İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
100.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Ayhan ÖZTÜRK Pinup: Rıza TÜRKER Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
04-05 Aykırı Çağrışım- Söylenegelmiş özgür her kelime 06-09 Korku Köşesi - Yıkılan Kule 10 Dehşetler Albümü - Biçura 11 Öykü - Yol 12 Çizgi Roman - Bansheeler 13 Öykü- Korkulan Ölüm Serisi 14-16 Öykü- Morvath 17-21 Çizgi Roman- Seri Hikayeler 22-23 Korku Köşesi - Daha Derine Göm 24-27 Korku Köşesi - Altın Bilezikler 28-33 Röportaj- Çizgi Roman Hayatımın Vazgeçilmez Bir Parçası 34-37 Çizgi Roman İnceleme- Karabasan 38-41 Öykü - Cazu 42-45 Haberler- Darth Vader ve ben: Jeffrey Brown ile Röportaj 46-48 Öykü - Axxa'da Bir Çocuk 49 Haberler- Fabisad'dan "Hayal Yıllığı" 50-51 Öykü - Pazar Konseri 52 Öykü - Göğe Bakma Evi 54-55 Fantastik - Hayatımız Olmuş Fantastik 56-57 Öykü - Takipçi 58-61 Çizgi Roman- Denizde Ahtapot 62-63 Öykü -Dünya'yı Kurtaran Adam Veysi 64-66 Çizgi Roman İnceleme -Çizgi Roman Okumayı Çok Seviyorum 67-73 Çizgi Roman- Aydede 74-75 Öykü-Bu İşte Bir Gerçeklik Sorunu Var. 76 Fantastik Şiir -Yaralı Kuzgun 77-81 Öykü -Şüphe 82-89 Çizgi Roman İnceleme- Reboot: Evren sıfırlamaları 90-91 Öykü- Çayırsız Dağ 92-97 Çizgi Roman -KAGAN 98-101 Çizgi Roman İnceleme- Marvel ve Nietzche 102-103 Öykü - Kış Cini 104-105 Kitap İnceleme - Nazarzede Kliniğine Yolu Uğrayanlar 106-109 Öykü - Gölgeyim Ben 110-116 Çizgi Roman - Kara Veba 118-121 Çizgi Roman İnceleme - Tesla Silahı 122-130 Çizgi Roman - Seyfettin Efendi Esrarengiz Hikayeler 131 Fantastik Şiir - Gecenin Getirdikleri 132-135 Öykü- Günahların Bekçisi 136-139 Dizi Film İnceleme - Ash 140-142 Öykü - Gölgesizlerin Tutkulu Raksı 144-145 Çizgi Roman İnceleme- Yaralı Kuzgun 146-148 Öykü - Gölgede Gezinenler 150-155 Roman İnceleme - Stephin King 156-159 Wagner İncelemesi -Laurenz Lutteken 160-164 Öykü - Itadakımasu 166-171 Öykü - Teneke 172-177 Weird Tales İncelemesi -Weird Tales 178-183 Öykü - Endişenin Soluk Gölgesi 184-189 Sinema - Türkiye'de Sinema Koleksiyonerliği Yapmak Üzerine 190-193 Öykü - Eriyen Bedenler 194-203 Sinema- Gezici Festival 21. Yaşında 204-210 Öykü - Karşılaşma 211-212 Sinema- Starwars VII 213-217 Öykü- Kör Çukur 218-221 Oyun İnceleme - Oyunlardan Nefret Eden Birine Önerilecek 6 Oyun 222-229 Öykü - Gölge Oyunu III 230 Pinup
Hadi oturun rahat koltuklarınıza ve gözlerinizi kapatın. Bizim bir düsturumuz var; her ayın birinde masa üstünüzdeyiz... 100 aydır yaptığımız gibi, 112 dergiboyunca yaptığımız gibi... En sevdiğimiz dostlarımızla, en değer verdiğimiz, en değer veren dostlarımızla buradayız. Siz oturun rahat koltuklarınızda, açın dergimizi ve yanında bizim için bir Frank Sinatra şarkısı dinleyin. My Way’i dinleyin... ... Sürçülisan ettiysek affola... ... Bu çok kalabalık dergiye elbette emek verenlere küçük bir teşekkür edeceğiz, ama aylardır size ayın 1’i olduğunda bu dergiyi ulaştıran Gülhan hanıma da buradan hepimiz adına bir teşekkürü borç biliyorum. Elleriniz dert görmesin Gülhan hanım. Gölge e-Dergi adına Ahmet Yüksel -sevgiler selamlar...
Hazal ÇAMUR
İllüstrasyon: Gülhan SEVİNÇ
Aykırı Çağrışım
Söylenegelmiş Özgür Her Kelime Hani o meşhur söz var ya, milyonların olsa dahi başındaki 1’i çıkardığın anda geriye kalan onca sıfırın hiçbir hükmü yoktur diye, hatırladınız mı? Dikili bir ağaç gibi, tertemiz akan bir dere, sıcak akşamlara konuk olan ferahlatıcı meltemler gibidir o 1 işte. Yazıyla, bir. Sayıyıla, 1. Şimdi yanına iki adet 0 aldı ya, o dikili ağacı sapasağlam orada! Gölge ailesine katılan çiçeği burnunda yazarlardan biri olarak o malum sayının dik bedenine ben de tutundum şimdi. Sayısız el, sayısız kalem, sayısız harfin üst üste gelmesiyle dimdik yükseliyor. Yükselmeye devam ediyor. Mesela, 100’ün ardından 101 gelecek. Baştaki 1 kaybolsa bile sonda onu destekleyecek, hepimizin sırtını yaslayabileceği bir başka dayanak noktası olacak. Ne garip. Ne de güzel aynı zamanda. Hep diyorum, yine diyeceğim. Bizi bu karanlık günlerden kelimeler kurtaracak. O nedenle dergilere ihtiyacımız var. Bazen böyle yazılarda kullanmak için, bazense çizimlerin üzerindeki balonların çemberine sokmak için o kelimeler lazım bize. Sonrasında da onlara kucak açacak dergilere. Ursula K. Le Guin, Malafrena adlı eserinde her kesimden insanı “ah” ettirecek bir söze sahiptir. Der ki, “Söylenmeden kalmış yasaklı her kelime içinde sessizliğin gücünü barındırır.” Ama burada yasak yok. Söylenemeyenlerin sessizce gücünü biriktirmesine gerek yok. Aksine, parmaklardan kopan her harf, her çizgi bir fikir fışkırmasıdır. Kimi
4
zaman hayallerin tasviri, kimi zaman düşüncelerin elçisidir. Biriktirmeye lüzum yok, çünkü Gölge gibi çatılar altında yüksek sesle söylemek var. Gelen kahkahayı tutamamak gibi bu işler. O anda, bir sonrakini beklemeden, ertelemeden atılan güçlü kahkahalar bunlar. Nasıl ki kahkaha atmak bağışıklık sistemine pozitif bir etki yapıyorsa sözleri, hayalleri, fikirleri uzun süre bekletmemek de aynı oranda bünyeye yararlı. 100. Büyük bir sayı. İddialı bir sayı. Buralara kadar gelebilmiş kişilerin arka planda döktüğü terlerin birikintisinden doğmuş bir adım. Ne ilk, ne de son o adım. Yolun belki de çok başı. Konuşacağımız, yaratacağımız mecralara dünden daha çok ihtiyacımız var. Yasak, sansür ve ayıbın giderek bir kültürel mirasa dönüştüğü bu felaket senaryosunda yaşıyoruz. O yüzden Gölge’ye ihtiyacımız var. O yüzden üretmeye, konuşmaya, çizmeye ihtiyacımız var. İş buralara kadar gelmeden ne kadar çok kişiye ulaşsak kârdır. Ayıplar onların olsun. Kan onların eline bulaşsın. Mürekkep hâlâ bizim. Ben hayal ettiğim sürece Gölge var olmaya devam edecek. Ter dökülecek, stres basacak bazen dört bir yanı, ama kalite hiç düşmeyecek. Tam da bu nedenle 100 büyük bir sayı; yoksa üç basamaklı olmasının hiçbir manası yok. Bizi bu karanlıklardan kurtaracak bir kahraman arıyorsanız uzaklara bakmayın hiç. Önce
aynaya bakın mesela. Ardından etrafınıza. Burada bir mum yakabilmek için, büyüyüp bir yangın olup belki oradan da güneşe sıçramak için çalışan birçok insan var. Bir kahramana ihtiyacımız yok. Daha doğrusu, başka bir kahramana gerek yok. Siz varsınız, ben varım, Gölge ailesi ve nicesi var.
Pelerinsiz de güzeliz. The Incredibles’ı (İnanılmaz Aile) izlediyseniz pelerinlerin aslında büyük bir dezavantaj olduğunu da biliyorsunuzdur hani. Böyle iyiyiz. Böyle mutluyuz. Gölge iyi ki var, ama sen de iyi ki varsın be sevgili okur.
5
KORKU KÖŞESİ
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Korku Köşesi
YIKILAN KULE Mora Sancağı’nın, Yanya Denizi sahillerinde daracık bir dağ geçidinin ardına düşen düzlükte kurulmuş olan ufak bir balıkçı köyüne, omzu tüfekli on derbentçi ilerlemekteydi. Venedik keferesiyle harp çıktığından mütevellit eli tüfek, kılıç tutar bir nice mücerred levend, sekban kavlinden paşa kapularına yahut derbentçilere yazılmış, silahlandırılarak bilhassa deniz kıyısındaki ücra derbentlere gönderilmişti. Venedik sefineleri yanaşıp karaya çeri dökerse sancaklara haber salacaklardı. İşte bu on derbentçi de, sancak beyinin emriyle sancağın en ücra köşelerinden birinde bulunan Ketus köyüne yerleşmelerini, askerden maada şüphelendikleri casus neviden kimselere karşı da uyanık olmalarını emretmişti. Derbentçiler iki yanında dik yamaçlar bulunan dar boğazı geçip Ketus köyüne vasıl oldukları esnada derbentçilerden biri köyün bir ucunda tam deniz kıyısında yükselmekte olan ince, uzun harap olmuş bir kuleyi görünce manzaranın tanıdık gelmesine şaştı. Bu köye daha önce gelmediği halde kulenin kendisinde yarattığı aşinalık hissinin sebebini ararken bir anda anımsadı. Mora’dan yola çıkmadan önce pazarda dolaşırken elindeki boyalı, nakışlı deriden tasvirlerle bir tür fal bakan bir çingene kadına denk gelmişti. Kadın biraz para karşılığında istikballerini sual eden insanları cevaplıyordu. Bunu da elindeki deriden boyalı tasvirleri karıştırarak her seferinde bir kart seçmelerini söyleyerek yapıyor, çıkan karta göre istikballerinden bahsediyordu. Derbentçi de kadının yanına gidip para verdiğinde, kadın ona desteden üstü kapalı bir şekilde herhangi bir tasviri seçmesini söylemişti. Kadın derbentçinin seçtiği karta baktığında yüzü asılmıştı. Kartın üzerinde
6
devasa bir deniz canavarının bedenine sarılarak harap ettiği bir kule tasvir edilmişti. Derbentçiye bu kartın ölüm habercisi olduğunu, istikbalinde erken bir ölümün onu beklediğini söylemişti. Derbentçi “yazılan gelir başa” kavlinden falcı kadının o vakit söylediği şeye kulak asmamıştı ama kuleyi görünce, o tasvirdeki kuleye benzediğini fark edince elinde olmadan ürpermişti. Sonradan kadının yahut tasvirleri nakşedenin evvelden bu kuleyi görüp öyle nakşetmiş olabileceğini düşünüp adımlarını sıklaştırarak diğer derbentçilerden geride kaldığını fark ederek onlara yetişti. Derbentçiler köye girerken başlarındaki çavuş derbentçileri durdurarak nöbet tutacakları yerleri gösterdi. Kendisi dört adamla yamaca tırmanıp geçidi gözleyecekti. Diğer derbentçiler de köyün girişinde derbentçilere ayrılmış bulunan mütevazi handa bekleyecekti. Sadece bir tanesi, gemileri gözlemek için harap kulenin tepesinde bekleyecekti ki bunu yapması için çavuş, kuleyi acayip bir şeymişçesine seyreden malum derbentçiye emir vermişti. Derbentçi, kuleye baktıkça öleceği düşünse de çavuşun emrini ikiletmeden kuleye doğru yöneldi. Kuleye çıkmadan zaman geçer diye diğerlerinden önce kırbasına gizlice şarap doldurtmak için evvela hana girdi. Yaşlı bir hancı haricinde içeride kimsenin olmadığını, sinilerin ve duvarların tozdan bir örtüyle, örümcek ağlarıyla kaplı olduğunu gördü. Sanki yıllardır kimse uğramamış gibiydi. Hancının durduğu tezgahın başına giderek adamı selamladı: “Kalimera barba!” “Kalimera palikaryamu! Hangi ürüzgar atti seni buralara?”
7
“Derbentçiyim barba. Arkadaşlarım da birazdan gelecekler. Buraya pek gelen giden olmuyor herhalde?” “Kimse kalmadi vre! Eskiden dalyanziler gelir idi, balik bol idi. Sonra o sey geldi, herkes kasti. Evler dahi bostur, bir ben kaldim elimden tutan olmadi…” “Eşkıya yüzünden mi kaçtılar? Yoksa Venedik keferesi mi kaçırdı?” “Eskiya? Ha, kleftisleri dersin! Ohi vre, gelmez buralara onlar. Venedik keferesi desen bu yanda pek gözükmemislerdir. Baska bir sey oldu, insanlar seneler evvel kasti. Baslarina geleni kimseye söyleyemediler zannederim, burayi kaderine terk ettiler!” “Ne oldu?” “Bir musibet. Köyün eski adindan belli imis belkim gelezeği ama ihtimal vermez idik burayı mesken tutar iken. Denizden gelen bir hayvan, nasil derler zanavar. Evvela dalyanzilere musallat oldu. Ardindan karaya geldi, pirgosun yani kulenin dibindeki evleri hep tarumar etti…” Derbentçi yaşlı hancının Venedik gemilerini canavar, top ateşlerinin yıkmış olabileceği evleri de canavar saldırısı zannetmiş olabileceğini düşünerek bir şey sezdirmeden, şarap dahi almadan handan çıktı. Bir kısmı gerçekten yıkılmış, lakin ortalıkta hiç gülle bulunmayan evlerin, harabelerin arasından geçerek kuleye ulaştı. Duvarlarının yıkık kısmından gün ışığının vurduğu taş merdivenlerden tırmanarak en tepesine dek çıkıp orada bulunan devrik bir oturağı düzeltip oturdu. Etrafına bakınırken ne duvar yıkıntılarında, ne de tepede kuş yuvası görmemişti ki oldukça tuhafına gitmişti. Oturduğu yerden denizi ve ufukları seyretmeye koyuldu. Gece gelinceye değin denizde ne bir kayık ne bir sefine görünmüştü. Buranın çok uzağından geçiyor olabileceklerini tahmin ederek hep sakin kalmasını, harbi kazasız belasız atlatmayı temenni etti. Mehtap zuhur ettiğinde denizin parıltısına şahit olunca kendi kendine söylendi, insanlar böyle bir güzelliği bırakır da nasıl başka taraflara kaçardı?
8
Bir lahza köyden tarafa döndüğünde köyün karanlıklar içinde olduğunu gördü, hanın yanında bekleyen derbentçilerle, geçidin tepesindeki derbentçilerin meşalelerinden gayrısı simsiyah bir örtü altındaydı adeta. Tekrar denize dönüp baktığında ilk başta hayal meyal bir karartı görür gibi oldu. Gözlerini ovuşturarak tekrar baktığında ay ışığı altında hatlarını seçemediği devasa bir gölgenin köye doğru yaklaştığını gördü. Venedik gemilerinden biri olabileceğine hükmederek, derbentçilerden tarafa dönüp bir geminin göründüğünü haykırdı. Derbentçiler meşalelerini savura savura kuleye doğru yaklaşırken, geçidin tepesindekiler de denize doğru seğirtmişlerdi. Diğer derbentçilerin bir lahza durup ardından meşalelerini yere atıp geçide doğru koştuklarını görünce bir anlam veremedi. Haber vermek için hepsi birden neden mevzilerini, nöbet yerlerini terk ediyordu? Kulenin tepesindeki derbentçi, denize tekrar dönüp baktığında çığlık atmaya dahi mecal bulamadı. Boyu ağaçlardan, gemilerden yüce, ardında dağlara erişen koca kuyruğunu savuraraktan arası perdeli koca pençeleriyle suları yara yara gelen, kocaman kafasındaki iki korkunç göz ile kuleyi seyreden deniz canavarı ile adeta göz göze gelmişti. Korkusundan olduğu yere düştükten sonra merdivenlere doğru gerileyerek sürüne düşe aşağıya indi. Bir açıklığın dibinde merdiven üzerinde kalarak beklemeye koyuldu. Ona çok uzun gelen bir sürenin ardından açıklığa eğilerek bir lahza canavara tekrar bakmak istediğinde, kocaman açılmış kendisi kadar büyük sarı bir göz ile karşı karşıya gelince aklını oynatıp çığlık çığlığa olduğu yere yığıldı. Son gördüğü şey canavarın kocaman ağzını açıp bir böğürtü saldıktan sonra dişlerini kulenin bedenine bir upir misali geçirmesiydi…
9
Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Öykü: Demokan ATASOY
Öykü
dehşetler albümü
BİÇURA
Yol “Bir ağacın özgürlüğüyle empati kurmayı becerebileceğini düşünüyorsan ergenliğin tadını çıkar. Bu fikre hak ettiği saygıyı gösterip, imkânsızlığının bilinciyle düşünmeye değer bulduğunda ve hayalini kurmanın tadına vardığında ise erdem yönünde ilk adımını atmışsın demektir” Targu, Ha’mi’nin dediklerinin ne biri ne de diğerini yapabiliyordu. Gündelik hayatın yükü altında ezilmekteydi. Öğrenmeye, düşünmeye, büyümeye vakit kalmıyordu ki! Ha’mi ona yürümediği bir yolun sonunda ulaşacaklarını anlatıp, sonuçlar çıkarmasını istiyordu. Oysa o, yolu yürümek istiyordu. Yaşayarak öğrenmekti esas olan. Ha’mi imkânsızı istiyordu ondan.
Tatar Türkleri (Tataristan) arasında varlığına inanılan bir ruhtur ve “ev iyesi”ne benzemektedir. Ancak “ev iyesi”nin aksine kötücül bir varlıktır ve kovulması için uğraşılır. Ocakların arkasında, kilerde taban altında yahut çatı altında yaşadığına inanılır, bazı yerlerde onun için bir oda ayrılarak oraya bir tabak ve birkaç kaşık yemek bırakılır, sabah da bu tabak boşaltılmış bulunurmuş. Bazen gürültü patırtı yapıp bazen de eşyaları deviren bu varlık insanların yiyip bitiremediği bütün yemeği yer, kızdığı zaman yemekle bırakılan tabağı kırıp yemeği de ortaya dökerlermiş. Bu yüzden Biçura’yı kaçırmak için en başta evin temiz tutulması gerektiğine inanılırmış. Zira Biçura da “gece ruhu” olarak kabul edilmektedir. Durup dururken bağırır, güler, oynar, uyuyan insanı
10
başka yere taşır yahut üzerine nesneler fırlatır, kadınlardan çok erkeklere şaka yapar, eşyaların yerlerini değiştirir veya gizler. Eğer anlaşılabilirse çok yararlı bir varlık haline gelip evin sahibinin bereketini, malını çoğaltırmış ancak bu haram sayılırmış başkasından çaldıklarını getirirmiş inanışa göre. İnsanlarla arası bozuşursa evde yangın çıkarırmış. Rahatsızlığından kurtulmak için ona adayıp sadaka vermek yahut eve ayı sokmak lazımmış. Yeni yapılan evlerde uzun süre ocak olmazsa yerleşeceğinden buraya yerleşmesin diye yeni bir ev yapılınca evvela ocağı yapılırmış. Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 13-15.
Gün doğmadan, nalbantın yanında başlardı çalışmaya. Yıllardır çıraktı ve nedense usta olamıyordu bir türlü ama en azından ne yaptığını biliyordu orada. Bir elinde çekiç bir elinde maşası demir dövüyordu işte. Çalışıyor ve sonunda elle tutulur bir şeyler yapıyordu. Önceleri de tabakhanede çalışıyordu. Tüm kasabaya faydası vardı. Bugün çalışmak varken yarını düşünmeye ne hacet? Ama Ha’mi tümünden önce oradaydı ve hep orada olacaktı. Kasabanın tüm işlerinde çıraklık ettikten sonra yola çıkacaktı ama Ha’mi onay vermeden kimse yola çıkamazdı. Ha’mi’nin önderliğinde kasabaya sükûn hâkimdi. Bu hep böyle olmuştu. Ha’miler binlerce yıldır huzurun garantisiydi. Derken A’da geldi. Büyük bir heyecanla karşıladılar onu… Tüm kasaba bayram etti! Değişiklik istemişlerdi. Huzur yetmişti de artmıştı bile. “Durduğumuz yetti!” demişti A’da, “Durmak yok bundan gayri. Şehir olmak, devlet olmak gerektir!” A’da, Targu’nun yanına geldi, elini omzuna koydu. “Yetti bunca nal dövdüğün artık kılıç dövme
vaktidir” dedi. Göğsü kabardı Targu’nun. Hedef gösteriyordu A’da, sonuç istiyor, her birine ayrı ayrı güveniyordu. Büyüyecek gelişeceklerdi. Yola düşmeye ne hacet? Savaşın başlaması çok vakit almadı. Açlık sefalet baş gösterdi. Ama hedef belliydi: Acılara katlanıp büyük devlet olacaklardı. Gece gündüze karıştı Targu kılıç döverken. “Durmak yok” diyordu A’da, “Yola devam!” Yolun anlamı değişmişti kısa sürede, yenmek, öldürmek ya da denerken ölmek demekti artık. İşte esas şimdi düşünmeye ne hacet? Cümleten çalışmaktan başka bir şey kalmamıştı geriye. Kale gerekirdi savunmaya, kurula. Top dökülmeliydi yıkmaya, döküle. Saray gerekliydi yönetmeye, yapıla! A’da istiyor, halk yapıyordu. Açlık gündelik olduğunda, ne halkta ne Targu’da hâl kalmıştı. A’da’nın huzuruna çıkmak, yorulduk, açız demek istedi. Harcını kardığı sarayın kapısından içeri bile giremedi. Çalıştığınca kazanmak, aileyi geçindirmek hayal olmuştu o günlerde. Sadece A’da için çalışmak vardı. Hak aramak ihanetti. Ne de olsa savaş vardı. O gün düşünmeye vakit buldu Targu. Çünkü başka çaresi kalmadı. Düşününce savaşın hep olmadığını hatırladı. İstediğince çalışıyor hem kendine hem anasına yetiyordu. Kendince düşünmeye vakit bulamasa da huzur vakit gerektirmiyordu. Tepesine diktikleri muhafızdan kaçıp, Ha’mi’nin yanına koştu. Ha’mi kapısını açtığında, girişteki ağaca yaslanmış özgürlüğün hayalini kuran Targu’yla göz göze geldi; gülümsedi. “Hoş geldin!” dedi, “Ağaçlar her yerde aynıdır, bundan sonrası senin elinde değil.” Yola düştü Targu çünkü özgürdü artık, bir ağaç kadar. 11
Çizen: Meryem YAVUZ
Yazan: Oğuzhan ÖZBAY
Öykü
KORKULAN ÖLÜM SERİSİ I.Donan Adam Soğuk titretir: Titremeye gücün varsa. Daha bir dakika öncesine kadar titriyordu. Bacaklarını istemsizce kıpırdatıyordu, dişlerini birbirine işleyen bir makineymiş (s)edasıyla vuruyordu. Nefesini burnundan hızlıca vererek tüketiyordu. Tükenen nefesindeki nem anında buharlaşarak çevresindeki fırtınaya dahil oluyordu. Milyonlarcası havada uçuşan kar tanelerinden cellat olanları adamın yüzünde önceden tutunmuş olan tanıdıklarının yanına konuyordu. Nefes sıcaklığıyla eriyen tanecikler birleşerek buza dönüşüp yeniden var oluyorlardı. Adamın kulakları üzerinde biriken kar ile daha da büyümüş gibiydiler. Kısa saçları artık beyazdı ve kabarıktı. Ayak parmaklarını hissetmiyordu. Tek hissedebildiği içine işleyen soğuktu. Şimdiye kadar en az farkına vararak istifade ettiği duyu organı derisi, garip bir şekilde yanma hissiyle kaplanmıştı. Diğer duyu organlarından kulağı, sadece uğultu duyabiliyordu ve beyni bir süre sonra bu tekrar eden sesi arka plana alarak dikkat edilecek, üstünde durulacak bir uyaran olarak değerlendirmedi. Gözlerini açmak batma hissi verdiğinden ve kısmanın zorluğuna direnecek gücü olmadığından onları yummayı tercih etmişti. Acılarıyla bir başına, yalnız baş ettiğini o anlarda daha iyi anlayabiliyordu. Omuzlarını öne doğru ittirmekten ve bacaklarını karnına doğru çekmekten gerilen vücudu ellerini yumruk yapmasına daha fazla izin vermedi. Parmakları içe kıvrık bir şekildeydi ama birbirinden uzaklaşmışlardı. Parmaklarının arasından geçen rüzgarı hissedemiyordu ve onların aldığı mor rengi göremiyordu. Çenesinin çakşaması ve takırdaması bittiğinde ağzı artık birbirine sıkıca kenetlenmiş bir bütündü. Üst dudağını büzdürmüş alt dudağını da 12
biraz ileri salmıştı. Burnundan nefes alıp vermesi gitgide zorlaşıyordu. Sinirleri gevşemeye başladığında tatlı bir uykunun tesirine girdi. Kendini kaybetmek üzereydi ama kaybolmasına fırsat vermeyen acılarına sürekli bir yenisi ekleniyordu. Nefesi artık tamamen kapanan burun deliklerinden sızamayarak ciğerlerine doğru geri çekiliyordu. Gevşemenin verdiği bir anlık yaşıyormuş hissiyle gözlerini yarım açma fırsatı bulmuştu ama buğulu gözlerindeki yaşlar göz kapaklarında küçük buzullar meydana getirmişti. Buz parçalarının gözlerine batmasını hissedebilmişti lakin göz tabakalarının tamamen donmasıyla bu his de kaybolmuştu. Son görebildiği yanı başında bekleyen bir karaltıydı. Sonra her şey tekrardan karanlıktı. Boğulduğunu biliyordu ama vücudunun bunu anlaması birkaç saniye sürmüştü. Sertleşmiş bedeni bu duruma son bir tepki vermek istercesine sarsıldı. Bu sarsıntıda yüzünde yer etmiş buzdan parçalardan bir kısmı kopmuştu. Hatta kulağının donmuş kıkırdak yerinden bir parçası da kopup boynundaki son gevşek ete derinlemesine batmıştı: Kanamadı. Dişlerinin arasından kaçmayı başaran havayla bir iki defa inlemeye benzer hırıltılı bir ses çıkartabildi. Vücudu son atağını içe kapanarak değil dışarı doğru kendini atmak istercesine yapmıştı. Kolları bu hamleyle iki yana ayrıldı bacakları kendi ağırlığının altında kımıldayamamıştı bile. Son nefesi ciğerlerinde kalmıştı. Öldüğünün farkına varmasıyla ayağa kalkması bir oldu. Yerde duran bedeni neredeyse tamamen karla kaplanmıştı ve gittikçe gözden kayboluyordu. Kendine bakmaya daha fazla katlanamadı, arkasını döndü; karda iz bırakmadan yürüdü. 13
Öykü: Doğukan KANTAROĞLU Görsel Witcher oyunundan alınmıştır.
Öykü
şeyden dolayı aranıyordu ve askerler onu neredeyse öldürecekti. Son bir kez daha kaçacağım baba ve sonra evimize dönüp değirmenini işleteceğim. Seni bıraktığım için özür dilerim. Her gün babasını rüyasında görür ona bu sözleri söylerdi.
Morvath
Morvath arkasındaki devriyeleri atlatmıştı; eğer kaderime razı gelseydim şuan başım bedenimden ayrı olurdu diye içinden geçirdi . Serin hava terlemiş vücudunu titretiyordu. Kaçarken çaldığı haritaya şöylece bir göz attı, kale , ormanlık ve devamında.. Lanet nehir.. İlk büyük engelle karşılaşmıştı, tahminen birazdan orman bitecek ve nehirle karşılacaktı. Haritada köprü göremiyorum. Mükemmel.. Belki harita eski olabilirdi ve nehrin üzerinde köprü olabilirdi. Hayır hayır olamazdı bu devriyelerin kullandığı harita, muhtemelen yeniydi. Şansına haritada bir balıkçı köyü görünüyordu, nehirden balık tutan kendi halinde insanlar, belki ona yardım ederlerdi veya bu kendi halinde insanlardan birini esir alabilirdi ve o evde saklanabilirdi. Nehre doğru yola koyuldu.
14
Tüm bu duruma gelişi paralı asker oluşuyla başladı. Kendi halinde köylü babasının yanında hayvancılık yaparken ne kadar farklıydı hayat. Sıcakta;soğukta,karda ve çamurda tarlalarını eker ve hayvanlarını otlatırdı. Huzurlu ve sıkıcı bir hayattı ta ki eşkıyalar bu köyün bile kırsalında bulunan eve musallat olana kadar. Eşkıyalar evlerini bastıklarında ihtiyar babasını dövmüşlerdi, yaşlı adamın toprağa dayanmış bedenini görünce deliye dönmüş ve eline geçirdiği nacakla eşkıya reisinin başını patlatmıştı . O gün babası" Durma burda oğlum, git .Bunlar benden bir şey alamazlar ama seni burda yaşatmazlar. Al, burada biraz altın var bununla gidebildiğin kadar uzağa git." demişti babası. Babasının sözünü dinleyip bir korkak gibi kaçmıştı ancak fazla uzağa da gidemedi. Babasının verdiği altınlar tükenince para kazanmak için paralı asker oldu, yani haydutluk yapmaya başladı. Nefret ettiği
Sonuçta işte buradaydı, ormanın bitişine gelmiş patikadan balıkçı köyüne doğru inmişti, hiçbir evde ışık yok zaman gece mi oldu? diye düşündü ve telaşlıca arkasına baktığında meşale alevi görmüyor ses de işitmiyordu, 20 -25 hane muhtemelen saymasını bilirdi. Dikkat çekmeden yavaş yavaş yürümeye başladı evlerin arasından ve kayıkhanenin en yakınındaki eve geldi, böylece acil bir durumda kaçışa daha yakın olurdu.İki katlı kapısını tanrı misafiri gibi tıklattı "Henüz uyuyor olamazsınız, hadi!" diye söylendi. Merdivenlerden inen birinin sesini duyar duymaz toprak ve kana bulanmış elini üzerindeki siyah pelerine sildi. Nihayetinde kapı açıldığında karşısında orta yaşlı , saçları kuzgun karası çirkince orta boylu bir adam duruyordu. "Kimsiniz?" diye sordu adam. "Buradan geçiyordum tüccarım ancak atım hastalanıp öldü. Kalacak yerim yok bana yardım edin karşılığını öderim" dedi soğukkanlı kalmaya çalışıp. Karşısındaki adam kendisini baştan aşağı süzdü, Kahverengi ayakkabılar, kalın giysiler ve gösterişli bir siyah pelerin. Karşısındaki kişinin zengin olduğuna emin oldu zira bu civarda dolanan insanlar ancak köylü veya çiftçi olabilirdi onlar da ne pelerin ne de sıcak tutan kürklü giysiler giyebilirdi. Adam gülümsedi, "Buyrun içeri geçin. Adım Nikolay'dır, ancak burada sadece kayıkçı derler." kayıkçı, kayıkhanede kaç kayığın var acaba? İyi yere geldim sanırım. diye içten içe sırıttı "İyi haber o zaman beni sabah kayıkla nehrin karşısına geçirebilirsiniz. Size borcumu ödeyeceğim" dedi, kendi adını söylemedi. Zaten kendisinden beklediği birkaç altın olan bu köylü kurnazı da adını önemsemeyecekti." Sabaha tabii ki. Gece vakti buralar tekinsiz olur, Buralardan olmadığınızı bu saatte dışarıda olmanızdan anlamıştım" dedi. Demek burada da haydutlar var, acaba eski bir haydutla yan yana olduğunu bilsen ne yapardın Nikolay efendi. şaşırmış bir ifade takınarak "Haydutlar mı?" dedi.
Adam hayır anlamında başını gülerek salladı " Nehir.. Sizi korkutmak istemem ama nehir tekinsiz bir yerdir." dedi gaz lambasını şifonyere koyarken Niko. Oturdukları odayı cılızca aydınlatıyordu bu lamba, daha çok ay ışığı hizmet ediyordu gözlerine. "Nasıl tekinsiz, ne demek istiyorsunuz yoksa hayaletler mi var burada" gülerek söyledi Morvath. "Hayır dostum hayır hayaletler değil, geceleri nehirden ölü bedenler çıkar ve dışarıdaki hayvanlarımıza oradan geçenlere saldırır. Geceleri nehrin suyu durulur ve onların zamanı başlar" masanın üzerindeki peksimeti tutup Morvath'a uzattı "Açsındır buyur çekinme" dedi. Bu garip hikaye Morvath'ın ilgisini çekmişti" Ben öyle şeylere inanmam ancak bunları gerçekten yaşamış gibi anlatıyorsun" gerçekten adam fazla inandırıcı anlatıyordu" Yaşadım mı? Burada 20 hane var ancak burada sadece bir kişi yaşıyor." dedi. Birden Morvath ürperdi , pencereye doğru yöneldi ve nehre göz attı." Bu gece sanırım ölüleri göremeyeceğim, nehir gayet coşkun akıyor." Bunu söyler söylemez fark etti ki ay ışığı ve gaz lambasının ışığı pelerinini aydınlatıyordu Umarım kan lekesini görmemişsindir, sana kötülük yapmak istemiyorum. "Ne zaman ne olacağını bilemeyiz, cesur bir adam gibi konuşuyorsunuz." görünüşe göre adam pelerini fark etmemişti ki hala ölülerden bahsediyordu . Daha fazla açık vermemek adına esnemeye ve pelerinini çıkarmaya başladı. Bunu gören adam "Uykunuz geldi sanırım, sizi hikayelerle sıkmayayım. Burada yerde yatabilirsiniz, bir şey olursa yukarıda olacağım. Olmazsa sabaha görüşürüz." dedi ve gaz lambasını alıp yukarıya merdivenlerden çıkmaya başladı. Morvath kapı sesini duyana kadar bekledi Kapıyı sürgülemedi, ilginç. adam Morvath'ın düşündüğünden daha saf olmalıydı. Morvath pelerinini dolayıp yastık niyetine başını yasladı ve dua ederek uyumaya çalıştı. Birden bir dürtülmeyle uyandı ve başında Nikolay' ı buldu devriyeler olmasın , lütfen devriyeler gelmiş olmasın diye içinden geçirdi. " Gel , gel onları görmek istiyordun işte nehir durgunlaşıyor" dedi delicesine bir heyecanla Niko. Birden bir oh çekti Morvath yaşayan ölüleri göreceğime bu kadar sevineceğimi bilmezdim, tabii bunlar çocuk masalları değilse diyerek gözlerini devire devire yataktan
15
çıktı ve pencerenin önünde mevzi almış gibi duran adamın yanına gitti. Gaz lambası yanmıyordu ve sadece ay ışığında gördüğü şeyler midesine yumruk yemiş gibi hissettirmişti. Ay ışığı altında nehirden ağır aksak onlarca beden çıkıyordu. Durgun nehirden çıkan bu insan taburunun görünüşlerini ay ışığında az da olsa seçebiliyordu. "Tanrım, daha önce hiç böyle bir lanet görmedim" dedi dudağını ısırırken. Paramparça vücutlarının boşluklarından yosunlar balık cesetleri sarkan, göğüs kafeslerinden kaburgaları dışarı doğru çıkan bedenler görüyordu. Aklını yitirecek gibi hissetti, devriyelerden kaçan bir kanun kaçağıyken dünyanın neredeyse geri kalanının bile görmediği vahşi bir manzarayla karşı karşıyaydı. Niko'nun kolundan tuttu ve çekti "Ne yapıyorsun be adam, yürü hemen gidelim burdan." Adam hareket etmiyordu. Şerefsiz manyak sen burada istediğin kadar yaşayabilirsin ama ben asla! Adamı bırakıp kapıya yöneldi ancak kapı sıkışmış veya kilitliydi kapıyı biraz daha zorlarken birden gözleri karardı. Gözlerini açtığında ilk olarak farkettiği şeyin ellerinin bağlı olduğu ve adamın tam karşısında olduğuydu. "Buraya senden önce hiç kaçak gelmedi mi sanıyorsun. Ya da pelerinindeki kanları ve ellerindeki yaraları da mı görmeyecek kadar aptal sandın sen beni?" delirmişcesine mutlu
16
bir şekilde sanki muzaffer bir komutan edasıyla söylüyordu bunları. Koca ağzı adeta tüm dişlerini sergilercesine bir gülümsemeyle. "Bırak beni , teslim olmayacağım. Buradan kurtulursam seni gebertirim bırak beni!" olduğunca korkutucu bir ifade takındı Morvath. Buradan bir kurtulursam bağırsaklarını deşeceğim diye soludu öfkesini içine. Kurtulabilmek için etrafa bakarken gördüğü şeyler elini ayağını titretti. Elbiseler; kadın, çocuk ve çiftçi elbiseleri, paramparça halatlar içinde soğuk rüzgarlar esmesine sebep oldu. Adam tekrar kahkaha attığında gölden cesetler çıkmaya başlıyordu bile. Kaçak delicesine ipten kurtulmaya çalışıyor çığlıklar atarak devriyelerden yardım dileniyordu. Ölüler yaklaşırken kayıkçı kaçmış Morvath'ı tek başına bırakmıştı. Ölülerin bağrışları, Morvath'ın küfürleri ve yakarışlarına kayıkçının delice kahkahası eşlik ediyordu. Morvath o an babasını ve ona verdiği sözü düşündü. Baba, belki de ölmüşsündür, seninle öbür tarafta görüşürüz. Devriyelerden kaçtım baba ancak ölümden bir adım dahi kaçamamışım. Kayıkçı evin kapısını sürgülerken kayıkhaneden kulakları yırtacak çığlıklar geldi birkaç saniye .. Ve sonra ölülerin bağrışları bu çığlıkları bastırdı ve ondan da sonra nihai bir sessizlik vardı..
17
18
19
20
21
Yazan: Öznur Vigor Filth BAYCAN
Öykü
DAHA DERİNE GÖM Kazdığın bu çukurun derin olduğunu mu sanıyorsun ki? Olağanca çaba harcayıp kazdığım çukura göz gezdirdim. Yeterince derin miydi? Bundan emin olmak için tam da tepemde dikilen, çatık kaşları ile zaten sert bir ifadesi olan halamın onayına sundum. Küçük yavru kedinin içine sığacağı kadar çukur kazmak zorunda kaldığım için utanıyordum. Küçük bir eğlencenin zararı olmayacağını düşünmemiz ne de aptalca bir davranıştı. Bunu şu an görebilmem ise herşeyin tam da o zamanlarda başladığını bilmem ise bugünümün mucizesiydi. Kazdığım çukur yeterince derin olmalıydı ki halamın onay işareti olan göz kapaklarının kapanıp başını öne eğmesi az da olsa içimi ferahlatmıştı. Daha ne kadar dayanabilirim ellerimle çukur kazmaya diye sızlanırken, aslında çukur kazmaktan daha da kötüsüne gelmişti sıra. Yavru kediyi çukura koymak… Halamın elimi süremediğimi fark etmesiyle okkalı bir tokat yemem bir olmuştu. İşime devam etmemi sağlayan bu sert dokunuşun ardındaki gizemi anlamam uzun yıllarımı almıştı. Bir oyun gibi gelen yavru kediye yaptıklarım için cezalandırıldığımı düşünüyordum ta ki akşam yemeğinde tüm aile buluşana kadar. Sevgili halam, nurlar içinde yatsın, bana o gün ardımda bir eser bırakmanın inceliklerini öğretiyordu. Sanırım kendisine çok benzediğimi anlaması uzun sürmemişti. Birşeyler yapma gereği duymasını sağlayacak hareketimle tetiklenmişti eğitim sürecimin başlaması. -Şimdi bu tahtaya *Sebebi Benim* diye yaz. Ve bunu bir daha herkesin ortasında tekrarlama. Bu cümleleri söylerken bana göz kırptığını gördüğümde, onun bana kızdığını mı yoksa bana hiç öfkelenmemiş aksine hoşuna mı gitmişti tam olarak sezemediğimi anımsıyorum. Bir müddet konuşmadan saatlerce oturup kazdığım çukurun ve derme çatma mezar tahtanın 22
sebebini düşündüm. Yanımda beni ayıplayarak söylenen komşu teyzelerin halamın bu davranışını takdir ettikleri cümlelerle beni uyarmalarına aldırmıyordum. Tek düşündüğüm neden yeni doğmuş kedi yavrusunu suyun içine atmıştım ve izlemeye koyulduğum anda neden zaman sanki durmuş gibiydi? Ve gördüğümü sandığım o renkler de neyin nesiydi? Bunların hiçbirini anlayamamış ve sessizce halamın evine doğru yürümüştüm. Bahçe kapısının gıcırtısı beni bu düşüncelerden korku ile ayıltmak istercesine kulaklarımı tırmalamıştı. Ağır ve gürültü çıkararak tekrar kapanan bahçe kapısının sesini duyan halam verandada dikilmiş beni bekliyordu. Tam olarak beni neyin beklediğini bilmiyordum. Yaz tatilini halam ile birlikte bu adada geçirmenin iyi fikir olduğunu düşünüyor olmam bugüne kadarmış diye iç çektim ve tüm cezalara razı olarak verandaya doğru adımlarımı hızlandırdım. Halam… sanki hiçbir şey olmamış gibi beni karşılamıştı. Sarılıp öptü ve akşam yemeği için beni masada bekleyeceğini, üstümdeki kirlenip tozlanmış kahverengiye dönüşen tişörtümü ve pantolonumu değiştirip yıkanmamı söyledi. Ben ise bunun ertelenen konuşma faslı olarak düşünmüş ve duş boyunca kedinin çırpınışlarını hayal etmiştim. Sonrasında oluşan o güzel renkleri. Tüm bunları hayal ederken küvetin içinde tekrar beliren renkleri gördüğümde hayal gördüğümü düşünerek korkmuştum. Acelece küvetten çıkıp giyinmeye çalıştım. Soluk soluğa kalmak ve birazdan duyacağım gürültülü konuşmaları düşünmek bayılmama sebep olacaktı. Özenle hazır bir masayı karşımda gördüğümde korkum giderek artıyordu. Halam ise neşeli şekilde beni oturmam için eliyle sandalyeyi gösterdiğinde aklımda büyük bir boşluk büyümeye devam ediyordu. Düşünemiyordum. Adeta düşünme kabiliyetimi yitirmiş gibi sadece denileni yerine getiriyordum.
-Bu bir kutlama yemeği. Ailemize hoş geldin Alura . Endişelenmene ve korkmana gerek yok. Olanlar küçük bir talihsizlikti. Hepimizin başına gelen bir trajedi olabilir. Büyütmeye ve suçlu hissetmene gerek var mı sence? Çünkü… Dedi ve kapıda beliren yumruklanma sesleri ikimizin de beklemediği birşeydi. Korkmuştuk. Halam bir süre tereddüt ederek ne yapacağını bilememiş ve sonrasında da bana susmam için elini dudaklarına götürmüştü. Kapıya doğru ilerlerken ne kadar endişeli olduğunu anlamam hiç de zor olmamıştı. Halam ailemize hoş geldin demekle neyi kastediyordu? Kutlama yemeği de neydi? -Bu eve girmen için izin istemelisin. Ne kadar kabasın. Yıllar seni asla değiştirmeyecek Alp. Alp mi? Babamın burada ne işi var, yoksa halam babama olanları anlatmış o da aile meclisini kurarak cezamı mı kararlaştıracaktı? Bu suçluluk duygusu öylesine ağır geliyordu ki artık, nefes almakta zorlanıyordum. Kalbimin sesini kulaklarımın tam içine uğuldamalarını dinlerken babamın elini omzumda hissettim. Neler olduğunu anlamaya çalışan bir çocuktum ve korkuyordum. Artık bu işkence dolu dakikalar bitmeliydi ve cezam neyse artık söylemeliler diye düşünerek ellerimi yumruk yapıyordum. -Kızım, ailemize hoş geldin. Yemeğe geç kalacağım diye son ada vapurunu kaçırmamak için epeyce hızlı olmam gerekiyordu. Ben hala şaşkın bakışlarla ne yapmaya çalıştıklarını anlamakla meşguldüm. -Neler oluyor baba? Kutlama yemeği ve ailemize hoş geldin de ne demek? Lütfen artık cezamı belirleyin ve söyleyin. Yeterince korkuyorum. -Ceza mı? Kimsenin sana ceza vermesi ailemizde mümkün değil, ilk cinayetini işledin. Ailemize katıldın ve artık sana bu işin ne kadar ciddi olduğunu öğretmemiz gerekecek. -İsteyerek yapmamıştım. Cinayet işlemek istememiştim. Bağırarak ağlıyordum… -Ailemizin her ferdinin bir görevi var kızım. Güçsüzleşmiş, hayata devam edemeyecek her canlıyı öldürmekle görevliyiz. Ve sadece öldürmek değil, bir döngüye katıştırıp dünyanın dengesini korumakla görevliyiz. Daha önce sana bundan bahsetmemiş olmamızın nedeni hiçbir canlı öldürmemiş olmandı. Ve eğer hayatın boyunca hiçbir canlı öldürmemiş
olsaydın ailemize katılamayacaktın. -Delirmişsiniz. Kaçıklar gibi konuşmayı bırakır mısın baba artık yeter. -Yavru kedinin rengini hatırlıyor musun? Yada bir kova suyla boğmaya kalkıştığında kovadaki suyun renkleri hatırlıyor musun? Sonra da nasıl bir ahenkle hareket eden renkleri? Kedinin içinden çıkan nefesin nasıl da suya karışıp renkleri beslediğini? Susmuştum… Çünkü tarif ettiği herşeyi görmüştüm. Ailece delirmiş miydik? Genlerimizde var olan delilik bana da mı bulaşmıştı? Evet o kediyi öldürdüm… sanki zaman durmuştu ve renkleri büyük bir hayranlıkla izlemiştim. Hayalimin ürünü sandığım küçük bir oyun gibiydi herşey. Tekrar mı öldürmem gerekiyordu? Tekrar mı bu acıyı yaşamam gerekiyordu? Tüm bu sorular beynimde yankılanırken gözlerimin dolduğunu ve gözyaşlarım yüzünden göremez hale geldiğimi hatırlıyorum… Uyandığımda baygınlık geçirmiş küçük bir kızın yapacağı gibi, tavanını süsleyen yıldızları izleyerek hayaller kurmaya başlamış ve tekrar uykuya dalmıştım. Ertesi sabah tüm ailem; annem, babam, halam, büyükannem, büyükdedem toplanmış ve bana hünerlerini göstermek için sıraya girmişlerdi. Toprağa, havaya, ağaçlara… renkleri aktarıyorlardı. Hepsini o halde görmek içimi rahatlatmıştı lakin huzursuzlukla dolu bir rahatlamaydı bu. Ailece beni eğitmeleri gerektiğini biliyorlardı. Öyle de oldu… Suya renk katan bir kadın olmamın sebebi bu işte. Evrende bizim gibi olan milyonlarca kişi var… Lakin suyun döngüsünü evrende sadece seçilmiş tek kişi yapabiliyor… Ben ölene dek suya renk katabilecek başka kimse yok. Bu yüzden şu an seni öldürmek zorundayım… Sana bunları neden mi anlatıyorum? Son dakikalarını iyi bir şeye dönüşeceğini bilerek ölmeni istedim. Artık daha fazla dayanabileceğimi düşünmüyorum… Hoşça kal… *Sebebi Benim Artık Bitti* *41,975 insan ve 1 kedi* 23
Öykü: Kadri Kerem KARANFİL İllüstrasyon: Şükran ABDİOĞLU
Öykü
ALTIN BİLEZİKLER
tuhaf bir kadının yaşadığından habersizdi. Kocasını pür dikkat dinliyordu. Orhan kadının çirkinliğinden bahsettikçe o da kendi güzelliğiyle övünüyordu. Söz ne zaman altın bileziklere geldi, işte o zaman işin rengi değişti. Mine’nin yüzü düşüverdi. Artık masal dinleyen bir çocuk gibi heyecanlı görünmüyor, bileklerini ovuşturup duruyordu. Bu narin bileklerde gümüş bir bileklik bile yoktu.
niyeti yoktu. Şöyle yaparsın, böyle yaparsın, demeyi sürdürüyordu.
“Ah Orhan, keşke benim de öyle altın bileziklerim olsaydı.”
“Yetmiyor,” dedi Mine hiç tereddütsüz. “Yetmiyor Orhan. Hayal kurmaktan bıktım artık. Bir gün bizim de ile başlayan cümleler kurmaktan bıktım. Şu penceresi bile olmayan kapıcı dairesinde solup gidiyor güzelliğim. Yazık değil mi bana? Buna daha fazla katlanamam Orhan. Çektiğim yeter. O bilezikleri istiyorum. İşte o kadar!”
İmkânsızdı bu. O bileziklerin tekini bile alacak paraları yoktu. Orhan bileziklerden bahsettiğine pişman olmuştu. İş miydi yaptığı? Karısını neşelendirmek için söyleyecek bir şeyler düşünüyordu ki Mine’nin yüzü yeniden aydınlanıverdi. Bu değişim o kadar ani oldu ki Orhan ensesine soğuk bir el dokunmuş gibi ürperdi. Sanki uğursuz bir şeyin yaklaşmakta olduğunu hissetmişti. “Aslında o bilezikler benim olabilir Orhan. Hatta olabilir değil, olmalı!” Orhan ağzı bir karış açık halde karısının yüzüne baktı. Herhalde şaka yapıyordu. Öyle olmalıydı. Ama hayır, Mine’nin şakası yoktu. Bakışlarından belli oluyordu. Daha önce hiç bakmadığı gibi bakıyordu. Mine o bilezikleri istiyordu. O bilezikler onun olmalıydı. Melahat Hanım’ın kolları, insanın gözünü alan altın bileziklerle bezeliydi. Öyle sıradan kuyumcularda bulunacak türden bilezikler değildi bunlar. Bakanı büyülüyorlardı adeta. Gelgelelim altın bilezikler ne kadar güzelse, onları kollarına takan kadın da o kadar çirkindi. Melahat Hanım hastalıklı bir yüze sahipti. Çökük yanakları ve çukura kaçmış gözleri, insanda bir kuru kafaya bakıyormuş hissi uyandırırdı. Kemerli bir burun bu çirkin yüzün tam ortasından ileriye doğru uzanıyordu. Bu burnun ucunda, her an patlayacakmış gibi görünüp insana rahatsızlık veren iri bir sivilce durmaktaydı.
24
Kadıncağızın evden dışarı çıktığı görülmüş şey değildi. Perdeleri her daim çekili olurdu. Yaşayıp yaşamadığı bile belli değildi. Ağzını açıp iki kelime ettiğini de duyan olmamıştı. Yüzünü, apartman görevlisi Orhan’dan başkasının gördüğü yoktu. Melahat Hanım kapıyı yalnızca Orhan’a açar, ihtiyaçlarının yazılı olduğu sipariş listesini uzattıktan sonra da kapıyı çarçabuk kapardı. Siparişleri alırken de yine aynı şekilde kapıyı açmasıyla kapaması bir olurdu. Orhan siparişten döndüğü bir gün karısına Melahat Hanım’ın sözünü açtı. Bunu neden yaptığını bilmiyordu. Belki de o an aklına anlatacağı daha ilginç bir şey gelmediğindendi. Mine apartmanda böyle
“Kimsenin ruhu bile duymaz Orhan. Sen söyledin; ağzı varmış dili yokmuş, dışarı adım attığı yokmuş, geleni yokmuş, gideni yokmuş... O altın bilezikleri senden başka gören var mı? Kime, neyi ispat edebilir?” Orhan bir şey diyemedi. Ne diyeceğini bilemiyordu. Karısının hırslı olduğunu biliyor, ama ondan bu kadarını da beklemiyordu. Böyle bir şeyi canından çok sevdiği karısı için bile yapmazdı. Asla!
“Delirdin mi Mine?” diye patladı sonunda Orhan. “Böyle bir şeyi nasıl istersin benden?” “Neden istemeyeyim ki?” “Neden mi? Aç değiliz, açıkta değiliz. Kimseye muhtaç da değiliz çok şükür. Yetmiyor mu?”
Orhan, karısının yüzüne baktı. Mine güzeldi. Mine çok güzeldi. Saçları omuzlarından aşağıya bir nehir gibi akıyordu. Gözleri gök gibi maviydi. Ve ufacık burnu adeta öpülmek için yaratılmıştı. İnsan bu yüze bakmaya doyamıyordu. Orhan’ın içini bir korku kapladı. Yüzüne bakılmayacak bir adam değildi elbette. Ama yakışıklı olduğu da söylenemezdi. Her gün yolda karşılaştığınız ve dönüp bir daha bakma ihtiyacı duymadığınız sırandan insanlardandı. Oysa Mine… Gök gözlü, nehir saçlı Mine… Ya onu terk ederse… O zaman ne yapardı? Gerçekten ona ne verebilmişti şu güne dek? Ya onu terk ederse? Gerçekten nasıl olmuştu da Mine onun gibi biri ile evlenmişti? Orhan nasıl olmuştu da bugüne dek bunu hiç düşünmemişti? Ya onu bırakıp giderse? “Senden şu güne dek hiçbir şey istemedim Orhan. Söyle istedim mi? Senin için baba ocağımı terk ettim, İstanbullara geldim. Ama artık yeter Orhan. O bilezikleri istiyorum. Ya o bilezikler ya da…”
“Şöyle biraz korkutsan, üzerine filan yürüsen mesela… Güzellikle çıkarıp ver bilezikleri, yoksa kırıveririm boynun desen?”
Mine cümlesini tamamlamadı. Tamamlamasına da gerek yoktu. Mine güzeldi. Mine çok güzeldi. Gök gözlü, nehir saçlıydı. Çok daha iyilerine layıktı. Orhan anlamıştı. Mine çekip gidecekti. Orhan Mine’siz yaşayamazdı ki.
Orhan, karısının tek kelime daha etmesini istemiyordu. Oysa Mine’nin geri adım atamaya
Orhan çaresizdi; evet dercesine başını salladı. Mine o zaman koşup boynuna sarıldı. Orhan’ı öptü,
25
öptü, öptü… Orhan güneşten kopan bir parçaya sarılmış gibi ısınıverdi. Mine bir peri kızıydı. Ve Orhan yanılmıştı. Canından çok sevdiği karısı için her şeyi ama her şeyi yapardı. * * * Apartmanın en üst katında yalnızca tek bir daire vardı. İşte Melahat Hanım o dairede oturuyordu. Orhan, kadının kapısını tıklattı. Bir yandan da alt kata inen merdiveni gözlüyordu. Oysa kimsenin bu kata çıkmışlığı yoktu. O merdiveni Orhan’dan başkası kullanmazdı. Mine bile daha düne kadar Melahat Hanım’ın varlığından habersizdi. Ama Orhan mantıklı düşünecek durumda değildi. Kalbi heyecandan küt küt çarpıyordu. Yapabilir miydi? Gerçekten böyle bir şeyi yapabilir miydi? İçeriden de hiç ses gelmiyordu. Kadın evde yoktu belki de. Hayır, Melahat Hanım hiç dışarı çıkmazdı. Niye bakmıyordu kapıya o halde? Orhan, Adana’nın sarı sıcağında pamuk toplarken bile böyle terlediğini hatırlamıyordu. Şimdi düşüp bayılacaktı. Belki de düşüp ölecekti. Yok yapamayacaktı. En iyisi… Merdivene yöneldiği sırada kapı birden aralanıverdi. Ve karanlığın içinde eğri bir burun peyda oldu. Ucundaki sivilce yerli yerinde durmaktaydı. Orhan uzanıp o sivilceyi patlatmak gibi tuhaf bir isteğe kapıldı. Sanki bunu yaparsa tüm sıkıntıları kaybolup gidecek, sahip olduğu ne kadar dert varsa hepsi yakasından düşecekti. Melahat Hanım, Orhan’ın aklından geçenleri sezmiş gibi geriye çekildi. Böylece burnu da, burnunun ucundaki sivilce de karanlığın içinde yitip gitti. Şimdi kapının aralığında, yalnızca altın bileziklerle dolu bir bilek ve bu sıska bileğe bağlı şişman bir el görünüyordu. Bu el bir sipariş listesi tutmaktaydı. Orhan listeye uzanır gibi yapıp ayağını kapının arasına sokuverdi. Melahat Hanım başına gelecekleri anlamıştı. Ama elinden ne gelirdi ki? Orhan’ın yanında çocuk gibi kalıyordu. İki güçlü el tarafından itilince dairesinin içine doğru gerilemek zorunda kaldı. Bağırmaya çalışıyor ama sesi çıkmıyordu.
26
Orhan bir rüyada gibiydi. Sanki tüm bunları bir başkası yapıyor, o da yalnızca izliyordu. Nasıl olur da birisinin dairesine böyle zorla girebilirdi? Melahat Hanım’ı itekleyen o eller nasıl olur da ona ait olabilirdi? “Bilezikler,” dedi, “sizin bir işinize yaramıyor Melahat Hanım. Ne olur onları bana verseniz? Size zarar vermek istemiyorum. Lütfen bana verin onları. Ne olur onları bana verseniz? Söyleyin, ne olur?” Melahat Hanım kollarını saklamaya çabaladı. Kafasını hayır anlamında sallıyor, bir şeyler anlatmaya çabalasa da dudaklarının arasından anlamlı bir sözcük çıkmıyordu. Orhan ise yalvarmayı sürdürüyordu. “Niye zorluk çıkarıyorsunuz Melahat Hanım? Mezara mı götüreceksiniz bilezikleri? Onları biraz da karım taksa ne olur? O da hak etmiyor mu böyle şeyler takmayı? Biraz da o taksa ne olur, söyleyin?” Melahat Hanım bir şeyler anlatmaya çabalamayı sürdürüyordu. Dudaklarının arasından çıkan tuhaf ses (sönen bir balona benziyordu) Orhan’ın kulaklarını tırmalıyordu. Sonunda Orhan’ın tepesi attı. Dil dökmek bir işe yaramıyordu. Ne laf anlamaz kadındı şu Melahat Hanım! Orhan günlerdir aç kalmış vahşi bir hayvan gibi saldırıya geçti ve Melahat Hanım’ı havaya kaldırdığı gibi yere çarptı. Kafasını zemine vuran kadın hareketsiz kaldı. Bir daha da hareket edecek gibi görünmüyordu. Orhan bir an paniğe kapılsa da kendisini çabucak toparladı. Artık olan olmuştu. Geriye dönüş yoktu. Hem bu yaptığından kimin haberi olabilirdi ki? Melahat Hanım’ın ne arayanı, ne soranı vardı. Cesedini gece götürüp bir yere gömdü mü… Orhan vakit kaybetmeden kadının kollarına yapıştı. Bir an evvel bu işi bitirmek istiyordu. Ama ne yaparsa yapsın bilezikleri çıkarmayı başaramadı. Kadının elleri öyle büyüktü ki... Bileziklerin bu elleri aşmasına olanak yoktu. Orhan ne yapacağını şaşırmıştı. Nasıl olurdu da böyle sıska bir kadın bu
kadar büyük ellere sahip olabilirdi? Gerçi Melahat Hanım’ın normal olan bir yanı var mıydı ki? Hem şimdi bunları düşünmenin sırası değildi. Bir şekilde o bilezikleri çıkarması gerekiyordu. Orhan kadının üzerinden kalkıp mutfağa gitti. Tezgâhın üzerinde kocaman bir ekmek bıçağı duruyordu. Bıçağı gören Orhan sırıttı. * * * Mine’nin gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Orhan’ın bilezikleri nasıl aldığını bile sormamıştı. Bilseydi de herhalde umursamazdı. Bilezikler artık onun kollarındaydı ya, ötesi onu ilgilendirmezdi. “Nasıl da yakıştılar baksana! Ah Orhan, şu güzelliğe bak! Bu güzelliklerin o çirkin şeyin kollarında bunca yıl ziyan olması ne üzücü. Oysa ta başından beri benim olmalıydılar. Güzel olanı yalnızca güzel olan hak eder. Değil mi Orhan? Haksız mıyım, baksana bana. Ah Orhan…” Orhan durmuş karısını izliyordu. Mine ise kimseyi görecek durumda değildi. Kendi güzelliğiyle sarhoş olmuştu. Konuştukça konuşuyor, sonra birden dans etmeye başlıyor, o hareket ettikçe kollarındaki bilezikler şakırdıyordu. Orhan durmuş karısını izliyor, Mine hem konuşuyor, hem dans ediyordu. Sonra bir şey oldu. Mine’nin yüzü acıyla çarpıldı. “Ah! Orhan! Belim… Belim!” “Mine!” Orhan karısına doğru bir adım attı… Ama...
Mine tek kelime daha edemedi. Konuşmaya çabalasa da dudaklarının arasından anlamlı bir sözcük çıkmıyordu. Sonunda kendini biraz olsun toparlayan Orhan her şeyin farkına vardı. “Bilezikler Mine! Çıkar onları! Bilezikler yüzünden!” Mine hala olup bitenin farkında değil gibiydi. Kafasını deli gibi sağa sola sallıyor, kollarını saklamaya çabalıyordu. ortadaydı.
Bilezikleri Bileziklerini
çıkarmak kimseye
istemediği
vermeyecekti.
Bilezikler onundu. Kimse onları ondan alamazdı. Orhan karısını yakalayıp divanın üzerine yatırdı. Mine altında çırpınıyor, bacaklarını savuruyor, ondan kurtulmaya çabalıyordu. İleriye doğru uzanan burnunun ucundaki sivilcenin onca mücadeleye rağmen patlamadan durması mucizeydi. Orhan sonunda karısını zapt etmeyi başardı. Bilezikleri çıkarınca her şey düzelecekti. Tek yapması gereken… Ama bilezikleri çıkarmasına imkân yoktu. Mine’nin elleri, şişirilmiş iki bulaşık eldivenine dönüşmüştü. Orhan ne kadar zorlasa zorlasın faydası olmayacaktı. Ne yapacaktı? Ne yapmalıydı? Orhan Mine’yi kollarından tutup sarsmaya başladı. “Dinle beni Mine! Başka çarem yok, anlıyor musun? Duyuyor musun, başka çarem yok! Bu işin
“Yardım etsene Orhan! Ne diye dikiliyorsun orada! Doğrulamıyorum! İki büklüm kaldım!”
başka yolu yok!”
Orhan’ı durduran Mine’nin yüzü olmuştu. Mine’nin saçları artık omuzlarından aşağıya şelale gibi akmıyordu. Gözleri de göğe benzemiyordu. Ve burnu… Öpülmek için yaratılmış o minik burnu…
onu bırakır bırakmaz kollarını saklamanın derdine
“Ne diye şeytan görmüş gibi bakıyorsun Orhan! Yar.. dı.. et..”
gitti. Tezgâhın üzerinde kocaman bir ekmek bıçağı
Mine anlamıyordu. Mine duymuyordu. Kocası düşmüştü. Orhan karısının üzerinden kalkıp mutfağa duruyordu. Bıçağı gören Orhan ağlamaya başladı. 27
Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Röportaj
Çizgi Roman Hayatımın Vazgeçilmez Bir Parçası Panini Türkiye’de Örümcek Adam yayınlamaya başlayınca ben de herkes gibi “ne oluyoruz” dedim ve Örümcek Adam’ın yayıncısı İlke Keskin’e ne olduğunu sorma ihtiyacı hissettim. Sonra laf lafı açtı.
Gölge e-Dergi: Herkesin kafasındaki soruyu soralım önce; Örümcek adam olayı ne? Marmara Çizgi mi çekildi yayınlamaktan yoksa Panini “Benim çizgi romanım, ben aldım telifi, ben ne dersem nasıl istersem o olur” gibi bir tavır mı sergiliyor? İlke Keskin: Marmara Çizgi Örümcek Adam yayınlamaktan çekilmedi, çekilmeyecek de. Sadece bizim yayınlamakta olduğumuz Amazing SpiderMan ana serisinin devamı olarak sayılabilecek Superior Spider-Man serisi Panini Türkiye’nin yayın programına girdi. Ama yan seriler ve güncel serilerin ne olacağı türü bir program henüz yapmadık. Bilinen tek bir şey var, o da ana serinin devamının Panini Türkiye’de olacağı.
28
Gölge e-Dergi: Ben bilmiyordum Panini kim diye sorduğumda Marvel’in Avrupa yayıncısı dediler. Panini ne ya da kim, ne iş yapar? İlke Keskin: Her ne kadar DC kendi teliflerini uluslararası pazarlarda kendi şirketi üzerinden pazarlasa da Marvel bu şekilde ilerlemiyor. Panini, Marvel’ın Avrupa yayıncısı demek pek doğru olmaz. Panini’nin İtalya’daki merkezi, Marvel’ın Amerika dışındaki ajansı olarak çalışıyor. Yani kısaca Marvel’ın Avrupa yayın hakları ne olursa olsun Panini üzerinden geçiyor. Kendisi de aynı zamanda bir çizgi roman yayıncısı olan Panini de haliyle Marvel serilerini, bulunduğu ülkelerde kendi yayınlıyor.
Gölge e-Dergi: Marmara Çizgi Örümcek adam yayınlamaya devam edecek mi peki? İlke Keskin: Panini Türkiye’nin yayınlamaya başladığı yerden önce sayılardan istediğimizi yayınlayabiliyoruz. Zaten Marmara’nın ana Örümcek serisinin Panini Türkiye’ye yetiştiği sayı 31. Sayı olacak. Oraya kadar Amazing Spider-Man serisi kesin devam edecek. Klasikleşmiş efsanevi maceraları yayınladığımız Klasik seri de elbette devam edecek. Dediğim gibi, Superior sonrası halen biraz muallakta. Gölge e-Dergi: Panini’nin agresif tavrından başka yayıncılar ve başka çizgi romanlar da etkilenecek mi? İlke Keskin: Panini Türkiye’nin pek de agresif bir tavrı olduğunu düşünmüyorum. Ellerinde İtalya’dan gelen bir güç var ve haliyle bu gücü kullanıyorlar. Tabii piyasa şartlarına göre bundan sonra nasıl bir politika izleyeceklerini hep beraber göreceğiz.
Gölge e-Dergi: Panini yayıncılığa güzel ciltli kitaplarla girdi ama ISBN yani Uluslararası Standart Kitap Numarası almak yerine ISSN yani Uluslararası Standart Süreli Yayın Numarası aldı. Bunun okura, yayıncıya, kitapçıya bir faydası var mı? Siz yanlış mı yapıyorsunuz? İlke Keskin: Biz en başından beri hep ISBN kullandık ve o şekilde de devam edeceğiz. Evet, ISSN’in Türkiye’deki vergisi %1’ken ISBN’inki %8 fakat ISBN aldığınız bir çizgi roman kitap statüsünde olduğu için istediğiniz yayınevinin rafında istediğiniz sürece kalabiliyor. Fakat ISSN bir dergi. Yani Panini’nin Superior Spider-Man cildi bir dergi ve dergilerin hukuken, bir sonraki sayısı çıktığında bir önceki sayının raflardan toplatılması gerekiyor. Panini yanlış mı yapıyor bilmiyorum ama biz ISSN yayınlamayacağız onu biliyorum. Gölge e-Dergi: Comics konusunda “İlke’ye bir soralım” lafı var çıkacak çizgi romanlar öncesi. Türk yayıncıların ve okurların gözünde çok danışılan bir insansın. Pek çok çizgi romanda adını çevirmen,
29
editör, yayıncı olarak görüyoruz. Senin comics merakın nerden geliyor, güncel çizgi romanı takip etmen nasıl başladı? İlke Keskin: Küçüklüğümden beri çizgi romanlarla iç içe olduğumu söyleyebilirim. İlkokuldan önce dayım bana Bilka yayınlarının Örümcek Adam serileriyle okuma yazma öğretmeye çalışırdı. Kendisi de sıkı bir çizgi roman okuruydu zaten. İlkokula başladığımda da okuma yazma konusunda pratiklerimi hep çizgi romanlarla yaptım. Daha sonra ortaokulda sırasıyla Almanca ve İngilizce öğrenmek için de çizgi romanların yardımına başvurdum. Haliyle çizgi romanlar hayatımın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Ailem de bana hiçbir zaman “oğlum çizgi roman okuma” demedi. Çizgi romanın da kitabın da eninde sonunda bir okuma alışkanlığı kazandıracağının farkındalardı. Gölge e-Dergi: Gerçekten İlke’ye mi sormak lazım, mesela ben Arrow basacağım dedim, kaç seri var, Türkiye’de hangisi tutulur takip ediyor musun, sana danışabilir miyim? (Arrow örnek örümcek kız ya da Robin de diyebilirdim) İlke Keskin: Bana sorulması lazım gibi bir durum tabii ki yok. Fakat bana çizgi roman yayıncılığı konusunda danışan kişilere tabii ki elimden geldiğince yorum yapmaya çalışıyorum.
30
Gölge e-Dergi: nasıl karar verdin?
Peki, sen yayıncı olmaya
sadık okuyucuya etkisini pek ölçümleyemiyoruz ne yazık ki.
İlke Keskin: Sanırım Örümcek Adam tutkum beni yayıncılığa itti. En çok sevdiğim bu kahramanın uzun bir süre yayınlanmamasına gerçekten hayret ediyor ve üzülüyordum. Sonra bir gün kader ağlarını ördü ve yollarımı Hoz Comics’le kesiştirdi. İtalya yazışmaları vs. derken bir de baktım çeviriyi yapmaya başlamışım.
Gölge e-Dergi: Comics dışında Don Kişot ve Günaha Son Çağrı gibi one-shot sınıfında çizgi romanlar da yayınladınız. Bu tür çizgi romanları yayınlamaya hangi aralıklarla devam edeceksiniz? Bu çizgi romanları seçerken kriterleriniz neler?
Gölge e-Dergi: 2012’de http://www. kahramanlarsinemada.com da yaptığın röportajda ”Türkiye’de çizgi romanın şu anki halinden ileri gideceğine ne yazık ki inanmıyorum” demişsin. Bu inancın değişti mi? İlke Keskin: Eh, insana söylediği sözler böyle yedirilir işte sanırım. Ben Hakan’la o röportajı yaparken Marvel ve DC sinematik evrenleri bu büyüklükte değildi. Haliyle sinemanın etkisi bizi bu güzel günlere getirdi diyebilirim. Gölge e-Dergi: Yürüyen Ölüler çizgi romanının fuarlarda ilk sayılarına yoğun ilgi oluyor. Daha sonrası için sadık takipçisi oluştu mu? İlke Keskin: Aslına bakarsanız çizgi romanlarda da kitaplarda da ilk sayı hep çok satar. Fuarlarda elimizdeki serilerin ilk sayılarını özel indirimlerle sattığımız doğru. Ama bu promosyonun
İlke Keskin: Çizgi roman piyasası sadece Amerikan süper kahramanlarından oluşmuyor. Manga konusunda biraz zayıf olduğumuz için biz de gözlerimizi dünya çizgi romanlarına karşı açık tutuyoruz. Çizgi romanı yayınlamaya karar vermek de zaten o çizgi romanı okurken oluyor genelde. Mesela Don Kişot’u Frankfurt’ta Carlsen standında görmüştüm. Birkaç sayfa çevirdikten sonra içimden “bu çizgi romanı yayınlamam lazım” demiştim bile. Biraz içten gelen bir hissiyat da var sanırım seçim konusunda. Gölge e-Dergi: Comics dışında seri olarak Bone ve Yalnız Kurt ve Yavrusu gibi prestijli serileri de yayınlıyorsunuz. Bunların yanına yenileri eklenecek mi? Eklenecekse hangileri olacak? İlke Keskin: Bone ve Yalnız Kurt gibi serileri biz prestik olarak görmüyoruz. Bunlar, Türkiye gibi çizgi roman piyasası yeni yeni oluşmaya başlayan ülkelerde kesinlikle yayınlanması gereken klasikler. Nasıl Dostoyevski, Charles Dickens gibi yazarlar her dile çevriliyorsa, bu çizgi romanların da her dile çevrilmesi ve o ülke edebiyatına dahil edilmesi
gerekiyor. Bizim klasik yayınlarımızın arasına eklenecekler olacak fakat neler olacağı konusunda kesinleşmeden herhangi bir çizgi roman ismi vermek istemiyorum. Gölge e-Dergi: Örümcek Adam’ın Avenging serisini fasikül olarak yayınlıyorsunuz. Bu kararı almanızdaki sebep nedir? İlke Keskin: Cevabım çok kesin: İstanbul Kitap Fuarı. Genelde küçük çocuklar bizim standın önüne gelirler ve Örümcek Adam çizgi romanı almak isterlerdi. Ama bizim kitaplar cilt formatında yayınlandığı için ve ne yazık ki Türk anne-babaların büyük bir çoğunluğunun aklında çizgi romana verilebilecek en fazla para 5-10 lira olduğu için, standımızdan mutsuz ayrılan birçok çocuk görmeye başladı. 2-3 Sene bu fuarlar bu şekilde devam etti ve artık bu sene buna bir son vermeye karar verdik. Sanırım çok da başarılı olduk. Avenging serisi yeni Örümcek Adam okuru kazanmakla kalmadı aynı zamanda eski okurlar için de yeni bir deneyim oldu. 7’den 70’e herkesi mutlu edebildik. Gölge e-Dergi: Watchmen, V for Vendetta, Maus, Persepolis gibi klasikleşmiş grafik romanlardan ülkemizde yayınlanmamış ve “Ya şunu da biz çıkaralım” dedikleriniz var mı? Varsa neler? İlke Keskin: Flaneur’ün yayınladığı Cash çizgi romanını gerçekten ben yayınlamak isterdim
31
sanırım. Ülkemizde yayınlanmamışlardansa gönlüm her zaman From Hell’den yana ama Türkiye’de ne kadar tutulur ne yazık ki tahmin edemiyorum. Gölge e-Dergi: Çok uzun zaman Türkiye’de Superman-Batman yayınlanamaz dendi. Batman’ın Türkiye yayın serüveni içinde senin de yer aldığını biliyoruz. Nasıl geldi Batman Türkiye’ye? Senin defalarca yazışmanı yurt dışına çıkıp yayıncıyı ziyaret etme süreçlerini duyduk, bu şehir efsanesi mi yoksa bir tur atıp geldin mi? Senin bu kadar çok istediğin Batman’i JBC nasıl aldı? İlke Keskin: Ben Örümcek Adam’dan sonra Batman’e de göz koymuştum ve DC’nin peşine düştüm. Daha önce de belirttiğim gibi DC telif haklarını kendisi üzerinden veriyor. Frankfurt’ta daha öncesinde DC ile bir görüşmem olmuştu ama Warner Bross DC’yi yeni satın almıştı ve bu yeni DC de Dünya piyasalarında kendini nasıl konumlandırması gerektiğini daha tam olarak bilemiyordu. Türkiye piyasası ise onlar için büyük bir muammaydı. Frankfurt sonrası bu sefer onları New York’taki ofislerinde ziyaret ettim. Telif ve dijital malzeme ücreti olarak Marvel’dan çok çok daha yukarıdalardı ve pek de inecek gibi görünmüyorlardı. İstedikleri şey 2-3 yıllık garantili bir yayın planıydı ve yüksek meblağlardı. Birçok yerde de belirttiğim gibi, çizgi romancılık benim mesleğim değil, hobim. O yüzden
32
de bu işe ayırabildiğim süre ve bütçe ne yazık ki sınırlı. DC için çok yoğun bir çalışma programı gerekiyordu ve ben de bunu başaramazdım. Zaten DC’nin kafasında da tek bir yayıncıyla çalışmaktan ziyade ilk defa girecekleri Türkiye piyasasında kahramanları paylaştırmak tarzı bir planı vardı. JBC Nasıl aldı sorusunun cevabı Ertan Ergil’dedir. Ama yayınladığı çizgi romanlardan istediğim herhangi birini JBC için çevirebilme lüksüm olduğunu da burada ukalaca belirtmek isterim. Gölge e-Dergi: Yapı Kredi yayınevi uzun süre “YKY’nin geleneği Fransız ekolüdür comics-manga yayınlamayız” dediğini biliyoruz. Onlara Superman yayınlatacak kadar Türkiye’de ne değişti? İlke Keskin: Yapı Kredi konusunda herhangi bir yorum yapabileceğimi sanmıyorum çünkü onlarla hiçbir şekilde tanışıklığım yok fakat o sıralar YKY’nin genel yayın yönetmenliğini yürüten Raşit Çavaş’ın özellikle Tex ve Yalnız Kurt seven bir çizgi roman tutkunu olduğunu biliyorum. YKY’deki bu değişimin başlangıcında onun parmağı olabilir. Ama tabii ki bu benim şahsi yorumum. Yoksa bir bilgim olduğundan kesinlikle değil. Gölge e-Dergi: Kasım ayında tekrar baskılar hariç 50’den fazla çizgi roman basılmış. Bu sadece
kitap fuarı bereketi mi yoksa gerçekten çizgi roman okunuyor mu? İlke Keskin: Bence son 2 yılda çizgi roman okunur hale geldi. Neden diye soracak olursanız da bunun sebebini teknolojiye bağlıyorum. Eskiden ebeveynler çocuklarının kitap okumalarını isterlerdi. Çizgi roman hep bir alt kademede kalırdı. Fakat şu an daha 2-3 yaşındaki çocuklarının hayatının büyük bir bölümü dijital dünya. Hepsi dokunmatik ekran kullanmayı biliyorlar ve tabletlerde oyun oynuyorlar. Durum böyle olunca da ebeveynler bir adım geri atmak zorunda kaldılar ve çocuklarının tablet oynamalarındansa bari çizgi roman okumalarını ister oldular. Bunun üzerine bir de Marvel DC sinematik evrenleri gelince, haliyle Türkiye’de de bolca çizgi roman basılır ve okunur oldu. Gölge e-Dergi: Yurt dışı kitap fuarlarına katılmaya devam edecek misiniz? Bu fuarlar basına yansıdıkları kadar renkli geçiyor mu? İlke Keskin: Fuarlara stand kurmuyoruz tabii ki. Ziyaretçi olarak gidiyoruz. Çizgi roman telifleriyle ilgili Avrupa’da Frankfurt, Bolonya, Angoulem ve Londra kitap fuarları var. Her sene bunlardan birine gitmeye çalışıyoruz. Bu fuarlar sadece telif almaya gelen ziyaretçiler ve telif satmaya çalışan
yayınevleriyle dolu olduğu için öyle pek de renkli, eğlenceli geçmiyor (tabii Angoulem biraz farklı). Ama özellikle Amerika’daki Comic-Con’lar gerçekten etkileyici oluyor. İmkanı olan her çizgi roman severin en az bir kere görmesi gereken organizasyonlar bence. Gölge e-Dergi: Belki henüz kesinleşmiş bir kararınız yoktur ama şunu özellikle sormak istiyorum. Yavaş yavaş yerli çizerler de çizgi roman raflarında kitapları ile yer almaya başladı. Marmara Çizgi de yerli yazar çizerlerin kitaplarını inceleyip aklından olumlu bir şeyler geçiriyor mu? İlke Keskin: Elbette ki. 1-2 sene içinde olmasa da Marmara Çizgi’nin kesin hedeflerinden biri yeni/eski Türk yazar çizerlerin çalışmalarını da yayınlamak. Yurtdışına bağlı kalmış bir piyasayı canlandıramazsanız, sizin bu emanet piyasadaki riskiniz her zaman çok büyük olur. Fakat ne zaman ki kendi piyasanız olur, işte o zaman çok daha emin adımlarla ilerlersiniz. Gölge e-Dergi: Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz.
