demo hehe

Page 1


MEKAN ÇEKİMLERİ, FOTOĞRAFLAR, sAYFA tASARIMLARI, MİZANPAJ, DİZGİ BİZ

Künye Kapak ÇİZİMİ Öykü ÖZer İLLÜSTRATORLER dENİZ oslu Cansu Kurnaz Işik EtlİOĞLU pİNHOLE fOTOĞRAF eRKAN yALVAÇ


DORUK ERDAL MERT ODABAŞI GÖKHAN TAHİNCİOĞLU

XXX YAYINEVİ 1.BASKI

2016










Atatürk Bulvarı Nedİr? Baykan Günay Yol isimleri dikkate alındığında Atatürk Bulvarı Ulus’ta bașlayıp Cumhurbașkanlığı Köșkünde biter. Kanımca bu eksik bir betimlemedir. Atatürk Bulvarı’nın izleri kentin 19. Yüzyıldaki yapısında aranmalıdır. Kentin içinde bulunduğu jeomorfolojik çanağın kuzeyi, güneyi ve doğusu bağlarla çevrilidir. Kentin özellikle varlıklı kesimleri (Türk, Ermeni ve Yahudi ticaret erbabı) yaz aylarında bağlarda yașamlarını sürdürmektedirler. Kuzeyde Etlik, Keçiören (Jansen Planında Keçe Ören); doğuda Çınçın, Samanlık, Balkiraz; güneyde Esat, Seyran, Çankaya, Dikmen, Ayrancı bağları kent yașamında hareketliliğin, toplum yașamının parçalarıdır. Ankara bu yönleriyle türkülere de konu olușturan (Ankara’nın bağları, büklüm büklüm yolları) çok kültürlü bir kenttir. Gerçekten de bağ yerleșimlerinin yolları hep büklümlüdür. Mustafa Kemal Pașa, kurtuluș savașının Ankara’dan yönetileceğini görerek bașlattığı Anadolu’yu toparlama yolculuğunun son așamasında Ankara’ya Dikmen sırtlarından girer ve kentin çeșitli yerlerinde misafir edilir. Kurtuluș Savașının yönetildiği mekân Ulus’tur. Atatürk için ise sonunda Cumhurbașkanlığı mekânına dönüșecek olan Çankaya’daki Kasapyan Köșkü satın alınır; Ankaralı bir Ermeni tüccar tarafından 1800'lü yılların son çeyreğinde yaptırılan ve sonrasında kentin zengin ailelerinden Bulgurzadeler'in eline geçen Kasapyan Köșkü olarak bilinen bağ evi, Ankara Müftüsü Rifat Efendi'nin gayretleriyle halk arasında toplanan 4500 lira bağıș sayesinde Bulgurzade Tevfik Efendi'den alınır ve Mustafa zKemal'e hediye edilir. Mustafa Kemal, Ziraat Mektebi ve Direksiyon binasından sonra, Ankara'daki yıllarını 1921 yılında yerleștiği bu bağ evinde sürdürür. (Vikipedya) Ülke siyasetinde ön plana çıkmak isteyen Ankara’nın ileri gelenlerinin kentin kuzeyinde ve güneyinde oturdukları bilinmektedir. Rahmetli Tuğrul Akçura Hoca’mın düșüncesine göre, eğer o dönemde kuzeydeki bağ evlerinden biri satın alınmıș olsaydı, Ankara’nın yapısı da bugünkünde çok daha farklı olacaktı. Böylece savașın merkezi Ulus ile önderinin oturduğu Köșk arasında kurulan iletișim, Atatürk Bulvarı olarak somutlașacaktır. Kentin kuzeyinde de bağlar ve evleri vardır. Bu evlerden bir tanesi VEKAM (Vehbi Koç Vakfı) olarak varlığını sürdürmektedir. Vakfın verdiği bilgilere göre; 999


“Keçiören'in son bağ evlerinden biri olan Ankara Bağ Evi, “Gedikoğlu Bağı” olarak da anılır. Bağ evi, Vehbi Koç'un eniștesi Ankara eșrafından Ali Gedikoğlu tarafından 1900'lerin bașında yaptırılmıștır”. Dolayısıyla Ulus’un kuzeyinde de bir çekim odağı vardır ve adına Atatürk Bulvarı denmese de kanımca Ankara’nın omurgasını olușturan bir iletișim mekânı ortaya çıkmaktadır. Ulus’tan kuzeye doğru Çankırı Caddesi ve günümüzde Fatih Caddesi olarak tanımlanan yol sistemi Hermann Jansen tarafından 1932 yılında hazırlanan planda kentin kuzeyden - güney ilișkisini kuran birinci derece caddeler kategorisindedir. Diğeri ise batı – doğu arasında uzanan ve İstanbul’dan gelerek kenti İstasyon, Saman Pazarı, Cebeci’den geçerek kat eden ve doğuya giden yol sistemidir. Cebeci – Maltepe bağlantısı ikinci derece cadde olarak tanımlanmıștır. Dolayısıyla Atatürk Bulvarı Ulus’ta bașlar, ancak resmin kuzey tarafı da vardır. Bir ucunda Atatürk’ün oturduğu bağ evi, diğer ucunda da Vehbi Koç ailesinin bağ evi bulunur. Ben bunu bir ölçüde Barselona’nın Diyagonaline benzetirim. Nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen bir omurgadır Diyagonal. Atatürk Bulvarı ve devamı da iki ucu çıkmaz olan bir omurgadır. Çankaya’da Köșk’te, Keçiören’de bağlar arasında sonlanır. 1945 yılında Ankara’da Dıșkapı’da doğdum. Sonradan Yıldırım Bayezit Meydanı denilen açıklığa bakan üç katlı turuncu ev sonunda yıkıldı. Ben 6 yașına gelene kadar bu evde oturduk. Annem Yüksek Ziraat Enstitüsünde asistandı ve ağabeyimle beni arada okuluna götürürdü. İlkokul birinci sınıfı ise Uzunyol’a yakın Kocatepe İlkokulunda okudum. Fevzi Çakmağın evi olduğu söylenirdi. v1951 yılında Bestekâr Sokağa tașındık. Annem, sanırım bizim yüzümüzden, asistanlığı bırakıp, babam gibi Tarım Bakanlığı’nda çalıșmaya bașlamıștı. İlkokulu Mimar Kemal İlkokulunda bitirdikten sonra Ankara Kolejine girdim. 1961 yılında ise halen oturduğum Çankaya Cemal Nadir Sokaktaki eve tașındık ve Lise iki ile üçüncü sınıfları da Ankara Kolejinde bitirdim. Dolayısıyla 10 yıl Yenișehir’de oturdum. 1963 yılında ODTÜ’ye girdim, gene yașamım Atatürk Bulvarı’na bağlı yer ve mekânlarda geçti. Kent çepere yayıldı, kimi ișlevler merkezi terk etti. Atatürk Bulvarı iletișim mekânı olma özelliğinden de çok șey yitirdi ve bir trafik karabasanına dönüștü. Her șeye karșın da varlığını sürdürüyor. Cumhuriyet Ankara’sının omurgasını olușturan Atatürk Bulvarı ve Keçiören uzantısı yașamımın farklı zamanlarında farklı anılarla yüklü. Bu çerçevede, zaman ve mekâna ilișkin olarak kendi anlayıșımı da özetlemek isterim. Her bireyin kendi zamanı ve mekânı vardır. Bellek denilen șeyi de böyle yorumluyorum. Toplumsal bellek de kanımca bireylere dayalıdır ve özneldir. Birey küçükken önü çok geniștir, arkasında ise hiçbir șey bulunmamaktadır. Orta yașlarda ön (gelecek) ile arka 999


(tarih) eșitlenir. Yașlandıkça önünüz daralacak arkanız ise genișleyecektir. Dolayısıyla așağıda değineceklerim benim zamanım, benim mekânım ve benim belleğimdir.

Ulus-Etlİk-Keçİören Ankara’nın kuruluș yıllarında toplumsal grupların yer tercihlerinde bir fark bulunmamaktadır. Kentin kuzeyinde de kalburüstü kișiler yașamaktadırlar. Anımsadığım kadarıyla anne ve babamın kentin o tarafında oturan arkadașları vardı. En belirgin ilișkimiz ise Dayımın (Yüksek Mimar Oral Vural’ın babası) Etlik Ayvalı yöresindeki bağ evi idi. Asmalar, meyve ağaçları ve kazlar küçüklük yıllarımın anılarıdır. Bir dönem dayımın küçük bodrumunu bir șarap üreticisin kiraladığı da anımsarım. Otobüs kimi zaman ‘șosa’dan giderdi. O zaman Keçiören üzerinden Etlik tarafına gidilirdi. Etlik yolu yönünde, sonradan yıkılan Sarıkıșla’yı da anımsıyorum. Askeri bölge evimizden görünürdü ve ıșıldak gösterilerini izlerdik. Mekânın sanırım en önemli özelliği troleybüsün son durağı olmasıydı. Bir yuvarlak çizerek durağa yanașan troleybüs alana bir kentsel imge getirmekteydi. Gene anılarımda telsizler, cambaz çadırı, açık hava sinemaları, açıktan akan Bent deresi, Nur sineması, Roma Hamamının yanındaki yuva (cumartesileri ağabeyimin yanına beni de katarlardı) bir yere sahiptir. Yenișehir’i pek anımsamıyorum. Tek anım, annemin beni Ankara Sinemasında götürdüğü Renkli Besteler adlı, sanırım bir Walt Disney filmi idi ve ıșıklar sönünce çok korkmuștum. O dönemde șehre gitmek, Ulus ve Hale gitmek idi. Karpiç dönemini bilmiyorum, ancak Șehir Çarșısındaki Akmana gidilirdi. Çankırı caddesinin de Atatürk Bulvarının bir parçası olduğunu sonradan anlayacaktım. Kentin oteller ve eğlence yerleri (bar, pavyon) günümüzde de varlıklarını sürdürürler. Rüzgârlı sokaktaki Babanın meyhanesine (balık ağları ile süslü), Özer Örüklü ile beni bir yarıșma sonrası Ahmet Gülgönen götürmüștü. Posta caddesi șimdiki gibi yalnızca hırdavatçılarla dolu değildi ve Yapar Saraç’ın yanında bir ayaküstü șarapçısı bulunurdu. Anafartalar Caddesindeki Büyük Mağaza ise giysilerimizin alındığı yerdi.

Ulus-Yenİşehİr Ulus Yenişehir Çocukluğumda (Bestekâr sokağa tașındığımızda da) uğradığım mekânlar arasında Bankalar Caddesinin bir yeri vardır. Emlâk Bankasının ev modeli kumbarasını bankaya götürüp hesabıma yatırmak görevlerim arasında idi. Merkez Bankasının yanındaki sokaktan kalkan önü çok dar kaptıkaçtılar (Pejo olmalı, șoför, ön koltuğa iki yolcuyu sıkıștırıp kapıyı kapadıktan sonra direksiyona geçerdi) sürekli Bakanlıklar’a yolcu tașırdı. 999


Kușkusuz bu aradaki en büyük çekim mekânı Gençlik Parkı. Aynı yoldan kimi zaman maçlara yürüyerek giderdik. Opera biletlerini almak da bana düșerdi. Hafız anneannemi Karmen’e götürdüğümüzü, Küçük Tiyatro’daki çocuk oyunlarını keyifle izlediğimi de vurgulamam gerekir. Gece seansından sonra çıkıșta belediye otobüslerinin birçok semte seferi vardı. Sonraki yıllarda ise İller Bankası mesleğimin gereği olarak sıklıkla ziyaret ettiğim bir yer olacaktı.

Yenİşehİr Son dönemlerde Yenișehir adını değil Kızılay’ı tercih eder olduk. Sanırım Yenișehir demek gerekir. Hem yașımın gereği, hem de üstlendiği ișlevler açısından yașıtım olan kișilerle birlikte en çok anım Yenișehir’dedir. Bestekâr sokakta oturduğumuz yıllarda, Akay, Karanfil, Konur, Kızılırmak, Meșrutiyet yașam alanlarımızdı Neredeyse her sokak bir mahalle idi ve bizi bir arada tutan șey futboldu. Olgunlar sokakta ise çok karlı dönemlerde kızağa binerdik. Otomobil yoktu ki. Önce Mimar Kemal İlkokulu ile ağaçlıklı Yüksel Caddesi, daha sonra Kolej, yașamımın bu dönemini doldurur. Artık Bahçelievler, Cebeci arası da Gazi Mustafa Kemal Bulvarı ile Ziya Gökalp Caddesi (niçin biri bulvar diğeri caddedir bilmiyorum) ile bağlanmıștır ve Kızılay bir kentsel yer olmaktadır. Bu arada Ankara’nın kalburüstü gruplarının da yeri belli olmaktadır. Fethi Beyin Köșkü, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun evi, Esat caddesinde idi. Ragıp Buluç Akay’dan çıkıldığında karșıdaki beyaz evde otururdu. Esat caddesinin öbür tarafındaki mahalleden ise Hasan Cemal’i hatırlarım. Ancak Ulus o dönemde de kentin merkezidir ve çoğu zaman yürüyerek giderdik. Samanpazarından sapanlarımız için lastik (otomobil iç lastiği), futbol oynamak için otokeds (tam adını anımsamıyorum, otomobil dıș lastiğinden yapılan tabana sahip spor ayakkabısı) alırdık. Yenișehir Pazarından soba odunu alıp eve at arabasıyla Atatürk Bulvarından giderek tașımak ta görevlerimizdendi. Kızılay Sıhhiye arasının güçlenmesi 1950lerin sonu ile 1960ların bașına rastlar. Kolej’de okuduğum bu yılların anıları çok. Ankara Bulvarı artık yașamımızın bir parçası durumunda. Bulvarın güneș gören doğu cephesi yürüyüș için yeğleniyor. Birkaç tur atmadan eve gitmiyoruz. Resmigeçitler, gelen yabancı devlet büyüklerini karșılama görevleri, her türlü bayramda eğlenmeler (mantar tabancası, atom, maytap, babalarımızın borsalinoları ile caka satmalar) Sakarya caddesinin bulvara çıktığı yerde cereyan ederdi. Atatürk Bulvarı ulusal bayramlarda Ankara Koleji ile Atatürk Lisesi’nin 999


tatlı yarıșına sahne olur. Kimin izcileri borazan ve davulları daha iyi çalacaktır diye değerlendirilir. Bulvara cepheli apartman sakinleri de buna katılır, izler, alkıș tutarlar. Bu mekânlardaki kușkusuz en siyasi gösteri, 27 Mayıs olgusuna giden yolu açan 55K olayıdır. Daha sonra, asker kökenli yöneticilerin ad değiștirme çabası (Hürriyet Meydanı) bașarılı olmayacak, sonraki yıllarda ise yere adını veren Kızılay binası yıkıldığı halde yöreye Kızılay deme sürdürülecektir. Bulvarda oturma yerleri olan Özen, Meram, Pekpak ile Sakarya’dan girilen Sergen, bunlara eklenen Flamingo pastaneleri ile Restoran Cevat (bir dönem Yüksel Caddesine tașınmıștı) toplumsal yașamı destekliyor, Bon Marșe, ABC, Tuna çorapçısı, milli piyango satıș yeri, daha sonra Trakya Șarküteri ticareti destekliyordu. Anılan dönemde Kızılay’da havayolu șirketlerinin (Panam, BOAC, Sabena) tabelaları ile maç sonuçlarını izlediğimiz ıșıklı pano yöreye damgasını vurmaktadır. Bulvar Üzerindeki kușkusuz en bilinen uğrak yeri rakı satmayan Piknik’ ti. Sakarya’daki Tavukçu ve Goralı, sanırım İnkılâp Sokaktaki Kalem, Ankara aydınlarının bulușma yerleriydi. Tarhan ve Bilgi kitapevleri ile Büyük Sinema içindeki Erdal Öz’ün dükkânı, yayınların ve yeni plakların (cızır cızır çalan Rus LP’leri) merkezidir. Bir dönem Sakarya girișinde kurulan açık hava meyhanesi Fıçı’da ise gerçek fıçılarda üzerinde demlenilirdi. Gene Sakarya’daki domuz ürünleri satan dükkân, Köroğlu șarküteri, AOÇ satıș yeri (1970li yıllarda 1944 yapımı Kilis șarapları aldığımı anımsarım) mekânın kullanıcıları hakkında fikir verir. Ankara, Ulus ve Büyük sinemalarda oynayan filmlere mutlaka gidilirdi. Erol Büyükburç, Münir Nurettin Selçuk, Kolej grubu Sweaters bu mekânda konserler vermiștir. Büyük Sinema Cumartesi geceleri filmden yarım saat önce bir konser verirdi. Avare, Siyah Orfe, Kwai Nehri Köprüsü, Așk Güzel Șeydir ve daha nicesi bu mekânların parçasıdır. Bulușma yerleri öncelikle pastaneler sonra postaneler olmuștur. Zafer Meydanı köșesindeki postane, gökdelenin altına tașındığında bulușma yeri de değișmiștir. Artık gökdelenin altında bulușulmaktadır. Postaneler iletișimin ve haberleșmenin merkezleridir. Evine sabit telefonun 18 yașında girdiği bir kiși olarak bunu önemserim. Bakanlıklardaki postane ise pullu ilk gün zarflarını aldığımız yerdir. Gene o dönemde mekânları bağlayan pasajlar olușmuștur. Bayındır sokaktan Zafer Meydanına inen pasajda film ve gereçleri bulunur, Tuna Caddesinden Bulvara geçit veren pasaj hazır giyimcilerle doludur, halen varlığını sürdüren Kocabeyoğlu pasajı ise her derde devadır. Bulvarın doğu cephesindeki dükkânların brandaları bir kent 999


imgesi oluștururdu. Batı cephesinde ise kușlar dadandığı için bir dönem kuș pisliklerine karșı bir cam örtü inșa edilmiștir. Anılar daha çok, galiba bu kadarı yeter. Bulvar yürüyüșleri daha sonra Bakanlıklar ve Kavaklıdere’ye uzayacaktır. Buradaki bulușma yeri Modern Palas’a kayacaktır. Öyle simalar vardır ki, kendileri ile tanıșmadığım halde bulvar yürüyüșlerinden bildiğimi düșünürüm. Sonraki yıllarda Kızılay – Sıhhiye eski kimliğini yitirecek, Sakarya bir dönem biracılarla kaplanacaktır. Son dönemde dershanelerin yașattığı mekânların geleceği için kararlar üretme dönemidir. Mekân hep kullanılmaktadır ve canlıdır, ancak ne tür bir kimlik olușturulabileceği kanımca çok da tartıșılmamaktadır.

Yenİşehİr-Kavaklıdere . Açıktan akan Kavaklıdere (henüz Tunus Caddesi yoktu) macera alanımızdı. Çocukluğumun anıları arasında; șimdiki TÜBİTAK’ın arka bahçesinde bir köylünün turu 25 kurușa bindirdiği at (Kamber), sivil inisiyatifle kurduğumuz Ankara’nın ilk özel basketbol sahası, Meclis duvarının dıșında (Tatar Mahallesi) kireçtașları ile yaptığımız savașlar (kafaya deyince acıtmaz, dağılırdı) aklımda yer etmiștir. Basketbol oynamaya ise Meclisin arka bahçesindeki ODTÜ binalarının bulunduğu yere gider, Amerikalıların sinemasının da bulunduğu L șeklindeki binada kalan Mecliste görevli erlerle yaptığımız maçlar hep Atatürk Bulvarına gönderme yapar. Meclisin mermer kesme atölyesi de buradadır ve oradan izinle topladığımız mermer kırıkları halen oturduğum evin girișindeki dökme mozaiği süsler. Meclis girișindeki yarım daire șeklinde fıskiyeli mekânda gidip oturur, bir yanında elçiliklerin olduğu daha dinlendirici bir bulvar yürüyüșünü de zevkle yapardım. Bir iki kez Celal Bayar’ın yanında bir koruma ordusu olmadan yalnızca yaveriyle yürüdüğünü anımsarım. Meclis girișinin sağ tarafındaki Meclis Bașkanı Refik Koraltan’ın evi (27 Mayıstan sonra Halkevi yapılan bina sonradan yıkıldı), Fuat Köprülü apartmanı, Brezilya Elçiliği, ülkelerini yansıtan elçilik binaları, bașlı bașına ilginç Sovyetler Birliği elçilik binası (bizim batırdığımız bir Rus gemisine benzediği rivayet edilir, etrafının MİT ajanları ile dolu olduğu iddia edilirdi), Kavaklıdere’deki Emin Onat tasarımı, Güven Mahallesine bakıștaki Adnan Menderes evi (özgün mimarlığı postmodernizme feda edilen) bu alanı hoș kılan ögelerdi..

999


Kavaklıdere-Çankaya Özdemir Sokak’ta (Tunalı Hilmi) henüz hiç dükkân yoktur. Kuğulu Park bir çekim alanıdır; sanırım kuğular Viyana Belediyesi tarafından hediye edilmiștir. Köșke doğru tırmanırken gene bir sessizlik bașlar. İlbank blokları modern mimarlığın en iyi örneklerindendir, Gül Bahçesi, elçilik binaları, Pembe Köșk ile bahçesi mekânın halen özelliklerinin korunduğu bir güzergâhtır. Köșke varmadan önceki gösterișsiz Cumhuriyet yapısı ise yıkılmıș ve yerine Selçuklu – Osmanlı olduğu iddia edilen bir kötü kopya (kitsch) bina yapılmıștır.

Sonuç Atatürk Bulvarı Kevin Lynch’in tanımladığı kent imgeleri içinde eșsiz bir izdir. Cumhuriyet’e, toplumsal yașamımıza damgasını vurmuș, kimi zaman kenarlar olușturmuș (Ulus – Sıhhiye; Bakanlıklar – Kavaklıdere), çok sayıda nirengi yaratmıștır (İș Bankası, Sümerbank, Atatürk anıtı bütünlüğü, Bankalar Caddesi, ve Sıhhiye’ye giden bulvar kesimindeki Cumhuriyet yapılar, Zafer Meydanı ve anıtı, Kızılay Kavșağı, Gökdelen, Meclis). Ankara’nın heykelleri de Atatürk Bulvarını süsler. Özellikle Hitit heykelinin soyutluğu, Güven Anıtının vakarı bulvara çok șey katar. Gökdelenin cephesindeki Kuzgun Acar çalıșmasının ne olduğu bilinmemektedir. Çok sayıda odak olușturur; bulvarla kesișen her cadde, her meydan, bulvarla bütünleșir. Keçiören, Dıșkapı, Ulus, Sıhhiye, Kızılay, Bakanlıklar, Kavaklıdere, Çankaya; hepsi farklı kimlikleri olan, farklı olayları barındırmıș yörelerdir. Benden ODTÜ hakkında bir șey yazmamı istediklerinde Alle, ODTÜ’nün ruhudur diye bağlamıștım. Çok șey yitirse de Atatürk Bulvarı Ankara’nın ruhudur diye bitireyim.

999


999




“”

MÜlkİyelİ olmak bİzatİHİ bİr Üst kİmlİktİr. bİr MÜlkİyelİ İÇİnden ÇıktıĞı toplumu asla unutmaz. Hangİ mevkİye gelİrse gelsİn kendİnİ o topluma borÇlu hİsseder. Bu nedenle MÜlkİye kİmlİĞİ Çok zengİn, vefakar ve İnsan sever bİr Üst kİmlİktİr. Șahane Mektep 1859 yılında İstanbul’da kurulan Mekteb-i Mülkiye 1879 yılında Sultan Abdülhamid’e olan bağlılığını göstermek adına Mekteb-i Mülkiyeyi Șahane ismini almıș. Kurtuluș Savașının bașladığı zamanlarda Mülkiyelilerin Atatürk’ün yanında yer almaları ile birlikte bir dönem kapanmıș ve okul Ankara’nın her alanda yeniliğe ihtiyaç duyduğu fikri üzerine devlet kadrolarına yönetici yetiștirmek için Haydarpașa garından kalkan özel bir trenle Genç Cumhuriyet’in bașkentine tașınmıș. Okul burada bandolarla karșılanarak Cebeci’deki binaya yerleștirilmiș ve1950 senesinde Ankara Üniversitesine bağlanmıș.

“Takdir buyurursunuz ki aslolan kurmak değil yașatmaktır.” Ziya Eralp

Mülkiyeliler Birliği ilk defa 1908 yılında dernek olarak İstanbul’da kurulmuș ve 1916 yılına kadar ayakta kalmıș. 1921’den itibaren yeniden canlanmıș. 3. Defa 1946 yılında yeniden kurulan Mülkiyeliler Birliği 1964 yılında yapılan eșya piyangosundan sağlanan gelir sonucunda Selanik Caddesi, Yüksel Caddesi ve Konur sokağın kesiștiği noktada bulunan klasik binayı satın almıș. 1967 yılında ikinci bina satın alınmıș.

Okul Ankara’ya tașındıktan sonra birçok alanda ilklerin öncüsü olmuș. Farklı dallarda açılan spor kulüpleriyle birlikte Bașkentli ilk defa tenis ve kayak sporuyla tanıșmıș. O yıllarda dikmen sırtlarından kayarak harp okuluna inilirmiș. Sosyal yapı, örgütlü dayanıșmayı da beraberinde getirince birlik birçok fakültenin ve öğrencinin yașamına rol model olacak bir yapılanmaya sahip olmuș. Akademisyenlerin kapısında çekinceyle beklenirken siyası tarihin, sosyal yașamın içinde konușulup tartıșıldığı dernek lokali öğrencilerle akademisyenleri aynı masada bulușturarak statü kavramına akılcı bir yaklașım getirmiș. Günümüzde dernek, devlet ve kurum tabanlı çalıșan binlerce mezunu, farklı kademelerde görev yapmıș akademisyen, gazeteci ve yazarıyla aydın olmanın gerektirdiği vasıfları yașatmaya devam ediyor. Bahçe teras arası farklı etkinlikler oluyor. Gençler eski tüfeklere sarıyor. İçkili bir okul, düzgün sohbet mekanı. Karșıda Mimarlar Odası, Kızılay’ın içinde, insan haklarının yanında.


MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ Adres Konur Sok No: 1 Kızılay

Telefon 312 418 55 72


Ulus’un Kısa Kolajı

Mozaiğin Kolajı

Șehir, kendini kurgularken meskenlerin etrafına biriken meraklı insanlar, devletin kurumlarının yavaș yavaș yükseldiği zamanlarda binaların gölgeleri, caddelerin ve sokakların üzerine yıkılırken șehirli yeni kurulmaya bașlayan kent merkezinin içinde gezerek farkında olmadan ticari ve sosyal yașamın bir parçası olmaya bașladıklarından habersizmiș. Hikaye o günlerin Ulus’unda bir bakkal dükkanı ile bașlayarak șarküteriye kadar ilerlemiș. İkinci dükkan açılmıș, 100. Yıl Çarșısına Uğrak Pastanesi kurulmuș. Çorba servisinden limonataya kadar çeșitler artarken devlet de șehrin en önemli damarını bencillik pıhtısıyla tıkayınca Ulus'u bir kenara bırakarak yeni bir merkez olușturmak üzere kurumlarıyla beraber kültürel erozyonu bașlatmıș ve Uğrak Lokantası bugünkü Çankırı Caddesinde bulunan yerinde bir klasik olarak o günleri arayanlar için hızlı içkinin, öğle rakısının ve ayaküstü muhabbetin mabedi olarak yerini korumaya devam etmiș. 1960 yılında ișletme yüzünü batıya çevirerek Hollanda'dan grill makineleri getirmiș. O dönem Türkiye'de tavuk tüketimi oldukça düșük rakamlardaymıș.

“Duvardaki mavi ve turkuaz renkli mozaikler çok önemli. Bulgar bir usta tarafından yapıldığını tahmin ediyoruz. Onun yaptığı bir eser. Çok önemli olduklarını öğrendik. Korumaya çalıșıyoruz. Bütün Türkiye buraya gelir. Van'dan da gelir, Artvin'den de gelir. Burada bulușuyorlar, sarılıp tokalașıyorlar. Randevuya hiç gerek yok. Gelip duvarlara elleriyle dokunuyor, ayaklarını yerlere sürüyorlar. Yerdeki mozaiğin dökülmesinin sebebi de bu.”

“”

Bİzde rakı ve tavuk var. İyİ İnsanlar gelİr hep.

Erdoğan Bey’in Hikayesi Erdoğan Bey lokantanın ișletmecisi, aile dostu. Babası Rașit Tamer lokantayı açtığı zaman yanında ișe bașlamıș, Ardından kendisi buraya girerek uzun yıllar çalıșmıș. Mekanın maneviyatının farkında olarak mekanı sahiplendiği için özverili bir bakıș açısıyla elinden gelenin en iyisini yapıyor. Çok büyük paralar kazanmak ya da șehrin farklı noktalarında șubeleșmek gibi bir gayretin içinde değiller. Tek istekleri var, günümüz diliyle geçmișin hikayesini anlatmak.


UĞRAK LOKANTASI Adres Çankırı Caddesi No 13/A, Altındağ

Telefon 312 311 74 73


Düttürü Dünya ve Benİm Ankaralarım Umur Bugay 1940 yılının ekim ayında, 3 erkek çocuktan sonra “Belki bu da kız olur” beklentisiyle Ankara Etlik’te doğmușum. Babam, Milli Savunma Bakanlığında “ İstiklal Savașı Gazisi olan madalyalı bir memurdu. Etlik o tarihlerde kırsal bölgeydi. Evimizim önünde 4-5 dönümlük bağımız vardı. Sebze meyvemizi kendimiz eker, tüketirdik. Koyunlarımız, ineklerimiz, tavuklarımız vardı; süte yumurtaya para vermezdik. Ulus’a Kızılay’a kaptı kaçtı benzeri belediye otobüsleriyle, tıkıș tıkıș üst üste giderdik. Büyükler otobüslerin tavanına kafalarını çarpmamak için iki büklüm otururlardı. Ulusta iner, Saman Pazarı’ndan bazen de Ankaralıların “ Hergele meydanı” dedikleri İtfaiye meydanına yürürdük. Pazara eșeklerine yükledikleri peynir, süt, tereyağı, un, sebze, meyvelerle köylüler, yörükler gelirdi. Ulus’taki Atatürk heykelinin arkasındaki Sümerbank binası karșısındaki eski Büyük Millet Meclisi o günden bugüne aklımdan hiç çıkmadı. 1944 yılının sonbaharında benim bir büyüğüm Erdoğan abim menenjitten ölünce annem bu acıya dayanamadı. Babam tayinini istedi. Her șeyimizi satıp savurarak İstanbul’a tașındık. İkinci Ankara serüvenim, Haydarpașa Lisesi’nin Fen bölümünden orta dereceyle mezun olduktan sonra doktor olmamı çok isteyen babamın ısrarıyla Tıp Fakültesi sınavına gitmek üzere, rahmetli arkadașım Selçuk Uluergüven’le birlikte Haydarpașa’dan hareket eden Ankara ekspresine binmemizle bașladı. İkimizin de hayalinde tiyatrocu olmak vardı. Selçuk vali çocuğuydu. Ailesi de onu Siyasal bilgiler ya da hukuk okuması için sıkıștırıyordu. Ertesi sabah trenden iner inmez ilk ișimiz “Caligala”ya bilet almak oldu. Bașrolde konservatuardan o yıl mezun olan Kartal Tibet oynuyordu… Ulus’ta salaș bir otele yerleștik. Piknik’te öğle yemeğimizi yiyip heyecanla akșamın olmasını beklerken ailelerimize “fakültede kayıtlar dolmuș” demeye karar verdik. Kötü bir yalandı, tutmazdı ama çaresizdik. Ertesi gün önce Anıtkabir’e sonra da dört yașıma kadar çocukluğumun geçtiği Etlik-Keçiören’e gittik. Her șey ne çabuk değișmiști. Ne etlik, ne iğdelik ne papazın bağı ne bizim evimiz ne de hayvanlarımızın ahırları. Akșama doğru çantalarımızı alıp otelden ayrıldık. Ulus’tan Ankara garına doğru yürüdük. Ceplerimizde son birkaç kurușumuz kalmıștı onunla da birer kolalı dondurma aldık.. Üçüncü Ankara serüvenim (daha doğrusu serüvenlerim profesyonel bir tiyatrocu olarak turnelerle bașladı. 1963 yılı mayıs ayının ortalarında rahmetli hocamız Asaf Çiğiltepe’nin kurduğu Arena Tiyatrosuyla Aslan Asker Șıayk’ı oynamak üzere Ankara’ya geldik. Kızılay’da Cadde üstündeki Büyük Sinemada bir hafta süreyle kapalı gișe oynadığımız oyunun sonunda perde kapanırken askeri marșlar çalıyor, izleyiciler marșın temposuna kendilerini kaptırıp salondan çıkıyorlardı. Bizde makyajlarımızı 3


çabucak silip onların arkasından çıkıyorduk. Bir mayıs gecesi büyük bir sürpriz le karșılaștık. Harp okulu öğrencileri omuzlarında silahlarıyla, marșlarını söyleyerek Sıhhiye’deki Ankara Radyo Evini kușatmak ve yönetime el koymak üzere uygun adım yürüyorlardı. İzleyicilerimiz de bu yürüyüșü oyunun bir devamı gibi, ağızları bir karıș açık uzun süre izlediler. Birkaç saat sonra olayın Albay Talat Aydemir önderliğinde bir darbe girișimi olduğunu öğrenecektik. 1964 yılında Asaf Çiğiltepe Arena Tiyatrosu’nun gandan fazla oyuncu ve teknik kadrosunu da yanına alarak Ankara’ya Ankara Sanat Tiyatrosu’nu kurmak üzere gitti. Ben o yıl Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde son sınıf öğrencisiydim. Ankara’ya çok istememe rağmen gidemedim. Gülriz Suriri- Engin Cezzar Tiyatrosuna sahnelenecek olan “Keșanlı Ali Destanı’nın” kadrosuna katıldım. Oyuncu Genco Erkal yönetiyordu. Beni de asistan olarak yanına alarak “Manyak Cafer” rolünü bana verdi. Karaca tiyatrosu’nda birbirinden renkli ve ünlü kadrosuyla çok bașarılı bir prömiyer yapan oyun, Almanya’nın bir çok kentinde sergilendiği gibi, yaz aylarında da İzmir Fuarındaki Manolya Bahçesi’nde, Ankara’da gençlik parkı Açık hava tiyatrosu’nda büyük bir izleyici kitlesinin hayranlığını kazandı. Ankara’daki karargahımız Ulus’taki Turist Hotel’di. O tarihlerde daha çok Arap turistler kalıyordu. Oyundan sonra bir șeyler yiyip içmek için Gençlik Parkı’ndan fazla seçeneğimiz yoktu. Daha çok oyundan nevaleyle otelimize dönüyor çeșitli sürprizlerle dolu, geç saatlere kadar, arkadașlarımızla odalarda eğleniyorduk. Odalara bazı geceler baskınlar düzenliyorduk. Bazı geceler de Arap turistler yanlıșlıkla bizim odalarımızı basıyor, korkudan ödümüzü patlatıyorlardı. Ankara’da en uzun süreli serüvenim Halk Oyunlarında “Devri Süleyman”ı Aksaray küçük Opera Sahnesinde oynarken, her karanlık olayda olduğu gibi, bugün de kimler tarafından kaynaklandığı aydınlatılamamıș tiyatromuzun yakılması ve bizim yangından arta kalan pılımızı pırtımızı toplayıp 1967-1970 yılları arasında Ankara Büyük Meydan Sahnesi’ne tașınmamızla bașladı. Bazılarımız Ankara’ya daha önce gelip yüzleșmiș arkadașlarımızın yanına sığındı. Ev kiralayamayacak geliri olmayan bazı arkadașlarımız, uzun süre tiyatronun fuayelerinde gecelediler. Zorunlu olarak üç dört arkadaș bir araya gelip ev kiraladı. Artık Ankara’nın her yerindeydik. Kimimiz Kennedy Caddesinde, kimimiz Esat’ta, Ayrancı’da, Çankaya’da… Kısa sürede Ankaralı dostlarımızın da sayesinde, nerede ne yenir. Nerede oturulur, nerede sabahlanır, barları kulüpleri ișkembecileri meyhanelerini her yerini keșfettik. Bazı geceler oyundan sonra Sakarya Caddesindeki “Tavukçu’da” bazı geceler rahmetli ağabeyimiz Mehmet Kemal’in “Kalem Bar’ında” kafaları çekerek Rumeli İșkembecisinde noktayı koyar yataklarımıza kıvrılırak leș gibi uyurduk. Bazı geceler kulüp Feyranda trompet sololarıyla çoșar, piste çıkıp elimizdeki rakı șișesiyle göbek atardık. Bazı geceler de “ne olacak bu memleketin hali” diye konușarak Maltepe’den çıkar yolda peșimize takılan sokak köpekleriyle Altındağ’a kaleye kadar yürür tepeden hüzünle Ankara’ya bakardık . 1970 yılının yazında, ekonomik güçlükler siyasi baskılar Türk solunun ikiye bölünmesi ve kendi içimizdeki fikir ayrılıkları sonucu Halk Oyunlarının sanat hayatı bitti. İstanbul’a döndük. Aynı yılın Eylül ayında Genco Erkal’ın çağrısıyla, rahmetli 999


arkadașlarım Ayberk ve Elif Çölak’la birlikte Dostlar Tiyatro’suna katıldık. İki yol boyunca Sartre’ın “Nekrassof”’unda, Vakıf Öngören’in “Asiye Nasıl Kurtulur ?”nda oyuncu Bașar Sabuncu’nun “zentberk’inde Hașek’in Aslan Asker Șvayk’ında, Enzezberger’in oyunlaștırdığı “Havvana Durușması’nda” oyuncu ve yönetmen olarak zevkle çalıștım . 1972 yılında evlenmiștim. Oyunculuğu bırakmaya, dostum ve ustam Genco Erkal’ın da desteği ile hayatımı yazar olarak sürdürmeye karar verdim. Gönlüm yine Sinema ve tiyatrodaydı. Bu balıklama dalıștan sonra zorlu günler bașladı. Eșim de bende çalıșıyorduk. Kiracıydık. Üstelik ilk çocuğumun doğumu yaklașmıștı. Devekușu Kabare Tiyatro’suna skeçler yazıyor, Yeșilçam’a özgü film öyküleri götürüyor, yönetmenlere kendimi tanıtmaya çalıșıyordum. Bir süre sonra özel ve resmi firmalara reklam ve tanıtım filmleri çeken bir yapımevinde aylıklı bir iș buldum. Yazdığım senaryoların bazılarını da yönetiyordum. Bu arada rahmetli Atıf Yılmaz Ağabey de bir öykümü beğenmiș birlikte senaryo çalıșmamızı teklif etmiști. “Çalıșıyorum, zamanım yok “ falan demeden hemen kabul ettim. Bazı geceler sabaha kadar senaryo ya da oyun yazıyor, birkaç saatlik uykuyla ișe gidiyordum. O günlerde ilk çocuğumuz Ömer doğdu. Eșim çocuğa bakacak bir kadın tutma gücümüz olmadığı için ișinden ayrılmaya karar verdi. Bende utana sıkıla çalıștığım yerden aylığıma biraz zam yapmalarını istemiștim. Yapmadılar. Bana da iși bırakmaktan bașka bir çare kalmıyordu. Tam o sırada çektiğim bir reklam filmini çok beğenen büyük bir ajanstan teklif geldi. Aylık 3000 liraydı biraz nazlansam belki daha fazlasını da vereceklerdi fakat göze alamadım. Bu parayla kiramızı öder evi de rahat geçindirebilirdik. O yıllarda TRT Ankara Televizyonu reklam filmleri kușağını açmıș, denetimden geçenleri yayımlamaya bașlamıștı. Ajanslar arasında büyük bir rekabet yașanıyordu. Tek bașıma 30, 45, 60 saniyelik reklam filmlerini yazıp çekiyorum montajını yapıp seslendirdikten sonra denetimlerini yaptırmak için TRT’ye gidiyordum. İște son Ankara serüvenim de böylece bașladı. Bazen haftada bir, bazen de iki gün iki gece Ankara’da geçiyordu. Kısa sürede samimi olduk. Akșamları çoğu kez körfez lokantasında bulușuyor, kah kah kih kih geç vakitlere kadar kafaları çekiyorduk. Otelde kalıyorduk. Gidip yatmak için onlardan izin istiyordum ama bırakmıyorlardı. İkinci durağımız mutlaka Ulus’taki Maltepe’deki barlardan biri oluyordu. Bazen de Gar Gazinosu’nda sabahlıyorduk. Nasıl dayanmıșım? Kulaklarımızı tırmalayan ciyak ciyak bir müzik ve o pavyon güzellerinin detone sesleriyle masalardaki müșterilere kırıtıp göz kırparak söyledikleri gıcırtılı șarkılar. İște yine böyle gecelerden birinde siyah takım elbiseli fazla ütülenmekten parlamıș, yıpranmıș klarneti dizlerinin üstünde önüne eğilmiș șu iș bitse de eve gidip uyusak der gibi oturan o adamı gördüm. İlgim gittikçe onun üzerine yoğunlaștı. Kaç çocuğu vardı, nerede oturuyordu? Kiracı mıydı? Yoksa kendine bir gecekondu yapabilmiș miydi? Gecede eline kaç lira geçiyordu? İstanbul’a dönünce, sevgili çocukluk arkadașım rahmetli Zeki Ökten’e bunu anlattım. Bir müzik emekçisinin trajikomik öyküsü renkli pavyon ortamında iyi bir iș çıkarabilirdi. Zeki önce oldukça sarkıttı iși, düșünceli. Hep öyle yapardı. İki hafta sonra aklı yatmıș ki geldi. Çalıșmaya bașladık. Ve böylece 12 Eylül Darbesinin acılarının sürdüğü Ankara ortamında

999


gerçekleșen “Düttürü Dünya” O’nun da, benim de sinema hayatımızda övünçle yaptığımız bir iș oldu.

999


. .

Dİplomat oLABİLMEK İÇİN mÜlkİye’den mezun oldum. DIŞ tİcaret ve ulaŞtIrma bakanlIKlarInda ÇalIStIm. Mecburİyetten sİnemacI oldum. SİnemacIlIk benİm İKİNCİ mesleĞİm. Dİplomasİde baŞarIlIyIm. Zorunlu mesleĞİmde Çok bÜyÜk baŞarIlara İmza attIĞImI sÖyleyemem. Tek salonlu bİr sİnemayI Çok salonlu bİr sİnema halİne getİrİp avm sİnemalarInIn arttIĞI bİr dÖnemde ayakta tutARAK, ezİlmeden dİk durduk. ÇeŞİtlİ yaklaŞImlarla AnkaralI sİnema severlere deĞerlİ hİzmetler verdİĞİme İnanIyOrum.


Sinopsis

Sinopsis Fransa’nın Müslüman mahallerinde erken bir sabah. Adamla çocuk soyunma kabinine girerler, adam çocuğun üstündekileri çıkarır, ver der. Çocuk gazete kağıdını uzatır. Adam cebinden bașka bir kağıt çıkarır. Peștemalini dolar ve leğen kemiğine düğümler. İncecik bir esrarlı sigara sarar. Kabinden dıșarı çıkarak ıslak merdivenden așağıya inerler. Sigarasını yakar ve ilk nefesi hamamın buhuruna karıșır. Bir elinde çocuk bir elinde sigara göbek tașına oturarak hamamın ıșıklarının içinde sigaranın mavi dumanını seyrederler. Adam sabunu düğümden çıkararak çocuğu dizine yatırır ve saatlerce gülümseyerek çevire çevire oğlunu yıkar. Film ağır ağır akarken Ankaralı entelektüeller, 15 dakikalık ara boyunca, hamamda esrar içen adamın hem oğlu hem kendisi gibi birbirlerinin yüzlerini seyredip son nefesini burunlarından verecekleri sigaranın dumanını üflerler.

Bağımısız Sinema Bir dönem Amerikan film șirketleri ellerindeki yapımları vermek istemedikleri için Avrupa'lı dağıtımcılara kapılarını açmak durumunda kalan Kızılırmak Sineması, Euroimage'den aldığı destek sayesinde ayakta kalmayı bașarmıș. Daha sonra dağıtımcı firmalar,dijital film makinelerinin gelmesi ve yeni nesil film șirketlerinin de ortaya çıkması gibi farklı sebeplerin sonucuyla, küçük salonlara olan bakıș açılarını değiștirmișler ve yeniden dağıtım yapma kararı almıșlar. Kısaca, büyük bütçeli Hollywood yapımları dıșında bağımsız film gösterimleri yapmak Kızılırmak Sineması’nın mottosu olmamakla beraber süreç içerisinde değișen politikaların sonucu olarak ortaya çıkan bir zorunluluk. Fakat hikaye Ankaralı sinema severlerin gözünde bambașka bir farkındalık yaratarak sinemanın üzerine yapıșmıș. Kızılırmak, sayısı giderek azalan sokak lokasyonlu sinemaların en güzeli. Yalnız bașına film izlemek için oldukça uygun. Klasik havasını koruyor. Gidin mısır alın, çaktırmadan șarap sokun. Can çekișmiyor ama yașaması gerekiyor. Ankara'nın gururu direnen salonların onuru. Kapıdan çıkıp sokağı görün avm'nin ağına düșmeyin.

KIZILIRMAK SİNEMASI Adres Kızılırmak Cd. 21/B Kocatepe

Telefon 312 425 53 93



KIZILIRMAK AZERİ ŞEKERCİ TURŞUCU ALİ UZUN Şubeler Ulus İș Hanı D Blok No: 1 Ulus 312 311 40 88 Sakarya Cad. İnkılap Sok. No: 13 Kızılay 312 435 44 94

A. Taner Kıșlalı Mah. 2853. Sok. No: 26 Çayyolu 312 241 21 48


“”

1983 senesİnde Pong dİye bİr oyun aletİ gelmİştİ, Televİzyona bağlanıyordu. İlk ona İlgİ duymuştum. Bİr kahvehanede saatlİ oynatıyordum. 1984 senesİnde 10 İnÇ monİtörlü bİr oyun makİnesİ yapmıştık sanırım. atarI 2600 kabİnlerİnİ bİr televİzyon kabİnİnİn İçİne yerleştİrerek endüstrİyel kullanıma uygun hale getİrdİk. O zaman yasalarla İlgİlİ bİr sıkıntı söz konusuydu. Şarkıcı Alpay’ın Karpİç barı vardı, sonradan orası İlk oyun salonu oldu. Kızılay güvenlİk sokak’taydı, 001 numaralı oyun ruhsatını İlk orası aldı. Ruhsatın adı atarİ salonuydu. Ölüm kulak mememizi emerken sokaklar taze kan kokuyordu. Omzuma dokunarak arkana bak dediler. Bir anda döndüm çoğalmaya bașlamıșlardı. Kapıların aralarından bizi izleyen çıplak kadınların bakıșlarının arasında ilerlemeye çalıșırken sustalıyı çektiler. Arabanın ön tamponu güneșten yüzüme yansıdı. Atlayın, yengen geldi dediler. Kızın bir eli viteste direksiyon sallıyordu, varilleri patlatarak boklu dereye geldik. Ağır ağır yürürken hatırladım, göller, bataklıklar dibe çeker insanı. Filmlerdeki gibi yetiștiklerini fren sesinden anladım, kafamızı eğerek pis sulara gizlendik. Arkadașıma döndüm el bombasını gösterdi. Okulumu, derslerimi düșündüm. Fırlat dedim. Yok dedi. Fırlat ölüyorum dedim. Altına girmiștim adamın, istediği yere vuruyordu. Sonra yüzüm bozuldu. ilk öğrendiğim günkü gibi ağır ağır rakamları saymaya bașladım… Hayat öpücüğünün ardından melekler gibi yetiștim. Her yerde dinozorlar, satırlı șișman adamlar, et doğrayan kasaplar. Emaneti aldım, yüzük çıktı karșıma sevdiğim kızı düșündüm. Dikkat et dediler. Arkamızda iblisler, steam punk teyzeler, etrafında dönen adamlar... Ter kokuyordu. Testestoron kokuyordu. Tavuk dönerden yağlanan tușlar parmaklarımdan kayıyordu. En sonunda I'M BAD MACHA PACHA. İște o gün sevindik. Sadece biz değil koca bir salon sevindi. Tribünlerdeki gibi tanımadıklarımıza sarıldık. İlk defa o yașta anladım; takdirin karnede değil de atari salonunda olduğunu...


FANTASYLAND Adres

Fantasyland Oyun kültürü bașka bir konu. Sinemayla çizgi romanın, matematikle mantığın iç içe geçtiği kurgusal bir evren. Çizgi roman çıkardı, filmi çevrilirdi. Film tutarsa oyunu yazılırdı. İșler biraz değiști. Oyunlar yazılırken filmler çekilmeye bașlandı, farklı evrenlerden tematik süper kahramanlar yaratıldı. Akıllı telefonlar çıkınca kabul günleri evrildi, dolar günü mark günü telefon borsasına döndü. Yılan oynayan çocuklardan okey oynayan teyzelere halk tipi eğlence açık havadan sıyrıldı kendini dijitale bıraktı. Kredi kartı taksitlerine oyun konsolları girmeye bașlarken, salonlar kendilerini yenileyerek çağa ayak uydurdu. Arcade tipi oyun makinelerinin yanına aile oyunları konuldu. Toplumun bir kısmı önceden zararlı buldukları salonlara artık ailecek gitmeye bașladı. Fantasyland bugün Ankara’da sokak lokasyonunu koruyan tek oyun salonu. Piksel art, 3d iç içe son derece keyifli. Kendi deyimleriyle 1 liraya eğlence. Atari salonu açıldığında 18 yașın altındakiler giremez gibi bir tabela asılırdı. Bu çocuk parkına çocuk giremez gibi bir șey aslında.

Selanik Cad. No: 18 Kızılay

Telefon 312 433 55 73


ankara’yı Nasıl sevdİ? GİRAY KEMER Biri demiști ki: “Ben gömleklerimi șehirlerden daha çok seviyorum.” Șairdi ve çok haklıydı. Bakıș açısı bu olmalı. Biliyordu ki olay “șey”de ya da mekânda değil, kișide; yani “șey”den hikâyeyi çıkaracak olanda biter. Hâsılı, meraklısı değiliz bir șehri böyle canhıraș savunalım, içerisinde bakılabilecek, yapılabilecek bir șey bulamamanın; bulamayanın kendisiyle ilgili bir sorun olduğunu geniș geniș anlatmak durumunda kalalım. Kafa yoralım, mesai harcayalım. Ama değil mi ki yalnızca yașadığımız yeri seviyor olduğumuz için eleștirilmek gibi saçma bir pozisyona düșüyoruz! Değil mi ki yıllardır süregelen bir saldırı, bir klișe çöplüğü, bir yafta bombardımanı var! Değil mi ki ayaklar altında șehrimizin onuru… Madem öyle. Cevabımızdır! Artık Ankara’yı sevmek, daha doğrusu hakkında ileri geri konușulduğunda “Gardaș sen hayırdır!” demek bir izzeti nefis meselesi, bir mecburiyet oldu bizim için. Bir direniș, bir meșru müdafaa zemini adeta. Bașlı bașına devrimci bir tavır, ulusların kendi kaderini tayin hakkıyla ve dahi ezilen halkların milliyetçiliğiyle bile açıklanabilir bir durum oldu. Abartıyor muyum? Belki. Ama onlar bașlattı. “Ne yapıyorsunuz orada?” “Deniz olmadan nasıl yașıyorsunuz mesela?” diyorlar… Anlatayım. 999


Bir kere, sanırım balık olmadığımızdan da olsa gerek pekâlâ deniz olmadan yașayabiliyoruz. Zaten denizi sevdiğini söyleyenlerin çoğu denizi değil, kıyısında içki içmeyi sever ama konumuz bu değil. O’Henry’nin “New York’u Nasıl Sevdi” diye bir kitabı vardır. Orada der ki; “…soda tartratıyla antimuan tartratı gibi aynı rafta bulușamıyoruz. Ama neden bahsettiğimi anlamayacaksınız. Çünkü eczacılık ulusal kongresine katılmadınız.” İște bu kısacık bölüm aslında tüm mevzunun izahıdır. Soranlara iște bu yüzden, diyorum artık. Bilemeyeceğiniz, anlayamayacağınız; anlamanız da gerekmeyen sebeplerden. Ankara’yı sevmek, bir hikâyeyi sonradan anlatınca o kadar da komik olmaması gibidir. O esnada güzeldir yani. İçinde olmayınca, eski hikâyelerin üzerine eklenmedikçe, içine insan sokmadıkça manasını yitirir. Sokakta büyüyen belki de son nesil olmaktır. Kömürlükte top oynamaktır. Mahalle maçıdır. İğdeye dalmaktır. Top oynadığımız gecekondu bahçelerinin teker teker müteahhite verilișine ve yerlerine dikilen binalar sayesinde bir gecede zengin oluveren komșulara tanıklık etmektir. Bir sabah uyandığınızda haber bültenlerinden ilkokul öğretmeninizin First Lady olduğunu öğrenmektir. Anadolu Lisesi sınavlarının zayi ettiği solgun ilkokul çocukları jenerasyonudur. Dershane yolları, ÖSS stresi ve gönüllü olarak maruz kalınan “Sıddık” terörüdür. (Bkz: Üçler Dershanesi) Üniversitenin bașında Solo’da öğlenden bașlayıp litrelerce bira içmektir. Çünkü artık bunu yapabiliyorsundur. Sonuçta herkes görülmek ister öyle değil mi? Sevdiğinin adını helaya yazmak ya da 70lik bira fondiplemelek gibi saçmalıklardan kendince bașarı hikâyeleri devșirmektir. Atatürk Bulvarındaki havuzlara arkadaș atmaktır. Hafta sonları Kennedy’e çıkmaktır. Sakalın önünde, karșıdaki benzinciden bira alıp 999


satımını da yasakladılar. Bir zamanların mini barıdır. Keyif’te tekila günlerini kaçırmamaya çalıșıp sallana sallana jukebox’a bozuk para atarak Iron Maiden, Slayer, Panthera, Iced Earth falan dinlemektir. Yıldız’daki, Sakarya’daki, Mebusevleri’ndeki, Maltepe’deki, Bahçeli’deki, Ayrancı’daki, oradaki, buradaki meyhaneler ve meyhanelerdir. Çevre Sokakta taze terkedilmiș eve dönerken takside Fatih Kısaparmak’ın hiç duymadığın bir șarkısının o an çok anlamlı gelmesi; Cinnah’ın yeșil ıșıklandırmalarında gizli bir mana bulmaktır. Eryaman’dan șehre dönerken Pilli Bebek çalması, akla gelen bir roman, bir șiir, üç kișilik oyunlar, tutku ve dürüstlük adı altında dönüșümlü can yakmalardır. Daha Ankara’dan çıkmadan trenin lokantasına oturup, Haydarpașa’ya kadar bira içerek gitmektir. _ki bunu da yasakladılar. Sevgilinin evinden kovulmak ve gecenin bir yarısı Bahçeli’den Yüzyıl’a kadar beș parasız, elleri cebe sokarak tıpıș tıpıș yürümektir. Tavukçu’da bir güzel haberi kutlamaktır. Halısaha maçlarıdır. Hayran olduğun adamlarla top oynayabilme șansına erișebilmektir. Sabah ișe giderken Modern Sabahlar, akșam ișten dönerken TRT radyo 3 dinlemektir. Giderek boktanlașan trafik ve konsepti değișen sohbetlerdir. Girișteki șahane cümlenin sahibi Adnan Azar’a ve dönemdașı pek çok önemli șaire bir yerinden dokunabilmek; onlarla aynı șehirde yașamak, aynı yerlerde oturup kalkmak, aynı raflara bakmak, aynı mekânlarda sarhoș olmak, aynı köșe bașlarında ağlayıp gülmek, belki dövüșmek hatta dayak yemek ve tüm bunları bizzat o ağızlardan dinleyip doğrulayabilme șansına erișebilmektir. Arkadaș evleridir. En çok da arkadaș evleridir…

999


Tüm bunlar ve daha ziyade tüm bunların altında yatan bir sürü insan, bir sürü hikâyedir Ankara’yı sevmemizin nedeni. Ve yine fark edebileceğiniz gibi tamamı kimseyi ilgilendirmeyen son derece çok kișisel șeylerdir. Dedim ya; neden bahsettiğimi, Ankara’yı nasıl sevdiğimizi anlamayacaksınız. Çünkü eczacılık ulusal kongresine katılmadınız.

999


Șehrin Bir Hali Güneș, kavgadan kaçar gibi namertçe uzaklașırken, arkasında bıraktığı serin havaya yayılan is kokusunun içinden șehri görmeye çalıșıyorduk. Kravatını gevșeten memurların nefesini kendi boğazımızda yutkunduk. Kepenk seslerine karıșan mouse tıkırtıklarını dinledik. Makam arabaları çalıștı. Birkaç kiși koltuğunu geriye doğru çekerken, birkaç taksici aynasını kızların baldırına ayarladı. Barların ıșıklarına sifon sesleri sıçradı. Etekler kısaldı, saçlar yapıldı. En iyi tırnakları kaportacılar boyarken kızıl meyveler gibi bir koku yayıldı meydana. Hareketleniyordu sokaklar. Kaldırımlara kusanlar et beni gibi duruyordu șehirde. Bir ses geldi yukarıdan, gürültü yapan șehre sanki güney yarım küre așağıdan vuruyor gibiydi. Sağanak bașladı bir anda. Yağan yağmur paskalya çöreği gibi burularak mazgallardan akarken șehrin bilinçaltı tașmaya bașladı yeryüzüne. Cam binanın cephesinden kendi varımızı izlerken yansımamızın üzerinden metroya giren asansörle irkildik. Trafik lambaları değiști. Birbirine giren üç renkten yeni renkler türerken, doğum lekesi gibi izler insanların yüzlerine vuruyordu. Eğlence yeni bașladı, dev bir disko topu önüne geleni sınıyordu. Otobüslerin körükleri balkan ezgisi yaparken, kafalarına vuranlar asfalta çakıyordu kendini. Beyaz yakalılar geldi. Kaos içindeki șehri sarı bantlarla çevirerek “doğal yașam alanı” dediler.


“”

Alan ne kadar BÜYÜKSE İnsanlar o kadar uzakLAŞIYOr. Optİmum KÜÇÜKLÜK İSE İnsanlaRI YAKINLAŞTIRIYOR. Lungo Espresso Bar Șehrin tırnakları uzarken, makyajı üzerimize akıyor. Lungo bu kaosun içindeki butik lokal kahveci. Espresso bar çalıșılmıș bir mekan. 3. dalga kahve akımının Ankara’daki abisi. Kütüphanelere dönüșen kahvelerin tersine lounge müzikle birlikte fazlasıyla kafein sunuyor. Kafa dinlemek yerine yükselmeye gidilir. After partinin öncesi. Metropol kültürünün gastronomik sentezi.

“”

Arabica ve Robusta olmak üzere kahvenin dünyaca bilinen iki karakteri var. En kalitelileri Amerika ve Afrika’da üretiliyor. Biz yöresel kahveleri de dükkanımızda bulunduruyoruz. Bir de Amerikan ve Afrika menșeili çekirdeklerden karıștırdığımız kendimize özgü bir blendimiz var. Kendi istediğimiz derecelerde harmanlayıp müșterilerimize sunuyoruz. Farklı kahve yapma metotlarımız var. Nasıl miksoloji bir sanat ise barmenlik bir sanat ise barista da bir miksoloji sanatı. Sıcak içecekten kokteyl olabiliyor. Kahveden de kokteyl olabilir.

LUNGO ESPRESSO BAR Adres Tunalı Hilmi Cad. Bülten Sokak 26/B

Telefon 312 428 4414


“”

90’larda ve 200o'lerde alternatİf müzİĞİN ve genÇLİĞİN doĞDUĞU yer.


Sokak Tiner ve bali kokan Meclis Parkı’nın geniș havuzunun etrafında, protokolün makam araçları gibi sürekli dolanan bir grup kaykaycı, patenci ve bisikletli genç 90’lı yılların ortalarında sokak yașamını renklendirirken, Ankara’nın bir süre sonra tekrar tanık olacağı Minibar ortamına da zemin hazırlıyordu. Kentin damarlarında dolașan göçebe hayat sokak aralarında yer değiștirirken, belirli bir kesim Kızılay’da, Yüksel Caddesi’nde kalmayı tercih ederek sokağa siyah giymeyenleri almayacak kadar fanatik olup rap müziğe karșı çıkacaktı. Çankaya’nın sokaklarında yeniden yapılanmaya bașlayan bar ve performans mekanları, müzikal kalitesi ve alternatif kültüre gösterdiği yakınlık ile Kızılay’dan ayrılan Bestekar Sokak, gençliği bir ucundan tutmayı bașarabildiği gibi zaman içinde șehrin müzikal anlamda merkezi sayılabilecek, alternatif rock müziğe yeni gruplar kazandıran bir endüstri alanı olmaya bașladı. Kızılay’ın performans mekanlarını ve kötü ses sisteminde müzik yapmaya çalıșan grupları bir an için unutursak 93 senesinde açılan Manhattan, Bașkentli müzik severler için alternatif bir sahne olmanın dıșında dünyaca ünlü jazz, blues sanatçılarının da sahneye çıktığı bir mekan olarak yıllarca kendisi gibi kalmayı bașarabildi. Günümüzde ișporta hızıyla yayılan kalitesiz elektronik müzikler ve o yılları yașayan insanların meslek sahibi olmalarının da etkisiyle Manhattan müzikal kalitesinden çok da taviz vermeden classic rock ve alternatif rock müziğe doğru bir eğilim gösterdi fakat bar programları ve sahneyi paylașan kaliteli gruplarıyla bugün hala Ankara’nın en kaliteli mekanlarından biri olarak bir dernek gibi çalıșmaya devam ediyor.

“”

Buradan çıkan çok fazla grup oldu. Onlara desteğimiz olduğu kadar onların da bize desteği oldu. İstanbul’dan alternatif sahneler, franchising mekanlar da geliyor fakat biz onları kendimize rakip olarak görmüyoruz. Manhattan’ın belirli bir kitlesi var. Günümüzde 2000’li yıllarda zaten bu tarz bir mekan açmak çok zor.

MANHATTAN Adres Üsküp Sok. No:7 Çankaya

Telefon 312 427 62 63


Mİnİbar Can Altay Minibar Ankaralı gençlerin tamamen kendilerinin yarattığı ve istedikleri gibi kullandıkları en geniș alana sahip, kullanıcıları için en keyifli mekanlardan biridir. Minibar Ankaralılar için özgürlüğün mekansallașmıș halidir desek abartmıș olmayız. Belki 1990’lardan bu yana devam eden, elden ele, hatta neredeyse nesilden nesile, yeni ve eski kullanıcılar tarafından kullanılan en uzun soluklu mekanlarından da biridir Ankara’nın. Adından anlașılacağı gibi minibar, içki ve eğlence ile ilișkilidir, ancak bir bar değildir. Bir bar gibi kapalı duvarlara, bar tezgahına, müzik sistemine, tuvaletlere ve en önemlisi mutfağı, çalıșanları, sahibi ve kuralları olan bir ișletmeye sahip değildir. Kendi kurallarını koymak suretiyle biraz da kural dıșı kalır. O kadar geniștir ki, Italo Calvino’nun bir görünmez kentleri misali neresinden girip neresinden çıktığınızı bilemeyebilirsiniz. Hatta içinde dolaștığınız halde ‘minibar’da olduğunuzu anlamayabilirsiniz. Çünkü minibar aslında fiziksel bir mekan değildir. Tek algılayabileceğiniz șey sokakta sağda solda yanyana oturup sohbet eden gruplar olur. İçinden geçerken belki sadece “buralar da ne kadar hareketliymiș” dedirtebilir size. Minibarı bir mekan olarak olușturan șey insanların, kullanıcıların ta kendileridir. Bira șișeleri duvarlara, merdivenlere ya da kaldırımlara konulmaya bașladığında minibar olușmaya bașlar. Bu geçici kullanım, bir nevi ișlev ve anlam kaydırma içerir. Sadece bir yerde takılarak mekan olușturabilmek büyük bir meseledir. Minibar mekansallașmıș özgürlüktür demiștik. Elbette özgürlüğün her tipi gibi bu da sürtüșmesiz olmamaktadır. Nasıl sürtüșmeler söz konusu bunu anlamak için bașa dönmek iyi olabilir. 999

Kavaklıdere semti Tunus Caddesi ve Bestekar Sokak etrafında bașlayar. (Ancak doğası itibariyle buraya yerleșik olmadığını hatırlatalım) Minibarın bizce bașlangıcında rol oynayan iki kilit unsur var. Birincisi ekonomik, yani alım gücüyle ilgili. Bașlarda bir bar öncesi durum olarak ortaya çıkan, ucuza bir köșede biranı içip devam etmeyi içeren minibar, zaman içerisinde bașlı bașına gece hayatının ana mekanına dönüșür. İkinci unsur ise fiziksel koșullar, yani mevcut ortamdaki bazı öğelerin (duvar, çit, vb. bir de köșebașında bir Tekel Bayii varsa tamam) böyle bir kullanıma uygunluğudur. İstenmeden sağlanan bu ortamda ‘hususi’yle ‘umumi’nin tam ara kesitinde, arada kalmıș bir yerde doğar minibar. Bu haliyle minibar bir sınırın kendisidir, bu sınırda barınmayı içerir desek yeridir. Zaten sürtüșmeler de bundan doğar. Ama minibar müzakerecidir. Minibarın mekansallığı geçici ve kırılgan gibi gözükse de, hayli tepki alır gençler apartman sakinlerinden. Birden çitler yükselir, duvarlar örülür. Ama minibar kayar, sığıșır, yine de yerleșir. Bu haliyle radikal bir ișgalden ziyade müzakereci ve çekișmeci bir ilișkisi vardır, sistemle, sokakla, iktidarla. Polis gelince dağılır, gidince tekrar bulușursun minibarda. İkinci dalga taarruz ise girișimcilerden gelir. Sokaklardaki hareketliliği gören gelir bir cafe/bar açmaya soyunur. Sonra da örneğin Bestekar Sokağın dönüșümünün belki yegane sebebi olan minibarı istemez, itmeye çabalar bu ișletmeciler. Minibar yine en iyi bildiğini yapar elbet, șehri kullanmayı bilir ne de olsa. Minibar Ankara’nın umulmadık köșelerine, kaldırımlarına, duvarlarına anlamlar yükler. Minibarı kullananların pratikleri ve anıları ile bezendikçe dıșarıdan yıkık dökük duran ya da üç kat tel ve parmaklıkla güçlendirilmiș bir duvar bir grup Ankaralının belleğinde silinmez bir yere sahip olur.


BÖYLELİKLE MİNİBAR

ANKARA’NIN ÖZELLİKLE KAVAKLIDERE SEMTİNDE AMA KOLAYLIKLA VE BELKİ BAŞKA YERLERİNDE DE

KENT MEKANINA SADECE KULLANICISININ BİLDİĞİ ANLAMLAR KATAN SOKAKLARI ANILARLA İŞLEYEN BEKLENMEDİK YERLERİ YERLEŞTİREN VE

BÖYLECE MİNİBARI YAŞAMIŞ OLANLAR ARASINDA PAYLAŞILAN

GİZLİ BİR KENT BELLEĞİDİR

999




BURADA SATILMAYACAK

BİR ŞEY YOKTUR. KAFANDAKİ ŞAPKAYA DA ALICI BULURSUN

PAZARLIK SÜNNETTİR SONUÇTA


Size de oluyor mu? Gecenin bir yarısı hiç tanımadığınız biriyle bir șeyler konușma isteği, bilmediğiniz bir mail adresine bir șeyler yazma arzusu..? Bașlıca vasfı bu olmasa da bașlıca hedefi para kazanmaktan çok muhabbet olan Sacettin İnce, kitapçılığı bașka bir șekilde öncüllemenin gerekliliğine inanarak, adam orada oturuyor nasılsa, kitap almasam da gider hasbihal ederim desinler diye nöbetçi kitapçılığı bașlatmıș. Günün sadece 4 saatini dükkan dıșında geçiriyor ve gece gündüz müșteri değil Tesbih hakkında çok kaynaktan birçok bilgi toplanabilinir. Bizim niyetimiz yüz yılların alıșkanlığının Ankara’nın göbeğinde, Türkiye’nin dört bir yanından ve komșu ülkelerden gelen satıcı-alıcıların olușturdukları pazarın mekanlaștırdığı bir kahvehaneye girmek. Kadınların da rahatlıkla girip alıșveriș yapabildiği Șark Kıraathanesi, en alt tabakadan en üst tabakaya kadar tüm tesbih meraklılarının en uğrak yeri konumunda. Damla kehribarlar, kukalar, oltular, üretimi olmayan bakalitler, imameler az sayıdaki erkek hobileri arasında en rağbet gören takımın parçaları. Çaydan kahveden çok satılan tesbihlerin kolleksiyoncuları, meraklıları, șifa arayanları eksik olmaz bu kahvede. Tesbih kiyafetin akortunu çeker derler. Sadece kıyafetin değil sağlık sıhhatin de akortunu çeksin diye tarih boyunca kullanılmıș. Farklı dinlerin sembolik rakamları kadar habbeli tesbihlerden medet umulmasına, damla kehribarın zehirli guatra, astıma iyi gelir diye boyna asılmasına varana kadar birçok mana yüklenmiș tesbihe. Mana arayıșının hastalığa dönüșmüș hali bu mekanda vücut buluyor. Birçok hikayeye șahit olabileceğiniz tesbihçiler kahvesindeki ortamda her an herhangi bir eșyanız için sizden fiyat istenebilir..

ŞARK KIRAATHANESİ Adres

Denizciler Cad. No : 58

Telefon 312 241 33 70


“” KomŞuların ÇÖpÜnÜ bİle kariŞtiriyorum. Her yerden ummadiĞiniz Bİr Şeyler Çıkabİlİyor. Bu bana heyecan verİyor. Bİr Çekmeceyİ aÇmak bİr dolabi kariŞtirmak, bİr sandiĞi aÇmak...


Sezonluk kıyafetler gibi dönemlik mobilyaların da yıllar sonra nur yağdıramayacağı pazarlarda, bugünden daha da değerlenecek ceviz șifonyerlerin, deri ceketlerin, kaneviçelerin ve bilimum insani araç gereçlerin, modaya teslim olmamıș fiyatlarla satıldığı bir yer 2. El. Her ayın ilk Pazar İkinci el eșyanın Ankara’daki en önemli adresi kușkusuz gününde kurulan Ayrancı Antika Pazarıyla aynı dönemlerde İtfaiye Meydanı.(itfaiye) Amarolü daha seçkin, açılır. Ayrancı Pazarının kurulușunda aktif olmasa da aradığınızı çabuk bulabileceğiniz ikinci el dükkanları arasında Cebeci’deki,daha Çayyolu’ndaki ve șehir dıșındaki birçok antika 2. Elolan farklı bir misyonu yüklenmiș. pazarında emeği Gülçin Hanım veda Vecdi Bey’in üç‘Evde odalı satıș’ adını verdikleri etkinlikler Nasıl ișliyor mekanlarının salonunda ev eșyaları gerçekleștiriyorlar. ve objeleri, orta odasında kadın erkek giysileri, dip odada ise erkeklerin her türlü derseniz șöyle açıklanabilir: birisi vefat ediyor ya da merakını bulunabiliyor. bașkagiderecek bir ülkeye‘șey’ler tașınıyor ve evdeki eșyaları elden

çıkarması gerekiyor. 2. El’le irtibata geçip eșyaların bulunduğu evde,entüm gün adresi boyunca, 2. El müșterilerinin İkinci el eșyanın Ankara’daki önemli kușkusuz haberdar olduğu bir etkinlik düzenlenip, keș parayla İtfaiye Meydanı. Ama daha seçkin, aradığınızı daha çabuk ucuza eșyalar elden çıkarılıyor. bulabileceğiniz ikinci el dükkanları arasında 2.Haliyle El farklıalan bir memnun satan memnun bir durum olușuyor.etkinlikler misyonu da yüklenmiș. ‘Evde Satıș’ adını verdikleri gerçekleștiriyorlar. Nasıl ișliyor derseniz șöyle açıklanabilir: birisi vefat ediyor ya da bașka bir ülkeye tașınıyor ve evdeki eșyaları elden çıkarması gerekiyor. 2. El’le irtibata geçip eșyaların bulunduğu evde, tüm gün boyunca, 2. El müșterilerinin haberdar olduğu bir etkinlik düzenlenip, keș parayla eșyalar ucuza elden çıkarılıyor. Haliyle alan memnun satan memnun bir durum olușuyor. İkinci el eșyaya alerjisi olanlar içinse șunu diyorlar; “Yıkanınca her șey temizleniyor. Tıpkı lokantalarda, otellerde olduğu gibi..”

