Temmuz 2013
Say覺 70
Wuthering Heights (1992)
70. Gezi Direniş
Özel Sayısı Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Ömer TUNÇ Pinup: Emir YARDIMCI Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
İÇİNDEKİLER 04 Gezi Direniş-İllustrasyon 05 Gezi Direniş-İllustrasyon 06-07 Gezi Direniş-Korku Üzerine 08-09 Gezi Direniş-İllustrasyon 10-11 Gezi Direniş-Bu daha başlangıç... 12-13 Gezi Direniş-Karikatür 14-15 Gezi Direniş-Çizgi Roman Çapulcular 16-21 Gezi Direniş-Gezi parkı, ağaçlar, özgürlük derken bir millet ayıldı!! 22-23 Gezi Direniş-İllustrasyon 24-25 Gezi Direniş-Gezi Kütüphanesi Çapulcu Kitaplığı 26-27 Gezi Direniş-İllustrasyon 28 Gezi Direniş-Diren(ç) 29 Gezi Direniş-Karikatür 28-29 Gezi Direniş-İllustrasyon 30-32 Gezi Direniş-Müstesna Günleriniz Mundar Oldu Memnunum 33-35 Gezi Direniş-Karikatür 36-39 Gezi Direniş-Direniş 40-43 Gezi Direniş-İllustrasyon 44-45 Gezi Direniş-Örnekleme yoluyla seçilmiş Çapulcu'nun Anatomisi 46-48 Gezi Direniş-Karikatür 49 Gezi Direniş-Çok Şey Bilen Kız Bava'nın Not Defteri'nden 50-51 Gezi Direniş-Çizgi Roman 52-53 Gezi Direniş-Üç Beş Çapulcu... 54 Gezi Direniş-İllustrasyon 55 Gezi Direniş-Karikatür 56-63 Gezi Direniş-İllustrasyon 64-65 Gezi Direniş-Çizgi Roman 66-67 Gezi Direniş-Yüzde elli'yi evde tutmak isterdim 68-73 Gezi Direniş-İllustrasyon 74-75 Gezi Direniş-Gezi Sloganları 76-77 Gezi Direniş-Çizgi Roman 78-83 Gezi Direniş-Direnen Filmler 84-85 Gezi Direniş-Türkiye Cumhuriyeti Fabrika Ayarlarına Geri Dönüyor 86 Gezi Direniş-Pinup
Merhaba Yeni bir ay ve yeni bir sayı ama farklı bir sayı; Geçtiğimiz ay şimdiye dek yaşadıklarımızdan çok farklı bir Haziran ayı yaşadık. Yaşananlar Gölge e-Dergi sayfalarına da yansıdı. Gelecek kuşaklara ‘’Belgesel’’ olarak kalacak bir sayı hazırladık. Bu sayının oluşumunda değerli katlıkları ile destek veren tüm dostlara çok teşekkür ederiz, selam olsun onlara. İyi okumalar Gölge e-Dergi Editörü Mehmet Kaan SEVİN Ç
İllüstrasyon: Naci YAVUZ
İllüstrasyon: Gürcan ÖZKAN
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
Korku Üzerine Yıllarca korktuk. Küçüklüğümüzden itibaren. Hırsızdan, yangından, dayak yemekten, sözlüye kalkmaktan, trafik kazasından, ölümden. Sonra aklımızla ve kalbimizle bu korkuların bir kısmını yendik. Büyüklerimiz dedi ki, korkma. Çünkü korku yalan da söyletir, hareket etmeni de engeller, aklı selimle düşünürsen çoğunun üstesinden gelirsin. Büyüklerimizin öğütleri zamanla ruhumuza sızdı ve buna minnettarım. Ayrıca “bu da geçer Ya Hu” özdeyişine kişisel olarak sığınarak korkuyu azaltmayı, korku nedeniyle oluşan sıkıntılarımı göğüslemeyi öğrendim. Bütün bunları kişisel çabamla, sabırla bekleyerek, duamı içtenlikle ederek, ve küçümsenmeyecek şekilde dostlarımın elini tutarak neredeyse yok ettim. Ben diye konuşuyorum ama çoğumuz bu formülü kullandık korkularımızı ezerken. Başka tür bir korku vardı içimde yıllardır. Eşek kadar adam olmama rağmen yeni bir korku yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı ruhumda. Bireysel olarak halledebileceğim olanlardan değildi. Görünüşte her şeyim yerli yerindeydi. Geçmişteki sözlü korkusu çeşitli sosyal ortamlarda buluna buluna müthiş bir rahatlığa dönüşmüştü. Cezalandırılma korkusuydu aslında sözlü korkusu dediğim ve asosyalliğe doğru taşıyordu beni. Asosyallikten tersine güzel bir değişim yaşadım. Doğal olaylarda bile aslında korkmadığımı anladım. Depremdeki sakinliğim inanılmazdı. Bu yenisi ise çok farklıydı ve yavaş yavaş sindi temizlediğim alana. Çünkü sadece bana bağlı değildi. Toplumun büyük kısmı korkuyordu. Ne acıdır ki korkuyordu. Aslında korkudan önce alay edilmenin çaresizliğini yaşadım. Alay giderek artıyor ve yürekten inandığım değerler ile alay ediliyordu. Kollarından bir sağa bir sola çekilen insan gibi değerlerimizle neredeyse kahkahalarla alay ediliyordu. Kurucumuz Atatürk ve arkadaşlarıyla ve onun kurduğu yeni Cumhuriyet ile ve Türk bayrağı ile. Ve alaylarını sürekli kılmak için alttan alta veya açıktan bir korku duygusu salıyorlardı. Bizler, yani halk, yani orta sınıf halk birbirimizle ufak olaylar dışında barış içinde yaşıyorduk. Ermeni, rum, alevi, kürt, vs. Belki bazı sosyal statüler açısından seçici oluyorduk doğru (örneğin evlilik) ama özde kesinlikle dostluk ve saygı vardı. Atatürk Cumhuriyeti’nde, peygamberimiz döneminde bile giyilmeyen kara çarşaflıların doluştuğu yerlerde bile onlara hakaret etmedik. Çünkü bildik ki siyasi eleştiri başkadır, insani tavır çok başkadır. Ama fark ettik ki , bizlerin çoğumuzun yaşattığı inceliği karşı taraf göstermiyor. Yine de sessizdik. Sonra bir baktık… Bir baktık… Bir baktık, içinde bulunduğumuz dünyanın sınırları daraltılıyor. Giderek daha fazla. Dünyanız artık duvara dönüşüyor ve iki yandan da sıkıştırılıyorsunuz. Ve farkına varıyorsunuz, işte o an dehşete düşüyorsunuz. Çünkü çevrenizde aynı havayı soluyanlar, aynı tehlikeye maruz kalanlar hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyorlar. Bu konuları konuşmuyorlar, nasılsa artık bir şey yapamayız diyorlar üstlerine gidince ve o tek oylarını bile biraz daha fazla tatil yapmak için kullanmıyorlar. Önemsiz zannettiğin bakarsın dev gibi olur. Ben çok üzüldüm, çünkü üç maymunları oynayan ve toplu hareket edilmediği için aşağılanan bir kesim haline gelmiştik. Ve bunun korkusu diğerleri gibi değildi. Kendimi bu süreçte çürümüş, öfkeli, aşağılanmış hissettim.
Siyasilere kalmasaydı çok daha iyi hale getirebilirdik dünyayı ve ülkemizi diye çok düşündüm yıllar boyu. Bizler saygı istedik, bizlere ekonomik verileri sundular. Bizler bizi sevmeyebilirsiniz, yani Atatürk’ün yolunda gidenleri ama saygı gösterin dedik değerlerimize. Karşılığında kitaplardan attılar inandığımız değerleri. Herşeyi kaldırmaya başladılar. Yoketme girişimlerine hız verdiler.. Yaptıkları her şeye doğrudur bir kılıf buluyorlardı ama açıklamaları sevgi barındırmıyordu. Ve içlerinde nefret vardı ve bizim nefretimizi de yaratıyorlardı. İlk yazımda bahsettiğim rahmetli canım anneannem üç şeyi öp derdi. Kuran-I Kerim, yere düşen ekmek ve Türk Bayrağı. Türk bayrağını belediye görevlileri yerlerde tutarak önce siyasi parti bayraklarını topladı. Sözün kısası, çaresizlikte korku büyür. Bir afet karşısındaki duygumuz budur çoğunlukla. Ama buradaki çaresizlikte sizinle alay eden bir kesim vardı. Eliniz kolunuz bağlıydı. Dikkat edin kesim diyorum parti değil. Çünkü her yerde değerli insanlar mutlaka var. Aşağılıklar olduğu gibi . Yirmi kişi önayak oldu. O yirmi kişiden bile korktular ve o zaman da büyük hataya düştüler. Korku herkese ulaşırmış meğer. Halbu ki her şeyi saygı ve sevgi çerçevesinde halledebilirlerdi. Ve onlar ile aynı kafada olan her kesim geride kaldı. Tepkimiz partiye falan bağlı değildi. Bizlerin çoğu partiler üstüydü. Onlar partiye takıldılar. Bizler insan olarak bunları istiyoruz dedik. Dinlemediler bile. Yazım korkumla ilgiliydi. Uçtu gitti. Onların sahasına iniverdi. Hüsnü ÇORUK
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
Bu daha başlangıç... Gezi Direnişinin başlangıcından bugüne yaklaşık bir ay gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, direniş hala farklı yöntemlerle ve kendini yenileyerek devam ediyor. Tam bitti derken biri taksimin göbeğinde duruyor ve kitleleri arkasına alıyor, her akşam İstanbul’un parkları dolup taşıyor ve forumlarda “Demokrasi” en saf hali ile vücut buluyor. Artık bu sese kulak tıkamamak gerektiği anlaşıldı sanırım. Hala olayı üç beş ağaca indirgemeye çalışanlar hedef gösteredursun eylemcilerin çoğu meşru bir hak talebi için sokaklarda olduklarını defalarca beyan ettiler. Ancak baskı ve sindirme ile sesleri kısılmaya çalışıldıkça daha da büyüdüler. Herhangi bir devlette belediye meclisini ilgilendirecek ufacık bir olay bu yüzden bu kadar büyüdü ve toplumu derinden etkiledi. Direnişin en güzel yanı farklılıklarımızı kucaklamak oldu. Tüm katmanlardan insanlar beraberce bir şeyler başarabileceklerinin farkına vardılar. İki gün önce kavga eden taraftar grupları kol kola girip destek verdi. En uçlardaki siyasi gruplar eylemcilerin barışçıl tutumlarından etkilenerek geri çekildi. Bir park kuşatması Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçen bir uyanışı da beraberinde getirdi. Olaylar yatışmış gibi gözükse de daha pazar günkü LGBT yürüyüşünde geçen senelerin çok üstünde katılımcı sayısına ulaşması artık nasıl bir birlik içinde hareket edildiğini gösteriyor. Herkes herkesin hakkını savunmak istiyor. Kapitalist bireyselcilikten vazgeçilip sosyalist kültür uyanmaya başladı. Belki de direnişin en büyük getirisi bu olacak. Direnişin her anında bulunamadım tabii ki. Ancak elimden geldiğince oradakilerin yanında olmaya çalıştım. Elimden gelen en güzel şey ise yazmek ve fotoğraf çekmek oldu. İşte o günlerden kalan kareleri sizlerle de paylaşmak isterim. Bu daha başlangıç.. Masis ÜŞENMEZ
Fotoğraflar: Masis ÜŞENMEZ
İllüstrasyon: Naci YAVUZ
İllüstrasyon: Naci YAVUZ
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
