İÇİNDEKİLER 04-05 Aykırı Çağrışım - Keşkeler Ülkesi
Wuthering Heights (1992)
102.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mustafa Emre ÖZGEN golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ecehan BİÇEN Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: Rıza TÜRKER Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/ www.golgedergi@com
Yolcuları 06-09 Korku Köşesi - Tepedeki Bar 2.Kısım 10-13 Çizgi Roman- Çivi 14-15 Korku Köşesi - Korkulan Ölüm Serisi 16-29 Röportaj- Hayatım Çizgi Roman Turhan SELÇUK 30-32 Basın Bülteni- Manganime Türkiye Anime Film Gösterim Ve Atölyeleri Başliyor 33-35 Basın Bülteni- jin-roh anime film gösterim ve atölyesi raporu 36-39 Basın Bülteni- Jın-Roh: The Wolf Brıgade ya da İnsan Olmak İsteyen Kurtlar, İnsan Kılığındaki Kurtlara Karşı 40-42 Öykü- Düğün 43 Fantastik Şiir- Yaşayan Ölü (Hayalet Şövalye) 44-47 Çizgi Roman- Seri Hikayeler 48-49 Öykü- Endişenin Soluk Gölgesi 3 50-57 Dizi Film İnceleme- Sherlock Holmes 58-62 Öykü- Barkod 63-69 Çizgi Roman -Oyun 70-73 Öykü - Sürek 74-77 Çizgi Roman İnceleme -Berlin Taş Şehir 78 Etkinlik Notları- Güç Oburlar Üzerine Söyleşi 77-81 Öykü- Toplum Bunu Kaldırmaz 82-83 Yazar'ın Kaleminden- Bitmeyen Misafirlik 84-88 Öykü- Makbule Hoca ve Karga 89-97 Sinema- Süpermen ve Batman'in Televizyon ve Dizi Macerası 98-101 Öykü- Onun Adı Malala 102-106 Çizgi Roman - Çevre Kirliliği 107-111 Öykü- Peşimdeki Gölge 112 Pinup
Merhaba! Ocak ayı sonunda gerçekleştirdiğimiz Gölge’nin 100. sayı etkinliğinden evime dönerken, aklımda oldukça yoğun yer işgal eden bir konu vardı; Gölge’ye sağlam bir dönüş yapmak! Mehmet Kaan Sevinç’e uzun süredir ilgi gösteremediğim Gölge için daha fazla emek ve çaba sarf etmek istiyorum dediğimde, görevlendirme işini Kadim Editör Ahmet Yüksel’in yaptığını söyledi. Ahmet Abi’ye dönüp, “dergide görev istiyorum” dedim. Cevap oldukça netti; “al editörlüğü vereyim!” Ya hu abi, durun, kaç sene oldu, şimdi siz nasıl çalışıyorsunuz, ne yapıyorsunuz önce bir bakayım derken, bu sorumluluğu ellerimde buldum. İyi ki de öyle oldu. Gölge Benjamin Button gibi. Yaş aldıkça yaşlanmıyor, aksine gençleşiyor! Böyle olunca da burada yazması da, çizmesi de, okuması da çok keyifli oluyor. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle… Mustafa Emre ÖZGEN
Hazal ÇAMUR İllüstrasyon : Gülhan D SEVİNÇ
Aykırı Çağrışım
Keşkeler Ülkesi Yolcuları Ütopyaların korkunç bir yanı var; öyle ki
sahip çıkmalıyız. Şu güzel şeylere bakmaya her
distopyalardan bile daha korkunç olabiliyorlar.
zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu anda,
Distopya denildiğinde karanlık ve yanlış, okur
onların açık seçik karanlığına, gözlerimizi hiç
için apaçık ortadadır. Karakterlerin çoğu o büyük
kırpmadan dikmeliyiz. Yoksa bir köşede keşke
yanlışlığın farkında değilse ve sistemin kölesi olsalar
diye sayıklaya sayıklaya yiter gideriz. Biz kendimizi
bile, okurun gözleri açıktır. Oysa sinsi olan ütopyadır,
unutacak duruma gelirken, birileri bizi çoktan
çünkü o “keşke” nidalarından türemiştir. Birilerinin
unutmuştur bile.
hayallerinden öte, kimi nedenlerle ideale duyulan özlemin portresidir. Okur
tam
burada
gözbağını
takar.
Distopyanın iç bunaltan karanlığını tamamen açık gözlerle izlerken, ütopyada gözü tamamen kapalıdır. İdealin imkansızlığında sarhoş olmuştur. Dudaklarda keşke, keşke, keşke kelimesinden başka bir şey yoktur. Tıpkı yazarın kendisi gibi. Bizi bu keşkeler öldürüyor. Bir şeyler fena halde yanlış gittiğinde ne kadar çevreyi uyarma amacı güden distopyalar doğarsa doğsun, adeta birer uyuşturucu etkisine sahip ütopyalar da doğuyor. Çevremizde yaşananlar ve yaşam koşulları,
4
Hayal kurmayacak mıyız o halde? Güzel yarınlar için güzel düşlere ihtiyaç yok mu? Var elbet; aksini söylemeye ne hacet. Ama, Kibritçi Kızı da unutmamak gerek. Nasıl daldı son kalan kibritlerinin ateşindeki hayallere ve soğukta ölüp gitti, biz de yarınlar için büyük düşler inşa ederken bir ayağımızı distopyanın huzursuz zeminine dayamamız gerek. Böylece
gerçeklik
ayağımızın
altından
kayıp
gitmeden, gerçeğin ayırdında olarak düzeltme ve doğrulaştırma yollarını bulabiliriz. Diyorum
ya,
ütopyaların
korkunç
bir
yanı var. Afyonsu bir havası... Başkalarının asla
bizim dahil ya da hariç olduğumuz her şey rahatsız
gerçekleşmemiş ve belki de gerçekleşmeyecek,
edici formlara büründüğünde hepimiz derin bir iç
ölmüş gitmiş hayallerinin hatırası... Kapağını açarken
çekip “keşke” diyoruz. İnsanız çünkü. Buna ihtiyaç
koca bir keşke yükseliyor onlardan. Aynı okurunun
duyuyoruz.
ona yönelirken içten içe dediği gibi hem de.
Distopyalara çok şey borçluyuz. Bizi hülyalara
Keşkeler Ülkesi’ne tek gidişlik bir bilet
dalıp gitmek yerine gerçeğin pis topraklarına
almadan önce varın bu kusurlu gerçeklikte biraz
bastırdığı, bileğimizden tutup oraya bağladığı için
daha rahatsız olun. Rahatsızlık kat sayısı arttıkça
bir teşekkürü hak ediyor. Onlara tam da bu zamanda
düzeltme isteği de ağır basacaktır. Olmaz mı?
5
KORKU KÖŞESİ
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
Öykü
Tepedeki Bar 2. KISIM (1890’lar…) Peymanzer, suratına alık alık bakan Bekir’i hafifçe sarstı: “Bekir duymaz mısın beni? Bekir! Paşamıza bir haller oldu, medet yetiş!” Bekir, Peymanzer’in kara gözlerine dalıp gitmişti. Ardındaki karanlık ve sağa sola sallanan ağaçların ürpertisi onu çocukluk senelerine, köyüne götürmüştü. Arnavutluk Dağlarının dibinde, İşkodra taraflarındaki o sakin beldeye. İşkodra Gölü’ne yahut Buna (Karadağ ahalisi Bojana derdi) nehrine indikleri zamanı, baharda açan çiçeklerle silueti değişen vadileri, rüzgârın uğultusunu hatırladı. Sonra da sakinliğin bozulduğu anlar kendi kendilerini hatırlattı. Dağların ne ekmeye ne hayvanlara elverişli olduğu Karadağ memleketinin dağlarından komşu ovalara çeteler inerdi. Şakilik yegâne geçimleriydi ki kışı geçirmek için bahar zamanlarında ovalardan vadilerden el koyup topladıkları mallara, eşyalara ihtiyaçları vardı. Bu yüzden sık sık Arnavut köylerine de inerler, aralarında kanlı muharebeler vuku bulurdu. Nitekim bu alışkanlık üzerine yetişen Karadağ erkekleri için yatakta ölmek ayıp, müsademede ölmek ise olağandı. Çetelerle
harp
etmek
kuzey
Arnavut
memleketindeki insanların fıtratına tesir etmiş, eşkıyalarla haydutlarla tebelleş olmaktan ötürü onlara benzemişlerdi. Bekir aile içerisinde adeta 6
kışladaymışçasına kesin emirlerle, katı disiplinle yetiştirilmiş, genç yaşında elde tüfek çete takiplerine ve nöbetlerine katılarak avken avcı olmayı öğrenmişti. Çete baskınında kurban olmamak için tüfek elde çetelere katılıp Karadağ Prensliği hudutlarında geze dolaşa o da karanlık görünüşlü, sert sıfatlı, zalim bakışlı dağ adamlarından biri olup çıkmıştı. Yaralanma günlük yaşamın bir parçası, ölüm vaka-i adiye idi. Ancak onu ürperten şey o senelerde sıkça karşılaştığı ölümün kendisi değil, onun da ötesiydi. Cesaretini sınayan şey daima Karadağ harambaşalarından (Türklerin haramibaşı dediği) ve Sırp buljubaşalarından (Türklerin bölükbaşı dediği) ziyade köy yaşantısı içinde fark etmeden her birini çepeçevre kuşatmış olan batıl itikatlardı. Öldürdükleri yahut yakaladıkları insanın kulaklarını burunlarını kesip sermaye biçen Karadağ hayduklarından çok cinlerden, peritlerden (peri) korkardı. Shtriga, kukudhi ve lugat isimleri onda Donço, Milotin ve Sokolbaci isimlerinden (kaynaklarda geçen hakiki Karadağ eşkıyaları) daha ziyade korku uyandırırdı. Peymanzer’in ardında sallanıp duran ağaçlar, çocukluğunda hatırladığı geceleyin iki yana sallanıp durmalarıyla yürüyen kabir kaçkınlarını andıran ulu ağaçları hatırlatmıştı. Peymanzer’in gözlerinde dalıp gittiğini fark edince bir an korkuyla irkildi. Söylediği şeyi idrak edip sormayı akıl edebildi: “Kim delirmiştır dedın?”
7
“Paşamız! Paşamıza bir haller oldu. Kurbanın olayım yetiş!” Bekir ne söylemek istediğini anlayamadı. Dışarının karanlığından çekindiğini belli etmeden alışkanlıkmış gibi tabancasını beline sokup, ayağına eski potinlerini geçirip köşke çıkan ağaçlıklı tepeye doğru koşturmaya başladı. Peymanzer de peşinden geliyordu. Karanlık ve yıldızsız gökyüzü, ağaçların ardını örten ürkünç ışıksızlık Bekir’e yine eski zamanlarını hatırlatmıştı. Memleketinin ormanlarında, mezarlıklarında cirit atan mahlûkları orada bıraktığını zannediyordu. Hep kendisiyle olduklarını, zihninden fışkırıp muhayyel de olsa vücut bulmalarını fark edince korkuyla hep zayıf bir anını kolladıklarını düşündü. Çalılara, sallanıp duran ağaçlara bakmamaya çalışarak köşkün olduğu tepeye tırmanmayı sürdürdü. Gözlerini kaçırmayı denediyse de bir anlığına bulutların arasından sıyrılan ay ışığında sallanan ağaçlardan birine gözü takıldı. Kavaklara denk heybetli bir çam ağacı rüzgârın esmesiyle sanki sallanmıyor adeta kafasını sallıyordu. Bekir’in gözlerinin önüne çocukluk kâbuslarından biri canlandı adeta. Evin büyüklerinden dinlediği korkulu varlıklardan birini gördüğünü sanmıştı da günlerce konuşamamıştı. Ağaç olduğunu söyleseler de uzun bacaklarını aça aça yürüyen o şeyi hiç unutamamıştı. O şeyin boynunun ucundaki küçücük başını eğerek pencereye bakışını da ayan beyan görmüştü. Yıllar içinde ölümlerle, müsademelerle, baskınlarla yaşaya yaşaya hayallerden çok gerçeklerden korkmaya başladığından unutmuştu ama şimdi anımsamıştı onu. Sanki çam ağacı koca adımlarını ata ata, başını sallaya sallaya ona doğru yürüyor gibiydi. Gözlerini yumarak neredeyse ezbere bildiği tepeyi öyle tırmanmayı sürdürdü. Geceyi inleten canhıraş bir çığlık sesiyle gözlerini açıverdi. Çığlık köşkten geliyordu…
8
(2010’lar…)
Derken 2000’lerin sonları zuhur etmiş,
öylece kaldılar. Pelin’in hiç yoktan öfkeyle bakmasını
“Pelin’e de tepedeki barın assolisti diyecekler!” derken Vedat kapıya doğru uzatmıştı elini. Beyni uğuldamaya devam ederken Kenan tüm cesaretini toplayıp arkasına baktı. İlk gözüne çarpan barın lambaları altındaki simsiyah parıltılardı. Işık uzun ve simsiyah saçların üzerinden salınıp geçerken, beyninin korkudan uğuldadığını fark etti. Neden korkuyordu? Kızın en az saçları kadar siyah gözlerine kilitlendiğinde hatırladı korkusunu.
askerlik şafakta görünüp, facebook çoktan sökün
Askere gitmeden çok önceydi… Mahallelerine belki on yıl önce taşınmıştı Pelin. Ailesinin durumu iyiyken bir anda (artık ihaleli işlerden mi, yoksa kör talihin çelmesi mi bilinmez) tam tersi gitmesiyle gelmişlerdi oraya. Çere çöpe düşmüş inciydi. Etrafı bir nice belalıya psikoya gebe mahallede bir nice arkadaş fitnesine, kavgaya ve bıçak çekmelere rağmen inadına yürümüştü Kenan, neticede en külhani hayatında yegâne rabıta Pelin olmuştu.
Askerliğe gitmeden bir hafta önce vuku
Zaten görmüştüm…” Bu cümleyi söyleyişindeki
bulan şiddetli bir kavga neticesinde ayrılmalarından
vurguda Kenan’ın aklına ucu cinayetle bitecek bin
sonra Kenan yemeden içmeden kesildi. Kendine mi
bir puşt ihtimal gizliydi.
Yegâne hayali bir gün bir şekilde mahalleden sıyrılıp ışıltılı eski yaşantısına dönmek olan Pelin, Kenan’da ne bulmuştu bilinmez. Kenan’a içindeki suç dürtüsünü sanata vurmasından hoşlandığını söylemişti, kadim ve uzak hayatından entel cümlelerle Pelin.
edince işin rengi değişmişti. Pelin’den ilk defa o
zaman
korkmaya
başladığını
anımsamıştı
Kenan. Korkuyordu zira her daim o mahallede ve barda yaşamayı umut ederdi, yaşlılığı aklına pek düşürmezdi. Pelin ise aklına yaşlılığı düşüren şeydi. İlk defa ürpertiyordu Kenan’ı en olumsuz duygularla. Pelin gelinlikti, taksitti, kiraydı, çocuk zırıltısıydı, velhasılı şimdi değil gelecekti…
badigardlığa devam eylediği bara son kez uğrayıp patronla, Vedat’la vedalaştıktan sonra suskunluğunu koruyarak metroya atlayıp Bayrampaşa’nın yolunu tuttu. şimdi
Pelin’le
yabancıya bakar gibi bakmıştı Kenan’a ve bu yüzden içi burulmuştu Kenan’ın. Vedat’ın iş bitiren kallavi ve tiksinç sesi gürleyende gözleri kenetlenmeyi bıraktı: “Bu gece mekana geçicez. Yarın açılışı planlıyorum, son halini sistemi falan görün bi…” Pelin bıkkınca karşılık verdi: “Ben gelmesem.
kızıyordu, Pelin’e mi üzülüyordu bilinmez. Vedat’ın
İşte
düşünmüştü, beklentisi oydu ama o da yoktu. Bir
karşı
karşıyaydı.
Yüzleşmeye bir daha cesaret edemediği korkusuyla. On yılı birkaç saat ayarında hızla tükettiği, on iki ayı asır mahiyetinde eskittiği –eski- sevgilisi gözlerinin içine korkusuzca bakıyordu. Bir şey söyleyemeden
Vedat’ın ihtimallere yer vermeyen sesi ısrarcıydı: “Kalacak yer sıkıntı olmaz. Arabayla geçeriz. Patron kusursuz olmasını istiyor. Kendi işimizde para kazanıcaz. Eskiden olduğu gibi işte…” Kaan’ın
içindeki
korku
yine
depreşti.
Eskiden olduğu gibi denilse de eskinin çoktan tarih olduğunun farkındaydı. Onu korkutan yine gelecekti. Hayatına sıçan belalı gelecek… Devam Edecek
Kenan ikna ve tav olmuştu çünkü Pelin’in de sanat manat işlerine şarkılar vokaller vasıtasıyla aşina olduğunu biliyordu. Hattı zatında Pelin’in sesi pek güzeldi ancak hiç okumasını istemezdi bir yerlerde, en varoş duyguları cinnete bağlardı. 2000’lerin ortasına doğru görüntülü ceplerin sıçraması, internetin bollaşması, lise heyecanını atlatışın akabinde iki yıllık yahut açık öğretim üniversite sürecinde, Vedat’ın da kanına girmesiyle, Pelin’i de ufaktan barlara marlara götürmeye başlamıştı. Aynı mahalleden insanlardı, yan yanalardı. Ne olabilirdi ki?
9
10
11
12
13
Öykü: Oğuzhan ÖZBAY İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Öykü
Korkulan Ölüm Serisi
uçlarını yakacak kadar kızgındı. Adamın sol kürek kemiğinin biraz altından gerçekte hedeflendiği yerin biraz üstünden vücuda girmişti. Girdiği yerde oluşturduğu küçük delik kurşun yivli namludan çıkarken başlayan döngünün devam etmesiyle içeriye doğru genişleyerek büyüdü. Kurşun topladığı kas ve damar ile birlikte kaburga kemiğine çarparak orada kendine yuva buldu. Kırılan kaburgadan küçük parçalar halinde dağılan kemik etrafta saplanacak et bulduğunda oralara yerleşti. Kurşunun girdiği yer değil de içeride oluşturduğu tahribattan ötürü adamın omzu büyük bir acı kaynağı olmuştu. Elini hemen omzuna attı. Yırtılan damarlardan bir kaçış yolu bulan kan içeride birikebileceği bir yer kalmayınca vücudu terk etmek için açılan delikten dışarıya atlarcasına çıkmaya başladı. Adamın montunun bilek açıklığından içeriye doğru süzülen kan, vurulan adama bu kadar acı içinde bir ıslaklık hissettirmeyi başardı. Adamın bir sonraki hamlesi akan kanı durdurmak için elini omzundan daha aşağıya çektirerek yaraya bastırmak oldu. Parçalanan damarın atar damar olması ve adamın kalbi çıldırmışçasına kan pompalaması bu çabayı boşa çıkardı. Adamın parmaklarının arasından kanlar süzülmeye başladı. Acı hissinin verdiği dinçlik akan kanın hızla boşalmasının sebebiyet verdiği karıncalanma ve göz kararmasına yerini bırakmıştı. Bu halde ayakta çok dayanamayan adam önce dizlerinin üzerine çöktü ama orada da barınamayınca kurşun yediği sol yanına doğru düştü. Bu düşüşün etkisiyle açık olan damar uçlarından kanın baskıyla fışkırması
III.
Vurulan Adam
Kan damarda hürdür; kaçış ona zulümdür. 13 arkadaşını geride bırakan 9 mm’lik bir mermi sırtına aldığı sert darbenin etkisiyle patlayarak kulaklarda çınlama yaratan bir ses çıkarmıştı. İlk gösteri, önce namludan çıkan bir parça ateş, ardından şiddetli gürültü ve barut kokusuydu. Şarjördeki yatağından ayrıldığında soğuk bir metal parçasıyken şimdi kozasından çıkmış ardında yer çekimine emanet ettiği kovanını bıkarak havayı yara yara yol alıyordu.
14
yere doğru yayılan bir kan serpintisine sebep olmuştu. Beyin yeterli kan alamadığı için vücuda bu durumun hesabını sorarcasına ani kasılmalara sebep olan uyaranlar göndermeye durdu. Adamın kafası titremeye başlamıştı ama bunu hissedemeyecek kadar derin bir uyuşukluk içine girmişti. Adam; gözlerini acı, şaşkınlık ve nefretle kendine kurşun sıkan hasmına kilitlemek istese de her defasında yanlara doğru kaymalarına ve bir süre sonra tamamen kararmalarına engel olamadı. Ne zaman kesileceğini bilmediği son nefeslerini solurken bir öksürük baş gösterdi: Belliydi ki akciğerinde de bir tahribat olmuştu ve kanın bir kısmı da oraya dolmaktaydı. Vurulan yanına düştüğünde fışkıran kan damarların sıkışmasıyla biraz azalmış ve düşen tansiyonun etkisiyle süzülme haline geçmişti. Bu bir anlık bir rahatlama ve durumu analiz etme fırsatı verdiği için adam daha rahat hissedeceği beklentisi ile sırt üstü yatar konuma evrildi. Yaptığı hareketle vücudunda kalan kandan dışarıya çıkmaya heves etmiş son partisi de akarsu kaynağında olduğu gibi yukarı kaynayarak çıkıp nemli gömleğin yapısına karışmaya devam etti. Adamın kulaklarındaki uğultu acısını unutturacak kadar büyük bir korkuya sevk ediyordu onu. Bilinci onu terk ederken hırıltılı nefes sesi kesilmeye başlamıştı. Son nefesi öyle usul olmuştu ki ölüm anını huzur gibi hissetmişti. Ayağa kalktı kurumaya yüz tutmuş gölleşmiş kanının oluşturduğu şekle anlamsızca kafa yordu. Arkasını dönüp cesedinden uzaklaşırken şeklin uğrunda öldüğüne benzediğine karar verdi.
Öyle büyük bir coşkuyla gidiyordu ki sevincinden ıslıklar çalıyor, kendi etrafında dönüyordu. Geriye son bir kez bakmaya bile gerek duymadan kendini ateşleyen mekanik aletin hedef gösterdiği doğrultuda ilerliyordu. O hedefine vardığında geride bıraktığı kovanı asfalta düşmek üzereydi: Kovan, yere değip birkaç sekme sonrası metalik tıngırtılar çıkartıp kaldırım kenarına ilişti. Kurşun tabancadan çıkarken 327,5 °C olan erime sıcaklığına tam ulaşamamış olsa da yine sinir
15
Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Röportaj
Hayatım Çizgi Roman Abdullah TURHAN'ın “Bir Zamanlar Trabzon” çizgi romanının devamının adı “Hayatım Çizgi Roman”. Yine oturmuş, çizmiş, bitmek üzere. Omuzundaki bir ağrıdan dolayı kısa bir ara vermiş "Fizik tedavi olayım, Mart'tan sonra denize gireyim geçer" diyor. "Üstat, dedim. Çizgi romanın altın yıllarını yaşadın, biraz anlat, biraz dinleyelim" dedim. "Ne anlatayım, bak işte orada yaptıklarım" dedi. "Benim hayatım çizgi roman olmuş, ben çizgilerle anlattım anlatacağımı, bir de söze döktürme" dedi ama üstadın affına sığınarak sohbetimizi, konuşurken kaydettiklerimizi tarihe tanıklık etsin diye buraya koyuyoruz. Pek çok yerinde de "Aman bunu yazma, bunu benden duymadın, o alet kapalı değil mi?" diye sordu durdu. O kısımları da kaydetmedik elbette. Yine de o berrak dimağından süzülen anıları buradan paylaşıyoruz, biz daha fazla söz karıştırmayalım, buyurun okuyun. Ahmet Yüksel: Çizgi romana nasıl başladınız? Abdullah Turhan : Ortaokul talebesiydim. Orta birinci sınıfta hoca derse geliyor, pardösüsünü çıkartıp asıyor askıya. “Herkes bunun resmini yapacak” diyor. Herkes çiziyor, ben de çiziyorum, hoca gelip benim yaptığım resme bakıp şaşırıyor, “Kim çizdi bunu?” diyor, “Ben yaptım” diyorum. “Olmaz” diyor. Adam şaşırdı, “Ben sana not da vermem” dedi. İşte orada anladım ben resim yaptığımı. Ondan sonra defter üzerine çizgi romanlar çizmeye başladım. Benim Trabzon’da 20 senem gecekonduda geçti. Orada bir annem, bir kız kardeşim ve ben vardık. Babamız yoktu. Orada öyle yaşadım. Kimseye bir kötülük yapmadım, hovardalık da yapmadım. Ne yaptım orada; ya denize girdim ya da bahçede oturup resim yaptım. Başka hiçbir şey yapmadım. Hâlâ da onu yapıyorum. Çizgi romanın hastasıyım. Çizgi romanın hastasıyım çünkü çizerken çizgi romanı sinema gibi düşünüyorum.
16
Ahmet Yüksel: Peki bu resim. Siz çizgi roman yaptığınızı ne zaman anladınız? Abdullah Turhan : Trabzon’a o zamanlar tek bir çizgi roman dergisi gelirdi, o da Mickey Mouse dergisi. Onu alırdım, orada görürdüm resimleri, ilk çizgi romanları öyle görürdüm. Ve sinemaya gider, oturur, film seyrederdim, sinema aşığıydım ve eve gider seyrettiğim filmi çizerdim. Bir film vardı “Günahtan Sonra” diye. Eve gidip onu kare kare çizdim, konuşma balonlarını yazdım. Ahmet Yüksel: Bir Mickey Mouse okudunuz ve çizgi romana başladınız. Abdullah Turhan: Alex Radyond’un hastasıydım. Ondan da pek çok şeyi görüp çizdim. Keşke kopya çekerek çizseymişim. Kopya çekerek çizmek çok iyi bir şeymiş, sonradan onu anladım. Ahmet Yüksel: Böylece başlamış mı oldunuz çizgi romana?
17
Abdullah Turhan: Önce Trabzon’da bir yerel gazetede çalıştım; Trabzon gazetesinde. Hurfat çizdim, sayfa düzeni yaptım. Makineye geçip makinistlik yaptım. Beş sene boyunca durmadan çizdim, sonra çizdiklerimi ciltlettirdim ve koltuğumun altına alıp İstanbul’a geldim. Resim kâğıdına orijinallerimi cilt yaptırttım. Geldim iş aradım. İstanbul’da Trabzon talebe yurdunda kaldım. Babıali’de her gün iş aradım. Herkes baktı “Bunlar bize yaramaz, bununla para kazanamazsın” dediler. Ben çok gezdim, sonra umudumu kestim. Trabzon’a dönmeye karar verdim ama o gün Yeni Sabah’ta bir ilan gördüm. “Gazetemize çizer ve kaligraf aranıyor” diye. Çiziyordum ama kaligrafın manasını bile bilmiyordum. Hemen gazeteye gittim, bir eleman beni aldı bir odaya götürdü, karşımda Ratıp Tahir. Beni gördü Ratıp
18
Tahir, yanında da iki akademili çizer vardı, onların resimlerine bakıyordu. Onları beğenmedi “Gazeteye göre değil” dedi. Sonra benim ciltlettirdiğim çizim defterimi aldı, biraz karıştırdı “İşte benim aradığım ressam bu, bana böyle resimler lazım” dedi. O gün kadroya girdim. Ahmet Yüksel: Biraz Ratip Tahir Burak’tan bahseder misiniz? Abdullah Turhan: Ratip Tahir o zamanlar 50-60 yaşlarında olmalı. Milletvekilliği filan yaptı sonrasında. Bana aylarca hiçbir şey çizdirmedi. Sonra bir gün karakalem çizimini getirdi ve çinilemememi istedi. Ben o kadar heyecanlandım ki çinilerken dağıttım. Bana çok fena bozuldu. Onu bile yapamadım. O kadar çekiniyordum, koskoca Ratip Tahir Burak, nasıl çizerim onun yanında diyordum. O zamanlar Azmi Nihad Erman magazin şefiydi galiba,
19
benden 23 Nisan için bir çizim istedi. O çizimim gazetenin birinci sayfasında yayınlandı renkli olarak. Sonra da pazar ilavesine çizmeye başladım. Allah yürü ya kulum deyince yürüyor insan. Ahmet Yüksel: Peki Ratip Tahir’le nasıl çalıştınız? Abdullah Turhan : Ben Ratip Tahir’in hiç işini yapmadım. Öncesinde de söylediğim gibi, bir kere çinilemem için iş getirmişti onu yapamamıştım, sonrasında ise o milletvekilliği için sürekli konuşmalara gidiyordu ve gazeteye de pek gelmiyordu. Bu konuşmalara gitmesi yüzünden. patronla da arası kötüydü zaten. Sonra ben askere gittim, döndüğümde de gazete kapandı. İşsiz kaldık. Sonra Hürriyet gazetesinde Nezih Demirkent bana bir iş verdi. Ahmet Yüksel: Suat Yalaz ile çalışmanız? Abdullah Turhan : Hürriyet’ten ayrılınca Suat Yalaz’ın yanına gittim. Suat Yalaz o sırada Akşam’dan ayrılıp kendi dergisini kurmuştu. O sıralar işsizdim, Suat dan iş istedim. Önce çok iyi anlaştık. Hemen bir anı anlatayım. Bir gün Suat’la dergiyi yetiştirmeye çalışıyoruz, ertesi sabah dergi çıkacak, telefon çaldı. Suat’ın sevdiği bir insan vardı, Mehmet Benli; “Ben gidiyorum” dedi, çıktı gitti. Derginin yetişmesi lazımdı, bekledim gelmedi, akşam oldu gelmedi. Bu durumda işler geç kalacak. Andiskop’la çizimleri kopyalamaya başladım, sabaha kadar çalıştım. Sabah Suat Yalaz geldi, çizimlere baktı “Aferin” dedi. Size bir şey söyleyeyim; bugün hâlâ Türkiye’de çizgi romandan en iyi anlayan kişi Suat Yalaz’dır. O zamanlar Suat Yalaz’la çok iyi anlaşırdık. Evine de gittim, çok iyi de bir eşi vardı. Hatta “Suat, öğle yemeğine dışarı gidiyoruz, öğle yemeğini evden sefer tasına koy getir, hem burada çizmeye devam ederiz hem de para vermeyiz yemeğe” diyordum. Baktım dediğimi yaptı, evden sefer tası ile yemek de getirdi. Öyle yetiştirdik işleri. Sonra da gün geldi ayrıldık. İnsan evlenince çoluk çocuk sahibi olunca her şey değişiyor tabii. Suat Yalaz’la çalışmalarımın son zamanlarında para alamaz oldum. Öyle ayrıldık. 20
Suat Yalaz çok iyi kazanıyordu ama kazandığı bütün paraları sinemaya yatırdı. Sonra da Fransa’ya gitti. Hatta Fransa’dan bile iş yolladı bana. Ahmet Yüksel: Sonra Tolga mı başladı? Abdullah Turhan : Yine işsizdim. Hanıma “sen iş bul” dedim. Gitti kapalı çarşıda bir iş bulup geldi. Ben işi beğenmedim “Git geri ver işi” dedim. Sonra oturdum aklımdaki bir çizgi romanı çizmeye başladım. İşte Tolga’yı ben o gün çizdim. 1001 roman dergisi vardı o zamanlar, Web ofsetindi dergi. Başında Samet Koçyiğit vardı. Ona götürdüm ve hemen beğenip aldılar. “Tamam, bu çıkacak” dediler ve kapaktan çıktı. Ahmet Yüksel: 1001 roman derleme bir dergiydi ama o zamanlar sizin Tolga’dan başka Türkiye’de üretilen bir şey yoktu. 21
Abdullah Turhan : Evet sadece Tolga vardı. Yerli çizgi roman olarak. Diğer çizgi romanları yabancıydı hep. Sonra da dergi kapandı. Ben de aynı başlıkla Tolga dergisini çıkarttım. Ahmet tuttunuz?
