Gölge e dergi haziran 2013 sayı 69

Page 1

Haziran 2013

Say覺 69


İÇİNDEKİLER 04-05 Haberler-Gölge'de Kitap Okumak 06-07 Haberler-3. İstanbulles Çizgi Roman Festivali 08-11 Haberler-Bir İmza Gününden Arta Kalanlar 12-21 Çizgi Roman -Karabasan-Damlalar 22-25 Öykü- Sınırlara Giden Yol 26-28 Reportaj-Levent CANTEK 29-34 Çizgi Roman -Zombi Günlükleri 35-40 Öykü - Ölüm "ALO"su 41-47 Film Kritik- Angel Heart ve Şeytan ve de biraz da Voodoo 48-50 Öykü - Cehennemden Çıkan Zenci 51-54 Çizgi Roman -Baltlar 55 Öykü- Ökse Otu 56-63 Edebiyat- (Bir Kahraman Yaratmak) Elif HUNAŞAMGİL 64-67 Öykü - Şizofrennie 68-69 Çizgi Roman İnceleme-Gurmelerle Çizgi Roman Chew (Çigneme) 70-75 Çizgi Roman -Kagan 76-79 Öykü- Ukte 80 Kitaplık- Mehmet Emin Sevinç Sirrami Gerçeklerle arası iyi olmayan edebiyat fanzini Marşandiz’in, Mayıs-Haziran 2013 tarihli ilk sayısı çıktı. 81-83 Öykü - Taxidermist 84-86 Çizgi Roman - Diabolik 87-94 Öykü - Annem Geliyor 95-102 Çizgi Roman- Salamander 103-108 Öykü - Cleyton Mezarlığı 109-125 Sinema- Uçan Süpürge Üzerinde Yedi Gün 126 Haberler-İzmir'de Film Analizi Seminerleri Başlıyor 127-136 Röportaj- Bir Kadını Öldürmek-Sibel ATASOY 138 Pinup

Wuthering Heights (1992)

69.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Yıldıray ÇINAR Pinup: Enver Gökhan ALTUN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

Merhaba Yeni bir ay, yeni bir sayı ile bir kez daha birlikteyiz. Haziran malum tatil aylarının başlangıcı, bu sayımız da tam bir tatil sayısı oldu. Geçtiğimiz sayılarımız da genel olarak edebiyat ağırlıklıydı, bu sayımızda çizgi roman ağırlıklı oldu, çizgi roman sevenler için keyifle okunacak bir sayı. Önümüzdeki sayılarda tekrar görüşmek dileğiyle. İyi okumalar. Gölge e-Dergi Editörü Mehmet Kaan SEVİNÇ

3


Haberler

Gölge’de Kitap Okumak Ben şanslı bir kişiyim, çocukluğum da ağaç tepelerinde dolaştım, Tarzan misali daldan dala uçtum, meyveleri ağacın dalından koparıp yedim . Ağacın gölgesinde oturup, kitap okudum, çizgi roman okudum… Bundan müthiş bir keyif aldığım için de bende alışkanlık yaptı, on sene öncesine kadar bulabildiğim bahçeli evlerde oturdum, evin bacasının tütmesi, çatısının akması hiç önemli değildi, yeterki bahçesin de tek bir tane ağaç bulunsun. Çocukluğumda oturduğumuz sokağın adı ‘’Çiçek Sokak’’tı, çevre sokakların adı da genel de çiçek ve ağaç adlarından oluşuyordu. Yasemin Sokak, Gül Sokak, Çam Sokak, Akasya Sokak vs. Evlerin yada o dönemlerde yeni yapılmaya başlayan en fazla dört katlı apartmanların hepsinin bahçesi vardı, top oynadığımız boş arsalar vardı, okul olarak pikniğe gittiğimiz ağaçlıklı alanlar vardı. Artık hiç biri yok. İstanbul’daki çarpık ve plansız yapılanma yeşil alanları bitirdi, buldukları her boş arsaya apartmanlar diktiler, belediyeler ağaçlık alanlara imar izni vermediği için ağaçların diplerine asit döküp çürüttüler, hemen ardından da bu alanlara binaları doldurdular. Sonra da birkaç küçük ağacın ve birkaç çalının bulunduğu küçücük yeşil alanlara utanmadan, sıkılmadan ‘’Park’’ adını verip belediye başkanlarına şaşalı törenlerle açılış yaptırdılar. Taksim‘de çalıştığım dönemlerde güzel havalarda öğlen tatilinde, iş çıkışında Gezi Parkı’ndaki bir ağacın altına oturup elimdeki sandviçi kemirirken, çantamda bulunan bir kitap, çizgi roman ya da mizah dergisini okumaktan keyif aldım. Taksim Gezi Parkı, arkadaşlarımızla buluşma noktamız oldu, sevgililerimizle el ele tutuşup flört etme mekanımız oldu, yorulduğumuzda dinlenme alanımız, yazın sıcaklarında ağaçların gölgesi sığınağımız oldu. İstanbul’da yaşayıp Taksim Gezi Parkı'ndan yolu geçmemiş olan, küçük de olsa bir anısı olmayan varmıdır acaba? Taksim Gezi Parkı Milletindir, bugün bizimdir, yarın çocuklarımızın, gelecekte torunlarımızın olacaktır. Yazıktır, kıymayın efendiler, betonlaştırmayın, ranta peşkeş çekmeyin, bırakın olduğu gibi kalsın, ağaçlarımıza dokunmayın, yeşilimizi yok etmeyin. Hani hepimiz müslümandık, islamın peygamberi Muhammed Mustafa’nın "Kıyamet koparken bile elinizde bir fidan varsa onu dikin" lafını ne çabuk unuttuk. Hani muhafazakardık, Osmanlı’nın torunlarıydık, bir çağ kapatıp yeni bir çağ açan İstanbul'un Fatihi Sultan 2. Mehmet Han’ın "Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim" lafzını ne çabuk unuttuk. Hani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatlarıydık, ’’bir ağacı kesmektense koskoca bir köşkün yerini değiştirttiğini" ne çabuk unuttuk. Ben, biz, bizler kitabımızı Avm’nin klimalarından gelen serinlik yerine, bir ağaç gölgesinin serinliğinde oturup okumak istiyoruz . Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam; paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak. Mehmet Kaan SEVİNÇ

4

5


Haberler

Haberler

3. İstanbulles Çizgi Roman Festivali

Bu sene üçüncüsü düzenlenen İstanbulles Festivali 29-30 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşti. Mekan Fransız Kültür Merkezi’ydi ve son derece büyük ilgi gördü. 29 Mayıs, Çarşamba Spirou sergisi açılışıyla başlayan festivalde Belçika ve Fransa Büyükelçilerinin konuşmasının ardından sözü festivalin organizatörü DidierPasamonik aldı. Fransa çizgi romanıyla Türk çizgi romanı arasında köprü kurma isteğini dile getiren, Pasamonik, Spirou, sergi ve ÇROP ortaklığıyla gerçekleşen “Spirou Çizgi Roman Yarışması” bilgisini konuklarla paylaştı. Bunun üzerine sergi ziyaretçileri Merve Gültekin, Mert Yıldırım, Erkin Ergin, Rasim Abay ile Mehmet Kaan Sevinç’in sergilenmeye hak kazandıkları eserlere yönelerek bol bol fotoğraflarını çekti. Sergi salonunda yer alan TUDEM - YKY ortak standı sergi sırasında Spirou ve Marsupilami ile tanışmak isteyenlere hizmet etti. 30 Mayıs, Perşembe festivalin ilk paneli gerçekleşti. Dupuis yayınevi editörü yazar Bocquet ile çizer Catel’in katılımıyla gerçekleşen panelde konu “Montparnasse’li Kiki” adlı grafik noveldi. İki sanatçının ortak yaratısı olan grafik novele geçmeden önce kendilerini tanıtan ikili daha sonra tanışma hikayelerini ve önceki

çalışma bilgilerini paylaştılar ziyaretçilerle. Daha sonra Kiki’ye geçen ikili 1920’li yıllarda modellik yapan ve o dönemde kadın olmanın zorluklarına direnen, direnirken de kadınlığından utanmadan mücadele eden Kiki’ninhikayesini aktardılar. Tesadüfen indirimli kitap raflarında Kiki’nin günlüğünü bulan, okuyunca da etkilen Bocquet’in bu yaşam hikayesini çizgi romana aktarmak istemesi, bu istekle Catel’e çizmesini teklif etmesi çizgi romanın vücuda gelmesini sağlamış. Tabii bu süreçte ciddi bir araştırma yapılmış, biyografik bir çalışma olduğundan gerçek mekanlar model olarak kullanılmış. Bugün Türkçesi de bulunan eserden sonra ikili 1791 yılında, Fransız İhtilalinden iki yıl sonra, düşünceleriyle ön plana çıkan Olympe de Gouges adlı kadın yazar-filozofun hayatını konu alan çizgi romanı hazırlamışlar. Çizgi romana konu edilme sebebi de dönemine göre aykırı, dönemine göre sakıncalı, günümüze göreyse neredeyse normal, aslında ilerici olması sebep olmuştur. “Erkeklerin Hakları Deklarasyonu”na karşı “Kadınların Hakları Deklarasyonu”nu kaleme alan, özgürce cinsel ilişki yaşayan, kadın ve erkeklerin eşit olduklarını savunan, bu yüzden de “isterik deli” olarak damgalanan Olympe giyotinle idam edilmiştir… Bu panelin ardından kısa bir ara verildi. Bocquet ile Catel kitaplarını imzalamak üzere fuayede yerlerini alırken ikinci panelin hazırlıkları başlamış, Ege Görgün, Mehmet Kaan Sevinç ve Ümit Kireççi yerlerini almıştır. “Türkiye’de Çizgi roman Haberciliği ve Sorunları” konulu panelle birlikte çizgi roman haberciliği, bu haberciliğin işlevi, eksikleri, habercilerinin konumları, başta yayınevleri olmak üzere editör, çevirmen, sanatçı ve işletmecilerle yaşanan sıkıntıları bu panelde masaya yatırıldı. Ege Görgün, popüler sanatlar ekseninde konuyu ele alırken Mehmet Kaan Sevinç, çizgi roman geleneğimiz ve okurun konumunu geçmişle günümüz arasındaki farklar üzerinden değerlendirdi. Ümit Kireççi ise çizgi roman haberciliğinin yayınevlerinin oluşma aşamalarındaki eksiklerden dolayı nasıl gelişmediğini, iletişim eksikliğinden dolayı

6

7


Haberler

Haberler

güdük kaldığını, yayıncılık sektörünün profesyonelleşmemesinden dolayı sistem kuramadığına dikkat çekti. Haberciliğin diğer sanatlarda o alanın editörü, yazarı, sanatçısı, çevirmeni tarafından yaratıldığını vurgulayan, Kireççi, çizgi roman sektörümüzde donanımlı çalışanlarının olmadığının da altını çizdi. Çizgi roman okurlarımızın da diğer sanat dallarındaki okur-izleyicisinden farklı olarak kendini yetiştirmemesinin yazar veya haberci doğmamasında olumsuz katkısı olduğu saptamasını yaptı. Forumlara sıkışmış bir dedikodu – sohbet tarzının ciddi haberciliğe tercih edilmesi de ortak olarak saptanan bir başka konuydu. Panelin ardından ÇROP’un etkinlik sponsoruMasqueradeNightClub’ın ikramları ve içecekleri eşliğinde kısa bir mola ve sohbet arası verildi. Ardından da 4. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri töreni başladı. FRPNet, Gölge e-Dergi ve ÇROP sponsorluğunda hazırlanan plaketlerle belgeler sahiplerine takdim edildi. Eğlenceli ve bol kahkahalı geçen

8

törenin ardından koridora, fuayeye ve kültür merkezi bahçesine uzanan sohbet ortamı neredeyse tören kadar uzun sürdü. 1 Haziran, Cumartesi günüyse festival programında yer alan bir buluşma gerçekleşti Taksim’deki olaylardan ötürü Beşiktaş’a kaydırılan toplantıda Dupuis editörü Bocquet, ÇROP aracılığıyla birçok türk yazar ve çizerle tanıştı. Toplantının hedefi Fransa-Belçika’da çizebilecek veya yazabilecek sanatçıları tespit etmek, olmadı projelerini satın alarak onları hayata geçirmekti. Özellikle Gezi Parkı direnişinin etkisiyle bazı sanatçıların katılamadığı toplantıda A.Gökhan Gültekin, Bülent Arabacıoğlu, Devrim Kunter, Emre Çıldır, Erinç Kaan Selçuk, Kutsi Akıllı, Mehmet Ersoy, Mehmet Günay Ercan, Mertville, Meryem Çimen, Murat Bozkurt, Necmi Yalçın, Sibel Bozkurt, Ümit Kireççi hazır bulundular. Editör çizerler görüşmesinin ardından hep beraber Gezi Parkı’ndaki direnişe destek vermek için Taksim’e doğru yola çıktılar. Kısaca bu şekilde özetlenebilecek 3. İstanbulles Çizgi Roman Festivali özellikle hafta içine denk gelen programı sebebiyle belli oranda katılımcısından oldu dense yalan olmaz. Belki de festivalin tek kusuru da buydu. Festival, olaylar ve hafta içine denk gelen programa rağmen kalabalık bir katılımla gerçekleşti. Bu nedenledir ki bir aksilik olmazsa “Şirinler”li olacak dördüncü çizgi roman festivali bu olumsuzluklara rağmen daha renkli geçecek gibi görünüyor.

9


Haberler

Haberler

Bir İmza Gününden Arta Kalanlar…

Nereden nereye? Bizim zamanımızda bakkallarda ya da gazete bayilerinde satılan, genelde ailelerden gizli okunan, annelerimizin her fırsat bulduğunda çöpe attığı çizgi roman bugün için göreceli de olsa hak ettiği yeri bulmaya başladı. Göreceli de olsa diyorum çünkü bir Türk’ün senede ortalama altı saat kitap okuduğu gerçeğini göz önüne alırsak, çizgi roman ne kadar okunuyor varın siz düşünün! Aslında bunu sağlayan biraz da her şeye rağmen çizgi roman okuma azmini kaybetmeyen bizim kuşağımız, yani 4060 yaş arası biz büyümeyen çocuklar. Pes etmedik okuduk ve savunduk ve de tanıdığımız bütün çocuklara bu sevgiyi aşılamak için elimizden geleni yaptık. Ve ben Zeynep Bayraktar, 4 Mayıs 2013 günü hayatımın şaşkınlığını ve mutluluğunu yaşadım. Aslında çok da şaşırmamam lazımdı çünkü biz çizgi severler daha önce Enki Bilal, İvo Milazzo gibi değerli çizerleri de ülkemizde görme şansı bulduk. Ama bu sefer farklıydı, bu sefer ikisi bizden üç değerli çizer İstanbul-Kadıköy’de düzenlenen imza günü için Büyülü Dükkân’a geldiler. Kimler mi? Ivan Reis – Konuklara öncelik vermek lazım. Brezilyalı bir çizgi roman sanatçısı olan konuğumuz Amerika’da sanat hayatını sürdürüyor. Çizim şekli Alan Davis ve Neal Adams’a benzetilen sanatçı Captain Marvel, DC Comics ve Green Lantern gibi çalışmaların içinde yer aldı. Mahmud Asrar – 1976 Ankara doğumlu bu kişi, biz azimli çizgi severleri gururlandıran biri. Çapa Çizgi Roman Grubu’nun kurucuları arasında yer alan bu sanatçı, Melek ve Pırılkız gibi yeni dönem çizgi romanların altına imzasını atmıştır. Amerika’da İmage Comics için çalışan gururumuz halen de Amerika’da çalışmalarına devam etmektedir. Yıldıray Çınar – Bir Ankara 1976 doğumlu daha. Havasından suyundan galiba Ankara verimli gözüküyor. Yıldıray Çınar da Mahmud Asrar gibi Çapa Çizgi Roman Grubu Kurucuları’nın arasındadır. Karabasan, İman Limited gibi çalışmaları vardır. 2007’den bu yana İmage Comics firması tarafından basılan Noble Causes Dergisi’nin çizerliğini yapmaktadır.

10

Bu üç güzel insan o gün bu ülke için yoğun sayılacak bir ilgiyle karşılandılar. Başka şehirlerden gelen çizgi severler vardı. İtalyan Ekolü’nü seven biri olarak sırf benim ülkemden çıkmış bu genç insanları görmek için ben de imza gününe gittim. Nasıl bir kalabalık nasıl bir coşkuyla bekleyen aydınlık yüzler. Saat dört diye duyurulan imza günü Mahmud Asrar’ın geçirdiği hafif bir rahatsızlık yüzünden yarım saat geç başladı ama bekleyen çizgi dostları için bu sorun olmadı. Ve sonra beklenen üçlü geldi. Orada profesyonelliği gördüm; gelenler sadece kitap imzalatmıyorlardı. Yanlarında getirdikleri boş kâğıtlara kendileri için imzalı çizimler de çizdiriyorlardı. Ne bir şikâyet ne bir yorgunluk belirtisi ne de bir sıkkınlık göstermeden herkesi memnun ettiler. Gün bittiğinde onların enerjisi ve güler yüzü hâlâ devam ediyordu. Kalabalıktan nefes alamayan ben sık sık çıkıp hava almak zorunda kaldım. Ama her şeye değen çok güzel bir gündü. İşin daha da güzel yanı 4 Mayıs’ın 2002 senesinden bu yana Amerika’da başka bir anlamı daha olması. Free Comics Book Day, Amerika’da bütün çizgi roman mağazalarında gerçekleşen bir uygulama. O gün okuyuculara parasız olarak çizgi roman veriliyor ve bunun getirisi yeni çizgi severler oluyor. Bizde düzenlenen bu imza gününün o güne denk gelmesi bir tesadüftü belki ama tam bir hafta sonra (gecikmeli de olsa) Büyülü Dükkân da benzer bir etkinlik düzenledi ve kitap alan okuyucularına birer çizgi roman hediye etti. Anlayacağınız dostlar keyifli iki hafta sonu üst üste geldi. Umarım ülke olarak daha çok okuyan ve daha çok düşünen bireylerin çoğaldığı bir yer oluruz. Son sözüm değişmeyecek. Lütfen kitap okuyun, çocuklarınıza okutun; en çoksatar kitap bile televizyon izlemekten daha iyidir. Herkese çok kitaplı bir ay daha diliyorum. Zeynep Bayraktar nam-ı diğer Pandora1972

11


12

13


14

15


16

17


18

19


20

21


Öykü

Sınırlara Giden Yol Bir zamanlar varlığına dair kendini inandırdığı yer ile şu an baktığı yerin birbiri ile hiçbir yakınlığı yoktu. Şehir cıvıl cıvıldı. Her yerinden hayat fışkırmaktaydı. Rengârenk oyunlarla, uçuk kaçık gösterileriyle eğlence dolu, içine girdiğinizde zamanı sizden söküp alacak şaşaalı bir karnaval yeriydi burası. Ve insanlar karnavallarda normal hayatta kavuşamayacakları maskelerine bürünür, kimi şeyleri unutur, hiçbir şey yokmuş gibi davranırdı. Karnavallar bu yüzden vardı. Peki ya baktığı, bakmakla kalmayarak içinden akıp gittiği bu şehir? Gördüğü onca şey? Şu bir taraftaki, göğe elini uzatış gibi duran kubbeler ve çevrelerindeki binaların ışıltısı. Ya da şehrin diğer ucundaki, uzaya ses ve ışık huzmesi saçan sonsuz uzunluktaki cadde. Her yerden gelen sesler, otomobil homurtuları, bağrışanlar. Kendisi de oradayken karşılaştığı insanlar, karnavala gerçekten eğlenmeye mi gelmişti? Yoksa tüm gördükleri, ortada başka bir seçenek olmadığı ortak bilincin birer ürünü müydü? Onları kendine empoze eden bir şey olunca insan neye dönüşürdü? Hayat insan merkezli değilse, kalıcı olan şey neydi? Yapılan tüm eylemler neye dönüşürdü? Tüm o heybetine karşın şehrin verdiği tek yanıt suskunluk oldu. Tüm o gürültüsüne karşın. Belki de bu onun ihtişamı bunda yatıyordu. “Ne kadar önemli şeyler oluyor, biliyor musun?” demişti adam. “Ne kadar mühim tercihler yaptığımızı.” Uzun pardösülü, fötr şapkalı, sivri burunlu adam yutkunmuş, başını başka bir yöne çevirmişti. Uzun saçları şapkasının altından omuzlarına iniyordu. “En büyük kaçış aslında en büyük tercihtir,” diye de devam etmişti. “Ve en büyük kaçış kesinlikle bir güçsüzlük değildir. Tercih cevaplar arasında bir seçimken, asıl yüzleşme en zor tercihtir. Çünkü bize normal gelen kaçış, işlevsiz bir tercihtir. Seni cevherinden kopan şeyle buluşturacak tercihse, kendinden aslolduğuna doğru kaçıştır.” Özgür şehrin ritimsizce titreyen ışıklarına dalgınca bakmış, buna karşın şehir olağan gürültülü halini bozmamıştı. “İnsanlara öğretildi ki, ruhu geri alacak kişi, onu veren kişidir. Güzel, ama yetersiz. Direnmek, dayanmak en büyük erdem kabul edilmişken, vazgeçmek kararlılığı hep unutuldu. Çünkü vazgeçme kararı da bir erdemdir ve bu da bir dayanıklılık gerektirir. Aldığın kararın arkasında durma dayanıklılığı.” Solgun yüzü bir makyajdan ibaretmiş gibi görünen pardösülü adam gözlerini kısarak susmuştu. Rüzgârla sallanan pelerini andıran pardösünün altındaki bedeni hareketsizdi. Şimdi, ikisi de konuşmadan ileriye bakmaktaydı. Kaçışı imkânsız bir çığ gibi karanlık, tüm hafifliğine, dinginliğine karşın şehrin üstüne bir veba gibi çökmüş, her yönüne sinmişti. “Vazgeçmek ne demek nereden biliyorsun ki?” dedi sonunda Özgür. “Nereden bilebilirsin? Hiçbir şey yolunda gitmiyor. Düzelmeyecek de.” “Kaçmanın sihri bu.” Adam bunu demesini bekliyormuş gibi mistik bir hareketle elini Özgür’e doğru kaldırdı. “Hiçbir keyfi tercih seni zorlamaz. Hiçbir kolaylık da seni güçlendirmez. En zor tercih, şartların en lehine olduğu zaman onları bırakma uğruna yaptığın tercihtir. Çünkü alışkın olduğun ya da öngördüğün koşulları seçmek, sana geçmiş tecrübelerinin tekrarından fazlasını vermez. O bir seçim değil, sıradan bir tercihtir. Asıl tercihse zifiri karanlığı yegâne sığınağın olarak gördüğün, uzun olduğunu bildiğin yolculuktur.

22

23


Öykü

Öykü

Aslında neyden kaçtığını biliyorsundur. Ama kendine söylemiyorsundur. Buradayken her şey duymak istediklerin kadardır. “Hiçbir seçim sana ait değildir. Senin de değildir. Senin olan, onu bedele ya da gidişata dönüştürme tercihidir.” Özgür bezgince “Seni anlamıyorum,” dedi. Yere baktı. Sonra bakışları bir an kalkarak gizemli huzmelerine döndü. Gözlerinde hiçbir mana, hiçbir duygu yoktu. Onu gören biri dünyanın en düşünceli insanı olduğunu zannedebilirdi. Oysa o bir şeyler üzerine düşünmeyi çoktan bırakmıştı. Şehir onu kucaklamak için ellerini açmış, bekliyordu. Bakıştılar. Göz göze geldiler; defalarca kez. Her şey o kadar yakın, o kadar olasıydı ki. “Kaybedecek bir şey yok,” dedi. Pardösülü adam ılımlı bir tonda “Hiçbir zaman olmayacak,” diye cevap verdi. Özgür adama döndü. Bir yumruk birden içine oturmuştu. “Nereden biliyorsun?” diye çıkıştı. “Benim ne yaşadığımı nereden biliyorsun?” Birden kabarmış öfkesiyle nefes nefese kalmıştı. Daha da söyleyecekti ancak kendini tuttu. Konuşmadı. Sevdiği insanların her günkü ölümünden, yalnızlığa itilişinden, boğucu çaresizliğinden, kuruyarak olduğu yere düşmüş bir bitki gibi cansızlaşmış gelecek umutlarından… Anlaşılmamaktan, anlamamaktan, sorunlardan, onlardan kurtulamamaktan… Bahsetmedi. Güçsüz olduğunu belli etmedi. Gördüğü yemyeşil vadi sadece rüyalarında kalmıştı. Öteye geçememişti. Bu hayatın limitleri bu hayatın kendisinden çıktığı için, onun verdiği kadarıyla geçerli olan bir sınırsızlıktı. Netice olarak özgürlük sadece ruhu okşayan, ona şefkat gösteren bir kavramdı, o kadar. Sınırlar üzerinde bir tek hayatın kendisi hak iddia edebilirdi. Her şeyin önceden belli olduğu bir dünyada hayaller de tek kaçış, kaçışa empoze eden şeyler olamaz mıydı? Pardösülü adam ileriye bakmayı sürdürdü. Yine de Özgür’ün sessizce ağladığını görmeye gerek yoktu. Belki de, çaresizlikle. Genç adamın ıslak yüzü cansız parlaklığa dönükken, her zamanki karanlığa karşın gözyaşlarına ilk defa biri tanıklık ediyordu. “Unuttuğun bir şey var: Esas tercih, geri dönüşü olmadığını bildiğin tercihtir. Zira özgürlük, hiçbir şeye sahip olmamanın önünde açmış olduğu ufuktur. O, daha önce hiç görmediğin kadar berraktır. Bu berraklık seni bugüne değin sarmış yalancı parıltılardan ayrıştırır. Sınırlar, onu var eden şeylere olan bakışın değiştiği zaman değişecektir.” Özgür’ün gördüğü tek şey karanlığa sinmiş renkli oyunlardı. Her yerden çıkan bir sürü, sadece zihni oyalayan şeyler. Soğuk bir ifadeyle “Ama yine de sınır, sınırdır, değil mi?” diye sordu. “Değişse ne fark eder?” “Önemli olan şey sınırsızlık mı sanıyorsun?” Pardösülü adam Özgür’e yaklaşmıştı. “Kendini görmedikten, bilmedikten sonra, imkân dediğin şey nedir ki? Ayrımın eşiğine gelmiş insan kendini en net gören insandır. Onun aynası korkularıdır. Çaresizliğidir. Seçeceğin karanlıktaki yalnızlığın, korkularının ruhunda bıraktığı ıssızlık dalgalarıdır. Çünkü karanlıkta her şeyle, kendinle bile baş başasındır. Korkunun aynalarında sihir yoktur. Yalan yoktur. Onların tek yansıttığı şey, hakikatin senden kopan parıltısıdır. Sen artık başka bir acıyla kıvranıyorsundur. Bu, uyanışınla içine girdiğin yeni bir savaşımdır. Çevreni artık bununla görür, bununla yorumlarsın. Bu, kendini görmenle başlar. Kendini görmenle de biter.” Parıltı? Hayır. Ama baş başaydı. Evet. Hayatı boyunca şu cevher sandığı mezarlıkta başından beri kendi başınaydı. Özgür bir kez daha şehrin cansız parıltılarına dönmüştü. Burası aslında sığınaktı. Korkakların cenneti, savaşanlarınsa bir zamanlar ruhlarından yükselen umutla yeşermiş, artık bozulmuş bir diyar.

“Bugüne kadar en büyük vazgeçişler hep zayıflık, zaaf olarak görüldü. Düşünüldü. Ona böyle değersizlikler layık görüldü. Lakin her şeyden vazgeçiş aslında her şeyi kabul ediştir. Görüp geçirdiğin tüm haksızlıklardan bertaraf olmakken, tüm güzellikleri de bağışlayışındır. Kötülüklere merhamet, gönle güzellik olmaktır. Sonsuz bir kabuldür bu; seni ıslaha yöneltirken talep seni o yolda ilerletir. Ama bir şartla: Niyet. Vazgeçen ama bunu kendi kararlılığıyla yapan kişi, aynı zamanda kendi arayışının talebesi olmuş kişidir. Nihayetinde haz ve talep etme arzusu işte burada birleşmiştir. En büyük feda yeniden çıktığın, bu sefer bir başına olduğun yoldur.” Pardösülü adam cümlesi bittikten sonra sustu, daha sonra ekledi: “Ve bunlar o ayrımdayken kendini görmenle, kendinde ne gördüğünle başlar.” Diyar. Hoşuna gitmişti. Peki, Özgür o diyarın nesi olacaktı? Kölesi, efendisi, sakini mi? Yoksa savaşçısı mı? “Son, sadece onu arayana kendini gösterir. Kişi, aslını orada görür. Son, sınırsızlığın verdiği algısızlığı ona kucak açana verir. Sonu kabul etmiş kişinin geçmişi kalmamıştır. Çıkmazları da. Günlük kavgaları da. Çilekeş hali de. Sonun dehlizlerine ulaştığı zaman çoktan bir başına kalmıştır. Hem de her şeyiyle. Geçmişiyle, geleceğiyle. Olanıyla, olmayanıyla. Çaresizliğiyle, sevinciyle. Tüm ışıklarıyla, tüm gölgeleriyle.” Şehrin ışıkları birleşmiş, bir kalp gibi parlayıp sönüyordu. O parıltıyı oluşturan her huzme bir hayattı. Bir başlangıç ve son çizgisiydi. Hepsi ayrı birer hikâyeydi. Hepsi tek bir hikâyeye dönüşüyordu. “Son, gitmekle varılan bir yer değildir. O seni bulur. Sen yeter ki onu sor. Ona meyilli ol. Onu seç. Gidişatın ona dönecektir. Ve seni tamamlayacaktır. Sen, aştığın o yolla bütün olacaksındır.” Kendi hikâyesi de bir zamanlar oradaydı. Şimdi neredeydi acaba? Gökteki bir yıldız gibi kalıcılaşmış mıydı? Yahut sönüp gitmiş, bütünlüğe karışmış mıydı? Yıldızların da ardındaki karanlık; en büyük ışık, en büyük hikâyeydi. Çünkü o, belki de gizemlerin en büyüğünü barındırıyordu. Karanlığın merkezindeki yıldızlar: Kendisi de onlar gibi bir zamanlar çevresine parıltı saçmış mıydı? Yoksa somurtkan haliyle bir köşeye sinip beklemiş, sonunda da karanlık tarafından yutulup gitmiş miydi? Milyonlarca yıldız arasından biri eksilmiş, bir tane daha gelmiş, çok fark eder miydi? “Hiçbir fedakârlık, hiçbir vazgeçiş, sana uğruna verdiklerinden daha azıyla dönmez. Yol her zaman sana aştığın mesafeyi getirir. “Daha fazlasını değil. Ama daha azını hiç değil.” O vadi hâlâ yerinde duruyor muydu? Tüm yeşilliği, berraklığı, güzelliğiyle. Belki de hayatın çizgileri, sınırları, kavruk elleri oraya hiçbir zaman yetişemezdi. Kim bilir? Yoksa yetişir miydi? O zaman tüm bunların ne anlamı kalırdı? Tüm bu uğraşların, tüm bu çabanın. Işıklar canlandı. Hepsi, meleklerin parıldayan kanatlarına benzemişti. Yarattıkları her esinti sonsuzluktan gelen birer ilahiydi. Gök kubbe açılarak sahte parıltıları kovmuş, ışığıyla, kudretiyle, cevheriyle her yere ışıyarak dolmuştu. Her şeye söz geçirendi o. Umutlara, umutsuzluklarla bile. Belki aradığı vadi oralardaydı; bilmediği o karanlık diyarın içlerinde bir yerde. Ne de olsa orada sınırlar, çizgiler olmayacaktı. Belki değişecek, genişleyecek, yine kendini var edecekti. Ama olsun, kendi ölçülerine göre sınırlar bir daha asla var olmayacaktı. “Merak etme. Hakikat, onu kalbiyle soran kişi için kendinden azını layık görmez. Sen yeter ki kendini gör.” Ve Özgür bir adım attı, kendi layığını bulmak için.

24

25

Öykü: Volkan Levent SOYLU

İllüstrasyon: Zeynep ZEZE


Röportaj

Röportaj

Röportaj

Levent CANTEK Gölge : Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? 44 yaşındayım. Çocukken bu kadar yaşayacağımı sanmıyordum. Herkesin hayali vardır ama ben peşinden koştum, koşuyorum. İlk yayınlanan işlerim çizgi roman olduğuna ve 1985‘ten bugüne 28 yıl geçtiğine göre epey zamandır çizgi romanla ilgili biriyim. Fanzinler çıkardım, sanıyorum şunu söylemem yanlış olmaz, Türkiye‘de çizgi roman hakkında en fazla yazı yazmış insan benim. Çizgi romana itibar kazandırmak için yıllarca didindim, hâlen de uğraşıyorum. Kitaplarım var, çeşitli dergilerde uzunca zamandır çizgi roman hakkında yazıyorum. Severek hatırladığım, Serüven diye bir çizgi roman araştırmaları dergisi çıkarttım falan filan... Gölge : Deli Gücük fikri nasıl ortaya çıktı ? Bir korku çizgi romanları antolojisi yapmaya karar vermiştim. O antoloji için düşünülmüş başlayıp bitecek kısa bir hikâyeydi Deli Gücük. Sonra Tam Macera diye bir dergi çıkıyordu, onlara yardım ediyordum. Orada devam ettim. Dergi kapandıktan sonra, çizgi roman dünyası hayal kırıklıklarıyla doludur, bir noktada takılıp ah vah etmeyi sevmem. Deli Gücük albümü yapmaya karar verdim. Kısa hikâyeler, yeni yazarlar ve başka çizerlerden oluşan bir derleme tasarladım. Bazen soruyorlar, niye kısa hikâye yapıyorsunuz diye. Dışarıdan anlaşılmıyor işte, çizerlerle tek tek sayfa sayfa çalışıyoruz. İlk kez çizgi roman yapan arkadaşlardan söz ediyorum. Geçinmek için başka işler yapan, vakit buldukça çizgi romana yoğunlaşan çizerlerden söz ediyorum. O insanların önüne 100 sayfalık bir hikâye koyamazsınız. Alışması, o tempoyu öğrenmesi, cesaretlenmesi gerekir. Kısa hikâye olunca ben bunu bitiririm diyebiliyordu. Öğrendik, çalıştık. Pek çok okur için bunlar bitmiş işler. Bir sürü eksiği olan albümler. Ama bizim için öğrendiğimiz, kendimizi geliştirdiğimiz tarihi vesikalar. Şaka değil bu söylediğim. Gölge : Deli Gücük : Zifirname için Flaneur Comics’i seçme nedeniniz neydi ? Çıkan sonuçtan, baskı kalitesinden vs... memnun kaldınız mı ?

