabilirdik. ama mahir de, başkalarının nefsine köle olmuştu. tarikat liderlerinin nefsine, çünkü tüm kelimeleri, bir yerden alıntıydı, kendine ait bir düşünce tarzı ya da fikri yoktu. kimse haklı gelmiyordu bu durumda bana; kendi olanlar ve başkasının olanlar vardı sadece.. başkasının olanlar, liderlerinin isteğine göre hareket ediyor ve bunlardan dindar olanları liderlerinin istediğini “tanrı’nın buyruğu olarak” görüyorlardı, konumuz bu değildi, konumuz valizlikti, sıcak valizlik, sıcak kalorifer, sıcak kazan dairesi, sıcak şarap, sıcak zihin, sıcak cehennem, sıcak cennet, sıcak araf… bir jandarma karakolunda kazan dairesindeyiz. şahin, bekir, cumali, ben. cumali, bizim iki üst devremiz ve aynı zamanda kendisi o gün nöbetçi onbaşı. bizler seksen beşe dördüz. cumali seksen beşe iki. ben seksen ikiliyim, cumali seksen beşli, şahin seksen beşli, bekir seksen üçlü. şahin pdrm, ben de pdrm’yim. bekir sıkı içiyor, cumali içince sapıtıyor ama içerken yanımızda bulunan bir üst devre bize güç veriyor. çünkü askerlikte, eğer en alt devre iseniz, boğazınızda 3 ay boyunca kopartıp atamayacağınız bir tasma bağlı demektir. bir alt devreniz geldiğinde, elinize o en alt devrenin tasmasına ait zincirin ufak bir parçası tutuşturulur ve sizin zincirinizi tutan sayısı iki devreye düşer. bir alt devreniz daha gelince, tasmanız çözülür ancak gözaltı süreniz devam eder, teskere altısınızdır. teskereciler kraldır. en sonunda, teskereci olur ve kral olarak, son üç ayı yaşarsınız. diğer karakolları bilmiyorum ve kendi yaşadıklarımı anlatıyorum, o yüzden bu tespitlerime karşı olanlar, lütfen sadece kişisel gözlemlere dayalı bir felsefe güttüğümü ve kesin konuşmadığımı, kendimce yorum yaptığımı dikkate alsınlar. pekâlâ, devam edelim. bir jandarma karakolunda, kazan dairesindeyiz. en alt devre olarak üç kişiyiz. iki devrem, şahin, bekir ve ben. bir de iki üst devremiz nöbetçi onbaşı cumali. içiyoruz. şarap. papazkarası. saat gecenin on biri. bundan birkaç saat önce, hava kararmak üzereyken ve yağmur hâlâ yağmayı sürdürürken bekir yanıma gelip “gece kaç kaç?” dedi, nöbetimi


soruyordu, “sekiz-on” ve “iki-dört” dedim. akşam sekizde cezaevi nöbetini teslim alacak, onda bırakacak ve biraz uyuyup, ikide tekrar gidecektim nöbete, dörtte tekrar teslim edip, biraz daha uyuyup, sabah altıda kalkacaktım. hatta beş buçukta. koğuşun tuvaletlerini temizleyecektim. mıntıkam orasıydı. “içelim” dedi bekir, param yoktu ama bunu söylemedim, gerek de yoktu, para daima bulunurdu, borç alınır, kantinde rütbelilerin hesabına birkaç fazla çay çarpısı çakılır, ya da koalisyon yapardık. o gece, bekir idi finansörümüz, şahin gözcü, cumali de bekçi olacaktı, ben de devriye askeri. bu ne demek? bu şu demek. paraları bekir çıkacak, şahin öncelikle dışarı kaçtığım tellerin önünde sonra da nizamiye kapısında gözetmen olacak, cumali de “nöbetçi astsubay uyuyor mu?” diye bakacak, uyanırsa da odasından aşağı inmemesi için onu oyalayacak bir şeyler uyduran bir bekçi olacaktı. bir şeyler yapacaktık işte. arka tellere yaklaştım parayı alarak. eşofmanlarla elbette. akşam sekiz on nöbetinden gelmiştim. kamuflajları çıkarmış ve eşofmanları giymiştim. cumali herkesi koğuşa soktu, “nöbetçi astsubayın emri, yat sayımı var, herkes koğuşa, aşağı inmek yasak”. nöbetçi astsubay dokuzda vurmuştu kafayı. adını söylemeyeceğim adamın. ama o nöbetçi iken, daima içiyorduk. erkenden uyuyor ve hiçbir şeyle alâkadar olmuyordu, belki o da odasında gizlice içiyordu, kim bilir? her neyse, devam edelim, cumali yalandan bir sayım yaptı ve sonra koğuştan çıktık, biz, cumali, bekir, şahin ve bir de bizle alâkası olmayan birkaç teskereci. bizimle içmek isteyenler vardı ama güvenmiyorduk onlara, sıkı içiyorduk ve sıcaktı valizlik, sarhoş olup başımızı derde sokabilirlerdi, her ne kadar aralarında bizden de sıkı içen alt devreler olma ihtimali varsa da, henüz güvenemezdik. kendimize bile güvenmiyorduk. cumali’ye de güvenmiyorduk. ama o olmadan da içemezdik. otuz milyon verdi bekir. “15 bira al” dedi. dört kişi. “yeter mi?” diye sordum. takviye gerekiyordu, “votka yapalım” dedi şahin. “şarap” dedi cumali. benim oyum, sonucu belirleyecekti, kıllık olsun diye “viski” diyebilirdim ve berabere kalırdık. ama “iki şarap, geri kalanla bira?” dedim. anlaşmayı imzaladık: “tamam”, “tamam”, “tamam”, “pekâlâ” dedim, “herkes görev yerine.” cumali ana binaya çıktı, nöbet yerine. bekir otuz kâğıdı cebime soktu ve valizlikte askerlerin çantalarından dekor yapmaya başladı. şahin ile tellere doğru yürüdük. etrafta birkaç teskereci vardı ama zarar gelmezdi onlardan. sorun olan trafikçilerdi. aperiyoduk saatlerde karakola gidip geliyordu gece ekibi, ben karakolun karşısındaki tekel bayisinde iken, aniden nizamiyede bitebilir ve beni elimdeki suç delilleri ile görebilirlerdi. bu riske değerdi.


her türlü riske değerdi. ve çöpün üzerinden duvara, oradan da tellere tutunup kendimi arkaya salladım. şahin nizamiyeye gidip, okey çekti ve ara sokaktan ana caddeye, oradan da karşıya geçtim. şahin bir okey daha çekince, ilk el açıldı. okey dışarı atmıştık trafik ekibine karşı. tekel bayiinin içinde, şimdilik güvendeydim. beni tanıyordu adam. ilk gidişimde, “sen asker misin?” diye sormuştu, çekinerek itiraf etmiştim, “sorun olmaz değil mi?”, “biz de asker olduk koçum” dedi. lazdı kendisi üstelik, rize’deydim, doğaldı laz olması, lazlar iyi insanlardı, tartışmaya girmediğiniz ya da kızlarına yan gözle bakmadığınız sürece de iyi olmaya devam ederlerdi. ben de onlarla aramı iyi tutmaya çalışıyordum, kızları ile ilgilenmiyordum zaten, ama tartışmaya girmeye de gerek yoktu. “üç yıldır kimse gelmiyor askerlerden geceleri” demişti adam, “ilk gelen sensin”. ilk gidişimde de demişti bunu, “hadi ya” dedim, alkolik bir devreydik ve üç yıl sonra sezonu açmıştık. ve o gün, “şarap” dedim, “şarap alacam”. ikinci elin taşları dağıtılmış oldu böylece. “kaç tane?”, “ne var?” saydı ellerindekini, fiyatları ile beraber, “papaz karası yedi mi demiştin.” diye sordum, izmir’e göre fiyatlar uçuktu şarap konusunda, ya da biz ucuz yerleri öğrenemeden askerliği bitirdik. “evet, yedi”, “iki papaz karası, kalanı ile bira”, “otuz mu var demiştin koçum?”, “evet otuz”. “iki şarap, 8 bira?”, “anlaştık, aa şey, sigara bir de”, “sigara da benden olsun koçum”, “eyvallah abi”. askerleri seviyorlardı, yemek ısmarlıyor, içecek ısmarlıyor, ramazanda sigara içersen peşine takılıyor ya da kızlarına asılırsan duvara asıyorlardı seni. seviyordum lazları, bana ters gelen adetleri olsa da, samimi buluyordum birçoğunu. özellikle cezaevinde nöbet tutarken konuştuğum mahkûmları. “ha bu siktiğimin silahını” demişti bir keresinde bana bir mahkûm, “ben pazarlayınca suçluyum ama amerika ekonomisini silahla kuruyor”, “haklısın abi” demiştim. haklıydı. silah üretmek konusunda değildi haklı oluşu, çifte standarttaydı söz konusu haklılığı.


tekel bayiine dönüyoruz tekrar. alacaklarımı aldım, kapıda durdum. şahin bir okey daha çekti ve ara sokağa saptım. ikinci eli de kazanmıştık trafik ekibine karşı. son ele başladık. tellerdeydim. elimde iki torba ile bekliyorum. şahin nizamiyeden ağır adımlarla geliyor ve bekliyor. kısa dönem imam var, etrafta gezinen. adı mahir. aslında adı mahir değil ama adını unuttum ve ona duyunca kıl olacağı bir isim koydum. adı mahir olan imam, kısa dönem askerlik yapan bir ispiyoncu. o varken elimdekilerle telden giremem. ama girmek zorundayım. cumali’nin yanına gidiyor şahin. nöbeti devralıyor cumali’den. cumali nöbetçi onbaşı olarak sahip olduğu tüm hakları kullanıp bahçeye iniyor ve imam’a fırça kayıyor. “sen koğuş nöbetçisi değil misin? bahçede ne işin var?”. biraz tartışıyorlar ama sonuçta kolluk kazanıyor ve ben de tellerin üzerinden uçup valizliğe iniş yapıyorum torbalarla birlikte. üç - sıfır. oyun bitti. 2. saat on bir. anlattığım her şey, buraya kadar anlattığım her şey, yarım saat içinde olup bitti. ve valizlikte, kalorifer borularının arasında, çantalara oturup, şarapları açarak, biralarla karıştırarak, ufacık bir kapalı alanda sigaraya abanıp duman altı olarak, içiyoruz. cumali, şahin, bekir, ben… birkaç bardak sonra cumali sapıtmaya başlıyor. biz ondan hızlı gidip, alkolü tüketiyor ve koğuşa çıkıyoruz. saat on iki. on iki - iki nöbetçileri gidecek. kimin götüreceğini bilmiyoruz. çünkü cumali’yi sarhoş olarak valizliğe terk edip kapıyı üzerine kilitledik. o orada sızdı. ve koğuş nöbetçisi imamda nöbet tutmak yerine, koğuşta uyumayı seçmiş biz valizlikte içerken. herkes uyuyor, biz sarhoşuz. on iki - iki nöbetçileri nöbete gitmek zorunda. biz uyandırırsak her şeyi çakarlar. cumali uyandırırsa, cezaevi nöbetine götürmek yerine denizden dökebilir sıradaki nöbetçileri. kimseyi uyandırmaz ve biz de uyursak, saatleri dolan ve değişmeyi bekleyen nöbetçiler, cezaevi nöbetçi astsubayını uyandırır, sonrası kıyamet. düşünüyoruz. “bu boku içmeden önce düşünseydiniz” diyor santral. santraldeyiz, ona fikir danışıyoruz, çünkü o bizim üst devremiz. ordu’lu, kendi halinde bir tip. kıyak insan. “siz santralde kalın, ben nöbetçileri uyandırıp hemen gelicem, kendileri gitsin nöbete pezevenkler” diyor santral. “tamam” diyoruz. bekliyoruz. santralin yan odasında karakol nöbetçi astsubayı uyuyor. cezaevi kapısının girişinde bir odada, cezaevi nöbetçi astsubayı uyuyor. kendimizi “dikkat köpek var” yazılı


tabelalar arasında buluyoruz. tehlike! daha önce de yaşadık bunları. ama bu kez her şey karıştı ve üstelik benim gece nöbetim var. şahin sadece gündüzleri nizamiyede karakol nöbeti tutuyor. silahı yok. p.d.r.m ve a.s.k raporu işe yaramış. karakola gelen vatandaşları, ana binada gitmek istedikleri yere götürüyor üstlerini arayıp. sabah sekiz, akşam altı tutuyor nöbeti. güneşte, yağmurda, asla izin yapmıyor hafta içi. “memurum lan ben asker değilim” diyor bize. bekir kantinci olduğu için, nöbetleri akşamları oluyor bazen. onu da koğuşta tutuyor. boka sapan benim. ama hayatımı daima ince bir ipin üzerinde düşme korkusu taşımadan cambazlık yaparak harcadım. alışkınım. santral geliyor. nöbetçiler gidiyor. nöbetçiler geliyor. şahin ve bekir’le beraber valizliğe iniyor, cumali’yi uyandırıp bahçede bir banka oturtuyoruz. ayılması gerekiyor. ve banyoya sokuyoruz onu, sonra gözlerini açıp, “bana nöbetçi astsubayı getirin, dövücem onu” diyor. bekir ve şahin sızıyor. cumali ile baş başa kalıyor ve saate bakıyorum. bir buçuk. iki - dört nöbetim var. hâlâ sarhoşum. ama kendimdeyim. yani kendimde olduğumu söylediğim için, sarhoşum demektir. basit alkolik mantığı. cumali nihayet kendine geliyor, nöbetçileri güç bela uyandırıyor ve nöbete gidiyoruz. ben ne doldur boşalt yapıyorum ne de bot giyiyorum. eksik kamuflajlarla ve şarjör almayı unutarak, boş mp5’le, ikinci kuledeyim. nöbetçi astsubaya en uzak kule. birinci kuleye geçecek olan tipe, “karakolda nöbetçi astsubay kim?” diyorum, söylüyor, tim komutanımmış ve tim komutanımın nöbetçi astsubay olduğunu bilseydim, ona da bir şişe götürürdüm diye düşünüyorum. ya da daha çok içerdim. ama yapmadım. iki birayı çöpe attık. ama dış çöpe. boş şişelerle birlikte. gizlice. orayı anlatmayı es geçtim ve hâlâ es geçiyorum. ikinci kulede, not defterime bir şeyler karalayıp, kulenin içinde sızıyorum. tahtanın üzerinde. dört olunca gelip değiştirirler nasılsa diyorum. dört-altı buçuk nöbetçileri gelir değiştirir. mahkûmlardan da kaçan olmaz. her şeyi, şansa havale ediyor ve sızıyorum. ve altı buçukta dürtüyor beni cumali, hava aydınlanmış. “sabit bıraktım seni nöbette” diyor cumali, “kaldıramadım”. “boşver” diyorum, “mıntıkadan kurtuldum”. dört – altı buçuk nöbetçisi kısmen mıntıkadan kurtulurdu. karakola gelir, tıraş olur, kahvaltı yapar ve içtimaaya çıkardı. böyleydi bizim oralarda. bazen mıntıka yaparlardı ama yerine yapacak kimse bulunamamışsa ve her neyse dostlar, iki dört nöbetini, iki altı buçuk yaparak, karakola döndüm, kahvaltı yaptım, bir sigara yaktım, tıraş oldum, içtima için sıraya girdim. tim komutanım geldi, o gece cezaevinde nöbetçi astsubay olan tim komutanım yanıma geldi. beni köşeye çekti ve bir sakız verdi, naneli, “al bunu çiğne, hayatını sikicem senin, göt” dedi, gülüyordu, gülüyordum… 27ağustos2008


vedat. vedat’tı adı. o gelmeden önce uyarılmıştık hepimiz. sabah iştimasında, yoklama alındıktan sonra, bölük komutanı, herkes esas duruştayken, anlattı hikayeyi. karakolumuza yeni bir asker gelicek yarın dedi, kendisi sivil hayatta gasptan hapis yatmış bir insan, önceki görev yerinden sürgün yedi. eşyalarınıza sahip çıkın, sonra ağlamayın bana gelip dedi. mesaj alınmıştı. emredersiniz komutanım dedik hep bir ağızdan. ben demedim gerçi. hatta bu yüzden yerde süründürülmüşlüğüm de vardı acemi birliğinde. usta birliğindeydim artık. az zamanım kalmıştı. azaldıkça çoğalıyordu meret. şafak saymıyordum gerçi ama sayanlardan haberimiz oluyordu. dört ay kalmıştı. bir ay sonra teskereci olucaktım. ve iyice sıkılmıştım bu emir komuta zincirinden. ilk günlerimde, sürekli olarak total red ile yattım geceleri, koğuş kalk ile uyandım, güç bela çıktım yataktan. sorunum neydi bilmiyorum ama bitirecektim askerliği, ve bana iyi gelicekti, askerlik iyi değildi, birileri askerden kaçarken, ben askere kaçmıştım bir şeylerden. uzaklaşmam lazımdı ve param ve kalıcak kimsem yoktu izmir dışında. makul bir fikir gibi görünmüştü gözüme askerlik ve 11 ay geçmişti. son dört ayım. vedat gelicekti yarın. yeni biriyle daha tanışacaktım. ve vedat geldi. selamını almadılar vedat’ın, hiç kimse almadı, benim dışımda. ilk birkaç gün, yalnız başına yemekhanede ve bahçede oturdu. benim de içmekten ve nöbetten –günde sekiz saatti- ve devriyeden iflağım sikiliyordu o sıralarda. vedat’ın silahı olmadığı için gündüz kapıda gece koğuşta nöbet tutuyordu. hem adama hırsız damgası vurmuşlar hem de koğuş nöbeti yazmışlardı. baştan sonra tutarsızlıklarla doluydu militarizm ve bu çok klişe bir cümle oldu biliyorum. geçelim. bir süre sonra sadece, koğuşa çıkan merdivenlerin altında, merdiven altında oturmaya başladı vedat. bi gün yanına gidip, “selam” dedim, “sigara içer misin?” parası yoktu, sigara alamıyordu, biliyordum bunu. sigara içtiğinden adım gibi emindim. “valla süper olur babol” dedi, doğuluydu ama istanbulda yaşıyordu. her neyse. bu selamla konuşmaya başladık. onu aradığımda nerede olacağını biliyor, sigara içek babol diye giriyordum söze. onun ağzından konuşmak hoşuma gidiyordu. sevmiştim adamı. zamanla güvendi bana. fena güvendi. çay ısmarladım ona bir gün. sanırım karakola geldiğinden beri hiç çay içmemişti, sabah kahvaltısında ki ücretsiz olanlar dışında. ki ücretli olanı daha lezzetliydi. farklı kişiler demliyordu, ücretli olanı ve kahvaltı için olanı. her neyse, hiç soru sormadım ona. hem de hiç. bi gün, kendiliğinden, sivil hayatta işlediği suçları anlatmaya başlattı. “gece iniyorduk ıssız bi caddeye babol, saklanıyorduk üç kişi, bi kişi arabanın önüne


atıyordu kendini, araba çarptı çarpacak, durunca araba, ve açılınca kapısı, çıkıyorduk ortaya. ellerimizde bıçaklar, allah ne verdiyse alıyorduk. bazen arabayı da aldığımız oluyordu. ama sor bi bana, neden diye. sen sormucan gerçi. anladım ben seni. ama sor bi hele çekinme sor, herkes merak eder bunu. hakim bile sordu hani.” “neden” diyebildim güç bela, benim merakım bu konuda değildi. “zevkliydi be babol, parasında değildik işin anlıyon mu, risk alıyorduk, büyük risk, ama zevkliydi, çalıntı arabayla benzin bitene kadar gezmek gibisi yok. benzinin bittiği yerde bırak arabayı. o zamana kadar para da bitmiş olurdu çoğu zaman. sonra tabanvay. ya da yeni bir iş.” bir keresinde bir adamın boğazını kesmesine ramak kaldığından dem vurdu bana. az kalsın yapıyormuş. satırla üstelik. kavga esnasında falan da değildi. yine bir gasp sırasında anasına küfretmiş şöför. dayamış satırı boğazına arabaya dayayıp, adamın ödü bokuna karışmış, gözlerinden o korkuyu anlamış vedat, kendi de korkmuş, ama yapıcakmış, kanatmış azcık herifin boğazını, sonra derin nefesler verip vazgeçmiş bundan. “şimdi burda bana kimse selam vermiyor ya” dedi vedat, “ben kızmıyom kimseye, haklılar, ben kendime bile selam vermiyorum yıllardır, aynaya baktığımı gördün mü sen benim hiç, söyle bi hele gördün mü?” “tuvalette traş olmuyorsun” “aynasız oluyorum traş. ya. sor bile hele neden. sor bi.” “boşver vedat” dedim, “kimse selam vermesin. içek mi bu akşam” “nasıl yapıcaz babol, senin içki ortakları beni istemez.” “senle içicem” dedim, “ekicem onları.” “he tamam babol, ama ben de para yok biliyon mu?” “para soran mı var ulan hergele, hele bi sor bana hiç para lafını yaptım mı ben?” utandı ben böyle diyince. “buradan çıkayım” dedi, “sana bir dolu sahte para göndericem. gerçeğinden ayırt edemezsin haa. tıpatıp gerçeği gibi.” sorun şu ki, vedat çıkamıyordu oradan. üç yıldır askerdi. sürekli kavga ediyordu, tepesinin tasını arttıyordu ya komutanlar ya erler, sürekli kavga edip duruyor, ardından askeri cezaevine giriyordu. orasını da anlattı uzun uzun. ama ben kısa kesiyorum. fena içtik onunla askerde. içtikçe açıldı. onun mekanında. merdiven altında içiyorduk gece yarısı buluşup. ben çıkıyordum içkileri almaya. bi gün bi başçavuş ayağa kalkmadığı için şınav pozisyonu almasını istedi bundan. almadı vedat şınav pozisyonu falan. al, almıcam, al almıcam, derken bir tekme atmaya kalkınca başçavuş, çekti ayağını başçavuşun bu, başçavuş çat yere. üstüne çıkıp yumrukladı. zor ayırdılar.