Gezi parkı, ağaçlar, özgürlük derken bir Millet ayıldı!!! Gezi parkı, ağaçlar, özgürlük derken bir Millet ayıldı!!! Bu yazıyı okuyan siz dostları benimle beraber zaman ve mekân kavramlarının olmadığı hayali bir yolculuğa davet ediyorum. Bu yolculuk dünü bugünü ve yarını içerecek; farklı insanların farklı olayların bir karması olacak. İlk defa (benim yazı yazma ilkelerimi oluşturan ustam Attila İlhan’ın öğrettiğinin tersine) plansız bir yazıya başlıyorum; ben de ucunun başının nereye varacağını bilmediğim bir yolculuğa çıkıyorum. Çünkü yaşadığımız ortam, şahit olduğumuz olaylar öylesine kaotik ve boğucu ki ben de not almadan öylesine çalakalem yazmaya karar verdim. Dostum ve arkadaşım demekten gurur duyduğum sevgili Mehmet Kaan Sevinç, Gezi Parkı Olayları için özel bir sayı yapalım dediğinde hemen üzerine atladım çünkü söyleyecek sözü olan milyonlarca insandan biri de benim. Ama iş yazmaya gelince yukarıda belirttiğim gibi nereden başlayacağımı bilemedim. Not almak için önüme koyduğum defter karalama doldu. Sonunda doğaçlama yazmaya karar verdim; içimde kalbimde ne varsa rast gele söylemeye. Bu yüzden akıcı bir yazı olmazsa şimdiden özür dilerim. 19 Mayıs 1919 çılgın bir adam işgal edilen ve emperyalist devletlere peşkeş çekilen ülkesi için o zamanın yöneticisi olan kişiye rest çekiyor ve bir liman kentine giderek kendince bir direniş başlatıyor. Parası yok, askeri yok, kurtarmak istediği halk millet olmayı değil ümmet olmayı biliyor. Etrafına toplanan kişilerin kendisine ne zaman ihanet edeceğini bilmiyor; tam anlamıyla kelle koltukta bir şekilde kendince mücadeleye giriyor. Üstelik arka arkaya yaşanan savaşlardan bunalmış halkın da parası yok; parası olmadığı gibi neredeyse her evden bir şehit çıkmış. Halk bezgin, halk yoksul, halk yorgun, halk cahil ama bu çılgın adamın öngördüğü gibi halk bilge! İşte bu bilgeliğe güvenen bu adam, olmaz deneni olur kılıyor; kendi gibiçılgınlarla bir direniş başlatıyor. Hasta Adam, denilen bir ülkenin; leş kargalarının ve akbabaların pay kapmak için sıraya girdiği bir ortamda Anka Kuşu gibi küllerinden yeni bir devlet kuruyor. İsmi önemli değil bu devletin. Önemli olan her inanıştan ve her etnik kökenden insanı bir araya getirip dayanışma ruhuyla bütünleştirmesi. Bu çılgın adam, halkına öylesine sevdalı, kendini adadığı bu ülkeye öylesine âşık ki kalabalığın içinde kendini yalnızlığa mahkûm ediyor. Parada pulda gözü yok ama iyi giyinme ve içki düşkünlüğü var. Allah için ama öyle bir zevkli ki o zaman giydikleri bugün için bile değme zengine yakışmaz. Hani derler ya “taşımasını biliyor”, diye. İçki düşkünlüğü ise milletine yaptığı tek kötülük ama ne yapsın onca yükün altında tek başınayken? Üstelik amiyane tabirle ağzıyla içenlerden ama zaten ne yapsa adabıyla yapan birisinden ne beklenir ki? Hiç aklına gelir miydi acaba seneler sonra birilerinin dili varıp da kendisi için “ayyaş” diyeceği. Her zaman gücünü halktan alan, halkına inanan bu adam söylemleriyle her zaman için halkını
yüceltmiş ve ona güven aşılamaya çalışmıştır. Birey olmaya değil kul olmaya alışmış; millet olmaya değil ümmet olmaya alışmış; ülkenin kurtulması için aydınlarının bile yabancı ülkelerden medet umup “mandacılığı” benimsediği bir ortamda insanının kendine güvenmesini sağlamak için bize bugün komik gelen söylemlerde bulunmuş. Ama o günün şartlarında insanların bunu o çılgın adamdan duymaya ihtiyacı vardı. Bütün dünyanın planlarını alt üst eden, üstelik sömürülen başka ülkelere de kurtuluş yolunda örnek olan bu insan, elindeki kısıtlı imkânlarla ve hâlâ birey olmaya alışamayan ya da çıkarları yüzünden alışmak istemeyenlere rağmen zor bir işe başladı. Zor bir savaşlar zincirinden çıkmış ülkenin borçlarını ödedi, yanmış yıkılmış bir ülkeyi kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir yer haline getirdi. Ülkenin her yerinde yoksul çocukların eğitilmesi için köy ensitüleri’ni kurdu. Öğretmenlere çok iş düştüğünün farkındaydı ve onlara gereken değeri verdi. Fabrikalar kurulması için gereken atılımları yaptı, hayalleri o zamanın çok ötesinde olan bu lider yine de kendisinin yaptıklarını anlayamayan dar görüşlüler tarafından engellenmeye çalışılıyordu; hatta kendisini öldürmek dahi istediler ama başaramadılar. Neden mi? Çünkü bu çılgın adam edindiği bunca düşmana rağmen bir koruma ordusuyla gezmek yerine sürekli tek güvendiği kitle olan halkının yanında rahat ediyordu. Plansız bir şekilde, aklına estiği zaman ait olduğu insanların yani halkının yanında olmaktan büyük zevk alıyordu. Çat kapı birilerinin evine gitmek, orada çıkarsız sevgi görmek bulunduğu konum nedeniyle kendisine yalakalık yapanlardan uzak kalmak onu mutlu ediyordu. Yalanı dolanı, riyayı sevmediği için etrafında bunlara izin vermiyordu. Yokluklarla yetişmiş, savaş meydanlarında ölümle kol kola yaşamış biri olarak yeni geldiği bu konumda asla sonradan görme tavırlar sergilemedi. Hep içinden çıktığı halkın bir parçası olarak yaşadı. İçinde bulunduğu bu durumda en çok kadınlara destek oldu. Çünkü adı olmayan bu ülkede muhtelif nedenlerden kadınlara hiç değer verilmediği gibi; onların sosyal hayatta yer almasına da izin verilmiyordu. Her zaman çok ileriyi düşünen ve gören muhakemesi ile bu gidişe “dur”, dedi.Emperyalizme karşı verilen savaşta kadınların fedakârlıklarını ve gücünü gören biri olarak, bu gücün ziyan olmasına izin vermedi. O dönemde bu adı olmayan ülkeden daha çağdaş olan ülkelerde bile kadınlar haklarını elde etmek için mücadele verirken bu çılgın adam, altın tepsiyle kadınlara her hakkı verdi. Ülkesini abat etmeye çalışırken orman ve yeşilin ne kadar önemli olduğunun da farkındaydı. Sanayileşmenin alıp başını gittiği bir yüzyılda ağaçlandırmanın öneminin farkında biri olarak başta başkent olmak üzere her yerde ağaçlandırma faaliyetlerine önem verdi. Kendisi için o zamanın çevrecisi diyebiliriz. Bütün bunlarla uğraşmak çok zaman, çok emek istiyordu. Yirmi dört saat olan bir günü çoğaltmak için kahve ve sigaraya yüklendi. Yalnızlığını ünlü içki sofralarıyla telafi etmeye çalıştı ve bu da sonunu hazırladı. Milletini çok erken bir ölümün yalnızlığı ve felaketiyle bırakarak başka bir âleme göçtü. Neden bu adı olmayan ülkenin geçmişine böyle bir yer verdin diye sorabilirsiniz? Bazı gerçeklerin çok kısa da olsa anımsatılması gerekiyor. Anlattığım bu çılgın adamın ölümünden sonra ne yazık ki o ülkenin başına gelen kimse onun yerini tutamamış. Başta silah arkadaşları olmak üzere hepsi artık var olmayan bir adamın karizması altında ezilmişler ve ezildikçe de yaptıklarını yok etmeye çalışmışlar. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki bu taraflı bir öykü. Masalı anlatan benim ve bu da benim kahramanım. Yazıyı okuyan kimseden onaylamasını beklemiyorum ama şunu bilin ki kahramanımın kusurlarının farkındayım ama gerçek aşk birini kusurlarına rağmen sevmektir ve ben de kahramanımı çok ama pek çok seviyorum.
Gezi
Direniş
Aradan uzun seneler geçmiş, ülkede pek çok olay yaşanmış. Çeşitli görüşlerden liderler gelip geçmiş ve her gelen ülkeyi biraz daha mahvetmiş. Ülkenin halkıysa o çılgın adamın ve ona yardım eden çılgın atalarının kendileri için neler yaptıklarını yavaştan unutmaya başlamışlar. Hele son gelen biri ki adı Bay picassodan iyi çizen çizmedik adam-kadın koymayan; öyle şeyler yapmış ki millet düşünmeye korkar olmuş. En acı olansa kadınların ihanetiymiş ama. Kendilerinin okuması için, insan yerine konması için, var olduklarının kabul edilmesi için bu kadar çaba sarf eden kişinin yerine başka ülkelerin gerici liderlerine özenir olmuşlar. Velhasıl onlar içeriden başkaları dışarıdan yıkmak için uğraşa uğraşa bu günlere gelinmiş. Elsiz ayaksız bir yeşil yılan (Attila İlhan’ın şiirinden bir mısradır) bu güzel ülkeye çöreklenmiş. Bu yılan tatlı dilliymiş. Kardeşlik demiş, özgürlük demiş, demokrasi demiş, barış demiş ve başa geçmiş. Sonra demiş ki ama “demokrasi bizler için amaç değil bir araçtır”. Millet yine uyanmamış duruma. Sonra asırlardan beri bu yana kardeşçe yaşayan insanları bölmeye çalışmış millet yine de uyanmamış. Bir yandan da yokluktan gelen biri olarak o çılgın adamın tersine ne oldum kibrine yakalanmış. Alçak gönüllülük yerine sınırsız bir gösteriş düşkünlüğü başlamış. Oysa herkes gibi o da halktan bir insanmış ve halk bunu unutmamış. Neydim, ne oldum, ne olacağım,diye düşünmeyi aşılayan muhteşem bir inanca mensup olmasına rağmen güç başını döndürmüş. Şeytan’ın en sevdiği günahlardan bir olan kibir, aklını başından almış. Ülkenin savunma gücünü çökertmiş yetmemiş haber alma kaynaklarını susturmuş. Yine yetmemiş susmayanları hapse atmış. Ama ilginçtir millet hep susuyormuş. Millet sustukça iyice başı göklere çıkmış bu sefer herkesin mahremini belirlemeye kalkmış, özellikle de kadınların. Yetmemiş ne yiyip içeceklerini de ben söylerim demiş. Hep bir efelenme hep bir böbürlenme havası içindeymiş. Gerçi o da haklı çevresine toplanan yalakalardan uyaran hiç yokmuş kendisini. Uyaran olmadıkça kendini iyice dev aynasında görmeye başlamış o kadar ki kendisine şekvada bulunan halkına, ülkesi için ölen askerlerine kendisine yakışmayacak sözler söylemiş. Ama ülkesini bölmeye çalışan bir bebek katilini adam yerine koymuş. Millet susmaya devam etmiş, millet sustukça bu coşmuş sonunda zamanında o adı konmamış ülkeyi kurtaran çılgın adam ve silah arkadaşı için üstü kapalı olarak ayyaş, demiş. Millet yine tepki vermemiş ama hani derler ya bam teli atmış diye bir yer var atan; işte o atmış halkta! Bu arada millet sustukça ülkeyi, şehitlerden emanet olan vatan toprağını babasının çiftliği gibi görmeye başlamış. Kendi malı ya sattıkça satmış, sattıkça satmış ama ülke de battıkça batmaya devam etmiş. Başka ülkelerde yaşayan insanların evcil hayvanları için ayırdıkları bütçe ile bu hayali ülkede bir aile geçinir olmuş. Lakin millet yine susuyormuş, kimsenin sesi asla çıkmıyormuş hatta dinlenme korkusundan telefonlarda bile konuşamaz olmuş bu halk. Herkesin mutsuz ama suskun olduğu bu hayali ülkenin en güzel şehirlerinden birinde betonlaşmayan minicik bir yer kalmış içinde kadim ağaçların olduğu. Bütün kadim ağaçlar gibi çok şey görüp çok şey yaşayan bilge varlıklarmış bu ağaçlar. Gölgesinde insanların nefeslendiği, âşıkların kaçamak birbirine sokulduğu, parası olmayanların dibinde bir simit yediği, insanların ayaklarının toprağa değdiği minicik bir yer. Ve bir gün kapitalizm denen canavar burayı gözüne kestirmiş. İşte o gün ağaçların laneti kendini ülkenin sahibi sanan bu adamın üzerine olmuş. Eskiler çokça derdi “canlı ağaca kıymayın, ah eder”, diye. İşte bu ağaçlar da ah etmiş bu kibirden gözü hiçbir şey görmeyen adama. Sonra ne ülkeyi yönetenlerin ne de dünyanın hiç tahmin etmediği bir şey olmuş bu ülkede. Halk, ”yeter” demiş!!. Üstelik bu tepkiyi taaaa seneler önce o çılgın adamın ülkeyi emanet ettiği gençler vermiş. Yaşları on yedi- yirmi bir arası tazecik fidanlar. Başka inançtan olan yaşıtlarını da yanlarına alıp, başka takımı