2. EL Adres Paris Caddesi no:62\1 Kavaklıdere

Telefon 312 467 02 35


“” İTFAİYE meydanı bİR DELİ KÖYE BENZİYOR, İMANA KADAR PİSLİK

“Șimdi bu İtfaiye Meydanının ana caddesine bir șeyler kurdular. Her iki göz arasına 7,5 lira para alıyorlar. Sokağın ortasında 5,25 para toplanıyor. Bir yetkili gelip de bu parayı kime veriyorsun, kimden alıyorsun demiyor. Çünkü bu paranın bir kısmı da yetkililere gidiyor ondan sesini çıkartmıyorlar. Bu gerçek, oluyor. Dernek bașkanı bir tezgah atıyor, onun bir fiyatı var. Artık her șey tersine dönmüș. İtfaiye meydanı itfaiye meydanlığından çıkmıș. Șimdi nasıl ki cahil bir çocuk her yere saldırıyor. O șekilde. İsmet pașa, Çin Çin, Yeni Doğan bozuldu. Ne kadar karı satıcısı varsa hep burada, yankesiciler hep burada. Ayıramıyorsun ki. Benim dün gördüğüm bir șahıs, ertesi gün bașka biri oluyor, bașka bir insan geliyor. İtfaiye meydanının durumu düzgün değildir. Eskiden kimsenin haksızlığa tahammülü yoktu. Basıyorlardı tokadı, karakola götürüyorlardı. Haklı ve haksızı meydana koyuyorlardı. Allah'ı tela hepimizi star etsin. Çevreyi star etsin. Bu beyinsizlere akıl versin.”


Önce bir kıymık yüzünü dönmüș rüzgara, hızlandıkça hızlanmıș, formu oturmaya bașlarken derin kesiklerle sınanmıș. Ucu sivrilen vida toprağın içine girince farklı farklı damarlar yeryüzüne çatlamıș. Parlak gün ıșığı vidanın eğrisine vurunca hardal renkli ıșıklar bulutlara bilenmiș. Koșup gelenler arasından uzun yüzlü bir çocuk bütün iyimserliği ile vidayı almıș yerinden, önce zemin sallanmıș, toprak ufalanmaya bașlamıș, gökyüzü ile yeryüzü aynı anda boșalırken, küf kokusunun yeșili atmosferi doldurmuș. Ağaçlar olușmaya bașlarken katma katman derinden bilinmeyen evrenin eski kalıntıları fırlamıș. Uzun uzun sütunlarından süslü tașlı taçlara, ayakkabı teklerinden kadın saçlarına, göbek deliklerinden yarım rujlara kadar gün yüzüne çıkan malzemeleri zayıf kirli hergeleler doldurmaya bașlamıș. İçlerinden bazıları denizleri așarak okyanus ardına götürmüș. Bazıları üșenmiș, oldukları yere kurulmuș. Develerin sırtında Arap’ın kumlarına, timsahların ağzından Nil’in kıyılarına oradan da dünyanın en soğuk ucuna azala azala giderken, sağa sola dökülen parçalar efsanelerdeki gibi düștükleri yere yeni medeniyetler kurmușlar. Yıllar içinde bu meydan medeniyetin aynası olurken, insanlığın elinden geçen eșyanın arayıșı aynı tezgahlarda son bulmuș. Eșinden boșananın, gözleri bozulanın, ya da aklını kaybedenin uğraması gereken bir uzay.

İTFAİYE MEYDANI Adres Anafartalar Mh. İtfaiye Meydanı Ulus


ANGORA’NIN MERKEZİ: HACIDOĞAN MAHALLESİ MEHMET TUNCER Hacıdoğan Mahallesi; Eski Ankara’nın Ulus Tarihi Kent Merkezinde, Karyağdı Türbesi ile Doğan Sokak, Konuklar Sokak, Akar Sokak ve Sanayi Caddesi arasında kalan bölümdür. Günümüzde dar gelirlilerin alıș veriș mekânları, depolama ve ticari mekânları ile giderek bir çöküntü alanı haline gelen Topçular, Pala, Yanmaz, Suluhan, Çerkeș, Çataldağ vb. sokaklarını kapsar. Yukarı Posta Caddesi, Çerkeș Sokaktan bașlar, Tenekeciler Sokakta biterdi. Anafartalar Caddesi’ne bağlantı çok sonraları yapılmıștır. Hal’in yanından belediye çıkan kısmına da Yakut Sokaktı. Posta Caddesi; Çerkeș Sokak birkaç yıl önce yanan (2003) Modern Çarșı yanından bir meydana çıkar, oradan Hükümet Caddesi’nin karșısına çıkar. Çerkeș Sokağın her iki tarafı ve Namazgâh Tepesi’ne kadar olan kısmı ise İstiklal Mahallesi (Yahudi Mahallesi) olarak bilinmektedir. 1290-1354 yılları arasında, Ankara bir Ahi Cumhuriyeti’ne merkezlik etmiștir. Ahi Hükümeti, bir derviș-esnaf hükümeti olup, bir bakıma, bir İtalyan Site Devleti'ni andırmaktadır. 64-70 yıllık bir hükümranlığı söz konusudur. 1308'e kadar Selçukoğulları'na, 1335'e kadar İlhanlılara, sonra Eretnaoğulları'na ve en son olarak Karamanoğulları'na bağlanmıștır ve bu nedenle hiçbir zaman tam egemen olamamıștır. Ahi örgütü tasavvufî dervișlik esaslarına dayanan “Esnaf Loncası” dır. Sözcük olarak Arapça "kardeșim" anlamına geldiği gibi, Türkçe "akı" anlamı da tașıdığı sanılmaktadır. Ancak kökende bir teșkilatlanma ve dervișlik söz konusu ise, bunun bir kardeșlik yolu olması daha mantıklıdır. Osmanlı Devleti'nin kurulușunda rolleri büyüktür. Ankara, 1354 tarihinde Rumeli Fatihi (Veliaht-Șehzade) Osmanoğlu Gazi Süleyman Pașa tarafından Osmanlı Devleti'ne bağlanmıștır. Daha sonra kısa bir süre Karamanoğulları kenti ele geçirmiș; fakat Süleyman Pașa'nın kardeși I. Sultan Murad Hüdavendigar tarafından kesin șekilde alınmıștır. Mustafa Kemal Pașa, Ankara'yı 570 yıl kadar sonra tekrar bașkent yapmayı planladığında, bu konuda aday birkaç kent daha vardır: Sivas, Konya ve Osmaneli. Ancak kentin konumu, stratejik durumu ve tarihi geçmiși, Cumhuriyet Yönetimi’nin Bașkenti olarak bir kez daha hayata geçmesine olanak sağlamıștır. Taht’ el Kal’a Hamamı ve çevresi Celal Mahmud Mahallesi, batısında Kavaklı Mahallesi, Kuzeyinde Havaca Pașa Mahallesi, güneyinde ise Eski Hamam’ın bulunduğu 999


Hatuniye Mahallesi yer alır. Șehrin ekonomik olarak en gelișmiș dönemi Angora keçisinden elde edilen “Sof” ürününe dayalı dokumacılık ve kumaș üretiminin geliștiği 16. Yy. olarak kabul edilir.

ANKARA VE HACIDOĞAN MAHALLESİ TARİHİ GELİŞİM SÜRECİ 14. ve 15. Yüzyıllara ait bilinenler genel olarak bu dönemlere tarihlenen günümüze ulașabilmiș bazı cami ve önemli yapılarla sınırlıdır. Hacıdoğan Mahallesinde Hacıdoğan Mescidi bu yüzyıllara aittir. Daha sonraki dönemlere ait camii ve anıtsal yapılar ise; Hallaç Mahmud Camii (1545) ve Türbesi, İbadullah Camii (17. Yy bașları), Hasan Pașa Hanı (Sulu Han) (1511), Eski Hamam (Öğle Hamamı), Tahtakale Hanı vd.. Her caminin bir mahalle çekirdeğini olușturduğu düșünülürse, Kaleiçi ile birlikte șehirde yaklașık 30 mahallenin bulunduğu ve 15. Yüzyılda Angora șehir nüfusunun yaklașık 5000 – 6000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Angora’da 15. Yüzyıl sonunda Mahmud Pașa Bedesteni ve bazı hanların inșası 16. Yüzyıl bașında șehirdeki ticaretin artmasının bir sonucu olarak değerlendirilmektedir (Bakırer, Ö., Madran, E., 1984, s. 107). 1522 tarihli tapu tahrir defterlerine dayalı olarak üretilen verilerle șehir nüfusu 12 000 – 16 000 olarak tahmin edilmektedir. Bu dönemde Kaleiçi, 5 Müslüman, 1 Hıristiyan olmak üzere 6 mahalleden olușmaktaydı. Göğünç, N., (1967, 73-74)’e göre bu dönemde șehirdeki mahalle sayısı 81’e ulașmıștır. Yüzyıl gibi bir sürede mahalle sayısının 30’dan 81’e yükselmesi sorgulanması gerekli önemli bir gelișmedir. Dernscwam’ın verilerine dayalı olarak Prof. Dr. Semavi Eyice (1972); Angora’daki mahallelerin 69’u Müslüman, 3’ü Hıristiyan, 1’i Yahudi, 8 ‘i ise Müslüman ve Hıristiyanların bir arada oturdukları mahalleleri olduğunu belirtmektedir. 16. Yüzyıl Osmanlı-Türk șehirlerinde merkezin etrafında yer alan konut alanları mahalleler halinde örgütlenmiștir. Ankara’da da mahalleler, bir dini yapının etrafında olușmușlar ya da meslek gruplarından bazılarının veya aynı dini inanç ve gelenek etrafında toplananların bir arada oturmaları sonucu ortaya çıkmıșlardır. Mahalleler sınıfsal olarak, toplumdaki dini ve etnik gruplara göre farklılașma göstermektedir. Ankara'da Müslüman, Rum, Ermeni ve Yahudi Mahalleleri ayrı ayrıdır, ancak șehirdeki yabancı uyruklular genellikle az sayıda olduklarından ayrı bir mahalle olușturmamıșlardır. Mahallelerin șehir içindeki topoğrafik konumlarından da bir saygınlık sıralaması eğilimi kendini belli etmektedir. Kale çevresindeki mahalleler, daha çok Müslüman mahalleleridir ve yabancılar merkeze yakın yerleșmișlerdir. Ankara’da 16. Yüzyılda bulunan 85 mahalleden büyük bir kısmı, Bedesten ve Atpazarı’ nın merkezini olușturduğu “Yukarı Yüz” ile Tahtakale ve Karaoğlan Çarșılarının etrafında bulunuyordu. 999


Prof. Dr. Özer Ergenç, 16. Yüzyıl sonlarına ait Șer’iye Sicilleri’nde Ankara’da 43 adet esnaf türü saptamıștır. Bu esnaflardan Angora Sof’una dayalı üretimler: • Sof yıkayıcıları ve boyacıları, • Sof dokuyucuları, • Sof perdahçıları (cendereciler) İnșaat sektörüne dayalı üretimler ise; • Demirciler, • Külahçılar, • Bennalar Prof. Özer Ergenç’in 1607 yılına ait Avarız Hane sayılarına dayalı olarak yaptığı tahmine göre Angora, Anadolu’nun en büyük șehirleri arasındadır. Anadolu’da 1603 – 1607 yılları arasında ortaya çıkan Celali isyanları, șehrin Kale dıșında kalan Karaoğlan, Samanpazarı, Karacabey hamamı çevresindeki mahalle ve çarșılar tahrip edilmiștir. 1607- 1608 tarihlerinde șehir halkının örgütlenmesi ile saldırılara karșı bir sur duvarı inșa edilmiștir. 17. yüzyılın bașlarından itibaren, Celali Saldırılarına karșı șehri savunmak amacıyla, șehir sakinlerinin de katılımıyla inșa edilmiș bir "ÜÇÜNCÜ SUR" un varlığı, gravürlerden, bu dönem Șer'iye Sicilleri incelendiğinde ve seyyahların anlattıkları sonucunda kesin olarak bilinmektedir. 18. yüzyılın bașında Ankara, tiftik keçisinin tüyünden yapılan “sof” adlı bir kumaș ve șal üretimi sayesinde önemli bir üretim merkeziydi. Zengin Avrupa bu kumașları çok beğeniyordu. İpliğin büyük kısmı Beypazarı’nda üretiliyordu. Ankara’nın ticaret burjuvazisini olușturan Ermeni tüccarlar yılda 3000 balya (60 ton) tiftik ipliği dıșsatımı yapmaktaydılar. 1827 yılında Ankara'da 546 adet sal dokumacısı (Șalciyan), 9 adet tiftik satıcısı (Tiftikciyan) ve 139 adet kumaș satıcısı vardı. Bu tarihlerde, Ermeniler, önceleri İngiliz șirketlerine aracılık ve acentelik görevini yapmaktayken, zaman içinde kendi ticaret evlerini kurup, bir koloni halinde yerleșerek yeni ticaret burjuvazisini olușturdular. Bu döneme ait bazı Șer’iye Sicillerindeki kayıtlarda Hacıdoğan Mahallesi ve çevresindeki ticaretin gelișimi ve niteliği hakkında bilgiler bulunmaktadır. • 2 Rebiülevvel 1207 (18 Ekim 1792) tarihli Ankara Șer’iye Sicili’ne göre (Defter No: 184, Belge No: 67); Sulu Han’ın batısında bir “Attar Çarșısı” bulunduğu, ayrıca kalaycıların da buralarda yerleștiği belirtilmektedir. Attar Çarșılarında, güzel kokulu bitki ve eczalar, iğne, iplik, düğme, boya, boncuk gibi günümüzde tuhafiyeci ve eczanelerin 999


sattıkları mallar satılmaktaydı. • 8 Rebiülevvel 1208 (14 Ekim 1793) tarihli bir bașka kayıtta ise, Ankaravi Külliyesi’nden olan Sulu Han’da, İzmir İpliği ve kahve satıldığı anlașılmaktadır.

HACIDOĞAN MAHALLESİ’NİN KONUMU, ULAŞIM BAĞLANTILARI Ankara Kalesi (Hisar); 980 metre yükseltiden bugünkü Demiryolu İstasyonuna (Gar’a) doğru giderek alçalan eğimli bir alan üzerinde yer almıștır. Șehrin görünümüne "Hisar" egemendir ve Hisar dıșında șehir iki bölümden olușmuștur. Bu dönemde, Kale ve șehrin en eski kesimleri olan Bedesten, Hanlar Bölgesi ve Uzun Çarșı'nın bir kısmı "YUKARI YÜZ", bugünkü Anafartalar Caddesi'nin altında kalan ve Hacıbayram Camii'nden Karacabey Külliyesi'ne kadar uzanan kısım ise "AȘAĞI YÜZ" olarak isimlendirilmiștir. Coğrafi konum bakımından Ankara doğu ve batı arasında büyük bir ticaret merkezi idi. Yakın doğunun ve șark ülkelerinin yani Suriye, Erzurum, İran havalisinde Trakya ve Bizans sahillerine giden ticaret yolları üzerinde transit merkezi olușu nedeni ile önemli bir konuma sahipti. Ankara’ya ticaret kervanları ve yolcuları ancak giriș kapılarından girebilirdi. Gene aynı kayıtlar yardımıyla șehri kușatan bu surun üç ana kapısı olduğu bilinmektedir. Bu girișler, Doğu'da Cenabi Pașa Kapısı, Batı'da Doğan Bey Kapısı ve Güney'de Araba Pazarı Kapısıdır. Uzun Çarșı; Kızıl Bey Caddesi ile üçüncü surun bașlıca kapılarından biri olan Eset Kapısı’na bağlanmaktaydı. Uzun Çarșı’nın kuzeyinde, Tahtakale Han’ı (Tahtacı Hanı) 18 odası ile çarșının ikinci büyük Hanı’dır. Keçeciler Hanı’nın ise, Tahtakale Hamamı yakınında daha küçük bir han olduğu sanılmaktadır. Bu kapılardan en önemlileri; • Erzurum Kapısı, doğuya açılan bir kapıdır, • İzmir Kapısı (günümüzde Osmanlı Bankası’nın bulunduğu yerdeydi), • Cenabi Pașa kapısı (Kayseri Kapısı – günümüzde İș Bankası’nın bulunduğu yerdeydi), • İstanbul Kapısı ise günümüzde Dıșkapı (Çankırıkapı) idi (ERDOĞDU, Ș., 2001, S.143-144) Cenabi Pașa Kapısı (Kayseri Kapısı); bu kapı adını yakınında bulunan ve klasik Osmanlı mimari örneklerinden olan Cenabi Ahmet Pașa Camii'nden almıștır (973 H. 1565 M.) Von Vincke'nin 1839 tarihli Ankara Haritasında Cenabi Pașa Kapısı, "Kayseri Kapısı" olarak adlandırılmıștır. Ana akslardan biri olan bu aks, Cenabi Kapısı’ndan 999


bașlamakta ve Avancıklar Mahallesi’nden geçerek Atpazarı’na, oradan da Bedesten’e ulașmaktadır. Atpazarı, Uzunçarșı yolu ile Taht’el Kal’a ’ya (Kaledibi) bağlanmaktadır. Tahte’l Kal’a, Denizciler Caddesi’nin güneyindeki Arabapazarı Kapısı’na, kuzeyde Karaoğlan Çarșısı yoluyla Hacıbayram Camii ve Debbağhane’ye bağlanmaktadır (Tunçer, M., 1985). İzmir Kapısı; Hacıdoğan Mahallesi yakınındaki bu kapının, sonraları "İzmir Kapısı" diye anılan sur giriși olması olasıdır. Günümüzde Osmanlı Bankası’nın bulunduğu yerde bulunmaktaydı. Arabapazarı Kapısı (Namazgah Kapısı); günümüzdeki Denizciler Caddesi’nin güneyinde yer almaktadır ve adını yakınındaki Pazar yerinden almaktadır.

19. VE 20. YÜZYILDA ANKARA VE HACIDOĞAN MAHALLESİ NÜFUS GELİŞİMİ VE TİCARİ YAPISI Ankara Șehri’nin 19. Yüzyıl bașlarındaki nüfusu hakkında, çeșitli seyahatname ve șehir tarihi gelișimi ile ilgili eserlerde verilen bilgiler tam olarak birbirini tutmamakla birlikte, nüfusun 25 - 30 bin kiși civarında olduğu genel bir bulgudur. 1830 tarihinde yapılan ilk resmi nüfus sayım sonuçlarına göre, toplam erkek nüfusu 11 460 olarak bulunmuștur (ÇADIRCI, M., 1968). Bu sayıya bir o kadar da kadın nüfus eklenirse, nüfusun bu tarihte 23 000 civarında olduğu söylenebilir. Avram Galanti Ankara tarihi adlı eserinde 1848 tarihinde șehir nüfusunun 23 470 kișiyi bulduğunu belirtmektedir. Bu sayımın bir özelliği de, kișilerin hangi ișlerle (zanaat) uğraștıklarının saptanmıș olmasıdır. Șehir merkezinde oturanların ne gibi ișlerde çalıștıkları, sayım memurunun yaptığı kısa açıklamalara dayanılarak belirlenmiștir. Buna göre, șehir merkezinde oturan halkın büyük çoğunluğunu küçük esnaf olușturmaktadır. Önemli bir sof ve dericilik merkezi olan Ankara’da sofçuluk ve dericiliğin, bu yıllarda önceki yüzyıllara göre önemli ölçüde gerilemiș olduğu görülmektedir. Șehrin en büyük mahallesi olarak, Sulu Han ve Tahtakale (Taht'el Kal'a) Çarșısını da içine alan Hacı doğan Mahallesi, 132 Müslüman ve 335 Müslüman olmayan (Gayr-ı Müslim) ile toplam 467 erkek nüfusa sahiptir. 1835-1837 yılları arasında Ankara'ya uğrayıp bir süre kalan İngiliz gezgini Hamilton, kentte yaklașık 6 000 Müslüman, 4 000 Katolik Ermeni, 300 Ortodoks Ermeni, 300 Rum ve 150 kadar Yahudi konutunun bulunduğunu ve kent nüfusunun 999


60 000 kiși civarında olabileceğini belirtmiștir. Hamilton'un gördüğü Ankara, çok kültürlü kent niteliğiyle hayli canlı bir ticaret merkezi görünümündeydi. Bunu sağlayan etken ise iç dinamiklerle değil, dıșsal nedenlerle ortaya çıkan, çoğunluğunu 1828 yılında İstanbul’da oturmakta iken Ankara'ya yerleșen yaklașık 6 000 kișilik bir Katolik Ermeni gurubunun olușturduğu yeni ticaret burjuvazisiydi (Aktüre, S., 1978, S.39). Prof. Enver Ziya Karal, “Ankara Tarihi” adlı kitabında, bu kesim hakkında su değerlendirmeyi yapıyor: “Kentte yașayan Ermeni'ler iç ve dıș ticaret, sarraflık, kuyumculuk, bankerlik, müteahhitlik, gibi mali ișlerle uğrașıyorlardı. Askerlik hizmeti yerine hafif bir vergi vermekteydiler. Bu nedenle sürekli ișlerinin bașında olabiliyorlardı. Gelir düzeyleri bakımından Müslüman Türklerden daha iyi durumdaydılar. Ancak bu üstünlükleri kıskançlık yaratmadı ve II. Abdülhamit dönemine kadar huzur ve güven içinde yașadılar. Mezhep yönünden bir birlik göstermedikleri ve üç kiliseye bölündükleri için Ermenilerin çoğu Türkleșmișlerdi ve Türkçe konușmaktaydılar.”

HACIDOĞAN MAHALLESİ, TAHT’EL - KAL’A VE KARAOĞLAN ÇARŞILARI Tahtakale Çarșısı, 19. yüzyılda da gelișmesine devam etmiș ve Karaoğlan Çarșısı ile birleșerek, Ankara'nın daha modern han ve dükkânlarının yerleștiği bir ticaret bölgesi konumuna gelmiștir. Sof ve buna bağlı üretimin azalması, deri üretiminin gerilemesi, Bedesten ve çevresinin ticari öneminin azalmasına yol açmıș, tarımsal diğer ürünlerin üretimi ve pazarlanması ile șehir içine dönük bir ticaret hayatı bașlamıștır. Hacıdoğan Mahallesi’nin merkezinde bulunan Sulu Han ve çevresi, Tahtakale Çarșısı; günlük tüketim, gıda ve diğer bazı zorunlu gereksinimlerin karșılandığı bir ticaret kesimi olarak gelișmiștir. Charles Texier’e göre; “On sekizinci asırda Ankara’da pek çok ecnebi müesseseler de vardı. O zaman yirmi beș bin balyadan ziyade kumaș, çorap ve buna benzer yünden yapılmıș eșya ihraç edilirdi. 1835’de bu ihracat beș bin balyayı geçmezdi”. 1852 senesinde seyahate çıkan A. D. Mordtmann Ankara ticareti hakkında șöyle yazmıș: “Angora senede bir milyon okka tiftik yani Angora tiftik keçisi yünü ihraç eder. Okkası 60 kuruștur ki 60 milyon kuruș eder. (6 000 000 Florin). Angora keçisinin 999


senelik verimi 450-500 000 kg’dır. Her keçi senede 1 okka verir, bu miktardan takriben 100 000 kilo Hollanda’ya gönderilmek üzere, memleketten ișlenir. 45-50 000 kilo memleketin ihtiyacına harcanır, 300 000 kilo ham olarak, İngiltere’ye, bir miktar Marsilya tarikiyle Fransa’ya, Triyeste tarikiyle Avusturya’ya gönderilirdi. İngiltere aldığı yapağıyı, ișledikten sonra (Kișmir) yapağı diye satar. Hollanda ve İngiltere’ye ihraç olunan yapağıdan șal yapılır, iyi cins yünün kilosu 70 Frank’ı așar.” (Erdoğdu, Ș., 2001, S.144) “Ankara, Anadolu’nun ticaret merkezi denilecek kadar haizi ehemmiyet bir mahal olup, dahili vilayette senevi bir milyon yüz elli bin okka tiftik hasıl olmaktadır. Vaktiyle beher okkası yarım liraya kadar alınıp satılan bu kıymetli mahsul yüzünden memlekete pek çok liralar girmekte iken, son zamanlarda fiyatın on iki kurușa kadar düșüșü bu ticareti sarsmıștır. Ve binaenaleyh Ankara ticareti ziyadece müteessir olmușsa da bir müddet sonra bu ticaret muayyen bir had dairesinde intizama girmiș ve bu gün ticaretimiz için yine haylice menfaat temin etmektedir. Șimendifer, ticaret inkișafına yardım etmiș, bundan zahire, meyve, vesair yaș mahsuller istifade etmiștir.” (Ankara Vilayeti Salnamesi) Ankara'nın Bașkent olușundan ve anılan kentleșme eylemlerinden en çok etkilenen çevre, Hacıdoğan Mahallesi, Tașhan Meydanı Çevresi ve Karaoğlan Çarșısı olmuștur. Buna karșın, diğer geleneksel çarșılar ve Tahtakale Çarșısı, kendini çevreleyen ana cadde kenarları hariç eski dokusu ve kullanımlarını sürdürmektedirler.

999


999


Masada

“”

Restorana seçkİn İnsanlar gİdİyor. Lokantaya gücü yeten gelİyor. Lokanta “Oktay lokantası 1971’de kuruldu. Önceleri ufak tefekti, zamanla büyüdü. Herkese serbest, ucuzluk bölgesi. Herkes bütçesine göre geliyor, Kalite devam ediyor. Kimisi döner yiyor, kimisi çorba ekmek yiyor. Herkes bütçesine göre ayarlıyor. 3 liraya da doyar, 30 liraya da doyar. Ben sulu yiyeceğim gücüm bu kadar. Paran da yoksa. Para vermeden git. Param kalmadı, devam et.”

Boș mu dedi. Boș dedim. Oturdu. Aynı anda aynı ekmeğe uzandık. İșçi olduğunu söyledi. İșçilikten bahsettik. İșçiliğini sordum. Senden para almam dedi. Sol eli patlıcan yemeğinde, kafasını kaldırdı. Sağa sola bakındı. Ekmek șiști deyince çıkarıp ağzına götürdü. Gel git gibi çekilen yemeğin suyunu seyrettim. Biraz sonra bașka biri geldi. Hanım geldi dedi. Merhaba abla dedim. Nereden ablan oluyorum deyince gerildim, bardakları doldurdum. Akan suyun sesi Akdeniz iklimi yașattı. Çantasından çocuğu çıkardı, ișkembe çorbası istedi. Biberonu açtı, ișkembeyi doldurdu. Çocuk emmeye bașladı. Ellerimi parantez gibi yaparak ortaya salata söyledim. Vekil geliyor dediler. Herkes önünü bağladı. Korumalar girerken tırnaklı pide istediler garsondan. Tırnak pidesi geldi. Ucundan kopardı. Etrafına bakındı masamıza oturarak bizim yemeğe bandırdı. Bir hareketlendi ortalık. Șefi çağırın dediler, kendisini özlemiș. Așçı gelince așağıdan sohbet etmeye bașladık. Yahudi mahallesini boșaltan Menderesi, sokaklara dökülen ișçileri anlattı. Zamanla bozulan Ulus’un renkli pavyonlarını anlattı. Albayların, subayların neler yediğini anlattı. Hesap ödemeden giden bașka adamları anlattı. Büyüyen çocuklardan geri gelenleri anlattı. Önemli adamların neler sevdiğini anlattı. Saatlerce pișen tavukları anlattı. Ankara dönerinin kömürünü anlattı. Hamamönü’nü, At Pazarını anlattı. En güzelini, en ucuzunu anlattı. Mürșit gibi anlattı. Mürit gibi dinledik.


MERKEZ OKTAY LOKANTASI Adres Talatpașa Bulvarı 128/A-B Altındağ

Telefon 312 312 25 36


"Allah’a ŞÜKÜR HAZIR ayakkaBI HAZIR pantOlon, haZIr Elbİse HİÇ almaDIm"

"Aslında her șey bir kaportacı dükkanıyla bașladı. Abim birgün beni ustanın yanına götürdü. Eti senin kemiği benim ne yaparsan yap dedi. İlkokulu yeni bitirmiștim, günlerden cumaydı. Gittik bir kenara oturduk, o gün için dükkanda misafirdik. Usta yanımıza geldi, etrafına bir bakındı çıraklarından birini yanına çağırarak asılı duran aletlerden birini istedi. Çocuk koșarak tezgahın önüne gitti. Boyu da kısa. Hopladı zıpladı yetișemedi. Usta bunu yanına çağırdı iki tokat attı. Șimdi tabureyi al bir de öyle dene dedi. Tabii ben o tokadı gördüm, tamam dedim bırakıyorum burayı. Duvardaki saate baktım öğle namazı zamanıydı. Ustanın yanına gittim. Ben bugün eve gideyim zaten tulumum da yok yarın sabah erkenden gelirim diyerek kaçtım. Eve varınca abim niye geldin sen dedi. Orada ‘zopa’ var dedim."


ŞEREF GÖMLEK Gömleğin Ölçüsü Sopanın ardında bașarı öyküsü yatıyor. Usta o saatten sonra çemberi daraltmıș, çevresine bakınmaya denemiș. Oturdukları ev sahibinin damadının gömlekçi dükkanına girerek çıraklığına bașlamıș. 18 sene ișçi olarak çalıștıktan sonra ustası kendisine ortaklık teklifinde bulunmuș. Bir süre beraber ișlettikten sonra dükkanı tamamını üzerine alarak kendi adını koymuș. Șeref Bey boynunda mezurayla geniș bir tezgahta çalıșıyor. Elinin altında bir defter var, bürokratlardan belediye bașkanlarına hepsinin boyunun ölçüsü yazıyor. Siyasi arenalarda, meclis koridorlarında her gün diktiklerini görüyor. Açıkçası ünlü olmanın fazla bilinmeyen bir yönü. Eșinizi alarak bir ara yanına uğrayın, kadınların fikri çoğu șeyden değerli. Bir ölçünüzü alsın, adınızı ișletsin manșete. “Yeni nesil giyinmeyi bilmiyor. Bir kot giyiyor sırtına bir tișört geçiriyor. Zevk sahibi insan kabanından kemerine özel yaptırır.”

Adres Posta Cad. Susam Sok. No:102

Telefon 312 310 59 90


KABADAYILAR Yaşar SEYMAN Kabadayılar artık nostaljik bir türkü… Kabadayılardan söz edince nedense aklıma Ahmed Arif’in dizeleri düșer... “Hırsla çakarım kibriti, İlk nefeste yarılanır cıgaram, Bir duman, kendimi öldüresiye, Biliyorum, "sen de mi?" diyeceksin, Ama akșam erken iniyor mahpusaneye Ve dıșarda delikanlı bir bahar, Seviyorum seni, Çıldırasıya...” Hüznün Coșkusu Altındağ’da yazdım onları: Altındağ için “Altı dağ, üstü gök” diyor, bir küçük kentsoylu aydın. Bazılarına da, “Altındağ, gecekonduyu ve lümpenliği” çağrıștırıyor. Ben de, yeni insan tipiyle gecekonduların çekirdeğini anlıyorum. Sevdaya uzaktan bakan kadınları, yanlıșları bol kabadayılara öykünen çocukları, șișeye teslim olan kumarcıları, gençleri, küçük saksılarda bahçe özlemini gideren, buna karșın; bir odalı, iki odalı evlerinde yașam coșkularıyla çocuk sayılarına çocuk katan, sevdayla sevinci ve acıyı paylașan insanlarımı anlıyorum. Kabadayıları -ki onlara ‘Delikanlılar’ da denir- yazmaya bașlayınca zihnimde görüntüleri canlandı. Tesbihinin șakırtısı kendinden önce ses verir. İmamesi ondan önce sallanır. Siyah ceketi omzunda, omzun biri hafif eğik yürür. Burnu ince, siyah rugan havalı ayakkabıları yürürken farklı bir ses çıkarır. Gece sessiz ve karanlık olunca arka sokaklarda yürüyen bir kabadayının topuk seslerini bilir insanlar. Ankara’nın Altındağ ilçesinde Hacettepe, Atıfbey, Yenidoğan, Çinçin Bağlarında bu sesler bilinir. Yoksulun, haksızlığa uğrayanın ayak sesidir biraz da. Zorbalığa direnen, “Biz de sahipsizlerin sesiyiz, buradayız, mahallenin namusu da bizden sorulur.” diyenlerin ayak izi, kalan ayak sesleridir. Güçlünün karșısına çıkan, direnen, yokluğuyla da günümüzde ikonlașan kabadayılar... Kabadayı olmak büyük bedeller ödemeyi gerektirir. Yıllar karakol nezaretlerinde, cezaevlerinde geçer. Kabadayı olduktan sonra adını, șanını, ününü 999


sürdürmek daha da önemlidir. Yeni kabadayı olmak isteyen birinin arka sokaklarda sustalı bıçağının ucundadır kahpece yașamın son bulup ünü, șanı terk etme anı. Ya da kör bir kurșunun gece karanlığını yırtan sesindedir, yașama veda etmesi. Genç, güzel ve yalnız yașayan engelli kadınla söyleșiyordum: “Selvi Abla, nasıl yalnız yașıyorsun, korkmuyor musun?” Selvi mavi gözlerini iri iri açarak yanıtlamaya bașladı: “Niye korkayım? Muhtar baban var, mahallenin kabadayıları, delikanlıları var. Kabadayılar yok olunca, onların yerine devrimciler geldi. Hiç korkulur mu? Onlar bana kol kanat gerdiler. Selvi’nin ölümü mafya türemesi uyușturucu kullanan gençlerin elinden oldu. Kabadayılık bitince mafya türedi. Bir Altındağlı delikanlı bana kabadayı – mafya tanımını övünçlü bir sesle șöyle yaptı: “Kabadayılık Ankara’da 1974 affıyla katliama uğradı. Düzen mafyaların eline geçti. Kabadayı ve mafyayı birbirinden ayırmak gerekir. Mafya, iktidarı elinde tutmak için yanındakileri uyușturucu ve fuhușa yönlendirir, sürükler, yașamları savurur. Oysa kabadayılık düzene, haksızlığa bașkaldırıdır!” Ankara kabadayılarının en büyüklerinden Hüseyin Turan nam -ı diyar adı ile “Piç Hüseyin” 74 affında çıktığında çoğu kabadayı bozuntusu mafya üyesi korkudan Ankara’yı terk etmiști. Ayrıca Hüseyin Ergün ‘Deli Hüseyin’, Yusuf Kepekli bunlar hakiki kabadayı olarak bilinirdi. Çinçin Bağlarında Avni Abi ( Açıkgöz) gibi delikanlılar da bu kabadayılara gönül veren insanlar olarak yașam mücadelesi verdiler. Haldun Taner “Keșanlı Ali Destanı”nı Yenidoğanlı Kürt Cemali’nden esinlenerek yazdığı șehir efsanesi olarak anlatılır. Yenidoğanlı Hüseyin Turan, Kürt Cemali’ye gönül vermiș bir insan. Kürt Cemali’yi Hacettepeli Mehmet Kabadayı öldürdüğünde Dündar Kılıç’ta varmıș. Kürt Cemali’nin ölümünden sonra Dündar Kılıç İstanbul’a gitmiș. Mehmet Kabadayı’yı Kürt Cemali’nin yeğeni Nuri Coșar öldürerek intikamını aldı. “Piç Hüseyin” Dündar Kılıç’ı öldürmek için İstanbul’a gider, arkadaș intikamı almak için çıkan çatıșmada Dündar Kılıç ve Hüseyin Turan yaralanır. Bu çatıșmada Hüseyin Abi’ye gönül vermiș “Kirli” lakaplı biri de öldürülür. Hüseyin Abi o olayda azmettirici olarak onsekiz yıl ceza alır ve hapis yatar. Hüseyin Abi’nin sağ ayağı diz kapaktan așağı takma idi buna karșın hapishanenin en iyi voleybolünü oynadığı söylenir. Kabadayılığın darbe aldığı yıllarda Așık Mahzuni Șerif “Yiğitler” türküsü ile ses veriyordu: “ Doğu’dan batı’ya bir ses yükselir/ yiğitler yiğitler bizim yiğitler” ve “ Yuh yuh soyanlara/ soyup kaçıp doyanlara” türküleri ile ülkeyi dört bir yandan sallıyordu. Kabadayılar Müslüm Gürses, Kenan Temiz, İlhan Erten, İbrahim Tatlıses, 999


Neșet Ertaș, Musa Eroğlu dinliyordu. Hele Musa Eroğlu’nun “Halil İbrahim” türküsü kabadayı kadınlarını ne çok ağlattı hala yașanmıșlıklara tanıklığımın öykü ipuçları zihin kıvrımlarımda dolanıyor… Kendine özgü, kabadayılar dünyasının en ünlü avukatı Gültekin Müftüoğlu idi. Onu da “Delikanlı adam. Allah var aslan gibi, yakıșıklı.” ve Yılmaz Güney’in de avukatı diye övünerek anlatıyorlardı. Gültekin Müftüoğlu’nun yanında staj yapan Avukat Ferhat Aznevi’den Gültekin Bey’i anlatmasını istedim. Anlatırken; ona beğenisinden, saygısından, vefasından etkilendim: “1970’li yıllarda, Avukat Gültekin Müftüoğlu’na, dönemin ünlü dizisinden esinlenerek “Petroçelli” lakabı takılmıștı. Avukatlık uğrașının vakarını ve vicdanını koruyarak, ceza avukatlığının hakkını vererek yapabilen bir üstad.”Bir Ceza Avukatının Anıları” isimli kitabı o dönemin tanıklığını çok güzel yapmaktadır. O dönemin kabadayı kültürünü yansıtan bir anıyı sizinle paylașmak isterim: Yıl 1978. Ankara’da içkili gazinoların bir jargonu var; kadın ses sanatçılarını müșteriler dıșarı çıkarmaz, çıkaramaz. Kendisini kabadayı zanneden bir mafya bozuntusu sahneye çıkan bir kadına çiçek gönderir, masasına çağırır, ardından kendisiyle birlikte dıșarı çıkmasını ister. Ses sanatçısı sadece șarkı söylediğini dıșarı çıkmayacağını söyleyince, bu mafya bozuntusu silahını çıkarır, zorla kadını kolundan tutup merdivenlerden dıșarı sürükler. Bunu gören kabadayılardan biri de silahını çeker. Jargon belli ya; mekandan kadınla çıkılmaz… On dakika boyunca silahlar patlar. Mafya bozuntusu zorba yașamını kaybeder. Avukat Gültekin Müftüoğlu’nun müvekkili olan kabadayı da yaralanır. Çatıșmanın olduğu merdivende yirminin üzerinde boș kovan bulunur. Olay sonrası Gültekin Müftüoğlu’na hemen haber verilir. Polis ile aynı anda Gültekin Müftüoğlu da olay yerine gelir. Olaya tanık olan garson ifadesinde; ardı ardına “ pat pat pat pat ..” diye silah sesleri duyduğunu söyler. Polis tam bu șekilde tutanağı yazarken, Gültekin Müftüoğlu müdahale eder. “Bir dakika, pat pat pat diye mi, yoksa pat… bir süre geçtikten sonra pat pat pat diye mi?” șeklinde garsona sorar. Garson “ pat… bir süre geçtikten sonra pat pat pat.” diye ifadesini düzeltir. Aylar sonra olaydan yaralı kurtulan ve taammüden adam öldürmek suçundan yargılanan kabadayı, meșru müdafaadan dolayı Ağır Ceza Mahkemesi’nde beraat eder. Mahkemenin gerekçesi șudur: “Her ne kadar maktul ile sanık birbirlerine karșılıklı çok sayıda ateș etmișse de, tanık ifadesinde yer aldığı üzere önce bir el silah sesinin duyulduğu ardından sıralı silah seslerinin duyulduğu gözönüne alındığında öncelikle maktülün ateș ettiği, bu ateș 999


üzerine bir müddet geçtiği, sanığın kendini korumak için silahını kullanmak zorunda kaldığı ve ateș ettiği anlașıldığından beraatine karar verilmiștir.” diye gerekçeyi noktalar.” Kabadayılığın da bir ahlakı, saygı duyulması beklenen kuralları vardır. İnsan tanımları, yaklașımları hak edilen dozunda övgü ve saygılı sözler içerir. Onların affedemeyeceği ‘Yamuk adam’, ‘Yalancı’, ‘Üç kağıtçı’ kavramları tașıyan insanlardır. Okul yıllarında tanıdığım, evimize gelen kabadayıların okuyan kadın – erkek hepimize özlemli bakıșlarını, saygılı tavırlarını hep anımsarım. Kendilerini “mahallenin namusu”ndan sorumlu görmelerine karșın biz okuyan genç kızlara özenli, saygılı yaklașırlardı. Onlar sevdasını, sevgisini kolay açıklamayan, sevdiği kızı bașkasına gelin gidince boynu bükük izleyen, kahır çektiğini görenlere “delikanlı adamız, sevgimizi kolay kolay bir genç kıza açıklayamayız. Ya sevdiği varsa; ya terslerse, delikanlı adama yakıșır mı?” dediklerini ne çok duydum. Kabadayıların egemen olduğu Altındağ’da bahçe özlemini gidermek için çiçek ekilen vita kutularına șimdilerde esrar ekiyor. Uyușturucu baronları son model arabalarla, fiyakalı tavır ve davranıșlarla genç kușakları zehirliyor. Bir gecede köșeyi dönenleri izleyen gençler, yol haritalarını onlara bakarak çiziyor. Sadece evlere değil annelerin yüreğine de uyușturucunun ellerine aldığı çocukların ateși düșüyor. Kokușmuș sistemin ‘ağır abileri’ can yakıyor. Ne geçmișteki kabadayıların sevgisi, ne saygısı ne de haksızlığa bașkaldırıları yansıyor… Kabadayıların yokluğuna karșın tek değișmeyen resmi adla sevindirilen Altındağlılar, bașkentin yoksul tepesinden varsıl tepeyi hala seyrediyorlar…

Hüznün Coșkusu Altındağ ne zaman yaralarını saracak? 999




“”

Oyunda şu teknolojİ de olsa dİye bİr hayiflanmamiz yok çünkü burada Ostİm var, Sİteler var . İstanbul’da yapim Şİrketİ gelİyor yapiyor ama burada CoŞkun Abİ yapiyor Recep Abİ yapiyor.


THESCAPE Mahallede top oynuyorsundur, biri abanmıștır, top öyle bir yere kaçmıștır ki asırlardır efsanesi dillerde abartılarak dolanan bir evin, kișinin bahçesine gidip almaya tırsarsın. Yandaș bulamazsan da o topu tek bașına almak biraz sıkar. Hadi oğlum gel de șu topu alalım, akșam ezanı okunacak birazdan tribine girersin. Kim bilir kaç topun o bahçelerde kendiliğinden söndüğü zamanlardan, sadece parmak uçlarınızla rahatça büyülü șatolara daldığınız akıllı telefon oyunlarına geçișin arasında bir yerde, fiziksel olarak en az 2 en fazla 5 kiși girmeniz gereken bir er meydanı Thescape. Ha ben sabah kahvaltıda yürek yedim diyorsanız tek bașınıza șifreleri çözmenize de engel olmuyorlar.

Kurucuları, hikayesi olan bir ev arayıșına girdiklerinde önce Gazi Mahallesi’ne oradan Yenimahelle’ye bakınırken oralarda bu iș tutmayabilir deyip Bahçeli’ye daldıklarında aradıkları evi bulurlar; no: 119. 5 katlı bu apartmanın her katında ayrı senaryo dönüyor. Bir katında o mahallede yașamıș Deli Kader sizi ürkütürken, diğer katta kibirli Vedat Bey sinir sisteminizi bozmak için bekliyor olacak. Kız arkadașlarını korkutmak isteyip korkudan ayaklarını yana açarak zıplayan hınzırlardan fırsatı ganimet bilip öpüșenlere, stratejik düșünüp ilk odada 15 dakika kaybeden mühendislerden șifreleri tık tık çözen zehir hafiyelere varana kadar 16 yașından büyük herkesin 1 saat içinde kaçması gereken bu oyunda en iyi derece yapanlar ile en çok eğlenen grupları tüm Ankara’yı kapsayacak ve saatlik değil tüm gün sürecek sezon finali bekliyor olacak.

Adres

3.Cad. No:119 Bahçelievler

Telefon 0850 520 00 11 0532 267 1119


Taş taşı ama laf taşıma


“”

“CEBECİ TEVFİKHANESİ İSMİYLE AÇILIYOR. KALAN MAHKUMLARIN ANILARINDAYSA ANKARA KAPALI MERKEZ CEZAEVİ DİYE GEÇİYOR. DAHA SONRA BULUNDUĞU CADDENİN İSMİNİ ALARAK ULUCANLAR OLUYOR.” Günün birinde, orta avludaki kavağın kesileceğini duyan bir mahkum ağacı kestirmemek için ağaca tırmanır ve hiçbir uyarıya kulak asmadan așağıya inmez. Netekim bu direniș ağacın hayatını kurtarır ancak mahkumun akibeti hakkında elimize pek bilgi kalmaz. Sokakta takır takır insanların vurulduğu, dallarda İnsanların kaybedildikleri bir ortamda ağacı koruyana yapılan muamele, günümüzdekinden pek de farklı olmamıș olmalı. 4,5 yılda 700 bin ziyaretçi sayısına ulașmıș bir müzeye dönüștürülmeden önce farklı siyasi görüșlerden 19 kișinin idamıyla ünlenen Ulucanlar, seçtiğimiz mekanlar arasında ayrılırken mutsuz olabileceğiniz tek yer. Kitabın nazar boncuğu saydığımız Ulucanlar’ın ziyaretçilerini her fraksiyondan insanlar olușturuyor. Sergilenen mahkum eșyalarından çalan hapishane türkülerine her konuda siyasi dengenin yakalandığı müzede gezerken dehlizler sizi boğarsa, hücrelerde nefessiz kalırsanız, sebepsiz yere mahkum olanlara üzülürseniz, Behrengi’nin romanından esinlendiği sanılan ama aslında çocuk mahkumların istismar edilmesini vurgulayan Șeftali Sokağında mideniz bulanırsa, eșyalara bakarken boğazınız düğümlenirse ve hele de gittiğiniz gün Pazarsa; kavak ağacının bulunduğu avluya çıkıp aklınıza burada yazılan șu mısraları getirin: “Bugün Pazar. Bugün beni ilk defa güneșe çıkardılar. ...”

ULUCANLAR CEZAEVİ MÜZESİ Adres

Ulucanlar Caddesi No:63 Altındağ

Telefon 312 507 01 38


ANKARA’nın KARŞIT MEKANLARI AHMET SAY ULUCANLAR CEZAEVİ Cumhuriyet tarihinde hangi dönem olursa olsun, Ankara’da yașayan ve ciddî muhalefet yapan bir aydın olup da Ulucanlar Cezaevi’nde yatmamak, doğrusunu isterseniz “adam yerine konmamak” gibi bir șeydir. Ben de 1972 yılında bu cezaevinde altı ay kadar yattım. Günümüzde Ulucanlar Cezaevi, bir müze olarak ișlev görüyor. Her tarafı boyanmıș, kiri pası alınmıș, duvar yazıları silinmiș hem eski hem de yenilenmiș bir hapishane olarak… Kimler yatmamıștı ki burada? Necip Fazıl’dan tutun, Nâzım Hikmet’e, Yılmaz Güney’e, Ahmet Emin Yalman’a, Metin Toker’e, hatta Bülent Ecevit’e kadar daha nice aydınımız… Oldu olacak, bu ünlülerin yanı sıra, size Ulucanlar’da yatanlardan kısa bir liste vereyim: Hüseyin Cahit Yalçın, Cüneyt Arcayürek, Ahmet Arif, Yılmaz Güney, Hasan Hüseyin Korkmazgil, İsmail Beșikçi, Șinasi Nahit Berker, Behice Boran, Fakir Baykurt, Yalçın Küçük, Oral Çalıșlar, Beyhan Cenkçi, Adnan Cemgil, Fahri Erdinç, Cevat Șakir (Halikarnas Balıkçısı), Sırrı Süreyya Önder, Muzaffer Erdost, Feride Çiçekoğlu, Süleyman Ege gibi çok sayıda yazar, sanatçı, gazeteci, yayıncı ve siyasetçi… 12 Mart 1971 günü radyolardan duyurulan askeri darbe döneminde ben, 68 Kușağı gençlerini fıșfıkladığı iddia edilen bir aydın olarak, Ulucanlar’dan önce Ankara’nın iki askerî cezaevi olan Mamak’ta ve Kazıkiçi Bostanları’ndaki “Yıldırım Bölge”de yattım biraz. Birazcık da İstanbul’da, o dönemde “tutukevi” olarak kullanılan Davutpașa Kıșlası’nda… Sonuç? Ulucanlar’ı da eklerseniz toplam 17 ay hapis… Hapishane yașamı bakımından askerî hapishaneler tatsızdır, tekdüzedir. İnsan orada kurallara aynen uymak zorunda olduğundan, ağır bir baskı hissedilmemesine karșın, gündelik yașamını buyruk ve gözlem altında sürdürüyor duygusuna kapılır: Akșam saat 22’de yat, sabah 6’da kalk, 7’de getirilen karavanayla sabah çorbası, gündüz 10’la 11 arası “havalandırma” adı altında avluda volta atma, 12 ile 13 arası öğlen karavanası, akșam 19’da akșam karavanası... Geleneksel sivil hapishanelerimizden olan Ulucanlar Cezaevi ise her yönüyle raconu/kuralı kendi geleneği tarafından yaratılmıș bir hapishanedir. “Havalandırma” da neymiș? Dilediğin anda, çıkarsın avluya, atarsın voltanı… Bu gibi nedenlerle sivil 999


cezaevleri, yașam biçimi bakımından insanın isteklerine daha açık, daha renkli, hatta șenlikli bir mekândır. Orada her çeșit insana, akla gelmedik değișik suçlardan hapse atılmıș mahpuslara, hatta yanlıșlıkla oraya düșmüș kișilere rastlarsınız. Eğer hapishanenin acemisi olarak sivil bir cezaevine ilk kez girmișseniz ilk yadırgadığınız șey, konușulan dildir. Bu dil, hapishanelere özgü bir argodur. Olağan bir diyalogda, ya da dertleșirken de bu dil, güncelliğini hep korur. Argoyu kullanmak, aslında pek bir sorun değildir. Hapishanedeyseniz, birkaç hafta içinde onu siz de konușmaya bașlarsınız. Aylar geçince kullandığınız argo sözcükler çoğalıp zenginleșir, konușmalarınız kıdemli bir hapishanecinin anlatımına benzer. Ulucanlar’a ilk girdiğimde, üstümü bașımı aradıktan sonra, cebimdeki kâğıt paralara hiç ilișmeden, önce “tecrit”e tıktılar beni. Tek bașıma girdiğim “Tecrit” denen bu yer, “hücre”den büyükçeydi, ama herhangi bir odadan küçüktü. Temel kusuru, yıllardan beri buraya gelenlerin bıraktığı atıklardı. Aklınıza gelebilecek her türlü pislik… Anlatacak olsam. “Bu herif, okurları kusturmak için yazmıș bunları..” dersiniz. Bir yere değmemek için “tecrit”in ortasında dikilip durmuștum. Beni buraya öğleden sonra saat 14 dolayında getirmișlerdi, sabaha kadar dikildiğim yerde bekledim. Böyle bir ortamda uyku tutmayacağı açıktı, ayakta uyuyacak halim de yoktu. Saatler ilerledikçe zaten uykum iyice kaçtı, sabahı ettim. Sabah saat 6’da kapı açıldı ve doğruca 2. koğușa getirildim. * Bu kadarına pes derler! İnanılmaz bir karșılama! Koğuștaki hemen herkes beni saygılı bir tavırla bașını eğerek selamlıyor, herkes baș sağlığı diliyordu. Çünkü o gün, 7 Mayıs 1972’ydi: Bir gün önce, 6 Mayıs’ta Deniz Gezmiș ve arkadașları burada asılarak katledilmiști. Ben bu “adî suçlular koğușu”na verilen tek siyâsî tutukluydum. Șimdi bakın: Sivil cezaevine giren bir mahpusun kim olduğu, hangi suçtan hapse girdiği bilinir: Gardiyanlar yoluyla idare, “hususiyeti olan mahpusların” suçunu koğuștakilere önceden açıklar. Benim “siyasî” olduğum herhalde söylenmiști koğușa. Onların gözünde “Siyasî”, kelleyi koltuğa almıș yurtsever gençler demekti. Bu nedenle bana değer veriliyor, saygı gösteriliyordu. Ayrıca, Denizler’in katledilmesi dolayısıyla mahkûmlar bașsağlığı diliyorlardı. Kimdi bu koğuștu gördüğüm insanlar? O yıllarda “âdî suçlu” denen, șimdiyse 999


biraz düzeltilerek “adlî suçlu”ya terfi ettirilen mahpuslar, ya da çarpık düzenin kötü ve yanlıș ișlere sürüklediği yurttașlar… Değișik suçlardan yatanlar. hapishane argosuyla șöyle niteleniyordu: Dizolar (damdan dama, balkondan balkona atlayarak balkon kapısından ya da pencereden apartman dairelerine giren, gözü pek cambaz hırsızlar); torbacılar (esrar satıcıları); bitirimler (gangsterler); kementçiler (soyguncular); dızdızcılar (dolandırıcılar); matizciler (sarhoș dolandırıcıları); yamyamlar (pis ișlere karıșanlar); mandıra köpekleri (cinsel azgınlar); dayılar, raconcular (bıçkınlar); tüydürmeciler (kapkaççılar); alfonslar, ya da mütahitler (pezevenkler); baygınlar (eroinmanlar); kaldırımcılar (sergilenmiș malları așıranlar); arpacılar (yankesiciler); tokatçılar (gaspçılar); ejderha kovalayanlar (eroin çekenler); turistler (kaza yaparak hapiste kısa süre kalan șoförler); mekâncılar (kumarhane ișletenler)… Bütün bu tayfaların gözünde Denizler, “Yüreğiyle davranan gençler”di. Koğuș ağası Turan Abi bu konuda șöyle konușmuștu: “Kimde altı okka tașak var, biz biliriz…” Bir gün hapishane berberine sakal tırașı olmaya gittim. Sırada üç kiși vardı, iki kiși de tıraș olmaktaydı. Koltukta oturanlardan biri, Ankara’nın ünlü kabadayısı Piç Hüseyin’in ağabeyi Turan’dı. Ben içeri girer girmez herkes ayağa kalktı. Berber, tıraș olan müșterilerden birini kaldırıp yerine beni almak istedi. Bu tavır önünde hemen konuștum: “Hiçbirimizin acelesi yok, hapishanedeyiz…” dedim. Turan ağbi, yüksek sesle bana destek oldu: “Bizden yana olmanın en kibarca șekli böyle söylenir, öğrenin arkadașlar!” Koğușumuzda yüzden fazla mahpus vardı. Renkli kișilikleri ve ilginçliğiyle onların her biri tam anlamıyla bir “âlem”di. Meselâ, “Ârif Ağa” adlı ün kazanmıș bir katil, kafayı birine taktı mı onu hasım sayar ve punduna getirip öldürürmüș. Dahası, canı çektiğinde cinayet ișlermiș: Söylendiğine göre, camiye iki kez gitmiș, ikisinde de dayanamayıp önünde secde eden adamın sırtına elindeki hançeri hınçla saplamıș! “Onunla göz göze gelmekten kaçınmalısın ha! Hiç bakma ondan yana!” derlerdi ve șu gerçek hâdiseyi anlatırlardı: Ârif Ağa’nın yattığı yerin yakınlarında, geceleri horlayan bir herif varmıș, Ârif Ağa onu kaç kere ikaz etmiș, ama huylu huyundan vazgeçer mi? Sonra bir sabah, bu horlayan herif ölü bulunmuș. Hem de nasıl? Söyleyeyim: Gecenin bir saatinde, herifin horlarken açık duran ağzının içine, koğuș mutfağındaki tavada kızdırılmıș yağ dökülmüș. 999


Adamın ağzı dili, gırtlağı o anda eriyivermiș. Gık bile diyemeden ölmüș! Bunu anlatanlar, ardından sorardı: “Kim yapar bu iși dersin?” Benim arkadașlık ettiğim, “Kocakurt” diye çağırılan ilginç bir mahkûm vardı, onun serüvenleri bizim yerli filmlere taș çıkarırdı. Dolandırıcılıktan yatan bu mahpusla arkadașlık eder, Kocakurt’un söz konusu meslekte bașından geçen ilginç olayları dinlerken kimi zaman kendimi tutamaz, kahkahalar atardım. Okurlarım bilir: 19. yüzyılın ünlü Rus romancısı Gogol’ün “Ölü Canlar” adlı bir romanı vardır. Bu romanın kahramanı Çiçikov, bizim Kocakurt gibi bir dolandırıcıdır. Çiçikov, kâğıt üzerinde yașıyor görünen, ama çoktan ölmüș olan toprak kölelerini, büyük çiftlik sahibi soylulara satar. Böylece Çiçikov’un gezileri sayesinde Gogol, 19. yüzyılın ortalarındaki Rus feodalizmini birçok yönüyle sergilemiș olur. Bizim Kocakurt ise Çiçikov gibi yalnızca feodal beylere, ağalara gidip aynı dolandırma yöntemini kullanmazmıș. Köylerdeki kerizlerden (cahillerden) tutun, sosyete hanımlarına kadar dolandırdığı her çevreye uygun düșen ayrı bir dolandırıcılık yöntemi kullanırmıș. Köylülere “sinek ilacı” diye yutturduğu DDT koklatılmıș musluk suyunu șișeleyip satarken, İstanbul’un “Lüküs semtlerindeki sosyete baayanları”na matbaada “lüküs” olarak bastırdığı Hilton Otel’de yapılacak uydurma defile davetiyelerini yüksek fiyatla satarmıș. Dolayısıyla Kocakurt, meslektașı Çiçikov’dan daha yaratıcı gözüktü bana. Onun ayrıntısıyla anlattığı dolandırıcılık serüvenlerini unutmamak için ben geceleri not alırdım. Beș altı ay içinde, elimde ilginç bir roman malzemesi birikti. Sonraları șöyle düșünürdüm: Ulucanlar’da bir altı ay daha yatsaydım yeni bir roman daha çıkarırdım. Roman malzemesinin bu denli bol olduğu böylesi bir çevreyi bir daha zor bulurdum. (Yazarlığa heves eden gençler için not: Yazarı besleyen, yașantı zenginliğidir. Yașantının en zengin deposu ise hapishanelerdir. Gorki, boșuna “Benim üniversitelerim” dememiș!) Șimdi de yukarıda parantez içine aldığım notun değerini açıklayayım: Ulucanlar Cezaevi’nden çıkardığım notları nasıl kullanacağımı düșünürken o günlerde Milliyet Gazetesi bir roman yarıșması açtı. Hapishanede tuttuğum notları, becerebildiğim kadar “roman formu”na uyarladım ve Milliyet’e gönderdim. “Kocakurt” adlı bu roman, mansiyon kazandı ve Milliyet Yayınları arasından çıktı. Milliyet’in telif ücretiyle oğluma bir piyano aldım. Ulucanlar Cezaevi’nin en renkli tarafından biri, avluda yapılan voleybol maçlarıydı. Takımlar iki kișiden olușurdu. Tabii ki bahis tutma üzerine oynanırdı bu maçlar, haybeye değil! Oyuncular, genellikle “Dizo” denen cambaz hırsızlardı ve onların yaptığı kurtarıșları izlediğinizde, ağzınız açık kalır, gözlerinize inanamazdınız. 999


Sonraları ben bile anladım ki, voleybol maçları esrarına oynanıyordu. Artık kıdemliler ya da ağa takımı bile, voleybolda șeytan arayıp esrarına tutușuyordu. O günlerde müdür bey, (yani babamız), durumlardan pek memnundu. Müdür Bey, bir gün hapishanede yeni infaz savcısını gezdirirken șu sözleri söylemiști: “Cezaevimizde spora pek önem verilmektedir. Mahkûmlar ve tutuklular, spor yaparak fevkalâde vakit geçirip sağlığını korurlar.” Oysa voleybol maçları artık kördüğüm durumundaydı: Esrarına voleybol oynanırken oyuncular ve seyirciler, karșı taraf oyuncularını satın alıyordu. Oyuncular pek müșkül durumdaydı: Meselâ, yenerse bir esrar plakası, yenilirse üç plaka kazanma durumu ortaya çıkabiliyordu. Derken seyircilerin birinden dört plakalık yeni bir teklif geliyordu. Bu durumda bir oyuncu ne etsin? Yenerse bir plaka artı dört plaka, yenilirse üç plaka derken, beș plakalık bir teklif daha geliyordu… Maçın sonlarında bütün hesaplar çorbaya dönüyordu. Son sayılara gelindiğinde, seyirciler arasında kavgalar baș gösteriyordu. Kavgada kimin kime vurması gerektiği, kesinlikle anlașılamıyordu. Kocakurt’a sorarsanız, “Bu kördüğümü hiçbir felsefeci çözemez”di… Birincisi, hakem meselesi hallolmamıștı. Dayak yemesi icap eden garibanlar hakem yapılıyordu. Top desek, ikide bir koğuș damına kaçıyor, kayboluyor veya patlatılıyordu. Dayak yiyenlerin bașında, oyuncular vardı. Ama bu çocuklar n’apsın? Hangi bir teklife kulak assın? Bana kalırsa bu “sporcu”ların hakkı yeniyordu. Çünkü onlar müthiș cambaz gençlerdi. Bilindiği gibi, en sıkı voleybolcular, “Dizo” denen gözü kara hırsızlar arasındaydı. Hele “Sarı” diye çağrılan bir dizo vardı ki, en büyük futbol takımlarına kaleci olarak getirilmek istenmiș, fakat o, “Ben mesleğimden memnunum” diyerek gitmemiști. Bazı takım yöneticileri șimdi de Sarı’yı hapisten kurtarıp memleket sporuna hediye etmek konusunda yırtınıyordu. Lâkin Sarı, aslen tam bir profesyonel olduğundan, avanta icabı, içerideki voleybolculuğu, kalecilik yapmaya tercih ediyordu. Ne var ki, hapishanede voleybol maçları hiçbir zaman hakkıyla oynanmıyordu. Bir gün, maç sırasında yine kavgalar çıktı: Kimileri “Hâriç lan, hâriç diyorum!” diye șarlarken, kimileri de “Hop dedik, ben gördüm! Dâhildi!” diye yumruğunu gösteriyordu. Derken top kayboldu.

999


Tartıșmacılar hızlandı: “Nerde lan top?” “Hangi alçak götürdü?” “Saklayanın yedi sülâlesini! Tamam mı?” Neden sonra top bulundu, fakat patlamıștı. Netice, maç yarıda kaldı. Ama Kocakurt kendini tutamayıp ortaya atıldı ve bu duruma bir çare söyledi: “Ey millet! Kardașlar, dinleyin! Bu iș böyle yürümez! Bu oyuna bir manocu lâzım, tamam mı? Yani arzu ederseniz ben ve muavinim Arap, voleybolu kaidesine göre oynatırız. Bundan böyle voleybol maçlarından biz mesulüz, tamam mı? Bu teklife herkes sevindi. Kocakurt’a tam selâhiyet verildi. Demek ki artık hakkıyla voleybol oynanacaktı… Arap, “haakem maavini” olarak sahanın çizgilerini yeniledi. Sahanın her tarafını güzelce temizledi. Hakemlik yapacak Kocakurt için, “hakem kürsüsü” olarak koğuș mutfağından külüstür bir masa, onun üstüne konacak bir de sandalye getirdi. Tezgâh tamamlandığına göre, Kocakurt hakemliğe bașladı. Kocakurt, maç sırasında katiyen tutușma kabul etmedi. Tarafların plakalarını maçtan önce cebine koydu, neticeye göre esrarı dağıttı. Hülâsa, harbi bir voleybol oynattı. Bütün bu hizmetlere karșılık, yüzde on beș mano aldı. Yüzde üçünü ise Arap’a verdi. Lâkin bir gün bakın n’oldu? Kocakurt bir gün maçta hakemlik yaparken, sağ cebinde plâkalar, sol cebinde paralar ve ağzında düdük, “Hâriçtir, dâhildir” diyemeden ispiyonculuğa kurban gitti, Arap’la ikisi gardiyanlar tarafından doğruca münferid koridoruna götürüldü. Oradan șimdi șöyle sesler geliyordu: “Kim lan, kimmiș kumar tezgâhını kurup da manoculuk yapan?” “Yok ağbi, veleybol hakemliği yapalım dedik…” Lâkin Kocakurt ve Arap, bu iki hakem, arama taramadan geçti. Paralar ve plâkalar Kocakurt’tan çıktı, iyi mi? Buna göre gardiyanlar Arap’a birkaç șamar indirip onu koğușa yolladılar. Kocakurt, gardiyanlarla baș bașa kaldı, iyi mi?

999


Kocakurt bağırıp duruyordu: “Durun yavu durun! Yatırmayın! N’olmuș, n’aapmıșız? Abicim valla sıpor toto oynatmıșız…” Ama gardiyanlar bu lâfları duymazlığa getirdi, sonra biri bağırdı: “Pekiy, bunlar ne lan, bu pilâkalar?” “O pilâkalar benim değil ağbi! Kumarcıların! Bilmez misin ağbi, ben kuru kullanmam, ben rakıcıyım!..” “Senin değilse, șimdik de torbacılığa mı bașladın lan?” “Estaafurullah ağbi, ne haddimize? Aman etmeyin, yatırmayın! Sonra sesler uzaklaștı, belli ki Kocakurt uzağa götürüldü. Belli ki yatırdılar… Sabah beș elli beș, Ankara Radyosu, açılıș ve program ne demek? Beș ellibeș, koğușta kalk borusu demek! Koğuștaki hoparlör, sabahın köründe, bağırsak taraflarından seslerle avaz avaz bağırınca istersen uyanma! Derken çaycılar gelirdi koğușa: - Çaylar hoooop, kaaveler hoooop! - Hop dedik, demli çaylar! Filiz çayları hooop! Vurup kafayı yatmak, yeniden uyumak mümkün mü? Çaycılar, bunun da çaresini bulmuștu: - Uyumayalım hooop! Malak gibi yatmayalım baylar! Sabah oldu hoooop! Çaylar geldi hoooop! Yahu bu ne șefkat, bu ne dikkat? Bizim ranzada yanımda yatan dișsiz moruk șöyle dedi bir gün: “Çaycılardaki șefkati, kendi sırık kadar kızıma öğretemedim arkadaș! 999


Halbukim, kızıma kaç kere nasihat ettim: ‘Kız’ dedim, ‘adam gibi bir kız ol da, babana her sabah, yataktan henüz kalkmadan demli bir çay getir’ dedim. Lâkin nerdeeee?” Onun yanındaki yatak komșusu bașını sallayıp: “Hapisanedeki șefkat nerdeeee?” diye doğruladı dișsiz moruğu. Her neyse, sabah saat beș elli bește, ister istemez uyanırdık. Ben ranzadan atlayıp avluya çıkardım ilk iș olarak ve duvar dibine çömelip avludakileri seyrederdim: “Boyayalım, parlatalım…” “Eskiciiii! Satlık alınır, para verip alınır, kıymet biçilir, ticarete dalınır, eskiciiii!” Avlunun sabah neșesi yerinde olurdu. Bilhassa eskici esnafı pek neșeliydi: “Var mı böyle bir gömlek isteyen?” “Var mı böyle bir kușak isteyen?” Bizim Kocakurt, satıcılara takılmaya bayılırdı. İsterdi ki satıcı esnafı gelsin, sinek gibi ikide bir yapıșsın, dönsün dolașsın bir daha gelsin… Bundan hoșlanırdı: “Kaça lan?” “Abim için elli kayme!” “Geç!” “Sen ne verirsin ağbi?” “Beș kâat!” Kocakurt anlatırdı: “Eskiden elli liraya tutturulan bir malı, valla on kâğıda alırdık. Șimdi nerde o heves, o eski neșe?” Boyacılara bakardım. Boyacı sandıklarının yanında satılık pabuçlar vardı. Pabuçların üzerine, yazılı kâğıtlar iliștirilmiști: “Amasya’ya nakil sebebi ile çörçil satlik” 999


“Ben bu yardan vazgeçirem TL 30” “Acele satlik bedava fiyat”. Anlayacağınız, koğușta olsun avluda olsun hayat pek renkli, hercaîydi. Amma velâkin, kimi zaman da kasvet basardı mahpuslara. İște böyle zamanlarda kimileri, yatağa uzanıp avcunun içindeki küçük bir yuvarlak aynadan kendi suratına bakar ve hayallere dalardı. Sanki geçmișten bir hikâyeyi, ya da gelecekte olabilecek az buçuk güzel șeyleri aynada görerek düșünür, kurup dururlardı. Aynaya bakma tutkusu, bașka bir dünyaya götürürdü onları. Artık Ulucanlar Hapishanesi’ndeki bilmem kaçıncı koğușun mahkûmu ya da tutuklusu değillerdi. Güzel düșlere dalıp gelecekten güzel haberler getiren bu aynada görülen düșler, yarım saat, iki saat, hatta beș saat sürebilirdi. Böyle zamanlarda, bir mahkûmu düșlerinden kopararak yașadığı gerçeğe döndürmek, çok tehlikeli bir hareketti. “Aynaya bakma seansı”nı bozmak, kimsenin haddi olamazdı. O zaman kafama dank etti ki insanoğlu, biraz da düșler sayesinde yașam gücü bulur. Düșler, bașkalarının bilemeyeceği iç dünyalar olmasa insanlığımız nerede kalır? İște o düșler ve hayaller, insana en çok hapishanede gerekir. Hapishane gerçeğinden, hayatın sınırlanmıș olmasından uzaklașma içgüdüsü insana özgüdür. Tıpkı, gerçekleșemeyecek ișlere kalkıșmanın insana özgü olduğu gibi… Șimdi müze olarak biletle gezilebilen Ulucanlar Cezaevi üzerine bir de kitap çıkardı “Ulucanlar Müzesi” yetkilileri. Oradaki müzeci arkadașlar, kitabı hazırlarken Ulucanlar’da yatmıș insanlardan biri olarak benimle de görüștü. “Tevkifhaneden Müzeye Ulucanlar” bașlığını tașıyan bu belgesel kitabın ilk sayfasında yer alan “Teșekkür” listesinde adımı geçirmișler. Kitap için teșekkürlük bir katkım olduğunu sanmıyorum. Șöyle düșünüyorum: Eğer 12 Mart 1971’de yapılan fașizan darbe nedeniyle Ulucanlar Cezaevi’nde yatmamıș olsaydım, bu teșekkür listesinde yer alamayacaktım. Teșekküre değer bir iș yapmıșım meğer… Nasıl oldu, onu da anlatayım: Ben, T.C.’nin her hangi bir mahkemesi tarafından hakkımda verilmiș tutuklama kararı olmaksızın Ulucanlar’a götürüldüm ve hapis yattım. Açıkçası, Ankara’daki bir savcı yardımcısının yasal olmayan uygulamasıyla Ulucanlar Cezaevi’nde altı-yedi ay kadar istirahat ettim. Savcı bana, “hakkında tutuklama var!” demiști, inandım. Meğer böyle bir 999


tutuklama kararı yokmuș hakkımda! Bu nasıl anlașıldı, onu da anlatayım: Ben hapisteyken avukatım olan yazar dostum Demir Özlü, bir gün yolda eșimi görmüș ve beni sormuș. Eșim de “Ulucanlar”da olduğumu söylemiș. “Olamaz!” demiș Demir Özlü, “avukatı olarak bana böyle bir tutuklama kararı tebliğ edilmedi!” Sağ olsun, aynı zamanda değerli bir hikâyeci olan Demir Özlü, yaptığı araștırma sonucunda, herhangi bir tutuklama kararı olmadığını görmüș. Zaten o sırada benim hakkımda sadece bir basın davası vardı, o mahkeme de tutuklama kararı vermemiști. Bu nedenle mahkeme, “sehven” denen olağan bir yanlıșlıkla yapılan bu hatayı düzeltmek üzere, Ulucanlar Cezaevi’ne “salıverilmem” konusunda bir telgraf göndermiș. Bu telgraf, gecenin ikisinde cezaevine ulașmıș. Ve o gece koğuș kapısının kilitleri șakırtılarla açıldı, gardiyanlardan biri, “Ahmet Saaaaay, Ahmet Saaaaay!” diye bağırdı. Uyanıp “Evet, n’olmuș?” dedim. “Tahliye!” dedi gardiyan. Bütün koğuș uyanmıștı. Kocakurt ve birkaç arkadaș daha, homurdanıp söylendi: “Sabaha karșı tahliye mi olurmuș?” “Ben bu ișten bir șey anlamadım. Tahliye deyip nereye götürüyorlar bu bizim arkadașı?” “Ahmet Abi, dur gitme…” Derken bașgardiyan, ya da tanımadığım forslu bir gardiyan daha geldi, elindeki kâğıdı salladı: “İște” dedi, “elimdeki tahliye telgrafıdır, müdüriyetten aldım!” Ranzadan atlayarak öne çıktım: “Tamam, eșyalarımı toplayıp geliyorum…” “Eșya” dediğim, yalnızca giyim eșyalarıydı tabii: Paltom, yedek ceket ve 999


pantolonum, gömlekler ve çamașırlarım… Turan Ağabey’e seslendim: “Bunlar, koğușta kime lâzımsa onlarındır…” Sonra da yüksek sesle: “Hakkınızı helâl edin arkadașlar!” dedim ve koğuș kapısından çıktım. Arkamdan, șakırtılarla kilitlendi kapı… Gardiyanlarla birlikte birtakım karanlık koridorlardan geçip döndük dolaștık, yani epey yürüdük ve bir anda “kapıaltı”na geldik. Cebimdeki paranın hepsini değil, ama büyük kısmını gardiyanlara verdim, sonra “Allahaısmarladık” deyip, soğuk ve ıslak bir Ankara gecesinde Ulucanlar’dan çıktım. “Ulucanlar Cezaevi” diye bașlık atıp da genellikle kendimden bahsetmek yakıșıksız olur, bu duruma düșmek istemem. Bașkentte 1925-2010 yılları arasında çok sayıda idamın infaz edildiği, binlerce mahpusun gelip geçtiği, kiminin de burada can verdiği “Ulucanlar”ın tarihçesine göz atmayı yerinde buluyorum. Bu konudaki bilgileri, Ulucanlar Müzesi’nin yayınladığı “Tevkifhâneden Müzeye Ulucanlar” adlı belgesel kitaptan aldım. 1925 yılında İçișleri Bakanlığı tarafından “Umumî Hapishane” olarak yapılan Ulucanlar Cezaevi’nin ilk adı, “Cebeci Tevkifhanesi”ymiș. Açılmasından yaklașık bir yıl sonra, irtica kitapları müellifi İskilipli Mehmet Atıf Hoca ve Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca, 1926 yılının 3 Șubat gecesi burada idam edilmiș. Cesetleri üç gün bekletildikten sonra (ola ki kokmaya bașlayınca), Cebeci’deki kimsesizler mezarlığına gömülmüș. 26 Ağustos 1926’da Maliye Nâzırı Câvid Bey, Dr. Nâzım Bey, Nâil Bey ve Milletvekili Hilmi Bey, 1 Eylül 1926’da ise Ankara Vâlisi Abdülkadir Bey’in idamları yine Ulucanlar’da infaz edilmiș. Șükür ki, 1964 yılına dek 38 yıl boyunca Ulucanlar’da idam yok. Yakın tarihimizin yürekli ve ısrarlı darbecilerinden Albay Talât Aydemir ile Süvâri Binbașı Fethi Gürcan, ilk darbe girișiminde affedilmiști. Ancak, ikinci darbenin bașarısız olması nedeniyle Fethi Gürcan, 27 Haziran 1964’te, Albay Talât Aydemir ise 5 Temmuz 1964’te Ulucanlar’da idam edilmiș. “Denizler” olarak bildiğimiz gençlik grubundan Deniz Gezmiș, Yusuf Aslan ve 999


Hüseyin İnan adlı gözü kara yurtsever gençlerin idamı, 12 Mart 1971 darbesinin getirdiği sonuçlardan biri olarak 6 Mayıs 1972 gecesi, yine Ulucanlar Cezaevi’nin bir avlusunda kurulan darağacında gerçekleștirilmiș. 12 Eylül 1980’de yapılan darbe de “idamlar” konusunda hiç gevșek davranmamıștır. 8 Ekim 1980’de Mustafa Pehlivanoğlu ve Necdet Adalı; 13 Aralık 1980’de ise gencecik bir çocuk olan Erdal Eren, yasalara göre yașının küçük olması dolayısıyla idam edilemez olmasına karșın, fașist 12 Eylül cuntasının hıșmından kurtulamamıștır. 12 Eylül döneminde yapılan son iki idam ise “Ülkücü” olarak bilinen iki gencin bașına gelmiștir: 27 Mart 1982’de Fikri Arıkan, 13 Ağustos 1982 gününde Ali Bülent Orkan idam edilmiștir. Konuyu böyle hem tatsız hem de acı ve acıklı bir yere sürüklemek istemezdim. Ama günümüzün Ulucanlar Müzesi’nin bir zamanlar idam cezasının infaz yeri olduğunu okurlardan saklamak, yanlıș olurdu; bu tür bir yazarlık anlayıșı, bana göre değil. Bütün müzeler, eskinin çok yönlü özelliklerini yansıtır. Hayat da öyle değil mi? Eskinin özelliklerini sayılamayacak kadar çok yönden yansıtmıyor mu hayat?

