İÇİNDEKİLER 04-05 Aykırı Çağrışım- Çizgili Pijamalı Okur
Korku Köşesi - Av Köşkü Çizgi Roman - Cazılar Dehşetler Albümü - Ev İyesi Korku Köşesi - Saklambaç Röportaj- Çizgi Roman Yolculuğu Film İnceleme- George Lucas ve Yeni Başlayanlar için O’nun Yıldız Savaşları - II 30-33 Öykü - Kadın Dediğin Dayak Yer 34-35 Haberler- Winnie The Pooh’un Yaratıcısı 36-41 Haberler- Ustasına Çizimler: Alfred Hitchcock Filmlerinden Storyboardlar 42 Haberler- Alan Moore Yeni Yazarlara Kitaplarını Kendileri Bastırmalarını Söylüyor– “Büyük Yayınevleri Berbat” 43-44 Haberler- Sinema Dünyasından Kısa Kısa 45-50 Çizgi Roman -Herif 51-53 Yazar'ın Kaleminden- Benim Adım Z 54-57 Öykü -Krallar'ın Yolu 58-59 Çizgi Roman İnceleme -Korkunun Kendisi Eline Çekiç Alan Kendini Adam Sanıyor 60-61 Kitap Tanıtım -Trinidad’ın Dönüşüne İlişkin 62-68 Öykü- Gölge Oyunu II 69 Fantastik Şiir -Gece Ormanının Peri Kızı 70-75 Öykü -Teneke 76-81 Sinema- Gezici Festival 21. Yılında Yine Yollarda 82-85 Röportaj- Benim Anlatacak Hikayelerim Var 86-87 Öykü- Türkçesiz 88-95 Çizgi Roman -Gölge Kız 96-99 Sinema- İtalyan Filmleri ile Dolu Bir Hafta 100 Pinup 06-10 11 12-13 14 15-23 24-29
Wuthering Heights (1992)
99.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Rıza TÜRKER Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
SABIR, BİRAZ DAHA SABIR... Gökyüzünün bütün kuşları neden rüzgarda, karda, sağanak yağmurda bir yerlere kaçıyor da geride kışın umutsuzluğunu bırakıyor? Çok değil bundan 99 ay önce buradan “merhaba” diyen o küçük çocuk şimdi üniversiteyi bitirdi. Ne demişti; “Ve şunu öğrendim, önüne gelenin yazdığı, çizdiği kurusıkı salladığı bu piyasada bir şeyleri ortaya çıkartmak gerçekten zormuş.. Bu zorluğu bizimle paylaşan herkese çok teşekkürler.” Biz her sayımızda yazarımıza, çizerimize ve en çok da okurumuza teşekkür ettik. En çok da okurumuza. Her şeyden önce okurumuza. Bir dergiyi ayakta tutan yazar-çizer-para-azim filan değildir. Okurun varsa varsın yoksa yoksun. Bu aşk gibi, seversin kavuşamazsın, adı aşk olur demiş ya şair. Bizi de o ilk günkü aşkla karda, rüzgarda, sağanak yağmurda bir teneke damın altına saklanmak yerine bulutun yağmurun, karın, rüzgarın üzerinden uçmamızı sağlayan herkese teşekkürler. 100’ü de görelim... Ne demiş Hoca Nasreddin fıkrasında; 99’u veren Allah yüzü de verir. Herkese karlı yağmurlu güzel bir kış dilerim. Gönül sıcaklığınız hiç azalmasın... Sabır, bir ay daha sabır 100’e ne kaldı ki. Ahmet YÜKSEL
Hazal ÇAMUR
İllüstrasyon: Gülhan SEVİNÇ
Aykırı Çağrışım
ÇİZGİLİ PİJAMALI OKUR Tam şu anda, şu saniyede kapılarımızı o reddettiğimiz çocukluğa açmalıyız aslında. Kollarımızı olabildiğine açarak, toplumun çocukla kastettiği her şeyi bir kenara atıp kucaklamalıyız bu kavramı. Dünyanın giderek kana bulandığı ve insanoğlunun iğrençleşmede birbiriyle yarıştığı bu korkunç zamanlarda bir çocuk kitabı okumalıyız. Çünkü, “büyümek” denilen şeyi bile doğru düzgün idrak edemeyen bizler, aslında “çocuk” olmayı hiç becerememiştik.
Pakedi açılmadan uzaklara fırlatılan fikirler ve hayallerin hepsi büyük puntolu, renkli kapaklı kitapların ardında sıkıştırılmış keşfedilmeyi bekliyor. O kapaklar bir açılsa, büyükler karışmadan bir rahat bıraksa, birey zaten kendiliğinden olgunlaşma aşamasına geçebilecek. Ama nasıl ki emeklemeden koşmak olmazsa, çocuk olmadan yetişkin de olunmaz. Bu yüzden biz aslında hiç olgunlaşamıyoruz. Sadece etrafımıza şiddet saçıyoruz. Başka türlü hiçbir şey ifade edemiyoruz.
Kendi ailesini kurmuş bireylerin sırtına hâlen ter bezi koyan ebeveynlerin, kendi çocuklarını uzun yıllar yaptıkları şeyler için çocukça diye eleştirdiği bir toplumumuz var. Hayal gücünün olduğu her yer yasak. Çünkü hayal gücünün olduğu yerde farklı olmak var ve farklı olmanın kötü bir şey olabileceği orada hiç akıllara gelmez. Bilakis, orada herkes istediği her şey olabilir ve hiçbiri bir diğerini çağrıştırmaz. Ah, toplum için nasıl bir kabus!
Hepimizin tam şu an durup bir çocuk kitabının kapağını açmaya ihtiyacı var. O kapakların ardında küçücük bir çocuğun dünyayı nasıl etkileyebileceğinin kanıtları bulunuyor. Yetişkinlerin farkına varamadığı tehditleri görüp kolları sıvayan düzinelerce çocuk. Ama en çok da, kendine hiç benzemeyen dostlar edinen ve bunu bir an olsun yadırgamayanlar söz konusu. Bruno mesela. Çizgili Pijamalı Çocuk’u ya okudunuz ya da film uyarlamasını izlediniz. İşte hepimizin Bruno olmayı öğrenmemiz gerek. Bugün bu çocuk lazım bize.
dünyaya insanlığın âlâsını öğretmek için gelmiş canlılar olmasına rağmen, bizler onları aşağılayarak “anlamaz” diyorduk.
Bir Nazi subayının oğlu olan Bruno’nun mahkum kıyafetleri içindeki Yahudiler’e bakışı pijamalarıyla gezen insanlardan fazlası değil. Babasının komuta ettiği toplama kampında, tellerin ardında tanıştığı ve Çizgili Pijamalı Çocuk olarak adlandırdığı arkadaşının ne ırkı, ne rengi, ne cinsiyeti, ne de aralarındaki tellerin bir manası var onun için. Bruno yalnızdı ve sıkılıyordu. Dayak yemiş, gözleri dayaklardan şişmiş kendi yaşlarında ve her nedense sürekli pijamayla gezen, tellerin ardındaki bir çocukla engelleri aşarak sayısız oyun oynadı o. Ama biz yapamadık. Biz telleri örmeyi tercih ettik. Çünkü bunlar çocukçaydı ve çocuklar
Çikolatan şelalere ihtiyacımız var şimdi. Aksi ustalara küçük yaşta çırak olup, karanlıklarla göğüs göğüse çarpışmaya ihtiyacımız var. Tellerin ardındakilere sırf canımız oyun oynamak istiyor diye elimizi uzatmamız gerek. Belki bir gezegende bir gül büyütmenin keyfini çıkarmalıyız. Bizim gibi karanlıktan korkan canavarları teselli etmeyi öğrenmeliyiz. Pencereden uçup bambaşka diyarlarda dünyayı kurtarıp, büyükler uyanmadan yatağımıza geri dönmek, ama en çok da Çizgili Pijamalı Okur olmak gerek. Mahkum değil, pijama. Çünkü bir çocuğa pijamadan çok ne yakışır? Hayaller alemine gidecek astronot kıyafeti bu değilse nedir?
Oysa büyümek gerek. Çizgi filmler, çizgi romanlar, hayal gücüyle dolup taşan romanlar kapı dışarı edilmeli. Kapının dışındaysa zihinlerden taşıp yaşanamadan çöpe atılmış bir insanlık yığını söz konusu. Bir ceset. Bir çocuk cesedi... Daha ne olabilir ki? Vahşetin alıp başını gittiği şu günlerde bunların faillerine ve onların destekçilerine bakarken bile hiç çocuk olmadıklarını görmek mümkün. Ama bununla da kalmıyor ki. Büyümenin olgunlaşmak demek olmadığının farkında olmayan kitleler, formülize ettikleri büyüme kavramıyla yeni nesillerin ruhunu kesip biçiyor. İşini bilmeyen bir kasabın satır sallamalarından farkı ne?
4
Hadi! Bırakın onlar ne derse desin! Elinize bir çocuk kitabı alın. Tam şu saniyede yapın, hadi! Başkalarının ne diyeceğini umursamadan, unuttuğumuz değerleri hatırlayabilmemiz için yapın bunu. Onlar dalga geçsin, boş verin! Gerçekten bir şey biliyor olsalardı, zaten şu anda çok daha iyi bir yerde yaşıyor olurduk. Pijamalarınızı kuşanın. Bu akşam âlemlerden birinde, dostların bize ihtiyacı var.
öte
Ölürken yaşıyoruz. O yüzden bırakın ışık içeri girsin. Siz yaşarken didinip onca sıkıntıyı yine çekin, bir şekilde çürütün kendinizi. Ardınızda bıraktığınız havayı soluyacak nice tohumlar yeşerecek. Onlar yeşerdikçe, işte o zaman yaşayacaksınız.
5
KORKU KÖŞESİ
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Korku Köşesi
AV KÖŞKÜ Dört çekerli, parlak kahverengi cilalı bir kupa sallana sallana Şile tarafındaki ormanlardan korulardan geçen bir patika üzerinde ilerlemekteydi. Kupayı süren arabacı atları deli gibi kamçılıyordu. Arabanın içindeki kolçaklara tutunmaya çalışarak ipek döşeli kanepe üzerinde seke sıçraya debelenen Nüvit Bey, bir eliyle fesini tutarak kupanın ufak penceresinden dışarı bakındı. Arabanın yanından geçip giden ağaçların gün batımındaki alacalı bulacalı
hallerini
görerek
ürperdi.
Ormanda
gezinen, bir yerleri vurdukları her gün gazetelerin vaka-i zabıta kısımlarında tefrika kahramanları gibi anlatılan haydutların, şakilerin hayali peyda oldu zihninde. Daha da fenasını, düşmanlarının bu
eşkıyayı
kullanıp
kendisine
bir
kötülük
edebileceklerini düşündü. Lakin arabayı sürmekte olan Arnavut Âdem’in mevcudiyetini hatırlayınca müsterih oldu ama yine de kendisini bu vaziyete sürükleyen yazgıya hayıflandı. Sahi nasıl da gelmişti bu kul ayağı değmez yerlere böyle saklanaraktan? Nüvit Bey, bir vakitler kendini dünyanın en talihsiz insanlarından biri sayardı. Mabeynin nüfuzlu paşalarından biri olan pederi hayli varlıklıydı ancak ziyadesiyle cimri olduğundan kendisi bu servetin pek bir faydasını görmeden yokluk denecek raddede yaşamış, Fransa’daki talebeliğinde dahi kıt kanaat geçinerek pederi misali eli sıkı biri olup çıkmıştı. Lakin bu eli sıkılığı kendisinde herhangi bir paranın mevcut olmayışından ileri geliyordu. Sonradan kısmen talihsizlik kısmen de talih kuşunun konuşu addedilebilecek birkaç hadiseyi
6
art arda yaşaması yaşayışını tümüyle değiştirmişti. Evvela pederinin vefatı ile muazzam bir servete konmuş, o esnada pederinin cenazesi için alelacele Mısır’dan dönmekte olan amcası bir gemi kazasında vefat edince, amcasının serveti de kendine tevarüs etmişti. Bu hadiselerden birkaç ay sonra anne tarafından tek kalan bir akrabasının vefat ederek Cezayir vilayetindeki cümle mülkünün kendisine kaldığını da öğrenince talihine pek bir sevinerek kendisini yeni iş sahalarından ziyade mirasını yemeğe, ömrü boyunca yaşayamadığı eğlence hayatına kaptırmıştı. Bu eğlence hayatı esnasında sayısız kimseyle ahbap olmuş, namlı umumhaneleri birkaç gece kapatmış, sayısız işret âlemi düzenlemişti. Serveti yemekle tükenir cinsinden olmadığından cümbüşle geçen günleri, ahbaplık ettiği bir başka hovarda mirasyedinin yediği bir herze yüzünden kâbusa dönmüştü. Bir gece vakti Kaymak Tabağı’nda işret esnasında mekâna zamanın Onikiler’inden bir pazu ve pençe sahibi kabadayının geldiğini öğrenince, normalde mekânı kendi adına kapattırsa dahi kabadayı takımından çekindiğinden eğlenceye katılmasına müsaade etmişti. Namlı kabadayı, Çerkezlerden olup üzerinde her daim o kılıkla, başında kalpakla, sırtında palto ile gezen, ekseriya da yalnız dolaşan bir kimseydi. Meğer bu kabadayının, işret gecelerinden birinde Nüvit Bey ile tanışmış olduğu bir başka hovarda mirasyedi ile aralarında bir kadın meselesi varmış. Birbirlerini görünce silaha sarılmışlar, mirasyedi hovardanın para yedirdiği külhanbeyi ahbapları tabancalarını çekip bu
7
8
kabadayıyı evvela haklayıp, mirasyedi hovarda ile birlikte ortadan kaybolunca belanın büyüğü başa gelmişti. Zira karakol tafsilatını parasını kullanarak pek güzel geçiştirmiş Nüvit Bey, ölen kabadayının meselesinden bu kadar kolay sıyrılamamıştı zira kabadayının akrabaları bu ölümden kendisini sorumlu tutar olmuştu. Kan davası husule gelmiş, “o mirasyedi bulunup canını vermeden biz bu işten seni mesul tutarız, zira ahbabısın ve akrabamızı da oradaki düşmanına karşı uyarmadan eve davet etmişsin, bu kan senin de elindedir” diye haber göndermişlerdi.
eşya aldırmadan tedbir amacıyla sadece Âdem ile
Nüvit Bey en başta bu tehditlerden çekinmişse de tedbir cihetinden neredeyse bir bölük mahiyetinde birçok külhanbeyine para verip kendi adamı, fedaisi yapınca bu beladan yırtacağını sanmıştı. Lakin böyle yaparak Çerkezleri hafife almıştı, nitekim o birkaç on külhanbeyinden biri de Çerkezlerden olduğundan bir gece Nüvit Bey’i öldürmeye kalkışarak paçayı ele vermişti. Böyle olunca Nüvit Bey daha namlı, pazu ve pençe sahibi bir kabadayı sordurmuş, işte böylece o esnada bir paşanın kapusundan ayrılarak kendi muhitinde bitirimhanelerden haraç alan Arnavut Âdem ile irtibata geçmişti. Koca Arnavut, kendisinin bu gibi kan davası mevzularında hayli tedbirsiz davrandığını söyleyip, yüklüce para karşılığı kendisini koruyabileceğini söyleyince onu en has adamı yapmıştı. Arnavut Âdem daha önce de kapusunda bulunduğu paşanın adamlarını, hatta akrabalarını böyle belalı işlerden, adamlardan saklamada, zaptiyeden kaçırmada hayli tecrübeliydi. Evvela onun külhanbeylerinden topladığı fedaileri “ya aralarına yine birini sokarlar yahut parayla birini satın alırlar” diyerekten dağıtmıştı. Ardından Nüvit Bey’in alelacele tuttuğu bir yabancı kimse aracılığıyla, kimsenin bilmediği bir yerde bir köşk satın aldırdı ki başka bir tehlike olursa yine bu gizli köşkte yaşayacaktı. Yanına para haricinde pek bir
İşte şimdi evvela köşke Nüvit Bey ile Arnavut
gidecekti ki yemek ve erzak işlerini de Âdem kendi tanıdığı, Nüvit Bey’i kesinlikle tanımayan kimselerle halledecekti. Görünürde bir yosmayı kapatması yapop bu köşkün dış tarafındaki matbahda kıskançlığından tuttuğu ahçı ve uşak ile iş gördüren hovarda rolüne bürünecekti böylece Nüvit Bey’i en azından öteki mirasyedi bulunana ve öldürülene kadar koruyabilecekti. Aksi halde Çerkezler onun saklandığı bu yeri bir şekilde öğrenseler bu sefer daha kalabalık bir grupla köşkü muhasara etmeye dahi gelebilirlerdi. Âdem gitmekteydi. Geniş ve yüksek bir bahçe duvarının demir parmaklı açık kapısından geçen kupa, matbah olarak kullanılan müstakil bir evin yanından geçerek, üç-dört katlı büyükçe bir köşkün önünde durunca Nüvit Bey bavulu ile kupadan inerek köşkü süzdü. Kupadan atlayan Âdem’in kuşağında kabzası gümüşten bir Karadağ tabancası ile sapı kemikten bir saldırma dikkat çekiyordu. Önceden gelip köşkü temizleten Âdem, Nüvit Bey’i hızla köşkten içeriye sokarak hazırlatmış olduğu odasına çıkardı. Âdem’e insan ayağı değmez bu köşkü kimin ne amaçla yaptırabileceğini sorunca Avni Paşa karşılığını aldı. O anda Nüvit Bey’i bir ürperti aldı, Avni Paşa birçok genç kızı hovardalık maksadıyla
yaptırdığı
zannedilen
bir
köşke
kapatmış, bir-iki sene evvel köşkten cesetler çıkınca tevkif edilmişti. Cenazelerin çıktığı o menhus köşkün burası olduğunu öğrenince içinde bir havf büyümeye başladı. Âdem uşak ile ahçıyı almak için kupaya dönmeden önce odanın kandillerini, lambalarını akşam olunca yakabileceğini ve bir tabancanın dolu vaziyette yatağın yanındaki komodinin çekmecesinde durduğunu söyledi. Âdem aşağıyla inip kupa arabası ile uzaklaştığında birçok cinayetin hatırasını taşıyan
9
böyle bir yerde oturmaktan mütevellit Nüvit Bey hayli ürpermişti. “Cinayet mekânında kalmak ölü olmaktan evladır!” diyerek kendini teskin ettiyse de bu sükûnet hali karanlığın adam akıllı çöküp kaldığı odanın dahi gölgelere gömülmesine kadar sürdü. Kaynağı kısmen belirsiz bir korku hissi ile önce kalkıp odanın kapısını kilitledi. Ardından
Meryem YAVUZ
kim olduğunu sorunca imdat isteyen bir kadın sesi canhıraş bir çığlık sesinin yükseldiğini işitince kıpırdayamadan olduğu yerde kalakaldı. Çığlık sesi kesildikten bir süre sonra, kendisine öyle geldiğini sinirlerinin yıprandığına hükmederek
yatağının başucundaki ve pencerenin önündeki yağ lambalarını yakıp, çekmecedeki tabancayı eline
katlarında,
alarak pencere dibindeki koltuğa oturup Âdem’in
ayak seslerini işitince kalbi sıkışır gibi oldu. Demek
gelişini beklemeye başladı.
o kızların ruhlarının mesken tuttuğu bir köşkte
düşünerek
oturduğu
yerde
bir-iki
saatliğine
kestirebilmek imkânı bulduysa da salondaki büyük saatin gongunun on ikiyi vurması üzerine aniden
RUHLU KADINLARA CAZI, MAYISA (RUMCADA MAGİSSA) VEYA KIRIM KOCAKARISI DENİR. KİMLİKLERİNİ ÖZENLE SAKLARLAR. EN YAKINLARI BİLE ONLARIN CAZI OLDUĞUNU BİLMEZ.
duydu. Tekrar kim olduğunu sorunca imdat yerine
yeniden uyumak istediyse de bu sefer köşkün üst
En başta kendi kendine kuruntu yaptığını
YAŞLI, KÖTÜ
merdivenlerde
bulunuyordu. Talihsizliğine
koşturan
ve
insanların
GECE YARILARINDA ÖRÜMCEK YA DA KURBAĞA BİÇİMİNE GİREREK YENİ DOĞAN BEBEKLERİ BOĞAN,
TARLADAKİ EKİNLERE, AMBARDAKİ ÜRÜNLERE ZARAR VEREN SONRA SİHİRLİ BİR FIÇIYA YA DA TERS DÖNMÜŞ BİR ÇALI SÜPÜRGESİNE BİNERLER. “TRİÇ KIRIM” DİYE SESLENİNCE BİRKAÇ SANİYE İÇERİSİNDE KIRIM’A UÇARLAR.
uğursuzluğuna
küfrederek kendine hayıflanıp dünyalar dolusu servete sahip olduğu halde perili bir köşkü satın
Triç Kırım
almış olduğuna sövüp saydı.
olduğu yerde sıçradı. O andan itibaren köşkte
Yatağanın altındaki örtünün dalgalanarak
geçen kanlı saatleri düşünüp oturduğu yere,
açılıp soluk bir elin dışarı çıktığını gördüğü vakit
eşyalara bakarak kan dökülüp dökülmemiş olma
küfürleri yarıda kesildi. Örtünün altından kafasını
ihtimalini aklından sayısız kez geçirdi. Yine kuruntu
uzatan silueti gördüğünde tabancayı yere atıp
yaptığına hükmederek uyumaya devam edecekti
kapıya koşarak kilitlediğini unutup beyhude yere
ki bulunduğu odanın kapısının yumruklandığını
açmaya çalışıp yumrukladı. Aynı korkunç çığlık sesi
işitti. Silahını kapıya doğrultarak korkuyla gelenin
bu sefer yatağın altından gelmekteydi…
KIRIM YERİNE BAŞKA BİR...
YER SÖYLEYENLER BİR DİKENLİĞİN ORTASINA DÜŞERLER VE CADILIK YETENEKLERİ DE YİTER. BU YÜZDEN DİKKATLİ OLMALIDIRLAR.
CAZILIK DOĞUŞTAN GELEN ÖZEL BİR YETENEKTİR. CAZILAR BELLİ BİR YAŞA GELİNCE KIRIM’A ÇAĞRILIRLAR. YOLA ÇIKARKEN VÜCUTLARINA ÖZEL BİR KREM SÜRERLER.
RUMİ TAKVİMİNE GÖRE MAYISIN İLK GÜNÜ (MİLADİ TAKVİME GÖRE 13 MAYIS) CAZILARIN AZGINLIK GÜNÜDÜR. O GÜNÜN GECESİNE CAZI GECESİ DENİR.
KIRIM’A UÇANLAR, ORADA BULUNAN CAZI PADİŞANIDAN İZİN ALARAK CAZILIĞA BAŞLARLAR. CAZILAR,
SADECE SUDA GÖRÜNEN, 2-3 SANTİM UZUNLUĞUNCA KUYRUKLARI VARDIR. BU GECEDE YENİ DOĞMUŞ BEBEKLERİ BOĞAR, EKİNLERE ZARAR VERİR, İNEKLERDEN SÜT ÇALARLAR.
PADİŞAHIN BUYRUKLARINA KESİNLİKLE UYAR.
CAZILAR AĞ VE FİLEDEN KORKARLAR. BİRİNİN CAZI OLDUĞUNU ANLAMAK İÇİN ONA KALBURLA SICAK EKMEK UZATILIR. KALBURDAN UZAK DURUYORSA CAZIDIR.
UCU EĞRİ DEMİR ÇUBUKLARLA BEBEKLERİN KALBİNİ VEYA CİĞERİNİ SÖKÜP ALDIKTAN SONRA GECE MAĞARALARDA TOPLANIP AÇIK ATEŞTE BUNLARI PİŞİREREK YERLER. GECE GÖRÜŞEN TEK RENKLİ KEDİ, TAVUK, HOROZLAR CAZI OLABİLİR.
CAZILARIN KİMLİĞİNİ ÖĞRENMEYE ÇALIŞMAK UĞURSUZLUK GETİRİR. BÖYLE YAPANLARIN ELİ, KOLU KURUYABİLİR. DİLİ TUTULABİLİR. BU YÜZDEN CENAZE YIKAYANLAR KUYRUKLU ÖLÜ GÖRDÜKLERİNDE BUNU KİMSEYE SÖYLEMEZLER.
KAYNAK: Trabzon Efsaneleri ve Halk Hikayeleri - Haydar Gedikoğlu
10
11
Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
dehşetler albümü
EV İYESİ Ev İyesi inancına farklı isimler altında (Ev Sahibi, Evin Piri, Öy İyesi, Yort İyesi vb.) Tataristan haricinde Başkurdistan bölgesinde, Altay bölgesinde, Türkiye’de vs. rastlanmaktadır. Kimi anlatılarda korkulan bir varlıkken kimi anlatılarda bir koruyucu ruh olarak kabul görür. Tatarlar (Tataristan) arasındaki inanışlarda ruhlar-iyeler âleminde insanlara daha yakın olduğu için temel ruh sayılmaktadır. Gece ruhu olarak kabul edilir ve geceleri ortaya çıkar, beyaz buruşmuş yüzlü, beyaz elbiseli kambur biri olarak tasvir edilir. Ev halkını koruduğuna inanılır. Onu huzura kavuşturmak için bulunduğu mekân sayılan bodrum katına pislik, bulaşık suyu vb. dökülmez, fare leşi vs. bırakılmaz. Şayet yapılmışsa onu sakinleştirmek için “saçı” (kansız kurban) kavlinden lapa pişirip bodrum katına bırakılır yahut hocalara, erenlere, yetim çocuklara vs. sadaka verilir. Aksi halde evin içinde sesler çıkararak insanları rahatsız eder, eşyaları düşürür, insanların huzurunu bozar. Aynı şekilde ev iyesi evdeki insanların saçlarını örmeyi sevdiğinden bu saçları kendi açana kadar insanın açması yahut örük kısmı kesip ateşi atması uygun görülmez zira bu kişi hayatını kaybedilirmiş. Yeni bir eve
12
taşınılacağı zaman terk edilen evin iyesi için veda töreni yapılır ve bu tören sırasında yeni eve davet edilirmiş. Böyle yapılmazsa ev iyesinin yalnız kalıp ağlayacağına inanılırmış. Bu durumu düzeltmek için ağlama seslerini duyan bir komşu haber edince evin eski sahibi lapa pişirip büyük bir süpürgeye binerek güneş battıktan sonra yolda kimse ile konuşmadan eski evlerinin yerine giderek ev iyesini kendisi ile yeni eve getirirmiş yahut ev iyesi için özel at koşularak bu ata bindirerek yeni eve götürülürmüş. Baba evini terk eden oğlan da ev iyesi için veda töreni yapar, gece yarısı eline ekmek lokması alıp ebeveynlerinin evine giderek onların iznini alarak bodrum kata inip üç çıra yahut mum yakarmış. Biraz toprak alıp bunu yeni evinin temeline götürürmüş. Eğer yolda birisine rastlanırsa törenin bozulduğuna inanıp her şeye yeniden başlanırmış. Tatar Türklerinin yeni eve çıkınca “Temel Lapası” pişirmeleri bu inanışla ilişkilendirilmektedir. Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 11-13.