33
Harun İÇÖZ
Çizgi Roman İnceleme
Karabasan ortaya çıkarttı ve zamanı gelince de bunu İngiliz arkeolog ve dilbilimci Sir Lawrance’in ellerine teslim etti. ‘Karabasan: Kehanet’, iki kalbi bir araya getirmek ve dünyanın en güçlü büyüsü olan aşkı ortaya çıkarmak için tüm evrenin binlerce yıldır ağlarını nasıl örebileceğine mükemmel bir örnek. Gerçek dünyada da seven iki kalbin bir araya gelmesi için gereken şartların oluşması böylesi fantastik bir kurguya sahip değil mıdır zaten? Geçirdiği kaza sonrası yarı açık bilinci de garip seslerin verdiği emirlerle ve gördüğü parça paça parça anılarla bulanan Mustafa, gecenin kör vaktinde amaçsızca yürümektedir. Zihni karma karışık olmasına rağmen, kendisine doğru koşan Dilek’in, ‘bir melek’ olduğunu düşünür. Gördüğü kız
Aşk Tadında Bir İnceleme “Yazıya hangi kelime ya da cümle ile başlayacağımı bilemiyorum açıkçası... Bu, 1997’den bugüne dek yaşadığım en büyük mutluluk.” Bunlar, usta çizer Yıldıray Çınar’ın Karabasan’ın birinci sayının girişinde kaleme aldığı ilk cümlelerdi. Şu anki duygularım daha güzel dile getirilemez. Söylenecek çok şey varken insanın ne diyeceğini bilemediği bir an muhakkak gelip çatıyor. 2003 yılında karabasan in ilk sayısını tekrar tekrar okuduk. Diğer üç sayıyı (özellikle de geciken son sayısını) sabırsızlıkla bekledik. Aradan on iki yıl geçti. Kültürümüz, hayatımız, fantazya ve çizgi roman dünyasında bakışımız ve bilgi birikimimiz de bizimle birlikte büyüdü, gelişti. Gün gelip de bu eseri inceleme fırsatı bulunca insan geçerken de yazıya hangi kelime ya da cümle ile başlayacağını bilemiyor. Öncelikle Karabasan’ın Hakan Tacal’ın yazıp Yıldıray Çınar’ın çizdiği dört sayılık bir çizgi roman olduğunu söylemek gerek. Dünyaya standartlarındaki ilk Türk çizgi romanı. İlk sayısı 2003 Temmuzunda Çapa Çizgi Roman imzasıyla Arkabahçe yayıncılıktan çıktı. Kehanet adlı bu öykü dışında ‘Ölümün Küçük Salonu (2004)’ ve ‘Önce Botlarını Bağla (2007)’ adlı kısa hikâyelerle bizlerle buluşan karabasan, en son Gölge e-derginin HaziranTemmuz 2013 sayılarında ‘Damlalar’ adlı hikayeyle arzı endam eyledi. Bunlar herkesçe malum. Gözden kaçan şey ise, Karabasan’ın çıkış öyküsü Kehanet’in özünde bir aşk hikâyesi olduğu. Evet. Doğru okudunuz. İfşa olmamak için göz 34
kırpmadan adam bilen öldürebilecek gizli bir örgütün ‘eşyası’ olan Ankaralı Mustafa ile İstanbul’da okuyan Dilek isimli üniversite öğrencisinin aşkı. Hikâyede iblisler, tanrılar, büyükler, eski medeniyetler, gizli örgütler, süper güçler, işlenen cinayetler, parçalanan cesetler, fiziksel dünyayı etkileyen düşler olsa da, tüm bunlar daha çok Mustafa ile Dilek’in tanışmasına ve aşklarının çiçek açmasına zemin hazırlayan birer araç adeta. Yağmurun aralıksız yağdığı yedinci günün gecesinde, Tarlabaşı Bulvarı’nda Mustafa’yı nakleden aracın kaza yapma sebebi, kader değildir de nedir? Aynı güç, binlerce yıl öncesinde fırtına tanrısının yeniden doğusu kehanetini ve büyüsünü
onun için o kadar güzeldir ki, ‘ya çıldırmanın yeni bir safhasıdır bu, ya da ölmenin.’ Derken, aşk hikâyelerine saygı duruşu tadında, çarpışırlar. Asıl çarpışan şeyin bedenleri değil de kalpleri olduğunu anlamaları için önce iblislerden kurtarmaları gerekecektir. Bu noktada Mustafa kendinden geçer. Düşünde uhrevi tarafı ağır basan bir dede görür. Onunla konuşurken babaannesinin özel olarak yazdığı muska aklında gelir. Babaannesi, ‘muskayı kaybetme, yoksa kayboluşunun,’ demiştir. Üzerinde kadim dillerde ‘Hayat’ anlamına gelen bir sembol işlenen bu muskayla uyanır Mustafa. Bu muska sayesinde de Karabasan’a dönüşecektir. Hayatları, belki de tüm insanlığın hayatı artık kurulabilecektir. Aşk, insanı nasıl hayat koşuşturmasında kaybolmaktan korursa, bu muska da Mustafa’yı kaybolmaktan kurtarmış, hayatına yön verecek bir pusula olmuştur. Fakat her aşk hikâyesinde olduğu gibi, ikilinin kavuşmasına engel olmak isteyen biri vardır. Sir Lawrance gelir ve muskasını ister. Mustafa aslında adamın hayatını ve dolaylı olarak da aşkını 35
istediğini içten içe bilmektedir sanki. Aşkına tutunur. Her taze aşık gibi ne yaptığını bilmeden kalbiyle hareket eder ve karabasan olarak iblisleri ve arkeoloğu haklar. Sir Lawrance, hübrisi sebebiyle alt edilir ve sevdiğine kavuşamayan her kötü karakter gibi nefretinden güç alarak, iblislerin de yardımıyla, yeniden doğar. Artık muskayı Mustafa’dan kendi rızasıyla alamayacağını bildiği için büyünün arka kapısını kullanmak zorunda kalır ve ayrılık acısı çeken her aşık gibi etrafına mümkün olduğu kadar çok acı vermek ister. Toplu katliamlar yapmalı, çok fazla insanı ayni anda kurban edip bolca kan akıtmalıdır. Bu arada gizli örgüt, iblislere değil de, Mustafa’nın varlığına tanık olduğu için Dilek’i öldürmek ister. Ancak Mustafa Karabasan olarak telekinetik özelliğini kullanıp kurşunu havada durdurur. Tehlike geçince de tekrar Mustafa olup bayılır. Uyanınca dilek çok mutlu olacak ve onun da gönlünde bu delikanlı bir kıvılcım yakacaktır.
Sonraki sahnelerde dileğin kız kardeşiyle tanışırız. Kaynanalık yapan bu genç kız, Mustafa’yı ilk görüşte sevmemiştir. Dilek’in etrafındaki diğer erkekleri de sevmediğini anlarız. Derken sahneye Giovanni Scognamillo çıkar. (Hikâye akışında ismen geçmeyi kabul eden Giovanni, Fabisad’in onuruna verdiği 2015 Gio Ödülleri’ne rahatsızlığı sebebiyle bizzat
36
katılamamasına rağmen video ile selam gönderdi.
Kendisine acil şifalar diliyoruz.) Olanları dinleyen Giovanni bile duyduklarına ilk duyuşta inanmaz ama delilleri görünce yardım etmeyi kabul eder. ‘İstanbul’un Gizemleri’ ve ‘Türk Sinema Tarihi’ isimli kitaplarının posterleri eşliğinde evine girdiğimiz Giovanni, babacan tavırlarla sevenlerin kavuşması için elinden geleni yapan aile büyüğü gibidir adeta. Onları korumak için evine iblislerin girmesini engelleyecek ışık büyüsü yapar. Mustafa’nın Karabasan olmadan da iblislerin birkaçını alt ettiğini gördüğümüz bir sahne ardından evi saran iblislere de yine karabasan olmadan (nasıl dönüştüğünü henüz çözememiştir. Söylesenize, hangi aşık aşkı için yapabileceklerinin sınırının bilincindedir?) Giovanni’nin odasında duran samuray kılıcını kaptığı gibi yüzlerce iblisin arasına dalıp sevdiği için ölümü göze alır. Etrafı sarılır. Üzerine iblis yağar. Tam öldü derken Karabasan’a dönüşür, hepsini haklar ve kötü adamın peşine düşer. Olanları Pencereden izleyen dilek ise dayanamaz, sevdiğini iyice fark ettiği adamın peşi sıra gidip tehlikenin içine atılır. Çizer olarak diskoda kızlarla tanışıp kalemiyle prim yapan ‘Yıldıray diye bir çocuk’ göndermesinin ardından (on iki yıl sonra bile insanı güldüren bir gönderme) Sir Lawrance’ın tanrılaşma çabalarına şahit oluruz. Koskoca arkeolog, kavuşamamanın acısıyla kuaföre gidip güzelleşen kadın edasıyla adeta kendinin ispatlama çabasındadır. Muska onun olmamıştır. Bunu hazmedememektedir. Öyle ya da böyle amacına ulaşmalıdır. Bu sebeple büyünün tehlikeli arka kapısını kullanmalı, yani çok fazla insanı aynı anda katletmelidir. Verilen zaman içinde bunu yapamazsa iblislerle birlikte bu dünyadan ayrılacaktır. Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nin Taksim Meydanı tarafında tanrı adayı ve taze kahraman karşı karşıya gelir. Biri yıldırım atar; diğeri kara kara basar, diğerinin zihniyle oynar. Son derece karizmatik ve heyecan dolu bir savaşın ardından büyüyü tamamlamak için verilen sürede işini bitiremeyen arkeolog da iblislerle beraber iblislerin boyutunda gider.
Karabasan İstiklal Caddesi’nin üzerinde süzülmektedir.
Tüm
olanları
kaçıran
Dilek,
Karabasan’la buluşmak için bir evin çatısına çıkar. Karabasan da çatıya inip Mustafa’ya dönüşür. İki taze aşık göz göze gelir. Bakışları aşkla doludur artık. Sekiz
gün aralıksız yağan yağmurun ardından tertemiz gökyüzüne doğan güneş ufukta yükselirken, başını Mustafa’nın omuzuna yaslayan Dilek ve dizlerine sarılan Mustafa, hayatlarına giren bu yeni duyguyu adlandırmaya çalışır. Mustafa Ankara’daki ailesiyle konuşmuş mudur, Dilek üniversiteyi bitirmiş midir
bilinmez ama kesin olan bir şey varsa, o da artık hayatlarının eskisi gibi olmayacağıdır. Bizlerle buluşmasının üzerinden on iki yıl geçmesin rağmen hala güncel kalabilen, insanın
damağında bir Barış Manço şarkısı gibi zaman geçmesine rağmen aynı tadı bırakan, tekrar tekrar okunası bu çizgi romana bakıp da ülkemizde neden hala bu kalitede daha da fazla çizgi roman çıkmıyor diye düşünmemek elde değil. Sebebi ise basit.
Talep arzı doğurur. Ülkemizde ve özellikle de bu camiada eli kalem tutan, yazan, çizen, üreten ve bu eserlere değer verip takip eden herkesin emeğinin karşılığını daha iyi alabileceği ve hak etikleri değeri görecekleri günlerin özlemi anısına dikilmiş bir anıttır Karabasan. Bizlere de bu yolda beraber yürüyen ya da izinden gidenlere bu bağlamda saygı duymak düşer.
37
Öykü: Hay İllüstrasyon : MKS
Öykü
Cazu Soydukları kervandan kaldırdıkları parayla günlerdir kerhanede ve meyhanede zaman geçirdikleri için dün ellerindeki son çeyrekleri de kerhane karılarına yedirmişlerdi. Meyhaneci; hanında kavga çıkmasın diye, meteliksiz olduklarını bile bile, taslarına şarap dökmüş fakat bu iki izbandut kerhanedeki karılar yetmezmiş gibi hancının karısı ve kızını da bellemek isteyince küçük adam hanındaki diğer misafirlerİnden özür dileyip iki katı boyundaki sarhoş adamların enselerine en kalınından bir kütükle vurarak gecelerini sonlandırmıştı. İki haramiyi de köyün çöpünü taşıyan ihtiyarın çekçekine yerleştirip ihtiyara bir çeyreklik uzattı. “Yetmez, dedi ihtiyar. Uyanırlarsa yiyeceğim dayak için de bir çeyrek isterim.” İki adam uyandıklarında kendilerini ormanın içinde buldu. Burası hemen köyün bitimindeydi. İhtiyar çöpçü ağır adamları çekçeğinde fazla taşıyamamış tahta tekerlerden biri ormana girmeden kırılmış, “Nasıl olsa parasını hancıdan alırım” deyip yine de ormanın içindeki kara vadiye kadar getirip bırakmıştı çekçeğini ve iki izbandut uyanmadan kaçmıştı. Kafaları ağrıyarak ayılan adamlar gün ağarmamış diye yatıp uyudular. Gün ışığının sıcaklığı vurmaya başladığında aç karınlarının gurultusuna uyandılar. Bu koca ormanda elbette yiyecek bir şeyler olmalıydı. Çok geçmeden de koca atının yularını çeke çeke gelen bir avcıyı gördüler. Atının terkisinde de koca bir geyik vardı. Yeni vurulmuş olmalı ki hâlâ kanı damlıyordu yere. Afak kendilerini henüz fark etmemiş olan avcıya baktı, sonra etrafına bakınıp bir şey aradı gözleriyle. İhtiyar çöpçünün arabasının yanında bağlı uzun çatalı gördü. Çatalı eline aldı ve ağırlığını kontrol etti. Boyundan uzun, dişleri sivriltilmiş tahta çatalla önce nişan aldı. Omuzunun üzerinden ileri savurur gibi yapıp düzlüğüne baktı ve sonra yeni baştan tüm kuvvetiyle fırlattı avcıya. Koca çatal bir ıslık sesi çıkararak uçtu, kendini geç fark eden avcının göğüs kafesine yapıştı. Avcı bir daha nefes alamadı. Afak yol arkadaşı Reyl’e baktı, genç adam gidip ütmüş atı bulma ve hem atı hem geyiği getirme görevinin kendisine düştüğünü anladı. O atın gittiği yöne ilerlerken Afak da koca geyiği birkaç çalı çırpı ile pişiremeyecekleri için kurumuş ağaç kütüklerini yan yana getirdi. Kaç gündür şaraptan bulanan mideleri sonunda taze bir et görecekti. Reyl çok geçmeden getirdi atı. Terkideki geyik vurulalı henüz bir saat ya olmuş ya olmamıştı. Afak hayvanın derisini yüzmeye bile gerek görmedi, avcı hayvanı okla vurduktan sonra ağırlık yapmasın diye içini de boşaltmıştı zaten. Bilek kalınlığındaki bir sağlam ağaç dalını hayvanın içinden geçirip kütüklerin üzerine alev değmeyecek şekilde bıraktılar. Sonra da kızaran geyiğe bakmadan yeniden uykuya daldılar. Tuuların uzun uzun çalması derin uykularından uyandırdı. Yanık et kokusu ormanı sarmıştı. Ne olduğunu anlamadan yanık geyiğin etini yiyen bir erkek çocuğu gördüler. Çocuk epeyce didiklemişti eti. “Babamı siz mi öldürdünüz?” diye boş gözlerle sordu. Ne bir hüzün ne de sevinç vardı yüzünde. Tuular yeniden ötmeye başladı. “Bu ne?” diye sordu Afak babasını öldürdüğü çocuğa. “Cazu” dedi velet. “Cadı diyemedi” dedi tam arkasında bir kadın sesi. “Burada olmamak lazım ama bütün köyler şimdi burada toplanır.” Afak avcının atını yularından tutup çekiştiren kadına baktı. “O avcının kadını mıydın?”
38
39
dedi. Başını salladı kadın. Karnını doyuran çocuğu kolundan çekiştirdi. Sonra geyiğin tam yanmamış butlarından birini koparttı ve “Kulaklarınıza dikkat edin,” dedi. “Neden?” diye sordu Afak, “Ne olacak ki?”
geçmeden ihtiyar çöpçü geldi yanlarına. “Bu insanlar neden böyle çılgın gibi davranıyor?” diye sordu Afak. İhtiyar adam çekçeğinin kırık tekerini getirdiği sağlam tekerlekle değiştirmeye çalışırken anlattı.
Tuular yine ötmeye başladı ama bu sefer uzun uzun. İhtiyar çöpçü tahta bir tekerlekle çekçeğini tamir etmek için geri dönmüştü. İki yabaninin orada olmayacağını umuyordu ama çekçeğinin yanında kütüğe asılı geyiği ve iki adamı görünce gidip sönmeye yüz tutmuş ateşin başına oturdu, yanık etten iri bir parça aldı.
“Bu çok eski bir ayin. Bu vadiyi, bu köyleri ve bu gökyüzünün altını cadılar yönetir. Bu gördüğünüz ayin yüzyıllardır yaşayan Erakl topraklarının baş cadısı Huu için. Ömrünün bittiği müjdelenmiş kendi yerine cadılar birliğinden bir baş seçti ve gelip aramıza katıldı. Şimdi biz onun yıkandığı suyla, yürüdüğü toprakla ve soluduğu hava ile sevişeceğiz. Evliler, bekârlar, dullar fark etmez. Çocuk yapabilen herkes çocuk yapmaya çalışacak. Ta ki gözleri lav kızılı bir çocuk doğana kadar. O çocuk doğduğunda bugünden sonra doğan tüm çocukları anaları babaları kurban edecek. O lav gözlü cadı yaşadığı sürece kimse onunla aynı yaşta olmayacak. Tanrıların bahşettiği yüzlerce yıllık ömründe hiç kimse onunla aynı yaşta olmayacak,” dedi.
“Sen mi attın bizi buraya?” dedi Afak. “Maalesef!” dedi yaşlı çöpçü. Çok uzaklardan çok keskin bir metalik ses geliyordu. Tuular çok daha uzun çok daha güçlü çaldı. Tuu seslerine birbirine çarpılan taş sesleri karıştı. İnsanlar gördüler vadi boyunca ilerleyen. Vadinin iki yamacında yürüyen oturan insanlar. Altta kurumuş bir nehir yatağının iki yanına sıralanmış insanlar. Uzun Tuu borularını çalan dört adam gözle görünür bir uzaklığa gelmişti. Vadiyi dolduran insanlar ellerine aldıkları taşları Tuular duyulmaz olana kadar birbirine çarpıyor, taa uzaktan metalik bir ses hiç kesilmeden yaklaşıyordu. İnsanlar kuru nehir yatağından yukarı doğru yöneldiler. Taş seslerinden Tuular duyulmaz oldu, insanlar metalik ses yaklaştıkça daha bir hırsla çarptı taşları, daha bir hırsla çarptı birbirine, daha bir hırsla çarptı. Yaşlı çöpçü, avcının oğlu ve kadını ve bir dağ dolusu insan çarptı taşları. Afak ve Reyl çarpmadı sadece. Avcının atı kaçtı dağın öte yanına. Geyiğin de hâli olsa gitmeye çırpınacaktı ama can yoktu. Ne olduğunu bilmeyen sadece Afak ve Reyl’di. Metalik ses yaklaştıkça sanki dağ yarılıyordu. Ses yaklaştıkça insanlar vadi daha da yarılıyor zannetti, ses yaklaştıkça kulakları sağır etti, duyulmaz oldu, her yan ses oldu ve insanlar bıraktılar taşları çarpmayı. Artık kimse duymuyordu sesi. Kimse artık duymuyordu. Nehir boyundan bir kadın göründü. Toprak kadar yaşlı, yaz toprağı gibi kırgın derili, bir karga yuvası kadar saçları karışmış ve kış karından daha beyaz, bembeyaz saçları. Çıplaklığından utanmadan yürüdü. Gözleri yanardağ lavı gibiydi. Gözleri göz göze geldiğinin içini yakıyordu. Bir elinde kendinden uzun asası diğerinde sapsarı, eğri büğrü hayatınca kesmediği tırnağı. Kulaklarını sağır eden o metalik ses o tırnağın yere, toprağa, taşlara sürünmesinden çıkıyordu. Sanki yeryüzünün canı acıyor, canı kırılıyordu. Ardında sürüdüğü elin yamuk, uzun, eğri büğrü tırnağı acıtıyordu toprağı. İhtiyar cadı nehir boyunca yürüdü, insanlar takıldı peşine. Duymayan insanlar acıyla yarılan toprakta koşarak ilerliyordu cadının ardından. Öyle bir koştu ki Afak ve Reyl tüm insanları geçtiler. Tam cadının ardına düştüler. Kırışıktan kat kat olmuş toprak biçimli derisini gördüler. Öyle koştular ki sarkmış yere değen memeleri gördüler. Öyle koştular ki uzayıp çeneye doğru düşmüş koca burunu gördüler. Duymamaktan kulakları kanadı ama yeri yırtan eğri büğrü tırnağı gördüler. Cadı vadi boyunca yürüdü, nehrin yatağı boyunca yürüdü ve kurumuş nehrin gözüne geldi. Uzun tırnağı ile toprağı karıştırdı. Karışan topraktan yumruk büyüklüğünde taş çıkarttı. Çıkan taşın üzerine asasını kaldırdı ve öyle bir vurdu ki yer titredi. Bilek gibi su gökyüzüne fışkırdı ve yağmur gibi damla damla düştü cadının üzerine. Cadının üzerine düşen her damla bir toprak kokusu aldı her damla biraz çamur oldu ve damlalar akıp giderken bin yıllık kadının üzerinde kirini, pisini, pasını aldı götürdü. Nehir yeniden başladı çağıl çağıl akmaya. Geçtiği her yeri suya doyurdu nehir. Akıp giden kir ve pisten cadıda artakalan genç güzel bir kız bedeniydi. Gözlerin bakamayacağı kadar güzel. Üzerinde de bir ebemkuşağı oluşdu. Fışkıran sular ebemkuşağı yaptı cadının üzerinde. Bir ebemkuşağı bağladı vadiyi birbirine. Ebemkuşağının altında güneşte parlayan genç kız bedenine dağlardan bir rüzgâr geldi. Öyle böyle değildi rüzgâr. Rüzgâr öyle bir çarptı ki o güzel bedene; taş vurmuş cam gibi, güneş görmüş buz gibi paramparça oldu ve rüzgâr her bir parçayı bahar çiçekleri gibi aldı, nehre, dağlara ve gökyüzüne dağıttı. Cadıyla birlikte gelen insanlar o bahar çiçeklerinin altında nehirde yıkanmaya, toprakta kurulanmaya, rüzgârda arınmaya çalıştı.
Afak ihtiyara bir masal anlatıyormuşçasına baktı. Kılıcının hâlâ çekçekte olduğunu gördü ve gidip aldı. “Sen niye yıkanmıyorsun nehirde?” dedi ihtiyara. “Nerede bende çocuk yapacak hâl. Baksana ahım gitmiş vahım kalmış. Bu saatten sonra benim çocuğum mu olur? Afak kılıcını tuttu, gökyüzüne doğrulttu, sık ağaçlığın arasında gün ışığıyla nasıl parladığına baktı ve bir savuruşta ihtiyar adamın kafasını bedeninden ayırdı. O sırada avcının oğlu da kaçan atı dağda yeniden bulup bir parça daha geyik eti yemek için geri gelmişti. Savrulan kılıcı ve bedeninden ayrılan kafayı gördüğünde korkudan ödü patladı. Afak kılıcına bir kın aramadan önce gülümseyerek çocuğa yaklaştı ve kanlı kılıç bir kere daha gün ışığı ile parlayıp yere doğru dimdik indi. Çocuğun bedeni kılıcın ağırlığı ile ortadan ikiye ayrıldı. Afak ve Reyl arkalarına bakma ihtiyacı hissetmeden yola düştüler. Gittikleri yollar boyunca, nehirler boyunca, günler boyunca, geceler boyunca ve aldıkları hayatlar boyunca bir ayin izlediler. Sık sık da kendileri de dâhil oldular bu ayine. Ta ki yeniden kor gözlü bir cazu doğana kadar.
Afak ve Reyl insanların bu delice davranışlarını seyrede seyrede yeniden geyiğin başına döndüler. Açlıktan başları dönüyordu. Yanık etleri çok leziz bir yemek gibi koparıp koparıp ağızlarına attılar. Çok
40
41
Çeviri: Meryem YAVUZ
Haberler
Darth Vader ve ben:
Jeffrey Brown ile Röportaj Her daim yaratıcı Jeffrey Brown’a nereden ilham aldığını, hakkında bilinmeyenleri ve öğrencilere neler tavsiye ettiğini sorma imkanı bulduk. Röportajımız sizinle olsun!
Genellikle sadece içgüdülerimi izler ve o an neye ilgi duyuyorsam onunla ilgili işler çıkarırım. Tabii değiştirerek gitmeye özen gösteririm, mesela daha mizahi işlerden daha kişisel çalışmalara yönelirim. Aynı konuyu tekrar tekrar işleme tuzağına düşmemeye çalışırım.
Chicago Art Institute’da sanat mezunu olduğunuzu söylediniz. Çizgi romana orada mı ilgi duymaya başladınız yoksa her zaman yapmak istediğiniz bir şey miydi?
Sürekli yeni işler çıkarmak için sahip olduğunuz motivasyonu nelere borçlusunuz, nerelerden ilham alırsınız?
Çocukken sürekli çizgi roman çizerdim ve büyüyünce çizgi roman çizeri olduğumu hayal ederdim, ama sanat okuluna gitmeye başlayınca daha çok resime ve genel anlamda güzel sanatlara ilgi duymaya başladım. Chicago Sanat Okulu’nu seçme sebebim biraz resimle ve çizgi romanla ilişkili olmasıydı. Ve başladıktan sonra Chris Ware’in de oraya gitmiş olduğunu öğrendim, bu da bir etken oldu. Bir imza gününde Chris Ware ile karşılaştıktan sonra, kendimi daha da fazla çizgi roman çizmeye başlarken buldum, tekrar başladıktan sonra da yapmam gereken asıl şeyin bu olduğunu hissettim. Bir çizgi romancı olmanın en sevdiğiniz yanı nedir? İşinizin özellikle keyif aldığınız tarafları nelerdir? Çizmek ve yazmak her zaman çok sevdiğim iki şey olmuştur ve çizgi roman çizeri olmak ikisini de aynı anda yapabilmenize olanak sağlıyor. Sevdiğim, keyif aldığım bir şeyi yaparak para kazandığım ve yaşamımı bu şekilde sağladığım için gerçekten çok şanslı olduğumu düşünüyorum. 42
keskin tespitler içeriyor. Fakat diğer işlerinizde konular geniş bir çeşitliliğe uzanıyor. Her yeni yapımınız için hangi konuya odaklanmanız gerektiğine nasıl karar veriyorsunuz?
Sürekli başkalarının işlerine bakarım ve keşfederim – bu her formda olabilir tabii, çizgi romandan filme, müzikten düzyazıya, resime… Bunların hepsi bana geri dönüp kendi işimi yapmam için ilham verir ve beni heyecanlandırır. Günlük hayatı gözlemlerken de bir sürü fikir edinirim. Bir gün hayata geçirmek istediğim koca bir liste dolusu fikrim var. Sektörde başarılı bulduğunuz birileri var mı? Varsa kimler?
başka
Başarılı bulduğum birçok kişi var. Çizgi roman sektöründe hem yaratıcılık hem de arkadaşlık bakımından harika insanlar var, bu inanılmaz bir şey. Chris Ware her zaman takdir ettiğim ve hayranı olduğum biri olmuştur, o hep insanı kışkırtan, dürten, bir şeylere teşvik eden işler yapar. Ben de bu sayede kendimi daha iyisini yapmak için zorlarım, itelerim. Ayrıca gerçek hayatta da çok samimi ve hoş bir insandır. Kitabınız Clumsy uzun mesafe ilişkilerine gerçekten dokunaklı bir bakış açısı getiren
Darth Vader ve Arkadaşları serisi için çok heyecanlıyız! Sizi Star Wars Expanded Universe’e yönlendiren ne oldu? Star Wars filmlerinin hayranı mıydınız (Eğer cevabınız evetse başka sorularımız da olacak!)? ELBETTE, ben bütün hayatım boyunca bir Star Wars hayranı oldum ve olacağım da. İlk sinema filmine gitmemle başladı her şey. Ve sadece filmlerle değil oyuncakları, kitapları, takas kartları ve çizgi romanlarıyla büyüdüm. Star Wars benim çocukluk rüyalarımdan biriydi. Bu yüzden Star Wars kitaplarını yapmak inanılmaz keyifli bir deneyim oldu kuşkusuz. 43
Diğer sorularımız: Işın kılıcı mı blaster mı? Işın kılıcı Ewoklar mı wookieler mi? Ewoklar C-3PO mı R2D2 mi? R2-D2
insanlarla çalışma şansım oldu: Projeyi yöneten Aaron Stewart-Ahn ve çizimlerimi animasyona dönüştürmenin boğucu ayrıntılarını üstlenen Eliza Kinkz gibi. Meraklı olduğunuz ve girmek istediğiniz başka alanlar var mı? Save The Date’te çalıştıktan sonra sanırım bir filmde daha çalışabilirim diye düşünüyorum, ama televizyonla ilgili bir iş de yapabilirim. Ben bunu başka alanlara girmek olarak görmüyorum, bunlar aslında benim yaptığım için kolları gibi. Öncelikli ilgi alanım hep çizgi roman yapmak olacak sanırım.
Darth Vader’ı evinin direği, oğlunun “babişkosu” olarak tasvir ettiğiniz Darth Vader and Son ve sonra Vader’ın Küçük Prensesi adlı çizgi romanları yapmak nereden aklınıza geldi? Orijinal fikir Google’dan geldi. Babalar günü için bana Vader ve Luke’u içeren, onların baba oğul ilişkisinin günlük hayatta ne kadar garip ve komik olacağını gösteren bir doodle skeci yapmamı istediler. Oğlum o zamanlar 4 yaşındaydı, bu yüzden Luke’u da o yaşlarda çizdim, fikir de oradan gelişti. Google sonradan o doodle’ı kullanmamaya karar verdi, ama benim için sorun olmadı çünkü zaten fikrimi koca bir kitaba dönüştürdüm.
Hayallerindeki kariyere ulaşmayı ümit eden öğrencilere ve amatörlere tavsiyelerin nelerdir? Verebileceğim en büyük tavsiye çok çalışmaları. Ben doğru zamanda doğru yerde olduğum için çok şanslıydım ve çok iyi, yardımsever insanlarla tanıştım. Ama yine de eğer kendi emeklerim olmasaydı şu anki kariyerimde bulunduğum yerde olmazdım. Gerçekten güçlü bir çalışma prensibi yerleştirmeye çalıştım. Örneğin ilk kitabım Clumsy’yi yayımlattıktan sonra bile Barnes & Noble’da 6 yıl tam zamanlı çalıştım, ve bunun bugün bile işime yaradığını görebiliyorum.
Şimdi hızlı bir kelime oyunu oynayacağız. Ben alt alta çeşitli konular sıralayacağım, siz de o konu hakkında aklınıza gelen ilk şeyi karşısına yazacaksınız.
Haber Kaynağı: http://www.thecollegejuice. com/
Çizmek: Çizgi roman Dart Vader: İmparatorluk Hayat: Sevgi Kediler: Mrrr Çizgi roman çizerleri: Sanat Mizah: Gülücük Çalışmak: Kahve Güç: Yoda Sevgi: Ailem Çoğu insanın hakkınızda bilmediği bir şeyi bizlerle paylaşabilir misiniz? Bu zor bir soru, çünkü otobiyografik olarak yaptığım onca çalışmadan sonra paylaşacak fazla özel bir şeyim kalmadı! Ama şunu söyleyebilirim,
44
küçükken çizgi roman çizeri olamazsam profesyonel bir futbolcu olmanın hayalini kurardım. Death Cab for Cutie için bir müzik video çalışması da yaptınız. Bu nasıl bir deneyimdi? Harikaydı, grubun zaten hayranıydım ama daha önce hiç animasyon yapmamıştım. Doğru 45
Öykü: Gökcan ŞAHİN İllüstrasyon: Emre GEÇER
Öykü
AXXA’da bir çocuk Genç mühendis, Mountain View’daki Geopec Teknoloji & Madencilik merkez binasının A bloğunda, birim müdürünün odasının önündeydi. Gergindi. Kravatıyla oynayarak oyalanıyor, gelip geçenlere amaçsız görünmemeye çalışıyordu. Kapı, yeşil yeşil ışıldamaya başlayınca derin bir nefes alıp içeri girdi. “Söyle Willy,” dedi Birim Müdürü Jacob Nichols, başını masasının üzerini kaplayan ekrandan kaldırmadan. “Axxa’da bir çocuk tespit ettik efendim,” dedi William Stewart bir çırpıda. Bay Nichols hiçbir şey duymamış gibi birkaç saniye boyunca masasındaki ekrana göz gezdirmeye devam etti. Sonra burnundan derin bir nefes aldı ve her zamanki sakin sesiyle “Ne demek bu?” dedi. “Geçtiğimiz fırtınayı biliyorsunuz… Orange-7 bölgesinde olan…” “Evet?” “Minik taşlardan zarar görmemeleri için tüm asteroit bekçilerine güvenlik istasyonlarına sığınmalarını emretmiştik.” “Bana temel felaket kurtarma operasyonları dersi mi veriyorsun Willy? Sadede gel.”
Ellerini göbeğinin üzerinde birleştirmiş olan William çekingence konuştu: “Sanırım bir güvenlik açığı oldu efendim.” “Nasıl bir güvenlik açığı bu? Bir çocuğun orada bulunması nasıl mümkün olabilir?” “Şey, şöyle izah edeyim. Hatta… Güvenlik istasyonunda bir de mektup bulduk. Her şeyi açıklıyor.” “Mektup?” dedi patron kaşlarını iyice çatarak. Böyle yapınca vahşi bir yaratıktan farksız oluyordu. “Kâğıda yazılmış bir mektuptan söz etmediğini varsayıyorum. Öyleyse çifte güvenlik açığımız var demektir.” “Hayır efendim, mektup güvenlik istasyonunun duvarına yazılmış. Bir bıçak aracılığıyla. Aslında ‘not’ demeliydim. Mektup yanlış bir ifade oldu.” “Hımm.” “Yazıyı okuyup bilgisayara geçirdim ve size e-posta olarak attım.” “Günde milyonlarca e-posta geliyor bana. Anahtar kelime söyle.”
“Axxa ya da mektup olarak aratırsanız…” “Axxa asteroidindeki tek kişilik güvenlik diye ciddiyetle cevap verdi genç mühendis, “benim istasyonunda… şu anda bir kız çocuğu var efendim.” gönderdiklerim arasında.” Zaman durmuş gibi geldi William’a. Patron başını kaldırıp mavi bakışlarını ona dikti. Sağ kaşını hafifçe kaldırdı. Sonra tekrar masa ekranına indirdi. Bir şeyleri inceledi hızlı hızlı. “Gördüğüm kadarıyla Derin Enver adında bayan bir bekçimiz varmış orada. Ve kendisi 2013 doğumlu olduğuna göre şu an eee… otuz dört yaşında olmalı. Bana pek de çocuk gibi gelmedi.”
46
Birkaç gözbebeği hareketinden sonra patronun masasının üzerine bir metin geldi. Canını sıkacak kadar uzun göründü gözüne. Bunun suçlusu karşısındaki mühendismiş gibi sert bir bakış atıp ofladı ve hızlıca okumaya koyuldu. * * *
47
Ne olursunuz kızıma iyi bakın.
48
biliyordu hamile olduğumu. Gerekirse çocuğu
Er geç bir taş fırtınası çıkacak ve ben kızımı bu güvenlik odasına koyup hayata veda edeceğim. Eğer o güne kadar başarıyla saklayabilmişsem, fırtınanın ardından muhakkak fark edersiniz Elem’i. Sizin için ne kadar değeri vardı bilmiyorum ama burada olduğum süre boyunca canla başla çalıştım. Ne denilirse hakkıyla yaptım, madenci robotlara elimden geldiğince bekçilik, bakıcılık ettim. Tüm emeklerimin hatırına ne olur kızımı benim yerime sayın, Dünya’ya götürün, iyi bir aileye verin. Benim başka çarem yoktu, onun bir çaresi olsun.
aldırmamı veya bilerek düşürmemi söyledi ama
Kızımın birinci doğum günü bugün. Sefil bir asteroit işçisinin kızı olarak doğması onun suçu değil. Biliyorum başkasının da suçu değil, kimsenin suçu değil. Kader böyleymiş, ne yapalım. Evet, hamile olduğumu gizledim işe girerken. Testlerde hile yaptım, buraya geldikten sonra da hiç açık etmedim kendimi. Burada, bir başıma doğurana kadar neler çektim, bir ben bilirim. Sağ ve sağlıklı olsun diye ne dualar ettim o güne kadar. Çok şükür ki öyle de oldu. Malzeme deposunda bir yer yaptım kızıma. Orada baktım. On altı saatlik mesai saatlerimde hiç göremedim bebeğimi, yanında olamadım, emziremedim. Göğüslerim şiştiğinde sütümü lavaboya sıktım, çünkü sık sık depoya inersem fark ederdiniz mesai saatlerinde. Zaten zamanım da yoktu ki. Bir an bile kontrolü bırakamazdım, siz de biliyorsunuz. Geceleri mesai bitince, robotlar donup da boynumdaki izleme cihazı deaktif olunca azıcık kalmış yorgunluk sütümle besledim yavrumu. Sadece o küçücük zaman diliminde yanında olabildim.
maalesef. Hepsi İstanbul depreminde öldü. Babası
Bu stresi bilemezsiniz. Her an fark edilme korkusunu... Kızım o küçücük odada şimdi ne yapıyor duygusunu… ‘O zaman niye gittin asteroite?’ diyorsunuzdur belki. Ben istemedim ki. Mecbur kaldım. Dünyadan sürülmüş milyonlarca asteroit işçisinden biri olmak zorundaydım, çünkü orada hiçbir şansım yoktu. Kimsem kalmamıştı, iş bulmam imkânsızdı. O kadar insan açlıktan birbirini yerken ben bunu bulmuştum, elimin tersiyle itemezdim. Uzaktan bir tanıdık, aracı olmuştu. O
biri olacak elbette.”
Haberler
yapamadım. Yüklü olarak geldim, burada kendi kendime doğurdum işte. Kamera koymak, kayıtları inceleyip depolamak falan maliyetli oluyormuş size. Kamera olsaydı hiç şansım olmazdı, ama işe girerken boynumuza yerleştirdiğiniz aygıt, asteroit kulübesinde nereye gittiğimizi sürekli logluyor, tuhaf hareketleri bildiriyormuş. Yani anormal bir şeyler yapmazsam tehlike yoktu.
FABİSAD’dan “Hayal Yıllığı”
Kızımı verebileceğiniz hiçbir akrabam yok da yok. Depremden sonra psikolojisi bozulmuştu zaten. Bir gün çıkıp gitti, bir daha gelmedi. Bu yazımı okuduğunuza göre ben ölmüşüm demektir. Belki yarın, belki bir yıl sonra, ama er geç tek kişilik güvenlik istasyonuna kızımı bırakacak ve ben göçüp gideceğim. Sizden tek bir şey istiyorum, birazcık olsun vicdanınız varsa Elem’ime bir hayat sağlayın, ne olur. * * * “Ne yapacağız efendim?” dedi William, Bay Nichols’un başını kaldırdığını görünce. “Gayet açık değil mi? Axxa’da şu an çalışan kimse yok. Yani robotları çalıştıracak kimse de yok. Her dakika zarar ediyoruz. Hemen bir işçi gönderin.” “Çocuk?” “Uzay boşluğunda gezen organik çöplerden William derin bir nefes aldı. Yutkundu. “Ne bakıyorsun öyle?” dedi patron sertçe. “Hadi, işinin başına.” “Emredersiniz efendim. Ama…” “Ayrıca gereksiz yere on dakikamı aldığın için bir günlük ücretin kesilecek. Böyle basit vakalarda bana gelmeyin artık
Fantastik severlere yılın ilk hediyesi bizden! Fantastik, Bilimkurgu ve Korku yazar ve çizerlerinin bir araya geldiği, hayal gücünün derneği FABİSAD’dan hayalperestlere yeni yıl hediyesi, “Fabisad Almanak” aralık ayı sonunda yayımlandı. E-kitap olarak hazırlanan ve bu sene ilki yayımlanan yıllıkta Fabisad’ın barındırdığı çeşitli renkleri görmek mümkün. Dernek üyesi sanatçıların katkılarıyla hazırlanan seçkiye FABİSAD’ın panoraması denilebilir. Öykülerin çizimlerle, makalelerin denemelerle bir arada harmanlandığı yıllıkta hemen herkese hitap eden bir eser var. Bu yıl bir ilk olması nedeniyle de özel bir öneme sahip olan Fabisad
Almanak, Fabisad’ın ileriki yıllarda bir gelenek haline getirmeyi planladığı bir çalışma. Fabisad üyeleri ve eserlerine ilk elden, üstelik ücretsiz olarak ulaşmanızı hedefleyen seçki, e-kitap formatında hazırlandı. Böylelikle, okurla eser arasındaki dağıtım, satış gibi piyasanın gerçeklerini teğet geçerek okura doğrudan ulaşmak, okumanın keyfini en üst seviyede sunmak amaçlanıyor. Hediyenizi, Entropol Kitap’ın http://www. entropolkitap.com/ adresinden ücretsiz olarak indirebilirsiniz. Ne de olsa, “Hayal kurmak özgürleştirir!”
49
Öykü: Murat BAŞEKİM
Öykü
zamanlar beyaz renge sahip ama şimdi çamurdan kararmış, dize kadar çekili "çoraplar" ; ceplerinde mezar böceklerinin kaynaştığı, sırmaları dökülmüş siyah bir frak ; ve etleri çürümüş bir boynu saran, çoğu yeri kemirilmiş beyaz bir boyun bağı ile, genç kızı cehennemdeki balosuna götürmeye gelmiş bir onsekizinci yüzyıl asilzadesiydi bu.
Pazar Konseri "100 No. Tv"'nin şüphesiz en güzel kulaklı V.j. 'i Siren, yeni küpelerinin ekranda nasıl göründüğünü görebilmek için o Pazar günü normalden beş saat daha erken kalktı. Her bir kıvrımı adeta özenle tasarlanmış, ne fazla etli, ne de fazla sivri olan ve ideal güzellik ölçülerine yüzde yüz uyan kulakları ile gurur "duyardı" Siren. Kimbilir, vücudunda silikon takılmamış tek tük birkaç noktadan biri oldukları için belki de. Kendi kulaklarına aşıktı Siren. Hararetlendikleri zaman kulağını ısırmak isteyen erkek arkadaşları ile de bu yüzden sık sık kavga etmişti zaten geçmişte. Kendine (ve kulaklarına) olan saygısından ötürü, makyajını özenle yapıp sanki bir partiye gidiyormuşçasına hazırlandıktan sonra kumandayı aldı ve televizyonun karşısına oturdu. Yeni küpelerine ödemiş olduğu para, pekçok kişinin iki aylık maaşına eşdeğerdi. Şimdi de onları televizyondan izleyerek kendi güzelliğini doya doya içecekti. "100 No. Tv"'de kendisinin sunduğu "Hop 10" programının başlamasına henüz birkaç dakika vardı. Çekimi daha dün yapmış oldukları için, Siren tabii ki bir numara'nın hangi şarkı olduğunu biliyordu... Kıvrak dansı ve iç gıcıklayıcı ses tonu ile yeni star Tavus'un söylediği "Sağır Yarim" isimli parçaydı bu. Güzel kulakların yanı sıra müzik kulağına sahip olmakla da övünen Siren, daha "Sağır Yarim" 'i ilk dinlediğinde onun hit olacağını anlamıştı. Tabii bunda Tavus'un inanılmaz yakışıklı olmasının da payı vardı. Zaten Siren'in, kulağını ısırmasına izin verdiği ilk ve son erkek de Tavus'tu. Siren, şu anda yatak odasında uyumakta olan Tavus'u uyandırmamaya karar verdi; çocuk kendi
50
şarkısını her yerde duymaktan sağır olmuştu zaten büyük ihtimalle! Siren kendi yaptığı bu espriye güldü. Program başlayıncaya kadar biraz zapping yapmak en iyisiydi. Kanallardan birinde Pazar konseri vardı. Kalabalık bir orkestra, bir çubuğu anlamsızca sallayan garip bir adamın yönetiminde sıkıcı sesler çıkarıyordu. Tavus, gürültülü bir biçimde gaz çıkarsa (ki bazen yapardı böyle), bundan daha güzel bir beste olurdu herhalde! Klasik müzikten nefret eden Siren, tam kanalı değiştirecekti ki, kulağı tanıdık bir melodi yakaladı: Kendi cep telefonunun zilinde kullandığı, bilmemkimin bilmemkaçıncı senfonisi…
Yalnızca güzeldiler.
kulakları
çürümemişti.
Çok
Salonun bir köşesinde telefon, 9. Senfoni'yi çalmaya başladı... Siren'in kulakları, bu yeni erkek tarafından ısırılırken (daha doğrusu kafasının yarısı ile birlikte koparılırken); genç kız, bu adamın kulaklarının, kendi kulaklarından bile daha güzel olduğunu farketti. Eve mezarlık kokusu getiren şey, Siren'in sağır yar'ine "Günaydın" demek üzere yatak
odasına doğru ilerlerken, Siren, kendi çığlıkları ile 9. Senfoninin karışarak oluşturduğu uvertürü duyamıyordu. Az önce açılmış olan kanalda, Siren kadar güzel kulakları olmayan ciddi yüzlü bir spiker, kelimeleri tane tane okuyarak, işitme engelliler için hazırlanan haber bültenini sunuyordu : "...Alman. Polisi. Açılan. Mezarla. Soruşturmanın. Sürdüğünü. Açıkladı.
İlgili.
1770-1827. Yılları. Arasında. Yaşamış. Olan. Ludwig. van. Beethoven. Genç. Yaşta. Duyma. Yetisini. Yitirmesine. Rağmen. Bestelemiş. Olduğu. Başyapıtlarla. Klasik. Müziğin. Ölümsüzlerindendir. " Siren, kan gölünün ortasında duran uzaktan kumandayı alarak zorlukla kanalı değiştirdi ve ölmeden hemen önce, yeni küpelerinin o kadar da yakışmamış olduklarını gördü.
Bugünlerde herkesin ağzındaki şarkı "Sağır Yarim" olmasına rağmen, nedense yine herkes cep telefonlarının melodisi olarak - anlasın anlamasın, sevsin sevmesin - klasik müziği tercih ediyordu. Kendisi, Tavus, diğer V.j. arkadaşları, hatta geçen gün bindiği taksinin şoförü bile. Yeni farkına vardığı bu çelişkinin, daha doğrusu bu ikiyüzlü tutumun, karizmatik olmak isteğiyle ilgili birşey olabileceğini düşündü Siren. Tıpkı sigara içmek ya da konuşmasına belli belirsiz bir Amerikan aksanı gizlemek gibi. En azından, kendisi için böyleydi bu durum. Bu iğrenç müziği on saniyeden fazla dinlediği için "anında bay gelen" genç kız, çabucak kanal değiştirdi. Ancak, daha yeni açtığı kanalda ne olduğunu görmeden oturduğu yerden fırladı ve bir süredir çalmakta olan, ama kendisinin henüz duyduğu kapıyı açmak için koştu. Hassas kulakları, bu defa kısa bir sağırlık yaşamıştı anlaşılan. Kapıdaki, Siren'in beyninin algılayabileceğinin ötesinde bir görüntü ve kokuya sahipti… Paslanmış tokalı ayakkabıların üstünde bir
51
Öykü: Emrecan DOĞAN
Öykü
İllüstrasyon: Şükrü BAĞCI
İllüstrasyon
Göğe Bakma Evi -Yıllar önce Akkuyu da peş peşe 4 patlama gerçekleşti. O zamanlar gökyüzü maviydi. Ercan babasının bu cümlesi karşısında şaşırdı. O günleri görememişti. Göğe Bakma Evinin kapısının önüne geldiklerinde babası cebinden bir kimlik çıkartıp görevliye verdi. Görevli kartı okuyucuya tuttuktan sonra adama geri verip: -İyi eğlenceler Ali bey dedi ve önlerinden çekilip kapıyı açtı. İleride ki ikinci kapıya giderken devam etti: -Kazada havaya yayılan radyoaktif gaz atmosfere yayılıp difüzyonu değiştirdi. Bu da gökyüzünün kırmızı renkte gözükmesine yol açtı. İkinci kapıya geldiklerinde kapıda ki görevli başıyla selam verip onlara radyoaktif ışın gözlüklerini verdi. İçeride en fazla 2 dakika durabileceklerini zaten sistemin otomatik olarak 2 dakika sonra açılır tavanı kapatacağını söyledi. Gözlüklerden birini Ercan taktı, diğerini de Ali. Görevli bir elinde iki koruyucu kıyafetle geldi. Ali ve Ercan giyinmek için koridorun solunda bulunan kabine gittiler. Kabinden çıkıp gözlem odasına girdiklerinde Ercan gökyüzüne baktığında babasının anlattığından daha etkileyici olduğunu gördü. Her yer kırmızıydı ve güneş sapsarı haliyle bu kızıllıkta kolayca ayırt ediliyordu. Ali Ercan'a bakarak:
52
-Kazadan sonra dünya kamuoyunda Türkiye’nin itibarı düştü. Çünkü bunu Dünya'nın başına biz sarmıştık. Türkiye en büyük mali yardımı yapıp önce gezegeni boydan boya bir tavanla kapattı. Güneşten sağlanan yararın devam etmesi için de bu tavanın üstüne radyasyona dayanıklı paneller konuldu. Böylece biz de burada bitkiler yetiştirip yaşamı devam ettirebiliyoruz. Ercan babasını dinlemeden gözlerini dikip gökyüzüne bakıyordu. Ali Ercan'a bakarak gülümsedi: -Hadi gel gidelim artık. Zaten gözlem odasının tavanı da kapanıyor dedi yukarıda ağır ağır kapanmaktan olan açılır tavanı göstererek. Gözlem odasından çıkıp Göğe Bakma Evinin çıkış kapısına ilerlerken Ercan merakla babasına sordu: -Peki bir daha ne zaman geliriz? -Doktorlar çocukların yılda 2 kere gökyüzüne bakmaya dayanabileceklerini söyledi. Sen birinci hakkını kullandın. Tek hakkın kaldı. Doğum gününde kullanabilirsin onu da. Ali bunları söyledikten sonra sessizliğe gömüldü ve ikisi de tek kelime etmeden Göğe Bakma Evinden çıkıp göğü metalik tavanla kaplı sokaklarda gözden yitip gittiler.
53
Kayra Keri KÜPÇÜ İllüstrasyon : Ucchiey KAZAMASA
Fantastik
Hayatımız Olmuş Fantastik
Son yıllarda fantastik kurgu adına çok güzel işler gerçekleşiyor. Hatırlar mısınız bilmem, bundan 15 yıl önce ülkemizde fantastik kurgu en iyi çıkışını yakalamıştı. Yüzüklerin Efendisi, Yerdeniz Serisi, Ejderha Mızrağı gibi seriler Türkçe olarak raflara çıkmıştı; Yüzüklerin Efendisi filmi ise tüm dünyayı etkisi altına almıştı. Sonrasında furya dinmiş, yeniden fantazya kendi sınırlarına çekilmişti. 54
Game of Thrones dizisinin büyük çıkışı ile fantastik edebiyat yeniden çıkışını sağladı, sadece kitapçılarda değil bu durum her yerde etkisini gösterdi. Son 5 yıla baktığımızda hemen hemen her mecrada fantastik kurgunun yükselişini görmek mümkün. Bunda Game of Thrones dizisinin başarılı olması kadar Marvel ve DC Comics gibi dünya devi çizgi roman firmalarının da etkisi yadsınamaz. Hem sinemada hem de televizyon ekranlarında bilimkurgu, fantastik ve çizgi roman uyarlaması yapımların sayıları bir hayli yükseldi. Marvel'ın başarılı çizgi roman uyarlamaları, DC Comics'in Batman filmi, Star Wars'un uzun bir aradan sonra yeniden vizyona girecek olması gibi şeyler tüm dünyayı etkisi altına aldı. Hiç alakası olmayan insanlar bile, bu tür yapımların popüler kültüre etkisi sayesinde hayalgücünün engin denizlerine yelken açmaya başladı. Farkettiyseniz son zamanlarda gişede büyük başarı elde eden Guardians of the Galaxy, Interstellar, Transformers gibi yapımlar da hep fantastik dünyaların eserleri. Bununla birlikte ülkemizde de çizgi roman yayınları artmış durumda. Hem edebi çizgi
romanlar olan Masallar, Y: Son Adam gibi yapıtlar rafları süslerken hem de süper kahraman çizgi romanlarında büyük artış yaşanıyor. Bilimkurgu edebiyatı da yeniden altın günlerine dönüyor. İthaki Yayınları, Bilimkurgu Klasikleri adıyla geçmişin en başarılı bilimkurgu eserlerini yeniden piyasaya sürmeye başladı. Sadece edebiyat, sinema ve televizyon değil; oyun dünyasında da fantastik etki çok net görülüyor. Spor oyunları ve savaş oyunlarının büyük etkisinin ardından Fallout 4, Star Wars Battlefront, Starcraft 2 gibi oyunlar şu anda en çok oynanan oyunlar olarak gözümüze çarpıyor. Eskiden fantastik kültür çocuk işi gibi görülürken şimdi bu işe verilen değer, bununla birlikte emek de artış gösterdi. Ülkemizde de artık daha çok bu türde eser veren kişi var. Ayrıca yayıncılar ve yapımcılar da fantastik türe daha çok saygı gösterir oldu. Bu durum bizler için tabii ki çok sevindirici. Genel tabloya baktığımızda da fantastik, bilimkurgu ve çizgi romanın yükselişi devam ediyor. Bununla birlikte hayatımız da daha fantastik bir hal alıyor. Bu sürecin böyle sürmesi dileğiyle...
Aradan yıllar geçti, bu süre içerisinde fantazya dünyası gençlik edebiyatı ile harmanlandı. Twilight gibi seriler yine furya oldu ancak pek çok vampir edebiyatı okuru bundan memnun olmadı. Tam bir Harlequin eseri şeklinde planlanan ve içerisine vampirler, zombiler hatta kurtadamlar serpilen eserler fantastik kurgunun en çok satanları oldu fakat bu durumda son zamanlarda -nihayetazalmaya başladı. 55
Öykü: Ruhşen Doğan NAR İllüstrasyon: Büşra AKBULUT
Öykü
eşinin kalbini kazanmıştı. Fakat eşinin öncelikle bir isteği vardı: Tekrar onu aldatmaması için yirmi dört saat peşinde bir takipçi olacaktı. Hasan seve seve, mutluluk göz yaşları içerisinde teklifi kabul etmişti. Bir takipçinin ne kadar sinir bozucu olabileceğini o an tahmin edememişti.
Takipçi Zzzzzzzzz... Zzzzzzzzz...
Sokağın ortasında durdu, yine takipçiye baktı. Dört pervanesiyle vızıldayarak havada sabit duruyordu. Üstündeki kamera ona dönüktü. Eşi o an evde bir yandan internette dolaşırken, diğer yandan kocasının neler yaptığını izliyor olmalıydı. "Yanarım yanarım, şu çirkin ve gıcık alete ayda 500 dolar verdiğime yanarım," diye iç geçirdi. Aylık masrafı daha az olanlarından istemişti; fakat eşi, kocasının alavere dalaverelerinden korkarak özellikle piyasadaki takipçilerin en son modelini seçmişti. Bu takipçinin önceki modelleri kişiyi iç mekanlarda takip edemezken, bu model iç mekanlarda da dışarıda olduğu kadar rahat takip yapabiliyordu.
Zzzzzzzzz...Zzzzzzzzz...
Bitmek bilmeyen vızıldama sesinden gına gelmişti. Sanki başının üstünde her an saldırıya hazır bir arı kolonisi vardı. Başını kaldırdı, sesin kaynağıyla göz göze geldi: "Yeter, peşimi bırak artık. Yeter, valla delireceğim. Kafayı sıyırmama az kaldı," diye bağırdı. Yerden ceviz büyüklüğünde bir taş alıp fırlattı. Dron birkaç santim sağa çekilerek taştan kurtuldu. Eve vardığında Hasan'dan o taşın hesabı mutlaka sorulacaktı. Eşi onu akşam bir güzel paylayacak; attığı o küçücük taşın acısını burnundan fitil fitil getirecekti. Tıpkı geçen hafta liseli kızlara baktığı için saatlerce azar işittiği gibi. Hasan'a kalırsa, liseli kızlara sadece boş boş bakmıştı. İçinde herhangi bir kötü niyet yoktu. "Liselilere ineğin trene baktığı gibi baktım karıcım. Farkında olmadan, onların bulunduğu yöne doğru dalıp gitmişim," diyerek suçsuzluğunu kanıtlamak istemişti. Ama eşi, dronun çektiği görüntüleri salondaki dev ekran televizyona yansıttığında söylenecek fazla söz kalmamıştı. Hasan'ın bakışları, yüz ifadesi ve dudaklarını yalayan dili içinden geçenleri açık seçik anlatıyordu. Koşmaya başladı. İnsan kalabalıklarının arasında koşarken ister istemez dikkat çekiyordu. Başının iki-üç metre üstünde sürekli onu takip eden bir dron vardı. Binlerce insanın doldurduğu sokaklarda ancak üç -dört kişiyi onun gibi dronlar takip ediyordu. Yanından geçtiği insanlar korkuyla kafasının üzerindeki takipçiye bakarak ondan uzaklaşıyordu. Çünkü çoğunlukla denetimli serbestlikten yararlanan suçluların üzerinde takipçiler olurdu.
56
"Senden yakın zamanda kurtulacağım. Az kaldı, merak etme takipçi," dedi fısıldayarak. Yürümeye devam etti. * * *
Ancak Hasan'ın durumu özeldi. Onun da peşine mahkeme kararıyla takipçi takılmıştı; ama cinayet veya hırsızlık gibi suçlardan ötürü değil. Aile mahkemesinin verdiği kararla olmuştu bu. Eşini evliliklerinin ilk gününden beri yüzlerce kez aldatmış; ancak son aldatma girişiminde eşi tarafından iş üstünde yakalanmıştı. Eşi vakit kaybetmeden boşanma davası açmış; ancak Hasan boşanmak istememişti. Mahkemede eşini bir daha aldatmayacağına dair bütün kutsal kitaplar üstüne yemin etmiş, köpekler gibi pişman olduğunu anlatmıştı. Onu ne kadar çok sevdiğini, süslü laflar eşliğinde mahkeme huzurunda dile getirmiş ve
çaldığını fark etti, arayan beş dakika önce mesaj atan arkadaşıydı. "Asayiş berkemal," dedi Hasan. "Takipçi salağı numarayı yedi. Kurtuldum, özgürüm artık." Arkadaşı kahkaha attı: "Unutma, dostun sayesinde kurtuldun. Hadi mekana gel de eski günleri yad edelim." Vızıldama olmaksızın huzurlu bir şekilde "eğlence mekanına" gitti. Eğlenceye doyunca iş yerine geri döndü. Gizlice tuvalete girdi. Klonu da iki dakika sonra emirlere uyarak tuvalete geldi. Bu sefer tuvaletten Hasan çıkarken klon içeride kaldı. Takipçinin izlediği Hasan masasına geçince, klonu ses çıkarmadan iş yerinden çıktı. Hasan'ın dostunun depo olarak kullandığı bodrum katına gitti. Tam yedi hafta sonra takipçi numarayı çaktı. Son yüklenen güncelleme ile takipçiler artık kişilerin sıcaklığını da denetleyebilme özelliği kazanmışlardı. Şirket son günlerde gelen şikayetleri göz önüne alarak bu güncellemeyi hazırlamıştı. Hasan yine tuvalet numarasını yapacaktı ki takipçi, tuvaletten
İki gün sonra, iş yerinde bilgisayar başında çalışırken Hasan'ın cep telefonuna bir mesaj geldi. Mesaj şöyleydi: "İşlem tamam. Tuvalete gelebilirsin." Mesajı okurken telefonunu masanın altına siper ederek takipçiden sakladı. Takipçi mesajı görmek için ona yaklaşınca telefonunun ekranını kilitledi.
ilk çıkanın bir klon olduğunu sıcaklık analiziyle
Takipçiden kurtulabildiği tek yer tuvalet ve banyoydu. Özel hayatın gizliliği sadece bu iki yerde geçerliydi. Hasan peşinde takipçiyle tuvalete gitti. Tuvaletin kapısından içeri girince, takipçi kapının önünde kaldı.
bir şey vardı. Takipçi de onu uzak mesafeden sessiz
Beş dakika sonra tuvaletten çıkıp masasının başına geçti. Takipçi de onu izledi. Tavana sabitlenerek onu gözetlemeye başladı. O sırada biraz önce Hasan'ın çıktığı tuvalet kabininden sessizce yavaş adımlarla biri daha çıkıyordu. İş yerinden çıkıp kendini sokağa attı.
dolaş ve anadan üryan bir halde yakaladı.
"Oh be, dünya varmış," dedi Hasan yüzünde çocuksu bir gülümsemeyle. Cep telefonunun
çözdü. Klon bilgisayar masasına oturunca, Hasan tuvaletten çıktı. Bir hırsız sessizliğiyle iş yerini terk etti. Eğlence mekanına doğru yol aldı. Ama bilmediği modda izliyordu. Hasan dostuyla birlikte eğlence mekanının yer altındaki özel odalarından birinde benzersiz anlar yaşıyordu ki, takipçi pervanelerini vızıldatarak içeri girdi. Hasan'ı iki kadınla sarmaş * Hasan'la eşi tek celsede boşandı. Takipçi yeni bir aldatan kocanın peşinde görevine devam ediyor.
57
58
59
60
61
Öykü: Ege GÖRGÜN
Öykü
Dünyayı Kurtaran Adam Veysi Çok uzak bir galakside, bizim hayalini bile kuramayacağımız teknolojiler geliştirmiş bir uygarlık vardı. Bu uygarlığın en popüler ilgi alanı dünyamızdı. O inanılmaz teknolojileriyle bir televizyon kanalı izler gibi bizim maceralarımızı izliyorlardı. Dünyanın sonunun geldiğini de bizden çok önce gördüler. En büyük eğlencelerini kaybedecekleri fikri çoğunu allak bullak etti. Ama kozmik kanunlar müdahale etmelerine izin vermiyordu. Dünya sevgisi kozmik kanunlara üstün gelenler gizli bir örgüt çatısı altında buluşarak insanoğlunu uyarmayı amaç edindiler. Bu iş için insanoğullarının birbirleriyle iletişim kurmasına yarayan telefon şebekesini kullanacaklardı. Yalnızca bir kişiyi arayabileceklerdi. Kimi arayacaklarını seçme şansları yoktu. Arama gerçekleştirildi. Kendini evrende kullanılan iki milyondan fazla dile anında adapte edebilen kozmik çeviricinin sorunsuz bir komünikasyon sağlayacağına emindiler. - Dürülülü... Dürülülü..Dürülüü.. - Aluuuu... - Merhaba, sizi milyonlarca ışık yılı uzaktaki bir uygarlıktan arıyoruz. - Kimsin? - Milyonlarca ışık... - Ne kaşığı lan bu saatte, ne kaşığı, o kaşığı alır milyonlarca kez senin *=&%+^?.... Saat kaç biliyon mu sen? Adamın karısı da uyanmıştır:
62
- Veysi, kim bu saatte? Kırıkların mı arıyor yine? - Zıbar karı sen de, ne kırığı? - Size yalnızca birkaç gününüz kaldığını haber vermek için... - Şerefsizin evladı, bi de tehdit ediyor bak. Adresini ver lan, geliyorum. Ne yazık bu dediğinizi gerçekleştirebileceğiniz teknoloji henüz sizde yok... - Teknolojinin en kralı bende, lan. Akbil var, Akbil. - Lütfen, dünyanın son şansı sizsiniz. - Ya, yürü git, şansını *?&%%+^ bana gece gece. - Size vereceğimiz bu formülle... - Hala konuşuyor, şerefsiz ya. Olm bak, polis tanıdığım var, buldururum seni. - Formül şöyle. - Formülüne de sana da... Der ve çat kapatır telefonu Veysi. Birkaç gün içinde sıradan bir grip gibi başlayan yeni salgın kısa sürede dünya üstünde tek bir insanoğlu bile bırakmayacaktır. İnsanoğlunun yok olmasının ardından geçen yıllar içinde dünyanın doğal dengesi yeniden kurulur. Dünya kendini yeniler ve insanoğlunun yol açtığı kirlilikten eser kalmaz. Hiçbir canlı türü tehdit altında değildir artık. Veysi insanoğlunu değil ama Dünya'yı kurtarmıştır.
63
Mustafa Emre ÖZGEN
Çizgi Roman İnceleme
Çizgi Roman Okumayı Çok Seviyorum
Dost canlısı komşunuz, Örümcek Adam Herhalde altı yaşında filandım. Belki beş. Star’da akşamüstleri Örümcek Adam çizgi filmi gösterilirdi. Şu bildiğimiz “90s Animated Series”. Böylece de Örümcek Adam ile tanışmıştım. O yıllarca X Men, Hulk, Batman, Iron Man gibi pek çok çizgi roman karakterinin animasyonu yayınlanmıştı. Hatta hologram kelimesini X Men çizgi filminden öğrenmiştim. Örümcek Adam’ın mutasyon geçirip dev bir örümcek yaratığa dönüştüğü bölümler oldukça korkutmuştur beni. Çocuk aklıyla, Örümcek Adam’dan esinlenip Karınca Adam diye bir karakter karalamıştım. Meğer Marvel’ın aklına benden daha önce gelmiş.
Henüz piyasa bu kadar hareketlenmemişti. Arka Bahçe'nin tüm Örümcek Adam, Hulk, Daredevil ciltlerini üçer liradan topladım! Şimdi o ciltler bulunmadığı gibi bir tanesine yirmi, otuz lira fiyat biçiliyor. Yirmi beşinci yaşımın ilk çeyreğini sürdürdüğüm bu dönemde bile, hâlâ çizgi alıyor, okuyor ve heyecanımı arkadaşlarımla paylaşmaya devam ediyorum. Yaş kısmına vurgu yapmamın sebebi, hayatında hiç Sin City okumamış ya da izlememiş, Peter Parker’in yoğun şekilde “tüm zorluklara rağmen iyi insan olmayı” öğütleyen alt metninin farkında olmayan, Çelik Blek’in her daim haklının ve doğrunun yanında olmayı tasvir eden maceralarından habersiz insanların, “koca adam oldun şunları okumaktan vazgeçmedin” suçlamasından yılmamış olmamdandır. Günlük koşturmaca, gelecek kaygısı, bin bir çeşit tedirginlikten kısa süreli bir kaçış, zihnimi dinlendirme, bilincimi mutlu etme aracım çizgi roman. Hayatımda yoğun bir yer kaplar. Hayatıma girişi de yine pek değerlidir… Babamın Zagoru, Teksas ve Tommiksleri Çizgi roman hakkında hatırladığın en eski anım, babamın elinde gördüğüm Zagor’dur. Muhtemelen bir kez gördüm, sonrasını hatırlamıyorum. 53 yaşında kaybettiğimiz babam, şu meşhur Teksas Tommiks kuşağındandı. Kıyıya köşeye ayırdığı harçlıkları ile aldığı çizgi romanları zevkle 64
Beni çizgi romanla tanıştıran ilk unsur o siyah beyaz dergilerdi. İkincisi ise…
okuyan, aynı kitapları benim elimde gördüğünde ise duygulanmaktan kendini alamayan nesilden. Zaman zaman seyyar satıcılardan oldukça düşük fiyatlara Teksas’ın Tay Yayınları’ndan çıkan sayılarını alırdı. O zamanlar piyasa tam anlamıyla durgun olduğu için 250 Bin Lira (eski parayla tabi) gibi fiyatlara o kitaplar bulunabiliyordu. Şimdi ilgi artında 10 TL’ye kadar çıkmış aynı dergiler.
Şanslı bir çocuktum. Okuma yazma bilmeyecek kadar küçük olduğum yaşlarda Donald
Amca, Şirinler, Milliyet Kardeş ve Heidi gibi dergileri alır, annemle okurduk. Sanırım o gazete bayii ziyaretlerinden birinde de, 1 Numara Yayıncılık’tan çıkan Örümcek Adam çizgi romanlarını görmüş olmalıyım. En büyük acımdır, birkaç sayı aldığım o dergileri kendi ellerimle lime lime ettim, oyun malzemesi haline getirdim. Bilinçli bir arşivci olunca da her yerde o dergileri aradım. Nihayet iki yıl önce takım halinde internette buldum. Yirmi yıldır aradığım bir yakınıma ulaşmak gibiydi. 2000’li yıllar, Sinema, canlanan Çizgi Roman piyasası Doğan Egmont, bir dönem “Batman ve Superman” adında bir dergi çıkarıyordu. Sekiz, dokuz yaşındayım. Her ay alır, zevkle okur, dergiden çıkar posterlerle duvarlarımı süslerdim. İsmi batman ve Superman olmasına rağmen dergide ikilinin beraber maceraları olmazdı. Bir ay Superman macerası olur ama Batman posteri verilir, diğer ay Batman macerası olur, Superman posteri verilirdi. 65
yeri öğrenmeye çalışıyordum. İzmit’te okumuş ya da orada bulunmuş olanlar varsa Belsa Plaza’nın arkasındaki kitapçıları bilirler. Bir de yine Yürüyüş Yolu’nun Belsa önünde, önünde market ve pizzacı olan bir pasaj var. O pasajın içinde bir çizgi romancı bulmuştum. Henüz piyasa bu kadar hareketlenmemişti. Bir sayısını babamdan istedim. İşten eve gelirken yeni sayısı getirecekti. Akşam heyecanla bekliyordum. Babam akşam elinde, Superman ve Spawn’ın Arka Bahçe’den çıkan ikinci sayıları ile gelmişti. Superman’in evlendiği, Spawn’ın ise yıkıcının kollarını kopardığı dergiler. Bayie “Batman ve Superman dergisi alabilir miyim” demiş, bayi de bu dergileri vermiş… Böylelikle de Arka Bahçe Yayıncılık ile tanıştım. Dergilerin arka kapaklarında o ay çıkan diğer dergilerin tanıtımları; “Spider Man Arşiv Dizisi 1 bu ay çıkıyor.” İşte yep yeni bir dünyanın kapıları açılmıştı.
