İÇİNDEKİLER
04 Haberler-Ressam Ersin BURAK'a Çizgi Roman Onur Ödülü 05-10 Öykü- Son Sefer 11-12 Çizgi Roman - En İyi Yaşayan Bilir... 13-17 Çizgi Roman Uyarlamalar -Kılıç ve Büyü Öyküleri ve de KULL 18-21 Çizgi Roman Uyarlamalar -Robert E. Howard Uyarlamalarına Fatih KULL ile devam edelim. 22-24 Öykü - Tekinsiz Ev 25-27 Sinema- Hafızalara Kazınan 15 Western Filmi 28-35 Çizgi Roman - Damlalar 36-37 Yazarın Kaleminden-Direnişin Çizgisi Diren Çizgi Roman 38-41 Öykü -Cam Masanın Altında (1) 42-43 Kitaplık- İftrit 18-19 Sadık YEMNİ 44-45 Öykü- İltibas 46-50 Çizgi Roman - Umut UZUN 51-54 Sinema-Sinemada İllüzyon ve "Büyü" 55-61 Öykü- Sucuklu Yumurta 62-63 Dergi Tanıtım- Fire Uluslararası Mizah Dergisi 3.Sayısı 64-67 Manga İncelemesi - Psycho Pass 68-73 Öykü- Yalıncak'ın Laneti 74-81 Sinema- 2012-2013 Sezonu Değerlendirmesi(1) 82-83 Çizgi Roman İnceleme-The Mighty Avengers, 2 Cilt Venom Bombası, 84 Kitap Tanıtım-Klasik Spider Man 1, Hellsing 4 cilt. 86 Pinup
Wuthering Heights (1992)
71. Sayı ile
tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ, Zeynep BAYRAKTAR, Mehmet Berk YALTIRIK, Fatih YÜRÜR. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Ramazan TÜRKMEN Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
Merhaba Gölge e-Dergi Sayı 71 ile bir kez daha sizlerle birlikteyiz. Gölge bu sayıda fabrika ayarlarına geri döndü. Bu güne kadar alışageldiğiniz klasik formatımız ile sizlerleyiz. Bu sayıda yayın kurulu üyelerimizin arasına yeni arkadaşlarımız katıldı, kendilerine hoş geldiniz diyoruz. Zeynep Bayraktar, Fatih Yürür, Mehmet Berk Yaltırık yazıları ile yakından tanıdığınız arkadaşlarımız, bundan böyle sadece yazıları ile değil yayın kurulu üyesi olarak da dergimize katkıda bulunacaklar. Gölge e-Dergi bu sayısında ayrıca bayram hediyeli. Meryem Çimen’in Gölge’de yazıp çizdiği yedi sayı süren “Lanet” isimli çizgi romanın bu defa tamamını bir kerede veriyoruz. Meryem Çimen’e bir kez daha teşekkür ediyoruz. Ramazan Bayramı’nızın şeker tadında geçmesi dileğiyle herkese iyi bayramlar. İyi okumalar Gökge e-Dergi Editörü Mehmet Kaan SEVİN Ç
3
Haberler
Öykü
Ressam Ersin BURAK'a Çizgi Roman Onur Ödülü Yurt Gazetesi’nde bir süreden beri çizgi romanlarını severek okuduğumuz Ressam Ersin Burak’a çizgi roman sevenlerce yılın çizgi roman onur ödülü verildi. Çrop, Frp.Net ve Gölge e-Dergi sponsorluğun da bu sene dördüncüsü gerçekleştirilen Türk Çizgi Roman Okurları Ödüllerinde kategori adayları yine okurlar tarafından belirlendi ve sonra okurlarca oylandı. Çeşitli kategorilerde çizgi romana emek veren sanatçıların, yayınevlerinin, çevirmenlerin ve eserlerin oylandığı ödüllerde bu sene bir ilk gerçekleşmiş, sponsor oluşumların yöneticilerinin özel oylamasıyla Türkiye’nin bu ilk ve tek çizgi roman ödülleri’nin “Çizgi Roman Onur Ödülü” ressam Ersin Burak’a verildi. Dünya’da fenomen haline gelen çizgi romanlar ne yazık ki uzun bir süredir gazete sayfalarından adeta uzaklaştırılmış, yer verilmez olmuştu. “Eskiden gazetelerde çizgi romanlar olurdu,ne güzel okurduk” diye serzenişlerde bulunanlara en güzel armağan Ersin Burak ustamızdan geldi.Yayın hayatına yeni başlayan Yurt Gazetesi’nin de değerli katkıları ile çizgi roman gazete sayfalarına geri döndü. Bu şekilde “Civanmert Kerim”in maceralarını eski okurlar yeniden anımsamış, genç okurlar ise tanışmış oldu. Çizgi roman Yurt Gazetesi sayfalarından yine bir sonraki gün “ne olacak” diye merak edilerek heyecan içinde takip edilir oldu. Ersin Burak, Civanmert Kerim’in yanı sıra Cumhuriyet’in ilk şehidi “Kubilay” çizgi romanı ile de Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl zor koşullar da kurulduğunu anımsattığı bir diğer çizgi romanıyla da yakından tanınıyor. Bir dönem ülkemiz çizgi roman çizerlerinin kalitesini yurt dışında da temsil etmiş olan değerli çizgi roman üstadımız Ersin Burak’a Türk çizgi romanına yapmış olduğu değerli katkılardan ve çizgi romanın tekrar gazete sayfalarına geri dönmesini sağladığı için teşekkürlerimizi sunmamız gerekir. Nice yıllara ve nice eserlere ve nice ödüllere büyük usta.
4
Halt! Serisi: 2 Nasib Öğretmen ve bir günlük Fatima bebeğe
Son Sefer
Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler, değil mi anne? Bir Boşnak çocuğun sorusu
Bulunduğum yerden büyük bir oyun bahçesi ve onu çevreleyen dört katlı binalar görünüyordu. Mimari olarak farklıydılar. Daha önce ömrümde hiç bulunmadığım bir yerdeydim. Hemen önümde köşede kaldırımda yüzü bana dönük uzun boylu bir adam duruyordu. Onun beş metre kadar arkasında karşı kaldırıma bir minibüs park etmişti. Bakımlıydı, ama bayağı eski bir modeldi. İçindeki kıpırtılı silüetlere bakılırsa içi doluydu. “İyi geceler bayım. Sizi kategorize edemiyorum. Sorduğum için özür dilerim. Bu sokakta mı oturuyorsunuz?” Krem rengi pantolon, bordo renkli tişört giymiş, bembeyaz kısa saçlı adam yetmiş başlarında falan olmalıydı. Sokak lambasına çok yakın durduğumuz için mavi gözlerindeki hafif yollu tedirginliği görebilmekteydim. “Benim için de bir sürpriz.” dedim. “Burası neresi? Hangi şehir yani?” İri yarı adam içini çekti. Yüzümden dalga geçip geçmediğimi sezmeye çalıştı ve sonunda “Amsterdam.” dedi. “Gerçekten mi?” Şaşkınlığımın samimiyet derecesinden etkilenmişti. “Buralı değil misiniz?” “Değilim. Hayatımda Amsterdam’da sadece iki gün bulundum. Rijks Müzesi, Van Gogh Müzesi, Dam Meydanı, Kırmızı Işıklar ve bol bol bira. Bütün hatırladığım bu. On yıl önce falandı. Karımla henüz boşanmıştık. Bekârlığımın tadını çıkartıyordum.” Yaşlı adam gülümsedi. “Burası şehrin doğusu. Başkan Brand sokağı. Afrika semti derler genel olarak.. Amsterdam’da sadece iki gün kalan bir turistin buraları bilmemesi çok normal. Biliyor musunuz, aslında önce sizi görev teslimatı için gelen bir stajyer sandım, ama bu pek mümkün değil. Çünkü bu gece... Şimdilik seferlere ara veriyoruz. Bu minibüs sonuncu olacak.” “Bir önceki adımım buradan binlerce kilometre uzaktaki bir şehirdeydi.” dedim. “Tıpkı şu anda olduğu gibi geceydi. Orada bir rüyadaydım ve bunun yarı bilincinde ‘bakalım şimdi ne olacak’ beklentisiyle bir sokakta yürüyordum. Saatime yeni baktığım için biliyordum. Neredeyse sabahın dördü olmasına rağmen sokak bayağı doluydu. Cıvıl cıvıl bir yaz gecesini soluyordum. Bütün dükkânlar açıktı. Eskiden bakkal dediğimiz küçücük bir marketin önündeki tel sette duran gazetelere bakmak için durmuştum. 11 Temmuz Perşembe gecesini Cuma sabahına bağlayan anlardaydım. Başlıkların bir çoğu 18 yıl önceki Srebrenitsa katliamıyla ilgiliydi.” “Yani uyanmak yerine bir rüyadan buraya geçişlendiniz?” “Sanırım öyle.” “Çok ilginç. Genellikle insanlar şu minibüsü fark etmeden geçip giderler. Bir taksi neredeyse tamponları minibüse değecek kadar yakın durur. İçinden çıkanlar başını bile çevirip bakmaz. Şoför müşteriyle yaptığı kilometreyi taksinin seyir defterine kaydederken burada olan bitenlerden öyle uzaktır
5
Öykü
ki. Neden tam şurada iki metre arkada durduğunu sorgulamaz. Buradan geçen hiçbir araba, motor ya da bisiklet minibüse çarpmaz; hemen dibinden geçmez. Bütün farkındalıkları bu kadardır. Neden yaptığımızı bilmediğimiz binlerce davranıştan biri olarak kalır. Komşular da on sekiz yıldır burada süregelen faaliyetten bihaberdir. Beni burada kaldırımda dikiliyor görürler, ama zihinleri bunu süreklilik şeklinde algılamaz. Çünkü benden hiç şüphelenmezler. Neden haftada bir gece sabah gün ağarana kadar burada durduğumu kafalarına takmazlar. Bazen bir köpek işi çakar.“ Adam gülümsedi ve solundaki dairelerden birini işaret etti. “Şurada ikinci katta yalnız oturan benim yaşlarımda bir adam var. Benden yirmi santim kısa, ama kilomun iki katı cüsseye sahip. Eski bir saksafoncu. Çok şirin bir köpeği var. Rus finosu diyorlar ya. O tip. Adı Moody. O, beni de minibüsü de, içindekileri de görüyor. Hiç hırlamaz. Minibüsün yakınlarında asla pislemez. Çok ilginç bir şey kokluyormuş gibi buralarda oyalanır. Adam da çok soğuk ya da yağışlı bir hava yoksa üstelemez. Belki köpeğin antenleriyle bir şeyler hissediyordur o da. Bana ‘iyi geceler’ der. Birinci kez yanımdan geçerken. Dönüşte ise çoğu kez görmezden gelir. Çünkü selam verirse burada gece sabaha karşı yağmurun altında ne yaptığımı soracağından çekinir. Haklı. Özür dilerim size kendimi tanıştırmadım. Adım Gerard.” Adımı söyleyip adamın uzattığı elini sıktım. “Adınız ne çok şeyi açıklıyor, ama benim en çok merak ettiğim nokta bir rüyadan buradaki gerçek dünyaya ayak basabilmeniz. Rüyanın içinde rüyaya tamam derim de, iki gerçek mekân arasında bir rüyanın köprü durması durumuyla ilk kez karşılaşıyorum.” “Benim için de bir ilk.” dedim. “Bir dakika ya... Biz hangi dilde konuşuyoruz?” O kadar doğal bir şekilde zorlanmadan konuşuyor ve söylenenleri anlıyordum ki bu garabeti ben de o söyleyince fark etmiştim. “Ben kendi ana dilimi konuşuyorum.” dedim. Gerard şaşkınlıkla başını salladı. “Ben de.Vay canına. Ne jübile akşamı ama!” “Burada tam olarak ne yapıyorsunuz?” “Şu gördüğünüz minibüs Srebrenitsa’ya gidiyor. İçindekiler de yolcular. Şurada biraz ileride Bulgaristan’a yolcu götüren bir minibüs kalkardı. Gece yarısı Bulgarlar araca biner ve memleketlerine doğru yola çıkarlardı. Ucuz tarifeyle. Genellikle cuma akşamları. Srebrenitsa seferleri ise salıyı çarşambaya bağlayan gecelerde yapılır. Bana gelince... Bir gün evde Martha’yla, karımla yemek sonrası kahvesini içiyorduk. Wormerveer’de. Biraz kuzeyde küçük bir yerleşim yeridir. Ansızın bir düşünceyle doldu zihnim. Bir ses buraya gelmemi söylüyordu. Sesi dinlerken bu sokağı ve bu minibüsü gördüm. Aslen Wormerveerliyim, ama Amsterdam’ı iyi bilirim. Yine de burayı bulabilmek için oğlum Jan’ın çizimlerini kullandım.” “O nereden biliyormuş?” “Jan o tarihten birkaç ay önce motor kazasında ölmüştü.” “Toprağı bol olsun.” “Sağolun. Güneşli bir Pazar günüydü. Şubat sonunda uzun ve gri kış günleri sıkıcı yüzünü gevşetmiş ve güneş açmıştı. Öğlen motorla evden çıktı ve geri dönmedi. Akşam dönüş yolunda bir arabayla çarpışmış. Olay yerinde öldü. Onun güncesini karıştırırken bu sokakların kurşun kalemle çizilmiş bir şemasını gördüm. Altında ‘Sıra bana geliyor’ yazılıydı, ‘bana‘nın altını çizmişti. Tarihi de yazmıştı. 8 Nisan gecesiydi. 8 Nisan 2008.“ “Anlıyorum.” “Martha ile kırk dört yıldır evliyiz. O gece nedenini bilmemesine rağmen Amsterdam’a gitmek istememi çok anlayışla karşıladı. Jan ölmüştü, ama sevgisi aramızda bir tümsek gibi duruyordu. Çok
6
7
Öykü
Öykü
sevilen birinin kaybı bazı şeyleri mazur kılar. Neyse... Sizin durduğunuz yerde birisi gelmemi bekliyordu. Uzun boylu, kırk ortalarında zayıf bir tipti. Avurtları çöküktü. Ayakta zor duruyordu. Hastaydı. Çok hastaydı. Srebrenitsa’da görev yapan BM askerlerinden biriydi. Teğmenmiş. Pişmandı. Çok pişmandı. Bana minibüsü gösterdi. Durumu izah etti. Adam kanserdi. Birkaç haftalık ömrü kalmıştı. Görevi bana devrediyordu. Telefon numarasını da verdi. O gece bana staj oldu. Teğmen üç hafta yaşadı. Her sefer sonrası onu arayıp tekmil verdim. Dördüncü kez aradığımda telefonu kimse almadı. Üçüncüde bilinci aldığı ağrı kesiciler, morfin nedeniyle iyice kısıktı. Güç bela kim olduğumu hatırlamıştı. Aradığım için çok sevinmişti. Ağladı konuşurken. Ben de ağladım.” “Jan da mı askerdi?” Tam Gerard bir şey diyeceği sırada genç bir çift sağımızda kalan köşeyi döndü ve bize doğru yürüdü. Yirmi başlarında taze sevgililerdi. Adımları sabırsızlık yüklüydü. Yanımızdan geçerken bizi hızlı ve sıradan bir merakla süzdüler. “Onlar da sizi gördü.” Bunu ben de fark etmiştim. Genç bakışlar benim suretimi de yalamıştı. Başımla onaylayıp geçenlerin arkasından baktım. Başlarını geriye çevirip çevirmeyeceklerini merak ediyordum. Buna niyetleri yok gibiydi. Daha ciddi bir mevzuya odaklandıkları belliydi. “Komşular. Hemen şurda oturuyorlar.” Gençler Gerard’ın işaret ettiği yere girip gözden silindiler. Sokaktaki tek hareketlilik bu değildi. Parkın diğer ucunda bir taksi durmuştu. Yolcu indiriyordu.Islıkla bir melodi çalan orta yaşlı, uzun saçlarını arkadan bağlamış bir adam bisikletle bulunduğumuz sokaktan geçip gitti. Sapsarı bir tişört ve siyah kot giymişti. Gerard’ın yüzü nostalji lambalarını yakmıştı. “Beetje verliefd. “ dedi. “Andre Hazes adlı ünlü bir şarkıcımızın unutulmaz parçası. Seksen başları. Biraz Âşık. Bu parça bir ara dilimden hiç düşmezdi. O da yıllar önce öldü. Amsterdamlıydı.” Bu ismi hiç duymamıştım. Bunu düşünürken bana göre sol ileriden birisinin bize yaklaştığını gördüm. Diğer gelip geçenlerden farklıydı. “Bu bir yolcu.” dedi Gerard. Uzun boylu, zayıf yapılı otuz yaşlarında bir erkekti. İki günlük sakallı yüzünde huşu veren bir dinginlik vardı. Uzun kollu uçuk mavi bir gömlek, sol dizi yırtık lacivert kot kumaştan bir pantolon vardı üzerinde. Mokasen ayakkabıları iyice eskimişti. Yanımızdan geçerken bize bakıp gülümsedi ve başını eğerek selam verdi. Biz de aynı şekilde mukabele ettik. Adam minibüse bininceye kadar bakışlarımızla takip ettik. Ensemdeki kıllar diken diken olmuştu. “Jan orada askerdi.” dedi Gerard bir ton daha alçak bir sesle. “Thom’un emrindeydi. Radko’nun yaptığı katliama tanık oldu. Öldürülen sekiz bin küsur Boşnak’ın sağlık ve esenliği onlara emanetti. Bir şey yapamamanın acısıyla kahroldu. Srebnenitsa’dan döndükten sonra bir daha asla aynı insan olmadı. İçinde bir şeyler eksilmişti adeta. Bize neredeyse hiçbir şey anlatmadı. Motora binmeyi severdi. Dayısına çekmiş. Martha’nın abisi de öyleydi. Sayısız kaza, sayısız kırık ve sıyrığa rağmen yaşıyor hâlâ. Elli yıl motora binmişti. En sonuncu motorunu Jan’ın yirmi beşinci yaş gününde hediye etmişti. Bir Kawasaki’si vardı. Onun jübilesiydi. Jan motora gözü gibi baktı. Ve sonra bir gün...” Eliyle boş ver anlamına bir işaret yaptı, ama dili buna uymadı. “Oğlum son yıllarda çok içiyordu. Nişanlısından ayrılmıştı. dikkati dağılmış olmalı. Bizim küçük bir nakliye şirketimiz var. Orada çalışıyordu. Sıkılınca ya bir kenara çekilir ya da motora atlayıp Almanya’ya, İtalya’ya falan giderdi. On bazen on beş gün. Dönüşte hayata yeniden katlanabilir durumda olurdu. Yüzü az da olsa gülerdi. Böyle anlarda içimde umut yeşerirdi. Gençti ve ömründe daha uzun bir ömür vardı. Tek çocuğumuzdu.”
Gerard sözlerine ara verince kalbimde acısını paylaşarak minibüse baktım ve “Kim bu yolcular?” dedim. Adam bildiğin şeyi niye soruyorsun tavrı takınmadı ve “Belgeselleri ve o zamanda kalan kayıtları izlemişsindir.” dedi. “Beni en çok yaralayan şey o küreklerdi. Ne çok kürek vardı. O kürekleri tutanların yürekleri taşlaşmıştı. O sırada. Belki bir süre daha. Ama zaman taşı bile etkiler. Ufalar, toza dönüştürür. Bazı hallerde de bir nebze de olsa telafi etme şansı verir.” “Doğru. Ne zamandır var bu seferler? 1995 Temmuz’undan bu yana mı?” “Evet.” “Benden önceki teğmen anlattı. Ondan önceki refakatçi bayağı yaşlı bir kadınmış. Amsterdam’da oturuyormuş. Pijp adlı semtte. Buraya yakın. Adı Helena. Eski Yugoslavya’daki askerlerimizle dolaylı dolaysız bir ilişkisi yokmuş. Bir Boşnak komşusu varmış. Hikâyeyi ondan dinlemiş ve etkilenmiş. Helena ikinci refakatçiymiş. O da birinciden devralmış işi. Birinci benim yaşlarımda bir adammış. Hans. Onun da oğlu askermiş Srebrenitsa’da. İntihar etmiş. Geriye döndükten dört ay sonra. Hapla. Ölmemiş, ama üst katı dağıtmış bayağı. Adam dolmuşun yerini rüyasında görmüş. Hans tam altı yıl refakatçilik yapmış. Sonra bir kafede gazetesini okurken kalp krizinden gidince yerini Helena almış. Dört yıl. Helena seksen yedi yaşında tükenerek ölmüş. Teğmenin sıhhi durumu ancak üç yıla yetmiş. Son beş yıldır da ben bakıyorum bu işe. Benim de işimi ölümle bırakmam lazımdı, ama bu gece sonuncu sefer. “Bunu nereden biliyorsunuz?” Gerard’ın bunu sormamı beklediği belliydi. Eliyle bana az önce genç çiftin gittiği kaldırımdaki bir şeyi işaret etti. “Orada bir işaret var. Gelin göstereyim size.” Birlikte on metre kadar yürüdük. Köşeye beş metre kala durduk. “Bakın burada.” Gerard’ın parmağının ucunun işaret ettiği şey kalbime önce korku saldı, sonra da kesif bir umutsuzluğun bayıcı etkisini hissettim. Yerde hemen ayağımın dibinde duran şey sert plastikten yapılmış bir oyuncak bebekti. Sarı saçlı, mavi elbiseli bir kızdı. Ağzı kulaklarına kadar kesilmişti. Korkunç bir kinin, katran gibi katılaşmış acımasızlığın sembolüydü adeta. Midem buz gibi olmuştu. Bu bebeği kesen elin yüklendiği cinnet BM askerlerinin sözüne ve şerefine güvenmiş kadın, erkek, çocuk, bebek, binlerce silahsız insanı katletmişti. Bu bebeği ilk kez görüyorum. Oğlumun güncesinde resmi çizilmiş ve ‘Son Sefer’ yazılmıştı. Jan seçilmiş biriydi. Kazada ölmeseydi şimdi burada onunla konuşuyor olacaktın.” Başımı salladım ve sessiz kaldım. “Sayılar da tutuyor.” dedi Gerard. “8372 adet ölü varmış resmî rakamlara göre. Bu minibüs şoför de dahil 11 kişi alıyor. Son 15 yılda her hafta 11 kişi ne eder? 8500 yuvarlak hesap. Bu gece son sefer.” Hesaba aklım yatmıştı. “Makul bir açıklama.” dedim. Gözümü bebekten alamıyordum Gerard sol ayakkabısının ucuyla bebeği işaret etti ve “Bu ağzı kesik bebek burada kalacak. Plastiğin doğadaki dayanma ömrü kadar.” dedi. Bebeğin çok direngen bir yapısı olduğunu hissediyordum. Adam haklıydı. Minibüse baktım. ve “Kaç yolcu eksik acaba?” dedim. “Alışkanlıkla sayarım. Bir yolcu eksik. Gelir birazdan. Minibüsler daima güneş doğmadan az önce kalkar.“ “Nereye gidiyorlar acaba?” “Bunca minibüsün toplandığı yeri hiç merak etmiyorum.” Ben de etmiyordum, ama bunu söyleyemedim. Gerard’ın sözü biter bitmez köşede bir silüet
8
9
Öykü
belirmişti. Bir erkekti. Topallıyordu. Kucağında bir şey tutuyordu. Dikkatle baktım. Kundaktı sanki. Biraz yaklaşınca doğru tahmin ettiğimi anladım. Kısa saçlı, orta boylu, değirmi yüzlü genç bir adam yanımızdan geçti. Kucağında yeni doğmuş bir bebek tutuyordu. Bize gülümsedi ve “Fatima bebeği götürüyorum.” dedi. Ona sessiz kalarak ve başımızı sallayarak karşılık verdik. Sanki bunu yapmak için Gerard’la anlaşmış gibiydik. Adam topallayarak gidip minibüse bindi. “Gel gidelim biz de. Son sefer için bir katkım var da.” Minibüsün yanına gittik. O sırada ileriden gelen bir araba bizim tarafa döndü ve aynı hızla yoluna devam etti. Köşede birkaç saniye bekledi. Sağa dönüp görüşümüzden çıktı. Arabayı kullanan orta yaşlı bir kadındı. Bize hiç dikkat bahşetmeden geçip gitmişti. Gerard pantolonunun sol cebinden parlak bir şey çıkardı. “Bu Jan’ın madalyası. Metale bağlı şeridi ben çıkartmadım. Jan yapmış olmalı.” Gerard’ın gözleri dolmuştu. Minibüsün açık duran kapısına yaklaştı. Dördü kadın çeşitli yaşlardan yolcu bize hafif yollu ilgiyle baktılar. İçlerinden dostça gülümseyenler oldu. Fatima bebek en arkada oturan hafif topluca bir kadının kucağındaydı. Hunharca öldürülmüş on iki canı bu kompozisyonda görmek inanılmaz derecede yürek burkucuydu. Ben de gözyaşlarımı tutamaz haldeydim. Gerard madalyayı kapı hizasında oturan topluca bir kadının ayaklarının altına attı. Kadın adama bakarak gülümsedi. Birkaç saniye sonra kapı kapandı ve seksenlerde pek muteber olan minibüs hareket etti. Hiç motor sesi gelmiyordu. Buna şaşan yanım maddi hayatla besleniyordu. “Radko Mladic’in temsil ettiği kıyıma katılanları tanrı affetsin.” Sol elimle yanaklarımdaki ıslaklığı silerken, “Amin.” dedim. Gerard’la ayrılma zamanı gelmişti. Elimi uzattım. El sıkıştık. “Son Sefer’e tanık olmanıza bakılırsa aklımdaki son şeyi size sorabilirim.” Merakla yüzüne baktım. “Jan’ın defterinde bir not vardı. AH! Bunu bebeğin resminin altına üç kez yazmıştı. Bunun ne olabileceği hakkında bir fikriniz var mı?” “AH çekilen bunca acının ortama saldığı enerji olmalı dedim. Aramızdaki dil engelini kaldıran ve minibüsün lastiklerini döndüren güç. Aklıma başka bir şey gelmiyor.” Bu izahat Gerard’a yetmişti. İçini çekti ve sağ elini kaşına değdirerek bir selam çaktı. Aynı şekilde karşılık verdim. Yaşlı Hollandalı dönüp son yolcunun geldiği yöne doğru yürüdü. Hıçkırarak ağlamanın eşiğinde olduğu için selam sabah işini kısa kesmişti. Arabasını ana caddeye park etmiş olmalıydı. Onu izlerken parmağım bir şeye değdi. Bir gazetenin ön sayfasıydı. ‘Acımasız Katliamın Yıldönümü’ başlığını atmıştı. Rüya atmosferime geri dönmüştüm. Evimi, yatağımı ve yaşama tutunmuş bedenimi bulmama az kalmıştı. Yazan: Sadık YEMNİ Çeşme – Temmuz 2013
10
İllustratör: Mehmet Kaan SEVİNÇ
11
ÇizgiRoman Uyarlamalar
Kılıç ve Büyü Öyküleri ve de KULL Var olmayan zamanlar, var olmayan uygarlıklar, var olmayan, inanç ve tapınma şekilleri ve de bunları hayal güçleri sayesinde bir şekilde var kılan seçilmiş insanlar yani sanatçılar. Resmi tarihin tüm insanlara dayattığı, tek tanrılı dinlere ait kitapların da bunları desteklemesi ve de bunları sorgulamadan; acaba daha ötesi var mıdır diye düşünmeden inanan, kabullenen insanlar topluluğu. Farklı ülkelerde yaşayan, farklı inançları benimseyen, farklı dilleri konuşan ve de farklı renklerde olan bütün bir dünya üç aşağı beş yukarı aynı olayları gerçek kabul ediyor. Toplumları biraz olsun farklılaştıransa sadece iki unsur var bana göre. Her toplumda farklı olan folklorik özellikler ve de bütün dünya için alternatif gerçeklikler yaratan sanatçıların bu folklorik öğelerden yola çıkarak yazdıkları kendi dünya tarihleri. Çok çizgi roman okuyan biri olarak Martin Mystery isimli çizgi romanda sıkça öne sürülen, “bütün masal ve efsanelerin altında aslında çok çok eskilere dayanan bir gerçekliğin saklı olduğu” görüşünü ben de benimsiyorum. Bilim ilerledikçe, arkeolojik kazılar sayesinde her geçen gün yeni bulgulara ulaşıldıkça bizlere paket halinde sunulan tarih (benim için giderek) inanılırlığını yitiriyor. Ayrıca çeşitli ortamlarda sıkça tekrarladığım üzere içinde bulunduğum dünyadan ve de var oluştan hiç hoşlanmadığım için başka dünyaların hatta başka boyutların arayışında olmam çok normal. İçimde herhangi bir sanat yeteneğini olmayışının acısını “kesik bir kol gibi” sürekli duymak beni sıkı bir okuyucu, kendi çapında bir estet yaptı. Kendi çapında diyorum çünkü aslında benim gibi insanların boyunu çok aşan; neredeyse haddini bilmeyen bir niteleme çünkü estet olmak neredeyse köklü bir aileden gelme, zengin olma ve de olgun bir beğeni sahibi olmak gibi şartlar gerektirir yani bende olmayan şartlar! Yine de kendimce arayışlarımı sürdürdüm. Benim hayal gücümü besleyen ya da “işte benim kafamdaki dünyayı yazmış” dediğim yazarları okudum. Hayalimdeki resimleri çizen ressam ve çizerleri takip ettim. Ursula K. Le Guin, J.R Tolkien, Ray Bradbury, Adgar Allan Poe, H.P. Lovecraft, H.G. Wells, Frank Herbert gibi daha şu anda adı aklıma gelmeyen bir dolu yazar benim hayal gücümü son derece besledikleri gibi; çok sıkıldığımda soluk alabileceğim farklı dünyalara yolculuk yapmamı sağladılar. Bu saydığım isimler yakın geçmişe ait yazarlar ama bir de daha eski çağlarda çeşitli eserler yazmış olan sanatçılar var. Varlığı bugün bile kesin gerçeklik kazanmamış olan Homeros, Heredot, Platon gibi yazar, tarihçi ve düşünürler de bugün için tevatür yani söylenceyle gerçeklik arasındaki ince sınırda dolaşan öyküler anlatmışlardır.
