Şubat 2013
Sayı 65
İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
65.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Yunus KOCATEPE Pinup: İlker YATI Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
04-06 Haberler-Kahraman-Çizgi Roman Okurları 2012 Ödülleri 07-10 Öykü- İlka 3-Bazen Güller Suda Ölür 11 Yazarın Kaleminden- Ege GÖRGÜN'ün Öykü Kitabı Cinbaz Çıktı. 12-15 Çizgi Roman -Uyumlu Kutup Ayıları 16-29 Reportaj-Ramazan TÜRKMEN 30-34 Öykü - İkinci Göz 35-41 Edebiyat'tan Sinemaya Uyarlamalar-9- Pi'nin Yaşamı (Life of Pi) 42-43 Öykü - The Hysteria Channel 44-49 Tarihte Bu Ay- Tarihte Şubat Ay'ı 50-52 Öykü - Rüya Avcısı 53-54 Film Kritik- Karaoğlan'ı Beyazperde de İzlemek 55-58 Çizgi Roman -Baltlar 59-62 Öykü-Düşler Ececi 63-65 Sinema-2013'ün Merakla Beklenen Bilim Kurgu Filmleri 66-71 Öykü- Kadın Erkek İlişkisi Üzerine Garip Bir Muhabbet 72-74 Oyun İnceleme- 2013 Yılında Neler Oynayacağız? 75-80 Öykü-Bölüm1-Kefensizler Mezarlığı 81-88 Sinema-2013 Oscar Tahminleri 89-90 Öykü-Cin mi Peri mi? 91-96 Sinema - Kuir Fest İkinci Yılında 97-101 Çizgi Roman - Alacadoğan-11 102-105 Kahramanlar Sinemada- Sinemanın Kurtarıcısı Süper Kahramanlar mı? 106-108 Öykü- Başlangıç ve Son 109-110 Çizgi Roman İnceleme- Bouncer 111-114 Öykü - Bir Western Hikayesi 116 Pinup
Merhaba ‘’Her ayın 1'inde masa üstünüzde, ilk okuyan siz olun’’ deyip Gölge e-Dergi’yi sizlerle paylaşıp, yeni bir sayıda bir kere daha birlikte olmanın keyfiyle şöyle arkamıza yaslanıp "ohh be" diyemeden yeni sayının telaşına düşüyoruz. Sizler ay içerisinde dergi sayfalarına göz atarken, bizler de önümüzdeki ayın 1'inde yine masa üstünüz de olabilmek adına koşuşturmaya başlıyoruz. Harala, gürele derken birde bakmışız ki koca ay bitmiş yeni sayı da yine masa üstündeyiz. Bitmez bu devran, sürer gider. İyi okumalar Gölge e-Dergi Editörü Mehmet Kaan SEVİN Ç
3
Haberler
Haberler
Kahraman
“Senin Kahramanın Kim”
Ahyaakkkkkk - Hay Bin Kunduz-Puksa Vida - Kukuriiikuuuu - Canını Albızlar Alası, Hay Bin Köfte,Albızın Tohumu-Atıl Kurt - Dıgıl Dıgıl - Ebüveeee - Gölgelerin Gücü Adına - Pire Torbası Puik - Ulu Büyücü Dedemin Kemikleri Adına-Ulu Manitu-Ama Bu Haksızlııık - Fantom Ormanda 10 Kaplan Gücündedir - vs,vs…
Duyuru
4. Çizgi Roman Okurları Ödülleri 2012 farklı okurlardan da önerilmişse aday olarak sunulacaklardır. f - Onur Ödülü kişiye olduğu kadar kurumlara da verilebilecektir! g - 2012 Çizgi Roman Okurları Ödülleri'ni okurlarıyla paylaşan tüm blog ve sitelerin duyurusu bu sayfadan yapılacaktır. h- Aşağıdaki kategorileri okuyun, adaylarınızı belirleyin ve oylanmak üzere bloga yazmamız için cizgiromanodulleri@gmail.com adresine gönderin. i– Bu Yarışma FRPNet.net, Gölge e-Dergi ve Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) tarafından düzenlenmektedir.
Çizgi roman okurları çizgi romanın “En”lerini belirliyor. Sizin 2012 yılı en favori kahramanınız kim? Sizce en iyi yazar, çizer, yayınevi kimlerdi? Çevirmen, çocuk çizgi romanı, mizah çizgi romanı…? Siz adaylarınızı önerin, daha sonra oylayın, törene gelin ödül töreninde yerinizi alın.
Sizin kahraman’ınız hangisiydi? Hangi kahraman’ın peşinde hayal dünyasına sürüklenirdiniz? Editörlüğünü Ahmet Yüksel ile Kayra Keri Küpçü’nün üstlendiği ve Nisan ayında yayınlanacak ‘Kahraman’ dosyası için sizde kendi kahraman’ınızı ister yazın, ister çizin ‘Kahraman’ dosyasında yer alarak kendi Kahraman’ınıza bir selam gönderin. Yazı ve çizgilerinizi Mart ayına kadar hayalsaati@gmail.com mail adresine gönderebilirsiniz… Dosya Editörleri: Ahmet Yüksel ve Kayra Keri Küpçü
4
Bu oylama her sene olduğu gibi iki aşamalı gerçekleşecektir: 1 - Adayların okurlar tarafından önerilmesi 2 – Gelen adayların en çok önerilenlerinin oylamaya sunulması. Adayların okurlar tarafından önerilmesi 10 Mart 2013 tarihine kadar sürecektir. Adayların tarafımızca toplanma ve oylamaya sunulma tarihi 15 Mart 2013’tir. Oylama 15 Nisan 2013 arasında sona erecektir. Türk Çizgi Roman Okurlarının sunduğu adaylar, yine onların verdiği oylarla belirlenecek, ödüle layık görülenler plaketlerini Uluslararası İstanbulles Çizgi Roman Festivali’nde gerçekleşecek törende alacaktır. a - Bu Oylama Sadece 2012 yılı içerisinde basılan çizgi romanları ve emekçilerini kapsamaktadır! b - Kategorilerimiz sadece ülkemizde basılan çizgi romanları ve sanatçılarını kapsamaktadır. c - Önereceğiniz adaylar her kategori için üç kişiyle sınırlanmıştır. d - Her kategoriye aday göstermeniz gerekmemektedir. e - Gönderdiğiniz adaylar listelenecektir ve
4. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri Kategorileri 1 - En İyi Editör 2012 2 - En İyi Yabancı Yazar 2012 3 - En İyi Türk Yazar 2012 4 - En İyi Türk Çizer 2012 5 - En İyi Yabancı Çizer 2012 6 - En İyi Çevirmen 2012 7 - En Favori Karakter 2012 8 - En İyi Comics Dizisi 2012 9 - En İyi Fumetti Dizisi 2012 10 - En İyi Frankofon Dizisi 2012 11 - En İyi Manga 2012 12 - En İyi Grafik Roman (Tek Sayılık Albüm) 2012 13 - En İyi Çr Basan Yayınevimiz 2012 14 - En İyi Okur İlişkisi Kuran Yayınevi 2012 15 - En İyi Kapak 2012
5
Haberler
Öykü
24 - En İyi Çizgi Roman Satış Noktası (Sahafiye, Kitabevi) 2012 25 - En İyi Çizgi Roman Haber-İnceleme Site/Blog 2012 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 26 – En İyi Çizgi Roman Sitesi 2012 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 27 - En İyi Çizgi Roman Facebook Sayfası 2012 28 - Çizgi Roman Onur Ödülü 2012
16 - En İyi Mizah Çizgi Romanı 2012 17 - En İyi Çizgi Roman Yayınlayan Mizah Dergisi 2012 18 - En İyi Mizah Çizgi Roman Çizeri 2012 19 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı 2012 20 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı Yayınlayan Çocuk Dergisi 2012 21 - En İyi Çizgi Roman Yayınlayan E-Dergi / Fanzin 2012 22 - En İyi Çizgi Roman Araştırmacısı 2012 23 - En İyi Çizgi Roman Araştırma Yazısı (Gazete, Dergi, İnternet) 2012
İLKA 3.Bölüm
Bazen Güller Suda Ölür!
VOLKAN Seraya gidip bitkilerimle ilgilendim. Ayrık otlarını kopardım hırsla. Onlar bitkilerimi kirletiyorlardı. Rüyam aklıma geldikçe midem daha çok bulanıyordu. Birkaç gündür böyleydim. Aynı rüyayı tekrar tekrar görmekten yorulmuştu bedenim. Sürekli midemde bir ağrıyla uyanıp banyoya zor yetişiyordum. Bu günde değişmemişti. Zaten iki kez kusmuştum yataktan kalktığımdan bu saate kadar. Bir kez daha mide içeriğimi görmeye dayanabilir miydim bilemiyordum. Elimi karnıma bastırıp derin bir nefes aldım. Alnımda biriken ter damlaları yüzümü yalayıp geçiyordu. Yavaşça doğrulup gözlerimi kapadım. Geçmeliydi. Ben değişmiştim. Katil değildim. Hiçbir zaman katil olmamıştım ki! Ben sadece bu dünyayı yalanlarıyla kirleten kadın bozuntularını hak ettikleri yere yolculamıştım o kadar. Gözlerimi açıp Semina’yı düşledim. Ne yapıyordu acaba? Bu gün ona göl kenarında bir piknik hazırlayacaktım. Birkaç gündür çok güzel vakit geçirmiştik. El ele gölde gezmiş, şehre inip sinemaya gitmiştik. Onun gülüşü bulaşıcıydı. Bende gülümsemeye başlıyordum o güldükçe. Onsuz geçen her an kâbuslarımı tetikliyordu. Kâbuslarım ve sabah kusmalarım kilo vermeme sebep olmuştu. Semina endişe ediyor bir doktora gitmem gerektiğini söylüyordu sürekli. Bense bembeyaz yanağına kara elimi gömüp ‘’Benim doktorum sensin.’’ diyordum. Yüzü kızarıp başını yere eğiyordu böyle anlarda. Onunla ömrümü geçirecektim. Karar vermiştim. Ve bugün göl kenarında ona hayatımı teklif edecektim. Elimi cebime sokup ona aldığım yüzüğü çıkardım. Gülümsedim yarım ağız. Küçücük bir pırlanta parlıyordu parmaklarımın ucunda. Eskiden böylesini tek gecelik o mahlûklara verirdim. Onları uğurlamadan önce! HİÇ KİMSE Kadın katili artık öldürmemeye karar vermişti. Onun için yolun sonu bu bitik kasaba ve şu kasaba gülüydü öyle mi? Bu kadar basit miydi onca canı aldıktan ve bir efsane yarattıktan sonra benim hikâyemden çıkıp gitmek? Oysa ben onun yolundan gitmek için yıllarımı vermiştim. O yağmurlu, karlı, terden yapış yapış olunan gecelerde onu bir gölge gibi izlemiş, sanatını yakinen gözlemiştim. O tam bir sanatkârdı benim gözümde. Ama artık durmuştu! Bu sebepten onu sanatına döndürmenin vakti gelmişti. Sanatkâr ilham beklerdi ve ben o ilhamı nasıl getireceğimi biliyordum. O köylü kızını dakika dakika izlemiştim. Aptal, basit bir yaratıktı o. Üstadımın ona olan tavırları midemi kaldırmıştı. Arındırdığı o mahlûkattan bile daha düşüktü gözümde. Onu ortadan kaldırmak üstadı sanatına geri döndürecekti biliyordum. Planımı defalarca kez gözden geçirdim. Kâğıtlara yazdım. Terleyen, kokan yaralı ellerime aldırmadan tekrar tekrar yazdım. Yazdıklarımı okudum kekeleyerek. Gündüzleri gölgelerde o maskenin içinde yamru yumru yüzümü gizlemeye çalışarak seyrettim bana umut vereni elimden alan o kasaba gülünü! “Yapmalısın, yapmalısın!” diye telkin ettim kendimi.
6
7
Öykü
Her daim sakinleşmek için yaptığımı yaparak günler geçirdim. Elimde ıslatılmış ekmeğim, yerde çömelip sallanarak okudum kendimdekileri. Geçmişimi getirdim gözlerimin önüne. Ben hayatın ucubesi olarak doğmuştum. Annem olacak süprüntü dahil kimse beni göründüğümle kabul etmemişti. Arka sokaklarda saklanarak, çalarak, çöplerle beslenerek yaşamıştım yetimhaneden kaçtığım günden bugüne. Onu yani üstadımı görene kadar yaşadığım hiçbir şeyin anlamı yoktu. İnancım yoktu. Umudum yoktu. Lakin o gün, o gün her şey değişti gözümde. O karanlık arka sokakta onu gördüm. O kadını nasıl çekip hayattan çıkardığını ve nasıl şefkatle huzura kavuşturduğunu gördüm. Huzurun anlamını gördüm kara gözlerinde… Ve karar verdim o beni görmese de ben onu görüp sanatını en ön sıradan seyreden o gizli göz olacaktım. Oldum da! Şimdi o göz olmanın hakkını verme zamanıydı. Yapacaktım. Cesur olacak ve ona ilham verecektim. Ben hiç kimseyken biri olacaktım… SEMİNA Bugün beni göl kenarına çağırmıştı. Dükkânı erken kapatıp aynaya son kez baktım. Beyaz, dizlerimde son bulan bir elbise giymiştim bugün. Kızıl saçlarımı yandan bağlamıştım. Eza’nın sevdiği gibi… Güzel görünüyordum. Aynanın karşısında son kez durup saçıma gül şeklindeki tokamı geçirdim. Hırkamı elime alıp kapıya ilerledim. Birden sokağın karşısında ağacın arkasına kaçan birini fark ettim. Birkaç gündür sanki birileri beni takip ediyor gibiydi. İlk önce üstüme almamıştım bu hali. Tesadüftür demiştim. Ama yemeğe çıktığımız o geceden beri penceremin karşısındaki lamba hep aynı ziyaretçiyi ağırlamıştı. Eza’ya endişelenmemesi için söylememiştim. Sanırım artık söylemeliydim. Dükkânın kapısını kilitleyip hızlı adımlarla göle doğru yürümeye başladım. Güneş kızıla boyamıştı ışıklı yüzünü. Elimi cebime atıp Eza’yı aramaya karar verdim. Aksilik bu ya telefonumu dükkânda unutmuştum. Bir an sokakta durup geri dönüp dönmeme arasında gidip geldikten sonra geç kalmak istemediğim için devam ettim yürümeye. Nasıl olsa orada buluşacaktık. Göle vardığımda Eza henüz gelmemişti. Etrafa bakınıp göl kıyısındaki banklardan birine oturmaya karar verdim. Gölün dingin yeşili hayallere dalmama sebep olmuştu. Romantik bir piknik yapacaktık. Belki de dedim fısıldayarak bugün bana evlenme teklif eder. Arkamdan gelen bir çıtırtı duyup heyecanla ayağa kalktım. Arkamı dönmeme fırsatım olmadan kafama aldığım darbe ile yere serildim. Başımdan süzülen sıcacık sıvıyı duyumsadım. Gözlerime kapanmaması için yalvardığımı duyumsadım. Bir elin saçımdan sürükleyerek beni göle indirdiğini duydum. Kımıldayamıyordum. Gözlerimden inen yaşla karışıyordu kanım. Ayakkabılarımın ayaklarımdan çıkarıldığını duydum. Ellerime güç vermesi için Tanrı’ya yalvardım. Ama yapamadım. Biri ayaklarımı okşuyordu. Kim olduğunu görebilmek için gözlerimi açıp bakmak istedim, yapamadım. Suyun vücudumu kaplayışını, bir yılanın üzerimde gezinişini hissettim. Ağzımı açan bir el dişlerimin arasına bir gül sıkıştırdı. Gülün kokusunu alabiliyordum. Derin ve huzur verici bir kokusu vardı. Çekildiğimi hatırlıyorum. Alnıma değen elin saçlarımı geriye itmesi misali bir ışığın içine çekildiğimi… Son hatırladığım ise sevgilimin sesi. ‘’Her güzelliğin bir sonu vardır!’’
VOLKAN Semina’yı kaç kez aradım şu saate kadar, sayamadım. Son anda çıkan bir müşteri yüzünden geç geleceğimi haber vermek istedim. Telefon açılmadıkça endişem arttı. Son hızla göle doğru sürmeye
8
9
Yazarın
Öykü
Kaleminden
başladım. Sürprizimi kendi ellerimle mahvetmiştim. Muhtemelen göle varmıştı Semina. Beni beklerken görebiliyordum onu. Bir banka oturmuş, babetlerini ayağından sıyırmış ve göle dalıp gitmişken… Lakin göle vardığımda gördüğüm manzara buna hiç benzemiyordu. Etrafa toplanan kalabalığı fark ettim önce. Polis arabalarının ışıkları aydınlatıyordu inmekte olan karanlığı. İnsanların elleri ağızlarında, dehşetle göle bakışlarını gördüm. Kamyonetimi alelacele bir kenara çekip hızla göle koşmaya başladım. Sarı şeridi gördüğümde dünya başıma yıkılmıştı. Önce sarı şerit çarptı gözüme sonra Semina’nın beyaz elbisesi, gölü kızıla boyayan kan. Haykırarak göle inmeye çalıştım. ‘’Hayır!’’ diyordum. ‘’Olamaz, bu Semina olamaz!’’ Polis beni engellemek için elinden gelen her şeyi yaptı fakat engelleyemediler. Göle inip Semina’yı kollarıma aldım. Göğsü inip kalkıyordu hala ama ölecekti. Biliyordum, bu iç çekişin ölümcesiydi. Onu göğsüme bastırıp ağlamaya başladım. Kimseyi yaklaştırmıyor, vahşi bir hayvan gibi bağırıyordum. Gözleri açıldı belli belirsiz. Dudaklarına bir veda öpücüğü kondurdum. Kulağına fısıldadım ağlayarak. ‘’Her güzelliğin bir sonu vardır.’’ Öldü. Onu gölden çıkarıp siyah bir torbanın içine soktular. Gülü şeffaf bir poşete… Banka bıraktığım bedenim ağlamaktan yorgun düşmüştü. Elimde sıkı sıkıya tutuyordum tokasını. Bir el omzumdan tutup ona bakmam için beni zorladığında başımı zorlukla kaldırdım. ‘’Başınız sağ olsun. İsminiz Eza’ydı değil mi?’’ başımı sallayıp derin bir iç geçirdim. Sivil giyimli polis yanıma oturup birkaç soru daha sordu. Ve sonra benim başlangıcım olan cümleyi kurdu. ‘’Bu çiftçinin işi!’’ Yüzüne anlayamadan dehşetle baktım. Dudaklarım bana verilen lakabı terennüm etti.’’Çiftçi?’’… Polis başını sallayıp ‘’Evet, Çiftçi… Daha önce buralarda görmemiştim onun işlerini. Demek ki şehir ona yetmedi. Tam bir manyaktır. Aslında en çok yaptığı kadınları öldürüp ağızlarına zambak ekip daha sonra toprağa gömmektir ama demek ki sanat eserlerine çeşit katıyor artık. Siz iyi misiniz?’’ Çiftçi, bendim. Demek bütün kadınlarım açığa çıkmıştı. Ama Semina’ma bunu yapan ben değildim. Gözlerimi kapatıp, yere yığıldım. Yine o zambak tarlasındaydım. Cenaze töreni sakindi. Ailesi yoktu Semina’nın. Birkaç yıl önce onları bir kazada kaybetmişti. Herkes gittiğinde mezarın kenarına oturup bir süre öylece etrafa bakındım. Tokası öldüğü günden beri elimden düşmemişti. Tokayı cebime koyup telefonumu çıkardım. Çalam sesi hattın diğer ucundaki karanlık sesle son buldu. Söylemem gereken tek şey vardı, ortağıma. ‘’Çiftçi geri dönecek, ortak. Ama bu kez bir katili yolculamak için! Hazırlan…’’ Yazan: Melahat Yılmaz ÖZBERK
Illüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ
Ege Görgün'ün öykü kitabı Cinbaz çıktı! İlk iki hikaye haricindeki öyküleri üniversite yıllarında yazmıştı. Ölümlerden Ölüm beğen biraz daha yakın tarihli. Kitaba ismini veren Cinbaz ise çok yeni bir öykü ve aslında Yiğit Değer Bengi’nin ‘’1002. Gece Masalları’’ öykü derleme kitaplarının ikincisi için kaleme alındı ama olması gerekenden beş kat uzun bir şey çıkınca ortaya o derlemeye başka bir öykü vermek zorunda kaldım. Kitabım çıktı ama kendimi hala bir edebiyatçı saymadığımın altını çiziyorum. Yazara kabülüm ama o da bugüne kadar gazeteci olarak ürettiğim yüzlerce yazının hatrına. “Korku, uyandığında yanı başındaydı. Yüreğine sığmayacak kadar büyük bir korku. Bunda şaşacak bir şey yoktu. Hayatında en çok korktuğu yerde uyanmıştı. İpte asılı çamaşırlara bakılırsa zamanı da tutturmuştu. Ama ipin üstünde olası gereken şey orada değildi. Kesin bir sessizlik hüküm sürüyordu bahçede. Nefes alabiliyordu ama sanki hava yoktu çevresinde. En ince yapraklar bile kımıldamıyordu. Bir resmin içine hapsolmuştu sanki. Sonra aşina olduğu bir his yeşerdi içinde. Bu sayede bir yarı-rüya gördüğünün farkına vardı. Sabahları uyanmasına yakın, REM uykusunda gördüklerinden... Uyur-uyanık... Bilinçli-bilinçsiz... Gerçek-uydurma... Tek fark, bu kez kontrol hiçbir şekilde kendisinin değildi. Zaman zaman duyduğu, nereden geldiğini bilmediği o sesler gibi…” Şeytan neticede düşmüş bir melektir. İnsana kötülük yapmaya gücü yetmez aslında. Peki öyleyse “saf kötülük”ün sorumlusu kimdir? Ege Görgün, korku ve bilimkurgu türleri arasında fantastik bir yolculuğa çıkacağınız Cinbaz’da çarpıcı bir biçimle, çarpıcı bir dille yanıt veriyor bu soruya. Elbette biz. İnsan! Ege Görgün 1972, Kocaeli doğumlu olan Ege Görgün 1995 yılında girdiği medyada pek çok yayın grubunun dergi, gazete, internet ve televizyon mecralarında yayın yönetmenliğinden program ve kültür-sanat editörlüğüne, yazarlıktan danışmanlığa farklı pozisyonlarda görev aldıktan sonra free-lance hayata adım attı. Dergi, gazete ve TV programlarında sinema, müzik, kitaplar, çizgi romanlar, futbol, bilimkurgu ve fantastik edebiyatı hakkında sayısız metni, denemesi, makalesi ve araştırması yayınlandı. Öyküleri çeşitli edebiyat dergilerinde ve kolektif öykü kitaplarında yer aldı. Bugüne kadar 3’ü yurtdışında olmak üzere 6 uluslarararası film festivalinde jüri üyeliği yaptı. Görgün külliyatını kurucusu olduğu www.tersninja.com sitesinde paylaşıyor.