Arka Bahçe’nin tüm Örümcek Adam, Hulk, Daredevil
Arşive sonradan başlamak Spider Man Arşiv dizisine yedinci ciltten başladım. Sonra altı. Bir Kadıköy ziyaretimizde takımı tamamlamıştım. Rafımda durur hâlâ. Arşivimiz ufaktan şekillenmeye başlamıştı. Arka Bahçe’de daha neler neler vardı. Artık Örümcek Adam’ın düzenli bir okuyucusuydum. Ardından altı sayı süren Wolverine, sonra Ultimate X Men. Eh, bütçe sıkıntısı o zaman da vardı. Zorunlu bir ara Birkaç yıl boyunca düzenli olarak devam ettiğim çizgi roman okurluğum, 2004 yılında birden kesildi. İstanbul’dan Bursa’ya taşınmıştık ve yayınlar yaşadığım yer olan Gemlik’e ya gelmiyor ya da tek tük geliyordu. Bulduklarımızla idare ediyorduk…
seriyi takip edeceğimizi şaşırıyoruz. Bütçe sıkıntısı devam ediyor. Almak istediğim tüm kitapları satış yapan bir internet sitesinde topladığımda 500 lirayı aşkın bir meblağ ortaya çıkıyor. Tabi yeni ciltler çıkmaya devam ediyor, meblağ yükseliyor, yetişemiyoruz! Bu kadar çok çizgi romanın piyasada olması beni mutlu ediyor. Herkes kafasına göre bir şeyler bulup okuyabiliyor. Bir okur nesli yetişiyor. Benden daha küçük yaşlarda gençler filmleri ve kitapları konuşuyor. Sohbet edecek arkadaş bulamadığımız günleri hatırladıkça, yeni okurlar beni daha mutlu ediyor. Babalarımız ve yavaş yavaş dedelerimizin yaşadığı o altın çağı yeniden yakalamış olmak gerçekten sevindirici. Bu zevki, kitaplarımı çocuklarıma aktaracak olmanın heyecanını yaşıyorum. Okumayı bırakmak mı? Öyle bir niyetim hiç yok.
Piyasa hareketlenmeden hemen önce 2010 yılında üniversiteyi kazandım. İzmit’te bir Gazetecilik öğrencisiydim artık. İlk kez geldiğim bu gelişmiş kentte pek çok yeri geziyor ve her
66
ciltlerini üçer liradan topladım! Şimdi o ciltler bulunmadığı gibi bir tanesine yirmi, otuz lira fiyat biçiliyor. Pek
çok
eksiğimi
böyle
tamamladım,
arşivime farklı yayınları o dönem kattım. Ama esas hareketlenme 2012’deki ilk Avengers filminden sonra oldu. Yeniden Altın Çağ Şimdi piyasada çizgi roman basan pek çok yayın evi var. Kaliteli baskılarda oldukça güzel maceralar okuyoruz. Piyasa öyle gelişti ki, hangi
67
68
69
70
71
72
73
Öykü: Göktuğ CANBABA
Öykü
Bu İşte Bir Gerçeklik Sorunu Var Beach adında bir bardaydım; buranın Khaosan Yolu’nun arka sokaklarına gizlenmiş izbe bi yer olduğunu düşünüyordum. Bunu düşünmemdeki sebep hiç kuşku yok ki yatmadan önce izlediğim, Tayland'ın Sırları adlı o sıkıcı belgeseldi. Bardaki masanın üzerinde duran, bir bardak soğuk biranın köpüğünün içinde bi yerlerde ölmemek için çırpınan bir sinek vardı. Bardağın camının kırık köşesini yakalamaya çalışıyordu küçük Robinson; hayatta kalmak için ne de içten bir çaba sarf ediyordu. Eğer o anda yaşadıklarım gerçek olsaydı sinek hemen ölür ve ben de birayı bitirip çeker giderdim ama bu bir rüyaydı nihayetinde ve ben kesinlikle gerçeğin çok uzağında bir yerlerdeydim. O yüzden işi kuralına göre oynamam gerektiğini çok iyi biliyordum. Sineği aldım ve kanatlarına üfleyerek onu çektiği eziyetten kurtardım. Biraz öksürdükten sonra bana gayet sevecen bir şekilde reverans yaptı ve ardından uçarak uzaklaştı. Ben ise biramdan bir yudum daha alıp bu rüyanın nereye varacağını düşünmeye başladım. Rüyalar bazen sinir bozucu, bazen keyifli, bazen ıslak, bazen de çok kuru olabiliyordu. Bu rüya diğerlerinden farklı olarak sanki hiçbir şeyi içinde barındırmıyordu. Belki de bunun bir rüya olduğunu bilmemdi açıklaması, ya da o an aslında Maltepe’deki evimde sıvaları dökülmüş duvarların arasında uyuduğuma emin olmamdandı. Babaannemden kalan eski ve içindeki raylarını uzun zaman önce fırlatıp atmış hasta kanepede uyuduğuma
74
emindim ve Bangkok’a nereden baksan birkaç bin kilometre uzaktayım. “Yapacak bi şey yok. Rüyaya devam etmem gerekiyor,” dedim kendi kendime ve barmenden bi bira daha istedim. “Hayat,” dedi biramı getiren Akha kadını. “Hayat sen uyusan da uyumasan da devam ediyor. Önemli olan adımlarını nereye ve ne için atman gerektiğini fark etmen. Adımlar çoğu zaman kitaplar gibidir; bilge yolculuklardaki dinlenme duraklarıdır onlar.” Anlamış gibi baktım kadının yaşlı suratına. Gülümsedim ve biramdan bir yudum daha aldım. Tam o anda enseme bir tane patlatıverdi. Biranın bir kısmı üzerime döküldü. Gerçekten soğuktu! Sinirlenmiş gibi bakıyordu bana. Kırmızı küpeleri göz alıcı şekilde parıldıyor ve bilge suratı, evrenden her saniye gizemli enerjiler çekiyordu sanki. “Tamam,” dedim zorla. “Teşekkürler.” “Hayır,” dedi. “Anlamadın. Sen adımlarını atmaya başla. Ne kadar aksak yürüyebilirsin ki?” diye sordu tekrar eski huzurlu havasına bürünerek. “Rüyada içilen soğuk bira gibisi yoktur,” dedim içimden. Getirdiği biradan sağlam bir yudum alıp bilge gözlerine baktım yaşlı Akha kadınının. “Bana bir şeyler söylemek istediğini hissediyorum,” dedim gelebilecek herhangi bir saldırıyı karşılamaya hazır durarak. Kadın, bana doğru gayet sakin eğildi. Kokusunu alabiliyordum artık; baharatlı güzel
bir akşam yemeği gibi kokuyordu. Bu kokuyu asla unutamazdım.
şekilde gülümseyerek biletin kesilmesini bekledim.
“Her söz evrende yolculuk eder ve bir gün tekrar sahibine geri döner; sahip nerede olursa olsun. Fakat senin yapman gereken içinde konuşulanları dinlemek. Bir an olsun kendini yaşlı bir meşe gibi görmeye çalış ve in köklerinin ulaştığı yere. Yak ateşini ve hisset yerkürenin yüreğinde oluşan titreşimi. En son ne zaman o ağacın köklerine yapışan toprağın kokusunu içine çektin? Sadece adım atman gerekiyor, gerisi zaten hazır,” dedi çatallı sesiyle.
bekliyordu ve bana hayatımın sırlarını anlatmak için
Şaşırdım ve hemen ayağa kalktım. Yaşlı kadının gözleri de benimle ayağa kalktı. Kadının bir an gri bir kartala dönüşüp göğe doğru uçacağını falan hayal ettim salakça ama hiçbir şey olmadı. Üşümeye başladım birden. Aklım tekrar Maltepe’de yattığım odama gidiverdi. “Bu rüya böyle bitmemeli,” diye söylenmeye başladım içimden. “Kadını yakalayıp onunla bir kere daha konuşmalıyım,” diye mırıldandım ama sanki her şey birbirine girmiş, kıtalar birleşmiş, bense her şeyden ayrılmıştım o an.
Tayland’da ama bulamadım. Ter içinde kalıp
Gözlerimi yavaş yavaş açarken, annemin verdiği avize bana bakıyor “Her an düşebilirim abicim, bana yamuk yapma,” diyordu. Ayağa kalkarken eklemlerim bir orkestra gibi ahenkli sesler çıkardı uzun uzun. Dışarıda kar vardı ve ben sisin zapt ettiği Maltepe’deki köhne evimdeydim. Yaşlı Akha kadınını ve daha önce hiç gitmediğim Bangkok’u düşünüyordum. Ertesi gün işimden izin almaya çalıştım ama başaramadım. Öğle yemeği için dışarı çıktığımda nedense gittiğim yer yemek salonlarından biri değildi. Öylece, sanki programlanmış gibi uçak bileti satan acentelerden birinin içine girmiştim. Bu hayatımın şansı olabilirdi. Delilik bazen size en anlamlı öyküleri okutabilirdi. “Bangkok’a bir bilet,” lütfen dedim kendimi kaybetmiş şekilde. Konuşan ben miydim yoksa yaşlı Akha kadını mı tam emin değildim. Hayli aptal bir
Biliyordum ki Akha kadını orada bir yerlerde beni sabırsızlanıyordu. Sadece yola koyulmamı beklemişti o kadar. Tek yapmam gereken buydu, sonrasını o halledecekti. Bileti alır almaz hemen havaalanına doğru yola çıktım. Hiçbir şeye ihtiyacım olmayacaktı ne de olsa. Sadece gidecek ve keşfedecektim. Uçağa atladım ve her şeyi ardımda bırakarak sıcak ülkenin sınırlarına ulaştım. Günlerce Beach adında bir bar aradım uyuyamadığım geceler baharat kokulu kadını düşlüyor ve onun beni bulması için dua ediyordum. Fakat ne yazık ki ne baharat kokulu kadın vardı ortada ne de içine sinek düşmüş bira bardağı! Param bitene kadar dolandım ortalıklarda ama elime hiçbir şey geçmedi. Uçak biletine gereken parayı toparlayabilmem için bulaşıktan, çamaşıra bir çok boktan yerde çalıştım. Bedenim iflasın eşiğine gelecekken, bileti almayı başardım sonunda. Ve Maltepe'deydim tekrar. Artık bi işim yoktu, tatilimi olmayan bi kadını arayarak kan ter içinde geçirmişim ve gerçekten moralim çok bozuktu. Sinir bozukluğu içinde uykuya daldım. Ve birden kendimi Beach adlı barda buldum, Akha kadını bana bira getiriyordu. "Ararsan bulamazsın. Sadece kaybol, yok ol, hiç ol," gibi zırvalarla bana seslenirken o an hayatımın en yaratıcı küfürlerini rüyamda, kirli kelimeler kusan bir makineli tüfeğe sahipmiş gibi ateşliyordum. Bu sefer biranın içinde sinek yoktu ama ben, kendimi sağlam bir postalın altında ezilmiş sarhoş bir sinek gibi hissediyordum!
75
Öykü: Atilla BİLGEN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Yusuf GÜRKAN
Fantastik Şiir
Öykü
Yaralı Kuzgun
Şüphe Son zamanlarda beynimin içimde bir fare peydahlandı. Üstelik koskocaman ve yorgunluk bilmeyen bir fare. Bunca yıldır hep benimle miydi, yoksa bir gece ansızın mı ortaya çıktı; farkında değilim. Tek bildiğim; hiç durmaksızın beynimi kemirip durduğu. Çıkardığı sese dayanmak mümkün değil, özellikle gecenin sessizliğinde. İşte bu yüzden günlerdir uyuyamıyorum. Kemirmeye birkaç saatliğine ara verse, biraz toparlanıp sakin kafayla düşünebileceğim; ama hiç durmuyor.
Gecenin Süvarileri Handa gözlerini dolaştırdı Karşısına eski bir tanıdığı çıktı Söylentiler Bree de ayyuka çıktı Merak ediyordu delice “Dokuzlar, onlar kim?” dedi genç adam Yaşlı adama döndü Adamın gözlerine bir gölge kondu Yavaşça anlatmaya başladı Sesi donuk bir fısıltıydı; Nazgul onlar, ne ölü ne de diri Kimse lanetli sırlarını bilmezdi Onlar eskiden kadim günlerde Kraldılar hükmeden ülkelerinde Şimdi karanlık ve kasvetliler Ölümün yaşayan gölgeleridirler Onlara geçmez yaşayanların sözü Asla yaşarmaz, geriye bakmaz kem gözü Alacakaranlık hâkimi cadı kral önderleri Mordor’dan yola çıktı gecenin süvarileri Hiçbir ölümlü duramaz karşısında Çıkmaz aydınlık ve güçsüzlük onların yoluna Korku onların şanıdır, kalpleri karanlıktır
76
Yüzyıllardır unutulmuş ve yalnızlardır Atlarının gözleri kan kızılı Ne onlarda var acıma ne de kölelerinde Büyü kulesidir habis sığınakları Gecenin süvarileri Mordor dan yola çıktığın da Geriye pek az umut kaldı Gelen haberlerde bir tekinsizlik vardı Onlar yürümeye başlayınca yer titrer Onlar atlarıyla ilerleyince gök gürler Onlar adım atınca gece kükrer Çığlıkları ürpertir, dirilir ölüler Ne yap ne et ama küçüğüm Asla ama asla çıkma karşılarına Kendinde cesaret de olsa Deliliktir durmak karşılarında Terör dolu kılıçlarıyla Bitirirler yaşamını gecenin kıyısın da Kimsenin haberi olmaz bundan Gecenin soğuk katil krallarından Ne yap et ama asla onlardan acıma dileme Asla bu söylediğim hatalara düşme
Uykusuzluktan dolayı, akşamları yemeğimi bitirmeden esnemeye başlıyorum. Uzun uzun, gözlerimden yaşlar gelene dek. “Artık bu gece kesin sızarım.” diye düşünürken, göz ucuyla eşime bakıyorum; esnediğimin farkında bile değil. Oysa eskiden ufacık bir refleksimi bile kaçırmaz, nedenini öğrenmeden peşimi bırakmazdı. Sevgisiyle bunaltırdı beni. “Yoruldun mu?” diye sorardı, “Yemekten sonra bir kahve yaparım açılırsın.” derdi. Belli etmesem de, üzerime bu denli düşmesi hoşuma giderdi, çünkü sevgiye açtım. Devletin resmi evraklarına göre, ailemi trafik kazasında yitirmişim. O zamanlar henüz üç yaşındaymışım. Kimsesiz miydim, yoksa akrabalarım bakmak mı istemedi, bilmiyorum, ama sonuç olarak yetimhaneye gönderilmiştim. Bir de erkek kardeşim varmış. Bunu bile üniversiteyi kazandığım sene öğrendim. Yurtta ücretsiz kalabilmem için kimsesiz olduğumu ispatlamam gerekiyordu. Yetimhanedeki memure gerekli belgeyi düzenlerken “Buraya getirildiğinde yalnız değilmişsin, altı aylık kardeşinle gelmişsin.”demişti. Heyecanlanmış ve nerede olduğunu sormuştum. “Kayıtlara göre birkaç ay sonra bir aileye evlatlık verilmiş.” demişti. Kardeşimle ilgili öğrendiğim tek
bilgi bundan ibaretti. Tüm ısrarlarıma karşın ne adını, ne de nerede yaşadığını söylemişti. Sorduğum tüm soruları, “Bilmiyorum. Kayıtlarda gözükmüyor. Yıllar içinde kaybolmuş olmalı.” diye yanıtlamış ve ben de çaresizce kabullenmiştim. On sekiz yaşına kadar yetimhaneyi, üniversitede öğrenci yurtlarını, askerde kışlayı, bekârken de iki odalı evleri yuva diye belledim. Sonra Dilek girdi hayatıma. İlgisiyle sevgiye olan açlığımı dindirdi. Ama bu sefer de benden vazgeçeceği paniği sardı bedenimi. Bir başıma uyanmaktan deli gibi korktum. Bu yüzden geceleri hep ona sarılarak uyudum ve sabahları ilk işim yanımda olup olmadığını, nefes alıp almadığını kontrol etmek oldu. Kaybetme korkum bu denli fazla olmasaydı, farenin sözlerini önemsemez; eşimin düşünceli halini yorgunluğuna, eskisi gibi gülümsememesini iş stresine, bilgisayar başından kalkmamasını can sıkıntısına bağlar ve fareye “Abartma! Kes sesini.” derdim. Ama tüm bunların üstüne bir de ilgisizliği eklenince, daha fazla direnemedim ve fareye hak verdim. Eşim beni aldatıyordu. Bu gerçeği kabullenince işi gücü boşladım. Her sabah işe gider gibi evden ayrılıyor ve sokakta eşimi bekliyordum. Her zamanki saatinde çıkıyor, aynı yerde bekliyor ve ardından servise biniyordu. Hemen bir taksi tutup peşine takılıyordum. Beklentimin aksine hiçbir yere uğramadan direkt ofisine gidiyordu. Kuytu bir yer bulup sabırla dışarı çıkmasını ve sevgilisiyle buluşmasını bekliyordum, ama ısrarla çıkmıyordu. Mesai saati bitiminde de doğruca eve geliyordu. O zaman içimi bir umut kaplıyor ve “Yanılmışım.” diye düşünüyordum. Yüreğim sevinç dolu olarak eve geliyordum. Beni görünce “Hoş geldin” diyor “günün nasıl geçti?” diye soruyordu. Ama bu sözleri formalite
77
icabı sorduğu, düşünceli halinden belli. Bakışları benden çok uzaklarda ve kaşları genellikle çatık. Dudaklarında alışık olmadığım gergin bir tebessüm var. Anlattıklarımı dinleyip dinlemediğinden bile emin değilim. Eskisi gibi detay da istemiyordu. Ben konuşurken sadece başını sallıyordu. İşte o zaman fare yuvasından çıkıp beynimin kıvrımlarına sivri dişlerini geçiriyor ve “Sana söylemiştim başka biri var, başka biri var!”diye haykırıyordu. Canım acıyor, her tarafım uyuşuyordu. Son bir umutla bir sıkıntısı olup olmadığını soruyordum. “Bunu da nereden çıkarttın. Yok bir şey.” diyordu. Anlatacaklarından korkup üzerine gitmiyordum. Ölü bir yılan gibi sessizlik giriyordu aramıza. Gözü sürekli telefonundaydı. Sık sık kontrol ediyor, ardından bilgisayarın başına geçiyordu. Biriyle yazıştığını klavye sesinden anlıyordum. Merak edip yanına gittiğimde hemen kapatıyordu sayfayı. Sorduğumda ise, umursamaz bir ses tonuyla “Liseden arkadaşlarla yazışıyordum.” diyordu. Canım sıkılıyor ve o bıkkınlıkla “Yatıyorum” diyordum. Ona sarılamadan uyuyamadığımı bilmesine rağmen “Sen yat, benim uykum yok” diyordu. Gözümü tavana dikip yatağa gelmesini bekliyordum. Bilgisayarın kapanma sessini duyunca gözlerimi yumup sırtımı dönüyordum. Sessizce yanıma uzanıyor ve hiçbir şey yokmuşçasına rahatça uyuyordu. Bir süre bekleyip yataktan kalkıyorum. Salona gider gitmez cep telefonunu kontrol ediyorum; arama kayıtları silinmiş. Oysa böyle bir huyu yoktu. Mesaj kutusuna bakıyorum, bomboş. Bilgisayarı açıp girdiği yerleri arıyorum; sosyal paylaşım siteleri karşıma çıkıyor. Ama kiminle ne konuşmuş bulamıyorum. Sigara yakıp, “Neden?” diyorum kendi kendime “Neden?” Sorumun mantıklı bir yanıtı yok. Eşimi seviyorum, o da beni seviyor. En azından on gün öncesine kadar öyleydi. O zaman neden böyle bir arayışa girmişti? Haliyle adamın nasıl birisi olduğunu merak ediyorum. Kimse Dilek’i benim kadar yoğun sevemez, bu durumda aralarındaki aşk olamaz. Sebep seks mi? Koltuğa oturup gözlerimi kapatıyor ve cinselliğimizi sorguluyorum. Bir sorun bulamıyorum. Elde tek bir neden kalıyor, para. Adam zengin ve asla veremeyeceğim vaatlerle
78
aklını çelmiş. Memur maaşımla onunla baş etmem olanaksız. Öfkeyle yerimden kalkıp salonda dolanmaya başlıyorum. Zavallı halime fare bile acıyor ve kemirmeye ara veriyor. Bulanık zihnim yavaş yavaş netleşiyor. Yeniden bir sigara yakıp balkona çıkıyorum. Sokak lambaları haricinde tüm ışıklar sönmüş. İnsanların eşlerine sarıldıklarını düşünüyorum. Sıcaklığını özlüyorum. Yatağa dönüp ona sıkı sıkıya sarılmak istiyorum. Zaten ortada kuruntularımdan başka bir şey de yok. Ne sevmediğini söylemiş, ne de ima etmişti. İşyerinde bir sorun çıkmış olmalıydı. Anlatıp beni üzmek istemiyordu. İlgisizliği de gerginliği de işte bu yüzdendi. Bir çocuk gibi seviniyorum. Yarısına kadar içtiğim sigarayı hızla söndürüp yanına gitmek üzere kapıyı kapatıyorum. Koridora vardığımda farenin molası bitiyor ve mesaisine geri dönüyor. Geri zekâlısın. Bilgisayarda kiminle yazışıyor? Söylediği gibi liseden arkadaşlarıysa, neden sayfayı hemen kapatıyor? Kulağının sürekli telefonda olmasına ne demeli? Gerçeği kabul et artık. Karın seni ALDATIYOR. Haklı olduğundan itiraz edemiyor ve gerisin geriye salona dönüyorum. Ancak yüreğim daralıyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Bir yerde duramıyorum. Sabahın ilk ışıklarına kadar odadan odaya gezinip duruyorum. Kalkma saatim yaklaşınca yeniden yatağa giriyor alarmın çalmasını bekliyorum. Sonra beraberce kalkıyoruz. Günaydınlaşıyoruz. O banyoya girerken ben evden çıkıp sokağın başındaki kuytu yerimde sevgilisiyle buluşmasını bekliyorum. Dört gündür uyumuyorum. Buna nasıl dayanıyorum, anlamış değilim. Ve yine dört gündür eşimin peşinden ayrılmıyorum. Hala elimde bir kanıt yok. Ama bulacağım. Bu gece de her zamanki saatinde eve geldi. Ne bir arkadaşıyla buluştu, ne de bir yere uğradı. Bu kadar dakik olması anlamsız. Peşinde olduğumdan şüphelendi mi acaba? Apartmana girip gözden kaybolduğunda, saat beşi yirmi geçiyordu. Hemen eve gidemezdim. İşten altıda çıkıyordum ve yol bir saate yakın sürüyordu. Yediden önce kapıyı çalmam şüphesini arttırmaktan başka işe yaramazdı. Yürümeye
79
başladım. Aynı sokaklardan defalarca geçtiğimi hiç fark etmeden yürüdüm. Ve tam yedide apartmandan içeriye girip kapıyı çaldım. “Sen miydin hayatım?” “Kimi bekliyordun?” “Sevgilimi!” Bu kadar rahat itiraf etmesine şaşırmıştım. Dört gündür boşuna eziyet çekiyormuşum. Sorsam söyleyecekmiş! “Sevgilini mi?” “Sevgilimi bekliyorum tabi. Sen benim neyimsin?” “O anlamda yani.” “Başka hangi anlamda olabilir ki?” “Bilmem.” “Neyin var senin? İyi misin? Gözlerin kan çanağına dönmüş.” Dört gündür böyleyim ve sen bunu daha yeni görüyorsun. İyi değilim Dilek. Hem de hiç iyi değilim. Zaten boynuzlanan bir kocanın iyi olduğu nerede görülmüş? “Yok bir şey. İşler yoğundu. Sabahtan beri bilgisayarın başından kalkmadım. O yüzden olmalı.” “İyi.” Bu kadar mı Dilek? Söylediğim basit birkaç cümleyle hemen ikna mı oldun? Sorgulamayacak mısın? Ama neden böyle bir zahmete gireceksin ki? Nasılsa yakında o zengin adamın yanına kaçıp gideceksin. Gece boyunca mecbur olmadıkça konuşmadık. Sessizce yemeğimizi yedik. Ben televizyona bakarken o mutfağı topladı. O televizyon karşısına geçtiğinde, ben balkona çıkıp sigara içtim. Bir ara telefonu çaldı. Arayan numaraya baktı ve hızlıca salondan çıkıp mutfağa geçti. Kulak kabartıysam da bir şey duyamadım. Döndüğünde gülümsüyordu. Gergin halinden eser kalmamıştı. “Kimmiş?” diye sordum. “Önemli değil. İşyerinden bir arkadaştı.”
80
Dilimin ucuna kadar gelmesine karşın, neden yanımda değil de mutfakta konuştun diye soramadım. Gerçeği bilsem de, sevgisinin bittiğini dudaklarından duymak istemiyordum. Yalnız kalmaktan ve yetimhane günlerime geri dönmekten korktum ve kabuğuma çekildim. Ne oynadığına bile bakmadan gözümü televizyona diktim ve gece boyunca yerimden bir santim bile kıpırdamadım. “Ben yatıyorum.” dedi. “İyi.” dedim. “Yatmıyor musun?” “Uykum yok.” Yine üstelemedi. “İyi geceler.” dedi ve odadan çıkıp gitti. Yalnız kalır kalmaz fare saklandığı yerden çıkıp kaldığı yerden beynimi kemirmeye devam etti. Telefonla konuştuktan sonra yüzünün halini gördün değil mi? Bu iş bitmiştir Selim Bey. Geçmiş olsun. Arayan elbette işyerinden bir arkadaşı değildi. Sevgilisiydi. Dediklerini duymamak için iki elimle kulaklarımı kapattım. Ses dışarıdan değil içeriden geldiği için faydası olmadı. Başımı iki yana sallayarak “Yanılıyorsun.” diye mırıldandım. O zaman ne duruyorsun git bak bakalım. Yerimden fırladığım gibi mutfağa gittim. Telefonu tezgahın üstünde duruyordu. Ellerimin titremesine aldırmaksızın arayanlar bölümüne girdim; en son saat on beş elli de aranmıştı. O sırada fare kahkahayı patlatıverdi. Silmiş mi? Çok şaşırdım. Neden acaba? Yarın. Yarın beni terk edecekti. O zengin piçin lüks arabasına binip o kahrolası villasına gideceklerdi. Böyle bir şeye müsaade edemezdim. Ne yapacağımı bilmeden deli danalar gibi bir odadan bir odaya gidip geldim. Sayısını sayamadığım kadar sigara içtim. Bir çocuk gibi ağladım. Balkonun soğuk zeminine yatıp cenin pozisyonu aldım ve annemi çağırdım. “Al beni içine” diye yalvardım. Duymadı. Duyduysa da beni tanımadı. Haklıydı da. Aradan onlarca yıl geçmişti. O gelmiyorsa ben
gideyim yanına dedim ve kendimi atmak için soğuk “Evet.” zeminden kalktım. Gözümü karanlığa diktim. Bir “Dilek Hanımla dün akşam konuşmuştuk. külçe gibi bırakacaktım bedenimi boşluğa. Tam o an “Belki doğru söylüyordu. Gerçekten bir arkadaşı Havaalanından beni alacaktı, ama gelmedi. Aradım, aramıştı. Kapatırken de numara yanlışlıkla silinmişti.” diye düşündüm. telefonunu açmadı. Allahtan evin adresini vermişti. Çok safsın dedi fare. Ben de kalkıp geldim.” Bu sefer umursamadım söylediğini. “Sormalıyım.” dedim kendi kendime ve koşarak “Kimsin sen kardeşim? Ne işin var Dilek’le.” yatak odasına gittim. Uyumasına aldırış etmeksizin omuzlarından sarsıp “Dilek” diye haykırdım. “Özür dilerim kendimi tanıtmayı unuttum. Korkuyla yataktan sıçradı ve “Ahmet!” dedi. Bugün doğum gününüzmüş, güya sürpriz Ahmet mi? Demek adı Ahmet’miş. Sonra karşısında sevgilisinin değil eşinin yapacaktık size. Ama gördüğünüz gibi evdeki hesap olduğunu fark etti ve korku dolu bir sesle “Ne oldu Selim? Kötü bir şey mi oldu?” diye sordu. “Adı Ahmet mi?” diye sordum. “Kimin?” “Sevgilinin.” “Sevgilim mi? Neler saçmalıyorsun Selim?”
çarşıya uymadı. Ben Ahmet.” “Ahmet mi?” “Evet. En son altı aylıkken gördüğün kardeşin Ahmet.”
Daha fazla dayanamayıp tüm kuvvetimle yüzüne vurdum. Sonra bir daha. Bir daha…
“Kardeşim mi? Neler saçmalıyorsun böyle?”
“Delirdin mi Selim. Lütfen dinle beni. Açıklayabilirim.” dedi ağlayarak.
“Haklısın abi. İnsan birden inanamıyor. Dilek
“Neyi? Nasıl boynuzladığını mı? Sevmiştim seni Dilek. Hem de ölesiye.” “Ben bir şey yapmadım.”
Hanım aradığında ben de aynı tepkiyi vermiştim. Nasıl becerdiyse bir şekilde adresime de, doğum belgelerime de ulaşmış. Son on beş gündür
Dayanamayıp bir daha vurdum. Burnundan yayılan kanlar üzerime sıçrarken çığlık attı. Sesini kesmek için üzerine abanıp yüzüne yastığı dayadım ve hareketsiz kalana dek elimi çekmedim. Sonra cansız vücuduna sarılıp uyudum.
bilgisayarda sürekli yazışıyorduk. Önceleri haliyle
Kapı zilini duyduğumda gün ağarmıştı. Yerimden kıpırdamadım. Çalmaktan vazgeçmedi. Sonunda dayanamayıp kolumu Dilek’in soğuk vücudundan kurtarıp ayağa kalktım ve kapıyı açtım. Uzun boylu, bıyıklı esmer bir adam “Merhaba” dedi.
doğum günününmüş. Sürpriz yapmak istediğini
“Ne var?” diye sordum.
inanmadım. Ancak doğum belgelerimi gönderince ikna oldum. Aslında hemen gelecektim. Ama bugün
söyleyince, kıramadım. Çok şanslısın abi. Seni gerçekten çok seviyor. Eee nerede kendisi? Onunla tanışmak için sabırsızlanıyorum.”
“Selim Bey.”
81
Tunç PEKMEN
Çizgi Roman İnceleme
Reboot : Evren Sıfırlamaları
Bazı Amerikan çizgi romanlarında, eğer uzun süre o çizgi romanı takip etmediyseniz, yeni bir sayısını tekrar elinize aldığımızda, daha evvel bildiğiniz bazı gerçekliklerin değişmiş olduğunu görürsünüz. Mesela 70’li yıllarda Superman okumayı bırakmış biri, 80’li yıllarda Superman’ın bir sayısını eline aldığında, Clark Kent’in ailesinin hala yaşadığını, Superman’in sık sık Kansas’a gidip onları ziyaret ettiğini görecek ve şaşıracaktır. “Ya bu Superman’ın ailesi ölmemiş miydi? Eee, niye tekrar Kansas’ta yaşamaya başlamışlar?” Ya da 2000’li yıllarda Spider-Man okuyan biri son Spider-Man sayılarından birini aldığında kafasında ilk oluşacak soru 82
“Peter Parker evli değil miydi, niye tekrar teyzesiyle yaşamaya başlamış?” olacaktır. Uzun süredir devam eden ve aynı evreni paylaşan çizgi roman karakterlerinde, belli nedenlerden dolayı tüm bilinen “gerçekliklerin” değiştirilmesi ve sıfırdan yaratılması olayına evren sıfırlanması ya da İngilizce adıyla “Reboot” denir. Şimdi bu “reboot” konusunu biraz detaylı inceleyelim. Reboot kelimesi, bilgisayar programcılığından gelen bir kelimedir. Bir program çalıştırırken, başka bir programı takılı kalır ve bu yüzden bilgisayar kilitlenirse, sistemi kurtarmak için kullanılan en eski ve en garantili sistem bilgisayarın kapatılıp tekrar açılmasıdır. Böylece tüm çalışan
işlemler durur, kapatılır ve bilgisayar açıldığında ve her şey sıfırdan başlar. Bu arada değinmeden edemeyeceğim, reboot’un “retcon” ve “revamp” olaylarıyla karıştırılmaması gerektiğidir. Ret-con, çizgi romana yeni bir karakter katılacaksa ve bunu eski bir olayla bağdaştırmak isterlerse, o olayın tekrardan yazılma olayıdır. Mesela “Alias” adlı çizgi romanda Jessica Jones’ın Peter Parker ile aynı okula gittiği hatta gizliden gizliye ona aşık olduğu ortaya çıkar. Fakat Jessica Jones çok sonraları yaratılmış bir kahramandır ve Peter Parker’in geçmiş sayılarında hiç gözükmemektedir. Ret-con ile geçmiş değiştirilmez, sadece hafif bir sünger geçilerek olaylar aynı olduğu gibi bırakılır fakat biz okuyucuların görmediği olaylar eklenir, ve öyle olduğu kabul edilir. Revamp ise, artık yavaş yavaş satış rakamları düşen bir çizgi romanda, satışı arttırmak ve okuyucunun heyecanını arttırmak için yapılan stratejik bir harekettir. Genellikle yeni bir yazar-çizer takımı getirilerek olaylar daha heyecanlı, karakter daha seksi, kişiler daha real hale getirilir. Mesela 70’lı yıllarda çıkan sabun köpüğü Batman dizisi çizgi romanı da etkilemiş, Batman gayet lakayıt ve komedi unsurları taşıyan bir karakter haline gelmişti. 80’li yıllarda satış rakamları çok düşünce Batman’ı daha karanlık, sert ve bunalımlı bir kahraman haline getirmeyi denediler ve bu re-vamp stratejisi işe yaradı. Şu anki Batman o zamanki değişimin uzantısıdır. Revamp ile geçmiş değiştirilmez, şimdiki zaman farklı bir çizgiden ilerlemeye devam eder. Reboot konusuna geri dönecek olursak, aslında reboot sadece çizgi romanda yapılan bir “sıfırlama” ya da “yenileme“ hareketi değildir. Bu işlem uzun süre devam eden film serilerinde, dizilerde ya da video oyunlarında da kullanılır. Godzilla film serisi en az 3-4 kez reboot edilmiştir. Ana konusu “Tokyo’yu yok eden bir canavar dinazor” olmasına rağmen bu canavarın nasıl ortaya çıktığı, dünyalıların ona karşı nasıl davrandığı, canavarın insanlara nasıl yaklaştığı her reboot’ta biraz değiştirilmiştir. Batman film serisi de en az 3-4 kere reboot geçirmiştir. 60’lı yıllardaki renkli komedi Batman ile 80’li yıllarda Tim Burton’ın Batman’i ve son yıllarda Christopher Nolan’ın Batman’i arasında çok fark vardır.
Peki firmalar niye “Reboot” yaparlar? Bunların arkasında bazı temel nedenler yatar. Şimdi bu detaylara biraz detaylıca girelim. 1- Para kazanmak. Amerikan çizgi roman dünyasına, özellikle de geniş bir evreni olan DC ve Marvel evrenine bakalım. Ne kadar eğlenceli bir iş gibi görünse de, çizgi roman da temel amacı para kazanmak olan bir endüstridir. Bu endüstride de para kazanmak için her endüstride kullanılan iki temel satış şartı kullanılır. 1- Elindeki eski müşterisini korumak ve geliştirmek. 2- Yeni müşteri kitlesine ulaşabilmek. Bu da dışarıdan göründüğü kadar kolay bir şey değildir. Reboot bu yüzden kullanılan bir stratejik taktiktir. Reboot bir sürü çizgi roman 83
karakterini bir araya getirdiği için çok iyi bir “Çarpraz ürün satma” yoludur. Eline Wonder Woman almayan bir kişi, çizgi romanın arkasında “Bu sayıdan sonra Wonder woman 12’yi alın” yazısını görünce , hikayeyi kaçırmamak için mecbur gidip o sayıyı alacaktır. Yeni bir çizgi romana başlamak isteyen kişi içinse, karakterler sıfırdan yaratıldığından dolayı geçmişi takip etmek zorunda kalmayacak, sanki yeni bir evrene adım atıyor gibi geleceği için çizgi romana başlamak daha cazip duracaktır. 2- Zamana ayak uydurma : Erkeklerde çizgi roman okuma yaşı çoğunlukla çocuklukta başlar ve gençlikte biter. Çocukken sizi içine çeken o büyülü dünya zamanla anlamsızlaşmaya başlar ve özellikle karşı cins serpilip
84
güzelleştikçe, ilgi o farklı dünyaya doğru kayar. Özellikle günümüzde film ve dizilerin ciddi senaryo ve efektlerle karşımıza çıkması ve onlara kolayca ve ucuz bir şekilde ulaşılabilmesi, internet sayesinde oyun piyasasının inanılmaz evrim geçirmesi, yeni neslin çizgi romana çok fazla ilgi göstermemesine yol açmıştır. Bunların dışında çizgi romana yeni başlayan 10 yaşında bir erkek çocuğun; evli ve karısıyla problemler yaşayan Peter Parker’la ya da 50 yaşında başarılı bir haber spikeri olan Superman ile bağlantı kurması, kendisini onun yerine konması beklenemez. Çizgi roman firmaları işte bu aşamada zamana ayak uydurma yoluna giderler. Bir “Reboot” ve temiz bir tarihçe ile yeni okuyucuyu çekme yoluna giderler.
3- Kalın tarihçeyi silme : Yeni bir okuyucunun bir Örümcek Adam aldığını düşünelim. İlk macerasında Doktor Ahtapot ile savaşan Örümcek Adam’ın “Seni Fransa’da Sinixter Six grubunda yendiğimden sonra kendine gelmen zor oldu” gibi bir cümle kurduğunu düşünelim. Arkasından Örümcek adamın Mary Jane’in yanına gittiğini ve Mary Jane kocasına sarılırken “hem bebeğimizi kaybetmemiz hem de Aunt May’ın kanser olduğunu öğrenmemiz Peter’a zor geldi. Acaba okulu bırakıp tekrar gazeteye mi dönecek?” şeklinde düşündüğünü farz edelim. Yeni okuyucu bir anda dumura uğrayacaktır. Hiç bilmediği bir dünyada bir sürü belirsizlik vardır. Sinixter Six kimdir? Örümcek Fransa’ya niye gitmiştir? Bebeği ne zaman ölmüştür? Karısıyla ne kadar zamandır
problem yaşıyordur vs, vs... Reboot yapılınca bu kalın tarihçe ya tamamen silinir ya da üstünden hafifçe bir sünger geçilerek temiz bir başlangıç yapılır ve ilk sayıda herşey açıklanır. Yeni okuyucu rahat bir nefes alır. 4- Devamlılık “Continuity” problemi : Continuity, çok basit olarak “Süreklilik” demektir ve genel olarak Continuity problemi süreklilik arz eden maceralarda çıkan devamlılıktaki kopukluklar anlamına gelir. Yine Superman’den örnek verelim. Superman’ın ilk yayınlanma tarihi 1939 yılıdır. Yani bu yazıyı 2015 yılında yazdığıma göre, şu anda 76 yıllık bir tarihi vardır. Bu süre zarfında Superman çok fazla yazar ve çizer değiştirmiştir. Bunun dışında Superman’ın Justice League America
85
ile veya diğer çizgi roman kahramanlarıyla ortak oynadığı maceralar da olmuştur. Normalde şu sıralar tüm editörler haftada 1-2 kere toplanıp yazarların senaryoları üzerinde konuşup, devamlılıkta hata olmaması için büyük çabalar gösterirler. Ama 70 küsür senelik bir tarihçede hata olmaması neredeyse imkansızdır. Reboot yapıldığında, geçmişe tamamen sünger çekileceği için bu problem de ortadan kalkacaktır. 5-Ne kadar ekmek o kadar köfte : Bir süper kahramanı süper kahraman yapan, onun sürekli dövüştüğü süper kötü kahramanlardır. Çok dikkat edin her kahramanın dövüştüğü kötü adam genelde kendi gücüne eştir. Green Lantern, genelde diğer renklerden Lanternlar ile dövüşür,
86
Batman’ın neredeyse tüm düşmanları dahi-deli arasında giden ama süper gücü olmayan kötülerdir. Thor diğer tanrılarla savaşırken, Örümcek adam arka sokakları terörize eden kötülerle savaşır. Genelde de her kahramana yaklaşık 5-6 tane sürekli kapıştığı süper kötü (ki buna arch-enemy denir) ara sıra dövüştüğü 20-30 kötü ve de geride o evrenin süper kahraman havuzunda yer alan karakterlerle dövüşmek düşer. İşte burada devreye orantısız güç girer. Superman ve Wonder Woman tanrısal güçlere sahiptir. O yüzden dövüştükleri tipler de tanrısal güçlere sahiptirler. Belli bir yerden sonra DC evreninde bir sürü tanrısal güce sahip kötü karakter birikecektir. Bunları bir şekilde potada eritmek ve etrafı temizlemek için reboot yapmak en temiz çözümdür.
6-Yazarlara rahatlama payı : Ana akım diye bilinen Marvel ve DC çizgi romanlarında, genellikle çalışan sistem “takım” sistemidir. Bir yazar,çizer ve mürekkepçi’den bir takım oluşturulur ve bu takım eğer okuyucular tarafından beğenilirse uzun süre beraber çalışırlar. Bu takım’ın düzgün çalışmasında en önemli işi yazar yüklenir. Karakterin ruhuna uygun, gerçekçi ve okuyucuyu içine hikayeler yazmak için dikkat etmesi gerekmektedir. Eğer süper kahraman’ın 30 seneden beri devam eden bir öyküsü varsa, yazar buna çok dikkat etmelidir. Süper kahraman, daha evvel o kötü karakterle savaştıysa o şekilde hareket etmeli ve dövüş sahnesi o şekilde düzenlenmelidir. Ya da geçmiş ilişkilerinden birinde bir kızla beraber olduysa, aynı karakter tekrar hayatına girdiğinde ona göre davranmalıdır. Reboot olayıyla , yazarın derin bir geçmiş araştırması yapmasına gerek kalmaz.
7-Reboot Türleri : “Reboot” olayında, tüm evrenin reboot edilmesi gerekmeyebilir. Bazen bir kahramanın hikayesi çok karmaşıklaşıp içinden çıkılmayacak hale gelirse, sırf o kahraman ya da bir kaç kahraman için reboot yapılabilir. Yine bilgisayar programcılığından alınan “soft reboot” ve “hard reboot” kavramlarını çizgi romanda kullanmak mümkündür. Eğer sıfırlamada kahramanlarda çok köklü değişikliklere gidilirse buna “hard reboot” ama ufak tefek değişiklikler yapılıyorsa “soft reboot” denir. Mesela eski bir Marvel western kahramanı olan Rawhide Kid, üç tane reboot geçirmiştir. Orijinalde kırmızı saçlı, düzgün giyinen genç ve kanun kaçağı bir kovboy olan Rawhide Kid, bir reboot’a uğrar. Bu reboot’ta Rawhide kid, o zamanın tarihçesine uygun giyinen, pis sakallı uzun saçlı bir kovboy olur ve eski
87
hikayelerinin “çizgi roman” olduğunu söyler. Bir daha reboot geçiren Rawhide Kid, ilk haline geri döner fakat bu sefer de çok stereotip bir eşcinsel olmuştur. Bu reboot , orijinal Rawhide Kid ile kıyaslayınca daha yumuşak bir reboot sayılabilir, fakat 2. Enkarnasyona göre oldukça sert bir reboottur. Rebootlara örnek verecek olursak : En son yapılan çalışmada DC evreninde iki tane majör reboot geçirdiği fakat toplamda 16’ya yakın reboot geçirdiği söylenebilir. İlk majör Rereboot’u 1986‘da geçirdiği “Crisis on Infinitive Earths” adındadır. DC evreninin bu reboot’tan evvel 40 senelik bir tarihçesi vardı ve malesef yazarlar çok dikkatli davranmadıklarından kahramanların orijin hikayeleri, hikaye devamlılıkları, karakterlerin birbirleriyle olan ilişkileri tutarsızdı. Bir ara yaratılan ve bildiğimiz karakterlerin farklı bir gerçeklikte geçen hikayelerinden oluşan “Earth-2” serisi ise işi iyice karıştırmıştı. Bu yüzden 1986’da DC evreni çok ciddi bir reboot yapmaya karar
88
verdi. Bu reboot oldukça uzun sürdü. İlk başta “Pre-Crisis” adıyla reboot’a bir ön giriş yapıldı (ki bu giriş 6 ay sürdü), sonra “Crisis” adıyla bir yıl süren bir çalışmayla açıklamalar yapıldı, hikayeler birbirleriyle bağdaştırıldı ve “Crisis” adıyla 12 sayı süren özel bir çizgi roman çıkartıldı. Son sayıda tüm düğümler çözüldü, hikayeler sonuçlandırıldı ve tüm karakterlerin hikayeleri yeniden yazıldı. Bazı karakterler öldürüldü, bazılarıysa yeniden yaratıldı. İkinci majör reboot’u ise 2011 yılında geçirdiği “52” adlı reboot olarak kabul edebiliriz. Bu reboot’ta yine bir sürü karakter tekrardan yaratıldı ve hikayeler neredeyse tamamen sıfırdan yaratıldı. Marvel firması daha az reboot geçidiyse de , 2015’in ortalarında başladığı bir çalışmayla yeni bir reboot’a girmiş durumdadır. Bu sıfırlamanın amacı ise hayli farklı. Son 4-5 yıldır Marvel hem sinema, hem televizyon dizileri hem de çizgi filmlerde çok ciddi bir başarı yakaladığı için, genel bir reboot yaparak çizgi romanları da bu evrene bağlamak istemektedir. Bu
ticari açıdan çok doğru bir hamle olarak görülebilir. Çünkü sinema evreninde basitleştirilmiş olan format tutmakta, fakat çizgi roman evrenindeki karışık formata uyum sağlamamaktadır. Dolayısıyla filme giden kişi memnun olsa da gidip çizgi romanı okumamaktadır. Bu reboot sayesinde Marvel her kesimden okuyucu yakalayabilecek ve çok daha fazla kişiye hitap edebilecektir. Tabii ki benim gibi püritanlar bu olaya karşı çıksa da, eninde sonunda bu bir ticarettir ve çarpraz ürün satma yolunda atılmış çok ciddi bir adımdır. Reboot olayında dikkat edilmesi gereken bir şey vardır, o da kararlılık ve sürekliliktir. Fark ettiyseniz, reboot işlemi gayet uzun sürmektedir. Bu reboot sürecinde editörün, yazar ve çizerin aynı kararlılıkta devam etmeleri gereklidir. Bu konuda DC çizgi romanlarının Marvel’a göre çok daha tutarlı olduğunu söylemek durumundayız. 90’lı yılların ortalarına doğru, Image hala parlak bir yıldızken Marvel Image’daki çizerlerle anlaşıp karakterlerini onlara devretmişlerdi, böylece tüm karakterler yeni bir düşünce altında yeniden doğacaklardı. Sonuç tam bir felaket oldu. Alelacele verilen kararlar, doğru düzgün bir senaryo olmayışı ve beklenenin
altında satış rakamları yüzünden 1 sene sonra tüm karakterler eskiden olduğu yerlere döndüler. Evrenlere
yapılan
reboot’lar,
aslında
yeni okuyuculare için iyi olsa da genelde eski okuyucularda bıkkınlık veren bir şeydir. Eninde sonunda editörial kararlar yüzünden insan sevdiği ve alıştığı karakterlerden ayrılmayı pek sevmez. Şu sıralar gelişen bilgisayar teknolojisi sayesinde çizgi romanlar daha fazla ekranlarda yerini almaktadırlar. BU yüzden de Marvel’in yaptığı ve herşeyi beyaz ekrana göre reboot’lama mantığı belli bir zaman sonra DC’de de kendini gösterecektir gibi duruyor. Zamanla bilgisayar efektlerini kullanmak ucuzladıkça, ekranlarda çok daha fazla başka firmaların da çizgi romanlarını göreceğiz demektir. Bu piyasa bu şekilde işlediği ve devam ettiği sürece de, ne kadar istesek de rebootlar hayatımızın parçası olmaya devam edeceklerdir. Aralık 2015- Herkese mutlu yıllar.
89
Öykü: Ufuk Ali KAFTANLI
Öykü
üzerinden geçmesine bir şey demeyen o çakıl yığınları gibi bakmıştı yüzüme. Diyordu ki: ‘Sen geçeceksin üzerimden, geç. Engelleyemem ya, nitekim bu senin aptal olmadığın ve tekerleğinin kırılmayacağı anlamına gelmez.”
Çayırsız Dağ “Ne zaman bıraktın,” dedi. Düşündüm, yorgundum. Ve anlıyordum ki, kahroluyordum. Yok, yok: ben düşünmüyordum. Ağzımdan öylesine can yakıcı çıktı ki sözler: inanamadım. “Şimdi.” Ciddiydim ama güldü-belki de gülmedi-, gece güneşimde o benim. Yalan söylemiyordum nitekim konuştu, apansız ormanlarımda bir çimimdi o benim. “Nasıl?” Nasıl? Zamanın paradoksu, keşmekeş yapısı: getirmişti beni bu güne, en çokta şimdiye. Yani, geriye dönmem ve alabildiğine açıklamalar sıralamam bir işe yaramazdı. Yarar mıydı? Ah, tanrım ne zorlu? Ne zorlu! Oysa demeliydim ki: ‘hayır bırakmadım. Asla!’ Tekrarladı. Daha sonra bir daha, bir daha ve bir daha… Hepsinde de sustum. Ne diyecektim? Kızdı en sonunda: ‘Yenidünyalar yaratmayı ne zaman bıraktın?” Yenidünyalar yaratmayı ne zaman bıraktım? Bunun cevabı, o günlerin hışmında yatıyor; onu gördüğüm zamanların şarkısında… Çayırın tekrardan akıp, dağın bağrındaki çoban çiçeklerine dokunmaya başladığı vakitlerdi ki bunu binlerce yıl önce yapmıştı, en son. Bulutlar pembe kokulardan bir hoşluk yayıyordu etrafa ve reçel tadı topraktan yükselip; tanrının korularında, rahipler ile dans ediyordu. Masalsı değildi aksine müphem bir mukadderat soluğuydu içimize çektiğimiz. Ve şart olsun vermiyorduk o soluğu, içimizde tutuyorduk. Sonra, sonra? Artık hatırlayamıyorum fakat yaşlı kocakarılar tarikatı tekrardan ağıtlar yakmaya başlamıştı. Baharın kutlu gelişi, herkesin beline kuvvet vermişti ya, ondandı herhalde. Bizim oralarda, o dağ yamacının arkasında ki lanet yerde yani-sizin
90
deyiminizle- sevinçler hüzünle ödüllendirilirdi. Mutluysak, bedenimize, herhangi bir yerine, küçük kan toplayan çizikler atardık. Bundandır, yüzlerce küçük yaramız. Deli miyiz peki? Ne siz sorun, ne ben cevaplamaya çalışayım. Ki yapamam da zaten: çünkü sadece bir naif çiziğim var. Bir naif çizgi… Tokat attı. “Kahrolası, nasıl bırakırsın!” Umursamadım, mecalim yoktu. Peki, o bıçak darbesini ne zaman attım? Pek tabii ki onu gördüğümde, ah bir tanısaydınız onu… Şöyle şakıyordu, uyanmış çayırın yanında, elinde ahirlerden kopmuş bir testiyle… “Ah hanımım bacaklarımda bir sızı Tıpkı gözlerinde palazlanmış aşkı Tekrardan yüreğime sarar gibidir Ah hanımım bacaklarımda bir sızı
Büyük ihtimalle böyle geçiyordu içinden. Ama hiç bir şey demeden ağlamış, koşup gitmişti. Sonra öğrendim ki, evinde çalıştığı kadın iyice benzetmiş onu. Pişmanlık duydum mu? Hayır, hatta zevk bile aldım. O aptal kızın saçma türkülerinden bıkmıştım. Aptal kızın kendisinden de bıkmıştım. Lanet olası kopçasından, gözlerinde ki sonsuzluktan, sonsuzluktan çıktığı belli olan mutluluktan ve bu sonsuzlukta yaşayan dertsiz yüzünde ve bu sonsuzluktan çıkan coşkun kalbinde oluşan hacimsiz ağırlıktan da bıkmıştım. Kız sonsuzdu. Sonsuz. Ne yaptım? Ah, tabii ki kendimi deştim. Peki, bu mutlu olduğumdan mıydı? Üzüldüğümden miydi? Bizim kocakarılar acayip metafor yapıyor. Zaman geçtikçe uslandım, uslandıkça şiirselleştim, şiirselleştikçe bir mısrada ki kafiye olmayı başarabildim. Yani kullanılsam iyi olurdu nitekim olmasam da yürütülürdü her şey. Var olmasam da yazılırdı şiirler. Bakın değiştireyim testisi kırık kızın şiirini: “Ah yaşamım ne de güzel
Ah efendim yüreğimde bir kopça
Saklanmışta çıkmış gibi cennet
Bırakmaz tutmuş çöpten bir elle
Ah yaşamım ne de hain
Buruyor hiç durmadan kasvetle
Nemalanmışta kaçmış gibi hayat”
Ah efendim yüreğimde bir kopça Ah yaşamım ne de güzelsin Saklanmışta çıkmış gibi cennetten Ah yaşamım ne de hainsin Nemalanmışta kaçmış gibi hayattan” Hınzırdım o bahar ki, o da son bahar olmuştu. Çayıra yaklaştım. Elime taş toplayıp, testisini on ikiden vurdum. Kırmıştım. Tıpkı, yolların insanların
Ben bir tenden ibaretim, solacaktım nihayetinde. Ben bir tandan ibarettim, doğacaktı güneş sonuçta ve ben hiçbir şeydim. Hiçbir şey. “Bırakmayacaktın,” deyip yine tokatladı. Hissedemiyordum. Ah, keşke acısaydı yanaklarım, kızarsaydı yüzüm. Olmuyordu… Şöyle ki, yediği tekmeler yüzünden aksayarak yürüyordu çayırın yanında, tekrardan. Şakımıyordu bu sefer, sonsuz da değildi sanırsam. Deştiğim yer ise kabuk bağlamıştı. Usulca sokuldum yamacına, yıldızlar gibi kararan bembeyaz tenine. Bir an için
gülebilirdi, bir an için ağlayabilirdim. Tuttuk ikimizde birbirimizi, sarılıp dövüştü düşüncelerimiz ve baktı sadece gözlerimiz; güneşten yansıyan su tanelerine. “Mutlusun,” demişti, o ikinci görüşmemizde. “Belli, mutlusun.” Fark ettim. Aptal kızın gözlerinden beliren adamdan bıkmıştım ben. Aptal kızın kopçasına dokunamayan adamdan tiksiniyordum ben. “Mutluyum, çünkü seni seviyorum. Hüzünlüyüm çünkü ben aptalım. Buradayım çünkü kendimi affettirebilirim.” Evet, beni affetti de. Ama bir şartlaydı. Şöyle dedi: “Asla bırakmayacaksın, tamam mı? Yenidünyalar bekliyor bizi. Hadi!” Önce bir gezegen nasıl yapılır, iyice öğretti bana. Sonra insanlar nasıl yaratılır ve düşünceler nasıl güzelleştirilir… Zorlandım, kabul ediyorum, çok zorlandım. Gezegen yapmayı bir türlü beceremiyordum. Çünkü bırakmamam lazımken iki kere bırakmıştım bile. Beni uyarmıştı. “Üçüncü kez bırakırsan, ölürsün, ölürüz.” Ah, nasıl ölebilirdim ben, biz. Öylesine sıkıca sarıldım ki asla bırakmayacaktım, bu sefer: söz verdim. Devam ettik, onun yarattığı insanlar, öykü gibiydiler, benimkiler ise denizin göğe doğru baktığı yerden kopamayan, alık balıklar gibi aylak aylak dolaşıyor idiler. Yıllar yılları aştı, çirkin dev bir berbere gitmeyi akıl edebildi ve kız dağları dikti, dünyamızın orta yerine. Yenidünyalar elimde yürürken yanına, hınzırlığım tekrar buldu zihnimi ve yerleşiverdi aniden. Fısıldadı. Geç bu dağdan ve at ‘bırakmaman gerekir’ düşüncesini. Uydum mu? Hatırlamıyorum. “Ölüyoruz, değil mi? Böyle olmamalıydı.” Bu sefer sustu. Susuş değildi bu, omzu yanıma, saçlarının kokusu son kez burnuma gelirken, susuş değildi bu.
91
92
93
94
95
96
97
Ümit KİREÇÇİ
Çizgi Roman İnceleme
Marvel ve Nietzsche Marvel ve Nietzsche Aslında itiraf edeyim bu yazıya başlarken aklımda Nietzsche’yle Marvel Comics’in deli titanı Thanos arasındaki ilişkiyi irdelemek vardı. Biraz nihilizm, biraz ölüme duyulan özlem, hiçlik, “tanrı benim” anlayışı… Okudukça fikirler dallanıp budaklandı. Nietzsche’nın Übermensch kavramına yıllar sonra bir kez daha baktığımda zihnimin derinliklerinden Der Spiegel dergisinde ismini hatırlamadığım Alman bir filozofun yayınlanan görüşleri çıktı gün yüzüne. Düşünür, Sofokles ve Eflatun’dan Übermensch (üstinsan) kavramına, oradan da süper kahraman olgusuna felsefik bir bakış açısı sunuyor, felsefede üstün insan arayışının popüler kültüre yansımasını sorguluyordu. Bu da benim yazımı Thanos’tan alıp biraz daha derinleştirmeme neden oluyordu… Oldu!
98
Temel olarak baktığımda, ben, Nietzsche’ye gelesiye kadar süper kahraman fikriyle en ilkel dinden tek tanrılı dinlere kadarki inançların tümü arasında daha büyük bir bağ görüyorum. İlkel insanların tanımlayamadıkları doğa olayları ve rüya gibi onlarca olayı “tanrılara” bağlaması kaçınılmaz olmuştur. Bu tanımlayamama ve üstesinden gelinse bile engellenemeyen olaylar dizisinden kurtulmak için “din” kavramını yaratma veya var olan bir dinin ardına sığınma ihtiyacı da bunun bir parçasıdır. Açıklanamayan doğa olayları dini ortaya çıkarıyorsa günümüzde tanrının gözyaşı olan bir yağmura veya hiddetini gösteren şimşeğe inanılmıyorsa din neden hala var diye sorulabilir bu durumda. Biliyoruz ki günümüzde bilim aracılığıyla birçok doğa olayının gizeminin çözülmüş olması insanları dinden uzaklaştırmamıştır. Bu sefer de en büyük bilinmeze karşı inanca sarılma ihtiyacı hasıl olmuştur: Ölüm! Yukarıdaki tez benim “din” ve “inanç” üzerine ele aldığım görüşlerden biri olmanın ötesinde küçük bir gerçek kırıntısının gizli saklı ifadesidir de. İnsanlar öyle ya da böyle ölmekten korkmakta, mütevazı kısa yaşamlarını sağlık içinde sürdürmeye çabalamaktadırlar. Bu arada ölümlü olduğunu bilmek yine de aklını kaçırmadan, yılgınlığa kapılmadan ve nihai sona yaklaşırken ölmeyeceğin hayalleri kuramayacağın anlamı taşımamaktadır. Ara ara da olsa insanlar tanrılara başkaldırır, şirk koşar, eşit olmak ister gibi ölümsüz olmayı hayal ederler. Bu nedenledir ki yarı tanrı Herkül’ü, Samson’u, Gılgamış’ı, Siegfrid’i, Aşil’i kurgularlar. Bu hayal kahramanları insanlığın tanrıya yaklaşma hayalinin temsilcisi olurlar ve yine de insani zayıflıklara sahip olduklarından bir şekilde cezalandırılır veya ölürler.
Siegfrid sırtındaki minnacık noktadan yara alır, Aşil topuğundan, Samson saçı kesilince yitirir güçlerini, Herkül zorlu bir ceza sürgünü alır, Gılgamış gururunun kurbanı olur ve günümüzde süper güçleri olup ve örneğin kriptonite zayıflığı olan Superman’e, oduna karşı zayıflığı bulunan Green Lantern/Alan Scott gibilerinin yaratılmasına ilham verirler. Ama yine de felsefeye ve Nietzsche’ye dönersek onun Übermensch kavramının zamanlama olarak da süper kahramanların yaratılmasına ön ayak olduğunu söylememiz gerekir. Elbette insanlığın DNA’larında ölüm-ölümsüzlük diyalektiği barındırdığı söylenebilse de modern dünyanın felsefesinin ve politik koşullarının da süper kahraman fikrini tetiklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
birlikte anılmaktadır. Hatta “Übermesch” (Overman) kavramı ırkçı süper kötü almanlar olarak comics hikayelerinde sunulmaktadır. Oysa düşünürün derdi hiç de “üstün insan” “düşük insan” ayrımı yapmak olmamıştır. O, insanın hayvanla insan ötesi arasında sıkıştığına inanmış, insan yanımızı alt etmenin bizi Sufiliktekine benzer bir “insan-ı kamil” noktasına ulaştırabileceğine inanmıştır sadece. Bunun için de dini ve sunduklarını, toplumu, psikolojiyi sorgulamıştır. “Üstün güçleri olan insan” fikri maalesef Nasyonal Sosyalistlerce geliştirilmiş, “ari ırk” hareketi olarak değişmiş, başta Yahudiler olmak üzere hemen her ırka karşı temizleme hareketine dönüşmüş ve belki de az da olsa var öyle bir ihtimal Superman’in Yahudi kökenli yaratıcıları Shuster’la Siegel’a “üstün insanlı” başkaldırı ilhamı vermiştir. Süper kahramanın yaratılması yolculuğunda insanlığın ilkel benliğinden felsefeye, modern dünya bilinmezlerinden politik koşullara bu etkiler bilmem size de ikna edici geldi mi?
Übermensch – DC Comics 1844 yılında Almanya’da dünyaya gelen ve 1900 yılında gencecik bir yaşta hastalığa yenik düşerek hayata veda eden düşünür bugün onca fikre kapı açmış da olsa maalesef hala Nazizmle
99
Nietzsche ve Thanos Marvel Comics’in şimdi hatırlamadığım bir sayısında Dr. Strange Thanos için “o bir nihilist” diyordu endişeli bir şekilde. Bir ihtimal bu Infinity Gauntlet crossover hikayelerinden birinde olmuştu emin değilim ama değilse bile tam hikayesiyle bağlantı kurmuş aklım. Evet, Thanos bir nihilist. Kendisi mutasyona uğramış bir Titan ırkı ferdi ve biraz da deli. Ölümü kendine yoldaş seçmiş, annesini (bir anlamda yaratıcısını) öldürmüş, sonra da aşık olduğu ölüme kavuşmak için evreni dolanmaya başlamıştır. Yıllar içinde “ölmeden ölüme kavuşmak” için her yolu denemiş olan Thanos üstün güçlerle donanmak ve bir tanrıya dönüşmek için çabalayıp durmuştur. Infinity Gauntlet destanında bunu başarmışlığı var aslında ama bu defa da kadın olarak tasvir edilen Ölüm tarafından yine de kabul görmemiştir. Zira bu defa nazlanan Ölüm ona “tanrı olduğuna göre eş’im değil üstüm oldun” diyerek karşı koyar. Ennihayetinde Annihilation destanında Drax the Destroyer tarafından öldürülen Thanos; okuyanlar görmüştür, ilk defa huzura kavuşur. Ölümle kol kola çizilmişlerdir orada. Sevgi ve muhabbetle…
100
Ta ki Guardians Of The Galaxy sayfalarında fanatik bir uzay dini tarikatı tarafından tekrar hayata döndürülene kadar. O hikayede büyük bir öfkeyle çevresine saldıran Thanos’un saf dışı edilirken sarf ettiği sözler “Beni geri çağırdığınıza pişman olacaksınız, bütün evren yok olacak” gibi şeyler olmuştur ki bu da bizi Gerekli Şeylerin dilimize kazandırdığı muhteşem Infinity hikayesine taşımıştır. Özetle, Thanos ölüme aşık, hiçliğe özlem duyan, kendini tanrılaştırmak isteyen biridir ve bu kurgusal dünya görüşü Nietzsche’nin nihilizm teziyle fazlasıyla ilişkilidir. Latince “nihil” (hiç bir şey) sözcüğünden türeyen Nihilizm kavramı Thanos’un felsefesi olduğu kadar korsan çetesinin de adıdır “The Nihilists”. Nihil, hiç (Oblivion), Thanos’un özlem duyduğu kavramdır. Son olarak da, Nietzsche’nin;
özünde derin anlamlar taşıyan ama basitçe, “tanrı’yı öldür tanrı sen ol” diye özetlenebilecek görüşüne uygun olarak Thanos’un sürekli tanrı olma hayalini kovaladığını hatırlatabilirim. Belki içinizde şüphe olabilir bu yazdıklarımdan sonra. Nietzsche’yle Thanos arasındaki bu ilişki çok anlamlı gelmeyebilir. O zaman da önerim Thanos: Infinity Abyss hikayesine bakmanız olur. Hikayede Thanos’a tanrı olarak tapan ve kendilerini öldürerek hiçliğe göndermesini isteyen fanatiklerin adları The Nihilists. Yetmezse toplantı alanlarına bakın: Nietzsche Arena. Thanos’un klonu burada fanatiklere “Greetings, my children of the Void!” olarak seslenir (Hiçliğin çocukları). Sonra da felsefesini anlatır Thanos “Önce saf hiçlik vardı. Sonra dehşetengiz bir kazayla yaşam başlayarak kaos dönemini başlattı. Denge tekrar sağlanmalıdır!”… Bilmem taşlar biraz daha oturdu mu sizde de? Elbette Nihilizm tezini ilk ortaya atan kişi Nietzsche değildi. Ama görünen o ki bu “hiçlik” temelli tezini popüler kılmış ve dönemin politik ideolojilerinden bazılarına (Bakunin ve Hitler gibi) yol gösterdiği gibi varoluçuluk, postmodernizm, postyapısalcılık gibi felsefi akımlara etki etmiş, süper kahramanların ortaya çıkmasında ilham kaynağı yaratmış, Thanos ve çarpık felsefesinin temeli haline gelmiştir. Übermensch kavramı ise bugün hemen her biri çizgi roman karakteri adı olan şu kavramlarla karşılık bulmaktadır: "Overman, Overhuman, Above-Human, Superman, Superhuman, Ultraman, Ultrahuman, Beyond-Man”. Bir de not düşeyim… Thanos’u sürekli var eden ve hiçliğe karıştırmayan bir durum yaşatılıyor felsefesine tezat olarak. Thanos’un hikayeleri; ironiktir ama, çoğunlukla onu 1973 yılında comics dünyasına kazandıran yaratıcısı Jim Starlin kaleme alınmış. Tanrısı belli, yaşatanı da belli. Ex Nihilo…! “Hiç” deyip duruyorum ve bunun latince kökenli nihilo’dan geldiğini de tekrar ediyorum ama bu Nihilo sizde bir şey çağrıştırmıyor mu? Evet, doğru katırladınız, başrolünde yine Thanos’un olduğu Infinity hikayesindeki karakterlerden biridir Nihilo, tam adıyla Ex Nihilo.
Ex Nihilo’nun tamamı yine Latinceden gelmektedir Creatio ex nihilo. Anlamı da "Yoktan var etmek-yaratmak". Marvel Comics’in bu yeni karakteri; ki sonradan tek olmadığı anlaşıldı, bir tür bahçe, yaşam yaratıcısı ve evrimin yöneticisi olarak ortaya çıktı ve kendini “Ben Ex Nihilo’yum… Ben yoktan var ederim.” olarak tanımladı. 2012 yılı Jonathan Hickman’la Jerome Opena ortak yaratısı olan karakterin göğsünde bir de omega “tanrı” işareti olması da yabana atılacak gibi değil. … Bu aşamada ben içinde Thanos’un olduğu ve Nihilistlerin tanrı Thanosça öldürülme arzusuyla evrene dehşet saçtığı, hatta bir yerde tek bir emirle kendi boğazlarını kestikleri Infinity çizgi romanında bir de Ex Nihilo’yla karşılaşınca Marvel Comics yazarlarının Nietzsche felsefesinden daha çok yararlanacakları hissine kapıldım. Ve tabii Overman ve Übermensch gibi kavramları karakterize ederek okurlarına ulaştıracak tüm comics alemi… Olur, bekliyoruz, okuruz. 101
Öykü: Oğuz Özgür UĞUR
Öykü
Kış Cini Tahir’in köyüne kış bu sene hiç olmadığı kadar sert gelmişti. Ocak ayının başında zemheri fırtınasıyla gelen soğuk, toprağı ucu bucağı görünmeyen beyaz örtüyle kaplamıştı. Yaşlı köylüler kara kışın insanı alt eden zorluklarına karşı hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyordu. Herkesin birkaç ay yetecek kadar erzakı vardı. Hayvanlarının bazılarını satmışlar, kalanları ise ahırlara bağlamışlardı. Derin bir kış sükûnetine bürünmenin vakti gelmişti. Dağdan kestikleri odunları taşıma işini köyün delikanlılarından Tahir’e yüklemişlerdi. Az çok eline para da geçiyordu Tahir’in. Kış bitince şehre yerleşip uygun bir kızla evlenmenin hayalini kuruyordu. Ocak ayının ortasında fırtına dinmiş, bembeyaz karların üzerine cılız güneş ışıkları vurmuştu. Tahir köy mescidinde kıldığı Cuma namazının ardından babasının mezarını ziyaret etmeye karar verdi. Kar tekrar bastırdığında fırsatı olmayacağını biliyordu. Anasının ocakta pişirdiği mısır ekmeğini torbaya koyup kuşağına bağladı. Allah’a emanet yola koyuldu. Mezarlık köyden güneye doğru iki tepe aşınca taşlı tarlanın bitişiğindeydi. Dönüş yolunda orman içinden taşıyabildiği kadar yakacak taşımak istiyordu. Karanlığa kalmamak için yola erken çıkmıştı. Çocukluğundan beri ona yoldaşlık eden köpeği Yamalı peşine takılmıştı. Gökyüzü açık olmasına rağmen cansız güneşin önleyemediği bir soğuk hâkimdi. Mezarlık yanına varması vaktini alacaktı. Bazı yerlerde bileğini geçen karda yürümek bir süre sonra yorucu olmaya başlamıştı. Yapraklarını sonbaharda dökmüş, karla kaplı meşe ağacının dibine geldiklerinde Yamalı bir koku almışçasına havlamaya başladı. Tahir dikkatlice çevreyi süzdü. Belinde taşımayı alışkanlık haline getirdiği bıçağının sapını kavradı. Yamalı, ağzıyla Tahir’in paçasına çekiştiriyordu. Sanki ilerlemesini engellemek ister gibiydi. Tahir göremediği hedefe bıçağını doğrulttu. Kendi etrafında dönüp hareket eden bir cisim aradı. Bir şey göremeyince bıçağı kabzasına soktu.
102
Köpeğin başını okşayıp sessiz olmasını söyledi. Kuş cıvıltılarından başka bir şey duyamıyordu. Aniden gelen titretici bir soğuk hissetti. Kara bulutlar gökyüzünü hızla kaplıyordu. Gökteki çarşaf yırtılmış gibi dolu yağmaya başladı. Hava kısa sürede tipiye dönmüştü. Tahir yanındaki meşe ağacından başka hiçbir şey göremez oldu. Köpeğin huzursuzluğu devam ediyordu. Tahir yüzünü sert tipiden korumak için yere çömeldi. Parmaklarının arasından çevreyi kolaçan ederken karşıdan ona doğru gelen bir şeyin olduğunu fark etti. Başta onun bir domuz ya da irice bir kurt olduğunu sanmıştı. O şey yakınlaştıkça Tahir’in dehşeti artıyordu. O ne bir domuzdu, ne bir kurt ne de bir insan. Tarif etmesi çok zordu. Bir inekten daha uzun değildi. Yüzünü kaplayan gür sakalları vardı. Uzun siyah saçları sakalıyla birleşiyordu. Ona ait olmayan ama hangi şeytani yaratığa ait olduğunu hiçbir insanın söyleyemeyeceği upuzun siyah kıllardan ibaret bir post giyiyordu. Postun altından gözüken ayakları maymunların kıllarla kaplı ayaklarına benziyordu. Tahir aklını kaçırdığını düşündü. İfritin soğuk gelince mi ortaya çıktığını yoksa soğuğu getirenin ifrit mi olduğunu bilemiyordu. Karın üzerinde geri geri gitmeye çalıştı. Yamalı karşılaştığı varlıktan ürkmüş bir ileri bir geri gidiyor, diş gösterip hırlıyordu. Tahir, “Allah’ım yardım et!” diye yakardı. Bildiği bütün duaları, şeytan kaçıran sureleri okumaya başladı. Sesiyle beraber tüm bedeni de titriyordu. Ancak orada yalnız değillerdi. Tahir’in göremediği beyazlığın içerisinden bir kurt ifritin üzerine atıldı. İfrit korkunç kuvvetiyle kurdu havada yakalayıp hiç zorlanmadan boynunu kırdı. Yamalı kurdun başına gelenleri görünce bir köşeye sindi ve görünürden kayboldu. İfritin kan çanağı gözlerinden öfke fışkırıyordu. Tek bir hamlede kurdun arka bacağını koparmıştı. Ağzıyla derisini yüzdü. Bacağı eklem yerinden kırdı. Var gücüyle kurdun dişlerini sökmeye başladı. Kana bulanmış dişleri bir bir kemiğin baş kısmına geçirdi. Ortaya
tarağa benzer bir alet çıkmıştı. Tahir meşe ağacının arkasına gizlenmiş, olanları dehşet içinde izliyordu. İfritin adım adım üzerine geldiğini gördü. Soğuktan değil korkudan titriyordu artık. Belinden bıçağını çıkardı. Bıçağın işe yarayıp yaramayacağından emin değildi. Ama aklına gelen en iyi şey buydu. “İnsan!” diye bir gürleme duydu. Tahir’in daha önce hiç işitmediği tuhaf bir sesi vardı ifritin. “O pis kokunu alıyorum!”. Tahir olduğu yerde dondu kaldı. Bıçak elinden düşmüştü. Bir nefes sonra ifrit yanına gelmişti bile. “İnsan!” diye inledi ifrit. “Ne kadar da çirkinsin!” Tahir’in soluğu kesilmişti. Korkudan bayılmak üzereydi. “Yoksa benim kim olduğumu bilmiyor musun?” Tahir hayır anlamında başını salladı. “Çok yazık. Karakoncolos dersiniz bana. Hiç mi duymazdın namımı?” Tahir bu ismi daha önce duymuştu. Küçükken ninesinin anlattığı hikâyelerde geçerdi. Kış cini derlerdi. Çocukların yaramazlık yapmaması için anlatılan şeylerden olduğunu düşünürdü. Gerçek olduğuna hiç inanmamıştı. Bir gün karşısına dikileceği aklına gelecek son şeydi. “Duydum” dedi. “Ne olur bırak beni.” Cin hoşnut gözükmüyordu. “Senden tiksiniyorum insan” dedi, yere tükürdü. “Sana tek bir soru soracağım. Sonra nereye gidecekmişsen git. Sana sorum şudur: Nereye gidecekmişsin?” Kelimeler Tahir’in ağzında yuvarlanıyordu. Kekeleyerek, “Köye, vallahi köye” dedi. Karakoncolos cevap karşısında sinirlenmişti. Soluğundan çıkan dumanda öfkesi görülebiliyordu. Elindeki kemikten tarağı Tahir’in suratına indirdi. Tahir kendine geldiğinde hava kararmıştı. Saatin kaç olduğunu söyleyemezdi. Canı yanıyordu. Yüzündeki donmuş kana dokundu. Az ötesinde yanan ateşi fark etti. Ateş onu donmaktan korumuştu ama gördüğü manzara neredeyse ona aklını kaybettirecekti. Karakoncolos demirden yapılmış büyük bir çıngırağın içine ateşten yükselen dumanı dolduruyor, ağzına götürüp kara dumanı ciğerlerine çekiyordu. Dumanla beslenen cini gören Tahir kaskatı kesilmişti. Soluk bile alamıyordu. Bütün şeytani varlıkların ete kemiğe bürünmüş hali karşısında duruyordu. Karakoncolos iki demir çıngırağı zincirleriyle beline bağladı. Karanlığa doğru yürümeye başladı. Tahir çıngırakların git gide azalan sesine güvenerek doğruldu. Kuşağına bağlı torbadan çıkardığı ekmekle açlığını giderdi. Kuşağına doldurduğu karları ateşte eritip içti. Biraz olsun kendine gelmişti. Ateşten çektiği ağaç
dalları onu köye kadar götürmeye yeterdi. Bugün yaşadıklarından sonra yabani hayvanlar gözünü korkutmuyordu. Köye dönmek için ayaklandı ama çıngırak sesinin duyulmaz olduğu yerde insan çığlıkları yükselmeye başlamıştı. Tahir olduğu yerde kalakaldı. Köyden peş peşe çığlıklar yükseliyordu. Köpeklerin inlemesini duyuyordu. Belki de cinden uzak en güvenli yer olduğu yerdi. Korkuyla ağacın dibine çöktü. Gün doğumuna kadar orada kalmaya karar verdi. Ateşi canlı tutması gerekiyordu. Aklını da. Meşe ağacından kestiği dalları ateşe sürdü. Erittiği karla yüzünü yıkayıp kuşağını başına sardı. Ateşi gördüğünde gelmesi gereken bütün hayvanlar sanki yer yarılmış da içine girmiş, o yarıktan cehennemin korkunç ifritleri fırlamıştı. Bir tanesi de hayatını geçirdiği köye musallat olmuştu. Uzaktan kesik kesik çıngırak sesi duymaya başladı. Sesin şiddeti arttıkça korkusu da artıyordu. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. O şeyle bir kez daha karşılaşmak istemiyordu. Telaşla yürümeye başladı. Nereye gittiğinin bir önemi yoktu. Çıngırak sesinden uzaklaşmak istiyordu. Kör karanlıkta yolunu bulmaya çalışıyordu. Bir iki ağaca çarptı. Umurunda değildi. Çıngırak sesi kesilmişti artık. Yere oturup soluklandı. Mezarlık yolunu kestirmeye çalıştı. Taş tarlanın girişinde küçük bir kulübe vardı. Geceyi orada geçirebilirdi. Ancak yönünü bir türlü bulamıyordu. Yıldızlar da ona bir şey söyleyemezdi. Bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Birden karanlığın içinde daha karanlık bir şeyin durduğunu gördü. Karakoncolos önünde dikiliyordu. Ağzından sakalına kan akıyordu. Yorgun bir insan gibi hırıltı çıkarıyordu. Tahir çaresizce yere kapaklandı. Ellerini açmış af dileniyordu. Allah’tan mı yoksa cinden mi af dilediği belirsizdi. Cin eliyle omzuna dayadığı kemikten tarakla Tahir’in üzerine yürüdü. Tarağın dişleri dökülmüştü. Ortasından çatlamıştı. Kış cininin yeni bir tarağa ihtiyacı vardı. “İnsan!” diye haykırdı. “Hem beni bilmezsin hem de karşıma geçersin. Söyle bana sen kimmişsin?” Tahir başını kaldırdı. Küçükken ninesinden duyduğu hikâyeyi anımsadı. “Adım Tahir” dedi. “Kara Tahir.” Cin bir adım geri attı. “Kara mı dedin?” diye söylendi. Elindeki kemiği Tahir’in başının üstünden boşluğa fırlattı. “Git buradan zehirli mahlûk. Bir daha çıkmayasın karşıma!” dedi öfkeyle ve arkasına döndü. Karakoncolos ormanın derinliklerinde gecenin karanlığına karıştı.