dört ay daha sabredebilse, beraber teskere alıcaktık. o gittikten sonra daha sıkıcı geldi askerlik bana. konuşulcak doğru dürüst bir adam bulmuştuk, onu da elimden almışlardı. ben de daha çok içmeye, daha çok nöbette sızmaya başladım. nasıl oldu bilmiyorum ama kurtulmuştum eski halimden. askere kaçmıştım, kendimden kaçmıştım, ve kendime yüzümü döndüm orada, yüzleştim bitmeyen nöbet saatlerinde. en çok da vedat kendime getirdi beni. ikimizde kaçamamıştık bu işkenceden. o belki hala bitirememiştir askerliği. bi daha ulaşamadım ona. ne telefon numarası kaldı, ne adresi. bi gün karşılaşırız belki, şöyle zincirsiz iki tek atarız. kim bilir.. belki gasp’a bile çıkarız birlikte. 25.05.2017


multifonksiyonel eleman 1. bir sandalyede oturmuşum. önümde iki duvar, odada bir köşe, ve ben biraz geriye dönüp, pencereden sokağa bakıyorum. gökyüzüne bakıyorum. önümdeki cama bakıyorum. ve niye burdayım diye düşünüyorum. lanet olsun lanet olsun lanet olsun. niye burdayım. insan kendine “niye çalışıyorum” diye sorduğunda, ardından gelicek cevaplar, kendi için olan herhangi birşeyi kapsamıyorsa, fedakarlık ediyor demektir, buna hayatın boyunca devam ediyorsan, bu kendini feda etmek anlamını taşır. fedakarlık süresi uzarsa feda edilirsin. ve insan kendi hayatını feda ederekte pek tabii mutlu yaşayabilir.. kızım için. aşkım için. daha doğmamış torunlarımın geleceği için. milletim için. dinim için. ölümden sonraki hayatım için. dünya barışı…. bir dakika, bir dakika, sikmişim dünya barışını.. zihnim bana oyun oynamayı sürdürüyor.. çünkü ben niye burdayım diye sorduğumda kast ettiğim şey, niye bu köşeye yerleştirildiğim idi. bekliyorum. bekliyorum. bir köşedeyim. çünkü patronum benim iş dışında herşeyle uğraştığımı düşündüğünden dolayı bilgisayarımın yerini değiştirdi, önüm duvar arkam duvar, sobe oyunu geliyor aklıma nedense. hey bakın ben bir şey yapmıyordum, ve cezalandırıldım. insan herhangi bir suç işlemediği için cezalandırılınca kendini gerçekten kötü hissediyor, çünkü gerçekte zaten herhangi bir suç işleyince de cezalandırıldığınızda kendinizi kötü hissedersiniz. çünkü toplumdan uzun veya kısa bir süre atılmışsınızdır. ve toplum huzuruna aykırı bir şey yaptığınıza, veya bir bireyin veya kurumun, yaşamına veya mülküne veya kişiliğine tecavüz ederseniz, yani kısaca bir takım maddeleştirilmiş yaşama şekli sınırlarının dışına çıktığınızda, önceden hazırlanmış kurallar bütününe göre, kısa veya uzun bir süre toplum hayatının dışına atılırsınız, veya maddi para cezası ödersiniz. bu cezaların en komiği hakaret nedeni ile açılan tazminat davası olmasına rağmen konuyu değiştirmek istemiyorum. beni aşağıla. parasını ödemen yeter. hepimiz bunu yapıyoruz. hepimiz birileri tarafından aşağılanıyor ve bedel ödeniyoruz.maaşımı öde, dilediğin saatte dilediğin yerde olucam, dilediğin işi yapacağım, maaşımı öde, ki benim gibi maaşı ödenenlerin ürettiği şeyleri satın alabileyim. yaşama devam edebilmek için kendimizi hiçe sayıyoruz. feda ediş. kurban. tören. haftaiçlerini satarak hafta sonlarını kazanmak 12 saatini satarak, yıllar sonra senin yaşlı buruşuk yüzüne tükürücek oğluna bir gelecek hazırlamak


yaşamanını kaybederek, vatanını korumak. aslında hepimiz bir şekilde hem kurban hem katiliz. gelenekselleştirilmiş ve toplumsallaştırılmış değer yargılarına göre yaşam biçimimizin sorgulanması pencereden bakıyorum çünkü gökyüzü güzel görünüyor pencereden bakıyorum çünkü bilgisayarı iş dışında kullanmam yasak pencereden bakıyorum çünkü patronum her an arkamdan gelip benim onun internetini kullanıp kullanmadığımı denetleyebilir pencereden bakıyorum çünkü o an orada olmamam gerekiyor. dışarıda olmalıyım. istediğim yerde olmalı, istediğim şeyi istediğim yerde yapmalıyım. özgür olmalıyım. özgür olmalıyım. özgür olmalıyım. ama değilim. hiç birimiz özgür değiliz. salındığımız boşlukta, zincirimizin uzunluğu kadar yol alabilir, prangalarımızın izin verdiği ölçüde hareket edebiliriz. ve sesimiz filtrelenmiştir. duvarlar duvarlar duvarlar pencereden bakıyorum ve ben küçük bir şirkettin kontrol altında tutmakta zorlandığı, bu yüzdende sürekli takip edip sorguya çektiği bir elemanıyım. beni işte sadece kan bağı tutuyor. yaptığım işi yapmanız için ya aptal olmanız gerekir, yada fedakarlık etmeniz. ve ben bunu bir adım ileri taşıyıp kendimi feda etmek istemiyorum. dediğim gibi, bir sandalyede oturmuş ve dışarıyı izliyorum. işteyim, çalışmıyorum. işteyim, sokağa bakıyorum. işteyim, ama işi bıraktım. patron arkamdan geliyor ve “napıyorsun” diyor, tepenizdeki oteritenin üzerinizdeki ilizyonu kaybolunca, yani onun elinden yırtınca, yani size ufak elma şekerleri sunarak özgürlüğünüzü kısıtlama gücünü kaybedince, gerçekten çok sinirlenir, ve eğer siz bunun üstüne onun bu sinirli halini sikinize takmazsanız, oteriteyi fena halde korkutursunuz, ve bu paranoyak ruh sizi yok eder, çünkü işine yaramıyorsunuzdur, çünkü bütün devletler paranoyaktır, çünkü bütün şirketler aslında ufak birer devlettir, ve oterite sizin bulaşıcı bir hastalık gibi diğer ruhlara bulaşmanızı engellemek için sizin sesinizi kısar, yada size maskeler takar, “vatan haini” maskesi en kolay giyilebilen ama en çok dışlanmanızı sağlayan maskelerden biri olmalı. hiçbir iş yaptıramayacağını anlıyor bana patronum. aslına bakarsanız ona niye hala patronum dediğimi bile bilmiyorum. ağız alışkanlığı. oterite üzerinizde, bebekliğinizden ölümünüze kadar sizi terketmeyecek kalıcı alışkanlıklar yaratır.


dediğim gibi, bir sandalyede oturmuş ve dışarıyı izliyorum. patronum arkamdan geliyor ve “napıyorsun” diyor, “hiiiç” diyorum, “düşünüyorum”. “neyi” diyor hıyar oğlu hıyar, “yazacağım romanın adını” diyorum hıyar oğlu hıyara, ve adamın babası da gerçekten tam bi hıyar, oğluda öyle, hıyar sülalesi… hıyargiller familyası “yazacağım romanın” adını diyorum, “sence multifonksiyonel eleman güzel bir isim değil mi? beni anlatıyor” öfkeleniyor ve “bunu sonra konuşalım” diyerek geri dönüyor, amacı içerideki misafirine ve ona çay götürüp götüremeyeceğimi sormak, ama oterite size bir iş yaptıramayacağını anlayınca, sizden talepte bulunmaz, oterite küçük düşmemelidir…. geriye dönüyor patronum. bende camdan bakmayı, cama bakmayı, camdaki lekeleri silmem gerektiğini ama işi bıraktığımı anımsıyorum…. orada sadece, başka bir kurbanın bir süre azad edilmesi için yerine bakma işini yapıyorum. işim bu. fedakarlık. ama asla feda edilemem. hayatınızı feda edicekseniz, karşılığında daha değerli bir şey almanız gerekir. bir insanın kendi hayatından daha değerli olan nedir? sevdiği bir insanın hayatı – aşk – çocuk – aile – anne sevdiği bir imgenin hayatı – ülke – millet – ideoloji yada cennette yaşayacağı sonsuzluk - din – allah – iman sistem bize hep bu oyunu oynuyor size, kendi genlerinizden olma bir varlık ürettiyor, sonra onun için fedakarlık yapmaya başlarken, kendinizi feda ediyorsunuz. ben multifonksiyonel eleman hiçbir şeye inanma. kendine inan herşey olucağına varır ve aslında hiç bir şey olmaz yaşar ve ölürsünüz herşey bu kadar basit 2. yerimden kalkmak zor geliyor, biten sigara paketinin son sigarasını yakarken sigara paketini küllük yapıyorum, dediğim gibi, yerimden kalkmak zor geliyor ve küllük uzakta… zorunlu kalmadıkça hiç bir şey yapmam dediğimi anımsıyorum… kendi hayatım söz konusu olduğunda, hayatım için yapmam gerekenleri göz ardı ediyor, üşengeçlik ediyor, aylaklık ediyor, ve sallamıyo-


rum, herşey olucağına varır, yani bu tamamen her şeyi ama her şeyi kendi eyleminin doğuracağı bir sonuç dışındaki akışına bırakmak, çünkü dış müdehale çok fazla, naparsan yap olmuyor işte, olmuyor, o halde hiç bir şey yapma diyorum ve o zamanlar 22 yaşında olmalıydım, yani bu tamamen her şey olucağına varır dediğim zamanlardan biri, kendini umursamamak… fedakarlık etmek ile kendini feda etmek arasında bir uçurum vardır. ve ben her şeye rağmen aşırı bencil bir insanım. abimin ben işi bıraktıktan sonra, iş yerinde ne bok yiyeceğini düşünmek istemiyorum. bu yüzden uykuya dalana kadar, hızlı ritmik vuruşlar ve taşak vokallerle zihin akışımı başka noktalara kanalize edicek punk şarkıları dinliyorum. geçmişe gidiyorum biraz.. en başa. hikayenin başlangıcına.. 1 kasım 2007


çalışan nehir işi bırakmaya karar vermiştim. bir anlık öfke denilebilir buna. ama öfkeden çok, bıkmışlık hali idi, bıkkınlık ve yorgunluk.. “bu kadarı yeterli” demiştim.. sadece alkol ve sigara konusunda diyemiyordum bu üç kelimeyi. diğer her ne varsa yaşamın içinde, bir süre sonra mutlaka dolduruyordu limitini. sevdiğim bir müzik grubunun son albümüne göz atmaz duruma gelebiliyordum, ya da bir filmin henüz 27. dakikasında, “bu kadarı yeterli” deyip, es geçebiliyordum geri kalanı, bir kitabın 132. sayfasında mesela... “bu kadarı yeterli”. ve hayatım boyunca, en çok nefret ettiğim şeylerin liste baştı olmuştu “zorunluluk” fiili.. ve aslına bakarsanız, bunun fiil olduğundan bile emin değilim. edebiyat mı? dil bilgisi kuralları mı? yazım kuralları mı? hepsinin ırzına geçiyorum ve farkındayım bunun, ama hitap ettiğim kesim de çakmıyor zaten edebiyattan ve dil bilgisinden, ben anlaşıyorum onlarla, ve onlar da benle, yani iletişim sorunu yaşamıyoruz kendi içimizde, anlıyor musunuz? sadece de-da’lar gibi şeyleri önemsiyorum ben… o yüzden bana, “imlan ve cümle yapın bozuk olduğu için yazmaya devam edemezsin, ben seni anlamıyorum” edebiyatı çeken o çim yakışıklısına şunu söyleyeceğim; ben zaten sana hitap eden bir su hortumu değilim evlat. devam edelim.. en başa dönelim… işi bırakmaya karar vermiştim. aynı işteki, ikinci işi bırakma deneyimdi bu. ilkinde, fuardaydık. izmir fuarı, stant, eylül başıydı, gecenin on ikisi.. sabah sekiz buçukta ofisi açmış, ve akşam iş çıkışı şirketin açtığı fuar standına çağrılmıştım. gitmek zorundaydım. henüz işi bırakmak istemiyordum. ve gittim. ve fuar çıkışı, ertesi gün için, herkese öğleden sonra gelebileceği söylenmişken, ben yine aynı saatte gelmeliydim, bana öyle söylenmişti, “ha siktir” demiştim, kendi içimden, ofisi açıcam, telefonlara bakıcam, ortalığı süpürücem, çay demlicem, dünden sarkan birkaç faturayı kesicem, ve daha bir dolu iş, ve gecenin ikisinde evdeyim, ve “tamam” dedim, “bu kadarı yeterli” ve ertesi gün anahtarı ofise gönderttim annemle, “işi bıraktığımı söylersin” dedim. ben işi bıraktım ama iş beni bırakmadı. bir hafta peşimden koştular. benim gibi bir enayiyi bulamayacaklardı. biliyorlardı bunu. köşeye sıkıştım. paraya ihtiyacım vardı ve öykülerim beş para etmezdi, ben de beş para etmezdim, yani bir erkek olarak başka bir erkek için demek istiyorum, jigolo bile olamazdım hatta, başka bir iş bulamazdım, mesleğim çoktu ama belgem yoktu, kanıtlayamıyordum yapabileceklerimi, ve savaşı uzatmak için ihtiyacım olan nakde sahip değildim.. bir hafta geçmişti.. işi bıraktığım günün üzerinden bir hafta.. evdeydim. sabahın körü. kapı çaldı. bakkal.. annemle bir şeyler konuşuyor, borcu soruyordu. sonra elektriklerimiz kesildi, pat diye üstelik,


haber bile verilmeden, balkona çıkıp bu kesinti bölgesel mi bize mi özel diye baktım, ve aşağıda yürüyen memuru gördüm, seslendim, ve fatura, ödemek, para, iş, ölüm, mesai, film şeridi dizildi önümde, sonra buzdolabının üzerine tutturulmuş olan cehennem kadar yakıcı kağıt parçaları ilişti gözüme, bu su, bu elektrik, bu telefon, bu kiradan eksik kalan, bu oraya, bu buraya, ve telefonum çaldı, patronumun kardeşi bana bir şans vermek istediklerini söylüyordu, öğleden sonra ofiste olursam eğer.. bir şans mı? ben mi size bir şans tanıyacağım, siz mi bana yoksa, diye sormak istedim.. soramazdım. yenilmiştim. ve evden yayan olarak otuz beş dakika yürüdüm. ofise girdim. patronun kardeşi vardı. sonra patron geldi. nasıl işi haber vermeden bırakırdım? burası ciddi bir kurumdu. yol parası verilmiyordu, öğlen yemeği olarak yarım ekmek ve bir parça peynir vardı, acemi birliği kahvaltısından daha az, anlayabiliyor musunuz, öğlen yemeği bu… ve sigorta yoktu, ve maaşın içerde kalacaktı çoğunlukla.. ve bir şans verdim kendime. dayanabilirsin koçum dedim. bir iş daha bulana kadar. o sırada birine aşık oldum, ve böylece tüm çözümsüzlükleri göz ardı ederek, işe devam ettim. ve aynı iş yerindeki ikinci dönemim iki ay sürdü.. tekrar işi bıraktım. bu kez emindim kendimden. iki ay boyunca başka bir iş aramış ama bulamamıştım. işi bırakırsam, belki daha fazla boş vakitle daha kolay iş arar, belki de bulurdum… denemek gerekiyordu. riske giriyordum. riske girmek zorundaydım, aksi takdirde kalıcı sinirsel bir hastalık edinecek ya da günde üç paket sigara içip, faturaları ödeyemeden kendimi azraile haciz ettirecektim.. muhasebe, çok sigarayı da beraberinde getiriyordu.. üstelik temizlik yapıyor, çay yapıyor, müşterilerle telefonda ilgileniyor, mal yüklüyor, mal indiriyor ve ufak şirketlerin ofisinde bir patron ne kadar angarya iş yığabilirse başına, iki katı ile cebelleşiyordum. son damla ise, iş yapmadığımın söylenmesi oldu. hayır ben iş yapmıyordum, bütün gün internette geziyordum. ve biriken hiçbir iş yoktu buna rağmen.. ya bir çelişki söz konusuydu, ya da kandırılıyordum. monitörümün yönü, patronumun görebileceği şekilde çevrildi, ve masamın da yeri değişti tabii. köşeye alındı. ofisteki odanın köşesine.. ekranımın, dış kapıdan girişlerde, ve patronun odasından rahatlıkla görülebileceği şekilde bir köşeye.. ve önümde sadece duvar var. iki koca duvar. sarı renkli duvarlar. bir monitör. ve tüm işlerimi zamanında yaptığım ve o an yapacak hiçbir işim olmadığı için, boş boş beklemeye başladım. klavyeye dokunmuyordum. bekliyor ve sigara içiyordum. sigara içerken, bir yandan da sayı sayıyordum içimden. önce ondan geriye birer birer, sonra birden ileriye üçer üçer, sonra 157’den geriye dörder dörder, düşünmemek için yapıyordum bunu, zihni uyuşturma ya da avutma yöntemlerimden biridir.. deneyebilirsiniz… ve saate baktım, paydosa sekiz saat vardı muhtemelen. çıkış saatim belirsizdi ama giriş saatimden bir dakika ileride ofisi açarsam, 2 buçuk ytl ediyordu, yanlış duymadınız, geç kalmanın dakikası iki buçuk ytl kesinti iken, geç çık-


mak diye bir şey söz konusu olmuyordu, mesai yoktu, tam maaş yoktu, sigorta yoktu, yol yoktu, yemek yoktu, ve buradan yok olmaya karar verdim tekrar. saat dokuzda ofisi kapatıp işten çıktım ve dolmuşta patronumu aradım. aslında, “dokuza kadar geleceğim” demişti, “bekle ve çay hazır olsun” demişti ve geldiğinde konuşacaktım, dokuza beş kala, “çayı dök, sen çıkabilirsin, ben eve gidiyorum” demek için aradı.. ve kapadı. ve daha sonra, ofisi kapatıp durağa çıktım, telefon açtım patron tanrıya, tanrı patrona, açmadı telefonu. ve mesaj yazdım ben de. mesaj yazmayı sevmiyordum. telefonda konuşmayı da sevmiyordum. dünyanın en soğuk icadı olarak nitelendiriyordum telefonu. ama mesajı yazdım, “özverime güvenilmeyen bir yerde çalışamam, işi bırakıyorum, ama yarın, izinli olan..” vs vs vs.. aynı yerde abim çalışıyordu ve ertesi gün izinliydi. ertesi gün son kez işe gidecek, abimin yerine bakacaktım, ama çay vermem demiştim, yük taşımam, temizlik yapmam, telefonlara bakmam… sadece faturaları keser, sipariş listelerini hazırlarım. bunu söyledim. biladerimi bir günlüğüne tanrıdan azat edecektim sadece. sonra ben, kendime başka bir tanrı bulmak için, iş görüşmelerine hız kazandıracaktım. ve ertesi gün işe gittim. ofisi açtım. diğer iki eleman geldi. depocu elemanlar. ve patron gelip, benim ona çay vermeyeceğimi bildiği için, altan’a “bundan sonra sen bakıyormuşsun çay işlerine galiba” dedi, bu şekilde emir veriyordu, istek şarkısı gibi emirler yağdırıyordu, kibar bir kraldı, ama kraldı sonuçta, ve altan gelene kadar ne benden çay istemiş ne de kendine çay koymuştu… krallar daima kendini her işi yapmaktan aciz görüyor olmalılar, aciz olmadıklarını biliyorum, kendilerini aciz görmediklerini de, ama ben öyle görüyorum.. ve öğleden sonra, kesilecek fatura kalmadığı için çıktım, eve gittim. ve iş görüşmeleri geldi ardından. iş yoktu, varsa bile ben uygun değildim, diplomam yoktu, tanıdığım kimse yoktu, tecrübem yoktu, onlar beni arayacaktı, ve aramıyorlardı, kendimi kaybetmeye hazırlanıyordum, üstelik tüm çözümsüz denklemleri göz ardı etmeme neden olan uçan halı sevgilim de yok olmuştu, ve tamam dedim.. yeteri kadar iş aradım. şimdi iş beni arayacak.. ve o sırada telefon çaldı.. bir yer.. görüştüğüm bir yer.. web tasarım elemanı arıyorlardı. form doldurmuş dönüp gelmiştim. beş gün sonra çağırdılar gittim. ve adam, işi anlattı. sigorta yok, yol yok, asgari ücret, yemek cebinden… iş şu: “birkaç arkadaşlık sitemiz var, sen bunlara birkaç tane üyelik açacaksın, hatun isimleri ile, internetten de birkaç fotoğraf bulacak ve profil resmi yapacaksın. ve üyelere, işveli mesajlar atacaksın..” “başka” diye sordum, çünkü biliyordum bu kadarla kalmayacağını “ek olarak, çay yaparsın, sabah ofisi temizlersin ve seks shopumuzdan gelen izmir içi acil siparişleri otobüsle gider müşteriye verirsin” “tamam” dedim. ama yalan söylüyordum.. evimde internetim kesikti o günlerde. ve ilk iş günü, birkaç şey öğrenmem için, bilgisayar başında takılacaktım. zaten öğleden sonra gitmiştim, ve paydos sekizde idi.