12
13
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
Uyarlamalar
Uyarlamalar
Bunlardan filozof Platon’un ortaya attığı Kayıp Kıta Atlantis, düşüncesi ise bir delinin kuyuya atıp da kırk akıllının çıkaramadığı bir taş mı yoksa gerçeğin ta kendisi mi hâlâ bilinmiyor. Platon’dan çok sonra İngiliz düşünür Francis Bacon (1561- 1626 ) da Yeni Atlantis isimli bir eser yazarak Atlantis’in var oluş olasılığını ütopik bir eserle gündeme getirmiştir. Yazarın Mason Locası’na bağlı olduğu iddiaları göz önüne alınınca; eser, rast gele yazılmış bir kitaptan daha fazla bir anlam kazanıyor komplo teorisyenleri için. Daha sonra “Mu Kıtası” hakkında araştırma yapan James Churchward’a göre Atlantis’in varlığı ilk kez 1931 senesinde araştırmacı Hennry Schlieman tarafından kesin olarak ortaya atıldı. Hatta o kadar ki Mustafa Kemal Atatürk bile etrafındaki bilim insanlarına bu konunun araştırılması için talimat vermiş ve bu konuyla ilgili olarak James Churchward’ın üç ciltlik kitabını Türkçe’ye tercüme ettirmiştir.
Bir çizgi roman yazısı için bu kadar ayrı yazarlardan söz etme sebebim, yine eserlerinden biri hakkında sizlere yorumlarımı sunacağım Robert E. Howard’dır. Daha önce Solomon Kane isimli çizgi romanını anlatırken sizlere tanıttığım Robert E. Howard, bu sefer de yine çizgi roman severler için klasikleşmiş bir başka eseri olan Kull ile bizlerle birlikte. Yazar hakkında merakı olan arkadaşlar, Gölge-e Dergi’de daha önce yazmış olduğum Solomon Kane tanıtım yazımda kendisi ile ilgili kısa özeti okuyabilirler.
Çok defa belirttiğim gibi hayatta en büyük şansım ve de aynı zamanda şanssızlığım, okuma yelpazemin çok geniş olması. Şans çünkü beni besleyen, çoğaltan birçok konuyla ilgili eser var ve bunlar beni zenginleştiriyor. Şanssızlık çünkü maddi olarak bu insanı çok zorlayan bir durum ve özellikle de bu ekonomik şartlarda kitap edinmek bir lüks ihtiyaç haline geldi. Öte yandan zaman kısıtlı. Okuyacak şey çok ama zaman akıp geçiyor ve sürekli bir şeyleri eksik bırakarak ve erteleyerek yaşıyoruz. Üstüne bir de İstanbul’un insanı öğüten ortamında zaman iyice insanı zorlayan bir unsura dönüşüyor. Ama yine de azimle okumaya devam ediyorum ve bazen okuduklarım sayesinde zamanda yolculuk yapabiliyorum. Sakın yanlış anlamayın elimde maalesef öyle bir makine yok ama kitaplar var! Özellikle de fantastik edebiyat ya da fantastik öğeler içeren çizgi romanlar. İşte Kull, bu çizgi romanlardan bir tanesi. Hiçbir zaman bildik masallardan hoşlanan bir kız çocuğu olmadım. Belki de daha en başından yetişkinlere uygun şeyler okumaya başladığım içindir ya da o masallardan daha fazlasını hayal ettiğim için veya sadece Conan ve Red Sonja gibi çizgi romanların ve Korku Magazinlerin çizimleri hayal gücümü farklı yönlere doğru şekillendirdiği içindir. Gotik öğeler, büyüler ve büyücülük, tarih öncesinden de eski olan zamanlar, unutulmuş lisanlar, doğaüstü gücü olan eşyalar vs. beni hep kendine çeken konular oldu. Şatolar, iblisler, hayaletler, insanların kılıç ve bilek gücüyle hayatta kalabildiği şerefli dövüşler, egzotik ve erotik kadınlar… Bunların biri bile bir roman veya çizgi romanda varsa benim çekim alanıma anında giriyordu. Sonra çocukluğumda düzenli bir şekilde okuma şansımın olmadığı; çeşitli çizgi romanlarda ara sıra denk geldiğim ama bir şekilde aklımda kalmış olan Kull, Çizgi Düşler Yayınevi sayesinde Nisan 2012’de hayatıma tekrar girdi. Çok özenli bir çeviri, temiz bir basım, kaliteli bir sunumla iki cilt halinde basacakları kitabın birinci cildini alışımı unutamam. Hani daha elinize aldığınızda bilirsiniz sizi iyi bir yolculuk beklediğini ya işte o duyguyla hemen eve gittim. Cildine dokundum, ofset kokusunu içime çektim, öylesine sayfaları karıştırdım ve o şahane çizimlerle tekrar karşılaştım. Sonrası benim için okuma şöleniydi. Hemen bitmesin diye yavaş yenen bir yemek gibi tadını çıkartarak ve Robert E. Howard’ın yarattığı o mükemmel dünyada usta çizerlerin eliyle canlanan o dünyada kaybolarak kendimi yeniledim. Tufan öncesi zamanlarda yani şimdiki dönemden tam 20.000 sene öncesi. Atlantis, Lemuria ve Pikt Adaları’nın var olduğu dönemlerde bu çağın en görkemli kişisi Atlantisli Kull’dır. Kull’ın hayatı çok çeşitli aşamalardan geçer. Yaşadığı yer olan Atlantis’ten kaçmak zorunda kalır, bir Lemuria korsan gemisine esir düşerek orada iki sene köle olarak kürek çeker. Yaşadığı yerden kaçmasına neden olan olay ise Kull’ın nasıl bir insan olduğuna dair (bana göre) önemli bir göstergedir. Saretea isimli bir kız, Atlantis’in düşmanı olan Lemurialı korsanlardan birine âşık olarak kaçar ve onunla evlenir. Kocası ölünce Atlantis’e geri döner fakat vatan haini sayıldığı için yakılarak ölüme mahkûm edilir. Odun yığınlarının üzerinde kızla göz göze gelen Kull, kızın acı çekmemesi için onu uzaktan fırlattığı hançer ile öldürür. Ve kıza bu şekilde yardım ettiği için o da kendi halkının hedefi haline gelir. Bütün barbarlığının yanında içindeki merhamet ve adâleti gösteren bu davranış bize gerçek Kull’ı gösterir. Yaşadığı bütün maceralarda içinde belki kendisinin bile farkında olmadığı bir bilgelik vardır. Lemuria gemilerindeki esirlik günlerini kaçarak sonlandıran Kull, bir süre başıboş gezer, haydutluk yapar ve sonunda Valusia zindanlarına atılır. Kendisine zindanlardan kurtulması
14
15
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
Uyarlamalar
Uyarlamalar
için teklif edilen gladyatörlük işini kabul eder ve dövüş arenasında kazandığı çeşitli başarıların adından, Valusia ordusunda görev alarak komutanlığa kadar yükselir. Kara Lejyon olarak bilinen Valusia ordusunun başındaki Kull’ı kendisine tehdit olarak görmeye başlayan Kral Borna’nın lejyonu dağıtacağı haberini alan Kull, Borna ile yüzleşmek için saraya gider. Kull kılıcı ile Borna da savaş baltası ile dövüşmeye başlar. Borna’nın savurduğu balta darbesinden yüzünü son anda koruyan Kull yine de bu izi ömrünün sonuna kadar taşıyacaktır. Dövüşü kazanan Kull, tacı diğer varislere devretmek yerine kendi başına takar ve krallığını ilan eder ki bu gerçek çok da kesin değildir çünkü ölmeden önce kralın kendisin tacı Kull’a verdiği de iddia edilmektedir ama sonuçta Kull, kral olur. Atlantis’ten Valusia’nın başına geçtiği bu fırtınalı dönem aslında yeni başlayan çok daha huzursuz dönemlerin başlangıcıdır. Tahtın diğer varisleri Kull’ın kral olmasından hiç memnun olmasalar da; halk Kull’ı desteklediği için kendisine alenen isyan etmek yerine muhtelif entrikalarla onu devirmeye çalışırlar. Bundan sonrasını anlatmayacağım; ikinci cildi de Mart 2013’te yine Çizgi Düşler tarafından yayınlanan bu maceralar zincirini okuyup zamanda yolculuğa çıkmanızı hem çizgi roman seven bir insan olarak hem de bir edebiyat tutkunu olarak sizlere (kadınca bir tabir olacak ama) tutkuyla tavsiye ediyorum. Var oluşu halen tartışılan Atlantis bir uygarlıktan gelen, koruyucu totemi kaplan olan, Valka ve Hotath tanrılara tapılan ve büyünün hüküm sürdüğü bir dönemde geçen bir öykü bu. Düşmanı olan Pikt halkından Brule, Atlantis’ten çocukluk arkadaşı Am-ra, Valusia’dan şair Ridando en yakın dostları olan ve kılıcından başka bir de içindeki sese güvenen Kull için H.P Lovecraft, “Kral Kull serisi belki de olağandışılığın zirvelerinden birini oluşturmaktadır”, der. Bu serinin şanssızlığı Conan öykülerini basan Weird Tales’ın editörü olan Farnsworth WrightIn Kull öykülerini benimsememiş olmasıdır.
Toplamda on üç tane Kull öyküsü yazan veya yazmaya başlayan Robert E. Howard, bunların üçünü yarım bırakmıştır. Bir tanesi de zaten öykü değil kahramanlık şiiridir. Yazdıklarının beğenilmemesi üzerine yazar da bu seri üzerinde daha fazla çalışmayarak başka eserlerine odaklanmıştır ki bu durum bugün bizler için çok büyük bir kayıptır. Glen Lord 1966 senesinde yazarın eserlerinin orijinal el yazmalarının içinde olduğu altı koliye ulaşınca biz okuyucular için Robert E. Howard ve Kull yeniden yaşama dönmüştür. Eksik öyküler yazarın tarzına uygun bir şekilde tamamlanmış ve mükemmel çizimlerle o karanlık zamanlara bizleri taşımıştır. Ayrıca bu kahraman başka bir Robert E. Howard kahramanı olan Conan’ın yaratılmasına da zemin hazırlamıştır. Kendisini öldürerek otuz yaşında bu dünyadan ayrılan Robert E. Howard, yarattığı kahramanlarla ölümsüzlüğü yakalamış şanslı insanlardan biri olarak benim için hem edebiyat hem de çizgi roman dünyasına adını kazımıştır. Kendisini saygıyla anarken, siz çizgi sever dostları da bu dünyayı paylaşmaya davet ediyorum. İnanın bana pişman olmayacaksınız; bizleri bu dünyayla yan yana getiren Çizgi Düşler, sizlere de çok ama çok teşekkür ederim. Ve de son sözüm değişmiyor ne tarzda olursa olsun lütfen kendinizi kitaplardan mahrum etmeyin. Okuyun arkadaşlar. Sizlere kitap dolu güzel bir ay diliyorum.
16
17
ZEYNEP BAYRAKTAR nam-ı diğer PANDORA1972
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
Uyarlamalar
Uyarlamalar
Nisan 2012’de Kull’ın birinci bölümünü yayınlayan Çizgi Düşler, Mart 2013’de de kitabın ikinci bölümünü de yayınlayınca; ben de bu ayki sinema yazımı bizde Fatih Kull adıyla gösterime giren film üzerine yazmaya karar verdim.
Robert E. Howard Uyarlamalarına Fatih KULL ile devam edelim
Filmin Adı: Kull the Conqerror Türkçe Adı: Fatih Kull Yönetmen: John Nicolella Senaryo: Robert E. Howard, Charles Edward Pogue Yapımcı: Raffaella De Laurentis Yapım Yılı: 1997 Ülke: Amerika Birleşik Devletleri Dil: İngilizce İmdb Puanı: 4.6 Oyuncular: Kevin Sorbo – Fatih Kull Tia Carrare – Akivasha Thomas Ian Grifft – Prens Taligaro Karina Lombard – Zareta Konu: Bilinen zamanların çok öncesinde, bir rivayet olduğu var sayılan Atlantis ve Lemurya halklarının
18
gerçekten var olduğu düşünülerek kurgulanmış bir öykü olan Fatih Kull, tıpkı Conan ve Solomon Kane gibi beyaz perde de hayat bulmuştur. Atlantis halkına mensup bir savaşçı olan Kull, yaşadığı yerden ayrılarak Valusia Ülkesinin ordusuna katılmak için bu ülke topraklarına gelir. Orduya kabul edilmek için çeşitli sınavlardan geçen ve hepsinde başarılı olan Kull, son sınavda kralın veliahtlarından biri olan Prens Taligaro’yla dövüşürken Kralın çocuklarının hepsini öldürdüğü haberi gelir. Bütün herkes ve de Kull olanları görmek için saraya gittiklerinde, Kral ve Kull dövüşmeye başlarlar. Dövüşün sonunda Kralı öldüren Kull, tacı yasal varislerden sağ kalan son ikisine ki biri Prens Taligaro’dur teslim etmek yerine kendi krallığını ilan eder. Bu durum doğal olarak diğer iki varisin hoşuna gitmese de halk Kull’ın yanında olduğu için durumu kabullenmiş görünürler ama onu devirmek için çeşitli çare arayışlarına girerler. Bu arada kendisi de eski bir köle olan Kull, ilk iş olarak köleliği kaldırmak istese de Valusia kanunları yüzünden bunu yapamaz ama en azından halkı istediği dini inanışı benimsemekte serbest bırakır. Ve inanışı yüzünden cezalandırılan bir rahibi bağışlayarak halk tarafından iyice sevilir. Fakat bu arada saray entrikaları devam etmektedir ve taç giyme töreninde Kull’a suikast düzenlenir. Bu girişimden kurtulmayı başaran Kull, sarayın hareminde barbar olduğu dönemlerde tanımış olduğu falcı Zareta ile karşılaşır. Özgür birer ruha sahip olan bu iki insan birbirlerinden çok hoşlanırlar ve Zareta saray entrikalarına karşı Kull’ı koruma görevini üstlenir. Üstelik falcılık yeteneği gerçek olan Zareta, krallığın geleceği için baktığı falda; Kull’a “herşeyin bir öpücükle başlayacağı” kehanetinde bulunur. Tahta giden yolda her türlü hilenin uygun görüldüğü sarayda, Kull’ı son derece huzursuz günler beklemektedir. Prens Taligaro ve yandaşları bulundukları zamanda üç bin sene önce yaşamış olan Kızıl Cadı Akivasha’yı Kull’ı yok etmek için hayata döndürürler. Yattığı lahitte buruşmuş bir mumya görünümünde olan Akivasha, canlandığı zaman egzotik bir güzelliğe sahip olan Tia Carrare’nin bedeniyle seyircinin başını döndürür. Tabi tek başını döndürdüğü biz seyirciler değildir. Prens Taligaro’nun yardımıyla saraya giren Akivasha, bir eş seçmesi için düzenlenen davette Kull’a takdim edilir ve onun da başını döndürür. Diğer eş adaylarıyla tanışmak bile istemeyen Kull, Zareta’nın kendisini uyarma çabalarını görmezden gelerek Kızıl Cadı ile evlenir. Ama Zareta’yı dinlememesinin bedeli ağır olacaktır. Evlendikleri gece yaşadıkları yoğun bir ilişkiden sonra eşinin zehirli nefesiyle öldü gösterilerek suç da Zareta’nın üzerine atılır. Aslında esas plan o gece Kull’ın gerçekten öldürülmesidir ama yaşadıkları ilişkiden sonra Kull’dan gerçekten hoşlanan Akivasha, krallığı birlikte yönetmek için ona bir şans vermek ister ve böylece Prens Taligaro’nun da düşmanlığını kazanır. Diğer yandan Kull bu teklifi kabul etmez ve işkenceyle öldürülecekken zindandan kaçmayı başarır. Daha önce hayatını kurtardığı rahiple birlikte yakılarak öldürülecek olan Zareta’yı da kurtararak Valusia’dan kaçarlar. Kaçması için Kull’a yardım eden rahip aynı zamanda Zareta’nın kardeşidir ve Kızıl Cadı’yı yok edecek tek şeyin şimdiye dek sadece efsane olduğu düşünülen Tanrı Valka’nın soğuk nefesi olduğunu söyler. Bu
19
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
Uyarlamalar
Uyarlamalar
nefes ise soğuk diyarlardadır. Hep birlikte onu aramaya giden kahramanlarımızın daha sonra neler yaşadıklarını ve filmin sonunu anlatmak istemiyorum. İzlemeyen arkadaşlar için görüşlerim yazının sonunda olacak. Ama şimdi isterseniz biraz hafızalarımızı tazeleyelim. Daha önce de Solomon Kane isimli eserinden uyarlama yapılan film tanıtımı için yazdığımız yazıda Robert E. Howard’dan söz etmiştik. “ Her şey olup bitti. Ölüleri yakacak odunların üstüne yatırın beni. Ziyafet sona erdi, söndürün kandilleri…” Bu dizelerin, kılıç ve büyü hikâyelerinin yaratıcısı Robert E. Howard’ın intiharından sonra da daktilosuna takılı bulunan kâğıtta yazılı olduğu rivayet edilmektedir. Başka bir rivayete göre ise cüzdanında bulunmuştur. Viola G. Garvin ( 1898- 1969 ) tarafından yazılan The House of Caesar isimli şiirden alıntıdır. Ölümü şaibeli olduğu için bu notun da kesin intihar notu olup olmadığı bilinmemektedir ama annesine olan düşkünlüğü ile tanınan Robert E. Howard, daha otuz yaşında yani en verimli zamanında aramızdan ayrıldığında arkasında Weird Tales Dergisi’nde yayınlanmış üç yüzün üzerinde eser bırakmıştır. Kısa yaşamında tarih ve pagan mitlerine meraklı olan yazar Lovecraft’ın eserlerinden de etkilenmiştir. Robert E. Howard, 1919 senesinde Cross Plains’e taşındığı zaman buradaki yerel kütüphanede antik Roma döneminin ve o dönemde Romalılar ile barbar Pictler arasında geçen mücadeleleri anlatan eserleri okumuş ve çok etkilenmiştir. O kadar ki o dönemin uygar Roma’sına karşı savaşan bu barbarlar; daha sonra yazacağı Conan, Kull ve Solomon Kane isimli eserlerinde yarattığı pek çok tiplemeye ilham kaynağı olmuştur. Rober E. Hovard, modern ile ilkel arasındaki mücadeleleri de bu öykülerden beslenerek yazmıştır. Kull da, yazarın Conan ve Solomon Kane isimli eserleri gibi Marvel Yayınları tarafından çizgi romanlaştırıldı. Ülkemizde Alfa Yayınları tarafından düzensiz bir şekilde ve bazen de diğer yayınlanan eserlerin içinde dolgu malzemesi olarak değeri verilmeden basılan bu eser nihayet Çizgi Düşler tarafından iki ciltte toplanarak ve çok iyi bir baskı kalitesiyle biz okuyucularla buluşturulmuştur. Filme geri dönecek olursak çok da kaliteli bir yönetmen olmayan John Nicolella, daha çok TV için çalışan bir yönetmen. Fatih Kull da sinema için çektiği ilk film. Burada senaryo ile gerçek öykü arasında örtüşmeyen bazı noktaları da belirtmekte fayda var: 1-Filmde Prens Taligaro olarak geçen karakter aslında gerçek öyküde kötü niyetli bir şairdir. 2- Zareta karakteri bir falcı değil; Kull’ın yurdu olan Atlantis’ten kaçma sebebi olan bir kızın adıdır. Düşman korsanlardan biriyle evlenerek Atlantis’e ihanet ettiği için yakılarak ölüme mahkûm edilen kızı acı çekmesin diye hançeriyle öldürünce kendi insanları tarafından cezalandırılmamak için kaçmıştır.