10
11
12
13
14
15
Röportaj
Röportaj
Ramazan TÜRKMEN Ramazan bey bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Merhaba, ben Ramazan Türkmen. 41 yaşındayım. 27 Kasım‘da AFYON‘un şirin, yeşil bir ilçesi olan Çay‘da doğmuşum. Yay burcuyum. Evli ve dört çocuk babasıyım. Tasarlamayı, çizmeyi, üretmeyi kısaca hayal etmeyi seviyorum. Sosyal hayatım da oldukça hareketlidir. Gezmek, müzik dinlemek hobilerim arasındadır.
Hacettepe Üniversitesi Grafik bölümü son sınıftan ayrılıp, Gazi Üniversitesi Grafik bölümünü bitirdim. Öğrencilik yıllarımdan beri Ankara‘da yaşıyorum. Okul bittiğinde 2 yıl İstanbul‘da tasarımcı olarak çalıştım. Ama çalıştığım firmanın Ankara‘da ağırlık kazanmasıyla geri döndüm. Sonra kendi ofisimi açtım. Yayınevleri ve resmi kurumlar için kitaplar, dergiler ve kapak çalışmaları tasarladım, kısa çizgi-romanlar çizdim. Çok sayıda amblem ve logo tasarımı gerçekleştirdim, kurumsal tasarımlar yaptım. Malumunuz Afşin Bey benim çizgi karakterimdir. İlk macerasını Zaman Gazetesi‘nde çizmiştim. İkincisi yarım kalmıştı. Şimdilerde tekrar hazırlıklarına başladım. İnşallah bu yıl içinde yeni maceralarla sizleri buluşturacağız. Nasıl girdi hayatınıza grafik? Grafik hayatıma Ortaokulun ilk yıllarında girdi. Çizgi-romanla beraber. (Afşin Bey o zamanlardan işte). Ortaokul ve lisede resim ve afiş yarışmalarına katılırdım. Grafik ve çizimin iç içe olduğu çalışmalar yapar, birinci olurdum. Düzenlemeler, yazılar, çizimler, fikirler… Bana hep oyun oynamak gibi gelirdi. Problem
16
17
Röportaj
Röportaj
çözüyordum sonuçta. Bu anlamda hayatımın en önemli parçasıdır grafik. Meslek olarak zevkli ve tatminkardır, zaten hobimdi. Türkiye’de bilgisayarı ilk öğrenenlerdenim. Modern Grafiğe ilgiliyimdir.
gelen, grafikçilerin ressamlarla yarışma isteklerinin bugün kelimenin tam anlamıyla nirvanaya ulaştığını söyleyebiliriz. Hayal gücünün sınır tanımadığı bir dünyadan birbirinden fenomen işler sunuyorlar bize. Ülkemize gelince; çizim yeteneği ve vizyonu olan grafik tasarımcılar zekice yorumlanmış, başarılı kompozisyonlar üretiyorlar. Çok verimli çalışmalar görüyoruz. Dünya bu durumdayken hala tasarımı bilmeyenlerin işleri ise elbette raslantısal ve curcuna olarak kalıyor. Bunun sebebi grafik işlerin rağbet görmesi, hazır dökümanlar kullanılması ve giderek gelişen bilgisayarların amatörlere yardımcı olabilecek programları yaygınlaştırmasıdır. Bazen bunun handikapını yaşıyoruz. Kendi yaptığımız işe inandıramıyoruz. Tüm bunların biraz da halkımızın kültür düzeyiyle alakası var. Düzeyimiz yükseldikçe bunlar da düzelecektir.
Grafik nedir? Dünya’ya bakarak ülkemizdeki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Grafik yazılı, çizili, basılı herşeydir ve akıllarda mesaj bırakma sanatıdır. Görsel iletişimdir. Düşünce, tasarım ve beceri gerektirir. Hayatın her alanında karşımızdadır. Bugün reklamcılıkta gelinen son noktada, iyi olarak nitelenen çalışmalarda mutlaka ince bir espri bulunuyor. Bu tür işlere hayranlık duyuyorum. İllüstrasyon’da grafik tasarımın bir fonksiyonudur. Bizdeki ilk uygulayıcısı İhap Hulusi’dir. Dünyada bu işte en iyi Polonyalılardır. Az bilinse de Polonya Grafik Sanatların beşiğidir. Ticari reklamdan ziyade, 20. Yüzyılın başlarındaki savaşta her şeylerini yitiren kişiler, ülkelerini tekrar kazandıklarında büyük çabalar göstermiş, grafik sanatçılar da duvarları bağımsızlık afişleriyle donatmışlardır. Herkesçe benimsenmesiyle bugünkü seviyeye ulaşmışlar, Modern Art dediğimiz akımdaki grafik eserlerle de sanat kültürlerini yeniden oluşturmuşlardır. Öyle ki on binlerce afişin yer aldığı dev bir afiş müzeleri vardır. Milli sporları gibi bir şey bu. Polonya’da Grafik Sanatçıları büyük saygı görürler. Bugün Henryk Tomaszewski, Jozef Mroszczak gibi dünyaca ünlü afişçilerin çalışmaları görülmeye değerdir. Yine Wieslaw Walkuski’nin Marvel’in 4 sayılık Born serisi için hazırladığı Wietnam Savaşı’nı anlatan kapakları koleksiyonluk yapıtlardır. İşte burada geleneğin önemini anlıyoruz. Günümüzde görsel teknikler ve üç boyutlu grafik teknolojisi büyük bir hızla gelişiyor. Son bir kaç yıldır üç boyutlu grafiğin (3D), tasarımlarca keşfedildiğini de düşünürsek ara epey açılıyor. Tüm bu sonuçlarla grafik sanatçılar yüzeysellikten sıyrılıp, üçüncü boyutun avantajlarından sonuna kadar faydalanıyorlar. Dünyada öteden beri
Grafik eğitimi alıp çizime, illüstrasyona, çizgi romana nasıl geçtiniz? Aslında çizim önce geliyor. Grafikte branşlaşmam sonra oldu. Çocukluğumdan beri çizim yapardım. Üniversiteye kadar ortaokul ve lisede resim dersi görmedim. Resim öğretmenim olmadı. Kendi kendimi yetiştirdim diyebilirim. Bu yüzden Tarkan ve Karaoğlan‘ın hatta Malkoçoğlu ve Kara Murat‘ın bizim çocukluğumuza etkileri çok başkadır. Bir de başta abim olmak üzere çevremde yazar çizer insanlar oldu. Abim sayesinde resim yapmaya ilk olarak 7-8 yaşlarında Tarkan çizerek başladım. Abim Üniversite okumak için yurt dışına gidince desteksiz ve yalnız kaldım. Ama 12-13 yaşlarında Karaoğlan dergilerinde çizimlerimin yayınlanması ile heveslendim. Suat Yalaz‘ın Özel Ulak’ta mektuplarıma öğretici bilgilerle cevap vermesi bu işe yönelmeme sebep oldu. Sonraki yıllarda iki üniversitede akademik eğitim alarak mesleğe atıldım. Üniversiteye yetenek sınavında birincilikle girdim. Grafik eğitiminizin çizgi roman ve kitap illüstrasyonlarına katkısı oluyor mu? Elbette. Bu eğitimi akademik bağlamda almamın nedenlerinden biri de budur. Resim yeteneğimle bütünlük arz etsin, katkısı olsun diye. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde bütün dalları dönem dönem görüyorsunuz. Grafik eğitimi alan biri resmin temel
18
19
Röportaj
Röportaj
kurallarını bilir. Çizim yapmayı bilir, fotoğrafçılığı bilir, matbacılık, yayıncılık, iletişim kurallarını bilir. Güzel yazı yazmayı bilir. Görmüştür çünkü. Gerisi kendisini geliştirmesine ve yeteneğine kalır. Grafik, resimle, sinemayla, animasyonla, kaligrafihüsn ü hat (güzel yazıyla) içiçedir çünkü. Bu bakımdan her çizgi roman sayfası da bir grafik düzenlemedir. Yazısı, balonlaması, lekesi ile hep bir grafik duygusuyla hareket edilir. Kitap resimlemeleri de öyledir. İllüstrasyonla, yazıyla, espriyle iyi bütünleşmiş bir grafik tasarım sanat eseridir. Çocuk kitapları resimliyorsunuz, resimleri grafik ağırlıklı farklı tarzlarda mı yoksa klasik tarzda mı çiziyorsunuz? İşin gereğine göre hareket ediyoruz. Bu işler aslında ekip işi. Walt Disney tarzında çok iyi çizen ekip arkadaşlarım var. Bazı işlerde birlikte çalışıp üretiyoruz. Herşeyin hakkından tek başınıza gelemezsiniz. Üniversiteye giderken her türlü stili denerdim. Derslerde öğrendiğim
20
21
Röportaj
Röportaj
konuları vakit geçirmeden piyasadaki işlerde, çizdiğim desenlerde uygulardım. Reel anlamda farklı tarzlara yatkınlığım vardır. Bir de tarz denilince sanki sadece ‘çizgi’ anlaşılıyor. Bu farklar aslında görsel olarak hikayenin akışını kurmadaki seçimlerle başlıyor. Bakış (kamera) açısı, karakterler, estetik kaygılar gibi unsurlara bulduğunuz en iyi çözümler size özel tarzı oluşturuyor. Neyi, nasıl göstermek istediğiniz çok önemlidir. Örneğin benim tarzımda herşeyi çizginin kıvrak yönleriyle yapmam, hem grafik stil tekniklerini hem de desen argümanlarını önemsediğimi gösterir. Tramlar, dokular, lekeler, dalga dalga yüzen çizgilerim bundandır. Bunlar bir kenara sanatsal ve eğlenceli bulduğum 3D animasyon çizim ve reklamlara geçildi artık. 3D karakterlerin kitapları da aynı stilde yapılıyor. Çizgi Roman ve İllüstrasyon alanlarında yetiştirdiğiniz çıraklarınız var mıdır, bu konular da genç yeteneklere destek oluyor musunuz? Grafik alanında yetiştirdiğim öğrencilerim ve stajyerlerim oldu. Özel çizim eğitimi verdiğim öğrencilerimde. Yetenekli gençlere her zaman memnuniyetle destek oldum. Bildiklerimi öğretmeyi severim.:) Ama mesleki disiplini ve kuralları kavramaları açısından üniversite ortamında o havayı teneffüs etmeleri mutlaka gereklidir. Sanatın öyküsünü ve bilgileri sıralı olarak öğreniyorsunuz. Bazen ilköğretimdeki kızımın sınıfına, haftada 2 saat öğretmene destek amaçlı derslere giriyorum. Göz zevkleri eğitilse yeter. Goethe; “göz ancak, o kişinin bildiği kadarını görür” diyor. Okuma, yazma ve çizmeyi, kısaca nitelikli insan olmayı çok önemsiyorum. Rahmetli Sakıp Sabancı’nın dediği gibi; “Yerimizi alabilecek insan yetiştirmeliyiz.” Eskiden Türkiye’de çizgi roman önce gazetelerde ya da dergilerde tefrika olarak yayınlanır ardından da kitap olma imkanı varsa kitap olurdu. Kitap olmadan önce yazar-çizer zaten tefrikalardan parayı kazanmış olurdu. Bugün böyle bir imkan yok, bugünün şartlarıyla siz nasıl üretiyorsunuz? Bizde bir dönem 90-95’li yıllarda çocuk dergilerine kısa çizgi romanlar ve illüstrasyonlar ürettik. Şimdi ise resmi kurumlar ve yayınevleri için çalışıyoruz. Kitaplarımız yine yayınlanıyor, Kültür Bakanlığı’nın belirlediği telif ücreti üzerinden tutarı kabul ediyoruz. Ne çıkarsa bahtımıza.
Çalışmalar nasıl gidiyor, albümün çizimleri ne zaman yayın evine teslim edilecek, 2013’de bir Afşin Bey çizgi romanını raflarda görebilecek miyiz? İnşallah göreceğiz. Bütün temennimiz ve çalışmalarımız bu yönde. Kısa da olsa güzel bir macerasıyla takipçilerimizin beklentileri boşa çıkartmayacağım. İnandığım bir şey var. İnsan kendisini işine yansıtır. Bende çizgilerimdeki özen ile elimden geleni yapacağım. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın. İçimdeki o yaşam sevgisini tarihimize borçluyum. Türkiye’de çizgi roman yayıncılığını nasıl görüyorsunuz, gelecek vaat ediyor mu? Umut var mı? Şöyle bir saptama yapayım. Yıllardır bu ülkede yeni bir çizgi roman kahramanı çıkmıyor. İyi çizerlerimizde yurtdışına gidiyor. Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze geçmişte rüştünü ispat etmiş, aynı macerayı kaç kez okuduğumuzu unuttuğumuz kahramanlar konuluyor. Bunu da tam yapmıyorlar. Ciltler yarım kalıyor, tamamlanmıyor. Bugün halen Tarkan, Karaoğlan, Tolga basılıyorsa en büyük nedeni yerlerine yenilerinin yapılmaması ya da unutulmasınlar diyedir. Çizgi roman üreten bir ülke olabilmemiz için, genç yeteneklere ve onları yetiştirecek ustalara ihtiyaç var. Kısaca her açıdan yatırımcıya ihtiyacımız var. Çok proje üretiliyor, ama yapılmıyor. Çocuklarımız da çizgi romanlardan mahrum kalıyor. Kendi tarihlerini, kültürlerini okumaları hakları. Bizde iki tip çizer var. Kendini ispatlamış bilinen çizerler ve yeniler. Tecrübeli çizerlerimiz sipariş gelmesini bekliyor, çizmiyorlar. Yeni çizerler ise tamamen Manga, Comic tarzında çalışmalar ile yurt dışını hedefliyor. Yahut kitap, hikaye, masal kitapları resimlemelerine yöneliyorlar. Günümüzde pazar bu. Bu anlamda kurulan çizgi roman derneklerinin, yayınevlerinin ve devlet kurumlarının çizerlere destek çıkması gerekiyor. Bu işler tamamen adapte olup seri üretimle, güvenceyle, planlamayla ve zamanı iyi kullanmakla olur. Aylık çizme kapasitesi de bellidir. Bunun karşılığını almazsan aç kalırsın. Çoğu yöneticilerin, iş yeri sahiplerinin, ticaretle uğraşanların iyi paralar kazandığı bir ülkede arslanlar gibi sanat yapanlar herkesten çok kazanmalıdır. Yine de ümitvar olalım. O kadar çizgi roman sever var.
Afşin bey kim, bize biraz anlatır mısınız? Afşin bey, 1989 yılından bu yana aralıklarla çizdiğim gerçek bir kahramandır. Şöyle ki; Hunlar’dan Osmanlılar’a kadar Türklerin Batıya doğru yaptıkları tarihi yürüyüşe, “Büyük Türk Hakanlığı” deniyor. Bu bizi açık denizlere götüren 2200 yıllık çok uzun bir yürüyüştür. Selçuklular ile Anadolu kapılarına dayandığımızda, karşımızda Bizans‘ı bulmuşuz. İşte Afşin Bey tarih sahnesine Alparslan‘ın maiyetinde 11. Yüzyıl başlarında çıkmış; Selçuklu Ordularının başkomutanıdır. Malazgirt Zaferi’nde Hilal taktiğini yönetmiştir. Anadolu‘nun yurt yapılmasında, dört bir yana akınlar düzenlemiş, bütün güç, yetenek ve dehasıyla çalışmıştır. Tiflis, Kars, Ani, Kayseri, Trabzon ve Anadolu‘nun fatihi olmuştur. Bizde torunları olarak bu yürüyüşte başarılı komutan nam yiğit Afşin Bey‘imizi kahramanlığına yaraşır şekilde tanıtmak istiyoruz. Tarihimize sahip çıkmayı mukaddes bir görev biliyorum.
Türkiye şartlarında tarihi çizgi romanlar pek okur bulamıyor, birkaç sene önce Lal Yayınları satmadığı için Karaoğlan’ın yayınını durdurdu. Ersin Burak ve Ömer Muz’un tarihi çizgi romanları devam etmedi. Sizce tarihi çizgi romanlarla ilgili okurun bir sorunu mu var, yoksa bu yazar-çizerlerin hikaye seçimleri mi yanlıştı? Karaoğlan’ın zamanı geçti mi? Tarihi çizgi romanın az okunması veya satılması gibi bir sorun yok aslında. Bu tabir kavram karmaşası yaratıyor. Ülkemizde çizgi roman az satıyor. Çünkü gündemde değil. Yazılı basının yeterince ilgi göstermemesi, tanıtımının yapılmaması önemli etkenlerden. Yeni nesili yakalamak çok zorlaştı. Çizgi roman okurunun yeniden hayata döndürülmesi için çabalarımız olması lazım. Gündeme getirmeliyiz. Mesela ülkemizde çizgi romanlar kütüphanelerimize girmiyor. Bu altyapı da oluşturulmalı. Her şey hızlı gelişiyor. Çağı anlayan bir zeka ile kaliteli içerik üretmek ve her platformdan paylaşımını sağlamak gerekiyor. Bir de zaman kavramı var. İnsanlar boş vaktini televizyon ve internete ayırıyor. O yüzden kitap ve çizgi roman okumuyor. Her şey hazır önünde. Nedenlerden biri bence bu. Bir diğer neden de; Dünyaya baktığımızda çizgi romanlarda tıpkı sinema gibi her nesile hitap edecek şekilde gelişiyor. Karaoğlan geçmişimizin efsaneleşen bir klasiğidir. Zamanı hiç bir zaman geçmez. Belki yeni nesil okuyucular için karaktere biraz zamane çekiciliği kazandırmak gerekli olabilir. Yoksa karakter
22
23
Afşin Bey’i çiziyorsunuz, senaristle nasıl bir çalışma içindesiniz? Sadece öyküyü mü yazıyor yoksa kare kare senaryosu da senarist tarafından yazılıyor mu? Senaristten öykü olarak istedim. Çünkü ilk aşamada senaryonun kurgusu çok önemlidir. Sonuçta gerçek bir kahramanın hayatından kesit alıp öyküleştiriyoruz. Daha sonra kare kare senaryolaştırıyoruz. İnşallah Afşin Bey’in öyküsü de Şubat ayında hazır olacak.