13
Yazan: Doğukan KANTAROĞLU
Röportaj
Korku Köşesi
SAKLAMBAÇ Fıstık ağaçlarının açtığı bir yer . Kısa, eski taş duvarları burada yatanları engellemek için değil elbette, zaten orada yatanları engellemek mümkün müdür bilinmez. Bugün orada oynayacaklardı , saklambaç yani çocukların en heyecan duydukları oyun. Memur babasının senelik izniyle oraya gelmiş diğerlerine göre daha şehirli ve ürkek olan Alp ve köyün yerlisi olan Mehmet, Serkan ve Cahit . Dördü aralarında saymaya başladı " Aç kapıyı bezirgan başı , arkamdaki yadigar olsun . Bir sıçan , iki sıçan , üçüncüsü kapana sıkışan- şan ." Mehmet hile yapmıştı , ebe sırası kendisine gelecekken sağındaki Alp' e gelmesini sağladı , Alp 'de orada en yabancı olduğundan arkadaşlarını kaybetmemek için bunu kabul etti. İtiraz ederse çocuklar onunla bir daha konuşmayabilirdi sonuçta. " Sayıyorumm saklanın!" 1, 2, 3, 4, 5, 6.......... 10... 50 " Saklanmayan ebe!" Kafasını dayadığı fıstık ağacından kaldırdı ve önce ağacın arkasına baktı, Bomboş demek ki saklanmışlar . Etrafa kabaca bir göz attı ve mezarlık kapısının demirlerinden görünen kafayı farketti Cahit ebe sobe! Cahit ilk ebelenen olduğu için söylene söylene duvarın üstüne çıkıp oturdu. Serkan ve Mehmet'in yakalanmasını bekliyordu yoksa bir sonraki el kendisi ebe olacaktı . Alp biraz daha açıldı ağaçtan ; mezartaşlarının arkalarına , mezar tümseklerinin gerilerine baktı ve Serkan'ı görmüştü Serkan ebe sobee! Serkan ebelendiği için Cahit biraz daha rahatlamıştı . Akşam ezanı yaklaşıyordu , oyunun bitiş vakti ezandır kuralı işliyordu . Vakit yaklaştı ama Mehmet iyi saklanmıştı ki Alp onu bulamıyordu , yaklaşık on beş dakika geçmişti ama hala ses yoktu Serkan Cahit'e bakıp " Nerde oğlum bu?" diye sordu . Cahit omuzlarını silkti"Oğlum hadi lan ezan okunucak , açıldı gel sobele işteee!" Hala ses yoktu . Birdenbire Alp'in aklına babaannesinin anlattığı hikayeler gelmeye başladı .. " Gulyabaniler, Dungangalar , cadılar hepsi çocukların peşindedir bu yüzden anne babanın yanından ayrılma emi oğlum. " Alp bunları merakla dinlerdi dinlemesine ama korkardı da.. 14
Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Annesi dizlerinin üzerine eğilip semaverden çay doldururken evden getirdiği kamyonla oynuyordu. Babası da babaannesi, halası ve dedesiyle oturup sohbet ediyorlardı. " Ana bizim bu Seyfi abiyi Jandarma içeri almış , geçen kahvede duydum bizim köylüden . Nedir asıl mesele?" çayından bi yudum aldı sonrasında " Oğlum valla onlar bir define bir gömü işine karışmışlar ama pek bilgim yok .Bu Ermeni mezarlarını kazmışlarmış da.. Herkes bir şey diyor yavrum." Define kelimesini ilk kez o zaman duydu Alp , iki gün önce babaannesinden . " Dedin de hatırladım şimdi , bizim o oyun oynadığımız emekli Öğretmen İsmail'in evinin bahçesinde bulmuşlardı . Sonradan oraları kaza kaza bitiremediler, mezarlar yanında altınlar.. off İstanbul'dan apartman alırım var ya bi bulsam." dedi babası. Tüm bunları düşündüğü sırada mezarlığın karşısında Mehmet'i gördü . Mezarlığın karşısındaki evin bahçesinde durmuş sağına doğru bakıyordu . " Mehmet ebeee! Hem orası alanın dışında iki kere ebe!" Mehmet arkasını dönüp bakmadı bile Cahit seslendi " Heeey abiciim napıyon hocanın orda! Hadi eve gitcez daha." Mehmet'in bakışları hala sağına kilitlenmişti. Elini kaldırdı ve sabitledi, birinin elini tutar gibiydi . Kafasıyla onayladı ve yürümeye başladı . Üçü birden bağırıyordu ama Mehmet yürüyordu , koşmaya başladılar Mehmet'e doğru ama Mehmet sanki çok uzakta kalıyor gibiydi. Alp biliyordu ama arada sadece toprak bir yol var bu kadar uzak değil. Zaman yavaşlıyor gibiydi , birkaç saniyelik o an uzun bir zaman gibiydi ve şimdi Mehmet binanın arkasına dönüyordu ve gözden kayboldu . Bahçeye atladılar ve hemen binanın arkasına doğru yöneldiler. Köşeyi döndüklerinde kimse yoktu , ancak çocuklar anlayamadı "Nerdesin lan şaka yapma artık kızıcak babamlar haydi!" "Ya abiciiim hadi artık ama ya !" "Mehmet nerdesin ! Rüzgarda hışırdayan yaprak sesinden başka ses yoktu .......
Çizgi Roman Yolculuğu Bilmiyorum henüz Çizgi Roman Yolculuğu ile tanışmayan var mı? Öner Biberkökü adını ben o kısa belgesellerle tanıdım. Çizgi romanımızın değerli çizerlerini okuruyla profesyonelce hazırlanmış videolarla tanıtmak. Ve bunu aşkla, bir gelir elde etmeden yapmak. Öner ile güzel bir röportaj yap-tık, onun yaptığı video röportajlar kadar keyif verici mi bilemem ama ben Öneri bu röportajı yapınca daha bir sevdim.
Gölge: Öner S. Biberkökü kim? Öner S.Biberkökü: 1985 Adana doğumuyum. Ortaokulu Adana’da liseyi fen iseleri yatılı olduğu için Mersin’de okudum. Yıldız Teknik Üniversitesi Matematik Bölümü ve Nazım Hikmet Akademisi Sinema Bölümünü bitirdim. 10 Yıldır aynı barda çalışıyorum. Şuan 3. Şubesinde Beşiktaş Joker No: 19’da Cuma-Cumartesi akşamları fotoğraf çekip facebook esabına yüklüyorum. Bir yandan da Babylon’a çizgi roman yolculuğunun müzik versiyonu sayılabilecek Babylon Stories serisini hazırlıyorum. Gölge: Matematik eğitimi almış bir yönetmen olarak soralım, çizgi roman senin için ne ifade ediyor?
Öner S. Biberkökü: Çizgi roman herkesin çocukluğuna bi dönem girip çıkmıştır. Benim için ise ‘çizgi roman okuyordum’ yerine ‘Örümcek Adam okuyordum’ demek daha doğru olur. Adana’da gazete bayilerinde siyah beyaz eski basım Örümcek Adam ciltleri olurdu. Onları alır okurdum sürekli. Bazen paket halinde gelirdi. Pakette bir Örümcek Adam bir de Superman olurdu. Superman’e ol-dum olası ısınamadım. Düşmanla karşılaştığı zaman, bir önceki hikâyede yaptığı saldırıyı neden yapmadığına bir türlü anlam veremezdim. Çok fazla gücü var fakat nerede ne kullanacağını bir türlü aklına getiremiyor. Bir bölümde kötü adamı atmosferden çıkartıp bayıltırken, bir bölümde etrafında çok hızlı dönüp bir girdabın içerisinde bırakırken başka bir macerada bunlar aklına gelmiyor. Sinirlenirdim
15
okurken. İçimde “ışın atsana işte ya” ya da “Koş uzaklaş işte“ dediğimi hatırlıyorum. Ama benim bi dönem çok anlamasam da Fizik’e ilgi göstermemin bir nedeni de yine bir Süperman hikâyesidir. Hikayede genç bir kadın astronot vardı, yine bir maceralar kahramanlıklar derken bir uzay yolculuğunun ardından Superman kadını dünyaya sağ salim getirip yine günü kurtarıyor.. Dünyaya döndüklerinde ise kaskını çıkartan kadının yaşlandığını gördüğümde çok etkilenmiştim. Dünyaya göre 1 günde geçen bu macera uzaydaki zaman göre yıllar sürmüş ve kadın yaşlanmıştı. Bu öykünün hevesiyle bir süre daha okuduysam da başka da iyi hikâyesi çıkmadı Süperman’in. Örümcek adam ise gerçekten hem maceralı hem de komik geliyordu bana. Ortaokul’da, gördüğün en iyi öğretmen Türkçe öğretmenimiz Mustafa Altıok, Anadolu Lisesinde olmamıza rağmen dersle-rine büyük özen ggösteriyordu. Bizi sürekli tiyatrolara götürüyor, eleştiriler yaptırıyor ve yerli edebi-yatı okutuyordu. O dönem favorilerim Reşat Nuri Güntekin ve Peyami Safa’ydı. O yaşta ne kadar oluyorsa artık bu yönden bir kaç adım ilerleme kaydedince çizgi romanların çok fazla tesadüfi olay-larla dolu olması beni rahatsız etmeye
16
ve eski tadı vermemeye başladı. Sanırım ortaokul başından üniversite yıllarıma kadar bir daha çizgi roman okumadım. Üniversite yıllarım dediğim 8.5 yıl sürdü tabii. Bu dönemde Watchmen, Sandman, Maus gibi eserler, çizgi romanın da ne kadar iyi hikâyeler anlatabileceğini bana gösterdi. Ardından Chris Ware çizdiği Jimmy Carigan: Smartest Kid On Earth bu alanda farklı tatlar aramama vesile oldu. Bir yerden bir türlü belki bir film fikrine ilham verecek diye okumayı bırakmadım. Gölge: Peki, Çizgi Roman Yolculuğu belgeselini hazırlamak fikri nereden ortaya çıktı? Nasıl başladı yolculuk? Öner S. Biberkökü: Bunu tam anlatabilmem için biraz geriye gitmek lazım. Matematik bölümün geç bitirmemin bir nedeni de aslında sinemaya olan ilgimdi. Her fırsatta film izlesem de film hayalleri kurmam lise son sınıfı buldu. Üniversiteye geldiğimde ilk iş sinema kulübüne koştum. Sinema kulübü Beşiktaş’ta, Matematik bölümü ise Davutpaşa’da olunca, ben daha çok Beşiktaş’a sinema kulübüne gitmeyi seçtim. Orada sanki aynı dili konuştuğumuz birilerini sonunda
bulmuş gibi hissettim. Her gün sinema kulübüne gidip, filmler izliyordum. O dönem bilgisa-yarım da olmadığı için, kulübün sinema salonu büyülü bir yerdi. Aynı dönemde de Taksim’de barda bulaşıkçı olarak çalışmaya başlayıp kısa sürede garsonluğa terfi ettim. Bunlar olurken vizeler, finaller kaçmaya okul uzamaya başladı. Zaten matematik bölümünü de yapamayacağımı anlamıştım. Kendi kendime forumlardan, internetten kamera, kurgu, senaryo konularını öğrenmeye başla-dım. Ufak ufak videolar üretmeye başladım. İmkânlar kısıtlı olunca, zorda kalırsam diye video üretiminin her alanına çalıştım. Sonraki yıllarda da projesine göre yerine göre efektçi, yerine göre görüntü yönetmeni, yerine göre kurgucu, yerine göre de yönetmen olarak yer aldım. Teknik anlamda en büyük sıçramayı TRT 1’e yaptığımız oyun-internet programında Görüntü yönetmeni ve Görsel efektçi olarak çalışmak zorunda kalınca yaşadım. Kısa sürede kamera kullanmayı ve efekt işlerini öğrenmek zorunda kaldım, iyi de oldu. (Merak edenler İnternet Dünyası diye aratabilirler). Çizgi Roman yolculuğu aslında bu mecburiyetler sonucu öğrendiklerimle oluştu. Başka türlü tek başıma altından kalkamazdım.
2009 yılında Nazım Hikmet Akademisi’nin ilanını gördüm. O sırada Adana’da, aile ziyaretindeydim. Akademide ders verecek isimler beni çok heyecanlandırmıştı; Handan İpekçi, İnan Temelkuran, Özcan Alper, Mustafa Ziya Ülkenciler, Semir Aslanyürek… İnternetten başvuru yaptım. Mülakata çağırdılar, İstanbul’a. Okulum uzamışken anneme, babama bu durumu açıklamam pek mümkün değildi. Önce okulunu bitir, sonra böyle şeylerle uğraş diyeceklerinden emindim, ama mülakata girmeyi çok istiyorum. Sabah evden arkadaşımla buluşacağım deyip çıktım, uçağa bindim İstanbul’da akademinin mülakatına girdim ve akşam uçakla tekrar eve döndüm. Kimse şüphelenmedi. Akademiyi kazandım, burslu. 3 yıl okudum. Bu 3 yılda sanırım Matematik bölümününde 1 ders dahi geçemedim. Annem artık bitmeyen okulumun utancıyla, beni soran komşulara yalan söylemeye başlamıştı. “Öner okulu bitirdi, çalışıyor” diye. 2. yılımda hocam İnan Temelkuran’la çalışma fırsatı doğdu. Çok iyi bir sinemacı, ondan çok şey öğrendim. İnan Temelkuran’ın Siirt’in Sırrı filmi Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal film
17
Festivallerinde toplam 4 ödül aldı. Bu tamamen İnan Temelkuran’ın başarısıydı. Ödüllerden Biri de kurgu ödülüydü. Ben ödülü almaya gidemedim, çünkü kalktı denilen harçlar, benim gibi okulu uzatanlara kalkmamıştı. Hâlbuki yıllarca ödeyen bendim, sürekli müşteriydim, asıl benden almamaları gerekirdi. Ama öyle olmadı. Hemen haber oldu tabii: Uçak parasını harca yatırdı, ödülünü almaya gelemedi diye. Bir gazete de benimle ilgili habere “Vay garibim vay” diye başlık atmış. Annem de ertesi sabah kahvaltı sonrasında çay içerken kurcaladığı gazetede bu haberi görüyor. Beni aradı, çok kızdı “Beni mahalleye rezil ettin “ dedi. Okulu bitirmediğim ortaya çıkmıştı. Böylece işlerimi tamamen bırakıp okulu bitirmek üzere okula döndüm. Böylece Matematik Bölümünden mezun oldum. Annemi bu kadar üzdükten sonra isteğini kıramayıp bir de üzerine Pedagojik Formasyon’a başladım. Pedagojik Formasyon benim gibi Matematik, Fizik gibi bölümlerden mezun olanlara 1 yıllık bir ek eğitim sonucu KPSS’ye girip devlet okullarında öğretmen olma şansı tanıyor. Kendimi bildim bileli de annem “İyi düşün bak, hafta sonları tatil, yazları tatil, bayramlar tatil” diye aklıma girmeye çalışır.
18
Matematik okurken yaptığım hayatı yapmayıp, Formasyon süresinde başka işlerle ilgilenmemeye karar verdim. Sadece yaklaşık 10 yıldır çalıştığım Joker’de hafta sonları fotoğraf çekiyordum. Bu dönemde boş vaktim oluşunca okumalarım izlemelerim arttı. Cannes Film Festivalinde en büyük ödül olan Altın Palmiye alan Mavi En Sıcak Renktir filminin bir çizgi roman uyarlaması olduğunu öğrendiğim çizgi roman okumalarımı da arttırdım. Bizde yerli çizgi roman üretimi ne aşamada diye araştırmaya başladım Bu süreçte yerli yabancı çok çizgi roman okudum. Yerli üretime dair çok kaynak bulamadım. Üretme dürtüsü de alttan alta rahatsız etmeye başladı. Sonra bir yandan formasyona devam ederken bir yandan okuduğum, sevdiğim çizgi romanları youtube üzerinden tanıtmaya karar verdim. Çıkıp anlatacaktım işte en basit haliyle. Formasyon eğitimimi aksatmadan, beni yormayan küçük videolar üretmekti amacım. O sene, A Beautiful Darkness, This one Summer, Andre the Giant, Saga, sex criminal beğendiğim ve tanıtmak istediğim çizgi romanlardı. Çizgi Yoman Yolculuğu’nun ilk formatı buydu aslında: Çizgi roman tanıtımı ve eleştirisi. Bir çizgi roman delisi olan arkadaşım Can
Alkaya’nın da yardımıyla formatı biraz genişletmeye çalıştık. Bir sunucunun olduğu, tanıtımları ve eleştirileri hâli hazırda eleştiri yazanların yaptığı bir forma büründü. İnternet üzerinden çizgi roman üzerine az çok yazan kişilere ulaştım. Bunlardan birisi de Alt Evren’den Berk Uralcan’dı. Durmadan yazıyor. Benden daha iyi eleştireceği kesindi. Yazdığım kişilerle bi türlü bir araya gelemedik. İşin içine girdikçe format arayışlarım hız kazandı, hatta internette benim sunum denemelerim de var, az kalsın öyle olacaktı. Sanırım televizyonlarındaki sabah programları benzeri bir şey ortaya çıkmak üzereydi. Bir gün Tern Ninja da Devrim Kunter’in Seyfettin Efendi çizgi romanı üzerine bir yazıya rastladım. Sitesinden Devrim Kunter’e mail attım.
İnternet üzerinden yayınlamak üzere video röportaj yapabilir miyiz yazmıştım. 2-3 kişiye daha mail yolladım, numaralar aldım derken ilk gün Devrim Kunter, İlke Keskin, Hakan Tunga Kalkan ve Serkan Özay’la aynı mekânda röportaj yaptık. Tam olarak ne hazırladığımı bilmediğimden Çizgi roman uyarlamalarından, Marmara Çizgi’nin yeni basacağı kitaplara kadar aklıma ne geldiyse sordum. Röportaj
serisi Yıldıray Çınar, Berat Pekmezci, Levent Cantek, Hakan Tacal, Emre Yavuz, Ertan Ertgil, Ahmet Kocaoğlu, Emrah Ablak şeklinde devam etti. Ama hala ne ne yapacağımı biliyordum, ne de bir bölüm yayınlamıştım. Nasıl olduysa bir türlü çok sorgulamadılar ve saatlerce sorulara cevap verdiler. Hızımı alamadım ve İlban Ertem’e ulaştım. İlban Ertem Bodrum’da yaşadığından kendisiyle skype üzerinden konuştuk. O sıralar henüz Puslu Kıtalar Atlası’nın ne zaman çıkacağı belli değildi. (Elimdeki, bölüme koyamadığım röportajları, yeni bir kanal açıp Youtube üzerinden yayınlamayı düşünüyorum) İşe beraber başladığımız Can İstan-bul’dan taşındı. Tek başıma kaldım. Aylar geçti, ortada ne bölüm vardı ne de fikir. Röportaj yaptığım bu kişilerle karşılaştıkça “Ne oldu program” diye soruyorlardı. Kötü hissediyordum. İnternette en çok izlenen çizgi roman kanallarını araştırdım, hepsi çizgi roman tanıtıyordu. Aylarca kafamda kurduğum her şeyi bir kenara bırakıp, sadece röportajlardan üretmeye karar verdim. İlk yaptığım röportajdan tam 5 ay sonra formasyonu bitirdiğim gibi ilk bölümü yayınladım. Tüm çizgi roman yayınevleri Facebook sayfalarından paylaştı. Beklediğimin çok üzerinde bir ilgi oldu. Hemen yeni bölümü hazırlamaya başladım. İlk bölümün seslendirmesini de ben yapmıştım. Neyse ki ilk bölümden sonra akademiden Oyuncu Yönetimi Hocam Akademisyen Özlem Turhal de Chiara seslendirme yaparak programa destek verdi. Böylece program biraz daha toparlandı. 4. bölümü Yekta Kopan’ın seslendirmesi ve aynı bölümün Cermodern’de düzenlenen Puslu Kıtalar Atlası sergisinde 1 ay boyunca sergi kapsamında gösterilmesi de bölümlerin devam etmesinde etkili oldu. Gölge: Belgeselde hareketli bir kurgu yapıyorsun. Daha önce de Altın Koza’da en iyi kurgu ödülünü aldın. Nasıl hazırlıyorsun kurguyu, 10 dakikalık bir yayın için kaç saat çekim yapıp kaç şehir dolaşıp kaç saat After’da animasyon hazırlayıp ondan sonra bize bunu 10 dakikalık, lezzetli, heyecanlı bir program olarak sunuyorsunuz?
19
Öner S. Biberkökü: Altın Koza’dan aldığım ödül, dışarıdan bakılınca kurgu konusunda müthiş bir kabiliyetim varmış gibi görünüyor, fakat öyle değil. Kurgu öncelikle disiplinli bir çalışma, sonra sabır isteyen bir alan. Bende ikisi de yok. Video üretirken heyecanlı, sabırsız, düzensiz ve disiplinsizim. O kadar karışık çalışıyorum ki, 1 ay sonra projeyi tekrar açmam gerekirse ben bile işin içinden çı-kamıyorum. Kurgu her yönetmenin mutlaka iyice öğrenmesi gereken, sinema veya video üretiminin çok önemli bir ayağı olduğu için öğrenmeye çalıştım. Akademide bize öğretilen ilk şey, kendin yazmasan da bir senarist kadar senaryoyu, kendin kurgulamasan da bir kurgucu kadar kurguyu bilmen gerektiğiydi. Kurgu üzerine kitaplar okudum, çalışmalar yaptım ama bunu Akademi eğitimi sırasında, yönetmenlik, görüntü yönetmenliği ve senaryo üzerine de yaptık. Bu sinema eğitimi alan herkesin yaşadığı bir süreç. Ama yaptığım çalışmaların Çizgi Roman Yolculuğu benzeri videolarda çalışır bir yanı yok. Çizgi Roman Yolculuğu’ndaki kurgu Çok pratik yaparak çok çabuk kazanabilecek bir beceri. Çünkü ilk amaç: sıkmaması. Araya nelerin girdiğinin çok önemi yok. Lezzetli, heyecanlı gelmesine çok sevindim. Ben de böyle şeyler yapmayı aslında bu programla öğrendim
20
diyebilirim. İlk bölüme geri dönerseniz, ya da Yıldıray Çınar’ın ilk versiyonuna, son bölümlere göre çok daha sıkıcı geleceğinden eminim. Her bölümde yeni şeyler öğrendim daha çok dikkat ettim, hep bir önceki bölümden daha iyi olması için uğraştım. Yıldıray Çınar’ın ilk versiyonunu yaparken içimden defalarca “ Başka bölüm yapmicam” diye geçirdim. Çok yordu, zordu. Açılış jeneriğini hazırladım. Yıldıray Çınar’ın tanıtım metnini internet araştırması yapıp yazdım. Onu olabildiğince sadeleştirdim. Bahsedilen çizgi romanları buldum. Onları after effectste akıcı bir hale getirmeye çalıştım. Özlem Hocamın yanına gidip sesi aldım. Superior Ironman için animasyon hazırladım. Yıldıray Çınar’ın ismi göründüğünde belirecek olan demir adam için, demir adam filmini izleyip uygun bir sahne buldum. Demir adamı oradan kesip (rotoscope) onu sahneye uygun şekilde yerleştirmeye çalıştım. Sonra Yıldıray Çınar’ın ikinci bölümde tanıttığı çizgi romanları bulup sayfalar indirdim. Sonra da röportajların kurgusunu yaptım. Bitti mi? Bir de bölümün sonuna Emrah Ablak için Teaser hazırladım. Sanırım 10 gün sürdü. Ama bu 10 gün, normal bir iş hayatı gibi değil, sabahtan, gece yatana kadar süren bir mesai. Aslında bir ekip olsa çok daha kısa sürer. Yani araştırmaları birisi, Animasyonları birisi, Kurguyu birisi yapsa sanırım 3 günde biter.
Çekim kısmı biraz sancılı. Mesela En son yaptığım Ersin Karabulut çekimi sanırım bir 7 saat sürdü. Bu kadar sürmesinin bir nedeni tek olmam, diğer nedeni de çok konuşmam. Bazı bölümleri 2 defa çektim. Mesela bunlardan birisi Yıldıray Çınar bölümü. Kullandığım bir müzik dolayısıyla Youtube bölümün sesini silince, ben de bu bahaneyle kendisiyle tekrar görüştüm. Daha iyi oldu. Çocukluk çizimlerini ve çocukluk arkadaşlarını da bölüme eklemiş oldum. Levent Cantek, Berat Pekmezci bölümünü de 2 defa çektim. İlk çektiğim sırada dediğim gibi ne yapacağımı bilmi-yordum. Kurguya oturduğumda içime sinmedi. Ankara’ya gidip Levent Cantek’le tekrar görüştüm. Berat Pekmezci’yle ikinci kez görüştüğümde ilkine göre çok daha iyi bir röportaj oldu. İlkinde tanışmadığımızdan ve ne yapacağım belli olmadığından röportaj da biraz soğuk ve kötü olmuştu. llban Ertem bölümünü de 2 defa çektim. Skype röportajı, görüntü fena olmasa da ses açısından berbat oldu. Ama kitabın çıkma tarihi gelince, Bodrum’a gidip, eskizlerle birlikte kendisini çekmek daha cazip geldi. Sonuç daha iyi oldu. Gölge: Nelerle karşılaşıyorsunuz çekim sürecinde? Güzel anılarınız var mı? Eğlenceli mi süreç?
Öner S. Biberkökü: Yorucu olsa da, ben çok keyif alıyorum. Bölümlerde izlediğimiz 10 dakikalık bir röportaj ama aslında saatlerce konuşuyoruz, tartışıyoruz.Yıllardır okuduğum yazar/çizerler bunlar. Bu vesileyle aslında tanışma, sohbet etme şansını da yakalıyorum. Mesela Bodrum’a İlban Ertem’in yanına gittiğimde önce uzun süre sohbet ettik, bir sürü soru sordum. Ama kamerayı kurmamıştım bile. Uçak saatim yaklaşınca son 1 saatte o izlediklerinizi çektim. Böyle çok sevdiğim çizerlerle buluşunca, önceliğim çekim yapmak olamıyor. Emrah Ablak ziyaretim de 7-8 saat sürmüştü. Beni bir daha davet etmek istemez galiba. 1-2 saat diye gidip 8 saat durdum. Ama sinemadan çizgi roman kadar uzunca sohbet ettik. Böyle anlatınca da Çizgi Roman Yolculuğu sevdiğim çizerlerle görüşmek için uydurulmuş gibi görünüyor. Biraz öyle bir yanı da olabilir. Çizerler çok konuştuğum için benim gibi bakmıyorlardır tabii ama bölümü yayınlayınca durumu telafi ediyorumdur. Çizerlerle çalışmanın en büyük zorluğu, gerçekten çok vakitlerinin olmaması. İlban Erteml’le komik bir anım da oldu.İlban Ertem’le konuşmak istiyordum. Henüz Levent Cantek’le de tanışmadığımız için numarasını
21
alabileceğim kimse yoktu. İnternet sitesinde bir mail adresi vardı. O adrese oturdum uzun uzun bir mail yazdım. Bir yandan da, maillerine bakıyor mudur ki? diye geçiriyordum aklımdan. Ama aynı gün mail geri geldi. Böyle bir mail adresi yok dedi. İlban Ertem’in internet adresinde yazan mail adresi yanlıştı. Yılmadım, aklıma gelen tüm kombinasyonları denedim. Yani aynı maili ilbanertem@gmail, ertemilban@gmail, ilban_ertem@gmail ve sonra hotmail, yahoo gibi 10-15 civarında mail adresine yolladım. Birisi doğru çıktı, İlban Ertem olumlu dönüş yaptı. Numarasını yazdı. Ertesi gün telefondan, yazdığı numaraya whatsapp yoluyka mesaj yazdım. “Kibarca ne zaman röportaj yapabiliriz?” diye soruyordum. 2 gün bekledim, cevap gelmedi. 3. gün aradım “Merhaba, röportaj için yazmıştım, ne zaman konuşabiliriz” gibi bişey dedim. Kendisi de “Şu an yoldayım İstanbul’a doğru, 1 gün dinlenip seni geri ararım” dedi. Böyle böyle neredeyse 1 hafta geçti. 2 gün sonra whatsaptan tekrar yazdım. “Sizinle Puslu Kıtlar Atlası serüveni hakkında röportaj yapmak istiyorum” diye. Şöyle bir cevap geldi “Puslu Kıtalar Atlası serüveni nedir bilmiyorum, umarım topluma faydalı bir iş yapıyorsunuzdur, kolay gelsin“ diye. Meğerse İlban Ertem bana numarasını yazarken 1 rakamı yanlış yazmış ve ben 1 hafta boyunca Samsunlu bir amcayla konuşup yazışmışım. Neredeyse onunla röportaj yapacaktık. Nedense son güne kadar da kendisiyle röportaj yapılmasını hiç garipsememişti. Fotoğraftan biraz şüphelenmiştim aslında. Bu durumu İlban Ertem’e mailde anlattım, amcanın Whatsapp profil fotoğrafını da yolladım. İlban Ertem’i epey güldürdü bu durum. Gölge: İlban Ertem, Yıldıray Çınar, Emrah Ablak gibi Türkiye’nin üst düzey çizerleri ile çalıştınız. Yakın zaman için kimler var listende? Yeni çıkan yayınlara göre mi devam edeceksin yoksa uzun süredir yeni işler üretmemiş eski kurtları da görebilecek miyiz Çizgi Roman Yolculuğu’nda? Öner S. Biberkökü: Aslında röportajlar yaptıkça, ilgimi çizgi roman konusunda asıl çeken şeyi daha net anlamaya başladım. Çizgi
22
Romandan para kazanamayacağını, çok da bir prestiji olmadığını, çok dar bi kitleye hitap ettiğini bilmesine rağmen, şu an bireysel çabalarla çizgi roman üreten çizerlerin işinden gücünde vakit ayırıp, uykusundan çalıp çizgi roman üretmesi ve bunun arkasında yatan tutku. O yüzden bu benim için sadece bir Çizgi Roman serisi değil. Bir tutkunun peşinden, sonucu baştan belli bir yola giren çizerler/ yazarların hikâyesi. Önceliğim bugün, bu şartlarda üretenler. Bu “eski kurtlar”la görüşmek istemiyorum, beğenmiyorum, görüşmeyeceğim demek değil. Onlar da isterlerse ilerleyen bölümlerde elbette görüşeceğiz. Şu an çekimlerinin tamamladığım Kenan Yarar, Ersin Karabulut, Mahmud Asrar var. Uykusuz’un yakında çıkartacağı çizgi roman dergisi için de bir bölüm olacak. Çekimlerine başladım. Bu bölümde Yılmaz Aslantürk, OKY, Memo Tembelçizer, Emrah Ablak, Kenan Yarar, Ersin Karabulut ve Cihan Kılıç olacak. Henüz iletişime geçemediğim fakat ilgilenirlerse ilk fırsatta görüşeceğim Cem Özüduru, Galip Tekin ve Kutlukhan Perker var. Gölge: Pek çok televizyon programından daha kaliteli bir iş çıkarttın, yine de Podcast olarak yayın yapıyorsunuz. Bu işin bir geliri de yok gördüğümüz kadarıyla. Bu sevdanın karşılığı sadece sevgi saygı anlayış mı? Öner S. Biberkökü: Bunu sadece çizgi romana olan sevgime bağlarsam yalan söylemiş olurum. Çizgi Roman Yolculuğu benim işsiz olduğum, pek iş gelmediği bir dönemde üretmeye devam etmek için başladığım bir proje. Bu program bana yönetmen olarak bir çalışma alanı açıyor. Aklıma gelenleri deneyebildiğim, içerik ve süre olarak özgür olduğum bir alan. Kendimi geliştiriyorum. Ve üstelik az belli bir izleyici kitlesi de var. Bu beni daha iyi şeyler yapmaya çalışmak konusunda motive ediyor. Aldığım yorumlar benim diğer işlerimi de etkiliyor. Mesela Çizgi Roman Yolcuğu saye-sinde Babylon’a benzer formatta müzik içerikli videolar üretmeye başladım. Çizgi Roman yolculuğu bölümlerinde yazılan güzel yorumların üzerimde
bıraktığı etki diğer işlerimi de iyi yönde etkiliyor. İnsanlardan güzel şeyler duymaya da ihtiyaç var, veya işinizin internette paylaşıldığını görmeye. Çizerlerle tanışmak da cabası. Ben de isterim ufak da olsa bir geliri olsa bu işin de başka işlerle uğraşmadan bunu yapsam. Ama bu işe, hitap ettiği kitlenin azlığı dolayısıyla kimsenin sponsor olmak isteyeceğini, para vereceğini düşünmedim. O yüzden de aramadım. Bir gün uygun şartlarda bir sponsor çıkarsa da, o zamanki şartlara göre düşünülür. ilk röportajları yaptığım gün, kafamda belgesel düşünceleri oluşmaya başlamıştı. İlk bölümle birlikte bunu, yolculuğu tamamladığımda yeni baştan çekerek oluşturacağım belgeselin birer ön çalışması olarak düşündüm. Hem dilini oturtmaya çalışacağım, hem çizerlerle tanışabileceğim, hem de her bölüm sonunda geri dönüşlerle, önerilerle gelişen bir çalışma olarak düşündüm. Böyle düşünürsek, bir gelirinin olmaması çok da rahatsız etmiyor. Geçinebildiğim sürece. Aslında bu yaptığıma şöyle bakmak lazım; Eskiden çizerlerin yayımlanan işleri dışında, bir cafede kahve içerken veya öylesine aklına gelen bir şeyi denerken çizdiklerini pek bilmezdik. Nasıl Instag-ram sayesinde çizerlerin her karalamalarını, denemelerini, çalışmalarını görür olduysak, Youtube da benim gibi video üreticileri için biraz öyle oldu. Mesela yeni bölümlerde, (Muhtemelen Cem Özüduru’nun bölümünden başlayarak) çizerin ya da işlenen kitabın havasına uygun , oyunculu sahneler de çekip eklemek istiyorum. Belki iyi olacak, belki facia. Bolca denemek istiyorum.