103
Ömer Faruk İSPİR
Kitap İnceleme
NAZARZEDE Kliniğine Yolu Uğrayanlar
Kadir bir Cuma akşamı tünelin İstiklal caddesinin çıkışında bir el omuzuna dokunur ve Hızır ona seslenir. “Ahmed Kadir! Ahmed Kadir! Tez elden çıkış kapını bul. Yoksa ölene kadar bu sözüm ona, ihtişam labirentinde hapis kalacaksın.” Kadir’in öyküsü böyle başlar. İstiklal Caddesinde aldığı 7 kestanenin yedisi de çürük çıkınca ikinci uyarıyı alır ve kendi içinde bir yolculuğa çıkar. Kestaneleri çürüten şey nedir? Reklam filmlerinin içine şu mesajları, algı yönetici malzemeyi koyanların nihai amacı nedir?
Tanrı'nın içimize üflediği nefes, gözeneklerimizden dışarı sızıyor. İnsanlık yeniden çamura mı dönüşüyor?
Tanrı sanrıdır. Marka büyüdür. Aile ayağınıza prangadır.
Nazarzede Kliniği - Sayfa 86
Tek ve hür yaşa. Antidepresanlar mutluluk verir.
Sadık Yemni’nin Nazarzede Kliniği, son zamanlarda okuduğum kitaplar içinde beni derinden etkileyen ve bana haz veren bir eserdir. Ahmet Kadir, kitabın tek ve gerçek karakteri, O’nun anlattıklarından anladığımıza göre, anne ve babası tasavvuf terbiyesi ve geleneksel Türk terbiyesi ile yetişmiş ve çocukları Ahmet Kadir’i de kendi inandıkları ve edindikleri terbiye ile büyütmüşlerdir. Lisede okurken birlikte yaşamak zorunda olduğu kuzenlerinden sıkıldığı için evden ayrılarak yurda çıkmış; tahsilini tamamlayınca bir reklam şirketinde çalışmaya başlamıştır. Kahramanımız yavaş yavaş iş hayatının çarkları arasında dönmeye başlamıştı. Öyle ki anne ve babasından öğrendiği hemen her şeyin modası geçmiştir. O tümüyle modern olacaktır. Sosyal statü, zenginlik, bağlı olarak lüks bir yaşam, marka giyinmek, eski ile olan bağlarını da alabildiğine zihninden ve yaşantısından uzaklaştırmak üzere bir hayat kurmuştur. Öyle ki işinde yükselmek ve başarılı olmak için her yolu mubah görüyordu. Sonuçta, çalıştığı reklam şirketinin tek sahibi olmuştu. Şirketi çok başarılıydı. Doğup büyüdüğü semt, Fatih, onun için gelenekselliği temsil ediyordu. Hele yaşadığı evin sobalı oluşu… Hatırlanmamalıydı bile. Oysa o şimdi İstiklal caddesinde kaloriferli bir dairede 104
Vesayet vesvesedir. Faiz farzdır. Kredi kartı en anlayışlı dostundur. Kendine telkin et ve tükenene kadar tüket. Sigara tüttür. Aileyi kadın yıkar. Tanrı sanrıdır. Marka büyüdür.
Kadir kendini Hızır olarak tanıtan kimseyle normal gözlere kapalı yapıları gezmeye başlar. Yakın geleceğin Tek Tip Dünya Düzenine ait kurumları ziyaret eder. Bunlardan biri de Âhir Zaman Panayırı’dır. Burada dünya üzerinde bütün dinleri yok etmek isteyen gücün, Deccaliyetin kendini tümüyle sergilediğini görürüz. Aynı panayırda hakikatin gücü, Rahmaniyet de kendini hissettirmektedir. Panayırda üç büyük hakikatten de bahsedilir. Bunların birincisi Anadolu’nun metafizik bir merkez olmasıdır. İkincisi bu merkezde üretilmiş keşfedilmiş ve yazılmış bilgi ve külliyatın benzersiz bir büyüklüğe sahip olmasıdır. Üçüncüsü hakkında ciltler dolusu kitap yazılması, film ve diziler çekilmesi ve uzak yakın demeden herkese büyük bir içtenlikle anlatılması gereken küresel merhamet kavramıdır. Kadir imanını geriye alabilecek midir? İblis, Kadir’i ‘İhtişam Labirenti’nde kalmaya ikna etmeyi başarabilecek midir? Nazarzede Kliniği kaçınılmaz bir son mudur?
insanlığı
bekleyen
Faustvari bir romandır Nazarzede Kliniği. Sadık Yemni’nin öyküsü tanınmış Faust yazarları Christopher Marlowe ya da Goethe’nin metinleri gibi sonuçlanmaz. Bize haslık yine kendini gösterir. Küçük kız Nermina’nın gönül gözüyle hiç yitirilmeyeni fark ederiz.
oturuyordur. Sınıf atlamıştır. Elde ettikleri, onu son derecede gururlandırıyordur. Şoförlü, lüks bir arabası da vardır. İhtişam içinde yaşıyor olmak bir ayrıcalıktır. Modus Vivendi adlı yıllık cirosu milyonlarca dolar olan bir reklam şirketi sahibidir artık. 105
Öykü: Tuğba TURAN İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN
Öykü
Gölgeyim Ben Kahraman, Gotham'ın düşman işgalinden kurtuluşunun birinci yıldönümünde, polis şefi Gordon'ın liderliğinde düzenlenecek kutlama törenine geç kalmıştı. Koskoca binaları yıkan, su altında, su üstünde, havada, karada giden Batmobil'in marşı basmıyordu! Tam o anda, arabasının dolu olmasına pek de alışık olmadığı şoför yanı koltuğuna bir şey oturdu, daha çok sızdı. - Hey! Bu araba zırhlı! Sen nası_ - Kapa çeneni de gaza bas Wayne! Şehri ucuz kahramanlıklarınla kurtardığın yetmiyormuş gibi bir de altın anahtarını verecekler bugün sana! Hadi yürü geç kalacaksın! Gotham'ın merkezinde bulunan Ghezy Park'taki tören büyük şaşaa ile gerçekleşti. Batman tam zamanında yetişti. Batman'in arabasına sızan şey, yaratık, kadın ya da her ne ise kimselere görünmeden koskoca Batmobil'in gaz telini çıkarmayı ve takmayı başardığı gibi töreni de yokluğuyla onurlandırarak izledi. Çünkü o, yaşama gücünü görünmek değil, görünmemekten alan bir gölge idi. Düşman işgalinden kurtuluşunu taşkınlıklarla kutlayan Gotham'da hayat eski sıradanlığı ile devam etti. Fakat Savcı Dent tarafından hapse atılan bütün o işe yaramaz adamlar, beyaz yakasına kravat takmış diğer işe yaramaz adamların tekerlerine çomak soktuklatı için hapse girmişlerdi. Erkek-geçirgen yasalar ve emniyet alemi, sadece erkeklere karşı suç işlendiği zaman devreye giriyordu. Evlerinde nikâhlı kocaları tarafından dövülen kadınlar, babalarından işkence gören kız çocukları, okulundan evine
106
giderken dolmuşlarda tecavüze uğrayan kız öğrenciler, çocuk çağda dedesi yaşında adamlarla zorla evlendirilen kızlar yasaların ve toplumun önünde hâlâ birer gölge idiler. Bir sabah şehrin çeşitli yerlerindeki polis istasyonları ve itfaiyeler, bazı evlerin duvarlarının ama sadece duvarlarının aniden çöküşüne dair ihbarlarla alarma geçtiler. Ekipler, bildirilen evlere gidip baktıklarında gördüler ki, evlerin duvarları nizamlı bir şekilde, ev halkının kılına zarar vermeyecek şekilde dışa doğru yıkılmıştı. Neredeyse bir muz gibi kabukları soyulmuş evlerin hepsinde, ya saçı başı dağılmış bir anne veya ağzı burnu kan içinde bir kadın, veya ağlamaktan gözleri şişmiş yarı çıplak bir kız çocuğu ve bunun yanı başında uçkuruna ya da yumruklarına sahip çıkamadığı için öfkeden kudurmuş babalar, ağabeyler veya diğer erkekler vardı. Yasalar tarafından evin mahremiyeti kepazeliği ile umursanmayan, 'karı-koca arasına girilmez' şiarıyla kaderine mahkum edilen kadınlar, duvarlar yıkılıp tecritlerinden kurtuldu. Polise de şiddet ve taciz uygulayan tüm o işe yaramaz erkekleri evlerinden alıp nezarete tıkmak düştü. Ama savaş daha yeni başlıyordu. - Sen kimsin? Nasıl son teknoloji kameralarla koruduğum evime her seferinde hiç bir alarmı devreye sokmadan bir kedi sessizliğinde girmeyi başarabiliyorsun? - Bırak şimdi beni Yarasa! Hapisteki şerefsizlerin içerden hırslanarak çıkıp kadıncağızlara var güçleriyle eziyet etmeye başlamaları an meselesi.
107
Şimdi senden evini ve bu teknolojik oyuncaklarını bir arkadaşıma açmanı isteyeceğim. Aslına bakarsan şu an Gotham havaalanına inmek üzere. Ve sen Batmobil'le havaalanına 4 dakikada gidebildiğine göre... şu gaz telini yerine takarsam tabii ki... - Demek tören günü yaptığın numara bu kadar basitti! - Basit ama etkili. Bazen hayatta kalmak için basit şeylere ihtiyaç duyarsın Yarasacığım. Senin gibi doğuştan gümüş bir kaşıkla havyar yiyenler bunları bilmez: Mesela ekmek... Mesela su... Mesela gaz teli... Mesela bir gölge gibi sesiz ve görünmez olmak... - Ama nasıl? - Haydi fırla fırla fırla! Salender, Arlanda Havaalanı'ndan Gotham uçağına bindiğinden beri içinde tarif edilemez bir his vardı. Çocukluğundan beri -tabii ona çocukluk denirse- bir çizgi roman hayranı olmasına ve bu yüzden sanal alemde Wasp ismiyle bilinmesine rağmen, gerçek bir kahramanla karşılaşacağı için sinirliydi. Uçakta sigara içilmemesi de bu sinirin üzerine tuz biber ekmişti. Sırtındaki çantadan başka bir yükü olmadığından koca adımlar ve küçük omuz hareketleri ile diğer yolculardan sıyrılıp kendini binadan dışarı atar atmaz, ellerini hastalıklı bir beyazmış gibi gösteren siyah ojeli parmakları ile ilk sigarasını yakarken önünde siyah ötesi bir araç durdu. - Atla! Ağzının kenarında sigarası, bir yandan arabadakileri dumana boğarken bir yandan bahsettiği motorun hızıyla konuşmaya başladı: - Ferrari 458! 4500 sisi kapasite. V8. 7 vites, çift kavramalı şanzman. 570 beygir gücüne 9000 devirdakikada, 540 newtonmetre torkunu 6000 devirdakikada üretir. Sıfır-yüzü 3,4 saniye. Nerde duysam tanırım!
108
- Eğer başka bir şeyden bahsetseydin ağzındaki sigarayı sana yuttururdum ama neyse! Bu arada fena değilsin. Yalnız bir yanlışın var. Bu arabada iki tane 458 motoru var! Yaklaşık dört dakika sonra evde Alfred'in hazırladığı çayları yudumlarlarken Lisbeth Salender uçaktan indiğinden beri sekizinci sigarasını yakacaktı ki, Alfred müdahale etti: - Sizin gibi genç ve naif bir hanımefendi yedinci sigarasını yakmadan önce ciğerlerini de düşünmelidir Miss!
maddi değeri olmadığı için, bu erkek egemen suç ve ceza liginde cezalandırılmasına gerek yoktu. Ama işin içine banka dolandırıcılığı, petrol kaçakçılığı, sahte para, kadın ve uyuşturucu ticaretiyle ilgili su götürmez belgeler girince, bu kadın düşmanları birer birer uzun yıllar çıkamayacakları tecrit hücrelerini boyladı. Bazı hapishanelerde kaçakçılık yapanlar, bunları haber edip yazanlarla aynı hücreye düştü. Çünkü bu adalet sisteminde eşeği dürtmek serbest, "eşek dürtüldü" yazmak suçtu. Kör olması gereken adalet sağır ve dilsizdi. Anlaşılan o ki okuma yazma da bilmiyordu.
- Eğer bu komik İngiliz aksanıyla konuşmasaydın yakmak üzere olduğum sigarayı sana yuttururdum ama neyse! Bu arada fena değilsin. Yalnız bir yanlışın var. Bu yedinci değil sekizinci sigaram! Bana bu kadar evcilik oynamak yeter! Şimdi, Gölge, bu minik siyah kulaklı arkadaşının bana oyuncaklarını göstereceğini söylemiştin.
- Kurcalama Lisbeth, dedi Gölge. Sıra onlara da gelecek. Ama önce annem ve annen gibi kadınlara yardım etmeliyiz.
Batman "Benim anlayamadığım, zayıflıktan kopacak kadar çelimsiz, görünen yerleri dövmeli -kim bilir görünmeyen yerleri de- kulağı küpeden, elleri yüzükten, burnu hızmadan geçilmeyen bu acaip kadın, nasıl bir beceri sergileyecek acaba?" diye düşünedursun; Lisbeth, NSA'nın yönetici odasının gizlice çekilmiş fotoğrafından sonra hayatında ikinci kez etkilenebileceği kadar harika bir bilgisayar donanımının bulunduğu odaya dalmıştı bile. Sistemi çözüp, sırt çantasından çıkardığı laptop ve harici belleği sisteme dahil ettikten yirmi yedi dakika sonra, polis şefi Gordon ve Savcı Dent'in odasındakiler de dahil olmak üzere şehirdeki tüm polis istasyonlarının yazıcılarından belge fışkırmaya başladı.
- Benimkini anlatmama gerek yok. Aç oku: Män som hatar kvinnor. Gölge'ye gelince, babası o küçükken ölmüş. Babasının babası yani dedesi yalnız bırakmamış annesi ve onu, çünkü bir de küçük erkek kardeşi varmış. Ama annesini amcası ile evlendirmek istemiş. Gölge'nin geldiği yerde böyle bir gelenek mi varmış ne. Her neyse annesi
- Ne dedi o? diye kulak kabarttı Batman. - Hiç. - Annesi? Annen mi? N'olmuş ki annelerinize?
karşı çıkmış. Öyle olunca her gün dayak yediği yetmiyormuş gibi bir de evlenmek istemediği adam ve kayınpederi tarafından mütemadiyen tecavüze uğramış. Sen dulsun, böyle istersin derlermiş. Fena. Kadın zamanla ağlamaktan ve yememek içmemekten bir deri bir kemik kalmış. Kapı aralarından sığar, yatakla yorgan arasında bir çarşaf gibi yatarmış. Ellenecek yeri kalmayınca onu kendi haline bırakmışlar. O da bir gün nefes almayı bırakmış. Bir gölge olmuş. Sıra tam Gölge'ye gelecekmiş ki o zamana kadar annesine baka baka şartlara uyum sağlamayı öğrenmiş. Bitkinin güneşe dönmesi, bukalemunun renk değiştirmesi gibi. Erkek kahramanlar gibi havalı değil. Yok örümcek sokarmış da, yok küçükken yarasalardan korkarmış da, yok mağarada tenekeden elbise yaparmış da! - Demir o! - Her ne haltsa. Thor'un baltası, Hulk'ın kasları, Örümcek Adam'ın ağları... Hepsi güç ve gövde gösterisi. Gücünü güçsüzlükten, yok olmaktan, görünmemekten alan kimse yok aranızda. - Artık var: SHADOW-GIRL. - Hadi oradan! 'GÖLGE'yim ben. Sonuna 'kız' ekleme. Sadeyim ben. http://tugbaturan.com
Bu belgeler, karısına, kızına ya da sevgilisine işkence edip dayak atmakta ya da bir türlü tecavüz adı verilemeyen karşılıklı olarak istenmeyen cinsel ilişki yüzünden nezarete atılan erkek müsveddelerinin iş ve alış-veriş hayatındaki pislikleri, bağlantılarıyla ve ispatıyla ortaya çıkarmıştı. Bir kadına yapılan eziyetin,
109
110
111
112
113
114
115
İllüstrasyon: M.Günay ERCAN
İllüstrasyon
116
117
Ömer Faruk İSPİR
Çizgi Roman İnceleme
Tesla Silahı Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları “Tesla Silahı” çizgi romanını okurken insan aklının neler yapabileceğini, hayal gücü ve ufku ile neleri yazıp tahlil edebileceğini bir kez daha gördüm. Okuduğum metin bana, Osmanlı devletinin klasik dönemi olarak adlandırılan “1300-1800” yıllarını hatırlattı. Bahsedilen kardeş katli meselesi ve pehlivanların güreş tutması bu yıllar hakkında ki tarihi bilgilerimi hatırlamama ve hafızamda yeniden canlandırmama vesile oldu. Seyfettin Efendi çizgi romanının, sinema filmi veya dizi olması ve bu çizgi romanın artık popüler kültürümüze iyice yerleşmesi, edebiyat çevrelerinin ve fantastik bilim kurgu sevenlerinin gündeminden hiç düşmemesi lazım. İnsanların hayal dünyasını geliştirmesi ve ufkunu açması bakımından, Seyfettin Efendinin Olağanüstü Maceraları çalışmasının devam sayılarına ihtiyaç olduğu gibi, seçilen konuların da bilim kurgu fantastik içerikli olması insanların düşünce dünyasında hareketlenmeler yapacak ve bu tür konuları sevenler arsında beyin fırtınası yapılmasını sağlayarak, farklı projeler ve çalışmaların ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Batı da ki, Sherlock Holmes, Batman ve benzeri karakterler gibi ama bizden olacak karakterler oluşturmak ve insanların beğenisine sunmak zorundayız. Devrim Kunter’in, Seyfettin Efendiyi yazarken gerçek olaylardan esinlendiğini, 118
hikâyelerde
geçen
kişilerin
notlarından
yola
çıktığını biliyoruz. Bu da bize tarih ilmi ile hatta bizim tarihimizle fantastik senaryo ve romanlar yazılabileceğini ve kurgu iyi işlenir, karakterler iyi oturtulur ise insanların dikkatini çekecek ve düşündürecek sağlam ve güçlü kurgular ile de
birleştirilirse harika çalışmaların yapılabileceğini ortaya koymaktadır. Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceralarında bahsedilen, İfşa-yi Sır Örgütü’nün varlığı ve devlet kademesinde görevli bulunan Osman Paşa ile olan derin ilişkileri, bana, Padişah III. Ahmet zamanında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kurdurduğu söylenen ve Ahmet Refik Altınay’ın Osmanlı Âlimleri ve Sanatkârları kitabında bahsedilen Devlet-i Ebed Müddet Fedaileri örgütünü, II. Abdülhamit’in Yıldız İstihbarat teşkilatını ve Enver Paşa’nın Teşkilatı Mahsusası’nı hatırlattı. Bunlar ile ilgili, edebiyatçı ve tarihçilerimiz tarafından ciddi ve etraflıca araştırmalar yapılmalı, çizgi roman yazar ve çizerlerimiz de bu konulardan faydalanarak kendi kültürümüzle ilgili yani bizden olan yeni eserler yaratmalıdır. Batı da ki süper kahraman veya olağanüstü adam algısında bir birleştiricilik vardır. Onlar bir model kurmuşlar, bilim kurgu ile fantastik bir evren oluşturmuşlardır. Seyfettin Efendi karakteri, eğer çizgi roman yazar ve çizerlerimiz ve senaristlerimiz bu işin üzerine düşerlerse, oluşturulacak Türk, fantastik, bilim-kurgu evrenine girebilecek kudrette bir kahraman ve karakterdir. Devrim Kunter, Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları adlı çalışmasını hazırlarken, tarihe, bilime, keşiflere, safsata ve hurafelere göndermelerde bulunmuştur. Bunlardan biri Houdini’dir.(Hary Houdini) Asıl adı, Erik Weisz olan Houdini (24 Mart 1874-31 Ekim 1926) Macar asıllı ABD’li bir illüzyonisttir. Özellikle bağlı olarak girdiği kilitli sandıktan kurtulma numarası ile meşhurdu. Küçük yaşta trapezcilikle işe başladı. 1894’te Wilhelmina Rahner (Beatrice Houdini) ile evlendi. 1900’lerin başında Houdini, zincir, kelepçe ve ip gibi bağlarından ve kilitli sandıklardan kurtulma gösterileri ve tehlikeli numaraları ile Uluslararası bir üne kavuştu. Encyclopedia Britannica’nın 13. basımına yazdığı gözbağıcılık maddesinde başarısını bir ölçüde fiziksel güce ve hafif çarpık bacaklı oluşuna bağlıyordu. İğneleyici bir mizah anlayışı olan Houdini, sonraları Britanicca okurlarının bacaklarındaki çarpıklıkla bağlardan ve kilitlerden kurtulması arasında ilişki kurmaya çalışacaklarını umduğunu söylemişti. Düşünce
okuyanlar ve medyumlar gibi doğaüstü güçleri olduğunu öne sürenlerle mücadele ederek bunların şarlatan olduğunu doğal yollar ve çeşitli hileler kullandıklarını öne sürüyordu. Seyfettin Efendi çizgi romanında bahsedilen bir diğer gönderme de bana göre Rical-i Gayb adı ile Tarikat-ı Salâhiyeyedir. Sultan Vahdettin tarafından İsa Ruhi Paşa, Kiraz Hamdi Paşa ve tarihçi Ahmet Refik Beylere kurdurtulduğu iddia edilen gizli tarikatvari siyasi organizasyon. Hilafet ve padişahlık müessesesini korumak için gizlice padişahın direktifi ile kurulduğu söylenen bu cemiyet daha sonra İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştır. Onlara masonlukla bir ilgileri olmamasına rağmen benzer bir örgütlenme tarzına sahip oldukları için İslam Masonları denilmiştir. Kiraz Hamdi Paşa tarafından bu örgütün tasarlandığı söylenmektedir. Ankara İstiklal mahkemesinde bu örgütle ilişkisi olduğu söylenen 11 kişi idama mahkûm edilip asılmış, diğerleri de çeşitli ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır. Tarikat-ı Salahiye’nin asıl adının Müdaafai-i Kübra-i Hukuk-u Hilafet olduğu söylenmektedir. Gizli bir örgüt olduğu için kuruluşu konusunda kesin bir tarih verilemiyor. Tarık Zafer Tunaya, 1921 yılını işaret ederken Prof. Ergun Aybars ise 1 Eylül 1921 gibi kesin bir tarih veriyor. Başkanın yani hadim-ül İslam’ın kim olduğu belli değil. Kimine göre Sultan Vahidettin, kimine göre de padişahın fahri yaveri Kirazlı Hamdi Paşa örgütün lideriydi. Anlatıldığına ve yazıldığına göre Tarikat-ı Salahiye öyle sıradan bir cemiyet değildi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin muhaliflerini bir çatı altında toplamıştı. Cemiyetin amacı konusunda ise araştırmacı ve tarihçiler anlaşabilmiş değillerdir. Bir iddiaya göre İslam dünyasını esirlikten kurtarmayı amaçlayan, Saltanat ve Hilafeti kurtarma yanlısı bir cemiyetti. Bir başka iddiaya göre İngiliz taraflısı ve İslam dünyasını aldatan bir cemiyetti. Tarık Zafer Tunaya gibi araştırmacılara göre ise Tarikat-ı Salahiye politik İslam masonluğu kurmayı hedefliyordu. Araştırmacılar Tarikat-ı Salahiye’nin idari ve hiyerarşik yapısı tören ve usulleri hakkında ayrıntılı bir nizamnamesi olduğunu söylerler. Hiyerarşik bağlamda Tarikat-ı Salahiye cemiyetinin başında Hadim-ül İslam denilen bir başkan bulunmaktaydı. Onun hemen altında, üçler meclisi, yediler meclisi ve kırklar meclisi vardı. Bu sayı simgeselliğinin 119
Bektaşilikte bulunan üçler, yediler, kırklar inancından alındığını yazanlar bulunmaktadır. Seyfettin Efendinin İstanbul’un belirli yerlerine düşen yıldırımların sebebini öğrenmek için çalışma arkadaşlarına “-Sizde bir hoşsunuz. Kandilli Rasathanesi’ne gideceğim Ulemaya soracak halim yok ya,” demiş ve burada sahte din adamlarına, bilgisiz cahillere atıfta bulunulmuştur. Fakat şarlatan olmamak kaydıyla Osmanlı’da da İlmi Nücum, Astroloji, Astronomi, Matematik, Fizik bilen âlimler vardı. Buna örnek olarak Gölge Dergisinin konseptine de uygun olan ve aynı zamanda bu çizgi romanın konusunun başlamasına sekiz ay kala, 29 Eylül 1924’te vefat eden müneccim başı Hüseyin Hilmi Efendiyi verebiliriz. H. Hilmi Efendi 1909 yılında müneccim başı oldu. 1924 yılında bu makamın kaldırılmasına kadar görevinde kaldı. 1. Dünya savaşında düşman kuvvetlerinin Çanakkale’yi zorladıkları sırada V. Mehmet Reşat’a düşmanın Çanakkale’yi geçemeyeceğini ve savaşı kaybedeceklerine dair raporu Rasathane-i Amire Müdürü Fatin Bey ile birlikte sundular. Raporda savaşın seyri astronomi ve astroloji bilgilerine dayalı olarak detaylıca anlatılmıştır. Gerçek bilgeler ve mistikler Gönlü Arif olmuş gönlü insanlara ayna olmuş kişiler toplumu kışkırtmazlar. Fitneye sebebiyet vermezler. Siyasete karışmazlar ve hatta yok gibi yaşarlar. Çizgi romanda anlatılan hoca tipi ise insanlar arasına fitne tohumları serpen bir şahıstır. Üstat Devrim Kunter’in sahte hocaları bu şekilde açığa çıkarmış olması da Seyfettin Efendi çizgi romanının düşündürücü ve güzel yönlerindendir. Seyfettin Efendi ayrıntılara önem veriyor. Dedektiflerin sıra dışı olmaları, her ayrıntıyı dikkatle gözlemlemeleri gerektiği bilinen bir gerçektir. Devrim Kunter çizgi romanında bize olayları anlatırken bu ayrıntıları da ustaca düşündürtüyor. Zira olay çözücüler “Şeytan ayrıntıda gizlidir,” cümlesini kendilerine rehber edinmezler ise vakaları ve davaları çözemezler. Seyfettin Efendi aşırı telaşlı bir tip. Bunu Münevver Hanıma Tesla’nın el yazma belgelerini getiren kadının ortadan yok olması sırasındaki hareketlerinden ve konuşmalarından anlıyoruz. Münevver’in bağırması ve durumu anlatmaya çalışması ile ortalık duruluyor. Seyfettin Efendinin düşmanları kendilerini bir grup vatansever olarak
120
görüyorlar. “Henüz kavrayamamış olabilirsiniz. Ama yaptıklarımız Devlet-i Âlinin bekası için,” diyorlar. Devrim Kunter ise haklı olarak mühendisin ağzından “Çocuk kaçırma, adam öldürme kim bilir daha neler bunlarla mı Devlet-i Âli kurtulacak,” diyerek, şaibeli kanunsuz ve yanlış yollara başvurularak asla güzel şeyler ortaya çıkamayacağını anlatıyor. “Halk bilmese de halkın iyiliği için çalışıyoruz. Yakında yüzlerce yıldır bu topraklarda hüküm süren irade geri gelecek. Bu, geçici bir dönem. Tekrar eskisi gibi büyük bir imparatorluk kuracağız. Sultan Vahdettin’i geri getirebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Hayır, İradeden. Orta Doğu’yu ve Balkanları tekrar yönetecek bir güç. Bunun uğruna feda etmek ya da feda olmak bizim için şereftir.” Devlet mi millet için; millet mi devlet için konusu derin bir konudur ve siyasetçiler, teorisyenler, felsefeciler bu konuyu araştırmışlar, yazmışlar ve tartışmışlardır. Burada aklımıza Farabi’nin “Medinetül Fazıla” adlı eseri ve felsefecilerin de tartıştığı “Krallar mı filozof olsun; filozoflar mı kral olsun” sözü gelmektedir. Osmanlı’da devletin durumu ve toplumla devlet arasındaki iletişim padişahların da katıldığı meclis-i meşveretlerde tartışılmış ve bu konuda risaleler kaleme alınmıştır. Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceralarında bahsedilen Balkanları ve Orta Doğu’yu yönetecek iradeden ise aydınlarımızın anlaması gereken ilim, kültür, teknoloji çalışmalarında Balkanlardaki ve Orta Doğu’daki halkların da istifade ettirilmesi ve kurulacak gerçek bir kültür ve aydınlatma birlikteliği olabilir. Yoksa şahsi saltanat, makam ve iktidar hırs hiç kimseyi bir yere götürmez. Bu güne kadar yapılan bu tür çalışmaların ise işe yaramadığı ve ters teptiği maalesef görülmüştür. Seyfettin Efendi çizgi romanında etkilendiğim ve dikkatimi çeken sahnelerden biri de Aziz Efendinin sorgulanması, İşkenceci Harun’a verdiği cevaplar ve arkadaşları İsmail ve Münevver’in Aziz Efendi’yi kurtarmak için gösterdikleri büyük cesaret ve gayrettir. Aziz Efendi kurtarıldıktan sonra İsmail, Harun’u konuşturmaya çalışır, onu hırpalar lakin öldürmez. Sayın yazarımızın Aziz Beyin ağzından işkenceci Harun’dan bahsederek: “Ceza görecek tabi. Sadece cellatlığına biz soyunmayacağız, yoksa onlardan ne farkımız kalır,” demesi hukukun adaletin ve vicdanın kıymetini vurgulaması bakımından önemlidir.
Son olarak biraz da Tesla ve keşiflerinden bahsedelim. Tesla, radyodan, alternatif akıma; indüksüyon makarasından internete, floresan ampule kadar pek çok buluşa imza atmış ünlü bir bilim adamıdır. Keşfettiği H.A.A.R.P sistemi ile bu gün dünyamızda normal insan aklı ile olması mümkün görülmeyen pek çok şey yapılabilmektedir. Hikâyemizdeki silahtan öte dergi konseptine uygun pek çok keşfe imza atmıştır. Jules Verne’nin yazdığı kitaplar, o zaman insanlar için nasıl hayal mahsulü, uygulanamaz bilgi ve görüşler içeriyordu ise Tesla’nın keşifleri de öyleydi. Zamanında dikkate alınmadı. Şimdi ise bilim kurgular gerçek
oluyor. Çizgi romanımızdakine benzer elektrik akımı üreterek, insanlara ateş edildiğinde onları şok ederek öldürmeden devre dışı bırakan silahlar günümüzde kullanılmaktadır. Sayın Devrim Kunter’e kıymetli eserini inceleme fırsatını bana verdiği için teşekkür eder, Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları kitabı için de yayın hayatında başarılar dilerim. 15 Ağustos 1985 Kahramanmaraş (Yayınlanmayı bekleyen Hankâh: Balık Tapınağının Azizleri kitabının yazarlarından biri. www.facebook.com/Baliktapinagi)
121
122
123
124
125
126
127
128
129
Mümin CAN
Fantastik Şiir
GECENİN GETİRDİKLERİ Gece karanlık, Ve bu doğurgan karanlıkta, İsimsiz, kadim canavarlar, Hepsi puslu ve de bulanık, Ağızlarından akıyor nehir gibi, Kan donduran salyalar. Gece keşfedilmemiş bir harita, Kim bilir neresinde, Ne dehşetler saklıyor, Kanlı gözbebeklerinde, Hiç günışığı tatmamış, Bir gulyabani, Sayıklıyor, Sayıklıyor… Gece bir saat, Tik tak! Tik tak! Saklan çabucak, Kendini yatağın altına at! Onlar geliyor,
130
Nefesleri ıslak, Ve kocaman ağızlarında, Son kurbanlarından kalma, Bayat bir tat. Gecenin adı yok, Geceyi saran, Gulyabanilerin de. Adı olmayan kâbuslar, Çağırsa bile seni, Sakın çıt çıkarma, Belli etme yerini, Yoksa erirsin acı çekerek, Gecenin getirdiklerinde. Gecenin adı yok, Geceyi saran, Gulyabanilerin de.
131
Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
Öykü
üzereyken son anda yuvarlanarak kaçtı. Hızla doğrulmaya çalıştı ama vücudundaki ağrı okadar şidetliydi ki ayağa kalkamadı. Acı içinde haykırmaya
Günahların Bekçisi BÖLÜM 12 – BOLVADİN KATLİAMI -2 Oğlan ağlamaya başladı, bekçinin yüzündeki sırıtış dahada yayıldı, heyecanı sesine yansımıştı, kendisini öldürmesi
tutmakta
zorlanıyordu,
gerekiyordu.
Onları
çocukları parçalamalı,
bütün parçalarını odaya saçmalıydı. Eğer onların yaşamasına izin verirse ileride kendisinin peşine düşerlerdi. Dünyadaki en tehlikeli şey bir çocuğun gözleridir. Seni hiçbir zaman unutmazlar. Kendiside bu yollardan geçmişti, dünyanın merkezinde olduğunu düşündüğü an bütün dünyası yıkılmıştı. Belinden koli bandını çıkarırken yerde yatan teyzelerine baktı. “Sanırım kalbi bu şoka dayanamadı.” Bolvadin
önündeki
ekrandan
gözünü
ayıramıyordu, daha 1 saniye önce her şey normaldi, şimdi karısı yerde kanlar içinde yatarken çocukları ise yatak odasının ortasına bağlanmış ve ağızları kapanmış halde duruyordu. Bolvadin bütün gücü ile bağırdı, normal bir insan buna bağırma diyemezdi resmen kükremişti, öfkeyle önündeki masayı havaya fırlattı. Koşarak kapıya doğru gitti. Kapı aniden açıldı ve karşısında iki elinde balta olan gaz maskeli bir adam belirdi. Bolvadin bütün gücü ile adama yumruk savurdu, Bekçi odanın içine doğru kaçmasaydı yumruk başını gövdesinden ayırabilirdi. Bolvadin kendini kaybetmişti, hızla geriye dönüp bekçiye doğru koşmaya başladı. Bekçi elindeki baltayı hızla
132
savurdu, balta Bolvadin’in omzuna saplandı ama adamın hızını kesmedi bile, koca cüssesi Bekçi’ye okadar hızlı çarptı ki ayakları yerden kesildi. Bekçi ayağa kalkmaya çalışırken Bolvadin omzuna saplanan baltayı çıkarıp bekçiye doğru fırlattı. Balta bekçi’yi ıskalasa da yarısına kadar yere saplanmıştı, artık kolay kolay yerinden çıkartılamazdı. Kalbinin hızla attığını hissetti, Bolvadin’in gücü inanılmazdı, onu durdurmak bir yere yavaşlatamamıştı bile. Kendi kendine “Sakin ol, önemli olan güç değil kendini kontrol edebilmektir.” diyordu.
başladı, haykırışları yavaş yavaş kahkahalara dönüşmeye başladı. Kahkahalar arasında “Artık bitti.” diye bağırdı. “Kalbine bıçağı sapladım. Çelik yelek giymiş olsaydı bıçak içeri girmezdi, artık bitti, Bolvadin öldü.” Kahkahaları bütün odada yankılandı.
“O çirkin yüzünü gözümün önünden çek.” küçülmüş
şekilde
boşluğa bakan Cemil’in burnunun dibine kadar gelmişti, bir santim daha yaklaşsa uzaktan bakan biri öpüştüklerini bile sanabilirdi. Cemil “Tütsü kullanmış. Gerçi ben ona tütsü diyorum, gerçekte ne olduğu hakkında bir fikrim
“Seni ikiye bölücem küçük piç.”Bolvadin’in aklı yavaş yavaş yerine geliyordu, artık saldırıları daha kontrollü olmaya başlamıştı. Az önceki gibi gelişi güzel hareketler etmiyordu. Belinden iki tane bıçak çıkarıp karşısındaki deve doğru koşmaya başladı. Bolvadin yumruğunu savurduğu anda hızlıca eğilerek bacaklarına birer kesik attı, dev sendelediği anda ayağa kalkarak bıçağıyla devin göğsünde boydan boya kesti. Bolvadin geriye doğru yıkılırken bıçağını göğsüne tam kalbinin olduğu yere sapladı.
yok, duman çıkaran birşey olduğunu düşün yavaş yavaş bütün odayı kapladığını ve sen farkına varmadan
burnundan
girip
Erkan Cemil’i dikkatlice süzüyordu “Onu çok iyi tanıyorsun değil mi.” diye sordu. “Ne demek istediğini anlamadım.” “Demek
istediğim
aynı
onun
gibi
düşünüyorsun, neler yaptığını buradaymış gibi tahmin edebiliyorsun.”
“Benimle dalga geçme, daha önce cinayet
“Cemil burada mısın?”
gözbebekleri
dedi ve Bolvadin’in sağır odasına doğru yöneldi.
“Daha önce fark etmemiştim.”
* * *
Tolga
Cemil “Bunu bilseydik onu yakalamış olurduk.”
nefes
borundan
masasında hiçbir tecrüben olmamıştı, buna rağmen çıkardığın iş inanılmayacak kadar muhteşem.” “İnanılmayacak kadar muhteşem ilginç bir tabir oldu. Sanki İnanılmaması gereken bir şeymiş gibi söyledin.” “Öylemi yaptım.” Cemil durdu ve Erkan’a baktı, yüzünde hiçbir mimik yoktu, sanki bir ölünün yüzü gibiydi, sonra Erkan’a hayatı boyunca unutamayacağı o soruyu sordu. “Sence?”
geçerek ciğerlerine girdiğini düşün. Neler olduğunu
Cemil bazı zam anlar normal sayılabilecek bir
dahi anlayamamışlar, tek yaptıkları uyuyup birdaha
insan olurdu, özellikle Tolga ileyken ama çoğu zaman
uyanmamak.” dedikten sonra yerde duran kol
yüzünde bu ölü maskesi vardı. Cemil’in hastaneden
parçalarından birini Erkan’a gösterdi. “Bileklere
çıktığından beri gerçek hislerini örtmek için yüzüne
dikkat et hiçbir morarma yok. Yani bağlanmamışlar.
bu ölü maskesini geçirdiğini düşünmüştü. Artık
Kullandığı tütsünün birtür anestezik etkisi olmalı.
yanıldığını anlamıştı, yüzüne geçirdiği ölü maskesi
Evime geldiğinde de aynı şeyi kullanmıştı, ben
değildi, normal insanlar arasında rahatça dolaşmak
Tam devin işinin bittiğini düşünmüştü ki dev aniden doğrulup onu elleri ile kavrayarak havaya kaldırdı ve bütün gücü ile yere çarptı. Çarpmanın şiddeti ile ciğerlerindeki bütün nefes boşaldı, ağzından kan fışkırdı ve gaz maskesinin içine yayıldı, artık dünyası kıpkırmızı görünüyordu.
baygınken ellerimi masaya çivilediğinde hiçbirşey
için yüzüne insan maskesi takıyordu. Günahların
hisetmemiştim. Ayıldıktan kısa bir süre sonra elerim
bekçisi onu 6 yıl önceki o gece hayat arkadaşı Leyla
Kırmızı bulanıklığın içerisinde devasa bir cüssenin kendisine doğru geldiğini hayal meyal gördü. Bolvadin’in koca cüssesi üzerine düşmek
Tolga kusmamak için elini ağzını götürerek
tam ortasına ise o koca kafası duruyordu. Tam
“Bu adamın derdi ne böyle, mutfaktaki hizmetçilere
karşılarındaki duvarda ise bıçak ile duvara saplanmış
bile acımamış.” dedi.
bir kalp asılıydı.
ve ayaklarımdaki çivileri fark etmiştim, ama ortada dayanılmayacak bir ağrı yoktu.” Başını iğrenerek sallayarak “Bu adamları canlı canlı kesmiş.” Dedi.
son nefesini verdiği zaman öldürmüştü. “Aman Tanrım.” Tolga midesini tutarak duvara yaslanmıştı. Bolvadin parçaları altıgen şeklinde odanın ortasına dizilmişti ve bu altıgen’in
133
Cemil “Geyiğin Kalbi.” dedi. Tolga “Yani insan kalbi değil mi?” diye sordu.
“Çünkü dışarıda daha önemli şeyleri kalmıştı.” Cemil Erkan’a dönerek “Çocuklar nerede.” diye sordu. “Ne çocuğu?”
“Buradan insan yada hayvan kalbi olduğunu nasıl anlayabilirim. “
“Kadın’ları buldunuz mu?”
“Ama geyik kalbi olduğunu söylemiştin.” “Geyik kalbi olduğunu söylemedim, Geyiğin Kalbi dedim. Pamuk Prenses ve Yedi Cücelerdeki Avcı’nın Kraliçe’ye götürdüğü kalp gibi.” Tolga “Semboller.” diye güldü. “Adam kendine Avcı diyor.” Cemil Bolvadin’in parçalarından yapılan altıgen şekli göstererek “Altıgen şekil Selçukluda sonsuzluk yada ölümsüzlük demekti. İkisi de aynı kapıya çıkıyor. Yine dikkatimizi dağıtmak için işaretler ile dolu bir suç mahalli var.” dedi. Erkan parçalanmış bilgisayarı göstererek, “Eski görüntüleri yeniden kurgulamış ve Bolvadin’e göstermiş. Adam burada huzur içerisinde otururken içeride katliam yaşanıyormuş. Görüntüler bir süre sonra tamamen silinmiş, neler yaptığını görmemizi istememiş. Tübitak’a hard disk’leri kurtarması için göndereceğiz.” Cemil biryandan Bolvadin’in kafasını incelerken diğer yandan da Erkan’a“Saat 8:37, cinayet mahalli için anons yaklaşık 1 saat önce yapılmıştı, Tolga ile neredeyse 20 dakikadır buradayız, cinayet mahallini çok iyi bildiğine göre buraya oldukça hızlı gelmişsin.” dedi. “Evinin buraya yarım saat mesafede olduğunu ve bizden önce geldiğini hesaba katarsak ya sakal tıraşını olmuş bir şekilde takım elbisen yatıyordu yada karını aldatıyorsun.” Erkan duruşunu bozmadan “Sence?” “Karını aldatmamış olmanı umuyorum.” “Ortamı yumuşatmak istemezdim ama Bolvadin neden panik odasına saklanmak yerine Bekçi ile dövüşmeyi seçti.” Parmağı ile odanı diğer ucundaki panik odasını göstedi.
134
“Evet koridorun diğer ucunda.” Cemil koşarak odadan çıkarken Tolgada “Hep diğer uç olmak zorunda mı.” diye söylendi. Cemil kadınların parçalanmış cesetlerinin bulunduğu odaya girdi, peşinden de nefes nefese Tolga ve Erkan geldi. Cemil parmağı ile odanın diğer usundaki kitaplığı göstererek “Orada kitaplığın arkasında.” dedi.
Cemil derin bir nefes alarak “Başından beri oranın panik odası olduğunu söylemeye çalışıyordum.” dedi. “Söylemekten ne kadar nefret etsem de evin diğer ucundan girdik, yani bu cephenin mesafesini ölçtüğüne inanmamın imkanı yok. Orada söylediklerinin hepsi saçma şeylerdi doğrudan kütüphanenin arkasını inceleyebilirdin onun yerine sanki emlakçıymış gibi odayı kiralamaya çalışıyordun.” “Lütfen gidip kütüphaneyi inceler misin.” Tolga kütüphaneye doğru giderken cemilde Erkan’a “Dün geldiğimizde bahçede çocuklar oynuyordu.” dedi. “Bolvadin’in korktuğu biri vardı,
o herkimse bu bekçi değildi. Aslında Bolvadin’in adamlarını öldürenin Bekçi olduğuna inandığını bile sanmıyorum. Onu yerinden etmek isteyen biri olduğunu düşünüyor olmalıydı. Çünkü bütün ailesini korumak için buraya toplamıştı. Buda tam olarak Bekçi’nin istediği şeydi. Bolvadin’in bütün ailesini yok etmeliydi, böylece diğer suç liderlerinide korkutmuş olacaktı.” “Bana çocukları da öldürdüğünü söyleme.” Tolga “Haklıymışsın burada bir oda var.” diye bağırdı. DEVAM EDECEK
Odada ki polisler Cemil’e bakıyorlardı, genelde bu tip hareketler filmlerindeki o olağanüstü etkiyi yaratmak yerine size “Sen neden bahsediyorsun geri zekalı.” diye bakılmasına sebep olur. Cemil sağ tarafını işaret ederek “Bu duvarın arkasında başka bir oda var, karşımızda pencere, solumuzda ise evin en uç noktası yani arkada hiçbir şey olmaması gerek. Ama yukarı çıkarken aşağıda daha uzun yürüdük yani bu kitaplığın arkasında bir oda daha olması lazım, ama koridor burada bitiyor.” Filmlerde şimdiye kadar anlamış olmaları gerekirdi ama onun yerine “Beyaz gömlekli amcalar birazdan gelecek.” demek üzereydiler. Cemil “Kütüphanenin arkasında panik odası var.” dedi. Herkes hareketlendi ve koşarak kütüphaneyi incelemeye başladılar, tabi yaşananlar bir film olsaydı böyle olacaktı. Onun yerine içlerinde amirleri olduğu belli olan bir polis diğerine “Git bak.” diye başı ile işaret ettikten sonra hepsi işlerine geri döndü. Tolga “Bunu neden ilk başta söylemedin ki?” dedi.
135
Masis ÜŞENMEZ
Dizi Film İnceleme
Ash’ın kötülük ile mücadelesi kaldığı yerden devam ediyor!
Gölge derginin 100. sayısına çağırılmak benim için nostaljik bir tat oldu. Aylık bir e-derginin bu kadar uzun süre hayatta kalabilmesi büyük bir başarı. Öncelikle bütün yönetim ekibini ve yazar kadrosunu kutlamak isterim. Benim de yazdığım yıllarda derginin gelişmesinde bir katkım oldu ise ne mutlu bana. 136
Gelelim bu sayıda ne yazacağıma. Madem nostaljik bir tat söz konusu ben de Ash vs Evil Dead’den bahsetmek isterim. Sam Raimi ve Ash karakteri ile özdeşleşen Bruce Campbell’ı tekrar bir arada hem de aynı seride görmek Evil Dead hayranları için büyük bir mutluluk. Tabi yeni neslin bu seriden pek de haberi yok belki bir kısmı re-
make’inden dolayı aşina olmuştur. Ancak ormanın içinde bir kulübeye giden gençlerin bir iblis tarafından cezalandırılması klişesi üzerine onlarca film görmüşsünüzdür. İşte bunların atası Evil Dead’dir. 34 yıl üstünden geçtikten sonra Sam Raimi tekrar seriye el atmak istemiş ve kaldığı yerden Ash’i ölüler ile savaşa geri sokmuş. Ancak bu kez hikaye sinemadan televizyon ekranlarına taşınmış. Bruce Campbell’ın Ash Williams olarak geri gelmesi, Arnold Schwarzenegger’ı tekrar "Terminator"’de ya da Sylvester Stallone’u Rambo/ Rocky rollerinde görmek gibi bir şey aslında. Bir de bunu her hafta yayınlanan bir dizi için olduğunu düşünülürse projenin riskleri daha iyi ortaya çıkar. Ancak daha sezon bitmeden dizi kendisine izleyiciyi bağlamayı başardı. Sanki aradan onca yıl geçmemiş gibi Ash’in iblis dünyası ile savaşı son hız devam ediyor. Hem de daha çılgın daha kanlı ve daha eğlenceli bir şekilde. Sam Raimi’nin dizinin açılışında kamera arkasına geçmesi ile ilk yarım saatlik bölümde Deaditelerin tekrar Ash’in peşine düşmesini izledik. Ash aynı pervasız, vurdumduymaz tavrı ile kafa bir dünya kız arkadaşı ile eğlenirken ölüler kitabından bir pasaj okumak gafletinde bulundu ve ölüler
diyarının kapısı bir kez daha açıldı. Bu dağınıklığı toparlama görevi de her zamanki gibi Ash’e düştü. Bir markette çalışan Ash ilerleyen yaşına rağmen henüz son sözü söylemediğini gösterircesine önüne gelen kötülüğü biçmesini başardı. Ancak bu sefer markette çalışan iki yoldaşı da kendisine bu yolculukta yardım ediyorlar. Raimi’nin en korkunç sahnelere bile sinen absürd komedi tarzını dizide görebilmek hoş. Bazen dialoglarda değme sit com’lara taş çıkartacak esprilere şahit oluyoruz. Ancak gerektiği yerde de Ash’in testere kolu konuşmaya başlıyor ve kötülük bir kez daha zarar görüyor. Bruce Campbell’ın yanında Jill Marie Jones, Ray Santiago, Dana DeLorenzo ve Lucy Lawless gibi oyuncular boy gösteriyor dizide. Tabi her bölümde ortaya çıkıp ölülerin ordusuna katılan yan karakterler saymakla bitmez. Yarım saatlik bölümler baştan sona tam gaz giderken tadı damağımızda kalıp bir sonraki bölüm için gün saymaya başlıyoruz. Ekip arkadaşları ile dünyaya döndürdüğü iblisleri şutlamaya çalışan Ash her bölümde her zamanki kabalığı ile yaptığı yanlış hamleler ile hem seyirciyi güldürmeyi hem de kendisine bağlamayı karizması ile başarıyor. 137
Deep Purple, Alice Cooper, Styx, PJ Harvey, Whitesnake gibi şarkıcı ve grupların klasikleşmiş rock hitleri ile bölümler adeta eğlencede nitro’ya bağlanıyor. Uzun zamandır hiç bir dizi ya da filmde bu kadar gaz şarkılar dinlemediğimi itiraf etmeliyim. Ayrıca dizi temasının da Evil Dead’in tema müziklerini yapan Joseph LoDuca’a ait olduğunu belirtelim. Oldukça riskli bir proje olarak çıkan Ash vs Evil Dead The Walking Dead’in parsellediği korku dizileri piyasasında kendine has tarzı ile bir yer edineceğini şimdiden gösteriyor. Bu başarı diziyi yeni bir film ile taçlandırır mı bilemeyiz ancak şimdiye kadar gerek efektlerdeki başarı gerek ise eski ekibin aynı enerji ile ortaya çıkması Ash’in hala son sözünü söylemediğini bize gösteriyor. Starz’ın bu yeni serisi umarım uzun soluklu bir eğlencelik olur. Seksenler korku sinemasının tozunu toprağını atıp yeni jenerasyona ulaştırmayı başaran Ash vs Evil Dead kesinlikle senenin en başarılı televizyon yapımı. Siz de bu eğlencede yer almak istiyorsanız Ash’in maceralarını kaçırmayın. www.ötekisinema.com
138
139
Öykü: Oğuz ÖZTEKER
Öykü
Gölgesizlerin Tutkulu Raksı Salon penceresindeki kiralık ilanına rağmen üç aydır boş duran, giriş kattaki daireye girdim. Uzun zamandır havalandırılmadığından, içeride ağır bir koku vardı. Keşke camı açabilseydim ama çevreden geçen birinin dikkatini çekmek istemedim. İlk olarak ön cepheye yöneldim. Öğleden sonra olmasına rağmen, güneş salonu epey ısıtmıştı ve ahşap parkelerin üzerinden yansıyan ışığıyla etrafı hâlâ aydınlatıyordu. Parlaklık gözlerimi kamaştırmış, biraz da canımı sıkmıştı. Belki yiyecek bir şeyler bulurum diye umut ederek koridor boyunca ilerledim. Pencere camları kirlendiği için dışarısı kolayca görülemeyen iki odayı geçip en sondakine giderken, ümidimi yitirmek üzereydim. Fakat diğerlerinden biraz daha büyük, içinde banyosu bulunan odaya ulaşınca hiç tahmin etmediğim bir şeyle karşılaştım. Ebeveyn yatak odası da diğerleri gibi tozlanmış, hatta kuzey cepheye baktığı için duvarların birleştiği köşede küflenme başlamıştı. Acaba küf yenir mi diye düşündüm ama saçmaladığımı birkaç saniye içinde idrak ettim.
Üstelik terbiyeli köfte, terbiyeli tavuk, terbiyeli kereviz yapılan bir ülkede, bu ne anlamsız bir cümle böyle? Yani terbiyeli tavuklar, terbiyesiz insanlardan daha mı eğitimli? Aman canım, neyse ne işte… Acilen karnımı doyurmam lazım, böyle bir yerde açlıktan bayılırsam halim nice olur? Durup dururken bir başkası içeri girse, bırakın kolumdan tutup kaldırmayı ve karnımı doyurabilmem için önüme kuru ekmekle biraz peynir koymayı, sırtıma tekmeyi yapıştırır herhalde… Allah muhafaza; kulağım sürekli kapıda olsun! Böyle bir durumda hemen evden sıvışabileyim diye bir süre olduğum yerde dikildim ve etrafı dinledim. Çıt çıkmıyordu. Biraz olsun rahatlayıp, etrafta dolanmaya devam ediyordum ki ayağım sert bir cisme takıldı. Bu da ne ki diye düşünüp, salona göre nispeten karanlık olan odada etrafı kolaçan ederken bir kenara fırlatılmış kitabı gördüm.
Epeyce bir süredir buradaydı sanki. Kâğıdın kenarları sararmıştı. Ucu kıvrılmış ve üzeri tozlanmış “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin,” derdi kapağındaysa bir kadının resmi vardı. Her ne kadar fotoğraf siyah beyaz olsa da yastığa başını anneannem. Haklıydı da, açlık her şeyi yaptırır koymuş uzanan kadının gözlerinin renkli olduğu kişiye… Çalabilir, gasp edebilir, namusundan anlaşılıyordu. Üstelik çok şuh bir bakışı vardı. vazgeçebilir, hatta belki birini öldürebilir bile. Bir Koltukaltlarından doladığı pikenin rengi beyazdı dakika ya, bu saydıklarımın hepsi de terbiyesizlik ama davetkâr bakışlarını ve başının altında kıvrılmış değil mi? Genel ahlak kurallarına ve kanunlara dahi koyu renkli saçlarını görenler hastane yatağında aykırı şeyler… Belki de bu atasözünün doğrusu, uzanmadığını kolayca anlayabilirdi. Doktorunu “Allah kimseyi aç bırakıp da terbiyesiz etmesin” bekleyen hastadan çok, sevgilisini baştan çıkarmaya olmalı… çalışan bir kadına benziyordu. 140
141
İllüstrasyon: Samim Salur PAÇACIOĞLU Bak, şimdi fark ettim.
Belki de yegâne sebep kadınla erkeğin
Kapağın alt tarafında, hafif sakallı çenesini çölün ortasındaki kaktüs gibi yukarı dikmiş bir de erkek bulunuyordu! Tıpkı kadınınki gibi bu da bir fotoğraftı.
birbirinin muadili olmayıp, tamamlayıcısı olmasıdır;
Doğrusunu söylemek gerekirse, bakanın içindeki şehvet duygularını harekete geçiren, aklında birçok cinsel çağrışım oluşturan bir kapaktı ancak…
demeden burnunun dikine koşturur durur. Hayat
Kişinin zekâsıyla dalga geçen, “fotoğrafları görünce hemen de aklından ahlaksız düşünceler geçti, senin beynin kokuşmuş be dostum,” diyen üç kelime kırmızı harflerle kapağa basılmıştı. Üst kısımdaki kadın ile aşağıdaki erkek fotoğraflarının arasına – her ikisinin de çırılçıplak olduğunu düşünün diye yeterince ipucu verilmiş, gerisi kişinin hayal gücünüze bırakılmıştı, şimdi de zekâmızla dalga geçiliyordu – büyük harflerle, ‘Gölgesizlerin Tutkulu Raksı’ yazılmıştı. İyi de kadının da, adamın da raks eder gibi bir hali yoktu, bilakis her ikisi de sırtüstü uzanıyordu!
İllüstrasyon
kim bilir? Üstelik kadınsız bir erkek, dizginleri ve süvarisi olmayan bir aygıra benzer; dağ bayır, ova tepe rüzgârı, yaşamaya anasının kucağında başlayan erkeği bir kadının kucağından diğerine savururken zaman çabucak geçer ve günün birinde bir bakar ki hâlâ ayazdadır. Ancak bu defa civarda hiçbir hatun kalmamış, adam yaşlanmış, saçları dökülmüş, cildi kırışmış, süngüsü düşmüştür! Dikine gittiği burnu bile artık yeterince koku alamamaktadır. Haydi bütün bunları geçtik diyelim, her ikisi de sırtüstü yatan bir kadınla bir erkeğin tutkusundan bahsedilebilir mi? Böyle bir durumda ancak tutku ateşinin söndürüldüğünden, ten üzerinde biriken terler sayesinde alevin küllenmek üzere olduğundan söz edilebilir. Yanlış mıyım?
Yoksa tahminimden çok daha farklı bir Acaba kitaba ‘Gölgesizlerin Tutkulu Raksı’ pazarlama stratejisi mi geçerli? ismini verenler, okurlarla kafa mı buluyordu? Gölgesiz biri nasıl raks edebilir? Raks etmek için Yahu arkadaş açlıktan midem gurulduyor, öncelikle bir bedenin olması gerekmez mi? Eğer benim düşündüğüm şeylere bak! bedenin varsa, bunun da bir gölgesi olmaz mı? Boşuna ‘Filozof Fehmi’ demiyorlar bana… Şayet ihtiras anlamına da gelen ‘tutku’ İyi de karnım aç; bana ne gölgesizce ama kelimesiyle anlatılmak istenen, kişinin iradesi dışında içinden gelen bir coşkuysa, diskoda raks edenler mi, tutkuyla raks edenlerden; bana ne tutkuyla raks edip tango yapanlar mı, yoksa göbek atan bir dansöz de gölgesi olmayanlardan, bana ne bu önermedeki mü bu kategoriye giriyor? Belki de benim aklıma çelişkilerden... gelmeyen, bambaşka bir dans şekli söz konusu… Başladım kitabın kâğıdını kenarından Ayrıca gölgesizlerden bahsedildiğine göre, tırtıklamaya... Yiyorum ama hiç de lezzetli değil. işin içinde birden fazla şahıs var demektir. İyi de niçin sadece bir erkekle, bir kadın düşünülmüş; Olsun, ben bir lağım faresiyim; çok daha berbat bunlar pekâlâ sadece kadınlardan oluşan bir grup şeylerle karnımı doyurduğum da oldu. Ne yapalım, olabileceği gibi yalnızca erkeklerden meydana bu da benim gibi sıçanların kaderi! gelmiş bir topluluk da olabilir. Yine de tutkuyla raks Gerçi buna da uyuz oluyorum; ‘sıçan’ diyor eden bu ikilinin, bir kadınla bir erkekten oluştuğunu bana ve hemcinslerime insanoğlu… düşünmek daha keyifli. Zaten kitabın kapağındaki şekiller de bunu çağrıştırıyor. Sanki içimizden birini sıçarken görmüş gibi! 142
143
Yusuf GÜRKAN
Çizgi Roman İnceleme
Yaralı Kuzgun
Ntv Yayınlarının ilk defa çizgi roman yayınlamaya başladığı günü hatırlıyorum, televizyonda görüp heyecanlanmıştım. Daha liseyi yeni bitirmiştim. Dünya Klasiklerini yayınlıyorlardı. O zamana kadar bir kaç çizgi romanım olmuştu (Çok, çok eski Superman ve Spiderman) Ama o günden sonra gitgide kitaplığımda daha çok yer tutmaya başladı çizgi romanlar ve takip eden yıllarda tutkunu olmuştum. Ntv yayınları çizgi roman yayınlamaya başladığı haberini aldığımda aklımda iki düşünce belirmişti; Ya çizgi romana yeniden can vermeye başlamak istiyorlardı ya da Dünya Klasiklerine, cevap her ikisi de olabilirdi. Tabii ki ilk aldığım Çizgi Klasik, Frankesteindı keyifle okuduğumu hatırlıyorum. Daha sonra Suç ve Ceza yı edinmiştim. Dünya klasikleriyle kitap okumaya başlamış biri olarak çok beğenmiştim. Daha sonra pek çok farklı yazarla ve hatta dizilerle devam etti Ntv çizgi romanları. Takip eden yıllarda “Buffy
144
the Vampire Slayer” da çizgi roman uyarlamasıyla raflarda boy gösterdi, Buffy’i pek sevmediğimden pek ilgi göstermedim. Daha sonra birçok yayınevi benzer girişimlerde bulundu. Sadece Dünya Klasikleriyle de sınırlı kalmadı. Yelpaze genişlemişti ve pek çok yazar ve çizerin eserini Türkçe okuyup kitaplığımız da yer açabildik. Bu anlamda belki de en beğendiğim uyarlama Stephen King' in Kara Kule serisine yapılan işti. Seriyi heyecanla bir araya getirmeye çalışmıştım. Şimdi tanıtacağım kitap ise yine Ntv Yayınlarının Çizgi Roman Dünya Klasikleri serisinden efsane bir yazarın çizgi roman antolojisi. Gerçekten büyük bir yazar olan ve hep yazdıklarıyla tartışmaların odağında bulunan, ölümünden sonra bile sansasyonları, tartışmalı ölümüne dair komplo teorileri yıllar sonra bile dinmeyen, adeta bir rock star gibi, bir kaybeden filminin baş rol oyuncusu gibi, bir anti-kahraman
olarak gotik edebiyat, gerilim edebiyatı, suç ve polisiye tahtında çarpık ikon müzesi tarzında hayali kahramanlarıyla oturan kişi, tabi ki Edgar Allan Poe'dan başkası değil. Öncelikle kapağa bakmanızı istiyorum çok anlamlı çizilmiş ve bakınca harika duruyor. Başını öne eğmiş bir kuzgun var, kuzgunun sahibi yazarımız oluyor ve ne yazık ki artık hayatta değil bu yüzden kuzgun üzgün ve başı önde. Kan damlalarıda kuzgunun üzerinde daha iyi bir kapak olamazdı. Hikayeleri tek tek yazmaya gerek duymuyorum çünkü hepsi artık okuyarak, dinleyerek ezbere bildiğimiz. Hatta gotik şarkılarda sözlerine eşlik ettiğimiz, şarkıların nakaratların da bile duyduğumuz cümleler. Dilimize çevirisi Kutlukhan Kutlu tarafından yapılmış, kapak tasarımı ise Jeff Willis elinden çıkma. Kitapta ki yer alan eserlere göz atmak gerekirse; Kuzgun, Kuyu ve Sarkaç, Bay Valdemar Vakasına Dair Gerçekler, Morgue Sokağı Cinayeti, Usher Evinin Çöküşü, Kara Kedi, Oval Portre, Geveze Yürek, Kızıl Ölümün Maskesi, Edgar Allan Poe hakkında birkaç yazı ve çizimle son buluyor kitap. Roger Corman bir önsöz yazmış kitapla ilgili, özetle şöyle diyor ; “E.A.Poe’ nun eserlerinin zamanla eskimez niteliği yeni kuşak yetenekli yazar ve çizerleri bir kez daha onun karanlık öykülerini taze yorumlarını ortaya koymaya esinlendirdi”
ve etkilemeyi başarıyor. Poe’ nun tarzına yaraşır, görülmeye değer çizimler. Geveze Yürek adlı hikaye ise gerçekten, okurken okuyucuyu çaresiz bırakıyor. Bir görme engellinin başından geçen gizemli bir olayın, bir suçun trajedisiyle karşı karşıya kalıyoruz bu hikayede. Kızıl Ölümün Maskesi ise finali ölümcül bir şekilde yaparak son darbeyi indirdi. Bazı çizimler halüsinatif bir biçimde epey karıştırılmış ve bulanıklaştırılmış. Bu da Poe’ nun hikayelerine çok yakışmış. Çizimlerde üç renk var siyah, beyaz ve gri. Zaten Poe eserleri de okurken bu renklere uygun olduğundan başka renk kullanılmamış. Umarım başka bir projede renkli hallerini de görürüz bu hikayelerin. Bir diğer belirteceğim nokta ise, öykülerin modern çağlara uyarlanması oldu. Bunu Ntv yayınlarının diğer Dünya Klasiklerinde de görmüştüm. Yani sayfada beliren notebooklar, akıllı cep telefonları, son model otomobiller, gökdelenler sizi şaşırtmasın. Suç ve Ceza’yı okuduğumda bende şaşırmıştım, ama artık alıştım. Çizerleri saymak gerekirse; • Stuart Tipples (Kuzgun) • Steve Pugh (Kuyu ve Sarkaç) • Johny McCrea(Bay Valdemar Vakasına Dair Gerçekler) • D'Israeli (Morgue Sokağı Cinayeti)
Çizimleriyle beni en çok etkileyen bölüm ise Kuzgun' un sayfaları oldu. Kendimde şiir yazan bir insan olarak, hayatım da okuduğum en iyi şiirin, çizgilerle hayat bulmuş halinden bir hayli etkilendim. Hatta Kuzgun şiirini okuduğumda, uzun bir zaman şiir yazmamıştım. Bu şiirden daha iyi şiir yazılamayacağını düşünerek. Kuyu ve sarkaç çizimleriyle ve öyküsüyle beni etkileyen bir diğer hikaye, pişmanlığın ve bilinmezliğin gücünü gösteren önemli bir eser. Usher Evinin Çöküşünde ki Ozzy Osbourne göndermesi de gülümsememi sağlayan bir espri oldu. Çizimleri ise bir hayli karmaşık bu hikayenin, objelerin ne olduğunu bile anlamak güç. Shane Ivan Oakley böyle bir yol izlemiş görünüşü ise harika, hikayeye gizem katıyor
• Shane Ivan Oakley (Usher Evinin Çöküşü) • James Fletcher (Kara Kedi) • Natalie Sandells (Oval Portre) • Alice Duke (Geveze Yürek) • Erik Rangel (Kızıl Ölümün Maskesi) Sonuç olarak; Gerçekten harika karanlık öykülerin bulunduğu güzel arşivlik bir antoloji. Çizerler de hakikaten iyi. Uyarlamalar son derece başarılı geriye çizgi roman satan bir yere gidip, bu güzel çizgi romanı arşive karmak kalıyor. Poe'nun kitabın sonunda ki sözleriyle bitirelim "Yaşamı ve ölümü ayıran sınırlar fazlasıyla bulanık ve muğlaktır. Birinin nerede bitip öbürünün nerede başladığını kim bilebilir ki?"
145
Öykü: M. İhsan TATARİ
Öykü
ki? Son okuduğu kitaba inceleme yazması, radyo programı için konu bulması ve siteyle ilgilenmesi gerekiyordu.
Gölgede Gizlenenler Edirne, 20:28 Genç adam okuduğu tarih kitabından başını kaldırıp etrafına şüpheyle bakındı. Bir fısıltı işitmişti sanki, ama emin olamadı. Topluca bir delikanlıydı; memleketteki hiçbir tarağın yatıramadığı kuzgun karası saçlara, uçları çenesine dek inen ince bir bıyığa ve yanaklarını kaplayan kirli sakallara sahipti. Bir müddet daha etrafa kulak kesildikten sonra yanlış duyduğuna karar verip omuzlarını silkti ve eski zamanların kayıtlarını kaldığı yerden okumaya devam etti. Derken yine geldi o fısıltı kulaklarına, gölgelerin arasından… Bu kez emindi. O buradaydı. Kitabı yavaşça kapatıp oturduğu yerde dikildi. Artık bu ziyaretlere alışmış olması gerekirdi, yıllar olmuştu. Ama yine de sırtının ürpermesine, ellerinin titremesine ve boğazının düğümlenmesine engel olamıyordu. Fısıltı bir kez daha, bu kez daha güçlü bir şekilde duyuldu. Gölgelerde gizlenen şey ilgi görmeyi talep ediyor, hatta neredeyse emrediyordu. Onu bekletmemesi gerektiğini bilen, aksi takdirde yaşanabilecek şeylerden daha çok korkan delikanlı ağır vücudunu tiz bir gıcırtı eşliğinde ahşap sandalyesinden kaldırıp kitabını eline aldı ve arkasındaki engin kitaplığa doğru yöneldi. Cildi yer yer çatlamış, eski cildi yerine koyarken odanın köşesindeki gölgelere bakmaktan özenle kaçındı. O şeyin orada gizlendiğini ve sabırsızlıkla beklediğini biliyordu. Ona hiçbir zaman doğrudan bakmamıştı, buna cesareti yoktu. Zaten kafasının içi gulyabanilerle, cinlerle, alkarılarıyla ve daha nice kadim Türk korku efsanesiyle tıka basa doluydu. Bunların arasına bir tane daha, üstüne üstlük son derece gerçek bir dehşet katmaya hiç ama hiç niyeti yoktu doğrusu. Fısıltı daha ısrarcı, hatta biraz da öfkeyi andıran bir keskinlikle odayı doldurup odanın
146
köşesindeki gölgeler bir nabız gibi atınca genç adam daha fazla oyalanmaması gerektiğini anlayıp apar topar bilgisayarının başına geçti, bir Word sayfası açtı, iri parmaklarını klavyenin üstüne koydu ve bekledi. Karşısındaki pencereden dışarı baktığında Edirne Camii’nin o kendine has, ışıltılı siluetini görebiliyordu gece karanlığında. Bir dua mırıldanmayı geçirdi aklından. Derken gölgede gizlenen şey kesintisiz bir şekilde, usulca başladı anlatmaya ve delikanlının aklındaki tüm düşünceler silinip gitti. Fısıltısı bir alçalıp bir yükseliyor, kâh bir erkeğin kâh bir kadının tınısını kazanıyor ve genç adamın kulaklarını dolduruyordu. Delikanlı bir müddet daha boş bakışlarla ileriye bakarak dinledi, sonra da duyduklarını transa girmişçesine yazıya geçirmeye koyuldu. “Mora Sancağı’nın, Yanga Denizi sahillerinde daracık bir dağ geçidinin ardına düşen düzlükte kurulmuş olan ufak bir balıkçı köyüne…” İstanbul, 21:26
Ansızın müziğin sesi titreşmeye, ardından kendiliğinden kısılmaya başladı. Bunu yatağının altındaki gölgelerden gelen bir fısıltı izledi. Genç kız uzandığı yerde hızla doğrulup sırtını karyolasının başlığına yasladı. İşte gene oluyordu! Tıpkı geçen aylardaki gibi... O zaman bunu bir rüya sanmıştı ama… ama ertesi sabah uyandığında laptopunun ekranında bulduğu yazıyı bir türlü açıklayamamıştı. Onu yazdığını hatırlamıyordu. Sahi neydi adı? Tüm O Hayal Duraklarının Sonu… Fısıltı yeniden duyulunca olduğu yerde iyice büzülüp titremeye başladı. Neyin nesiydi bu böyle? Bir an için babasına seslenmeyi, yardım istemeyi düşündü, fakat sesini çıkarmaya cesaret edemedi. Derken gölgelerin arasından gelen fısıltı giderek güçlendi ve odanın ışıkları hafifçe karardı. Genç kızın düşünceleri, korkuları ve endişeleri bir anda silinip gitti. Farkında olmaksızın, hayal meyal kalktı yattığı yerden, ardından laptopunun başına geçti, bir Word sayfası açtı ve zarif parmaklarını klavyeye koyup bekledi. Sonrası malumunuz; gölgede gizlenen anlattı, o yazdı. “Hani o meşhur söz var ya, milyonların olsa dahi başındaki 1’i çıkardığın anda geriye kalan onca sıfırın hiçbir hükmü yoktur diye… İzmir, 22:51
Genç kız yoğun ve de yorucu bir iş gününün ardından odasına çekilmiş, yarı uzanır vaziyette yatağında kitap okuyordu. Kestane rengi, kısa kesilmiş saçları omuzlarına dek dökülüyor, iri ve parlak gözleri elindeki kitabın satırları arasında keyifle geziniyordu. Telefonunu sessize almış, böylece Whatsapp gruplarındaki boş muhabbetlerden bir süreliğine kurtulmuştu. Laptopunun hoparlörlerinden Dragonforce grubunun Soldiers Of Wasteland şarkısı yükseliyordu usulca.