Röportaj biter, sonlanır. Kudret Sabancı’nın filmiyle Volkan Keskin bu çekiciliği gayet başarılı üstlenmiş ve taşımıştır. Günümüz teknolojisini kullanarak yeni maceralarını da üretmek gerekir. Eski stil işlerin artık bu yüzden rağbet göreceğini sanmıyorum. ‘Muhteşem Yüzyıl’ niye bu kadar reyting yapıyor. ‘Saklı Yüz’ Volto Nascosto mesela. En önemli çizerleri topladı, iyi çizerlere ayrı ayrı maceralar çizdirildi. Nasıl ses getiriyor. Bonelli üstüne düştü çünkü. Çizerlerinden biri de Ersin Burak. Tarihi çizgi roman olmasına rağmen hem Dünya’da, hem Türkiye’de ilgi görüyor. Dago’da öyle mesela. Yıldırım Örer çiziyor. Ne güzelde çiziyor. Bizim okuyucumuz aynı şeylerin basılmasından, basma kalıp işlerden sıkıldı artık. Okurun bir sorunu yok, yenilik istiyor. Çünkü yeni yenidir. Bir de Dünya her şeyde grafiğe yönelmiş durumda. Bilgisayar ortamında üretilmiş çizgi romanlara baktığımızda da grafik stil görüyoruz. Belirgin ayrıntılar, keskin ayrılan ışık-gölgeler, net grafik çizgiler, lekeler ve renkler… Horoz tarama ucu ve samur fırçanın yerini, artık ekrana çizebildiğimiz bir teknoloji aldı. ‘Wacom Cintiq’ diye bir şey var. Tüm çizgi etkilerini ve resim tekniklerini alabiliyorsunuz. Yeni nesil okuyucuyu yeni versiyon hikaye ve çizimlerin yakalayacağını düşünüyorum. Yoksa çizgi romanı her nesil sever, sevmiştir de. Bir çırpıda okunup bitirilmesi ile başlı başına bir tercih nedenidir. Belçika’da, İtalya’da, İsviçre’de, Fransa’da sadece çizgi roman satan dev marketler var. Ve burada tarihi çizgi romanlarda bol miktarda satılıyor. Türkiye’de neden olmasın. Fikri olan, günümüze uygun, güncel konularla ilişkili ve topluma katkı sağlayacak özellikleri olan her proje tutar. Yeter ki yeni bir şeyler olsun ve hedef kitleyle buluşturmanın hesabı da iyi yapılsın. Peki bir çizgi roman uyarlaması olan Karaoğlan filmi vizyona girdiği ilk üç günde 54 bin kişi tarafından izlenmiş, Afşin Bey’i de ilerleyen zamanda sinemaya uyarlamak gibi bir projeniz var mı? Neden olmasın. Amerika ufacık bir savaş için onlarca film yapıyor. Kahramanlarından geçilmiyor. Onların kahramanları evlerimize, giysilerimize, çocuklarımızın eşyalarına kadar yerleşti, kanıksandı. Bizde sayısız kahraman var. Sayısız savaşlar kazanmışız. Nice ulu hakanlarımız, kağanlarımız, sultanlarımız var. Sayısız da kurgulanacak öykülerimiz var. Niye yapmayalım. Seyirci gitmezse, anlatmazsa, üstüne üstlük bir de yerden yere vurursa yapılır mı bu filmler? 40 yılda bir böyle film yapıyoruz. Ona da gidelim lütfen. Yoksa bir 40 yıl daha bekleriz. Karaoğlan filmini eskisiyle kıyaslayanlar var. Ne gereği var. Yeni nesil onları bilmez, izlemez ama bu filmi izler. Ayrıca çizgi roman ruhunu sinemaya aktarmak kolay başarılacak bir iş değildir. Karaoğlan filmini 8 yaşındaki oğlum Kağan ile birlikte izledim sinemada. Bizimkilerde yapmışlar. Kağan Karaoğlan’ı çok sevdi, çok etkilendi. Bir kez daha gitmek istiyor. Tarih bilincini böyle edinecekler. Öyle yorumlar gördüm ki inanın çok üzüldüm. Bu millete hiç bir şey yapılmaz dedirtiyorlar. Oysa ufacık bir motivasyon çok büyük başarılar getirebilir. Bir çok yapımdan daha doğal ve gerçekçi olmuş çekimler. Çocuklar da düşünülmüş. Teknik olarak kotarılmış, oyuncuları ve müzikleri ile de gayet başarılıydı. O kadar çizgi roman sever ve film izleyen bir potansiyel var ülkemizde. Onlar gidip izlese yeter. Neredeler?
24
25
Röportaj
Röportaj
Yabancı yapımların karşısında nasıl duracağız? Bizde filme katkımız olsun düşüncesiyle Volkan Keskin’i Karaoğlan olarak çizdik. Ve sosyal medyada büyük ilgi gördü. Volkan Keskin’in de desteğiyle yüzlerce kişinin dikkatini çektik. Bu arada Volkan’ın mesajlarıyla çok mütevazi ve beyefendi bir kişiliğe sahip olduğunu gördük, memnuniyet duyduk. Sadece filmin afişlerine takıldım ben haklı olarak. Filmi izledikten sonra afişlerin filmi iyi yansıtmadığını düşündüm. Kolaj afişler yerine tek Karaoğlan’ın olduğu ve seyirciyle göz teması kurduğu bir poz tercih edilse bence daha vurucu olurmuş. Umarım onca emekleri yerine ulaşır.
Yurt dışına yönelik çalışmalarınız oldu mu ya da ileride bu tür çalışmalar yapmayı düşünüyor musunuz? Yurt dışından kapımı çalan olmadı. Fırsat olursa kesinlikle yaparım. Olursa yurt dışına çinileme işinde çıkmak isterim. Özgüvenim tam o konuda.
Bir de Afşin Bey’in yanısıra Olgar çizgi romanı ile de ilgileniyorsunuz. Olgar ne durumda? Olgar’ın senaryosuna bir müdahalemiz oldu. Senaryosu değişti, yeniden yazıldı. Çizilen kısımları tekrar düzenledik. Senarist aralara kareler ve sayfalar ekledi. Kaymalar oldu. Bir türlü ilerleyemedik. Afşin Bey’le birlikte yakın bir gelecekte arzı endam edecekler inşallah. Aslında Olgar her Türk gencinin içinde varolan duygusallık ve kahramanlığı dışavuran bir karakter. Ama misyonu itibariyle sadece bize değil dünyaya da ait. Olgar, şair ruhlu bir cengaver ve bu cengaverin macerasında konusu itibariyle çizilmesi zor paneller ve geri dönüşler bulunuyor. Girift, ama etkileyici bir kurgu ve senaryosu var. Daha ilk macerasında sinemacıların, hatta dizi yapımcılarının dikkatini çekeceğine eminim. Sadık Mustafa Olgar’ı sağlam bir şekilde çizmeye devam ediyor. Yarıyı geçti. (Senaryo değişikliği olmasa şimdiye kadar çoktan bitmişti. Onu da söyleyeyim). Bende üstüme düşeni yapacağım. Çinisine bilgisayarda devam etmek istiyorum. Artık çalışıp üretmek ve neticeyi görmek zamanıdır. Sabırla bekleyin. Olgar’da bir karakter sürprizimiz olacak. Bitirdiğimizde görürsünüz. Klasik tarihi çizgi romanların haricinde, farklı tarzlar da, daha fantastik ve evrensel karakterler ile ilgili çizgi romanlar çizmeyi düşünüyor musunuz? Arz talep meselesi bu biraz. İnsan hakim olabileceği, en iyi olduğu konuları içinden geldiği gibi çizmelidir. Ben düşe kalka da olsa kendi tarzımı devam ettirip daha da geliştirmeyi umuyorum. Çünkü sonuçta tarz dediğimiz bir resmin içeriğidir. Aslında kalıplardan sıyrılıp kişilik olarak da değişmek gerekiyor sanırım. Önümde aktif olarak çalışabileceğim daha uzun yıllar var. Değişik süreçler yaşamak, yepyeni değişimlere elbette ulaşmak istiyorum. Dün Esteban Maroto isem, bugün Milazzo‘yum gibi. Farklı tarzlar çalışmak ve evrensel değişik karakterler çizmek anlatım yeteneğini güçlendirir. Çizgi romanda tarz olgunluğunu çok önemsiyorum. Gündemde diye ilk onu söylüyorum bakınız Karaoğlan. Yazım dili, çizgisi ve olayların akışı ile çok uyumludur. Nitekim Berardi-Milazzo ikilisi de öyledir. Bir çalışma baştan ayağa kişisel olmalıdır. İnsanlar sayfaları açıp baktıklarında sadece sizin çizginizi, size özel tarzınızı görebilmelidir. Daha iyi çalışmalar çıkarabilmek için kişiliğimizi korumak ve geliştirmek zorundayız. Kimse başkalarının gerisinde kalmak istemez.
26
Türkiye şartlarında çizerlerimizin çoğu yayınevlerine yaptıkları illüstrasyonlarla geçimlerini sağlıyor. Siz de Gölge e-dergi’nin editörü Mehmet Sevinç’de sürekli yayınevlerine çalışan illüstratörlerdensiniz. Çizerlerin gerçekten de istedikleri gibi çizgi roman yapabilmeleri, çizgi roman sanatının Türkiye’de bir sektör olabilmesi için sizin önerileriniz ne? Biz çizgi romanlarla büyüdük. Bugün de bize ait, özgün çizgi kahramanlara ve basılı kitaplara çok ihtiyacımız var. Sonuçta biz kendi kültürümüzün bir parçası olduğu için çaba göstermeliyiz. Çünkü bizim kültür pazarlaması diye bir kaygımız yok. Hangi ülkede hangi kültürümüzü yayınlamışız, taraftar bulmuşuz. Rekabet edemiyoruz, piyasamız yok. Çizgi roman her ne kadar bugün Amerika‘nın elinde tıpkı sinema gibi sanayileşmiş olsa da, Türk kahramanlarının da dünya pazarında yer almasını arzu ediyoruz. Tüm dünyada kült olacak eserler niye üretemeyelim. Ne eksiğimiz var Belçika’dan Fransa’dan, İtalya’dan. Bu işlere yatırım yapmalıyız, kaynak ve ödenek ayırmalıyız. Bu vizyon doğrultusunda aynı hedef, aynı şevkle çalışırsak sektör olabilmemiz kolaylaşır. Çizgi roman çok üst düzey bir iş. Yazmayı ve çizmeyi bileceksin. Göznuru, emek ve sabır gerektiriyor. Sonra projeni üretmeden önce pazar bulacaksın. Bu emeklerin karşılığı alındığı sürece güzel eserler ortaya çıkar. Bu nedenle yayınevleri ücret biçerken biraz cömert olmalıdır. Yoksa bu işi yaparak ülkemizde geçinmek mümkün değil. Uzun bir süredir bende hayatımı branşlaştığım grafik tasarım ve çizime en yakın dallardan kazanıyorum. Suat Yalaz‘ın dediği gibi; “Çizgi roman kağıt üzerinde sinemadır.” Haklıdır. Hikayesiyle, dekoruyla, kostümüyle, her şeyiyle sinematografik bir anlatımdır. Öyle çizgiler vardır ki, resimler konuşur adeta. Yarım asırdır ülkemizde sevilerek okunulan ünlü çizgi romanlara bir bakalım. Zagor-Ferri, Mister NoDiso, Ken Parker-Milazzo gibi isimler nasıl devleşmişler. Şöyle ki, maddi-manevi tatmin sözkonusu, tüm vakitlerini çizgi romana ayırdıkları anlaşılıyor. Bu yüzden özgürce fabrika gibi üretiyorlar. 2000’li yıllarda koskoca bir atölyesi vardı Ferri‘nin Milano‘da. Tekel... Yazarı, çizeri, basımı, matbası, satışı hepsi içinde. Kompleks… Aynı bir şirket gibi, kocaman bir yer. Bizde böyle bir komplike çizgi roman üretim yeri ve örneği yok. Bu muazzam bir kültürdür. Umarım bizde tekrar canlanır. Gazeteler yine çizgi roman ekleri verir. Derdim siyaset yapmak değil, ama ben 12 Eylül’ün herşeye sekte vurduğuna inananlardanım. Bir kere kitap okuma sevgisini öldürdü. Son on yıldır yeni yeni bir şeyler yapılıyor. Düşünün artık ne kadar bölündüğümüzü, kesintiye uğradığımızı… Düzenli okuduğunuz bir çizgi roman serisi ya da düzenli takip ettiğiniz ve sevdiğiniz bir çizer var mı? Saymakla bitmez. Öncelikle yerli çizerleri takip etmeye çalışırım. Ken Parker’la Berardi-Milazzo ikilisi çok iyi. Zorlamasız bir anlatımları var. İçlerinden geldiği gibi kendilerini Ken’e yansıtıyorlar. Gri rengin
27
Röportaj
Röportaj
(lavi) ustaca uygulandığı trajik maceraları ‘Adah’, insani değerleriyle çarpıcıdır. Zagor‘u tip olarak ve yaşam felsefesi monolitik bir karakter olduğu için severim. Gerçi son dönemde korku ve doğaüstü fantazi ile kirlendi, Darkwood artık öcü gibi.. Bir çizgi romanda mizah, macera, dram ve fantazi mutlaka olmalıdır. Tüm bunları bulabileceğiniz NolittaFerri’nin “Odissea Americana”sı Zagor‘un en güzel hikayelerinden biridir. Böyle istisna eserlere, hatırlanmayı hakeden isimlere örneklerimi çoğaltılabilirim. Roy Thomas-John Buscema, Kral Conan maceralarının bir kısmının yazarı Alan Zelenet ile çizeri Marc Silvestri (çizgi ile hikayesi iç içedir, ruhsal çözümlemeleri iyidir). Her çizerin kaç post çıkarttığı kaynak çizer Hal Foster’ı, Frank Bellamy’in Gart’ı, Esteban Maroto’nun fantastik ve grafik çizimleri, Jorge Zaffino’nun Conan’ı, Gir‘in Blueberry‘si, Ticci‘nin Teks‘i… Bizden ise, Hasan Karal’ın ‘Han Buyruğu’, Sezgin Burak’ın Tarkan‘ı, Suat Yalaz’ın Karaoğlan‘ı ilk aklıma gelenler. Özellikle Sezgin Burak Tarkan’ın gerçekçi maceraları ile, çocukluğumuzun hayal dünyasına milli aidiyet anlamında büyük etki ve katkı yapmıştır. Russell Crowe‘un oynadığı “Gladyatör” filmini izlediğimde atı, kurdu, kılıcı, hatta madalyonu ile birlikte, Tarkan’ı izliyorum sanmıştım. O kadar benzeyen bir konusu, kostümleri ve benzer açıdan sahneleri vardı ki şaşırmıştım. Üreten herkesten ve herşeyden öğrenilecek bir şeyler vardır. Aslında ne kadar çok şeyi bilmediğimizi farkederiz. Kendimizi eğitmek için, neleri bilmediğimizi bilmek de önemlidir. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dileriz. Ben de teşekkür eder, keyifle takip ettiğim derginizin daha nice yıllar boyunca başarı ile yoluna devam etmesini dilerim. Tüm emeği geçenleri içtenlikle kutlarım.
• T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Tapu Genel Müdürlüğü, “Osmanlı‘dan Günümüze Tapu Arşiv“ logosu. Tarihi belgelerden oluşan akademik bir kitap ve takvimini hazırlamıştır. • Türkiye Halk Oyunları Federasyonu’nun amblemini ve kurumsal kimlik çalışmalarını tasarlamıştır. • T.C. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 2005 yılında Çanakkale Zaferi’nin 90. Yılı münasebetiyle düzenlemiş olduğu etkinliklerde, ihaleyi alan firmanın görsel yönetmenliğini yapmıştır. Çanakkale Zaferi’nin 90. Yılı logosunu tasarlayarak, Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilmiş olan ve tarihi resimlerden oluşan “Çanakkale Albümü”nü hazırlamıştır. Ayrıca Çanakkale Zaferi’ni anlatan ve Gelibolu Milli Parkı’nda sergilenmekte olan 22 adet afişi de tasarlamıştır. • Ankara Yenimahalle Belediyesi’ne “Nutuk” kitabını hazırlamıştır. • Ankara Büyükşehir Belediyesi ASKİ için “ALO ASKİ 185” Çağrı Merkezi logosu ve suyun önemine yönelik “İhtiyacın Kadar Kullan” kampanyası için 50 tane afiş tasarlamıştır. • Yaklaşık iki yıl (2008-2009) Kızılay İzmit’in yayın organı derginin grafik tasarımını yapmıştır. • 1999-2005 yılları arasında SERAY GROUP‘da Grafik departman koordinatörü olarak çalışmış, Seray ve Denini mobilya markalarının logo ve yurtiçi-yurtdışı bayilikleri için çok sayıda kurumsal tasarımlar gerçekleştirmiştir. Gazete reklamlarını hazırlamıştır. • 2004-2009 yılları arasında Zambak Yayınları, A yayınları ve Seviye Yayıncılık için (Türkçe, Matematik, Fen, Sosyal, İnkılap Tarihi, KPSS, ALES v.b) gibi yaklaşık 32 çeşit kitap hazırlamıştır. Röportaj Ahmet YÜKSEL
ÇALIŞMALARINDAN BAZILARI ŞUNLARDIR. • Diyanet Vakfı yayınları arasında bulunan “İdamlık Şehzade” isimli 54 sayfalık çizgi-roman kitabı ile arkadaşlarıyla resimledikleri 35 tane masal kitabı vardır. 1990-95 yılları arasında Diyanet Çocuk Dergisi’nin grafiğini, kapak resimlerini, hikaye ve bulmaca sayfalarını yapmıştır. Tarihi içerikli kısa çizgi-romanlar çizmiştir. Yine 2009 yılında arkadaşlarıyla hazırladıkları 4 hikaye kitabı bulunmaktadır. (Sarı Benek, Şehri Görmek İsteyen Balık, Çiçekli Park, Hikaye Treni.) • Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı’nın logosunu tasarlamıştır. • Ankara Büyükşehir Belediyesi logosu (Ankara kedisi). Ankara’nın yeni logosu olarak kullanılmaktadır. Yine Ankara Büyükşehir Belediyesi için bir çok afiş, tanıtım, performans ve faaliyetlerini içeren kitapları hazırlamıştır. • Ankara Büyükşehir Belediyesi BAŞKENT Tiyatroları’nın logosunu ve tiyatro afişlerini tasarlamıştır.