Gezi
Direniş
tutan yaşıtlarını yanlarına alıp şehirli köylü demeden birlik olup ağaçları korumak için, bu zalim adama “yeter”demek için birlik olmuşlar ve güçlerini görmüşler. İşte o zaman anlamışlar bu adam niye halkı bölmeye çalışıyor! Birlikten kuvvet doğmasın diye, kimse kendine karşı çıkamasın diye insanları birbirine düşman eden bu adam, bu sefer de bu insanlara kendi halkına çapulcu demiş. Ama halk bu, ne oldum delisi değil. Tamam demişler biz çapulcuyuz ama vatan haini değiliz. Ve direnmeye devam etmişler. O çılgın adamın “herkes politikacı olabilir ama sanatçı olamaz”diye zamanında yücelttiği insanlar da sokaklara dökülmüş. Sonra o taze fidanların ana-babaları, sonra bedenine karışılan kadınlar, sonra gerçek mütedeyyin insanlar destek olmaya gelmiş. Çünkü Allah’tan korkmuşlar yapılanlar karşısında. Günlerce ve günlerce direnmişler, dayak yemişler, kör olmuşlar, ölmüşler ama direnmeye devam etmişler. Ağaçların yanına gidemeyenler ellerinde tencere tava camlara çıkmışlar destek için. O kadim ağaçların dibine çadırlar kurmuş gençler, toprağın üzerine battaniyeler sermişler, halk yine o eski çılgın halk olmuş. Yaşlı teyzeler yiyecek taşımış elleriyle pişirip. Vurulan her cop darbesi herkesin canını yakmış, atılan her gaz bombası herkesi dumana boğmuş orada olsun olmasın. Biliyorum merak ediyorsunuz bu hayali yolculuğun, bu masalın sonu ne olacak diye. Bekleyin çünkü ben bu masalı yazarken dışarıda bir yerlerde o adı olmayan ülkede birileri tarih yazıyor. Ben bu tarihin dününü ve bugününü yazdım benim masalım olarak. Biliyorum gökten üç elma düşecek masalın sonunda biri ülkem için biri benim için biri de her şeyi başlatan ve hâlâ korkulan o çılgın adam için. Ama onu da ikinci özel sayıya saklıyorum. Ve olur da masalın sonu şimdilik bitmezse bile, sonunu ben yazamasam bile halk eline kalemi aldı ve yazıyor. Sürç-i lisan ettiysem bağışlayın ama dediğim gibi içimden geldiği gibi yazdım, devamını bekleyin. Zeynep BAYRAKTAR nam-diğer PANDORA1972
Fotoğraflar : Zeynep BAYRAKTAR
İllüstrasyon: Devrim KUNTER
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
Gezi Kütüphanesi Çapulcu Kitaplığı
afişi bastırarak çocuk parkında çocuk kütüphanesi kurmaya karar verdi. İki kütüphanenin ortaklık yapmasıyla da burası şenlendi. İşin güzeli bu kütüphanenin başında çoğunlukla çocuklar durdu. Ve yağmurlu günlerde o kitaplar toplandı, o kitaplar korundu, o kitaplara yayınevlerinden eklemeler de oldu, yazarlar hem kendi yazdıkları hem de ellerindeki kitapları getirdiler sergiye ve o kitapların büyük bir kısmı son gezi baskınında yok oldu! Veya öyle sanıldı. Duran Adam eylemiyle birlikte ortaya çıkan “kitap okuyan polis” görüntülerine bakan kütüphane yetkilisi “kaybolan kitaplarımız bulundu” yorumunu yaptı başbelası sosyal medyada. Bilemiyorum artık… Tek bildiğim bu kütüphanenin öyle ya da böyle faydalı olduğudur. Bu arada bu kütüphanelerden bedava aldığı kitapları 3 TL’den satmaya çalışanlar da olmadı değil. Arkadaşlar onları yaptıklarının yanlış olduğuna kibarca ikna etmişler, meydanı terk ettiler. Çizgi roman… Ben bıraktım, başka bırakanlar da olmuş ve oldu ama hiç biri on saniyeden fazla kalmadı yerde. Hemen buhar oldular. Dini kitaplarla ateist kitapları, iktidarı övenlerle sövenler yan yanaydı sergide. Bir yanda parapsikoloji iyidir diyen diğer yanda batıl itikat kötüdür diyen kitaplar vardı. Özetle hiç kitap ayrımı yapılmadı Gezi Ruhuna uygun olarak. Sadece kitap geldi ve sadece okumak isteyenlere dağıtıldı ve bilgiyle cehalet arasındaki farkın gün gibi ortaya çıktığı günümüzde bu kütüphane güneş gibi doğarak işlevini yerine getirdi. Gezi Kütüphanesi – Çapulcu Kitaplığı İşin politik kısmına girmeden bir kütüphaneyi anlatmak ne kadar zor… Ya da kolay! Gezi direnişinin başlamasının ardından şafak baskınına benzer bir baskınla “kütüphane” kuralım teklifi dolaşmaya başladı zararlı sosyal medyada. “Bir kütüphane kuralım, kitapları direnişçiler getirsin, ücretsiz olarak diğer direnişçilere gitsin”… Bu fikir öyle cazip geldi ki, teklifi yaparak hazırlıklara başlayanlardan önce hemen taklidi gerçekleşti. Birlik, bütünlük, saygı ve sevgi direnişi olan Gezi’de kültürel bir etkinlik üzerinden ilk kazık atılmış oldu birilerine. Bu şekilde de bir gün arayla iki kütüphane kurulmuş oldu Gezi Parkında. Biri gönüllülerce yerde sergilendi, diğeri maaşlı yayınevi elemanlarıyla raflarda. Neyse, kütüphaneler kuruldu ve onlarca insan içinden gelerek binlerce kitap bıraktı buraya. Bunlar kısa süre içerisinde yeni sahiplerine giderek el değiştirdi ve yeni kitaplıklara konuldu. Sadece ben oradayken yaklaşık bin kadar kitabın yerlerde sergilenen kütüphaneye gelişine bizzat şahit oldum örneğin. Tabii aynı şekilde çıkışına. Bu arada iğrenç sosyal medyada “kız olursa Çapulnaz, oğlan olursa Çapulcan olsun çocuklarınızın ismi konulsun” esprisi konuşuluyordu ki iki anne bunu ciddiye alarak Çapulcan ve Çapulnaz Çocuk Kütüphanesi
Ümit KİREÇÇİ
Baş Komutan Mustafa Kemal
İllüstrasyon: Suat GÖNÜLAY
İllüstrasyon: Suat GÖNÜLAY
Gezi
Direniş
Diren(ç) Dizlerinin üzerine çöktü genç adam… Ciğerlerinin cayır cayır yanmasına aldırmadan, derin derin solumaya çalıştı çevresini sarmalayan zehirli havayı. Teni neredeyse kavrulurken, burnu sızlaya sızlaya göz yaşlarını serbest bıraktı. Önce aşağılandığını hissetti! Neden? Oyun kurucuların karşısına diktiği acımasız ve nefret dolu robotlara inat, oyunda kalacaktı! Bir an için, ne hissettiğini, ne hissetmesi gerektiğini unuttu. Nefret miydi bu hissettiği? Canı mı acımıştı? Keder? Üzüntü? Hayır! Kaynağını kestiremediği bir sevgiydi bu… Tasavvur bile edemediği, edemeyeceği bir heyecan! İçinde kaybolduğu duman yavaş yavaş dağılırken, derin bir nefes aldı. Yüzünde yarım bir tebessüm belirmişti şimdi. Gözlerinin nezaretinden kurtulan yaşlar, yanaklarından özgürce süzülürken, Güçlü bir elin, kolunu sıkı sıkı kavradığını hissetti! Bir hışımla ayağa kalktı ve dumanların arasından çıkan on binlere baktı… Kendisi gibi onlarca, yüzlerce, binlerce insana… Yalnız değildi! Biliyordu ki defalarca da düşse kendisini düştüğü yerden kaldıracak güçlü bir el mutlaka olacaktı! Derin bir nefes daha aldı! Bir daha… Bir daha… Bir daha… Kulaklarında özgürlük çığlıkları patlarken, o masum heyecanının yerini özgüven almıştı. Cesaret, körpe ruhunun elinden tutmuş, dans ediyordu delicesine! Bu cehennemin ortasında, Kendisini sanki cennette gibi hissetmesinin sebebi de buydu belki! Genç adam oyuna yeniden geri dönmüştü. Derken genç bir kadın bir koluna, Yaşlı bir adam, diğer koluna girdi! Genciyle, yaşlısıyla on binlerce hür ruh, Yağan özgürlük yağmuru altında, omuz omuza ıslanmaya, omuz omuza yürümeye devam etti. Onlar ki, değişmekte olan yarının mimarlarıydı… Onların ellerinde şekillendi umut… Onların ağızlarından yeniden döküldü o özgürlük şarkıları… Bu sefer gerçek olmak şartıyla… Fatih YÜRÜR
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
MÜSTESNA GÜNLERİNİZ MUNDAR OLDU MEMNUNUM… “Yeryüzünün lanetlileri ve açlığın mahpusları, ayağa kalkın!” Komün-1871 “De
te
fabula
narratur,
senin
hikâyeni anlatıyorlar … tercümesi yeterli değildir: onun yerine başka bir anlatının, yepyeni bir anlamın konulması, kısacası ‘başka bir hikâyenin anlatılması’ gerekir. Bu ‘yeni hikâyeyi dinlemek’ için birçok kulağın dikilmiş olduğunu biliyoruz. Ama diller kendi kendilerine konuşamazlar. Farklı hikâyelerin – neredeyse sayısızca– nasıl olanaklı olduklarını anlamış olmak pek şaşırtıcı gelebilir.” Ulus Baker-1996, aktaran bANDiSTA-Mayıs 2009 Zira bir fısıltıdan bile korkuyorlar… gürültü ne çok şeyi değiştirir… bANDiSTA -Eylül 2009 Direnişler; ütopik, beklenen, mitleştirilen bazen ve apansızın, bıçağın kemiğe dayandığı bir “artık yeter” patlayışıyla liberal tarihin çizgisel akışının içinde beliriveren, geçmişin mücadelelerini bugünün yüzüne, bugünün bilinci, unutuşları ya da kazanımlarını geleceğe taşıyan solucan delikleri. Tarihin praksisi, talihin