Yaşlıca adam evinin perdesini hafifçe aralayıp İzmir’in bulutsuz gece göğüne baktı. Kış aylarında olmalarına rağmen hava her zamanki gibi bahar tadındaydı. İzmir’de yaşamanın böyle bir avantajı vardı işte. Adam gözlerini yıldızlara dikip bir müddet onları seyretti. Yaşına rağmen oldukça uzun boylu ve dinç biriydi; kısa kesilmiş beyaz saçlarının altındaki mavi gözleri zekâ ve görmüş geçirmişlikle ışıldıyordu.
Gün içerisinde yine bir sürü sorunla uğraşmış, bir de üstüne yöneticilik yaptığı internet sitesiyle ilgilenmek zorunda kalmıştı genç kız. Neyse ki her zamanki gibi hepsinin üstünden başarıyla gelmişti. Ama işler hâlâ bitmemişti elbette. Ne zaman biterdi
Arkasında zayıf bir miyavlama duyunca perdeyi bırakıp o tarafa döndü ve evin tekiriyle göz göze geldi. “Hayırdır Fıkır, acıktın mı yoksa?” diye sordu adam kediye. Fıkır ona doğru koşturup bacaklarının arasına dolandı ve bir yandan acı acı
miyavlamaya devam ederken bir yandan da sapsarı gözlerini odanın eşiğine dikti. “Ne var Fıkır?” diye sordu adam, diz çöküp kedinin sırtını sıvazlayarak. Ama hayvan ona bakmıyor, gözlerini eşiğin ardındaki gölgelerden ayırmıyordu. Derken o meşum fısıltı duyuldu. Adam mavi ve delici bakışlarını hızla kapıdan tarafa çevirerek fısıltının kaynağına baktı. “Ha, geldin demek?” diye sordu bir süre sonra. “Ben de nerede kaldığını merak etmeye başlamıştım. Bu ay geciktin.” Odayı dolduran fısıltı bir alçalıp bir yükseldi. Fıkır bu işten iyice rahatsız olmuş olacak ki sırtını dikleştirip gölgede gizlenene doğru sertçe tısladı. Uzun boylu adam bir elini geçiştirirce sallayıp fısıltıları susturdu. “Neyse, neyse. Zamane gençlerinin seni nasıl uğraştırdığı beni ilgilendirmiyor. Biz işimize bakalım. Ne anlatacaksan anlat, sonra da beni yalnız bırak. Kedimi korkutuyorsun.” Fısıltı bir kez daha, bu kez hafif bir öfke tınısıyla yankılandı odanın içinde. İçeriyi aydınlatan tek ampul hafifçe titreşerek söndü. Fıkır bunun üstüne mutfağa açılan diğer kapıya doğru tam gaz koşturarak gözden kayboldu. “Geçen sefer anlattıklarını aynen yazmadığımı ben de biliyorum,” diye itiraz etti uzun boylu adam, gölgelere hitaben. “Ama… nasıl desem? Tuhaf ötesi bir dokunuşa, biraz gizeme ihtiyacı vardı. Bence son hâli çok daha güzel oldu. Her neyse…” Masasının başına oturup kâğıt kalem aldı, ardından sadece yazarken kullandığı gözlüğünü burnunun üstüne oturttu. “Hadi şu işi çabucak bitirelim. Daha Nazarzede Kliniği’nden gelecek ziyaretçilerim var.” Böylece gölgede gizlenen fısıldamaya, uzun boylu adamsa söylediklerini yazıya dökmeye başladı. Yapacağı değişiklikleri daha şimdiden not almaya başlamıştı bile. “Stephen King hiç kuşkusuz dünyamızın mavi gezegenimizin en tanınmış öykücüsü. Sinematografik anlatımı ve psikopatça psikotekinsiz kurgusuyla…
147
İllüstrasyon: Anıl ŞAHAL İstanbul, 23:45 Uzun boylu bir adam daha… Bu seferki gözlüğünü sadece yazarken değil, her zaman takanlardan. Geniş omuzlu, sakin yüzlü biri… Başında saç namına pek bir şey yok belki ama bu hâli sadece daha da karizmatik görünmesine neden oluyor. O sırada en sevdiği iki şeyle aynı anda meşgul olmanın tadını çıkarıyor: bir bardak demli çay ve karısının tatlı sohbeti. Evlerinin oturma odasında, keyifli bir muhabbetin ortasındalar; konu her zamanki gibi kitap. Adam arada bir lafı bir başka aşkı çizgi romana getirmekten de geri kalmıyor hani… Tam yeri denk geliyor, bir espri patlatıyor adam. İçten bir kahkaha atıyor karısı, işte bu, var mı bundan daha büyük mutluluk? Adam da onunla birlikte gülüyor, hayatının demine şükrederek. Derken bir fısıltı çalınıyor kulaklarına. Donuveriyor adamın yüzündeki gülümseme, donuklaşıyor bir anda gözleri. Eşinin ruh hâlindeki bu ani değişimi fark eden kadını hafif bir endişe alıyor önce, sonra duraksıyor, gözleri duvar takvimine kayıyor ve anlıyor. Her ay yaşanan o malum vakit gelmişti. Adam ince belli bardağını masaya bırakıp özür dilercesine eşinin gözlerine bakıyor. Sadece
148
anlayış buluyor karşısında. Başını minnetle sallıyor, ardından ışıkları kapalı olan çalışma odasına geçiyor.
İllüstrasyon
Bilgisayarının faresini şöyle bir sallayarak ekranı hayata döndürüyor. Mail kutusu yazarlardan gelen yazılarla dolu. Hepsi bugün tarihli… Zaten gölgede gizlenen ne zaman ziyaretine gelse hep böyle oluyor, her şey hazır, her şey yazılı. Tek bir şey hariç… Sadece ekrandan yansıyan ışıkla aydınlanan odada daha kuvvetli duyuluyor gölgelerin arasındaki şeyin fısıltısı. Vakit tamam. Yazılar hazır. Sıra sende. Adam anladığını belirtircesine kafa sallıyor. Alışmıştı ne de olsa artık. Yıllardır, neredeyse 99 sayıdır, her ayın son gecesi yaşıyordu bu durumu. Mail kutusunu aşağı indirdi, boş bir Word sayfası açtı ve Editörden köşesini yazmaya koyuldu, Gölge’nin fısıltısı kulaklarında… “Hadi oturun gözlerinizi kapatın…
rahat
koltuklarınıza
ve
Not: Sevgili Ahmet Yüksel ağabeyime içeriden çaktırmadan bilgi sızdırdığı ve hikâyede yer alan gölgeperverlerin ilk cümlelerini bana aktararak öykümün en can alıcı noktasını tamamlamama yardım ettiği için sonsuz teşekkürlerimle.
149
Sadık YEMNİ
Roman İnceleme
Son Yarım Yüzyılın En Tanınmış Öykücüsü Stephen King’in Hayal Gücünün 100 GÖLGEsi Stephen King hiç kuşkusuz mavi gezegenimizin en tanınmış öykücüsü. Sinematografik anlatımı ve psiko-tekinsiz kurgusuyla okurlarının gönlünde taht kurmuştur. Altmışın üzerinde kitabı var. Bu öykülerden filme çekilenlerin sayısı, kısa filmler de eklendiğinde 100’ü aşmakta. Stephen King hayal kulelerimizin ve korku bodrumlarımızın dekore edilmesinde katkısı olmuş nadir yazarlardan biridir. Son yarım yüzyılda bu miktarda eser vermiş harika bir anlatıcıyı Gölge dergisi’nin 100. Sayısında kısaca anlatacağım. Anlatım esnasında benim paralel bir varlığım kaçınılmaz olarak beliriyor. İki nedenle. Birincisi;hayal gücümüzü beslediğimiz kaynaklar pek benzeşiyor. İkincisi ise; bana zaman zaman ‘Türkiye’nin Stephen King’i’ denmesidir. Ciddi eleştirmenler ve tutkulu okurlarım bu benzetmeye kesinlikle karşı çıkarlar. Ben de şahsen kendimi ülkemizin King’i olarak görmem. Üretkenliğimiz ve zaman zaman ele aldığımız konular benzeşebilir, ama bu daha bir çok yazar için de aynen geçerlidir. ‘Güneşin altında yeni bir şey yoktur ‘sözü çok eskidir, ama hâlâ aşılamamıştır.
150
Yazar Yetiştiren Kitaplar Stephen altı yaşındayken Stratford – Connecticut’a taşındılar. Orada dört yıl yaşadılar. King bu yıllardan söz ederken Robert Louis Stevenson’un Define Adası -Treasure Island ve Dr Jekyll ve Mr Hyde – Strange Case of Dr Jekyll and Mr Hyde kitaplarından söz eder. Dr Jekyll’ın serüveni en beğendiğiydi. Annesi bu kitabı onlara okuyordu. Ruth King polisiye romanlar okumayı severdi. Agatha Christie ve Erle Stanley Gardner okuruydu. Çocuklar annelerine yaş günlerinde Perry Mason kitapları hediye ederlerdi. Dr Jekyll ve Mr Hyde’ı, Stevenson 1886’da yayımladı. Bu kitap 1942’de Hamdi Varoğlu’nun Türkçe çevirisiyle İki Yüzlü Adam başlığıyla yayımlandı. Benim çocukluğumda bu kitap kütüphanemizde mevcuttu ve beni de çok derinden etkilemişti. Ayrıca benim annem de bir Agatha Christie ve Sherlock Holmes okuruydu. Bu yazarlarla tanışmak beni çocuk yaşta tümdengelim akıl yürütme yöntemiyle tanıştırmıştır. On iki yaşındayken abisi David King’le birlikte Dave’s Rag adlı bir dergi çıkardılar. El yapımı dergi siyah ve beyazdı. Teksir makinesiyle çoğaltılmaktaydı. 2,5 sente sattıkları dergide mizah, mektuplar, spor haberleri ve genel haberler yer almaktaydı. Edgar Allan Poe’da yazar üzerinde etkili olmuştu. Poe’nun Kuyu ve Sarkaç - The Pit and The Pendulum adlı öyküsünden Roger Corman’ın çektiği B klas filmden çok etkilenmişti. Beni de Poe’nun Altın Böcek adlı öyküsü etkilemiş ve gizli bir yazı tertip etmeme neden olmuştu. Hâlâ bazı notlarımı bu şifreli yazıyla tutarım. Yıllar geçer. King on bin kişilik öğrenci şehri olan Orono’daki Maine Üniversitesi’ne gider. Utangaçtır ve parlak bir öğrencidir. O sıralardaki en büyük korkusu yalnız kalmak, arkadaş edinememektir. O sıralarkda Çağdaş Amerikan Edebiyatı kursunda John Steinbeck ve William Faulkner okumalarına başlar. O sıralardaki en favori kitapların listesini Scholastic Scope dergisine şöyle bildirdi: Hepimiz Vampiriz - I am Legend – Richard Matheson, Sineklerin Tanrısı - Lord of the Flies –
William Golding, Koleksiyoncu - The Collector – John Fowles, Gazap Üzümleri - The Grape of Wrath – John Steinbeck , Adsız Sansız Bir Jude - Jude the Obscure – Thomas Hardy Ceset – Body Romanı ve 249 Kulüp King o yıllarda evinde 249 Club adlı bir oluşum yarattı. O sırada oturdukları evin numarasından esinlenmişti. Kulüp üyeleri burada iskambil oynuyor, mecmua okuyor ve öyküler anlatıyordu. Sonradan böyle bir kulüp büyük bir ağacın üzerinde kurulacak ve ünlü Ceset – Body adlı romanında önemli bir yer tutacaktı. Dört arkadaş ağaç üstündeki kulüplerinde iskambil oynarlar, öyküler anlatırlar. Bu kulüp onları bir arada tutan sihirli bir bağdır adeta. Hepsi de on iki yaşındadır. Bulundukları yerden 70 kilometre doğuda ıssız bir yerde ölmüş kalmış bir çocuğun cesedi bulunduğu haberini alınca, dört arkadaş bu cesedi görmeye giderler. Bu yolu yürüyerek aşarlar. Ormanda gecelerler. King’in otobiyografik romanında olağanüstü olaylar, gizemli yaratıklar yoktur. Buluğ öncesi hayal dünyasında yaşayan dört erkek çocuğun ölümü merak etmesinin öyküsüdür. Yazmak Denen Uzun Yürüyüş 1967’de Uzun Yürüyüş - The Long Walk’un kaba versiyonunu yazar. Bunu bir yayıncıya yollar. Reddedilir. Bir kenara saklar. 1969 baharında süper güçlü bir grip virüsünün yaptığı tahribatı konu ettiği Night Surf – Gece Sörfü adlı öyküsü gizemli öyküler basan Reaper’s Image dergisinde yer alır ve bundan 35 dolar kazanır. 1970 yılında Karanlıktaki Kılıç - Sword in the Darkness adlı 150 000 kelimelik bir roman bitirir. Yayıncılara yollar. Kimse talip olmaz. Yıllar sonra kendisi eseri hakkında şunu söyleyecektir. ‘Sarhoşken bile beğenemediğim bir metindi.’ Korku Romanı Satıyor 1971’de King Koşan Adam – The Running Man adlı eserini yazdı. Hasta çocuğuna ilaç alabilmek için ölümcül bir yarışmaya giren adamın öyküsünü sanki kendi de ölümcül bir yarışmadaymış gibi 72 saatte
151
yazdığı söyleniyor. Bu eseri de yayıncılar tarafından reddedildi. Bunlar olurken o yıllarda dünyaca ün kazanan ve filme çekilen üç roman yayımlandı. Üçü de korku janrındaydı. 1967 - 1971 - 1971 -
Ira Levin’in Rosemary’nin Bebeği – Rosemary’s Baby’si William Peter Blatty’nin Şeytan – The Exorcist’i Thomas Tryon’un Diğeri – The Other’ı
Bu kitaplar King’ün gelecekteki ününün tarlasını sürüyordu. 1973 ocağında King, Carrie adlı romanını Doubleday yayınevine, editör William Thompson’a yolladı. Thomson bu kitabı basmaya karar verdi. Carrie bir anda çok satan kitap oldu. Bunu 1974 Nisanında İkinci Geliş - Second Coming adıyla yazılan ve Salem’s Lot adıyla piyasaya çıkan ikinci kitap izledi. İkinci kitap ta iyi sattı. Ünü bütün dünyayı tutacak bir yazar doğmuştu.
Işıltı Her Şeydir! 1974 yazının sonunda Stephen King özel bir kitap yazmaya karar verdi. Bunun için bir lokasyon seçmek istedi. Yazdığı bütün kitapların konusu Maine’de geçiyordu. Biraz tebdili mekân eylemek iyi olacaktı. Yazarlık işi hobi olmaktan çıkmıştı. Kariyere dönüşüyordu.King yer seçme işini şöyle anlatıyor: ‘Karım ‘nereye gitmek istiyorsun?’ dedi ve sonra gözümü bir mendille bağladı. Rand Mc Nally’nin atlasında ABD’yi açtı ve ‘Elinle bir yeri işaretle’ dedi. İstediğini yaptım. Parmağımla hiç görmeden Colorado’yu, Boulder şehrine çok yakın bir yeri işaretledim.’ Ve hiç vakit kaybetmeden Boulder şehrinde South Forty-second sokağı 330 numarada. 30 Ekim 1974’te Estes parkına yakın Stanley otelinde kalırlar. Colorado o aylarda yaklaşan kışın da etkisiyle kurtların uluduğu tekinsiz bir eyalettir. Otele giden yolda şöyle bir tabela vardır. ’15 Ekimden itibaren yollar muhtemelen kapalı olacaktır’ Karı koca 217 numaralı odada kalırlar. Balo odasında müzik yoktur. Sezon sonudur. Otel kapanışa hazırlanıyordur. Akşam yemeğinden sonra Tabitha King yatmak için odalarına çekilir. Stephen King bara gider. Ona Grady adlı bir barmen hizmet 152
eder. Öyküde Delbert Grady eski bakıcıdır. Yıllar önce bu otelde kışın bakıcılık yaparken karısı ve ikiz kızlarını balta ile doğrayarak öldürmüştür. Sona doğru olaylar çığrından çıkmaya başlarken balo salonu dirilir. Müzik, dans eden çiftler ve şampanyalar belirir. Öyküde ve filmde Grady(Philip Stone) garson rolünde Jack Torrance (Jack Nickolson) ile ilişkiye geçer ve ona oğlunu acilen öldürmesini telkin eder. Barda henüz kimsecikler yokken ve otel yeni yeni uyanıyorken ona Lloyd(Joe Turkel) adlı bir hayalet barmen hizmet verecektir. Bu iki sahneyi youtube’de kolaylıkla bulabilirsiniz. İnanılmaz derecede etkileyicidir. King odasına gitmek için bomboş uzun koridorlardan psişik güçleri, bir ses yükselticisi gibi etki yapan küçük bir çocuğu hayal etti. ‘Otelin mazisinde yaşanmış kötücül olaylar ardında iz bırakmış olsa ve çocuğun psişik gücü bu izleri canlandırsa. Şu odada bir ceset bulunsa mesela. Çocuğun babası tövbe etmiş bir alkolik olsun. Otel onu ele geçirip anne ve çocuğu elimine etmeye çalışsa.’ King gece odasına yatmaya giderken öykü doğmuştu. King kitabı Parıltı - The Shine adıyla yazar ve yayıncıya yollar. Yayıncı The Shine için pek heyecanlı değildir. Robert Marasco’nun Gazap Tohumu - Burnt Offerings adlı kitabı 1973’te yayımlanmış ve 1976’da filme çekilmiş ve baş rolleri Karen Black, Oliver Reed, Bette Davis oynamıştır. Marasco’nun öyküsünde anne, baba, oğul ve teyze kendi plajı olan bir ev kiralarlar. Bu harika ev tekinsizdir. Onları hoş ve keyifli bir yaz yerine büyük bir felaket beklemektedir. Yayıncıyi isteksizleştiren öyküdeki bu benzerliktir. Ayrıca Carrie’de telekinetik kız, Salem’s Lot’ta Vampirler ve The Shine’da da Telepatik çocuk konusu işlenmektedir. Kitabın yayımlanması için beklerken King dünya nüfusunu sonlandıran laboratuvar yapımı olan, Captain Trips adlı bir virüsün yıkımı ve sonrasını konu olan Stand adlı romanını yazdı. Bu yazım iki yılını aldı ve tam 1200 sayfa hacmindeydi. Bu arada Carrie romanı 1975’te 1,33 milyon adet sattı. 1976’da Brian De Palma Carrie’yi filme çekmeye karar verdi. Telekinetik kız rolünü Sissy Spacek adlı tanınmamış bir genç oyuncuya verdi. Filmde çok genç John Travolta ve Nancy Allen da vardı. Sissy Spacek ve bu ikisi birkaç yıl içinde çok ünlendiler. Carrie filmi hepsine uğurlu gelecekti.
1977 yılında 3. Kitap The Shining adıyla çıktı. Çok satanlar listesinde birinci oldu. Ünlü yönetmen Stanley Kubrick öyküyü 1979’da filme çekti. Jack Nickolson ve Shelley Duval’in baş rolleri oynadığı film de ayrıca bir olay oldu. Hâlâ bir çok kimse için gelmiş geçmiş en iyi korku filmidir. Türkiye’de bu film Cinnet başlığıyla Türkçeleştirildi. Cinnet başlığı iki yönden hatalıydı. Birincisi içeride birinin delireceğini önceden anonslayarak sürprizin içine ediyordu. İkincisi ana konu birinin delirmesi değil parıltı denen bir tür enerjinin otelin içinde barındığı geçmişte yaşanmış kötülüğün izlerini tekrar canlandırmasıydı. Bu filme o sırada yapılan en büyük eleştirilerden birisi bu minvaldeydi. Kitabın Türkçe çevirisindeki Medyum başlığı göreceli olarak daha uygundu. Baş rol oyuncusu Jack Nickolson, 1975 yılında Milos Forman’ın ünlü filmi Guguk Kuşu - One Flew Over The Cuckoo’s Nest filmindeki rolüyle oskar almıştı. Tutuklu olarak bulunduğu tımarhanede deli numarası yapan birini canlandırıyordu. Tımarhane üzerinden sistem eleştirisi yapan film hâlâ akıllardaydı. Televizyonda gösteriliyordu. The Shining fiminin başında Jack Torrancence’nin Overlook otelinin personel müdürünün, ‘Buradaki yalnızlığı nasıl doldurmayı düşünüyorsunuz?’ sorusuna ‘yazacak şeylerim var’ diyor ve Guguk kuşu’ndan hâlâ hatırladığımız o ünlü delilik ışıyan gülümsemesini patlatıyordu. Film ‘Bu sahne çok tüyo vericiydi’ şeklinde kritize edilmişti. Meraklısı için NOT: Bir subliminal film yönetmeni olan Kubrick’in The Shining filmiyle ilgili 5 komplo teorisi mevcut. Bu filmle ilgili olarak ayrıca okurlar youtube’dan Rob Ager’in bu filmle ilgili psikolojik ve sembolik çözümlemelerine kolaylıkla ulaşabilir. Doktor Uyku – Yıllar sonra bir ışıltı denemesi. Stephen King sonradan bu filmden pek memnun olmadığını defalarca belirtti. 2013’te yayımladığı The Shining filmindeki çocuk kahramanın yetişkin halini anlatan Doktor Uyku – Doctor Sleep kitabı vesilesiyle verdiği söyleş de The Shining filminin bu kadar beğenilmesine şaştığını bir kez daha belirtti. Bence filmde öyküdeki küçük ama önemli bir ayrıntının olmaması bir eksiklikti. Jack
Torrance zengin bir arkadaşıyla gezerlerken ısız bir yerde arabalarıyla bisikletli bir çocuğa çarpıyorlardı. Çocuğu bulamıyorlar, ama yamulmuş bisikletini görüyorlardı. Bu oteldeki iş ayyaşlık nedeniyle kredisi sıfır olan Bay Torrance’e sus payı olarak verilmişti. Yıllar sonra The Shining’i altı bölümlük mini dizi halini de izleyecektim. Yine de Kubrick sahnelerini yeğleyecektim. Usta bir yönetmen, usta bir yazarın öyküsüne kendi üslubuyla nefes üfleyip filmleştirmişti. Filmleşemeyen Kitaplar Stephen King’in ilk basılan romanı Carrie’dir (1974), ama ünlü yazarın kaleme aldığı ilk derli toplu romanı Uzun Yürüyüş - The Long Walk’tur. Kaba versiyonu bildiğiniz gibi 1967’de yazılmıştır. Azrail Koşuyor - The Running Man 1971 mahsulüdür. Yetmiş iki saatte yazıldığı şeklinde bir söylenti mevcuttur. Hiddet – Rage adlı romanı da basımından çok önce yazılmış ve bahsini ettiğim diğer iki kitap gibi basımı reddedilmiştir. Yazar bildiğiniz gibi bu kitapları Richard Bachman müstear adıyla bastırdı. 1977 - Rage - Hiddet 1979 - The Long Walk – Uzun Yürüyüş 1982 - The Running Man – Azrail Koşuyor Biraz bu kitapların konularını hatırlayalım ve sonra bu konuyu neden açtığımı belirterek noktayı koyalım. Hiddet (Rage) romanında 17 yaşındaki Charlie Decker, ebeveynleriyle sorunları olan bir gençtir. Decker, bunalım geçirdiği bir gün iki öğretmenini öldürür ve sınıfta çocukları rehin alır. Daha sonra rehin alınan çocuklar ve Charlie, birbirlerine hayatta kendilerini rahatsız eden şeyleri söyleyerek bir tür terapi yapar. Öğrenciler dürüstlükle en mahrem sırlarını arkadaşlarıyla paylaşır. Bu arada dışarıda kuşatma ve Decker’le uzlaşma çabaları sürmektedir. Altmışların mirasçısı olan yetmişlerin çocuğu Decker’a empati duymamak, hiddetinin önemli bir kısmına kapılmamak imkânsızdır. Çok özgün bir yapıttır. Benzeri çok az olan etkileyici bir öyküdür. Uzun Yürüyüş (The Long Walk) Her yıl 100 delikanlının katıldığı uzun bir yürüyüştür. Uyumadan ve durmadan bir kişi kalana kadar devam eden bir ölüm maratonudur. Bu yürüyüşte kuralları
153
ihlal edenler ve yavaşlayanlar üç ihtardan sonra konvoyu takip eden askerler tarafından vurulurlar. Sadece en sona kalabilen kişi ödülü alabilecektir. Kitaptaki deyimle hantal devlet mekanizması buna göz yumuyor, organize ediyor, halk da izliyor ve alkışlayarak gençleri özendiriyor. Üstelik katılımcılar arasında kendi çocukları da var. Dahası muhtemel birinci üzerine ülke çapında 2 milyar dolarlık bahis dönmektedir. Öykü en sona kalarak Azrail’le kurşun yemeden tanışan Garraty adlı genç katılımcı merkezli anlatılıyor. Harika bir teknikle yazılmıştır ve S. King’in en orijinal öykülerinden biridir. NOT: Koushun Takami’nin 1999’da yayımladığı, 2000’de Kinji Fukasku tarafından filme çekilen Battle Royale’ın 20 yıl önceki nüshasıdır Garraty’nin öyküsü. 1969 doğumlu Takami’nin The Long Walk adlı öyküyü okumamış olabileceğini hiç sanmıyorum. Bu çok güçlü ve özgün distopik öykünün ABD’de filme çekilmemiş olması da Japonlar için büyük bir şans olmuştur. Battle Royale, Uzun yürüyüş’ün 20 yıl sonraki bir versiyonu gibidir. Mekân ABD’den (Maine) Japonya’ya taşınmıştır. Öykünün vurucu gücü hafiflemiştir. Çünkü her şey izole edilmiş bir adada olup bitmektedir ve katılım hür iradeyle yapılmamaktadır. Azrail Koşuyor’da (The Running Man) diğer kitaplara oranla en ağır distopik ortamı ve sömürüye karşı koyuşun en şiddetli halini buluruz. Yıl 2023. Ben Richards işsiz, fakir, devlet ianesiyle geçinen bir gençtir. Evlidir. On sekiz aylık kızı gripten hastadır. Ona ilaç alacak paraları bile yoktur. Yağlı pizza dilimleri ve devletin dağıttığı yosun haplarıyla yaşamaktadırlar. Karısı bazen bu nedenle fahişelik yapmak zorunda kalmaktadır. Ülke çapında inanılmaz bir hava kirliliği vardır. Çok ucuza imal edilip satılabilecek burun filtreleri halkı kırıma uğratmak için ancak orta sınıfın edinebileceği fahiş bir fiyatla satılmaktadır. Ben Richards kitlesel işsizlik nedeniyle iş bulabilmekten ümidini kesmiştir. Karısına ve hasta kızına daha iyi bir gelecek kurabilmek için insanların öldükleri, sakat kaldıkları televizyon 154
programlarından birinde yer almak için başvurur. Ölmek ya da ağır yaralanmak karşılığında para kazanmak da sanıldığı kadar kolay değildir. Richards bir sürü testten geçer. İçinde bulunduğu gruptaki insanların yüzde doksanı elenir. Fizik güç, zekâ, kurnazlık, refleks, mukavemet, inatçı ruh ölçümleri yapılır ve Ben Richards biraz da geçmişindeki anarşik çıkış kayıtları nedeniyle de The Running Man programı için seçilir. Program yönetmeni Dan Killian, Richards’ı bürosuna çağırır. Bu özel katılımcıyı tanımak istemektedir. Ona altı yıldır süren programda şimdiye kadar hiç kimsenin sağ çıkmadığını anlatır. Bundan sonra da sağ çıkacağı sanılmamaktadır. 30 gün dayanabilirse varisleri en büyük ikramiyeyi alacaktır. Richards bir yerde elinde para bırakılacak ve sonrasında deneyimli avcılar peşine düşecektir. Bulununca iptal edilecektir haliyle. Richards’ın koşusu beklenmedik gelişimlere gebedir. Kendine halktan yardımcılar bulur. Peşindeki avcıların bir kısmını öldürerek seyircilerde karmaşık duygular uyandırır. Sonra orta sınıftan bir kadını rehin alır. Onu kullanarak kendine bir uçak tahsis ettirir. Ve sonra Bedava V televizyon şirketinin tek kule şeklindeki binasına tam da Killian’la göz göze gelebilecek şekilde vurarak programı sona erdirir. İlginçtir! Müstear adla basılan bu 3 kitap da filme çekilmemiştir. Şimdi The Running Man filmi 1987 yılında vizyona girdi diyeceksiniz. Filmi ve kitabı bilenler bana hak verecekler. Sadece filmin başlığı ve baş karakterin ismi öyküdekine benziyor. The Running Man beyaz perdeye aktarıldığında kitabı okuyanları şiddetli bir hayal kırıklığı beklemekteydi. 1.85 boyunda ve 75 kilogram olan verem hastası adayı Ben Richards’ı, 1.88 boyunda ve 115 kilo olan Arnold Schwarzenegger’in oynaması bile öykünün yeni hali üzerine fikir vermek için tek başına yeterlidir. Ağır distopik ortam, hava kirliliği, kitlesel fakirlik, inanılmaz gerçekçi totalitarian rejim tasvirleri yok olmuştur. Esas öyküden geri kalan trajikomik bir karikatürden başka bir şey değildir. Uzun Yürüyüş - The Long Walk. - Koşan Adam - The Running Man ve Hiddet – Rage ve hatta aynı çizgiden olan Ateş Yolu – Roadwork kitapları okuyanların beyninde TÖHAF yoluyla film oluyor. Neyse ki, böyle bir imkân mevcut.
NOT: TÖHAF için lütfen Google’dan ‘Sadık Yemni Sözlüğü’ne bakınız. Çözücü (2003) – Kubbe Altında (2011) Son sözü baştan söylemeli. Stephen King’in Kubbe’nin Altında – Under The Dome adlı 1024 sayfalı kitabını okuyunca ünlü yazarın yıllar önce yayımladığım Çözücü adlı eserimi okuyup çok etkilendiğini düşündüm. Fantezi bu haliyle, ama bana çok hoş bir duygu verdi. Stephen King, ünlü Bilimkurgu ve Fantezi serisi olan The Outerlimits’i çok beğendiğini söylemişti bir söyleşisinde. Ben de 7 sezonluk diziyi defalarca izlemişimdir. Bu dizinin bölümlerinden birinde bir kentin nezih bir mahallesi birden etrafı geçilemez bir sınırla çevrilir. Bütün komünikasyon araçları devre dışı kalmıştır. Mahalleli ne olduğunu araştırırken aslında uzaylılar tarafından dünya denen gezegenden incelenmek üzere koparılıp alınmış bir numune olduklarını ve ışık yılları uzakta başka bir dünyaya ait bir laboratuvarda bulunduklarını bulgularlar. Nefes alabilmeleri için bir miktar gökyüzü de ambalaja dahil edilmiştir. Episodun adı: Feasibility Study – Fizibilite Çalışması. Yayın tarihi: 11 temmuz 1997. Ne diyorsunuz? Bu kadarı bile bir ilham fişeği ateşlemeye yeter. Sonra da her zeka kendi hayal tarlasını sürer. Biraz Çözücü’yü hatırlayalım: Bazıları yabancı turist olan 26 kişi İstanbul-Pera’da bir sabah uyandıklarını kendilerini yapayalnız bulurlar. Diğer herkes yokolmuştur. Üstlerinde şeffaf ve aşılamaz bir kubbe vardır. Dışarıya çıkılamamakta ve hiçbir şey içeriye girememektedir. Bu 26 kişi hayatta kalmaya gayret ederlerken olan biteni de kavramaya çalışırlar. Diğer insanlara ne olmuştur? Bu kubbeyi kim koymuştur üstlerine? Hangi cins bir teknoloji eseridir? Dış dünyayla ilişkileri sıfırlanmıştır. Televizyon, radyo, internet, telsiz yayınları kesiktir. Aralarında acımasız kimseler vardır. Bunlar maddi kazanç ve intikam saikiyle cinayet işlemeye hazırlanmaktadır. Ve bu arada zaman gittikçe azalmaktadır. Çok ilginç değil mi? Daha da ilginci bu iki kitap hakkında yazanların ortak çizgilere epeyce fazla temas etmeleri. Bunlardan biri çok karakterin mevcudiyeti meselesi. Kubbe Altında romanının temel özelliğinden biri baskın bir başkaraktere sahip
olmaması. Bir kasaba dolusu karaktere yer ayırmak nedeniyle bu mümkün değildir. Bol ismin geçmesi nedeniyle eskiden Agatha Christie romanlarının giriş bölümünde olduğu gibi bir karakter listesi de sunuluyor. Bütün çok karakterli romanlarda olduğu gibi, bunlardan biri Ruhlar Evi – Needfull Things’ti örneğin; bir olayın farklı kişilerde yarattığı sonuçlar eşzamanlı bölümlerle anlatılıyor. Dönelim Çözücü’ye: Kitabın içinde benim de bir karakter listem var. Kendi elyazımla üstelik. Ve dahası; final bir aşağı bir yukarı ikimizin kitabında da aynı. Okuyanlar şaşıracaklar. Bana zaman zaman Türkiye’nin Stephen King’i diyenler çıkar. Under The Dome’den sonra bunu daha sık duyacağım sanırım. Çözücü adlı romanımı üstelik yeni bir finalle 2013 yılında Nar Kitap yayınları yeniden bastı. Karşılaştırmalı okuma sevenleri özellikle ilgilendirecektir. Son Kitap - Finders Keepers Stephen King üzerine kısa yazım burada son buluyor. Gölge’nin 100. Sayısı için uyarlanmış bir metindir. Başlangıçtan bu yana yayımladığı önemli kitapların çoğuna değinilmiştir. Kara Kule dizisi yok. O ayrı ve upuzun bir denemeyi hak ediyor. Bir fi tarihinde artık inşallah. Şu anda elimde King’in Finders Keepers – Kim Bulduysa Onundur. Yeni başladım okumaya. Bay Mersedes romanınin devamıymış. Hele satırları bir arşınlayalım bakalım. Sadık Yemni’den 10 Stephen King kitabı 1 - Medyum - The Shining 2 – Ceset – The Body 3 - Uzun Yürüyüş - The Long Walk 4 - Hiddet – Rage 5 - Mahşer – Stand 6 - Kara Kule Serisi- The Dark Tower 7- Sadist – Misery 8 – Şeffaf - The Tommyknockers 9- Düş Kapanı – Dream Catcher 10- 11/22/1963 155
Burak BAYÜLGEN
Wagner İncelemesi
Laurenz Lütteken RICHARD WAGNER’İN ZÜRİH YILLARI
(RCA tarafından yayınlanmış Wagner in Switzerland CD’sinin geniş kapsamlı kitapçığından çeviri) Wagner ve Devrim Richard Wagner Zürih’te 1849’dan 1858’e kadar, Bayreuth dışında -hatta Bayreuth’ta bile ufak bir farkla- kaldığı diğer tüm yerlerden daha uzun bir süre kaldı. Bu dönem hayatının en üretken dönemiydi. Bestekar buraya bir mülteci olarak gelmiş, ağzını her daim açık bırakan yücelik ve ciddiyet karşısında Dresden’in 1849 Mayıs Ayaklanması’nda politik bir rol alarak şevke gelmişti. Wagner önceleri bunun onun için doğuracağı tehlikeli sonuçları görmezden gelmiş, ilk olarak Weimar’da Franz Liszt’e sığınmış, hakkında tutuklama emri çıkınca da durumun ciddiyetini ayaklananların oldukça katı yargılanmalarından dolayı kavraması gerekmişti. Mesela, arkadaşı ve yoldaşı August Röckel (18141876) idama mahkum edilmiş, bağışlandığında bile 13 yılını esaret altında geçirmişti. Wagner sahte evraklarla Zürih yoluyla Paris’e geçmiş ama orada da durumu idrak edememiş, bu yüzden 1849 yılının Temmuz ayında henüz otuz altı yaşına bile basmadan bir çöküşün eşiğinde Zürih’e geri dönmüştü. Wagner tüm kurumsal bağlarını yitirmiş ve Dresden’daki yükselişini - Rienzi’nin (1842) muhteşem zaferi sağ olsun, bestecinin tüm yaşamı boyunca en çok sahnelenen eseri olmuştu- hiçbir umut kırıntısı barındırmayan bir çöküş izlemişti. Bundan sonra Wagner’in hayatını bir dizi ateşli başlangıçlar, koşulsuz taahhütler, Wurzburg, Magdeburg, Könisberg, Riga ve tabi ki de Dresden gibi hızlı ayrılıklar izledi. Tüm kurumsal bağların 156
çalkalanıyordu. Zürih halkına zıt bir şekilde küçük kasaba başarılı bir devrimi müjdeleyen mültecilerle kaynıyordu ve görünen o ki Wagner de bu olaya baş koymuştu. Ve buradan kendi varoluşunun merkezi yeşerdi: Almanya’daki başarısız devrimlerin ardından sanatçı nihayet gelecek siparişlerin heyecanını, o toplumun küllerinden yeniden doğacağı ve hatta uğruna savaşacağı kentte yaşamanın ayrıcalığını tadacaktı. Elbette bu, kurumsal dayanağı olmayan bir bestecinin varoluşuna destek oldu.
yitirilişiyle beraber sadece Zürih’te ilk ve tek olmak üzere huzur buldu ve beklenmedik bir azim su yüzüne çıktı. 1850’lerin Zürih’i her ne kadar yasal bir güvence vaat etmese de filizlenmekte olan bir liberalizmle
Zürih’in Müzikal Yaşamı: Genel Müzik Topluluğu Dresden’in aksine Zürih’in bir başkent ayrıcalığı yoktu, yine de kentli burjuvanın sponsorluğunda organize olmuş bir müzikal yaşamı vardı. İki kuruma odaklanılmıştı: Untere Zaune’daki 1834’te açılan ve 1890’da yanan Karmelit Tarikatı bünyesindeki the Aktientheater ve Allgemeine Musik-Gesellschaft (Genel Müzik Topluluğu, AMG). Bu kentsel müzik topluluğu 1812’de kurulmuş ve 2012’de iki yüzüncü yılını kutlamıştı. Yine 1812’de kurulan Viyana’nın Gesellschaft der Musikfreunde’si gibi bir kentsel müzik derneği olan bu kurum şehrin müzikal yaşamını başlangıçta müşterek olarak doğan ve onursal üyesi olarak kabul edilen Tonhalle Society kurulana kadar şekillendirip sürdürdü. Wagner kalıcı tüm kurumsal bağlarını yitirmiş olsa da, AMG ona Zürih yıllarında 1853’te
‘’halkla arabulucum’’ olarak not ettiği kendi müzikal sahnesini mutlak ölçülerde sundu. AMG’nin en büyük konser alanı 1806’da Aktientheater’ın yanına inşa edilmiş olan -şimdilerde kulisi ve merdivenleri orijinal yapıya dayanan YargıtayCasino’daydı. Wagner burada bir orkestra şefi olarak yeniliklere kucak açan performanslarda sahne aldı ve Mozart’ın Jupiter Senfonisi’ni de kapsayan Haydn’ın, Gluck’un, Rossini’nin, Spontini’nin ve Weber’in eserlerini; Beethoven’ın 3.’den 8.’ye kadar ki senfonilerini seslendirdi. (9. Senfoni ise ne yazık ki hayata geçirilemedi). Wagner tarafından kullanılan notaların bazıları bugün AMG’nin arşivlerinde saklanmaktadır. Wagner Don Giovanni, Sihirli Flüt, Dame blanche, Norma, Freischütz, Fidelio ve 1852’de kendi operası olan Uçan Hollandalı’yı seslendirdiği the Aktientheater’da bir kürsü sahibi oldu. Hatta genç müzisyen Hans von Bülow’un ilk şeflik performansı için adaptasyonlar bile yaptı. Beethoven Senfonilerinden oldukça etkilenmiş olan AMG ve Zürih -tıpkı 1851’de olduğu gibi- Wagner’in performansları için o kadar heveslilerdi ki, onu artık bir onursal üye olarak kabul etmişlerdi. Wagner’in Zürih’teki Eserleri Wagner kendini henüz 1833’te kurulmuş akademinin entelektüel çevresine etki eden diğer göçmenlerden uzak tutmuştu ama Zürih sosyetesinden; özellikle Şansölye Johann Jakob 157
İllüstrasyon: Akın ALTINYILDIZ
İllüstrasyon
Sulzer’in (1821-1897) aracılığı sayesinde epey bir destek görüyordu. Öte yandan bir iş adamı olan güçlü bir patron; Otto Wesendonck (18151896) vardı. Sonuçta, Wesendonck Wagner’in yüksek ihtiraslarının farkına varmasını sağlamıştı ki eşi Mathilde (1828-1902) Wagner’in ilham perisi oluvermişti. Richard Wagner’in Zürih’teki soyutlanmışlığı onu yeni bir idraka; estetik yapıtların 19.yy’ın en büyük riski olduğu gerçeğine sevk etti. Artık şeyleri kendi kendilerine değil, mümkün olduğunca sistematik bir şekilde düzenlemeye karar verip, sanatı programlı bir şekilde yeniden sınıflandırdığı üç adet estetik deneme yazdı: Sanat ve Devrim (1849), Geleceğin Sanatı (1850) ve Opera ve Dram (1851). Bu metinlerdeki sanatçı modelinin ilahi düzenlenişi; sadece antik, isevi, trajedik ya da sıradışı yönden değil, aynı zamanda eserin ve koşullarının barışıklığı yönünden de metinleri yüce bir taahhüt olarak sunuyordu. Wagner’e göre yalnızca günün sanatçısı kargaşalar arasında yok olmaya mahkum bir toplum desteğiyle geleceğin devrimci değişimlerinin ayrıcalığını tadabilirdi. Belki de bu yüzden bir “iş kazası” olarak nitelendirilebilecek, aradan çıkarılmış ve anonim halde yayınlanmış dördüncü bir metin olan Müzikte Yahudilik, Geleceğin Sanatı ile Opera ve Dram arasına eklenmişti. Yine de bu basitçe bir anti-Semitist tartışma değildi. Sol Hegelci Wagner hayatı boyunca ateşli bir anti158
159
Öykü: Işın Beril TETİK
Öykü
ITADAKIMASU Baki Tatbilir, İstanbul'un sonradan görme ünlü gurmelerinden biriydi. Sonradan “gurme” nasıl olur diye soracak olursanız, aslında onun hikayesinin öyle mucizevi bir yanı da yoktu hani. Biraz şans, biraz da kişiliğinin günümüzün çarpık değerlerine cuk oturması yüzünden bulmuştu bu ünü. Orta halli bir ailenin liseyi ite kaka okumuş tek oğluydu Baki. Üniversite çağına geldiğinde sosyal olarak oldukça aktif olan serseri ruhlu oğulların şans eseri üniversite giriş imtihanını kazanmasıyla aile, ellerinde kalan yatırımları ve birikimleri birleştirip onu özel bir üniversitenin o günlerde çok popüler olan radyo televizyon bölümüne yazdırıvermişlerdi. Baki, yedi sene sürmüş olsa da okulu bitirmeyi başarmış ve epey canlı olan sosyal çevresini de kullanarak, orta karar bir kanala kapağı atıvermişti. Kaypak, ağzı kalabalık, yağcı ve damara göre şerbet vermesini iyi bilen biri için, sektörün çirkefliği ile bilinen ve şişirme haber yapması ile ünlü bir kanalında hızla yükselmesi şaşırtıcı değildi elbette. Baki dedikoduyu sevdiği için sosyal âlemin prensi olması ve hayatını artık magazin sosyetesi içinde sürdürmesi kaçınılmazdı. Tabi her modern peri masalı gibi bunun da sonu gelecekti. Baki'nin parıltılı hayatı, kanalın el değiştirmesi ile bir anda sona ermişti. Artık, istenmeyen ama iadesi de mümkün olmayan bir mal gibi, o bölüm senin bu bölüm benim, kanal içinde oradan oraya atılıp duruyordu. Sosyetedeki forsunu da kaybetmişti. Gözden düşmüş, çevresi tarafından neredeyse tamamen dışlanmıştı. Baki en nihayetinde kendini kanalın ölü bölgesi olan yeme /içme köşesinde bulduğunda dibe vurmak üzere olduğunu anlamıştı. Baki başına gelenlere inanamıyordu. Bir süre köşesinde somurttu ama bu, zaman geçtikçe deli bir öfkeye dönüştü. Ona yapılanları haksızlık olarak görüyordu. Hıncını birilerinden çıkarmak için fırsat kolluyordu. Yeni köşesi ona bu fırsatı verecekti…
160
Baki’nin ilk kurbanı, uzun seneler sosyeteye hizmet etmiş, ünlü bir kebapçı olacaktı. Kebapçı hakkında yaptığı otuz dakikalık mekân tanıtan programında öyle verip veriştirmiş, hakaretlerini ve aşağılamalarını öyle güzel allayıp pullamıştı ki sosyete, Baki'yi bir anda hatırlayıvermiş ve onu "Gurme Prens" olarak tekrar baş tacı etmişti. Baki kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek bir tesadüfle oyuna geri dönmüştü. Gurme Prens Baki kısa sürede sektörün gözdesi olmuştu. Keskin dili, kendini beğenmişliği ve kimseye amenna etmemesi izleyicileri pisliğe üşüşen sinekler gibi çekiyor, programı reyting rekorları kırıyordu. Yemek konusundaki bariz cahilliği veya olur olmaz atıp tutması kimseyi ilgilendirmiyordu. O eğlenceliydi, izleniyordu, bu kadarı pek çoğu için yeterliydi. Artık tüm restoranlar, kafeler, barlar ve daha niceleri onun programında söyleyeceklerinden korkar olmuşlardı. Tam da bu yüzden, gittiği her yerde istemez onu hak etmediği bir şekilde ağırlanıyor, övülüp, pohpohlanıyordu. Öyle ki Baki bile kendisinin eşsiz bir gurme olduğuna inanmaya başlamıştı. Hatta soyadı yüzünden bu işin onun kaderi olduğuna neredeyse emindi. Aslında Baki bir tadım körüydü. Yani yemekten bir halt anladığı yoktu. Ama o herkesi, hatta kendini bile kandırmayı başarmıştı. Artık kimse onu alaşağı edemezdi… Günlerden bir gün, Baki'nin kulağına yeni açılmış bir restoranın ismi çalındı. "Itadakimasu" adlı bu restoran, İstanbul'un en nezih yerinde sosyeteye hizmet eden bir Japon restoranıydı. Bu mekan açıldığı günden itibaren orada yemek yemiş her gurmeden tam not almıştı. Özellikle başka hiçbir yerde benzeri olmayan bir yemek dillerden düşmüyordu. Bu eşsiz yemeğin adı da tıpkı restoranın adı gibi "Itadakimasu" idi. Baki’nin
duyduğuna göre içeriği gizliydi ve verilen tek bilgi, gıda mühendisliğinin dehası ile yaratılmış, özenle yetiştirilen yosun/ahtapot melezi bir malzemeden yapıldığıydı.
tabağı getirmezse adamı restoranın adını yerden yere vurup rezil etmekle tehdit etti. Eğer dalga geçmeyi bırakmazsa Baki, bir aya kalmadan batmalarını zevkle izleyecekti...
Baki elbette diğer gurmelerden geri kalacak değildi. Gurme Prens, yanında kameramanı, kasıla kasıla sade ama Japon tarzında dekore edilmiş, az sayıda rezervasyon alan lokantaya girdiğinde güler yüzle karşılandı. Yıllardır Istanbul'da yaşayan, ancak hala tek kelime Türkçe konuşamayan Japon yönetici Bay Takashi, onunla bizzat ilgilenmiş, onu kısa sürede en güzel köşeye oturtmuştu. Baki işaretlerle ne istediğini anlatmaya çalışırken, güler yüzlü Japon "Itadakimasu" denilen yemek hariç, menüdeki her lezzetten tadımlık tabaklarla masayı donatmıştı.
Anlaşılan Bay Takashi, konuşamasa da Türkçe anlıyordu. Zira adamın suratındaki taş gibi ifadeden, boynunda beliriveren damardan ve gözlerindeki sert ifadeden bu açıkça belli oluyordu. Adam sesini çıkarmadan saygıyla eğildi ve yanından ayrıldı. Beş dakika sonra elinde üstü kapalı, oval bir tabakla yanına geliyordu.
Baki önündeki çeşit çeşit mezeleri tadarken, Bay Takashi'ye sürekli Itadakimasu'yu soruyor, o ise gözleri iki çizgi misali, gülümseyerek elleriyle tabağı işaret ediyor ve "Itadakimasu" diyordu.
Baki önündeki tabakta olan yemeği daha önce yediği hiçbir şeye benzetemedi. Alttaki pilavdı, orası kesindi. Üstüne konan şeyi anlatabilecek tek tarif ise "yosundan ahtapota evrilmiş, dokungaçlı, sümük kaplı yeşil uzuvlar silsilesi" olabilirdi.
Baki'nin kafası karışmıştı. Karşısında onu her tabaktan bir lokma alması için yüreklendiren adam, anlaşılan menüde ne var ne yok her şeye "Itadakimasu" adını vermişti. İyi de esas tatmak için geldiği yemek neredeydi? Önündekilerden yemeyi bitirince, başında bekleyen ve Baki'nin hoşnutsuz surat ifadesi yüzünden hayal kırıklığına uğramış gibi duran adama işaretlerle o çok bahsedilen yemekten tatmayı istediğini anlatmaya çalıştı. "Itadakimasu" diye tekrar tekrar yemeğin adını söylerken Bay Takashi ısrarla anlamazdan geliyordu sanki. Kameramanı Baki’nin gittikçe yükselen öfkesini fark ederek kaydını sürdürüyor, bir yandan da yakında kopacak kıyameti engellemek için boşa bir çabayla onu sakinleştirmeye çalışıyordu. “Usta, sana yanlış bilgi vermiş olmasınlar? Onlarda İtadakimasu yemek öncesi şükran ifadesidir. Belki de o isimde bir yemekleri yoktur? ” Baki gözlerini döndürerek kameramanına baktı. “Japon mu kesildin başıma be adam? Var diyorum öyle bir yemek!” Baki kıpkırmızı olmuş suratı, çakmak çakmak gözleri Bay Takashi’ye dönerek hırsla "Itadakimasu!"diye bağırdı. Ardından eğer istediği
Kenarı Kanji yazılarla bezenmiş tabağı nazikçe masanın üzerine koydu, çınlatmadan kapağı açtı ve eliyle kibarca yemeği gösterip adeta büyük bir saygı ile ""Itadakimasu" dedi.
Baki, ağzına kadar yükselen safrayı geri yutarak, yiğitliğe bok sürdürmez bir tavırla bu inanılmaz derece iğrenç görünen şeyin ortasına saplanmış gibi duran iki yemek çubuğunu iş bilir bir eda ile çekip derin bir nefes aldı. O sırada kameramanını görerek hırsla sordu.
somurttuğunu
“Ne?” Kameraman elindeki çubukları işaret etti. “Adamı kızdırdık galiba, baksana çubukları nasıl koymuş yemeğe.” Baki anlamaz gözlerle bakarken kaşlarını kaldırdı. “Eeee?” “Yani, o çubuklar ancak cenaze sunularında öyle konur…” Kameramanın sesi hafifleyerek solarken, Baki alaycı bir tavırla gülümseyerek önündeki yemeği işaret etti. “Eh, bu da muhtemelen ölü zaten, ukala herif!” Baki tekrar önündeki tabağa baktı ve alaycı gülümsemesi soldu. Diğer gurmeler, bunun hayatta
161
bir kere yakalanan eşsiz bir tadım macerası olarak nitelendirmişlerdi. Ya onlar deliydi ya da Baki. Ama tabi Baki, zerre yemek zevki olmayan bir tadım körü olduğunu ele verecek değildi. Elinde beceriksizce tuttuğu çubuklarla uzanıp kıyılmış, bıngıldayan uzuvlardan birini üstündeki sümükleri titrete titrete aldı ve çabucak ağzına atıverdi. Bay Takashi onu dikkatle izlerken, Baki ağzındaki mide bulandırıcı uzvu çiğnemeye çalışıyor, aslında tam olarak, dişleri arasında zıplamaya çalışan lastiğimsi, leş kokulu, yapış yapış lokmayı ağzının içinde tutmak için ölümüne çaba sarf ediyordu. Daha fazla zapt edemeyeceğini hissettiğinde lokmayı garip, gürültülü bir yutkunma sesiyle boğazından aşağı gönderiverdi. Çaresiz gözlerle önünde duran geri kalan uzuvlara baktı. Takashi başında bekliyor, sessizce Baki'nin verdiği mücadeleyi takip ediyordu.
de delerek dışarı uğramış, kımıl kımıl, uzayıp kısalıyor, kimi ise derisinin altından baş vermek için uğraşıyordu.
Apartmanın önüne varınca yuvarlanır gibi taksiden inmiş, bir dakika içinde şimşek gibi eve dalmış ve banyoya kendini zor atmıştı. Öğürtülerinin tüm mahalleyi ayaklandırmasından korksa da öğürtüleri durmuyordu. Ancak ne kadar öğürürse öğürsün musibet şey de bir türlü çıkmıyordu. Karnından gelen şiddetli gurultular devam ederken, Baki tüm gece uğraşmış, bir türlü kusamamış ve en nihayetinde de yorgunluktan klozetin içine sarkar vaziyette uyuya kalmıştı.
Baki dehşet içinde, inleye inleye, ayağa kalktı. Vücudu, içinde milyonlarda kurtçuk fink atıyormuş gibi kaşınıyor, gıdıklanıyor, ağrıyordu. Uzuvlar nedense tanıdıktı... Baki zar zor üstüne bir şeyler geçirip hızla dışarı attı kendini. Hedefi belliydi, "Itadakimasu" ona bir şey yapmıştı ve bunun hesabını sorabileceği tek kişi vardı. Japon restoranına vardığında neredeyse gücünün sonuna gelmişti. Selamsız sabahsız içeri dalıp o sırada bir müşteri ile ilgilenen Bay Takashi'nin yakasına yapıştı. Bir yandan ağzında anlaşılmaz bir şeyler gevelerken sırtının derisini delip çıkan vantuzları hissediyor, acıyla yakasından yakaladığı Japonu sarsıp duruyordu.
"Eğer ana yemekten yersen sakın bitirmeden kalkma, aksi halde bunu büyük saygısızlık kabul ediyorlar."
Ertesi gün kendini üstünden kamyon geçmiş gibi hissetse de Baki saatinde işine gidip yapmacık bir neşe ile programının kaydını tamamladı. Programında, yediği eşsiz "Itadakimasu"'yu ballandıra ballandıra anlatırken renk vermemeye çalışıyor, restoranı yerlere göklere sığdıramaz ifadelerle överken, kayıt bittiğinde yaptığına kendi bile inanamıyordu.
Bir başka gurmenin Japon yemek âdeti hakkında sarf ettiği bu sözler Baki'nin kulağında yankılanmıştı. Çaresiz hepsini yiyecekti.
Ondan sonraki bir iki günü bir daha asla "Itadakimasu" adını anmamaya yemin ederek geçirdi. Karnı hala gurulduyordu...
Bay Takashi babacan bir tavırla ellerini tutup az ötedeki mutfağın kapısını gösterdi ve Baki'ye takip etmesini işaret ederek o tarafa yöneldi. Baki'nin takip etmekten başka şansı yoktu. Bunu ancak o düzeltebilirdi…
Acıklı gözlerle kameramanına baktı ancak o bile görüntüye dayanamamış ve başını duvardan yana çevirmişti.
Aradan üç gün geçmemişti ki Baki bir sabah karnındaki ağrı ile yatağından fırladı. Şişmişti göbeği, hem de nasıl şişmişti. Birkaç aylık hamile gibi dışa vurmuş, kızarmış ve hassaslaşmıştı. Banyodaki boy aynasına giderek pijamasını sıyırıp göbeğini incelerken göbeğinin içinde, üstündeki deriyi gerip esneterek, bir şey hareket eder gibi oldu. İstem dışı öğüren Baki, şaşkın şaşkın aynaya bakarken göbek deliği dışarı çıkmaya başladı.
Baki, Bay Takashi'nin elektronik kilide girdiği kodla açtığı kapıdan geçerek mutfağa girdiğinde kapı arkalarından gürültüyle kapandı. Bay Takashi hazırlık yapan şef ve yardımcılarının arasından sıyrılarak arkada bir bölmeye doğru ilerlediğinde Baki onu takip etti. Bay Takashi bir başka kapıyı gene kodla açıp Baki'nin geçmesi için kapıyı tuttu. Baki geçtikten sonra kendisi de içeri girdi ve kapı elektronik bir sinyal çıkararak kapandı.
Baki, çığlığı banyoda yankılanırken göbek deliğinden dışarı fırlayan sekiz on santimlik yeşil, vantuzlu uzantıya delirmiş gözlerle bakıyor, yaralı bir hayvan misali kesik kesik inlemelerin arasında büyülenmiş gibi uzantının akışkan hareketlerle dışarıya çıkma çabasını izliyordu.
Baki, on metreye on metre özel bir mutfağın ortasında, üç tezgâhta harıl harıl devam eden hazırlıklara dehşet dolu gözlerle baka kalmıştı.
Baki, içinden okkalı bir küfür sallayıp tabağındaki felaketten gözlerini kaçırarak çabuk çabuk önündekileri tüketmeye davrandı. Bir ara çubuğu ağzına götürürken uzuvlardan birinin üzerinde damga veya dövme benzeri bir leke görse de fazla üstünde durmamıştı, Yemeği nasıl bitirdiğini bilmiyordu. Rüyada gibi, saniyeler içinde çubuğun ucundaki uzuvları hızlı hızlı ağzına atmış, şakaklarından terler inerken, çiğnemeden gırtlağından aşağı göndermiş, lokmaları adeta havada yutmuştu. Yemek biter bitmez yerinden fırlamış, alelacele Bay Takashi'ye teşekkür etmiş, peşinde rengi neredeyse yeşermiş kameramanı, arkası tutuşmuş gibi hızla restoranı terk etmişti. Dışarı çıkar çıkmaz kameramanına şaşkın gözlerine aldırmadan kanal arabasını es geçmiş, önüne gelen bir taksiye atlayarak evin yolunu tutmuştu. Eve varana kadar
162
kusmamak için kıvranmış, midesinden gelen ve adeta kıyameti koparan garip gurultuları bastırmak için taksiciye radyoyu açtırmıştı.
Baki'nin gözlerinin akı döndü ve külçe misali banyo zeminine, baygın yığılı verdi. Aradan birkaç saat geçip gözlerini araladığında, Baki'nin gözüne ilk takılan aynadaki bedeniydi. Bedeninin her bir tarafından irili ufaklı yeşil, vantuzlu uzuvlar, kimi yerde giysilerini
Tanıdığı gurmelerden üçü, her biri bir tezgâhın üzerinde, oralarından buralarından çıkıp onları sarıp sarmalayan uzuvların arasında sıkışıp kalmış, katatonik bir şekilde gözleri tavana dikili, üzerlerinde çalışan şefleri fark etmeden öylece uzanıyorlardı. Yaşadıklarına dair tek işaret, şeflerin ustalıkla kullandığı bıçaklar uzuvların arasına her daldığında, her bir parça kesip alınırken çıkardıkları kıkırdama benzeri tüyler ürpertici seslerdi.
Baki ardına kadar açılmış gözlerini bu dehşet sahnesinden zorla çekip Bay Takashi'nin bir buda ifadesi ile gülümseyen yüzüne çevirdi. Tam bir şey söyleyecekti ki Baki’nin dili dışarı fırladı, uzadı, uzadı. Kulaklarından, burnundan, göz pınarlarından… Vantuzlu uzuvlar bulabildikleri her yerden çıkıyor, uzanıyorlardı. Baki'nin beyni pelteye dönmeden hemen önce gördüğü son şey "Itadakimasu" derken kıkırdayan Bay Takashi'nin sırıtan ağzının arasından görünen yeşilimsi dişleriydi. * * * Gurme Prens'in ortadan kaybolması sadece iki hafta gündemde kalabilmişti. Ondan geriye kalan son şey, çalışma arkadaşları için bıraktığı, bir Japon restoranında yapılmış sekiz kişilik öğle yemeği rezervasyonuydu. Baki ile yakın çalışan, ancak bir o kadar da ondan nefret eden gurup, Japon restoranına gidip gösterilen özel kısma oturduklarında aralarından biri, kanalda şamar oğlanı yerine koydukları kameramanlarının onlara verdiği rezervasyon kâğıdına iliştirilmiş notu çıkarıp diğerlerine okudu. Elbette hiçbiri bu deneyimi bir saygısızlık yaparak rezil etmek niyetinde değildi ve not onlara yardımcı olacak şekilde hazırlanmıştı. Yemeğe başlamadan önce İtadakimasu demeyi unutmayın. Bu yemeğe saygı ifadesidir. "Itadakimasu" adlı özel yemeği mutlaka deneyin. Hatta ısrarla isteyin. Yemeği bitirmeden kalkmayın. Yemek bittiğinde çubukları yemeğe saplayın. Adımı verin, Bay Asabiya Takashi size yardımcı olacaktır. Ellerinde oval tabaklarla gelen garsonlar özel bölüme girdiğinde, grup arasında başlayan heyecanlı fısıldaşmalar, her birinin önüne konan kanji süslemeli tabakların kapakları açıldığında yerini sessizliğe bıraktı. Sekiz çift şaşkın göz, hayretle tabaklarına bakarken bir yandan da önlerindeki iğrenç şeyin ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Elbette hiç biri, onlara servis edilenin Baki olduğunu tahmin edemedi. Itadakimasu…
163
İllüstrasyon: Necati DERYA
Semitist olmuştu ve bu metin, Yahudi bestecilerin neden müziğe katkılarının reddedilmesi gerektiği yönünde kararlı bir tespitti. Wagner’e göre antiSemitism eserlerine eşlik eden talihsiz bir yan etki değildi ancak kesinkes onun estetik düşüncesine de saplanmıştı. Dolayısıyla saşılmayacak bir şekilde, beşinci metin de otobiyografik Arkadaşlarıma Mesaj (1851) sayılmalıdır. Metinlerinden çıkarılacağı üzere, bu, olumsuz değil, olumlu yeni bir sanatsal varoluşun; kendisinin ispatıydı. Wagner’in Zürih’teki yıllarına olan yaklaşım, müzikal dramın kapsamlı tanımına, yaratıcısının rolüne, şartlarına, edebi yapısına ve kavranışına dayanır. Tüm bunlar eş zamanlı olarak adım adım; kıpır kıpır ve soluk soluğa gerçekleşti. Sanat ve Devrim ile Kasım 1856’daki Valküreler’in ilk perdesinin premiére’i arasında yedi yıllık hararetli bir yapım süreci yatar. Wagner tarafından yapılan sayısız detaycı düzenlemelere rağmen, “Yüzük” şiirinin tamamlanışı, teori ile müzik arasında aracı bir görev üstlenir. Wagner bu şiirin tamamlanışına ayrı basımların (Şubat 1853) gösterdiği üzere, adeta bir vaatmişçesine büyük önem veriyordu ve halka sunum Baur au Lac Oteli’nde dört gece boyunca sürdü. Bununla birlikte bestekar adeta bir performansmışçasına metnin gerçek manasının vurgulanmasında ısrarcıydı. Zürih’teki bu okuma, bir halk performansı olarak da ele alınabilir. 1844’te inşa edilen ve Rieterpark’taki evleri 1857’de tamamlana dek Wesendoncklar’ın birkaç senelik ikametgahı olan bu otele rağmen, sunumun bir otelde; yani huzursuzluğun, evsizliğin, istikrarsızlığın ve burjuva temsilinin olduğu bir yerde yapılması, bu sunumun planlı ve programlı yapıldığının kanıtıydı. Burada bahsedilen istikrarsızlık, Wagner’in Zürih’teki yıllarını ve bu yılların sistematik içselliğini dudak uçuklatacak bir şekilde kapsar. Yaratım ve teorik yansıması arasındaki yakın bağ, provakatif ve olağanüstü bir yeniliktir. Wagner’in İsviçre festivallerinin etkisinde sistematik bir biçimde izlediği kendi temsili arasındaki yakınlık, bu yapının bir sonraki parçasıdır. Festival fikri AMG’nin yardımıyla Mayıs 1853 konserlerinde doğdu ve burada gelişen yöntem daha sonra bile Beyreuth’ta değişmedi. Wagner’in varoluşunun son safhası kavramsal ve kimyasal bir test olarak sayılan müziğine adanmıştır. Metin ve içeriğinin ayrıştırılması, dikkatlice türetilen eserin işlevsel bir tiyatroya olan bağlılığından ötürü tehlikelidir. Ren Altını’yla başlayan müzikal sözdiziminin yeniden
164
İllüstrasyon
tanımlanışı sanılanın aksine Wagner’in Zürih çevresiyle derinlemesine bağlantılıdır. Bestekarın tonal dili artık formal değil, semantik motifler üzerine; bir başka değişle, ana tema (leitmotif) olarak bilinen şey üzerine kuruludur. Bu, organik olan müzikal “gelişime” o kadar ters düşüyordu ki birisi bunu topluma ve toplumun temsil biçimlerine rağmen hiyerarşi yoksunu sanabilirdi. Bu sebeple 22 Ekim 1856’da gerçekleşen Wagner’in Siegmund ve Hunding, Emilie Heim’in Sieglinde’yi canlandırdığı ve Franz Liszt’in piyanoda olduğu, Valküreler’in ilk temsilinin premiére’i planlı ve programlıydı: Bir vaat olarak sahnede değil ama Baur Au Lac Otel’inde dekor ve orkestra olmadan sadece bir parça olarak. 1937’de Zürih Üniversitesi’nin ana salonunda Yüzük’ün Opera House’taki yenilenmiş prodüksiyonu vesilesiyle verdiği Wagner üzerine derste Thomas Mann, global bir şehrin boyut yönünden ele alınışıyla, koşulu ve amacı yönünden ele alınışını birbirinden ayrıştırır. Bir taraftan bu, Zürih’te bir sürgün olmasından kaynaklanmakta, diğer taraftan bestecinin hayatının iki yılını bile geçiremediği Nasyonel Sosyalist otoritenin hizmetindeki hayatı tehdit eden ithamlardan adı çıkmış, “Richard Wagner City of Munich”e bir giydirmedir. Mann’ın 1933’deki dersinin önemli bir düzeltmesi olan ve bu sebeple Almanya’dan Küsnacht’a uçmasına sebebiyet veren metin, bir sürgünün evsizliğini metnin doğuş noktası olarak; sanki Wagner bu geçici sürgün yerinde kalmaya niyetlenmiş gibi varsayar. Böylece Zürih’teki yılları yaratıcı gücünün hızlandığı, riskin, üretimin estetik ele alınışına etki ettiği ve sonuçlarının Wagner’in hayatının temel bir dönemini, bir yaşam öyküsünün tez canlı yolculuğuyla damgalanmış durak noktasını oluşturduğu yıllardır.
165
Öykü: Erol ÇELİK İllüstrasyon: Eren ERSOY
Öykü
TENEKE ( 3. Bölüm ) 1 On üç yıl sonra. Hayatının son gününde uyanmış, yatağında doğrulurken, baş ağrısından yüzünü buruşturmuştu. Yedi saat on iki dakika sonra öleceğini bilse, bu baş ağrısını dert etmeyecekti. Dün içtiği iki buçuk paket sigara yol açmıştı bu ağrıya, aldırmadı ve yatağının hemen başında yenisini yaktı. İlk dumanı çeker çekmez de, kuru kuru öksürdü. Teneke, yaşantısının artık düzgün gitmediğini biliyordu ve birçok sefer, buna bir son vermek istedi ama her denemesinde vazgeçti. O, insanları öldürürken çok cesaretli davranabiliyordu ama iş kendini öldürmeye gelince, başaramıyor, korkak bir köpek gibi inliyordu. Belki bu başarısızlığının ezikliğiyle öfkesine engel olamıyordu. Zavallı hayatının bu son on üç yıllık diliminde, git gide çökmüş, ruh hali iflah olmaz bir şekilde değişmişti. İlk mermiyi sıktığı andan bu yana, hayatının hiç güzel geçmemiş olması onu daha çok bataklığa sürüklemiş, olacaklardan kendini koruyamamıştı. Sigarasını bitirip, üç aydır kiraladığı köhne evin mutfağına yürürken, uzayan sakalını sıvazladı. Mutfak leş gibi ve darmadağınıktı. Bu manzarayı her gördüğünde yaşamının neden bu kadar sürdüğünü düşünüyor, hiçbir amaca hizmet etmediği için, neden daha fazla yaşaması gerektiğini bilmiyordu. Cevap belliydi. Aslında cesaret edebilse her şeye bir son verecekti ama başaramıyordu. Bir kupa aldı ve elektrikli ısıtıcıda su kaynatarak hazır çorba yaptı. Çorba suyu hazırlanırken ikinci sigarasını yakmış, çorbayı içmeye başladığında bitirmişti. Geçmiş hayatını düşünmek istemiyordu ama peşini bırakmayan sebepsiz öfkesi her yükseldiğinde, öldürdüğü insanları düşünmek
166
zorunda kalıyordu. Sadece yaptığından pişman olmadığını, pişmanlık bir kenara, haklı olduğunu düşünmesi bile bilinçsizliğinin bir belirtisi gibiydi. Aslında neden yaptığını bilmese de, şimdiye kadar yakayı ele vermemesinin sebebi, aklını iyi kullanmasıydı. Sanki bunun için yaratılmıştı ve plan yapmak için daha önceden hazırlanmasına gerek yoktu. Şimdiye kadar on kişiyi öldürmüştü ve bunların hepsini öfkesine yenildiği için yapmıştı. İlk beş kişiyi öldürdükten üç sene sonra, yirmi beş yaşlarında bir sokak serserisini öldürdüğünde, artık hayatının bundan sonraki kısmında, kendine nasıl hâkim olacağını bilemeyecekti. Sokak serserisinin kafasını patlattıktan dört yıl sonra, annesini kaybettiği gece, kendini sokağa atmış, bir meyhane çıkışında adamın biriyle kavga etmişti. Annesini defnettiği gece sarhoş olmuş ve bir adam öldürmüştü. Artık iflah olmayacaktı. Sonra sırasıyla, iş başvurusu yaptığı şirketin insan kaynakları müdürünü, bir hırsızı ve bir minibüs şoförünü öldürdü. Hayatını biraz olsun yoluna sokmaya her çalışışında önüne onu aşağılayan bir engel çıkıyordu. Hazır çorbasını bitirince kalktı, banyoya gitti ve yıkandı. Sakallarını kesmeyecekti. İki senedir kimseyi öldürmüyordu ve eğer öyle bir şey olursa, kendini gizlemek için sakallarını kullanacaktı. Aslında üşeniyor ama kendini böyle kandırıyordu. Parası kalmamıştı, sefil hayatını sürdürmek için çok zorlanıyordu. Ama asla parayla adam öldürmeyi düşünmemişti. Eğer öyle olursa kendine saygısını kaybedecekti. O hak edenleri öldürüyordu. Başkası için adam öldürmek kendini kullandırtmak olacağı için, açlıktan ölmeyi yeğlerdi. Ömrünün son altı buçuk saatini yaşamak için sokağa çıktı.
167
2 On yaşındaki arabasına binen Teneke, ilk önce yan koltuğun paspasının altındaki silahını kontrol etti. Daha önce kullanmadığı silahın güvende olduğunu görünce, arabayı çalıştırarak yola koyuldu. Bu gün annesinin mezarını ziyaret etmek için İzmit’e gidecekti. Altı yıldır her sene annesinin ölüm yıl dönümünde onu ziyarete giderdi. Bu sene feci şekilde parasızlık çektiği halde, bunu atlamayacaktı. Bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra İzmit’e varacak, annesinden özürler dileyecekti. Çünkü annesi öldüğü zaman oğlunun nasıl biri olduğunu bilmiyordu ama şimdi mezarda her şeyi öğrenmiş olmalıydı. Bu bozulan ruh halinin kendisine kazandırdığı bir inançtı ve her yaptığı hareketi annesi izliyor olmalıydı. Eğer izliyorsa oğlunun ne kadar kötü bir insan olduğunu görüyor ve kahroluyordu.
yanında da pilav. Sipariş verdikten sonra oturacak bir masa aradı. Kapının hemen solunda dört kişilik bir masanın boş olduğunu görünce oraya yöneldi. Oturur oturmaz da insanları incelemeye başladı. Kendisi gibi iğrenç bir yaşam süren herkes, bu kadar temkinli olmak zorundaydı. Lokantadaki şoförlerin kimi sadece yemek yiyor, kimi çay içip sohbet ediyordu. Kimsenin yeni gelen kişiyi umursadığı yoktu. Bu iyiydi.
Garson yemekleri getirdiğinde acıktığını daha çok hissetti. Çatalını taskebabına daldırdığı sırada kapıdan göbekli, çatık kaşlı bir adam girdi. Garson onu görünce yüzünü buruşturdu. Teneke bu manzara karşısında dikkatini adama yöneltti. Korktu. Bu çok tanıdık bir senaryoydu. Bela hep sonradan gelirdi. Göbekli adam etrafına bakınca sadece Teneke’nin yanının boş olduğunu gördü ve oraya doğru yürümeye başladı. Adamın tüm Özürler dileyecekti tabi, ‘onlar hak etti anne’ hareketlerinde bir pislik vardı. Sanki herkes ondan diyecekti. Belki saatlerce yalvaracaktı kendisini çekiniyor, yaka silkiyorlardı. Masaya yaklaşırken garsona siparişini verdi. affetmesi için ama asla iflah olmayacaktı. Yola koyulduğunda, arabasından gelen kötü seslere aldırmadı. Bir saat sonra İzmit’e yaklaşmak üzereyken karnının acıktığını hissetti. Her zaman yemek yediği tesisi geçmiş olduğu için, karnını doyuracak bir yer aradı. Şöyle ucuz yemekler veren bir yer bulmalıydı. Otobana girmediği için kamyoncu lokantalarından birini bulmayı umut etti. Cebindeki para ancak öyle bir yere yetebilirdi. İnsanın sinirini bozan pis bir hava vardı dışarıda ve arabadan gelen gürültülerle birleşince, Teneke kendini yorgun hissetti. Beş dakika sonra yol kenarında, kamyon ve tırların durduğu bir yer gördü. Arabasını yavaşlatıp, kamyonların ardına bakmaya çalıştı. Evet, bir lokantaydı ve oldukça kalabalık görünüyordu. Arabasını kamyonların ortasına bıraktı ve silahını beline koyarak içeriye girdi. Tuhaf bir his oluştu içinde. Etrafı hemen inceledi. Yemeklerin bulunduğu camekânlı bölümün her iki tarafında da masalar vardı ve neredeyse bütün hepsi doluydu. Tek bir çıkışı olan lokantanın camlarından dışarıdaki dev kamyonlar görünüyordu. Teneke etrafı biraz daha inceledikten sonra yemeklerin yanına gitti. Taskebabı yiyecekti ve
168
İnsan kaderinden ne kadar kaçmak isterse, onu o kadar kendine çeker. Bu kamyoncu lokantasında ucuz yemek yiyip annesinin mezarını ziyarete gitmek istiyordu. Göbekli adam masaya otururken, Teneke kavgaya hazırlanıyormuş gibi sandalyesinde kımıldandı. Daha içeriye girerken hissettiği tuhaf duyguyu tekrar yaşamaya başlamıştı. Göbekli adam masaya oturmadan önce eskimiş deri ceketini açarak iskemlenin arkasına astı. Masadaki Teneke’yi selamlamadan oturdu ve otururken masaya çarptı. Taskebabı sarsılınca içinden salçalı suların bir kısmını Teneke’nin üzerine sıçrattı. Kırk yaşındaki Teneke, öfkeden kıpkırmızı oldu. Başını yavaşça göbekli adama doğru kaldırdı. Evet kaçınılmaz kaderi zaten çizilmişti. Tam o sırada lokantanın kapısı tekrar açıldı. Göbekli adam kafasını o yöne çevirince Teneke ağzından çıkacak küfrü engelledi. “Ulan ibne gel burası boş.” Göbekli adam, sigaradan sararmış dişlerinin arasından hırlar gibi konuştu. Kapıda başka bir pislik duruyordu. Teneke gözlerini kıstı ve diğer kamyon şoförlerine baktı. Kimse keyifli değildi artık.