3- Filmin başında Kull, tacı kendi sahiplenmiş olarak gösterilir ama asıl öyküde; öldürülen kral, ölmeden önce tacı Kull’a kendi devretmiştir. Bu ve benzeri farklılıkları görmezden geldiğiniz zaman yani çizgi romanı okumamış biri için senaryo tutarlı. Akıcı bir şekilde ilerleyen film için tabi ki bir sanat şaheseri diyemeyiz. Özellikle de çekildiği tarih itibariyle elde olan teknolojiyle elden gelenin iyisi yapılmaya çalışılmış. Filmin erkek başrol oyunsu Kevin Sorbo, TV dizisi Herkül’ü izlemiş olanlar için tanıdık bir isim. Oynadığı dizi de mitolojik çağlarda geçen oyuncu, bu filme uyum sağlamasa güçlük çekmemiş bu belli ama Kull karakteri için kaslı bir bedenden daha fazlası gerektiği de bir gerçek açıkçası. Filmin diğer başrol oyuncusu ise Honolulu’da 1967 senesinde doğmuş olan Tia Carrare’dir. Oyunculuk kariyerine TV dizilerinde başlayan ve pek çok dizide rol alan oyuncu sıra dışı güzelliğine rağmen sinema dünyasında kendine bir kariyer yapamamıştır. Ama bu filmdeki en iyi oyunculuğu sergileyen kendisidir. Üstelik çok fazla bir makyaja gerek kalmadan egzotik güzelliği ile filmi götürmüştür. Bana göre genel itibariyle vasatın üzerine çıkamayan ama çekildiği dönem için eldeki olanaklarla yine de iyi bir fantastik film sayabileceğimiz bu yapım da tekrar çekilmeyi hak eden bir çalışma. İzlemenizi bir çizgi roman tutkunu olarak tavsiye ederim. Kull çizgi romanını okuyup sonra da filmi izlemek oldukça keyifliydi benim için. Bu sıcak yaz döneminde ne yapacağınız belli yani…
20
21
B. Özcan YÜKSEL
Öykü
Tekinsiz Ev Öğrencilik yıllarımızda ucuz bir ev arayışındaydık. Okulumuzun bulunduğu semt, şehrin eski evlerinin ve eski yaşayışlarını muhafaza eden insanların bulunduğu bir yerdi. O yüzden okula yakın ve ucuz bir ev arıyorduk. Çoğu insan öğrenci olduğumuzu duyunca ev vermekten vazgeçiyordu. Kendisine haber bıraktığımız emlakçılardan biri bize geri dönüş yapınca, arkadaşlarla dükkânına gitmiştik. Uzun süredir kirada bulunan, üç katlı bir ahşap evden bahsedince, üç öğrencinin böyle bir yerin kirasını karşılayamayacağımızı söylemiştik. Emlakçının söylediği fiyat piyasanın en düşük fiyatlarının da altında kabul edilebilirdi. Parasal sıkıntılarımız nedeniyle evi tutmak zorundaydık ancak evi görmeden bir şey söyleyemeyeceğimiz belirtmiştik. Ev semtin birkaç sokak yukarısındaydı. Ahşap evlerin yoğunlukta olduğu, civarında bir bakkalın ve fırının bulunduğu alelade bir sokaktı. Kiralayacağımız ev eski olmasına rağmen sağlam görünüyordu. İçini gezdiğimizde dikkatimizi çeken şey bazı eşyaların da yerli yerinde olmasıydı. Emlakçının dediğine göre burada uzun süre hiçbir kiracı oturmamıştı. Fiyatının uygunluğu nedeniyle evi tutmuştuk. Kaldığımız yurttan birkaç parça eşyamızı getirip, ikinci el eşya dükkânlarından da birkaç parça eşya satın alıp kısa sürede eve yerleşmiştik. Bazen arkadaşlarımızın da bize kalmaya geldiği, herkesin kendi odası hatta neredeyse kendi katı olduğundan oldukça rahattı. Ancak evin bu kadar uzun süre boş kalmasının nedenlerini öğrendiğimizde ve gece yaşadığımız bazı şeylere garip olaylar gözüyle bakmaya başladığımızda ev bizim için esaslı bir kâbus kaynağı haline gelmişti. Gündüz vakti hiçbir çekincesi yoktu. Bahçesinde kahvaltı yapabileceğiniz, sınıfça sofasında toplanıp saatlerce geyik çevirebileceğiniz, bir öğrencinin yaşayabileceği en iyi evlerden biriydi. Fakat gece olup herkes odasına çekilince yaşananlardan ötürü hepimizin neredeyse aynı odada kalmaya başlayacağı dehşetengiz şeyler yaşıyorduk. Normal şartlar altında bu tip olayları sınav stresine, psikolojik sorunlara bağlayabilirdik. Sonuçta hepimiz üniversite eğitimi alan mantıklı insanlardık. Ancak mahallenin ahalisiyle tek tük konuşmalarımızda eve dair duyduğumuz şeyler, bu garip olayları yaşamamızdan çok sonrasına denk gelmişti. Yani psikolojilerimizin durduk yere sorun çıkarması söz konusu olamazdı. Mahalle insanları tarafından çoktan “perili”, “cinli”, “tekinsiz”, “sahipli” diye mimlenmiş bir evde yaşıyorduk ve bunu sonrada öğrenmiştik. Mahalledeki bakkalın, fırının ve oradakilerin anlattığı bir nice şey sinirlerimizi daha da harap etmişti. Geceleri evden gelen bizim de işittiğimiz çocuk ağlaması seslerini, sanki biri yürüyormuş gibi duyulan ayak seslerini anlatmışlar kimsenin evin yanından gündüz vakti bile geçmeye cesaret edemeyeceğini söylemişlerdi. Sinirlerimizi o denli harap olmuştu ki gündüz vakti bile ev bizim için kâbuslarımıza kaynaklık etmekteydi. Bizimle kalmaya gelenler bile bir gece geçirdikten sonra bir daha gelmek istemiyorlardı. Ancak sonradan öyle bir şey yaşadık ki, o olaydan sonra sadece çocuk ağlamalarına ve ayak seslerine razı olabilirdik. Bir gece vakti lavaboya gitmek için odadan çıktığımda merdivenlerde ayak sesleri duyduğumda arkadaşlarımdan biri sanmıştım. Dört buçuk-beş yaşlarında gösteren, gözleri kuyu dibi misali karanlık küçük bir kız çocuğunu gördüğümde yaşadığım dehşeti ve korkuyu tarif etmem mümkün değil. O olaydan sonra evdekiler yaşadığımız onca şeye rağmen bana inanmamışlardı. Ta ki bir gece vakti, ezkaza evde yatıya kalan bir arkadaşımız da benzeri bir varlıkla göz göze gelip korkudan fenalık geçirinceye kadar... Dua etmemiz bile fayda etmiyordu, geceleri o şeye rastlamamak için çok zorlamadıkça odalarımızdan çıkmıyor, çıkacaksak da topluca gelip gidiyorduk.
22
23
Öykü
Sinema
Sonunda arkadaşlarımızdan birinin önerisiyle şehrin kenar mahallelerinden birinde oturan, medyumluk yaparak ölü ruhlarla konuşabildiği söylenen bir falcı kadınla irtibata geçmiştik. Yanına gittiğimizde daha biz hiçbir şey anlatmadan kadın bana bakarak ölü birinin gözlerine baktığımı söylemişti. Yaşadıklarımızdan bahsedince bize evin bir hayalet tarafından sahiplenildiğini, ruhunun huzura kavuşmadıkça evden ayrılmayacağını söylemişti. En garibi ise para kabul etmemişti. Bana bakarak hayaletin hüznünü üzerimde taşıdığını söylemişti. Hayaletin bazı insanlara görünmesinin ve yardım istemelerinin nedeninin bazı insanların bu tip varlıkları görebilecek bir yaratılışta olmasına bağlamaktaydı. Eve geldiğimizde içerideki hayaletin varlığını hissedebildiğini söylemişti. Ancak bazı şeylere ihtiyacı vardı. Evde eskiden yaşamış olan insanlara ait eşyaları görmeliydi. Böylece onların üzerindeki tesiri okuyarak hayaletin isteğini yerine getirmeye çalışacaktı. En azından neden huzur bulamayıp orada kaldığını öğrenecekti. Tavan arasına çıkıp bazı sandıkları ve eski eşyaları karıştırdığımızda kadın güvelerin delik deşik ettiği rengi soluk bir çocuk entarisi görüp eline almıştı. Bir anda transa geçmiş, gözleri adeta bembeyaz olmuştu. Daha sonra diğer eşyalara da dokunmuş ve konuşmaya başlamıştı. Sesinde garip bir tını vardı. Evde çok eskiden yaşayan bir ailenin babası savaşa gitmiş, orada ölmüştü. Şehrin düşman işgali sırasında evde çocuğuyla tek başına yaşamakta olan kadın her ekmek almaya gidişinde çocuğunu evde saklayıp kesinlikle dışarı çıkmamasını öğütlemiş, fırına öyle gidip gelmişti. Ancak bir gün fırına gittiği zaman sokaktayken bir nedenden dolayı öldürülmüş ve evine dönememişti. Çocuğunun evde annesini bekleyerek geceler boyu saklandığını ve sonunda öldüğünü söylüyordu. Çocuğun kemiklerini bulup gömmeden huzur bulamayacağını da… Kadının ardından kömürlüğe inmiştik. Çocuğu oraya saklamıştı annesi ki hakikaten orada bulduğumuz küflü bir bez bebek, falcı kadının onu eline almasıyla bir rehber olmuştu. Çocuk bahçeye çıkmış, bahçede saklanmış bir süre, evin her odasında annesi gelene kadar saklanmış. Gece annesi gelir diye evde dolaşıp annesini aramaktaymış. En son kemiklerin varlığını hissettiğini söylemişti. Yatağımın hemen yanındaki duvarı işaret etmişti. Yatağı bir kenara çekip duvar kâğıdını yırttığımızda yatağımla hemen hemen aynı seviyede, ahşap bir bölmenin kapaklarına denk gelmiştik. Evi bir ara düzenleyenler dolapları hiç karıştırmadan sadece duvar kâğıdı çekerek öyle yaşayıp gitmiş olmalıydı. Bölmeyi açtığımızda dolabın içinde kıvrılıp uyumuş olan bir çocuğun iskeletini görmüştük. Çocuğun son saklandığı ve ölüp kaldığı yer benim odamdı. Üzerinde elbiseleriyle, çürümüş saçlarıyla bu küçük kız çocuğunun iskeletiyle geceler boyu aynı odada yan yana uyumanın dehşetini öğrendiğimde sinirlerim harap olmuştu. Oracıkta büyük bir şok geçirip bayılmıştım. Şimdi ise bir tımarhanedeyim. Sinir tedavisi görüyorum. Bana söylemiyorlar ama galiba beni deli zannediyorlar. En azından bir süre burada kalmalıymışım. O lanetli evde şimdi çok uzaktayım. Ama maalesef bulunduğum yerin hayaletli olması gerçeğini değiştirmiyor. Yanımdaki yatakta yıllar önce intihar etmiş bir delinin hayaletinin musallat olduğu ben, artık ömrümü ölülerin aleminde geçiriyorum. Ta ki bir gün ölüp onların alemine karışıncaya dek… Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
24
İllustratör: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Hafızalara Kazınan 15 Western Filmi
Western’ler ya da bizde daha çok sevilen adı ile kovboy filmleri özellikle seksenler çocuklarının dövüş filmleri ile birlikte en sevdiği tür olarak popülerdi. TRT’nin sabah kuşağında yer verdiği kovboy klasikleri de türe olan ilgiyi sıcak tutuyordu. Ancak şimdi bile seyrederken insanı geren Dolar üçlemesi gibi yapımları çocukken nasıl bir şevkle seyrettiğime de anlam veremiyorum. Evet, altı patlarları ile Hollywood yıldızlarını at üstünde görmek güzeldi. Çoğu film de Amerikan kültür propagandasından ve Kızılderili meselesini çirkin bir haklılıkla savunmaktan ileriye gidemedi. Ancak yine de bu tür, her zaman sinema dünyasında belli bir izleyici kitlesi bulmayı ve düzgün hikayeler de anlatmayı başardı. Bu liste sizlere bir şey ifade etmesin, belki özellikle yetmişli yıllarda çekilen birçok film buraya girmeyi hak ediyor. Ancak ben kendi zevkime göre olan filmleri derledim. Belki içlerinde kaçırmış olduğunuz birkaç film bulur ve seyretmek istersiniz. Şimdiden iyi seyirler..
25
Sinema
Sinema
1. The Good, The Bad and the Ugly (1966) Yönetmen: Sergio Leone Clint Eastwood, Eli Wallach, Lee Van Cleef’in başrolleri paylaştığı Üçlemenin en güzel halkası olan İyi, Kötü, Çirkin bir pop kültür ikonu haline gelmiştir. Spagetti Western’lerin de tepe noktası olan film müzikleri ile de ününe ün katmıştır. Leone’nin uzun kadrajları, sessiz ve hareketsiz sahneleri gerilimi doruğa çıkarırken Clint Eastwood’un isimsiz kahramanı çocukluğumuzun idollerinden olmayı başarmıştır. 2. The Magnificent Seven (1960) Yönetmen: John Sturges Yul Brynner, Steve McQueen gibi sinema tarihinin önemli oyuncularını bir araya getiren western, Akira Kurosawa’nın 1954 yapımı Seven Samurai’nin aslında remake’i olsa da senaryonun Amerikan kültürü ile harmanlanması filmi bambaşka bir tat olarak hafızamıza kazımıştır. 3. Once Upon a Time in the West (1968) Yönetmen: Sergio Leone Henry Fonda, Charles Bronson, Claudia Cardinale gibi isimlerin arz-ı endam ettiği film Leone’nin sinema adamı olarak en başarılı işlerinden biri olarak gösterilebilir. Zamanla Once Upon a Time da bir seri haline gelmiştir. Birçok başka film Leone’nin filminden beslenmeyi sürdürmüştür. 4. Django (1966) Yönetmen: Sergio Corbucci Franco Nero’yu bir star konumuna yükselten Django, westernler arasında sert yapısı ile ön plana çıkmaktadır. Uzun soluklu bir seri haline gelen kahramanımız son olarak da bildiğiniz gibi Tarantino’ya konuk olmuştur. 5. El Topo (1970) Yönetmen: Alejandro Jodorowsky Sinema tarihinin en anlaşılmaz ustalarından biri olan Alejandro Jodorowsky’nin ve Alfonso Arau’nun rol aldığı bambaşka bir western olan El Topo seyredilmeden anlaşılmayacak ancak seyredilse de yine anlaşılamayabilecek ilginç bir filmdir. Zaten Jodorowsky sinemasına kıyısından köşesinden bulaşmış herhangi bir sinemasever filmi anlamaktan ziyade kendisini büyüsünün akışına bırakır. 6. Unforgiven (1992) Yönetmen: Clint Eastwood Clint Eastwood, Morgan Freeman, Gene Hackman gibi ustaların oyunculukları ile şenlendirdikleri film doksanların en önemli westernlerinden biridir. Eastwood’a yönetmen olarak da büyük bir saygı kazandırmış olan film sinemada hala western hikayelerin anlatılması gerektiğinin de altını çizmektedir. 7. Dances With Wolves (1991) Yönetmen: Kevin Costner Kevin Costner’ın şanı doksanlarda iyice patlamışken yönetmeni olduğu ve başrolünde oynadığı Kurtlarla Dans ile Kızılderili problemlerine eğilmiş ve büyük bir filme imza atmıştır. O zamana göre uzun süresine rağmen kitleleri kendine çekmeyi bilen film Unforgiven’dan önce western fişeğini ilk yakan olarak da hafızlara kazınmıştır.
8. Fistful Of Dollars / Per un pugno di dolları (1964) Yönetmen: Sergio Leone Leone olmasa westenlerin hali ne olurdu acaba. Dolar üçlemesini başlatan bu film ile Spagetti Western’in yasalarını hazırlayan Leone tarihe adını altın harflerle yazdırmayı başarmıştır. 9. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007) Yönetmen: Andrew Dominik Brad Pitt, Casey Affleck, Sam Rockwell gibi günümüz oyuncularını vahşi batıya gönderen film onlarca kez anlatılmış olan Jesse James hikayesini başka bir gözle aktarırken ikibinli yıllarda düşüşe geçen western filmleri için de bir umut olmuştur. 10. Dead Man (1995) Yönetmen: Jim Jarmusch Johnny Depp, Gary Farmer, Crispin Glover’ın oyunculukları ve Jarmusch’un kendine has anlatım tarzı ile saykodelik western olarak anılmasına neden olan Dead Man tamamen siyah beyaz çekilmiş post modern bir western filmidir. Robert Mitchum’un da son rolü olarak dikkate değer. 11. Brokeback Mountain (2005) Yönetmen: Ang Lee “Elin uzak doğulusu ne anlar Western’den” diyebilirsiniz ama Ang Lee Brokeback Mountain ile (ki ülkemizde vcd adı olan i.ne kovboylar olarak daha çok bilinir) Oscarlarda westernin tekrar göz önüne alınmasına neden olmuştur. 12. Django Unchained (2012) Yönetmen: Quentin Tarantino Tarantino’nun artık iyice özümsediğimiz ..miş gibi olan filmlerinden ziyade gerçekten de bir western filmi gibi duran Django Unchained, 2012’nin iyi filmlerinden biri olarak hafızalarda yer etti. Ancak yine de garip ölüm şekilleri ve ilginç şiddet sahneleri ile Tarantino tadını almak mümkün. 13. Rango (2011) Yönetmen: Gore Verbinski Listedeki tek animasyon olan Rango benim diyen birçok western yapımından çok daha fazla vahşi batı havasına sahip. Olaylar ne kadar hayvanlar etrafında anlatılıyor olsa da western tarihine yapılan göndermelerle dolu eğlenceli bir film. 14. Back to the future part III (1990) Yönetmen: Robert Zemeckis Bana sorarsanız serinin en cılız filmi evet ama vahşi batıya giden Marty’nin hikayesi tabi ki ilginç ve eğlenceli. DeLorean’a saldıran kızılderilerden tutun Marty’nin aile büyükleri ile tanışmasına kadar pek çok ilginç sahne içeriyor. Tür kırması olarak da listeye girmeyi hak ediyor. 15. West World (1973) Yönetmen: Michael Crichton Rahmetli Crichton’un az sayıdaki yönetmenlik denemelerinden ilki olan Westworld, bilim kurguyla western kültürünü birleştiren ilginç bir tür kırması. Yul Brynner’ın bir android’i canlandırdığını düşünmek bile filme olan ilgiyi tetikliyor.
26
27
Masis ÜŞENMEZ
Yazan ve Çizen: Hakan TACAL
28
29
30
31
32
33
34
35
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İncelemesi
İncelemesi
Direnişin Çizgisi:
Diren Çizgi Roman
Eh malumunuz! İki ayı aşkın bir süredir ülkemizde gerçekleşen direniş ortamı, pek çok sanat mecrasında, kendisine yepyeni ifade biçimleri yarattı! Direnişe katılan ya da direnişten ilham alan bu eserlerin bu kadar sık, yaratıcı ve renkli bir şekilde karşımıza çıkmasının en önemli sebeplerinden biri hiç kuşkusuz, direnen kitlenin yaş ortalamasının düşük olmasıydı. Daha düne kadar, ebeveynleri tarafından apolitik olmakla suçlanan, tepkisini sosyal mecraya sıkıştırdığı için eleştirilen, her halükarda kayıp jenerasyon olarak etiketlenen bu büyük ve üretmeye hevesli kitle, nihayet kendi düşüncelerini tam manasıyla kendinden önceki jenerasyonlara ifade edebilmenin yolunu bulmuştu.
İçi Gezi Dışı Dünya - Senaryo - Nihan Engin Vrana Çizer - Ramazan Abbasoğlu
Dirençizgiroman, Gezi Parkı’nda başlayarak ülkenin dört bir yanına yayılan, kitlesel bir harekete dönüşen direniş sürecinden ilham alan bir çizgi roman projesi. Direnişe aktif olarak katılan, direniş sürecini yakından takip eden ve bu süreçte gerçekleşen olaylardan ilham alarak hayata geçirilen projenin bir diğer etkilenim noktası ise, Amerika’daki Occupy hareketinin mahsulü olan “Occupy Comics” serisi. Her ne kadar başlangıç aşamasında tıpkı Occupy Comics örneğinde olduğu gibi süreli bir çizgi roman yayını olarak düşünülse de, proje daha sonra kalın bir çizgi roman cildi fikri etrafında şekillenmeye devam etti. Editörlüğünü Can Yalçınkaya’nın üstlendiği projede, Yigilante Kocagöz, Nihal Engin Vrana, Serdar Kökçeoğlu ve ben senarist olarak görev alıyoruz. Senaryolarımıza lezzetli çizimleri ile eşlik eden çizerler ise,
36
Okan Bülbül, Ramazan Abbasoğlu, Beyazıt Kelçeoğlu, Tugay Doğrayıcı, Murat Gürdal Akkoç ve Burak Akerdem gibi yetenekli isimler. Bununla birlikte projenin karar aşamasında yaratıcı fikirleri ile çalışmaları yön veren Linda Stark da teknik ve içerik anlamda senaryo ve çizimler konusunda katkıda bulunuyor. Dirençizgiroman, geniş kitlelere yayılmış olan direnişe dair farklı dünya görüşlerine, bir kısmı farklı ilgi alanlarına sahip, çizgi roman severin, ortak paydası olan bu alandaki üretimleri ile şekillenmekte olan bir kolektif çalışma. Yine de başlangıç aşamasında bu proje hakkında çok fazla açık vermemeye dikkat ettiğimizi belirtmek gerekir. Hatta içeriği orada burada çıtlatmak için bazı hikâyelerin tamamlanmasını ve bir kısmının da ciddi anlamda şekillenmesini beklemeyi tercih ettik. Neticede, ülkemizde çizgi hikâyelerden oluşan bir proje üretebilmek neresinden bakılırsa bakılsın DİRENEN - Senaryo- Fatih Yürür, Çizen - Tugay Doğrayıcı meşakkatli bir iş. Dolayısı ile böyle bir projeyi sonuna Melies'in "The Vanishing Lady" filminden bir kare kadar götürebilmek de yazar – çizer kadrosu için stresli olabiliyor. Diğer taraftan bunun gerçekten bir çizgi roman hareketine dönüşmesini amaçlıyoruz. O sebeple de, öyküleri görsele dökecek olan genç çizerlere de daha fazla hareket olanağı sağlamaya çalışıyoruz. Projenin bir diğer meşakkatli tarafı ise, direniş süreci boyunca karşımıza çıkan ikonik örnekleri doğrudan sunmama tutumumuz. Malumunuz direniş, her geçen gün yepyeni bir kahraman çıkardı karşımıza. Wargogs - Senaryo - Yigilante Kocagöz Hatta bu sirkülasyon o kadar hızlı gelişti ki, “Kırmızılı Çizer - Burak Akerdem Kadın”ların, “Duran Adam”ların, “Talcidman”lerin ortaya çıkmasının üzerinden çok uzun bir zaman geçmiş gibi geldi bizlere… Bu çeşitliliğe rağmen, POMA’ya, TOMA önünde moonwalk yapan gaz maskeli direnişçiye, ya da gaz maskeli semazene dair çok şey okuduk, izledik… Dirençizgiroman’da bu bilinenlerin üzerinden tekrar geçip, bu ikonik kahramanları ana hikâyelere dâhil etmemeye çalıştık o sebeple. Projede ağırlıklı olarak, direniş sürecinden ilham alan hikâyeler yer alıyor. Bu bağlamda belgesel değil, kurgusal yanının ağır bastığını söylemek yerinde olur. Dirençizgiroman, her ne kadar hatları belli olsa da, halihazırda gelişim sürecinde olan bir proje. Bu projede bizimle birlikte yer almak isteyen arkadaşlar direncizgiroman@gmail.com adresine örnek çizimlerini de yollayarak, irtibata geçebilirler. www.facebook.com/direncizgiroman www.twitter.com/direncizgiroman Fatih YÜRÜR
37
POMA - Çizer - Okan Bülbül
Öykü
Cam Masanın Altında
(1)
Uyandığında masanın altındaydı. Masanın demirli ayakları, gece masanın ortasına doğru kayıp kafasına ve vücuduna yaklaşıp, onu sıkıştırıp, tekrar eski köşelerine doğru gidiyordu. Çıkmadı kaçmadı masanın altında. Sıkıştırılan bedeninin gördüğü cezaya sabır gösterip sabaha kadar kaldı masanın altında bir ara tüm bu işkenceye rağmen uyuyakalmıştı. Uyandı sabah masanın altında, bir süre daha üşümenin de etkisiyle bacaklarını karnına çekip uyuyan halinden kurtulup oturmaya çalıştı. Üşümüştü de. Üstündeki montu daha da yukarı çekti. Sokağın kaldırımında duran demir ayakları olan, bu cam masanın altında bir süre oturarak bekledi. Cam masanın altından etrafı seyretti. Boşlukta önünden geçip giden ayakları görüyordu. Tarz tarz ayakkabılar giyinen kadın erkek ve çocukların ayaklarını, görüyordu. Çocukların boyları kısa olduğu için onların bir tek ayaklarını, bacaklarını değil kendilerini de görüyordu. Bir çocuk durdu önünde. Annesinin elinden tutunuyordu. Annesi de durdu çocuğu durunca, çocuğun niye durduğunu anlamak için. Çocuğun masanın altında neye baktığını anlamak için eğildi oda baktı. Üstten bakıldığında cam olduğu halde görünen bir şey yoktu ama eğilip bakıldığında evet orda oturan bir kadın vardı. Bacaklarını karnına çeken, montunun yakasını kaldıran, ellerini bacaklarına dolayan ve çocuğuna bakan genç bir kadın vardı. _ Aç mısınız? Üşüyor musunuz? Yardım edebilir miyim? Ardı arkası kesilmeyen sorular sordu, anne. _ Yoo dedi değilim. İyiyim burada dedi. Anne bir süre daha eğilip bakındı. Ne yapabileceğini düşünür gibi sonra doğruldu. _ Anne yardım etmeyecek miyiz? _İstemiyor dedi anne. _Anne açtır, bunu ver dedi… Elinde tuttuğu poğaçayı gösterir annesine. Kadın alır çocuktan uzatır, genç kadına poğaçayı. Genç kadın uzatır elini cam masanın altından ama uzattığında masanın dışında kalan kısmında kolu ve eli görünmez. Görünmese de cam masanın dışına çıkan kolu ve eli annenin elinden poğaçayı alır. Anne şaşırır. Genç kadın masanın altında görünen haliyle poğaçadan ısırarak yemektedir. // Cam Masanın Altında (2) Gemidedir. Denize nazır havaya ekmekten kopartıp atıyordur. O kadar dibinde uçuyordur ki martılar.