sabah sekiz akşam sekiz.. her neyse, bende maillerime baktım, ve birkaç siteye daha, sonrasında bu uyanık askerlerin sözünü ettiği arkadaşlık sitelerine göz atar gibi yapmayı sürdürürken, maillerimi cevapladım. ve patron altıda gelip, bana beş milyon verdi, “bununla yarın gelirken bir temizlik bezi alırsın” “tamam abi” dedim, yol paramı çıkarmıştım şimdiden, kârda sayılırdım ve üstelik bedava bir internet kafe bulmuştum kendime.. akşam sekizde çıkabilirdim. ve akşam sekiz olunca “çıkabilir miyim” dedim. “tamam” dedi “çık” yarın kaçta geleceğimi sordum, “sekizde ofiste ol” dedi, “bezi almayı unutma” ofisten çıktığım anda her şeyi unutmuştum. eve geldim, ve iş aramak istemiyorum bir süre dedim. bu işe de gitmeyeceğim yarın. ve sonra, iş beni buldu. şans.. bir tanıdık. havaalanı. form. torpil. olmuştu işte. güzeldi. on ay sözleşme. yüzde seksen, on ay sonra yine işsiz kalacaktım. düşünmüyordum ama.. nasıl olsa on ay içinde ben işten sıkılacak ve başka bir işe yatay geçiş yapmayı planlayacaktım. hâlâ bunu planlamıyorum gerçi.. ama, sıkıldığımı hissediyorum. her iş, eninde sonunda boktanlaşır.. para karşılığı yapılan hiçbir şey zevk vermez, seks bile.. yazmak bile.. sanat işe dönüştüğü zaman sanat olmaktan çıkar. ve yaşamı, her anlamda, bir tür sanat olarak görenler, mesela “crispin sartwell”, “bulaşık yıkarken bile, bir sanat eseri ortaya koyduğunuzu hayal edin” diye öğütler bana, o yüzden, herhangi bir şeyi gerçekleştirmek için çalışmak yerine, tao’ya kapılmak, ve “hiçbir şey yapma, her şey olur” demek, en azından boşuna stres yapmanızı engelleyecektir.. iş aramıyorum, iş beni bulur. yayınevi aramıyorum. biri kitabımı basar. kadın aramıyorum. bir gün denk gelir.. nehire bırakmak kendini. balıklar yüzer. yüzmemek nehirde.. kendi akıntın nereye gidiyorsa.. ve, daima, güzel bir okyanusa açılırsın böylece, ben henüz nehirdeyim, ve nehir benim içimde, chuang tzu gibi konuştuğumun farkındayım ama, kendini, içindeki rüzgara bırakmak, ve dışarıda geriye kalan her ne varsa, onları da kendi hallerine bırakmak, neyse cümleyi kesiyorum burada.. bir kişisel gelişim kitabı yazmıyoruz. kişisel gelişimden de, toplumsal gelişimden de hazzetmiyoruz.. o halde, tekrar en başa dönelim… çimlerde imlamı bozuk bulan tip ne demişti; “ben gelişim ve teknolojiden yanayım, ilerlemek insanları güzel bir yere götürür, iletişim önemlidir”.. tekrar en başa dönelim ve ilkel insanların hayatları ile günümüzü karşılaştıralım. gelişimin ne menem ve boktan bir şey olduğunu fark etmiyorsak, faturalarla, iş aramalarla, ve sırtımıza binip “hadi koçum, çalışan kazanır” diyenlerle el ele, ama onların diğer eli cebimizde iken, yaşamaya devam edebiliriz, ya da birilerini yaşatmaya.. yaşama içe-


lim.. başka alternatifimiz de yok, ama içine sokulduğun boka “tadı güzelmiş, sen de gel” demek ile, “bokun içindeyim, çıkamayacağımı da biliyorum, devrim yok, ütopya yok, ama hoşnutta değilim” demek arasında, bir fark var sanırım. tıpkı seninle benim aramda bir fark olduğu gibi.. “neden fanzinlerde gerçek isimlerinizi kullanmadınız”. gerçek isimler? what is the gerçek isimler? gerçek; insanların bakış açılarına göre değişebilen, ve gerçekliği ispatlanamaz bir kavramdır. o yüzden, ve daima, ve her yerde, ve hiçbir şey olarak, tao vardır. ne gerçek, ne de yalan.. inanıyorum da.. inanmıyorum da. ying ve yang ;ve; da ve da 27.ağustos.2008


herşey ne kadar bundan, 3 ya da 4 yıl kadar önceydi… mucizevi bir şekilde, her şey yolunda gidiyor gibi görünmüştü gözüme, günde 3 paket sigara içiyordum, çünkü param o kadarına yetiyordu, başka bişi de yaptığım yoktu zaten.. sigara alıcak parası olan, zorunda kalmadıkça yataktan çıkmayan, tembel itin tekiydim.. hiçbir şey yapmak istemiyordum. bütün gün yatakta kalıp, müzik dinlemek istiyordum sadece. günde 12 saat uyuyor, geri kalan 12 saatte de annemle tartışıyordum. okul haftada bir gündü, çünkü tüm derslerimi tek bir güne yığmıştım. aslında, diğer iki gün de vardı bi kaç dersim ama, her sene başında olduğu gibi, hangi derslerden devamsızlıktan kalıcağımı önceden belirlemiş ve nasıl olsa ben bu dersleri bi noktada sekteye uğratırım deyip, en başından girmemeye başlamıştım. her salı okula gitmek dışında, evde oturuyordum, insanlar fanzin istiyordu, demo istiyordu, yazı istiyordu, para göndermek istiyordu, ama e-postalarına cevap vermiyordum, ya da “şu an çok yoğunum” deyip, kestirip atıyordum. salağın tekiydim muhtemelen, ama kendimi dahi sanıyordum. şimdiyse, herkes beni dahi sanıyor ama salağın teki olduğumun farkına vardım. roller değişti, işte hepsi bu…. annem, sürekli ders çalışmam gerektiğini söylüyor, önüme defterleri, kitapları atıyordu, bende onu oyalıyor, sonra bi şarkı açıyordum. sabahları uyandığımda, ilk işim kalkıp müzik açmaktı, sonra gene yatağıma dönüyor ve yatmaya devam ediyordum, 4 yıl geçti, 4 koca yıl, ve değişen bazı roller dışında, herşey hala aynı, bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. anneme, bazı projelerim olduğunu, para kazanacağımı, çok para kazanacağımı söylüyorum, o da her defasında başını sallıyor ve içinden, bıktım senin dergilerinden, diyor. ben onun içinden geçenleri gözlerinden anlıyor ama aldırış etmiyorum… *** bundan 3 ya da 4 saat kadar önceydi… mucizevi bir şekilde her şey yolunda gidiyor gibi görünmüştü yine gözüme, günde 1 paket sigara içiyordum, çünkü param o kadarına yetiyordu, başka da bişi yaptığım yoktu zaten. sigara alıcak parası olan, zorunda kalmadıkça yataktan çıkmayan, tembel itin tekiydim, hiçbir şey yapmak istemiyordum, bütün gün yatakta kalıp müzik dinlemek istiyordum sadece, günde 12 saat uyuyor, geri kalan 12 saatte de, annemle tartışıyordum, okuldan atılmış, askere gitmiş, bi işe girmiş, işi bırakmış, ve yine aynı boktan moda


geri dönmüştüm anlayacağınız, haftada iki gün kursa gitmek dışında, evden bile çıkmıyordum nerdeyse… annem, gazeteyi yanıma bıraktı, ben de “tamam bakarım ilanlara” dedim, yerimden kalktım, mutfağa gittim ve çayı şekersiz içmek zorunda kaldığımı fark ettim, şeker yoktu, para yoktu, yakında çay da olmayacaktı, yakında internetimde olmayacaktı, sigara alamayacaktım, ve iş aramıyordum, bir dahiydim, çalışmayı içime sindiremiyordum, yazar olucaktım, sikimin yazarı, sürekli kendimi anlatıp durucaktım insanlara, başıma gelen olağanüstü felaketler silsilesinden bahsedip durucaktım.. annem, çok sinirlenmiş olucakki, -iddaa bayiinden dönüşümde, gazeteyi eline alıp benim yerime ilanlara baktığını fark ettim.. “işe yaramaz” dedim ona, “beni işe alamazlar, biliyorsun, lanetliyim ben” “saçmalama” dedi, “aramıyorsun ki” “25 yılımın yüzde ellisi iş aramakla geçti” dedim, “biliyorsun, ne kadar boktan iş varsa üzerime sürüyor tanrı, boğazına yapışıp boğmak istiyorum onu” “kimi? tanrıyı mı?” “yok, atatürk’ü, ülkeyi kurtarmasaydı, bu felaketler gelmezdi başıma” dalga geçiyordum sadece, atatürk düşmanı kaçıklardan değildim… ama atatürkçü de değildim, hiçbir şeyi sahiplenemiyordum, hiç kimse de beni sahiplenmiyordu, bir uyum ve denge vardı hayatımın her alanında.. yin ve yang.. “töbe töbe” dedi annem, ve telefona doğru yöneldi, benim yerime bi kaç yeri aradı, “oğlum için aramıştım”, adamlar beni telefona istiyor, birkaç soru soruyor ve görüşmek için bile çağırmıyorlardı, internetten yaptığım başvurular da sonuç vermiyordu, çalışmak istemediğim için iş bulamadığıma karar verip aramamaya başladım, sonra, sonra, sonra, şekersiz çayımdan bir yudum alıp, paketimdeki son sigaramı içip, liglerin bi kaç maç daha ilerleyip bahis sonuçlarının cillop gibi gözüme görüneceği anı beklediğimi söyledim anneme, evet dedim, son dört yıldır olduğu gibi, liglerin bitmesine 10 hafta kala, son düzlükte atağa kalkıcaz, ve parayı vurucaz, bi kaç ay idare edicek o para bizi… sonrasını düşünmek istemiyordum. hiçbir zaman, sonrasını düşünmedim. şu an burdayım, son bıraktığım işten aldığım son paranın suyunu çekmesini bekliyorum, daha sonrasına, daha sonra karar vericez, nereye gittiğimizin, ya da sonumuzun ne olacağının, hiçbir önemi olmasa da, hayat devam ediyor dostlar, hep devam etti, ve hep devam edicek. serseri, umursamaz, ve beş para etmez olsak da, devam edicek, kaçarı yok…. 15.aralık.2007


nerde kalmıştık annenizle günün 24 saati sigara saklama oyunu oynadığınız bir ev düşünün. aynı evi, henüz 16 yaşındaki yiğeninizle paylaşıyorsunuz. ve bugüne kadar tam dört intihar teşebbüsünde bulunarak sizden bir adım önde bu konuda, skor dört bir…. bir babanız var, 71 yaşında, 69 yaşına kadar çalışmış olmanın yarattığı iş alışkanlığından henüz kurtulamamış olduğundan dolayı, can sıkıntısını gün boyu annenizle tartışarak gideriyor, annenizin de yapıcak birşeyi yok, tartışıp duruyorlar akşama kadar, ufak aptal nedenler, size bulaşmadıkları sürece sorun yok ama arada sırada siz her ikisinin de basın sözcüsü olmak durumundasınız, “babana söyle….”, “annene söyle….” tarzı kelimelerle başlayan bir yığın aptal cümle, muhatabına iletmeniz için üzerinize fırlatılıyor bi kaç günde bir, ve siz dinlediğiniz şarkının en güzel yerinde kulaklığınızı çıkarıp tekerleme oynamak zorunda kalıyorsunuz, aynı evde yaşayan son kişi, ablanız, yüzünü günde 3 saat kadar görüyorsunuz; eğer uyumuyorsanız tabii, çünkü günde en az 12, ortalama 15 saat mesai yapıyor ve geri kalan zamanının çok az miktarını bilgisayar veya tv başında geçirip uyuyor, aranız fena değil…. insanlar size ilgi alanlarınızı sorduğunda, “hiçbir şeye ilgi duymuyorum” demekten sıkıldığınız için, kendinize yeni oyunlar edinmişsiniz, “ilgi alanımı, hmm, bir düşüneyim, uyku, evet uyku, uyku üzerine mastar yapıyorum, uyumak üzerine”. insanlar size gülerek ve birazda hayranlıkla bakıyorlar, oysa hapı yutmuş durumdasınız, sağlam bir iş bulacağınıza dair inancınız sıfır, ama endişe etmiyorsunuz, “serserilik yapmaya herkesin maddi gücü yeter” diyor ambjornsen, ona inanıyorsunuz, gelmiş geçmiş, yaşayan ya da mezarında çürümekte olan tüm büyük yazarlara inancınız tam, günde bir kitap okumaya başladınız artık, ve bu esnada kapı çaldığı için öyküye kısa bir ara veriyor ve kapıya bakıyorsunuz, gelen bir diğer ablanız, evli olanı, sabah altı akşam sekiz çalışan bir diğer ablanız, evinizdeki fotokopi makinesi ile nüfüs cüzdanının fotokopisini çektirmeye gelmiş, şu anki günde 14 saatlik boktan işinden kısa bir süre azat edilip bir iş başvurusunda bulunmak için… ama işe yaramaz, hiçbiri işe yaramaz, tanrı tarafından acı çekmek için üzerine çarpı işareti atılmış bir soyun ürünüyüz biz, kabil ile habil’e kadar dayanıyor mesele, hatta adem ve lilith arasındaki, yoo yoo hayır, şeytan ve tanrı arasındaki uzlaşmazlığa kadar uzanıyor hatta, işaretlenmiş olmak, lanetlenmek, metafiziksel bir lanetten bahsetmiyorum size, “boyun eğmez yaşıyorum, sebep istersen, bir tanrı var” böyle diyor pac, şu an dinlediğim şarkıda, evet, boyun eğmez yaşıyorsanız, bu er yada geç çuvallayacağınız anlamını taşıyor, çünkü tanrı bile itaatsizleri sevmez, ve eğer en ufak bir zorlamada dayanamayıp patlayan bir yapıya sahipseniz, hiçbir iş, hiçbir okul, hiçbir hayatı presleme makinası


işe yaramıyor, daha sonra evinizde kös kös oturup, hatta uyuyup, sizi bilmem nerede içmeye çağıran en yakın dostlarınıza, “yol param yok, yayan gelebileceğim bir yer söyle, ve biralar senden” deme cüretini göstermek zorunda kalabiliyorsunuz, çok ısrar ettikleri takdirde. annenizle, günün 24 saati sigara saklama oyunu oynadığınız bir ev düşünün, gerçekten düşünün bir kere, o sizden çalıp, evdeki seksen beşbin dört yüz on sekiz zulasından birine tıkıyor ve siz gecenin bir yarısı o zulayı patlatıp rahat bir nefes alıyorsunuz, pardon 11 mg zifir, 0,9 mg nikotin, 10 mg karbon monoksitle karışık bir nefes, pall mall, sigaraların en asili… etrafınızda, iyi veya kötü bir takım işlerde çalışan yakınlarınız var, ellerinde bir firmanın kataloğu, “bu ay şunu alıcam” deyip size bir şeyler gösteriyorlar, “taksitle, çok ucuz, enfes bir şey”, halı, koltuk takımı, son model cep telefonu, beşartıbir, dijital kamera, sınırsız adsl, “sınırsız adsl benim için sınırsız porno demek” diyor herifin biri size, hoşunuza gidebileceğini düşünüyor, “ilgilenmiyorum” diyorsunuz, “cinsellik, içinde maddi bir çıkar güdülerek bedenlerin kullanıma açılmasını izlemek değildir” diyorsunuz, o bunu anlamayıp yüzünüze aptal aptal bakarak birasından bir yudum alıyor, bu esnada telefonunuz çalıyor, mesaj, şu kadar kontur yüklerseniz, bilmemneyin çekilişine kazanmaya hak kazanıcaksınız yazıyor, ufak hileler, her yerde var bunlardan, sizin bir ayda kazandığınızın ufak bir memlasını emerek size on yılda kazanamayacağınız bir vaad sunan, aklıma gelmişken, çevrenizde hiç milli piyangodan babayı alan bir yakınınız var mıydı benim yok… hiç olmadı. hiçbir zaman olmayacak… çekilişler. kuralar. kampanyalar. hadi verin. ufak bir miktar. ve bekleyin. ve hayal kurun. işletmelerde de dönüyor aynı numara, ayın elemanı, “ayın en çok çalışan elemanı seçildim, beni ödüllendirdiler”, “ya tabii” diyorum, “diğerlerinden birkaç damla daha fazla ter akıttığın için, fazladan bir ödül, fena değil, her ay birine, sonra bir diğeri, ve bir diğeri.” “neden her şeye muhafeletsin” diyor eleman, “muhafelet” değilim” diyorum, “ne düşündüğümü söylüyorum sadece, muhafelet edenlerin de bir iktidar oluşturduğunu biliyor muydun” “saçmalıklar” deyip, elini sigara paketime doğru uzatıyor, “alabilir miyim”, “lafı bile olmaz” diyorum, “al iç elbette” “seninle politika konuşmak hoşuma gitmiyor” “politika değil, dünyanın genel gidişatı diyelim, dünya hali, kuş, börtü, böcek, genel gidişat, yol, ve bu da politika demek zaten, her şey politiktir bu dünyada, apolitik olanlar bile, sorun siyasete atılıp atılmama meselesi, iktidar unsuru oluşturup oluşturmama, birilerine ne dü-


şünmesi, ne yapması, nerede ve nasıl oturup kalkmasını söyleyip söylememe meselesi” “yine aynı konuya geri dönmeyelim olur mu” diyor, herif devrimci bir yasadışı sol örgüte üye, bu esnada öykümüzü okuyan biri, “öyküsünde hata var” diye düşünüyor, “sol örgütten bir devrimci sınırsız interneti porno ile eşleştiremez” örgütün ilk toplantısında bu dangalağa üzerinde hangi tür müzikleri dinleyebileceğine, hangi mekanlara gidebileceğine kadar uzanan geniş kapsamlı bir kurallar bütününün yazdığı bir kağıt parçasını vermişler, bir metin, ve o da kabul etmiş, çünkü kurtuluşun bu olduğunu zannediyor, çünkü devrim yaparak özgürleşeceğini daha doğrusu özgürleştireceğini düşünüyor, hepsinin, tüm özgürlük iddiasındaki devrimcilerin atladığı ufak bir nokta var oysa, ani ve köklü bir değişiklik o köklü değişikliğin getirdiği yeni sistemi kafa olarak kabullenmese bile mecburen ayak uydurmak zorunda kalıcak bir çok insanı da peşinden sürükleyecektir, ve en ufak bir mecburiyetin olduğu bir düzenekte özgürlükten söz edilemez, “o halde napalım” diye soruyor bana adam, “hiçbir şey” diyorum, benim gibi “sağa sola laf yetiştir”, üzerine basıyorum “sağa” ve “sola” kelimelerinin, ve farkında, ne soldan yanayım, ne sağdan, ortadan bile gitmiyorum, dışındayım tüm bu ebe gümecinin, toplumsal bir kurtuluşa inanmıyorum, bireysel afrodizyaktan yanayım ben, kulaktan kulağa yayılan ve köşeye sıkıştığı anda güçlü hasarlar meydana getiricek küçük patlamalar yaratabilen bir isyanlar silsilesinden yanayım, kişisel isyan, devrim değil… her şeyi kişiselleştirmek lazım bana kalırsa, bireysel almak. birey olmak. falan filan falan filan… “seninle bu konularda konuşmak istemiyorum” diyor. “pekala“ diyorum. sorun değil, sen açtın, sen kapa…” ve kapatıyorum bahsi. kendi kişisel zırvalarıma dönmek istiyorum, izninizle. hatunlar, alkol, sigara, ve benim beş para etmez deneysel ruhum…. deneysel yaşamım. deneysel tarzım. uçuşan deha. uçuşan bok parçası… uçuşan ve konucak bir yere bulamadığı için yere çakılan planlarım… kendime bir çay alıyor, evdeki tahmini sondan bir önceki (bu tahmini çalınan sigaralarımdan geriye ne kadar kaldığına göre yapıyorum) dolu zulayı patlatıp, bir sigara yakıyor, ve tekrar yazının başının oturuyorum. kalkmak zorunda kalmıştım. telefon çalmıştı. bakkala gitmiştim. bugünkü maçları ıskalamamak için, bülteni incelemiş ama işe yarar bir maç bulamayıp harcanmaktan vazgeçmiştim, ve işte burada, bugünün 10 yıl sonrasında yeni romanının izlanda da başına gelenleri anlattığına dair bir röportaj vereceğini düşleyen, hayalperest yazarınız, evindeki sinek kadar kendini değerli hissetmeyen yazarınız. en azından sinekleri öldürmek için birileri çeşit çeşit ilaçlar icat edip para kazanıyor, ya beni öldürmek isteyenler, beni, tozasor’u, ersoy’u, kendilerini çırılçıplak düşleyen hatunları umursamadan ufak kafesini inşa eden ve oradan bile


defedilmeye çalışılan münzevi bir hayat peşindeki onlarca deliyi öldürmek isteyenler, “anlamı yok” diyor adamın biri yayınevi projesi için, “boş ver uğraşma yahu ben 40 senedir uğraşıyorum olmuyor siktiğim memleketinde..3 kere de terk ettiğim halde be memleketi..yaz sitene neyin varsa..ne demiş buk ..iyi yazar kötü yazar yoktur.şanslı yazar vardır..sende şansını bekleyeceksin.”, ona “sikmişim seni de bukowski’yi de” diyesim geliyor, ama bir lafa karşılık üç laf attığı için cevap vermiyorum, ve üç gün sonra her zaman olduğu gibi “beni de aranıza alın” diye yalvarıyor zatturi. 8 ytl’lik yeraltı edebiyatı dergileri dolaşıyor piyasada, kandırılmaya devam ediyoruz, çevirmenine üç kuruş ödenmiş olan kitaplar silsilesi de önümde duruyor, ve ben her gün birini okumaya zorunlu hissediyorum kendimi, çünkü dediğim gibi, bütün büyük yazarlara inancım sonsuz, tam olarak özgürleşemeyeceğiz belki ama dilediğimiz dünyada keyfimizce fink atabildiğimiz öyküleri yayınlama hakkını kazanacağız en sonunda, 12 saatlik mesailerde ödümüz bokumuza karışana kadar çalıştırılsak bile, bizim için kendimizi iyi hissedebileceğimiz bir neden olucak bu, devrim gerçekleşmeyecek, hiçbir şey değişmeyecek, sigara saklambacı devam ederken, ben “iş aramamak” ile “iş aramak ve bulunca da ruhum iflas edene kadar sürdürmek” adlı iki hayat döngüm arasında güç bela dönüp dolaşırken, yeğenim intihar edip direkten dönerken ve boktan öykülerimi aptal sokak satıcılarının sesleri işgal ederken, günün birinde, şu büyük yazarın dediği şans kapıyı çalıcak, ama dediğim gibi değişen hiç bir şey olmayacak, içsel değişimden söz ediyorum tabiyki, asla olmadı. birileri değişim ve birileri de özgürlük vaadinde bulunurken, ben kendi ufak isyan bayrağımı açıp yakarak, ateşinde ısınmaya devam edeceğim, hepsi bu… kişisel olabilir, ama en azından daimi bir yürüyüş, ölene dek sürecek olan daimi bir yürüyüş, asla sağa sola sapmayan, ve bir hedefi bile olmayan, kendi halinde, çıkarsız ve dolaysız. hepsi bu. bir sonraki öykümde görüşmek üzere. şimdilik hoşçakalın. 8nisan2009


08 insanlara bakıyorum çevremde dönüp duran insanlara dönüp duran olaylarla ve kafam almıyor gerçekten gerçekten kafam almıyor olan biten hiçbir şeyi olamayan her bir şeyi ..ve sonra adamın biri gelip yanıma oturdu. bir şarapçı. elinde bira var. “rahatsız etmiyorum değil mi?” diyor. rahatsız ediyor aslında. fazlasıyla rahatsız ediyor her şey. insanlar. rahatsız eden insanlar. rahatsız etmekten çekinmeyen ama özür dilemeyi marifet sayan insanlar. bu tip bir özrün, bir bok parçası kadar değeri yoktur oysa. en azından benim için yoktur. ve benim için önemi olmayan her ne varsa, diğer herkes için hayati bir değer taşıyabilir. buradan başlayabilir, kendini toplumun dışında hissetmek. ama sorulacak olursa, eğer, “sen bir toplum dışı mısın?” diye, “ben niye toplum dışı olayım, toplum benim dışımda zaten” diyebilirdim. arada bir fark yok gibi görünüyor, önem verdiğim her şeyin varlığı ve yokluğu arasında da bir fark yokmuş gibi görüyorlar. ve sonra oturup yazıyorsun. ve sonra, sırf yazdığın için, birileri tanışmak istiyor. yolda görseler yüzüne bakmayacakları biri oysa girdap, dikkat çekmez, ve aldırmaz da buna. birçok şeye aldırmaz. aldırdığı şeylere de, insanlar aldırmaz. burada bir terslik var. var olan her şeyde bir terslik var ve baş aşağı yaşamaktan sıkıldım. parçaları eksik bir yapbozum ben.. anlaşılması güç bir bütünü toparlamaya çalışıyorum. sonra işin içinden çıkamayacağını anlayıp “tamam buraya kadar” diyorsun. oysa sadece bir mola bu. asla işin içinden çıkamıyor ve yine de buraya kadar diyemiyorsun. iş mesela. istifayı düşünmekle geçirilen günler. intiharı düşünmekle geçirilen geceler. sonra ertesi gün. sonra daha ertesi. eve geliyorum. tütün bitmiş. sigara saramıyorum. gecenin bir yarısı. ve o sigaraya ihtiyacım varmış gibi hissediyorum kendimi. ve beş kuruş para yok evde.. kalmamış.. anlıyor musunuz? biten her şeye, ihtiyacım varmış gibi hissediyorum zaman zaman. biten aşklar gibi. ya da ölen insanlar. bazı zamanlarda sırtımı sıvazlamalarına gereksinim duyduğum halde, ölmeyi seçmiş olanlar. ve sonra, olmamalarını yeğleyeceğim insanların bir çember oluşturması etrafımda. kendini baskı altında hissetmek. bir sigaraya ihtiyacım var. evden çıkıyor ve alsancak’a iniyorum. yürüyerek. epey sürüyor yol. varıyorum alsancak’a. sikik faizleri ile birilerini zengin ettiğim kredi kartından bir onluk asılıyor ve gidip bira alıyorum, nakit çekiyorum yani, yine faizleri götüme girecek biliyorum.. bira, sigara, bir de ’zamanı biraz ileri alma tuşu’. çimlerde oturuyor ve içmeye başlıyorum. yalnızım. hafiften yağan yağmur.


adamın biri geliyor, “rahatsız etmiyorum değil mi” diyerek, yine parayı kaptırdık amına koyayım” diye düşünüyorum, içimden gülerek… başlıyor konuşmaya. bir üniversitede öğretim görevlisiymiş. boşanmış. hapse girmiş. falan filan. şimdi sokaklardaymış. iyi de bana ne bunlardan. belki ben de bir on yıl sonra senin gibi olacağım. ama kaybeden olmak kolaydır. ve zoru seçip kazanmaya çalışıyor bile sayılmam. sadece hayatta kalmaya çalışıyorum ben. öyle ya da böyle, burada bulunmak. bir şekilde. iyi veya kötü. hiç bir önemi yok. akıp giden zamanın. saçmalıklar ordusunun üzerime sümkürdüğü pasın. pas geçilen fırsatların. kaybın ya da kazancın. ama onların yerinde olmak istemiyorum, onlar gibi sokaklarda yaşamak istemiyorum. ama sizin gibi de yaşamak istemiyorum. … “serserilik yapmaya herkesin maddi gücü yeter” diyor ambjörnsen ve kesinlikle haklı olmalı. ve maddi gücümün yetmediği bir hayatı yaşamak zorundayım. ve sigaralar geliyor üst üste. sonra lavuğun birinin, maddi sorun ve sigara üzerine verdiği vaaz geliyor aklıma “madem” diyor bu lavuk, “kazandıkları para yetmiyor, o halde niye sigara içiyorlar” “evet” diyorum ona, “haklısın, sadece senin gibiler hak ediyor hayatın tüm zevklerini tatmayı, bizler sadece çalışmak için geldik buraya. küçük dişliler” sonra şarapçının söyleyecekleri bitiyor ve asıl konuya dönüyor. (bu arada, şarapçı ile sigaraya dair vaaz veren tip farklı.) “biraz paran var mı, ekmek alıcam” diyor şarapçı. veriyorum ona biraz para ve uzaklaşıyor. ardından biri daha gelebilir. ama önemli değil. öyle bir hayatı yaşayabilecek kadar düşüşteyse ruhları, biraz bozukluğu hak ediyor olmalılar. “başkalarının sırtından yaşıyorlar” demişti başka bir lavuk da, şarapçılar için. şişe topladıkları için demişti bunu. “senin burada ve onun orada olması sadece şans eseri” dedim. “şans değil, azim” dedi. diyebilir. herkes her şeyi diyebiliyorken, sen hiçbir şey demeden susarsın. ve sonra onlar, dün küfür ettikleri insanların boynuna sarılırken, beklemeyi sürdürmeye karar verirsin. orada burada sızarak, hep aynı şeyleri yazarak.. içmeyi sürdürdüm o gün. ve sabah olduğunda, çimlerin üzerindeydim. sabahın altısıydı. üşüyordum. sızmıştım orada. üşüyordum gerçekten. ve ayağa kalkıp üzerimi temizledim. bir sigara yaktım ve ileriki bankta bir adamın bana el salladığını gördüm. dün gece para verdiğim moruktu el sallayan. günaydın dedim. günaydın dedi. yanına gittim. “iyi bir hayat değil bu evlat” dedi bana, “vazgeç bundan” “her zaman yaptığım bir şey değil moruk” dedim, “arada sırada benim de sokakta sabahlamaya ihtiyacım var” “evin var o halde?”