26

Flaneur piyasa işlerinin dışında kitaplar yayınlıyordu, yayınlamak istiyordu, dikkatimi çekti. Yardımcı olmak isterim böyle insanlara. Tutunsunlar isterim. Ne yapsalar marjinal kalacaklar çünkü. Deli Gücük 3‘ü onlara verdim. Duygusal bir karar bu. Yan yana durmak, beraber resim çektirmek istedim. Birbirleriyle anlaşabilecek insanların karşılaşması bazen çok zordur, şu dünyadan geçip gidiyoruz, benzerlerimizle yürüyebilirsek hayat daha çekilir olabilir. Gölge : İki imza gününde de bulunan biri olarak yeni okuyuculardan duyduğum soru hep aynıydı . Deli Gücük’ün ilk iki kitabına nasıl ulaşabiliriz? Bu ilk ikisini tekrar bastırmak gibi bir düşünceniz var mı ? Birinci albüm bulunmuyor artık, galiba bende bile bir tane var. Motivasyonum yeni şeyler yapmak yönünde olunca pek aklıma gelmiyor. Olabilir tabii, belki ikisini bir arada ufak tefek revizyonlarla düşünülebilir. Bazı hikâyeleri de genişletmek isterim. Gölge : İmza günlerinde yaşanan ilgiyi nasıl buldunuz ? İki ayrı etkinlik oldu, ikisi de güzeldi. Bu tür etkinlikler üretici arkadaşlarımızı mutlu ediyor, o bakımdan önemli. Yüz yüze konuşabiliyorsunuz, hoş şeyler duydum. Gölge: Deli Gücük: Zifirname’yi incelediğinizde içinde hem veteran çizerlerin hem de yeni çizerlerin çizgileriyle karşılaşıyoruz. Bu kadar farklı çizeri bir arada toplamayı nasıl başardınız ? Üç albüm yaptık, ister istemez birlikte çalışma alışkanlığı kazandığınız çizerler oluyor çevrenizde. Bir de ben çizer izlemeye çalışıyorum. Çizgilerini beğendiğim arkadaşlarla konuşuyorum. Çizgi roman çizmeleri için teşvik ettiğimi düşünüyorum. Bir de bir şey ürettikçe fark edilirsiniz, size katılmak isteyenler olur. Birikim meselesi aslında. Gölge : Hikâyelerin çoğunda Aziz Tuna imzası geçiyor ve Murat Başekim Önsöz’de bunun aslında siz olduğunuzu ifşa ediyor. Bu isim nereden çıktı ve neden bu isimle yazmayı uygun gördünüz? Murat (Başekim), DG hikâye kitabı çıktıktan

27


Röportaj

sonra kitapla ilgili dizi film teklifi aldı, benim kenarda kaldığımı düşünerek açıklama gereği duydu, vicdanıyla konuştu. Oysa benim böyle bir takıntım yok, sadece Murat değil başka arkadaşlar da yazdı Deli Gücük‘ü. Hepsi başka bir renk verdi karaktere.Yan yana duruyoruz, umarım uzun yıllar da yan yana durur, başka ortak işler de yaparız. Ben mahlasla roman, hikâye, makale ve çizgi roman yazdım. Mahlas kullanmayı severim, insanı tazelediğine inanıyorum, bir de insan ismine hayran kalmamalı. Önemli olan hikâye anlatmak ve biz bunu unutuyoruz. Aziz Tuna da benim mahlaslarımdan biri. Aziz Nesin ve Tuna nehrinden ilham alındı diyebilirim. İkisi de bol hikâyeli büyük nehirlerdir. Bir çocuğum olursa kız ya da erkek Tuna ismini verecektim, nitekim 8 yaşındaki oğlumun adı Tuna. Aziz Tuna isminin mazisi on beş yılı geçiyor sanırım. Gölge : Baktığınızda bu Deli Gücük’ün üçüncü çizgi roman albümü ve içinde gerek senaryosu gerek çizgisiyle ciddi bir emek var Bu emeğin sadece Türkiye’de kısıtlı bir çevrede kalması doğru mu ? Bunu yurtdışında pazarlama gibi düşünceleriniz var mı ? Bu işlerin bir parça nasıl yürüdüğünü biliyorum diyebilirim. 2008 yılında Frankfurt‘ta onlarca uluslararası yayıncı ile çizerlerimizin albümleri için konuştum. Başkalarının hikâyelerini çizebiliriz ama kendi hikâyelerimizi dışarıya satabilmek pek kolay değil. Üstelik benim böyle bir heyecanım yok. Grafik roman üretmek ve bunu bir biçimde konuşulur kılmak istiyorum. O dediğiniz şeyi yapabilmek için burada bir şeyi iyi yakalamanız gerekiyor. Bunu henüz yapabildiğimizi düşünmüyorum. Gölge : Biraz da Dumankara’dan bahsedelim. Senaryoların hepsini bir Ankaralı olarak siz yazdınız. Okuyunca bazılarının ya siz ya da yakın çevrenizden birilerinin yaşadığı olaylar gibi içten ve cana yakın buldum. Doğru mudur ? Kısmen doğru. Yazarlar güzel yalanlar yazarlar, bunu da akılda tutmak gerekiyor. Gerçek olduğu gibi anlatılsa ilgi çekmeyebilir, siz onu tahkiyeyle başka birşeye dönüştürürsünüz. Otobiyografik nitelikler, gerçeklik vehmini güçlendiriyor tabii. Gölge : Yakın gelecekte bir Dumankara 2, Deligücük 4 ya da bambaşka bir çizgi roman projeniz var mı ? Dumankara 2 olmaz ama Deli Gücük‘ün dördüncü albümüne başladık. Bunlar dışında yıl sonunda bitebilecek üç ayrı grafik roman projesini sürdürüyoruz. Gölge : Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Röportaj: Tunç PEKMEN

28

29


30

31


32

33


Öykü

Ölüm ‘ALO’su

“Merhaba Behnan. Şu andan itibaren bu telefonun aküsünün bitim süresi kadar ömrün kaldı. Akü boşaldıkça yaşlanacaksın. Önünde aşağı yukarı dört saat var. Bu telefonu alıp ‘Alo’ diyen birini bulamazsan 3 saat 59 dakika sonra ölüp gideceksin. Eğer bu sırrı birine anlatırsan, içeriden yaşlanacak ve yine dört saat sonra öleceksin. Kaçış yok bilesin. Tiktaklar çalışıyor. Haydi, kendine hemen telefonu alırken, ‘Alo’ diyecek birini ara. Telefonu atman, hattı kapatman bir işe yaramaz. Aparatı bin parçaya ayırman da. Seni sadece ‘Alo’ sesi kurtaracak unutma. Bol şanslar.” Behnan hat kapanınca şaşkınlıkla etrafına bakındı. Ona en yakın duran kimse beyaz üzerine kırmızı mavi gül desenli rahat bir yazlık kıyafet giymiş olan genç bir kadındı. Bir butik vitrininde neredeyse burnu cama değecek kadar yakın durmuş giysi seyrediyordu. Diğer kimseleri kesti hızla. Hiçbirinden bu çok iyi organize edilmiş şakaya müdahillik titreşimi almıyordu. Ona doğru gelen orta yaşlı çift, marka giysiler satan butikten çıkan yeni yetme üç kız, demin yanından geçen şişman kadın, ta ileride elinde metal dedektör can sıkıntısıyla dikilen koruma da dahil, üzerine endekslenmiş bir tertibat algılayamıyordu. Delikanlı elindeki aparata baktı. Metalik renkli, Luciphone 169 marka bir aparattı. Gıcır gıcırdı. Hiç kullanılmamış gibiydi. İçinde iğne yapraklı bodur bir ağaç bulunan dev saksının tahta pervazının üzerinde duruyordu. Aparatı tam o geçerken çalmaya başlayınca fark etmişti. Yakınlarda pek kimse yoktu. Alışveriş

34

35


Öykü

Öykü

merkezi sair gün olduğu için öğle saatlerinde tenha oluyordu. Behnan bu tenhalık için buradaydı. Biraz düşünmek istiyordu. Burada amaçsızca gezmek ve vitrinlerdeki envai çeşit eşyaya bakmak düşüncelerini kırbaçlayan bir ortam sağlıyordu. Behnan yürüyen merdivenden çıkan genç çifte baktı. Tonları biraz farklı lacivert kot pantolon ve üzerinde turuncu kırmızı tonlarda Satürn gezegeni illüstrasyonu basılı bir model beyaz tişört giymişlerdi. Kız saçını kırmızıya boyatmıştı. O mesafeden yüzünü iyi göremiyordu, ama çok yakışmış gibiydi. Buna kızın uzun bacakları ve tişörtünün göğüs kısmındaki hoş gerginlik nedeniyle de karar vermiş olabilirdi tabii. Delikanlı kendi yaşlarındaydı ve ondan en az beş santim uzundu. Behnan bir seksen sekiz boyundaydı ve kendinden uzun kimselerden gıcık kapardı. Hele yanında böyle bir fıstık varsa. Çift ona aldırışsız ters yöne yürüyünce Behnan meseleye odaklandı yeniden. İşlek zekâsı bileti kesivermişti. Şaka bayağı iyi organize edilmişti. Onunla konuşanın kadın mı erkek mi olduğunu fark edememişti. Elektronikleştirilerek cinsiyetinden sıyrılmış bir sesti. Böylece delikanlı kadın erkek ayırmadan herkese kuşkuyla bakar olmuştu. Maalesef bu kumpası kurabilecek bir isim yoktu bellek arşivinde. Şimdi lisede olsalar aklına ilk olarak Goril Nedim gelirdi. O böyle ayrıntılı bir şaka ustasıydı. Çok zaman geçmişti aradan ve arkadaş çevresinde bu tür bir tezgâh düzenleyecek biri yoktu. Olsa bilirdi. Behnan on bir gün öncesine kadar beş yıldızlı bir otelin çatı katındaki barın baş barmeniydi. Ekonomi bölümünden mezun olduğu halde yıllardır bu mesleği yaptığı için genç yaşta insan sarrafı kesilmişti. Birileri bu pahalı aparatla bir oyun kurmuştu. Behnan rasgele kurban değildi. Çünkü konuşan kimse ona adıyla seslenmişti. Cep telefonu çok yeniydi. Bu markayı tanımıyordu, ama ikinci el olarak bile en az bir beş yüzlük edeceğini tahmin ediyordu. Madem ki şakayı organize eden muzip zevat ortada değildi, Behnan telefonu kapandaki peynir yapacaktı. Aparatı ince yazlık ceketinin sol cebine koydu ve yürümeye başladı. Kendi telefonu da sağ cebindeydi. Kendini çift tabancalı kovboy gibi hissediyordu. Beyninin uzak bir bölgesinden sinyal alıyordu. Sıkıcı, kasveti yıvışık bir düşünceydi. ‘Sandığın gibi fareler arkandan gelmeyecek. Kapan sensin. Telefon değil. İş başka.’ Behnan yürüyen merdivenlerden ikinci kata çıktı. Bu katın önemli bir bölümü yiyecek içecek ikmaline tahsis edilmişti. Karnı toktu. Geç kahvaltı etmişti, ama pekâlâ bir kahve içebilirdi. Öyle yaptı. Bir dükkândan şekersiz sütsüz filtre kahve ve dörtte bir litrelik su aldı. Beş masanın dördü boştu. Birinde arkası ona dönük oturan orta yaşlı ve kel kafalı bir adam vardı. Delikanlı gelen gideni iyi görebileceği şekilde yüzü merdivenlere dönük oturdu. On dakika sonra Behnan günlük sorunlarına dönmüştü yeniden. İşten çıkarılmasına ekonomik kısıtlama etiketi yapışıktı. Metrodelin kızıyla mercimeği fırına vermeleri esas nedendi. Canla başla çalıştığı, müşteriler tarafından sevildiği halde işine son verilmişti. İstese kızla inadına ilişkisini sürdürürdü, ama yapmamıştı. Bu mesleği İstanbul’da sürdürmek istiyorsa akıntıya karşı yüzmemesi gerekiyordu. Behnan bir Boğaz çocuğuydu. Bu işleri iyi bilirdi. Behnan üç erkek kardeşin küçüğüydü. Büyük abisinin mali durumu iyiydi. Çok sıkışsa şu anda Ayder yaylasında tatilde olan baba ve annesini işin içine katmadan borç alabilirdi. Ayrıca uzmanlık alanında iş bulması da zor değildi. Behnan iyi barmendi. Gençti ve parlak bir tipti. İş yapan özelliklerdi bunlar. Lise öğrencisi tipli üç delikanlı önünden geçti. Biri “Ben hamburgerden başka bir şey yemem, ona göre” deyince diğerleri sessiz kaldı. Galiba onlar da aynı tarafa meyilliydiler. Bu arada Behnan sol cebindeki ağırlık nedeniyle sürekli şakayı düşünmekteydi. Yüreğinde sebepsiz bir korku karanfili tomurcuklanmaktaydı.

Çocukken öyle cinlerden, perilerden ve hortlaklardan korkan bir çocuk olmamıştı. Ne Scream-Çığlık, Ne Halloween H20, ne de hortlaklı ev filmleri yeni yetmeyken üzerinde etkili olmuştu. Vampir ve kurt adam filmleri ona kostümlü balo duygusu verirdi. Bunların tek istisnası Blair Cadısı adlı filmdi. Oradaki soyut ortamdan etkilenmişti. Fena halde tırsmıştı daha doğrusu. Filmlerden ve hikâyelerden korkanlarla hevesle dalga geçen biri olarak kimseye açmadığı sırrıydı. İki yıl önce ayrıldığı altı yıldızlı kız arkadaşı Merve bile bilmezdi bunu. Behnan saatine baktı. Yarım saate yakındır oturmaktaydı. Hiçbir hareket olmamıştı. Planında yeni faza geçecekti o halde. Ayağa kalktı. Sol eliyle ceketinin üzerinden cebindeki aparatı yokladı. Eve gidecekti. Bakalım gizli şakacılar ne halt edecekti. Yürüyen merdivenden inerken bu defa hiç sakınmadan rahatça etrafını kesti. Tek bir tertibat personeli saptayamamıştı. Şakanın bu kadar uzaması bir yandan merak duygusunu artırırken, diğer yandan içine ne olduğunu kolayca izah edemeyeceği bir rahatsızlık vermekteydi. Sanki bir şey olup bitmişti. Artık çok geçti. ‘Dönülemez yani.’ Behnan zihninde patlayan anlamsız düşünceye aldırmadan adımlarını serileştirdi. Alışveriş merkezinin ana kapısına on metre kala hâlâ birileri arkasından yetişip durumu izah etmeye kalkışmamıştı. Belki dışarıda bekliyorlardı. Bir kameramanla birlikte. İletişim Çağı ve Yeni İnsan araştırmasının bir parçası olmuştu. Camlı kapıdan dışarıda bekleyen birilerini görmüyordu. Bir koruma memuresi elinde metal dedektörü eli yüklü müşteri bekliyordu. ‘Cebindeki telefonla bu alışveriş merkezinden dışarı çıkamazsın. Kalbin duruverir. Merkezin şakası yoktur. Haydi yap o küçük şeyi.’ Behnan az kalsın ‘Neyi?’ diye bağıracaktı. Birden iç sesin maksadını kavradı. Sol tarafındaki eczaneye doğru yürüdü. Vitamin ilanının durduğu yerde, kapının hemen sağında otuz santim eninde dikine duran bir ayna vardı. ‘Hallet artık şu küçük işi.’ “Kes lan!” Eczanenin kapısından çıkan kısa boylu tıknaz bir adam ona baktı. Behnan o sırada gördüğü şeye odaklanmıştı. Esmer yüzlü, ince bıyıklı adamla ilgilenecek hali yoktu. İki favorisinde de bir saat öncesine kadar mevcut olmayan beyaz teller vardı. Sol tarafta biraz daha sıktı. Karnı buz kesmiş vaziyette bakmaya devam edince gözlerinin kenarındaki kırışıkları fark etti. “Vay anasını!” dedi. Delikanlı şokun karanlık sularına battığı için sesi çok ölgün çıkmıştı. Hâlâ yakınlarında olan esmer adamın sözlerini duyması söz konusu değildi.

36

37

* “Üzerinizde bana ait bir şey var.” Otuz yaşlarında, düz siyah saçlı, soluk pembe renk ruj sürmüş kadın tırsmıştı, ama belli etmemeye çabalayarak durumu bilmezden geliyor numarası yaptı. “Ne diyorsunuz siz Allah aşkına?” Behnan genç kadına ‘Bir dakika’ işareti yaptı ve kendi telefonuyla o lanet aparatın numarasını tuşladı. Bu rakamı ne bir yerde görmüş ne de araştırmıştı. Numara aklındaydı. Biliyordu. Kadının lacivert boyalı deri taklidi çantasından bir melodi sesi duyuldu. Behnan bunu ilk duyduğunda çok aşina gelmiş, ama ne olduğunu çıkaramamıştı. Melodi Tubular Bells adlı albümden The Exorcist adlı melodiydi. Kendinden on üç yaş büyük olan abisi bu albümü çok severdi. Behnan’ın abisiyle baba evinde beraber yaşarken çok sık


Öykü

Öykü

duymak zorunda kaldığı bir parçaydı. Albüm de o günlere ait köhne bir kelimeydi. “Güzellikle verecek misiniz?” Kadın cazgır bir tip değildi. Yelkenleri suya indirdi. “Orada, o saksının kenarında duruyordu.” dedi. Çantasını açtı. Aparatı aldı ve içini çekerek Behnan’a uzattı. Delikanlının gözleri yaşlıydı. Küçük burunlu, hoş yüzlü, ela gözlü kadın bundan da etkilenmişti. Belki bu eşek şakasını eleştiren şeyler söyleyecekti vazgeçti. “Telefonunuzu olur olmaz yerlere bırakmayın.” dedi. “Bence sadece bunu kullanın. Öbürünü satın ya da yedeğe koyun.” “Tamam, söz.” Krem rengi pantolonlu genç kadın normal adımlarla yürürken Behnan etrafına bakındı. Bu ancak rüyalarda mümkün olabilecek bir şakaydı. Bu gerçek olamazdı. Olamazdı. ‘Merkezde her şey mümkündür hayatım.’ Behnan ‘Hayatına başlatma lan’ diye düşünürken gözüne yeni bir kurban kestirdi. Orta boylu, orta yaşlı aylak aylak dolaşan topluca bir adamdı bu. Kıvırcık gür saçlarını koyu kahverengiye boyamıştı. Üzerinde bej rengi bir takım elbise, mavi gömlek vardı. Üstten sımsıkı duran gömleği esnek bir kumaştan yapılmışçasına pantolon kemeri civarında doğal dökümünü hiç değiştirmeden iki beden büyüyordu. Kara gözlüklerinin altından etrafındaki her şeyi açık seçik ve saçık gören bir tipti. Onunla defalarca karşılaşmıştı. Adam her şeye adeta çengelli bir alakayla bakıyordu. Her vitrinin önünde duruyor, gelip geçenleri gözden kaçırmadan eşya seyrediyordu. Ayrıntı etiketliyor gibiydi mübarek. O telaşlı halinde bile fark etmişti. Behnan adamın on metre kadar ardından adımları onunkine endeksli yürürken kadınların bagajlarının kara gözlüklünün özel ilgi alanı olduğunu keşfetti. Barmenlere has dalgacı yanı o sıkıntılı durumunda bile ona bir isim takıverdi. Bagajcı Hilmi. Behnan, Bagajcı Hilmi’nin arkasından yürürken saatine baktı. O Allahın belası aparata ‘Alo’ deyişinden bu yana bir saat geçmişti. 27 yaşında birinin geri kalan hayatı kaç yıl olurdu? Babasının babası sağdı. 86 yaşındaydı. Yazları her sabah balığa çıkardı. Gücü kuvveti yerindeydi hâlâ. Onu baz alsa geri kalan hayatı 60 yıldı. Bunun dörtte biri geçmişti bile. Elini çabuk tutmak zorundaydı. Bu arada iki kişiyle yaptığı testten olumlu sonuç alamamıştı. Telefonu aynı kendinin bulduğu gibi bir banka bırakarak uzaktan çaldırmıştı. İlk kurban adayı yaşıtı bir delikanlıydı. Bir altmış beş boylarında ince yapılı biriydi. Üzerinden dökülen siyah bir pantolon ve sanki bunu dengelemek istercesine daracık sapsarı bir tişört giymişti. Telefonu her zamanki yerinden almış, etrafına bakınmış ve ‘kapat’ düğmesine basarak cebine atmıştı. Behnan arkasından seğirtip telefonunu geri almak istediğini söylemişti. Muhatabı az önceki kadın gibi yumuşak karakterli biri değildi. İsteğini reddetmiş ve çıkış kapısına doğru yürümeye devam etmişti. Behnan arkasından gidince yumruğunu göstermişti. Behnan artık kırk başlarındaydı. Yine de gücü rahatça yeterdi bücürü pataklamaya. Bunu yapmadan önce kameralar tarafından izlendiklerini, soluğu poliste alacağını söylemişti. Kapıdaki koruma on metre ötelerindeydi. Bu da ciddi bir etken olmuştu. Oradan çıkacaktı çünkü. Behnan o sırada o lanet aparatın numarasını bildiğini bilmiyordu. Delikanlı, ‘Ne malum bu telefonun senin olduğu?’ deyince, biliyor numarası yapıp bir numara tuşlamıştı. Blöf olarak. Sonra karşısındaki tipin pantolon cebinden Şeytan filminin müziği duyulunca delikanlı pes etmiş, sunturlu bir küfür savurduktan sonra telefonu yere atıp gitmişti. Behnan telefon bozulursa kendisine ne olacağını bilmiyordu. Kalp krizi geçirip ölür müydü acaba? Birkaç kişinin meraklı bakışları altında kontrol ederken ödü patlamıştı. Neyse ki aparat turp gibi sağlamdı.

Behnan iki deneyimden sonra pek az kimsenin çalan bir telefona el koymadan önce ‘Alo’ diyeceğini anlamıştı. Böyle birini bulmaya ne enerjisi ne de vakti yeterliydi. Bir tezgâh düşünmesi şarttı. Bagajcı ona bu tezgâhın ilhamını vermişti. Behnan iki nedenle elini çabuk tutmak zorundaydı. Birincisi her dakika yaşlanıyordu. İkincisi alışveriş merkezi birazdan kalabalıklaşacaktı. Planı uygulamak çok zorlaşırdı. Ayağına çabuk biri telefonu kapıp voltayı alırsa işi biterdi. Biraz gezindikten sonra Behnan’ın planı tüm ayrıntılarıyla hazırdı. Bagajcı’nın arkasından ayrılıp bir butiğin camekânındaki otuz dört beden mankenlerin üzerindeki giysilere hevesle bakan kırk dört bedenli bir kadına yaklaştı. Kırk başlarında, saçları kınalı, buğday tenli bir kadındı. Giydiği siyah taytla haşmetli bagajını cömertçe sergileyen rahat tavırlı biriydi. Behnan da o sırada kırk başlarında görünüyordu. Bayağı yakışmıştı ona içine kır yürümüş kumral saçlar. Yakışıklılığının sonbaharı rengârenk yapraklarla süslüydü. Kadına yaklaştı. Selam verdi. Yirmi metre kadar uzakta yavaş adımlarla yürüyen Bagajcı Hilmi’yi işaret etti ve “Şu bey dayım. Adı Hilmi. Burada olduğumu bilmiyor. Kendisine bir hediye aldım. Bir sürpriz yapmak istiyorum. Sizden yardım rica edecektim.” Birkaç kritik saniye geçti. Kadının iri, kahverengi gözleri onu enine boyuna taradı ve “Ne gibi bir yardım?” dedi. Kadın delikanlının kibar tavırlarını ve tipini sevmişti. Burada herkesin içinde bir kıllık ummuyordu. Pahalı pantolon ve ceketinden de olumlu etkilenmişti ayrıca. Behnan’ın içi umut dolmuştu. Bu defa olacaktı inşallah. “Çok basit hanfendi. Anlatayım.” Adı Leman olan kadın Bagajcı Hilmi’yi sollayıp geçti. Hızlı adımlarla arayı açtı. Sonra mutlu bir tesadüfle civarında kimsenin olmadığı havuzun pervazına telefonu bıraktı. Sonra arkasına baktı. Çantasından telefonunu çıkardı ve bir numara tuşluyor gibi yaptı. Sonra Bagajcıya arkasını dönerek yavaş adımlarla yürümeye başladı. Telefon kulağındaydı. Bu arada Behnan’ın parmakları yıldırım gibi numarayı tuşlamaktaydı. İçinde binbir korku vardı. Bu defa kapan yeri olarak havuzun mermer pervazını kullanmıştı. O dev saksı Bagajcı’nın dolaşırken nedense pek rağbet etmediği bir yerdeydi. Ortalık giderek kalabalıklaşıyordu. Bagajcıyı bu noktaya getirebilmek için 21 dakika harcamıştı. Behnan elli yaşına yaklaşıyordu şu anda. Ellerinden bile yaşı belli oluyordu. İnanılmaz bir şeydi. Bagajcı çalan telefonla, siyah taytı geren malzemeyi tek parça gibi algılayınca telefona doğru yürüdü. Dokunacakken vazgeçti. Adam yeni yetme ya da eline çabuk genç biri değildi. Temkinliydi. Yalnız ihtisas alanıyla ilgili hoş ayrıntılar mantık tarafını hissizleştirmişti biraz. Tereddüdünü yendi ve telefonu aldı. Kulağına götürdü. Behnan dudak okumayı bilmezdi, ama mutlu bir ‘Alo’ patlaması yaşadı. Kara gözlüklünün yüzü allak bullak olunca aynı durumla karşılaştığını düşünerek adama acıdı. Leman hemen önünde duruyordu. Yanına gitti ve kendisine teşekkür etti. Şakanın başarılı olduğunu, dayısıyla telefonda konuşanın kendisi olduğunu söyledi. Dayısı sesini tanımıştı, onu arıyordu. Bu nedenle hemen arazi olacaktı. Akşama adamın evine giderek şakanın tadını çıkartacaktı. Bu arada Cumartesi, yani yarın, öğleden sonra saat dört gibi bu alışveriş merkezine gelirse ikinci kattaki ‘Kahve Köşesi’nde birlikte kahve içebileceklerini söyledi. Leman müsait kadın gibi algılanmamak için hemen kabul etmedi, ama içinden ‘Okey’ demişti. Gözlerindeki memnuniyet cilasından açıkça belliydi. “Bakalım.” dedi. Behnan kadına iyi günler dileyip yanından ayrıldı. Leman şakanın anatomisiyle ilgili tuhaf bulduğu bazı ayrıntıları soracaktı, ama bunu yarına ertelemişti böylece. Behnan merkezden sağ salim çıkabilirse bir daha buranın bir kilometre yakınından bile geçmeyeceğini düşünmekteydi. Behnan çıkış kapısına yaklaştığında kalbi gümbür gümbür atmaktaydı. Beş metre, üç metre, bir metre. Nefesi sıkışmıştı. Camlı kapıdan çıkınca rahat bir nefes aldı. Vicdanı sızlıyordu. Kara gözlüklü şu anda

38

39


Öykü

Film Kritik

hayatının şokunu yaşıyor olmalıydı. Başka ne yapabilirdi Allah affetsin? İnsan böyle boktan bir kumpas yüzünden 27 yaşında ölüp gider miydi? Pişmandı, ama yüz defa daha olsa yine aynı şekilde davranırdı. Kötücül olanlar telefonlara bu ölüm ‘ALO’sunu monte eden puştlardı. Bunu yapanlar insan değildi. Blair Cadısı filminde onu korkutan ana fikri gerçek hayatta uygulayanlardı. Şeytanın ta kendisiydi. Behnan yol kenarında duran sarı taksiye doğru hızlandırdı adımlarını. Evi uzak değildi. Yürüyebilirdi, ama bu bela yerden hızla uzaklaşmak niyetindeydi. Taksi eve doğru giderken Behnan bu kadar hızla yaşlanmasını ailesine ve arkadaşlarına nasıl izah edeceğini düşünüp durmaktaydı. Anlatacağı şeye inanmaları kolay değildi. Diğer yandan delikanlı bir hastane raporuyla dünyaca ünlü biri olabilirdi. O zaman ciddi bir araştırma başlar ve ona bu kumpası kuranların tepesine binerlerdi. Böyle yapacaktı. Bir ara Leman’ı ne kadar kolay bulduğunu ve kadını hemencecik ikna ettiğini hatırladı. Bunda bir garabet var mıydı? Yoktu. Kadın cazibesine kapılmıştı. Böyle basit bir şakaya niye katılmasındı. Yarın birlikte kahve içeceklerini düşünerek hayal kuruyor olmalıydı şu anda. Behnan şimdi esas temel meseleye odaklanmalıydı. Az önce kaldığı yerden devam etti. Gazeteci tanıdıkları vardı. İlk işi birazdan onları aramak olacaktı. O kara gözlüklü adam merkezin müdavimiydi besbelli. Gözetleme kameraları vasıtasıyla hem onun kimliğini bulurlardı, hem de kendisinin elinde telefon etrafta dolandığını kanıtlardı. Peki Bagajcı Hilmi ölmüşse onu cinayetle suçlamazlar mıydı? Şokun etkisi falan bile dense ahlaki yönden töhmet altında kalırdı. İşin bu tarafı sakattı. Peki ne yapabilirdi? Aklına tek şey geliyordu. Öğlen uykuya yattım ve böyle kalktım. Buradaki tek riskli nokta Leman’ın onu televizyonlarda görüp su koyuvermesi olurdu. Gözetleme kameralarının kayıtları ne kadar süreyle saklanıyordu acaba? İçinden bir ses kadının onun palavra sıktığını bilse bile sessiz kalacağını söylüyordu. Ayrıca gözlüklü adam kurnaz biriydi. Kendine ‘Alo’ diyecek birini bulurdu. Ondan atlar, başkasında patlardı. Diğer yandan Leman onla konuştuğu sırada kimbilir ne kadardır içerideydi. Dört saat daha kalmazdı büyük bir ihtimalle. O taraftan sorun çıkmayacaktı. Bu plan iyiydi. Yakında çok ünlü ve zengin olacaktı. Belki yaşlanmayı geriletecek bir serum da bulunurdu. Behnan’ın kalbi yeniden umutla dolmuştu. Bu arada merkezden çıkınca delikanlının yüzü gözü eski haline dönmüştü. Yeniden 27 gösteriyordu. Buna asla deli gibi sevinemeyecekti. Çünkü evindeki aynada yüzünü gördüğü anda her şeyi unutacaktı. Merkezde olan bitenler zaman zaman rüyalarında ne idüğü belirsiz kâbus senaryoları şeklinde arzı endam edecekti. Son nefesine kadar. Bir ara sandığı gibi bu tür merkezlerden uzak da durmayacaktı. Sık sık bu dev dikdörtgenler prizması şeklinde inşa edilmiş yapılara gidecek, bol bol alışveriş edecek ve ona bunu yaptıran gizemli dürtüyü asla sorgulamayacaktı. Merkezden kaçılamazdı. 4026 Öykü: Sadık YEMNİ

40

İllüstrasyon: Devrim KUNTER

Angel Heart ve Şeytan ve de biraz da Voodoo “İnsan düşünen hayvandır.” ve bu gerçek bizi dünyadaki bütün canlılardan daha tehlikeli ve yıkıcı yapar. Sürekli sorgularız. Hayatı, varlığımızı, var olma nedenimizi, evrendeki tek canlının bizler olup olmadığını; evreni ve hayatı ve de bizi kimin yarattığını vs. Bu da bizi iki ayrı yola götürür: felsefe ve din. Ucunda ölüm olduğu ve de ölünce ne olacağını bilmediğimiz için çoğumuz cevabı felsefeden ziyade dinde arar. Çünkü, ama tek tanrılı olsun ama çok tanrılı dinler bize istediğimiz rahatlamayı verir. Ölümü kendisine yakıştıramayan insanoğlu için öteki dünya kavramı; bu dünyada adaletsizliğe maruz kalmış kişi için de adalet kavramı dinlerde vardır. Felsefe daha zorlayıcıdır ve sorulan sorular da aranan cevaplar da asla bitmez. Felsefeyi seçen insan sürekli arayış halinde olmak zorundadır ki bu yorucu olduğu kadar zorlayıcıdır da. O yüzden kolayı seçeriz ve inanırız. Birileri bizim yerimize sorular sormuş, cevaplar vermiş ve bizim o cevaplardan nasiplenebilmemiz için birtakım kuralları beraberinde getirmiştir. Bize düşen tek şey o kurallara uyarak ölümden sonrasını garanti altına almaktır. Bütün tek tanrılı ve çok tanrılı olan dinlerde ortak olan noktalardan biri de iyilik-kötülük çatışmasıdır. İyi ile kötü madalyonun iki yüzü gibidir, asla birbirinden ayrılmaz ama birinin diğerine baskın olması mümkündür. Bu gerçek adı ister Allah, ister Tanrı, ister Manitu olsun seçtiğimiz dinlerin Yaratıcıları için de geçerlidir. Tanrı madalyonun bir yüzü ise öteki yüzü de Şeytan’dır. Pagan inanışlardan tek tanrılı dinlere kadar hepsinde iyi olanın yani bize cenneti vaat eden Tanrı’nın karşısında bizi kötü yola çekmek isteyen, aldatıcı güzelliklerle bizi baştan çıkartarak cehenneme çekmek isteyen Şeytan hep vardır. Birçok din ve söylencede Şeytan, insanları kötülüğe teşvik ettiğine inanılan; adaletsizliklerin ve tüm kötülüğün kaynağı olarak nitelendirilir. Eski Ahit’ten çok İncil’de korkulması gereken bir varlık olarak yer bulan Şeytan, esas olarak John Milton’ın(9 Aralık 1608- 8 Kasım 1674) Kayıp Cennet isimli eseri sayesinde Hristiyan Edebiyatı’nda kendine sağlam bir yer edinmiştir. Çeşitli isimlerle anılan Şeytan’ın isimlerinden biri de Lucifer’dır. Lucifer, eski Romalılarda Venüs yıldızına verilen isimlerden biridir.O dönemde aydınlığı, bilgiyi ve de başkaldırıyı temsil eden ilah olarak kabul görüyordu. Hristiyan inancına göre ise Tanrı’nın meleklerinden biridir ve ona isyan ettiği için cennetten kovulmuştur. Tanrı’ya karşı bir savaş açan Şeytan’a belli bir süre için izin verilmiştir ve o da bu süre içinde mümkün olduğunca çok ruhu kendi tarafına çekecektir.

41


Film Kritik

Film Kritik

Yazının başında belirttiğimiz gibi sadece tek tanrılı dinlerde değil bütün inanışlarda iyiliğin karşısında var olan kötülük kavramı vardır. Bunlardan bir tanesi de Voodoo inanışıdır. Voodoo, temelini “evrendeki her şeyin, tüm olayların ve bütün canlıların ayrılmayacak bir biçimde birbirine bağlı oldukları” inanışı üzerine kurgular. Kökeni Batı Afrika olan Voodoo, kölelikle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne gelmiştir ve özellikle köleliğin yoğun olduğu Louisiana’da asıl köklerini salmıştır. Köleleri kontrol altında tutmak isteyen beyazlar onları inançlarında serbest bırakmıştır ama bu inanış zamanla Katolik inanışın arasına gizlenmiş ve karma bir yapı almıştır. Ve bu karışık inanışın içinden çoğu batıl inanç uygulamasına dayalı olan Hoodoo türemiştir. Voodoo dendiği zaman Marie Laveau’yu anmamak olmaz. 10 Eylül 1794’te doğan ve 16 Haziran 1881’de ölen bu kadın tam anlamıyla Louisiana Voodoo kraliçesidir. Sonradan aynı adı taşıyan kızı onun yerini almış olsa da annesi gibi hafızalarda yer etmemiştir. Bugün için bu inanış daha çok turistik gelir amaçlı kullanılmakla birlikte yine de takipçileri vardır. Diğer bütün gizem içeren aykırı inanışlar gibi bu konuda sanatçıların ilgisini fazlasıyla çekmiştir. Kara büyü, Voodoo, tılsımlar, ayinler vs. pek çok sanat dalına konu olmuştur ki bunlardan bir tanesi de sinemadır. Bu sefer sizlere tanıtacağım film bir çizgi roman uyarlaması değil. İçinde hem Şeytan hem de Voodoo gibi iki ürkütücü inanışı birleştirerek bizlere başından sonuna kadar kendini heyecanla izleten ve sürpriz sonuyla da seyirciyi ters köşeye yatıran bir film Angel Heart! 1987 yılının Eylül ayı sonları ya da Ekim ayı başlarıydı sanırım. Okul yolumun üzerindeki Çemberlitaş Şafak Sineması’nın büyük afişinde Robert De Niro ve Mickey Rourke’un resimlerinin altında “Şeytan Çıkmazı” ismini okuduğumda merak ederek içeri girdim. O dönemde videoda seyrettiğim İtalyan korku ve polisiye filmleri ile erotik komedilerinden, özelliklede B Movielerden dolayı sinemaya pek de vakit ayırmazken bir anda içeriye girip bu filmin lobi kartlarını görmek istediğimi hatırlıyorum. Lobi kartlarında o zaman Cosby Ailesi’nde oynayan Lisa Bonet’nin (Lisa Bonet 1967 - ) bir Voodoo dansı yaparkenki resmini gördüğüm anda filme gitmeye karar vermiştim bile. Aslında karar vermem de biraz da Robert De Niro’nun o günlerde seyrettiğim 2 filminin de etkisi yok değildi. Bunlardan birincisi Sergio Leone’nin (Sergio Leone 1929–1989) Bir Zamanlar Amerika’sı (Once Upon A Time In America – 1984) diğeri de Martin Scorsese’nin (Martin Scorsese 1942 - ) Taksi Şoförü (Taxi Driver 1976) filmleriydi.

42

O dönemde on altı yaşında bir yeni yetme için oldukça sert ve izlenmesi zor bir film olsa da filmden çıkar çıkmaz filmin bir VHS kopyasını edinmeye karar vermiştim bile. Tabii bir de Lisa Bonet’ye âşık olmuştum. Cosby ailesinin afacan kızı filmdeki kısa ama vurucu rolüyle perdeyi dolduruyordu. Zaman içinde bu filmi üç dört kez daha seyrettim ve her seyredişimde aynı zevki aldım; her seyredişimde aldığım zevk aynı tazelikteydi. Bu yazıyı yazmak için de bir kez daha filmi izlediğim zaman da yine aynı zevki aldığımı görmek beni mutlu etti. Film 1950’lerin ortasında New York’ta başlar. Daha açılış sahnesinde gecenin karanlığında New York şehrinin tekinsiz bir kenar mahallesi bizi karşılar. Kimsenin olmadığı bu sokakta elinde bastonuyla bir adam yürür sokak boyunca. Adamın geçişinden sonra, kamera bize sokakta yatan bir kadın cesedi gösterir. Kadının cesedine ne sokaktan gecen bastonlu adam ne de kameraya takılan kedi ile başıboş köpek ilgi gösterir. Bu bile bize yönetmen Alan Parker’ın vadettiği sert ve karanlık öykünün bir ön sözü gibidir. Harry Angel, şehrin varoşlarında avukatların ve sigorta acentelerinin işlerine bakan, çoğu zaman işsiz güçsüz bir özel dedektiftir. Hatta bir yardımcısı, sekreteri bile yoktur. Bir gün bir avukattan telefon alır. Bir müşterisi özellikle onunla görüşmek istemektedir. Harry Angel, Harlem’de bodrumu bir tarikat kilisesi olan bir binada olan randevusuna gider. Kendisini karşılayan avukat içerisi pek de iyi döşenmiş sayılamayacak bir odada müşterisi Louise Cypher ile tanıştırır Harry’yi. Louise Cypher karakterini canlandıran De Niro filmde toplamda 4 kez görünmesine rağmen -ki en uzunu ilk tanışma sahnesidir- gözünüzü ondan alamadığınız etkileyici bir performans sergiler ve bu durum oynadığı bütün sahnelerde de değişmez. Bir an bu tanışma sahnesini izlerken, henüz şöhretin ilk basamaklarını tırmanan Mickey Rourke’un rol gereği değil, De Niro’nun performansından dolayı tedirgin olduğunu düşünüyor insan. Özellikle de tanışırken ve ayrılırken Louise Cypher’le aralarında geçen diyalog (Daha önce tanışmadığımıza emin misiniz?) ve vucut dili, Rouke’un rolünün önüne geçiyor. Louise Cypher, Harry’den kendisiyle özel bir kontrat yapmış olan bir müzisyeni, Johnny Favorite’i bulmasını istemektedir. Johnny Favorite’in asıl adı Liebling’dir. Ve ikinci Dünya Savaşı’nda askerleri eğlendirmek için cepheye gitmiş ve ordan yarı ölü halde dönmüştür. Yüzü tanınmaz halde olan Johnny Favorite bir kliniğe yatırılmış; yaptığı kontrat gereğince tüm masrafları Louise Cypher tarafından ödenmektedir. Bay Cypher avukatıyla bir gün klinige uğrar ve Johnny Favorite hakkında çelişkili bilgiler alır. Bu nedenle Johnny Favorite’in yaşayıp yaşamadığını bilmek istemektedir. Harry’den istenen sadece bundan ibarettir. Kolay iş, kolay para. Burada bir durup soluklanalım. Çünkü basit bir dedektiflik öyküsü, biraz kasvetli bir giriş, gizemli bir iş veren, öldüğü veya yaşadığı belli olmayan ve yüzü tanınmaz halde savaştan dönmüş

43


Film Kritik

Film Kritik

bir adam... Kaybedilmiş hafıza, gizemli, hatta gölgesi bile görünmeyen bir katil, geceleri karanlık ve ıssız sokaklar, gündüzleri puslu ya da yağmurlu bir hava, kasvetli mekânlar... Bunlar bir “kara film”in olmazsa olmazı unsurlarıdır. Bir tek gizemli ve öldürücü kadını eksik değil mi? Evet Alan Parker filmografisi içindeki en değişik ve çarpıcı örneklerinden biri olan Şeytan Çıkmazı (Angel Heart) kara filmin tüm köklerinden faydalanmaktadır. Onu evirip çeviren, ona yeni yönler veren ve filmin sonuna geldiğinde tarzı sert bir yumruk gibi izleyiciye vuran bir filmdir. Peş peşe gelen düğümlerin ardında, her çözülen düğümün bir yenisine yol açtığı ve son dakikalarına kadar gizemini ve temposunu kaybetmeyen bir Film Noir. Her ne kadar IMDB’de tür olarak gizem ve gerilim olarak geçse de Şeytan Çıkmazı sert, içinde seksin ve kanlı cinayetlerin olduğu bir Film Noir. Şimdi öykümüze geri dönelim, New York’un soğuk atmosferinden yola çıkan dedektifimiz, Johnny Favorite’in en son bilinen yeri olan kliniğe doğru yola çıkar. Daha kliniğe geldiğinde dedektifimiz hakkında da bilgi edinmeye başlarız. Harry Angel, amacına ulaşmak için her yöntemi deneyebilecek biridir. Çantasında pek çok sahte kimlik bulunmaktadır. Tabii bir de olmazsa olmazı silahı ya da kendisini sevimli gösterecek gözlük gibi aksesuarları. Üstelik çapkındır da! Klinikteki hemşireye amacına ulaşmak için kur yapmaktann çekinmez. Aynı zamanda dikkatli ve bilgilidir de. Bay Liebling klinikte değildir. Dosyasında 1943’te transfer edildiği yazmaktadır. Harry Liebling’in doktoruna ulaşmaya karar verir ve ihtiyar doktorun evine gider. Doktorun evinde aradığı Liebling hakkında olduğu kadar dedektifimiz hakkında da bilgileniriz, sinsi, ahlaksız ve acımasızdır. Doktorun evine gizlice girer, doktora karşı sert, zorlayıcı ve kurnazdır. Doktordan Liebling’in bir gece arkadaşları tarafından klinikten götürüldüğünü öğrenir. Artık elinde yeni bir ipucu, takip edeceği yeni bir ipucu vardır. Yiyecek bir şeyler almak için doktoru odasına kilitler ve yanından ayrılır. Döndüğünde doktoru öldürülmüş olarak bulur. Ama kapı hâlâ kilitlidir. Harry, New York’ a döner ve müşterisine olanları anlatır. İşi bırakmak ister ama daha fazla para ve merak, biraz da işvereni Louise Cypher’dan çekindiği için işi bırakmaz. Buradan sonrası soğuk New York’tan Güney’e sıcak Louisiana’ya doğru bir zorlu yolculuktur. Dedektif Harry bulduğu her ipucunda daha gizemli ve tehlikeli bir işe bulaştığını anlayacak, Voodoo’nun ve Blues’un kentine gelirken tehlike ve tabii iklimin ısısı da artacaktır. Bu ısı Louisiana’da aradığı adamın kızı olan Epiphany’le (Lisa Bonet) karşılaştığında kaynama noktasına ulaşır âdeta. Özellikle de güzel Epiphany’nin yaptığı Voodoo dansı ve Mickey Rourke ile yatağa girdiği sahneler çok etkileyicidir. Öyle ki filmin sonunda iki polis dedektifi Epiphany için Harry’e bunun için yanacaksın dediğinde (Harry, Epiphany’nin kızı olduğunu yeni ögrenmiştir.) Harry’nin verdiği cevap “Evet, cehennemde” dir. Harry’nin ulaştığı ipuçları ona gittikçe kanlı bir yol çizmekte, onu ölümcül bir bulmacanın parçası olmaya mı zorlamaktadır? Dahası için filmi izlemelisiniz. Çünkü bundan sonrası yeni gizemli ipuçları, cinayetler, Voodoo ayinleri, kara büyü ve Louisiana’nın etkileyici atmosferinde sizi bekliyor. Yönetmen Alan Parker ülkemizde bilinen bir yönetmen çünkü uzun bir süre ülkemizde yasaklanan filmlerin başını çeken Gece Yarısı

Ekspresi (Midnight Expres 1976 – Not: Bu filmin bir porno çeşidi Joe D’amato tarafından çekilmiştir.) filminin de yönetmenidir. İngiliz yönetmenin Şeytan Çıkmazı’nın aynı zamanda görüntü yönetmenliğini de yapmıştır. Hikâye anlatma ve atmosfer yaratmadaki ustalığı ve kurgudaki mahareti Şeytan Çıkmazı’nı diğer filmlerine göre bir adım öne çıkartıyor. Bu ustalığını 1984 yapımı Kuş (Birdy), Mississippi Yanıyor (Mississppi Burning – 1988) gibi kült filmlerinde de görmekteyiz. Yönetmenin bir diğer ustalığı da müzikallerde kendini göstermektedir. 1976 yapımı Bugsy Malon’da İçlerinde Jodie Foster ve Scott Baio’nunda bulunduğu bir grup çocuk yıldızdan güzel müzikal performanslar aldı. 1980’de ise çocuk yıldızların yerini gençlerin ve onlara yön veren hocalarının konu edildiği bir başka müzik temalı film olan Fame’i çekti. Konu çok basitti. Bir sanat akademisinde bir grup gencin var olma çabası anlatılıyordu. Fame’in başarısı TV dizisi olarak devamını getirdi. Bir diğer müzikal filmi ise Arjantin devlet başkanı Juan Peron’nun, halk tarafında çok sevilen eşi Eva Peron’un hayatını konu alan Evita isimli filmdir. Allan Parkerin kısa ama başarılı filmografisindeki önemli yapıtaşlarını bu filmler oluşturmaktadır. Robert De Niro için yazılacak ve söylenecekleri bir araya getirsek koca bir kitap olur kanımca. Ama bu filmdeki rolü için özellikle bir şeyler söylemek gerekirse; usta, ustalığını konuşturuyor. Toplamda filmin içinde göründüğü süre on beş dakikayı bile bulmazken sergilediği performans asla unutulmuyor. Sadece bir koltukta oturarak hiçbir aksiyon sergilemeden, sırf konuşma ve mimiklerle, böylesine etkleyici bir oyunculuk sinemasal bir şölen. Sadece bir bastonu elinde tutmak ve çevirmek yada bir yumurtayı kırıp soymak De Niro elinde şeytani olabiliyor. 1943 doğumlu aktörün 1965’de başlayan kariyerine sığdırdığı iki Oscar ve Oscar haricinde aldığı kırk iki ödülü (yedisi Oscar adaylı olmak üzere elli iki ödül adaylığı) göz önüne aldığımızda bu performansına şaşırmıyoruz. Aktör, buradakine benzer kısa ve etkileyici bir performansı Brain De Palma’nın (brain De Palma 1949 ) Dokunulmazlar ( Untouchables 1987) filminde ki Al Capone rölünde sergilemişti. Al Capone’un (R. De Niro) beyzbol sopasıyla bir adamı öldürdüğü sahne unutulmazdır. De Niro iyi ve kötü karakterleri canlandırırken gösterdiği büyük başarıyı “Anlat Bakalım!(Analyze This 1999) “ filminde psikolojik sorunları olan mafya babası rolüyle ünlü komedyen Billy Crystal (1948) karşısında sergiledi. Ve yine performansı beklenilenin üzerindeydi. Mickey Rourke Şeytan Çıkmazı filminde öylesine önemli bir rol almış sayılmazdı. Her ne kadar rol aldığı ve oldukça başarılı bir film olan Francis Ford Coppola (1939) yapımı Siyam Balığı’nda (Rumble Fish 1983) motosikletli ağır abi, eski çeteci yeni cool yol gösteren abi karakterinde başarılı ve etkileyiciydi. Buna rağmen adı afişte ikinci sırada idi. Ardından cevirdiği Greenwich Köyü’nün Papası (The Pope of Greenwich Village 1984) filminde mafya ve kirli polislerinde içinde olduğu bir soyguna karışan kuzenini korumaya çalışan ağır abiyi oynadı. Rol göreceli olarak uzun, Rourke iyi ama film beklendiği kadar iyi değildi. Ardından gelen ilk başrolü, Polonya asıllı bir sert ve kararlı polis dedektifini canlandırdığı Ejderin Yılı (Year of Dragon – 1984) filminde başrolü oynadı.