28
29
Öykü
İkinci Göz O tuhaf gecede herşey olduğundan daha karanlıktı. Göğün kara belirsizliğindeki dolunay her zamankinden daha soluktu. Kozmik sistemde açılmak üzere olan sapkın düzensizliği haykırmak istiyor ama dilsiz yüzeyi sadece rengini yok ederek kendini anlatabiliyordu. Yıldızların göz kırpışı bugün normalden daha hızlı gibiydi, sanki onlar da gecenin vaadettiği çılgınlıkları anlamış ve insanlığa var güçleriyle haykırıyor gibiydi, fakat dünyaya olan aşırı uzun mesafeleri tıpkı seslerini insanlığa duyuramayacak kadar uzak olan kayıp tanrılar gibi mağdur ediyordu onları. Onlar elinden geleni yapmıştı, ancak insanoğlu oralı bile değildi. Gecenin kubbesinde biriken, elektronlar gibi her zaman her yerde olan uğursuz tedirginlik yumruk büyüklüğünde kalpleriyle yaşamaya çalışan yaratıklar için korkunç derecede gerçekti, inandıkları herşeyden vazgeçecek kadar. Bulutlar gecenin ve soluk ayın muhafızları gibi sakince süzülüyor, aralarında sadistçe şakalar yapıp aşağı alemle dalga geçiyorlardı. Kurumuş ağaç dallarından sarkan çürük meyveler kadar yakındı o gece dehşet insanoğluna. Nabız gibi atıyor,yaklaşıyor ve yaklaşıyordu... Şehrin hemen dışındaki fazla yüksek olmayan tepeler gece çöktüğünde anlaşılamaz biçimde bir anda yükselmiş ve kara dorukları bulutların üstünde görünmez olmuştu. Uğursuz tepelerden ara ara beliren ve hemen kaybolan ışık parıltıları ise deliliğin özünden gelen fısıltıları taşıyordu ölümlülerin yüreğine. Öte, bilinmeyen alemlerden gelen kozmik dehşetlerin sadece uğultusu bile maddesel dünya yaşamına bağlanmış körlerin aklını yitirmesi için yeterliydi. Sokak lambalarının çoğu çalışmıyor, az sayıdaki iş görenler ise sürekli yanıp sönüyordu. Caddelerde normalde olandan çok daha az insan vardı. İnsanların ve nesnelerin görüntüsü ise garip şekillerde uzuyor, şekil değiştiriyor ve anlamsız formlara bürünüp kayboluyordu. Hayvanlar, hele hayvanlar... Sokak köpekleri gruplar halinde toplaşıp onları kovalayan kimse olmadığı halde kudurmuşçasına oradan oraya koşturuyor ve acı çeker gibi kesik kesik uluyordu. Kedilerden ise eser yoktu. Sanki şehirde kedi diye bir hayvan hiç varolmamış gibiydi. Caddelerdeki telefon kulübelerinin hiçbiri çalışmıyor, durak ışıkları yanmıyor ve Telekom Arıza'yı çeviren bütün insanlar böyle bir hattın olmadığına dair manasız bir telesekreter mesajı alıyorlardı. İşten yorgun argın evine gelenler uyku vakitlerinin çoktan gelmiş olmasına rağmen ayakları bir türlü yatak odalarına gitmiyordu. Işıklı,sıcak ve aileleriyle oturdukları odadan çıkıp karanlık yatak odasına girmekte tereddüt ediyorlardı. Eşleri,hatta çocukları bile üstlerine karabasan gibi inen tekinsizliğin farkında olduklarından babalarının neden hala yatmadıklarını sorgulamıyorlardı. Biliyorlardı çünkü, o koca adamlar bile korkuyorlardı, kendileri nasıl öyle hissetmesin ki! Dakikalar ilerleyip saatlere dönüştü, saatler sonsuz karanlıkları tatmin için harcanan faydasız kurbanlar oldu. Ay gittikçe soluklaştı. Gökyüzü sanki bir örtüymüşçesine geriye doğru çekildi, büküldü ve dünyadan uzaklaştı. Sanki dünyanın tavanı daha yüksekteydi artık. Sadece uzaklaşmamış şekli de değişmişti, ay onu iki taraftan da çekmişti ve üzerindeki yıldızlarla bulutlar da yeryüzüne paralel şekilde değillerdi artık. Dünyanın yüzeyiyle açı yapacak şekilde yukarılara çekilen gök cisimleri kozmik dengesizliğin çılgın kaynağına, soluk ayın merkezine doğru sürükleniyordu. Bu olaya tanık olan zavallılar çığlık bile atamadı, korkunç bir felçle oldukları yere mıhlandı. Dilleri tutuldu. Gözleri büyüdükçe büyüdü, öyle ki tam anlamıyla yuvalarının uçlarına kadar geldi. Hele bu sırada çarpık gökte oluşan tarifi imkansız iğrenç,şeytanilikten daha öte alemlere ait bilinmeyen uğursuzlukların yansımaları tüm beyin fonksiyonlarını durdurup onları oracıkta yere yığdı. Ölümleri tam anlamıyla korkudan ve acısız olmuştu.
30
31
Öykü
Öykü
Bu sırada sokak köpekleri kendilerini harap edercesine tekrar tekrar çığlık attı ve gruplardan birer ikişer hayvanların bacaklarında derman kesilerek yere yığıldı. Kalanlar öylesine delirmişti ki koşarlarken birbirlerine ve beton evlerin duvarlarına çarpıyor, yüzleri parçlanıyor, bununla da yetinmeyip birbirlerine dişlerini geçiriyorlardı. Çoğu yaklaşan felaketin ilk aşamalarında telef oldu. Kanlanmış gözleri, felçli bacakları ve kupkuru kalmış dilleri açık ağzından sarkarak sokaklarda ölmeyi bekledi. Onların ölümleri acılı ve yavaştı... Bu sadece başlangıçtı. Uzayın kara maddeyle dolu örtüsü fizik ötesi bir hızla ayın etrafında toplanıp yok oldu. Ay, tüm aldatıcı parlaklığıyla kara deliklere özgü madde emme kuvvetini mükemmel bir şekilde gizliyordu, ancak tam da bir kara delik gibi çevresindeki herşeyi vakumluyordu.Kara örtü ayın etrafında gittikçe daha hızlı dönen bir kozmik girdap halini aldı. Girdaptan çıkan manyetik ve kulak tırmalayıcı ses insanları balkona çıkarttı,ve ardı ardına haykırışlar geldi şehrin dört bir yanından. Korkunun sindiği hızlı nefesler karıştı kaosun göğüne, sonsuz dehşetlere bir övgü niyetine... Daha insanlar şoku atlatıp olaylara anlam vermeye çalışmadan önce girdap aniden aşırı hızlandı ve çevresindeki tüm maddesel ortamı vakumladı. Uzayın karanlık varoluşundan bile eser yoktu artık. Dünya maddesiz bir uzayın tarifsiz boşluklarında yüzüyordu. Artık yerküreyi sarıp insanlara varolduklarını hatırlatan ve avutucu masallarla ölümlülere nefes aldırtan "madde" yok olmuştu. Tek bir şey, hava hariç, insanoğlu hala nefes almaya devam ediyordu çünkü uğursuzluğun kaynağı kurbanlarının acı çekmesini istiyordu. İşte o an, bilinemeyen kaosun açlıkla kararan gözü, tüm kozmik yaşam formlarını içine çekip karanlık nefsini doyurduktan sonra aydınlandı. Öylesine aydınlandı ki bir anda güneş oldu, gece gündüz oldu, uğursuzluk hayat buldu ve dünyanın sonunu getirecek kaynağı belirsiz batılın İkinci Göz'ü açıldı! Parlak bir kor gibi yanan beyaz ayın yanında, yokluktan, yüzeyi kan kırmızısı ikinci bir ay oluştu. Tıpkı göz kapaklarının açılışı gibi maddesizliğin örtüsü üstten ve alttan birbirinden ayrıldı, ardından o aklın alamayacağı, şekillerin, tariflerin,meleklerin ve tanrıların tasvirinde yetersiz kalacağı, sonsuz evrenin ışıksız kanıyla beslenip kızıllaşan kaosun İkinci Göz'ü orada durmuş insanlığa bakıyordu. Metrelerce yükseklikteki bir devin ayakları altında ezilen çaresiz karıncalar gibi olan insanlığa yönelmişti kötülüğün kaynağı bakışları. Kaos'un kanla aydınlanan İkinci Göz'ü büyüdü, içindeki günahlar,acılar ve doyumsuz zevklerden ulaşan kara damarları belirginleşti. Metrelerce, belki de kilometrelerce uzunluktaki işkence damarlarına yapışmış asılı duran onlarca,yüzlerce ve binlerce çıplak insan sürekli yanıyor,kül oluyor ve insanlık dışı çığlıklar atıyorlardı. Duyanların varoluştan bir an önce arınmak isteyeceği çığlıklar... İnsanlara iblislerin nefesini kendi gölgesinden bile daha yakın hissettiren çığlıklar... Tüm insanlık da onların çığlıklarına kendilerinkini eklemişti. Dehşet tanımı tüm evrende yeniden yapılmış ve ilk denemesi dünya üzerinde uygulanıyordu. Orta yaşlı ve yaşlıları büyük kısmı kanlı gözün açıldığı ilk saniyelerinde kalp krizinden ölmüş ve bu korkunç düzlemden İkinci Göz'ün; insanlığa iğrenç ve acı dolu bir son vaadeden sonsuz uğursuzluğun onlar için hazırladığı daha karanlık,daha sıcak, daha acılı ve daha şehvetli kızıl uçurumlara sürülmüştü. Onların akıbeti tahmin bile edilemezdi. Hamile kadınlar o anda çocuklarını düşürmüş, kanlı fetüsler kendiliğinden, zarar görmüş rahimlerden kayarak çıkmıştı. Gebe kadınlar bunun üzüntüsüyle sadece sessiz çığlıklar atmış ve kafalarını duvarlara vura vura feci şekilde ölmüşlerdi. Çoğu kalpten gitmeyen gençler ise aniden aşırı korkuyla işlevini yitiren uzuvları sebebiyle hareketsiz halde yerlere yatmışlardı ve spazmlar geçiriyorlardı. Ağızlarından salyalar saçıyor ve gözleri dengesizce farklı farklı yönlere dönüyordu. İkinci Göz korkudan çıldıran,ölen ve sakat kalan her insanla daha da büyüyordu ve ay, onun ilk parlak gözü yanında gittikçe daha küçük kalıyordu. Bu dengesiz büyümenin sonucu kanlı göz, ayın çektiği
ve evreni maddesizliğe mahkum ettiği durumun dengesini bozmuştu. Çekim gücü aydan kat kat fazlalaşan Kaos'un İkinci Gözü ayın yuttuğu kozmik varoluşları girdiği boyut deliğinden geri çıkarıp kendi yanına çekti. Öylesine dehşetli bir dengesizlik anıydı ki ayın yuttuğu tüm kozmik varoluşlar ilk geri çıktığı anda, çok kısa ve sonsuz yıllar kadar uzun zaman aralığında herşey durmuş, algılar işlevini yitirmişti. Geri tepmenin yarattığı zamansal kaos, uzayın maddesizken bile sahip olduğu bilinmeyen kuralları çiğneyebilmişti. Ayın arkasındaki görünmez yutucu boyuttan bir kısmı çıkan varoluş düzlemleri , evrenin kaldıramayacağı bir sapkınlıkla kusmuk gibi yokluğun göğüne dağılmıştı. Yarısı ayın boyut deliğinin içinde yarısı dışında kalan başka evrenlere ait canlılar ve tuhaf varoluşlar inanılmaz bir işkence içinde acının farklı boyutlarında gidip geliyorlardı. Garip şekilli yaratıklar ve başkalaşmış insan formları bedenlerinin yarısı dünyada yarısı düşünülemeyecek uzaklıktaki başka boyutlardayken düzlemsel işkencelerin içinde ağızlarını bile açamıyordu. Fakat her acıyla kızılı koyulaşan ve büyüyen kanlı Göz onların acısını çok iyi algılıyordu. Öyle ki işkencenin en özel biçimi olan boyut farkı, iblis tanrılarının en sadist hazzı yaratıp Göz'ün damarlarındaki nabzı hızlandırıyordu. Yarım kalan evrenlerdeki yaratıkların bedenlerinden çıkan hayat özlerinin Göz'e girişi, kızıllaşması ve damarlarını beslemesi net bir şekilde görülüyordu. Öylesine kutsal bir andı ki o, acının, heretizmin ve kafirliğin tanrılaştığı, tapıldığı ve şeytani hazlara dönüştüğü tam bir kıyamet sahnesiydi. Gözün ızdırap damarlarında asılı zavallı insanlar başkalarının işkencesinden çıkan parlak hayat özleri Göz'e girip onlara ulaştığında bir süreliğine de olsa hareket özgürlüğüne kavuşuyorlardı. Bunun sayesinde bir süreliğine de olsa kılcalların üzerinde özgürce yürüme kabiliyetine kavuşan erkek ve dişiler birbirlerinin üzerine olanca hayvani güdüleriyle atılıyorlar ve kainatın en vahşi haz alemlerini sergileyerek Kaos'un Göz'ünün ve onun altındaki daha düşük seviyeli şeytani varlıkların bile zevkten çıldırmalarına sebep oluyordu. Kıyametin, acı ve ölümün haince planı bu ölümcül mekanizmaya dayanıyordu. İşkenceler içinde ruhları silinmek üzere olan ve noktalaşıp hiçleşmeye başlayan insanlar sadece Kara Efendiler'in eğlencesi için eski formlarına kavuşabiliyor, o sırada ise evrendeki en tehlikeli iki cins bir araya getirilerek acının içinde tapılası zevk araları oluşturuluyodu. En tehlikeli, kıyametin sebebi iki cins.. Kadın ve erkek, ve onların önlenemez, yok edilemez birleşme arzusu... Ölümsüz kötülüklerin bile silmeye kıyamadığı yücelikte ve insanlığın kirli nefesinin bulaştığı kadar alçakça haz...İşte kaynağı belirsiz öte dehşetler acıyı sevimli kılmak için, yani kıyametin özünü oluşturmak için en büyük ve en zevk verici saptırıcıyı kullanıyorlardı.Sadece bir süreliğine de olsa ızdıraptan sadece bu sayede kurtulabilen zavallı insan mahlukları cinsel hazların sonsuz bağımlılığı içinde kendilerini kaybediyordu, Efendiler bu oyunu sonlandırıp onları ızdıraplara geri gönderdiğinde bile, neredeyse yok olmaya yüz tuttuğunda bile var olan çok küçük bilinç kırıltısıyla o anları düşünüyordu. Fakat öylesine insanlar vardı ki, işte onlar bu oyunların asla kölesi olmuyorlardı. Onlar, o korunmuşlar her zaman zihinlerinin kuytu bir köşesinde mutlak hiçlik fikrini sinsi bir katil gibi bulundurmuşlardı. O katili yok oluşun korkunç,karanlık ve gizemli tadının zehiriyle beslemişler ve ruhlarındaki karanlık ufukların gölgelerinde saklamışlardı. Her an her yerden çıkacak ve sonsuz dinlenmenin yüceliğine kavuşturucak yokluğun fısıltıları canlı tutmuştu zihindeki donuk katili. Onu öylesine korumuşlardı ki o da zamanı geldiğinde akıllarına gelen her türlü dünyevi şevk,coşku ve haz düşüncelerini yılan kıvrımlı bıçağıyla öldürüp sahibine hizmet etmişti. İşte o zihinlerin koruyucu soğuk kanlı katilleriydi, seçilmişlerin İkinci Göz'ün gazabına uğramamasını sağlayan yegane soyut varlık. Sebebi ise o katillerin bizzat Göz tarafından tüm insanlığa tek kurtuluş teklifi olarak sunulmasıydı. Fakat çok az sayıda dahi mahluk bunun karanlığın derinlerine inen tek kurtuluş yolu olduğunu kavrayıp
32
33
Edebiyattan
Öykü
Uyarlamalar
kabul edebilmişti. İşte onlar, Kaos'un Kanlı Gözü ortaya çıktığında en ufak bir şaşkınlık veya korku emaresi göstermemişti, çünkü onlar zaten biliyordu, aykırılığın kimsesiz dağlarında yürüyecek cesareti olanlar için kıyamet hiçbir şeydi. Yaşamın her saniyesi sıradanlar için cehennemin dumanlı alevlerinden farksızdı ve aykırılar bunu zaten biliyordu. Kaos'un,kıyametin ve herşeyi görüp insan kanıyla beslenen gözün gelişi ise onların ödülünün geldiğini gösteren bir sevinç anıydı, onlar nasıl korksundu ki? Nitekim yerler yarılıp, ırmaklar kuruyup dağlar çatladığında ve tüm yeryüzünü uçsuz lavlar kapladığında onlar havalanmışlardı. Tam o sırada evrene tarifsiz tuhaflıklar şeklinde sıçramış yarım varoluşları bir araya getirecek kuvveti bulan Göz aydaki geri kalan boyutları da çekti. Geri gelen maddesel evren artık devasa boyutlara ulaşmış Göz'ün etrafında tekrardan aşırı hızlı dönen bir girdap halini aldı. Göğe yükselen aykırılar, sıradan hemcinslerinin aşağıda kemikleri ve dokuları lavlar içinde erirken attıkları çığlıkları önemsemediler bile. Onlar gözün etrafında dönen kargaşaya kaptırdılar kendilerini, hızla dönen sonsuz yokoluş girdabının içinde kendilerini kaybettiler. Döndükçe varlıkları birbirlerine karıştı, bireysel şuurları belirsizliğin içinde eriyip tek bir tükenmişlik yumağında kayboldu. Girdap, Göz'ün yutucu boyutundan içeri girip kayboldu. Aykırılar hiçleşmiş varlıklarıyla yokluğun sonsuz uçurumlarındaydılar. Ebedi karanlığın ölümsüz huzurunda sonsuza dek yok oluyorlardı. Varolmamak, hissetmemek, farkedememek, farkemediğini farkedememek.... Her gün yokoluşu zihninde yaşayan, onun rahatlatıcı çürümesine kendini zaten kaptırmış aykırılar için kıyametin getirdiği acı fikrinin nasıl bir tesiri olabilirdi ki? Onlar ölümden korkmak gibi bir algıya nasıl sahip olabilirdi? Dünyanın aldatıcı köleliğinde kendilerini kaybedip ona değer veren tüm sıradan ahmak sürüsü için yakıcı lavlar ve kaosun işkenceleri vardı, onlar sürüden sıyrılamamanın bedelini bitmek bilmez acılarla ödüyordu. Onların günahı yaşarken dünyaya dair aptalca umutlarının olmasıydı, onlar sürekli hayattan bir beklentiyle yaşayacak kadar beyinsizleşmiş kitlelerdi. Onlar herşeyin bir hiçten ibaret olduğunu, son kavramının yaratan hiçliğin aslında yaşayabilecekleri tek şey olduğunu kabul etmemiş inkarcılardı. Kendilerini ve çevresini ısrarla kandıran, Göz'ün aslında bilinçlenmeye başladıkları ilk andan beri değersiz varoluşlarına fısıldadıkları tek gerçeği, yokluğu ısrarla görmezden gelen kibirli ölümlüler sonsuz işkenceleri fazlasıyla haketmişlerdi. Peki ya aykırılar... Onlar zaten yaşarken kokuşmanın,çürümenin ve bezginliğin bitmek bilmeyen provalarında defalarca ölmüş ve varoluşun acı dolu sahnelerinde kendilerini kanıtlamışlardı. Ne insanın yalnızlığına çare bulması için tanrılar yaratmış, ne evrimini tamamlayamamış aşağılık türlerinin aşağılık dayatmalarını kabul etmiş ne de gerçek mutluluğu arayacak kadar ahmaklaşmışlardı. Aykırıların cehennemi hayattı. Onların cenneti diye birşey ise olamazdı.Onlar için tek gerçek hiçbirşeyi idrak etmemenin herşeyi kaplayan karanlığıydı.Aykırılar bunu kabul edip Göz'ün ve diğer şeytani dengesizliklerin azabından sıyrılmıştı. Artık onlar için sorgu veya öbür dünya yoktu, sadece hayatı insanüstü bir doğayla reddedişin getirdiği, ölümle varlığını gerçekleştiren sonsuz istirahatleri vardı. Yazan: Can ÇELİKEL Illüstrasyon: Yunus KOCATEPE
34
Bu ay oldukça taze bir edebiyat uyarlamasından bahsedeceğiz. Dünyada çok satan bir kitaptan ve onun 2012 yılı sonunda gösterime girip bu yıl 2013 Oscar ödüllerinde tam 11 dalda ödül adaylığı bulunan film uyarlamasından bahsedeceğiz. Kitabımız ve filmimiz: Life Of Pi, yani Pi’nin Yaşamı. Yolculuk başlasın…
Edebiyat'tan Sinema'ya Uyarlamalar-10
Pİ'nin Yaşamı (Life of Pi) Çok satan başarılı bir kitap: Pi’nin Yaşamı Dram-macera (hatta biraz da fantastik) türdeki Pi’nin Yaşamı romanı, esasen biraz da spiritüel bir yolculuk romanıdır. Yann Martel tarafından yazılıp Eylül 2001 yılında yayınlanmıştır. Kısa sürede Fransa, İngiltere gibi ülkelerde tanınıp ödüller kazanmaya başlamıştır. Edebiyat dünyasının prestijli ödüllerinden “Man Booker Ödülü”nü 2002 yılında kazanmıştır. Ayrıca 2003 yılında “Exclusive Books Boeke” Ödülünü ve Asya–Pasifik Amerikan Edebiyat Ödülünü kazanmıştır. Ülkemizde Temmuz 2003 yılında İnkılap Yayınevi tarafından ilk olarak basılmış, günümüze kadar birkaç baskı daha yapmıştır. Yaklaşık olarak dünyada 7 milyon satışlık bir başarıya ulaşmıştır. Romanda Piscine Molitor Patel isimli Hintli bir gencin yaşamından önemli bir kesite ve sıra dışı bir yolculuğuna tanık oluyoruz. Babası Hindistan’da bir hayvanat bahçesinin sahibi, müdürü ve işletmecisi olan bu genç, küçüklüğünden itibaren hayvanları gözlemleme şansına sahip ve onları tanımaya çalışıyor. Kitabın 114 sayfalık bu ilk kısmı, bize hem Piscine’i ve ailesini; hem de birçok hayvanı bir belgesel izler gibi tanımamızı sağlıyor. Öyle ki, hayvanların karakteristik özellikleri ile temel ihtiyaçlarının neler olduğu, nasıl sakinleştirip kontrol edilebilecekleri, onların huzurunu bozan şeyler, hangi durumlarda neler yapabilecekleri ayrıntılı olarak anlatılıyor. Yazarın bu bölümü yazarken sıkı bir araştırma yaptığı gözüküyor. Bu arada, ergenliğe adım atmış olan bu gencin dini inanç olarak sadece Hindu dinine bağlı olmadığını, diğer üç büyük dine de sempatiyle baktığını, hatta Hindu dininin yanı sıra Hristiyanlık ve Müslümanlığın bazı dini ritüellerini yaptığını görüyoruz.