38
39
Öykü
Öykü
Her yer martıdır. Havada attığı ekmek parçacıklarını yakalayıp geriye doğru bir hamle yapıp, dönüp o parçayı yemekle meşgul oluyorlardı, kalan aç martılar geminin arkasından uçmaya devam ediyorlardır. Her bir parçaya biraz yavaşlayıp o parçanın olduğu noktaya hep beraber yönelip kapan hangi martıysa ona da bakıp tekrar gemiye doğru uçmaya devam ediyorlardır. En heyecanlısı da suya düşürdüğünde oluyordu. Ekmeği işte o an, o suya, hızla bir martı daha çevik davranıp dalış yapıyordu ve parçayı boğazına götürüyordu. // Cam Masanın Altında (3) Cam masanın üstünde kahvaltısını yaptı. Tabağında kaşarlı tost tost makinesinde közletilmiş yeşilbiber ve üzerine bal sıkılmış, doğranmış domatesler vardı. Yerken kahvaltısını cam masada otururken odanın kapısı aralanır, sonra açılır. Dışarıda uğuldayan havanın ve rüzgarın pencerelerden sızan etkisiyle kendi kendine odanın kapısının aralanıp açıldığını düşünür. Sonra gayet gürültülü bir şekilde geri kapanır. Kapının açılıp kendi kendine kapandığı boşluğa bakar. Boşluktur sadece baktığı alan. Biri birileri yoktur! Tostunu yer, ballı domatesini yer ve közlenmiş yeşilbiberini hepsi ağzında hepsini hep beraber yer. Bardağının dibinde kalan son çayını da yudumlar. Kapı yine açılır kapanır. Ürker bir an. Bakar yine boşluğa sonra ani bir sızı duyar ne olduğunu adlandıramadığı kafası cam masanın üstüne düşer bedeninden ayrılıp. Kopartılmıştır bedeninden kafası görünmez bir güçle. Ani bir sert darbe keskin bir alet kesmiştir kafasını ayırmıştır bedeninden. Havada sesi duyar sadece kopma kopartılma anında; sadece. Kafasının koptuğu bedenin üst bağlantı noktasından kanlar fışkırmaktadır etrafa, Kopmuş damarlar, sinirler, kemik, görünen olmayan, kafanın olduğu parçalanmış bir bağlantı noktasıdır. Kafa camın üstünde, kafanın kopan bitiminde ve bedeninde boynu kafaya bağlayan kısmında kanlar fışkırmaktadır. Sonra sakinleşir kan akmaya başlar. Kafa cam masanın üstünde düşmüş dururken beden cam masanın altına doğru kayar ve düşer. Kafasız beden cam masanın altındadır. Ölmeye doğru kopan kafasındaki gözleri aşağıya doğru masanın altına düşen bedenini son kez izler. Gözler donar kalır sonrasında kopuk kafasında sabit, bedenine bakarken. … Kapı görünmezken kapı yine açılır ve yine kapanır. // Cam Masanın Altında (4) Anne çocuğunun elinden tutup uzaklaşır kaldırımda duran cam masanın yanından. Cam masanın altından yavaşça doğrulup dışarıya doğru çıkartır bedenini. Bedini cam masadan dışarı çıktıkça görünmez kaybolur. Koca caddenin kaldırımında duran demirli ayakları olan cam masa geriye kalan tek görünendir. //
Cam Masanın Altında (5) Gemidedir. Kadıköy’den Eminönü’ne gemiyle geçmek için biner. Geminin güvertesinden denize bakar. Geminin yakınında uçan martılara ve denizde, geminin tam yakınında yüzen siyah karabataklara bakar. Elinde en çok sevdiği çatal denen patadan vardır. Kopartır ondan bir parça denize atar. Martılar karabataklar o attığı çatal parçasından yemek için hareketlenir. Sonra kalanı da kendi yemeyip bitene kadar parça koparıp denize atar. Martılar karabataklar mutlulukla paylaşır attıklarını, yerler. Alt güverteden simit parçası atan bir kol görür. Sonra yan taraftan biri daha yediği simidi paylaşmaya başlar; denize atar, martılara ve karabataklara sonra bir başka köşeden birinin yediğinden de onlara doğru attığını görür. Gemi hareket etmiştir. Uçuşan güzel martılar; onlar doysun diye atılan ekmek simit poğaça çatal parçalarını yemeye devam ederek gemiyle peşi sıra gelirler.
40
41
// Cam Masanın Altında (6) Cam masanın altından çıkmış görünmez, kenarında oturmaktadır. Ertesi gün koca büyük bir kaya parçası cam masanın üstüne büyük bir gürültüyle düşer. Demir ayakları olan cam masa durduğu yerde gökten gelen aşağıya hızla düşen bu çok ağır büyük kaya parçasıyla, paramparça olur. Tam masanın üstüne düşen kaya parçasının yanında kendi bedeni, kafası bedeninde mevcut; görünmez oturmaktadır. Hızla aşağıya düşen bu kaya parçasına tuzla buz olan cama ve cam masaya döner bakar. Yanına gelen bir kadın bedeninin kadın yanı ‘’Ak’’ ve erkek yanı ‘’Şah’’ ona ellerini uzatırlar. Onu aralarına alıp o büyük caddede yürümeye başlarlar. Kalabalığın aktığı yerden bir erkek çocuk onların arasından sıyrılıp koşarak yanlarına gelir ve onlarla beraber ‘’bambarabam, bambarabam’’ trampet çalarak yürür. Sonra bir kız çocuğu uzakta oturduğu banktan kalkar koşarak çocuğun yanına gelir onunla beraber yürür. Önde bir kadının erkek ve kadın yanı ve ortada kendisi, arkada bir kız çocuğu ve bir erkek çocuğu hep beraber yürürler. Cam masa demir ayaklarıyla üstünde büyük kaya parçasıyla arkalarında kalır. Kafası gövdesinde bir elini bir kadın bedeninin kadın yanı ‘’Ak’’ diğer elini diğer erkek yanı olan ‘’Şah’’tutarken huzurlu dimdik yürürken, sağından solundan geçenler onu görür ona bakar, bazısı gülümser, bazısı iplemeden geçer ama onu görürler. Artık görünmez değildir ellerini Ak ve Şah tutuyordur. Onu görürler. Yazan: Gülten AĞRITMIŞ
İllustratör: Zeynep ZEZE
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununca korunmaktadır/81. Maddesi gereği her eserin tamamının telif hakları yazara aittir.
Yazar覺n
Yazar覺n
Kaleminden
Kaleminden
42
43
Öykü
Öykü
İltibas Sana geldim. Önceden haber vermedim ama sen her kim olsa buyur edersin bilirim. Beni karşıladın. Uzun boyun, mevzun fiziğine yakışmış pantolonunun cebinde belli olmasın diye her zaman cüzdansız taşıdığın paradan taksiciye uzatırken, ayağını taksiden atınca sportif ama şık ve her zaman pırıl pırıl siyah ayakkabın yere sağlamca bastığında, marka olabilen ama hiçbir zaman ben buradayım diye bağırmayan saatine bakarak, geniş omuzlarına oturmuş ne renk olursa olsun sana yakışan deri ceketinin cebinden cep telefonunu çıkararak beni aramaya yeltendiğin zaman kaldırımın kenarından gülümseyerek sana baktım. O sırada kafanı kaldırıp dönünce boynundaki iki altın köprüden biri ışıldadı. Beni gördün. Ne hızlı ne yavaş ayakkabılarının şeklini sağa sola kaydırmadan yere basan emin adımlarla bana geldin. Yine öksürerek selamladın beni. Öksürürken göğsünden gelen o bronşit hırıltısını duyabileceğim mesafedeydin. Boynuna sarıldım. Üşümüşsün dedim. Evet dedin yeni duş aldım. Böyle son dakika şaşırtmacası yapıyorsun bana hep. Ama yine de yetiştim bak. Arabanı nereye koydun? Bayılıyordum ona. Arabama yer bulmasına. Bana yer bulmasına. Bende yer bulmasına. Sokaktaki Çingenlerle, fahişelerle, sahildeki balıkçılarla, barlardaki ibnelerle olan muhabbetine. Herkese diyecek bir sözü, herkesten alacak bir feyzi ve herkesin ondan alacak bir kaç kuruşu vardı. Önüne çıkan herkesle istisnasız muhabbete giriyor, bazen taksicinin muhabbetine doyum olmadı diye ineceği yerde inmeyip yolunu uzattığı bile oluyordu. Ben ise o bronşitli öksürüğü ile gülerek muhabbet ederken insanlarla onu izliyor, her seferinde daha çok aşık olmamak için kendimi tutuyor, ama işte bulabildiğim her fırsatta kendimi onun yollarına atabilmek için onca yol almış olarak yine yanında ve kokusunun yörüngesinde buluyordum kendimi. Gece oldu. Kalabalık kendini bir o yana bir bu yana savurmaya başladı. Ve ben huzursuz bir bekleyişle kendimi onun karanlığına sığındırmaya çalışarak ama ne içeri ne dışarı bir halde kalarak beklemeye başladım. Geceyi. Bundan daha az acıklı olmayacaktı biliyorum. Ama bunu görmem lazımdı. Gece oldu. Kalabalık tam islimini almış bir lokomotif gibi bildiği ve bilmediği yönlere ilerliyor, geriliyor, çalkalanıyordu. Köşede durmuş birini bekleyen aşırı dekolte bluzlu kız, kızıl saçlarını topuz yapmış Queen Elizabeth edasıyla süzülen hatun, mini eteğini savurarak ilerlerken arkasında bir o yana bir bu yanan sallanan kafalar ordusundan memnun görünen kadın, metalci saçlı oğlanlar, kol kola gezen geyler, kenarda öpüşen turistler, sevişmeye hazır orospular ve onların etrafında dolanan askeri liseden çıkma erkekler gibi daha niceleri vardı etrafta. Ama gece kalabalık savrulurken bildiği ve bilmediği yönlere benim savrulabileceğim tek yönüm vardı. Onun gelemeyeceği bir yön. Ben merdivenleri çıkarken peşimden geldi. Saat arabamın kabak olma saatine iki dakika kala uyumamı seyretti. Ama ben gözlerim kapalı uykudaymışım gibi yaparken.
Gitti. Uyandım. Bana kahvaltısız aşk ikram eden sen olmadığın için yanımda aşksız kahvaltıyı mecburen yeğleyerek çıktım sokağına. Senden ayrılmak hiç bu kadar zor hiç bu kadar acıklı olmamıştı. Gelirken keyifle ve hazla kullandığım arabanın koltuğuna bu kez adeta büzüşüp seni tekrar görebileceğim anı hayal ederek ayrıldım senden. Ben bir daha arkama bakmayacak kadar, sen arkamdan seslenmeyecek kadar gururlu, ikimiz de bu ayrılıştan bir o kadar üzgün; boynunda ışıldayan o altın köprülerin birinden basıp uzaklaştım senden. En yakın karayolunda senin isminin ters yönde yazdığı tabelaların olduğu bir yerdeydim artık. Sana yine gelmek üzere kaçtım senden aşık olduğum şehir. İstanbul. Yazan: B A L I K H A F I Z A http://tugbaturan.com
Odadan. Çıktı.
44
45
TUTKU
Yazan ve Çizen: Umut UZUN
46
47
48
49
Sinema
Sinemada İllüzyon ve "Büyü" “Sanat hem bilinçli bir yanılsama, hem de coşkusal bir toparlanmadır. Oyanılsama, isteklerimizi gerçeğin ortasına fırlatır ve kendisi de gerçeğin kendisi haline gelir.” Bir nesne, bir olay ya da bir olgu bir ressamın fırçasında, bir yazarın kaleminde, bir şarkının sözlerinde yeniden hayat bulursa, o artık eskisi gibi kalmaz. Ona yeni anlamlar yüklenmiş ve adeta “kişilik” kazandırılmıştır. Ama bu kişilik, ona tarih boyunca yüklenen ya da "Yüzüklerin Efendisi" film serisinden bir kare "Sauron" yüklenecek anlamlardan yalnızca biriyle eşdeğerdir. Realist bir yazar bile dış dünyayı, gözlemlerini her okuruna eşit derecede ve gördüğüyle aynı şekilde yansıtmayı başaramaz. Gerçekler kişiden kişiye değişir, ama Sigmund Freud’un dediği gibi “bir puro bazen sadece bir purodur”. Sanat, bilinçli-biliçsiz yanılsamaları, yarattığı değişik anlamlarla kişilerde meydana getirdiği “öznel” duygularla gerçeklikten uzakta hüküm sürerken, aslında bir o kadar da içindedir. “Gitttikçe çoğalan kanıtların zenginliğine bakarak sanatın başlangıçta bir büyü olduğu, gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya yarayan tılsımlı bir araç olduğu sonucuna bakabiliriz.” Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği’nde defalarca, farklı açıklama ve örnekler eşliğinde “sanatın bir büyü olduğundan” bahseder. Fischer’e göre tarihsel süreç içinde “gerçek, efsaneye; büyücülük törenleri, dinsel tapınmaya; en sonunda da büyücülüğün kendisi sanata” dönüşmüştür. Aslında, bu cümlede bahsedilen “büyü” kavramının anlamında da zaman içinde gerçekleşmiş bir dönüşüm söz konusudur. Eski çağlarda daha yoğun biçimde rastlanan; doğa yasalarına ters sonuçlar elde etmek için yapılan “büyü” ile sanatçının -böyle bir niyeti olmadığı halde- eserinin karşı konulmaz bir etki yaratışından ortaya çıkan “büyü” farklı şeyler olmakla beraber; gerçeklikten uzak, adeta bir düş diyarına yapılan yolculuk gibidir. “İnsan doğalı değiştirerek ona üstünlük sağlar. Çalışma doğalın değişmesidir. Doğa üzerinde büyü gücünü kullanmayı da tasarlar insan. Büyü yolu ile nesneleri değiştirmeyi, onlara yeni biçimler vermeyi kurar. Gerçeklikte çalışma neyse, insan kafasındaki tasarlama da odur. Ta başlangıçtanberi büyücüdür insan.” İnsan, ezeli düşmanı doğayı yenmek için bir takım “hileler”e başvurur. Bunlardan biri ve en etkilisi elbette sanat yapmaktır. Bir zamanlar doğada bulunan malzemeler kullanılarak yapılan bir yağlı boya resim tablosu, doğadaki seslerden esinlenilerek bestelenen bir şarkı, gün batımına bakarken yazılan bir Yanılsama ve Gerçeklik: Caudwell ve Edebiyatın İşlevi, Cemal Süreya 27 Ağustos 1980 Web: http://www.cafrande.org/?p=29089 2 Ernst Fischer, “Sanatın Gerekliliği”, Ç: Cevat Çapan, Sözcükler, 2012, Sayfa 28 3 Ernst Fischer, “Sanatın Gerekliliği”, Ç: Cevat Çapan, Sözcükler, 2012, Sayfa 54 4 Ernst Fischer, “Sanatın Gerekliliği”, Ç: Cevat Çapan, Sözcükler, 2012, Sayfa 30 1
50
51
Sinema
Sinema
şiir ya da bir manzaranın fotoğrafının çekilerek yeni ve artık tamamen insana ait, bir bakıma “doğaüstü” bir eser ortaya konulması büyüyü ortaya çıkarır. İnsan, sonunda yenileceği (öleceği) doğaya karşı olan savaşı, bunu bilmesine rağmen sürdürür. Yüzyıllar önce ortaya konmuş bir sanat eseri bugün dahi etkisini sürdürüyorsa sanatçı ölümsüzlüğü yakalamış, böylece aslında doğayı aldatmış demektir. “Gelişiminin bütün dönemlerinde, ağırbaşlıyken de eğlendiriciyken de, inandırırken de, abartırken de, anlamlıyken de, anlamsızken de, düşleri işlerken de, gerçekleri işlerken de büyünün her zaman bir payı olmuştur sanatta. Sanat, insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir sanat.” Sanatın özündeki büyü, kimi zaman doğayla benzerlik taşısa bile her daim sıradışı oluşundan kaynaklanır. Bu büyünün, yanılsamalar (illüzyonlar) yoluyla sağlanıp, "Pi'nin Yaşamı" filminden bir karenin "Rhythm & Hues" arttırılması da mümkündür. programı kullanılarak bilgisayar efektleri eklenmiş hali Yanılsamaları en çok kullanan sanat ise sinemadır, ki Görsel kaynağı: http://fxrant.blogspot.com/ “optik bir yanılsama” sonucu ortaya çıkmış olup, varlığını bu sayede sürdürmektedir: Fotoğraf karelerinin art arda gösterilmesiyle hareketli görüntüler ortaya çıkar ve bu görüntüler insan gözünce kesintisizmiş gibi algılanır. Bunu sağlayan şey, retinanın (ağ tabaka) algılanan görüntüyü bir süre daha korumasıdır ve saniyede gösterilen görüntü sayısı on beş kareden fazla olduğunda, bu yanılsama gerçekleşir. Sinemanın ilkel dönemlerinde, Thomas Alva Edison’un kineteskobu gibi icatlar yoluyla bu yanılsama tam anlamıyla gerçekleştirilemediğinden, (Bunun bir diğer nedeni de ışık kaynağının yetersizliğidir) art arda gelen görüntülerin birbirine benzer pozlarda çekilmiş fotoğraflar dizisi olduğu anlaşılmaktaydı. Sonraki yıllarda ise daha kullanışlı aygıtlar kullanılmaya başlandı. Saniyede on altı kare gösterilen sessiz filmler ve yirmi dört kare gösterilen sesli filmler yanılsamanın tam anlamıyla gerçekleştiği üretimlerdi ve bu sanat dalının yaygınlaşmasını sağladı. İlk yıllarında; kimi zaman, alışılmadık oluşundan gelen, mantıksal dayanağı olmayan korkulara neden olan sinema, gelişen teknolojiyle paralel olarak benzer olaylara halen kaynak oluşturmaktadır. Son yıllarda sayıları artan üç boyutlu sinema filmlerinde bazı nesnelerin perdeden dışarıda ve daha gerçekçi algılanması sonucu bu tür filmleri ilk kez seyredenlerin yaşadığı şaşkınlık buna örnek verilebilir.
İllüzyonistlik ve hokkabazlık geçmişi de olan, dünyanın ilk yönetmenlerinden Fransız Georges Melies, aynı zamanda film hilelerini bulmuş ve sinemada gerçeküstü öğelere ilk kez o yer vermiştir. Yaratım gücü yüksek bir sanatçı olan Melies’e göre, sinema illüzyondur. Yönetmen, Paris’te yaptığı bir sokak çekimi sırasında kameranın tutukluk yapıp bir süre sonra tekrar görüntüleri kaydetmeye başlaması sonucu arabalar ve insanlar aniden değişince, rastlantısal da olsa sinemanın Melies'in "The Vanishing Lady" filminden bir kare ilk hilesini keşfeder. Bu, o zamana kadar sahnede kullandığı hilelerin benzerlerini sinemada uygulamaya başlamasını sağlayacaktır. İngilizce’de “The Vanishing Lady” (“Escamotage d’une dame chez Robert Houdin” - 1896) olarak bilinen filmde bu hileyi ilk kez bilinçli olarak kullanır. Filmde Melies, sahnenin ortasındaki bir sandalyeye oturan kadını üzerine kapattığı bir örtüyle iskelete çevirir, ardından aynı işlemi iskelete uygulayıp kadını geri getirir. Bundan sonraki filmlerinde de benzer hileleri sıkça kulanır. Örneğin, “The Haunted Castle”da (“Le Manoir du Diable” - 1896) eşyalar ve insanlar kaybolup, belirir; odanın ortasında uçan bir yarasa şeytani güçleri olduğu her halinden belli bir adama dönüşür, yokluktan beliren dumanların arasından insanlar çıkar. Melies, sihirbazlıktan gelen tecrübeleri ve hayal gücü sayesinde sinema tarihinin ilk fantastik, bilim kurgu ve korku filmlerine imza atar. Sinema türleri içinde en çok fantastik, bilim kurgu ve korku sinemaları hem görsel hem de işitsel yanılsamaları kullanarak seyirciler üzerinde etki uyandırmaya çalışır. Örneğin, bir korku filminde aniden gelen bir ses dikkati asıl konudan başka bir yöne çekebilir. Bilinçli olarak aşırı ya da az ışık kullanımı da seyredilen olayın gerçektekiyle zıt bir şekilde algılanmasına sebep olabilir. Bunlara ek olarak, gelişen teknoloji sayesinde yanılsamaların etkisinin kuvvetlendiğini söylememiz mümkündür. Gerçek hayatta var olmayan, efsanevi bir yaratık günümüzde beyaz perdede -zihinlerde canlanan şekline çok yakın bir halde- ete kemiğe bürünebilir. Ya da gerçek hayatta var olan ama bir araya gelmesi mümkün olmayan varlıklar bilgisayar efektleriyle sanki bir aradaymış gibi gösterilebilir. Görüldüğü üzere, bu sayede, yüz yıldan uzun süre bir önce Melies’in yolunu açtığı fantastik, bilim kurgu, korku öğeleri içeren sinema filmleri giderek daha gerçekçi bir hal almakta ve seyirciler için “ayırt etmesi güç illüzyonlara” Melies'in "Aya Yolculuk" filminden bir kare neden olmaktadır. Birkaç paragraf önce bahsettiğim gibi, son yıllarda üç boyutlu film üretiminde önemli bir artış yaşanmaktadır. Yaşanan bu artışın büyük bölümünün az önce değindiğim türlerde (ayrıca görece 3D
Ernst Fischer, “Sanatın Gerekliliği”, Ç: Cevat Çapan, Sözcükler, 2012, Sayfa 29 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi - Cilt 20 - Sinema 7 Auguste Lumiere’in Bir Trenin Ciotat Garı’na Gelişi (L’arrivee du’n train en Gare de La Ciotat - 1896) filmini izleyen seyircilerin bir kısmı trenin kendilerini ezip geçeceğini düşünerek korkuya kapılır ve başını öne eğer. (Sinemanın İlkleri Film Başlıyor - Durmuş Akbulut, sayfa 36)
Elbette bu rastlantı değildir. Melies’in; Jules Verne’in Aya Yolculuk’u, Bram Stoker’ın Dracula’sı gibi dönemin popüler eserlerinin etkisinde kaldığı açıktır.