44

45


Film Kritik

Film Kritik

Şeytan Çıkmazı’ndan bir yıl önce oynadığı 9,5 hafta (Nine 1/2 Weeks 1986) Kim Basinger’la (1953) erotik seks oyunları oynayan tutkulu ve gizemli bir adamı canlandırdı. Eleştirmenlerin pek beğenmediği ama gişede iş yapan bir erotik filmde başrolü oynadı. Ardından gelen Şeytan Çıkmazı zaten yükselmekte olan yıldızını parlatıp onu yıldız seviyesine yükseltmeye yetti. Bundan sonra hızla nitelikli ve kaliteli roller peşi sıra gelmeye başladı. Aynı yıl merhametli bir IRA tetikçisini oynadığı Jack Higgins’in aynı adlı romanından uyarlanan Ölümüne Yakarış (A Prayer for Dying 1987) ile oldukça isim yapsa da, romantik bir erotik film olan Vahşi Orkide ile kendinden çok söz ettirdi. 1980’ler Rourke için çok iyi geçmiş ve onu yıldız seviyesine yükseltmişti. Ama 90’ların ortalarından sonra aldığı yanlış kararlar, yerine getirilemeyen sözleşmeler, alkol ve uyuşturucu sorunları bu bebek yüzlü aktörün ruhsal ve fiziksel olarak çöküşüne neden oldu. 90’ların sonuna dogru düzgün senaryolar gelmez olmuştu. Ta ki 2005 yılında Günah Şehri ( Sin City 2005) filminde oynadığı Marvel karakterine kadar. Ardından Darren Aronofsky’nin (1969) yönettiği Şampiyon (The Wrestler 2008) filmiyle yeniden bir yıldız olduğunu hatırladı ve aramıza döndü. 2013’te beş yapımda sinemaseverlerin karşısına gelecek Harry Angel. Bazı filmler bir aktörü/aktristi bir anda yıldız yapıp öne çıkartabiliyorsa da; aynı anda hem starlık kapısını açıp hem de aynı anda silebiliyor da. Lisa Bonet (1967) oynadığı birkaç TV dizisi bölümünün ardından ülkemizde Cosby Ailesi adlı dizide uzun ve seyirci tarafından beğenilen bir rol buldu. 199 bölümlük dizinin 118 bölümünde oynadı. Güzel ve alımlı vücudu ve çocuksu bir masumluğu ile beyaz camda sevilen bir karakterdi. Ama Alan Parker bu afacan kızdaki seksapeli ve yeteneği görmüş olmalı ki Şeytan Çıkmazı filminde Louise Cypher karakterinden sonraki bence en önemli yan rolü ona vermişti. Lisa Bonetl’e yapılan bir söyleşide bu rolü kabul ederken Cosby Show’dan izin alıp almadığını soran muhabire,” Bunu konuştuk ve Bill Cosby kariyerin için iyi olacaksa oynamalısın dedi” der. Şeytan Çıkmazı’nda iyi bir performans sergilese de ve basında övgü toplasa da bir daha bu önemde bir yapımda rol bulamadı. Türkiye’de gazetelerde oynadığı rol nedeniyle Bill Cosby ile ters düştüğü ve diziden kovulduğu yönünde haberler çıksa da Lisa Bonet dizide 1991 yılına kadar oynamaya devam etmiştir.

Senaryo Görüntü Yönetmeni Yapımcı Yapım Yılı Tür Süre Müzik Dil Ülke İmdb Puanı Oyuncular

: William Hjortsberg ve Alan Parker : Michael Seresin : Alan Marshall, Elliott Kastner : 1987 : Gizem, Korku, Kara Film : 113 Dakika : Glen Gray, Casa Loma Orkestrası : İngilizce, Fransızca : Amerika : 7.3 : Mickey Rourke- Harry Angel

Robert De Niro- Louis Cyphre Lisa Bonet- Epiphany Proudfoot Charlotte Rampling- Margaret Krusemark Stockher Fantelieu- Ethan Krusemark Brownie McGhee- Toots Sweet Michael Higgins- Dr. Albert Fowler B.Özcan YÜKSEL

Filmin Künyesi: Filmin Adı : Angel Heart Filmin Türkiye’deki Adı : Şeytan Çıkmazı Yönetmen : Alan Parker

46

47


Öykü

Cehennemden Çıkan Çılgın Zenci Yine sıcak bir gün! Buraya geldiğimden beri farklı bir şey görmedim ki zaten. Uyuyoruz, kalkıyoruz; yine sıcak, hep sıcak. Gerçi uyku benim için ve daha niceleri için çok çok uzak bir galakside kaldı ya, neyse biz adına gene uyku diyelim. Işığı, güneşi ve soğuk karanlığı ne kadar özledim, bilemezsiniz. Ah, ne günlerdi! Güneş olmadığı halde bu lanet olası yerde de gece ve gündüz var. Aralarındaki tek fark, küçük ve sinir bozucu zebanilerin geceleri ortalıkta gözükmemesi. Yoksa sıcaklık her an görevini layığıyla yapıyor. Ben nerede miyim? Cayır cayır yanan, karanlık bir yer hayal edin. Hayır, fırın değil. İçine dünyanın en çirkin yaratığını –zebaniyi- koyun. Evet, Cehennem. Ablam, cehenneme kadar yolun var! demişti de bunun gelişigüzel söylenmiş bir söz olduğunu sanmıştım. Gerçekten de buraya ince bir yoldan geçmeye çalışırken geldim ve bir daha çıkabileceğimi de zannetmiyorum. Ölümsüzlüğü arzulayanlar neredesiniz? Sonsuz yaşam burada! Buranın dokuz kattan oluştuğunu duymuştum önceki yalan hayatımda. Katın numarası büyüdükçe çekilen ceza da artıyormuş. En aşağıdaki dokuzuncu kat, sıcaklığın ve azabın merkezi olarak anılıyor. Ben ve kader yoldaşlarım ilk kattayız. Çirkin zebanilere göre buna şükretmemiz gerekiyormuş; zira bize ana yemek olarak verilen ateş, alttakilerin garnitürüymüş. Yine de buna ne ben, ne de diğerleri şükrediyor; şükredenlerden olsaydık bulunduğumuz yer cehennem olmazdı herhalde. Alt kattakiler bizi tanrıdan torpilli diye anıyorlardır muhtemelen –ben olsam öyle derdim. Torpili bilmem ama bizim günahımızın daha az olduğu kesin. Nitekim tanrının adaletinden su sızmaz. Her gün aynı lanet programla cezamızı çekiyoruz ve bunun ne kadar işe yaradığını görmek için hayalet gibi dolaşan yorgun ve pişman yüzlere bakmak yeterli. Gün, ateş nehrinde yıkanıp yakılmamızla başlıyor. Güneşin olmadığı bir yerde zamanı kestirmek imkânsız, bu yüzden ateşten nehirde ne kadar kaldığımızı bilmiyorum. Sonrasında zebanilerle dans bölümü başlıyor –ki bu en eğlenceli(!) kısımdır. Her şeyin hammaddesinin ateş olduğu bu yerde sıcaklığa alışırsın, birinci dereceden yanıklara da alışırsın; ama o lanet olası küçük zebanilerin oyunları insanı çileden çıkarıyor. Alevden yapılma sivri dirgenlerini elime bir geçirirsem neler neler yapacağım onlara. Analarından emdikleri sütü bir taraflarından çıkaracağım –gerçi onların bir anadan süt emdiklerini hiç zannetmiyorum. Yapmaktan tuhaf bir zevk almaya başladığım ateş banyosuna doğru giderken komşularımın konuşmalarına kulak misafiri oldum. Çömez olduğu cırtlak sesinden anlaşılan bir genç düşünceli bir şekilde, “Acaba, diyorum, dünyaya dönmek istesek izin verirler mi?” diye sordu. “Biz zaten dünyadayız, yerin altında.” “Hayır, öyle değil. Eski yaşamlarımıza geri dönsek, günah işlemeyeceğimize söz versek. Belki izin verirler.” “Boşuna uğraşmayın. Ben zamanında böyle bir şey istemiştim. Buraya daha yeni geldiğimdeydi sanırım,” diye muhabbete dahil oldu yaşlı bir amca. “Eee, ne oldu sonra?” “Zebaniler birkaç iğrenç kahkaha koyuverdiler, o kadar.”

48

49


Öykü

Konuşulanlar bayağı dikkatimi çekti. Acaba gencin isteğinin gerçekleşme ihtimali var mıydı? Ve o an aklıma gelen fikri hemen ortaya koydum: “Sen tek başınaydın; biz burada kalabalığız. Eğer çoğunluk isterse…” Bu, herkesin aklına yatmış gibi gözüküyordu. Konuşmaya birkaç kişi daha katıldı. Ve birkaç kişi daha… Beş-altı ateş banyosu sonrası cehennemin ilk katı benim çıkardığım geri dönüş söylentileriyle çalkalanıyordu. Bu düşünceyle, birkaç gün önce konuşacak kuvveti bulamayanlar, artık kargaşa çıkaracak gücü buluyorlardı. Bu, önce zebanilerin kulağına çalındı. Onlar da daha büyük zebanilere ve iblislere ilettiler. En sonunda tanrıya kadar vardı bu iş. Küçük zebaniler bundan hiç mi hiç memnun değildiler; oyuncaklarının ellerinden alınmasını istemiyorlardı. Bu ateşli tartışmaların devam ettiği sıcak bir gün, cezamızı zebanilerin –artık daha da acımasızlaşmışellerinden çekerken yakındaki bir yoldaşın lanet olası bir zebaniyle tartıştığını duydum. Zebanilere ve dirgenlerine başkaldıran birine ilk defa rastlıyordum –ki torunumun torununu görecek kadar yaşamıştım burada. Tartışmayı devam ettirmesin diye ona seslenmek için ağzımı açtığımda pis cehennem böceklerinden biri ağzıma girdi. Tadı, lağım faresinin kusmuğu kadar iğrençti. Yoldaşın tartışması daha da şiddetlendi ve uzun zamandır beklenen kavga sonunda yaşandı. Herkes –ilk kattaki istisnasız herkes- zebanilerle kavgaya tutuştu. İki hayatımda da böyle büyük bir savaş görmemiştim gerçekten. Bu savaş çok uzun sürmedi. Tanrı işin içine girince akan sular her iki taraf için de durdu. Ve o mühim kararı melekleri aracılığıyla bizlere bildirdi: Dünyaya dönmenize izin veriyoruz! Tabi ki sadece biz ilk kattakiler için. Cehennem sıcağına alıştığımızdan yeryüzünün sıcak topraklarını memleket edindik. Tanrıdan torpilliyiz, evet. Buna ben de inanmaya başladım. Ağır bir günah işlememiş olmamız da buna dahil elbette. Sabah gözümü açtığımda bir elma ağacının altındaydım. Önce rüya gördüğümü sandım, ama bu imkânsızdı değil mi, cehennemde uyumak ve rüya görmek? Doğrulup su sesinin kaynağına gittim, nasıl da canım çekmişti! Berrak nehirden kana kana buz gibi su içerken yansımama baktım. Bir terslik vardı, gözlerim kararmış olmalıydı ki yüzüm kömüre bulanmış gibi gözüküyordu. Gözlerimi kırpıştırdım ama nafile. Tüm vücudum simsiyahtı. Demek ki geri dönerken cehennemdeki günlerimizden hatıralar da getirmiştik yanımızda. Kısa sürede rengime ve dünyaya alıştım. Geldiğimiz topraklardan çıkmadan yoldaşlarla bol bol vakit geçirdik. Çocuklarımız da oldu bizim gibi siyah renkli, ne yapalım bu da bizim kaderimiz. Cehennemde yaşa(ma)maktansa bu şekilde yaşarız daha iyi. Şarkılar söyledik yanık sesimizle. Cehennem, ses tellerimizi yakıp güzelleştirmişti belli ki. Kaslarımız da daha güçlü artık. Cehennemin yararları da varmış, bunu bana önceden söyleseler gülüp geçerdim, zebaniler gibi iğrenç kahkahalar atardım. Tanrıya olan derin saygımızdan dolayı diğer insanlarla hep iyi geçindik, gerekirse karşılıksız hizmet bile ettik. Bütün özelliklerimiz yavrularımıza ve torunlarımıza da geçti. Biz bu dünyadan göçüp gittik –bu sefer cennete-, ama tarih bizden hiç bahsetmedi. Geri dönüp de bakınca diyorum ki, o gün iyi ki o böcek benim ağzıma girmiş… Öykü: Alperen AKBABA

50

İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN

51


52

53


Öykü

Ökse Otu Ökse otu gibi yarı asalak bir bitkiyim. Hayatım hep bir şeylere bağlanarak geçmek zorunda çünkü tek ayağım eksik. Onu kaybedeli üç yıl oldu. Üzülmem gerekirdi ama bunu yapamadım, hissedebildiğim tek duygu özlem. Bu traji müstahak akıbetin oluş evresi ansız değildi. Aksine hayli algılanabilirdi. Başına buyruk bir salı gecesi uyandım ve başucumda kımıldayan bir bedene rastladım. Elleri bacağımı sıkıca kavrayan beden, benden yürüme uzvumu ödünç istedi. Ona baktığımda kasık boşluğunun, içi oyulmuş ekmeklere benzediğini gördüm. Böylelikle bacağıma iyi bakması şartıyla onu alabileceğini söyledim ve gözlerimi kapadım. Bir süre bacağımdaki çekiştirilme hissi ve kopan parçaların rahatlatıcı duygusu devam etti. Sonrasında ise sesler kesildi ve uykuya daldım. Uyandığımda zemini parke döşeli evimde, artık tek bir bacakla dolaşıyordum. Ekmek kırıntısı peşinde zıplaşan kumrular gibiydim. Lakin iyi yanı şu ki; eskiye nazaran sekiz kilo daha hafiftim ve rutin kaşıntılarım artık daha bölgeseldi. Üstelik ayakkabılarımın tüm o yılışık flörtü son bulmuştu ve eksik ayağımın boşta kalan kılıfı bir fahişe olmuştu. Biçimsiz ve sönük vücudumu taşıyan tek ayağım evin yegâne çocuğu gibiydi. Kıymete binmişti. Ona ne istediyse aldım. Sarışın ama aptal pabuçlar, seksi sivri burun topuklular, kumral süetler ve pamuklu çoraplar. Kullanılmayan diğer çiftler ise, seyrek otlarla bezeli kapımın önünde fuhuşa tutuştular. Kapımın önünde el yapımı fahişelerden oluşan minik bir kerhane bulunuyordu ve bunlardan terliksi toprak canlıları istifade ediyordu. Ödünç ayağım ortalarda yoktu ve bu tek yanı eksik yaşama alışmaya başlamıştım. Öyle ki artık bu şekilde yaşamak bana zor gelmiyordu. Bu canımı sıktı ve kendime bir zorluk peydahladım. Oyuk yanıma bir ladin tohumu ektim. Biran önce büyümesi içinde günaşırı toprak yemeye başladım. Üstelik sapkın yaşantımda su içmek saat başı bir eyleme dönüştü. Tüm bu uğraşlarımın ilk başarısı filizlenen tohumlar oldu ve çabalarım devam etti. Kısa süre içerisinde bu uğraşlara yer çekimi gibi fiziksel bir olguda katıldı. Filizleri fidanlara, fidanları kahverengi kütüklere dönüştürdü ve kasığımdaki oyuk kapandı. Ancak bununla birlikte varlığını unuttuğum kaşıntılarım geri geldi. İçime uzanan ağaç kökleri, dünyama tahammülü mümkün olmayan iç gıdıklanmalar armağan etmişti. Kaşıntıları durdurabilmek için derime çeşitli kaşıma oyukları açtım ve bu beni avuttu. Haftalar sonra her şey yoluna girdi ve ağaçtan ayağım karton odamın duvarını delip dışarı taştı. Kökler bedenimin her yanına yayıldı ve beni kana hasret bir sülük gibi emmeye başladı. Vakumlanmış poşetlere döndüm ve derim kemiklerimi sıkı sıkıya sarmaladı. Tüm bu tahammül nöbeti bacağımın daha da uzaması içindi ve öyle de oldu. Odamdan dışarı taşan bu dallı budaklı ağaç parçası benim fiziki dünyaya gönderdiğim en görünür tepkiydi. Teslimi geciken ödünç bir bacak için sitem… Karton odamın içinde yok oluşun kutsal sınırına ulaşmışken nihayet bir el beni kavradı ve havaya kaldırdı. Gözleri bedenimle aynı ebatlarda olan yüz, şaşkın bir hal aldı. Ardından diğer bir el, makasla vücudumdan fışkıran dalları budadı ve ağaçtan bacağımı, kasık hizamdan kopardı. Onun yerine yaşlı bir kurşun askerin yamuk bacağını, sağlam bir yapıştırıcıyla bana monteledi ve plastik bedenimi oyuncak kutusuna geri fırlattı. Fatih ONAYDIN

54

55


Kahraman

Kahraman

(Bir Kahraman Yaratmak)

Elif HUNAŞAMGİL “Celal haklı çıkmıştı ki sevgilim bir vampirdi. Aynadaki o yansımasız halini anlatamam. O duyguyu nasıl tarif edebilirim ki? Yanımdaydı, o soğuk ama güzel elleriyle ellerimi tutuyordu; ama aynaya baktığımda orda hiçbir şey yoktu. Delilik gibi bir şeydi bu. O anda Elif’e bakış açım değişmişti. Hâlâ âşıktım ama yanımda yürüyen şeyin metafizik gerçeklikten kopup gelmiş bir peri soylu vampir olması bana hem korkutucu hem ilginç geliyordu. Canlı bir efsaneyle yan yana yürümek gibi bir şeydi bu…” (M. Berk Yaltırık, “Kanlı Peri Kızı-2”, Gölge E-Dergi, 34. Sayı, Temmuz 2010, s. 68.) Kasvetli bir kasır, kanlı ve esrarengiz olaylar ve korkutucu bir hanım… Kısaca tanımlamak gerekirse bir tür vampir (hemen hemen). Edebiyattan Carmilla ve tarihten Kontes Bathory’den esinlenerek yazdığım, ancak daha sonra açıklayacağım gibi başka esin kaynakları da olan, Gotik Edebiyat’ın yükselişe geçtiği dönemlerde revaçta olan dehşetengiz vampir romanlarındaki korkutucu ve eksantrik soylu vampir tiplemelerinin Balkan coğrafyasına ve kültürüne uyarlanmasıyla ortaya çıkmış bir karakter. Bu yazıda sadece karakterin doğuşundan ve yazılışından bahsetmeyeceğim, yazılarımdan görülebileceği üzere benim için bir takıntı haline gelmiş eşkıyalar, ayanlar, vampirler ve Balkan kültürü temalarının da nasıl bir yer kapladığını da anlatmaya çalışacağım. Karakterin Ortaya Çıkışı ve Görüldüğü Hikâyeler Elif Hunaşamgil karakteri, ilk kez Gölge e-Dergi’nin sayfaları arasında görüldü. Gölge e-Dergi’de yazmaya başladığım ilk dönemde (ve tabii İnternet mecrasında da hikâyelerimin ilk görüldüğü zaman), bir arkadaşım için yazdığım ancak sonradan benim de benimsediğim bir karakter olmuştur. “Kanlı Peri Kızı” adıyla cin-peri söylencelerini, vampirlerle birleştirmiş, Doğu Avrupalı eksantrik, ölümsüz soylular gibi Balkanlardan gelme bir ayan ailesine mensup büyüleyici ve aynı zamanda ölümcül bir vampirin kurbanının ağzından anlattığım bir hayli uzun bir hikâye yazmıştım. O dönemler hep uzun yazmaya alışık olduğumdan

56

ve kısa hikâye yazmayı çok sonradan öğreneceğimden Ahmet Yüksel’in yönlendirmesiyle hikâyeyi ikiye bölmüştüm. Böylece “Kanlı Peri Kızı-1 ve 2” olarak Haziran ve Temmuz 2010’da yayınlanmıştır. (bkz. “Kanlı Peri Kızı1“, Gölge E-Dergi, 33.Sayı, Haziran 2010, s.76-80.; “Kanlı Peri Kızı-2“, Gölge E-Dergi, 34.Sayı, Temmuz 2010, s.6672.) Ardından karakterin arka planı ve hikâyesi hoşuma gittiğinden ve yazmayı sevdiğimden, ertesi sene “Kanlı Maça Kızı” adıyla Kayıp Rıhtım için bir başka Hunaşamgil hikâyesi yazdım. (bkz. “Kanlı Maça Kızı”, Kayıp Rıhtım, Maça Kızı temalı öykü seçkisi, Aralık 2011) Hikâyeler kurbanların ağzından yazılan korkutucu notlara şeklinde yazılmış olup, bundan sonra yazılacak hikâyelerde de bu tarz anlatımın devam etmesini düşündüğümden, her türlü hikâyeye uyarlanabilecek bir arka plana ve geçmişe sahip bir karakter olarak düşünmüşümdür. Karakterin Genel Özellikleri ve Yapısı Hunaşamgil’in hikâyesini kurgularken geçmişi ve genel özelliklerini sıkça etkilendiğim folklor anlatılarından ve bilindik edebiyata mâl olmuş vampir tiplerinden yararlandım. Karakteri “minelbab ilelmihrab” tarif etmem gerekecek, zira bir hikâye ve karakter oluştururken, bir kahramanın arka planının nasıl oluşturulduğu kadar onun üretilme süreci de görülmelidir. Elif Hunaşamgil’in asıl ismi Elif Hanım’dır. Hunaşamzade Elif Hanım yaşadığı dönemlerde ve hortladıktan sonraki dönemlerde (Cumhuriyet yıllarına doğru) kullanılan ismidir.

57


Kahraman

Kahraman Hunaşamzadelerin Hanımı olarak da anılır. Eski dönemde “konak sahibesi” olarak bilinirken, nedeni bilinmeyen bir şekilde yakın zamanda yeniden diriltilmiş ve insanların arasında öğrenci kılığında dolaşıp kendine yeni yeni kurbanlar aramıştı. “Kanlı Peri Kızı 1-2” hikâyelerinde lise sona kayıt yaptırdığını, “Kanlı Maça Kızı” isimli hikâyede ise dershane öğrencisi olarak görünür. Buradan bu şekilde kimliğini kamufle edebildiğini görmekteyiz. Henüz yazılmadı ancak “spoiler”a kaçmadan hikâyelerde bulunmayacak şu detayları belirtebilirim; uzun seneler uykuda kalmıştır zira bir avcı onu güç bela öldürmeyi başarmış ancak ritüeli tamamlayamadığından tam ölmemiştir. Takribi 2002 senesinde “esrarengiz birisi” tarafından yeniden uyandırılır. Normal halini alabilmek için 2004 güzüne kadar sığınağında saklanıp güç toplar. Buradan peşinde birilerinin olabileceğinden şüphelendiğini de çıkarabilmekteyiz. Elif Hunaşamgil, yukarıda daha önce belirttiğim gibi –neredeyse- vampirdir. Soyundan gelen bir özellikten ötürü tıpkı yarı cin yarı insan melezlerinin varlığına olan inanç ürünlerinde görülebileceği üzere vampirliğini “cinlerle-insanların bağıntısından” alan bir karakterdir. Daha önce Gölge e-Dergi’de “Şerruh Paşa’nın Sırrı” ismiyle yayınlanan hikâyedeki Şerruh Paşa ve onun sadece ismi zikredilen kız kardeşi “İsmihan Hanım” da bu vampir türündendir misal. Folklor ve inanışlarda mevcut olan “cin soyundan gelme insan” inancını alıp vampir inancına karıştırmamla ortaya çıkmış (ki her ikisi de folklorik açıdan zengin temellere sahiptir) bir türe mensuptur. Miladi 1883’te Edirne’de doğmuş, 1901 senesinde vampir olmuştur. Günümüze hesaplarsak takriben 120’li yaşlarındadır ancak görünen haliyle en fazla 19’unda göstermektedir. Fiziksel görünüş olarak ortadan uzunca boylu, eski derebeylerinin kızıymış gibi asil ve vakur bir duruşa ve asil yüz hatlarına sahip, açık tenli, yeşil gözlü, parlak bal rengi saçlara sahiptir ki buradaki Balkan etkisini bir kez daha görebiliriz. Belli bir giyiniş ve aksesuarı söz konusu değildir. 2000’li yıllardaki liseli ve üniversite öğrencisi kılığında gezinse de evde 1800’lerin sonuna ait kıyafetlerle dolaşmaktadır; ancak bunu tek başına kaldığı zamanlarda tercih eder. Tavır ve duruş olarak insanı gizliden gizliye ezen bir kibre sahiptir. “Kanlı Peri Kızı-1” hikâyesinde, “…İnsanlarla sohbet ediyordu ama durularıyla, bakışlarıyla, konuşmasıyla gizliden gizliye ezen bir kibri vardı. Kimseyi doğrudan aşağılamıyordu ama o cazibesiyle beraber vakur duruşuyla bambaşka bir kişilik sergiliyordu.” şeklinde tarif edilir. Kurbanları tarafından genelde insanları büyülediğinden dolayı, olağanüstü güzellikte olarak tarif edilir, kurbanlarıyla ya “çıkar” ya da “arkadaşlık kurar” ve her birisinin hem kanıyla hem de hayat enerjileriyle beslenir, kurbanlarında yoğun bir depresyon hali ve genel yorgunluk gözlemlenir. Kurbanlarını öldürmemeye dikkat eder ancak kimliğini öğrenmeye çalışan bir öğrenciyi (ilk hikâyede, Celal karakteri) öldürmekten çekinmemiştir. Fazla sosyal hayatı olan birisi olmadığından dikkat çeker, partilere vs. katılmaz ama bazen

arkadaşlarını evine çağırır sohbet eder ancak bu kamuflaj amaçlıdır. Sükunetini korur ve kurbanlarının duygularını da sömürmekten çekinmez. Geçmişi ve kimliği ilk hikâyedeki Celal ve ismi zikredilmeyen anlatıcı tarafından ifşa edilmiştir. Celal’in bazı arkadaşları onu yok etmeyi denemişlerse de bilinen en tehlikeli vampir türü olduğundan okul tuvaletinde ölü olarak bulunmuşlardır. Kurbanlarıyla klasik vampir stiliyle beslenir ancak düşmanlarını alt etmek için onları tıpkı tabiri caizse “cin çarpmışa-uğramışa” çevirir. Bunlar elleri ayakları ters dönmüş ve yüzleri gözleri çarpık vaziyette bulunurlar, gözlerinin feri kaybolmuştur vs. İlk kurbanın notları, bazı gazete haberleri ve Celal’in bulduğu bilgiler, “Kanlı Maça Kızı” hikâyesinde bir başka kurbanın eline geçer o da eklemeler yaparak bunu internet ortamına aktarıp amatör okült, büyü vs. topluluklarına, forumlara gönderir ki basit, komik ama çaresizlikten düşünülmüş bu yöntemle, bir vampiri ancak onların ortadan kaldırabileceğine inanır ve şehri terk eder. Asıl bilgi kaynaklarını nereye sakladığını söylemez. Hakkında üç önemli bilgi, kurgusal tarih ve folklor kitaplarında, bir de İnternet sitesinde geçmektedir. İlk kitap “Dr. Resuhi Bey”in yazdığı “Batıl İtikatlar” isimli kurgusal bir folklor kitabıydı. “Drakula İstanbul’da” (1953) filminde bahsi geçen “Batıl İtikadlar” isimli kitap ile filmin uyarlandığı Ali Rıza Seyfi’nin Dracula (1897-Bram Stoker) romanından Türkiye’ye uyarladığı adaptasyon korku romanı “Kazıklı Voyvoda” (Drakula İstanbul’da adıyla 1997’de basıldı) romanındaki Abraham Van Helsing’e tekabül eden Dr. Resuhi Bey karakterinin birleşiminden çıkmıştır. İkinci kitap ise Edirne ile ilgili kurgusal bir yerel tarih araştırması olan “Tarih-i Osmanağazade” isimli, uydurma yerel tarihçi “Osmanağazade” isimli birinin yazdığı kitaptır. Bunları Celal karakteri bulup giderayak bıraktığı bir ipucuyla ifşa eder ki mezkur kitaplarda bu kısımların altı kırmızı kalemle çizilmiştir. Sonradan bu sayfalar koparılarak ilk kurbanın notlarını yazdığı deftere kaydedilmiştir. Bunların bilgisi ilk hikâyede verilirken, ikinci hikâyede detaylıca hangi kısımlar olduğu belirtilir. İnternet sitesi ise cinlerin türleriyle ilgili bilgi vermektedir. “Tarih-i Osmanağazade” isimli kitapta Elif’in geldiği soydan ve soyundaki vampirlikten, aile tarihinden bahsedilir. Aynı kitabın sonunda gösterilen bir soyağacında 1901 tarihinde vefat eden bir “Elif Hanım”dan bahsedilir ki meşhur vampirimiz bu kişidir. İlk kurban tarafından Elif’in büyük halası sanılmıştır. Kitaptan

58

59


Kahraman

Kahraman koparılmayan (ya unutularak ya da ipucu olsun diye) bırakılan tek ipucu bu soyağacıdır: “...Sultan Mahmud Han-ı Sani devrinde Rumeli memleketlerinde envai çeşit türedi ayanlardan biri vardı ki hepsinden daha zalim ve daha melun bir bey vardı. “Perioğlu Kasım Bey” derler Tuna nehri kıyısında, Vilayet-i Rusçuk'a bağlı Mezarhisar mevkiinin ayanı idi. Bu adamın zalimliğinin ve gaddarlığının ölçüsü hududu yoktu. Köylüden yok pahasına vergi alır, zulmeder, karşı geleni çekinmeden öldürürdü. Bu adama kimse karşı koyamazdı, zira o civarda kendisi hakkında anlatılagelen, aileden gelenlerin dahi kabul ettiği bir rivayet vardı. Rivayet odur ki Kasım Bey'in babası Rüstem Beşe, bir gün Tuna'nın karşısına geçip Vilayet-i Eflak'ın (Romanya) ormanlarında avlanmaya gider. Malumunuzdur ki bu yöre insanı hortlaklara ve ecinnilere fazlaca itikat etmekte olup (inanmakta) demelerine göre iş bu ormanda Rüstem Beşe bir peri kızıyla bir şekilde münasebet kurar. Denilene göre fırtınalı bir gecede Rüstem Beşe'nin kapısının önünde bir erkek çocuk bulunur. Rüstem Bey o peri hadisesini hatırlayarak periden olma oğlunu kendi ailesine katar. İşte Perioğlu Kasım Bey budur ki lakabı burdan gelir, ailenin kendisi dahi bunu kabul eder. İnsanüstü bir yaradılışı bulunduğundan oldukça heybetli ve korkutucu görülen Kasım Bey'in bir yönü daha vardır ki insan olmadığının kanıtıdır bu, rivayeti yöre papazından da dinlemişliğimiz vardır: Kan içmektedir. Bölgede devlete sırtını dayadığından kimsenin bir şey edemediği bu zalim böyle kan içe içe bir asra yakın ömür sürmüştür. Ailesinden gelenlerde de bu lanetli hastalığın geçtiği ve onların insan olmadığı o yöre insanlarınca anlatılmaktadır. Bu nedenle o kan içicilere bu anlamda Farisi dilinde (Farsça) "Hunaşam" yani "kan içici, kan içen" denilmiş, o melun ailenin adı "Hunaşamzade" deyu kalmıştır. Bunlar Doksanüç Harbi'nde Edirne'ye gelerek, şehrin çıkışında bu isimle anılan konağı yaptırmışlar ve diğer aileleriyle buraya yerleşmişlerdir. Bu konağın lanetli olduğu ve civarda kaybolan insanların buranın yakınlarında kanları çekilmiş olarak bulunduklarına biz dahi şahitlik etmişizdir. Ama artık rüşvetten mi şeytanlardan ifritlerden yardım almalarından mı bilinmez bu lainlerin, bu melunların hakkından gelebilecek kimse çıkmamıştır. Ailenin üyeleri her ne kadar normal insan olduklarını söyleseler de bizce malumdur ki halkın bu itikadına biz de katılmaktayızdır, bu ailenin soyundan gelenler kan içmekle, periler soyundan geldikleri için lanetlenmişlerdi. Hangi sebeple olursa olsun bu aileden biri masum dahi olsa ölümden sonra hortlamaktadır.” Dr. Resuhi Bey’in “Batıl İtikatlar” isimli kitabında Elif’in geldiği vampir türüne ilişkin bilgiler vardır ki bir kısmı “Drakula İstanbul’da” filmindeki aynı isimli kitaptan “hortlakların okunuduğu” bölüme dayanılarak yazılmıştır: “Batıl addedilen "hortlak" efsaneleri, bugün bile hâlâ Balkanlarda ve bilhassa Karpat dağlarıyla çevrili arazide meskûn (yerleşik) birçok insanlar tarafından derin bir imanla kabul edilmektedir. Çünkü bu

görüşle sabit olmuştur ki bilimin izah edememesine rağmen öldükten sonra yaşayan ve kan emen hortlaklar mevcuttur. Bugün dahi Romanya köylüleri buna inanırlar. Hortlakların bütün gıdasını kurbanlarının kanları teşkil eder. Bazılarının vampir dedikleri bu cins mahlûkların köpek dişleri kan gördükleri zaman fevkalade sivrilir ve kurbanlarının şahdamarlarını açarak oradaki kanı emerler. Aynada yansımaları yoktur. Bir hortlağın kanını emdiği insan kadın olsun erkek olsun yeni bir hortlak namzedidir (adayıdır). Bunlar tıp ölçülerine göre öldükleri halde geceleri mezarlarından çıkarak kanını emecek kurbanlar ararlar. Yarı insan özelliğini taşıyanlar gündüz vakti bulutları kontrol ederek insan gibi gezebilir. Kurbanları âdeta hipnotize ve cezbederek kendi kontrolleri altına alırlar. Hortlakları öldürmek hem çok kolay hem çok zordur. Onlara tabanca, bıçak işlemez. Bir hortlağı kesin olarak yok etmek için kalbine bir tahta kazık saplayıp kafalarını bedenlerinden ayırmak ve ağızlarına sarımsak doldurup tüm cesedi dualar eşliğinde yakmak lazım gelir.” İnternet sitesinde ise bu türle alakalı şu bilgiler yazar ki Drakula’nın dedesinin cinlerden birisiyle evlendiği bu yüzden lanetlendiğiyle ilgili bilgi, rahmetli dedemin hikâye olarak bana anlattığı kurgu icabı bir anekdottur. Bu kurgu bilgiyi yine kurguya dahil ettim ancak cin türlerine ilişkin bilgi kurgudan ziyade genel inanışlarda görülen, konuyla ilgili kitaplarda bahsi geçebilecek bilgilerden derlenmiştir. Buna göre: “Bu cinler ve perilerin kılık değiştirmişine dedikleri vampirler, türlerine göre değişmektedir. Bazısı vardır Agval türünden gelir onlara “gul” denir, “gulyabani” misali mezarından çıkar yahut “albastı” olup lohusalara musallat olur. Bazısı ise Saali türü cinlerden olup, Sılat veya peri dedikleri, sihir yapabilen ve diğer cinlerin bile korktuğu büyücü dişi cinler olanların soyundan gelenler ise bir vampirden farklıdır. Değme Cadıcılar ve Hortlakçılar bile onlarla başa çıkamaz. Osmanlı tarihinde adı geçen Eflak Voyvodası Kazıklı Vlad için de halk arasında, dedesi Mircea’nın bu perilerden biriyle evlendiği için soyuna peri kanının karışıp, torunu voyvodanın ölümden sonra mezardan çıktığına inanılır.” Hatta Elif’in evinin duvarında Kazıklı Vlad’ın bir resmi vardır. İlk kurban bunu paşa dede zanneder ve “Kanlı Peri Kızı-2” hikâyesinde bundan bahseder. Ancak “Kanlı Maça Kızı” hikâyesinde ise anlatan kişi bunu fark edip Elif’e kim olduğunu sorduğunda “aileden birisi olmadığını ancak kendisiyle uzaktan bir akrabalığı olduğunu, bir aile büyüğü gibi sayıldığını ve dedesinin Romanya’dan göç ederken yanında getirdiğini” söyler. Aynı hikâyede anlatıcı bunun Kazıklı Voyvoda olduğunu öğrenir. İkinci hikâyede anlatıcı Elif’in gizemiyle ilgili birçok yeni bilgiye ulaşır ve bunları öteki kurbanın notlarına ekler. “Kanlı Maça Kızı” hikâyesinden: “Çocukların atladığı şey buydu. Elif’in gizli bağlantısı. Elif aslında sadece bir hortlak değil, peri soyundan geldiği için belli güçler taşıyan oldukça güçlü bir türdü.