35
Edebiyattan
Edebiyattan
Uyarlamalar
Uyarlamalar
Dindar olmanın anlamının illa ki tek bir dine bağlı olmak olmadığını, diğer dinlere de saygıyla ve o pencereden bakmak demek olduğunu kahramanımız bizlere yansıtıyor. İsmini Fransızcadaki “havuz” kelimesinden alan Pi, okulda ismi yüzünden alay ediliyor. O da güzel bir buluşla isminin “Pi” olarak çağrılmasını sağlıyor. Daha sonra ailesi hayvanların bir kısmını satarak, bir kısmını da gemiyle taşıtarak Kanada’ya (yazarın memleketi) taşınmak zorunda kalıyor ve bir gemi yolculuğu sonrası romanın esas sürükleyici bölümü ikinci kısımda başlıyor. Deniz kazası olduktan sonra kurtarma filikasında kendisinden başka Richard Parker isimli bir Bengal kaplanı, Portakal suyu isimli bir orangutan, bacağı kırık bir zebra, bir sırtlan olduğunu fark ediyor. Bir de fareler ve sinekler. Bir metre derinliğinde, 8 metre boyunda ve 2.5 metre boyundaki filika, yaşanacak birçok sürprize ev sahipliği yapmaktadır… Kitaptan bazı bölümler: “… Kaplanlar, diğer bütün hayvanlar gibi şiddeti bir hesaplaşma amacı olarak görmezler. Hayvanlar, öldürülmeyi göze alarak öldürmek uğruna kavga ederler…” “… Terbiyecinin yapması gereken tek şey, süpermen konumunu aralıksız sürdürmesidir. Kademe düşerse bu ona pahalıya mal olur. Hayvanlar arasında düşmanca saldırgan davranışlara neden olan şey, toplumsal güvensizlik ifadesidir. Karşınızdaki hayvanın yerini bilmesi gerekir, gerek altınızda gerekse üstünüzde…” “… İmam ve papaz başlarını salladılar. “’Ama bir insan aynı anda bir Hindu, bir Hristiyan ve bir Müslüman olamaz. Bu olanaksız. İçlerinden birini seçmeli.” ‘“Bunun suç olduğunu zannetmiyorum ama sanırım haklısınız”’ diye cevap verdi babam…”Bapu Gandhi “’Tüm dinler gerçektir.”’ demişti. Ben yalnızca Tanrı’yı sevmek istiyorum”’ sözleri ağzımdan kaçtı ve yüzüm kızararak bakışlarımı yere çevirdim….” “…Bir küreğe tutunmuş, karşımda erişkin bir kaplan, altımda köpek balıkları, tepemde fırtına ile Pasifik Okyanusu’nun ortasında yapayalnız ve öksüz kalmıştım. Başarma şansımı mantıklı olarak düşünebilseydim, mücadele etmekten kesin vazgeçer ve köpek balıkları tarafından yutulmadan önce boğulacağımı umarak küreğin ucunu bırakırdım. Ama bu göreceli güvenlik anlarımın ilk dakikaları boyunca aklımdan hiçbir düşünce geçtiğini anımsamıyorum. Havanın aydınlandığını bile fark etmemiştim. Küreğe tutundum. Tanrı bilir neden, yalnızca küreğe tutundum…” “ Allah’a şükürler olsun, Dünyaların Efendisi, Kıyamet Günü’nün Merhametli, Şefkatli Hükümdarı!” diye mırıldandım. Richard Parker‘a dönüp “Titremeyi kes” diye bağırdım. “Bu bir mucize. Bu Tanrısallığın kanıtı. Bu…bu…” öylesine harika ve gerçek dışı bir şeydi ki, ne olduğunu bulamamıştım. Soluksuz, sözcüksüz kalmıştım. Kollarımı ve bacaklarımı açarak brandanın üzerine uzandım. Yağmur iliklerime işliyordu. Ama gülümsüyordum. Üçüncü derece yanıklara neden olacak bu elektrik çarpmasını, gerçek mutluluğu hissettiğim ender anlardan biri olarak anımsarım…”
36
Yazar Yann Martel Kimdir?: Kanadalı yazar Yann Martel, 25 Haziran 1963 yılında Salamanca’da (İspanya) doğmuştur. Babasının diplomat olmasından dolayı Kosta Rika, Fransa, Meksika gibi ülkelerde de bulunmuştur. Yetişkinliğinde Türkiye, İran, daha çok da Hindistan gibi ülkelerde zamanını geçirmiştir. Halen Kanada’da yaşayan yazar, ilk kitabı olan “Seven Stories”i 1993 yılında yayınlatmıştır. Esas ününü Pi’nin Yaşamı kitabıyla yapmıştır. Bu romanla en kayda değer ödüllerden olan Man Booker Ödülünü kazanmıştır. “Self” isimli ilk romanı da Kanada’da “İlk Roman Ödülü” kazanmıştır. Romanın tanınmasına ABD Başkanı Obama da dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. Birkaç yıl önce yazara gönderdiği mektupta roman için “Tanrı’nın varlığının zarif bir ispatı” şeklinde düşüncesini belirtmiştir. “Pi’nin Yaşamı” kitabı dikkati çekip ödüller kazandıktan sonra, bu romanın Brezilyalı yazar ve fizikçi Moacyr Scliar’in “Max and Cats”(1990) isimli romanından intihal yapılarak yazıldığına dair haberler çıkmıştır. Bu romanla kendi romanı arasında kayda değer benzerlikler taşıdığı bazı edebiyat otoriteleri tarafından ve medya tarafından belirtilmiştir. Scliar’in romanında da Berlin’de Nazi’lerden kaçan bir Yahudi ailesinin hayvanat bahçesindeki hayvanlarla birlikte yolculuğu ve bu yolculukta geminin kaza geçirmesi söz konusuydu. Bu hayvanlar arasında bir de jaguar vardı. Yazar Martel, “konuyu aşırma” suçlamaları ile ilgili olarak ilgili kitabı bildiğini fakat okumadığını söylemiştir. Yazılanlara göre iki yazar, konuyu aralarında halletmişler ve Yann Martel, kitabın konusundan esinlendiğini ve yazarına da kitabının sonraki baskılarında (yazar Scliar’e) teşekkür mahiyetindeki ifadeleri dış ülkelerdeki bazı baskılarda yer almıştır. En azından “bir esinlenme” söz konusu olsa da, yazar Martel, yazdığı romanla mevcut konuyu çok iyi geliştirmiş ve yazmıştır. Yann Martel halen Kanada’da Montreal’de yaşamaktadır. Kanada Başbakanına her hafta kitap yollaması ile ilgili olarak “Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kâbuslarıma dönüşebilir” diye açıklama yapmıştır. Pi’nin yaşamı’nın bazı uyarlama denemeleri: Eser, 2003 yılında İngiltere’de bir tiyatro oyununa uyarlanmıştır. Bu uyarlamada sadece altı kişi rol almış, Richard Parker isimli Bengal kaplanını da bir oyuncu
37
Edebiyattan
Edebiyattan
Uyarlamalar
Uyarlamalar
canlandırmıştır. Romanı resimlemek ya da romanın yeni baskısında kullanılmak üzere resimlerinin yapılabilmesi için bir yarışma açılmış ve bu yarışmayı Tomislav Torjanac kazanmıştır. Eserlerinden örnekler için: www.torjanac.com sitesini ziyaret edebilirsiniz. Daha sonra romanı filme çekmek için çalışma başlatılmış, fakat çeşitli zorluklarla karşılaşılmıştır. Bazı otoriteler ve hatta film yapım şirketleri tarafından eserin filme uyarlanmasının zorluğu gündeme gelmiş; “filme uyarlanamaz” denmiş, bu nedenle eserin filme çekilmesi projeleri çeşitli nedenlerle gerçekleşmemiştir. Daha sonra yönetmenlerle görüşmeler başlamış ve M.Night Shyamalan, Alfonso Cuaron, Jean Pierre Jeunet ile görüşülmüş, fakat bir sonuca varılamamıştır. Yönetmen Jeunet, filmi CGI bilgisayar teknolojisi yerine gerçek hayvanlarla çekmeyi önermiş, fakat projenin çok daha uzun sürecek olması ve diğer nedenlerle vazgeçilmiştir. Daha sonra filmi yönetecek olan Ang Lee ile anlaşmaya varılmıştır. Yönetmen Lee de kitabı ve senaryoyu okuduktan sonra hemen ikna olmamış “Sanatsal ve ekonomik yönleriyle filme çekmek çok zordu” diye çekincesini belirtmiştir. Çok başarılı ve sadık bir uyarlama film: Pi’nin yaşamı(2012) Yukarıda kitaptan bahsederken daha çok deniz yolculuğu öncesi ilk bölümden bahsetmiştik. Deniz kazası yaşandıktan sonraki bölümünden de bahsederek devam edelim. 16 yaşındaki vejetaryen Hintli genç olan Pi Patel, taşıdığı farklı inançlarla fakat daha çok hayatta ısrarla kalmasını sağlayan “yaşamaya derinden inanma azmiyle” sıra dışıdır. İki saat süreli olan filmde (ve tabii romanda) spiritüel gerçekler de alt okuma olarak yansıtılmaktadır. Örneğin yolculuğa deneyimsiz ve ne yapacağını bilmeyen bir genç olarak başlayan kahramanımız yolculuğunu, tüm yaşadıkları ile bir yetişkin olarak tamamlayacaktır. Ya da yolculuk boyunca karşılaşacağı susuzluk, açlık, bilinmezlik, ölüm korkusu gibi yaşamasına engel olan şeyler ve bunlara verdiği tepkiler biraz da herkesin yaşamda başına gelebilecek her tür durumda vermemiz gereken tepkilere veya kabullenmelere atıfta bulunmaktadır. Film, güzel bir Hint şarkısı eşliğinde (Pi’s Lullaby isimli şarkı_ Videosu için: http://www.youtube. com/watch?v=6fr1trE54oU) ve hayvanat bahçesi görüntüleri ile başlıyor. Pi’yi 5 yaşında, 12 yaşında, daha çok 16 yaşında, ara sıra da başından geçenleri anlatan 40 yaşındaki bir yetişkin olarak görüyoruz. Deniz kazası sonrasında Büyük Okyanus’ta 227 gün boyunca geçen olaylar yarı masal tadında ve enfes görüntüler eşliğinde iki saat boyunca izleyiciye sunuluyor.
38
Filmle ilgili bazı detaylar: Filmde kullanılan CGI Bilgisayar destekli teknoloji ile umut edilenden daha başarılı sonuçlar alınmış, özellikle kaplan Richard Parker ile diğer hayvanlar gerçek hayvanlarmış gibi canlandırılmıştır. Film, 2013 Oscar Ödül adaylıklarında 11 farklı kategoride adaylığa ortak olmuştur. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo ödülleri başta olmak ve kalan adaylıklarda da daha çok görselliğe ait olan teknik kategorilerde Oscar Ödül adaylıkları bulunmaktadır. En azından teknik bazı kategorilerde rakiplerini geçmesi rahatlıkla beklenebilir. Film, IMDB sitesi verilerine göre şimdiden 8.2 gibi yüksek bir puana ulaşmıştır. Film ülkemizde +13 yaş kategorisi ile gösterime girmiştir. Gerekçe “şiddet ve korku” dozudur. Diğer ülkelerde PG, yani Parental Guidance (Anne baba refakatinde veya onayı) sınıflaması ile gösterime giren film (küçük çocukların hayvanlarla ilgili kimi şiddet sahneleri nedeniyle), ülkemizde nedense PG-+13 sınıflaması ile gösterime girmiştir. Dört yıl aradan sonra bu filmi yöneten Ang Lee’yi, filmde gemide yolculuk yapan bir kişi olarak görebilirsiniz. Filmi çeken Fox 2000 Pictures şirketi, filme 120 milyon dolarlık bir bütçe ayırarak önemli bir riske girmiş, fakat sonuçta başarılı olmuşlardır. Filmde tanınmayan oyuncuların kullanılması, hayvanları canlandırmada bilgisayar teknolojisinin nasıl bir sonuç vereceğinin tam olarak kestirilememesi önemli soru işaretleri olarak gözüküyordu. Filmde zaman zaman gözüken turuncu rengi, biraz da Hindistan’ın baharatlarına gönderme yapan ve hayatta kalmanın (filika-can simidi vb.) sembol rengidir. Tabii bir de Richard Parker’ın… Senaryo (David Magee), kitaptan çok başarılı bir şekilde oluşturulmuştur. Romanda anlatılan her durum ve olay elbette filmde yer almamıştır fakat, senaryo romanın ruhunu tamamıyla verebilmeyi başarmış, yönetmen de bu fırsatı iyi kullanmıştır. Bunun yanında romanda bulunmayan (kaplanın denizde yüzmesi sahnesi gibi) veya çok kısa geçilen (gemi içindeki diyaloglar gibi) kimi sahneler, filme ayrı bir renk katmıştır. Filmin romana sadık kalmış oldukça başarılı bir uyarlama olduğunu, yukarıdaki iki resme bakarak da fark edebilirsiniz. Sol taraftaki resimde romanın orijinal kapağı, sağ taraftaki resimde de filmden bir sahne görülmekte. Kişisel olarak gerek romanı okurken, gerekse filmini seyrederken büyük keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Romanda okuduklarınızın filmde hayal ettiğinize yakın bir şekilde gerçekleştiğini görmek insana ayrı bir keyif veriyor. Bu ayki Oscar Ödül Töreninde bu film önemli başarılar elde eder, çok sayıda ödülü elde ederse ülkemizde filmin belki yaz aylarında yeniden vizyona girme şansı da olabilecektir. Eğer filmi izlemediyseniz, özellikle 3D gösterimi sunan sinemada seyretmenizi tavsiye ederim. Yazar Martel de film uyarlamasını beğenmiş ve okurlarını filme gitmesini tavsiye etmiştir.
39
Edebiyattan
Edebiyattan
Uyarlamalar
Uyarlamalar
Son söz ve diğer bazı seçenekler: Sonuç olarak ister Pi’nin Yaşamı kitabını, ister filmini sıkılmadan okuyabilir veya izleyebilirsiniz. En güzeli, önce romanı okuyup sonra filmini izlemek olacaktır. Özellikle filmdeki olağanüstü zengin görselliği izlemek için dahi film izlenmeye değerdir. 2013 Oscar ödüllerinde en azından bu kategoride ödül almaması şaşırtıcı olacaktır. Filmin, gelecek yıllarda bir “klasik film” olması da oldukça olasıdır. Bu roman ve film ile ilgili olarak diğer benzer seçeneklere bir göz atalım: Romanın yazarı, hayatta kalma ve denizde kazanma mücadelesi ve yabani hayvanlarla yaşamak veya karşılaşmak konulu kitap ve çizgi roman seçenekleri şunlar olabilir: Baykuş Kitap’tan çıkmış olan “Bağdat’ın Aslanları” çizgi romanını okuyabilirsiniz. 2003 baharında bir Amerikan bombardımanı sırasında bir aslan sürüsünün hayvanat bahçesinden kaçarak Bağdat sokaklarında başıboş gezmesi gerçek haberinden ilham alınarak yazılıp çizilmiş bu grafik romanı, hem gençler, hem de yetişkinler beğeniyle okuyacaktır. AKUT Yayınlarından çıkmış olan “Yabani Hayvanlarla Yaşamak” kitabını isterseniz edinip okuyabilirsiniz. Özellikle bulunduğu konum itibarıyla, sakatlanmış, yaralı, hasta veya bitkin yabani hayvanlarla karşılaşma ihtimali bulunan insanlara kılavuzluk etmek üzere, yaban hayat veterineri Ahmet Kütükçü tarafından hazırlanmış bu rehber kitap size yardımcı olacaktır. Ernest Hemingway’in kısa romanı olan “Yaşlı Adam ve Deniz” kitabını okuyabilir veya
okutabilirsiniz. 100 Temel Eser kapsamında olup çocuk ve gençlere okutulması tavsiye edilen bu kısa romanda yaşlı bir adamın denizde bir kılıç balığını yakalamakla ilgili verdiği mücadele, sade bir anlatımla veriliyor. Yazar Yann Martel’in Türkçe’ye çevrilmiş diğer romanı olan “Beatrice ve Virgil” isimli kitap da diğer bir seçenek olabilir. Benim okumadığım bu romanda aç ve korku dolu bir eşek Beatrice ile Virgil isimli bir maymunun epik yolculuğu konu ediliyor. Ya da Türkiye’de yayınlanan ilk Ken Parker çizgi romanı olan ve Alaska başlığı altında “Beyaz Balina” ismiyle yayınlanan, Parantez Yayınları’ndan (sonra Rodeo Kitap) yeni baskısıyla “Ken Parker-Denizde Av” ismini alan macerayı okuyabilirsiniz (Yeni-Altın Seri No:9). Yer yer “Moby Dick” romanı ve filminden tatlar içeren bu macerada, insan ruhundaki acımasızlık ve doğanın tahribi konu ediniliyor. Vahşi hayvan ile dostluk, denizde hayatta kalma ve denizde kazanma mücadelesi konulu film seçenekleri ise şunlar olabilir: Bir çocuk ile bir çitanın sıra dışı dostluğunu anlatan hoş bir aile filmi “Duma” iyi bir seçenek olacaktır. Benzer bir çocuk/gençlik veya aile filmi olarak Free Willy filmi de (IMDB Notu:5.6) katil
40
bir balina ile bir çocuğun dostluğunu anlatmakta. Yönetmen Alfred Hitchcock’un neredeyse tek mekanda çektiği siyah beyaz film Lifeboat (Yaşamak İstiyoruz) bir deniz kazası sonrası kazadan kurtulanların bir kurtulma sandalında verdikleri yaşam mücadelesine başarıyla odaklanıyor. Yaşlı Adam ve Deniz filmini/filmlerini seyredebilirsiniz. Romandan yapılan ilk uyarlamada, Spencer Tracy’nin başrol oynadığı 1958 yapımı olan gerçek bir klasik film (IMDB Notu: 6.9) ve bence seyredilmesi gerekli de bir film. Aynı romanın 1990 yapımı ve başrolünü Anthony Quinn’in oynadığı ve IMDB Notu:6.4 olan diğer bir uyarlama film de mevcut. Fakat, 1999 yapımı olan Aleksandr Petrov’un yönettiği Old Man and The Sea isimli animasyonu seyretmenizi özellikle tavsiye ederim. 20 dakikalık bu animasyon filmi Youtube sitesi üzerinden ve http://www.youtube.com/watch?v=W5ih1IRIRxI adresinden İngilizce altyazılı olarak izleyebilirsiniz. (IMDB Notu: 8.0) Bu animasyonun yapımı için 29.000 yağlı boya resim oluşturulmuştur. Adeta flu ve epik bir rüya tadı veren bu sanat eseri de romanın başarılı bir uyarlaması. 2000 yılında “En İyi Kısa Film Animasyon Oscarı” alan filmin ayrıca 11 farklı ödülü de bulunmakta.