farklı işliyor. Çizgi Roman Yolculuğu bitince uzun bir çizgi roman belgeseli yapmayı çok istiyorum. Ama çizerlerin bu kadar az vakitlerinin olduğu gerçeğiyle yüzleşince, gerçekleşemeyeceğinden korkma-ya başladım. Şu an Babylon’a içinde Düşler Akademisi ve Barış İçin Müzik’in de olduğu çekimlerini yazın yaptığım yaklaşık 1 saatlik bir belgesel üzerinde çalışıyorum. (Çizgi Roman Yolculuğu’nun 6. ve 7. bölümü arasında bu kadar zaman farkı olmasının nedeni buydu). Haftaya Yine Babylon için Okay Temiz kısa belgeseline başlayacağım. Ama asıl istediğim tabii ki uzun metraj bir kurmaca film. Bu konuda da aklımda eskilerden dönüp duran fikirler olsa da, Orhan Kemal’le ilgili bir hikâye galip çıktı. 2 aydır fırsat buldukça da ona çalışıyorum. Ama çok yavaş gidiyor. Madem soru aklımdan geçenleri soruyor, çizgi roman yapmak istemiyorum dersem de yalan olur. Bunun hikâyesi de hazır. Ama durumu özetlemesi için bir klişeyi yardımıma çağırayım: Çöp adam bile çizemem! Gölge: Bize zaman ayırdığın için Gölge e-Dergi olarak teşekkür ederiz.
Çizgi Roman yolculuğu için sık sık “Ticari Değil” deme nedenim de bu aslında. Gölge: Çizgi Roman Yolculuğu güzel gidiyor ama bir yerde sonlanırsa gönlünden geçen proje ne, uzun metraj bir belgesel, bir sinema filmi ya da bir dizi yapmak geçiyor mu aklından? Öner S. Biberkökü: Dizi yapmak benim karar verebileceğim bir şey değil. Televizyon çok
23
Melahat YILMAZ
Film İnceleme
George Lucas ve Yeni Başlayanlar için O’nun Yıldız Savaşları - II
Son üç macera Darth Vader’a yani onun karanlık tarafa geçişi ve geçmeden önceki kimliği olan Anakin Sykwalker’a odaklanıyor. Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike (1999) “Bir Jedi olacaksın, söz veriyorum!” Barışçıl ve silahsız bir gezegen olan Naboo Cumhuriyetin aldığı vergileri protesto etmek amacı ile Ticaret Federasyonu tarafındann işgal edilir. Bu durumu düzeltmek ve kraliçe Amidala’yı kurtarmak
24
için iki Jedi görevlendirilir. Qui-gon Jinn ve genç padawanı Obi-Wan Kenobi... Görevlerini başlarına gelen tüm zorluklara rağmen tamamlayıp kraliçeyi ve yanındaki kovulmuş sakar Jar-jar Bings’i kurtaran kahramanlarımız gemilerindeki bir arıza sebebiyle istemeden de olsa çölün ortasındaki Tatooine’ne iniş yapmak zorunda kalırlar. Düşman peşlerindedir ve bu gezegen çok göz önünde olmayan izbe bir yer olduğu için onlara avantaj sağlar. Ama tek şansları bu olmayacaktır.
Orada karşılaştıkları akıllı, becerikli ve inanılmaz yetenekli bir çocuk köle gücün tüm dengesini değiştirmek için onları bekliyordur bilmeden de olsa. Anakin Skywalker isimli bu sevimli çocuk “Seçilmiş Kişi”dir ve güce denge getireceğine dair bir kehanetin ortasında durmaktadır. “Korku karanlık tarafın yolu... Korku öfke olur, öfke de nefret.nefret acıyı getirir. Korkuyla dolu senin için!” Serinin ilk üç adımının üzerinden 20 yıl geçmiştir. George Lucas aslına bakarsanız yeni bir Star Wars bölümü çekilmeyeceğini her seferinde dillendirmektedir. Fakat sonunda yönetmen koltuğuna bir kez daha oturmaya karar verdi. Yapım için çok büyük bir emek hazrcandı. Kullanılan dekorlar, oluşturulan devasa setler ve yatatıklar, makineler ve çöllerde geçen fırtınalı günler. Çekimler bitip de herşeye rağmen güzeldi denildiği sırada ekibin ve Lucas’ın moralini bozan eleştiriler peş peşe gelmeye başladı. Eleştirmenler ve bir kısım hayran kitlesi George Lucas’ın yönetmenliği, Natalie Portmant’ın oyunculuğu, Jar-jar karakteri ve daha bir çok ayrıntı sorgulandı, beğenilmedi. Ortak tek beğeni ise Ewan McGregor ve Liam Neeson’un başarılı oyunculukları oldu. Fakat film gösterime girdiği andan itibaren gişe rekorları kırdı, halkın
sevgilisi haline geldi. Bir efsane 20 yıl önce başlamıştı lakin bu efsane daha bir başka olacaktı. Biri diğeri olmadan diğeri yapamayacaktı. Yıldız Savaşları Bölüm II: Klonların Saldırısı (2002) “Bir Jedi öfkeyi bilmez. Ne nefreti... Ne sevgiyi...” Kraliçe Amidala yeni kraliçenin verdiği yetkiyle senatör olmuştur. Anakin Sykwalker ile karşılaşmasının ardından on yıl geçmiştir. Amidala için Anakin Jedi’lerin kanatları altına giren şirin, akıllı bir çocuktur. Fakat Anakin tam on yıl boyunca ona büyük bir aşk beslemiş ve bu aşkı kalbinde kendi ile beraber büyütmüştür. Oysa ki aşk ve bunun gibi bağlılıklar Jedi öğretisinde yasaktır. Anakin ise Amidala’yı bir kez daha göreceği günü bekleyerek büyümüştür. İşte o gün on yıl sonra Amidala’nın senatör olarak bir oylamaya katılmak için geldiği cumhuriyette başına gelen bir suikast sonucu gelir. Cumhuriyet Şansölye Palpatine’in etkisi altındadır. Siht lordu Kont Dooku Cumhuriyete karşı komplolar peşindedir. Aslında tehlike daha derindir lakin birileri ortalığı karıştırarak savaş çıkarmak niyetindedir. Ve bu tehlike giderek gün yüzüne çıkmaktadır.
25
Anakin Skywalker/Darth Vader
Anakin bu bölümde aşkı, nefreti ve ölümün acısıyla birlikte öfkeyi öğrenecektir. Ve bir yemin edecektir hayatının akışını değiştirecek nitelikte. Bundan sonra asla sevdiği birini ölüme teslim etmeyecektir. Klon Savaşları tıpkı diğer Star Wars bölümlerinde olduğu gibi o güne kadar kullanılmayan tüm teknolojinin beyazperdeye sirayet ettiği bir yapımdı. Kullanılan çekim teknikleri, kostümler ve hikayenin can bulduğu devasa dekorlar... Yönetmen koltuğunda evladını kimseye teslim etmek istemeyen George Lucas oturuyordu yine. Yapım çok ağır eleştirilere maruz kaldı ilk başta alışıldığı üzere fakat sonrasında sonuç değişmedi. Hayran kitlesi her ne kadar beğenmeyenleri olsa da arttıkça arttı ve fesaneye gölge düşürmeyen bir bölüm olarak sinema dünyasının raflarında ki özel yerini aldı. Yıldız Savaşları Bölüm III: Sith’in İntikamı (2005) “Demek ki özgürlük böyle ölüyormuş, binbir alkışla...” “Destan tamamlandı!” sloganıyla hayranlarının karşısına çıkan film serinin tüm yapımlarından daha çok beğenildi, çok daha iyi eleştiriler aldı ve sinema tarihine en iyi bilim-kurgu yapımları listesine üst sıralardan girerek efsaneye yakışır bir sona imza attı. Gişe de kırılması zor bir rekorla karşılandı. Kaptan koltuğunda yine yeni yeniden George Lucas oturdu hikayesini yazdığı maceranın mürekkebi kurumadan. “Güç kazanan herkes onu kaybetmekten korkar!” Tek derdi Cumhuriyeti ayakta tutmak olan(!) Şansölye Palpatin droidlerin lideri General Griveous tarafından tam da Klon Savaşlarının sonu gelmek üzereyken kaçırılır. Obi-Wan Kenobi ve ele avuca sığmaz öğrencisi Anakin Skywalker onu kurtarmak için görevlendirilir ve görevlerini başarıyla yerine getirirler. Kont Dooku Anakin tarafından öldürülür. General Griveous kaçar. Kont Dooku’nun ölümü savaşın arkasındaki gerçek güç için bir kayıp değildir. Lakin o kendine daha genç ve daha güçlü bir öğrenci seçmiştir.
26
hatta savaşacak ve son Jedi olarak galaksiye adını kazıyacaktır. Saf, nazik ve çocuksu bir karakteri vardır. Sevdiklerini ve inandığı değerleri korumak uğruna hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz. Obi-Wan Kenobi
Bu arada Anakin hayatının aşkından çok güzel bir haber almıştır. Pad Me hamiledir. Evlilikleri hala gizli olmasına rağmen bu yeni bir umuttur aşıklar için fakat bu haber Anakin’in kabuslarını tetikler. Annesinin ölümünde gördüğü kabusları tekrar görmektedir. Annesinin yerinde bu kez Pad Me vardır. Anakin’e korku, öfkeyi, öfke de nefreti getirmek üzeredir. Jedi konseyi de ona Palpatin’le olan yakınlığı dolayısıyla şüpheyle yaklaşınca işin rengi iyice değişir. Lakin genç Jedi içinde çok büyük bir güç biriktirmektedir. Gücünün rengi ise yaşadıklarını nasıl değerlendirdiğine bağlı olacaktır. “İyilik bakış açısına göre değişir.” Yıldız Savaşlar’ından Dipnotlar Star Wars serisi yalnızca kullanılan yenilikler ve maceranın hikaye ediliş tarzıyla değil aynı zamanda müzikleriyle de unutulmaz efsaneler listesine adını yazdırdı. O muhteşem müziklerin yaratıcısı ise besteci John Williams’dı. Yıldız Savaşları karakterleri bakımından oldukça zengin ve bir o kadar da ilgi çekici bir efsaneye imza attı. Karakterleri hayran kitlesi tarafından öylesine benimsendi ve sevildi ki sanırım hiç bir yapım bu kadar değer kazanamadı izleyicisi tarafından. Bizde o karakterlere kısaca değinelim dipnotlarımızda. Atladığımız bir değer olursa affola diyerek...
“Bana vaaz verme Obi-Wan. Jedi yalanlarının amacını biliyorum, senin gibi karanlık taraftan korkmuyorum.imparatorluğuma barış, özgürlük, adalet ve güvenli bir yaşam getirdim ben.” Tüm olaylar onun etrafında şekillenir. O seçilmiş olandır çünki. Güce denge getirecektir ve bir şekilde getirir de... Önce bir kahramandır. Jedi’ydır. Klon Savaşlarıyla ünü bir efsaneye dönüşür. Aşkla tanışınca onu kaybetmemek için herşeyi göze alır. Aydınlıktan karanlığın kucağına düşmeyi bile... Hırslıdır, akıllıdır, bir miktar da kibirli, içindeki güç kimsenin sahip olamayacağı kadar muhteşemdir. Bir çok kadın hayran için ise mükemmel aşıktır Anakin. Kahramanken aşkını korumak adına karanlıklar lordu Darth Vader’e dönüşür. İçinde yaptığı kötülükler adına pişmanlık duyarak...
“Böyle giderse beni öldüreceksin!” Usta Yoda’dan sonra en büyük Jedi ustasıdır. Hem Anakin Skywalker’ı hem de oğlu Luke Skywalker’ı eğitme şansına sahip olmuştur. İnançlı, kurallara bağlı, dürüst, bilge ve nazik bir karakterdir. İyi bir savaşçı ve komutandır. Anakin’in karanlık tarafa geçişi onda çok büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve onulmaz yaralar açmıştır. Bu yüzden kendini içten içe suçlayan Obi-Wan onun oğlunu korumak için 20 yılını çöllerde izole bir hayat geçirerek harcamıştır. Usta Yoda D’Kana
Luke Skywalker
Kendini sıradan bir çiftçinin çocuğu sanan genç savaşçı sonunda ne kadar önemli bir kaderi olduğunu öğrenecek, efsanevi babası ile tanışacak
“Ölüm hayatın doğal bir parçasıdır. Etrafından güce dönüşenler olursa onlar için sevin.Tutma, onlar için yas. Duyma, onlar için özlem. Bağlılık kıskançlığa yol açar. Gölgesidir hırsın, bu. Kendini kaybetmekten korktuğun herşeyden vazgeçmek için eğit!”
27
Saygıdeğer ve gelmiş geçmiş en iyi Jedi ustasıdır. Bilgedir, akıllıdır, geleceği görebilmek gibi bir yeteneği vardır. Hayatının son yıllarını Dagobah adlı gezegende saklanarak ve son Jedi’yi bekleyerek geçirmiştir. Anakin Skywalker’ın Jedi felsefesini öğrenmesine başından beri kehanete rağmen içindeki haklı şüphe sebebiyle karşı çıkmıştır. Uzak doğu kültürüyle harmanlanmış bir karakterdir ve maneviyatı simgeler.
kötülükle düzeni tamamen kontrolüne almaya çalışmıştır. Kötü, komplocu, akıllı ve hırslı ve sinsi bir karakterdir.
Han Solo
R2D2
Padme Amidala
Alaycı, kumarbaz ve kurallara hayatı boyunca uymamış bir pilottur. Ordudan uzaklaşmış ve para için kaçakçılık yaparak hayatını kazanmaya karar vermiştir. Yardımcı pilotu Chewbacca ile o gezegen senin bu gezegen benim gezer ve para için herşeyi yapar. Hayata boşvermiş bir hali vardır ta ki Prenses Leia Organa’ya aşık olana kadar... Jabba The Hunt
Uzayda teknisyenlik yapmak üzere tasarlanmış bir robottur. Serinin bir bölümü hariç her bölümünde oyer alan ana karakterlerden biridir. Tam bir hayat kurtarıcıdır.
“Demek ki özgürlük böyle ölüyormuş, binbir alkışla...” Kraliçe, Anakin’in tek aşkı, Luke Skywalker ve Prenses Leia Organa’nın annesi. Naif, akıllı, bilge ve dürüst bir kadındır. Şansölye Sheev Palpatine/Darth Sidious “Güç kazanan herkes, onu kaybetmekten korkar.” Barışçı bir gezegen olan Naboo’da doğmuştur. Çok güçlü ve bilge bir Sith ustası olan Darth Plagueis tarafından yetiştirilmiştir. Plagueis ölümün bile çaresini bulan bir ustadır. Palpatine ustasının onun yerine daha güçlü birini yetiştirmesinden korkarak onu öldürmüş ve Sith düzeninin başına geçmiştir. Anakin Skywalker dahil güçlü lordlar yetiştirmiş, Cumhuriyeti koruma maskesi adı altında bir çok
28
C-3PO Çevirmenlik yapan bir protokol droididir. Serinin her bölümünde yer alır. Ana karakterlerden biridir. Tüm nezaketiyle elinden gelen her yardımı yapar.
Yıldız Savaşlarının namı değer mafya babasıdır. Han Solo’dan hiç haz etmez lakin ona çok borcu vardır ve Solo sürekli ondan kaçmanın bir yolunu bulmuştur. Bir nevi gece klübü vardır ve güzel olan herşeyi sever. Stormtroopers
İmparatorluk kurulduktan sonra oluşturulan askeri birliklerin en önemli ve güçlü parçasıdır. Bir dönem Cumhuriyetin saflarında savaşmışlarsa da sonunda karanlık Sith lordunun emriyle Jedi’lere sırt döner ve onları katlederler. Star Wars evreni birbirinden ayrılmaz iki düzen ve bu düzen arasındaki denge dalgalanmaları üzerine kurulmuştur. Jedi düzeni aydınlık tarafı, iyiliği, saflığı ve onuru simgeler. Tamamen fedakarlık üzerine kurulu bir düzendir. Tasavvufa benzer. Özünde bir çok kültürü barındırır bir öğretisi vardır. Uzak doğu felsefesinden de güçlü izler taşır. Silahları onurlu bir mücadelenin en önemli parçası olan kılıçtır. Asla ateşli silah kullanmazlar. Jedi’ler kendi taşlarını bulup, kendi özlerinden kılıçlarını üretirler. Bu kılıç onlara özgü olur. Renkleri mavi, mor, ve ya yeşildir. Sith düzeni ise gücün karanlık tarafını simgeler. Gücün özü öfke,nefret, kıskançlık ve kibirin doğurduğu bencilliktir. Genellikle kılıç kullanırlar fakat ateşli silahları da vardır. Işın kılıçlarının bir rengi yoktur. Sentetik bir maddeden yapıldığı için kırmızıdır. Kendilerine göre bir onur anlayışına sahiptirler. Yıldız Savaşalrının o muhteşem mekanlarına gelince George Lucas’ın tarihe olan merakı ve özellikle Viktorya Dönemine olan hayranlığıyla doğmuştur. Muhteşem tapınakları, sarayları, sütunlarıyla tarihin içinde fakat teknolojinin göbeğinde yaşadığınız ütopik bir evrendir Lucas’ın ki. Eski dönem şovalyelerine ait düzen, onur ve buna uyumlu mekanlarının yanında uzak doğu kültürünün bize hatırlattığı sade, yemyeşil mekanlarla da karşılaşırız. Tabii ki kötülüğün kol gezdiği lav nehirleri ve fakirliğin diz boyu olduğu çöllerde cabası. Lucas bize fakirliği ve üzerinde hiç birşey yetişmeyen çölleri hakir görmememizi salık verir. Lakin o çöllerden ne cevval kahramanlar çıkıp gelecektir dengeyi korumak adına... Evet size bir efsaneyi yeni başlayanlar için özetin özeti minvalinde aktardık. Star Wars evreni yaratıcısı George Lucas ve içindekilerle hiç unutulmadan yaşanmaya ve büyümeye devam edecek hayranları onu bırakmadıkça. Ne diyelim; Güç sizinle olsun...
29
Öykü: Atilla BİLGEN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Öykü
Kadın Dediğin Dayak Yer Bir sandalyenin üstüne oturtulmuş, sırası gelene kadar ses çıkarmadan beklemesi gerektiği söylenmişti. Yaşamı boyunca güçlü olandan her zaman çekinmişti, bu yüzden itiraz etmek aklına bile gelmedi. Zaten bir suçu olmadığından da emindi. Yanlış bir anlaşılma yüzünden gözaltına alınmıştı ve sorulacak birkaç basit sorunun ardından salıverilecekti. Zaman ilerledikçe yavaş yavaş kaygılanmaya başladı. Sonuç olarak gariban bir adamdı ve ortalıkta faili meçhul bir sürü cinayet vardı. Bunlardan birisi pekâlâ üstüne yıkılabilirdi. O korkuyla “Olmaz böyle şey” diye mırıldandı; ama yüreğine söz geçiremedi. Yüzüne masum bir ifade verip etrafına bakındı. Bu arada sürekli gülümsemeye çalışıyordu. Tüm çabasına karşın odadaki hiç kimseyle göz teması kuramadı. Tüm direnci kırılmıştı. Ne yapacağını bilememenin umutsuzluğu içinde öne arkaya doğru sallanırken kapının açıldığını ve içeriye birisinin girdiğini hissetti. İsteksizce başını kaldırıp baktı. Karşısında komiser duruyordu. Birden gözleri parladı. “Belki… Belki bu iyidir. Onun bir sözüyle tüm kapılar açılır.” diye düşündü ve emir verilmişçesine ayağa fırlayıp karşısında hazır ola geçti. Şirin gözükme çabası dudaklarında abartılı bir gülümsemeye yol açmıştı. Çaresizliğin o yılışık sırıtması şekilsiz yüzünü daha biçimsiz hale soktuğu yetmezmiş gibi komiseri de sinirlendirmişti. Sert bir ses tonuyla, “Açıkta bir şey görmüş gibi ne sırıtıyorsun?” diye bağırdı.
“Demek o serseri bu. Odama getirin de ifadesini alalım.” Dedi. Beş dakika sonra komiserin karşısındaydı. “Anlat bakalım.” “Neyi anlatayım komiserim? Niçin burada olduğumu bile bilmiyorum ki.” “Demek neden burada olduğunu bilmiyorsun. O zaman bir suçun yok demektir. Kusura bakma kardeşim, bizimkiler bazen böyle yanlışlık yaparlar.” “Ne demek komiserim hepimiz insanız, olur böyle hatalar. Ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim. Müsaadenizle.” Dedikten sonra gitmek için ayağa kalktı. “Otur ulan yerine ve anlat bakalım.” Şaşırmıştı. Şaka yapıp yapmadığını anlamak istercesine gözlerinin içine baktı; ciddiydi. Çaresizce yeniden sandalyesine oturdu. “Bak komiserim bana inanmadığınızı biliyorum ama karımın ölüsünü öpeyim ki neden burada olduğumu bilmiyorum.” “Ulan şerefsiz kendi ölünün üstüne neden yemin etmiyorsun?” “Kötü bir niyetim yoktu komiserim dil alışkanlığı işte. Sizi rahatlatacaksa öyle de yemin ederim.”
“İstemez. Ne mal olduğun ettiğin yeminden Gülümsemesi donmuştu. Ümitsizlikten ışığını belli. Anlat bakalım neden dövdün?” kaybeden gözlerini yere dikerken, “İşte şimdi sıçtık” “Ben! Birini dövmüşüm ha? Tövbe yalan diye düşündü. komiserim. Bu cüssemle kimi dövebilirim ki? Olsa Komiser, “Kim bu serseri?” diye sorunca onu olsa dayak yerim.” karakola getiren polis bir adım öne çıkarak, “Az önce “Utanmadan hala yalan söylüyorsun. Adın size arz ettiğim şahıs efendim.” dedi. Bunun üzerine neydi senin?” kötü bir koku duymuşçasına yüzünü buruşturup tepeden aşağı süzdü. “Celal Kocamal efendim.”
30
31
“Ne mal olduğun yediğin halttan belli zaten. Anlat bakalım.” “İftira ediyorlardır. Ben kimseyi dövmedim.” “Ulan pezevenk karını dövdüğünü en başta çocukların söylüyor daha ne kıvırıyorsun?” “Karımı mı?” “Evet.” Komiserin onaylamasıyla birlikte derin bir nefes aldı. “Ulan bütün suçum karımı dövmek mi? Oh be. Boşuna telaşlanmışım.” Özgüvenini yeniden kazanmıştı. Eğreti oturduğu sandalyesine rahatça yerleşti. “En baştan öyle söylesenize komiserim.” “İtiraf ediyorsun o zaman?” “Buna itiraf diyecekseniz itirazım yok. Alt tarafı karımı biraz okşadım.” “ Ulan buna okşamak mı diyorsun hastanelik etmişsin.” “Bakmayın ona kapris yapıyor yoksa her zamanki gibi dövdüm. Ne bir eksik ne bir fazla. Hele bir eve dönsün çektiklerimin hesabını sormaz mıyım? Şerefsizim burada ecel terleri döktüm komiserim. ” “Haklısın.” “Bak gördünüz mü biraz düşününce sizde bana hak verdiniz.” “O konuda değil, şerefsiz olduğun konusunda haklısın.” “Ağır konuştunuz ama komiserim.” “Ulan karını döverken utanmıyorsun da, şerefsiz deyince mi alınıyorsun?” “O zaman atalarımızda şerefsiz.” “Ne demek şimdi bu?” “”Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme” Diyen kim? Atalarımız değil mi? Bende onların dediğine uydum. Sıpa dediler dört çocuk yaptım, sopa dediler hakkını verdim. ” “O kadar atasözünden kendine bunu mu buldun?” “Yok. Tek bir atanın izinden gidecek göz var mı bende?” “Onların dediklerini neden yapmadın?” “Yapmadığımı kim söylüyor?”
32
“Karın.” “O ne anlar? Saçı uzun aklı kısa değil mi? Bak bunu da atalarımız söylemiş.” “İşine gelenleri ezberlemişsin. “Evin direği erkek, duvarı kadındır. Yuvayı dişi kuş yapar” diyen atalarımızı neden duymadın? İşine gelmiyor değil mi?” “Çoğunluk onlarda olsa haklısın diyeceğim; ama değil. “Dövülmeyen kadın tımarsız ata benzer. Erkektir hem sever hem döver. At ile avrada inan olmaz. Bal arıdan kavga karıdan çıkar. Kadınla çıkma yola, başına gelir türlü bela. Kadında vefa, borçluda sefa aranmaz. “ Daha sayayım mı komiserim? Sizde ne var?”