60

61


Kahraman

Kahraman Bu da onu diğer vampirlerden daha tehlikeli kılıyordu. Gündüz uyumasına gerek kalmıyordu. Üstelik en kuvvetli imana sahip birisi onu alt edebilirdi. Filmlerdeki vampir avcısına özenen bu gençlerin sonu ölümle bitmişti. Onun bir üç harfli olduğu gerçeğini göz ardı etmişlerdi. Burada ölenlerin isimleriyle o tarihlerde ölen çocukların gazetedeki isimlerini karşılaştırdım, mekan ve isimler uyuyordu. Şizofren birinin düşleri sanmıştım ilkin ama kibrinden dolayı arkasında çok ipucu bırakmış bir vampirle karşı karşıyaydım. Normalde ayna deneyini görsem bile inanmazdım ama başka kanı çekilmiş cesetler vakaları da yaşanmıştı. 1930’lara dek Edirne’de kaybolan cesetler sürmüş, sonraki günlerde yerel gazetelerden dökümlerini çıkarmıştım. 1931’de bir şekilde ardı kesilmiş. Sonra 2002 Eylül’e doğru yeniden bazı olaylar baş göstermişti. Şehirde küçük çocukları Yıldırım mezarlığına çağıran ve ara sıra kaybolan beyazlı bir kadından bahsediliyordu. Acaba bu Elif miydi? Bundan bağımsız başka garip olaylarda vardı. Yine liselerden kaybolan gençlerden bahsediliyordu. Kan hastalıklarından. Elif’in yeniden döndüğü tarihti bu. Okul kaydına başladığı tarihti. Çözemediğim iki nokta var hâlen. Birincisi Elif’in o Drakula resmi sadece bir mizah bağlantısı değildi. İnternet'e de düşmüş, Resuhi Bey’in kitabında geçen o inanışlarda özellikle Drakula’nın dedesinin bir periyle evliliğinden dolayı vampirleştiği yazıyordu. Aralarında ya akrabasal ya türdeş bir bağ var. İkinci nokta ise şuydu. Kan emme olayları Eylül’de başgöstermişti ama Ağustos’ta verilen bir ölüm ilanı vardı. Kaybolan çocuklar olayının hemen başlangıcında genç bir kızın ölüm ilanıydı. Elif’i birileri 1930’larda ya kapatmış ya öldürmüştü ama 2002’de her ne olduysa bir şey onu diriltmişti.” İşte Hunaşamgil tüm yönleriyle bu şekilde kurgulanmıştı. Hikâyeler okunduğunda görülebilecek nice ayrıntı vardır. Bunları eklememin ve belirtmemin nedeni, bir kahraman-karakter yaratılırken nasıl bir süreçten geçtiği, güçlü yan hikâyelerin ve arka planın yeni hikâyelere kapı açtığı kadar mevcut karaktere de derinlik kazandırdığını gösterebilmektir. Bu şekilde bir “gerçekçilik kurgusu” kazandırmak, hikâyeye de ayrı bir tat kazandıracaktır.

Yazma Nedenim ve Esin Kaynakları Elif Hunaşamgil karakterinin yazma nedenim bir arkadaşım için yazdığım bir hikâye olmasının haricinde, benim bir hayli takıntılı olduğum Balkan inanışları ve tarihinden figürlere olan ilgimdir. Hikâyelerimle ilgili en genel yapılan eleştirilerden biri, ağırlıkta olarak vampirler, Balkan folkloru ve coğrafyası, eşkıyalık teması üzerine hikâyeler yazmamdır. Bu hâlen aşamadığım bir takıntıdır ki nedeni çok açık. Uzun seneler Balkan kültürüyle iç içe bir şehirde yaşamışsanız, korku hikâyeleri ve anlatılar ilginizi çekiyorsa, vampir hikâyelerine ilgi duyuyorsanız (klasik olanları) ve bu hikâyelerin kaynağı sayılan coğrafyadaysanız ister istemez hikâyelerinize ve anlatımlarınıza sirayet ediyor. Her ne kadar farklı tarz hikâyeler yazmayı denesem ve ayarı tutturabilsem de hikâyelerim içinde her zaman için Balkan kökenli, ayan sülalelerinden gelme vampirler ve eşkıya öyküleri ayrı bir yer tutacaktır. İşte Elif Hunaşamgil tiplemesinin arka planında bunlar varken, Carmilla, Elisabeth Bathory gibi figürlerin yanında, çok enteresan gelecek belki Cumhuriyet’in ilk dönem romanlarındaki karamsar hikâyelerin hatta şiirlerin de payı vardır. Hunaşamgil, karakter olarak o döneme ait olduğundan aşırı modern görünmemesi için oluşturulurken o dönemi, o soyluluk takıntısını ve kibri göstermeye çalıştım. Bir kahraman yaratırken arka plan ne kadar önemliyse onun iç dünyası ve karakteri de gerçekten önemli. Yapay duygular yerine karakterine uygun düşünceler ve hareket, bunu destekleyen mizansen dikkate alınmalıdır. Tiyatro senelerinde bize sıkça söylenilen “seste, duruşta, mimik ve mizansende karakteri yansıtabilmek” düsturunu, yazı dünyasında özellikle karakter yaratmada ve bu tip karakter üzerine kurulu hikâyelerde de göz önünde bulundurmalıdır. Tarz olarak “yatağan ve efsun” (Şark işi “sword and sorcery” olarak kabul ettiğim) türünden hikâyeler yazdığımdan ve sürekli bir olay söz konusu olduğundan bazı hikâyelerimde bir mesaj, bir alt metin söz konusu değildir. Bazı hikâyelerimde görülebilir belki; ancak genelinde durumun ve dönemin ilginçliği söz konusudur, bir arayış vardır. Sürekli bir “mavra” dönmektedir yani. Dolayısıyla yazarken pek “mesaj” ya da “alt metin” gözetmiyorum. Ancak son dönem hikâyelerimde bu yönde hikâyeler yazmaya başladım ve mevcut hikâyelerimde bu yönde bir açık bulunduğu söylenildiğinden bu yönde çalışmalarımı yoğunlaştırdım. Elif karakteri ilk dönem hikâyem olduğundan bir alt metni yok, yani vampir hayatlarına öylesine giriveriyor, bir mesajı da yok. Belki bundan sonra eklerim, belki daha profesyonel olur. Yine de hikâyelerime “Dur şundan ne hikmet alayım” diyerekten bakılmasını da istemem açıkçası. İnsanlara hikmet saçacak olsam kişisel gelişim kitabı yazardım ya da daha “satar” konulardan seçerdim hikâyelerimi. Ancak karaktere ve hikâyeye derinlik katma amacıyla bu yönün de dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Neticede derinliği olan hikâyeler okuma zevkini ikiye katlamakta, karakter de bu nispette ilgi çekici olmaktadır. Mehmet Berk YALTIRIK 24 Ocak 2013 – İstanbul

62

63


Öykü

Şizofrennie Terden birbirine yapışmış düz sarı saçları omuzlarına dökülüyordu. Üzerine giydiği beyaz elbisesi ayak bileklerine kadar iniyordu. Dizlerini kendine çekebildiği kadar çekmiş ve sırtını yasladığı çatlaklarla dolu gri duvarın önünde ellerini ayaklarına sıkıca sarmıştı. Bir ileri bir geri sallanırken, kendisi ile sürekli konuşan küçük kızla göz teması kurmamaya çalışıyordu. ‘Dünyayı kurtarabilirsin Emily! Bunu sadece sen yapabilirsin.’ diyordu parlak koyu buklelerinin altından kocaman gözlerle ona bakan küçük kız. Yaklaşık olarak sekiz yaşlarındaydı ve hiç kendi yaşıtları gibi konuşmuyordu. Emily başını yine iki yana salladı ve kızın o hipnotize eden kocaman gözlerine bakmamak için başını önüne eğdi. ‘Yine mi o küçük kız Emily?’ diye sordu yumuşakça, önünde demirden sandalyesine rahatça oturmuş, kafasının ortası kel yanlarından kır saçları görünen Doktor Faus. Bir eliyle yuvarlak gözlüklerini çıkarıp önlüğünün yakasına silerken tekrar o rahatlatan sesiyle devam etti. ‘Orada kimse olmadığını biliyorsun değil mi? Bu senin tedavinin bir kısmı. Onu görmezden gelmelisin. Bu odada sadece ikimiz varız. Anlıyorsun değil mi?’ Emily anladığını belirtircesine başını salladı ve küçük kızdan tarafa bakmamak için yan gözle Doktor Faus’a gözlerini kilitledi. Altları hafif morarmış gözleri gören Faus’un içi bir an için acıma duygusu ile kaplandıysa da bunu kıza yansıtmadı. ‘Bir süre daha seni bu tek kişilik odada tutacağım Emily. Gördüğün kişilerin hangilerinin hayal hangilerinin gerçek olduğunun ayrımına varmaya başladığın zaman genel koğuşlara aktarılacaksın ve emin ol bu çok uzun sürmeyecek. Gelişimini takip ediyorum ve çok iyi gittiğini rahatlıkla söyleyebilirim.’ dedi ve bacak bacak üstüne attığı ayağını düzeltip elleri ile dizlerine ağırlık vererek ayağa kalktı. Sandalyesini tek eliyle arkasından sürükleyerek odadan çıktı ve kapıyı arkasından kilitledi. ‘Gördün mü? Sadece ben seninle sürekli kalıyorum. İnsanlar sana birkaç dakikadan fazla tahammül edemiyor. Tek dostun benim Emily ve onlar bunu bozmak istiyorlar. Çünkü sadece senin dünyayı kurtaracağını biliyorlar.’ Küçük kızın konuşmaları kafasında yankılanırken kapının altında bir bölme açıldı ve görevli bu bölmeye içmesi gereken ilaçları koydu. Yanlarında da plastikten yapılma yarısı dolu su bardağı vardı. ‘Sen gerçek değilsin…’ dedi hırıltılı çıkmıştı sesi. Biraz yalpalayarak da olsa ayağa kalktı ve kapıdaki ilaçlara uzandı. Bunları içip sonunda rahat bir uyku çekebilecekti. ‘O ilaçları içme Emily! Seni benden ayırmak istiyorlar. Seni gerçeklerden uzak tutmak istiyorlar. Bir kere beni dinle ve seni bu cehennemden çıkartayım! Burası akıl hastanesi bile değil. Sadece senin gözetim altında tutulduğun bir düzmece!’ Büyük kahverengi gözlere bakan Emily, küçük kıza inanmak istiyordu fakat iyileşmeyi daha çok istiyordu. Doktor ona genel koğuşlara geçebileceğini söylemişti. Tek yapması gereken bu kızı artık görmediğini söylemekti. Zaten ilaçlarını içince birkaç saat görmüyordu da onu. Titreyen elleriyle sıkıca kavradığı ilaçları ağzına attı ve plastik bardaktaki suyu bir dikişte bitirdi. Küçük kızın sesi birkaç dakika içinde kesildi ve Emily narin bedenini yatağın üzerine atıverdi. İlaçlar ona huzur dolu bir uyku bahşedecekti. Uyandığında gözlerini açmak istemedi ama küçük kızın sesi kulaklarına yine gelmeye başlamıştı. Ayağa kalktı ve uyuşmuş bacaklarını açmak için odanın içinde birkaç tur attı. Doktor Faus genelde o uyanmadan odasında olurdu fakat bugün yoktu.

64

65


Öykü

Öykü ‘Beni dinle Emily sana buranın bir düzmece olduğunu kanıtlayabilirim!’ dedi küçük kız arkasından onunla birlikte yürüyordu. Sonunda dayanamadı ve ‘Nasıl kanıtlayacaksın?’ dedi Emily. Kendini biraz garip hissetmişti. Kıza günlerdir ilk kez cevap vermişti. Bu kendini o kadar iyi hissetmesini sağlamıştı ki buna neden ara verdiğini kendisine sorar olmuştu. ‘Hücrenin yan duvarında bir tıkırdama duysaydın ne tepki verirdin Emily?’ demişti küçük kız kocaman gözlerini beyazlar içindeki kızın mavi gözlerine dikerek. ‘Ben de duvara vururdum.’ dedi düşünmeden. Bu yalnızlık içinde dışarıdan gelebilecek herhangi bir iletişim kırıntısına cevap vereceğini çok iyi biliyordu. ‘Şimdi odanın iki yanındaki duvarlara vurmanı istiyorum. Sertçe vur ve sana cevap gelip gelmeyeceğine bir bak!’ yüzünde kocaman bir gülümseme oluşmuştu küçük kızın. Sonunda eline bütün bu düzmeceyi açıklamak için bir fırsat geçmişti. Emily tereddüt etse de kendisine mantıklı gelen bu isteği yerine getirdi. Elleri acıyana kadar dakikalarca yan duvarlara vurdu ama hiçbir cevap gelmedi. ‘Burada yalnızsın Emily. Sadece sen tutuluyorsun çünkü içindeki gücü biliyorlar. Seni deli olduğuna inandırdılar!’ ‘Ama neden?’ ‘Sadece sen dünyayı kurtarabilirsin. Şimdi dediklerimi itiraz etmeden yapmanı istiyorum. Sana bu hastanenin boş olduğunu kanıtlayacağım.’ Sarı saçlarını kaşıdı kız ve itiraz etmedi. Günlerdir ilk defa kendini bu kadar iyi hissediyordu ve buna devam etmek istiyordu. Takip eden günlerde küçük kızın dediklerine harfiyen uydu. Doktor Faus’a ziyaretlerinde artık küçük kızı görmediğini söylemişti. Kendine verilen ilaçları ağzına atıyor fakat görevliler gidince tükürüyordu. Kızın talimatları üzerine şiltesinin altındaki yaylardan birini çıkarmış ve yine onun söylediği gibi bükerek kendine bir anahtar yapmıştı. Elleri heyecanla titreyerek kapıyı açtığında gece yarısına geliyordu. Ürkek adımlarla özgürlüğüne yürüdü. Heyecanla çevresine bakıyordu fakat tek görebildiği boş odalarla dolu bir koridordu. ‘Sana söylediğim gibi. Burada senden başka kimse yok!’ demişti heyecanla küçük kız. Neşeyle sekerek Emily’nin peşinden gidiyordu. ---o--İki kişi koridorda yürüyordu. İkisi de doktor önlüğü giymişti. Yaşlı olan önden gidiyor ve arkasına bakmadan genç olanla konuşuyordu. Genç doktor arkadan gelirken elindeki not defterine sürekli notlar alıyordu. Sonunda bir odanın önünde durdular ve Doktor Richard önünde duran gözetleme camını genç doktora işaret etti. ‘Burada 1876 numaralı hasta Faus bulunuyor. Faus’un durumu biraz ilginç. Kendini bir doktor sanıyor ve Emily adında, kendi tarifine göre sarı saçlı, mavi gözlü ve oldukça hasta bir genç kızı tedavi etmeye çalışıyor. Enstitümüze geldiğinden beri yaklaşık yedi yıl geçti ve durumunda hiçbir düzelme yok.’ Genç adam gözlerini camdan çekerek Doktor Richard’a baktı. ‘Demirden bir sandalyesi var. Kendine zarar vermesinden korkmuyor musunuz?’ dedi elindeki not defterini hazırda tutarak. ‘Sandalyesini alınca oldukça hırçınlaşıyor. Bu şekilde daha mutlu olduğunu düşünüyorum. Gün boyunca sandalyesini odanın bir o yanına, bir bu yanına sürükleyerek hastalarını tedavi ettiğini düşünüyor ve bu onu mutlu ediyor. Bunu iyi not et evlat. Eğer onları iyileştiremiyorsan en azından biraz mutlu hissetmelerini sağlayabilirsin.’ Gülümsedi ve bir sonraki odaya gitmek için arkasını hızla döndü. ‘Siz de kimsiniz?’ dedi arkasını döner dönmez hızla koşup kendisine çarpan kıza. Terden sırılsıklam saçları birbirine yapışmış ve hastaların giydiğine benzer beyaz bir giysisi vardı.

66

‘Ben Emily’ dedi kız soluk soluğa. Yanındaki kızı işaret ederek ‘ve bu da…’ birden küçük kızın ismini bile bilmediğini fark etmişti. Bu çok saçmaydı. Hatta bu küçük kızla ne zaman tanıştığını bile hatırlayamıyordu. Kendinden utandı ve hemen işaret ettiği elini arkasına sakladı. ‘Emily mi?’ dedi Doktor Richard. Oldukça şaşırmıştı. Bu imkansızdı. Faus’un iyileştirmeye çalıştığı bu kız olabilir miydi? ‘Şu delikten içeri bak kızım ve içeride kimi gördüğünü bana söyle lütfen…’ dedi arkasında deli gibi not alan genç adama aldırmadan. Emily parmak uçlarında yükseldi ve gözetleme deliğinden baktığında demirden sandalyesinde boş bir duvara dönük kendi kendine konuşan adamı şaşkın gözlerle izledi. ‘Doktor Faus’un orada ne işi var?’ dedi şaşkınlıkla. Richard bir an durup olanları düşündü ya da düşünmeye çalıştı ama işin içinden bir türlü çıkamıyordu. Sonunda aynı Faus’unkine benzeyen yumuşak ve aceleci olmayan bir tonda konuşmaya başladı. ‘Meslektaşım ve ben, Emily adında tıpkı sana benzeyen bir kızı iyileştirdiğini sanan Faus’u yıllardır gözetim altında tutuyoruz. Fakat nasıl olup da seni görebildiğimize inan bir açıklama getiremiyorum. Ayrıca bu yanındaki küçük kız da kim?’ Emily’nin altı morarmış gözleri heyecanla büyüdü. Faus’un hasta olduğuyla ilgili cümleyi bile görmezden geldi. Küçük kızı kendinden başka gören biri daha çıkmıştı sonunda. ‘Yani… Yani deli değil miyim?’ koridorda amaçsız bir şekilde koşmak ve dans etmek istiyordu. Ama bir yandan beyninin arka taraflarından bir ses bunun çok saçma olduğunu ona fısıldıyordu. ‘Bu çok saçma!’ dedi sonunda hepsi bir ağızdan. Bu mümkün değildi. ---o--Gözünün önüne gelen uzun siyah saçlarını elinin tersiyle arkaya attı ve un bulaşmış ellerini musluğun altına tutup güzelce yıkadı. Üzerine kakao ve yumurta bulaşmış önlüğünü çıkarıp kapağı açık çamaşır makinesinin içine attı ve hâlâ ıslak olan ellerini koyu mavi renkli kotunun arkasına sildi. Kocasının işten dönmesine yaklaşık olarak bir saat vardı. Evin ortasında bulunan ahşap merdivenleri ağır adımlarla çıktı ve üst katta kapısının altından ışık sızan tek odanın açma kolunu kavradı. İçeriden duyduğu seslere aldırış etmedi ve yüzündeki hüznü silip yerine yapmacık bir gülümseme kondurdu. ‘Annie, kızım kurabiyelerin hazır hadi hemen ellerini yıka bakalım.’ Annie kahverengi buklelerini sallayarak odanın içinde koşturdu ve kocaman gözlerle annesine baktı. ‘Lütfen anne. Emily artık bana inanıyor ve biliyor musun artık Doktor Richard’da beni görebiliyor!’ Annesinin yüzündeki sahte gülümseme bir anda silindi. Kızının boş odada kendi kendine konuştuğunu biliyordu. Kocası Annie’nin pahalı olan ilaç masraflarını karşılamak için iki işte birden çalışıyordu. Yine de bu ay çok sıkışmışlardı ve küçük kızlarına ilaç alamamışlardı. Maaşlar iki gün sonra yatacaktı ama Annie ne zaman ilaçlarına ara verse hastalığı şiddetli bir şekilde nüksediyordu. ‘İki gün kaldı kızım. Biraz daha dayan lütfen. İyileşeceksin. İyi olacaksın.’ dedi ve gözyaşlarını tutamadı. Kızının ağlarken kendisini görmesini istemiyordu bu yüzden kapıya doğru koştu ve arkasını dönmeden bağırdı. ‘Sadece yarım saat daha. Sonra ellerini yıkayıp kurabiyelerini yemek için aşağı iniyorsun küçük hanım!’ Öykü: Buğra ŞENYÜZ

67

İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE


Çizgi Roman

Çizgi Roman

İnceleme

İnceleme

Gurmelere Çizgi Roman

Chew (Çiğneme)

Dünyanın en seçkin çizgi roman mutfaklarında pişmiş Enki Bilal, Manara, Bone, Berlin, The Astonishing X-Men, Walking Dead, Lone Wolf and Cub ve Conan gibi çizgi romanın farklı türlerinin en kaliteli lezzetlerini ince beğeniye sahip okurlarına ulaştıran Marmara çizgi şimdi de yeni yayınlayacağı Chew’le işin mutfağına el atıyor. Daha doğrusu sofrasına… Aylar önce bir sohbet sırasında Erdem Aydoğan’dan “Şunları basmayı planlıyoruz” dediğinde işitmiştim Image Comics’den Chew’in adını. Yanında da Brian K. Vaughan yazdığı, Fiona Staples’in çizdiği Saga adlı Image Comics çizgi romanı vardı. Erdem beyin bahsettiği şunlar bunlardı yani. Şimdilerde facebook’dan okuduğum kadarıyla bu ikisi yeni sezonla birlikte raflarımızda olacaklarmış. Okuyanları bol olsun. Chew, yani “çiğnemek”, çiğneme eylemi son derece ince beğeniye sahip gurme ve gastronomları hedef almış bir yapıt. Bu bakımdan şimdiden altını çizmek isterim ki yemekle aranız yoksa okumaya heves etmeyin! Sıkılırsınız! Belki… Yani… Olabilir…! Veya olmaz çok zevk alırsınız! Efenim, Chew, John Layman’ın yazdığı, Rob Guillory’nin çizdiği bir Image Comics çizgi romanıdır. Aynı zamanda da Eisner ödülü kazanmıştır. Haziran 2009’unda okurla tanışan bu comics dizisi şu anda 33. Sayısına ulaştığı gibi daha uzunca bir süre devam edecekmiş gibi görünüyor. Türü macera/mizah. Bu dizide kahramanımız Tony Chu’dur. Kurgusal bir dünyada kuşların yaydığı kuş gribi 23 milyon Amerikalıyı öldürmüştür. Bu nedenle kuşların denetimli tüketimi zorunluluk taşırken “tavuk” kaçakçıları ortaya çıkmıştır. Kendisi, tattığı şeylerin geçmişini görebilme yetisine sahip yani bir Cibopath olduğundan, Tony Chu polis ortağıyla tavuk lokantalarını gezerek yemekleri tatmakta ve o tavuğun kaçak olup olmadığını anlamaktadır. Ancak işler sarpa sarar… Tony Chu ve ortağı bir tavuk çorbası baskınına hazırlanırlarken olağanüstü bir şey olur. Tavuk çorbasının lezzetine bakan Tony yemeği yapan aşçının da lezzetine bakar farkında olmadan ve… Sürpizi bozmamak için açıklayamıyorum… …ve son derece ciddi bir suçun bilgisine ulaşır. Elbette bu da dedektif Tony’nin hayatını değiştirir.

68

Böylece Tony Chu merkezli Chew dizisi de başlamış olur. FDA yani Food and Drug Administration bünyesine davet edilen Chu burada kendisi gibi Cibopath olan başkalarıyla çalışarak büyük suçları önlemeye çabalarlar. Tony Chu, yediği şeylerin geçmişini görmektedir. Kız kardeşi Toni Chu yediği şeyin geleceğini görür. Olive Chu ile vampir The Vampire ise tattıkları şeylerin güçlerini de taklit edebilmektedirler. Gerçi bunu hepsi yapabiliyor gibidir. Bir de Mason Savov var o da Tony’nin şişman ve sai’lerle dövüşen ilk ajan ortağıdır. Bu grubun tümü 'Major League Chew' olarak adlandırılan bir grubun parçasıdırlar. Ve elbette herkesin anlayacağı üzere bu arkadaşlar büyük olasılıkla ve sürekli “ceset” çiğneyeceklerdir! Bu da sanırım bildiğimiz anlamda gurme ve gastronomları az aşmakta olacaktır. İşte böyleyken böyle. Büyük ipuçları vermemek için direnerek yazabileceklerim bu kadar. Marmara Çizgi okurlarının midesini kaldıracak gibi görünen ikinci bir Walking Dead vakasını sunuyor önümüze. Ancak ne yalan söyleyeyim ben şimdiden hazırım böylesi ödüllü bir mide kardırıcıya. Hani sonuçta Degüstatörler nasıl koklayarak ve ağızlarında çalkalayarak şarabın yılını v.s. söyleyebiliyorlar işte buradaki de aynı mantığın kullanıldığı bir ceset tadımı hadisesi o kadar. Bunun dışında da muhteşem bir buluş ve eğlence. Facebook duyuruları Eylül diyor… Görünen o ki bize de beklemek kalıyor. Ümit Kireççi umitlila@gmail.com

69


70

71


72

73


74

75


Öykü

Ukte Dün gibi hatırlarım. Annem uyandırmaya geldiğinde kızarmış ekmek kokusu alıyordum. Kızarmış ekmek öyle her gün olmazdı kahvaltıda, arada bir. Güne mutlu bir olayla başlamam benim için keyif verici olmuştu, annem oğlum kalk demeden gözlerimi açtım ve "Günaydın anne!" diyerek sağ yanağına bir öpücük kondurdum, koşarak tuvaletin yolunu tuttum. Annem arkamdan "Yavaş evladım!" dediyse de duymadım. Sobanın olduğu odanın lambası yanıyordu sanırım, sağ gözüm doğuştan kör olduğu için tam sağa dönüp baktım ve evet, haklıydım. Bu da demekti ki annem benden önce kalkmış, sobayı yakmış, sofrayı hazırlamıştı bile! Bir an evvel sobanın yanına gitmek için çişimi yarıda keserek sokakta devam etmeye karar verdim. Elimi yüzümü yıkamış gibi yaparak - en azından annemin öyle sanmasını sağlayacak şekilde - salonun yolunu tuttum. Odanın kapısını açar açmaz sıcaklığı tattım. Sobanın yanına kuruldum. Annem bugün veli toplantısı olduğunu söyleyerek sevincimi engellemeye çalıştı ama o gün neşemi kaçırmamaya kararlıydım. Parayı uzatarak "Babana ekmek yok, koş fırından pide kap gel, bugün muhtarlıkta işi var," dedi ve ben de küfür ede ede fırının yolunu tuttum. Dışarı çıktığımda Ebruların ışığı yanıyordu. Duvara tırmandım. Ebru'nun kahvaltı yaptığını gördüm. Okul yolunda yetişmek için fırına koşarak gitmeye karar verdim. Koşarken, sabahın köründe içi insan dolu olmasına hayret ettiğim fabrika servisleriyle yarıştım. Lanet şoför ! İnadına gaza yükleniyordu. Allahtan fırında sıra yoktu. Fırıncı Musa Abi, babamın çocukluk arkadaşıydı. Beni görünce hemen : "Bir tane pide at, susamlı olsun!" dedi ve gülümsedi. Arkasını dönünce Ahmet'ten öğrendiğim ve o zamanlar ne anlama geldiğini bilmediğim orta parmak işaretini yaptım. Pideyi alıp eve gelene kadar bin tane anlam yüklemişimdir o parmağa. Ebru'ya sormaya karar verdim. Kahvaltıyı hızla yaptıktan sonra önlüğümü giyip kendimi sokağa attım. Çıktığımda Ebru çoktan Cemal Abi'nin bakkalının köşesini dönüyordu. Saklanarak arkasından koştum, birkaç metre kala yavaşladım ve yetiştim. Koşarken yolda bulduğum lastiği Ebru'ya verdim : "O elindekiler ne?" "Bugün yerli malı var." "Nerde? Sizin sınıfta mı? Ben de gelicem.” "Yok, hoca geziye götürücek, orda yapcaz gelemezsin sen" "Niyeymiş, geziye gelirim?!" "Gelme!" "Ver o zaman lastiğimi!" "Al!" Ebru'nun cezasını lastiği alarak kestim. Ne diye canımı sıkıyordu şimdi bu kız? diye düşündüm. O zaman tek gözüm kör olduğu için benden utanıyor olabilir dedim, arkamı döndüm. "Bu lastik sana girsin!" dedim ve kahkaha atarak koşmaya başladım. Aslında Ebru'ya âşıktım. Neden böyle yaptım bilmiyorum ama çocukluk aklı işte. Okula geldiğimde Ahmet bizim grubu toplamıştı. Fatih, Muhammet ve Kemal çok büyük bir ciddiyetle Ahmet'i dinliyorlardı. Yanlarına gittiğimde Ahmet bana doğru dönerek: "Derstan kaçcaz lan var mısın?" dedi.

76

77


Öykü

Öykü

"N'apcaz ki? "Karşı sınıftaki salaklar bize kafa tutuyo, maç yapalım dediler. Kaleci eksik. Hem yaklaş bişe söylicem, sigara bulduk." "Tamam geliyorum kaç tane sigara var?" " İki tane. Bunlar içmiyo birini sen birini ben içeriz." " Tamam." Karşı takım okulun yanındaki sahaya gelinceye dek yolda bulduğum lastikle yağlı kayış oynadık. Takım geldi ve maç için yuvarlak bir taş aramaya başladık. Kemal bir tane taş buldu, oy birliğiyle onla oynamaya karar verdik. Maç başladığında her şey güzeldi. Güzel şutları kurtarıyordum, kaleden ileriye çok güzel paslar çıkarıyordum. Her şey Fatih salağının çocuğun birinin ayağına tekme atmasıyla başladı. Sert oynamaya başladılar. Ben de sinirlenmiş gibi yapıp, Ahmet'ten sigarayı istedim. Babamdan öğrenmiştim bunu, sinirliyken sigara içerdi hep. Sigarayı yaktım. İki dakika içerisinde hayatımın tamamının değişeceğini düşünemezdim. Ahmet'i el işareti yaparken gördüğümde sağ tarafımı gösterdi, sanki bilerek yapar gibi. Sağ gözüm olmadığı için yine tam sağa dönerek baktım ve karşımda annemi gördüm. "Hassiktir! Veli toplantısı!" diye geçirdim içimden ve elimdeki sigarayı tamamen unuttum. Annemin yüzünden okumuştum. Sigaraya mı kızsaydı, yoksa derse girmeyip maç yaptığıma mı? Ben böyle düşünürken birden karşı takım atak gerçekleştirdi ve karşı takımdaki sıska, esmer çocuk çok sert bir şut vurdu. Ahmet'in "Sinaaan!" diye bağırdığını duydum ve sol gözüm çok şükür vardı ki, hızlıca sola baktım. Taş müthiş bir hızla sol gözüme geldi. O acıyı size betimleyemem. Annem de tıpkı Ahmet'in bağırdığı gibi bağırdı. Sonrasını net hatırlamıyorum. Aslına bakarsanız, en azından görsel olarak öyle olduğuna yemin edebilirim. Çünkü o gün ikinci gözümü de kaybettim.

vermiş olmalıydı. Ahmet imam olacak deseler, aklımın ucundan geçmezdi! Ahmet imam olmuş. Muhabbet muhabbeti açtı, sonra sordum: "Ahmet, n'oldu oğlum buraya? Ne yaptılar?" "Kentsel dönüşüm." "O da nedir?" "Artık Avrupaileştiğimiz için olsa gerek. Her yeri site şekline getirdiler. Allah muhafaza, inancımız da Avrupaileşecek bu gidişle!" Geriye söylenmiş her söz boş. Ben çocukluğumun geçtiği, her köşesinde ayak izlerimin olduğu mahallemi görmek istiyordum sadece. Ben vatan, yurt, millet şeref nedir burada öğrendim. Babamı burada tanıdım, annem beni bu sokaklardan topladı. Ramazan aylarında ekmek almak için bakkala koştuğumuz sokaklar bu sokaklardı. Arkadaşlık nedir, kimlere denir, kimlere denmez burada öğrendim ben. Paylaşmayı, sevmeyi, üzülmeyi, ağlamayı, kavga etmeyi, top oynamayı, yürümeyi, aşık olmayı, yazmayı ve daha bir çoğunu. Ve maalesef sizleri de burada tanıdım. Yalanı, boş vaatleri... Ve hayal kırıklığını da burada öğreniyorum ilk kez. Berbat. Bunu bizlere tattırdığınız için teşekkür ederiz.. 38 yaşındayım, 30 sene daha yaşayacağım belki ama hep bir şey eksik olacak. Yapmayın ne olur! İnsanların heveslerini kursaklarında bırakmayın! Benden her şeyimi geri alabilirsiniz, gözlerimi bile! Ama hatıralarımı asla.. Kentsel Dönüşüm sadece evlerimizi değil, anılarımızı da yıkar! Kenar mahallelerin en dipsiz köşelerine işeyen çocuklara ithafen.. Öykü: Sercan TUNÇTAN

Olaydan bir kaç gün sonra mahalleden taşındık. İstanbul'a gittik. Ahmet'le iyi kötü konuştuk, vedalaştık. Bana çikolata falan getirdi ama Ebru'yu göremedim hiç. Üzülmüş olmalı. İstanbul'da hayata alışmak zor oldu. Görmeden yaşamak berbat bir deneyim, tavsiye etmem. Ve inanın 27 yıldır tek isteğim o mahalleyi bir kez olsun görebilmekti. Şu an 38 yaşındayım.Yani olayın üstünden tam 27 sene geçmiş. Babam vefat etti, annemle beraber Kadıköy'de yaşıyoruz. Dedemden anneme iyi bir miras kaldı ve şimdilik o parayla geçinip gidiyoruz. Bir kaç ay önce doktorum aradı ve yeni bir tedavi yönteminin geliştiğini, ancak yurtdışına çıkmam gerektiğini söyledi. İsviçre'ye gidip gelmem sanki 3 gün sürdü. Gözleriniz varsa hayat hızlıdır. İstanbul’a iki gözle döndüm ve annem 38 senelik hayatı boyunca ilk kez iki gözümden de öptü. O çok yaşlanmış. Her neyse, İstanbul'da aklıma çocukluğumun geçtiği işte bu yer geldi. Atladım otobüse ve 27 sene sonra ilk defa Adana'ya geldim. Ulaşım sistemi pek değişmemiş, şoförler hâlâ süratli ve şaşırmış. Ben Dervişler'e gelmek istemiştim, bıraktığı yer başka bir yerdi. Şaşkınlıktan ilk defa gözlerim fal taşı gibi açıldı, yerinden çıkacak diye çok korktum. Ama bu yabancı doktorlar işi biliyorlar gerçekten. Konumuza dönelim, buranın benim çocukluğumdaki mahalle olmadığına eminim. Arasında dolaşabileceğim sokakları bile yoktu ki teyit edeyim. Anlamlandırmaya çalışırken çok yapay görünen bir park gözüme kestirdim ve banka oturdum. Banka oturana kadar arkamdan bir adam beni takip etti, kel, sakallı, sıska bir adam. Arkamdan gelip sigara uzattı. "Kullanmıyorum sağ olun" dedim ve hiddetlendi. "Al ulan puşt!11 yaşındayken müptelasıydın sanki bu meretin!” Bu sesi bir yerden tanıyordum. Suratına iyice bakınca alnındaki çizikten Ahmet olduğunu nihayet anladım. Buraya geleceğimi ona annem haber

78

79

İllüstrasyon: Lucy FERRA


Kitaplık

Öykü

Gerçeklerle arası iyi olmayan edebiyat fanzini Marşandiz’in, Mayıs-Haziran 2013 tarihli ilk sayısı çıktı.

Öykü : Özgürcan Uzunyaşa

Fanzinin çıkış yazısından: “Gerçeklerle aramız iyi değil. Tüm ciddiyetlerden uzak da olsak, elbette samimiyetimizle unutmadığımız şu noktaya parmak basıyoruz; edebiyat karşıdır, devrimdir. Öyleyse biz mutsuzluk egemenliğine bu fanzinle karşı duruyoruz! Çünkü elbet her mutluluk, bir devrimdir.” Marşandiz’i, Türkçe eski yük vagonu ve çufçuf dansı anlamlarıyla kullanıyorlar. Bu yük vagonunun makinistliğini ise şu isimler yapıyor: Şiir : Ömer C. Saroğlu Şiir : Can Karatek Öykü : Onur Selamet

Dağıtım Noktaları : İstanbul / Anadolu Kadıköy, Kafe 26 A Kadıköy, İmge Kitabevi Kadıköy, Mephisto Kitabevi

İstanbul / Avrupa Taksim, Aziz Kedi Kitabevi Taksim, Kafe 26 A Taksim, Mephisto Kitabevi

Marşandiz, ikinci baskısıyla şehir dışındaki okurlarına da ulaşacak. Çok yakında! Gelişmeleri http://www.marsandizfanzin.com/ adresinden takip edebilirsiniz.

Sirrami/4 Irk Serisi

Mehmet Emin Sevinç

İKİNCİ ADAM YAYINLARI Ölüm tüm sessizliğini gözlerimin içine fısıldıyor; ortada mat bir görüntü, ağzımda demirimsi bir tat ve soluksuz bir an! Ölümü hissediyorum, damarlarımdan beynime akıyor usulca. Sessiz çığlıklar atıyorum ama susuyorum. Sadece ve sadece “Kan Kokusu’’ alıyorum! Kitap, 17 yaşındaki imparatorluk soyundan gelen Prens’in hayatını konu alır. Prens, meskenin düzeninden bihaberdir. Yaşadığı karanlık dünyada farklı ırklar ve yasaklanmış güçler bulunmaktadır. Büyük bir savaş kahramanı olan babasının izni ile meskeni keşfetmek için yola çıkar ve olaylar burada başlar… Olaylar, mistik çağda insanların hüküm sürdüğü adalardan, karanlığın ele geçirdiği uğraksız topraklara kadar sürmektedir. Asırlardır sırlarla yaşayan Kraliyet Ailesi, büyülü diyarlarda doğaüstü güçlerini kullanarak meskenin sırrını korumaktadır. Meskenin kapısını aralayacak olan bu sır, karanlık güçler tarafından keşfedilir ve amansız bir mücadele başlar. Prens, dostlarıyla birlikte heyecan dolu maceraların içine sürüklenir.