“bir işim de var, acilen otobüse atlayıp gitmezsem geç kalacağım” “ben buralardayım” dedi, “deniz güzel değil mi?” “güzel” dedim “en azından denizim var” dedi, “görüşürüz sonra, seni tutmayayım” “görüşürüz” dedim görüşürdük belki. denk gelirsek. eve gidip, yüzümü işçi sıfatına getirdim. iş yerine varınca bir alete basacağım kartı aldım yanıma ve evden çıktım, servis durağına doğru… 14.aralık.2008


türkiye 7, girdap eksi yirmialtı her şeyin kötü olduğunun farkındayım, sürekli boka battığını, ama aslında çıkma çabası içinde de bulunduğumuzun anlaşılmadığı ve “bunu hakkettin sen” vari bakışların çevremizi dikenli tel gibi sardığını, her şeyin farkındayım, bir karacahil olarak görünsemde, edebiyatın karacahili, edebiyatınızın.. sokak serserisi… yarını düşünmeden yaşamak iki şekilde mümkün olabiliyor, ya götü kurtarmış bir rahat adam, yada “daha ne kadar kötü olabilirki” deyip daima daha kötüsünü gören ama umursamayan bir adam, hangisinin daha iyi hangisinin daha kötü olduğu konusunda kararsızım, her konuda kararsızım, karar vermek istemiyorum, yaşıyorum sadece, bata çıka, bir boktan çıkıp başka bir boka batmak, geçmiş yazarların sözlerini çalabilirim, orijinal bir bok parçası üretmektense iyi bir şeyi iyi taklit etmek, belki de, kim bilir.. dün geceyi size nasıl anlatabilirim, hayır türkiyenin galibiyetinden dolayı zafer sarhoşu değilim, ama sarhoş olduğum açık, dün gece, bir şekilde ve ölümüne, ve yazıyı kendi haline bıraktım, bilinçsizce akıyor, nereye varacağını bilmiyorum, hayatımı da kendi haline bıraktım, bilinçsizce akıyor, nereye varacağımı bilmiyorum, bir ay sonramı düşünmüyorum, dün geceyi düşünüyorum… evde oturmuş ve uyumayı düşlüyordum, yerimden kalkabilirsem divana gidicek ve uzanıcaktım, uyumak için, uyurdum da muhtemelen, son 36 saattir uyumadığımı göz önüne alırsak, ama öyle olmadı, telefonum çaldı, fenris’ti arayan, pardon önce mesaj atmıştı, “selam hacı, 6’da camide önerle buluşçam, işin yoksa kop gel, selametle”. bir dakika bir dakika, bir karışıklık sezinliyorum, mesaj aynen böyleydi ve fenris yazmıştı, size bir yalan söylemek amacını taşısaydım, evet fenris’in “sokak edebiyatı tarikatının” bir muridi olduğunu, ve muritlerin birbirlerine “hacı” dediklerini söyleyebilirdim, camide önerle buluşucaktı, camiye gidip namaz kılıp geri dönücektik, bizim tarikatın namaz saatleri aperiyodikti, tıpkı fanzinler gibi, canımız isteyince toplanıp namaz kılıyorduk, selametle derdik veda ederken, böyle mi? değil tabii, fenris alsancak camii önünde önerle buluşucaktı, ve bir hitap şekli olarak “hacı”yı kullanıyordu, “tamam abi” derdim ona, kimimiz “bro” derdi, kimimiz “moruk”, falan filan falan filan. cevap yazamadım, çünkü konturum yoktu ve bir ev telefonum da, yani hemen hemen. aradı, uyumayı düşünürken ben, “son anda aklıma geldi konturunun olmadığı hacı, gelicek misin?”, “altıda ordayım”. saat daha dört, yağmurcuya haber saldım, net ortamı sayesinde, stüdyo çalışması vardı, gelicekti çıkışta. duvar dibi? hastaydı ve maç vardı.. başka kim kaldı.. ulaşabileceğim kimse yok.. bekliyoruz..


altıda, cami önünde, bekliyoruz.. öner geç kaldı. bir şeyler yiyip, bir çay içelim dedim. öyle de yaptık. öner hala yoktu. bize ulaştı, yeni kalkmıştı ve gelicekti, beklemek zorundaydık. bekledik de.. çay içtik ve muhabbet ettik.. öyküyü kotarmak için, gerçeği çarpıtabilirim, ama yapmayacağım, sıkıldıysanız bir bilim kurgu okuyun, gerçekten gerçekten sapmak için ümit dolu bir ahmet bile önerebilirim size, ümitli olması yeterli, adı altay’da olabilir, fark etmez, heyecan katması, “sonra nolucak acaba” diye merak ettirtmesi, katil kim? olağan dışı kurgular yaratması ve imza dağıtması yeterli, ben yapamam, yeteneksizim, en kolay yolu seçtim, hayatımı anlatıyorum, yerse… yemedi tabii, girdap diyorum, girdap bir şey yemedi, karnı toktu, fenris bir şeyler yedi, ordan iki çay içmeye gidildi, ve öner bekleniyordu, hatırladınız mı? burda kalmıştık ve bunu tekrar ediyor olmamın nedeni, sizi akışın dışına çıkardığım için tekrar konuya geri döndürmek, ne kadar iyi kalpli bir yazarım öyle değil mi? öner geldi, tüm bunlar arasında emin abinin telefonu geldi, “alo?”, “ya benim kalıcak yere ihtiyacım var bir günlüğüne?”, “bizde kalabilirsin abi, sorun değil,” “ya çok sağol”, “iskeleye gel alayım seni abi, alsancak iskele”, “tamam”. size emin abiden bahsetmeme izin verin, tüm bu öyküyü sadece onun için yazıyor olmamı hesaba katarsanız, ha siktir, kolum yoruldu, dinlenirsem akış ve sihir kesilir, bir saniye, bir saniye… evet, ne diyorduk, emin abi, sekiz yıl önce tanıdım onu, ve beni gerçekten yüzde yüzümle anlayıp kabul eden bi kaç insandan biri, başkaları da vardır mutlaka, anlayan ve kabul eden, ama tamamen bir bütün olarak, pek az, tüm kabalık sorumsuzluk ve arayıp sormamazlıklarımı anlayış gösteren.. 45 yaşındaydı, gençliğinde birkaç ülke gezmiş, son dönemlerde de muğla, foça, bergama, dikili, cehennemin yedi kat dibi ve cennetin teras katı arasında dolaşıp duruyordu, ilk olarak kendimi bi bok sanmama yol açan o oldu, evet kendimi bir bok sanıyorum, dünyanın en iyi yazarı olarak henüz keşfedilmediğime inanıyorum, koca bir yalan bu, ama koca bir yalanı gerçekmişçesine yaşamak bazen iyi gelebiliyor insana, ben bunu yapmam, ama bana bunu yapanlar çıktı karşıma, sizin de çıkmıştır mutlaka, herkesin hayatında birkaç farklı insan bulunur, moronlar, kutsallar, yalakalar, yalancılar, eğitimliler, çöpçüler, otlaklar, konuşanlar ve susanlar, sikenler ve sikilenler, hayat bu, ya a ya b, ama asla hem a hem b değil, karışık insanları sevmiyorum, yani zaman zaman siyah zaman zaman beyaz olanları, ben renksiz bir sıvı kadar saydam olan insanları severim, içi dışı bir, emin abi gibi, o da böyle bir insan, ve bu günkü öykümüzün figüranı kendisi, minor edebi-


yatı, benim yaptığım minor edebiyatımı bilemem, ama karakterler manuel hayat şartlarına tam otomatik tepkiler vermiyor sonuç olarak, ne demek istediğimi anlıyor havasına yatmayın, saçmalıyorum… evin beni aramasını sağladım bir şekilde, yani ailemin, “emin abinin bizde kalması gerekiyor baba, anne, abla, yiğen, abi, yenge, tanrı, peygamber, zeus, bir mahsuru var mı?” “kalabilir” demiş, benim seksene yakın olan üretim şefim. (babamdan bahsediyorum)… öner geldi, birkaç sigara, birkaç öykü, ve emin abi aradı, sahile çıktık.. emin abi, yıllarca kullanılan alkol, ot, ve kazıklanmışlık sonucunda biraz yavaş konuşuyor, söyleyeceklerini bazen unutuyor, ama ben onu anlıyorum, çevremdeki diğer tiplerin anlayıp anlamadığını bilmiyorum ama gülüyorduk işte anlattıklarına, keyifli bir sohbet, şarap almıştık, bira almıştık, emin abim bana xanax ikram etmişti. xanax; alprazolam içeren benzodiyazepin grubu, anksiyete bozukluklarında sinirlilik, panik ve gerilimi azaltmak içindir, yani yine sikik tıp literatürü, öykü yerine ilaç reçetesi yazsam iyi para ederdi.. emin abim bana xanax ikram etmişti, içmiştim, hap ve şarap dolu bünyemle çenem açılmış, sekiz yıldır ilk kez bu kadar çok konuşmaya başlamıştım onunla, genellikle o konuşur ben dinlerdim, ve şikayetçi değildim bundan çünkü yaşanılmış bir hayat vardı karşımda, yaşanılmış, gerçekten yaşanılmış! insanların çoğu bir hayat yaşamak yerine bir işte çalışıp otomata bağlamayı seçiyorlar, o öyle yapmamış, arada bir dükkan açıp batsa da, arada bir başka ülkelere, yada şehirlere kaynasa da, yaşıyordu gerçekten, en azından bence, otomata bağlamamıştı, manuel bir insandı hala, ne demek istediğimi anlayabiliyor musunuz? hayır bu kez saçmalamıyorum… her neyse, konuşuyorduk, ve yağmurcu geldi, kardeşi, kardeşinin sevgilisi, ve tanıştırdım, onlarla bunları, bunlarla şunları, falan filan falan filan… emin abi, bahsetmiştim sana, yağmurcu, fanzinlerden.. yağmurcu, bahsetmiştim sana, emin abi, retro, fanzinler, ilham veren bana.. işte bu kadar.. xanax patlamış, şarap ve sigarayla iyi dans ediyordu içimde, ve sonra emin abi bir iki telefon görüşmesi yapmış, ama kanal bulamamıştı, ben kanal bulmak istemiyordum çünkü tekrar uyuşturucuya bilinçli bir dönüş yaparsam, virajı alamazdım, biliyordum kendimi, midem boku yemişti, karaciğerim boku yemişti, kan dolaşımım yavaşlamış, kalp atışımda ritim bozukluğu başlamıştı, iki akciğer ameliyatı, sağlıksız mukoz akışı, arada bir kasılan sol kasık, daha saymamı ister misiniz? ama ölmemiştim, ve ölmeyecektim, sadece, alkol ve sigara dışında kalan kendini imha türevlerinde, yeni bir kanal açmaktansa, denk geldikçe çörekleniyordum.. kanal? tanıdığınız bir torbacı varsa, buna argoda “kanal” adı verilir, kulağınızda bulunsun. kanalımız yoktu, yeşil reçetemiz yada tanıdığımız bir eczacı da öyle. ve pazardı. ve şarap


bitince, yenisini almak üzere gitti emin abi, yağmurcu kendine bira aldı. ben orada tüm bu olan bitenleri izliyor, ve mutlu oluyordum. mutluydum, gerçekten.. orada. o şekilde. ve nedeni alkol ya da hap değil, gerçekten gerçek dostlarımla bir arada olmamdı… asıl kısım.. eve dönüş yolculuğu.. sarhoş, ölümüne sarhoş, ve burnum akıyor, herhangi bir tür uyuşturucu, ot, yada alkol alınca, hala burnum akıyordu.. ve otobüse bindik, oturduk, otobüste sızdık, ineceğimiz yeri kaçırdık ve her yer ışıl ışıldı dostlarım, türkiye kazanmış, kupayı götüne sokmasına ramak kalmıştı, umursamıyordum, bazı ülkeler sahte zaferlerle dünyaya kendilerini tanıttıklarını sanırlar, açlıktan geberseler de, kazanılan kupalar en büyük mutlulukları haline dönüşür, diğer sağlıklı beslenen ülkelere nazaran daha çok mutlu olurlar, bu salak ülkeler.. her yer ışıl ışıldı, çekoslavakyaya kaymıştık, arabalara binilmiş, caddelere çıkılmıştı, dat dat dat, ışıl ışıl dostlarım, çığlık çığlığa, ve ineceğimiz durağı kaçırmıştık, ama nihayet geç de olsa, otobüsten kurtulmuş, kendimizi buca çevik bir meydanında, kutlamanın ortasında çorbacı ararken bulmuştuk, saat oniki olabilir, ve saat onikide böylesi merkezi bir yerde bir çorbacı bulmak, pek zor değildir, çekoslavakya kazanmış olsaydı… keşke dedim, böylece bu aptal sevinç nidaları yerine, sakin sessiz, üzgün, melankolik ülkede, bir çorba içicek, sonra eve dönücektik.. yürümeye başlamıştık, evim buca heykele yakın bir yerdedir, aşağı yukarı yirmi dakika ıskalamıştık durağı, yürüyorduk, sigaram yoktu.. elinde bayrak olan, bağırıp çağıran bir elemana sigara sordum, verdi, yaktım, içmeye başladım, ve çorbacı, “aşağıda var”, kapalı, “iki sokak ilerden sola dön”, kapalı, şu caddenin bi arka caddesinde”, kapalı, yarım saat sonra, özellikle hapın yarattığı açlık etkisi yerini uyku ihtiyacına bırakıyordu, “eve gidelim bare” dedim, emin abime. gidelim dedi.. ve yine, o aptal kalabalığın dat datlarından kurtulmaya çalışan iki sürüngene dönüştük, neydi bu çılgınlık, ne olmuştu, dünyayı elemi geçirmiştik, dünyayı ele geçirsek ne olurdu, ne vardıki dünyada, insanları öldür, tamam, yaşanacak bir yer olur, hayvanlar için yaşanacak bir yer, ama insanlar? her yerin içine eden, silip süpüren, üretmeyen, sömüren insanlar? insanlarla dolu bir cennet bile işe yaramaz tanrım, hatalısın kabul et, ve seni arayıp bulmama izin ver, doğru yolu göstereceğim sana, insanları öldür, insanları öldür, hayvanlar için yaşanacak bir dünya yarat, ve ben o dünyada bir kedi olarak tekrar canlanayım, ne dersin? eve vardık, nihayet, ve her ne kadar iki sarhoş olarak eve varmamın zılgıtını ertesi gün yiyecek olsam da, umursamıyordum, emin abimi, ilahımı, odama götürdüm, burada yatabilirsin abi dedim ona, benim odamda, benim odamda tanrım yatacaktı, mutluydum, koliden odamda, sigara kokan odamda, fanzinler etrafta, kitaplar ayak altında, ve yatağıma yatırdım onu, karnı açtı, elbette, ekmek arası birşeyler sun-


dum, ve sonra ışığı söndürüp, içeri geçip sabah konuşmayı dileyerek evin diğer tanrılarından, bir kanepeye uzanıp, acayip halüsünasyonlara yelken açtım. biliyorum, onirojen değildi, aldığım hap, ama yine de, ve nedenini bilmesem de, üç yıl nerdeyse her gün, ortalama 1000 gün, 24 saat kafası yüksek dolaşmış olmamın kalıntıları, hala bana renkli geceler sunuyor, olmayan varlıklar bazen evde dönüyorlar, böcekler, karıncalar, ışık oyunları, cin ve peri belki, yada bir azrail her hamlesinde başarısız çıkıyor, bilemiyorum, bilemiyorum, yatakta bir sağa bir sola dönerken o an, aslında odada değil kutuplarda buz üstünde sandım kendimi, karla kaplı bir arenada boğa güreşi yapılıyordu, ve ben yenik düşmüş, yere düşmüş, ve yuhalanmıştım, böyleydi, en son böyleydi ve uykuya daldım… sabah, annem uyandırdı, “emin gidicekmiş,” kalktım alel acele, “abi kahvaltı yapsaydık?”, “yok ben gideyim”, “peki abi.”. bir tanrım, diğer bir tanrımla konuşuyordu, babamla emin abi. muhabbetlerini bölmüş olabilirim, emin değilim, çıktık yola, onu dolmuşa bindirdim, garaj… eve geldim, ve cock sparrer, samimiyetle müziğe daldım.. cock sparrer, hala onlar çalıyor, ve ama ben kendi şarkımı çalmayı kesiyorum.. eski güzel günlerin şerefine, gelicek kötü günlerin kaygısını taşımadan… bu, senin için…. selametle.. [16haziran2008]


kağıttan uçak 1. 11’de uyandım. gece. yani yirmiüç:sıfırsıfır. bir-dokuz çalışıcaktım. şu an şifreleri olan bir öykü yazıyorum, derin bir kehanet, ama gizli değil, anlaşılır, ki açıklıyorum, rakamları toplayın ve çıkan sonucu doğum tarihinize bölün, daha sonra. daha sonra yok. sıkıldığımı hissediyorum. kehanetler, komple teorileri, anılarını yazdıran bir ünlü, hayatı boyunca burnuna kar tanesi bile kaçmamış olan bir kokoinmanın (!) yazdığı uyuşturucu romanı. hata dolu, ve ihanet, en azından edebiyata ihanet, her ne kadar edebiyat benim sikimde olmasa da, ihanet kötü, her ne açıdan bakarsan bak kötü görünebilecek tek şeyi belkide bu hayatın, ve ikiyüzlülük dolu fiiller, içerden başka dışardan başka görünen seçimler, ve yine dağılan konu. neden bahsediyordum ben? hiçlik. hepsi bu. bütünüyle ve herhangi başka bir bütünden bağımsız şekilde, hiçlik. wirgina wolf’a benziyor tarzın diyor biri, hiç okumadım diyorum inanmıyor, çünkü alıştırılmışız herkesin herşeyi ecnebilerden çevirmiş olmasına, bir türk altkültüründen bahsedebilirmiyiz bilmiyorum, ama 40 yaşına kadar tamamen underground ruhtan arındırılmış olarak yaşayan mahluklar bi anda altkültürel hayatlara sarınabiliyorlar, ahkam kesebiliyor ve bu konuda otorite olarak gösterilebiliyorlar. ki sorun değil bu, kim ne bok yerse yesin ama benim bokuma sinmesin diyip kestirip atabilirim hemen.. ama söz konusu türk altkültürü ise, bu burjuvalardan değil gecekondulardan başlayabilir bir bakıma, alıntı olmayan öz altkültürümüzden bahsediceksek eğer, ama yapmıyoruz, bunun yerine londra tabanı ile eşleştiriyoruz underground ruhu. ama bir yanlışlık söz konusu olmalı. punk’ı işçi sınıfı çocukları yaratmış olmalı. en azından ben öyle biliyorum, ve açıkçası yanlış bilmediğimden eminim. o halde, söyleyin bana türk işçi sınıfı çocukları ne dinliyor? ve dışardan alıntı olan herhangi bir müzikal altkültürden etkilenen hayatı boyunca çalışmamış ve ileride üstsınıfın bir bireyi olan insanların görüntüsel kültürleri ne işe yarar. o halde en başa dönelim. hayır en başa değil, ortaya. birkaç satır yukarıya. yurtdışı ile eşleştirilmiş olan altkültürü, ülkede kim yaşıyor? ve kaçınılmaz son olarak, bu insanlar birkaç sene içinde neye dönüşüyor? akademisyen? mühendis? babasının yerine şirketin başına geçen insan? sınıfsal bir ayrım yapmıyorum, ve sınıfsal bir ayrım yapanların, benden uzak olmasını istiyorum. zengin bir aileden gelmiş olabilirsiniz, doğum anı hezeyanları veya şanşları, bizim seçimimiz değil elbette, ama hayatı boyunca senle aynı yolda yürümemiş olan birinin, sana başın sıkışınca ne yapman gerektiği konusunda akıl vermesi gerçekten can sıkıcı.. evet, bir açıdan bakarsanız, çalıştığım işler, önceki ve şimdiki, her ikisi de, ve daha öncekileri de, tam bir ahmaklık. ahmaklık ötesi. enayilik ötesi. ama çıkış kapısı kapalı. ben kapatmış olabilirim. ve şikayetçi değilim. ki yine de, kabul ediyorum, enayilik olduğunu. ama her-