“Ooo, Recep geliyorum lan, dur yemeklere bakayım.”
“Lan ibne önüne baksana.” Recep’in arkadaşı söze karıştı.
“Hadi lan annenle randevum var, çabuk ol biraz.” Recep masaya tekrar döndüğünde karşısındaki adama sertçe baktı.
“Hayri sen karışma.” Recep hemen arkadaşını susturdu. Bu işi kolaylıkla yalnız başına yapabilirdi.
Teneke öfkesinin kurbanı olmak üzereydi ama her zaman ki gibi hemen bir plan yapması gerekiyordu. Etrafına bakındığında buranın hiç uygun bir yer olmadığını, bu pislikleri yemekten sonra arabalarının içinde öldürmeyi düşündü. Diğer pislikte masaya geldiğinde içine dolan huzursuzluk hat safhaya çıktı. Yemeğini yemeden kalkıp dışarıda pusuya yatmalıydı ama diğer şoförlerin gözünde aşağılanacağı için, bunu yapmayacaktı. “Ulan homoseksüel, geride kaldın.” “Yolda …ospu çocuğunun biri kafamı bozdu, kırdım direksiyonu üzerine ibnenin.” Recep pis pis gülmeye başlayınca arkadaşı Teneke’ye bakmaya başladı. Teneke tas kebabından bir lokma daha alarak onlara bakmamaya çalıştı ama ruhu daralmıştı. Garson yanlarına geldi ve siparişleri masaya koyup hiç zaman kaybetmeden gitti. “Şşt, alo.” Recep önüne koyulan pilavı eline alıp garsonun ardından bağırdı. “Buna biraz daha fasulye koy.” Garson gelip pilavı alırken, adam tabağı sertçe ona uzatmıştı. Yüzünde bir tehdit ifadesi vardı. Teneke ellerinin uyuştuğunu hissettiğinde, elindeki kaşığı bırakıp karşısındaki adama baktı. Recep masaya döndüğünde bu bakışlarla karşılaşınca hemen dikleşti. “Ne var lan niye bakıyorsun?” İşte başlıyoruz diye düşündü Teneke ama sakin olmalıydı, aklını zorlayarak plan yapmaya çalıştı ama başaramıyordu. Öfke boğazını yakmaya başlayınca, artık sadece elleri değil tüm vücudu uyuşmuştu. Başını iki yana sallayarak bir şey yok demeye çalıştı. “İyi o zaman önüne dön de yemeğini ye.” Korkunç bir emrivakilik vardı sesinde. Ama Teneke adama bakmayı sürdürdü. Kendini bunu yapmaktan alıkoyamıyordu.
Teneke başını öne eğecek gibi yaptı ama vazgeçip onun yerine ayağa kalktı. Hemen karşısındaki iki kişide ayağa kalktı. “Siktir git lan buradan.” Recep yumruğunu kaldırdı ve sinirli bir ifadeyle şarladı. Teneke, kalbinin korkunç çalıştığını duyuyordu. Evet gidecekti ve dışarıda pusuya yatacak ve sonra bu iki pisliği öldürecekti. Masanın yanından hafifçe ayrılıyordu ki bakışları diğer şoförlere kayınca beyni durdu. Herkes ona acıyarak bakıyordu. “Siktir git lan. Yoksa ananı ..cem şimdi.” Annesine küfür etmişti hem de onun ölüm yıl dönümünde. Durdu ve masaya tekrar döndü. Recep bu hareket karşısında adama doğru ilerlerken arkadaşı onu tuttu. ‘Duydun mu anne, sana küfür etti bu şerefsizler. Bunun cezasını vermeliyim.’ Diye düşünmeye başladığında elini beline doğru götürüyordu. Durdu. Kaderinde beş saat sonra öleceği yazılıydı. Teneke bunu bilmiyordu ama içinde annesini görme isteği son haddesine gelmişti. Belki bu istek onu biraz olsun engelleyecekti. Silahı belinden almaktan vazgeçti. Sakinleşmeye çalışarak derin bir soluk aldı. Kapı hemen arkasındaydı. İkisini de vurup hemen kaçabilirdi. Arabaya atlar İzmit’e gider, annesini ziyaret ettikten sonra ortadan kaybolurdu ama o şimdiye kadar hiç yakalanmamıştı ve bunu yaptığı akıllı planlara borçluydu şimdi de aynısını yapmalıydı. Gururunu geçici bir süre bir kenara bıraktı ve başını önüne eğerek kapıya doğru yöneldi. İki kamyoncu Teneke’nin bu hareketinden dolayı gülümsediler. “Siktir git lan buradan homoseksüel seni.” Recep iğrenç bir keyifle kapıya doğru yürüyen adamın ardın bağırıyordu. Teneke kapıdan çıkarken durdu. Aklından geçenlerle savaşıyormuş gibi gözlerini yumdu. Daha sonra garsona dönerek onu yanına çağırdı.
169
“Ulan siktir git senin paran burada geçmez.” Recep böğürünce garson yarı yoldan geri döndü. Teneke şişti. Bütün cesaretini topladı ve Recep’e döndü. “Ne bakıyorsun ulan pezevenk, gelirsem oraya ayağımın altına alırım seni.” Teneke dayanamayacağı kadar öfke içindeydi. Ama nedenini bilmediği bir güç tarafından kendini engelledi ve dışarıya çıktı. Kapıyı ardından kapayınca ellerini başına götürüp saçlarını tutarak arabasına doğru ilerlerken, lokantanın içinden kahkaha sesleri duydu. Durmayacak ve içeri dönüp o adamların kafalarını uçurmayacaktı. En azından şimdilik böyle bir şey yapmayacaktı. Arabasına bindi ve lokantanın bulunduğu alanın dışında arabasını durdurarak kafasını toplamaya çalıştı. O iki adamı öldürecekti, buna kesin bir şekilde karar verdi ama önce annesini görmek istiyordu. Ömrü boyunca ilk kez bu denli kararlıydı. Teneke aracın içinden lokantanın kapısını uzaktan görebiliyordu. Yani adamların çıktığı anı takip edebilecekti ama planda ters giden bir şey vardı. Adamları çıkışta arabalarına binmeden veya araçlarında öldürse, annesini ziyaret etmemiş olacaktı. Eğer annesini ziyaretten sonra bunu yapacaksa adamları bir daha nasıl bulacaktı? İyice düşünmeliydi. O iki şerefsizi annesinin mezarını ziyaretinden sonra öldürecekse, bunun bir yolunu bulmalıydı. Peki, o kadar beklerse öfkesi diner miydi acaba? Hayır. Onlar ölmüş annesine küfür etmişlerdi, sırf bu yüzden ölümü hak etmişlerdi. Biraz daha bekleyip düşünmeliydi. 3 On dakika sonra, Recep ve arkadaşı yemeklerini bitirmişler, çaylarından yudumlarını alırken aralarında koyu bir sohbete tutuşmuşlardı. Biraz önce yaşanan olay akıllarından tamamen çıkmış olmalıydı ki, bambaşka konulardan konuşuyorlardı. Lokantanın kapısı açıldığında dönüp kapıya bakma tenezzülünde bulunmamışlardı. Oysa bela her zaman kapıdan girerdi, bunu öğrenmeleri birkaç dakikalarını alacak olması şimdilik umurlarında değil gibiydi.
170
Lokantanın içinde garip bir homurdanma ve huzursuzluk sesleri yayılınca Recep etrafına neler olduğunu sorgular gibi bakınca, içeriye giren kişiyi gördü. Arkadaşı hemen ayağa kalkarak gerilen yüzüyle konuştu. “Recep bizimki gene gelmiş.” Recep Kapının önünde duran Teneke’ye bakarak aklını toplamaya çalışıyormuş gibi konuşmadan bir an durduğunda lokantanın içindeki kamyon şoförleri olacakları anlamış gibiydiler. Teneke en yakınındaki masadan bir sandalyeyi kaptı ve çıkış kapısının koluna sıkıştırdı. Kimsenin dışarıya çıkmasını istemiyor gibi çıkışı kapatmıştı. İçerdeki hiç kimse konuşmadan olanları izliyordu. Recep’in arkadaşı Hayri bir adım gerileyebildi. O arkadaşı kadar zalim bir adam değildi aslında. Sadece şeytanla arkadaşlık yapma gafletinde bulunan bir zavallıydı. Sırf bu yüzden ölmek istemiyordu. Oysa şeytanla arkadaşlık yapmasının bir bedeli olduğunu anlayacaktı birazdan. “Ne yapıyorsun lan piç kurusu?” Recep konuştu konuşmasına ama sesindeki korku, iğrenç bir koku yaymıştı lokantanın içine. Teneke hızla içeriyi taradı. Kaç kişi olduğunu hızla saydı ve gereken her şeyi kafasına not etti. Planını uygulamak için ilk hamlesini yapmalıydı. Diğer kamyon şoförlerine dönerek bağırdı. Hem de ne bağırmak. “Hiç kimse karışmasın ve aptal bir şey yapmasın. Birinin elinde telefon görürsem, yemin ediyorum gebertirim. Bizi ayırmaya ya da benim işime karışmaya cesaret eden herkesi gebertirim! Şimdi herkes bu …ospu çocuklarını nasıl öldüreceğimi seyredecek ve bundan sonraki ömrü boyunca kimsenin ölmüş annesine küfretmemesi gerektiğini öğrenecek. Anladınız mı?” Recep ve Hayri oldukları yerde çakılı kamışlar, genç adamın öfkeyle ama bir kâtip edasıyla söylediklerini duymuşlardı. Teneke’nin belinden silahı çıkarışını görünce akılları küçülmüş, kalplerinin ritmi bozulmuştu.
“Ben işimi hallederken dışarıya çıkmaya çalışan birini görürsem, şerefsizim hiç gözünüzün yaşına bakmam, çoluğunuz çocuğunuz olduğuna aldırmam gebertirim!” Teneke gözündeki yaşların canını yaktığını ama bu acının onu ayakta tuttuğunu biliyordu. Öleceklerini anlayan iki kamyon şoförü sandalyeleri devirerek gerisin geri çekiliyorlardı. Teneke yemek tezgâhının ardındaki garsona seslendi.
4 Teneke dört saattir annesinin mezarı başında oturuyordu. Ona her şeyi anlatmıştı. Hayatını ve yapmak istediği şeyi. Bunu tam burada yapmak istediğini de. Daha fazla beklemesinin bir anlamı olmadığını söylemiş ve annesinden izin istemişti. Hayatın sınavlarla dolu olduğunu, sınavı kaybettiğini
ve
kaybetmeye
devam
ettiğini
“İçerdeki herkesi buraya çağır çabuk! Herkes gözümün önünde olacak.” Sonra kurbanlarına döndü. “Ulan kanını si…lerim. Ulan haysiyetsiz şerefsizler, siz kim olduğunuzu zannediyorsunuz da benim ölmüş anneme küfür ediyorsunuz ha?”
söylemişti. Hayatına yeniden başlamak istediği
“Ben küfür etmedim.” Hayri ellerini kaldırdı ve yalvaran bakışlarla konuştuğunda Recep ona baktı.
yapmalıydı.
her seferinde beceremediğini ve eline yüzüne bulaştırdığını,
daha
fazla
denemesine
gerek
olmadığını da söylemişti. Şimdi yeni bir başlangıç
Artık söylenecek ne kalmıştı ki? Bu hayatın
Teneke silahı Hayri’ye çevirdi. “Konuşma lan ibnenin oğlu. Konuşmada onurunla öl.”
bir sonu olmalıydı. Hiçbir sürpriz son kalmamıştı.
Lokantanın içinden çıt çıkmıyordu. Bu sessizlik hiç hoşuna gitmedi Teneke’nin. Ama etrafı kolaçan edecek kadar zamanı kalmamıştı.
buna bir son verecekti.
Her şeyi denemişti. Şu an annesinin mezarı başında
Silahını
aldı.
Akşam
ezanı
okunmaya
Her şey bir anda bitti. Recep kafasından yediği mermiyle masaların üzerine düştü, Hayri kaçmaya yeltendi ama oda kafasından aldığı darbeyle yere yığıldı. Teneke uğuldayan beyniyle yavaşça kapıya doğru geriledi ve silahını diğer şoförlere doğru uzattı.
başlamıştı. Ezanın bitmesini bekleyecekti. En
“Şimdi herkes anladı mı bu kansızlar neden öldü diye? Ha anladınız mı?” kapının arkasındaki sandalyeyi tekmeyle kenara savurduktan sonra tekrar şoförlere döndü. “Herkes şimdi otursun ve beş dakika kimse bir şey yapmasın, daha sonra polisi arayın.”
tanıdık huzursuzluğun tadını çıkardı. Karanlığını
Teneke kapıdan çıktığında her şeyi geride bırakmıştı. Silahı beline koydu ve koşarak arabasına bindi. Kalan dört buçuk saatlik ömrünün bu ilk dakikaları, en sakin olanlarıydı. Aracını çalıştırıp annesinin mezarına gidecek ve onunla bundan sonraki yaşamı hakkında konuşacaktı. Aklındaki o kötü şeyi ona soracaktı.
azından bunu yapacak gücü kalmıştı. Her akşam ezanı okunduğunda içini kaplayan o duyguyu tekrar yaşadı. Günün sona erdiği, artık kalan karanlığı yaşaması gerekeceği gerçeğini. Kalbine oturan o yaşamaya hazırdı artık. Ama o karanlığı annesinin mezarı başında, bu hayattaki sahip olduğu tek şeyin yanında yapacaktı. Ezanı dinledi. Kabul olmayacağını bile bile içinden kendi için dualar etti. Duaları sırasında annesinin mezarından boşta olan eliyle toprak alıp, annesinin sıcaklığını hissetmeye çalıştı. Ezan bittiğinde bir kez de annesi için dua etti. Silahını ağzına soktu ve annesini bir daha hiç göremeyeceğini bile bile tetiği çekti.
171
Galip DURSUN
Weird Tales İncelemesi
Weird Tales ve Öykü Yayıncılığında Sıradışı İşler Korku, fantastik ve bilim kurgu ilgiliyseniz sık sık duyduğunuz bazı isimler vardır. Okur, yazar, çizer olmanız fark etmez. Sürekli kulağınıza çalınır. Saygıyla anılan, bizde de aynısı olabilir mi diye hayallere gark eden şeylerdir, bunlar. Hemen herkesin ezberinde bulunan, kutsal bir deyiş, bir mantra gibi tekrar edilen bu isimlerden biri de bir öykü dergiciliği efsanesi Weird Tales’tir. Eğer şu ana kadar duymadıysanız da duymak üzeresiniz. (Bu yazının konusu olan Weird Tales’ten bahsederken kronolojik bir sıra ile ansiklopedik sayılabilecek bir tarihçe anlatmayacağım. Eser miktarda ansiklopedik, Wikipedia bilgisini olduğu gibi sunmak yerine dergi hakkındaki yorumlarımı aktarmayı tercih ediyorum. Bana sorarsanız o türlü bir bilgiyle dolmaktansa bu derginin bizler için ne manaya geldiğinden, derginin yöneticilerinden, yazarlarından ve okurlarından bahsetmeyi daha doğru olur. ) Ucuz Ama Derin Hikayeler Weird Tales, 1923 yılı Mart ayında yayın hayatına başlayan ve (bana göre) Eylül 1954 yılında aramızdan tamamen ayrılmış bir öykü dergisidir. Böyle, tek cümlede özetleyince tanım biraz hafifkalıyor. O halde hemen eklememizi yapalım. Adı ile müsemma tuhaf öyküler basan ve yayınladığı öyküler sayesinde günümüzün hayalgücünü şekillendirmiş büyük bir ekolün de adıdır. Diğer dergilerde, genele hitap eden hikayecilerin arasında kaynayıp yok olma tehlikesi yaşayan yazarların ve 172
eserlerinin sığındığı vaat edilmiş topraklar gibidir. Weird Tales’ten bahsederken anlatmadan geçemeyeceğimiz bir şey var. Ucuz Edebiyat’tan bir parça da olsa bahsetmek lazım. Ucuz edebiyat için çok ucuza satılan, yüksek debide hikaye ve eser üretilen, özellikle de gençler arasında epey tutmuş, dergi ve kitapları çok uygun
fiyatlarla satılan bir edebi türdür diyebiliriz. Evet, “Ucuz” kelimesi sözlükteki ilk anlamıyla kullanılıyor. Ucuz hikayeler, ağır başlı çağdaşları ya da öncülleri sayılabilecek mitler, anlatılar, klasiklerden farklıdırlar. Bu ayrışma birden fazla noktada görülebilir. Hikaye akışı, anlatılan konular, konuların işleniş biçimleri, sözü edilen vakaları sunarken ki bakış açısı eski hikayelerle çoğu zaman ters düşerler. Ucuz edebiyatın ilk meyvesi olan bu yeni tarz hikayeler ilk günden itibaren klasik deyişi, yöntemleri ve dili kabul etmez. Türlü sebeplerden dolayı kendine has bir anlatı yapısı kurar. Üstelik orada da kalmaz, sıradan ya da muhafazakar okuyucunun yabancısı olduğu şeyleri, cinsellik, şiddet, korku ya da fantastik hikayeleri konu ederler. Kısa sürede hatırı sayılır derecede yüksek satış rakamlarına ulaşan, bu 1 Penny’lik kitap ve dergilerin klasik okur, yazar arasında yarattığı dehşeti bir düşünün. Başlangıçtan itibaren ucuz hikayelerin büyük bir kısmı üretim ya da satış hedefleri itibariyle biraz hafifse de tamamına kalitesiz demek doğru olmaz. Kaldı ki bugünün korku, fantastik ve bilim kurgu edebiyatının atası sayılabilecek bu akım son derece açık fikirli, cesur ve muzırdır. Eskiye takılıp kalmış ve değişimi reddedenlerin değişmez tavrından
(biraz da bel altı vurmaya çalışarak) nasibini alan bu yeni tür, ucuz hikayeler adıyla anılmaya başlar. Ucuz, hafif, kalitesiz, vahşi ve ahlaksız… Yakıştırılan olumsuz isimleri dilediğiniz gibi artırabilirsiniz. Satış rakamına vurgu yaparak Ucuz diye yaftalanan Ucuz Edebiyat’ın hikayesi kabaca böyle. Jacob Clark Henneberger
173
Weird Tales’ten yaklaşık 70 yıl önce başlayan bu edebi akım fantastik, suç, polisiye, korku ve bilim kurgunun beşiği sayılabilir. Aslına bakarsanız bilim kurgu dışındaki diğer türlerin daha erken sayılabilecek örnekleri varsa da çağdaş normlara kavuşmasını ucuz dergi ve romanlara borçluyuz. Meraklısına, bu konuyla ve 1800’lerde başlayan edebiyat evrimine dair daha fazla bilgi için Gerisi Hikaye Korku Konuşmaları podcast serisinde yayınladığımız Penny Dreadful bölümünü dinlemelerini tavsiye ederim. Gelgelelim Weird Tales’e. Genç yayıncı Jacob Clark Henneberger, 1922 yılında ortağı J.M. Lansinger’la birlikte Rural Publishing House’u kurar. Amaçları, o dönemin yayın piyasasını kasıp kavuran ucuz edebiyat üzerine yayın yapmaktır. Lansinger ne kadar farkındaydı bilemiyoruz ama J.C. Henneberger’in daha başka hedefleri de vardır: “İtiraf etmeliyim ki Weird Tales’i kurmamdaki esas etken, yazarları en derinde saklı hayalleri ve hislerini edebi manada ifade edebilmeleri için özgür kılmaktı.” Bu son derece keyifli ve süslü cümleyi tek başına okuyunca akla şu geliyor: Henneberger hemen her devirde ortaya çıkan cin fikirli gençlerden biri olarak edebiyat dünyasını büyük laflarla etkileyip küpünü doldurma niyetinde olabilir. Bu gibi piyasalara girerken iddialı sözlerden daha iyi bir tanıtım kampanyası düşünemezsiniz. Ama bu sözleri söyleyen kişi Henneberger gibi makabre temalı karanlık hikayelere tutkun, kendini bir Poe hayranı olarak tanımlayan biri olunca iş değişir. İlerleyen yıllarda, bu ilk bakışta göze çarpan fırsatçılığın aslında o kadar da kötü bir şey olmadığını görürüz. Peki, hali hazırda ucuz edebiyat gibi özgür ve yerine göre kaotik bir akım piyasaya hakimken Henneberger neden böyle bir şey söyleme gereği duymaktadır? Hani, yukarıda kısadan bir methiye düzdüğümüz Ucuz Edebiyat korku hikayelerine yer vermiyor muydu? Aslına bakarsanız yer vermiyordu, diyebiliriz. Zira başlangıcından 1920’lere gelinceye kadar, pulp / ucuz edebiyat da biraz kurumsallaşmış, yazılı olmayan kurallar yaratmış, kendi içinde bazı tabusal alanlara sıkışmıştır. 174
Mesela, hayalet hikayesi anlatmak ya da öykü içinde vahşeti, dehşeti sunmakta sıkıntı yoktur. Ama öyle kafanıza göre çıkıp korku, kara fantezi, kılıç büyü, hele ki işin içinde dedektiflik, romantizm ya da macera yoksa bilim kurgu anlatamazsınız. Köşeler polisiye ve suç hikayeleri tarafından tutulmuş haldedir. Aynı şekilde gotik de korku hikayelerinin üzerini örtmüştür. Ölmek mesele değildir; yalnız arada imkansız ve bolca ağdalı aşklar, manasızca köhne mezarlıkları kol gezip duran dehşetler olmalıdır. Korku, cin ve peri hikayeleri ise sorun değildir. Zira onlar masalsıdır. Bir dedektif arzı endam edip işin aslını ortaya çıkarıverir, nasıl olsa. Dedektiflik ve macera hikayeleri içinde pusuya yatmış, cinai hikayelerde gölgelere saklanmış gerçek korku ve kara fantezi hikayecileri böyle bir yayını zorluyor, ihtiyacı belli ediyorlardır. Bu durum edebiyat çevrelerinde bol bol tartışılırken, o sıralar yazdığı birkaç sıradışı öyküyle adından söz ettirmeye başlayan genç bir yazar bir bildiri yayınlar. Henüz bir yeni yetme sayılabilecek Howard Phillips Lovecraft öyle çok fazla ciddiye alınan bir tip değilse de memnuniyetsizliği Jacob Clark Henneberger’de bir karşılık bulur. Genç yayıncı fırsatın kokusunu almıştır. Kısa süre sonra yayın hayatına atılacak olan Weird Tales, Penny Dreadful’lar ile başlayan ve ortalığı kasıp kavuran değişim rüzgarlarının en serti olacaktır. Yani, diyebiliriz ki Weird Tales henüz yayın hayatına başlamadan fikren mevcuttur. Ucuz edebiyatla başlayan edebi değişim, evrimine devam etmek niyetindedir. Başka dergilerde benzer hikayeler arada sırada yayınlanıyorsa da Weird Tales korku, fantastik ve toplamda tuhaf öykülere odaklanmış tek dergi olacaktır. Chicago merkezli Rural Publishing iki ayrı dergiyle yola çıkar. Real Detective Tales and Mystery Stories ve Weird Tales yayındadır. Henneberger her şeyi riske etmek istemez, bir yerde. Ancak her iki dergi de onun görüşünü yansıtan öykülere sahiptir. Weird Tales’in ilk editörü Edwin Baird düzgün, klasik bir yayıncıdır. Öykülerin dergiye gönderilme formatı yüzünden H. P. Lovecraft’ın yolladığı ilk öyküleri kabul etmeyecek kadar da kuralcı ve disiplinli bir adamdır. Satır boşluk kurallarına riayet edilmediği için refüze edilen öyküler arasında “Dagon” var dersem durumun vahameti
Lovecraft
gözünüzde canlanacaktır. İlerleyen sayılarda HPL’in öyküleri, günümüzde efsane sayılabilecek diğer isimlerle birlikte Weird Tales’te kendine yer bulur. Lovecraft’ın Weird Tales’teki yeri bir başkadır. Baird yazım kuralları diye diretse de ondan gelen hemen her öyküyü dergiye koyar. Edwin Baird’in kaptanlığında karanlık sulara yelken açan Weird Tales ilk birkaç yıl istenilen başarıyı yakalayamaz. Bu konu biraz tartışmalıdır, aslında. Baird’in Weird Tales’in yayınlamayı düşündüğü tuhaf ve karanlık öykülere noksan olan ilgisi ve aşinalığı bir sebep olarak gösteriliyor. Baird işini düzgün yapan bir editördür. Ancak Weird Tales’in daha fazlasına, yürekten bir adanmışlığa ihtiyacı vardır. Bir süre sonra Baird, Weird Tales’in yönetiminden alınır. Yerine yardımcısı Farnsworth Wright, Weird Tales’in kendisi kadar ünlü editörü geçer. Robert E. Howard
175
1926 yılında Weird Tales’in o döneme göre aşırı derece sert sayılabilecek bir öyküsü, içerdiği nekrofili (ölü sevicilik) teması nedeniyle büyük bir skandala sebep olur. Poe’nun benzer öyküleri olduğundan habersiz gibi görünen kamuoyunun gözü dönmüştür. Hemen, bu utanmaz derginin boykot edilmesi, toplanması, yayından kaldırılması için kampanyalar başlar. Weird Tales okunmayan kesim tarafından fark edilir. Dalga geçilir, aşağılanır, reddedilir. Fakat bu durum borç batağındaki Weird Tales’e yarar. Dergi meşhur olur; satışlar patlama yapar. 1888 yılında California’da dünyaya gelen Farnsworth Wright, Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa’da tercüman olarak görev yaparken tuhaf öykülerle tanışır. Amerika’ya döndükten sonra Chicago’ya yerleşir ve Chicago Herald’da çalışmaya başlar. İlerleyen zamanda kendini Henneberger’in Rural Publishing’i için öyküler yazarken bulur. Weird Tales yayına başladıktan sonra bazı öyküleri orada da yayınlanır. Ama dergideki asıl başarısı yazarlığıyla değil editörlüğü sayesinde olur. Farnsworth Wright’ın yönetimindeki Kasım 1924’ten Mart 1940’a kadar süren dönem Weird Tales efsanesinin merkezidir diyebiliriz. Weird Tales yukarıda bahsettiğim gibi yadsınan, görmezden gelinen hikayelerin dergisi olarak ortaya çıktığında benzersiz ve tektir. Ancak bu 15 yıllık dönemde sadece olgunlaşmaz; editöründen yazarına, yayıncısından okuyucusuna kadar herkes için bir efsaneye dönüşür. Wright her şeyden önce türe, türlere yatkın, belli bir ağız tadı olan bir editördür. Her öykünün iki yüzü olduğunu bilmektedir. Bir tanesini harcı alem ucuz ya da genel edebiyat dergileri hali hazırda yayınlıyordur. Ama garip, tuhaf, yabancısı olmadığımız ama o tarafını bilmediğimiz, farkında olmadığımız gizemli yanlara sahip öyküler ise onun ilgi alanına girmektedir. Kendisi aynı zamanda bir yazar ve derginin ön okuyucusu olarak ne istediğini bilen bir yöneticiye dönüşür. Henneberger’in dergiyi emanet etmek için ilk tercih ettiği isim olmasa da (ki o zat, bu teklifi kendine has bir bir şekilde ve araya bir aforizma sokuşturarak reddeden HPL’ten başkası değildir) işleri yoluna koyan kişidir. F.W.’in tuhaf öykülere olan ilgisi, iyi yazarın kokusunu 20 yıl öncesinden ve 500 km öteden alabilen burnu ile birleşince dergi bir anda coşar. 176
O günün ucuz dergi piyasasındaki ücreti ikiye katlayarak yazarlarını bir yerde ayrıcalıklı hale getirir. Kelimesine yarım cent ödenen öykülerden Conan, Cthulhu, Jules de Grandin gibi efsanelerin çıkmayacağını iyi bilen bir editördür. Weird Tales onun yönetiminde, bugün adı saygıyla anılan birçok yazarın ilk öykülerinin yayınlandığı öncü bir dergi olur. Aynı şekilde genç ve yetenekli sanatçılar tarafından hazırlanan kapaklar Weird Tales’i başka bir boyuta taşır. Ancak kılıç ve büyü tutkunu Wright’ın kusurları da yok değildir. Tam bir kılıç – büyü fantazyası tiryakisi olan F.W. bilim kurgu, korku gibi eserlere az yer verdiği için eleştirilir. Edward Howard’ı angaje ederek Conan’ın ilk öykülerini basma başarısı gösterirken HPL’in “Deliliğin Dağlarında” öykü serisini Astounding Science Fiction dergisine kaptırabiliyordu. İleride bir korku klasiğine imza atacak, Psycho’nun yazarı Robert Bloch’un ilk tekinsiz öykülerine yer verip belki de onu keşfeden kişi oydu. Ancak yine bir HPL klasiği olan “İnsmouth’a Düşen Gölge”yi geri çeviren aynı kişiydi. Mukayeseyi siz yapın derim. Weird Tales’de şanssızlık 30’ların ortasında başlar. F.Wright’ın Parkinson hastalığı gittikçe ağırlaşmış, 1929 Ekonomik Buhran’ı işleri iyice zorlaştırmıştır. Weird Tales’in açtığı yolda ilerleyen başka dergiler, genç ve dinamik rakipler ortaya çıkmakta gecikmez. Üstelik alternatif dergiler, radyo tiyatrosu, sinema, çizgi romanlar ve kitaplar da Weird Tales’in içeriğini benimsemiştir. Weird Tales tek başına hepsiyle yarışmak zorundadır. Peşpeşe gelen ani ölümler ise belki de son darbeyi vurur. Derginin çalışkan yazarlarından Henry S. Whitehead 1932’de hayatını kaybeder. 1935 yılında Arlton Eadie onu takip eder. Ertesi yıl Conan’ın yaratıcısı Robert E. Howard’ın intiharı Weird Tales’i iyice sarsar. Ama esas darbeyi derginin lokomotifi ve esas yazarı olan H.P. Lovecraft’ın ölümü vurur. Mali açıdan sıkıntılı zamanlar geçiren Weird Tales editoryal ve içerik açısından da çok zor durumdadır. Henneberger 1938 yılında Weird Tales’i aynı zamanda Short Stories dergisinin de sahibi olan William J. Delaney’e satar. Farnsworth Wright rahatsızlığı nedeniyle daha pasiftir. Yardımcısı olarak atanan Dorothy McIlwraith’in elinde ise Weird Tales son dönemine girer. F.W.’in biraz da tutucu sayılabilecek kara fantazya ağırlıklı yayınlarının ardından
McIlwraith, Dorothy
Dorothy McIlwraith’ın yönetiminde Weird Tales, Ray Bradbury gibi geleceğin efsaneleşecek genç yazarlarıyla desteklenir. Henneberger ve Farnsworth Wright’ın elinden sıyrılan dergi artık iğrenç ya da fazla ezoterik, mistik olmayan öyküler basmaya başlamıştır. Aralarda merhum HPL’in (güya) kayıp ya da tamamlanmamış eserleri basılır. Derginin boyutlarında da değişiklik yapılır. Kimyası ile oynanan Weird Tales 1954 yılına kadar yayın hayatına devam etse de 1940’ların başında son nefesini vermiştir. Devam eden yıllarda birden fazla defa yeniden yayınlanmaya, efsanesi ve mirası sürdürülmeye çalışılan dergi, sayfalarında sürekli konu ettiği bir mesajı her defasında fısıldar: Ölüleri rahat bırakın. Ve hiçbir zaman da eski günlerine geri dönemez. Weird Tales Ne İfade Ediyor? Ben, Weird Tales’i başlı başına bir fenomen olarak görenlerdenim. Kısa sayılabilecek yayın hayatına bu denli başarı ve başarısızlığı, geleceğin parlak yazarlarını ve hikayelerini sığdıran başka dergi yok, bana sorarsanız. Aynı zamanda Weird Tales’in yaşam hikayesinin dergi yayıncılığı için bir ders niteliğinde olduğuna inanıyorum. Weird Tales’in yola çıktığı zamanla günümüz birbirine benzer. Yine hakim olan türler var. Onlara
tutunmuş, ortodoks okuyucu ve yazarlar yeni şeylere pek şans vermiyorlar. Ama alttan alta küçümsense de korkunun, fantastik ve bilim kurgunun yeni alt türleri oluşmaya başlıyor. Basılı bir spekülatif kurgu, tuhaf kurgu dergisinden söz edemesek de eski usul öykü kitaplarının, romanların arasına sıkışmış genç ve yenilikçi yazarlar var. Belki de ihtiyacımız olan tek şey genç ve bu yeni nesil hikayeleri seven bir girişimcinin ortaya çıkıp Henneberger’in sözlerini tekrarlamasıdır. Ama yine de dikkat edilmesi gereken şeyler de var Weird Tales’in ibretlik yaşam hikayesinde. Öncelikle işinde ne derece iyi olursa olsun bu türe ilgisi olmayan birini editör koltuğuna oturtmamak gerekiyor. Edward Baird’in başlatamadığı devrimi yapan Farnsworth Wright’ı, daha sonradan gelip derginin ayarlarıyla oynayıp sonunda da kapıya kilidi vuran Dorothy McIlwraith’ı aklımıza getirelim. Aklıma nedense kendi yemeyeceği yemeği müşterilerine, biraz da asık bir suratla sunan bir şef görüntüsü geliyor, böyle düşününce. Tabii ki yeteneği gözünden tanıyan, yazar kumaşını görebilecek birilerine ihtiyacınız olacak. Onu da unutmamak lazım. Yine aynı şekilde tek yönlü bir ağız tadının kusurları olduğunu hep aklımızda tutmak gerekiyor. Conan’ı keşfederken Cthulhu Mitosu’nu elden kaçırmak söz konusu olabilir. Eğer böyle bir dergi yayınlamaya niyetliyseniz yazarlarınıza iyi davranmanız bir tür zorunluluk gibi görünüyor. İyi öykülere iyi para ödeyerek iyi şeyler sunabilirsiniz. Bugün internet ve online yayıncılığın bir deli işi olarak göründüğünün farkında olmalısınız. Aynı Weird Tales’in yayına başladığı dönemde tuhaf, korku, fantastik ve bilim kurgu öyküleri basmanın göründüğü gibi. Ve tek başına üstteki cümle bile yeni Weird Tales’leri nerede aramamız gerektiğini anlatıyor aslında. Tarih tekerrür, değişim ise devam ediyor. Değişime katılıp geleceği inşa etmek bizlerin elinde. Görüşmek üzere. 177
Öykü: Utku TÖNEL
Öykü
Endişenin Soluk Gölgesi
Bir akşamüstü, kalabalık bir grup. Yanında oturan
kurulara istifleyip doksan model bir kamyonetin
bir Rezzan ya da Gülten. Karşıda Nasır. Kendisini
kasasına yüklediğinde içinden bir şeyler akıp gitti.
beğendiğini biliyordu. Göz ucuyla, kadehinin
Neyin kırılabileceğini doğru hesaplayamamıştı.
ardından, ekmeği uzatışından... Peki, şuradakini
Hiç kullanılmamış bir çift bebek patiği olacaktı bir
nereden tanıyordu? Damağında nereden geldiğini
yerlerde. Bulamadı. Ya da, bilerek geride bıraktı.
bilmediği bir limon ekşisi, kaçamak bakışlar, çatal
I. Kim Var Orada?
Evlerinin bir sonraki sakinlerine buruk bir hatıra.
bıçak sesleri, karşıdakilerden alışılmadık sorular,
kızarmıştı bilet), uzaklar, ulular, uluyanlar, unutanlar
Gelişinin ikinci yıldönümünde sigaraya başlamıştı
geçiştirme cevaplar, karanlığa çalan bir ortam.
Kim var orada? Bir yanıt aramak için içine
ve umutsuzluk. Bir ışık olmadan içinde bir şeyler
-kutlama niyetine. Neyi kutluyordu? Hayatta
Seslerde hafif bir çakırkeyiflik, kabaran güdüler
aramanın çaresizliği avuçlarını terletiyordu. Hayatta
yapamadıklarını. Hayatta yapmam dediği ne varsa
ne yapıyordu? Bu hep yanıtlamaktan kaçındığı bir
ve bitmek bilmez bir sıvı akışı. Havada garip bir
hepsini yapıyordu şimdi, bir bir. Kim derdi ki gün
soruydu. Öyle ki, bunu bir kariyer olarak seçmiş
his asılı. Sabaha karşı boş bir apartman dairesine
gelecek Işıl, sabahın kara köründe, dünden kalma
olsaydı bir ermiş olabilirdi. İlkokula başlamadan
girmek gibi. Kulaklarda bir uğultu. Başını öne eğiyor,
yorgunluk, ağız ve iş günü kokusuyla ağırlaşmış,
hemen önce, yetişkinlerin sigara dumanı ve
zonk, zonk... Nefes alamıyor gibi oldu. Yanındaki
uykusuzluk ve olağanlıkla tıka basa dolu bir belediye
siyasetle puslanmış tepelerinden aşağıya, yere
Denizlerden biri elini tutuyor... İyi misin canım? Biri
otobüsünde, birilerinin geçkin annelerinin, hayırsız
doğru büyüyünce ne olacaksın sorularını utangaç
bir yerlerden bir makine çıkarıyor. Gülümsemeler
kocalarının ve ah canım evlatlarının arasında içinde
gülümsemesiyle bastırmayı öğrenmişti, yüzüne
ışığa duyarlı plastiğe işlenirken hafızalarda yeni
bir ışık, umut, soluk, bir hayat arayacaktı.
anılara biraz daha yer açılıyor. Evde, tozunu almayı
döndü. Acı kahve karası gözleri artık önünden akıp giden kentin soluk, soluksuz siluetini görmüyor, içinde, çalışan kadın modeli saçlarının örttüğü kafatasının derinliklerinde, iki kulağının arasında, inceden bir bağ ile göğsüne inen ve cesur olduğu zamanlarda daha aşağılara uzanmaya hevesli bir ben'in izini sürüyordu. Terk edilmiş umutların şantiyelerinden yükselen, gündeliğin ve sıradanlığın sağanağıyla pas tutmuş demir filizleri, (bunlara dokunmak ölmeye eşti) eski yazların ıhlamur kokusu, sahilde yenen dondurmanın -henüz daha Sesleri duymaya başlamamıştı- soğuk, buruk ama ferah tadı, güneşin teninde bıraktığı izlerin hatırası, gitmiş olanlar için kazılan açık mezarların soğukluğu, -ki göründükleri biçime aldanmamalı insan, içine uzanmayagörün; karanlık, yalnızlık ve okyanusun fersah fersah dibinden çıkarılmış bir sessizlik örter üstünü, toprağı, yıllarca kavuşamadığın kardeşin gibi kucaklarsın, çünkü toprak huzurdur- evin üç köşesine dağılmış hesap cüzdanlarının üzerine karalanan yanlış aritmetik hesapları, geçen ayın elektrik, su, telefon faturaları (telefonu hali kullanıyor muydu?) üzeri çizilmiş gelecek planlarının buruşmuş müsveddeleri -bunları hatırlamak bile acıydıdokunan ellerin terli avuç içlerinin heyecanlandıran sıcaklığı, sekiz yıldır her sabah içtiği sigaranın dilindeki
izi,
ezberlenmiş
yollar,
hatırlamak
istemediği, hatırı sayılmayan ve hatırası olmayan ama bir türlü yerinden kıpırdamayan kimselerin yüzündeki
178
başka bir kente taşınmayı denemişti. Kırılabilecekleri
tiksindirici
ifade,
utançlar
(yüzü
çarpan kötü kokuyu savuşturmak istercesine büyüyünce sigara içmeyeceğim demişti. Şimdi, iki günde bir paket bitiriyordu. Zamanın hilesi sana hissettirmeden akıp gitmesinde ve işleri kendi istediği yola sokmasındaydı. Sen sadece sana biçilen rolü üstleniyordun. Sigara tiryakiliği. En azından başlangıçta güzeldi, bir baş dönmesi, bir hafifleme hissi veriyordu. İkinci yıldan sonra ise sadece maddi bir külfete indirgenmişti. İlk gençlik yıllarında ise bu soru resmi bir hal almış ve boşluk doldurmalı, karalamalı
bir
sırat
köprüsüne
dönüşmüştü.
Yumuşak uçlu bir dünya değildi karşısındaki. Yanlışların izini her zaman maaş bordrosunda görebilirdi, ya da oturmaya gücünün yetmediği semtlerin önünden geçişinde. Nikâh memurunun kendisine sorduğu soru ise hayatta ne yapacağıyla ilgili değildi, sadece evet demek düşüyordu; EVET. Burada hayata haksızlık yapmak olmazdı çünkü kocasına hayatım demeyi kendi istemişti. Hayatı, yorgun gözlerle dünyayı süzen ve bilinmez bir sakinlikle düşüncelere dalan genç bir adamdı. Hep yalnızdı, hep yanlıştı S. Bir gün yanlışlıkla yalnız bırakıp gitti. Hayatından geriye kalanları toparlayıp
Günlerden Çarşambalar
gibi
Çarşamba'ydı. boktandı,
Diğer
tüm
ortadaydı.
Hafta
bırakmak istediği o rafta zamana inat gülüyor. Biri şu an fotoğrafını çekse yüzündeki ifade ne olurdu?
sonunun yapay ümidi henüz ufukta görünmüyordu
Kulaklarındaki uğultuyu ilk kez o zaman
ve tüm sorular yanıtsızdı: nereye gidilecekti,
duymuştu. Başlangıçta cılızdı; dipte, derinlerde
ne yenilecek, hangi film görülecek ve limonata
çalışan dizel bir motor gibi boğuktu ve duymak
mı yoksa şarap mı içilecekti. Bu sorular şimdilik
için iyice odaklanmak gerekiyordu. RRRRR. Yalnızca
bekleyebilirdi. Yüzündeki hüzünlü ifade dünyaya
yatakta, duşta ya da uyanmadan hemen önce
dağılmış genetik mirasının bir ürünü müydü
bir anlığına işitilebiliyordu. Fazla önemsemedi.
yoksa yıllar geçtikçe kaşlarının uçları biraz daha
Yaşlanıyor muydu? O gün tanıştığı bir Gökçe
mı düşmüş, gözlerindeki karanlık biraz daha mı
çantasından bir aspirin çıkarıp vermiş ve sesi bir
siyaha çalmıştı? Saçlarının siyahı yüzüne gözüne
nebze bastırmış, akşamın gürültüsünün etrafını
mi bulaşıyordu, yoksa yüzünü gizlemek istercesine
yeniden sarmasına izin vermişti. Sonra, hafta sonu
saçları git gide biraz daha önüne mi düşüyordu?
rehavetinin herkesin üzerine çöktüğü bir Cuma
Eski fotoğraflara bakmak icap ediyordu. Fotoğraflar,
akşamüstü, iş çıkışı, kahvesini yudumlarken geri
diye düşündü. Bir insanın hayatını içinde yer
gelmişti. Elindeki dergiyi masaya bıraktı. Sigarasının
aldığı fotoğraflarda özetlemek mümkün olsaydı...
külü kâğıda düşmüş, kapaktaki genç kadının
bir hayatı olup olmadığını hesaplamaya çalıştı.
göğsünde bir yanık izi bırakıyordu. Telaşla parmağını
İçeriden bir itiraz yükseldi: hayat görülemeyen
yanığa bastırdı. Hayatta olduğunu tekrar hatırladı.
ayrıntılarda saklı değil miydi? Resmedilemeyen,
işaret parmağının ucunu küçük, kalın dudakları
anlatılamayan, belli belirsiz duyulan, gözden uzak,
arasına alıp, doğmamış bebeğini, ya da ilk sevgilisini
yalnızca tende duyulan titrek, cılız bir his. Bir ürperti.
öper gibi ürkekçe öptü. Artık yanında taşıdığı
En son ne zaman fotoğraf çektirmişti? Hatırlıyordu.
aspirinlerden bir tanesini soğuk kahvesine karık edip
179
oradan kalktı. Günler dededen kalma saatler gibi
puslu karanlık ve soğuk bir denizde boz bulutlan
buna yeltenmedi. Ancak, kendine itiraf edemediği
Sevgili kardeşimiz. Unutulmuşluğun eskittiği
gürültülü bir işleyişle akıp giderken Sesler belirmeye
yararak ilerliyordu. Güvertesinde kimse yoktu, ya
bir ürkeklikle kalın dudaklarını büzüp Seslerin
bir fotoğrafın arkasına böyle yazmak nereden
devam ediyordu. Artık korkutmuyor, aksine bir
da dümeninde. Suyu yara yara, hata çıka gidiyordu.
dizel motorunu taklit etmeye çalıştı. Sözcükleri
aklına gelmişti, hatırlamıyordu. Taşınırken ağzını
tanıdıklıkla karşılanıyordu. lşıl, dedi kendi kendine,
Her bir soluğunda dalgalar göğsüne göğsüne
fayanslara çarpıp yankılandığında eksik olan
bantladığı ve hiç açmadığı o kuruyu bir akşam
bir doktora görünsen iyi olur. Göründü de. Kadın,
çarpıyor, yükselip tekrar suya iniyordu. Gövdesinin
şeyin ne olduğunu anladı. Sesler. Tüm hayatının
açarken karşısına çıkan ilk fotoğrafın arkasında
orada yokmuş gibi anlattı, adam dinledi. Aspirinden
gerildiğini, çivilerinin yerinde oynadığını hissediyor,
arka planında olması onu rahatlatıyordu da yeni
yazan ifadeyi, bu durumun bir yansıması, hiç
bir üst rütbeye o gün terfi etti. Köşedeki NEŞE
ama yine de durmadan, durulmadan güneşe,
mi farkına varmıştı? Yaşam gergin, endişeli veya
doğmamış ikizinin bir hayaleti, oluşuna yordu.
ışığa doğru gidiyordu. Artık dayanamayacak hale
utangaç anlarında beyaz gürültüsünü dinleyerek
Oysaki yalnızca bir kardeşi vardı. Bu ayrışma,
gelince gözlerini açtı. Yatağındaydı. Saat sabahın
her şeyin yolunda, hala orada, dünyada olduğunu
bu ikircikli yazgı. Çöpü eşeleyen itler gibi eski
tam yedi otuz sekiziydi. Kaç saat, kaç gün, kaç ay,
hatırladığı uzun mesafe bir telefon görüşmesiydi.
fotoğrafları karıştırıyordu. Dişe dokunur bir tanesini
eczanesinden keyfini yerine getirmesini umduğu ilaçlarını aldı önce, sonra da süpermarketten bir şişe kırmızı şarap. Gece ilerlediğinde, medeniliği bırakıp şişeden içtiği şarap gözlerine dolmuş gibiydi. Sırılsıklam yanaklarını yastığa bastırıp ağlamaktan boğulmayı diledi. İstediği hiçbir şey gibi bu da olmadı. Sadece sabah oldu ve işe her zamanki gibi dünden kalma kesif bir keyifsizlik ve tatsız tuzsuz bir yorgunlukla gitti. Etrafındaki yüzler yabancı, fonlar tanıdıktı. Kredisinin taksitini ödeyip ödemediğini merak ederken otobüsünü kaçırdı. Tıpkı şimdi olduğu gibi, bir sonraki otobüste yer bulamayışına hayıf1anmadı. Sessizce birbirinin aynı günleri tekrar etmeye devam etti. Arada bir, sırf tekdüzelik belli olmasın diye, devlet resmi tatiller ayarlamıştı. Yılbaşı akşamı işten kızlarla dışarı çıktı. Eğlendi. Sarhoş oldu. Bir başka tatil günü ise kendisini bir su kenarında buldu; ayaklarını uzatmış güneşin tenini yakışının mutluluğunu sindirmeye çalışıyordu. İnsan alışık olmadığı şeylerde hep bocalıyordu, ne kadar kolay olsa da. Birinin kendisine seslendiğini sanıp gözlerini açtı, doğruldu; ama etrafta kimse yoktu. Gözlerini tekrar kapadığında Sesler geri gelmişti. Bu kez bir motor değildi. Ya da hem bir
180
kaç yıl geçmişti? Ne kadar zamandır yol alıyordu? Güneş neredeydi? Ayağının ucuyla perdeyi kaldırıp, yattığı yerden dışarı baktı. Karşı binadaki dükkânlar kapalıydı. Hafta sonu olmalı, diye düşündü. İçerisi sıcaktı, ama ayakları üşüyordu. Onları battaniyenin altına soktu. Parmaklarında zapt edilemez bir yanma vardı. Aklında ise kimse yoktu, yalnızca boş, sessiz bir oda. Deniz, kıyıya vuran dalgalar. Gözlerini kapadı. Yeniden bir yelkenliydi. Bata çıka ilerliyordu. Göğsünün gerildiğini hissetti. Şakaklarında bir sızı, parmak uçlarında gün yanığı, iğde kokusu bir acı tatlılık. RRRRR... Geri geldi. Direndi, yol almak istedi ama ses daha güçlü, daha baskın, acımasızca inledi. RRRRR... ÖLDÜRRRR... Ne? Sonraki birkaç ay, her şey bir memur sıkıcılığında
devam
etti.
Değişik
hiçbir
şey
olmadı. İşte yine Ahmet Beyler terfi aldı, Pınar Hanımlar dedikodu yaptı ve Muhsin Beylerin oğlu bilmemne üniversitesinde yükseğe başladı. Yüksek mühendislik, dedi Muhsin Bey, şu zamanda en kıymetli bir unvandı. Bunu sorgulamadı. Yükseklerde gözü yoktu. Takip eden günlerde, önüne gelen işleri
telefon
bulduğunda bir süre bakıyor sonra, sonra kimin kim
görüşmeleri izledi. Yıllardır aramadığı arkadaşlarını
olduğunu hatırlamaya çalışıyordu bazen. Bazen de
arıyor, hallerini hatırlarını soruyor ve eski günlerden,
unutmak istediği yüzleri görüp irkiliyordu. Eskinin
ortak hatıralarından uzun uzadıya bahsediyordu.
ağır kokusu zihnine çökmüştü, gençliğinin tazeliğini
Kimisi hatırlamıyor, nazik olanları ise hatırlıyormuş
hapsetmiş kareleri bulmak arzusuyla geçmişten
gibi yapıyordu. Yaptığı görüşmelerin bir haritası
sahneleri hızlıca geçiyor, işe yarayabileceğini
çıkarılsa ortada kendisi bir güneş gibi patlayacaktı;
düşündüklerini bir kenara atıyordu. İlkinde üzerinde
her yöndeki şehirlere uzanan pamuk iplikleri. Her
beyaz bir elbise vardı. Yirmili yaşlarının başındaydı.
an koptu kopacak. Görünürde özlemden doğan
Evde olmalıydı, ama hangisindeydi, hatırlayamadı.
bu görüşmelerin altında neyin yattığını anlamaya
Sokağın başında kör bir bakkalın olduğu yokuş
çalıştı. Özlüyordu, ama arkadaşlarını değil. Eskiyi
bir yer. Dar merdiven boşlukları, dökülmüş sıvalar.
mi? Ya da aradığı şeye hiç sahip olmamış mıydı?
Kalabalık aileler ve kesif bir kızartma kokusu. Saçları
Bunu anlamalıydı. Bir başka ben mümkün müydü?
omuzlarına dek düşüyordu. Yüzünde belirsiz bir
Uzaktaki artık uzaktan tanıdıkları bir kenara
gülümseme vardı. Elleri, bir şeye uzanır ya da bir
bakıp kendisini en iyi tanımış olanlardan birini;
şeyi yeni düşürmüşçesine açık kalmıştı, havadaydı.
S.'yi aramayı denedi bir akşam. Sesi, gürültülü bir
Fotoğrafı kimin çektiğini hatırlamadı. Bir başkasında
kalabalığın içinde zar zor seçiliyordu. Sanki geçmişte
üniversitedeydi. Arkadaşlarıyla bir bankta otururken
yaşadıklarının uğultusu söylenenleri bastırıyordu.
görünüyordu. Kömür karası gözlerini güneşten
Yanlış anlaşılmasın, onu özlediğinden falan da
sakınmak için iyice kısmış, başka bir yöne bakıyordu.
değildi. S. de bunun böyle olmadığını biliyordu. Ben
Birini bekler gibiydi, sanki aklı başka yerlerde
eskiden böyle miydim? O telefon görüşmesinde
dolanıyor, bir şeyler arıyordu. Sıkıntıların başladığı,
bunu soramadı. Bu yüzden konuşmayı fazla
çatlakların derinleştiği ve açılan yarıklardan suların
uzatmadı. Bir daha aramaya da cesaret edemedi,
fışkırmadığı günler. Kurak günler. Bunu bastırmak
ya da faydası yoktu; emin olamadı. Geçmişin yarım
istercesine dudaklarında kırmızı bir ruj, yansıyan
Bu
aydınlanışı
uzun
mesafe
motordu, hem de değildi. Bir şeyler anlatmaya
bir makine titizliğiyle yaptı. Bundan olacak, epey
çalışıyordu. Konuşuyor muydu? RRRR... RRRR...
bir süre dizel motordan bir ses seda duymadı. Öyle
Hasır çantasının içinde telaşla ilacını aradı.
ki, biriken işlerin ucuz mürekkep lekelerinin küçük
Dudaklarını aralayıp küçük, beyaz bir hapı ağzına
dünyasının atlasını resmettiği ellerini yıkarken göz
bırakılmışlığına dokunmak istemedi. Eski defterler,
güneşle ışıldıyor. Bir omzunda arkadaşının dirseği,
attı. Daha yutkunmadan rahatladığını, sesin giderek
göze geldiği sabunluk makineden epeydir haber
eski hesaplar, eskiler açılsın istemedi. İyiyim... Her
diğerinde ise uzun deri çantası. Arkasında tarih
soluklaştığını duydu. Gözlerini kapatıp derin bir
almadığını hatırlattı bir gün. Seslerin yokluğu içine
zamanki gibi... Biliyorsun, uğraşıyorum... Ne iyi
yazılı bir başka resim. Dalgın bakışlar, dağınık saçlar.
rüyanın içine daldı; denizdeydi. Bir yelkenliydi, sisli,
dert mi oldu? Neredeyse merak edecekti, ama
ettin... Hadi canım... Hâlâ mı? Hâlâ.
Muhtemelen uzunca bir uykudan yeni kalkmış,
181
dudaklarında bir susuzluk, bir özlem dile gelir gibi.
kendiliğinden yine gidiyordu. Aşktan geriye kalan
ayazında koru kor bir avuç sarsa bileğini, tenini
Yumruğunu biraz daha sıkıyor. (Dayan!) Eli zihninden
Makinenin arkasındaki suratı seviyor. Bir şeyler
tortunun en dibindeydi alışkanlık.
yaksa, kemiğe dayansa da içini bilmiyor. İnsan,
bağımsız çantasına gidecek oluyor, ama bir şey buna
duyuyor gibi bir hali var. Uzaktan, derinden gelen bir şeyler. Ya da sadece dinliyor, duymayı bekliyor.
eksik devam ediyordu. İlk zamanlar kendinden
Mutluca. Bir başka fotoğrafa takılıyor gözü. Mutfakta,
geriye bir şey kaldı mı, ya da bu kahve lekeli soluk
kendi mutfağında. Artık bir kadın. Yanında bir kadın;
halı kendisinin bir yansıması mı diye düşünmedi
annesi. Yüzü korkudan, buruşmuş ve gerilmiş.
değil. Soru sormaktan yana sıkıntısı yoktu. Halı
Gözleri yere bakıyor, yan tarafında ise küçük bir
olmak ya da olmamak, diye düşündü, filozofluk
çocuk, arsızca sırıtıyor. Bu durumdan memnun.
üzerinde eğreti dursa da. Mesele yanıt bulmaktaydı.
Kadının elinde bir terlik Bir dakika... Annesi ölmeden
Sesler bunu bir kez daha hatırlatmıştı, daha o
iki hafta öncesi. Birlikte son mutlu anları olduğundan
zaman adı bile konmamıştı oysa. Bir akşamüzeriydi.
bihaber,
günlük
Evinde geçirdiği son günün akşamı, son akşamüzeri.
kıyafetleriyle son resmi gösterilerindeler. Yine gel
Paketlenip bandanmış bir koli yığınıyla çevrilmiş
anne... Tabii, yine konuşuruz... Kimseyi dinleme, sen
bir halde, yerde serili kalan halının üzerine
kendi işine bak... Canını sıkmana değmez, varsın
uzanmış tavana bakıyor ama köşeden belirmekte
onlar öyle desin... Mutlu olmana bak... Sonra bir
olan rutubet lekesi karalığı görmüyordu, bunu
telefon, sonra derin bir yanlış. Bir hiçlik hücumu
düşünürken. Kapıcıya, bir alt sokaktaki hurdacıya ya
ve sessizliğin boğucu ağırlığı. Gözyaşı. Aramızdan
da bir tanıdığa verilmiş eşyaların yerindeki boşluklar
hayatın
sıradanlığı
içinde
alabildiğine, alabildiğince insan. Her yer, her köşe başı, her sokağın kenarı ve ortası, her dairenin içi ve
izin vermiyor. Gözleri sımsıkı kapalı şimdi. Dışarıdan
dışı, her mahallenin dört yanı, her semtin meydanı,
bakan onu uyukluyor sanıyor oysaki o bir ışığın
her kentin yolları, otomobilleri ve otoyolları;
içinde ha boğuldu ha boğuluyor. Göğsü sıkışıyor,
insanlar... Hayatın yolcuları. Şimdi, hayatın kısa bir özeti, bir minyatürü. Bir yerden bir yere durağan bir hareket hali. Edilgen bir hareketlilik. İlerleyişe karşı
karanlıklardan bir el göğsüne bastırır gibi oluyor. Dudakları hafifçe aralanıyor... bir kelime etmeye
değil, ama yanında da yer almayan bir durağanlık.
çekiniyor; dilini kurumuş, çatlayan dudaklarında
Çepeçevre yine insan; tanımadık yüzlerin, kimsenin
gezdiriyor. Sonra Sesler dile geliyor. RRRRRRRR... Bu
tanımadığı duyguları gizleyen gözlerin beyaz gürültüsü. Her şey, herkes, her ses alabildiğine sıradan. Bir göz kırpması, bir iç çekiş, kısa bir soluk,
mekanik ses artık daha anlaşılır, her zamankinden daha gür, daha güçlü ve daha yakın. RRRRRR... Işığın
şakaklarında belirginleşen bir damar, şimdi duruyor.
içinde beliren bir siluetin dudakları aralanırken
Terli avucu demiri sarmıyor, kulağında otobüs
kulaklarında tek bir ses yankılanıyor; ÖLDÜR... Artık
motorunun aksıran sesi yok artık. Hiçliğin ortasında, hepsinden uzakta. Zamanın dışında; zamanın içine
sesin hırçınlığı, boğuculuğu ve gürültüsünden eser
bakıyor. Sonra; gözlerini kapatıp tüm resmi koyu bir
yok. Yumuşak ve dingin, ikindi üzeri bir koyda yüzer
karanlığa boyuyor, gözlerinden bile daha kara bir
gibi. Silueti tanıyor. Anne? Öldür. Öcünü al. Kulağına
oradaymışçasına onlara baktı. Artık bir anlam ifade
karanlığa. Yokluğu yırtan bir başlangıç, bir kontak
etmiyor, bir şeyin resmini çizmiyorlardı. Bu eksiklik,
çevrilişi, bir kıvılcım ve bir gürleme. RRRRRR...
akıtılan bir zehir söz. Dinleme. Sigarayı bırak.
tıpkı hiç gerçekleştirilememiş bir heves gibi, gözünü
Geri geldi. Her zamankinden daha şiddetli, daha
yaşartmaya yetti. Yutkundu, bir bardak su içti ve eli
güçlü ve her yanı kaplıyor. Diğer tüm düşünceleri
bir alışkanlıkla bir şeylere uzandı. Neye, ya da niye
aklından silip atıyor, onların yerini alıyor, zihninin
alınanlar, hatırası olan ama neyi hatırlatmak üzere
uzandığını bilmeden. Başında dayanılamayacak bir
en kuytu kıvrımlarına bile yanan mazot kokusunu
alındığı hatırlanmayan biblolar, bir kayık maketi,
ağrı, kulaklarında bir uğultu... Yoksa... Sesler ne kadar
işliyor. Garip bir çekiciliği var bu kokunun. İçine
hiç gitmedikleri bir yerin haritası (üzerinde bazı
derinden geliyordu? Bu dayanılmaz baş ağrısını, aşk
tanıdık bir huzur doluyor. Uykuya dalmak, ya da
Kara gözlerinde buğulu bir tedirginlik, dudaklarında
karalamalar), not defterleri, içine yarım sayfa kadar
ağrısını ya da artık her ne idiyse onu bastırmak için
gözünü açıp onu yanında bulmak gibi. İlk kez tüm
suya hasret bir kuruluk, şakaklarından süzülen
karalanıp bırakılmış bir günlük, mektuplar, birilerine
yere uzandı, oracıkta öylece uyudu. Rüyasında bir
düşünceler, tüm hisler, tüm algılar hizalanıyor. Ucu
verilmesi gereken gözden çıkarılmış beyaz eşyalar,
yelkenliydi. İlk defa.
ucuna eklenip, anlamlı bir bütün oluşturacak gibiler.
ayrılan sevgili kardeşimiz... Eşyalar toplandı. Paylaşılan sessiz anlar, rengi solmuş bir halıdaki kahve lekesi, hiç giyilmemiş bir bluz ya da bir şapka, taraklar, kolyeler, tokalar, eski bir sabahlık, kitaplar, plaklar, kasetler, çerçevelerdeki fotoğraflar ve fotoğraf albümleri, hatıra diye
182
S. girmişti. O günden beri hayata bir kişi daha
içini yansıtırcasına belirgindi. Sanki siluetleri, ya da ruhları -eşyanın bir özü olabilir miydi?¬
Aralarından ince bir ışık sızıyor yalnızca. Bu sesin
Egemenliğin gelsin. Tacı takan yılan... Öcünü al! Son sözünü yutarcasına yırtılan bir horoz örüşü, tüm ilahi düzeni yıkan, şimdinin duvarlarını devirip onu orta yere, bir otobüsün ortasına atan.
birer damla ter. Günün sıradanlığına bir dönüş. Gözlerini otobüsün içinde gezdirirken olağanın
üzerine kıvrılıp oturduğu koltuk -en sevdiği- ve daha
Şimdi. Soğuk insanın içine işliyor. Nerede
bir yığın enkaz... Çoktan bitmiş bir ilişkinin ardından
olursan ol, sabah güneşi ve kimi kendisi kimi ruhu
geriye kalan yıkıntıyı toparlamaya çalışmanın
kambur bu insanların hararetiyle ısınan bu otobüste
anlamı yoktu, yine de yapıyordu. Alışkanlık umut
terlerken, aklından bin bir türlü şeyi geçirirken
yutuyor, ardından sesi, ve ardından şimdiye
kadar uçan değildi çünkü. Bir kere kalbe değil zihne
bile ensenden aşağı inen bir ürpermeyle kendine
doluyor; bendinden taşan bir ırmak gibi akın ediyor;
giriyor, ağını örüyordu. Kana karışmıyor, hislerinize
geliyorsun. Bir kere soğudun mu hayattan, ya da
damarlarında artık kırmızı bir ışık dolaşıyor. Bir an
gülümsüyor. Artık güne geri döndü. Canı sadece bir
bulaşmıyordu. İstersen yıllar önce bırakmış ol, elin
üşüttün mü; bir daha asla ısınamıyorsun. Gecenin
o kadar güçleniyor ki, gözlerini açacak gibi oluyor.
sigara yakmak istiyor. Kahretsin!
