Haziran 2016
Sayı 105
ÇİZGİ ROMAN, SİNEMA, BİLİM KURGU VE FANTASTİK EDEBİYAT DERGİSİ
İÇİNDEKİLER 3 Çizgi Roman: Shadow Girl 9 Öykü: Han ile Şaman 14 Öykü: Tepedeki Bar 18 Röportaj: Sinema, Çizgi roman, Vlog 21 Çizgi Roman İncelemesi: Don Kişot 26 Öykü: Gölgenin Aşkı, Aşkın Gölgesi 31 Fantastik Şiir: Karanlık Mezbaha 32 Öykü: Tefrika Sayı:
37 Anime İncelemesi: Paprika
105
41 Röportaj: Yabani
www.golgederg .com golgederg ma l@gma l.com Genel Yayın Yönetmen : Mehmet Kaan SEVİNÇ Ed tör ve Grafik Tasarım: Mustafa Emre ÖZGEN Yayın Kurulu: Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Hasan Nad r DERİN, Gülhan SEVİNÇ, Mehmet Berk Yaltırık, Melahat YILMAZ Redaks yon: Ecehan BİÇEN Kapak: Turan DERTLİ
Arka Kapak: Celalett n CEYLAN P n Up: Onur DİLER http://tw tter.com/GolgeDerg http:// ssuu.com/GolgeDerg http://golgederg .dev antart.com/
54 Çizgi Roman İnceleme: Yabani 58 Çizgi Roman: Cazı 63 Edi ile Büdü 64 İnceleme: “Pönşir Örümcek Adamı Öldürdü” 67 Çizgi Roman: Psikopat Anne 75 Öykü: Hekate Pususu 83 Çizgi Roman İncelemesi: Dylan Dog 87 Öykü: Saoirse Efsanesi 92 İnceleme: Pusova’da Sakin Bir Gece 94 Öykü: Yanmaz Kefen 100 İnceleme: Yerelleşiyor muyuz? 102 Anime-Manga İncelemesi: Ninja Scroll 107 Sinema: Ankara’da Mayıs Festivalleri Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.
ÇİZGİ ROMANDA İKİNCİ ALTIN ÇAĞ Gölgenin ilk yayınlandığı 2007 yılının Ekim ayında, Türkiye'de çizgi roman sadece belirli bir kitlenin ilgi alanıydı. İlk yazımı hatırlıyorum. Serzeniş doluydu. Çizgi roman okunmamasından, satmamasından, ilgi görmemesinden yakınıyordum. İşte Gölge, Türkiye'de çizgi roman ve diğer alt kültür dallarında ürün vermenin zor olduğu şartlarda yayına başladı. Aradan neredeyse on yıl geçti. Şimdi, her ay onlarca yeni kitap basılıyor, sadece çizgi roman satan mağazalar açılıyor, gençler karakterlerin basılı oldukları kıyafetler satın alıyor, giyiyor. On yıl önce bu günleri yaşayacağımızı düşünemiyordum bile. Sadece bu gün, yerli üretim adına aslında risk alarak yapılan oldukça nitelikli işler olduğunu görmek, bir okur olarak beni mutlu ediyor. Piyasaya çıkan dergilerin kalıcı olmasını, Gölge'ye yetişmesini, hatta bizden daha çok fazla sayı yayınlanmasını umuyorum. Okur olarak destek olmak ise hepimizin görevi. Türkiye'de çizgi romanın ikinci altın çağını yaşamak gerçekten heyecan verici Mustafa Emre ÖZGEN
3
4
5
6
7
Devam edecek
8
HAN İLE ŞAMAN Yazan
İllüstrasyon
Ecehan BİÇEN
Gülhan SEVİNÇ
Derler ki Ülgen ulular ulusu, yüceler yücesidir. Çorak toprakların ufka erdiği yerde masmavi başlar, kapkara biter. Ulu bir çadır gibi yer üstünde ne varsa hepsini esirger. Toprağı o yarattı. Topraktan ağacı çıkardı. Ağaçtan dokuz dal, dokuz daldan dokuz insan çıktı.
boy vardı. En iyi at süren, en iyi ok atan yiğitler oradan çıkardı. Hatunlarının sütü bol, yüreği pekti. Bastıkları yerde ot, vardıkları yerde gök yeleli kurt biterdi. Boy boylar, soy soylarken Ülgen'in adını anarlar, Erlik'in yüreğini deşerlerdi.
“Yalnızlığım tükensin” dedi. Erlik'i yarattı. Kendine dost olur sandı. Tüm bilgeliğine rağmen, bağrından düşman yarattığını bilemedi. Erlik yüreğinde Ülgen'e kıskançlık beslerdi, ondan bağımsız bir güç dilerdi. “Hanlığımı kurayım” dedi, ağzına bir avuç toprak aldı. Tadı kin gibi, ihanet gibi acıydı. Yüzünü buruşturdu. Ülgen bunu gördü, anladı. Dedi “Tükür çaldığın toprağı. Artık yerin toprağın üç kat altıdır. Ölenlerin artığı senin aşındır.” Erlik dişlerini gıcırdattı, homurdandı. Dedi: “Ant içtim! İnsanlar seni unutacak, bana tapacak.” Ülgen bunu duydu, ses etmedi. Bıraktı ona giden ona gitsin.
Göğerenlerin bir hanı, bir şamanı vardı. Hanın adı Bozhan idi. Gücü uçsuz bucaksız bozkırlar gibi engin, otağı Çin sarayları gibi zengindi. Açları doyurur, tokları gözetirdi. Tüm oba halkı onu sever, sayardı. Şamanın adı Taluy Hatun idi. Yıldızlara bakar, ruhları görür; rüzgarı dinler, onlarla konuşurdu. Yüreği kararanları aydınlatır, bedeni çürüyenleri sağaltırdı. Obalılar hanı da şamanı da sayarlar, karşılarına çıkmaya çekinirlerdi. Bozhan topraksa Taluy Hatun göktü. Bozhan etse Taluy Hatun ruhtu. Biri eksik kalsa açlık, diğeri eksik kalsa yozluk baş gösterirdi. O çağlarda yer ve gök dengedeydi. Otlaklar alabildiğine uzanır, tüm boylara yeterdi. Ülgen kendini kimseden sakınmaz, göğe bakan her göze görünürdü.
Erlik'in öfkesi keskin bir bıçaktı. Yeraltının karanlığında, soğuğunda bilendi de bilendi. Değil üstüne düşen tüyü; insanların kurduğu hayalleri bile kesecek, kanatacak hale geldi.
***
Kışlardan bir kış geçti, günler bahara erdi ama gökten yere tek damla yağmur *** düşmedi. Kuşlar cıvıldadı, arılar vızıldadı ama kimse eline kopuzu alıp onlara koşuk koşmadı. Yıllar geçti, devirler değişti. Dokuz insan Herkesin yüzü asıktı. Otlaklar kurudu, koyunlar dallarından düştü, dokuz boy oldu. Gebeler açlıktan öldü. Derelerin sesi, anaların sütü doğurdu, çocuklar büyüdü, büyükler öldü. Tanrı kesildi. Tüm ak ve al çadırlardan bebek Ülgen ve Erlik Han'ın hikayesi babadan oğula, ağlaması duyuluyordu. Yiğitler bitkin, bezgin anadan kıza anlatıldı. Gerçekler efsaneye, oturuyor; elleri işe ermiyordu. Kimi hana, kimi efsaneler gerçeğe dönüştü. şamana gidiyor; dertlerine umar dileniyorlardı.
Boylar içinde, adına Göğeren derler, bir
9
Bozhan ak otağında oturmuş kara kara
10
düşünürken midesi gök gibi gürledi. Öfkesi sel oldu, taştı. Demeyeceği sözler diline vardı, tanrısına haykırdı. Ne kadar bağırırsa bağırsın Ülgen uykudaydı, kulakları yarattıklarına sağırdı. Bozhan'ın haykırışını yerin kat kat altından Erlik işitti. Dedi: “Bakayım göreyim hele, nedir insanı düşüren derde. Ülgen'e ilenmeler başlamış, belki bulurum bir çare.” Yılanlar gibi kıvrıla kıvrıla toprağı kazdı, açtığı delikten dışarı çıktı. Gezdi, dolaştı; insanlara yanaştı. Anladı ki açlar, susuzlar. Onlar toprağa çok can veriyor, toprak onlara acıyıp bir başak vermiyor. “Bana ya han gerek, ya şaman” diye düşündü. Arandı tarandı, Taluy Hatun'u buldu. Obayı çevreleyen dağların tepesinde oturmuştu. Gözleri göğe bakmaktan gök rengiydi ama bakışları göğü delip geçiyordu. Kulakları kurt gibi keskindi ama ulumaların ardındaki sessizliği dinliyordu. Açlıktan derisi kemiğine yapışmıştı, kaburgaları sayılıyordu ama ne kimseye dileniyor, ne Ülgen'e ileniyordu. Nefesini derin derin alıyor, hafifçe veriyordu. Yüzünde güney esintileri gibi hafif bir gülümseme vardı. Ona yeterince bakan doğumu da ölümü de yadsır, kaygılardan arınırdı. Erlik'in ise vakti yoktu. Dedi: “Bugüne kadar hep Ülgen'e seslendiniz, beni hor gördünüz. Şimdiyse onun gözü sizi görmez, kulağı işitmez. Acıktınız, kesmeye koyununuz kalmadı. Oklarınız saplanmaya av bulamadı. Susadınız, dereleriniz kurudu, kuyularınızdaki çıkrıklar boşa döndü. Böyle geçerse günleriniz, geceleriniz; nice olur haliniz? Diyeceğim odur ki adımı ünle, öğüdümü dinle. Boyuna esenlik, sana güç vereyim. Herkesin gözünde seni yücelteyim.” Ne kadar dil dökerse döksün, söyledikleri Taluy Hatun'un kulağına ancak en uzak dağların ardındaki yılanın tıslaması kadar erişiyordu. Erlik oradan ayrıldı, obaya indi, Bozhan'ı
aradı. Onu dere kenarındaki bir ağaca çaputlar bağlar, atalarıyla konuşurken buldu. Gözleri toprağa bak- maktan kapkaraydı. Kulakları kurt kulağı gibi keskindi ama çadırlar arasında dolaşan söylentilerden başkasını duymuyordu. Dili damağı kurumuştu ama susuzluktan değil, kırılan onurunun utancından yanıyordu. Atalarından yardım dileniyor, sürekli Ülgen'e ileniyordu. Nefesini hızlı hızlı alıyor, burnundan dumanlarla veriyordu. Yüzünde kuzey kasırgaları kopuyordu. Ona azıcık bakan ölüm korkusuyla tir tir titrerdi. Erlik'e ise ölüm dün kadar uzaktı. Dedi: “Bugüne kadar hep Ülgen'e seslendiniz, beni hor gördünüz. Şimdiyse onun gözü sizi görmez, kulağı işitmez. Acıktınız, kesmeye koyununuz kalmadı. Oklarınız saplanmaya av bulamadı. Susadınız, dereleriniz kurudu, kuyularınızdaki çıkrıklar boşa döndü. Böyle geçerse günleriniz, geceleriniz; nice olur haliniz? Diyeceğim odur ki adımı ünle, öğüdümü dinle. Boyuna esenlik, sana güç vereyim. Herkesin gözünde seni yücelteyim.” Bozhan işittiklerine kulak kabarttı. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Bunu anlayan Erlik ağacın arkasından çıktı, kendini gösterdi. Bozhan onu görünce korktu. Gözleri kendi gözlerinden karaydı, içinde cinlerin kıpraştığı karanlık bir kuyuydu. Sakalı yılan dili gibi çatallıydı. O konuştukça sakal tıslıyordu. Çenesi tokmak gibi sert, yüzü kan gibi aldı. Bozhan dedi: “Ey Erlik, sesin kulaklarıma erişti, söylediklerin aklımı çeldi. İsterim ki karanlık bulutlar boyumun tepesinden ayrılsın. İsterim ki gücüm, onurum, uyruklarımın saygısı bana geri dönsün. Ülgen'e günlerce gecelerce seslendim, duymadı beni. Söyle bana, ne yapmalıyım mutlu etmek için seni.” Erlik dedi: “Ülgen göktedir. Göğe bakar, onu görür, ona taparsınız. Bense toprağın üç kat dibinde yaşarım. Yeraltından taşlar çıkarttır, bir tapınak yaptır. Toprağın içinde altın diye sarı,
11
güneş gibi parlayan bir maden vardır. Duvarlarını onunla öyle bir beze ki bakanın gözlerini alsın, güneş yanında sönük kalsın. Sakın ola, insanlara benim adımı anma. Tapınağın Ülgen'in isteği olduğunu, bitince yağmurların toprağı yeşerteceğini, derelerin çağıl çağıl akacağını söyle. Göreceksin, açlık ve susuzluk bitecek. Boyundaki herkesin gözyaşı dinecek, yüzü gülecek.” *** Bozhan buyurdu, insanlar yaptı. Taş üstüne taş koydular, dört duvar ve bir çatı ördüler. Üzerini altınla bezediler. İşleri bitince çevresinde yedi kere döndüler. İçine girip Ülgen'e yakardılar. Üstünden gün geçmeden yağmur yağdı. Kara toprak yeşerdi, kuru dere ıslandı. Karınlar doydu, bebekler sustu, yürekler şenlendi. O günden sonra insanlar işten başlarını ne zaman kaldırsalar tapınağa gittiler. Günün mavisini, gecenin karasını unuttular. Ülgen'in sesini duymadılar, varlığını sezmediler. Hanlarını saydılar, şamanlarını unuttular. Yerin ve göğün dengesini bozdular. Sandılar ki evren şu bozkırlar ve bu duvarlar kadardır. Kendileri göğün, yerin ve tüm çağların mihenk taşıdır. Gözleri ve mideleri büyüdükçe büyüdü, uçsuz bucaksız bozkırlara sığmaz oldular. Daha çok tapınak yapmak için daha çok toprak kazdılar. Çıkardıkları taşlar, erittikleri altınlar kalabalıklara yetmedi. Kapıların önünde sıraya girdiler. Koyunu etli, ineği sütlü olanlar öne geçti. Yoksulun öfkesi kabardı, zenginin korkusu pekişti. Toprağa ilk insan kanı düştü. Çadırlardan homurtular yükseliyordu. Bozhan “Savaş!” diye haykırdı. Kimse “Ne için, kime karşı?” diye sormadı. Kimse “Aynı yerin üstüne, aynı göğün altına doğduk. Güneş tepemizde kemiklerimizi ısıtır, ay gecemizi aydınlatır. Tapınak bize ne gerek! Atalarımız uçsuz
bucaksız bozkırlarla yetiniyordu. Buralarda at koşturuyordu. Daha çok toprak bize ne gerek!” demedi. Okların ucu sivrildi, ateşte demirler dövüldü. Çok yiğitler öldü, çok analar ağladı. Arı suyun aktığı dereler ala bulandı. Toprağı yağmur değil, gözlerin yaşı ıslattı. Erlik bunları görünce kahkahası gökte bile çınladı. Onun sesine Ülgen uyandı. Yarattıklarını uyarmak istedi. Gök gürledi, şimşekler çaktı. O sırada Bozhan'ı arkalarına almış kimi insanlar tapınaklarına sığınmış, Ülgen'e yakarıyorlardı. Ne onlar tanrılarının sesini duydu, ne de onların sesi duvarları aşıp tanrılarına ulaştı. Diğerleri tapınağın dışında, bağırış çağırış içinde, içeridekilere öfke kusuyorlardı. “Tapınak bizimdir” diyor, başka şey demiyorlardı. Ülgen onları uyarıyor, onlar kargaşadan duymuyordu. Tapınağın üzerine yıldırım düştü. Alevler taşları yaladı, altınları eritti. İçerideki insanlar cayır cayır yandı. Bir kıvılcım bozkıra sıçradı. Kuru otlar alev aldı, kimseler kaçamadı. Ateş harlandıkça harlandı, tüm bozkırı ve tapınakları sardı. Çadırlardan, insanlardan, Bozhan'dan geriye sadece havada savrulan kül yığınları kaldı. Dumanlar göğü kapladı, Ülgen'e ulaştı, gözleri sulandı. Yarattıklarını yok etmenin acısı yüreğini dağladı. Öyle bir ağladı ki dereler, denizler taştı; yeryüzünü sel aldı. Toprağın üzerindeki kanları, üstünde ölü yatan canları sildi süpürdü. *** Bulutlar seyrelip aradan göğün mavisi, güneşin sarısı sızdığında; sular yataklarına çekilip toprakta ilk filizler baş gösterdiğinde Erlik yerin üç kat değil, dokuz kat altına kaçmıştı. Ülgen onu ne kadar arasa da bulamadı. Bıraktı, saklanabildiği güne kadar saklansın. Artık yeni bir yeryüzü vardı. Tertemiz, taptaze. Yeni topraklara yeni insanlar
12
Ülgen, Taluy Hatun'un ezgilerini çok sevdi. Rüzgarlar estirdi; sesini dağlara, ovalara, vadilere taşıdı. Tomurcuklar sevinçle patladı, sular coşkuyla aktı. Kuşların, böceklerin, “Ne yapsam, nasıl etsem” diye kurtların yüzü hep göğe baktı. Renkler çeşit düşünürken kulağına bir mırıltı erişti. Usulca çeşitti. Hiç karışmadan kaynaştılar. Sesler renk şırıldayan pınarlar gibiydi. İçindeki mutluluk, renkti. Bir araya gelip şakıdılar. Nehirler sevgi, bilgelik depreşti. Sesin kaynağını aradı. O Ülgen'di, denizler Ülgen. Gökteki bulut, zaman gördü ki sel suları bir tepeye toprağa düşen yağmur Ülgen'di. Taluy Hatun'un yetişememiş, orada toprak kupkuru kalmış. yüreği güneş görmüş kar gibi eridi; nehirlere, Üzerinde Taluy Hatun oturuyor. Elinde kopuz; denizlere karıştı. Her ses birliği ünledi, her filizlerin yeşiline, göğün mavisine, güneşin renk birliği ışıdı. Geçmiş ve gelecek silindi, sarısına koşuklar koşuyor. Gözlerine ak örtüler orası şurası kalmadı. Ayrımlar birleşti, sonlar inmiş ama kendisini, Ülgen'i görüyor. başlangıç oldu. Ülgen birdi, Erlik bir, Taluy Kulaklarına kül dolmuş ama onu işitiyor. Hatun, yer, gök bir. Her şey bir, bir an; bir var, Yüzünde tüyden hafif bir gülümseme. bir yok. Geçmişten sevgiyle, gelecekten özlemle söz ediyor. gerekirdi ama onları yine ağaç dallarından çıkarmamakta kararlıydı. Ağaçların kökü yerin dibindeydi. Dalları besleyen Erlik'in kiniydi.
13
14
TEPEDEKİ BAR 4. KISIM Mehmet Berk YALTIRIK (1890'lar…) Bekir, paşanın suratına şaşkın şaşkın bakıyordu. Paşa bir kere daha gürledi: “Ahraz mı oldun! Mahzene taşıyacağız. Urganla sıkı sıkıya bağladım güç bela.” Bekir güçlükle toparlayabildi kendini. Suratına bakmaya korktuğu o şeyi bir de aşağıya mı taşıyacaktı? Paşanın kızgın bakışlarından daha ziyade ürpererek aklına gelen ilk şeyi sordu: “Mahzende ne vardır more paşa hazretlerı?” Paşa urganlarını koparmaya çalışan kızının üzerinden doğrulup Bekir'in üzerine yürüdü: “Emri yerine getirmemek de nereden çıktı?”
Bu söz Bekir'i tüm korkusuna rağmen harekete geçirdi. Aklına gelen bir nice duayı okuya mırıldana sıkı sıkıya bağlandığı halde olduğu yerde yılan gibi kıvrılan kızı bir hamlede sırtına vurdu. Ağzı da urganla sıkı sıkıya bağlandığından Bekir'e bir zarar veremiyor ancak boyne hareket ederek kendini kurtarmaya çalışıyordu. Tam odadan çıkacakken paşa kahyasına seslendi: “Kahya! Senin imamlığın vardır, nikah kıyabilir misin?” Paşa böyle deyince Bekir bir an duraksayıp gerisingeri döndü: “Ne nikahi more?” “Bekir bana bir iyilik daha yapacaksın. Bu iyilik senin de menfaatinedir. Kızımla nikahlayacağız seni şahitlerin huzurunda, belge akdedeceğiz.”
“Paşa hazretlerı ben demem sana yapmam. Emret yapayim. Emret dahi cinayet işleyım. Lakin de bana maksadın nedır?”
“Ben neçın nikahıma alayim kızi? Duvara gömmeyecek miyız?”
Paşa, sinirleri harap olmuş bir şekilde gülmeye başladı. Kafasını iki yana sallayarak kızını gösterdi: “Demek istiyorsun ki neden öldürüp kurtulmuyoruz…” Yüzü bir anda ciddileşti: “O benim en kıymetli varlığım. Ölmesine müsaade edemiyorum. Ne olduğunu bildiğim halde… Onu hapsedeceğim. Duvar arkasına. Bir babanın son isteği olarak telakki et…” Bekir'e bu sözler hayli dokunmuştu ancak paşanın kızından hala çekiniyordu. Paşa alaylı bir ifadeyle bakıp söylendi: “Arnavutun korkağını da ilk defa görüyorum zannederim!”
“Biraz karışık bir mesele. Bu köşk ve arazisi kızımın üzerine, anneannesi daha doğduğu vakit ona hediye etmişti, vefat etmeden bir yıl önce. Ben paşalığa sonradan yükseldim, malım mülküm belli. Kızım ortadan kaybolursa, öz kızına kıyıp evi üstüne geçirdi diye laf çıkarır, kuyumu kazarlar. Ki olacak olan bu kız kaybolacak, buradan uzaklaşmaları için bize bir nikah lazım. Kızım nikâha razı gelmedi kaçtı, nereye gitti bilmiyoruz, şerefimizi iki paralık etti diyeceğiz. Sen de damadım olarak burada yaşamını sürdüreceksin.”
15
“Bana nasıl bu ka t mat edersın paşa
hazretlerı?” “Evvela hovarda adamsın. Ceb ne parayı koydukça öteye göz koymazsın.”
“Doğru ded n.”
Kenan'ın boyun damarları gözle görülür olmaya başlamıştı, s n rden yumruklarını sıkıyordu: “Ben g d p o pezeveng yatırır doğramaz mıyım ş md ?”
“E ben da bekç n m?”
“Artık değ ls n. Baş kabadayım yaptım sen . Paran da benden, kend çetem z kurar takılırız. Namın yürür. Bak bana paşalık lazım, sana kabadayılık… Ama her şey kızımla n kâh etmene ve beden n mahzene taşımana bağlı…” (2010'lar…) Vedat, Kenan'la Pel n'e an den dönüp: “Gel n çer bakın b …” d yerek önden dazlak bad gartla konuşa konuşa köşke g rd . Pel n de çer g rmeye hamle edeceğ sırada Kenan tıpkı esk günler ndek g b kolundan tutup çekt . Ağzından j let g b çıktı: “Sen b raz gelsene şöyle…”
“Ben yokken ne geçt lan aranızda?”
“Sana hesap mı ver cem? Sen k ms n? On k ay önce bırakıp g tt n ş md gelm ş bana hesap mı soruyorsun?”
“Çok umrunda olsa çek p g tmezd n!” “Kızım ben del rtme. Adam akıllı konuş.”
Pel n' n bakışlarındak öfke b r anda yer n hayal kırıklığına bırakmış g b yd : “Oldu b r şeyler. Sen g tm şt n. Yalnızdım. Zaten senden dolayı k mse yanaşmıyordu.”
“O başka mevzu kızım. İnsan arkadaşının esk man tasıyla nasıl yatar ulan?”
“Kenan abartma b r seferl k b r şeyd …”
Kenan b r anda kemer ne sıkıştırdığı sustalı çakıyı çıkardı: “Ama ben o bney defalarca deşecem!” “Lan manyak mısın hap slerde çürüyeceks n, b r aklını başına topla!”
“Bu kadar del kanlıydın askere g derken n ye bıraktın ben lan?”
“Soruma cevap ver, ne geçt Vedat'la aranızda?”
“Ben bırakıp g tt ğ nde ben ne olacağım ded m ne b ley m ded n g tt n. Ş md m umrundayım?”
“Fark etmez bana kızım. Askerden geld m ben, çer den yen çıkmış say. Tıpış tıpış g rer m cezaev ne. Bana çer s de b r dışarısı da. Dışarıda b r bok yokmuş zaten onu çer g r nce anladım.”
Pel n sertçe çekt kolunu: “N'apıyorsun be?”
“Ya… Tamam kusuruma bakma. S n rden b r an. Sonra ne oldu?” “B rl kte olduk. Ama b r seferl k b r şeyd . En azından öyleym ş o söyled . O da bıraktı. Sen n g b .”
“İk nc s … Bana şay aların önüne geçecek b r yabancı lazım. A le dışından b r . Uşak falan da olmaz m llet daha beter kuşkulanır n ye a le ç nde kızını uşağına verd d ye, laf çıkar. Ev üzer ne m geç recek d ye.”
“Terb yen bozma lan ağzını topla! Hala hayvansın!”
“Korkmuştum. Söyleyemed m. Korktum harb den. A leden, sorumluluktan. Ben m g b adamdan nasıl baba olur. Ben doğru dürüst a le hayatı yaşamadım, ya sokakta ya zbede şte mahallede. Ben de babam g b olurum sandım.”
“Ama ş md c nayetten korkmuyorsun…”
“Korkunun ecele faydası yok!”
“Çakma Polat laflarına sıçayım…”
“Sende g tt n Vedat'ın altına g rd n…”
16
“O sahte ben harb c y m. Göreceks n ş md !” Kenan bıçağı açıp köşke doğru hamle ett ğ esnada Pel n, Kenan'ı bıçağı tutan el n n b leğ nden yakaladı. Kenan'ın pazısından daha tes rl yd . Kenan duraksayınca Pel n boğazından hırıltılı b r ses geld : “Ben artık yaşamak st yorum…” Dönüp Pel n' n yüzüne bakan
Kenan adeta çarpılmış g b yd , kızın gözler nden yaşlar akıyor s yah makyaj boyalarına karışıp yanağına doğru süzülüyordu. O an aklına ne nam, ne namus ne de nt kam kaldı. Daha farklı b r h st … O esnada köşkün ç nden Kenan'ın: “N'OLUYOR LAN BURDA!” d ye bağırdığını ş tt ler…
SON
17
FİLMANALİZİ.COM EKİBİ ANLATIYOR
SİNEMA, ÇİZGİ ROMAN VE VLOG Mustafa Emre ÖZGEN ozgen.me@gmail.com
“BİR ARAYA GELDİĞİMİZ ZAMAN ARKADAŞLARLA SİNEMA, ANİME VE ÇİZGİ ROMANLAR HAKKINDA ÇOK EĞLENCELİ VE BİLGİ DOLU SOHBETLER YAPIYORDUK. BİZ DE NEDEN KAMERA ÖNÜNDE YAPMAYALIM DİYE DÜŞÜNDÜK.” Son dönemde internet ortamında birçok video blog (vlog) platformu açıldı. Sinema, çizgi roman ve aklınıza gelebilecek birçok farklı konularda oluşturulan bu sayfalar, kullanıcıların da ilgisini çekiyor.
negatif yorumlar olsa da bence asıl sebep vlog yayıncısının kişisel doyuma ulaşmış olması. Vlog için sesli blog dense de ben daha samimi bir şey olduğunu düşünüyorum. Daha kişisel bir şey. Yazıda okuyucu ile aranda sadece -doğrudan yazara ait olmayan semboller - harfler var. Vlogda ise yazarın sesi ve görüntüsü var.
Biz de vlog konusunu, filmanalizi.com ve Alt Kültür Youtube Kanalı'nı kurarak çeşitli içerikler hazırlayan Olca Karasoy ve Ahmet Ziya Sekendiz Olca Karasoy: Öncelikle vlog, Youtube'da oluşturulan kanallar. İnsanlar neden vlog ile konuştuk. çekiyorlar? Özellikle medya sektöründeki İlk olarak şunu sorayım, vlog nedir? İnsanlar insanlar kendilerini birçok alanda ispat neden vlog çekerler? Zahmetli değil mi? edemiyor, kendi branşlarını bir türlü gerçekleştiremedikleri için internete Ahmet Ziya Sekendiz: Vloglar da yazılar da yöneliyorlar. Kanal tuttu mu da maddi getirisi aynı mantığa dayanıyor aslında, sonuçta bu de oluyor, bir kazanç sağlanıyor ve biz kendi tamamen insanın kendisini ispat etme güdüsü işimizin patronu olmayı sevdiğimiz için özgür ile alakalı. Zahmetli de olsa birçok insan bunu çalışmak işimize geliyor. Ayrıca vlog yapmak için severek yapıyor ama pek çok vlogda da herhangi bir sermayeye gerek duymuyorsunuz. görebileceğimiz üzere genellikle bir noktadan Bir mikrofon, bir kamera tamam. sonra -ki genelde çok uzak noktalar olmuyorsona eriyor. İnsanların ilgisi nasıl şu sıralar? Videolar ne kadar izleniyor? Tıklanmalar neye göre Görünürdeki sebebi de iş yoğunluğu ya da değişiyor? AZS: İnsanların videolara ilgisi var zaman yüksek seviyede ama iki şey önemli; videoların makul uzunlukta olması ve bilgilendirici olması. Bununla birlikte ilgi çekici bir üslup ve başlıkla sunulması da önemli. Tıklamalar bu faktörlere göre değişebiliyor. Bizim binlerce kez izlenen videolarımız da var bir kaç yüz izlenen de. Başka bir kanalımızda milyonu geçen videomuz oldu.
OK: Bir kere güncel konular hakkında çekilen videolar çok daha fazla izleniyor. Günümüz toplumunda zaten televizyondan ziyade bilgisayar (internet) asıl haberleşme aracı oldu. Birçok ulaşılmak istenen şey kolayca videodan elde edilebiliyor ve sayfalarca yazılarla uğraşmak yerine videolara daha fazla ilgi var. Hedef kitle doğru belirlendiğinde, yani istenilen kitleye hitap edebilirsen izlenme oranın giderek artıyor ama zor olan yeni kanallarda bu kitleye sesini duyurabilmek. İzleyenlerin geri dönüşleri nasıl? Yapıcı yorumlar geliyor mu?
algılıyorlar. İnternet eşittir Facebook. AZS: Facebook internetteki pek çok şeyi bir araya toplayan bir "portal" haline geldi. Yaşı müsait olan webmasterlar hatırlar. İlk site yapma girişimlerinden hemen portal yapmak isterlerdi. Bugün portalın ne olduğunu bile hatırlayan kalmamış olabilir. OK: Facebook olmasaydı vlog'lar kesinlikle bu kadar etkili olmazdı. Yani bu yüzden Facebook, vlogları tanıtmak için çok etkili bir araç. Facebook üzerinden geniş kitlelere hitap edebiliyorsun.
AZS: Evet ama daha çok yıkıcı yorumlar geliyor ve bu yorumları çok düşünmeden yapıyorlar. İzleyici için biz bilgisayar ekranındaki resimlerden ibaretiz sanırım. Duyguları olan varlıklar değiliz. Galiba onun için bildiğin yolda ilerlemek ve ne eleştiriyi ne de takdiri fazla umursamamak gerekiyor. OK: Çekilen videoyu bir kısım çok beğenirken bir kısım çok eleştiriyor. Eleştiren kısma göre yazar ve çekim yaparsak da bu sefer beğenenler eleştirmeye başlıyor. Eleştiriler elbette dikkate alınmalı ama buna göre de bir çizgi belirlenmemeli. Yapıcı eleştiriler olduğu zaman yaptığın işten gurur duyabiliyorsun ve yaptığın emeğe karşı isteğin artıyor. Kırıcı yorumlar da doğal olarak insanın hevesini kırabiliyor, bu yüzden eleştiriler kırıcı olmaktan ziyade eksik noktaları göstermeli ama çoğu eleştiriler sadece "Bu kötü, burasını beğenmedim, şurası berbat" diyor ve geçiyor ama beğenenler "şurası" güzel diye belirtiyor ki aralarındaki en büyük fark bu. Bu yüzden iki şekilde de eleştiriler iyi ve zayıf yönleri belirtmeli, belirtmek zorunda. Youtube on yılı aşkın bir süredir var. Facebook ondan sonra çıkmasa rağmen çok daha popüler. Sosyal medya olmasa vloglar bu kadar etkili olabilir miydi? AZS: Sosyal medya olmasa acaba bizatihi internet etkili olabilir miydi? Artık internet demek sosyal medya ya da başka bir değişle web 2.0 oldu. OK: Yapılan bir araştırmaya göre (hangi ülkeyi hatırlayamadım şimdi) insanlara soru sormuşlar internet nedir diye ve insanlar Facebook demiş. Yani insanlar interneti Facebook olarak
Biraz da sizden bahsedelim. Filmanalizi.com ve alt Kültür Kanalı nasıl kuruldu? AZS: İkisinde de Olca önayak oldu aslında. Benim zaten bir kişisel sitem ve Youtube kanalım vardı ama pek de etkili değillerdi. Daha sonra alt kültür ve Film Analizi açıldı, yazarlar geldi, videolara çekildi OK: Aslında bu işe başlarkenki amacımız akademik alanda bir şeyler yapabilmekti. Ahmet ile ikimiz de sinema ve televizyon üzerine yüksek lisans yapıyoruz. Bu dönemde tez yazıyoruz, o yüzden zamanımız da olduğu için (tezden dolayı ister istemez okumalar ve araştırmalar yapıyorduk ve elimizde yazılar birikmişti) kendimiz bir site açalım dedik. Hem yazılarımız değerlensin hem de bizim gibi bir şeyler yazmak isteyen arkadaşlarımız da bu imkânlardan faydalansın diye düşündük. Genel itibariyle hep yazıp çiziyorduk ve biraz da çekelim dedik. Çünkü biz bir araya geldiğimiz zaman arkadaşlarla sinema, anime ve çizgi romanlar hakkında çok eğlenceli ve bilgi dolu sohbetler yapıyorduk. Biz de neden kamera önünde yapmayalım diye düşündük. . Sonuçta bu da bir bilgi akışı ve bu yaptığımız işler hem sevdiğimiz hem hobimiz olan uğraşlar.