52
53
5 6
8
9 10
Örnek görsel: (Resim-1) Örnek görsel: (Resim-2)
Öykü
Sinema teknolojisinin daha kolay uygulanabilir olduğu grafik animasyon filmlerinde) gerçekleştiğini son yıllarda gösterime giren üç boyutlu film listelerine bakarak kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Elbette, sinemada var olan yanılsama ve illüzyonlar yukarıda sayılan örneklerle sınırlı değildir. Görsel ve işitsel yanılsamalardan başka bir yanılsama türü daha vardır: Buna “anlam/kavram yanılsaması” diyebiliriz. Sovyet sinemasında sıkça gördüğümüz iki farklı görüntünün birleşerek yeni bir anlam ifade etmesi olarak açıklayabileceğimiz durum, aslında bilinçli bir seçim olsa dahi bir yanılsama sayesinde ortaya çıkar. Kuleşov Etkisi’ni (Kuleshov Effect) ele alırsak, bunu daha iyi anlamamız mümkün olabilir. Buna göre: İlk planda karakter, sabit bir yüz ifadesiyle objektife bakar. Sonraki planda eğer bir yemek gösterilirse, seyirci Kuleşov Etkisi'ne bir örnek. bu kişinin aç olduğunu; kundakta yatan bir bebek gösterilirse, şefkatle; yatakta uzanmış bir kadın gösterilirse şehvetle baktığını düşünür. Oysa bilindiği gibi, aslında oyuncu kamera karşısında mimikten arındırılmış bir yüz ifadesi takınmıştır. Buna rağmen, seyircinin zihni art arda gelen bu görüntüler arasında bağ kurar ve boşlukları “kendine göre” bir anlam sağlayacak şekilde doldurur. Halbuki ilk planda gösterilen karakter, belki de, ikinci planda gösterilen yemeği az sonra yiyecek kişiyi öldürmek için yemeğe zehir katma amacı taşıyıp, bu eylemini gerçekleştirmek için fırsat kolluyordur. Bu durumda, bir anlam yanılması yaşayan seyirci daha en baştan, tamamen yanlış bir düşünceye kapılmış olur. Sergei Eisenstein’ın kurgu kuramında da buna benzer bir durum söz konusudur. Bilindiği gibi yine art arda gösterilen iki farklı plan üçüncü bir anlam doğurur. Buradaki kimi zaman “şiirsel” denebilecek anlamları bulmaksa Kuleşov Etkisi’ne göre bir kademe daha zordur. Bu sebeple, seyircinin -geçmiş yaşantıları, yaşama alanı, vb. etkenler sebebiyle- anlatılmak isteneni anlamayıp, kendine göre bir anlam çıkarma ihtimali vardır. Bir resim sergisini gezen biri saatlerce bir tabloyu izlerken, ressamın her fırça darbesinin bir anlamı olduğuna kanaat getirip, bu anlamları çözümlemeye girişebilir. Farz edelim, yüzyıllar önce yaşamış o ressamın -gözüne hoş görünmesi dışında- herhangi bir maksadı olmaksızın tuvale çizdiği bir şeklin henüz onun yaşadığı dönemde ortaya çıkmamış bir kavramı ifade ettiğini öne sürebilir. Eisenstein’ın bir filmindeki sembolleri yönetmenin ifade etmek istediğinden farklı algılayan kişi gibi, bir resim tablosunun en ince detayına kadar anlam yüklemeye çalışan kişi de bir yanılsamanın içinde olduğunun bilincinde değildir. Tıpkı sanatın büyüsünün etkisinde olduğunun bilincinde olmadığı gibi... Bu büyü, insanın bütün benliğini ele geçirir ve ona başka kimsenin eşine sahip olamayacağı duygu ve deneyimler yaşatır. Mustafa MEN http://kulturelguncel.blogspot.com 11 12
2012’de vizyona girmiş 3D film listesi - Web: http://www.movieweb.com/movies/2012/3D Örnek görsel: (Resim-5)
54
Sucuklu Yumurta Uyandığımda, yatakta yalnızdım. Uzanıp saate baktım; on ikiye geliyordu. Deliksiz bir uyku çekmeme rağmen, hala yorgundum. Biraz daha şekerleme yaparsam kendime gelirim diye düşünüp, yorganı başıma kadar çektim. Gözlerim yeniden kapanmaya başlamıştı ki, acıktığımı hissettim. Yatmak, ya da kalkıp kahvaltı etmek; işte bütün mesele bu kararı verebilmekteydi. İkisinden de vazgeçmek istemiyordum ve hangi seçeneği seçersem seçeyim, yine mutsuz olacaktım. Şu an bana verilebilecek en büyük hediye; Duygu’nun yemeği yatağıma getirmesiydi, ama yapmazdı… Ah be kızım; hayatımızı renklendirecek böyle küçük şeylerden beni neden mahrum bırakırsın? Biz erkeklerin fazla beklentisi yok ki, çok basit şeylerden mutlu oluruz. Ve bunu sağlayan kadınlara; ömür boyu ibadet ederiz. İlgisizim diye de sakın sızlanma, bundan böyle ne kadar ekmek o kadar köfte… Söylenerek ayağa kalktığımda mutsuzdum. Pazar keyfim daha sabahın ilk saatlerinde yara almıştı. Yatışmam için hazırladığı kahvaltının dört dörtlük olması şarttı. Domatesinden peynir çeşitlerine, reçelinden balına, sosisinden jambonuna kadar masada her şey yer almalıydı. Özellikle de sucuklu yumurta... Fırından yeni çıkmış ekmeğimi elimle parçalayacak, sonra da sarısına bandıra bandıra yiyecektim. Kurduğum hayaller midemin gurultusunu artırmıştı. Koşarak banyoya gidip işimi bir çırpıda hallettim. Artık önümde hiçbir engel kalmamıştı. İştahımı artırmak için duraklayıp, sucuğun kokusunu doyasıya içime çektim. Görüntüsü gözlerimin önünde olmasına karşın, burnum bir şey hissetmemişti. Tıkanmış olmalı diye düşünüp güzelce temizledim, ancak sonuç değişmedi. Havada ne kızarmış ekmek, ne de sucuk kokusu vardı. Kolum kanadım kırılmıştı. Doğumuna çok az günü kaldığını biliyordum, aldığı kilolardan dolayı da yuvarlana yuvarlana yürüdüğünü de; ama bu bir yumurta kırmasını engellemez ki. Hareket etmezsen tabi ki şişko olursun. Şimdi kalkıp bir menemen yapsaydın, ne biçim kalori harcardın… Koridorun ortasında öylece kalakalmıştım. Biraz evvel tazı gibi koşan ayaklarım, artık hareket bile etmiyordu. Neyi gözlüyordum? Bilmiyorum. Belki de, “Kahvaltı hazır.” diye seslenmesini. Ama bu sadece bir hayaldi, tıpkı sucuklu yumurta gibi. Duygu; şu an hanımefendiler gibi oturmuş masayı hazırlamamı bekliyordu. Kızım işyerinde zaten eşekler gibi çalışıyorum, bari evde biraz dinleneyim. Hiç boşuna debelenme oğlum, git efendi efendi çayı demle. Ama hamilelik de bu kadar suiistimal edilmez ki… Sen hele biraz daha bekle Duygu, çocuk bir doğsun ne işler açacağım başına? Oğlanı sucuklu yumurta manyağı yapmasam adiyim. Her gün ağlayarak senden isteyecek. Sıkıysa yapma. Aklıma gelen bu düşünce moralimi az da olsa düzeltmişti. Önce mutfağa gittim. Tahmin ettiğim gibi bomboştu. Issız ve kaderine terkedilmiş görüntüsü, içimi parçalamıştı. Uyandığımı ve en kısa zamanda sofrayı hazırlayacağımı Duygu’ya söylemeliydim. Belki o zaman biraz utanırdı. Bu duygular içinde salonun kapısına gelmiştim ki, bana gücenmiş olabileceği aklıma geldi. Duraklayıp kalbini kıracak bir şey söyleyip söylemediğimi düşündüm. Hatırlayabildiğim kadarıyla monoton cümleler haricinde aramızda farklı bir konuşma geçmemişti. Cumartesi akşamı şerefine birkaç duble rakı içmiştim. Bir süre sonra da yorgun olduğunu söyleyip erkenden yatmıştı. Demek ki ortada benlik bir sorun yok Kendimi aklamam, hırsımı artırmıştı. O sinirle içeri dalacağım sırada rahatsızlanmış olabileceğini düşündüm. “Dur bir dakika oğlum. Hemen celallenme. Belki de kahvaltı hazırlarken kendini yorgun hissedip kanepeye uzanmıştır. Beş dakika dinleneyim derken de uyuyakalmıştır. Kedi gibi bir köseye kıvrılıp yatacağına beni uyandırsaydın ya güzelim. Çok çalıştığım için bana kıyamıyorsun, ama evlilik paylaşmaktır ve ben bu sorumluluğu seve seve taşırım” Bu teori aklıma yatmıştı. Kapıdan söyle bir bakacak, üstü açıksa örtecek, ardından mutfağa gidip canıma mükellef bir sofra hazırlayacaktım. Kafamı
55
Öykü
sessizce uzatım, kimseyi göremedim. İçeri girmem ve diğer odaları dolaşmam da bir işe yaramadı. Duygu, Pazar sabahı anlamsız bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Hava almak için dışarı çıkmış olabileceğini düşünerek pencereden sokağa baktım; yoktu. Giderek endişelenmeye başlamıştım. O telaşla cep telefonumu alıp numarasını çevirdim. Karşıma metalik bir kadın sesi çıktı. Sürekli aynı kelimeleri tekrarlıyordu; “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.” Kafam karmakarışık olmuştu. Türlü düşünceler-ki çoğu kötüydü beynimde uçuşuyordu ve ben hangisine inanacağımı bilmiyordum. Karar vermek için bir koltuğa oturup gözlerimi kapattım. “Öncelikle sakin ol oğlum. Büyük bir ihtimalle fırından ekmek almaya gitmiştir, az sonra da evde olur. Sakın doğum sancıları başlamış olmasın? Saçmalama. Daha Cuma günü doktordaydık, Çarşamba’dan önce beklemeyin demedi mi? Öyle; ama ya yanılmışsa? Oğlum kafayı mı yedin? Tut ki sancılandı, tek başına hastaneye gidecek hali mi var? Yanıma gelip söylerdi. Ya uyandıramadıysa? Son derece mantıksız, uykum çok hafiftir, çıt çıksa uyanırım. Unutma akşam çok içmiştin? Yani ölçüyü biraz kaçırmış olabilirim, ancak o kadar gürültüyü duymamam imkânsız. Bilmiyorum. Telaşlanma oğlum öyle bir durum olsaydı Duygu ne yapar ne eder kaldırırdı. Kesinlikle. O zaman nerede bu kadın? Söyledim ya fırında. Dur bir dakika hesaplayalım. Evle fırın arası taş çatlasa beş dakika. Geri dönüşü ve orada oyalanmasına da on dakika diyelim. Yuvarlana yuvarlana yürümesini de hesaba katarsak yarım saat. Tam benim kalktığımda gitmiş olduğunu düşünürsek, neredeyse gelir. Ekmek almaya gidiyorsa en azından çayı demlemiş olması gerekmez miydi? Tabi ki. Bu durumda… Dur hemen panik yapma oğlum. Yaşananları sakin kafayla bir daha gözden geçir. Duygu’yu en son dün akşam görmüştüm. Akşam ben demlenirken, “Bu gece de muhabbetine hiç doyum olmuyor” demiş ve erkenden yatmıştı. Buraya kadar tamam. Sonra birkaç duble daha içip odaya gittim. O sırada yataktaydı. Yoksa değil miydi? Şimdi yoğunlaş ve o anı tekrar düşün bakalım. Ayağa kalktığında; yatacağım mı, yoksa annemlere mi gidiyorum dedi. Gecenin yarısında neden annesine gitsin ki? Doğum yakın diye. Diyelim bu teori doğru, o zaman beraber gitmemiz gerekirdi. Öyleyse neden yalnızım? Doğum bitti de dinlenmek için mi eve geldim? Yok devenin nalı. Kaynanaya mı telefon açsam? Manyak mısın be oğlum? Ne diyeceksin kadına; kızını kaybettiğini mi? Söze; kızım eşya mı ki kaybolsun diye başlar iki canlıyken nasıl kıydın evladıma diye bitirir. Öyleyse bu seçeneği hemen eliyoruz. Geriye ne kaldı? Koca bir hiç. Peki ne yapacağım şimdi?” Sıkıntıyla ayağa kalkıp telefonla bir daha aradım, sonuç değişmedi. Odanın içinde ileri geri yürümeye başladım. Düşünmekten ve çaresizlikten bunalmıştım. “Ekmek almaya gitseydi şimdiye kadar kesin dönerdi. Demek ki fırın ihtimalini de geçiyoruz. Bir dakika; yolda araba filan çarpmış olmasın? Hemen aklına kötü ihtimaller getirme oğlum. Yıllardır burada oturuyoruz, haberi hemen gelirdi. O zaman nerede bu kadın? Tek başına doğurmaya mı gitti? Hastaneleri mi arasam acaba? Ne diyeceğim? “Affedersiniz hamile karımı kaybettim. Acaba son on iki saat içinde hastanenizde Duygu adında bir kadın doğum yaptı mı?” Saçmalama Alper, millet götüyle güler. Böyle oturmakla da olmayacak, en iyisi çıkıp aramak. Ama nerede? Karakola giderim. Oradan bir sonuç alamazsam hastaneleri dolaşırım” Üstümü değiştirirken, kaynanamın ağzını aramanın daha mantıklı olacağı aklıma geldi. Tüm riskleri göze alıp numarasını çevirirken, bir yandan da durumu nasıl izah edeceğimi düşünüyordum “İnsan durup dururken kaynanasını arayamaz mı? Söz konusu Mukadder ise aramaz. Kızını kaybettim, orada mı dememe hiç gerek yok. Önce bir hatırını sorarım, ardından da neden bize gelmiyorsun, özledik derim. Bu sözüme hayatta inanmaz. Hemen Duygu’ya bir şey mi oldu diye sorar? Bilmiyorum, bende zaten bu yüzden aramıştım derim. O zaman da işi gücü bırakıp yanıma gelir ve ağzıma sıçar.”
56
57
Öykü
Öykü
Telefonu açmasını beklerken kapı çaldı. Duygu sonunda gelmişti. O rahatlıkla derin bir nefes aldım. Ama bu sefer de yüreğim öfkeyle doldu. Bana yaşattığı telaşın hesabını kesinlikle soracaktım. Yüz ifademi bu duygumu belli edecek konuma getirip, birkaç saniye bekledim. Zilin ardı ardına çalmasına aldırış bile etmiyordum. Hazır olduğumu hissedince ağır hareketlerle kapıyı açtım. Karşımda Duygu yerine Mukadder Hanım duruyordu. Ter içindeydi. Yüzü; sağılmaya hazır inek memesi gibi şişkin ve kızarıktı. İri ve biçimsiz vücudu; hamile kalıp da bir türlü doğuramayan kadınlara benziyordu. Başımı uzatıp sağına soluna baktım; yalnızdı. Bu durumda Duygu annesinde de değildi. O şaşkınlıkla, “Mukadder Hanım! Ne arıyorsunuz burada? Daha telefonunuzu yeni çaldırmıştım.” dedim. “Ne yapacağımı sana mı soracağım damat? Şimdi çekil de içeriye gireyim.” Dedi. Yol vermediğim takdirde üzerimden buldozer gibi geçeceğini bildiğimden sözünü ikiletmeden kenara çekildim. Fırtına gibi içeri daldığında, yüz ifadesinden Duygu’nun kaybolduğundan haberi olup olmadığını anlamaya çalıştım. Görebildiğim tek şey çatık kaşlarıydı ve bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Bir şeyden şüphelenmesine fırsat vermeden başımdan savmaya, sonra da karakola koşmaya karar verdim. “Buraya kadar zahmet etmenize hiç gerek yoktu Mukadder Hanım. Telefon çaldığında bir alo demeniz yeterliydi.” Dedim. Yüzüme küçümser bir şekilde baktıktan sonra başını iki yana sallayıp derin bir of çekti. Tombul yanakları tam sıkmalıktı, ancak bugüne kadar hiçbir Âdemoğlunun buna cesaret etmediğinden emindim. Hala soluk soluğaydı. Nefeslendiği an; Duygu’yu soracağını, ardından da işimi bitireceğini düşündüm. Buna izin veremezdim. O telaşla koluna girdim ve “İyi ki telefona bakmasını bilmiyorsun, yoksa yüzüne hasret kalacaktık. Gel şöyle otur da sana bir yorgunluk kahvesi yapayım.” dedim. Benden böyle bir davranış beklemediğinden olacak, itiraz etmedi. Oturur oturmaz da bir yastık aldım ve arkasına koydum. Gözleri sonuna kadar açarak, “Hayırdır damat?” diye sordu. “Bunun adı özlem anneciğim, özlem.” “Allah Allah... Hangi dağda kurt öldü?” “İlahi anneciğim ne kadar şakacısınız. Kahvenizi nasıl alırsınız?” “Bırak şimdi kahveyi de beni dinle, anlatacaklarım var.” Bugüne kadar benimle ne konuştun ki şimdi konuşacaksın? Ya Duygu nerede diye soracaksın, ya da ne kadar sorumsuz olduğumdan bahsedeceksin. Benim adım Alper’se sana bu fırsatı vermem. “Hele bir dinlen sonra bol bol konuşuruz.” “Gerek yok bak şimdi Duygu…” Nerede? Bilsem karşında bu kadar telaşlanır mıydım?” “Duygulandınız değil mi? Bende. Ne zamandır böyle anne oğul gibi oturup konuşamıyorduk.” “Bana bak damat iki dakika sus da beni dinle. Buraya geldim çünkü…” Kızını merak ettin. “Gelmen için bir bahane gerekli değil anneciğim, sizi görmek beni her zaman mutlu ediyor.” “Offf sıkıntı bastı. Madem konuşturmayacaksın ne halin varsa gör. Ben işime bakıyorum.”Dedi ve ayağa kalkıp yatak odasına doğru yürüdü. Duygu’nun yattığını sanıyor olmalıydı. O heyecanla önüne geçtim. “Ne yapıyorsun damat? Çekilsene önümden.” Dedi. “Asla.”
“Neden?” “Ter içindesiniz. Böyle dolaşırsanız hasta olursunuz. Oturun da bir havlu getirip sırtınıza koyayım.” “Senin neyin var bugün? Ne dinlemesini biliyorsun, ne de yerinde durabiliyorsun? Bir şey mi saklıyorsun yoksa?” “Haydaaa. Bunu da nereden çıkarttınız? Sadece rahat etmenizi istemiştim.” “Tamam oğlum rahatım, şimdi önümden çekil de yatak odasına gideyim.” “Yatak odasına mı? Olmaz.” “Neden? “Duygu kendini halsiz hissediyordu, uyudu az önce.” Mideye indirmeden önce avını alıcı gözle süzen vahşi hayvanlar gibi yüzüme baktı. Yalan söylediğimi kesinlikle anlamıştı.” “Demek uyuyor. İlginç.” Bittin Alper. Kıvır kıvırabildiğin kadar artık. “Yani az öncesine kadar uyuyordu, ama gitti.” “Nereye?” Of be Mukadder, neden benim mukadderatımsın? Düş artık yakamdan. “Nereye gidebilir ki? Şeye gitti.” Bu yanıtım üzerine güldü. Ortamı yumuşatmak gayesiyle hemen ona eşlik ettim. “Yani?” Diye sordu. “Hava almaya.” “Sende bu haliyle yalnız başına çıkmasına izin verdin, öyle mi?” Al başına bir bela daha. “Benden izin istemedi ki. Çıkıyorum dedi ve gitti. Bu genç nesilde hiç saygı kalmadı anneciğim. Kime çekmiş bu kız böyle?” “Kime çektiğini düşüneceğine önümden çekil.” Tıkanmıştım artık. Dediğini yaptım, o da dosdoğru yatak odasına gitti. “Duygu’nun evde olmadığını öğrendiği halde ne işi var odamızda? Arkasından gidip baksam mı? Mukadderat’la yatak odasında baş başa. Ulan düşüncesi bile insanın tüylerini ürpertiyor. Burada dikilmekle bir yere varamayacağıma göre, mecburum.” İçeri girdiğimde, çekmecelerden Duygu’nun geceliklerini ve iç çamaşırlarını çıkartıyordu. Yatağın üstünde de bir valiz duruyordu. Kendi evimde benden habersiz bir takım dolaplar dönüyordu ve ben sadece seyretmekle yetiniyordum. Bu kadarı fazlaydı. “Benim iç çamaşırlarım da bir alt çekmecede.” “Ne yapayım senin kirli çamaşırlarına?” “Kirli olduğunu nereden çıkarttınız, yoksa gizli gizli kokladınız mı?” “Deli deli konuşma da işimi bitireyim.” “Pazar sabahı durup dururken evimize gel, yatak odasına dal, Duygu’nun çamaşırlarını valize koy. Nedenini sorduğumda da bana deli de. Doğrusu çok güzel.” “Akıllı olduğunda söylenemez.” “Mukadder Hanım sabrımı zorlamayın. Neler olduğunu bir an önce anlatın artık.” Sert ses tonum karşısında şaşırdı. Elinde tuttuğu gecelikle bir süre yüzüme baktı, ardından yatağın
58
59
Öykü
Öykü
üstüne oturup ağlamaya başladı. Sebep olduğum bu görüntü karşısında kendimi kötü hissetmiştim. Bir süre sakinleşmesini bekledim. Ancak hıçkırıkları azalacağına artıyordu. Sonunda dayanamayıp yanına oturdum ve ellerini avuçlarımın içine aldım. “Bağırdığım için özür dilerim. Ama sinirlerim inanın çok bozuk. Az önce Duygu konusunda size yalan söyledim. Uyandığımda evde yoktu ve nerede olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Ne yapacağımı, nerede arayacağımı bilmiyorum.” Söylediklerimden dolayı, bağırıp çağırmasını, yakamdan tutup beni hırpalamasını beklerken; hiç sesini çıkarmadı. Sadece başını kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinde, ne bir öfke ne de bir küçümseme vardı. Söylemesi zor ama sanki sevgi doluydu. Gerçekten şaşırmıştım. “Buraya gelmemi ve valizi hazırlama mı Duygu istedi.” Dedi. “Ne? Duygu’mu? Sizde mi yoksa?”Diye sordum. “Evet.” “Şimdiye kadar neden söylemediniz? Meraktan kafayı yiyordum.” “Bir türlü beni konuşturmadın ki? “Sizde ne yapıyor? Bana neden haber vermedi. Valizi neden hazırlıyorsun?” “Sakin ol oğlum her şeyi anlatacağım. Duygu sabah erken kalkmış. Sen uyanana kadar biraz yürüyüş yapayım demiş. Malum bugün hava çok güzel. Bizim evin yakınlarında sancılanınca soluğu yanımda aldı.” “Sancılanmış mı? Şu an doğuruyor mu yani? Hani daha üç günü vardı? Neden yalnız bıraktınız onu? Hemen yanına gidelim.” “Telaşlanma oğlum. Şimdi iyi. Evde dinleniyor. Her ihtimale karşı valizini hazırlayayım dedim.” “Bırakın şimdi valizi filan hemen gidelim. Çok canı yanıyor mu?” “İyi dedim ya oğlum. Meraklanma.” “Neden bana haber vermediniz?” “Telefonunun şarjı bitmiş. Bana söyledi. Nasılsa geleceğim diye ihmal ettim” “Nasıl evde yalnız bırakırsın, ya tam şu an doğum başladıysa?” “Pakize Teyzen yanında. Hem doğum akşamdan önce olmaz.” “O kim? Ebe mi? Doktorlar bile gününü bilemediler ebeye mi inanacağız?” “Ebe değil yan komşum.” “Eyvahhhh yandık desene. Sen ister valiz topla ister evi temizle ben gidiyorum. Biraz daha dayan Duygu…” Uçarcasına kapının dışına çıkmıştım ki arkamdan bağırdı. “Dur deli oğlan dur. Şu valizi kapatayım geliyorum.” Yerimde duramıyordum. Parmaklarımı çıtlatıyor, olduğum yerde zıplıyor, her iki saniye de bir “Haydi. Haydi. ” diye haykırıyordum. Sonunda elinde valiz oflayarak yanıma geldi. “Sen merdivenlerden inene kadar ben taksi bulurum.” Dedim ve fırladım. “Dur bir dakika.” Diye seslendi. “Yine ne var?” “Ayakkabısız mı gideceksin?” Hızla içeri girip giydim ve merdivenleri üçer beşer atlayarak sokağa çıktım. Karşıma çıkan ilk taksinin önüne kendimi atınca durmak zorunda kaldı. Doluydu; ama karımı doğuma götürmem gerektiğini söyleyince içindekiler anlayış gösterip indiler. Mukadder Hanım da gelince hızla hareket ettik. Şoför dikiz aynasından bize bakıp, “Abi hiç acele etmene gerek yoktu.” Dedi. “Neden? “Diye sordum.
Kaynanamı işaret ederek, “Bu doğurursa bende doğururum.” dedi. Bir şey söylememe fırsat kalmadan Mukadder Hanım, “Münasebetsiz.” diye öyle bir bağırdı ki, kadar adamacağız biz inene kadar tek kelime etmedi. Üç dakika sonra apartmanın önündeydik. Cebimden çıkarttığım parayı adama uzatıp taksiden fırladım. Bir solukta merdivenleri aşıp dairenin önüne geldim. Kapı açılana kadar da parmağımı zilden hiç ayırmadım. Karşıma çıkan Pakize Hanım’ı elimle itip içeri dalarken var gücümle “Yettim canım” diye bağırıyordum. Duygu; salonda kanepeye uzanmış televizyon izliyordu. Beni görünce gülümsedi ve kalkmaya çalıştı. Uçarak yanına gidip doğrulmasını engelledim. “Ne oldu bir tanem sana?” Diye sordum. “İyiyim şimdi. Senin yaramaz sıkıldı galiba, dışarı çıkmak için acele ediyor.” “Neden haber vermedin? Sabahtan beri neler çektiğimi anlatamam. Neredeyse karakola gidiyordum.” “Anneme söylemiştim aramadı mı?” “Hiç arar mı o?” Diyeceğim sırada gözümün önüne yatak odasındaki ağlaması geldi. Ve hayatımda ilk kez onu kollama ihtiyacı duydum. “Valizi hazırlamak için eve gelecekmiş, o zaman söylerim diye düşünmüş. Onu da suçlamamak lazım, telaştan mantıklı düşünememiş anlaşılan. Neyse bırakalım bunları da hazırlan gidiyoruz.” “Nereye?” “Emirgan’a çay içmeye.” “Saçmalama Alper? Bu halimle nasıl gelirim?” “Kızım tabi ki hastaneye gideceğiz.” “Telaş yapma Alper. Az önce doktorumla konuştum. Sancıların geliş sıklığını sordu.” “Sahi ne durumda sancıların?” “On dakikada bir yokluyor. ” “Ve sen hala oturuyorsun öyle mi? Çabuk hazırlan, bende bu arada araba ayarlayayım. “Bir sakin ol da sözümü bitireyim Alper. Doktor; doğuma en az sekiz dokuz saat olduğunu, sancılar üç dakikada bir gelmeye başlayınca hastaneye gelmemizi söyledi.” “Onun hiçbir dediğine inanmıyorum artık. Daha önce de Çarşamba’dan önce doğum olmaz dememiş miydi? Hava güzel ya, kesin bir yerlere pikniğe gitmiştir. Rahatını bozmamak için bizi sallıyordur.” “Aman Alper bunu da nereden çıkartıyorsun?” “Yani doktoruna güveniyorsun ve beklemeye kararlısın.” “Kesinlikle. “Beklerken bir sucuklu yumurta yesek, zaman daha mı çabuk geçer acaba?”