kesin kapitalizm tarafından düzülmek için bir deliği vardır. önemli olan, bu düzüş esnasında zevk çığlıkları atmaktansa, kurtulmaya çalışmaktır. toplu bir kurtuluş değil söz konusu olan. toplumsal kurtuluşa inanmıyorum. bireysel özgürlüğü de inanmıyorum. şanşa inanıyorum sadece. talihli olmaya. ve kimi zaman zekaya. yetenek. allah vergisi diyebilirsiniz buna, her ne kadar bir yapı bozuma giderek allah’a verilen verginin bize yol su elektrik olarak değil, kölelik olarak döneceğini söyleyecek olsam da. allah vergisi mi? bir de devlet vergisi var. ve birde, birde, birde, herkese bi tarafımızı verip, delik deşik edilmişken, kim devrimden söz edebilir. yazmak kolaydır, özellikle üst sınıftan geliyor ve rahat bir işte iyi bir maaşa çalışıyorsan, kolaydır işçileri savunman. bu yüzden beat edebiyatına da inanmam. tamamiyle fiyasko. gerçekten. bir çok devrimin fiyasko olması gibi. belki de hepsi. değişmeyen tek şey görünmez stabilitedir.. aynen görünmez adam gibi bir şey bu. görünmez stabilite. herşey içerde. üzerimize kitli tüm kapılar. ve karanlık. ve bir çocuk yapıp, onu kurtarmayı düşlersin en sonunda, kendi hayatını defedip başından. başkası için yaşamak kolaydır çünkü, kendin için isyan edebilirsin, ama başkası için asla. ve başkası için köleliği kabul edersin. er yada geç, hepimizin içine düştüğü, lanet son. bir aldatmaca olup olmadığını bilmiyorum, çünkü sistemin aşırı zekice işleyen, üstün bir güç olduğunu sanmıyorum. sistem biziz çünkü, ve fazla zeki olmadığımız için, her suçu görünmeyen unsurlara yıkıyoruz. tanrı, şeytan, sistem, politika, trafik canavarı, marslılar, ölmüş olan atalar. en başa dönecek olursam, ve üzerinden geçersem, tamamlayabilirim tüm kapısı açık cümlelerimi, ama yapmayacağım. böyle kalıcak, böyle kalıcak ve ben lanet bir iş günümü anlatacağım. imlamı düzeltmiyorum, cümlelerimi düzeltmiyorum, kurguma özen göstermiyor, ve anlatımlarımı yarım bırakıyorum. bakın bu hayata bakış açımı yansıtıyor tamam mı? o yüzden, dilediğiniz gibi haykırın, annem 27 yıldır “evi dağıttın yine” der, ve yine dağıtırım. sizde 270 yıl, yazımı düzeltmeye çalışın. sonuçsuz bir savaş bu. ve bu kadar ciddiye alınacağımı bilseydi tanrı, eminim beni yaratmazdı. çünkü o da beni yaratırken ciddiye almadı. ben bir anti teist’im. bir tanrı var ama çokta umrum da diyenlerden ya da. ya da başka bir deyişle, tanrı kötü diyenlerden. ve tekrar başa dönmeye çalışıyorum. saat onbir demiştim öyle değil mi? gece onbir. böyle başlamıştı. daha sonra, bir zamanların modası olan kehanetlere, komple teorilerine, oradan edebiyata, oradan sikilmiş türk altkültür şeceresine, ve oradan da boşluğa sıçradım. düştüm. düştüğümü gören olmadı. bu iyi bir şey. düşerseniz gülerler çünkü. lise ikide, okula giderken kötü bir şekilde düştüğümde yolda, arkamdaki kız takımı gülmüştü. “düz yolda yürüyemiyor”. evet yürüyemiyordum. yalan yok. ama tüm kusurlarımı kapatıp, daha doğrusu gizleyip mükemmel olmak gibi sonuçsuz bir uğraş peşinde de koşmuyordum hiç olmazsa. ve bununla övünmüyorum, öyle görünmüş olsam da. hiçbir şeyle övünmüyorum. çünkü marifet


değil. gerçek bir işçi çocuğu olmam da marifet değil. ve gerçek bir işçi çocuğu olarak, ülkeye ithal edilen bir başka altkültürü sahiplenmiş olmam da. ya da ülkedeki en harbi kendi altkültürünü yaşayan çingenelerle beraber büyümüş olmam da. hiç biri marifet değil aslında, çünkü tüm bunları yaparken, ya da çocukluğumda bir rastgelelilik ile bazı mekanlarda bulunup bazı olaylar yaşarken, farkında değildim. ve tam tersi, uzanabildiği her şeyi ailesine satın aldırabilicek bir aileden gelen başka biri içinde, kötü değildi yaşadığı hayatı. ya da altkültüre terso değildi. söz konusu sorun, birilerinin başka birilerine yol göstermek isteyişinden, ya da “en harbisi biziz” demek isteyişinden sonra başlıyordu. çünkü denyonun biri çıkıp fanzinler konusunda ahkam kesiyor, başka bir denyo uyuşturucu üzerine hata dolu bir kitap yazıyor, başka bir denyo gerçeğe zıt bir punk romanı yazıyordu. bu ne be diyebilirdiniz, ama kimse duymazdı. ve bahsettiğim söz konusu sorun üzerine bu kadar çok harf tüketmiş olmam, bu durumdan yana rahatsız olduğumu göstermiyor. sadece, kapımıza dayanan yeniçerilere, sizlerle savaşmıyoruz ama çok istiyorsanız bizi öldürebilirsiniz demek istedim. görüntü bu, ve böyle sürecek. dipten gelmiyorum ben. dipte doğdum ve dipte kalıyorum kendi isteğimle. çünkü memnunum burada olmaktan. el uzatıp yukarı çekmeye çalışmayın. hayır, öykümü kısaltıp yayınlama. hayır imlamı düzelterek dergide yazmama izin veremezsin, çünkü izin istemedim. ama istediğim bir şey var, iki ayrı şeritte, birbirine benzeyen iki ayrı otobüste, ilerliyoruz, bunu kanıksayın. hangisinin doğru otobüs olduğunu da bilmiyorum. gerçekten bilmiyorum. sadece arada bir fark var, ve bu doğumdan, ait olduğun sınıftan, aylık gelirinden, ne iş yaptığından, babanın kim olduğundan ya da ne yarak yazdığından gelmiyor. başka bir şey bu. ve ne olduğunu asla bilemeyeceğiz. sadece öyle hissediyoruz, ve bu yüzden bok yoluna giden otobüsümüzden inip, insanın uykusunu getiren başka bir otobüse binmeyeceğiz. hiç olmassa neye çarparak öleceğimizi görebilelim diye belki, bilemiyorum. gerçekten bilemiyorum. ama hoşnutum bu durumdan. durmaktan ya da. yerinde saymaktan. gerilemekten. ilkel görülmekten. basit ve sıradan. sıradan ve doğal. doğal ve yapmacık. hey bi saniye, karıştırdım, çelişkili bir ifade kullandım. hata. sadece hata dostlarım. bilinçli yapılmış bir hata ama. o yüzden özür dilemeyeceğim, çünkü özre inanmıyorum. ve farkında olmadan düşürülen bir vazo için de özür dilemeye gerek olduğunu düşünmüyorum. “üzgünüm” diyebiliriz belki. ama özür aptalca o an. affedilmeyi beklemek de. tıpkı herhangi bir şeyden dolayı birini suçlamanın yanlış olduğu gibi. özgür olmak istiyorsak, özgür bırakmalıyız. hepimiz birer dişli çarkız zaten, ve ister istemez, ortak hareket etmek zorunda kalabiliyoruz, yaşam denen armutun çöpünü yemeye devam etmek için. saçmaladın girdap dedi biri şu an, içinden, duydum, duydum ve kesiyorum sosyoekonomik felsefemi. o ne ki? saat onbirdi, on bir. geriye dönüş. çekim iki, sahne bir. motor.


2. 11’de uyandım. gece. yani yirmiüç:sıfırsıfır. bir-dokuz çalışıcaktım. ender denk gelen sekiz saatlik mesai. uçakların yoğun olmadığı bir gün. bu arada, havaalanında çalışıyorum ben. işim; uçakların yüklemesini ve boşaltmasını yapmak. yani içine mucizevi bir şekilde tüm evinizi sığdırdığınız on tonluk valizlerinizi har vurup harman savurmak için çalışıyoruz. uçak ambarını yükle, uçak ambarını boşalt. uçağı temizle. yorulmak yasak. falan filan. günlük mesai süresi 11 ila 13 saat arası değişen beş iş günü. iki izin. genelde izinli olduğun gün geceye döndüğün için, onlar da yalancı izin. şikayet yok. kötünün iyisi bu. o halde devam edelim. bir-dokuz çalışıcaktım ve uçakların pek fazla iniş-kalkış yapmadığı bir geceydi. bir havaalanı argosu oluşsaydı, böyle günlere “azgın olmayan günler” denilebilirdi belki de. neden olmasın. ama dişi ırkın-pardon düzeltiyorum, bir ırkçı değilim ben, ama seksist görünebilirim kimine göre, her ne kadar öyle de olmasam, bunu ortaya sürebilirler, sürdüler, bedenime uymayan bir çok sıfatı alıp çöpe attım ben de. önemli değildi, laf israfıydı sadece. “sağır bir adama, küfür ediyorsunuz” diye yazdım. ama onlar da kördü, okumadılar, ve ben onlara karşı hem sağır hem dilsiz hem de kör olmayı seçtim, ve bu durum ister istemez, küstah ve kendini beğenmiş olarak geri döndü bana. geri dönelim hadi yine. bir türlü giremedim konuya. zihinsel bulantılarım çok bugünlerde, o yüzden sürekli sağa sola sapıyor, bir türlü düz gidemiyorum. tekrar deneyelim, bu son olsun, yine düşersem, yazmayı kesicem bu konu hakkında. konu basit, güzel başlayan bir gecenin sabahında patlayan tokat. alın size anafikir. açılıma geçiyorum. gece bir dokuz çalışıcaktım ve onbirde kalktım. ve servise bindim. pardon pardon. onbirde kalktım ve birşeyler yiyip, bir sigara içip, biraz müzik dinledim. traş oldum. giyindim. yola çıktım. servis geldi. beni aldı. gaza bastı. gayet basit gidiyor öyle değil mi? ali gel topu tut gibi. bana yakışır bir üslup. basit ve kolay. sonra, ve daha sonra. bir saniye, eksik bir cümlemi tamamlayacağım öncelikle, yoğun olmayan havayolu günlerine, azgın olmayan gün denilebilirdi demiştim, eğer argosu olsaydı bu işin. ama dişi ırkın-düzelti. hatırladınız mı? evet, düzeltiyorum. ama hatunların yoğun olduğu bir iş yerinde, her iki cinsiyette, çok yakın olmadıkları iş arkadaşları haricinde, genelde bir oyun oynarlar. sıfır küfür, daha az cinsel konu, ve her şeye rağmen ve her zaman olduğu gibi yine de dibine kadar cinsel ayrım. bir hatun beş erkeğin arasına oturursa, biraz uzakta oturan diğer bir erkek grubu, hatun hakkında yorum yapar. kötü yorum. ya da beş hatunun arasına bir erkek oturur ve onlarla muhabbet yaparsa, yine bu uzakta oturan diğer erkek grubu, bu tek erkekle ilgili yorum yapar. belki de kıskanır. aynı şey, hatun grupları için de geçerlidir. cinsiyetler arasında bir fark yoktur aslında, sadece bir fark yaratılır ve çoğu zaman da rol yapa-


rız. bu yüzden bu tip “azgın gün” türevi argolarda köşede kalır ya da ters köşe olur çoğu zaman. cinselliği ne kadar aza indirirseniz, o kadar tehlikeli olur. aynı sıkışan gazların patlaması gibi. anlatabiliyor muyum? servise bindiğim ana geri dönelim. serviste çalan radyoda, müslüm gürses çalıyordu, ilk kez arabesk tınılar çalan bir istasyon açık kalmıştı ve böylesi bir mesai öncesi tesadüfü, pek denk gelmez diyordum kendime. evet, 80’li yılların arabeski katlanılırdı, haz verirdi insana, tesadüf güzeldi, çünkü daima son model pop melodileri ile işe gidip gelirdik. ve şimdi, seksenlerin gerçek ninnisi ile yol alıyorduk. pop’a tercih edebileceğin, ve en azından daha anlamlı, ve dahası 80’lilerdeki türevini düşününce daha isyankar olan bir müzikti çalan. ve birkaç şarkı üst üste geldi. iyiydi. isyan her zaman iyidir, sevgiliye, aşka, hayata, düşsel kadere, düşsel tanrıya olabilir bazen, yani beyhude isyan, ama yine de güzeldir. en azından tahammül edilirdir, ki kafa kıyaksa keyif bile verir. ve ve ve, sonra havaalanına girdik, ve mucize katlanarak devam etti, apron aracına binip merkeze çıkıcaktık, ama gelmedi apron aracı, yerine operation aracı geldi, radyolu idi bu araçta ve radyoda bob marley çalıyordu. gerçekten. “no woman no cry”. keyiflendim. gerçekten keyiflendim. iş yerinde bana daima girdap olarak değild e, devlet nezdindeki adımızla seslenildiği için, bazen unutabiliyordum kendimi. ki girdap, iş yerinde budanmak zorundaydı. herkes iş yerinde budanmak zorundadır. çünkü, kimin niye koyduğu belli olmayan kuralları uygulatıcı olan amirler, hayatlarında bir kez olsun pratik anlamda tecrübe etmedikleri işlerin başına getirilirler ve sizi işinizi yaparken gözetip, açık yakalamaya çalışırlar, hepsi böyle değildir, kabul ediyorum, ama sunexpress’in teknik elemanı mahmut aynen böyle bir insandır. bakın tam ismini verdim size, soyadını ve adresini öğrenince, onları da vericem. gidip öldürün lavuğu. faşizme karşı faşizm. ne dersiniz? ayrıma karşı ayrım? katı mı oldu? onlardan ne farkımız mı kalır? cahil işte deyip geçmelimiyiz?, aç gözlülük ve kurnazlık eşlenik bir yapıda ve cahillik maskesi altında üzerinize çullanınca, yapabileceğiniz tek şey silah çekmektir dostlarım. yani ben olsam öyle yapardım. bir yüzünü vurana diğerini çevir diyen hristiyanlık, yeni krallar ve köleler yaratmaktan başka bir işe yaramamıştır. o yüzden, mahmut ile dışarda karşılaşıp, yere serebilirim. ama orada, şimdilik, buda kendini. buda ki yaşama devam edebilesin. herkes bunu yapıyor. en üst düzeyden, en alta kadar herkes. suni bir güç edinenlere boyun eğen dahiler. suni bir güce diyorum, çünkü aslında, aslen sinik ve iş dışında her yerde ağzına sıçılmasına izin veren insanlar, iş yerinde konum ve makam itibari ile elde ettikleri suni güçleri ile üzerinize boşalmaktan başka bir şey düşünemiyorlar. ve kurtuluş yok. çünkü gerizekalı insanlık tarihi, “sistem” diye bir kelime bulmuş, ve doğaüstü olmayan her türlü kötü dünya gidişatını buna bağlıyor. ve sistem o kadar iyi işliyormuş ki, karşısında durulmazmış. bu söylem bir yere kadar doğru. sistemin karşısında tek başına durursan, açlıktan


ölürsün. ama söz konusu olan sistem adlı görünmez canavarı işleten şey, bir makine değil, biziz. biz kurduk, biz kuduruyoruz. memnun olanlar var. ama onlar kadar, isyan edenler de, bu aptal işkencesinin uzaması için katkıda bulunuyorlar. çünkü yaşamak için, başka şansımız kalmıyor. ve o yüzden bir hayal kurarak yaşamı erteliyoruz. ve o yüzden, ütopya anarşi. bir mucize. ufak gruplarca kurulan ufak yaşamlar dışında. tam bir mucize.. mucize demiştik öyle değil mi? servise binince çalan. ardından merkeze çıkarkan, bob amca. ve sonra giyindim. ve her şey bu kadarla kalsa yine iyi. aşağı inerken, yani apron adlı uçakların park ettiği alana inerken bindiğim araçta da, radyo açıktı, ve bu kez 2pac çalıyordu. oha dediğinizi duyar gibiyim, ama siz ohayı, benim akışkan ruhumdan dolayı dediniz, müslüm, bob, pac, nası hepsini dinler bu adam. gibi bir oha. ben bunu es geçiyor ve kendi “oha”ma dönüyorum, çünkü her zaman bu araçların radyolarında pop çalardı, ama bu kez “tuzaklara dikkat et zenci” diyordu pac şarkıda, ben bir zenciydim. evet. ama latin bir zenci. o da ne demek? bunu burada açıklamayacağım. es geçelim ve devam edelim. radyo. çalan şeyler. mucize. mucize. ve keyif. ve güzel başlayan. ve korku. bir şeyler yolunda gidiyor gibiydi. keyifliydim. ve ne zaman keyifli olsam aynı zamanda da tedirgin oluyordum. ya da bir şeyler yolunda gitse. çünkü yolunda giden hiç bir şey normal görünmüyordu gözüme. kafama gök taşı düşücek diye düşünüyordum resmen böylesi anlarda. ve sonra, radyoyu, çalan müzikleri, ve daha bir çok şeyi unutup, kendimi işe verdim. ilk uçak, airbus idi. modelini hatırlamıyorum. ama dev gibi. ve acele acele. hemen uçak kalkıyor sandık ve üstün körü bir temizliğe giriştik. üstün körü gerçekten. sadece büyük çöpler alındı tam olarak galiba. ben masaları siliyordum, şu uzun mesafe vasıtalarının koltuklarında bulunan sorunlu icatları. ben siliyordum, ve zaman az olduğundan, üç beş sekiz yapıyordum. üç beş sekiz demişti amirim. hah işte bu bir şifreydi. girişte şifreli bir öykü yazıyorum demiştim size, yalan söylemiyordum. söz konusu edebiyatsa, asla yalan söylemem. sikerim edebiyatı derken bile yalan söylemiyorum. ihanet etmem asla, eğer biri tarafından içine edilip köşeye atılıcaksa edebiyat, bunu yapan da ben olmalıyım. barışta ve savaşta, daima birlikte. masaları siliyordum. ve amirim “üç beş sekiz” dedi, bunun anlamı, masaları atlayarak silecek olmamdı, bazılarını çaktırmadan es geçicek, bazılarını silerken de gelişigüzel davranıcaktım, çünkü sanıyordukki yolcu binecek ve uçak uzak diyarlara gidicek. ve böylesi anlarda, eğer ikinci bir üst göz uçağa göz atmadan yolcu gelecekse, ve süre az ise, temizlik üstün körü yapılırdı, çünkü yolcular az biraz kirli olan bir masa için sizi elevermezlerdi. çünkü insanlar konuşmaya çekinirler, isyan etmeye, hakkını aramaya, temiz bir uçak elbette hepimizin hakkı, ama uçak insanlığın hakettiği bir buluş değil, aynı elektrik gibi, yada ateş, hiçbir gelişimi haketmiyor insanlık, çünkü tüm gelişim daha iyi savaşmak adına, tüm senaryonun merkezi bu. milliyet, ırk, cinsiyet ve


ekonomik savaşlar. hiç birinin anlamı yok. ve hiçbir özgürlük için mücadele vermiyorum. çünkü, kaybedeceğim bir savaşa girmektense, savaşın erişemeyeceği bir bölgede yaşamak istiyorum. evet evet, bencilim. ama yok öyle bir kurtarılmış bölge. o halde, buradayım, ve zihnen özgürüm her insan gibi. ve ölene dek, zihnimden geçen her şey, kağıt üstüne düşecek. bu nedenle bedenen tutsak edilme, taşlanma yada silinme riskine rağmen hem de. çünkü başka çarem yok. hiçbirimizin başka çaresi yok. bedenen hizmetinizdeyiz paşam, ama zihnen yüzünüze küfür ediyorsak, bunu haykırmanın da mahsuru yok. ve çok klasik olduğunu biliyorum, “bedenimi alabilirsin ama ruhumu asla” gibi olduğunu bunun. ama klasik olan her şeye özlem içinde artık insanlık. eski güzel günlere. ikinbinler doksanlara, doksanlar seksenlere özlem içinde. ve böylece dönüyor zaman geriye, ben ilkel olmak istiyorum. ilkel ve kaba. doğal hiç olmazsa, ki yine de imkansız. ve imkansız olan her şey gibi, anımızı ertelemekten başka bir işe yaramaz geçmişe duyulan özlem, geleceğe dair hayaller gibi yani. hayatı ertele. başka birinin hayatı için düş gör hatta zaman zaman, dua et, iyi bir yaşam sağla oğluna. cenneti iste tanrından. ama anı ertele. çünkü anı düşünmek, daima boka batmanızı sağlayan bir eylemdir. ve anı yaşamak, en doğrusu olsa da, çoğu zaman yapmaktan kaçındığımız bir şey. geçmişi düşün, geleceğini kurtar. bu öğretildi bize. bunu yapıyoruz. olmayan bir geleceğe doğru. son sürat. radyo tesadüfleri. güzel gece. hızlıca temizlenen uçak. geri dönüş. birkaç ambara gir. bir uçağı araba yıkar gibi yıka. kime anlatsam gülerdi, araba gibi fırçayla yıkanan uçaklar, embesilce, ama uçağın kendi yıkama makinesine girip yıkanması pahalıya patlıyor. işçiler daha ucuz. yıkar onlar. ve yıkadıkça. ve sonra, sonra, sonra, kötü bir sabah. kötü diyorum, ama asla beklenmedik bir sabah değil. çünkü her güzel gecenin sonunda, bir tohum açmaktan vazgeçer. mahmut, masaları kontrol eder, sabahın köründe. çünkü o uçak, hemen yola çıkmıyordur aslında, acele etmenizin nedeni, hemen yıkanıcak olmasıdır. ne aptalca. hemen yıkarsın uçağı, hemen dediğim üç saat sürer. ve sonra başka abuk subuk işlerle meşgul olursunuz sabahın sekizine kadar. uçak orada bekler ve kimse de bu uçak sabahın sekizinde gidicek, şu temizliği bir daha yapın demez. diyemez, çünkü kimse birbirinden haberdar değildir. herkes söylenileni yapar sadece. sistemin özü budur. söylentiler, korkular ve suni güçler. ve sabahın sekizinde, neden masalar silinmediği için, mahmut vardiya amirine, vardiya amiri de senin şefine fırça kayar. ortada bir düzensizlik vardır, çünkü “hemen bitirin temizliği” diyen mahmut aynı zamanda, “uçak yıkandıktan sonra ve boş vaktinizin birini çalarak size tekrar temizlettirim bu uçağı ben, yıkama alanına gidicek bu uçak” demez. haberiniz yoktur. ve sonra, sonra, şefiniz yanınıza gelir ve gülerek, “masaları silmemişsin moruk, senin yüzünden fırça yedim ya” der, sen durumu izah etmeye çalışmazsın, çünkü şefin de sen de biliyorsunuzdur ortada dönen sikişi. “abi biliyorsun”