19
Ayrıca akademik açıdan da referans sağlayabileceği için Youtube kanalı açalım dedik. Bizim amacımız çok izlenmek veya para kazanmak değil tam tersi birilerine faydalı olarak ortaya bir takım ürünler sunabilmek. Bunların dışında Facebook gruplarınız da var. Hepsiyle ilgilenmek zor değil mi? AZS: Gruplarla daha çok Olca ilgilendiği için bu soruyu o cevaplasın. OK: Öncelikle neden gruplarımızın olduğunu belirtmek istiyorum. Genellikle insanlar sayfalara yöneliyor lakin gruplar sayfalara göre daha sıcak ve samimi. Sayfada on admin olsa bile kim kiminle iletişim kuruyor belli değil ama gruplarda böyle değil. Burada insanlar birbirleriyle sohbet de edebiliyor ve herkes kendi adına bir şeyler paylaştığı için sıcak kanlı sohbetler oluşuyor. Bu yüzden sosyal medyayı sayfalar yerine gruplar üzerinde kullanmayı tercih ettik. Bu işi yapmayı düşünenlere kesinlikle sayfa yerine grup kurmayı öneririm. Biz altı ayda 15.000 kişilik Asya Kulübü'nü iki
ayda 9.000 kişilik Anime Otaku Grubu'nu ve bir buçuk ayda da 4.000 kişilik Film Analizi / Alt Kültür gruplarını oluşturduk. Sayfa üzerinden devam etseydik bu kadar kişinin bir araya gelmesi çok zor olurdu. İnsanlar karşılıklı etkileşim kurdukları ortamları daha çok sevdiği için daha fazla tutuyor. Hepsiyle ilgilenmek mutlaka zor. Fakat artımız şu, zaten biz hobimiz olan bir şeyi meslek haline çevirdiğimiz için işimiz sinema, anime (alt kültür ile buna her şey dahil) takip ediyoruz ve araştırıyoruz. Bu sebeple kendi öğrendiğimiz ve bildiğimiz şeyleri gruplar vasıtası ile diğer insanlara aktarıyoruz. İnternet sitesi, incelemeler, vlog, bundan sonra ne gibi çalışmalarınız? AZS: Özellikle mevcut projeleri daha da geliştirmek içeriği çoğaltmak istiyoruz. Kitap çalışmalarımız da olacak. Hatta üzerinde çalışıyoruz bile. OK: Filmanalizi.com 'da film-dizi-anime-çizgi roman incelemeleri yazan ve yazmak isteyen herkese yerimiz var. Daha inceleme yazıları ve videoları ile karşınızda olmaya devam edeceğiz.
20
21
GERÇEK VE HAYAL BİRBİRİNE KARIŞIYOR;
DON KİŞOT Mustafa Emre ÖZGEN ozgen.me@gmail.com
“ÇİZGİ ROMANLARDA ANLATILAN HİKÂYELER TEHLİKELİDİR! ÇÜNKÜ GERÇEKLE HİÇBİR ALAKALARI YOKTUR! BU YÜZDEN TÜM OKURLAR VE AYDIN İNSANLAR ADINA SİZDEN ŞUNU TALEP EDİYORUM: ARTIK BUNA BİR SON VERİNİZ!” Haziran sayımız için incelemesini yapacağım
yazmanın gelişimini engellediği ve özellikle de
çizgi romanı seçerken oldukça zorlandım. Her
ruhsal ve ahlaksal bakımdan desteğe ihtiyaç
ay onlarcası yayımlanan Amerikan çizgi
duyan genç insanlarda intikam ve şiddete
romanlarının aksine, biraz daha sanatsal ağırlığı
yönelmeye sebep olduğu bilinmektedir. (…) Çizgi
olan çalışmaları seçmeye çalıştığımdan (yanlış
romanlarda anlatılan hikâyeler tehlikelidir!
anlaşılmasın, ben de sıkı bir Marvel takipçisiyim) Çünkü gerçekle hiçbir alakaları yoktur! Bu yüzden tüm okurlar ve aydın insanlar adına
yazıyı da biraz geciktirdim doğrusu.
sizden şunu talep ediyorum: Artık buna bir son Don Kişot isimli uyarlamada karar kıldığımda,
veriniz!”
okuyacağım çalışmanın bu kadar eğlenceli ve yer yer düşündürücü olduğunu da pek tahmin
Bir çizgi roman sayfasında bunları okumak
etmemiştim.
şaşırtıcı değil mi?
Kitabı bitirdiğimde “Avrupalılar cidden bu işi biliyor” dedim içimden… ROMANDAN ÇOK FARKLI BİR UYARLAMA Geçtiğimiz yıl Türkiye'de yayımlanan Don Kişot, girişinde belirtildiği üzere “Miguel de Cervantes Saavedra'nın romanından serbestçe uyarlanmış” bir çalışma. Yani birebir romandan uyarlanan biz çizgi roman okuyacağınızı düşünüyorsanız bu çalışma beklediğiniz şey değil. Hikayemiz, Alonso Quiano, tek başına yaşadığı büyük evde, gazetelere çeşitli şikayet mektupları yazarken başlıyor. Quiano, gazetenin çizgi roman yayınlamasından yakınarak şöyle diyor; “…çizgi romanların genel olarak okuma
22
Önce, yağmurlu havada imza toplamaya çalışan Quiano burada Panza'nın oğluyla karşılaşıyor, atışmanın ardından yağmurun şiddetlenmesi ile sığınacak yer arayan Quiano, yanlışlıkla bir geneleve giriyor ve yine Panza'nın oğlu ile denk geliyor! Burada kavga çıkarıp evine dönen Quiano, ertesi sabah hiç de tahmin etmediği birini karşısında buluyor; kızı Antonia'yı!
Quiano'nun bir de seslendiği ama hiç gelmeyen bir kedisi var, Dulcinella. Tıpkı Don Kişot'un sevdiği ama hiç ulaşamadığı sevgilisi Dulcinella gibi. İlerleyen sayfalarda Quiano'nun okuduğu bir gazetede, yaşadığı kasaba olan Tobosow'da rüzgar enerjisi için pervanelerin kurulacağını, İhtiyar Quiano'nun yine karşıt bir tutum içine girdiğini görüyoruz. Quiano, hemen bisikletine atlayıp eski dostlarından küçük bir market işleten Sancho Panza'nın yanında soluğu alıyor. Dev pervanelerin kurulması için sahip oldukları arazilerin satılması gerektiğinden, bu fikre hiç de sıcak bakmayan Quiano, kulakları doğru dürüst duymadan dostunu ikna etmeye çalışıyor. Tam başarılı oluyor ki Sancho Panza bir anda yere yığılıyor ve hayatını kaybediyor! Quiano, Panza'nın cenazesinde mücadele edeceğine söz veriyor. İşte olaylar burada başlıyor. YAŞADIĞI KASABA İÇİN ORTALIĞI BİRBİRİNE KATIYOR
Antonia onu bir süre misafir edip huzurevine yerleştirmek istiyor. Kızının evine geldiğinde Quiano, büyük bir Batman hayranı olan, bu karakterin kıyafetine benzer bir pijama torununu görüyor. Kızı ile yaşadığı tartışmanın ardından gece evden kaçmaya çalışan Quiano, torununa yakalanıyor, kendini Batman olarak hayal eden sekiz yaşındaki torunu Robin, ona yardım ediyor. Robin ile daha sonra 82 yaşında olduğunu öğreneceğimiz Quiano'nun kısa süreli kaçışları sırasında, kendi hayal dünyalarındaki tasvirleri görüyoruz. Robin etrafta süper kötüler görürken, Quiano bir kafeteryada oturan telefon ve bilgisayarları ile ilgilenen onlarca kişiyi kuzu olarak görüyor! Belki de kesilmeyi bekleyen küçük hayvanlar olduğunu düşünüyor! Nihayet tekrar olay çıkaran ve huzurevine gönderilen Quiano, uyum sağlayamadığı bu mekandan torunu tarafından kaçırılyıor. Artık bir şövalye olduğuna emin olan Quiano, atı Rosinante, yardımcısı Batman ve Batman'in eşeği ile Cervantes Huzurevi'nden Tobosow'a kadar olan bir yolcuğa başlıyorlar! GERÇEK VE HAYAL BİRBİRİNE KARIŞIYOR Başlarına gelen türlü olaydan sonra, Don Kişot ve Batman kendilerini bir savaşın ortasında buluyorlar. Artık hayal ile gerçeği ayırt edemez hale gelen Quiano,evine ulaştığında eline geçen her şeyi kapının önüne yığarak düşmanın içeri girmesini engellemeye çalışıyor.
23
Olup bitenlerin çığırından çıkmaya başladığını fark eden küçük Robin ise tüm bunların bir oyundan ibaret olduğunu söylese de dedesi Quiano'yu ikna edemiyor. İyice sinirlenen Quiano, bu sırada kedisi Dulcinella'yı ilk kez karşısında görüyor. Fakat Robin'den korkan Dulcinella kaçıyor, Quiano ise peşinden gidiyor. Şaşkınlık içindeki küçük Robin en sonunda annesi Antonia'yı arıyor. Arabayla onların yanına gelen Antonia şaşkınlık içindeyken ne yapması gerektiğini oğluna soruyor, Robin'in cevabı ise çok basit; sen de oyna! Artık Antonia bir tank, Quiano Don Kişot'tur! Atı Rosinante üzerinde dört nala tanka doğru ilerleyen Don Kişot durmamaktadır. Antonio'nun ise yapacağı hiçbir şey kalmamıştır. Savaşmaktan başka! DON KİŞOT VE YOL ARKADAŞI BATMAN Çok fazla karakterin olmadığı hikaye Don Kişot ve Batman, yani Alonso Quiano ve torunu Robin etrafında geçiyor.
Yaşlı, huysuz, genel olarak çevresi ile pek de iyi anlaşamayan, yaşadığı kasaba olan Tobosow'u çok seven ve kasabasını korumak için her şeyi yapmaya hazır olan Quaino, bir süre sonra gerçek ile hayali ayırt edememeye başlıyor. Kıyafetlerini zırh, bisikletini at, şemsiyesini de kılıç yapıp zalimlerle mücadele etmeye başlayan Quiano, ister istemez etrafa zarar vermeye ve tüm şehri ilgilendiren bir sorun haline gelmeye başlıyor. Küçük Robin ise çizgi roman okumayı çok seviyor. Kendini Batman olarak hayal eden Robin, eşeği, daha doğrusu dört tekerlekli bisikleti üzerinde dedesi ile büyük bir maceraya atılıyor. Dev yarasalar, “Dünyaların
24
Savaşı” romanında fırlamış uzaylılar ve karşılaştığı süper kötüler ile mücadelesi sürerken aslında tüm bunların bir oyun olduğunun da farkında.
Tobosow, Quain'in yaşadığı kasaba, Dulcinella da kedisi ya da bizzat eşi! Çünkü eşinin yüzünü hatırlayamazken, olmayan bir kedinin peşinden gidebiliyor.
Antonia, Alonso Quain'in kızı. Hikâyenin tek aklı başında karakteri diyebiliriz. Babasının Tobosow'da ortalığı birbirine kattığı öğrenince hemen yanına gelip ona yardım etmeye çalışıyor fakat onun garip davranışları nedeniyle pek de başarılı olamıyor. Antonia, çözümü Alonso'yu huzurevine yerleştirmekte bulsa da bunun da pek doğru bir fikir olmadığını kısa sürede anlıyor.
Özet olarak Don Kişot, romandan doğrudan uyarlanan bir çizgi roman değil. Romana pek çok yerde selam gönderen, eğlenceli ve bir o kadar da samimi bir çalışma. Okurken oldukça eğlendim. Hatta zaman zaman kendimi gördüm bile diyebilirim.
Don Kişot Yayıncı: Marmara Çizgi
Dulcinella ise, Quain'in deyimiyle “Tanrı'nın güneşi altında var olan en güzel yaratık”. Hikâye boyunca hiç ortalarda görünmeyen kedi Dulcinella, Quain'in gerçekle bağlantısını tamamen kestiği anlarda ortaya çıkıyor. Burada ince göndermeler mevcut. Orijinal romanda Toboso'lu Dulcinella, Don Kişot'un hiç göremediği ama sevdiği kız. Çizgi romanda ise
Yazan ve Çizen: Flix Türkçe'ye Çeviren: Ayhan Balat Orijinal Yayın Tarihi ve Yeri: 2011, Almanya Türkiye'de Yayın Tarihi: Mart, 2015
25
GÖLGENİN AŞKI, AŞKIN GÖLGESİ YAZAN
İLLÜSTRASYON
Tuğba TURAN
Tolga TANYEL vitrin, diğer duvarlarda pencere yok. Black-out (karartmalı) perdeleri aç, neonlarla ışıl ışıl bir caddedesin; kapat, evdesin. Nohut oda, bakla sofa. Hem de Paris'in göbeğinde.
Previously on Gölge: "Artık beni tanıyorsunuz. Tanımayanlar bizden değildir. Epey uğraştık, kadınlara şiddet uygulayan, taciz ve tecavüz eden, hatta yakarak öldüren pek çok (insan demeye dilim varmadı) caniyi adalete teslim ettik."
Buraya Fransız Devrimi'ni seyretmeye geldim ama 14 Temmuz'a daha çok var. Aslında biraz da tatil yapmaya geldim. Temmuz ayında, zamanda 227 yıl geriye gidince meşhur Bastille Ayaklanması'na şahit olacağım. Geçmişteki bir olay için gelecek zaman kipiyle konuşmak! Bir tek bana mahsus olsa gerek!
***
"Gözümü tekrar kapattığımda Don Kişot'u elinde (sahte olmayan) belgelerle dolu bir bavulla, üzerlerinde hepimizin yakından tanıdığı o kocaman adamların yüzleri olan, Şimdilik Paris'in ritminin tadını çıkarıyorum. Ve küçükten en büyüğe doğru 14 yıldır istikrarlı bir baharın. Geceleri, iki büyük kulübün bastırılmış şekilde dizilmiş domino taşlarından en tizleri ve derinden gelen up-dum-up-dum bas küçüğüne bir fiske vururken gördüm." sesleri ile titreşen geniş vitrin camlı odaevimde, neden insanların burada uzun süreli *** kalamadığını anlıyorum. Herkes gece hayatına akarken benim uykuya dalmam imkansız. "Fransa'dayım. La* France. İsmi de kendi gibi feminen. Aşk kokan ülke. Aşkı anlatan ülke: Pays de l'amour! Durun bir dakika ya! Ben! Gölge! Sessizliği ile güçlü! Yok oluşuyla var olan! Ezilen/tecavüz/taciz edilen/dövülen/öldürülen kadınların sesi olan Gölge! Ve aşk? Ancak bir Allende kitabında bir araya gelebilecek iki isimiz: De Amor y de Sombra: Aşktan ve Gölgeden... Ama Fransa'dayım. Üstelik Paris'teyim. İki büyük gece kulübünün bulunduğu caddeye çıkan bir sokakta kocaman bir vitrini olan ama hiçbir dükkan dikiş tutturamadığı için ev olarak kiraya verilen bir yeri kiralıyorum. Köşede bir mutfakçık. Bir duvar yerden tavana kadar cam
Perdeleri kapatmadan kendimi neon ışıklarının hengamesine kaptırdığım bir gece, kocaman vitrin camımın önünden bir siluet geçiyor. Bir mumya. Bütün vücudu sargılarla kaplı bir adam. Yüzünü göremiyorum ama boyunun, posunun, omuzlarının endamından erkek olduğu belli. O an playlistimde çalan şarkı bana şaka yapıyor sanki: Viens dans ma vie j'ai envie d'etre aimée de toi... Üst üste üç gece sanki kedi sessizliğiyle cadılar bayramı kostümü gibi sargılarıyla camımın
26
27
önünden geçen Mumya için, dördüncü gece kapımı kilitsiz bırakıyorum. Ben yatağımda uyuyakalmış rolü yaparken, o, usulca kapıdan içeri süzülüyor. Merak kediyi öldürür derler, ben tam 'Meraktan eve hırsız aldım eyvah!' diye düşünürken, benim hırsız mumya, gelip yatakta yanıma uzanmasın mı! Uyanmış rolü yapmama gerek yok. Uyumadığımı biliyor. Onu beklediğimi de... Paris... Le* Paris... Fransa ne kadar feminen ise, Paris o kadar maskülen gözümde. Gölge ve Aşk: L'Ombre et de L'Amour... Bir arada!”
Sargısını çözdüğüm sağ eliyle dudağıma dokunuyor: 'Silans' diyor; sessizlik... Yüzündeki sargıları çözmeme izin veriyor. Biraz da omzundakileri. Ama sonra elimi tutuyor, durduruyor beni. Elimi kalbinin üzerine koyuyor. Kalbi hâlâ atan bir mumya. Benim kalbim ise heyecandan durmak üzere... Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde / memelerin vardı memelerin kahramandı sonra” "Eee daha sonra?"
"Bir şeyi atladın" diyor Lisbeth Salander. O benim kadim dostum ve iş ortağım. İsveçlidir. Ben Fransa'dayken o da memleketine gitmişti ama sonra onu, bir cenaze icin apar topar Paris'e çağırmak zorunda kaldım.
"Sonrası iyilik güzellik demiş şair... Cemal Süreya'dan daha açık sözlü olacak halim yok ya! Ben Mumya koydum gizli adamımın ismini. Çoğu geceler kapımın önünden seğirtip geçiyor ama kapıyı onun için açık bıraktığım geceler...
"Neyi atlamışım?" diye soruyorum.
Yoksuluz gecelerimiz kısa / dörtnala sevişmek lazım
"Aşk şehri olan Paris. Fransa'ya 'Pays de l'amour: Aşk ülkesi' dendiğini hiç duymadım. Pek bir kaba oldu."
"Onu anladık! Neden sargılı gezermiş peki kalbini çalacak kadar yakışıklı bu adam?”
"Şimdi duydun işte! Bölme de dinle!"
"Ben hiç yakışıklı demedim ki! Keldi, saçları da nasibini almıştı yangından ama güzeldi işte. Dışarıdan değil içeriden..."
"Eee sonra?" Touch my heart / unveil my soul / feel the woman / hiding beyond...
"Yangın mı? Ne yangını?"
Usulca yanıma uzanıyor. Ben heyecandan nefesimi tutarken, bu şarkıyı kim söylüyor diye sormaz mı! Heyecanımı bastırıp cevap veriyorum. Can Gox ve Gülce Duru diyorum. Bu şarkıyı Whitney Houston söyleseydi, filmde Kevin Costner ona aşık olsaydı ve film Hollywood yapımı olsaydı bu şarkı hit olurdu diyor. Dünya ikimiz için yaratıldı / üç milyar insan iş olsun diye geldi yeryüzüne diyeceğim o anda. Le monde diyorum, pour toi et pour moi.
"Benim Mumya, bir kazada yanmış. Kaç kere ameliyat oldu ise vücudundaki izler bir türlü tamamen kaybolmamış. Sargılarını tamamen çözmeme asla izin vermedi zaten...” "Peki sonra n'oldu?" "Bir öğleden sonra kiramı yatırmak için bankada beklerken, merdivenlerden lacivert takım elbiseli, tam benim Mumyamın eninde ve boyunda yapılı kel bir adam indi. Dikkatli bakınca sol elinin benim Mumyam misali sargılı olduğunu gördüm. Sonra müşterisiyle
28
ilgilenmek için bana yüzünü döndü... Gözlerin gözlerime değince / felaketim olurdu ağlardım
bakışların arasında yürürken kendini süper bir kahraman kadar özgür ve mutlu hissediyormuş...
Gece kulüplerinin olduğu caddeden benim oda"Delirip üzerine atlamadın mı yalancı pislik diye evimin sokağına saptığı bir gece beni görmüş. Perdelerim açık kitap okuyormuşum. Sonra bağırarak?!" kapımı kilitlemediğim o gece..." "O kalabalıkta bir bankada mı? Tabii ki hayır. "Tamam tamam. Orasını biliyoruz!" Hemen ayrıldım oradan. Hem ağladım, ağlarken koştum, koşarken ağladım. Hava "O uyurken mermer gibi şekilli vücudunda kararır kararmaz çıktım evden. Daha önce hiç ellerimi gezdirdim. Yer yer heykel ustasının gitmek istemediğim gece kulüplerinden birine acemiliğine denk gelmiş gibi görünen, koştum. Bildiğim iki Fransızca şarkı sözünden çocukluğundan kalma yanık pürüzlerine denk birini, gördüğüm ve Mumya kılığında gezmeyen gelse de parmaklarım, anneme ve yüzlerce ilk erkeğe söyleyecektim sinirimden: Voulez kadına eziyet ettiklerinden dolayı, asla sevgiyle vous coucher avec moi?" ve hazla dokunabildiğimi hayal etmeyi kendime yediremediğim bir erkek bedenine bu kadar "Ce soir demeyi de unutmasaydın!" yumuşaklıkla dokunabileceğim... Asla aklımın "Diyemedim. Ağlamaktan içkimi bile içemedim. ucundan geçmezdi... Her renkten, her ırktan, her cinsten insan gırtlağına kadar müzik ve dansa batmışken, ben Kendimden utandım. Sonra kendime güldüm. Sonra gülmeyi de, utanmayı da bıraktım. koşa koşa kulüpten çıktım ve oda-evime Akışına, gidişine, süzülüşüne bıraktım kendimi döndüm. Vardığımda kapıda beni bekliyordu." ellerimin... "Vursaydın kafasına çantayla!" Şiddetin ne hoş ne güzel şefkatin / sevdikçe "Vuramadım. Ona bildiğim öteki Fransızca şarkı sevesim geliyor sözünü söyledim: Si tu savais combien je O gecenin şiddetiyle yanlışlıkla benim oda-evin t'aime!" bir duvarını yıkmışız. Meğer orası duvar değil, "Salaksın!" benim odayı kocaman bir depodan ayıran tahta "Aşıktım... O gece bütün sargılarını çözmeme bölmeymiş. Bir oyuncakçı deposu. Kim bilir ne müsaade etti. Öyle güzeldi ki… Yanık izleriyle zamandan kalma, poşetleri bile açılmamış beraber. Evet aslında bir kez yanmıştı. Ama çocukken. Tüm bedenini sargılamışlardı uzunca yüzlerce oyuncak!" bir süre. Yaralı haliyle saklanabildiği ve sargı bezinden de olsa özel bir kıyafeti olduğu için "Sonra?” çocukluğunun o döneminde kendini süper kahraman gibi hissettiğini anlattı ve “Sonrası öldü işte. Seni onun cenazesine büyüdükçe, çocukken kendine nasıl bir güven çağırdım.” hissediyorsa, yine aynını hissedebilme arzusu ile gündüz normal kravat-ceketle işe giden 195 "Ne! Beni İsveç'ten getirten sevdiğin adamın boyunda kel bir adam, geceleri kendini sargılayıp sokaklarda gezen bir mumya cenazesi miydi? İnanmıyorum... Her şey o kadar olmuştu. Elimde değildi, diyor. O şekilde hızlı oldu ki... Telefonda bana, aşık oldum, kalabalıkların içinden geçerken, şaşkın
29
"Hayır yalandan! Tabii ki gerçekten. Hiç yapmadık... Yani yan yana uyuduk... Sarıldık... Ama hiç sevişemedik..."
sana anlatacağım ama önce bir cenazeye katılmamız gerek dediğin zaman... Sanmıştım ki... Huzur içinde uyusun... Ben... Ben onunla tanışmayı çok isterdim..."
"Ama ya Cemal Süreya? Ya dörtnala? Ya şiddetin ne hoş?"
"Ben de ölmemesini..."
"Bilmem. Onu böyle hatırlarsam daha romantik olur diye düşündüm herhalde."
"Özür dilerim... Öyle demek istememiştim..." "Boş ver. Geldiği gibi gitti Mumyam... Sessizce... Bana, bulduğumuz bir depo oyuncağı kimsesiz çocuklara dağıtmamı vasiyet etti. Hadi yapacak çok işimiz var!"
"Hey Allahım ya! Ne kadınsın! Tamam da, duvarı nasıl yıktınız?" "Gece gece futbol oynarken!..."
"Bu arada... Sormamda sakınca yoksa... Mumya neden öldü?" "Prostat kanseriymiş... Son safha... Çok canı yanarmış son zamanlarda. Tüm o iğneler ve ışın tedavisi filan... Bu mumya kıyafeti biraz da çektiği acıları kamufle etmek içindi sanırım... Son günlerinde mutlu oldu umarım yanımda..."
*La: Fransızca'da eril-maskülen/dişil-feminen olarak ikiye ayrılan kelimelerin dişil olanlarının başına gelen ek (article défini).
"Nasıl yani? Kanser mi..."
*Le: Fransızca'da eril-maskülen/dişil-feminen olarak ikiye ayrılan kelimelerin eril olanlarının başına gelen ek (article défini).
"Evet..." "Peki ama siz_" "Evet biz."
(İtalik yazılmış tüm satırlar şarkılardan ve şiirlerden alıntıdır...
"Yani siz hiç?" "Evet hiç." "Gerçekten mi?"
Bu hikaye, Death of a Superhero (Ian Fitzgibbon, 2011) filmini izledikten sonra gördüğüm rüyadan yola çıkılarak yazılmıştır...)
30
Karanlık Mezbaha Yazan: Mümin CAN İllüstrasyon: Mehmet Kaan Sevinç
Sessiz karanlığa asılı iki bembeyaz melek, Hareketsiz kanatlarında cam misali bir buğu, Çürüyorlar kadim kent Babil'i dinleyerek, Şeffaf yüreklerinde çölün gece soğuğu… Ağıyor düzlüklerden kemik kaplı ölümler, Enki'nin nehirleri suluyor mezarlığı, Melekleri bilmeyen yüzü kavruk köylüler, Bekliyorlar göklerden kutlu hükümranlığı… Marduk çeker yayını, ok fırlar göğe doğru, Babil kükrer bir aslan nasıl kalkarsa şaha, Bir büyücü ayırır tılsımlardan uğuru, Çöl o dem oluverir bir karanlık mezbaha…
31
TEFRİKA - II YAZAN
İLLÜSTRASYON
Yasin YAVUZ
Hamide AYDIN
Saat sekizi geçmeye başladığında, Alp Kain bürosunun kapısını itti. Elinde, dün gece olay yeri inceleme ekibinin çektiği fotoğraflar vardı. Kararlı adımlarla ilk kurbanın fotoğraflarının bulunduğu panoya doğru yürüdü. Elindeki fotoğrafları da onların yanına yapıştırdı. Odasında giderek artan bir panik havası vardı. Bunun nedeni, çağrısı saat yedide yapılan acil durum toplantısından başka bir şey değildi. Alp Kain'in odasında, yardımcısı Ahmet Ersoy, adli tabip Ali Akça ve adli psikiyatr Suna Özay vardı. Herkes Kain'in saldırgan halinin farkındaydı ve kimse soru sormuyordu. Aç bir kurt gibi avını arıyordu. Kimse ondan bu tavrı bırakmasını beklemiyordu; ona gücünü veren şey de buydu çünkü.
- Evet. Ta kendisi. - Kaç yaşındaydı? - Kırk beş. Suna, belli belirsiz bir tonda sordu: - Cesedi nerede bulundu? - Devlet Tiyatrolarında. Aynı ritüel. Sahne. Işık. Deri ve kemik çılgınlığı. Her şey birebir aynı. Doktorun soruları artık mekanik bir hâl almıştı. Kontrolden çıkmış, programlanmış bir test cihazı gibiydi sanki. Sorularına devam etti: - Çevre soruşturması? - Hiç tanık yok.
- İkinci kurbandan bahsetsene, diye başladı söze Suna.
- Kamera kayıtları? - İlkinden pek bir farkı yok. Ayrı düştükleri noktalar çok az.
- Görünürde bir şey yok. - Güvenlik görevlisi? Herhangi bir sorumlu?
- Mesela? - Mesleği. İlk kurban iş adamıydı. İkincisi ise tıbbi cihazlar üreten bir firmanın müdürü.
- Maalesef, hiçbir şey görmemişler. - İçeriye girmeden önce büyük bir titizlikle araştırma yapmıştır, diye bir tahminde bulundu Ahmet.
- Adı ne? - Mikail Memmedov. - Azerbaycan Türkü mü? Şu ünlü firmanın müdürü mü yoksa?
- Cesedi oraya başka türlü sokması çok güç, diye destekledi Ali.
32
33
oradakilerin yüzüne bile bakmadan sordu:
Ahmet, Kain'e baktı.
- Sizin düşüncenize göre onu böyle
- Öldürürken ne umuyordu acaba?
davranmaya iten şey ne? Alp Kain oturduğu sandalyeden kalktı. - Öfke, diye söze başladı Akça. Katıksız,
Dolmakalemiyle tahtaya, fotoğrafların üzerine
salt öfke. Kurbanlarına, ölene dek büyük bir
vurdu.
titizlikle, en ince ayrıntılarına bile dikkat - Öldürmekte önemli olan ne umduğu ya
ederek işkence yapıyor. Bu işkence, gelişigüzel
da ne aradığı değil, ne bulduğuydu. Bana
bir şey değil, kesinlikle değil. Çamur yiyip,
kalırsa soruşturmamızın odak noktası bu soru
çiçek tükürüyor. Özenle açtığı yaralar, acı dolu
olmalı. Katil işlediği cinayetlerde ne
bağırışlar, korku dolu bakışlar ve diğer ürkütücü
buluyordu?
şeyler, onda, rahatlatıcı, mutluluk veren bir şeylere dönüşüyor. Burada anlatmak istediğim
- Güç, dedi Suna kendinden emin bir
bir değişim değil, dönüşüm. Kafka'nın Samsa'sı
duruşla.
gibi… Ali, adli tabip, bir saptamada bulundu. Akça sustu. Sonra, kısa bir an masayı süzdü, anlattıklarının karşı taraftaki yankısını
- Belki de adalet. Ama güce bağlı bir
anlamaya çalıştı. Akça, dudakları kupkuru,
adalet.
devam etti: - Tanrısal bir şey mi? diye sordu Ahmet. - Her şeyi bir bütün olarak ele alırsak, - Evet, dedi Akça, Tanrısal bir şey.
ortaya çıkan sonuç şu: Onların kimliklerinden
İnsanların cezalandırıyor, onların ölümüne
nefret ediyor.
karar veriyor. Bu onu güçlü kılıyor. Olamaz mı? Ahmet yeni bir soru sordu: - Mümkün, dedi Kain, yaklaşıyoruz. - Kimlikleriyle ne alıp veremediği var ki?
Ancak eksik bir şeyler var hâlâ. Onun yolculuğunu tamamlamasına izin vermemeliyiz.
- İyi soru. Onları hak etmediğini ya da doğru taşımadığını düşünüyor olabilir, diye
- Ne yolculuğundan bahsediyorsun? diye
açıkladı Alp Kain.
sordu Ahmet.
- Çok doğru, diye onayladı Suna. Onları
- İşleyeceği her cinayetle kendisinden bir mil daha uzaklaşıp, kendi içinde yarattığı
sergilediğini de düşünürsek, onların kötü
tanrıya doğru yükselecek. İnan bana, oraya
yanlarını biliyor ve belki de gerçek yüzlerini
ulaştığında peşinden gitmek istemezsin.
gösteriyordur. Ahmet atıldı:
Ahmet, koyu renk gözlerinin ardında, gözleri Kain'e çivilenmiş, donup kalmış gibiydi.
- O zaman kurbanlarını tanıyordu. Yalan
Buz gibi bir sesle konuştu:
söylediklerini biliyordu ve gerçekleri açıklamak - Beni hiç korkutmuyor bu.
için farklı bir yol izledi.
Kain, onayladığını belirten bir baş hareketi
Alp Kain, Ahmet'i umursamayarak,
34
Alp kendine bir sandalye çekip Suna'nın yanına oturdu.
yaptı. - İki kurbanın da hayatı didik didik incelenmeli. Mutlaka ortak bir yön vardır. Bu işi sana veriyorum. Hızlı bir şekilde halletmeye bak, hemen!
- Sinirlerim tıpkı uçuruma gerilen bir ip gibi. İnce, zarif ve çok fazla gerilmiş… Bunu kontrol edemiyorum. - Uzun sürüyor mu?
Kain'in sesinde daha önce hiç duyulmamış bir saldırganlık, bir öfke vardı.
- Anlamadım? - Gerginliğinden bahsediyorum, uzun sürüyor mu?
- Elimden geleni yapacağım, diye yumuşak bir şekilde karşılık verdi Ahmet. - Bundan bir şüphem yok.
- Genellikle, kısa sürüyor.
- Bir şey bulursam haber veririm.
Suna göz kırptı. - Bu iyi işte. Kısa şeyler, erken biterler. Bu açıdan şanslı olduğunu düşünüyorum.
Ahmet çıkarken kapıyı kapattı. Alp Kain panik içinde odayı turladı. Diğer uçtan Akça'nın yanına geldi.
- Bir hastalık mı bu?
- Doktor, dedi, otopsi raporunu istiyorum, hemen! Bu iş gereğinden fazla uzadı ve giderek daha da tehlikeli olmaya başlıyor. Buna bir son vermeliyiz. Beni anlıyor musun?
- Tam anlamıyla, değil. Kain, şüpheyle yaklaştı: - Açık konuş.
- Elbette, anlıyorum.
Doktor konuşmadan önce doğru sözcükleri seçmek adına bir an duraksadı, sonra:
Alp kapıyı gösterdi: - O zaman, iş başına! Adli tabip apar topar masadan kalktı ve odayı terk etti. Alp Suna'ya baktı. Ona verebilecek bir görev düşündü ama bulamadı. Bir anda Kain buraya aslında akıl danışmak için çağırdığını anımsadı. Çektiği ıstıraptan bahsedip, hastalık şüphesinden söz edecek ve bu durumdan nasıl kurtulacağını sormak istiyordu.
- Sorunları kendine görev olarak yüklüyorsun, Alp. Senin sorunun bu. İçinde bulunduğun sorunu hemen çözemezsen, bir can almışsın gibi hissediyorsun. Kain fütursuzca omuz silkti: - Öyle değil mi? - Pek sayılmaz. Yani senin elinde olan bir şey değil bu. Elinden geleni yapıyorsun ve…
- Bir sorunum var. - Bunu biliyorum.
- Birileri ölüyor. O zaman elimden geleni yapmış olmuyorum.
Kain asabice bir kahkaha patlattı. - Çok mu belli oluyor? - Hem de nasıl! Çok fazla gerginsin…
Doktor, Alp Kain'in umutsuz tavrını önce gülümseyerek karşıladı, sonra:
35
tuttuğu notları dosyasına ekleyip, hepsini çantasında topladı. Kestane rengi saçlarını siyah paltosunun arkasına attı. Âdet yerini bulsun diye tokalaştılar ve Kain koskoca oda içinde tek başına kaldı.
- Başarı her zaman pozitif sonuç almak değildir, dedi. (Omuz silkti.) Böyle bir kuraldan haberim yok. Kendini bu gerginlikten kurtarabilirsin. - Nasıl?
Kain karmaşık duygular içindeydi. Bir yandan bu duygulardan dolayı mutluydu. Suna daha önce hiç evlenmemişti. Onun gibi… Ayrıca, kendisine iyi geldiğini düşünüyordu. Yumuşaklıktan uzak, sert duygularını törpüleyebilirdi belki. Birden silkindi. Ne yapıyordu? Gerçekten aklına getirmiş miydi bunu? Onun için evlenmek, şimdiye kadar yapılmış tüm çılgınlıkların anasıydı. Başka bir deyişle, miladı… Aklına böyle çılgınca şeyler geldikçe, hiçbir zaman gerçek bir polis olamayacağını düşünüyordu. Kain'e göre gerçek bir polis, seçilmiş olandı. Bir başkası tarafından. Yalnız ve seçilmiş… Ve biri onu seçmişti. Neden onu, bir başkasını değil?