999


Operaevİ ve CSO Konser Salonu Ankara’ya 1964 yılında yerleștim. Demek ki yarım yüzyılı geçmiș! Aklınıza șöyle bir soru gelebilir: “Yarım yüzyıl öncesinin Ankara’sı ile günümüz Ankara’sı arasında bașlıca ne gibi farklar var?” Önce șunu belirteyim: O dönemde bașkentin nüfusu, șimdikinin sekizde biri olmasına karșın, tiyatro ve sinema salonları tıklım tıklım dolardı. İyi biliyorum, Devlet Tiyatroları’nın dört sahnesinin yanı sıra, on dört yerleșik özel tiyatro topluluğu vardı Ankara’da. Bu topluluklar, Devlet Tiyatrosu’nun oyunlarından daha yenilikçi, daha eleștirel, dolayısıyla daha etkileyici oyunlar sahnelerdi. Tiyatro ve sinema, genelde gençlerin ve aydın çevrelerin ilgi gösterdiği etkinliklerdi. “Büyük Tiyatro” denen, aynı zamanda “operaevi” olarak kullanılan salona, çoğunlukla bașkentin üst düzey bürokratları ile varlıklı kesimi giderdi eșleriyle. Günümüzde olduğu gibi, burada genellikle hem klasik tiyatro eserleri, hem de opera ve bale eserleri sahnelenirdi. 1940’lı ve 1950’li yıllarda, İstanbul’da henüz bir devlet senfoni orkestrası ve yine devletin düzenli temsiller veren opera ve bale toplulukları yokken Ankara, hem yetiștirdiği uluslararası düzeyde müzik, opera ve bale sanatçılarıyla hem de söz konusu sahne sanatlarının kurumlarıyla övünürdü. Bu yönüyle bașkent, Avrupa’nın doğusundaki son duraktı. Türkiye’nin doğusundaki Asya ülkelerinde ve güneyindeki Arap devletlerinde, uluslararası müzik kültürünü temsil eden ciddi sanat kurumları yoktu. Bugün de yok… 1960’lı yıllarda ben, daha çok tiyatro olmak üzere, opera ve bale temsillerine sıkça değilse de her sezon beș-on kez gittim. Öyle bir izlenim edindim ki, Büyük Tiyatro’da temsil edilen opera ve bale eserlerinin gedikli seyircisi olan “hamfendi”ler, belki de yeni aldığı kürkünü, yeni diktirdiği giysisini, takılarını göstermek için geliyordu oraya. Bu sayın bayanların eșleri olan “beyefendi”ler ise etli butlu bedenlerine pek yakıșmayan smokinler içinde, kavalye rolünü oynardı. Fuayedeki parfüm kokusuna gelince, sanırım değișik parfümler kullanıldığı için, yadırganacak kadar keskin ve buraya özgü hep aynı “ekși fuaye kokusu”yla karșılașırdı insanlar. Evet, 1960’larda operaevine, yani Büyük Tiyatro’ya gittiğimde, doğrusunu isterseniz, oranın havasını kendime yakın bulmadığım için, izleyen yıllarda sadece görmem gerektiğine inandığım temsilleri izledim. 999


1960’ların çoğu tiyatro ve sinema salonu günümüzde yok artık. Bașkentte tiyatronun değilse de belki sinemanın sonu geldi diyebilirim. Ama asıl değișiklik, Büyük Tiyatro’da oynanan eserlerin izleyicisinde oldu: Buradaki tiyatro, opera ve bale izleyicisi, günümüze ayak uydurdu! Kürklü “hamfendi”lerin, smokinine sığamayan șișman beyefendilerin yerine, șimdi blucin giymiș gençler, “çapulcu” türünden üniversite öğrencileri geliyor oraya. Bakıșlarından sonuç çıkarmaya kalkarsanız, onların opera seyretmeye neden geldiğini biraz zor anlarsınız. Müzik hastası tanıdıklarım arasında olan Atilla Bey, sert bir kıș günü, bu gençleri önce bir süzüp șöyle bir tahminde bulundu: “Biletler, çay kahve fiyatında olduğuna göre, belki de ısınmak için geliyor bu gençler…” Ve operaevinin fuayesi artık parfüm kokmuyor; ne koktuğunu gidenler bilir! Aynı durum, Cumhurbașkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konser salonu için de geçerli. Orkesramız, çok düzeyli bir yıllık konser programı sunduğu halde, dinleyiciler arasında ceket kravatlı, orta yașta müzikseverler, șimdilerde en fazla yirmi otuz kiși. Klasik müzik sevdalısı ve CSO’nun gediklisi dostlarımdan Oktay Bey șöyle diyor: “Cumhurbașkanlığı Senfoni’ye düzgün bir kıyafetle gitmekle acaba yanlıș mı yapıyoruz?” Söz konusu konser salonu, son yıllarda birkaç kez “tadilat” geçirdi ve ne hikmetse koltuk sayısı azaldı. Buna karșın parlak solistlerin yer aldığı akșamların dıșında, salon pek dolmuyor. Devir değiști, ondan mı? Eh, beș milyon nüfuslu bir bașkentin 600-700 koltuklu bir konser salonu için günümüzde bu kadar ilgiye șükretmeli! Gelecekte Ankara’nın nüfusu 8 milyona çıktığı zaman, belki 100 kișilik bir konser dinleyicisini arasanız da bulamayacaksınız. Gidiș o gidiș, bayanlar baylar! Kime sorarsanız sorun, Ankara artık, “Sayın Belediye Bașkanımız Melih Beyefendi’nin kenti”, anladınız mı sayın bayanlar baylar?. Nasıl anlatayım? Bu kent, sanki benim eski “Bașkentim” değil gibi. Kavșakların ortasındaki aynı suyu devreden fıskiyelere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.

999




“”

BİZİM DOST DOST BİZİM OLARAK YAPTIĞIMIZ YAPTIĞIMIZ OLARAK TEK REKLAM REKLAM TEK DOST POŞETLERİDİR POŞETLERİDİR DOST


DOST KİTABEVİ

Dıșarıdan Dost Sokaklarda gezerken ezberlediğim șehirden bahsediyordum. Yol boyunca anlattım. Ağzım kuruyana kadar konuștum. Parmağımı uzatarak bak burası dedim. Neresi dedi. Dost kitabevini gösterdim. Bir anda yüzü, ıslanan kitaplara benzedi. Tümülüs mü bekliyordun dedim. İçeriye girdik, dolașmaya bașladık. Ben çizgi romana gittim, o kișisel gelișime gitti. Yarım saat sonra, kaybolan parçamızı bulmuș gibi puzzle reyonunda karșılaștık. Șehir dıșından gelmiști. Sabah tanıșmıștık daha. Özel șoförüymüșüm gibi gezdir beni demiști. ÖnceTunalı’ya götürdüm. Ardından Kızılay’a getirdim. Kapıda bulușmayı anlattım, geç kalanları anlattım, içerde karșılașanları anlattım. Dost’un içinde bütün Ankara’yı yașattım.

“”

İnsanların kendisini içeride güvende hissetmeleri çok önemli, biz hiçbir insana orada 3-4 saat kitap okuduğu için karıșmayız. Rahat bırakırız. O zaman ayrı bir dünyaya giderler. Hatta bazen insanlar kitabın arasına ayraç koyarlar ertesi gün kaldıkları yerden devam ederler. Dost Kitabevi 1977 yılında Zafer Çarșısı’nın alt katında kurulmuș. Yayınevinin ismi farklı bir yöntemle müșterilere yaptırılan bir anket sonucu belirlenmiș ve sahibi Erdal Bey ismini Dost koymuș. Zamanla yayınevi büyümüș. 2. mağaza 1982 yılında açılmıș. O dönem için çok farklı bir atılım. Ardından 3-5 sene aralıklarla süreç gelișerek devam etmiș. Sosyal yașantının içinde bağımlılık yaratan kitabevi Ankara’lı için özel bir yer. Felsefe din bölümü fakültenin amfisi gibi. Tartıșmalar çıkıyor, açık oturuma dönüyor. Yaprak sayısı çok fazla. Dost’ta yoksa aradığın, zaten Ankara’da yokturki. Bir yandan yayınevi tribününü dinleyen spor kulübü gibi. Ön bahçeyi tellerle çevirmișlerdi, gelen tepkiler üzerine kaldırdılar. Kitap okuyan yok derler. Neden almıyorsun demezler. Kredi kartından önce Dost kartı çıkararak büyük sükse yaptılar. Kefilsiz senetsiz okumaya bașladık. Șu anda uygulama 100 bin müșteriyle devam ediyor. Sevilen bir ayraç gibi her kitabın içinde.

Şubeler Karanfil Sok. No: 11 Kızılay 312 425 24 64 Atatürk Bulvarı No: 237/14-15 Kavaklıdere 312 427 24 06

A. Taner Kıșlalı Mah. 8. Cad. No: 179/1 Çayyolu 312 240 64 98

Ankuva İș Merkezi No: 18-19 Bilkent 312 266 24 01


ANKARA DAHA ÇOK GENÇ. KENT OLARAK ÇOK GENÇ. YAZILMAMIŞ BİR KİTAP GİBİ GÖREBİLİRİZ. ANKARA TARİH OLARAK DAHA ÇOK ŞEYLER DOĞURACAK.


Size de oluyor mu? Gecenin bir yarısı hiç tanımadığınız biriyle bir șeyler konușma isteği, bilmediğiniz bir mail adresine bir șeyler yazma arzusu..? Bașlıca vasfı bu olmasa da bașlıca hedefi para kazanmaktan çok muhabbet olan Sacettin İnce, kitapçılığı bașka bir șekilde öncüllemenin gerekliliğine inanarak, adam orada oturuyor nasılsa, kitap almasam da gider hasbihal ederim desinler diye nöbetçi kitapçılığı bașlatmıș. Günün sadece 4 saatini dükkan dıșında geçiriyor ve gece gündüz müșteri değil okuyucu bekliyor. Merkeze kitapçı açma kolaycılığına kaçmayıp Yenimahalle'de, Batıkent'te kitapçılar açan Sacettin Bey, 2008 senesinde Çayyolu'ndaki okur potansiyelinin Ankara'nın yüzde 25'i nispetinde olduğunu düșünerek bu bölgeyi seçiyor ve her gelene binlerce okunmuș kitap arasında kaybolma imkanı sağlıyor. Kitap almanız da șart değil, beș on paraya kiralayabiliyorsunuz da. Bu sistemle hem pahalı kitaplar elde gezebiliyor hem de kitap satarkenki üzüntüsünü hafifletiyor Sacettin Bey. Kitap satarken üzülen kitapçıların meskeni Ankara. “Ankara; binalardan, rezidanslardan șundan bundan olușan bir yer değildir. Kentlerin insanlar gibi yașanmıșlıkları, ömürleri vardır. Bunlara sırtınızı dönüp yeni yașanmıșlıklar oturtmaya çalıștığınızda kent ucubeleșmeye bașlar. Belleğini iyi korumak zorundasınız. Belleği korunmamıș kentler kadimleșemez.” Yazarın sandalyede, okuyucunun ayakta sıra beklediği imza günlerine karșın edebiyat kahvelerinde olduğu gibi, yazarların okuyucularıyla direkt buluștuğu günlerdeki gibi bulușmalar tertipleme hedefindeki Oku Yorum'a gidecekseniz bir gece yarısı, yanınızda kağıt bardak götürmeyi ihmal etmeyin. Bardak sizden çay kahve Oku Yorum'dan.

OKU YORUM Adres

Konut 1 Çarșısı 2. Kat Çayyolu

Telefon 312 241 33 70


Bürokratın Vizyonu 1989 senesinde G.O.P.’da bahçe içindeki iki katlı bir evde yașayan emekli vali Hamdullah Șükrü Kenanoğlu geçirdiği kalp krizi sonunda vefat edince, müstakil ev mahallenin çocuklarının rüyalarına girerek yıllar içinde semt halkının çeșitli uğursuzluklar yüklediği, bahçesi patlak toplarla dolan ve et yiyen sarmașıkların çevirdiği atıl bir bina olarak…

Aslında Olaylar Böyle Gelișmemiș Gerçek hikayesi bambașka. Masallardaki șekerden evlere benzeyen bu bina emekli vali Hamdullah Șükrü Kenanoğlu tarafından, kendisini okutan manevi babası adına çocuk kütüphanesi olmak șartıyla bağıșlanmıș. Șükrü Bey Siyasal Bilgiler mezunu, valilik ve kaymakamlık gibi devlet kademelerinde çeșitli görevlerde bulunmuș. Kütüphane, vasiyeti gereği 1989 yılında hizmete girmiș, 2010 yılında yenilenmiș, çocukların okuma alıșkanlıkları kazanması ve birey olarak yetișebilmesi için dekorasyon ve donanım anlamında revize edilerek rol model olușturması için halkın hizmetine sunulmuș. Bahçe, doğa ve çocuk merkezli düșünülmüș. Peyzaj düzenlemeleri yapılarak organik tarıma elverișli hale getirilmiș. İki katlı binanın alt katı 0/6 yaș grubu çocuklara üst katı ise 7/14 yaș arası çocukların kullanıma verilmiș. “Her kitabın bir okuyucusu her okuyucunun da bir kitabı vardır. Her tür kitabı bulundurmak zorundayız. Her kültürden yapıdan çocuk geliyor. Çevre çok duyarlı. Kütüphanede ödül sistemi olduğu için çocuklar okumak için yarıșır duruma geldiler.” Tahmin edilenin aksine burası yașayan bir yer. Farklı günlerde farklı etkinlikler gerçekleșiyor. Geçmiș günlerde yazar Atilla Șenkon gelmiș. Ortaya kırmızı bir ayı bırakarak çocuklardan gördükleriyle ilgili bir metin derlemelerini istemiș. Kâğıtları okumuș. Ardından farklı bir obje koymuș ve çocuklardan yeniden yazmalarını istemiș. Sonuç olarak ortaya birbirinden değișik hikayeler çıkmıș. Ali Dayı Çocuk Kütüphanesi oyun kültüründen çizgi roman kültürüne kadar zamanında zararlı görülen her aktivitenin bugün özgürce çocuklar tarafından paylașılabildiği bir atmosfer yaratarak geleceğin hikayecilerinin, astronotlarının, su ürünleri ya da atom mühendislerinin vizyonlarına değer katıyor.


ALİ DAYI ÇOCUK KÜTÜPHANESİ Adres

Nenehatun Cad. No: 57 Çankaya

Telefon 312 436 52 94

“”

Ödünç verme de bİR paylaşIMDIR. Bİz burada böyle yapıyoruz.


Ankara Bİr Sanat Kentİ”İdİ” İlkİz KUCUr 1970 lerin son yılları. ODTÜ Edebiyat Kulübü’nden bir grup arkadaș ile Bilgi Yayınevi’nin Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki bürosuna gidiyoruz. Benim dıșımdaki diğer arkadașlar oraya daha önce birkaç kez gitmișler ve Attilâ İlhan ile sohbet etmișler. Ben ilk kez gidiyorum günlerde TRT Televizyonu’nda senaryosunu büyük ustanın yazdığı Kartallar Yüksek Uçar adlı dizi yayınlanıyor. Bu yüzden medyada hemen her gün hem diziden hem de Attilâ İlhan dan söz ediliyor. Ben büyük bir heyecan içindeyim. İlk kez yazdığım bir șiirimi de yanımızda götürüyoruz. Benim göstermekten her an cayacağımı bilen arkadașlar șiiri elimden aldılar. Utanıyorum. Ben nasıl yazdığım ve șiir olduğundan bile emin olmadığım dizeleri Atillâ İlhan’ a göstereceğim? Yolda onlardan ayrılıp geri dönmek istiyorum, kolumdan tutup bırakmıyorlar. Zemin kattaki ofisin önüne geldiğimizde onlar kapıyı çalarken fırsatını bulup yeniden kaçma girișiminde bulunuyorken kapı açılıyor ve beni arkadan itiyorlar. Bilgi Yayınevi’ne yere yuvarlanarak giriyorum. Utanç içinde kalkıp dizlerimi ellerimle düzeltip, tozlarını siliyorum. Yüzüm kıpkırmızı bir halde Attilâ İlhan’ın odasına geçiyoruz. Oturduğum koltukta titreyen dizlerimi ellerimle tutmaya çalıșıyorum. Usta, gayet sakin bizime sohbet ediyor. Onu dinlerken ne çok șey öğreniyor insan. ODTÜ den mezun, yașı bizden büyük bir romancıdan bahsediyor. Henüz kitabı basılmamıș ama yazdıkları ile gelecekte çok önemli bir isim olacağından emin. Ona Fransız edebiyatının önemli eserlerini okumasını önerdiğini söylüyor. Özellikle de Roman Gary nin henüz dilimize çevrilmemiș bir eserinden bahsediyor. Sonradan dilimize Cennetin Kökleri adıyla çevrilecek romanın adını ilk kez o zaman duyuyorum. Tıpkı henüz romanları basılmamıș olan ODTÜ lü Mehmet Eroğlu’nun adını duyduğumuz gibi. Yıllar sonra Cennetin Kökleri’ni okuduğumda o günleri bu kez kitabın önsözünde bu kez Mehmet Eroğlu’nun kaleminden bir kez daha okuyorum. Sohbet sırasında genç bir kadın geliyor merhaba demek için. O da ODTÜ de okumuș, șimdi Norveç te doktora yaptığını söylüyor. Bizimle olduğu gibi onunla da sıcak bir sohbet gerçekleșiyor. Bize dönüp o genç bayanı tanıtıyor, ileride bu ismi de çok duyacaksınız diyor. Buket Uzuner ile de ilk kez o gün karșılașıyorum. Sonra arkadașlar benim de șiir yazdığımı söylüyorlar. Yayınlanmıș șiirlerimin olup olmadığı soruyor. Yok diyorum. Aslında o güne dek yalnızca kendimin okuduğu șiirlerimi yayınlatmayı hiç düșünmediğimi fark ediyorum. Șiirin yazılı olduğu kâğıdı ustaya uzattıklarında, kulaklarım uğuldamaya bașlamıștı. Sanıyorum tansiyonum da düșmüștü o anda. İșiteceğim ağır eleștirileri duymamak için bașka bir boyuta bile geçmiș 999


olabilirdim dizeleri Attilâ İlhan’a okutma saygısızlığını yaptığıma göre söyleyeceği en ağır sözleri bile hak etmiș olduğuma inanıyordum. Sonradan eșim olan Hürol Tașdelen’e döndü ve İlkiz’i de al yarın Ali Püsküllüoğlu’na gidin. “Yusufcuk’un kanat alıștırmaları bölümünde bu șiiri de yayınlayabilir” dediğini nasıl anladım duyduklarımın doğru olup olmadığının nasıl farkına vardım șimdi anımsayamıyorum. Ali Püskülloğlu ilk kez șiirlerini yayınlacağı genç șairler için Yusufçuk’ta özel bir bölüm ayırmıștı. Ben iște orada șiirimi yayınlanmıș görecektim. Hürol ile birlikte yan yana șiirlerimiz yayınlandı birkaç gün sonra basılan dergide. Bize yaptığı öneriler öyle güzel ve cesaretlendiriciydi ki hiçbir zaman unutmadım. Divan șiirini halk șiirini mutlaka okumamız gerektiğini, șiirin kendi içerisinde müziğinin olması bu nedenle sesli olarak okuduğumuz șiirimizde kulağı rahatsız eden sözcükleri çıkarmamızı anlatırken hiçbir zaman bir öğretmen tavrı takınmazdı. Çocuğum diye hitap ederdi. Geçmiș deneyimlerini anlatırken araya sıkıștırdığı sesli gülmeleri haylaz bir çocuğun yetișkin haliydi sanki. Sonraki günlerde onun her sabah saat on da Kızılay da o zaman ki gökdelenin üst katındaki Set Kafetarya’da oturup kendisi ile görüșmek isteyenlerle bir araya geldiğini öğrendim. Sabah saat on da mutlaka aynı masada oturur, gelenler ile konușur size mutlaka bir șeyler ısmarlar ama hesabı mutlaka kendisi öderdi. Bir süre sonra sabah sohbetleri için yeni yeri Kafaklıdere’de ki Tuna Pastanesi olmuștu. Yine sabah saat 10 gibi Tuna Pastanesi’nde aynı masaya oturur. Gelen konukları ile orada sohbet eder. Mutlaka bir șeyler ikram eder ama hiçbir zaman onlara para ödetmezdi. Bu arada sağlık sorunları nedeni ile doktorları Ankara’nın havasının onun için tehlikeli olduğunu söylediklerinden Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a tașındı. Sabah saat 10 da gazetelerini okuyup, gelen konukları ile sohbet etme alıșkanlığını İstanbul’da Elmadağ’daki Divan Pastanesinde neredeyse ölene dek sürdürdü. Yolunuz Divan Pastanesi’ne düșerse cam kenarında arkalardaki bir masada adının yazılı olduğu pirinçten yapılmıș bir plaket görürsünüz. O masada oturup onun dizelerinden okuduğunuzda kulaklarınıza o hınzır çocuk kahkahasını duyarsanız șașırmayın. Çünkü bu fırsatı artık Ankara’da bulamayacaksınız. Ne Set Kafetarya kaldı ne de Tuna Pastanesi. Attilâ İlhan ile tanıștığımız günlerden kısa bir süre sonra bu kez Hasan Hüseyin ile tanıștık. Aslında bizi onunla tanıștıran da Attila İlhan’dır. Bedrettin Cömert hain bir pusuda öldürülmüș.1978 yılı Temmuz’unda günlerde ODTÜ Edebiyat Kulübü olarak onu anmak istiyoruz. Onu tanıyan bir isme ihtiyacımız var. Attila İlhan a danıșıyor arkadașlar. Hasan Hüseyin’e yönlendiriyor bizi. Hasan Hüseyin ve 999


Bedrettin Cömert çok yakın arkadașlarmıș. Hasan Hüseyin çok üzgün, acısı çok büyük bu nedenle katılamayacağını söylese de Attila İlhan yeniden devreye giriyor ve çocukları kırmayalım diyor, onu en iyi sen anlatırsın. ODTÜ Mimarlık Anfisi öğrenci ve öğretim üyeleri ile dopdolu. Ayakta duracak yer yok. İște o rüzgârda savrulan beyaz saçları ile sahnede. Hasan Hüseyin yüreğindeki büyük acıya karșın bize Bedrettin Cömert’i anlatıyor. Sesinde; acının, hüznün, coșkunun ve bir dostu açılan çapraz ateșin kör kurșunları ile kaybetmiș olmanın bütün renkleri vardı. İlerleyen günlerde Hasan Hüseyin ile çalıștığı Barıș Gazetesi’nin Kızılay daki bürosunda görüșmeye bașladık. Yazdığım birkaç șiiri ona gösterdiğimde yașamımın en önemli derslerinden birisini aldım. Șuna benzer bir dizem vardı dallara yuva yapan kırlangıçlar. Dizenin altına kırmızı kalem ile bir çizgi çekmiș ve büyük harflerle șu notu düșmüștü. Bilmediğin bir konuda yazma; kırlangıçlar dallara değil çatı altlarına, pencere kovuklarına, saçaklara yuva kurar. Oysa ne kadar iyi bilirdim. Çocukluğumun geçtiği Ege Bölgesi’nde ki o șirin ilçede evlerin saçak altlarına kurdukları yuvaya önce çamur sonra da bu yuvadaki yavrularına yiyecek tașıyan kırlangıçları ne çok izlemiștim. Aradan geçen yıllar bu görüntüyü ağaç dallarına yerleștirmiș ve ben Hasan Hüseyin’in karșısında mahcubiyetten kıpkırmızı kesilmiștim. Bir gün bizi, ODTÜ Edebiyat Kulübünün üyesi olan bir grup arkadașı evine davet etti yılların koșullarından ötürü yurtdıșında yașayan ünlü yorumcu ve besteci Selda onun Koçera Vatan Șiiri’ ni bestelemiș ve bir kasete okumuștu. Evindeki eski model bir teypten Selda’nın sesinden Koçero Vatan Șiiri’ni șairi ile birlikte dinliyorduk. Hasan Hüseyin bir çocuk gibi sevinçli ve heyecanlıydı. Onu daha sonra ODTÜ yönetiminin de onayı ile kulübümüze danıșman yaptık. Düzenlediğimiz söyleșiler için ne zaman davet etsek bizi hiç kırmadan gelirdi. O zamanlar yașanan zorlu yıllar bir süre onu yurt dıșına çıkmaya zorladı. Bu süre içerisinde görüșemedik ne yazık ki… Bir gün Kızılay’da yürürken karșıdan gelen ve rüzgârda beyaz saçlarını savuran Hasan Hüseyin’i gördüm. Yeni dönmüștü. Sağlık sorunları olduğunu söyledi. Ayaküstü sohbet ettik. Eski dostların karșılașması her ikimizi de sevindirmiști. Bu karșılașmadan aylar sonra, hemen her hafta sonu olduğu gibi Konur sokaktayım. Dost Kitapevi nde kitapların arasında dolașıp, aradığım dergi ve kitapları alacağım. Dost’un önünde bir kuyruk var. İçeri giriyorum Hasan Hüseyin masada oturmuș kitaplarını imzalıyor. Filizkıran fırtınası yeni çıkmıș. Hemen kuyruğun sonuna geçiyorum. Sıra bana geldiğinde imzalaması için kitabı uzatıyorum, bașını kaldırıyor. Göz göze geldiğimizde yerinden kalkıyor, her zaman ki coșkulu sesi ile; ”Dostları görmek ne güzel “diyor. Sarılıyoruz. Kuyruktaki okurları fazla bekletmek istemiyorum. Ayaküstü kısa bir sohbetimiz oluyor, vedalașıyoruz. Ben mezun olup Ankara’dan ayrılıyorum. Bir șubat 999


günü gazetede ölüm haberini okuyorum gür beyaz saçlarını rüzgârda savuran Hasan Hüseyin aramızdan ayrılmıștı. O yıllarda Dost kitapevi Zafer Çarșısı’ndaki kitapçıların arasından sıyrılıp Konur Sokağa gelmiș ve Ankara’daki okurlar için yeni bir çekim merkezi olmaya bașlamıștı. İlk yıllar her ayın ilk haftasında panayır düzenlenir ve değișik aktiviteler ile okur ve yazarları bir araya getirirdi. Yine böyle bir gün Dost kitapevindeyim, Ankaralı șairler sözleșmiș gibi birer birer geliyor. Adnan Azar ile ayaküstü sohbet ediyoruz. Bașka kimler mi var? Akif Kurtuluș, Ahmet Erhan ve sınıf arkadașım Haydar Ergülen anımsadığım isimlerden …İçeriye gözlüklü, siyah paltolu biri giriyor. Adnan Azar,” Behçet abi” diyor. Beni Behçet Aysan ile tanıștırıyor. Sonra önce Behçet Aysan’ı kaybediyoruz Madımak’ın ateșinde, ardından Ahmet Erhan en son da Adnan Azar. Düșünüyorum da seksenli yıllardan bu güne ne çok șair kaybetmiș Ankara… Metin Altıok, Adnan Satıcı Enver Gökçe de kayıplarımızdan. Seyranbağları Huzurevi’nde yatan ve sağlığı giderek kötüleșen Enver Gökçe’yi ölmeden önce ziyaret etmiș onu yormaktan çekinerek kısa bir sohbet yapmıștık. Ankara bu kadar șair ve yazarı barındırırken elbette edebiyat dergiciliği anlamında da çok canlı idi.O yıllarda Yusufçuk, Olușum, Sesimiz, Türk Dili, Türkiye Yazıları ilk aklıma gelen bu gün bile edebiyat tarihimiz için değerlerini yitirmemiș dergiler. Olușum bir edebiyat gönüllüsü olan Hayrünnisa Kadıbeșegil tarafından çıkarılıyordu. Sayfalarında kimler yer almadı ki; Cemal Süreya, Enis Batur, Cahit Külebi, Ali Püsküllüoğlu, Ahmet İnam, Bertan Onaran, Sevda Șener, Bedrettin Cömert, Selim İleri, İlhan Berk, Ahmet Oktay , Süreyya Berfe, Metin Altıok, Mehmet Taner Mehmet Mümtaz Tuzcu, Metin Güven, Nazlı Eray, Füsün Akatlı, İnci Aral, Buket Uzuner, Fakir Baykurt, Talip Apaydın ve Ertuğrul Özkök ilk aklıma gelenlerden. Bugün Yayıncılar Birliği bașkanı olan okul arkadașım Metin Celal yayıncılık ile ilk tanıșması Olușum ile gerçekleșmiștir desem herhalde yanlıș söylemiș olmam. Sesimiz aynı zamanda kendisi de șair olan Hasibe Ayten tarafından çıkartılıyordu. Türkiye Yazıları Ahmet Say’ın yönetimde, Yusufçuk, Ali Püsküllüoğlu; Türk Dili de TDK tarafında çıkıyor ve her ay mutlaka ses getirecek ürünlere sayfalarında yer veriyorlardı. Ankara da hiç karșılașmamıș olsak bile o yıllarda yașayan birkaç büyük ismi daha burada belirtmeliyim; Cemal Süreya, Enis Batur, Bir yandan ODTÜ de üniversite yașamım devam ediyor. Ortak ders aldığımız Eftal Sevinçli aynı zamanda Yeni Türkü’nün kurucularından. Bir bașka kurucusu Derya Köroğlu o da ODTÜ de öğrenci. Gündüz derste ya da yemekhanede karșılaștığımız bu 999


isimleri akșam șimdi adı Șinasi Sahnesi olan o zamanki Çağdaș Sahne’de izliyoruz. İlk șarkılarının canlı tanıklarıyız. Eh o zaman Derya’nın saçları böyle beyaz değildi. Yıllar sonra Eftal’in cenazesin de bu kez Eftal ile birlikte Çağdaș Türkü’yü kuran șimdilerde milletvekili olan Tolga Çandar ile karșılașıyoruz.80lerde yurtların önünde sazı ile bizlere az mı türkü söylemiști. Geriye dönüp bakıyorum yılların Ankara’sına… Sanıyorum çok daha fazla sanat ve edebiyatla iç içe yașıyormușuz bugüne göre. Havası daha kirli de olsa güzellikleri yaratmada Ankaralılar daha fazla istekli imiș. Kızılay da yayalar yeșil ıșık yanmadan karșıdan karșıya geçmez, orta halli memur ailelerinin çoğu hafta sonları sinemaya ya da tiyatroya gider. CSO ve Opera Bale her konseri ya da gösteriyi mutlaka dolu salonlarda gerçekleștirirdi. Salonlarda çoğu kez merdiven basamakları bile dolu olurdu. O oyunlarda kimleri izlemedik… Macide Tanır, Haluk Kurdoğlu, Ișık Yenersu, Cihan Ișık, Cüneyt Gökçer, Ayten Gökçer… Adı anılmazsa çok eksik kalacak bir bașka kültür merkezi… AST. Küçücük salonunda oyuncuların gözlerinin içine bakarak izlediğimiz oyunlar… Zengin Mutfağı, Ana, Sakıncalı Piyade, Resimli Osmanlı Tarihi, Rumuz Goncagül ilk aklıma gelenler…Rutkay Aziz, Savaș Dinçel, Meral Niron ve AST’ın birbirinden değerli çalıșanları oyundan her çıkıșımızda bize gerçek bir ıșık seli oldular… Bilgi yayınevinin Tunalı Hilmi Caddesi’nde ki zemin katından bașlayan anılar sonun da ,AST’ın İzmir Caddesi Ihlamur Sokak’ta ki merdivenlerinden çıkıp, bugün Kızılay’ın kalabalığına karıștı… “O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler”(*) *Yașar Kemal,Yusufçuk Yusuf .

999


999


Dİ’Lİ GEÇMİŞ GEÇMİŞ ZAMAN ZAMAN EKLERİYLE EKLERİYLE Dİ’Lİ YAZILACAK TED KOLEJİ ANILARINDA İSMİNE RASTLAMAZSANIZ, YAZAN KİŞİNİN KOLEJLİLİĞİNDEN İŞKİLLENMENİZ İŞKİLLENMENİZ GEREKİR. GEREKİR. KOLEJLİLİĞİNDEN OKULA GİDERKEN, GİDERKEN, OKULDAN OKULDAN ÇIKARKEN ÇIKARKEN YA YA DA DA OKULA OKULDAN KAÇARKEN, KAÇARKEN, KAVGA KAVGA İÇİN İÇİN ADRES ADRES GÖSTERİLİRKEN, GÖSTERİLİRKEN, OKULDAN İLK ÖPÜCÜĞÜ KONDURURKEN HAFZALASINDA HÜDAVERDİ YOKSA YOKSA KİŞİNİN KİŞİNİN ORADA ORADA BİR BİR DÜŞÜNMEK DÜŞÜNMEK HÜDAVERDİ GEREKİR FOTO FOTO NACİ’DEN NACİ’DEN Mİ Mİ ALINMIŞTIR ALINMIŞTIR GEREKİR ŞAMBABALAR, MEKİKLER, MEKİKLER, POĞAÇALAR, POĞAÇALAR, EKLER? EKLER? ŞAMBABALAR,


HÜDAVERDİ Belki șimdi kolej üniversiteye dönüștü, potaları ve halı sahasının yerinde yeller esiyor ve Foto Naci zamana yenildi ama Hüdaverdi halen fırından çıkacak ürünü bekleyen müșterisini minnak bardaklarda ikram ettiği salebiyle karșılıyor. Düğün pastalarının maketten değil de gerçekten kat kat yapıldığı zamanlarda, çizgi roman Bizimkiler’in hınzır karakteri Hüdaverdi’nin kolej öğrencilerine sempatik gelebileceği düșünülerek ismi verilip açılan pastahane bugün gelișen Ankara’nın plazalar bölgesine de açılmayı bașarmıș ve zamanı yakalayan bir hizmet anlayıșıyla beraber alıșıla geldik yerinde de hizmet vermeye devam ediyor.

Ziya Gökalp Cad. No: 44 312 431 93 34 41. Cad. No: 22 Çukurambar 312 284 66 96



SATRANÇ TAKIMLARININ SAYISI 20’Yİ GEÇİNCE... 1975 yılında Milano seyahatinde alınan ilk satranç takımıyla birlikte tohumları fidana, fidanları ağaca, ağaçları ormana dönüștürmüș Akın Gökyay. Kadınların sonradan kendilerinin de anlama veremediği alıșveriș tutkularının aynısını Akın Bey satranç tahtalarına karșı yașamıș. Koleksiyon fikrini ilk zamanlar aklının ucundan bile geçirmemiș. Gittiği ülkelere özgü satranç takımlarını kim bilir bir daha ne zaman geliriz diyerek toplamaya bașlamıș. Bu tutku öyle bir hal almıș ki gümrüğe takılmamak için bavullara tașlar doldurup getirmiș. 103 ülkeden toplanan takım sayısı 412’yi bulunca Guinness Rekorlar Kitabından en zengin satranç koleksiyonu budur diye tescil almıș. Eșinin büyük desteğiyle beraber bu birikimi müzeye dönüștürme fikri hâsıl olunca Gökyay Vakfı’nı kurmuș. Sit alanı olan Hamamönü’nde arsa satın alıp dıșarıdan çok iyi restore edilmiș eski bir Ankara evi zannedilecek, içiyse modern müze anlayıșının en ufak detayına kalite yükleyerek 1008 m²’lik taș bir bina inșa ettirmiș. Bașkent olușunun 92. yılında Ankara’ya hediye edilen dünyanın en büyük ve donanımlı satranç müzesinde bașlangıçta 490 satranç tahtası bulunuyorken sayı kısa sürede 553’e ulașmıș. Öyle her öne gelen takım da toplanmamıș elbette. Tasarımla, savaș ve barıș , çocuk, medeniyetler ve ülkeler bölümleriyle ayrılan 5 ayrı bașlıkta sergilenen takımlarda neler yok ki; Saddam ile Bush, Red Kit ile Daltonlar, Gandalf ile Saruman, SSCB ile Naziler, Atatürk ile Churchill, Şirinler ile Gargamel ve daha neler neler.

...HANIM EVDEN KOVDU!

GÖKYAY VAKFI SATRANÇ MÜZESİ Adres Basamaklı Sok. No: 3 Altındağ

Telefon 312 484 85 05


Hamlakit Yaylası Hamlakit çamlarla çevrili bir yayla. Palovit yaylasından gelen bir deresi var. Samistal yaylasından gelen büyük bir deresi var. Sağ tarafta, hamlakit yaylasının yukarısında eski ismi Kotançori, ordan gelen 2 tane de ırmak var. Hamlakit yaylası bu iki dere arasına kısmıș bir yayla. İki derenin arasında bir karșı evler. Șu anda bulunduğumuz müessenin olduğu ev orada. Birde halovan var. İkiye bölünmüș bir yayla. Yaylaya Nisan 15'inde çıkılır. Șu an o kadar besicilik yok 25 30 koyun bir o kadar da sığır var. Haziran Temmuz ayında Varto șenlikleri bașlar. Buradan giden iș sahipleri lokantacılar, pastacılar sanatla uğrașan kișiler parasını kazanmıș olur. Bu arada üniversitelerin de okulların da tatili bașlar.

Buralara gelirler kahvede bulușurlar. Her akșam çok güzel bir horan olur. Gündüz dere düzü derler. Gençler kravatını takarlar, parfümleri sıkarlar oynamaya bașlar, kızlar etraflarına oturur. Türkü atarlar kızlara. Sonra sevdalıklar bașlar. Adres telefon almazlar, kașla gözle bakarlar. Her akșam 7 8 de bașlar. Saat 12 1 e kadar tulumcu arkadașlar tulum çalar. 15 gün bu böyle devam eder. Eylülün 20'sinde güz mevsimine girilmesiyle yayla yavaș yavaș sönmeye bașlar. Okullar açılır, insanların izinleri biter, ișlerine geri dönerler. Herkes evini kapatır, döner varır gurbete. Gurbete döndükleri gibi adını verdikleri bu müessesede oradaki kültürünü yașatmak isterler.

Muhlamamızı tereyağımızı yapar çökeleğimizi çıkarırız. Kış mevsimi gelince hamsi tava yaparız. İnsanlar sanki dairelerinde bir şeyden kaçmış, bir yere sığınmış gibidir. Ara sıra Rize günleri olur, evlerinden çıkarlar. Yağını peynirini alırlar. Memleket hasretini giderirler. Ankara'da Karadenizli olmak her yerde aynıdır. İzmir'de de aynıdır. İstanbul'da da aynıdır. Göç verdi Karadeniz. Hemșin'den çıkıp buralara gelenler vardır. Garsonluk yaparlar, așçılık yaparlar, komilik yaparlar. Çalıșıp para biriktirirler. Yazın yaylaya dönerler. Bir söz var bizim orda. Öl büyük derede boğul büyük derede. Kültürün de

olduğu yer büyük șehir, kötülüklerin de olduğu yer büyük șehir. Senin çocuğun büyüyor. Eğitim için liseye veriyorsun. Yüksek okuması lazım. Ankara belki sıkıcı. Köyünde dursaydı hayvancılık yapsaydı, caycılık yapsaydı bütün kadınlar saf ve cahil kalırdı. Herkes geldi buraya. Doktorumuz oldu, avukatımız, savcımız oldu. İș te bu Ankara, beğenmediğimiz Ankara.


HAMLAKİT GÖLBAŞINDA 10 SENE ÖNCE AÇILMIŞ BİR KARADENİZ LOKANTASI. BÜTÜN ÜRÜNLERİ YÖRESEL. SEFARET BİNASİ GİBİ KENDİ TOPRAKLARI ORASI. DUVARDAKİ SÖZLERDEN ALINTI YAZILARA KADAR ZAMANLA OTURMUŞ BİR MEKAN. KÜÇÜK DÜKKANDA YER BULMAK KOLAY DEĞİL. BÜYÜK DÜKKAN DAHA SAKİN. YEMEKLERİ ÇOK GÜZEL. MİMARI MAKETLER GİBİ YAYLANIN BİR ÖLÇEĞİ. KARADENİZ’İN TAKLİDİ.

HAMLAKİT -

Şubeler Ankara/Konya Yolu Gölbașı Shell Benzinlik İçi 312 484 85 05

-

Gazi Osman Pașa Mahallesi 403. Sokak 2/18 Gölbașı 312 484 85 25

-


“” Anneannem şey derdİ; gÜzel yemek yapmak İstİyorsanIz yemekle bİrlİkte pİŞeceksİnİz. Hakİkaten Öyle, her Şey İÇİn olduĞu gİbİ yemek İÇİn de zaman ve sabIr gerekİyor.

İș yoğunluğu arasında veya sonrasında kebaptan, pizzadan, hızlı yemek yemekten bıktıysanız margarini, çeșniyi, kremayı mutfağına sokmayan ve zengin zeytinyağlı çeșitleri, az etli çok sebzeli tereyağlı yemekleri arıyorsa mideniz, Mantar size hülyalara ekmek banmayı vaad ediyor. Mekana girdiğiniz andan itibaren, annelerinden aldıkları el lezzetiyle ișleten iki hanımın; Gülten Saltık ve Betül Yergin’in güvencesindesiniz. 96’dan bu yana lezzetini ve ahșap ağırlıklı atmosferini koruyan mekanda yalnızca tencere yemekleri pișer. Elazığ, Antep, Maraș, Karadeniz yemekleri, Ege zeytinyağlıları, efsane çorbaları, soslarını kendi yaptıkları tatlıları seçim yapmakta sizi zorlasa da tüm hafta boyunca farklı tabaklar yiyebileceğiniz Mantar’da, her hafta 3-4 gün uğranan semt pazarlarında mevsimin en taze nebatları kullanılır.


MANTAR MANTAR EV YEMEKLERI

EV YEMEKLERİ Adres

4. Cad. 727. Sok. No:1/A Çankaya

Telefon 312 440 09 78

Çalıșan kadınların en büyük sorunlarına da çözüm getirir. Sabah ișe giderken boș tencerenizi bırakırsınız akșam ișinize dönerken de dolu tencerenizde arzu ettiğiniz yemeği bulabilirsiniz. Yediği yemeği söylemeden önce “ayıptır söylemesi..” deme terbiyesinden, Instagram’da “herkes görmeli filtresini” arayanlara evrileceğimizi kimse tahmin edemezdi Terbiyeli zamanların terbiyeli yemekleri için Mantar, acelesi olmayanların mutlaka uğraması gereken bir mekan.


Kasım dedİ mİ Ankara'nın yollarında martılar olur. İkİndİye kadar balık halİnde, akşam üzerİ su görmek İçİn Mogan Gölü'nde. Bazen can sıkıntısı ya da balık azlığı varsa Mamak Çöplüğü'nde. Kışın, İyİce dİbe gİden balığı kasadan yemek varken zahmetsİzce, denİz ne kİ, ekmek parasına gelİyordu artık her sene martılar başkente.


GRİ MARTILAR GÖKÇER TAHİNCİOĞLU Denizsiz kentlerin kaderidir gri. Ne diyordu Orhan Veli: "Gemlik'e doğru denizi göreceksin, sakın șașırma" Hangi yönden, nereye doğru gelirsen gel șașırtmaz Ankara, yani genelde. Denizi göremezsin. Geldiğinde Șap Enstitüsü'nü görürsün, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nü, ilk Meclis'i, ikincisini, üçüncüsünü görürsün. Çankaya Köșkü'nü, șimdilerde Beștepe'yi görürsün, denizi göremezsin. Geçelim denizi, Konya'ya doğru gitmiyorsan su bile görmen mümkün değil. Ama sakın șașırma, martı görebilirsin. Martı görüp de denizi arama. Ki zaten dikkatli bakmadan, emin olunamıyor da o kușların martı olduğuna. *** Martılar, Ankara'daki göçün en son halkası. Peki bozkırın ortasında, sadece devletle anılan, tarım, hayvancılık, denizcilik yapılmayan, iș dünyasının dudak büktüğü bir kent neden göç alır? Onca güzel, havası hava, denizi deniz, gölü göl kent varken, Ankara nasıl olur da Anadolu'yu çeker kendisine. Elbette, yanıtını vermek de kolay bu sorunun bu memlekette: Fukaralık. Daha küçücük bir kasabayken mi mutlulardı insanlar Ankara'da, yoksa șimdi mi bu kalabalıkta? Bakmayın, sorduğunuzda "Ankaralıyım" diye kasılanlara. Cumhuriyet'in daha ilk yıllarından itibaren, ülkenin nüfus artıș hızı neyse, onun 3-4 katı hızla büyümüș Ankara. Bașta gelenleri anlamak kolay. Herkes burada, her șey burada. İstanbul'da ne var? Ve lakin, 1920'li yıllar bittiğinde de durmamıș artıș. 30'lar, 40'lar, 50'ler, 60'lar, 70'ler boyunca Türkiye'den hep fazla büyümüș bașkent. Ama öyle İstanbul gibi "Tașı toprağı altın" diye değil. Komșular gelmiș bir kere öncelikle. İçlerinden biri memur diye atmıșsa kapağı bir devlet kurumuna, önce büyükçe 999


ailesini, sonra akrabalarını tașımıș, sadece en yașlıları bırakarak memlekette. Önce ilçelerden bașlamıș göç, sonra çevre illerden. Sonra bir bakmıșlar ki Çorumlular, Yozgatlılar, Nevșehirliler, Kırșehirliler mahalleleri olușmaya bașlamıș. Önce gelip arazileri çevreleyen, sonra o arazilerin üzerindeki gecekonduya kat çıkan, esrarlı, gece lambalarının bile düșük voltajla yandığı sokaklar kuran, uzak, yakın olsa bile kent merkezine yaklașamayan binlerce insanın oturduğu mahalleler olușturanlar, Ankara'yı da yavașça metropol olmaya doğru itmiș. Șehreküsenler" yani varoșların olmadığı bir metropol olamazdı. Rant alanlarının olușmadığı, durduğu yerde toprağın çok daha değerli olmadığı, șehirden uzak tutulmak istenenlerin birikmediği kentlerin metropol olma șansı yoktu. Öyle de oldu. Ankara, önce devletin merkezi olduğu için cazibe kapısı olurken, giderek umudu kalmayanların, doyduğu yerde ekmek bulamayanların da umuduydu. Peki geldikleri Ankara, gerçekten bir umut muydu? *** Yakın illerden Ankara'ya göç etmenin fazla zorluğu yoktu. Memleketle bağlar kopartılmadan, erzaklar oradan getirilerek, güç koșullarda da olsa bir yașam kurulabiliyordu. Yavaș yavaș devlette yer bulunabilirse, o ailenin kalkınması da o kadar kolay oluyordu. Kentin gecekondu bölgeleri böyle böyle doldu. Merkezde ise Nevzat Tandoğan'ın valiliğinden itibaren farklı kurallar geçiyordu. Atatürk Bulvarı'na, belki İstiklal Caddesi özenmesinden olacak, iyi giyinmeyenler çıkamıyordu. Kavaklıdere, Așağı Ayrancı, Kızılay ve Ulus hattında sadece bürokratlar, çocukları, taze veya eski zengiler oturabiliyordu. 70'lere kadar bu denge çok fazla bozulmamıștı ki yoksullar o dönemler de önce Ulus'u, sonra Kızılay'ı fethetti. Varoșlar, büyük mahallelere dönüșürken, bozkırdan, bozkırın gelișmiș kentine göç edenler de yavaș yavaș zenginlești. *** 80'lerden sonra ise bir de daha uzaktan gelenler belirdi. Artık Ankara'nın doyma noktasına geldiği, nüfus artıș hızının Türkiye

999


ortalamasıyla eșitlendiği zamanlarda, savaștan, ayrımcılıktan, beter yoksulluktan kaçanlar Ankara'ya geldi. Çoğu İstanbul'a giden "ötekiler" hemșehri dayanıșmasının yoğun olduğu mahallelerde de kabullenilmedi. Onların yeri, ayrı, daha farklı mahallelerdi. O yüzden hala duruyor Ankara'da ötekilerin mahalleleri. Kürtler, Aleviler, Romanlar, "öteki" mahalleleri seçti ya da daha doğrusu buralar onlara seçtirildi. Bunlardan çok azı, Ankara'da muteber "mahalle" olabildi. Ege Mahallesi, İstanbul'da Gazi Mahallesi gibiydi. Sokaklar devrimci, orada doğanlar potansiyel "tehlikeli". Polis panzerleriyle girilebildiği söylenen Çinçin ve Yenidoğan ise Tarlabașı. Orada gölgelerinden korkulan ve ancak inadına güzel șiir okuyanlar, orada bir biçimde suça karıșan ancak suçtan bașka bir șey görmeden yașamak zorunda kalanlar, orada bizim için katil, hırsız, fahișe, onlar için "Kamil abi, Murat amca, Ayșe abla" olanlar yașayabiliyordu. Aileleri vardı ve ancak Ankara'nın kalan kısmı, orayı güvenlik önlemleri altında bir turistik geziye gider gibi gezebiliyordu. *** Büyüse de tașralılığı bırakmayan Ankara'da gri, gelenin de üzerine bulașıyordu. Devlet kapısı olarak bakılan kentte, hemen her aileden birileri bir biçimde devlete bulașıyordu. İlerleyen yıllarda ise büyüyen kentte, kimse devlete sığmıyor, Ankara'dan bașka kentler için kadro bulunması șans sayılıyordu. Kentin merkezleri artsa da Kızılay'dan her yere gidebilme özelliği değișmiyordu. Ve İstanbul'un ağır gölgesini üzerinden atamayan kentteki dönüșüm de elbette kötü bir kopya gibi yașanmaya bașladı. Bașlangıçta, yeni ve yașanılır mahalleler kurmak üzerine șekillendirilen ve Batıkent gibi yeni yerleșim alanlarına sahip olmaya bașlayan Ankara'da, 90'lardan itibaren kentsel dönüșüm, yıllarını gecekonduda geçirip, artık kent merkezi gecekondunun kapısına geldiğinde daha iyi yașam koșullarına sahip olmayı umanların, daha dıșarıda yerlere atılmak istenmesiyle yașanmaya bașladı. Gecekondular satın alınıyor, dev konutların en itibarlı yerlerine en çok parayı verenler yerleștiriliyor, kabul ederlerse gecekondu sahiplerine en eğreti daireler ve konumlar veriliyor, yüksek aidatlı sitelerde yașamaya dayanamayanlar, daha uzağa, yeni

999


ve zorlu bir yașama bașlamaya mecbur bırakılıyordu. Dikmen'de, Ege Mahallesi'nde, Çinçin'de yașayanlar için artık yașadığı yeri terk etmeme mücadelesi, yașamak mücadelesinin de önüne geçmeye bașlıyordu. Nüfus artıș hızı asalsa da İstanbul'dan sonra göç almada ikinci sırada gelmeyi sürdüren Ankara'da, yeni gelenler artık diğer ötekilerin yanına ekleniyor, bașkentte kendine bir yer bulmak için çırpınıyordu. Ve elbette, çevresi, merkeze göçtükçe, bölgede tarım yapılabilen çok da verimli olmayan büyük alanlarda da çalıșacak ișçilere ihtiyaç vardı. Mevsimlik ișçilerin Ankara'ya göç kapısı da böyle açıldı. Mevsimlik ișçiler herkesin boșalttığı tarlalarda çadırlarda yașayıp, Kızılırmak'ta boğulup, bozkır soğuğunda geceyi geçirip, okumadan, sigortası olmadan, doğru düzgün maaș alamadan her baharda Ankara'ya gelmeye bașladı. Ankara'nın çevresinde artık çadırlarda kalan geçiciler, Ankara'nın merkezinde ise çevreden gelip artık kendisini bașkentli sayan yerliler vardı. Elektro sazın güçlü sahipleri, bir anlamda kültürü bir türlü olușamayan Ankara'ydı. Grinin yanına yerleșen elektro bağlama, pavyonlar ve sadece Ankara havası çalınan ve rahatça oynanan mekanlar kentin göçle "kazandıklarıydı". *** Kimselerin içini ferahlatmaya yetmeyen bașkentte, hemșehriler, üniversite arkadașları, aynı kurumlarda çalıșanlar birbirini keșfetti. Aslolan, mekanın değil sohbetin güzelliğiydi. Ve o sohbet bir zaman sonra denizi özlerdi. Kasvetli ve esrarlı bir gri, mutlaka kalplere zuhur eder, mutlaka sohbetleri sonradan özleyecek o kișilerin tamamını grileștirirdi. Martılar iște o zaman fark edildi. Sesleri aynı, boyutları aynı, uçușları aynı, durușları aynı ama renkleri griydi. Göç etmenin ve denizi bulamamanın hırçınlığı, karnını doyurabilmenin "șükür dualarıyla" birleșiyordu ki martılar Ankara'ya șöyle bir gelmeyi alıșkanlık edindi. İstanbul ve Samsun'dan gelen balık kasalarını tașıyan kamyonların peșinden bașkente kadar gelen martılar, Balık Hali'ni mesken tutuyor, her gün yeni gelen kasaların üzerindeki balıklarla besleniyordu. Denizde bile bu kadar balık olamazdı. Kasım dedi mi Ankara'nın yollarında martı vardı. İkindiye kadar balık halinde, akșam üzeri su görmek için Mogan Gölü'nde. Bazen can sıkıntısı ya da balık azlığı varsa Mamak Çöplüğü'nde. Kıșın, iyice dibe giden balığı kasadan yemek varken zahmetsizce, deniz ne ki,

999


ekmek parasına geliyordu artık her sene martılar bașkente. Bahar gelip de balık bitti mi dönüyorlardı denize. Martılar için balık hali, bir kamu kurulușunda ișe girmek gibiydi. Tayinin çıkıyor, karnını doyuruyorsun ve ișin bittiğinde memleketine dönüyorsun. Ve denizi göremediğinden belli ki çöplükte, bazen eski hipodrumun genișliğinde dinlenip, sohbet ediyorsun. Griye dönmüș martı kardeșini fark ediyorsun. Ya da ayrıntının güzelliğini. Öyle kendiliğinden değil, emekle güzelleștirilen yerleri, bozkırın soğuk rüzgarında sokulup da birbirine üșümemeyi, denizlerden gelen uzak esintiyi, sokaklardaki hüzünlü kimsesizliği, karla ıșıldayan eșșiz caddeleri ve uzaktan uzağa kendini sevdiren elektro bağlamanın sesini. Ankara bu, martıyı bile kendisine getirir. Gecesi gizemli, kıșları așık, yazları sıcak ve kurak ama yașayanı bırakmaz bir hikayedir tüm mevsimleri.

999


“Her şehrİn kalbİ vardır. İlk kalp Ulus’ta atıyordu. Sonra o kalp Kızılay’da attı. Şİmdİ Kavaklıdere’de Tunalı’da atıyor.”


ÇANKAYA LOKANTASI Adres Hoșdere Cad. No:228 Çankaya

Peçete niyetine kullanılan pembe kağıtlar, metal sürahiler, çinko ağızlı cam tuzluklar kalmadı belki ama esnaf lokantasının dokusunu koruyan yerler hala var șehirde. Kafa kağıdında 2. sınıf lokanta yazsa da birinci kalite yemek ve efsane Ankara dönerinin yeridir Çankaya Lokantası. İsmet İnönü zamanında köșkün mutfağına kalfa olarak giren Osman Bey, tam dört Cumhurbașkanına hizmet verdikten sonra 73 senesinde açıyor lokantayı. Șimdi çocuklarının ișlettiği Çankaya’da, Osman Bey’in öğüdü üzerine hiç kadın çalıșmıyor. Atakule’nin hiç edildiği, Dreamland’in artık hayalleri süslemediği ve her yana modern markaların açıldığı günümüzde Çankaya Lokantası her zamanki gibi önünde sıra beklenen, bașkalarıyla sofranı paylaștığın ve öğle üzerine kalırsan dönerine yetișemeyeceğin bir mekan olarak seni bekliyor. Yolunuzu Çankaya Lokantası’ndan geçirirseniz unutmamanız gereken bazı hususlar var; dönerde kıyma kullanılmaz, sumaklı soğan istenir, tatlısına yetișmek için erken gidilir, kredi kartı geçmez ve ikinci porsiyon için cepler kurcalanır.

Telefon 312 438 24 96


“”

Biz Cici Cupcake olarak bașladık, çok da seviyorduk ismimizi. Herkes ‘Cici Cici’ diye lakap takmıștı, baya da yayılmıștı. İsim tescilde bir talihsizlik oldu daha önceden kurulmuș bir ișletme olduğu için itiraz hakları vardı. Logoyu sabit tutarak ismimizi değiștirdik ve 2011 yılında bașladık bu ișe. Daha çok sipariș üzerine yapıyorduk, sonraları müșterilerimizin talepleri üzerine șubeleșmeye bașladık. Șu an 4. șubemizi açtık. Cupcake önceliğimiz, ardından kurabiye, pasta olarak bașka ürünlere de yetișmeye çalıșıyoruz. Ankaralı’yı cupcake ile aslında biz tanıștırdık diyebiliriz. Kurslarımızı açtık, tariflerimizi paylașmaya bașladık. İlk satıșa çıkardığımzda bu ne? Yeniyor mu? gibi sorularla karșılașmıștık. Güzel tepkiler aldık.


D’LİSH CUPCAKE Şubeler

Kek Denemesi Renk ve formun uyumuyla gün ıșığına çıkan bu kekler komșulukların yașandığı apartman kültüründe olsaydı ellerindeki defterlere Oreo yazan teyzeler ve tiramisu tarifi veren kadınlar mutfak devrimi yașardı. Buna bağlı olarak kısırdan, katmere lahana sarmasından revaniye uzanan bir uzayda özenle hazırlanan ikramlar belki hiç olmayacak, çoluk çocuk ve torunlar tarafından hiçbir zaman bilinmeyecekti. Bir kușağın tencere yemekleriyle büyüdüğü sofralarda zevkler ve renkler damak tadında çeșitlilik gösterse bile, farklı ellerden çıkan melez ikramlar Anadolu ağızları gibi farklı kültürlerin insanları tarafından kolaylıkla benimsenip yenilir yutulur kalacak. Varoluș biçimi gibi evimize giren pop dünya, yașlıların kıyafetlerinden takılarına kadar tekrar moda olurken konu aynı kulvarın mutfak tarafında fetret devrine girdi. Ev yapımı kurabiyeler, mozaik pastalar giderken, cupcake devrimi bașladı. El iși gibi ince ince ișlenen keklere evrensel temalar dokununca geçmișin kabul günü gençler arasında revize edildi. Bugün her iki kușak da ağırlamayı seviyor. Kimisi dıșardan alırken kimisi evde yapıyor. Konu D’lish’e gelince Cupcake bașlı bașına bir ar-ge, deneysel bir yolculuk… Çayla kahveyle değil Instagram’la gidiyor. Rengarenk görseli Anadolu’ya benziyor. İșin mutfağı bir bașka, erkek almıyorlar içeri. Kadın eli değen keklerden hiperealist bir evren.

Angora Blv. No:160 Beysukent 312 240 72 92 Bülten Sok. No:12/E Tunalı Hilmi Cad. 312 468 68 78 Armada AVM No: 6 Kat: -2 312 219 15 51


Suçlu Kİm? Yusuf Aslantaş Aslında her șey eskimiș montlarımızı ve kazaklarımızı delip geçerek incecik derilerimizden sonra, boș midelerimiz ve ciğerlerimizi dolduran Ankara ayazıyla bașladı. Bu șehri suçlayamayacak kadar çok seviyorduk. Ama bu kadar üșümeseydik herhangi bir sokağın yine herhangi bir köșesinde oturup bir cigara sarar, arabesk șarkılarla kendi gençliğimizi o sokaklara adamanın çaresizliğini yașardık. O sokaklar ki bize ev diye, aile diye sunulan; aslında, bir oda bir salon kalabalıktan bașka ve kaçak elektrikten ve yașlı anne babanın fakir sevișme seslerinin duyulduğu odadan bașka hiçbir șey ifade etmeyen gecekondudan öte, dünyaydı. Bu nedenle de biz kedileri ve sokak köpeklerini ve gece geç saatlerde kürtçe türkülerle gezinen çöpçüleri bir bașka severdik. Aslında iyi çocuklardık biz. O gün tüm namazlarımızı kılmıștık. Kafası iyi olmasına rağmen tekerlekli sandalyesiyle Dedo bile... Dedo'ya Allah'ın onu anlayacağını söylerdim. Allah'ın onu anlayacağını ve sorumlu tutmayacağını... ve Dedo tekerlekli sandalyesinde balisini çekerken sakat bir inançla bakardı gözlerime. Dedim ya biz iyi çocuklardık. Sağlamdık ha. Yalnız Dedo o yarım aklıyla beș sene evvel girdiği uyușturucu komasından sonra sakat kalmıștı. Ben de sağ kasığıma aldığım bir bıçak darbesinden sonra topallıyordum. Sançes sağlamdı ama onun da annesi Diyarbakır șivesiyle öleli bir sene olmuștu. Orospuydu ama biz delikanlı çocuklardık. Hiç lafını etmezdik. Sançes de bilmiyormuș gibi yapar müșterileri görmemek için gece yarılarına kadar sokaklarda dolașırdı. Bu yüzden Kendimizden öte Sançes'in annesine üzülürdük. Evlerine her gittiğimizde içeride soluduğumuz tüm mahalle erkeklerinin ter kokularının arasında, sürekli bașı ağrıyan bir kadın görürdük. Yalnızca o loș ıșıkların arasında ''bașım ağrir, bașım ağrir'' diye inleyen bir kadın... Ve o zaman acının șivelerini öğrendik. Biz iyi çocuklardık. O gün tüm namazlarımızı kılmıștık. Bizden her iki saatte bir, yol üstü çevirmelerde, yalnız kimliklerimiz isteniyordu. Biz de bu nedenle insanlığa kimliklerimiz haricinde hiçbir șey veremiyorduk. Oysa ben yetenekliydim. Üniversiteyi ikinci sınıfta bırakmıștım. Bir kaç dergide Çinçin’e dair hikayeler yazıyordum. Dedo'ya bu hikayeleri okuyordum. Dedo'ya bu hikayelerin bir gün bizi kurtaracağını hatta dünyayı değiștirebileceğini söylüyordum. Ve Dedo sakat bir umutla bakıyordu gözlerime. Aslında bu ișle Ankara ayazının hiçbir ilgisi yoktu. Ama Çok üșüyorduk. Dedo sakattı. Sançes, annesi öldüğü halde hala geç saatlere kadar sokaklarda dolașıyordu. Ben o kavgadan sonra hep topallıyor ve attığım her adımda sağ ayağımın yine sağ tarafa doğru yüz seksen derecelik bir yarım daire çizerek önü bulmasını izliyordum. Aklımın ve ruhumun sağ tarafı geçtiğimiz sokaklara yarım daireler bırakıyordu. Kimsesizdik. Ev denen o karanlığa dönmek istemiyorduk. Yaralı ve aç köpekler gibi soluk soluğa dolașıyorduk sokakları. Gördüğümüz her kızın gözlerine ve götlerine çok eski ve așina bir hasretle bakıyorduk. Bir belgeselde izlemiștim, Irak savașında iki bacağını kaybetmiș bir Amerikan askeri güzel bir kızla 999


öpüșüyordu. Bu șehirde kimse bizle öpüșmüyordu. Sağlam olsak da öpüșmüyorlardı. Çünkü yașamıyorduk. Ve yașamadığımız Dünya'nın kurallarıyla yargılıyorlardı bizi. Muaasır medeniyetler diyorlardı... çalıșkanım... ileri gitmektir diyorlardı. Bu kelimelerin hiçbirini anlamıyorduk. Üç kürt çocuğuyduk ama hepimiz Türk sanıyorduk kendimizi. Bu nedenle kürt kelimesinin baș harfini küçük yazmak canımı sıkmıyordu. Aslında iyi çocuklardık biz. O gün bütün namazlarımızı... Dedo sakattı. Mahallenin imamı bile Sançesin annesini... Sançes çamașır suyu, Sançes döl kokuyordu... Çok üșümüștük. Her șeyi ben planladım. Her șeyi çok önce planladım. Henüz okulda, sınav kağıtlarıma Çinçin’e dair hikayelerimi yazıyordum. Bana sorulanlara verilecek bașka bir cevabım yoktu. Çünkü yașamıyorduk. Çünkü Sançesin annesi ölmeden hemen önce son bir iș almıștı. Sınav kağıtlarımda noktalama ișaretlerine ve yazım kurallarına uymak istemiyordum. Her șeyi ben planladım. Birden sandalyesinden tutup Dedo'nun 'bu gün kurtuluș var' dedim. 'Bugün özgürlük'. O gün aç kurtlar gibi indik șehre. Önce üç kișiyi gasp ettik. Sonra bir araba kiralayıp Dedo'nun sandalyesini çöpe attık. Sançes arabayı sürüyordu. Ben yan koltukta Yenidoğan'dan çözdüğümüz Hatay cigarasını sarıyordum. Dedo... Dedo sakattı. Birkaç saat içinde üst üste attığımız haplardan dișlerimizi kırarcasına sıkmaya, sonra her önümüze gelen yerde kusmaya, ağlamaya ,sıçmaya bașladık. Trafik ıșıkları ve tabelalar birdenbire koca mavi dolmușlar oluyordu. Yön duygumuzu kaybediyor, nerede olduğumuzu çoğu kez hatırlamıyorduk. Yol kenarlarında değișik canavarlar, kaplanlar ve balıklar görüyorduk. Bazen arabadan inip kalabalık caddelerde, Dedo'yu sırtlayarak insanlara çarpa çarpa koșuyorduk. Eğlence mekanlarının, köprülerin ve büyük binaların önünde; terden, pislikten tel tel açılmıș saçlarımız ve bembeyaz olmuș benzimizle avaz avaz bağırarak topluma kendi yarattıkları bu hasta ruhlarımızı çırılçıplak göstermenin hazzını yașıyorduk. Kimsenin bizi umursadığı yoktu. Sadece garip bir korku ve iğrenmeyle bakıyorlardı yüzlerimize. Ve biz de tüm bu korku ve iğrenmelere karșı içli ve ağız dolusu küfürler ediyorduk. Sanki yașamaya bașlamıștık. Sanki bir küfür daha etsek tüm șehir önümüzde diz çökecekti. Çeșit çeșit polislerin önünde bile eski bir alıșkanlıkla susmaktan ve bașımızı öne eğmekten vazgeçmiștik. Ardarda içtiğimiz haplardan, cigaralardan ve biralardan öte bizi bu umursamazlık çıldırtıyordu. Bizi toplum çıldırtıyordu. Bizi parklarda el ele dolașan sevgililer, oğluna ayakkabı alan babalar, bakımlı ve eskimemiș anneler, bizi İstanbul türkçesi, bizi sağlam bacaklar ve sağlam elbiseler çıldırtıyordu. İstisnasız herkese el açan dilenciler bile yanlarından geçtiğimiz zaman aceleci bir sessizliğe bürünüyor, arkamızdan gelecek insanlara hazırlık yapıyorlardı. Tüm elleriyle ,tüm yüzleriyle șehir; bizi atmak, örselemek, kusmak istiyordu. Biz de inatçı bir tümör gibi onun tüm sokaklarına doğru büyüyorduk. Birkaç saat sonra özenle ıșıklandırılmıș sıra sıra, olanca sessizlik ve huzuru içinde villların önünden geçtiğimizi farkettim. Sançes arabayı durdurdu. Koșmaktan sıkılmıștık. Her șeyi ben planladım. Sançes'e Dedo'yu alıp arabadan inmesini söyledim. Bugün yașayalım dedim. Bugün... Bugün ölelim... Sançes sanki her șeyi anlamıș gibi onay verircesine 999


bașını salladı. Çenelerimiz patlamanın vermiș olduğu bitkinlikle birbirine vururken, kırk derece ateșle ve gözlerimiz yuvalarında hızlı bir salınım hareketi izleyerek villaların arasına karıștık. Sançes Dedo'yu sırtına almıș peșimden ilerliyordu. Onlara beni beklemelerini söyleyerek yanlarından ayrıldım. İçinde bulunduğumuz sitedeki en huzurlu evi aramaya bașladım. Kocaman, koskocaman bahçeler... Bakımlı tertemiz... İçlerinde antik bir sergiyi andıracak derecede garip, büyük heykeller... Bodur çam ağaçları... renk renk çiçekler... mangallar, fıskiyeler, salıncaklar... Köpek kulübeleri ve köpekler... Bizi mahkum ettikleri o karanlığı düșününce... Dedo'nun annesi o tekerlekli sandalyeyi almak için bile kaç kez Kaymakamlığa gidip gelmiști. Sançes'in annesi kaç erkeğin altında Diyarbakır șivesiyle inlerken Sançes, her gece ama her gece üșüyerek ve ağlayarak kaç sokağı adım adım gezmiști? Onlara bu masal diyarında düș dolu bir hayat sunulurken bizim neyimiz vardı? Bu karanlığa niçin sarıldık. Geri dönüp Sançesi ve Dedoyu aldığımda ve o huzurlu aile evine sırtlanlar gibi bize biçilen rolle girdiğimizde; kadını, kocasını ve iki körpe kızını bağlayarak saatlerce dövdüğümüzde; Dedo bize sakat bir zerzenișle yalvarırken, Dedo ağlarken, Sançes kadının ve iki körpe kızın yüzlerine ișediğinde neden kalbimizde merhamete dair hiç bir iz bulamadık? Bize bunu yaptıran neydi? Biz iyi çocuklardık aslında. O gün babasının gözünün önünde o iki kızın ırzına geçtik. Sonra adama zorla uyușturucu içirdim ben. Bunların bir hayal, bir rüya olduğuna inandırdım. Sonra, o da kalkıp kendi kızlarının ırzına geçti. O gece kızları Sançes'in annesi kadar eskittik. Sançes kızları becerirken; ince bacaklarının ve belinin ileri geri hiddet dolu hareketiyle bedenlerini sarsarken 'Bașım ağrir, bașım ağrir' diye bağırarak ağlarken; bize ve dünyamıza ait tüm karanlığı kasıklarına boșaltırken suçun kimde olduğunu düșünüyordum. Șimdi sayın abiler Hıdırlıktepe'nin dipsiz bir falezi andıran karanlığında ölmeden hemen önce bu satırları yazıyorum. Dedo'yu az önce uçurumdan așağı attık. Sançes bileklerinden akan oluk oluk kanla anne özlemi çekmekte. Ben son hikayemi yazıyorum. Aslında Ankara ayazının bu ișle hiçbir ilgisi yoktu. Biz iyi çocuklardık aslında. Daha o gün tüm namazlarımızı... Sançes her geceye onlarca sokak sığdırıyordu. Dedo...Dedo sakattı...Peki șimdi soruyorum size sayın abiler suçlu kim? Bok mu? 29.12.2014 , 01.03 pazar.