“Dediğiniz gibi olsun. Sokak ortasında karımı döversem ne olur? Karı koca arasına girilmez der ve seyrederler. O zaman karını döv kardeşim. Nasıl olsa cezası yok.” “Bırak şimdi laf kalabalığını da konuya gel. Neden dövdün karını?” “Hak etti sayın komiserim.” “Kızının ifadesine göre engelli oğlun için belediyenin verdiği üç yüz lirayı istemişsin, vermeyince de dövmüşsün. Doğru mu?” “Erkek adamdan para saklanır mı? İhtiyacımız var ki istiyoruz. Ne demek vermem.” “Vermez tabi. O para engelli oğlunun ihtiyaçları için verilmedi mi?”
“Tıkandınız komiserim. Üstelik sadece bizim atalarımız değil gavurların ataları da aynı görüşte komiserim.”
“Bizim de kendimize göre ihtiyaçlarımız var. Hem oğluma harcamayacağım ne malum?”
“Bakıyorum da bu konuda hayli kültürlüsün.”
“Kızın öyle demiyor. Kahveye gitmek içinmiş.”
“Kahvede kim karısını daha çok dövdü diye iddialaşırken ister istemez öğreniyorsun. Mesela İspanyolların ataları; “Karınızı rayda tutmak için dövün ve eğer raydan çıkarsa, yine dövün.” derken, Ruslar “Tanrı zevcesini dövenin rızkını artırır.”,Araplar ise “Karınızı düzenli bir biçimde dövün; neden dövdüğünüzü siz bilmeseniz bile o bilir.” demiş.”
“Kızını dövmeyen dizini döver. Hele buradan bir çıkayım ona da sorarım.”
“Valla saçmaysa da suç bende değil atalarda. Onlar dedi ben yaptım.” “İyi bok yedin. Oğlum madem atasözlerine bu kadar meraklısın sevgili peygamberimizin “Cennet anaların ayakları altındadır” sözünü neden atlıyorsun?” “Kim atladı komiserim? Anaya hiç el kalkar mı? Ben sadece bizim avradı dövüyorum.” “Ulan o da dört çocuğunun annesi değil mi?” “Ama benim değil. Hem dayak atmamın sebeplerinden biri de toplum.” “Toplumun ne ilgisi var?” “Şimdi karımı sokak ortasında öpsem toplum hemen ayaklanıp beni linç etmeye kalkar, öyle değil mi? “Pek sayılmaz. Uyarır, dinlemezsen polis çağırır diyelim.”
“Biraz zor çıkarsın. Sonra.” “Sonrası malum. Her zaman nasıl dövüyorsam öyle dövdüm.” “Nasıl yani.” “Birkaç tokat filan işte.” “Birkaç tokatla insan hastanelik olur mu?” “Kadın milleti değil mi? Abartıyor.” “Oğlum bırak kıvırmayı. Kızına göre sopayla girişmişsin. Yetmemiş saçından tutup kafasını duvara vurmuşsun. Anlaşılan o da seni kesmemiş ki bu seferde ütüyü başına geçirmişsin.” “O ütü gereksizdi. Ama insanın o an gözü dönüyor sayın komiserim. Erkekten para saklamak ne demek?” “Ulan göstereceğim dönmesinin nasıl olduğunu.”
şimdi
“Yok bir de götürmeseydin” “Aslında fena olmazdı. İki aspirin verseydim daha iyi olacaktı. Baksanıza doktorlar hemen size gammazlamışlar.” “Sen dua et de kadına bir şey olmasın.”
“Karın kardeşten yakın derler bir de...”
“Yeter. Kes artık saçmalamayı.”
“Oldu bir kere komiserim ama karımı severim. Baktım fenalaştı hemen hastaneye götürdüm.”
sana
göz
“Hep o ütünün yüzünden komiserim. Gerçekten gereksizdi zaten yere yığılmıştı.” “Ulan yere yığılmışken mi geçirdin kafasına ütüyü?”
“Olmaz komiserim meraklanmayın. Alışkındır o. Hem suçun büyüğü hocada. Geçenlerde takıldığım kahveye gelmişti. O anlatırken duydum bu konuyla ilgili ayet varmış. Size baş kaldıran kadınlarınıza önce öğüt verin, yataklarda yalnız bırakın yine yola gelmezse dövün. Bende parayı önce güzellikle istedim; vermedi. Bak seninle bundan böyle yatmam dedim; göbek attı. Sonunda dayanamayıp dövdüm.” “Ulan şerefsiz dediklerinin neresini düzelteyim. Birincisi; sana baş kaldırmamış sadece engelli çocuğunun rızkını vermemiş, ikincisi Nisa suresinin o ayetinde dövün demez, yollarınızı ayırın der.” “Bu durumda suçlu hoca. Ayır deseydi ayırırdım.” “Bak şimdi …” Telefonun çalması komiserin sözünü tamamlamasını engelledi. Gözünü Celal’den ayırmadan ahizeyi eline aldı ve öfkeyle “Alo Ben Komiser Murat.” dedi. Bir süre sessizce dinledi. Telefonu kapattığında gözleri çakmak çakmaktı. “Ne oldu komiserim umarım kötü bir haber değildir.” “Senin hanım…” “Ne olmuş benim hanıma?” “Az evvel ölmüş.” “Üzülmeyin komiserim mukadderat.” “Ulan neresi kader bunun? Sen öldürdün” “Öyle demeyin Müslüman’ız.”
komiserim
hepimiz
“Ne alaka?” “Dayak bahane komiserim. kadarmış.”
Ömrü bu
33
Meryem YAVUZ
Haberler
Winnie The Pooh’un Yaratıcısı Winnie The Pooh’un yaratıcısı E.H. Shepard’ın neredeyse 100 yıldır açılmamış kutusunun içinden 1. Dünya Savaşını anlatan dokunaklı skeçler çıktı. Shepard 1. Dünya savaşı sırasında bir askerdi, ve savaş boyunca tanklar, askerler ve savaş uçakları dahil etrafında olan biten her şeyi sürekli çizmişti. Pooh’un yaratıcısı ressam E.H. Shepard’ın 1. Dünya Savaşı’ndan kalma bir zaman kapsülü sayılan kutusunun içinde keşfedilen, savaşın izlerini taşıyan dokunaklı skeçleri ilk kez yayınlandı. Daha önce hiç görülmemiş 100’e yakın skeçten oluşan koleksiyon, araştırmacıların Shepard’a ait yaklaşık 100 yıldır açılmamış çantaya rastlamasının ardından ilk kez gün yüzüne çıktı. 1. Dünya savaşı boyunca savaşın en kanlı merkezlerinden biri olan batı cephesinde garnizon topçusu kaptanı olarak hizmet veren ve savaş sırasında 37 yaşında olan Shepard, 1916’da Fransa sınırlarında savaşırkenki deneyimlerini skeçleriyle belgelemişti. Çalışmaları arasında cephe arkadaşlarının karikatürleri, çatışma sırasında çiziktirilmiş resimler ve perişan haldeki ülkeden acıklı savaş manzaraları var. Bazı resimler savaşın derinliklerinde bile kaybolmamış mizah duygusunu yansıtıyor. Fakat savaş sürdükçe çalışmalara hakim olan ciddiyet duygusu belirginleşiyor. Complete Desolation yani Tümüyle Harabe adındaki bir eseri, çatışmakta olduğu Somme nehrinin perişan manzarasını bütün çıplaklığıyla siyah beyaz olarak gösteriyor. Tek erkek kardeşi olan Cyril Somme’da öldürüldüğünde, Shepard yas halinde çizdiklerini Cyril’in dul karısına göndermiştir. Shepard Trust’taki arşivciler, Shepard’ın işlerini arşivlerde bulamayınca kaybolmasından korkmuşlar, fakat daha önceden 34
fark edilmemiş, savaş anıları içeren bir kutunun içinden çıkan yayımlanmamış resimler, suluboyalar ve hazırlık skeçleriyle birlikte eserler yeniden keşfedilmiştir. Shepard’ın çizim aletleri ve askeri üniforması gibi kişisel eşyalarını da içeren bu kutu, kendisi 1919’da İngiltere’ye dönene kadar kapalı kalmıştır. Kutudan ayrıca ressam’ın bir hastanede tanıştığı yazar Ernest Hemingway’le paylaştığı bir yemek hatırası olarak Milan’da bir otelden kalma yemek fişi de çıkmıştır. Koleksiyon Shepard’ın Savaşı adıyla yeni yayınlanmıştır. 35
Saboteur 1942
Haberler
Ustasına Çizimler:
Alfred Hitchcock Filmlerinden Storyboardlar
Lifeboat 1944
Hitchock yetenekli bir ressam olmasına Alfred Hitchcock’un vizöre pek ihtiyacı yoktu. Hayal ettiği her sahne aktörlerle çekilmeden önce rağmen çoğu storyboard işini yapmaları için karmakarışık, ince detaylarla dolu storyboardlar illüstratörler tutardı. İşte o çizimlerinden küçük bir haline getirildi. Bazı yönetmenler bu çizimlere pek sadık kalmazdı tabii, ama bazıları da çizilen sahneleri koleksiyon. Keyfini çıkarın. birebir sete aktarabilecek kadar yeteneklilerdi.
jamaica-inn 1936
Vertigo 1958
36
37
Psycho 1960 north-by-northwest 1959
38
39
The Birds 1963
Marnie 1964
40
41
Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
Haberler
Haberler
Alan Moore Yeni Yazarlara Kitaplarını Kendileri Bastırmalarını Söylüyor – “Büyük Yayınevleri Berbat”
Efsanevi çizgi roman çizeri Alan Moore, bir anti-kütüphane kapanış protestosunda yazarlık dünyasına atılmak isteyenler için sürprizlerle dolu açıklamalarda bulundu. Watchmen, From Hell ve Extraordinary Gentlemen gibi eserlerin yaratıcısı olan çizerin bazı öğütleri oldukça klasik: “Her gün yazıyorsanız, bir yazarsınızdır. Sürekli yazın, kendinizi eleştirin. Üretirken para kazanmak konusunda endişelenmeyin.” Ama Moore basın yayın dünyasıyla ilgili biraz daha dürüst konuştu: “Çoğu ünlü, ‘iyi bilinen’ yazarın aslında yazarlıkla hiçbir ilgisi yok.” Dan Brown gibi popüler yazarları topa tutan Moore endüstrinin tamamen bir bulamaç olduğu yönünde eleştiriler yaptı. Peki hevesli yeni yazarlar ne yapmalılar? “Kendi kendinize yayımlayın. Günümüzde artık kitap bastırmak tamamen berbat bir hale geldi. Kitaplarını bastıramayan muhteşem yazarlar tanıyorum. Çoğu yayınevi, yeni romanlar konusunda risk almaktan korkuyor. Bu yüzden kitaplarınızı kendiniz bastırın. Kimseye güvenmeyin.”
42
Endüstride perde arkasındakileri yorumlarken dürüst davranan ve kendi kendine kitap yayınlamanın potansiyel nimetlerini çiçeği burnunda yazarlara anlatarak onları teşvik eden bir duayenin olması gerçekten nadir rastlanan ve yüreklere su serpen bir durum. Tabii ki Moore’dan alışılmadık yorumlar bekliyorduk, ama bu dürüstlüğünü daha sonra verdiği röportajlardaki mendebur hallerine tercih ediyoruz. Bu söyleşi 2011’de yapılmıştı. Eski Moore’dan daha fazla samimi açıklamalar bekliyoruz lütfen!
Sinema Dünyasından Kısa Kısa 6 Mayıs 2016’da gösterime girecek olan Captain America: Civil War filminin ilk fragmanı ve posteri yayınlandı. Kaptan Amerika ve Iron Man’in başını çektiği iki grubun karşı karşıya gelmesini izleyeceğimiz bu film, aynı adlı çizgi roman serisinden bir miktar farklı olacak belli ki. Zaten Marvel’in sinema dünyasındaki hikâyelerin farklı akışı nedeniyle aynı olması beklenemezdi. Ama yine de bizi iyi bir filmin beklediğine dair ümidimiz yüksek. Black Panther’i de ilk kez gördüğümüz fragman da bizi yeteri kadar heyecanlandırdı doğrusu. Fragmanın finalindeki dövüş sahnesi filmde de bizi tatmin etmeyi başarırsa Marvel evrenindeki en iyi sahneler arasına girebilir. Henüz Batman v Superman filmini sinemalarımızda görmedik ama Justice League: Part One için çalışmalar başladı bile. 10 Kasım 2017’de gösterime girecek olan filmin çekimleri önümüzdeki ilkbaharda Londra’da başlayacak. Alien serisi ile ilgili sürekli olarak yeni haberler gelmeye devam ediyor. 6 Ekim 2017’de gösterime girmesi beklenen yeni filmin adı Alien: Paradise Lost olarak açıklanmıştı. Geçtiğimiz ay Alien: Covenant olarak değiştirildiği açıklandı. Vin Diesel’ın seri filmlerle işi bitmiyor. Hızlı ve Öfkeli serisinin sekizincisinde oynamaya hazırlanan aktör, geçen ay Riddick serisinin de yeni filminin yolda olduğunu açıkladı. Üstelik sadece film değil, bir de televizyon dizisi yolda. Tom Cruise hiç vakit kaybetmeden Görevimiz Tehlike serisinin yeni filmi için çalışmalara başladı. Ağustos 2016’da çekimlerine başlanması düşünülen filmin yönetmen koltuğuna büyük ihtimalle yine
Christopher McQuarrie oturacak. Bir Shakespeare hayranı olarak tanıdığımız, ama yıllar geçtikçe farklı filmlerle de karşımıza çıkan Kenneth Branagh, bir başka klasiği daha sinema perdesine aktarmaya hazırlanıyor. Agatha Christie’nin unutulmaz eseri Şark Ekspresi’nde Cinayet (Murder on the Orient Express) romanından
43
uyarlanacak filmin yönetmeni olacak olan Branagh, aynı zamanda dedektif Poirot’yu da canlandıracak. 80’lerin film ve dizilerinin yeniden çevrimi furyasında sıra Baywatch’da. San Andreas filminde baba-kız olarak izlediğimiz The Rock ve Alexandra Daddario kadroda. Daha önce Zac Efron’un da oyuncular arasında yer alacağı açıklanmıştı. Yeniden yapım haberleri bitmiyor. Animasyon filmlerinin kanlı canlı oyunculara çekilmesi furyası başladı şimdi de. The Little Mermaid uyarlamasında perdede genç kuşağın yetenekli isimlerinden Chloë Grace Moretz’i göreceğiz. Geçtiğimiz ayın en gereksiz yeniden yapım haberi: Christopher Nolan’ın 2000 yılında çektiği Memento yeniden çevrilecek. Şimdilik oyuncu kadrosu ve yönetmen kesinleşmiş değil ancak henüz hafızalarımızda tazeliğini koruyan bu başarılı filmi rahat bıraksalar çok daha iyi olacak. Her ne kadar sinema değil televizyon haberi olsa da Game of Thrones’un adını da anmadan geçmeyelim. Ne de olsa sinema filmi tadında bir dizi. Geçen sezonun sonundan beri Jon Snow hakkındaki teorilerin sonu gelmiyor. HBO da dizinin yeni sezonunun ilk posterine Jon Snow’un kanlar içindeki yüzünü koyarak teorileri tekrar alevlendirdi. Ama bu poster neyi ifade ediyor, hala emin değiliz. Posterden kesin olarak anladığımız tek şey, merakla beklediğimiz dizi, Nisan ayında dönüyor. Festivaller, Toplu Gösterimler: 21. Gezici Festival (Ankara – Bursa Kastamonu): 27 Kasım – 10 Aralık 2015 52. Uluslararası Antalya Film Festivali: 29 Kasım – 6 Aralık 2015 2. Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri: 3 – 6 Aralık 2015 7. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali (İstanbul): 5-9 Aralık 2015 4. Uluslararası Van Gölü Film Festivali: 6 – 12 Aralık 2015 6. Yılmaz Güney Kısa Film Festivali (Batman): 6 – 14 Aralık 2015 5. İnsan Hakları Film Günleri (Ankara - İstanbul): 7-20 Aralık 2015
44
Saygıyla Anıyoruz Melissa Mathison (3 Haziran 1950 – 4 Kasım 2015) Gunnar Hansen (4 Mart 1947 – 7 Kasım 2015) Atilla Arcan (1945 – 16 Kasım 2015) Oğuz Gözen (28 Eylül 1946 - 23 Kasım 2015)
45
46
47
48
49
Bahadır İÇEL
Yazar’ın Kaleminden
BENİM ADIM Z kendimi yıkılmış bir şehrin kalıntıları arasında
Geçip gitmiş bir dünyada türünün havada süzülürken gördüm. Bu İstanbul’du. Boğaz tamamen kurumuştu, kırık pencere çerçevelerinde son örneği bir insan; Z. Zaman yarıkları, ölümcül sisler, kan emen sözde tanrılar, radyasyondan doğmuş çarpık yaratıklar ve akıl almaz korkuların kol gezdiği, tükenmiş bir dünya... Uçmak, zihin okumak gibi üstün nitelikler geliştirerek evrimleşmiş
“Z”
insanlık için yeni bir umut olabilecek mi? Yoksa beklenen sonu hızlandırmak için yola koyulmuş bir kıyamet meleği mi? Z’nin Yaradılış Öyküsü “Benim Adım Z” benim 10. kitabım olması sebebiyle gönlümde ayrı bir yer teşkil ediyor. Ortaya çıkma ve yazılma süreci de bir hayli ilginç. Genelde kitaplarımı kafamda haftalarca, aylarca kurgularım, olay akışı netleşip bir sona ulaştığında kağıda dökmeye başlarım ve kronolojik olarak değil ortadan, sondan, baştan bölümler yazıp en son oturup ara bölümleri tamamlayarak kitaba son halini veririm. “Benim Adım Z” ise bir deney niteliğinde oldu açıkçası. İlk cümleyle başlayıp son cümleye kadar sırayla yazdığım ilk kitabım. Elimdeki her şeyi bırakıp yazmaya başladım ve başka işlere bulaşmadan dört-beş aylık bir sürede ilk taslağını bitirdim. Bir süredir postapokaliptik temalı bir bilimkurgu yazmayı planlıyordum ancak başka projeler önüne geçiyordu. Derken bir gece rüyamda
50
eski sokakların, şehrin eski halini görebiliyordum. Geçmişten geleceğe uzanan gölgeler gibi... Bu canlı rüyadan uyandığım an gördüklerimi hemen bir kaç sayfaya not aldım. Daha sonra bu notlar kitabımın ilk bölümünü oluşturacaktı. O rüya, kurgulama sürecimi tetikledi ve yazmaya başladım. Bilinçaltım artık kitabı yazmanın zamanının geldiğini söylüyordu. Kim bilir belki de gelecekten ya da çok uzaklardaki geçip gitmiş bir dünyadan telepatik sinyaller alıyordum. Romanlarımda ve öykülerimde fantastik öğeler, korku öğeleri ve bilimkurgu öğelerini çok sık kullanıyorum. Bilimkurgu öykülerim de mevcut ancak “Benim Adım Z” tam klasik kalıplara uygun ilk bilimkurgu kitabım diyebilirim. Bu sebeple, iyi okurların fark edeceği üzere hem içeriğinde bir yığın gönderme mevcut, hem de yalnızca bilimkurgu değil pek çok alt kültürdeki esere şapka çıkarıyor. Asimov’dan Philip K. Dick’e; Lovecraft’tan Le Guin’e; Bram Stoker’dan Stephen King’e; Bradbury’den Huxley’e ve buraya adını sığdıramayacağım onlarca yazara bir cümle, bir kelime, bir detayla da olsa naçizane dokunuşlara sahip ve teşekkür niteliğinde. Onlar sayesinde bu kadar zengin bir hayal gücüne sahip olduğumuzu hatırlamak gerekiyor. Kitapla ilgili bir diğer detayda tüm kitabı müzik dinleyerek yazdım. Yazarken enstrümantal müzik dinlemeyi severim ancak sessiz ortamda yazdığım da çoktur. İlk defa “Benim Adım Z”de neredeyse tüm kitabı müzik eşliğinde, hem de enstrümantal olmayan müzik eşliğinde yazdım. (Metallica, Blind Guardian, Johnny Cash, Basil Poledouris, Klaus Badelt,
51
Goran Bregoviç, Apocalyptica, Rolling Stones, Yann Tiersen, Luca Turilli, Lordi, Orchestra Baobab, Paganini, Beethoven, Chopin ve daha onlarca ruh besleyici harika müzisyen ve grup) Müzik kitabın ruhuna işledi adeta. Kısa, etkili, adeta köpek gibi havlayan cümlelerin kendilerine ait bir melodiye sahip olduğu kanaatindeyim. Kitabın gelgitleri o anki müziklerin ruhunu taşıyor. Yazarken dinlediğim müzisyenleri de kitaba teşekkür mahiyetinde koydum. Benim Adım Z’nin içeriğine, okuyucular için sürprizlerle dolu kitabın sürprizlerini bozmamak için, biraz ketum davranarak değineceğim; kahramanımız Z. Başına gelenleri birinci tekil şahısla anlatıyor. Z, aslında hepimizin alt benliğindeki o ideal kahraman. Elbette yazıya döküldüğü an zayıflıklar, kafa karışıklıkları ve daha bir insanlık kazanıyor. Onunla birlikte biz de bu geçip gitmiş dünyada hayli zorlu bir yolculuğa çıkıyoruz. Z aslında insanlığın son halkası... Evrimleşerek gelebileceğimiz nihai halimizi tasvir ediyor... Uçabiliyor, telekinezi ve telepati yapabiliyor. Ayrıca büyük bir felaketten onlarca yıl sonraki bir dünyada hayatta kalmayı başarmış birkaç insandan da biri... Artık mutantların, insanlığını yitirmiş androidlerin, korku filmlerinde
52
görebileceğimiz yaratıkların dünyasına dönüşmüş, zehirli fırtınaların estiği, asit yağmurlarının yağdığı bir yaşam alanındayız... Anadolu diyemeyeceğimiz bir Anadolu’da. Yolculuğunda kan emen canavarlar, kendini ölümsüz addeden yaratıklar, sizi kısa sürelerle geçmişe gönderebilen zaman yarıkları ve düşman bir doğa ile karşılaşacak. Peki onun üstün varoluşu bir şeyleri değiştirecek mi yoksa yok olma sürecine girmiş bu dünyanın yok oluşunu mu hızlandıracak? Alt metinlere ve okumalara bir yazarın girmesini çok doğru bulmuyorum ancak bu kolay okunabilir küçük kitabın, gelecekten günümüze bir dürbün tuttuğunu, pek çok şeyin değerini bilmediğimiz ve farkındalıklarımızı kaybetmemizin bizi nerelere getirebileceği üzerine bir kaç kelam etme derdinde olduğunu de söylemek isterim. Kitaptan bir alıntı ile bitireyim; “Benim adım Z, soyadım yok. Soyadına ihtiyacım da yok. Zaten yok olan bir ırkın son üyelerindenim. Belki bu harf bile beni tanımlamak için israf. Ama birileri bana seslenmeli değil mi? En azından ‘Bu cesedi ne yapalım?’ diyene kadar söyleyecek bir şeyleri olmalı. “
53
Öykü: Hay İllüstrasyon : MKS
Öykü
Kralların Yolu Atbizonu Kralların Yolu'na vardığında gözleri ardına saklanacak bir tepecik, küçük de olsa bir kaya parçası aradı. Biliyordu ki kovuğuna sığınacağı bir kaya bile bulsa yine de bu fırtına üzerine bir dağ büyüklüğünde kum öbeği bırakabilir ya da kayaları bile oyup onu yutabilirdi. Afak 'Ne kadar Tanrı varsa!' diye bir küfür savuracaktı ki atbizonu önce şaha kalktı, adam hayvanın yelelerine yapıştı, sonra da kumların arasına daldı. Koca hayvan zar zor sığabileceği bir oyuktan içeri atıldı. Hayvan öyle bir sıçramıştı ki, oyuktan geçerken koca cüssesi can havli ile küçülmüş, incelmiş ve Afak kafasını vurmamak için kendini zor atmıştı hayvanın üzerinden. Atbizonu'nun ardından o da oyuktan içeri savurdu kendini. Girdikleri deliği üzerindeki kürkle ile örtmesi gerektiğini biliyordu. Bir vakum gibi çekecek olan fırtınaya yaklaşmak yerine oyuğun içindeki tünelde önündeki hayvanın yaptığı gibi koşmayı tercih etti. Oyuk sandığı şeyin upuzun bir mağara olduğunu fark etti. Koşan adımları yavaşladı. Atbizonu çoktan yitip gitmişti mağaranın içinde. Bu hayvanlar ürkek yaratıklardı. Yağmur öncesi gökten gelen bir gümbürtü binlerce atbizonundan oluşan sürülerin bile an içinde gözden yitmesine sebep olabilirdi. 'Mağara epey uzun, çok uzağa kaçmış olabilir' diye düşündü. Bir süre mağaranın içinde toprak zeminde yürüdükten sonra daha geniş ve taşlardan yapılmış koridor benzeri bir yola geldi. Hiç ardına bakmamıştı giriş kapandı mı diye. Gözleri yavaş yavaş içerinin karanlığına alıştı. Afak atbizonunu bu mağarada arayamazdı. Hayvan çoktan bir çıkış bulup gitmiş olmalıydı. Afak Akkartal’ın sözlerini düşünmek istemiyordu ama ihtiyarın sözleri sürekli kulaklarında çınlıyordu “Neden yas tutmadın, neden intikam almadın”. Neden? Afak karısından, çocuğundan önceki ölümleri düşündü mağaranın taşlarla kaplı zemininde yürürken. Annesini babasını düşündü. Ufacık bir çocukken öldürülmüşler ve kendi kendine bakmak zorunda kalmıştı. Sürekleri o zaman duymuştu. Yaşayan kimsenin görmediği, görenlerin yaşamadığı, kulaktan kulağa anlatılan efsane. Afak hiç ummadığı bir anda kendini havada buldu ve uçarak elli metre kadar ileride yüzükoyun yere çakıldı. İşte şimdi o fırtına mağarayı vurmuştu. Vurmakla kalmamış mağaranın içinde tozu dumana katmıştı. Afak yattığı yerde her yanının ağrıdığını hissetti. Yüzükoyun yatmaya devam etti, kalkamadı. Bildiği tüm tanrılara küfrediyordu. Rüzgarın tanrısına, güneşin tanrısına, çamurun tanrısına, suların tanrısına… sonra tekrar rüzgarın, güneşin, çamurun, suların tanrısına küfretti, küfretti ve yine küfretti. En iyi yapabildiği şey küfretmekti ama çok fazla tanrı bilmiyordu. Gecenin de bir tanrısı olmalıydı, dağlarında, ağaçlarında. Küfretmekten yorulmadı, süreklerin de bir tanrısı olmalıydı, atbizonlarının da bir tanrısı olmalıydı, Akkartal’ın da bir tanrısı olmalıydı. Etti, etti, etti… Bütün bildiği küfürleri. Oğlunu düşündü, daha yeni ayakta durmayı öğreniyordu. Kadınını düşündü, anasını babasını kaybettiğinden beri her şeyi olan kadını. Yerinden kalkamadı yine.