- Kendine karşı çok soğuksun. Acımazsın. Biraz sıcak davran ve genleşmeye izin ver. Hepsi bu kadar… - Sonuç verir mi? - İnan bana sinirlerimiz elektrik tellerinden daha hassaslar. Biraz sıcaklık, onları kendine getirmek için yeterli. - Teşekkür ederim. Bunu deneyeceğim. - Gerçek anlamda denersen, kurtulursun. - Ya kurtulamazsam? - O zaman ümitli konuşmak çok zor. Yıllar süren seanslar, anti depresanlar… Bunlar çok yorucu ve daha çok sinir bozucu olabilir. Hâlâ bir şansın var. Üstesinden gelebilirsin.
Kain cep telefonunu çıkartı ve yardımcısının cep telefonunu çevirdi, sonra Ahmet'in boğuk sesi kulaklarında toplandı.
- Bu konuda benden daha inançlısın.
- Alo?
- Senden daha kötülerini gördüm çünkü.
- Neler buldun?
- Sahi mi? - Elbette. Umutsuz bir insan için dünyanın en ağır vakası kendisinden başkası değildir. Alp Kain dakikalar sonra ilk defa güldü ve ayağı kalktı. Doktor da eşlik etti ona. Kain elini uzattı.
- Maktulün iş yerindeyim. Burada bir şenlik havası olmasa da, yas havası da yok. Sıkıcı ofis ortamı. Buradakiler, nasıl desem? Birer birer robot gibiler. Sürekli çalışıyorlar. Ama herif için iyi şeyler söyleniyor. Dürüst. Yardımsever. Ve aklına gelebilecek baş harfi büyük tüm güzel kelimeleri de kullanıyorlar onun için. Senden ne haber?
- Teşekkür ederim. Her şey için. Suna gülümsedi. - Benden memnun olman güzel. Bir doktor için… mutluluk veren bir şey bu. Kain başka bir şey söylemedi. Doktor da başka bir şey sormadı. Bugünkü toplantıda
- Karısıyla konuşacağım. - Ah, evet. Bir gelişme olduğunda haberleşiriz. Yanıt vermeden, telefonu kapattı. Mesleği kaba bir insana dönüştürmüştü onu. Gri ve iç karartıcı bir hava vardı gökyüzünde. İkisinin de farkındaydı, ikisine de aldırmadı.
36
PAPRİKA ANİME İNCELEMESİ Olca KARASOY olcakarasoy@gmail.com
yansıtmayı en çok sevdiği anlatımlardır.
David Lynch anime yapsa nasıl olur diye hiç düşündünüz mü? Sinema dünyasında anlaşılması zor bir dâhidir Lynch. Lynch filmi olduğunu bilmediğiniz halde izlediğiniz bir filmin ona ait olduğunu kolayca anlayabilirsiniz. Özellikle sinema yazarlarının ve sinema incelemelerine bayılan izleyicilerinin en sevdiği yönetmenlerden birisi olmasının bir sebebi de bolca izleyiciye alt okumalar sunmasıdır. Lynch'in esrarengiz karakterler ve ögelerle süslediği filmlerini özellikle gizem – gerilim – psikoloji meraklıları büyük ölçüde severler. Düş ve gerçeklik arasındaki çizgi, akıllılık ve delilik arasındaki karmaşa Lynch'in
Başta sorduğum sorunun cevabını merak edenlere Satoshi Kon'un animelerini izlemelerini öneririm. Çünkü Kon'un animelerini izleyince, David Lynch anime yapsa anca bu olurdu diyeceksiniz. Lynch'in filmlerinden alışık olduğumuz zihnin-rüya karmaşasını Satashi Kon animede seyircisine sunmuş. Perfect Blue, Tokyo Godfathers, Millennium Actress gibi efsane animelerin yönetmeni Satoshi Kon, Paprika isimli anime ile de saygınlığını ve başarısını bir kez daha kanıtlamıştır. Yalnız ne yazık ki Kon 24 Ağustos 2010 yılında henüz 46 yaşındayken aramızdan
37
ayrıldı. Yaşasaydı kesinlikle bugün Miyazaki ile
TheLongestJourney adlı oyununda ve Sword Art
“en iyi anime yönetmeni” kimdir konusunda
Online animesinde de kullanılmıştır. Zaten
yarışıyor olurlardı. Ayrıca belirtmek isterim ki
“rüyaların ve bilinçaltının kurcalanması”
Satoshi Kon animeleri Avrupa - Amerika tarzı bir temasını, psikolojik yönü ağır basan ve genel anlatıma sahiptir. Satoshi Kon sizi Miyazaki gibi bir kimlik karmaşasının söz konusu olduğu film, kültürel anlatıları anlamakla uğraştırmaz. Onun oyun ve animelerde sıkça görüyoruz. amacı izleyiciyi düşler ve gerçekler dünyasında Anime, sirk sahnesi ile başlar. 29 yaşındaki
gezintiye çıkarıp, algılarını zorlamaktır.
Dedektif Kogawa'nın rüyasında bir sirkte Rüyalar Alemine Girmeye Hazır mısınız? İşte
olduğunu ve rüyanın bir kâbusa dönüşmesini
karşınızda: PAPRİKA
görürüz. Konu dışı olacak ama sirk sahneleri özellikle korku, gerilim, psikolojik filmlerinde
Paprika, 1993 yılında yayımlanan Yasutaka
bolca karşımıza çıkar. Her ne kadar kuklalar ve
Tsutsui'nin aynı isimli romanından
palyaçolar, eğlence aracı olarak görünse de
uyarlanmıştır.Yönetmenliğini David
aslında insanların maskelerin altındaki korkunç
Cronenberg'in yaptığı 1999 yapımı eXistenZ
kişiliklerini gizlemek için sıkça kullanılan
filmi ile benzerliği sürekli dile getirilir.eXistenZ
unsurlardır. Freaks (1932) filminin de bu algının
filminde bir oyun şirketi oyuncuların
oluşturmasında büyük etkisi olsa gerek. Son
vücutlarına bağladıkları taşınılabilir bir aygıt
olarak American Horror Story Freak Show'da da
(bir nevi oyun konsolu) ile oyuncuların uykuya
bu olgunun hâlâ geçerli bir korku ve gerilim
dalarak oyuna girmelerini sağlamaktadır.
algısı oluşturmaya devam ettiğini görmüş olduk.
Satoshi Kon animenine XistenZ filminden “esinlenmediğini” doğrudan doğruya“kitaptan
Psikiyatri Araştırma Vakfında çalışan bilim
uyarlandığını” üstüne basarak belirtmiştir.
adamı Tokita Kosaku tarafından desteklenen ve
Benzer bir konu Inception filminde, Dreamfall:
hastaların daha iyi tedavi edilebilmesi için
38
onların rüyalarına girip, rüyalarını kayıt etmeye yarayan “DC mini” isminde üçadet makine üretilmiştir. Test aşamasında olan DC Mini aracılığı ile Psikiyatrist Doktor Chiba Atsuko, Paprika isimli 18 yaşındaki bir rüya karakteri ile insanların rüyasına girerek onları tedavi etmeye çalışmaktadır.
Vakfın başkanı, DC minilerin üretildiği ilk günden beri makineye karşıdır. İnsan zihnine girmenin faydadan çok zarar getireceğini söyler. Vakıf başkanı “Bilim ve teknoloji üretmek ve geliştirmek insanoğlunun sorumluluğunda olduğu gibi kontrol etmekte insanoğlunun sorumluluğundadır. DC mini rüyaları ele geçirmekte. Rüyaları bir başkasına sunmak yani ele geçirmesine müsaade etmek aşırı güven gerektirir. Aşırı güven de zayıflığa yol açar” demektedir. Diğer psikiyatrlar ise hastalarla daha derin bir bağ kurmak için makinenin gerekli olduğunu iddia ederler. Paprika'ya göre bu makine sayesinde ruh bedenin sınırlarından
kurtulacak ve sınırsız özgürlük kazanacaktır. DC miniler vakıftan birisi tarafından ansızın çalınır. Cihazlar henüz şifrelenmediği için makineyi çalan kişi herhangi bir yerden bir psikoterapi makinesine bağlanabilecek ve makineye bağlı zihinlere girebilecek, böylece zihnine girdiği kişiye istediği rüyayı gördürebilecektir. Bu da zihnine girdiği kişinin başına her türlü belayı açabileceği gibi düş ve gerçeklik arasındaki çizgiyi ortadan kaldırarak büyük bir kaos yaratabilecektir. Dr. Atsuko, DC minileri çalan kişinin bir süredir ortadan kaybolan Dr. Tokita'nın araştırma asistanı Himuro olduğundan şüphelenir. Himuro'nun peşine düşen Dr. Atsuko dışında Laboratuvar'da çalışan herkesin sinir sistemine girilir ve uyanıkken rüyalar görmeleri sağlanır. Tabii ki görülen bu rüyaları DC minileri çalan kişi yönetmektedir. Dr. Atsuko, araştırmacıların zamanla akıl sağlıklarını yitirdiklerini görünce çalınan DC minilerin insanların zihinlerini yok etmek üzere kullanıldığını anlar. Himuro'nun da aslında bir kurban olduğunu fark eden Dr. Atsuko asıl suçlunun peşine düşerken Paprika ile kendi kişiliği arasında bir mücadeleye girecek, Dr. Tokita'nın kendisi için önemini anlayacaktır. Anime, görsel olarak oldukça renkli ve canlı.
39
Hatta renk cümbüşü izleyicinin gözünü yorabilir. Türdeşlerine göre oldukça hareketli bir anime ki sanırım bu da animenin yönetmeninin Satoshi Kon olduğunun göstergelerinden bir tanesi. Anime adeta izleyiciyi çılgın bir rüyanın içine sürüklüyor, o çılgın rüya daha sonra kabusa dönüşüyor. Psikolojik yaklaşımları oldukça etkileyici olan anime,“neden sonuç” ilişkisini de tutarlı bir biçimde işlemiştir. Anime, psikolojik değinmeleri ile Sigmund Freud'a da bir selam göndermiş. Perfect Blue animesinde olduğu gibi hayal ve gerçek sıklıkla birbiri içine giriyor. Biraz da bu sebepten dolayı büyük bir dikkatle izlenmediği sürece akışına yetişilemeyecek bir anime olduğunu da belirtmeliyim.
kapanış parçası "The Girl in Byakkoya - White TigerField", 79. Akademi Ödülleri'nde "En İyi Özgün Müzik" kategorisinde Oscar aday adayı oldu. Ayrıca ünlü besteci Susumi Hirasawa'nın “Parade” isimli parçası da oldukça etkileyici ve animenin atmosferine seyirciyi çeken başaralı bir parça. Paprika, 79. Akademi Ödülleri'nde de "En İyi Animasyon Film" kategorisinde Oscar aday adayı oldu.
Yazıyı bitirmeden önce bahsetmek istediğim bir diğer nokta ise Dr. Atsuko'nun kimlik bunalımı. İlk bakışta kendinden çok emin, büyük bir özgüvene sahip profesyonel bir psikiyatr olan karakter, rüyalar âleminde bir nevi taht kuran Paprika isimli bir ide yani bilinçaltına sahiptir. Bu id bizim gördüğümüz Atsuko karakterinden tamamen başkadır. Atsuko şık takımlar içinde, Paprika animesi, CGI Computersakin, nazik bir karakter iken Paprika kot generatedimagery ve el çizimleri ile birlikte pantolonu ve t-shirtü ile çok rahat, doğal ve hazırlanmış. Özellikle el çizimleri yapıma doğal hareketlidir. Animeyi izledikçe sınırları olan ve ve etkileyici bir hava katmış. Çizimleri oldukça asıl karmaşayı yaşanın Paprika değil Dr. Atsuko yumuşak, günümüz animelerinden farklı olarak olduğunu anlarız. Paprika animesi bir nevi Dr. daha insancıl, karakterleri klasik animelerdeki Atsuko'nun bilinçaltını keşfetme yolculuğudur. gibi daha gerçeğe yakın. Animeyi izlerken Dr. Atsuko ile seyircide düşlerini sorgulamaya başlayacak ve kendi Müzikleri de oldukça başarılı olan animenin içindeki Paprika'ya ulaşmaya çalışacaktır.
40
41
Yeni akım çizgi roman dergisi
YABANİ Ahmet YÜKSEL 2016'nın ilk günü Facebook sayfamızdan duyurmuştuk arkadaşlarımızın yepyeni bir dergi üzerinde çalıştıklarını. Bilindiği yeniden çizmek mi yoksa yeni bir çizgi roman dili arayışı mı?
Kunter ve editörlerinden Galip Dursun'la Yabani'yi konuştuk.
“Alan Moore seksenlerin sonunda çizgi roman yazarken çizgi romanların farklı bir anlatım dili oluşturması gerektiğini fark etmiş ve kendi deyimiyle “filmi çekilemez” çizgi romanlar yazmaya başlamıştır. From Hell, LoEG, Watchmen gibi birçok eserinin sinemaya uyarlandığını görsek de bunların adı üzerinde uyarlama olduğu su götürmez bir gerçek.” diye başlayan Yabani'ye yayın hayatında uzun bir yolculuk diliyoruz. Biz de Gölge e-Dergi olarak Yabani'nin Genel Yayın Yönetmeni Devrim
Devrim Kunter: Geçen yılın sonlarına doğru üç beş arkadaşla 'bir çizgi roman dergisi yapalım, internetten de satışını yapalım' diye konuştuk. Sonra dedik 'sadece çizgi roman olmasın, iyi yazar arkadaşlarımız da var, aralara öykü koyarız, yazarlarla çizerleri eşleştiririz' çünkü zaten öyle bir sıkıntımız var. Adam iyi çizer ama yazar değil, adam yazar ama çizemiyor; işte biz bunların yan yana getirip bu birliktelikte daha güzel şeyler üretilebilir diye düşündük. Sonra bir grup kurup oradan yazışmaya başladık. İlk başta biraz el yordamı
GÖLGE: Nasıl oluştu Yabani?
42
gitti işler. Yazarlara 'elinizdeki iyi hikâyeleri verin çizer arkadaşlara bir okusunlar' dedik ve böylece başladık. Sonra Özgür Yıldırım ve Galip Dursun 'Abi bunu niye basılı yapmıyoruz!' dedi, 'Olabilir' diye konuştuk. Galip Dursun: Okubi sitesi vardı, sen de Seyfettin Efendi'yi oradan zaten okura sunuyorsun. Devrim Kunter: Evet, orası var ama bizim için yeterli değil. Zaten yeni bir derginin neler yapabileceğini görmeden de kimse o dergiyi bir platforma almak istemiyor. Bizim amaçlarımızdan biri de yazar çizerlerimizin yaptıkları işten para kazanması. Memlekette dergi çıkartıyorlar, telif ödemiyorlar. Galip Dursun: Türkiye koşullarında yayıncılıkta esas yayıncının kazanması, bizde de Devrim kazanacak parayı… (gülüşmeler) Devrim Kunter: Dijitalden basılıya geçme kararı aldığımızda yazar çizer arkadaşlarımız da işi daha sıkı tutmaya başladı. Biz de 'dergiye editör de alalım, gelen hikâyeleri seçip çizerlerin yeteneklerine göre paylaştırsınlar' dedik. Şu anda böyle yapıyoruz. Gelen öyküleri seçip çizerlere veriyoruz. İlk sayıda Galip'in öyküsü bu eşleştirme ile çok güzel oldu. Galip Dursun: Evet, çok yetenekli genç bir
arkadaş. Ayşe İrem Aktaş. Öyküyü de çok iyi toparlamış. Devrim Kunter: Ayrıca çok da hızlı çalıştı. Genç arkadaşlar hızlı çalışıyor. İşe güce düşen arkadaşlar mecburen, geçim gailesi, işleri biraz aksatıyorlar. Galip Dursun: Genç çizerler heyecanla coşkuyla götürüyor işleri. Çizerliği meslek edinmiş, yıllardır bu şekilde para kazanan arkadaşlarımız ise daha yavaş çizip bir de yaptıkları işleri beğenmiyorlar. Ama ben çıkan sonuçtan çok memnunum. Devrim Kunter: Editöryal sorunu aştıktan sonra kısa zamanda ilk sayıyı toparlayıp yayınladık, ikinci sayıyı da toparladık. Üçüncü sayı da toparlanıyor. ÇİZGİ ROMAN AYRI BİR MEDYA GÖLGE: 'Yeni Akım Çizgi Roman' dendiğinde ne anlamalıyız? Galip Dursun: Bu soru ters bir yere gidiyor aslında. Yeni akım çizgi roman değil bu. Bildiğimiz sert çizgi roman. Mizacı itibari ile Yabani olan bir çizgi romandan bahsediyoruz. Alışılanın tersine bir çizgi var ortada. Devrim Kunter: Yeni akım çizgi roman diyorum ki farklı olduğu anlaşılsın. Aslında bunun ilk
43
oluşturdu çizgi romanlarında ve bu anlatım dili çizgi romanın edebiyattan ve sinemadan farkını ortaya çıkartan ve keyif veren kısmı. Bunu kullanmadığınız sürece yaptığınız çizgi romanın bir esprisi de yok bence. Bizdeki çizgi romana uyarlanan romanlarda da problem var. Yazarın blok bir yazısı alınıyor, yanına da tek resim sonra yine bir blok yazı ve yine tek resim. Bu hikâyeyi resimlemek oluyor. Hikayeye illüstrasyon yapmak oluyor. Temelinde çizgi GÖLGE: Yeni akım çizgi roman dergisi Yabani. roman olmuyor. Çizgi romanın kendine göre bir Çizgi roman ne demek Yabani'de? Yeni bir akışı olacak. Jodorovski'den de burada bir alıntı tanımınız var mı? yapalım o da çizgi roman yapar bilirsiniz. Dune'yi görünce yazarı 'Sen benim kitabıma ne Devrim Kunter: Çizgi roman bizde hep bir yapmışsın, böyle senaryo mu olur' diye hikâye anlatmak için kullanılır. Aklında bir söylenmiş. Jodorovski de 'Benim onu film hikâye var ve bunu anlatacaksın. Aslında o yapmam için ona tecavüz etmem lazım hikâyelerin çoğu da çizgi roman olarak gerçekten' diyor. Adamın tabiri olduğu için tasarlanmıyor. 'Abi buna bir başlıyayım, bunun böyle diyorum. Benim onu bozmam lazım, dizisi de olur' diye başlıyorlar. Ama çizgi roman anlatılanı yeni bir dille anlatmam lazım gibi bir aslında o tip yazarların, çizerlerin düşündüğü teorisi var adamın. Aslında bizim çizgi şey değil. Çizgi roman ayrı bir medya. Mesela romanlarda tam olarak böyle değil, yazarları da çok duyarsınız 'Öyle bir çizgi roman yaptık ki küstürmeyelim ama bu ikisinin bir orta yolu film gibi oldu'. Böyle bir örnekleme olamaz. Bir olmalı. Okunduğunda bir tadı olmalı ve çizgi şair 'öyle bir şiir yazdım ki opera gibi oldu' diyor romana dönüştüğünde yepyeni bir tat, başka mu? Böyle diyen şair var mı? Dolayısı ile çizgi bir keyif vermeli. Çizgi romanı okuyan kişi de romanda anlatılan hikâyelerde metin-görsellik 'Ya! bunun bir hikayesi varmış, ben onu da birlikteliği pek kullanılmıyor. Bunu kullanmak, okuyayım' deyip hikayeden de başka bir tat bunu eşelemek lazım. Bunlar dünyada da pek almalı. eski ve köklü şeyler değil. 1940'ların Süpermenleri de okunamayacak kadar kötüdür. Galip Dursun: Aslında bu edebiyatın, çizgi 1960'larda klasik anlatım başlıyor, 80'lerde romanın ve sinemanın ayrı sanat türleri modernleşiyor başlıyor. Bilhassa Allan Moore bu olmasından, ayrı yöntemler kullanmasından görsel birlikteliği ya da zıtlaşmayı ya da tek ortaya çıkıyor. Kullandıkları araçlar, sunma karede birden çok şey anlatarak bir anlatım dili biçimleri herbirinde farklı ve teknik olarak da örneği Karabasan. Şimdilerde, benim Seyfettin Efendi, Selçuk'un Şehzade Yangını. Bu şekil çizgi roman üreten üç-beş adamız ama çoğalıyor ve bu daha da çoğalacak. Şimdi Karabala'da renkli çıkıyor. Niye renkli çıkıyor? Beş yıl önce böyle bir şeyin siyah-beyaz çıkması tercih edilirdi. Ama bugün algılar değişiyor. Sunum açısından da içerik açısından da yenileniyor çizgi romanımız.
44
bambaşka seviyedeler. Benim Yabani'ye gönderdiğim Ayşe'nin çizdiği öykü mesela 4 sayfalık düz bir metindi. Çizgileştirilmesini tamamen kendisi yaptı. “Birinci karede şu olsun, ikinci sayfada bu olsun” diye karışmadım. Bunun için çok profesyonel olmalısınız. Ayşe çizerliğini konuşturdu, çizerek hikaye anlatma yeteneğini gösterdi. Ben sadece hikayeyi ortaya koymuştum. Nefis bir şey ortaya çıktı. Bu sadece bende değil, dergideki birçok öyküde de oldu. Dergi'nin öykü kısmında da yazar olarak çok yetenek insanları bir araya getirmeye çalışıyoruz. Genç yetenekli, arızalı, tuhaf öyküler yazanları. Çizgi olarak da, renk olarak da iyi tutuyorlar birbirlerini. Bu öykünün bu dergide işi ne diyeceğiniz bir öykü yok dergide.
CİNSELLİK KONUSUNDA SIKINTIMIZ YOK GÖLGE: İlk çizgi roman 7 sayfaydı. Devrim Kunter: Evet 7 sayfaydı. GÖLGE: İkinci çizgi roman da 7 sayfaydı. Devrim Kunter: İkinci öykü Misafirler miydi? O da 7 sayfa. GÖLGE: İlk öyküde 7 kartal mı öldürmüşlerdi? Galip Dursun: Evet. GÖLGE: İkinci öyküde de 7 tane ne vardı? Galip ve Devrim birlikte: Misafirler mi? GÖLGE: Öykülerde ciddi bir cinsellik yok. Son dönemde cinsellik kullanılarak ucuz bir şekilde okur çekilmeye çalışılıyor.
Devrim Kunter: Dergiye öykü ve çizim gönderenler soruyor 'Bu dergi Ot gibi mi olacak' diye. Hayır Ot gibi bir dergi olmayacak. Galip Dursun: Heavy Metal gibi bir dergimiz olacak. Devrim'le de tartışıp duruyoruz bu konuyu. Bence dergide çok daha fazla öyküye yer verilmeli. Dergide makale araştırma ve kurgu içermeyen bir yazıya yer verilmeyecek. Henüz şiir için bir şey diyemedik. Kuzgun gibi, Annabel Lee gibi şiirler gelirse bir şey diyemeyeceğiz ama. Devrim Kunter: Öyle bir şiir gelirse derginin kapağına bile koyarız. Galip Dursun: Kapağa koyarız.
Galip Dursun: Senin söylediğin cinsellik değil erotizm sanırım. Kaba bir erotizm. GÖLGE: Bunun yerine sizde daha düzgün öyküler var, tekinsiz öyküler var. Galip Dursun: Aslında bizde de içeriğinde cinselliği barındıran öyküler var. İleriki sayılarda farklı şeyler görülebilir. GÖLGE: Ben ilk sayıyı okuduğum için söylüyorum. İlk sayıdan bunları satma telaşına girmemişsiniz. Devrim Kunter: Kapak var. Cinsellik konusunda bir sıkıntımız yok. Suiistimal edilmediği sürece
45
yapmaktan tarafız. Devrim Kunter: Hikaye editörümüz Özgün Muti, Galip de yardım ediyor ona. Çizgi romanda da İlke Keskin, Cenk Könül, Emre Taşkıran ve Hakan Tunga Kalkan yürütüyorlar editörlüğü. Bunu benim yapmama sebebim de, mesela Galip de geçici olarak yapıyor editörlük işini. O yazar ben de çizer yani üretici olduğumuz için bir yandan da editör olmak çıkar çatışmasına sebep oluyor. Galip Dursun: Tartışmaya açıyor. Devrim Kunter: 'Sen kendi hikâyeni bastın, niye benim hikâyemi almadın' diye sitemler olmasın diye bu işi editörlükten başka iş yapmayanlara
cinsellik olabilir. Ama 'şöyle bir kadın kahraman
paslamanın daha mantıklı olduğunu düşündük. O
yapalım, şu sahnede kıçı gözüksün, şu sahnede
şekilde ilerleyeceğiz.
memesi gözüksün' diye de bir şey olmaz. Ben benim hikâyeyi ilk çizdiğimde dijital olacak diye
Galip Dursun: Çizgi roman için de öykü için de
24 sayfa çizmişim sonra basılıya dönünce sayfa
seçicilik zor bir iş. İyi editörler var bu işi
sayısı düştü. Benim hikâyede de cinsellik var
yapabilecek. Ben Özgün'le daha önce Fabisad
ama bakış açısının seksist olmaması çok ince bir
Almanak'ta birlikte çalışmıştım. Tam bizim
çizgi. Ben bir hikâye anlatmak istiyorum ama
ihtiyacımız olan kişiydi.
kızın seksiliği bu anlatıma zarar verir mi diye dikkat ediyorum, başka insanlara da
GÖLGE: Yabani'ye gelecek çizgi roman, senaryo
okutuyorum.
ve öykülerde nasıl bir içerik arıyorsunuz?
Galip Dursun: Yabani yetişkinlere hitap eden bir
Devrim Kunter: Bilim kurgu, fantastik kurgu ya
dergi. Anlatılan çizgi romanlar, hikâyeler
da korku olsun. Bu ön şart gibi bir şey. Benim
gerektirseydi çok aşırı bir cinsellik de olabilirdi.
kendi görüşüm olarak da hikâyenin bir mesajı da
Ama dergi satsın diye ortaya koyduğumuz bir
olsun istiyorum. Bir alt mesajı olsun.
cinsellik yok. Eğer öyle olsaydı elimizde
Okuduğumuz hikâyeyi hayatımızın bir yeriyle
Yabani'nin adına da uygun, çok iyi bir yazarın
bağdaştırabilelim.
sert bir öyküsü vardı; ilk olarak onu yayınlayıp öne çıkarabilirdik.
Galip Dursun: Hikâye iyi bir hikâyeyse tamamdır benim için. Klasik bir yapıya sahip olmak
Devrim Kunter: Onunla ceza almaktan da
zorunda değil, lineer bir akışa sahip olmak
çekindik açıkçası.
zorunda değil. Çizgi romanların da illa bir çerçevesi olacak diye bir şey yok. Editörü ve
Galip Dursun: Ceza almak değil de, öyle bir
yayın kurulunu ikna ettikten sonra dergide yer
öyküyle çıkmak da biraz vasat bir hareket
alacaktır diye düşünüyorum. Devrim az önce de
olurdu. Arızalı, tuhaf öyküler anlatmak elbette
Kuzgun gibi bir şey gelirse kapağa koyarım dedi
mümkün ama biz öykü neyi gerektiriyorsa onu
zaten.
46
tamam, bundan sonra gelecek hikâyeler gerçekten çok iyiyse en erken dördüncü sayıda yayınlarız. Bize en sık gelen soru, son başvuru tarihi ne zaman. Bu yarışma gibi değil ki biz beğenirsek yer yoksa bir sonraki sayıda basarız.
Devrim Kunter: Çok uzun sürecek tefrika maceraları şu an için düşünmüyoruz zaten. Galip Dursun: En uzun 3 bölüm, onu da tüm bölümleri çizerek yollamalı arkadaşlar. Devrim Kunter: Zaten arkadaşlarımızın çoğu tecrübesiz çizgi roman çizimi konusunda. Kısa çizgi romanlar arkadaşlarımıza tecrübe de kazandırır. Biz zaten etüt de ediyoruz. Bazı sahneleri, kareleri yeni baştan, en baştan çizdiriyoruz. Bunun da faydalı olduğunu çizer arkadaşlarımız söylüyor. Bunun bir ders gibi olduğunu söylüyor genç çizerler. Çizgi romanda temel anlatım biçimini öğrendiklerinde zaten onlar da yeni şeyler aramaya, yeni şeyler denemeye başlıyorlar. Bunun öteki şekli basketbolda şut çekmeden sahanın diğer ucundan ters dönüp potaya topu sallamak gibi oluyor. Önce bir hikâye nasıl başlar, nasıl gider ilk kareden sonra ne çizmek lazım önce bunları öğrenip, benimseyip ondan sonra bunu bozmak lazım. Bu hikâye için de aynı. Galip Dursun: Hikayelerimizin 1800 kelimeyi geçmemesi gerekiyor. Kendisini okutması gerekiyor. Dergiler insanların kendilerini gösterebilecekleri, göstermek isteyecekleri mecralar. Buraya gelen işlerin hem çok iyi olması hem de yazarın kalemini ifade etmesi gerekiyor. Dergide her sayıda 3 tane öykü yayınlanmasını planladığımız için gelen öyküleri yayın için bekletebiliriz. Devrim Kunter: İkinci ve üçüncü sayımız da
ELBETTE İNSANLAR TANIDIĞI KİŞİ İLE ÇALIŞMAK İSTİYOR GÖLGE: Ekip nasıl oluştu? Biz Özgür Yıldırım adını duyduk ilk sayıda yok, ikinci sayıda da yok herhalde, Şehzade Yangınının çizeri Selçuk Ören de ekibe dâhilmiş, henüz görmedik adını. Bora Orcal var bizim Gölge ekibinden. Ekibi nasıl kurdunuz? Devrim Kunter: Ekip Freyjalarda toplanan ekip. Galip Dursun: Freyjalarda genç insanlar buluşuyor, tanışıyor, ortak projeler yapmak istiyor. Bu illa Yabani'de olmak zorunda değil. Başka projeler de çıkıyor ortaya. Elbette ki insan tanıdığı kişilerle çalışmak istiyor, onlara güveniyor, onların işi daha göz önünde oluyor. Sohbet ettiğiniz insanla birlikte iş yaptığınızda sizinle aynı düşünüyor; renkler, frekanslar tutuyor. Freyja'dan, Drink N Draw'dan tanışıyoruz. Devrim Kunter: Mavi Turta ekibi genç bir kuşak. Onlar da çok sık toplanıyor. Galip Dursun: Mavi Turta'da çok yetenekli arkadaşlar var. Zaman içinde Mavi Turta ekibi Yabani'de kendine iyi bir yer edinecektir. Devrim Kunter: İlk üç sayıda katkıda bulunanların sayısı 40 kişiyi geçti 50 ye yaklaştık. Tabii mükerrer isimler de var. Kimin
47
zamanı varsa, kim yapabiliyorsa, kimin yaptığı iş içine siniyorsa o zaman dâhil olacak. Her ay yaz-çiz diye bir şey yok. Sipariş işine dönmesin bu iş. Galip Dursun: Benim yoğun olduğum bir dönem bu, elbette her sayıda olmak isterim ama arkada pek çok genç ve yetenekli yazarlar var, başvuranlar var. Hem okuyucuya hem yazara saygılı olmak lazım. Farklı yazar ve öyküler her sayıda bulunacaktır. Kolektif hareket ediyor dergi. 10 tane yazar çizer var, ömür boyunca iş yapacaklar diye bir dert yok. Flaş bir isim olsun, sansasyon yaratalım, manşetlere çıkalım diye bir şey de yok. Derdimiz daha çok insanın yararlanacağı, işlerini gösterebileceği bir mecra yaratmak. GÖLGE: Yabani'nin karşılığı bu ülkede Hortlak değil. Galip Dursun: Değil. GÖLGE: Otlak değil. Kara Karga değil. Bakıyorsun dergilere Kafa'ya Otlak'a hep mizah dergilerinde çizen çizerler. Sizinki farklı bir kulvar mı? Mesela Bora Gölge'ye çizgi roman yaptı, kahramangillere webcomics yaptı, Özgür Amerika'ya çizdi, Devrim Seyfettin Efendi'yi yaptı Amerika'ya da çizmişliği var. Yine de biz sizi bir gazete bayiine, bir D&R' a ya da Migros'a gittiğimizde sizin dergiyi öbürlerinden nasıl ayıracağız? Devrim Kunter: Boyut farkı var tabii. Hortlak ile yakın boyutta. Dergiyi eline alıp baktığında hemen o farkı hissediyorsun. Özellikle içeriğinde ve çizgilerinde.
Okuyucu görür. Bizim çocukluğumuzda Conan'ın reklamını mı yaptılar? Kapakta eli kılıçlı kaslı bir adam, arkasında canavarlar ya da bir kız olur. O sizi cezbeder, fantastiktir, onun okuru onu hemen fark eder. Belki ben görsel düşündüğüm için böyle görüyorum. Galip Dursun: Ben de farkı içerik gösterecek diye düşünüyorum. Buraya yazan çizen arkadaşlar kalemlerini sakınmıyorlar, sert öyküler yazıyorlar. Her öykünün kendi tarzı var. Alternatif kurgular, şehir fantezileri, kılıç / büyü ve korkular var bunun içinde. Başka dergilerde karşınıza çıkabilecek öyküler değil. Edebiyat dergilerinde bulamazsınız. Başka dergilere yollayamazsınız bunları. Onlara da okurlarına da saçma gelir. Fanzinler dışında bu türlere kucak açan, basılı bir dergi yok. Web'de bir tek Gölge var bilinen. Devrim Kunter: Ben “çizgi roman dergisi çıkartıyoruz, yayınlıyoruz” diyenlerle gidip görüştüm. Ne çizimimi kabul ettirebildim ne de hikâyemi kabul ettirebildim. Farklı bir bakış açıları var. Ben çizgi romanı basıp yayınladıktan sonra da gittim. Bakın dedim, ben çizgi roman yaptım, satıyor da. Peki, onlar ne dedi; ama bu dergi, kitap değil. Almanya'da bir sergiye davet edildik mayıs sonunda. Ben, Bora Orcal, Selçuk Ören ve Ege Avcı'nın işleri sergilenecek. Diğer taraftan davet edilenler de Leman, Uykusuz, Penguen çizerleri. Almanya'daki sergiyi açanlar bizim işleri aynı kalitede görüyor ama bizimkiler aynı kalitede görmüyorlar. Bir saçmalık var bu işte. Biz böyle bir kulvar açmazsak böyle bir kulvar hiçbir zaman
48
olmayacak diye düşündüğümüz için bu işe girdik. Benim yüzde seksenim gazdı, arkadaşlar biraz da ittirince “Haydi yapalım” a kadar geldik BAŞKA BİR ŞEY DE MÜMKÜN GÖLGE: Dergi kaç satarsa devam edecek?
varsın kısa olsun. En azından alıyorsun dergiyi, ödev gibi sayfalarca okumak zorunda kalıyorsun. GÖLGE: Sizden önceki Resimli Roman'ı, Tam Macera'yı, Rodeo Strip'i, Hipnoz'u çıkartanlara “neden olmadı, neyi eksik yaptınız” diye sordunuz mu?