etrafını ise tek bir şey çevreliyor: RRRRRRR... Git gide
tekrar damarlarında dalaşmasına izin veriyor. Önce
büyüyor kükürt alevi bir ışık, önce hizaya dizilenleri
kalp atışı normale dönüyor, sonra yumruğunu biraz gevşetiyor. İşte, yanından geçen küçük çocuğa
183
Fatih DANACI
Sinema
Türkiye’de Sinema Koleksiyonerliği Yapmak Üzerine Türkiye’de iş disiplini söz konusu olduğunda ne denli profesyonel olduğumuz malum. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Eğitimsizlik, geçmişten gelen alışkanlıklar, cezai yaptırımlar ile mükafat sisteminin doğru işlememesi, bundan kaynaklı adalet sistemine olan inançsızlık, profesyonelleşememe, adam sendecilik, yapılan işi değersiz görmek, tüm bunların moral ve motivasyonu etkilemesi, vb. Söz konusu sinema olunca da bu sıraladığımız hususlardan bazıları karşımıza çıkar. Bir sektör olmayı tam beceremeyen Türk Sinema Endüstrisinin kanımca karşısındaki en büyük engel ise profesyonel ve kolektif bir çalışma disiplinin oluşmamasıdır. Hal böyle olunca filmlerimizin credit bölümünde dahi filmin yapım aşamasına katkıda bulunan departmanların mümessilleri yerine daha çok teşekkür kısımlarını dolduran isimlere rastlayabiliyoruz. Düşünün ki bir ülke sineması, yukarıda sıralamaya çalıştığımız bazı konuları tam anlamıyla aşamamış olsun. Bu koşullar altında üretilen sanat eserleri de yalnızca gişe gelirleri ve video, televizyon piyasası ile maliyetini çıkarmaya çalışsın. Halbuki doğru adımlarla bu sorunun önünü kati bir suretle olmasa bile, açma olasılığının mümkün olduğunu söylemek mümkün. Gelişmiş bir örnek olarak Hollywood’u ele aldığımızda büyük bütçeli film ve dizilerin yapım öncesinden sonrasına kadar harcanan milyonlarca dolarlık maliyetin, gişe gelirlerinin yanı sıra filmin telif hakları, telif haklarının satıldığı ticari markaların 184
ürettiği ürünlerin satışından sağlanan gelirler gibi daha pek çok alan sayesinde kat ve kat karşılandığı görülür. Pek tabii ki mahalli değil de küresel çapta bir ticaretin söz konusu olduğu Amerikan sinemacılığı ile kendi sinemamızı birebir kıyaslama gibi bir niyetim yok, olamaz da. Varmaya çalıştığım sonuç ise yalnızca bir tarafta üretilen ve pazarlanan eserler ile bir koleksiyoner/toplayıcı kültürünün doğduğu
gerçeği, diğer tarafta ise bu kültürün doğmamış olduğu, az çok nasibini alanların da çektiği sıkıntıların varlığına işaret etmektir, ki yazının başlığının epigraf olarak sunulmasının nedeni de budur… Hollywood’un büyük bir marka olduğunu ve hedef kitlelerinin varlığını kabul edersek karşımıza koleksiyonerler de çıkar ve bu sebepledir ki, binlerce lot parçanın satışa çıktığı müzayedeler ile bir pazarın varlığından bahsederiz. Bu yüzden filme ait story board’lardan, kostümlerine; filmde kullanılan orijinal proplardan, filme ait görsellere kadar pek çok şey değer kazanır. Bazen üretim aşamasındaki niyet ve manipülasyonlar ile kasten şekillenen (Star Wars, The Lord of the Rings serileri), bazen de seyirci kitlesinin talebi ile oluşan (Rocky Horror Picture Show) filmlere ait materyaller yapım aşamasından itibaren titiz bir iş disiplini sonucu ortaya çıkar. Öyle ki, milyon dolarların bahis konusu olduğu müzayedelerde DNA testinin yapılması dahi gündeme gelir. Bizde koleksiyon denildiğinde ise daha çok sanat koleksiyonerliği kavramı algısı ortaya çıkar ve yedinci sanat olmasına rağmen sinema bu kategoriye dahil edilmez. Sinema mecrasında ise düşük bütçeli alıcılara yönelen bir alan vardır ve birkaç denemeden öteye gitmeyen girişimler ile bu alanda kıpırdanmalar olmuştur (Yıllar önce Muhteşem Yüzyıl dizisinde kullanılan kıyafetler açık arttırma ile online bir satış sitesi üzerinden alıcılarını aramıştı). Bu durumda ülkemizin sinema koleksiyonerlerinin takip edeceği iki yol vardır. Bir tanesi Hollywood’a yönelmektir, ki Amerika üzerinden yapılan açık arttırmalara dahil olan takipçilerin parmakla gösterilecek kadar yetersiz kaldığını ifade edebilirim. Aktif katılımın ise birkaç örnekten öteye gitmediğini düşünüyorum (Zira astronomik rakamlara alıcı bulan ürünlere sahip olmak maddiyat ile doğru orantılıdır). Diğeri ise kendi sinemamıza yönelik bir koleksiyon yapmaktır. Ancak bu husus, Cem Yılmaz’ın “Pek Yakında” filminde Özkan Uğur’un canlandırdığı Ejder Abi karakterininki gibi ütopik bir tablo çizmiyor maalesef. “Ne, nerede?” sorusunun cevabını bulmak imkansız. Bulunsa dahi alınacak cevap büyük ihtimalle sonuca ulaşmak için yeterli olmayacaktır. Hele bir de Yeşilçam emekçisi olmayıp da koleksiyon çabası içine girilmişse çoğu konuda yapılan çabalar yanıtsız kalacaktır. 185
Çeşitli sebeplerden dolayı (koleksiyon kültürünün olmaması, toplanacak ürünlerin yokluğu, takip sürebilmek için gerekli verilerin olmaması, eski yapımcı/yönetmen/oyuncu/film ekibinin geçmiş zamanda böyle bir hususu öngörememesi, yenilerin ise bu konuya özen göstermemesi, sektörün buna olanak tanımaması, maddi imkansızlıklar, vb.) Türkiye’de sinema koleksiyonerliği; filmde kullanılan objelerden ziyade, film afişi, lobi kartı, fotoğraf, efemera, film makaraları, video kasetleri, sinema dergileri gibi ulaşılması görece daha kolay şeylere yönelmiş durumda, ki aslında bu durum dünyanın pek çok ülkesinde de benzer seyretmektedir. Bu alanda kurulmuş sosyal paylaşım sitelerindeki oluşumlar ve yalnızca bu alanda hizmet veren internet siteleri de bu uğraş için olanak sağlamaktadır. * * * 2007 ya da 2008 yılında başta “Saw” filmi olmak üzere bazı Amerikan filmlerinde kullanılan objeler İstanbul’daki bir alışveriş merkezine getirtilmiş ve sergilenmişti. Ne kadar ilgi gördüğü konusunda bir malumatım olmadığı için yorum yapamıyorum ancak kendi çevresine hitap eden mini bir serginin ötesine geçmediğini düşünüyorum. Bir başka hatırımda kalan sergi ise Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde sergilenen Türkan Şoray’a ait kıyafetlerdir. Ancak bu gibi birkaç girişimi yok saydığımızda meraklıların takip edebileceği İstanbul’da bulunan ve Türker İnanoğlu’a ait TÜRVAK vardır, ki bir elin parmaklarını geçmeyen sinema müzelerimizin en büyüğüdür. Müzenin içi ise daha çok resim, efemera ve film ekipmanlarından oluşuyor. Oyuncuların gardıroplarından çıkan elbiseler ya da filmde kullanılan objeler yok denecek kadar az. Geçmişin yaratmadığı ve öngöremediği bir durum bu; bir anlamda da sahip çıkmadığı! Çünkü günümüze ulaşan kolektif bir ürün yok, varsa da şaibelidir (Yeşilçam emekçilerinin sahip olduğu kişisel hatıratları tenzih edebiliriz). Buna rağmen Türk koleksiyonerleri uzak geçmişe daha yakındır ve yakın zamandaki filmlere mesafeli dururken 1980’li yıllar bile yakın geçmiş kabul edilir. Az önce de ifade ettiğimiz gibi uzak geçmiş söz konusu olduğunda görseller haricinde neye ulaşılabileceği de ayrı bir soru(n) dur. Çekim aşamasında kullanılanların anlık olarak temin edilmesi, kayıt altına alınmaması, 186
numaralandırılmaması gibi daha pek çok profesyonel ve sistematik zorunlulukların karşılanmasını kısıtlı bütçelerle film yapma güçlüğü ile boğuşmuş bir Yeşilçam’dan beklemek, hatta bu konuyu dile getirmek dahi gülünçtür. Piyasadan temin edilen kumaşlar ile kimi zaman eşe dosta diktirilen, oyuncuların üzerindeki kıyafetlerle kamera karşısına geçtiği, silahların sanatçı tarafından değil de ustalar tarafından yapıldığı ve birden fazla filmde kullanıldığı gibi imkansızlıklar içinde yürüyen bir sektör için söz konusu alandaki profesyonellik ruhunu beklemek hakkaniyetli bir davranış değildir. Kanımca bunda utanılacak bir durum da yoktur. Ancak günümüzde filmlerimiz bir milyona yaklaşan rakamları kolayca bulabiliyorken, büyük paralarla filmler çekilebiliyorken küçük detaylar sayesinde mükemmelliğe ulaşılabileceğini düşünüyorum. Ayrıca Türkiye’de bazı koleksiyonerler de vardır, ki kendi alanlarının bakir kalmasını tercih etme temayülünü sergilerler. Bunda en büyük neden fiyatların yükselmesindeki endişeleridir. Erol Üyepazarcı, kitabında eski harfli Türkçe ile yazılmış polisiye romanları toplamaya başlamasından sonra sahafların fiyatları çok yükselttiğini ifade eder. Doğru ve yaşanmış bir tecrübedir. Benzer durum film afişleri için de söz konusudur ve yalnızca eski oldukları için değerli sanılan, 1 Lira dahi maddi değeri olmayacak her poster için 50 katı hatta 100 katı değer biçenlerin yaptıkları da ayrı bir soyuculuktur. Pek tabii ki her şeyin bir alıcısı vardır ve ederinin kat ve kat üzerinde ödeme yapmaya da hazırdır ancak satıcıların elindekine değer biçme esnasında gösterdiği keyfiyetin de üç aşağı beş yukarı temel ve ahlakî kuralları olmalıdır. Gerçek koleksiyonerlikte de adı konmayan bir borsa sistemi vardır ve yazılı olmayan kurallarına riayet etmek beklenen davranış olmalıdır. Kanımca ülkemizde dikkat çeken bir başka husus da çoğu koleksiyonerin kapalı kutu olup sahip olduğu değerleri paylaşmama yönündeki eğilimleridir. Planlı ve plansız toplama, istifleme sonucunda nitelik ve nicelik olarak artan ürünleri paylaşmamak bana bencilce, sinema sanatının ruhuna aykırı ve madde bağımlılığına hatta tapıcılığına yakın bir tutum olarak gelir. Lakin bu hususu kesinlikle eleştirmiyorum ve herkesin kendince haklı sebepleri olduğuna inanıyorum. Bir
yandan da doğru ve faydalı tutumun tersi olması gerektiğini de düşünmüyor değilim. Tüm dünyaya yayılarak çoğunluk tarafından bilinen, kendi hayran kitlesini oluşturan, kült mertebesine erişen film ve dizilerde kullanılan bir objeye sahip olmak da madde bağımlılığının bir başka göstergesidir. Bununla birlikte yaklaşık 10 lira ödeyerek sinemada film izlemenin sağladığı haz ile kırmızı halıda hayranlık beslenen bir oyuncu ile fotoğraf çektirmek arasında da duygusal bağlılık anlamında fazla bir fark olduğunu düşünmüyorum. Yüksek meblağlar sonucu alınan orijinal propların da benzer hissiyat yaşattığından eminim. İnsan 187
yapısı bir objeye yüksek miktarda para ödemek ise kimileri için yersiz iken, hayatını bu alana adamış olanlar için gayet yerinde bir harcama kalemi de olabilir. Eminim ki bu satırları okuyanlardan bazıları bu paraların çok daha güzel ve faydalı işler için harcanabileceğini düşünüyor olabilir, lakin bu da dünya düzenine yönelik bir tartışmaya kadar sürüklenir. Hatta bu düzenden çıkıp, bireylerin özel hayatına; harcama kalemlerinden yaptığı fedakarlıklara, günlük yaşantısından verdiği ödünlere ya da yalnızca imkanı olduğu için harcama keyfiyetine sahip olanların özgür iradelerine kadar gider. Bu ise üzerinde durmak istemediğim ve bir anlamda kaçındığım tartışmadır. Çünkü ister sineme olsun, ister giyim, ister lüks arabalar olsun her daim pahalı olan üretilecek ve alıcılarını bulacaktır. Bir kol saatine binlerce lira ödemek ya da lüks arabalara binmek pek çok kişi için israf sayılabilir; tıpkı düşük bütçeli bir bireyin dışarıda 5 Lira gibi cüzi bir ücret karşılığında yemek yemeyi lüks saydığı gibi. Pek tabii ki asgari ücret ile geçinmeye çalışan bir çoğunluğun olduğu ülkede bu gibi lüks harcamalar adaletsiz hatta vicdani açıdan elim verici olsa da insanların bazı konularda ideal davranışı sergileme salahiyeti her zaman olmuyor. Bunu da yaradılışı kusurlu olan insanoğlunun bir temsilcisi olarak itiraf etmekten çekinmiyorum. Son olarak ifade etmek isterim ki, astronomik rakamlara ulaşan ürünlerin maddi olanakları güçlü insanlarca alınması kimileri için bir israf, kimileri için kültür hazinelerinin farklı ellerde olmasına rağmen korunması, kimileri içinse bir gösteriş budalalığı, hatta putperestlik olarak addedilebilir. Ancak mevcut dünya düzeninin değişme olasılığının imkansızlığını bir varsayım olarak kabul edersek koleksiyonerlerin bu tutumu, belki de başta kostüm olmak üzere tasarım ve üretim aşamasında pek çok ürünün, hatta yazılan ve baskıya verilen senaryo kitabının dahi daha iyi kalitede olmasına, daha iyi korunmasına vesile olabilir mi? Tam anlamıyla profesyonelleşerek sektör olmayı başaran bir mecrada daha iyi eserler ortaya çıkmaz mı? Sanırım bu soruların cevaplarını olasılıklar üzerinden kurgu yaratmayı seven zihinlerimize bırakmakta fayda var…
188
heidi 3b
Humphrey Bogart in The Return of Dr. X (1939)
Lon Chaney as The Phantom of the Opera (1925)
Klaus Kinski as Nosferatu the Vampyre (1979)
Ulysses (1954)
Lon Chaney in The Hunchback of Notre Dame (1923)
millicent-patrick Garthok from The Coneheads (1993)
189
Öykü: Kayahan DEMİR
Öykü
Eriyen Bedenler “Küçük kızım için ömür biçen hayallerim ve hedeflerim son nefeslerini verebilmek doktorların, benim ölüm tarihim hakkında bir için sıraya girerler. şey söyleyememeleri çok acıydı.” Çınar ağacı kadar dirayetli bir yapım da Yağmur çiselemeye başladı. Muhtemelen biraz sonra sağanağa dönüşebilir. Bir an evvel kendimi kapalı bir yere atmalıyım, aksi halde hazin sonumu görür gibi oluyorum. Neden şu son bahar geldi ki yine? Hep yaz yaşansa ya... Keşke hep çiçekler açsa, bir ömür solmamak üzere... İnsanları bir Alman disipliniyle ısıtan yaz Güneş'i hiç sönmese, ne olurdu sanki? Yağmur... Belki de yaşamım boyunca sevemediğim tek şeydir. Husumetimin olduğu tek düşmanım. Bir kişinin su damlalarıyla bu kadar ne derdi olabilir, diye düşünebilirsiniz. Aklımdakileri sıralamaya başlasam, bana hak vereceğinize şüphem dahi yok... Bir insanın yağmurlu bir günde hiç mi bir işi rast gitmez, sorarım size? Hep mi belalı günler onu böyle ıslak günlerde yakalar? Benim hayatım, tıpkı mevsimler gibidir. Güneşli günlerim güzel yıllarımı, yağmurlu ve fırtınalı günlerim hüzünlü yıllarımı sembolize eder. Şayet mutsuzsam, kış yaşanıyordur tüm bedenimde... Ayak parmaklarımın ucunda meydana gelen fırtınalarım, tüm bedenime yavaş yavaş sirayet ediyordur. Artık yapraklarım dökülmüştür bu dönemde... Meyve verecek ne bir azmim ne de gücüm kalmıştır. Yere düşüp son nefesini veren yaprak misali,
190
yoktur. En ufak bir yağmur damlası dahi benim mahvıma yol açmaya yeter. Kızımı böyle yağmurlu bir günde kaybetmiştim. Yağmur damlalarından örülü, soğuk bir ölümün koynuna bırakmıştım henüz beş yaşındaki kızımı... Neyse... Sonunda evime gelmeyi başardım. Sol kolunu kaybetmiş birine göre oldukça atik olduğumu söyleyebilirim. En azından bir kolumu kaptırdığım düşmanıma, bedenimin diğer organlarını da feda etmekten bir kez daha kurtardım. Lakin bu ne zamana kadar böyle devam eder, bilemiyorum. İlla ki, bir gaflet anımda yağmur taneleri beni yakalayacak ve bedenimi kurşun yağmuruna tutacaklar. Ve bu benim sonum olacak, biliyorum. Özellikle kızımı kaybettikten sonra çok mu yaşamak istiyorum; galiba hayır. Ama ölümümün daha farklı olmasını istiyorum sanırım. Son nefesimi daha farklı koşullarda verebilmeyi... Bir insan, kendi ölümü için o kadar farklı senaryolar üretir ki, usta senaristler o kişiyle boy ölçüşemez. Bir gece ansızın bir depreme yakalanıp, giriş katında oturmanıza rağmen dışarı çıkamayıp, 14 katlı binanın altında kalabilirsiniz. Hayatınız boyunca her gün yanından geçtiğiniz ama bir kez olsun içine girip oturmadığınız kahvehaneye kırk yıl sonra ilk kez girer ancak bir teröristin
saldırısına kurban gidersiniz. Belki siz de hiç taksiye binmeyenlerdensinizdir. Kırk yılın başı acil durumda kalır, istemeyerek de olsa taksiye biner ve bindiğiniz taksinin lastiği patlar ve viyadüğe uçuverirsiniz. Sonunda hayatınız boyunca hayal ettiğiniz o tatile çıkar mutluluk sarhoşu olmuş halde uçağa biner birkaç saat içinde uçağın alev alan motorları sayesinde kendinizi okyanusun derinliklerinde çırpınırken bulur, bununla da kalmaz hemen sonra bir köpek balığının dişleri arasında son nefesinizi verebilirsiniz. Zamanında benim de bunlara benzer senaryolarım vardı elbet... Ancak kızımın ölümüyle birlikte kazandığım azılı düşmanım vesilesiyle bu senaryoların sayısı bire düştü. Artık galiba sonumun nasıl gerçekleşeceğini şimdiden kestirebiliyorum. Her insanın hayatında kırılma noktaları vardır. O noktalardan sonra insan, kaderinin hangi istikamette gideceğini tahmin edebilir. Ne yaparsa yapsın zamanı geri getiremez ve belirli bir sözleşmenin yapılmadığı, alnına yazılı kader çizgisinin sonunu kestirebildiği halde, üzerinde yürümeye devam eder. Benim için her şeyin resmiyet kazandığı gün kızımı kaybettiğim gün olmuştur. Kazançla kaybı, hayatımın kırılma noktası olarak kabul ettiğim o günde birlikte yaşama talihsizliğine nail olmuştum. Benim için her şey o gün başlıyordu. Belki de benim için her şey o gün son bulmuştu. O gün kızımı mutlu edebilmek için lunaparka götürmüştüm. Belki biraz da olsa çektiği sıkıntıları ona unutturabilmek için... Onun yetişkin bir insana ve yaşıtlarına göre çok daha büyük sıkıntıları vardı. Mesela arkadaşları gibi koşamıyor hatta yürüyemiyordu. Onlar gibi konuşamıyor, sesiyle hiçbir insana rahatsızlık veremiyordu. Çünkü o felçliydi. Onunla sadece bakışarak konuşabilirdiniz. Acılarına ancak gözlerinden akan yaşlar ayna olabilirdi. Çektiği
ıstırapların, kısmen de olsa, idrakine ancak o zaman vakıf olabilirdiniz. Doktorlara göre kızımın çok bir vakti kalmamıştı. Kurtuluşu yakındı. Her ne kadar başlarda bu husus beni derinden yaralamış olsa bile, kızımın çektiği acılarından kurtulacak olması beni rahatlatıyordu. Artık kızımın gözlerimin önünde eriyip gitmesine dayanamıyordum. Kerelerce Allah'a dua ettim, kızımdan evvel benim canımı al diye... Evlat acısını tatmak istemiyordum. Küçük kızım için ömür biçen doktorların, benim ölüm tarihim hakkında bir şey söyleyememeleri çok acıydı. Çoğu kereler bu durumun haksızlık olduğunu düşünmeden edememiştim. Ben neredeyse kızımın yaşından beş kat daha fazla yaşamıştım. O ise daha yolun başındaydı. Sıranın bende olması gerekmez miydi? Sanki o ölünce dünya ne kazanacaktı? Tahmin edersiniz, çocuklar lunaparkları çok sever. Çoğu çocuk, anne babasının kendisini oyun parkına götürmesi için başının etini yer durur. Çoğu anne baba da çocuklarının bu tavırlarından illallah ettikleri için onları oraya götürmeye mecbur kalır. Kerelerce böyle bir çocuğa sahip olabilmek için dualar etmiştim. İnsanların nefret ettikleri böyle bir şeye sahip olabilmek için her şeyimi feda edebileceğimi hatırlıyorum. İnsanoğlu... Neden elindekilerle yetinmeyi bilmez ki sanki? Binlerce bilgiyle donatılmış bu muhteşem varlıklara, böyle sıradan bir özellik neden çok görülmüştür? Hep elimizde bulunmayanı, sahip olamadıklarımızı ve olamayacaklarımızı arar dururuz. Ölüm bizi buluncaya kadar bu çetrefilli isteklerimiz sürer gider. İşte benim isteyip elde edemediğim en büyük hayalim buydu. Dırdırı ve yaramazlıklarıyla
191
babasının başının etini yiyen haylaz bir kız çocuğu... Sorarım size, hayalim sahip olunamayacak kadar büyük müydü gerçekten? Ağzı olup dili olmayan kızımın bir takım hayallerinin olabileceğini düşünerek onu lunaparka götürebilmiştim. Muhtemelen ölmeden önce ona verebileceğim en güzel hediyeydi bu... Kısa ömrünün film şeridinden akacak tek güzel sahnesi... Elbette felçli bir çocuğun lunapark gibi oyun diyarında eğlenmesi güç bir durumdu. Çünkü orada oyuncakların birçoğu sağlıklı çocuklar için dizayn edilmişti. Neyse ki hasta çocukların da binebilmesi için yapılmış, atlı karınca, dönme dolap gibi insanın yüreğini ağzına getirmeyen oyuncaklar da mevcuttu. Ve bunlardan kızımın keyif alacağına şüphem dahi yoktu. Belki “Babacığım, çok güzeldi, çok eğlendim” gibi cümleler işitemeyecek olsam bile, kızımın gözlerindeki ince bir tebessüm dahi beni sevinçten havalara uçurabilirdi. Öyle de olmuştu. Keyfi son derece yerinde olan kızımın gözlerinden mutlu olduğunu anlayabiliyordum. Adeta “Teşekkür ederim babacığım, beni buraya getirdiğin için sana minnettarım” diyordu göz bebeklerimin içine derin bir bakış kalıntısı savurarak... Oysa ki orada onu biraz da olsa mutlu edebilmeyi başardığım için ben ona minnettardım. Elbette ayağa kalkıp bana sarılabilse ona çok daha fazla minnettar olabilirdim, ama bu hiçbir zaman mümkün olmadı maalesef... Kızıma dönme dolabın da nasıl bir şey olduğunu tattırdıktan sonra, yorulduğunu anladım. Çocuğumun beti benzi atmıştı. Bir yerde oturup dinlenmekte fayda vardı. Ancak kızım, bitap düşmüş göz bebekleriyle bir nesneyi süzüyordu. Önce kızımın nereye baktığını anlayabilmek için onun bakış doğrultusuna yönlendirdim gözlerimi...
192
Gözümün önündeki sahne, birçok çocuğu kolaylıkla etkileyebilecek bir özellik taşıyordu. Karşımda çocuğumla birlikte gözlemlediğim şey, bir pamuk şekercisiydi. Beyaz ve pembe renklerindeki pamuk şekerler küçük bir çocuğu kendine hayran bırakabilecek türdendi.
güçleniyor, şekerin her bir bölgesini kendi usulünce dövmeye çalışıyordu.
Evet, yağmurla olan husumetim o vakit başlamıştı. Yağmura karşı olan harbim de...
Dokunuşuma tepki vermeyen kızım beni korkutmaya başlamıştı. Normalde rahat uykuyu dahi kızıma çok gören hastalığı, böyle bir dokunuşu ihmal edemezdi şüphesiz.
Gerçi o günden sonra yağmur bana istediğimi vermişti diye düşünüyorum. En büyük hayalimi gerçekleştirmişti. Benim, “Şeker adam” olmam yönünde temellerimi atmıştı.
O anda kızımın ne isteyebileceğini anlamıştım. Sessiz bir şekilde her çocuğun isteyebileceği şeyi istiyordu benden.
Hala bir elimi meşgul eden sinir bozucu şeker birikintisini aniden yere fırlattım. Canı cehennemeydi. Kızım olmayınca, o şekerin hiçbir önemi yoktu.
Yıllar evvel bir korku filmi izlemiştim. Üç kez “Şeker adam” denildiğinde yanınızda, dilediğinde bir insana her şeyi yapabilecek o meşhur “Şeker adam” beliriyordu.
Tüm bedenime dolmaya başlayan endişe ve korku, nefes almamı güçlendiriyordu. Olimpiyat sahasını koşup bitirmiş bir koşucu gibi kesik kesik soluyor, bir yandan kızımı sarsıyordum.
Belki her ismi üç kez tekrarlandığında her eve davetli misafir olan biri olmasam da, ben gerçekten bir “Şeker adam”dım artık...
“Aç gözlerini güzel kızım!” diye inledim çaresizce.
Tenime değen her bir su damlasının ateş görevi görmesi, benim bu kanıya düşmemdeki en büyük gerekçedir. Evet, tenime değen her bir su yahut yağmur damlası beni ateşin erittiği mum misali eritiyor.
Her ne kadar kızımın bir tepki vermeyeceğini bilsem bile ona şekeri alıp çok kısa bir süre içerisinde döneceğimi söyledim. Gözlerindeki yorgun bakışları, “Olur, babacığım” der gibiydi. Hızlı adımlarla şekercinin yanına gittim ve kızıma özel pembe renkte bir pamuk şeker alıp parasını ödedim. Tam kızıma doğru yönlenmiştim ki yağmurun yağmaya başladığını hissettim. Hemen ardından gök gürültüsünün işitilmesiyle birlikte yağmurun şiddeti artmaya başladı. Adımlarımı hızlandırmam gerekiyordu. Zira elimdeki şeker yağmur sularının tesiriyle eriyecek, kızıma çok istediği şekerini yapış yapış olmuş bir çubuk kalıntısı şeklinde takdim edecektim. Ayrıca yağmurdan kızımın etkilenmesini istemiyordum. Bir an evvel kapalı bir yere geçmekte fayda vardı. Elimde erimeye yüz tutmuş pamuk şekerle birlikte kızımın tekerlekli sandalyesine doğru yaklaşıyordum ki bir şey fark ettim.
“Bak ben buradayım kızım, uyan hadi aç gözlerini...” Ne çare ki bu haykırışlarım kızımı geri getirmeye yetmemişti. Narin ve cansız omuzları iki elimin arasında, adeta yerdeki şeker kalıntısı misali eriyordu. Göklerden gelip, tüm bedenimizi döven yağmur suları kızımı da eritiyordu. Küçük bedenini görünmez kılıyor, onu benden alıp başka diyarlara sürüklüyordu. Göz yaşları içerisinde kızımın cansız vücuduna sarılırken, gözlerim yerdeki pamuk şekerinin son görüntüsüne şahit olmuştu.
Kızım tekerlekli sandalyesinde öylece yatıyordu. Herhalde günün yorgunluğu tesir etmiş olacaktı ki oracıkta uyuyakalmıştı. Öyle güzel uyuyordu ki yağmur damlalarını dahi umursadığı yoktu.
Artık şekerden çok pembe bir çamuru andıran nesne, tıpkı kızım gibi yok olmuştu. Erimişti ve şahit olarak arkasında sadece beni bırakmıştı. Kızımla birlikte o pamuk şekerinin ölümüne şahitlik etmek zorunda kalmıştım.
Geldiğimi hissettirmek için usulca kızımın küçük eline dokundum. Diğer elimdeki şekerlikten çıkmak üzere olan nesne için büyük mücadele verdiğimi hatırlıyorum. Pamuk şekerin üst kısmı düştü düşecekti. Yağmur taneleri zamanla
İşte o anda içimde bir dilek peyda oldu. Ben de bu şekilde ölmek istiyordum. Kızım gibi, hatta kızıma çok istemesine rağmen yetiştiremediğim pamuk şekeri gibi erimek ve zamanla gözden kaybolmak...
Bunu nereden mi anlıyorum?
Zira sol kolumu da fırtınalı ve yağmurlu bir havada yitirmiştim. Aniden bastıran yağmur, sol kolumu kopartıp almıştı benden. Erimeye yüz tutmuş diğer organlarımı zor kurtarmıştım. Kerelerce, yağmurlu havada dışarı çıkıp yere uzanmayı o kadar çok düşündüm ki... Yere uzanmayı ve attığım pamuk şekeri gibi kısa sürede yok olmayı... Hem böylelikle özlemini duyduğum güzel kızıma kavuşmuş olacaktım. Ama yapamadım işte! Bir türlü cesaret edemedim. Kolumun koptuğu yağmurlu gün, bana her şeyin ciddiyetini fazlasıyla göstermişti. Bir insan yaşamının şeker misali ne kadar tatlı olabileceğini de... Yağmurla olan savaşım, şiddetli bir yağmurun pususuna düşene kadar devam edecek. Ve ben o zamana kadar bu ilginç yaşantıma devam edeceğim. Elbette içimde kızımın hasretini taşıyarak...
193
Hasan Nadir DERİN
Sinema
Gezici Festival 21. Yaşında
Gölge e-Dergi 21. Gezici Festival'e Destek vermekten onur duyar. 194
Yıllardır takip ettiğimiz Gezici Festival 21. yılını geride bıraktı. Dile kolay, 21 yıl. Belki de ilk yıllarda çocuk filmlerine gelmiş olan izleyiciler şimdi festivalin değişmez yüzlerinden biri oldu, belki de yıllar önce Kars’ta, Sinop’ta ya da Mersin’de festivali takip eden bir sinemasever bugün kendisi filmler yapıyor. Hep söylediğimiz gibi Gezici Festival özellikle ilk yıllarında sinema salonu olmayan ya da gişe filmleri dışında kalan filmlerle karşılaşma fırsatı olmayan şehirlere giderek önemli bir görevi yerine getiriyordu. Bugün İnternet, istenen filme ulaşılmasını kolaylaştırdı elbette. Ancak bu sefer de festivallerin sinemaseverler ile sinemacıları bir araya getirme ve farklı temalarda filmler göstererek bu temaları irdeleme yönleri öne çıkmaya başladı. Gezici Festival her iki yönden de önemli bir festival olma özelliğini koruyor. Bu yıl hemen hemen her zaman olduğu gibi Ankara’dan yola çıkan festival, Bursa ve Kastamonu gösterimleri ile 21. yılını tamamladı. Ankara gösterimlerinin hemen hepsi Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleştirildi. Geçtiğimiz yıllarda çoğunlukla kısa film ve belgesellere ayrılan bu mekânın festivalin ana mekânı olması konusunda festival takipçilerinin soru işaretleri vardı ama festival ekibinin çalışmaları sonucunda filmleri gayet iyi koşullarda izlediğimizi söyleyebiliriz. Tek ciddi sorun, programın tek salona sıkışmış olmasından dolayı pek çok filmin tek gösterimi olmasıydı. İzlemek istediğiniz filmi programınıza uyduramazsanız başka şansınız yoktu. Önümüzdeki yıl sinema salonlarından birine dönüş olmasa da mekan sayısının arttırılması isteğimizi
buradan da iletmiş olalım ve 21. Gezici Festival’in Ankara ayağı izlenimlerine geçelim. 26 Kasım Perşembe: 21:15 – Festivalin ilk filmi Sarmaşık’tı ama onu sonraya ertelemek durumunda kalınca ilk film Kralın Yeni Giysileri (The Emperor’s New Clothes) oldu. Kariyerinde birbirinden çok farklı filmlere imza atan Michael Winterbottom’ın bu yeni belgeseli, ünlü İngiliz komedyen Russell Brand’i çok da fazla bilmediğimiz bir yönü ile karşımıza çıkarıyordu. Çoğunlukla dünya umurunda olmayan bir karakter olarak izlediğimiz Brand’in politik aktivist bir yönü de varmış. Bu filmde Brand, bir an bile nefes almadan seyircilere gelir dağılımındaki eşitsizlikleri ve hükümetlerin, bankaların ve büyük şirketlerin bu konudaki rollerini anlatıyor. Daha filmin başında kendisinin de söylediği gibi, belki detayları bilmiyoruz ama temelde, bilmediğimiz bir şey anlatmıyor. Özellikle zaten çocukluğundan beri bu gelir adaletsizliğinin farkında olan bizler için yeni bir şey yoktu. Filmin bir kısmında da büyük bankalara gidip yöneticileri ile konuşmak isteyen ve elbette genellikle kapıda bekletilen Brand’in bu hareketleri de çoğunlukla Michael Moore’u andırıyordu. Bu nedenle filmin biraz fazlaca öğreten adam modunda olduğu söylenebilir. Ancak elbette filmin
195
hedef kitlesi bu konuları pek de bilmeyenler. Bizim çok popüler bazı komedyenlerimizin benzer filmler yapmaları gayet faydalı olabilirdi. Bu açıdan bakınca değerli bir film. 27 Kasım Cuma: 16:45 – Bosna Hersek’den gelen filmlerin önemli bir kısmının yakın geçmişte yaşanan savaşla ilgili olmasına ya da savaş sonrası yaşanan acıları ele almasına alışkınız. Elbette bu dönem, yaşanan insanlık suçları nedeniyle farklı yönleriyle ele alınması gerekli bir dönem. Ancak bu dönemi anlatan kimi filmler özellikle seyirciyi duygulandırmaya yönelik kimi formülleri fazlasıyla kullandığını da düşündürüyor bazen. Bu yıl Bosna Hersek’in Oscar adayı olan Gündelik Yaşantımız (Nasa Svakodnevna Prica) ise ana karakter olarak bir savaş gazisini konu etse de bildik formüllere itibar etmemesi ile dikkat çekiyor. Kariyerinde çok sayıda kısa film olan yönetmen Ines Tanovic, bu ilk uzun filminde Bosna Hersek’li bir ailenin gündelik yaşantısını anlatmış gerçekten de. Bu anlamda adının da çok iyi seçildiğini söylemeliyiz. Tanovic’in amaçladığı, bu ailenin hayatını gerçeğe uygun bir şekilde anlatmaksa bunu başarmış. Ancak bunu yaparken çok akılda kalıcı bir sinema kullanmadığını kabul etmeliyiz. İyi ama akılda kalıcı olmayan bir film olarak festival arşivindeki yerini aldı. Bu filmden sonra programda özellikle izlemek istediğim Ana Yurdu vardı ama bilenler bilir, yeni başladığım bir televizyon olayı var. Daha ilk haftalardan aksatmak istemediğim için festivalin ikinci gününü de tek filmle kapadım. Umarım Ana Yurdu vizyon şansı bulur. 28 Kasım Cumartesi: 14:15 – Haftasonu için seçtiğim ilk film beklenmedik bir sürpriz oldu. Annemle Geçen Yaz (Que Horas Ela Volta?), Brezilyalı zengin bir ailenin yanında hizmetçilik yapan Val’in hikayesi. Val, yıllarca ailenin tüm işlerini yaparak onların bir parçası olmuş. Hatta evin oğlu Fabinho’yu o büyüttüğü için onun için ikinci bir anne gibidir (filmin İngilizce adının The Second Mother olduğunu hatırlatalım). Val yıllarca ailenin isteği dışında hiçbir şey yapmayan uyumlu
196
bir hizmetçidir. Ancak o da yıllarca kendi kızından uzak kalmıştır. İşte günün birinde artık genç bir kadın olmuş olan kızı Jéssica, üniversite sınavlarına hazırlanmak için annesinin yanına gelince işler karışır. Güzel bir genç kadın olmasının yarattığı
sorun bir yana, o kendi ayakları üzerinde durabilen ve sınıf bilinci de olan bir kadındır aynı zamanda. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı olan Anna Muylaert, sınıf çatışmasını anlatmak için mutlaka sert ve asık suratlı bir film yapmak gerekmediğini çok başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. Filmde bol bol gülüyoruz ama Muylaert’in vermek istediği mesajı da alıyoruz. Bunda Val’i oynayan Regina Casé’in payı da büyük. Örneğin, filmin en güzel sahnelerinden birinde Val, yanında çalıştığı ailenin yıllardır girmediği havuzuna girdiğinde o heyecan, zafer, gurur ve tedirginlik duygularını birlikte seyirciye geçirmeyi başarmak kolay değil. Brezilya’nın Oscar adayı olan bu filmin ilk beşe girme ihtimali de yüksek. Umarım bu durum bizde vizyona girmesine de vesile olur da bu güzel film daha fazla seyirciye ulaşır (Not: Yazıyı bitirdikten sonra gelen habere göre film Oscar kısa listesine giremedi ne yazık ki). 18:45 – Bir sonraki seanstaki Nefesim Kesilene Kadar’ı vizyonda izlediğim için bir süre ara verip
güne Saltanatın Mezarlığı (Rak ti Khon Kaen) ile devam ettim. Doğrusu dinlenmeye ihtiyacım olacağını da biliyordum. Filmin 122 dakikalık süresi çok uzun değildi belki ama yönetmen Apichatpong Weerasethakul’un önceki filmleri, bu filminin de epey zorlu olacağının sinyallerini veriyordu. Filmi izlemeden bir-iki gün önce önemli sinema dergilerinin yılın en iyileri listelerine girdiğini de görmüştük. Meraklı bir bekleyiş vardı ama yönetmenin önceki filminin bana göre olmadığını da biliyordum. Sonuç: Yönetmenin bu filmi de bana göre değilmiş. Sevenlere, yılın filmleri listelerine alanlara saygı duyuyorum ama ben 122 dakika boyunca perdeye baktım ve film hakkında hiçbir yorum yapamadan salondan ayrıldım diyebilirim. Peki film neyi anlatıyor? Gerçekten bilmiyorum. Uyuyan askerler, onlara bakan hemşire, medyum gibi karakterler var ama… (çok da haksızlık etmeyerek filmin konu ettiği kültüre hâkim olanların filmden keyif aldığını ekleyelim yine de) 21:15 – Gezici Festival programını yapan arkadaşlar festivalin en zor iki filmini arka arkaya koyarak seyirciyi test etmişler sanırım. Bu seanstaki Tikkun da izlemek için çaba gerektiren filmlerden biriydi. Ancak burada bir önceki film için kurduğum cümleleri kurmam mümkün değil. Tikkun zor ama iyi ve etkileyici bir filmdi. Film, İsrail’in en koyu dinci bölgelerinden birinde yaşayan HaimAaron’u getiriyor karşımıza. Haim-Aaron, bir ilahiyat öğrencisi ama dinin kurallarını olabildiği en sert anlamı ile yerine getirmeye çalışıyor. Bu onu ölümün kıyısına yaklaştırsa bile. İşte o noktaya geldiği bir anda, babası sağlık görevlilerini çağırınca kalbi duran Haim-Aaron hayata geri döner. Ama onun hayata geri dönmesi Tanrı’nın emirlerine karşı çıkmak mıdır? İşte bu andan sonra karakterimiz kendi içinde bir inanç sorgulaması yaşamaya başlar. Yönetmen Avishai Sivan, hikâyesini ele alırken siyah-beyaz müthiş bir görsellik yaratmış. Anlatım tarzı olarak da ağır bir tempo ve az diyalog kullanımını seçmiş. Filmin sessizliğini anlatmak için şu örneği vereyim. Film boyunca salonun sağından
düzenli olarak bir ses geliyordu. Bir süre bunu birisinin yaptığını düşünerek uyarmaya hazırlandım ama sonra periyodik bir ses olduğunu anlayarak hoparlörden geldiğini düşündüm. Sonradan festival ekibine söylediğimde o duyduğum sesin projeksiyon makinesinin fanı olduğunu anladık. Bu sessizlik ve ağır tempodan dolayı seyirciden belli bir çaba istiyor ama dış dünya ile iletişimi çok kısıtlı olan karakterin iç dünyasına girebilmemiz için doğru bir seçim olduğunu söylemeli. Tikkun bittiğinde etkileyici bir seyir deneyimi yaşamış olarak salondan çıkıyordunuz.
29 Kasım Pazar: 12:15 – Geldik festivalin en yoğun gününe. Pazar gününün film maratonu Paulina (La Patota) ile başlıyordu. Filmin giriş sahnesinde kariyerini ve nişanlısını bir kenara bırakarak idealist bir tavırla, Arjantin’in gelişmemiş bir bölgesinde öğretmenlik yapmaya hazırlanan Paulina ve babasının bu konu hakkındaki diyaloglarını izliyoruz. Çok iyi
197
çekilmiş bu sahnede Paulina’nın karakterinin temel özelliklerine tanıklık ediyoruz ve bir karar verdiğinde onu vazgeçirmenin mümkün olmadığını görüyoruz. Babası da kızının bu özelliğinin gayet farkında. Bu ufak sahne, filmin geri kalanında da iki karakterin yaptıklarını anlamlandırabilmek için elimizdeki kilit sahnelerden biri haline geliyor. Filmin temel konusu, Paulina’nın gittiği yerde tecavüze uğradıktan sonra yaptığı seçimleri anlamlandırabilmek zaten. Yönetmen Santiago Mitre, farklı bir kurgu anlayışı ile oluşturduğu hikâyesinde sağlam sinemasal anlar yakalamış ama asıl öne çıkan konu filmin içeriği ve elbette Paulina rolünde Dolores Fonzi’nin çok başarılı oyunculuğu. Sorunlu bir oyunculuk filmin gücünü azaltabilirdi. Filmdeki tartışmaları çok açık etmeden daha fazlasını yazamıyorum ama festivalin üzerinde en fazla konuşulan, tartışılan filmi olduğunu söyleyebilirim. Festival boyunca festival müdavimlerinden hemen hepsiyle film üzerine konuştuk tartıştık. Bunun yanında filmleri beklerken kulak misafiri olduğum pek çok kişi de bu film hakkında konuşuyordu. Yönetmen de festival kataloğuna alınan sözlerinde filmin bu yönüne odaklanmış zaten. İzlenmeye ve üzerine düşünmeye değer bir film. 14:15 – Bu yılki Gezici Festival’in ana bölümlerinden biri Sinemada Caz idi. Jonathan Rosenbaum ve Ehsan Khoshbakht’ın seçtiği 6 kısa ve 2 uzun metraj filmle 287 dakika boyunca caza doyduk. Filmleri izlemek için gelen seyirciler salon önünde uzun kuyruklar oluşturdu ve salon tıklım tıklım doldu. Seyircinin hepsinin 287 dakikanın sonuna kadar kalmadığını itiraf edelim ama yine de ikiye bölünen gösterimleri epey iyi bir seyirci ortalaması ile bitirdik. Rosenbaum ve Khoshbakht’ın filmler hakkındaki sunumları (ve Ahmet Gürata’nın çevirisi) hem filmler arasında bir nefes alma şansı veriyor, hem de filmler hakkında ilginç detaylar veriyordu. Filmler farklı türlere örnek oluşturacak şekilde seçilmişti. Kısa filmlerden 1929 yapımı Black and Tan Fantasy, o günün sinema anlayışına uygun olarak çekilmiş, komedi olarak başlayıp
198
tavizler verip kendi müziğinden uzaklaşmasını Cassavetes’in stüdyo sistemi ile sorunlarının bir yansıması olarak görürsek. Filmde, küçük rollerden birinde Cassavetes’in fetiş oyuncularından Seymour Cassel’i de gördüğümüzü bir not olarak düşelim.
cazın hüzünlü yönünü öne çıkaran bir filmken 1934 yapımı Cab Calloway Söylüyor (Cab Calloway’s Hi-DeHo) çok eğlenceli bir komediydi. Begone Dull Care, caz ritimlerine eşlik eden serbest bir animasyon filmiyken, Ben Webster Avrupa’da (Big Ben: Ben Webster in Europe), Webster’ın Avrupa’da geçirdiği dönemi anlatan bir belgeseldi. Uzun filmlere gelince, 1955 yapımı Pete Kelly’nin Şarkıları (Pete Kelly’s Blues), o dönemin gangster filmlerini sevenler için çok iyi bir seçimdi. Baş karakterleri caz müzisyenleri olsa da temel olarak bir suç hikâyesini anlatan film, zekice yazılmış esprili diyalogları ile de dikkat çekiyordu. Bugünden bakınca biraz eskimiş bir filmdi belki ama kötü değildi. Elbette caz tutkunları için Ella Fitzgerald’ı görmek de ayrı bir keyifti. İkinci uzun film olan Geç Kalan Hüzün (Too Late Blues) ise John Cassavetes’in ikinci filmi olması ile merak uyandırmıştı. Kendi adıma nedense Cassavetes’in, Shadows sonrası ikinci filmini hep Faces olarak düşünmüşüm. Halbuki Cassavetes, bu iki bağımsız film arasında birkaç stüdyo filmi de çekmiş. Her ne kadar üstadın bağımsız filmleri kadar başarılı olmasa da izlemeye değer bir filmdi. Özellikle film öncesi yapılan sunumda belirtildiği gibi, filmdeki Ghost lakaplı müzisyenin ünlü olma çabası ve bu uğurda
21:15 – Bir yemek yemeğe bile fırsat kalmadan bir sonraki filmle güne devam ettik. Paolo Sorrentino’nun önceki filmi Muhteşem Güzellik’i (La Grande Bellezza) de ilk kez Gezici Festival’de izlemiş ve çok beğenmiştik. Gençlik (Youth) filminden de beklentimiz büyüktü. Sorrentino bu kez, yıllardır arkadaş olan bir orkestra şefi ve bir yönetmenin hikayesi üzerinden hem yaşlanmak üzerine cümleler kuruyor hem de günümüz sanat dünyasının sorunları etrafında dolaşıyor. Kadın-erkek ilişkilerini de bir kenara bırakmıyor. Aslında bu temalar Muhteşem Güzellik’i de hatırlatıyor ama bu iki film başta endişe ettiğim kadar benzerlik içermiyorlar. Öncelikle Michael Caine ve Harvey Keitel’in çok iyi bir ikili olduklarını söylemeliyiz. İki usta oyuncu, yılların dostluğunu ve rekabetini üzerlerinde taşıyan karakterleri çok başarılı bir şekilde canlandırmışlar. İkisini de izlemek büyük keyif. Oscar adayı olabileceği söylenen Jane Fonda’nın rolü ise evet kritik bir rol ama fazlasıyla kısa. Aday olursa kendisine gösterilen saygıdan dolayı aday olur diye düşünüyorum. Filmin bazı sahnelerinin fazla gösterişçi olduğuna dair yorumlar yapılabilir. Yanlış bir yorum değil ama bu sahnelerin amacına ulaştığını, en azından beni etkilediğini söyleyebilirim. Son olarak şunu da eklemeli. Michael Caine’in oynadığı rol, ilk başta Sorrentino’nun favori oyuncusu Toni Servillo için yazılmışsa hiç şaşırmam. 30 Kasım Pazartesi: 10:15 – Acaba bu kadar erken bir seansta hangi film vardı derseniz, Gezici Festival’in hiç eksik etmediği çocuk filmleri. Her yıl programına dâhil edemediğim bu filmleri izlemeyi seviyorum aslında. Hem altyazı okuma sorunu oluşmaması için diyalogsuz filmler seçildiği için farklı anlatım denemeleri içerebiliyor, hem de okullardan toplu olarak gelen ufaklıkların tepkilerini gözlemlemek
gayet keyifli olabiliyor. Festivallerde birilerinin ses çıkardığı için sinirlenmediğim ender seanslardan olmalı. Çocuklar genellikle birbirleri ile konuşmayıp filme tepki verdikleri için çok rahatsız edici de olmuyor doğrusu.
Bu yıl Norveç’ten gelen 7 adet animasyon vardı seçkide. En dikkat çekici olanları, piyano çalan bir çocuğun kalıplardan kurtulup kendi müziğini yapmak istediği Öğrenci Konseri (Elevkonsert), Dünya’nın tüm zamanını kontrol eden bir saati anlatan Büyük Saat (Warp) ve bir kovboyun siyahbeyaz bir dünyaya renk getirme çabasını anlatan Kovboy – Renkli (The Cowboy – In Color) filmleriydi. Özellikle son filmde, renklerin siyahlara karşı mücadelesine izleyici çocukların da perdede renkler çoğaldıkça alkışları ile destek vermeleri çok hoştu.
12:15 – Güne kısa filmlerle ama bu kez büyükler için yapılmış kısa filmlerle devam ediyordum. Kısa İyidir bölümünün bu seçkisinde de 7 film yer alıyordu. Bir havuzda bir araya gelen karakterlerin bir çete ile kesişen yollarını anlatan stop-motion animasyon Havuz (Simhall), kadına taciz ve şiddet sorunu ile birlikte ötekileştirme meselesinin de üzerine giden Dinle (Listen) ve Bir
199
Dava, Bir Tutanak (Ein Prozess, Das Protokoll) filmleri ile Onur Saylak’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Orman (filmin diğer yönetmeninin de Doğu Akal olduğunu da not olarak düşelim) bu bölümün dikkat çeken filmleriydi. 14:15 – Türkiye 2015 bölümünde yer alan Hasret (Yearning) filmi için bolca olumlu yorum almıştım. Bu nedenle Pazar – Bir Ticaret Masalı filmi ile tanıdığımız Ben Hopkins’in yeni filminden beklentim yüksekti. Filmde İstanbul’a belgesel bir film çekmek için gelen yabancı bir yönetmenin, İstanbul’un farklı özelliklerinden büyülenerek başında aklında olan filmden çok daha farklı bir film ortaya çıkarmasını, hatta İstanbul’un gizemlerinde kaybolmasını anlatıyor. Söz konusu belgesel yönetmenini Ben Hopkins’in kendisinin oynadığını, karşısına pek çok gerçek kişilik çıktığını düşünürsek filmi belgesel türüne dâhil edebiliriz ancak film ilerledikçe kimi karakterlerin gerçek kişilikler olmadığını fark ediyoruz ve film de iyice kurmacaya doğru kaymaya başlıyor. İşin bu kısmında bir sorun yok, hatta farklı bir deneme olarak alkışlanabilir. Ancak filmin belgesel konumundaki kısımları İstanbul’a dair bilmediğimiz şeyler söylemezken bunu farklı bir sinema diliyle de yapmıyor. Filmde belirtildiği ve hatta eleştirildiği üzere yabancılar için egzotik bir İstanbul belgeseli havası var. Filmin kurmaca tarafı ise vaad ettiği gizem duygusunu yeteri kadar veremiyor. Bu nedenle bendeki beklentiyi karşılamadı doğrusu. 16:45 – Gün tam gaz devam ediyordu. Her yıl olduğu gibi Gezici Festival’in Dünya Sineması seçkisinde farklı ülkelerin Oscar adaylarını izlemeye devam ediyorduk. Bu seanstaki Koza, Slovakya’nın Oscar adayı idi. Festival programında bir kez daha benzer özellikleri taşıyan iki film arka arkaya gelmişti (tesadüf olmadığını düşünebilirim). Bu filmde de kendilerini canlandıran gerçek kişilikler görüyoruz. Filmin başrolündeki Peter Baláž (lakabı Koza), 1996 olimpiyatlarına katılmış bir boksçu ve bu filmde de kendisini oynuyor. Maddi zorluklar içindeki Koza, bir de karısının hamileliği ortaya çıkınca iyice kötü duruma düşer ve yıllar sonra boksa geri dönmek
200
yıl önce izlediğimiz Bir Hurdacının Hayatı (Epizoda u Zivotu Beraca Zeljeza) filmini hatırlattı. Bu kez o filme göre işin sinematografik yönüne daha fazla önem veren bir filmle karşı karşıyayız. Ancak yine de tümüyle belgesel ya da tümüyle kurmaca bir filmi tercih ederdim sanırım.
Değeri (La Loi du Marché) idi. Son yıllarda ekonomik krizin etkilerinin tüm dünyada çeşitli şekillerde etkisini gösterdiği bir gerçek. Sinemada da bunun yansımaları karşımıza çıkıyor. Özellikle Avrupa’da belli bir yaşın üzerindeki çalışanların işlerini kaybetmeleri önemli bir sorun. Bu insanlar emekli olmak için fazla genç ama yeni bir iş öğrenmek için de fazla yaşlılar. Yönetmen Stéphane Brizé, böyle bir karakteri getiriyor karşımıza. Fransız sinemasının önemli oyuncularından Vincent Lindon’un canlandırdığı Thierry karakteri işinden ayrılmak zorunda kaldıktan sonra uzunca bir süre özelliklerine uygun yeni bir iş arar ve sonunda bir süpermarketin güvenlik personeli olarak çalışmaya razı olur. Ama süpermarket kurallarının müşterilere ve çalışanlara yaklaşımı hiç de insani değildir. Bu rolü ile Cannes’da en iyi erkek oyuncu seçilen Lindon, gerçekten de çok başarılı. Karakterini hiç abartıya kaymadan, gayet doğal bir şekilde ele almış. Tümüyle tek karakter üzerinden giden filmin yükünü üstlenmiş. Özellikle filmin ilk yarısındaki iş arama sahnelerinde gerçekten iş arayan bir adamla ilgili bir belgesel izlediğiniz hissine kapılabilirsiniz. Güvenlik görevliliği döneminde ise karakterin içine düştüğü ikilemi başarıyla yansıtmış. Filmdeki bazı olayların sistemdeki çarpıklığı göstermek amacıyla konmuş, birbiri ile ilişkileri sağlam kurulmamış sahneler olduğu yönünde bir eleştiri getirilebilecek olsa da başarılı bir yapım.
21:15 – Bir sonraki seanstaki Abluka filmini önceden izlediğim için bir süre nefes almaya fırsat olmuştu. Sonrasında günün son filmi ise İnsanın
1 Aralık Salı: 14:15 – İlk gösterimini kaçırdığım Sarmaşık’ı vizyona girmeden birkaç gün önce festivalde izleme fırsatı buldum. İyi ki de izlemişim. İlk anlarda ses bandındaki sıkıntı nedeniyle bazı diyalogların tam olarak anlaşılamaması ve ara yazıların sadece İngilizce olması film hakkında bir soru işareti oluştursa da hızla kendini toparladı ve sonuna kadar çok başarılı bir şekilde ilerledi. Film, armatörün iflas etmesi sonucunda bir limana bağlanan bir gemiyi ve kurallar gereği gemide kalmak zorunda kalan altı gemiciyi anlatıyor. Kaptan dâhil, bu altı gemici günler ve aylar geçtikçe küçük bir mekâna sıkışıp kalmanın tüm baskısını üzerlerinde hissetmeye başlıyorlar.
zorunda kalır. Geçmişinde belgesel filmler olan yönetmen Ivan Ostrochovský, bu filminde belgesel ve kurmaca arasındaki sınırı bulanıklaştırıyor. Karşımızda gerçek karakterler olunca izlediklerimizin ne kadarının gerçek, ne kadarının kurmaca olduğu konusunda bir soru işareti oluşuyor. Bu yönüyle iki
Aralarındaki ilişkiler geriliyor, en ufak bir kıvılcım ortalığı alevlendirmeye yetiyor. Altı erkeğin bir arada aylar geçirdiği bir ortamdan beklenebileceği gibi fazlaca küfür içeren bir film ama bu küfürler hiç yapmacık ve rahatsız edici durmuyor. Tıpkı yıllar önce izlediğimiz Gemide filminde olduğu gibi. Ancak Gemide filminde olayları tırmandıran unsur bir kadınken burada kadın bir karakter yok. Ama her iki filmi de bir Türkiye alegorisi olarak okumak mümkün. Burada özellikle karakterlerin geçmişleri, geldikleri çevre ve fikirleri ile birlikte iktidarla ilişkileri farklı yorumlamalara olanak sağlıyor. Ancak buna hiç girmeyip, filmi tümüyle kısıtlı bir mekâna kısılıp kalmış altı karakterin öyküsü olarak görsek bile son derece güçlü bir film var karşımızda. Tüm karakterler son derece iyi yazılmış ve iyi oynanmış ama Nadir Sarıbacak hem kendisine ayrılan alanın serbestliğiyle hem de müthiş oyunculuğu ile bir adım önde. Genellikle yukarda bahsettiğimiz kıvılcımların çıkmasına neden olan Cenk karakterini canlandıran Sarıbacak, çok başarılı bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor (zaten bu festivalin sonrasındaki hafta sonunda Antalya Film Festivali’nden en iyi erkek oyuncu ödülünü de aldı). Özgür Emre Yıldırım’ın da adını anmadan geçmeyelim elbette. O da gayet iyi.
201
Sarmaşık için yılın en iyi yerli filmlerinden biri demek yanlış olmayacaktır. Çok kişinin listesinde de birinci sırada yer alacak büyük ihtimalle. Tolga Karaçelik, kurduğu atmosfer ve başarılı görüntü çalışması ile bu ikinci filminde önemli bir başarı elde etmeyi başarmış. Bu arada Gezici Festival’in programına yılın en iyi yerli filmlerini topladığını da söylemek lazım. Elbette bunda yılın iyilerinin son aylara kalmasının da payı var ama Sarmaşık ile birlikte, her ne kadar daha önce izlediğim için bu yazıda bahsetmesem de, Abluka ve Nefesim Kesilene Kadar, pek çok kişi için yılın en iyi filmleri. 16:45 – Festivalin Güvencesiz Hayatlar bölümünün bir diğer filmi Amerikan Rüyasına Ağıt (Requiem for the American Dream) idi. Noam Chomsky’nin Amerika’daki çarpık sistem hakkındaki (Dünya’nın geri kalan pek çok yerinde de farklı değil aslında) fikirlerini ve arkasındaki tarihsel gelişimi anlattığı belgesel çeşitli animasyonlarla da desteklenmiş. İyi de olmuş açıkçası. 75 dakika boyunca sadece Chomsky’yi dinlemek bir noktadan sonra fazla sıkıcı olabilirdi. Aslında Chomsky de muhtemelen çok farklı altyapılara sahip izleyiciler olabileceğinin farkında olarak anlattıklarını olabildiğine yalın tutmaya çalışmış. Bir ders izliyor gibiyiz ama ileri düzey bir sınıfta değiliz. Amerikan Rüyasına Ağıt’ın festivalin ilk gününde izlediğimiz Kralın Yeni Giysileri ile birbirini tamamlayıcı iki film olduğu söylenebilir. Her ikisi de benzer konuları ve benzer çarpıklıkları işlerken biri bunu daha popüler bir figür üzerinden yapıyor, diğeri ise çok derinlemesine olmasa da işin arka planına eğiliyor. 21:15 – Bulantı filmi nedeniyle yaşanan Zeki Demirkubuz izdihamından sonra Olağanüstü Öyküler (Extraordinary Tales) ile günü noktaladık. 5 Edgar Allan Poe öyküsünden yola çıkarak yapılmış 5 animasyon filmin toplanmasından oluşan film, farklı yönleri ile ilgi çekiyordu. Tüm animasyonların yönetmeni Raul Garcia olsa da her öykü için farklı bir yaklaşım ve görsel yapı belirlemiş. Bu sayede her filmi bir tazelik hissi ile izlemek ve her yeni hikâyeye başlarken bakalım bu kez nasıl bir yaklaşım göreceğiz diye meraklanmak mümkün.
202
Ama filmin en büyük özelliği seslendirme kadrosu belki de. Her öyküye farklı bir isim anlatıcı olarak katkı vermiş. Bunların çoğu da korku sinemasının önemli isimleri. Poe’nun ölümle iç içe olan öykülerinde daha en başta, yakın zamanda kaybettiğimiz Christopher Lee’nin etkileyici sesini duyunca tüyleriniz diken diken oluyor. Bir yandan ustanın sesinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha hatırlarken bir yandan size öbür dünyadan seslenen bir ses hissinden kurtulamıyorsunuz. Bir sonraki filmde ise bu his çok daha güçleniyor. Çünkü bu kez kulaklarımızda yıllar öncesinden gelen Bela Lugosi’nin sesi var. Poe’ya hiç de yabancı
olmayan Roger Corman ile bu isimler yanında çömez sayılabilecek olan Guillermo del Toro da seslendirme kadrosu içindeydi. Çok detaya girmeden filmi oluşturan hikâyelerin sadece adını vererek ve hepsi de izlenmeye değer diyerek geçeyim. Ne de olsa Poe meraklıları bu hikâyeleri ezbere biliyordur: Usher Evinin Çöküşü, Gammaz Yürek, Mr. Valdemar Vakasındaki Gerçekler, Kızıl Ölümün Maskesi, Çukur ve Sarkaç.
9 film bulunuyordu. Çok farklı ve eğlenceli ayakkabı tasarımlarının karşımıza çıktığı Ayaküstü (Down to Earth), Filistin’de bir evin İsrail askerleri tarafından aranmasının Filistinli aile tarafından çekilmiş gerçek görüntülerinden oluşan Gülümse, Dünya da Sana Gülümsesin (Smile, and the World will Smile Back), Derya Durmaz’ın bekâret meselesine baktığı Gri Bölge ve sürpriz finali ile eğlenceli yapıdaki Görev (Deber) seçkinin en akılda kalan filmleriydi. Ayrıca Yiyin Efendiler (Dinner for Few) animasyonunun da festivaldeki gelir eşitsizliği ile ilgili filmler ile bir tema bütünlüğü oluşturduğunu söylemek mümkün. 21:15 – Ve geldik festivalin Ankara ayağının son filmine. Son gösterim, festivallerde zaman zaman gördüğümüz özel gösterimlerden biriydi. Canlı müzik eşliğinde bir sessiz film deneyimi. Böyle gösterimlerde hem sinemanın 100 yıl önceki gösterim koşullarının bir benzeri oluşturularak farklı bir atmosfer oluşuyor, hem de başka zaman keşfetme şansımızın pek fazla olmadığı filmler izliyoruz. 1925 yapımı bir Alman filmi olan Varyete (Varieté), aslında çok bildik bir hikâyeyi anlatıyor. Karısını ve kızını genç bir kadın uğruna terk eden orta yaşlı bir trapezci, yolları daha genç, yakışıklı ve zengin bir trapezci ile kesişince kıskançlığın ağına düşüyor ve olaylar gelişiyor. Başrolde dönemin en ünlü oyuncularından Emil Jannings’i görmek bir keyif. Arzu nesnesi, genç kadın olarak Lya De Putti, güzellik anlayışının geçen yıllarda ne kadar değiştiğini de görmemize olanak sağlıyor. Aradan geçen 90 yılda elbette oyunculuk anlayışı da değişmiş. Bazı sahnelerde karakterlerin duygularını
seyirciye geçirmek için yapılan abartılı mimikler salonda gülüşmelere yol açtı ama filmin çekildiği yıl düşünülerek değerlendirildiğinde gayet başarılı oyunculuklar izledik. Ayrıca yönetmen Ewald André Dupont, özellikle trapez sahnelerinde farklı teknikler de denemiş. O günlerin imkânları ile nasıl yapılmıştır bilinmez ama bu sahnelerde kameranın trapezciler gibi havada salındığını hissettik.
Bu güzel deneyimle birlikte biz de bir Gezici Festival’in sonuna daha gelmiştik. Ama festivalciler için yolculuk yeni başlıyordu. Sırada Bursa ve Kastamonu vardı. Kendilerine kolaylıklar dileyerek uğurladık ve yeni festivalleri beklemeye başladık. http://sinemamanyaklari.com/
2 Aralık Çarşamba: 12:15 – Göz açıp kapayana kadar bir Gezici Festival daha bitiyor. Son güne geldik bile. İlk seansta Kısa İyidir bölümünün ikinci seçkisi vardı. Bu seçkide
203
Öykü: Seran DEMİRAL
Öykü
Karşılaşma “Halbuki bir ömür, yaşanmaya değer bir eder olmuştu. Yemek, içmek ve bedensel geridönüşüm mekanizmasının neticesinde peyda olan şeydir.” 1 Bu son cümlenin ardından uzun zamandır oturmakta olduğu sandalyesinden kalktı, su içmek üzere mutfağa yöneldi. Dili damağı kurumuştu. Sanki yazmıyor da, karakterlerin yerine konuşuyordu; hatta karakterleri yaşatmak yerine onların yerine her şeyi bir bir yaşıyordu. Yaşamak üretmek demekti onun için, hayatta olması nefes almasından çok, yaşatmasıyla ilgiliydi. Kendi bedeninden çıkıp başka bedenlerde can buluyor gibiydi, bu yüzden bedensel ihtiyaçlarını da unuttuğu oluyordu. Ağzının içi kupkuru olmasa su içeceği yoktu, ne zamandır keyifle bir şey yiyip içmez olmuştu zaten. Yemek yemek aklına gelmiyordu. İhtiyacı olduğu halde, nasıl olur da yemezdi insan? Vakitsizlikten, belki iştahsızlıktan… İştahsız olduğu doğruydu ama bunun kaynağı olumsuz değildi. Ali’nin yemek dahi yemeyip bütün günü yatakta geçiriyor olması ruhunun hâli ile değil, büsbütün yakalandığı hastalığından kaynaklanıyordu. Pek ciddi bir hastalıktı bu: Okur-yazarlık hastalığı. Sürekli okuyor, okudukları üzerine düşünüyor veya yazmaya kalkışıyor; bunun için önce uzun bir düşünme sürecine girip akabinde yazma eylemine geçiyordu. Başka herhangi bir şeye zaman ayırmaz, zaman ayırsa da altından kalkamaz olmuştu. Uzun zamandır evden çıkamıyor, insanlarla görüşemiyordu. Hatta ev ne kelime, kimi zaman yataktan dahi çıkmadığı oluyordu. Yaşanmaya değer bir ömrün anlatısını kelimelere dökmeye çalışır iken, yaşanmaya değer görmediği kendi ömrünün eleştirisini yapar gibiydi. Yaşamaya değdiğini düşündüğü eylemler, sadece yazdıkları veya okuduklarındaydı; herhalde bu sebepten günlerce yatakta dönelip durmayı tercih
temel ihtiyaçlarını karşılama sıklığı da düşmüştü. Bu durumu hastalıktan sayılır mıydı hakikaten? Bir yandan fizyolojisini değerlendirirken, diğer yandan hayatında değerli gördüğü herhangi bir şeyin kalıp kalmadığını düşünüyordu. Başkalarının hayatları arasında kaybolmak varken, kendi sıkıcı şimdiki zamanı içinde varlığını devam ettirme gayretine değmezdi. Nicedir buna kati gözüyle bakıyordu. Elbette her zaman böyle olmamıştı, farklı yaşadığı zamanlar, keyifle ve hatta coşkuyla geçirdiği bir mazi vardı. Fakat maziye takılıp kalmak da, geleceğe dair hayallere bağımlı yaşamak kadar yaşamın yanlış anlaşılmasıydı ona göre. An itibariyle aldığı soluğun bedeninde yarattığı tesir ile algılamalıydı hayatını. Şimdide var olmadıkça, ne mazisi, ne geleceği olamazdı kimsenin. Sabahın evvelindeki alacakaranlıktan günbatımına, gecenin zifiri karanlığından sabahın zemheri soğuğuna, değişen uyku saatlerine göre değişen uyanıklık zamanı gereği; bazen okuryazarlıkla etkinleşen hayal gücüyle birlikte ortaya çıkan gündüz-düşleri, havanın karanlığında gecedüşüne dönüşüyor; bazense öğle vakti ancak bir prensese yakışır ‘güzellik uykusu’ hâlinde gün ortası rüyalarına dalıyordu. Bu düzensiz hayatı, şimdiye dair yaşayacağı şeyin yokluğu, zatını bir prensesin ruh hâletinden uzaklaştırıyordu; cinsiyetinin farklılığı bile prenses olamama sebepleri arasında epey geri sıralarda kalıyordu. Aslında mazisinin üzerinden sandığı kadar uzun zamanın geçtiği yoktu. Olduğundan yaşlı hissetmesininse elbette çeşitli sebepleri olabilirdi. Bir kere insan genç iken, yaşadığı birkaç aylık zaman dilimi dahi gözüne devasa gelirdi. İnsan, yaşı
ilerledikçe geçirdiği zamanın niteliği veya azlığıçokluğuyla ilgili algısı başkalaşırdı. Mamafih; Ali genç veya yaşlı değildi. Genç olmadığı muhakkaktı, hayatta geçirdiği sene sayısından ziyade, tecrübe fazlalığı bu genç olmama hâlinin belirleyicisiydi. Yaşlı da değil, yaşsız gibiydi daha çok. Yüz hatlarından deneyimlerinin izleri okunmazdı, yaşını hiç belli etmezdi ya; yaşsızlığı esasen zihinsel vaziyetinin getirisiydi. Ali, yaşa, fiziksel özelliklere insanın bedeninde daima taşıma zaruretinin olduğu mülkler gözüyle bakardı. Öte yandan ‘yaşının tahmin edilememe’ durumu da, onun şahsına ait ayırt edici özellikleri arasındaydı. İşte hayatı bu gibi tezatlarla dolu adam, yataktan çıkmadan okuduğu uzun günler ve gecelerin ardından gelen telefonla bir ikindi vakti, kendini sokağa bırakıverdi. İçeride bulunduğu zaman boyu handiyse hiç yüzünü göstermemiş olan güneş, yaşadığı gezegenin üzerine ilk defa yansıyorcasına sıcacık ve ışıl ışıldı, parlaklığıyla göz kamaştırıyordu. Sanki doğa, Ali’nin evinin dört duvarı arasındaki münzevi halini bırakıp hayata, sokağa, insanlar arasına karışmasını kutluyor gibiydi. Sadece güneş ve onunla birlikte hava değil; bitki, hayvan ve insanlarda da bir canlılık, hareketlilik göze çarpıyordu. Bütün bunlar kendi varlığının tesiri olabilir miydi? Yoksa; havada daima bir bahar sevinci, insanlar ve dahi yaşayan tüm canlılarda hep bu coşku yüklü hâl vardı da, evinde penceresi ardında kaldığı için mi görememişti şimdiye kadar? Her iki ihtimalde de değişmeyen gerçek batmaya yaklaşan güneşin etkisinin yarattığı umutlu ve coşkun hâldi. Akşamın karanlık saatlerinde de, ayışığının görünmezliğine rağmen, bu coşkulu hava, sokağa sinmiş gibi gözüken neşe silinip gitmedi. Buluşulacak mekana gelmişti. Uzun zamandır bulunmadığı bu yer, bir zamanlar hemen her akşam arkadaşlarıyla oturduğu, sohbet edip dünya meseleleri tartıştıkları, her defasında evreni kurtarabilecekleri inancına kapılıp heyecan duydukları yerdi. Çıkıp da buralara uğramayalı ne kadar vakit geçmişti, kestiremiyordu. Öte yandan, herhangi bir mukayeseye gerek duymaksızın,
biliyordu ki; münzevi yaşantısı pek o kadar ‘uzun bir zaman dilimi’ olamaz idi. Geçmiş zamanın kısalığına rağmen mekanın, hatta neredeyse bütün muhitin ne kadar değiştiğini ayrımsadı. Yol boyunca doğaya odaklanması ve baharın canlılığı geçici bir süre gözünü kör etse de, farklılıkları algılamaya başlamıştı. Kaldırım taşları, tabelalar, sokak lambaları gibi ufak tefek addedilecek şeyler de değildi üstelik değişenler. Büsbütün binalar yıkılıp yenileri yapılmıştı; kitapçılar restoran, restoranlar giyim mağazası, kütüphaneler alışveriş merkezi olmuşlardı. Derin bir nostalji içinde buldu kendini. Bu nostalji hissi, karakterine, yaşına veya yaşayışına değil; bizzat yaşadığı yerin hızla ve sıklıkla değişim geçirmesine bağlıydı. Şehri büsbütün başkalaştıranların kim oldukları düşüncesi içinde, öfkeli ifadesiyle uzaklara dalmışken; telefonla kendisini davet edip buraya kadar getirmiş arkadaşı, bu defa heyecan yüklü el kol hareketleriyle oturdukları masaya yönelmesini sağladı. “Gel, gel! Ekip neredeyse tamamlandı.” Ekibi tamamlama gayretindeki konuşkan kişi, Abdullah idi. Fakat Ali’yi ilgilendiren nicedir görmeyip de özlediği Abdullah değil, yanında oturan daha evvel hiç görmediği kadın oldu. Masadakiler arasında tanımadığı tek kişi olan bu kadının ne yaşını tahmin edebiliyordu, ne güzel olup olmadığına dair fikir beyan edebiliyordu. Tuhaftı. Yaşsızlığı yüz hatlarından okunan, yahut yüzündeki çizgilerle yaşını ele vermeyen bir kendisi var sanırdı. Hayatında ilk defa, gördüğü bir insan hakkında hiçbir fikir yürütemez haldeydi. Normalde tam tersi olurdu: Sokakta yürürken rastladığı, yolda, otobüste, kısa bir anlığına göz göze geliverdiği herkes hakkında tahminde bulunurdu zira. Yaşları, meslekleri, aileleri, sosyal statüleri, gelirleri, hatta özel hayatları, eşleri ya da sevgilileri hakkında varsayımlar yapar – hemen hemen bütün hayatlarının bir dökümünü çıkarırdı kendi kafasına göre. İçlerinde tanıştıkları da olurdu bu insanların; hatta o vakit varsayımlarının büyük kısmının haklılığı karşısında kendi bile hayrete düşerdi. Belki de yeryüzündeki tek hakiki insan sarrafıydı. İlk defa gördüğü bu karşısındaki kadın hakkında nasıl yorum yapabilirdi sahi? Yaşını
1 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Bir Yol’ isimli öyküsünden alıntıdır.
204
205
anlamıyor, güzelliği konusunda bir karara varamıyordu. Abdullah’ın yanında oturduğuna göre onun arkadaşı olabilirdi pek ala. Orkun ile Seval senelerdir birlikteydiler ve şimdilik kendi köşelerine çekilmiş gibi gözüküyorlardı, Mustafa ise hâlâ ölmüş karısının yasını tutmaya arkadaş toplantıları esnasında haftada üç-dört saatliğine ara verebilir hâldeydi. Öyleyse bu kadının, Abdullah’ın arkadaşı olabileceği gibi, sevdiği kadın olması da muhtemeldi. Fakat kadının masadaki hiç kimseyle ilgisi yok gibiydi, herkesten uzakta, kendi alemindeydi. Ve bu alem hakkında Ali’nin en ufak bir fikri yoktu. Fikir sahibi olmaya niyetli olduğu için, tanışma vakitlerinin geldiğini düşünmeye başlamıştı.
eylemini konuşmaya dönüştürdüğünce, konuşma eylemi de düşünme ile sınırlandırmıştı kendini besbelli. “Buraya geleli ne kadar zaman oldu?”
Bu defa soruyu soran Zeynep’ti. Ali bir uykudan uyanmış gibi irkilerek baktı. Gözlerinin içine bakan kadın adeta misilleme yapıyordu. Gözlerini kaçırmamak için direnç gösteren adam ise duyduğu yeni soru karşısında şaşkın, cevap vermeye çalıştı. Yine konuşamıyordu lakin. Önce dudaklarının kilitli olduğunu düşündü, sonra birden dudaklarının kilitlenmesinden dahi imkansız ve büsbütün sorun olan gerçeği fark etti: Zeynep ile birlikte başka bir yerdeydi. Daha evvel aralarında oturan Abdullah, bu defa yanlarında değildi. Yanlarında değildi “Hanımefendi?” diye sorarken, meraklı ya, yine de yakınlarda bir yerdeydi. Bulundukları gözleriyle işaret ettiği ‘hanımefendi’ ise, tokalaşmak mekan hem var hem yok gibiydi. Muğlak görüntüsü için elini uzatırken; Abdullah kısaca açıkladı: ve dokusuna karşın, aslında yine aynı lokantanın “Zeynep ile bugün tanıştık. Tesadüf eseri. içindeydiler. Garip olan ve Ali’yi şoke eden bu gerçek Buraya yeni taşınmış, ilk arkadaşları da bizler olduk.” olmuştu. Başka bir yerde olsa, bir şekilde konum Cümlesi biten adam hafifçe tebessüm değiştirdiklerini düşünür geçerdi. Bu durumda ediyordu, eski dostuna da, yeni ahbabına da. ise, gerçek ile rüya, var ile yok arasında, burada Zeynep ile göz teması kurmakta olan Ali ise, adeta veya orada olamayacak bir hiçliğin içindeyken, korktuğu tümceyi duymuştu. Düşüncelerine lokantadaki süreci takip edebilir durumdaydı: odaklanırken, bakışlarını da kadından kaçırmamaya Abdullah ile Mustafa’nın kadeh tokuşturduklarını gayret ediyordu. Kimsenin tanımadığı bu kadının görüyordu hayal meyal, garson kendi oturduğu bir mazisi yok gibiydi. Böyle bir şeyin mümkün olup taraftaki boş tabağı dolusu ile değiştiriyordu, Seval olmadığını bilmiyordu elbet; lakin kadın hakkında heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Fakat kendisi hiçbir varsayım üretememe hâli, onda en mantıklı uzaktaydı. Aynı anda iki yerde birden olabilirler sebebin bu olabileceği fikrini doğurmuştu sonunda. miydi? Zeynep’in de kendisinin de bedeninin masanın etrafında yerli yerinde olduğunu, nasıl “Buraya geleli ne kadar oldu peki?” olduğunu bilmediği bir şekilde biliyordu. Buradaki var oluşunu ise açıklayamadığı bir başka şekilde “Ne fark eder ki?” Zeynep’in hiçbir şeyin okunmasına izin deneyimliyor, hayrete düşse de, saniyeler ilerledikçe vermediği, ifadesiz, neredeyse mimiksiz yüzünü içselleştiriyor, her şey tamamiyle olağan gelmeye koruması bir yana, sesindeki tonlamadan da hiçbir başlıyordu. Zeynep’in sorusunu düşündü yeniden. Ne duygu veya düşüncenin varlığı algılanmıyordu. Umarsızlaşan Ali ise, nasıl bir karşılık vereceğini kadardır buradalardı? ‘Burası’ derken kastettiği bilemiyordu. ‘Doğru tabii, fark etmez’ diye şey neydi? Ara bir evren, bir başka boyut, evrenler mırıldanmaya yeltendi; sözcüklerse dudakları arası geçiş sağlayıcı bir ortam, ölüm ile yaşam arasından çıkmadı. Evvelce kısa olduğunu iddia arası bir bölge, bir çeşit araf… Neyin nesiydi bu edebildiği denli uzunluğa sahip zamanlar boyu duyumsadığı? Bu geçmişi olmadığına artık emin kimseyle konuşmuyor olmasının getirisi; yazma olduğu kadın kimdi aslında; veya – neydi?
206
“Burası neresi? Onu bile bilmiyorum!” Kendisinden beklemediği bir şekilde bağırıvermişti. Tasavvur edilmemiş bir tepkiydi bu, bir çeşit refleks olduğunu iddia edebilirdi hatta. ‘Orası’nın bir muamma olmasının yarattığı endişe ve merakın getirisi bir sesti yükselip haykırışa dönüşen. Bir an hayatı boyunca hiçbir zaman duygularını rahatça ifade etmemişliğini, haykırışın, coşkunun ne olduğunu bilmediğini düşündü. Bedeni ve ruhunu saran hüzün dalgasını ilk duyumsadığı an bu oldu. Zeynep ise hınzırca gülüyordu. Gülümsemekle gülmek arasındaki çizgide kalmış gibiydi dudaklarının çizgileri. Yüzünde herhangi bir ifadenin belirebilmiş olması dahi şahaneydi. Ali hem kadının yüzünde oluşan ifadeye, kendisine verdiği tepkiye sevindi; hem de kendisinin konuşmuş, sükunetini ardında bırakıp iki tümceyi peşi sıra kurabilmiş olmasına. Tam iki ayrı cümle! Meğer cümle kurmak ne önemli şeydi. İnsan her şeyin kıymetini yokluğunda anlıyordu. Yaşamaya değer bulmadığı hayatının sonuna geldiğinde, yaşayamadığı zamanlar için pişmanlık duyacağı gerçeği bir an yüzüne tokat gibi çarptı. Ne yapabilirdi ki? Okur-yazarlığını tedavi edip kurtulsa, ne yapmak onu mutlu edecekti? Mutlu olmak yaşamının amacı mı olmalıydı ya? İnsan neden yaşardı? Bir an içinde bulunduğu durumdan, yanındaki kadından, arkadaşlarından, kendisinden öyle hiddetle tiksindi ki… Burada zamanını beyhude harcıyordu, içkinin etkisiyle bir nevi halüsinasyon görüyor dahi olabilirdi. Yeni tanıştığı ve içten içe hoşlandığı kadını da alet etmişti demek ki, rüyalar evrenine bir başına geçiş yapmak yerine, ortak bir zemin üretmeye çalışmıştı. Güçlü bir kadın olmalıydı ki, hayal gücünde dahi Ali’ye teslim olmak yerine, onu hayrete düşürüyor, bulundukları ortamdaki gidişatı denetimi altında tutabiliyordu. Ali bu tanımadığı, hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığı kadına hayranlık duydu – veya hakikaten kafayı bulmuş olmalıydı ki, içinde kalan tutkuya, arzuya dair son kırıntıları da onun üzerine yaydığını hayal etti.