80

Taxidermist ‘’ Kuş gibi yiyorsun ‘’ dedim ona. Getirdiğim peynirli sandviçi yavaş yavaş yiyordu. Ufak lokmalarla... İnce, zarif bir kuş gibi... Motel lobisinin misafir odasında oturmak zorunda kalmıştık. Annemin seçtiği sade ama biraz eski moda koltuklarda. Karşı karşıya. Aramızda masa ya da sehpa olmadan... Ne bir birine yabancı iki kişi gibi soğuk, uzak ne de sırnaşık ahbaplar gibi dip dibe... Uygun bir mesafede. Ben kendimi rahat hissediyordum, o ise tedirginliğini atmış görünüyordu. Koyu, karanlık, zift gibi bir gecede gelmeyi seçmişti motelimize. Bardaktan boşanırcasına yağıyordu yağmur. Geldiğini görmedim, arabasının klaksonunu zor duydum evden. İşte böylesine kötü bir fırtınada gelmişti. Annemle beraber işletiyoruz moteli. Annem direktifleri verir, ben de onları uygulamaya çalışırım. Korktuğum ya da ondan çekindiğimden değil. İşlerin düzgün yürümesi gerektiğini düşünürüm. Herkes kendi payına düşeni yapmalı. Anayol kapatıldığından beri motele gelen müşteri sayısı epey azaldı. Çoğunlukla boş oluyor odalar. Pek fazla iş olmuyor. Ama bunun böyle olması bir şeyi değiştirmez benim için. Motel boş olduğu zamanlarda bile her gün verandayı yıkar, iki günde bir odaları temizler, haftada bir muhakkak yatak çarşaflarını değiştiririm. Rutubet kokusuna dayanamam. Yolun karşı tarafındaki bataklıktan gelen koku bu. Çürümüş ot, hayvan leşi, balçık karışımı bir şey. Hele sıcak havalarda iyice çekilmez oluyor. Lobinin misafir odasında oturmak zorunda kalmıştık. Aslında eve yemeğe davet etmiştim onu. Üşümüştü, yorgundu. Motele en yakın lokanta 23 kilometre uzaktaydı. Ama annem öğrendiğinde kıyameti kopardı. Kızınca avazı çıkıncaya kadar bağırmaya başlardı. Bitmek bilmezdi bağırması. Odadan ayrılmama da izin vermezdi. Hışmı bitene kadar dinlemek zorundaydım onu. Böyle zamanlarda nefret ederdim ondan. Çalıştığım bu motel bir hapishaneye dönüşürdü. Etrafı bataklıklarla çevrili bir hapishaneye. Kaçmak isterdim, kaçamazdım. Sonra sakinleşirdi, hiçbir şey olmamış gibi havadan sudan sohbet ederdi benimle. Sevdiğim annem olurdu tekrar. Ben de sakinleşirdim. Her şey eskisi gibi olurdu. Annem kızınca ben de hazırladığım sandviçi bir bardak sütle beraber lobinin misafir odasına götürdüm. ‘’ Kuş gibi yiyorsun ‘’ dedim ona. Peynirli sandviçini yiyordu. Gülümsedi. Güzel bir gülüşü vardı. Eliyle duvarları süsleyen doldurulmuş kuşları gösterdi. ‘’ Eminim siz daha iyi biliyorsunuzdur.’’ ‘’ Kuşlar hakkında fazla bir şey bilmem. Onları doldurmayı severim ‘’ dedim. ‘’ Bir erkeğin hobileri olmalı ‘’ diye cevap verdi . Sustum. Taxidermi yani tahnit hobiden öte bir uğraştır. Bir sanattır. Taxidermi sanatının amacı gerçek yaşamın dondurulmuş bir sahnesinin gerçekleştirilmesidir. Bu öyle kolay bir şey değildir; emek, dikkat sarf etmek gerekir. Ben sadece kuşları doldururum, diğer hayvanların görüntüsü beni ürkütür. Tilkiler, maymunlar hatta bazıları kedileri, köpekleri bile doldurur. Avcılardan alırım dolduracağım kuşları. Asla avlanmam. Annem hayvanlar, özellikle kuşlar masum varlıklardır onların canını almak günahtır der. Onları çalışma masama yatırdığım zaman cansızdır bedenleri, gözleri matlaşmıştır artık. Keskin kaliteli bir bıçakla özenle yavaş yavaş delmeden, tüylerini zedelemeden derilerini yüzerim Uygun ilaçlarla işleyip yağ, et, sinir gibi dokulardan arındırırım. Bu arındırma tahnit eserinin uzun süre saklanması için önemlidir. Tahnit işleminin sonunda daha önce masamda

81


Öykü

yatan cansız bedenler ayağa kalkarlar. Hep onların hareket etmeden önceki anlarını yakalamaya çalışırım. Kaybettikleri canlarını geri verirmişim gibi gelir her baktığımda onlara. Ama ben bütün bu anlattıklarımı söylemedim. Yemek yiyordu. İştahının kaçmasını istemedim. Benim hakkında yanlış şeyler düşünmesini istemedim. O da sustu. Yemeği bittikten sonra söyleyecek bir şey kalmamıştı. İyi geceler diledim ve yüz metre ötedeki evime gittim. Eve vardığımda annemin beni odasında beklediğini biliyordum. Motele ne zaman genç, güzel bir kadın girse aynı şey olurdu. Merdivenlerden yukarı çıktım, odasına girdim. Pencerenin önünde sallanan sandalyesinde oturuyordu. ‘’Sana kaç kere hayır demiştim. Yemek için yabancı kızları eve getirmene izin vermem diye. Peki sen ne yaptın? Yemek bahanesiyle onun odasına girmeye çalıştın! ‘’ ‘’Ama sadece lobide oturduk anne! ‘’ Annem devam ediyordu. ‘’Ucuz erotik zihinleri olan erkeklerin ucuz erotik numaralarına mum ışığı uygun olur herhalde. ‘’ Önce kulağım çınlamaya başladı. ‘’ Yemekten sonra ne vardı? Müzik mi? Fısıldaşmalar mı? ‘’ Çınlama şiddetlendi. Öyle ki başka bir şey duymuyordum. ‘’Sanki erkekler yabancıları arzulamazmış gibi! ‘’ Sonra kollarım uyuşmaya başladı ve bacaklarım. Kımıldayamıyordum. ‘’ Durma o çirkin iştahını o yabancı günahkâr kadınla giderebileceğini söyle! ‘’ Ve en son gözlerim karardı. ‘’ Durma söyle! Korkuyor musun çocuk! ‘’ Hayal meyal annemin üzerini değiştirdiğini, sarı peruğunu taktığını gördüm. Odadan çıktı ve kapıyı üzerime kilitledi. Üstüme başıma çeki düzen verip kafamdaki peruğu düzelttim. Odadan çıkıp kapıyı üzerine kilitledim. İçeri doğru son bir kez bağırdım ‘’ Norman Bates sen kötü bir çocuksun! İyi bir cezayı hak ettin. ‘’ Öykü: Mustafa SUN

82

83

İllüstrasyon: İlker YATI


Çizgi Roman

Çizgi Roman

İnceleme

İnceleme

Kara Şeytan ya da Diabolik Lütfen Yayınlanmaya Devam Etsin

İlk defa 1962 senesinde Angela Giussa ve Luciana Giussa tarafından yaratılan bu karakter en azından İtalya’da okurlar tarafından çok sevildi. Diabolik tam olarak bir anti-kahramandır. Robin Hood’dan çok CortoMaltese’e benzeyen bir hırsızdır. Robin Hood, yoksullara iyilik yapmak için zenginlerden çalarken; Diabolik, tıpkı Corto Maltese gibi tamamen kendi menfaati için hırsızlık yapmakta ve asla azla yetinmemektedir. Hayatta kalmak, iyi yaşamak ve yakalanmamak için kimseyi öldürmekten çekinmez. Çizgi filmden ve Türkiye’de Gerekli Şeyler’den çıkan beş macerasından öğrendiğim kadarıyla anne ve babası olmayan Diabolik, King isimli azılı bir suçlunun gözetiminde büyür ve yetiştirilir. Daha sonra kendisini yetiştiren adamı öldürerek yetiştirildiği adadan kaçar; kaçarken de yanına King’in başkalarından çaldığı hazinesini alır. King’in adamları peşine düşer. Kaçarken Ronin adında başka biri ile tanışır ve King’in adasında öğrendiklerinden çok daha fazlasını Ronin’in açmış olduğu bir okulda aldığı özel derslerde öğrenir. King’in öldükten sonra doldurttuğu bir kara panter olan Diabolik’in adını kendine isim olarak seçer ve suç dünyasında bu isimle nam salar. Benzeştiği bir diğer kahraman olan Arsen Lüpen’in aksine öldürmekten asla kaçınmaz ama tıpkı Arsen Lüpen gibi çok iyi tip değiştirebilir. Hatta King’in adasındayken tanıştığı DoktorWolf’dan yapımını öğrendiği yüz maskeleri sayesinde istediği insanın kılığına girebilmekte bu yüzden istediği her ortama rahatça girip çıkabilmektedir. Bunun dışında neredeyse James Bond’un sahip olduğu teknolojik yenilikleri kullanarak ve bu konuda sürekli kendini yenileyerek her türlü tehlikeli durumdan kurtulmayı başarmaktadır.

Şimdi okuyacağınız bu yazı tamamen şahsi bir talep olarak yazılmıştır. Ben bir okuyucu olarak Diabolik isimli çizgi romanın Türkiye’de tekrar yayınlanmaya başlamasını istiyorum. Tam tarihini hatırlamıyorum ama sanırım doksanlı yılların sonuydu ve yine kahvaltı ederken izleyecek bir çizgi film ararken CINE5 isimli kanalda birden durdum. Çizim şekli bana son derece tanıdık gelen bir çizgi film oynuyordu. Çoktan başlamıştı ama ben yine de izlemeye başladım ve filmin sonunda çıkan tanıtımdan niye bana bu denli tanıdık geldiğini anladım çünkü İtalyan yapımıydı. İtalyan ekolünü çok seven biri olarak bu beni şaşırtmadı ama adını daha önce hiç duymamış olduğum bu çizgi film için ertesi gün daha erken bir saatte televizyonu açtım ve Diabolik ile resmen tanıştım. Bir çizgi film olarak aslında tamamen yetişkinlere hitap eden bir konusu vardı ve ben her sabah bu diziyi izlemeye başladım. O zamanlar bunun bir çizgi roman uyarlaması olduğunu bilmiyordum ama tekrar bölümlerini bile izlemeye devam ettim. Daha sonra Günaydın Gazetesi tarafından on beş macerasının gazete eki olarak verildiğini öğrendim ama bulmam mümkün olmadı ve 2009 senesinde mutlu haber geldi. Gerekli Şeyler Yayınevibu çizgi romanı yayınlamaya başladı. Tam anlamıyla sevinçten uçtum ve çıkar çıkmaz ilk Diabolik’imi aldım. Beni şaşırtmadı, zaten konusuna âşinaydım, zevkle okudum.

84

85


Çizgi Roman

Öykü

İnceleme

Özellikle de polisin peşinde olduğu zamanlarda kimi zaman tip değiştirme becerisi kimi zaman da elindeki teknolojik destek sayesinde hep kaçmayı başarmaktadır. Polis demişken, sürekli Diabolik’in peşinde olan polis müfettişi Ginko’dan söz etmemek olmaz. Devamlı Diabolik’in peşinde olan, kendisinin izine iz basan Ginko, aynı zamanda hasmına saygı da duymaktadır ve bu duygular karşılıklıdır. Birbirlerini öldürmekten sürekli kaçınırlar, bazen de iş birliği yapmak zorunda kalırlar. Ginko da Diabolik de tek eşlidirler. Diabolik’in hem sevgilisi hem de suç ortağı olan Eva Kant ölümüne sevdiği sevgilisinin her zaman yanındadır. Hiçbir zor durumda onu asla yalnız bırakmaz ve Diabolik’in öldüğünü sandığı bir macera da Eva da artık yaşamak istemez. Ginko’nun kadını ise Düşes Altea Vallenberg’dir. Sosyal konumuna rağmen Ginko ile birlikteliğine devam etmekten kaçınmaz ve bu konuda kendisine yapılan sosyal baskıları görmezden gelir. Bu konuda İtalyan sosyetesinin çok dışlayıcı olabildiğini bilmesine rağmen sevdiği adamı asla bırakmaz. Her iki kadın da bu noktada birbirleriyle benzeşmektedir. Zaten iki farklı kutupta yer almalarına rağmen Ginko ve Diabolik de yapı ve karakter olarak benzeşen tiplerdir. İkisi de meydan okumalar karşısında geri çekilmez ve ikisi de asla pes etmez. Diabolik’in Ginko’dan ayrıldığı nokta adam öldürme konusunda asla vicdan azabı duymamasıdır. Hatta bazen düşmanlarını yense dahi ileride diğerlerine ibret olsun diye sağ kalmalarına izin vermez. Bütün bu özelliklerine rağmen gerçek kimliklerini bilen az sayıdaki dostları için Diabolik de Eva Kant da hayatlarını tehlikeye atmaktan kaçınmazlar. Bu konudaki hassasiyetlerini bile yer altı dünyası onları bazen dostları yoluyla yenmeye çalışır ama başaramazlar. Normalde, hırsızlık yapan ve bunun için adam öldürmekten çekinmeyen; üstelik bu suçları için ulvi bir sebebi de bulunmayan bu anti-kahramanı niye sevdiğimi ben de bilmiyorum. Belki bize dayatılan ideal insan tipinden sıkıldığım için belki de aslında hiç kimsenin ideal insan olmadığını ve olamayacağın anladığım içindir. Dünya kötü bir yer ve biz insanlar sürekli bu kötülüğü körüklüyoruz. Geliştirdiğimiz teknolojilerin esiri olduk, bu teknolojik gelişme için dünyayı tahrip ettik etmeye de devam ediyoruz. Bütün bu gelişmelerle birlikte estetik zevkini giderek kaybeden; artık yeni düşünceler üretemeyen yıkıcı bir canlıya dönüştük. Aslında kimisi içi kanunlar kimisi için de dinler olmasa yani cezalandırılmayacağımızı bilsek çıkarlarımız için yapamayacağımız kötülük yok. E o zaman niye gerçekten kendi çıkarı için yaşayan ve ayakta kalmak için her şeyi yapan bir kahramanı kınayım ki? Hatta çizgi dünyasında bir suçlu kahramanın üzerinden yapılan insanlık ve sistem eleştirileri hoşuma gidiyor. Ve bir kadın olarak Diabolik ve Eva’nın aşkı, tutkusu, sadakâtlerinin gerçekliği bana kendimi iyi hissettiriyor. Macera, eylem, tutku, polisiye hepsi bir arada ve benim çizim zevkime uygun bir şekilde bana sunuluyor. Ama ne yazık ki Gerekli Şeyler bana göre çok güzel olan bu seriyi satmadığı için sadece beş macera yayınlayıp bıraktı. İzlenmeyen diziler gibi bir seriye başlanıp da ticari kaygılar sebebiyle okuyucunun yüzüstü bırakılmasını sevmiyorum. Tamam! Bu işe para kazanmak için giriyorsunuz ve satmayan bir mal için uğraşmak hele ki böyle bir zamanda zor. Ama bir okuyucu olarak derim ki ya düzgün bir ön araştırma yapın ve öyle başlayın veya başlamayın; ya da başladığınız işe devam edin. Tabii bunlar benim görüşlerim ve benden başka kimseyi bağlamayabilir. Ama ben yine bir babayiğit çıksın ve Diabolik’i tekrar yayın hayatına soksun istiyorum. Ayrıca bu serinin bir de” Danger! Diabolik” (Danger: Diabolik Yön: Mario Bava 1968) adıyla İtalyanlarca sinema filminin de yapıldığını söyleyerek yazımı bitiriyorum. Son sözümse hepinize çok çizgili ve de çok renkli yeni bir ay daha diliyorum. Zeynep Bayraktar nam-ı diğer Pandora1972

86

Annem Geliyor Son günlerde Duygu’yu tanıyamıyordum. Alışık olmadığım kadar alıngan, hiç görmediğim kadar sulugözlü olup çıkmıştı. Söylediğim sözlerden inanılmaz anlamlar çıkartıyor, konuşmama bile fırsat vermeden bağırıp çağırıyor, ardından katılırcasına ağlıyordu. O anlarda susmam, suçumu kabullenmem, kendimi savunmam ise ayrılmak için bahane aradığım anlamına geliyordu. Haklı olmam hiçbir şeyi değiştirmiyor, gecenin sonunda hep ben suçlu çıkıyordum. Bunalmıştım. Bir çıkış kapısı aramaya başladığım sırada, birden sakinleşti. Rahat bir nefes almıştım ki bu sefer de aşırı derecede üstüme düşmeye başladı. Bu hali hoşuma gittiyse de zamanla boğuldum. Küçük bir çocuk gibi gözü sürekli üzerimdeydi. Biraz geç kalsam telefonumu ardı ardına çaldırıyor, eve gelmemle birlikte bana sıkıca sarılıp çok merak ettiğini söylüyordu. Bu haline bakıp “Artık tanıyamıyorum seni.” diyordum. Ağlamaktan kızarmış gözlerini kaçırarak, “Ben de.”diye mırıldanıyordu, “Ben de tanıyamıyorum kendimi.” Gözyaşlarını silip “Neden?” diye soruyordum. “Hamilelikten olmalı. Biliyorsun hormon seviyelerim sürekli değişiyor, bu da depresyona yol açıyor sanırım.” diyordu. Mutsuzluğu-dolayısıyla mutsuzluğum, alınganlığı, kaygıları, takıntıları hep bu lanet olası hormonlardan mıydı? Daha önümüzde altı ay vardı ve hormonlar böylesine hızlı değişmeye devam ederse, birbirimizi boğazlayarak doğuma gidecektik. İçimden geçenleri kendime saklayarak, “Geçecek canım, bugünler de geçecek.” diyordum. O gece de evde hemen hemen aynı şeyler yaşandı. Üzmemek için her dediğine evet dedim Uyuduğunda yataktan usulca kalkıp balkonda bir sigara yaktım. “Hormonları değişiyormuş? Ne var yani, benimki de değişiyor. Sen anne oluyorsan, ben de baba oluyorum. Hormon seviyem bir gün tavanlardaysa, ertesi günü yerlerde sürünüyor. Sesimi çıkartıyor muyum? Hayır. Neden? Çünkü sızlanmakla düzelmeyeceğinin bilincindeyim de o yüzden. Gel de kadın milletine anlat bunu… Keşke tek sorun bu olsaydı. Sineye çekip katlanırdım; ama değil. “Hamile kalacak zaman mıydı? Artık hayatta yükselemem.” diye sızlanmasına ne buyrulur? Bunca senedir hamile değildin niye terfi etmedin? Amirlerin “Bu kadın her an hamile kalabilir, iyisi mi biz bunu düz memur statüsünde çalıştıralım,” mı dediler. Hem bu işi tek başıma yapmadım ki… Ortak çalıştığımıza göre en az benim kadar sorumlu. Şimdi bunları yüzüne söylesem korunsaydın der. Kızım her işi ben düşünemem ki üstelik tam da o anda… Madem bu kadar çok beklentilerin vardı, benimle yatmayacaktın. Kadın hamile kaldıktan sonra benimle yatmamaya başladı. En tehlikesiz dönemlerimizi böyle boş geçirdiğimize mi yanayım, yoksa düz duvarlara tırmanmama mı? Bahanesi de hazır hanımefendinin; çocuk için tehlikeliymiş. Kocakarı inanışları bunlar diyorum, takmıyor. Bana inanmıyorsun bari doktorun söylediklerine güven. Çocuğun ruhu bile duymaz. Ulan yoksa hisseder mi? Aman sen de, en fazla büyüdüğünde leylekler getirdi yalanına inanmaz, o kadar. Vücudum bozuluyor, artık beni beğenmezsin diye de sakın söylenme. Çıplak gördüğüm yok ki yorum yapayım… Hormonlar hormonlar diye sızlanırsın; ama tavana vurmuş olan erkeklik hormonlarıma aldırış etmezsin. Şimdi kalkıp başka kadınlara gitsem canıma okur. Acıktığımızda evde yemek yoksa ne yapıyoruz? Lokantaya gidiyoruz. Bunu kendimize dert ediyor muyuz ya da bir kere gittik diye lokantanın bağımlısı mı oluyoruz? Tabii ki hayır. Bunun ne farkı var? Sonuç olarak evde yemek yok… Offfff… Üzerime neden bu kadar çok düşüyor? Merakmış… Bunca yıldır neden etmedin peki? Başıma bir şey gelirse çocuğumuzu tek başına büyütecek. Bunun korkusu mu acaba? Bilmiyorum; ama bu huyu yüzünden boğulmama az kaldı. Ya sinirine ne demeli? Her türlü kaprisine katlanalım, hanımefendi saçına bir tutam tuz attım diye kıyameti

87


Öykü

koparsın. Neden yaptın diye sor bakalım, belki mantıklı bir sebebim vardır. İnsan durup dururken eşinin kafasına tuz atar mı? Manyak mıyım ben? Alt tarafı çocuğun cinsiyetini öğrenmeye çalışıyorduk. Doktora kalsa daha zamanı var. İnsan merak ediyor. Annem bana hamileyken ultrasona mı girdi? Hayır; ama ninem erkek olacağımı şıp diye bildi. Nasıl? Tabii ki tuz yöntemiyle. Eşinin kafasına bir tutam tuz atarsın, elini dudağına götürürse kız, burnuna götürürse oğlan olacaktır. Yoksa tam ters miydi? Kafama atmak için elini terliğe götürmeseydi çoktan öğrenmiştik. Duygu’ya sorarsan önemli olan sağlıklı olmasıymış. Sanki ben başka bir şey diyorum; ama şimdiden öğrenmenin kime ne zararı var? Aslında yanıtı biliyorum, oğlum olacak. Yani en azından öyle hissediyorum. Nasıl bir hamilelik geçiriyor hiç anlamadım ki? Ne bulantısı var, ne de aş eriyor. Tek derdi hormonları. Gebe dediğin aş erir. Mesela gece yarısı canı lahmacun ister, ben de bir koşu alıp gelirim. Sonra da oturup afiyetle yeriz. Bak şimdi nasıl da canım istedi. Ulan yoksa onun yerine ben mi aş eriyorum? Bir dakika annem bunları da söylemişti. Eşinin bulantısı yoksa, huysuzluğu artmışsahem de ne biçim-, ayakları eskisine göre soğumuşsa -buz kesti be-, sende onunla birlikte kilo alıyorsan -ne yapayım birimizin aş ermesi lazımdı- çocuk kesinlikle oğlandır. Annem benim be. Her şeyi de nasıl bilir! Yarın telefon açıp müjdeyi vereyim bari…” Sigaramı küllükte söndürüp yatak odasına gittim. Ama her zamanki gibi uyuyamadım… Dalacağım sırada, saat sesinden bile rahatsız olurum. O arsız tik-tak sesleri, asfaltı delen kompresörlü makineler gibi beynimde uğuldar. Hiç üşenmez, kalkar pillerini çıkartırım. Haliyle sabahları uyanamaz ve işe geç kalırdık. Sonunda dijital bir saat alarak sorunu hallettik. Ancak bu seferde Duygu hamile kaldı ve giderek artan bir tempoda horlamaya başladı. Duygu’nun ne dijital versiyonu vardı, ne de pili değiştirilebiliyordu; tek çözüm ayrı odalarda yatmaktı. Ama bunu gerçekleştiremedik, zira horladığını kabul etmiyordu. Ona göre, hamilelikten dolayı vücudu bozulmuştu ve bu yüzden onunla yatmak istemiyordum. Üzüleceğini görünce ısrar edemedim ve uykusuz gecelerim başlamış oldu. Sabah işe gittiğimde işte bu yüzden hâlâ uykum vardı. Mahmurluğumu gidermek için kahve söyleyeceğim sırada, kapımın önünde Nur Hanım belirdi. Her zamanki görüntüsünden çok farklıydı. Diz kapaklarının hemen üstünde biten, dar siyah eteğinin üstüne giydiği beyaz gömleğinin, ilk üç düğmesi açıktı. Açık pembe renkli ruju, hem dişiliğini hem de dişlerinin beyazlığını ön plana çıkartmıştı. Parfümünün kokusu ise çoktan odamı istila etmişti. Etkilenmemek olanaksızdı. Ayağa kalkıp “Güne sizin güzelliğinizle başlamak ne güzel.” dedim. Gülümsedi. İçeriye davet ettim. “İşiniz yoksa bir kahvenizi içerim.” dedi. “İş mi? O da ne?” “Tam size göre bir yanıt Alper Bey. Söyleyin o zaman kahveleri.” Çay ocağına siparişleri verirken, karşımdaki koltuğa oturup ayak ayak üzerine attı. Siyah çorapları; bacaklarını her zamankinden daha ince ve uzun gösteriyordu. Bakışlarımı üzerinden ayırmadan “Çok zevkli bir giyim tarzınız var.” dedim. “Kimilerine göre de kışkırtıcı.” dedi. “Nereden baktığınıza bağlı.” “Siz hangi açıdan bakıyorsunuz?” “Tam karşıdan.” “İlginç. Umarım bir gün o açıyı detaylarıyla anlatırsınız.” Anlatırım anlatmasına ama işte o zaman Duygu kesin oyar beni.

88

89


Öykü

Öykü

“Büyük bir zevkle.” Çaycı odaya girince mecburen sustuk. Kahvelerimizi sessizce yudumlarken, bir yandan da Nur’un tavırlarını düşünüyordum. Benimle cilveleşiyor muydu, yoksa sadece geyik mi yapıyordu? Doğrusu hiçbir fikrim yoktu. Bu kadınlar zaten isteklerini hiçbir zaman direkt söylemez, hep dolambaçlı yolları tercih ederlerdi. Aklımız düz mantıkla işlediğinden çoğu kez ne dediklerini anlamaz ve gözlerinde öküzün teki olup çıkardık. “Daldınız?” “Öyle mi? Hiç farkında değilim. Bir el verirseniz hemen çıkarım.” “Ne zaman isterseniz.” Şimdi bu ne anlama geliyor? Öküz olma mı dedi bana? Hemen mayışma oğlum. Karşındaki Nur. Ne zaman ne yapacağı belli olmaz bu kadının. Gardını düşürme. “Yedi yirmi dört mü?” “O kadar da değil.” Al sana bir bilmece daha. A şıkkı; sizi çok beğeniyorum ve birlikte olmak istiyorum; ama çok da beklemem. Niyetin varsa biran önce kararını ver, yoksa kuş uçar. B şıkkı; sizi bir arkadaş olarak seviyorum, ne zaman yardıma ihtiyacınız olursa beni arayabilirsiniz, ama gecenin bir yarısı olmasın. Doğru yanıtı bilmediğime göre en iyisi anlamazlıktan gelmek “Bunu bir yere not etmeliyim. Belli mi olur bakarsınız bir gece ansızın isteyebilirim.” Oğlum neden kaşınıyorsun? Bozarsa yerin dibine girersin. Aman sende ondan mı korkacağım? O Nur’sa bende Alper’im. Beklentilerimin aksine gözlerini gözlerimden ayırmadan gülümsedi. Anlaşılan onun da canı cilveleşmek istiyordu. Bu güvenle kabarmıştım ki “Eşinizin hamileliği nasıl gidiyor?”diye sordu. “Hamileliği mi?” Aldın mı ağzının payını! Kadın resmen “Evli barklı adamsın, yakında çocuğun olacak, bırak bu ayakları,” dedi. Asılmak gibi bir niyetim yoktu ki, tek amacım dalga geçmekti. Boşuna çırpınma oğlum, golü çok pis yedin. “Hamile diye duymuştum, bir pot kırdıysam özür dilerim.” “Haklısınız hamile.” “Nasıl gidiyor? Umarım bir terslik yoktur.” Bu kadınları anlamanın çok zor. Az önce benimle ufaktan kırıştırıyordu, şimdi ise aile muhabbetine girdi. “Doğrusunu söylemek gerekirse huyu çok değişti, nasıl davranacağımı bilmiyorum. Evde ne yapsam suç.” “Anlayışlı olacaksınız Alper Bey. İçinde yeni bir can filizleniyor, durumu hiç kolay değil.” “Bir de hormon durumları var.” “Sürekli değişiyor değil mi?” Bak bu hormonlardan bahsetmem iyi oldu. Eşimin her durumuyla yakından ilgilendiğimi, onu deliler gibi sevdiğimi, gözümün dışarıda olmadığını hissetmiştir. “Hem de nasıl. Ama katlanacağım zira Duygu’yu çok seviyorum.” Bu çok iyi oldu beeee. Kendisine asılmadığımı artık kesinlikle anlamıştır. Hiç vakit kaybetmeden golü

attık ve beraberliği sağladık. “Cinsiyeti belli mi? “Henüz değil. Bugün yarın belli olur” “Yüreğinizden ne geçiyor, oğlan mı?” Kesinlikle. “Ne münasebet önemli olan sağlıklı olması.” “Böyle düşündüğünüz için sizi tebrik ederim Alper Bey.” “Ama bu hamilelik süresi çok uzun Nur Hanım.” “Nasıl yani?” “Doğurmak için dokuz ay beklenmez ki ben olsam iki bilemedin üç ayda işi bitirirdim. “ “Bak buna gerçekten inanırım. Sizin gibi adam kesinlikle ne yapar ne eder erkenden doğururdu. Başka nelerden şikâyetçisiniz?” “Koku.” “Koku mu? Anlayamadım.” “Duygu’ya her şey kokuyor. Rahatsız oluyor diye artık balık bile yiyemiyorum. Benim için önemli değil, ama kadim dostum rakı buna çok üzüldü. Ne zaman iki duble içsem “Balık. Balık” diye inliyor gariban. Bir ara durumu Duygu’ya çınlatayım dedim, “Madem bu kadar üzülüyorsun içme o zaman, zaten onun da kokusunu sevmiyorum” demez mi?” “Siz ne yaptınız?” “Rakıyı kaybetmektense, balığın yakarışlarına kulağımı kapattım. Ben hamile kalsaydım düzenimizin bu kadar bozulmasına asla izin vermezdim.” “Keşke kalsaydınız Alper Bey.” “Bu bana ders oldu, ikincisini asla Duygu’ya bırakamam…” “Siz mi doğuracaksınız?” “Yok canım. Kiralık bir anne tutarım.” “Allah iyiliğinizi versin Alper Bey. Sizinle konuşmak bana gerçekten çok iyi geliyor, ama birinin işlerle ilgilenmesi gerek. Kahve için teşekkürler.” dedi ayağa kalktı. Gidişini göz ucuyla izlerken telefonum çaldı. Annem arıyordu. Açmak için elime aldığımda Nur’un kapının önünde duraklayıp gömleğinin düğmelerini kapattığı dikkatimi çekti. Bu kadını anlamak gerçekten zor… Telefonu kapatınca, sıkıntıyla ayağa kalkıp pencereden dışarıya baktım. Annem geliyordu. Doğumda yanımızda olacağını söylemişti. Sevinmiştim, zira burnumda tütüyordu. Duygu’nun itiraz edeceğini sanmıyordum. Sonuçta annemi severdi; ama işine burnunu sokmasına delirirdi. Annem ise bunu hep yapardı. Ona göre biz hiçbir şey bilmiyorduk ve öğretmek onun göreviydi. Bugüne kadar durumu bir şekilde hep idare etmiştim, ancak bu sefer sorun çok farklıydı. Torunu için geliyordu. Gelenek ve göreneklerimizi üzerinde uygulayacakmış… Haberi duyduğu an, Duygu’nun kıyameti koparacağından emindim. Kimi tutarsam tutayım, sonunda kaybeden ben olacaktım. “Bir an önce önlem almalıyım.” diye düşündüm. Ama nasıl? Anneme söz geçirmem olanaksız-bir bakışıyla beni sindirirdi- olduğuna göre, tek şansım eşimdi. Yerime oturduğumda, Duygu’yu ikna çalışmalarına hemen başlamaya karar vermiştim. Eve giderken çiçekçiye uğrayıp tek bir kırmızı gül aldım. Tezgâhtarın dediğine göre, seni seviyorum demenin en zarif yolu buymuş, üstelik keseye de fazla zararı yoktu. Kapıyı açıp elimdeki gülü görünce

90

91


Öykü

Öykü

hafifçe gülümsedi. Ancak dudaklarındaki bu tebessüm, mutluluktan çok şaşkınlık ifadesiydi. Düşünmesine fırsat vermeden, “İkinizi de çok seviyorum.” dedim. “İkimizi derken?” “Seni ve oğlumu.” “Ya kızsa?” “O zaman evimde iki Duygu olacak demektir, ne mutlu bana.” “İyi kıvırıyorsun, fakat hoşuma da gitmiyor değil. Bu gül nereden çıktı şimdi?” “Bilmiyorum, çiçekçiye sormayı unuttum. Senin için önemliyse bir koşu öğrenip geleyim.” “Alper.” “Efendim canım.” “Laf kalabalığı yapma, ne demek istediğimi çok iyi anladın. Önemli günlerimizde bile elin boş gelirsin.” “O günlerde almak çok sıradan, önemli olan beklenmedik anlarda sevdiğini şaşırtmak.” “Pek inandırıcı gelmedi ama dediğin gibi olsun.” “Kalbimi kırıyorsun.” Gülümsedi. Ama bu seferki mutluluktandı. Uzanıp dudaklarına bir öpücük kondurdum. İki elini yüzüme dayayıp ateşli bir şekilde karşılık verdi. İlk defa öpüşüyormuşçasına heyecanlanmıştım. Sıkıca sarılıp kendime doğru çektim ve kulağına “Çok özledim seni,” diye fısıldadım. “Ben de canım,” diye yanıt verdi. Umutlanmıştım. “İçeriye gidelim mi?” diye sordum. Yüzü pembeleşmişti. Ani bir hareketle kendini geri çekti. Biraz üzerine düşsem ağlayacak gibiydi. Yine de dayanamayıp, “İstediğini sanıyordum.” dedim. "Korkuyorum Alper. Ne olursun anla beni.” dedi. “Korkuyor musun? Neden?” “Çocuğumuza bir şey olacağından.” “Bu duyduğum en saçma bahane. Keşke başım ağrıyor deseydin.” Dudaklarını hafifçe aralandıysa da, konuşmadı. Bir süre baktıktan sonra gözlerini sıkıca yumdu. Tekrar açtığında gözyaşları sicim gibi akıyordu. Kendimi kötü hissetmeye başlamıştım. Arzularım aklımı başımdan almış ve bir eşek gibi davranmıştım. Özür dilemek için bir adım atmıştım ki koşarak yanımdan uzaklaştı. Sertçe kapanan kapı sesinin ardından hıçkırıkları evi kapladı. Hiç duraksamadan arkasından gittim. Yüzüstü yatağa kapanmış ağlıyordu. Yanına oturup “Özür dilerim hayatım. Kendimi savunmayacağım, zira savunulacak bir yanım yok.” dedim. Hiç tepki vermedi. “Kendimi affettirmem için son bir şans tanısan.” dediğimde, başını yastıktan kaldırmadan “Git yanımdan,” diye bağırdı. Ayağa kalktığımda çaresizdim. “Çocuğa zarar vermemek için sevişmiyorsun; ama psikopat yapmak için elinden geleni yapıyorsun.” dedim. “Sayende.” “Olabilir. Fakat sen de körükle dolaşıyorsun. Çocuk bu, her şeyden nem kapar. Ağladığını hissedince bunalıma dişer, doğar doğmaz da süt yerine tiner emer.” Hafifçe gülümsemişti. Bu fırsatı kaçıramazdım. Yeniden yanına oturdum ve elini sıkıca kavrayıp “Birazcık daha tebessüm edebilirsen çocuğu tinerden kurtardık demektir. Ha gayret…” dedim. “Alper. Alper. Alper.” “Emret sultanım.” “Ne yapacağım seninle.” “Etim kemiğim senin, canın ne istiyorsa onu yap.”