2000 yılı yapımı Mükemmel Fırtına (Perfect Storm)(IMDB Notu:6.3) isimli film de başka bir seçenek olabilir. Bu filmin konusu, denizde bir fırtınaya tutulmakla ilgili ve gerçek olaylara dayandığı iddia ediliyor. Başka bir seçenek, Tom Hanks’in başrolünde oynadığı ve Robert Zemeckis yönetmenliğindeki Yeni Hayat (Cast Away), (IMDB Notu: 7.6). Bir uçak kazası sonrası ıssız bir adaya düşen bir adamın hayatta kalma mücadelesine ortak olduğumuz bu film başarılı ve güzel bir filmdir. Yönetmen Ang Lee’nin en iyi filmlerinden olan ve Uzakdoğu dövüşünü bir şiir estetiğinde çektiği Kaplan ve Ejderha (IMDB Notu:7.9) filmini de seyretmenizi tavsiye ederim. Yönetmen Lee, bu film ile dünya çapında tanınmaya başlamış ve bu filmi En İyi Yabancı Film ödülü dahil olmak üzere dört Oscar ödülü almıştı. Bu filmin devamının bu sene çekileceği belirtilmektedir. Bir de denize düşen bir çiftin köpek balıkları ile birlikte yaşadığı kabus dolu saatleri anlatan Açık Deniz (Open Water)(2003) filmi de diğer bir seçenek olabilir.(IMDB Notu:5.8) Caner KELER www.canerinevreni.blogspot.com
41
Öykü
Öykü
The Hysteria Channel 'Ve kayığına bindi. Yanına bir anlam aldı. Açıldı.' Uyandığında boğulmuştu. Otopsi masasında yatmaktaydı. O ise hala açık denizde bir balina tarafından yutulmuş Pinokyo ve Gepetto’yu düşünmekteydi. Otopside karnında Kabil ile Habil’i buldular. Kim bilir ne zaman yutmuştu katil ile maktulü. Kardeş kavgasının ilk örneği kendisi tarafından sonlandırılmıştı demek. Bu insanlık tarihinde büyük değişikliğe yol açacaktı. Kabil ile Habil birbirinden yakışıklı ve babayiğit iki kardeştiler. Babaları onlara para değil ama azim ve inanç miras bırakmıştı. Bir ara biri babasına ‘babacığım seni tuz kadar seviyorum’ deyip babasını küstürmüşse de o başka bir masalın konusu. Zaten devamı da saçma. Neymiş ülkede tuzu yasaklamış da her şey çok lezzetsizmiş de falan filan. Bu Habil ile Kabil her akşam mesai çıkışı aynı spor salonuna gidiyorlardı. Sonradan kaslı göğüsleri yüzünden epey bir taş taşıdılar Firavun Akhenaton için. Karısı Nefertiti bunları görünce kıyamadı ağır işe koşmaya, kendi hizmetine aldı. Düşündüğünüz üzere taş gibi delikanlıları taş taşımada kullanmadı tabii bir daha. Hep kız kardeşleri Luhud yüzünden kavga ettiler sanılır öteden beri. Ama maalesef kardeşlerin arasını açan bu firavun karısı idi. Öyle ki birbirleriyle yarıştırmak ve kızıştırmak için elinden geleni yapmış. Bir gün, hayvancılıkla uğraşan Kabil’den bir yemek istemiş. Yemek; dananın içine konmuş kuzunun içine konmuş hindinin içine konmuş ördeğin içine konmuş tavşanın içine konmuş bıldırcının karnındaki siyah zeytinin 3 gün 3 gece çevrilerek piştikten sonra ikram edilmesiymiş. Kabil tüm bu hayvanları bulup getirmiş ama tarım yapan kimseyi tanımadığı için bir türlü zeytin bulamamış. Sonunda istemeye istemeye kardeşine sormuş. Kardeşi hemen kesesinden bir zeytin çıkarıp vermiş: ‘Bir şartla!’ demiş. 'Bunu yediği gece Nefertiti’nin ziyaretine ben gideceğim.' Kabil güzeller güzeli kraliçeye hepten rezil olmaktansa mecburen kabul etmiş. İçinden de ‘Geceye Allah kerim’ demiş. Meğer kelimesi tarihte ilk burada kullanılmış olmalı. Hani beklediğimiz şeyin aslında o şey olmadığını anlatmak için. Meğer, o zeytin tanesi küçük kara bir hurmaymış. Nefertiti hurmayı yemiş ve o kadar lezzetli bulmuş ama o kadar susamış ki su içmekten karnı şişmiş. O gece ne Kabil’i ne Habil’i görmek istememiş. Böylece kardeşin kardeşi öldürmesine engel olan meyve kutsal sayılmış ve üstüne içilen su da zemzem olarak anılmış. Bu yüzden bin yıllardır bilinen Kabil'in kendi ikiz kız kardeşiyle evlenme derdinden Habil'i öldürme meselesi yalan mı diye düşünmemek elde değil. "Bakındım. Otopsi masasında değilim. Bir doğumhanede sezaryen oluyorum. Meğer yutmamışım
42
onları, doğuruyorum. Âdem kapıda hemşirelerle laklak ededursun, ben biri kız biri oğlan ikiz bebeklere hayat veriyorum. Oğlan Kabil’im diyerek doğuyor, kız ‘gömün beni’ diye yalvarıyor. Koskoca bir insanlık o anda gözümde hiç oldu. Eğer erkek kardeşi tarafından zorla karısı yapılıp tecavüze uğramaksa bu kızın kaderi; insanlık tarihinin yanlış bir başlangıcında doğmaktı suçu." Kadınlığını masada bıraktı. Doktorun elinden bıçağı aldı. Hemşirenin yüzünü kesti çıkardı, kendi yüzüne taktı. Kanlı çarşafları arkasında bırakıp kaçtı. Havva’nın kaçtığına delil olsun diye çarşafları balkona astılar. Ama bu Havva’nın kaçtığını ispatlamadığı gibi yüzyıllar boyunca gerdek gecesi akıtılması beklenen bekâret kanının sergilenmesi felaketine yol açtı. Sevdikleri erkek uğruna kanını ilk sevişmede akıtamayan nice kız, bıçaklanarak öldü, çünkü erkekler buna açtı. Âdem hemşireyi karısı sandı. Hemşire'den doğanlarla insanlık hem çoğaldı hem de tarihte ilk ensest yaşandı. Kaçarken kızını da alıp götüren Havva uzun yıllar Arjantin’de yaşadı. Sonradan Madonna ağzıyla ne kuşlar tuttuysa da kiliseye bir türlü yaranamadı, ama bu Eva'nın hayatını anlatan müzikalde başrol oynadı. Kıssadan hisseye gelince kıssa kısaydı, uzadı bitti, vatandaş anasını da aldı gitti. Onlar erdi muradına, o sırada gökten üç elma düştü, birine Dimes, birine Cappy, birine Tamek reklam filmi çekti. Konuk fıkra: Koskoca Hoca’nın lafına inanmıyorsun da eşeğin lafına mı inanıyorsun behey zalım?! Öykü: Tuğba TURAN http://tugbaturan.com
43
Tarihte
Tarihte
Bu Ay
Bu Ay
Tarihte Şubat Ay'ı Şubat ayı geldi. Soğuk geldi, yağmur geldi, kar geldi. Kimine iyi geldi Şubat, kimine kötü geldi. Biz de Şubat ayına geldik. Misafirimiz var bu ay sizler için. Romantik akımın kurucularından ve üstatlarından Victor Hugo tüm bilgeliği ve beyazperde uyarlamalarıyla bu ay bizimle. Başlayalım alışılageldiği üzere ayın başlangıç sözüyle; “Bazı yenilgilerin nedeni, insanların işi yarı bıraktıklarında, başarıya ne kadar yakın olduklarını bilmemeleridir.” Thomas Edison
Victor HUGO (26 Şubat 1802- 22 Mayıs 1885)
“Bana yağmuru anlatma, yağ!” Victor Hugo kışın en soğuk aylarından birinde Şubat 1802’de Fransa’nın Besancon kasabasında dünyaya geldi. Babası Leopol Hugo savaşın her türlüsüne şahit olmuş bir generaldi. Sertti, emir vermeyi biliyordu. Hugo zor bir dünyaya ve zor zamanlara açtı gözlerini. Tarihler Fransa’nın en çalkantılı dönemine bağlarken hayatları Hugo annesinin sevecen kollarında oradan oraya sürüklenerek büyüyordu. Hugo okula başladığında şaşırtıcı gelişmeler gösterdi. Yeteneği ve söz söyleme sanatı içinde büyüyordu. Dünyaya ve bu dünyanın ötesine inanıyordu. Yaşanan sıkıntılara ve çekilen acılara çözüm üretmeye çalışıyordu kendi yüreğinde. Babası onu tam bu dönemde okulundan alıp bir manastır okuluna gönderdi. Batıl olana karşı duran Hugo burada kendi yüreğini korumaya çalışarak yıllar geçirecekti. Tüm sıkıntılarına rağmen okulu ona ilhamda olacaktı sanat hayatı için nitekim okulda tanıdığı kırmızı suratlı, çirkin yüzlü kambur hademe ilerleyen yıllarda onun sanatının bir göstergesi olan “Notre Dame’ın Kamburu”nda âşık bir ucube olarak boy gösterecek ve insanlara insanlık dersi verecekti, yazarının sayfaları aracılığıyla. Okulda onun tek dayanağı kitaplardı. Bulabildiği her sayfayı adeta içiyor ve kendi sözcüklerine çeşniler
44
hazırlıyordu. Çok geçmeden manzumeler yazmaya başladı. Fransız Akademisi’nin açtığı “Hayatın Çeşitli Halleri Karşısında Bilginin Sağladığı Saadet” adlı şiir yarışmasında birincilik kazandı. Bu yarışma onun kendini göstermesine bir vesile olmakla kalmayacak ona güçte verecekti. Nitekim tarih 1819’u gösterdiğinde 17 yaşında Toulouse Akademisi’nin şiir yarışmasında en büyük ödül olan “Altın Zambak”ı kucaklayacaktı. Hugo yazmaya devam ediyor, yazdıkları takdir görmekten geri kalmıyordu. İlk şiir kitabını 1822’de “Methiyeler” adı altında okuyucusuyla buluştu. İlk romanı ise 1823’de dört cilt halinde çıkan “İzlanda’lı Han” oldu. Hugo’nun ünü giderek artıyordu. 1824’de “ Yeni Methiyeler” 1826’da “Bug Jurgal” ve daha sonrada her yıl verdiği eserler Hugo’yu kısa zamanda aranan yazarlardan biri haline getirdi. Fakat Hugo onu dünya çapında meşhur eden eserlerini olgunluk döneminde verecekti. Hugo henüz kendini göstermemişti sözün özü. 1824’de romantik akımın en önemli yayın organı olan “La Muse Française” dergisini kurdu. Cenacle adını taşıyan coşumcu(romantik) sanatçılar çevresinin üyesi ve odak noktası oldu. İnsanın özünün ruhu olduğuna inanan Hugo Tanrı’yı düşünce sisteminin ve eserlerinin baş tacı yaptı. Bu geçici hayatın tüm mükâfatının ölümün ötesinde olduğunu ve Tanrı’nın yapılan hiçbir faydayı karşılıksız bırakmayacağına inandı ve eserlerini bu eksenin üzerine oturttu. Onun Tanrı inancı kilise papazlarından, değiştirilen ve çıkara göre yeniden yorumlanan dinden çok uzaktı. Bu sebepledir ki ölüm döşeğinde şu sözler dökülecekti ağzından; “Tanrı’ya inanıyorum, ahirete inanıyorum fakat hiçbir kilise papazını başımda istemiyorum. Beni seven bütün dünya insanlarının gönülden dualarını bekliyorum. Bu benim için kâfidir.” Hugo yalnızca edebiyatla ilgilenmemiş sanatını siyasal görüşlerine de eklemiştir. Mücadelesi her daim adalet, refah ve huzur adına olan sanatkâr bu amaçları doğrultusunda düşüncelerini her daim açıkça belirtmiştir. Ateşli bir demokrasi ve cumhuriyet yanlısı olarak imparatorluk rejimini eleştiren yapıtlar kaleme almıştır. Hayata, adalete ve ilme inanan sanatçı cehaletin ve imkânsızlıkların insanı körelttiğini sözlerinde defalarca belirtmişti. Ona göre kıyamet okuyamayan, düşünemeyen ve olanaksızlıklar yüzünden ilimden mahrum kalan insan sayısının fazlalaşmasıydı. “Bir milletin büyüklüğü insan sayısının çokluğuyla değil, akıllı ve fazilet sahibi adamların sayısının çokluğuyla belli olur.” Hugo hayatını edebiyata, ebediyete ve iyiliğe ve Tanrı’ya adayan bize eserleriyle doğruyu göstermeye çalışan ve bunu aradan geçen zamanı hiçe sayarak yapan üstatlardan biriydi. Ömrüne bir evlat acısı sığdırdı. Paris’te 1885’de hayata gözlerini kapadığında ölümü “Hoş geldi, sefa geldi!” diyerek karşılayan üstadın vasiyeti ise şu olmuştu;
45
Tarihte
Tarihte
Bu Ay
Bu Ay
“Fakirlere 50 bin frank bırakıyorum. Mezarlığa, yoksullara ayrılmış araba ile götürülmemi istiyorum. Herkesin benim için dua etmesini istiyorum. Hangi mezhebin kilisesi olursa olsun hiçbir dini tören yapılmasını istemiyorum. Allah’a inanıyorum.” Victor Hugo ve Eserleri; Bazı Şiirleri; Odlar ve Çeşitli Şiirler(1822) Sonbahar Yaprakları(1831) Şafak Türküleri(1835) Işınlar ve Gölgeler(1840) Azaplar(1853) Uğursuz Yıllar(1852-1870)
Hugo eserini 1862 yılında noktaladı ve kendi sözleriyle şöyle tanımladı; “Yeryüzünde kanunlar, ananeler yoluyla meydana getirilen suni cehennemler, Allah vergisi kaderi uğursuz insanların elinin karıştırdığı cemiyetler bulundukça; asrımızın başlıca üç meselesi “erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun okumamışlık yüzünden kabiliyetlerinin mahvolması” halledilmedikçe, bazı bölgelerde cemiyetin insanı boğması mümkün oldukça, yeryüzünde cehalet ve sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır.”