pratik belirlenişleri, ele usturuyla çizilen kader çizgileri. Tekel, Seka, Petkim, Erdemir, Şeker adını bilmediğimiz/ unuttuğumuz nicesi; derelerin, ormanların, toprakların bizzat hayatların dönüşümü … Kamunun tasfiyesi; eşitlik yok adalet yok, o zaman sokaklara; işçiler, işsizler, memurlar, öğrenciler, rençberler, gettolar ve tam yerinde… bANDiSTA -Şubat 2010 Farklı olanı kendine benzetmek yahut görmezden gelinebilecek kadar marjinal ilan etmek iktidarcıkların, bizzat mevcudiyetleri için, sorgulanılamaz –sandıkları– yöntemleridir… bANDiSTA -Ağustos 2010 De Te Fabula Narratur‘u, manifesto albümümüzü yayınlamamızın üzerinden tam iki yıl geçti. Özgürlük, eşitlik, dayanışma, adalet çağrı ve mücadelesinin içinde yer alma inadımız sürüyor. Güvencesiz çalışma koşulları ve sömürü devam ediyor, kapitalist saldırganlık had safhada, eğitim ve sağlık paraya havale edilmiş, yaşamımız satılıyor, mahallelerimiz mutenalaştırılıyor, ekolojik yıkım ve nükleer felaket gündelik hayata damga vuruyor, cinsiyetçilik ve ayrımcılık liberal maskesinin altında silikleşiyor, kolektivizm unutturuluyor, faşizm yükseliyor, şiddet olağanlaşıyor, inkâr politikaları işliyor, örgütlenmenin önü kesiliyor, halklar bombalanıyor, haklar ellerden alınıyor. Lakin dostlar, yoldaşlar, öğrenciler, dereler, iklim adaleti eylemcileri, kadınlar, lgbtt’ler, mülteciler, kâğıtsızlar ve sayılamazlar direniyor. Sınırsız, ulussuz, sürgünsüz bir dünyanın içinden, mazi, gelecek ve şimdiden gelen onlarca sesi duyuyoruz, hep birlikte haykırıyoruz; vardık, varız, varolacağız! Daima!… bANDiSTA -Mayıs 2011 Bu şarkıların yazılması Türkiye’deki feminist hareketin 30. yılına denk geldi… Bu 30 yıl, bugün bu sözü söylememizi mümkün kılan, ortak mücadelemizin dilini yaratan bir tarih, tarihimizdir. Umarız ki şarkılarımız bize hayatımızın her alanında güç ve ilham veren bu harekete bir katkı olsun. Yalnız ve hep birlikte, var olduğumuz her yerde, Yaşasın kadın dayanışması! … bANDsiSTA-Mart 2012 siyah deri bende sende, beyaz maske herkeste umutlarım üzerimde gittiğinde, kara kara düşünceler kaldı orda, arkamda bırakmıştım gökkuşağı etrafımda, rengimi unutmuştum adaletin bu mu oldu, aman pek güvenceli yaşamadım ülkenizde, bedenimse zaten dertti yaptığım hamaliyeydi, yarama bastığında yasa yerde kaldı varlığım, sunduğun armağan buysa gücüne mi gitti yoksa, yokluğum şimdi bela masumların kanı bağırırdı öfkeden de fazla kim getirir devamını, kim verecek cevabımı katillerim aranızda, söyleyiniz selamımı … barış inadı devam, huzurla yat kardeşim;
Karikatür: İlkin DENİZ
Gezi
Direniş
tarlabaşından selam, her yerdeyiz kardeşim; hep yerliyiz hep göçmen, buradayız kardeşim; artık yeter, ya basta, êdî bese kardeşim… bANDiSTA-Ağustos 2012 Çünkü unutmayıp inanmış, bulanmayıp bilenmiştik; çünkü ekmek, adalet ve özgürlük içindi, biz oradaysak oradaydı; çünkü koyudan açığa doğru tüm renkler ton tondu; çünkü saltanatını yıkmış vicdani rap çıkmıştık; çünkü nice sokak nice mevsim nice toprakta, o zulüm cinayet OL-MUŞ-TU; çünkü bulunmuştuk annelerin arasında, babaların değil babalıklarının erkekliklerinin silahlarının gölgesinde değil; çünkü kara idi deri ve uzundu elleri ve o çocuklar kuytusundaydı şehirlerin; çünkü gün penceremizdeydi uyanmıştı güneş, tenimizde teri gözümüzde feri, beklerdi bizi kardeşlerimiz; çünkü aşk inadına aşk devrimdi, mağlup, galip, nikbin, her sabah her gece mücadele idi, düzayak çivit badanalı bir kentte aşk örgütlenmekti; çünkü kimse sebepsiz göçmez idi bu dünyada, sınırsız-ulussuz-sürgünsüz bir dünyaydı muradımız; çünkü muhteris sükûnetimizde bir mahşer düşü saklıydı; çünkü bugün kuvve ve yarın fiile idi ve çünkü mazi ta kökünden silinecekti, biz başka bir âlem istiyorduk ve çünkü vardık, varız, var olacağız diye haykırıyordu yoldaşlarımız; çünkü dostların arasında ve güneşin sofrasındaydık… Bugün 27 Haziran 2013… Tarihin günlerinden biri… Geçmiş bugün ve gelecek, zaman bağımsız içiçe örülüyor… Bugün 27 Haziran 2013… Eylemler sıklıkla sözcüklerden daha yüksek sesle konuşuyor… Bugün 27 Haziran 2013… Onlar hâlâ kanun ve biz tarihi yazıyor; ellerimizle, emeğimizle, ölülerimiz, yaralılarımız, hıncımız, coşkumuz, tebessümümüz, müşterek tecrübemiz ve eylemimizle! Direnişe devam, klik – bumbumbum! bANDiSTA-Haziran 2013
Karikatür: İlkin DENİZ
Karikatür: İlkin DENİZ
Karikatür: İlkin DENİZ
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
Direniş
Bazı insanlar vardır ki hayatlarının merkezine maddi değerleri koyar. Bunun için geçerli sebepleri vardır muhakkak, belki yeterli ekonomik özgürlüğe sahip olamamanın beraberinde getirdiği maddi kaygılar, belki ailesine karşı beslediği sorumluluk duygusu, belki de yalnızca maddiyata olan düşkünlüğü... Bazı insanlar vardır ki onlar da hayatlarının merkezlerine bazı manevi duyguları yerleştirir. Özgürlük, eşitlik, hak ve adalet gibi... İşte maddi değerlerin değil de maneviyatın önemini bilenler şüphesiz bu direnişe destek verecektir. Destek vermek ya da vermemek, pek tabii ki kişisel bir tercihtir. Her ne kadar direnişin özünün sahip olduğu manevi değerler, ahlaklı bir bireyin sahip olması ve sahip çıkması gereken değerler olsa da demokratik sistemlerde, özellikle demografik yapının bu denli farklılaşma gösterdiği ülkemizde topyekûn bir direnişin gündeme gelmesi için yeterli değildir. Direnişçilerin bu gerçeği unutmaması ve farklılığa saygı göstermesi gerekir. Zira direnişe karşıt olan ya da çekimser kalanların da aynı hoşgörü ve anlayışı göstermesi toplumsal bir zorunluluktur. Günlerdir medyada dile getirilen ve toplumsal düzeninin bozulduğu, kamu malına zarar verildiği, ekonominin kötüye gittiği gibi haberler yapılıyor ve bu sav, kimi karşıt görüşe sahip insanlar tarafından savunuluyor. İlk başta da dediğim gibi maddi kaygılardan ibarettir bu görüşler. Ve diğer cepheden, yani direniş cephesinden bakıldığında kanımca bunların çok da büyük ehemmiyeti kalmayabilir! Öyle ki özgürlüğünüzden, hak ve adaletten, geleceğinizden kaygılıysanız, paranın ne önemi olabilir ki?
Böyle düşündüğünüz zaman işte direniş başlamış demektir... Peki direniş başlamışsa ve materyalist değerler bir kenara bırakılmışsa bir insan ne yapabilir? - Gözlerini kapatıp olanları görmezden mi gelir? - Yoksa vatanı terk edip bir başka ülkeye mi yerleşir? - Ya da illegal yollara başvurup silahlanıp rejimi düşürmek, bireysel girişimlerde bulunarak birer fedai rolüne mi bürünme gayretini mi gösterir? - Ya da steril maske ve bir adet limon alarak sokaklara dökülür, tencere tava alarak camlara, balkonlara mı çıkar? - Yoksa hükümet tarafından sürekli dillendirilen seçim dönemini bekleyerek sandıkta mı hesaplaşır? ... Belki en makul olanı seçimleri beklemektir. Ancak ya ona da itimat etmiyorsa? Tıpkı medyaya, hukuka, eğitim sistemine, ihalelere, her şeyden önce samimiyete itimat etmediği gibi... İtimat edilmemesinin pek çok da geçerli nedeni var. İktidarın yaptığı konuşmalara, verdikleri demeçlere bakıldığında bile bu bariz bir şekilde kendini gösteriyor. Zira iki farklı mecrada iki farklı bireymiş gibi düşüncelere sahip olduğu aşikar. Miting alanlarında kendi tabanına sözüm ona biat çağrısı yapıp, ayrılıkçı düşünceler aşılayıp, insanların öfkesini körükleyerek tekbir getirmelerini sağlayıp, kitleleri en hassas yerinden yani dini duygularından vuran konuşmalar yapıp; bir başka kürsüde biz tüm Türkiye'ye hitap ediyoruz demesi gerçekten büyük bir dilemmadır, hatta üzücüdür. Hele bir de bu büyük soruna sebep olan kişi ülkenin yönetimini elinde bulunduruyorsa… Kendi vatandaşına “Al ananını da git!” diyor, genci ve yaşlısıyla meydanlara çıkan Türk milletine “çapulcu” diye hitap ediyor, halkın yatak odasındaki hayatına karışıyor, ne yiyip ne içmesi gerektiği konusunda yorum yapabiliyor, tabiri caizse nezaketten yoksun bir monolog yaratıyorsa... İşte o zaman insanların tepki göstermesi kadar doğal bir şey yoktur. Herkesin, her kesimin de bunu anlayışla karşılaması gerekir. Yüz binlerce insanın “Ben koyun değilim. Bana hangi yöne gideceğimi söyleyen, o yöne gitmediğimde ise sopasını vuran bir çobana ihtiyacım yok" dediğinde 75 milyonun, hatta tüm dünyanın saygı göstermesi gerekir... İşin bir diğer ilginç yanı ise bu sert tutumundan rahatsızlık duyanlar olduğu kadar, hoşnut olan, tasvip eden bir kesimin de olması... İktidarın zaman zaman bu ayrımcılığı kullandığını düşünecek olursak da akla bir soru gelir? Türk milleti bölünmeye mi çalışılıyor? Hem de ne bir Yunanlı, ne bir Amerikalı, ne de bir İngiliz'e ihtiyaç duyulmadan? Ya da koltuk uğruna Türk halkını kutuplaştırmak göze mi alınıyor? Ya da dış güçler denen ŞEY, direnişleri değil de iktidarı mı yönetiyor? Komploların sonu yoktur. Gerçek ise tektir… ***
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş Bir iktidarın seçim ile başa gelmesi demokratik toplumların temel kuralıdır. Ancak bu, dört yıl boyunca iktidarın istediğini yapabilmesi anlamına pek ala gelmez. Nasıl ki iktidarın, “Ben seçimle geldim, yolsuzluk da yaparım, rejimi de anayasayı da değiştiririm, kendi tabanımdan olmayan insanların düşüncelerine değer vermem” diyemeyeceği gibi. Yaşananlara baktığımızda ise maalesef yapılmaması gereken pek çok şeyin yapıldığına şahit oluyoruz ve her geçen gün “bu kadarı da fazla” diyoruz. Özgürlüğün ne demek olduğunu bilen insanlar benzer halet-i ruhiye içine girmiş olmalılar ki bir park, hem de pek çok insanın bilmediği, gitmediği bir park dolayısıyla ayaklandılar. Ülkenin dört bir yanında irili ufaklı gösteriler icra edildi. Analar da, babalar da, oğulları da sokaklara döküldü... Bu direnişte parklar, ağaçlar simgeydi aslında. Kesilen ağaçlar hem direnişin özü, hem de teferruatıydı. Özüydü; çünkü doğaya saygıyı ifade eder. Doğaya saygı, insana saygı demektir. İnsana saygı ise yönetilenin yönetene, her şeyden önce yönetenin yönetilene saygısı anlamına gelir. Karşıt görüşlere sahip insanların birbirini anlaması demektir… Teferruatıydı; çünkü konu, artık ağaç olmaktan çıkmıştı...