Yüksel:
Kendi
büronuzu
mu
Abdullah Turhan: Evet önce Cağaloğlu’nda bir hanın küçük bir odasında başladım. Sonra Sebat Mat ile çalışmaya başladım, matbaacı. Bana kendi dergimi, Tolga dergisini de kurduran Sebat Mat’tır. 1001 Roman kapanınca “Haydi kendi dergini kur” dedi. Bana her türlü matbaa desteğini de verdi. Tabii sonra işler büyüdü, ben başka bir handa üç odalı bir büroya geçtim. Yıllarım orada geçti. Sekiz sene çıkarttım Tolga’yı, satış düşünce de kapattım.
22
Ahmet Yüksel: Tek başınıza mıydınız büroda? Abdullah Turhan : Nusret Şumlu vardı idari müdür. O da dergi çıkartmak istiyordu. Benim büroda çıkartmak istiyordu dergisini. Ben olmaz deyince o da gitti ve tek başıma kaldım büroda. Belki de o yüzden de kapattım. Ahmet Yüksel: Tolga’nın satış rakamları nasıldı, kaç adetti? Abdullah Turhan : Biz ilk dergiyi 50 bin bastık 30 bin sattı. Kara Murat’tan ben ayda Bin Beş(1.550) yüz lira kazanıyordum. Tolga’dan ayda 60 bin lira para aldım. İki ayda aldığım para ile Acıbadem’de ev aldım. Karadenizlilik var ya bende, ben çok ev aldım
23
sattım. Ben yaptığım işlerden hep memnunum. Kötü bir iş yapmadım. Ahmet Yüksel: O dönem bir Türkçülük akımı mı vardı çizgi romanımızda? Siz, Suat Yalaz, Sezgin Burak hep Türklerin kahramanlıklarını anlatıyor? Abdullah Turhan : Öyle bir akım yoktu . Kim oraya gitmiş de kim görmüş. İmkânlar kısıtlı, anlatılan hikâyeler kısıtlı. Kaynak yok. Kimsenin bilmediği bir yeri, bir dönemi anlatıyoruz. Tarih yazmıyoruz biz. Ahmet Yüksel: Tolga nasıl çıktı bir anda? Abdullah Turhan : Önce Tolgahan diye bir şey düşünmüştüm. Onu beğenmedim Aktolga koydum, sonra onu da beğenmedim, sadece Tolga olarak koydum çizgi kahramanımın adını . Hikâye ile birlikte benim çizgim de gelişti ve son Tolga macerasında bambaşka bir Tolga çıktı karşımıza. Ben çizdikçe gençlikten yaşlılığa doğru hep değişiyor, hep gelişiyor. Şimdi bana bir tip çiz deseniz ben yine size Tolga’yı çizerim, kafamda bugün canlandığı gibi çizerim. Ahmet Yüksel: Tolga’nın hikâyesi neydi? Abdullah Turhan : Çizgi romancı adamın senaryosunu başkası yazar, kurşun kalemi başkası çizer, başkası çiniler, balonunu başkası yazar. Çizgi roman ekip işidir. Bizde her işi sadece bir kişi yapıyor. Hikâyeyi çizen adamın kafasında sadece bir hikâye vardır, o hikâye biter STOP. O hikâye bittikten sonra etraftan almaya başlar. Benim birkaç iyi hikâyem vardı, onları çizdim bitti. Ondan sonra kendimi tekrarlamaktan korktum, sürekli yeni hikâyeler aradım. Ben hiçbir zaman senaryo yazmadım, yazıp da çizdim. Yanlış tabii. O dönemde herkes öyle yapmıştır. Bana çuvalla mektup geliyordu her gün. Çuvallarla mektup. O kadar çoktu ki ben hiçbirini okuyamadım. Ayıp olacak şimdi ama ben o mektupları okumadım. O dönem o kadar doluydum, o kadar toktum. Şimdi pişmanım, keşke hepsini saklasaydım. Sabah 07:30’da Basınköy’den arabaya binip doğru Cağaloğlu’na gidiyordum. Masa başında 24
da çizerken aklımda üç beş hikâye vardı, onları çizdim ve hikâye bitti. Ahmet Yüksel: Tolga 1200’lerin sonunda başlayıp 1300’lerde devam etti değil mi? akşam 19:30 a kadar hiç durmadan çiziyorum. Akşama kadar hiç ara vermeden. Bazen gelen giden oluyordu. Dostlarla yer içer dağılırdık. Benim zamanımda çizgi roman çok iyi para getiriyordu. Herkes çizgi roman okuyordu. Televizyon filan yoktu ki. Gece yattığımda aklımda hikâye kurardım, sabah kalktığımda o hikâyeyi çizeceğim sahnelere göre değiştirirdim. Günlük düşünür çizerdim, ertesi gün daha güzel hikâye bulur değiştirirdim. Bugün çizdiğim ertesi gün devam etmezdi. Örneğin Suat Yalaz senaryolarını film setinde yazardı. Mesela Karaoğlanın bir hikayesini ben çizmek zorunda kaldım. Daha sonra Suat Yalaz gelip balonları yazdı. Bir kere bu böyle oldu sadece. Ben sürekli andiskopa girerdim onunla çalışırken. Tüm gün kopya ederdim Karaoğlan’ı yoksa yetişmezdi. Bir gazete bandına yani üç resim için, bazen iki saat bazen de tüm günü ayırmak gerekirdi. Ben bana gelen senaryoları okur, aklımdan geçeni çizerdim. Ama şimdi okusam çok daha değişik olurdu. Tolga’yı
Abdullah Turhan : Bunları burada anlatmak istemiyorum aslında. Suat Yalaz ne yaptı, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun hikâyesi Kaan ile başlayıp onu Karaoğlan’a çevirdi. Oradan devam etti. Herkes bir yerlerden alıyor işte. Ama Kozanoğlu da öyle bir yazmış ki, Şato’da bir gece tüm ışıklar birden kararıyor. Ampul değil ki, mumla aydınlatılıyor. Tüm mumlar nasıl sönmüş? Nasıl söner? Bazen de atıyordu. Ahmet Yüksel: Siz Kozanoğlu ile çalıştınız mı? Abdullah Turhan : Hayır ben Kozanoğlu ile çalışmadım ama Kozanoğlu’nun oğlu ile Milliyet’e Alptekin’i yaptım. O yazdı ben çizdim. Ahmet Yüksel: Peki Rahmi Turan ile çalışmanız? Abdullah Turhan: Tolga’dan önceydi. Beni çağırdı Rahmi Turan “Yeni bir gazete çıkacak,
ben de tarihi kahraman hikâyeleri yazacağım, sen çizer misin?” dedi. “Olur” dedim. Rahmi Turan her macerada başka bir kahramanı yazacaktı. O gazete Günaydın gazetesiydi. İlk macera Kazıklı Voyvoda’yı yazdı, ben de çizdim. İlk bandı görünce patron “Kahraman hep bu olsun, hep Kara Murat olsun, hep bunun maceralarını yaz” dedi. Benim de katkım oldu Kara Murat’a. Tolga dergisini çıkartmak için bir ara bıraktım, sonra Rahmi tekrar “gel çiz” dedi. 14-15 sene Kara Murat çizdim ben. Ahmet Yüksel: Nasıl bir şeydi Kara Murat’ı çizmek? Abdullah Turhan: Bir gün, hiç unutmam, benzin sıkıntısı vardı. İlk defa Sirkeci’ye gitmek için Menekşe’den trene bindim. Sabah çok kalabalıktı tren. Herkesin elinde bir gazete. Baktım herkeste Günaydın gazetesi ve Günaydın gazetesinin de aynı sayfası. Herkes Kara Murat okuyordu. İşte o an biri beni gösterip “Kara Murat çizen ressam bu” dese bitmiştim ben. (gülüşmeler) O dönemde Kara Murat başladığında Günaydın gazetesi 70 bin tiraj almıştı. Ahmet Yüksel: Çizerken etrafa bakıyor muydunuz, var mıydı “Bir ayna koyayım bakayım” 25
O yüzden de çizgi romanlara bol yazı koydururdu. Resim ve altına bol yazı. Ahmet Yüksel: Babıali nasıldı? dediğiniz zamanlar? Bir kılıç alıp tuttuğunuz zamanlar oldu mu? Abdullah Turhan : Çooook. Benim öyle çekilmiş fotoğraflarım bile var. Ben etrafıma bakıp çizmeyi, ellere bakıp çizmeyi çok severim. Çok yaptım. Ben size şunu söyleyeyim benim Kara Murat’tan çok daha iyi çizdiğim bir Kara Murat vardır. Burak Bey. Fakat Burak Bey hiç tutulmadı. Rahmi Turan’ın yazdığı Kara Murat çok tutuldu ama Kara Murat’tan çok daha iyi çizdiğim, en olgun çizgilerimin olduğu Burak Bey nedense tutulmadı. Ahmet Yüksel: Siz Kara Murat çizmeyi bıraktıktan sonra diğer çizerlerin çizimlerine baktınız mı “Bu benim evladım, nasıl çizmişler” diye? Abdullah Turhan : Hiç merak etmedim. Bir ara oğlum Turan alıyordu, “Alma onu” diye kızardım. Ahmet Yüksel: Burak Bey nasıl başladı?
26
Abdullah Turhan : Zafer Ergin ve Selahattin Duman beni Sabah gazetesine çağırdı. Çok iyi para verdiler ve ben de Günaydın’da Kara Murat’ı bırakıp Sabah’a gittim. Senaryoyu Selahattin Duman yazıyordu. Ama Selahattin Duman bir senaryo yazıyor evlere şenlik. Bir gün birini öldürüyor, ertesi gün öldürdüğü o adam kılıç sallıyor. Bu yüzden tutmadı. Güzelim resimler güme gitti. Yazık oldu. Selahattin Duman hikâyeler tutacak diye Nizamettin Veziroğlu adını kullanırdı. O isim hikâyelere daha uygunmuş. Ama Burak Bey bana istediğimi vermedi. Kötü bir senaryo ile okur toplayamadı. Çizimlerimin en olgun dönemiydi. Ahmet Yüksel: Yazarlar senaryoları size nasıl veriyordu? Abdullah Turhan : Daktiloda yazıp veriyorlardı. Ben her 8 satıra bir resim yapıyordum. Ratip Tahir zamanındaki gibi. Araya da balon koyuyorduk. Günaydın’ın sahibi Haldun Simavi derdi ki “Bir gazete ne kadar elde tutulursa o kadar iyidir”.
Abdullah Turhan: Yeni Sabah gazetesi zamanında bir Hüsnü Tabiat Lokantası vardı. İran Konsolosluğuna doğru inerken bizim cemiyete varmadan sağ kolda. Her gün orada yerdik yemekleri. Ispanak ve pilavı çok iyi yapıyordu. Sonra bir Muzaffer vardı, İskender’i orada yerdik ama genç yaşta vefat etti. Sonra gazeteler yemek vermeye başladı. Bizim zamanımızda gazetelerde muhasebede kuyruğa girer alırdık paraları. Sonradan bu banka kartına döndü. Çok iyi oldu. Biz çizgi romancıydık. Ben büromdan çalıştım çoğunlukla. Ama bir de gazete ressamları vardı. Mesai yaparlardı. Beklerlerdi iş gelsin de yapayım diye. Benim işim biter gazeteden çıkar eve giderdim onlar mecburdu beklemeye. Basın ressamlığı öyleydi.
bulamamış olmalı ki siyah beyaza döndü. Olmadı. Cemal Dündar guajın ustasıydı. Zevklerin ustasıydı. Fotoğraf gibi çalışırdı. Benim büroya çok kişi gelirdi çalışmaya. Ahmet Yüksel: Çizgi romancı olmak nasıl bir şey? Abdullah Turhan : Şimdilerde çizgi romancıları dernek gibi bir araya getiriyorlar. Gitmek istemiyorum oraya. Neden biliyor musun, benim bildiğim çizgi romancı Türkiye’de birkaç tane. Bir bakıyorsun herkes çizgi romancı. Bakıyorum birisi bir tane bir şey çizmiş, “Ben çizgi romancıyım” diyor. Biri bir gazetede bir hafta bir şey yayınlatmış, çizgi romancı olmuş. Çizgi romancı olmak kolay bir şey değil. Yıllarını vereceksin çizgi romana. Bence çok zor bir şey çizgi roman çizmek. Yönetmen gibi çalışacaksın, kareyi düzenleyeceksin. Balonları yazacaksın. Hamallık. Ama ben seviyorum.
Ahmet Yüksel: Sizden başka kimseler de oldu mu büronuzda?
Ahmet Yüksel: O dönem takip ettiğiniz çizgi roman var mıydı?
Abdullah Turhan : Bir ara Cemal Dündar da geldi. Hürriyet’ten ayrıldı, çok iyi bir paraya renkli basılan Günaydın’a gitti. Patronu umduğunu
Abdullah Turhan: Red Kit alırdım. Avanak Avni filan okurdum, Oğuz Aral’ı takip ederdim. Yeni Sabah gazetesinde her hafta Hopdedik Apti isimli
27
mizahi bir tip çizdim. Ben karikatür de çizerdim o zamanlarda. Altan Erbulak ve Oğuz Aral ile bir zamanlar çok iyi dosttuk. Fakat zamanla onlar sınırı aştılar, çok geliştirdiler kendilerini. Ben Vefa’da kiralık bir evde otururdum. Oğuz gelirdi bazen. O geldiğinde Trabzonlu arkadaşlarım da gelirdi. Oğuz bize pandomim yapardı, biz de keyifle seyrederdik. Bir dolap aldık, geldi dolaba açılış yaptı. Geceleri bazen bende kalırdı, sabaha kadar uyumazdı. Oturur, kitap okurdu. Ben işe giderken uyanır, evde yapardı işini. Çok sonra Günaydın’da bir mizah gazetesi yaptı, orada bana da çizdirdi. Sonra tiyatroya geçti, yeniden yolumuz ayrıldı. Altan Erbulak ile de çok iyi arkadaştık, devamlı sinemaya giderdik. Onun bir Vespa’sı vardı, arkasına binerdim, gezerdik. O da televizyonda çalışmaya başlayınca onunla da koptuk. Oğuz Aral çok kavgacıydı, yaptığı şey doğruysa, doğru biliyorsa üzerine giderdi.
de ben bakayım diyorum ama tek bir tanesini bile beğenmiyorum. Bazılarının çizgisini bazılarının hikâyesini eksik buluyorum ama esas eksik ne biliyor musunuz, desen eksik. Desen yok. Renklemek filan hikaye. Herkes çizgi roman yaptık diyor ama ben 60 senemi verdim, 60 sene çalıştım. Geceleri bir saat ya da iki saat uyuyabiliyorum. Artık uykum gitti. Her gece hikaye düşünüyorum. Sabah kalkınca da nasıl çizeceğim diye düşünüyorum.
Ahmet Yüksel: Yurt dışına çıkmak gibi bir şey düşündünüz mü hiç? Abdullah Turhan: Ben gidemezdim. Suat’ın gitmesi lazımdı, gitti. Sezgin neden gitti bilmiyorum ama ben gidemezdim. Hiç gitmeyi düşünmedim. Bir ara İtalya’dan birileri geldi, bir otelde buluştuk. “Ben çizerim, tercümeye karışmam” dedim, olmadı. Ben çizerim neden balonlarla uğraşayım ki. Bir de o zamanlar Demir Perde ülkelerine gittik, istemediler çizgi roman. Ahmet Yüksel: Kenarda yeni bir şeyler var
Ahmet Yüksel: Peki, aklınızdan geçen yeni bir Tolga macerası var mı? Abdullah Turhan: Bazen Hollywood filmlerinden birine bakıyorum, aklımdan yepyeni bir şeyler çizmek geçiyor. Havada uçan adamlar filan.
mı? Abdullah Turhan: Geçen sene bir çizgi roman hikayesi hazırladım. Mizahi bir çizgi roman. Kara Murat’ın çocukluğu gibi biri ,atına binip yolda giderken karşıdan kara bir duman geliyor ve dumanda at yere yatıyor, bu da yere yatıyor. Yerde bir cisim. Futbol topu. Topa dokunuyor, top suya düşüyor. Bunu çizmek niyetim. Orta Asya’dan gelip top oynayacak. Kafasını taşa vurup bayılacak ve Dolmabahçe’de açacak gözlerini. Suluboya çalıştım. Şimdi tekrar çizeceğim.
28
Ahmet Yüksel: Tolga Zombilere karşı filan mı? Abdullah Turhan: Tolga bir yere giriyor, bir anda yüzü değişiyor mesela. Pat diye bir adam çıkıyor karşısına tam Tolga’yı öldürecek meğer Tolga o değilmiş filan. Ahmet Yüksel: Genç çizerlerle tanışıyor musunuz, getirip gösteriyorlar mı işlerini?
Ahmet Yüksel: Gazetelerde stripler, bant çizgi romanlar neden bitti? Patronlar mı istemedi? Abdullah Turhan: Hayır, okur istemedi. Okur isteseydi olurdu. Mesela ben çizerim, çizeyim derim ama koymazlar ki, tiraj aldırmaz gazeteye. Mesela Kara Murat’ı ben yazmış olsaydım asla Günaydın’a koymazlardı. Rahmi Turan yazınca değişiyor işler. Muhakkak gazeteden arkanda sivri birisi olacak ki işin yürüsün. Ahmet Yüksel: -Gölge e-Dergi olarak bize zaman ayırdığınız, Türkiye'de çizgi romanın altın yıllarını bize anlattığınız için çok teşekkür ederiz. Abdullah Turhan: -Ben teşekkür ederim
Abdullah Turhan: Bazen getiriyorlar bazen
29
mangAnime Türkiye
Manganime Türkiye Anime Film Gösterim ve Atölyeleri Başlıyor Programda Jin-Roh, Ninja Scroll ve Summer Wars gibi klasikler bulunuyor. İstanbul, February 5, 2016–mangAnime Türkiye sitesinin anime film gösterim ve atölye çalışmaları Şubat ayında başlıyor, Haziran’a kadar her ayın ikinci Cumartesi günü düzenlenecek. Bu etkinlik dizisinde her ay önemli bir anime film klasiği gösterilecek ve ardından da çözümlemesi yapılacak. Atölye bölümlerinde filmlerin yapımından, konularından, temalarından, hikayelerinden, karakterlerinden ve çeşitli ayrıntılarından bahsedilecek. Tasarım Atölyesi Kadıköy’de (TAK) düzenlenecek olan her atölye sonunda yapılacak çekilişlerde, etkinliğe katılanlar arasından bir kişi hediye manga kazanacak. Etkinlikler tüm sinema ve anime meraklılarına açık ve ücretsiz. Etkinlikler saat 13’de başlayacak. Gösterilecek bütün filmler Japonca seslendirmeli ve Türkçe altyazılı olacak. Tüm etkinliklerin tarihleri aşağıdaki gibi: – 13 Şubat 2016, Cts. / Jin-Roh: The Wolf Brigade (Bülent Tellan, Burak N. Aydın) – 12 Mart 2016, Cts. / Eve No Jikan: The Movie (Merve Çay, Burak N. Aydın)
– 11 Haziran 2916, Cts. / Escaflowne: The Movie (Burak N. Aydın, Bülent Tellan)
– 9 Nisan 2016, Cts. / Summer Wars (Burak N. Aydın, Merve Çay)
* * *
– 14 Mayıs 2016, Cts. / Ninja Scroll (Merve Çay, Bülent Tellan) 30
mangAnime Türkiye, 2015 yılı Aralık ayında anime ve manga severleri bir araya getirmek için
31
Etkinlik
yayına başlayan bir internet sitesi. Kısa zamanda hızla büyüyen ve yakaladığı gelişim ivmesini sürdüren mangAnime Türkiye, bir yandan Japon animasyonu ve çizgi romanı ile ilgili son gelişmeleri takipçileri ile paylaşırken, diğer yandan inceleme ve tanıtım yazıları ile manga ve anime dünyasının nabzını tutuyor. Türkiye'de manga ve anime denince akla gelen her şeyin bir arada okurlara sunulduğu sitede; ayrıca bilgisayar oyunları, anime ve manga kökenli figürler, Japonya ve Japon kültürü hakkında da birbirinden eğlenceli ve bilgilendirici içerikler yer alıyor.
jin-roh anime film
gösterim ve atölyesi raporu
Kendileri de anime ve manganın büyülü dünyasında zaman geçirmekten keyif alan mangAnime Türkiye ekibi, düzenledikleri anime gösterimleri, film okuma atölyeleri ve benzeri etkinliklerle, heyecanlarını geniş bir grupla paylaşmayı hedefliyor. www.manganimetr.com adresindeki siteyi sosyal medyadan facebook.com/manganimeturkiye ve twitter.com/mangAnimeTR adreslerinden de takip edebilirsiniz. * * * Mamoru Oshii‘nin klasik anime filmlerinden “Jin-Roh: The Wolf Brigade” ele alınacak. JinRoh’un hikayesi paralel bir dünyada, 1950’lerin Japonyasında geçmekte. Film, işgal sonrası halk isyanlarını arka plan olarak alıyor. Terörist grupları ortadan kaldırmaya uğraşan Başkent Polisi’nin bir üyesi olan Kazuki Fuse, bomba taşıyan bir kızı durdurmaya çalışır ama durum beklendiği gibi gelişmez. Fuse kendini birden acımasız bir “Kırmızı Başlıklı Kız” öyküsünün içinde buluverir. Bu ölümcül öykünün sonunda avcı mı, yoksa kurt mu kazanacak? 13 Şubat Jin-Roh atölyesi için Facebook etkinlik sayfasına bu linkten gidebilirsiniz: https://www.facebook.com/ events/965428806870669/ “Jin-Roh: The Wolf Brigade” (Jin-Roh: Kurt Tugayı)
32
Yıl: 1999 Süre: 1 saat 42 dk. Dil: Japonca seslendirme, Türkçe altyazı Animasyon Yapım: Production I.G Yönetmen: Hiroyuki Okiura (Cowboy Bebop: The Movie, Record of Lodoss War, Black Magic M-66)
mangAnime Türkiye sitesinin anime film gösterim ve atölye çalışmalarının ilk etkinliği TAK Kadıköy’de kalabalık bir izleyici katılımı ile gerçekleşti. 13 Şubat Cumartesi günü saat 13’de başlayan atölye çalışması, film gösterimi ve 70’in üzerindeki izleyicinin film üzerine görüşlerini paylaştığı etkileşimli bir etkinlik olarak tamamlandı.
Senaryo: Mamoru Oshii (Ghost in the Shell, İlk Anime Atölyesi “Jın-Roh” Analizi
Patlabor, Urusei Yatsura, Halo Legends) Müzik:
Hajime
Mizoguchi
(Vision
Escaflowne, Please Save My Earth, Texhnolyze)
of
İle Başladı 13 Şubat Cumartesi gün düzenlenen ilk atölye, “anime” olarak anılan Japon animasyon dünyasının önemli yönetmenlerinden Mamoru
Oshii‘nin artık klasikleşmiş filmlerinden biri, 1999 yılında yapılan “Jin-Roh: The Wolf Brigade” ele alındı. Tüm sinema ve anime meraklılarına açık ve ücretsiz olduğu etkinlik saat 13’de başladı. Etkinlik, Mamoru Oshii’nin kısa tanıtımı ve en önemli eserlerinin anlatıldığı sunum ile açıldı. Sunum ardından Oshii’nin kurguladığı geniş bir evrenin parçası olan Jin-Roh filminin, Japonca seslendirme ve Türkçe alt yazı ile gösterimi yapıldı. Alternatif bir tarih kurgusu ile 1950’lerin Japonya’sında geçen Jin-Roh, kitlesel protestolarda kullandıkları terör yöntemleri ile ülke için tehdit haline gelen bir örgüte karşı organize edilmiş anti-terör timlerinde görevli bir polis memuru
33
olan Kazuki Fuse’nin kendisine verilen emri yerine getirememesi, bomba taşıyan bir genç kızı öldürememesi ile başlayan bir dizi olayı ele alıyor. Özel Birim üyesi olan ve teröristler ile mücadele için eğitilen Fuse kendini birden acımasız bir “Kırmızı Başlıklı Kız” masalı içinde buluverir. Bu ölümcül gerilimin içine, devletin emniyet birimlerinin birbirleriyle sonsuz güç mücadelesi de girince “kırmızı başlıklı kız mı yoksa kurt mu kazanacak” sorusu bir anda bambaşka bir boyut kazanır. Katılımcılarla Beraber Film Çözümlemesi Ve Hediye Manga Çekilişi Film gösterimi sonrasında mangAnime Türkiye sitesinin kurucusu Burak N. Aydın ve site editörlerinden Bülent Tellan’ın sunumu ile derinlemesine bir şekilde analiz edildi. Aydın ve Tellan’ın film gösterimi sonrası, izleyiciler ile diyalog halinde filmin yapım yönteminden, içerdiği konu ve temalardan, değindiği sembollerden, göndermelerden, hikayenin farklı katmanlarına, karakterlerin psikolojileri ve dönüşümlerine kadar pek çok konudan bahsedildi.
34
Atölye çalışmasının sonrasında katılımcılar arasında yapılan çekiliş ile bir kişiye Kuzgun Çizgi Roman Evi’nin katkılarıyla olan manga başlangıç paketi hediye edildi. Manga setini kazanan Seyyid Doğan‘ı buradan tekrar tebrik ediyoruz. Ayrıca Kuzgun Çizgi Roman Evi‘ne teşekkürlerimizi bir borç biliriz. Etkinlikler Her Ay Devam Edecek mangAnime Türkiye sitesinin anime film gösterim ve atölye çalışmaları bundan böyle de devam edecek. Katılımın ücretsiz olduğu atölyeler her ayın ikinci cumartesi günü, TAK Kadıköy’de saat 13’de başlayacak. Gösterilecek filmler Japonca seslendirmeli ve Türkçe altyazılı olacak. Mart ayında yapılacak etkinlik, 12 Mart 2016 Cumartesi günü gerçekleşecek. Ekinlikte “Eve No Jikan: The Movie” isimli animenin gösterimi sonrasında Merve Çay ve Burak N. Aydın izleyiciler ile birlikte filmi analiz edecekler. Manganime Türkiye Hakkında mangAnime Türkiye, 2015 yılı Aralık ayında anime ve manga severleri bir araya getirmek için
yayına başlayan bir internet sitesi. Kısa zamanda hızla büyüyen ve yakaladığı gelişim ivmesini sürdüren mangAnime Türkiye, bir yandan Japon animasyonu ve çizgi romanı ile ilgili son gelişmeleri takipçileri ile paylaşırken, diğer yandan inceleme ve tanıtım yazıları ile manga ve anime dünyasının nabzını tutuyor. Türkiye'de manga ve anime denince akla gelen her şeyin bir arada okurlara sunulduğu sitede; ayrıca bilgisayar oyunları, anime ve manga kökenli figürler, Japonya ve Japon kültürü hakkında da birbirinden keyifli ve bilgilendirici içerikler yer alıyor. Kendileri de anime ve manganın büyülü dünyasında zaman geçirmekten keyif alan mangAnime Türkiye ekibi, düzenledikleri anime gösterimleri, film okuma atölyeleri ve benzeri etkinliklerle, heyecanlarını geniş bir grupla paylaşmayı hedefliyor. www.manganimetr.com adresindeki siteyi sosyal medyadan facebook.com/manganimeturkiye ve twitter.com/mangAnimeTR adreslerinden de takip edebilirsiniz. 35
Anime İnceleme
Jın-Roh: The Wolf Brıgade
Ya da İnsan Olmak İsteyen Kurtlar, İnsan Kılığındaki Kurtlara Karşı mangAnime Türkiye’nin anime film gösterim ve atölye çalışmalarıın ilkini, “Jin-Roh: The Wolf Brigade” ile 13 Şubat 2016 tarihinde Tasarım Atölyesi Kadıköy etkinlik alanında gerçekleştirdik. Jin-Roh, ünlü mangaka (manga sanatçısı) ve yönetmen Mamoru Oshii'nin 1986 yılında kurguladığı alternatif evrenin bir parçası. Radyo dramaları, liveaction filmler, mangalar, romanlar, hatta oyuncaklar, aksiyon figürlerinden oluşan ve “Kerberos Saga” olarak anılan evrenin önemli bir parçası olan bu animasyon film 1999 yılında tamamlandı. Filmin herşeyi ile ilgilenmesine rağmen, yönetmenlik koltuğuna oturan Oshii'nin kendisi değil, yakın çalışma arkadaşı Hiroyuki Okiura oldu. Bir belgesel havasında, siyah beyaz fotoğrafların üzerine “Kerberos Saga” evrenine dair bilgiler veren bir anlatım ile başlayan animenin hikayesi, Japonya'nın ikinci dünya savaşında Almanlar tarafından işgal edilmesinin üzerinden 10 yıl geçtikten sonra 1950'lerde toplumsal hareketleri denetlemek ve terör olaylarına karşı mücadele etmek için kurulan yarı askeri bir polis gücünün üyesi, polis memuru Kazuki Fuse'nin etrafında dolaşıyor. Fuse, üyesi olduğu Başkent Polis Organizasyonu'nun Yerel Polis Teşkilatı ile anlaşmasını ihlal eden bir operasyonda, şehrin altındaki tünellerde terör örgütü Sect'in üyesi bir genç kızla karşı karşıya gelir. Fuse'yi ağır zırhlı üniformasını kuşanmış olarak, elindeki Alman yapımı otomatik silahla karşısında gören genç kız korku dolu bir şekilde elindeki bombayı patlatır. Fuse ise eğitiminin gereği olan bir şekilde kızı öldürmek yerine sadece “Neden?” diyebilmiştir. 36
Patlamadan yara almadan kurtulan Fuse, sorgulandıktan sonra tekrar akademiye, baştan eğitim almaya gönderilir. Bu esnada istihbaratçı arkadaşı Henmi'den karşılaştığı kızın kim olduğunu öğrenir. Ardından mezarını ziyaret ettiği sırada kızın ablası ile tanışır. Ölen kıza ikiz kardeş gibi benzeyen abla, Fuse'ye Almanca bir kitap verir: “Kırmızı Başlıklı Kız”. Animenin bir alternatif tarih kurgusu olduğu gibi, Fuse'nin elindeki Kırmızı Başlıklı Kız kitabı da bizim alışık olduğumuz hikayeden oldukça farklıdır. Kurt, Kırmızı Başlıklı Kız'ın önce ninesini sonra da kendisini yer ve hikaye biter. Oshii'nin kurguladığı evrende de, film boyunca kimi zaman gizli kimi zaman açık açık ifade edildiği gibi, “Avcı sadece
insanların yazdığı masallarda kazanır” ve “Kurt, insan kılığına girse ve aralarında yaşasa bile asla bir insan olamaz”. Emniyet teşkilatındaki farklı güç odakları, kendi iktidarları için rakiplerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bunun için karşılarına çıkan her şeyi yok edebilmeyi, hatta gerekirse bu uğurda kendileri de yok olmayı kabul etmiş gibidirler. JinRoh'daki Kırmızı Başlıklı Kız da bu savaşın piyonu olmaktan öteye gidemez. İşte dünyaya bu perspektiften bakan Jin-Roh da kimileri için oldukça sert bir hikaye anlatır. Filmin dikkat çekici olan yanı, hikayenin alternatif tarih kurgusuyla beraber oldukça gerçekçi bir çizgi ile anlatılmasıdır. Manga ve animeler için alışılagelen “koca gözlü kızlar”, “mavi saçlı oğlanlar” gibi şeyler, filmde yerini Japonlar gibi çekik gözlü insanlara bırakır. Silahlar, araçlar, kıyafetler ve diğer her şey gerçek hayattaki gibidir. Hatta bildiğimiz dünya ile o kadar benzerdir ki, animeye erkek egemen bir dil hakimdir. Hikayenin kadınları, erkeklerin elinde oyuncak olmaktan başka bir şey değillerdir. Kimi zaman romantik bir tona bürünse bile, aşk bu dünyaya en uzak unsurlardan biridir. Filmin dünyası, sinematografik olarak anlattığı hikaye gibi karanlıktır. Başkent Polis Organizasyonu'nun Özel Birimi’nin simgesi olan Kerberos, antik Yunan mitolojisinde Cehennem'in bekçisi olan üç başlı köpektir; animede anlatılan dünya da tıpkı cehennem gibidir zaten. Sect denilen örgüt toplumsal eylemleri kışkırtarak, şehri ateşe atmakta; bunun için napalm etkili molotoflar ve çanta bombaları kullanmaktadır. Başkent Polis Organizasyonu ise ağır silahlar ve zırhlarla donatılmış olarak karşılarına çıkan militanları acımasızca öldürmektedir. Tüm araçlar, cihazlar ve silahlar, gerçek hayattaki 2. Dünya Savaşı’ndan uyarlanmıştır, bu da alternatif tarih ve “Ya öyle değil de, böyle olsaydı?” hissini kuvvetlendirmektedir. Tüm öğelerini toparlayınca, “Yok başka cehennem! Yaşıyorsunuz işte...” diyen şairin (*) şiirindeki gibidir bu animenin dünyası. Bize karanlık, alev, acı, gözyaşı ve ölüm dolu bambaşka bir dünya sunar “Jin-Roh: The Wolf Brigade”. Gerçek dünyamız zaten bundan farklı değil diyenlerdenseniz, bu anime tıpkı bizi etkilediği gibi sizi de etkileyecektir; bundan eminiz. (*) Behçet Aysan, “Sesler ve Küller”, 1984.