60
61
Yazan: Atilla BİLGEN
İllustratör: Mehmet DAL
Dergi
Dergi
Tanıtım
Tanıtım
Fire Uluslararası Mizah Dergisi 3. Sayısı FIRE ULUSLARARASI MİZAH DERGİSİ 3. SAYISINI Temmuz son haftasında çıkardı. Özgürlük, yalnızlılk, ihanet, çok bilmişlik, varoluş, kadın, müzik, hayvan konuları üzerine pek başka örneği olmadığını söyleyebileceğimiz kaliteli bir dergi… Çoğu yerde bulunmayacağını varsaydığımız söyleşiler de yapılıyor… Varolan mizah anlayışları ile didişmeyen, ama onlara da yaranamayan bir mizah arayışı… Geleneksel Türkiye Mizahı ile bezenmiş Nasreddin Hoca torunlarını, öteki ülkelerin kalitesi ile bir arada görme şansı. Yönetmenliğini Firuz Kutal yapıyor, Seçici Kurulu Hayati Boyacıoğlu ve Günberk Güleren oluşturuyor. Mizahi merkez alan her disipline açık, Karikatür ya da illüstrasyon dergisi olduğu kadar çizgi roman, fotoğraf, resim, kukla tiyatro ve hatta stand up komedyenlerin dergisi. Bir girişim… bir renklilik… Bir masal.. ‘’İnternette yok olup gitmesin dediğimiz emekleri kağıda basarak koruyalım dedik.’’ Belki türünün son girişimi. Belki boşuna çaba. Bilemiyoruz. Üçüncü sayımızın ana teması Sınırlarım[ız] Bizim gibi olamayan, düşünmeyen, yaşamayanlardan nefretin sınırını anlamaya çalışıyor çizerlerimiz. Konunun giriş yazısını Baskın Oran yazdı. 20 ülkeden çizerin çalışması..
62
63
Manga
Manga
İncelemesi
İncelemesi
Psycho Pass Öncelikle tüm gölge takipçilerine selamlar. Birkaç ay önce derginin Facebook sayfasında Anime - Manga incelemesi yapacak, makaleler ve bu alanda çeşitli yazılar paylaşacak birini aradığını öğrendim. Aslında Mayıs ayında irtibata geçmiştim. Biraz gündelik işler, biraz da kendi sorumsuzluğumdan sözümde duramayıp, gönderecek bir şeyler yazamamıştım. Sağ olsun editörümüz Mehmet Kağan Sevinç, benimle tekrar iletişime geçti ve bu şansı bana tekrar verdi. Neden buna bu kadar hevesli olduğuma gelince benim Anime ve Manga konusunda çeşitli yazılar yazmakta kendimce şöyle bir amacım var. Öncelikle Anime ve Manga kültürünün birçok arkadaşımızın sandığının aksine Naruto, Bleach ve One Piece gibi shounen ( aksiyon - macera temalı, 18 yaş altı erkek kitleye yönelik ve en populer manga türü) serilerden ibaret olmadığını, bunun yanında yaratıcılığını tamamen gerçeklerden alan; kimi zaman tarihi orta asya da dokumacılık yaparak geçimini sağlaya bir bayanın yaşamı, sert ve şiddet dolu sokak hayatlarından kesitler, düşük yaşam seviyesine sahip erkeklerin ,dövüş sanatlarıyla var olma çabaları , sporun karanlık ve kirli yanları, tarihi gerçekleri estetikle süsleyen eserler gibi gayet ciddi ve hayattan konuları olan bazen de bunları bir çoğumuzun kafasındaki yanlış anime ve manga imajından beklemeyeceği şekilde korku, bilimkurgu, fantastik kurguveya komedi unsurlarıyla anlatan ve hayal gücümüze çok daha farklı ufuklar kazandıracak ve bana göre hepimizin göz atması gereken türler ve bu türlerde eserler olduğunu size tavsiye niteliğinde incelemeler yazarak anlatmaktır. Neyse daha fazla sıkıcı olmadan konumuza dönelim. Bu ilk incelememde de sizin için 2012 yılında Kyoji Asano tarafından çizilip, Gen Urobuchi tarafından senaryosu yazılan Psycho Pass isimli 26 bölümlük aksiyon - bilim kurgu - psikolojik türünde bir seriyi seçtim. Bakalım bu yapım bize ne anlatıyor ve ne vaat ediyor? İnsan bilinci, son derece karmaşık bir yapıya sahiptir. Çeşitli olumlu - olumsuz davranışların ardında birçok karmaşık anılar, eğilimler ve nice tetikleyiciler yatmaktadır. Özellikle suçluların psikolojilerini inceleyen Kriminoloji biliminin kendi içinde bile insanları şiddete iten sebepler hakkında tartışmalar sürmektedir? Örneğin; öfke, nefret, hilebazlık gibi suça iten başlıca duygular insanların yaşamında aldığı etkilere bir tepki niteliğinde mi ortaya çıkmaktadır yoksa her bireyin sahip olduğu son derece insani özellikler midir? Şimdi düşünün. Bir teknoloji geliştirilse ve bu teknoloji insanların, siyasi eğilimlerinden tutun da stres seviyelerini, aile genetiğini, travma kayıtlarını ve günlük psikolojik raporlarını ölçse ve buna göre insanların suç işleyebilme potansiyelleri bir yüzdeyle hesaplansa ve tüm yasal işlemler ve cezai yaptırımlar bu yüzdeye göre uygulansa, vur emirleri ve infazlar da buna dahil. Böyle bir dünyada bu teknolojiyi geliştirenlerin hayal ettiği gibi suç ve şiddetin olmadığı ütopik bir cennet mi olurdu yoksa Bradbury veya Huxley’inkileri mumla aratacak bir distopya mı? İşte Psycho Pass buna kendi içinde gayet tatmin edici bir cevap sunuyor. NOT: Buradan sonrası çok küçük de olsa ilk birkaç bölümle ilgili spolier içerebilir.
64
Geleceğin Japonya’sında Psycho Pass isimli bir teknoloji geliştirilmiştir. Bu teknoloji yukarıda bahsettiğim etkenleri sayarak bireylerin suç işleyebilme potansiyellerini ölçmektedir. Polis teşkilatları da tamamen bu sistemin hesaplarına göre operasyonlar düzenleyip, tutuklamalar yapmakta ve yeri geldiğinde de olay yeri infazı gerçekleştirmektedirler.. Aslında bunları hesaplayan da kendileri değildir. Ellerinde sadece teşkilat tarafından kullanılabilen ‘’Dominators’’ adı verilen özel silahlar vardır. Bu silahlar doğrultuldukları kişinin yüzdelerine göre; sesli uyarı yapma, felç etme veya öldürebilme özelliklerini kendiliğinden aktif hale getirirler. Dominator’u elinde tutan polis de sorgulamadan onun hesaplarına uymak zorundadır. Psycho pass yüzdesi polis operasyon gerektirmeyecek kadar düşük, fakat tedavi edilemeyecek kadar da yüksek derecede olanlaraysa çeşitli kısıtlamalar uygulanmaktadır. Evlenme, çocuk sahibi olma, araç sahibi olma vesaire gibi. Baş karakterimiz; Akane Tsunemori, polis akademisinden yüksek bir dereceyle ve dahi unvanıyla mevzun olmuş ve genç yaşında müfettiş olarak Unit:1 isimli birliğin başına atanmıştır. Bu birlik en üst seviyelerdeki Psycho Pass yüzdeleri en yükseklerde olan yani en ‘’tehlikeli suçlularla’’ uğraşmaktadır. Fakat bir şey daha vardır. Akane’nin emri altındakiler bir zamanlar teşkilatta çalışırken çeşitli olaylar sonucu; bunalımlara girmiş, cinnetler geçirmiş, Psycho Pass seviyeleri tavan yapmış azılı suçlulardır. Dark Side’ye geçmişler de diyebiliriz. Fakat onlara bir şans verilmiştir. Polis teşkilatında bir nevi ‘’av köpeği’’ olarak çalışmaktadırlar. En tehlikeli operasyonların değersiz piyonlarıdırlar. Tabii ki dominatorler de onlara doğrultulduğunda öldürme yetkisini amirlerine vermektedir. Gerçekte oldukça pozitif, zeki ve çalışkan bir genç kız olan Akane, daha Unit:1 deki ilk görevinde büyük bir trajediye şahit olur. Bir kızı rehin aldıktan sonra günlerce tecavüz ve işkence etmiş bir sapığın peşindedirler. Bu suçlunun kaçarken yanına rehinesini de almış olması işleri daha da zorlaştırmaktadır. Sonunda beklendiği gibi suçlu, dominator ile vurularak infaz edilmiştir. Rehine de güvendedir. İşler bitmiş gibi görünse de dominatorler, tekrar ölüm emriyle sinyal vermeye başlamışlardır. Sinyalin yönüyse av köpeklerini değil başka birini göstermektedir. Az önceki türlü türü işkencelere ve tecavüze maruz kalmış kızcağız.
65
Manga
Manga
İncelemesi
İncelemesi
Akane, daha bu ilk görevinde ve genç yaşında böyle bir trajediye ve vahşete şahit olmuştur. Yönettiği birlikteki astları ve doğal olarak yeni iş arkadaşları içinse elinden geleni yapmaya hazır olup, arkadaşlığından ödün vermese de onlar hakkında ilk kez akademideki kitaplarda okuduğu suçlu imajının ötesine geçmiş, hatta iş arkadaşı olmuş, onlar sayesinde karanlığa ilk kez bu kadar yakın mesafeden bakmıştır. Onları ‘’av köpeği’’ olmaya iten geçmişteki acılarını, ruh hallerini anlamaya çalışmakta her şeye rağmen arkadaşları olmak istese de içten içe de ürperdiği zamanlar olmaktadır. Lakin kopup geldiği toz pembe dünyasındaki arkadaşlarına hiç de benzememektedirler. Bu arkadaşlarından biri olan eski başarılı memuru, yakışıklı fakat sert ve soğuk bir mizaca sahip Kougami’ye tuhaf bir ilgi duymaya ve yakınlık hissetmeye başlamıştır. Kougami’nin sır gibi sakladığı ‘’karanlık’’ geçmişine duyduğu merakın da bunda payı vardır. Bir süre sonraysa Tokyo’nun çeşitli bölgelerinde bir takım seri cinayetler işlenmeye başlar. Bir seri katil, kurbanlarını öldürdükten ünlü bir ressamın tablolarına göndermeler yaparak, grotesk şekillerde süsleyip, Şehrin birçok yerindeki reklam hologramlarının içlerine saklamaktadır.
Olayların ardındaki hastalıklı beyin kimdir gerçekten? Psycho Pass isteminde açık bulmaktan başka bir vasıf taşımayan sıradan bir sadist mi yoksa insanların özgür iradeleri ve vicdanlarına değil de bir makinenin yaptığı matematiksel hesapların belirlediği sanal yasalara uymak zorunda bırakılmalarına çok kızmış, manevi adaleti savunan bir anarşist mi? Akane ve Unit:1 bu olayların peşinden giderken hem bu korkunç cinayetlerin hem de Psycho Pass sisteminin arkasındaki sırları öğreneceklerdir. Özgür iradeleri ve sezgileriyse tek pusulaları olmak zorunda kalacaktır. Şimdi biraz da geçtiği zamana ve bir bilim kurgunun olmazsa olmazlarından olan günümüze göre fazlasıyla futuristik öğelere gelelim. Seride teknoloji ve sanal alem almış başını gitmiş. Şehirlerde birçok yerde reklam tabelaları yerine 3d ve hareketli reklam ve eğlence hologramları bulunmakta. Adım atsanız Psycho Pass ölçer güvenlik robotlarına ve muayene eden sağlık robotlarına çarpmanız mümkün. Aynı şekilde herkesin bir tuşa basarak kıyafet değiştirdiği bir dünya. Bir de insanların diyetlerine ve giyim tarzları gibi seçimlerine karar veren hayvan hologramlı küçük robotları var. Bunlar aynı şekilde o gün ne yapmanın sizin için eğlenceli olacağı gibi konularda da söz hakkına sahip. Bir nevi insanların teknolojisi yok. Teknolojinin insanları var dememiz de abartı olmaz. Ben kendi adıma Anime ve Mangalarda çizim gibi estetik ayrıntılara zerre önem vermeyen biriyimdir. Fakat o konuya da değinmem gerekirse 2012 yapımı bir seriden bekleyeceğiniz gibi gayet canlı ve ayrıntılı çizimlere sahip. Mekan tasarımları ne kadar futuristik olsa da birkaç bölümden sonra seriye ısındığınızda antipatik gelmiyor. Karakter modellemeleri ve seslendirmelerini de epey başarılı bulduğumu söylemeliyim. Benim uzun zamandır okuyucusu olduğum Gölge’deki ilk yazımdı. Hatalarım olduysa ki elbette olmuştur. Mail yoluyla bildirirseniz gerçekten sevinirim. bir daha tekrarlamamak adına. Şimdilik bu kadar. Bir dahaki sayıda umarım görüşmek üzere. Aslan KIZILÇAY
Bahsi Geçen Sosyopat Abimizin Sanatsal Çalışmalarından Biri Akane’nin bilmediği bir konu vardır. Buna benzer hatta neredeyse aynı görünen seri cinayetler, birkaç sene önce de aynı bölgede işlenmiştir. Fakat fail yakalanmış ve infaz edilmiştir. Peki öyleyse bu cinayetler bir kopyacıya ve kopyacılara mı ait, amaçları ne , gönderme yapılan ünlü ressam ile ne gibi bir bağlantı var ? Teşkilatın büyük bir kısmı Psycho Pass’in açığını bulmuş ve bu özelliği dışında tamamen diğerleri gibi bir sosyopatı araya dursunlar. Teşkilatta çok daha farklı teoriler dolaşmaktadır. Onlara göre bu ve önceki cinayetler, Psycho Pass sistemine karşı bir protesto niteliği taşımaktadır. Olayların ardında ise çok daha büyük bir güç veya güçler bulunmaktadır ve yine bu teorilere göre seri cinayetler bu kanlı protestonun sadece başlangıcıdır.
66
67
Öykü
Yalıncak'ın Laneti "Her kim bir canavarla çarpışmayı göze alırsa, bir canavar olmayı da göze alsın. Uçuruma uzun uzun bakarsanız, uçurum da sizin içinize bakmaya başlar." F.Nietzche
Mayısın ilk haftasının girmesiyle Mete'nin öfkesi iyice artmıştı. Güneş her gün daha fazla yüzünü gösteriyor, gökyüzü daha da berraklaşıyordu. Sıcakların gelmesiyle bataklıklardan çıkan sivrisinekler gibi insanlar da kampüsün her tarafında daha çok dolaşıyor, oturuyor, gülüp eğleniyorlardı. Onlara baktıkça tüm vücudunu kaplayıp kora çeviren durdurulamaz bir öfke hissediyordu Mete. Tüm o gencecik bedenler, sıcakların gelmesiyle açılıp saçılan vücutlar, içki tutan eller ve öpüşen onlarca çift dudak... Bir onlara bir de kendi korkunç yalnızlığına baktıkça içi içini yiyordu genç adamın. Belki bu dönem derslerini biraz daha toplamıştı, belki ruh hali geçen senelere göre biraz daha düzelmişti evet, ama bu görüntü, şu kendisine ondan başka herkesin deliler gibi mutlu olduğuna dair iğrenç bir his veren insan güruhu onun zar zor kurabildiği manevi dengesini feci şekilde sarsıyordu. Yıllardır ne kadar arkadaşı olursa olsun asla kurtulamadığı, her saniye zihnini dikenli tel gibi sarıp sinir sisteminş harap eden o feci yalnızlık hissi yine hortlamıştı işte. Lanet olsun, kurtulamıyordu bir türlü. Hiçbir zaman birini gerçekten sevememiş, aşık olamamıştı. Çıktığı iki kişiyi de kendisi bırakmıştı. Hiçbir dostuna gerçek anlamda "dostum" diye seslenememişti. Herşeye rağmen, ailesinin de haline üzüldüğünü gördükçe bu dönem değişeceğine, en azından değişmeye çalışacağına dair onlara söz vermişti. Nitekim kendisinin bile beklemediği bir azimle dönemin başından beri olaylara sürekli olumlu yaklaşarak ruh halinde yıllardır süregelen kara bulutları nispeten de olsa dağıtmayı başarabilmiş, kayda değer bir gelişme yakalayabilmişti. Ancak şu görüntü, ODTÜ'nün her tarafında; kaldırımlarda,yurt önlerinde,çimlerde oturan,gülüp eğlenen ve birbirleriyle oynaşan çiftlerin mide kaldıran görüntüsü hiç ummadığı bir felakete itmişti onu. Bu korkunç resim, ısrarla kaçmaya çalıştığı korkunç gerçeği bir kez daha suratına çarpmıştı. Herşeye rağmen, hala ölümüne yalnızdı. Bölümden takılabileceği birçok kişi olmasına rağmen, onu seven bir annesi olmasına rağmen, her ne kadar işiyle meşgul olsa da onu dinleyebilecek abisine ve hiç olmadı dertleşebileceği kuzenlerine rağmen bitmek bilmeyen bir kabus gibi zihninin tam ortasında çakılmış o yalnızlık hissi herşeyi tepetaklak ediyordu. Bu tepeden tırnağa acıyla yıkanmış olan hissin sebebini aslında çok iyi biliyordu Mete. Karşı cinse olan dizginsiz takıntısının sürekli ama sürekli yediği redlerle felaket boyutlarda bir hayal kırıklığına dönüşmesiydi. Ona göre insanların dişisi tüm bu hayatın sebebi, estetiğin kaynağı ve var olabilecek tüm neşelerin çıkış noktasıydı. Yıllarca tüm samimiyetiyle kendini adayabileceği, uğruna kavga edip canını verebileceği gerçek bir sevgiliyi aramıştı Mete. Sürekli ama sürekli birilerine aşık olup durmuştu. En son ne zaman birinden hoşlanmadığı bir zaman dilimi olduğunu hatırlayamıyordu bile. O ömrünü, sürekli yarım kaldığını hissettiği benliğinin diğer yarısını bulmak için harcamıştı.
68
69
Öykü
Öykü
Karşılığında ise anlamsız bir ego savaşı, üstünlük yarışı ve popülizmin getirdiği ahmaklıkla yoğrulmuş beyinlerin "ipleri elinde bulundur" baskısıyla yozlaşmış, ilişki bile denemeyecek birkaç saçmalık yaşamıştı. Hayır, aradığı bu değildi. Aradığı bu olmadığı gibi bulduğunu sandığı başka zamanlarda da hunharca yediği birçok red, kurtuluş umudunun solup kaybolmuş titrek bir mum ışığına dönüştürmüştü. Hele bir de bu şenlik yaygarası, toparlamaya çalıştığı iç dünyasının derinlerine gömmeye çalıştığı travmaları yeniden depreştirmiş, yüzeye çıkarmıştı. 5.Yurt'un önündeki cıvıl cıvıl çimlere bakarken bir tane Camel Soft çıkarıp yaktı. Dumanını doyasıya içine çekti. Gülümseyen her surat için ciğerini biraz daha zehirledi dumanla. Söylenen her bir neşe dolu sözle filtreye biraz daha yaklaştı yanan parça. Kalbinin yeniden nefretle harlanması gibi tütünün alevi de sigarayı bitirdi, yok etti, mahvetti. Bugün 3 Mayıs'tı. Bahar şenliğinin, o lanet günlerin başlamasına beş gün vardı. İki hafta boyunca herhangi bir sınavı da yoktu ve böylesi bir haldeyken bunun iyi mi kötü mü olduğuna karar veremiyordu. Tek tesellisi hava durumunda o günlerde yağmur beklendiğiydi. O yüzlerce kişilik güruh Devrim Stadı'nda eğlenirken üzerlerine inecek yağmurla belki biraz olsun yüzleri düşer de kendisinin suratı gülerdi. Herşeyden öte kendi düşüncelerinin acizliğine güldü genç adam. Kendini bildi bileli mutlu olanlara karşı böylesine bir kin ve nefret besliyordu ama düşünceyle kimsenin mutluluğunu yok edememiş, hiç bir düşmanını ortadan ikiye bölememişti. Bir eylem gerekiyordu, intikam susuzluğunu tatmin edecek bir eylem... Sonra durup yine güldü kendisine, tıpkı yıllardır yaptığı gibi. Elinden ne gelirdi ki? En fazla yapabileceği bölümdeki hergelelerle içip birkaç saçma dans figürü yapar, karambole iki fotoğrafla da sosyal medyada etiketlenerek eğlendim diye yuttururdu millete. Elinden gelecek olan şey buydu işte. Başka bir Camel yakıp da dumanın beyninin acı dolu düşüncelerini yavaşlatıp bir nebze de olsa kendini rahatlatmasını beklerken yurduna doğru yürüdü. Keşke sınavım olsaydı da ona çalışsaydım diye düşündü, belki bunca mutluluk patlamasından biraz da olsa uzak kalabilirdi. Sonra hayır dedi kendi kendine, kaçabileceğin hiçbir yer yok, kendi zihninin soğuk duvarlarında mahkumsun. Dışarıdaki gülenleri izlerken sen de kendi tatlı küçük travmalarına güleceksin. Senin gibi ne olduğu belirsiz, kalabalığın içinde kapkara çukurlarda kaybolanlar nereye kaçabilirler ki? Bunu düşündüğü zaman kafasında hissettiği tuhaf bir kıvılcımla olduğu yerde durdu. Sinir hücrelerinin alışılmadık bir hızla ilettiği, çılgınlığın yasak dağlarından koparak gelmiş belli belirsiz bir düşünce kırıntısı şimşek gibi zihninde çakmıştı. Alacakaranlığın kapladığı solgun gökten inen kısık fısıltılar, yorgun düşmüş ruhunda ani bir irkilmeye sebep olmuştu. Görünmeyen bir çift kötülük kokan yapışkan elin başını hareket ettirdiğine dair rahatsız edici bir hisse kapılan Mete, neredeyse kontrolünde olmadan kafasını karşısındaki karanlık koruluğa çevirdi. Uzun ağaçların, üzerindeki kara örtüyle şehvetli bir ilişkiye girdiği, içerisinde nice karanlık arzunun saklandığı ODTÜ'nün kilometrelerce uzunluktaki uğursuz korulukları, mutlak gücü arayan bir ölümlünün sorusuna haykırarak verilen bir cevap gibi önünde yükseliyordu * * * 3 Mayıs'tan itibaren 8 Mayıs akşamına, yani şenliğin ilk gününün akşamına kadar, her gece sürekli yurtlar bölgesinin yukarısındaki kapkaranlık koruluklarda dolaştı Mete. Sık ağaçların arasından bir gölge gibi yürüdü. Sıradan ölümlülerin ahmakça rüyalara daldığı saatlerde o tehlikeli gölgelerin arasında kendi yolunu aradı. Modern popülist-materyalist bir dünya görüşüyle yetiştirilen, iyi bir meslek ve iyi bir eş sahibi olmakla mutluluğa erişebileceğini sanan ahmak alt-insanların aksine; o, hayranı olduğu Üstat Nietzche'nin işaret ettiği korkunç yoldan, üst-insanın uğursuz yıldrımlarıyla kaplı yolundan yürüyordu.
Günler boyunca defalarca köpekler tarafından etrafı sarıldı. Dişlerinden salyalar akan vahşi yaratıklar, karşısındakinin, tıpkı diğer türdeşleri gibi medeniyetin iğrenç kurumlarında doğuştan gelen savaşçı içgüdülerini kaybetmiş aciz bir mahlukat olduğunu sanmışlardı. Oysa o köpekler feci bir yanılgı içine düşmüşlerdi. Geceleyin kendi bölgelerine giren bu davetsiz misafirin hakkından gelmek için dişlerini gösterip ileri atılırken, karşısındaki yaratığın, bütün ilkel içgüdülerine vahşice tutunmuş bir canavar olduğunu anlayamamışlardı. Mete, elindeki ucu sivri kurumuş dal parçasıyla hepsinin hakkından gelmişti. Alevden iradesinin yönlendirdiği öfke dolu darbeleri, etrafındaki beş köpekten ikisini karnından ve kafasından şişleyince diğerleri de korkup uluyarak kaçmıştı. Issız ormanlar, vahşetin hüküm sürdüğü karanlıklar ve geceleyin ayak basmaya korkulan kızıl topraktan yollar onun ayakları altında sabaha kadar çiğnendi. Yalıncak Yolu'nun ötesindeki, koruluk görevlilerinin bile gelmediği ürkütücü karanlıklarda sabaha kadar gözünü kırpmadan oturdu. Neredeyse kampüsün en ucundaki biyolojik deney gölüne kadar ilerliyordu her gece. Hatta laboratuvarın kurulduğu deney gölünü yukarıdan gören yüksekçe bir tepenin üstüne çıkıp bütün gece, ürkütücü parıltılarla yıkanan karanlık su yüzeyini inceliyordu. Kendisini o suyun altındaki, kendinden üstün bir takım varlıkların laboratuvarındaki psikotik nöbetlerle kıvranan bir denek gibi görüyordu. Ufku tıpkı gölün yüzeyi gibi karanlıktı, geleceğini göremiyordu. Hiçbir şey ama hiçbir şey onu tatmin etmiyordu. İstese de tatmin olamıyordu. Sağlıklı, paralı ve çocuklu geçirilen, orta yaşlı kuşağın ahmakça tutunduğu mutlu bir hayat fikri onun için zırvalıktan ibaretti. Şimdiki yozlaşmış gençliğin hayallerini süsleyen, Amerikan Pastası gibi Hollywood filmleriyle yaşamı içki içip seks yapmaktan ibaret gören moronların dünya görüşünden de aynı derecede tiksiniyordu. Hepsinin canı cehenneme diye düşündü. Peki kendisi neyi istiyordu? Ona göre neydi bütün bu kaosun amacı? Bu düşüncelerle zihni karıncalanırken kafasını kaldırıp doğuya çevirdi. Aynı soru dolanıp duruyordu kafasının içinde. Her bir soruşuyla gözünün bir noktaya doğru istemsizce odaklandığını farketti. Hipnotize olmuş gibi gözlerini ayıramazken içgüdüsel bir iradeyle silkinip kendini kurtardı. Baktığı yer, koşu yolu ayrımından yukarı çıkan epey uzun ve dik bir yokuşun sonunda, çıplak tepelerin tekinsiz bir biçimde yükselmeye başladığı yamaçtı. Tam o yamacın bittiği yolun biraz kenarında da Yalıncak Çeşmesi vardı. Sporcuların hafta sonu koşularında dinlenip temiz ve bol akan suyundan içtiği yer... Ancak, gözünü güç hırsı büyüyen, şiddeti arayan Mete'nin karanlık ruhu orada çok farklı birşeyleri hissetmişti. Yüreğine insanüstü bir yıldırım gibi iniveren tuhaf bir his belki de aradığı çılgınlığın orada olduğunu söylüyordu.Metrelerce, hatta belki de birkaç kilometre ötede olduğunu ve oraya yürümenin tahmininden de uzun sürebileceğini bilmesine rağmen dehşetli bir dürtüyle tüm iradesi irkilmişti bir kere. Oraya ne olursa olsun gitmeliydi. ODTÜ'nün geri kalan herşeyine olduğu gibi bu kadar büyük bir arazisi olmasına da sağlam bir küfür sallayıp ayağa kalktı. Tepeden aşağı yarı kayarak yarı koşarak hızla indi. Saati yanında olmamasına rağmen, şenliğin ilk konserinin başlamasına ve tüm o nefret ettiği güruhun hayvanlar gibi bağırmasına bir saat kadar bir süre kaldığını biliyordu. Dişlerini onların tüm organlarını parçaladığını hayal ederek gıcırdattı. Olanca gücüyle çeşmeye doğru koşmaya başladı.