Milli İrade”, neye oy verdiğini bilmeden, kömür ve makarna ile satın alınmış oylar mıdır? (Yalnızca bu icraatı gerçekleştirenler sözümü üzerine alsın lütfen) Kendi yakınlarım bizzat itiraf eti. Geçen seçimde gözlerimle gördüm. Tanıklık etmesem milli iradenin bu olduğunu söylerdim. Ancak özür diliyorum. Hiç kimseyi suçlamadan, hiçbir ayrılıkçı düşünce beslemeden... Ne kalbim, ne düşüncelerim, ne vicdanım, ne de kalemim buna izin verir. “Milli irade”, otobüslerle miting alanlarına getirilen; hatta para verilen, belki de tehdit edilen; vergilerimizle alınmış bayrakların dağıtıldığı alanlarda temsil edilmemelidir. En azından miting isimleri için bu denli kışkırtıcı, hatta bölücü ibareler kullanılmamalıdır. Eğer kullanılacaksa da zamanı iyi ayarlanmalıdır. “Milli irade” ifadesi, manipülasyonun vicdani seviyelere indirgendiği; dini duyguların sömürülmediği hür irade, hür düşünceler besleyen halkımız söz konusu olduğunda kullanılmalıdır. Eğer işler bu şekilde yürümüyorsa demokrasiden bahsedilmemesi gerekir. İllaki demokrasi denilecekse de şahsi menfaatler uğruna ne insanlar, ne de demokrasinin kendisi istismar edilmelidir… Yazan: Mustafa TÜRK
*** İnternette bir paylaşım vardı. Bir vatandaş. “laik” kelimesinin sonuna -çi eki getirerek bir kelime yaratıyordu. Bu kelimenin tersten okunuşu ise “İçki al” oluyor ve “Bu da mı tesadüf?” diyerek içki ve laiklik arasında ilginç bir bağ kurmaya çalışıyordu. Bu bağnaz düşüncelerin İslamiyet ile hiçbir bağlantısı yok pek tabii ki. Kimse de iddia edemez. Ne İslamiyet ne de Müslüman Türkler bu tarz görüşlerden dolayı herhangi bir şeyle itham edilebilir. Zira bu, çok daha bağnaz bir düşünce olur. Ancak söz konusu arkadaşımızın yaklaşımından ben de istifade etmek istiyorum. Ve hemen aklıma iktidar partisinin, direnişin 19. Gününde "Milli İradeye Saygı" adı altında seçim kampanyası yapması geliyor. İnternetteki paylaşımı hatırlıyor ve seçimlere sekiz ay kala böyle bir mitingin yapılmasının nedenini düşünüyorum. Şimdi de ben soruyorum: Bu da mı tesadüf? Yoksa seçim kampanyası adı altında gezi parkına göndermelerle dolu bir gövde gösterisi mi? Eğer vardığım sonuç yanlış ise bağnaz olduğumu kabul ederim ve özür dilerim. Peki yanılmıyorsam? Sorun da burada yatıyor zaten. Kimsenin bu denli kör olduğunu sanmıyorum. Aleni bir şekilde yapılan bazı icraatlar var. Ancak bir suçun ispatlanması için delillere ihtiyaç vardır. Bazen somut deliler vardır ve yeterlidir. Bazen de deliler vardır, ispatlamaya dahi gerek yoktur. Çünkü vicdan, rasyonel mantıkla birlikte çalıştığında sonuca kolayca ulaşır. Doğruyu bulur ancak delili sunmadığı için ciddiye alınmaz. ***
ÖZGÜRLÜĞÜN TARİHİNİ "GEZİ PARKI"NDA YAZANLAR İÇİN ...
İllüstrasyon: Ömer MUZ
İllüstrasyon: Ömer MUZ
Gezi
Direniş
Örnekleme Yoluyla Seçilmiş Bir Çapulcu'nun Anatomisi Çocukluğumda Osmanlı Soyundan gelen babaannem ve okuma yazma bilmeyen anneannemin bana öğrettikleri dualarla başladım Allah ile konuşmaya ve içim huzur doldu. Kardeşlerim ve bana her şeyden önce tüm canlılara sevgiyle yaklaşmamız gerektiği söylendi. O yüzden 1965 yazında arkadaşlarımla birlikte sabah kahvaltısından sonra yanımızdaki bostanda domatesleri yemesin diye ters çevrilmiş kaplumbağaları normal hallerine döndürüp onları kurtarıyorduk. Bostan sahibi beni dedeme şikayet ettiğinde dedem "ulan seni öldürürüm deyyus, sen ne aşağılık adamsın" diye gereken cevabı vermişti adama. Mahallemizdeki sokaktan 70'lerin başına kadar az araba geçerdi. Belediye görevlilerinin haince zehir verdikleri nice köpeği kurtardık. Bir gün yolun ortasında can çekişen köpeğe arkadaşlarımla sarımsaklı yoğurt vermiştik. Etrafını da tuğlalarla çevirdiğimiz köpekle ilgilenirken alttan bir araba çıktı. “Kaldırın o köpeği oradan” dediler. “Ağabey, hayvan ölecek, ona yoğurt yediriyoruz, arka yoldan geçin” dedik. Hiç unutmam, içinden biri çıktı” ulan alın o iti oradan” diye hiddetle bağırdı ve arabayı köpeğin üzerine sürdüklerinde…onlara taş attık, peşimizden koştular ama o yoldan da geçemediler. Tavukların kafası kesildikten sonra hemen ölmezler. Kafası kesik halde uzun süre görmeden deli gibi oraya buraya koşarlar. Bir tavuğu böyle kesip arkasından kahkaha atan adama 1967 senesinde beddua ettim. Bunu duyan babannem dedi ki “ oğlum, her şeyi Allah’a havale et, her şeyi görür ve bedelini zalimlere ödetir” . Dedem küçüklüğünü anlatırdı, küçüklüğünde kırlara yatıp Kurtuluş savaşı için Anadolu’ya kağnı arabalarıyla çoluk, çocuk, yaşlılardan oluşan grupların ağır ağır, melek yüzleriyle, onurlu yüzleriyle bir birbuçuk ay boyunca gece gündüz geçişlerini anlatırdı. Ben Allah inancını ve Atatürk sevgisini aldım. Bazılarının belittiği gibi laik olmanın inançsızlık olduğunu vurgulayan düşüncenin ne kadar ham, ne kadar anlamsız, ne kadar şartlanmış ve bağnaz olduğunu o yıllarda fark ettim. Şartlanmanın her kesimde olduğunu maalesef üzülerek fark ettim. Yıllar sonra Ramazan Ayında evimde toplanan bilim kurgucularla röportaj yapmaya gelen NOKTA Dergisi muhabiri, uzun saçlı olan benim oruç tutmama çok çok şaşırmış” aa, bilim kurgucular arasında oruç tutan mı var ?” diye şaşkın şaşkın sormuş ve cevabını kibarca almıştı. Hiçbir kuruma dahil olmadım. Kendi bitirdiğim ve orada geçirdiğim yıllardan dolayı türk ve Fransız öğretmenlerimle gurur duyduğum Fransız okuluma bile üye olmadım. Bana insanlarla alay etmemek de öğretildi. Hala şişman olduğu için mahallede alay edilen bir arakadaşım için yıllar sonra bile üzüntü duyarım.
Gezi
Direniş
Sevgi , karşımdakini ezmemek ve barış üzerine oturttum karakterimi. Çocuğum ve yeğenlerim de öyledir. Yağmurlu bir günde sümüklü böceklere dışarıda kalıp ıslanmasınlar ! diye tuğlalardan iki katlı ev yaptılar ve sümüklü böcekleri korumak için oraya yerleştirdiler. Arkadaşlarım da öyledir. Televizyondan Ermeni katliamlarını anlatan bir program seyrediyordum. Geceye doğru kapı çaldı. Hiç aklıma gelmezdi ve bu yüzden televizyonu da kapatamadım. Çok sevdiğim Ermeni bir arkadaşım yanımdaydı, televizyon bas bas katliamı anlatıyordu, o rahatsız olacak diye içimden çırpınırken “ ya Hüsnü “ dedi, “ dert ettiğin şeye bak, biz dostuz ya”. Ve gitti televizyonu kendi kapattı. Yalana karşı çıktım. Kendi çalıştığım bankamda vatandaşlar sırada diye ben de sıraya girdim. Halbuki maaşımı rahatlıkla öncelikli olarak alabilirdim. Korkmadım. 80 öncesinde hiç ilgim olmamasına rağmen iki uçtaki insanlar beni öldürmek istedi. Kara mizah gibi bir hafta aralıkla. Camiye gidip ticarette ahlaksızlık yapan insanlar da gördüm, seksen küsur yaşında ebegümeci toplayan, mahallelinin yardımıyla yaşayan ve ağzından dua eksik olmayan Hatçe Teyze’yi de. Kurban Bayramı’nda Ada vapurundan iskeleye inmek istemeyen koyunu tekmeyle kıyıya çıkarmak isteyen rezili de gördüm, ezan okununca bana orucumu açmam için yemek getiren ateisti de. Farklı düşünceden dostlarım var. Onlarla kucaklaşırım, onlar da benimle kucaklaşır. Bu bizlerin geçebildiği harika bir eşiktir. Gevezeliğimin sebebi şudur. Bir kelime kullanılırken o kelimeyle hitap ettiğin kişileri görmen gerek. Yoksa büyük haksızlık olur. Ben ÇAPULCU diye küçümsenenlerden bir tanesiyim. Milyonlarca var benden. Ve bu şekilde bizleri ayrıştıranlar belki tesadüfen hikayelerimize rastlar ve belki biraz düşünür. Onların çok daha ince düşünmeleri gerek. Hüsnü ÇORUK
Gezi
Direniş
Çok şey bilen kız BAVA'nın Not Defterinden eder ''
''Alay zekanın en tabi hakkıdır, zeki adam alay Voltaire
''Bir insan ne kadar çok şey biliyorsa o kadar az bildiğini sanır'' Sokrates
''Sorun esir olmak değil, teslim olmamak sorun'' Nızam Hikmet RAN
Yüksek bir mevkie yerleşen alçak bir adamdan, daha kötü bir şey olamaz. (Claudius -Roma imparatoru)
Baskı ancak baskı altındakilerin güçlenmesine ve birleşmesine yarar. (Gazap üzümleri: John Steınbeck)
Bilgi aşağıdakileri yükseltir, cahillik ise yüksektekileri alçaltır . (Hz. Ali)
''Ahlak yolu pek dardır, tetik bas, önü dardır sakın hakkım var deme hak yok vazife vardır '' Ziya GÖKALP
Mizah dünyamızı gülünç olmaktan kurtarır. Todor DİNOV (çizgi film yönetmeni )
Baş olanlar övünmesin ne gelirse başa gelir diz toprağa yaslanır da baş düşerse taşa gelir Hiçbir şey bilmeyen cahildir. Ama bilipte susan ahlaksızdır. (Bertolt Brecht)
Benzeyenler buluşur. Fransız Atasözü
Hiç kimse işitmek istemeyenler kadar sağır olamaz.
Zor kullanarak kazanan düşmanını ancak yarı yarıya yenmiş demektir. (John Milton) Çok Şey Bilen Kız
İllüstrasyon: Ali OLGUN
Gezi
Direniş
Üç Beş Çapulcu…
Üç Beş Çapulcu… Rocky IV’deki Ivan Drago’yu hatırlıyor musunuz? Sovyetler Birliği’nin yenilmez boksörü idi. Bir Amerikan filminde, Amerika’nın temsil ettiği tüm değerlerin karşısında, güçlü ve yenilmez bir karakterdi. Önce Rocky Balboa’nın kadim dostu Apollo Creed’i ringde öldürdü, sonra da tüm ihtişamıyla Rocky’i “dağıttı”… Biraz farklı düşündüğünüzde, Drago, Tayyip Erdoğan’ın bir yansıması gibi. Kulağa ilginç geliyor değil mi? Ben de düşünmeye başladığımda çok şaşırmıştım… Biraz filmi hatırlayalım… Apollo Creed, Amerikalı bir boksör idi. Filmin başındaki maça dansçı kızlar ve James Brown eşliğinde, büyük bir ihtişam ile çıkıyordu. Herkes neşeli, olacaklardan habersiz gösteriye kapılmıştı. Drago, yabancı olduğu bu ihtişama şaşkın gözlerle bakarken, aslında meselenin gösterişte bitmediğinin en sağlam örneğini vermeye hazırlanıyordu birazdan. Maçın sonunda Drago, Creed’i yere serdiğinde ne gösterişin, ne ihtişamın ne de zenginliğin yeterli olmadığını görüyorduk. 2002 seçimlerini hatırladınız mı? Tayyip Erdoğan’ın aldığı %35 oyu, meclise yalnızca iki partinin girebilmesini? AKP için son on yıldır her şey çok iyi gidiyor. Daha doğrusu gidiyordu. Kendi burjuvazilerini yarattılar, kendi işadamları ile zenginleştiler. Sonra yıllarca başörtüsü istismarı ile muhafazakâr çevrelerden sempati topladılar. Başörtüsü meselesinden kazanacakları bitince YÖK’ün bir genelgesi ile sorunu çözdüler. Her seçimde oylarını artırdılar, büyüdüler, kocaman oldular. Yerel seçimlerle belediyelere, devlet eliyle bürokrasiye yerleştiler. Yenilmez bir Tayyip Erdoğan vardı. Önüne geleni indiriyordu. Merkez sağ oyları sahiplendi, Bahçeli’yi pasifize etti. Baykal’ı bitirdi. Önünde hiçbir rakip duramıyordu. Meydan okuyanı yere seriyordu. Ama bir parça demir olmayan Tayyip Erdoğan da nihayet yere serilecekti, tarihin akışına göre olması gereken de buydu.