Gözlerini açtığında yeniden masada, eskisi gibi oturuyor, sohbet edip, yiyip içiyorlardı. Uzun zamandır yapmadığı bütün eylemler bir aradaydı işte: Arkadaşlarıyla, şen şakrak, yemeli içmeli bir akşam; bomboş, sonunda ayıldığında geçirdiği zamanın akıp gitmişliği ardından üzüntü duyacağı herhangi bir akşam… Masadaki yabancıya döndüğünde düşünceleri dağılmıştı. Kadın bu defa tebessüm ediyor, hatta gözlerinin içiyle gülüyor da, birlikte mazileştirdikleri anı anlatıyor, tarifliyor, ortak bir eylemi paylaşmış olmalarının getirisi samimiyetle ve sadece ikisine ait bir sır varmışçasına mahrem bir sıcaklıkla bakıyordu. ‘Ne tuhaf!’ diye düşündü Ali, bir kere daha. Bu kadına dair, sahip olduğu maziye dair sadece kendisi vardı. Şimdiye kadar herhangi bir kadının ilk sevdiği, ilk birlikte olduğu kişi bile olmamıştı; fakat şimdi, bu kadının hayatındaki tek insan olduğunu sanıyor, hatta düşsel, gerçek olmadığını bildiği bir başka boyutta iletişim kuran tek insan olduğunu sanmıyor da, biliyordu. Ruhsal ve zihinsel yoğunluğu öyle fazlalaşmıştı ki, bulunduğu ortamın kalabalığına tahammül edecek takati kalmamıştı, bir an evvel evine dönmek, kafasındaki kalabalıkta dinginleşmek istiyordu. Bir dost meclisinden kalkacak olmanın zorluğunun bilincinde, kısık sesle söyleyebildi: “İçkiyi fazla kaçırmış olmalıyım. Eve döneyim artık.” Verilen perdedendi:
karşılıklarsa
pek
tabii
yüksek
“Aaa, hemen kaçıp gitmek yok öyle! Kırk yılda bir geldin, biz kalkmadan bir yere gidemezsin.” Abdullah’ın itirazına Orkun da destek çıkıyordu: “Tabii canım! Birlikte gelmediysek de, masadan hep birlikte kalkacağız. Ayrı gayrı olmaz bu saatten sonra.” Ne diyebilirdi ki? Artık burada mahsurdu. Sabaha kadar oturacak, Zeynep’in mana yüklü bakışlarının ağırlığı altında ezilecekti. Sahiden içkiyi fazla kaçırmış olmalıydı ki, kendince kuruyordu kafasında. Olağan vakitlerde yazarak, hayal kurarak
207
yaşıyordu ya; bu gece de bedeni ve ruhu için diğerlerinden farksızdı. Yine kafasında kuruyor, ancak bu defa düşlerine etrafındaki gerçek insanları dahil ediyordu. Zeynep’in şansı veya şanssızlığı ise yeni bir insan olması, hakkındaki bilinmezlikler nedeniyle üzerine hayal kurmaya nispeten elverişli olmasıydı. Hem zaten Mustafa veya Orkun’a dair hayal üretecek değildi ya, elbet masadaki yabancı kadın öncelikli olmalıydı. Çareyi Zeynep’e yaklaşmakta buldu. Onun tarafındaki boşluğa çekti sandalyesini, kulağına hafifçe fısıldadı: “Beni göndermiyorlar, fakat sana bir şey demezler. Birlikte kalksak olur mu? Gerçekten buradan bunaldım.” Zeynep gülümsedi. Onun keyfi yerinde gibiydi. ‘Oturuyoruz ne güzel’ diyip önerisini geri çevirecek diye ürküyordu Ali. Korktuğu gibi olmadı ama. Zeynep anlayışlı tebessümüyle sandalyesinden doğruldu, müsaade istediğini, mekandan Ali ile birlikte ayrılabileceklerini, Ali’nin de madem yorgunsa bu geceyi evinde sonlandırıp bir sonraki görüşmelerine daha zinde gelebileceğini açıkladı herkesi ikna edecek şekilde. Ses tonunun hipnotize edici tesiri vardı sanki, gerçekten masadaki hiç kimse itiraz etmedi. Böylece vedalaşıp ayrıldılar. Hiç birbirinin tanımayan iki insan, yan yana sessiz ve karanlık sokakta yürürken, düşünceleri birbirleriyle ilgiliydi. Hiç tanışmıyor, sadece birbirlerinin ön isimlerini biliyor olsalar da, yaklaşık bir saat kadar evvel bir şey yaşamışlardı; fakat Ali kadar Zeynep de bunun ne olduğunu tam olarak bilemiyordu. Aslında Zeynep bu hayatta hiçbir şey bilmiyor, öğrenmiyor, hafızasında tutamıyordu – zihni boş bir levhadan farksızdı. Deneyimleri bir hafızada tutulmuyor da, çöp kutusuna atılıyor gibiydi. Geri dönüşüm kutusunun olmadığı bir silme yöntemi vardı beyninin ne yazık ki. Ali, geçmişi veya geleceği olmayan, herhangi bir yere ve zamana ait olmayan bu kadın hakkında da, doğru varsayımlarda bulunmuştu. Konuşmaya karar verdiklerinde kadının yaşamaya başladığı evin önüne varmışlardı. Ali
208
burada böyle bir bina olduğunu anımsamıyordu. Gerçekten bütün sokaklar, caddeler bu denli değişmiş olabilir miydi? Hiç bilmediği yeni binaların varlığı bir an içini ürpertti. Aslında binalar değil de, kadının yaşadığını söylediği ‘bina’ demek daha doğru olurdu; çünkü bu bina diğerleri gibi değildi. Tıpkı kadının kendisi gibi, yaşadığı yere de bir zamansızlık, aidiyet yoksunluğu hakimdi. Hiç kullanılmamış, yepyeni duran yapı, aynı zamanda çok eski bir mitte yer alan imgeyi barındırıyor gibiydi; belki gerçekten bir mitin, efsanenin, hiç değilse bir masalın mekanıydı da, gerçek dünyaya bu geceliğine bırakılmıştı. Sabahın ışıkları vurduğunda yarattığı etki değişir miydi acaba? Peki sabah olduğunda… Bir an Ali, bu kadının bir gece-yaratığı olduğu fikrine kapıldı. Güneşin ilk ışıklarıyla yok olup gitmeyeceğini nereden bilebilirdi! Daha fazla dayanamayıp sordu, bu manasız soruyu sormaktan başka çaresi kalmamıştı: “Sen kimsin?” “Sen kim olduğunu biliyor musun? İnsan kim olduğu nasıl bilir?” Ali kadının, sorusuna soruyla, hatta sorularla karşılık vermesini sevimsiz bulmakla beraber, sorduğu sorulara verecek cevabı bulamayınca biraz öfkelendi. “Neden böyle yapıyorsun? Kim olduğunu anlatmak yerine, neden işleri zorlaştırıyorsun?” Sorularını sıralarken, zihni cevaplar üretmeye başlamıştı bile. Belki kadının o bilinmeyen karanlığında, ruhunun derinliğine sakladığı geçmişinde kendisinden dahi sakladığı şeyler vardı, bir çeşit kötülük veya pişmanlık… İnsan geçmişini hatırlamak istemezse, yok etmeye kalkışabilir, unutmak istediği kadarını unutturabilirdi. Ali de bizzat bunu deneyimlememiş miydi? Geçmişinden kaçıp yarattığı hayatı boş bir levhaya benzetmemiş miydi? Ve bu boş levhayı bir daha doldurmaya kalkışmadığı için değil miydi, evinde sürdürdüğü yalnız ve ‘sıkıcı’ gözüken hayatının niteliğini koruma çabası? Bu durumda Zeynep’i anlayabilecek yegane kişi de kendisiydi muhtemelen. Nasıl ki ikisi de yaşsız
insanlardı, ikisi de hayatlarına sünger çektikleri yerden itibaren birbirlerini anlayabilecek kişiler de olabilirlerdi. Fakat; Zeynep durumunun böyle olmadığını kısacık cümlesiyle ifade etti: “Gerçekten bilmiyorum.” Zeynep doğru söylüyordu, gerçekten kim olduğunu bilmiyordu. * * * Evden çıkmamayı sürdürdü. Arkadaşlarının telefonlarına çıkmadı, çağrılarını geri çevirmektense tamamen ortadan kaybolmuş olmayı tercih ediyordu. Ancak aklı hep o gece karşılaştığı kadındaydı. Neden daha çok zaman geçirmemişti sanki! Neden olmayan hikayesini dinlememiş, ona bir hikaye yaratması için yardımcı olmamıştı? Bencildi. Kendi hikayesinde kendi Zeynep’ini var etmekti onun yapıp yapabileceği. Gerçek bir insana dokunmaya, insanlarla gerçekten iletişim kurmaya korkuyordu. Öte taraftan; o kadının gerçek bir insan olup olmadığına dair olmayacak fikirler de hâlâ zihninde gezinmeye devam ediyordu. Biraz da bu nedenle evinden çıkıp Zeynep’i aramaya yeltenmiyordu. Kadın ortadan kaybolduysa şayet, onun gerçek bir kadın değil de, bir masal kahramanı olduğu sanrısına inanacaktı. Hatta kadına ulaşana kadar yaşadığı yeri, onu ardında bırakıp gittiği sokağı, sokağın bağlandığı caddeyi de bulamamaktan korkuyordu. Aslında çok gerçekdışı bir durum sayılamayabilirdi bu. İçkiliyken geçip gittiği yerleri, sokakları unuturdu insan. Ne kadar aklı başından gitse de, yaptığını konuştuğunu bilmese de, evinin yolunu bulurdu ya; o gece –yahut gündüz- geçip gittiği yerleri yönleri, görüp tanıştığı insanları bulamazdı sonrasında, genellikle aramaya yeltenmezdi. Ali bu yaşadığının farklı olduğunu biliyordu. Kadını aramaya kararlı bir şekilde çıktı evden. Aramasına gerek yoktu. Zeynep karşısındaydı. “Veda etmeye geldim.” “Nasıl? Evimi nereden buldun?”
Soracağı bir sürü daha mühim şey olmasına rağmen, ilk ağzından çıkan bu olmuştu. “Abdullah’tan öğrendim. Seni defalarca arayıp ulaşmaya çalıştılar… Aslında birlikte gelecektik, sanırım biraz merak da ettiler.” Halbuki merak edecek bir şey olmadığını bilmeleri gerektiğini düşünüyordu Ali. Daha evvel çok kere ortadan kaybolduğu, telefonlara çıkmadığı, hatta alıp başını bir yerlere gittiği olmuştu. Şu hayatta hâlâ birkaç arkadaşı vardı, onlar da kendisini tanıyıp bilmiyordu işte. Bir ömür yetmezdi ki zaten insan tanımaya. Yaşanmaya değer bir ömürde ancak kendisiyle tanışırdı insan, kendini bilirdi az buçuk. Ali kendini bildiğini düşünüyordu, Zeynep kendini bilmeye hiç kalkışmamıştı bile. “Neyse. Ben geldim. Seni gitmeden görmek istedim.” “Nereye gidiyorsun? Hani yeni gelmiştin?” Aslında ‘gitme’ demekti ya içinden geçen, nasıl derdi insan? Hakkında hiçbir şey bilmediği, bir defa görüp kaybettiği kimseye neden ‘gitme’ desindi hem? Demeliydi, içten içe bilse de bunu; diyemedi. Onun da insani önyargıları vardı. İnsanlara dair, onlarla geçirdiği zamanın azlığına çokluğuna, haklarında bildiklerinin sayıca fazlalığına dair herkesin kıstasları olurdu. Halbuki ikisi, hayatta belki kimsenin deneyimlemediği bir şeyin içinde, birliktelerdi – biliyordu bunu Ali! Fakat inanmıyordu. Bilip de inanmamak vardı demek ki. Düşe, hayale, gerçek-dışı olduğu sanısı taşınan o ‘şeylere’ inanmazdı insan, yaşasa da inanmak istemezdi. Bilmediğinden de, bildiğinden de, bilemediğinden de korkuyordu; insan, korkardı. “Kendime kalacak bir yer arıyordum. Fakat… Aradığım burası değilmiş. Bir mola vermiş oldum. Yoluma devam edeceğim.” Kararlı konuşuyordu kadın. Ne aradığını bilir gibiydi. Ali hayatı boyunca ne aradığını bilmemişti. Madem bu kadın biliyordu, onun bilgisiyle harekete geçse… ‘Elimden tut, birlikte gidelim’ dese…
209
Melahat YILMAZ Şimdiye kadar hiç bilmediği bir yola koyulmamıştı, hiçbir yere dönmemek üzere gitmemişti. Bu kadınsa, bilmediği bir yolculuğun ortasındaydı besbelli. Sonsuza kadar sürecek bir yolculuktu belki onunki, hayatının sonlanmasıyla bulacaktı aradığı yeri. “Güle güle.” Aklından, ruhundan geçen nicesine rağmen, ağzından dökülen bu anlamsız kelimenin peş peşe iki kere tekrarı oldu. Güle – güle. Gülerek çıkacağı yolculuğa uğurladığı kadının arkasından kendisi tebessüm edebilecek miydi? Hoşça kalabilecek miydi? Şimdiye dek hoş kaldığı bir zaman dilimi olmuş muydu? Bütün derdi tasasının kaynağı, Zeynep gibi kendi hayatının yolculuğuna çıkmaya cesaret edememesi miydi? İçindeki sızının sebebi, kendisini yaşadığı yere tutsak etmesi miydi? Hayatını değiştirmeye duyduğu isteksizlik, bu harekete geçememenin getirisi hakikaten sandığı gibi müthiş tutarlılığı mıydı; yoksa sadece tutuculuğu yüzünden mi gamı kederi üzerinden silkip ilerleyemiyordu bir türlü? ‘Hoşça kal’ cümlesini karşısındaki adama çok gören Zeynep arkasını dönüp yürümeye başlamıştı bile. Yolu uzundu. Sıfır noktasındayken bu adamla ortak bir düşün içinde niçin bulmuştu sanki kendisini? Tamamen bir boşluk halindeydi
210
yola çıktığında, bir başına ve handiyse hissizdi? Şimdi neydi bu içindeki? Tanımadığı bu adamı ardında bırakıp gitmenin hüznünü hissediyordu. Hayatında bir defa tatmıştı yas duygusu, kendini öldürüp yeniden yola çıktığında. İnsan birden çok kere ölebilirdi, biliyordu bunu. Mazisiyle öldürdüğü Rüya’dan bir Zeynep yaratmış, her şeyi sıfırlayıp yeniden başlamıştı. Şimdiyse Ali’nin intiharına yol açtığını biliyordu. Ali’nin yasını tutuyordu. İnsanın hiç bilmediği yabancı bir adamın yasını tutması ne tuhaftı! ‘Neyse ki bir insan sayılmam’ diye düşünüp gülümsedi, güneşin aydınlattığı yolun sonunda bir yerde, ışığın içinde kayboldu. Adeta ışığa karışmıştı.
Sinema
Star Wars VII:
Güç Uyanıyor (2015)
Işıktan gözleri kamaşan Ali ise, hayatına bir sünger daha çekmesi gerektiği bilincinde, Zeynep’in ardından içine saplanıp kalmış kederden arındırmaya çalışıyordu kendisini… Arınamayacaktı! İnsan yeni bir gerçekliğe, yeni bir hayata başlamaya karar verdiğinde dahi, geçmişin kalıntılarını bir yerinde barındırırdı. Ali, içindeki hüznün kırıntılarıyla yatağına geri dönmeye karar verdi. Belki yarın sabah… Gece… Yeniden uyandığı bir saatte, bir düşün içinde, yaşanmaya değecek bir ömrün aydınlığına uyanırdı. Neyse ki yalnız değildi. Yatağında, yanı başındaki hüznü, kendisini hiç yalnız bırakmayacağına dair söz vermişti. Hüznün kollayıcı sıcaklığında kendini uykuya bıraktı.
Çok uzun zaman sonra, çok çok uzak bir galakside... Aradan geçen yıllar Star Wars hayranları için bekleyiş, yad ediş ve buldukları her materyal ve görselle yetinme çabaları içinde geçti. Ve beklenen gerçek oldu efsane yeni karakterleri ve daha da güçlendirdiği temelleri ile geri döndü. George Lucas’ın teslim ettiği ellerde efsaneyi yeni nesillere taşıma süreci başladı. “Jedi olmazsa, güçte denge olması mümkün değil!” Star Wars yine karanlık ve aydınlık tarafa denge getirmeyi hedefleyen bir hikaye üzerine kurulu olarak çıkıyor karşımıza. Bu kez kötü tarafın adı ilk düzen... Yine bir Ölüm Yıldızımız var ve bu kez daha büyük, daha güçlü. Dart Vader’ın yolunu izlemeye çabalayan ama içindeki zayıflıktan korkarak kendi
sonunu kendi elleriyle yazan bir çırağımız var, Kylo Ren. Gücün aydınlık tarafına nasıl bir ışık katacağını tahmin bile edemeyen, çöllerde ekmek parasına hurda toplayan ve dengenin omuzlarına çökmesine istemsiz de olsa izin veren bir kahramanımız var, Rey. İçinde doğduğu düzenin yanlış olduğunu anlayan ve doğruyu bulmaya çalışan bir Fırtına Savaşçımız var, Finn... Hikaye karanlığa karşı tek güç olarak görülen Luke Skywalker arayışının üzerine döşenmiş drumumda. Yeni karakterlerimize alışma sürecini kolaylaştırmak ve özlem gidermek için Han Solo(part time savaşçı, full time kaçakçı) ve yareni Chewbacca macerayı sürekleyen itici güç olarak yerlerini almışlar. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu kanıtlayan bir temel acı da katılmış serüvene. Aydınlık taraftan karanlık tarafa çekilen bir kayıp ruh...
211
Öykü: Yurtsever Orkun TATAR İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE
Öykü
Kör Çukur Yere düşürdüğüm anahtarımı almak için eğildim ve üzerine düşen birkaç yağmur damlasını kurulamaya gerek duymadan tekrar cebime koydum. Aksayan bacağıma rağmen yürümek iyi gelmişti. Biraz şarap kronikleşen bilek ağrımı kısmen dindirmiş, yağmurda ıslanıp keyifle anahtar sallayacak kadar ahmaklaştırmıştı. Uzun süredir etrafımı saran huzursuzluk bulutu dağılıyordu sanki. Yönetmenliğini Lost dizisi, Görevimiz Tehlike III gibi yapımlardan da aşina olduğumuz J. J. Abrams’ın üstlendiği yapım soru işaretleriyle çıkmıştı yola. Serüvenin müdavimlerinin kafasında deli sorular vardı aslında. Acaba efsane gerçekten uyanarak küllerinden mi doğacaktı yoksa beyhude çabalarla gözlerini açtığı gibi kapatacak mıydı kullanılmış evrenin üzerine? Gösterime girdiğinde bu sorular cevabını yüzde bıraktığı sıcacık bir gülümsemeyle buldu. Abrams, Star Wars evrenine bağlı kalmış, geçmişi geleceğe taşıyan köprüyü sağlam taşlarla örmüş ve eskiden yeniyi doğurmayı başarmıştı. Yeni nesillere Star Wars’u tanıtan, hayranlarına ise sizi üzmeyeceğim diyen bir yaklaşım izleyen yönetmen işi kotarmış ve efsane devam ediyor nidalarına ses vermiş gibi görünüyor. Dolu dolu aksiyon yaşatan film karakterlerinin sırtını sıvazlayan sahiplenici bir davranış biçimi üretmiş. Hem izlerken yerinizde duramıyor hem de eski dostları görmenin mutluluğunu, yeni dostları tanımanın heyecanıyla karıştırıyorsunuz seyir boyunca. Sözün özüne gelecek olursak; Star Wars efsanesi tüm heyecanıyla devam ediyor. Ve size fısıldıyor. Güç sizinle olsun... İyi seyirler.
212
Kaldırımı terkedip aksak adımlarımı boş caddeye yönelttim. Bütün yol benimmiş gibi hissetsem de, ayın yavaşça arkamdan beni takip ettiğini biliyordum. Orta sınıfın çoğunlukta olduğu semt, sessiz bir uykudaydı. Bir sokak lambasını daha geçip yolun hafif bir eğimle aşağıya uzandığı köşeyi döndüm. Dikkatli adımlarla rampayı inerken gecenin ilk şimşeği tam tepemde çakıp yerini hemen peşinden gelen güçlü gök gürlemesine bıraktı. Araba alarmları birkaç farklı yerden sese karşılık verdi. Şimşekle beraber yağmurun hızlanıp hızlanmadığını anlamaya çalışıyordum. Düşen damlaları yakalayabilmek için avuçlarımı göğe doğru kaldırdım. İlkbaharın ruhunu taşıyan yağmur, ılık ve ferahlatıcıydı. Bir sigara yakıp başka bir köşeyi daha döndüm. Yol uzanarak açılıyor, büyük bir göbekle birleşiyordu. Göbeğin biraz ilerisinde kepenkleri çoktan çekilmiş olan büfenin tabelası donukça ışıldıyordu. Nereye gittiğimi pek önemsemesem de, sanki bir motife göre yürüyormuşum gibi hissediyordum. Beni peşinden sürükleyen ayaklarıma itaat etmemem imkansızdı. Onları yönlendirmeye çalıştığımda, düşüncelerimde kaygı tohumları yeşeriyordu.
Bir şimşek daha çakıp yağmur perdesi arkasında gizlenen dev silüeti çok kısa bir süreliğine de olsa gözler önüne serdi. Silüeti tanıyordum. Toki’nin tozuna dokunmadığı tepecikti bu karaltı. Çevre halkının ağzından, onunla ilgili birkaç farklı hikaye duyabilirdiniz. İçinde silah gömülü olduğunu söyleyenlerle tarihi değeri olduğunu söyleyenler vardı. Kimisi eski bir mezarlık olduğundan bahseder, kimisi yeşil çayırlarında mangal yapardı. Nedeni ne olursa olsun çevresindeki bütün şehirleşmeye karşı asice dikiliyordu. Ben ise tepeyle ilgili farklı bir anıya sahiptim. Kayıp bir anı. Hatırlayabildiklerim ne kadar silik de olsa, düşüncelerime gölge düşürebilecek yoğunluğa sahipti. Ayaklarımın beni neden buraya sürüklediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Bundan üç yıl önce, bugün yaptığım yürüyüşün tam aksi yönünde evime dönmek için çabalıyordum. Geç saate kadar çalışmış, bir aydır üzerinde uğraştığım projeyi sonlandırabilmiştim. Ucu ucuna sonuncu otobüse yetişmiş, koltuğa oturduktan beş dakika sonra sızmıştım. Cama vuran iri damlaların sesine uyandığımda neredeyse durağımı kaçırmak üzereydim. Dışarı adımımı atar atmaz ıslak bir hiçliğin ortasına düşmüştüm. Önümü bile zor görüyordum. Tepenin arka tarafını sarmalayan yolu takip ederek, büfenin olduğu göbeğe çıkmak için hızlı adımlarla yürüyordum. Bütün fırtınanın içinde ritmik bir ses dikkatimi çekmişti. Bu hayalet ses, yarım saniyelik aralıklarla ‘çıt, çat, çıt, çıt, çıt, çıt, çat, çıt’ şeklinde yankılanıyordu. Sanki bir demir parçası uğuldayan rüzgarla savrulup yeri dövmekteydi. Elimi gözlerime siper ederek kafamı kaldırdım. Her şey o kadar bulanık ve ıslaktı ki hiçbir şeyi seçemiyordum. Sert esen rüzgar caddenin cılız lambalarını sallıyor,
213
savrulan bir akvaryumdaymışım gibi hissettiriyordu. Sesin neye ait olduğunu kestiremesem de içimde anlamsız bir korku baş göstermiş ve uzaklaşmak için adımlarımı hızlandırmıştım. Fırtınanın içinde kaybolduğunu sandığım ses tekrar arkamdan yükseldiğinde bağırarak yola fırlamış ve ayağımı kaldırımın kenarına takarak bileğimi fena halde burkmuştum. Yağmur şıpırtıları arasında eriyip giden çığlığımı benden başka kimse duymamış gibiydi. Zaten bu fırtınada beni fark etmeleri imkansızdı. Tepenin eteğinde bir karaltıydım. Korkak birisi olmasam da, fırtına ve yorgunluğum beni paniğe sürüklemişti. Acı içinde doğrulmaya çalışırken, beni bu kadar çok korkutan sesin kaynağıyla yüzleşebilmek için arkamı döndüm. Çıt, çıt, çat, çıt çıt, çıt... Ses giderek yaklaşıyordu. Merakımla korkum arasındaki denge tehlike habercisi bir uyarıyla yıkılmayı bekliyordu. Düştüğüm yerde, rögara doğru akan kirli suyla sırıksıklam olmuştum. Suyu emen giysilerim üstümde ağırlaşıyor, hızla vücut ısımı çalıyordu. Bir şimşek göğü yarıp çevreyi aydınlattığında, kaldırımın kıvrılarak tepenin diğer tarafına kavislendiği ucundan bir şeyin bana doğru geldiğini gördüm. İnsanı andıran figür sol tarafa doğru yaptığı bir kavisle bükülüyor, kaynağı olmayan bir duman gibi hareket ediyordu. İleri doğru uzanan sağ kolu normal uzunluğunda sonlanmıyor, incelerek yere kadar ulaşıyordu. Flaşın patlayıp görüntüyü filme resmedişi gibi şimşek de gördüklerimi beynime kazımış, omurgamdan yayılan bir titreme bütün vücudumu ele geçirmişti. Hayatımda bu kadar korktuğumu hatırlamıyordum. Neden korktuğumdan bile emin değildim. Miğdemde hissettiğim bulantı ise kesindi. Bütün şakırtılara ve rüzgarın çıkardığı uğultulara rağmen benim tek duyduğum yaklaşan sesti. Yaşadıklarımı tekrar hatırlamak acı vericiydi ama hiçbir korku kırıntısı hissetmiyordum. Kızgındım. Ayaklarımın tek sahip olduğu his ise sağ bileğimdeki sızıydı. Tabelası cızırdayan büfeyi
214
de geçip kaldırımın sadece belirli bir bölgesini kullanarak yürüyüşümü sürdürdüm. Bilinçsizce gözlerimi kapatmış sadece adımlarımla yürüdüğüm yolu duyumsuyordum. Yanlış bir adım atmam imkansızdı. Ayakkabılarımın tabanı kaldırımdaki sarı metalden şeridin legolarınkini andıran yüzeyini hiç şaşmıyordu. Tek sorun gözlerimi kapattığımda korkunun yavaşça içime sızdığını hissetmemdi. Tekrar gözlerimi açtım ve nefes alış verişim hızlanıp öfkemi körükledi. Kızgın olmamam gerektiğini tekrar hatırlattım kendime. Benim hatam değildi, kimsenin hatası değildi olanlar. Bir kazaydı. Varınca ne olacağını bilmiyordum. Ya öfkem geçmezse? Belki bağırırdım. Nasıl olsa kimse umursamayacaktı. Kötü birisi değildim. Bunu kanıtlamak için ayaklarım beni buraya sürüklemişti. Hayır ayaklarım değil kendim gelmiştim buraya. Onlar sadece derinlere gömüp saklamaya çalıştığım gerçekleri takip ediyordu. Ama yağmurla topraktan çıkan soluncanlar gibi, gerçeklerin de yüzeye çıkması gerekiyordu. Her şeyi en ufak ayrıntısıyla tekrar aklımda canlandırıp olanları kabullenmeliydim. Gözüm, bütün kararlılığıyla asfalta gömülü duran rögar kapağına kaydı istemsizce. Zihnim bir anda bomboş hale geldi ve hipnotize olmuş bir şekilde yuvarlak demir parçasına bakmaya başladım. Oradaydı, olması gerektiği yerde. Su yolundan akan küçük nehir kapağın deliklerinden içeri doluyordu. Ayakkabılarımın ıslanışına aldırmadan kapağın üstüne çıktım. Gözlerimi tekrar kapattım. Kapanan gözkapaklarımın aksine, asfalt da rögar kapağını açacak gibi oldu. Ürkmeme rağmen gözlerimi kapalı tuttum. Hafızamı zorluyor, zihnimde o geceye ait görüntüleri canlandırmaya çalışıyordum. Hatırladıklarım o kadar karmaşık ve düzensizdi ki, kronolojik sıralarını bile belirleyemiyordum. Hangisi, hangisinden önce olmuştu? Gözlerimi açıp, bir yardım bekler gibi bakışlarımı tepeye doğru çevirdim. Yürürken peşimden takip eden dolunay şimdi tepenin
215
üzerinde, yarısı gömülü olarak bana bakıyordu. Bakışlarını kaçırmıyordu benden çünkü aslında gömülü olan o değildi. Utanacak hiçbir şeyi yoktu. Sadece kazıyordu. Mantıklıydı yaptığı. Başka nasıl gün yüzüne çıkabilirlerdi ki? Kaskatı olmuş ayaklarımı kapağın üzerinden güçlükle kaldırıp, ayın yanına yürümeye başladım. Her adımda uyuşmuş ayaklarımın altındaki balçık tabakası kalınlaşıyor, yürümek imkansızlaşıyordu. Tepenin dik yamacını yarıladığımda çamurun yerini cılız bir çimen tabakası aldı. Seyrekliğine rağmen yürüyüşümü büyük oranda kolaylaştırmıştı. Etraf çok güzel kokuyordu. Islanan bitkiler ve toprağın kokusu nefesimdeki şarapla karışıp ciğerlerime girmeden parfüme dönüşüyordu. Kontrolü elime almış hissediyordum. Görmezden geldiklerim bilincimde yuvalandıkları çukurları yavaş yavaş terkediyordu. Zirveye yaklaştıkça dolunay tekrar kendini göstermeye başladı. İşini bitirip köşesine çekilmiş, benim de aynısını yapmamı bekliyordu. Kazılmış çukurlara takılmamaya dikkat ederek ayın gümüş ışığıyla aydınlattığı lekeyi andıran açık renkli toprak tabakasında durdum. Sahneye çıkmıştım sanki. Gösteriye başlamak için gözlerimi kapattım: Acısı dinmeyen ayağımı zor sürükleyerek tekrar kaldırıma çıkmış, tepenin eteklerine uzanan arazideki en yakın çalılığın arkasına saklanmıştım. Bunu yaparken ses o kadar yaklaşmıştı ki, bir an uzun elin beni boğazımdan yakaladığını zannetmiştim. Tek ayağımın üzerinde sağlamaya çalıştığım dengemi kaybetmiş, çalıdaki dikenlerden biri yanağımı derince çizmişti. Bundan sonrasında olanlar en çok kafamı karıştıran kısımdı. Her şey çok kısa sürede gerçekleşmiş, olanları algılayamamıştım. Acıyla hafızamı zorlarken ay bir bulut sürüsünün arkasına saklandı. Çevremde baş gösteren kıpırdanmalara aldırmadan hikayemi sonlandırabilmek için tekrar gözlerimi yumdum: Hendekten dışarı uzanan bir asker gibi çalının kenarından kaldırıma doğru uzanmıştım.
216
Her yerim çamur içerisindeydi. Bu kadar büyük bir pişmanlık yaşayacağımı bilsem, kendimi çamurun içine gömmeyi seçerdim. Tam bir adam boyu ötemde dikilen silüet kapşonunun gölgesi altına gizlenen suratını bana çevirmişti. Birkaç saniye süren kıpırtısızlıktan sonra yere uzanan kolu hareket etmeye başlamıştı. Sanki zeminde benim izimi bulmuş gibi ileri geri giderek efendisine yol gösteriyordu. Bu görüntü karışında çenem çamura gömülmüş ve bir miktar idrar çamaşırımı kirletmişti. Çat! Hemen peşine bir kez daha: Çat! Bakışları gibi hareketleri de benim olduğum tarafa dönüyordu. O anda hayatta kalma içgüdüm korkumu bastırıp ani bir şekilde fırlamama yol açmıştı. Köşeye sıkıştırılmış bir kedi gibi bütün gücümle saldırmıştım. Bileğimin haline aldırmadan ayaklanmış ve o iğrenç eliyle bana dokunmasına izin vermeden tüm gücümle toslamıştım. Ama çarpışmamız beklediğimden çok daha hafif bir şekilde gerçekleşmişti. Hiçbir karşı koyma kırıntısı göstermeyen karaltı, sanki bir hayaletti. Uyguladığım kuvvetle arkaya doğru uçmuş ve görünürden kaybolmuştu. Yaptığıma inanamaz halde zangır zangır titriyordum. Gerçekten bir hayaleti mi itmiştim? Sonra yerdeki katlanabilir uzun metal bastonu fark etmiştim. Hayaletten geriye sadece bu kalmıştı. Sivri olan ucu, sarı çizginin kesintiye uğrayarak kaldırımın çukurlaştığı yere saplanmıştı. Hafif bir açıyla yükselen bastonun gösterdiği tarafta, çok yakından gelen bir şırıltının sesini duyabiliyordum. Kaldırımın kenarındaki yuvarlak rögar deliği, kapaktan yoksun ağızıyla üzerine akan suyu yutuyordu.
yapamayan sefil bilincim olanların sonuçlarıyla yüzleşemeyerek kaçmayı seçmişti. Yaşadıklarımla yüzleşebilmiştim sonunda. Ay ışığı sanki suçsuz olduğumu belirtirmişçesine suratıma vuruyordu. Yağmur da neredeyse dinmişti. Uzun süredir beni kemiren tümörden, gırtlığıma çöken elden kurtulmuştum. Rahatça nefes alabiliyordum artık. Ama gözlerimi yummadan önce başlayan kıpırtılar artmış, ciyaklamayı andıran sesler başlamıştı.Yükselen seslerin arasında altımdaki toprağın kaydığını hissettim. Bataklığa düşmüş gibi bir anda olduğum yere saplandım. Hiçbir tepki veremedim. Boğazıma kadar yumuşak toprağa gömülmüştüm. Kafam hariç hiçbir yerimi kıpırdatamıyordum. Kulağımı kemiren ciyaklamaları da duymazdan gelemiyordum artık. Seslerin sahipleri, yavaşça etrafıma üşüşen yaratıklardı. Yumağı andıran silindirik gövdeler sivri uzun burunlarıyla havayı kokluyor, paytak ama tehditkar hareketlerle yaklaşıyorlardı. Bir koro halinde yükselen ciyaklamalar, aralarından en irisinin ortaya çıkmasıyla biraz olsun durulur gibi oldu. Çaresizlikle olanları izliyordum. Bayılıp kabus görmeye başladığıma inandırmaya çalıştım kendimi. Ama her şey gerçekti. İri olan yaklaştıkça daha ufak olanlar kaçışıyor, sonra hemen geri toplaşıyorlardı. Kral köstebek, umutsuzca geriye kaçırmaya çalıştığım suratıma dokunacak
kadar yakınımdaydı artık. Nokta kadar küçük gözleri herhangi bir niyeti barındırmıyordu. Koro tekrar yükseldi ve seslerin en tizleştiği noktada, uzun tırnaklara sahip beş parmaklı pençeler orgazmı andıran bir ciyaklamayla göz yuvalarımı boşalttı. Karanlık ve acıdan yapılmış bir hücredeydim... * * * M...... Gazetesi, 14 Ekim çevirdi!
E.......’da bulunan ceset herkesi şaşkına
E......’da bulunan ceset herkesi şaşkına çevirdi. Köpeğini gezdirmek için tepeye çıkan Y.O. toprağa gömülü bir cesetle karşılaşınca olayın şokunu atlatamadan polisle irtibata geçti. Hemen olay yerine intikal eden görevliler, kafası dışarıda kalacak şekilde gömülen kurbanın görüntüsü karşısında hayretler içinde kaldı. Gözleri çıkartılan ve çeşitli yerlerinden ısırıklara maruz kalan kişinin kimliği gizli tutulurken, böyle bir caniliği kimin yaptığını henüz kimse bilmiyor. Bölge sakinleri suçluların bir an evvel yakalanmasını isterken, üç sene önce buna benzer bir olay yaşandığını belirttiler. Kör bir vatandaşın açık bırakılan rögara düştüğünü, belediyenin ihmalkarlığı yüzünden olmuş gibi görünen olayın kaza süsü verilmiş bir cinayet olabileceğini iddia ettiler. Olaylar arasında şimdilik hiçbir bağlantı görünmese de yaşananlarının dehşeti herkesi tedirgin etmekte.
Yaklaşıp içine baktığımda karanlıktan başka hiçbir şey görememiştim. Sadece akan suyun sesi geliyordu. Karanlığın hiçliğine anlamaz gözlerle bakarken aşağıdan gelen acı dolu bir inleme duyar gibi olmuştum. Korkum telaşıma, telaşım vicdanıma karışırken gerçeği reddetmekten fazlasını
217
Onur KÜÇÜK
Oyun İnceleme
Oyunlardan Nefret Eden Birine Önerilebilecek 6 Oyun Sağda solda arkadaşlarınız oyun konuşurken bunalıyor musunuz? “Abi, ben dedim onu ‘feed’lemeyin diye...” “Sniper ile tek mermide 2 kişiyi aldım!” “Hacı, bana 100 kristal yollasana!” Ne anlama geldiği belirsiz bu saçmalıklar içinizi mi darlıyor? Kendinizi böyle muhabbetlerde cahilmiş gibi mi hissediyorsunuz? Hissetmeyin... Bu konuşmalara dahil olmamanız sizin sağlıklı, normal bir insan olduğunuzun göstergesi. Şakayı bir yana bırakırsak, oyun dünyası dışarıdan bağımlılık yaratan sanal saçmalıklardan oluşuyor gibi gözükebilir. Ömründe sadece Hollywood filmlerinden haberdar olmuş birisi de sinema sanatına böyle bakıyordur belki. Michael Bay filmleri dışında bir şey izlememiş birisinin, tiksinip bir daha film izlememeye karar verdiğini düşünün. Bu kişi Kim Ki Duk’un, Akira Kurosawa’nın, Stenley Kubrick’in, David Lynch’in filmlerini de çöpe atmış oluyor. “Öff aynı şey mi?” diye içinizden geçiriyorsanız yazıyı okumaya devam etmenizi isterim. Oyunlarla pek haşır neşir olmamış bir arkadaşımla konuşurken kendisi “Ya oynamak isterim ama şimdi bağımlılık yaratsın istemiyorum”g ibi yorumlarda bulunuyor. Kendisi oldukça haklı. Peki “senin de dahil olabildiğin etkileşimli hikaye anlatan oyunların da var olduğunu söylesem?” dediğimde ise büyük bir şaşkınlıkla “nasıl yani? Öyle bir şey mi var?” türünde yanıtlar alıyorum. 218
sahip bir oyun. Tek başınıza, ıssız bir adada ufak bir yürüyüşe çıkıyorsunuz. Sahilden otlaklara, mağaralardan tepelere dek süren bu yürüyüş boyunca Esther’e yazılmış mektuplar okunuyor. Siz mekanları keşfettikçe belirsiz sıralarla yazılmış mektuplar bir hikaye oluşturuyor. Sona ulaştıkça duygusallık metreniz tavana vuruyor. Can alıcı sonuyla “vay be” diyerek iç çekiyorsunuz. Niye Oynayayım: “Zamanım yok”, “Bağımlılık yapmasın” diyorsanız bu 1 saat 15 dakika süren oyun tam size göre. Karamsar havaları, psikolojik hikayeleri seviyorsanız ve son saplantınız yoksa bu oyundan hoşlanacaksınız. Nasıl Oynayabilirim: Bilgisayarınıza kuracağınız Steam programının dükkan kısmından aratıp bulabilirsiniz. Ayrıca oyunun Türkçe seçeneği de oyunseverler tarafından eklenmiş durumda. 2. Everybody’s Gone to the Rapture Nasıl Bir Oyun: Bir az önce bahsettiğim Dear Esther’i yapan kişiler tarafından yapılmış, tür olarak hemen hemen aynı bir oyun EGTR. Yemyeşil bir İngiliz kasabasının bomboş sokaklarında, kelebekler ve arılar havada dans ederken yine tek başımıza ilerliyoruz. Fakat bu güzelim kasabada bir gariplik var... Bu capcanlı kasabada bir tane insan evladı yok. Herkes nereye gitti? Neler yaşandı? Kafamızda bu deli sorularla mükemmel manzaralar eşliğinde dağ
Oyunları sevin veya sevmeyin, piyasada birbirinden güzel hikayeler anlatan ve o hikayelere sizi de dahil eden, “bağımlılık” yaratmayan pek çok oyun mevcut. Ve bu oyunlar sadece “oyuncu”lar için değil, tam da “ben oyunlardan hoşlanmam” diyenlere de hitap ediyor. 1. Dear Esther Nasıl Bir Oyun: Kayalıklara çarpan dalgaların kokusunu, uzun yabani ot kümelerini dalgalandıran rüzgarı, girdiğiniz yer altı mağarasındaki ıslaklığı hissedebildiğiniz güzellikle görüntü ve ses kalitesine
yolundan kasabaya doğru ilerlerken havada yüzen garip ışık hüzmeleri görüyoruz. Bu ışık hüzmelerine yaklaştıkça kasaba sakinlerinin yitip gitmiş seslerini duyuyoruz. Hüzmeler bizi çeşitli mekanlara yönlendiriyor, keşfettiğimiz mekanlara vardıkça (içkilerin yarım kaldığı bir kafe, dağınık mutfaklar, göl kenarı, buğday tarlaları, yel değirmeni) orada gerçekleşmiş bir takım olaylar ışık ve ses olarak yeniden canlanıyor. Biz de bu canlandırmaları dinlerken kasabada bir anda ortaya çıkan garip bir salgın hastalıkla ve arkasından gelen karantina ile ilgili detayları öğreniyoruz. Hemen aklınızda bir zombi kıyameti senaryosu canlanmasın. Olay öyle bir hikayeden çok daha mistik ve çok daha duygusal. Oyun boyunca diyaloglarını işittiğimiz kasaba sakinleri Lizzie, Stephen, Kate, Frank gibi karakterler, yüzlerini görmesek bile yakın arkadaşlarımız gibi oluyor. Her birinin yaşadıkları dramlar gözler önüne serilirken “vay be” diyip iç çekiyoruz. Niye Oynayayım: Dear Esther size çerezlik mi geldi? İngiliz kasabalarını ve doğayı seviyor musunuz? Ufak kasabalarda geçen dokunaklı hikayeler hoşunuza mı gidiyor? O zaman çekinmeden bu oyunu edinmelisiniz. Mükemmel manzaraları, harika sesler ve hikayeler ile birleştirmeyi başaran çok az oyun yapımcısı var. EGTR’nin yapımcısı Chinese Room da onlardan birisi. Oynamayacaksanız bile mükemmel müziklerini youtube üzerinden dinlemenizi öneririm. Nasıl Oynayabilirim: Bir Playstation 4 sahibi değilseniz kuzeninizde, kardeşinizde, komşunuzda konsolu 1-2 günlüğüne ödünç alın. Oyunu kredi kartı ile Playstation Store üzerinden satın alırken konsolun sahibine nakit olarak ödeme yapabilirsiniz. 3. Life is Strange Nasıl Bir Oyun: Geldik diğerlerinden biraz daha komplike bir oyuna. Max Caulfield, Blackwell Academy’sinin Fotoğrafçılık bölümünü okumak üzere çocukluk yıllarını geçirdiği Arcadia Bay kasabasına geri döner. Fotoğrafçılık konusunda içindeki kıvılcımı ateşlemeya çalışırken, bir gün okulda zamanı geriye alabildiğini keşfeder. Böylelikle hikaye boyunca yaptığımız eylemlerin söylediğimiz kelimelerin sonuçlarını anlık olarak zamanı geriye alıp değiştirebilmeye başlarız. Tabii bu değişikliklerin büyük resimde sonradan idrak edebileceğimiz yansımaları olmakta, etrafımızdakilerin ve hatta tüm 219
kasabanın kaderi bariz biçimde değişmeye başlar. Niye Oynayayım: 90’ların Amerikan gençlik filmlerindeki bir okulu ve çevresini keşfederken bir takım mistik olaylarla karşılaşacaksınız. Hikaye ilerledikçe en yakın arkadaşımız Chloe ile daha karanlık işlere bulaşacak, birden ortadan kaybolan okulun popüler kızı Rachel’in peşinden kabuslara sürükleneceksiniz. Hâlâ sizi cezbetmedi mi? O zaman oyun, Kelebek Etkisi filmi ile bazı benzerlikler gösteriyor desem belki ilginizi çekmeyi başarabilirim. Bu arada 5 bölümden oluşan oyunun her bölümü yaklaşık 3 saat sürüyor. Nasıl Oynayabilirim: Oyun bilgisayar, PS3, PS4, Xbox 360, Xbox One gibi tonla platformda mevcut. Türkçe oynamak isterseniz bilgisayar sürümü için Türkçe yamalarını bulabilirsiniz. Bu arada oyun 5 bölümden oluştuğu için 5 bölümü birden satın almaya bakın. 4. Gone Home Nasıl Bir Oyun: Kendine “pro-gamer” diyen bazı insanların “Bu nasıl oyun, böyle oyun mu olur?!” diye galeyana geldiği, kısa ve öz bir etkileşimli hikaye Gone Home. Aynı Dear Esther ve EGTR’deki gibi yürüyerek, çevreyi inceleyerek ve bir şeyler keşfederek hikayede ilerliyoruz. Uzun bir sürelik bir ayrılıktan sonra aile evine dönen bir karakteri canlandırdığımız oyunda evi oda oda dolaşıp didik 220
didik ediyor, geçmişimizle ve kız kardeşimizin yaşadıklarıyla yüzleşiyoruz. Güçlü bir LGBT ve kadın teması bulunan Gone Home’da etkileşime girecek insanlar yerine, aynı EGTR’de olduğu gibi bu insanların ardında bıraktıkları ile muhatap oluyoruz. Niye Oynayayım: Çok fazla zaman ve efor harcamadan güzel bir akşam geçirmek istiyorsanız, 80-90’lı yılların çocukluk anıları hoşunuza gidiyorsa oynayabilirsiniz. Bu liste içerisinde oyun oynamaya yeni başlayanlar için en uygun oyun Gone Home olabilir. Uzunluğu ise 2 buçuk saat. Nasıl Oynayabilirim: Bilgisayarda Steam üzerinden hem oyuna hem de Türkçe yamasına ulaşabilirsiniz. 5. The Vanishing of Ethan Carter Nasıl Bir Oyun: En az EGTR kadar komplike bir oyun olan TVEC’de, kendimizi doğa harikası
ormanlık bir kasabanın yakınlarında yaşanmış cinayetleri ve diğer olayları araştırırken buluyoruz. Bu oyun listedeki diğer oyunlara göre biraz daha fazla bulmaca çözme, gizleri açığa çıkarma yönü ile kendini gösteriyor. Çevredeki ipuçlarını bulup, her bir ipucunun ruhani bir şekilde ortaya çıkarttığı görüntüleri olayların oluş sırasına göre birleştirmemiz gerekiyor. Burada doğa üstü yeteneklerimiz devreye giriyor. Öyküsü; Paranormal detektif Paul Prospero’ya 12 yaşındaki hayranı Ethan Carter’dan bir mektup gelir. Mektupta yazanlar detektifimizin oldukça ilgisini çeker ve Ethan’ın yaşadığı Red Creek Valley kasabasında soluğu alırız. Fakat o da ne? Kasaba uzun süredir terk edilmiştir ve çözülecek tonlarca sır vardır. Niye Oynayayım: Bu oyunun en başta mükemmel manzaralarına tav olacaksınız. Hatta “konu falan önemli değil, ben çevreye baka baka gezeceğim” diyebilirsiniz. Ama olaylar geliştikçe merak duygunuza yenilip sır perdelerini aramaya koyulacaksınız. Gizemli, doğa üstü olayları seviyorsanız, Twin Peak dizisinin eski takipçilerindenseniz şu an durmanız hata. Oyunun süresi yaklaşık 5 saat. Nasıl Oynayabilirim: Bilgisayar ve PS4’te oynayabilirsiniz. Bilgisayar sürümü için Türkçe yama bulunabiliyor. 6. Her Story Nasıl Bir Oyun: Listedeki diğer oyunlara göre “en az bilgisayar oyununa benzeyen” oyunumuz Her Story. Şöyle ki; elimizde 1994 yılına ait bir kayıp ve cinayet vakasıyla ilgili bir kadınla yapılmış sorgu kasetleri var. Bu kasetlerdeki görüntüler gerçek bir aktörün canlandırdığı video parçalarından oluşuyor. Maktulün eşi Hannah ile farklı tarihlerde gerçekleşmiş görüşmelere göre veritabanında ipuçlarını aratıp cinayeti çözmeye çalışıyoruz. Oyun,
eskiden kalma bir bilgisayar ekranı ve içeriğindeki video dosyalarından oluşuyor. Gerçekten ilk başta bir şeye benzemiyor gibi görünse de ilerledikçe sardıkça saran cinsten deneysel bir yapım olduğunu gösteriyor. Niye Oynayayım: Detekliflik seviyorsanız, farklı şeyler denemek ve zekanızı konuşturmak istiyorsanız bu oyuna şans verin. Nasıl Oynayabilirim: Bilgisayar ve iOS cihazlarda oynayabilirsiniz. Günümüzde artık herkese bir şekilde hitap edebilecek oyunların olduğunu görebiliyoruz. Bu listedeki etkileşimli hikaye tabanlı oyunlara elbette daha fazla seçenek eklenebilir. Bu listedekiler hoşunuza gittikçe benzer yapımları keşfetmeye başlayacak ve yeni deneyimler yaşamak isteyeceksiniz. Herkese iyi oyunlar.
medium.com/@kazegami1
221
Öykü: Funda Özlem ŞERAN İllüstrasyon: Hüseyin ESEN
Öykü
GÖLGE OYUNU III Fasıl* Arap filozoflar en büyük sırrın varlık değil, yokluk olduğunu düşünürler. Yokluk sıfırla ifade edilir; sıfır Arapça sifr sözcüğünden türemiştir ve bu sözcük aynı zamanda Fransızca chiffre kelimesinin de kökenidir, yani “şifre”nin. Ancak şifre sıfırda değildir. Sıfır tek başına yokluğu varlığa dönüştüremez; yalnızca Tanrı yoktan var edebilir ve sıfırdan bir evren yaratır. İşte esas şifre budur, bir adet 1 ve iki tane 0. Yüzüncü Ad. Tanrı’nın, yeryüzünün hükümdarlarına bildirmediği son kutsal ismi. Belki dünyanın kaderini değiştirecek olan kilit, belki de evreni tekrar sıfırlayacak olan nihai şifre. Bir zamanlar yeryüzü cinlerindi. İnsanlar yokken dünyaya biz hükmediyorduk ve doğal olarak, onu mahvettik. Âdem’den 2000 sene önce, tıpkı onun ileride yapacağı gibi kan döktük, öldürdük, yaktık, kül ettik. Karşılığında yeryüzünden kovulduk, başka bir dünyaya sürgün edildik ve şimdi sürgünden kaçmanın yollarını arıyoruz. Evet, Âdemoğlu da dünyanın içine etti; fakat bazılarımız hâlâ sahip oldukları o eski yuvayı özlüyor ve oraya dönmenin yollarını arıyor. Kimi bu uğurda yanıp parçalanmayı göze alıyor, kimi de hüddamcı denen maskaraların elinde oyuncak oluyor. Bense onlara başka bir seçenek sunuyorum, ikinci bir şans. Ben; ateş ehlinin yol göstericisi, Yüzüncü Ad’ın peşinde bir şifre çözücü, gölgesiz cinlerin “Gölge”si. Ancak şimdi gerçek bir gölge gibi karanlık kuytulara saklanırken, öfke ve utanç içinde felç olmuş bir halde önümdeki manzarayı izliyordum. Biricik aşkım Alaz, daha bu akşamüstü otel odama
222
gelip beni tehdit ederek zorla kiralayan Mârid’in kollarındaydı. Bir anda kapı açılınca keyifleri bozulmuştu. İçeri dalan münasebetsiz ki, beni takip ettirdikleri cin oluyordu bu, ifritin hışmına uğrayarak kulisten kovuldu. Bense göreceğimi görmüştüm; fark edilmemek için sahneden çekilerek geldiğim gibi geri döndüm. Yenilmiş, aşağılanmış, ihanete uğramış, ezik bir gölge olarak… Dünyaları parmağımda oynattığımı sanıyordum, oysa asıl oyuna getirilen bendim ve şimdi dünyanın en büyük kaybedeniydim. O müthiş yeteneklerim, özel güçlerim, kuvvetli hislerim beni buna hazırlayamamıştı. Sevgilimin ihanetini fark edememiş, bu tuzağı görememiştim. Nasıl olabilirdi bu? Aşkın o kızıl alevi benim de mi gözlerimi kör etmişti? Aylardır birlikte olduğum kadın bana bunu nasıl yapmıştı? Yoksa ta en başından beri bunun için mi benimle birlikteydi? Aşığı olacak ifritle yaptıkları plan dâhilinde mi peşime düşmüş, beni baştan çıkartmıştı? Ve ben de mal gibi onun tuzağına düşmüştüm, tıpkı cazibesiyle kandırıp avladığı diğer salaklar gibi! Öfkeden köpüren bir nehir gibi kendimi sokaklara bıraktım. Öyle gözüm dönmüştü ki, eski halime dönemiyordum. Maddesiz bir gölge halinde kaldırım köşelerinde sürünürken aklıma başka bir gölge geliyordu. İngiliz bir yazarın “Amerikan Tanrıları” isimli kitabında benim gibi adı “Gölge” olan bir herif vardı. Biraz hantal ve sersem bir şeydi; karısı tarafından aldatılıyordu ve etrafında dönen dolaplardan habersizdi. Sonunda ne olduğunu hatırlamıyorum ama kendi sonumu kurtarmak istiyorsam bir an önce toparlanmalıydım.
223
İnsan bedenimi tekrar şekillendirebilmek için sakinleşmem gerekiyordu; fakat bu öyle kolay değildi. Sabaha kadar kâh ışıklı caddelerde, kâh karanlık ara sokaklarda dolanırken düşünmeden duramıyordum. Bu boyuta getirmemi istedikleri Zinparhükan’ı, bana vaat edilen Yüzüncü Ad’ı, Mami Wata’nın sözlerini ve elbette ihanetine uğradığım güzeller güzeli Alaz’ı… Benim küçük sadakatsiz cinim bu işin ne kadar içindeydi? Gerçekten Mr. Sad denen bir patron var mıydı, yoksa bu beni tufaya düşürmek için söyledikleri bir yalan mıydı ve işin içinde başka yalanlar da var mıydı? Mesela Yüzüncü Ad; Alaz onun peşinde olduğumu biliyordu, beni kandırması için ifrite o söylemiş olmalıydı. Tıpkı cinin beni Alaz’la tehdit etmesi gibi bir numaraydı. Öte yandan Mami Wata yüzüncü bir adın olduğuna inanmıyordu; fakat Zinparhükan onun için gerçekti. Peki Alaz ve o iblis Mârid, “cinlerin korktuğu şey”i bu dünyaya getirmemi neden istiyorlardı? Adı aklıma geldikçe içimde bir yerler kanıyor, yanıyor, delik deşik oluyordu. Gerçek aşkım dediğim kadının ihaneti kadar kendi aptallığım da yakıyordu canımı. Aylardır beraber olduğum sevgilimi tanıyamamıştım ama o da beni henüz tanımıyordu. Ona, aşığına, eğer varsa Mr. Sad’e ve hatta Zinparhükan dedikleri o ne idüğü belirsiz yaratığa Gölge’nin gerçekte kim olduğunu göstermeye kararlıydım. Sabaha karşı bitkin bir vaziyette Chelsea’ye döndüğümde Alaz odada değildi. Muhtemelen iblis sevgilisinin kollarında kendinden geçmekle ya da herifin aklını başından almakla meşguldü. Benimkini aldığı gibi… Ona her şeyimi vermiştim; aşkımı, kalbimi, sefil ruhumun her kırıntısını. Ancak o güzel yalancıyı düşünürken tek bir şeyi ondan esirgediğim için memnundum. Alaz gerçek adımı bilmiyordu, neden bilmiyorum ama ona hiç söylememiştim. Eğer söylemiş olsaydım muhtemelen şu an daha büyük bir bok çukurunun içinde debeleniyor olacaktım. Teşekkürler ama kendi çukurum bana yetiyordu. Sadece düştüğüm yerde debelenmeyi
224
kesip çukurdan çıkmanın bir yolunu bulmalı ve oyunu tersine çevirmeliydim. Ertesi gün Mârid beni aradığında aklımı başıma toplamış, bir plan yapmıştım. Pislik herif artık işlevini yitirmiş olan mühür hakkında ve bunun anlaşmamızı nasıl olumsuz etkileyeceğiyle ilgili tonla laf ederken derin bir iç çektim. Cesaretimi toplayarak ona siktir olup gitmesini, işi almayacağımı söyledim. Haliyle epey kızdı ve bu sefer havucu es geçip doğruca sopaya uzandı. Kelaynak beni yine kız arkadaşıma zarar vermekle tehdit ediyordu. Aman ne korkmuştum! Hazır tava gelmişken onu iyice kışkırttım ve patronu olacak Mr. Sad’le birlikte mutlu sona ulaşabilecekleri bir masaj salonu tavsiyesinde bulundum. O andan sonra oltaya gelmesi zor olmadı; biricik sevgilimin beni aldatmak için seçtiği herif pek zeki değildi ve kısa sürede zıvanadan çıkarak beklediğim şeyi yaptı. Sanki geceyi onunla geçiren kendisi değilmiş gibi, kız arkadaşımın elinde olduğunu söylüyordu; eğer dediklerini yapmazsam onu bir daha göremeyecektim. İşte bu noktada oyunculuğumu konuşturmak zorunda kaldım. Yalandan ağlayıp sızlanarak ne isterse yapacağımı söyledim ve Alaz’a dokunmaması için yalvardım. İblis beni yola getirdiğini sanıyordu, bense onu çok başka bir yere götürecektim. Birkaç gün süre vermesini, sonra söylediğim saatte, söylediğim yerde olmasını istedim ve tabii zavallı sevgilimi de yanında getirmesini. “Onu görüp iyi olduğundan emin olacağım, yoksa anlaşma yatar,” demiştim. Aslında sadece orada olması yeterliydi. Gösteriyi kaçırmasını istemiyordum ve o ifrit de bana bir iyilik yaparak Alaz’ı ayağıma kadar getirecekti. Bir taşla iki kuş ya da bir cinle iki hain. O birkaç günde ne yaptığım bana kalsın, bir zanaatkâr sırlarını asla açıklamaz. Hazırlıklarımı tamamladığımda Mârid’e haber verdim ve benimle buluşacağı adresi söyledim. Bu iş için mükemmel bir yer seçmiştim. Hotel Dolphin, Lexington Caddesi’yle 61. Sokak’ın kesiştiği yerdeydi. Eski ihtişamı olmasa da, şehrin iyi otellerinden biriydi ve boş oda bulmak
epey zordu. Bir tanesi hariç; 1408 numaralı oda, uğursuz sayıldığı için resmi kayıtlara 14 olarak geçen 13. kattaydı. Görünüşte diğer odalardan farkı yoktu, normal ve sıkıcı bir otel odasıydı. Ancak onu özel yapan bir şey vardı; otelin açıldığı tarihten beri, 68 yılda bu odada 42 kişi ölmüştü. Kimi kayıtlara intihar vakası olarak geçmişti; fakat ölümlerin çoğu açıklanamıyordu. Söylentilere göre odada bazı kötü güçler devredeydi ve normal bir insan en fazla bir saat içeride kalabiliyordu. Bu süre geçtiğinde o kişiyi kimse bir daha canlı olarak göremiyordu. En azından otel müdürü Bay Olin’in iddiası buydu. Odanın 20 yıldan fazla bir süredir boş kalmasını sağlamıştı; bu kuralı bozduğu istisnai bir olayda ise korku kitapları yazan bir tip canını anca kurtarmış ve odada çıkan yangın zorlukla kontrol altına alınmıştı. Bay Olin’e durumunu sorduğumda iyi olduğunu ama yazmayı tamamen bıraktığını söyledi. “Hayır,” dedim sabırla, “Odayı soruyorum?” Yangından sonra oda tadilattan geçmişti ama güvenlikleri için işçiler birer saatlik vardiyalar halinde çalışmışlardı, hiçbiri odada tek başına bırakılmamıştı. O günden beri oda kapalı tutuluyordu; sadece haftada bir kez temizlik için açılıyor, iki görevli Bay Olin’in gözetiminde ve kapı açıkken odayı temizleyip hemen çıkıyordu. Daha fazla pazarlamasına gerek yoktu, odayı tutuyordum. Gecelik ücreti peşin ödedim ve buluşma saatinden biraz daha önce otele gittim. Bay Olin’in kuşkucu bakışları eşliğinde anahtarımı alarak 1408 numaralı odaya çıktım. Otel müdürü haklı mıydı bilmiyorum ama kapıdan içeri girer girmez kendimi evimde gibi hissetmiştim. Sanılanın aksine oda lanetli ya da hayaletli değildi, sadece biraz kara büyüye bulanmıştı. Belki bir insanı rahatsız edebilir ya da öldürebilirdi ama beni etkilemiyordu. Hatta fikrimi sorarsanız ortama ruh katıyordu, gerçek anlamıyla. İçerideki atmosferden yararlanarak hazırlıklarımı bitirdim. Odada bir saatim dolmak üzereyken duvardaki tablo hareketlenmeye başlamıştı. Aydınlık manzara resmi kararıp korkunç
bir hal aldı, ben de duvar kağıdının üzerine görünmez karışımımla gerekli sembol ve harfleri çizdim. Havalandırma deliğinden gelen fısıltılara kulak kabartarak mazgalı söktüm ve zehirli otlardan hazırladığım tütsüyü yakıp içeri koydum. Koku fısıltıların hoşuna gitmiş olacak ki, çok geçmeden kıkırdamaları odayı doldurdu. Yatağı kaldırıp altına daire, üçgen ve beşgenlerden oluşan güç merkezini çizerken bu sefer başucundaki saatli radyo kendi kendine çalıştı ve The Carpenters’dan “We’ve Only Just Begun” çalmaya başladı. “Biliyorum, biliyorum,” diyerek alarmı susturdum. O sırada telefon çaldı; ben odanın bizzat kendisini bekliyordum ama arayan resepsiyon görevlisiydi. Misafirlerimin geldiğini haber veriyordu. Onları beklerken cin taşını güç merkezinin ortasına koydum. Elimdeyken kıpkırmızı bir ışıkla yanıyordu; zaten adı bu yüzden cin taşıydı, bir cinle temas ettiğinde parlardı. Bizim boyuttan getirdiğim nadide bir hediyelik. Ancak bu sefer taşı elimden bırakıp yeterince uzaklaşmama rağmen ışığı azalmadı, aksine koyulaşarak parlamayı sürdürüyordu. Bunu 1408’in bana ufak bir yardımı olarak görüp duvarlara başımla selam verdim. Bu gece her türlü yardıma ihtiyacım olacaktı. Koridordan ayak sesleri gelince kapı kendiliğinden açıldı ve kel çam yarması eşikte belirdi. Bunu kendisi mi yapmıştı, yoksa odanın numaralarından biri miydi emin değildim. Takım elbiseli gorilin yanında alev kızılı saçlarıyla Alaz’ı görünce dikkatim dağılmıştı. Onca şeye rağmen hâlâ beni etkilemeyi beceriyordu ama bu kez etkilendiğimi saklamama gerek yoktu. Hatta oyunu daha gerçekçi kılmak için özellikle ilgili davrandım, “Aşkım, iyi misin?” Alaz bana cevap veremeden iblis tarafından odanın içine itildi. Hırpalanmış görünüyordu; makyajı ağlamaktan dağılmıştı. Gerçeği bilmesem bu manzara karşısında içim parçalanacaktı. Gerçi şimdi de paramparçaydım ama tamamen farklı bir sebeple.
225
“Ona zarar verdin mi?” ‘Ona dokundun mu?’ demeye dilim varmamıştı, ben bile o kadar iyi bir poker oyuncusu değildim. Hem maalesef cevabı çok iyi biliyordum. “Hayır,” diyerek Alaz’ın arkasından içeri girdi Mârid. “Ama bir daha bana karşı gelirsen ikinize de zarar vereceğimden emin olabilirsin.” Kapıyı arkasından kapatarak odanın ortasına doğru ilerledi. Alaz’sa bir köşeye sinmiş, konuşmadan duruyordu. Zihnine dokunmaya çalıştım ama tüm iletişim kanalları kapalıydı. Beni zihninden bile atmıştı. Bir an kendime engel olamadım, “Bu gece benim için söyleyecek bir şarkın yok mu, denizkızı?” Sevgilim boş bakışlarla baktı bana, maviyeşil hareli gözlerinde buruk bir ifade vardı. Sanki kandırılan, tuzağa düşürülen ben değildim de oydu. Eh, başarılı olursam öyle olacaktı. “Gevezeliği kes! Her şey tamam mı?” İzbandut iblis Alaz’ın önüne geçerek karşımda dikildi. İlk gördüğüm andan beri ondan hoşlanmamıştım, hatta bayağı gıcık olmuştum ve şimdi nedenini çok iyi anlıyordum. Tek anlayamadığım, Alaz’ın bu herifte ne bulduğuydu. Bende olmayıp onda olan şey neydi? Pardon, sorumu geri alıyorum sayın yargıç. “Tamam, hazırız.”
226
“Hiç rahat duramıyorsun, değil mi gölgecik?!” İşte bunu yapmamalıydı. Alaz’ın bana seslendiği ismi seçmişti özellikle. İçten içe dalgasını geçiyor, gövde gösterisi yapıyordu aşağılık piç. Onlara gerçekten ihtiyaç duyduğunuzda şu cin avcıları nereye kayboluyordu?! “Bir kaza oldu diyelim,” dedim dişlerimin arasından. “Merak etme, istediğini alacaksın.” “Öyle umalım. Yoksa Mr. Sad çok üzülecek ve o üzüldüğünde neler olacağını tahmin edersin… Ama önce ufak bir kontrol yapmama ses çıkarmazsın herhalde. Malum, bu devirde kimseye güven olmuyor.” Göz kırparak arkasını döndü. Midemi bulandırıyordu; ikisi de. Kahve sehpasının yanında sessizce oturan Alaz’a bakamıyordum. Ne zaman göz göze gelsek çığlık atmak istiyordum. Bakışlarımı odanın içinde dolanan Mârid’e diktim. Etrafı kontrol ediyordu. Yaptığım hazırlıkların ve odanın gücünün farkındaydı; sadece bunun kendisine karşı yapılmadığından emin olmaya çalışıyordu. Haliyle hiçbir şey bulamadı, sonuçta amatör değildim. Tatmin olunca yüzünde memnun bir ifadeyle gelip karşımda durdu. “İlginç bir yer seçmişsin?” “İş ilginç olunca, haliyle...” “Güzel. Başla o zaman.”
Cin kızıl gözlerini dikkatle üzerimde gezdirerek bir açığımı aradı. Ona bu fırsatı vermedim elbette. Beton grisi gözlerim hissettiğim öfke ve tiksintiyi dışarıya sızdırmıyordu. Sonuçta ne kadar kızarsam kızayım herifi dövecek halim yoktu. Hayır, onun işini kendi yöntemlerimle bitirecektim.
Kaşlarını çatarak kızıl gözlerini Alaz’a çevirdi. “Sanmıyorum, kız arkadaşın burada ve sağlam. Ben sözümü tutarım.”
“Bir de ben bakayım o zaman,” dedi köpekbalığı müsveddesi ve sivri dişlerini gösteren bir sırıtışla elimi yakaladı. Avucumun içine işlediği silik “m” harfini inceliyordu; büyülü mühür Mami Wata’nın sayesinde etkisini yitirmişti. Başka bir deyişle, bana taktığı elektrikli tasmanın kumandası bozulmuştu, haliyle iblis de bozuktu.
“Şey…” Etten bedeninin içinde rahatsızca kıpırdanarak kollarını önünde kavuşturdu. “Sorumsuz tutumun nedeniyle patronum onu seninle paylaşmakta biraz kararsız kaldı, takdir edersin ki. Korkarım canını ve küçük sevgilini kurtarmakla yetinmek zorunda kalacaksın. Şimdi ben fikrimi değiştirmeden işe koyul. Hadi!”
“Dur biraz, bir şey unutmadın mı?”
“Peki ya Yüzüncü Ad?”
Büyü işe yaramış, iki dünya arasındaki kapı aralanmıştı. Ancak hortumun enerjisini çektiği tek şey oda değildi; vaktinde çekilmiş olmama rağmen güç merkezi benden de besleniyordu. Dizlerimin üzerine çöktüm, yerden destek alarak dayanmaya çalıştım ama bu çok zordu. Uğultuyla dönüp duran kara dumandan korunmak için başımı odanın diğer tarafına çevirdim. Kızıl gözlü ifrit heyecanlı bakışlarını girdaba dikmişti. Arkasında, sandalyeye Kağıdı ona göstererek gülümsedim, salak oturup kalmış olan Alaz ise bana bakıyordu, güzel salak kafa salladı. Onun baktığı tarafta “cinlerin gözleri korku ve şaşkınlıkla açılmıştı. Beni daha önce korktuğu şey”, göremediği diğer yüzündeyse başka hiç iş başında görmemişti. Acaba beni gerçekten hiç bir isim vardı. Mârid’in “asıl korkman gereken kişi” görmüş müydü ki? diyerek beni tehdit ettiği patronu, Bay-Üzülmekten“İstediğin bu muydu?” dedim zihnimin Hiç-Hoşlanmaz, nam-ı diğer Mr. Sad. Gerçekten içinden fısıldayarak. Beni duyuyor muydu böyle biri var mı, yok mu birazdan hep birlikte bilmiyordum. “Eğer gelip benden isteseydin zaten öğrenecektik. yapardım… Senin için her şeyi yapardım.” Bunu tahmin ediyordum zaten. Baştan beri hepsi yalandı; Yüzüncü Ad onlarda değildi, hiç var olmuş muydu ondan bile kuşkuluydum. Artık umurumda da değildi. Mârid’i daha fazla bekletmeden cin taşının olduğu güç merkezine doğru yürüdüm. Cebimdeki kağıt parçasını çıkardım; üzerinde iblisin el yazısıyla “Zinparhükan” yazıyordu. Takım elbiseli cehennem tazısının benden istediği buydu ama çok daha fazlasını alacaktı.
Kadim dildeki sözcükleri söylemeye başlayarak merkezin kenarında durdum. Cin dilinin en eski lehçesini kullanıyordum ama formül tamamen bana aitti. Elimdeki kağıdı cin taşının üzerine koymuştum; avucumu kağıda, dolayısıyla taşa iyice bastırıyordum. Bu iş için özellikle “m” harfinin olduğu elimi seçmiştim, aradaki bağ önemliydi. Sesimi yükseltirken bu kez araya Aramice kelimeler karıştırmaya başladım. Biraz bu dünyadan, biraz bizimkinden; işin sırrı buydu. Avucumdan yayılan sıcaklık önce kağıdı, sonra parlayan taşı yakmaya başladı. Duvarlara çizdiğim sembollerle harflerin canlanmaya başladığını hissediyordum. Aynı şekilde güç merkezini çevreleyen şekiller de hareketlenmişti. Havalandırma boşluğundaki fısıltılar çığlığa dönüştü. Odadaki her şey sarsılıyor ve yaptığım büyüye yanıt veriyordu. Elimi yavaşça kağıtla taşın üzerinden kaldırıp geri çekildim. Eskiden avucumun içinde olan silik “m” harfi kağıda geçmiş, diğer harflerle karışmıştı. 1408’in de katkısıyla duvarlardan, tavandan, yerden ve eşyalardan akan enerji kısa sürede güç merkezinin içini doldurarak kapkara bir hortumun oluşmasını sağladı.
Yapmıştım da. Hortum hızını keserken kara duman dağılmaya başladı. Uğultunun yerini bağırışlar aldı ve güç merkezinin ortasında dikilen iki karanlık figür ortaya çıktı. “Cinlerin korktuğu şey” ile ifritin “asıl korkman gereken” dediği şey aynı anda, aynı yerde belirerek somut birer bedene büründüler. Daha önce bir seferde iki cini bu boyuta geçirmeye çalışmamıştım hiç; neredeyse bütün gücümü kullanmıştım ama başarmıştım. Biri uzun boylu, açık tenli, siyah saçlı ve insan görünümündeydi. Siyah takım elbise giymişti. Kapkara gözleri gecenin içinde parlayan yıldızlar gibiydi. Diğerinin boyu çok daha uzundu, tavana değiyordu. İskeleti andıran ince, bembeyaz vücudu çıplaktı. Eklemleri insan anatomisine göre ters yönlere dönüktü. Kilden yapılma bir maskeyi andıran yüzündeki derin göz çukurları boştu ve içerisindeki karanlık tüm dünyayı yutabilirdi. Gelen cinlerin biri Mr. Sad olmalıydı; fakat diğeri bana sipariş edilen Zinparhükan değildi. “Cinlerin korktuğu şey” denmişti bana, ben de bu özelliği taşıyan herhangi bir cini çekip almıştım öteki boyuttan. Ama şimdi hangisinin hangisi olduğunu
227
ayırt edemiyordum. Yüzleri birbirlerine dönük, meydan okurcasına karşı karşıya dururlarken ikisi de aynı derecede öfkeli görünüyordu. Alien Predator’a karşı. Hortumun yarattığı kaosun yerini odadaki hareketlilik almıştı. Bu boyuta geçen iki cin birbirleriyle mücadele ederken Mârid bağırarak öne atıldı. Başta yeni gelenlere koştu ama sonra bana döndü; boğazıma sarılarak hesap soruyor, beni sarsıyordu. Ona karşı koyacak gücüm kalmamıştı, olduğum yere sindim. Neyse ki çok geçmeden beni bıraktı. Diğer iki cinin kavgası kızışmıştı; hortlak gibi bembeyaz olan yaratık, insana benzeyen diğerini duvara fırlatarak öne çıktı. Bunu gören Mârid yerde yatan diğerinin yardımına koştu. Böylece Mr. Sad’le de tanışmış oluyorduk. “Cinlerin korktuğu şey” ise vahşi bir kükremeyle odayı kolaçan etti. Boş göz çukurları etrafta geziniyordu; Mr. Sad’le işi bitmişti, kendisine hamle yapan Mârid’i de tek darbeyle yere serdi. Sonra tekinsiz bakışlarını bana çevirdi. Olmayan gözleriyle bakarken zihnimi ele geçirmeye çalıştığını hissedebiliyordum. İçinde bulunduğum etten beden beni hayal kırıklığına uğratarak titriyor, teslim olmak istiyordu. Oysa ruhum hâlâ direnişteydi. Çığlık sesiyle istila bölündü. Alaz korkudan çarpılmış bir yüzle kenarda ağlıyordu. Görüşüm bulanıklaşmıştı ama yaratığın içe doğru kıvrılan bacaklarıyla tek hamlede onun yanına gittiğini gördüm. Kızıl saçlı cazibe cini dehşete düşmüş, olanca gücüyle bağırıyordu ama karşısındaki cin üzerinde bir etkisi yoktu. Yaratık ona yaklaştı, uzun kolunu uzattı ve Alaz’ın kafasını yakalayarak uzun parmaklarını kızın gözlerine soktu. Sanki kafatasının içinden ruhunu tutmuştu. Parlak bir ışık yayıldı etrafa, Alaz’ın bedeninden yaratığınkine akıyordu. Kendi ellerimle diğer boyuttan getirdiğim şey elleriyle sevgilimin ruhunu ve yaşamını içine çekiyordu. Bunu ben yapmıştım; her şeyi intikam almak için
228
planlamıştım ama şimdi… Alaz’ın solan bedeninin son çırpınışlarını izlerken acıyla haykırıyordum. Benimle birlikte başka bir çığlık daha yankılandı odanın içinde. Mârid’in korku dolu sesi “Kuzen! Hayır!” diyordu. Alaz’a, sadakatsizliği yüzünden o korkunç yaratığa yem olmasına izin verdiğim biricik aşkıma. Işık tamamen solunca artık boş insan kabuğundan başka bir şey olmayan narin bedeni yere yığıldı. Tamamen cansızdı ve içindeki cin yok olmuştu. Katili cesedin üzerinde tatmin dolu bir kükremeyle dikilirken elimden hiçbir şey gelmiyordu, acı içinde kıvranarak ağlamaktan başka. Beslenen cin ise artık daha güçlüydü ve aynı zamanda daha açtı. Yeni kurbanlar için etrafına bakınırken Mârid’in ani atağıyla sarsıldı. Öfkeli ifrit, Alaz’ın intikamını almak için yaratığa saldırıyordu. Bu sırada kendini toparlayan Mr. Sad ayağa kalkmıştı. Sakin bir şekilde yürüyerek ceketinin yakasını düzeltti ve arada bana tiksinti dolu kısa bir bakış attıktan sonra diğerlerinin yanına gitti.
bile pek kendimde olduğum söylenemezdi. Sevdiğim kadını, bana ihanet ettiğini düşündüğüm sevgilimi kaybetmiştim. Alaz benim yüzümden ölmüştü ve başından beri bunu planlayıp planlamadığımı bilmiyordum. Aşkımın kaybı, suçluluk duygusu ve pişmanlıkla birleşerek acımı katlıyordu. Bana yalan söylemişti, evet ama bu kadarını da hak etmemişti. Bu yüzden ne kendimi, ne onu affedebiliyordum. Ama bu konuda yalnız değildim; affedilmemem gerektiğini düşünen Mr. Sad ceza olarak güçlerimi benden almıştı. Neredeyse sıradan bir insandan farkım kalmamıştı. Artık “Gölge” değildim; ışık olmadan gölge olmazdı ve ben ışığımı kaybetmiştim. Aslında hayatımı da kaybetmem gerekirdi; Mârid’i düşününce, beni nasıl sağ bıraktıklarını anlamıyordum zaten. Sanırım yaptığım şeyle yaşamamın daha etkili bir ceza olacağına inanıyorlardı. Haklıydılar.
etti. Leonard Cohen’in “Chelsea Hotel No: 2” şarkısını
Her köşesi Alaz’ı hatırlatan bu otelden taşınırken, Sid koridorda gitar çalarak bana veda
taşıyan bu öykünün ilk iki bölümü Gölge e-Dergi’nin
söylüyordu. Bay Thomas ise kalbime saplanan tek bir bıçağın yeterli olmadığını düşünmüş olmalıydı ki, son sigaramı içerken kapıdan uğramış ve ikinci darbeyi indirmişti. “Kaybolsa da âşıklar, aşk kaybolmayacak… Ve ölümün artık hükmü kalmayacak...” SON
*Fasıl: Geleneksel gölge oyununda asıl amacın, oyunun sergilendiği bölüm. Bitiş: Oyunun son kısmı, yapılan hatalar için özür dilenen bölüm.
“Ecel serisinin öncesi ve sonrasıyla ilgili izler önceki sayılarında yayınlanmıştır.”
“Tamam, Azer. Ben hallederim,” diyerek Mârid’i kenara çekti. Kendisinden bir boy uzun olan yaratığı kollarından tutup duvara doğru itmeye başladı. Cin ona karşı koyuyordu ama güçleri birbirine denk gibiydi. Sonra tuhaf bir şey oldu; Mr. Sad odanın içindeki kara büyüye uzandı ve 1408’in enerjisini içine çekerek gücünü arttırdı. Yaratığı sürükledi ve bir anda duvarda beliren kapıdan içeri girerek onunla birlikte kayboldu. Yarı baygın bir halde olanlara anlam vermeye çalışıyordum; fakat bu uzun sürmedi. Tepeme dikilen Mârid’in yumruğuyla kendimden geçmiştim. Bilincimi kaybederken gördüğüm son şey duvarın içinden çıkıp gelen siyah takım elbiseli adamdı. -IVBitiş Toparlanmam birkaç gün sürdü. Bir hafta sonra Chelsea’deki odamda eşyalarımı toplarken
229
230