“Biraz anlayışlı ol yeter.” “Maalesef, zira sözlüğümde biraz kelimesi yok. Size aşırı anlayış versem, uyar mı?” Olumlu anlamda başını sallayınca uzanıp dudaklarına küçük ve masum bir öpücük kondurdum. Yemeğin ardından salona geçtiğimizde yaşananları unutmuştuk. En azından ben, yoksa durup dururken kaşınır mıydım? “Bugün annem aradı. Sana da selamı var.” “Sen de benden söyleseydin.” “Doğuma belki gelirim dedi.” “İyi olur. Özletti kendisini.” “Bizim için gelmiyor ki torununu görmeye geliyor.” “Haklı kadıncağız. Babaanne oluyor kolay mı?” “Senin de yükünü azaltır.” “Aman bana dokunmasın hiçbir şey istemem.” “Öyle deme Duygucuğum. Biz ne anlarız bebek bakmasından. Ne güzel bize yardım eder.” “Annem burada, yardıma ihtiyacımız olursa o eder.” “O başka bu başka. Annen ne anlar bizim gelenek göreneklerimizden.” “Çocukla ne alakası var göreneklerin.” “Öyle deme. Bak bana hiç ter kokar mıyım? Hayır. Neden? Çünkü annem ilk banyomda tuzla yıkamıştı beni.” “Tuz mu? İğrenç.” “Bacaklarıma bak ne kadar düzgün, bunu da kundaklamasına borçluyum.” “Alper hangi devirde yaşıyoruz kundak mı kaldı?” “Kalmadı çünkü geleneklerimizden koptuk.” “İyi olmuş.” “Sonra…” “Sonra?” “Ben kolay kolay hastalanmam.” “Zırt pırt grip olmanı saymazsak haklısın.” “Havaların düzensizliğinden, ama ciddi bir rahatsızlık geçirdim mi? Hayır. Neden?” “Annen sayesinde.” “Kesinlikle. Doğduğumda göbeğime kızgın şişi değdirince doğal bağışıklık kazandım.” “Neeeee. Kızgın şişle göbeğini mi dağladı. Vahşet bu vahşet.” “Abartma canım ucunu değdirdi o kadar. Şimdi tüm mikroplara vücudum kapalı.” “Ve bunu çocuğumuza yapacak öyle mi?” “Elbette.” “Alper iyi misin?” Teşekkürler canım sen nasılsın?” “Ben yaşadıkça bunların hiçbirine izin vermem.” “Canım şiş olayını geçebiliriz ama bak tuz önemli.” “Asla”

92

93


Öykü

“Ya kundak. Çocuğun bacakları eğri büğrü olursa.” “Aklına bile getirme.” “Canım belki sakin kafayla düşünürsen.” “Hiç fark etmez.” “Geleneklerimizi korumak ve geliştirmek çok önemli Duygucuğum. Buna sahip çıkan toplumlar hep daha ileriye gider. Örneğin Japonlar. Oğlumuz da böyle yetiştirilirse daha girişken olur.” “Birincisi, oğlan diye kendini şartlandırma, ikincisi, hayır.” “Ama annem alınır.” “Senin derdin gelenek değil, annen. Alınacaksa gelmesin Alper.” “Gelmesin mi?” “Evet gelmesin.” dedi ve kalktı. Annem ve Duygu arasında tam anlamıyla köseye sıkışmıştım. Sabah işe geldiğimde ne yapacağımı bilememenin stresi içindeydim. Hamile olmasaydı, Duygu’nun söylediklerinin altında asla kalmazdım; ama hamileydi ve bu avantajını kullanarak son sözü hep o söylüyordu. Keşke konuyu hiç açmasaydım Annem çocuğu yıkarken biraz tuz atardım olur biterdi. Suyun tadına bakacak hali yoktu ya. Evde olmadığı bir zamanda da göbek olayını hallederdik. Kundağa zaten gerek yoktu. Artık ok yaydan çıkmıştı. Doğum sonrası yaşanacak curcunayı beklemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Öykü: Atilla BİLGEN

Yazan-Çizen Ali ALTUNKAYNAK

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

94

95


96

97


98

99


100

101


Öykü

Cleyton Mezarlığı ''Sadece şunu söylemek isterim. Önyargılardan kurtulmaya çalışmak insanoğlunun bir bataklığa düşmesiyle eşdeğerdir... Kurtulmak için çırpındıkça daha derinlere gömülürler. Bu hep böyledir. Bazen onları kurtarmak için sadece kenardan bir dal parçası uzatmak yetmez. Bu yüzden ben de bazılarını feda ettim ya...'' Şu an saatin öğleden sonra dört gibi olduğunu sanıyorum. Aslında hissediyorum. Nasıl mı? Güneş yakıcılığını yaklaşık yarım saattir kaybetmiş görünüyor. Gölgeler iyice kaybolmaya başladı. Bakın karşı caddedeki Paul Blues bisikletini garaja sokuyor. O Maxiumus Blues'un oğludur. Bir elektrikçidir ve bir şey söyleyeyim mi, çok da iyidir. Bayan Mcclaude hâlâ hayattayken bir gün gelip yatak odasındaki abajuru tamir etmişti. Tanrı'm dünyanın tamamen döndüğünü hissediyorum. Aslında bir dönme dolapta gibiyim. Gözlerim mi akıyor? Hayır, bu başka bir şey olmalı. Aslında belki de güneş yakıcılığını kaybetmiyordur; çünkü sol tarafımda hâlâ bir sıcaklık hissediyorum. Ama burası yaşadığım sokağın iki sokak ötesinde ve bu saatlerde hep güneş gitmiş olur. Yine de bu aralar havadan kimse emin olamıyor. Bir tür değişim olduğunu duymuştum bir haberde. Dünyadaki sıcaklık bir gün tam tersine dönecek, buna hazırlıklı olmalıyız, demişti bir adam. Her akşam kanalda bağıra çağıra konuşan adam var ya, canım. Siz de bilirsiniz, o adamı bütün Waller'in bildiğine eminim. Bir keresinde Bayan Mcclaude'un adama su varili dediğini duymuştum. Pek komikti. Ah, Bayan Mcclaude, onu gerçekten özlüyorum. Tam on yılı birlikte geçirdik, bu uzun bir zaman. Ama onun da beni sevdiğini biliyorum, bana hep 5.Cadde'deki büyük marketten yeşil ambalajlı mamalardan alırdı. Bazen sırf bunun için bile arabaya atlayıp yarım saatlik yolu çektiğini gördüm. Bir kaç gün öncesine kadar yaşasa hâlâ bunu yapacağından eminim. Ama şimdi çok güçsüz hissediyorum. Üstelik kulaklarımda bin bir ses var. Sanırım aşağıda bir arı bir yaprağın altına sıkışmış. Umarım yardıma biri gelir. Şimdi gitmem lazım. Biraz dinlenmek için... Cenaze Günü ''Tanrı Blair Mcclaude'un günahlarını bağışlasın,'' dedi adam. Hep bir ağızdan cevap verdiler. Mezarcı adam tabutu, az önce kazdığı çukura gönderirken, kel adam yanındaki kadının kulağına eğildi. ''Bazen bu merasimleri gereksiz buluyorum,'' dedi. ''Öyle değil mi, artık olan oldu.'' ''Neden böyle düşünüyorsun Wollan? Bu gerekli bir törendir. Sadece bu dünyaya ait olmadığımızı gösteriyor.'' ''Evet, Bayan Rinnger, ama yine de onun için bir şeyler istemek bize düşmez. Günahlarını affettirmek bizim şu an değil, onun yaşarken yapması gereken bir şeydi.'' Kadın başını sallamakla yetindi. Mezarcının kafasında tek tük kalan saçları yağmurla iyice azalmış görünüyordu. Adam kuvetli kürek darbeleriyle mezarı toprakla örtüyordu. İlerideki bir kaç kişi taş yolu takip ederek, mezarlıktan ayrılıyorlardı. Mezarın hemen yanı başındaki geniş eteklikli kadın, çiçek işlemeli mendiline burnunu sümkürdü. Zaten cenaze boyunca da en çok ağlayan o olmuştu. İyice çamura dönen toprak zeminde, botlarını

102

103


Öykü

Öykü

daldırdığı su birikintilerinden kurtularak diğerlerinin yanına geldi. ''Hâlâ inanamıyorum,'' dedi mezara bakarak. ''Bayan Mcclaude'un öldüğüne... Tanrı'm!!'' ''Bayan Blackcore, sakin olun lütfen,'' dedi Rejoice Rinnger elini kadının kemikli omzuna koyarak. ''Tanrı'm!'' dedi, ''...geçekten her şey ne de tuhaftı.'' Konuşan ellerini ceplerine sokmuş, Harry Borfeck'in buruşuk elleriyle tuttuğu şemsiyenin altında ayakta duran Lampert Daisy'ydi. Adamın sözü üzerine Betty Blackcore mendilini yumruğuyla büzüştürerek arkasını döndü. Adama bir baktı. Bir an Lampert Daisy yanlış bir şey söyleyip söylemediğini düşündü. ''Tuhaf mı?! Böyle mi olduğunu düşünüyorsunuz? Hayır! Bay Daisy çok yanılıyorsunuz. Her şey açık ve net. Onu birlikte bulduk, ben ve Rejoice... Onu gördük Öylece merdivenlerin dibinde yatıyordu. Karnı deşilmişti!'' Kadın gözlerini açarak, ağzını bir an sıkıca kapayıp adama baktı. Sean Wollan bir an titredi. Havanın soğukluğundan mı, yoksa kadının o günü tekrar hatırlatmasından mıydı, anlayamamıştı. ''Bu çok aşağılıkça,'' diye konuşabildi Harry Borfeck. Altmışlarının sonlarındaydı, yine de en az ellilerindeki gibi dinç görünüyordu. ''Daha önce hiç bu türden bir olayla karşılaştığımı hatırlamıyorum.'' Başını eğerek bir kaç defa inanmaz bir şekilde salladı. ''Bence,'' dedi Rejoice Rinnger, '' burası bundan bahsedilecek yer değil.'' Tam o anda bütün Cleyton Belediye Mezarlığı'nı tiz bir çığlık sesi kapladı. Harry Borfeck sesin şiddetinden, kulağına beceriksiz bir operacının yanlış seslendirdiği notaları gibi gelmişti ses, işaret parmağıyla kulağını bir iki kere karıştırmak zorunda kaldı. Herkes kadının attığı çığlıkla neredeyse yerinden sıçramıştı. Bayan Blackcore mendilini sardığı parmağıyla Blair Mcclaude'un mezarını gösterip çığlık çığlığa kalmıştı. Lampert Daisy kadının Mcclaude'un cesedini bulduğundan beri biraz üşüttüğünü düşünüyordu. Herhalde Mcclaude'un hayaletini falan gördüğünü söyleyeceğini düşündü. ''İşte!! O buraya gelmiş. Seni gidi nankör çanak yalayıcı!'' Kedi önce diğerlerine kafasını çevirip baktı. Kadının sesinden ürkmemişe benziyordu. Bir an patisini yere dokundurup kaldırdı. Sonra da dilini dışarı uzatarak yalamaya başladı. ''Onu senin öldürdüğünü biliyorum,'' diye mırıldandı Betty Blackcore. Şemsiyeyi kafasından çekip çığlıklar atarak kedinin kafasına indirdi. Kedi tam zamanında yan taraftaki çalılığa sıçrayıp şemsiyenin darbesinden kurtulmayı başardı. Rejoice Rinnger etekliğini turarak çamura bata çıka koşup kadının kolundan yakaladı. ''Betty, sakin ol!'' ''O!!'' diye bağırıyordu kadın. Sean Wollan bir an kadının sesinin olgun bir karganınkinden farklı olmadığını düşündü. ''O Blair'in gerçek katili!!!'' … Betty Blackcore, on beş mart pazar günü Blair Mcclaude'u bağırsakları sosis iplikleri halinde dışarı sarkmış bir halde görüp de yüzü sapsarı kesilip Rejoice Rinnger'a koştuğunda, her şey kafasında yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı bile. Bunu iki gün önceki cenaze töreninde kediyi görene kadar unutmuştu. Ama şimdi koyu leylak rengindeki kadife koltuğuna oturup da küçük yazı masasına, yapma danteladan altlığını yerleştirdiği fincanının kenarını iki parmağı arasında dairesel hareketlerle çevirdiğinde aklına gelivermişti. Blair Mccalude'un ölüsünü bulduğunda, kedi birden yan odadan -galiba yemek odasıydı, çünkü komşusunun evi tam yedi odalıydı ve Tanrı biliyor ya odaların yerlerini her misafir gibi o da karıştırırdıaralık kapıdan çıkınca, Betty Blackcore bir an durup midesi ağzında kediye bakmış, o an hayvanın içinden bir an önce kadının gitmesini dilediğini duyar gibi olmuştu. Cenaze töreninden tam beş gün sonra kafasında her şey çoktan oturmuştu.

''Bunun hayal gücü fazlaca gelişmiş bir yazarın elinden çıkmış bir hikâyeden farksız olduğunu sanmıyorum,'' demişti Harry Borfeck kadının söylediklerini duyunca. Elindeki sebze bölümünden aldığı çürük bir domatesi yandaki yeşil torbalı kutuya salladı. Betty Blackcore bir an ellerini belinde bağlayıp adama baktı. Domatesin kutuya tam isabet edip de o tok sesi çıkarmasının hemen ardından, Rejoice Rinnger makarna ve eriştelerin olduğu reyondan elindeki iki paket mantar soslu erişteyle göründü. ''Korkarım, Betty'e katılmak zorundayım Bay Borfeck. O gün orada zavallı Blair'i sosis gibi sarılı et parçacıkları halindeki bağırsaklarıyla bulan siz değil, bizdik. Ertesi sabaha kadar mide bulantım geçmedi ve anneannemin annemin kriz geçirdiği zamanlarda yaptığı papatya çayını içmem gerekti.'' dedi kadın elindeki erişte paketlerini adama doğru sallayarak. ''Ayrıca, kedilerin bu gibi şeyler yaptıklarını anlamak için hayal gücüne gerek olmadığını düşünüyorum. Geçen yıl Yorks Caddesi'ndeki Bay Totler'a neler olduğunu hatırlamanızı isterim.'' Nefes nefese kalmıştı, sanki adama iki kadının da deli olmadıklarını inandırma çabası içindeydi. Gözlerini eğip karşısındaki dudaklarını sıkan kadına baktı, o an ikisinin gözlerinde de aynı ışık belirdi. ''Bilemiyorum,'' dedi Harry Borfeck düşünceli bir şekilde. Bu yaştan sonra bir kedinin sahibini öldürdüğü hikâyesine inanmak elbette güçtü onun için. Ama iki kadının da fikirlerinden kolay dönmeyeceğinin farkındaydı. Elindeki domates lekesini pantolonunun önüne bağladığı, Cleyton Marketi yazan turuncu önlüğüne sildi. Sonra da eliyle çenesini sıvazlayarak, kadınlara bir daha baktı. İki kadının da gözlerini büzmüş, adamı inandırmaya çalıştıklarını görebiliyordu. Bir hayvanın bu şekilde bir katil olabileceğini düşünmek elbette deliceydi, belli ki Blair Mcclaude'un kalbi teklemiş ya da evdeki hizmetçi kadın kadının işini bitirmişti. Kadın üç gündür sorgudaydı ve Cleyton Polis Şefi David Fellsh kadınla ilgili hiçbir detayı paylaşmıyordu. Tabi Harry Borfeck'e sorsanız eninde sonunda kadının hanımını öldürdüğünü itiraf edecekti. Ama Harry Borfeck geçen sonbaharda Simon Totler'a neler olduğunu da hatırlıyordu. Betty Blackcore adamın cevap vermesini beklemeden, ''Bu akşam, onda Mccalude'un evinde olmalıyız,'' dedi. Sean Wollan kadının gözlerindeki eşyasını tam olarak nerede kaybettiğini bilen' ifadesini görünce bir an tüyleri diken diken oldu. Yanındaki çubuk şeklindeki el fenerini tutan Lampert Daisy'i gördüğünde ise şaşkınlığı iyice artıyordu. En sonunda dayanamayıp adama sordu. O sırada Blair Mcclaude'un ön verandasına çıkmışlardı. ''Bu yaptığımız şey tam olarak nedir Daisy?'' Adam bir an elindeki yeşil ışık saçan feneri kapatıp durdu. ''Saçmalık!'' dedi. ''Tam da kadınlara göre bir şey,'' diye ekledi. ''Öyle, ben de bunun boktan bir iş olduğunu düşünüyorum.'' dedi hemen arkalarından yürüyen Harry Borfeck. ''Öyleyse niye bunu yapıyoruz?'' diye sordu Sean Wollan. Elindeki feneri adamın yüzüne tutmuş, bakıyordu. Harry Borfeck elini sallayarak, gözlerine getirdi. ''Şunu kapatır mısın? Gözlerimi kör mü etmek istiyorsun?'' Sean Wollan beceriksizce düğmeleri aşağı yukarı oynatıp ışığı söndürdü. ''Saçmalık evet, ama sadece bir kedi. Sadece bir kedinin işini bitireceğiz. Böylece ben de Bayan Blackcore ve Rinnger'ın marketimi aşındırmalarından kurtulmuş olacağım,'' dedi Harry Borfeck. ''Bana da, bu işi birlikte yaptığımız takdirde, kafedeki çalışma saatlerimi yeniden gözden geçireceğinie dair söz verdi,'' dedi Sean Wollan. ''Tanrım! Bütün akşam, on bire kadar iş başındaydım.''

104

105


Öykü

Öykü

''Ya sen?'' dedi Harry Borfeck, Lampert Daisy'e dönerek. ''Sen bir öğretmensin evlat.'' ''Evet, öyleyim,'' dedi adam başını sallayarak. ''Ama kedilerin ne kadar nankör olduklarına ve geçmişte bir çok kez sahiplerini öldürdüklerine dair ne kadar çok hikâye olduğuna inanamazsınız.'' ''Yani bu 'katil kedi' hikâyesine inandığını mı söylüyorsun?'' dedi gülerek Sean Wollan. Aptal bir ifadeyle Harry Borfeck'e baktı. ''Ben öyle bir şey demedim,'' diye cevap verdi Lampert Daisy, sonra da kadınların açık bıraktıkları ön kapıdan girdi. ''İşte!'' dedi Betty Blackcore. ''Tam da buradaydı!'' diye elindeki feneri üst kata çıkan geniş merdivenlerin hemen dibine tuttu. Rejoice Rinnger bir an yine midesini tuttu. Bir eli ağzında merdivenlerden tarafa bakmamaya çalışıyordu. ''İyi misiniz Bayan Rinnger?'' diye sordu patronuna Sean Wollan. Kadın elini sallayarak, iyi olduğunu gösterdi. Herkes üst kattan gelen sesle başını merdivenlerin bittiği, ikinci katın başladığı hole çevirdi. Betty Blackcore arkasını dönüp diğerlerine bakarak, yukarıyı işaret etti. Lampert Daisy önce davranarak merdivenleri çıkmaya başladı. Rejoice Rinnger yatak odasının kapısını kapadığında, Betty Blackcore kedinin tam da odaya sıkıştığını anladı. ''Bay Blar, yatağın altında olduğunuzu biliyoruz,'' dedi kadın. Harry Borfeck kadının sesinin nasıl da birden şeytansı bir tizlik aldığını fark edince tiksintiyle kadına döndü. Bir an Sean Wollan'la göz göze geldiklerinde adamın da gözlerindeki benzer ifadeyi gördüğünü sandı. Betty Blackcore eğilip yatağın altına baktı, kedi yatağın en gerisinde büzülmüş bir halde duruyordu. ''Sen,'' dedi kadın ''Lampert yatağın diğer tarafına geç! Sen de öbür tarafına Sean. Ve Bay Borfeck siz de gelin, benim durduğum yerde durun!'' Betty Blackcore ayağa kalktı. Rejoice Rinnger'a biz göz attı, kadın sırtını kapıya vermiş, ayakta bekliyordu. Betty Blackcore eline geçirdiği Blair Mcclaude'un bir giysisiyle kediye seslenmeye başladı. Önce sessizce miyavlayan kedi, yavaşça yatağın altından çıkmaya başladığında, önce Lampert'ın hamlesiyle sıçrayıp Harry Borfeck'in sol gözünün altına bir pati darbesi geçirdi. Adam gözünü tutarak acı içinde yatağa düştü. Betty Blackcore koşarak kedinin üzerine giysiyi atmayı denedi; ama giysi kediye değil komidindeki bir gece lambasının üzerine geldi, sonra da odayı turuncumsu bir ışık kapladı. Rejoice Rinnger yetişip giysiyi eline aldığında odaya eskisi gibi sarı ışık doldu, sonra elindekini duvara doğru yanaşan kedinin üzerine atmayı denedi. Tam o anda giysiden bir kez daha kurtulan kedi, Lampert Daisy'nin komidinden aldığı gece lambasını başına geçirmesiyle bir an sendeleyip halıya düştü. Betty Blackcore, Lampert Daisy'e bakıp, ''İyi hamle!'' dedi. Betty Blackcore kedinin öldüğünden emin olduğu iki gün sonrasında – ki bu iki gün boyunca, hayvanın öldüğünden sokaktaki çöp konteynırına bakıp kedinin hâlâ orada, başında o akşam taşla ezdikleri yarayla hâlâ yerli yerinde durduğunu görünceye kadar emin olamıyordu- mezarlığa gitmeye karar verdi. Hava Blair Mcclaude'un cenazesinin yapıldığı güne kıyasla epey sıcaktı, bulutların arkasında ufak bir parçasını gösteriyordu güneş ve havanın yirmi mart günü Büyük F Tv'den on derece olacağını görünce de, o sabah mezarlığa giderken üzerine sadece geçen kış ördüğü siyah şalını almayı uygun bulmuştu. Yan komşusu Greg Dawson'ın kendisini Cleyton Tepesi'ne kadar bırakmasını rica ettiğinde, adam hay hay diyerek başını sallamıştı. Tepeye vardıklarında, hava iyiden iyiye ısınmış, hatta bir ara Betty Blackcore omuzlarındaki şalı çıkarmayı bile göze almıştı. Mezarlık hâlâ Blair Mcclaude'un cenazesinde bıraktıkları gibiydi. Hafif bir rüzgar etekliğinin

uçuşmasına neden oluyordu. Betty Blakcore bir an mezarlıkların kaderinin bu olduğunu düşündü, ölülerin artık yapacakları bir şeyleri kalmıyordu. İki mezar arasındaki ağaca döndüğü sırada ileriden bir ses duyduğunu sandı. O tarafa doğru döndüğünde gözlerine inanamayarak, ağzından hafif bir hıçkırığa benzer bir çığlık çıktı. Saat on buçuk civarında Harry Borfeck her sabah yaptığı gibi, marketin sebze reyonundan çürümüş sebzelerin koyulduğu yeşil torbayı dükkanın arkasındaki büyük çöp konteynırına atıp da, ağzında küfürler savurarak buzdolabına lanetler okurken bir aralık ayağı merdivenlerde tökezledi. ''Lanet olsun!'' dedi, sonra da okkalı bir küfür daha savurdu. Ayağa kalkıp pantolonunun dizlerini silkelerken, süpermarketin aralık durması için iki kapı arasına sıkıştırdığı bir Yee marka yeşil poşetli kedi mamasının oynadığını gördü, ayağa kalkıp kapıya ilerlediğinde karşısındaki şey adamın korkudan dilini yutmasına neden olacak cinstendi. Eli istem dışı sol gözüne gitti. Sadece, ''Tanrım!!'' diyebildi. Sean Wollan bu kedi katil işinden kârlı çıkan tek kişiydi- tabi, Betty Blackcore ve Rejoice Rinnger'ın kendilerince Blair Mcclaude'a karşı vefa borcunu yerine getirip yaşadıkları mutluluk dışında- Saat on bire gelirken işe yeni gidiyordu, hatta biraz gecikme hakkının saklı olduğunu da hissedip, Ashton Caddesi üzerindeki 'Sıcacık Cleyton'dan bir karton kupa kahve almak için bile durmuştu. Hâlâ inanamıyordu; işe sabah yedide değil de, on birde- hatta bahane olarak ileri sürdüğü trafiği de eklersek on bir kırkbeştegidiyordu ve Bayan Rinnger adamı gülerek karşılıyordu. Bu da yetmezmiş gibi, Sean'ı her gördüğünde adama büyük bir minnettarlıkla bakıp, ne kadar kutsal bir iş yaptığını hatırlatıp duruyordu. Sean Wollan bütün bunları düşündüğünde, kadının kafayı yemek üzere olduğunu düşünüp kahkahalara boğuluyordu. Ama yine de en çok iş ona düşmüş, bahçeden aldığı bir taş parçasıyla hayvanın kafasını bir kaç kez ezmek zorunda kalmıştı. Betty Blackcore bir türlü hayvanın öldüğünden emin olamamıştı. ''Deli karı!'' dedi, direksiyonu çevirip bir bardak kahve almak için durdu. Arabadan inip, küçük cam bölmeye geçip, ''Her zamankinden Bayan Earl'' dedi. Aklına tekrar Rejoice Rinnger'ın masaya siparişleri götürürken, adamı yakasından tutup ona, ''Sen çok iyi bir iş çıkardın Wollan. Tanrı senden razı olacaktır,'' dediğini hatırlayıp gülmeye başladı. Başını salladığı esnada arabasının altından siyah bir şeyin çıktığını gördü. Rejoice Rinnger saatine bakıp Sean Wollan'ın hâlâ ortalıklarda olmadığını fark ettiğinde, sinirlenmemeye çalıştı, ne de olsa Sean Wollan bu tembelliği hak etmişti. Yide de adam kadının en iyi çalışanlarındandı ve iki garson kızla bütün siparişleri yetiştiremiyorlardı. İki numaralı masadan bir adam elini kaldırıp bağırdı. '''Heyy, benim naneli yumurtam nerede kaldı?'' Rejoice Rinnger dükkanında böyle şeyleri sevmeyen biriydi, hemen adamın yanına seğirterek ellerini önünde bağlayıp konuştu. ''Gerçekten çok üzgünüm beyfendi, yemeğinizin hemen geleceğinden emin olabilirsiniz.'' ''Haydi, çabuk olun,'' diye bir kez daha bağırdı adam. Rejoice Rinnger arkasını dönüp de, ne diyeceğini bilemez halde ilerlerken önüne çıkan Rachiel Roks'u kolunu yakalayıp kasa tarafına çekti. ''Seni gidi işe yaramaz kız! Müşterilerin bağırıp çağırmalarından ve dahası hoşnutsuz olmalarından ne kadar nefret ettiğimi bilmiyor musun?'' Kız titreyerek kolunu kutarmaya çalıştı. ''Bayan Rinnger yetişmeye çalışıyoruz; ama Tary yemekleri yetiştiremiyor, biliyorsunuz Sean aynı zamanda mutfaktan da sorumluydu.'' Rejoice kızın kolunu bırakıp adama içinden lanet yağdırdı. Sonra da mutfak bölümüne koşup Tary'i

106

107


Sinema

Öykü

buldu. Adam kadının gözlerindeki alevden bir denizi andıran ifadeyi görünce hemen atıldı. ''Özür dilerim efendim, ama siparişleri yetiştiremiyorum. Gerçekten Sean'ın olmaması bizi çok zorluyor.'' Kadın sadece yüzünü buruşturmakla yetindi, kollarını sıvayıp adamın şaşkın bakışları altında, önüne çektiği bir yumurta karışımını çırpmaya başladı. ''Bana biraz daha un getir Tray, Tanrı'm siz omletleri böyle mi yaparsınız?'' Adam önce dolaplara bir baktı, sonra kadına dönerek, ''Hiç kalmamış efendim, hemen kilerden alayım.'' dedi. Kadın cevap vermedi, Wallon'ı düşünüyordu. Bir gelse, diyordu, onun kafasını bu yumurta kabının içine sokacağım. ''Tanrı'm!'' diyerek kapının açılıp kapandığını duydu. ''Getir Tray, çabuk ol, müşterilerin dükkanımı dağıtmasını ya da yağmalamasını istemem!'' Adamın cevap vermediğini duyunca, öfkelenip arkasını döndü. Mermer tezgahtan kayıp düşen karışım yerde tuhaf bir şekil oluşturdu. Rejoice Rinnger'ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Lampert Daisy üçüncü sınıflardan Oliver ve Henry'nin yine kavga ettiklerini görünce, iki çocuğu da arka bahçeye götürüp çöp toplama cezası vermeyi uygun gördü. Tabi buna en çok sevinen hademe Dave Manner olmuştu, böylece öğle arası vardiyesinden kurtulup kantinden kendine bol patates kızartmalı bir hamburger alıp çocukların çöpleri toplamasını büyük bir keyifle izledi. ''Senin ahmaklığından!'' diye bağırdı Oliver diğerine. ''Haydi oradan, sıçan suratlı!'' diye cevap verdi Henry elindeki pepsi kutusunu çocuğa savururken. ''Kesin artık!'' diyerek çocuklardan tarafa döndü Lampert Daisy. ''Bir an önce şu çöpleri halledin de derse geç kalmayın. Yoksa Bayan Tavuk Torbası sizi tek tek yiyip bitirir,'' dedi adam. İki çocuk da önce birbirlerine şaşkın halde baktılar, sonra adama döndüler. ''Oo, evet öğretmenlerinize bir takım isimler taktığınızı biliyorum,'' dedi adam sinsice. Arkasını dönüp okulun yanındaki açıklığa ilerlerken birden durdu. Çöp konteynırının hemen yanında iki yeşil gözün parladığını gördü. … Clayton Polis Şefi David Fellsh, bir an cinayetin Simon Totler'ın başına gelenlerle bir benzerliği olduğunu sandıysa da, bunun delice bir fikir olduğunu bilerek başını sallayıp bu fikirden kurtulmaya çalıştı. Simon Totler da geçen eylül ayında evinde midesi tamamen dışarı çıkarılmış bir halde bulunduğunda üzerindeki evcil hayvanı olan kedisinin, adamın bomboş olan midesinin içinde gezindiğini görünce bir an hayvandan şüphelendiyse de, sonradan adamı ortağı Shell Bowers'ın deştiğini ortaya çıkarmışlardı. 20 Mart öğleden sonrasında elindeki fincanına kahvesini doldururken, şimdi Blair Mcclaude denen kadına tam olarak ne olduğunu öğrendikleri için keyfi yerindeydi. Hizmetçi sonunda konuşmuş, kadının kedisinin mamasını doğru vermeği için kendisini azarladığı bir öğleden sonrasında hanımının karnını Bay Totler'a olduğu gibi deştiğini itiraf etmişti. Kahvesinden bir yudum alıp önündeki dosyayı imzalayıp çekmecesine koydu. Bay Blar tepeyi aşıp da, birbirine girmiş koyu renkli tüyleriyle mezarlığa geldiğinde yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu, hâla sol patisinde cenaze günü çivinin battığı yer canını yakıyordu. Yine de aldırmayarak, Blair Mcclaude'un mezarına gelip durdu, başını eğip hafifçe miyavladı. Öykü: Büşra SARI

108

Uçan Süpürge Üzerinde Yedi Gün Uçan Süpürge Üzerinde Yedi Gün Bu yıl 16. kez düzenlenen Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali yine dolu dolu geçti. Ankara’da her yıl Mayıs’ın ikinci haftasında düzenlenen festival yoğun bir festival döneminin sonu olur. Bu yıl festival ekibi gerçekten güzel bir program yapmış. Geçtiğimiz yıllarda festival programında kendime dinlenme araları yaratabilirdim, bu yıl hemen her gün 5 seans film izlemek durumunda kaldım. İşte geleneksel festival güncemiz: 10 Mayıs Cuma: 18:30 – Bu yıl festivalin açılış törenine katılma fırsatım olamadı. Aslında işlerin yoğunluğundan dolayı ilk gün de tek filmle yetinmeyi hatta doğrudan ikinci günden başlamayı düşünüyordum ama favori yönetmenlerimizden birinin filmi sadece ilk gün gösterilince gitmemek olmazdı. Uçan Süpürge’nin geçen yıllar içinde bize tanıttığı yönetmenler arasında tek bir isim söyleyin derseniz hiç düşünmeden Dorota Kedzierzawska diyebilirim. Pek çok festival takipçisi de yıllar içinde Dorota’nın hayranı oldu. Festival ekibi de sağolsun, bu hayranlığımızın farkında olsa gerek ki Dorota yeni bir film çektikçe Uçan Süpürge’de izleme şansımız oluyor. Polonyalı bu başarılı yönetmen Başka Bir Dünya (Inny Swiat / Another World) filmiyle ilk defa bir belgesele imza atmış. Belgesel birkaç sene önce Ölmek Zamanı filminde beraber çalıştıkları, Polonya sinemasının ve tiyatrosunun önemli isimlerinden Danuta Szaflarska üzerine. Bugün 98 yaşında olan Szaflarska’nın geçmişini anlatması ortaya büyük bir tarih seriyor. Bu yaşında halen iki tiyatro oyununda oynamakta olan Szaflarska’nın hafızası da gayet güçlü olunca ortaya etkileyici hikâye parçacıkları çıkmış. Kurmaca filmlerinde çok güçlü görsel yapılar oluşturan Kedzierzawska, bu kez kendini oldukça geriye çekmiş ve tabir yerindeyse meydanı Danuta’ya bırakmış. Tüm film boyunca arka planda eski fotoğraflar ya da oynadığı filmler eşliğinde Danuta’nın tek başına konuşmasını izliyoruz. Anlattıklarının etkileyici olduğunu kabul etmekle birlikte

109


Sinema

Sinema

belgeselin de popüler tabiriyle konuşan kafalar belgeseli olduğunu (hatta tek bir konuşan kafa) da itiraf etmek lazım. Ancak başta da belirttiğim gibi geçen yıllar içinde Dorota Kedzierzawska’yı o kadar sevdik ki ne yapsa izleriz noktasına geldik. Dorota’nın festival konuklarından biri olması benim için güzel sürpriz oldu doğrusu. Daha önce de festivale katılmış ancak sanırım zorunlu sebeplerle takip edemediğim iki Uçan Süpürge’den birinde olmalı. Söyleşi gayet samimi bir ortamda geçti. Sanırım Dorota da Türkiye’de ne kadar seveni olduğunu görüp şaşırmış ve sevinmiştir. Çünkü her filminin adı anıldı, filmlerindeki temalardan bahsedildi. Keyifli bir söyleşiydi gerçekten. 21:00 – Madem festivale başladık, ikinci bir filmi de aradan çıkarmak lazımdı. Kadınların Günü (Dzien Kobiet / Women’s Day) filminin Uçan Süpürge’den bir gün önce sona eren İşçi Filmleri Festivali ile Kadın Filmleri Festivali’nin ortak noktasında durduğu söylenebilir. Yönetmeni ve ana karakterlerinin kadın olması dolayısıyla Kadın Filmleri Festivali’ne, bir süpermarkette çalışan kasiyerlerin yönetim tarafından alabildiğine sömürülmesini anlatması açısından da İşçi Filmleri Festivali’ne uygun bir filmdi. Bu Polonya filminde kasiyer olarak çalışmaktayken bir terfi fırsatı ile karşılaşan, kızıyla beraber yaşayan bekar bir anne olan Halina Radwan’ın hikayesini izliyoruz. Radwan, başta buna çok sevinse de bir süre sonra yönetici olabilmek için aslında aralarından çıkıp geldiği arkadaşlarına ne kadar sert davranması gerektiği görüyor. Hastalık, hamilelik gibi durumlar olsa bile işe geç kalmak tahammül edilebilecek bir şey değil, kasiyer kızlar yeri geldiğinde günde 14 saat çalışmak zorunda, hatta yerlerinden kalkmak zorunda kalmasınlar diye mesai öncesi onlara bez dağıtılıyor ki tuvalete gitmeleri gerekmesin, oturdukları yerde yapabilsinler. Ayrıca Radwan terfi etmesinin nedenlerinden birinin de patronunun ona duyduğu ilgi olduğunu fark ediyor. Çalışma koşulları dramatik bazı olaylara yol açınca Radwan bu kez işyerine karşı bir mücadeleye girişiyor, fakat çalışanlar güçlerini birleştirmedikçe bu mücadelenin başarılı olması çok da mümkün gözükmüyor. Kadınların Günü, benzer yapıdaki filmler içinde çok öne çıkacak bir özelliğe sahip olmasa da Maria Sadowska tarafından iyi yazılmış ve iyi yönetilmiş bir film. Başrolde Katarzyna Kwiatkowska da gayet iyi bir performans sunuyor. İlk günden festivalin iyi filmleri arasında adını yazdık. 11 Mayıs Cumartesi: 12:30 – Uçan Süpürge’nin değişmez bölümlerinden Olay Yeri: Aile bölümünün bu seçkisinde sekiz adet kısa film izledik. Bu bölümde çoğunlukla geleneksel düşünce yapısı içinde aile içinde kalması gerektiği düşünülen konuları ele alan filmler izliyoruz. İzlediğimiz filmlerin çoğu başarılı yapımlardı. Bazılarından kısaca bahsedelim. Yolda yardım etmek için arabasına aldığı hamile kadının aslında kocasının ikinci karısı olduğunu farkeden bir kadını anlatan İran filmi Birkaç Km Uzakta, aynı hikayeyi iki kadının tarafından ayrı ayrı anlatma fikri ile dikkat çekiyordu ama filmin ikinci kısmı olmasa da yeterli etkiyi yaratıyordu. Hatta olmasa daha iyiydi belki de. Travma Bangladeş’te küçük yaşta zorla evlendirilen kız çocukları ile yapılan söyleşilerden oluşan bir belgeseldi. Yaşanan şeyler ne yazık ki buralarda da benzerlerini duyduğumuz çok acıklı hikâyelerdi. Artık bunlar bitsin etkisini yaratan bir filmdi.

110

Ülkemizden gelen kısa filmlere baktığımızda ilk önce önümüze kadına şiddet, bakirelik meselesi gibi konuları bir performans sanatı eşliğinde konu eden Kova çıkıyor. Hafif deneysel sayılabilecek bu film bildiğimiz kısa filmlerden biraz farklı olsa da etkileyici idi. Ailesi tarafından bir şüphe üzerine bekâret kontrolüne götürülen bir kızı anlatan Derin Nefes Al bu anlamsız uygulamanın kız üzerinde yarattığı etkiyi başarılı bir şekilde veriyordu. Ufak bir eleştiri olarak Nesrin Cavadzade’nin rolünü iyi oynamış olsa da liseli kız rolüne biraz büyük kaçtığını söylemek lazım. Çarşaftaki Leke her ne kadar Fransız filmi olarak gözükse de bizden karakterleri içerdiği için buralardan gelen bir film olarak adlandırılabilir. Bu film de birbirlerini ilk kez evlendikleri gece gören genç çiftin odalarında birbirlerini tanımaya çalışırken ailenin de kapı önünde kanlı çarşafı beklemelerini konu ediyordu. İyi bir yapımdı ancak bir kısa film olarak 22 dakikalık süresi biraz kısaltılabilirmiş. Son olarak bir sonraki seansta belgesel filmini izleyeceğimiz Mizgin Müjde Arslan’ın Asya filminden bahsedelim. Bu film merkezine 12 yaşındaki bir kız çocuğunu yerleştirirken bölümdeki diğer filmlerin aksine doğrudan sosyal bir soruna odaklanmak yerine kızın bir günü boyunca karşılaştığı kişi ve olaylara bulduğu kristalden attığı bakışları gösteriyor. Doğrusu sinema duygusu olarak seçkideki en iyi film olduğunu söyleyebilirim. 14:30 – Festivalin bu yılki teması olan “Rağmen” başlığı altında izlediğimiz bu bölümde bir kısa bir de uzun belgesel yer alıyordu. %30 (Sierra Leone’de Kadınlar ve Politika) filmi 1o dakika içinde ülkedeki kadınların politikada daha aktif rol alabilmek için yaptıkları mücadeleyi anlatmaya çalışıyordu. Filmde çeşitli animasyon tekniklerinin kullanılması dikkat çekici yönlerinden biriydi. Bir sorun olunca filmin bir kısmını altyazısız izlediğimizi de belirtmeden geçmeyelim (haksızlık etmeyelim yine de, seans sonunda izlemek isteyenler için filmi tekrar gösterdiler, diğer filme yetişmek durumunda olduğum için tekrar izleyemedim). Bu seansın asıl çarpıcı filmi bir süredir çeşitli vesilelerle adını sık sık duyduğumuz Ben Uçtum, Sen Kaldın idi. Mizgin Müjde Arslan’ın bu belgeseli çok kişisel bir konuyu anlatıyor. Mizgin film boyunca, neredeyse hiç hatırlamadığı babasının izini Mahmur Mülteci Kampı’na kadar sürüyor, küçük yaşta kendisini bırakmak zorunda kalan annesiyle yüzleşiyor. Film kişisel bir hikâye sunarken bir yandan da bir dönem Kürtlerin yaşadıklarına, onları dağa çıkaran nedenlere çok da içeriden bir bakış atarak bireysel bir film olmaktan kurtuluyor. Özellikle şu anda içinden geçtiğimiz süreçte daha da önemli bir film haline gelmiş. Geçtiğimiz Ankara Film Festivali’nde yönetmenlerin kendi hikâyelerini anlattıkları kimi belgesellerin kişisel bir hikaye anlatmaktan öteye geçemediğini hatırlayınca Mizgin’in başarısı daha iyi ortaya çıkıyor. 16:30 – Annelik Hüznü (Bejbi Blues / Baby Blues), Polonya’da genç bir annenin yaşadıklarını konu eden

111


Sinema

Sinema

bir filmdi. Henüz çocuk denebilecek bir yaşta çocuk sahibi olan Natalia bir yandan çocuğuna bakma çabasındayken bir yandan da moda dünyasında bir işe girmeye çalışıyor. Bebeğin babası Kuba da onu tek başına bırakmıyor aslında ama o da henüz çok genç ve her ikisinin de akılları bir karış havada. O da henüz genç sayılabilecek yaşlarda olan Natalia’nın annesi de kızına çok yardımcı olmuyor ve şehir dışına çıkıp onları bir başına bırakıyor. Kuba’nın anne babası ise çok kuralcı tipler. Ortada torunları olduğu için maddi yardımlar yapıyorlarsa da onlar da sağlıklı birer anne-baba figürü olamıyorlar. Böyle bir ortamda hikaye trajik noktalara sürükleniyor. Filmin en önemli noktalarından biri Natalia’nın o yaşta çocuk sahibi olmasının bir kaza değil bilinçli bir karar sonucu olduğunu vurgulaması idi. Zaten filmin yönetmeni Katarzyna Roslaniec de film sonrası yaptığı söyleşide bu konuya dikkat çekerek filmde genç yaşta anne olma durumundan çok bencilce her istediğini yapma isteğini anlattığını belirtti. Film Polonya’da konu ettiği kesimin Polonya’yı temsil etmediği gerekçesiyle çok beğenilmemiş. Aslında seyirci sayısı fena değilmiş ama izleyenlerin yarısı filmi sevmediğini söylüyormuş. Yönetmen de elbette anlattığı hikâyenin tüm Polonya’yı temsil etmediğini ama böyle bir durumun da gerçek olduğunu söyledi. Zaten filmin finalindeki olay da tamamen bir gazete haberinden alınmış ve filmin fikri de bu şekilde doğmuş. 18:45 – Beşinci Mevsim (La Cinquième Saison / The Fifth Season), kış mevsiminden bir türlü kurtulamayan bir köyü anlatıyor bizlere. Filmin başında köyün sakinlerini kısaca tanıdıktan sonra her yıl geleneksel olarak yaptıkları kışa veda etkinliklerini görüyoruz. Sıra bu etkinliğin ana parçası olan şenlik ateşini yakmaya geldiğinde bu bir türlü başarılamıyor, toplanan çalı çırpı ne yapılırsa yapılsın alev almıyor. Sonrasında da kış bir türlü bitmiyor, askerler gelip hayvanları alıyorlar, kalan hayvanlar da telef oluyor zaten. Bunun üzerine köylü de başlarına gelen felaketlerden dolayı suçlayacak birilerini arıyor ve gözler dışardan gelen bir yabancıya çevriliyor. Beşinci Mevsim özellikle görsel yapısı ile dikkat çeken bir film. Hemen her sahnenin üzerinde ince ince düşünülüp çekildiği belli oluyor. Hatta pek çok sahneyi filmden bağımsız olarak izlemek ve beğenmek mümkün. Filmin başlarında bu güçlü görsel yapının yanında hikâyenin çok sağlam olmadığını düşünmüştüm. Ancak olaylar gelişip hikâye yabancı düşmanlığı eksenine kaymaya başladığında o kısmı da toparlandı ve film festivalde izlediğim en iyi filmlerden biri galine geldi. Filmin ana karakteri diyebileceğimiz Alice’i canlandıran genç oyuncu Aurélia Poirier festivalin konuklarından biriydi. Daha ilk filmi olmasına rağmen oldukça başarılı bir performans çıkarmış. Film öncesinde yönetmenden gelen bir mesajı okuyan Poirier, film sonrasında da söyleşiye katıldı. Seyircilerin de çoğunlukla filmi sevmiş olduklarını gördük. Film sırasında kadraj dışından gelen uçak seslerinin ne anlama geldiği sorusu önemliydi. Poirier bunun aslında yaşananların sadece o köyün sorunu olmadığını, tüm dünyada yaşandığının vurgulanmak istendiğini söyledi. Ben de her ne kadar farklı temalarda filmler olsa da kadraj dışından gelen sesler, hayvan sesleriyle konuşan karakterler, köye dışardan gelen yabancı gibi unsurlar nedeniyle Reha Erdem’in Kosmos’u ile Beşinci Mevsim arasında akrabalık kurduğumu belirttim ve Türkiye’den dönmeden önce DVD’sini edinirse sevebileceklerini düşündüğümü belirttim.