Gezi
Direniş Bu nasıl olacaktı? Şimdi Rocky’e dönelim tekrar. Filmin ikinci yarısında, Drago’nun karşısındaki Balboa’yı hatırlayalım. Nasıl dayak yediğini, yüzünün nasıl kanlar içinde kaldığını, nasıl acılar içinde yerlerde süründüğünü… İşte Rocky, gezmesi, dolaşması, yemesi, içmesi, okuduğu kitapları engellenen, yasaklanan gençlikti. Sınavda şifresi, sevgilisiyle oturduğu parkta gelen polisi, Beyoğlu’nda içtiği birası yasaklanan nesil. Yüzü gözü yediği yumruklar yüzünden kan içinde kalmış 90 kuşağı. Dövülen ama düşmeyen, direnen bir nesil… Nihayetinde ayağa kalkıp, Rocky’nin Drago’ya indirdiği o yumruk gibi, kaşını patlatıp yüzünü kanattığı gibi ayaklanan gençlik. Rocky’nin yumruğu nasıl Drago’nun yenilmez olduğunu, kanayabilir, acıyabilir olduğunu gösterdiyse; Gezi Parkı ile başlayan bu eylemler ve yansımaları da Tayyip Erdoğan’ın yenilmez olmadığını gösterdi. İlk büyük yumruğu 31 Mayıs akşamı yiyen Tayyip Erdoğan, ne olduğunu anlamaya çalışırcasına, önce ortada gözükmedi. Sonra Kuzey Afrika gezisi ile geri çekilip plan yapmaya karar verdi. Öyle ki, kaşı açılan Drago gibi, günler içinde sürekli yumruk yiyen bir dövüşçüydü artık. Gençler, 90 kuşağı, sürekli eylemlerle, gösterilerle vurdu. Polisin biber gazı, TOMA’sı, copu yerine şiddet kullanmayan, kullananları uyaran, “polise taş atan, çevreye zarar verenlere sesleniyoruz, sen gelme!” diyen gençler iktidara karşı “orantısız zeka” kullanmayı tercih etti. Ülkeyi yönetenlerden çok daha zeki olduğumuz ortada değil miydi? En azından Beyaz TV’de gördüklerimiz beni yeterince haklı çıkardı. Gençlik başbakanın suratına çalışırken, yabancı basın böbreklere bir bir indirmeye devam etti. Özellikle duruma bizden daha hâkim olduğu aşikâr olan Tayvan, (şimdiye kadar) üç tane animasyon yayınlayarak tazyikli su sıkılan engelli vatandaştan penguenlere kadar bütün olayı dünyaya başarılı şekilde anlatıyor. İzlemek isteyenler Tumblr’da NMATV sayfasından ulaşabilir… Yüz böbrek derken, Avrupa ve Amerika karaciğere çalıştı sürekli. Avrupa’dan bir bir uyarı geldi. Öyle ki muhafazakâr CDU’nun lideri Alman Angela Merkel’den, Avrupa Parlementosu Sosyalist Grup Başkanı Swoboda’ya kadar uzanan bir liste sürekli kınama mesajları gönderdi. Amerika 20 günde 16 mesaj yayınladı. En sonunda “kazan aptal” diye kendisini azarlayan Sovyet boksörün “kendim için dövüşürüm” demesi gibi, “benim polisim, benim biber gazım” edebiyatına bürünen başbakan, filmin son on dakikasını yaşıyor. Gezi Parkı eylemleri ile yenilmez olmadığı anlaşılan Tayyip Erdoğan, deyim yerinde ise kanıyor. Sürekli darbe yiyor. Partisinde çeşitli milletvekilleri “Twitter denilen baş belası” aracılığıyla başbakandan farklı düşüncelerini dile getirmeye başlıyor. Nihayetinde büyük darbeyi yine Zaman gazetesi vuruyor, AKP’nin oyu %35’e düştü diyerek… İzliyoruz. Devletin polisinin tekerlekli sandalyedeki yurttaşa nasıl tazyikli su sıktığını, elinde Türk bayrağı olanlara nasıl gaz bombası atıldığını izliyoruz. Biber gazının verdiği acı ile çığlıklar atan kızın sesi kulaklarımızda hâlâ. Vatandaşın üzerine sürülen TOMA ise gözlerimizin önünde. 68 kuşağından sonra, yeni bir devrim kuşağı çıkıyor ortaya. Kendi orijinal ekolüne sahip bir kuşak. Sosyal medyası ile esprili duvar yazıları ile Halk TV’si ile. Otoriteyle alay edecek kadar eğlenceli, “sık bakalım sık bakalım biber gazı sık bakalım” diyecek kadar cesur. Öyle ki, bu kuşağın bir parçası olmaktan çok mutluyum. Tayyip Erdoğan gibi zorba bir post-modern diktatörün devrilecek olmasını bizzat yaşayacak olmaktan da… (Bu arada, olaylarda hayatını kaybeden Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Can Cömert, İrfan Tuna ve Komiser Mustafa Sarı’nın anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.) Mustafa Emre ÖZGEN
Karikatür: Ogan KANDEMİROĞLU
İllüstrasyon: Rıza TÜRKER
İllüstrasyon: Rıza TÜRKER
İllüstrasyon: Rıza TÜRKER
İllüstrasyon: Rıza TÜRKER
İllüstrasyon: Meryem ÇİMEN
İllüstrasyon: Rıza TÜRKER
Gezi
Direniş
Yüzde elliyi evde tutmak isterdim.
Golden Retriever cinsi köpeğim ŞANSLI 16 Mayıs’ta doğum yaptı. Ama bu güzel haberi size verebilmek için bir ay beklemek zorunda kaldım. ŞANSLI’nın on bir tane yavrusu oldu. Her ne kadar kendi cinsinden bir baba ile çiftleştirip Golden yavrular elde etmeye çalışsak da, siyah ve kangal tipi yavrular, babaların bahçemize giren kocaman bir kangal ve siyah av tipi bir köpek olduğunu kanıtladı. Yapılacak bir şey yoktu, doğan her “can” bize emanetti. Şaşkın ve tedirgin anne ŞANSLI’nın yavrularının üzerine yatıp ya da kucağından atıp öldürmesine mahal vermeden yavrulara bakmasına çalıştık. Doğumun oluğu ilk günün gecesi geç saatlerde uyuduğumda 9 olan yavruların sayıları, ertesi sabah 11 olmuştu. Şükür ki bir aydır hiçbirini zayi etmeden yaşatmayı başardık. Her şeyin markasının kabul gördüğü günümüzde yavrularımız Golden cinsi olsalardı daha kolay sahiplendirecektim. Şu an tek derdim cins olmayan -ama bana göre çok sevimli olan- yavrularımızı onlara ister evinde, ister köyünde, ister bahçesinde baksın, onları hayat boyu dost edinecek yeni sahiplerine verebilmek.
Gezi
Direniş
On bir tane yavrunun dördü erkek, yedisi kız ve dördü siyah yedisi kahverengi. Ama içlerinden biri var ki diğerleri büyürken o yarım kaldı. Bu yüzden onun adı YÜZDE ELLİ! Üstelik erkek! Küçük ama cevval, diğerlerinden minik olduğu için yemek tepsisine aradan karışabilen, her daim annesini emmede en ön sırada müthiş bir güzellik! Yavrular annelerinin sütüyle sağlıklıca büyüyüp, bir buçuk aylık olduktan sonra yavaş yavaş yeni yuvalarına kavuşmak zorundalar. Çiftlik bile olsa kimse sonradan tekrar üreme ihtimalleri olan erkekli dişili on bir tane köpeğe bakamaz. Ama ne yalan söyleyeyim YÜZDE ELLİ’yi evde tutmak isterdim. Onun o miniminnacık halinden yavaş yavaş büyüyerek -belki de babası gibi- kocaman bir köpek oluşunu seyretmeye doyum olmazdı eminim. Maalesef hem bahçemizin küçüklüğü, hem konu komşumuzun dirliği hem de evde ne kadar çok canlı o kadar bakım zorluğu nedenlerinden dolayı onu da vermek zorundayım. Kim bilir evime yakın bir yerlere ya da Eflani’deki bir komşuma veririm YÜZDE ELLİ’yi ve o zaman ara ara da olsa büyüdüğünü görebilirim. Merak etmeyin sizi de habersiz bırakmam. Ne de olsa bu YÜZDE ELLİ artık hepimizin yüzde ellisi... Şimdilik bebek maması ve et suyuna ekmek takviyesinden sonra annelerinin memelerine koşuyorlar. Dil, din, ırk, mezhep, tür, cins, cinsiyet gözetmeden büyüyerek kardeş olmanın mükemmel huzuru içinde alt alta üst üste boğuşuyorlar. Tek istedikleri karınlarının doyması ve sonra onları koynuna alacak sıcacık bir ana kucağı. Büyüdükleri zaman da istekleri çok fazla değişmeyecek. Yine bir lokma ekmekten ve sahipleri belledikleri insanın başlarını birazcık okşamasından mutlu olarak önünde bağlı oldukları evi ya da bahçeyi koruyarak ömür sürüp gidecekler. Asla yalan söylemeyecekler, asla bilerek ve isteyerek başka bir canlıya zarar vermeyecekler. Yola beraber çıktıkları arkadaşlarını asla kendi kurtulmuşlukları uğruna yarı yolda bırakmayacaklar. Arada bir yan komşunun bahçesinde bağlı dişi hemcinslerini ziyarete gitmek için zincirlerini koparsalar da bu –doğadaki her canlı gibi- onların çoğalma içgüdülerinden dolayı olacak. Evet, YÜZDE ELLİ'yi evde tutmak isterdim ama maalesef yapmayacağım. O da gidecek, kendisine yeni bir yuva bulacak. Dışarıda kendisi gibi doğduktan sonra kavruk kalmış diğer yüzde ellilere karışacak. Ne zaman ki birleşip yüzde yüzü meydana getirecekler, işte o zaman çoğalıp mutlu olacaklar. Şairin dediği üzerinden gidecek olursak: "Dünyayı güzellik kurtaracak yüzde elli'yi sevmekle başlayacak her şey..." Tuğba TURAN
Karikat端r: Ercan AKYOL
Karikat端r: Ercan AKYOL
İllüstrasyon: İlker YATI
Karikatür: Ercan AKYOL
Karikatür: Oğuz DEMİR
Karikatür: Oğuz DEMİR
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
Gezi Sloganları Direniş ile birlikte yıllardır söylene ‘’Nasreddin Hoca’nın, Karagöz ile Hacıvat’ın,İ ncili Çavuş’un, Bekri Mustafa’nın, Neyzen Teyfik’in’’ torunlarıyız sözü’nün gerçek olduğunu gördük. Toplum’da müthiş bir ‘’Mizah’’ patlaması yaşandı. İşte o mizah dolu sloganlardan bazıları. John Lennon’un da dediği gibi; Nasıl baş edeceklerini bilemedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır. İsyanbul Kahrolsun ‘bağzı’ şeyler. Biberine, Gazına, Jopuna, Sopasına, Tekmelerin Hasına, Eyvallah, Eyvallah. Slogan bulamadım. Ne yazacağımı bulamadım ama anarşi filan işte Çare Drogba. Mustafa Keser’in askerleriyiz. Tüp kaçağını çakmak yakarak kontrol eden bir milleti biber gazıyla korkutamazsınız. İstanbul TOMA’sını seçiyor. Gaza geldik. Aranızda helikopter kullanmasını bilen var mı? Bazılarının pahalı gaz maskeleri var, üzülüyoruz... Göz altına uygun kremim var çantamda anti-aging hem de koyu halkalara falan Robb Stark ölecek-Spoiler Polis kardeş! Gerçekten gözlerimizi yaşartıyorsunuz... Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye. (Metin Üstündağ’dan) Bu biber gazı bir harika dostum. Ay resmen devrim... Biz İzmir’de TOMA’ya tomat deriz. Sıkma demiyorum, hobi olarak yine sık. Gazı kes, öpüjem... Filiz, direnelim mi? Haberim yokmuş gibi sık panpa... Biber gazı sıkmanıza gerek yoktu dostum, zaten yeteri kadar duygusal çocuklarız. Buralara yaz günü gaz yağıyor. İmdaattt poliiss. Neyse sen meşgulsün galiba…
Sizin biberiniz varsa bizimde UEFA kupamız var. Biber gazı cildi güzelleştirir. Gaz’a gelme ne olur, çalış senin de olur. Hadi iyiyiz... Diyanet açıkladı.. Biber gazı oruç bozmuyormuş.. Ramazan'da da eyleme devam Siz de Toma varsa, bizde de Drogba var. Ben bir ceviz ağacıyım, gezi parkında. Ne sen bunun farkındasın, ne de Polis farkında. Biber gazı var dediler, Geldik. Bu biber gazı bir harika dostum. Alex gitti sen mi gitmiycen aga Yeni Demokrat Gençlik-Tek Yol Çukulata Rabbime sordum, diren gezi dedi. Allah’ını seven defansa gelsin-Jamiryo 1'ci geleneksel gaz festivaline hoş geldiniz. Neredesin Spartaküs Biber gazı bir Alex değil ama, portakal gazı resmen bir Hagi Dün çok çeviktin polis Yeter artık ya polis çağırıcam şimdi… Revulotion Party !...Tüm halkımız davetlidir (Pilavlı) Direndik!.. İçimizdeki ölü vatandaşı kürtajla aldırdık. Direniş var!.. Hissettinizmi? TOMA ‘lı Mizah Gezi parkı olayları ile birlikte bir şey daha öğrenmiş olduk “TOMA” TOMA‘nın açılımı “Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı”nın kısaltılmış haliymiş.Toma aşağı, Toma yukarı derken Tomalı espiriler üretilmeye başlandı; Ankara’nın Tunalı Hilmi Caddesi’nin ismi anın da, “TOMALI Hilmi” olarak değiştirildi. İşte “TOMA’lı Espiriler” Hatalı kullandım sıkıysa ara. Ne sıkayım abime ? Beni Toma’nın yağmurlarında, yıkasınlar, yıkasınlar. Tomalandım da duruldum. Koştum ardından yoruldum. Binlerce polis gördüm de geldim sana vuruldum. Gidişime yollar, müdahaleme çapulcular hasta Tomaladıkça kaçan ateş böceğim misin? Kurban’da Dana, Yol’da TOMA. Tek rakibim itfaiye arabası.