54
55
Afak o kadar çok ağladı ki bir süre sonra kendinden geçti. Belki uyudu, belki bayıldı. Saatler sonra kendine gelebildi. Yüzü hala ıslaktı ve başı ağrıyordu. Hem atbizonunu aramak hem de mağaranın diğer çıkışını bulmak için kalktı yürümeye başladı. Bir yerlerden mağaraya ışık geliyor Afak yürüdükçe duvar boyu gölgesi de Afak’ı takip ediyordu. Afak bir süre fark etmedi gölgesini, sonra da bir anda gördü ve korktu. Işığın nereden geldiğine baktı. Işık falan yoktu civarda. Gözü karanlığa alışmıştı ama ışık yoktu. Işık yoksa nasıl gölge olurdu ki? Gölge nasıl gelirdi? Gölge ışıksız nasıl olurdu. Afak durdu, duvara baktı. Duvarda gördüğü gölgesine baktı. Mağaranın duvarında gördüğü kendi gölgesi değildi. Gölge bile değildi. Afak öyle korktu ki soluk almadan, gözünü kırpmadan, ayaklarını yere bile dokundurmadan koşmaya başladı. Koştu ama gölge sandığı şey gerçek bir gölge gibi onu takip etti. Bir an için bile olsa terk etmedi. Afak o kadar koştu, öyle bir koştu ki; bir atbizonu bile ona yetişmekte zorlanabilirdi. Sonra durdu, soluklandı. Soluk soluğa kaldı. Nefesi kesildi. Yeniden mağaranın duvarına baktı. Duvar değil de sanki bir tozlu cam vardı. Camın ardında ise bir maske. Kocaman, upuzun bir maske. Kocaman kafalı altı üstü geniş altı dar bir maske. Bembeyaz, soluk beyaz, taş beyazı, taştan bile soğuk bir maske. Afak duvara iyice yaklaşıp eli ile cama benzeyen şeffaf duvarın tozunu sildi. Şimdi gerçekten görüyordu ki koca, koskoca bir maske karşısında duruyordu. Süreklerin maskesi gibi bir maske vardı karşısında. Kanının donduğunu, buz kestiğini fark etti Afak. Artık kendisi de korkudan karşısında duran maske kadar beyazdı. Maskeden daha beyazdı. O koca maskenin ardında ise bir etek ucu gördü. Maskenin arkasında biri vardı. Afak yine soluksuz koşmaya başladı… Gölgesiyle. * * *
Neden yasını tutamamıştı? Uluğlar gelmişti ya yas için. Üç yaşlı ağlak ağlamıştı ya. Ağlaklar ağladığı halde Afak’ın da ağlamasına, yas tutmasına gerek var mıydı. Yüzükoyun yattığı yerden kendi kendinin canını acıtmak için hızla yere bir yumruk attı. Canı acımıştı ama yeteri kadar değil. Sonra yine, yine, yine attı yumrukları. Daha da içeride, yüreğinin ta içinde bir şey sızlıyordu. İçinde bir yerler kanıyor, bir yerler ağrıyordu. Bu yere düşmenin verdiği, kırık bir kemiğin, çıkık bir eklemin verdiği ağrı gibi değildi. Hüngür hüngür ağlamak isteyip de sadece kısa hıçkırıklarla içini çekmek gibiydi. Bildiği bütün tanrılar bitince, bütün tanrılara küfredince yine rahatlamadı. İçinde bir yerlerde merhametli bir ümit kalmıştı. Sanki o ümit kulağına fısıldar gibi yaparak onu bilinmeyen bir tanrıya çağırıyordu. Bilinmeyen bir tanrıya yalvartmaya çalışıyordu. Bilinmeyen bir tanrıya kapılmak, bilinmeyen bir tanrıya esir olmak, bilinmeyen bir tanrıya boyun eğmek. Düştüğü yerden söyleniyor, ağlıyor, tepiniyor, dövünüyordu Afak. Hıçkırıklarının arasında minik oğlunu, güzel kadınını, yıkılan evini ve ağlakları, uluğları ve çevgeni görüyordu. Şimdi ağlaklardan bile çok ağlıyordu. Uluğlardan bile çok uluyordu. Şimdi bir sürek öldürmek istiyordu. Çocuğunun katilini, kadınının katilini bulmak, lime lime doğramak istiyordu. Hayatında hiç kimseyi öldürmemişti. İşte şimdi öldürmek istiyordu. Sürekler hep kaypak, hep gece savaşırlar. Yüzü olmayan, gölgelerde yaşayan bir düşmanı aydınlığa çıkartmadan nasıl yenecekti ki?
56
Genç adamın durduğu yerde yine bir gölge gibi duvarda duruyordu maske. Bir Babacanga maskesi. Afak daha önce hiç görmemişti ama birkaç kere bu maskeyi takanlar hakkında söylenti duymuştu. Afak cam duvarın ardındaki maskeyi hayretle incelemeye başladı. Artık kaçmayacaktı. Kaçamıyordu. Olabilecek her şeye razıydı. Duvarın tozunu bir camı siler gibi sildi. Sırtına bağlı mızrağını eline aldı. Bağdaş kurup yere oturdu. Mızrağı yanına koydu. Maske bir totem gibi yapılmıştı. En tepede kanatlarını açmış duran bir balıkçıl, hemen altında bir gelincik onun altında yüz kısmına gelen yerde bir kedi, gövdesinin olması gereken yerde bir baykuş ve en altta bir insan figürü vardı. “İntikamını al, yasını tut” dedi yankılanan bir sesle Babacanga. Afak yerinden fırladı. “İntikamını al, yasını tut” dedi yeniden Babacanga. Bir anda koca bir yarasa sürüsü hızla Afak’ın üzerine doğru gelip üstünden geçti gitti. Adam korkudan yere öyle bir yapışmıştı ki ne olduğunu, ne olacağını bilemedi. Ayağa kalktı, mızrağını eline aldı, omzunun üzerinde ağırlığını tartıp yönünü belirler gibi nişan aldı. Bütün kuvvetiyle Babacanga’ya fırlattı. Mızrak hiçbir yere sürtünmeden, vurmadan o kalın cam duvarın içinden geçip Babacanga’ya saplandı. Maskenin yarısından bile kısa bin yaşından bile yaşlı bir kadın yere düştü. “İntikamını al…” diyebildi ancak. Afak neye uğradığını şaşırdı. Mağaranın içinde bir uğultu başladı. Uğultu hızla yaklaşıyordu. Afak uğultunun geldiği yere arkasını döndü ve koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu. Nerede ise uğultunun içinde kalacakken atbizonuyla birlikte girdiği kapıdan bir ok gibi fırlayarak çıktı ve deliğin tersyönüne doğru bir süre daha koşup durdu. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sabah oluyordu. Yüzlerce, binlerce milyonlarca küçük domuz bir anda tundranın düzlüklerini kaplamıştı.
57
Utku DEMİR
Çizgi Roman İnceleme
Korkunun Kendisi Eline Çekiç Alan Kendini Adam Sanıyor Herkese merhabalar. Yine bir inceleme ile karşınızdayım. Yaklaşık bir ay önce Marmara Çizgi etiketiyle çıkan Korkunun Kendisi adlı eseri anlatacağım. Eserin orjinal adı Fear Itself. Korkunun Kendisi olarak çevrilmiş. Matt Fraction yazmış, Stuart Immonen çizmiş. İkili iyi iş çıkarmış. Amerika Başkalarından Franklin Roosevelt in "The only thing Wè have to fear is Fear Itself" yani “Korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir”. Sözünden ilham alınarak bu ad verilmiş çünkü bu kez kahramanlarımızın karşısında korkudan beslenen bir düşman var. Bu kitabı okumadan önce Kuşatma adlı eventi okumanız iyi olacaktır. Ama çevremde direkt okuyup anlayanlar da var. Ben size oraları özetleyeyim. Kısaca Norman Osborn, Loki ile Asgard'a saldırıyor. Sonra Loki fikir değiştirerek Norn Taşları ile kahramanlara yardımcı oluyor ve Thor Sentry ı öldürüyor. Bu ara Loki ölüyor ancak Thor kardeşinin özlemine dayanamayarak onu çocuk olarak diriltmişti. Kitabın bir bölümünde çocuk Loki geçiyor. Onu anlamak içindi. Kitaba Red Skull’un kızı Sin ve Baron Zemo ile başlıyoruz. Red Skull’un bir gizli yerinde saklı kalmış çok güçlü bir çekiçi var. Sin bunu kaldırıyor ve çok güçleniyor. Bu gücü ona veren tümlüğün gerçek babası Serpent. Odin’in kardeşi. Odin onu hapsetmiş. Çünkü Serpent’in Thor'u öldüreceğine inanılıyor. Oluyor mu olmuyor mu bilemem. Alın bakın. Daha fazla okuma zevkinizi kaçırmadan cildi değerlendirmeye alalım. Konu:10/9 Çizimler:10/9
58
59
Selim ERDOĞAN
Yazar’ın Kaleminden
Trinidad’ın Dönüşüne İlişkin
Trinidad’ın Dönüşü bir açıdan bir izolasyon öyküsü. Yıllar önce Apollo 15 astronotu Alfred Worden’le ilgili bir yazı okumuştum. Bildiğim kadarıyla en yalnız insan rekoru da kendisinde. Arkadaşları Ay yüzeyinde dolaşırken o yörünge modülünde üç gün geçiriyor. Ay’ın arka tarafına geçtiğinde Dünya’dan en uzaktaki insan ünvanını alıyor. Bu arada görev kontrolle de Ay yüzeyindeki arkadaşlarıyla da iletişim kuramıyor. Akıl almaz
60
neredeyse boyutsuz bir noktada olduğunu görmek ilginç. Trinidad’ın Dönüşü biraz bu duyguları gıdıklıyor. Kitabın büyük bölümü Alfa Senturi yakınlarda geçerken üç kahramanın kimliklerine dair ipuçları ara bölümlerde bir mülakat bir sorgu veya mektup olarak karşımıza çıkıyor. İnatçı insanlar bunlar. Parlaklar ama egoları da güçlü. Zor şartlarda olağanüstü bir keşif rasyonaliteyle ehlileşmiş kişiliklerinin oradan buradan dikiş atmasına neden oluyor. Yaşadıkları olaylara anlam vermeye çalışıyorlar ama bunu kişilikleriyle kaçınılmaz olarak kaynaşmış paradigmalardan bağımsız yapamıyorlar. Hikaye mekanı da bu çerçevede ortaya çıkıyor. Biyolojik varlığınızı Dünya’dan kırk trilyon kilometre ötede devam ettirmek için yukarıda söz ettiğimiz o yaşam kesesinden de minik bir alana mahkumsunuz. Keşfedilen karanlık ve gizemli bir gezegen var. İnsanın ilk defa gittiği bir uzaklıktan insanlara özgü bir sinyalin geldiği bir gezegen. Hani olmayacak bir yerden olmayacak zamanda gelen çocuk kahkahasının ürperticiliği gibi. Bir yandan da gözlemlenebilen uzayda ilginç şeyler oluyor. Artalan ışıması artıyor, yıldızlarda maviye kayma gözlemleniyor. Renkli nebulalar, yay şoku çizgileri masalsı bir fiziksel arka plan oluşturuyor. Büyük ve kontrol dışı bir şeye ilişkin izleri belki. Gemiye atlayıp kaçamayacakları kadar büyük. Güzel bir
arka plan ama bilinmeyenin ürkütücülüğü de var. Egzotik, parlak renklere bürünmüş bir böceğin zehir çağrışımlı rahatsız ediciliği gibi. Hikaye kişilikleri inatçı demiştik. Biri bir evrim biyoloğu. Ama genel akım tersine bir şeyler söylüyor. Çalışkan ama belki biraz bencil. Hikaye onun ağzından anlatılıyor. Bir diğeri görelilik karşıtı fikirleri yüzünden dışlanmış bir fizikçi. Bir ipucunu takip ederek vardığı sonuç ona pahalıya patlamış. Kendini hep gerçeğin peşinde olarak konumlandırmış ama vardığı yer, ya da kendince gerçeğin durduğu yerde kimseyi bulamayınca sorgulayıcı aklının projektörleri sorgulamak için kendine dönmüş. Sonuncusu becerikli, çalışkan ama içine kapalı bir mühendis. Hayal kırıklığı içindeki yalnız adamlar. Kitaptaki olayların gerisindeki fizik için bir hayli çalışıldı. Kitapta sadece ipucu verilen bir şeyler oluyor. Kurgu için on bölümlük sıkı bir kozmoloji belgeseli seyredilip makaleler okundu. Sayfalarca çizim, biraz hesap yapıldı. Einstein’ın 1905’te yayınlanan ünlü makalesi ve konuyla ilgili başka kaynaklar incelendi. Kitaba sadece bir kısmı yansıyan olayların bir arka planı, biri sorarsa spekülatif de olsa cevabı var yani.
bir ortam. Gerçi kendisi çok şikayet etmemiş bu durumdan. Benim hikayede bu durum bir hayli ileri taşınıyor. İnsan çok kırılgan bir varlık. Öyle ki ancak çok küçük bir kısmını gözlemleyebildiği evrende bile kendisine yaşama hakkı veren kese gözlemleyebildiği evrenin katrilyonda biri bile değil. Bu çok şaşırtıcı. Hem mucizevi hem ürkütücü. Dünya’ya dışardan baktığınızda hayatınızı anlamlı kılan veya onu cehenneme çeviren her şeyin minik
61
Öykü: Funda Özlem ŞERAN İllüstrasyon: Hüseyin ESEN
Öykü
GÖLGE OYUNU II Muhavere “Herkesin bir gölgesi vardır,” der Jung; “Ve bu, bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az somutlaşmışsa o kadar karanlık ve yoğun olur.” Bir başka deyişle, “kendi gölgenizden kaçamazsınız”. Biz cinlerin neden gölgeleri yok, bilmiyorum. Belki de insanlar gibi, kişiliğimizin işimize gelmeyen parçalarını reddederek kendimize işkence etmediğimiz içindir. Biz neysek oyuz; iyi, kötü, güzel, çirkin, yanlış, doğru. Her nasılsak kendimizi öyle kabul eder ve yolumuza devam ederiz. İnsanların aksine, gölgemizden kaçmaya çalışmak yerine onu benimser ve yüceltiriz. Onunla bir oluruz, tek bir benlik gibi; tutkulu, coşkulu, içgüdüsel, bazen mantıksız, hatta zaman zaman bir günah kadar koyu ve karanlık… Saklanacak bir şey yoksa, o zaman gölgeye de gerek yok, değil mi? Peki o zaman neden yüzyıllardır insanlardan gizlenip duruyoruz? Bu sorunun yanıtını veremem; çünkü ben de bir gölgesizim. Fakat cin olarak doğduğum ve daha sonra bu dünyaya adım attığımdan beri geçen zamanda kendim bir “gölge” oldum. İlk kez Ortadoğu’da bir mağaranın içinde ayak bastım dünyaya, sanırım bunun için daha kötü bir yer seçemezdim ve bunu anladığım anda büründüğüm somut bedeni yanımda sürükleyerek ülke ülke dolaşmaya başladım. Tüm dünyayı gezdim; cinler, insanlar tanıdım. Fakat hemcinslerimin çoğunun yaptığı hataya düşmeyerek, kendine cin avcısı diyen o manyak tiplerden olabildiğince uzak durdum. Sonunda araya binlerce millik mesafe koymanın yeterli olduğuna karar vererek soluğu burada, Amerika’nın en kalabalık şehrinde aldım. Sekiz buçuk milyon nüfusuyla New York yalnızca insanlar
62
için değil, biz cinler için de dünyanın başkenti sayılır ve en güzeli de ne, biliyor musunuz? Bu “lanet olası federallerin” şehrinde hiç hüddamcı yok. Kuklacı mı? İstemez kalsın, ben almayayım. Bu benim oyunum ve ipler benim elimde. Ya da ben fena halde öyle sanıyordum. Çünkü şu an bir elimde buruşmuş kağıt parçası, diğerinde dumanı tüten “M” şeklindeki yara iziyle ne yapacağımı düşünürken oldukça sefil ve çaresiz görünüyor olmalıydım. Otel odama gelip önce bana iş teklif eden, sonra da beni tehdit eden o zebella gibi herifin bir Mârid olduğuna artık emindim. Ancak bir iblis onun yaptığı numarayı çekerek avucumdaki o lanetli mührü bırakabilirdi ve ancak cehennem kaçkını bir ifrit onun benden istediği şeyi yapmamı isterdi. Ne olduğunu bile bilmediğim bir cini bu boyuta geçirmem karşılığında vaat edilen, Allah’ın gizli ve kutsal yüzüncü adı. Benim gibi bir hacker’ın en büyük rüyası. Elimin içindeki “M”nin üzerine yumruğumu bastırarak acıyı derinlere ittim ve öteki elimdeki buruşuk kağıdı tekrar açtım. Kötü bir el yazısıyla yazılmış “Zinparhükan” kelimesi bilmediğim, anlamadığım ama canıma okuyacağı kesin olan bir bela gibi gözlerini üzerime dikmişti. Sözcük, “cinlerin korktuğu şey” anlamına geliyordu ve o daha gelmeden ben çoktan korkmaya başlamıştım. Kağıdı katlayıp cebime attım, sonra banyoda ellerimi yıkadım. Ne kadar uğraşsam da yanık izi avucumdan çıkmıyordu; zaten o keltoş herif de anlaşmamız bitene kadar mührün kalacağını söylemişti. Fakat ne bok yemeye böyle bir şey yaptığını çözememiştim. İmzasını mı atmıştı aklı sıra? Anlaşmadan cayarsam diye önlem mi almıştı? Yoksa ne yaptığımı izlemek için üzerime bir çeşit verici mi takmıştı?
1
63
Kendimi damgalanmış inek gibi hissederek odaya geri döndüm. Bir sigara yaktım ve rahatlamaya çalışarak sekizinci katın penceresinden caddeyi izlemeye başladım. Sigaramın dumanı 832 numaralı odanın yüksek tavanına doğru yükselirken kafam da dumanla beraber bulanıklaşıyordu. Yüzüncü Ad. Şifre. Zinparhükan. Gölge. Mârid. Gölgesiz cin. Mr. Sad. Sigara. Mühür. Duman. Alev. Dumansız ateş. Alaz… Adı alımdan geçerken arkasında dumanı tüten sıcak izler bırakıyordu. Fazla uzaklaşmış olamazdı. Yoksa ben mi çok geç kalmıştım? Bay-ÜzülmektenHiç-Hoşlanmaz kapıma gönderdiği takım elbiseli köpeği şimdi de tehdidini gerçekleştirmek üzere kız arkadaşıma mı yolluyordu? Ya da daha beteri, çoktan yollamış mıydı? Kahretsin! Sigarayı pencere pervazına bastırarak söndürdüm ve montumla beremi kaptığım gibi dışarı fırladım. Koridoru geçip merdivenlere koştururken birkaç meraklı komşu kafasını uzatıp baktı ama umursamadım. Normalde ortalıkta dolanarak Sid’le Nancy’nin hayaletleriymiş gibi davranan ve otelin şöhretine kapılıp gelen turistleri altlarına ettirerek eğlenen özenti tipler ortalıkta görünmüyordu. Buna memnun olmuştum; çünkü Sid benden sigara otlanıp duruyordu ve hayatımda gördüğüm en geveze cindi. Nancy ise öteki taraftaki kız kardeşini buraya getirmem için devamlı başımın etini yiyordu. Gerçekten çekilmezlerdi. Yavaş çalışan asansörü ardımda bırakarak basamakları hızla indim. Boş duvarların yanından geçmeye hâlâ alışamamıştım. Yıllardır duvarları süsleyen sanat eserleri, geçen yıl değişen otel yönetiminin aldığı yenileme kararıyla indirilip depoya kaldırılmıştı. Değişen tek şey bu değildi üstelik; Chelsea’nin bir parçası haline gelmiş olan efsane müdür Bard da yoktu artık. Onun gidişiyle birlikte otel ruhunu kaybetmiş ama hayaletlerinden kurtulamamıştı. “Gitme o güzel geceye tatlılıkla… Öfkelen, öfkelen ışığın ölümü karşısında...” Beni görünce elindeki viski bardağını havaya kaldıran başka bir otel sakinine başımla selam verdim. “İyi akşamlar, Bay Thomas.” Şairin sözde hayaleti gülümseyerek duvarın içinde kayboldu. Muhtemelen gerçek şairin öldüğü
64
odada şimdi kalan konuğu korkutmaya gitmişti. Bense daha fazla oyalanmadan lobiye indim ve tavandan sarkan “salıncaktaki kız” heykelinin altından geçerek bohemyanın son kalesinden Batı 23. Cadde’ye çıkış yaptım. Gece serindi. Soğuğu hissettiğimden değil ama insanların arasında yaşarken onlar gibi davranmaya, mümkün olduğunca dikkat çekmemeye çalışıyordum. Montumu giyip beremi dağınık saçlarımın üzerine taktım ve gördüğüm ilk taksiye ıslık çaldım. Şoföre gideceğimiz adresi söylerken oraya olabildiğince hızlı gitmesi için ekstra bahşiş sözü vermiştim. Büyü insanlar için her zaman işe yaramayabilirdi ama para yarıyordu. Yirmi dakika olmadan kulübün önüne gelmiştik. Taksiciye vaat ettiğim ücreti fazlasıyla vererek arabadan indim ve gecenin bana vaat ettikleriyle karşılaşmak üzere bara doğru yürüdüm. Evet, durum ne kadar boktan olursa olsun böyle de edebiyat parçalardım işte. Kapıdaki korumaya hafif bir selam çakıp içeri girdim. Eğer sevgiliniz mekanın gözde şarkıcısıysa kimse size bir şey sormazdı. Ortalık sakindi; şimdilik Mr. Sad ya da cehennem tazısından iz yoktu. Gerçi avucumdaki lanet mühür dururken buna gerek var mıydı, bilmiyordum. Büründüğüm derinin üzerindeki kaşıntıyı görmezden geldim ve müzikli insan kalabalığının arasına daldım. Hafta içi olmasına rağmen içerisi doluydu. Şehrin dört bir yanından insanlar Alaz ile cover grubu “Alias”ı dinlemeye gelmişti (isim hakları tamamen ona ait). Sirenlerin şarkısına kapılan denizciler gibi onlar da buraya doğru çekilmişlerdi ama kayalıklar yerine buzlu içki bardaklarının dibine çakılıyorlardı. Onları suçlamıyordum. Alaz bir denizkızı değildi ama son derece dişi bir cazibe ciniydi, hem de her kelimesinin hakkını vererek. İncecik, kıvrımlı bir bele inen kıpkızıl gür saçlar, içinde binlerce ateş böceği yanıyormuş gibi parlayan bembeyaz bir ten. Mavi mi yeşil mi olduğunu bir türlü bilemeyeceğiniz ama anlamak için bir ömür boyu uzun uzun bakabileceğiniz çekik gözler. Uzun bacaklar, biçimli bir kalça, dolgun göğüsler ve her oynatışında yüreğinizi ağzınıza getiren, pembenin en güzel tonu dudaklar.
Siz ağzınızın suyunu silerken şunu söylememe izin verin; bu yalnızca onun insanların arasına karışırken kullandığı etten bedendi. Bir de saf ateşten yapılma olanı vardı ki, onu anlatmaya benim gibi bir biçarenin kelimeleri yetersiz kalırdı. Ona aşıktım ama bunun sebebi Alaz’ın insanları sesiyle büyüleyerek kendine aşık etmesi ve güzelliğini kullanarak onlara her istediğini yaptırabilmesi değildi. Alaz’ın sihirli cazibesinin üzerimde bir etkisi yoktu. Tıpkı benim akıl oyunlarımın onda işe yaramaması gibi. Tek kuralımız buydu; hile yok, numara yok, oyun yok. Hayır dostlarım, bizimki gerçek aşktı. Ve aşkım şu an gayet sağlıklı bir halde sahnedeydi, iç gıcıklayıcı sesiyle şarkı söylüyordu. Portishead’den “Glory Box”. Onun en sevdiği, benim de onun sesinden dinlemeyi en sevdiğim; çünkü şarkıyı aslında bana söylüyordu ve bahsettiği baştan çıkarıcı da kendisiydi. Müzikle birlikte narin vücudunu kıvırıp dans ederken epey keyifli görünüyordu. Nasıl olmasın, bu onun akşam yemeğiydi. İnsanların ilgisi, beğenisi, sevgisi ve şehvetiyle besleniyordu. Tamam, belki sonuncuyla daha çok ama kıskançlık yapacak durumda değildim. Bir kızın yemek yemesi lazımdı, değil mi? Sevdiceğimi ziyafetiyle baş başa bırakıp bardan çıkacaktım ama beni fark etmişti. Maviyeşil gözleri kalabalığın içinde beni buldu ve neşeli bir ışıkla parlayarak zihnime dokundu. “Tatlım, bu ne hoş sürpriz! Bu akşam seni beklemiyordum, geleceğini söyleseydin sana bir masa ayırtırdım.” “Önemli değil, sadece geçerken uğradım.” “Geçerken uğradın?” İnsanların duyduğu yumuşak sesi şarkı söylemeye devam ederken, sadece bana özel olan diğer sesi beynimin kıvrımlarında dolanarak ikimize ait anıların olduğu kısmı gıdıkladı. “Ne şanslı bir kadınım! Eğer sormamın sakıncası yoksa, nereye geçiyordunuz böyle sevgili bayım?” Dudaklarım kendiliğinden yukarı doğru kıvrıldı ve bu sessiz gülümsemenin içinden tıpkı onun yaptığı gibi cevap verdim, “Bir iş aldım da, başlamadan önce gelip seni göreyim dedim. Bu gece gelemeyebilirim, beni bekleme.” Kısılan gözlerinden sadece benim gördüğüm ve başımın her an belaya girebileceğini belirten
kızıl parıltılar geçti. “Peki,” dedi hem beni, hem söylediği şarkının sözlerini haksız çıkartarak. “Ama bu sorumsuzluğunun bir bedeli olacak, biliyorsun değil mi?” “Biliyorum.” Kurşunu atlatmış olmanın rahatlığıyla gülümsedim, “Ve inan bana, telafi edeceğim.” “Elbette edeceksin, küçük gölgecik… Dikkatli ol.” Yeni açmış bir gülü andıran dudakları bana öpücük gönderince, zihnimin içinde kaybolan sesinin yerini yine anılar aldı. O dudakların neler yapabildiğini çok iyi biliyordum, siz bir de onun et ve kandan yapılma olmayan halini görseydiniz. Böbürlendiğimi düşünebilirsiniz ama bazı dillerde cinsellik için kullanılan kelimenin bizzat cinsimizden esinlenerek türetilmiş olmasının bazı haklı sebepleri vardı. Gerçi aynı şey cinayet sözcüğü için de söylenebilirdi; fakat şu an karşımdaki muhteşem yaratığa bakarken meselelerin yalnızca birine odaklanabiliyordum. Ve asıl odaklanmam gereken meseleleri unutuyordum. Kendimi toparlayıp kulüpten ayrıldım. Alaz iyiydi ve hiçbir şeyden haberi yoktu. Durumun böyle sürmesi için ne lazımsa yapacaktım ama önce öğrenmem gereken şeyler vardı. Cebimdeki gizemli kağıt ve üzerinde yazan tuhaf isim, avucumdaki yara izi, patronuna Mr. Sad diyen o mal herif ve tabii Yüzüncü Ad… Bir yandan yürüyor, bir yandan da düşünüyordum. Sanki bir Go oyununun içine düşmüştüm ve taşları sondan başa doğru sayarken hep bir şeyleri atladığımı hissediyordum. Cinlerin korktuğu şey… Neydi bu? Hüddamcılar mı? Cin avcıları mı? Muavvizeteyn mi? Okunmuş Zemzem suyu ya da dökümlü dedikleri şu abuk sabuk silahlar mı? İnsanların hüküm sürdüğü yeryüzünde ateş halkını korkutacak pek az şey vardı. Peki ama yerin altında, cinlerin dünyasında? Mârid’in benden istediği şey de bu değil miydi; bizim boyutumuzdan buraya getireceğim bir “Zinparhükan”. O her kim ya da ne ise… Sigara üstüne sigara yakarak ve caddeler boyunca yürüyerek insan bedenime eziyet ettim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan Harlem’e
65
gelmiştim. El Barrio’nun sokaklarını arşınlarken Mami Wata’nın botánica’sını bulabilmek için aklımdaki düşünceleri kovup algılarımı sonuna dek açtım. Her hafta yer değiştiren şifacı dükkanı, bulunmayı istenmediğinde kolayca göz önünden kaybolabilen bir Santería rahibesi için mükemmel mekandı. Elbette sadece insanlar onu Voudon büyücüsü zannediyorlardı. Bense ne olduğunu çok iyi biliyordum. Botánica’yı bulmak umduğumdan uzun sürdü. Mahallenin daha önce gitmediğim bir yerine taşınmıştı ama dükkan yine aynıydı. Neonlarla aydınlatılmış gibi parlayan kapıdan içeri girerken eşiğin üzerindeki zil çınladı. Dükkana adım atan her canlı türü için farklı bir zil sesi vardı. Gölge için üç çın çın, sonra sessizlik. İçeri bir kedi girdiğinde ne oluyordu acaba? Kavanoz ve mum dolu raflarla, tavandan sarkan bin bir çeşit kurutulmuş bitkinin arasından geçerek ilerledim. Dükkan bu akşam boştu; insanlar artık daha az inanıyor, inandıklarından çok daha azı için de bir şeyler yapma uğraşı veriyorlardı. Ne günlere kalmıştık. Kasadaki kız yine değişmişti. Devamlı beden değiştiren bir cin değildi kastettiğim, kız insandı ama son gelişimde onun yerinde bir başkası vardı. Mami Wata insan hizmetkârlardan hoşlanırdı; hoşlanmaktan kastım, size servis yapan garson kızı da yemekle birlikte mideye indirmekti ve Mami Wata’nın iştahı yerindeydi. Muhtemelen bir sonraki gelişimde yerinde başkasını göreceğim kıza bir şey söylemeden, Santeria müziği ezgilerinin yayıldığı arka tarafa geçtim. Eşikteki renkli boncuk şelalesini aralayarak “Personel Harici Giremez” bölüme girdim ve mum ışıklarıyla aydınlatılmış sunağın önüne kadar yürüdüm. Heykelcikler, dumanı tüten tütsüler, ateş ve henüz kurumamış hayvan kanı Mami Wata’yı bir ayin sırasında yakaladığımı gösteriyordu. “Buraya gelmemeliydin, gölge adam!” Arkamdan gelen sese dönüp cevap verecektim ki, birden elimi yakaladı. Kendi avucunun içinde sıktı ve bileğimden tutup çevirerek yüzüne
66
yaklaştırdı. Derimin üzerindeki “M” harfi kara bir leke gibi aramızda duruyordu. “Bunu kim yaptı?” Cevap verirken yüzündeki ciddi ilgiye odaklandım, “Üzülmekten hoşlanmayan üzgün bir adam…” Akı olmayan kapkara gözlerini bana doğru kaldırdı. Teni gözlerinden yalnızca bir ton açık renkteydi ve derisi tombul bedenini sarabilmek için iyice gerilmişti. Benden neredeyse yarım metre daha kısaydı ama isterse cesedimin üzerinde dans edebilirdi. “Komik değilsin. Özellikle de şaka yaptığında. Ya da şimdiki gibi salaklık ettiğinde!” Elimi aniden bırakıp sunağa doğru ilerledi. Kaplardan birkaçını karıştırırken onu izliyor ve yine ne gibi bir salaklık yaptığımı merak ediyordum. “N’oldu?” “Seni izliyor… Sen de kalkıp onu buraya getiriyorsun. Aptal gölge, aptal!” Birden gerildim ama söylediği şeyden çok, kavanozların birinden çıkarıp bana doğru yaklaştırdığı şey yüzünden. Tombul parmaklarının arasında kara bir sülük tutuyordu. Bir yandan büyülü sözler mırıldanarak elimi tuttu ve sülüğü avucumun içindeki yaranın üzerine bıraktı. İğrenerek geri çekilmek istedim (evet, bir cin olmama rağmen hâlâ bu tür şeylerden iğrenebiliyordum, ne var?) ama izin vermedi. Gözlerini kapatarak kalın dudaklarının arasından fısıldamaya devam etti. O konuştukça sülük avucumdaki yaraya daha çok yapışıyordu; fakat emdiği şey kan değildi. Elimin içindeki karıncalanma geçince hayvan kendini bıraktı. Mami Wata sülüğü yavaşça çekip aldı ve sunağın üzerinde yanmakta olan ateşin içine attı. Havayı cızırtılarla yanık et kokusu sararken avucuma baktım. Yara izi kapanmıştı, sadece kalemle çizilmiş gibi duran eğreti bir “m” kalmıştı geriye. “Şey,” diyebildim şaşkınlıkla, “Teşekkürler.” Mami bana dönerek bir elini geniş kalçasının üzerine koydu. Çiçekli basma elbisesi, kafasının tepesine sardığı turbanı ve boynundan sarkan milyon tane bocuklu kolyeyle Bronx’taki mahalle kocakarılarına benziyordu ama görünüş aldatıcıydı.