Devrim Kunter: 3-4 sayı zarar etsek de devam ederiz. 5 bin satarsa zarar ederiz ama hedefimiz 10 bin satmak. Daha fazla kişiye ulaşmak istediğimiz için fiyatı da düşük tutmaya çalıştık, 5 lira. Biz mevcut dergilere göre aykırı bir dergiyiz. Hemen okunan bir dergiyiz. Çizgi romanlarımızda blok blok yazılar yok. Aforizmalar yok bizim dergide.
Devrim Kunter: Galip Tekin ile bir ara bunu konuştuk.” Resimli Roman'ı çıkartırken bütün iyi çizerleri topladım. Ortalığı yakıp yıkacağız diye düşünüyordum. Bir baktım hikâye yazacak kimse yok.” dedi. Resimli Roman'da Galip Tekin kendi çizdiği eski bir hikâyeyi biraz değiştirip yeniden çizdirmişti mesela. Oturup o dergileri çok inceledik. Mizahi, karikatürize çizgiler var mı, nasıl kullanılmış. Bir açıdan o dergilerin okuru çok farklı. Dergide mizahı nasıl kullanacağız. Mizah olacak mı olmayacak mı? En azından ilk başta mizahi hikâyelere yer vermeyi düşünmüyoruz.
GÖLGE: Bir vapur yolculuğunda biten bir dergi mi olacak? Galip Dursun: Bir vapur yolculuğunda okunacak ama bitmeyecek. Derinlikli öykülerden bahsediyoruz burada. Yazısında çizgisinde düşüneceksiniz.
Galip Dursun: Öykü gerektiriyorsa mizah da olabilir. Absürt de olabilir, gerçek bir komedi de olabilir, mizahla ilgili bir sıkıntımız yok.
GÖLGE: Ben Bora'nın öyküsünün sonunu da, Devrim'in öyküsünün sonunu da merak ettim doğrusu. Devrim Kunter: Bora'nın öyküsü ikinci sayıda bitecek, benimkisi biraz daha uzun sürebilir. Sonrasında çizimine de bakabileceğin, hikâyesinin de bir derinliği olsun istediğim hikâyeler bulmaya çalışıyoruz. Okuma süresi
GÖLGE: New York'ta geçen öykü var mı? Galip Dursun: Zamansız ve mekânsız olan öyküler var ama ben yerli malından yanayım. Devrim Kunter: Şu an yok. Benim çizdiğimde
49
fantastik bir dünya. New York yok ama
Galip Dursun: Bu mizah düşmanlığından değil
bambaşka bir fantastik dünya var. Mesela
tabii. Başka bir şey de mümkün demeye
George'un hikâyesini yazıyor, sen de George'un
geliyor.
hikâyesini okuyorsun ama yazara bakıyorsun yerli. Orada bir kopma, kopukluk oluyor. Kemal
Devrim Kunter: Dergiyi alanlar “Hiçbiri komik değildi, sadece bilmem ne hikâyesi biraz
Tahir'in Mike Hammer'leri gibi. Yazar adına Kemal Tahir değil de Mickey Spillane yazdığında
gülümsetti” derlerse. Yani biz milleti güldürmeye çalışmışız gibi de olmamış gibi
oluyor ama Kemal Tahir yazınca olmuyordu.
olmasın. Derginin farklı bir hedefi olduğu anlaşılsın.
Galip Dursun: Yazar, çizerler, sanatçılar istediğini yapsın. Hikâyeyi yazarken biraz
İNSANA AİT HİKÂYELER
kendini bulması gerekiyor. Mesela bir hikâye geldi, fantastik bir diyarda geçiyor. Çeviri dili
GÖLGE: Ben alt kültür üzerine para
ile yazılmış. Yazar Türkçe yazıyor, hem de çok
harcayanlara bakıyorum da 40-50 bin kişiyi
iyi Türkçe yazıyor. Gel gör ki çeviri dilinden çok etkilenerek yazmış. Kendisine durumu ilettik.
romanına, fanzinine, dergisine, müziğine,
Yayın kurulunda olduğumuz için yayınladığınız
oyununa vesaireye para harcayanlar. Bunlar da
eserlere kefil de olmuş oluyorsunuz. Ben
daha çok İngilizceyi tercih ediyorlar, ebay
benzeri öyküleri görünce hemen şerhimi koyma taraftarıyım. Devrim Kunter: Dışardan da öyküler alıyoruz. Gelen çok iyi de bir öykümüz var. 2. sayıda illüstrasyonu da çiziliyor. Bizi duyup yollanan bir öykü. Çok iyi işler de gelebiliyor. Bir arkadaş bilimkurgu çizgi roman yollamış. Şehirler, gemiler, her şey çok güzel ama mizahi bir dille yazmış. Niye öyle; mizah dergilerinde ancak böyle yer bulurum diye düşünmüş, öyle tasarlamış. Bu Yabani'ye uymadı. Yine de arkadaşa “Sana güzel bir bilim kurgu hikâye
geçmeyen bir kesimi görüyorum. Çizgi
üzerinden alışveriş yapıyorlar. Ceplerinde A plus para olup da altkültüre bu parayı harcayanlar var. Bu kitle yerli üretimi destekler mi? Devrim Kunter: Bizim hedef kitlemiz tam olarak o insanlar değil. Hedef kitle sadece onlar olsa herkesin yapacağı gibi fiyatı yukarda tutar, daha az satar ama yine aynı parayı kazanırdık. Benim amacım ucuza daha çok insana ulaşabilmek. Alt kültür dediğimizde de mesela lise mezunudur adam, bir yerden muhabbet açılır Conan bilir. Zenobia'yı bilir.
bulalım, onu çizgi roman yap” dedik.
50
hitap etmek gibi zorunluluğu olmayan hikâyelerin de dergimizde olması gerektiğine inanıyorum.
Galip Dursun: Liseye gitmeyen, ortaokul mezunu adam da biliyor onları. Devrim Kunter: Zagor filan da bilirler. Alt kültür dediğimiz şey sadece okumuş adama hitap eden bir şey değil. 80'lerin fantastik filmlerinin hepsi B sınıfıdır. Video filmleri. Postapoliptik filmler de öyledir. Dandik ortamlarda çok ucuza çekilmişlerdir ama bayıla bayıla izlersin. Zihin açar. Ben gelen çizgi romanların öykülerin bir alt metni olsun derken de bunu söylüyorum. Romero'nun Zombileri de öyledir. Zombileri toplum eleştirisine çevirmiştir. Mesela Night of the Living Dead filminin kahramanı zencidir.
Devrim Kunter: Ben uzun zamandır alt kültürün içindeyim. FRP oynamayı da severim, cosplay olaylarını takip ederim, convention tabir edilen etkinliklere katılırım. Galip de öyledir. Galip Dursun: Ben Kılıç ve Büyü tarafını Devrim'in bahsettiği kadar yakından takip etmedim. Ama video kasetler, B filmler, yer altı gibi kısımları iyi bilirim.
Devrim Kunter: Bunlara ait bir şeyi yayınlamaya kalkıştığınızda “Bu satmaz” duvarına çarpıyor. Galip Dursun: Ben Denenmediği için. Bir seçkinler yerine de “Okuyucu anlamaz” zencilere hitap eden duvarı var. Benim en bir dergi olduğumuzu sinir olduğum şey bu. düşünüyorum. Biz de Okuyucu bunu biraz öyleyiz. anlamaz, şunu Türkiye'de sanatla, anlamaz… Ne yapayım? edebiyatla aktif olarak Salağa anlatır gibi uğraşan insanlar belli hikâye anlatıyorsun bir sosyal sınıfın sonra. Bunu üyeleri gibi görülür Amerika'da da yaparlar hep. Düşük ve orta ama önce bir seyirciye gelirli kesime hitap eden, onları görmezden izletirler; seyirci burayı anlamadı burayı gelmeyen bir eser yok. Çünkü onlar gidip kırpalım, seyirci burayı beğenmedi burayı dergiler almazlar diye bakılıyor. Conan'ın, düzeltelim diye değerlendirme yaparlar ama Mister No'nun, Fantom'un maceralarını ezbere burada yok böyle bir şey, her şey bir kişinin sayacak insanlar var bu memlekette. Bunlarla eline kalmış; Okur anlamaz, seyirci anlamaz gençliğini geçirmiş insanlar var. Böyle insanların diyor, her şey orada bitiyor. Senin orada olduğunu bildiğimiz bir ülkede senin sorun hikâyeciliğin de bitiyor, çizim hayatın da o “sanat A sınıfı insanlara mı hitap edecek. Buna noktada bitiyor. Bu kadar saçma bir şekilde göre mi fiyat ayarlaması yaptınız?” Ben bunu bir ilerlememesi lazım bu işlerin. Öte yandan da ikiyüzlülük olarak görüyorum. Elif Şafak'ın bir iş popüler olduğunda mesela fantastik Orhan Pamuk'un vesairenin düşük gelirli popüler olduğunda “o iş tutmaz” diyen adam o insanları anlattığı hikâyeleri var. Madem işi yapmaya soyunuyor. kimsenin ilgisini çekmiyor neden anlatıyorsun? Ben genel olarak insana ait hikâyelerin, birine Galip Dursun: Burada ben söze gireyim: Yeni bir
51
şey hissediliyorsa, hele de güçlü bir şekilde geliyorsa, önümüzdeki beş sene kendinden bahsettireceğine inanıyorsanız; hemen o dönemin, içinde bulunduğumuz dönemin insanlarına bakın. İçinde bulunulan zamanın modasından para kazanan, tezgâhını kurmuş oturtmuş olan kişiler yeni gelen şeye acilen itiraz etmeye başlıyorlar. İtiraz etmenin, reddetmenin de seviyeleri var. Birincisi alay etmek, küçümsemek. İkincisi reddetmek, görmezden gelmek. Üçüncüsü ise “Ben de bu işten anlarım, bunu yapan arkadaşlarım var. Bunlar heyecanlı çocuklar” demek oluyor. Dördüncüsünde ufaktan bir dönüş var: “Ben de bu tarz bir şey denedim” diyor. Beşincisi yeni moda olan şeyin bir numaralı savunucusu olmak. Sanki bir zaman evvel herkesin lafını ağzına tıkayan kişi o değilmiş gibi davranmak. Dönek, her devrin adamı olmak bu demek aslında. Bu tabloyu günümüzde de görüyorum. Güçlü bir iş yaptığında insanlar beğenmeyecek mi? İnsanlar bugüne kadar neleri kabul ettiler? Hangi hikâyeleri, hangi filmleri, hangi dergileri. Yaptığımız şey kötü ya da vasat değil. Karşılık bulacağını düşünüyorum. GÖLGE: Bir söz duymuştum Levent Cantek'ten ama ilk kim söyledi bilmiyorum. Dedi ki: Çizgi roman çizgi romancılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Sen çizgi romancısın, yayıncı mı bulamadınız, neden siz bastınız dergiyi? Devrim Kunter: İşte, yayıncı da olduk. 'Yayıncılarla uğraşmaktansa para kaybetmeyi tercih ederim' Devrim Bosch diye caps
yapacağım. Aslında bu iş için çok çabaladım, çizgi romanı yayınlayabilecek adamlarla da görüştüm ama baktım bu iş yapılabilecek gibi değil. Bir de moral bozucu da oluyor. Mesela çizgi roman dergisi olduğunu iddia eden dergilere aynı hikâyeyi götürüyorsun ilk hafta çizimin kötü diyor adam; ikinci hafta hikâyesi kötü çizimin güzel. Değerlendirenin psikolojik durumuna göre değişkenlik göstermez ki bunlar. Galip Dursun: Bir kişinin iki dudağının arasındasın yani. Devrim Kunter: Bu kadar saçma bir şey mi olur. Bence hiçbir iş o kadar kötü değildir. Derginin formatına uymuyorsa çok güzel bir iş de olsa “Dergiye uymadı, almayacağız” diyoruz. O dergilere gidiyorsun “Olmamış” deyip atıyorlar. Tamam, da nesi olmamış? Çalışalım, olur hale getirelim. Tamam, bazı hikâyeler öyledir. Editör o işe yarar. Bir hikâyeyi bir hikâyeye bağlar, araya makas atar. Bir ters çevirir, bir cümle söyler olmamış hikâyeyi olur hale getirir. Çizgi roman için de öyle. Bana bir keresinde “Ben olsam bunu oturur tamamını baştan çizerim” dediler ve o zaman anladım. Benim burada olmamam lazım dedim kendime. Bir iki yıllık bir hikâye bu. Galip Dursun: Sana böyle diyorlarsa başka bir amatöre “Bırak bu işleri” diyorlardır Türkçesi. Devrim Kunter: Bizde usta çırak ilişkisine çok hayranlık duyulur. Oğuz Aral vizyonlu bir adam. Oğuz Aral'ın çizgisini biliyorsunuz, Utanmaz Adam'ı falan görmüşsünüzdür. O adam Galip
52
öyledir.
Tekin gibi birisine dergisinde yer veriyor. Bu çok büyük bir şey.
Galip Dursun: Yabani'de amaç biraz da adres olmak. Birilerinin sesi Galip Dursun: Ve Galip olalım, bir aykırı bakış Tekin'i kendisine olsun. Özellikle de bu benzetmeye çalışmıyor. bizim bahsettiğimiz türlere Devrim Kunter: İlban ait, korku ağırlıklı Ertem'e yer veriyor. Bunlar hikâyeleri olanlar aslında küçük şeyler değil. buyursunlar denesinler Zaten çırak kelimesi şanslarını. Türkiye'de bu kelime olarak da çıra'dan türlerin yayıncılığında bir geliyor, çerağdan geliyor. eksiklik var. Yetişkinlere Yani sende ateş yanıyor ve yönelik eserlerde, sen yanına gelene o ateşi veriyorsun. Yoksa edebiyatta ya da çizgi romanda böyle bir açıklık “Dur adamı da yakayım, adam yansın, benim var. Şu sıralar herkes hadım edilmiş bir sanat gibi olsun” diye de uğraşmıyorsun. Sen yanına yapıyor. Çok ahlakçı bir sanat yapıyor. gelen adama kıvılcımı çakıyorsun, o adam ateşi Politically correct dedikleri “Ne şiş yansın ne alıp gidiyor. Senin gibi olsun diye bir dert yok. kebap” türünden ortacı bir sanat. Sanat böyle Şimdi geleni dövelim, biz vaktinde çok dayak bir şey değil ki, sanat aşkın taşkın bir olay. yedik gibi bir mantığa dönüşmüş. Hikâye emrediyorsa o sahne olacak, bundan kaçış yok. Bizim yaptığımız, anlatacağımız Galip Dursun: Birinin bu zinciri kırması lazım. hikâyeler biraz da bu kafada. Devrim dergiden Bunu diyen insanlar da çizgi romancı. Ama bana ilk defa bahsettiğinde “Biz Türkiye'nin Weird sorarsan çizgi romancı gibi yaklaşmıyorlar, Tales'i olacağız, Heavy Metal'i olacağız” demiş dertlerinin yüzde sekseni bu çizgi romanı ve yüksek bir hedef koymuştu. Benim hedefim satmak. Burada çizgi romanı konuşuyoruz ama de o zaten, Türkiye'nin Weird Tales'ini işin edebiyat kısmı da farklı değil. yapabilmek. Devrim Kunter: Sinema da öyledir, tiyatro da öyledir, müzik de öyledir, sanat dışı konular da
GÖLGE: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
53
YABANİ ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ VE ONU BEKLEYEN TARİHİ MİSYONU BAŞLIYOR Ümit KİREÇÇİ umitlila@gmail.com
“YABANİ” çizgi roman dergisi birkaç gün önce
çizgi roman okurunun ve kültürünün
görücüye çıktı. Belki de özlemi çekilen türk
beklentisini karşılayan bir model oluşur, yenilik
sanatçılarının elinden çıkma bağımsız, korku ve peşinde koşmayan sanatçılar da yayıncılar da bu geniş kesime yaslanarak beklentiye uygun macera temalı çizgi romanların eksikliğini işler ortaya koyarlar. Böylece o ülkenin kendi
giderecek bu dergi. Peki ama derginin içeriği
adına yaraşır yabaniliği barındırıyor mu? Devrim çizgi roman geleneği oluşmuş olur. Kunter'le Galip Dursun'un başını çektiği ekip o YABANİ kavramının içini dolduracak işlere kalıcı
Bu süreç daha klasik ve muhafazakâr bir yapıyı da ortaya çıkarır zamanla. Okur ve yayıncı
imza atabilecek mi? İşte asıl soru bu!
yeniliğe kapattığı kapılarla mutlu mesut yaşar Veya belki de asıl soru “YABANİ'nin neyin
gider. Buna belki de en uygun örnek yabancı
yabanisi olması gerektiği”dir!
çizgi roman olarak TEKS'i yerli çizgi roman örneği olarak da özellikle alışılmış Türk tarihi
Temel olarak işlerin şöyle yürüdüğünü
kahramanlarını verebiliriz. Konular aynıdır,
görüyoruz dünya çapındaki örneklerinden:
içerik aynıdır, kurgu aynıdır, diyaloglar aynıdır,
Bir ülkede çizgi romanla ilgili bir çalışma başlar.
kalıplar aynıdır ve belli bir okur kitlesi sürpriz beklentisinden uzak mutlu mesut bunları okur.
Sonra bu ilk örneklerin ilkel diyebileceğimiz çizgi ve içerikleri değişimle gelişim göstermeye
Adeta futbol taraftarlığı tadındaki bir tutuculuktur bu. Bu türlerde kahraman hep
başlar. O ülkenin okurunun sesi olabilen çizgi
kazanır ve asla özel bir konuya dalarak
roman kültürü oluşmaya başlar. Özenti ve
düşündürtmez okurunu. Her şey beklentiye
taklitler de gittikçe azalarak ortaya özgün işlerin çıkmaya başladığı görülür. Böylece genel
uygundur. Alan da satan da memnundur.
54
Peki ama comics, frankofon, fumetti ve
hitap eden kahramanlık içerikli çizgi romanlar
mangalarda durum farklı mıdır?
bir türlü akacak yatak bulamazken mizah temelli çizgi romanlar vasıtasıyla neresinden
Değildir!
baksanız isyankar, toplumun kurallarına karşı
Neresinden bakılırsa bakılsın her türün kendine
çıkan, cinselliği, şiddeti, bireyciliği ön plana
has kalıpları vardır. Klasik comicsden beklenti
çıkaran çizgi roman örnekleri çok fazla okur
her fırsatta okuru; kimi zaman, aptal yerine
bulabilmiştir. Hatta ilginçtir dünya süreçlerinin
koyabilecek uçuk sürprizler yapmasının yanı sıra akıl almaz bir aksiyondur. Fumetti değişen
tersine bu tür çok daha kalıcı olmuş çok büyük kitlelere ulaşımını aksatmadan sürdürmüştür.
yüzüyle ataklar yapsa da; en azından bizim
Üstelik de bunu yeri gelmiş kopyalarlar, yeri
okurumuza, yaranamamaktadır ve siyah-beyaz
gelmiş hikaye uyarlamalarıyla, yeri gelmiş
sayfalarla 96 sayfayı doldurma zorunluluğundan olsa gerek boşa akan diyalog ve kareler yeni
yerellemelerle, yeri gelmiş taklitlerle başarmıştır. Ancak işin doğrusu her şekilde kendi
okur kitlesini sıkmaktadır. Frankofonlarda ise
anlatım yolunu yakalayabilecek bir sonuca
donuk karelerle Şirinler tarzı çizgiler arasında
ulaşmıştır.
gidip gelen sinematografik anlatımlar şablon anlatımlara dönüşmüştür. Mangalarda ise tarz
Bu noktada şaşırtıcı bulduğum şey muhafazakar
şaşırtan ve upuçuk konular içeren hikayelerle
kesimin ağır bastığı, milliyetçi ve hamasi
onu besleyen görsellere yer verilmesidir.
söylemleri daha çok seven geniş kitle klasik sistemin sesi ve propagandacısı olabilecek bir
Diğer bir deyişle şablon-kalıp-klişeler her ekolde mevcuttur ve öncelikle genel okur kitlesini
çizgi roman kahramanını parlatabilecekken ortada macera kurgulu bir çizgi roman
hedef alır. Bunun yanı sıra bazı özel yayınlarla
kahramanı olmamasıdır (Bunu “o kesim zaten
da azınlıkta kalan okurlara ulaşılır.
hiç okumuyor-sinema izlemiyor-tiyatroya gitmiyor”a bağlamak mümkün ama yine de
Ülkemizdeyse durum tam tersinedir…
araştırmaya değer bir konu olduğu da bir Şöyle ki, diğer ülkelerde çizgi roman geleneği
gerçek.).
oluşurken sanatsal haz arayan, azınlıkta kalan, marjinal olan veya alt kültürden beslenen küçük
duruma ve YABANİ'yle ilişkisine.
kitleye daha çok fanzin, fanzin bazlı yayınlarla ulaşılmıştır. Bunun içinde tür olarak mizah
Açıkçası mizah dergileri iyi bir okur potansiyeli
oldukça geniş yer tutmuştur. Ve elbette
yakalamış, kısa öyküleri takip ettirmiş, daha
toplumun çoğunlukta bulunan muhafazakar
sonra bunları bir araya toplayarak ciltli olarak
kesimini rahatsız edecek bireysel, siyasi,
sunmuş ve yine derli toplu okur kitlesine
eleştirel, sorgulayıcı, cinsel, korku/vahşet ve
ulaşabilmiştir. Hem de geleneksel bir çizgi
şiddet içerikli konuları da bu yayıncılığın en
roman yapısına başkaldırmadan veya ona
vurucu anlatım dili olmuştur. Tarihte görüleceği üzere de bu tarz yayınlar sadece belli dönemlerde popüler olmuş veya kısa ömürlü olmuşlardır. Buna karşın ülkemizde ilginç bir gelişme yaşanmıştır. Muhafazakar genel okur kitlesine
Gelelim mizah çizgi romanlarının ulaştığı son
koşutluk yaratmadan. Tek başına, yabancı ekollere öykünerek veya onların popüler yapılarına karşı çıkarak. Bir bakıma neresinden bakarsak bakalım entelektüel ve genç bir okur kitlesinin isyankar ruhunu doyurabilmiş, o kitlelerin sesi olabilmiştir mizah çizgi romanları.
55
Bu aşamada YABANİ'ye geçmeden önce yine de sonraki okur yazışmalarını göz önüne alarak iki sorunu dile getirmek gerekir. söylüyorum bir dönemin okur kitlesi (hem mizah hem macera okurları) bu denemeleri Bunlardan ilki eski çizgi roman dergilerinin sevmemişlerdi. Veya anlamamışlardı. Veya akıbetidir. Gırgır, Fırt ve Çarşaf ekolünden aradıklarını bulamamışlardı. Velhasılıkelam ortaya çıkan ve zaman içinde Dıgıl, Hbr, HBR içinde kısa çizgi roman öyküleri olan yayınlar Maymun, Pişmiş Kelle, Avni yayınlarına imza nedense bir türlü tutulmadı ülkemizde. atan zamanın sanatçıları okur kitlelerine de güvenerek çizgi roman atağı yapmışlardı. İkinci sorun ise DOĞAN KARDEŞ deneyidir. Gerçi okur kitlesine güvenmenin ötesinde bu Yakın zamanda tekrar ortaya çıkan ve denemelerde sanatçıların sanatsal bir atılım özellikle frankofon örnekleri yayınlayarak arayışının payı olduğunu atlamamak gerekir. okurlarına ulaşmaya çalışan dergi kapanmak ZEPLİN, rh +, AKREBİN GÖLGESİ, RR (resimli durumunda kalmıştı. Bunun başlıca sebebi roman), JOKER, Strip, Tam Macera gibi başlıca “devamı bir sonraki sayıda” mantığıydı. İtiraf dergiler hatırlanacağı gibi mizah ediyorum ilk zamanlar çocukluğumdaki gibi dergilerindeki konuları ve içerikleri biraz daha merakla beklemek çok keyifliydi ama bu karanlık, sanatsal, gotik, kısaca aykırı yaşımda da beklemek çok sıkıcılaşmaya çizgilerle sürdürmüşlerdi. Ancak nasıl olduysa başlamıştı. Haliyle takibi bırakmıştım. Zaten kimi dağıtım kimi satışlar, kimi de sanatçıların çizgi roman forumlardaki en büyük gerekçe de özel durumları sebebiyle kapanmak bu olmuştu. Ancak görünen o ki bu deney aynı durumunda kalmıştı. Gerçi gerekçe ne olursa zamanda harika bir anket olmuştu. Yayınevi olsun bu kısa çizgi roman örneği barındıran bu şekilde cilt olarak basabileceği popüler dergilerin satışlarının yeterli olmadığına işlerin hangileri olduğunu saptayabilmişti. inanıyorum. Aksi halde sorunlar hızla aşılırdı. Ama çizgi roman dergiciliği noktasında iş tam Hem o yayınların basıldığı yılları hem de bir kayıptı. Ve YABANİ İşte YABANİ şimdi şu anda tam da bu deneyimlerin yaşandığı bir zirve noktasında duruyor. Geçmiş örneklerden görüldüğü üzere “arkası yarın”lı kısa çizgi roman öyküleri yayımlamak pek geçerli bir anlayış değil. Hele de aylık arkası yarınlar hiç değil. Mizah temelli sanatsal formlarla da nereye ulaşılabileceği belli değil. Ve ama öte yandan okur kitlesi de eski okur kitlesi değil. Artık sanatçısıyla iletişim kuran, yeniliğe açık, yorum yapan, sevdiği yayını yeri geldiğinde eleştirmekten korkmayan, farklı
56
içinden çıkan popüler karakterlerinin özel albümlerini basıyor olabilir bir zaman sonra. Hatta küçük bir girişim gibi duran YABANİ bir zaman sonra Türkiye'nin ilk Marvel'ı, DC'si de olabilir. Daha doğrusu çizgisini bozmazsa aynı süreci yaşayarak VERTIGO olabilir ki olmaması için hiçbir sebep yok. Biliyorum böyle büyük laflar ederek belki de ekibe baskı uyguluyor Daha önce Kayıp Rıhtım Edebiyatta Kaybolanlar oluyorum ama bakıyorum da YABANİ kadrosunda internet sitesinde yer alan “Devrim Kunter İsmi bunun altında ezilecek, üstesinden Türk Çizgi Romanında Bir Devrim Olabilir Mi?” gelemeyecek kimse yok. başlıklı yazımda Devrim Kunter ve ekibinin bir Dergiyi daha almadım. Ama umutluyum, devrim yaratma şansı olduğuna inandığımı şimdiden 100. sayıyı bekliyorum. belirtmiştim. Şimdi de dergiyi görmeden hala aynı umudu taşıdığımı belirtmek istiyorum. Hatta kısa da olsa bir alıntı yaparak buraya aktarmak istiyorum: ekolleri de deneyimleyen son derece dinamik ve sadece takip ettiği çizgi romana değil sanatın kendisine sahip çıkan bir kitle var. Veya en azından başta sosyal medya yazışmalarından gördüğüm üzere gelecek vaat eden canlı, girişken, umut vaat eden bir okur kitlesi mevcut. Ki bu noktada bu kitleye ulaşan bir tanıtım hareketiyle okur kazanılması, kalıcı okur kazanılması kaçınılmaz görünüyor.
“Devrim fantezim işte tam da bu noktada giriyor devreye. Dünya çizgi romanı ekollerine baktığımda şunları görüyorum: 1 – Ekolün çıktığı kültürün sesi olmayı başarması. 2 – Kültürünün dinamiklerini iyi çözmüş olması 3 – Kültürünün arzu ettiği bir yanı temsil etmesi 4 – Yeri geldiğinde tüm değerleri yerle bir etmesi, isyan etmesi, eleştirmesi” Yukarıdaki örneklerin de ışığında belirtmek isterim ki YABANİ ekibini tarihi bir misyon bekliyor. Bu ekip bir ilki başarabilir, 100. sayısını okurlarına okuturken dergi
57
58
63
“PÖNŞIR, ÖRÜMCEK ADAM'I ÖLDÜRDÜ!” Onur ÇETİNCENGİZ 1990 yazında mahalleden bir arkadaşım "Biliyor musun Pönşır ,Örümcek Adam'ı öldürdü" dedi bana... Tam bir Örümcek Adam hayranı arkadaşımın elindeki kitaba baktım. Punisher yazıyordu. Tabii biz telafuz edememiş "Pönşır" demiştik. biliyordu ve filmi ballandıra ballandıra Punisher'in Alfa Yayınları'ndan çıkan
anlatıyordu.
kitabıydı bu kitap... Bir gün bana "Dün akşam Dolph Lundgren'in Hikayenin ismi" Punisher Örümcek Adam'ı
filmi vardı izledin mi?" dedi.
öldürürse Ne Olur'du... Ben "Yoktu ki Dolph'un filmi falan baktım, Kitabı okudum ve çok beğendim. 9
sadece Show'da Pönşır vardı" dedim.
yaşımdaki halimle ki o zamanlar tam bir Kaptan "Salak! Punisher'i Dolph oynuyor zaten"
Amerika hayranıydım... dedi. Sonra Türkiye'de çıkmış 8 cildi de edindim
(Dipnot ; Punisher'ın telafuzunu anasıl
okudum. O döneme göre aykırı bir çizgi romandı
söylendiğini o abimden o an öğrenmiştim )
tabii...
O hırsla eve koştum. Çünkü Dolph
O yıllarda çok hayranı olmasam da gene de sevmiştim...
Lundgren'in filmi olur da ben izlemezsem bu vatana ihanetle aynı şeydi!.
1992 yılında "Universal Soldier" vizyona Pazar gecesinin gazetesini aldım , TV
girmişti ve bir aile dostumuzun benden yaşça büyük oğlu tam bir Van Damme hastasıydı...
sayfasını açtım ki "Bingo"
Gerçekmiş!...
Benim Dolph Lundgren hayranı olduğumu
64
Punisher, Dolph Lundgren'in filmiymiş ve ben o filmi kaçırmışım!!
sonra Türkiye'de Arka Bahçe yayınları "Hoşgeldin Frank'i yayınladı.
Günlerce kendimi affetmedim. Sınıfta ,mahallede arkadaşlarıma filmi sordum, izleyenlere spoilerlı şekilde (O yıllarda spoiler ne nerden bilelim ) anlattırdım...
Soluksuz okuyacağınız bir çizgi romandır gençler! Okumadıysanız aldığınız gıdalar, oksijen , saldığınız karbondiyoksit hara! O derece!
Biliyor musunuz, ben o filmi 1996 yılının kışına kadar izleyemedim.
Neyse Punisher'ın 2004 yapım filmini beklemeye başladım ve korsan DVD'si çıktığı gibi sinema çekim hayaliyle aldım...Heyecanla eve geldim...İzledim !!
Punisher çizgi romanı da yayınlanmıyordu...
Olmamıştı abi. Hayal kırıklığıydı !
Sadece Punisher'ı atari salonlarında jeton karşılığı oynuyor , stres atıyor , özlem gideriyordum.
Sen Punisher'ı Mad Max'e benzetemezdin ! O Punisher'dı ...
1996'da Dolph abimin Punisher filmi izledim ve çok beğendim ve o film benim arşivime ancak 2009'da girebildi. Yani 1996'dan 2009'a kadar gene o filmin hasretiyle yaşadım Atari oyunundan sonra Punisher'ın Türkiye'ye gelmesi tam 2004 yılını buldu. Thomas Jane'in bir Punisher filminde oynayacağını duyduğumda oğlum olmuş gibi sevindim.
Ama benim o kızgınlığımı o yıllarda çıkan Punisher oyunu yatıştırdı. İşte gerçek Punisher'ı anlatan oyundu. Efsaneydi! Neyse o oyun da bitti ve Punisher gene dört yıl ara verdi. Ve dört yıl sonra efsane bir filmle döndü.
Ve 1992'den tam 2004 yılına yani 12 yıl
65
Bu konuya bir çare bulmalıydım. Kötü ev sahibi kiracıyı ev sahibi yapar parolasıyla bir Punisher kısa filmi yaptım 2012'de. Başrol benimdi ! Benden başkası oynayamazdı o rolü. Kardeşim de yönetmendi! Demin de dedim ya 2004'ten 2015 yılına dek Punisher yayınlanmadı bu memlekette diye. İmdadımıza Marmara Çizgi yetişti. “Max” serisini basmaya , yayınlamaya başladı ! “Max” serisi tamam, biraz hatta baya serttir ama okunulmalı, edinilmelidir ! Son olarak şimdi Daredevil 2. sezonda izliyoruz Punisher'ı ...Bu abimiz çok başarılı kabul etmek lazım. Punisher geç aralıklarla sinemaya ya da TV'ye geldiği için yaşı ve katıldığı savaşlar da değişiyor.
Ve dört yıl sonra efsane bir filmle döndü.
Orjinalinde Vietnam'da savaşan ve bir savaş kahramanı olan koca Frank , 2004 Punisher filminde özel harekattan bir polis , 2008 versiyonunda ise Irak'ta savaşmış bir askerdir!
Punisher War Zone! Çok beğenmiştim. Tabii ülkemizde vizyona sokma zahmetine girmediler ve DVD'sini edinmek zorunda kaldım.
Daredevil dizisinde de bir savaş gazisidir ama Afganistan'da savaşmıştır !
2011 yılında İç Savaş çizgi romanında Kaptan'dan sağlam bir sopa yiyen Punisher 2004'ten bu yana sessizliğini kısa bir gösterişle bozmuştu.
Dizi ya da filmin yapım yılına göre yaşını ayarlamak için Amerikan tarihine göre bir savaş uydurulur koca Frank abimize !
Ama bu memlekette 2004'ten 2015'e 11 yıl Punisher yayınlanmadı.
En son Marmara Çizgi "Punisher Marvel Alemini Öldürüyor" çizgi romanını bastı ve bizi çok mutlu etti.
Koskoca 11 yıl! En salak , en aptal çizgi romanlar yayınlanırken Punisher yayınlanmıyordu ve ben buna çok kızıyordum.
Bir solukta okudum. Umarım bundan sonra biz Punisher'dan, Punisher bizden ayrı kalmaz.
66
“Bu çizim ve sonrakiler, ustam Abdullah Turhan’a ithaf edilmiş r.”
67
68
69
70
71
72
73
74
HEKATE PUSUSU YAZAN
İLLÜSTRASYON
Gökçe Mehmet AY
Mehmet Kaan SEVİNÇ
boylu, bir tayfayı yere sermişti. Kantinde kalan mürettebat Sezgin'in üzerine yürümek üzereydiler. Aralarından zor sıyrılmıştım ama bunu yüzbaşıya söylemeye gerek yoktu.