999


999






Kentin mekanlarını kișiselleștirip bir davette topladağınızı düșünün. Salona adımını attığı anda gözlerin ister istemez çevrildiği Twiggy Lawson etkisi yaratırdı ortamda Siyah Beyaz. Öyle kendine has öyle munis ve öyle vamp bir yer burası. Galerisini bilenin barını zaten bildiği ama barını bilenin galeriyi belki bildiği, Beșiktaș’ın 92 kadrosuna benzer bir kadroyla üzerine film çekildiği, Ankara’nın kültüründe olan beraber olma, bir yere toplanma özelliğinin vücut bulduğu bu yerin kapısı demirden değil ama Bakır’dandır. Tabelası, reklamı olmayan Siyah Beyaz’a herkes gelsin istenmez. Herkes de alınmaz. Kapıyı çalarsınız ama açılır mı açılmaz mı orasının garantisini veremiyoruz. Zaten herkesi memnun etme gayretinde olan bir yer de değil. Yalnızca bilmesi gerekenlerin bildiği, alt katta kendini caz ve blues ritimlerine kaptıranların, üst katta șarabımı içeyim, pozumu vereyim, beni görsünler diye takılanların değil gerçekten sanat izleyenlerin kendiyle baș bașa kaldığı bu yer Ankara’nın fanusu olmuș zamanla.


SİYAH BEYAZ Adres Șili Meydanı No: 3/1-2 Kavaklıdere

Telefon 312 467 72 34

“BİR Ütopyam var: Ankara’dan tAŞInan herkes gerİ DÖnse Ankara DÜNYANIN en GÜZEL yerİ olur.” Gazeteciler, siyasetçiler barın etrafında oturmuș tartıșmıș, yeri gelmiș kavga etmiș, 9 sene boyunca Hacettepe Güzel Sanatlarda adına ödüller verilmiș, ilkokul çocuklarına resimlerinizi burada yapın diye kağıt kalem verilmiș, GSF öğrencileri arasında “orada sergi açabilirsen yürürsün” algısı doğurmuș. Belki kültür sanat konusunda Ankara’yı tek bașına doyurmamıș ama Türkiye ve dünyadaki sanata ulașma konusunda hep ana yemek olarak kalmıș. Sırrı ise kurum kimliğine bürünmeyip, anne baba ve kızdan olușan bir aile müessesi olarak kalmasında. Uzun yıllar Siyah Beyaz’ı bugüne tașıyan Sade çifti, șimdi kızları Sera Hanım’a bırakmıșlar dükkanı. Sera Hanım ise üst kușaktan aldığı birikimi kendi jenerasyonuyla harmanlayıp olușturulması güç bir sentezle kaliteyi ileriye tașıyor.


İlk İçenler Efsanesi

1978 yılında sıcak Anadolu șehirlerinden okumaya gelen birkaç öğrenci yoğun kar yağıșı altındaki șehirde pencerelerin arasından uluyan rüzgarın peșine takılarak acıkan çakallar gibi șehrin diplerine inmișler. Cadde isimlerinin kaybolduğu, sokak tabelalarının paslandığı yollarda gezerken tipinin etkisiyle hızlanan kar yağıșının ortasında konușmaları yavașlarken kan donduran soğuğun etkisi zihinlerini bulandırmaya bașlamıș. Çankaya sırtlarına geldiklerinde fıșkıran suların olușturduğu dikitlerin altından bulvarın ortasına doğru yürüyen kuğuları görünce önce sanrı zannetmișler. Rüzgar șiddetini arttırırken, sallanan lambaları izleyerek hipnoza girmiș gibi bilmedikleri bir yöne sapmıșlar ve uzak ıșıklara ilerleyen su kaplumbağaları gibi karșılarına çıkan ilk bara girerek blues ritimlerinin etkisiyle atmosferin rehavetine kapılarak bir modaya inanır gibi ilk kez fıçı bira içmișler. Bardaktan çözülen buzlara benzeyen șașkınlıkları ağır ağır erirken ceplerinden çıkardıkları anahtarlarla o günün anısına isimlerini doğum tarihleriyle beraber ıslanan tahta sıralara kazımıșlar. Gecenin belirsiz bir saatine doğru bardan ayrıldıklarında sarhoșluğun verdiği rahatlıkla bir binanın bodrum katında süresiz bir uykuya dalmıșlar. Masanın üzerine kazıdıkları isimler yıllarca oturan insanların dirseklerinin altında anılar gibi unutulurken, 34 sene sonra karlı bir geceye uyanıp aynı masayı bulduklarında isimlerini görerek tıpkı kendileri gibi mekanın da zamanda uykuya daldığını düșlemișler. Kıtır aslında bir pub fakat çevrede çalıșanlar için öğle yemeği de çıkartıyor. 40 çeșit birası var, 4 tanesi sifon. Ankara’ya 21 Mart ekinoksundan itibaren güneș ıșınları dik düșünce barın giriși kaynıyor. Ailesiyle gelenler kalabalıkla otururken sağda solda duran bebek arabaları bir çeșit koridora dönüyor. İșletmecisi Sait bey, yıllar içinde yükselerek farklı yaptırımlar yaratmıș. Servis karıșıklığını ortadan kaldıran üçgen bayrakları çıkarmıș. Masanın üzerine konuyor sonra sipariș geliyor. Tek sıkıntısı biraz erken kapanıyor. Kıtır her zaman Kıtır, Ankara’da efsane. Kokoreç, midye, bira.


KITIR Adres

Tunalı Hilmi Cad. No : 114 Kavaklıdere

Telefon 312 437 93 90

"Kıtır 1978 yılında kuruldu. Ankara'nın klaSİklerİnden. açıldığı günden berİ hİç değİşmedİ ve müşterİsİnİ hİç kaybetmedİ. Bİzİm yaptığımız kıtır pİlİç dİye bİr yemek var. İsmİ oradan gelİyor. Sonra pİliçİ kaldırdık. Kıtır olarak kaldı. Lambaları masaları aynı. 92/93 senesİnde müzİklerİ değİştİrerek sadece rock çalmaya başladık. Sonra durduk baktık hep aynı İnsanlar gelmeye başladı. Eskİ halİmİze gerİ döndük"




Ankara İçİn Fantastİk Bİr Yazı Sezgİn Kaymaz Çocuklar bana, Ankara adına bir șeyler yapma yolunda olduklarını, güya yazacakları kitap ve hazırlayacakları görsellerle, "Aslında öyle böyle değil. Bayağı güzel bir șehir Ankara." demeye getirip; bıyık altından gülenlere de "He he, hadi canım hadi canım." falan diyerek geçip gideceklerini, en ünsüzü benden beș misli ünlü olan ünlülerimizin sular seller gibi "hem de neler neler" döktüreceğini söyleyip benim de bir zahmet dizimi kırıp Fantasatik Ankara hususunda "Lütfen en geç 15 Șubat'a kadar" bir șeyler yazmamı istediklerinde günlerden Pazar'dı. 22 Șubat, Pazar. Aldı beni bir düșünce, ama tarihsel paradoksa takıldığımdan değil. Bana "Șu konuda yaz." dersen, o konuda ancak "Ee, șeyy..." gibi bir iki kelime eder, sonra susar kalırım da ondan. Yani bu iș beni așar; çünkü bana "Șu konuda yaz." demișler. Ölsem yazamam. Beri yandan, niyet salih. "Gayret bizden, ecir Allah'tan" desek? Becerebilir miyiz ki? Bir hoș çocuklar zaten. Bana mektup yazanın adı Doruk, e-posta adresinin Doruk'la alâkası yok, alttaki imza Mert ve Gökhan'a ait. Yeterince fantastik yani. Fantastik Ankara... Hıh! Belki yazardım yazmasına da, fantastik olaydı bari Misâl... Ne vardı Yahyalar'a doğru alıp bașını gideceğine, Demet Dört'te biteydi șu șehir? Biz gene sabahın altısında kalkıp yalandan bir çay yuvarlayıp altı kırk otobüsüne yetișmek için döküleydik yollara; çamura bir gün ayakkabımızın topuğunu kaptıraydık, bir gün ta kendisini. Umursamayaydık. O ayakkabıları Gençlik Parkında yalandan çatılıveren bir ucuzluk fuarı çadırında çekișe çekișe pazarlık edip bi dolmuș parasına almıș olaydık da ondan zaten. . Çocuklar bana, Ankara adına bir șeyler yapma yolunda olduklarını, güya yazacakları kitap ve hazırlayacakları görsellerle, "Aslında öyle böyle değil. Bayağı güzel bir șehir Ankara." demeye getirip; bıyık altından gülenlere de "He he, hadi canım hadi canım." falan diyerek geçip gideceklerini, en ünsüzü benden beș misli ünlü olan 999


ünlülerimizin sular seller gibi "hem de neler neler" döktüreceğini söyleyip benim de bir zahmet dizimi kırıp Fantasatik Ankara hususunda "Lütfen en geç 15 Șubat'a kadar" bir șeyler yazmamı istediklerinde günlerden Pazar'dı. 22 Șubat, Pazar. Aldı beni bir düșünce, ama tarihsel paradoksa takıldığımdan değil. Bana "Șu konuda yaz." dersen, o konuda ancak "Ee, șeyy..." gibi bir iki kelime eder, sonra susar kalırım da ondan. Yani bu iș beni așar; çünkü bana "Șu konuda yaz." demișler. Ölsem yazamam. Beri yandan, niyet salih. "Gayret bizden, ecir Allah'tan" desek? Becerebilir miyiz ki? Bir hoș çocuklar zaten. Bana mektup yazanın adı Doruk, e-posta adresinin Doruk'la alâkası yok, alttaki imza Mert ve Gökhan'a ait. Yeterince fantastik yani. Fantastik Ankara... Hıh! Belki yazardım yazmasına da, fantastik olaydı bari Misâl... Ne vardı Yahyalar'a doğru alıp bașını gideceğine, Demet Dört'te biteydi șu șehir? Biz gene sabahın altısında kalkıp yalandan bir çay yuvarlayıp altı kırk otobüsüne yetișmek için döküleydik yollara; çamura bir gün ayakkabımızın topuğunu kaptıraydık, bir gün ta kendisini. Umursamayaydık. O ayakkabıları Gençlik Parkında yalandan çatılıveren bir ucuzluk fuarı çadırında çekișe çekișe pazarlık edip bi dolmuș parasına almıș olaydık da ondan zaten. Ankara Çayı akıp gideydi Sıhhiye, Ulus, Etlik, Yenimahalle... Hipodrom'un karșısında AȘOT'u göreydik Belediye Sarayını göreceğimize; 302'ler dizi dizi. Onu sağ kolumuza alıp Ulaștırma Bakanlığı, efendime söyleyeyim, Ankara Garı, CSO'yla falan beraber yürüyeydik. Solumuz zaten Gençlik Parkı; mis. Sağa kıvradık mıydı öcü gibi mahkeme duvarını değil de o çayı göreydik meselâ. Yazın kokusundan yılaydık, kıșın rutubetinden bezeydik, baharın sineğinden illallah edeydik. Ama göreydik. Üstünü örtmeyelerdi betonla. Gökdelen hâlâ gökdelen olabileydi. Ona bakıp bakıp; çocuksak "Var ya, dünyanın en yüksek binası bu iște." diye yalan ataydık, gençsek "Oo hoo, bu da bi șey mi? Avrupa'da Amerika'da neleri var." diye bilgiçlik taslayaydık, ihtiyarsak onu siktir edeydik de meselâ bin seneden beri karșı köșede durup duran metruk Kızılay binasına bakıp bakıp "Ne olacak bu memleketin hâli?" diye iç çekeydik. 999


Öğle saatlerinde bulvara kuzular gibi yayılan TED'in talebelerine hınçlanaydık, sokurdanaydık; "Șu zengin çocukları da amma șımarık oluyo canım." falan. Yeni Karamürsel gene yegâne bulușma mekânımız olaydı... Macaristan Kançularyasının orada șevrolelerin kapılarını açmıș, "Baççeli Baççeli" diye bağırıșan taksi dolmușcularla "Çelibaçç Çelibaçç" diye eğleneydik... Kızılay'dan Kurtuluș'a doğru "arkalı önlü" fotokopiciler, çay kazanlı pastaneciler, tüccar terziler, tuhafiyeciler, bakkallar falan olaydı gene. Kasetçiler olaydı. Ahmet Kaya "Ağlama Bebek" diye sesleneydi karșıdan, Zeki Müren bu kaldırımdan lâf yetiștireydi: "Üșüdüm, Üstümü Örtsene Anne. And Çarșısı, Büyük Çarșı derken, Cep Sineması ayıpçı afișleriyle cezbedeydi kimimizi. Yürürken yürürken sağa sapıvereydik. Zafer Çarșısına sigara dumanından girilmeyeydi. Ama bir girildi miydi de beș AVM'ye taș çıkaraydı; yüzük, șapka, kitap, kaset, çay, kayıș, tespih, oyuncak, tost, ayakkabı, saat, çorba, oralet, tuvalet... Ne ararsak bulaydık. Ulus bihakkın curcuna olaydı... Sümerbank'ın köșe amelelere, Vilayet meydanının ora akșamcılara, Hacıbayram'ın șura Sanatoryum dolmușlarına, hâl esnafa, sobacılar çarșısı sobacılara az geleydi. Sokağa sığmayan seyyarlar heykelin önüne sarkaydı, vezüvcüler Anafartalar Çarșısında yer kapaydı, Modern Çarșı yanmayaydı, duraydı ama gene yetmeyeydi, zaten Seyran dolmușları da kaldırımları millete dar edeydi. Konya Sokak üstten așağı çift sıra park etmiș arabalarla dolup tașaydı, trafik polisi bütün esnafı tanıdığı için kimseye ceza kesemeyeydi, "Lan bari caddeyi açın." diye gönül koyaydı. Bentderesi Bentderesi olaydı. Vurduk muydu yokuș așağı, solda takım ciğerciler, sağ üst çaprazda Öğretmen Konukevi... Devam ettik miydi: Kerane. Emanetçisi orda, gusül aptesçisi orda, doncusu çorapçısı orda duraydı. Kılık değiștirmiș tertipler geçeydi yanımızdan; orda bıçkının biri çakı, mușta, bileklik sataydı, șurda tombalacı "Kent var Palmal var" diye hıșırdayaydı. Girmeye niyetlenip sağımızı 999


solumuzu kontrol edeydik misâl de, hiç tanıdığa rastlamasak bile yüzümüz kızaraydı. Gireydik gene de. Çıkıșı ters istikametten yapaydık; gören eden olur. Ağaççıların, çiçekçilerin, mahrukatçıların önünden sintir sintir kaçaydık.. İncirli Yenimahalle arasındaki tek geçit Kasalar olaydı; o da daha yeni olaydı, olaydı da babasının hayrına olmayaydı; Keçiören - Ostim dolmuș hattı hatırına olaydı. Etlik'ten yukarısı Kurtini, onun yukarısı Kardeșler, onun yukarısı Ayvalı... Yer evlerinden köpek sesleri geleydi tek tük, daha ziyade tavuk, koyun sesleri geleydi... Oralara yolu düșen köye düșmüș gibi olaydı; apıșıp kalaydı. İster Kayaș'a gideydik, ister Yenimahalle'ye, ister Dikmen'e... Fark etmeyeydi... Çukurambar, Mamak, Șentepe, Karșıyaka, Türközü... Gittik miydi yerde börtü böceği, gökte yaprağı göreydik. Laz müteahhitler temellerin altındaki su yollarını betonla doldurmamıș olaydı. Toprağın yüzü asfaltla, kaldırımla, döșeme tașıyla örtülmeyeydi, ordan bir ayrık otu pırtaydı, burdan bir çağla badem fide vereydi... Sittin sene on haneli kalaydı on haneli bir sokak. Bahçelerin güllerini, yaseminlerini, hanımellerini göreydik, duvarı sıra yürürken saçımızı dalamasın, alnımızı boyamasın diye ters dutun altından eğilip de geçeydik; yola döküleydi iki elma üç armut da ister yiyeydik, ister futbol oynayaydık. Nefes alaydık. Tozuyaydı șehir yazın; beyaz yakalarımız sararaydı... Kıșın soba dumanı kokaydık; balkondaki çamașırlarımız isleneydi. Köprülü kavșaklarımız olmayıvereydi. Kuğulu'nun ordan karșıya geçesiye kadar anamız ağlayaydı; sövüp dökeydik trafiğe. En havalı otelimiz bulvardaki Büyük Ankara, Hilton'un yanından geçemeyeydik zaten, Akün Sineması gene sinema, en büyük alıșveriș merkezimiz Tandoğan'daki Ordu Pazarları Süpermarket olaydı. Hödük gençlerimiz geceleyin aksa aksa F34 Diskoya, hadi bilemedin Airport'a akaydı.. Etlik'teki Eski Garaj duraydı aslanlar gibi. Kızılcahamam'a, Ayaș'a, Kazan'a, Bâlâ'ya, Elmadağ'a, Hasanoğlan'a ordan binip de 999


oralara.. Dıșkapı dıș kapı olaydı... 1011'i geçtik miydi Esenboğa'ya kadar hudut dıșı sayılaydık. Maltepe'nin pavyonları kum gibi kaynayaydı, "Üç Film Devamlı"ları su gibi akaydı, akasya ağaçları diken diken kokaydı, ağaçların altındaki travesti pazarlıkları utangaç utangaç süreydi.. Her Allah'ın günü her mahallenin semt pazarlarında yerli biberciler avaz avaz bağıraydı, Karșıyaka Mezarlığı mavi çamașır leğeni kılıklı ASKİ Spor Salonuna değil de tora toprağa - ağaca alıca bakaydı, yağmur bastırdı mıydı su toğrağa akaydı, bin senedir karșılașmadığımız tanıdıklarla Kızılay'da ille de karșılașaydık; Ankara içini Kızılay'a dökeydi. Ah... Dün bugün olaydı veya bugün dün. Neler neler yazardım. Üç arkadaș, Ankara'nın klasik, butik, nitelikli ve alternatifi olmayan mekânlarını toplayıp halkımız okusun da burnunun direği sızlasın diye bir kitaba raptedeceklermiș. Klasik neresi kaldı ki Ankara'nın? Geçmișinden bașka? Yeșildi karattık, maviydi morattık, açıktı kapattık, tertemizdi pislettik, bembeyazdı kirlettik; șu altın yumurtlayan tavuğu tuttuğumuz gibi boğazladık ya... Burasıydı yahu; biz salgın hastalık gibi bulașıncaya kadar cennet burasıydı. Cehenneme çevirdik gene be kardeșim. Apartman da apartman, AVM de AVM, köprülü kavșak da köprülü kavșak, akıllı bina da akıllı bina diye tutturmamıș olaydık, kendi yolunu yordamını bulurdu bu șehir. Vallahi de bulurdu billahi de bulurdu. Ferah feza yașar giderdik ne güzel. Anlar mıyız ki ne halt ettiğimizi? Șu kitabı okuyup bitirip de ellerimizi bașımıza koyar mıyız; "Lan ne ettik biz?" diye? Zor. Buradan ileriye yol yok çünü. Bitti. O zaman bașa döneceğiz bize zahmet. Ah dönebileydik... 999


.

.

999


Bu Soruyu Bilene 3 Yıldız Taktılar Elektronegatiflik farkı ne kadar büyükse bağ o kadar fazla iyoniktir. İyoniktir diyorum çünkü bütün yargılarda metal ametal bileșikleri vardır. NaC1 için fark 0,9-3=2,1 dir. AgC1 için fark 1,9-3=1,1 dir ve Nac1 daha iyoniktir. 1. yargı doğrdur. 2. yargıdaki Naf kovalnet bağlı olması mümkün değildir ve yanlıș bilgidir. 3. yargıdaki Agf de ...... Cevabı așağıda.

Beher Haydi laboratuvara dediler. Sığınağa koșmaya bașladık. Kasap tezgahları gibi derzleri dökülmüș fayans masalara yayıldık. Beherler, camlar, mangal tüpleri. Bir tane de musluk vardı, bilimin içine damlıyordu. Sanırım bizim hoca da çok anlamıyordu bu ișlerden. Birkaç seferden sonra sınıfta devam edelim dedi. Herkes birbirinin yüzüne bir baktı. Bilim sevdalısıydık. En son öğrenci çıkana kadar durdu kapıda. Çatır çatır kilitledi. Bir kaç adım attık. Muharrem’i sordu. Muharrem geldi. Geri verdi anahtarı. Șu perdeleri çıkar da annen haftasonu yıkasın dedi. Ardından sınıfa çıktık. Müdürün odasından renkli tebeșir almaya gittim. Bir kaç tane farklı tebeșiri uzattım. Boyum uzundu sınıf kalabalıktı. Arkada oturuyordum. Sınıf boyunca ilerledim. Oturduğumda tahtaya beher çiziyordu. Yıllar sonra öğrendik adam resim öğretmeniymiș.

Bilim Feza Gürsey Bilim Merkezi, Kanada'nın ünlü bilim merkezlerinden biri olan Ontorio Science Center'dan model alınarak 1993 senesinde açılmıș. Yabancı filmlerdeki renkli sınıflara benziyor. İlk öğretim ve lise öğrencilerine hizmet vermesi beklenirken turistik bir merkez haline gelmiș. Gerçek insan iskeletinden akciğer kesitlerine, olasalık hesaplarından uzay bilimine kadar birbirinden ilginç 50 farklı deney setine sahip. Çevre ilçelerden öğrenciler geliyor, turist gibi geziyor. Çocuk dediğin olasılık. Kimyası farklı hızı değișik. Veliler heycanlı, gençler bilim öğrenecek. Arada așırı ilgiden malzemeler kırılıyormuș. Yapacak bir șey yok, komșunun vazosu değil ki yerine yenisi alınsın. Öğrenmenin parçası.

“”

Geçenlerde bir öğrencinin velisi aradı. Burayı gezmișler, eve geri dönmüșler. Birkaç gün sonra çocukları mutfağa girmiș bir șeylerle uğrașmaya bașlamıș. Ne yaptığını sormușlar. Deney yapıyorum demiș. Bize teșekkür ettiler.


FEZA GÜRSEY BİLİM MERKEZİ

“”

ASLINDA İLGİNÇ OLAN İNSANLARIN KONUŞTUKLARI ŞEYİN İÇİNDEKİ BİLİMİN FARKINDA OLMAMALARI

Adres

Altınpark İrfan Baștuğ Cad. Aydınlıkevler

Telefon 312 596 90 15 317 99 19


Romantik anlamda değil de gerçek manada bir göğe bakma durağı burası. Hala canavar gibi ișleyen 60 yıllık manuel teleskobu halk günlerinde sizin için, bilgisayar sistemine veri sağlayan tam otomatik teleskobu ise üniversite ve öğrencileri için göğe bakmak için bulunmaz nimet. Birçok alanda olduğu gibi astronomi alanında da genç cumhuriyete, alanında uzman öğretim üyeleri “ithal” ediliyor. Hollanda’lı astrofizikçi Egbert Adriaan Kreiken de bunlardan biri. Kreiken’in uzun araștırmaları sonucunda rasathanenin bulunduğu, deniz seviyesinden 1250 metre yükseklikteki ve yılda yaklașık 300 açık gözlem gecesine

“ ”


ANKARA ÜNİVERSİTESİ RASATHANESİ Adres

İncek Bulvarı Ahlatlıbel

Telefon 312 489 80 06

olanak sağlayan araziyi belirlemesinden sonra Ankara Üniversitesi, ODTÜ ile becayiș yaparak araziyi alır ve kuruluș çalıșmaları bașlar. 1963 yılında, o dönemin en ünlü gök bilimcileriyle gerçekleștirilen bir çalıștayla açılan rasathane en az dezenformasyonla bugüne ulașır. Peki halk rasathaneyi nasıl kullanabiliyor? Bu sorunun üç ayrı cevabı var: Birincisi; 8 ay boyunca(kıșın pek mümkün olmuyor) gece bașlayıp gün aydınlanana kadar süren halk günleri. Bu etkinliklerde çeșitli teleskoplarla gök gözlenip halkın astronomiyi sevmesi ve göğe ilginin artması hedefleniyor. İkincisi; ilk ve orta öğretim öğrencilerini hedefleyen ve astronomi meraklarını gidermeye yönelik sınıf etkinlikleri. Üçüncüsü ise; zamanını göğün belirlediği özel gecelerde gözlem imkanı; kuyruklu yıldız geçișleri, gezegen dizilimleri, göktașı yağmuru vb. Tüm bu etkinliklere senede 8-10bin arası ziyaretçi katılıyor ve göğü gözlemenin yanında uzman kișiler tarafından astroloji ile astronominin aslında hiç alakası olmadığını hatta astrolojinin temelde çok yanlıș bir hadise olduğunu öğrenebiliyor. Hem de bunu öyle ağdalı bir bilimsel dille değil, halk dilinde ve benzeștirmelerle yapıyorlar. Dertleri astroloji de değil hem, hatta hiç değil. İstiyorlar ki vatandaș buraya gelsin, gözlem yapsın, yıldızları tanısın, dilek tutsun, büyük ayıdan kutup yıldızını bulabilecek yöntemleri öğrensinler, geleceğin fantastik sinemacıları, edebiyatçılarına ilk tohumları ekmek istiyorlar. Tüm bu vasıflarıyla rasathane, bir üniversitenin az sayıdaki halka açılan kapılarından biri. Ankara için en önemlisi.


cevap hakkımızı kullanmıș oldum. Mukayeseli analiz her zaman daha net sonuçlar verir. Ankara, kel muavinin de dediği gibi, daha soğuk olmasına rağmen insanı üșütmez. Ankara, soğuk kıș gecelerinde birinin sıcak evinde bulușmak, muhabbet etmektir. Kıșın sıcak kahveye gidip salep içmektir. Sonra gene evine gidip yatmaktır. İstanbul insanı üșütür. Güzel bir yere gitsen de (nedense pek evlerinde bulușmuyorlar) çıkınca üșürsün, yolda üșürsün, kısaca hep üșürsün. Ben o kıș, karlar altında, ayaza çekmeyen, çok nemli bir İstanbul akșamında çok üșüdüm. Kaybetmek Mi, Hiç Bulamamak Mı? Emek 59. Sokak-Ankara Ankara'nın ayazı dediğinizde, Google'ın Ankara’nın bağları mı demek istediniz diye sormadığı bir dönemdi. Güzeldi. Bulut diye bir șey gene vardı ama o bulutun bir ismi ve (çok güzel) bir yüzü vardı; yemek tarifleri için halaya-anaya; maç skorları-tarihleri için kahveden Ziyad abiye; lokantanın adresi için de geçen herhangi bir taksiciye danıșıyorduk. Taksiciler de yolu tarif ediyorlardı, taksimetreyi açarım beni takip edin gibi İstanbul adetleri daha Ankara piyasasında yoktu. Son dönem "delikanlı" yazarların genel tercihi bulup kaybettikleri kızın ardından yazılan güzellemeler. Șöyle șahaneydi ben kıymetini bilemedimler, sigara içip kafayı çekip halı sahaya gitmeler. Șahane damar. Kaybedilenin ardından bir güzellemem, paylașılacak yegâne öyküm yukarda zaten. O da dandikten hallice. Ama Melis var. Bulup kaybetmenin daha beterini yașatan Melis. Bulunamayan Melis. Size Melis'i anlatayım. Size Melis'i hala anlatabilirim. Bunca yıl sonra kimseye anlatmadığım Melis'i. Sarıșındı Melis. Zayıftı. Hastalıklı derecesinde değil, yakıșan bir zayıflık, hafif vitaminsiz durumu. Bizim bölüme madenden gelmiști. Öyle bir șey vardı eskiden, bașarısız öğrencilere yatay geçiș hakkı. Șimdi düșününce küfür gibiymiș, maden mühendisliğini beceremeyen gitsin siyaset bilimi okusun. Melis bașarısız bir maden mühendisliği öğrencisinden bașarısız bir siyaset bilimi öğrencisine bașarılı bir șekilde geçerken tanıșmıștık. Melis'in ince dudakları vardı. Kenarları hafif kıvrıktı, bu nedenle sürekli gülümsüyormuș gibi gözükürdü. Bilmiyorum, belki de sürekli gülümsüyordu. Sessizce 999


etrafında olup biteni izleyen, insanların her türlü halini gözlemleyen biriydi. Belki her türlü hale girișimiz onu eğlendiriyordu. Benim gibi hayata konușarak tutunan, her daim kelimelerin arkasına saklanan birinin anti-teziydi. Çok iyi bir fotoğrafçıydı Melis. O, kelimelerin değil fotoğraf makinesinin arkasına saklanıyordu. Ama öyle Ankara kalesine gidip sümüklü mendilci, yüzü kırıș kırıș toprak dede gibi șeylerle iși olmazdı. Neler çektiğini bilmezdik ki. Instagram falan da yok. Hoș bence olsa bile koymazdı fotoğraflarını. Kendisi için çekiyordu o. Hatıra topluyordu. Ben de oradaydım diyebilmek için zaten milyarlarca kez çekilmiș pozları dandikçe yeniden çekenlerden değildi. Genellikle insanları çektiğini hatırlıyorum. Konușan, koșan, uyuyan, ders çalıșan insanlar. Fark ettirmeden, kendini hissettirmeden, usulca. Ben hissetmiștim ama. Sarı montunu da fark etmiștim, siyah kotunu da, çok sevdiği deri görünümlü koyu sarı converslerini de. Bir de üșüdüğünü. Melis üșürdü ve titrerdi. İnceden, çaktırmadan titrerdi. Kırkına varınca insan demir eksikliği, kansızlık gibi çakma teșhisler, pekmez gibi reçeteler öneriyor. O zaman daha yirmilerimdeydim ve soğuk, ayaz bir Ankara gecesi, gene dıșarıda titreyerek sigara içen Melis'e gocuğumu (evet, gocuk!) verdim. Yakın bir arkadașımın kolejden arkadașıydı Melis. Bizden bir sınıf geride olmasına rağmen bazı dersleri bizimle alır, bizimle sınavlara hazırlanırdı. Ama geyiğe girmez, dersten sonra yüzüncü yılda Angora kahvesine king oynamaya gelmezdi. Sınava çalıșmak için sabahladıklarımızda hiç bizimle Pikolet’te kokoreç yemedi. Diğerleri tanıdıkça gıcık oluyordu Melis'e. Benim ise aklıma daha çok takılıyordu. Konuștuğu zaman yeșil gözlerine dalıyordum. O bașkalarını seyrederken ben onu seyrediyorum. O hep gülümsüyordu, ben hep onu seyrediyordum. Gocuğumu verince bana teșekkür etmedi. Gocuğu giymeyip omuzlarına aldı, kollarını kavușturup bașını omzuma dayadı. Konușmadan Emek’teki evimin balkonundan etrafı seyrettik. O sigarasını içti. Ben üstüme bir șey almadan çıkıp bir de gocuğu verdiğim için titredim. Bir kız uğruna ya Rab, bir genç daha zatürre oluyor. İçeri geçtiğimizde gözüm ders falan görecek halde değildim. Melis vardı sadece. Kafamdan yüzlerce senaryo kuruyordum: biz çıkıyorduk, beraber yașıyorduk, tatile gidiyorduk; ya biz niye evlenmiyorduk? Onu da yapıyorduk. Daha yașamadığım, yașamaya talip olduğum Melis'li hayatım gözlerimin önünden geçiyordu. Melis'le beraberliğim ise sabahı göremeyecekti. Hep o ayaz yüzünden. Ayaz ile zemheri arasında önemli bir ilișki vardır. Farsça ve Arapça Zam ve harir kelimelerinin birleșmesiyle dilimize giren zemheri, yılın en soğuk günlerine ve ayaza ișaret eder. 21 Aralık ile Ocak sonu arasındaki zemheri ayı, Ankara için ayaz zamanıdır. Zemheri zürafası ise bu aylarda ince giyinip çıkana denir, zürafa hayvanıyla bir alakası 999


yoktur. Ankara’da zürafa olmaz. Aynı gece derse ara verilmiș ve Melis’in kolejden arkadașıyla diğeri salep almaya Bahçeli 7’ye gitmișlerdi. Baș bașa kalınan evde Melis’e șirinlikler ve ince iltifatlar diz boyu. Melis bir șey demez gülümser. Cesaret edilip eli falan tutulmaz ya da öpülmeye teșebbüs edilmez. Daha tüm hayat vardır beraber, aceleye lüzum yoktur. Gidenler gecikir. Hava soğuk, bir șey mi oldu? Melis huzursuzlanır. Camdan bakar. Gene bakar. Sonunda balkona çıkıp beklemeye bașlar. Titreyerek. O zaman aslında o arkadașa așık olduğu, asıl onu sevdiği anlașılır. Kendi kendime havaya girmiș, arkadașça bir hareketten niyet okumușum. Gece biter, Melis balkonda yalnız bırakılır, içeride ders çalıșma ayağına kahrolunur. Șebekler döner; arada kokoreç yemișler. Zaten kafam bozuk, dünyam yıkılmıș. Sevenlerin arasına girilmez diyerek, yiğitlik bizde kalsın diyerek, erkenden yatarım odama çekilip. Melis ile așkını baș bașa bırakırım. Sabah erkenden sınava gidilir, Melis, ben, arkadașlar ve göğsümde oturan, nefesimi kesen o gülle. Finaller biter, acıdan kurtulmanın yolu bellidir: Melis’ten uzak dur. Zaten tatil dönemi, Melis’i arama, Melis varsa katılma. Arkadașa aralarında ne var diye sorma. Cevabını öğrenmek istemediğim soruları sormam ki. İkinci dönem Melis’le tekrar karșılaștığımızda, Melis de bana uzak. Bizimle de almamıș zaten. Koridorda görürsün artık, kantinde çay alırken falan. Zaten kopuk kızdan iyice koparsın. Dönem sonu Melis gitti. Derslerin çoğundan kalmıștı. Bașarısız madenciler bize gelirdi de, bizde bașarısız olanlar nereye giderdi, bilmiyorum. Ama Melis artık ailesinin ODTÜ inadını kırmıș, șehri terk etmiș ve kabul aldığı Mimar Sinan’da video prodüksiyon mu ne, öyle sanatsal bir dünyaya koșar adımlarla gitmiști. Yaz tatilinde, ortak arkadașla bulușunca anlattı bana gittiğini. Duymuștum zaten. Ama gidișinin belki de en önemli sebebinin ben olduğumu söylemeseydi keșke. Biz Melis’le yattık falan deseydi. Melis sana așıktı demeseydi. O gece hep seninle ilgili hayaller kurmuș niye dedi ki? Benimle beraber tatiller, konserler kurgulamıș mı kafasından? Benim bir sürü resmimi çekmiș, ben bile fark etmemișim. O gece benden ilk adım gelince duygularımızın karșılıklı olduğunu anlayıp mutluluktan ölecek gibi olmuș mu gerçekten? Ve her șey iyi giderken ben aniden soğuyup uzaklașınca beni yanlıș anladığını mı düșünmüș? Sonrasında da kendisinden kaçtığımı fark edip iyice yıkıldığını niye anlatıyorsun ki. Derslere çalıșamadığını, çalıșmadığını, benim resimlerime baktığını da söylemen mi gerekti? Okulda karșılaștığımızda benden bir olumlu ișaret veya yakınlık görmediğinde ağladığını bilmesem de olurdu.

999


Beș yıl önce annesinin ayaz bir gecede Bahçeli’de düșüp bașını çok kötü çarptığını, hiç uyanmadığını ve hayatını kaybettiğini bilsem iyi olurdu ama.

999


Akvaryumculuk Akvaryumculuk bir kesimin merakı. Öğretmen odasındaki japon balığı, bardakta duran tek beta, ilk alınan kaplumbağa, mor ıșıklı akvaryum… 3 taraflı sularla çevrili ülkede denize olan sevdamız kumdan kaleyi geçmedi. Kıșın sofralara palamut, yazın buzdolabına mıknatıs. Denizanasıyla piranayala korkuttular bizleri. Ekstrem Akvaryum Ankara’da okyanus. El yapımı ekosistem. Hareket halinde bitkiler, farklı renkte mercanlar, yavru balıklar, köpekbalıkları... Her taraf masmavi. 30 bin ton su kapasitesine sahip ișletme büyük akvaryumlar yapıyor. Anaokulu çocuklarından, akademisyenlere kadar her çevreden ziyaretçileri var. Yenilir mi diye sorduk;İ “Acun gibi aç bırakırsanız bunlar da yenir.” dedi. Hikayenin perde arkasında çocukluktan gelen hobi var. Kendi ağzından Ekstrem’in Hikayesi:

Balığın Hikayesi “Bizim boklu deremiz vardı. Kertenkeleler, kurbağalar, çekirgeler. Her șeyi eve dolduruyordum. Sadece akrep beslemedim. 1999 senesinde hobi olarak bașladım. Hobici zamanlarımda bazı șeylere ulașmamız çok zordu. Canlı mercanlar bulunmuyordu. Ekipman zaten yoktu. Denize hasretten dolayı sanırım en çok dalgıç Ankara’dan çıkıyor. Canlıların sularını okyanus değerlerine getirmek için sentetik tuzlar kullanıyoruz. Aslında bakarsanız bir dalıș ortalama 45 dakika sürer. 45 dakika içerisinde görebileceğiniz canlı türünden daha çok çeșit var burda. Her balık her mercan aynı bölgeden çıkmıyor. İșin bașka bir boyutu balıkların transferi. Kolay değil Jakarta’dan Türkiye 36 saat sürüyor. Otel, uçak, dükkan. Gece yarısı paketleniyor, içlerine oksijen basıyorlar. Eskiden daha sıkıntılıydı bu ișler fakat zaman içinde herkes biraz tecrübe kazandı. Bazı balıkların yurt dıșına çıkıșı yasak. Mesela deniz atları, soyları tükenmek üzere.”

Nasıl Olur? Sıkıntılı bir günün sonunda ben bir akvaryum alıp eve geleyim arada bir karșısına geçip yem ufalarım hem çocuklar da sevinir demekle olacak bir iș değil. Lüks bir hobi. Akvaryumculuğun zirvesi. Kendine ait bir jargonu var. Bu ișten anlayan insanların deniz yașamlarının parçası. Saatlerce oturup deniz üzerine daha ne yapabiliriz diyorlar. Sorduk sorușturduk, balık hafızası yalanmıș. Bir balıkları var, ișletmeyi tanıyor, cama vurunca kedi gibi geliyor. Buradan çıkıșla eșe dosta bir balık alın. Mesela naso tang. Papatyadan daha renkli, kırmızı rujlu bir canlı. Çok seviyor kadınlar.


EKSTREM AKVARYUM Adres 2464. Sokak No: 4/1 Șașmaz

Telefon 312 278 73 42


“Ankara’da balik kültürü aşilamayA. CALIşTIK .BAşka bİr perspektİften bakmaya çALIŞTIK, baLIk ve salatadan çIKIP ana yemEğe varmadan öNce karNINI doyurmayA çALIşTIK mİlletİn.”


KALBUR

Kalbur Deneyimi Radika, turp otu, deniz börülcesi, cibes, șevketi bostan. Bu Ege otlarından yapılan mezelere sıra gelmesi için 20’si sıcak 60 kadar balık mezesinden fırsat kalmasını beklemeniz gerekebilir. Üstelik bu balık mezelerine her ay en az üç mezenin daha katıldığını ve her ziyarette dolabın değișen manzarasını gördüğünüzde bırakın otları ana yemeği dahi unutabilirsiniz. Tıpkı müșterisinin büyük çoğunluğunun unuttuğu gibi. Mehmet Bey, Or-An’ı inșa eden inșaat firmasında yöneticilik yaparken bölgede ișçilerin yemek yiyecek bir mekanı olmadığını gözlemleyip bir arkadașına tabldot çıkartan bir yer açması için ön ayak olur. Derken bir iki sene ișçilere öğrencilere hizmet verdikten sonra dükkan bașına kalır ve Ankara’daki balık lokantası açığını görüp Kalbur’u bugünkü haline çevirir. İlk denizine 20 yașında giren Mehmet Bey’in Kalbur’u o günden bugüne Ankara’da balık yenilecek ilk adres olur. Ancak șöyle de bir olayı vardır ki, bu deneyimi yașamak öyle sanıldığı kadar kolay olmuyor. Öncelikle rezervasyonsuz yer bulmanız pek mümkün olmaz. Rezervasyon yaptırmak için de önceden referansla gitmiș olmanız ve Mehmet Bey’in sizi sevmiș olması gerekir. Bunun için tevazu içinde olmanız ve paranıza güvenmemeniz bașlangıç için yeterli olacaktır. Mehmet Bey’in bu katılığı Kalbur’a özel bir müșteri profili olușturmuș. Bu grup ki; sıkıșık masalardan, gürültüden, insanlarla iç içe olmaktan, uğultudan ve Mehmet Bey’in “haklı” kızıșlarından hiç rahatsızlık duymuyorlar. Beğendiğiniz bir mezenin ikincisini alamayacağınız Kalbur’da çay kahve yoktur, müzik yoktur ve en önemlisi kredi kartı geçmez. Bunun sebebi de, alıșveriș yapılan balıkçının en taze balıkları Kalbur için sıcak para karșılığında günlük getirmesi. Mehmet Bey’in meyhane ile restoran arasında bir çizgideyiz diye bahsettiği Kalbur’da, mezelerin çoğunun patenti kendilerine ait. Sahil kentlerinin çoğunda olmayan balık yemeklerinin ‘denizi yok yea’ geyiklerine maruz kalan șehre deniz kokusu getirdiği yadsınamaz bir gerçek.

Adres Oran Șehri Çarșı Merkezi C-3 Blok

Telefon 312 490 50 01


Bİz Büyürken Bağlar Küçülüyordu Ömer Faruk Eryılmaz Cebimize koyduğumuz 125’er kurușla doğruca Rașit Ağa’nın, basık tavanlı ahșap dükkânına gider, 100’er kurușuna Dikmen șarabı, 25’er kurușuna da, pantolonumuzun ceplerini yer fıstığıyla doldurunca, arka sokaklardan dolașarak, soluğu Derebahçe’lerde alırdık. Yerimiz belliydi. Sulubahçe’nin üst tarafındaki su argının kenarındaki yüksek kayaya sırtımızı dayar, topuğumuza vura vura mantarını çıkarttığımız șișeyi kafamıza dikerdik. Suat bazen iki dikiște bitirirdi kocaman șișeyi. Sevgilisinden gelen mektubu da okuyunca “hadi kalkalım” derdi. Her girdiğimde yenildiğim bu yarıșma sonunda kafalarımız bulutlu, ağzımızın kokusunu giderecek meyveler aranırdık ağaçların dallarında. Bahçenin ısırgan otlarıyla kaplanmıș köșesinde biriktirirdik boș șișeleri. Ne çevrecilikti yapmak istediğimiz ne de bu șișelerin bir gün ișe yarayacağını düșünmek. Belki bir gün bizim gibi yeni yetme arkadașlarımıza göstererek hava atmak için saklardık bunları.Her gittiğimizde bakıyorduk boș șișe kumbaramıza. Dikmen șișeleri çoğalırken biz büyüyorduk. Papaz Karası ile tanıștığımızda bıyıklarımız da terlemeye bașlamıștı. Hele ki arkadașım Hasan Söyleyen’iın Tekel Bayi dükkânın da, Kalecik Karası’yla, Dolce Vita’larla tanıștığımızda sakal tırașı bile oluyorduk. Kasasındaki brandada Esengül Șarapları yazan kamyon getirirdi bunları ilçeye. *** Aradan yıllar geçip, bir ayağımızın artık Ankaralı olduğu günlerin birinde, Etlik semtindeki küçük bağın arka tarafında, sırtını tepeye dayamıș tek katlı binanın üzerinde kocaman harflerle yazılı “Esengül Șarapları” tabelasını gördüğümde, gurbette bir yakınımı görmüș kadar sevinmiștim. Hele hele Arjantin caddesinin, İran caddesiyle kesiștiği yerdeki güzelim bağın yol kıyısındaki tabelasında yazılı “Kavaklıdere Șarapları” levhası gördüğüm ilk gün, mutluluktan ne yapacağımı șașırmıș, elinden tutmakta olduğum sevgilime, “Aaaa benim 999


șarap demek burada yetiștirilip, imal ediliyormuș.” diye bilgi verme bahanesiyle sarılıp, ufaktan da öpmüștüm. Dikmen sırtlarını, o sırtların güneye bakan yamaçlarındaki bağları, küçüklü büyüklü șıra, șarap, sirke imalat evlerini gördükçe, Rașit Ağa’nın küçük ahșap dükkânını anımsardım hep. Evimizin de bulunduğu Keçiören’in girișinden bașlayarak Sanatoryum’a, Hasköy’e, Dutluk’a kadar uzanan yolların kenarındaki bağlara, bağların içindeki asmalara daha bir saygın bakmaya bașlamıștım. Hasan Dede, Kalecik Karası, Boğaz Kere, Papaz Karası, Kavaklı șaraplarının yapıldığı üzümlerin, bu bağlarda üretildiğini öğrendiğimde, ben büyüyordum ama bu bağlar küçülüyorlardı. Etlik’teki, Esengül Șarapları’nın olduğu yerde șimdi özel bir okul binası olduğunu biliyorum. Kavaklıdere Șarapları’nın o güzelim bahçesinde (belki de bir vefa borcu olarak șișeye benzetilmeye çalıșılmıș) kocaman bir otel var. Keçiören, Dikmen bağlarının asmaları, üzümleri, taș binaların altında kaybolup gittiler. Geriye tek, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin, Meteoroloji’deki, minyatür bağı kaldı.

Tezgâh arkasında, üzerinde kocaman harflerle TEKEL yazan kasaya oturmuș, kafası yerde, elindeki kahverengi șișeli birayı yudumlayan Fedai’yi ișaret ederek “Nesi var bunun” diye sormuștum Hasan’a. Elini ağzına götürüp, sus ișareti yaparken, sessizce “Üçüncü çocuğu da kız oldu… Üzgün” demiști. Ben ağzımda kahkaha, “Hayırlı olsun Fedai, Allah analı babalı büyütsün, adı ne” diye sorduğumda, elindeki Tekel birasından büyükçe bir yudum daha alıp, “Kızın adı Aslı, babası yaslı” demiști de gülüșmüștük. Gençlik Parkı’nın, Lunapark yanındaki büfecisine “İki bira, lütfen Tekel olsun” derken, aklıma yıllar öncesinin bu anısı gelmiști. Lunapark yakınındaki bu büfeden alınan 999


biraları, yine büfenin hemen önünde havuza bakan banklara oturarak içerdik. Burayı bize rahmetli Ruhi Abi öğretmiști ki, bizim için tek çekici yanı hemen karșısındaki belediye tuvaletinin bedava olmasıydı. Kahvehanelerde de, büfelerle dükkânlarda da, evlerde de, Tekel birası içilirdi. Arkadașlar, “Atatürk Orman Çiftliğine gidip piknik yapalım” dediklerinde, yıllar önce dayılarımın elimden tutarak götürdükleri hayvanat bahçesine gideceğimizi düșünmüștüm. Elimizdeki sepetlere, filelere doldurduğumuz yiyeceklerimizle Sıhhiye durağından bindiğimiz banliyö treninden, Çiftlik durağında indiğimizde gördüm, duvarında “Tekel Bira Fabrikası” yazan sarı renkli binayı. Bu Ankara beni șașırtmaya doyamıyor, “Șaraptan sonra, Bira’nın da Anavatanı benim” diye, cahilliğimi gözüme sokuyordu. Yoklukların, kuyrukların yıllarıydı. Hani tüpün, Sana yağının yokluğunun siyasi edebiyata katık edildiği yıllar. Tüp kadar, Sana yağı kadar lafı edilmez ama o yıllarda esas olmayan, müskirat denilen alkollü içkilerdi. İlçenin Tekel Müdürü o hafta, o ay hangi içkiyi verirse, Hasan zorunlu olarak sadece o içkiyi satardı. Viski ile, daha doğrusu Ankara Viskisi ile tanıșmamız da o çok karlı sert kıș gününün akșamında olmuștu. Lapa lapa yağan karın altında, ilçenin “mecburiyet” caddesini așağı yukarı arșınlarken, cebimize kanyak yerine koyduğumuz Ankara viskisini, ufak çikolata parçaları eșliğinde yudumlardık. Atatürk Orman Çiftliği’nde kurulu “Tekel Satıș Büfesi”nde raflara bakarken gördüm o sevgili dostu. Kahverengi yassı șișesi üzerinde “Ankara Türk Viskisi” yazıyordu. Yeșil yassı șișeli olanın üzerinde, güzel bir poz vermiș bembeyaz Ankara kedisinin fotoğrafı gülüyordu bana. Yine yassı ama içindeki müskiratın rengi açık olan bir șișe daha vardı ki, onun üzerinde “Ankara Malt Viski” yazıyordu. Yanımdaki arkadașlar, tezgahtardan aldıkları, bira, șarap, kanyak, viski gibi 999


içecekleri doldurdukları, sepetlerle, torbalardan bir ikisini elime tutuștururlarken, bir yandan da “Hadi gidiyoruz” dediklerinde ayırdım gözümü güzelim raflardan. Aslında, her biri diğerinden güzel șișelerin içinde duran Ankara Viskisi de, onların yanındaki, Ankara Șarabı, Ankara Birası, Tekel Likörü, Tekel Kanyağı da üzgündüler benden ayrıldıkları için. *** Ellerimizde, kollarımızda erzak torbalarımız, çıktık Tekel Satıș Büfesi’nden. Duvarında kocaman “Tekel Bira Fabrikası” yazan binanın önünden, daha sonra adının “Așıklar Tepesi” olduğunu öğreneceğim piknik alınana doğru yürümeye bașladık. Sevgililer kol kola girmiș bizden önde yolu yarılamıșlardı bile. Așk meșk ișlerini beceremeyen biz yeteneksizler, kollarımızdaki yüklerle, ağır aksak yürürken, yașı bizden biraz büyük olan ziraat mühendisliği öğrencisi Bahaeddin, “Atatürk’ün bize bağıșladığı topraklar üzerinde gönlümüzce yürümek, gezip tozmak ne güzel” dedi. “Șu yeșilliklere, gür ağaçlara bakıp aldanmayın, burası bataklıkmıș da Atatürk’ün emriyle bu güzelim hali almıș. Hatta Ulu Önder yol yapımı için kesilen bir iğde ağacının hesabını sormuș” diye devam etti. Bu kadar önünden gelinir de tarih bölümü öğrencisi Türkoğlu durur mu? “Atatürk tarafından kurulan bu çiftlik 1937 yılında hazineye bağıșlanmıștır. Șu önünden geçtiğimiz bira fabrikası da yerli üretimi desteklemek için 1932 yılında yine Atatürk’ün isteği doğrultusunda kurulmuștur. Bira fabrikasının arazisi, ișçileri, binası, bütün tesisatı, memurları ile birlikte 1939 yılında Tekel idaresine devredilmiștir” diye coșku içinde anlatmaya devam ediyordu ki, “Boğazımız kurudu arkadașlar, hele oturup șu boğazlarımızı ıslatalım. O arada kaldığın yerden devam edersin” deyip, elimdeki torbaları badem ağacının altına koydum.

Zeliha, Songül ve Kemal yere serili kilimin bașköșesine kurulmușlar, Arzu ile Haluk’un tabaklara koyup verdikleri, domates, peynir, salatalık gibi sövüșleri ortalık yere yerleștirirken, sözüm ona iș yapıyor gözüküyorlardı. Bahaeddin için yanlarında yer açıp “Buraya otur” dediler. Türkoğlu ve Mete bir 999


verirken, șarap isteyenlere “bekleyin” diyorlardı. Sepetten kuruyemișleri aranırken, “Ben șarap istiyorum” diye bağırdım. “Bardakları getir” dedi birisi. Elimde bardaklar ve kuruyemișlerle iliștim, kilimin alt ucuna. Mete elinin alıșkanlığıyla bir çırpıda açtığı șarap șișesini havaya kaldırıp, güneșe tuttu. “Hay gözünü sevdiğim șarap, seni üreten ellere de, üzümünü veren topraklara da kurban olayım” diye nara atıp “uzatın bardakları” dedi. Șarapla dolan bardakların, șiședen içilen biralarda tokușmasından çıkan “çın çın” sesleri kapladı ortalığı. İlk yudumlar içildikten sonra fark ettik Türkoğlu’nun ne bira ne de șarap aldığını. Kilimin etrafında da yoktu. Zeliha; “Sen bir șey içmiyor musun Türkoğlu” diye bağırdı ağaçlarının arkasında kaybolmuș Türkoğlu’na. Kalın ve tok bir ses akasya çiçeklerinin kokusuyla geldi. “Ben Viski içeceğim.” “Aristokrat kardeșim benim” dedi Bahaeddin. “Burjuva” dedi Arzu. “Artist” dedi Haluk. Tepki vermedi Songül. “Șuna bakın, bardağını bile özel getirmiș” dedim. Hiç ses etmedi Türkoğlu. Sevgilisine sarılır gibi sarıldığı viski șișesini, okșar gibi tutarak zarifçe bardağın yarısına kadar doldurdu. Kapağını özenle kapatıp, sepetin en güvenli köșesine bıraktı. Üzerinde Beypazarı Maden Suyu yazan șișeyi Mete’ye uzatıp açtırdıktan sonra bardağın üzerine ekledi. “Bir buzun eksik Türkoğlu” diyen Turgay’la ilgilenmeden, kuruyemiș tabağındaki bademleri ayıklamaya bașladı. Herkes kendince rahat edeceği bir pozisyonda oturmuș, ilk yudumlarını da içmiști. Biraz önce yoldaki konușmayı tamamlamak isteyen Bahaeddin, Türkoğlu’na dönüp, “Șu bira fabrikasını anlatıyordun devam etsene” dedi. “Bırak birayı da șu viskinin hikayesini anlat bize” dedim Türkoğlu’na. Oturduğu yerde biraz dikleșip kamburunu düzeltti. Elindeki bardağın içindeki viskiyi hafifçe çalkaladı. Havaya kaldırıp yoğunluğuna baktı. Hepimiz anlatmaya hazırlanıyor diye düșünüyorduk ki, “Bu konuyu Bahaeddin anlatsın. Onun fakültesinin hocası yaptı bunu, o daha iyi bilir” deyip ayağa kalkarak yine ağaçların arkasında kayboldu.

999


“Bu viskinin öyküsü biradan çok sonra 1950’lerde bașlar” diye bașladı konușmasına Bahaeddin. “Zamanın yöneticileri, ithal viskiye döviz gitmesin diye, yerli viski yapın emri vermișler. Bu konuda uzman Prof. Turgut Yazıcıoğlu’nu bulmușlar. Hoca, okuldaki görevini aksatmadan kamp kurmuș bira fabrikasına. Bira kazanlarına bakar bakar, ‘o da arpadan, bu da arpadan’ der dururmuș. Deneye deneye bulmuș bu viskiyi. Elbette ilk zamanlarda İskoç viskisi ayarında değilmiș ama hakiki viskiye erișemeyenleri avutmaya yetermiș. Șimdi Türkoğlu’nun elindeki kedi etiketli malt viski tüm alçakgönüllülüğüne karșın inanın İskoç ve İrlanda viskilerini aratmayacak kalitededir” diye sözünü bitirip, șarap bardağını dikti kafasına. *** O günlerden bu günlere geçen zaman diliminin adı, ay mı, yıl mı, asır mı? Yeni terleyen bıyıklarımız, yeni çıkan sakallarımız, tarak ișlemez saçlarımızın yerini ağarmıș bıyık-sakallarımızla, saçı dökülmüș kel kafalarımız aldı. O günün genç kızları, șimdi emekli olmuș evlerinde torun büyütüyor, bir yandan da resim kurslarına gidip, gizli yeteneklerini keșfetmeye çalıșıyorlar. Güzelim Atatürk Orman Çiftliği’nin tecavüze uğramamıș yeri kalmadı. Ne Ankara birası üretiliyor, ne de Ankara viskisi. Özel sektörün ürettiği “Kalecik Karası” çeșitlerinden bașka, damak tadımıza uygun Ankara Șarabı da bulunmaz oldu.

999


“”

Ankara'nın denİzİ yok ama Ankara bİR kültür şehrİdİr, rakı da güzel İÇİLİR. İlk defa bir kokunun rengini soluyan semt sakinleri evlerinin camlarını açarak kızaran gözlerle sokakları seyretmiș. Köpekler yerden yükselmeye bașlarken bahar toprağını delen solucanlar filizler gibi uzuyormuș. Takım elbiseli birkaç adam gülümseyerek ceblerinden çıkardıkları leblebileri ağızlarında döndürüken, mahalleye gelen hareketi izlemișler. Hikaye kulaktan kulağa yayılarak bütün Ankara'da duyulurken mahallenin delikanlıları parklara doğru giderek ağaçlara tırmanmaya bașlamıș. Kırmızının seyreldiği noktada gökyüzü dağılırken uzaklardan bir yerden bir müzik sesi duymușlar. İnce uzun bir grup semtin kapısından girerken takım elbiseli adamlar ağır ağır kalabalıktan sıyrılarak dar kapının ağzına gitmișler ve birbirlerine bakarak kalabalığın adını sormușlar. Cıvıl cıvıl kızlar, yeșilin her tonunda gülümseyerek Çalıkușuyuz biz demișler. Hikaye böyle anlatılırken bir masa ayağa kalkarak topluca alkıșlamaya bașlamıș. Garsonlardan bir tanesi rafta bulunan kupalardan birini indirmiș, üzerindeki tozu ceketinin manșetiyle silerek bir kadeh rakıyla beraber hikayeyi anlatana vermiș. Hikayeci ağzını balık gibi açarak duble rakının tekini bir seferde çekmiș, etrafına bakmıș ve bir șiir okumaya bașlamıș. Meyhanelerde samimiyet olduğu yıllar. Erdal doğrularak kalemini çıkarmıș masadaki bıçakla ucunu sivrilterek duvarları karikatürlerle doldurmuș.. O günden sonra meyhanenin adı Çalıkușu değil de “Karikatürlü Meyhane” olarak nam salmıș.

Ankara’nın Semt Meyhanesi Çalıkușu bir semt meyhanesi olmasına rağmen bütün Ankara’yı demliyor. İki ortağın çabasıyla ayakta kalmıș, babadan miras bir ișletme. İlk gün gittik oturduk, geçmișini sorduk. Sağa sola bakındılar sonra yakaları açtılar bir rakı verin dediler. Konușmaya bașladık. Zor günlerde kurulmuș. Leblebi șarapla bașlamıș. Kübik kübik büyümüș. Konu içki olunca çilingir çeneyi açıyor. Nostalji peșinde değiller hepsi bugünün insanı. Fakat bazen insan hayret ediyor gerçekten. Telefon açıyormuș müșteri, fasıl var mı diye soruyormuș. Müziğe diyecek laf yok alttan incecik duyabilene çalıyor. Müdavimliğe gelince farklı ritüeller gelișmiș, giriște iki masa var, kıdem masası diyorlar(!) Meyhane müșterisi gezgin olur. Koca Ankara’da iki salaș meyhane kaldı. Yolunuzu düșürün kașık ayvası deneyin.


ÇALIKUŞU Adres Tașkın Sok. No: 29/B Yenimahalle

Telefon 312 315 4799


54 Senesİnde Çay bardağıyla bİra İçtİm BİR Daha da İÇkİ İçmedİm


TAVUKÇU LOKANTASI Burada yer bulamamanın pek mümkünü yok. Öyle, müșterisinin olmamasından da değil; size “yerimiz yok” denilecek bir mekan olmamasından. Gösterișli bir yer olmaması, müzik olmaması, alıșıldık loș ıșık altında bir iki bir șeyler parlatılacak bir ișletme hiç olmaması ilk tercih yapmaz akșam çıkmak için belki ama en kalabalık zamanında bile bazı masaların birbirine yaklaștırılmasıyla size bir yer mutlaka açılır Tavukçu'da. Sofralar yakınlașır, parlayan dimağlarla gönüller kaynașır ve siz gerçek benliğinizle kalırsınız beyaz ıșık altında. Girersiniz muhabbet bağına. Tavuğun kırmızı etten pahalı olduğu zamanlarda açılır Tavukçu. Samsun'dan gelen tavuklardan tavuklu pilav ve tavuk suyu çorba satar sadece ilk zamanlarında. Atatürk'ün çorba içmesiyle bașlayan bürokratik hava, șimdiki yerine tașınıp içki ruhsatı almasıyla bakanların, milletvekillerin burayı kulis mekanı bellemesiyle çeșitlenir. Çeșitliliğin en güzel kısımlarınıysa edebiyat, gazete, tiyatro, TRT ve bilumum entellektüel tayfalarının mesken tutması olușturur. Deniz Gezmiș ve arkadașları eylem kararı alır, Fazıl Say'ından Bedri Baykam'ına geleceğin sanatçıları burada büyür, Cemal Süreya-Vecihi Timuroğlu-Öner Ünalan-Ahmet Say Türkiye Yazıları Dergisi'ni burada șekillendirir. Hatta burada tanıșıp söz kesenleri bile olur. 54 senesinde çay bardağıyla içtiği bira dıșında hiç içki içmemiș İsmail Poyraz(Komünist İsmail) Tavukçu'yu bugüne getirmiș ve çizgisini hiç bozmamıș. Tabaktaki mezeyi bitiremediysen diğer gelișinde hem porsiyonun hem hesabın yarısını getirmiș, müșteriye fazla bira yazan garsonu kovmuș, 20 yıl sofrasını kurduğu bir ağabeyi Tavukçu'nun yerini kendisine bağıșlarken kendi çocukları için söylediği “çoluğu çocuğu okut İsmail” tembihini kendi çocuklarından tașırıp birçok çocuğa pay etmiș ve de ediyor. Rize'den Ankara'ya geldiğinde çok soğuk gelen step havası önce kendisini ve ailesini ardından bașka bașka insanları ısıtmıș. Tatile çıkmaya hazırlanan Tavukçu Lokantası, Çayyolu șubesiyle varlığını sürdürmeye devam edecek. Sayısız anı biriktiren Tavukçu, 200 civarı kitapta bahsi geçen ender mekanlardan biri olarak kalacak.

Tavukçu tatİle çıktı... 30 Aralık 2015

Adres

Alacaatlı Cad. 2886. Sokak No: 1/A-B Çayyolu

Telefon 312 238 38 39




ANKARA’NIN BULVAR KÜLTÜRÜ “Enfes Ceset” metoduyla aTATürk bULVARI AYDAN BALAMİR Bu yazının amacı, bașkentin büyük emekle olușturulup kolayca yokedilen bulvar kültürünü “belleklerde diriltmek” olarak belirlendi. Yöntem olarak ise birden fazla yazarın, birbirlerinin paragrafını takip ederek olușturacağı bir metin önerisi var. Öneriyi, Sürrealist’lerin Exquisite Corpse / Enfes Ceset* yöntemiyle ilișkilendirmek, konuya uygun düșecektir sanırım. Bulvarı kuzeyden güneye tarayarak ilerlemek, veya doğu-batı yakaları arasında gidip gelmek, ya da yeri-yönü sürekli değișebilen kaleydoskopik bir anlatımı sürdürmek, hepsi mümkün. Tek bir mekâna yoğunlașmak ya da Bulvar’ın altını üstüne getirmek de mümkün elbet. Sonunda hepsini bir haritaya ișlediğimizde, neyi nasıl eylediğimiz belli olacak nasılsa… Burada bana düșen görev, yazıları ardarda dizmekten ve sözün yeri gelmișse, belki birkaç yerde araya girmekten ibaret. Yinelenen konular olabilir, kim korkar tekrardan? “Tekrardaki mucize gülüm, tekrarın tekrarsızlığı…”—Nazım Hikmet, 1958

Altmışlar, Yetmİşler ve Seksenlerde Bulvar Promenadı Süha Özkan Bulvar Piyasa Yürüyüșü (Promenade), çıkıș noktası Büyük Sinema olsa da, benim için Zafer Meydanı önemliydi. Kareli diye bir birahane vardı. Yeniydi. Kareli adını duvarlarının dört parmak genișliğinde kavak kaplama sepet örgüsünden geliyordu. Orada ilk alkol tüketiminin tadına vardığımı ve çakırkeyf, yo yoo sarhoș, eve dönerken untulmaz 8 kișilik skoda dolmuștan inmek için șoföre haber vemeden kapıyı açmıș ve inmeye yeltenmiștim. Panik içinde fren yapan Șoför, “kardeș, ineceğini söylesen daha iyi olur,” diyerek bana bir “Dolmuș Kullanım Dersi” vermiști. Ben de Skoda ile kaldırım tașı arasında sürünüp soyulan pabuçlarımla, Kareli’yi ve biraya katılan votkanın iyi birșey olmadığını ilk uçușta öğrenmiștim. Büyük Sinema kültürel odak noktarından biriydi. Șimdi Rock and Roll dediğimiz dansa biz o zaman “Sallan Yuvarlan” derdik. Elvis Presley’in filmleri geç de olsa hep orada oynardı. Tüm genç izleyicilerin yerlerinden fırlayıp çılgınca Rock and Roll yapmaları 999


unutulmaz olduğu gibi, gazetelerde haber değeri olan Happening türü olaylardı. Bulvar’dan Çankaya yönüne giderken Piyasa Yürüyüșü hep Doğu, yani sol kaldırımda olurdu. Güvenpark ve Bakanlıklar, sonra Meclis ve Sefaretler olduğu için, bugün de olduğu gibi o kaldırım ölüydü. Büyük Sinema’dan çıkıp sola dönerek yürümeye bașlayınca , yayın tava, parmak patates, sosisli sandviç ve çekme birası ile, on yıllarca aynı nitelik düzeyini bozmamıș Piknik en önemli bulușma ve tıkınma yeriydi. Orada herkesi bulurdunuz; hele Atilla İlhan oradaysa, kendinizi önemli hissederdiniz. Biraz ilerde hafifçe yükseltilmiș cam parapetiyle Bulvar kaldırımı ile iç içe Espresso, çoğunlukla Devlet Tiyatrosu, Opera ve Orhan Sezener Orkastrası’nın elemanlarının kahveyi İtalyan inceliğinde içtikleri yerdi. Pahalı idi, bize de biraz ağır gelirdi. Pek gidemezdik. Sakarya Caddesi’ne girer girmez solda İki buçuk metre karelik yerinde özellikle öğrencilere harika tatlar yașatan Goralı, 60 kurușluk sosisli sandviç ve rus salatası ile bizim için bir tat șöleni idi. Hep ikincisini yemek isterdik ama bütçemiz pek elvermezdi. Biraz Winston Churchill, biraz Charles Loughton ve biraz da Michelin lastik logo adamına benzeyen, adını bilmedigimiz “Bay Goralı” her öğreciye aynı gülümseme ile sandviç sunar ve kendimizi hep, “hoșgelmiș” hissetirirdi. Sonra Sakarya Caddesinin derinlerinde daha görkemli bir yer açtı. Ama tutmadı. Erken gittiğim bir saatte, çalıșanların yüzlerine “Hansaplast” (yara bandı) yapıștırarak onlara “gülümseme” dersi verdiğine tanık olmuștum. Unutamam. Tek sermayesi gülümseme ve öğrenci bütçesinin karșlığı idi. Bulvar’dan yukarı yürüryünce Ulus Sineması bugünkü Gökdelen’in karșısında idi ve Kızgın Damdaki Kedi gibi, Paul Newman ve Elisabeth Taylor’ın harika oyunu ile Tennesee Williams kaynaklı ağır filmler oynardı. Üniversite yıllarımızda Büyük Sinema’nın tahtına kuruluverdi. Ulus Sineması’nın öniübir tür “Entel Durak”dı. Sevgili Dostum ODTÜ öğretim üyelerinden Andrew Stonyer, Kızılay Kavșağına “Atatürk Caddesi ile Atatürk (Mustafa Kemal) Caddesi’nin” kesișme noktası derdi. Bunun içinde, bizdeki Atatürk sevgisine ironik bir dokundurma gizliydi. Oradaki Restoran Cevat Ankara’nın Karpiç sonrası Yenișehir’deki en nezih lokantası idi. Pennsylvania Üniversitesi’nden ODTÜ Mimarlık Fakültesi kurucusu olarak görevlendirilen Thomas Perkins’in ODTÜ’nün kurulușunda görev alacak kișileri orada belirlediği bilinir. Yukarı çıkmayı sürdürünce, USIS ABD İletișim Merkezi’nin Galerisi vardı. Bu galeride izlediğim Ansel Adams’ın fotoğraf sergisini hala tüm canlılığı ile kare kare 999


anımsarım. Bana fotoğraf sevgisini așılayan ve bu sanatın önemini belgeleyen Adams’ı tanımak, benim için önemli bir deneyim olmuștu. İlerleyince Flamingo Patanesine gelirdiniz. Ankara’nın en olağanüstü pastaları ve dondurmaları oradaydı. Eğer bir yere davetliyseniz pasta oradan alınırdı. Bu hem yiyeceğiniz tatlının niteliğinin hem de konuk olarak cömertlik karizmanızın garantisiydi. Sonra Belçika Elçiliği ve sonra Tarım Bakanlığı gelirdi. Bu arada bir hıyaban (ağaçlı yol) olan Olgunlar Sokak Elçilik bahçe duvarı ve az katlı zarif apartmanları ile bir kaçamak dinlenme ve söyleșme yeriydi. Biz de iki sokak doğusundaki Konur Sokak’da otururduk. Büyük Ankara Oteli de bize Espresso gibi ağır gelirdi. Girmezdik. Doğrusu pahalıydı, girmeye cesaret edemezdik. Hemen bitișiğinde yer alan, Türklere İngilizce’yi sevdiren ya da öğrenmeyi beceremeyenlerin soğuk baktığı Direct Method for English ya da “English for Turks” dizi kitaplarının yazarı ve öğretmen E. V. Gatenby’nin evi vardı. Kendisi Ankara’dan göçünce ev Milka Pastenesi olmuștu. Açık hava Ankara bulușmalarının yer aldığı Milka, yetmișlerin odak noktası idi. Bize pizzayı ilk sunan yer burasıydı. Küçük formika düz tablalarda sunulurdu. İlginçdi. Severek yerdik. Ama șimdi anımsadığımda tam anlamıyla bugünkü donmuș pizzalar kıvamındaydı. Yeniydi, onun için seviyorduk. Çünkü pide henüz Bulvar’a inmemiști. Bu yürüyüș boyunca gerçek amaç, tümüyle aradığınız biriyle gözgöze gelmek ya da bașkalarına çaktırmadan “kesmekti”. O yüzden piyasaya çıkarken iyi giyinilirdi. Naylon gömlek vardı, blucin henüz gelmemiști. Ama açık mavi poplin pantalon “in” idi. Hedef Kuğulu Park ama ben Milka’da kalıyorum. Yoruldum.