Usta edebiyatçı bu kitabı yazmaktaki amacını ise şöyle özetler; “Şu anda okuyucunun eli altında bulunan kitap, eksikleri, üstün veya zayıf tarafları ne olursa olsun, bir baştan bir başa bütünü de, ayrıntılarında kötülükten iyiliğe, adaletsizlikten adalete, sahtelikten hakikate, geceden gündüze, ihtirastan vicdana, çürümüşlükten hayata, ihtirastan vazifeye, cehennemden cennete, sefaletten Allah’a doğru bir yürüyüştür. Çıkış noktası madde, vardığı nokta ruhtur. Başlangıçta canavar, netice de melektir.” Hugo kendi eserini işte bu sözleriyle özetlemişti. Eser edebiyat tarihinin mihenk taşlarından olurken başkahramanı Jean Valjean edebi karakterlerin en şöhretlilerinden biri haline geldi. O günden bu güne kitabı okuyan her okur Jean’da ve kitapta kendinden bir parça buldu. 19. Yüzyıl’da Fransa’da geçen hikâyenin konusunu özetlemek gerekirse; Jean Valjean saf, fakir bir köylüdür. Kız kardeşinin aç çocuklarını doyurabilmek için ekmek çalar, yakalanır ve hapse girer. Beş yıl ağır kürek cezasına mahkûm olur. Hapisten kaçma girişimi işini daha da zorlaştırır ve cezası 19 yıla çıkar. Serbest kaldığında aradan yıllar geçmiş ve saf, fakir köylümüzün ruhu kararmış, insanlığa ve iyiliğe duyduğu inancı kaybetmiştir. Özgürlüğüne kavuşması soğuk bir kış gününe denk gelir. Yemek ve barınak bulmak için çaldığı tüm kapılar, hapishane günleri sebebiyle yüzüne kapanır. Onu kabul eden tek kişi ise yaşlı ve iyi kalpli bir din adamı olan Myriel’dir. Fakat Jean onun iyiliğine gümüş şamdanlarını çalarak karşılık verir. Yine yakalanır. Ama Myriel iyilik anlayışından vazgeçmez ve gümüş şamdanları ona kendinin verdiğini söyler. Böylece Jean serbest bırakılır. Myriel’in bu iyilik dolu halleri Jean’nın içinde gömülü kalan güzelliği ortaya çıkarır. Hikâyenin ilerleyen kısımlarında Jean zengin olacak, aşkı ve acıyı tatmaya devam edecektir. Hugo toplum, iyilik, kötülük ve aşk üzerine kurduğu hikâyesinde toplumun tüm katmanlarına yer verir, anlatır, çözüm yolları sunar kendi kaleminden. Hugo yaşamı şu sözleriyle özetler, kitabını esas alarak; “Hiç şüphesiz bir başka âlemin bekleme odası olan bu dünyada tam manası ile mutlu insan yoktur. Aslında insanlar ikiye ayrılırlar; aydınlıkta olanlar ve karanlıkta olanlar… Karanlıkta olanların sayısını azaltmak; işte büyük hedef… Biz bu yüzden ilim ve eğitim diye haykırıyoruz.” Hugo olgunluk döneminde kaleme aldığı bu muhteşem eserle toplumun içine sızıp kemiklerine kadar etkileyen tüm hastalıkları bir hekim edasıyla belirlemiş ve
46
47
Romanlar; İzlanda Hanı(1823) Bug Jurgal(1826) İdam Mahkûmunun Son Günü(1829) Notre Dame’nin Kamburu(1831) Sefiller(1862) Deniz İşçileri(1866) Gülen Adam(1869) Doksan Üç İhtilali(1874) Bazı Tiyatro Oyunları; Cromwell(1827) Hernani(1830) Kral Eğleniyor(1832) Padova Tiranı Angelo(1835) Victor HUGO ve Sefiller Fransız romantizminin öncüsü sayılan ve romantizmi edebiyat tarihine kabul ettiren Hugo’nun “Sefiller” adlı romanı akımın en önemli eserleri arasında gösterilmektedir. Hugo romanını 1840 yılının ilk aylarında yazmaya başlamış ve tam on senesini eserine mükemmellik kazandırmaya uğraşmakla geçirmişti. Ömrünün olgunluk çağında Hugo en iyi eserlerinden birini yazacaktı bu şeklide…
Tarihte
Tarihte
Bu Ay
Bu Ay
çözümünü de kendi kaleminden vermiştir. İşte bu yüzden Sefiller, eskimez ve zamansız bir eser olarak yaşamaya ve sahibini yaşatmaya devam edecektir. Sefiller ve Sinema Hugo’nun bu ölümsüz eseri toplamda tam yedi kez beyazperdeye aktarıldı. Her seferinde farklı yönetmenlerin gözünden izlediğimiz Sefiller’in ilk yolculuğu 1934 yılında yönetmen Raymond Bernard’la başladı. Bu uyarlamadan bir yıl sonra hikayeyi bu kez Richard Boleslawski’nin gözlerinden seyredecektik. Daha sonra sırasıyla 1958 (Jean-Paul le Chanois), 1995’de Jean-Paul Belmondo’nun da kadrosunda yer aldığı yönetmenliğini Claude Lelouch’un gözünden, 1998’de oyuncu kadrosunda Liam Neeson, Uma Thurman ve Geoffrey Rush’ın bulunduğu, Bille August’un yönettiği yapım ve son olarak da 2012 tarihli yönetmenliğini Tom Hooper’ın üstlendiği ve oyuncu kadrosunda Hugh Jackman, Russell Crowe ve Anne Hathaway’ın yer aldığı uyarlama ile izleyecektik. Sefiller beyazperde de edebiyat dünyasında olduğu gibi yıllara meydan okumayı bilecek ve bize hep hatırlatacaktı kendi lisanında hayatı ve anlamını… Les Mirables(1998) “Burada böyle yatamazsın!” dedi yaşlı kadın Jean Valjean’a. Sokakta taş zemin üzerinde yatıyordu genç adam. Cevap verdi. “Git başımdan kadın!” kadın sopasıyla bir kez daha iteledi adamı. “Neden burada böyle yatıyorsun?” Bağırdı Jean Valjean “Neden sanıyorsun?” “Kimseden yardım istemedin mi?” “İstedim. Her kapıyı çaldım ama ben bir suçluyum, kimse bana yardım etmedi.” Kadın doğrulup bastonuyla bir kapıyı işaret etti. “Şu kapıyı çal evlat! O kapı sana açılacaktır.” 1998 yapımı 159 dakikalık Victor Hugo’nun ölümsüz eserinden aynı adla uyarlanan film işte böyle başlıyor. Yönetmenliğini Bille Agust yapmış. Yer yer kitabın dışına çıkan hikâye işte bu yüzden uyarlama olarak geçiyor tanımlamalara. Yönetmen kitabı zemin aldığı binasını sağlam temeller üzerine kurmanın verdiği rahatlıkla ve temiz bir dille anlatmış hikâyesini. Doğa görüntüleri filmin başrollerinde. Yönetmen fırsat buldukça geniş açıdan göz zevkimizi doyurmak ve arada hikâyenin akışında nefeslenmek için bizi doğaya salıyor ve iyi de yapıyor. Jean Valjean bilindiği üzere kız kardeşinin çocuklarını doyurmak için genç yaşta ekmek çalar ve yakalanır. 5 yıl ağır kürek cezasına çarptırılır. Bu ceza hapisten kaçmak istemesiyle 19 yıla çıkarılır. Dışarı çıktığında elinde sarı bir kimlikle sokaklarda tek başınadır artık. Lakin iyilik dünyada ölmez ve gümüş şamdanlarını çaldığı bir rahip onu yeni hayatına hazırlar. Fakat sıkıntılar bitmeyecektir. Oyunculuk koltuğunda deneyimli isimlere yer vermiş yönetmen. Liam Neelson Jean Valjean karakterini hakkını vererek oynamış. Onun duygularını iyi analiz ettiği her halinden belli oluyor. Uma
48
Thurman ise kendinden beklenenin üstüne çıkan bir performansa sahip rolünde. Yine de Fantine karakteri için doğru seçim mi tartışılır. Geoffrey Rush müfettiş Javert rolünde başarılı. Yapım genel anlamda sade ve anlaşılır bir dille anlatıyor hikâyesini ve oyunculuklar bunu destekler nitelikte. Yine de belirtmek lazım Les Miserables başucu kitabınızsa hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Hugo hikâyesini her daim daha iyi bir dünya için anlattı. Tanrı’ya inancı olan ve adalet sahibi her adam gibi cehalet ve fakirliğin adaleti örseleyebileceğinin bilincindeydi. Aç kalan her insan çalabilirdi. Parasız kalan her kadın istemediği durumlara düşebilirdi. Hayatınızı idame etmek için yaptığınız bir hata sizi kötü yapamazdı. Yeter ki bir şans verilsin ve yeni bir hayatın kapıları aralansındı. Sefiller aslında ruhumuzun karanlığını ve önyargılarımızla idama gönderdiğimiz ruhların acılarını anlatıyor. Cehalet ve fakirlik daha ziyade ruhumuzda… Bu yapım bunu her ne kadar Hugo’nun istediği dille anlatamamış olsa da izlenmeye değer. İyi seyirler… Efendim geldik bir ayın daha sonuna. Bu kez sayfamızda bir isim vardı bin isime bedel. Tek misafir ama her şeyi anlatan bir misafirdi Victor Hugo. İyi geldi bize, hoş geldi. Son sözümüzü söyleyip gitme vakti de geldi önümüzdeki ay görüşmek dileğiyle… “Bu dünyadan başka dünyalar da var şüphesiz, çoğunluğun düşüncelerinden başka düşünceler, sofistin spekülasyonlarından başka spekülasyonlar. Senin davranışlarını kim sorgulayacak peki? Kim vizyonlar içinde geçen saatlerinden dolayı suçlayacak seni ya da aslında senin sonsuz enerjinin taşkınları olan o uğraşları kim yaşamın harcanması olarak kötüleyecek?” Edgar Allan POE
Melahat Yılmaz ÖZBERK www.otekisinema.com
49
Öykü
Rüya Avcısı (İnsan Yüzlü Tren), (Kara Kadın) Merhaba. Benim adım Rüya Avcısı. Daha önce tanışmıştık. Kendimi bırakıp insanların rüyalarında dolaşıyorum. Şahıslar umurumda değil, ben onların hayalleriyle besleniyor, karanlık dünyalarında nefes alıyorum ve iştahıma uygun olanı yutup, aklımda sindiriyorum. Şimdi algılarımı temizleyip, kim bilir kimlerin rüyalarını yaşayacağım? Merhaba, içeri girebilir miyim? Şşşş, işte başlıyorum. Siyahlar giyinmiş kırklı yaşlarda bir kadından korkuyorum. Nerdeyse yüzünü hiç göremediğim bu kadın, oturduğum pergulenin üzerinden beni izliyor. Bunu hissediyorum ama başımı onu görmek için çevirdiğimde, o kayboluyor. Göremiyorum, oysa koşarak üzerime geliyormuş gibi hızlı hareket ediyor. Onu fark etmezsem bana çarpacağı kesin. O, karanlık bir düşün yırtık zarından dışarı çıkmaya çalışan bir duman gibi, ısrarla hayatıma girmeye çalışıyor. Bağırmak istiyorum. Hem de avazım çıktığı kadar. Koşarak karşıma geçiyor ve beni bağırmamam konusunda karanlığıyla tehdit ediyor. Başımı yavaşça kaldırıp rüyalarımı zindana çeviren karanlık kadını görmek istediğimde o, benim göremeyeceğim bir yönüme geçerek, üzerime çökmeye devam ediyor. Şehrin sönmüş evlerinin manzarasına çıktığımı görüyorum. Gökyüzünün yıldızları, dağların üzerine aksetmiş gibi, uzaklarda bir kaç ışık görünüyor. Siyahlı kara kadın ne yapıyor diye düşünmeye başladığımda, kara kadının gülümseyişini hissediyorum. Hemen arkamda. ‘sakın korkma’ diye sesleniyor, sessizce ve acımasız. Arkamı dönemiyorum. Kadının tanıdık yüzünü görmek için korkunç kâbuslara katlanmaya hazırım. Çünkü onu tanıyorum. Kadın bu arzumu tadınca, tıslıyor. Çaresizliğini seziyorum. Sanki arkamı dönsem onu görebileceğim. Sanki durmak üzere olan kalbimi ona fırlatsam onu yok edebileceğim. Korkuyorum. Karanlık kadın kollarını yanlara açıyor ve arkamdan üzerime atılacağı sırada, son kalan cesaretimle, arkamı dönüyorum. Aklım sıçrıyor. Çığlık, kıyamet. Of ne güzel de rüyaydı, uzun süredir böylesine korkuyu yaşamamıştım. Onu yememiştim. Sssssss. Bu akşam farklı bir rüyanın içinde daha yüzmeliyim, yoksa merak ettiğim karanlık kadının yüzünü unutamayacağım. Nnnnnnnnnnn. Bu sefer hayal gücü daha sağlam birinin içine girmeliyim. Aaaaaa. Fffffff. Buldum.
50
51
Öykü
Film Kritik
Bıçak taşıyan bir genç görüyorum. Loş bir odada çıplak bir kadına doğru yürüyor. Kadının sırtı dönük. …. …. Ssssss. Hayır bu rüya olmaz. Daha uykuya tam dalmadığı için yön verilen rüyaları hiç sevmem ve kaçarım. Oooooooo. İşte. İnsan yüzlü bir tren görüyorum. Ağzı açık, önüne geleni yutmaya hazır. Küçük bir kız çocuğu koşturuyor trenin önünden geçmek için. Annesi feryat figan ağlıyor, yardım çığlıklarının ardından. Ölü bir balık var rayların üzerinde. Birazdan insan yüzlü trene yem olmak için hazır. İstasyonun duvarındaki tabelada ‘korkot’ yazılı. Korkot durağında ölü bir balık yutmaya çalışan insan yüzlü bir trenin önünden atlamaya çalışan bir kız çocuğu görüyorum. Annesi kızı için yardım çığlıkları atarken, sol bacağının kopuk olduğunu görüyorum. O kadar çok kan akmış ki, kadın sanki kan dolu bir küvette oturuyor. Kız çocuğu koşarken, annesinin bacağından akan kan onu takip ediyor. Kız hızla koşuyor ama çok yakın olan trene yetişemiyor. Hızla giden tren bir türlü balığı yutamıyor. Kan, kadının bacağından akmaya devam ediyor ve nihayetinde kızın ayaklarına kadar ulaşıyor. Kız annesinin kanına basıp yere yuvarlanıyor. Raylardaki balık, kızın düştüğü yöne doğru bakıyor. Tren öfkeyle daha da hızlanıyor. Balık sıçrıyor ve kızın, üzerine basıp düştüğü kan birikintisinin içine atlıyor ve gözden kayboluyor. Tren çok daha fazla öfkeleniyor ve o da balığın ardından kan birikintisinin içine dalıyor. Bir yılan gibi kıvrılarak yavaşça kan gölünün içinde gözden kayboluyor. Kız annesine bakıyor. Annesi kızına başıyla hayır demeye çalışıyor ama kız onu dinlemiyor ve kan gölünün içine dalıyor. Kan, kızın ardından fokurduyor. Anne ağlıyor. Yağmur yağmaya başlıyor. Kan geri çekiliyor ve annenin ayağına geri doluyor. Anne daha fazla ağlıyor, elleriyle göğsünü dövüyor. Kızının adını haykırıyor. Kadının ayağı normale dönüyor. Başka bir kadın uyanıyor. İşte bu son rüya iyiydi. Böyle geceleri seviyorum. Mmmmmmmm. Şimdilik yeterli. Sssss. Gecede iki av yeterlidir. Şimdi gidin ve rüyalar görün. Unutmayın, gerçek diye bildiğiniz yaşantınızda bir tek öykünüz var ama rüyalarda istediğiniz kadar öykü yaşarsınız. Belki beni de görürsünüz o yolculuklardan birinde. Çünkü ben rüyaları avlarım. Aaaaaaaaa. Benim adım Rüya Avcısı. Daha önce tanışmıştık. Yazan: Erol ÇELİK
52
Illüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Karaoğlan’ı Beyazperde de İzlemek Karaoğlan’ı beyazperdede görme fırsatını elde edeceğimizi ilk duyduğumda epey heyecanlanmıştım, Suat Yalaz’ın bu unutulmaz kahramanı okuma-yazmayı söktüğümde ilk okuduğum çizgi romanlardan biriydi. Yıllar önce çekilen Karaoğlan filmlerini ise ancak televizyonlarda ya da ev sinemasında izleyebilmiştik. Yakın geçmişte izlediğimiz televizyon dizisi ise pek doyurucu olmamıştı doğrusu. Filmin yönetmeninin Kudret Sabancı’nın olacağı haberi ise heyecanı arttırdı. Onun çizgi roman sevgisini biliyorduk ne de olsa. Çizgi romana ihanet etmezdi. Fragmanları da hiç fena durmuyordu doğrusu. Filmin gösterime girdiği hafta sonu koca bir sinema salonunda tek başına izlediğimde filmin pek fazla gişe yapmayacağını anlamıştım. Nitekim bu yazının yazıldığı günlerde Karaoğlan’ın epey düşük bir gişe hasılatı yaptığı belli oldu. Eleştirmenlerden de pek olumlu not almadı çoğunlukla. Ama peşin peşin belirtmeliyim, ben filmi sevdim. Eksikleri olmasına rağmen sevdim. Filmin konusu aslında çok klasik bir hikâye. Bir gün yolda kötü adamlar tarafından kaçırılmaya çalışılan bir kadın gören Karaoğlan onu kurtarır. Sonradan kadının aslında önemli biri olduğu ortaya çıkar. Nişanlısı ile buluşabilmek için Moğolların arasından geçip gitmelidir. Bu yolculuğunda ona Karaoğlan eşlik eder. Baybora, Balaban, Çalık ve Bayırgülü de onlarla beraber bu yolculuğa çıkarlar. Her ne kadar Karaoğlan’ın maceralarında pek çok kötü adam olsa da biraz da eski filmlerin etkisiyle en büyük can düşmanı Camoka olarak bilinir. Bu filmde de kötü adam olarak Camoka seçilmiş.
53
Film Kritik
Görünüş olarak baktığımızda ufak tefek değişiklikler olsa da karakterlerin hemen hepsi çizgi romandan tanıdığımız gibi. Sadece görünüş olarak değil davranış olarak da çizgi romana pek fazla ihanet edilmemiş. Aslında filmin fragmanlarını ilk izlediğimde Bayırgülü’nün daha sarışın olması gerekirdi diye düşünmüştüm ama film içinde çizgi romana en yakın karakter de o olmuş. Bayırgülü’nün o cıvıl cıvıl yapısı pek güzel verilmiş. Müge Boz zaman zaman diğer oyunculardan rol çalıyor. Balaban ve Çalık karakterleri ise biraz güdük kalmış. Ama çizgi romanda da her macerada ön plana çıkmazlar zaten. İkinci film olabilirse onların da karakter özelliklerini görmeyi ümit edelim. Her ne kadar film doğrudan Karaoğlan’ın bir macerasından uyarlanmış olmasa da kimi sahnelerde çizgi romandan tanıdık bir kareye rastlamış gibi olduk adeta. Kudret Sabancı’nın bu konuya dikkat ettiği ortada. Ayrıca Karaoğlan ve Bayırgülü’nün tanışması gibi kimi sahneler de doğrudan çizgi romandan alınmıştı. Bunun yanında filmde cinsellik dozunun epey törpülendiğini söylemek lazım. Yoksa Karaoğlan, Çise Hatun ile beraber olmadan filmi bitirmezdi (nişanlı olması pek önemli olmazdı bu noktada) ya da Bayırgülü kurtulmak için para değil cinselliğini kullanırdı. Hoş yine de olay tamamına ermeden tavladığı askerin kafasına testiyi geçirirdi ama olsun. Film aile filmi olarak lanse edildiği için bunlardan uzak durulmuş belli ki. Filmin başka sıkıntıları da var. Kötü adamlar başta tüm seslendirme olayı zayıf bir nokta. Sesli çekim yapılması filmin etkisini arttırırdı. Camoka için seçilen ses ise tümüyle kötüydü zaten. Özel efektlerin çok da başarılı olmaması da bir başka noktaydı ama en büyük bütçeli filmimiz diye lanse edilen Fetih 1453’deki fiyaskoyu düşününce bu filmi de pek fazla yargılamamak lazım. Bir de filmin komedi dozunda sıkıntı vardı. Çizgi romanda hep bir komedi dozu vardır belki ama belli bir seviyede kalmıştır. Burada biraz abartılmış. Örneğin Bayırgülü ve Çise Hatun arasındaki çekişme filme belli bir tat katmış olsa da savaş meydanında da devam etmesi biraz fazlaydı. Sıkıntılarına rağmen bir çizgi roman sever olarak Karaoğlan’ın atı olarak Yağmur'un adını duymak, Baybora'nın oğlumu yeni buldum demesi gibi ayrıntılar bile zevk vermeye yetti. Ufak bir ayrıntıyı da biz hatırlatmış olalım. Karaoğlan, Baybora'ya çok az baba der (nedeni için bkz. Kul Bakay’ın Mezarı). Filmde biraz fazlaca baba diyordu. Buna da dikkat edilse hatta ufak bir gönderme yapılsa ne de güzel olurdu. İzleyenler bilir, filmde devam filmi için de açık bir kapı bırakılıyor. Zaten Karaoğlan’ın maceraları bitmez. Olur da ikinci film çekilmeye karar verilirse eminim ki bu filmden ders alınmış olacaktır ve daha iyi bir film ortaya çıkacaktır. Bekliyoruz. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com
54
55
56
57
Öykü