“Ne haltlar karıştırıyorsun, anlat bakalım.” Benden daha yaşlı ve daha güçlüydü, karşısında kolejli bir ergen gibi kalıyordum. Yutkundum, “Henüz karıştırmadım. Ama karıştırmak üzereyim. Daha doğrusu, beni zorla karıştırıyorlar.” “Çabuk ol,” diyerek ağırlığını bir ayağından diğerine geçirdi. “Daha bir mahalle dolusu hatunun kocalarını metreslerinden ayırıp evlerine döndüreceğim, sevgililerinin özel yerlerinde de uçuklar çıkartacağım. İşim gücüm var benim.” “Pekala…” Cebimdeki kağıt parçasını çıkarıp ona uzattım, “Benden bunu nakletmemi istiyorlar ama ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.” Üzerindeki yazıyı yüksek sesle okumamasını isteyecektim ki, kağıda dokunmayı reddederek beni durdurdu. Orada yazan şeyi görmemişti ama biliyordu. Korkmuş gibi kocaman açılmıştı kara gözleri. “Sen… Nasıl?” “Bilmiyorum işte, ben de onu sormaya geldim. Ama verdiğin tepkiye bakılırsa gerçekten de cinlerin korktuğu bir şey bu.” “Şşşşş!” diye tısladı, “Onun adını ağzına alma. Çağırma!” Karşımdakinin cinlerin anası Mami Wata olduğunu bilmesem haline gülecektim neredeyse. “Çağırma mı? Onu buraya getirmemi istediler diyorum sana, anlamıyor musun?” “Hayır!” Bir an kızgınlıkla bağırdı ama sonrasında sakinleşti. Gözlerinde hüzün, dudaklarındaysa buruk bir tebessüm belirmişti. “Gölge O’nu getiremez… Ne insan, ne de cin… O’nu ancak ışık getirebilir… Ve kader.”
Gerçekten suratıma tükürmemiş olsaydı makul bir noktada buluşabilirdik ama bu kadarı fazlaydı. “Bana baksana sen…!” diyerek tartışmaya hazırlanmıştım ki, karanlığın içinden tıslayarak çıkan şey beni durdurdu. Mami Wata’nın sadık yoldaşı Lazarus kıvrıla kıvrıla gelip kadının bacaklarına dolandı, sonra da yukarılara tırmanarak onun tombul gerdanına yerleşti. Beş metrelik piton, kendisinden metrelerce kısa olan kadının omuzlarında otururken oldukça rahat görünüyordu. Fakat sinirliydi; yılan gözlerini bana dikmiş, çatallı diliyle tıslıyordu. Tecrübelerime dayanarak, eğer Lazarus dâhil olmuşsa o tartışmanın kapandığını söyleyebilirdim. “Pekala,” dedim yüzümdeki zehirli tükürüğü kolumla silerken. Yenilgiyi kabul etmek hoşuma gitmese de, yılanlı bir kadına karşı gelmenin mantığı yoktu. Hele ki o kadın, kadim bir cinse… “Eğer öyleyse durum daha vahim demektir. Çünkü onun karşılığında bana Yüzüncü Ad’ı teklif ettiler.” O iki kelimeyi duyan Lazarus irkilip kesik kesik tıslamaya başladı ve geldiği gibi hızla sürünerek karanlığın içinde kayboldu. İsmin bahsi bile yılanı korkutmaya yetmişti; fakat Mami Wata serinkanlılığını korudu, hatta gülüyordu. “Şimdi kim masallara inanıyormuş bakalım?” “İnkâr mı ediyorsun?” “Yüzüncü bir ad yok, diyorum. Sadece doksan dokuz. Ve biz de bununla yetiniyoruz.” Arkasını dönerek sunaktaki işine devam etti. Böylece konuşmayı bitirmişti, oysa benim daha söyleyecek ve soracak bir sürü şeyim vardı. Fakat nedense şu an hiçbiri aklıma gelmiyordu.
Şimdi de bilmece gibi konuşuyordu, harika. “Ne demek istiyorsun? Kim o?”
“Git artık, çocuğum. O boş kafanı da beladan uzak tutmaya bak.”
“Efendimiz. Kurtarıcımız.” Gece gibi kapkara yüzünde aydınlık bir huşu ifadesi vardı artık, “Cinlerin Mesih’i.”
Bana diyecek bir şey bırakmamıştı. Kağıdı cebime geri koydum ve dediğini yaparak çaresizlik içinde botánica’dan çıktım. Söyledikleri ilginçti belki ama bir konuda yanılıyordu; kafam boş değil, aksine düşüncelerle dolu ve allak bullaktı. Bir ipucu bulacağım derken ipin ucunu iyice kaçırmıştım.
Hayda. Bir de bu çıkmıştı başımıza, iyi mi? “Ne masalı anlatıyorsun sen yahu?” diye araya girecek oldum ama Mami Wata tekrar sinirlendi. “Aptal çocuk! Neye bulaştığın hakkında en ufak fikrin yok, değil mi? Bir de kalkmış inançsızlık ediyorsun, tüh sana!”
Otele dönmek için metro istasyonuna indim ve sadece geç saatlerde benim ineceğim durağa uğrayan 4 numaralı metroya bindim. Şimdi
67
Yusuf GÜRKAN bana neden türümün diğer örnekleri gibi bir yerlere ışınlanmak yerine taksilerde, metrolarda süründüğümü ya da yürüdüğümü sorabilirdiniz. Cevabı basitti; lüks otellerde ya da pahalı çatı katlarında konaklamayışımla aynı sebeptendi. Çünkü böylesi hoşuma gidiyordu. Sıradan insanların arasında, onlar gibi yolculuk ederken kafamı dinliyor, aklımı toparlıyor, hatta bazen bir insanın bakış açısını kullanarak daha iyi düşünebiliyordum. Vagonun içi fazla kalabalık değildi; yine de insanların yüzlerine odaklanarak zihinlerine girmek, düşünceler ve imgeler arasında dolaşmak eğlenceliydi. Bana dertlerimi unutturuyordu. Mesaiden dönen takım elbiseli muhasebeci, vardiyasına yetişmeye çalışan önlüklü hemşire, kafası bir milyon olmuş hapçı üniversiteli, New York metrosundan bile yaşlıymış gibi duran emekli işçi ve aslında orada olmaması gereken gizemli yabancı. Beni ne zamandır takip ettiğini bilmiyordum; otelden ya da kulüpten çıkarken fark etmediğime göre muhtemelen botánica’dan beri peşimdeydi, yani Mami Wata elimdeki izi geçersiz kıldıktan sonra. Emin olmak için yerimden kalktım ve vagon değiştirmeye başladım. İlk vagonda bir şey çaktırmadı ama üçüncüye geçtiğimde arayı açmamak için hemen arkamdan geldi. İnsan kostümü giymişti; normal Amerikalı bir erkek, sıradan bir John Doe. Ya tabii, ben de George Bush’tum, W ile. Yer miydim ulan bu numaraları? Normalden üç durak önce inerek Grand Central İstasyonu’nun kalabalığına karıştım. Takipçim de birkaç metre geriden gelmeyi sürdürdü. Koşarak ya da kaçarak onu atlatabilirdim ama bunu istemiyordum. Madem oyuna başlamıştı, kiminle oynamaya kalktığını gösterecektim ona. Garın geniş avlusuna çıkmadan önce taş merdivenlerin arkasındaki boşluğa geçtim, sonra da gözden kayboldum. Kendi Houdini numaramdı bu; bakan gözlere karşı görünmez olduğum ve gerçek bir gölgeye dönüştüğüm özel büyüm. Eh, bir cin takma adının hakkını vermeliydi, değil mi? Peşimdeki herif beni gözden kaybedince kalabalığın içinde deli danalar gibi aranmaya başladı. Üçüncü sınıf bir cindi, zihnini bulandırmam pek zor olmamıştı. Artık beni fark etmesi olanaksızdı,
68
ne kadar uğraşırsa uğraşsın izimi bulamıyordu. Bir umutla garın dışında çıktı, 42. caddenin karmaşasında aramaya devam etti ama iş işten geçmişti. Beni kaybetmişti, hatta beni hatırlamıyordu bile. Oysa tam burnunun dibindeydim, kaldırıma düşen sıradan bir gölge gibi hergelenin peşine takılmıştım. Hadi bakalım, esas takip nasıl olurmuş görsündü şimdi. Beklediğim gibi, cin çok geçmeden umutsuzluğa kapıldı ve karışmış kafasını toplamaya çalışarak 42. caddenin batısına doğru yürümeye başladı. Ben de gecenin karanlığında gölgelere karışarak onu takip ettim. Bir süre böyle devam ettik, tiyatroların yoğunlukta olduğu bölgeye gelinceye kadar birkaç blok geçtik. Herif yavaşlayınca sokağın köşelerinden birine gizlendim. Castillo Tiyatrosu’nun önünde durmuştu; etrafına bakındı şaşkınlıkla ama beni fark etmekten çok uzaktı. Amatör. Tiyatronun yanındaki ara sokağa saptı, caddenin karşısına geçerek peşinden gittim. Yangın merdivenlerinin ve çöp konteynırlarının yanından geçip binanın arkasındaki kapıyı açtı. Merak içinde bir sokak kedisinin gölgesine saklandım ve herifle birlikte içeri girdim. Tiyatronun arka tarafındaydık, dar bir koridor kulise doğru uzanıyordu. Etrafta koşturan oyuncuların arasından pek bir şey seçilmiyordu ama cinin nereye gittiğini görmüştüm. Yıldızlı kulis kapısı ardına dek açıktı ve içeride güzeller güzeli kızıl bir afet, takım elbiseli kel bir çam yarmasına şevkle sarılmaktaydı. Hadi bakalım, siz olsanız bu şifreyi nasıl çözerdiniz?
Fantastik Şiir
GECE ORMANININ PERİ KIZI Beni anlatan bir cümle yok Boş yere harcanan bir ömürdür bu Sessiz çığlıklarım kendi ruhumda çözündü Yalan yok senden önce düşüncem buydu Ama; Ormanda tek başıma o gece yürürken Seni ilk defa gördüğümde ne kadar inanılmaz gelse de Işıltılar içinde dans eden, ferahlatan görüntünle Fiziksel yansımanı gözümle gördüğümde Doldur kalbimin ruhumun ücralarını ışıltınla Ve verme sana verdiğim kalbimi başkalarına Sen ey taparcasına sevdiğim bir noktürn melodisi gibi Işıltılı teninle ve illüzyon sağlayan geceye has dansınla Yok ettin ruhumun durmak bilmez yıkımını Yaktın küf tutmuş terk edilmiş kalbimin kıvılcımını Kimseler seni görmese de sana inanmasada Sensin sahibi yüreğimin karanlık tahtının
2. Bölümün Sonu *Muhavere: Geleneksel gölge oyununun ikinci kısmı, atışma. “İlk bölümü Gölge e-Dergi’nin 98. sayısında yayınlanan “Gölge Oyunu” isimli bu hikaye, Ecel serisinin ilk kitabında bahsi geçen olayların hemen öncesini konu edinmektedir.”
69
Öykü: Erol ÇELİK İllüstrasyon: Eren ERSOY
Öykü
TENEKE için dikkat çekmeyen bir yerdi. Bir şey yemiyordu çünkü yerse hemen kusacağını biliyordu. Ankesörlü telefondan uzaklaşarak bir köşeye ilişti.
“Nerdesin lan?” “Evdeyim oğlum, ne oldu?” “İncirlideki sosisçiye gel hemen.” “Ne yaptın oğlum?” “Lan pezevenk, konuşup durma da sosisçiye gel.”
Piç kurusuna artık çok yakındı.
“Tamam, on dakika sonra ordayım.” “Ne on dakikası lan? Hemen gel, arabayı da getir. İki dakika sonra burada ol, hiç zamanım kalmadı. Gelirken biraz parada getir.” “Teneke sokacaksın.”
benim
başımı
da
belaya
“Hay ağzına sıçayım korkak herif, beni şimdi tek başıma mı bırakacaksın?” “Tamam geliyorum. Hay anasını ya.” “Çabuk oğlum, her şey berbat olmak üzere.” Teneke, ankesörlü telefonu kapadı. Kalbi balçığa bulanmış gibi ağrıyor, kafası feci zonkluyordu. Korku beklemediği kadar, tüm cesaretini silecek kadar sarmıştı vücudunu. Eğer elinde olsaydı eve gidip bir temiz uyuduktan, iyice dinlendikten sonra tekrar düşünmek isterdi. İflas etmek üzereydi, zamanı gerçekten kalmamıştı. Eğer polisler kendinden önce patrona ulaşırsa, her şey mahvolurdu. Yirmi dakika olmuştu. Patronun evi, bulunduğu sosisçiden en fazla beş dakikalık mesafedeydi ve arkadaşı acele ederse, herifi evinde yakalayabilirdi. Sosisçi, İncirli caddesinin üzerindeki, gece geç vakte kadar açık olan, bu saatlerde yoğun olduğu
70
Elindeki poşeti, taksiyi değiştirirken çöpe atmış, içinden işine yarayan adresi bulup çıkarmıştı. Elektrik faturasının üzerinde oto yıkamanın adresi olmadığı için, adamın ev adresi yazıyor olmalıydı. Bekledi. Aklı, onu gerçekle yüzleşmesini engellemek için durmuştu. Sadece patronu öldürme planı vardı içinde. Eğer polisten önce ona ulaşırsa, herifi vuracak ve yine kaçacaktı. Her şey bu kadar kolay olabilir miydi? Herkesi vurup, olaydan sıyrılabilir miydi? Olabilir miydi böyle bir şey? Kafasını iki yana sallayarak daha basit düşünmeye çalıştı. Yapacak başka bir şeyi yoktu ki. Dört kişiyi öldürdüğü silahı belinde taşıyordu ve az sonra olayla ilgili başka birinin yanına yaklaşacaktı. Yaptığı gerçekten ahmakçaydı. Ya adamın evinin önünde polislerden biri nöbet tutuyorsa, ya hısımı var mı diye herifi gözetlemeye başladıysalar? Ama daha yirmi dakika olmuştu, polis bu kadar hızlı bir şekilde davranamazdı herhalde. Metin’in arabası, ankesörlü telefonların önünde durduğu zaman, bitkin vücudunu arabaya tıktı. Eğer karakteri uysaydı, arkadaşına kendisini bu beladan kurtarması için yalvaracaktı. Oysa madalyonun bu yüzü öyle değildi. “Ne oldu oğlum anlatsana?” “Bak Metin, başım çok kötü belada, anasını satayım en büyük aksilik oldu.”
71
“Ne oldu?” “Sür arabayı Yenimahalle’ye.” Metin derin bir soluk aldıktan sonra arabayı hareket ettirdi. “Dört kişiyi vurdum ama patron eve gitmiş.” “Eee?” “E si ne lan, o piçi de vurmazsam, beni ele vermez mi?” “Yok be oğlum, seni nerden hatırlayacak?” “Hatırlamaz mı lan, aklına ilk ben geleceğim. Eminim arabanın plakasını bile almıştır.” “Yok lan, olur mu öyle şey. Hadi bize gidelim.” “Hayır, doğru bu adrese gidiyoruz.” “Hay anasını ya. Oğlum plakayı alırsa alsın lan, senin yaptığını gören oldu mu?” “Hayır ama fark etmez, işimi şansa bırakamam. Eğer o şerefsizi de öldürebilirsem olay çözülür.” “Yakalanacağız.” Metin inledi. “Korkma seni yine bulaştırmayacağım. Param yok, getirdin mi?” “Elli lira getirdim.” “Tamam yeter. Beni yine uygun bir yerde bırak ve eve git, ben seni yine arayacağım, o zaman konuşuruz.” “Dönüş yok ha. Beni dinlemeyeceksin yani.” “Olurda yakalanırsam, bu gün hiç görüşmedik tamam mı?” “Tamam.” “İşte burası, beni burada bırak. Ben evi bulup pusuya yatacağım. Bakalım ne olacak. Hiçbir planım yok. Bir tek, adamın yüzünü hatırlıyorum, o kadar.” “Bak son kez söylüyorum. Şimdi vazgeç, belki kurtulursun. Polisler seni bulursa birkaç soru sorar, sende yalan söylersin. Adamlar mafyaysa kesin hısımlarının üzerine kalır ama şimdi herifin peşine düşersen, kesin yakalanırsın. Haydi vazgeç Teneke, ne olur.”
72
“Bırak beni sen git, merak etme, bu beladan kurtulacağım. Şimdi eve git, ya da dur eve gitme, bir yerlerde takıl, arayacağım seni.” “Tamam dikkatli ol.” “İnşallah.” Teneke, arabadan indiğinde hemen etrafa bir göz attı. Yenimahalle semtinde bir ara sokaktı burası. Yolun iki tarafına da arabalar park etmişti ve binaların çoğunda dairelerin ışıkları yanıyordu. Hava güzeldi ama kimse balkonda oturacak kadar cesaretli değil. Arkadaşı uzaklaştıktan sonra sokağın başında tekrar etrafı incelemeye başladı. Polis yoktu, en azından üniformalı olanlar. Cebindeki faturaya tekrar göz geçirdi ve bina numarasını buldu. Apartmanların girişlerine bakarak dikkat çekmeden ilerledi. Sanki öylesine oradan geçen biriymiş gibi. Buldu. Bina oldukça eskiydi. Bu tezat onu korkuttu. Adam patrondu, böylesi köhne bir apartmanda oturamazdı ya. Acaba elindeki fatura işçilerden birine mi aitti? Olamazdı, ofis denen o boktan yerdeki iki faturada da bu adres vardı. Binayı geçerek yürümeye devam etti. Az ilerde binanın karşısındaki sokaklardan birine girdi ve durup yumruğunu ısırdı. Sokağın ortalarında bir kahvehane vardı. Aklı bir kez daha karıştı. İçgüdüleri o pis herifin kahvehanede olabileceğini söylüyordu. Kahvehanenin önüne yürümeye başladığında, içinden orda olmamasını diledi. Kahvehanenin karşı kaldırımında çaprazda durarak, içeriye bir göz gezdirdi. Kalabalıktı. Heyecan ve korku ikiye katlanmıştı. Gözleriyle içeriyi taradı ama aradığını bulamadı. Aslında tam bakamamıştı ama yoktu işte, tekrar adamın oturduğunu zannettiği binayı gözlemeye gitti. Birkaç dakika içinde dikkat çekmeye başlayacaktı. Ya kahvehaneden çıkan biri, ya da balkona veya cama sigara içmeye çıkan biri tarafından görülebilirdi. Cep telefonuyla annesini aramak istedi, meraklanmaya başlamış olmalıydı ama sesindeki
heyecanı yenemeyeceğini bildiği için, bunu yapmayacaktı. Arabasını evinin üç sokak arkasına park etmiş ve arkadaşını çağırarak buraya gelmişti. Şimdi bu olayı atlatmaya konsantre olmalıydı. Diğerleri önemli değildi. Annesine söyleyecek o kadar çok yalan bulabilirdi ki. Babası nede olsa dört yıl önce akciğer kanserinden öldüğü için, ona bir şey söylemesine gerek yoktu.
Adam bir şeyler söyleyecekti ama sanki günah işlemekten korkuyormuş gibi yutkundu.
Bir buçuk dakika sonra bir hareketlenme oldu. Kanı donmuştu. Etrafı, binaları, sokakları araştırdı. Her şey yolundaydı. Adamın oturduğu binanın merdiven otomatiği yandı. Kalbi artık ağzında atıyordu. Elini beline götürdü.
Teneke ilk kez, kendini kaybettiğini bilmiyordu. Bağırıyor, zaman geçiriyor, insanların dikkatini çekiyordu. Ama umurunda değildi. Elindeki son fırsatıydı bu ve en azından bu fırsatın biraz olsun tadını çıkarmak istiyordu. Bu yüzden hata yapıyor, bir sonraki adımı düşünmüyordu. Varsın olsun bu kadarını hak etmişti.
Planı hemen yaptı, adam kapının önüne çıkar çıkmaz herifi kafasından vuracak ve hemen koşmaya başlayacaktı. Bakırköy meydanına kadar ara sokaklardan geçecek ve yine bir taksiyle özgürlüğüne kavuşacaktı. Eğer binadan o çıkarsa, bu plan işleyebilirdi. Aklı tekrar bir su birikintisine takıldı. Binadan çıkan patron denen şerefsizse, bunun bir anlamı olabilirdi. Adam olaydan haberdar olmuştu ve işyerine gidiyor olacaktı. O zaman olaya polis karışmış demekti. Polis haberdarsa buraya gelmiş olmalıydılar. Binanın dış kapısı açılırken nefesini tuttu ve aklındaki tüm çöplüklerin üzerinden atladı. Evet oydu. Allaha şükretmenin yeri miydi, yoksa bunu hak etmiyor muydu? O şerefsizleri öldürmekle nasıl bir günah işlemişti? Kalbinin ritmi bozulduğu için ellerini kontrol edemiyordu, o yüzden adama biraz yaklaşmalıydı. En azından piç herif ölürken cellâdının yüzünü görmeliydi. Adam apartmanın demir dış kapısını koşarak açtığında teneke telaşlandı. Eğer kaçırırsa, onu kovalamak tehlikeli olabilirdi. “Hey!” Adam, sesin geldiği yöne baktı ve Azrail’iyle tanıştığında, dondu kaldı. Sanki her şeyi anlamış gibiydi. “…ospu çocuğu. Hatırladın mı lan beni?”
“Ne oldu lan, dünya senin etrafında mı dönüyor zannediyordun ha? Mafya babasısın ya … koyayım, en güçlü sensin ya.” “Bak delikanlı.” “Neye bakayım lan ha?”
“Dört arkadaşını vurdum, sıra sende lan!” Hata! “Seninde ananı …” “Oğlum çocuklarım var, lütfen yapma.” Teneke’nin beyni sulandı. Korktuğu şey başına gelmişti. Eğer olayın duygusal yanını düşünmeye başlarsa, başaramazdı. Sakın çocuklarını düşünme ve tetiği çek. Gözleri de sulanmaya başladı. Eğer cesaret edebilirse başını kaldırıp adamın oturduğu daireden bakan olup olmadığını görecekti. “Tarık abi!” Teneke ardından bir bağırış duyunca, hayatının belki en büyük aptallığını yapıp, sesin geldiği yöne döndü. “Ulan ne oluyor?” “Tarık abi kaç.” “Yakalayın şunu.” “Laaan!” “Dikkat edin, elinde silah var.” Kahvehanedeki herkes dışarı çıkmaya başladı. Her şey mahvolmuştu. Kahvehaneden çıkan herkesi de vuramazdı ya. Oysa onlar Teneke’nin yüzünü görmüşlerdi. Çabuk düşünmeliydi.
73
Mafya babası Tarık, sıçrayarak iki adım önündeki arabalardan birinin ardına saklanmayı başardı. İşte şimdi her şey tamamen mahvolmuştu.
Adam doğruldu ve can havliyle koşmaya başladı.
Allah’ım bana yardımcı ol. Bu böyle bitmemeli.
Tarık kanat kemiklerinin tam ortasından yediği kurşunla yere yıkıldı. Bağırıyordu ama uzun sürmedi. Teneke adamın başının ucuna geldi ve silahındaki yedinci kurşunu adamın beynine sıktı. Sekizinciyi omurilik soğanının bittiği yere.
Annesini düşündü. Onu bu ufuksuz memlekette yalnız başına mı bırakacaktı? Ya gençliği? Teneke, havanın karanlık olduğunu ve kahvehaneyle aralarındaki mesafeden yüzünün tam seçilemeyeceğini umarak, harekete geçti. Son kozlarını oynamanın zamanıydı. Asla yakalanmamalıydı. Binaların camlarına bir sürü insan çıkmaya başladı. Kahvehanenin önünde nerdeyse yedi sekiz kişi vardı ve silahtan korktukları için kendilerini korumaya almışlardı. Tarık ise birinci arabanın ardından bir diğerine geçmeye çalışıyordu. Birkaç saniyesi kalmıştı. “Yakarım lan yaklaşmayın.” Teneke başını öne eğerek, yüzünü saklamaya çalışıp, silahını kahvehaneye doğrulttu ve camlardan birini hedefleyerek ateş etti. Çığlıklar yükseldiğinde, onu seyreden kadınlarında olduğunu anladı. Kahvehaneden çıkan kalabalık, bir anda dağıldı. Kimi kahvenin içine, kimi Tarık gibi arabaları ardına, kimi de sokağın öbür tarafına doğru. “Karışmayın lan siz. Bu sülalesini… piçini öldüreceğim.” Birileri polisi aramış olmalıydı, artık zamanı yoktu. Koşarak Tarık’ın çıktığı apartmanın bulunduğu kaldırıma geçti. Çünkü mafya babası oradaki arabaların arkasına saklanarak kaçıyordu. Bir soluk sonra onu gördü. Arkasına bakmadan eğilerek kaçmaya, daha doğrusu bir sürüngen gibi kıvrılmaya çalışıyordu. Teneke hızlandı ve adamın ensesinde bitti. “Ulan şerefsiz! Ulan kansız. Ulan kanını s..ğim nereye kaçıyorsun?”