Şarküterİ Meselesİ Aydan Balamİr Dur, Kuğulu Park’a kadar uzanma, orası ırak! Okulu asıp yürüyerek Kuğulupark’a giden Ortaokullu, Liseli gençler, bașka bir memleketin kuytu bir ormanına gitmiș gibi hissederlerdi. Derinlemesine ve enlemesine sınırsız ve hayli ıssız, içinde kaybolunulan Kuğulupark! Bulvar’ın yakın ve kalabalık mekânlarına dönelim... Suha Özkan’ın Piknik girizgâhına bir küçük ekleme: 60’lı yıllarda anne-babayla gidilen, “sıcak köpek” (hotdog!) sandviçle ilk tanıșılmıș mekân idi Piknik. 70’li yıllarda ise arkadașlarla gidilmeye bașlanan, ve sosisle hardalın artık alıșılmıș lezzetiyle yetinilmeyip, kașar pane ile soğuk biraya geçilen yılları hatırlatır. Piknik’te herkesin bütçesine göre takılma imkânı vardı. Yola bakan camlı dar bölümde gençler ve her yaștan orta halli müdavimler biralarını yudumlarken, içerde arka taraflarda dört bașı mamur bir yemekle 999


daha uzun saatler oturmak mümkündü. Mekânı terkederken de șarküteri bölümünden biraz sosis alınır, ama evde o lezzet bir türlü yakalanamazdı. “Șarküteri” kültürü aslında, Bulvar gezginlerinin hayatına Piknik’ten önce girmiști. Bulvarın doğu kanadının ortalarında bir küçük dükkan, Trakya Șarküteri... Sahibi Rumdu; șișmanca gövdeli, son derece kibar bir beyefendiydi. İșini büyük bir keyifle yapar, müșteri de keyiften dört köșe ayrılırdı dükkândan. Camlı tezgâhta duran onca yiyecek arasında, nedense ince yuvarlak dilimler șeklinde kesilip satılan kaz ciğerini hatırlarım. Resim gibi gözümün önünde, sanki Ankara’da hergün kaz ciğeri yenirmișçesine... Trakya’nın sahibi, 6-7 Eylül olaylarından epey sonra, sanırım 60’lı yılların ortalarına doğru ayrıldı Türkiye’den. Yeni sahip eski nezaketi sürdürdü, fakat iși sürdüremedi. 70’li yıllarda șarküteri kültürü Bulvar’dan Sakarya’ya kaydı, köșe bașlarına yerlești ve yerellești.

Belleğİmİ Hurdacıya Sattılar L. Gülden Treske İstanbul’dan Ankara’ya tașındığımız 1960’lı yılların ortalarında, Kızılay’ın merkezinde, büyük bir heyecanla inșası beklenen Türkiye’nin ilk gökdeleni esas adı ile Emek İș Hanı bitmiști. O zamanlar Bulvar bir gezi ve piyasa yeri, yirmi dört katlı gökdelenimiz çok yeni, Gökdelenin ilk üç katında yer alan Gima da, șevk, heyecan ve hayranlıkla yașanan ilk çok katlı büyük mağaza deneyimi idi. Ankara dıșından gelen akrabalar mutlaka, bu günün ancak mütevazi bir apartmanı olabilecek o zamanın “gökdelen”ine götürülürdü. Ulus’taki Modern Çarșı’dan sonra ilk yürüyen merdiven de buradaydı ve küçük olduğum için evde bırakıldığım zaman, ben de yürüyen merdivenlere gitmek istiyorum diye ağlama nedenlerimden biriydi. Bulvardaki kadar geniș, kenarları ağaçlı kaldırımları İstanbul’da hiç görmemiștim. Güvenpark’taki adam heykelleri ne büyük, Gökdelen çok yüksek, Gima’da kendiliğinden yukarı doğru yürüyen merdiven ne müthiș bir șeydi, Ankara ne güzel bir șehirdi... Bir çok șey teker teker, yavaș ve usulca hayatımıza girdiği için șașırma, heyecan duyma șansımız vardı. Kızılay’ın ve șehrin tek Bulvarı’nın Ulus’tan çaldığı tek șey yürüyen merdiven de değildi. Bulușma yeri artık Ulus Atatürk heykelinin yerine, Gökdelen’in önü olmuștu. Cep telefonu olmadığı için de, Postane tarafı mı Gima giriși tarafı mı, kesin kararlaștırılması gerekirdi, yoksa döner dururdunuz iki cephe boyunca. En iyi ve en yeni filmler Büyük Pasaj üstündeki Büyük Sinema ile Kızılay merkeze yakın Ulus Sineması’na gelirdi. Gișe önünde kuyruk olunup bilet alınırdı. Sokak Kızı İrma Büyük Sinemada haftalarca oynamıș, Ulus sinemasındaki To Sir With Love/Sevgili Öğretmenim’e gitmeyen öğrenci kalmamıștı. O sinemalara gidenler çıkıșta kafelerde oturur, Sergen’de profiterol yer, Bilgi’de, Tarhan ve Hachette Kitapevinde kitaplara bakardı. Aynı kalabalık gene Büyük 999




Sinemada Münir Nurettin Selçuk, Zeki Müren ya da batı müziği ve caz konserlerine, tiyatro gösterilerine giderdi. Kızılay/Yenișehir ve Bulvarı, Ankara planına girdiğinde bu kadar parlak ve kalabalık olarak düșünülmemiști. “Esas” kalabalık Ulus’taydı. Yeni hayatın yeni Ankara’sının simgesi olarak inșa edilen Yenișehir, yavaș yavaș ve zamanla bu kalabalığı kendine çeken bir dönüșüm geçirdi. 60’lı 70’li yıllarda en parlak günlerini yașadı ve aynı kendiliğindenlikle pırıltısı karmașık bir kalabalığa, griliğe, sık sık el değiștiren dükkanlara dönüștü. Bir zamanların kumaș ya da ayakkabı alınacaksa uğramadan olmaz mağazaları, yerlerini uğranmasa da olur mağazalara terk etti. Zaten ziyaretçileri de artık eskisi gibi gezmeye, piyasa yapmaya gelenler değil, aceleyle oradan geçen bir kalabalığa dönüștü. Merkezliğini korudu ama o piyasa ve alıșveriș için gelen șık kalabalık, hem șıklığından vaz geçip hem de arabaları ile alıșveriș merkezlerine gidince; yerlerini, Metroyla yer altında koșturan, minibüslerle merkezden çevreye, çevreden merkeze akan insan ve araç trafiği aldı. Ankara o kaybettiği Bulvar’ının yerine asla yenisini koyamadı. Aynı saatlerde aynı yerden geçen, aynı saatte aynı yerde birasını yudumlayanlar dağıldı, her biri Ankara’nın bașka köșelerine savruldu. Eski Ankara’lıların șık tayyörlü mizanpli saçlı annelerinin buluștuğu beyaz ferforje masaları ile șık Tuna pastanesi bulușmaları, Meclis müdavimlerinin bu gün sadece cephesi kalan Bulvar Palası ile birlikte görünmez oldu. Açık havada yürüyerek gezen insanlar, çocuğuyla el ele vitrin bakıp, sonra yoldan geçenleri seyrederek bahçeli bir kafede dondurma ve pasta yemeler bașka iklimlere ya da alıșveriș merkezlerine kaldı. Gökdelenin giriș cephesinde, Kuzgun Acar’ın 1966 yılında yaptığı tunçtan bir rölyefi vardı, banyo fayansları ile döșenmemiști. Sonra bu rölyef 1974 yılında kaldırıldı, faili meçhuller arasında yerini aldı. Depolarda çürüdü. Hurdacılara satıldı denildi. Sessizce yok oldu. Bulvarda gezenlerle birlikte yok oldu gitti. Akıbeti ve kıymeti bilinmedi. Bilenlerin çok azının üzülecek vakti oldu. Rölyefin adı “Türkiye” idi. Heykeltıraș, bu tunçtan eseri ile çoraklașan topraklarımızı ifade etmek istemiști, giden her parça ile biraz daha çölleșen ülkemizi.

Bulvar’dan İnsan Manzaraları Aydan Balamir Gülden Treske’nin sözünü ettiği “șık tayyörlü mizanpli saçlı anneler” kategorisinde olanların en gençleri bugün yetmișli yașları deviriyor, senyörler ise doksanlarında olmalı. Seksenbeșini süren annemin 60’lı yıllardaki Kızılay șıklığını 999


unutamam... Kızılay’da akșamüstü voltası için tayyör-mizanpli șart değilse de, șıklık zorunluydu. Bir gün anne-baba-anneanne hepimiz voltadayız; annem birden yanımızdan ayrılıp, kümelenmiș bir gruba doğru seyirtti. Ne oluyor diye baktık, İsmet İnönü eși Mevhibe Hanım’la gezinirken bir grup etrafını sarmıș, sohpet ediyorlar, gençler elini öpüyor. Annem daha yirmili yașlarında olmalı; derhal aralarına karıștı, Pașa’nın elini de öpüp aramıza geri döndü. İnönü ve eși yalnız idiler elbet, ‘bodyguard’ henüz sözcük dağarcığımıza girmemiști.

Toplumsallaşmanın ve Çağdaşlaşmanın Mekânı Olarak Atatürk Bulvarı H. Çağatay Keskİnok Ankara Garı’ndan Ulus’a çıkan İstasyon Bulvarı Kurtuluș Savașına tanıklık etmiștir. Atatürk Bulvarı ise Cumhuriyetin kurulușu ve gelișmesinin tarihini sergilemektedir (Keskinok, 2009).(1) Bu gelișmenin kilit noktası Hakimiyeti Milliye (günümüzdeki adıyla Ulus) Meydanı’dır. Hakimiyeti Milliye’den Çankaya’daki Cumhurbașkanlığı Köșkü’ne uzanan yol Ankara kentinin gelișmesini biçimlendirmiștir. Bu yol, yalnızca, yeni kurulan Cumhuriyetin kurumlarının ve kullanımlarının yer seçtiği bir ekseni değil, toplumsallașmanın, kültürel ve sanatsal gelișmenin ve estetiğin mekânını olușturmaktadır. Öncelikle, üzerinde toplumsallașmanın gerçekleștiği, toplumsal ilișki ve iletișimivn sürekli biçimde geliștiği bir yoldan söz ediyoruz; yoksa toplumsal ilișkileri koparan, hızlı trafiğin așındırdığı, gelip geçilen bir yoldan, hız ile tüketilen bir mekândan değil. Burası bir gezinti yoludur, bir karșılașma yeridir. Cumhuriyetin kuruluș döneminde Atatürk Bulvarı, iș ve yașam mekânları arasındaki kopușun ve yabancılașmanın yıkılmasının örneğini sergiler. Bu yol zamanın ve mekânın tüketildiği değil toplumsal etkileșim ve değișimin geliștiği bir yeri tanımlıyor. Bulvar 1920’li yıllarda, Cumhuriyet ile toplumsal yașamımıza giren kurumların mekânları ve yapıları ile, o günlerin șehirciliğinde ve mimarlığında, çağdaș yașama özgü olarak görülen ölçü ve düzen içinde biçimlendirilmektedir. Bulvar yalnızca bir yol değildir; çağdaș yașama özgü etkinliklerin gerçekleștiği, yeni kent (Yenișehir) ile eski kenti (Ulus) birleștiren bir omurgadır. 1929 yılında Robert Orley tarafından tasarlanan ve Yeni Șehir’e adını veren Kızılay Genel Müdürlük (Hilal-i Ahmer Cemiyeti) Binasının, Havuzbașı olarak adlandırılan bahçesi Ankaralıların önemli toplumsallașma mekânlarından ve ilk gezinti yerlerindendir. Havuzbașı’nda Cumhurbașkanlığı Orkestrası konserler vermektedir o tarihlerde. Atatürk Bulvarı, Cumhuriyetin yurttașının eğlence, kültür ve sanat yașamının geliștirildiği ve biçimlendiği bir yol olarak kentsel yașamımıza girmiștir. Zaman içinde, 999


yalnızca mekânsal biçimlenme olarak değil sosyolojik bir olgu olarak, Kızılay-Ulus kent merkezleri ikilemi ortaya çıkmıșsa da Atatürk Bulvarı, büyüyen kentin parçalarını ayakta tutan, parçalarını birleștiren en önemli kentsel omurga ișlevini uzun yıllar sürdürmüștür. Ankara’nın kentsel gelișiminde, Atatürk Bulvarı’nın yarattığı ve olușturduğu toplumsallașma ekseninin ve omurgasının bir benzerini henüz üretebilmiș değiliz. Bulvarın önemsizleștirilmesine ve üzerindeki yapıların, özellikle de modern mimarlık örneklerinin niteliksizleștirilmesine yönelik uygulamalar, yakın tarihte Ulus (Hakimiyeti Milliye) Meydanı’nın Cumhuriyet Mitinglerine ve kutlamalarına kapatılması yönündeki çaresiz girișimler, Cumhurbașkanlığı Köșkü’nün Çankaya’dan tașınması vb Cumhuriyet düșmanlığının göstergesi girișimler mekâna ve topluma yönelik müdahalelerin birbirlerinden ayrılmaz biçimde birlikte gerçekleștiğini gösteriyor. Bulvar üzerinde tarihsel yapılara ve biçimlere yönelik saldırıyı rant hesaplarıyla açıklama yaklașımı bugün artık yetersiz kalıyor. Cumhuriyet düșmanlığı, Cumhuriyetin kurulușunu ve ulusal bağımsızlığı simgeleyen mekânsal biçim ve düzenlemelere ve mimari yapılara yönelik saldırı ile birlikte yürütülüyor. Bugün Cumhuriyetin yarattığı tüm kurum ve mekânları ve ilișkili yapılı çevre ciddi bir tehdit altındadır. İçerik ve biçime yönelik saldırılar birliktedir ve bu nedenle de kapsamlıdır. Tekel, Emlak Kredi Bankası, PTT, Etibak, Sümerbank, İller Bankası, Devlet Tiyatroları örneklerinde kurumlara saldırı, mekânlarına ve yapılarına yönelik saldırı ile içiçedir. Tasfiye edilen İller Bankası ve Etibank örneklerinde konu, kurumların tasfiye edilmesiyle sınırlı kalmamıș yapıları da yerle bir edilmiștir. Bu önemli kamu kurulușları, yapıları ve mimari biçimleri ile birlikte belleklerden silinmek isteniyor. Kurumları yok etmek için mekânlarını da yok etme gereği duyuyorlar. Bütün bunların sonucunda, Atatürk Bulvarı üzerinde kültürel ve sanatsal etkinliklerin birlikte üretildiği, esas olarak kamusal yapıların tanımladığı bir kent omurgasından, gelip geçen tașıt trafiğinin ve yoğunlukların niteliksizleștirdiği ve așındırdığı herhangi bir yola dönüștürülmüștür. Bulvarın anıtları da kapsamlı bir saldırıyla karșı karșıyadır. Bașta Güvenpark ve Güvenlik Anıtı olmak üzere Zaferpark ve Zafer Anıtı dile getirilen tehdit altındadır. Hitit Güneși’ne yönelik saldırı ise uzun bir geçmișe sahiptir. Bu karamsar tabloya karșın, Bulvarı yeniden toplumsallașmanın, kültür ve sanatın mekânına dönüștürmek hiç de zor değil; ama bu bir iktidar konusudur. Kușkusuz, günümüzdeki ölçülerindeki bir Ankara için bir Atatürk Bulvarı yeterli olmayacaktır. Toplumsal iletișim, çağdașlașma ve etkileșim için onlarca Atatürk Bulvarı’na gerek vardır; yani mekânsal ve toplumsal bütünleșme omurgalarına. Önemli olan kentleri ve kentlerin parçalarını bölen, hızla akıp giden tașıtların tașıyıcıları olacak 999


yolları inșa etmek değil toplumsallașmanın, toplumsal değișim ve iletișimin üzerinde biçimlendiği kentsel omurgaları ve eksenleri yaratabilmektir.

(*) ‘Leziz Ceset’ ya da ‘Muhteșem Ceset’ olarak da anılmakta. Sözcük veya imajların șans eseri biraraya gelmesiyle yaratıcı sonuçlar ortaya çıkaran bir ortak üretme biçimi. Yazı üretiminde kural olarak, katılanlar kendinden önceki sözcüğü ya hiç görmeden, “sıfat-isim-zarf-fiil” dizilimiyle eklemeler yapmakta, ya da kendinden öncekinin son bölümünü görerek devam etmekte. (1) Keskinok, Ç. (2009), Ankara Kentinin Planlaması ve Atatürk Bulvarı’nın Olușumu, Cumhuriyet Devriminin Yolu Atatürk Bulvarı (Derleme kitap) içinde, Koleksiyoncular Derneği Yayını, Ankara. METİNLER: Suha Özkan: Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü Gülden Treske: Yazar, Mimar Çağatay Keskinok: Prof. Dr., ODTÜ Șehir ve Bölge Planlama Bölümü Aydan Balamir: Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü

999




MARGARİNİN PLASTİKTEN BİR MOLEKÜL FARKLI OLDUĞU GİBİ BAZI EZBERLERİN BOZULMASI GEREKMİYOR MU SİZCE DE? EVET, ZAMANINDA BİR MEMURU ÇOK ZORLAYACAK RAKAMLARLA KULÜPLERE ÜYE OLUNUYOR, TENİS OYNANIYORDU AMA BOZKIRIN GÖBEĞİNDE, ULUS'UN ORTASINDA YEMYEŞİL BİR ALANDA, ÇİFTLİ OYNARSAN AYRANSIZ TAVUK DÖNER FİYATINA GELEN, TOPLAMDA İSE BİR DAMACANA SU FİYATINA KİRALANABİLEN KORTLARIYLA ANKARA TENİS KULÜBÜ ŞEHRİN GÖBEĞİNDE ÇİÇEK GİBİ DURUYOR. KAFANIZDA RAKET KIRMAK GİBİ BİR ŞOV PEŞİNDE DEĞİLSENİZ BİR RAKET DE 2 SENE KADAR GİDEBİLİYOR. E ARTIK YAPILABİLMESİ OLANAKLI YENİ BİR SPOR GİRMESİN Mİ HAYATIMIZA? ÜSTELİK ANKARA'DA 100'ÜN ÜZERİNDE KORT VARKEN.

“10 adet kapalı kortuyla Ankara şartlarına en uygun tenİs kulübü ATK.”


Spor kulübünden öte kaliteli bir sosyal kulüp ATK. Tenis aktivitelerinin yanında bütün yıl kendinizi yazlıkta hissedebileceğiniz oyunlar, maç izlemeler, yemeklere ek olarak dünyada en fazla uluslararası tenis turnuvası düzenleyen ülke olduğumuzu öğrenebileceğiniz muhabbetlerin döndüğü bir kulüp. Yılda 10-12 turnuva düzenleniyor. Büyük turnuvalara katılabilmek için gereken puanların toplandığı bu uluslararası turnuvalardan biriyse PTT Ankara Cup. Bu turnuvada derece yapanları Grand Slam'de hatta dünya sıralamasında ilk 50'de görmek hiç de zor değil. 8 yașını geçmiș herkesin turnuvalara katılması mümkün. Değișen yaș gruplarının kurslarına katılmak için kulüp üyesi olmak gerekmiyor. Dıșarıdan kortları kullanmak isterseniz de ya kulübe üye olmanız ya da bir üyenin misafir oyuncusu olmanız gerekiyor. Ama tenise hevesiniz varsa hiç üçün beșin hesabını yapmayın, giriște tek seferlik ödeyeceğiniz çok yüksek olmayan bir miktarın dıșında günlük iki ekmek parasına sosyal bir kulübün üyesi olabilirsiniz.

ANKARA TENİS KULÜBÜ Adres

19 Mayıs Stadyum İçi Ulus

Telefon 312 311 56 58


“BaşkenT OLDUĞU İÇİN bİr dİsİplİnİ vardır Ankara’nın.” Müsabakayı kaybetmek istemiyorsan uyman gereken disiplin, taktik gibi. Defans yapmak bir yapıyı, kurguyu bozmaktır demiști bir usta zamanında. Tıpkı Ankaracıların da sıklıkla șehri savunmak için mecbur bırakıldıkları hal gibi. Forma numaraları 99’a kadar çıkmazdan önce 1-11 arasındaydı ilk 11’in numaraları. Uğurlu rakamımıza göre ya da sevdiğimiz futbolcunun sırt numarasına göre seçerdik, büyüyünce futbolcu olmayı hayal ettiğimiz zamanlarda sırtımıza yakıștırdığımız numarayı. Sonra sınıf maçları hadisesi belirdi liseye geçince. Nereden baksan sevdiğin kıza kendini gösterebileceğin bir etkinlikken bu maçlar, aslında çoğumuzun lise ile beraber son bulacak futbol kariyerinin en șık ayağa pas dönemiydi. İște bu zamanlarda sınıflar forma yaptırıp, seçtiği numarayı bastırıp bir de ismini yazdırıp sırtına geçirdimi formayı, kıza açılmak için bulunamayan özgüven taș zeminde filizlenirdi.

. .

.


Spor malzemesi alınacaksa bir dönemin ve ilgi biraz azalsa da günümüzün ilk adresidir Ülkealan Pasajı. Üst katında paranın yetmediği orijinal formalara bakıp iç geçirerek inilir alt kata. Ortam ıșığı üst kata göre daha bir loșlașan alt katta yaptırırsın formanı, bastırırsın ismini, numaranı. Küçükesat’tan 317’ye binip Altındağ’a gitmeyi yașatır,dönerek inen merdivenin taș zemini. Alt katta bulunan mağazasında konuștuğumuz Osman Bey, zaman içinde ne gibi ürünler satıldığını anlatıyor bize Ülkealan’da;

“korkularını yenmesİ İçİn küçük kızına paten alan babadan gİzlİ saklı satılan Amerİkan çİkolatalarına, hacıyatmaz kum torbalarından bİr hakİmİn güvenlİğİ İçİn şoför koltuğunun altına gİzleyeceğİ beyzbol sopasına kadar neler neler…” Herhangi bir sporla ilgileniyorsanız ve herhangi bir malzemesini arıyorsanız önce Ülkealan’a uğramalısınız. AVM’lerde bulamayacağınız samİmİyeti ve pazarlık șansını her daİm saklı tutar Ülkealan.

ÜLKEALAN PASAJI Adres İzmir-1 Cad. No: 22 Kızılay


Ankara’nın Ayazı ya da Bİr Taşralının Soğukla İmtİhanı Özgehan Şenyuva Ayaz, öztürkçe. Ta 1073’te Divan-i Lugati't-Türk’te geçer bu kelime, ayās kök șeklinde. Berrak gök demekmiș, Nișanyan sözlüğe göre. Aynı kaynaktan devam edersek, günümüze gelmesi çok da uzak değil: Ahmed Vefik Pașa’nın 1876 tarihli Lugat-ı Osmani’sinde ayaz, açık havalar, aylı gecenin soğuğu șeklinde açıklanmakta. TDK’ya geldiğimizde ise, duru, sakin havada çıkan kuru soğuk șeklinde tanımlanmakta. Bence yanlıș. Nasıl her rüzgar aynı değilse, esip geldiği diyarların kokusunu, hikayesini tașırsa, tüm soğuk havaların aynı olduğunu düșünmek de doğru olmaz. Ayaz, özel bir soğuk havadır ve en güzel Ankara’da yașanır. Bir hava durumu olarak ayaz, yazın tersidir. K elime oyunu olarak değil, tanım olarak da. Yazın yağıș azdır çünkü hem yeryüzü hem de hava sıcaktır. Eğer yeryüzü ile hava arasında sıcaklık farkı varsa, yeterli nem olması durumunda yağıș olur. Ayaz ise, hem yeryüzünün hem de havanın soğuk olmasıdır. Ayazdan kaçamazsın. Ayaz nettir, kafa karıștırmaz. Soğuk yer, soğuk hava, açık gökyüzü. Yıldızlar pırıl pırıl. Ankara gibi; kıraç coğrafya, gri șehir. Sürpriz yok, köșeyi dönünce bekleyen mimari șaheser yok. Arabayla hafta sonu kaçamağı için iki saat gidersen Çorum var, Çankırı var, olmazsa Kırıkkale var. Ama nettir ve nefes alırsın Ankara’da. Soğuk havayı ciğerlerine çektiğinde yașadığını anlarsın ya, Ankara’da geçen her gün sana yașadığını hatırlatır. Biraz canını yaksa da, bilirsin, nefes alıyorsundur. Ablamın Annesi – Merdivenle Yokuștan Kaymak Dikimevi, Düğün Sokak, Ankara Üniversitesi Kalp Merkezi Arkası Arkadașlarını kendi modern yenge ve ona gıcık olan teyze modellerinin biri veya birkaçı her ailede bulunur. Mecbur kalmadıkça da görüșülmez. Bir de boșanıp yeniden evlenmiș, mutluluğun peșinde bir ömür geçirmiș modeller vardır ki, esas film o ailelerde döner. Eski Yeșilçam filmleri ama. O kadınlar, yıkılan yuvalar, arada kalan çocuklar, liste böyle uzar gider. Bizim aile de benzer bir durumda, ama daha çok Adile Nașit-Münir Özkul olanlarından. On iki yașında var olduklarını bildiğim ama hiç görmediği abim ve ablamla tanıștım. Aynı evde büyüsek bu kadar yakın olur muyduk bilemem ama bugün yakın ve dayanıșma içinde dört kardeș isek bunun müsebbibi annelerimizdir. Özellikle de ablamın annesi (ki kendisi abimin de annesi olur, ama böyle söylemeye alıșmıșım bir kere). Ablamın annesi çoğunluğun yaptığı gibi kendisini iki çocukla bırakıp giden adama karșı çocuklarını doldurmak ve düșman etmek yerine, hem babalarına hem de baba bir 999


kardeșlerine karșı açık ve hoșgörülü olmalarını salık vermiș bir kadındı. Sadece söylemde kalmamıș, çocukluğumuzdan itibaren bize kucak açmıș ve hep sevgi, ilgi ve alaka göstermiștir. Çok dolduğu bir kaç zaman hariç hiç bir zaman babamıza karșı kötü bir söz etmemiș, annemize karșı hep saygılı davranmıștır. Özetle iyi bir kadındır ablamın annesi. İyi bir kadındı. Soğuk bir Ankara günü, ayaza çeken bir Aralık akșamı vefat etti. Ankara: Kaydedilen En Soğuk Gün: 25 Ocak 1950, -24.4 C En Yüksek Kar: 33 cm. 31 Ocak 1950 Ablamın annesinin evinde ilk kalıșım ortaokulun ilk yıllarına rastlar. Denizli’ye kar ben büyürken pek yağmazdı, șimdi nasıldır bilmem. Kar yağması büyük olaydı. Çamlık denilen mesireliğe gidilir, kardan adam yapılırdı. Kar da en fazla iki-üç gün kalır sonra yerini sevimsiz bir çamura bırakırdı. Kara duyulan bu açlık nedeniyle, Ankara’daki kar yağıșına çok özenirdik. Mevcut olan tek kanalda hava durumunu izlerken (zaten tek kanal, ne koysalar izlerdik) tüm ülke hava durumunu takip eder, nereye kar yağıyor bilirdik. Bu arada, hava durumunda bütün iller gösterilmezdi. Vatandașın vergisiyle çalıșan bir devlet kanalında niye tüm șehirler gösterilmezdi hala anlamıyorum. Nedense, șehirlerin bölgesel olarak düzenlendiğinden de bihaberdim, alfabetik zannediyordum. Denizli yerine Diyarbakır çıkıyor zannettiğimden hava durumuna atarlanan belki de tek çocuk bendim. Karlı bir kıș günü tek bașıma Ankara yollarına düșmem de o yıllara denk gelir. İlk defa abim ve ablamla uzunca vakit geçirmek için onların yanına Ankara’ya gittiğime göre Șubat tatili dönemi olsa gerek. Plan basit, Denizli’den otobüse bindirileceğim, Ankara’da terminalden alınacağım. Ne yanlıș gidebilir ki? Afyon’da yol kardan kapandı saatlerce bekledik, Sivrihisar Ankara arasında otobüs kayıp yoldan çıktı. Ablamların yanına gidiyorum, umurumda bile değil. Normalde o dönem sekiz saat süren yolu yaklașık 12 saatte alıp, șimdi süpersonik belediye binası olarak mühim kișilere makam olan eski terminale vardığımda beklemekten perișan olmuș abimle ablamı gördüğümde ne açlık susuzluk ne de üșüme kalmıștı. Ankara’da kar diz boyu, ablamla abim var, daha ne olsun. Bir çocuğun șuursuzluğu gerçekten sınır tanımıyor. İște ablamın annesi o yoldan gelmiș, üșümüș, ergenliğine çeyrek kalmıș çocuğa kucak açtı. Konu komșunun birden peyda olan ve abi-abla diye ortalıkta gezen velet hakkında düșüncelerini umursamadan her sabah șahane kahvaltılar hazırladı, gezmelere götürdü. Bunu kaç kiși yapar, yapabilir, bilemiyorum, bu nezaket ve yüce gönüllüğün anlamını yeni yeni kavrıyorum. O zaman ise hergün kartopu oynayıp gezmelere gittiğimde sabahlar olmasın derdindeydim.

999


Ve ben hayatımda ilk defa merdivenle karda buzda o yokuștan kaydım. Abimlerle, ablamlarla, ablamın annesinin koruması ve gözetimi altında. Yüzüme çarpan o soğuk rüzgar, korkudan kasılan ellerim, bacaklarım, sıkılı dișlerim. Hepsi șu an bile aklımda. Bitince tekrar. Yoruluncaya, bıkıncaya kadar. Ben o kıș, karlar altında, ayaza çeken bir Ankara akșamında, ablamın annesinin sevgisi, cömertliği ve insancıllığı ile ısındım. İstanbul’un Kaypak Soğuğu – Merdivenden Yuvarlanmak Tarihi Cumhuriyet Mahallesi, İstiklal, İstanbul Denizli 1980’ler ve 1990’lar boyunca üniversite yerleștirme sınavlarında en bașarılı illerden biri olmuștur. Tek sineması olan, gençlerin habire Çınar’da așağı yukarı yürüyerek sosyalleștiği bir yerden kaçma güdüsü ile, ODTÜ’den, Boğaziçi’nden Denizli’ye otobüs kaldıracak kadar çok genç sınavlara abanmıștır. Benimse gözüm Ankara’dan bașkasını görmediğinden üniversite okuyacağım diye Ankara’ya gelen binlerce gençten biri olmam beklenen bir șeydi. Araya aile gazıyla yazılmıș birkaç İstanbul tercihi olmasın diye resmen dua etmiștim. Tașradan büyük șehre gelenlerin ilk yılları birbirine benzer. Yazılı olmayan ama neredeyse herkesin uyduğu bazı gelenekler vardır. Bunlardan biri de, o kalabalığın içine düșünce panik yapıp hemen lisedeyken yüzüne bakmadığın bir kızla/oğlanla yakınlașmak, mümkünse bir süre ‘çıkmak’tır. Hele bunların bazıları farklı șehirleri kazanmıșlardır ki, bu absürt komedinin önde gidenidir. O güne kadar el kadar șehirlerinde birbirinin farkına bile varmamıș kișiler bir anda kendilerini büyük bir sevdanın, bir yol filminin içinde buluverirler. Șehirlerarası otobüslerde, üç kuruș öğrenci harçlığı ile düșülen yollarda nice tașralı genç sefil olmuștur kim bilir. Küçük șehirlerinde yokluklar içinde kendi çapında metalci, rockçı olarak belirli bir karizma edinmiș nice genç kendisini Haluk Levent’ten Ankara șarkısını dinlerken buluvermiș, bundan da hem utanıp hem de zevk alır olmuștur. Tabii örf ve gelenekler önemli diyerek kendime yakıșanı yapmıș, İstanbul’da okuyan ve tabii ki Denizlili olan kız arkadașımı görmek için kar kıș dinlemeden kendimi her yerinden modernlik akan AȘTİ’de bulmuștum. Ankara soğuktu, karlıydı, ama İstanbul adamı perișan edermiș, daha bilmiyordum. Öğrenecektim. İstanbul: Kaydedilen En Soğuk Gün: 17 Ocak 1963, -11.0 C En yüksek kar: 63 cm. 8 Mart 1987 Ankara kaç gündür kar altındaydı șimdi hatırlamıyorum. Son bir aydır kendimce muazzam tasarruf tedbirleri uygulamıș, İstanbul’da sevdiceğim ile üç gün 999


geçirecek düzeye gelmiștim. Dersten çıkıp, direk AȘTİ’ye geçecek, bulduğum en ucuz biletle İstanbul’a gidecektim. Bizim Denizlililer ev tutmușlardı, anlatıp duruyorlardı, onlarda kalınacak, gün boyu gezip hasret giderecektik (üniversite ilk yıl daha, masumiyet çağı. Kız yurtta kalıyor, akșamları geri dönmesi lazım, dıșarıda kalırsa ebeveynler aranıyor falan filan). Yanımda ne götürsem diye hava durumuna bakıp, Ankara’nın eksi beș, İstanbul’un ise artı beș olduğunu görünce, ‘İyi, üstümdekilerle giderim, çok sıcak olmasa bari’ diye düșünmüștüm. Meșhur son sözler. Bolu’da üșüdüm ilk. En ucuzu olsun diye nasıl bir firmadan bilet aldıysam, otobüs iki katlı bir teknoloji fukarası çıkmıștı. Sahi iki katlı otobüslere ne oldu? Ne kadar modern gözüküyorlardı ilk geldiklerinde. Șehir içinde bile dolașır olmuș, Ankara’yı adeta Londra’ya çevirmișlerdi. İki katlı otobüsler o kadar talep görür olmuștu ki, rivayete göre Bursa’da yan sanayide kamyonları, tırları kesip biçip iki katlı otobüs yapıyorlardı. Doğru mudur bilemem, ama benim bindiğim otobüs kesinlikle orijinal falan değildi, her yerinden sesi bırak, hava ve su giriyordu. Kendi içinde adeta bir mikro klima olușturmuș, ufak tipiler, tatlı sürpriz sağanaklar falan yapıyordu. Zaten boș olan otobüste, muavin sadece benimle ilgilenmekteydi ve ne kadar üșüdüğümü görünce kifayetsiz kaloriferden umudunu kesmiș, habire bana çay tașımaktaydı. Çayı içeyim mi, ısınmak için üstüme mi dökeyim mi diye düșünürken, İstanbul’da beni nelerin beklediği konusunda ilk uyarı aynı kel muavinden gelmiști. ‘Ankara soğuktur ama merttir, adamı üșütmez, İstanbul kaypaktır, içine ișler, adamı titretir’. İstanbul gerçekten adamı üșütür. Tarihi Cumhuriyet Meyhanesi’nde zaten yürümeyen ilișkimizi bitirdiğimizde, kızın kalkıp yurduna dönmesini takiben bir ufak söylemiștim. Terk edilmiștim ve fena halde üșüyordum. Öyle yokluğun cehennemin öteki adıdır, üșüyorum kapama gözlerini duygusallığında değil, bildiğin kombiyi açın be üșüyordum. Tek bașına içen karizmatik ve yalnız genç olmaya çalıșıyor ama çoğu ofis olmuș apartmanda oturan yașlı teyzeye dönüșüyordum. Durumu kızdan öğrenen arkadașlar beni almaya geldiklerinde iyi değildim. O daracık merdivenlerden yuvarlandığımda da, eve gelip salonda çekyatta battaniyenin altına girdiğimde de üșüdüm. İstanbul’da yașayanlar Ankara hakkında Ankaralılardan çok konușurlar. Șöyle kötü, böyle kuru, hayat yok diye atıp tutarlar. Bu en kızdığım ikinci İstanbullu hareketidir. Birincisi ise, herkesin İstanbul’u bildiğini varsaymaları, Moda ne tarafta, Beylikdüzü’ne nasıl gidilir bilmezsek șașırmaları. Ankaralıların böyle takıntıları yoktur mesela, Kızılay vardır iște, kimsenin Solfasol’u, Karakusunlar’ı falan bilmesini beklemeyiz. Hoș, son dönemde Barıș Bıçakçı, Giray Kemer ve tabii ki Emrah Serbes okuyan (Ankara dıșından) bazıları çıkıp Eryaman’ı falan merak ettiklerini söylemeye bașladılar, hayırlısı bakalım. Bir Ankaralı değil ama Ankaracı olarak bu fırsatı kullanarak İstanbul hakkında 999


Sekİze Karşı İstanbul İLHAN ÖZGEN “Cumhurbașkanı Cevdet Sunay, bundan bir süre önce dinlenmek üzere gittiği ve bu arada bazı incelemelerde bulunduğu İstanbul’dan dün saat 10.45’te uçakla Ankara’ya dönmüștür.” Gazeteyi bir hıșımla kaparken “Ne șanslı adam!” diye mırıldandı. -Oğlum, dünün gazetesi o. Baksana, 13 Mart 1973 yazıyor. Amcası, Șenol’daki durumun farkında olsa da konuyu değiștirmek için cumhurbașkanlığı bașlığını tazeledi: -Sence n’olur bugünkü cumhurbașkanlığı seçimi? Meclisten bir karar çıkar mı? Șenol’u İstanbul il sınırlarına sokmak için hiç de iyi bir fikir değildi ‘meclis’ konusu. Boș bakıșlarla çayını karıștırıp, amcasına cevap vermemeyi tercih etti. Yeğenindeki Ankara hasretini, aile özlemine yoran Fikret, ‘amca baba yarısıdır’ kelamını teyit edercesine sordu: -Okul nasıl gidiyor? Beklediği soru buydu Șenol’un. Topu, gayet tabi taca atabilirdi ama topla hücuma çıkma cesaretini göstermeyi tercih etti: -Ben okulu bırakacağım amca! Kahvaltı masası, beklenildiği üzere buz kesmiști. Șenol’un ikametinden pek de memnun olmayan yengesi Belma, sohbete girdi: -Yengecim, olur mu öyle șey! Bir sıkıntın mı var? Yoksa yemeklerimi mi beğenmiyorsun? Yengesinin yemeklerini beğenmediği için üniversiteyi bırakan Șenol olarak tarihe geçmek ne büyük onur (!) olurdu. Belma’nın gönülsüzlüğü sorularına da yansımıștı. Cevap vermeye dahi değmezdi. İçinde kopan bu kahkaha fırtınalarından kafasını kaldırır kaldırmaz amcası Fikret’in bakıșlarıyla vuslatı gerçeklești. “İște gerçek tepki bu olmalı!” dedi kendi kendine. Fikret, bütün asabiyetiyle:

999


-Bunu defalarca konuștuk, burada kalacaksın! Biz de gurbette okuduk, bunda büyütecek ne var bu kadar! Biraz sabret, yaza ne var șunun șurasında, gidersin sizinkilerin yanına. -Sorun bizimkiler değil amca. Ben Ankara’yı özledim. Burası üstüme geliyor, olmuyor… Fikret, son cümleden sonra konușmadı. Aslında Șenol’u anlıyordu ama elinden bir șey gelmezdi. Ağabeyi Faruk’a söz vermiști bir kere, “Gözün arkada kalmasın” demiști. Saat 11’e geliyordu. Fikret, epey geç kaldığı ișine gitmek için evden ayrıldı. -Ben çıkıyorum. Belma, sen de bu haytayı okula yolcu et muhakkak! ‘Gönülsüz’ Belma’nın basit nasihatleri ve ‘Hadi okul vakti!” uyarısını kulak arkası eden Șenol, önce kahvaltısını bitirdi sonra da kendini dıșarıya attı. Șehremini’nin arka sokaklarından Millet Caddesi’ne doğru inmeye bașladı… Millet Caddesi, İstanbul’da tek nefes alabildiği yerdi. Birçok İstanbullunun artık nefes almakta zorlandığı cadde, Șenol’un kaçıș yeri olmuștu. Minibüslerin, otobüslerin, hususilerin, kendi becerileriyle kaos olușturmaya bașladıkları, semtin eskilerinin nefret ettiği, bol bol Adnan Menderes’in kulaklarını çınlattığı, Topkapı’dan Aksaray’a uzanan asfalt yığını… İndinde Atatürk Bulvarı’nın kopyasıydı burası. Belki alakası yoktu ama o benzetiyordu iște… Çapa Hastanesi’nin karșı kaldırımdan Beyazıt’a doğru kaplumbağalara taș çıkaran bir hızla yürümeye koyuldu, zihninde Atatürk Bulvarı silueti ile… Atatürk Bulvarı… Gençliğinin ilk sinyalleri, çocukluğunun unutulmaz anlarının sahnesi… Babasının çalıștığı bankanın orada olması sebebiyle, en güzel baba-oğul anılarına meydan olan yer, evinden daha çok özlediği cadde… Uğrak mekanları Piknik ve Goralı’nın muhiti… Yeșil neonlu ‘Piknik’ tabelası ve Carpigiani dondurma makinesinden çıkan o enfes tat… Atatürk Bulvarı’ndan Sakarya Caddesi’ne saptığı anda da Goralı’sız olmazdı. Denklemi basit ama verdiği hazzın ulașılmaz olduğu sandviçler… Șenol’un gözleri yeterince dolmuștu bile… İrkilip, bitkisel hayattan çıktığı anda Fındıkzade’ye vardığını fark etti. İște caddenin en sevmediği yerindeydi; keșmekeșin bașkenti olma yolunda ilerleyen topraklar... Yanından geçen tekerlekli pavyondan yüksek desibelle arabesk nameler yükseliyordu: “İstemem ayrılık boynumu büksün…” Mine Koșan’ın sesinin de etkisiyle okula gitmekten vazgeçti. Kızılelma Caddesi’nden yukarıya doğru tırmanmaya

999


bașladı… Garipti ama aylardır bu caddeye çıkmamıștı. Ufak bir tırmanıștan sonra İstanbul sınırlarında ilk kez tebessüm etmesine neden olan olay husule geldi. Karșısında ‘Goralı’ tabelası vardı. İçeri daldı ve çocukluğundan kalma bir tonla bağırdı: “Bir Goralı, bir limon!” İri adam, tebessümle siparișe onay verdi. Șenol, yaklașık bir saatini burada geçirdikten sonra, geç bulup erken kaybettiği yarinden ayrıldı. İstanbul’daki son günlerini avare avare gezerek geçirecekti. İstanbul’un yedinci tepesi Kocamustafapașa’ya doğru yürümeye bașladı. Etyemez Yokușu’ndan salındı ve Samatya Meydanı’na doğru devam etti. 10 dakika sonra içki içilmesi için tasarlanmıș meydan karșısındaydı. Burnuna, Tavukçu Meyhanesi’nde tattığı ilk rakının kokusu geliyordu. Haftanın son mesai gününün ardından babasıyla gitmiș, “İsmail Abi!” nidalarından nasibini almıștı. Tavukçu’nun İsmail Abi’sini andıktan sonra içmesi șarttı. Saatine baktı, henüz 5’i 10 geçiyordu. Merdivenlerden indi ve ilk gördüğü meyhaneye oturdu. Yağmurun eșliğinde “Bir küçük buraya!” dedi. Bunu da Tavukçu’da öğrenmiști… Yan masada hararetli bir cumhurbașkanlığı muhabbeti vardı. Kalın sesli, pos bıyıklı, gömleğinin düğmelerini yarıya kadar açık bırakmıș olan esmer adam, masaya vura vura, “Arkadaș, bu meclis iki eliyle șeyini doğrultamaz, reis-i cumhuru nasıl seçecek, bırak allasen!” diye haykırıyordu. Suratındaki kıl birikintisi açısından onunla așık atamayacak cinsten arkadașının derdi ise meyve tabağıydı. “Oğlum, nerde kaldı bizim tabak?” Fonda Zeki Müren, “Bir sokak çeșmesi oldu gençliğim” diyordu. Gençliğinin henüz ilk virajında savrulan Șenol, ‘Pașa’nın da etkisiyle șișenin sonuna geliyordu ki bir sesle irkildi: -Oooo Șenol Bey, sen düșer miydin buralara? İlker’di bu, nam-ı diğer ‘Katır’ İlker. Okulda pek de hoșlanmadığı adamlardan, patavatsız ‘Katır’ İlker. İlker bağırarak devam etti: -Bizi buyur etmeyecek misin Ankaralı? Șenol, pek gönüllü olmasa da eliyle davet etti İlker’i. Üzerinden çıkarmadığı gri paltosu, kahverengi pantolonu, yağlı sarı saçlarıyla İlker, Șenol’a hiç olmadığı kadar yakındı. Yeșilçam tabiriyle ‘ayrı dünyaların insanları’ olsalar da yarım saatlik rakı mesaisi Șenol’a iyi gelmiști. Hiç tanımadığı birine, sıkı fıkı olduğu dertlerini anlatmak onu rahatlatmıștı. Bu dert boșaltma anlarına Neșe Karaböcek ‘İntizar’ ederek eșlik ediyordu. Yan masadaki bıyıklı adam hala cumhurbașkanını seçememiș, neyse ki meyve tabağı masadaki yerini almıștı. Akrep ve yelkovanın ișbirliği 11 buçuğu gösteriyordu… İlker, gecenin yönünü değiștiren teklifi masaya fırlattı: 999


-Șenol, hadi bizde devam edelim. Bu yağmurda eve gitme hem… Șenol, eve gitmeliydi. Aylardır sekiz dendi mi evde olurdu ama bugün o gün değildi. Tek sıkıntısını ‘Katır’a sundu: -Bende o kadar para yok ulan! Birkaç saat önce yediği yağmurun kuruması ile saçları daha da yağlı bir görüntü alan İlker, sırıtarak geceyi kurtardı: -Bizim zula ne güne duruyor oğlum! Șenol, gözlerini açmakta zorlanıyordu. Tek gözüyle șöyle bir çevresini süzdü; içi boș Birinci paketi, șișeler ve dağınıklık vardı tek göz odada. Ne olduğunu hatırlamıyordu. “Cumhurbașkanı seçildi mi?” diye sayıkladı. İlker’in kahkahası, Șenol’un ayılması için yeterli oldu. “Seçilmemiș șeçilmemiș! Kalk hadi, saat 12.” Kahvaltı masasına oturdular. Sarımsı bir çay ve poğaça vardı menüde. İkisi de okulu düșünmüyordu. Gece yașananlar bir bir hatırlandı… İlker, tekrar dalgacı kıvamına gelmiș; Șenol, tekrar ondan sıkılmaya bașlamıștı. “Ben artık gitsem iyi olacak” diyerek kurtulma çabasının ilk sinyalini verdi. İlker tüm rahatlığıyla, “Gidersin oğlum gidersin. Gel önce Hayri Ağabey’in kahvede köpüklü bir kahve içelim de temelli açılalım. Hem Fener’in maçını da dinleriz. Sizinkilerle oynuyoruz bugün.” Șenol’un ne kahveyle ne de futbolla arası yoktu ama bu ‘sizinkiler’ kafasına takıldı. İlker, yine tüm alaycılığıyla cevapladı: -Angaragücü aslanım, ulan futboldan da mı çakmıyosun be! Evden çıktılar. Alkol, hala Șenol’un vücudundaydı. Boğazı da yanıyordu; Birinci’nin tadına bakmıș olacaktı. İlker’in defalarca tekrarladığı “İç Birinci, ol devrimci!” esprisini ancak o zaman hatırlayabildi. Mezkûr kahvehaneye varmıșlardı, saat iki buçuktu. Hayri’nin mekanı küçük bir stadyumu andırıyordu. Mithatpașa Stadı’na gidemeyen bütün Fenerbahçeliler oradaydı sanki… Șenol, Piknik’in önünden stadyuma kalkan dolmușları yâd ederken; İlker, kahve siparișini vermiști bile. Önlerine gelen kahvelerle birlikte, minyatür stadyumdaki heyecan da bașlıyordu. Kulaklar, Hayri’nin büyük, kahverengi radyosundaydı… -Sayın dinleyiciler, Fenerbahçe sahaya; Datcu, Yılmaz, Timuçin, Levent, Fuat, Cevher, Ziya, Nedim, Necati, Canan ve Cemil tertibiyle çıkıyor. Ankaragücü ise; Baskın, Erman, Adnan… -Ah be Osman be! Olacaktın ki 1-0 önde bașlayacaktık maça. Zaten dükkan 999


dertlerinden gidemedik aklım sizde ulan! Radyonun sesini bastıran ‘Balta’ Ahmet’ti. Hasta Fenerli, eski Yedikule topçusu, șimdilerin esnafı Ahmet. ‘Balta’, Fenerli topçulara sevgi gösterisine devam etti: -Aslanım Çarli Yılmaz be! Az oynamadık onunla Yaylaspor’dayken. Ben ondan daha iyi müdafiiydim de șans iște… Spiker, Ahmet’ten kalan boșlukları doldurmaya devam etti: -Isı beș derece. Bir gün önce yağan yağmur nedeniyle zemin çamurla kaplı… Maç bașlamıștı. Harala gürele ile 40 küsur dakika geçmiști ki, Hayri’nin kahve sus pus oldu. -Mehmet vurdu ve gooool! Ankaragücü, Mithatpașa Stadı’nda Fenerbahçe karșısında 1-0 öne geçiyor. Șenol, ilk kez Ankaralı olduğunu saklamak istercesine kabanına gömüldü yavașça. Bu kamufle girișimini spikerin sesi böldü, “İlk yarı sonucu, Fenerbahçe 0 – Ankaragücü 1” Haftaymda sinirini kusacak yer arayan Ahmet, solunda oturan Șenol’a döndü: -Koçum, sen hangi takımlısın? Bu sefer kademede İlker vardı. “Ahmet Ağabey, arkadaș misafirim, futbolla arası pek yok.” Ahmet’in ona da bir cevabı vardı ama bıyıklarının tamamen örttüğü dudaklarında küçük düșürücü bir gülümseme belirdi sadece. İkinci yarı bașlamıștı. Sessizlik, gol beklentilerinin bağrıșlarına bırakmıștı yerini. Zaten maç bașlar bașlamaz da ahalinin beklediği oldu. -Fenerbahçeli Yılmaz, kornerden gelen topu muhteșem bir röveșata ile Baskın’ın koruduğu kaleye gönderiyor sayın dinleyiciler. Durum șimdi 1-1. Herkes bu golle sakinleșmiști ki Mitahtapașa’dan sıra dıșı haberler gelmeye bașladı: -Evet sayın dinleyiciler. Birbirine tekme atan Yılmaz ve Erman, maçın hakemi 999


Muzaffer Sarvan tarafından oyundan atılıyor. İki takımda șimdi 10’ar kiși. Ahmet yine sahnedeydi, “Ulan Erman, bi rahat dur be! Senin artistliğin Çarli’ye söker mi ulan ibne!” Balta’nın böğürtüsü kesilmemiști ama ihraç haberleri durmuyordu: -Levent’e sert giren Metin de oyundan atılıyor. Saha karıștı. Muzaffer Sarvan, Ankaragücü kaptanı Selçuk’u da soyunma odasına gönderiyor. Ankaragücü șimdi sekiz kiși! Șenol, bir anlam vermeden sadece dinliyordu olanları. İlker, Birinci’sinden bir dal yaktı ve fısıldayarak “Șimdi boku yediniz” dedi. Șenol’u taraf tutmaya zorlayan atmosfer, Ahmet’in “Herkese benden çay!” komutuyla tavan yapmıștı. Maç devam ediyordu ve sanki tüm İstanbul, Fenerbahçe’den gol bekliyordu. “Hadi ulan, hadi, az kaldı!” naraları, bitișin yaklaștığı müjdeliyordu müptedi maç takipçisi Șenol’a. 88 dakikadır ilk kez radyoya kulak kabarttı… -Mehmet’ten Köksal’a uzun mesafeli bir top. Köksal, kendi yarı sahasında topu kontrol ediyor. Köksal, Datcu’nun kalesine doğru yöneldi. Köksal, Köksal, Köksal Datcu’yu da geçiyor. Köksal… Bir buçuk saattir ‘Balta’ Ahmet’e rağmen susmayan spiker susmuștu. Șenol, belki de hayatında ilk kez bu denli meraklı șekilde bekliyordu bir șeyi. Bekleyiș, sanki tüm Misak-ı Milli sınırlarına yayılmaya bașlıyordu ki ses geldi: -Ve gol sayın dinleyiciler! Topu 60 metre süren Köksal, Datcu’yu da geçerek Ankaragücü’nü 2-1 öne geçiriyor… Șenol, gözlerini açmakta zorlanıyordu. Tek gözüyle etrafa bakmaya çalıștı. Boș bir Birinci paketi, maç tecrübesinin hayal olabileceğini aklına getirmiști ki İlker yine izin vermedi. Her biri bir öncekinden șiddetli tokatları, Șenol’un suratında patlıyordu -Șenol, Șenol, ayıldın mı Șenol? Köksal’ın galibiyet golüyle kendini tutamayıp ayağa fırlayan Șenol, Ahmet’in yumruğuyla yere serilmiști. Ayılır ayılmaz maçı sordu. Müjdeyi Hayri verdi: -2-1 yendiniz aslanım. Hadi kalk ayağa Artık sahiplenmiști Ankaragücü’nü. “Yendiniz” garibine gitmedi. Sendeleyerek kalktı ve Ahmet’i aradı pek de net görmeyen gözleri. Sonuca sinirlenen ‘Balta’, mekanı terk etmiști. “İyi misin?” suallerini, elini kaldırarak cevapladı. Artık eve gitmeliydi… 999


İlker, Șenol’u eve bırakmakta kararlıydı. Șenol, bu teklifi geri çevirmedi. Artık dalga geçme sırası yediği yumruğa rağmen Șenol’daydı. İstanbul kariyerinin en mutlu gününü yașıyordu. Çamurlu Kocamustafapașa sokaklarından Bașvekil Caddesi’ne girdiklerinde sohbet hala sekiz kișilik zaferin etrafında dönüyordu. İlker, her seferinde “Rövanșta alırız boyunuzun ölçüsünü” dese de Șenol pek umursamıyordu. Zaten rövanșın anlamını da öğrenmemiști daha. Yeni arkadașlar, ilk maceralarının sonuna gelmiști. “Görüșmek üzere…” temennileriyle ayrıldılar. Șenol, mosmor gözünün izin verdiği kadarıyla mutlu bir surat ifadesi ile eve girer girmez, kükreyen Fikret’le karșılaștı: -Nerdesin sen, bütün gece seni aradık! Șenol, n’oldu oğlum, bu gözünün hali ne? -Kalıyorum amca -Ne diyosun ulan? -Kalıyorum!

999


999


“”

Bİz çanakkale sokakta oturduk uzun yıllar. Bu bölge aynı zamanda Yahudİlerin de bulunduğu bİr bölgeydİ. İyİ komșuluk İlișKİleRİ gelİștİrmİștİK. En güzİde İnsanlar otururdu burada, kıymetlİ gİyİm mağazaları, İyİ toptancılar ve pastaneler vardı. Zamanla her șeyİn eskİdİğİ gİbİ mekanlar da eskİdİ. Avm’ler canına okudu esnafın. Bu kİmlİğİ korumak gereklİydİ. Ünİversİtelerle beraber bİr sempozyum düzenledİk, orada da bu bölgenİn ve bu tarİhİ dokunun yenİden İnkİşaf etmesİ İçİn çalıșma yapılmasını İstedİk. Anafartalar caddesİ, çıkrıkçılar yokușu ve hacı bayram bölgelerİnde oldukça fazla tarİhİ bİna var..

Semtin Esnafı Günümüzde ișler değiști. Kılık kıyafet, saat, araba derken moda yemek kültürüne de girdi. Dünya mutfağı soğan gibi kavuruyor semti... Herkes evinde füzyon mutfağı, nano yemek derdinde. İșin içine grafik de girdi. Tasarımda boșluğun da anlatacakları var. Tabak beyaz, kenarları soslarla süslü. Șehirler genișledikçe yollar uzuyor, kiși bașına düșen insan sayısı yaz yağmurlarını aratmıyor. Trendler sözcüklerle yayılırken hızlı yemek adına entellektüel kalite bozuldu. Böyle sohbet ede ede yürürken Denizciler Caddesine saptık ve Boğaziçi

Lokantasına girdik. Bir masaya oturduk. Açık mutfağı Ankara’ya getirmișler, korkuları yok. Birbirlerine bakan kemikli etler, zeytinyağlı mezeler, Ankara tava, koyu cacık. Yemeğin altını kısmıșlar. Acelemiz yok, dinlemeye bașladık. Gündem tencere yemekleri. Kadın erkek çalıșıyor. Hatta kadın daha çok, eve gelip bir de çocuk bakıyor üstüne. Kim nasıl uğrașsın saatlerce yemek yapmakla. Alaturka yemek ölürken cenazelerde pizza dağıtılacak neredeyse. İșletme oldukça samimi. “Gelsin genç kızlarımız ücretsiz ders verelim, unutulmasın bu kültür.” diyorlar. Yazının bașında bahsettiğimiz gibi bölge oldukça turistik. Lokantaya Japon turistler geliyor, genellikle et yiyor ama en çok Amerikalı turistler seviyor burayı. Dönemin beșeri ilișkilerini kavramak adına Halil Bey’den bir kesit : “Birkaç sene önce yemek yemeğe gelen bir baba oğul Hacı Baba’nın oğlunu sormuș. Halil Bey yanlarına gitmiș, konușmaya bașlamıșlar. 30 sene önce tașradan Ankara’ya gelmișler. Çorba istemișler. Hacı Baba uzaktan bakmıș yabancı olduklarını anlayarak garsonu yanına çağırmıș, para almayın demiș. Baba ayaklanmıș, hesabı ödemek istemiș. Hacı Baba almamıș üstüne “Paranız yoksa vereyim memlekete gidince gönderirsiniz.” demiș. Ankara’da esnaflık o zaman zaten olması gibiymiș.”

İç mekan tasarımı dıșında Lokanta eskisi gibi, hala tarihin içinde. Et yemekleri, Osmanlı mutfağı. Gramajı yüksek tabaklar…


BOĞAZİÇİ. LOKANTASI -

Adres Denizciler Cad. No:1/A Ulus

Telefon 312 311 88 32

HALİL İBRAHİM BEY1956 ÜSKÜDAR DOĞUMLU. AYNI YIL BABASI, YAKIN BİR ARKADAȘININ ÖNERİSİYLE, İSTANBUL’DAKİ PANDELİ LOKANTASININ AȘÇILIĞINDAN AYRILARAK ANKARA’YA GELMİȘ VE BOĞAZİÇİ LOKANTASINI KURMUȘ. O DÖNEM DE ADLİYENİN OLDUĞU BÖLGE OLDUKÇA POPÜLERMİȘ. AVUKATLAR, SAVCILAR, HAKİMLER YEMEĞE GELİRLERMİȘ. SEÇİM ZAMANLARI SİYASİ KULİSLER DÖNERKEN MUHABBET ARALARINDA DA SIKI PAZARLIKLAR GERÇEKLEȘİRMİȘ.

-

-


Gece Görüșü Sokağından caddeye çıkılan bir bara oturduk. Alüminyum tabaklarda bir șeyler geldi. Alüminyum tabaklar hep Oz Büyücüsünü hatırlatır. Cırt bir telefon. Aslında yakınında olup da sanki uzaktaymıș gibi konușulanlardan. El salla, ayağa kalk, buraya bak. İște öyle bașladı pavyon. Atladık taksiye Rüzgarlı Sokağa çıktık. Kapıda karșıladılar. Arkadaș eğildi bana "Kırmasınlar bizi?” dedi. Yok tanıdık dedim. İlk defa pavyona girmek ebru yapmaya benziyor dedi; Renklerin arasına dağılan ince belli kadınlar, doğum lekesine benzeyen insanın yüzüne ıșıklar. Rakı söyledik. Birkaç meze geldi. Bir tur at dediler bana. Kalktım ayağa gezinmeye bașladım. Alemin güzelliği orada her kadın sahipsiz. Ye iç muhabbet et dön evine yat. Kabin görüșü gibi. Canlı alabalık seçer gibi șunu istiyorum dedim. Masaya çağırdılar. İki bira daha söyledim. Uzun uzun konuștuk. Konuștukça içtik. Valla abla senden de güzel ana olurmuș dedim. Pamuk prenses gibi ağlamaya bașladı.

Pavyon Șehirler de kıtalar gibi milim milim kayarken, uzayan yollarla semt değiștiren Ankara'lı zamanla Ulus'u toplumsal hafızasından silerek unutmaya bașlamıș. Güdül'den, Çubuk'tan, Kazan'dan gelen çeșitli saz sanatçıları, yavaș yavaș küçülenlerin giyilmediği bir dolapta, temiz ama eski hırkalara benzeyen bu semti tadilattan geçirerek bedenlerine uydurmaya çalıșmıș. Büyük vaatler verip kendi kitleleri ile pavyon masalarını tıklım tıklım dolduracaklarını söyleyerek alem sahiplerinin gözlerine girmișler ve gazinoculuktan pavyonculuğa doğru uzanan değișim süreci bașlamıș. Önce Parlement Șov Ankara oyun havalarını bașlatmıș. Zamanla Ankara müziği popüler kültürün her hareketini, her ismini bir daha hatırlanmayacak tek gecelik bir ilișki gibi renkli ıșıkların altında yarı çıplak kadınların yardımıyla orta halli bir müzikale dönüștürmüș. Hergün tekrarlanan oyunun izleyiceleri kadar oyuncularının da farklı olușu, bu iși severek yapanla ihtiyaçtan yapanın arasına bir çizgi koymuș. Sürekli değișen ve pavyonlar arasında transfer olan kızlar, iyi sporcular gibi sahne oyunlarıyla birbirlerinin yerine geçmeye bașlamıș. Masaya oturuyorsunuz. Rakı söylediniz. Yanında 3 çeșit meze müessesenin ikramı olarak ortaya getiriliyor. İçtiğiniz miktara göre farklı güzellikler de var. Bu pavyonu ișletenle pavyonda eğlenen arasında yazılı olmayan bir hukuk gibi. Ankara kașık havaları bașkente özgü. Yiyin için çıkın. Farklı bir deneyim. Kimse sizi vurmaz, bıçaklamaz. Tunalı'da bira içip kız peșinde koșturmaktan çok da farklı sayılmaz.

Bir not: Bir pavyonda ortalama 25 kız çalıșıyor. Hepsi sigortalı. 20 tane de erkek. Onlar da sigortalı. 45 yapar. 2 șer kiși de aileleri olsa. 100 kiși ekmek yiyor. Bu ortalama bir ișletmeden daha fazla.


KÖYLÜM PAVYON Adres Alma Sok. No: 7/A Altındağ

“”

Sen şİmdİ yatağından kalkacaksın. Kalktığın gİbİ dükkana geleceksİn. Nasıl olacak o İş. Olmaz. Önce makyajını yapacaksın. Bakımını yapacaksın. Çok afedersİn mİnİ eteğİnİ gİyeceksİn. O şekİlde ekmek yİyeceksİn burada. Düşünsene, aleme çıkmışsın bİr gece açık saçık kadın mı İstersİn Kapalı kadın mı İstersİn?

Telefon 312 311 88 32


Bİzİm Oralarda Müzİk Üzerİne İlhan Erten Uzun zamandır geceleri dıșarı çıkmıyordum. Arkadașların ısrarı üzerine gittiğimiz bir mekanda gördüğüm șeyler beni biraz șașırttı. Yıllarca müzik ișiyle uğrașmıș birisi olarak bu ișin ne kadar büyük bir değișikliğe uğrayarak tükenme noktasına geldiğini görmek beni gerçekten çok üzdü. Müzik ișinin neden bu durumlara düștüğünü ve koskoca bașkentte niçin yapılamadığını anlamaya çalıștım fakat ișin içinden çıkamadım. Müzisyenlik mesleğine ihanet ederek mesleği yiyip bitirmek ancak bu kadar olur heralde. İsterseniz beni böyle șașırtan manzarayı sizlere anlatmaya çalıșayım. Tabi bunu tam olarak yapabilirsem ! Sahnede 3 tane müzisyen vardı. Birisi bağlama diğeri kaval çalıyordu hani șu metalden yapılmıș ıslık gibi ses çıkaranlardan. 3. Sü de bir baterinin bașına geçmiș ayak pedalıyla davula gross vuruyordu ama elinde de birde darbuka vardı. Güya iki iși birden yapmaya çalıșıyordu. Dur bakalım ne olacak derken son zamanlarda moda olan kașık havalarını hatta mahalle ağzında”gașșık” havası olarak bilinen Ankara bölgesinin türkülerini çalmaya bașladılar. Unutmadan, kavalcı bazen de aralarda șu bildiğimiz dansöz zillerinden parmaklarına takıp orkestraya eșlik ediyordu. Böyle bir grup kombinasyonu daha önce hiç görülmemiștir. Gazinonun sahibi eski bir dostumuzdu, yanımıza geldi. Hoș beșten sonra lafı “yahu kardeș bu ne iștir böyle falan” demeye getirdim. Abi șu anda Ankara’da heryer böyle çalıyor. Bu gașșık iși olmazsa hepimiz aç kalarak, kapatmak zorunda kalırız dedi. Șașırdık tabi gene. Sakın yanlıș anlașılmasın ben Ankara havalarının çalınmasına karșı falan değilim. Ama dinleyiciye saygı göstermeden özensiz çalınmasını yadırgadım. Yoksa herhangi bir yöre türküsünü hafife almak veya küçümsemeye kalkıșmak benim haddim değildir. Tam tersine birilerinin bunu hafife almasına karșı çıkarak müziğin dejenere edilmesine üzülürüm o kadar. Bizim zamanımızda diye bașlayan sözlerden hiç hoșlanmam çünkü geçmiș zaman anlatmak, bana hala eskiye bağlı kalmıș olmayı simgeler gibi gelir. İleriye bakmayı hedefleyen uygar ve çağın gerekliliklerini yakalamıș insanlar böyle konușmayı tercih etmezler. Fakat izniniz olursa bu defalık geçmișle bugünü mukayese edebilmek ve aradaki farkın ne kadar değișime uğradığını görebilmek açısından bizim aktif olarak çalıștığımız zamanlardaki ortamı sizlere biraz anlatmaya çalıșayım. Öncelikle gazinolarda 3 değișik türde orkestra grupları olurdu. İlk olarak Türk sanat müziği sazları ikinci olarak halk türküsü için ayrı bir orkestra son olarak da hafif müzik orkestrası. Türk sanat müziği orkestraları Keman, kanun, klarnet, ud ve darbuka olmak üzere ise en az 5 kișiden olușurdu. Ara sıra da renk saz alırlardı. Mesela bir yaylı tambur,ney yada diğer bir klasik müzik enstrümanı mutlaka olurdu. Aile gazinolarında o büyük sahneyi doldurmak için bu

999


sayı 15-20 belki daha fazla müzisyenden olușurdu. Halk müziği sazları da en az 6-7 kișiden bașlardı. Bağlamalar, kabak kemanı, nefesli ritim sazlar bazen de cura falan koyarlardı. Aile gazinolarında gene bunların sayısı daha kalabalık olurdu. Orkestralar org, davul bas ve gitar ama kalıp olmamak șartıyla bazıları bir tenör veya alto saksafon veya diğer bașka bir nefesli sazla takviye edilirdi. Hatta bazen iki veya üç nefesli olanlar bile vardı. Nadiren de perküsyoncu olurdu. Biz öyle yapardık. Yani gördüğünüz gibi sadece bir gazinoda bile yirmiye yakın müzisyen ekmeğini kazanırdı ve gazinolar dolup tașardı. Peki ne oldu da öyle bir durumdan bu vaziyete gelindi. Bizler öyle toplum bilimcisi falan değiliz. Sıradan vatandașlarız Ama bu ișin içinde bir ömür tüketmiș birisi olarak içinde bir ömür tüketmiș birisi olarak bu dejenerasyonın sebebini o yıllarda piyasaya çıkan șu komalı org dedikleri kahrolası melez alete bağlıyorum. Bu orglar Arap ülkelerinin talebi üzerine Uzak Doğu’dan imal edilerek bütün Orta Doğuyu bir virüs gibi sarmıștır. Bir özelliği de kendi kendine otomatik olarak hiç müzikten anlamayan birinin bile düğmelere dokunarak ses çıkarmasını sağlaması ve bir çeșit hazır kartlarla beș on kișiden olușan büyük bir orkestra çalıyormuș gibi gözükmesidir. Önceleri küçük lokallerde kullanılmaya bașlanan bu elektronik alet yavaș yavaș her yere girmeye bașladı. Gazino sahipleri de öyle on onbeș kișiye para ödemektense ișin kolayına ve kurnazlığına kaçarak bir kișiyle koca gazinoyu akșamdan sabaha kadar kotarabileceklerini düșündüler ve klavyeci dedikleri bu adamlara üç beș kuruș vererek herkese bu zırıltıyı dinletebileceklerini sandılar. Aslında bir süre bu iși çaktırmadan böyle de götürdüler. İnsanlar önce bunun ne olduğunun farkına pek varmadı. Sonradan yavaș yavaș bu ișin içinde bir sahtekarlık olduğunu anladılar ve bu tür yerlere gitmekten vazgeçerek kandırıldıkları düșündüler. Mantıklı düșünen bir insan tek kișiyle müzik yapılamayacağını bilir. Üstelik de bunların büyük bir çoğunluğu müzisyen bile değildi. Klavyecilerin ortaya çıkıp da piyasayı bir virüs gibi sarmasıyla bu ișe yıllarını vermiș gerçek müzsiyenler açıkta kaldılar. Bir çuval parayı ödeyip zar zor aldıkları enstrümanları ellerinde atıl bir hale gelince pek çoğu sattı ya da para etmediği için yok pahasına elden çıkardı dolayısıyla birçok müzisyen müzikten soğudu ve bırakma noktasına geldi. Bu sırada gazinocuların müsteri bulamama ve sürekli zarar etmesi sebebi pek çoğunun kapanmasına neden oldu. Diğerleri de bu klavyecilerin yanına bir kiși daha alarak güya iși kurtarmaya çalıștı. Fakat geç kalmıșlardı. Çünkü insanların artık müzik dinleme ișinden sıtkı sıyrılmıștı. Bir yere gidip müzik dinleme mantelitesi ortadan kalkmıș ve artık bu alıșkanlık yok olmuștu. Gazinocular ve birtakım müzisyenler el birliği ile bu mesleği yok ettiler ve kendi kendilerini yiyerek bitirdiler. Bu olay bana bir șey hatırlatıyor. Asya’nın ormanlık bölgelerinde yașayan bir fare yılanı varmıș. Bu yılan o kadar açgözlü ve avanta av beklemeye alıșmıș ki düșünmeden ani bir refleksle kıpırdayan her șeye hemen saldırıyormuș. Bir gün kendi kuyruğunu kıpırdarken görünce hemen yakınına gelmiș ve avanta bir yiyecek sanıp onu da yutmaya çalıșmıș... Tam yarıya gelince ișin farkına

999


vararak kendi kendini yediğini anlamıș fakat dönüșü olmayan bir yola girmiș. Dișleri de geriye doğru olduğu için kuyruğunu da ağzından geri çıkaramamıș ve yiyip içemediği için açgözlülüğünün cezasını hayatıyla ödemiș. İște bende bu gazinocuları ve müzisyenleri Asya yılanı gibi kendi mesleğimi yiyip bitiren ihtiraslı gözü doymaz insanlar olarak görüyorum. Șu anda pek çoğu müșteri bulma problemi yașamakta ve zar zor ayakta durabilmekteler. Bütün bu olumsuz koșulların bir sonucu olarak ülkemizde müzik olayı patinaj yaparak tıkanma noktasına geldi. Yani bir yere gidip iyi bir șeyler dinlemek istiyorsan, bu müziği kendin yapacaksın artık.