Uzay gemisinde işin olmadığında zaman geçmek bilmez. Mürettebat başka gemilerin varlığını haber veren burgu sinyallerini gözler ya da gemide yapılması gerekenleri hallederken biz işsizlerin ortalıkta olmaması beklenir. Ben de oyalanmak için zırhımın kullanma kılavuzunu tekrar okurken, gemi mesajım olduğunu fısıldadı. Kafatasımın ardında askerlik şubesinde taktıkları çiple zırhım, silahım ya da gemi gibi tüm askeri ekipmana bağlıydım. Mesaj Hekate'deki birlikten gelmişti. İletişim ekranının yanına gidip isteği kabul ettim. Yüzbaşı Tekin ekranda belirdiğinde üniformamı düzeltmiştim.
"Anlaşıldı Teğmenim, soruşturmayı Kaptan ile beraber yürütüyorsunuz değil mi?" "Evet, efendim ancak sistemdeki en üst düzey rütbeli akıncı siz olduğunuz için siz gelinceye kadar soruşturma ertelendi." Yüzbaşı şaşkınlıkla bana baktı. "Kaptanı buna nasıl ikna ettin?" "Efendim, yönetmeliklerde personel hakkında nasıl soruşturma yapılacağı açık şekilde verilmiş. Sayın Kaptan'a gemi onun olsa da Akıncıların sizin sonra da Galaksi Meclis'inin olduğunu hatırlattım." Yüzbaşı gülmeye başladı.
"Nasılsın Halil?" "İyiyim komutanım." "Yukarıda sorun yok değil mi?" "Hayır, komutanım, herhangi bir problem yok. Kaptan ve mürettebat her şeyin normal olduğunu söylüyor." Yüzbaşı başını salladı.
"Sen Kaptan Jane'e yönetmelik mi okudun?” "Evet efendim." Yüzbaşı eliyle gözünü sildi.
"Güzel, bizim çocuklar sana sorun çıkarttı mı?" Komutanın olanlardan haberi olmama ihtimali yoktu. O yüzden hiç saklamaya çalışmadım. "Komutanım dün gemi saatiyle gece birde Çavuş Sezgin ve Gayretgah'dan bir piyade arasında kavga çıktı. Ben oraya gittiğimde olay çözülmüştü Sezgin'i ifadesini almak üzere koğuşa gönderdim." Ben geldiğimde Sezgin, kendisinden en az yirmi santim daha uzun
"Sonunda yönetmelikle Jane'i birinin alt edeceğini bekliyordum ama onun benim birliğimde olmasını beklemiyordum. Aferin Teğmenim. Bu bebek bakıcılığı işi bitip de gemiye döndüğümde neler olduğunu senden dinlemek isterim." "Elbette efendim. Eğer kayıt isterseniz bakış kaydım da mevcut." Şaşırdı.
75
76
Gemi burgu sinyali almış ve tüm birimler alarma geçmişti. Geminin tehdit analizi ve bilgileri sağ gözümde kayarken akıncılarımın durumunu sola aktardım. Alarmı duymuşlar ve zırhlarına girmişlerdi bile. Ben onları kontrol ederken zırhım sızdırmazlık bağlantılarını kapatmış, ön kontrollerini halletmişti. Kaskım kapatıp, güç kalkanımı gemi içi çatışmalar için ayarlayıp cephaneliğin yolunu tuttum.
"Bir de konuşmayı bakışa mı attın." "Evet, efendim, yönetmelik gereği adli soruşturmaların her aşamaları kayıt altında olmalı. O sebeple hepsini kaydettim." "Halil bu görevi şenlendirdin, gelince sana içecek bir şeyler ısmarlıyorum." "Teşekkürler efendim." "Sana merkeze göndermen için diplomatların ve bilim insanlarının yaptığı çalışmaları yolluyorum. Gönderdikten sonra hepsine bir göz at ve bir şey fark edersen bana haber ver." "Emredersiniz efendim." Tekin Yüzbaşı'nın gönderdiği dosyalarda Hekate ile ilgili bilgiler ve Meclis'in İmparatorluğun ilerlemesini yavaşlatmak için Timsah'larla varmaya çalıştığı anlaşma hakkında bilgiler vardı. Birçok dosya benim seviyemden daha gizli olduğu için ulaşamamıştım ama diplomatların yazdıkları güvenilirse anlaşma bizim istediğimiz gibi gidiyordu. Odama geçmeden önce birliğimi kontrol ettim. Akıncılarımın keyfi yerindeydi. Onlara bakarken Yüzbaşı'nın okuldan yeni mezun olduğum için değil, gemide bir komutan gerektiği için beni gezegene götürmediğine inanmak kolaylaşıyordu. Akıncı olmayı seçerken ilk görevimde başka gezegenler görmeyi ummuyordum ama yörüngede beklemeyeceğimi düşünmemiştim. Kahramanlık hayalleri kurarak uyuyakaldım. # Yer çekimsiz ortamda uyumak çok zordur ancak alarmlar çalarken yerçekimsiz ortamda uyanmak daha da zordur. Subaylar koğuşunda tek başıma olduğuma şükredip zırhıma girdim.
Cephanelikte benimki gibi çelik zırhları içinde akıncılarım ve daha basit zırhlar giyen piyadeler vardı. Akıncıların görevi zor koşullarda desteksiz savaşmak olduğu için bizim zırhımız her koşula dayanacak şekilde tasarlanmıştı. Lazer silahları, şekil verilebilir güç kalkanı, yön roketleri ile bir akıncı uzay boşluğunda bile savaşabilirdi. Zırhımı akıncı kanatlarımı taktığım gün vermişlerdi. Bilgisayar zırhın içinde yüzleri gözükmese de birliğimi tanıyıp isimlerini yerleştirdi. Veri tabanında Piyade komutanı Murat Üsteğmen'in de bilgisini verdi ama emir komutamda olmayan diğer askerlerin bilgisini göstermedi. Çipten üsteğmene emirlerini sordum. Sesi kulaklarıma ulaşmadan geldi. "Teğmen'im sen ve akıncıların olası bordalama durumunda dış koruma görevindesiniz." "Emredersiniz komutanım." "Ekibini hazırla, gelen gemiden bordalama botu gelirse onu durdurmak senin işin." "Anlaşıldı komutanım." Üsteğmen kaskıma baktı, yüzümü görmeye çalışıyor gibiydi. "Teğmenim bu ilk görevin, burgudan bir sorun çıkacağını sanmıyorum. Dikkat edin gemiye zarar vermeyin. Kaptan bu aralar siz
77
akıncılara kızgın." "Bir çizik bile olmayacak komutanım." Başını çevirip uzaklaştığında akıncı kanalına geçtim. Dört akıncımın yaşam sinyalleri ve bilgileri gözümün önünde belirdi. "Evet, beyler. Hanginiz gezintiye çıkmak
Burgu uzayı yırtıp yıldırımlar arasında ortaya çıktı, peşinden de iki hızlı imparatorluk hücumbotu çıktı. Kaptan roketleri ateşledi. Uzayı sessizliğinde kaçmaya çalışan saldırı botlarına yüzlerce minik başlık yağmur olup süzüldü. Hücumbotlar kaçış manevralarına başladılar. Roketsavar topları aktif savunmaya başladığında roketler ve hücumbotlar arasında ölümcül bir dans başladı.
ister?" # Zırhın askere verdiği duyguyu anlatmak zordur. Kollarında taşıdığın silahların, yardımcı sistemlerin verdiği bilgiyle artan görüşün ve hidrolik sisteminin verdiği gücün hissettirdiğini anlatmak kolay değil. Akıncılarım zırhının içine girdiğinde benim ne kadar heyecanlandığımı anlamasınlar diye çıkış tünelinde onları bekledim. Beşimiz de silah ve iletişim kontrollerimizi yaptıktan sonra sinyal verdim. Tüneli gemiye bağlayan kapı kapandı ve pompalar havayı çekti. Zırhım vakumu fark edince sızdırmazlık sistemini çalıştırıp deposundaki altı saatlik havaya geçti. Tabanlarımdaki elektro mıknatısları açıp geminin üstüne çıktım. Akıncı kolunun görevlerinden biri de gerektiğinde gemiyi korumaktır. O yüzden askerlerim ne yapacaklarını biliyordu. Onlar yerlerine geçip beklerken ben de burgu izini aradım. Zırhım Gayretgah'tan aldığı bilgiyle burgunun nereden çıktığını işaretledi. Uzayın karanlığını yırtmaya çalışan burguyu şimdilik sadece geminin sensörleri algılayabiliyordu. Hekate ve oradaki diplomatik ekip çalışmalarını sürdürürken burgunun uzayı delmesini bekledim. Tüfeğimde elektromanyetik ateşleyici ile fırlatılmaya hazır 320 barutsuz mermi vardı. Geri tepmesiz olduğu için uzayda kullanmaya uygundu.
İlk hücumbot daha fazla dayanamayıp roketlere teslim olduğunda anlık bir yıldız doğdu ve söndü. İkincisi patlamanın şokundan faydalanıp bordalama mesafesine gelmişti. "Akıncılar, roketler işi bitiremedi. İş bize düştü, hazır mısınız?" Akıncılarım sırayla onay verdiler. Hücumbot bordalama çenelerini açmış üstümüze gelirken bir an nefesim kesildi. Kalbimin atışını hissetmiyordum. Nefes almaya bile ihtiyacım yoktu. Akıncı Ocağının altı yıldır beni yetiştirdiği işi yapacaktım. Gayretgah'a bordalama engelleme görevinin başladığını haber verdim. Akıncılar hattından saldırı sinyalini verdim ve karanlık boşluğa atladım. # Gemiden yeterince uzaklaştığımda zırhımın manevra roketleri çalıştı. Hücumbotun yakın koruma ateşi ile Gayretgah'ın topları arasından zırh bilgisayarı en kısa mesafeyi bulup hücumbota rotayı çizdi. Gayretgah'ın silah bilgisayarı mermilerin izlerini çiziyor, zırhıma gönderiyordu. Bizlerin geldiğini görüyor olmalıydılar ama yapacakları bir şey yoktu. Hücumbotun kargo kapılarına gelince botlarımın mıknatısları aktiflendi ve ayaklarımdaki servolar hız farkının getirdiği darbeyi sönümledi. Eğer hızımı hücumbota göre ayarlamasaydım dizlerimde hissettiğim
78
hafif acıdan daha fazlasını yaşayacaktım. Başımı kaldırdım, Sezgin patlayıcıları kurmuştu. Emir verince hücumbotun gövdesine yerleştirdi ve patlattı. Açılan boşluktan içeri önce el bombası attım ardından da Sezgin içeri atladı. Zırhım saldırı alarmı veriyordu. Göğsüme birkaç darbe aldım. Yeşil mavi zırhı içinde imparatorluk askerinin Sezgin'e nişan aldığını gördüm. Tüfeğimi kaldırdım, tetiği çektim. Hızlandırılmış titanyum mermileri yeşil mavi zırha gitti ve deldi. Zırhın sızıntı köpüğü onları kapatmaya çalışırken bir daha ateş ettim. Akıncılar zırhını sadece saldırı anında kuşandıkları için bizim zırhlarımızda cam yoktur. İmparatorluk askerlerinin gemi zırhı ise standart yapımdı. Güçlendirilmiş camın ardında yüzünü görebiliyordum. Tetiğe bir kez daha dokundum ve cam parçalandı. Beş akıncı birkaç saniyede hücumbotu etkisiz hale getirmiştik. Bir terslik vardı. Hücumbotun normal mürettebatı 4 kişi olmalıydı. Bu mürettebata eğer Gayretgah gibi bir gemiye saldıracaksa piyade desteği olması şarttı. Hücumbotta sadece üç tayfa vardı. "Gayretgah hücumbot kontrolümüzde. Bir terslik var." Gayretgah'tan cevap gelmedi. "Gayretgah, burası Akıncı 4, beni duyuyor musunuz?" Gayretgah zırhımda gözüküyordu. Hücumbotta açtığımız deliğe yaklaşıp tekrar denedim. "Gayretgah ben Akıncı 4, duyuyor musunuz?" "Akıncı 4, burası Gayretgah. Ana antenimiz zarar gördü. Sinyali güçlendirmeye çalışıyoruz."
"Gayretgah, hücumbot güvende. Sistemlerine girip tam kontrol elde etmek üzereyiz." "Anlaşıldı." Onbaşı Jake zırhındaki elektronik muhabere ekipmanını hücumbota bağlamış, sistemini ele geçirmeye çalışıyordu. Acemi meraklı bir teğmen gibi gözükmemek için çatışmanın izlerini temizleyenleri izledim. Birkaç dakika sonra Jake hücumbotu Gayretgah'a bağlamayı başardı. Hücumbot Gayretgah'daki elektronik muhabere subayının komutasında yavaşladı ve gemiye yanaşmaya başladı. "Akıncı 4, bir problemimiz var." "Dinliyorum Gayretgah." "Bilgiler zırhınıza gönderildi." Zırhım gelen paketi açtı. Muhabere ekibi iyi çalışmıştı, hücumbotun görev geçmişine de ulaşmışlardı. Muhaberenin işaretlediği yere geldiğimde kanım dondu. Bu hücumbotun bir önceki görevi Hekate'deydi. İndikleri yer diplomatların yolu üzerindeydi. "Gayretgah sorunu gördüm. Telsizden Hekate'deki ekibe ulaşabildiniz mi?" "Olumsuz. Ana anten olmadan haber gönderemiyoruz, görüş açısı olmadan da sizinle yaptığımız gibi lazer bağlantısı kuramıyoruz." İmparatorluk hücumbotları şok saldırı birlikleri taşırdı. Eğer iki hücumbot birkaç tane de çıkartma gemisi Hekate'ye personel indirdiyse aşağıdaki akıncıların başı büyük dertte demekti. “Sezgin, ekibin atlama sertifikaları tam değil mi?"
79
"Evet, komutanım, en son iki ay önce yenilemiştik." Gülümsedim. "Gayretgah, Hekate'deki ekibe ulaşmak için bir planım var." # Kaptan Jane Anderson'ın kızgın yüzü ekranımı kapladı. “Teğmen Halil Kocasoy, ne yapmaya çalışıyorsunuz?” “Hekate'deki birliğimize haber ulaştırmaya çalışıyorum efendim.” Kaptan'ın gözleri kısıldı. “Gönderdiğin plan deli saçması, buna izin vermem mümkün değil.” “Efendim aşağıda birliğim var. Onları kurtarmam için her şeyi yapabilirim. Siz destek olmasanız da bu göreve çıkacağım.” Gözleri açıldı. “Sana engel olabilirim.” “Evet efendim, engel olabilirsiniz. Ancak siz de biliyorsunuz ki biz burada konuşurken diplomatlar ve akıncılar tuzağa düşmek üzere. Benim planım onları kurtarabilecek tek yol.” Kaptan'ın mavi gözleri ekranı delip çıkmaya çalışıyor gibiydi. Eliyle şapkasından çıkmış kırmızı saçını gözünün önünden çekti. “Tamam teğmen, sana destek olacağız. Ama eğer gemiye dönersen seninle uzun uzun konuşacağız.” “Emredersiniz komutanım.” İlk engeli aşmıştım. Artık iş bana kalmıştı. #
Akıncı birliğinin kurulmasındaki en önemli amaç uzay atlayışı yapacak birliğe ihtiyaç duyulmasıydı. Akıncılar yörüngedeki gemilerden gezegene atlamak için eğitilirlerdi. Gezegene atlamak sorun olmazdı, sorun atladıktan sonra yere inerken durabilmekti. Atlayış ekipmanı geliştirilmeden önce gemilerden sadece kinetik mühimmat atılırdı. Atlayış ekipmanı da kinetik mühimmat gibiydi ancak içinde bir akıncının sağ salim yere inmesini sağlayacak paraşüt ve ivme sönümleyiciler vardı. Gayretgah'ta ne kinetik bombardıman imkânı ne de atlayış ekipmanı vardı ama benim bir planım vardı. Ulaşabilecekken dostlarımın, akıncıların zarar görmesine izin veremezdim. Hücumbot son sürat Hekate'ye doğru giderken ben de Gayretgah'ın bilgisayarının yardımıyla zırhların güç alanlarına son ayarları yapıyordum. Hücumbot atlama noktasına geldikten sonra sabit yörüngeye yerleşmek için devam edecekti. Botun kapakları uzayın boşluğuna açıldı. "Hazır mısınız?" Dördü birden "Evet Komutanım" dediler. Akıncılarımla gurur duydum. Artık onların güvenine değer olup olmadığımı anlama zamanı gelmişti. Atlama sinyali geldi ve hücumbottan dışarı atladık. Birkaç saniye içinde beşli kol atlama düzenine girmiştik. Zırhım önceden programladığım gibi atmosfer sınırını geçince güç kalkanını çalıştırdı. Alevden bir dalga kalkanın önünde ilerliyordu. Zırhın soğutucuları fazla mesai yapıyordu. Duruş mesafesine gelmek üzereydik. Hekate tüm görüşümü kaplamıştı. Tekin Yüzbaşı'nın ve diplomatların olduğu nokta altımızdaydı. Her halükarda bizi fark edeceklerdi, ya kinetik saldırı ya da haberci olarak; görülmeme ihtimalimiz yoktu. Yavaşlama yüksekliğine geldiğimizde kalkanlar
80
programladığım şekle geçtiler. Önümdeki alevler azalmaya başladı. Zırhım güç kalkanı alarmı vermeye başladı. Birkaç saniye içinde her şey belli olacaktı. Kalkan dayanmayacak derken zırhım titredi. Güç kalkanı tüm ihtişamıyla açılırken yavaşlamaya başladım. Güç kalkanı genişlerken hava iyonize oluyordu. Kalkanın uçları alevlendi. Alevler kalkan boyunca ilerleyip zırha kadar geldiler. Artık yere yakındık ama tehlikeli hızların altına düşmüştük. Ötekilere baktığımda şaşkınlıktan donakaldım. Biz beş akıncı, alevden kanatlarımızı açmış yere süzülüyorduk. Alevler gelişimizi müjdeliyordu. Mitolojik canavarlar gibiydik.
"Aynı zamanda emrindeki akıncılardan birinin hafif yaralanmasına sebep oldunuz." Sezgin'in güç kalkanı enerjisi erken bitince son beş metreyi kontrolsüz düşmüştü. Zırhın içinde olmasa daha tehlikeliydi ama sadece ayağındaki kırıkla kurtarmıştı. "Evet komutanım." Yüzbaşı Tekin elindeki tableti kenara koydu. "Gerçekleştirdiğiniz operasyon akıncı birliği atlama prosedürlerinde yok. Hepsi senin inisiyatifinde olduğu için cevabı da sen vereceksin." "Evet komutanım."
Yüzbaşı Tekin'in birliğini görünce zırhım bağlantı kurdu ve önceden hazırladığım veri paketini gönderdi. Zırhın soğutucusu artık dayanamıyordu. Diplomatik ekibin araçlarının yolu üzerinde imparatorluk piyadelerini görebiliyordum. Bilgisayarlara hedefi gösterdim ve beşimiz alevlerimizin arasından ateşe başladık.
"O yüzden saygıdeğer ekselansları Haruki Ogawa seninle kendisi konuşmak istediler." Ogawa diplomatik ekibin başıydı. Galaktik Meclis'in önemli kişilerinden biriydi. Beyaz saçlarına rağmen hareketlerinde yaşının etkisi fark edilmiyordu. Yanıma geldi.
# Çatışma kısa sürdü. Bizim sürpriz saldırımız ve Yüzbaşı Tekin'in akıncılarının saldırısı imparatorluk piyadelerinin tuzağını boşa çıkarmıştı. Çatışmadan sonra Yüzbaşı Tekin beni yanına çağırdı. "Teğmenim, son gösterinizle beş zırhı kullanılmaz hale getirmişsiniz." Diplomatik heyetin başı da Yüzbaşı'nın yanında olanları izliyordu.
"Teğmen Halil Kocasoy, Galaktik Meclis adına size şükranlarımı sunmak istiyorum. Sayenizde hem benim ve ekibimin canına kastedenler cevabını aldı, hem de bizlerin gücünü gören Hekate hükümeti bizimle anlaşmayı kabul etti." Yüzünde koca bir gülümseme vardı. Elini uzattı. Tokalaştık. "Döndüğümde sizin hak ettiğiniz ödülü almanız için şahsen çalışacağım. Tekrar teşekkürler."
"Evet komutanım."
Ogawa tekrar elimi sıktı ve gitti.
81
Hekate Pususu / "Ağzını kapat teğmenim. Meclisin yeni gözdesi olabilirsin, akıncılara kanat kazandırmış olabilirsin ama daha yapacak çok işimiz var." "Emredersiniz komutanım." "Numaranı gören Timsahlar seninle tanışmak istiyorlar. Akşam onlarla verilecek yemeğe geliyorsun." "Emredersiniz komutanım." "En kısa zamanda da atlayış prosedürlerini değiştirmek için tavsiyeni yazmanı bekliyorum." "Emredersiniz komutanım." Yüzbaşı elini omzuma koydu.
"Halil bugün tarihe geçtin oğlum, aferin." "Sağ olun komutanım." Sırtını dönüp giderken gülümsüyordu. "Yemekte mesdres giyilecek, unutma." Yüzbaşı giderken arkasından bakakaldım. Dizlerimin titremesi hâlâ geçmemişti. Timsahlarla ne konuşacağımı bilmiyordum. Ama daha önemlisi atlarken üniformamı yanıma almamıştım ve dört saat içinde yeni bir üniforma bulmam lazımdı. Acaba Gayretgah'tan bana mesdresimi atabilirler miydi?
82
83
“Dar bilinç alanınızı genişletin”
DYLAN DOG VAMPİRLER MACERASI ÜZERİNE Ahmet Ziya SEKENDİZ sekendiz@gmail.com Marvel'in “comics” tadındaki filmlerini çok
hükmedici ifadeler yazdığını fark eder. Filmin
sevsem de, Tiziano Sclavi'nin yazdığı “film”
bize söylediği şudur: “Gördüğünüz dünya,
tadındaki Dylan Dog serüvenlerine bayılıyorum.
gerçekleri kapatan bir örtü.”
Şurası bir gerçek ki, aylık yayınlanan çizgi “Vampirler” adlı macera da bize şu soruyu
romanlar içindeki birçok kaliteli macera aynı
soruyor: “Özgür müyüz?”
sinema filmleri karşısındaki TV dizileri gibi unutulup gidiyor. Zaman zaman eski maceraları
“Uyuşturucu satıcısı” olarak anılan bir grup,
okuyup hafızayı tazelemek lazım belki de.
saklandıkları yere baskın yapan askeriyeye bağlı özel bir ekip tarafından öldürülüyorlar.
Sergio Bonelli Editore'nin birçok çizgi
Hem de teslim olmalarına rağmen. “Satıcılar”
romanının filmlerden ya da oyuncudan ilham
içinden sadece bir kişi kaçarak kurtuluyor.
aldığını bilirsiniz. Martin Mystere'deki, “Titanic'i Batırın” (Lal Yeni 12) adlı macera, ya
“Uyuşturucu” olarak anılan şeyi koluna enjekte ettikten sonra askerlerden birinin elbisesini
da yine Martin Mystere'de “Öldüren Fıkra”(Tay
giyerek aralarına sızıyor ve özel ekibin
Süper Albüm 37-38) adlı macerada Wilbur Preskett'in Woody Allen'a benzemesi gibi. Ama ben olaya daha farklı bakıyorum: Bence bazı maceralar filmden sadece ilham almakla kalmıyor, filmi tamamlıyor da! İşte Vampirler (Vampirler, Hoz 23) adlı öykü de bunlardan biri. İtalya'da 1991, Türkiye'de ise 2010 yılında yayınlanan “I Vampiri isimli Dylan Dog macerası da birkaç defa okunup üzerinde düşünülmesi gereken öykülerden. Kitabın tamamladığı film, John Carpenter'ın They Live (1988) adlı yapımı. Filmi özet geçmek gerekirse, kahramanımız eline geçen bir gözlüğü taktığında bazı “insanları” canavar şeklinde görmeye başlar, reklamlarda, dergi kapaklarında da cicili bicili resimler yerine “İtaat et”, “satın al” gibi
84
merkezine girerek birçok kişiyi öldürüyor ama rast gele değil. Bazılarına “sen onlardan değilsin” diyerek bir şey yapmıyor. Sonunda kendi de ölüyor. Hem de ölmeden hemen önce bir vampire dönüşerek! TV'de ne katliamdan ne de vampirden bahsedilmiyor. Kahraman İngiliz askerine direnen uyuşturucu satıcılarının yok edildiği söyleniyor. Başbakan bu kahramanları tebrik ediyor. Herkes de inanıyor. Eh ne de olsa televizyon hep doğruyu söyler değil mi? (!) Vampire dönüşen adamın öldürmediği
askerlerden biri, Dylan Dog'a gelince Kabuslar Dedektifi de konuya dâhil oluyor. Hayatından endişe eden adam ilerde öldürülse de Dylan bu davayı bırakmıyor ve sonunda, bahsedilen “uyuşturucunun” bir serum olduğunu, uyuşturmak bir yana insanın gözlerini açtığını öğreniyoruz. Dylan Dog serumu aldıktan sonra gazete bayiindeki bir dergi kapağında “President George Burns”ün fotoğrafını görüyor. Bir vampir şeklinde Eh Gerorge Burns olsa olsa eski ABD başkanlarından George Bush olabilir. (1991 tarihli olduğuna göre, Baba Bush) Sokakta da bol miktarda vampir var. Reklamlara poz vermiş mankenler, metroda yolculuk edenler, durakta bekleyenler…. Her yerdeler… Kısacası, vampir görünümlü kişiler (belki de gerçekten vampirler) aramızda yaşamaktadırlar ve devlet bunu bilmemizi istememektedir. Macerayı baştan sonra anlatma niyetinde değilim ama söyleyeceklerimin havada kalmaması için özetlemek zorundaydım. İlk defa David Icke'ın ortaya attığı, birçok ünlünün insan derisi giymiş yılan benzeri
85
yaratıklar olduğunu söyleyen “reptilian” iddialarını görmüşsünüzdür. Bush ailesinden İngiliz kraliyet ailesine, Angelina Jolie'ye kadar birçok ünlünün aslında insan olmadığı iddiaları, son yıllarda alay malzemesi olduğu kadar popüler hale de geldi. Ama ben, maceranın bununla alakalı olduğunu sanmıyorum. Kitap, aramızdaki vampirlerin kim olduğu sorusunu yanıtlamıyor. Yani onlar uzaylı mı? Mutant mı? Ne? Zannediyorum Tiziano Sclavi de bu soruyu açıkça cevaplamaktan kaçınmış ve böylece maceranın fantastik boyutunu artırmak istemiş. Bu da bizim alt okuma yapmamıza olanak sağlıyor. Eğer dergi elinizdeyse 79. Sayfaya bakmanızı istiyorum. Dylan Dog serumu yeni almıştır ve ilk defa bir vampir görmektedir. Vampire bakarak “Kör Şeytan” diye bağırır. Peki vampir ne yapar? Sadece şaşırır…. Ben buradan hareketle, macerada vampir olan birçok varlığın, vampir olduklarını bilmediklerini düşünüyorum. Aynı şekilde vampirlik olarak görülen şey de bence sadece için dışarı yansımasından ibaret. Yani aslında ortada uzaylı yok. Onlar da sizin, benim kadar insan. Kaldı ki “vampirler” düşüncesini açtığı Bloch bunu “çılgınlık” olarak adlandırırken, Dylan bu düşüncenin Kuveyt savaşı ya da TV yarışmalarından daha çılgınca olmadığını söylüyor (sayfa 89) Her şeyi bir araya getirin: Dergideki Başkan- Başkanın açtığı Körfez Savaşı, Cicili bicili dünya, mankenler-Hayaller üzerine kurulu TV yarışmaları…. Sizce Vampir kim o zaman? Gerçeklik serumunu kullananlar da kısa süreli vampire dönüşmektedirler. Bunun da alt okumasını yapalım: Serum, insanların gözlerini açıyor ve gerçekleri görmelerini sağlıyordu. Zaten vampir olanlar serum olmadan gerçeği çok önceden görmüş insanlar olabilirler mi?
Tiziano Sclavi “Bu dünya vampirlik yapan, insanların kanını emenlerin dünyası” demek istiyor olmasın? Bu arada macerada Groucho'nun birkaç defa ciddi sözler söylediğine hayretle şahit oluyoruz. 45. sayfada “Dağınıklık için özür dilerim patron” ve 81. sayfada “Ehm… Merhaba üzgünüm ama patron yok ve müşterileri bu saatte kabul edemiyoruz. Siz yarın tekrar
gelin” Aynı şekilde dergi boyunca Dylan Dog'un birkaç defa Groucho gibi espri yaptığını görüyoruz. Adını sorduğu askerin “Bunu söylemeye iznim yok” diye cevap vermesi üzerine, “Hımm adın uzunmuş. Sana kısaca yok desem olur mu?” diye karşılık vermesi gibi. (sayfa 36) Groucho'nun esprilerini her zaman beğenmişimdir. Bu kitaptaki favorim de şu: Hangi hayvan bir binadan daha yukarı sıçrayabilir? Hepsi çünkü binalar sıçrayamaz! Dylan'ın sözleri ile bitirelim: Vampirleri, uyuşturucu (serum) kullanmadan tanımayı öğrenmeli ve şiddet kullanmadan mücadele etmeliyiz. 69'da ne diyorlardı? “Dar bilinç alanınızı genişletin.”
86
SAOİRSE EFSANESİ YAZAN
İLLÜSTRASYON
Oğuz Özgür UĞUR
Hüseyin ESEN
Deniz mavidir ya da yeşil, nasıl görüyorsan öyle olsun. Demem o ki deniz renklidir. Körler bile bunu hisseder. Deniz ve kuyu suyunun farkını bilmek için görmek gerekmez. Oysaki denizden aldığın bir kap suyun rengi yoktur. Çünkü o artık denizin bir parçası değildir.
görebileceğin en gerçek tanrıça tasviriydi. O gelmeden önce hikâyeleri dilden dile yayılmıştı bile. Kaçı doğru kaçı yanlış bilinmez bazılarına ben de kulak misafiri oldum. Saoirse deniz ülkesinin yaşayan son kızıymış. Efsunlu olduğu için insanlar ondan uzak dururmuş. İhtiyar balıkçı babasıyla korsanların dahi girmeye cesaret edemediği bir koyda yaşarmış. Saoirse da öyleydi. Tan şehrine getirildiği Annesine ne olduğunu kimse bilmezmiş. ilk günü hatırlıyorum. Altın rengi bir ahal Doğumundan beri anasını gören olmamış. tekenin sırtında meydana girişini görmüştüm ilk Babası da yeminliymiş ki kader benimle birlikte kez. Duru bir güzelliği, tedirgin bakışları vardı. gömülecek dermiş. Saoirse on beşine girdiği Gurup kızılı saçlarına yerleştirilmiş gardenya gün kör kâhinelerin ulu dağında bir ışık çiçekleriyle bezeli taç şahın yeni karısı belirmiş. Şehri kuraklıktan kurtaracak mucize olacağının işaretiydi. İki yanında iki at ve uzak diyarların dalgalarında saklıymış meğer. atların üzerindeki köleler deniz ülkesi kızının Ne yapıp edip onu bu kuruyan şehre üzerine gerdikleri dört kollu beyaz kumaşla onu getirmeliymiş. güneşten koruyorlardı. Karşılama için toplanan insanlar yeni gelinin bereketiyle yeşerecek Kâhinelerin kehanetinin ertesi günü toprakların umuduyla keyif bulmaya gemilere yüklenen onlarca atla beraber şah ve çalışıyordu. Şehre son yağmur tanesi yüz askeri yola koyuldu. Birkaç keçi derisi düştüğünde Saoirse doğmamıştır bile. Tanrılara haritadan başka deniz ülkesinin yerini gösteren sunulan adakların kanlarından başka hiçbir şey herhangi bir şey olmamasına rağmen şah hiç yirmi senedir Tan şehrinin topraklarını tereddüt etmeden emri vermişti. Daha önce ıslatmamıştı. Kör kâhinelerin son görüsü deniz hiç kimsenin gitmediği kadar uzağa ülkesinin son kızını müjdelemişti. Efsanelerde gideceklerdi. Khvalis denizini gemilerle geçip deniz ülkesi kızlarının uzak diyarların deniz yolun geri kalanını atlarla devam edeceklerdi. tanrısı Manannán mac Lir'in ruhundan bir parça Halk gelecekleri günü umutla bekledi. Bir sene taşıdıkları söylenir. Bakışları efsunludur. Derler boyunca şehrin gebe kadınları her gün ulu ki deniz ülkesi kızlarının yedi sözü olurmuş. kubbe topraklarına kanlarını akıttılar. Yedisi de bin ömre bedelmiş. Ben masallara hiç Dönmeleri tam bir sene sürdü. Gemiler denizde inanmadım. O yaşıma kadar da doğru düzgün tekrar göründüklerinde şehir susuzluktan inanan kimse tanımamıştım doğrusu. Ancak kırılmak üzereydi. Denizin tuzlu suyu bile Saoirse'yı görür görmez inançsızlığıma lanet yarıya kadar çekilmişti. Acı suyunsa kimseye bir ettim. Böylesine bir varlığı görmezden gelmek faydası yoktu. Saoirse işte böyle bir günde Tan tanrılara hakaret demekti. Saoirse şehrine adımını attı. Halk ona hayranlıkla
87
88
bakıyordu. Yıllarca bekledikleri lütuf karşılarında duruyordu. Teni kadar beyaz elbisesinin eteklerine dokunabilmek için adeta birbirlerini eziyorlardı. Atı huysuzlanınca herkes geri çekildi. Rahatlaması için serbest bıraktıkları at bir koşumun ardından tam da benim önümde durdu. Sonrasında kaderin pençesi yakamı bir daha bırakmadı. Saoirse'yi atından indirip şahın çadırına kadar eşlik etme görevi bana verildi. Adet bu ya; gelini kocasına babası, olmadı yaşlı bir akrabası teslim eder. Son günlerde çevrede aklı başında ve yürüyebilen pek ihtiyar kalmamıştı. Kızın en yakın akrabası ise kim bilir kaç bin dağ ötedeydi. Alelacele şah görevi bana verdi. Taşlı yol boyunca ona eşlik edip kızı kocasına teslim edecektim. Deniz ülkesi kızı koluma girdiğinde buz gibi soğuk olduğunu fark ettim. Güneş onu ısıtmıyordu sanki. Yolun iki tarafında dizilmiş insanlar en içten dualarıyla ona yakarıyorlardı. O ise kendinden çok uzakta bir yerde sözüm ona gülümsemeye çalışıyordu. Gözlerindeki hüzün ruhuma dokunmuştu. Şehrin tekrar yeşerebilmesi için bir bedel ödenmesi gerekiyordu. Bedelin adı Saoirse'ydi.
kurduğu şehir kendi ellerinde parçalansın istemiyordu. Lakin tanrıların buyruğuna kimse karşı gelemezdi. Şah sözlerini tamamlayıp ayağa kalktı. Kuşağından küçük keskin bir hançer çıkardı. Son kefaretin kendisi olduğunu biliyordu. Halk olacakları bilerek sessizce şahın etrafında toplandı. Şah hançerini göğsüne saplamak üzereydi. O sırada bir kadın gökyüzünde uzak bir noktayı işaret etti. Herkes aynı tarafa baktı. Çok uzaklarda parçalı bulutlar hızla bir araya toplanıyordu. Uzun zamandır görmeyi unuttuğumuz bir şeydi bu. Hücum eden atların arkasında bıraktığı toz yığınları gibi gökyüzüne doğru kabarıyorlardı. Neredeyse göğün tavanına değeceklerdi. Herkes göklerdeki mucizeyi izliyordu. Bense Saoirse'yı gözlüyordum. Uysal adımlarla çadırdan çıkmıştı. Yarattığı mucizeden habersiz gibi başına önüne eğmiş, usulca duruyordu. Göğün gürlemesiyle beraber insanlardan sevinç çığlıkları yükseldi. Çocuklar korkudan annelerine sokuldular. Hayatlarında ilk kez gök gürültüsüyle tanışıyorlardı. Yıllar sonra yağmurun huzur dolu sesi Tan şehri sokaklarında yankılanmıştı.