Mamoru Oshıı Hakkında Her ne kadar Jin-Roh’un yönetmeni olmasa da, filmin orijinal hikaye serisi olan “Kerberos Saga”nın yaratıcısı olduğu için Mamoru Oshii’den özellikle bahsetmeyi uygun bulduk. Mamoru Oshii 1951, Toyo doğumludur, daha öğrenciliğinden beri Avrupa sinemasına meraklıymış ve Fellini, Bergman, Antonioni filmleri ile büyümüş. Kendi 37
yapımlarında da bu büyük yönetmenler dışında Godard ve Tarkovsky gibi ustaların etkilerinin bulunduğu söylenebilir. 1976’da Tokyo Gakugei Üniversitesi’nden mezun olduğu gibi dev Tatsunoko Productions firmasına girer. Sinema hayatına burada storyboard sanatçısı olarak başlar. 1980’de yine iyi bilinen anime firmalarından Studio Pierrot’a geçer. Burada “Urusei Yatsura” TV dizisi ve serinin iki filmi olan “Only You” ile “Beautiful Dreamer” için yönetmenlik yapar. Oshii 1983’de tarihin ilk anime OVA dizisi olan “Dallos”u bağımsız olarak yönetme şansını yakalar. Hayatının izleyen döneminde 1984’de Studio Deen’de çalışmaya başlar ve burada en ünlü işlerinden “Angel’s Egg”i yazar ve yönetir. Ama asıl büyük gelişme 1987’de arkadaşları ile kurduğu Headgear firması olacaktır. Ekip Kazunori Itoh (senaryo), Masami Yuki (mangka), Yutaka Izubuchi (mekanik tasarım), Akemi Takada (karakter tasarım) ve Mamoru Oshii’den (yönetmen) oluşmaktadır. Headgear firması, tüm zamanların en ünlü mecha serisi olan “Patlabor”u yaratarak bir efsaneye imza atar. Oshii serideki hem dizi ve OVA’ların, hem de filmlerin yönetmenliğini yapar. Yönetmen bu projelerin arasında manga serisi olarak kendi yarattığı “Kerberos Saga” ya da zaman ayırmayı başarır. Bu seriden, önce 1987’de “Red Spectacles” live-action filmini, sonra da 1991’deki “Stray Dog: Kerberos Panzer Cops” live-action filmini çeker. İkinci filmden sonra, Bandai firmasına üçüncü film projesi olan Jin-Roh ile gider ama firmadan geri çeviremeyeceği bir teklif alarak bunu erteler. Yönetmenliğini geri çevirmediği için, unutulmaz bir anime/siberpunk klasiğine imza atacağı film, 1995’deki “Ghost in the Shell” (GitS) olacaktır. Bir diğer etkileyici distopik siberpunk filmi, 2001’deki live-action projesi olan “Avalon”dur. Ardından 2004’deki “Ghost in the Shell 2: Innocence” ile ilk filmin başarısını tekrarlar. 2008’deki savaş temalı “The Sky Crawlers” filmi de aynı ikinci GitS filmi gibi bir sürü ödüle layık bulunacak ve en dikkat çekici projelerinden biri olacaktır. Oshii 2009’da bir başka live-action projesi olan Assault Girls’ü yazar ve yönetir; ayrıca ünlü video oyun serisi Halo’nun 2010’daki kısa film toplamasında da bir bölümün yönetmenliğini yapar. Şu anda üzerinde uğraştığı proje ise, 2012’de duyurusu yapılmış olan askeri bilimkurgu filmi “Garm Wars: The Last Druid”dir. Oshii’nin filmleri ile kazandığı ödüller (ve adaylıklar) aşağıdaki listede görülebilir: 38
Kobe Animasyon Festivali: 1996: En İyi Film Ödülü (Ghost in the Shell) 2004: En İyi Film Ödülü (Ghost in the Shell 2: Innocence) Cannes Film Festivali: 2004: Palme d'Or Adaylığı (Ghost in the Shell 2: Innocence) Londra Bilimkurgu Film Festivali: 2002: En İyi Film Ödülü (Avalon) Mainichi Film Ödülleri: 1993: En İyi Animasyon Film Ödülü (Patlabor 2: The Movie)
Süre: 1 saat 42 dk.
2008: En İyi Animasyon Film Ödülü (The Sky Crawlers)
Yapım: Production I.G
Nihon SF Taisho Ödülleri: 2004: 25. Nihon SF Taisho Ödülü (Ghost in the Shell 2: Innocence) Sitges-Catalonian Festivali:
Uluslararası
Film
2004: Orient Express Ödülü (Ghost in the Shell 2: Innocence) Venedik Film Festivali: 2008: Altın Ayı Adaylığı (The Sky Crawlers) 2008: Future Film Festivali Dijital Ödülü (The Sky Crawlers) Filmin Künyesi “Jin-Roh: The Wolf Brigade” (Jin-Roh: Kurt Tugayı) Yıl: 1999
Tür: Drama, alternatif tarih, aksiyon, duygusal Yönetmen/Storyboard: Hiroyuki Okiura (Cowboy Bebop: The Movie, Record of Lodoss War, Black Magic M-66) Senaryo/Özgün Hikaye: Mamoru Oshii (Ghost in the Shell, Patlabor, Sky Crawlers, Urusei Yatsura)
Yapım: Mitsuhisa Ishikawa (Blood+, Attack on Titan, FLCL, GITS: S.A.C., Psycho-Pass, Sky Crawlers) Seslendirme Ekibi Sumi Mutoh / Kei Amemiya Yoshikatsu Fujiki / Kazuki Fuse Hiroyuki Kinoshita / Atsushi Henmi Yoshisada Sakaguchi / Hachiroh Tohbe
Müzik: Hajime Mizoguchi (Escaflowne, Please Save My Earth, Texhnolyze)
Eri Sendai / Nanami Agawa
Karakter Tasarım: Tetsuo Nishio (Naruto dizi ve filmleri, Sky Crawlers, GITS: S.A.C. ve GITS: Arise)
Kousei Hirota / Bunmei Muroto
Sanat Yönetmeni: Hiromasa Ogura (Black Butler, FLCL, GITS, Last Exile, Patlabor, Samurai 7, xxxHOLIC)
Yukihiro Yoshida / Hajime Handa
Kenji Nakagawa / Isao Aniya Ryuichi Horibe / Shiroh Tatsumi Yoshisada Sakaguchi / Anlatıcı
Sinematografi: Hisao Shirai (Armitage III, Banner/Crest of the Stars, Infinite Ryvius, Millenium Actress) Yapım: Shigeru Watanabe (Cardcaptor Sakura, Giant Robo, GITS: S.A.C., Memories, Spriggan, Steamboy)
39
Öykü: Mert ODABAŞI İllüstrasyon: Hüseyin ESEN
Öykü
Düğün
40
Çarşamba gece yarısı telefon titremesiyle
baktım, daha on buçuk olmamıştı. Uyuyakaldığımı
uykum bölününce odanın aydınlanan tavanının
düşünerek kalktım, hazırlandım. Flütün tabanını
bir çift göze dönüşüp de yıllarca beni seyrettiğini
çıkararak biraz ayıklanmış esrar aldım, tütünle
düşündüm. Tüplü ekran, yanında duran yatağım,
karıştırarak boş jelatinin içine koydum ve dışarıya
bastığım halının desenli yüzü, sırtımı döndüğüm
çıktım. Bir krater gölüne benzettiğimiz Cebeci
duvarlar, küvetin fayans yüzeyi ya da gözlerimi
Stadı’nın yanından geçerek Çifteler Sokağı’nın
kaçırdığım eşyalar… Her biri kendi bedenimizin
köşesine kadar ilerledim. Yürüdükçe, davul seslerine
göremediğimiz bir tarafını bizden daha çok tanıyan
adımlarımla ayak uyduruyordum. Birkaç dakika
objeler olarak sanki evin içinde bizi büyüten
sonra Hazım’la yıllardır takıldığımız trafonun
nesneler gibi sakinlikle durmaya hak kazanmışlardı.
önünde buluştuk. Sıcak bir Ankara gecesiydi ve
Masanın üzerinde bekleyen sapı kırık kupanın, hiç
böyle günlerde biz trafonun patlayıp da bütün
sevmediğim bir arkadaşımın hediyesi olmasına
mahalleyi yakacağını düşleyerek şık bir semte
rağmen yıllardır onu elimde tutmamın nedeni
taşınmanın başka bir yolunun olmamasından
arkadaşımla olan hatıralım değildi de kupayla
duyduğumuz öfkenin çaresizliğini hissederdik. Boş
aramda kurduğum dolaylı bağdı belki de. Günün
boş baktığımı anlamış olacak ki “Aşağıda düğün
yalnız saatlerinde bir esrar sömeğini onun içine
var, rakı dağıtıyorlar” dedi. Biraz yürüdükten sonra
tıkarak bardağı kendime görünür kılıyor, evin
düğün alayına karıştık. Kızın amcalarının, dayılarının
kalabalık saatlerinde eski bir flütün içine gizleyerek
ve başka aile büyüklerinin olduğu genişçe bir
bardağı gözümün önünden kaldırıyor ve kuşkularımı
masanın etrafından dolanarak açılmamış rakıların
flütün diplerine bırakarak zihnimi meşgul kalıcı
bulunduğu masaya geldik. İki kadeh istediğimiz
bir acabayla tekrar sokaklarda geziniyordum.
söyledik. “Kimlerdensiniz?” dediler. “Mahalleli”
Telefon bir kez daha terliğimin üzerinden titreyince
dedik. Dayı, gülümseyerek bardağın yarısına kadar
bakmak zorunda kaldım. Efendim hazım, dedim.
rakı doldurarak bizlere uzattı ve gözüyle gösterdiği
Hazım’ın beni istediği saatlerde araması, Hazım’la
bir başka masadan soğuk su alabileceğimizi söyledi.
aramızda olan yakın arkadaşlıktan değil de eşya
Sokağın ortasında rakı dolu bir bardakla gezinirken
ile aramızda olan iletişime benzer bir yakınlıktan
özgür olmanın zaman zaman verilen bir ödül
kaynaklanıyordu.
sıklıkla
olduğunu ve buna çok fazla alışmanın hiçbir otorite
binmeme karşın benim sigaramı içmemiz; esrarı
tarafından hoş karşılanmayacağını düşünüyordum.
bir aracı yaparak birbirimizin yüzüne bakmamızı
Sularımızı doldurduktan sonra bir kuruyemiş tabağı
kolaylaştırıyordu. Kısık bir sesle bir kez daha
ile kaldırımın kenarına oturduk. Davul zurna sesleri
efendim derken davul zurna seslerinin arasından
gelmeye devam ediyordu. Birkaç dakika sonra
trafo da bekliyorum dediğini duyabildim. Saatime
gelini evden çıkarıp rengarenk ipliklerle süslenmiş
Onun
arabasına
41
Şiir: Yusuf GÜRKAN bir eşeğin üzerine bindirerek sokak aralarında süt satar gibi gezdirmeye başladılar. Kalabalık, kortej haline gelerek eşeğin ardına takıldı ve çalıp söyleyen grubun öncülüğünde semtin uyumaya çalışan her insanını kaldırmaya özen göstererek ağır ağır gezinmeye başladı. Açık pencerelerin önünde, balkonların altında bekleyerek mutluluğumuza eşlik eden insanları, genç kızlıklarını hatırlayarak televizyonun mavi ışığında uyuklayan teyzeleri seyrettik. Çekirdek çıtlayan kadınları dinledik. Büyük bir çemberin sonuna doğru yaklaşırken farkında olmadan kortejden ayrılarak trafonun arkasına saklandım ve olup biteni izlemeye başladım. Eşeğe binmiş bir gelinin etrafında çoğalan kalabalığın ve gelinin mutluluğu ile geçmiş mutluluklarını kafalarında
canlandıran
düşündüm.
Çoğalmanın,
insanların
hatıralarını
zamanla
birikmeye
döndüğünü ve biriken her şeyin bir süre sonra çöpe dönüştüğünü düşündüm. Bu kadar insanın bir eşek ve bir gelinle kurduğu uzak- yakın, mesafeli bir temasın; bir obje gibi karşılarında durmayacağı için nesneler çöplüğünde değil de bir zihin çöplüğünde
yaşayacaklarını anladım. Ardından sigaramı çıkardım. Kafam karışıkken sigara içmek içinden çıkamadığım durumlar için kendi kendime geliştirdiğim kişisel bir bahaneydi ve ben her beceriksiz insan gibi kendimi daha çok severek suçu Allah’a yüklüyor ve sabahı sorunsuz karşılamak için gizliden gizliye kendimi avutuyordum. Trafonun yanında bulunan tahta merdivenlerden yukarıya tırmandım. Sokak aralarında kıvrılmaya devam eden düğün alayını izleyerek sigaramı içtim. Eşeğin kuyruğuna zurna sesleri karışıyordu ve açık camlardan sivrisinekler doluşmasına rağmen Cebeci halkı hiç tanımadığı bir kızı başka bir semte gelin göndermenin heyecanını; ertesi sabah tatlı tatlı kaşıyacakları ayak bileklerinde ve dirseklerinde tekrar tekrar hatırlayacaktı. Trafonun üzerine uzandım. Betona bastığım sigara evcil bir hayvan gibi bekliyordu yanımda. Tamam, burası benim evim değildi ama altını, üstünü ve arkasını kullanabildiğim sürece çırılçıplak olmasına rağmen hiçbir eşyaya bağımlılık göstermeden, kendimi burada mutlu hissediyordum.
Fantastik Şiir
Yaşayan Ölü
(Hayalet Şövalye)
Ölümün kutsadığı bir hayattan ne kalır geriye? Küller içinde Yaşamın çekildiği bir ölümlüden, keder dolu bir ruh kalır geriye Bir şövalyeydim, yakıldığım gece, çırpındım ölümün pençesinde Geriye bir avuç kül kaldı bedenimden, yaşıyordu ruhum ise Bir kehanetti bu, var olacaktım uzun zaman karanlığın izinde Yarı ölü yarı yaşar biçimde, bilinçsiz bir şekilde karanlığın hizmetinde Çığlık atmak istiyorum, tiz acı dolu, trajik bir çığlık Duyanların korkarak yastığına gömüldüğü, bir tekinsiz çığlık Trajedimi yansıtmak istiyorum, ben karanlıkta ölü bir gölge Kılıcımla canlar almak istiyorum, intikam arzusu içinde Acı, keder tüm diyarları kuşatsın, yine eğilsin tüm başlar öne Fısıltılarla anlatılan bir korku hikayesi olmak, acıtmak kalpleri Ürkütmek, korkutup, meydan okumak güçlü zannedilene Ben hayatımı kaybettim, ölüyüm, çok mu korkmuş bazısı? Benim karanlığımdan başka ölüm yoktur, kılıcım zehir siyahı Son olacaksa bu kehanet bozulacaksa bir gün ki bu doğru Sıradan bir cesur yapamaz bunu, hepsine kara toprak mezar oldu Yaşamım ölüm için, karanlığın ilahisiyim ben… Savaşırım… Öldürmektir tek bildiğim… Amaca giden yolda harcanan bir neferim ve sonu yok olmaksa Sonuma beni kimse götüremez, yalnızca ben koşar adım giderim Ki, bitsin yüzyıllar süren acım, yaşamla ölüm arasındaki ikilemden kurtulayım Bir son olsun acıma, ölmemekle lanetlenen bu şövalyeye Bir zamanlar onurlu bir adam olan bu uğursuz lanetliye
42
43
Sekreter
44
Yazıp-Çizen: Onur DİLER
45
46
47
Öykü: Utku TÖNEL
Öykü
Endişenin Soluk Gölgesi-3 III.Tehlikeli Çılgınlık Kesim tahtasından alınmış bir parça et gibi hissediyordu. İnce kıyılmış, sinirleri alınmış, bir öğle üzeri pişirilmek üzere bir kenara istiflenmiş, sonra, belki lezzeti artar diye terbiyelenmiş, son anda karar değiştirilip baharatlanmış ama kıvamı tutmamış; unutulduğundan olacak altı yanmış bir parça et gibiydi. Tadı yoktu. Dişlerini gıcırdatıyordu. Gece karanlığında ardına bakmadan attığı her bir adımda telaşı daha da artıyordu. Kaldırıma vuran topuğunun sesi şakaklarının zonklamasıyla tekinsiz bir uyum içindeydi. Gece ıssız bir sokakta yürürken arkanda hissettiğin, bakmaktan çekindiğin o şey tam da arkasındaydı. Ensesindeki tüyler kabarırken göğsüne bir üşüme inmişti. Bakışları kaçamak, aceleciydi. Fazla bir şey de görmüyordu; karanlıktı. Sokak lambalarının eski ışığında sahipsiz bir it gibi insanlardan kaçıyordu. Herhangi bir tanesi belediye görevlisi olabilirdi. Az önce indiği taksinin egzozu daha genzindeyken evinin kapısına ulaştı. Titreyen parmaklarında bir soğukluk. Anahtar bile eline sıcak geliyordu. Ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken dengesini yitirdi, devrilecek oldu; son anda kapı koluna tutunup doğruldu, ayakkabılarının sol tekini var gücüyle salona tekmeledi. Bir yerlere çarptığını duyduğunda çoktan mutfağa girmişti. Bulabildiği en büyük bardağı suyla doldurdu. Çantasından çıkardığı haplardan birini ağzına atarken bir eliyle buzdolabını tutuyordu; makine birden çalışmaya başladı. İçerken, su ağzının yanlarından taşıyor, oradan boynuna ve üzerine akıyordu. Soğuk suyun boğazından aşağı kayışını hissedebiliyordu, ağzını koluna sildi, dudakları beyaz gömleğinde geniş bir ruj lekesi bıraktı. Tüm sesler yavaşça
48
dinmeye başladı, musluktan düşen damlalar daha katlanılabilir oluyor, dışarıdan duyulan konuşmalar daha da uzaklaşıyordu. Artık olağanla, şimdiyle, lambası patlamaya yüz tutarcasına seğiren bir mutfakla baş başaydı. Sandalyelerden birine çöktü. Alnı masaya değiyordu. Elleri neye uzandığını bilmeden bir şeylere erişmeye çalışıyor, masanın üzerinde ileri geri gidiyordu. Keskin bir sessizlik adayı doldurmuştu, bunun ağırlığından olacak, daha fazla dayanamayarak elleri bir anda devrildi. O an, eğer biri yanı başında püre yapıyor olsaydı krom kaşığın altında parçalanan haşlanmış patateslerin ezilişini duyabilirdiniz. O oyun da neyin nesiydi? Ya Gonzago'nun ona bakışı? Hay Allah, tüm piyesi berbat mı etmişti? Rezil olmasaydı bari. Yarın onların yüzüne nasıl bakacaktı? Ama tüm o sesler fazla değil miydi? Onlar nasıl dayanmıştı? Tüm bu soruları şarapla bastırmak için dolabın kapağını açtı. Geçenlerde aldığı bir şişe orada öylece duruyordu. Aceleyle mantarını açtı, raftan aldığı kadehi doldurdu, sonra şişeden bir yudum aldı. Her zaman içtiğindendi, (her zaman içiyordu) ama tadı bu kez daha bir güzel gelmişti. Şişeyi de yanına alarak salona geçti. Işığı yakmaya yeltenmedi. Mutfak lambasının titrek ışığında salonu loş bir mağaraydı; gölgeler uzun ve belirsizdi. Gölgelerin içine yürüdü; artık yalnızca kara gözlerinden yansıyan ışık seçilebiliyordu. Kendini bir koltuğa bıraktı, ayaklarını anlamsızca salladı; bedeninden bağımsızmışçasına, kıpır kıpır ayak parmaklarına baktı; ne kadar gerçekti. Tüm canı ayaklarına çökmüş gibi ağır hissediyordu. Bedenindeki son canlılık belirtilerini de kullanarak kanepeye doğru yürüdü, sırt üstü uzanarak gözlerini
kapadı. Narkoz verilmiş, ameliyata hazır bir bedendi; bir süre öylece uzandı. Uyudu mu, daldı mı, yoksa epey bir vakit mi geçti; bilemedi. Bir yerlerden bir su sesi duyup gözlerini açtı. Önce bunu bir rüya sandı, çünkü bedeni, hala bir yelken gibi gergindi. Uyanık olup olmadığını anlamak için gözlerini mutfağın yansıyan ışığına çevirdi. Nabız gibi atıyordu. Öyleyse hala hayattaydı, uyanıktı. Doğrulunca karnında bir ağrı hissetti. Kadınlığının işareti; ben buradayım diyordu. Tam sırasıydı. Can simidi ilaçlarından bir tane daha almak üzere ilaç kutusuna uzandı. Biraz şarap doldurmak için şişeyi kadehin üzerinde ters çevirdi ancak fazla bir şey dökülmedi. Bu kadarını ne ara içtim, diye düşündü. İşi garantiye almak için iki tane daha yuttu. Kadınlığın kahrını şimdi çekemeyecekti. İnsan olmak, hayatta olmak zaten yeterince ağır bir yüktü omuzlarında. Birkaç saat önce Gonzago'nun yaptığı gibi raftan bir kitap çekip karanlıkta, gözünün seçebildiğince okudu:
Banyonun musluğu yine akıtıyor olmalıydı. Ayağa kalktı, becerebildiğince yürümeye çalıştı, salonun kapısına omzunu yaslayıp önüne düşen saçlarını gözünün önünden attı. Banyodan içeri girdiğinde üzerindekilerden çoktan kurtulmuştu. Tahmin ettiği gibiydi. Dikkatli olmaya çalışarak bir ayağını küvetin içine attı, kendine özel bir Rubicon. Derin bir nefes alıp diğerini de küvetin içine attı. Sırtını yasladığında bir anlığına ürperdi, sonra sıcak su musluğunu çevirip küvetin yavaşça doluşunu izledi. Başını arkaya yaslayıp gözlerini kapadı. Denizin ortasındaydı. Güneş tepesindeydi ama yakmayacak kadar uzaktı. Hareket etmeye çalışmadı, suda öylece uzanıyordu. Su ısınıyor ya da suya giderek alışıyordu. Tam olarak nerede olduğunu seçemiyordu. Başı dönüyordu ama ayaklarını gıdıklayan suyun dokunuşu onu
Tam üç gün sırtüstü yattım
uyanık tutuyordu. Sanki giderek daha da açılıyor,
…
ilerledikçe başındaki o bitmek bilmez ağrı daha
hiçbir şey olmamanın yeniliği
da azalıyordu. Kollarının ağırlaştığını hissetti,
…
daha fazla direnmeden onları suyun içine bıraktı.
Şaraptan geriye kalanı bir dikişte bitirdi, çok içtiğinden değil ama içkisinin bitişinden başı döndü. Şakaklarında bir seğirmeyle gözlerini sayfaya çevirdi. Parmaklarını, mürekkebi kazımak istercesine bastırdı; satırları parmak ucunda hissettiğini düşledi. Sonra, ezberinden okudu: en azından yıkanmaya hazır olmalıyım nallanmaya hazırlanan at gibi Gerisini getiremedi. Bu durum tam da hayatının özetiydi. Hatırlamasına yardımcı olur umuduyla işaret parmaklarını şakaklarına bastırdı. Az önce üzerinde parmak uçlarının gezindiği satırları teninde süzebilir miydi? Olmadı, hatırlayamadı. Dindiğini sandığı baş ağrısı geri geldi, kasıklarındaki sızıyla birlikte. Birkaç hap daha yuttu, suya gerek yoktu. Su mu? Sahi bu su sesi nereden geliyordu?
Aklında birbirinden bağımsız, anlamsız, tutarsız düşüncelerden bir fırtına kopuyor; başı dönüyor ve tüm bu olanları anlamlandırmaya çalışıyordu. Biraz daha az içmiş olsaydı bunu yapabilirdi de, ya da bu kadar uykusu gelmiş olmasa. Suyun çenesine geldiğini fark etti bir ara. Daha derine doğru sürükleniyordu. Sonra, gerideki o baş ağrısını hatırladı, sonra sesleri ve akşamki piyesteki rezilliği. Tüm bunlardan kurtulmak için, son direncini de salıverdi, bedenini suyun derinliklerine bırakırken etraf kararıyor, her şey daha durgun, daha dingin, daha sessiz, ölü bir hal alıyor ve içeriyi tarifsiz bir sedefotu kokusu kaplıyordu. Devam Edecek
49
Melahat YILMAZ
Dizi Film İnceleme
SHERLOCK Holmes
“Ben bir psikopat değilim, yalnızca yüksek nitelikli bir sosyopatım.” Suç, gizemli kayboluşlar ve öldürmenin dayanılmaz matematiği... Öyle bir karakter var ki elimizin altında kendimizi bildik bileli o çözdü, biz seyrettik onca problemi... Sherlock Holmes dünyanın en ünlü dedektifi ve onunla ilk kez tanışma ihtimalinize karşılık biz size onun kısa bir profilini çıkaralım istedik. Buyurun başlıyoruz; “Bir şeyi saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır.” Arthur Conan Doyle (22 Mayıs 1859-7 Temmuz 1930)
50
Arthur Ignatius Conan Doyle İskoç asıllı yazar. Suç hikâyelerinde çığır açan yazar çağımıza Sherlock Holmes gibi efsanevi bir karakteri kazandırması ve ince zekâ pırıltılarını her yere saçtığı maceralarıyla asla unutulmayacak ve nesillerce okunacak bir üstat. Suç hikâyelerinin yanı sıra bilim kurgu, tarih, tiyatro oyunları ve kaleme aldığı şiirleri de mevcuttur. Tıp fakültesinde eğitim gördüğü sırada yazmaya başladığı maceraları ile ilgi görmüş ve Chambers’s Edinburgh Journal isimli dergide ilk hikâyesini yayımlamayı başarmıştır. Hayatına baktığımızda kendi yaşadığı uzak ülke deneyimleri ve tıpla olan bağlantısını Sherlock’un damarlarında hissetmemiz mümkündür. Üniversitedeki eğitimini tamamladıktan sonra Batı Afrika sahillerine gemi hekimi olarak yolculuk eden Doyle, daha sonra yerleşik hayata geçip kendi muayenehanesini açmıştır. Başlangıçta mesleğine pek ısınamayan yazar hastaları kapıda bekleşirken eline kalemi kağıdı alıp içinde yaşadığı maceraları kağıda dökmüş, hatta en başarılı hikayelerinden biri olan “Kızıl Dosya” bu şekilde hayat kazanmıştır. “Kızıl Dosya” aynı zamanda dünyanın ilk özel dedektifi sayılan Sherlock Holmes’un bizlere selam ettiği ilk yazılı belge olması açısından da çok önemlidir. Başlangıçta yayımevlerinin burun kıvırdığı suç hikayeleri sonrasında dergi sayfalarında Sidney Paget’in çizimiyle ilgi odağı haline gelir. Sidney kardeşi Walter’ı Holmes’u çizerken model olarak kullanır. Yani Walter bir bakıma ünlü bir fotomodel olur hikayeler yayılıp halkın sevgisini kazandıkça. Aslında Doyle’un karakterine öncesinde düşündüğü isim Sherrington Holmes’tur. Fakat akılda kalıcı bir isim olmadığını düşünerek ismi Sherlock olarak değiştirir. Karakterini kendi hayat tecrübeleri ve az da olsa tıp fakültesinde hocası olan Joseph Bell ve Edgar Allan Poe’nun unutulmaz karakteri C. Auguste Dupin ile harmanlayan üstat ilk merhabadan sonra Holmes’un diğer akıl oyunlarını Strand adlı dergide yayımlamaya başladı. Böylece Holmes büyük kitlelerin hayatına girmeyi başardı.