999


999


“” Ankara seyİrcİsİnİn klasİk müzİkten gayet İyİ anlayan çok bİlİnçlİ bİr seyİrcİ olduğu görüşüne İnanıyoruz. “Oda sıcaklığı” ibaresi duyulduğunda içe bir ferahlık gelir, küșayiș bulur bünye. Sıcaklığı kișiye göre değișse de üșütmediği kesindir. Konser bașlamaya yakın ıșıklar sönüp mumlar yakıldığında ve nezih bir sokağın nezih bir dairesinin alt katında gözlerinizi kapattığınızda, yer çekiminin unuttuğu biri olabilirsiniz. Mozarthaus size bunu taahhüt eder. 2013 doğumlu bu mekanda en fazla 32 kișinin katılabileceği klasik müzik ağırlıklı caz ve etnik müzik türünde oda konserleri gerçekleșiyor. Avrupa’da yaygın olan ev konserlerini Türkiye’ye tașıma amacıyla Ilgın Salman ve Koray Okyay tarafından kurulan mekanın iç dizaynı da tamamen bu iș için barok ögelerle süslenmiș. Yalnızca profesyoneller değil; müzik yüksek okullarında, üniversitelerde, konservatuvarlarda eğitimini sürdüren öğrencilere de dinleti șansı veren Mozarthaus’ta bir konser dinlemek ve șanslı 32 kișiden biri olmak için mailinizi verip program duyurularının gelmesini bekliyorsunuz. Yer bulabilirseniz, konserinizi dinledikten sonra ikram edilen çay, kahve ve kanepelerinizi yer/içerken sanatçılarla sohbet etme imkanını da sunuyor Mozarthaus.


MOZARTHAUS KONSER VE. SANAT EVI -

Adres Nilgün Sok. No: 14/2 Çankaya

Telefon 533 369 74 50

-

-


Duyarlı Müzikevi Ankara müziği denilince akla blues gelmiyor. Kızılay bu kentin merkezi. Tıpkı toplu tașıma gibi müzik de buradan parçalanarak dağılıyor. Merkez Sakarya, çok sesli bir müzikal, gece gündüz arasındaki sıcaklık farkı gibi sessizlikle gevșiyor, halaylarla birleșiyor. Halaylar bazen iç içe farklı yönlere dönüyor. Sağ taraf Ulus, karșı yaka Maltepe her yer pavyon her yer müzikhol. Bir çeșit kașık havası, çökmeli kalkmalı antrenman. Çankaya’ya yükseldikçe atmosfer seyreliyor, oksijen azalıyor, desibel düștükçe ritim genizde dolașıyor. Sokak aralarında cover gruplarının takıldığı ufak tefek stüdyolar var. Bașkent Müzikevi bu curcunanın içinde tarafsız bölgeler gibi bütün seslere duyarlı.


“”

Ankara bİR Çok MÜzİsyenİ dOĞuran fakat baRINDIRamayan bİr kent. Bașkent Müzikevi

Duvarda Eduard Zuckmayer’in papyonlu bir fotoğrafı var. Gazi Müzik Enstitüsü müzik bölümünün kurucusu. Almanya’nın nazi döneminde bașkente gelen duayen bir hoca. Nejat İlhan Leblebicioğlu’nun arkadașı. Nejat Hoca ise Çorum doğumlu bir müzik öğretmeni, kemancı. Emekli olduktan sonra enstrüman kutuları tasarlamıș. Ardından Türkiye turuna çıkarak kullanılmayan değerli kemanları toplamaya bașlamıș. Keyifle kurduğu ișletme zaman içinde büyümüș. Kendisi 95 senesinde vefat edince ișletmenin bașına kızı Emel Hanım geçmiș. Burdan sonra hikaye biraz değișiyor. Emel hanım iyi bir dinleyici. Birçok markanın distribütörlüğünü Bașkent Müzik bünyesinde toplayınca nota sehpaları ayçiçekler gibi yüzlerini Anadolu’ya çevirmișler. “Ankara bir kültür șehri bence. İnsanları müzikle ilgilenmekten uzak tutan bir sürü șey var. En bașında maddi imkansızlıklar geliyor. İyi bir șey almak istiyorlar fakat alamadıklarını görüyorum.” Nejat Bey’in çalıșma odası müze gibi korunmuș. Duvarlardaki enstrümanlar viztüözlerin tasarrufunda. Bugün Bașkent Müzikevi farklı politikalar uygulayarak titreșimlerin arasından yetenekli müzisyenler arıyor. Ulusal ve uluslararası farklı organizasyonların sponsorluğunu üstlenerek kazanan yarıșmacılara değerli gitarlar veriyorlar. Dijitalleșen endüstri hazır altyapılarla boğușurken analog müziğin dinyecileri bir araya gelerek ses tartıșmaları yapıyor. Bir çocuk piyanonun bașına oturmuș, saatlerce kalkmamıș. Böyle șeyler değerli. Müzikten müzisyene çok sesli bir evren.

BAŞKENT MÜZİKEVİ Adres Sağlık 2 Sok. No: 65/3 Ziya Gökalp Cad.

Telefon 312 433 19 71


Ankara Ahlakı Yavuz Aydar “Bizim bütün derdimiz yeni bir șey bulmak. Çünkü birbirinden ünlü rock grupları patır patır patlamaya bașladı. Biz ne kadar yeni ve iyi bir șey bulup da dinleyici ile paylașırsak kendimizi o kadar iyi hissediyoruz.” Selda Bağcan’ın 3 erkek kardeși var. Arkadașlarım oldukları için Selda’yı küçüklükten tanıyorum. Selda 13 yașında iken öyle olağanüstü bir sesi vardı ki Alpay, Selda’yla beraber ikili șarkılar söylemeye bașladı. 16 yașına kadar sürdü bu ve çok beğenildi. Olağanüstü bir sesi, pürüzsüz ve hatasız bir yorumu vardı o yașta. O dönem kapandı aradan yıllar geçti biz TRT’ye girdik program yapmaya bașladık. 60’lı yılların ortaları, radyoda dinleyici istekleri programı yapan arkadaș hamilelik iznini yıllık izniyle birleștirince yeri boșaldı, o programı sen yap dediler bana. Bende buna bir yenilik getireyim, dinleyici istekleri dıșında o haftanın yeni plaklarından ne varsa dinleyicilere tanıtmak istiyorum dedim. Yayın dolsun da ne yaparsan yap dediler. Ben her program için yeni bir parça tanıtmaya bașladım. O zamanlar Selda’nın 4 parçası TRT denetim kuruluna geldi. Denetimden geçmeden yayınlanamıyordu. Hepsi birden kabul edildi. Baktım Selda’nın yorum olağanüstü, Türk dinleyicisinin beğenisine hitap edecek türde. Bende sanatçımız Selda Bağcan’ın yeni çıkardığı plaklardan birini sizlere tanıtıyoruz diye bir yazı yazdım. Pat diye çaldım, șakır șakır mektuplar yağmaya bașladı. O zaman müthiș bir dinleyici ilgisi vardı radyo programlarına. Vay be dedim. Halk çok beğendi, ertesi hafta 2.sini çaldım. Mektuplar 2 misli gelmeye bașladı. Çaldığım parçalara eğer istek gelirse ertesi hafta ya da sonraki programda çok istediniz diye yeniden çalardım. Mektup yağmaya bașlayınca Selda’nın 3. șarkısını da çalayım dedim. Selda 15-20 gün içerisinde Türkiye’nin bir numaralı șarkıcısı oldu. Plakları öyle bir satıyordu ki plak yetișmiyordu piyasaya. 4. hafta bir telefon geldi. Müdür bey seni istiyor dediler. Gittim oturdum. Genel müdürlükten bir müfettiș çağırıyormuș. Allah Allah niye istiyorlar, ne yaptık acaba dedim. Saati günü yazdırdı o gün o saatte gideceksin dedi. Deli gibi merak ediyordum. Gittik TRT’nin eskilerinden bir müfettiș karșımda etrafında da bir sürü insan oturuyor. Müfettișlerden Çetin Bey de orada, gel otur dedi. Eğildi kulağıma “Lan eșekoğlueșek! Bana doğru söyle dosyanı kapatacağım, Selda’dan kaç para yedin?” dedi. Yok Çetin Bey ne parası dedim. Hadi hadi dedi. Anlattım ben hikâyeyi. Yeni çıkanları tanıtıyorum, dinleyici istekleri yapıyorum dedim . Bu kadının da parlak bir sesi var dinleyici de çok beğendi hatta gelin göstereyim yığınla mektup var dedim. Seni tanıyorum, az buçuk biliyorum, eğer gerçekten doğru söylüyorsan dosyanı kapatacağım dedi. Baya sorușturma açılmıș hakkımda. Sonra ben de öğrendim neden olduğunu; İstanbul ve İzmir radyolarında bu para yeme iși ayyuka çıkmıș ama Ankara Radyosu merkez olduğu için bizim o taraklarda bezimiz olmamıș. Türk pop müziğinin iyice 999


popüler olduğu zamanlarda İstanbul ve İzmir radyosundaki yapımcılar malı götürmüșler. Hem de nasıl. İstanbul’daki yapımcılar hele esaslı mal götürmüșler. Plak șirketleri geliyor, veriyor plakları herkes özgürce alıyor. Burada da Yavuz Aydar bu iși bașlatıyor diye hakkımda esaslı bir sorușturma açmıșlar.

KEnt Radyosunda 11 Saat Beatles! Pink Floyd’un Türkiye radyolarında ilk kez çalınma hikayesi bașka bir sayfanın konusu olsun, gelin ben size Beatles’ın 11 saatlik radyo belgeselinin TRT Ankara Radyosundan tüm ülkeye yayınlanıșının serüvenini anlatayım. Ankara radyosunda İzzet Öz’le aynı serviste çalıșıyorduk. İșimiz icabı da pek çok kișiden daha çabuk ulașıyorduk plaklara. Abim ve kardeșim Amerika’da yașadığı için çok sık olmamakla beraber oradan henüz Türkiye’ye gelmemiș plakları istetiyordum. Pink Floyd’un memleket radyolarında ilk kez çalınması da bu sayede olmuștu ama bașta dediğim gibi bu ayrıca anlatılacak bir anımız. Devasa TRT arșivini eșelerken karșıma 11 saatlik BBC kaynaklı bir program geçti. Șöyle bir dinlediğimde, milliyetleri farklı farklı 60-70 kadar kișinin Beatles ile ilgili yașadıkları bizzat anlatılıyordu. Bir kısmı grup dağıldıktan sonra olmak üzere çoğu grup dağılmadan önce yapılmıș röportajlardı. Konușanlar diskjokey, plak șirketi sahibi, emprezaryo, kulüp sahibi.. yani müzik endüstrisine dair kim varsa hepsiyle teker teker konușulup röportaj yapılmıș. Bunlara artı olarak grup üyelerinin de konușmaları eklenmiș. Fonda sürekli dönen ve konuyla alakalı Beatles șarkıları. Konușma aralarında efektler mefektler, tam anlamıyla çorba yani. Ama deli gibi de heyecanlandırdı bu kayıt beni. Program için kafamda kurgulamaya bașladım ancak önce bu programı çevirmek gerekiyordu. Bu çetrefilli ișin altından nasıl kalkardım? Kuzenim Süha aklıma geldi. Bob Dylan hastası bir çocuk. Çok iyi de İngilizce bilir. Gittim yanına, dedim durum böyle böyle. Heyecandan fırladı yerinden getir bir bakayım dedi. Plakları kasete çektim götürdüm. 11 saatlik programdaki konușmaların hepsini 10’ar saniyede bir durdurarak çevirmesi lazım. Üstelik bazı röportajlardaki İngilizce telaffuzu o kadar kötü ki fondaki müzikle karıșınca anlașılmaz bir hal alıyor. Bu yüzden süre vermedim Süha’ya, sen ne zaman bitirirsen o zaman yapacağız programı dedim. En sancılı kısım da çeviri kısmı oldu zaten. Ara sıra Süha’yı yokluyordum o da bana “bu iș çok zor Yavuz” diyordu. Acele etme, bak para da çıkarttık radyodan çeviri için gibi gazlar veriyordum. Bir gün 7. programı bitirmiș beni aradı; “bu iș bitti, tükendim. Para mara da istemiyorum, öldüreceğim kendimi strese giriyorum.” dedi. 999


Atladım taksiye doğru yanına. Mevsim de yaz. Haklısın, yarıyı geçmișsin, sen bir tatil yap çeviriyi unut gibi hem sakinleștirici hem de alttan gazlayıcı sözler söylüyorum. 20-25 gün Bodrum’un koylarında tatilini yaptıktan sonra döndü. Ne yapacağız o iși dedim, bașladık abi o iș bitecek dedi. Nihayetinde toplamda 8 ayı bulan bir çeviri süreci yașadık ve elimde kova bir müsvedde dosya vardı. İdareye götürdüm çocuğun parasını almak için. Baktılar, bunlara ödeme yapamayız elle yazılmıș bunlar, daktiloyla yazılması lazım muhasebe bu șekilde ödeme yapmaz dediler. Al bașına belayı. Ben yazayım desem zamanım yok, çalıșıyorum. Süha’ya nasıl söylerim bilemeden vardım gene yanına, dedim böyle böyleymiș. Haklı olarak okkalı bir “Haydaa!!” çekti. Ama parası da iyiymiș hani, hem programın sonunda Süha Canbay diye ismini de söyleyeceğim dedim. Gece gündüz oturdu daktiloya döktü hepsini. İdare bu sefer de kelime sayısına takıldı, yok bu sayfada eksik var șunda fazla var. Ya dedim bi sayfada 180 kelime varsa diğerinde 210 kelime var bunun da hesabını yapmayın. Neyse bir șekilde halloldu parasını verdik rahmetlinin. Artık 4 ayı bulacak programa hazırlayıș sürecine geçebilirdik. Her programda 1 saatlik bölümü yayınlayacaktık. En kritik nokta ise senkrondu. Stüdyo FM canlı bir programdı ve ona göre planlamak gerekiyordu. Orijinal plak dönecek biz de Șebnem’le(Savașçı) beraber üzerine röportajları canlı okuyacaktık. Hazırlıklar bitmeye yakın her programda, șu tarihten itibaren 11 saatlik Beatles efsanesi yayınlanacak, içeriği șöyle böyle diye anonslara bașlamıștık. Daha program yayınlanmadan mektuplar gelmeye bașladı; nasıl, nereden gibi merak tepkileri almaya bașladık. Yayın günü geldi, Süha’ya haber verdim geç radyonun bașına diye. Yayın öncesi heyecandan yarım yamalak bir prova aldık Șebnem’le sonra bodoslama girdik yayına. Allah bize demek öyle bir yardım etti ki 11 programı sıfır hatayla bitirdik. İlk program bitti eve gittim. 10 dakika sonra kapı çaldı: Süha. Bana bir sarılıșı var anlatamam. Abi olamaz böyle bir șey, nasıl hatasız bitirdiniz falan diyor. Bu tepki meğer artçıymıș. İlk programdan sonra Türkiye’nin her yerinden yağan mektuplardan bunu anlamıștık. Memleketin her yanından bu dört adamı merak eden kesim tarafından müthiș tepkiler almıștık. Yıl 1979’du.

999


Ankara Ahlak覺

999


“YABANCI GRUPLAR GELİP KONSER VERMEZDİ BURADA. PLAK “YABANCI “YABANCIGRUPLAR GRUPLARGELİP GELİPKONSER KONSERVERMEZDİ VERMEZDİBURADA. BURADA.PLAK PLAK DİNLEYİCİSİYDİK BİZ. HATTA DERGİ BİLE BULUNMAZDI. DİNLEYİCİSİYDİK DİNLEYİCİSİYDİKBİZ. BİZ.HATTA HATTADERGİ DERGİBİLE BİLEBULUNMAZDI. BULUNMAZDI. AMERİKAN KÜLTÜR KÜTÜPHANESİNDE VARDI. TARHAN AMERİKAN AMERİKANKÜLTÜR KÜLTÜRKÜTÜPHANESİNDE KÜTÜPHANESİNDEVARDI. VARDI.TARHAN TARHAN KİTABEVİNE UNİVERSAL KİTABEVİNE GİDERDİK. KİTABEVİNE KİTABEVİNEUNİVERSAL UNİVERSALKİTABEVİNE KİTABEVİNEGİDERDİK. GİDERDİK. 10 KİŞİ BİR PLAĞI DİNLERDİK.” 10 10KİŞİ KİŞİBİR BİRPLAĞI PLAĞIDİNLERDİK.” DİNLERDİK.” Dükkan Bazen șehir kendi geçmișini unutur, efsaneler doğurur. Bir bakıma kentin en üretken anına tanık oluruz. Tunalı Pasajının alt katında bir dükkan. “Aslında her zaman Shades vardı da Tunalı Pasajını etrafına yapmıșlar gibi.” diyor sahibi Süleyman. Kendisi Ankara’nın Action Figure’lerinden aslında. Shades, Süleyman’ın gölgesi. İnsan dükkana girince, gözünün ilk kez gördüğü bir șeye bedeninin verdiği tepkiyi izliyor. Korku filmlerindeki kızlar gibi, geriye kayıyor bacaklar, sırayla raflara bakılıyor. Çay söyleniyor filan. Sonra her șey değișiyor. Hafız’ın dizeleri gibi, bir cevabı var her șeye. Gündemden bir soru, kitaptan bir soru, yediğin yemekten bir soru, kalkan balığından bir soru, ıhlamurdan bir soru, Duke Ellington’dan bir soru B.B King’den bir soru, İlhan Erten’den bir soru, klasik gitardan bir soru, gitar reeflerinden bir soru, Beșiktaș’tan bir soru, șampanya’dan bir soru. Arka arkaya yanıtlıyor. Bir cemiyet gibi gelenler de sıra dıșı. Bir çok müzisyen geliyor. Plak alıyor. Almasa bile kaliteli sohbet dönüyor. Son yıllarda bu tip ișletmelerin sayısı azaldı, koleksiyonculuğa ve objeye verilen değerin dijitalleșen endüstri karșısında durduğu yer ve alım gücünün düșüklüğü çöküșün yanıtını veriyor. Konu Shades’in dıșında. Yurt içi kadar yurt dıșına da mal gidiyor. Bașka bir yönden okumak gerekirse; İrlanda’lı bir müziksever Okay Temiz dinliyorsa asıl sebebi Süleyman.

Record Store Day Bu tip ișletmeleri ayakta tutmak için bir uygulama bașlamıș, sebebi ise müzik endüstrisindeki kısırlık. Yeni gruplar çıkmıyor, insanlar aynı șeyleri dinliyor. Yurt dıșındaki plak șirketleri dünyanın farklı noktalarına yayılmıș bu tip ișletmeler için Nisan ayının 3’ünde bir günlüğüne özel plak ve cd üretmeye bașlamıșlar. Sadece buralarda satılıyor. Müzik marketlere girmiyor. Son söze gelince, Shades farklı kapıların farklı boyutlara açıldığı solucan deliklerine benziyor. Büyük bir evren, biraz cahil adamın kafasını karıștırır. Müzik konușmak için uğrayın, albüm kapaklarını seyredin, kapakların hikayesini dinleyin, bit pazarlarından topladığı objeleri izleyin. Bir de klasik müzikten konușun. Çok eğlenceli oluyor. “Ben Ankara’dan ziyade Ankaralıyı seviyorum” “Ankara’da yapacak çok fazla bir șey yok aslında. O yüzden Ankara insanı herkesten çok okur, herkesten çok müzik dinler.”


SHADES Adres Tunal覺 Pasaj覺 No:95 Tunal覺 Hilmi Cad.

Telefon 312 426 59 00


“”

Bİz amatörlüğün en profesyonelİnİ yapıyoruz. İlgi, hobi, tutku... İnsanoğlu yaradılıșından beri birçok șeye ilgi duyar, bir veya birkaçını kendine hobi haline getirir, zamanla tutkuya dönüștürür. Ona bağlanır, birçok olgunun ve/veya muadili nesnelerin/tatların üstünde tutar. Bu noktaya "Saplantının ön sevișme süreci" de diyebiliriz ama çok fazla sosyolojik analizle girmeden kimisi için hobiye kimisi için alıșkanlığa kimisi içinse hastalığa dönüșmüș bir tutkunun Ankara’daki adresinden bahsedelim.


VİNTAGE 06 “İyi bir müzik dinlemek, kayıpsız müzik dinlemek, temiz sesler duymak için analog teknolojiye çıkacaktır yolunuz. Evet belki eskinin devrelerini serçe parmak tırnağı kadar çiplere sığdırdı yeni teknoloji ancak çipe sığmayan bir șey vardı o da vintage cihazların ruhuydu.” diyor Vintage 06’nın sahibi Memduh Bey.

İyi Müzik Temiz Ses Hi-Fi’a merakı 70’li yıllarda bașlıyor Memduh Bey’in. Bu merakın gittikçe önlenemez bir hal alması emeklilik yıllarına denk geldiğinde mekânını açıyor. Vintage 06’nın ilk katı onlarca receiver, kolon, amplifikatör, gramofon, pikapla dolu. Ve hepsi de Memduh Bey’in tamiratıyla çalıșır durumda yeni sahiplerini bekliyor. Yurt dıșında uçuk fiyatlara satılan akustik panelleri de kendisi yapıyor. Analog müziğe dair aklınıza gelen her șeyin size eșlik etmesiyle üst kata çıktığınızda ise sizi farklı bir ortam bekliyor. Çok nadir bulabileceğiniz montlar, ayakkabılar, çizmeler, takılar ve bilumum objelerle dolu odaya girdiğinizde dikkatinizi çekecek bir çok unsur olacaktır. Hemen karșı odası ise VIP. Orayı kullanmak için almayı düșündüğünüz ses sitemini bir gün öncesinde Vintage 06’ya bildiriyorsunuz onlar sizin için o odayı hazırlıyorlar. Ve evinize tașımaya aday sisteminizi denemeye imkân buluyorsunuz. Genellikle erkeklerin ilgisi olsa da, zamanında 9 parça speakerı 3 leğen 20 mandala eskiciye vermiș hanımlardan, “Bir duble bir șey içerken plak dinlemek istiyorum.” diyen hanımlara geçiși de gözlemlediğini söylüyor Memduh Bey. Hal böyleyken ilgisi olan herkesin Ankara’nın en nitelikli Hi-Fi dükkânına uğraması elzem oluyor.

Adres Tunalı Hilmi Cad. No:41/A

Telefon 312 425 28 30


“”

Çocukluk yıllarım gecekonduda geçtİ. Süreklİ farklı İşlerle uğraştım. Önce mobİlya İmalatına ardından da antİka mobİlya restorasyonuna başladım. bİr ustam vardı. Onunla çalışıyordum. Bİrgün dükkana İçİnde mekanİğİ olan bİr kutu geldİ. Ben gramofon olduğunu bİle bİlmİyordum. Usta müşterİyle bİr şeyler konuştu, kadın gİttİkten sonra gİrİş kapısının üstündekİ taş plağı yerİnden İndİrerek elleRİnİ ovuşturmaya başladı. Ben taş plak ne onu da bİlmİyordum. Usta “bak bu gramofon. şİmdİ annemİn taş plağını dİnleyeceğİz.” dedİ. Hala hatırlıyorum, Müzeyyen Senar'ın Nİnnİ plağıydı. Usta gözümün önünde ağlamaya başladı. Çok etkİlenmİştİm . Sankİ yanımızda gİbİydİ. Benİm sevdam orada başladı.


Otobüsün Seyri Sokaklar, dağın ağzından eriyerek akan lavlara benziyormuș. Gündüz duraklardan hareket eden otobüslerin gece yarıları ıșıklar içinde geri dönmeleri, uzaklarda parlayan șehrin hayal ettiklerinden daha canlı olduğunu düșündürüyormuș. Birbirlerine tutunarak yürüyen mahallelinin kendi aralarında konușmaları, otobüsten inen insanların boğulmuș bir tavuk boynu gibi ellerinde tuttukları poșetleri saklı gizli evlerine götürmeleri sanki șehrin bütün insanlığın mahremiyetini gizliyormuș gibi gözükmesine sebep oluyorken, bütün çocukların uykuya dalmadan önce dinledikleri masalların içinde büyüyerek sihirli bir dünyanın rüyaya açılan kapıları oluyormuș. Simli yüzlere benzeyen bir gecenin gün doğumunda dağın șehre düșen gölgesinin peșine takılarak otobüs durağına doğru dar adımlarla sürüklenmiș. Cam kenarında bulunan bir koltuğa oturarak șimdiye kadar hiç görmediği evlerin antenlerine, mandallarına ve zafer bayrakları gibi sallanan çamașırlarına bakarak döndüğünde anlatacak bir șeyleri olması için gözünü kırpmadan yolculuk etmiș.

Gramofonun Sesi Gramofon Ali, bir otobüsle gezdiği Ankara’yı yavaș yavaș öğrenmeye bașlayınca gazinoları keșfederek Müslüm Gürses'i Hakkı Bulut'u dinlemiș. Kabadayıların sofrasından kalkarak antika çevrelerine girmiș ve bu alanda kendisine bir yer edinerek gramofon tamirciliğinden plak koleksiyonerliğine kadar yükselmiș. Șimdi Koyunpazarı Yokușunda güzel bir kafe ișletiyor. Atölyesi biraz yukarıda. Üniversitelerde, gazete etkinliklerinde dinletiler gerçekleștiriyor, söyleșiler yapıyor. İnsanlar plakların değerinin farkına varınca piyasada toplanabilecek plak kalmamıș. Geçmiș moda olunca bit pazarına da zam gelmiș. Safiye Ayla șapkaları, James Dean montları türemiș. Retro fotoğraflara Instagram filtreleri atılırken orijinal bir șey arıyorsanız, Gramofon Kafe’ye buyrun, filtresiz tertemiz geçmișin birer objesi olun.

GRAMOFON KAFE Adres

Koyunpazarı Yokușu No: 28 Altındağ

Telefon 312 309 45 78


avareler “Muhalif ve kollektif Ankara’nın siyasi atmosferini bir șekilde soluduysanız geçmiș olsun artık Ankaralısınız.” Grubun ilk iși 2011 yılında Ankara-Eskișehir yolu üzerindeki bir inșaat alanının yanına çekilen tahta paravanlara yazdığı ‘’Doors dinle içki iç Ankara’’ yazılamasıdır. Bu yazılama fazla sayıda memurun yașadığı Ankara’ya uygun bulduğumuz bir yazıydı ve bölgenin sıradan yașamını manipüle etme ve değiștirme isteğini fazlasıyla karșılıyordu. Doors gibi hareketli ve sınırlarını durmadan değiștiren bir grubun adının Ankara gibi sınırlı ve durağan bir kentin duvarlarından okunması oldukça tezat gözüküyordu. Daha sonraki yazılamalarda Tom waits, Nick cave ,Ian curtis gibi tezat isimleri de kullandık. Bu isimler hareketli, dinamik bir o kadar da hüzünlü müzisyenlerdi. Sokaklarda yürüyen insanlar için duvarda ki isimleri görünce belki not alır ve evine gittiğinde kurcalayıp dinleyerek yepyeni dünyalara açılır ya da sadece oh be çekerek bir rahatlama hisseder umudunu tașıyorduk. Avareler grubunun esas çıkıș noktası Ankara olmakla birlikte siyasi gündem ve küresel sorunlar da ișlenen temalar arasında. Bunların yanı sıra bir mesaj veya içerik kaygısı gütmeden, yașanılan kenti daha güzel daha çekilebilir kılmak adına belirli figürler, renkler ve formlar da grup tarafından șehrin duvarlara yansıtılmaktadır. Ankara’da doğup büyüyen insanların en iyi bildiği șeylerden biri de kentin politik atmosferinin kișiyi nasıl içine çektiği yönünde. Bu diğer kentlerde yașayan insanlara açıklayamadığımız bir doğa olayı, görünmeyen bir iklim gibi. Kent merkezinin çevresini saran bakanlık binaları ve askeri yapılanma içinden geçen insanları kasvet altında bırakırken kurumlardan çıkan yasalar akıllara nasıl manipüle edilir sorusunu yöneltiyor. 2014 yılında yaptığımız bir iște ‘’Tüm gökdelenler sahiplerine girsin’’ yazılaması vardı. Bu ișin sevilip tutulmasının altında yatan gerçek tüm bu binalara duyulan yıkım ve manipüle duygusudur. Bunların dıșındaki bir bașka ișimizde Tunalı da bulunan yıkık bir binanın içine maket insanlar yerleștirdik ve maketlerin kafalarına mesajlarımızın olduğu notları yazdık. Biz ișimizi bitirdikten sonra mekandan ayrılıp uzadık. Sonra kulağımıza gelen haberlere göre orada bulunan gece bekçilerinden biri bizim maket insanları gerçek insan zannedip “inin la așșağğa hamına goduklarım’’ diye bağırmaya bașlamıș fakat belli bir süre sonra maket olduklarını anlayarak durumu polise bildirmiș. Sabah polis olay yerine gelmiș. O esnada șans eseri orada bulunan bazı arkadașlarımız ekiplerin kendi aralarında geçen konușmalara șahit olmușlar ve bize hikayeyi anlattılar. Polisler amirlerine ‘’ amirim mekanda insan boyutlarında 10-12 maket bulduk kafalarında da yazılar var fakat yazılar siyasi değil ama sevișin mevișin yazıyor ne 999


yapalım?’’ diye sormușlar. Polisle aramızda yașadığımız bir bașka ilginç diyalog 40 haramiler ișini yaparken Beșevler yakınlarında gerçekleșmiști. Yol kenarında bulunan reklam panosunu açıp görselini indirdik. Kendi ekibimizden bir arkadașımızın görselini asarken polis bizi yerleștirdik ve maketlerin kafalarına mesajlarımızın olduğu notları yazdık. Biz ișimizi bitirdikten sonra mekandan ayrılıp uzadık. Sonra kulağımıza gelen haberlere göre orada bulunan gece bekçilerinden biri bizim maket insanları gerçek insan zannedip “inin la așșağğa hamına goduklarım’’ diye bağırmaya bașlamıș fakat belli bir süre sonra maket olduklarını anlayarak durumu polise bildirmiș. Sabah polis olay yerine gelmiș. O esnada șans eseri orada bulunan bazı arkadașlarımız ekiplerin kendi aralarında geçen konușmalara șahit olmușlar ve bize hikayeyi anlattılar. Polisler amirlerine ‘’ amirim mekanda insan boyutlarında 10-12 maket bulduk kafalarında da yazılar var fakat yazılar siyasi değil ama sevișin mevișin yazıyor ne yapalım?’’ diye sormușlar. Polisle aramızda yașadığımız bir bașka ilginç diyalog 40 haramiler ișini yaparken Beșevler yakınlarında gerçekleșmiști. Yol kenarında bulunan reklam panosunu açıp görselini indirdik. Kendi ekibimiz- den bir arkadașımızın görselini asarken polis bizi yakaladı ve “nabıyonuz gençler” diyerek yanımıza geldi. Astığımız görsele baktık. Memur bey arkadașın gönül mevzusu için yapıyoruz.Kız arkadașı bu caddede oturuyor. Sabah görmesi için asıyoruz, bu da onun portresi dedik. Baktı bize ha tamam o zaman delikanlı çocukmuș dedi ve iși bitirmemize izin verdi. Aslında bu kaçak bir sergiy- di ve esas niyetimiz her gün ağzımıza ağzımıza sokulan reklamların bașka bir șeylere dönüștürülebileceğini göstermekti. Biz kendimize sokak sanatçısı denilmesini tercih etmediğimiz gibi kendimizi de öyle görmüyoruz. Avareler olarak bir hareket bașlatma niyetiyle ișe soyunduk. Hiç kimse yașadığı kentin mobilyası değil. Bizler kamuyuz ve kamu haklarının ișgal edildiği noktalara dikkat çekiyoruz. Aynı zamanda bu hareketin diğer Anadolu kentlerinde de Pembe seri adını verdiğimiz bir iște Ankara’nın beğenmediğimiz yerlerini pembeye boyamaya bașladık. Çalıșmanın üzerinden biraz zaman geçtikten sonra sabah gazetesinde bulunan bir yazıda Pembe boyamaları Çankaya belediyesinin yaptığını zanneden bir köșe yazarı ‘’bir mimar olarak beğenmiyorum’’ diye bașlık atıp boyamaların kötü yapıldığını ve renk seçiminin de çok kötü olduğunu belirtmiș. Bizim bu iși yaparken ki hedefimiz bulduğumuz çirkin formları pembeye boyayarak dikkat çekilmesini sağlamaktı. Köșe yazarından anladığımız kadarıyla amacımıza ulașmı șız gibi görünüyordu. Daha sonra bazı boyadığımız yerleri takip ederken gördük ki belediye de bizim pembe renge yakın bir boya bulmuș ve bu boyaları kullanarak devam etmișler… Gezi gibi çok büyük bir olayı geride bıraktık. Gezi’nin etkileri de halen devam etmektedir ve devam da edecektir. Büyük kırılmaların yașandığı eylemler beraberinde çeșitli farkındalıkları da ortaya çıkararak kolektif yașamın dayanılmaz hafifliğini gözler önüne serdi. Bu olay kamusal alanlar ve duvar yazılamaları açısından oldukça güzel bir hareketti. Türkiye’nin her yerinde duvar yazılamaları görünür kılındı. Bizler de gezi zamanı yazılamadan ziyade eylemlere ve çatıșmalara katılarak Türkiye’de ki duvarların șölenini

999


999


izledik . Bu duvar yazılamaları ve hareketleri plansız ve programsız olduğu gibi içtenlikle doğmuștur. İște bizler bunun daha planlı ve programlı yapılarak olarak uzun soluklu tartıșıyoruz aslında bunu hedefliyoruz denedebilir. Hedefimiz elbette sadece sokak yazılamaları ile sınırlı kalmayacaktır yavaș yavaș kamu hak ettiği güce sahip olacaktır .Kamu denilen șey zaten hepimiziz. Bu rezil șehircilik böyle devam edemez fıskiye ve șelalelerle kamu uyutulamaz

999



“”

Ankara’da değişik bir kültür var. İnsanlarla beraber bİr şeyler yapabİlme becerİsİ, İsteğİ ve hatta İhtİyacI.. Yanİ bunun bİr zorunluluk olma anı Ankara’da çok hİssedİlen bir şey. Burada para geçmez. Cebinde üç beș kurușun varsa o da Torun’un yerini bulan mahallenin bakkalı Hikmet Abi’den alacağın biraya, yarım ekmek arası kașar salama, çıtır pıtlağa gider en çok. Yılda bir-iki gün yapılan ve birçok sanatçının ișlerine, tasarımlarına ulașabileceğiniz Torun Pazarı dıșında maddiyatla alıp-satabileceğin hiçbir șey yok. Ama HİÇ! Çünkü Torun’un kimyası, sanatçının evinde - atölyesinde olgunlaștırdığı sanatının üstüne, insanlarla paylașarak gelișimini tamamlamaya dayalı kollektif bir yapıda. İșler çoğu zaman da sanatçı-sanatsever ilișkisinin ötesine geçip içselleșen bir hal alıyor. Birbirinden bambașka estetik anlayıșları olan șehrin güzel çocukları bir araya geldiğinde ortaya tek bir ruh çıkıyor. Bir șeyler üretiyor olabilirsin, üretileni izlemeyi seviyor olabilirsin, sadece oradaki insanlarla birlikte olmayı seçebilirsin ya da sadece Ankara’nın neredeyse tüm cadde ve sokak isimlerinin B harfiyle* bașladığı Küçükesat’ın Ballıbaba Sokağı’ndan geçiyor olabilirsin. Tüm bunlar Torun’un senin olduğu, senin için olduğu ve senin Torun için var olduğu gerçeğini değiștirmez. Hasılı Torun; açtıktan sonra kokusunu gizleyemeyen bir çiçek gibi kendisine temas eden herkese keyif saçan bir yer. *Zamanında ismi B ile bașlayan bütün sokaklar Küçükesat’taydı. Bu bir projeydi.

TORUN Adres Ballıbaba Sok. No: 52 Küçükesat


SESSİZ SAKİN ANKARA PARKI BOTANİK PARKI Adres

Cinnah Cad.


SEĞMENLER PARKI Adres

İran Cad.

SESSİZ SAKİN OLMAYAN ANKARA PARKI


999


Mİras Metİn Yurdanur Abdi İpekçi parkında bulunan Eller Heykeli yapılana kadar Bașkent’te Atatürk ve Kurtuluș Savașı anıtları dıșında hiç sivil heykel girișimi yoktu. 1975 yılında Ankara Belediye Bașkanı Vedat Dalokay’ın heykeltıraș Nusret Suman’a yaptırdığı imitasyon Hitit Güneș Kursu ile bașlayan süreç 1979 yılında Ankara Belediyesi Bașkanı Ali Dinçer’in önderliğinde “kentin plastik sanat eserleriyle donatılması” projesine kadar bu alanda bir ilki olușturdu. Çalıșmanın sonucunda Abdi İpekçi Parkı’ndaki ‘Eller’ heykeli, Gar Meydanında ‘Miras (Nasreddin Hoca)’ heykeli ve Batıkent’te bulunan ‘Dayanıșma’ heykeli kamusal alanda ilk sivil heykeller olma özeliğini tașıdılar. 1980 12 Eylül yönetimince 1402 sayılı yasa gereğince Gazi Eğitim Enstitüsündeki heykel dersleri görevime akademik anlamda son verildi. O günden sonra tıpkı meydanların, parkların, caddelerin heykel açısından boș olmaları gibi bende “boștum ve ișsizdim”… Farklı anlamlar içeren bu iki tür boșluğu; Yüksel Caddesi’ndeki ‘İnsan Hakları’, Olgunlar Sokak’taki ‘Madenci’, Kuğulu Meydanı’ndaki ‘Su Perilerinin Dansı (Balerinler)’, ODTÜ A4 kapısı girișindeki ‘Berfo Ana’, İnönü Meydanı’ndaki ‘Kuva-yı Milliyeci Ustalar’, Beșevler’deki ‘Bahriye Üçok’, Tuzluçayır’da ‘Ozan Feyzullah Çınar’, Keçiören Atapark’taki ‘Așık Veysel’, Batıkent’teki ‘Çocukların Kardeșliği’, Yenimahalle Cemre Parkı’ndaki ‘Dans’ heykelleri ve Ankara Radyosu karșısındaki ‘Muzaffer Sarısözen’ anıtları ile doldurmaya çalıștım. Her heykelin ayrı bir öyküsü, anısı vardır; Miras heykeli için 1979 yılında, șimdilerde olmayan, yok edilen, Gar Meydanı seçildi. Meydanın tam göbeğine, heykele uygun beton bir kaide hazırlandı. Heykelin bronz dökümü tamamlandı ve kaide ile kavușma günü beklenmeye bașladı. Ancak heykel yerine konamadan darbe oldu. Ben ve belediyeden birkaç arkadaș toplanıp, ortalık iyice karıșmadan Hoca’yı yerine koymayı kararlaștırdık. Stratejik bir nokta olması müsebbibiyle tren istasyonunda ve meydanda silahlı birlikler kol geziyordu. Cevval birkaç ișçi, teknisyen ve mühendisle heykeli belediyenin vincine yükleyip yola koyulduk. O zamanlar Park ve Bahçeler Müdürlüğü ile Gar Meydanı arası yaklașık 500 m kadardı. Fakat vinçlerin eski olmasından dolayı o kısa yolu yaklașık bir saatte aldık. Sağa sola bakmadan sadece ișimizi yapıyormuș gibi heykeli kaidesine yerleștirip süratle oradan kaçtık. .Bir zaman sonra bir gazeteci köșesinde heykelin açılıșına neden çağırılmadığını sorarak serzeniște bulundu (!) Fakat içinde yașadığımız kaos ortamında heykelle ilgilenen pek olmadı. 2-3 ay sonra heykel düșmanlarının yavaș yavaș akılları bașlarına geldi ve özellikle basın yoluyla olmak üzere çeșitli kanallardan “Bu garabeti buraya kim koydu, “Bu acayip șeyin meydanda ne iși var? Gibi tepkilerle homurdanmaya bașladılar. O zaman konu bir șekilde Ankara’nın yeni belediye bașkanı sonradan Atom Karınca lakabıyla anılacak olan Tuğgeneral Süleyman Önder’in kulağına gitti. Pașa gerçekten 999


inanmıș bir Atatürkçüydü. Bu konuyla ilgili, o zamanların Park ve Bahçeler Müdürü Metin Cilay’ı yanına çağırarak. “Oraya koyduğunuz șey nedir? diye sordu. Metin Cılay uzun boylu. Pașayı görünce hemen hazırola geçti ve anlatmaya bașladı. Pașam! Bu anıtı, Atatürk’ümüzün kurduğu Gazi Eğitim Enstitüsü’nün heykel hocası Metin Yurdanur tarafından yapıldı. - Ne anlatıyor bu heykel? - Pașam! Bu heykel, Atatürk’ümüzün tarih tezinin tunçlașmıș bir șeklidir. Pașa belediye bașkanı Atatürk’ü duyunca yavaș yavaș yumușamaya bașladı. Heykele baktı. ”O sarıklı kim?” dedi. -Pașam! O bizim her șeyimiz, Nasreddin Hocamızdır. Ata’mızın tarih tezine göre Sümerler, Etiler eski halklar Türk(!) kökenlidir. Kanatlı aslan onların sembolüdür. Aslanın üstündeki büst ise Selçukludur. Nasreddin Hocamızla beraber bir bütün olarak ifade edilmiștir. Tüm bu açıklamalardan sonra “Bana bașka șeyler anlatılmıștı..” diyen pașa taki Melih Gökçek meydanı yok edip heykeli sürgüne gönderinceye kadar heykelin yerinde kalmasına izin verdi.

999


999


S E R G İ

M İ

V A R M I Ş ?

Evimizin sokağı alıșılagelmiș șeklinden haylice uzak. Arabadan geçilmiyor. Sokakta iğne atsan yere düșmez. Fular takan abiler, șık ve gösterișli giyimli ablalar sokağa araçlarıyla gelip daha sonra tam yan apartmanımızda bulunan bir mekana giriyorlar. İçerisi dıșardan daha fena. Tek görebildiğimiz sarı ıșıklar altında bir sürü insan ve onların arasında dolașan garsonlar. Neye tanık olduğumuzu ne biz anlayabiliyoruz, ne de sokağımızın büyükleri. En sonunda tatmin edici bir cevap geliyor birinden.

. . . “Sergi mi ne varmış, ona gelmişler.”

Dıșarıda, tam Galeri Nev’in karșısında bulunan kaldırım yükseltisine biz sokağın çocukları oturmuș içeriye bakarken, içimiz içimizi yiyordu. İçeride ne var öğrenmemiz șart idi. Gelen herkes sorgusuz sualsiz içeriye girebiliyorsa biz de girebilmeliydik. En nihayetinde fularımız ve gösterișli kıyafetlerimiz olmasa da önlemenez bir merakımız vardı. İçeri girdik. Kimse garipsemedi bizi. Kimse düșündüğümüz gibi dik dik bakmadı. Duvarlarda resimler asılıydı. Burası dıșarıdan ufak gözüküyordu ancak içeriyi gezmeye bașlayınca anladık ne kadar büyük olduğunu. Resimlere bakarak gezerken sanki 40 yıllık sanat eleștirmenleri gibi içecek ve kanepe almayı da ihmal etmemiștik. Bir ara ben sokağın çocuklarından ayrıldım. Köșede asılı resimlere bakarken artık çıkmam lazım diyordum. Çocuk boyumla insanların arasından kapıya doğru ilerlemeye bașladım. Gözüme biri çarptı, tanıdık. Bu kimdi? Biliyorum ben bu adamı diye düșünürken yanıma gelen çocuklardan biri “Temel burada gördünüz mü?” dedi. Tanıdık olan adamın artık kim olduğunu biliyordum. Biraz daha yaklaștım. Evet Temel dedim, çıktım, yan apartmanda bulunan evime gittim. Eve gidince anneme;

Anne yan tarafta Temel’İ gördüm. Hanİ şu dİzİde oynayan. - Ne İşİ varmış burada? Sergİ mİ ne varmış, ona gelmİş.


. GALERI NEV Nev Kuruluyor Galeri Nev 1984’te Ankara’da kuruldu. Kurulușundan bu yana, 300’e yakın sergiye ev sahipliği yaptı. Bu sergiler ağırlıklı olarak 1950 sonrasını temsil eden Türkiye’nin ‘ilk modernistleri’ ve onlara eklemlenen üç kușağın eserlerinden derlendi. Nev, ayrıca, Alechinsky, Bonnard, Dali, Dubuffet, Picasso, Pedersen ve Saura sergileri ile Avrupa modernizmine de kapılarını açtı. Galeri mekanında gerçekleșen sergilerin yanısıra, Kopenhag’da Charlottenborg Sanat Merkezi’nde “I am Another”, Ankara’da Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nde “CoBrA”, Atatürk Kültür Merkezi’nde “Merkez Bankası Koleksiyonu”, ve İstanbul’da Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde “Sainsbury Koleksiyonu” sergilerini gerçekleștirdi. Galeri, Türkiye’deki zengin sanat üretimine karșın sınırlı kalan sanat tarihi ve sanat eleștirisine kuramsal bir yaklașım geliștirmeyi sorumluluk edindi. Böylece Nev, editörlüğünü üstlendiği on bir takım özgün baskı, yüzün üzerinde sınırlı baskı reprodüksiyon ve doksan beș cilt sanat kitabı ve kataloğu ile diğer galerilerden ayrıștı. 2000 yılında, Galeri Nev on beșinci kuruluș yıldönümünü sekiz tematik sergi ve galeride gerçekleșmiș farklı sergilerden 2000 reprodüksiyonun yer aldığı MÜZEKİTAP ile kutladı. 2004 yılındaki yirminci yılda ise geçmiș sergiler, daha önce yayınlanmıș ve baskıları tükenmiș Nev kataloglarındaki makalelerin yeniden derlendiği bașka bir kitabın kaynağı oldu; RESME BAKAN YAZILAR. 2009 yılında, Galeri’nin kurulduğu erken 1980lerde doğan sanatçıların eserleri “NEVNESİL” sergisinde ilk kez bir araya geldi. Bu yeni bir neslin keșif macerası yirmi beșinci yıldan sonra düzenli aralıklarla devam etti. Nihayet, 2014 yılında Galeri Nev, George Orwell’in “1984” kitabından esinlenerek, kitabın distopik teması ve galeri tarihine hükmeden ütöpyanın karșılaștırıldığı otuzuncu yıl sergisi açtı. Halen bir çok sanatçıya ev sahipliği yapan Galeri Nev Ankara’nın sanatla bulușma noktası olarak anılmaya devam ediyor.

Adres

Gezegen Sok. No:5 G.O.P.

Telefon 312 437 93 90



PARİS KUAFÖR Necdet Bey Salon fildiși gibi bir kule, Necdet Bey çocuk yașta yakınına yaklașmıș. Kafasını kaldırıp bakmıș ki gökleri deliyor. Tutmuș Rapunzelin saçından elleri boya içinde tırmanmaya bașlamıș. Yükseldikçe öğrenmiș, en tepeye vardığında derin bir nefes almıș, patron olmaya hazırmıș. “Mesleğe bașladığımda termosifon yoktu. Sıcak su almak için sabah 6’da plastik bidonlarla gaz sırasına girerdik ve tașıyarak dükkana geri getirirdik. Bazen boya yaparken gözümüz oynașırdı, hata yapardık. Tası ellerine alırlardı. Müșterinin yanında kafamızdan așağı dökerlerdi. “

Trendler Paris Kuaför zamanla yarıșan göz önünde bir ișletme. Dünya trendlerini takip edip yeni tasarımlar yaratıyorlar. Değișen dünyada ilișkiler gibi saçların da bağları çok gevșek. Küçük bir yağmurda bütün emek dağılıyor. Yoğunluk ve yorgunluk ağır ağır gelirken, zaman ufalanarak saç diplerine yapıșıyor. Șehirli insan farkında, bakımlı olmak istiyor. Gündüz çalıșma șartları, akșam gece hayatı. Yıpranan saçlar çiçek değil klasik müzikle canlansın. Müșteri artık daha seçici, saçını yakana gitmiyor. Paris Kuaför büyüyor. Ekipleri çok genç, içlerinden yetișenler yeni yöneticiler oluyor. Okul gibi bir yer, mesleğin etiketi, yașanması gerekilen bir deneyim.

Merkez Filistin Caddesi No:7 G.O.P.

Telefon 312 467 27 77

Şubeler Sheraton Otel Panora Beysu Park Next Level Parkoran JW Marriott Hotel


Ankara’nın Aşağı Yüzü: Bentderesİ Ümİt Bayazoğlu Bentderesi, Ankara Kalesi ile Hacı Bayram Camii eteklerinde yer alır. Ulus’taki Hergele Meydanı’na ve Atatürk heykeline yürüyüș mesafesindedir. Semtin ahalisi Ankara’nın en fakir insanlarıdır. Gülveren, Cebeci, Kayaș, Etlik, Mamak, Siteler, Çubuk, Çinçin dolmușları buradan kalkar. 1990’lı yılların bașına kadar burada insanlar kadar çok çek-çek arabası ve baraka dükkân vardı. Düğünlere çalgı, çengi, köçek buradan ayarlanırdı. Kaldırımlarında bekârlara don, fanila, gömlek, çorap, kaput, kol saati, kasket, asker levazımatı satılırdı. Pide-lahmacun fırınlarından, seyyar köftecilerden, ciğercilerden etrafa iștah kabartan kokular yükselirdi. Yine bu dönemde bozkır folklorunun en güzel örnekleri de burada bulunurdu. Eskiden plak, kaset, șimdilerde dvd - cd satan dükkânlar aynı zamanda plak-kaset kayıt stüdyosuydu. Çankırı, Çorum, Sivas, Tokat, Yozgat, Kırșehir, Nevșehir kırsalının müzisyenleri eserlerini ilk defa burada beğeniye sunarlar. Neșet Ertaș, Mahzunî Șerif, Ali Avaz, Nuri Sesigüzel, Azer Bülbül, Șahin Gültekin, Kul Mustafa, İzzet Yıldızhan, İzzet Altınmeșe, Kâhtalı Mıçı, Hasan Yılmaz, Oğuz Boran, Zekeriya Bozdağ, Güdüllü Ergün, Sincanlı Oğuz, Ankaralı Turgut, Ankaralı Namık, Ankaralı Kadriye gibi nicesi sanat âlemine ilk adımı Bentderesi’nde atmıșlardır. Ama asıl önemlisi Bentderesi denince akla ilk gelen kerhanedir (umumhane-genelev). Çünkü bașkentte açılmıș ilk kerhane, kapatıldığı 2010 yılına kadar tam 80 sene bu semtte faaliyet göstermiștir. Bu yüzden her köșe torbacılar, pezevenkler, zavaklar (eșini satanlar), puștlar, dolandırıcılar tarafından tutulmuștur. “Cumhuriyette kadın dolanımı” buradan örgütlenmiștir. T.C Ankara Bentderesi Kerhanesi devlet eliyle 1930’dan açılmıștı. Kahkaha Sokağı ve Tabakhane Sokağı’nda bulunan sarı badanalı dörder katlı 39 evde 400 “vesikalı kadın” sabahtan gece yarısına kadar hiç tanımadığı erkeklerle burada yatıp kalkardı. Kerhane girișinde polis kontrol merkezi, emanetçi ve kerhane tatlıcıları yer alırdı. Kerhane tatlısı, yağda kızarmıș șerbetli bir hamur tatlısıdır ki, seks gücünü azdırdığına inanıldığından burada çok revaçtaydı. Tatlıcıların yanında kuvvet macunu, orospu mantısı da (kıymalı gül böreği) satılırdı. Cihat Burak, “Zenci Kalınız” adlı kitabında Bentderesi kerhanesine geniș yer ayırmıștır. “Yeni gittiğim yerlerde oranın genelevlerini de gidip bir görürdüm eskiden.” Ardından, ziyaret ettiği genelevlerde bașından geçen maceraları anlatmaya koyulur: “Ankara’ya ilk gidișimdi, o mahallenin nerede olduğunu bilmiyordum, telefon defterinde aradım bulamadım.” Bunun üzerine polise sormak geçmiș aklından. Utanmıș vazgeçmiș. Sonra Ulus-Samanpazarı arası dolanırken bir taksi çeviriyor: “Kardeșim” dedim; “hani șey var ya iște; hani orası! Lafımı bitirmeye kalmadan șoför șıp diye anladı. 999


Gaza bastı, geldik abi dedi, iște nah șurası.” Burası Ankara’nın meșhur Bentderesi’ydi. Cihat Burak, güpegündüz onca insanın arasından geçerek geneleve girmekten önce çekinir. Ama nihayet yüzünü paltosunun yakaları arasına saklayarak kapıya yönelir. Bir bekçi üstünü aradıktan sonra kendini çamur deryası bir meydanda bulur. Gözüne kestirdiği bir eve dalar: “Mindere bağdaș kurmuș sarıșın bir maviși kaldırdım, angaryaya koșulan insanların isteksizliğiyle çıkıyor önümden merdivenleri, kıçının biri inip biri kalkıyor pembe donunun içinde. Girdik odaya; ufak tefek, balıketinde, sarıșın, mavi gözlü, güzelce, yirmi yirmi-beș yașlarında. Bizimki pek hanım kadın, terlik, pijama getirdi, bir leğen içinde ayaklarımı yıkadı yattık, tatsız tuzsuz bir muameleden sonra uyumușum.” 1929’da Ankara Valisi ve Belediye Bașkanı tayin edilen Nevzat Tandoğan’ın ilk icraatlarından biri Bentderesi kerhanesini açmak olmuștu. Böylece “abazan maçolar”, Cumhuriyet sosyetesini taciz edemeyecekti. Artık seks ticareti “umumhanelerde” çalıșan “vesikalı” kadınlar tarafından yapılacaktı. 1930 yılında yürürlüğe giren Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile fuhșu düzenleyen nizamnameler yayınlandı. Vali Tandoğan bundan sonra göze çirkin gelen her șeyi halının altına süpürmeye bașladı. Ankara, yeni karakterine yakıșmayan, “görüntüsünü bozan” her kiși ve kuruma “yasak șehir” ilan edildi. İș tulumuyla gezenler, șalvarlı kușaklı köylüler sopayla kovuldu. Geceleri sarhoșlar sokaklardan toplatılıp Elmadağ gibi uzak yerlere bırakılıyor, oradan yürüyerek șehre dönerken “akıllarının bașlarına gelmesi” sağlanıyordu. Kulislerde Tandoğan’a “sandalyesiz bakan” diyorlardı. Ankara halkı için onu bir “korku unsuru” haline getiren, 1934’te ilan edilen Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun 18. Maddesiydi. Buna göre, “devletin emniyet ve selametini ve içtimai nizamını tehdit edenlerin cezalandırılması” tamamen mülki idare amirlerinin takdirine bırakılmıștı. Artık millet, “halk” ve “vatandaș” diye ikiye bölünmüștü. Vatandașlar (militan yurttașlar) Ulus, Kızılay, Çankaya, Keçiören’de oturuyor, Atatürk Orman Çiftliği inșa edilen havuzlu gazinolarda, bira bahçelerinde veya Ankara Palas’ın balo salonlarında eğlenirken, dans etmeyi, içki içmeyi, karșı cinsle ilișki kurmayı öğreniyordu. Böyle mekânların çoğu devlet desteğiyle İș Bankası kredileriyle faaliyete geçmiști. Halk ise, Cebeci, Samanpazarı, Kaleiçi, Hamamönü gibi semtlerde oturuyor, ayda yılda bir Mamak, Kayaș gibi uzak mesirelerde eğleniyordu. Ama modern devlet, onların da cinsel ihtiyaçlarını düșünmüștü. 999


Oysa Bentderesi, kerhanesiyle dile düșmeden önce, 1930’a kadar bir mesire yeri ve ticaret merkeziydi. Müslümanların azınlıkta olduğu bu civarda Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler oturmaktaydı. 1830 nüfus sayımına göre 3200 Ermeni, 900 Rum, 300 Yahudi hane vardı. Gelir seviyesi sıralamasında Ermeniler birinci, Rumlar ikinci, Yahudiler üçüncüydü. Bölgede yaklașık 3000 dükkân, 12 hamam, 21 han bulunmaktaydı. Bentderesi gürül gürül akarken burası asırlardan beri bir tekstil ve dericilik merkeziydi. Tiftik keçilerinin kırpılan tüyleri derede yıkanır, çalılıkta kurutulur, boyanır, hemen oracıktaki atölyelerde mamul hale getirilirdi. Derileri ișleyen çok sayıda tabakhane de dere boyunca faaliyetteydi. Bunların yanısıra birçok su değirmeni, çay bahçesi, kır kahvesi, meyhane ve gazino vardı. Ancak 1917’de çıkan “șaibeli” bir yangın semti tümüyle yoketmiști. Çıkrıkçılar Yokușu, Saraçlar Çarșısı, Kaleönü, Bedesten ve At Pazarı’na kadar uzanan korkunç bir yangındı bu. Üç gün üç gece süren yangına tanık olan Refik Halit Karay gördüklerini șöyle anlatmıștı: “Yangının esrarengiz bir sirayeti vardı. Bir saat içinde ateș dört beș kola ayrılmıș, hatta parendeler atarak damdan dama sıçramaya, mesafeler așmaya bașlamıștı. Rüzgar yoktu ama ateș arttıkça havada mevzi bir rüzgar hasıl oldu, tahta parçaları, bir karıș uzunluğunda akkora dönüșmüș enserler (çiviler) yerlerinden fırlayıp mancınıkla atılmıș gibi gökte bir mitralyöz harbi yapıyordu. Eșya nakline darlıktan ötürü imkan yoktu. İnsanların güç geçtiği sokaklar, mesela bir piyano veya bir kanepe yüzünden tıkanıveriyordu. Yangından kaçırılan yüz kadar piyanonun sıra sıra dizildiğini gördüm. Üstlerine ıslatılmıș pahalı halılar serilmiști. Birden kocaman yanık bir kütük geldi, aralarına düștü, söndürmeye çalıșacak adam yoktu. Ankara’nın en kibar mahalleleri, serveti, refahı çoktan kül kesmiști. Yolda saçları dağınık, gözleri ürkmüș ve güzellikleri atmıș genç kızlara rastgeliyordum. Ellerinde yangından kurtardıkları eșyalar vardı. Kadife muhafazalar içinde, lavanta șișeleri, krem, allık, pudra kutuları, kurdela ve dantel yumakları. Çocuklarını kaybeden anaların ise haddi hesabı yoktu. Evet, kıyamet o gün Ankara’da kopmuștu ve mahșer yeri bugün orasıydı. Neler görmedim! Saçları tutușmuș kadınlar, yolda doğuran gebeler, cübbeleri alev almıș papazlar, hahamlar ve bütün bu kıyamet yerinde izbe köșeler bulup sarmașdolaș olan âșıklar. Eșya çapulculuğu kadar kadın çapulculuğu da revaçtaydı. İlle kıpkızıl saçları ateșin akisleri altında alevden daha kızıl kesilen bir Yahudi kızına rastgeldim ki, genç ırkdașları üzerine pars gibi bir köședen atıldılar, tutunca gözlerimin önünde bir boș evin loșluğuna attılar. İște bu mihval üzere ölenler, sevișenler, aç kalanlar arasında yangın sürdü gitti. Nihayet yakacak bir șey bulamayınca kendiliğinden söndü. Yangının üçüncü sabahı Ankara’nın dörtte üçü ortadan silinmiști. Șehrin bütün su yolları bozulmuștu. Solfasol’dan su tașıyacak kimse bulunmuyordu. Derken hava bozuldu, yangın küllerini savuran sıkı rüzgârlar arkasında yağmurlar yağdı, etraf tepelere kar da düștüğü için 999


soğuk kendini gösterdi.” Refik Halit bu anlatısında, azınlıkların zenginliğine ve ihtișamlı yașantısına delili olarak piyanolarını ve kıymetli halılarını gösteriyor. Yangında bunları kaybetmekle, sahip oldukları zenginliğin ve ayrıcalığın da ortadan kalktığını söylüyor. Yangını fırsat bilip kuytularda așk kaçamağı yapanların da Yahudi olduğunu ileri sürerek, bunların ahlâken ne kadar düșkün oldukları algısı yaratıyor. 1920’lerin bașında Bentderesi artık bir yangın yeriydi ama hâlâ halkın pek rağbet ettiği bir mesireydi. Kurtuluș Savașı sırasında Yunan ordusu bir ara Ankara yakınlarına kadar ilerlediğinde bu hal șehirde büyük bir paniğe neden olmuștu. Gücü ve gideceği yeri olanlar șehirden kaçmaya bașlamıștı. Hatta Meclis’in de Kayseri’ye nakledilmesi düșünülüyordu. İște bu günlerde Mustafa Kemal “dini nikâhlı” eși Fikriye Hanım’ı “kadın bașına” Bentderesi’nde dolașmaya yolluyor, böylece halkın maneviyatını yükselmeye çalıșıyordu. Fikriye Hanım, dere boyundaki kır kahvelerinde oturarak kahve sigara içiyor, halkla sohbet ediyordu. Yangının ardından șehir Çankaya istikametinde büyürken Bentderesi'nde ayakta kalan harabelere șehrin apașları yerleșmiști. İçine girilecek gibi olan evlerde geceleri kırmızı lamba yakıp kadın satmaya bașlamıșlardı. Halide Edip Adıvar, “Türkün Ateșle İmtihanı” adlı hatıratında, Cumhuriyet sosyetesinin içkili davetlerine “biraz fantezi katmak için” kırmızı lambalı bu evlerden kadın kiraladıklarını, bunlardan birine tanık olduğunda, șalvarlı, rastıklı, yapma benli genç kadının, “ben kadın karșısında oynamam” diyerek, daveti terk ettiğini yazıyor. Bentderesi, Cumhuriyet atılımlarından hiçbir zaman nasibini alamadı. Daima hor görülerek ihmal edildi. Hıristiyan azınlık tehcirle, tehditle, tethișle șehirden uzaklaștırıldıktan sonra tiftik ticareti öldü. Tiftik keçilerinin nesli tükendi. Deri ve tekstil atölyeleri birer birer kapandı. Dere 1957’ye kadar akıyordu. Ancak bu yıl Kayaș’tan, Mamak’tan gelen selle taștı. Cebeci, Kazıkiçi Bostanları, Akköprü civarı, Mezbaha’nın bulunduğu bölge ve Atatürk Orman Çiftliği sular altında kalmıștı. Dere üzerindeki köprüler hayvan leșleriyle tıkanmıștı. Ardından dere tamamen kurutuldu. Üstündeki Roma devrinden kalma köprü ve bentler yıkıldı. Nihayet 1980’de Bentderesi, 1’inci ve 2’nci derece SİT alanı ilan edildi. Kerhanenin altında Roma Hamamı’na uzanan tarihi su kanalı olduğu belirlenerek, korunacak tarihi alanlar içine alındı. Ama bunun için 30 yıl boyunca hiçbir șey yapılmadı. 2010’da Büyükșehir Belediyesi’nin aldığı meclis kararıyla bölgenin ticarete ve turizme açılması için harekete geçildi. Bunun için ilk olarak kerhane kapatıldı ve ardından semtin adı Hacı Bayram Veli olarak değiștirildi.