Yazan Çizen: Hüseyin ESEN
Gezi
Gezi
Direniş
Direniş
Direnen Filmler Geçtiğimiz günlerde Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilerek bir alışveriş merkezi yapılma isteğine karşı çıkılması ile başlayan ve bu ülkenin tarihinde pek görülmemiş bir protesto hareketine evrilen olayları hep birlikte takip ettik. Ülkedeki her insanın olaylara farklı bir bakış açısı olmuştur elbette. Bu yazı kapsamında kendi bakış açımızla bu olayların hatırlattığı filmlerin şöyle bir üzerinden geçeceğiz. Bu eylemlerin en önemli özelliklerinden biri şimdiye kadar apolitik olarak nitelenen genç kuşağın da olaylara dahil olması, bunun sonucunda da çok zekice duvar yazıları ve tweet mesajları da eylemin uzun zaman hatırlanmasına yok açacak bir yönü oldu. Bu genç kuşak söz konusu yazılarda sevdikleri filmlere göndermeler de yaptılar. Bu yazıda doğrudan bir direniş filmi olmasa da eylemlerde adına rastladığımız filmlerden de bahsedeceğiz. Elbette ilk bahsetmemiz gereken film V for Vendetta. Yakın bir gelecekte geçen bu filmde baskıcı ve faşist bir rejimle yönetilen İngiltere’de maskeli bir direnişçinin başını çektiği direniş ateşinin tüm ülkeye yayılması anlatılıyordu. Filmde anlatılanlar bir yana filmin Gezi Parkı direnişi ile en büyük ilintisi elbette filmde kullanılan maskenin direnişin simgelerinden biri olmasıydı. Gezi Parkı’ndaki pek çok direnişçi bu maskeyi takarken geçtiğimiz haftalarda Ankara sokaklarında kendi halinde yürüyüş yapan bir ailenin çocuklarında bile bu maskeyi gördüğümü hatırlıyorum. Sadece bizde değil dünyanın pek çok yerinde yapılan eylemlerde de bu maske bir simge haline geldi ve maskenin popülerliği filmi çok aştı. Bu arada söz konusu maskenin de 1570-1606 yılları arasında yaşamış olan ve dönemin İngiltere kralına karşı düzenlenen başarısız suikast girişimi içinde yer alan Guy Fawkes’i temsil ettiğini de hatırlatalım. V for Vendetta ile ilgili hatırlatmamız gereken bir diğer nokta ise bu filmin bir çizgi roman uyarlaması olması. Alan Moore’un yazdığı ve David Lloyd’un çizdiği bu çizgi romanın
1980’lerde yayınlandığı düşünülürse bir Thatcher dönemi eleştirisi olarak da okumak mümkün. Filme göre daha sert ve daha başarılı olduğunu düşündüğüm bu çizgi romanı Gölge e-Dergi okuyucularının büyük kısmının okuduğunu tahmin ediyorum ama bugünlerde tekrar üzerinden geçilmesi gereken bir kitap. Hele henüz okumamış olanlar hiç durmasın derim. Direnişte adı geçen filmler üzerinden gitmeye devam edersek Star Wars da karşımıza çıkan filmlerden bir diğeri. Özellikle orijinal üçlemenin hikâyesinin tüm galaksiyi demir yumrukla yöneten bir imparatora karşı direnen asilerin (ki filmde de “rebels” olarak tanımlanıyorlar zaten) hikâyesi olduğunu düşünürsek duruma cuk oturduğunu söylemek mümkün. Zaten bu süreçte Star Wars karakterleri ile olaylarda öne çıkan figürlerin eşleştirildiği çeşitli paylaşımlar da gördük. Hatta günlerden bir gün İstanbul sokaklarında Darth Vader kostümünde bir direnişçi bile karşımıza çıktı. İlk anda Darth Vader’ın sinemanın efsane kötü karakterlerinden biri olarak asiler tarafında yer almaması gerektiği düşünülebilir ama finalde imparatorun nasıl yok edildiğini düşünürseniz Darth Vader’ın nihayetinde isyancıların tarafında yer aldığını kabul etmek gerek. Zaten en baştan beri güce denge getirecek figür de odur. Aslında pek çok bilim-kurgu filminde baskıcı bir rejime karşı çıkan direnişçi figürleri bulmak mümkün. Bu filmlerde baskıcı iktidar kimi zaman insanlar, kimi zaman uzaylılar, hatta kimi zaman da robotlar oluyor. Fahrenheit 451, Equilibrium, The Matrix hatta Terminator filmlerini bu kategoride örnek göstermek mümkün. Ancak bu konuda en ilginç örneklerden biri Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi) serisi. Bu seride bir zamanlar kendilerine türlü eziyetler yapılan bir grubun iktidara geldiğinde çok daha beterini yaptığını
Gezi
Direniş görüyoruz. Bu durum bir anlamda ülkemizdeki duruma da denk düşüyor. Şu an iktidardaki düşüncenin geçmişte yaşadıklarının ne olduğu tartışılabilir ama kendilerini geçmişte ikinci sınıf görülmüş bir grup olarak konumlandırdıkları ve bu konumlandırmanın da iktidara gelmelerinde önemli rol oynadığını kabul etmek gerekli. Bu anlamda Maymunlar Cehennemi de bugünlerde farklı bir bakış açısı ile izlenebilecek filmlerden.
Gezi Parkı protestolarının ilk günlerinde karşımıza çıkan duvar yazılarından biri de beşinci günün şafağında gelmesi beklenen bir kurtarıcıya aitti. Genç nesil bir kez daha sevdikleri bir filme gönderme yapmışlardı. Bu kez söz konusu olan The Lord of the Rings (Yüzüklerin Efendisi) filmindeki Gandalf’tı. Beşinci günün şafağında Gandalf gelmemişti belki ama o güne kadar gençler zaten bir kurtarıcıya ihtiyaç duymadıklarını, kendi başlarına da seslerini duyurabileceklerini anlamışlardı. Bu hareketin en önemli özelliklerinden biri de buydu zaten. Belirli bir lideri yoktu ama halkın içinden pek çok kahraman çıkardı. Kırmızılı kadın, siyahlı kadın, duran adam gibi figürler hareketin simgeleşen figürleri oldular. Tüm bu figürlerin bir araya getirildiği ve Yenilmezler olarak tanımlandığı çizimler de The Avengers filmine bir gönderme idi. Bir kez daha Yüzüklerin Efendisi serisine dönersek filmlerin (ve kitap serisinin elbette) kötü adamlarından biri olan Saruman’ın bol bol ağaç kestiğini bunun üzerine ormanın konuşan ve yürüyen yaşlı ağaçları Ent’lerin de Saruman’a karşı ayaklandığını da hatırlayabiliriz. Bu anlamda bu filmle de Gezi Parkı arasında paralellikler kurmak mümkün. İnternet gençliği elbette bu paralelliği kurmakta gecikmedi. Saruman ile İstanbul valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun birbirine benzer fotoğrafları ile Taksim Meydanı ile
Gezi
Direniş Yüzüklerin Efendisi’nden bir sahnenin bir araya getirildiği sahneler sosyal medyada dolaşmaya başladı. Victor Hugo’nun unutulmaz eseri Sefiller’in de final kısmı da Fransa’daki çeşitli özgürlük hareketlerinden biri olan Haziran Devrimi’nde geçer. Gençlerin başını çektiği bu hareket çok iyi sonuçlanmadı belki ama bu dev romanın en önemli parçalarından biri oldu. Bu romandan uyarlanan pek çok film ile Gezi Parkı hareketi ile benzerlikler kurulabilir ama hafızalarda en taze olan uyarlama, henüz bu yıl içinde sinemalarda izlediğimiz müzikal uyarlaması idi. Hugh Jackman’ın başarılı bir Jean Valjean olduğu bu uyarlamanın söz konusu devrim sahneleri insanın tüylerini diken diken ediyordu. Ve elbette bu sahnelerdeki “Do You Hear the People Sing?” şarkısı da ülkemizde yaşananlara çok denk düşüyordu. Nitekim yaratıcılığın da üst düzeye çıktığı bu günlerde, bu şarkı da hemen yaşanan olaylara aşağıdaki sözlerle uyarlandı: Duyuyor musun sesi, işte bu halkın öfkesi Olmayacak hiçbir zaman bir başkasının kölesi Sanki kalp atışları karışıyor davullara Yürüyoruz gururla yeni bir yarına Sen de gel katıl bize, diren bütün bu baskıya Durur koca dünya barikatın arkasında Sen de özgürlüğün için diren omuz omuza! Duyuyor musun bizi, işte çapulcunun sesi Olmayacak hiçbir zaman bir başkasının kölesi Sanki kalp atışları karışıyor davullara Yürüyoruz gururla yeni bir yarına Yarınlara… Fransa bu tip halk hareketleri açısından zengin bir tarihi olan bir ülke. Elbette sinemasında da yaşanan olaylar yoğun şekilde yer bulmuş. 1990’ların başında Zaire’li bir göçmenin polisler tarafından öldürülmesi sonrası başlayan ve tüm Fransa’ya yayılan olaylar bir kuşağın hafızasında tazedir. Tam da o günlerde çekilen ve yaşanan atmosferi tam da içerden çok başarılı bir şekilde anlata La Haine genç kuşağın öfkesine ışık tutan bir filmdi. Yönetmen Mathieu Kassovitz’in halen bu filmin seviyesinde başka bir film çekemediğini söyleyebiliriz. Gezi Parkı’nda yaşananlar bir yönüyle de akla kaçınılmaz olarak Paris Komünü’nü getirdi. Halkın kendi kararını forumlarda kendi başına alması, parkta her şeyin paylaşıldığı ve ücretsiz olduğu 3 haftalık süre, Fransa’da 1871’de iki ay boyunca iktidarda kalan halk hareketi ile kimi benzerlikler taşıyordu. Paris Komünü’nün sonu çok kanlı bir şekilde gelmişti. Her ne kadar Gezi Parkı olayları sırasında da ölümler olsa neyse ki o kadar feci noktaya varmadı. Yine de Paris Komünü’nün yok edilmesi sonrasındaki açıklamayı yorumsuz olarak buraya koyuyorum: “Paris sakinlerine. Fransız ordusu sizi kurtarmaya geldi. Paris artık özgür! Saat 4 itibariyle askerlerimiz son isyancı noktasını da ele geçirdi. Bugün savaş sona erdi. Düzen, çalışma ve güvenlik yeniden sağlandı.” Sosyalizmin belki de gerçek anlamda iktidara geldiği tek olay olan Paris Komünü sinemada çok fazla yer bulmadı. Ancak birkaç yıl önce festivallerde izleme fırsatı bulduğumuz altı saatlik La Commune (Paris,
Gezi