Doyle her büyük yazar gibi aşkı tatmış ve ölümle beraber kaybı yaşamıştır. Sonrasında göz üzerine araştırmalar yapmaya başlayan yazar bu alanda hasta bakmak üzere tekrar muayenehane açmış ve hiç hastası olmayan bir göz uzmanı olarak acısını ve sıkıntısını hikâyelerine gömerek bu konuda nirvanaya ulaşmıştır. Kasım 1893’te ulaştığı nirvanadan sıkılmış olacak ki annesine yazdığı mektup da şunları söyler: “Holmes’u öldürmeyi düşünüyorum. Hikâye bitsin gitsin istiyorum. Aklımı daha önemli şeylerden çeliyor anne!” Annesi bunun üzerine oğlunun kararına saygı duyacak ama okurların bu durumu hoş karşılamayacağını yazacaktır. Ve annesinin düşüncelerinde haklı çıkar. “Son Sorun” isimli macera ile en büyük düşmanıyla kol kola ölüme atlayan Sherlock, okuyucularının isyanları sonucunda “Boş Ev Macerası” ile geri dönecekti. Holmes toplam 56 kısa öykü ve 4 Conan Doyle romanında yer almaktadır. Fakat Doyle’un kalaminden düşen tek kahraman Sherlock değildir. Üstat başta da belirttiğimiz gibi tarihle de yakından ilgilenmiş, Boer Savaşı hakkında kendi vatanını koruyan bir kitapçık yazmış ve bunun sonucunda da nişan sahibi olmuştur. Yazdığı tarihi kitaplar da tıpkı Holmes’ün maceraları gibi diğer yazarlara ilham olmuştur. Arthur Conan Doyle sadece yetenekli ve çok okunan bir yazar değil, aynı zamanda sıkı bir adalet savunucusuydu. Gördüğü haksızlıklarla canla başla mücadele etmesiyle ve bunu yazılarına taşıyıp milyonları ayağa kaldırmasıyla da bilinirdi. Birinci Dünya Savaşı herkese acı kayıplar yaşattığı gibi Doyle da yaşattı. Karısını, kardeşini,
51
oğlunu, iki kayınbiraderini ve iki yeğenini kaybetti ve bunalıma girdi. Ona bu karanlıktan çıkacak bir şey lazımdı. O da ölümden sonra yaşam fikrine sıkı sıkıya bağlandı. Hatta bu konuda çok da başarılı romanlar kaleme aldı. “Sis Diyarı” ve “Perilerin Gelişi” bu dönemine ait eserlerdir. Houdini’nin sihrine de bu dönemde inandı. Hatta bizzat Houdini ben yalnızca göz yanıltmacası yapıyorum demesine rağmen... Doyle akla inandı, zamanla yaşadığı kayıplar ona bir yerde sihirli bir dünya olduğuna ve bunun ilimle açıklanamayacağına inandırdı. Sevdi, yazdı, araştırdı ve mücadele verdi. Ve 7 Temmuz 1930’da eli bağrında özlemle bahçesinde yatarken bulundu. Kalbine ağır gelen yıllar onu çok inandığı ölümden sonraki hayatına kavuşturmuştu. Son sözleri ise karısına oldu. “Sen harikasın!” Sherlock Holmes “Polis romanları tutkunları iyi bilirler; kendinizi o tür edebiyata kaptırdınız mı sonu gelmez. Gelmez ve gelemez çünkü karşınızda derya kadar engin, bol
çeşitlemeli, her zevke, her heyecan arayışına uygun bir malzeme var. Bir kovalamaca oyunudur polis romanı, bir ya da birkaç esrarın çözümlenmesidir ve okurun her daim tetikte bulunması gerekir, nerede ise hafiye kadar, hiçbir ip ucunu kaçırmamak için.”
Giovanni Scognamillo
Üstadın dediği gibi bir kovalamacadır polis romanları. İçinizdeki karanlık tarafı tatmin eden kan gölünün yanında adaleti mistik bir yolla elde etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşarsınız kelimelerin akıcılığında. İçinizdeki dahi sosyopat orataya çıkar ve kendinizi günlük hayatınızda cesaret bile edemediğiniz bir kimliğe büründürürsünüz sinsi bir zevkle. İşte bize bunu en derinden yaşatan Holmes’ün dünyasına giriş yapıyoruz şimdi. Ve Holmes’un kutusu açılsın... “1887 yılı polis romanı tarihinde önemli bir yıl oluyor çünkü o yıl Sir Conan Doyle yeni bir kahraman yaratıyor: Kareli pelerini ve şapkası, piposu, kemanı ve yardımcısı Dr. Watson ile klasikleşecek olan Sherlock Holmes.” Giovanni Scognamillo
52
“Benim adım Sherlock Holmes. Adresim 221B Baker Sokağı...” Rivayet odur ki dünyanın en özel ve akıllı dedektiflerinden biri olan Holmes 6 Ocak 1854 Londra doğumludur. Kendi dönemine göre farklı zevkleri vardır. Çok iyi keman çalar. Morfin ve kokain kullanır. Bipolar kişiliğe sahiptir, bundan dolayı ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Yalnız kalmak ve bir anda çok coşkuluyken, bir anda eve kapanıp hiç konuşmamak gibi belirgin davranışları vardır. İyi bir dövüşçü ve eskrim ustasıdır. Çok akıllıdır. Tümdengelim yöntemini mükemmel şekilde kullanır. Olayları çözüm odaklı gözlemler ve her daim doğru tespitlerle kimsenin tahmin edemeyeceği yollarla olayları çözer. Yaptığı deneyler hatanın en güzel zamanlarıdır onun için. Parayı önemsemeyen ve insanları çözeceği problemlerde sadece materyal olarak gören bir adamdır. Fakir bir müşterisinden gelen ilginç bir davayı deve yüküyle para getirecek sıkıcı bir olaya tercih eder. Zaman zaman hükümet ve gizli servis adına da çalıştığı olur. Yürüyen kalpsiz bir mantıktır adeta. Çözülmesi gereken gizem
adına her şeyi göze alır. Hatta arkadaşlarına yalan söylemeyi bile. İşine yaramayan hiçbir bilgiyle ilgilenmez. Hatta kendi deyimiyle; “Dünyanın güneş etrafında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa, neden bu bilgiyi kafamda tutayım ki!” Hayatında önem verdiği yalnızca bir kadın olmuştur. Yakın arkadaşı Dr. Watson dışında onu yürekten seven pek insan yoktur etrafında. İnsanlar onun garip olduğunu, hatta cinayete bağımlı bünyesinin bunları çözmekle yetinmeyip bir gün kendi cinayetlerine imza atacağanı düşünürler. Öngörü sahibi bir adamdır. I. Dünya Savaşı öncesi dostu Dr. Watson’a söylediği şu sözler onun öngörüsünü ve analiz yeteneğini kanıtlar niteliktedir: “Bir şark rüzgarı geliyor, Watson. Öyle bir rüzgar ki İngiltere’de böylesi esmedi. Soğuk ve acı bir rüzgar bu Watson ve birçoğumuz karşısında çürüyüp gideceğiz. Fakat yine de Tanrı’nın rüzgarı bu ve fırtına dindiğinde, güneşin altında daha temiz, daha güzel ve daha güçlü bir toprak yatacak.”
53
Holmes’un Yakınları ve Düşmanı “Bir şeyi saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır.” Dr. Jonh Watson Watson’ın Sherlock Holmes kurgusunda çok önemli bir rolü vardır. Lakin olaylar onun kaleminden aktarılır. Watson ilk başta çıkarımlarına güvenmediği Holmes’a sonradan inanılmaz bir güven ve sevgi duyar. Onun kalemnin izlediğimiz maceralar aşırı duygusal ve çoşkulu bir anlatımla aktarılmasından dolayı bazı eleştiriler alsa da Sherlock’u en iyi tanıyan ve tanımlayan karakter Watson’dır. Holmes ilk olarak “Kızıl Dosya” macerasında karşılaşır. Afganistan’dan yeni dönmüş yaşadıklarından dolayı hayata küsmüş ve psikolojik sorunları olan John onunla kimsenin yaşayamayacağına kannat getirmiştir. Maddi sorunları onun içsel problemlerini daha da arttırmıştır ve tam da bu dönemde Sherlock Holmes’la tanışır. Dedektifimiz onun Afganistan’dan dönmüş bir askeri doktor olduğunu ve fiziksel olarak gördüğü tüm sorunlarının aslında beyninin
54
içinde olduğunu ilk görüşte analiz eder. Watson bu analizi pek hoş karşılamaz fakat tek başına bir evi geçindirecek maddi güce sahip olmadığı için onunla aynı eve taşınmak zorunda kalır. Böylece Holmes’un en yakın dostu ve ortağı olur zamanla. Kahramanımız savaş gazisi dostumuzu çok sever ve ona değer verir. Watson Sherlock Holmes’un 23 yıllık kariyerinin 17 yılını kaleme almıştır. Profesör James Moriarty Holmes’un ezeli düşmanı onun tabiri ile suçun Napolyon’udur. Varlıklı bir aileden gelmektedir ve üstün bir matematik zekasına sahiptir. Bu zekayı suç dünyasının unutulmaz hakimi olarak kullanır. İçindeki karanlık onu suça itmekte, zekası ise bu itişin en önemli katalizörü görevi görmektedir. Holmes ve Moriarty ying ve yeng misali birbirlerine karışırlar. Neredeyse biri olmadan diğeri yaşayamaz hale gelir. Doyle’un bu efsanevi eserinin karanlık ve aydınlığa sunduğu iki kahramandır onlar. Irene Adler Hikayelerinde genellikle bir kadına ilgi ve
güven duymayan kahramanımızın ilgisini celbeden tek kadındır. Opera sanatçısıdır. Oldukça zeki ve kurnaz bir dişi karakteri çizer. Holmes’u alt edebilen yegane cinsi latiftir. Lakin Sherlock’un ona duyduğu ilgi kalpten değil daha ziyade aklendir. Lestrade Kahramanımızın derinden bir saygı duyduğu ve sinirden çıldırtmadan çalışabildiği tek Scotland Yard müfettişidir. Lestrade kahramanımızın garipliklerini küçümsemek yerine onun zekasına ve karakterine güven ve saygı duyar. Aslında onu olduğu gibi kabul edebilen oratalama zekalı birkaç kişiden biridir. Onu görevinde iyi bir yere taşıyan zekası ve yeteneğinden ziyade olayları çözmekte gösterdiği inattır. Mycroft Holmes Kahramanımızın kardeşidir. Devlet adına çok gizli görevler yürüten ve analiz yeteneği zirve yapmış bir kişiliktir. Her yerde sözü geçer ve tanımadığı hiçbir önemli kişilik yoktur. Bir nevi dünyayı oturduğu yerde döndüren adamdır. Mycroft
kardeşinden çoğu zaman nefret eden bir görüntü çizse de aslında onun için endişe duyan ve içten içe çok seven bir karakterdir. Sherlock kadar hareketli ve dinamik bir görüntü çizmez. Bundan ziyade oturup sonuçları analiz ederek son noktayı koyan adam tablosu vardır karşımızda. Kendi deyimiyle; “Sen bana elde ettiğin sonuçları getirirsin, ben de rahat bir koltukta oturarak onlara çözüm üretirim.” Mycroft kardeşinin aksine lükse ve rahatına oldukça düşkün bir asildir. Mrs. Hudson Sürekli olarak ortalığı toparlayan ve anaçlığını en üst düzeyde kahramanımız ve yakın dostu için tüketen sevimli ev sahibi. Sürekli “Ben sizin hizmetçiniz değilim!” diye kükrese de bu iki yakın dosta en iyi şekilde hizmet etmeye devam eden annemsi karakter. Sinemada Holmes Etkisi “İmkansızı çıkardığında elinde kalan şey gerçeklerdir. Çözülmesi en zor suçlar ise nedensiz işlenenlerdir.”
55
Holmes’un beyazperde ile tanışması 1916 yılında gerçekleşir. Ondan öncesinde sanatın birçok alanında etkisini gösteren yazarından daha meşhur olan bu karakter Arthur Berthelet yönetmenliğinde William Gillette görüntüsünde hayat bulur. Ona Ernest Maupain Prof. Dr. Moriarty ve Edward Fielding Dr. Watson olarak eşlik ederler. Onun bu ilk siyah beyaz merhabasını daha bir çok uyarlama takip edecek, Holmes kamera karşısında olmayı farklı yüzlerle de olsa sevecektir. Onun beyazperdeye geçişi hayran kitlesini arttırmakla beraber Doyle’un eserlerini daha bir yukarı taşır. Sinema sever genç kitle de Holmes hayranı olmaya devam eder böylelikle. Holmes’un beyazperde adına en ilgi çeken versiyonu ise Guy Ritche yönetimindeki uyarlamadır. Ritche’nin modernize etme çabasına gömülmediği karakterlerin hızlı akış içinde kendilerini tanıtma şansı bulduğu seri halinde çekilen yapımın oyuncu kadrosunda Sherlock rolüne ilginç bir yorum getiren ve kılıktan kılığa girmekten çekinmeyen Robert
56
Downey Jr., Dr. Watson rolüne ise belki de en iyi Watson yorumlarından biri olarak aklımızda kalacak Jude Law vardır. Son olarak karşımıza çıkacak olan uyarlama ise Holmes’un yaşını başını almış ve emekliliğe ayrıldığı yıllarını çözmek için uzun zamandır beklediği bir davaya ayırmasını konu eden yapımdır. Yönetmenliğini Bill Condon’un üstlendiği yapımın Holmes’u ise tecrübeli oyuncu Ian Mckellen... Ekranda Holmes Etkisi Holmes’ün Tv ekranlarına bölüm bölüm düşmesi ise ilk olarak 1954 yılında vuku bulur. Yalnızca bir sezon gösterilen yapımın yıldızı ise Ronald Howard’tır. Bundan on yıl sonra ise BBC tarafından bir Sherlock serisi daha gelir. Yıl 1964... iki sezon boyunca ekranlarda kendine yer bulan maceraların kahramanı bu kez Peter Cushing olur. Yıl 1984 olduğunda Sherlock uyuduğu uykusundan bir kez daha beyaz cama gülümsemek için uyanır. Jeremy Brett’in devraldığı Holmes bayrağı onunla da iki sezon dalgalanır.
Son olarak 2010’da bize tekrar merhaba diyen Holmes diğer mühadillerinden farklıdır bu kez. BBC’nin yapımcılığını üstlendiği bu yeni versiyonda Holmes günümüzdedir. Teknolojik gelişmelerden işine yarayan her şeyi kullanan kahramanımız özüne sadık bir şekilde zamana ayak uydurmuştur. Her sezonun üç uzun bölüm halinde yayınlandığı dizide Holmes bayrağını bu kez başarılı oyuncu ve benim fikrimce Holmes çizimlerini en çok andıran Benedict Cumberbatch alıyor. Karakterine iyi bürünen bir Holmes var karşımızda. Onun tüm takıntıları, olayları çözerken içine girdiği manik ruh hali ve tabii ki depresif halleriyle oyuncu rolünü başarıyla yerine getiriyor. Onun yanında tabi ki Dr. Watson karakterini canlandıran ödüllü oyuncu Martin Freeman’ı da unutmamak gerekir. Her zamanki gibi oyunculuğunu konuşturmuş değerli aktör. Bu iki başarılı oyuncuya Una Stubbs(Mrs. Hudsoni), Rupert Graves(Lestrade), Andrew Scott(Jim Moriarty), Lara Pulver(Irene Adler), Mark Gatiss( Mycroft Holmes) eşlik ediyorlar.
Holmes ve Watson’ın tanışmasını içine alan ilk serüven “Kızıl Dosya” ile merhaba dedi seri TV ekranlarına ve başarılı bir şekilde devam etmekte. Seyir açısından oldukça keyifli olan yapım bir efsaneyi günümüze taşımakla kalmamış, özüne de sonuna kadar sahip çıkmış durumda. Bu açıdan da oldukça ilgi çekici. Aldığı olumlu eleştiriler, ödüller ve izlenme oranları bunun en büyük göstergesi. Şu an dördüncü sezonuyla yoluna devam eden serinin çözmesi gereken daha bir çok suç ve gizem var biz de izlemeye gönüllüyüz tabii ki... Günümüze ışınlanan Holmes’ün yolu açık olsun. “Suça her yerde rastlanır, mantığa ise ender. Çünkü sihirbaz numarasını açıklayınca artık alkış almaz!”
57
Öykü: Abdülkadir DOĞANAY İllüstrasyon:Tolga TANYEL
Öykü
Barkod Barkod yazmanı Hilmi, gözlükleri üzerinden karşısındaki kadını şöyle bir süzdü. Kadın suni bir tebessüm takınıp mağrur bir edayla "İyi günler." dedi. Hilmi kadının bileğindeki barkoda baktı. Açık kırmızı... "İyi günler." diye karşılık verdi; "Buyrun, oturun." "Yüksek "Belçika'da."
lisans
yaptım,"
dedi
kadın;
Barkod yazmanı sandalyesinde doğruldu. "Anladım. Kimlik bilgilerinizi verir misiniz lütfen. Teyit etmem lazım." Kadın bileğindeki barkodu barkod okuyucuya okuttu. "Eğitiminiz sistemde gözüküyor. Oldukça prestijli bir okul, tebrik ederim." "Birincilikle bitirdim." dedi kadın; "Tam beş farklı dil biliyorum. İsterseniz sayabilirim?" "Lüzumu yok." diye yanıtladı adam; "Güvenilir bir biçimde sistemde gözüküyor." Bilgisayardaki forma parmak bastırttıktan sonra onayla butonuna tıkladı. Kadının içi içine sığmıyor, heyecandan tırnaklarını kemiriyordu. "Kolunuzu uzatır mısınız." dedi adam. Rütbe tabancasını barkoda doğrultup tetiğe bastı. Barkod önce kapandı, ardından eskisinden daha koyu bir tonda parlamaya başladı. "Tebrikler." dedi Hilmi; "Artık A+ sınıfı bir vatandaşsınız. Rütbeniz 55 puan arttırıldı." Kadın bu sefer memurun elini sıkmaya bile tenezzül etmeden burnu havada bir edayla bürodan çıktı. Hilmi arkasına yaslanıp iç geçirerek kendi barkoduna baktı. Koyu turuncu parlayan barkod 58
B+ sınıfını simgeliyordu. Artık bitirdiğiniz her okul, girdiğiniz her iş, her türlü akademik başarınız kredi denilen puanlama sistemiyle bilekliklere kaydediliyor; ayrıca sağlık durumu, fiziksel yeterlilik ve özel beceriler ek puan olarak sisteme yansıyordu. Barkod sistemi artık bir statü sembolü, yeni ve teknolojiye dayalı bir hiyerarşik sınıflandırmaydı. Barkod dereceniz kadar yaşama, yeme içme ve konuşma hakkınız oluyor; barkod renginiz kadar insan sayılıyordunuz. Öğleden sonra kısa saçlı bir genç çaldı kapıyı. Barkod rengi henüz açık turuncu, yani B sınıfıydı. Görünüşe göre keman çalmayı öğrenmiş, kimliğine geçirilmesini istiyordu. "Sertifikanız sistemde gözüküyor." dedi Hilmi; "Fakat yine de bir parça çalsanız hiç fena olmaz. Malum, prosedürler..." Adam kemanı boynuna dayayıp içli bir parça çalmaya başladı. İkisinin de yüzleri kaskatı, tepkisiz ve taştan oymaydı. "Bu kadarı yeterli." dedi Hilmi müziği bölüp; "Keman kredinize 2 puanlık etki edecek." "O kadar az mı?!" diye çıkıştı genç. Kemandan detone bir gıcırtı yayıldı. "İnsan borsasındakiler geçtiğimiz gün keman bilenlerin değerinin düştüğünü açıkladı ne yazık ki." Genç, oldukça nahoş bir ifade eşliğinde sıktı müzik aletinin tutamacını. Bir yandan söylenirken diğer yandan 2 puanlık kredi artışını alarak odayı terk etti. Hilmi'nin gözleri tekrar barkoduna takıldı. Haftaya 2. üniversitesinin tıp bölümünden mezun olunca puanı yükselecek, refaha kavuşacaktı. Mesai bitimine yakın ablak yüzlü bir adam girdi ürkekçe. Bir kaza sonucu sol elini kaybetmiş, ağlamaklıydı. 59
"Bu kredinizde yaklaşık 120 puanlık bir düşüşe tekabül eder." dedi Hilmi.
Korkmaz'a çok teşekkür ediyoruz. Evet sayın seyirciler..."
Adam hıçkırıklarını tutamadı; "Zaten çiftçiyim, D sınıfı. Bir de üstüne bu... Neyle beslerim kendimi, çocuklarımı? Çürük meyveler almaya devam mı edeceğiz! Adalet mi bu! Vicdanınız yok mu sizin?!"
Bir süre es verdi; "Maliye Bakanlığı'nın resmi internet sitesinden yapılan açıklamada madencileri arama ve kurtarma çalışmalarının durdurulduğuna değinildi. Açıklamada; 'Madencilerin fiyatının düşmesi ve arama kurtarma harcamalarının madencilerin toplam değerinden yüksek olması dolayısıyla çalışmalar bakanlığımızca iptal edilmiştir' ifadesi yer aldı. Aramalar yaklaşık 10 dakikadır durmuş vaziyette. Elimize ulaşan son bilgilere göre çalışmalara tekrar başlanması plan dahilinde değil. Enkaz kapatılıp cesetler oldukları yerde bırakılacak."
Bu sulu gözlülükten rahatsız olan Hilmi, doktor raporunu barkoda geçirip bir an önce vatandaşı bürosundan defetti. İş çıkışı doktorunun tavsiyesi üzerine kan değerlerine baktırmak için hastaneye uğradı. Onu ifadesiz bir suratla karşılayan sarışın hemşirenin yüzü, barkodunun rengini fark edince birden gülümsemeye dönüştü. "Kolunuzu uzatın lütfen." dedi. Turnikeyi bağlayıp vakuteynırlı iğneyi hazırladı; "Yumruğunuzu sıkın lütfen." Hilmi'den üç tüp kan aldıktan sonra turnikeyi çözüp gülümsedi; "Geçmiş olsun, kalkabilirsiniz." Aynı iğneyle C- sınıfı bir hastanın kanını daha tüplere doldurdu. Bu sefer hiçbir şey demeden aynı iğneyle C sınıfı başka bir hastaya geçti... "Günün nasıldı?" Yorganın altındaki kadının gözleri uyuşuk bir vaziyette bakıyordu. Adam kısa bir cevapla geçiştirdi; "İdare eder." Yorucu günün akşamı üçlü koltuğuna geçip televizyonun karşısına gömüldü. Belgeselleri ve dizileri es geçti. En sevdiği kanaldaki, en çok izlediği haber bülteninde durakladı. Kel, tıknaz bir adam piyasalardaki son durumu aktarıyordu; "150 madencinin patlamada hayatını kaybetmesinin piyasaya etkisi çok az olacaktır. Geçtiğimiz senelerde android işçilerin üretiminin artmasıyla madencilerin değeri zaten yarı yarıya düşmüştü. Bu da kazanın insan borsasına etkisinin azalmasında çok önemli bir faktör." Sunucunun ufak ekrandaki görüntüsü camı kapladı; "Değerli görüşleri için Sayın Muhammed 60
İçinde manasız bir boşluğun bulgusuna rastladı adam. Bu insanlar için üzülüyor muydu? Üzüldüğünü doğrulayacak hiçbir belirti yoktu. Orada, maden yatağının içindeki cesetler televizyonun içindeki suni bir yansımaydı sadece. Toprağı tırmalayışlarını hissedemiyor, boğulurken çıkardıkları hırıltıyı duyamıyordu. Üstelik hiçbirinin değeri yoktu. Arkadaki dolapta sakladığı Çin yapımı antika şamdan bile onlardan daha kıymetliydi. Doğrusu o şamdanın çizilmesi yüreğini bin kat daha fazla burkardı. Televizyondaki cesetler sadece ölü birer protein ve yağ yığınıydı. Satacak veya kömür niyetine yakacak olsalar taş çatlasın son model bir buzdolabı fiyatına tekabül edecekti. Buzdolabı... İçindeki boşluğun karnındaki açlık olduğunu fark etti adam. Bir şeyler atıştırsa çok güzel olacaktı. Ertesi gün iş çıkışı, barkodunu bir kahramanlık nişanesi gibi sarihe çıkararak, üniversite son sınıf öğrencilerinin balık istifi gibi yığıldığı binanın önünde durakladı. Döner kapının camlı levhalarından içeriyi üstünkörü süzdükten sonra gayet uyuşuk adımlarla içeri girdi. Her çarşamba buraya gelir, büyük şirketlerde alt kademelere istihdam edilmeyi bekleyen üniversite öğrencilerini tetkik ederdi. Öğrencilerin barkodlarını okuyor ve önündeki elektronik listeden girebilecekleri pozisyonları belirliyordu. Bu iş onun için harici bir gelirden çok egosunu tatmin eden bir zevk aracıydı. Neticede, hiçbir iş tecrübesi
bulunmayan ve buraya gelmelerinden anlaşılacağı üzere -başarılı öğrenciler iş bulmak için bu çeşit araçlara ihtiyaç duymazdı- akademik olarak yetersiz bu insanların her biri kendisinden düşük sınıftaydı. Kalabalıktan yayılan gürültü o içeri girince bıçak gibi kesildi. Masasına yürüyüp sandalyesine kuruldu. Fazla vakit kaybetmeden, önünde sıra olmuş talebelerin işlerini halletmeye koyuldu. Barkodlarını okutup hangi kurumlara girebileceklerini ve hangi pozisyonların yükselmeye elverişli olduğunu söyleyerek bir nevi danışmanlık yapıyordu. Cümleleri özensiz, hal ve hareketleri ilgisizdi. Sırayla herkesi 'kasadan' geçirdi. Hepsine 'ederi' kadar değer biçiyor, vasıfsızları en insanlık dışı kademelere yönlendirerek 'çürükleri' eliyor, işlem bitince de her birinin eline çıktılarını verip 'fişlerini' teslim ediyordu. Üniversite okumak artık kafi değildi. Ya okulu dereceyle bitirmeli veyahut ikinci üniversiteyi okumalıydınız. Aksi halde bu mahşeri nüfusun, bu kozmik insan ve makine bolluğunun içinde çürüyüp giderdiniz. Aksi takdirde kendinizi, canının değeri aylık topladığı çöpler kadar etmeyen bir çöpçü, çalıştığı hastanenin fayansları kadar önemi olmayan bir hasta bakıcı veya bir bebeğin yıllık ihtiyacının yarısı bile etmeyen bir mürebbiye olarak bulmanız işten bile değildi. İnsan artık o kadar bol ve değersizdi ki eskiden mevcudiyetine bile hürmet edilen bu varlık, şimdi ancak ve ancak barkodu kadar saygı görebiliyordu. Neyse ki Hilmi'nin durumu bu kadar vahim değildi. O, hiyerarşinin ortalarında güvenli bir yerdeydi. Bulunduğu mevki ona yetmemesine karşın, her hafta bu öğrencileri görmesi özgüvenini alevliyordu. * * * "Yakışmış mı tatlım?" Kadın kocasının papyonunu düzeltip gözlüğünü temizledi; "Çok yakışıklı oldun." Kadının üzerinde kısa, koyu yeşil, askısız bir elbise; adamın üstünde lacivert bir takım vardı.
"Bu balo bizim için çok önemli unutma. Sakın bir hata yapayım deme. Bakarsın rütbemi arttırırlar." Uçan taksilerden birine atlayıp şehir meydanındaki şatafatlı balonun yolunu tuttular. Daveti İl Barkod Kurulu Başkanı Muzaffer Çetin düzenliyordu. Masalarda irili ufaklı gruplar sohbet ediyor, bir kısmı içki servisi yapılan büfenin önünde kadeh tokuşturuyor, bir kısmı hiçbir şey yapmadan oturmuş, sabırsız bir sıkılganlıkla mevkisi arttırılacak isimlerin açıklanmasını bekliyordu. Muzaffer Bey sırasıyla tüm masaları turluyor, barkod yazmanlarına selam veriyordu. İnsanlar Muzaffer Beyin karşısında rüzgarda eğilen başaklar gibi kıyama duruyor, titriyorlardı. Yere düşmüş haysiyetlerine selam çakar gibiydiler. Bu köşeli ve otoriter surat karşısında bir anlık Hilmi'nin başı döndü, gözleri karardı. Bir an duraksadı. Arkasından karısını koluna taktığı gibi salonun ortalarına doğru yürüdü. Bir vakit etraftaki tanıdıklarla ayaküstü muhabbet ettikten sonra nihayet Muzaffer Bey’le konuşma şerefine eriştiler. Orta yaşlı adam yanlarına yanaşıp ellerini sıktı. Adamın barkodunun baskın tonu ikisinin de ruhunu mengene gibi içine alıyor, büyük bir basınç altında parçalıyordu. Hilmi, öyle bir ezilip büzüldü ki biraz daha abartsa yüzükoyun yere kapaklanabilirdi. "Nasılsınız?" diye sordu gülümseyerek. Dişleri parlıyordu.
Muzaffer
Bey
Kadınla adam koro halinde, "İyiyiz efendim." diye yanıtladılar; "Sizi sormalı?" Sesleri titriyordu. Kır saçlı adam viskisinden bir yudum aldı; "Şöyle böyle diyelim. Gecenin tadını çıkarın, belki sizi seçerim." "Sağ olun efendim, hürmetler." Yaklaşık bir saat sonra beklenen zaman gelmişti. Muzaffer Bey kürsüye çıkıp gecenin anlam ve öneminden bahsetti. O konuşurken gerilim tırmanıyordu. Biraz sonra beklenen terfinin sahiplerini açıklayacaktı. Herkes adamın ağzının içine bakarken
61
Tanrı'nın aklında bambaşka planlar vardı. Ansızın bir zelzele binayı tabanından tutup salladı. Herkes can havliyle çıkışlara kaçışırken taş duvarlar ve beton, kolonlar ve kirişler çatırdayıp kartondan bir okul projesi gibi üzerlerine devrildi. Hilmi ilk anın şaşkınlığını atlatır atlatmaz parmaklarıyla etrafını yokladı. Karanlık ve tozluydu. Karanlığı bölen tek şey barkodlardan yayılan ışıltılardı. Sağ kalan yirmiye yakın kişi bağrışıyordu. Hilmi bacağını kuvvetle asılıp sıkıştığı yerden kurtardı. Çevresine göz gezdirir gezdirmez barkod renginden karısının yerini saptayabildi. Enkazın altından sürünerek karısına doğru ilerledi. Kadın ağır bir çöküntünün altında inliyordu. Tam yanına ulaşacakken göz ucuyla Muzaffer Bey'in barkodunu fark etti. "Kurtarın beni!" diye uluyordu adam acı bir sesle. Bu çirkin seda Hilmi'nin yıllardır beklediği terfiye açılan bir kapıydı. Karısının ışığına dönüp; "Üzgünüm..." dedi. Canhıraş bir çabayla Muzaffer Bey'in yanına atıldı. Var gücüyle adamın vücuduna çökmüş betonları süpürüp taş sütunları kaldırdı.