Masal diyarındaki yemyeşil adalardan toz ve toprağın şehrine getirilmiş gelini şahın ellerine teslim ettim. O an yüreğimin bir parçasının kopup gittiğini hissettim. Şehir halkı yıllar yılı son bulmayan kuraklığın bitmesinden başka bir şey istemiyordu. Gün kızıla boyanırken şah nihayet çadırından çıktı. O sıra şehir derin bir sessizliğe gömüldü. Baba yadigârı kılıcıyla avucun içine derin bir kesik açıp akan kanı alnına sürdü. Kanla yıkanmış kılıcını var gücüyle toprağa sapladı. Dizlerinin üzerine çöktü. Halk aynı anda yere kapaklandı. Şah yağmur için son umut duasını ediyordu. Tüm günahların bedelini yeterince çektiğimizi halkı adına haykırıyordu tanrılara. Bir damla su için bin bedel ödemeye razıydı. Babasının
Halk en nihayetinde yıllardır beklediği yağmura kavuşmuştu. İnsanlar ulu şaha ve kurtarıcıları Saoirse'ya şükranlarını sunuyorlardı. Şah elindeki hançeri yere attı. Yağmurla yüzündeki kanı temizledi. Karısına uzun uzun sarıldı. Kırk gün kırk gece ziyafet verdiğini duyurdu. Ne var ki kırk gün kırk gece yağmur hiç dinmedi. Dinmeye de hiç niyeti yoktu. İnsanlar ilk günlerin heyecanıyla buldukları her yere yağmurun bereketli sularını biriktirmişti. Ancak yağmur bir kez bile durmamıştı. Suya doyan toprak daha fazla dayanamadı. Şehri sel baskınları götürmeye başladı. Açlık bir kez daha dayanılmaz hale geldi. Sanki gökteki kapı kırılmış gibiydi. Yağmur aylarca dinmedi. İnsanlar bir kez daha
89
uzak diyarlara göç etmek zorunda kaldılar. Benimse kaçmak gibi bir niyetim yoktu. Aklımda tek bir şey vardı. Kalanlar Saoirse'yı cadılıkla, büyücülükle, uğursuzlukla suçlamışlardı. Şehrin kurtarıcısı güzel Saoirse artık şehrin kara cadısı olarak anılıyordu. Şahın emriyle Saoirse zindana kapatıldı. Şah onu korumak için mi yoksa cezalandırmak için mi tutsak etti bilmiyorum. Tek bildiğim halk onu eline geçirseydi yapacakları en basit şey onu diri diri yakmak olurdu. Khvalis denizinin suları taşıp şehri boğarken sadece Saoirse'yı düşünüyordum. Tanrılar bana çocuk bağışlamamıştı ancak karşıma onu çıkarmışlardı. Zindanda çürümeye terk edemezdim. Onu tek başıma kurtarmalıydım. Kimseye güvenemezdim. Ama insanlar bana güvenirdi. Zindana ulaşmam zor olmadı. Nöbetçilerin bile yağmurdan çürümeye başlamış bir ihtiyarı içeri alacak kadar vicdanları vardır. Onlar ne olduğunu anlamadan hançerim üçünü de yere serdi. Çabucak en dip hücrelere kadar indim. Etraf zifiri karanlıktı. Zar zor görebiliyordum. Zindanlar Saoirse'nın feryatlarıyla yankılanıyordu. Onu kollarımın arasına aldım. Kendinde değildi. Yüzüne dokundum. Kemik gibi sert ve soğuktu. Teni kurumuş balık pulları gibi pürüzlüydü. Gardiyanlar fark etmeden onu oradan çıkardım. Ormana kadar kucağımda taşıdım. Atım eski yoldaki yıkık kuyunun yanında beni bekliyordu. Dörtnala denize doğru yol aldık. Öncesinden bir tekne ayarlayıp körfez tarafında bir girintiye gizlemiştim. Bir an evvel tekneye ulaşıp gidebileceğimiz en uzak yere kaçmayı planlıyordum. Atım yağmurla boğulmuş ormanın içerisinde ilerlemekte güçlük çekiyordu. Ağır gitmemiz yetmezmiş gibi dinlenmesi için durmak zorunda kalıyorduk. Uzun süre yol aldık.
Neredeyse gün doğmak üzereydi. Dalgaların sesleri kulaklarıma kadar geldiğinde yaklaştığımızı anladım. O sıra Saoirse da kendine gelmişti. Anlamadığım bir dili vardı. Bir şeyler mırıldandı. Gözleri gülüyordu artık. Güzel şeyler söylediğini varsaydım. Kıyıya yaklaşınca attan indik. Gizli bir yoldan koya varmamız gerekiyordu. Yolu yarılamışken Saoirse bir ses duymuş gibi irkildi. Heyecanla etrafına bakındı. Birden koşmaya başladı. Tepeye tırmanıyordu. Arkasından koştum. Ben balçık gibi olmuş toprakta bata çıka ilerlemeye çalışırken o kelebek gibi narince ilerliyordu. Nitekim yetişemedim. Falezin kıyısında durdu. O an ne yapacağını anlamıştım. Yere kapanıp yalvardım. Çocuk gibi ağlıyordum. Birden arkasına döndü. Bana doğru yürümeye başladı. Gitmekten vazgeçtiğini sandım. Elimi tuttu. Yüzünde tatlı bir huzur vardı. Minnet dolu bakıyordu. Yüzümü elleri arasına aldı. Dudaklarımdan öptü. Son bir kez baktım ona. Sonra koşarak falezden attı kendini. Acı çekmekten başka bir şey gelmedi elimden. Şafaktan akşama kadar falezin dibinde hırçın dalgalara rağmen var gücümle aradım. Onu bulunca düştüğü denizin dibine gömecektim. Bir başkasının bulmasını istemezdim ama bulamadım. Yağmur iliklerime kadar işlemişti. Bitkin düşmüştüm. Kayaların içinde küçük bir mağarada geceyi geçirdim. Gözümü açtığımda güneş yüzümü ısıtıyordu. Güneşi en son ne zaman bu kadar parlak gördüğümü düşündüm. İnsanların bin gün yağmurları adını verdiği kâbus bitmişti. Yağmur sonunda dindi. Başladığı gibi aniden bitti. İnsanlar Saoirse'nın ölümünü bayram olarak kutladılar. Oysa bilmedikleri ve hiçbir zaman anlamayacakları bir şey vardı.
90
Kâbusu bitiren şey onun ölümü değildi. O tekrar ait olduğu yere, denize kavuşmuştu. Deniz ülkesinden uzakta bir başka denizle tekrar bir bütün olmuştu. Saoirse'yı kurtarmıştım. Şehre geri döndüğümde halk beni bir kahraman gibi karşıladı. Şahın gözünde ise bir hainden başka bir şey değildim. Nöbetçileri öldürüp şahın tutsak karısını kaçırarak öldürmek suçlarından tutuklandım. Oysa ben ne şehrin kurtarıcısı ne de Saoirse'nın katiliyim. Halkın yoğun talebiyle idamdan
kurtarıldım ama zindana atılmaktan kaçamadım. Talih burada yüzüme bir kez daha güldü. Seninle şu an Saoirse'nın kaldığı zindanı paylaşıyoruz kader dostum. Bak işte tam bu duvarda onun kendi kanıyla yazdığı bir kelime var. Okuyabiliyorum. “Clíodhna”. Keşke ne anlama geldiğini bilsem. Saoirse gittiğinde yaşamak için bir sebebim kalmamıştı. Şimdi ise ömür boyu tutsak olmama rağmen onu her gün tekrar düşleyebilmek için sonsuza dek yaşamak istiyorum.
91
PUSOVA'DA SAKİN BİR GECE Öznur BAYCAN oznurbaycan@gma l.com
Sürekli şunu düşünüyorum. Günümüzün yazarları zamanımızdan çok sonraları da hala adından söz ettirebilecek kadar iyiler mi? Örneğin E.Allan POE, Oscar Wilde, Bram Stoker, H.P. Lovercraft, J.R.R. Tolkien, Isaac Asimov, Ray Bradbury…
öncesinde Gölge'miz başta olmak üzere Anadolu Korku Öyküleri derlemelerinden ismini duyduğum, şimdi ise Gerisi Hikaye adlı programları ile de takip ettiğim, yüzyıl sonrasında da hala adından ve öykülerinden bahsedileceğine emin olduğum yazardır.
Daha nicelerini anmak istediğim, efsane dediğimiz bu yazarların ortak özellikleri nedir? Dönemlerine ait yapılmayanı yaptıkları için mi? Yoksa yaşadıkları zamana, zamanlarının öncesine ve sonrasına hükmedebildikleri için mi? Peki ya yerli yazarlarımızdan kimler ölümsüzlüğü tadacak kadar yetenekli? İşte bu sorunun yanıtına hiç düşünmeden birkaç isim sayabiliyorum. İhsan Oktay Anar, Barış Müstecaplıoğlu, Galip Dursun… Evet, Galip Dursun. Yerli yazarlara güven tazelemek için en iyi isimlerden biridir kendisi. Sorgusuz sualsiz okunması gereken öyküleri vardır. Şimdi ise kısa öykülerinden oluşan Pusova ile bizi selamlıyor. Daha
İthaki Yayınları tarafından basılan kitabın Yankı Enki'nin yayına hazırlamasıyla önümüze serilen sayfaları arasında kendinizi derinliğe teslim etmeden önce derin bir nefes almanızı öneririm. Soğuk bir esinti ile karşılaştığınızda artık Pusova'da gezinmeye başladınız demektir. Galip Dursun Gerisi Hikaye'dir… Anadolu Korku Öyküleri'dir… ve Pusova'dır… Bir yazarın yazdıklarından ibaret olmadığı anlarda daha kıymetli hale geldiği net bir görüştür benim için. Söyleşilerinde, sohbetlerinde ve daha nice karşılaşmalarda kendisindeki bilgi hazinesinin ışığını görüyorsunuz. Şahsım adına şunları diyebilirim ki sohbet ettiğimizde bile sürekli anekdotlar sunarak gözkapaklarımın açılıp büyük bir ilgi ile dinlediğimi fark ettim.
92
batmayan geçişlerin heyecanı ve gerilimi arttırdığı bir gerçek.
Ülkemizde bunu sağlayacak kaç kişi var? İçten, samimi, ego sahibi olmayan yazarların kalıcılığından emin bir görüşe sahibim. Yerli yazarlara bakışımız her zaman geri plandadır. Sıcak bakılmayan yerli korku öğelerini günümüzün sokaklarına yansıtması ve ince detaylarla öykülerin zenginleşmesini sağlayan nadir insanlardan biridir Galip Dursun.
Ne de zor öyküleri anlatmadan üzerinde konuşmalar yapmak… İtiraf etmem gerekir ki bu adamın lanetli kelimeleri üzerinize sinecek ve tekrar tekrar okumayı isteyip ürkerek büyük bir iştahla yeniden okuyacaksınız… Hatta okumadığınız anlarda üzerinde düşünüp olayların akışı hakkında yeni yorumlar katacaksınız… Keşke biraz daha uzun tutsaydı şu öyküyü de kısacık yazmış, derken bulacaksınız kendinizi.
Günümüz yazarlarının kalıcı olmasından söz etmemdeki en büyük sebep piyasaya çıkmış ve çıkacak olan kitap değeri sorgulanacak ıvır zıvırla doldurulmuş kelime çöplüğünün giderek artmasıdır. Okuyucu olarak beni rahatsız etse de zamanın kılıcı onları tek tek öldüreceğinden emin olduğum için sinsice gülümseyebiliyorum.
Yazarlar yaşadıklarını öyküleriyle harmanlayarak anlatmış düşüncesine kapılabilirsiniz. Çünkü Oba ve Ağıt öyküsündeki anne olgusu göze çarpıyor. Lakin böyle düşünmek yazarın size sunacağı sınırsız hayal dünyasına ket vurur.
“Ağıt” öyküsüyle bizlere bildiğimiz, aşina olduğumuz ölümün görmek istemediğimiz yönünü fısıldıyor… "Mezara, sevilen ama artık istenmeyen bir çöp gibi bırakıldığında vazgeçmişti…" Flütten çıkan melodiler eşliğinde ölümün sokaklardaki seyahati yanı başımızdan geçiyor. Bu öyküyü okuduktan sonra sokakta yürürken köşelerde melodi sesleri yükseliyorsa etrafınıza dikkatlice bakıp hızlıca uzaklaşacağınızdan eminim… Hele o Gavur yok mu o Gavur… Piç'in gözlerine bakmaya korkar hale gelip de iki tavla attığınız manav ile karşılaşmak için gündüz saatlerini tercih ediniz efendim.
Yer altı edebiyatı diline hakim bir yazardan beklediğimizi karşılamış olmasına seviniyorum ve ''Yeter artık roman yaz'' diyecek kadar da ileri gidebilirim bu konuda.
Öykülerden oluşan kitapların en büyük sıkıntısı bir öyküden diğer öyküye geçerken adapte olamayıp kopukluk yaşanmasıdır ki bunu yaşamayacağınızı garanti ediyorum. Bir insan şehre neden küser? Pusova'nın laneti… Mehmet Emin Yalı'nın işleri… Jeton'nun kanlı hikayesi…
En sevdiğim öykü hangisi mi? Öykülerin zaman ve mekan derinliğini Hepsi, lakin birini daha fazla sevdi ruhum… ve ensenizde soğuk bir nefes gibi hissedeceksiniz. Tek bir tür yok ki bu kitapta… şu an Pusova içinde Ağıt yakıyorum. Karanlık, sessiz ve sisli… Hatta hiçbir türün içine koyamadığımız yeni denemeler de mevcut. Harmanlanmış, göze
93
YANMAZ KEFEN
YAZAN
İLLÜSTRASYON
Atilla BİLGEN
Cihan Oğuz DEMİRCİ
“Bizimle yolculuk ettiğiniz için
iki katlı evde yaşam belirtisi yoktu. Gözünü
teşekkürler...” anonsuyla uyanan Maşallah
evden ayırmadan kalın kısa parmaklarıyla uzun
Hoca'nın ağzında buruk bir tat vardı. Diliyle
beyaz sakalını sıvazladı. “Yattı mı acaba?
dişlerinin üzerini temizledi, yüksek sesle birkaç
Umarım öyledir.” diye içinden geçirdi.
defa yutkundu, ardından buğulanan camı silip Gecenin sessizliğini bozan köpek
dışarıya baktı. Otobüs otogara giriyordu.
havlamaları insanı ister istemez ürkütüyordu.
Kasılmış kollarını gevşetmek amacıyla ellerini
Valizini vermek için aşağıya inen şoför bagajı
kenetleyip öne doğru uzattı ve uzun uzun
açarken Maşallah Hoca'nın bu halini fark etti ve
gerindi. Paltosunu giyip aşağıya indiğinde vakit
gülerek “Korkma havlayan köpek ısırmaz.”dedi.
gece yarısını geçmişti. Dışarısı buz gibiydi. Bagajdan valizini alırken etrafına bakındı. Taksi
“Ya itoğlu itin bu sözden haberi yoksa?”
yoktu. Mecburen yürüdü. Kamyon ve şehirlerarası otobüsler haricinde ne bir araç ne
Kapıyı çalıp bekledi. Açan olmadı. Bir kez
de insan geçiyordu. Soğuktan dudakları
daha vurdu, sonuç değişmedi. Sokakta kalma
morarmış, elleri ve ayakları üşümüştü. Ellerini
korkusuyla kırarcasına aralıksız vurdu. Önce
cebine sokup olduğu yerde zıplamaya başlamıştı ışıklar yandı, sonra “Patlama geliyorum.” diye ki önünde bir taksi durdu. Dışarısının aksine
bir ses duydu. Rahat bir nefes aldığı sırada
içerisi sıcacıktı. Şoför “Nereye gidiyoruz?” diye
çizgili pijamasının üstüne yün hırka geçirmiş
sordu. Ceketinin cebinden çıkarttığı kâğıttan
siyah sakallı kel bir adam kapıyı açtı. Uykulu
adresi okudu. Göz ucuyla camdan dışarıya
gözlerini eliyle ovuştururken Maşallah'a boş
baktı. Solgun yanan sokak lambaları haricinde
gözlerle baktı. “Kardeşini tanıyamadın mı Arif?”
etrafta tek bir ışık bile yoktu. Caddenin iki “Maşallah! Ne arıyorsun burada?”
yanına sıradağlar gibi dizilmiş apartmanlar, terk edilmişçesine karanlığa bürünmüşlerdi. Hem bu
“Kardeşimi özledim diyelim.”
görüntü, hem de sokakların sessiz ve ıssızlığı “Ulan sen menfaatin olmadı mı tuvalete
Maşallah Hoca'yı ürkütmüştü. “Bir de Arif evde
değilse işte o zaman ayvayı yedik.” diye içinden bile gitmezsin!” geçirdi. Günlerdir iğne üstünde yaşamanın “Çok şakacısın Arif. Ne o, içeri buyur
vermiş olduğu sıkıntı, sinirlerini zaten altüst etmişti. Arif'i evde bulamama düşüncesi
etmeyecek misin?”
huzursuzluğunu iyice artırdı. “Geldik Hacı Dayı.”
Eve girince Maşallah teklifsiz salona geçip baş köseye kuruldu. İçerisi sıcaktı ama karnı hâlâ açtı. “Sabahtan beri yoldayım.
Şoförün seslenmesiyle dışarıya baktı.
Öldüm açlıktan. Bir şeyler hazırla Arif.” dedi.
Sokak lambalarının solgun sarı ışıklarından bile “Ulan bela geliyorum demez gelir. Valla
mahrum bir bölgedeydiler. Önünde durdukları
dolap tamtakır. Ama istersen çay demleyip
94
95
sonra, “Nerdeeee? Karı meğerse gazeteciymiş.
peynir ekmek çıkartayım. ”
Hemen ertesi gün “Cinsel organıyla cin çıkartan “Madem peynir çıkaracaksın garibanı
hoca.” diye gazetelere düştüm. Polisler eve
mundar etme. Çay yerine bir büyük aç.”
gelmeden de pılıyı pırtıyı toplayıp soluğu yanında aldım.”
On dakika içinde Arif çilingir sofrasını kurmuştu. Çay bardaklarına döktükleri rakıdan
“Bir de utanmadan özledim ayaklarına
içtikleri ilk yudumun ardından Arif “Dök bakalım
yatıyorsun. Haydi bakalım şerefsizliğine içelim.”
içini. Ne arıyorsun burada?” diye sordu. Rakının dibini gördüklerinde sabah ezanı “Seni özledim ve görmeye geldim.”
okunuyordu ve ikisi de kafayı bulmuştu. “Bak jimdi güjel kardişim” dedi Arif “bij var ya bij
“Bırak şimdi bu ayakları. Ne ayak? “
cehennemde jayır jayır yanmazsak adiyim.” “İş kazası! Geçen ay çocuğu olmayan bir “O senin kendi adiliğin. Beni bu işe
kadın getirdiler. Görsen bir içim su.”
karıştırma.” dedi Maşallah. “Hemen göbeğine muska yazmışsındır “Olmaj. Mademki beraber yürüyüp
şerefsiz. “
beraber ijtik bu mereti beraber de yanajacağız. Bırakmam seni kardeşiiim. Tek başıma sıkılırım
“Göbeğine muska yazmakla adamın ateşi
sönmez oğlum. Anla artık nasıl bir afet olduğunu. oralarda yaaa. “İçinde cin var. Çocuğunun olmasını o “Sıcaak beni bozar. Almiyayım... “
engelliyor.” dedim. Muskalar yazdım. Okuyup üfledim. Tabii ki bir işe yaramadı. “İçindeki cin
“O jaman kardişimeee yanmaj kumaştan
çok dirençli. Tüm dualara efsunlu. Onun
bir kefen yaptirayım. Ne dersin?”
çıkmasının tek bir yolu var ama…” dedim ve “Yanmaz kefen! Matrak iş lan bu. Uyar
sustum. Üzerime geldi ancak tek kelime etmiyorum. Neyse yalvar yakar olunca “Mahbube
anasını satayım. Yaptır.” dedi ve birden
arkası üzre yatıp bacaklarını göğsüne doğru
durakladı Maşallah Hoca. Beyaz sakalını sert sert
kaldıra ve dini bütün bir hoca zekerini
kaşıdı. Kaşıdıkça gözleri parlıyor ve giderek
mahbubenin fercine idhal eyleymesiyle cin
ayılıyordu. Ayağa kalkıp odanın bir ucundan bir
çıkar.” dedim. Haliyle anlamadı ve “Nasıl yani?”
ucuna gidip gelmeye başladı. Dudakları dua
diye sordu. “Nefesi kuvvetli bir hocayla cinsel
edercesine kıpır kıpırdı. Arif, “Jaten başım
ilişkiye girmen şart.” dedim. Boynunu büküp,
dönüyor. Oturs...” dediği sırada sözünü
”Madem tek yol bu. Yapalım o zaman.” dedi.
tamamlayamadan sızdı. Maşallah neden sonra
“Etrafa bir bakayım. Bu işi kabul edecek bir hoca durup Arif'e baktı ve “Yırttık oğlum. Bu sefer bulabilirsem size haber veririm.” dedim. “Aman
gerçekten yırttık.” dedi.
hocam sizden iyisini mi bulacağım.” diye dil Arif ikindiye doğru zorlukla gözlerini açtı.
dökünce içimden göbek atarak teklifini kabul ettim. Ertesi günü için de sözleştik.”
Başı kazan, ağzı ise lağım gibiydi. Suratını ekşiterek oturduğu yerden kalktı. Ellerini
“Vay şerefsiz. Karıyı götürdün desene.”
kenetleyerek kollarını yukarıya kaldırıp gerindi. Sıkışmıştı. Tuvalete gitmek için odadan çıkıyordu
Maşallah sigarasını küllükte söndürdükten
ki, “Nihayet uyanabildin.” dedi Maşallah.
96
“Ananın… Tövbe tövbe. Oğlum o zaman
“Ne zaman kalktın?” diye sordu Arif.
aldatıldıklarını anlarlar. “Yatmadım ki kalkayım. Bu saate kadar “Peki ne pazarlayacağız?”
çalıştım. Neyse anlatırım. Sen hele elini yüzünü yıka, anlatırım.”
“Bu saate kadar bunun üzerinde çalıştım ve sonunda buldum. Yanmaz kefenimiz ceylan
Kahvaltıya oturduklarında Arif çayından bir yudum içti ve gülerek “Demek çalıştın ha…
derisinden olacak. Üzerine de kafamıza göre
Sınav ne zaman?” diye sordu.
çeşitli dualar yazacağız. Sloganımız da; artık kabir azabından korkmuyorum zira kefenim
“Gül bakalım gül. Yarın paraları koyacak
yanmaz. Nasıl ama?”
yer bulamadığım zaman yine böyle gülebilecek “Güzel de ceylan dersini nereden
misin?”
bulacağız?” Arif çay bardağını masaya bırakıp “Offf… Oğlum sen hakikatten insan kafayı
Maşallah'ın yüzüne baktı. Şaka yapıyor gibi bir hali yoktu. “Yine ne geçiyor aklından?” diye
yedirirsin. Söyle bakayım bana hayatında hiç
sordu.
ceylan derisi gördün mü? “Hayır.”
“İş adamı oluyoruz oğlum iş adamı.” “İş adamı mı? Ne satacağız?”
“Görsen tanır mısın?”
“Yanmaz kefen?”
“Nerden tanıyacağım.”
“Yanmaz kefen mi? Bu da nereden çıktı
“Hele bir de üzerinde Arapça dualar
yazılıysa hiç şüphe eder misin?”
şimdi?” “Aslında senden. Fikir babası olduğundan
“Asla.
“Aldın mı sorunun cevabını.”
“Yani bulduğumuzu her türlü deriyi
ortak olmayı hak ettin. Bak şimdi insanların en büyük korkusu ne? Cehennem ateşinde yanmak öyle değil mi?”
ceylan derisi diye kakalayacağız millete.”
“Yani.”
“İşte pazarlayacağımız yanmaz kefen, insanları kabir azabındaki ateşten koruyacak.”
“Hele şükür.”
“Kesin cehennemliğiz. Yandık diye bağırdıkça zebaniler üzerimize odun atacaklar.”
“Öyle bir kumaş var mı?”
“Bu kadar saf olma oğlum. Hiç öyle şey
“Üzüldüğün şeye bak oğlum. Harbi ceylan
derisinden ikimize de birer kefen yaptırırız.”
olur mu? Ancak öncelikle insanların aklını biraz karıştırmamız lazım. Pazarlayacağımız şeyi daha
“O zaman işi büyütelim be Maşallah.”
“Ne yapacağız?”
önce hiç tanımamaları gerek. Hayatları boyunca o maddeyi görmemiş olmalılar”
“Zifiri karanlıklardaki azaptan koruyan
“Görseler ne olur?”
97
O gece yatsı namazından sonra şehrin
gece görüşlü kefen, pis kokulu azaplardan koruyan gaz maskeli kefen, yılan akrep gibi
önde gelen eşraflarından Necati Mal'ın evinde
hayvanların sokmasına dayanıklı efsunlu
düzenlenen dini sohbete katıldılar. Gecenin
kefenleri de piyasaya sürelim.”
başlangıcında Maşallah Hoca sadece konuşmaları dinleyip sessizce tespihini çekti. Çay ikramı
“Paranın kokusunu alınca aklın çalışmaya
sırasında birkaç defa yüksek sesle öksürdükten
başladı bakıyorum. Hele bir yanmaz kefeni
sonra,“Banyo sırasında çıplak olmamak hepinizin
pazarlayalım diğerlerine sonra bakarız.”
malumu.” dedi ve çayından yüksek sesle bir yudum aldı. Tahmin ettiği gibi tüm dikkatler
“Bak reklam çok önemli Maşallah. Kısa ve
üzerinde toplanmıştı. “Zira o anda yalnız değiliz.
özlü sözlerle malımızı pazarlayacağız. Mesela; “
Yanımızda, bizi cin ve şeytanlardan koruyan,
Şok şok şok Kabir azabından yırtmak artık çok
amellerimizi kamera gibi aletlerle kayda alan
kolay.” veya “Yok böyle kampanya; iki adet
melekler vardır. İnsan nasıl komşusundan
kefen alana gül kokulu pamuk tıkaç bedava.”
utanırsa gece-gündüz bizimle beraber olan o iki
melekten de utanmalıdır. Gece guslederken bile
“Dur bak, benim de aklıma bir şeyler
geldi. “Kefende kaliteyi arayanların doğru
avret yerinizi açmaktan sakının, aksi takdirde
adresi. KDV dâhil sadece beş yüz lira. Üstelik
delilik alametleri baş gösterir.
kabir sorgulayıcı melekler Münker ve Nekir'in ”Peki hocam.” dedi gözlüklü badem bıyıklı
tuzak sorularına pratik cevaplar kitapçığı da
gençten bir adam “Ne şekilde yıkanmamız
yanında bedava.” Nasıl? Broşürüne de söyle
gerekir.”
yazarız; 'Yanmaz kefen! Hem bu dünyadaki vicdan azabınıza, hem de kabir azabına karşı
“Şort veya peştamalla yıkanmanız caizdir.
birebir koruyucu kalkandır. Şerifi ceylan derisiyle defnedilen meyyitler, büyük günahkâr bile
İşiniz bittiğinde de hızla şortunuzu çıkartıp aynı hızla giyineceksiniz. Böylece kameraya
olsalar kabrinde rahat eder, azaba düçar olmaz,
yakalanmamış olacaksınız.”
suali çabuk geçer. Kefenlerimiz cehennem “Hocam verdiğiniz bilgiler için çok
ateşine karşı garantili olup ve ilelebet dayanıklıdır. Hatalı ürünler adresinizden geri
teşekkürler. Bilmediğimiz bir konuydu. Sayenizde
alınıp yenisiyle değiştirilir.' İyi mi?”
aydınlandık. Ancak ne kadar dikkat edersek edelim, bilmeden o denli günah işliyoruz ki,
Hemen ertesi günü işe koyuldular. Arif
sonunda kabir azabı çekip cehennemde
İstanbul'a gidip dericilerin kullanmadığı hatalı
yanacağız diye çok korkuyorum.” dedi Necati Mal
derilerden bir miktar satın aldı. Bu arada Maşallah Hocanın aradığı fırsat, hiç
Maşallah Hoca şehirde tüm camileri dolaşıyor, ne kadar dini toplantı varsa onlara katılıyordu.
ummadığı kadar çabuk ayağına gelmişti.
Hoşsohbeti sayesinde kısa zamanda kendisine
Tespihini cebine koyup beyaz sakalını hafifçe
hatırım sayılır bir çevre yaptı. Tanıştığı
sıvazladı ve “Aslında bu işin bir çaresi var.” deyip
müminlerden özellikle tüccar olanlarıyla samimi
sustu. Meraklı bakışların üzerinde toplandıktan
olmaya özen gösteriyordu. Deriler gelince de,
sonra, “Ceylan derisinden yapılmış yanmaz kefen
günlerce uğraşıp üzerlerine kafalarına göre
bu sorunlarınıza birebir çözümdür. Üzerine
çeşitli dualar yazdılar. Artık piyasaya çıkma
safranla en etkili dualar yazılmıştır. Meyyit
zamanları gelmişti.
bununla defnedilirse, kabir azabındaki ateşten
98
korunur. Azaba düçar olmaz, suali çabuk geçer.” dedi. Kısa bir sessizliğin ardından arka arkaya sorular geldi. Bunların hiçbiri sorgulayıcı değildi. Ürünü nasıl ve nereden temin edebileceklerini merak ediyorlardı. Bu talep karşısında Maşallah Hoca kefenlerin fiyatına daha o an zam yaptı ve bin liradan pazarlamaya başladı. O gece tüm misafirlere bir kefen satmayı başardı. Yanmaz kefen bir efsane gibi kulaktan kulağa yayılınca reklam yapmalarına bile gerek kalmadı. Kısa zamanda ünleri tüm ülkeye yayıldı ve her taraftan siparişler yağmaya başladı. Bu tatlı hayat Necati Mal'ın on iki yaşındaki yeğeni Ali yüzünden bir günde sona
erdi. Ali söylenenlerden etkilenmiş ve ailesine baskı yaparak yanmaz kefenden kendisine bir Süpermen elbisesi diktirmişti. Sokağa her çıktığında bu giysiyi giyiyor, arkadaşlarına da“Ben süper kahraman Yanmazmen'im” diye hava atıyordu. Onu kıskanan çocuklar, “Madem süper kahramansın göster gücünü.” diye konuşması sonun başlangıcı oldu. Arkadaşlarının yaktığı ateşe hiç tereddüt etmeden dalan Ali, üçüncü derece yanıkla hastaneye kaldırıldı. Olay kısa zamanda yayıldı ve yanmaz kefenlerin siparişleri bıçak gibi kesildi. Maşallah Hocanın, “Normal ateşle kabir azabındaki ateş çok farklıdır. Bizim kefenler bu dünya için değil öbür taraf için üretilmiştir.” diye konuşması işe yaramayınca, bir gece yarısı sessizce şehirden ayrıldı.