dersin sadece. derim yani, “abi biliyorsun” derim, “acele ettirdiler, üç beş sekiz yaptık biz de, yıkamaya gittik sora da, hemen yolcu binmicek miydi ya ona?”, “ne bileyim ya” der şefin, “sikilmiş götün davası olmaz, gel üstümüzü değişelim çıkarız birazdan”. “tamam abi” derim. birer sigara içeriz, ve giyinir, çıkarız. servisle eve gidene kadar müzik yoktur bu kez. olsa da duymazsın zaten, elde ettiği suni gücünü senin üzerine enjekte etmeyen bir şefin vardır, ve sen bu yüzden her işi, kısıtlı imkanlarına rağmen tam olarak yapmaya çalışırsın, adama laf gelmesin diye, ki ona laf gelse de içine gömer, sana bir sigara verir, “biz ne ne zaman beraber içicez ya” diye sorar, ve eve gelirken yolda bunu yazmak gelir aklına. ve olayı aynen yaşandığı gibi, olayların gerçekleştiği zamansal dizime uygun bir düzende, tüm ayrıntıları özenle tasvir ederek yazabilirsin, yazabilirsin ama işine gelmez. en azından burada kuralları sen koyuyorsundur, ve sikinin keyfine göre öykü yazarsın. aynen bu şekilde olduğu gibi.. okurken keyif almıyorsanız, ya da batıyorsa size, afiyet olsun. keyif alıyorsanız, bende bu keyfi yazarken paylaşıyorum sizinle. eyvallah.. ne diyebilirim. bu kadar açık ve sade. hepimizin başına gelen şeylerden bir kesit. ayrıcalık değil bu, yaşananlar da, yazılanlar da. hiç biri ayrıcalık ya da üstünlük değil, marifet de değil, anlatmıştım, o yüzden övünmenin anlamı yok ve o yüzden yazdıkları ile, yaşam tarzı ile, ya da bulundukları konum itibari ile övünen, ve dahası “bu iş böyledir” diyen herkese karşı atan sigortam neticesinde, yoldan saptık. daima yoldan sapacağız zaten. zihni bulanan ve bu yüzden kusan biriyim sadece. daha ötesi yok. o yüzden, bana gelip, “abi sen punk’mısın” diye soran ve altkültür etiketi ile satış yapan yabancı cisimlere özenen o küçük arkadaşıma şunu söylemiştim, “punk olmak diye bir şey yok, malcolm mclaren adlı göt daha zengin oldu bu sayede, hepsi bu. bunun dışında, gerçekten sid masum ve johnny rotten bizi kandırmadı. malcolm onu kandırdı.”. ve uzun bir sohbet, 30’ların fanzinlerinden yetmişlerin punk’ına doğru uzanan. ama başka bir öykü bu. es geçelim. her şeyi es geçelim, ve en başa dönelim. saat onbirdi.. ve şu an da saat onbir. ama sabah. yani onbir:sıfırsıfır. tek tatilim. ve şimdi, peter’in sanal bebekleri eşliğinde, sigaramı içerken, onlara kulak vereceğim, otuzbirci bir papazdan bahsediyorlar bana. eğlenceli bir şarkı. radyo değil bu kez. ve bu yüzden korkmama gerek yok. ben yapıyorum bu güzelliği kendime. kontrolüm dışında, tesadüfen iyi giden ve sonunda patlayacak olan her güzelliği ise, görmezden geliyorum. aynen bu yazının, çapraşık gidişatını görmezden geldiğim gibi. serbest kalmış bir zihinle ancak bu kadar. ve aynı nedenden dolayı, kendi hayatımı da görmezden geldim. siz de öyle yapın. beni görmediniz, duymadınız. ve aslında girdap, şeytandan farkı olmayan mitolojik bir tanrı. böyle düşündüm, buna inandım. amin. 30 temmuz 2008


ondörtbuçuk.. işteyim. oturuyorum. ofisin bahçesinde. sigara içmemize izin verilen tek bölgede. çay-sigara. yeni giriş yaptım. benimle birlikte yeni giriş yapanlarla beraber dinleniyorum. son cümleme anti-girdap timi’nin laf sokucağını sezinliyorum; birlikte-beraber.. farkındayım, ve çenenizi kapayın! (ve’den önce virgül kullanılmaz). işteyim. evet bir işim var. öğlen oniki gece bir vardiyası. yeni giriş yaptım ve saat henüz oniki on beş. birkaç vardiya var, gece bir sabah dokuz gibi. sabah sekiz buçuk akşam altıbuçuk gibi. sabah sekiz buçuk akşam sekiz buçuk. öğlen oniki gece onbir. öğlen oniki gece bir. öğlen üç gece bir. akşamüstü beş, gece bir. akşamüstü beş, sabah beş. böylece devam ediyor. her gün değişik bir saatte iş başı yapıyorum. havaalanı, yükleme boşaltma. aradabirde, adam eksik olduğunda, uçak temizliği. ücret asgari. bir gün tatil. servis. yemek. fena sayılmaz. kötünün iyisi. seçimler. birkaç kötü seçenek. saatime bakıyorum. 12 saat 45 dakika kaldı çıkışa. güzel. ekip şefim beni çağırıyor, “uçak geliyor hadi iniyoruz”. her gün değişiyor ekip şefim. yeniyim henüz, bu yüzden, deneniyorum, hergün başka bir grup. bir süre sonra bir ekibe verilicem. şimdilik takviye gücüm. eksik tamamlama elemanı. benim gibi yeni giren sekiz kişi ile beraber. aslında yirmi kişiydik, ilk başta. ve 11 kişi işi ağır bulup bıraktı. ya böyle bir lükse sahiplerdi, yada henüz pek fazla iş deneyimi edinmemişlerdi. bedenen ağır olmayan iş, zihnini düzerdi. yada maaşı aksardı. sigortası olmazdı. yada servisi. yemeği. yada akıl sağlığı yerinde olmayan bir patron seni aptallıkla suçlardı. olabilir. dokuz kişi kalmıştık dediğim gibi ve o dokuzunun çoğuda bırakıcaktı işi. şimdilik devam ediyorlardı. seçim şanşım yoktu, devam etmek dışında. on ay sözleşme. on aylığına, stres değişikliği. iş arama stresinden çalışma stresine terfi. 10 ay, kadrolu olamazsam eğer. “uçak geliyor hadi iniyoruz” dedi ekip şefim. atladık apron aracına. aşağı indik. henüz frekanstaydı uçak. bekliyorduk. eldivenleri giy. kulaklıkları tak. dubaları hazır et. bekle. kanatların altına, motorun önüne. buruna ve kıçına birer duba koyarsın uçak inince. birde ön ve arka tekerlere takoz. yolcular iner. beklersin. sonra uçak ambarının kapağını açar, konvör’i yanaştırır, ve uçak ambarına girersin. eğilerek girmek zorundasındır, çünkü bir metre yüksekliğindedir ambar. bazıları daha alçak. ve belin ağır her mesai sonrası. 20 kilodan fazlası yasak olduğu halde bazıları elli kilo çıkar bagajların. fırlatırsın kapıya doğru. kapıda bir eleman bekler ve o da konvör’e fırlatır. bagaj kayan banttan aşağı iner, ve aşağıda bir elemanda arabaya dizer. araba dolunca traktör gelir alır arabayı. bir boş araba çekilir ve işleme devam edilir. ağzına kadar dolu uçaklar. dış hat. gurbetçiler. turistler. gezginler. beklersin. boş araba yanaşır. başlarsın fırlatmaya tekrardan bagajları. aynı işlem. bagaj azaldıkça daha hızlı fırlatman gerekir, çünkü kapıdan uzaklaşır ambarın gerisine dolu kayarsın. biter bagajlar. arka


ambarınki biter. ön ambara geçersin. önce arka ambar boşaltılır, sonra ön. ve sonra ön ambar yüklenir, en son olarakta arka ambar. dubalar kaldırılır. takozlar kaldırılır. ve gelen bir uçak yoksa merkeze çıkarsın. genellikle peşpeşe gelir uçaklar, anlaşmalı gibi. yarım saat durulur sonra ortalık, gider bi sigara içersin. iş bu, başvurmak isteyenler, form talebinde bulunabilirler. eğlenceli değil biliyorum, ama devam etmek zorundayız, işede, öyküyede.. siz her ikisinide yarıda kesip gidebilirsiniz, bir aşkıda hatta. herşeyi yarıda kesip gidebilirsiniz. pekala, pekala. ses kontrol bir iki. uçak boşaldı. ardından iki uçak daha geldi. biri rus. diğeri sunex. uçağın içine saklanıp amsterdama kaçmayı düşünüyorum. sunex. hollandaya gidiyor. bagajları yükledim, saat iki, öğlen, güneş, sıcak, ağzına kadar dolan ambarda oturmuş bekliyorum. tek başıma. ekstradan gelicek iki bagaj var, onlar gelince ambara atıcak, kapağı kapatıp diğer uçağa geçicem. dördüncü uçak henüz frekansta. ve son bagajlar gelince ambarı üzerime kapatıp kapatamayacağımı düşünüyorum, kapatamam, içerden kapatamam. uçak motorlarının –çalışırken- önüne yada arkasına geçmeyi düşünüyorum, farklı bir intihar metodu. bunuda yapamam. hepimiz özgürüz. aman ne hoş.. dördüncü uçak frekansta. bekliyoruz. çalıkların içine girip yasak bölgede bir sigara yakıyorum. yakalanırsam beş bin 62 ytl ceza yerim. 62 ytl bana, beş bin çalıştığım şirkete. şirket seni o ceza bitene kadar bedava çalıştırabilir, yada işten atılırsın, işi bırakırsın, kötü bir konuda daima seçim şanşın çoktur, ölüme giden bir çok farklı yol. altmışikiden tavşan bile olabilirsin, cezayı yersen. uçak geliyor. sigarayı atıyor ve ambara koşuyorsun. sonra beşinci uçak. ve nihayet uçaklar sonlanıyor kısa bir süreliğine. merkeze çıkıyor, bir çay içiyor, biraz muhabbet ediyorsun. saat üçbuçuk.10 buçuk saat kaldı. “nerde oturuyorsun sen” diye soruyor bir tip, yeni bir eleman olduğum için. tanışma ve tanıma sekansındaki aptalca sorular. sekans ne demek? “buca heykel abi”. “evlimisin” “hayır bekar” “yaş kaç?” “27” “ne mezunusun sen?” “üniversite terk” “hadi ya, niye bıraktın ki?”.. böylece sürüp gidiyor, sıkıcı, oldukça. bölümü sevmiyordum bıraktım, dört sene sınıfta kalınca kaydım silindi, attılar. gayet açık, ama


anlamıyor. konuşmayı sürdürüyor adam, bende dinliyor gibi yapıyorum. uçaklar geliyor. uçaklar gidiyor. vardiyalar geliyor vardiyalar gidiyor. saatler sonra saatime bakıyorum, akşam sekiz buçuk. kaç saat kaldı? hesaplamıyorum artık. uçağa giriyoruz. yb bitince, (yb: yükleme/boşaltma), temizliğe geçiyorum, henüz yolcular inmediği için temizlik elemanları bekliyor aşağıda. sonra uçağa çıkıyoruz. romen uçağı. blueair. ve hemen girişte kapıda, mini etekli bir hatun, ayakkabılarını çıkarıp, ayaklarını koltuğa uzatmış, çay içiyor. türkiyeye geldiğinin farkında olmayabilir, yada röntgenlenmek hoşuna gidiyordur. yada başka bir şey. bilmiyorum, ama hiç bozmuyor istifini, çayını içiyor, ben ön tarafa gidip firstclass’dan masaları silmeye başlıyorum. elemanlar arka taraftan ayrılamıyor. ve bu muhabbet geceyarısına kadar sürüyor. “ne biçim hatundu ya”. “off taş gibiydi.” ıvır zıvır. erkeklerin kendi aralarında, kadınlar hakkında yaptığı muhabbet. kadınların kendi aralarında, erkekler hakkında yaptığı muhabbet. arada hiç bi fark yok. dostum tezer hiç’le aynı fikirdeyim. önce o yazdı, sonrada ben. birbirimizden kopya çekmiş olabiliriz. kopya çekmek. başına gelenlerden kopya çekerek kurgulamak. kolay bir yazım tarzı. söz sanatı yok. akış yok. edebiyat yok. itiraz etmiyorum. romen bir diğer hostes bana bişiler diyor, ingilizce, anlamıyorum, operasyon şefim tercüme ediyor, “işiniz ne zaman biter”. “yarım saat” diyorum. pekala. işimiz bitiyor, uçaktan iniyor, bir diğer uçağa geçiyoruz. 15 oldu galiba. uçak sayısı. on beş. saat oniki. gece. bir saat kaldı. oniki kırkbeşte uçak var. sunex telsize anons yapıyor. “tüm fiyat listeleri, dergileri değiştirin bu uçakta, birde battaniyeleri ve yastık kılıfları.”. ölüm ilanımız oluyor bu anons. merkezle görüşüyor ekip şefimiz, “biz birde çıkıyoruz, başka bir ekip girebilirmi bu uçağa?”. başka bir ekip yok. adam yok. normalde, tuvaletleri sildiğin bezle, mutfak yada başka bir kısmı silmezsin. yada tuvaletin zeminini temizlediğin paspasla, diğer alanlara paspas çekmezsin. ama kim takıyorki bunu? yada kim denetliyor? bir daha uçağa binmenizi engelleyecek onlarca şey sayabilirim. bir daha lokantaya girmenizi engelleyecek şeyleri saymıştı palahniuk. bir şey değişmedi. bir şey değişmeyecek. radyasyonlu çayları içmeye devam ettiğimiz gibi, yada her seçim zamanı yeni bir dangalağa oy verdiğimiz gibi, ne kadar farkında olursan ol kötü gidişatın, yada pislik dolu olan mekanların, devam edersin her ne yapıyorsan. içine tükürülmüş çorbaları içer, seni kanser edicek gıdaları tüketir, yada üstünkörü temizlenmiş yerlerde yolculuk edersin. görmüyorsan sorun yok. temiz görünüyor. bana deli gibi aşık. biri küresel ısınmamı dedi? es geçelim. saat iki buçuk oluyor, gece iki buçuk, anca çıkabiliyoruz son uçaktan. gecikme yiyoruz. mesai olmuyor bu. sonraki aylar daha az çalışır ve telafi edersin. böyle deniyor. böyle yürüyor işler. şikayetçi değiliz hiç


birimiz, kötünün iyisi. eve giriyorsun. 14buçuk saat mesai. saat üç otuzbeş. evdesin. bira. bir bira daha. sonra bir bira daha. yedi bira daha. tüm günü unutuyor, sızıyor, ertesi gün yeni baştan başlıyorsun. bu kezde başka bir adam, “dişlerini fırçalasana” diyor, “eski sevgilim doktordu” diyorum, “o birşeyler önerdi, onu kullanıyorum”. kullanmıyorum halbuki ama çenesini kapasın istiyorum. “hadi ya doktormu?”diyor “hıhım” diyorum. “çok kötü görünüyor dişlerin” diyor, “hıhım” “çok sigara içiyorsun sen” diyor. “azalt bence biraz abim”. “boşver” diyorum. aman ne iyi. tüm dünya seni düşünüyor. sonra, sonra, sonra, bir düşünelim, evet, galiba bu kadar, şimdi sözü antigirdap timine bırakıyorum, nadide yorumları için.. beni eğlendirin. 16temmuz2008


siktiripgidermisin lütfen.. kötüydüm. kötü olmam için neden yoktu. hiçbir şeyden emin olamayışım belki de, yada her şeyden emin oluş hali. bu hal de rahatsız edebilir beni. ve her neyse işte, kötüydüm ve içmem gerekiyordu. içersem erken ölmeyecektim. ve gece bir dokuz çalışıcaktım. yani gece birsabah dokuz. onbirde evde olmalı, traş olmalı, işe giriş kartımı yanıma almalı, bir soğuk su altı yapmalı, ve servis noktasında bulunmalıydım onikide. işe gidemezdim. o gün işe gitmek istemiyordum. o gün içmek istiyordum. ve içtim. ve işe gitmedim. evet evet, hiçbir sürpriz yok yazıda, her şeyi baştan deşifre ettim. devam edelim. ben yazmaya devam edeyim, dileyen de okumaya devam edebilir. saçmalıyor muyum? laf kalabalığımı bu? büyük ihtimal.. bir işin bitiş haline dair, ne kadar çok ihtimal varsa, o kadar canım sıkılır. buna rağmen, tek finali ölüm olan yaşamda da çok canım sıkılır. çelişki? hayır, ara ihtimal kalabalığı. laf kalabalığımı bu. o halde, siktiripgidermisin lütfen.. evden çıktığımda, saat akşamüstü dörttü. canım çok sıkılıyordu. ana neden, son sekiz yılımın üzerime düşmesi idi. ve son 8 yıl, içinde bir çok kötü neden barındırıyordu. hiçbir zaman yolunda gitmeyen işler. asla yolunda gitmeyen işler. ben yolumda gidiyordum daima, işlerde daima yoldan çıkıyordu. böyle dostlarım. daima böyle. dostlarım dediğimde, üzerine alınabilicek insan sayısının çok az olduğunu biliyorum, ama her iki tarafta yalancı burada, bende, sizlerde.. dostum değilsiniz, kendi kendime kendimin dostu bile olamıyorum.. kendimle ilgili hiçbir sırrı tutamıyorum içimde. zihnimle dilim arasındaki yol çok kaygan, ne düşünürsem söylüyor, ne düşünüyorsam yazıyorum. samimiyet bu olabilir mi? ben samimiyetsiz ve soğuk biri olarak anılabilirim. ve anılmamak istiyorum.. herhangi bir şekilde anılmamak, tamamen yok olmak. ölmeden önce, öldükten sonra ve doğumla ölüm arası dönemde de, bir hiç sayılmak. zaman zaman böyle istiyorum evet. ama çok kaypak bir adamım sanırım. sanırım, sanırım, sanırım. her cümlemin başında veya sonunda, bir “sanırım”, bir “bence”. kötüysen yalnızsındır. kötülere bir şey olmaz. kötüler ölmez. kötüysen yalnızsındır ve yalnızken ölmenin reytingi düşüktür. insanlar reyting oranlarına göre bir şekle bürünürler. ve dörtte evden çıktığımı söylemiştim size. buca’dan yürüdüm. önce çevik bire kadar. sonra geri dönüp, şirinyere, sonra gürçeşme, sonra tekrar geri. altıya kadar dolaştım boş boş. sıcak ve ter ve güneş ve acı ve beyninin kıçında patlayan geçmiş… böyle olmasa bile böyle hissediyordum. böyle değildi. bir yanılsama. herşey yolunda gidiyordu, yolunda gitmeyen bendim. bu bir çelişkimi? size hiç bir şeyden emin olmadığımı söylemiştim yazının girişinde, bu yüzden kötüyüm demiştim, hangi nedenden dolayı kötü olduğumdan emindim. herşeyden emindim. bir çelişki daha.. çelişkisel kişilik bozukluğu… kişisel manyoterapi. o ne


demek? edebiyat’ın venüsçe anlamı belki. kürklü venüs? olabilir. bilinç akışı dediler, bilmiyorum dedim, hala bilmiyorum. devam edelim.. evden çıktım ve dolaştım, dolaştım, dolaştım, sonra, o an izmirde bulunan bir eski sevgilimi aradım, eski sevgililerimden bir tanesi izmirdeydi. çok değil zaten onlar, toplasan gerçek anlamda 4 eder, ve toplanırlarsa ben onlarla iran vatandaşı olmayı göze alabilirim. dörde tek kalırım belki ama, yasal olur ruhumun sikilişi. bir erkeğe dört eş? böyle bir durumda, ben çocuk, onlarda annem olur. ve ben bundan şikayet etmem ama onlar edebilirler. ve, ve, ve… aradım eski sevgilimi, gelemeyecekti, gelemezdi, görüşemezdik, gerçekten gelemiyordu, haklıydı, ve doğaldı, biri doğalsa nefret edemiyorsunuz.. ben edemiyorum, sevmeyebilirim ama nefret ayrı bir boyut. ha evet, bana sürekli yazıdan bahsedip yazdığı tek birşeyi bile okumama izin vermemiş olan elemandan nefret edebilirim, sorun içip içip hatunlara sarkma gezisine çıktığını söylemesi sadece. ve daha kaç maske edinicek kendisine merak ediyorum.. turnusol adlı dostum, ben kısmen aseksüel bir herifim ve aynı zamanda profeministim. o yüzden benimle konuşurken, seni öldürebilme olasılığıma dikkat et.. pekala.. sonrasında, bir süre sonrasında, sokakta boş boş gezerken, alsancağa inip içmem gerektiğini hissettim ve inmeden önce birkaç kişiyi aramalıydım. bir kişi yeticekti bana. sabaha dek karakolda polislere küfür ettiğim için joplanmamı engelleyecek bir kişi belki? ama ben daha çok, kafasını düzmek için aranıyordum birini. yukarıda da anlattığım gibi, eski sevgilim gelemezdi. sonra kurşun kalem’i aradım. gelemezdi. ahmet kavga ettiği için içeri alınmıştı. onun başındaydı kurşun kalem. sonra duvar dibi’ni aradım, gelemezdi çünkü, haklı bir çünküsü vardı, uğrayabilirdi bir ara belki.. sonra otobüs durağını aradım. meşgul çalmıyordu. hızlıda aktı namussuz. cami durağında inip, çimlere doğru uzadım. ve bira aldım. ve sigara aldım. ve oturdum. ve yağmurcuyu arayacakken o beni aradı. “napıyorsun” dedi, “içiyorum” dedim, “tek başıma çimler”. “geliyorum”. “tamam”. kesin ve net.. sonra, ha pardon bu arada, fenris gelemezdi, aramadım, dün beraberdik onunla ve bugun işi vardı. güzedüşen’i arayacaktım, ama o hal ile numarasını hangi isimle kaydettiğimi bulamadım.. birkaç kişiyi daha aradım ama es geçiyorum, gelemediler.. ve müzik dinliyordum. eski bir sevgilimin hediyesi idi ipod. işe yarıyordu, hediyeside, kendiside. işe yaramayan bendim. kendi kendimin işine yaramayan demek istedim.. sonra, bir dönem uzak aşk, bir dönemde bir gecelik aşk yaşadığım birini aradım. kadınlar tuvaletinde öpmüştüm ilk kez onu. ve birkaç saatten ibaretti aşkımız. gerçek ve kısa. ve açmadı telefonu. işi olabilirdi. ölmüş olabilirdi. konuşmak istemiyor olabilirdi.. her üç durumda doğal göründü gözüme ve eski bir sevgilimi aradım, açtı, konuştuk, “napıyorsun” dedi, “güneşin batışını izliyorum” dedim, güzeldi güneşin batışı ama o manzaraya değil