62
Koluyla sırtını kavrayıp destek olarak adamı enkazın tepesine çıkardı. Açık havaya kafalarını uzatıp ciğerlerini doldurdular. Ağır adımlarla enkazdan uzaklaşıp bir köşeye çöktüler. Muzaffer Bey'in femur kemiği çatlamış, alnı yarılmış, bileği burkulmuştu. Kısa zaman içinde acil sağlık ekipleri yaralılara müdahale etmiş, afet ekipleri enkazdan Hilmi'nin karısı da dahil altı kişinin cesedini çıkarmıştı. Ambulansın arkasındaki Muzaffer Bey yüzündeki oksijen maskesini çıkartıp Hilmi'nin sırtını sıvazladı. "Bir terfiyi hak ettin evladım. Barkodun güneş gibi parlayacak!" Hilmi, coşkuyla gülümseyip adamın elini öptü. Yıkıntılar ve gürültüler arasında hastaneye doğru uzaklaşan ambulansa, çehresindeki aptal gülümsemeyle bakakaldı adam. Terfiyi de aldığına göre artık dert etmesi gereken tek bir şey vardı; derhal Çin yapımı antika şamdanı çizilmiş mi diye bakmak için evinin yolunu tuttu...
63
64
65
66
67
68
69
Öykü: HAY İllüstrasyon : MKS
Öykü
Sürek Bir sürüye tabi olmak. Bir ordunun neferi olmak. Boşlukta tutunacak bir dal edinmek. Karanlıktan bile kara olmak. Beyaza, aydınlığa kafa tutmak. Ergen olduğu ilk gün ağlamıştı. Gece rüyasına gelin kaçmış, ağlamıştı. Gece rüyasında bir ağlak görmüş, ağlamıştı. Tertemiz, bembeyaz tülün içinde gelmiş, uykunun en tatlı yerinde, rüyasının içinde özütünü akıtıvermiş, bilemeden ergen olmuştu işte. Gelenine, geldiğine üzülmemişti de kendi gidişine pek bir üzülmüştü. Daha ya on ikiydi ya on üç yaşı. Tüm arkadaşları, kardeşleri çevgenlerini alıp ağlaklarıyla, kargalarıyla yasa giderken o çıkınına bir dilim kuru et ile peksimet konup gönderilmişti. Gideceği yeri elbette biliyordu. Çevgenler ilk ergenliğe erdiklerinde rüyalarında gelini gördüklerinde manastırdan atılır ya da sürekler tarafından çağırılırdı. Önce at yemlemeyi öğrenirler, sonra ata binmeyi. Ata binen er olur. Kargaları kadar kara tüylerden yapılı bir entari giyerler. Yaz kış kapkara bir entari. En kara atları seçerler kendilerine. Atlarını kutsayıp da binerler. Bindin mi ata bir daha inemezsin. Bir kara attan inmeye kapkara bir cenaze gerekir. Kara ata binenin dünya düşmanı olur. Kendine bir kalkan yapar önce. Gider bir ağacı kanıyla sular. Keser bileğini, ölemeyecek kadar akıtır kanını bir ağacın dibine. Bembeyaz bir huş ağacının dibine akıtırlar kanlarını, sonra da ağacı kesip kalkan yaparlar bedenlerine. Bembeyaz ağaç önce kızıl kara olur, sonra kap kara olur ve en son da karga karası bir renk alır. Aylarca başında bekler ağacın ergen. Dünyaya olan, tanrılara olan, kendisine olan kavgasını bir ağaçla yapar. Aylarca ağaca ağıza alınmayacak küfürler eder. O kadar doldurur ki nefretle ağacı, ağaç kesilmez olur. Ne bıçak ne de kama ile kesilmez olur. Ne söylesen duymazdan gelir. Öyle bir hırslanır, öyle bir hiddetlenir ki kesildiğinde, kalkan olduğunda ok ile değil mızrak ile bile delinmez olur. Çevgenin sonrası, süreğin öncesi genç ağacın toprağına söver, ağacı dikene söver, ağacın kovuğuna, ağaca yuvalayan kuşa, ağacı yiyen böceğe söver. Ağacın köküne, ağacın suyuna, ağacın dalına söver ha söver. Sövülmedik tek bir yaprağı kalmadığında ağacın kurur gider. O kuru gamlı ağacı ne ok deler ne de mızrak. Ağaç çevgenden bozma süreğin kanını aldı mı yalpalar. Önce sarhoş olur. Kan su olur yürür yaprağından yaprağına. Güneşte donar ağaç, gecede yanar. Güneyinden yosun tutar. Önce kendini dinler, ne olduğunu anlamaz; sonra çevgenden bozma süreği. Hiçbir şey duymadan dinler. Öfkeyi dinler, dinledikçe sarhoş olur suyu kesilir, suya kesilir, kurur, bedeninde su yürümez olur, su yerine çevgenden
70
71
bozma süreğin kanını taşır kökünden yaprağa, yapraktan dala, daldan gövdeye, gövdeden köke. Ve bir gün kalkanını alır gelir sürek namzedi delikanlı. Kalkanına bir ok çarpmalı, bir kılıç sürtmeli, bir topuz vurmalı, bir mızrak ısırmalı. Tüm sürekler hedef edip çevgenden bozma sürek namzedini okla, mızrakla, topuzla, kılıçla karşılarlar. Vur ha vur... vur ha vur… Gök inse de yıldırım çarpsa yüzüne böyle bir hırs olmaz. Yer parçalanıp açılsa da bu kadar gömmez. Namzet sürek tüm kinini bıraktığı ağacı tutar, tüm nefretini kustuğu huş ağacına sarılır, ne bir kılıç değer ne de bir ok. Yine de binlerce sürek geçip gittikten sonra üzerinden “Benim de bir okum olaydı” der. “Benim de bir mızrağım olaydı, bir kılıcım olaydı, bir topuzum olaydı” diye ağlar. İşte bundan sonra kimi huş ağacına geri dönüp dallarından ok yapar, kimi cehennem mağarasına gidip kılıç. Çevgenden bozma sürek namzedi de cehennemin dibine gitti. Öyle sıcaktı ki mağara buram buram terledi. Bir zebani kılıklı kara kâhin iki kova su verdi eline “Bunu içeceksin, bunu da kılıcı dövdükçe içine batıracaksın.” dedi. Kara kâhin bir demir çubuk bıraktı, bir de çekiç. Delikanlı aldı eline demir çubuğu, cehennemin ateşine doğru bir maşa ile tuttu. Ateşte pişen demiri yumruğu ile dövecekti gücü yetse, canı yanmasa, ateş yakmasa. Vurdu ha vurdu çekiçle, vurdu ha vurdu. Suladı demiri, tekrar soktu cehenneme, yeniden dövdü. İçinde hiç hırs, hiç kin, hiç nefret kalmayana kadar. Soktu aleve sonra vurdu ha vurdu, ardından da suladı demiri. Soktu aleve sonra vurdu ha vurdu, ardından da suladı demiri. Demir her cehenneme girdiğinde öfkeden kızıl çıkıyordu. Sevecen bir çevgenin bu kadar kin tutacağını kimse bilmezdi. Onca ölüm görmüş, ölüm taşımış, kargaları yük edinmiş çevgenin kini mi olurdu? Anası babası ölmüş yetimin kini mi olurdu? Kimsesiz çocukları elinden tutup manastıra getiren karga çobanının ne kini olurdu?.. Vurdu ha vurdu demire. Demirin canı acıdı, demirin canı yandı da çevgenden bozma sürek namzedine bir şey olmadı. Vurdu ha vurdu demire. Gün geçti, gece geçti. Acıktı, susası yoruldu da hırsı durmadı. Alevler vücudunu şapır şapır eritti de hırsı durmadı. Demir şekil alıp doğruldu da bir çevgen şekil alıp sürek olamadı. Her şey bitip kılıç şekil aldığında kara kâhin gelip çekti delikanlıyı alevden. Ama çevgenden bozma sürek namzedinde öyle bir hırs vardı ki son bir kere daha vuraydı aleve… Ateşi son bir kere daha döveydi. Boynuzdan da bir sap yaptı kılıcına. Saptan tuttu, taşta biledi kılıcı. Biledi biledi biledi. Taşa vurdu da taşı kesti kılıç ama yine de biledi. Bir başka süreğin kılıcına vurdu da kalın etli demirden kılıç ikiye bölündü ama yetmedi, biledi ha biledi. İçindeki öfkeyi de biledi.
önüne kimse çıkmasaydı. Hiçbir sürek onu geçmeseydi, bir yar görmeseydi. Atının ne kadar mükemmel olduğunu, nasıl iyi bir sürücü olduğunu, kılıcının ne kadar parladığını, kalkanının gün ışığını nasıl emdiğini seyretti. Şimdi önüne hiç kimse çıkmayaydı. Tüm gün boyu gittiler de tüm gece boyu gittiler de durmadı. Sabaha karşı bir ev gördü. Atının üzerinde kılıcını savurdu havaya, sonra atladı atından, koştu bir çocuk vardı karşısında, kılıcının sürttüğünü bile hissetmeden kesti. Kapkara bir kan aktı cılız çocuktan. O çağdaydı anası babası öldüğünde. Çevgenler alıp gitmesin diye böldü ikiye çocuğu. Kendi kimsesizliğini çekmesin diye. Bir erkek aradı ama göremedi, ardından, çok geriden gün doğumundan bir toz bulutu geliyordu ama o durmadı, bir kadını tuttu. Az önce ikiye böldüğü çocuğun anasını tuttu. Erkeği olmayan kadın çığlık çığlığa ölümü bekliyordu ama o öldürmedi. Üzerindeki bez parçasını çekip attı. Elini korkudan sertleşen memelerine götürdü. Memeleri tuttu. Ardını döndürüp kılıcı boğazına dayadı. Tüm hırsı ile sahip oldu kadına. Sınırsız bir iştahla. Kovulduğu manastırda ilk özütünü akıttığı gibi aktı içindeki öfke kadının içine. Bunun zevk vermesi beklenirken korkak kadının düzensiz nefesi iyice hırs verdi. İşi bitince ittirip kadını, kılıcını kaldırıp, göz bile görmeden çaldı kadına. Kadın bir baştan bir başa kesildi. Derisine saldı kılıcı, derisi yüzüldü. Gözlerine çaldı kılıcı, gözleri oyuldu. Sürek sürüsü geldiğinde “Dur, yapma” diyecek bir şey kalmamıştı. “Gökte bir tanrı varsa bunun intikamını alır elbet” “Yerde bir tanrı varsa bunu yanlarına komaz” “Bulutların tanrısı varsa, yağmurun tanrısı varsa, ışığın tanrısı varsa bunu unutturmaz” Hiçbir tanrı affetmezdi yaşananları ama bir tanrı varsa nasıl engel olmazdı böyle bir kıyıma? Çok insan öldürmüşler ama hiç çocuk öldürmemişlerdi. Bir süreğin çocuk canı aldığı duyulmuş şey miydi ki? Bu insanın kendi canını almasına benzerdi. Kendi kendini öldürmesine. Bir çevgen çocuk azalmış, bir sürek azalmıştı tarihten. Hiç kadına tecavüz etmemişlerdi sürekler. İşte bu delibozuk, kadının ırzına geçmiş; yetmemiş kadının derisini yüzüp gözlerini oymuştu. Daha önce hiçbir süreğin yapmadığı gibi. Çevgenden bozma sürek işte şimdi kapkara bir sürek olmuştu ama bütün sürekler utanmıştı kendilerinden. Hiçbiri bu kadar hırslanmamış, kinlenmemiş, böyle bir ölüm görmemişti. … Bir çevgen çocuk Afak’ın yanına geldi ve kulağına fısıldadı, “Öldürmeden kendine gelemezsin, ölmeden sen olamazsın. Kendine çok güzel bir ölüm seç ve hayata geri dön” dedi.
Bindi kara atına, koluna taktı kara huştan kalkanını, en öndeki nereye giderse oraya gitti bir süre. En geriden gitti. En ağır, en istemez, en acemi gitti. Önündeki karalara, kara adamlara baktıkça geriledi. Ne olduğunu, nerden geldiğini unutana kadar geriledi. Kara, kapkara, katran kara, karga kara adamlar dümdüz tundrada bir yara geldi de geri dönüverdiler. Bir anda en önde kaldı dünkü çevgen, bugünkü sürek. Hem de en önün de önünde, açık ara önde. Her şeyi ardında bırakıp dörtnala sürdü atını. Şimdi
72
73
Mustafa Emre ÖZGEN
Çizgi Roman İnceleme
Berlin, Taş Şehir Savaş gazilerinin sokaklarında dilencilik yaptığı, soğuktan donarak öldüğü şehrin, farklı yerlerinde birbirinden habersiz pek çok insan, adeta bir şeylerin infilak edeceğini biliyor ve bekliyor. Çizgi romanda çoğunlukla comics, biraz da fumetti tercih eden biri olarak Berlin, Taş Şehir, oldukça farklı bir okuma oldu benim için. İncelemede ayrıntıları kaçırmayayım diye oldukça yavaş ve dikkatli okudum eseri. Sadece çizgi romandan çok, çizgilerle anlatılan bir roman
Daha sonra babasının para göndermeyi keseceğini
Diğer karakterlerden David ise komünistlerin
anlayan genç kadın, tezgâhtarlık yapmaya başlıyor.
mücadelesi içinde yer alan, Yahudi bir ailenin
Martha, kendini beğenmiş “burjuva kadınları”na
çocuğu. Partisinin gazetelerini satıyor, ideolojisini
tahammül edemeyerek çalıştığı işten ayrılıyor.
öğreniyor.
Düştüğü bu zor durumda Kurt Severing’i aramaya
tadı vardı diyebilirim.
karar veriyor.
yaptığı, soğuktan donarak öldüğü şehrin, farklı
Jason Lutes adlı Amerikalı çizgi romancının Hikâyeyi
Berlin üçlemesinin ilk kitabı olan “Taş Şehir”, 1928
gittiği hissedilen panoramasını, insanlar üzerinden çiziyor. Farklı özelliklere sahip karakterler etrafında
evlenmeyi reddederek, kendi hayallerini yine kendi
gelişen hikâyede okuyucu olarak siz, her şeyi gören,
çabalarıyla gerçekleştirmeye çalışan bir karakter.
öğrenen, bilen ama müdahale edemeyen biri olarak
Çizim yapıyor ve kendini geliştirmek istiyor. Kurt ise şehirde büyüyen kutuplaşma ve siyasi hareketlere dâhil olmayan, olup biteni kaygıyla
Farklı Hayatlar, Ortak Bir Kader Hikâye genel olarak otuz yaşına merdiven dayamış bir sanat okulu öğrencisi Martha Muller ile mesleğini yapmaya çalışan bir gazeteci Kurt Severing etrafında gelişiyor. Martha, babasının istediği kişi ile
74
Sıradan
yerlerinde birbirinden habersiz pek çok insan, adeta bir şeylerin infilak edeceğini biliyor ve bekliyor.
Öte yandan diğer karakterler, yaratılan Berlin
dek uzanan, şehrin gergin ve uçuruma doğru
eliniz kolunuz bağlı, kaçınılmaz sonu bekliyorsunuz.
Zenginleştiren
Karakterler
yılı Eylül’ünden, Berlin’deki olaylı 1 Mayıs gününe
Savaş gazilerinin sokaklarında dilencilik
izleyen bir gazeteci. Martha ile yolları Berlin’e giden
atmosferine çeşitlilik katıyor. Komünist olmayan
Alt Ve Üst Metin; İnsanlar Ve Şehir
eşi tarafından kızları ile birlikte terk edilen Gudrun,
Anlatım iki yönlü. Üst metinde şehrin
partili yoldaşları tarafından farklı bir daire ve işe
yaşadığı sancılı süreç işlenirken, alt metinde
yerleştirilerek ayakta kalmaya çalışıyor. Özellikle
karakterlerin günlük hayatları, geçim derdi, ideolojik
Gudrun ve eşi arasındaki diyaloglarda komünistnasyonel sosyalist ayrışmasının ailelere kadar nasıl işlediği dikkat çekici şekilde anlatılmış. Martha’nın
sanat
okulunda
edindiği
kutuplaşmalar, aşk, cinsellik gibi konular anlatılıyor. Okuyucu sürekliliği kaçırmıyor. Bu anlatım tarzı nedeniyle bir yanda genel görüntüyü takip
arkadaşlardan biri olan Anna ise, Martha’ya ilgi
ederken, diğer yandan karakterlerin yaşadıkları ile
duyan genç bir kız. Ne var ki Martha ona karşı ilgi
farklı duygulara kapılabiliyorsunuz. Açıkçası beni
Marthe ve Kurt’ün yolları tanıştıktan sonra bir
duymuyor. Açıkçası ben Martha’nın kadın olduğunu
en çok etkileyen karakterlerden biri Gudrun oldu.
süre ayrılıyor. Tek başına bir dairede kalan Martha,
anlayamadım. Kısa saçlar ve erkek kıyafetleri içinde
Gudrun, yukarıda da anlattığımız gibi, komünist
ailesinin gönderdiği para ile geçinmeye çalışıyor.
garip isimli bir adam sanmıştım.
olması nedeniyle eşi tarafından terk ediliyor. Oğlunu
trende kesişiyor.
75
Gudrun, Anna Ve David Rolling
bırakarak iki kızıyla ayakta kalmaya çalışan kadın,
Stone
dergisinin
2014
yılında
kendisine yakınlaşmaya çalışan ve ayrı fakat hâlâ
yayınladığı “Süper Kahraman Olmayan En İyi Elli
evli olduğu kocası ile aynı adı taşıyan Otto’ya karşılık
Çizgi Roman” listesinde yer alan “Berlin, Taş Şehir”
vermeyerek evliliğine bağlılığını gösteriyor.
herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap değil.
Öte yandan, Yahudilerin, nasyonel sosyalistler
Çizgi roman ile ilgili, daha kıyıda köşede kalmış,
tarafından baskı görmeye başlaması, komünistler
farklı çalışmalar okumak isteyen bilinçli okur için
ile Naziler arasında devlet düzenini korumaya
hazırlanmış bir kitap. İçerdiği tarihsel noktalar da
çalışanlar gibi konular da alt metinde işleniyor.
kitabın olumlu yanlarından biri. Sırada ikinci kitap “Duman Şehir” var. Üçüncü kitap “Işık Şehir” ise kendi
Frankofon Çizgiler
ülkesinde henüz hazırlık aşamasındaymış. Bence bu
Berlin, Taş Şehir’in yazar ve çizeri Jason Lutes
üçleme eksik kalmamalı.
aslen Amerikalı. Fakat klasik comics tarzından epey uzak. Paneller adeta EsseGesse çizgi romanı gibi yerleştirilmiş. Sıralı kare ve dikdörtgenler. Çizgiler ise daha ciddi bir frankofon tarzı barındırıyor. Wikipedia’da yaptığım küçük araştırmada, Lutes’in Asterix ve TenTen gibi serilerden esinlendiğini
Berlin, Taş Şehir Çıkış tarihi: Nisan 1996 Türkiye Yayıncı ve Çıkış Tarihi: Marmara Çizgi,
öğrendim. Gözlem
çizgilerin
temelini
oluşturuyor.
2010
Hikâye geçişlerinde kullanılan ayrıntılı şehir ve iç mekân tasvirleri oldukça dikkat çekici. Özellikle Berlin tasvirleri hikâyenin akışına katkı sağlıyor. Bir yandan da tanrısal bakış açınızı zenginleştiriyor.
76
Yazan ve Çizen: Jason Lutes Çeviren: Seda Niğbolu
77
Öykü: Atilla BİLGEN İllüstrasyon : Cihan Oğuz DEMİRCİ
Mehmet Berk YALTIRIK
Öykü
Etkinlik Notları
Güçoburlar Üzerine Söyleşi Şubat’ın 7’sinde, yolum uzun zamandan sonra Kadıköy’e düştüğünde bir etkinlik daha kaydedildi. Akademi Kitabevi’nde Güçoburlar seçkisinin editörleriyle yazarlarıyla, toplanabildiğimiz mevcudumuzla okurla buluşup kitap üzerine söyleşecektik. Hakan Bıçakçı, Kutlukhan Kutlu, Aslı Tohumcu ve Neslihan Önderoğlu bir araya geldik. İthaki’den ismine aşina olduğumuz Yankı Enki, Anadolu Korku Öyküleri ve meşhur Gerisi Hikaye ekibinden Galip Dursun, Gölge e-Dergi’de inceleme ve hikayeleriyle zuhur eden Öznur “Vigor Filth” Baycan ve tanıdık tanımadık okurlarla yerlerimizi alıp sohbete başladık… Güçoburların, nam-ı diğer güç ve otorite meraklılarının her birimizin öyküsünde nasıl zuhur ettiği konuşuldu, orada bulunmayan yazarların öykülerine ve öykü tiplerine de değinildi ki bu noktada mevzu kitaptan ve kitabın isminden çıkarak öykülere ilham kaynağı olan diktatörlüğe ve güç arzusuna kaydı. Güçobur adının nasıl ortaya çıktığından bahsederken, tarihte sayısız kez karşılaşmaktan ötürü, kurguladığım karakterin en baskın özelliğini vurgulamak istemiştim. Güce olan doyumsuz açlığı… Et-obur, ot-obur, kan-obur yahut güçobur… Tarih boyunca mekânlar ve yüzler değişse de benzeri duygulardan, çatışmalardan beslenmelerine, edebiyatı ve sanatı da kısmak isterlerken aslında istemeden beslemelerine değinildi.
78
Toplum Bunu Kaldırmaz! Şeref fosforlu kalemle daire içine aldığı haberi bir kez daha okuduktan sonra; dirseğini masaya, çenesini sol avucunun içine dayadı. Gözleri tavanda belirsiz bir noktaya kilitlenmişti. Geniş alnı daldığı düşüncelerden dolayı kırış kırıştı. “Nereye daldın böyle ortak?” Elini çenesinin altından çekip kendisine seslenen Ferit’e baktı. Gövdesini koltuğa fazla yaslamadan bacaklarını uzatabildiği kadar ileriye uzatmıştı. Bu haliyle oturmaktan çok yatıyor gibiydi ve dünya yansa rahatından ödün vermeye niyeti yoktu. “Keşke onun gibi vurdumduymaz olabilseydim.” diye düşündü. “Huyop… Sana söylüyorum ortak. Nereye daldın böyle?”
Sohbetin en koyu anında yeni bir soru çıktı ortaya ve bambaşka bir mecraya sürüklendi söyleşi. Birçok öykü ve “güçobur” tipi, karanlık bir distopya sunuyordu. Distopyaların kimlerin ütopyası olduğuna yahut ütopyaların da aslında birilerinin distopyası olabilme ihtimali sorulunca bu sefer distopyalar, kâbus senaryoları, korkutan gelecekler konuşulmaya başlandı. Tarihin kanlı tiranlarını tozlu raflarda bırakıp hayali geleceğin korkularına yoğunlaştık bu sefer. Her bir kalemin farklı bir distopya sunduğu Güçoburlar seçkisinin aslında her bir yazarın kendi kabusunun, endişesinin bir anlamda cisimleşmiş hali olduğunun, yazarların kendilerini otosansüre tabi tutmalarının dahi konuşulduğu etkinlik sona erdiğinde, kimlerin distopyasında olduğumuzu, nelerin güç arayışında bulunduğunu konuşmaya başlamıştık…
Yanıt yerine kızların mest olduğu bebek yüzünü dikkatlice inceledi. “Allah için yakışıklı adam” diye içinden geçirdi “en azından benim gibi kel ve bodur değil.” Sıkıntıyla başını yana çevirince pencereden yansıyan şekli şemaliyle göz göze geldi. Avurtları çökmüş elmacık kemikleri dışarı fırlamıştı. Gördüğü görüntüden hoşnut kalmamıştı. “Aloooo. Sesim geliyoooor mu? Cevap ver Houston.” “Ne konuşayım be oğlum. Durumu görüyorsun. Acilen bir şeyler kotarmadığımız takdirde battık.” “Bu kadar da sıkma canını ortak, sende bu cinlik varken illa ki bir şey bulursun.” Ferit’in umursamaz konuşması canını sıkmıştı. Yanıt vermedi; ama bakışlarını da üstünden çekmedi. “Bulurum bulmasına da, bunca zamandır seni neden taşıyorum, bak bunu gerçekten
bilmiyorum.” diye içinden geçirdi. “Çok basit” dedi iç sesi “dünyanın en iyi planını da yapsan bu tiple sana kimse inanmaz. Bu yüzden Ferit gibi bebek yüzlü bir adama muhtaçsın.” “Aslında kafamda var bir şeyler. İyi kotarıldığı takdirde uzun bir süre çalışmamıza gerek kalmayacak.” “Takma kafana illa ki bir şey bulursun dememiş miydim? Bak dediğime geldin. Arada bir beni dinlemelisin ortak. Eee bu seferki planımız ne?” Masanın üzerinde duran gazeteyi alıp Ferit’e uzattı ve fosforlu kalemle daire içine aldığı haberi işaret ederek “Oku bakalım şurayı.”dedi. “İslami kurallar çerçevesinde internette gezinebilmeyi sağlamak amacıyla Britanya’da "I'm Halal" adıyla arama motoru kuruldu. Tüm dünyadaki Müslümanlara İslamî kurallarca yasaklanmış içerikten arındırılmış helâl sonuçlar sunan arama motoru, kullanıcıların aradıkları içeriği Google gibi popüler internet arama motorların kaynaklarından topluyor ve site içi filtreler sayesinde haram içerikleri engelliyor.” “Ne düşünüyorsun bakalım?” diye sordu Şeref. “Valla ne diyeyim? Helal olsun Japonlara. Yine yapmışlar yapacaklarını” “Japonlar mı? Bu haberin neresinde Japon geçiyor oğlum?” “Öyle söyleme ortak. Bir yerde bilgisayar varsa orada mutlak Japon vardır.” “İyi de oğlum okumadın mı siteyi İngilizler kurmuş.”
79
“İlla ki Japon asıllıdır. Araştırırsan görürsün. Yalnız bu haberin bizim tezgâhla ne ilgisi var?”
çıktığın yok. Yapacağın tek iş o bebek yüzünü kullanıp siteyi tanıtmak.”
“Elin gâvuru helal site kurarak parayı götürecek ve biz seyredeceğiz öyle mi?”
“O iş kolay ortak. Hallederim. Ama madem internet işine giriyoruz, olaya biraz daha geniş açıdan bakıp toplumun tümüne kucak açsak.”
“El mecbur.”
“Nasıl yani?”
“O niye o?” “Japon asıllı değiliz ondan.” “Ulan başlatma şimdi Japon’una da dinle beni. Din kardeşlerimiz dolandırılacaksa bu işi Japon asıllı… Ulan Allah cezanı vermesin sonunda bana da söylettin. Uzun lafın kısası din kardeşlerimizi sadece bizim gibi ehl-i Müslimler dolandırabilir.” “Güzel söylüyorsun ama geç kaldık. Elin Japon’u siteyi çoktan kurmuş.” “Biz de o zaman başka bir helal işine gireriz Ferit.” “Başka ne kaldı ki? Kesimden yiyeceğe kadar her işin helalini çoktan yaptılar. Bu sefer çuvalladın be ortak.” “Dolandırıcılıkta çare tükenmez oğlum. Allah bir kapıyı kapatıyorsa biz diğer kapıyı zorlarız. Söyle bakalım bizim milletin en sevdiği şey ne?” “Baklava.” “Öyle değil oğlum biraz soyut düşün.” “Büyüklerimizi sevmek.”
saymak,
küçüklerimizi
“Ortak olarak neden seni seçtim ki? Biz toplum olarak çöpçatanlığa bayılırız. Helal süt emmiş bir kız veya erkek bulduk mu hemen baş göz etmeye çalışırız. Sorumlu bir vatandaş olarak bu yükü halkımın üzerinden kaldırmaya karar verdim. Helal süt emmiş eş arayanlar için helal izdivaç sitesi kuracağız. Bu siteye üye olanları cilalayıp cilayım birbirlerine pazarlayacağız. Ondan sonra da gelsin paralar. Adını bile buldum: www. helalesarıyorum. com. Ama önce sitemizin adını duyurmalıyız. Basında hakkımızda birkaç haber çıkarsa bizi kimse durduramaz. Burada iş sana düşüyor.” “Nasıl becereceğim o işi?” “Bütün gün barlardan spor salonlarından 80
“Senin planınla sadece bekârlara ulaşabiliriz. Monoton ilişkilerini renklendirmek isteyen evli çiftlere, evlenecek parası olmayan abazanlara, fantezi peşinde koşanlara da hizmet versek daha iyi olmaz mı?” “Çok iyi olur da bunu nasıl yapacağız?” “Çok kolay bay ve bayanlara özel helalsexshop açarak.” “…” “Tamam ortak, madem beğenmedin, unut gitsin.” “Beğenmemek ne kelime, inanılmaz harika bir fikir ama düşüncenin senden çıkması daha da inanılmaz. Ferit, inan bana şu dakika itibarıyla kendini aştın.” “Dinle ortak; ürünlere de helal isim koyalım ki ilgi çeksin. Mesela dildonun adını nur çeşmesi koyarız. Hatta sünnetli bunlar deriz.” “Her geçen dakika beni biraz daha çok şaşırtıyorsun. Bana bak yoksa baba tarafında Japon asıllı mısın?” “Hayır; ama hatun tarafından red light distric asıllıyım. Anlayacağın iş seks olunca kafam iyi çalışır. Sitemizde okunmuş geciktirici kremler, hurma yağlı kayganlaştırıcı, gülsuyunda yıkanmış vibratörler, domuz yağı içermeyen prezervatifler, helal kırbaçlar, üflenmiş göğüs büyütücü kremler, okunmuş viagralar da bulunacak. “ “O zaman ‘helalsexshop’ işi sende, ‘helales’ olayı bende Ferit.” Önce bir bilgisayarcıyla anlaşıp siteleri kurdular. Ardından piyasadaki en ucuz sex malzemelerini ithal ettiler. Ferit’in bebek yüzüne pek ihtiyaç kalmadı. Bu iki helal site basının hemen 81
ilgisini çekti. Önce birkaç gazetede ufak haber olarak çıktılar, ardından daha geniş yer buldular. “Sonunda bu da oldu. Helal eş sitesi sayesinde artık helal süt emmiş eş için çarşı pazar dolaşılmayacak.” “Hamam sahipleri işlerinin azaldığını bahane ederek ‘helales’ sitesinin kapatılması için başvurdular.” “Ülkemiz çağ atladı! Artık helalsexshopumuz bile var.” “Okunmuş viagra üflenmiş şişme bebeğe karşı…” “Domuz yağı içermeyen prezervatiflerin performansı iki kat artırıyor!” Gazetelerin bu alaycı üslubundan hiç rahatsızlık duymadılar. Zira sonuçta bedava reklâmları yapılıyordu. Kısa zaman içinde her iki site tıklanma rekoru kırdı. İnsanlar önce merak edip laf olsun diye girerlerken zaman geçtikçe işi ciddiye aldılar. Bekârlar evlilik sitesine üye olmaya, evli çiftler de sexshop sitesinden alışverişe etmeye başladılar. “Helales” sitesine üye olanlardan ayakbastı parası, bu sayede evlenenlerden ise gözün aydın parası alıyorlardı. Onlar için önemli olan işin maddi yönü olduğundan üyelerin kendilerini olduklarından farklı tanıtmalarını umursamıyorlardı. Ancak bir süre sonra iş çığırından çıkmaya başladı. Gün boyu çalan telefonları hep sitem doluydu. “Helal eş nokta com mu? Kardeşim evlendiğim hatun transseksüel çıktı.” “Olabilir, ama tövbe etmiş bir trans. Dinimizde tövbe eden herkes helaldir” “Evlendiğim adam kumarbaz üstelik alkolik.” “Biliyoruz bacım, ancak telaşlanmana hiç gerek yok. Adamcağız tövbe etti; ama bu meret pat diye de bırakılmıyor ki. Biraz sabır. Bugün değilse yarın belki yarından da yakın zamanda iş tamamdır. “ “Bizim hatunu kızoğlan kız diye kakaladınız; ama yemediği halt kalmamış. Bu işi benden öğreneceğine ben ondan öğreniyorum”.