Direniş 1871) filmi dönemi anlatan çok başarılı bir filmdi. Uzunluğuna rağmen dönemi çok başarılı bir şekilde anlatıyor, bir yandan da sağlam bir medya eleştirisi yapıyordu. Filmde o günlerde televizyon olsaydı acaba ne olurdu deniyordu. Ortada sürekli olarak yaşananları çarpıtan bir devlet televizyonu ile devrimcilerin kurduğu komün televizyonu vardı. Bizde de iktidar yanlısı ana akım medya ve alternatif kanallar arasında gözlerimizle gördüğümüz farkı hatırlatmaya gerek yok sanırım. Bu filmi festival seyircileri dışında fazla kişinin izlediğini sanmıyorum. Bir şekilde bulursanız mutlaka izleyin derim. Altı saatlik süresi de gözleri korkutmasın, gayet akıcı bir film. Yaşadığımız olaylarda polis şiddeti de oldukça öne çıkan ve tartışılan konulardan biri oldu. Aslında yukarda adını andığımız filmlerden pek çoğunda direnişin polis ya da askerin güç kullanımı ile sonlandırıldığını, hatta bazen çok trajik sonuçlara yol açtığını görüyoruz. Yine de iktidarın resmi ya da resmi olmayan güçleri tarafından uygulanan şiddet ile ilgili birkaç film örneği daha verelim. Usta yönetmen Costa-Gavras’ın Z filmi iktidarın görüşlerine karşıt görüşler ortaya koyan bir politikacının bir kargaşa anında öldürülmesi sonrasında suçlunun aranması sürecinde tüm delillerin yok olmasını, şahitlerin ortadan kaldırılmasını ve olayı soruşturanlara görevden el çektirilmesini anlatır. Hikayesi herhangi bir direnişle ilgili olmasa da geçen yıl Gezici Festival’de izlediğimiz, Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Yurttaş Hakkında Soruşturma da burada adını anmamız gereken filmlerden biri. Bu filmde sevgilisini öldüren bir polis şefi, bilerek ve isteyerek olay yerinde kendisine işaret eden her türlü delili bırakır, çevredeki kişilere kendini gösterir. Bunları yaparken kendisinin şüpheli olarak bile görülmeyeceğinden emindir ve bunda da haklı çıkar. Bu yazı yazılırken hala süreç devam ediyordu. Her ne kadar şu ana kadar hiç umutlu haberler gelmese de biz yine de olumlu düşünelim umalım ki Gezi olaylarında hayatını kaybeden kardeşlerimizle ilgili adalet yerini bulur. Direniş dediğimizde tarihte çeşitli hareketlere öncülük etmiş olan iki simge isim ve bunların hayatlarına dair yapılmış filmleri de anmadan geçmeyelim. Roma’ya karşı kölelerin ayaklanmasının lideri Spartacus ile ilgili filmler özgürlük uğruna ölümü göze alanların hikayesini anlatır bizlere. Her ne kadar yeni nesil Spartacus’u daha çok, yakın zamanda ekrana gelen ve şiddet ve cinsellik dozu epey yüksek dizi ile hatırlasalar da bir kuşak için Spartacus, Kirk Douglas ile özdeşleşmiştir. Stanley Kubrick’in 1960 yapımı bu görkemli filminde Douglas tam bir özgürlük savaşçısıdır. Spartacus etkileyici bir film olsa da filmlerinin en ince detayında bile söz sahibi olmak isteyen Kubrick’i çok memnun etmemiştir. Zaten bu filmdeki deneyimleri sonrası diğer filmlerinde en baştan filme dair ne varsa kontrolüne almıştır. Bu yüzden bu filmi sevmekle beraber Kubrick bu projeye yirmi-otuz yıl sonra el atsaydı ortaya nasıl bir başyapıt çıkardı diye düşünmekten de kendimi alamam. Spartacus’un doğası gereği gayet kanlı isyanının tam tersine pasif direnişin tarihteki simge ismi ise Mahatma Gandhi’dir elbette. Bir suikasta kurban giden bu barışçı kişiliğin hayatı 1982 yapımı Gandhi filmine konu olmuştu. Richard Attenborough’un yönettiği ve Ben Kingsley’in tümüyle Gandhi kişiliğine büründüğü bu film (her iki isim de bu filmle Oscar aldı bu arada) bugün bakınca biraz ağdalı bulunabilir ama 80’lerin sinema atmosferine çok uygun bir yapımdı. Direniş her zaman büyük bir topluluğun sokaklara çıkması ile olmaz tabii ki. Bazen insanlar kendi bedenleri dışında ortaya koyabilecek bir şeyleri kalmayınca onu da direniş aracı olarak kullanabiliyorlar.
Gezi
Direniş Açlık grevleri bunun en dramatik örneklerinden biri. Zaten yukarıda bahsettiğimiz Mahatma Gandhi’nin de kullandığı yöntemlerden biriydi açlık grevi. Özellikle İrlanda’da gerçekleştirilen açlık grevleri doğrudan ya da dolaylı olarak sinemada sıkça konu edilen eylemlerden biri olmuştu. Bu konuda en başarılı örneklerden biri Michael Fassbender’in ne kadar iyi bir aktör olduğunu ilk kez gördüğümüz Hunger oldu. Eylemin önde gelen isimlerinden Bobby Sands’i canlandıran Fassbender, insanın içinde bir şeyleri düğümleyen bu filmde müthiş bir performans sunuyordu. Elbette aynı dönemi bir annenin bakış açısından anlatan Some Mother's Son filmini de anmadan geçmemek gerek. Ülkemizde de açlık grevlerinin dönem dönem çok dramatik sonuçlara yol açtığını biliyoruz. Özellikle “Hayata Dönüş Operasyonu” gibi oldukça ironik bir biçimde adlandırılmış operasyonda yaşananların toplumsal hafızamızdan silinmesi çok zor. Doğrudan bu olayları anlatmasa da açlık grevlerine katılmış, operasyonun etkilerini yaşamış bir karakterin hapisten çıktıktan sonra evine dönmesini anlatan Sonbahar son yıllarda sinemamızdaki en yetkin örneklerden biri. Bir belgesel olarak da Simurg’un son derece başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Gezi Parkı eylemlerinde kadınların da çok öne çıktığını gördük. Peki sinema tarihinde kadın direnişçiler yok muydu? Kendi adıma çok fazla hatırlayamadım ama Brigitte Bardot ve Jeanne Moreau gibi Fransız sinemasının en etkileyici kadınlarından ikisinin başrollerde olduğu Viva Maria akla gelen örneklerden biri. Bardot ve Moreau’nun canlandırdığı Maria adındaki iki kadın Orta Amerika’da bir ülkede sosyalist bir devrim peşindedirler. Karşısında oldukları liderin lakabının “El Dictador” olması bir tesadüf olmasa gerek. Diktatör deyince elbette Chaplin’in The Great Dictator’ünü da es geçmemek gerek. Henüz 1940 yılında özel olarak Hitler’le ilgili ama genel olarak tüm baskıcı ve faşist rejimlerle ilgili şahane bir taşlama ortaya çıkaran Chaplin’in bu müthiş filmini her sinemasever izlemeli. Bu yılın sonlarında gösterime girecek olan Hunger Games’in yeni filminde de baskıcı bir rejime karşı iki gencin ateşlediği bir devrim hareketini izleyeceğiz. Film gösterime girdiğinde Gezi Parkı olayları ile bağlantıların kurulacağını tahmin ediyorum. Fragmanında yer alan “her devrim bir kıvılcımla başlar” cümlesi de hemen dikkat çekiyor zaten. Bu yazıda söz ettiğimiz filmler dışında Gezi Parkı olaylarının akla getirdiği başka filmler de elbette vardır. Biz burada sadece bir giriş yapmak istedik aslında. Son bir ayda yaşadıklarımızın belgeselleri ve kurmaca filmleri de mutlaka yapılacaktır. Hatta belgesel yapımlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı bile. Üzerinden zaman geçtikçe daha olgun yapımlar da ortaya çıkacaktır mutlaka. Umarım yaşadığımız günlerin ruhuna uygun, başarılı filmler ortaya çıkar. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/
Not: Filmler konusunda fikir jimnastiği yaparak bana yardımcı olan Nilgün Öner ve Fazlı Can’a teşekkürler. Vakitsizlikten ötürü bazı önerilerini değerlendiremedim ama ilerde bu yazı güncellenirse onları da dikkate alacağım.
Gezi
Direniş
Türkiye Cumhuriye’ti Fabrika Ayarlarına Geri Dönüyor 30 Mayıs 2013... Bitti, tamam her şey bitti dediğimiz anlarda, gelecek güzel günlere dair umudumuzu yitirdiğimiz anlarda gördük ki hiç bir şey bitmemiş. 31 Mayıs 2013 yeni başlangıcın tarihi oldu. Bölündü dediğimiz toplumun birleştiğini, tek vücut, tek yürek, tek düşünce olup hep birlikte direndiğini gördük. Yardımlaşmayı, dayanışmayı gördük, unuttuğumuz ‘’İnsanlığımımızın’’ yeniden canlandığını gördük. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ‘’Bütün ümidim gençlerdedir’’ diye boşuna söylememiş. ‘’Güzel günler göreceğiz çocuklar Motorları maviliklere süreceğiz Çocuklar inanın inanın çocuklar Güzel günler göreceğiz güneşli günler’’ diye yıllardır dillerimizden düşürmediğimiz Nazım ustanın şiiri gerçek oluyor ama bir farkla bizim senelerdir söyleyip de gerçekleştiremediğimizi bu çocuklar gerçekleştiriyor. ‘’Güzel günleri’’ bize bu mangal yürekli çocuklar gösterecek. ‘’Ağacıma dokunma, Gezi Parkı’ma dokunma’’ diye başladılar ve devam ettiler, özel hayatıma dokunma, kişisel haklarıma dokunma, özgürlüklerime dokunma, geleceğime dokunma. Korkutulan, sindirilen, bezginleşen toplumu harekete geçirdiler, sokaklara döküldüler, meydanlara çıktılar, topluma demokratik haklarını anımsattılar. Dövüldüler, sövüldüler, aşağılandılar, sakatlandılar en kötüsü canlarından oldular, yine de yılmadılar. ‘’İleri Demokrasi’’ adı altın da dayatılmaya çalışılan ‘’Gericiliğe’’ hayır dediler. Geriye gidilecekse eğer, en fazla ‘’Türkiye Cumhuriyeti Fabrika Ayarlarına Geri Döner’’ dediler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu o aydınlık güzel günlere. 89 Yıl-249 gün olmuş Türkiye Cumhuriyeti kurulalı. Tünelin ucunda ışık göründü, Türkiye Cumhuriyeti Fabrika Ayarlarına Geri Dönüyor. ‘’Güzel günler göreceğiz çocuklar Motorları maviliklere süreceğiz Çocuklar inanın inanın çocuklar Güzel günler göreceğiz güneşli günler’’ Mehmet Kaan SEVİNÇ
Pin-up