sesime inandı; “sesin kötü geliyor”. kötü geliyordu elbette.. ve bir süre konuştuk. uzun bir süre. işim iyiydi. fanzinler iyiydi. her şey iyiydi anasını satayım. ve sesim kötü geliyordu. bira bitti o an. telefon görüşmesi de. ve her ikisini de tazeledim. bira aldım ve az önce aradığımda açmayan kişi beni geri aradı. “duymadım ev çok kalabalık.” pekala pekala, beş yada on dakika konuştu benimle. konuştu ve dinledi. dinlemeden konuştum açıkçası… ve sonra yağmurcu geldi.. elinde gitar.. ve biram üçe çıkmıştı.. bakın burada çok içiyorum sıkı içerim muhabbeti yapmıyorum.. alkol oranımla ilgili olarak değişicek olan psikolojimi betimlemek istiyorum.. anlaştıkmı saygısever anti-girdap timi? bira üç. kontur üç. sigara pall mall. yağmurcu ve girdap.. “abi noldu ya” dedi bana, o kendine has tarzı ile yağmurcu.. “bilmiyorum abi” dedim, yalan söylüyordum, size de yalan söylüyorum ve gerçekten bilmiyorum anasını satayım. bir çelişki daha… “kötü işte” dedim, “kötü, kötüyüm, geldiğin için teşekkür ederim”. ben çağırmamıştım ve bu nedenle gelmemişti. çağırsam gelirdi ama.. ve o beni kötüyken çağırdığında ben gitmemiştim. bencil bir pezevengim. bir süre konuştuk. alkol. sigara. ve duvar dibi ile veronika yanımıza geldi. onlarada teşekkür ettim. teşekkür gerektiren bir eylem değildi bu onlarca. ve içtik onlarla da. sonra yağmurcu gitar çalarken, tipin teki, bir şarapçı yada bir sinyalci, bir şarkı istedi. yağmurcu o şarkıyı bilmiyordu ama şarapçı yanımıza katıldı. katılabilirdi. ve kafamı dağıttı, çünkü erzurumda öğretim görevlisi idi, istifa etmişti, adı selimdi, ve dahası politika konuşarak kafamı düzdü, kafamı dağıttı. bir noktaya kadar. ona, eski bir sevgilime vereceğim fanzini vericek oldum. çok sarhoştum. ama geri aldım ve geri aldığım için ondan özür diledim, “abi telefonunu alayım, seni arıcam, fanzin getiricem sana” dedim. ve ertesi gün selim abiye fanzini verdim.. o günse, selim abinin numarasını aldıktan sonra, eski sevgilimi aradım ve yarın kaçta dönüyorsun dedim. garaj evet. vs vs. ve ayağa kalkıp, “gitmem gerekiyor” dedim. nereye gideceğimi bilemiyordum. muhtemelen, son on yıldır bazen içip içip sabahladığım kilise sokağıma dönücektim.. ama yağmurcu beni bırakmıyordu. selim abi’nin yanından kalktı ve benle geldi, “nereye gidiyorsun” dedi, “bilmiyorum” dedim, “bırakmam seni” dedi, “bırakmalısın” dedim. “benle kalıcaksın abi” dedi, “abi benle kilise sokağına gel” dedim. geldi, gittim. biralar tazelendi. bendeki 12 olabilir. onunki de 9 olabilir. önemi yok sayıların. ama alkol, insanı ölümden alı koyar kimi zaman… yada süreci yavaşlatır. içiyorduk, konuşuyorduk, ve o an yoldan geçen bir gruptan, biri geldi yanımıza, sigara istediğini sandım, “bi siktiripgidermisin lütfen” dedim. arkadaş grubu tipe güldü, çocuk mahçup oldu


ve döndü. napabilirim? o an bana sorulacak “iyimisin” sorusuna bile silah çekebilirdim. iyi değildim. kötü değildim. “değil” olmak istiyordum, “değil” bir ruh halinde. hiç birşeyi sıfat edinmemiş bir hal. bu değil o değil şu değil. ama birşeyler kalbimdeki çift çekirdekli zaman makinesinin kontak anahtarını çevirmişti işte. 2000-2008 arasında dönüp dolaşıyordu zihnim. ben herşeyi kaybetmiştim. herkes de beni kaybetmişti. ben yavaş yavaş eriyordum, hızlı bir şekilde üzerime kar atıyordu birileri.. yada tam tersi. ama bir terslik vardı, anlıyormusunuz? “böyle olmamalı” dediğin anlar. işlem hatasımı yaptım? sorumu hatalı? bir sınavda, bulduğunuz cevap, aşağıdaki şıklar içinde yer almıyorsa naparız? a) hocam soru hatalı deriz b) kafadan sallarız c) baştan çözeriz işlemimiz hatalı diye düşünüp d) o soruyu es geçeriz yine, bulduğum cevap aşağıdaki şıklar içinde yok, e) sınav kağıdını yakıp sınıfı terk etmek ister ama yapamayız. böyle bir şık yok. böyle bir imkanda yok. oradayız. kilise sokağında. hiç kimse yok. orası bana ait, anlaştıkmı? akşamüstü orada takılan emolar, akşamları orada içen memolar, orası bana ait.. “burası bana ait” dedim yağmurcuya, demek istediğim, “kendimi buraya ait hissediyorum” idi aslında, ama tersini söyledim. ve bir gecelik orada sabahlamamış iseniz, yılbaşları hariç, bu bahsi es geçin.. kışın soğukta ramazan ayında orada sabahlarken polis tarafından iteklenmiş, kovulmuş, geri dönüp tekrar sabahlamıştım. eğlenceliydi. artık eğlenceli gelmiyor. artık hiçbir yer bana eğlenceli gelmiyor. çünkü kendime bile ait kalamadım, değilki kendimi bir yere ait hissedebileyim. değişmedim, dönüşmedim, sadece saflığımı yitirdim. yani herkes gibi. yani yağmurcu gibi.. ertesi gün bana yağmurcu, gülerek demiştiki, “o siktirip gidermisin lütfen” dediğin eleman, o gece senden sigara istemedi, sana bir yer sordu. “hadi ya” dedim, “üzüldüm sonrasında ya aslında, ama o an bana sormaması gerekiyordu”. “siktiret”. sonra, “ben burda sabahlıcam” dedim, yağmurcu “bize gidicez” dedi. uzun süre tartıştık bu konuda, “burda sabahlıcam” dedim, “abi bırakmam seni, bize gidicez” dedi.. bostanlıya gittik. diğer iki dostum ahmet ve kurşun kalem ordaydı. onlarla takıldık. biraz daha alkol. biraz daha sigara. ve sonra yağmurcu beni evine götürdü, saat dörtte evdeydik. “garaja gidiceksen sabah, şurdan kalkıyor dolmuş” dedi, sarhoştum ama ezberledim anlattığı sokağı. yön duygum aşırı zayıftı oysa. ve ilk kez bir yol tarifini ezberlemiştim, sarhoşken birkaç sokağı ezberlemiştim. telefonumu yediye kurdum. ve altıda kendi kendime kalkıp, hala


sarhoşken, evden çıktım, karşıyakadan, garaja giden dolmuşlara bindim. sigara içtim. müzik dinledim. ve bekledim… ve beklediğim geldi. beklediğim herşey gelirdi. er yada geç. çoğu zaman beklediğim ile istediğim farklı olsada. beklediğim şeyler geliyordu başıma. istediğim şeylerse gitmek zorunda kalıyordu. “aptal kapitalizm” dedim içimden, “aptal kapitalizm”. ve sonra sonra sonra, kötü bir gecenin ardından, iyi bir sabahta.. yeniden, aslında herşeyin tıkırında gittiğini farkettim.. “böyle hayatın amına koyucam” demiştim, kurşun kalemle, bir dönemler bu oyunu oynamıştık. “böyle hayatın” diyordum ben, kurşun kalemde “amına koyim”. yada tam tersi. bunu bağırarak yürüyorduk. hala yürüyoruz. bağıra bağıra şarkı söylerek. ve “böyle hayatın amına koyim” derken, şaka yapmıyordum, bu hayatın amına koyucaktım, içime boşalan hayattan çocuklar doğura doğura yapıcaktım bunu.. zamanı var dedim kendi kendime, hala hamilesin girdap… ama şimdi bir doğum anı daha sona erdi galiba.. bu arada, bu yazıyı yazarken açık olan msn’inme gelen herkese “şu an yazıyorum, sen yaz, sonra okurum” demiştim. onları okuyacağım şimdi. onlarda bunu belki de.. takas? unuttuğum bir şey daha, evet o gün işime gitmedim, işime gelmedi bu.. anlıyorsunuz ya? 19ağustos2008


fare çarşamba işten eve geliyorum. saat oniki. gece. annem bir fare olduğunu söylüyor. bununla, kendisinin fare olduğunu değil, gerçek bir farenin eve girdiğini kast ediyor. "nerde?" diyorum kaygıyla. kaygı, korku ve endişeden kaynaklanıyor, çift taraflı bir korku ve endişe bu; hem kendim için hem fare için. annem "yatak odasında" diyor, kapıyı kapatıp kapatmadıklarını soruyorum. "kapattık" diyor, "kapan koyduk. kocaman bir şey" bilgisayara geçiyor ve postalarımı kontrol ederken müzik dinliyor, daha sonra cesare pavese'nin "yaşama uğraşı" adlı kitabını okuyorum, "neden hiçbir şey yazamıyordum" diyor pavese, "ayın aydınlattığı bu kızıl kayalar üstüne. kendimden hiçbir şey yansıtmıyorlardı da ondan." şimdi düşünüyorum, uzun zamandır hiçbir şey yazmıyor ve yazamıyor oluşum ve şu an yazıyor oluşum üzerine. bir fare, bana, kendimden bir şeyler yansıtıyor olabilir mi? kapana kısılmış olmak, -burada sözünü ettiğim kapan, bir oda- kaçmaya çabalamak, en sonunda bir çıkış yolunun kalmadığını anladığında ya da umudunu kaybettiğinde, kapanın içindeki daha küçük bir kapana -gerçek anlamıyla- kendini kapatmak. pes etmek, iki şekilde gerçekleşir: güçsüz kaldığında ya da inancını kaybettiğinde. bu ikilemin neresinde olduğumu düşünüyorum - neden yazmıyordum onca zaman - ve neden şimdi birden kelime trenini yürütmeye başladım zihnimin otobanında? uyuyor ve uyanıyorum, hâlâ çarşamba günündeyiz. işe gitmem gerekiyor, işe gitmem gerektiği için, öğlen uyanıyor, kahvaltımı ediyor, sigaramı yakıyor, ipodumu güncelliyor ve evden çıkıyorum. bilindik sendrom; evden geç çıkar, yolda elinden geldiğince hızlı yürümeye çalışır, servisi son anda yakalar ve beklemeye başlarsın; yolun bitmesini 45 dakika... kartımı basıyor, ve depoya, depodaki ofise gidiyorum. evet çalışıyorum, altı aydır çalışıyorum ve eğer ölüm diye bir şey var olmasaydı, ve devlet bize, ölüme çeyrek kala kıyak geçmek zorunda kalmasaydı, sonsuza dek çalışıcaktım - yaşamak için. pek azımız dışında - hepimiz çalışmak zorundayız. bu da bir tür, kapanın içindeki kapan. kafeslerle çevrelenmişiz, birinden çıkıp diğerine giriyoruz.


işyerindeki lavuk, ne okuduğumu soruyor, öncesinde "gene seks oyunları mı" diyor, kitabın adını kast ederek, aslında kast ettiği kitabın kast ettiği adı bu değil, adı "seks isyanları" ve rock müzikteki toplumsal cinsiyet kavramını derinlemesine işliyor. elbette bunu, söz konusu hıyara anlatmam bir hayli olanaksız, ama hıyarın reklamımı bu şekilde yapması hoşuma gitmiyor. diğerlerinin, hakkımda ne düşündüğünü delicesine umarsadığımdan değil, ama bir iş yerinde, hangi kademede olursanız olun, alay malzemesi haline dönüşmek kötü sonuçlar doğurabilir, üstelik bu sonuçlar, işi bırakmanıza neden olabilecek bir süreci bile başlatabilir. ve siz de kendinize yeni bir kafes bulmak zorunda kalabilirsiniz, ki söz konusu durum, konu ben olunca, içleracısı bir hâl alır, çünkü asıl niyetim - başkalarının kurduğu kafeslerde maymunluk etmek yerine kendime bir kafes inşa etmek - idi. yani eskiden öyleydi, ve hâlâ öyle olabilir. perşembe eve geliyorum. saat onikiyi geçiyor. perşembe oluyor. annem, "fare hâlâ yakalanmadı" diyor, "dışarı çıkamaz değil mi?" diyorum, merakım, ben uyurken farenin üzerimde gezinip gezinmeme olasılığı. korkum, ona zarar veremeyeceğimin bilincinde oluşumdan kaynaklanıyor, - zarar veremeyeceğimin bilincinde oluşum, ona zarar veremeyeceğimden değil vermek istemeyişimden kaynaklanıyor. yaşayan şey, bir fare de olsa, yaşamayı hak ediyordur benim gözümde - bana zarar vermediği sürece. bunu, bana dokunmayan yılan bin yaşasın şeklinde almanızı istemiyorum - bu, daha çok, başkasının yaşam alanını ihlal etmediğin sürece, dilediğini yapmakta özgür olman gerektiği anlamında. düşünüyorum, o halde biz insanlar yaşamayı hak ediyor muyuz? farelerin ve daha bir çok canlının yaşama alanını ilk ihlal eden bizken, şimdi onlar evimize girince öldürüyoruz. bizden daha zeki ve kurnaz olmadıkları için, güçleri veya yetenekleri bir işe yaramıyor. insanlar arasında durum bu şekilde işlemiyor - bizden daha aptal ve yeteneksiz olan çoğunluğun bize fare muamelesi yapıyor olması fare, kapatıldığı odada yaşamını sürdürüyor, kötü sona kadar onu düşünmüyorum. bir şeyler yiyor, birşeyler dinliyor, birşeyler okuyorum. günler böyle geçiyor. işten eve ve evden işe - bir asır. emily dickinson'a başlıyorum. şiir sevmem, çünkü imgelem sevmem, çünkü bir şeyi yalın bir şekilde anlatmanın daha zor olduğunu düşünüyorum, imgelem ve herkesçe anlaşılmayan cümleler bana göre değil, kafam almıyor, sıkılıyorum, boğucu geliyor, içine giremiyorum, kelimeler yazıldığı hali ile kalıyor.


bunları emily için söylemedim - o ayrı - münezzeh. ama okuduğum çoğu şair - ve şiir - bana bir tür iç sıkıntısı verdi. sorunun ben de olduğunu biliyorum, kafam almıyor, bu kadar yalın ve net uyuyor ve uyanıyorum. hâlâ perşembe günündeyiz. işe gitmem gerekiyor, işe gitmem gerektiği için, öğlen uyanıyor, kahvaltımı ediyor, sigaramı yakıyor, ipodumu güncelliyor ve evden çıkıyorum. - hep aynı şey - hergün aynı - işe git eve gel - insanlık geliştikçe kölelik biçim değiştirip evrenselleşiyor. yine aynı lavuk aynı soruyu soruyor. onu öldürebilirim, yani gerçekten bunu yapacağımdan değil, yapmak istediğimi biliyorum sadece, hepsi bu. peki beni ne durduruyor? içimdeki ahlak yasası mı? o da ne ki? yasalar mı? yasaya aykırı bir çok şey yaptım ve yapıyorum. o halde beni bir insanı öldürmekten alıkoyan, buna rağmen içimdeki nefretin bir tür faşizm inşa etmesinin nedeni ne? nefretin nedenini biliyorum, büyük kahkalar ile gülen insanlardan hazetmiyorum, başkalarını aşağılayan insanlardan da, ve başkaları ile dalga geçenlerden de, ve hitler yahudiler yerine bu insan prototipi üzerinde çalışsaydı, neler olacağını merak ediyorum. sorun, sorun olmaktan çıktığı zaman, başka bir sorun peyda olur - tanrı, mükemmel bir dünya yaratmak isteseydi, bunu yapardı cennet, bu dünya adil olmadığı için çekici bir etken. ölümden sonra bir cennete inanmayanlardır - devrimciler. buraya nerden geldik? öldürmek yerine, bir duvar inşa ediyorum onlarla aramda, ve duvarı aşıp ruhumu tırmalama şansları olanlarının, bunu ustalıkla yaptıklarını söylebilirim: çünkü iştesinizdir ve dediğim gibi, kölelik köleliktir. para karşılığı satarız kendimizi, çünkü para karşılığı satılır yaşamak için gerekli minimum temel ihtiyaçlar - olmuşken daha fazlası olsun bare der lükse borçlanırız - çıngıraklı kapan. eğlence ve emek, birbirini alıp satar. cuma geliyorum. oniki. cuma. annem "hala yakalanmadı" diyor, "kapıyı kemiriyor". kapının önünden geçerken sesleri duyuyorum. yapabileceğim hiçbir şey yok; kapıyı açarsam aile içi faciaya neden olurum. yakalandığı zaman, sokağa bırakalım dersem de, aynı şey. herkesin hayatınının sınırlarıdır diğerleri. ne yapıp neyi yapamayacağımızı biz belirlemeyiz, yapabileceklerimiz arasında seçim yapma hakkımız vardır sadece, ve bize bu özgürlüğü bahşedenlerdir kafesimizi inşa edenler. fare hala odada ve kitaplarım da öyle. onları kemirip kemirmeyeceğini, daha kaç gün kapandaki peyniri yememek için direneceğini merak


ediyorum. bir türlü girmiyor kapana. belki diyorum, gördü daha önce, bir türdeşini, o kapana kısılırken, ve şimdi kendisi de, ölmek istemiyor aynı şekilde, ya da biliyor insanların, ne kadar sahtekar ve ikiyüzlü olduğunu, bir parça peynirle kandırabileceklerini onu, bu yüzden açlıktan ölürüm daha iyi diye düşünüyor, ya da başka bir şey, sebep her ne ise, fare hala diğer odada yaşama savaşı vermekte, ben de diğer odada okuma savaşındayım - televizyonun sesleri kitabın seslerine karışıyor zihnimde - ayıklamaya çalışıyorum doğru olanı - işe gideceğim - biliyorum bunu - uyumam gerek - uyanmam gerek - allahın belası her gün bunu tekrar etmem - ve fareyi düşünmemem gerek tırmalıyor kapıyı. yapabileceği hiçbir şey yok. mücadele ediyor. ben etmiyorum mücadele, kabullenmişim mağlubiyetimi - ayak uyduruyorum topluma. işe gidip eve geliyorum - yapabileceğim hiçbir şey yok bu konuda - kaçış için aşılması gereken duvarı göremiyorum - duvarlar yok - onlar insan sadece uyuyor ve uyanıyorum. hâlâ cuma günündeyiz. işe gitmem gerekiyor, işe gitmem gerektiği için, öğlen uyanıyor, kahvaltımı ediyor, sigaramı yakıyor, ipodumu güncelliyor ve evden çıkıyorum. hergün farklı şeyler dinliyorum, test ediyorum grupları, serviste yolu izlerken. bugün aynı lavuk yok - rahat bir nefes alıyorum gerçekten. altıya kadar çalışıyor, sonra kitap okumaya başlıyorum. iş bu - yarısı aylaklık. duvarları kemirmeme engel oluyor bu rahatlık. cumartesi eve geliyorum. onikiyi geçiyor. cumartesi. ertesi gün tatil. annem diyor ki, fare hala odada. tamam diyorum ona, duymak istemiyorum artık bunu, yoruldum, idam yerine müebbet hapis. ve sabah oluyor, ve "yakalanmış" diyor annem. ve doğru bir tanımlama bu: "yakalanmış". hayır onu biz yakalamadık, biz kapanı koyduk sadece, tercih onundu, kendi kendine yakalanmış o, bizim bir suçumuz yok, onun da bir suçu yok, kimse suçlu değil, kurallar böyle, nefsi müdafaa – devletin elinden öldürülmek suç değildir - idam, cinayet olmadığı gibi, intihar edip hayatta kalırsanız polisler size bir kaç soru sorabilir - ve dahası tanrı bile, insanın kendi kendisini öldürmesine karşıdır, - annem polis babam cellattır, söz konusu olan eve giren bir fare ise. bu tabloda ben, üzerine kaynak su dökülürken bir canlının - adı her ne olursa olsun- odada tek başına, biraz gözyaşı döküp, sigarasını tüttüren etkisiz elamanım. hayır onu görmedim, hayır onu görmek istemiyordum, ne kadar büyük olduğu umrumda değil, ne kadar iğrenç olduğunu bilmiyorum, öl-


meyi hakedip etmediği umrumda değil, kendimi bir fare gibi hissediyorum sadece, herkes bunu hissedebilir, yıllarca duvarları kemirirsin, kapıyı tırmalarsın, kaçma şansın yoktur ya da yorulmuşsundur, ve diğerlerine bakar, nasıl yaptıklarını anlamadan onları taklit etmeye başlarsın, asla onlardan biri değilsindir, bu yüzden hiç konuşmazsın, kendini yalnız hissettiğinde arkadaşın olan sinekler, eskisi gibi sık uğramıyorlar artık monitörünün ışığına, kediler azaldı, insanlar azalıyor - bu yüzden, çoktan ölmüş olan yazarların seninle konuşmasına izin veriyorsun gün boyu, dinliyorsun onları, ve bir fare öldürüldü bugün, ceseti çöpe atıldı, kimse bilmeyecek onun yaşamak için, üç gün boyunca aç ve susuz, kapıyı kemirdiğini.. 8 kasım 2011


see nothing onu aradım. evet yaptım bunu. yıllar önce de aramıştım. yıllar boyu. hayat boyu. arayış değildi, kelime, aramak da değildi abi aslında, sadece, tam olarak, beklemek, bu noktada, daha doğru bir tanımlama olurdu abi, aslına bakarsan. aslında aslına bakarsan.. güzel oldu lan.. aslında aslına bakarsan.. ha abi? neden olmasın ki? kötü bir kopyasına baktığını anlayana kadar, neden güzel olmasın? bilmem dedim, sustum ben, dinliyorum, devam et oğlum, beni sen çağırdın, sen anlat onu bekledim abi. evet yaptım bunu. yıllar boyu. öylece. sesimi çıkarmadan. kafamı bile kaldırmadan. belki görürüm diye bakınmadan sağa sola. yoldan geçenlere ya da yoluma dönmeye çabalayanlara aldırış etmeden. öylece durdum. çekimser bir dilenci gibi belki. neresinin sakat olduğunu haykırmayan, acıyan tarafını açık etmeyen, arkanızdan bir dua sözü vermeyen, ve hiçbirşey de istemeyen bir dilenci gibi.. tanır dedim. dilenci olmadığımı anlar. orada o şekilde, duruyor olmamın, aslında sadece bir duruş olmadığını anlar. ya da herşeye karşı gözümü kapatabiliyor oluşumun, göz yummak değil, görmezden gelmek değil, gözünü kapamak sadece, bir kaçış olmadığını, anlar. herhangi bir noktada, herhangi birşey için, her hangi bir flama bile açmamam gerektiğini, bilir. tanır o beni. hepsi bu abi. sonra dedim, geldi mi? buldu mu seni? tanıdı mı? sonra abi. gerçek anlamda, telefonun tuşlarına dokunarak, ezbere bir şekilde, pat pat pat, tuşlayarak onları, sanki 112'yi tuşlarcasına, basarak o tuşlara, aradım. her sarhoş halimde, evimin yönünü veya anahtar deliğini, veya anahtarlarımı çantanın neresine gömdüğümü, ezbere buluşum gibi.. çaldı. ve sadece çalmış oldu. arkadaşım geldi sonra, bira almaya gitmişti, geldi, "neler karıştırıyorsun gene" diyerek, geldi ve oturdu ve saatten haberim yoktu. içiyordum sadece. hiçbirşeyden haberim yoktu abi.. sigara ve bira ve... sigara ve şarap ve.. sigara ve oksijen.. ve sigara ve sigara.. yanında birşeyler olsun veya olmasın, yanımda birşeyler olsun veya olmasın. o ve ben, bütünleşmiş gibiydik, sigaradan bahsediyorum abi, ondan değil. bütünleşmiştik, onun için bırakmıştım abi biliyor musun? aptalmısın oğlum sen, sigara bırakılır mı dedim, ee ardından? telefonunu açmadı mı yani? açmadı abi. duymadığını dile getirdiği ve nasılsın diye sorduğu bir mesaj attı bir gün sonra.. sonra. hmm. sonra eve geldim. oturdum. bi