82
“ ‘Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum’ vecizesi boşuna mı söylendi beyefendi. Ne mutlu size iyi bir öğretmene düştünüz, bilmediğiniz her şeyi çekinmeden sorun ve öğrenin.”. “Şey nasıl söylesem bizimki biraz yumuşak çıktı. Evleneli bir ay oldu, daha tık yok.” “Üzülmeyin hanımefendi, damadımız iyi niyetli ama alt yapısı biraz yetersiz. Kısa zamanda bu işin altından kalkıp üstünüze çıkacağından eminiz. O zamana kadar ev işlerinde kullanın.” Helalsexshop sitesinde de olaylar aynı şekilde gelişti. Ürünlerden satın alanlar aldatıldıklarını fark edince hemen telefona sarıldılar. “Şey… Nasıl söylesem bilmiyorum.” “Söylemeyin o zaman.” “Sattığınız vibratör sünnetsiz çıktı. Sizin yüzünüzden günaha girdim.” “Boşuna üzülmüşsünüz hanımefendi. Aldığınız vibratör İslami usullere uygun üretildi, ancak tam kestirecekken nedense ürktü. Biraz ilgi gösterirseniz yumuşar; o zaman haber verin, hemen sünnetçi yollarız.” “ Aloooo. Kardeşim bu nasıl helal prezervatif?” “Arkadaş çevresinde iyi bir prezervatif diye bilinir. Hayırdır yine ne yaptı?” “Domuz yağı içermez dediniz ama resmen domuz yağından yapılmış.”
da başkaları tarafından daha önce tezgâhlanmıştı. Ferit onun tıkandığını görünce “Şimdi ortak biz son işimizde iki önemli bulguyu, yani cinsellik ve dini bir araya getirdiğimiz için başarılı olduk. İnsanlar birinden deliler gibi korkarken diğeri için kuduruyor. Biz ikisini birleştirerek korkmadan zevk almalarını sağladık. Bence bu yoldan devam etmeliyiz” dedi. Şeref ne diyeceğini bilmeden Ferit’in yüzüne öylece bakakaldı. Karşısındakinin Ferit olduğuna inanamıyordu. Neden sonra “Haklısın.” diyebildi. “Madem haklıyım o zaman helal ve cinsellikten ayrılmadan aynı işe devam ediyoruz.” “Ne yapabiliriz ki? Helal.com’un her boku yapıldı. Buradan ekmek yok bize.” “Yanılıyorsun ortak, daha her şey yapılmadı. Fantezi uğruna insanların yapmayacağı şey yok değil mi? “ “Evet:” “Ama günah diye korkuyorlar.” “Evet.” “Bu sefer olaya damardan gireceğiz ortak.” “Ne yapacağız?” “Helalswinger. com. Nasıl ama?” “Olmaaaaaz.” “Bence deneyelim ortak. Kurduğumuz siteye
“Üyelerimiz domuz eti yemez, alkol kullanmaz.” diye de yazdık mı tıklanma rekoru kırarız. Ana sayfaya da birbirine sarılmış çiftlerin resimlerini koyar ve onları “Biz helaliz, siz de öyleyseniz aramıza karışın.”diye yazarız.” “Unut bunu ortak. Toplumumuz bu kadarını kaldırmaz.” Ne kadar ısrar ettiyse de Şeref’i ikna edemedi. Ve mecburen helalswinger olayı rafa kaldırıldı. Üç ay sonra Ferit kahvaltıyı hazırlarken bir yandan da göz ucuyla gazeteye bakıyordu. Gördüğü bir haber üzerine duraksadı. Doğramakta olduğu domatesleri bırakıp gazeteyi eline aldı ve koşarak Şeref’in odasına dalıp onu uyandırdı. Elinde tuttuğu gazeteyi ona doğru fırlattı ve “Toplumun kaldırmaz dediği olayı bir oku bakalım.” dedi. “Gerçekleştirilen operasyonda swinger denilen eş değiştirme yöntemiyle fuhuş yapan elli beş kişi gözaltına alındı. Organizasyonu düzenleyen çete liderinin gecede yirmi beş bin lira kazandığı belirlendi.” “Amanııııııın paraya bak” dedi Şeref “Ben asıl sana bakıyorum.” “Ne kızıyorsun oğlum? Matbaayı bile iki yüz yıl sonra kabul eden toplumun swingeri bu kadar erken kabulleneceğini nasıl bilebilirdim ki.”
“Nasıl anladınız? Tattınız mı?” “Ne münasebet kardeşim. Üzerinde yazıyor.” “Siz onlara bakmayın. Kesin iftira atıyorlardır.” “Kardeşim alkolsüzdü?”
yolladığınız
kremler
hani
“Öyleydi yoksa alkole mi başladı?” Kısa zamanda büyük para kazanmışlardı. Şikâyetlerin ardı arkası kesilmeyince hiç tereddüt etmeden siteyi kapatıp gözden kayboldular. Hazıra dağ, âlemlere para dayanmadığından bir süre sonra gerisin geriye döndüler. Şeref yeni bir dümen için hemen kolları sıvadıysa da bir şey bulamadı. Aklına gelen her düşünce ya kendileri ya 83
Alper KAYA
Yazar’ın Kaleminden
“Bitmeyen” Misafirlik Mart ayında bendenizin beşinci romanı olma özelliği taşıyan, Komiser Tahsin Serisi’nin ise üçüncü kitabı konumundaki Tanrı Misafiri şimdiye kadarki iki Komiser Tahsin kitabı (Kaçak ve Yüzüncü Haber) gibi Kent Kitap etiketiyle okuyucusuna kavuşacak. Benim için ilk uzun yazım tecrübesi olduğunu ifade edebilirim çok rahat bir şekilde. Zira 1 Ocak 2015’te ilk satırlarını yazdığım romanın son satırlarını 2 Ocak 2016’da yazabildim… Bu bir yıllık süreç, bana hayli uzun geldi zira şimdiye kadar yazdığım kitaplar taslak halinden, yayınevine teslim ettiğim ve benim en az üç kez okuyup düzeltmeler yaptığım halleriyle beraber en fazla üç aylık bir süreci kapsıyordu. Ancak elimde olmayan bazı sebeplerden ötürü Tanrı Misafiri biraz gecikti… Yaşanılan, üretilen, üretilemeyen veya yaşanamayan her şeyin bir başka sürecin tetikleyicisi olduğuna dair çocukluğumdan bu yana sarsılmaz bir inancım vardır. Tanrı Misafiri, bu inancın ürünü biraz da. Zira, ilk satırları yazarken -üzülerek ifade ediyorum ki- kurguya dair çok ciddi bir güvenim yoktu. Başlamamdan bir ay sonra ise iyiden iyiye bir dönemler, para üstü niyetine bakkallarda ve süper marketlerde müşteriye uzatılan çerezlik kitaplar gibi görünmeye başlamıştı gözüme. Bu görüntüsü bana oldukça itici geldi ve ben kurguya olan bağlılığımı ve şevkimi uzun bir süre kaybettim! Geri bulmam, o aradığım ışığı yakalamam gerçekten çok uzun sürdü. Baş ağrısı yapan bir süreçtir bu bende, bilmiyorum benzeri yollardan geçenlerde ne etkiler yapar ama kurgunun üretim
84
bir şekilde müdahalede bulunmak pek tarzım değildi. Ben daha çok kelimelerin zihnimden bir otoyoldan son sürat geçen son model bir spor araba konumunu almasına alışmış olduğum için o arabayı yolda kalmışken tamir etmek ve yolu tamamlaması için bir çekici görevi görmek ilginç bir tecrübe oldu. Nitekim, dosyayı tekrar açıp ilk kelimelerini okumaya başladığım günden yanılmıyorsam iki ay sonra o büyülü kelimeyi yazıp dosyayı kapatmıştım. Evet, o kelime “SON” idi. Bu süreç, bir konuda hayra vesile oldu. Benim için değerini anlatabileceğim pek kelime bulamadığım ve benim üşengeçlik deryasına kapılıp ‘Tanrı Misafiri’nin zihnimi bulandırmasına izin verdiğim sıralarda teknik direktör büyüğüm Turhan Özyazanlar yeşil saha kenarında geçirdiği kalp kriziyle hayata veda etti. Turhan Hoca ile tanışıklığımız çok uzun sayılmazdı, altı yıla dayanıyordu. İnternet gazeteciliği yaptığım dönemde kendisiyle bir röportaj yapma şerefine erişmiştim. Akabinde herhalde karşılıklı bir enerji yakalamış olacağız ki birkaç kez yüz yüze buluşup sohbet ettik. Bu sohbetlerin birinde beni biraz düşünceli görüp neyim olduğunu sorduğunda yazdığım roman dosyasına hiçbir yayınevinin dönüş
yapmadığını anlatmıştım. O da, İBB Spor’da çalıştığı dönemde kalecisi olan Ünal Beşik’in matbaa sorumlusu olarak bir yayınevinde çalıştığını ve o yayınevine dosyayı göndermemi sağlayabileceğini ifade etti. İşte, “08:00”ın çıkış hikayesi özünde böyle başladı. Benim yazarlık sürecimin ete kemiğe bürünmesi de… Ne diyorduk, Tanrı Misafiri. Tanrı Misafiri’nde Evsizler Dünya Kupası kaynaklı futbol içeren bir bölüm var ve ben elimi ağırdan alırken hayatın getirdiği bu tatsız gelişme romanı kime ithaf etmem gerektiği konusunu da sert bir şekilde bana hatırlattı. Böylece Tanrı Misafiri, artık bu dünyada maalesef olmayan fakat mesleki anlamda değeri uzun zaman sonra anlaşılacak olan Turhan Özyazanlar’a ithaf edildi. Komiser Tahsin’in bundan sonraki süreci nasıl olacak; bunun sinyalleri de Tanrı Misafiri’nde biraz veriliyor. Karakterin geçmişine ilk kez bu kadar yakından bakacağız diyebilirim. Ve evet, henüz değil ama birkaç gün içinde (belki siz bu yazıyı okurken) dördüncü Komiser Tahsin macerasının ilk satırları da yazılmış olacak!
aşaması gerçekten insanın kendi insanlığına olan inancını dahi sorgulatabiliyor… Derken bir gün, yarıda bile kalmamış olan Tanrı Misafiri’ni (ilk günden beri adı buydu) tekrar açtım ve bir kahve koyup sigara eşliğinde ilk satırlardan itibaren okumaya başladım. Okudukça, kafamda daha farklı senaryoların geliştiğini şaşırarak duyumsadım zira yazmaya başladığım bir kurgunun sonunu değiştirmek, olayların gidişatına ‘bilinçli’
85
Öykü: Ecehan BİÇEN İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Öykü
Makbule Hoca Hanım Ve Karga Makbule Hoca Hanım, nam-ı diğer “Kamçılı Amip”; siyah, beyaz ve grinin çeşitli tonlarıyla bezenmiş kasabada yaşayan bir avuç insanın en renkli sohbet konusudur. Fısıltılar bardağa çarpan kaşık sesi arasında kaynarken, akşamın kasveti de küp şekerle beraber eriyiverir. Saat, kahve masalarında imalı bakışlar atarak bıyık altından gülme saatidir. Yarış, onunla ilgili en iddialı hikayeyi anlatma yarışıdır. Anılardaki pireler deveye dönüşür, develer güveye. Hafifçe çektiği bir kulak kopmuştur ve üç gün boyunca ağzında sakız niyetine çiğnemiştir. Derste konuşan öğrencisine okuduğu beddua yerini bulmuş, zavallı Hasan’ın ağzı çarpılmıştır. Siyah yerine gri tokayla bağladığı için manav kızı Cemile’nin saçlarını kesmekle kalmamış, uzun makarna gibi çatala dolayıp kıza zorla yedirmiştir. Bir gün öğretmen masasında otururken yırtmacı sıyrılmış, o zamanlar körpeliğiyle göz kamaştıran bacaklarına bekçi Kamil’in oğlu Muzaffer bakakalmıştır. Namusuna pek düşkün Makbule Hoca Hanım, kaplan pençesi gibi uzun tırnaklarıyla delikanlının gözlerini çıkarmış, parmaklarıyla patlatıvermiştir. O zamanlar yeni atanmış taze öğretmen bugün emekliliği için gün sayıyor. Bacakları memleketin karayolları haritasına döndü ama kimse bakmaya cesaret edemiyor. Söylentiye göre elektrikçi Veysel bir gün damarları kablo sanınca alışkanlıktan gözü takılmış. O gece rüyasında damarların boynuna dolandığını görmüş, uykusunda kalkıp kendini asmış. Hikayeler anlatıldıkça çeneler yorulur, Herkesin hatırına aynı olay gelir de kimsenin ağzını açmaya mecali yoktur. Ocaktaki çay bile fokurdamayı bırakarak ölüm sessizliğine eşlik eder.
86
Kömür karası saçları artık ağarmış olanların gözleri uzaklara dalar. Makbule Hoca'nın kasabaya geldiği günü hatırlarlar. Sobalarda odunun çatırdadığı, rüzgarın camlardan inlercesine sızdığı günler. Yerler ve çatılar bembeyaz, gökyüzü kurşuni, bacalardan çıkan dumanlar kapkaraydı. Sokakları sessizlik kaplamıştı, kahveleri uğultu, evleri kar tatilini fırsat bilip uyuyan çocukların horultuları. Aniden şimşekler çakmış, gök gürlemiş, uyuklayan gözler fal taşı gibi açılmıştı. Geleceği gördüğünü iddia eden ama her günün ve her yılın birbirinin aynısı geçtiği kasabada bunu paraya çeviremeyen Karadul Zekiye, o gözlerde korkudan titreyen çocuklar, bet sesli bir karga, türlü türlü macunu karıştırıp beyaz bezler üzerine büyü yapan bir kadın gördü. Bunlar hiç hayra alamet değildi. Kapıları çaldı, kahvelere girdi. "İn midir, cin midir? Melun, sinsi güçler geliyor. Görüyorum. Ayete'l-Kürsi'yi ezberlemeyen kalmasın, kimse Cevşen'ini boynundan ayırmasın. Bana inanmayan karda çakan şimşeğe inansın" Ne kadar bağırsa nafile! Kimse bu dişsiz karıya aldırış etmiyordu. Kapılar yüzüne çarpıldı, kahvelerde lakırdılar devam etti. Müezzin ikindi ezanını okumak için elini kulağına götürmüştü ki kocaman bir arazi aracı zincirlerini şaklata şaklata büyük sokaktan geçti, hükümet konağının önünde durdu. Mutfakta yemek hazırlayan, komşusuyla kahve içip dedikodu yapan kadınlar perdeleri araladılar. Her kahveden birkaç kişi görevi üstlenip dışarı çıktı. Çocuklar kar topu oynamayı bırakıp gelene baktılar. Yazın bile üç beş maceracı dışında kimsenin uğramadığı kasabalarına karda çamurda gelen kişinin kuş kadar aklı olamazdı. Arabanın kapıları açıldı. İçinden kendileri
87
gibi bir adam ve tanımlayamadıkları bir canlı indi. Gerçi giydiği dar kabanın önündeki kabarıklık kadın olduğunu belli ediyordu ama saçları siyah, elbiseleri gri, teni beyaz değildi. Bakanların gözleri kamaşıyor, kısa süreli körlük yaşıyorlardı. Kadın, izlendiğinden habersiz, yüksek ökçeli çizmelerini kara batıra çıkara binaya yürüdü, içeri girdi. Orada kaç saat kaldı bilinmez, haberi o çıkana kadar çoktan tüm kasabayı dolaşmıştı. Her kahve, her sokak kendince teoriler geliştirmiş, bunları kanıtlamak için amansız bir yarışa girişmişti. Ağızlarına rakının yudumunu koymamış, karıya kıza zinhar yan gözle bakmamış, namazını orucunu aksatanlara korkulu rüyalar yaşatmayı kendilerine vazife bellemiş Cennet Kahvesi müdavimlerine göre gelen Şeytan'ın kendisiydi. Kapılı kapılar ardında yaşanan zevk u sefaları, boş kalan camileri fırsat bilip kasabaya gelmişti. İnsanlar ona riayet ederlerse tüm karlar aniden eriyecek, kasabayı sel alıp götürecekti. Sadece kendileri gökten inen bir kayıkla kurtulacaktı ve akıp giderken kalanlara pis pis sırıtacaklardı. Dede yadigarı tarih kitabının sayfalarını okurken hayli yıpratmış, içindekileri her akşam ballandırarak anlatan Heredot Salih'in kahvesine göreyse gelen Deccal'di. Kıyamet orada başlayacak, böylece adı sadece kendileri tarafından bilinen kasabaları epey ünlenecekti. Kimileri tarihe tanıklık edecekleri için heyecanlanırken kimileri de yakında kıyamet kopacağı için ünlerinin uzun sürmeyeceğinden yakınıyordu. Sosyete Refik ve kahvesinin müdavimleri ise bu hurafelere şiddetle karşı çıkıyor, hepsini vatanın milletin geleceğini karartmakla suçluyordu. Kahvenin baş köşesinde duran "Türlerin Kökeni" adlı nadide esere azıcık göz atsalar gelenin Şeytan veya Deccal değil, evrimin alt basamaklarında kalmış bir insan türü olduğunu pek âlâ idrak edebileceklerdi. Hava iyice kararınca evlerin beyaz ışıkları sokakları aydınlattı. Mutfaklarda sadece tabaklara çarpan çatal kaşığın sesi duyuluyordu. Lojmanların birinci katında epeydir kullanılmayan dairenin de ışığı yandı. Bu yatsı ezanını okumak üzere camiye yetişmeye çalışan imamın gözünden kaçmadı. Camiye gitmeyi asla aksatmayan birkaç ihtiyarın sağındaki ve solundaki melekleri selamlasını zor bekledi. Işıldayan gözlerle onlara baktı. "O gelen
88
kadın var ya, şeytan meytan değilmiş. Yeni memur gelmiş ilçeye. Lojmandaki boş dairenin ışığı yanıyordu. Oradan anladım ben de." Bazısı rahat bir nefes almışsa da çoğu söylenene dudak büktü. Adına devlet denen o zındık sürüsüne katiyyen itimat edilmezdi. Zaten ümmetin aklını karıştırarak onları küfre saptıran bizzat devletti. İmam gayet Müslüman ama henüz dünyanın ilmini almamış tecrübesiz bir delikanlı. Gün gelince o da görecektir Hanyayı Konya'yı. Haber kahvede masaları, sokaklarda kapıları tek tek dolaştı. Heredotçular isimlerini tarihe geçirecek Deccal'in alelade bir devlet memuru olmasına çok içerlemişlerdi. Sosyetikler ısrarla kadının evrimin alt basamaklarından geldiğini, memuriyetin bu gerçeği değiştirmeyeceğini söylüyorlardı. Hiçbiri evli barklı kadınlar kadar tedirgin değildi. Ne idüğü belirsiz ve başında erkek bulunmayan bu kaltak onları kocalarını evden uzaklaştırmakla tehdit ediyordu. Aralarındaki dayanışma takdire şayandı. Her gün başka evde toplanarak beraberce dua ettiler, büyüler yaptırdılar. Mutluluk yuvalarına uğursuzluk gelmesin diye kapılara çalı süpürgesi astılar. Çoluğu çocuğu evi gözetlemekle görevlendirdiler. Kar dindi, yollar kürendi, okullar açıldı. Hocalarını beklerken kızların saçını çekmek, erkeklere dil çıkarmak, kekeme Ekrem'le dalga geçmek gibi gündelik işleriyle uğraşan 7. sınıf öğrencileri kapıdan içeri o tuhaf renkli kadının girdiğini görünce dut yemiş bülbüle döndüler. Resim derslerine gireceğini, sınıfta uyulmasını istediği kuralları anlatırken bütün öğrencilerin başları öndeydi. Uzun süre bakanın kör olacağı korkusuyla sadece kaçamak bakışlar atıyorlardı. Derse karakalem portre çalışmalarıyla başladılar. Hatlar çizildi, gölgeler belirdi. Bembeyaz kağıtların üzerinden somurtuk, öfkeli, hüzünlü yüzler bakmaya başladı. Hepsi öğrencilere kaçıp gitmelerini, kendilerini kurtarmalarını fısıldıyor; Hoca yaklaşınca buz gibi sessizliklerine dönüyorlardı. Çocuklar artık ciddiye alınmalarının verdiği gururla akşam yemeklerinde anlattıkça anlatıyor, yırtık sesleri çatal kaşık çınlamalarını bastırıyordu. Bir öğrencinin başını okşadıysa ondan bir tutam saç
kestiği, evde zavallıya büyü yapacağı söyleniyordu. Sevecen bakışlarından zehirli oklar fırlıyor, sinirlendiği öğrencinin göğsüne saplanıyordu. Çizmeyi mecbur tuttuğu insan ve hayvan suretleri koro halinde ona dua edip her zaman kendisine itaat edeceklerine yemin ediyorlardı. Velilerin huzursuzluğu artmıştı, müdüre sürekli şikayete geliyorlardı. Adam bir yandan veliler, öte yandan durumdan rahatsız öğretmenler arasında sıkışıp kalmış, ne yapacağını şaşırmıştı. Karların eriyip nehire karıştığı bir gün olanlar oldu. Müfredat gereği karakalem çalışmaları bitmiş, sıra sulu boya ile manzara resimleri yapmaya gelmişti. Makbule Hoca fırçayı nasıl kullanacaklarını, boyayı nasıl sulandıracaklarını anlatmış; güzel bahar manzaraları çizmelerini istemişti. Sınıf ödeviyle uğraşırken kendisi de neşeli şarkılar mırıldanarak öğrencileri büyülemeye çalışmıştı. Dersin bitimine yakın sıraların arasında dolaşarak kimin ne çizdiğini görmek istedi. O zaman tiz bir çığlık sınıfı, okulu ve hatta tüm kasabayı inletti. Cesaret edip kafasını kağıttan kaldıran Zahide'nin iddiasına göre hocasının gözleri yuvalarından fırlamıştı. "Nasıl olur" diye gürlüyordu tuhaf kadın "Nasıl olur? Ağaçlar yeşildir, siz gri çizmişsiniz. Kirazlar kırmızıdır, kırmızı. Aynı benim saçlarım gibi. Siz onu da gri çizmişsiniz. Bahar günü gökyüzünü hiç gri gördünüz mü? Bakın şu havaya, masmavi." Tıfıl Ahmet'in tepesinde dikildi, ona pembe boyayı göstererek çiçek çizmesini istedi. Kağıda değdiği anda pembe griye dönüşüyordu. Naciye'den yeşil çayırlar çizmesini istedi. Kızcağız korkudan titreyerek söyleneni yaptı. Sanki yangın çıkmıştı da koca çayırlığı kömüre çevirmişti. Hoca eline fırça aldı, beyaz bir kağıdı kendi boyamaya başladı. Mavi maviydi, kırmızı kırmızı. Cesaretiyle okula nam salmış Kaymakam oğlu Recep söz aldı "Hocam kirazlar fümedir." Belediye reisinin kızı Zeynep de ona arka çıktı. "Evet hocam, ağaçlar da gridir. Tabii ki gökyüzünden daha koyudur ama gridir." Sınıfta yaşananlar haftalık yayınlanan yerel gazetenin manşetlerine bile konu oldu. Eğitim camiası, memur alemi, kasaba ahalisi onun hakkında konuşuyor, kimse onunla konuşmuyordu. Makbule öğretmenler odasına girdiğinde kısa bir sessizlik yaşanıyor, eğer kasabada her şeyin ve herkesin renklerinin uçtuğu zırvalarına başlarsa herkes sözünü kesip altının geleceğine, yeni
çıkan yönetmeliklere, öğrencilere duydukları nefrete dair hararetli bir sohbete başlıyordu. Onun ise ağzını bıçak açmıyor, kimse de sebebini sormuyordu. Mesainin hemen öncesinde okula gidiyor, dersine giriyor; zil çaldığı gibi kararlı adımlarla yuvasına dönüyordu. Somurtarak ders anlatıyor, öğrencilerden nefret ediyor, velilere burun kıvırıyor, diğer hocalara tepeden bakıyordu. Kılığı kıyafetini değiştirmiş, bir memura yakışır şekilde giyinmeye başlamıştı. Sonunda kendisinden isteneni de yapmış, dersinde öğrencilerin resim çizmesini yasaklamıştı. Hikaye okumalarına da izin vermiyordu. Şarkı da söyleyemezlerdi. Hiçbir matematikçinin erişemediği sonsuzluğa yetişmek için ha bire A şehrinden B şehrine koşan çocukları, tıkandıkları noktada kırbaçlıyordu. Bu görevde o kadar başarılıydı ki zamanla fısıltılar çay girdapları arasında kaybolup gitti. Kimse Makbule’nin saçının kararmasını, yüzünün ağarmasını konuşmadı. Hayat bildik akışına döndü. Sohbetler günlerin nasıl da geçtiği, hayatın beyhudeliği, zamlar karşısında maaşların eriyişiyle doldu taştı. Seneler geçti. Kundaktaki bebekler öğrenci; sınıftaki öğrenciler esnaf, çiftçi, memur yahut zanaatkar oldu. Emekli vergi memuru Hilmi Bey, buharın havada donup kaldığı bir akşam kahveye gitmek yerine penceresinden geleni geçeni izlemeyi tercih etmişti. Herkes onun gibi düşünmüş herhalde, sokakta aç köpeklerden başka hareketlilik yoktu. Derken karşı binada oturan Makbule Hoca Hanım dikkatini çekti. Gördüğüne inanmak için gözlerini ovuşturdu. Kadının penceresinde zift karası bir karga duruyor ve ikisi uzun uzadıya sohbet ediyordu. Arada Makbule kalkıyor, beyaz bezlere tuhaf renkli macunlar sürüyordu. Kargaya gösteriyor, ne konuşuyorlarsa, tekrar tekrar macun sürüyordu. Eli ayağı titreyerek eski sandıkları açtı, savaş gazisi dedesinden kalan dürbünü buldu. Merceklerdeki tozları özenle sildi. Tek tek bütün resimleri inceledi. Gördüklerine akıl sır erdiremiyordu. Kanatlanıp uçan okullar, dallarından ak sakallı dedeler çıkan ağaçlar, ormanlarda keyif çatan denizatları, boynuzları çiçeklenmiş geyikler ve daha neler neler... O gece türlü kabuslar yüzünden adamcağızın gözüne uyku girmedi. Sabah ezanıyla beraber kalktı, camiye gitti, Makbule Hoca Hanım’ın yan kapı komşusu Salih Bey’i buldu. Ne gördüyse birebir
89
Hasan Nadir DERİN anlattı ama inandırmak için yeminler etmesi yetmedi, Kuran’a el bastı. Salih Bey ancak o zaman bardakla komşusunu dinlemeyi kabul etti. Artık her gece biri izliyor, diğeri dinliyor; ertesi gün kahve kahve geziyorlardı. Yığınla meraklı göz, karılarının bile hallerini hatırlarını sormayı unuttuğu bu iki adamın çevresinde toplanıyor ve anlattıklarını dinliyordu. Karga her gün kasaba sınırını çizen dağın ardına gidiyor; orada balık kafalı insanları, şemsiyelerle uçan şempanzeleri, dünyanın en güzel masallarını anlatan örümcekleri ziyaret ediyordu. Kadın da bunları dinleyip beyaz bez parçaları üzerine kör edici büyüler yapıyordu. Zamanında davranmazlarsa dağın arkasındaki şeytanî canlılar kasabalarını istila edecek, çevreyi tuhaf renklere boyayacaklardı. Bildikleri dünyanın sonu yaklaşıyordu. Yeni dünyada kendilerine yer yoktu. Onca cümbüş arasında silinip gideceklerdi. Hava kararınca Cennet Kahvesi’nde mırıltılar yükselerek öfkeye dönüştü. Devir mücadele devriydi, devir isyan devriydi. Zındıklara hadlerini bildirmek farzdı. Herkes eline sopa, taş, balta; ne bulduysa aldı. Sokağa döküldüler. Heredot’takiler de böyle önemli bir anda sessiz kalamazlardı. Sosyetikler, ev hanımları, okul çocukları, devlet memurları da kalabalığı görünce peşlerine takıldı. Herkes bir ağızdan bağırıyordu: “Beyaz! Gri! Siyah! Tuhaf renkler günah! Siyah! Gri! Beyaz! Şeytanlara infaz!” Makbule’nin camları zangır zangır titriyordu. Birkaç delikanlı kadıncağızın kapısına dayanmış, resimleri yakmazsa onu yakacaklarını söylüyordu. Sokak “Yak! Yak! Yak!” sesleriyle inlerken bulutları delip gelen karganın gaklaması hepsini bastırdı. Bir kadın “İşte, işte” diye haykırdı “İşte Şeytan’ın yardımcısı” Küçücük karganın gölgesi tüm kalabalığın gözlerini karartmıştı. “Mekke’ye gitmeye gerek kalmadı, Şeytan ayağımıza geldi” diye haykırdı bir adam. Zafer nidalarıyla arkadaşının penceresine ulaşmaya çalışan hayvanı taş ve sopa yağmuruna tuttular. O gakladıkça insanlar yuhaladı, o yalvardıkça insanlar saldırdı. Son nefesini verdiğini kimse fark etmedi. Kalabalık az sakinleşince Şeytan’ın büyücüsü yanlarına geldi. On dakika önce öldürmeye ant içtikleri kadın karşısında ağızları açık kalmıştı. Sopaları, taşları ellerinden düşüverdi. Makbule yürümüyor, havada süzülüyordu. Yüzünde öfke
90
değil, billur bir ışık parlıyordu. Sessizce karganın etrafından çekildiler, kadın tek arkadaşını eline aldı, tüylerini okşadı. Okşadıkça karganın kömür karası tüyleri pembeleşti. Makbule ağıt yakmaya başladı. Çölde unutulmuş kuyular kadar derin, â-lemin sırrına ermiş bilgeler kadar dingindi. Dağdaki kurtlar uluyarak, mağaralarından çıkmış yarasalar tepelerinde dolanarak ağıda eşlik ediyorlardı. Makbule’nin saçları eskisi gibi kırmızıya döndü, yüzüne canlılık geldi, gözleri yeşerdi. Cesedi aldı,
Sinema
Superman ve Batman’in Televizyon ve Sinema Macerası
yavaşça süzülerek yuvasına döndü. Kimsenin ağzından çıt çıkmıyordu. Günlerce
etrafta
hiç
fısıltı
duyulmadı.