74
Boom!
Başını kaldırdığında bayılmak üzereydi ama bunu yaparsa, bambaşka biri olarak uyanacağından korktuğu için kendini sıktı. Hiç enerjisi kalmamıştı. Kahvenin köşesinde meraklı gözler ürkekçe onu seyrediyordu. Bulunduğu yerdeki sokak lambaları, karanlık yüzleri aydınlatacak kadar canlıydı. “S..tirin gidin lan. Bu şerefsiz yaşamayı hak etmiyordu.” Teneke beyninin içindeki her şeyin sulandığını ve o suyun içinde ses çıkararak döndüğünü hissediyordu. Hemen koşmaya başlamalıydı. Arkadaşının onu bıraktığı köşeye umutla baktı, belki arkadaşı onu bırakıp gitmemiştir diye. Belki orada kendisini bekliyor, bu bitkin haliyle onu kurtarmak için fırsat kolluyordu.
Halk pazarının önünden tuvalete yürürken, siyah poşeti cebine tepti.
Çalışmıyordu. Korkup korkmadığını bilmediği gibi,
Planın ikinci kısmı tuvalette gerçekleşecekti. İçeri girdi. Gecenin bu saatinde tuvalet oldukça sakindi. Bankoların başındaki adam uykulu gözlerle bozuk parayı alıp geçişe izin verirken Teneke’nin yüzüne bile bakmadı.
Son olarak cebindeki poşeti çıkararak içine bir
Alaturka tuvaletlerden birine dalar dalmaz, tuvaletini yapar pozisyona geçti ama pantolonunu sıyırmadı. Belindeki silahı aldı, şarjörü çıkarıp cebine koydu. Önündeki musluktan maşrapaya su doldurdu. Tuvalet kâğıdından pir parça kopararak hazırladı. Maşrapa dolunca, silahı içine sokup elindeki tuvalet kâğıdıyla parmak izlerini silmeye, daha doğrusu yıkamaya başladı. Silah büyük olduğu için maşrapaya tam sığmıyor, buda işini biraz uzatıyordu. Yıkadığı yerleri kuru kâğıtla tutarak yeni izlerin oluşmasını engeldi. Şarjördeki kalan altı mermiyi sırayla yıkadı. Solukları düzene girmişti ama terliyordu. Kalbi büyük bir karmaşa yaşıyor, bunca şeyden nasıl kurtulduğuna inanamıyordu. Aklı, çok yorulduğu için sanki dinlenmeye çekilmiş gibiydi.
tadını bilmediği bir his vücudunda dolaşıyordu. miktar su doldurdu. Temizlediği silahı ve mermileri su dolu poşetin içine koydu. Her şey hazırdı. Poşeti sıkıca bağladı ve beline tutturdu. Tuvaletten çıktı ve her şey normalmiş gibi yaparak ellerini yıkadı. Çıkışta tuvaletçiye bir göz attığında, adamın kendi dünyasında uyuşukça dinlendiğini görünce rahatladı. Çöp konteynırlarının yanına vardı, kaçamak gözlerle etrafında kimsenin olup olmadığına baktıktan sonra, belindeki poşeti çıkarıp sıradan bir şey yapıyormuş gibi yarısı dolu konteynıra attı. Hafiflemişti. Gecenin layık olduğu daha az aydınlık bölgelerine doğru yürüdü.
İkinci bölümün sonu…
Koşamayacaktı. 2 Ama koşuyordu. Bakırköy meydanına kadar girmediği sokak, geçmediği ara yol, sığınmadığı karanlık kalmamıştı. Kimse onu takip etmiyordu ama o yinede kaçıyordu. Meydana yakın bir yerde yavaşladı ve nefesini kontrol altına alarak, dikkatleri üzerine çekmekten korktu. Az sonra özgürlük meydanının altındaki, önünde otobüs duraklarının bulundu halk pazarının yanına varmış olacaktı. Halk pazarının en sağında büyük çöp konteynırları, onun hemen bitiminde de umumi tuvaletlerin olduğunu biliyordu. Geceyi şehrin ışıkları aydınlatırken, o aklında daha önceden çizdiği şeyi yapmak için, ilk önce halk pazarının önündeki çöplerden siyah bir poşet aradı. Şansı yaver gittiği için poşeti buldu.
75
Sinema
Gezici Festival 21. Yılında Yine Yollarda 26 Kasım - 2 Aralık Ankara, 4 - 7 Aralık Bursa, 9 - 10 Aralık Kastamonu Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici Festival, 21. yolculuğuna başladı. 26 Kasım’da Ankara’dan yola çıkan festival, 10 Aralık’a kadar sinemaseverlerle buluşacak. Festival, 26 Kasım - 2 Aralık’ta Çankaya Belediyesi’nin katkılarıyla Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşecek başkent gösterimlerinin ardından, 4-7 Aralık tarihleri arasında Nilüfer Belediyesi’nin katkılarıyla Bursa’ya konuk olacak ve yolculuğunu, 9 - 10 Aralık’ta Kastamonu’da tamamlayacak. Gezici Festival, en son 10 yıl önce gittiği Bursa’da seyircileriyle özlem giderecek. Bursa gösterimlerini Sanat Mahal’de gerçekleştirecek festivalde film ekipleri de Bursalı izleyiciyle buluşacak. 1995’ten bu yana dünya ve Türkiye sinemasının en yeni ve çarpıcı filmlerini ülkenin değişik kentlerindeki sinemaseverlerle buluşturan Gezici Festival, Kastamonulu seyircisiyle bu yıl bir kez daha Kastamonu Üniversitesi 3 Mart Konferans Salonu’nda bir araya gelecek.
Gölge e-Dergi 21. Gezici Festival'e Destek vermekten onur duyar.
76
Gezici Festival’in bu yılki teması Güvencesiz Hayatlar. Sürekli ekonomik kriz tehdidi altındaki günümüz toplumlarında iş güvencesi de ortadan kalkmış durumda. Ekonomik istikrarsızlık ve iş güvencesizliği; vasıfsız işçilerden akademisyenlere, göçmenlerden üst düzey yöneticilere, toplumun hemen hemen her kesimini etkiliyor. Festival de bu yıl, güvencesiz hayat koşullarına odaklanan filmlere
özel bir bölüm ayırıyor. Seçkide yer alan filmler, daha iyi bir yaşam umudunun ortadan kalktığı günümüzde insanlık durumuna odaklanarak, güvencesiz ve istikrarsız koşullar altında toplumsal statülerini yitiren ya da mevcut duruma uyum sağlamaya çalışan bireyleri mercek altına alıyor. Cannes Film Festivali’nde başrol oyuncusu Vincent Lindon’a En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran, Stéphane Brizé imzalı İnsanın Değeri (The Measure of a Man), güvencesiz çalışma koşullarında birbirlerinin kurdu olmaya zorlanan insanların hikâyesini anlatıyor. Güçlü bir kapitalizm eleştirisi yapan bu sosyal gerçekçi filmde, uzun süredir işsiz bir adamın yeni girdiği işinde karşısına çıkan ve kendisini zor kararlar vermek durumunda bırakan sistemin çirkin yüzü perdeye yansıyor. İlk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapılan Nefesim Kesilene Kadar, benzer sorunlara bu kez Türkiye’de genç bir kadının perspektifinden bakıyor. Canını dişine takarak çalışıp içinde bulunduğu girdaptan çıkmaya
77
çalışan tekstil atölyesi işçisi Serap’ın öyküsü, Türkiye’de çalışma yaşamında ayakta kalmaya çalışan pek çok işçinin de hikâyesi aynı zamanda. Aidiyet, hayal kırıklığı ve öfke gibi en temel insani duyguları başarıyla izleyicisine aktaran Emine Emel Balcı, bizlere değersiz kılınan bireylerin trajedisini anlatıyor. Emek alanında neo-liberal dönüşümün yol açtığı sorunlar belgesel sinemanın da gündeminde. Bu bölümdeki iki güçlü belgeselin Türkiye’deki ilk gösterimleri Gezici Festival’de gerçekleşiyor. Çağımızın en önemli düşünürlerinden Noam Chomsky’yi kendine rehber edinen Amerikan Rüyasına Ağıt (Requiem for the American Dream) (Peter D. Hutchison, Kelly Nyks, Jared P. Scot), giderek açılan gelir makasının ardındaki nedenleri sorguluyor. Tarihten sayfalarla zenginleşen belgesel, ABD’de ekonomik çıkar gruplarının iktidarı ve yasama sürecini nasıl etkilediklerini aktarıyor. Michael Winterbottom’ın yönettiği Kralın Yeni Giysileri’nde (The Emperor’s New Clothes) esnek üretim koşullarında geniş çoğunluğun yarattığı artı değerin, tepedekiler tarafından nasıl lüks bir hayat tarzına dönüştürüldüğüne tanıklık ediyoruz. Daha önce Şok Doktrini (2009) adlı belgeseliyle, neoliberal politikaları sorgulayan ünlü yönetmene eşlik eden provokatif oyuncu Russell Brand, gün geçtikçe artan sınıflar arası eşitsizliği çarpıcı ve esprili bir dille gözler önüne seriyor. Gezici Festival’in klasikleşen Dünya Sineması Bölümü, bu yıl da farklı ülkelerden en yeni ve çarpıcı filmleri seyircisiyle buluşturmaya devam ediyor. Türkiye’deki ilk gösterimini festivalde yapacak filmlerden Olağanüstü Öyküler (Extraordinary Tales), sinemaseverler kadar Edgar Allan Poe seven okurların da ilgisini çekecek. Tanınmış İspanyol canlandırma sanatçısı Raul Garcia, Poe’nun en tanınmış beş hikâyesini, karanlık evreninin psikolojik derinliğini en iyi ifade eden çizerlerden ve görsel sanatçılardan esinlenerek farklı bir biçem ve ruhla yorumluyor. Bosnalı kadın yönetmen Ines Tanovic imzası taşıyan Gündelik Yaşantımız (Our Everyday Life), savaş sonrası ülkenin sorunlarına, Saraybosnalı tipik bir aileye odaklanarak bakıyor. Film, En İyi Yabancı Film dalında Bosna Hersek’in Oscar
78
adayı. Slovak yönetmen Ivan Ostrochovsky’nin yönettiği Koza, ailesini bir arada tutmak umuduyla ringlere dönen emekli Roman boksörün dokunaklı hikâyesini aktarıyor. 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda yarışan Peter Baláž ve Olimpiyat madalyalı Ján Franek gibi profesyonel sporcu olan amatör oyuncuların rol aldığı film; Vilnius Film Festivali En İyi Film ve CICAE Sanat Sineması Ödülü, goEast Film Festivali En İyi Yönetmen ve Fipresci Ödülü, Indie Lisboa Bağımsız Film Festivali Özel Mansiyon ödüllerine sahip. Film, En İyi Yabancı Film dalında Slovakya’nın Oscar adayı. Sundance Film Festivali Oyunculuk Jüri Özel Mansiyonu, Berlin Film Festivali C.I.C.A.E Ödülü ve Panorama İzleyici Ödüllerini toplayan Annemle Geçen Yaz (Second Mother), aynı zamanda Brezilya’nın Oscar adayı. Anne Muylaert’in yönetmen koltuğunda oturduğu filmde, varlıklı bir ailenin evinde hizmetçilik yapan Val’in üniversiteye hazırlanan kızının çıkagelmesi sonucu gelişen olaylar anlatılıyor. Film, son dönemde çekilen benzerleri ile kıyaslandığında sınıf çatışmasını en yalın ve en çarpıcı biçimde anlatan filmler arasında gösteriliyor. Cannes Film Festivali’nde Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’nü ve Fipresci Ödülü’nü alan, Santiago Mitre imzalı, Arjantin yapımı Paulina da festivalde izlenebilecek filmler arasında. Filmde kariyerini geride bırakarak Arjantin’in yoksul bölgelerinden birinde öğretmenlik yapmaya başlayan Paulina’nın, yörenin dinamiklerini anlama ve mücadele etme
öyküsü anlatılıyor. Gezici Festival’in bu yılki iddialı filmlerinden biri de, Türkiye’deki ilk gösterimi festivalde gerçekleşecek Tikkun (Avishai Sivan). Dindar bir Yahudi olan Kudüslü Haim’in banyoda geçirdiği bir kaza sonucu sorgulamaya başladığı inançları üzerine odaklanan bu hikâye, Locarno ve Kudüs Film Festivallerinden ödüllerle döndü. Avishai Sivan, Tikkun’da bir inanç krizi sarmalını
çarpıcı ve sert biçimde anlatıyor. Ünlü İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun Oscar ve Altın Küre ödüllü Muhteşem Güzellik’ten (2013) sonra çektiği Gençlik (Youth), iki eski arkadaş olan Fred ve Mick’in Alp Dağları’nda lüks bir otelde kendi hayatlarını ve geçmişlerini gözden geçirme hikâyesini konu alıyor. Michael Caine’in canlandırdığı emekli bir besteci olan Fred ve Harvey Keitel’in canlandırdığı yönetmen arkadaşı Mick, bir süre sonra geçmişleriyle ve gelecekleriyle yüzleşmeye karar verirler. Dünya prömiyerini Cannes’da yapan ve güçlü oyuncu kadrosuyla dikkat çeken Gençlik’te Rachel Weisz, Jane Fonda, Paul Dano yan rolleri paylaşıyorlar. Altın Palmiyeli Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul’un imzasını taşıyan Saltanatın Mezarlığı (Cemetery of Splendour), yalnız bir ev kadını olan Jenjira’nın öyküsünü beyazperdeye taşıyor. Bir grup askerin gizemli bir uyku hastalığına yakalanmasının ardından, klinikte onlara bakarak sağlıklarına kavuşmaları için çabalayan Jenjira, uyanamayan askerleri, psişik güçleri aracılığıyla yakınlarıyla temasa geçiren medyum Keng ile yakınlaşır. Gerçeklik, fantastik öğeler, rüyalar, hayaletler ve bilinçaltının iç içe geçtiği Saltanatın Mezarlığı’nda, yönetmenin daha önce de birlikte çalıştığı oyuncular Jnejira Pongpas ve Banlop Lomnai de yer alıyor. Gösterimleri her yıl olduğu gibi bu yıl da yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleşecek Türkiye 2015 Bölümü, yine heyecan verici filmleri izleme fırsatı sunuyor. İlk gösterimi Venedik Film Festivali’nde yapılan ve Jüri Özel Ödülü’nü alan, Adana Altın Koza’da da En İyi Film dahil beş ödül kazanan Emin Alper imzalı Abluka, güvenlik nedeniyle çembere alınmış bir gecekondu mahallesinde iki kardeşin içine düştüğü siyasi şiddet ortamını anlatıyor. Türkiye’deki ilk gösterimi festivalde yapılacak Ben Hopkins imzalı Hasret, şimdiden son dönem Türkiye sinemasının en başarılı örneklerinden biri olarak gösteriliyor. Bir televizyon kanalı için İstanbul hakkında bir film çekmek üzere Almanya’dan gelen yönetmen, çektiği görüntüleri monitörden izlerken çekimler
sırasında görmediği bazı şekil ve suretleri fark eder. Kamera hayaletleri yakalamıştır. Durumu takıntı haline getiren yönetmen, günümüzden kentin tarihine doğru çıktığı yolculuğunda İstanbul’un farklı yönlerine de değinecektir; eski mahallelerin yıkılması ve yenilenmesi, göçmen işçiler, hükümete karşı direniş, şehirde yaşayan çok çeşitli dinler ve topluluklar, İstanbul’un tuhaf derecede melankolik özü… İlk gösterimi Sundance Film Festivali’nde yapılan ve Britanya’nın en büyük film festivallerinden biri olan East End Film Festivali’nde En İyi Film ödülüne layık görülen Tolga Karaçelik’in ikinci uzun metrajlı filmi Sarmaşık, bir armatörün iflasının ardından o sırada seferde olan yük gemisi Sarmaşık’ın mürettebatının gemide mahsur kalması konusunu işliyor. Film, altı kişilik mürettebatın bu huzursuz bekleyişteki hiyerarşik güç mücadelesine odaklanıyor. Zeki Demirkubuz’un yazıp yönettiği
ve başrolünde yer aldığı Bulantı da festivalde gösterilecek filmler arasında. Ahmet’in sevgilisiyle birlikte olduğu bir gece, karısını ve küçük kızını trafik kazasında kaybetmesinin ardından yaşadıklarının
79
anlatıldığı filmde ünlü yönetmene; Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Çağlar Çorumlu, Cemre Ebuzziya ve Ercan Kesal gibi oyuncular eşlik ediyor. Senem Tüzen’in ilk uzun metrajlı filmi Ana Yurdu, Venedik Film Festivali’ndeki dünya prömiyerinden sonra, Adana Altın Koza ve Varşova Film Festivallerinden ödüllerle döndü. Romanını bitirmek için anneannesinden kalan köy evine gelen kentli kadın Nesrin ile beklenmedik bir şekilde ziyaretine gelen annesi Halise’nin arasında yaşanan gerginlik üzerine kurulu filmde, Esra Bezen Bilgin ve Nihal Koldaş başrolleri paylaşıyor. ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla hazırlanan ve ücretsiz olarak seyirciyle buluşacak olan Sinemada Caz Bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki sürprizlerinden. 20. yüzyılda gelişen ve rüştünü ispat eden iki farklı sanat dalı, sinema ve caz arasındaki ilişkinin kökleri, sinemanın sessiz dönemindeki canlı müzik eşlikçilerine kadar uzanıyor. Sinemada Caz, farklı dönemlerde görüntü ve bu müzik türü arasındaki kültürel ve estetik ilişkiye odaklanıyor. Seyirciyi, beyazperdenin gerisinde kalmaya zorlanan siyahi müzisyenlerden, makyajla yüzlerini siyaha boyayan beyaz müzisyenlere kadar uzanan maceralı bir yolculuğa çıkarıyor. Bölümde, canlı performans ve turne kayıtlarını içeren kısa filmlerin yanı sıra müzisyen karakterlere odaklanan iki önemli kurmaca film de yer alıyor. Seçki, ünlü film eleştirmeni ve Chicago Reader’ın eski sinema yazarı Jonathan Rosenbaum ile Ekhsan Khoshbakht’ın küratörlüğünde izleyiciyle buluşuyor. Sunumunu, Rosenbaum ve Khoshbakht’ın birlikte yapacağı; Geç Kalan Hüzün (Too Late Blues) (John Cassavates, 1961), Pete Kelly’nin Şarkıları (Pete Kelly’s Blues) (Jack Webb, 1955), Cab Calloway Söylüyor (Cab Calloway’s Hi-De-Ho) (Fred Waller, 1934), Black and Tan Fantasy (Dudley Murphy, 1929), Ben Webster Avrupa’da (Big Ben: Ben Webster in Europe) (Johan van der Keuken, 1966), Begone Dull Care (Norman McLaren, 1949), Yağmur Yağınca (When it Rains) (Charles Burnett, 1995) ve Canlı Blues (Jammin’ the Blues) (Gjon Mili, 1944) hem sinema hem de müzikseverlerin beğenisine sunuluyor.
80
acıların yok olup gitmesine, toplumun zaten özürlü olan hafızasının silinmesine engel oluyor.
Bu yıl, Gezici Festival ve Goethe Institut Ankara işbirliğiyle bir de özel gösterim seyircisiyle buluşuyor. Alman yönetmen Ewald André Dupont imzalı 1925 yapımı sessiz film Varyete (Varieté), canlı müzik eşliğinde gösterilecek. Bu yıl restore edilen filme, İngiliz müzisyen Stephen Horne ve
Türkiye’de güncel sanat ile sinema arasında bir köprü oluşturmayı hedefleyen festivalin bu yılki sanatçı konuğu Işıl Eğrikavuk. Video işlerinde ve performanslarında, medyanın yaratmayı hedeflediği gösteri toplumu ile gündelik yaşam gerçekleri arasındaki tezatları vurgulayan Eğrikavuk’un çalışmaları bugüne kadar pek çok uluslararası sergide yer aldı. Gezici Festival İhtilaf Sanatı adlı bölümde, sanatçının sahte-belgesel formuna yakın beş işine yer veriyor; Karanlık Kütüphane (2006), Gül (2007), Röportaj (2008), Anı Müzesi (2010) ve Ters Köşe (2013). İzleyicisini ters köşeye yatıran bu videolar toplumsal sorunları absürd bir dille sorguluyor. Video çalışmalarının yanı sıra performanslarından parçaların ve fotoğrafların da yer alacağı gösterim esnasında Eğrikavuk, işlerinin üretim sürecini anlatacak ve izleyicilerin sorularını yanıtlayacak. Sanatçı ayrıca, Gezici Festival ve Salt Ulus işbirliğiyle 28 Kasım ve 5 Aralık tarihlerinde, Ankaralı katılımcılarla iki ayrı performans gerçekleştirecek. 28 Kasım’daki ilk performansın ardından, performans sırasında çekilen fotoğraf ve görüntüler de SALT Ulus’ta hafta boyunca sergilenecek. 5 Aralık’ta, yine SALT Ulus’ta gerçekleştirilecek ikinci performansla sergi sona erecek.
Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri, her yıl olduğu gibi bu festivalde de yerini alıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinden festivale başvuran filmler arasından seçilen kısa filmler, izleyicileri farklı ülkelerin yenilikçi sinemasıyla tanıştırıyor. Çocuk Filmleri ise bu yıl Norveç’ten geliyor. Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri gösterimleri her yıl olduğu gibi ücretsiz. Çocukları bir de Canlandırma Atölyesi bekliyor. Avusturya Büyükelçiliği’nin katkılarıyla Roland Schütz’ün düzenleyeceği atölyede, katılımcı çocuklar ilk filmlerini üretmiş olacaklar. İlk yılından bu yana Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün afişler sunan Behiç Ak, bu yıl da hazırladığı afişle Gezici Festival’e desteğini sürdürüyor.
Alman müzisyen Frank Bockius performanslarıyla eşlik edecek. Festival, Toplumsal Hafıza konusuna özel bir filmle, Askıya Alınmış Zaman’la dikkat çekiyor. Arjantin’deki askeri diktatörlük sırasında kocası ve çocukları ‘kaybolan’ bir kadın, Plaza de Mayo annelerinin bir üyesi olarak 35 yıl boyunca bu olayın unutulmaması için mücadele ediyor. Alzheimer hastalığına yakalanıp bilinci yavaş yavaş kaybolmaya başlayınca ‘zaman askıya alınıyor’. Unutmak bir anlamda çektiği acıların da sona ermesine neden oluyor. Neyse ki kadının torunu çektiği belgesel ile
81
Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Röportaj
Gölge: Çizgi romanın adı Tanto. Bize Tanto’nın hikâyesini kısaca anlatır mısınız?
Benim Anlatacak Hikayelerim Var Gölge e-Dergi’nin eski müdavimleri bilir, Gölge’nin ilk sayılarında bize fantastik sinema yazıları yollayan B.ci Kısacı Onur ÇETİNCENGİZ vardı. Onur Bursa’da hayat mücadelesini sürdürürken yepyeni de bir hobi edindi kendine, çizgi roman. Bizim gibi okur olarak değil, kendi karakterini yaratıp girdi bu evrene. Onur’a çıktığı yolda başarılar dileyip başladık röportaja.
Gölge: Merhaba Onur, biz seni kısa filmci olarak, çizgi roman okuru olarak biliyoruz ama çizgi roman yapma fikri nereden geldi? Onur Çetincengiz: Merhaba. Kısa filmler çektim evet. Ama ben kısa filmci olmadım ki hiç .. Benim anlatacak hikâyelerim vardı ve o hikâyeleri kendi imkânlarımla anlatma şansım neyse o şekilde anlattım. Yani şöyle Star Wars filmi yapmak istiyordum ama kameram bile yoktu. O zaman ben de Star Wars'ı kısa film yaptım. Eski bir cep telefonu kamerası ile. O da Mtar Wars oldu :) Sonra Türk Sinemasına hayrandım. Keşke Kilink ve Altın Çocuk beraber aynı film de olsalardı
82
dedim kısa film yaptım. Yani, elimde ki kısıtlı imkanlarla bir şeyler yapmaya çalıştım.. Ama o kısıtlı imkânlara rağmen 2 festival de filmlerim gösterildi. Altın Çocuk Kilink'e Karşı atv'de gösterildi :) Çizgi roman yapma fikrine gelirsek, Tanto’yu ben 2011'de yazmaya başladım. Dizi yapmak istiyordum.Ama araya hayat girdi ara vermem gereken şeyler oldu. En son gene başladım çırpınmaya. Yetenek Sizsiniz'e katılıp Acun'dan destek isteyip projeyi hayata geçirmek istedim,elemeyi geçemedim.. O zaman projeyi çizgi roman yapmaya karar verdim..
Onur Çetincengiz: Tanto hayata 1-0 yenik başlamış, vahşi batıda yaşayan sevgiyi tanımayan bir çocuğun istemeden Vahşi Batı Efsanesi olma hikayesi. Hikayesini anlatamıyorum çünkü tamamen spoiler olur :)1. sayının beklenip okunması gerek :) Şöyle bir benzetme yanlış olmaz aslında. Şarkıcı Teoman'ın Vahşi Batı'ya düşmüş haline benziyor. Çıkarmak istediğim tanıtım sayısında ise Vahşi Batı Efsanelerine hayran birinin Tanto'yu bulma hikayesi. Gerisi kitapta :) Gölge: Senden önce de Türk çizerler western çizgi romanlar yaptılar. Senin çizgi romanının senden önce yapılan çizgi romanlardan, İtalyan çizgi romanlarından farkı ne? Hedef kitleniz nasıl bir okur profili, Türk çizgi romanına yeni okurlar kazandırabilecek misiniz? Onur Çetincengiz: Şöyle söyleyeyim baştan, kesinlikle klasik westernler gibi değil. Samuray'dan eğitim almış kırık kalpli, yaralı yüzlü çocuğun duygusal bir hikayesi işte. Kimse tamamen iyi değil hikayede. Ya da kimse ölümcül kötü. Okur hedef kitlesine gelince bilmiyorum :) Herkes okusun isterim tabii. Ben mesela çizgi roman okuruyum ama Türk, İtalyan, Amerikan, Frankafon ayırt etmem. Hikaye iyiyse okurum. İnşallah benim hikayem de yayınlanır serisi de çıkar ve okunur Gölge: Çizer Adem Durmuş ile nasıl tanıştınız nasıl bir çalışma ortamınız oldu? Ne kadar zaman aldı çizgi romanın hazırlık süreci? Onur Çetincengiz: Çizgi Roman yapmaya karar verdikten sonra çizer aramaya başladım. Bir arkadaşıma taslak çizdirdim..Tanto böyle bişey olacak diye. Sonra Bursa'da ki resim kurslarında araştırmalar yapmaya başladım.. Ada Sanatevi'ni buldum. Çizgi Roman yapmak istediğimi söyledim. Orda genç bir çocuk yanıma oturdu
-Abi ne tarz çizilecek Dedi bana .Bende çok ciddiye almadım.. Fakat o çocuk Adem'miş :) Ada Sanatevinin Sahibi bayan ki adını şu an hatırlamıyorum - Adem'i tavsiye ederim. Kütahya Çizgi Film Animasyon'da okuyor.. O bu işin altından kalkar dedi. Adem'in çizimlerine baktım. Hayran olduğum İvo Milazzo'nun çizimlerine benziyor.Tanto taslağı çizmesini ve nasıl bir iş yapmak istediğimden bahsettim. Adem bir hafta sonra Tanto yorumunu gösterdi bana. Tamam, başla dedim :) Çok güzel hatta tam istediğim gibi çizmişti. Fiyatı baştan biraz çok istedi. Sonra ben de çalıştığım fabrikanın üretim müdürü Sayın Hakan Korkmaz'a durumdan
83
bahsettim. Sağ olsun ücretin yarısını verdi. Sonra bizim sendikanın başkanı Yılmaz Beyden de destek alarak çizgi romanı çizilmesi için kaparoyu verdim. Ve yaklaşık 2 ay sonra Tanto'nun sıfırıncı sayısı olan 12 sayfa renkli halde elimdeydi..
sayısı efsanedir..Özellikle her çizgi roman sever Ken Parker Nefes ve Düş albümünü okumalı. Ayrıca "Adah" ve "Avcı ve Köpeği" sayıları da okunmalı. Bir de Durango vardı. Ne yazık ki yarım kaldı yayını tamamlanamadı. O yayın da çok beğenerek okuduğum bir seriydi ve okunmasını tavsiye edeceğim bir eserdir.