70
71
* * * Kendinden beklemediği bir dayanıklılıkla durmaksızın çeşmeye koştu Mete. Kulağına vuran fısıltılar,inlemeler ve gecenin vaatleriyle kudurmuş bir yaratık gibi hırlıyordu. Toprak yollardan,çamurlardan, aşırı uzun yokuştan ve sık çalılıklarla kaplı koruluklardan geçip de çeşmeye ulaştığında nefes nefese kalmıştı.
Öykü
Öykü Yıpranmış taş yapıyı gördüğünde tüm vücudu titreyerek ürperdi. Berrak göğün kahkahaları gibi göz kırpan yıldızlarının altında, aradığı uğursuzluğun karşısında durmakta olduğunu anladı. Aklına hemen o eskimiş, neredeyse unutulmuş, ama hala arada sırada kulaktan kulağa anlatan o söylenti geldi. ODTÜ'de dalga geçilen ve mistik olaylara meraklı ufak azınlığın dışında kimsenin sohbet konusu bile yapmadığı, kaynağı belirsiz söylentiye göre geceleri Yalıncak Çeşmesi'nden su yerine kan akardı. Sebebinin ise, ODTÜ arazisinin devlete verilmesiyle insanların gönüllü olarak boşalttığı Yalıncak Köyü'nde saklı olduğu söyleniyordu. Tepelerin eteklerinde tek tük boş evleri kalmıştı köyün. Denilene göre, üniversite kurulmadan yıllar yıllar önce, insanlar kendi halinde yaşayıp giderken köyün en güzel kızına bir tuhaflıklar olmaya başlamış. Geceleri kabuslar, fenalık çökmeler , bayılmalar derken babası şehire inip onu doktora götürmüş. Doktorun verdiği ilaçları da elinde avucundakini vererek alıp tekrar eve getirmiş. Zaman geçtikçe ilaçlar hiçbir işe yaramadığı gibi kızın durumu daha da kötüleşmiş. Artık gün içinde hayaller görüyor, olmayan kişilerle konuşuyor, geceleri ise gözüne zerre uyku girmeden çığlıklar atıp duruyormuş. Bu tür vakalar karşısında her taşra kesiminin genel eğilimi olarak olay "üç harfliler"e yorulmuş ve kız, bir gece vakti köyün imamına götürülmüş. İmamın tek katlı mütevazı evinde bir insandan çıkamayacak haykırışların duyulduğu, şiddetli vurma seslerinin geldiği, camların patladığı feci geçen bir saatten sonra gerçek ortaya çıkmış. İmamın dediğine göre, gerçekten de gayb aleminden bir cin, kıza aşık olmuş ve onunla evlenmek istiyormuş. Bir saatlik sürede cini çağırıp konuşan imam, kızın varlığı reddetmesi üzerine cinin aşırı sinirlendiğini, bu yüzden de herşeye zarar verdiğini söylemiş. Ancak işin endişe verici yanı cinin giderken intikam sözü etmesi ve bütün köye bunu ödeteceğine dair yeminler etmesiymiş. Köy ahalisi de elbette bu konulardaki en yetkili kişi olan imamın her sözüne büyük önem verdiği için telaşlanmış ve ertesi günün şafağında evlerini terketmek için eşyalarını toplamaya başlamış. Ancak ne olduysa o gece olmuş. Solgun hilalin köye vuran ışığı kesilmiş ve feci bir karanlık çöküvermiş. Evlerin içinden ardı ardına gelen, gece hayvanlarının bile ürküp inlerine çekilmesine sebep olan tarifi zor çığlıklar yankılanmış uğursuz tepelerde. Gece boyunca ağlamalar,inlemeler, haykırışlar birbiriniz izlemiş. Tüm ışıklar sönmüş,pencereler parçalanmış ve hatta evlerin duvarları bile çatlamış. Ertesi sabah, yapılan bir ihbar üzerine eve gelen jandarma, iğrenç şekilde katledilen, tüm uzuvları parçalanıp sağa sola savrulan tanınmaz haldeki cesetlerle karşılaşmış. Tüm aramalara rağmen cinin aşık olduğu kız bulunamamış, diğerleri gibi parçalanmış olacağını düşünen ekipler tüm kayalıkları aramasına rağmen ona ait tek bir dokuya bile rastlayamamışlar. İşte, o zamandan gelen anlatıma göre bu varlık, katledilenlerin ölümden sonra yeniden şekillenen bedenlerini Yalıncak'ın lanetli çeşmesine hapsetmiş ve o zamandan beri her gün yeniden ve yeniden işkence ediyormuş. Geceleri akan kan da bu zavallı lanetlenmişlerin kanıymış. Elbette ki bu sözler üniversitenin genel materyalist ve seküler yapısı içinde ciddiye alınmamış ve neredeyse unutulmaya yüz tutmuştu. Fakat herşeyi maddeye endekslemeyi inanılmaz bir aptallık olarak gören Mete, bu söylentiyle hiçbir zaman dalga geçmemiş, bilincinin derinliklerinde bir yerde sürekli saklamıştı. İşte şimdi tam karşısında duruyordu lanetin kanıtı, yıllar öncesinden gelip de hırsıyla gözleri alevlenmiş ölümlünün karşısında. Mete, karanlığa rağmen çeşmeden gür bir şekilde akan sıvının koyu kırmızı, ağır metalik kokulu o muhteşem hayat sıvısı olduğunu görüyordu. Adım adım sıvıya yaklaştı. Burnundan girip de beyninde garip dalgalanmalara sebep olan tuhaf kan kokusunu doyasıya içine çekti. Şaşırmamıştı bile, öte alemlerin karanlık varlıkları ona zaten aradığını bulduğunu fısıldamışlardı. Küfre susamış bir heretik gibi çeşmeye ağzını dayadı Mete.
Kızıl sıvının boğazından girmesiyle hissettiği o insanötesi dalgalanmalar tüm vücudunun şiddetle titremesine yol açtı. Kan boğazından aşağı indikçe, yerin kilometrelerce altında cehennemde katliamına devam eden cinin, kurbanlarına attığrdığı çığlıkları duyuyordu. Alevlerin arasında parçalanan her uzuv yarılan her organın cinde yarattığı tatminlik hissi onun ruhunda taşkıncasına bir uğursuzlukla örülü enerji patlamalarına sebep oluyordu. O'nun aldığı her zevk, kendi daha zayıf enerji formundaki ruhunda kat kat etkisini gösteriyor ve tüyleri diken diken oluyodu. O'nun attığı aşağılayıcı kahkahalar kulağında çınlıyor ve aurasına giren aşırı kuvvetli kara enerjiyle çıldırmış vaziyette daha fazla kan içiyordu. Sonra zihnine, kendisini reddeden köylü kızının görüntüsünü gönderdi varlık. Bir zamanlar güzeller güzeli olan gencecik kızın gözleri kararıp köle dönmüş, ağzı iğrenç bir uğursuzlukla çarpılmış ve dolgun göğüsleri işkence alevinde yanmaktan kuruyup erimişti. Ancak kız hala,feci şekilde yaşamaya devam ediyor ve tarifsiz acılar çekiyordu. Cin, karanlığın içerisine bu kadar cesaretle girmeyi başaran ölümlü karşısında memnun olmuş ve ona cehennemin kara enerjisini aktarmıştı. Kendi intikamının alevleriyle keskinleştirdiği enerjiyi bizzat yöneterek Mete'nin astral bedenine aktarmış ve hiçbir alt-insanın hayal bile edemeyeceği muazzam bir güçle onu küfre bulamıştı. "Böyle devam edersen sana çok daha büyük ödüllerim olacak. Git ve kan dök, fesatlığı yay, cehennemi üstlerine sal. Sen de benim gibi intikamı hakettin." Cin, Mete'nin beyninde iğne batması gibi kısa süreli acılara sebep olan bu telepatik gönderiyle iletişim kurmuştu. Mete, bu cömertliği karşısında minnetini ifade eden ve bu yolda sonuna kadar ilerleyeceğini anlatan bir düşünce göndermişti. Bundan sonra cinden tatmin dolu bir onaylama dalgası gelmiş ve çeşmeden akan kan kesilmişti. Mete, çöktüğü yerden kalkıp gökyüzüne bakmış ve bütün Ankara'da yankılanan, aşağı alem dehşetlerinin yeryüzüne indiğini müjdelercesine ulumuştu. Sesinin her bir tınısı, gayb ötesi habis karanlığın titreşimlerini taşıyordu. Birkaç metre ötesinde kendisine meraklı gözlerle bakan köpekler sesin şiddetiyle oracıkta yere yığılmış, gece kuşları acı acı ciyaklayarak dalların üstünde ölmüştü. Simsiyah olmuş bedeninden sülfür kokulu dumanlar tütüyordu. Tırnakları katrana boyanmış gibi kararmış ve pençe gibi sivrileşmişti. Bir anda uzayıp omuzlarını aşmış, isle kaplı saçları, görünmeyen rüzgarlarla dalgalanıyordu. Kıpkırmızı gözbebekleri, metrelerce ötede konser için bekleyen yüzlerce genç bedeni ve taptaze kan pompalayan, deşilmeyi bekleyen yürekleri çok iyi görüyordu. Bir yaratık gibi pençeleşmiş ve ayakkabısını yırtmış ayaklarıyla imkansız bir hızda koştu. Bastığı yerlerdeki çimler kararıp soluyor, kızıl toprak tekinsiz adımlarla kararıyordu. Yalıncak'ın lanetini yıllar sonra yeniden uyandıran bu üst-insan, o mutsuzken mutlu olan, onun safça beslediği duygularını istismar eden ve köle ahlakıyla sürüleşip kendi gibi farklı olanları aralarından atan alt-insanların kökünü kurutmak için koşuyordu. Katliamının hayalleriyle ağzından irin dolu salyalar akan canavarlaşmış üst-insan, ulaşmak için yaratıldığı kanlı ve uğursuz zaferi için koşuyordu. Ah, o ahmakların kahkahaları birazdan nasıl da kanlı ve çarpık bir ölüm sırıtışına dönüşecekti. Bu sene ODTÜ bahar şenlikleri, Mete için ilk defa güzel geçecekti.
72
73
Yazan: Can ÇELİKEL
İllustratör: İlker YATI
Sinema
Sinema
2012-2013 Sezonu Değerlendirmesi (1) Gölge e-Dergi’de yıllardır yaz aylarında bir önceki sezon gösterime girmiş filmlere bir göz atıyor, yoğun günlerin koşuşturmasında kaçırılmış olabilecek filmleri tekrar hatırlatmaya çalışıyoruz. Normalde Temmuz ve Ağustos aylarına yaydığımız bu değerlendirme yazılarını bu yıl bir ay kaydırmak durumunda kaldık. Malum bu yıl yaz aylarımız oldukça yoğun geçiyor, biz de Temmuz sayımızı memnuniyetle direnişe ayırdığımız için değerlendirme yazımız bir sayı kaymış oldu. Yine de bir yıllık periyodu bozmamak için yazımızı Haziran 2012-Mayıs 2013 dönemi ile sınırlayacağız. Öncelikle sezona genel bir bakış atalım. Haziran 2012-Mayıs 2013 dönemi arasında sinemalarımızda 309 film gösterime girmiş. Bu da yaklaşık olarak haftada 6 film anlamına geliyor. Vizyondaki her filmi izlemeye çalışan bir kişinin çok fazla boş zamanı olamayacağı görülüyor. Gösterime giren film sayısının bu yazıları yazmaya başladığımız 2007 yılından beri düzenli olarak artmakta olduğunu görüyoruz. Bu sezon da bu eğilim değişmedi. Ancak yine de kimi popüler filmler sinema salonlarını doldururken gösterime giren özellikle bağımsız filmlerin boş salonlara oynadığını görüyoruz. Özellikle kimi çok başarılı Türk filmleri bu yoğunlukta kendilerine salon bulmakta zorlandılar. Bu durum alternatif dağıtım kanalları oluşturma çabalarını da arttırmaya başladı. Örneğin Onur Ünlü, Sen Aydınlatırsın Geceyi filmini bildiğimiz dağıtım kanallarını kullanarak gösterime sokmayacağını, filmin sadece özel gösterimlerle seyirci ile buluşacağını söyledi ve bunu uygulamaya başladı (bildik anlamda gösterime girmese de söz konusu 309 film arasına onu da aldık). Bu yıl sinemalarda gördüğümüz bir başka eğilim de dijital kopyaların sayısının giderek artması oldu. Esas olarak 3 boyutlu filmler için sinemalara kurulan dijital projeksiyon cihazları yavaş yavaş diğer filmler için de kullanılmaya başlandı. Özellikle festivallerde yeni filmlerin çok büyük bölümünü dijital olarak izledik. Söz konusu cihazların sayısı artıp maliyetleri düştükçe vizyon filmlerinde de çoğunluğun bu yöne kayacağını tahmin ediyorum. Bu şekilde belki de daha küçük dağıtımcı firmalar daha fazla filmi, daha fazla kopya sayısıyla gösterime sokabilecekler. Elbette salon sayısı kısıtlı oldukça, çoğunluk gişe filmlerinde olacaktır ama yine de bağımsız filmlerin dağıtımını kolaylaştırabilen bir gelişme olacağını umuyorum. Önümüzdeki birkaç yıl içinde neler olacağını göreceğiz. Sezona dair bu genel değerlendirmeden sonra yine her zamanki gibi tür filmlerinden başlayarak sezona bakmaya başlayalım. Bu arada daha önceki yılların aksine bu yıl yerli filmleri ayrı bir bölümde toplamayacak, ilgili bölümlerin altında değerlendireceğim. Elbette 309 filmin her birinden burada bahsetmek mümkün değil. Burada iyi ya da kötü farklı özellikleri ile dikkat çeken filmlerden bahsedeceğiz.
74
Vampirler, Hayaletler, Şeytanlar, Seri Katiller ve Diğerleri: En tipik tür filmi olarak korku filmlerinden başlayalım işe. Her sezon olduğu gibi yine iyisiyle kötüsüyle pek çok korku filmi izledik sinemalarımızda. Tüm sezon boyunca büyük sinema komplekslerinin bir salonunda mutlaka bir korku filmi bulmak mümkündü. Bu yıl izlediğimiz korku filmlerinin önemli bir kısmı belli bir seviyenin üzerindeydi. Son yıllarda pek çok korku filminde doğaüstü varlıkları görmeye alıştık ama bu yıl önemli sayıda film doğaüstü güçlere çok yüz vermeden kısıtlı alanlarda mahsur kalmış insanlar arasındaki gerilimden gücünü alıyordu. Örneğin Mahşer Günü (The Divide), bir nükleer patlama sonrasında bir apartmanın mahzeninde sıkışıp kalan insanların aralarındaki çatışmayı Sineklerin Tanrısı’ndan esinlenilmiş bir hikâyeyle anlatıyordu. Cinnet Gecesi (The Incident) ise bir akıl hastanesinde serbest kalan hastalarla sıkışıp kalan bir grup görevlinin hikâyesini ele almıştı. ATM yine kısıtlı bir mekânda sıkışıp kalan insanları anlatıyordu. Bu kez mekân filmin adından da anlaşılabileceği gibi bir ATM kulübesiydi ve içerde kalan üç iş arkadaşını dışarda bir katil bekliyordu. Korku Kapanı (Storage 24) da işin içine uzaylı bir yaratık soksa da temel olarak yine kapalı bir mekânda sıkışıp kalmış bir grup arasındaki ilişkilere epey zaman ayırıyordu. Bu kategoride yerli filmlerimiz de vardı. Eksik Sayfalar kaçırılıp bilinmez bir yere götürülen bir grubun aralarındaki sırların ve kıskançlıkların açığa çıkmasına dayanan, bu arada kapitalist sisteme de eleştiriler getiren ama pek çok acemiliği de barındıran bir filmdi. Htr2b: Dönüşüm ise yerli korku filmleri arasında en hoş sürprizdi belki de. Bir deney sonrasında psikopat katillere dönüşen denekler tarafından pek konforlu evlerinde hayat mücadelesi veren bir ailenin hikâyesini anlatan film bol kanlı bir korku filminin hemen tüm gereklerini başarıyla yerine getiriyordu. Korku filmleri türünün temel taşlarından biri de elbette devam filmleri ve yeniden çevrimlerdir. Bu sezon da bu açıdan zengindi. Pirana 3DD (Piranha: The Sequel 3DD) ilk filmin kendini ciddiye almayan havasını sürdürse de eğlenceli bir korku filmi olarak onun kadar başarılı değildi. Son Ayin: Bölüm II (The Last Exorcism: Part II) da bulunmuş görüntü türünde ilginç bir yapım olan ilkinin üzerine yeni bir şey koymayan klasik bir şeytan çıkarma filmiydi. Rec 3: Diriliş (Rec 3: Genesis) ise buluntu film türünün önemli örneklerinden olan ilk iki film sonrasında yine aynı türde bir film olacak gibi gözükürken kamerayı bir tarafa fırlatıp bizim birkaç yıl önceki Zombilerin Düğünü filmini fena halde hatırlatan, ama onun daha büyük bütçeli bir versiyonuna benzeyen bir korku filmine dönüşüyordu. Aynı türün simge filmlerinden Paranormal Activity’nin dördüncüsü ise köklerine ihanet etmeden diğer filmlerden ne eksik ne de fazla bir film olarak karşımıza çıkıyordu. Sessiz Tepe: Karabasan (Silent Hill: Revelation) ise kişisel olarak ilkinden hiç keyif almadığım bir filmin benzer şekilde keyifsiz ayrıldığım devam filmiydi. Koleksiyoncu 2 (The Collection), çok başarılı olmasa da bol kanlı bir korku filmi görmek isteyenlerin hoşlanabileceği bir yapımdı. Yerli filmler arasında belki de tek korku filmi serimiz
75
Sinema
Sinema
Dabbe’nin bir yenisini izledik bu sezon. Aslında adı dışında konu ya da karakterler açısından bir devamlılık içermeyen serinin bu yeni filmi Bir Cin Vakası adını taşıyordu. Şimdiye kadar çektiği hiçbir filmi sevdiğimi söyleyemeyeceğim Hasan Karacadağ bu filmiyle de beni şaşırtmadı açıkçası. Karacadağ bir kez daha eleştirmenlere yaranamıyor ama sinemaya belli bir seyirci çekmeyi de başarıyordu. Bu arada Karacadağ’ın sezon içinde El-Cin isimli bir filmle daha karşımıza çıktığını da ekleyelim. Yıllar öncesinin meşhur serilerinin yeni filmlerinden Teksas Katliamı (Texas Chainsaw Massacre) ilk filmin hemen arkasından devam ederek adeta aradaki filmleri yok sayıyordu. Açıkçası bu bilindik serinin devamı olması dışında çok fazla bir şey ifade etmiyordu. Ancak Kötü Ruh (Evil Dead) adını aldığı serinin ruhuna ihanet etmeden mizahı da belli bir ölçüde koruyan ama kan konusunda da elini korkan alıştırmayan yapısı ile sezonun iyi korku filmleri arasında yerini alıyordu. Sezonun en iyi korku filmleri ise daha özgün yapımlardı. İspanyol yapımı Ölüm Uykusu (Mientras Duermes / Sleep Tight) başkalarının mutsuzluklarından mutlu olan bir adamın insanların evlerine gizlice girmesini ve kendini belli etmeden onlara çeşitli zararlar vermesini anlatıyordu. Dünya çapında tanınmayı çoktan hak eden ama bir türlü o noktaya gelemeyen Luis Tosar’ın şahane oyunculuğuyla taçlanan bu film, bildik bir korku filmi kadar şiddet sahnesi içermese de daha çok gerilim kalıplarına dayanıyor ve bunu çok iyi kullanıyordu. Guillermo del Toro’nun yapımcılarından biri olduğu Mama ise tipik bir bu dünyada işi bitmemiş lanetli ruh filmi gibi başlıyordu ama finale doğru filmin en büyük korku kaynağı olan figürü, hüzünlü bir karakter haline dönüştürmek gibi zor bir işi başarıyordu. Oldboy ve İntikam Üçlemesi ile takdirimizi kazanan Chan-wook Park da ilk Hollywood filminde ergenlik dönemindeki bir genç kızın babasını kaybettikten sonra annesi ve amcasıyla yaşadıklarını stilize bir sinema ve iyi bir senaryo ile anlatıyordu. Görüldüğü gibi son yıllarda sinemalarımızda görmeye çok alıştığımız vampir, kurt adam ve zombiler bu sezon korku filmlerinde karşımıza çıkmadılar pek fazla. Ancak temel olarak diğer türlerde yer alan filmlerde kendileri ile hasret giderebildik. Örneğin Tim Burton’ın pek çok kişinin sevmediği ama benim gayet keyifli bulduğum Karanlık Gölgeler (Dark Shadows) filminde hem vampirler hem kurt adamlar vardı. Elbette son yılların gençler arasında en popüler filmlerinden biri olan ama benim bir türlü sevemediğim Alacakaranlık (Twilight) serisinin son filmi Şafak Vakti Bölüm 2 (Breaking Dawn Part 2) da atlamamamız gereken bir film. O da baştan beri aslında romantik bir teenage öyküsü içine vampir ve kurt adamları dâhil ediyordu. Vampir Avcısı: Abraham Lincoln (Abraham Lincoln: Vampire Hunter) ise Amerikan başkanını vampirlerin peşinde bir aksiyon kahramanına dönüştürmesi ile dikkat çeken orta karar bir aksiyon filmi olarak hafızalarımızda yerini aldı. Benzer şekilde Resident Evil 5: İntikam (Resident Evil: Retribution) da bitmek bilmeyen serinin beşinci filmi olarak yine korku ağırlıklı bir zombi filminden çok bir aksiyon filmiydi. Hakkını teslim edelim, Milla Jovovich’i Alice olarak izlemek hala keyifliydi. Ama zombilerin en ilginç kullanımı herhalde Sıcak Kalpler (Warm Bodies) filmindeydi. Film, zombilerin kalplerinin yeniden çalışması için âşık olmaları gerektiği fikri üzerine kurulmuş bir romantik komediydi temel olarak.
İyi Bilim-Kurgu, İyi Sinemadır: Bir kez daha iyi bilim-kurgu iyi sinemadır diyoruz. Bu yıl az da olsa bu söylemimizi haklı çıkaran kimi filmler izledik. Öncelikle biraz daha zayıf olanlarından bahsedelim. İsyan (Lockout), uzaydaki bir hapishanede mahkûmların arasında kalan Amerikan başkanının kızını kurtarmak üzere gönderilen bir adamın hikâyesiydi. Bu özetten hemen anlaşılabileceği gibi adeta bir Escape from New York uyarlamasıydı. Ama bu filmin zayıf bir taklidi olmaktan öteye gidemiyordu. Aynı adlı 1990 yapımı Gerçeğe Çağrı (Total Recall) filminin yeni uyarlaması ise özellikle yönetmen Len Wiseman’ın aksiyon yeteneği ile öne çıkıyordu. Kendi başına fena film de sayılmazdı ama önceki filmin yanında gayet gereksiz kalıyordu. Alacakaranlık serisinin yazarı Stephenie Meyer’in yeni romanından uyarlanan Göçebe (The Host) yine odağına genç bir kızın aşk hikâyesini alsa da Alacakaranlık serisinden daha akıcı bir filmdi en azından. Ayrıca başroldeki Saoirse Ronan da filmi sürükleyebilecek bir yeteneğe sahipti. Aslında bir önceki bölümde korku filmleri arasında ele alabileceğimiz Karanlıktan Gelen (Dark Skies) da bir ailenin uzaylılar ile imtihanı olarak tanımlayabileceğimiz ortalamanın üzerinde bir filmdi. Bulut Atlası (Cloud Atlas) aslında tümüyle bilim-kurgu türüne dâhil edebileceğimiz bir film değildi. Ama film içindeki öykülerin önemli bir bölümü bu türdeydi ve filmin en iyi bölümleri de bu kısımlardı aslında. Filmin geneli ise bir bilet fiyatına altı film izlemekten öteye geçemedi doğrusu benim için. Sezonun en merakla beklenen bilim-kurgusu herhalde Ridley Scott ustanın yıllar sonra bilimkurgu ve Alien evrenine geri döndüğü Prometheus idi. Prometheus gerek konusu ve sineması, gerekse de doğrudan Alien filmine yaptığı göndermelerle son derece keyifli bir filmdi. Başta Michael Fassbender ve Charlize Theron’un oyunculukları olmak üzere tüm kadro da dikkat çekiciydi ama filmin senaryosunun muhtemelen Damon Lindelof’un etkisiyle insanlığın yaratılışı meselelerine kadar girmesi gereksizdi ve filme zarar veriyordu kanımca. Yine de Scott’ın uzun yıllardan beri en iyi filmi olduğunu inkâr edemeyiz. Her ne kadar Tom Cruise dünyayı kurtarır filmi olsa da Oblivion da sezonun öne çıkan bilimkurgu filmleri arasında yer alıyordu. Özellikle filmin ortalarında karşımıza çıkan senaryo hamlesi gerçekten başarılıydı. Yeni Tron filmini de sevdiğimiz yönetmen Joseph Kosinski türün iyi yönetmenlerinden biri olma yolunda gidiyor. Önümüzdeki yıllarda aynı şekilde devam edip edemeyeceğini göreceğiz. Sezonun en iyi bilim-kurgusu ise yönetmen Rian Johnson’dan geliyordu. Daha önce bir lise dramasına film-noir tadı katan Johnson bu kez Tetikçiler (Looper) filminde zaman yolcuğu temasını ele alıp onun içinde de aynı tadı yakalıyordu. Joseph Gordon-Levitt ve Bruce Willis’in aynı karakterin farklı yaşlardaki hallerini canlandırdığı film, zekice senaryosu ve etkileyici anlatımı ile sezonun en iyilerinden biri olmayı hak ediyordu.