Kulaklarını tuhaf kadının ağıtı yakıyordu. Kime sorsanız o gün kalabalığa karıştığını söylemez. Yaşananları kimseye anlatılmaması gereken bir kabus sayarlar. Bugün, hâlâ, lakırdılar bitip son yudumlar içilince dağdaki kurtlar ulur, yarasalar uçar, Makbule Hoca Hanım’ın sesi karanlık sokakları dolaşır. Boyunlar bükülür, akşamki fısıltıların utancı yorar yüreklerini. Hatırladıklarını karasinek gibi ellerinin tersiyle savuşturmaya çalışırlar. Bir karga on kere gaklar, on bir kere, on iki kere. Saat, evlere dağılma saatidir. Kahveler boşalır, çaydanlıklar susar. Türlü kabuslarla geceyi atlattıktan sonra, ilk iş Makbule Hoca Hanım’ın yan komşusu olan Semih Hoca’yı buldu. Karısının bile varlığını unuttuğu
Bu ayın son haftasında nicedir beklenen olay gerçekleşecek ve Batman ve Superman’i bir sinema filminde beraber görme fırsatını bulacağız. Filmden beklentiler farklı. Çok iyi bir film bekleyenler de var, fiyasko olacağını düşünenler de. Bunu ilerde göreceğiz ama biz film öncesinde, Batman ve Superman karakterlerini televizyon ekranında ve sinema perdesinde ne şekillerde gördüğümüze bir göz atmak istedik. Aslında her iki karakter de özellikle televizyonda pek çok kez karşımıza çıktılar ama hepsi de çok iz bırakmadı. Bu nedenle bu yazıda 80 yıla yakın geçmişi olan bu iki karakterin belli başlı televizyon ve sinema uyarlamalarına bakacağız. Animasyon uyarlamaları ise tümüyle ayrı bir alan olduğu için o konuya girmeyeceğiz.
1939 yılında yaratılan Batman çizgi romanları çok ilgi çekince sinema dünyasına da buna kayıtsız kalamadı. Daha 1943 yılında ilk Batman serisi sinema perdesi ile buluştu. Burada kısaca o yıllardaki seri film mantığından bahsetmek gerekli. Bugünkü dizi mantığı ile benzerlikler içeren seriler, birbirinin devamı olan bölümlerden oluşan ve sinemalarda uzun filmin öncesinde gösterilen, yaklaşık 15-20
Batman
adamcağız, o güne dek bir çayını olsun içmediği Hilmi Bey’in kendisini böyle hararetli aramasına hem şaşırmış, hem de içten içe sevinmişti.
91
dakikadan oluşan yapımlardı. İşte ilk Batman serisi de bu mantıkla oluşturulan, 15 bölümden oluşan bir seriydi. Batman’i Lewis Wilson’ın canlandırdığı seride, Robin ve Alfred gibi bugün de aşina olduğumuz karakterler de vardı. Her ne kadar bugün meraklıları dışında çok bilinmese de 1960’larda televizyon dizisi olacak Batman’in ilk sinyalleri bu seride bulunabilir.
1949 yılında karşımıza yeni bir Batman serisi çıkıyor. Batman ve Robin adını taşıyan bu seri yine 15 bölümden oluşuyor ve bu kez Batman’i Robert Lowery canlandırıyordu. Serinin adından da anlaşıldığı gibi Robin ana karakterlerden biriyken Komiser Gordon ve Batman’in sevgilisi olarak Vicki Vale de seride yer alıyordu. Her ikisi de dönemi için popüler olan bu iki seride de kötü adam olarak bugün Batman’in en bilinen düşmanlarının yer almadığını da eklemek gerek. Televizyon tarihinin ilk ve en popüler Batman’i ise 1966 yılında karşımıza çıkıyordu. 3 sezon boyunca 120 bölüm süren dizi, bugün bile pek çok fanı olan bir yapım. Ana karakterleri yine Batman ve Robin olan dizide bu karakterleri Adam West ve Burt Ward canlandırıyordu. Alfred ve Komiser Gordon yine yerli yerindeyken üçüncü
92
sezonda hikâyeye Batgirl olarak Komiser Gordon’un kızı da dâhil oluyordu. Kötü adam kontenjanı ise bu kez çok daha genişti. Joker, Penguen, Riddler, Catwoman, Mr. Freeze gibi karakterleri dizinin farklı bölümlerinde görmek mümkündü. Özellikle Cesar Romero’nun Joker versiyonu akılda kalıcı bir kötü adam olmuştu. Dizinin en önemli özelliği komedi sınırlarında dolaşan yapısı ve küçük çocukları da hedefleyen olumlu mesajları idi. Özellikle dizinin duvara tırmanma sahneleri ve elbette “kpow”, “wham” benzeri efektlerin ekranda yazması ile gelişen kavga sahneleri hala unutulmuş sahneler değiller. Bu dizinin ilk sezonu bittiğinde aynı oyuncular ile bir de film yapıldı. Dizideki hemen hemen tüm karakterler 105 dakikalık bu filmde de yer alıyordu. Aslında film için dizinin normalden daha uzun bir bölümü yorumu da yapılabilir. Dizinin sevilen tüm özelliklerini barındıran film Batman hayranlarının da ilgisini çekti elbette.
Üçüncü sezon sonunda ratinglerin büyük ölçüde düşmesi sonucunda Batman dizisi iptal edilse de 1979 yılında 2 bölümlük Legends of the Superheroes mini-dizisinde Adam West ve Burt Ward, yıllar sonra Batman ve Robin olarak bir kez daha seyircilerin karşısına çıkacaktı. 70’lerin sonu, 80’lerin başındaki başarılı Superman filmleri sonrasında yeni Batman filmleri sürekli proje halindeydi ama modern dönemin ilk Batman filmi ancak 1989 yılında seyircilerin karşısına çıkabildi. Warner Bros’un yönetmen koltuğuna Tim Burton’u oturtması çok doğru bir seçimdi. Burton, çok sevdiği gotik atmosferi Gotham şehrine çok iyi yansıtarak geçmiş Batman’lere göre çok daha
karanlık ama içten içe mizah duygusunu da ihmal etmeyen bir film çıkarmıştı ortaya. Batman rolü için o günlerde çoğunlukla komedi oyuncusu olarak bilinen Michael Keaton kâğıt üzerinde çok iyi bir tercih gibi durmuyordu. Tim Burton bu konuda epey eleştiri ile de karşılaşmıştı. Ama Burton’ın Keaton ısrarının doğru olduğu film gösterime girince anlaşıldı. Keaton, Batman’i en iyi canlandıran oyunculardan biri oldu ama filme asıl damgasını vuran oyuncu, eşsiz Joker yorumuyla Jack Nicholson olmuştu. Başarılı oyuncu, yeteneği yanında her zamanki şeytan tüyü yüklü karizmasını da kullanarak her göründüğü sahnede rol çalmayı başarıyordu. 80’lerin en güzel kadınlarından Kim Basinger da Batman’in sevgilisi olarak filme çok yakışmıştı. Batman, sadece film olarak değil Prince’in film için yaptığı şarkılardan video oyunlarına, filmin oyuncaklarından çizgi romanlara ve kıyafetlere kadar pek çok alanda çok başarılı olmuştu. O yılları hatırlayanlar, sokaklarda Batman logolu kıyafetler giyen pek çok genç olduğunu da bileceklerdir.
İlk filmin başarısından sonra 1992’de gelen devam filmi Batman Returns’de de kamera arkasında Tim Burton yer alacaktı. Burton bu kez kendi damgasını iyiden iyiye filme vurmayı başaracaktı. İlk filmin karanlık atmosferi bu kez daha da artmış, Gotham şehri iyiden iyiye bir Tim Burton şehri olmuştu. Filmin kötü adamı olan Penguen (Danny DeVito) de hem korutucu hem de hüzünlü bir karakter olması ile Burton dünyasına çok uygundu. Michelle Pfeiffer’ın Catwoman’ı ise Batman serisindeki en çekici karakter olmanın yanında, bu kadar büyük bütçeli bir filmde sado-
mazo cinsel çağrışımlar yapabilen tek karakterdi belki de. Batman Returns, bu satırların yazarı da dâhil, pek çok kişi için hala en iyi Batman filmidir ama karanlık tonu nedeniyle gişede ilk film kadar başarılı olmaması Warner Bros’u serinin üçüncü filminde farklı bir yöne yönlendirir.
1995 yapımı Batman Forever, her ne kadar yeni serinin üçüncü filmi olarak anılsa da hem kamera arkasındaki, hem de önündeki kadro önemli ölçüde değişmiştir. Burton, filmin yapımcıları arasında yer almaktadır ama filmde onun dokunuşlarını bulmak mümkün değildir. Çünkü stüdyo, ikinci filme gelen eleştirilerden sonra yeni filmi çok daha hafif bir aile filmi haline getirmek istemiştir. Her ne kadar kamera arkasına geçen Joel Schumacher de bu tarz filmlerle tanınmasa da stüdyonun bu isteğini yerine getirmeye çalışır. Michael Keaton’un seriyi bırakması sonrasında yarasa kostümünü Val Kilmer devralır ama Keaton’ın yerini doldurabildiğini söylemek zordur. Batman’in partneri olarak Robin (Chris O’Donnell) de bu filmde devreye girer. Filmin kötü adamları Two Face ve Riddler’ı ise Tommy Lee Jones ve Jim Carrey canlandırırlar. Özellikle Jim Carrey seçimi tam da stüdyonun istediği yönde bir seçimdir. Güzel kadın kontenjanını ise bu kez Nicole
93
Kidman doldurur. İlk filmlere göre çok daha renkli ama altı daha boş olan film, fanlar ve eleştirmenler tarafından çok sevilmese de iyi bir hasılat yapar ve bu durum dördüncü filmin yolunu açar.
Dördüncü filmde Joel Schumacher, bir kez daha kamera arkasındadır ve Tim Burton seriden tümüyle çekilmiştir. Val Kilmer da filmden ayrılınca Batman rolü için George Clooney seçilir. Doğrusunu söylemek gerekirse kötü bir seçim değildir ama filmin geldiği noktada Clooney için unutmak istediği bir proje olur. Batman filmlerinin giderek daha fazla karakterle dolup taşma süreci devam ederken Batman & Robin adlı bu filmde, filme adını veren karakterlerin yanına bir de Batgirl (Alicia Silverstone) eklenir. Kötü karakterler ise Mr. Freeze (Arnold Schwarzenegger) ve Poison Ivy (Uma Thurman) olurlar. Bu karakterler yeterli değilmiş gibi Bane de filme dâhil olur. İki saatlik bir filmde bu kadar fazla karakterin olması dışında, film iyiden iyiye rengarenk bir şova dönüşmüştür. Batman Forever’a kötü diyen fanlar ve eleştirmenler bu filmi hiç mi hiç beğenmezler. Seyirciler de ilk hafta sonunda salonları doldursalar da ikinci haftada seyirci feci şekilde düşer. Joel Schumacher, bu kez hiç kimseyi memnun edememiştir ve bu filmden sonra Batman serisi bir süre için toparlanamaz. Yıllar sonra hem Schumacher, hem de Clooney filmin kötü olduğunu kabul eder ve seyircilerden özür dilerler. 2000’lerde süper kahraman filmlerin patlaması üzerine Warner Bros, bir kez daha Batman’i seyircilerin karşısına getirmeye karar verir. Önceki deneyimin büyük bir hayal kırıklığı olduğunu dikkate alarak kamera arkasına Batman serisine uygun bir ismi getirmek için yapılan çalışmalar sonrasında
94
Memento ile dikkat çeken Christopher Nolan’a karar verirler. Nolan, kendisinden önceki yönetmenlerin tersine Batman karakterine daha gerçekçi bir açıdan yaklaşır. Onun filmlerinde Gotham, günümüz Amerika’sında yer alabilecek bir şehirdir. 2000’lerde seri halindeki filmlerde çoğunlukla gördüğümüz gibi, bu yeni serideki filmler de birbirine daha yakından bağlıydı ve her ne kadar her filmde yeni bir kötü adam görsek de oyuncu kadrosu önceki seriye göre daha sabitti. Christian Bale’in başarılı Bruce Wayne/Batman tiplemesinin yanında sonradan Nolan’ın değişmez oyuncuları arasına girecek olan Michael Caine’i Alfred olarak, Gary Oldman’ı Komiser Gordon olarak, Morgan Freeman’ı ise Lucius Fox olarak üç filmde de görüyorduk.
Batman Begins adlı ilk film adından da anlaşılabileceği üzere Bruce Wayne’in Batman olma yolundaki hikâyesini anlatıyordu. Bu nedenle filmin kötü adamları Ra’s al Ghul (Liam Neeson) ve Scarecrow (Cillian Murphy) o kadar fazla öne çıkmıyor, filmin ağırlığını Bruce Wayne yükleniyordu. İkinci film olan The Dark Knight ise belirgin şekilde kötü adamın öne çıktığı bir filmdi. Ne yazık ki bu filmden sonra kaybettiğimiz Heath Ledger’ın Joker tiplemesi sinema tarihinin unutulmaz kötü adamları arasına adını yazdırıyordu. Ledger, daha önce Nicholson gibi bir ustanın canlandırdığı karaktere, Nolan’ın da etkisiyle daha farklı bir açıdan yaklaşıyor, onu neredeyse bir anti-kahraman konumuna getiriyordu. The Dark Knight IMAX kameralarının da kullanıldığı kimi sahneleri, karakter gelişimi ve
elbette Joker karakteri ile türün modern klasikleri arasına girdi bile.
İkinci filmin finalinde Batman’in geldiği noktadan kahramanlığa dönüşünü anlatan The Dark Knight Rises ise ilk iki film kadar beğenilmeyecekti. Bale’in yine karakterin sıkıntılarını başarılı bir şekilde perdeye aktarabildiği kompozisyonunun yanında yeni serinin en güçlü kadın karakteri olarak Anne Hathaway önce Selina Kyle, sonra da Catwoman olarak karşımıza çıkıyordu. Filmin kötü adamı ise işi kas kuvvetiyle çözerken zekayı da ihmal etmeyen Bane idi. Nolan’ın seriden itina ile uzak tuttuğu Robin’le ilgili de filmin finalinde hoş bir sürpriz vardı. Karşımıza gelen film yine teknik açıdan son derece başarılı olsa da özellikle ikinci filmin etkileyiciliğinden uzaktı. Bunun yanında filmin kötü adamlarının yaptıklarının “Occupy Wall Street” hareketi ile paralellikler taşıması Nolan’ın daha önceki filmlerinde de zaman zaman etkisini hissettiren “yeni sağ” denebilecek politik kanada ait görüşlere fazla yakın olduğu yönünde de yoğun eleştiriler aldı. Son filmin görece başarısızlığına rağmen Nolan’ın Kara Şövalye üçlemesi çizgi roman uyarlamaları içinde iyi bir yerde yer aldı. Bir süre için yeni bir Batman uyarlaması olmaz derken bu ay gösterime girecek olan Superman v Batman filminin haberleri gelmeye başlamıştı bile. Ben Affleck’in Batman rolüne seçilmesi aktörü sevmeyenler tarafında ciddi bir tepkiyle karşılandı. Benim de şüphelerim var doğrusu ama en azından Alfred rolündeki Jeremy Irons’a inancım tam. Senaryoda yeri gelse, Batman kostümünü giyse yakışır…
Superman
1938 yılında yaratılan Superman de tıpkı Batman gibi öncelikle 1940 ve 50’lerin 15-20 dakikalık seri filmleriyle seyircilerle buluştu. 1948 yılında sinemalarda gösterilen ve 15 bölümden oluşan bu ilk seri Superman adını taşıyordu. 1950 yapımı ikinci seri yine 15 bölümden oluşuyordu ve Atom Man vs. Superman adını taşıyordu. Her iki seride de Superman’ı Kirk Alyn canlandırmıştı. Seride Lois Lane, Perry White ve Jimmy Olsen gibi bildik karakterlere de rastlamak mümkündü. Her ne kadar ilk serinin kötü karakteri Spider Lady isimli bugün pek aşina olmadığımız bir karakter olsa da ikinci seride Atom Man olarak tanıtılan karakter Lex Luthor’du aslında. Bu serilerde, özellikle animasyon tekniklerinden de faydalanılarak yapılan özel efektler bugünden bakınca epey amatörce duruyordu elbette ama o yıllar için belli bir çekiciliği de vardı.
95
1951 yılına geldiğimizde ise ilk uzun metraj Superman filmi karşımıza çıkıyor. 58 dakikalık süresiyle orta metraj da demek mümkün aslında. Superman and the Mole Men adlı bu filmde Kriptonlu kahramanımızı George Reeves canlandırıyordu. Reeves, bu filmdeki ve sonrasında gelecek olan televizyon dizisindeki rolüyle bir süre en tanınmış Superman olarak kalacaktı. Bu filmde bugün aşina olduğumuz Superman karakterlerinden sadece Lois Lane yer alıyordu. Filmin tonu benzer dönemde çekilen Batman serilerine göre daha ciddi idi. Film çok başarılı olmasa da sonrasında aynı oyuncularla çekilecek olan diziye yol açmıştı. George Reeves’in tekrar Superman kostümünü giydiği, Adventures of Superman dizisi 1952 yılında başlamış ve 6 sezon sürmüştü. İlk iki sezonu siyah-beyaz çekilen dizinin, sonraki sezonları renkli olarak çekilmişti (o yıllarda televizyon yayınları siyah-beyaz olduğu için ancak sonraki yıllardaki tekrarları renkli olarak seyirciye ulaştı). İlk yılların bölümleri tıpkı film gibi ciddi bir tonda olsa da giderek komedi seviyesi artmıştı. Her ne kadar Lois Lane’in yanında Jimmy Olsen ve Perry White gibi karakterler de dizide yer alsa da çizgi romanda yer alan Superman’in ezeli düşmanlarının neredeyse hiçbiri dizide yer almadılar. Dizinin kötü adamları genellikle gangsterler, çılgın bilim adamları ve Amerika’nın düşmanı olan ülkelerin ajanlarıydı. Her ne kadar 1958 yılından sonra da dizinin başka şekillerde devam etmesi düşünülse de 1959 yılında George Reeves’in şüpheli ölümü bu planların sonra ermesine yol açtı (Hollywoodland filminde George Reeves’in bu dönemini, bu ay gösterime girecek filmde Batman olarak göreceğimiz Ben Affleck’in canlandırdığı ilginç bir not olarak iletelim). 96
Ve geldik 1978 yılına. Bugün süper kahraman filmi dediğimiz bir tür varsa onun ilk adımı atan film bu yıl gösterime giren Superman’di. Özellikle Omen ile dikkat çeken Richard Donner’ın yönettiği filmde Clark Kent/Superman rolü Christopher Reeve gibi isimsiz bir aktöre verilmiş olsa da Lex Luthor olarak Gene Hackman gibi tanınmış ve yetenekli bir oyuncuyu görüyorduk. Superman’in babası Jor-El’i ise o yıllarda bu tarz bir filmden beklenmeyecek bir şekilde Marlon Brando gibi dev bir oyuncu canlandırıyordu (ki filmdeki rolü o kadar çok olmasa da yine o yıllar için rekor sayılabilecek bir ücret almıştı). Senaryo yazarları arasında The Godfather’ın yazarı Mario Puzo’nun da yer alması Warner Bros’un filme ne kadar önem verdiğini gösteriyordu. Filmin özel efektleri de o günler için çığır açıcı nitelikteydi ve bu dalda özel bir Oscar da almıştı. Bugün için Superman’in uçtuğu sahneler çok basit görülebilir ama aradan neredeyse 40 yıl geçtiğini ve bu filmdeki efektlerin bilgisayar denen teknoloji kullanılmadan yapıldığı unutulmamalı.
Tüm bu unsurları birleştiren Superman filmi çok büyük bir başarı kazandı. Filme çok güvenen Warner Bros, haksız çıkmamıştı. Filmin bu başarısı ikinci filmi de kaçınılmaz hale getirdi. Aslına bakılırsa yine bugünlerde sıkça gördüğümüz ama o
yıllarda çok rastlamadığımız bir yaklaşımla, proje iki filmlik bir projeydi ve eş zamanlı olarak çekilmeye başlamıştı. Nitekim ikinci filmin baş kötülerinden biri olan General Zod’un (Terence Stamp) ilk filmde çok kısa bir rolü olması da bunun göstergesiydi. İlk filmin yönetmeni Donner, bu filmi de çekecektir ama yapımcılarla arasında yaşanan problemler sonrası filmin büyük bir kısmının çekimlerini bitirmesine rağmen filmden ayrılır ve yerine Richard Lester getirilir. Lester, filmin büyük bir kısmını tekrar çekmek durumunda kalır ve Donner’ın çektiği sahnelerin büyük kısmını filmden çıkarır ya da çıkarmak zorunda kalır. Oyuncular da bu durumdan memnun kalmazlar. Hackman, Lester ile yeni sahneler çekmediği için onun sahnelerinde dublör kullanılır. Brando’nun yapımcılara dava açması sonrasında da onun bu film için çektiği sahneler tümüyle filmden çıkarılır. Zorlu yapım süreci sonrası 1980 yılında seyircinin karşısına çıkan film yine heyecanla karşılanır ve başarı kazanır. Özellikle General Zod, çok akılda kalıcı bir kötü adam olmuştur. Ancak bu film, başta hayal edilen filmden epeyce farklıdır. Yıllar sonra, 2006’da, Donner’ın çektiği sahneler onun denetiminde tekrar kurgulanır ve ortaya adeta bambaşka bir Superman 2 filmi çıkar.
İkinci filmin başarısı üçüncü filmi de kaçınılmaz hale getirir. Bu kez Richard Lester projenin başından beri yönetmen koltuğundadır. Bu nedenle çekim süreci sorunsuz geçer. Ancak bu kez yapımcılar filmin komedi dozunu arttırmaya karar verirler. Senaryodaki komedi unsurlarının yanında başrollerden biri de başarılı stand-up komedyeni Richard Pryor’a verilir. Başka bir film için doğru bir karar sayılabilir ama daha ciddi tondaki iki Superman filminden sonra bu yaklaşım seyircinin de eleştirmenlerin de filme mesafeli yaklaşmasına neden olur. Yine de Christopher Reeve’in kötü
Superman tiplemesi hiç fena değildir. Ancak film, ilk iki filmin yanında son derece az para kazanır ve Reeve’li Superman serisinin son filmi olarak görülür.
Ama tıpkı yıllar sonra yapılacak Batman serisindeki gibi üçüncü film kötü denirken 1987 yılında, tümüyle unutulmak istenen dördüncü film de gelecektir. Bu kez filmin yönetmeni ile birlikte yapımcıları da değişecektir. Yönetmen koltuğuna Sidney J. Furie otururken Christopher Reeve, çok da gönüllü olmasa da bir kez daha Superman olur. Gene Hackman da bir filmlik aradan sonra seriye geri döner. O yıllarda çokça tartışılan nükleer silahlar konusunu ele alan senaryo ne ilk filmlerdeki kadar başarılıdır, ne de üçüncü filmin görece iyi mizahını yakalar. Yeni stüdyonun bütçede kesintiye gitmesi filmin özel efektlerinin de kötü olmasına yol açınca ortaya tüm zamanların en kötü filmleri listelerinde yer alan bir film çıkar. Her ne kadar serinin finali iyi gelmese de Christopher Reeve bu filmler ile bugün bile Superman imgesinin cisim bulmuş hali olarak ilk akla gelen kişidir. Ne yazık ki süper kahraman imgesini filmler dışında özel yaşamında da sürdüren bu güzel insan, 1995 yılında attan düşmesi sonrası ciddi bir felç geçirmiş, 2004 yılında, sadece 52 yaşında hayatını kaybedene kadar tekerlekli sandalyeye mahkûm kalmıştır. Bu vesileyle, özellikle bizim kuşağımızın çocukluğunun bu unutulmaz kahramanını bir kez daha sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. Superman karakteri sinema perdesinden uzunca bir süre için uzak kalsa da sevenlerinin televizyonda bol bol görme fırsatı vardı. 1988-1992 yılları arasında 4 sezon boyunca süren Superboy
97
Son derece başarılı olan Smallville dizisi devam ederken yeni bir Superman filmi de gündeme gelir. Yönetmen koltuğuna süper kahraman filmlerindeki başarısını X-Men ile ispat eden Bryan Singer getirilir. Uzun tartışmalar sonrasında Superman rolü yine isimsiz bir aktör olan Brandon Routh’a verilirken eski Superman filmlerinin geleneği takip edilerek Lex Luthor rolü için de Kevin Spacey seçilir. Singer filmi bir yeniden çevrim olarak değil, eski Superman dizisinde karakterin genç hali ile karşılaştık. Çizgi filmlerde bolca gözükse de kanlı-canlı bir Superboy ilk kez seyirci karşısına çıkıyordu. Dizi çok büyük bir başarı olmasa da sevenlerini tatmin eden bir yapım olarak görüldü. Dizinin kadrosunun ilk sezon sonrası önemli değişikliklere uğradığını not olarak düşelim. Hem Clark Kent/Superboy, hem de Lex Luthor’u canlandıran oyuncuların değişmesi ciddi bir dezavantaj olsa da dizi 3 yıl daha yayın hayatına devam edecekti.
Bu dizinin bitmesinden hemen sonra yetişkin Superman yine 4 sezonluk bir diziyle sevenlerinin karşısına çıkacaktı. 1993-1997 yılları arasında süren Lois & Clark: The New Adventures of Superman dizisi adından da anlaşılabileceği gibi çoğunlukla Lois ve Clark’ın ilişkisine odaklanıyordu. Elbette Superman yaşadığı ilişkinin yanında pek çok suçla da mücadele ediyordu. İlk sezonun ana kötüsü Lex Luthor’ken diğer sezonlarda farklı kötüler de işin içine dâhil oluyordu. Her ne kadar çok uzun süreli bir dizi olmasa da özellikle başrollerdeki Dean Cain ve Teri Hatcher’ın uyumları fanlar tarafından çok başarılı bulunmuştur.
98
2001 yılında ise şu ana kadar en uzun süren Superman dizisi başlar. 10 sezon sürecek olan Smallville, Clark Kent’i güçlerini yeni yeni keşfetmeye başlayan bir lise öğrencisi olarak alır ve artık tüm güçlerinin farkında olan yetişkin bir adam olarak bırakır. Dizinin yapımcıları Alfred Gough ve Miles Millar, önceki filmlere ve çizgi romanlara yaptıkları göndermelerle Superman mitolojisine son derece hâkim olduklarını 10 sezon boyunca gösterirler. Clark Kent karakterini canlandıran Tom Welling rol için çok iyi bir tercihtir. Hatta dizi bittikten sonra Welling’in sinema filmlerinde de Superman’i canlandırmasını isteyen pek çok fan vardır ama bu durum gerçekleşmez. Genç Clark Kent’in ilk aşkı olarak en baştan beri dizide yer alan Lana Lang adım adım yerini Lois Lane’e bırakır. Michael Rosenbaum’un canlandırdığı Lex Luthor ise belki de tüm Superman film ve dizilerindeki en iyi yazılmış Lex Luthor’dur. Clark’ın arkadaşlığından can düşmanı olmasına kadar geçen süreci çok iyi yansıtır. Daha önce hiçbir çizgi roman ya da dizide yer almayan, bu dizi için yaratılmış, Clark’ın en iyi arkadaşı Chloe Sullivan da giderek dizinin en önemli unsurlarından biri haline gelir.
filmlerinin devamı olarak kurgular. Filmin adının
Luthor olsa da bu kez General Zod kötü adam
Superman Returns olması da bundan kaynaklıdır.
olarak öne sürülür. Film eleştirmenler tarafından
Senaryo üçüncü ve dördüncü Superman filmini
farklı yorumlarla karşılanır. Seveni kadar sevmeyeni
yok sayarak, ikinci filmdeki olaylardan sonra
de vardır. Snyder’in özellikle finale doğru öne
Superman’in beş yıl boyunca ortadan kaybolduktan
çıkan fazlasıyla gösterişçi tarzı eleştirilerin önemli
sonra dönüşünü anlatır. Kağıt üzerinde her şey
noktalarından biridir. Fanlar arasında da durum çok
güzeldir, fena da eleştiriler almaz ama film bir şekilde
farklı değildir. Filmin ilk hafta sonu hasılatı çok iyi
seyirci ile istenen iletişimi kuramaz ve Warner Bros’u
olsa da ikinci hafta ciddi şekilde düşer. Yine de film
tatmin etmez. Bunun üzerine proje aşamasındaki
için, tam bir başarı ya da başarısızlık yorumu yapmak
devam filmlerinden vazgeçilir.
zordur ama en azından Warner Bros’u devam filmi
Süper
kahramanların
birbiri
ardına
yapacak kadar tatmin etmiştir.
beyazperdeye geldiği günümüzde Superman’in
Superman için bir devam filmi beklenirken
uzun süre beyazperden uzak kalması beklenemezdi.