21:00 – Uçan Süpürge’de bu yıl gerek kurmaca, gerek belgesel olarak daha önceki yıllarda gördüğümüzden çok daha fazla yerli film vardı. Kurmaca filmler arasında tek izlemediğim Aziz Ayşe idi. Onu da bu vesileyle tamamlamış oldum. Filmde gerçek bir kişilik olan çöp toplayıcısı, travesti Ayşe konu ediliyor. Ayşe gerçekten ilginç bir kişilik. Bir yandan geçmişte başından geçen olayların da etkisiyle hiç kimseye güvenmiyor, herkesin kendisini takip ettiğini ve bir zarar vereceğini düşünüyor. Bir yandan da kazandığı çok sınırlı parayı yardım kurumlarına bağışlıyor. Karşılaştığı kişilere bazen hanımefendi diye hitap ederken bir anda küfürlerin en ağırlarını sallayabiliyor. Zaten görüldüğü ilk anda, psikolojik sorunları olduğu belirgin bir şekilde anlaşılıyor. Ayşe karakteri ile ilgili bir belgesel kendi başına son derece ilgi çekici olabilirdi. Ancak yönetmen ve senaryo yazarı Elfe Uluç bu karakteri bir kurmaca film içinde kullanmaya karar vermiş. Film genç bir gazeteci olan Elif’in Ayşe üzerine bir belgesel çekmesi üzerine kurulmuş. Bu hikâyeyi izlerken Ayşe ile beraber geçirdikleri günlerin Elif üzerinde yarattığı etkiyi ve yol açtığı değişimi de görüyoruz. Aslında filmin bu kısmı da fena işlemiyor ama Feride Çetin’in oynadığı Elif karakterinin bir de sevgilisi var ki (Engin Altan Düzyatan) işte filmin o kısımları hiç olmasa da olurmuş kanımca. Zaten Ayşe o kadar baskın bir karakter ki yanına hangi hikâyeyi koysanız onun gölgesinde kalırmış. Film sonrasında yönetmen Elfe Uluç ile bir söyleşi yapıldı. Zaten bu kısımda gelen sorular da filmin seyircide bıraktığı izin de Ayşe etrafında olduğunu gösteriyordu. Çoğunlukla Ayşe ile çalışmanın nasıl olduğuna dair sorular soruldu. Ayrıca travestilerin dünyasına girmenin neler gösterdiği üzerine de sorular geldi. Yönetmen özellikle Türkiye’de travestilerin çoğunlukla dindar olduklarını görmesinin kendisini şaşırttığını belirtti. Uzun süre Fransa’da yaşamış ve orada da travestiler ile çalışmaları olmuş. Orada bu tip bir duruma rastlamadığını, temel farkın bu olduğunu belirtti.

112

113

12 Mayıs Pazar: 12:00 – Anneler Günü her yıl Uçan Süpürge içinde yer alıyor. Bu yıl yine sinemada geçirdiğimiz Anneler Günü’ne Hayvan Cenneti (Le Paradis Des Bêtes / Beast Paradise) filmiyle başladık. Hayvan Cenneti kadına karşı şiddetin gelişmiş ülkelerde de uç noktalara varabildiğini çarpıcı bir şekilde gösteren bir yapım. Dominique ve Cathy iki çocukları ile birlikte yaşayan bir çift. Filmin en başında da gördüğümüz üzere Dominique her fırsatta karısını aldatan bir adam olsa da bir yandan da karısının herhangi bir erkekle en ufak bir konuşmasından bile bambaşka sonuçlar çıkarabilen kıskançlıkta bir adam. Zaten bu yüzden karısının çalışmasına da hiç izin vermemiş. Geçirdiği kıskançlık nöbetlerinde de karısını sık sık dövüyor. Sonrasında ise gerçekten de bu yaptığına üzülüyor ama bu üzüntünün bir faydası yok, bir gün sonra aynı şeyi bir kez daha yapabiliyor. Cathy artık dayanamayıp evini terk ettiğinde ise işler daha da kötü bir hale geliyor ve Dominique bu kez karısını hastanelik edene kadar dövüp çocukları da kaçırıyor. Filmde Dominique bir yandan çok sorunlu bir tip olarak çizilmiş ama karısı ve çocuklarını sevdiğini de görüyorsunuz. Zaten asıl sorun bu hastalıklı sevgi duygusunda. Onun gerçekten sevdiği bu insanlara


Sinema

Sinema yaptıklarına sağlıklı bir insanın akıl sır erdirmesi mümkün değil ama ne yazık ki bu gibi durumlar hemen her gün yaşadığımız olaylar. İşin ilginci filmde Dominique’in ablası da çok sorunlu bir karakter olarak çizilmiş. Çok kısa bir ara bahsedilip geçiyor ama onların da çocukluklarının pek iyi geçmediği ortada. Film boyunca Stefano Cassetti’nin başarılı performansını izliyoruz. Karakterini korkunç bir canavar gibi çizmeyip gidiş gelişlerini verebilmesi başarılı olmuş. Ayrıca iki çocuk oyuncu da gayet iyiler. Yine de film benzerini izlediğimiz diğer yapımların yanında çok yukarda bir yerde durmuyor. Örneğin yıllar önce galiba yine ilk kez Uçan Süpürge’de izlediğimiz Gözlerimi de Al çok daha iyi bir filmdi. Yine de özellikle finalde yarattığı duygu yoğunluğu ile izlemeye değer bir film. 14:30 – Can Candan’ın yönettiği Benim Çocuğum son dönemin en çok adı anılan belgesellerinden biriydi. Sezon biterken Uçan Süpürge sayesinde bu filmi de izleyebilmiş olduk. Filmde çocukları gay, lezbiyen ya da trans olan ailelerle tanışıyoruz. Filmin başında uzun bir süre her bir anne ve baba tek tek çocuklarının durumları ile yüzleşmelerinin nasıl bir deneyim olduğunu anlatıyor. Bazıları durumu hemen kabul etmiş, bazıları çocuklarının durumunu önceden fark ettikleri halde bunu kendilerini itiraf etmeye bile çekinmişler. Bazıları bu durumu sürekli olarak gizlemeye çalışırken, bazıları da en baştan herkesin gözü önünde benim çocuğum böyle deme cesaretini göstermiş. Ama geldikleri noktada her biri çocuklarına destek oluyorlar. Filmin ilerleyen kısımlarında ise ailelerin beraberce yaptıkları işleri görüyoruz. Bu ailelerin her birinin Listag (LGBTT Aileleri İstanbul Grubu) bünyesinde bir araya geldiğini, aileler arasında düzenli olarak toplantılar düzenlediklerini, yeni ailelere yardımcı olduklarını görüyoruz. Bunun dışında meclise gidip LGBTT hakları için yürüttükleri çalışmalar, katıldıkları eylemler de filmde izlediğimiz olaylar arasında. Film boyunca ailelerin çocuklara destek olmasının ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Geleneksel düşünce yapısı ile yetişmiş olan anne babaların ne kadar açık fikirli olursa olsun çocuklarının eşcinsel ya da trans olduğunu öğrendiklerinde ilk anda şok geçirmesi normal ama önemli olan bu şoku çabuk atlatıp, durumun gayet normal olduğunun farkına varıp çocuklarını desteklemek. Film tümüyle bunu vurguladığı için filmde çocuklarını kabul etmeyen, hatta onları reddeden ailelere yer verilmemesi bir eksiklik olarak düşünülmemeli. Ancak neredeyse tümüyle Listag kapsamında kalınması ailelerin birbirine benzer bir çevreden gelmesi sonucunu doğurmuş. Keşke daha muhafazakâr çevreden gelip çocuklarının durumunu kabullenip ona destek olan ailelere de yer verilseymiş. Yine de Benim Çocuğum gayet başarılı ve etkileyici bir belgesel. Finalde ana fikrini şu şekilde verdiğini söyleyebiliriz: “Benim oğlum ya da benim kızım değil, ne olursa olsun benim çocuğum.” 16:30 – Bu seansta yine “Rağmen” başlığı altındaki bir seçkiyi tercih ettim. Bu bölümde bir belgesel, bir de kısa film izledik. Aslan Kadınlar (Løvekvinner / Lion Women), İran’da şahın devrildiği günlerden beri kadınların özgürlük ve demokrasi için verdiği mücadeleyi anlatarak İran’daki kadınların önde gelen isimlere yapılan söyleşilere yer veriyor. Elbette bu mücadele dikkatle izlenmesi ve desteklenmesi gereken bir mücadele. Ancak bu belgeseli fazlasıyla taraflı buldum. Özellikle Ahmedinejad yönetimine karşı çok belirgin olarak muhalif bir tutumu var filmin. Bir belgesel yaparken tarafsız olunması

gerektiğini savunacak değilim. Elbette bir fikriniz vardır ve bunu savunursunuz ama bunu yaparken fazla tek taraflı gözükünce filmin savunduğu görüşleri destekleseniz bile çok inandırıcı bulamıyorsunuz ve bir karşı propaganda filminden farkı kalmıyor. Bu eleştiriyi getirirken filmin sonunda resmi yetkililerle de söyleşiler yapılmak istendiğini ama bunun kabul görmediği notunun olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Bu söyleşi talepleri kabul edilse film bu kadar tek taraflı olmazdı belki de. Bu bölümde yer alan kısa film ise RAE adını taşıyordu. Bir kadın sığınma evinde geçen Belçika’dan gelen bu kısa film, sabah izlediğimiz Hayvan Cenneti filmi sonrası kadına karşı şiddetin dünyanın her yerinde bir sorun olduğunu bir kez daha gösteriyordu. 18:45 – Bu yıl festivaldeki Polonya filmi sayısı epey çoktu. Polonya sinemasını seven bir seyirci olarak bundan şikayetçi değilim. … Adına (W imie... / In the Name Of …) filmi de her kadar beklentilerimi tam olarak karşılamasa da belli bir düzeyin üzerinde bulduğum bir film oldu. Filmde Polonya’nın küçük bir köyünde çalışmaya başlayan bir rahiple tanışıyoruz. Rahip Adam, köyde pek çok işe yardımcı oluyor, asıl önemlisi sorunlu çocuklar için bir merkez oluşturuyor ve onları topluma kazandırmak için çalışmalar yapıyor. Köy halkı rahibi seviyor ve destekliyor ancak zaman geçtikçe yavaş yavaş rahibin kendine bile itiraf etmekte zorlandığı duyguları açığa çıkıyor ve olaylar değişmeye başlıyor. Köyden bir kadının kendisi ile birlikte olma talebini reddettikten sonra erkeklere karşı duyduğu ilgi giderek kendini hissettirmeye başlıyor. Filmin olumlu tarafı, eşcinsel bir rahibi anlatırken bunu taciz meselesi gibi klişe bir yola saparak yapmaması. Rahip Adam söz konusu gençlik merkezini açarken amacı genç erkeklere yakın olmak değil. Öyle olsa çok basit bir çözüm olurdu zaten. Film daha çok rahibin yalnızlık, yalnız bırakılmışlık ve suçluluk duygularına odaklanıyor. Görsel yapısını da iyi kurduğu söylenebilir ancak filmin bütününde de bir eksiklik duygusu hissettiğimi söylemeliyim. Senaryo daha sağlam olsa film de çok daha iyi olabilirdi. 21:00 – Antonia San Juan’ı Almodovar’ın Annem Hakkında Her Şey filmi ile tanıyoruz çoğunlukla. Çeşitli İspanyol filmlerinde de karşımıza çıkmışlığı vardır. Yönetmen olarak imza attığı bu ikinci uzun metraj film olan Yaz (Del Lado del Verano / The Summer Side) filminde Almodovar’dan etkilendiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Filme genel olarak light Almodovar demek mümkün. Hikâye genç bir kadın olan Tana’nın çevresinde ilerliyor. Açılışta Tana’nın babası ölünce aile karışıyor. Aile tipik bir kalabalık İspanyol ailesi, her birinin farklı dertleri olan çok sayıda çocuk, oğlunun ölümünden ve başına gelen her şeyden gelinini sorumlu tutan cadı bir kaynana, birbirini çekemeyen teyzeler ve daha niceleri. Film de bunların her birine ve sorunlarına ufak da olsa vakit ayırmayı başarmış. Antonia San Juan, filminin 100 dakikalık süresinde bir ailede yaşanabilecek aklınıza gelebilecek hemen her konuya değinmiş. Aldatmadan eşcinselliğe, alkol ve uyuşturucu probleminden aşk hikayesine kadar her şey var filmde. Böyle olunca da bu temalar üzerinde çok derinleşemeden sadece bir değinmiş olarak geçmiş kalmış. Ama bir yandan da film çok keyifli ve eğlenceli. Özellikle Antonia San Juan’ın kendisinin canlandırdığı nefes alamadan konuşan karakteri görmek lazım. Keyifli ama çabuk unutulacak bir 100 dakika geçirmek için ideal.

114

115


Sinema

Sinema

13 Mayıs Pazartesi: 12:00 – Güne festivalin en çok merak ettiğim filmlerinden biriyle başlıyordum. Sabah Yıldızı (L’étoile du Jour / Morning Star) daha filme girmeden önce oyuncu kadrosuyla dikkat çeken bir film. Denis Lavant, Tchéky Karyo, Béatrice Dalle ve Natacha Régnier’in her birisi bir filmi sırtlayabilecek isimler. Iggy Pop’u ise oyuncu olarak pek fazla tanımıyoruz belki ama karizma sahibi bir isim olduğu tartışılmaz. Bu kadroyu bir arada görmek filmi sevmek için yeterli diyorsunuz ama en azından benim için böyle olmadı. Film karşımıza bir sirkte geçen bir hikâyeyi getiriyor ve doğrusunu söylemek gerekirse bekleyebileceğiniz her türlü klişeyi kullanıyor. Ortam sirk ortamı olunca filmde eksantrik kişilikler olması çok beklenebilecek bir durum. Hatta hikâyenin kahramanının palyaço, baş kadınının dansçı, kötü adamının ise sirkin yöneticisi olması bile aynı şekilde ilk anda akla gelebilecek çözümler. Filmin özetini okuduğunuzda karakterler arasında bir de çingene olduğunu gördüğünüzde oyuncu kadrosundan Béatrice Dalle ile bu rolü eşleştirmeniz de çok zor olmuyor. Yine ilk akla gelen çözüm. Filmin sıkıntılı yanlarından biri de Iggy Pop’un oynadığı fantastik, hayallerde görülen karakter. Evet, Iggy Pop karizmasını role yansıtıyor, onun çıktığı sahnelerin sinematografik açıdan bir çekiciliği de var ama filme ne katıyor? En azından benim için çok katkısı olmadı. Lafı çok uzatmadan iyi oyuncu kadrosunu klişelere feda etmiş bir film diyebiliriz Sabah Yıldızı için. 14:15 – İkinci Dünya Savaşı ile ilgili her yıl birkaç film izliyoruz. Bazılarının birbirine çok benzediğini söylemek mümkün ama olaya farklı yönlerden bakan yapımlar görünce üzerinden neredeyse 70 yıl geçmiş olmasına ve hakkında onlarca hatta yüzlerce film yapılmasına rağmen halen üzerine bir şeyler söylenebilir bir dönem olduğunu görüyoruz. Savaşın Gölgesinde (Lore) filmi savaşın son dönemlerinde Hitler’in öldüğü, Almanya’nın savaşı kaybetmekte olduğu bir dönemde anne babaları Nazi olan beş kardeşin öyküsünü getiriyor önümüze. Filmin orijinal adı olan Lore de bu kardeşlerin en büyüğünün adı zaten. Savaşın son döneminde hem babalarından hem de annelerinden uzak kalan kardeşler çok güzel bir yaşam sürdükleri evlerinden ayrılmak ve epey uzaktaki büyükannelerinin evine gitmek için yola çıkmak zorunda kalıyorlar. Film bu yolculuğu anlatıyor. Beş kardeşten bir tek Lore’nin etrafında tam olarak neler olduğunu anladığını söylemek mümkün. Yaşları çok küçük olan kardeşler için Nazi demek yanlış olur ama Yahudi düşmanlığı ile yetiştikleri açık. Olayların onların yetiştiği dönem ve ortamın tam tersine dönmesi, üstelik bir de Yahudi gencin onlara yardım etmesi sonucunda yaşananlar çarpıcı. Avustralya’nın 2013 yılı Oscar aday adayı olan film, etkili konusu yanında başrolde Saskia Rosendahl’ın başarılı oyunculuğu ve özellikle başarılı görüntü çalışması ile dikkat çekiyor. Her ne kadar çocuklar üzerinden

belli bir dönemi anlatmak çok sık karşımıza çıkan bir durum olsa da iyisi olunca izlenebilir bir film oluyor. Lore de böyle bir film. Eğer değişmezse 16 Ağustos 2013’de ülkemizde de gösterime girmesi beklenen film tavsiye edilir. 16:30 – Marussia yine odak noktasına çocuk bir karakteri koyan ve filmin adını da bu karakterin ismi yapan filmlerden biri. Bu kez sadece altı yaşında bir kız ve annesi ile karşı karşıyayız. Altı yaşındaki Marussia ve annesi Lucia, Fransa’da yaşayan Rus bir anne-kız. Filmin başında onları kaldıkları evden çıkmak zorunda kaldıklarında tanıyoruz. Evsiz kalan bu ikili bazen devlet tarafından evsizlere yapılan yardımlardan yararlanarak başlarını sokacak bir yer buluyorlar, bazen de tanıdık kişilerden yardım alıyorlar. Ancak karşılarına her defasında bir takım kurallar engel olarak çıkıyor. Nihayet Rusya’ya geri dönme şansı ortaya çıkınca Marussia buna karşı çıkıyor ve Fransa’da kalmak istiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Marussia, benzerlerini izlediğimiz göçmen sorununu konu eden filmlerden çok farklı bir yerde durmuyor ve yeni bir şeyler söylemiyor. Ancak, Marussia’yı canlandıran Marie-Isabelle Stheynman hem çok sevimli bir çocuk, hem de gerçekten o yaşta çok başarılı bir oyunculuk çıkartmış. Sırf onun için bile izlenebilecek bir film. 18:45 – Bu seans için Amorosa ve Sessiz Şehir (Silent City) filmleri arasında kararsız kalmıştım. Amorosa hakkında çok iyi yorumlar duymayınca istikamet Sessiz Şehir oldu. Sessiz Şehir, yönetmen Threes Anna’nın yıllar önce Japonya’da yaşadıklarından hareketle yazdığı romandan yine kendisinin uyarladığı bir film. Film, tıpkı yönetmen Anna gibi Hollandalı bir kadın olan Rosa’nın bir balık restoranında bu işin en büyük ustalarından olan Üstad Hon’dan işin inceliklerini öğrenmek üzere Japonya’ya gitmesini ve burada geçirdiği süreyi konu ediyor. Japonya dışından hemen hemen kimsenin kabul edilmediği bu çıraklık sürecine Rosa’nın kabul edilmesi bile başlı başına bir olayken Rosa yavaş yavaş şefin gözüne girmeye başlıyor. Ancak balık restoranında işler yavaş da olsa iyiye doğru giderken Rosa’nın günlük yaşamı ise giderek kötüye doğru gidiyor. Filmin asıl derdi dillerini anlamadığı, kendisini de anlatamadığı bir şehirde Rosa’nın yaşadığı yalnızlık ve terk edilmişlik hissi ve tüm filme damgasını vuran iletişimsizlik. Yönetmen bu hissi vermeyi başarmış fakat filmi izlerken bugünkü Japonya’nın bu kadar da dışa kapalı olmaması gerektiğini düşünüyorsunuz. Örneğin Rosa’nın kalabalık bir meydanda İngilizce konuşan tek bir kişi bile bulamaması çok inandırıcı gelmiyor. Festivale konuk olan yönetmen Threes Anna ve başrol oyuncusu Laurence Roothooft da beraberce katıldıkları söyleşide dolaylı olarak bunu doğruladılar aslında. Yönetmen, Japon oyunculardan anne babalarının 25 yıl önce davrandıkları tarzda davranmalarını istemiş. Tam da bu yüzden enteresan olaylar da yaşamışlar aslında. Sessiz Şehir için iyi çekilmiş ve keyifle izlenen bir film diyebiliriz. Bazı anlarda inandırıcılığı zayıflasa da izlenmeye değer bir yapım. IMDB’den baktığımızda bu filmin ilk uzun metrajlı filmi olduğunu gördüğümüz başrol oyuncusu Laurence Roothooft da başarılı bir performans sunmuş. Roothooft için bir not daha vermek isterim. Genellikle festival konukları kendi filmlerinin söyleşilerine katılmak dışında 3-4 filmden fazlasını izlemezler. Roothooft, festivaldeki filmlerin büyük kısmını izledi. Takdir ettim.

116

117

Bu arada film başladıktan 10-15 dakika sonra gelip birkaç koltuk yanıma oturan, filmde geçen neredeyse her cümle sonrası kahkaha atan ama film bitmeden 10-15 dakika önce de kalkıp giden abladan bahsetmeden geçemeyeceğim. En azından film kadar ilginçti…


Sinema

Sinema

21:00 – Günde beş film izleyince son filmin hafif bir komedi olması iyi oluyor. Şimdiki Aklım Olsa (Camille Redouble / Camille Rewinds) böyle bir filmdi. Camille, kocası ile 25 yılı devirmiş ama ilişkilerinde çeşitli sorunlar yaşamakta olan orta yaşlı bir kadındır. Bir gün aralarındaki sorunlar iyice üst noktalara taşınır ve ayrılmaya karar verirler. Bir yılbaşı öncesi verilen bu karardan sonra yılbaşına girerken bayılan Camille, gözlerini açtığında kendisini 16 yaşında olarak bulur. Henüz müstakbel kocasıyla tanışmamış, anne babasını kaybetmemiştir. Önce duruma uyum sağlamakta zorluk çeker ama sonra giderek bu işi lehine çevirmeye çalışır. Belki annesini ölümden kurtarabilecektir ya da kendisini hayal kırıklığına uğratacağını bildiği kocasının onu bir daha üzmesine izin vermeyecektir. Orta yaşlı bir karakterinin kendisini gençliğinde bulması çok orijinal bir konu değil. Hatta popüler Hollywood filmlerinde bile sıkça karşımıza çıkıyor. Bu konudaki en bilinen ve en iyi örneğin Peggy Sue Got Married filmi olduğunu söylemek mümkün. Ne yazık ki Şimdiki Aklım Olsa, bu filmin yanına koyabileceğimiz seviyede bir film değil. Her ne kadar senaryo çok aksamasa da yaratılan karakterlerin seyirciyi eline alabilecek karakterler olduğunu söylemek zor. İki başrol oyuncusu arasında iyi bir kimya da bulamadım açıkçası. Ayrıca filmde Jean-Pierre Léaud ve Mathieu Amalric gibi iki önemli oyuncunun canlandırdığı roller de nedense fazlaca abartılı bir şekilde canlandırılmış. Her ne kadar bu yıl Cesar ödüllerinde en iyi film ve yönetmen de dahil 13 dalda aday olmuş bir filmden bahsediyor olsak da kendi adıma hoş ama boş bir filmden ötesini göremedim karşımda. 14 Mayıs Salı: 12:00 – Yönetmen Ursula Meier’in ilk filmi Ev (Home) yine Uçan Süpürge’de izleyip sevdiğimiz bir filmdi. Hatta hafızam beni yanıltmıyorsa o yılın Fipresci ödülünü de kazanmıştı. Yönetmenin ikici uzun metrajı olan Kız Kardeş (L’enfant d’en Haut / Sister) filminin de beklentileri karşıladığını söylemek mümkün. Meier filmde önce bize henüz 12 yaşında olmasına rağmen hayatın yükünü omuzlarında hisseden Simon’ı tanıtıyor. Simon bir kayak merkezinde ufak hırsızlıklar yaparak, sonra da çaldıklarını satarak hayatını sürdürmeye çalışıyor. Bir süre sonra Simon’ın bu yaşam mücadelesini tek başına sürdürmediğini görüyoruz. Zaman zaman onunla birlikte yaşayan, zaman zaman erkek arkadaşları ile beraber bir yerlere giden ablası Louise’e de Simon bakıyor aslında. Kazandığı bu parayla onun da ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Meier iki kardeşin ilişkilerini ince ince örerken bir yandan da ikilinin tüm ihtiyaçlarını karşılayan Simon’ın aslında henüz sevgiye ihtiyacı olan küçücük bir çocuk olduğunu da unutturmuyor. Bu anlamda Simon’ın Louise’e sarılıp uyumak için ona para vermesi filmin etkileyici sahnelerinden biriydi. Louise’in erkek arkadaşı ile olan sorunları biraz abartılı verilmiş olsa da çok da rahatsız etmiyordu. Filmin akıllıca kurulmuş ve hiç tahmin etmediğim bir sürprizi de var aslında. Filmi izleyecekler için açık etmeyeyim ama bu durumun iki kardeş arasındaki ilişkinin dinamiklerini daha iyi anlamamızı sağladığını söylemek mümkün.

Filmin tek meziyeti konusu değil. Meier’in dağ başında kurduğu atmosfer Simon’ın yalnızlık duygusunu sinemasal olarak da yansıtmakta başarılı oluyor. Bu yıl Uçan Süpürge’de pek çok çocuk oyuncunun başarılı performanslarına tanık olduk. Bu filmde de Meier’in ilk filminde de gördüğümüz Kacey Mottet Klein başarılı bir çocuk oyuncu olarak ön plana çıkıyor. 14:15 – Festivalin bu yılki toplu gösterilerinden biri İsveçli yönetmen Mai Zetterling’e ayrılmıştı. Yönetmenin en azından ilk filmlerinde Ingmar Bergman’dan etkilendiği açık. Zetterling’in yönetmen olarak imza attığı ilk film olan Aşık Çiftler (Älskande Par / Loving Couples) filminde Harriet Andersson ve Gunnar Björnstrand gibi Bergman oyuncuları ile çalışması hatta bununla da yetinmeyip görüntü yönetmeni olarak da Bergman’ın değişmez görüntü yönetmeni Sven Nykvist’i seçmesi benzerlikleri arttırıyor. Durum sadece ekip benzerliği de değil. Filmin herhangi bir nedenle bir araya gelmiş kadınların hikâyelerini anlatması da özellikle ilk dönem bazı Bergman filmleri ile benzerlikler gösteriyor. Bu nedenle İnternet’te bir yorumda belirtildiği gibi Aşık Çiftler’i bir kadın yönetmen tarafından çekilmiş bir Bergman filmi olarak nitelemek mümkün. Aşık Çiftler, bir hastanenin doğum bölümünde bekleyen üç kadının hikayelerini geri dönüşlerle anlatıyor. Beklenebileceği gibi kadınların geldikleri çevreler ve hamile kalma hikâyeleri birbirlerinden çok farklı. Biri eşcinsel bir sanatçıyla evli, biri cinsellikten zevk almadığı halde kocasının tecavüzü sonucu hamile kalmış, diğeri de gayrimeşru bir çocuk doğurmak üzere. Görüldüğü gibi aynı zamanda farklı açılardan kadın sorunlarına değinen bir film Aşık Çiftler. Neyse ki bunu yoğun bir mesaj verme kaygısı ile yapmıyor. Ancak filmin genelinin de beni çok çekmediğini söyleyebilirim. Kimi enteresan kamera hareketleri ve çerçeveler dışında dikkat çekici bir noktasını bulamadım hatta sıkıldığımı da eklemem lazım. Bu film sonrası bir filmlik ara vardı. Onu da yine festival müdavimlerinden bir abimizle vizyon filmlerinden Bahar İsyancıdır’ı izleyerek değerlendirdik. Hem onun da yönetmeni kadındı, böylece festival temasına sadık kaldık. 18:45 – Bu yıl festivalde çocuk karakterler üzerine kurulu filmlerin sayısının oldukça yüksek olduğundan bahsetmiştik. Kuleli Ev (Dom s Bashenkoy / House with a Turret) de odağına sekiz yaşında bir çocuğu yerleştiriyor. Film boyunca adını hiç öğrenemediğimiz bu çocuk annesi ile birlikte büyükbabasına gitmek üzere yoldayken, annesi tifüsten ölünce bir başına kalıyor. Dönem savaş yılları, mekan da savaştan bitkin düşmüş bir Sovyetler olunca tek başına kalan bir çocuk çok fazla kişinin umurunda olmuyor, o da büyükbabasına gitmek için yola devam etmek zorunda kalıyor. Kuleli Ev festival öncesi en ümitli olduğumuz filmlerden biriydi. Bu ümitlerimizi boşa çıkarmadığını söyleyebiliriz. Yönetmen Eva Neymann, siyah-beyaz görüntüler ile yarattığı atmosfer ile bir yandan insanın üzerine çöken bir dünya yaratmış ama çocuğun özelinde umut duygusunu da bir kenara atmamış. Elde duygu sömürüsü yapmaya çok uygun bir materyal varken o yola gitmemiş olması da takdir edilmesi gereken bir tutum. Ayrıca Neymann’ın Fridrikh Gorenshtein’ın (ki kendisi Solaris’in senaryosuna katkıda bulunan bir isim) romanından uyarladığı senaryo da gayet sağlam. Festivalin iyi filmlerinden. Hatta benim Fipresci ödülü için birkaç favorimden biriydi. 21:00 – Uçan Süpürge çoğunlukla yeni keşiflere açık bir festival oluyor. Elbette usta kadın yönetmenlerin yeni filmlerini seyirci ile buluşturmak da festivalin bir başka misyonu. Sally Potter da usta kadın yönetmenler arasında sayabileceğimiz bir isim. Yönetmenin Bir Hayalimiz Vardı (Ginger & Rosa) filmi bu yılki festivalin

118

119


Sinema

Sinema

merakla beklediğimiz filmlerinden biri idi. Ayrıca Elle Fanning, Christina Hendricks ve Annette Bening gibi oyuncuları da merak uyandırıyordu. Film sırasında, muhtemelen sinemadaki teknik sorunlardan dolayı, sürekli olarak arka plandan gelen bir uğultu sesi dışında memnun kaldığım bir film oldu. Filmde çocukluktan genç kızlığa geçme dönemindeki iki yakın arkadaş Ginger ve Rosa ile tanışıyoruz. 1945 yılında Hiroshima’ya atılan atom bombaları ile eş zamanlı olarak doğan bu iki genç kız zamanla çok yakın arkadaş olmuşlar. 60’ların Londra’sına geldiğimizde her ikisi de yetiştikleri çevre nedeniyle politik olarak duyarlı gençler haline gelmişler. Amerika’nın Küba misil krizi tüm dünyayı olduğu gibi onları da etkilemiş ve nükleer güce karşı protesto eylemlerine katılmaya başlamışlar. Her ne kadar filmin başında ana konu bu gibi gözükse de bir süre sonra Ginger’ın anne babasının hikayedeki rolü artıyor. Özellikle tümüyle özgürlüğü savunan, bunun için aile değerlerini de çok önemsemeyen babanın Ginger ve Rosa’nın hayatındaki rolü ve etkisi ilginç noktalara varıyor. Ginger & Rosa iyi bir dönem draması. Ancak Sally Potter gibi filmografisinde Orlando ve Evet (Yes) gibi filmler olan bir yönetmenden gelince insan daha etkileyici bir film de bekliyor. Yine de Potter’ın zaten her filminde aynı performansı tutturamadığını da unutmadan Ginger & Rosa’yı yönetmenin filmografisinde bunların hemen arkasına koymak mümkün. Oyunculuklara gelince Ginger rolünde Elle Fanning’den başlamamız gerek. Amerikan sinemasında gişe başarısını hedefleyen popüler rollerle hayatlarına gayet rahat devam edebilecek olan Fanning kardeşlerin bu gibi rollerin yanında daha şimdiden oyunculuk yelpazelerini çeşitlendirmek adına daha zor rolleri tercih etmelerini takdir ediyorum. Üstelik burada şöyle ilginç bir durum da var. Çoğunlukla filmlerde gençlik çağındaki karakterler daha büyük yaşlardaki oyuncular tarafından canlandırılır ve bu da inandırıcılığı zedeler. 30’lu yaşlardaki oyuncuların lise öğrencisi oynadığına sıkça şahit olmuşuzdur. Halbuki Elle Fanning bu filmde oynadığında henüz 13 yaşında iken 17 yaşında bir karakteri canlandırmış. Yani tam tersine bir durum söz konusu. Gerçek yaşını düşününce Fanning’in başarısı daha iyi belli oluyor. Diğer başrol oyuncusu Alice Englert da gayet iyi bir performans sunuyor ama hem onun rolü biraz daha kısa hem de canlandırdığı karakter ile yaşının aynı olması karakteri kavramasını kolaylaştırmıştır diye düşünüyorum. Englert’in bir başka önemli kadın yönetmen, Jane Campion’ın kızı olduğunu da bir not olarak düşelim. Sonuç olarak Ginger & Rosa’nın kesinlikle seyre değer bir film olduğunu söyleyebiliriz ama işi sonunda bir aile dramasına bağlamasa daha başarılı olabilirmiş. 15 Mayıs Çarşamba: 12:00 – Filmekimi’nde gösterildiğinde kaçırdığım Saraybosna’nın Çocukları (Djeca / Children of Sarajevo) bir kez daha karşımıza ailesini kaybetmiş iki kardeşi getiriyor. Bir önceki gün izlediğimiz Kız Kardeş filminin tersine bu filmde abla, ikilinin hayata tutunabilmesi için çabalayan karakter olarak dikkat çekiyor. Rahima, genç yaşında kendisini kardeşi Nedim’in yetimhaneye dönmesini engellemeye adamış gibi gözüküyor. Belki tek başına yaşasa kendine farklı bir hayat kuracak ama

120

adeta bir anne gibi Nedim’e bakmaya çalışıyor. Bu yüzden kendisinden hoşlanan erkeklere de yüz vermiyor. Nedim ise okulda türlü kavgalara karışan, yavaş yavaş suç dünyası ile yakınlaşan bir karakter olarak çizilmiş. Rahima bir yandan da kardeşinin bu dünyaya girmemesi için de uğraşıyor. Yönetmen ve senaryo yazarı Aida Begic, güçlü bir kadın karakter yaratırken her ne kadar korumacı ve güçlü bir anne gibi davranmaya çalışsa da ufak ayrıntılarla onun da aslında bir genç kız olduğunu hatırlatmayı başarmış. Ayrıca olaylar her ne kadar Bosna’daki savaştan yıllar sonra geçse de savaşın etkilerinin hala sürdüğü de hissettiriliyor. Begic, Rahima’nın başını kapatma seçimini de bir alt motif olarak işlemiş. Filmin çeşitli anlarında bu konu devreye giriyor, ancak çok derinleşememiş. Film görsel yapısını Dardenne kardeşlerden ödünç almış diyebiliriz. Her ne kadar artık pek çok yönetmende gördüğümüz bir teknik olsa da omuz kamerası ile ana karakterin arkasına takılıp takip etmek fikri Dardenne kardeşlerde çok sık gördüğümüz bir kullanım olduğu için onların adı ile anıyoruz. Begic de filmin büyük kısmında uzun kesintisiz kamera hareketleri ile ana karakterini takip ediyor ve bizi onunla özdeşleştiriyor adeta. Semih Kaplanoğlu’nun da yapımcıları arasında yer aldığı Saraybosna’nın Çocukları, geçtiğimiz günlerde Çocuklar adı ile vizyona da girdi. Her ne kadar kopya sayısı çok az olsa da zaman içinde farklı illerdeki sinemaseverler de filmi yakalayabilirler. Tam bir başarı diyemesem de izlemeye değer bir film. 14:15 – Catherine Corsini’nin önceki filmi İhanet (Partir) yılın başarılı filmlerinden biriydi. Üç Ayrı Dünya (Trois Mondes / Three Worlds) filmi de yönetmenin insan duyguları ve çelişkileri içine ustalıkla nüfuz etmeyi başardığını bir kez daha gösteriyor. Filmin ana karakterleri bir gece arkadaşları ile eğlenmeye giderken bir adama çarpıp kaçan Al, olaya şahit olan Juliette ve ölen adamın karısı Vera. Çok daha basit bir filmde zaten patronunun karısı ile evlenmek üzere olan Al, çıkarları için her şeyi yapan bir canavar olarak çizilebilirdi. Halbuki burada bir anlık yanlış bir kararla kaza yerinden kaçan, sonradan buna pişman olsa da bir türlü bunu açıklayamayan ve suçluluk duygusu ile kıvranan bir karakter olarak çizilmiş. Benzer şekilde diğer karakterler de çok boyutlu. Örneğin Vera, kocasının katilinin cezasını çekmesi isteği, belki de cezayı kendisinin vermesi isteği ile para karşılığı her şeyi unutma duygusu arasında bocalarken Juliette de şahit olduğu olayı çözmek üzere kendi başına harekete geçince olayın iki tarafına da yakınlaşıyor ve kelimenin tam anlamıyla iki arada bir derece kalıyor. Corsini’nin ilk başarısı tıkır tıkır işleyen bir senaryo yazması olmuş. Tüm karakterleri çok dengeli bir şekilde kurmuş. Özellikle karakterlerin birbirleri ile karşılaştıkları sahneler çok iyi yazılmış ve oynanmış. Tüm film boyunca yalnızca Al ve Juliette’nin birlikte oldukları sahneyi fazla buldum. Bir sırrı paylaşan iki kişi olarak yakınlaşmaları normal olabilir ama o ana kadar tanıdığımız Juliette belli bir noktadan ileri gitmezdi diye düşünüyorum. Yönetmenlik stili olarak ise Corsini çoğunlukla kendini geri çekerek hikayenin akmasını ve karakterlerin öne çıkmasını tercih eden bir anlayış seçmiş. Doğrusu bu seçim filmin lehine işlemiş. Üç Ayrı Dünya, pek gösterişli olmasa da dipten ve derinden işleyen yapısıyla festivalin en iyi filmlerindendi kanımca. 16:30 – Sinemalarımızda Filistin’den gelen çok fazla filme rastlamıyoruz. Bu seans için seçtiğim Seni Gördüğümde (Lamma Shoftak / When I Saw You) bu açıdan önemli bir film. Filmde 1967’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ilk yıllarında yaşananlara bir çocuğun gözünden bakılıyor. Daha önce de belirttiğim

121


Sinema

Sinema

gibi bu festivalde çokça gördüğümüz gibi bir döneme bir çocuğun bakış açısından bakan bir film. Film, savaş nedeniyle babasından ayrı kalmış, annesi ile birlikte Ürdün’de bir mülteci kampında yaşamak durumunda kalan Tarek’in hikâyesi. Yönetmen film boyunca yoğun bir özlem hissini seyirciye geçirmeyi başarmış ancak benzer yapıdaki filmlerin klişelerini kullanmaktan da kaçınmamış. Bu nedenle film bir izlenmişlik hissinden kurtulamıyor. Yine de ele aldığı konunun ve dönemin öneminden dolayı izlemek gereken bir film. Filistin’in Oscar aday adayı olduğunu da unutmamalı. Bu arada film sonrasında anneyi canlandıran Ruba Blal ile bir söyleşi de yapıldı. Söyleşide özellikle Tarek’i canlandıran küçük oyuncunun başarısından söz edildi. Onun dışında filmden çok Filistin’deki durum, yıllar öncesi ile bugün arasındaki farklar konu edildi. Filmin konusu halen sıcak bir konu olunca söyleşinin filmden çok gerçek olaylara kaymasını doğal karşılamak lazım. 18:45 – Kendi adıma Mai Zetterling ile ilk tanışmam çok iyi geçmemişti. Önceki gün izlediğim Aşık Çiftler’i çok beğenmediğimi belirtmiştim. Doğrusu yönetmenin diğer filmlerini izleyen festival müdavimleri de çok sevmediklerini söylüyorlardı. Bu nedenle Gece Oyunları (Nattlek / Night Games) filmini izleyip izlememek konusunda kararsızdım ama filmi izleyince gördüm ki Zetterling sırf bu filmiyle bile usta yönetmenler arasına konabilecek bir isimmiş. Filmde nişanlısını doğup büyüdüğü eve getiren bir adamın geri dönüşlerle annesi ile olan ilişkilerini hatırlamasını izliyoruz. Ancak filmin anlatımı bu tip geri dönüş öykülerinde olduğu gibi gördüğümüz şeylerin mutlaka gerçek olması gerektiğini düşündürmüyor. Tam tersi, gördüklerimiz gerçeklerin adamın bugün hatırladığı halleri sadece. Gerçeğin belki tümüyle ta kendisi, belki de gerçekle ilgisi yok denecek kadar az. Filmin ana temalarından biri çocuğun annesine karşı duyduğu cinsel hisler. Bugün bile belki bazı seyircileri rahatsız edebilecek yerleri var. 1966’da Venedik’te gösterildiğinde polisin gösterimi halka kapattığı ve jürinin özel bir gösterimde izlediği söyleniyor. Ancak bugünden bakınca bu Freudyen konuyu gayet sağlam ve incelikli bir şekilde anlattığını düşünüyorum. Aslında film bir yandan da anne ve çevresindeki kişiler üzerinden yozlaşmış bir sınıf portresi de getiriyor karşımıza. Zaman zaman Fellini’yi anımsatan aşırılıklara varan sahneler görüyoruz. Örneğin doğum olayı tümüyle herkesin izleyip yorum yaptığı, eğlendiği bir ritüele dönüştürülmüş. Sonuç olarak Mai Zetterling’den pek iyi bir şeyler izlemeyeceğimizi düşünürken gerçekten güzel bir sürpriz oldu Gece Oyunları. Festivalin en iyileri arasına adını yazdım kendi adıma. 21:00 – Festivalin bu yılki toplu gösterilerinden diğeri Monika Treut’a ayrılmıştı. Dört filmi gösterilen yönetmenin ne yazık ki ancak bir filmini izleyebildim. Festivalin konuklarından olan Treut filmin başında bir tanıtım konuşması yaptı. Bakireler (Die Jungfrauenmaschine / Virgin Machine) Almanya’da çekilen bir lezbiyenin ana karakter olduğu ilk filmlerden biriymiş (1988 yapımı olduğunu belirtelim). Bu

16 Mayıs Perşembe: 12:00 – Montrö Kraliçesi (Queen of Montreuil) yurtdışında tatil yaparlarken kocasını kaybeden ve evine onun külleri ile dönen bir kadının bunu atlatma sürecini anlatıyor. Bu tek cümlelik özetten çok ağır ve acıklı bir film beklenebilir. Ama yönetmen Sólveig Anspach bunun tam tersinde bir yöne gitmiş. Montrö Kraliçesi bu yas sürecinden son derece sevimli bir komedi çıkartmayı başarmış. Bunda en büyük pay Agathe’nin evine dönerken havaalanında karşılaştığı ve kalacak yerleri olmadığı için evine aldığı İzlandalı anne oğul. Tümüyle özgür bir ruha sahip olan Anna ve oğlu Ulfùr, önceden hiç tanımadıkları bu kadına varlıkları ile güç veriyorlar belki de. Anna’nın bir vinç operatörü ile arkadaş olması ve orada çalışması, Ulfùr’un ise bir fok balığı bulup ona bakması da ana hikayeye bağlanan yan hikayeler olarak gayet iyi çalışıyor. Filmin adı nereden geliyor onu da belirtelim. Eskiden kalan bir deyişte eşini kaybeden bir kadın bu acının üstesinden gelirse o artık bir kraliçedir denirmiş. Bu anlamda filmde de bir kraliçeyi izliyoruz aslında. Uçan Süpürge’nin son gününde izlediğim Montrö Kraliçesi’nin aynı günün gecesinde festivalin büyük ödülü olan Fipresci’yi aldı. Gayet keyifle izlediğim bu film bence yarışma filmleri arasında en iyisi değildi ama yine de bu karara ciddi bir itirazım yok. 14:15 – Tomurcuk (Grzeli Nateli Dgeebi / In Bloom), 1990’ların başlarında Gürcistan’da yaşamak ve bir genç kız olmak üzerine bir film. Festival kataloğunda belirtildiğine göre yönetmen Nana Ekvtimishvili’nin hatıralarından izler de taşıyan film gerçekten de yoğun bir gerçeklik hissi taşıyor. Zaten yönetmen de o yıllarda filminin iki baş karakteri ile aynı yaşlardaymış.