99
YERELLEŞİYOR MUYUZ? Emrecan DOĞAN Alt kültürün büyük bir çoğunluğu yerelleşti. Yazıya bu saptamayla başlayayım ve devam edeyim: Yerelleşmeyen azı ise bilim kurgu. Korku kurgu yerelleşerek köyden beslenmeye başladı. Bu sayede ''yerli Stephen King'ler ve “Mary Shelley'ler'' ortaya çıkıp “Anadolu Korku Öyküleri” seçkisini yayımlamaya başladı. Hatta 2'si bile çıktı. Fantastik kurgu yerelleşeli zaten çok oldu. Ya Orta Asya Türk kültüründen ya da İslami kültürden beslenerek büyüdü ki iyi de etti. Tuhaf Kurgu ne yazık ki bizde yazılmayan bir alt kültür türü olduğundan henüz yerelleşmeyi bıraktık, ürün bile göremedik. Ancak basılı kitaplar olmasa da Wattpad uygulaması sayesinde tanıştığımız Tuğrul Sultanzade ve Emrecan Suşter gibi genç yazar adayları sayesinde az çok bir yerelleşme fikri ortaya çıktı. Polisiye de en büyük görevi Ahmet Ümit alıyor. Bu tür zaten Peyami Safa'dan beri yerelleşiyor, her ne kadar onun Cingöz Recai'si uyarlama olsa da. Yeraltı edebiyatı ise zaten yerel bir edebiyat olarak yoluna devam ediyor. Şimdi gelelim bu yazının yazılma nedenine:
Bilim kurgu yerelleşemiyor. Hâlâ karakterler İngiliz ya da Amerikan, hatta Rus oluyor ama Türk olmuyor. Sadece basılı olarak değil-basılı olarak zaten ürün çok az- sanal kitaplar ve uygulamalarda da kitap karakterleri yabancı ya da Türk olsa dahi davranışları çok fazla İngilizvari ya da Amerikanvari. Sanki Türk edebiyatında değil de İngiliz edebiyatında bilim kurgu ürünü veriliyormuş gibi bir durum var. Yerelleşemiyoruz çünkü bunun en önemli sebebi: Ülkemizde bilimsel anlamda bir gelişme yok. Biz sürekli beyin göçü veren, elindeki beyinlere sahip çıkmayan ve Batı'ya kaptıran bir ülkeyiz. Eğer bilimsel olarak gelişmiş bir Türkiye'yi anlatsak okuru buna inandıramayabiliriz. En büyük sorun da bu. Onun yerine alıp Türk karakteri Avrupa'ya götürüyor ve bütün kitabı orada anlatıyoruz. Karakter de sözde Türk, davranışlarıyla ve konuşmasıyla sanki bir İngiliz, Fransız gibi hareket ediyor. Zaten okurun büyük bir çoğunluğu bu tür hayalci ve tanım yerindeyse ''romantik'' kitapları okumuyor ve
100
okuyanların da bu tür eğilimler içinde olması
de dikkate alarak onlar doğrultusunda diğer
edebiyatta verilen ürün sayısını ve kalitesini
türlerle harmanlanmış bir bilim kurgu ürünü
düşürüyor. Kaliteyi düşürüyor çünkü okurun bu
vermeliyiz. Diğer türlerden kasıt burada
eğilimi yayınevlerini etkiliyor, karakterlerin
mesela genç kurgu olabilir.
adları Türkçe olmayacak şekilde düzeltip yayımlayabiliyorlar. Ürün sayısı düşüyor çünkü
Örneğin sosyal bilim kurgu anlayışıyla yazılmış Türkçe bir yapıtta ülkemizin siyasi tarihinden
artık yayınevleri edebi değerden çok ürünün
beslenebilir. Tümüyle Türkiye'nin toplumsal-
satılıp satılmayacağına ve satılırsa da ne
sosyolojik- durumundan ve sınırlarından
kadarlık bir kar oranı elde edeceğiyle
etkilenmiş ve etkilenmeye devam eden
ilgilendiğinden bu ölçütlerden geçen kitaplar
karakterler oluşturulabilir. Belki bu karakterler
yayımlanıyor ve onların da sayısı oldukça az.
toplumdan uzak olmamak kaydıyla toplumsal normları zorlayabilirler. Ama asla sanki buradan
SONUÇ:
değil de yabancı bir ülkedenmiş ve yabancı bir Bir şekilde yerelleşmeliyiz. Yoksa alt kültürün
kültürdenmiş gibi davranışlar sergilememeliler.
içindeki bilim kurgu edebiyatının bu durumu hiç bitmeyecektir. Naçizane bir önerim şudur: Ya Ömer Seyfettin gibi yapmalı ve bilim kurgu edebiyatını ülkemize uyarlayarak gitmeli ve bu konuda inat etmeliyiz ya da okurun eğilimlerini
101
NİNJA SCROLL mangAnime mangAnime Türkiye'nin anime film gösterimi ve atölye çalışmalarının dördüncüsü 14 Mayıs tarihinde, Tasarım Atölyesi Kadıköy'de (TAK) gerçekleşti. Bu etkinlikte ninja temalı bir aksiyon ve korku klasiği olan Ninja Scroll ele alındı. Film gösteriminin ardından, atölye bölümünde katılımcılarla beraber film, karakterler, yönetmen ve tema hakkında sohbet ve incelemeler yapıldı. mangAnime Türkiye'nin beşinci ve sezonu kapatan son etkinliğinde 11 Haziran tarihinde gerçekleşecek ve fantastik/mecha türünde klasik bir anime film olan “Escaflowne: The Movie” konu edilecek. BİR AKSİYON KLASİĞİ Hem senaryosu hem de yönetmenliği Yoshiaki Kawajiri'nin elinden çıkan Ninja Scroll (Jubei Ninpuuchou), 1993 senesinde Japonya'da, 1995'te (sansürlenmiş versiyonuyla) Amerika'da izleyicilerle buluştuğunda hemen, Akira ve Ghost in the Shell gibi adından söz ettirmeye, kendine özel bir hayran kitlesi edinmeye başladı. Artık anime klasikleri içine alabileceğimiz bu film, aksiyonu kullanımı, pek çok janrı birleştirmesi ve animasyon kalitesiyle Kawajiri'nin ustalık eserlerinden biri. Başkahramanı Jubei Kibagami, Batı'nın Robin Hood'u ya da Wyatt Earp'ü gibi Japonya tarihine adını yazdıran Yagyu Jubei Mitsuyoshi ismindeki ünlü savaşçıdan esinlenerek yaratılmış. Jubei, Japonya'da dönem dizilerinde ve filmlerinde çok görülen bir karakter. Yagyu okulunu kurmuş babasının ya da Kabuki tiyatrosunun kahramanlarından olan abisinin ününü 20. yüzyılda Futaro Yamada'nın romanları sayesinde fazlasıyla geçiyor. Popüler imajı Ninja Scroll'da da devam ediyor: siyahlar içindeki gezgin bir samurai, kötülüğe karşı iyileri koruyan biri… Tokugawa döneminin bu ünlü ismi filmin geçtiği dönemi de belirlemiş. Japonya'nın içsavaş sonrası istikrar dönemi diye anılan bu dönem,
ülkenin giderek içine kapanmaya başladığı, istikrar adına faşist müdahalelerin arttığı ve ninjaların suikastin yanında istihbarat gibi sebeplerle de kullanıldığı bir dönem. Yönetmen Kawajiri her ne kadar dönem dizilerinden ve tarihten belli olayları, özellikleri filmine ve karakterine yedirse de yarattığı Jubei biraz daha farklı. Kawajiri'nin
102
hikâyesindeyse Jubei fakir biri olsa da, ona göre iyi bir amaç içermesi karşılığında herkesin işini yapan bir gezgin. İsmini duyurmadan yaşarken, geçmişinin hayaletleri eşliğinde hayatını kaybetme pahasına büyük bir entrikanın içine çekiliyor. Filmin ilk açılış sekansında Jubei elindeki onigiri'sini yerken ninja olduğu anlaşılan bir grup ona saldırıyor. Elindeki onigiri'yi havaya fırlatıp yere düşene kadarki sürede önündeki düşmanları alt ediyor ve ardından yemeğini yakalayıp yemeye devam ediyor. Bu kadar kısa sürede Jubei'nin ne menem bir savaşçı olduğunu görmemiz yetmiyormuş gibi düşman savaşçıların da dövüş stillerinin/tekniklerinin ne kadar iyi düşünülmüş olduğu anlaşılıyor. Dövüş koreografisiyse animasyonun akışkanlığıyla birleşince görsel bir şölen izleyeceğimizin ilk kanıtını sunuyor. İlerleyen sahnelerde sanki kamera ile çekim yapılıyormuş gibi montaj ve odak ayarlamaları gördüğümüz kareler de farkında olmadan bizi avcunun içine alıyor. Animasyonun daha gerçekçi hissedilmesinde en büyük etkenlerden biri bu. Yönetmen Kawajiri durgun sahnelerde geniş açı kullanımıyla Japonya'nın manzarasına izleyicileri doyururken, aksiyon sahnelerinde hem geniş açı hem de dar açı kullanımıyla özellikle Sergio Leone'den çok alışık
olduğumuz spaghetti western'in havasını animasyonuna kazandırıyor. Film ilerledikçe küçük bir kasabanın kılıçtan geçirildiğini, salgın hastalık mazeretiyle insanların yaklaşmasının da engellendiğini öğreniyoruz. Bölgede nüfus sahibi ninjalar konuyu araştırmak için köye yaklaştıklarında çok güçlü bir düşmanla karşılaşıyorlar. Maalesef güzel ninjamız Kageru hariç hepsi bilinmeyen bu düşmanın yani Tessai'nin elinde hayatlarından oluyorlar. Filmin kötüleri Kimon şeytanlarından ilk karşılaştığımız kişi Tessai, vücudunu taş kadar dayanıklı hale getirebilen, insanüstü güce sahip bir ninja. Bu yetkin ninjalar Hong Kong'un wuxia janrında karşılaştığımız dövüşçüler gibi, doğaüstü dövüş stillerine sahipler. Kawajiri, bir önceki filmi Wicked City'de gördüğümüz korkutucu öğelerle de harmanlıyor bu karakterleri. Güzel kızımız Kageru intikamı kafasına koymasına rağmen güçlü düşmanı karşısında çaresiz bir durumda buluyor kendini ve Jubei tarafından kurtarılıyor. İkili giderek birbirine yakınlaşırken, imkânsızlıklar ve Jubei'nin geçmişinden çıkagelen bir karakter filmin tüm ilerleyişini değiştiriyor. Takugawa yönetimi ve Japonya'nın geleceği Jubei'nin omuzlarına yükleniyor.
103
SESLENDİRME KADROSU
KÜNYE
Genma Himuro: Daisuke Gouri
Yıl: 1993
Sugawara Zakuro: Masako Katsuki
Süre: 92 dk.
Kagerou: Emi Shinohara
Tür: Korku, aksiyon, drama, fantastik Yapım: Madhouse
Jubei Kibagami: Kouichi Yamadera
Yönetmen: Yoshiaki Kawajiri
Utsutsu Mujuurou: Norio Wakamoto Mushizou: Reizou Nomoto
Dakuan: Takeshi Aono
Orijinal Hikaye: Yoshiaki Kawajiri Shijima: Akimasa Ohmori
Senaryo: Yoshiaki Kawajiri Müzik: Kaoru Wada
Benisato: Gara Takashima
Karakter Tasarım: Yoshiaki Kawajiri, Yutaka Minowa
Shinkurou: Junichi
Tessai: Ryûzaburou Otomo Sakaki Hyobu: Shuuichirou Moriyama Yurimaru: Toshihiko Seki
YOSHIAKI KAWAJIRI 1950 doğumlu Japon anime yönetmeni ve senaryo yazarı Yoshiaki Kawajiri, anime tarihine imzasını atmış önemli isimlerden biri. Liseden mezun olduktan sonra 1968'de, hemen Osamu Tezuka'nın kurmuş olduğu Mushi Animation Production firmasına girmiş ve burada anime dünyasına ilk adımlarını atmıştır. Ama kendini asıl göstereceği yer, 1972'de katıldığı dev anime stüdyosu olan Madhouse olacaktır. Kawajiri burada parlayacak ve stüdyonun animasyon çizgisinin yıllar boyunca oturmasında çok büyük katkısı olacaktır. Madhouse'da senaryo ve storyboard işleri ile başlayan Kawajiri, zamanla kendini ispatlamış ve ilk yönetmenlik deneyimini “Lensman: Secret of the Lens” filmiyle gerçekleştirmiştir. Fakat Kawajiri'nin ismini hem Japonya'da, hem de daha sonra Batı'da duyuran film, 1987'dek “Wicked City” olmuştur. Daha sonra bolca beraber çalışacağı Hideyuki Kikuchi'nin roman serisinden uyarlanan film, günümüzde bile korku ve doğaüstü teması ile dikkat çekmektedir. Bu filmi 1988'deki benzer bir korku anime filmi olan “Demon City Shinjuku”, bir aksiyon mangasından 1989'da uyarlanan “Goku: Midnight
Eye” (ve sonrasında Goku II) ve 1990'da çektiği klasik cyberpunk OVA'sı “Cyber City OEDO 808” takip etmiştir. 1994'deki toplama OVA projesi “The Cockpit”de de “Slipstream” isimli bölümle yer almıştır. Tanıtımını yapmış olduğumuz Ninja Scroll ise 1993'de meydana çıkmış ve 1996'da yayınlandığı Batı ülkelerinde izleyicilerin büyük beğenisi ile karşılaşmıştır. Kawajiri'nin yine en iyi bilinen filmlerinden biri, 2000 yılında çıkan ve ustalık dönemi eserinden olan “Vampire Hunter D: Bloodlust” olacaktır. Kendisi ayrıca 2002'de Matrix filminin arka planını oluşturması için üretilmiş “The Animatrix” isimli animasyon projesindeki “Program” bölümünü, ve 2007'de Highlander (İskoçyalı) film serisinin anime uyarlaması olan “Highlander: The Search For Vengeance”ı da yönetmiştir. Yönetmenin son önemli yönetmenlik işi ise 2008'de Batman karakterini animeye dönüştüren OVA serisi “Batman: Gotham Knight” projesindeki “Deadshot” isimli bölüm oldu. Kawajiri bu tarihten sonra yer aldığı projelerde (Redline, Chihayafuru, Ace of Diamond, vs.; ayrıca tüm Marvel anime serileri) storyboard ve key animation görevleri üstlendi.
104
JUBEI YAGYU 1607 – 1650 yılları arasında, Japonya'da yaşamış gerçek bir kişidir. Tam adı Jubei Mitsuyoshi Yagyu'dur ve dönemin önemli kılıç okullarından birisinin kurucusu Munemori Yagyu'nun oğludur. Jubei'nin kılıç kullanmaya olan yeteneği çok genç yaşta ortaya çıkmış ve kısa zamanda iyi bir kılıç kullanıcısı haline gelmiştir. Babası Munemori, dönemin shogunlarının emrinde kılıç dersleri vermekteyken, Jubei de 1616'da ilk görevini Shogun Hidetata Tokugawa'nın yönetiminde alır. İlerleyen zamanlarda babasının yerine kılıç eğitimleri de veren Jubei, özellikle bir sonraki shogun, Iemitsu Tokugawa'nın savaşçılık eğitimini üstlenmiştir. 1631'e kadar görevine devam eden Jubei, dik kafalı ve sert karakteri yüzünden saraydan kovulmuş ve “Warrior's Pilgrimage” (savaşçının hac yolculuğu) denilen bir seyahate çıkmıştır. Gezgin bir savaşçı olduğu bu seyahat hakkında pek bilgi bulunmamaktadır. Jubei'nin 1643'de geri döndüğü ve bir yarışma sonucu yine shogunun emrine girdiği biliniyor. Bu dönemde babasından klan yönetimini alıyor. Jubei ölümüne kadar klan yönetiminde kalmış ve arada “Tsuki mi no Shou (Ay'a Bakma Sanatı) isminde, Yagyu okulunu anlatan bir kitap yazmıştır. Jubei Yagyu hakkında klan belgelerinde bile az bilgi bulunduğu için, ortalıktan kaybolduğu dönemler halk arasında abartılmış ve taktığı göz bandının büyülü güçleri olduğu gibi çeşitli asılsız hikâyeler üretilmiştir. Anime ve filmlerdeki Jubei karakteri de, bu halk söylentileri yüzünden hep farklı şekilde ifade edilmiş ve çoğunlukla gerçekten uzaklaşmıştır. Kendisinin ölüm sebebi bile tam belli değildir; bazı kaynaklar öldürüldüğünü, bazı kaynaklar kaza geçirdiğini gibi sebepleri ön plana çıkartmaktadır.
Jubei Yagyu'nun yer aldığı tonla film, anime ve oyundan en önemlileri aşağıdaki gibi listelenebilir: · Ninja Scroll (1993, Anime – Jubei Kibagami) · Ninja Resurrection (1997, Anime – Jubei Yagyu) · Ninja Scroll TV (2003, Anime – Jubei Kibagami) · Jubei-chan (1994/2004, Anime – Jubei Yagyu) · Samurai Legend (1992, Manga – Jubei Yagyu) · Get Backers (2002, Anime – Jubei Kakei) · Gintama (2010, Anime – Kyuubei Yagyu) · The Yagyu Ninja Scrolls (2005, Manga – Jubei Yagyu) · Yagyu Chronicles (1960'lar, Film – Jubei Yagyu: Jushiro Konoe) · Shogun's Samurai (1978, Film – Jubei Yagyu: Shinichi «Sonny» Chiba) · Onimusha 2 (2002, Video oyun – Jubei Yagyu) · Samurai Shodown (1993, Video oyun – Jubei Yagyu)
105
istihbarat toplama, gözetleme, ajanlık ve politik cinayetler gibi operasyonlarda kullanılmışlardır. Bu dönemde yükselen iki Ninja ismi verilen büyük ninja klanı olan Iga ve Koga ninjaları, gizemli ve karanlık çok çeşitli Japon filmleri ve animelere konu savaşçıların izi, olmuşlardır. Ninja klanlarından çıkan iki önemli Japonya'nın isim olan Hattori Hanzo ve Fuma Kotarou da milattan önceki yine aynı şekilde tonla Japon popüler kültür dönemlerine kadar geriye sürülebiliyor. eserinde işlenmiş ve canlandırılmıştır. Japonya'nın içinde bulunduğu karışıklığın M.Ö. 12.000 – 300 çözüldüğü 1603 – 1867 arasındaki yılları arasındaki Jomon Dönemi'nde, Tokugawa/Edo Dönemi'nde ninjaların etkisi ülke dışından gelen azalmıştır. Çok güçlendikleri için yöneticiler ile araları bozulan ninja klanları, shogun'un emri bazı kavimlerin ve klanların, bazı yerli ile resmi olarak yok edilmiş ve üyeleri tüm ülkeye dağılmışlardır. Ninjaların bazıları sokak klanların yerini aldığı ve bu klanları göstericisi, bazıları hükümet görevlisi, bazıları da emniyet güçlerine katılarak hayatlarını dışlayıp yok etmeye çalıştığı belirtiliyor. devam ettirmişlerdir. Günümüzde ninjaların Hayatta kalmaya çalışan bu yerli boyların aldığı özel Ninjitsu eğitimi, kullandıkları dağlara kaçtığı, gizlendiği ve hayatlarını saklıca Ninjato ve Shuriken gibi silahlar daha çok devam ettirdiği; bu boyların da ninjaların ilk gösteri amaçlı olarak Japonya'da hala örnekleri olduğu söylenir. Ama bildiğimiz görülebilmektedir. Hatta eğlence amaçlı olarak anlamdaki ilk ninjanın, 7. yüzyılda hükümet gidip basit ninja eğitimi alabileceğiniz hafta görevlisi bir ajan olan Otomono Hosohito sonu atölyeleri bile bulunmakta. Bunun dışında olduğu belirtilmekte. ninjalar artık sadece popüler kültür eserlerinde Zamanla sayıları artan ve kendi klanlarını oluşturmaya başlayan ninja grupları, en verimli yer almaktadır. “Ninja” denilince, akla gelen şeyi kabaca üç türe ayırabiliriz: dönemlerini 1467 – 1603 arasındaki Sengoku Dönemi'nde geçirmişlerdir. Bu dönemde shogun 1) Fantastik Ninjalar ve daimyo'ların (toprak lordları) emrinde gizli Ninja Scroll, Basilisk ve Naruto gibi animelerde kapaklı görevler üstlenen ninjalar, özellikle anlatılan, çoğu zaman insanüstü veya doğaüstü güçlere sahip, gizliliği ve ajanlığı pek takmadan göz önünde takılan, aksiyondan aksiyona koşan karakterler.
NINJA TARİHÇESİ
2) Teatral Ninjalar Hollywood'un kullanmayı çok sevdiği, siyah kıyafetli, kanundışı işler ve cinayetlerle uğraşan, kara kıyafetli ve gizemli karakterler. Bu türe sokulan karakterlerin gerçek tarihteki ninjaları çok gerçekçi yansıtmadığı söylenmektedir. 3) Gerçek Ninjalar Tarihte ninjalar, operasyonları ve klanları hakkında pek az resmi bilgi bulunmakta ve çoğunlukla elden ele dolaşan söylentilere dayanmaktadır. Ama ninjalar genel olarak ajanlık ve istihbarat toplama ileri ile uğraştıkları için, büyük ihtimalle normal görüntüleri halktan herhangi biri gibiydi. Ajanlık yaptıkları yerlerde bir köylü veya çiftçi, gezgin rahip gibi giyinip dolaştıkları, dikkat çekmeden görevlerini yerine getirdikleri belirtilmektedir.
106
ANKARA'DA MAYIS FESTİVALLERİ BÖLÜM 1 Hasan Nadir DERİN Bu yıl Ankara'da Nisan sonundan başlayan 2 haftalık bir dönem sinemaseverler açısından fazlasıyla yoğun geçti. 28 Nisan – 12 Mayıs arasına Ankara Film Festivali, İşçi Filmleri Festivali ve Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali sıkıştı. Üstelik bazı günleri de birbirleri ile çakışarak. Bu yoğun dönemde bol bol film izledik ama bu çakışmadan dolayı arada kaçırdıklarımız da oldu. Seneye tarih konusuna biraz daha dikkat edilmesi umuduyla lafı uzatmadan festival güncemize geçelim. Ne de olsa yolumuz uzun. Yolumuz uzun olduğu için yazımızı iki bölüm halinde yayınlamaya karar verdik. Yoksa festival özel eki çıkarmak zorunda kalacaktık.
toplu gösteri düzenlediği Želimir Žilnik filmleri oldu. Seçkinin bu bölümünde yönetmenin Envanter (Inventur) adlı kısa filmi ile Kenedi üçlemesinin ilk filmi yer alıyordu. Envanter filminde 1975 yılında Avrupa'ya çalışmak üzere giden işçilerin kaldığı apartmanda o işçilerin bir merdiven üzerinde sırayla kendilerini tanıtmalarını izliyorduk. Basit bir fikir ama o işçilerin konuşmalarından ve tavırlarından onlarla ilgili bir fikir edinmek de mümkün. Örneğin farklı ülkelerden gelen hemen herkesin Almanca konuşurken Türkiye'den gelenlerin Almanca öğrenmemiş olması ve Türkçe konuşmaları bile bir gösterge.
27. Ankara Uluslararası Film Festivali
Kenedi üçlemesinin ilk filmi Kenedi Eve Dönüyor (Kenedi se Vraca Kuci) ise Žilnik'in pek çok filminde olduğu üzere kurmaca ile belgesel arasında bir yapım. Gerçek bir Romen olan ve Avrupa'nın pek çok ülkesinde göçmen olarak yaşayan Kenedi Hasani'nin üzerinden hem Romenlerin hem de tüm göçmenlerin gittikleri ya da geri döndükleri ülkelerde yaşadıkları üzerinden ilerleyen film, günümüzde mülteci meselesinin geldiği nokta dikkate alınırsa daha
29 Nisan Cuma: 19:00 – Her zamanki gibi festivallerin açılış töreni yerine bir vizyon filmini tercih edince festivale Cuma günü başlıyordum. Eh, Cuma da mesai günü olunca festivalin ilk filmi akşam seansına kaldı. Bu seansta çoğunluk Coen Kardeşler'in Yüce Sezar (Hail, Caesar!) filmine giderken benim tercihim festivalin
107
evlilik yapması durumunda yasal olarak barınma ve çalışma izni alabileceğini öğrenen Kenedi bu yolda ilerliyor. Kenedi üçlemesinin anlattığı konular dışında benim için dikkat çeken tarafı, belgeselden kurmacaya doğru ilerleyen yapısı oldu. Elbette Kenedi karakteri de başlı başına ilginç bir karakterdi. Ne yazık ki her iki seansın da seyirci sayısı çok azdı. Hatta 21:30 seansını sadece 4 kişi izledik. Bu 4 kişiden 2'sinin davetli olduğunu düşünürsek durum daha da fena.
da ilginç bir yapım haline dönüşüyordu.
Film sonrasında Žilnik söyleşiye biraz geç
Seansın sürprizi, bu seans için
kalınca salonu terk ettik ama sinemanın
duyurulmadığı halde Žilnik'in söyleşi için
çıkışında kendisini yakaladık. En azından seyirci
gelmesi oldu. Uçaktan ayağının tozuyla gelen Žilnik, Kenedi ile tanışmasını ve filmin klasik bir belgesel olacakken yarı belgesel bir hale
sayısını görmedi diyelim. Çıkışta filmden çıkan iki kişi ve festival ekibinden birkaç arkadaş ile birlikte kendisiyle ayaküstü muhabbet edelim
dönüşmesinin öyküsünü anlattı. Daha bu ilk söyleşiden konuşmayı seven bir adam olduğunu belli etti.
derken bu muhabbet bir saat kadar sürdü (hatta bir saatin sonrasında ben ayrılırken halen devam ediyordu diyeyim). Žilnik hoş sohbet bir adam doğrusu.
21:30 – Žilnik toplu gösterisinin bir sonraki bölümünde Kenedi üçlemesinin diğer iki filmi yer alıyordu. İkici film olan Kenedi Bulundu (Gde je Bio Kenedi 2 Godine), çoğunlukla ilk filmin bir gösterimine konuk olarak katılan Kenedi'nin aradan geçen iki yıl içinde yaşadıklarını anlattığı bir yapımdı. Avrupa'nın pek çok ülkesine gidip gelen Kenedi, deneyimlerini anlattıktan sonra onun yeni evine ufak bir ziyaret yapıyorduk. Üçüncü film olan Kenedi Evleniyor (Kenedi se Zeni) ise işin kurmaca yönünü daha
30 Nisan Cumartesi:
fazla öne çıkaran bir filmdi. Belki yine de Kenedi'nin gerçekten yaşadıklarını izliyorduk
Yaşamının son aylarında onunla yapılan
ama en azından bunları sonradan kamera
söyleşiler ve filmleri temel alınarak çekilen
karşısında tekrar canlandırdığı açıktı. Bu kez
Hiçbir Yere Ait Değilim (I Don't Belong
Kenedi, para kazanmak için seks işçiliğine
Anywhere), onun sineması üzerine başarılı bir başlamış, önce jigololuk diyebileceğimiz şekilde çalışmaydı. Filmde en dikkat çeken nokta yaşlı kadınlarla birlikte olurken zamanla işin Akerman'ın“insanlar iyi filmlerden çıktıktan içine erkekler de giriyor. Sonunda da eşcinsel
sonra, zamanın nasıl geçtiğini anlamadık
108
diyorlar. Ben tam tersine, insanlara bu zamanı
değildi. Emin olamadan programıma koymuştum
hissettirmek istiyorum” demesiydi. Bu cümle
ama en azından önemli bir yönetmenin son
için Akerman'ın sinemasının özeti demek belki
filmini sinemada izleme fırsatını kaçırmamak
biraz eksik olur ama yanlış olmaz. Ayrıca,
lazımdı. Doğrusunu söylemek gerekirse filmin
Akerman'ın filmlerinin her zaman bir şekilde
sonunda da daha fazlası kalmadı elimde.
annesi ile ilgili olduğunu, onu kaybettikten Zulawski'nin filmleri hiçbir zaman geniş
sonra anlatacak bir şeyinin kalmadığını
seyirci kitlelerine çekici gelebilecek filmler
söylemesi, belki de intiharına yönelik bir
olmadı zaten. Witold Gombrowicz'in
ipucuydu.
romanından uyarladığı bu son filmi de öyle. Kimi filmlerini çok sevsem de bu kez beni de yakalayamadığını söyleyebilirim. Enteresan karakterlerle dolu bu filmde bir pansiyona yerleşen iki genç adamın hikâyesini izliyoruz ama bu hikâye o kadar kopuk kopuk ve o kadar absürt bir şekilde gelişiyor ki filmden keyif almak bir noktada iyice zorlaşıyor. Yine de Zulawski, kariyerinin sonunda bile yeni şeyler Belgeselin akılda kalıcı bir başka anı ise
denemiş demek mümkün.
Akerman'ın William Hurt ile olan bir anısı idi. Hurt'ün bir sahne ile ilgili olarak Akerman'a, “bu sahneyi bu şekilde oynarsam mutsuz olacağım” sözü üzerine Akerman'ın “benim mutsuz olmamdansa, senin mutsuz olman daha iyi” demesi de pek çok yönetmen-oyuncu ilişkisinin bir özetiydi adeta. Akerman'ın filmleri ile ilgili kendisi dışında bir tek Gus Van Sant konuşuyordu. Filmin en
soo'nun sevenleri var ama tarzının bana her
önemli eksiği de buydu belki de. Akerman'ın filmlerini seven başka yönetmenler de bulunup onlarla da konuşulsaydı çok daha iyi olurdu. Hem filmin 67 dakikalık süresi uzardı, hem de Akerman sinemasına daha farklı açılardan bakılabilirdi. 14:00 – Günün ikinci filmi de Anısına
16:30 – Koreli yönetmen Hong Sangzaman keyif verdiğini söylemem zor. Yeni filmi Doğru Zaman (Ji-geum-eun-mat-go-geu-ddaeneun-teul-li-da) (bir parantez daha açıp İngilizce adını da yazalım: Right Now, Wrong Then), yönetmenin tarzını aynen devam ettiriyor. Görsel olarak sahnelerin kendi içinde hemen hemen hiç kesme kullanmayan
bölümünde yer alıyordu. Yakın zamanda
yönetmen, karakterlere odaklanacağı zaman
kaybettiğimiz Andrzej Zulawski'nin son filmi
sürekli olarak zoom-in ve zoom-out yapıyor. Pek
Kosmos, yönetmenin 15 yıl aradan sonra
çok filminde olduğu gibi ana karakteri bir
sinemaya geri döndüğü filmiydi aynı zamanda.
yönetmen (alter ego demek mümkün) ve onun
İstanbul Film Festivali'nden çok iyi eleştiriler
yeni tanıştığı bir genç kızla yakınlaşmasını
almadığını duymuştuk ama beğenenler de yok
istiyoruz.
109
Yönetmenin favori temalarından, aynı ya da çok benzer olayların tekrar tekrar yaşanması olayı ise filmin temel kalıbını oluşturuyor. İki bölüme ayrılan filmde aynı şekilde başlayan olayların ufak ayrıntılar ile farklı noktalara taşınmasını izliyoruz. Bu oyunbaz yapıyı ilginç bulsam da birer saatlik iki bölüm fazla geldi. 45 dakikalık iki bölümü, hatta daha da iyisi, 30 dakikalık üç bölümü tercih ederdim sanırım.
sanatı hayatımızda yeri doldurabilir bir unsur olarak gören görüşlerin yaygınlaştığı günümüzde, bizim için bu açıdan da önemli bir filmdi. 21:30 – Günün son filmi İstanbul'daki festivallerde biletleri bir saatten kısa bir sürede tükenen Love 3D (Aşk 3D) idi. Ankara'da da biletlerin kısa sürede tükeneceğini tahmin etmiştim ama ilginç şekilde salon tıklım tıklım değildi. Bir kez daha aynı filmin başka bir festivalde gösterilmesi durumunda yer bulunamayacağını düşündüm.
19:00 – Bugünkü program için usta yönetmenlerin filmlerini seçmişim arka arkaya. Aleksandr Sokurov, yeni filmi Francofonia'da bizi Louvre müzesinin tarihine götürürken sanatın hayatımızdaki yerini ve anlamını da gündeme getiriyor. 2002 yılında Hermitage müzesinde tek çekimde harikalar yarattığı Rus Hazine Sandığı'ndan sonra bir kez daha bir müzeyi odağına olan Sokurov, bu kez farklı bir yaklaşım kullanıyor. Bir yandan kendisinin de dâhil olduğu bir hikâyede fırtınanın ortasında kalan ve deposunda önemli sanat eserleri olan Gaspar Noé'nin Aşk 3D filmi geçen yıl bir gemiyi anlatırken bir yandan da karşımıza 2. Dünya Savaşı yıllarında Louvre müzesinin sahip Cannes'da gösterildiğinden beri hakkında çok olduğu sanat eserlerini kaybetme tehlikesini ve farklı yorumlar yapılmıştı. Filmi üç boyutlu bir porno filmi ile eş tutanlar olduğu gibi festivalin o eserleri korumak için yapılanları getiriyor. en iyi filmlerinden biri sayanlar da vardı. Filmi izlemeden önce Gaspar Noé'nin sansasyon yaratmak için bu filmi çektiğini düşünüyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse filmi izledikten sonra da bu düşüncem değişmedi. Noé, sansasyon yaratmayı seven bir yönetmen ama bu durum onun kötü filmler çektiği anlamına gelmiyor. Aşk 3D de iyi bir film ama yılın en iyilerinden biri olduğunu söylemem zor.
Sokurov'un filmi, tarihsel bir belgesel olmanın ötesine geçerek ortak tarihimizde yer etmiş nice sanat eserinin hayatımızdan bir şekilde çıkmasının insanlık tarihi için ne kadar büyük bir kayıp olacağının da peşine düşerek ayrı bir değer kazanıyor. Özellikle ülkemizde,
Film Fransa'da yaşayan Murphy, sorunlu bir ilişkileri olan karısı ve kızlarının yaşadıkları evde başlıyor. Murphy'nin eski kız arkadaşı Electra'nın annesinin araması ile birlikte filmin esas teması olan Murphy ve Electra'nın aşkını geri dönüşlerle beraber izlemeye başlıyoruz. Noé, kendisinden beklenebileceği gibi hikâyesini
110
düz bir akışla anlatmıyor ama son derece şık sahnelere imza atmayı başarıyor. Müziği de son derece başarılı kullanan filmin vizyona girmeyeceği, kazara girse de çok fazla makas yiyeceği kesin. Noé, aşkın çok önemli bir bölümünün cinsellik olduğunu göstermek istemiş belli ki. Bunda bir sakınca yok elbette ama bunu göstermek için gerçek cinsellik sahnelerini tüm çıplaklığı ile göstermenin ne kadar gerekli olduğu tartışılır. En azından üç boyutlu boşalma sahnesinin fazla abartılı olduğu söylenebilir. Ama bence filmin zayıf tarafı başka bir yerde. Üçlü aşk ve istenmeyen çocuk hikâyesi fazlaca klişe. Noé, hikâyeyi dolandırarak bunu ilk anda hissettirmiyor ama üzerinde biraz düşününce orijinal bir tarafı olmadığını fark ediyorsunuz. Murphy ve Electra'nın aşkı perdeden seyirciye güçlü bir şekilde geçse bunda da çok sıkıntı yok ama işin o kısmı da zayıf olunca film de daha iyi olabilirmiş hissinden kurtulamıyor. 1 Mayıs Pazar:
filmini severim ama bu kez bu hareketsiz çekimler bana bile fazla geldi. Akerman'ın vasiyet filmi olarak kabul edilerek izlenebilir ama gerçekten zor bir film. 14:00 – Želimir Žilnik toplu gösterisinden son seçtiğim film, İstikamet_Sırbistan (Destinacija_Serbistan) idi. 2015 tarihli bu film Žilnik'in seçkideki en yeni filmiydi. Yönetmenin filmografisinde sıklıkla değindiği göçmen ve mülteci meselesine günümüzden bir bakış açısı sunan film, Sırbistan'da yaşayan ya da buraya yerleşmeye çalışan farklı ülkelerden gelen insanların hayatlarına bakıyordu. Günümüzde daha çok Suriye ve Afganistan gibi ülkelerden mülteciler görsek de dünyanın pek çok köşesinde çeşitli nedenlere ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan insanların Avrupa'nın bir köşesinde kendilerine yer arayışlarını izlerken sadece Sırbistan'a değil Avrupa'nın da bu konudaki yaklaşımına bir eleştiri izledik.