999


Seyahatnamelerde Bentderesi ve tİftİk Tİcaretİ Alman seyyah Hans Dernschwam, 1553-55 yıllarında yazdığı seyahatnamesinde Bentderesi’ne özel bir yer ayırmıștı: "Ankara șehrinde, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Türkler bir arada yașıyorlar. Șehrin en canlı hareketli yeri Kale civarıdır. Burada iki dağın arasından oldukça büyük bir dere sert ve hızlı akıyor. Bu suyun adı Benteresi'dir. Derenin üzerinde birkaç köprü var. Burada kayaların altından temiz bir su kaynıyor ve taș bir yalak içine doluyor. Su yolunun üzerinde birbirine karșı bakan 72 (!) arslan heykeli var. Burada çok miktarda sof dokunuyor. Bizzat gördük. Dokumacı sayısı da çok fazla. Sof tiftikten yapılıyor. Önce eğrilmiș ipliği gürül gürül tertemiz akan Bentderesinde yıkıyorlar. Sonra sıcak suda kaynatıyorlar. Ardından pres altına koyup suyunu tamamen alıyorlar. Sonra bu iplikleri bir yerden diğer bir yere doğru iyice geriyor ve bir maddeyle yağlıyorlar. Bir süre sonra iplikler dokuma tezgâhında geriliyor ve sof dokunmaya bașlanıyor. Dokunan kumaș derede sabunla iyice yıkanıyor. Soflar, derin bakır kazanlara istif ediliyor. Bir kazana 70 parça konabiliyor. Sonra kazan temiz su ile dolduruluyor ve tam bir gün bu halde bırakılıyor. Her par¬çanın arasına dere kıyılarında yetișen saz kamıșlar yerleștiriliyor. Böylece her kumaș parçasının arasına su gelmesi sağlanıyor. Sonra kazandan çıkarılan soflar, yine 70 parça üstüste istif edilerek bir pres altına konuluyor. Presi kalın bir kalas ile yedi ki¬și çeviriyor. Bu suretle kumașların suyu tamamen alınmıș oluyor. Kumașlar dere boyunca yerlere seriliyor. İyice kuruduktan sonra katlanıp yeniden pres altına konuyor ve nihayet hazır duruma getiriliyor. Boyama ve kaynatma ișleri için özel aletler kullanılıyor. Dokumacı sayısı da pek çok. Bu zanaat sayesinde halk geçimini sağlıyor. Bașka zanaat yok. Burada softan bașka deve tüyünden keçe de üretiliyor. Bentdersi’nin yakınında Bedesten var. Buradaki mağazalarda her türlü mal satılıyor.” Polonyalı gezgin Simeon 1618 yılında geldiği Ankara'yı șöyle anlatıyor: "Ankara dıș, orta ve iç olmak üzere üç kat surla çevrili bir șehirdir. Șehrin üst kısmında bir kale ve Rumlara ait Panaia adlı bir kilise vardır. Șehrin, sekiz adet kilisenin bulunduğu orta ve alt kısmında ise 200 hane Ermeni oturur. Șehir halkı hemen kamilen sofçudur. İyi cins sof buradan çıkar ve dünyanın her tarafına gider. Her memleketten gelen tüccarlar sof ve bașka kumașlar toplarlar. Ankara'da pek çok Polonyalı vardır. Kente yakın bazı köylerde de sof dokunmaktadır. Evliya Çelebi 1640 yıllarında, yani Dernschwam'dan 90 yıl, Simeon'dan ise 20 yıl kadar sonra Ankara'ya gelmiști. Seyahatnamesinde șehrin durumuna ve halkın yașamına ilișkin gözlemlerine geniș yer vermiștir: "Bu șehir halkının zenginlerinin çoğu samur ferace, orta hallileri çuha serhaddi (düz dokunmuș ince ve tüysüz kumaștan kısa giysi), ve renk renk ferace giyerler. Sanatkârları beyaz bez ve muhayyer ferace, bilginleri baștan ayağa renkli sof ferace giyerler. Çünkü burası sof yeridir. Kadınları rengârenk sof 999


ferace giyip gayet edepli gezerler." Çelebi Ankara keçisi ve softan da șöyle sözeder: "Tiftik keçisi, beyaz süt gibi o kadar beyaz renkli bir keçidir ki, yeryü¬zünde onun gibi bir mahlûk yaratılmamıștır. Sof ipliği bundan elde edilir ve padișahların giydiği çeșitli renkte soflar bu keçinin tüyünden yapılır." Seyahatnamede nasıl sof boyaması yapıldığını șöyle anlatılmıștır: "Bentdersi’nde kazanları ateș üzerine yerleștirip içine istedikleri renkte boya koyarak kazanın yarısına kadar su doldururlar. Deste deste sofları, kazanın içinde ahșap destekler üzerine yerleș¬tirirler. Sofların katları arasına da ağaç çöpler sokarlar. Kazanın kapağını kapatıp etrafını hamurla sıvarlar. Ateși kızdırırlar. Kazanın içinde buhar soflara vurduğunda Tanrının hikmetiyle renk renk izler olușur ki Mâni ve Behzâd (İranlı iki ünlü ressam) böylesini yapmaktan âcizdir. Bu sof Ankara'ya mahsustur. Yeryüzünde bir bașka ülkede olması ihtimali yoktur." Evliya Çelebi, Ankara keçisinin ülke dıșına çıkarılmasına da değinir: "Frenk piçleri, bu Ankara keçilerinden Frenk ülkesine götürüp iplik eğirip sof dokumak istediler. Allahın emriyle keçiler adi keçilere dönüștü ve dokudukları da sof olmadı, kumașa hare vermeyi de bașaramadılar. Sonra, Ankara'dan eğrilmiș sof ipliği alarak Frenk ülkesine götürüp sof dokumak istediler, yine olmadı. Șimdi papazlar için sof gibi görünen ama hareli olmayan siyah rukla șalı dokuyorlar. Ankara halkı sofları¬nın özelliğinin Hacı Bayram Veli'nin kerameti ile Bentderesi’nin suyunun, havasının güzelliğinden ileri geldiğini söylerler. Gerçekten de Ankara sofunun yeryüzünde eși benzeri yoktur. Halkı çoğunlukla tüccardır. Frenk ülkelerine, Arabistan’a ve Mısır’a giderek ticaret yaparlar." Fransız seyyah Pitton de Tournefort, Ankara'ya 1701 tarihinde gelmiști. Bentderesi diğer seyyahlar olduğu gibi onun da dikkatinden kaçmadı. Ona göre dünyanın en güzel keçileri Ankara'da yetiștirilmektedir. Beyazlıkları âdeta göz kamaștıran keçilerin tüyleri ipek kadar ince, uzun ve kendiliğinden kıvrımlıdır. Bu tiftiklerden çok güzel kumașlar dokunmaktadır. Yöre halkının belli bașlı geçim kaynağı olan tiftiğin eğrilip iplik haline getirilmeden dıșarı çıkarılması yasaktır. Bütün kent halkı bu ticaretle uğrașmaktadır. Ankara'da tiftik, okkası 4 liradan bașlayarak 12-15 liraya kadar satılmakta, en kalitelisi okkası 20-25 krona kadar alıcı bulmaktadır. Bunlar yalnız “Grand Signior's Seraglio"ya (yani padișaha) gönderilirdi. Seyyah, Ankara keçisi tiftiğinin İngiltere'de peruk yapımında kullanıldığını da ileri sürmüș, ancak bunun için tiftiğin eğrilmeden kullanılması gerektiğini belirtmiștir. Hollanda'nın Amsterdam kentindeki Rijksmuseum’da (Ulusal Müze) bulunan eski bir Ankara resmi kentin o zamanki görünüșünü ayrıntılı olarak yansıtması yanısıra kent yașamına ilișkin bilgiler sunması bakımından da önem tașımaktadır. Resim, bez üzerine yağlıboya tekniğiyle yapılmıș olup 117x198 cm boyutundadır. Yapılıș tarihi ve ressamı kesin olarak bilinmiyor. Bu bilim dünyasına ilk kez tanıtan Prof. Dr. Semavi Eyice olmuștur. 27 Șubat 1970 tarihinde Türk Tarih Kurumu'nda verdiği konferansta resmin 999




Ankara'ya ait olduğunu kesin kanıtlarıyla ortaya koymuș ve onu değișik yönleriyle irdelemiștir. Tabloda sof üretim ve ticaretiyle ilgili konulara ağırlıkla yer verildiğini gözönünde bulunduran Eyice, resmin 18. yüzyılda Ankara'dan sof ithal eden bir Hollanda firmasının sipariși üzerine Hollandalı bir ressam tarafından yapılmıș olabileceği tahmininde bulunmuștur. Resim "Ankara Manzarası" olarak adlandırılmıș olup envanter kayıt numarası A2055’tir. Halen teșhirde değildir, müzenin deposundadır. Resimde perspektif kuralları uygulanmamıștır. Ressam, nesneleri göründükleri gibi betimlemek yerine ne olduklarını daha iyi ortaya koymaya çalıșmıștır. Tablonun üstünde Ankara'nın batıdan görünüșü, alt bölümünde ise tiftik üretim ve ticaretinin değișik așamalarından seçilmiș bazı sahneler yer almaktadır. Üst bölümdeki panoramik görünüș Ankara'yı tanıyanlar için aslında hiç de yabancı değildir. Șehir, Hisar Tepesi üzerinde yer alan iki sıra sur dıșında alt düzlüklerden geçerek kenti kușatan üçüncü bir surla çevrili olarak resmedilmiștir. Bugün ancak çok küçük bir bölümü ayakta kalmıș olan üçüncü sur 17. yüzyılda Anadolu’yu saran Celali ayaklanmaları döneminde kenti saldırılara karșı korumak amacıyla inșa edilmiș, yüzyılı așkın bir süre sonra da yıktırılmıștır. Bu sur üzerinde yer alan kent kapılarının birkaçı resimde açık olarak gösterilmiștir. Bu kapılardan üç tanesinin yol bağlantıları da görülmektedir. Her üç yolda da binek ve yük hayvanlarının olușturduğu kafileler yol almaktadır. Ortadaki yolda kentten yola çıkmıș bir deve kervanı görülmektedir. Develerin yüklerinin tiftik ipliği ya da sof gibi tiftik kumașları olduğunu tahmin etmek hiç de güç değildir. Resmin alt bölümünde yer alan sahneler tiftik ticaretinin değișik așamalarıyla ilgilidir. Sağ alt bölümde, keçilerin kırkılmasını gösteren bir sahne yer almaktadır. Kompozisyonda yer alan keçiler, yerlere kadar sarkan beyaz tüyleriyle tipik Ankara keçileridir. Burada dizleri üstüne oturan bir kiși kırkım yapmakta, bir diğeri yere yatırdığı bir keçinin ayaklarım bağlayarak kırkıma hazırlamakta, bir üçüncü kiși de kırkılmayı bekleyen keçilerle ilgilenmektedir. Yerde kırkılmıș tiftik öbekleriyle bir tiftik makası görülmektedir. Kırkım ișlemini gösteren sahnenin hemen solunda bir dokuma sahnesi resmedilmiștir. Burada dokuma yapan kiși, dokuma tezgâhı ve tezgâha gerili uzun çözgü iplikleri açık olarak görülmektedir. Ankara'da tiftik kumașları, ağırlıklı olarak, özel ișliklerde değil evlerin ișlik olarak düzenlenen bir iki odasında dokunmuștur. İște resimdeki dokuma sahnesi de böyle bir mekânı ve sofçuları göstermektedir. Dokuma sahnesinin solunda iki yer ocağında kazanlar içinde bir șeyler kaynatılmakta, ayrıca yerde büyük leğenler içinde beyaz nesneler görülmektedir. Bu sahne tiftik kumașlarının boyanması ve durulanması ișlemleriyle ilgilidir. Yıkama, boyama ve perdah ișlemleri, sof üretiminin dokumayı izleyen ve onun kadar önem tașıyan așamalarıdır. Resimde bu ișlerde kadınların da erkeklerle birlikte çalıștıkları görülmektedir. Sof yıkayanların (sof yuyucular) ayrı bir meslek grubu olușturdukları ve bu ișlemin özel iș¬liklerde yapıldığı bilinmektedir. Resmin sol alt yarısını kaplayan geniș sahne ise, tiftik ipliği alım satımıyla 999


ilgilidir. Burada bazı dükkânların çevrelediği bir alanda kalabalık bir insan topluluğu görülür. Bu sahnedeki binaların gerçekte çok katlı yapılar oldukları ve dükkânların da bunların zemin katlarında bulunduğu anlașılmaktadır.

Kaynakça: Funda Șenol Cantek: Yabanlar ve Yerliler. Halide Edip Adıvar: Türkün Ateșle İmtihanı. Erman Tamur: Ankara Keçisi ve Tiftik Dokumacılığı. Șenay Yılmaz: Mecburiyet Kapısı - Genelevden Sonra Ulus'ta Seks İșçiliği. Mehmet Tunçer: Ankara'da 90 Yılda Yokolan Doğal, Tarihi ve Kültürel Çevre. Cihat Burak: Zenci Kalınız. Refik Halit Karay: 1917 Ankara Yangını. Arzu Arınel: 41.Oda Mardinkapı. 999


“” “” ağızda Ben dönerİn hİç dİrenç göstermeden helva gİbİ dağılmasını İstİyorum


“”

Ben durup düşünüyorum bazen Cenab-ı Hak bu koyuna bu kuyruğu neden verdİ dİye. Dananın da kuyruğu var, İncecİk. Ama koyunun farklı, etİ yumuşatsın dİye. Bugün etİn kİlosu 30 lİra olsa kuyruğun da kİlosu 50 lİra olsa yİne kuyruk kullanmak zorundayız.

CANBOLAT DÖNER Adres İrfan Bașbuğ Cad. No: 110 Altındağ

Telefon

Geometri Döner evrenseldir. Geometrisi bile değișmez. Fakat Ankara döneri parça etten yapılır. Kıyma harcı konulmaz. Meșe kömüründe harlanır. Canbolat, 1984 yılında kurulmuș. İșletmecisi Bahattin Bey, 1981 tarihinde ekonomik olarak en ucuz ne yapabilirim demiș farklı meslekler denemiș. Usta oldukça seçici, etin kumașı önemli, ekmekle beslenmiș hayvandan löp et çıkmazmıș. Kasabını tanıyor. Ona göre alıyor. “Șimdi orada dikkat etmemiz gereken husus yaptığımız ürünün dıșında damağa bir tadın değmemesi. Karabiber, biber, ve kekik … biraz tat versin diye. Etin kendi “Benpul dönerin tadı yeterli zaten. Marinasında süt ve süt ürünü olan ayran kullanıyoruz. Önce etin güzelce sinirlerini alıyorum, ince ince açıyorum. Sonra hafif tuz atarak o terbiyeyi uyguluyorum. Çamașır gibi çitiliyorum. Et terbiyeyi içeri alıyor.”

Dönerin Emaneti Döner Ankara’ya Altandağ’dan emanet, eski ustaların iyisi hep oradan yetișmiș. Belki o yüzden emanetin diğer adı da sallama. Zamanla meleke kazanan bıçak, çoluk çocuğun elinde... Bir kalabalık toplanıyor. Kasıktan sallama çıkıyor. Sallama bir çeșit döner bıçağı, yumruktan keskin, tokattan hızlı. Derin izler bırakıyor. Semt arası jargonda adı Ankara emaneti. Usta kalleș buluyor. Kavga zaten gereksiz. Dükkanın duvarında “Eskiden olduğu gibi, meșe kömüründe süt danası.” yazıyor.

312 316 89 41


“güzel bİr tesadüf: İstanbul’dakİ Küçük Sahne’nİn bulunduğu yer İstiklal Caddesİ. Küçük Tİyatro’nun bulunduğu caddenİn adı da İstİklal Caddesİ”


Gözleri bağlanmıș birini 5. kata bırakıp binadan çıkmasını isteseniz, çıkıș kapısını bulana kadar geçireceği sürede iki adet tiyatro salonuna, zindanlara, yemekhaneye, ahșap kapılı kafes asansörlere, sayısızca odaya ve Ankara’yı muazzam gören bir manzaraya sahip kütüphaneye girmesi olası. 2011 senesinde Lemi Bilgin’in çalıșmalarıyla bir kütüphanesi daha olur șehrin. Ancak bu kütüphaneyi diğerlerinden ayıran özellik Türkiye’nin ilk tiyatro ihtisas kütüphanesi olması. 49 yılından itibaren DT belgeliğinde bulunan bütün görsel materyalleri(afiș, broșür, kitap, fotoğraf gibi..) kütüphanede bulmak mümkün. Arșivdeki bütün oyun textleri ve sanat kitaplarından da istifade edilebilen kütüphanede 1986 yılından bugüne kayıda alınmıș tüm tiyatro oyunlarını izlemek de mümkün. Ancak dikkatinizin dağılmayacağına dair bir garanti veremiyoruz çünkü ahșap giyotin pencerelerinden bir kere Ankara’ya bakmanız algı dağınıklığına sebep olabilir. Kütüphaneden çıkmadan önce bir kahve alıp iç avluyu gören bir masaya oturmanız naçizane önerimizdir. Șimdilerde içinde çalıșan 450-500 kadar personelin zaman zaman yer bildirimi yaparak birbirlerini bulduğu, matrușka bebek misali oda içinden odalara geçilen ll. Evkaf Apartmanı ilk zamanlarında boks ve güreș müsabakalarının adresiymiș. Gara yakın olmasından dolayı birçok konuğu ağırlamıș. Güzel bir havada Evkaf’taki memuriyetinden istifa eden șair de bu konuklardan birisi imiș. Zaman içinde Romanya Atașemiliterliği’nin, MİT’in, Toprak Tarım Müsteșarlığı’nın kullandığı binanın șimdiki kiracısı Devlet Tiyatroları. Tatbikat Sahnesi’nin bașında bulunan Muhsin Ertuğrul 1947 yılında Ahmet Kutsi Tecer’in “Köșebașı” oyunuyla hem binanın hem de Devlet Tiyatroları’nın ilk oyununu sergiler. 1949 yılında Tatbikat Sahnesi, Devlet Tiyatrolarına dönüșür ve Küçük Tiyatro adını alır. Muhsin Ertuğrul’un kurgulayıp hayata geçirdiği Oda Tiyatrosu da günümüzde hizmet vermeye devam etmekte.

KÜÇÜK TİYATRO Adres İstiklal Cad. II. Evkaf Apt. No:8 Ulus

Telefon 312 311 11 69


İmparatorluğun İmparatorluğun dağılıșına dağılıșına benzer benzer bir bir hal hal alarak alarak küçük küçük gruplar gruplar halinde halinde sağa sağa sola sola savrulan savrulan Minibar Minibar tayfasının tayfasının en en değișik değișik arkadașlarından arkadașlarından biridir biridir Oversoul. Oversoul. Minibar’ı Minibar’ı bilen hatırlar, Tunus Caddesindeki Caddesindeki yerini yerini ve ve Oversoul’un Oversoul’un konumunu. konumunu. İkisinin İkisinin de de Tunus’taki Tunus’taki sonları sonları aynı aynı tarihe tarihe sabitlenir: sabitlenir: 2002. 2002. FRP’nin asosyalleștirdiğine dair genel algıyı kınıyoruz! Kahvede, yazlıkta, yazlıkta, piknikte taș oynayan, anastra oynayan vatandaș ne kadar sosyalleșiyorsa sosyalleșiyorsa en en az az oo kadar kadar sosyaldir sosyaldir FRP FRP oyuncusu. oyuncusu. Maket Maket oyun oyun alıyorsan alıyorsan karakterleri karakterleri istediğin istediğin gibi gibi boyayabiliyor, boyayabiliyor, bir bir karakteri karakteri canladırıyorsan canladırıyorsan da da hayal hayal gücünün gücünün genișliği genișliği kadar kadar etken etken olabiliyorsun. olabiliyorsun. Ekrana Ekrana değil değil direkt direkt kișiye kișiye bakıyorsun. bakıyorsun. Yüksek Yüksek ölçüde ölçüde ingilizceni ingilizceni de de geliștiriyorsun. geliștiriyorsun. Neresinden Neresinden baksan baksan kooperatif kooperatif bir bir hadisenin hadisenin içindesin. içindesin. Bir Bir orta orta dünyadasın dünyadasın bir bir buzul buzul çağında, çağında, asyadayım asyadayım derken derken bir bir bakmıșsın bakmıșsın cırt cırt diye diye uzaya uzaya çıkmıșsın. çıkmıșsın. Nüfusu Nüfusu istanbul’un istanbul’un yarısı yarısı kadar kadar olan olan Yunanistan’da Yunanistan’da 60 60 FRP FRP oyun oyun kafesi kafesi varken varken Türkiye’de Türkiye’de bu bu sayı sayı sadece sadece iki. iki. İkincisi İkincisi de de Oversoul’un Oversoul’un İstanbul İstanbul șubesi. șubesi. Zeminini, Zeminini, 50 50 jetonla jetonla atari atari salonlarına salonlarına ‘dalarak’ ‘dalarak’ hazırlayan hazırlayan Genco Genco Caner Caner 97’den 97’den beri beri FRP FRP tutkunlarına tutkunlarına sığınak sığınak sağlıyor. sağlıyor. Hesaba Hesaba MetuCon MetuCon da da girince girince Ankara, Ankara, Türkiye Türkiye adına adına FRP’nin FRP’nin kalesi kalesi oluyor. oluyor.


OVERSOUL Adres Büklüm Sok. No: 47/1 Kavaklıdere

Telefon 312 466 86 49


Çİzgİ Roman Okuyandan Kötü Adam Çıkmaz.


DEVR-İ ALEM SAHAF

Ayhan Ataman Ayhan Ataman Ankara’nın bütün çizgi roman yükünü tek bașına kaldıran bir kahraman. Güzel de bir hikayesi var. Çocukken babasının aldığı çizgi romanların önce resimlerine bakıyormuș. Zamanla merakı artmaya bașlamıș. O sırada yerli çizgi romanlar çıkmaya bașlayınca aldıklarını saklamıș. Devletten emekli olunca da Devr-i Alem Sahafı açmıș. Asıl hikaye, fantastik kurgu, bilim kurgu ve çizgi roman üzerine. Arkamıza dönüp bakınca görüyoruzki çizgimiz tarihten sapmamıș. Karacaoğlan’dan Tarkan’a, Çanakkale Destanı’ndan Kuvay-i Milliye’ye kadar geçmiși karalayıp dururken, yabancı çizerler çağ atlamıș. Belirli dönemlerde Türk sineması bir șeyler denemiș Klink İstanbul’a gelmiș, E.T badi olmuș, Superman’e Hz. Süleyman’ın kudreti verilmiș fakat ortaya çıkan yapımlar el çizimi afișlerin kalitesini bile yakalayamamıș. İyi çizgi roman isteyen ya da çizgi romana bașlayan Ayhan Bey’e gitmeli. Sırf günümüzün değil geçmișin çizgileri de satıșta.

“”

10 ile 85 yaș arası bir okuyucu yelpazemiz var. Genellikle 12/13 yașlarına kadar olanlar bütün dünyada olduğu gibi Amerikan çizgi romanlarına meraklılıar ama Japon çizgi romanları olan mangaları da takip ediyorlar. Marvel ve DC meraklısı olanların büyük kısmının yașları ise 40’a kadar çıkıyor. Aralarında anadan, babadan, abiden görme olanlar varsa onlar da İtalyan Fumetti çizgi romanları ile hașır neșir oluyorlar. 30’dan sonra büyük çoğunluğu Fumetti okuyor.

“”

Açıkçası mangalar biraz daha teenage yașlardakileri ilgilendiriyor. Karșılıklı konușma balonları șeklinde ilerler, fazlaca sanat yoktur. Fransa Belçika ekolü tiraj açısından değil ama sanat açısından en verimli olanı. Her biri bir senede tamamlanıyor diyebilirim. Amerikan çizgi romanı daha farklı, ayrıntı yoktur fakat sürekli geriye dönüșler vardır. Okurun kafasını karıștırabilir.

Adres Kuğulu Pasajı No: 123/18-38 Tunalı Hilmi Cad.

Telefon 312 466 59 75


“ ”

Oyuncakların son kullanma tarİhİ yoktur.


OYUNCAK KÜTÜPHANESİ Sen kalk; ișinin gücünü, aileni sevgilini bırak çocuklar için Don Kișot’luğa soyun. Proje yaz, AB’ye kabul ettir, hiben bitince dernekleș, Avrupa’dan gönüllü al ve gönder. Cebine de beș kuruș girmesin. Delilik gibi duruyor değil mi buradan bakınca. Varsın adı delilik olsun ama Ankara’da bu iși kovalayan pırıl pırıl insanlar var. Denenip kapanan benzerlerini hesaba katmazsak șu an için Türkiye’de bu iși yapan tek yer. İlk hedefleri dezavantajlı çocuklar olmasıyla beraber, ebeveyniyle gelip o çocuklarla aynı oyuncağı paylașan çocuklar da var. Çocukların ilișkileri bizim ilișkilerimizden çok daha șeffaf. Dolayısıyla kendi duvarlarını çok kolay yıkıp ayrım olmadan kaynașabiliyorlar burada diye açıklıyor bu durumu bir gönüllü. Sır burada iște. Çocuk ütopyası olan odalar dolusu oyuncak, esamesi okunmayan para kavramı ve sürekli değișen oyuncaklar Oyuncak Kütüphanesi’nde gerçeklik kazanıyor. Çocuklara dair her projeye de öyle böyle açık değiller. Oyuncak tamir atölyesi, İspanyol gönüllünün bașlattığı geri dönüșüm atölyesi, çocuklara özgü FRP etkinlikleri, oyuncak yapmayı öğrenme, ödünç verilen oyuncaklar vs. vs. Ki geri getirmek istemezse onda kalsın anlayıșı hakim, zaten sıkılınca kendisi oyuncağı getirip yeni bir oyuncak istiyormuș. Burada tek bir özne var o da çocuk. Bunların haricinde büyükler için de aktivitesi, etkinliği eksik olmuyor mekanın. Facebook sayfası çok aktif, takipler oradan yapılabiliyor. Cibran șöyle diyor: “Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmıș oklar /.../ Onlara sevginizi verebilirsiniz, düșüncelerinizi değil.” Çocukların bu seyrini izlemek için en güzel yerlerden biridir Oyuncak Kütüphanesi.”

Adres Bestekar Sok. No: 12/7 Kavaklıdere

Telefon 312 432 53 07


KAYIP MEMNUNİYET MURAT ŞAHİN ÖCAL Ben çocukken, bu șehrin vitrinleri șeker kokardı sokakları kan. Değișen bir șey yok el’an. Yine de çocukluğun yutkunmasında anımsamaya değer bir rayiha var. Kendini anlatmamın iyi bir fikir olduğuna hiç inanmadım. Kendini metne yedirip gizleyen, nerede saklandığına dair ölçülü bir menzile uzanan ișaret fișekleri atan yazarların becerisine sahip değilim. Maharetin çapı dar olunca ancak kendine yaslanarak dik durabiliyor insan. Bu sebeple, müstesna fakat kișiliksiz bir semtteki on dört katlı bir binanın loș bir köșesinden, kuru mama ile beslenen kedilerimi kucağımda okșayarak ilan ederim ki: Bir çocuğun cebinde biriken hüzün dünyayı kurutmaya yeter. Sen de kendi hikâyeni hatırla, Meraklı Kiși. Çizgili beyaz kâğıdın bakkalda tane ile satıldığı günlerdi. Sokakların toza toprağa doyduğu, giysilerimizde bolca naylon iplik, içimizde dipsiz bir boșluk, yirmi beș kurușa külâhta ay çekirdeği, bazı annelerin bașında peruk, mahallelerde ağabeyler vardı. Babalarımızın sevgisi kıvamlı pekmez gibiydi. Bir türlü kabından boșalmaz, üzerimizden hiç kalkmayan, nereden edindiğimizi bilemediğimiz sebepsiz korkuların bulutunu dağıtmazdı. Donmuș katran öbeği gibi dikilirlerdi önümüzde. Heykellere benzerdi babalarımız. Boșluğa tutunmuș asık yüzlü sarkıtlar gibiydiler. Ne zaman o boșluktan kopup sırtımıza saplanacağını bilemediğimiz, șüphe uyandıran kișilerdiler. Duygularını bilemediğimiz, kızıp sinirlenmedikleri sürece bizim için pek de ehemmiyeti olmayan yorgun adamlardılar. Bu hâl, demir bir tıpa gibi ağzımızı tıkardı. En neșeli çağımızda tıknefes olmuș oğlan çocuklarıydık. Büyüdükçe șehrin kedileriyle selamlașmayı ihmal eder olduk. Bilmediğimiz nedenlerden ötürü kendimizi suçlu hissederdik. Akla gelmeyecek șekilde suçlanabilir, üzerimize çöken tehditkâr bulutun șimșeklerinden korunmak için yalana sığınmak zorunda kalabilirdik. Yalan söylemeyi âdeta severdik. Müdafaa ve inkâr, babadan oğula intikal eden bir cinnet, bir aile sanatı idi. Belki hâlâ öyledir. Oğullar bu sanatı öğrenerek büyürdü. Kuzu merhalesi, velet çağı, yeniyetmelik, delikanlılık, erkeklik, nihayet her evremiz, eprimiș iplerle örülü bir hamakta sallanırdı. Benliğimiz, suçluluk duygusu dediğimiz hamağımın çukuruna çekilir, nedenini açıklayamadığımız pișmanlıklarla boynunu bükmüș vaziyette oradan kurtulacağımız ânı beklerdik. Deri değiștiren yılanlar gibi, benliğimizi saran masumiyet kozasından sıyrılıp 999


yavaș yavaș hayatın bize biçtiği bașka zırhları giyinirdik. İçinden çıktığımız kılıfı terk ederken, henüz çeperindeki sıcaklığımız soğumadan onunla alay ederek küstahlașırdık. Büyümek enikonu böyle bir șeydi. Örs ile çekiç arasındaki yassı evrende yașayan, her darbede yüzeyinden ufak parçalar yitirerek biçimlenen demir heykelcikler gibiydik. Sokağa çıkınca ete kemiğe bürünen, ancak o zaman çocuğa benzeyen küçük insanlardık. Eviçlerinde ne kadar samimiyetsiz isek sokakta o kadar hakiki idik. Sokak, uzun bir yol değil yerçekimsiz bir cam bir küreydi. Dünyaya tutunan pençemizi bilediğimiz bir masattı. 1960’ların sonlarında, șimdi Milli Kütüphane'nin bulunduğu yer ile Buz Pateni Tesisleri'nin bulunduğu sahalar boș arazilerdi. Böyle yerlere 'arsa' derdik. Apartman aralarında da arsalar olurdu. Çivi ya da misket oynadığımız, evden seslendiklerinde duyabileceğimiz mesafede, kümelenip birbirimizle hemhâl olduğumuz mekânlarımız vardı. Arsa bizim sosyal alanımız, çocukluğumuzun toz ve çamur havuzuydu. O havuzda yuvarlanır, birbirimizle boğușur, kavga eder, delikanlılığı öğrenirdik. Top oynamayı, çalıları tutușturup ateș yakmayı, kertenkele yakalarken kuyruğu koparsa, "Bu yine uzuyormuș oğlum," demeyi, kurbağalara taș atmayı, çamura bulanan ayakkabıları otlara sürterek temizlemeyi, aynı mahalleden olmayan çocuklara karșı temkinli olmayı öğrendiğimiz çatısız okullardı arsalar. Gizlenmenin ve eğlencenin merkeziydi. Büyük arsaların etrafında ne bir bakkal, ne çekinilecek büyükler ne de dizimiz kanayınca suya tutacak bir çeșme olurdu. Buralarda kimse bize karıșmaz, büyüklerin çatallı dikkatinin uzağında asude bir aptallığa teslim olur, güneșin altında kendimizce bir ferahlık yașardık. Toprak her türden tașkınlığımızı emer, oyun vakti bittiğinde neșemizi çalılıkların kuytusuna emanet eder, hiçbir șey olmamıș gibi eve dönerdik. Sokağa her çıkıșımız, sonu nasıl biteceği belli olmayan yeni bir maceranın satırbașı olurdu. Oyun bir șekilde bașlar, kurallar çiğnenir, hile yapılır, nadiren utanılır, ittifaklara ihanet edilir, takımlar dağılır, yeniden kurulur, oyunun nasıl biteceği belli olmazdı. Birisi oyunu kazandığını düșünürken sihirli bir silgi her șeyi silip süpürürdü: “Sayılmaz!” Kimi zaman topak haline getirilmiș çamurdan toplarla savaș yaparken istemeden birinin gözünü șișirdiysek, eve dönerken kolumuzu onun omuzuna atar gönlünü almaya çalıșırdık. Bazen gün, içine çimenlerden yastık yapılmıș bir kibrit kutusunun içine hapsedilmiș iki çekirgenin huzursuz kımıltılarına son veren bir azat töreniyle biterdi. Bazen de sapan lastiğinin kopması ya da çatalının kırılmasıyla diğer arkadașlarımızın yanında çığırtkanlık yaparak eğreti bir șekilde oyuna eșlik etmeye devam ederdik. Çocukların birbirinden ayrılarak eve gidișine ‘dağılmak’ denilirdi. Eve gidelim ya da geç oldu denilmez, ‘dağılıyoruz’ denilirdi. Gideceğimiz yere göre değil, birbirimize göre olan konumumuzla tarif ederdik durumu. Buz Pateni Tesisleri'nin bulunduğu yerdeki arsaya evimizden yürüyerek yarım saatte gidebiliyorduk. Bütün arsalar gibi orası da bizim için gözden uzak bir oyun 999


alanıydı. Futbol sahasından biraz küçükçe bu alanda, arazinin bir köșesine iskemle atıp yerleșmiș kirli sakallı, yağlı saçlı adamlar otururdu. Biz yanlarına gittiğimizde, oturdukları yerin etrafında boș bira șișeleri birikmiș, plastik bidonlarda yağla karıștırılmıș benzin yarılanmıș olurdu. İki üç kafadar, toz toprak içinde sürüp eğlenelim diye küçük motosikletler kiralarlardı. Üç beș turu iki buçuk liraya motorlardan birini kiralar, arsanın sınırında sürerdik. Mobylette. Fransız malı, rahatsız bir selsi olan, uyduruk, tek silindirli, öğüre öğüre ancak kırk elli kilometre hıza çıkabilen vitessiz motosiklet. Motor kiralamaya giderken arkadașlarımızla aramızdaki dayanıșma duygusunu kaybedip, “Ben beș tur bineceğim oğlum,” ya da artık parası ne kadarına yetiyorsa o kadarını söyleyerek edepten azade bir bireyselleșmeyi tecrübe ederdik. Motordan hevesimizi aldıktan sonra cebimizde paramız kalmaz, mahalleye dönerken mahzunlașır, birbirimize itiraf edemediğimiz bir üzüntüyü içimizde büyütürdük. Doygunluk çoğunlukla pișmanlıkla el ele gezer. O parayla bir torba dolusu gofret, șișe șișe gazoz alınabilecekken, ceplerimiz ve karnımız boș kalırdı. Yine de birbirimize karșı rol yapmak çok önemliydi. Mutluymușuz gibi yapardık. Birbirimizle göz göze gelmemeye dikkat eder, güdük bir erkekliği ayakta tutmaya çalıșırdık. İçimizden bazılarının evden gizlice para așırdığını bilir, onun hırsızlığının cezası ile bizimkinin karșılaștırmasını yapardık. Ertesi gün bazı çocuklar biraz suskunlașır, neșesiz bir kovalamacayla yakaladıkları çekirgelerin bacaklarını koparırlardı. Yine de kendimizi bu iri maceradan alıkoyamaz, birkaç hafta sonra iki buçuk üç lira biriktirince tekrar giderdik motor kiralamaya. Motor kiralatanlar genellikle bisiklet tamircileri olurdu. Bize göre çok daha bıçkındılar. Esnaflıktan gelen bir gözü karalıkla sert üslupla konușurlardı: “Oğlum bak düșüreni döverim, ona göre!” Biz de üsluba uygun cevap verir, bașka yerde olmadığımız kadar suratsız, sözüm ona racon sahibi sokak çocuğu tavırları içinde olmaya çalıșırdık. Ne de olsa hayatı Kemalettin Tuğcu’dan öğrenmiștik. Asıp kesen, önüne geleni dövecekmiș gibi yapan adamlar karșısında bizim de kașlarımız çatılır, bașka bir șeye kızmıșız gibi bakıșlarımız kararır, yürüyüșümüz değișirdi. Rol yaparken birbirimizle göz göze gelmez, bu derme çatma külhani halimizdeki sahteliği görmemeye çalıșırdık. Arsaya yaklașırken aramızdaki konușmalar yerini sessizliğe bırakır, üzerimize bir durgunluk çöker, bașlarımız öne eğik, serçe parmakları dıșarıda kalacak șekilde eller cepte, en erkek durușumuzla kendimizi oradaki motorcu tayfasına takdim ederdik. Adamlar, kolunu bacağını kıracak birisi olursa, ana babasıyla uğrașmamak için gözlerinin tutmadığı çocuğa motor vermezlerdi. Motoru orta sehpaya alıp gaz açtığımız zaman, arka tekerlek boșlukta dönmeye bașlardı. Ayaklarımız pedallara basarken vücudumuzla motoru öne doğru ittiğimizde dönmekte olan tekerlek tozu dumana katarak ön tekerleği havaya kaldırır, böylece kısa bir süre tek tekerde giderdik. Gömleğimizden içeri giren rüzgâr, koltuk altımızdan bizi gıdıklayarak içimizden geçer, düșmekte korkmaz sanki iki buçuk liraya 999


dünyayı esir almıșız gibi hissederdik. Önümüzde süren arkadașımızın motorundan çıkan yanık yağ ve benzin kokusunu içimize çekerdik. Bu bizi mutlu ederdi. Motorla ilgili en büyük hayalimiz mahalle arasında kullanmaktı. Ama küçük olduğumuz için bunu teklif bile edemezdik. Çünkü bizi azarlayıp arsada kullanmamıza da izin vermeyebilirlerdi. Bize çizilen sınır içinde gaz açarken rüzgârın verdiği uçuyorum duygusuyla kendimizi bulutların üzerinde hissederdik. Bahçelievler’de oturduğumuz apartman 16. sokakta, bir cephesi Anıtkabir’e doğru bakan yeni bir binaydı. Binanın önünden bașlayarak, bir ucu Anıtkabir’e diğer ucu o günlerde inșa edilen Anıttepe Spor Tesislerine ile șimdi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın olduğu yere kadar uzanan geniș bir arazi vardı. Arazide birkaç cılız dere akar, yer yer çalılıklar, bazı yerlerde beton künkler, iri kayalar olurdu. Sokağa çıkıșımızla bütün bu alan bir oyun sahasına dönüșürdü. Oyun parkı değil. Çünkü oyun, park gibi ıslah edilmiș ve sınırları çizilmiș bir alana sığmayacak geniș bir eğlenceydi. 16. sokaktaki apartmanların tamamı bu boșluğa bakardı. Biz en uçtaydık. Apartmandan iki üç yüz metre yukarısında, bugün Anıt Park’ın olduğu mevkide “çiftlik” diye bildiğimiz, büyüyünce gecekondu olduğunu öğrendiğimiz, ama ineğiyle, tavuğuyla, ahırı, kümesiyle enikonu çiftlik olan, üç dört ailenin yașadığı bir yerleșme vardı. Evlerle çiftlik arasında biraz mesafe bulunuyordu. Birinin gölgesi diğerinin üzerine düșmüyordu. Sık sık giderdik çiftliğe. Ahırda oynardık. İnek pislikleri arasında büyük kalaslardan sekerek bir șeyler oynardık. Bazen hiçbir șey oynamadan sadece dolanırdık. Bașı sonu olmayan silik çizgiler gibiydik. Arardık! Çocukluğumuzun en ciddi iși belki de bu idi: Aramak. Çünkü hiçbir șey bulunmaz ve olmazdı. Aramak, bulmak ve yapmak gerekirdi. Tahtaları çakarak kendimize tornet yapalım diye rulman arardık. Tornet tekeri yetmez, inșaattan tahta çalmak gerekirdi. Akșam hava kararmaya yakın saatte inșaatlarda kimse kalmazdı. İnșaat bekçisi tahtayı almamıza izin vermezdi. Biz de çalardık. Sonra üzeri kireçli tahtayı temizlemek ve kesmek gerekirdi. Bir șekilde mahalledeki ağabeylerden biri girerdi devreye. Tahta kesilirdi. Yere diz çöker, yine inșaat sahasından topladığımız eğri büğrü çivileri, varsa keserin arkasıyla, yoksa tașla vura vura düzeltirdik. Sonra tornet yapılır, önüne gazoz kapaklarından bir sıra süs çakılırdı. Çöpten patlak top arardık. Bakkaldan aldığımız yeni naylon topumuz hemen patlamasın diye çöpten bulduğumuz topu yenisini içine sığdırabileceğimiz șekilde bıçakla keser, en azından üç dört gün ișimizi görecek sağlam bir top yapardık. İnșaat sahasında topladığımız kalın telleri penseyle bükerek Y harfine benzer mini bir sapan yapar, sonra buna paket lastiği takarak evlerde telefon tellerini tutturmak için kullanılan U çivilerden bulup cephanemizi tamamlardık. Bu mini boy ve kısa menzilli sapanın adı “cıvcıv”dı. Ağaca çıkıp yaprakların arasına gizlenerek ya da bahçe duvarlarına, çalılıkların arkasına gizlenerek kullanılırdı. Ağaçta kullanmak tehlikeliydi çünkü yerimiz belli olursa kolayca yakalanırdık. Ama bahçeye gizlendiğimizde kaçmak gerekirse (gerekmediği an yoktu) kolayca kayboluverirdik. 999


Yoldan geçen kızların bacaklarını hedef alırdık. Yaklașık bir metre boyunda, bir buçuk santim kalınlığındaki plastik boruların içine koyup üfleyerek attığımız kâğıttan külahların da hedefi aynıydı, ama külahlar yüzünden kovalanmazdık. Normal tahta sapanlar (kuș sapanı) için önce düzgün bir biçimde ikiye ayrılan sağlam bir dal bulunur (bu dala ‘çatal’ derdik) dalın üzerindeki ağaç kabukları bıçakla soyulur, aynı bıçakla çatalın ucunda lastiklerin bağlanacağı oyuklar açılır, bisiklet iç lastiğinden kesilen siyah ya da kırmızı lastik ve içine taș yerleștirilen “meșin” bağlanır; böylece haftalarca ya da daha iyi bir oyun bulunana kadar bizi oyalayacak bir oyuncağımız olurdu. Lastiğin kırmızısı makbuldü, ama siyah lastikle taș daha uzağa giderdi. Eve götürmeye korktuğum için kendi sapanımı çiftlikte ahırda bir tașın altında saklardım. Hazır olan çoğu șey ya eksik olurdu ya da hazırda bir șey olmazdı. O yüzden aramak ve bulduğumuzla bir șeyler yapmak gerekirdi. Genellikle teneke kutulara ya da hedef bellediğimiz bir șeylere taș atardık. Birkaç kez kurbağa vurduk. Bir kez de güvercin vurduk. Ben vuramamıștım Birol adında bir arkadașım vurmuștu. (Diğer arkadașlarım Nurol- Birol’un ikiz kardeși, Mete, Osman, Bekir ile adını anımsamadığım altı yedi çocuk daha) Güvercini bacaklarından tutarak çiftliğe doğru yöneldik. Çiftlikteki teyzelerden biri açık havada sac üzerinde bazlama yapıyordu. Yere çömelmiș, bir yandan hamur tahtasında hamur açıyor, bir yandan da açtığı hamurları siyah isli metalin üzerine atıyor, ateș azaldıysa biraz çalı çırpı atıp ateși besliyor, sonra elindeki yassı tahtayı kürek gibi kullanarak bazlamayı tersyüz edip her iki yüzünü de pișirdikten sonra büyük bir tepsin içinde biriktiriyordu. O gün kibritimiz yoktu. Genelde kibritimiz olurdu. Güvercini pișirmek için teyzeden ateș almak istedik. Önce hiçbir șey söylemden onun hemen yakınına tașları dizerek bir ocak yaptık, sonra biraz tahta çalı çırpı topladık. Ateș isteyince, teyze “Ne yapacaksınız?” diye sordu. “Güvencin yiyeceğiz,” diye cevap verdik, “Önce yolacağız ama!” Kendi çocuğu ya da çiftliğin çocuklarından olsa kadın elindeki tahtayla bir güzel pataklardı. Sadece azarlayıp kızmakla yetindi. Sonra da “İki kișiye bir tane,” diyerek elimize bazlamaları tutușturup bașından kovdu. Bu müșfik kadını tanıyordum. “Ya o da anneyse, ya o da bir ananın yavrusuysa,” diye kașlarını çatarak azarlamıștı bizi. Maria’nın annesiydi. Maria benim sınıf arkadașımdı. Uzun boylu, iri vücutlu, kalın sesli bir kızdı; ama hep gülerdi ve ben onun çok iyi arkadașım olduğunu düșünürdüm. Bizimle oynamaya gelmezdi. Çiftlikte hep bir iși olur, annesi oynamamıza izin vermezdi. Din dersine girmez, sınıfın dıșında beklerdi. Camdan, onu tek bașına okulun bahçesinde oturușunu izler ona sarılmak isterdim. Ermenilerin hep kalın sesli, uzun boylu ve iri olduklarını düșünmüștüm, çünkü Maria’nın annesi de öyleydi. Maria’dan sonra hiç Ermeni arkadașım olmadı. Yahudi arkadașlarımı çok sevip anlaștığımdan bunu ileri yașlarımda hep bir eksiklik olarak hissettim. Evimizde onların çiftlikten gelen sütü içerdik. Oyun oynadığımız ahırdan gelen sütü içmeyi severdim. Ahırın duvarları kerpiçtendi. Kurumuș çamur gibi bir șey. İçinde saman 999


parçaları, ufak tașlar vardı. Üzerine çakıyla șekiller kazır ismimizi yazardık. Ahırda yaptığımız en gizli iș sigara içmekti. Kütüklerin arasında bir yere ya da dıșarıda bir tașın altına sakladığımız izmaritleri peș peșe yakardık. Nadiren paket sigara aldığımız da olurdu: Birinci, Bafra, Yenice, Gelincik. Dumanı içimize çekmeden üflerdik. Duvarda pencere niyetine açılmıș kare biçimindeki oyuktan sızan ıșığa doğru üflediğimizde ahırın içi mavi beyaz bulutlarla dolardı. Evden dıșarı çıktıktan sonra yapılacak çok ișimiz, bizi eğlendirecek sayısız oyunumuz olurdu. Zihin geçmiși hatırlarken, mazinin görüntüsünü tamir ederek yeniden kuruyor; anımsanan ile gerçeklikte yașanmıș olanı birbirine yaklaștırmaya çalıșarak, hafızanın sandığındaki fotoğraf albümüne olmayan resimleri yerleștirmek suretiyle çocukluk zamanlarına iltimas yapıyor da olabilir. Yine de pek sıkılmazdık. Genellikle daha önce yaptığımız șeyleri tekrarlardık. Yeni bir șey pek ender olurdu. Yeniden yaparken, her oyun, nasıl oluyorsa bir öncekinden bir șekilde farklı olurdu. Kazanmaya ve birinci olmaya dönük oyunları pek seçmezdik; çünkü kazanmak önemliydi. Daha da önemli olan sokakta olduğumuz süre boyunca kendimizi olabildiğince mutlulukla donatmak, eve döndüğümüzde içine gireceğimiz donuk ortama dayanacak gücü toplamaktı. Öyle kahkahalarla güldüğümüz neșeyle coștuğumuz pek olmazdı. Huzur ve tatmin kaynağımız, kendi kurduğumuz oyunları tamamlamanın verdiği, “ișimizi yaptık ve bașımız belaya girmedi” duygusundan ibaretti. Dayak yemedik, kimse bizi șikâyet etmedi, üzerimizdeki elbiseleri yırtmadık, kaybetmedik. Demek ki her șey yolunda idi. Bașımızı derde sokan șeyler için bașkalarını suçlamaya eğilimli olsak da aslında olanların sorumlusu genellikle kendimiz olurduk. Okuldan eve gelip ders çalıș diye odaya tıkıldığım bir günde iki küçük çekici birbirine vurarak sektirdiğimi, birbirine çarpan metalin sesinden kendimce bir melodiyi canlandırdığımı hatırlıyorum. Yatağın üzerinde (o zamanlar yataklar çoğunlukla oturma odalarında gündüzleri üzerinde oturmak için kullanılıp, gece olunca üzerine çarșaf serilip uyuyacağımız yatak haline getirilirdi, evde herkesin kendine ait bir odası olmazdı) çekiçle ritim vururken birden sol gözümde bir yanma oldu. Ne olduğunu anlayamadım. Canım yandı ama uzun sürmedi, gözümü yumruğumla ovalarken geçmiști. Akșam da bir șey hissetmedim. Ertesi gün okun bahçesinde güneșe bakarken sol gözümün kamaștığını, ıșığın gözümün içinde adeta patlayarak büyüdüğünü, gözüme sığmadığını hissettim. Dayanılmaz bir acı değildi. Güneșe bakmak hoșuma gitmiști. İki gözümü de kapatıyor, verdiği acıya rağmen sol gözümü aniden açıyor ıșığın mızrak gibi gözümden girerek ensemden çıkıșının verdiği acılı anı yașıyordum. Sanki güneș bahçedeki onlarca çocuk arasından beni seçmiș, beni acıtarak bana bir güç kazandırıyordu. Bunu dayanabildiğim kadar tekrarlarsam, kendimi ıșıkla besleyerek, çok güçlü bir kahramana dönüșecektim. Birkaç teneffüs daha bahçede güneșe karșı gözümdeki kamașmayı tekrarladım. Akșam eve gittiğimde gözümün kızardığını fark edip beni hastaneye götürdüler. Çekiçle oynarken metalden kopan küçük bir parça gözüme girmiș. Hemen 999


ameliyat edildim ve geceyi hastanede geçirdim. Gülhane askeri hastanesi evimizden biraz uzaktaydı. Șimdiki Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın olduğu bina. Hastane odasından tek gözle dıșarı baktığımda (diğer gözüm bantlıydı) oyun alanımız olan araziyi gördüm. Buradan bakıldığında içinde olduğumuzda fark ettiğimizden çok daha büyük görünüyordu. Ona bir tepeden bakmak, oraların hâkimi imișim gibi hissettirmiști. Arkadașlar arasındaki güç sıralamasında ortalarda bir yerdeydim. Bu yüzden de güç sahibi olmak benim için çok önemliydi. Gözüme olanlar yüzünden azar ișitmedim. Evdekiler gözümde kalıcı bir hasar olmasından korkmușlardı. Gerek ev içinde gerekse dıșarıda bașımızı derde sokan, bizi içinden çıkılmaz durumlara sokan bir șey varsa o da bizim arayıșlarımızdı. Hep bir șey yapmak, yeni bir șey keșfetmek isterdik. Hastane penceresinden gördüğüm düzlüğün genișliği, bana sınırlarımı genișletmem konusunda bir aydınlanma yașattı. Sadece bu muhteșem arazi değil daha pek çok yerde keșfedilecek eğlenceli șeyler vardı. Fakat ben akșam hava kararmadan eve döneceğim bir çemberin sınırlarına ve yanında güvende hissettiğim insanların yamacında durarak kendimi sınırlıyordum. İlkokulda coğrafya dersine karșılık gelen bir derste (genellikle her șey “Hayat Bilgisi” denilen bir dersin içine sığdırılır, Türkçe, Matematik ve Vatandașlık Bilgisi dersleri ile de diğer bilgiler verilirdi) İç Anadolu ile Karadeniz arasında sıradağlar olduğu, bu dağlar arasında sadece Gümüșhane Dağları’nın geçit verdiği, geçidin adının da Zigana Geçidi olduğunu öğrenmiștik. Gözümde canlanan kilometrelerce uzanan çok yüksek duvarlar arasında daracık bir geçit olmuștu. Masalsı bir görüntüydü. Bir tarafta ‘kara ikliminin’ Anadolu’su diğer tarafta Karadeniz: Hırçın dalgalı sahillerin, yeșil ormanlarla çevrili küçük balıkçı șehirlerinin yer aldığı macera diyarı. O zamanki hayal gücüm, zihnimde, iki farklı dünya ve nedense duvar biçiminde tahayyüle ettiğim, onları birbirinden ayıran dağlar, dağların ortasından geçen dar ve uzun bir geçit canlandırmıștı. Sınıf arkadașım Zafer’i kandırdım. İkimizin de bisikleti vardı. Bisikletle Zigana Geçidi’nden geçerek Karadeniz’e ulașacak, orada balıkçılık yapmayı öğrenecektik. Önce kayığı olan birinin yanda çalıșacaktık, sonra para biriktirip kendi sandalımızı alacaktık. Kendimize bir köpek yavrusu bulup onu besleyecektik. Plan yapmaya bile gerek yoktu. Tek yapmamız gereken oraya gitmek, orada olmak ve mutlaka Zigana Geçidi’nden geçmekti. Hafta sonuna denk gelen bir gündü. O zamanlar cumartesi yarım gün tatil olduğuna göre Pazar günü olmalı. Zafer’le önceden kararlaștırıp hazırlığımızı yaptık. Hazırlık, yarım ekmek içine beyaz peynir koymaktan ibaretti. Bisikletlerimize binip yolu nasıl bulduysak Samsun Asfaltı’na çıktık. Benim kırmızı kontra pedal bir bisikletim vardı, Zafer’inkini hatırlamıyorum. Beraber sürmeye bașladık, șehirden uzaklașmaya bașladıkça giderek binalar seyrekleșiyor, tabelalar azalıyordu. Siteler semtini geçtikten üç beș kilometre sonra olmalı, artık açık arazide șehirden iyice uzaklașmıș kaçıyorduk. Geniș düzlükleri, tepeleri geçerek asfaltın üzerinde kan ter içinde pedal çeviriyorduk. Yanımızdan kamyonetler, otomobiller, otobüsler geçiyordu. Onların hızıyla bizimki 999


karșılaștırılınca neredeyse hiç gitmiyor gibiydik. Dakikalarca çabaladıktan sonra yol kenarında bir trafik levhası çıkıyordu karșımıza: Samsun, yüzlerce kilometre. Yolun aksi istikametindeki tabelada Ankara 20 kilometre yazıyordu. Öğlen olmuștu, karnımız acıktı, bisikletleri yol kenarına devirip ekmekleri yedik. Zafer’de neședen eser kalmamıștı. Akșama Zigana’ya yetișemeyeceğimizi ikimiz de anlamıștık. O geri dönelim diye ortaya bir laf attı. Ben gidelim diye ısrar ettim. Bir yerde yatar uyuruz sonra yine devam ederiz demiștim. Zafer ikna olmadı ama tek bașına geri dönmeye de cesaret edemedi ve peșimden gelmeye devam etti. İki kișilik zavallı çetenin reisi olarak ona moral vermeye çalıșıyordum: “Zigana’dan geçicez oğlum!” Düz yollarda bir sorun yoktu ama rampalara geldiğimizde nefesimiz kesiliyor, bacaklarımızda güç kalmıyordu. Yorulunca bisikletten inip elimizle iterek ilerliyorduk. Böyle bir yokușu tırmanırken Zafer bisikleti yolun kenarına attı ve çömelip ağlamaya bașladı: “Ben annemi özledim eve dönelim, zaten senin yüzünden geldik buraya. Gidemiyoruz iște bitmiyor yol. Yoruldum ben,” diye bağıra çağıra ağladı. Yapacak bir șey kalmamıștı. Bu vaziyette devam edemezdik. Gitmekte kararlı mıydım, yoksa geri dönüșün, plandan vazgeçișin sorumluluğunu Zafer’in tabansızlığına mı yüklemek istiyordum çok iyi hatırlamıyorum. Ama böyle zırıl zırıl ağlayan bir çocukla yola devam edilmezdi. Çocuktu! Ankara’ya doğru giden arabaları gözledik ve bir kamyoneti durdurduk. Zafer burnunu çeke çeke adama durumu anlattı. Evden kaçtık demedik. Farkında olmadan uzaklașmıșız geri dönemiyoruz bizi götürsene demiș olmalıyız. Kamyonetin koltuğunda șoförle ve birbirimizle konușmadan Ankara’ya kadar geldik. Șoför durumumuzdan șüphelenmiș olacak ki bizi Solmazkılıçtepe karakoluna bıraktı. Gençlik Parkı’nın Opera binası tarafındaki giriș kapısındaki karakol. 1970’lerin sonlarında o karakolda çok dayak yedim. Orada bekletildik mi yoksa geldiğimizde orada mıydılar bilemiyorum. Babam ve dedem karakoldan bizi aldılar. Gece olmamıștı. Galiba bizim bisiklet sürerken kaybolduğumuzu evin yolunu bulamayıp șehir dıșında gezerken vaktin ilerlediğini fark etmediğimizi düșündüler. Çünkü dayak yemedim, fazla azar da ișitmedim. Birazda trafikte bașımıza bir șey gelmiș olmasından korkmuș olmalılar. Eve gittiğimizde birkaç gün içinde olay unutuldu. Ancak “gitmek” tutkusu beni teslim almıștı. Karın boșluğumda bir cin yașıyordu. Bu bisiklet macerasında yumurtasını kırmıș ve bulunduğu yerden yüreğime yumușak bir mızrakla dürtüp duruyordu: Git! Geçen senelerde okuduğum bir Cioran kitabında șöyle bir aforizma aklımda kaldı: “Nerede değilsem orada iyi olacakmıșım gibi geliyor.” Geç de olsa, kișisel menkıbemin bu cümlede gizli olduğunu anladım. Bu beni anlatıyordu. Belki de sadece benimle değil, biraz da Ankara’da yașamakla ilgilidir. Zigana’dan daha sonra motosikletle üç kez geçtim. Her geçișimde gözlerim duvar benzeri dağlar ve masallardaki gibi bir “geçit” aradı. 999


Asıl olan arsada oynadığımız oyunlar, arazide yakaladığımız kertenkeleler ve çıkardığımız yangınlardı. En sevdiğimiz șeylerin bașında kertenkele yakalamak gelirdi. Ava çıkmıș, flamingo adımları ile ilerleyen kısa pantolonlu erkeklerin hali görmeye değerdi. Sessizce yaklașarak güneșin altında kendini ısıtmaya çalıșan kertenkelenin üzerine kașık gibi tuttuğumuz elimizi kapatır, hayvanı toprakla avucumuz arasındaki boșlukta kıstırırdık. En önemlisi bundan sonra bașlardı, zarar vermeden gövdesinden tutup yüzüne bakmak. Biraz elimizde tuttuktan sonra avucumuzun içinden kayıp gidișini, yeniden toprağa, kendi dünyasına dönüșünü izlemekten zevk alırdık. Bu mücadele sırasında bazen kertenkelenin kuyruğu kopardı. Kopan kuyruk yerde kıvranır, sanki farklı bir canlıymıș gibi bir süre daha hareket eder sonra zavallı yarım ceset oracıkta kalırdı. Üzülürdük, koparmamaya çalıșırdık. Kendimizi rahatlatmak için kuyruğun yeniden uzadığına inanmıștık. Her seferinde birbirimize bunu söylerdik. Bir diğer kurban gurubu çekirgelerdi. Yine aynı yöntemle çalılıkların arasından kedi yürüyüșüyle usulca yaklașarak dikenli bir çalıya tünemiș çekirgeyi elimizi kanatmadan yakalamaya uğrașırdık. Yakaladığımız çekirgeyi avuç içi çizgimizin boğumunda kıstırır sonra diğer elimizle iki bacağından kavrayıp parmak uçlarımızla tutar ve serbest bırakırdık. Çoğunlukla boz renkli olurlardı, yeșil renkli olanları yakalamazdık, onlar zehirli olabilirdi! Farklı bir renge sahip olmaya gör. Bu ülkede on yașında çocukların gözünde bile zehir saçarsın. Yangın çıkarmayı severdik. Yaktığımız otların kertenkeleleri ve diğer bir sürü hayvanı kavurup öldüreceği aklımıza gelmezdi. Elinde kibrit kutusu olan çömelip kibriti yakar samanları ya da çalı çırpıyı tutușturmaya uğrașır, diğerleri gövdeleriyle siper ederek ateșin tutmasını sağlardı. Bazen alevlerin boyu bizi korkuturdu. Yangının evlere ya da çiftliğe sıçramasından korkardık. Ateși yönlendirmek içim elimize çalılardan bir demet yapar, ateși döverek söndürmeye çalıșırdık. Muhtemelen ateșin boyu yarı boyumuzu geçmezdi ama çok heyecanlanırdık. Duman içinde kalmaktan çekinmez, genzimizi gıdıklayan o tütsünün içinden geçerek maceranın kokusunu tenimize ișlerdik. Ateș söndüğünde yanık otlarla yanmamıșlar arasındaki sarı siyah bulușma çizgisi, bir bașka gün bașlayacak maceranın satırbașını ișaret eden parıltılı bir iz olarak oraya geleceğimiz anı beklerdi. Bu kadar güzel șeyleri anlatırken neden boğazda düğümlü bir yumrunun üzerinden kaydığım duygusundan kurtulamıyorum. Neden Maria dıșında Ermeni arkadașım olmadı? Neden onun annesinin yaptığı keteleri cebimize doldurup bir açık hava sinemasında gazoz içip yemedik? Maria beni hatırlar mı acaba?

999


999


“Koleksİyon; Zevk İçİn, öğrenmek İçİn spekülasyon İçİn ya da para kazanmak İçİn aynı objelerİ bİr sİstematİk İçİnde bİr araya getİrme eylemİdİr. Sıradan bİr toplama eylemİ değİldİr. Geçmİşİmİzİn uygarlık bİrİKİmİnİ geleceğe taşıma eylemİdİr. Yanİ koleksİyonculuk bİrçok kİşİnİn alay ettİği gİbİ ruhsal bİr sapkınlık ya da bİr delİlİk değİldİr. Tam tersİne toplumun elİt bİr kesİmİnİn, daha doğrusu toplumu en lezzetlİ şekİlde kavrayabİlmİş ve anlayabİlmİş kİşİlerİn bİr yerde o uygarlık bİrİkmİnİ geleceğe taşımak İçİn çalışan karıncalarıdır dİyebİlİrİm.”

ESKİ ZAMAN Adres Aynalı Çarșı No: 89/17 Tunalı Hilmi Cad.


Mekanın Efsanesi Araf’ta bekleyen tozlu geçmiși uzun uzun izleyen bir grup koleksiyoner, takırdayan merdivenlere tırmanarak çatı katlarından bozulmasın diye saklanan mevsim balıkları gibi kat kat sarılı kağıtların içinde bekleyen kutulara ve sesten nemden ve mevsimden uzak gayretlerle yaratılmıș bir çeșit el yapımı uzaydan söküp aldıkları objelere birbirlerini özleyen insanlar gibi mana yükleyip bir araya getirmek için toplanmaya karar vermișler. Ceplerinden çıkardıklarını, arșivlerden taradıklarını ve özenle sardıkları kaynakları çıkartırken önce iplerden ve boș kağıtlardan yığılı bir kargașanın arasında asıl olanın ne olduğu sorusunu gündeme getirerek tarihin içinde unutulmuș olanla hiç bilinmeyen arasında bir denge kurarak kendi aralarında tartıșmaya bașlamıșlar. Çakmaklardan, resimlerden, padișahların fermanlarını süsleyen saray nakkașlarının vurușlarından, kağıt paraların desenlerinden farklı anlamlarına vararak Bașkentin fazla bilinmeyen bir yönünü aydınlatıp, tezler üzerinden ciddi bir çalıșma bașlatmıșlar ve 2002 yılında koleksiyoncular derneği kurarak Korkut Erkan bașkanlığında kentin karanlık tarafını arayanlara birer ıșık tutmușlar.

“”

Ankara zaten tarihte büyük bir medeniyettir. Çay yolunda yürürken ayağınıza bir mızrak sapı eski bir çakmak tașı değer. Yaklașık 10,000 yıl ile 100,000 bin yıl arası bir tarih aralığının kalıntılarıdır. Ankara bir çaylar yatağıdır. Daima medeniyetler kurulmuștur.

Eski Zaman Eski zaman, nostalji peșinde koșup rengarenk fotoğraflar arasına gizlenerek retro görünmek isteyen sonbahar renkli insanların boș zamanlarını değerlendirebilecekleri, arkadașlarını götürerek ne kadar ilginç yerler bildiğini gösterebilecekleri bir mekan değil. Geçmișle bugünün konușulduğu, objelerin kaynakların arasında maddeye ve manaya dair bir bir ilișki kurup yașadağımız anı anlamlandırmayı deneyimleyerek ortaya bir değer çıkarmak isteyen araștırmacıların, müzayedecilerin ve kentin sürekli kazılması gerektiğine inanan kültür arkeologlarının sosyal paylașım mabedi. Pasajın sonunda.


BAYKUŞ VE DİĞERLERİ KOLEKSİYON EVİ Baykuș Ahmet Ankara, memurun koleksiyonu. Güzel insanları biriktiren soğuk hava deposu. Otobüste, dolmușta aklındaki objeleri vites topuzuna dalarak düșleyenlerin gri sarı mezrası. İçlerinden bir tanesi sapsarı gözlü bir yırtıcı, tenha sokakların ardında ağaç kovuğu gibi bir yerde. İnanarak biriktirmiș, șehrin izbelerinde gezip tezgahlardan, hurdacılardan obje, anı toplayarak bina tepelerindeki gargoyle gibi gizlenerek avlanmıș. Zehir vücuda nüksedince baykușun hayalleri canlanmıș, yazlık ev peșinde koșmak yerine kalenin ardında dükkan kiralayarak eș dost muhabbetlerini dinleyen vitrin baykușlarını sergilemeye bașlamıș. Koleksiyonculuk; bir ömürlük misafir. Kuma gibi diyor kendisi. Baykuș Ahmet, Mimar Sinan Üniversitesi grafik tasarım bölümünü bitirmiș. Önce yakasına sonra aklına takmıș figürü. Arada bir șikayet ediyor, bazı kadınlar gelip hediyelik eșya dükkanı zannediyormuș. Önce filler vardı, televizyonların üzerinde yürüyen. Ardından eller çıktı, ona buna dur diyen. Narın da piyasası pazara düșünce ortalığı bir telaș sardı. Gecenin ayazında avlanan yırtıcı boz renkli baykușlar, muhabbet kușu gibi evlere girmeye bașladı. Konu biraz gergin, malzeme moda olunca ilginin rengi değișmiș. Hobicinin sevdası para karșılığına dönüșmüș. Bir yandan dükkan kirası bir yandan hobi tasarımcının gözünde birleșince iș baykuștan çıkmıș, estetik arayıșına yönelmiș. Ahmet Bey'in gözü objenin rengine, formuna dokunmaya bașlamıș. Nesnelerin arasında oturan bu adam yavaș yavaș etrafında yükselen objeler tepesinin üzerine çıkarak bilge baykuș olmak için kanat çırpmaya bașlamıș. Gölgesi șehri örterken çevre semtten gelen insanlar koleksiyon evinin Ankara için fazla olduğundan bahsederek İstanbul'a gitmeli demișler. Ahmet Bey bunları duyunca tam tur çevirmiș bașını. Anakara’lı gençlerin keșfetme arzularından bahsetmiș. O günden sonra kimse ağzını açmamıș. Baykuș Ahmet sevdası tüm Ankara’ya yayılmıș. Baykuș’un dükkanı șekerin jelatinden çıkan sesi gibi.

Adres Ahiler El Sanatları İș Merkezi No: 23/9 Samanpazarı

Telefon 312 312 12 24


Eşek

Eşek. Yıllar önce İkİ kadınla tanıştım, BİRİSİ eşek fİgürü var mı dİye sordu. Hanımefendİ çok zor, ancak pİrİnç Fİgürler ve Nasreddİn hoca bulursunuz dedİm. Bİraz İçerİde gezİndİler, sohbet etmeye başladık. Merak ettİm, kaç tane eşek fİgürü topladığını sordum. 800 adet dedİ.


CİN ALİ’NİN ANKARASI Nevİn Apaydın Doğduğum ev bugün yok. Yerine yapılan apartman da yıkıldı, yeni bir apartman yapıldı. Çocukluğumun Bahçelievler’i sadece fotoğraflarda kaldı. Bir de Cin Ali’nin Hikâyıe Kitaplarında… Biliyorum Cin Ali’yi duyunca yüzünüzde kocaman bir gülümseme oluștu. Çocukluğunuzun en güzel anıları canlandı. Belki gözleriniz yașardı. Ya da ne bileyim kitapların kokusunu hissettiniz. Ah keșke saklasaydım Cin Ali’lerimi, diye düșündünüz. Eski dostunuz Cin Ali’yi özlediniz.. Cin Ali Hikâye Kitapları 1968 yılında yayınlanmaya bașladığında, kușaklar boyu çocukların ilk kitabı olacağını yazarı ve yaratıcısı Rasim Kaygusuz da tahmin edemezdi. Aradan geçen 47 yıl boyunca Cin Ali’nin çok renkli bir yașamı oldu.. İlk yıllarında en çok satanlar listesi yapılmıș olsaydı yıllarca listenin bașında yer alacak kitap Cin Ali idi; TRT yayınlarının izlenemediği köylerde bile çocuklar Cin Ali’leri okumuștu.. 1968 yılında Cin Ali ile büyüyen çocukların çocukları da Cin Ali okudular. Bugünlerde üçüncü kușak da Cin Ali okumaya bașladı. Cin Ali pek çok kișiye ilham kaynağı oldu. Kimi zaman bir televizyon programına konuk oldu; kimi zaman tasarımcılara, sanatçılara esin kaynağı… Moda dünyasında podyumlara da çıktı, tiyatro oyununa da… Cin Ali’nin öyküsünün Cumhuriyetle birlikte bașladığını söylersem abartmıș olur muyum acaba? Cin Ali’nin babası Rasim Kaygusuz 1926 yılında Ankara’nın o zamanlar Ayaș ilçesine bağlı olan Zirkayı köyünde doğdu. Çanakkale Savașı’nda șehit olan dayısının adını verirler. 3 yașında kaybettiği annesinin acısını ömür boyu yüreğinde tașır. Bir fotoğrafı bile yoktur annesinin. Babasının ikinci eși O’na ve kardeșlerine annelik yapar.. O’na ve kardeșlerine annelik yapar. 1939’da Ali abisi ile birlikte Çifteler Köy Enstitüsü’ne gönderilmeleri, sadece kendi yașamlarını değiștirmekle kalmadı; milyonlarca Türk çocuğunun da yașamında çok önemli bir rol oynadı. Çifteler Köy Enstitüsü’nde bașlayan eğitimi Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde devam eder ve 1944’de buradan mezun olur. Erkeksu Çiftliği’ndeki Yetiștirme Yurdu’nda çalıșırken, kendisi gibi öğretmen olan Remziye Alișan’la tanıșır. İki genç çabucak anlașır; çünkü ikisi de çalıșkandı. İkisini de Genç Türkiye Cumhuriyeti okutmuș öğretmen yapmıștı; șimdi onlar yeni kușakları en iyi șekilde yetiștirip devlete olan borçlarını ödeyeceklerdi. Cin Ali’nin annesi Remziye Alișan, 1927’de, bugün Rize’nin bir ilçesi olan Fındıklı’nın Hara köyünde doğdu. Köy Enstitü 999


leri, sadece O’nun değil, bütün bir ailenin, hatta bir köyün kaderini değiștirdi. Beșikdüzü Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra, köy enstitüsü hocalarının hocası olmak üzere Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gider. Okulu bitireceği son dönemde Köy Enstitüleri kapatılınca, 1949’da Yüksek Kız Teknik Öğretmen Okulu’nu bitirir. Remziye Alișan ve Rasim Kaygusuz’un yolları 1950’de Zirkayı Yetiștirme Yurdu’nda kesișir. Evlendikleri tarih olan 3 Kasım 1952’den 3 Aralık 1988’e değin yașamın her alanında birlikte mücadele ederler. Rasim Öğretmen birinci sınıfların öğretmeni olmayı çok severdi. Pırıl pırıl çocukların okuma ve yazmayı öğrenmek için gösterdikleri gayret, okumayı söktüklerinde duydukları sevinç O’nu çok mutlu ederdi. Birinci sınıf öğretmenliğinin çok önemli olduğunu düșünür, çocukların okulu ve okumayı sevmesindeki en önemli etken öğretmenini sevmesidir, derdi. Okuma ve yazmayı hem sevdirebilmek için hem de daha kolay öğretebilmek için bir yöntem geliștirir: Oyunla okuma yazma öğretimi. Bu yöntemi uygulayabilmek için gereken araç gereçleri de kendisi yapar. Hem tasarlar hem de üretir. Geliștirdiği yöntemle elde ettiği sonuçlar herkesin dikkatini çeker; Rasim Öğretmen de bunları kendisine saklamaz, herkesle paylașır.. Oyunla okuma yazma öğretimi için tasarladığı Çözümlü Alfabe çok tutulur. Üzerinde delikler bulunan beș yuvarlak kartondan olușan Çözümlü Alfabe, okumayı eğlenceli hale getirir. Rasim Öğretmenin bulduğu okuma yazma yöntemi ve araç-gereçleri çok tutulur. Artık dersi olmadığı zamanlarda öğretmen arkadașlarına bu yöntemi anlatmaya bașlar. Önce kendi okulundaki arkadașlarına anlatır. Arkadașları da bu yöntemle bașarı kazandıkça bașka okullardan yöntemini anlatması için davetler gelmeye bașlar. Dersi olmadığı zamanlar diğer okullara giderek yöntemini anlatır, araç gereçlerini tanıtır. Çocuklar okumayı öğretmek artık daha kolay hale gelmiștir ama bir eksiklik ortaya çıkar. Çocuk okumayı söktüğünde okuyabileceği bir kitap yoktur. Artık sıra Cin Ali Hikâye Kitaplarındadır. Kitabının adını Cin Ali koyar. Ali çok bilinen, okuması - yazması kolay bir isim olduğu için bu adı seçer. İlk kitap en basit olanıdır. İki üç harften olușmuș iki-üç heceli sözcüklerden olușur. Kitapların her biri bir öncekinden zor, bir sonrakinden kolaydır. Resimleri çocuklar kolay çizebilsinler diye en soyut șekilde, çizgiden olușmușlardı. Cin Ali ile birlikte yöntem öylesine bașarılı olur ki artık Ankara dıșında da tanınmaya bașlar. Sipariș adresi Bahçelievler Postanesinde 3 numaralı posta kutusudur. Önceleri bir-iki mektup gelir. Her mektupta üçer beșer sipariș vardır. Evde paketler hazırlanır, filenin içinde postaneye götürülür, ödemeli olarak gönderilir. Remziye Hanım, 999


her gün okuluna giderken yol üstündeki postaneye uğrar; paketleri verir, posta kutusunu kontrol eder. Bir gün postanede paketleri verirken, bir bașka yayınevinin de siparișleri postaya verilmek üzere orada durmaktadır. Bir kendisininkilere bakar, bir de onlara. Bu bakıșı gören postanedeki memur, “Hiç üzülmeyin” der, “Onlar da böyle bașlamıșlardı. Sizinkiler de zamanla artacak.” Bir süre sonra, postanedeki memurun öngördüğü gibi mektup sayısı artar. Hem mektup sayısı hem de sipariș miktarı artar. Her akșam mektuplar paylașılır; heyecanla açılır, kimin mektubunda daha fazla sipariș olacak yarıșına girilir. Ben bu öyküye 1961 yılında katıldım. Anladığınız gibi Cin Ali’nin ablasıyım. Ben küçük abla Nevin; bir de büyük ablamız var, Nesrin. Büyük abla öyküye benden 6 yıl önce, 1955’de katılır. Cin Ali Bahçelievler 1.cadde 99/A adresinde bahçeli bir evde doğdu. O dönemde (1960’lar-70’ler) bütün evlerin bahçesi, bahçesinde de meyve ağaçları vardı. Bütün çocuklar sokakta oynar, ağaçlara tırmanır, okulumuza yürüyerek giderdik. Cin Ali Çocuk Bahçesinde kitabında gidilen çocuk bahçesi bugün adı farklı da olsa, biraz değișmiș de olsa Bahçelievler-Emek mahallesinde çocukluğunu geçirmiș olanların çok iyi bildiği Filli Bahçe’dir. Evimizin yüz metre ilerisindeki çiftliğin horozu, sabahları bizi uyandırırdı. Yaz geldiğinde okulumuzdan beș dakika uzaklıktaki alanda piknik yapardık. Sokağımızdan at arabaları geçer, kente sirk geldiğinde aynı Cin Ali ile Berber Fil kitabında olduğu gibi arabayla tanıtımı yapılırdı. Berber Fil‘ in gerçek olmadığını düșünenlere: Biz Medrano Sirki’nde Berber Fil’ i hayretler içinde seyrettik. Cin Ali’nin Ankara’sından bugüne pek çok șey değiști. Ama kușaklar boyu Cin Ali’yi okuyanların Cin Ali sevgisi değișmedi. 2005 yılında müfredat değișikliği “Cin Ali yasaklandı” diye duyurulunca ilk zamanlar çok üzüldük ama herkesin Cin Ali’yi hatırlamasına neden olduğu için șimdi o kadar da üzülmüyoruz. İnternetin yaygınlașmasıyla, sosyal medyanın gelișmesiyle biz de Cin Ali sevgisinden haberdar olduk. Sevildiğini biliyorduk ama kalplerde bu kadar yer etmiș olduğunun farkında değildik. 2011 yılında facebook ve web sayfamızı açtık. Babamın ölümünün 25. Cin Ali’nin yayınlanmasının 45.yılı olan 2013 yılında Cin Ali Hikâye Kitaplarını yeniden aile içine alarak yayınlamaya bașladık. Eylül 2013’te kitabı tekrar satıșa sunduğumuzda aldığımız tepkiler doğru bir iș yaptığımızı gösterdi. Çocukluk arkadașıyla karșılașan pek çok kișinin gözlerinin dolduğunu gördük. Kitapları hediye ettiğimizde ağlayan arkadașlarımız oldu. Kitapları okșayanlar, koklayanlar, sarılanlar… Yeniden bastığımız 999


için teșekkür edenler… Cin Ali’nin Ankara’sından bugüne pek çok șey değiști. Ama kușaklar boyu Cin Ali’yi okuyanların Cin Ali sevgisi değișmedi. 2005 yılında müfredat değișikliği “Cin Ali yasaklandı” diye duyurulunca ilk zamanlar çok üzüldük ama herkesin Cin Ali’yi hatırlamasına neden olduğu için șimdi o kadar da üzülmüyoruz . İnternetin yaygınlașmasıyla, sosyal medyanın gelișmesiyle biz de Cin Ali sevgisinden haberdar olduk. Sevildiğini biliyorduk ama kalplerde bu kadar yer etmiș olduğunun farkında değildik. 2011 yılında facebook ve web sayfamızı açtık. Babamın ölümünün 25. Cin Ali’nin yayınlanmasının 45.yılı olan 2013 yılında Cin Ali Hikâye Kitaplarını yeniden aile içine alarak yayınlamaya bașladık. Eylül 2013’te kitabı tekrar satıșa sunduğumuzda aldığımız tepkiler doğru bir iș yaptığımızı gösterdi. Çocukluk arkadașıyla karșılașan pek çok kișinin gözlerinin dolduğunu gördük. Kitapları hediye ettiğimizde ağlayan arkadașlarımız oldu. Kitapları okșayanlar, koklayanlar, sarılanlar… Yeniden bastığımız için teșekkür edenler… Kollarımızı sıvadık kocaman bir projeye bașladık. “Cin Ali bizim” diyen herkesi bu projeye davet ediyoruz. Bu projeyi Cin Ali Müzesi kapsamında her gün biraz daha geliștiriyoruz. Çok ișimiz var çoook!