122

123

nedenle belli bir tepkiyle karşılanmış. Hatta bunun izledikleri en kötü Alman filmi olduğunu söyleyenler olmuş. Bunun sonucunda da yönetmen Almanya’daki dağıtımcısını kaybetmiş. Ancak Treut bunu başına gelen en iyi şey olarak tanımladı. Çünkü bu durum sonrasında Amerika’ya taşınmış ve bu da bir sinemacı olarak önünde yeni ufuklar açmış. Treut bir de filmi siyah-beyaz çekmesinin nedeninden bahsetti. Filmin ilk yarısı Almanya’da, ikinci yarısı ise Amerika’da çekilmiş. Bu iki ülke arasında var olan belirgin renk tonu farklılıklarının hissedilmemesi için filmi siyah-beyaz çekmiş ve bu farklılığı olabildiğince törpülemeye çalışmış. Filme gelecek olursak; Almanya’da yaşayan bir gazeteci olan Dorothee’nin buradaki ilişkileri de çıkmaza girdikçe uzun süredir kayıp olan ama Amerika’da yaşamakta olduğunu bildiği annesini arama fikri güçlenir ve kendisini San Francisco’da bulur. Araştırmaları Dorothee’yi San Francisco’nun yeraltı dünyasına götürür ve lezbiyenlerin arasına girerek kendini de keşfetmeye başlar. 80’ler çok eski zamanlar değil ama o yıllardan beri yaşanan değişiklikleri bu filmi izlerken görmek mümkün. O yıllar için tepki ile karşılaşan bu film bugün o kadar da aykırı bir yerde durmuyor (elbette muhafazakâr bir kesimde gösterilmesi yine tepki yaratabilir, o ayrı bir konu). Ancak yine filmin başında Treut’un belirttiği gibi film belli bir kesimde kült film niteliği kazanmış. Bunun nedenlerini anlamak da zor değil. Film belli ki çok küçük bir bütçe ile çekilmiş, en azından o yıllar için tartışmalı bir konuya el atmış, kullanılan siyah-beyaz grenli görüntü tercihi de filme farklı bir hava kazandırmış. Ayrıca filmde Treut’un belgesellerinde de ele aldığı kimi gerçek kişilikler de kullanılmış ki onlar da San Francisco’daki lezbiyen grubu içinde bilinen isimler belli ki. Tüm bunlar filmin küçük bir kült filme dönüşmesi için yeterli olmuş ama bugünden bakınca çok ilgimi çektiğini söyleyemem. Ancak ilginç bir film olduğu kesin.


Sinema

Sinema Filmde Natia ve Eka adlı çok yakın iki kız arkadaşın aileleri ile sorunlarına, okulda ve sokaklarda yaşadıkları zorluklara tanıklık ederken bir yandan da bir iç savaş ortasında büyümenin etkilerini yaşamalarını da görüyoruz. Çevrelerinde ne olursa olsun onlar birer genç kız ve yaşlarının gerektirdiği gibi hareket ediyorlar. Ancak ortam öyle bir ortam ki genç bir erkek hoşlandığı kıza hediye olarak gerçek bir silah hediye edebiliyor. Filmde özellikle bir iki genç kız arasındaki inişli çıkışlı arkadaşlık ilişkisi çok başarılı bir şekilde kurulmuş. Her ikisinin de ilk oyunculuk deneyimleri olduğunu gördüğümüz Lika Babluani ve Mariam Bokeria’nın oyunculukları da gayet başarılı. Yan karakterler biraz daha detaylandırılsa daha iyi olabilirdi belki ama yönetmen bu iki genç kızı odağına olarak onların yaşadıklarını ön plana çıkarmayı yeğlemiş. Kısaca iyi ama daha iyi olabilecek potansiyeli de olan bir film diyelim Tomurcuk için. 16:30 – Djamila Sahraoui’nin yazıp yönetmekle kalmayıp aynı zamanda başrolü de üstlendiği Cezayir yapımı olan Anne (Yema / Mother) ne yazık ki dünyanın pek çok yerinde yaşanabilecek bir trajediyi anlatıyor. İki oğlundan birini kaybetmiş olan bir anne. Bunun acısını içinde hissederken acısını arttıracak bir şey daha var. Oğlunu öldüren kişi muhtemelen diğer oğlu. Bir anne bu durumla nasıl başa çıkabilir? Bir oğlunun yasını tutarken diğer oğlunu affedebilir mi? Peki ya bir gün yaşayan oğlu da yaralı olarak kapısına gelirse ne olur? Bu soruların bambaşka yanıtları olabilir elbette. Bu filmdeki anne için çözüm giderek içine kapanmak, konuşmamak ve tarlası ile ilgilenmek olmuş. Bu arada evden dışarı çıkmaması için başına bir nöbetçi diktiklerini de unutmamalı. İstese de dışarıyla ilişki kurabilecek bir durumda değil ama böyle bir isteği de yok zaten. Yaşayan oğlunu ise ölmüş sayıyor kendi gözünde, onu görmek bile istemiyor. Film sessizlikler içindeki trajediyi vermeyi başarmış. Son derece az diyalogla çok şey anlatabiliyor. Anne-oğul arasındaki ilişkinin dışında anne ile ona gardiyanlık yapan ve bir kolunu patlamada kaybeden genç adam arasındaki ilişki de çok iyi kurulmuş. Ancak filmin hikayesinde çeşitli sorunlar var, en azından seyirci tarafından tam olarak anlaşılamayan noktalar. Örneğin bir grup festival müdavimi olarak, annenin ev hapsine alınmasının makul bir nedenini bulamadık. Hatta finalde gardiyanın gerçekleştirdiği eylemin nedeni de tam olarak anlaşılamıyor. Nedeni anlaşılsa da zamanlaması çok anlamlı değil. Sanki filmin süresi bitti, artık şu işi yapalım gibi olmuş. Bu nedenle sessizliği kullanımı ve karakterler arasındaki ilişkiler açısından güçlü, senaryo açısından zaman zaman zayıf ya da eksik bir film diyebiliriz Anne için. Ne olursa olsun etkileyici bir film olduğu kesin. 18:45 – Festivalde artık kapanış töreni zamanıydı. Ama diğer salonda film gösterimi olunca elbette ki bir sinefil olarak film izlemeyi tercih ettim. Güzel Yurdum (Die Brücke am Ibar / My Beautiful Country), 90’larda Sırplar ve Arnavutların savaşta oldukları dönemde iki taraf arasındaki sınıra yakın bir köyde geçen bir film. Danica kocasını kaybettikten sonra iki çocuğu ile beraber yaşamaktadır. Küçük oğlu babasını kaybettiği günden beri konuşmamaktadır, büyük oğlu ise bisiklet

almak için para biriktirmektedir. Bir gün evlerine karşı taraftan yaralı bir asker sığınır. Danica her ne kadar çocuklarına bir zarar verebileceğinden endişelense de insanlık adına ona yardım eder. Beklenebileceği gibi Ramiz adındaki bu askerle zamanla aralarında bir yakınlık başlar. Ama savaş ortamında hiçbir şey göründüğü kadar kolay değildir. Güzel Yurdum, yapay sebeplerle ayrılmış ama gerçekte birbirine çok yakın olan iki halkın gerçekleştiği bu savaşın ne kadar anlamsız olduğunu bir kez daha gösteriyor. Son derece etkileyici bir film ancak senaryo sanki bir matematik formülüne dayanırcasına beklendik şekilde gidiyor. Danica ve Ramiz arasındaki yakınlaşma, Ramiz’in çocuklar için bir baba figürü haline gelmesi, işler yolunda giderken gerçekleşen bir terslik ve olayların tersine dönmesi vb. olaylar ile finale doğru gerçekleşen birkaç dramatik olay filmin senaryosunun sanki bir senaryo dersinde belli kurallara uysun diye yazılmış olduğunu hissettiriyor. Bunu çok kötü anlamda kullanmıyorum aslında, vizyonda izlediğimiz pek çok filmde bu his var ama bunu bile beceremiyorlar. Güzel Yurdum’da senaryo beklenebilir hamleler yapsa da hemen hiç tökezlemiyor ve tıkır tıkır işliyor. Oyuncular da üstlerine düşeni yapınca ortaya ibretle izlenen bir film çıkıyor. Hatta kimi sahnelerde seyircilerin bir kısmını ağlattığını bile söyleyebilirim. 21:00 – Bir önceki film bittiğinde kapanış töreninin de sonları gelmişti. Ödülleri öğrendikten sonra kapanışa gelen arkadaşlarla bir festival değerlendirmesine giriştik. Bu sırada festival ekibi sağolsun beni kapanış yemeğine davet etti. Ama bu noktada yine içimdeki sinefil öne çıktı ve film izleyeceğim için bu daveti reddettim. Halbuki git yemeğe hem festival konuklarıyla iki çift kelam edersin, değil mi? Ama her zamanki gibi film izleme isteği öne çıktı. Festivalin son filmi olarak seçtiğim film, Mai Zetterling ile üçüncü randevumdu. Yukarıda Aşık Çiftler’ini çok sevmesem de Gece Oyunları’nı çok başarılı bulduğumu belirtmiştim. Kızlar (Flickorna / The Girls) yapı olarak daha çok Aşık Çiftler’e yakın bir film. Filmde Aristofanes’in savaş karşıtı oyunu Lysistrata’yı sahneye koyan bir tiyatro topluluğunun peşine takılıyoruz. Bir yandan oyunu izlerken bir yandan da geri dönüşlerle tiyatro topluluğundaki kadınların hikayelerini izliyoruz birer birer. Hem tiyatro oyununda hem de kadınların hikayelerinde yoğun bir feminist altyapı var ancak yeteri kadar derinleştirilememiş gibi geldi bana. Kızlar kötü bir film değil belki ama bugünden bakınca mutlaka izlenmesi gereken bir film olarak nitelendiremiyorum. Yine de Bibi Andersson, Harriet Andersson ve Erland Josephson gibi çoğunlukla Bergman filmleri ile tanıdığımız muhteşem oyuncuları izlemenin zevki var. Bu arada bilmemek benim eksikliğimmiş elbette ama başta bizim Şener Şen ve Müjde Ar’lı Şalvar Davası olmak üzere farklı ülkelerden gelen en az beş filmde gördüğüm erkekleri ikna etmek için seks grevine giden kadınlar temasının yüzyıllar önce yazılmış bir oyuna dayandığını öğrenmek de festival biterken kazandığım ekstra bir bilgi oldu. Uçan Süpürge’yi 16. kez böyle yolcu ettik. Böylece elimizde büyüyen küçük cadımızı artık bir genç kız yaptığımızı söyleyebiliriz. Bir seyirci olarak bakınca bu yıl sanki seyirci sayısı biraz düşük kaldı. Halbuki hem filmlerin kalitesi gayet iyiydi hem de festival boyunca karşılaştığımız teknik sorunlar çok azdı. İlerde çok daha yoğun seyirci çekmesi umuduyla Başta Özlem Kınal ve Sibel Güneş olmak üzere tüm festival ekibine teşekkürler. Seneye görüşürüz.

124

125

Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/


Röportaj

Haberler

İzmir’de Film Analizi Seminerleri Başlıyor! İzmir’de Film Analizi Seminerleri Başlıyor! 1 Haziran – 29 Haziran tarihleri arasında Ercan Dalkılıç eğitmenliğinde, Gönye Akademi’de yapılacak olan Film Analizi Seminerleri’nde Dünya Sineması’ndan çeşitli örnekler eşliğinde “bir filmi analiz edebilmek için” izlenmesi gereken yolun ilk adımlarının atılması hedefleniyor. Temel film okumasından başlanarak Sanat Sineması ve Endüstriyel Sinema arasındaki farklılıklar, Sinemada Devrim: Yeni Dalga, Konstrüktivist Sinema nedir?, Holywoood’da fantastik sinemanın işlevi, Reha Erdem sinemasında alt-sınıf vb. başlıklar altında tartışmalar yürütülücek olan seminer 5 hafta sürecek. Giriş: o Sinemada Drama, Biçim ve Karakterizasyon Aristo’dan Tarantino’ya: Drama, Biçim ve Karakterizasyon Dünya Sineması: o Yeni Dalga Örnek Film: Nefret (Jean-Luc Godard) o Konstrüktivist Sinema Örnek Film: Kameralı Adam (Dziga Vertov) o Hollywood Örnek Film: E.T. (Steven Spielberg) o Yeni Türkiye Sineması Örnek Film: Hayat Var (Reha Erdem) Başvuru ve Kayıt: • Detaylı bilgi için www.gonyeakademi.com’u ziyaret edebilir ya da gonyeakademi@gmail.com’a mail atabilirsiniz. Son başvuru tarihi: 31 Mayıs. Gönye Akademi / Karşıyaka-İzmir

Röportaj

Bir Kadını Öldürmek

Sibel ATASOY (07/05/2013) Yıllardan hangi yıl, aylardan hangi ay, günlerden hangi gündü bilmem! Kitaplarını ve nedense henüz hiç tanımadan kendisini çok sevdiğim Sibel Atasoy’un Facebook üzerinde bir hesabı olduğunu görünce başladı her şey.

Genelde paylaşılan bir mesaj üzerinden yorumlarda bulunuyorduk ve sonra bir an geldi ve özelden yazma gereği hissettim… O günden bu güne pek çok defa konuştuk, sohbet ettik ve birbirimizin bir başka versiyonları olduğumuza, hatta aynı frekanstan yayın yapan iki ayrı ama benzeşik radyo olduğumuza kanaat getirdik. Ve sanırım bu yüzden, bu onuru bana verdi; ikinci basımı henüz yapılmış olan Bir Kadını Öldürmek kitabına dair yeni bir röportaj yapma onurunu. Alışık olduğumuz mekânı, yani İnternet‘teki sohbet ortamımızı terk etmeye gerek duymadık. Sayısını unutacak kadar çok defa okuduğum bu kitabı bir kez daha baştan aşağıya hatmettim, sorularımı çıkarttım ve bilgisayarımın karşısına kuruldum. “Ben hazırım” demesiyle başladık… Esin Fulya Bekem Kendini fantastik edebiyatın bir temsilcisi olarak görüyor musun? Sibel Atasoy Evet hem yazar olarak hem de Türkiyede’ki ilk fantastik, polisiye, korku kitaplarını basmak için yayınevi kurmuş ve nihayetinde diğer yayınevlerine bu konulara ısındırmış, senelerce on binlerce sayfa ham kurgu okumuş, düzenlemiş, yayımlamış biri olarak kendimi fantastik türün bir örneği olarak görüyorum doğrusu.

126

127


Röportaj

Röportaj

Bu yönüm biraz unutuldu galiba. Ölümsüz Öyküler Yayınevi ismi, bu konuyla ilgili birçok kişinin hafızasını tazelemeye yardımcı olacaktır. Bu bir misyondu ve Ölümsüz Öyküler Yayınevi bunu layıkıyla yerine getirdi bence. Esin Fulya Bekem Fantastik edebiyatın da takipçilerinden oluşan Gölge Dergisi okurlarına seslenmen gerekse ve sadece bir cümle kullanma hakkın olsa, kendinle ilgili söyleyebileceğin ilk şey(ler) neler olabilir? Sibel Atasoy Dakika bir en zor soru geldi. (Gülüşmeler) Üstelik giderek zorlaşıyor bu sorunun cevabını bulmak; çünkü kendime dair şu an hissedip söyleyeceklerim bir başka an için belki de hiç öncelikli olmayacaklar, yine de söyleyeyim mi? Esin Fulya Bekem Evet, lütfen… Sibel Atasoy Curiosita diye bir şey duydun mu hiç, şu an aklıma o geldi ve bana yardıma geldiğini anladım dedi ki „Sen en çok bana benzersin“ Esin Fulya Bekem Duymadım? Sibel Atasoy Evet, pek kimseler bilmez onu, bir çeşit büyücü cinsi olduğunu söylerler. Kısaca şöyle : “Curiosita’lar sonsuzluğun bilinmeyen şeylerine dalmışlardır. Onlar, bilinen ve bilinmeyen arasındaki görünmeyen iplikçikleri, bir örümceğin yaptığı gibi ağ şeklinde örerler .” Esin Fulya Bekem A aaa ne hoş bir tanımlama oldu... Özellikle Bir Kadını Öldürmek kitabındaki bilinenler, bilinmeyenler ve onların arasında ördüğün kusursuz ağ düşünülürse… Evet, devam ediyorum, bu soru daha kolay. (gülüşmeler) Bu kitap zihninde nasıl ve ne zaman doğdu? Sürece dair neler paylaşabilirsin? Sibel Atasoy Kitaptan bir yıl kadar önce “Oyun Kuramı“ şu hani kitabın arkasında toplu olarak verilen düz metin geldi bana. Geldi diyorum çünkü gerçekten de bir akşam hiç düşünmediğim anda ortada belirdi ve kendini yazdırdı. Esin Fulya Bekem Oyun kuramı sadece bir gecede mi doğdu? İnanmak güç!

128

Sibel Atasoy Biraz tuhaf biliyorum ama adına akış diyelim ya da önceki onlarca senenin getirilerinin birleşip sadeleşmişlerinin aniden ve beklentisizce dışarı uğraması diyelim. Ertesi gün onu okuduğumda aklım başımdan gitti, yüreğim ağzıma geldi. Onunla ne yapacağımı bilmiyordum. Esin Fulya Bekem Evet, okuyanların da aklı başından gidiyor. Sibel Atasoy Bir yandan mütecaviz bir havası vardı bir yandan da kendini direten bir samimiyeti… En yakın dostuma okuttum, o da şaşırdı. İşte bu şaşkınlık ve neler olduğunu anlama pozisyonu altı ay kadar sürdü sanırım. Mesele ortadaydı ve bunları açıklamak gerekiyordu, kendime açıklamak... Fakat nereden başlayacağımı bilemiyordum, resmen sersemlemiştim ki o zamanlarda bu bana pek olmazdı, yani kolay sersemletilecek biri değildim ben eskiden. (Kahkahalar) Derken o çok yakın dostum bana bir öneride bulundu; Sibel sen bunları dert etmeden boş sayfanın başına otur, öyle gezinti yap, bakalım ne olacak dedi. İşte kitap böyle çıktı ortaya. Esin Fulya Bekem Hım. Anladım. Tam bu noktada sıralamada daha geride olan bir soruyu öne çekiyorum şimdi... Bir gün bir arkadaşımla konuşurken kitabın ismi geçti ve bana konusu nedir diye sordu, bir an öylece kaldığımı hatırlıyorum. Sonra yazmaya başladım; kadınlar-erkekler, cinsellik, aşk, tanrı kavramı, dünya oyunu kuramı, kutuplar ve illüzyonlar, ilişkiler, spiritüalizm, metafizik, kuantum fiziği, bulmacalar, dedektiflik, kazalar, go oyunu, ölmek, aura, rüyalar ve atlamış olabileceğim pek çok detay. Bu kadar çok veriyi bir bütünlük halinde okura sunmak ya insanüstü bir gayreti veya büyücü olmayı gerektirir diye düşünüyorum… Sen ne dersin? Sibel Atasoy Bir okuyucunun bütün bu söylediklerinin farkında oluşu benim için gerçek bir ödül. Eğer sorun, bu kadar şeyi birbiriyle örtüşmenin zorluğuna dairse, hayır bu benim için zorluk değil, çünkü hiç biri hesaplanmış kitaplanmış değil. Ben yalnızca bir yolda yürüyorum, Sırıtkan Kırmızı Ay‘da da böyle olmuştu, günlük yürüyüşümü anlatmaya başladım ve sonra bakın neler oldu! Galiba Tin benimle dalga geçmeyi seviyor. Xasiork oluşumunda ortağım olan Orkun, Bir Kadını Öldürmek kitabı ile ilgili beni kutlamak için aradığında şöyle demişti; bilgileri ve olguları ne kadar bol, hatta savurgan kullanıyorsun. Senin bir satırınla bir kitap yazılır. Ben de bunun kendiliğinden olduğunu ve biriktirme yanlısı olmadığımı, daha sırada bilmediğim ve fasılasız akıp duran sayısız şey varken sadece boşaltmaya baktığımı söylemiştim, gülmüştük… Esin Fulya Bekem Yani başlangıçta, ortada neredeyse vahiy gibi inen bir oyun kuramı var... Ama sonrasında inanılmaz derecede bununla ilişkilendirilen onlarca detay var... İşin ilginci okuyucu bu detaylar arasında kaybolup gitmiyor, kitabın sunduğu bütünlük tek kelimeyle mükemmel... Bunu nasıl başardığını anlamaya çalışıyorum...

129


Röportaj

Röportaj

Sibel Atasoy Teşekkür ederim, çok başarılı bir senarist arkadaşım vardı, o bana kafamın içinde müthiş bir matematik olduğunu söylemişti.

Sibel Atasoy Okuyan kişi değişince kitap da değişiyor çünkü kelimeleri, cümleleri en minimum düzeyde kesinleştirilmiş. Evet, eşzamanlı, okuyana göre anında yazılıyor anlamı doğrudur. Esin Fulya Bekem Ben sevdiğim kitapları döndüre döndüre okumayı severim mesela, ama kitap hep aynıdır, sadece hafızam tazelenir, ama nedense bu kitap farklı?

Esin Fulya Bekem Analitik yönün? Sibel Atasoy Güya ben hesap yapmıyorum, plansızca dalıyorum ancak bilmediğim bir alanda müthiş bir hesaplama yapılıyor, tek kelime, tek bir virgül dahi değiştirilemiyor sonradan, ne benim ne de yayınevi tarafından.

Sibel Atasoy Evet, bazı kitaplar büyülü bir dille yazılmış, örneğin Castaneda ve Gurdjieff’de de bu özelliği bulabilirsin. Esin Fulya Bekem İşte bunun farkındayım zaten o yüzden üstüne gidiyorum...

Esin Fulya Bekem Değiştirilmiyor mu değiştirilemiyor mu? Sibel Atasoy Gerçekten elimden çıkan metinler biraz garip, hem parçalı parçalı, saçaklı paçalı, hem de bir tanesini içinden çekip alamıyorsun o denli sağlam tutunmuşlar birbirlerine. Lisede en iyi dersim cebirdi, hiç çalışmama gerek olmadan tam puan aldığım. Belki bu küçük detay da bir fikir verir. Esin Fulya Bekem Evet. Anladım... Peki, tam bu noktada sormak isterim... İlk baskısı 2005’de yayımlanan bu kitabını anında aldım ve o günden bugüne (8 yıl) kaç defa okuduğumun sayısını unuttum. İlginç bulduğum kitabı tekrar tekrar okumak değil, ilginç bulduğum her okuyuşumda farklı bir kitap okumuş olduğumdan emin olmam. Bu sence nasıl açıklanabilir? Sibel Atasoy Çünkü sağlıklı bir insansın, yani değişiyorsun. Esin Fulya Bekem Kendi adıma sevindim şimdi. Sibel Atasoy Ben de sağlıklıyım, elimden çıkanlar kes-k-inleştirilmiş değiller, zaman ve mekân engelinden kurtarılmaya çalışılmış kelimeler ve işaretler. Esin Fulya Bekem Evet, sağlıklı bir insanım bu yüzden her seferinde farklı bir kitap okuyorum… Ama konu benim değil kitabın değişmesi, bunu biraz daha irdelemek isterim. Hem bir de kitabında yer alan şöyle bir cümle var; “lütfen bu kitabı yazarken sizden farklı bir zaman ve mekân kullandığım kabulünden kurtulun. Siz okurken ben yazıyorum.”

130

Sibel Atasoy Kitabı “an” yazdırıyor, yani belki tin de diyebiliriz. Kitapta kuram ve deney iki ayrı koldan ilerler biliyorsun ve bunlar birbirlerinin yolunu kesmeksizin sakince akarlar. Esin Fulya Bekem Mesela şöyle bir şey oldu mu? Yazdın yazdın ve aslında ne yazdığını kendin bile bilmedin sonra okuyunca şaşırdın gibi? Sibel Atasoy Öyle oldu pek çok yerde. Esin Fulya Bekem Tamam, bunu da anlayabiliyorum zihnimi zorlayarak da olsa ama şunu anlamıyorum; sayısal bölümlerdeki felsefi ve öykü bölümleri tam bir kusursuzlukla örülmüş... Keza nota ve renkler bölümü de... Akıl, kurgu yeteneği, ince hesaplar yapmaksızın bu nasıl ortaya çıktı? O dostun sana hadi boş kağıda yazmaya başla dediği andan bitişe kadar ne kadar zaman geçti? Sibel Atasoy Sanırım 8-9 ayda yazmıştım, tam hatırlamıyorum. Esin Fulya Bekem Böyle bir kitap için bu çok kısa bir süre, öyle değil mi? Sibel Atasoy Bir sorun yoksa genelde kitapları yazma sürem böyledir. Sorun genelde kahramanların canlanmasından sonra oluşur; çünkü bazıları onları götürmek istedim yere gitmek istemezler, direnirler ve böylece yazma süreci kesintiye uğrar. Komik olan sonunda onların dediği olur da kitap ilerleyebilir.

131


Röportaj

Röportaj Esin Fulya Bekem Hayır Sibel Atasoy Valla ben başka şey bilmiyorum, ha bir de spontanelliğimi ekleyebiliriz oraya. Esin Fulya Bekem Tam bela gibi hissettim kendimi (Kahkahalar) Sibel Atasoy Sonuç olarak bu kitap özeldir, hem içerik hem yazım tekniği hem de bariz bir filozofi kitabı oluşuyla, hem de bir kadın yazarın filozofisi olarak sadece Türkiye için değil dünya için de önemli kitaplardan biridir. Bak tevazu gösteriyor muyum? (Kahkahalar) Evet, başka bir şey var mı netleşmeyen? Esin Fulya Bekem Çok şey var, her satırdan 10 soru çıkar çıkmasına. Peki, yeni bir soru öyleyse; Dünya oyunundan iki şekilde çıkış olduğunu söylüyorsun... Ölerek veya OL‘arak... A- Ölmek sence nedir? B- OL‘arak oyundan çıkmak nasıl bir şeydir? Sibel Atasoy Bu çok zor, yani o gün itibariyle nasıl algıladığımı hatırlamak zor. Ben bugüne bakmayı deneyeyim izninle…

Esin Fulya Bekem Bir soru daha sormak istiyorum tam bu noktada; kimsin sen? Nasıl istersen öyle yanıtla ya da yanıtlama. Sibel Atasoy Kim olduğunu yanıtlamak kolaymış gibi soruyorsun? Bilinen TC kimliği dışında ben bu konuda hiç emin olamadım, hatta çoğu kez hemen her devirde, insan olmayı öğrenmeye çalıştığımı ve bunun zor olduğunu söylerdim. Sanırım yeniden kim olduğumu sorgulaman, bu kitabın özel yazılış şeklinden çıkıyor değil mi? Esin Fulya Bekem Evet... Sibel Atasoy Peki bu benim oyuncu kimliğim, matematik zekâm ve filozof doğmuşluğum ve önceden 4000 kitap okumuşluğum ile izah edilemiyor mu? (Kahkahalar)

132

Esin Fulya Bekem Elbette. Sibel Atasoy Evet, ilki ölerek çıkış tabiri, dünya gerçekliğini kapsayamadan geri çekilme. İkincisi olarak oyundan çıkış ise bunun yapmaması oluyor, yani dünya oyununu kapsayarak çıkış ki buna aslında bugün ki bilincimle çıkış demem galiba Esin Fulya Bekem Biraz daha açılım? Ölümden başlayalım... Sence ölünce ne oluyor? Sibel Atasoy Yani buradaki ölüm, fiziki bedeni terk etme anlamında kullanılmamış. Sanırım böylece anlamak kolaylaşıyor? Esin Fulya Bekem Oyuncu kimliğini yitirmek anlamında olabilir mi? Atıl ve işlevsiz hale gelmek örneğin?

133


Röportaj

Röportaj Sibel Atasoy Eh en azından bana öyle geliyor.

Sibel Atasoy Evet, çok güzel.

Esin Fulya Bekem Tamamdır anladım. Sırıtkan Kırmızı Ay kitabında da GERÇEK kavramının sorgulanışına şahitlik ediyor okur. Bununla ilgili olarak; A- Gerçeği nasıl tanımlarsın? B- Gerçeklik kavramı üzerinde kafa yormaya başlayışın ve her iki kitabında da yer alan kavramlara eğilim göstermen nasıl başladı?

Esin Fulya Bekem Tamam anladım. Esin Fulya Bekem Peki OL‘mak... Bir insan nasıl OL‘ur Sibel Atasoy Diğer insanlarla paylaştığı bu mutabakat rüyasını yani ortak oyunu görebildiği ve deneyimleyebildiği tüm veçheleriyle kapsamak, yani anlamak, b-ağları fark etmek, içine sindirmek diyebiliriz belki. Esin Fulya Bekem Olacak olan neden olur? Bu biraz kaderci bir yaklaşımı beraberinde getiriyor gibi? Sibel Atasoy B-ağları gören bunun böyle olduğunu bilir. Bu kadercilik değil aslında tam bir determinizm.. Söylerken komik duruyor aslında Seçim ve akıbet birbirini kovalarlar hem de hiç ara vermeksizin. Akıbeti takip edersen bu kitaptaki çift sayılı bölümler gibi örneğin, gelecek seçimleri de büyük bir kesinlik oranıyla tahmin edersin. Ya da tam tersi seçimleri takip edersen akıbeti yüksek oranda tahmin edersin. Bunlar birbirleri gereğidirler. Neden yüzde yüz değil de yüksek oranda demekteyim, çünkü bu boyutta bizler kaza kanunlarına da tabiyiz gözlemlediğim kadarıyla. Yani kazalar olur bazen.

Sibel Atasoy Sanırım gerçek konusuna eğilişim, ergenliğe geçişten itibaren başlamıştı ve sebebi gerçekliğe takmış bir öküz pardon boğa oluşumdan kaynaklanıyor olabilirdi. Aslında her şey şimdiki sorun ile barizleşti. Evet, her şey o şahane, renkli sinemaskop, kaldığım yerine geri dönebildiğim, fantastik rüyalarımla ilgiliydi. Rüyalarım tam olarak gerçektiler, fakat bir de uyanınca gördüğüm gerçeklik vardı, çocuk yaşımda bunu dikkatlice sorguladım. Esin Fulya Bekem Hangisi gerçek olan gibisinden mi? Sibel Atasoy Aynen. Ve uzunca bir süre sonunda uyandıktan sonraki rüyanın her gün kaldığı yerden devam ettiği ve anlamlı bir devamlılığı olduğuna karar vererek buna „gerçek“ demeye karar verdim. Yani gerçeğe kendisi karar vermiş bir çocuğum. Belki de o gerçek benim eserim olduğundan onu sorgulamayı kendime hak görmüşümdür (Kahkahalar) Esin Fulya Bekem Bu konunun biraz daha üstüne gitmek istiyorum.

Esin Fulya Bekem Kazalar neden olur? Sibel Atasoy Kaza evrimin olmazsa olmaz şartıdır ve bu boyut evrime tabi, sonrasını bilmiyorum. Dengeye gelmiş tahteravallinin denge bozumu için kaza gerekir. Yoksa sonsuza kadar dengede kalır, bu bir anlamda ölümdür oyun için. Esin Fulya Bekem Bunun ortalamaya gerileme kanunuyla bir ilgisi? Sibel Atasoy Evet, ortalamaya gerileme kanunu ile dengeye gelmek kesinlikle ilintili, bravo Esin Fulya Bekem Oyunun devamı için hareketlilik esas da diyebiliriz belki?

134

Sibel Atasoy Gerçeği nasıl tanımlarsam öyle olur, niyetim o pek sağlam ve kendinden menkul gibi görünen katı gerçekliği evirip çevirip ortaya çıkarıverir, o sebeple ona bel bağlamayalım derim. (Kahkahalar) Esin Fulya Bekem Farklı gerçeklik deneyimleri olarak tanımladığın rüyalardan biraz konuşmamız gerekse, neler söyleyebilirsin? Sibel Atasoy Gerçeklikler eğer bizim herhangi bir nedenle (benimki küçükken yaptığım gibi devamlılığı olduğu nedeniyle idi) seçtiğimiz ve sonra onu seneler içinde keskinleştirdiğimiz bir şeyse, eğer bir an için gerçeğe böyle bakabilirseniz, o zaman daha sayısız başka gerçek olduğunu kabul etmek durumunda kalırsınız. Ve bu sayısız gerçekliklerden şüphesiz bize en sık görüneni rüyalarımızdır. Onların devamlılığı yoktur çünkü o gerçekliği yalnızca rüyayı gören tek kişinin erki desteklemektedir ve bu sebeple çok naiftir, hatırlaması bile güçtür çoğu kez

135


Röportaj

Oysa bizim gerçek dediğimiz gerçekliğin ardında yedi milyar insanın iradesi, erki vardır. Bu sebeple duvarlar sertleşir, çarptığında acıtır!

Gerekli Şeyler ve Kaan Comics Voltran'ı Oluşturuyor

Esin Fulya Bekem Farklı sanat dallarıyla da ilgili olduğunuzu biliyoruz, ancak sizi çok seven okurlarınıza seslenecek olsak, ufukta yeni bir kitap görünüyor mu? Bu doğrultuda yeni çalışmalar içinde misiniz? Sibel Atasoy Evet, geçen yaz başlayan bir „rüya ve vizyon“ yolculuğumuz var, epeyce çalışma araştırma yaptık, bu konuda bana yardımcı olan arkadaşlarım da oldu, tercümeler saha çalışmaları epeyce veri depoladık. Sanırım şimdi onların nasıl ne şekilde bir nizama girip kitap olacağını bekliyorum merakla, çünkü ilk defa kurgu olmayan bir kitap geliyor. Bu kitapta gerçekliği gerçekten çeşitlendiriyoruz, dört kıtadan, Afrikalısı, kızılderilisi, Asyalısı, şamanı, bilgini, alaylısı demeyip her birine saygı ve merakla yer veriyoruz. Esin Fulya Bekem Heyecan verici... Sibel Atasoy Motive olmak da gerekli tabi.. Rüyalar ve vizyonlar, başka gerçeklikler olarak gerçekten de heyecan verici. Türkçe literatürde bu konuda fazla ve farklı bilgi yok gibi. O sebeple ben dünyadan bazı ilginç örnekler aldım tercümeler bazında ve bizim BAK (Birleşik Alan Kullanımı) oyunu ile de çeşitlendirdim. Şöyle insanı yepyeni hayallere daldırma kapasitesi olan bir kitap olsun istiyorum ancak ne derece becerebileceğimi şu an bilmiyorum.

2010 Yılında kurulan Kaan Comics mağazası şu andan itibaren Gerekli Şeyler bünyesine katılmıştır.Amaç aynı çatı altında daha çok çeşit barındırıp kesintisiz hizmet vermektir.Gerekli şeyler artık daha büyük bir marka olmaya adaydır.Zaman zaman sürpriz indirimler yapıp,ünlü çizerlerle imza günleri düzenleyeceğiz. Ayrıca mekanımızın bir bölümünü kitap cafe haline getirip,misafirlerimizin daha rahat ortamda inceleme ve alışveriş yapmalarını sağlıyoruz.Bizi izlemeye devam edin. Caferağa mah. Moda cad.No:33 Kadıköy İstanbul Tel.0216 336 39 41 www.gerekliseyler.com.tr e-posta-gerekli@gerekliseyler.com.tr

Esin Fulya Bekem Çok teşekkürler Sibel, zamanını, enerjini, ilgini, dikkatini ve değerli düşüncelerini bizlerle paylaştığın için. Sibel Atasoy Hım çok teşekkürler, güzel bir söyleşi oldu. Röportaj: Esin Fulya BEKEM

136

137


Pin-up

138


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.