şarap daha açıp o-damda gizlice, uyuyacağım demişken valideye kapatıp tüm kapıları ve ışıkları ve dünyanın kepengini indirip varolan herşeyin üzerine oturdum abi. odamda bir başıma. sokakta bir başıma. orda veya burda. oturdum sadece. beklemeden de herhangi birşeyin geçip gitmesini veya dönmesini birşeyin etrafında, bekledim geçip gitti mi? kim abi? kimden bahsediyordun ki oğlum? iyice kafam karıştı.. hatırlamıyorum, çok karışık.. uyandım sonra. ve bi sevgilisi olduğunu gördüm. bu kadar çabuk? bi ayda abi, bi ayda, hepsi bi ayda buluyor.. ne hissettin dedim, gözlerinin içine bakarak, fena içiyorduk, o ve ben, tek başımıza, iki başımıza, iki başlı canavarcasına, şarabı, yudumyudum, şakır şakır ne mi hissettim? ne mi? hiç. şaşırdım abi. hepsi bu. şaşkınlığını gizleyebildin mi diye sordum, sonrasını önceden anlatmasını istercesine, olayın nasıl sonuçlandığını, tekrar arayıp aramadığını veya başka birşey işte.. bilmem diye karşılık verdi. ne mi hissettim? bak anlatayım, herife acıdım tamam mı? sevgilisine yani. gerçekten acıdım. kendimi düşündüm ve acıdım. neden acıdın? bir kıskançlık ya da öfke nöbeti ya da onun gibi birşey geçmedi mi içinden.. içimden geçmiyor hiçbir şey benim abi dedi, takılıp kalıyor, geçemiyor, filtreli bi ruhum var, zehri kalıyor.. siktiret şimdi edebiyat yapma dedim, herife neden acıdın? acıdım işte. ve haklı çıktım sonra.. sonra derken? çünkü üç gün geçti aradan abi, anlıyor musun? sadece üç gün, başka bir sevgilisi oldu.


nası yani oğlum, ben sen, o, biz siz kim onlar gibi bir şey mi? o ne ki abi dedi, sigara aldın mı sen? yani anlamadım oğlum dedim, hangi zamandan bahsediyordun ki üç gün sonra başka bir sevgilisi daha oldu abi işte ona da acıdın mı diye sordum hayır dedi, ben kendime de acımam ama ilkine acımıştın üçüncüsünü görünce, ona da acımaktan vazgeçtim. güldüm sadece, abi, kendime, ona, diğerine, alayına güldüm. bu kadar salak olamazdık, yani, anlıyorsun değil mi? bu kadar salak olunmaz amına koyiim kendini aptal gibi hissediyor olmalısın dedim kendimi salak gibi hissediyorum dedi aynı şey aynı şey değil abi, aynı şey değil, hiçbir şey tamamen birbirinin aynısı değildir, benzer öğeler bizi birbirimize yakınlaştırır, tamam mı? benzer öğeler, aynı tarz müzik belki, sevdiğin bir filmi senden önce sevmiş olabilmesi anlıyor musun? bunlar bizi yakınlaştırır, ama sen o siktiğiminin kitabını okuduğunda, siktiğiminin adamı, siktiğiminin romanında, açlıktan bahsediyorsa, sabah ne yiyeceğini bilemediğinden ve ertesi gün napacağını kara kara düşünüyor olduğundan bahsediyorsa ve sen onu okurken eğer, annene sorduğun çay var mı sorusuna var ama şeker kalmamış paramız yok yanıtını alıyorsan ve dolabı açtığında görebildiğin tek şey, soğuması için buzluğa konmuş içi su dolu kola şişeleri ise, kolayı geçtim bir sineği odandan içeri girmeye ikna edebilecek kadar bile imkanlara sahip değilsen, anlıyorsun değil mi abi ne demek istediğimi , eve nasıl dönücez abi ya, son otobüs kaçtı, para yok siktiret evi, yürürüz, yatarız, şu bu, ee o romanı okurken sen.. ya işte abi, ben o romanı okurken eğer, son akşam yemeğimi dün sabah yediysem, peynir değil, peynir değil bak abi, lor ekmek yiyorsam, daha ucuz diye, arabesk yapmıyorum bak, yanlış taraflara gidicekse keselim,


yoo arabesk de güzeldir oğlum, neden takılıyorsun, konuş sen, dinlerim güzel filan değil abi, güzel olan hiçbir şey yok sarhoşuz oğlum alakası yok abi, sarhoşum ama onla ilgili değil mesele bak, anlatayım, sen eğer, o kitabı almak için, çalmaktan bile korktuğundan ama, anlıyor musun? korkak itin tekisin çalamıyorsun değil ama, annen üzülür diye abi, yakalanırsan, annen üzülür diye, çalamadığından, para biriktirmek için okula yayan gidiyorsan, ki o herifler annelerini hiçe sayarlar, uyumsuz bir genç olma adına harcarlar bazı iyi şeyleri de yaşamlarında, ki her anne iyi olmayadabilir, ama sikik burjuva yaşantısının bunalımından sıkıldıkları için değiştirmeye çalıştıkları dünyalarından bile vıcık gibi konfor akar anlıyor musun abi? anlıyorum dedim, neden anlamayayım, sen romana dön bi bakayım, orası yarım kaldı, hangi roman bu? ne önemi var ki abi dedi, roman işte, knut hamsun açlık diyelim mesela, ne önemi var, roman olmasın da kuram olsun, ne önemi var, kuran olsun isterse, hiç önemi yok bence, olay şu abi, sen o herifin anlattığı hali yaşıyorsan zaten, ve o herifler sırf hiçbir şeyler yanlışlıkla siklerine takılmasın diye, öyle bir algı oluşturmasınlar diye, dışarda ve evde dinledikleri müzikler bile farklıyken, yani anlıyor musun bilmiyorum da abi, para kaldı mı ya eve nasıl gidicez biz gitmeyi veririz dedim, siktiret sabahlar mısın burda benle yani? kendimle çok sabahlıyorum ben dedim, akşamlıyorum da, hep kendi kendimeyim, kendi kendimden başkasıyla konuşmayı beceremem ben anlatayım abi ben o zaman, anlatayım da, ne anlatıyordum amına koyayım roman diyorduk, çayım vardı ama şekerim yoktu he abi tamam dedi, montumun yakasını düzelti, montunun yakasını düzeltti, montumuzun yakasını düzelttik, bak dedi, sigara kaldı mı ya?


bulurum ben şimdi dedim, kalktım, birkaç ağaç ilerdeki çiften bi sigara dilendim, döndüm, oturdum, yaktık iki sigarayı, bi sigarayı, ve devam etti sonra, akıl almaz bir hızda konuşarak, kendi kendimle: bak abi dedi, olay ne biliyor musun? sen o siktiğiminin herifinin yazdığı şeyi okumadan önce önsözü okursun, lan herif hep öyle yaşamıştır bir de anlıyor musun? hayatı boyu. güneşinin gücünü biraz daha zayıflatır bunu biliyor olmak, kendinle kıyaslarsın her şeyi amına koyayım, bir şeyden kurtulmaya çalışmıyor-sundur, o herifler kendilerinden kurtulma savaşı verirken, ait oldukları yaşantı-dan, benliklerinden, kurtulma savaşı verirken, sen bir şeylerden kurtulmaya de-ğil kendini bir şeylerden kurtarmaya çalışıyorsundur, anladın mı beni, sonra abi, aynı kitabı düşün, o adam lüks bir kahvaltıdan sonra okur ve tanrım der herife, sürekli anlatırlar okudukları her şeyi herkese, herkes tanrıları oluverir bir anda, tanrıları sürekli değişir, idolleri, dölleri, iyi de abi tanrıyı bi düşünsene, tanrı ateiste ne diyor abi? o yazdığı kitaplarda, ne diyor.. dinsel metinlerden söz ediyorum. bu herif, sonra, aynı şeylerden bahsettiği şeyler yazıyor, okuduğu ya da gördüğü ya da dinlediği şeyleri anlatıyor tamam mı? bi yerden duyuyor, ex ça-kıyor, sırf kulaktan dolma her şey, ve sonra anlatıyor da anlatıyor, empati yapı-yor yani, patik bile öremez oysa, neyin empatisi, havaalanı ile ilgili roman yazı-cam deyip havaalanının bekleme salonunda takılıyor bir ay, gözlem mözlem, lan, insene aprona, yukarıdan aşağısı nasıl görünüyor bilmiyorum ama a-şağıdan bakıyormuşçasına yazıyor bu herifler yukarısını anladın mı? ama onlar-da yukarda yaşıyor aslında.. ki önemli de değil aslında, aşağısı yukarısı abi, me-sele o değil yani, mesele parada kitlenmiyor, parada çözülmüyor da, para değil mesele, başka bir şey... hatuna dönelim mi? ne dönmesi abi, allah insanı terazi burcunun şerrinden korusun öyle değil be yavrum, konu dağıldı çok diyorum dedim, sen iyice karıştırdın meseleyi, hani en başta bekliyordun falan, birini kimseyi beklediğim yok benim be abi, ne lan bu, balıkçı mıyız biz? oltamıza deniz kızımı takılacak? iyice saçmaladım ben orada, en iyiler yalnızken güçlüdür demiyor mu amca ya iyi de, o amca öyle diyor, sen en iyiyim mi diyorsun şimdi yani? ha ne abi, nası, orası gelmedi hiç aklıma


e öyle tabi oğlum, yalnızlık filan hikaye, kimse yalnız değildir, en fazla yastığa sarılırsın, en fazla gider çoktan ölmüş şarkıcılarla konuşursun, ölmüş yazarlarla, en fazla tanrıyla konuşursun oğlum, o sana cevap vermese bile yaparsın bunu, dua edersin lan, hem de var ya, ağlayarak edersin böyle, bi arkadaşım anlatmıştı ordan biliyorum ne duası abi, ben hiç dua etmem, tanrı var mı sence? var veya yok, ben işin orasını bilmem, herif giriyor bi gece yatağa, ağlamaya başlıyor, allahım bana bir eş yaratmadın mı diyor ağlarken, hem dua hem isyan ediyor anladın mı hem istek hem sitem.. ağlamış ama baya.. sonra abi, kabul olmuş mu duası yok oğlum, tanrı kandırmış bunu, dalga geçmiş yapma be abi, sonra, nası kandırmış ya anlamadım hemen ertesi gün, göndermiş bi hatun buna oha ertesi gün? ya da diğer günlerde, gelmiş ama biri, böyle peri kızı gibi bir şeymiş, prenses gibi, ama kraliçesi kayıp, kralı kötü bir prenses, kraliçe olmak istemiyormuş anlayacağın e bizim hikaye işte abi, zengin aile bunalmış delikanlı modu yok yok, öyle değil, harbiden istemiyormuş abi kim kraliçe olmak istemezki, tanrı neden kandırmışki herifi, o kadar da ağlamış oğlum, tanrı işte, ne diyebilirsinki, iplerimiz onda sonuçta, karşı çıksan kodese, boyun eğsen kafese sokuyor.. yok be abi, o kadar da kötü değildir bence tanrı, ama üzüldüm herife, umutlanmıştır hem de nasıl oğlum, bana anlatırken bile ağlıyordu herif, o gün hem sitem etmiş hem dua, yastığa sarılmış, uyumuş filan, sonra gelmiş hatun işte, çocuk bile düşlemişler iyi mi, o derece yani.. neden ayrılmışlar abi, nası anlamış tanrının onu kandırdığını


he şeyimi diyorsun, bana eş yaratmadın mı modu evet abi, nerde patlamış teker? herif herşeyini verebilirmiş ona, hani şey oğlum, bana dedi ki, alaadinin sihirli lambasını bulsam hiç dilek dilemeden direkt ona götürürdüm dedi o da aptallık be abi, biri için kendini hiçe sayarsan o kişi de kendi için seni hiçe sayabilir e öyle tabii, biraz, ama kızın bencil tavırları bunaltmış adamı en sonunda, elinde verebileceği bir tek sessizliği kalmış herifin, hatun da çok dayanamamış sessizliğine, hemen başkalarını bulmuş.. parası bitmiş herifin, borcu artmış, o yüzden nefret ettiği işinden bile ayrılamıyor şu an da, her gün bir işkence günü olarak başlıyor, bi küfürle açıyor gözlerini, bi kez ben de kaldı, içtik filan böle, sabah uyanırken, ben hâlâ pinekliyordum, o işe gidicek diye erken yattı falan, abi bi uyandı, işi de ekti o gün ama, öğlene kadar kendine gelemedi, güne başlayamıyor bir türlü, aslında gün bitsin de istemiyormuş artık, öyle sabit kalsın, bi vakitte, mesela imkanı olsa zamanı durduracak, insanları dünyanın dönüşünü, güneşi ayı, her şeyi, tanrıyı bile, kendi dışında her şeyi nedenki abi, orayı anlamadım kendi kendine durup, "of ülen çok yalnızım" demekle, sade bir şekilde, ama yine kendi kendine "sensizim" demek arasında dağlar kadar fark var moruk, o hesap bu işler.. kimse yalnız değildir dememle ne demek istediğimi anladın mı şimdi, en fazla tanrıyla konuşursun falan, kendi kendine ya da belki ha? kendi kendime konuşmaktan sıkıldım abi ben, kendimi dinlemiyorum artık, duymuyorum yani dinlemiyorum derken, ağzımdan çıkanı kulağım duymuyor gibi değil, sustuğumda iç sesim devreye girmiyor artık abi.. uzun zamandır düşünmüyorum oğlum ben de, sürekli bi koşuşturmacadayım o fanzin senin bu kolaj benim, ordan oraya, dön baba dönelim, sürekli zihnimi meşgul edicek birşeyler bulmam lazım, kitap okumak filan değil ama, okumuyorum kitap, anlamıyorum da artık okuduğumu, yazdığımı bile anlamıyorum ben, sen anlıyor musun?


boşver abi dedi, sigara bulsana gene bana, para kaldı mı, bira noldu bizim, bitane daha vardı, eve nasıl gidicez biz? eve dönüş yolunu hatırlıyor musun? yolu çoktan kaybettik oğlum dedim, ev çok uzakta kaldı artık, yıkmışlardır belki, içerde kimse oturmuyor diye, siktiret, gel bi sigara bulalım.. 18.06.2012 – 03:30


kutsal çöp tenekesi uyandı. sabahın altısında. sabah ezanı okunurken. ve herkes uyurken. “ve ile cümle başlamaz” dendi ona. azarlar işitti. edebiyatla ilgili edepsizce azarlar. haksızdı herkes. kendi bile. tao dışında haklı olan yoktu. herkesi haklamalıydı bu dünyada, tao. ama yapmazdı. uyandı demiştim. uyandıktan beş dakika sonra bir sigara sardı. oysa öksürükler içinde, ev halkını komple bir şekilde uyandıracak şekilde öğürtüler eşliğinde uyanmıştı. ve uyandıktan birkaç dakika sonra bir sigara sardı, annesinden yediği azarlar eşliğinde. herkesten azar işitiyordu. haksızdı herkes. kendi bile. herkes haklanmalıydı. melekler buna dahildi. tao hariç dedi içinden. o iyi. en iyimiz o. bizden biri tanrı. içimizden çıktı. onu biz yücelttik. herkesin tanrısı kendisine mahsustur. herkesin tanrısı kendine meşhurdur. uyandı demiştim. uyanan bendim. öksürük ve öğürtü karışımı acı bir tiksinti ile başlamıştım güne. her sabah olduğu gibi. annesi namazı da kılmıştı uyanmışken. sevap kazanmış olabilir miydim, annemi öksürüğümle namaza kaldırdığım için. olabilirdim. olabilirdi. her şey olasılık dahilinde iken yaşamak zordu. olasılıkları teke indirmek imkansızdı. olasılığı tek olan tek şey tao’nun varlığıydı ve çoğu arkadaşları hiçbir yüce güce inanmazdı. oysa tao çok güzeldi, keşke görebilselerdi. tanısalardı çok severlerdi. uyandım ve öğürdüm ve öksürdüm. kusmadım bu kez. herkes benim harikulade olduğumu düşünüyordu. umutlu ve mutlu. değildim oysa. değildi. çok iyi rol kesiyordu. doktora hiç depresyona girmediğimi ve karamsar olmadığını söylerken, herkesten gizlediğim bir gerçeği ele vermeme gayreti içindeydim: psikoz zamanlarım haricinde, depresyonda ve karamsarlıkta yüzdüğümü. tao’ya dua edilmezdi. dua, kendi içine yazılan bir dilekçeydi. kendini iteklemek için umut ışığı yakan bir dilekçe. tao’nun insanlığa yazdığı dilekçe, “iyi insanlar olun” şeklinde olsa bile, kimse kulak asmazdı. yin ve yang arasında ki çatışma kıyaktı. bu ikisi arasına giren şeytanı ve o’nun elçilerini alnından mıhlamaya söz vermiştim oysa. uyandı. cehennemin sol köşesinde. sol kroşe yemişçesine gırtlağına, öğürdü ve öksürdü. dün kusmuştu. bugün değil. arada bir kusardı ve buna rağmen arkadaşları ona iyi göründüğünü söyler dururdu. kilo almışsın derlerdi. ilaçlardı aldıran kilo. hala az yemek yer, çok su içer, ve sigaraya abanırdı, en kısa zamanda nefes almasına izin vermesin diye. ve’den önce virgül konmazdı. bir küfür patlattı içinden, tüm edebi oldu-


ğunu iddia edip, o’na ahlaksızca hakaretler yağdıran eleştirmenlerine. allah’a küfürler yağdırdığı zamanlar geldi aklına. af dilenmedi. üzüldü sadece. artık allah ile arkadaştı ve o’nun adı 20 yıldır tao’ydu. uyandı. gerçekten. zihinsel anlamda 20 yıl önce, 14 yaşındayken, uyanmış ve dünyayı farklı görmeye başlamıştı. bunun adı, psikologlara göre, deliliğe kapı açan bir perdeydi. delirmemişti. asıl delilik, normallik algısına çekilme peşinde koşup, bu uğurda çeşitli doktorlarla ve uzak doğu kimyası ile yelpazelenmekti. tao’da uzak doğudan doğdu sanırdı çoğunluk. hayır o bir çin belası idi. konfüçyüs belası ile, ama gerçek anlamda belası ile, beraber yaşayan bir evliyaya aitti tanımı ve kitabı. belki de “yol ve erdem” kitabı da gökten zeplinle inmişti. bilemezdik. eskiydi çok zaman, o zamanlar. ama tao güzeldi, kusmak kötü. üstelik nerdeyse, hemen hemen her sabah. ardından bir sigara yaktı. önce özenle sardı onu. özenle içti. ve tekrar uyumak için uzanıp, öğlene doğru kalktı. arkadaşı ile buluştu, izban durağında. izban, izmirdeki hızlı şehir içi trenin ismi idi. alsancakta indiler. kulaklığını taktı. yürümeye başladı arkadaşı ve arkadaşının sevgilisi ile. kulaklığında ise kendi sevgilisi vardı. arky derdi ona, herkesin aksine. herkes ise sevgilisine, keny arkana diyordu. bilmiyorlardı onunla arasında olan özel çekim kuvvetini. başkaca boyutlarda, simetrik evrenlerde yaşadıkları, çok özel aşkı. allah’a da, yani tao’ya da, aşıktı girdo. arkasından polis geliyor imiş onun. onun kulaklığında sevgilisi. korna çalmış polis. bilerek duymazdan gelmiş. motoru sürterek geçerken iki polis amca, ters ters bakmışlar buna. o da ters ters bakmış ama. yiyosa alsınlar içeri. öyle diyormuş. öyle diyormuşum herkeslere. alamazlar. baş edemezler. ilk aldıklarında anladılar baş edemeyeceklerini, artık dokunmuyorlar. hani o, eski sevgilisini göz altına aldıkları gün, ağzında sigara ile artis artis girmiş ya, girmişim ya, kantar polis karakoluna, o günden beri özgüveni de yerine gelmiş, yerime gelmiş, arkadaşın, benim. dünya zihninize, minare kalbime. tao’dur sevgiden öte içime işleyen ahenk. tüm öksürüklerin ve kusmaların ağzına edeyim. yaşamak güzel moruk. güzel olmayan, kapitalizm. nokta! 10.şubat.2016 – 06:55


bilinçaltı yüzlerce farklı giriş, yazılıp, silinen, sonra tekrar yazılıp tekrar silinen kelimeler, seni terk edip giden sihir, ölen ruh, başlarda yaşamsal bir ihtiyaç halini alıp sonrasında önemini yitiren yazma isteği, ve yazmaktan çok daha önemli olduğunu fark ediş, başka karın ağrılarının, bırakış, terk ediş, zorunlu ya da değil, ama farkında olunulmadan gerçekleştirilmiş bir eylem, yazmayı bırakıyorum, yo hayır bırakmıyorum, gerçekten bırakıyorum, bırakmıyorsun, bırakıyorsun, artık o kadarda iyi yazmıyorsun, artık o kadarda iyi yazamıyorum, son zamanlarda hiç, bir şey yazdın mı, yazdıklarımı kaydetmiyorum, yo hayır yazmıyorum, bir saniye, kafam karıştı, çayımı karıştırır mısın, virginia wolf’a benziyor tarzın, hiç okumadım, seninle sevişmek istiyorum, eva angelina’yı bana ayarlar mısın, o da kim, bir porno yıldızı, porno izler misin, hayır ama eva angelina’yı bi filmde gördüm, hayır şarkı söylüyordu, evet sevişiyordu, benimle sevişir misin, vazgeçtim, tavan arası, bar, sokak, kampüs, kışla, bir jandarma karakolu, istanbul, hayır izmir, önce ankara, pekala izlanda olsun, telefon çaldı, evet çoğu öyküm çalan bir telefonla başlıyor, biraz nakite ihtiyacım var, fanzin çalışmaları nasıl gidiyor, gitmiyor, gitmiyor mu, istifa ettim, iş arıyorum, kırmızı kart, buraya kadar, saçmalık, düpedüz saçmalık, sarı loş ışıkla aydınlatılan ve fonda portishead çalan kasvetli bir oda, kasvetli sözcüğü oraya fazla geldi bence çıkarmalısın, benimle çıkar mısın, hayır seninle sevişmek istiyorum, pekala baştan alalım, şiiri başa al, çekim iki sahne beş, her şeyi hatırlıyorum, bir saniye sadece gelişigüzel, gelişigüzel yazıyorum, çoğu zaman olduğu gibi, zihnimin bana oynadığı oyunlar gibi, bekle geliyor galiba, bu seferki daha kötü olacak, kaydedicek misin, yalan söylüyordum, utandığın için mi, utanıyor olsam biriyle tuvalette sevişmezdim, tuvalette mi, o öyküyü hatırlıyorum, yok bu seferki kadınlar tuvaleti ve kavga yok, hiç bir şey yok, kolum yoruldu, ama yazmaya devam etmek zorundaymışım gibi hissediyorum kendimi, bir rüya gibi, bi linç altı, boşlukta akan kelimeler, buraya kadar dediğini anımsıyorum, ama, bi saniye... kafam karıştı, baştan alalım 3nisan2009


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.