999




Ankara’nın Zor Günlerİ Tİmur Özkan Ankara, tarihinin en zor zamanlarını sadece savaș yıllarında yașamamıș, bașkentimiz uzak ve yakın tarihinde karșılaștığı, yangın, kuraklık, kıtlık, salgın hastalık, deprem, sel vb büyük felaketlerle de zor günler geçirmiș. Ankara’nın tarihe geçen ilk kıtlık yılları Roma Dönemi’nde 270-75 ve 282-83 olup, bunları önce 452 ve daha sonra 542’deki veba salgınları izler. Felaketler Ankara’yı 1000’li yıllarda da rahat bırakmaz. 1032’deki veba salgını ve kıtlığın arkasından 1037’de bir deprem felaketi yașanır, Ankara’da… 14. yüzyılın bașında da kuraklık ve açlık geçiren Ankara 1602’deki Celali İsyanları esnasında tarihinin ilk büyük yangınıyla tanıșır. Daha sonra 12 ve 17 Ağustos 1668’de peșpeșe șiddetli iki deprem daha geçiren Ankara’nın 1813-17 ve 1834 yılarına tekrar veba salgınları yașadığını görüyoruz. Ankara’nın bașına gelen bir bașka salgın hastalık 1894’de çıkan koleradır... 1916 Yangının tanığı Refik Halid Karay anlatıyor (*); “... Kara Ankara’yı kıpkızıl gördüm, sonra da kül rengi! Bir geceydi, sokaktaki vakitsiz ayak sesleri, telâșlı gezinmeler ve heyecanlı konușmalarla uyandım. Ne vardı, ne oluyordu? Bir șey değilmiș, yangın varmıș. Bakındım: Ha, evet, iște tâ ötede, uzakta, bize erișmesine imkân olmayan așağı bir mahallede, sakin, korkak, hiçten bir alev, ürkek, iștahsız bir kedidili gibi karanlığı ağır ağır yalayıp yutuyor. Hava durgun, elbet söndürürler, dedim, yattım. Hâlbuki o bir karıș alev, uzaya büyüye, ertesi günü bizim pansiyonu da kavurup Ankara’nın dörtte üçünü kül, kömür etmiști. En korkunç, en büyük yangınlara alıșık olması lazım gelen bir İstanbul çocuğu sıfatıyla söylüyorum. Ankara yangını görmeyenler Roma șehrinin nasıl yandığına, o dehșete, o kıyamete akıl erdiremezler. ... Evet, kıyamet o gün Ankara’da kopmuștu ve mahșer yeri bu gün burasıydı.”

999 999


Osmanlı Ankarası’nın Sonu

1765 yılında gerçekleșen bir yangında 500 evini kaybeden, 1881’de bir bașka yangın daha geçiren Ankara 1916’da (bazı kaynaklarda 1917) öyle bir yangın yașar ki tarihçilere göre bu yangın Osmanlı Ankarası’nın sonu olmuștur. İki gün iki gece süren yangın, ancak yanacak bir șey yanmadığında kendiliğinden söner! Yangında dönemin ticari merkezi Çıkrıkçılar ve Atpazarı ile birlikte çok sayıda mahalle tamamen veya kısmen yanarken zayiat; binden fazla ev, bine yakın dükkân ile altı mektep, dört han, on mağaza, iki cami, altı mescit, yedi kilise, altı fırın, üç hastane, iki hapishane, bir karakoldur. 1916 yangını hakkında çok anlatılan bir anekdot da yanan evlerden çıkan piyanolarla ilgilidir. Evler yanarken kurtarılmaya çalıșılan ve bu amaçla biraya toplanarak üzeri halılarla örtülen 100 kadar piyano çok geçmeden alevlerin kurbanı olurken yanan piyanolardan çıkan ürkütücü nota sesleri dehșet atmosferini tamamlamaktadır.. . Daha sonra bu çapta olmasa da birçok yangın geçiren Ankara’nın bașına gelen bir diğer felaket kıtlıktır.

Aç ve çıplak çocuklar

1845-46 yıllarında ciddi bir kuraklık ve buna bağlı bir kıtlık yașayan Anadolu’nun hemen her tarafında olduğu gibi Ankara’da da açlıktan ölümler, salgın hastalıklar ve kitlesel göçler yașanır. “Ateș-i Samansuz Kuraklık” olarak tanımlanan kuraklık ve kıtlıkta insan kaybı 5-6 binlerle ifade edilir. Bundan otuz yıl kadar sonra, 1870’lerde bir kez daha kuraklık geçiren Ankara’nın bu defaki șansızlığı susuzluk değil olağanüstü yağıșlardır. Șiddetli yağmurların arkasından gelen ve iki buçuk ay hiç durmadan yağan kar yolların kapanmasına, köylünün tohumluk buğdayını ekmek yapmasına, yemsiz kalan çift hayvanlarının telef olmasına neden olur. Tarihi kaynaklarda 18 bin kișinin öldüğü belirtilen bu kıtlıkta; Ankara yöresindeki bir mezarlıkta aç ve çıplak vaziyette bulunan 100 kadar yetim çocuk, bakım masrafları devlet tarafından karșılanmak șartıyla Ankaralı ailelere emanet edilir.

999 999


Çekİrgelere Fetva

1824-26 yıllarında ise bambașka bir felaketle tanıșır Ankara. Bu felaketin adı çekirge istilasıdır. Ankara çekirgeden en büyük darbeyi 1881’de alacaktır. 1880 (bazı kaynaklarda 1830) güzünde büyük bir çekirge sürüsü gelir Ankara’ya. O esnada mahsul kaldırıldığından hububata zarar veremeyen çekirgeler yumurtalarını bırakarak giderler. Ertesi yıl doğan genç çekirgeler, o zamanlardaki raporlarda belirtildiği gibi; “uçma zamanları” gelene dek her șeyi yer bitirirler. O dönemde Ankara’ya bağlı olan Yozgat, Kırșehir ve Kayseri sancakları, çekirge istilasını nispeten ucuz atlatırken Ankara sancağında yaklașık 10 bin ton buğday ve arpa yok olur. Çekirge istilası esnasında Ankaralılar, çekirgeleri öldürmek günahtır diyen ve okudukları sularla sığırcıkları çağırarak çekirgelerle mücadeleyi öneren dönemin nüfuzlu șeyhleri ve onların baskısıyla bu yönde bir fetva çıkaran Ankara Kadısı’nın kararı karșısında iyice çaresiz kalırlar. Bu kararla büyük bir rant kapısına dönüșen sığırcık suyu pazarına dâhil olmak isteyen bașka șeyhlerin talebi üzerine bu defa çaresiz kalan Kadı, çekirgeleri kovan (!) bir bașka fetva yayımlarsa da, fetva savașına İstanbul’un çekirgelerin öldürülmesini caiz sayan kararı son noktayı koyar ve bir felaket böylece atlatılmıș olur. Ankara araștırmacısı Șeref Erdoğdu’nun Adem Zade Ahmet Bey’in hatıralarına atfen verdiği bilgiye göre ise șeyhlerin formülü tutmuș, Yabanabat’ın (Kızılcahamam) Șeyhler karyesinden bir zatın çeșmesinden alınan suyun camilerin mihraplarına konmasıyla, birdenbire ortaya çıkan yüz binlerce sığırcık kușu çekirgeleri itlaf etmiștir...

İkİ Saatlİk Sağanağın Yaptığı Felaketler 20. yüzyılda da Ankara’yı rahat bırakmaz. 1901’de meydana gelen sel neticesinde Ankara’nın merkezi ile Kayaș ve Kızılcık bașta olmak üzere birçok köyünde halkın tohumluk buğdayı ve yemeklik zahiresi telef olur. Ankara 1957’de büyük bir su tașkınıyla daha sarsılır. Sadece iki saat süren sağanakla dolan Kayaș ve Mamak dereleri, Hatip Çayı’nı tașırır. Hasanoğlan’dan Etimesgut’a kadar, çay kenarlarındaki 2 km genișliğinde bir alan sularla kaplanır. Bu tașkında olușan sel sularında 196 kiși hayatını kaybeder. Ölü sayısını az olmasında o 999


günlerde Ankara’da bulunan Galatasaray Yüzme Takımı sporcularının çok kișiyi kurtarmasının etkisi vardır…

Üzerİne Bİr Uçak Düşmedİğİ Kalmıştı 1 Șubat 1963 Cuma günü, Beyrut Lefkoșa Ankara seferini yapan Ortadoğu Havayollarının (MEA) Viscount 754-D tipi yolcu uçağı, Esenboğa’ya iniș yapmak üzere alçaldığı esnada eğitim uçușu yapmakta olan Türk Hava Kuvvetlerinin Çubuk 28 adlı Dakota C-47 tipi askeri uçağıyla çarpıșır. Bir Ramazan gününde, dönemin en kalabalık semti Ulus üzerinde ve herkesin dıșarıda olduğu bir saat olan 16.12’de meydana gelen kazada; askeri uçağın üç, yolcu uçağının beș mürettebatı ve 15 yolcusu ile geri kalanı Ankaralılar olmak üzere (kaza esnasında yaralanarak daha sonra hayatını kaybedenler dâhil) toplam 95 kiși hayatını kaybeder. Günlük güneșlik bir havada ve pilotların hatasından kaynaklanan bu kazadan sonra Ankara üç uçak kazasına daha tanık olur. Her üçü de kötü hava koșullarından kaynaklanan bu kazalarda, THY uçakları Esenboğa’ya iniș yaparlarken düșerler. 3 Șubat 1964’de düșen Eti adlı DC-3 tipi uçak, yolcu almak üzere gelmekte olduğundan boștur, üç mürettebat hayatını kaybeder. 23 Aralık 1979’da Samsun Ankara seferini yaparken dağa çarpan Trabzon adlı F-28 tipi uçakta, üçü mürettebat 39 yolcu hayatını kaybederken bir hostes ve üç yolcu kurtulur. Ankara’ya iniș yaparken düșen diğer THY uçağı ise 16 Ocak 1983’de, Paris İstanbul Ankara seferinde piste çakılan Boeing 727 tipi Afyon uçağıdır. Toplam 47 kișinin öldüğü kazadan 22 yolcu yaralı olarak kurtulur.

999


Paraşüt Kulesİ Hakkında Ankara’nın Zor Günleri Uğur Kavas Ankara’ya trenle seyahat edenlerin son durağı Ankara Garı’dır. Garın kapısından dıșarı çıktığınızda sizi küçük bir alan karșılar. Bașınızı biraz sola çevirdiğinizde Ankara Spor Salonu’nu arkasında da Parașüt Kulesi’ni görürsünüz. Ankaralılar, kule hakkında ne bilmektedir? Tüm meraksız yurttașlar gibi hiç bir șey… Hele gençlerden alacağınız cevap, Ne bileyim abi ya da Parașüt kulesi mi o ne la? Olur. Daha ilginci, ilgili kurum yetkililerine Parașüt Kulesi’nin mimarı kim? diye sorduğunuzda alacağınız cevap Bilmiyoruz, biz size dönelim ‘dir. Parașüt Kuleleri diye , internette Google amcaya sorduğunuzda ise, birkaç bilgi ile karșılarırsınız. Ama, gerçek; șu an dünyada 3 tane parașüt kulesi olduğudur. Bir tanesi Polonya’nın Katowice kentinde yer almaktadır. Peki, diğer ikisi nerededir? Cevap, Türkiye’de.. İzmir ve Ankara’da. Bu kuleler,aynı mimarın özgün çizimidir ve ikiz kuleler diye adlandırılır. Șüphesiz bir hikayesi vardır kulenin. Nasıl? Niye ve ne amaçlarla yapılmıștır? Cumhuriyetin ilanından 16 ay sonra, hava gücünün önemine inanan kadrolar 16 Șubat 1925’de Türk Tayyare Cemiyeti’ni kurarlar. 1935’te kongrede alınan karar ile cemiyetin adı Türk Hava Kurumu olarak değiștirilir. Havacılıkla ilgili eğitime hız verilir. Bu konuda tecrübeli ülkelerle ișbirliğine gidilir. Rusya’dan planör ve parașüt hocaları Anohim ve Ramonof getirtilir, Türkiye’den de Rusya’ya öğrenciler gönderilir. Eğitimler hızla ilerlemekte, planörcü, parașütçü ve pilot kadrolarına girenler artmaktadır. Șimdi bir yıl önceye 1934’e ve bașka bir konuya gidelim; 1934 yılında Türk Milli Futbol Takımı Moskova’ya bir maç için davet edilir. Takımda 4-5 İzmirli futbolcu olduğundan, İzmir Belediye Bașkan Yardımcısı ve Federasyon Temsilcisi olan Suat Yurtkoru’da yer almaktadır. Yurtkoru, Moskova’yı gezerken gördüğü “Halk ve Gençlik Parkı”nı çok beğenir, park yetkililerine kendini tanıtarak parkın bir planını ister.Planı alan Yurtkoru, bunu İzmir Belediye Bașkanı Dr.Behçet Uz’a iletir. Planlarla birlikte Moskova’da çektiği Parașüt Kulesi’nin fotoğraflarını da Behçet Uz’a gösterir. Uz, İzmir ortasındakı yangın yerlerini ve enkazı temizleyip burasının bu plana uygun bir yer olduğunu düșünür ve belediye meclisine sunar. Meclisten geçen karara dönemin Bașbakanı İsmet İnönü büyük destek verir. Ciddi olarak planın uygulanmasına girișildiğinden Yurtkoru birkez daha Moskova’ya gider, eksik bilgileri tamamlar, gelirken bu kez elinde tahta bir parașüt kulesi maketi de vardır. (Moskova’daki parașüt kulesi II.Dünya Savașı sırasında yıkıldığından bir görüntüye ulașmak mümkün olmadı.)

999


Türk Hava Kurumu, bir arayıș içindedir ve parașüt kulesi imarı planlar içindedir. Uz, THK Bașkanı ile görüșür. Parașüt Kulesi İzmir ve Ankara’da yapılacaktır, ancak çok farklı bir uygulama ile. Türk mimarlara görev verilir. İzmir’de adına Kültür Park denilecek yerde dikilecektir parașüt kulelerinden birisi. Diğeri ise, Ankara’da Atıș Poligonunun arkasına. Atıș Poligonu 5 Nisan 1936’da Ankaralıların hizmetine girmiștir ve Uybadin Planı gereğince yol büyütme çalıșmalarının kurbanı olmuștur 50’lerin sonlarında. Ankara’da yayınlanan Ulus Gazetesi ‘nde 1936 yılında șöyle bir ilana rastlanır. TÜRK HAVA KURUMU GENEL MERKEZİNDEN : 1)Ankara’da bir parașüt kulesi yaptırılacaktır. 2) Kulenin tahmini keșif bedeli (44.947) lira (50) kuruștur. 3)Plan ve șartnameler (25)lira mukabilinde Ankara’da Hava Kurumu Merkezinden, İstanbul’da T.H.K İstanbul Șubesinden alınacaktır. 4) Eksiltme 31 Temmuz 1936 günü 15’de kapalı zarf usülü ile Ankara’da Kurum Genel Merkezinde yapılacaktır. 5) Münakasaya girebilecekler : İsteklilerin diplomalı mimar veya mühendis olmaları ve inșaat müteahhidi olduklarına dair mukayyet bulundukları ticaret odasından vesika ibraz eylemeleri ve iktidarı malilerini gösterir bir banka referansı vermeleri ve șimdiye kadar bu șekilde mühim bir betonarme inșaatı yapmıș olduklarını vesaikle isbat eylemeleri ve bu vesaiki münakasa tarihinden itibaren asgari yedi gün evvel T.H.Kurumuna ibraz ederek münakasaya girebileceklerine dair vesika almaları șarttır. 6) Talipler (3371) lira (6) kurușluk muvakkat teminat mektubu ve ehliyet vesikalarıyla birlikte teklif mektuplarını 31 Temmuz 1936 saat 14 e kadar Genel Merkez Bașkanlığına teslim etmelidirler. THK Yönetim Kurulu’nun aldığı karar doğrultusunda, projesi Mimar Bedri Tümay ve Mimar Algrandi tarafından yapılan özgün çalıșma onay görür. Ankara Parașüt Kulesi de Müteahhit Hasan Basri Bey’e 43.000 TL ye ihale edilir. 15 Ağustos 1936 tarihinde ihalesi yapılan kule 1 Aralık 1937’de teslim edilmek üzere anlașma sağlanır. Ankara Parașüt Kulesi’nin inșaatına bașlanınca, Bayındırlık Bakanlığından bir yazı gelir. Yazıda Ankara Garı’nın 30 metre yüksekliğindeki saat kulesi civarında inșa edilen parașüt kulesinin 150 metre gibi az bir mesafede olmasının, șehircilik kaidelerine uymayacağı gibi, bu kuleler birbirinin görüntüsünü de bozacağından, hiç olmazsa Parașüt Kulesi’nin 500 metre kadar bir mesafede yaptırılması gerektiği belirtilir.Bayındırlık Bakanlığı’na verilen cevapta; Parașüt Kulesi’nin yerinin Șehir İmar İșleri Müdürlüğü’nce yapılan inceleme sonucu kesin olarak tayin ve tespit edilerek THK’ya bildirildiği, kule inșaatına 15 Ağustos 1936 tarihinde bașlandığı, gar inșaatının ise, bundan çok önce olduğunu, her iki kule imar durumunun șehircilik kurallarına uygun olarak İmar Müdürlüğü ve Profesör Jansen tarafından tetkik edilerek izin verildiğinin kesin olduğu ve kulenini planda tespit edilen yere temeller açılarak inșasına bașlandığı belirtilerek Bakanlıkça istenen değișikliğin yapılmasının mümkün olmadığı dile getirilir.

999


Ancak, Parașüt Kulesi için yapılan harfiyat çalıșmasında alttan su çıkar, bunun üzerine drenajın yapılır ve temele beton kazık uygulaması bașlar. Mimar Bedri Tümay hakkında ne yazık ki çok fazla bigi edinilemedi. Ama Opera Meydanı’ndaki THK Genel Merkez binası da onun projesidir. Parașüt Kulesi’nin karșısında Ankara Garı inșaatı da devam etmektedir. Parașüt Kulesi bir üvey evlat gibi yükselirken, Gar’la ilgili haberler gazete sütunlarını süslemektedir. Ankara Parașüt Kulesi ile ilgili iki yıldır yaptığım araștırmalarda, kulenin inșaatı ile ilgili görsellere rastlanmamıștır. Oysa, İzmir Parașüt Kulesi ile ilgili çok fazla görüntü mevcuttur. İzmir Parașüt Kulesi 9 Eylül 1937’de fuarla birlikte resmen açılır, Ankara Parașüt Kulesi ise, Ankara Gar’ından iki gün önce 28 Ekim 1937 tarihinde dönemin Bașbakanı Celal Bayar’ın açılıș konușması ile hizmete girer. Bayar açılıș konușmasında, “ Türk Hava Kurumumuz, medeni hayatta tayyareciliğin aldığı büyük mevki ile mütenasip olarak çalıșıyor. Büyük mesaisini, önümüze serdiği büyük eserlere bakarak takdir etmek, hepimiz için borçtur. Huzurunuzda açılma törenini yapmak istediğimiz bu parașüt kulesinin de Türk gençlğine, hava sporu sahasında mühim hizmetler ifa edeceğine șüphe yoktur. Bize böyle kıymetli bir eser hediye ettiğinden dolayı Türk Hava Kurumunu tebrik ederim. Kurumun muvaffakiyetli eserler bașaran reisi ile kıymetli arkadașlarını da takdir ederim.” der.

İsmet İnönü’de açılıș konușmalarından sonra hemen sonra kuleye gelir, en üst balkonda dahil olmak üzere kulenin her yerini gezer. O yıldan beri, kule Ankaralılara hizmet etmektedir. O dönemlerde çok fazla rağbet görmüș, kuleden birçok atlayıș gerçekleșmiștir. 90’ların sonunda bir atılım gerçekleșmiș ve bahçesine bir de küçük müze inșaa edilmiștir. Müzede küçük bir satıș yeri, fotoğraflar, belgeler, rozetler, broveler ile, gelen küçük gruplara parașüt atlama filmlerinin gösterildiği bir mekan yer almaktadır. Parașüt Kulesi’nin bahçesinde de çeșitli model ve yașlarda küçük uçak ile helikopterler bulunmaktadır. Parașüt Kulesi uzun bir aradan sonra, 2013 yılında büyük bir tadilata girmiș, cephesi boyanmıș, asansör ve vinç sistemi yenilenerek tekrar atlayıșlara bașlamıștır. Atlayıșlar, atlayıș defterlerine kaydedilmekte, her 5 atlayıș yapana bir belge verilmektedir. Ankara Parașüt Kulesi, değerleri yok edilmeye çalıșılan Bașkent Ankara’nın önemli yapılarından birisidir.

999


PARAŞÜT KULESİ Adres Hipodrom Cad. No: 2

Telefon 312 311 30 13




! e İy

n a s r

EN D N Tİ' ıran E P SE latt sın! K E M kova ılma E Y N, ker ıştır E Ş RLE jo a kar İ C ZİN ıyl c a pİzz

Koru Mahallesi'nin, Çayyolu'nun yeni gelișmeye bașladığı zamanlar. Orada yașamaya bașlayanların dilinde -“köyümüz” diye dedikleri semtten“șehre gitmek/șehirden gelmek” kalıbı var. 89 senesinde bölgeye gelen Nurhayat Hanım, bir arkadașıyla beraber fırsatı ganimet bilerek yeni yerleșime bir mekan açmaya niyetlenirler. 1990 Haziran'ında açıldığında ne 46 daireli bloklar, siteler vardır ne de semt șehrin içindedir. Kendine saklı, tek katlı, bahçeli, genç ağaçların arasında küçük sekizgen bir yapı ve sadece bilmesi gerekenlerin bildiği bir yer. Aradan geçen çeyrek asır bu niteliğinden hiçbir șey kaybettirmemiș Pizza House'a; kısa pantolonlarıyla gelip gitar çalanlar șimdi mama sandalyesi istiyorlar Ulvi Abilerinden, el yapımı pizzaların yanında küçük sürprizler(!) arıyorlar, sevgilisini ilk buraya getiriyor semtin çocukları. Büyümeyi hedeflemiyor Pizza House, büyürse insan sıcaklığının kaybolmasından, butikliğini yitirmekten korkuyor.


Türk damak tadına kanalize edilmiș İtalyan mutfağının örneklerinden tatmıș mıdır bilinmez ama o bölgede yașayan milletvekilleri, șehrin güzel çocuklarının direniș toplantılarına katılıp milenyum kulisi çevirebiliyorlar. Zemin buna da müsait. Sobanın bașında bacaklarına örtü örtmüș orta yașlı hanım kitabını okurken az sonra Nurhayat Hanım'ın; “Edebiyatta etkilendiğiniz șeyler oluyor fakat ona kendinizden bir șeyler katıyorsunuz. Birikimlerinizden bir șeyler katıyorsunuz. Ben de yemek oluștururken araștırıyorum ve ona kendimden bir șeyler katıyorum.” sözlerine kulak misafiri olabiliyor. Çoluğun çocuğun amerikan servislere çiziktirdiği resimler heba olmuyor, biriktiriliyor ve bazısı tüm tabakların yükünü çekiyor. Hızla yapılașan șehrin içinde kalmıș, șehrin mi yoksa içinde barındırıdığı AVM'lerin, franchising restoranların mı daha soğuk olduğunun kararının alındığı bu bölgede, 25 yașındaki ağaçların arasında, en az evdeki odanız sıcaklığında bir atmosfer sağlayan Pizza House, salașlığın rehavetine davet ediyor

PİZZA HOUSE Adres

Mesa Koru Sitesi No: 15 Çayyolu

Telefon 312 431 93 34


PARİS POPİNA Kızların yeri Özel sektörün kurallarına, kalıplarına sığamayacaklarını anlayan Özlem ve Çağla Hanım “Küçük bir yerim olsun, bahçesi olsun, kendi yağımızda kavrulalım, çalıșacaksak kendi ișimizde çalıșalım.” davasıyla Popina’yı açtıklarında takvim yaprakları 2008’i gösteriyordu. Müdavimleri tarafından Popina isminden çok ‘kızların yeri’ diye anılan butik mutfaklarını ceplerindeki komik bir meblağ ile açtıklarında sıfır paritesinde olan tecrübelerini; dört göz ocak, bir fırın ve acil durumlar için bulunan tüp ile oturaklı bir müesseseye dönüștürebilmișler. Hem de mutfak gibi her gün yeniden bașlamak zorunda olunan bir sektörde. Gerçi hanımların özgür ruh mizaçlarından da kaynaklanıyor bu. Özel sektörün kurallarına giremeyen haftalık menü de çıkartmaz elbette. O yüzden Popina’da yarın hangi yemekler çıkacak sorusunu kendi hayal gücünüzle cevaplandırmalısınız. Kentin en civcivli semtlerinden ikisinin arasında, konumuna göre fazlasıyla sakin Popina’da fabrikasyon üretim değil gerçekten tencere yemekleri pișer. Öylesine gerçektir ki, yemek yiyen ilk 40-50 șanslı kișiden biri değilseniz Hababam Sınıfı’ndaki “Afiyet olsun Ahmet” repliğiyle karșılașabilir ve mutsuz olabilirsiniz.

Adres Adres Bestekar Sokak No 12, Çankaya

Telefon Telefon 312 312 418 05 47


“”

Ankara sıkıcı derler de haksızlık etmeyelİm. Dünyanın en havalı şehrİnde de yaşasan bellİ bİr süre sonra bellİ bir çevrede yaşamaya başlıyorsun. Bu herkes İçİn öyle. Ama Ankara bİraz daha aktİf bİr şehİr olsa fena olmaz.

MUTFAK


İ s e y a k İ H n Mutfağı “Hem dükkanın hem de ürünlerin tanıtımını yapabilmek adına İran asıllı Amerikalı bir șefle 10 sene boyunca çok keyifli günler geçirdik. Restoran sahiplerinden avukatlara kadar değișik meslek grupları geliyordu kurslarımıza. Yaptığımız her kursta farklı menüleri ișledik. Bir hafta İtalyan, bir hafta Çin, bir hafta Fransız. Antresiyle, ana yemeğiyle, tatlısıyla bir menü yaptılar, ardından yiyip içtiler. Cızırtıların, cozurtuların arasında dükkana ilk gelenler önce çok șașırıyor, oradan oraya bakıyordu. Sonra talepler artınca farklı firmalar da bu ișleri yapmaya bașladı. Uzun bir zaman devam ettik fakat iș yoğunluğu yüzünden bıraktık. Ama isterlerse eğitim vermeye devam ediyoruz.”

"Giff & Gourmet’de Türk, Avrupa ve Amerİkan kültürlerİ bİraz bİrleştİ, karışım halİne geldİ."


Renkli Masalar Efsanesi Beraber Yeriz Günümüzden bilmem kaç yıl önce, Uzak Avrupa’nın karanlık sofralarına davet edilen yabancı bir Arap elçi sol elini yıkaması için gümüș bir tas getiren hizmetkarın zarif yüzünü seyrederken çatal bıçak sesleriyle irkilerek elini suya daldırmıș. Avrupalı ve Amerikalı delegelerin sofra adaplarını seyretmiș. Tavandaki avize yavaș yavaș suyun üzerinde yüzerken deniz așırı ülkesindeki saray eğlenceleri aklına gelmiș. Ellerini sudan çıkartmıș. Masanın bir bașından bir ucuna kadar dizilmiș olan morina balığının iç içe koyulmuș rengarenk tabaklara zarafetle servis edilișini izlemiș. Birkaç kadeh koruk içtikten sonra çatala bıçağa dokunmadan istirahate çekilmiș ve ertesi gün çıkacağı uzun yolculuğu düșlemiș. Ülkesine vardıktan sonra gözlemlerini öğrenmek için elçiyi halifenin huzuruna çağırmıșlar. Akșam eğlencesine katılmadan önce haremine gizlice soktuğu frenk șarabından içince iyice kafası bulanmıș. Halifenin huzurunda Avrupa’nın soylularını öven sözler söyleyerek kendi sofra adaplarının ilkelliğinden bahsetmiș ve farkında olmadan ortaya gelen kuzunun sol buduna herkesten önce uzanmıș. Halife öfkeyle ayağa fırlayarak kılıcını çekmiș ve kendisine yapılan bu saygısızlığı affetmeyerek parmaklarının vurulmasını emretmiș. Aynı günün gecesi ceza uygulanmıș. Parmaksız elçinin kölelerinden biri eșyalarının arasından küçük bir porselen kap bulmuș, içine parmakları koyarak yerlere kadar eğilmiș ve halifenin huzuruna çıkmıș. İlk defa küçük bir tabağın içinde parmak gören padișah mutlulukla gülümsemiș ve altın tepsisinden vazgeçmiș. Sadrazamı çağırtmıș, renkli tabaklardan istemiș. O günden beri sofralar giderek değișmiș. Avrupa’nın kültürü Anadolu’yla birleșmiș. Kișiye özel sofralara renkli kaplar yapılmıș, talihsizliğin bedeli estetikle ödenmiș. Gift & Gourmet House bir yandan perakende bir yandan toptan satıș yapan șıkır șıkır bir gastronomi kültürü mağazası. Büyük ișletmelerin danıșmanlığını yapıyorlar. Çok renkli bir kolaj. Farklı malzemelerin uyumu değișen sofranın trendi. Bir gece gizlice kapılarına boș bir masa bırakın, ertesi gün gidin bakın, gülümsemeniz değișsin.

GIFT & GOURMET PARİS HOUSE Adres Adres John F. Kennedy Cad. No:151/A Çankaya

Telefon Telefon 312 312 466 12 32


“BİZİM MESLEĞİMİZ SIRLAMA MESLEĞİDİR. KONUŞULANLARI SIRLAMA, DIŞARI AÇIKLAMAMA MESLEĞİDİR.”

Gar hüznü diye duygu var, kabul edelim. Çok ișlenesi de bir mevzudur ama șimdi sırası değil. Ancak șu da var ki; yüksek tavanlı olușlarının sosyolojik etkisine pek az değinilmiș. Yüksek tavanlı bir yerde uykuya dalarsanız göreceğiniz düș, evinizdekinden bambașka seyyareler olmasıyla sizi șașırtabilir. Gökyüzü altında sermest olmaya benzer bu. Tarihi Gar Lokantası iște tüm bu halleri barındırır içinde. 2016 Șubatından itibaren içki yasaklanmasaydı, burası için klasik bir meyhane dememiz biraz havada kalabilirdi. En nihayetinde büyük bir durak olmasından dolayı konukları çok bașka milletlerden oluyor, bir akșam canlı fasıl dinleyip zihinleri parlatmak istediğinizde gar lokantasına girerseniz, çocuğuna ezo gelin içiren siyahi bir anne, avizeleri, duvardaki fotoğrafları, udiyi durmadan fotoğraflayan çekik gözlü bir grup, rastalı gezginler șașırtmasın sizi. Gar Lokantası için çekime gittiğimizde içki yasağı akıllarda bile yoktu ve tüm hazırlığımızı da lokasyon olarak çok önemli bulduğumuz bir meyhane üzerine yapmıștık. Yazımızı da yasaklara inat bu çizgide sürdürüyor ancak iștahlanmamanızı rica ediyoruz.


yılların İŞLETMECİSİ ZİHNİ BEY, İÇKİLİ MEKAN MUAMMASI OLAN IŞIĞIN RENGİ KONUSUNDA BİLGİLENDİRİYOR: “BİZİM IŞIĞIN SARI OLMASININ SEBEBİ MEKANIN SARI IŞIK İSTEMESİ. BEYAZ IŞIKLI YERLERE DİKKAT EDERSENİZ dekorasyonu da BEYAZDIR duvarları da.” AĞAÇLARI YEŞİL IŞIKLA IŞIKLANDIRMANIN, MODERNİZASYON ÇAKMASI MİMARİLERİN, YAPAY ŞELALELERİN ESTETİK SAYILDIĞI BİR zamanda TARİHİ GAR LOKANTASI MİNİMAL ESTETİK NASIL OLUR DERSİ VERİYOR. AYRILANIN KAVUŞANIN, Üç AYRI MÜZENİN, MİRAS HEYKELİNİN KOMŞUSU BU LOKANTA, KRAVATSIZ GELENE VESTİYERDE KRAVAT VERİLEN VE ARTIK OLMAYAN TARİHİ GAR GAZİNOSU’NDAN SONRA yalnız bırakıldığı günden bu yana tüm kamİllİğİyle hİzmet vermeyİ sürdürüyor.

GAR LOKANTASI Adres

Ankara Garı Ulus

Telefon 312 311 62 41


Melankolİnİn An(k)a(ra)tomİsİ Murat Başhekİm Ankarada doğmuș bir çocuk bilinçlenir bilinçlenmez tek bir șeyi fark eder: zamanın darp ettiği binaları. Yıkık, çatlak, beton çehreler, ıssız asfaltı tüten öğlen vakitlerinde okuluna giden Ankaralı çocuğun ilk fark ettiği kușatıcı hayat surlarıdır. Ankaralı çocuğun ilk öğrendiği renk gridir. Eskimiș badana grisi. Bulut grisi. Ölü kireç grisi. Sonra bir de beyaz rengi öğrenir Ankaralı çocuk. İzmir körfezinin üzerinde pırıldayan güneșin keyifle tüttürdüğü dumanlı bulutların iyimser beyazı değildir ama bu… Köhne binaların floresanlarının vınlayan beyazıdır bu. Kafka beyazı-Kafka grisi akar Ankaralı çocuğun kanı. Hayatının siyah-beyaz bir arșiv kaydı olduğundan șüphelenir tedirgince. Bu çocuk daha büyürken anlar ki, yașanmıș bir geçmișin peși sıra gelen bir dipnot olarak doğup gelmiștir bu kente. Hani o yașanmıș geçmișin de çok kasvetsiz olduğunu söyleyecek kadar saf da olmaz ama bu çocuk. Emindir ki altmıșlar da, yetmișler de aynı buruk iklimde geçmiștir Ankarada. O, varolma bașvurusunu bürokratik Ankaraya henüz yapmamıșken, bambașka on yıllar burușturmuștur bu kenti. Ne de olsa bu binaları eskiten insanlar, fırtınalar olmuștur muhakkak, değil mi ama? Bunu bilir Ankaralı çocuk. Sarı, tozlu ovaların ortasında güneșin tekerlek izlerinin kıyısında, öfkeli göklerin tükürük saça saça kendisine bağırıp durduğu bir garip kenttir Ankara. Kullanılmıș bir kent devralmıștır Ankaralı çocuk. İkinci el bir eldiven giydirilmiștir elindeki yegane hayatına. Filmlerde uğursuzluk yayan, kem mekanlar olur… Ankara öyle değildir: yaysa yaysa, burukluk, hüzün, kasvet, eve gidip kitap okuma isteği yayar Ankara. Hayatın deniz kıyısına uzaktır Ankara. Can veren, insanların tuzlu kanında fokurdayan deniz, çölün ortasındaki bu kayıp kente asla ulașamamıștır. Deniz de varamamıștır Ankaraya, deniz ruhu da. Tuhaf, bașka bir ruhtur deniz ruhu. Bir Ankaralı, İzmirde tüm esnafın Pazar günü ișyerini kapamasını asla anlayamaz, insanların neden deniz kıyısında turuncu ve sarı günbatımlarında kahkahalar atarak bira yudumladığını sorar. Tavuk, pizza ve patates kızartması aynı anda yenir mi hiç?” diye gülerek, yadırgayarak sorar Ankaralı, İzmirliye (bu konuda belki çok da haksız değildir gerçi). İstanbulu ise hiç anlayamaz Ankara. Kadıköyü belki… Biraz. Uzaktan da olsa kendisine benzetir hafiften… Yekpare bina omuzdașlığının Asya kıyısı kardeșliğinde bulușabilir iyi kötü Ankara ile Kadıköy. Ama Ankaranın amansızca içmek istediği o deniz denen can veren mavi kanın ötesindeki diğer bölgeyi asla anlayamaz, benimseyemez Ankara. İstanbul denen dünyanın Bizans yarıküresi egzotik bir sihirdir Ankara için. Yüz yıllık binalara sinmiș bin yıllık ruh Ankara için safkan efsundur. İstanbulun yașayan, genç 999


çehresine sinmiș o Bizans-Osmanlı punkı Ankara için yadırganmaması imkansız bir kadim-tazeliktir. Ankaranın rockçı motorsikletçi cool yașlı kuzenidir İstanbul. Keyif hatta çakırkeyiftir İstanbul mütemadiyen. Bu insanların eve gidip kitap okumak yerine yedi tepenin yedi körfezine bakarak bira yudumlamasına șașırarak bakar Ankaralı. İnsanların șehirlerine așık olabileceği ihtimali ile ilk kez tanıșmaktadır Ankaralı. İstiklalde birbirine sarılarak yürüyen, yașayan genç insanların birbirlerine olduğu kadar, șehirlerine de așık olabileceklerini șașkınlıkla fark eder Ankaralı. Ne de olsa Ankaralı için șehir, eve giderken yoluna çıkan, florasanlı, gri bir emlak parçasıdır sadece. Ama Ankaralının da hüznü vardır iște. Pizza+tavuk+patates kızartması yemese de, iyi melankoli tüketir Ankaralı. Ankaraya bir yağmur yağar ki… Yağmur değil, hüzündür o; özellikle de Kasım aylarında. Her köșesi ani melankoli basili mikrobu ile yüklü mahalleleri hüzün karantinasına alınması gereken bir yerdir bu kara Ankara. Saraçoğlu Mahallesine, mesela bir Portekiz fadosu dinleyerek falan giren bir kiși muhtemelen çıkamaz oradan. Ankarada ikinci el bir șehir-zamanına doğmuș çocuğun görüp görebileceği en hüzünlü, en köhne ve en șiirsel binalar orada bulunur. Hayatlar gelip geçmiștir burada. Otlar uzayıp sararmıștır. Sokaklar oyun oynayan çocukların hayaletleri tarafından bile terk edilmiștir. Ankaranın kalbinin merkezinde boș bir odadır bu mahalle. Peki ne yapar bu insanlar hayatları boyunca? Tüm Ankaralılar hüzün komasına mı girer doğar doğmaz? Eh iște. Doğru anı yakalamayı bilen için, Ankara hüzünsüz bir kent olabilir: Mayıslar ve Eylüller güzeldir Ankarada. Bu vakitler kentten yayılan buruk hale, yerini tazeleyici, yeniden doğan bir gülümsemeye bırakır. Koskoca bașkent etrafındaki bozkıra gülümser Mayısta ve Eylülde. Deniz mavisine değilse de, binaların çatlak grisine baka baka bira içer Ankaralılar (pizza, tavuk ve patates kızartmalarını ayrı ayrı yiyerek ama). Așık olurlar, gülüșürler, Pazartesi gününü yok saymaya çalıșırlar; haftanın her gününün Cuma olduğuna kendilerini inandırmaya çalıșırlar. Cumartesi değil, Cuma ama… Çünkü umut, umut edilenden daha gerekli ve daha lezzetlidir Ankarada.

999


sakarya caddesi

“”

Çok kemİk bİr müdavİm kİtlesİ var. Onlar burayı güncel hayatlarının İçİnde sosyal yaşamlarının bİr parçası halİne getİrmİşler.

Net Müșteri “Tedaș’dan emekli Tahsin Bey amcamız var. Restorasyona girdiğimizden haberi yoktu adamın. Çıktı geldi kapı duvar. Çok bozuldu haliyle. Ben nereye gideceğim, oturacak bașka yerim yok dedi. Biz 4 ay boyunca yıkıp dökerken içeriyi, saat 11’de șantiye șefiymiș gibi geldi, akșam saat 9’da bizimle beraber çıkıp gitti.”

Sakarya Caddesi Bardağımın dibinden seyrettiğim balıkgözü alemi biraz daha düșlemek için bir tane daha söyledim. Televizyonda maç dönüyordu. Düdük çaldı. Top dıșarı çıkınca bira silindirinin üzerine basan adam kösele ayakkabılarını kaydırdı. Birkaç futbolcuyla göze göze gelince kamera tribünlere dönerek formalı kadınları gösterdi. Bütün caddenin șișeleri avuç içlerinde yükseldi. Maçın sesini kıstılar, fısıldamaya bașladık. Ön masalardan bir adam bir bașka adama dönerek bir șeylerden bahsetti. O da yanındakine söyledi. Yanındaki de diğer yanındakine söyledi. En sonunda arka masalardaki bir kadın fısıltıyı bașlatan adamın yanına giderek benli elini uzattı. Adam kadını çekince bir anda öpüșmeye bașladılar. Baslı müzikler gibi kalp atıșları artınca masadaki teneke tabaklar kokteyl bardaklarına dayandı, titreye titreye ilerleyen bardaklar yere düșüp parçalanınca bir anda ortalığa kat kat renkler dağıldı. Kadının ruju adamın ensesini dudağından önce öperken, rahatsız olan birkaç müdavim sinirlenerek ayağa kalktı ve polis çağıracağını söyledi. Yaklașık 20 dakika sonra olay yeri inceleme ekibi geldiğinde maçın uzatmaları oynanıyordu. Kavga edenlerin arasına girdiler, kelepçeleri birbirlerine takarak uzun zamandır kırık olan ișletmenin tabelasını apartmanın alnına sabitlediler. Maç devam ediyordu. Midyesinin içinden kokoreç çıkan bir adamla karanfil kokusunun kendisine ayva tatlısını hatırlattığını söyleyen bir çift çingene palamuduna bakıyordu. Rakısı biten masaların üzerine yeni rakı döktüler. Birkaç Afrikalı vatandaș boynuna dizdikleri kalamar halkalarıyla hatıra fotoğraf çektirirken son düdükle beraber polisler de ayaklandı, ardından gelen saz ekibiyle hep birlikte halay çekerek elma kurdu gibi bir kapıdan girip bașka bir kapıya uzadılar.


NET PİKNİK Net Piknik Sakarya Caddesi kentin arka cephesi. Sıkıntının, muhabbetin, karmașanın ortamı. Net Piknik 1986 senesinde Piknik’in kapanmasının ardından Nuri, Eren ve Tamer isimli 3 üniversiteli arkadașın beraber açtıkları bir ișletme. Eski Piknik’in mirasçısı. Eren Bey, Piknik kapandıktan sonra arkadașlarına șu anda bulundukları lokasyonda yeni bir piknik açmak için teklifte bulunmuș. Ankaralı çok mutlu olmuș. Zamanla ortaklar yașını alınca, ișletmenin bașına Tamer Bey’in oğlu geçmiș. Kolay alınmıș bir karar değil. Eskiyen mekanı gözden geçirerek tabaklardan duvarlara kadar farklı bir gözle dokunmușlar. Mekan ruhunu kaybetmeden kısa bir aradan sonra tekrar açılınca eski müșterilerin yanında gençler de uğramaya bașlamıș. Profesörden gazeteciye, ev hanımından öğrenciye her kesimden geleni var. Müdavim okur yazar olunca kafalar gestalta çalıșmıș; değișen tabaklarda porsiyon azaldı diyenler, eski mayonezi soranlar, hardalı beğenmeyenler... Net Piknik aynı, sadece ambalajı değiști.

Adres İnkilap Sok. No:7 Sakarya Cad.

Telefon 312 435 06 41



B羹lten Sok. No: 21/A Tunal覺 Hilmi Cad.


ESKİ ANKARA'DA BİR CEVELAN Ankara’nın Zor Günleri FUNDA ŞENOL CANTEK, KURTULUŞ CENGİZ, FERAY ARTAR, MEHTAP ÇAĞLAR

999


Funda - Hamamönü’ndeki bu binanın fotoğrafını, fotoğraf makinasının live ayarında çektim. Sen de demiștin ki o zaman Kurtuluș: “Hile yapıyorsun”. Pitoresk bir manzarayı estetize etmekten söz ediyordun galiba. Feray - Bu güneș vurması bana umut çağrıștırdı, ayarlarla oynamak o kadar da kötü olmamıș yani. Mehtap - O harabiyeti gizleyen bir șeyi var. Funda - Gecekonduları, yoksul evleri genelde bu renge boyuyorlar. Feray - Biz bunun en uç noktasını gördük, rengarenk. Funda - Bu evle ilgili bir haber görmüștüm. Yanlıș hatırlamıyorsam tabii. Sanırım engelli bir genç. Evin iç ve dıș duvarlarında boș bulduğu her yeri resimleyerek sağaltıcı bir faaliyet yapıyor. Ama sanırım dıș cephe boyalarının ucuz olması, tercih için tek sebep değil. Feray - Sadece ucuzluğundan değil ama, evet. Mehtap - Orta sınıf evlerde de canlı renklerde koltuk ve perde vardı benim çocukluğum ve gençliğimde. Kurtuluș - Mutfak dolapları falan turuncu olurdu. Feray - Örneğin Amerika’da zenciler, beyazlara göre renkleri daha fazla kullanırlar. Dikkat çekmeye çalıșır gibilerdir. Büyük takılar takarlar falan. O çok renkli kıyafetler, tenin rengini gizlemeye hizmet edebilir. Ben biraz ezilmișlikle ilișkilendirdim. “Neden beyaz olsun ki? Renkli olsun” diye düșünüyor olabilirler. İspanya’da da öyledir ya. Beyaz, burjuva ahlakını çağrıștırıyor

999


999


Funda - Evlerin birbirine bu kadar yakın olması mahremiyeti ortadan kaldırabiliyor. Komșuluk ilișkilerini de yakınlaștırıyor mudur? Kurtuluș - Acayip ses gider birbirine, yediğin içtiğin her șey belli olur. Büyük bir aile gibi organize edilmiș. Bir arada yașayan aileler gibi. Herkese bir oda tahsis edilmiș. Mehtap - Sınırlar belirsizleșiyor öyle olunca. Funda - İște o mahallenin iyi ve kötü tarafları. Sarmalayan kucak, ayıplayan göz. Feray - Ses gider dedi ya Kurtuluș -. Ne ses gider acaba diye düșündüm. Ne ses yapacaklar ki? Funda - Kavga. Kocasıyla kavga eder. Çocuğuyla. Dayak yer. Feray - Ama kocasıyla bir kadın kavga…Kocası bağırır daha çok. Funda - Ama kadın da bağırır, beddua eder. Annemler, Niğde'den Ankara'ya göçtüklerinde, ilkin Kayabașı'nda oturmușlar. Bir gecekondu semti orası. Komșularla akraba gibi olmak hem kaçınılmaz, hem de avantajlı. Çünkü herkes aynı derecede gariban ve yoksul. Gerektiğinde birbirine destek atıyorsun. Mobilya ödünç alıp veriyorsun, borç istiyorsun, tuz, kahve istemeye yolluyorsun çocuğu falan. Annem anlatırdı: yan komșunun kocası alkolik ve her fırsatta karısına dayak atıyor. Evleri tek göz oda olduğu için, banyosu, mutfağı falan yok. Kadın kocasını sobanın dibindeki bir leğende yıkıyor. Bir gün yine kadın dayak yemiș, hırslanmıș belli ki kocasına. Yıkarken onu, kaynar suyu kafasına boca etmiș. Adam öyle bir öfkelenmiș, öyle bir canı yanmıș ki, kadını mahallenin eğri büğrü sokaklarında küfrede ede ve çırılçıplak vaziyette kovalamıș. İște bunlara șahit oluyorsun dip dibe yașadığında. Mehtap - Adam gider arkasından bağırır mesela. Funda - Kaynana-gelin kavga edebilir. Kurtuluș - Mahalle aslında herkesin her șeyi bildiği ama kimsenin biliyormuș gibi yapmadığı yer. Birçok Anadolu șehrinde evler böyle.

999


Feray - Ne olursa olsun bu bir kent görüntüsü, kır değil. Kırda evler birbirinden daha uzak aralarda bahçeler var. Hayvanların beslendiği yerler. Bu yakınlık etkiliyor olabilir bir șeyleri. İlk yapıldıklarında belki daha uzaklardı; sonradan aralarının doldurulduğunu düșünüyorum. Ayrıca șu düğünün olduğu sokakta kadınlar birbirleriyle, balkondan, camdan bağırarak anlașıyorlar. Fakat oradaki düğünle ilgili, biri diğerine șöyle dedi: “Bak, mahallenizde düğün var, niye gitmiyorsun?”. Karșısındaki de “Kimmiș kız o?” diye karșılık veriyor. Haberleri falan yok. Bahsettiğim, iki bina yandaki ev. Funda - Belki, yeni tașınan biridir. Çünkü, biraz da kinayeli bir sohbet imiș aralarındaki. 'Birileri var mahallede, orta yerde düğün dernek yapıyorlar ama kırk yıllık mahalle sakinlerinin haberi yok', durumu. Dokundurmalı, sitemkar bir konușma. Belki, bildiğimiz, mahallelerin çözülüșü orda da söz konusu olmuș.

999


Kurtuluș - O gün bizimle gezen arkadaș milliyetçilik üzerine çalıșıyormuș. "Osmanlı Ocakları ne? MHP yıldızı niye ters?" dedi mesela.

Feray - Orda Kına Evi olmasının bir nedeni de, bu 'hamamda Funda - Hükümet kendine kına' modası çıktıktan sonra kına organiyakın olan kurum ve kurulușlara burada zasyonu biraz Hamamönü taraflarına kaydı. Oraya gelen müșteriden faydalanyer vermiș görünüyor. mak için. Feray - Biz de kendi kendimize Mehtap - Gelin hamamı gibi düșündük: “Sosyoloji Derneği’ne buradan șeyler, eskilerde yapılan șeyler. Onların yer verir mi?” diye. geri dönmesi gibi biraz. Mehtap - Kale tarafında da o Funda - Eskiden kimse elinde tür dernek ve vakıfların mekanları var. kına izi istemezdi. Funda - Kına Evi var bir de bu Feray - O kına lekesinden civarda. Çok rağbet görüyormuș. Belki buradan gelen parayla vakıflara destek rahatsız olacak modernleșme sürecini de geçtik artık. veriyorlardır.

999


Funda - "Șiir Sokakta Hareketi", Gezi’de mi bașladı? Feray - Bizim aramızda duyulması öyle oldu. Funda - Ama daha önce bașladığına dair emareler var. Fotoğraflar da gördüm. Mehtap - Gezdiğimiz sokaklarda en fazla bu "Șiir Sokakta" tarzı yazılar gördüm. Hiç politik bir slogan görmedim. Hep așk. Feray - "Șiir Sokakta" kapsamında yazanlar da bașka yerden gelip oralara yazmıșlar sanki. Birkaç kișilik bir ekip gezip yazıyor gibi. Kurtuluș - Yazı karakteri de her yerde aynı gibi.

999


Funda - Mesela İsmetpașa'da çok politik mesajlar vardı. "Diren", "Kentsel Dönüșüm Felakettir", Gökçek'e küfürler falan. Ama sakinleri kentsel dönüșüm konusunda farkındalık halindeydi. Kiminle konușsan tedirgin ve sorgulayıcıydı. Görüyorsunuz İsmet Pașa'da çektiğim fotoğrafları. Feray - Kentsel dönüșüm zaten çok politize edici bir süreç. Mesela Dikmen Direniși'nde çocuklar bile farklı. Bir arkadașım Dikmen'de çocuk politikleșmesi çalıșıyor. Funda - Okmeydanı'nda yașayan çocuklar ve gençler hakkında da benzer bir çalıșma var.

999


Kurtuluș - Ahmet Hamdi diyor ki: "Ankara uzun tarihinin șașırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde buraları istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar șehirde geçmiș zamanların pek az izini bırakmıștır. Acayip bir karıșıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiș medeniyetlerden kalan șeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıștığı, hașır neșir olduğu pek az yer vardır."

999


Funda -O serserilik hali tatlı bir serserilik hali mi? Kurtuluș - Maç serserisi de olur. Taraftar serseri gibi. Mehtap - Damarcılar. Bir de orda, așağıda "yasak așk" vardı.

Funda - Buna ne diycez? Kurtuluș Yoksulluk estetiği. Funda-Baya konak gibi yapmıșlar. Feray - Aslında kentsel yenileme böyle bir șey olsaymıș, daha güzel olurmuș.

999


tamamen anlıyoruz.

Feray - Eve eklenen kısımların ihtiyaca yönelik olduğunu

Funda - Hurdacılık falan yapıyor olabilir oturan kiși. Topladıklarını koymak Kurtuluș - Ben daha fonksiyonel için kullanıyordur belki orayı. düșünüyorum. Boyası yine nalburlarda Feray - Sürekli evin ihtiyaca göre kalan boyaların kullanılması sebebiyle değiștirildiğini görüyoruz ama değil mi? Biz olabilir. pencerelerimizi iptal edebilir miyiz? Funda - Belki de karıștırılıyor. Bir Funda - Edebiliriz. Babam, parça sarı, bir parça turuncu kaldıysa tuhaf balkon kapısını iptal edip yarısına kadar renkler çıkıyor olabilir. duvar örmüș, onu da pencereye Feray - Kapılar çok küçük, dönüștürmüștü. farkındasınız, değil mi? Kurtuluș - Biz de hep öyle Funda - Depo kapısı olabilir mi? yaptık. Balkonların içeri katılması bir klasiktir mesela. Çünkü penceresi yok o kısmın. Feray - Biz kiracıydık, belki o Mehtap - O merdivenler sonradan yapılmıș ya. O yükselmiș ve orayı yüzden yapmamıșızdır. kapatmıș olabilir. 999


Kurtuluș - Turuncu, kırmızı, pembeleșmiș kırmızı ve sarı. Dıș cephe renkleri böyle. Feray - Șimdi kırmızı olan ilk boyamıș. Artanına sarı katmıș. Mehtap - Buenos Aires'de de favelalarda hep böyle bir renk hakimdir. Onlar hemen gözümün önüne geldi. Kurtuluș - Rengarenk bir dünya kuruyorlar.

Kurtuluș - Fermuar mı yazıyor orda? Funda - Hayır, bence "farkederse". O da farketmez, yeter ki bir kadın olsun. Mehtap - Neriman'ı diğeriyle mi aldatmıș da, onu mu ilan ediyor? Funda - Benim için kadın olsun, o da olur, bu da. Bağlanmıyorum. Bir kadın olsun yeter. Feray - Ama bir șey söyleyeceğim: bu așk konseptine hiç uymadı yani.

999


Feray - Bunlar hakkında bir șey söyleyemez bir haldeyiz. Bilmem farkında mısınız? Hiç bir karakter yok. Kurtuluș - Bunlar bir tuhaf çünkü. Dilimizin tutulduğu, hep aynı șekilde tasarım yapmak, "Bu ne ya?" dediğimiz. Hamamönü tasarımının hepsi aynı. Mehtap - Benim yorumum var aslında. Orda yürürken de konușmuștuk ya. Bu tip tahta, eski ev yerine, gösterilenlerin hepsi, Türkiye'nin her yerinde aynı. O yüzden bana çok "yokyer" gibi geliyor. Beni tüm o mekandan fırlatıp atıyor sanki. Funda - Safranbolu'da da var, Akçakoca'da da gördüm. Beypazarı'nda çok var bunlardan. Mehtap - Bursa'da da var. Hiç bir șey sunmuyor, hiç bir karakteristik... Hiç bir șey diyemememizin sebebi o olabilir. Funda - Hangi șehirde yașadığın önemli değil, hangi rezidansta, hangi konakta yașadığın önemli gibi. Çorum'da da olsa, Antalya'da da olsa aynı konut mimarisi içinde yașıyorsun. 999


Funda - Farklı katmanlar üst üste. Bir nevi kentsel palimpsest diyebiliriz .

Funda - Burası bir kafenin duvarı. Yazın açılıyormuș. Șimdilik metruk. Bir Osmanlı kahvesi resmetmișler duvara. Yabancı turisti cezbetmeye yönelik bir șey. Eril bir ișaret buraya nakședilen. Mekanı cinsiyetlendirmiș. İșletenler arasında kadınlar da var. Müșteriler sadece erkekler değil, burası da bir kahvehane değil. 999


Funda - Hacamat hala yapılıyor. Mehtap - Deriye çizik atarlar. Pis kan çıksın diye. Feray - Ama bakın, geçmiș, eski bir gelenek sürdürülüyormuș gibi bir hissiyat yaratmamakta. Kupa çekmek tekrar moda olmuș bir șey günümüzde. Çünkü yeni malzemeleri çıktı, o yüzden burada yazıyor. Belki bir dönem orda kupa satılmıyordu bile. Funda - Olabilir. Çünkü geleneksel tıp tekrar moda oldu. Mehtap - Geleneksel tıp moda oldu ama orta üst sınıf için moda oldu. Spiritüel șeylerle birlikte, yoga moga. Funda - Alt sınıftan biri hacamat için gidip kupa almaz. Annanemin arkadașı yapardı, çay bardağıyla. Banyo traș bıçağı ne demek? Etek trașı denen șeyi mi yapıyorsun? Erkekler için mi bu? Kurtuluș - Büyük ihtimal erkeklerindir. Kadınlar gelip banyo traș bıçağı almayacağına göre. Yüz için olana göre daha az keskin.

999


Funda - Bu anfitiyatro yeni yeni ortaya çıkarılan bir șey. Bir de kötü bir restorasyona kurban gitmiș. Belediye, gördüğünüz gibi bazı sıraları mermerle kaplamıș. Șikayet üzerine yarım bıraktırılmıș restorasyon. Henüz yıkıntı halinde olduğundan, karanlık görünüșlü erkekler ișgal etmiști mekanı. Kötü kötü baktılar biz fotoğraf çekerk-

Feray - Biz bu fotoğrafa bakıp bir uyum ya da uyumsuzluk görüyoruz ya, içinde yașayan insanlar öyle bakmıyordur. Funda - Hıdırlıktepe. Evet, içinde ve dıșında. O turist bakıșı hali çok farklı. Bir de bakın boșaltılmıș kentsel dönüșüm ve soylulaștırma kapsamında. Feray - Bunların bir kısmında Suriyelilerin yașadığını ben gördüm. Hatta kira veriyorlar. Ama kira aslında almaması gerekiyor ev sahibinin. Kurtuluș - Muhtemelen bunlar gidecek, iki üç seneye kalmayacak bu evler. Funda - Bu yaz bile gidebilir. Çünkü çoğunda hiç kimse oturmuyor. Feray - Ben șey bile duydum: anons geçiyorlar, "Dikkat dikkat! Evler boșaltılıyor, acilen çıkın! Yıkılacak. Bilmem kaçında" 999


Funda

Roma Yolu

burası. Kurtuluș - Kenarında kadın pazarlığı yapıldığından bahsetmiștiniz. Arkadașlar, 'biz de gidip bir oturalım. Bakalım kaça gidicez?', dediler. Esnafın bir kısmının seks ișçiliği yapan bu kadınlara hizmet etmediğini söylemiștiniz. Funda - Evet, evet.

Funda - Kesme tahtasını oraya kapatmıșlar. Kurtuluș - Öbür fotoğrafta da bahçeye çekyat koymușlar. Çit yapmıșlar. Yaratıcı çözümler. Feray - Çöpe atmayıp bașka șekilde değerlendirmek. Evde bulunan imkanlarla çözüm geliștirme.

999


Kurtuluș - Bir kalp kırıklığı var. Funda - Üstte de "Çok kașar, az yașar". Feray - "Çok kașar, çok yașar" diye biliyorum ya ben bunu. Funda - Ama ahlakçı bir tavırla değiștirilmiș olabilir. Feray - Kașarın stresi olmaz, derdi olmaz gibisinden. Funda - Buralarda çok seks ișçisi yașıyor. Onlardan duyulan bir rahatsızlıkla da yazılmıș olabilir mi? Feray - Benim bildiğim, seks ișçisine "kașar" demiyorlar. Kașar, biraz daha hafifmeșrep bulunan kadınlara deniyor. 999


Mehtap - Gerçek eski Ankara evleri gibi. Funda - Șu balkonun saçağını sonradan yapmıș olabilirler. Binaların sıralanıșı sokağa uyum sağlamıș. Sokağın doğasına uygun.

999


999


Feray - Șurda șöyle bir merdiven görüyorsunuz. Bu oturmak için. Bașka hiç bir ișe yaramıyor. Ne eve giriși var, ne biși var. Funda - Kapı önü sosyalleșmesi bu. Mesela șu kalabalık fotoğrafta da Kale'de, kapı önünde toplanıp hem sohbet edip hem de boncuk dizerek ev eksenli üretim yaptıklarını söyleyebileceğimiz kadınlar görüyoruz. Hem güvenli bir mekandalar, hem kapı önüne çıkmaları meșrulașmıș oluyor, hem de kolektif bir iș yapıp aile bütçesine katkıda bulunuyorlar. Bu da onları hane içinde bir ölçüde güçlü kılabilir. Șu naylonla kaplı kanepe de, iyi havalarda kadınların burada da kapı önünde toplaștıklarını gösteriyor. Balkon, kapı önü sosyalleșmeleri, hem içerde/hem dıșarda olmayı sağlıyor. Evin içindeki sokak, sokağın içindeki ev, diyebiliriz. Feray - Belki daha önce üstünde kapı vardı. Kapı ortadan kalkmıș ama eșik yok edilmemiș. Bir bașka amaçla kullanılıyor.

999


999


Turșunun Miti Sair zamanlarda bir kadın, yatakta kıvranmaya bașlayıp döne döne altındaki kumașı toplayınca kocası uyanıp terleyen kadını kaldırmıș. Kandilin fitilini ateșlemiș, odanın rengi sararmıș. Uyurken turșu diye sayıklayan karısının seğiren gözlerini izlemiș. Bu durum adamın kafasına takılmıș; Her gece aynı olay mevsimler gibi tekrarlanırken adam artık dayanamamıș ve evine bir hoca çağırmıș. Hoca kapıdan uzanmıș, tel dolapları aralamıș, yorganın altını kaldırarak kapı tokmaklarına yüzünü sürmüș. Derin derin nefes alarak haneye büyü yapıldığını söylemiș ve tekrar gelmek üzere gülümseyerek ayrılmıș. Aradan birkaç gün geçtikten sonra kadın titremeye bașlamıș. Ataklar artarken kocasının kafası bulanmıș. Hoca çıkmıș gelmiș, elini uzatarak rüyalarını istemiș. Bileklerini sıyırarak bulanık sulara daldırmıș. Yemyeșil kırları, göğe yükselen sarmalları, lahanadan sandalları, ekșili sularda boğulan pullu çocukları anlatmıș. Hocanın dili tutulmuș, kekelemeye bașlamıș. Gözlerini yumarak mırıl mırıl söylenmiș ve aldığı en derin nefesi hastanın yüzüne üflemiș. Kadının yüzü serinlemiș. İște bu koku demiș. Turșu gibi kokuyor. Kadın kocasını boșamıș, hocasıyla evlenmiș. Zamanla adam kinlenmiș, suyu çekilmeye bașlamıș. İnsanlardan kaçarak toprak katına yerleșmiș. Ağaç köklerinin arasında sebzelerin rengini akarsuların sesini dinleyerek karısının rüyalarında dolașmıș. Zaman geçtikçe keșfetmiș, toprak kapları doldurmuș, bekledikçe beklemiș. Gün ıșığına çıkınca çalmıș hocanın kapısını ve turșu dolu testiyi kadının bacaklarına fırlatmıș… Hoca korkudan irkilmiș, o günden beri karanlık sadece turșulara yaramıș. Ankara’ya 26 yașında geldim. Geldiğim günden beri hep çalıștım. Sürekli turșu yaptım. Biz gezmek nedir bilmedik. Trene binip șehre gelirdik, iș bitince geri Sincan’a dönerdik. Nedense o zamanlar Ulus’tan korkardık. kalabalığın içinde dolașırdık. Ankara’nın Turșusu Azeri Turșu 1958 yılında İsrafil Keskin tarafından Bahçelievler’de kurulmuș. Ahmet Bey’in abisi ișletmeye çırak olarak girmiș zamanla mekanın sahibi olmuș. Çok denemișler, çok çalıșmıșlar. Birçok lokantaya, lokale buradan turșu gidiyor. Mevsim geçișlerinde kapıda kuyruk oluyor. Kozalak turșusundan muz turșusuna çok fantastik bir evren. Elinizi daldırın dilediğinizi deneyin.


. “”. . . . . . . .

AZERİ TURŞUCU Adres Kazakistan Cad. No: 71/A Bahçelievler

Telefon 312 222 93 27


Tıraș Köpüğü Birkaç sene önce Kızılay’da telefonla konușuyordum. Turist bir aile hamburgerciden dondurma aldı. Yürümeye bașladılar. Bende arkalarından gidiyordum. Leș gibi sıcaktı hava. İleride bekleyen Maraș dondurmacısı onları görünce çıkardı dondurmayı birkaç kez sündürdü. Zillere vurdu. “Lan o yaladığın tıraș köpüğü lan!” dedi.

“”

Biz Rumeli göçmeniyiz. Dedem 1955 yılında Türkiye’ye 1956 yılında da Ankara’ya gelmiș. Dondurmayı kim yapar, Romalılar yapar. O dönemde göç var. Yugoslavya İtalya arası sürekli gidip geldikleri için dondurmayı oradan öğrenmișler. Dedemin dedesi sonra dedem, babam, ardından da ben. Biz 4. kușağız. 60 yıldır sektörün içindeyiz, en iyi dondurmayı yapıyoruz.

Meto Dondurma Bir kușak, dondurmayı mevsim sebzeleri gibi sadece yaz aylarında yediği için ağaçlarda yetișen bir meyve olduğunu zannederek büyüdü. Ne zamanki revaniden browniye geçildi, o zaman yemeğin garnitürü gibi tabağın kenarında alıșık olmadığı bir mevsimde dondurma yeme șansını yakaladı. Karın buzun üzerini meyvelerle süsleyen Romalıların bilmem kaç yıl önce kıș mevsiminde keșfettikleri farklı aromaları sadece yazın yenebilecek bir ürün gibi düșünen Anadolu insanı, kıșın çıkan domateslere ve buzhane balıklarına bu kadar șașırmayı aklının ucundan bile geçirmedi. Farkına varamadığımız bir șekilde mevsimle birlikte hareketlenen dondurma piyasası, yaz așkı temalı reklam filmlerinden leke çıkartıcı deterjanlara kadar günlük yașantımızın her hareketine maddi bir zemin hazırlarken, biz sahil kıyılarında, kordon boylarında hanımıyla baldızıyla çoluk çocuk dondurma yiyen adamların masumiyetini kıskandık. Piyasa gitgide birkaç markanın tekeli altına girerken semt aralarındaki küçük ișletmeler, ekmek fırınından pastaneye doğru yavaș yavaș içerik değiștirip mevsim normallerini beklemekten vazgeçtiler. Bu süreç içerisinde Meto Dondurma kendi alanında yıllarca ayakta kalabilmiș ișletmelerden biri. Dededen öğrendikleri geleneksel yöntemleri günümüzde uygulamaya devam ediyorlar. Yaban mersinine ve böğürtlene benzeyen brovnica adlı bir meyveden özel bir dondurmaları var... Eskiden tuttu frutti satıyorlarmıș. Cebine parasını koyup gelen çocuklar sırıtarak dondurma isteyince ismini karıșık dondurma olarak düzeltmișler. Yaz kıș kapıları açık. Çeșit çeșit, rengarenk.


“” “HAZIR DONDURMALARIN ÇOĞALMASI DONDURMAYI İTİBARSIZLAŞTIRDI.”

METO DONDURMA Şubeler Adres Hürriyet Cad. İș Merkezi, No: 134/B Dikmen

Telefon 312 321 78312 48 312 12 24 Giresun Cad. No: 37/D Etlik 312 321 78 48


aloalo nACİnACİ NERDESİN NERDESİN

aloalo nACİnACİ NERDESİN NERDESİN

“”

dünyanin en lezzetLİ Şeyİ Dİye baĞırıyorum. ÇÜnkü dünyanin en lezzetlİ Şeyİ! ben 31 yildir satiyorum, Yerken

oh! oh! dİyorum.


CİĞERCİ NACİ Beraber BeraberYeriz Yeriz “Bir bebek arabası buldum. Evde de bombeli televizyona benzeyen bir akvaryum vardı. Aldım onu ters çevirdim. Arabayı hazırladım ama cesaret edemiyorum. Birgün amca oğluyla beraber geziyordum. 10.000 lira borç ver dedim. Ne yapacaksın dedi. Kardeșimin kızının yaș günüydü, ana hediye alacağım dedim. Boșver ciğer al, ciğer sat dedi. Ya satamazsam dedim. Satamazsan beraber yeriz dedi. O gün gittik 4 kilo ciğer aldık. Patladı gitti. 31 yıl olmuș.”

Hikaye oldukça romantik. Bașaranın arkasında yuvanın bekçisi hanım var. Bir hamilelik anında canı ciğer istemiș. Naci yıllarca her iși denemiș. Tezgahı açıp sokağa çıkınca ișin șekli değișmiș. Müșteri dayanamamıș, sana ulașamıyoruz telefon al demișler. Önce yok alamam demiș. Al biz öderiz, araba da alırız ev de alırız demișler. Naci bakanlardan önce ilk cep telefonunu almıș, ardından internete yönelmiș. Yoldan geçerken Naci’yi gören, ciğerciye bak telefonu var, diyormuș. Patron ağı kurunca vekilinden esnafına herkes aramaya bașlamıș. Naci’nin tezgahı seçim kampanyası gibi. Sürekli arabasının camından gelene geçene el sallıyor. Uygun bir yere çekince arka tarafa çıkıyor, çeyrek yarım dağıtıyor. Takdir etmek lazım, kabul görmek kolay değil. Șehrin herhangi bir yerinde telefonun ucunda: 0532 367 38 77

Adres Ayrancı, Küçükesat Tunalı Hilmi Dolayları

Telefon 532 367 38 77



TAŞHAN AKADEMİSİ Adres facebook.com/groups/ TashanAkademisi



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.