Zack Snyder’in devam filminde Batman’in de olacağı
Nitekim çok vakit kaybetmeden yeni bir film projesi
açıklaması herkesi heyecanlandırır. Henry Cavill,
için adımlar atılmaya başlanır. 2013 yılında gösterime
bir kez daha Superman olacak, Man of Steel’in ana
giren Man of Steel filminin yönetmen koltuğuna
oyuncu kadrosu da yeni filme taşınacaktır. Bu kez
Zack Snyder oturur. Kariyerinde inişli çıkışlı filmler
filmde Lex Luthor da yer alacaktır ve onu da Jesse
olsa da Snyder’ın iyi bir senaryo ile çizgi roman
Eisenberg canlandıracaktır (tıpkı Ben Affleck gibi
estetiğini başarılı bir şekilde kullanan filmlere imza
tartışmalı bir seçim). Üstelik filmde DC Comics’in
atabildiği bilinir. Warner Bros, Dark Knight serisinin
Superman ve Batman’in ardından üçüncü büyük
başarısından sonra filmin yapımcılarından biri olarak
süper kahramanı Wonder Woman da yer alacaktır.
da Christopher Nolan’ı belirler. Filmin öyküsünde
Marvel evreninin çok başarılı ortak filmlerinden
de payı olan Nolan, özellikle filmin ilk kısımları için
sonra DC nihayet Justice League için ilk adımı
yine ayakları yere basan bir ton belirler. Superman
atmıştır.
rolü için her zamanki gibi pek çok isim konuşulur
Aquaman ve Flash gibi karakterleri de
ama neticede Henry Cavill seçilir. Cavill, bu rol için
göreceğimiz Justice League filmlerinin 2017 ve
seçilen ilk Amerikalı olmayan oyuncudur (daha
2019’da gösterime gireceği kesinleşti bile. Şimdilik
önce, Superman Amerikalı bir kahramandır diye
bize düşen, bu ayın sonunda gösterime girecek
reddedilen İngiliz oyuncular olduğunu biliyoruz).
olan Batman v Superman: Dawn of Justice filmini
Superman denince ilk akla gelen kötü adam Lex
beklemek. Şimdiden iyi seyirler.
99
Öykü: Tuğba TURAN İllüstrasyon: Işın TOKOL
Öykü
Onun Adı Malala Malala Yusufzay; Pakistan'ın kuzeyinde, Taliban'ın güçlü olduğu Svat Vadisi'nde yaşarken, eğitim ve kadın hakları konularındaki aktivistliği nedeni ile Taliban tarafından başından ve boynundan kurşunlanan, hayatta kalan ve 17 yaşında Nobel Barış Ödülü alan genç kadın... [Önnot: Bu hikayede adı geçen tüm iç savaş, terör örgütü, şehir ve kahramanlar hayal ürünüdür. Dünya asla bu kadar kötü bir yer değil. İnanın bana...] Babam ben küçükken ölmüş. Babamın babası yani dedem yalnız bırakmamış annemi ve beni, çünkü bir de küçük erkek kardeşim varmış. Ama annemi amcam ile evlendirmek istemiş. Benim memleketimde böyle bir gelenek varmış. Annem karşı çıkmış. Öyle olunca her gün dayak yediği yetmiyormuş gibi bir de evlenmek istemediği adam ve kayınpederi tarafından mütemadiyen tecavüze uğramış. “Sen dulsun, bunu istersin” derlermiş. Fena. Annem zamanla ağlamaktan ve yememek içmemekten bir deri bir kemik kalmış. Kapı aralarından sığar, yatakla yorgan arasında bir çarşaf gibi yatarmış. Ellenecek yeri kalmayınca onu kendi haline bırakmışlar. O da bir gün nefes almayı bırakmış. Bir gölge olmuş. Sıra tam bana gelecekmiş ki, o zamana kadar anneme baka baka şartlara uyum sağlamayı öğrenmişim. Benim adım Gölge. Gücümü güçsüzlükten, yok olmaktan, görünmemekten alırım. Ailem yok. Artık güçlüyüm ama annemi yok olup gitmekten kurtaramadım. Bir erkek kardeşim var. Asla herhangi bir şeyin gölgesinde kalmak istemez. Hele bir Gölge’nin gölgesinde hiç. Adı Güneş. Sürekli parlar ve mütemadiyen yanar. Gidip dünyanın en çok ateşe verilen bölgesinde bir yangın da kendi yakmak için PISIS’a katılmış. Pis işlerle uğraşırdı zaten hep. 'PISIS ne?' 100
derseniz ben diyeyim terörist grup, siz deyin öfkeli Sünni gençler... Her neyse, lisedeyken kardeşimi her türlü beladan ben kurtarmışımdır hep. Koca adam oldu arkasını hâlâ ben mi toplayacağım! Casablanca’daydım. Dünyanın en büyük ikinci camii olan Atlantik kıyısındaki II. Hasan Camii’nin avlusunda 80.000 kişiyiz. Ezan okunuyor: “Allah-u Akbar!” Telefonum çalıyor. Bilinmeyen numara. Hayra alamet değil. Açıyorum. Kardeşim bana büyük bir heyecanla Muriye'deki Mıdlib yakınlarında bulunan bir PISIS kampında ateş hattının çok yakınında olduğunu söylüyor. Orada PISIS’lilerin elinde 100 kadar kadının çeşitli amaçlarla tutsak tutulduğunu, boyun eğmeyenlerin akibetinin… "Kısa kes" diyorum. "Tam olarak neredesin?" Gerekli bilgileri sadece ikimizin bildiği mail adresine kriptolu bir mesajla atacağını söyleyip kapatıyor. Kripto=Lisbeth Salander. Lisbeth=Kripto. Benim korsan arkadaşım. Ama o İsveç'te, ben Fas’tayım. Buradan Mıdlib'e ulaşmak için Batman’in Batmobili lazım. Ama o, ateş altındaki bir bölgeye girmek için çok fantastik bir araç. Bu ise gerçek hayat. Tek başınayım. Karanlıklara sızma yeteneğimi sonuna kadar kullanarak yol haritasını oluşturuyorum. Casablanca’dan üç saatte Tel-Aviv oradan kuzeye Beyrut’a, sonra Lattaika derken Mıdlib’e varıyorum. Askeri kargo uçakları gizli seyahat için mükemmel. Hem bedava, hem sıkıcı hostesler yok. Şehirdeki otel denemeyecek kadar virane ama tek otel tabelası olan binaya yerleşmeden önce içeri sızıp durumu tetkik etmeliyim. Bir bakıyorum içeride Mona Meltahawy! 101
Doğum yeri olan Mısır’da yedi yaşına kadar yaşadıktan sonra ailesiyle İngiltere’ye gitmiş. On beş yaşında iken Suudi Arabistan’a yerleşince kendini daha o yaşta kadın hakları ve özgürlüğü savunucusu olarak bulmuş. Kitabının adı “Headscarves and Hymens: Why the Middle East Needs a Sexual Revolution - Başörtüleri ve Kızlık Zarları: Neden Ortadoğu’da bir cinsel devrim gereklidir?” Bu kitap bu isimle Türkçe’ye çevrilmiş olsa Playboy’larla aynı rafta sansürlenir. Çünkü bizim ülkemizde, biri olmazsa diğeri de olmaz diye düşünülen başörtüsü ve kızlık zarı, aynı cümlede kullanılamaz. Mona’nın konuşmalarına yakından kulak veriyorum: Tutsak edilmiş 100 kadın? PISIS? Mıdlib’in kuzey bölgesi? Nasıl yani? Mona’yı yakın markaja aldım. Artık Mona’nın Gölge’siyim. Hey o da ne? Bir de Türk gazeteci damlamış bizim virane otele! Erk Macarer! Buraya tatil için gelmediği kesin. Ufak bir operasyonla onun da aynı bilgiyi edindiğini ve haber peşinde olduğunu anlıyorum. Gece Mona ve Erk’in kapısının altından birer not ve koalisyon güçleri benim odamda iş başında! Herkes şaşkın. Ben kardeşimi ele veremiyorum, onlar da bilgi kaynaklarını... Ama istihbarat üçümüzde de aynı yönde. Bir şekilde PISIS kampının içine sızılacak, kadınlar serbest bırakılacak. Ve gizlice dışarı kaçırılacak. 100 kadın? Hızlıca? Ne ile? Ne kadar uzağa? B planı olan var mı? Etraf karanlık. Ben karanlık. PISIS kampı uzaktan gelen tek tük çatışma sesleri hariç sessiz. Mona ve Erk kadınların içeride tutulduğu hangara sızmayı başarıyorlar. Çarşaf giymenin bir numaralı faydası: Eğer erkekseniz her yerde gizlenebilirsiniz! Siz yine de evde denemeyin. Ben de Gölge olup mühimmat deposuna sızacağım. Bazı şeyleri etkisiz hale getirmem lazım. Ama önce kardeşimi bulmalıyım. En azından bir silahlı yoldaşımız olur! Her yer zaten karanlıksa bir gölge olmanızın hiçbir kıymeti yoktur. Tam kardeşimle buluşacakken yakalanıyorum. Aile bağları yüzünden koca bir hangarda 100 kadın, Mona, Erk, Gölge ve Güneş 102
tutsak! Etrafımız yüzlerinde siyah maskeler, ellerinde makineliler olan PISIS militanlarıyla çevrili. Kardeşim ihanetten kellesini yitirecek de bize ne olacak Allah bilir! “Allah-u Akbar!”
BATMAN! Ve Lisbeth Salander? N-n-n-nn-nasıl yani? Hava aracı uçak kadar büyük ama helikopter gibi inip kalkabiliyor. Senin bunun için ehliyetin var mı Batman? O değil de? Siz? Beni? Burada? Nasıl buldunuz?
Rüya görüyordum. Fas’ın Casablanca şehrinde dünyanın ikinci büyük camiinin avlusunda 80.000 kişi idik. Şimdi dünyanın ikinci büyük terör pardon öfkeli grubunun elinde 104 kişiyiz. Camide olsak da başımız kesilecek, hangarda olsak da… Allah’ın adına kalkan eller kan ile inecek. Karşı gelmeye kimsenin gücü yetmeyecek.
“Benden habersiz kriptolu mail alabileceğini mi sanıyorsun?” diyor Lisbeth. Akıllı şey. Aslında bilgisayar korsanı. Ama iyi ki öyle. Batman’a gelince ukala. Yeni hava aracını deniyormuş. Gotham’daki kötü adamları tutuklayalı beri hiç heyecan yokmuş oralarda! Burada heyecan hiç bitmez dedim. Mortadoğu’ya hoş geldin!
Silah sesleri. Otomatik. Filmlerdeki gibi. Yere yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaat!
Batman’in heyecan arayışı PISIS’ın elinde hapsolmuş 100 bahtsız kadının, Mona, Erk, ben, kardeşim ve İvan’ın adamlarının hayatını kurtardı.
Kapı gümledi. Kim? İvan Drago? Ve adamları? "Benim süper kahramanım o!" diyor Mona. “Onu ben çağırdım!” Apollo Creed’i bir yumrukta öldüren ama en sonunda Rocky’ye yenilen Rus devi. Rasputin geleydi daha iyiydi! Neyse bana ne. Adam kaslı. Daha iyisi otomatik silahlı. Hangarın içinde ve yakınında canlı PISIS’li kalmadı. Eeee ne demişler, böbürlenme PISIS, senden büyük Rusya var. Rusya bizim dostumuz muydu düşmanımız mıydı? Hani bayır bucak demeden bombalıyordu her yeri. Şimdi sırası mı? Dayan biraz. Çirkin terörist yoktur, az votka vardır. Ya da az petrol? Koş koş koş koş koş koş koş koş koş koş! Bu hangardan, bu kamptan, bu şehirden, bu dünyadan koşarak uzaklaşalım! Ne mümkün! Helikopter sesi. Arapça bir şeyler diyor. Üzerimize tuttuğu ışık da cabası. Mona’nın tercüme etmesine gerek yok. Dua etmediği kesin. Ama siz son duanızı edin beyler ve bayanlar! Derken helikopterin pervanelerine giden hava akımını alt üst eden büyüklükte bir şey geliyor. Bir hava aracı. Daha kuvvetli bir ışık. Ve daha kuvvetli bir ses: “Teslim olun ve tutsakları bırakın. Yoksa kampınız yerle bir edilecek!” Herkes bir “Bismillah” çekiyor. İvan bile. UFO görmüş masum köylüleriz. Üçüncü türden yakınlaşmalar. Kim bu üçüncü tür?
Kadınlar mahpus... Kadınlar mazlum... Kadınlar mahkum... Kadınlar mahrem... Kadınlar mahrum... Gidecek yerleri yok. Medeni ülkeler vergi alamayacağı, gebeliğini kontrol edemeyeceği, çocuğunu eğitemeyeceği göçmenleri ülkesine sokmak istemiyor. Eğitim seviyesi düşer sonra. Benim ülkem gibi ülkeler ise, 100 kişilik metrobüsün karnına tıkışa tıkışa 150 kişi sığışmamız gibi şiştikçe şişiyor savaş mültecileriyle. Ne bir çözüm, ne bir eğitim, ne bir sağlık, ne bir çalışma politikası var. Demokrasiyi sandıkları kaldırdık
Kadın Malala... "Bir sürü gönüllü lazım oluyor" diyor. "Okul yüzü görmemiş kız çocuklarını eğitiyoruz. Küçük çocuklara annelik yapacak bir sürü kadın lazım. İç savaşlar nedeniyle çok çocuk yetim." Kadın mağrur… Hava aracından inmeden önce Mona, Erk Macarer’e dönüp soruyor: “Sizin ülkenizde haber yapan gazeteciler tutuklanıyor iken sen nasıl bunun haberini yapacaksın ki?” “Korkunun ecele faydası yok Mona. Gölgesinden bile korkan birini Gölge gibi takip etmekten başka çaremiz yok. Pes etmeyeceğiz…” Ben, Lisbeth ve kardeşim Güneş’e gelince… Kardeşime “Bir daha asla seni gözümün önünden ayırmayacağım” diyordum ki, Batman araya giriyor: “Bu genç adamla başa çıkmak senin harcın değil Gölge. Ama silah tutuşuna bakılırsa ona GCPD'de (Gotham Emniyet Teşkilatı) ihtiyaç var. Ayrıca ben de yanıma bir çırak arıyorum. Terörle mücadelede, terör için savaşmış bir adamdan daha iyi ne olabilir ki? Ama sana önce Anglosakson bir isim bulmamız lazım ki seyircinin dili dönsün. Meselaaaaaa?” “Robin?”
Üstüne göçmenler yükledik Açmasın kimseler diye Gecekondu üstüne gecekondu ekledik Uydu mu? Uysa da oldu, uymasa da. Batman, kadınların yarısını Gotham’a götürebileceğini söyledi. Şehrin en büyük hastanesinin çamaşırhanesinde çıkan yangında pek çok kadın işçi hayatını kaybetmiş. Kadın maktul… Bu kadınlar onların yerine işe alınıp en azından insan gibi para kazanıp yaşayabilirler belki. Kalan yarısını Mona ile Pakistan'a bıraktık. Orada çok genç bir kadınla buluşacaklar.
“!?!?!?!??!” Lisbeth’in, Batman’in kulağına fısıldadığı cümle, hava aracında duyduğum son söz: “Alfred’e sevgilerimi ilet.” Kendimi uçsuz bucaksız Atlantik okyanusunun üzerinde sky-diving yaparken buluyorum. Peşimden Lisbeth seğirtiyor. Paraşütleri açıp II. Hasan Camii’nin avlusuna indiğimiz anda okunmakta olan öğle ezanını müteakip, camiinin içindeki 25.000 kişi, Rahmanve-Rahim-esirgeyen-ve -bağışlayan- Allah'a secde ediyorlar: “Allah-u Akbar!”
103
104
105
106
107
Öykü: Öznur Vigor Filth Baycan
Öykü
Peşimdeki Gölge Boynumda nefesiyle karışık dudaklarının ıslaklığını hissedene kadar her şeye karşı çıkabilir veya itiraz edebilirdim. En zayıf noktamdan yakalamıştı beni şeytanın ruhu. Kulağıma fısıldadığı en tatlı sözcüklerle ruhumu okşamasından ziyade, elleriyle kalçalarımı sıkıca kavrayıp kendine çekmesi daha çok etkilemişti benliğimi. Sadece tenimle karşısındaydım. Her dokunuşu kendimden geçiriyordu beni. Kontrolü ele geçirme isteğim artıyordu. Kendimi sandukanın üstüne savrulurken buldum. Ayaklarımın parmaklarını tek tek öpüp yalamaya başladığında ise artık her şey için çok geçti. Teslim olmuştum… Sıradan günlerin haliyle bezenmiş başka bir güne uyanmıştım o sabah. Tek fark İstanbul’a yol alıyor olmamdı. İstiklal’e gidecek, biraz yürüyecek ve belki eski dostlarımdan birini çağırıp birer kahve içecektim. İki saatlik yolculuğumun ardından indiğim otogarda anlamaya başlamıştım İstanbul’un kalabalık bir kent olduğunu. Çıktığım yolculuğumda İstanbul’u seçmemdeki sebebin ne olduğunu hiç bilmiyorum… Belki de okuduğum Beyoğlu Rapsodisi’nden etkilenmiştim, belki de eski İstanbul fotoğraflarından düşlediğim bir dünyanın içine girmek istemiştim… Bunlar sadece bir düştü; İstanbul’u ve O’nu görene dek. Karaköy’ün Yüksek Kaldırım’dan inip Bankalar Caddesi’ne girdiğimde, biraz ilerde sağda rastladığım Kamondo Merdivenleri… Zamanın en varlıklı Kamondo ailesinin yaptırdığı merdivenlerin estetikliği göze çarpan ilk şeydir burada. Merdivenin ilk basamağına çıktığımda sanki ilk yapıldığı
108
o senelerin içindeymişim gibi hissetmiştim. Durmadan yürümek istiyordum. Etrafımı saran günümüz binalarına aldırmadan sanki 1800’lü yıllarına ait merdivenlerden yukarıya çıkmıştım. Nefesim kesilmişti ki karşımda Avusturya Lisesi duruyordu. Artık durmak istemiyordum… Sanki yolun sonunda beni bekleyen bir sevgili vardı, sanki ona kavuşacak olmanın heyecanı sarmıştı beni. Kuledibi ve sonunda Galata Kulesi’ne ulaşmıştım… Zirveyi gören dağcılar misali kendimle gurur duymuştum. Beyoğlu’nun Aslı Han’ında kitapların ruhunu koklarken sahafın gelip benimle konuşmasıyla yalnız gezginliğim sona ermişti. Konuşulacak çok şey, görülecek çok yer vardı. Bana eşlik eden bu adamı tanımıyor olmak önceleri rahatsız etse de sonrasında kendimi ve endişelerimi bir odaya kapatıp düşünmeden sadece yaşıyordum. Siyah beyaz fotoğrafların içine dalmıştık. Bir sahafın yeri her daim etkilemiştir beni. Eski objelerin, siyah beyaz fotoğrafların, kim bilir kaç kişinin dokunduğu o kitaplar nelere şahitlik etmişti. Büyülenmemek elde değildi. Hem kendisinden hem de sahip olduğu bu yerden çok etkilenmiştim. Bir kadını nasıl heyecanlandıracağını da iyi biliyordu ve ne yazık ki ben de bunlara kanmak istemiştim. Yüz ifadelerini keskinleştiren sakalları, onu olduğundan daha erkeksi gösteriyordu. Keşfetmek arzusuyla doluyordu içim… Mimikleri ve bana attığı ufak bakışlarda bir hainlik vardı, bu bakışlarda beni deli eden arzuyu bulmak istemiştim. Beni altında
109
inletmek için yapması gereken tek bir şey kalmıştı geriye. Davet... Evine gitme teklifini de sorgulamadan kabul etmemin sebebi buydu; o büyüye kapılmak… Beyoğlu’nun sokaklarından geçip Cihangir’in bayır yukarı Arnavut taşlı sokağında hızlı adımlarla ilerliyorduk. Nefes nefese kaldığımız anda durup kahkaha atmıştık. Neydi bu acele? Sevişmeyi istemek bu denli tutkulu olabilir miydi? İç seslerim çığlık atıyordu, duymamak için kendimi farklı şeylere yönlendiriyordum. Nihayet gelmiştik. O dev kapılı apartmanın kapısı benimle konuşuyordu sanki. “Girme içeri” dercesine sert bakışları olan yeniçeri askeri gibiydiler. Apartmanın nezih bir hali vardı. Saat çok geç olmamasına karşın dairelerinden ses seda çıkmıyordu. Basamakları çıktıkça daha da heyecan sarıyordu içimi. Apartmanın girişinde yaşadığım, beni geride tutan hissiyat içimdeki heyecanla çatışıyordu basamakları çıktıkça. En üst kata geldiğimizde adamın suratındaki sabırsızlık okunabilir haldeydi artık. Apartmanın en üst katında oturuyordu. Evin içine girdiğimizde fark etmiştim çatı katında olduğumuzu. İçeriden merdivenleri vardı, alt kattan da giriş yapılabilirdi en nihayetinde. Neden içeriye alt kattan girmemiştik ya da neden alt katta değildik? İç seslerim kulağımı çınlattığı sırada yüz ifademdeki eğlenceli, kendinden geçmiş gülümsemelerim yerini tebessüme bırakmıştı. Korktuğumu belli etmeme çabalarımla birlikte etrafı incelerken ona yakalanmak da istemiyordum. Yerlerde duran küçük kolilerin içinde sanırım siyah beyaz fotoğraf arşivi yer alıyordu. Küçük ve el yapımı tahta kutuları çalışma masasının üstündeydi. Feriköy antika pazarından aldığını söylediği eski bavulları yatağının hemen yanında
110
üst üste duruyordu, her an kaçıp gidecekmiş havası veriyordu yatak odasına. Antika değeri olan kılıçları düz duvara çapraz asılmıştı. Eğer sahaf tanıdıklarınız varsa bu tarz görüntülere alışıksınız demektir. Ben de yadırgamamıştım gördüklerimi. Lakin alt katta ne olduğunu merak ediyordum. Çatı katında sadece yatak odası ve banyosu olan klasik mimari yapılı bölümdü. Mutfağın alt katta olabileceğini düşünerek, susadığımı ifade ettiğimde bana hazır su paketlerinin yer aldığı dolabını işaret etmişti. Su paketlerinden birini almak için uzandığımda dolabın yanından merdivenlerin sahanlığına bakma fırsatım olmuştu. Ne yazık ki bu anlık görüş dişe dokunur hiçbir şey kazandırmamıştı bana. Merdivenlerin bakımsız ve gözle görünür şekilde tozlu olduğundan başka bir şey görememiştim ama bu detay biraz da olsun içimi rahatlatmıştı. Yatağına uzanmış bana bakıyordu. Ben ise çalışma masasındaki sandalyesini çekip karşısına geçmiştim. Ailesi ile olan sorunlarından bahsetmeye başlamıştı. Babası dört yıl önce kanserden ölmüş, annesi Niğde’de baba ocağındaki kız kardeşiyle birlikte yaşıyormuş, ağabeyleri ise İstanbul’da olmasına rağmen haftada birkaç kez bir araya gelebiliyorlarmış, küçük iki erkek kardeşiyle birlikte bu evde yaşadıkları halde görüşmüyorlarmış. Alt kat onlara aitmiş, yemin ettiği için inmiyormuş aşağıya. İnanmış gibi yapıp teselli ettim. Yatağa oturup elini omzuna koyduğumda kafasını kaldırıp bana baktı. Üzgün bir havası olmasına rağmen gözlerinde şehvetli bir pırıltı vardı. Omuzundaki elimden cesaret bulup elini dizimin üstüne koyduğunda kendimden geçme arzum beni ele geçiriyordu artık. Bakışlarımla vücudumu teslim ettiğimi hissettirmek istiyordum ona.
Sevişiyorduk. Yarı çıplak bedenlerimizle birbirimizin
mahremine
dokunmanın
tadıyla
kendimizden geçerken; düşündüğüm tek şey, evin alt katında birilerin olup olmadığıydı. Zevkten çıkarttığım inleme seslerimin kimse tarafından duyulmasını istemiyordum.
Bulunduğumuz katın çıkış kapısına doğru koşarken karşımda üstü başı kan olmuş iki adam belirmişti. Alt kattaki kadının çığlıklarına katılmıştı benim de sesim, kimse duymadı. Ses tellerim koparcasına bağırıyordum, tekmeler atıyordum ama kimse sesimizi duymadı. Yedi katlı apartmanın
Kulağıma eğilip en çok yapmak istediğim
girişindeki insanlar da mı duymuyordu? Ne
şeyi sorduğunda harekete geçip onu sandalyeye
yapmam gerektiğini bilmiyordum bile. Sevişmek
bağlamıştım. Kucağında kıvrılan kalçalarımı izliyor
için geldiğim bu evde adamın kollarına zevk için
ve onlara dokunmak için daha da deliriyordu.
değil, acı ve işkence için teslim oldum. Gözlerindeki
Yüzündeki ifadeden zevk aldığını anlamıştım.
o vahşet kendini tamamen belli etmişti artık. Hırçın
Önünde diz çökmüştüm. Elimle önce dokunuyor,
bir el hareketiyle bileğimi kavrayarak kendine çekti.
sonra
öpüyordum
O kadar korkuyordum ki iki adamı da tedirgin
bedenindeki sertleşen uzvunu. Gözlerinde şehvete
bir şekilde izlediğim sırada göğsümü yakalayıp
ait olmayan parıltılarla bakıyordu bana. Korkularım
koparmak istercesine ezdi avuçlarının içinde.
dilimin
ucuyla
yalayıp
boğazımı düğümlemeye başlasa da aldığım zevki durduracak kadar bilincimi kontrol edemiyordum. Avuçlarımın
arasındayken
Çok
merak
ettiğim
alt
kata
doğru
sürükleniyordum artık. Son merdiven basamağını
yönetmek
da geride bıraktıktan sonra sol tarafımızda büyük bir
istediğim beden kadar kendimi de teslim etmeme
salon bizi karşıladı. Yerde kanlar içinde yatan, siyah
izin vermeyen bilincimin de kölesiydim artık. Bilincim
ve kıvırcık olduğunu tahmin ettiğim saçları dağılmış
bana gözümü dört açmam için sırtımdan iğnelerini
kadın beni fark ettiğinde kahkaha atmaya başladı.
saplıyordu. Sırtımda hissettiğim yanmayla karışık
Kahkahalarının arasında anlayabildiğim “Sıram
karıncalanmalar giderek arttığında ise sevişmekten
geldi.” cümlesiydi. Attığı kahkahayı bitiremeden
değil, korkudan kalbimin hızlıca attığı gerçeğiyle
uzun boylu, ince sesli olan adam ağzına tekme
artık yüzleşmiştim. Çünkü aşağıda kopan acı çığlık
atmıştı. Diğeri ise kadının saçlarını tutup bayıltana
karşısında üç dört saniye duraksamıştım.
kadar başını yere vurdurmayı sürdürdü.
Ayağa kalkıp elleri bağlı karşımda oturan
Ellerim,
ayaklarım,
ağzım
bağlıydı.
adamın yüzüne baktığımda telaş içinde olması beni
Korkuyordum lakin bir şekilde de soğukkanlı olmam
tedirgin etmişti. Küfürler ediyordu, bir yandan da
gerektiğini düşünerek hareket etmeden sadece
bağlandığı sandalyeden kurtulmaya çalışıyordu.
olanları izliyordum.
Ben ise sadece ayakta dikilmiş izliyordum.
Fikirler
üretiyordum
kendimce.
Kadın
Can havliyle bağırıp yardım isteyen kadının
ticareti aklıma ilk geleniydi, sonrasında uyuşturucu
sesi kendime getirmişti beni. Eşyalarıma doğru
ticareti olabilir fikirleri geçti aklımdan. Lakin iki
ilerleyip bir an evvel evden kaçmak istiyordum.
fikri de elemiştim. Kadın ticareti olsa bedene zarar
Çıplak olmak umurumda bile değildi. Onu çözmem
verecek şeyleri yapmaları mantıksız olurdu. Kadının
için bana bağırması, beni bu düşüncemden
uyuşturucu kullanıp kullanmadığını anlamakla
alıkoymamıştı bile. Etrafa dağılmış kıyafetlerimi
meşguldüm yattığım yerde. Beni becermek isteyen
ve çantamı elime alarak odadan dışarı çıkmıştım.
adam ise üstüne geçirdiği kıyafetlerini düzelterek
111
iniyordu merdivenlerden. Bağırıyordu diğerlerine. Tüm planını bozmakla ilgili suçlamalar yağdırıyordu. İkisini de evden kovdu, itiraz etmediler. Sessizce çekip gittiler evden. Nedenini bilmediğim bir rahatlama hissediyordum. İki kadına karşılık bir adam ne yapabilirdi ki? Üstelik ben bağlarımdan kurtulmanın yolunu bulmuşken... Yanıma gelip dizlerini yere dayadı. Beni kaldırıp duvara yaslatarak oturmamı sağladı. Bana karşı hiçbir öfke belirtisini göremiyordum, öyle ya herhangi bir şey yapma gereği duymadan geçip gitmişti. Bayılan kadının yanına gitmişti ve su dolu kabı alıp yüzünü yıkadı. Sesi öyle tiz çıkıyordu ki bağırma seslerini hatırlamak hala beynimi kemiriyor. “Bana çok zorluk çıkarttın, sıran geldi. Şimdi izlediğin şeyleri tek tek yaşayacaksın küçük bakirem.” Kadını masaya yatırdı. Önce saçlarını elleriyle tutup hızlıca çekerek koparttı. Saçıyla beraber derisini söküp çıkarmıştı bedeninden. Dövmeye ve elindeki jiletle kesikler atarak devam eden işkence görüntüleri kanımı dondursa da aklım bağlarımı çözmekle meşguldü. Nihayet başarmış ve çözmüştüm. Geriye nasıl kaçacağım sorusu kalıyordu. Öylesine dalmıştı ki kadının bedenini kanlar içinde bırakmasına karşın durmuyor ve bu görüntüden zevk alıyordu. İlk fırsatta kendimi merdivenlere attım ve hızla merdivenleri tırmandım. Kapıyı açıp çıkmamla
112
beraber daldığı o işkence dolu zevklerden ayılması bir olmuştu. Ardıma bile bakmadan merdivenlerden inerek dış kapıya gelmiştim. Sesini duyuyordum… Yaklaşıyordu. Kötü bir kâbusun en nefes kesen bölümünde olduğumu sanıyordum… Sanki birazdan uyanacak ve bu bir rüyaymış diyerek sevinecektim… O apartmanın merdivenlerini inerken sanki kötü bir film sahnesini karşıdan izliyor gibiydim… Sanki kaçan kişi ben değildim… Ruhum bedenimden ayrılmışçasına algısız hareket ediyordu. Yönetemiyordum. Demir kapıyı da açmış ve sokağa adımımı atmıştım artık. Etrafımdaki insanların bakışlarına aldırmadan koşmaya başlamıştım. Hala arkamda beni takip ettiğini hissediyordum. Sırtımda beliren o ateşin yakıcılığı daha da hızlı koşmamı sağlıyordu. Durmadım, bakmadım… Tek yapabildiğim koşmaktı… Sadece koşmak… Bilmediğim yollardan girip bilmediğim caddelere çıkmış ve kendimi çöp kutusunun içinde günlerce saklamıştım… Belki de saatlerceydi… Tek bildiğim İstanbul seyahatine 07 Eylül 2015 tarihinde çıktığım… Ve o çöplüğün içinden çıktığımda tarihin 28 Eylül 2015 olduğunu söyleyen polislerle bakıştığım an dışında hiçbir şey hatırlamıyorum. Artık peşimde bir gölge var, karanlıkta bile ortaya çıkan… Korkuyorum.
113
114