Gölge: Tanto kaç sayı sürecek bir çizgi roman? Onur Çetincengiz: İlk başta sıfırıncı sayıyı yani tanıtım sayısını yayınlayacağım yayınevi bulabilirsem tabii ):
Bouncer diye bir çizgi roman var bir de. Onu da şiddetle tavsiye ederim.
Çünkü şu an param sadece ona yetti. Bu sayıdan para kazanmak gibi bir derdim yok.Yeter ki basılsın ve bu sayıdan bir şeyler kazanabilirsem 1.sayıyı çizdirebileyim ve bastırayım..
Gölge: Punisher’den sonra kısa filmini görmedik. Punisher bir çizgi roman kahramanı, neden Punisher’i seçmiştiniz, nasıl bir süreçti çok bilindik bir çizgi kahramanın kısa filmini yapmak?
Normale şu an 13 bölüm hazır .Yazdım ama işte dediğim gibi sıfırıncı sayıyı tanıtım sayısını yayınlayıp birinci sayıya geçersek çok mutlu olacağım.. Gölge: Bu çizgi romanı yayıncıdan beklentileriniz ne?
Onur Çetincengiz: Röportajın başında da dedim ya. Ben hep "keşke şu filmler yapılsaydı, keşke bunun filmini şöyle çekselerdi" diye düşündüm. Ama yapılmayınca kendi imkanlarımla bir şeyler yapmaya çalıştım. Altın Çocuk Kilink'e Karşı da böyle çıktı ortaya .Punisher'da..
yayınlayacak
Onur Çetincengiz: O yayınevini bulursam beklentim belli. Kar amacım ya da para kazanmak gibi bir beklentim yok. Şu an elimde bir atımlık barutum vardı ve onu da çizere verdim. Yayınevinden beklentim tanıtım sayısını benden para istemeden bassın ve kazanılan paradan çizer arkadaşın parasını verip 1. sayıya başlamasını sağlasın. Başka ne isteyeyim. Bir yayınevi bunu yaparsa bir de dua alır benden :)
Punisher'ı en sevdiğim aktör Dolph Lundgren tarafından 1989'da canlandırmıştı. Ben de o sebepten Punisher'ı çok sevmiştim ve o yıllarda yayınlanan bütün Punisher yayınlarını okumuştum. Yıllar sonra yayınlanan sayıları da edindim. Oyunlarını oynadım ve Punisher'ı çok sevdim. E ben çok sevdiysem Punisher'ı bir Punisher filmi yapmalıydım değil mi. Yaptım! Ama elimde ne imkan varsa. Olduğunca. :) Mesela He-man'i de çok seviyorum.1987'den beri filmi yapılmadı. Bir şeyler düşünmüyor değilim bu konu hakkında da..
Gölge: Tanto’da pek çok westernde gördüğümüz ve artık ezberlediğimiz Amerikan İç Savaşı’nı, Kızılderili katliamlarını ya da başka bir Amerika tarihini görecek miyiz? Onur Çetincengiz: Tabii ki.. Tanto bütün kıtayı durmaksızın dolaşmak zorunda olan ve istemeden kahraman olmuş bir adam. Bir yandan kendi sorunlarıyla, yalnızlığıyla acılarıyla mücadele edecek, bir yandan da o tarihte yaşananlara tanıklık edecek. O'nun gözünden göreceğiz o dönem yaşananları..
84
Gölge: Tanto’yu çok yakında okuyacağız ama “ben western okuyacağım” dersem bana hikâye ve çizim konusunda hangi sanatçıları, hangi çizgi romanları önerirsin? Onur Çetincengiz: Kesinlikle Ken Parker..Ken Parker en sevdiğim çizgi roman karakteridir ve her
Daha büyük işler yapmak istiyorum ama hayat işte. Aynı zaman da çalışmam gerekiyor. Hayat mücadelesi araya girdi bazı şeyler ters gitti bir süre bu işlere ara vermem gerekti. Hobilerime keyif aldığım işlere. Şimdi sadece Tanto'yu yayınlamaya ve diğer sayılarını bastırmaya uğraşıyorum. Ama bu projeden sonra ki hedefim de Atatürk'ün savaş dehasını anlatan bir çizgi roman ya da animasyon yapmak. Ama bu proje belki 5 sene sonra gerçekleşecek. Ama bir sonraki hedefim o. Ayrıca belki He-man'i Türk karakterlere uyarlayan bişeyler de yapma hedefim var. Bakalım
Gölge: Yeni kısa filmin, kısa film hazırlığın var mı? Onur Çetincengiz: Kısa film çekmem bundan sonra ..Çok zahmetli ve uğraştıktan sonra sadece uğraşmış mücadele etmiş oluyorsun..
zaman ne gösterecek :)
Gölge: Bize zaman ayırdığın için çok teşekkür ederiz.
85
Öykü: Emrecan DOĞAN
Öykü
Türkçesiz Caner, elinde iki gazete arasına sıkıştırdığı bir dergi olduğu halde bir kafeye girdi. Etrafı süzen gözlerle çevreyi araştırdıktan sonra az ileride Ahmet'i gördü. Ahmet oturduğu yerden kalkmadan, kendini belli etmek için Caner'e el salladı. Caner başındaki şapkayı düzeltip arkadaşının yanına gitti, sağ elini Ahmet'e doğru uzatarak tokalaştı. Gazeteleri masaya bıraktı, garsonu çağırıp bir şıra istedi. Ahmet'e dönerek fısıldadı: -Yeni haberler var, dedi. Konuşurken kimse duymasın diye özellikle masaya eğiliyordu. Bunları biri duyup ihbar etse tutuklanacağının bilincindeydi. Ahmet ise Caner'in aksine arkadaşına bir gülümseme gönderip rahat bir şekilde önünde ki Osmanlıca gazetelerin arasından Türkçe bir gazete çekti. 5 dakika boyunca göz attı. Sonra gülümsemesi bozuldu, gazeteden gözünü ayırmadan: - Bu çok saçma! TDK’nin internet sitesinden Güncel Türkçe sözlük özelliği kaldırılamaz. Osmanlıcaya çevrilmiş, eski Türk harfleriyle yazılmış kitapların evlerden tek tek toplatılıp yakılacağı da yazıyor. Zaten hemen hemen yazılı her şeyi yok ettiler. -Evet, ama artık sadece ''hemen hemen yok etmek'' ile kalmak istemiyorlar, bütün hepsini yok etmek istiyorlar. Değişimden önce dili tamamen kaldırmak istiyorlar. Garson şıraları masaya getirdiğinde ikisi de gazeteyi saklayıp sustu. Garson sessiz bir şekilde şıraları masaya bırakırken Osmanlıca gazetelerin arasında duran Türkçe bir gazete gözüne çarptı. Gördüğünü belli etmemeye çalışarak Ahmet ve Caner'e gülümseyerek masadan ayrıldı. Kasa'daki kızı geçip müdüriyete girdi. Kapı hafifçe tıklatıp içeriden müdürün ''Girin'' diyen tok sesi gelince kapıyı açıp içeri girdi:
86
-Müdür bey, rahatsız ediyorum. Fakat içerideki iki adam ellerinde eski Türk harflerinin yazılı olduğu bir gazete okuyor ve gayet de muhalif gözüküyorlardı. Müdür, sesi tok olduğu kadar kendisi de şişman ve yaşlıydı. Henüz 50 yaşında olan bu adam, gözlüklerinin üstünden yorgun gözlerle sakin bir şekilde garsona baktı: -Ne yapılacağını biliyorsun. İhbar et ve sessiz bir şekilde tutuklandıklarından emin ol. Mekânda telaş ya da olay istemiyorum. Bunları söyledikten sonra tekrar önünde ki e-bulmacaya döndü. E-bulmaca uygulaması bilgisayardaydı. Bilgisayar ise yer kalabalığı etmesin diye masaya monte edilmişti. Garson, müdürden talimatı alıp odadan çıktı. En yakında bulunan tele-ekrana giderek 155 numarasını söyledi. Uzun süren bir sessizlikten sonra ekranda bir polis memurunun yüzü göründü.
önüne geldi. Dil polislerinden ikisi araçlarından inerek kafe’ye girdi. Diğer ikisi de beklenmeyen bir olay olursa destek için araçlarında kaldı. Polislerden diğerinden daha uzun ve genç olanı deniz yeşili gözleriyle durgun bir şekilde pek de fazla kalabalık olmayan kafe’yi taradı. İhbarda verilen tarife tıpatıp uyan 2 kişinin oturduğu masaya doğru yaklaştı. Üniformasının sol üst yakasından çıkardığı polis e-kimliğini çıkardı. -İhbar var, beyler. Kimliklerinizi görebilir miyim? -Tabii ki. Elinde ki kimlik göstericinin bir düğmesine basarak mavi bir kimlik ortaya çıkardı. Polis elinde ki kimlik okuyucuyu kimlik göstericiye tutarak kimliği tarattı. 10 saniye sonra okuyucuda kırmızı bir ışık yandı. Polis kısa bir süre göz attıktan sonra iyi günler diledi. Aynı şekilde diğer polise kıyasla daha kısa ve esmer olan polis de masanın diğer tarafında oturan genç adama aynı uygulamayı yaptı. Fakat bunda da yanlış bir durum çıkmayınca, o da iyi günler dileyip masadan uzaklaştı. Çıkışa doğru ilerlerken kısa olan polis uzun olana: -Yanlış ihbar aldık yine, sanırım. -Bu, bu hafta ki kaçıncı yanlış ihbar? Ya
birileri bizimle dalga geçiyor ya da adamlar çok iyi kaçıyorlar. 2 dil polisinin içeri girdiğini gören Caner, Ahmet’i dürterek başıyla polisleri işaret etti. Ahmet ilk başta anlamadı ama sonra yakalarındaki koyu mavi ayırmacı görünce dil polisi olduklarını anladı. Ahmet gayet sakin bir şekilde Caner’e dönerek: -Gazeteleri topla. Türkçeleri Osmanlıca olanların arasına sıkıştır ki görmesinler. Hesabı ödeyip kalkalım, dedi. Caner, Ahmet’in aksine telaşa kapılmıştı. Elleri titreyerek hemen gazeteleri topladı. Ahmet az önce onlara servis yapan garsona değil de diğer garsona bir işaretle hesabı istediğini anlattı. 20 saniye içinde hesap geldi. Polisler hala kimlik taraması yaparken Caner ve Ahmet hızlıca hesabı ödeyip dikkat çekmeyecek kadar sakin ve yavaş bir şekilde kafeden çıktılar. Polis arabalarını da geçip yeterince uzaklaştıktan sonra Caner Ahmet’e dönerek: -Bu sefer de ucuz atlattık, dedi. Ahmet sanki az önce yakalanma tehlikesi atlatmamış gibi yüzüne bir gülümseme yerleştirdi: -Ama bir gün yakalanabiliriz.
-İyi günler, İstanbul Emniyet Müdürlüğü. Size nasıl yardımcı olabilirim? -Alo. Ben Taxim Meydan Kafe’den arıyorum. Burada Türkçe yanlısı 2 zanlı var. Biri beyaz ve sade bir Türkçesi var. Diğeri ise hafif esmer ve diğerinden daha kısa bir adam. Oturdukları masada ise Osmanlıca ve Türkçe karışık gazeteler yayılmış bir şekilde duruyor. -Pekâlâ, adresiniz GPS sistemimizde göründü. Ben size hemen 1 dil polisi ekibi yolluyorum. -Peki, teşekkürler. Hayırlı vazifeler. Tele-ekranın kapatma tuşuna bastıktan sonra vatandaşlık görevini yerine getirmenin verdiği rahatlıkla servise devam etti. 10 dakika sonra içinde 2'şer dil polisinin bulunduğu iki tane, güneş enerjisi ile çalışan yeni nesil polis sunmobil araçları kafe’nin
87
Hey boss bu gümüş
Kimin nesidir,
kamçıyı nasıl
ne iş yapar?
bulacağız?
Adı rapçi adını çağrıştırıyor.
Sadece adını biliyoruz.
Kimdir, ne iş yapar bilmiyoruz ama cehennemde olsa bile bulacağız.
Biz mi arayacağız?
Ne, ha.. Emin misin?
Hayır. Kim peki ?
Hotdog !..
88
89
Hehhe o kirli polis deyimini kimse onun kadar haketmiyordur. Her parmakları her zaman vıcık vıcık yağlıdır. Üstü başı hep ketçap lekeli.
Şapırt, şupurt.
Heyyy salakla avanak, ben bombayı atar atmaz bu tarafa koşun hemen... Ahhh, boğuluyorummm...
Ne, kim kimsin? ne diyorsun?
Ağır adamdır...
Uyandın mı solucan ?
Aghhhh, sen miydin, üstüme çöken bu ağırlıkda nedir diyordum bende.
Hadi ne duruyorsun, koşun...
BOMMMM...
90
91
Bana bak solucan, yağmur mevsimi geçtiğine göre... Kimsin sen? Neden bize yardım ediyorsun?
Benim kim olduğum o kadar önemli değil. O yaratığı asla öldüremezsiniz, onu öldürecek kişiyi bulmam lazım.
İyide biz sana nasıl yardımcı olabiliriz? Kimi aradığını bilmiyoruz ki...
Geldiğin yere, toprağın altına dönmek istemiyorsan...
Hey dur, dur, yavaş ol, tamam.
Hatırladım, bir ablası var aradığının...
Bak Gümüş Kamçı’yı hemen bulmamız lazım, yoksa çok geç olabilir... Avcı yaratıklar çoktan peşine düşmüşlerdir... Benden önce bulurlarsa öldürürler... İyide kim bu Gümüş Kamçı, nerden bileyim ben film yıldızı falan mı?
Senin çok yakından tanıdığın birisi...
Gümüş Kamçı’yı arıyorum...
92
Niye, fan’ımıyım ben?...
93
Nerden tanıyormuşum, yoksa kuaförüm’mü?
Zırrrrnnnn...
Bana bak yağ tulumu, kımıl zararlısı olma, kımılda biraz... Önce o ablasını, sonrada o Gümüş Kamçı’mıdır nedir hemen bul onları... Yoksa sokak köpeklerine seni ziyafet olarak dağıtırım, sayende onlarda hotdog’un tadına bakarlar, anladın mı beni...
Yoksa, yoksa lanet olasıca ev sahibim’mi?
Ne, ne, ne, ne diyorsun sen be?... Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? BENİM KARDEŞİM’Mİ?... Benim zıpçıktı kardeşim, hahaaa dalgamı geçiyorsun benimle...
Aloo, şapırt... Kimsin sen... Ne var...
İnanmazsan bak işte, elimde hiç bir şey yok... Bütün yiyeceğimi sana verdim, sayende ben aç kaldım ama olsun. Sen mutlu oldun ya yeter bana küçük yaramaz...
Birinci bölümün sonu... 94
95
Hasan Nadir DERİN
Sinema
İtalyan Filmleri ile Dolu Bir Hafta Her zaman çok fazla duyurusu yapılamasa ya da medyada çok fazla haber olmasa da altı yıldır Kasım aylarında Ankara’da Çağdaş İtalyan Filmleri ile bir randevumuz oluyor. “Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası”, bu yıl 9-15 Kasım arasında Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlendi. Kimi zaman diğer etkinlikler ile çakışmasından dolayı çok fazla takip edemediğimiz bu etkinliği bu kez baştan sona takip etme fırsatı bulduk. 20102014 yılları arasında çekilmiş 8 İtalyan filminin gösterildiği etkinliğe seyircilerin ilgisi de yüksekti. Belki de altı yılın en yüksek seyirci sayısına bu yıl erişildi. Gelelim filmlere: Mutluluk Sandalyesi (La Sedia Della Felicità): Bu yılki seçki çoğunlukla komedi filmlerinden oluşuyordu. Mutluk Sandalyesi, henüz filmin başındaki bizi maddi sorunları olan iki karakterle tanıştırıyor. Bunlardan biri dövme dükkânı sahibi Dino, diğeri de güzellik salonu sahibi Bruna. Daha o ilk anlarda, bu iki karakterin arasında bir yakınlaşma olacağını hissediyorsunuz. Nitekim Bruna bir hapishanede işini yaparken kollarında ölen bir kadından duyduğu bir hazinenin peşine düşünce Dino’dan yardım almak zorunda kalıyor ve hazine peşindeki bu yolculuk ikiliyi birbirine yaklaştırıyor. İkili, İtalya’nın dört bir tarafına dağılmış 8 sandalyeden birinin içindeki gizli hazineyi bulmak için zorlu bir yolculuğa çıkarken bir yandan da aynı son sözleri duyan bir rahiple de mücadeleye girişirler. Filmin kolay tahmin edilebilir bir yapısı var. Elbette o hazinenin ilk bulunan sandalyede çıkmayacağından eminiz. Hatta sekizinci
96
sandalyeden çıkacağını da eminiz. Önemli olan hazine değil, ikilinin o hazine peşinde yaşadıkları ve bu yolculukta karşılaştıkları karakterler zaten. Senaryoda da imzası bulunun ve ne yazık ki film gösterime girmeden önce vefat eden, yönetmen Carlo Mazzacurati, bolca güldüren bir filme imza atmış. Bunun yanında çok fazla altını çizmeden İtalya’daki (aslında tüm Avrupa’daki) göçmen sorununa da değinmiş. Film biraz ilerledikten sonra fark ediyorsunuz ki sandalyeler hep farklı etnik kimliklerden insanlar arasında dağılmış. Bu sayede İtalya’da kaçak ya da legal olarak yaşayan göçmenlerin de hayatına ufak bir bakış atıyoruz. Her Allahın Günü (Tutti i Santi Giorni): Romantik komedi kalıpları dünyanın her yerinde
aynı aslında. Son yıllarda sinemamızda sıkça gördüğümüz gibi romantik komedilere göre evlilik ve çocuk sahibi olmak bir ilişkinin olmazsa olmazları. Her zaman aynı sırada değil ama. Belki bizim sinemamızda evlenmeden çocuk sahibi olmak isteyen, bunun için doktorların kapılarını aşındıran bir çifti anlatan bir romantik komedi pek mümkün olmazdı ama Her Allahın Günü filmindeki Guido ve Antonia, böyle bir çift. Çiftimiz ilk bakışta birbirlerinden çok farklı görünüyorlar. Guido, daha sakin, daha eğitimli bir adamken, Antonia daha çılgın bir kadın. Film ilerleyip her ikisinin de geçmişleri ortaya çıkmaya başlayınca farklılıkları daha iyi görünüyor ama çok iyi bir ilişkileri var. Belki de farklılıkları birbirlerini tamamlamalarına neden oluyor. Cinsel açıdan da gayet mutlular. Ama “Her Allahın Günü” denemelerine karşın bir türlü çocukları olmuyor. Guido bunu çok dert etmese de Antonia için büyük bir sorun. Filmimiz de bu çocuk yapma çabası üzerinden şekilleniyor. Birbirlerinden farklı tarzları olan doktorlar, her ikisin de aileleri ve Antonia’nın eski sevgilisi işin içine girdikçe olaylar hem karışıyor, her de izlemesi giderek daha keyifli bir hale geliyor. Yönetmen Paolo Virzì ince dokunuşlarla filmi kalburüstü bir romantik komedi haline getirmeyi başarmış. Bu tip filmlerde oyuncular birbirine yakışmazsa inandırıcılık da zedelenir. Guido Caselli ve Federica Victoria Caiozzo gerçekten birbirlerine yakışmışlar. Filmde pek çok şarkı da söyleyen Caiozzo, gerçekte de bir müzisyen ve o şarkıları da kendisi yazmış. Bu müziklerin de filme ayrı bir güzellik kattığını eklemeliyiz. Zurnanın Son Deliği (L’ultima Ruota del Carro): Filmimizin kahramanı Ernesto pek çoğumuzdan çok da farklı bir karakter değil. Çocukluğundan itibaren kendisini babasına kabul ettirmeye çalışıyor, gençlik yıllarında babasının yanında çalışmaya başlıyor, bu yıllarda bir kızdan hoşlanıyor ve onunla evleniyor, çocukları oluyor, farklı işlere girip çıkıyor, artık kendi hayatları üzerinde durmanın zamanı geldiğini düşünüp kendi işini kuruyor ve işler kötü gidince maaşlı bir işe başlıyor. Yönetmen Giovanni Veronesi, Ernesto’nun
yıllara yayılan hikâyesini iyi oyunculuklardan da destek alarak sürprizsiz ama keyifle izlenecek şekilde anlatmayı başarmış. Filmin en önemli özelliklerinden biri ise arka plana İtalya’nın yakın tarihinden önemli olayları ustalıkla yedirmesi. Kimi zaman televizyondan takip ettikleri olayların bazen de tam içinde yer alan karakterlerimiz, bu sayede yakın geçmişe de kısa bir bakış atmamızı sağlıyor.
İnsan Faktörü (La Variabile Umana): İnsan Faktörü, sekiz filmlik seçki içinde komedi unsurları olmayan az sayıdaki filmlerden biriydi. Polisiye türüne dâhil edebileceğimiz film, bu tür içinde de farklı bir yerde duruyor. Ortada genç kızlara düşkün, zengin bir adamın öldürülmesi ve bu olayı inceleyen bir polis dedektifi var ama yönetmen Bruno Oliviero, polisiye olaydan çok dedektifin psikolojik hali üzerine odaklanmayı seçmiş. Cinayetin olduğu gece dedektifin kızının, arkadaşları ile birlikte ellerinde silahla yakalanmaları da işi farklı bir boyuta taşıyor. İşinden bıkmış dedektif Monaco’nu üzerindeki baskı, iki olayın giderek birbiri ile kesişmeye başlamasıyla giderek artıyor.
97
Filmin en iyi unsurunun başarılı oyunculuklar olduğunu söylememiz gerekli. Pek çok filmden tanıdığımız Silvio Orlando, abartısız oyunculuğu ile ele aldığı karakteri yansıtmak konusunda çok başarılı. Kızını canlandıran Alice Raffaelli de ilk oyunculuk denemesi olmasına rağmen onun karşısında perdeyi doldurmayı başarmış. Yönetmen Oliviero’nun farklı bir polisiye denemesi yapmak istediği anlaşılıyor, doğrusu iyi de bir atmosfer yaratmış ama zaman zaman hikâyeyi fazlaca boşlamış gözüküyor. Temponun zaman zaman çok düşmesi bir yana, finale doğru sürpriz gibi karşımıza sunulan olayları çok önceden anlayınca o final fazlaca uzun bir hale geliyor. Günaydın Babacığım (Buongiorno Papà): 40 yaşına yaklaşan Andrea, hâlâ gençlik hevesinde bir adamdır. Her gece başka bir kadınla beraber olur, gençlerin gittiği mekânlara takılıp, bir bekâr evinde yıllardır arkadaşı olan Paolo ile birlikte yaşar. İyi de bir işi vardır. Filmlere ürün yerleştirme ile ilgilenmektedir ve bu işten iyi de para kazanır, saygı görür. Ama bir gün kapısına genç bir kızın dayanması ile hayatı alt üst olur. Layla adındaki bu genç kız onun kızı olduğunu iddia etmektedir. Annesi öldükten sonra babasını aramaya gelmiştir. Üstelik yalnız da değildir. Dedesi Enzo da onunla birliktedir. Enzo öyle bildiğimiz dedelerden de değildir üstelik. Eski toprak bir rockçı olan Enzo, nevi şahsına münhasır bir kişiliktir. Bu karşılaşmadan sonra Andrea, kendi anne-babasının ilişkilerinden sorunların da farkına varır, bir yandan da işinde sorunlar yaşamaya başlar. Günaydın Babacığım seçkinin belki de en keyifli filmiydi. Çok önemli bir film olmasa da başarılı bir kendini iyi hisset filmi olduğunu söylemek lazım. Finalde her biri bambaşka sorunlarla uğraşan her karakterlerin mutluluğu bulacaklarını, hayatlarını bir düzene sokacaklarını tahmin etmek zor değildi. Esasen az sayıda salonda gösterime girse belli bir seyirci de toplayabilecek bir filmmiş. Bu arada Layla karakterini canlandıran genç oyuncu, Rosabell Laurenti Sellers bir yerden tanıdık geldi bana, nerede görmüşüm acaba derseniz Game of Thrones’un geçen sezonunu bir düşünün demek isterim. İnanıyorduk (Noi Credevamo): İşte seçkinin en zor filmi. Zaten 170 dakikalık süresi
98
ile bir tedirginlik yaratıyordu (ki izlediğimiz kopya biraz daha uzundu sanırım), bir de İtalyan tarihine özel bir ilgi gerektirince böyle bir ilgi alanı olmayan seyirciyi fazlasıyla yordu. 1828 ayaklanmaları sonrası üç arkadaşın kişisel yolculuklarını takip ettiğimiz film, hikâyesini 1861 yılında, bugün anladığımız anlamdaki İtalya’nın kurulmasına kadar taşıyor (filmin bu tarihin 150. yıldönümünde yapıldığını ekleyelim). Film her ne kadar doğrudan gerçek karakterler üzerinden ilerlemese de arka planda gerçek olaylar gelişiyor. Aralarda da gerçek karakterler hikâyeye dâhil olup çıkıyorlar. Yönetmen Mario Martone, senaryosuna da katkıda bulunduğu bu roman uyarlamasında ülkesi için önemli olan bir dönemi anlatırken epik bir film ortaya çıkarmaya çalışmış. Başarısız olduğunu söylemek mümkün değil ama belli ki kısıtlı bir seyirci kitlesine hitap eden bir film. Tanrının Merhameti (In Grazia di Dio): İtalya’nın güney bölgesi ekonomik açıdan daha fazla sorun yaşayan bölgesi olarak görülür. Ekonomik krizden en çok etkilenen bölge de burasıdır. Tanrının Merhameti, bölgedeki fabrikalardan birinin kapanması sonrasında ellerindeki her şeyi kaybetme riskini yaşayan dört kadının hikâyesi. Her ne kadar birbirlerinden çok farklı olsalar da
birbirlerine verdikleri destekle zor günleri atlatmaya çalışacaklardır. Edoardo Winspeare’nin filmi için ana karakterlerine bakınca bir kadın filmi demek mümkün ama aynı zamanda bir işçi filmi de denebilir. Hatta Ken Loach’ın seveceği bir film olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Yine de 127 dakikalık süresi biraz kısaltılabilirdi. Benden Uzak Dur (Stai Lontana da Me): Jacopo, mesleğinde başarılı bir ilişki terapistidir. En zor durumdaki ilişkileri bile adam etmeyi başarır. Mesleğe daha küçükken anne-babasını ayrılmaktan vazgeçirerek başlamıştır. Ama kendisi kadınlarla ilişkilerine bir türlü başarılı olamaz. Birlikte olduğu kadınların başına sürekli bir takım felaketler gelmektedir. Bunun üzerine küçükken lanetlendiğine inanır ve kendisini kadınlardan uzak tutmaya başlar. Karşısına gerçekten hoşlandığı Sara çıkıncaya kadar elbette. Filmin başındaki Jacopo’nun kadınlarla ilişkilerini anlatan flashback sahnelerinde bir anda bu filmi izledim ben dedim. Film ilerledikçe, evet izledim ama başka oyuncularla demeye başladım. Film bittiğinde bu filmin bir Fransız versiyonu da olduğundan ve daha önce onu izlediğimden emindim. Gerçekten de bu film, 2011 yılında bizde de Aşka Şans Ver adıyla gösterime giren Fransız filmi La Chance de ma Vie’nin yeniden çevrimiymiş. Her ne kadar bu film de zaman zaman kahkahalarla güldürecek kadar eğlenceli olsa da orijinali, başroldeki Virginie Efira’nın da etkisiyle daha
başarılı bir yapımdı. Yine de her iki filmi de eğlenceli bir romantik komedi izlemek isteyenlere tavsiye ederim. İşte bu yılki Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası’nda izlediğimiz filmler bunlardı. Genellikle iddiasız ama hoş filmlerdi. Önümüzdeki yıllarda da devamını beklediğimiz bir etkinlik olarak aklımızda kaldı. Ancak Çağdaş Sanatlar Merkezi’ne bir eleştirimi iletmeden geçemeyeceğim. Bu tip etkinliklerin takipçisi sinemaseverler, filmin sonundaki yazıları sonuna kadar izlemek isterler. Daha yazıların başında ekranı kapatmak doğru bir davranış değil. Umarım ilerde buna daha fazla dikkat edilir.
99
100