76
77
Fantastik Filmler: Bu sezon fantastik filmler kategorisini sürükleyen filmlerin masal uyarlamaları olduğunu söylemek
Sinema
Sinema
mümkün. Pamuk Prenses ve Avcı (Snow White And The Huntsman) ile başlayan masal uyarlamaları (ki aslında geçen sezon bir Pamuk Prenses filmi daha izlemiştik), Hansel ve Gretel: Cadı Avcıları (Hansel and Gretel: Witch Hunters) ve Dev Avcısı Jack (Jack the Giant Slayer) ile devam etti. Tüm bu filmlerin ortak özelliği çocuklara yönelik bu masalların hitap ettiği seyirci kitlesini bir miktar daha yukarı taşıyarak genç seyirciye yönelmeleri ve aksiyona ağırlık vermeleri idi. Söz konusu üç film için de orta düzeyde seyirlikler diyebiliriz. Bir seri haline dönüşebilecek olan Muhteşem Yaratıklar (Beautiful Creatures) için de gerek hedef kitlesi gerekse sinemasal düzeyi açısından benzer cümleleri kurabiliriz. Fantastik sinema deyince sezonun en merakla beklenen filmi ise elbette Peter Jackson’ın Orta Dünya’ya geri döndüğü Hobbit: Beklenmedik Yolculuk (The Hobbit: An Unexpected Journey) idi. Hobbit, Yüzüklerin Efendisi serisinin düzeyine erişemese de yine de Jackson’ın bildik dokunuşunu içermesi ile dikkat çekiyor ve keyifle izleniyordu. Eski dostların bazılarını bu filmde de görmek ise ayrı bir keyifti. Harekette Bereket Var: Elbette şu ana kadar adını andığımız filmlerin bir kısmını aksiyon filmleri arasına dâhil etmemiz olası. Ancak bu bölümde daha çok saf aksiyon olarak tanımlayabileceğimiz filmlere bakacağız. Bu tanıma en fazla uyan filmlerden biri Cehennem Melekleri 2 (The Expendables 2) idi elbette. Tıpkı ilk film gibi 80’lerin aksiyon starlarını bir araya getiren, araya yenilerden de birkaç tane katan film elbette sinemasal değeri yüksek bir yapım değildi ama böyle bir filmden beklenti neyse onu da karşılıyordu. Serinin gelecek filmleri için adı geçen isimlerden Nicolas Cage’i de Yakın Tehdit (Trespass) ve Suç Ortağı (Stolen) filmlerinde izledik. Doğrusu son yıllarda kendisinden alıştığımız üzere vasatın üzerine çıkamayan hatta basbayağı kötü diyebileceğimiz filmlerdi. Expendables kadrosundan Jean-Claude Van Damme, Dolph Lundgren ve Scott Adkins’i buluşturan Evrenin Askerleri 4: İntikam Günü (Universal Soldier: Day of Reckoning) ise öncesinde hiç umut vermese de tuhaf bir şekilde ilgi çekici bir film olarak ortaya çıktı. Yönetmen John Hyams, B sınıfı bir aksiyon filminde adeta deneysel denemelere girişiyor hatta kimi sahnelerde David Lynch aksiyon çekse böyle mi olurdu acaba dedirtiyordu. Hikâyenin çok önemli olmadığı, daha çok aksiyona yüklenen devam filmlerinden bir diğeri de Hızlı ve Öfkeli 6 (The Fast & The Furious 6) idi. Önceki filmlerden ne eksiği, ne de fazlası vardı doğrusu. Bu yüzden seriyi sevenleri tatmin ederken benim gibi seriden hazzetmeyenler için de pek bir şey ifade etmiyordu. Fazlasıyla uzayan bir başka serinin yeni filmi Zor Ölüm: Ölmek İçin Güzel Bir Gün (A Good Day to Die Hard) ise seriyi sevenleri tatmin etmekten uzaktı (ki serinin birinci ve üçüncü filmlerini türün klasikleri arasında sayarım). G. I. Joe: Misilleme (G. I. Joe: Retaliation) ve Geçit Yok (The Last Stand) gibi filmleri de aksiyona yüklenen ama konuyu pek dert etmeyen filmler arasına alabiliriz. Bourne’un Mirası (The Bourne Legacy) filmi casus filmlerine yoğun aksiyonu başarılı bir şekilde katan serinin yeni filmi olarak ana karakterini değiştirmek gibi riskli bir işe soyunuyordu. Yeni başrol oyuncusu
78
Jeremy Renner’da çok bir sorun yoktu ama film ne aksiyon ne de senaryo olarak serinin diğer filmlerinin çekiciliğine sahip değildi. Aksiyon yüklü casus filmi denince sezonun asıl başarısı, modernleşirken Bourne serisinden de etkilenen Bond serisinin yeni filmi Skyfall idi. Bu kez İstanbul’a da uğrayan Bond kendi geçmişi ile de yüzleşip Javier Bardem’in canlandığı kötü adamla hesaplaşıyordu. Sam Mendes’in yönettiği film, serinin en iyilerinden biriydi. Bond İstanbul’a sadece şöyle bir uğruyordu ama Takip: İstanbul (Taken 2) filminin büyük bir çoğunluğu İstanbul’da geçiyordu. Liam Neeson iyiydi, hoştu da filmin ilk filmden çok bir farkı yoktu, İstanbul’u nasıl yansıttığı ise epey tartışmalıydı doğrusu. Farklı sinema anlayışlarından gelen kimi filmler yılın en iyi aksiyon filmleri arasında yerlerini aldılar. Amerikan bağımsızlarından gelen Tehlikeli Takip (End of Watch) sokaklarda devriye görevine çıkan iki polisin yaşadıklarını hareketli bir kamera ile anlatan, hem konusu hem aksiyonu sağlam bir yapımdı. İngiliz bağımsızlarından gelen Yedi Psikopat (Seven Psychopaths) ise yedi psikopat ile ilgili bir kitap yazan bir yazarın bir anda kendini bu psikopatlar arasında bulmasını konu eden, gerçek-kurgu arasındaki ilişkiye mizahi bir açıdan yaklaşan bir filmdi. Fransız sinemasından gelen Soluksuz Gece (Nuit Blanche / Sleepless Night) ise uyuşturucu takibinde bir polisin oğlunun kaçırılması sonucu tek bir gece ve tek bir mekânda yaşadığı aksiyonu ismine yakışır bir şekilde soluksuz bir tempo ile anlatıyordu. Aksiyon sineması açısından sezonun en ilginç sürprizi ise Endonezya’dan geliyordu. Şu ana kadar aksiyon filmlerinin konuya da önem vermesi gerektiğini söyledik ama Baskın (The Raid: Redemption) çok basit bir konusu olan bir filmdi. Çok katlı bir binaya baskın düzenleyen polis grubu en üst kattaki kötü adamların liderlerine ulaşmaya çalışır, karşısında da bir apartman dolusu adam vardır. Adeta her katın bir seviye olduğu bir video oyunu. Ama tüm film boyunca o kadar yoğun ve iyi aksiyon sahneleri izliyorduk ki türü seven birisinin dikkatini çekmemesi olanaksızdı. Polisiyeler, Suç Öyküleri, Gizemli Entrikalar: Yine diğer türlerle çokça kesişen bir tür olan polisiyelere de ayrıca değinmek istedik. Yazıda şu ana kadar bahsettiğimiz filmlerin bir kısmında polisiye öğeler vardı elbette. Ancak çoğunlukla farklı yönleri ile öne çıkıyorlardı. Bu bölümde biraz daha saf polisiye filmler ve suç filmleri diye tanımlayabileceğimiz filmlere bakacağız. Kanunsuzlar (Lawless) ve Suç Çetesi (Gangster Squad) yakın dönemlerde geçen ve farklı sınıflardan gangsterlerin hayatlarına bakan filmlerdi. İlki içki kaçakçılığı ile hayatlarını sürdüren, tabir yerindeyse daha orta sınıftan suçluların hayatlarını anlatırken, anlatım tarzı olarak doğal ve sert bir sinemayı seçmişti. İkincisi ise adeta bir şehre sahip olmaya çalışan bir gangsteri anlatırken çok daha stilize bir anlatıma sahipti. Her iki film de türü sevenleri belli oranda tatmin edebilecek filmlerdi.
79
Sinema
Sinema
Mark Wahlberg ve Russell Crowe’u karşı karşıya getiren Bitik Şehir (Broken City) ise yozlaşmış politikacılar ve polis arasında ilişkiyi anlatan orta karar bir entrikaya sahip çabuk unutulan bir filmdi. Karışık entrikalara sahip filmlere baktığımızda ise önce karşımıza bir grup sihirbazın gösterileri esnasında banka soyması ile başlayan ve başka noktalara doğru giden Sihirbazlar Çetesi (Now You See Me) çıkıyor. Eğlenceli ama yarına kalmayacak filmlerden biriydi ama seyircimizin sevdiği filmlerden olduğu söylenebilir. Öldüren Tutku (Passion) da sürprizli ve karmaşık bir entrikaya sahip filmlerden biriydi. Nicedir yeni bir filmini görmediğimiz Brian De Palma görsel açıdan yine çeşitli denemeler yapıyor, özellikle filmin belli bir noktasından sonra kimi zaman eski filmlerini de hatırlatacak sahnelere imza atıyordu. Ama bir Fransız filminin uyarlaması olan film orijinalinin seviyesine ulaşamıyor hatta zaman zaman hafiften bir parodi havasına bürünüyordu. Annelerini öldürmek için bir kiralık katil tutan ama bu arada işleri de ellerine yüzleri bulaştıran bir ailenin öyküsünü epey sert bir hikâye ile ama kara komedi kalıplarını kullanarak anlatan Katil Joe (Killer Joe), sezonun sürprizlerinden biriydi. Kendi adıma çok sevmediğim Matthew McConaughey’nin abartılı oyunculuk tarzının da cuk oturduğu bir filmdi. Bahar Tatili (Spring Breakers) filmini de soygun yapan dört genç kızı anlattığı için bu kategoriye dâhil edebiliriz. Bağımız ve aykırı filmlerin yönetmeni olarak bilinen Harmony Korine, bu kez Selena Gomez ve Vanessa Hudgens gibi Disney filmleri ile ünlenen popüler kültürün tam içinden isimlerle çalışarak şaşırtıyordu. Ama ortaya çıkan yapım, diğer filmleri kadar olmasa da yine popüler sinema kalıplarının dışında ve ergen cinselliğini ana konularından biri olarak alan bir yapımdı. Sezonun en iyi suç filmi ise Kibarca Öldürmek (Killing Them Softly) idi kanımca. Amerika ve kapitalist sistem üzerine eleştirilerini biraz fazlaca seyircinin gözüne sokarak verse de yarattığı atmosfer ve görsel seçimleri açısından çok başarılı bir filmdi. Beceriksiz soyguncular, zevk düşkünü ya da prensip sahibi kiralık katillerden oluşan karakterleri ve onları oynayan oyuncular da son derece başarılıydı. Yakın zamanda kaybettiğimiz James Gandolfini’nin de son performanslarından biri olarak akıllarda kaldı. Çizgi Roman Uyarlamaları: Gölge e-Dergi olarak çizgi romanlara verdiğimiz önem dolayısıyla değerlendirmemizin bu ilk bölümünü çizgi roman uyarlaması filmlerle bitiriyoruz. Elbette sezonun en merakla beklenen uyarlaması Christopher Nolan’ın Batman üçlemesine son noktayı koyduğu Kara Şövalye Yükseliyor (The Dark Knight Rises) idi. Serinin özellikle ikinci filmi bir başyapıt düzeyinde olunca üçüncüden de beklentiler epey yüksekti. Doğrusunu söylemek gerekirse kimi senaryo açıkları ve moral duruşu nedeniyle bir miktar hayal kırıklığına uğratan bir film oldu. Yine de kötü bir film demek pek mümkün değildi. Yeni bir seri olma yolunda ilk adımı atan duvar sürüngenimiz ise İnanılmaz Örümcek Adam (The Amazing Spider Man) filmi ile karşımızdaydı. Bu film de Sam Raimi’nin serisinin yanında bir miktar zayıf kalsa
80
da kendi başına fena bir film sayılmazdı (sevmeyenlerin sayısının da az olmadığını söylemeli). Ancak Örümcek Adam’ın doğuş öyküsünü o kadar iyi biliyoruz ki dönüp dolaşıp aynı hikâyenin anlatılmasının bıkkınlık verdiği söylenebilir. Hiç o konulara girilmeyip bir Örümcek Adam var zaten, bu da onun yeni bir macerası şeklinde yaklaşılsa daha başarılı olabilirdi. Marvel’in tüm süper kahramanlarını aynı seride toplama çabalarının yeni halkası ise Demir Adam 3 (Iron Man 3) idi. Bu film için Avengers 2’ye giden yolda ilk film de demek mümkün. Robert Downey Jr.’ın her zamanki karizması ile sürüklediği film Mandarin gibi çok önemli bir karaktere yaklaşım tarzı ve gereğinden fazla Demir Adam kostümü nedeniyle diğer filmler kadar hoşlandığım bir film olmadı. Sadık bir hayran kitlesi olan Yargıç Dredd (Dredd) de bu sezonun çizgi roman uyarlamalarından biriydi. Çok katlı bir binada yaşayan kötü adamlar ve onların peşindeki Dredd şeklindeki hikâyesiyle fena halde aksiyon filmleri başlığında adını andığımız Baskın filmini hatırlatan Dredd yine de yıllar önceki ilk uyarlamanın tersine çizgi romana daha sadık bir yapımdı. Kişisel olarak çok sevdiğim bir film olmadı ama bazı eleştirmenlerin yılın iyi filmleri listelerine aldığı bir yapım olduğunu da hatırlatmak gerek. Son yıllarda çizgi roman uyarlamaları sinema dünyasında önemli bir yer edinmişken bir zamanlar bu alanda onlarca ürün vermiş olan ülkemiz sineması bu konuda pek bir kısır. Ama bu yıl Karaoğlan’ı sinemalarımızda görme fırsatını bulduk. Kendisi de bir çizgi roman sever olarak kameranın arkasına geçen Kudret Sabancı bence iyi bir uyarlamaya imza attı. Çizgi romanın cinsellik dozunu biraz törpülese de genel olarak karakterlere sadık bir senaryo oluşturulmuştu. Kimi sahneler de adeta çizgi roman karelerinden fırlamış gibiydi. Ancak filmi seven eleştirmen sayısı pek az olduğu gibi seyirciden de beklenen ilgiyi bulamadı. Önümüzdeki ay, sezon değerlendirmemize gerçek yaşam hikâyeleri, komediler, animasyonlar ve çocuk filmleri ile devam edecek, belli bir türe dâhil edemediğimiz ama belki de yılın en iyilerini içeren filmlere yer vereceğiz. Her zaman olduğu gibi kişisel bir Top 10 listesi de yazının içinde yer alacak. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/
81
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
The Mighty Avengers 2, Cilt -Venom Bombası The Mighty Avengers, Belki 2012 yılında vizyona giren filmde “Mighty” sıfatı yoktu ama gişe hasılatı tam da sıfatına uygun olmuştu The Avengers’in: 1.5 Milyar Dolar. Elbette bunda ekibin 1963 yılından itibaren The Avengers, New Avengers ve Mighty Avengers gibi çizgi roman dizileriyle çizgi roman dünyasına renk getirmiş olması var. Bu arada irili ufaklı birçok farklı Avengers başlıklı seri de comics alemine adım atmıştı. Kısa bir Avengers tarihçesi Hatırlanacağı üzere 1963 yılında yayınlanan ilk 3 sayıda grup kurucuları Demir Adam, Wasp, Karınca Adam, Hulk ve Thor idiler. Bu beşli sinirden deliren Namor’un denize fırlattığı bir buzdağı parçasının içinden Captain America’yı çıkarınca grup üyesi sayısı da artmış oluyordu. Bu efsanevi dizinin 1960 yılında bir araya getirilen kahramanlardan oluşan DC Comics ekibi Justice League of America’nın başarısına istinaden başlatıldığı söylentiler arasında. Bu efsaneyi ortaya çıkaranlar da editörlüğünü ve yazarlığını üstlenen Stan Lee ile çizer Jack Kirby’dir. Zaman içinde kanun kaçağı Hawkeye, yine kanun kaçağı/mutant olan The Scarlet Witch ile kardeşi Quiksilver ekibe katılmış Hulk ise ayrılmıştır. Bununla birlikte insanlar, mutantlar, robotlar, uzaylılar, doğaüstü güçleri olan kişiler ve hatta başka eski suçlular katılmasıyla grup sürekli büyümüş "Avengers Assemble!" narası hafızalara kazınmıştır. Great Lake Avengers ve Avengers West Coast grupları bu yıllarda oluşmuş yan kollardır. Çeşitli badireler atlatan ekip 1996 yılına kadar yan öykülerle yıllıkları hariç toplamda 402 sayı yayınlanmıştır. Marvel comics belki de DC Comics’e göre çok az crossover yapıyordu desek yeridir o yıllara kadar. Bu bakımdan 1996 yılı Onslaught hikayesiyle bir milat sayılır The Avengers Tarihinde. Bu hikayede ölen kahramanlar aslında başka bir boyuta giderler ve orada alternatif bir hikaye yaşarlar (Heroes Reborn) ve sonrasında Heroes Return’la geri dönerler.
82
Heroes Return (1998) 1.Sayı olarak başlayan ama daha sonra bir önceki serinin kaldığı yerden numaralanan bu dizi 503. sayıda sona ermiştir. Kurt Busiek’le George Perez’in elinde muhteşem bir dönüş yapan The Avengers ekibi ilginç bir süreçle Amerika’nın iç ve dış siyasetine ek olarak tarihiyle de yüzleşirler bu dizide. Irkçılık, kadın hakları, faşizm, hoşgörü, bazı ticari-dini örgütlerin kamuoyunu yönetmesi, basının manipülasyonu, ülke yöneticilerinin saldırganlaşan tutumlarının sorgulanması hep bu dönemde ele alınan kurgulardır ve şaka bir yana son derece etkili öykülerle işlenirler. Bu dizi Scarlet Witch’in yaşadığı buhranla birlikte bitmiştir: Avengers Disassembled (Avengers Dağıldı – Gerekli Şeyler). New Avengers (2005 – 2010 / 2013) Üç kez bu isimle yayınlanan bir yeni dizi bugün de okurlarının büyük bir keyifle Türkçesini takip ettiği New Avengers dizisidir. Çizer David Finch ile Brian Michael Bendis’in başlattığı dizi daha sonra çeşitli çizerlerle yoluna devam etmiştir, etmektedir. Mighty Avengers (2007 – 2010) Demir Adam liderliğinde başlayan, Ms. Marvel’la süren, finalde ise Henry Pym’le sonlanan bu grup son derece farklı ve sürprizli yenilikler sunuyor Avengers okurlarına. Öncelikle ekibin bu dönemi crossoverlarla dolu onu belirtmekte fayda var. Eğer ana hikayeler basılmazsa birçok sayısını anlamak mümkün olmayacaktır. House of M (Marmara Çizgi), Civil War (Hoz Comics), Planet Hulk (Gerekli Şeyler), World War Hulk hikayelerinin hemen peşi sıra ve biraz da kıyısından ucundan içinde yer alan Mighty Avengers dizisinin yolu Secret Invasion, Dark Reign gibi iki önemli hikayeyle bu yıllarda kesişirken Asgarda’a saldırıyla sonuçlanacak olan The Siege hikayesi bu dizinin sonuna bağlanıyor. The Mighty Avengers’in belki de en çok yaşayacağı olay sıkça kahraman ölümlerine tanık olunmasıdır. Bir de bazı kahramanlarının hayatlarının değişmesi. Hank Pym liderliğe soyunacak örneğin. Hatta son derece yeni karakterler de bu dizide gruba katılacak. Thor kendisine tapanlara tanrıcılık oynayacak. Hulk eski gezgin haline dönecek. Loki… Öyle işte… Daha fazla yazmak demek ipuçlarını sıralamak demek… Burada keseyim ben bu konuyu. Ama Ares’i yazmadan geçemeyeceğim. Thor’un yeryüzüne taşıdığı Asgard’da Odin’in yerine geçtiği ve dünyadaki her milletten insanın ona taptığı maceralar yaşadığı yıllardır bunlar. Haliyle tanrıcılık oynayan Thor’un yerine başka eşit güçte birini almak gerekecektir gruba. Bu kişi de sık sık Herkül’lü olaylarda kötü ve kıskanç tanrı olarak ortaya çıkan savaş tanrısı Ares olacaktır. Ancak burada hayli renkli, psikopat ve delişmen bir adam olarak karşımıza çıkarak çok sempati toplayacaktır adım gibi eminim. Pervasız, soğukkanlı, gözüpek, atılgan ve gözü kara haline bayıldım ben. Tabii bir de buna savaş tanrısı misyonuna uygun strateji zekasını da eklersek… Bir de şunu ekleyeyim, ben Ares’i o kadar sevdim ki Dark Avengers adıyla yayınlanan 3 ve 5 sayılık hikayelerine ulaştım, oğluyla yaşadığı macera ve sevgi dolu hikayesine hayran oldum. * * * Şimdi sıra bu Muazzam İntikamcıları okuma vakti. Tabii keyifle Muazzam Okurlar olmanın da tam zamanı. Ümit KİREÇCİ
83
Kitap
Tanıtım
Klasik Spider-Man 1 Spider-Man namı diğer Örümcek Adam, !962 yılında Amazing Fantasy dergisinin on beşinci sayısında göründüğünden beri beli bir hayran kitlesini kendine bağlamıştır, hemde öyle bir bağlamıştır ki kırk bir sene olmasına karşın halen filmleri çekilmekte bir çok kanalda ara verilmeden çizgi filmleri yayınlanmakta ve dünyadaki milyonlarca okuyucusuna hemen hemen her hafta ayrı bir macerası ile ulaşmaktadır. Gerekli Şeyler ekibi olarak ülkemizde büyük bir eksiklik olduğunu düşündüğümüz Spider-Man’in bütün sayılarını yayınlandığı sıra ile okuyucularımız ile buluşturuyoruz. Türkiye’de basılmamış sayıların olduğu Amazing Spider-Man Klasik serisi yediden yetmişe herkese hitap edecek ve hem çizgi roman okuyucusu hemde Marvel filmlerinin hayran kitlesi için cezbedici bir eser olacak. Serinin orijinal tadını bozmamak için de her fasikülün kapağını orijinal renkli halinde korumaya karar verdik. Bunun bir çok okuyucumuzu mutlu edeceğini umuyoruz. Çok Keyif ile okunacak bir seri başlıyor.
Hellsing 4. Cilt Hellsing, Kohta Hirano tarafından yaratılan Japon manga serisidir. Young King OURs adlı çok satan Japon seinen manga dergisinde 1997’den başlayarak Eylül 2008’e kadar yayınlanmış, daha sonra da Shōnen Gahosha tarafından tankōbon sayıları halinde toplanıp Mart 2009’a kadar toplam 10 cilt halinde yayınlanmıştır. Integra Hellsing adındaki 22 yaşında soylu bir kadın, hem Hellsing ailesinin son üyesi hem de lideri ve Protestan Kraliyet Şövalyelerinin başıdır, ayrıca Hellsing’in gizli silahı olan, Alucard adındaki bilinen ilk ve en güçlü vampiri, dolayısıyla Hellsing Organizasyonu’nu kontrol edebilen yegane insandır. Hellsing ailesi tanrıdan bir görev yolundadır ve Integra bu görevi her şeyden önde tutar. Birleşik Krallık ve Protestan Kilisesi ona emanettir. İlk kez 11 Ekim 2001 tarihinde yayımlanmış ve Türkiye’de MTV’de, 13 yaş üzeri izleyici kitlesine hitap ederek yayımlanan animeye de uyarlanmış olan bu aksiyon ve korku yüklü manga şimdi Türkiye’de! Siparişleriniz için: siparis@gerekliseyler.com.tr
84
85
Pin-up
86