11:30 – Bir gün önceki Akerman ile ilgili belgesel sonrasında bugün sırada Akerman'ın son filmi No Home Movie vardı. Akerman, hayatında ve sinemasının alt metinlerinde büyük bir önemi olan annesinin yaşama veda etmesinden çok kısa bir süre önce çektiği bu Film sonrasında Žilnik'in ile yapılacak belgeselde annesi ile olan sohbetlerini, onun kapsamlı bir söyleşi de vardı. Bir sonraki filme yaşayışını kayıt altına almış ve bolca doğa yetişene kadar onu da yarım saat civarında görüntüsü de kullanmış. Şunu kabul edelim ki, izleme fırsatı buldum. İzlediğim kısmında çok kişisel bir belgesel. Ayrıca Akerman, bir gün önceki belgeselde bahsettiği gibi geçen zamanı her saniyesi ile seyirciye hissettirmek istemiş. Bu nedenle filmde bol bol hareketsiz uzun çekimler görüyoruz. Hatta yine dünkü belgeselde yapımcıların isteği üzerine bu filmi kısaltmaya çalışmış ama bunu yapamamış. Yönetmenin 201 dakikalık Jeanne Dielman
111
sinemaya ilk başladığı yıllardan bahseden Žilnik, o yıllarda karşılaştığı sansür sorunlarından da bahsetti. 16:30 – Bu yıl Berlin Film Festivali'nde Teddy Ödülü (en iyi LGBT temalı film) kazanan Tekir (Kater), festivalin merak ettiğim filmlerinden biriydi. Birbirlerine çok âşık gözüken eşcinsel bir çiftin başlarına gelen olay sonrası değişen ilişkilerini anlatan filmin başrolünde filme adını veren tekir kedi yer alıyordu aslında (filmin sonundaki kast listesinde de adı en baştaydı). Filmi izlemek isteyebilecekleri düşünerek bu olayın ne olduğundan bahsetmek istemiyorum, bundan bahsetmeyince de filmi yorumlamak zor aslında ama yönetmenin bu olayın öncesinde ve sonrasında çiftin ilişkilerini ve geldiği noktayı başarılı bir şekilde incelediğini söylemek mümkün.
Shakespeare'in en sevdiğim eserlerinden biri olduğu için, hem de farklı yönetmenlerin aynı metinden yola çıkarak birbirinden ne kadar farklı filmler ortaya çıkarabileceklerini deneyimlemek için festivalin en ilgimi çeken bölümlerinden biriydi. Pazar akşamı izlediğimiz 200 dakikalık Hamlet, aslında Londra'da National Theatre tarafından sahnelenen bir Hamlet performansının canlı olarak kaydedildiği bir gösterimdi. Başrolde Benedict Cumberbatch'in olması yüksek bilet fiyatına rağmen salonun tümüyle dolmasına yol açmıştı. Elbette Londra'ya gidip bu performansı canlı canlı izlemek çok güzel olurdu ama bu şansımız olmadığına göre Londra'ya gidebilene kadar en iyisi buydu. Neticede bir tiyatro oyununun kaydı olduğu için bir sinema filmi gibi değerlendirmemiz doğru olmayacaktır ama tam da bu nedenden dolayı kameranın sıklıkla yakın plana girilmesi eleştirilebilir. Genellikle sahneyi tümüyle gördüğümüz açılar seçilse daha fazla tiyatro keyfi verebilirdi. Yine de sahnenin ne kadar görkemli olduğunu anlamak mümkündü.
Hamlet yorumu genel olarak Shakespeare'in orijinal metnini temel alsa da daha zamansız bir uyarlama idi. Kimi yerlerde Filmin yönetmeni Klaus Händl da festivalin de ufak nüanslarla ilginç dokunuşlar yakalamak konuklarından biriydi. Kısa söyleşisinde çok da mümkündü. Muhtemelen politik doğruculuk cana yakın bir insan olduğunu gördük. Verdiği gereği metinde beyaz olan bazı karakterlerin cevaplardan filmin temaları ve alt metni üzerine de detaylı bir şekilde düşündüğünü anlamak mümkündü. Bu arada, filmdeki kedinin, kendi kedisi olduğunu da öğrenmiş olduk. 20:00 – Festivalin bu yılki bölümlerinden biri Hamlet filmleri idi. Bu bölümde klasik Hamlet metnine sadık kalan filmlerden tutun da metni eğip büken, farklı noktalara taşıyan filmler de izledik. Kendi adıma hem
112
siyahi, erkek bazı karakterlerin de kadın yapılması gibi ufak detaylar da vardı. Tüm oyuncuların çok başarılı olduğunu söylemek mümkün. Elbette tiyatro sahnesinde oldukları için bir miktar abartılı oynuyorlardı. 200 dakikanın büyük bölümünde sahnede olan Benedict Cumberbatch için ayrı bir parantez açmalıyız. Tiyatro kökenli olan oyuncu, son yıllarda çok hızlı bir şekilde ün kazandı ama sadece şu performansını izlemek bile bazı şeylerin tesadüf olmadığını gösteriyordu. Müthiş bir oyunculuk gösterisiydi. 2 Mayıs Pazartesi: 11:30 – Hafta başının ilk filmi olarak festivaldeki Alman filmleri arasında yer alan Ölümcül Yalanlar (Wir Monster) filmini seçmiştim. Bir süre önce boşanmış olmalarına rağmen kızlarının bir arkadaşının ölümüne neden olması sonuncunda tekrar yan yana gelmek zorunda kalan bir anne/babayı anlatan film, çok fazla ödülü olan bir yapım değil ama bence festivalin iyi filmlerinden biriydi. Bir yandan bir anne/babanın çocuklarını korumak için neler yapabileceğini gösterirken bir yandan da çocukların anne/babalarının birleşmeleri için ya da onları cezalandırmak için neler yapabileceğini de irdeliyordu. Bunun yanında küçük küçük yalanların adım adım nasıl büyüyebileceğini de anlatıyordu. Yönetmen Sebastian Ko, bir noktadan sonra neredeyse bir gerilim filmi olarak gelişen filminde çok başarılı bir atmosfer oluşturmayı başarmış ve seyirciye nerede hangi bilgiyi
vereceğini de iyi düşünmüş. Oyunculardan da gayet iyi performanslar almış. Filmin en büyük sıkıntısı ise finali kanımca. Finale doğru arka arkaya gelen iki olaydan ilki anlaşılabilir olsa da ikincisi, karakterleri tanıdığımız kadarıyla fazla aşırıydı kanımca. Çarpıcı olsun diye böyle bir final seçilmiş belli ki ama daha soğukkanlı bir final, filme daha çok uyabilirdi. 14:00 – Peter Kern adını geçtiğimiz yıl KuirFest'te duymuştum. Aykırı bir yönetmen olarak filmleri ilgimi çekmişti ve bu festivalde bir Hamlet yorumunu göreceğimizi duyunca heyecanlanmıştım. Aslında Hamlet: Bu Senin Ailen (Hamlet: This Is Your Family) için, Kern'in Hamlet yorumu demek çok doğru değilmiş. Kern, aynı adlı Hamlet uyarlamasının tiyatro için sahnelenmesi süreci ve aldığı tepkiler üzerine bir belgesel çekmiş. Bir Nazi-Hamlet uyarlaması olan bu yapımda oyuncu olarak da neo-nazilerin kullanılması ilginç bir yaklaşım elbette.
Ne yazık ki filme biraz geç girmek zorunda kalınca odaklanmam zor oldu ve filmin içine tam olarak giremedim. Zaten fazla savruk bir film olduğunu için bir kez filmden koptuğunuz zaman toparlamanız zor. O yüzden filmle ilgili çok fazla bir yorum yapmadan sonraki filme geçeyim. 16:30 – Bir önceki film için odaklanma sorunu yaşadım dediysem bu filme ne demeliyim
113
acaba? Çinli yönetmen Gan Bi'nin ilk filmi olan Kaili Blues (Lu Bian ye Can) beni hiçbir şekilde içine çekemedi. Filmi izlerken yönetmenin incelikli bir çabası olduğunu fark etmek mümkün ama doğrusal bir akış izlemeyen hikâye, hele arka arkaya birçok film izlediğiniz festival günlerinde son derece yorucu olabiliyor.
Filmin konusunu kısaca özetlemeye çalışırsak, bir doktorun annesinin vasiyetini yerine getirmek üzere yeğenini bulmak üzere trenle çıktığı yolculuğu ve gittiği kasabada başına gelenleri anlatıyor diyebiliriz. Ancak bu özet yanıltıcı olur. Filmin asıl özelliği zamanın ve mekânın, rüyanın ve gerçeğin iç içe girmesi üzerinden ilerlemesi. Belki de festival takipçisi abilerimizden birinin dediği gibi, “bu filmden bir şey anladım, olay Çin'de geçiyordu” demek daha doğru. Yine de dinç kafayla bir şans daha vermek lazım diyelim. 19:00 – Zaman zaman karşımıza çıkan filmlerden biliyoruz ki Yeni Zelanda'dan gelen Çanakkale Savaşı'na bakan filmler genellikle ilginç filmler oluyor. 25 Nisan (25 April) da bu kuralı bozmayan filmlerden. Belgesel alanında çalışan Leanne Pooley, en az bizim tarihimizde
olduğu kadar Yeni Zelanda tarihinde de önem taşıyan bu savaşta yaşananları savaşta yer alan askerlerin, hemşirelerin günlüklerinden ve mektuplarından alınan onların gerçek cümleleri ile anlatmak istemiş. Ama bunu yaparken tüm filmi bir animasyon halinde çekmiş ve bu tercih, ortaya son derece başarılı bir film çıkarmış. Savaşta farklı görevlerde yer almış 6 kişinin gerçek yazışmalarını onlarla yapılan söyleşilere çevirerek anlatırken belki bizlerin bilmediği bir şey anlatmamış ama savaşın atmosferini vermeyi başarmış. Bir kez daha, Yeni Zelanda'dan gelen bir Çanakkale/Gelibolu filminin bizim sinemamızdan aynı konuya eğilen filmlerden daha iyi ve daha objektif olduğunu söyleyebiliriz. 21:30 – Bu yıl İstanbul Film Festivali'nde en iyi eleştiriler alan filmlerden bir Vahşi (Wild) idi. Alman sinemasından gelen bu yapım, sevmediği bir işte, sevmediği insanlarla birlikte çalışan, kalıpları çizilmiş bir hayata uyum sağlayamayan genç bir kadının bir kurt ile olan dostluğunu anlatıyordu. Dostluktan da öte kadının kurdu evcilleştirmeye çalışırken, kurdun kadını vahşileştirmesini de anlatıyor denebilir. Evde beslemeye çalıştığı kurdun ısrarla dışarı çıkmak istemesi, sonunda duvarları kırma noktasına gelmesini genç kadının özgürleşmesinin bir metaforu olarak okumak da mümkün. Yönetmen ve senaryo yazarı Nicolette Krebitz, kimi anları ile son derece bıçak sırtında duran bir hikâye anlatıyor. Bir yanlış hamle, filmin dramatik yapısını bozup komik denebilecek hale getirebilirdi. Özellikle başroldeki Lilith Stangenberg'in başarılı ve karaktere uygun mesafeli performansından da güç alan Krebitz, son derece dengeli bir anlatım tutturmuş. Anlatım açısından en riskli
114
olabilecek cinsellikle ilgili sahneler dâhil olmak üzere bir yapaylık ya da abartı hissetmiyorsunuz. Büyük ihtimalle gösterime de girecek olan Vahşi'yi şimdiden önermiş olayım.
durmadan eksantrik kişiliklerle dolu eğlenceli bir film izlemeye başlıyoruz. Zamanla ressam ve gazeteci arasındaki yakınlık, ikisinin de hayatında olumlu bir değişime yol açıyor. Becker, biraz uzunca olan filmini bölümlere ayırarak ve çeşitli sinemasal numaralar kullanarak taze tutmayı başarmış. Daniel Brühl ve Jesper Christensen'in keyifli performansları da filmi izlettiren unsurlardan bir diğeri. Senaryosunun Good Bye Lenin kadar sağlam olduğunu söylemek zor ama festivalin izlenmesi gereken filmlerindendi.
3 Mayıs Salı: 14:00 – Vizyonda Filipinler'den gelen bir 11:30 – Wolfgang Becker'in 2003 tarihli film görme şansımız sıfıra yakın, festivallerde Good Bye Lenin! Filmi, dönemin en ilgi çeken bile karşımıza çok sık çıkmıyor. Bu nedenle filmlerinden biriydi. Aradan geçen 12 yılda hiç Birmiş Gibi (Iisa), sadece bir Filipinler filmi uzun metrajlı film çekmeyen Becker, Ben ve olması ile bile dikkat çekiyordu. Kurguculuktan Kaminski (Ich und Kaminski) filminde bir kez gelen Chuck Gutierrez (ki bu filmin de daha Daniel Brühl ile çalışarak karşımıza geldi. kurgusunu yapmış zaten), bu ilk uzun metraj Filmde Manuel Kaminski adında çok ünlü bir filminde ülkesinde yaşanan kasırga felaketleri ressam ve onun hakkında bir kitap yazmak sonrası yoksul halkın bir araya gelerek ayakta isteyen bir gazeteciyi izliyoruz. Filmin durma çabasını anlatıyor. Birmiş Gibi, belki girişindeki Kaminski ile ilgili sahte belgesel bir kısıtlı bir bütçe ve kısa bir zamanda çekilmiş anda sizi filme bağlıyor. Bu belgeselde ama perdede gördüğümüz görüntüler bunu Kamiski'nin sanat tarihindeki pek çok ünlü kesinlikle hissettirmiyor. Özellikle giriş kişiyle yolunun kesiştiğini izliyoruz. Salvador sahnesinde çamurlar içinde kalmış ve oradan Dali, Picasso gibi isimler bunlardan sadece ikisi. çıkmaya çalışan insan bedenlerinin yağmur Bu eğlenceli girişten sonra gazetecinin yazmayı altındaki görüntülerini herhangi birine planladığı kitabın satması için Kaminski'nin izlettiğiniz zaman büyük bütçeli bir Hollywood ölmesi gerektiğini düşünmesi filmi ilginç bir filminden alındığını düşünebilir. noktaya taşıyor. Ama bu tema üzerinde çok da Giriş sahnelerinin görsel görkemi film ilerledikçe yerini felaketi yaşayan insanların hikâyeleri ve dayanışmasına bırakıyor. Gutierrez, belirgin bir şekilde, felaket sonrası devlet ve benzeri kurumlara güvenmektense insanların birbirlerine güvenmelerinin önemini vurguluyor. Bunu yaparken bir başka iktidar unsuruna, dine, fazlasıyla vurgu yapması eleştirilebilir. Festivalin konuklarından olan yönetmen film sonrası söyleşisinde de dini
115
insanları birleştiren bir unsur olarak gördüğünü bir kez daha tekrarladı. Böyle düşünüyorsa bunu filmine yansıtmasında bir sakınca yok elbette. Zaten bunu kilise kurumunu yüceltmek şeklinde değil insanların zor zamanlarda ihtiyaç duydukları bir güç olarak ele almış.
tarihini ve ilginç ayrıntıları öğrenmek güzeldi. Ayrıca hareketin popüler kültür üzerindeki etkileri de irdelenmişti. Hareketin gelişimi, özellikle ilk dönemlerindeki çok olumlu etkileri gayet iyi anlatılmıştı. Ancak hareketin özellikle son dönemlerinde suç dünyası ile fazlasıyla iç içe girmesi ve 1-2 kişiye bağlı kalmasının nedenleri yeterince işlenmemişti. Bu derece etkili ve siyahi Amerikalıların hakları için cesurca çalışmalar yapan bir hareketin zayıflaması ve dağılması hakkında hala kafamda soru işaretleri var doğrusu.
19:00 – Festivalin Anısına bölümünde Bu arada Chuck Gutierrez'in de çok cana Ettore Scola'nın da bir filmi bulunuyordu. yakın bir yönetmen olduğunu eklemeliyim. Bu Çirkinler, Kirliler ve Kötüler (Brutti, Sporchi e yıl festivalin yabancı konukları pek bir neşeliydi Cattivi) adlı 1976 tarihli bu film, kalabalık ama zaten. gerçekten çok kalabalık bir İtalyan ailesinin 16:45 – Stanley Nelson Jr., çoğunlukla siyahi Amerikalıların tarih içindeki mücadeleleri ile ilgili belgesellere imza atan bir yönetmen. 2015 tarihli Devrimin Öncüleri Kara Panterler (The Black Panthers: Vanguard of the Revolution) filminde bir dönem Amerika'yı kasıp kavuran Kara Panterler Partisi'nin tarihine bakıyordu. Yapı olarak, o dönemi yaşayanlarla yapılan söyleşiler ve arşiv görüntülerinin birleşimi ile klasik bir belgeselden çok farkı olmayan film, özellikle o dönemi çok iyi bilmeyen benim gibi seyirciler için çok bilgilendiriciydi. Adını sıklıkla duyduğumuz ama detaylarını çok iyi bilmediğimiz bir hareketin
öyküsünü anlatıyordu. Çok fakir olan bu aile, tek göz bir evde yaşıyor. Ailenin babası Giacinto (Nino Manfredi), tek gözünü kaybetmesi sonrası yüklü bir tazminat almış ama bu parayı mümkün olduğu kadar az harcıyor, ailesine bir damlasını bile koklatmıyor ve itina ile saklıyor. Ailenin çeşitli üyeleri de sürekli olarak bu parayı çalmaya çalışıyorlar. Ne zaman ki Giacinto, başka bir kadına âşık oluyor ve parasını ona yedirmeye başlıyor, işler iyice karışıyor. Scola, ailenin yoksulluğunu vurgulamak için fazlasıyla abartılı bir komedi anlayışı benimsemiş ama özellikle bugünün politik
116
ilk sahnelerinde, Mark'ı bir yolun kenarında çırılçıplak uyurken gördüğümüz sahneden itibaren izlediğimiz şeyin ne kadar gerçek, ne kadar kurmaca olduğunu sorguluyoruz. Film boyunca öyle sahneler görüyoruz ki yönetmenin hiç müdahale etmemesinin ne kadar doğru olduğu da bir soru işareti olarak kalıyor. Mark ve sevgilisi sürekli uyuşturucu kullanıyorlar ve doğrucu bakışı ile bakarsak fazlasıyla tartışmalı kafaları sürekli iyi. Muhtemelen film ekibi orada olmasa da kullanacaklar. Ama hamile bir sahneler var. Bu ailenin belli bir sınıfa, hatta striptizciye de film çekilirken Mark tarafından belli bir etnik kökene sahip olduğunu uyuşturucu iğnesi yapılması ve bizim bunu düşünürsek Scola'nın bakışı bugün epeyce izlememiz etik olarak soru işaretleri eleştiri konusu olurdu diye düşünüyorum. Ailenin neredeyse tüm üyelerinin filmin adında oluşturuyor. da belirtildiği gibi kirli olmanın yanında Irkçı grupların durumları ise daha tuhaf. nerdeyse her biri suç dünyasına az ya da çok Tabir yerindeyse, her türlü komplo teorisine bulaşmış insanlar. Bunun yanında, ama aile inanan bu tipler, uyuşturucu almadıkları halde bağları kuvvetli de diyemiyoruz. Aile üyelerinin kafaları iyi şekilde dolaşıyorlar. Sürekli olarak babalarına zarar vermek konusunda hiç Obama'ya küfrediyorlar, onun kuklasının olduğu çekinmiyor olmaları bir yana, bir kardeşin araçları ateşe veriyorlar. Hatta filmin bir karısıyla öbür kardeş, hatta baba cinsel ilişkiye yerinde bunlardan bir tanesi Obama maskesi girebiliyor. Ailenin böyle bir yaşam sürmesine takan bir kadına oral seks yaptırıyor. Bunu neden olan sisteme belli bir eleştiri getirilmiş yapanların ne kadar sağlıklı oldukları tartışılır ama bu da çok ön plana çıkmayınca izlerken elbette ama insanın aklına, geçtiğimiz yıl bir kahkaha attırsa da sonradan üzerinde belgeselin arka planda atılan sloganlarda düşününce sıkıntılı noktaları da ortaya çıkıyor. duyulan küfür nedeniyle sansüre uğraması Evet, Scola filmografisini tamamlamak için geliyor. Bizde bir filmde bunlar olsa filmin izlenmesi gereken bir film ama benim sorunlu yönetmeni müebbet hapisle yargılanıyor olurdu bulduğum bir yapım oldu. herhalde! 21:30 – Bir tartışmalı filmden diğer bir tartışmalı filme geçtik. Kazandığı çok sayıdaki ödüle karşın son derece az seyirciye oynayan Ötedekiler (The Other Side), bir belgeselin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğine yönelik tartışmalarda konu edilebilecek filmlerden biriydi. İtalyan yönetmen Roberto Minervini, yıllardır Amerika'nın kıyıda köşede kalmış insanları ile ilgili belgeseller çekiyor. Ötedekiler de Louisiana'da yaşayan uyuşturucu bağımlıları ve hükümet karşıtı ırkçı gruplar arasında çekilen bir belgesel. Ama daha filmin
Filmin etik tartışmaları bir yana Amerika'nın fazla görmediğimiz bir yönünü çok iyi yansıttığını da söylemeliyiz. Perdede gördüğümüz hemen hemen herkes, geleceği olmadığını gördüğümüz insanlar. Bu dünyaya erken veda etmeseler bile yaşadıkları hayattan bir çıkışları görünmüyor. Tüm filmin en can acıtıcı anı ise Mark'in genç kuzeninin Amerika'nın büyük üniversitelerinden birinde okuma hayalini dillendirdiği an. Elbette hiçbir şey için imkânsız dememeli ama bu hayalin imkânsıza yakın derecede zor olduğunu görmek
117
4 Mayıs Çarşamba: 11:30 – 24 Hafta (24 Wochen), festival çerçevesinde gösterilen Alman filmlerinden biriydi. Film, doğacak çocuğunun down sendromlu olacağını ve kalbinde bir seri ameliyatlarla düzeltilebilecek bir sorun olduğunu öğrenen bir annenin bu çocuğu doğurup doğurmama kararını irdeliyor. Yönetmen Anne Zohra Berrached, ele alması son derece zor bir konuya duyarlılıkla yaklaşıp, bu konuda doğru ya da yanlış karar diye bir şey olmadığını, bu kararla yüz yüze gelmedikçe ne söylense boş olduğunu ve her kadının kendi doğrusunu bulması gerektiğini anlatıyor. Filmde kadının kocası da ona destek oluyor ama bir dönem yapılan kampanyalarda da söylendiği gibi bu kadının bedeniyse, temelde de kadının kararı gerçekten.
Son dönem Alman sinemasının önemli oyuncularından Julia Jentsch, bu zor kararı vermek zorunda kalan Astrid rolünde son derece iyi. Çocuğun sadece down sendromlu olduğunun sanıldığı kısmının biraz fazlaca sosyal sorumluluk filmi havası verdiği söylenebilir. Ama işin içine kalp hastalığı da girdikten sonra işler iyice karışıyor. Verilmesi kararın yanında, annenin buna bir şekilde ben mi neden oldum düşüncesi de filmde başarılı şekilde verilmiş. Bunun doğru olmadığını bilse bile kaçınılmaz bir şekilde bu düşünce oluşuyor. Finalde bir karar veriliyor ama filmin en büyük artısı, doğru kararın bu olduğunu empoze etmemesi.
14:00 – Festivaller, uzun zamandır adını duyduğumuz ama bir türlü zaman ayırıp izleyemediğimiz klasik filmleri izlemek için de bir fırsat oluyor zaman zaman. Bir kült belgesel statüsünde olan 1975 yapımı, Grey Gardens da böyle bir filmdi. Koca bir evde yaşayan 80 yaşına yakın bir kadınla onun 50'li yaşlardaki kızını karşımıza getiren film bu ikilinin yaşamlarını takip ediyor. Sürekli birbirleri ile atışan, kimi zaman neşeli, kimi zaman fazlasıyla gerilen bu anne-kız, gerçekten de çok ilginç kişilikler. Bu anlamda izlemesi de farklı bir deneyim sunuyor ama filmin gelmiş geçmiş en iyi belgeseller arasında adının anılmasına da çok anlam veremedim doğrusu. Beni o kadar da çok etkilemedi açıkçası. 19:00 – Festival programındaki merak ettiğim filmlerden biri de Sivas filminin yönetmeni Kaan Müjdeci ile sinema yazarları Fırat Yücel, Evrim Kaya ve Şenay Aydemir'in elinden çıkan Kapalı Gişe belgeseliydi. 45 dakikalık bu belgeselde sinemalarımızda “sanat filmi” diye adlandırdığımız filmlerin kendilerine yer bulamaması ve seyirci çekememesi ile Mars
118
grubunun sinema salonları işletmeciliğinde
birine. Bu yıl festival programı yapılırken süresi
tekelleşmesi ve hatta film yapımı ve dağıtımına
uzun filmlere epeyce yer verilmişti. Hamlet
da el atmaları gibi sorunlar işleniyordu. Bu
benzeri filmlerde ne ile karşılaşacağımızı aşağı
sorunlar kimi kolay anlaşılır istatistiklerle gözler
yukarı biliyorduk ama bazı uzun filmler için karar
önüne getirilirken sektörden kişilerle söyleşilere
vermek oldukça zordu. Jacques Rivette'in 193
de yer verilmişti. Aralarda Şener Şen
dakikalık Céline ve Julie (Céline et Julie Vont en
filmlerinden alınan sahneler de konularak filmin
Bateau) filmi de bunlardan biriydi. Sinema yazarı
akıcılığı da sağlanmıştı. Bir eksiklik olarak
arkadaşım Barış Saydam'ın bu filmin Rivette'in en
filmdeki söyleşilerin genellikle tek taraflı olduğu
sevdiği filmi olduğunu söylemesi ve filmi bir kez
söylenebilir ama filmin sonunda pek çok kişinin
de sinemada izlemek istediğini belirtmesi
söyleşi taleplerini kabul etmediklerini belirten
üzerine filmi programıma almaya karar verdim.
açıklamayı görünce bu konuda pek fazla bir şey
Tahmin ettiğim gibi filmin süresi çoğu kişinin
diyemiyoruz.
gözünü korkutmuş olmalı ki, seyirci sayısı çok fazla değildi.
Kanımca, filmin esas sıkıntısı, 45 dakikalık süresi içine çok fazla konu sokmaya çalışması.
Adından rahatlıkla tahmin edilebileceğini
Bazı filmlerin kendilerine salon bulamaması ve yeterince izlenmemesi ile sinema salonlarının tekelleşmesi bir noktada birbirlerine dokunan konular ama bir yandan da çok farklı nedenleri ve sonuçları olan meseleler. Sinema salonları tekelleşmeseydi bu filmler daha fazla izlenirdi gibi bir önerme yanlış olur örneğin. Bunun yanında filmin sonundaki söyleşide özellikle Şenay Aydemir'in vurguladığı gibi belgeselin amacı çözüm üretmek değil, sorunu ortaya koymak ama doğrudan sektör içinden bu kadar fazla kişinin yer aldığı bir filmde çözüm önerileri için de önemli bir yer ayrılmış olmasını umardım. Ne de olsa bu filme daha fazla ilgi gösterecek olan kişiler genellikle sektöre ucundan
gibi film, Céline ve Julie adındaki iki kadının
köşesinden dokunmuş kişiler ve filmde onların
çevresinde gelişiyor. Film, bir parkta oturan
bilmediği çok da fazla bir şey yok açıkçası.
Julie'nin, önünden geçen Céline'in düşürdüğü eşyaları tek tek toplayarak onu takip etmesi ile
Yine de filmin genel olarak bu konudaki
başlıyor. Film ilerledikçe bunun Alice in
sıkıntıları başarılı bir şekilde toparlayıp ortaya sunduğu söylenebilir. Filmi izlerken, son yıllarda karşımıza çıkan belirgin ya da üstü kapalı sansür meselesi ile ilgili de benzer bir belgesele ihtiyaç duyduğunu düşündüm. Aslında kolları sıvayıp,
Wonderland'in başlangıcına bir referans olduğunu fark ediyorsunuz. İkili aynı evde yaşamaya başladıktan sonra çeşitli olaylarda birbirlerinin yerine geçmeye başlıyorlar. Birinin randevusuna diğeri giderken diğerinin iş
kendimiz mi girişsek acaba…
görüşmesine öbürü gidiyor.
20:30 – Geldik festivalde izleyip izlememek konusunda en kararsız kaldığım filmlerden
Filmin önemli bir kısmı da ikilinin gizemli
119
bir eve gitmesi ve buradaki gizemli bir olayı çözmeye çalışmaları üzerine. Önce ne biz, ne de onlar bu evde neler olduğunu bilmiyorlar. Film ilerledikçe Céline ve Julie'nin aldıkları şeker parçacıkları ile evin tarihi gözlerine seriliyor (şu hapı alırsan gerçekleri göreceksin denilen Matrix geldi aklıma, ki her iki filmin de Alice'e çok fazla gönderme yaptığı düşünülürse şaşırtıcı değil). Filmin bu bölümünde Céline ve Julie bazen olanlara müdahale ediyorlar bazen de tıpkı bizim hiç müdahale etmeden onları izlediğimiz gibi onlar da evde yaşananları bir seyirci konumunda izliyorlar. Rivette, bu şekilde perdenin önünde bizim konumumuzu bu ikili ile eşitliyor bir anlamda. Filmin ilk yarısında bir ara kopup gittiğimi itiraf etmeliyim ama festivalin bu film uzun olduğu için bir ara verelim demesi iyi oldu gerçekten, ikini yarıda yaptığım kafein takviyesi ile filmi büyük bir keyifle takip etmeye devam ettim. Neticede gerçekten de izlenmesi gereken bir filmmiş.
oyunculuktaki başarı ya da başarısızlıktan. Daha çok filmin üzerimizde yarattığı his önemli oluyor. Yıllardır deneysel film ile uğraşan Ege Berensel'in seçtiği filmler deneysel sinema tarihi açısından da önemli yapımlardı. Deneysel Faz adını taşıyan ilk seçkide çoğunlukla zamanın akışı perdeye yansıtan yapımlar vardı. Birbiri ardına eklenmiş fotoğrafların ya da çok kısa görüntülerin arka arkaya gelmesi izlediğimiz mekândaki durağanlığın içindeki devinimi hissettiriyordu. Çok güzel bir düşünce dediğim Digital Pencere (Digital Window) ise bir uçağın penceresinden görünen uçağın kanadının görüntüsünden, kameranın açısını hiç değiştirmeden ışığın ve yansımanın değişmesi ile yolcuların görüntüsüne geçiş yapması ile
5 Mayıs Perşembe: 14:00 – Bu festivalde kısa filmlere çok zaman ayıramamıştım. Hoş, zaten bu yıl kısa film ön jürisinde yer almış olmamdan dolayı festival öncesinde 201 kısa film izlemiş olduğum için en azından yarışma bölümünden eksiğim yoktu. Ama Perşembe günü boyunca Alman Kültür'de yer alan deneysel film gösterimleri festivalin en merak ettiğim bölümleri arasında yer alıyordu. Hafta boyunca çok güzel uzun metraj filmler izlemiştik ama deneysel filmlerin bildiğimiz anlamdaki hikâye kalıplarını önemsemeyen ama zaman zaman gelecekte ticari filmlerde bile kullanılabilecek tekniklerin ilk denemelerini içeren dünyası zor ama ilgi çekiciydi. Elbette bildik anlamda film eleştirisini de reddeden filmlerdi bunlar. Filmler hakkında konuşurken ne senaryodaki boşluklardan söz edebiliyoruz, ne de
seçkideki en ilgimi çeken çalışma oldu belki de. 16:00 – Seçkinin ikinci bölümü, Gizli Sinema: Türkiye Deneysel Sinemasının Son On Yılı adını taşıyordu. Bu bölümde daha çok kadın yönetmenlerin işleri yer alıyordu. Filmlerin başında Berensel de buna dikkat çekerek, Türkiye'de deneysel sinemanın son yıllarında özellikle kadınların daha aktif olduğunu belirtti. Bu seçkide Nazlı Dinçel'in yıllar önce çekilmiş fotoğraflar üzerinde oynayıp, onlara farklı bir anlam kazandırdığı Yeniden Çerçeveleme, Ege Berensel'in kimi tatil videoları üzerine müdahale ederek yaptığı Yazlık ve benzer bir yapıda olan Devrialem ilginç filmlerdi.
120
Bu bölümün en uzun filmi ise Gürcan Keltek'in Koloni filmi idi. 50 dakikalık süresiyle orta metraj olarak niteleyebileceğimiz bu film, pek çok festivalin belgesel bölümlerinde kendine yer bulmuştu. Aslında gerçekten de deneysel ile belgesel arasında duran bir yapım. Filmde Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan beri (yani 40 yıldan uzun süredir) el değmemiş mekânlarda gezinirken bir yandan da o dönemden kalan toplu mezarlara tanıklık ediyoruz. Bu anlamda takip edilebilir bir izleği var ama klasik anlamda bildiğimiz belgesel kalıplarından da uzak bir yapım. Birilerinin konuşup olayları anlatmasından çok görüntünün gücüne inanıyor. 18:30 – Bakış Makinaları: Deneysel Sinemanın Tarihi başlıklı bu bölümde çoğunlukla 1960 ve 1970'lerden gelen filmler yer alıyordu. Günümüzde sinema salonlarının dönüşümü sonrasında tüm filmleri dijital ortamda izlediğimizi düşünürsek, bu bölümdeki filmleri 16 mm. kopyalardan izliyor olmamızın ayrı bir anlamı da vardı. Yine Berensel'den alıntı yaparsak, “gerçek film” buydu aslında.
Deneysel sinemanın ilerlerde çok farklı amaçlarla kullanılabilecek tekniklere öncülük ettiğinden bahsetmiştik. Bugün her yerde karşımıza çıkan “selfie” ya da “öz çekim” dediğimiz kavramın 1962 yılında Selbstschüsse
ve 1967 yılında Adolf Winkelmann, Kassel filmlerinde kullanıldığını görmek ilginç bir deneyimdi. Yıllar önce muhtemelen yine Ankara Film Festivali'nde izlediğim Wim Wenders'in ilk dönem kısa filmlerinden Aynı Oyuncu Ateş Ediyor (Same Player Shoots Again), aynı sahneyi beş defa farklı renk tonları ile izlediğimiz ve her nedense her defasında da sonuna kadar izlemeye devam ettiğimiz bir yapımdı. Wilhelm Hein ve Brigit Hein'in film materyali üzerinde yaptığı çalışmalar ise deneysel sinemada en sevdiğim alt tür diyebileceğim türün belki de ilk örnekleriydi ve fiziksel olarak kameraya takılan filmin kendisi ile uğraşan yapımlardı. Bu son seçkinin süresinin fazla uzun olduğuna dikkat etmediğim için sonrasında vizyondan kalkacak bir filme gitmeyi planlamıştım. Bu yüzden seanstan erken çıkmak zorunda kaldım ve tüm filmleri izleyemedim. Eminim ki kalan filmlerde de enteresan noktalar vardı. Böylece 14 günlük festival maratonunun ilk 7 gününü bitirdik. Daha Uçan Süpürge'ye gelemedik ama bize ayrılan sürenin/sayfanın sonuna geldik. Artık önümüzde başka festival de kalmadığına göre kalan 7 günü de Gölge'nin önümüzdeki sayısına bırakalım. Görüşmek üzere.
121