Düşler Ecesi (Ceren Altındal’a ithafen…) Sakin bir Haziran günüydü… Okulunun bulunduğu ve yıllarını geçirdiği, bir nice hatıralarını ve hayallerini saklayan o küçük sınır şehrinde son günüydü. Akşam otobüsüyle bu tarihi evlerle, 70’lerden 80’lerden yadigâr apartmanların birbirine karıştığı, öğrencilerin sokaklarından eksik olmadığı, zamanın dışında yıllardan beridir aynı kalmış gibi görünen bu yerden ayrılacaktı ve güneş altında son kez görmenin tadını çıkarmaktaydı. Şehrin bir ucunda bulunan, asırlık ağaçların ve taş köprülerin bulunduğu tarihi bir koruyu dolaşmıştı. Ruhundan bir parçanın o ağaç diplerinde, köprünün taşları arasında sıkışıp kaldığını hissetmiş, nihayetsiz gibi görülen yeşil sarmaşıkların üzerinde ve yosunlu ağaçların arasında yürürken başka bir zamana ait olduğunu düşünmüştü. Nehirlerin sessiz sedasız akışında apayrı, saklı bir ezgi, keşfetmiş gibiydi akarsuların ruhuna dolandığını sanarak kendini şehre atmıştı. Sayısız kez kaldırımlarında dolaştığı çarşıda son kez yürüdükten sonra, önceleri arkadaşlarıyla gece dolaşmalarında denk geldiği güzellikleri, gündüzün o vaktinde de görebilmek için minibüse binmek yerine yürüyerek dönmeye karar vermişti evine. Öğrencilik yıllarından arkadaşlarıyla tuttuğu mütevazı öğrenci evine yürürken, kendisini görmezden gelen insanların arasından süzülüp mahallesine varmıştı. Geceleri oldukça korkutucu görünen ve bacasının uğursuz kuleleri andırdığı kiremit fabrikasının hemen yan tarafındaki otuz senelik apartmana çıkarken, civardaki ağaçlara son kez baktı. Rüzgârın uğultusunu bile farklı bir melodi gibi işitmekteydi. Arkadaşlarından geriye en son o kalmıştı, o da gittikten sonra valizini alıp evin anahtarını emlakçıya teslim etmek üzere evden çıkarak birçok anısına ev sahipliği yapan daireyi terk edecekti. Birkaç eşya dışında tamamen boş kalmış “eski” evine doğru merdivenleri tırmanırken evini son kez seyretmeyi düşünmüştü. Gerçi bu ay kaç kere evi bir hayalet gibi dolaşıp, sayısız anısını sessizce yâd etmişti? Son kez, öğrencilik yıllarının anısına bu tılsımlı ve zamandan ayrı kalabilmiş şehrin, büyülü gibi görünen ormanların ve bir nice hayaletin sahiplendiği eski evlerin anısına, son bir kez anılarını yâd etmekten ne çıkardı? Bu sefer bir şeyler farklı gibiydi sanki kendini belki de ayrılacağı için şehrin tılsımından koparılmış, şehre yabancı kalmış gibi hissediyordu ve bunu o koru gezisinden beridir hissetmekteydi. Her şeyden de öte kendine yabancılaşmış gibiydi ancak nedenini bilemiyordu. Evine çıktığı zaman, arkadaşlarıyla sayısız zamanının geçtiği salona ve odalara bakındı. Sayısız kez gün doğumunu seyredip, radyodan gelen Rembetiko ezgilerinin eşliğinde kadimin şairleri gibi kaç şarap, kaç rakı içtiklerini unuttuğu o küçük mutfağın mütevazı balkonunda dakikalarca takılıp durdu. Odasına dönerken bir anlığına kapısının yanındaki aynada aksiyle göz göze gelmiş, sanki görüntüsü kendine değil de bir başkasına aitmişçesine ürpermişti. Aynada odalardan koridora vuran gün ışığının belli belirsiz aydınlığında omuzlarına dek uzanan kuzgunî mavi siyah renkte parıldayan saçlarına ve yeşil gözlerine tekrar baktı, aynada akseden bir başkası gibiydi. Şehrin efsunundan kaçmanın bir bedeli miydi bu yoksa şehrin bilinmeyen, öğrenilmemesi gereken yasak bir sırrını öğrendiğinden mi artık hiçbir şeyi eskisi gibi göremiyor muydu? Aynadaki yabancıya bakmayı bırakıp odasına girdiğinde içerideki yegâne eşyanın valizi ve evle birlikte kendilerinin olan yatağı gördü. Bir öğrenci şehrinde, o evle birlikte kalmaya devam edecek eşyalardan biriydi. Kendisinden önce o yatağın üzerinde kim bilir kaç öğrenci ağlamış, kaçı uyumuş, kaçı yasak şeyleri düşlemişti? Son kez yatağına oturup odasının duvarlarına bakmıştı. Pencere panjurlarının karartmış olduğu odada kim bilir kaç gecesini bu duvarları seyrederek geçirmişti? Bir anda içinden gelen
58
59
Öykü
bir çağrıya kulak verir gibi yatağına uzanıp öylesine tavana dikmişti gözlerini. Akşama kadar vakti vardı ve odasında son kez yatağında uzanıp hayaller kurmak istiyordu. Ruhunun uyuyup, düşler gördüren zihninin en derin kapıları açıldığında, uykuyla uyanıklık arası halde tuhaf bir diyara adım atmıştı. Bilinci bir anlığına kaybolmuştu sanki ve uykuya dalmamıştı da uyumadan doğrudan düşler âlemine geçmişti. Kulaklarına gelen belli belirsiz mırıldanmalarla uyandığında ilk anımsadığı seslerin kaynağını bulmak olmuştu. Gözlerini araladığında havanın çoktan kararmış olduğunu görmüştü. Otobüsünü kaçırmış olmanın da ötesinde bambaşka bir şeyden kaygı duyuyordu. Kendisine korkutucu derecede tanıdık görünmeyen bir dünyaya açmıştı gözlerini... Panjurları açtığı zaman dışarıda korkutucu derecede büyük ve beyaz dolunay görmüştü. Dolunay, etrafı tuhaf sarımsı bir ışıkla dolduruyor, gölgeler üzerinde çeşitli göz oyunlarına neden oluyordu. Yıldızlar tanıdıktı ancak ne ışıltıları aşina geliyordu gözlerine ne de gökyüzü her zaman gördüğü mavi siyah renkteydi. İnsanın ruhunu yutacakmış gibi görünen kadim bir iblisin emsalsiz ve ölçülemez ağzının karanlıklarına bakıyordu sanki. Tuhaf bir şekilde, yıldızların üzerinde sürünen, sallana sallana yürüyen, uçan acayip mahlûkların ve canavarların varlığını hissediyordu. Odasının tuhaf karanlığından sıyrılıp apartmana çıkmıştı. Korkulu bir düşün içindeymişçesine kendini tuhaf mırıltının sesine vererek yürüyordu, kendisine yapılan bir çağrı gibiydi. Sokağa çağırıyordu kendisini, uzaklarda görmesini istediği bir şeyler vardı. O an içinden bir ses şehirle bütünleştiğini söylüyordu, sanki şehrin kayıp ve bilinmemesi gereken kapılarını aralamıştı ve şehrin tüm büyüleri, cinleri, hayaletleri ifşa olmuştu. Kanalizasyonların da altındaki Bizans dehlizlerinde sürünen şeylerin, asırlık mezarlarının ve yosun bağlamış lahitlerinin altında çığlık atan kadim ölü sanılanların varlığını hissediyor ancak onlardan korkmuyordu. Sanki onu bir şekilde aralarına kabul etmişlerdi. Sokağa çıktığında her zaman gördüğü sokağa değil de ecinnilerin ve düşlerin âlemindeki herhangi bir sokağa çıktığını anladı ve mırıltıların çağrısına uydu… Ağır aksak adımları boş sokaklarda çınladı. Gölgesinin üzerine düştüğü kedi suretli varlıklar gözlerini kısarak uzaklaştı, köpek kılıklı ama pençe yerine el taşıyan acayip mahlûklar kuyruklarını kıstırıp kaçıştılar. Onlardan korkuyordu ama onların da ondan korkar gibi bir hali vardı. Tekin olmadığını fark etmişti ancak kendisinin de tekin bir yerde olmadığını biliyordu. Yeşil gözleri, korkuyla fır dönüyor kör karanlıkta sağa sola kaçışan “iyi saatte olsunları” seçmeye çalışıyordu. Niye bunu yapıyordu ki? Onları görebilse korkmaz mıydı? Ötedekiler yüreğinin çağrısına kulak vermiş olacaktı ki tepesinde uğursuz dolunay ışıldarken o ışıltıda şimdiden tuhaf şeyler görmeye başlamıştı. Gayb perdesinin ötesindeki delilikler ve acayiplikler gözünün önüne serilmişti bir anda. Mırıltıları takip ederken adımlarını sıklaştırmıştı ama bunun nedeni kesinlikle ayışığının neden olduğu gölge oyunları değildi. Bir an önce tekinsiz sokaklardan uzaklaşmak istiyordu. Binaların bir anda ya mermer sütunlarla kat kat yükselen kadim dönem tapınaklarına, ya da yüksek kuleli şatolara, kasırlara dönüştüğünü görmüştü. Betonarmelerin yerinde sırtı kambur kocakarıları andıran, birbirine sırt vermiş ahşap evler yükselmekteydi ve camlarından kendisini seyreden kuyu dibi gözler hiç hoşuna gitmemişti. Tüm korkularına rağmen sesin kaynağını aradığından istemeye istemeye eski fabrikanın olduğu yola sapmıştı ki bir tek onun eski haliyle kaldığını görmüştü. İnsanların âlemindeyken bile yeterince korkutucuydu o yüzden bu ecinniler âleminde de aynı sureti taşımasına şaşırmamıştı. O fabrikanın yanındaki yol son çaresiydi, en kısa ama en tekinsiz yoldu. Çok işiniz olmadıkça yanından geçmek istemeyeceğiniz ve bazı göz yanılmalarının “kedi olduğunu” ummak isteyeceğini türden bir yerdi. Ay ışığında ilk gözüne çarpan şey fabrikanın ahşap tavanından aşağıya sarkan, kanlı kefenleriyle boğum boğum olmuş, vampirler ve hortlaklardı. Bu uğursuz havada onlar bile ölümcül uykularından uyanmayı göze alamamışken o gölgelerin arasında yapayalnızdı. Derken “onlar”ın geldiğini hissetmişti. Etrafında dolaşıyorlardı ama saygı gösterir
60
61
Öykü
Sinema
gibi bir halleri vardı. Bir anda sağ tarafından insan suretinde belli belirsiz bir gölgenin geçtiğine yemin edebilirdi. Birkaç adım sonra bu kez sol tarafından başka bir siluet geçer gibi olmuştu. Kedi olmadıklarına emindi. Fabrikanın yanından geçen yolu geride bıraktığında ufak bir koruya dalmıştı. Karanlıkta köpeğimsi varlıkların uğursuz dolunaya uluduklarını işitmekteydi. Seslerinde korkudan ziyade saygı seziliyordu ki bir başka sokağa sapıp uygarlığın pençelerine adım attığını zannederek bir anlığına huzura ermişti. Saat gecenin çok ters bir vaktiydi ve o vakte göre oldukça alışılmadık şeyler görmekteydi. O saatte sokakta, ailesinin ekmek almaya gönderdiği çocuklara benzer bir çocuk geçmişti yanından ve geçerken selamlamıştı kendisini. Çocuğun koynunda taşıdığı soğan kabuklarını, ters ayaklarını ve ateş kızılı gözleriyle ürkünç sırıtmasını görür görmez gözlerini kapatmıştı. Bir balkonda kendisini seyreden yaşlı bir adam gördü. Göz çukurları simsiyah sırıtkan suratlı bir mahluk, balkondan kendisini selamlayınca korkuyu kaldıramayarak sesin kaynağına doğru koşmaya başlamıştı. Ağaçların kendisini seyreden gözlerini, insan gibi konuşan kedileri görmekteydi ve uzaklardan tarif edemeyeceği mahlûklardan gelme çığlıklar duyuluyordu. Ayakları onu başka bir apartmana getirmişti, oraya girerken arka yoldan gürültülerle patırtılarla, hora tepen ecinnilerden oluşma bir düğün alayının kendisini çağıran dehşetli seslerini işitmişti. Işıksız, karanlık merdivenlerden yukarıya doğru tırmanırken arada bir apartman boşluğunun camından vuran ay ışığının altında, bir kapı önünde oturmuş ağlayan hayal meyal bir siluet görmüştü. Bilekleri kesik bir kıza benziyordu, intihar etmiş birinin o apartmana musallat olmuş huzursuz hayaletiydi. Hayaletin açtığı kapıdan içeriye girince içerideki tek odada pencerelerden gelen ay ışığında bembeyaz parlayan büyüleyici bir elbise ve yanında birkaç takı ile görkemli bir taç görmüştü. İçinden gelen çağrıya uyarak onları giyip kuşanınca bir anda camların açıldığını ve ay ışığı altında beyaz atların çektiği altından bir saltanat arabasının yanaştığını görmüş, mırıltıların kaynağını bulmak adına içeriye uzatılan ay ışığından köprüye çıkarak arabaya binmişti. Altından saltanat arabası dev kulelerin, sütunların üzerinden geçerken korkunç ve büyüleyici sayısız mahlûkun kendini selamladığını görmüştü arabanın penceresinden. İçinden bir ses kendisinin artık bu âlemin ecesi olduğunu ve saltanat arabasının onu muazzam sarayına götürdüğünü söylüyordu adeta. O tarihi mesirenin yerini bin pencereli ve bin kapılı muazzam bir saray almıştı… Kubbesi peri kızlarının saçlarından, duvarları kadim ejderlerin kemiklerinden yapılma, altın ve gümüş kulelerin yükseldiği, türlü çeşit mahlûkun ateşler saçarak surlarında dolandığı görkemli bir saraydı. Sarayın bir dağ yüksekliğindeki altından cümle kapısından geçtiğinde içeride aynı ormanın ve korunun bulunduğunu görmüştü. Ancak tuhaf bir yeşil ışıkta parıldıyorlar ve birbirinden güzel peri kızları aralarında dolaşıyor, şarkılar söylüyorlardı. Bir anda duran saltanat arabasının kapısını açarak onun kollarına girip sarayın kubbesine uçuran peri kızları, iblislerin yuttuğu yıldızların ölü ışıklarının aydınlattığı muazzam bir koruya getirmişlerdi onu. Mermerden bir havuzun ortasında, heybetli bir tahta oturduğunu görmüştü. Ne kadar peri, ecinni ve korkutucu mahlûk varsa kendisinin huzurunda diz çökmüştü. Rüyalarında görmek bir yana hayallerinde bile düşleyemeyeceği bir gerçekliğin yegâne hâkimi olmuştu… İnsanların âleminde, öldüğü söyleniyordu. Nedensiz bir şekilde geriye valizini bırakarak ortadan kaybolmasına ilişkin türlü çeşitli şeyler söylüyorlardı insanlar. O ise bu dünyadan ve insanların sıkıcı dünyasından elini eteğini çekmiş, öte diyarlara hükmeden ifritlerin ve peri kızlarının tepesinde yükselen muazzam sarayında, ejderlerin çektiği savaş arabalarına, bulut kanatlı gemilere biner binbir türlü mahlûkatın arasında hüküm sürmeye başlamış, zamanın daha yavaş aktığı bir diyarın hükümdarı olmuştu. O artık “Düşler Ecesi”ydi, her hayalde insanlara ilham üfüren perilerin kraliçesiydi… SON Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
62
2013'ün Merakla Beklenen Bilim Kurgu Filmleri 2012 yılı önceki yıllara göre bilim kurgu için biraz sönük geçti. Ne The Moon ne de bir District-9 ile karşılaşabildik. Süper Kahraman filmlerini saymazsak hatta düzgün bir bilim kurgu filmi göremedik bile. Bütün beklentimizi The Prometheus’a bağlamıştık ki o da bizi tatmin edemedi. 2013 yılı ise çok daha farklı olacak gibi. Bu sezon gösterime girecek birçok bilim kurgu filmi var. Hikayeler farklı, evrenler farklı. Bakalım bu sezon aç bilim kurgu fanları tatmin olabilecek mi? İlk anda göze çarpan filmleri kısaca listelemek istedim; 1. Pacific Rim Guillermo del Toro çoğumuz için 2000’lerin ender yönetmen sineması isimlerinden biri. Yarattığı hikayeler ve canavarları ile her zaman beğenimizi kazandı. Yeni filmi Pacific Rim ise daha önceki hikayelerine göre fazla çocukça geliyor kulağa. Ancak fazla çocukluktan ne zarar gelir? Dev su yaratıkları ve insanların onlara karşı koymak için geliştirdikleri dev robotlar arasındaki savaşı konu alan film bu sezonun en eğlenceli yapımlarından biri olacak gibi. 2. Man of Steel Superman’in tozunu silkme çabalarının son durağı olan Man of Steel çelik adama bir şans daha tanıyor. Uzun zamandır üzerinde titizlikle çalışılan yapımın yönetmeni, yeni aksiyon sinemasında 300 ve Watchmen ile taşları yerinden oynatan, ulu insan Zack Snyder ve yapımcı ise bu işe çok kafa patlatmış olan Christopher Nolan. Projenin yeni bir Sucker Punch vakası olup olmayacağı ise merak konusu. Çizgi Roman dünyasının en güzel mavisine bu sezon ben bir şans tanıyorum. İlk denemedeki yanlışların yapılmayacağına eminim. 3. Gravity Alfonso Cuaron’un merakla beklenen yapımı Gravity aslında çıkış tarihi olarak 2012’de bekleniyordu ama çeşitli aksamalar sonucu 2013’e sarktı. Children of Men ile 2006 yılına damga vuran Cuaron uzun bir aradan sonra Gravity ile yine bir tür sineması denemesi yapıyor. Film kısaca Hubble teleskobunu tamir için uzaya çıkan kadın astronotun dünyaya, kızına sağ salim dönme rüyasını anlatıyor. Başrolde Sandra Bullock’a çok iş düştüğü kesin çünkü film tam bir tek oyuncu şovu.
Illüstrasyon: Mehmet DAL
63
Sinema
Sinema 4. Star Trek Into Darkness J.J.Abrams’ın ilk filmde yaptıkları tartışmalı bir başarı sağladı. Seriye delicesine bağlı olan fanlar genelde tatmin olmasa da genç seyirciyi Abrams yakalamayı başarmıştı. Adından da anlaşılacağı gibi bu seferki hikaye çok daha karanlık ve korkutucu. Konu hakkında bilgi sızdırılmıyor ancak trailer ile küçük de olsa bir bal çalındı ağızlara.
7. Oblivion Tron: Legacy ile oldukça iyi bir çıkış yapan Joseph Kosinski yeni filmi ile de isminden söz ettirecek gibi. Konusu bana Wall-E’yi hatırlatan filmde Tom Cruise dünyada çalışan son işçidir. Bütün hayatını dünyayı kurtaracak kaynağı bulmaya adayan karakterimiz bir uzay gemisinin dünyasına düşmesi ile hayatını sorgulamaya başlar.
5. Elysium Neill Blomkamp, District-9 ile ufak bir bütçeyle bir bilim kurgu klasiğine imza atılabileceğini göstermişti. Uzaylı işgalcilerin yerini insanlığın kötücüllüğünü koyarak bu türde yeni şeyler söylemenin hala mümkün olabildiğini de kanıtladı. Yeni projesi Elysium’da yine bir uzay hikayesi anlatıyor ve bu sefer kamerasını 2159’a gönderiyor. Dünya oldukça sefil bir haldeyken üst tabaka Elysium adlı bir uzay istasyonunda yaşamaktadır. İnsanlık bu iki uçurum yaşam tarzı yüzünden kopma noktasına gelmiştir. Matt Damon’ın kurtarıcı, Jodie Foster’ın ise düzen sağlayıcı olarak rol aldığı film iyi bir distopya olmaya aday. 6. After Earth M. Night Shyamalan’a bir kez daha şans vermeye hazır mıyız? Son yıllardaki büyük başarısızlıklarından sonra aslında hala çalışabilmesi bile karakterinin sağlamlığını gösteriyor. Çoğu kişi böyle bir kariyerden sonra stüdyo kapısı çalacak cesareti kendinde bulamazdı. Oysa ki Shyamalan, Will Smith’in de gücünü alarak yılın en büyük post apokaliptik filmi için kolları sıvamış. Filmle ilgili ilk görüntüler gerçekten göz doyuruyor. Will Smith filmlerinin de genelde vasat üstü bir yerde durduğu düşünülürse çok da kötü bir yapımla karşılaşmayacağımız söylenebilir(mi acaba?).
64
8. World War Z Brad Pitt’in bir zombi filminde başrol oynayacağını düşünür müydük? Bir best seller’dan uyarlanan World War Z olunca sanırım Pitt de fazla düşünmemiş ve rolü kabul etmiş. Ancak film çok fazla prodüksiyon sıkıntısı ile boğuştu ve pek çok tepki aldı. Trailer yayınlandıktan sonra fanlar biraz rahat nefes aldı ve yılın en merak edilen yapımlarından biri oldu. Birçoğumuz tsunami gibi gelen bu zombi salgınından Pitt’in nasıl kaçacağını şimdiden merak ediyor. 9. The World’s End Yönetmen Edgar Wright, İngiliz komedyenler Simon Pegg ve Nick Frost ikilisi ile sonunda tekrar bir araya gelerek “kan ve dondurma” üçlemesini sonlandırıyorlar. Shaun of the Dead ve Hot Fuzz’dan sonra üçlüyü tekrar yan yana görmek oldukça eğlenceli olacak. 5 çocukluk arkadaşı 20 yıl sonra bir araya gelip anılarını tazelemek isterler ve kendilerini dünyanın sonunda bulurlar. Kulağa oldukça eğlenceli gelmiyor mu? 10. Kick Ass 2: Balls to the Wall Onca dev çizgi roman uyarlamasının yanında 2010’un en iyi işlerinden biri mütevazı Kick Ass’di. İlk filmin yönetmeni Matthew Vaughn X-Men’in devam filmi Days of Future Past ile uğraştığı için ne yazık ki devam filminde yok. Umarız ilk filmin o eğlenceli dünyası korunur. Yeni filmde Jim Carrey’nin olması ise kendisinin Batman macerasını bilenler için tam bir soru işareti. Masis Üşenmez www.otekisinema.com
65
Öykü
Kadın Erkek İlişkisi Üstüne Garip Bir Muhabbet Normalde işyerinden ilk ben çıkarken bu akşam mesainin bittiğinin bile farkında değildim. Açık duran kapımın önünden geçenlerin sorgulayıcı bakışlarından kurtulmak için dikkatimi önümdeki dosyaya yönelttim. Tüm ışıklar sönene kadar yerimden kımıldamayacaktım, zira canım eve gitmek istemiyordu. “İyi akşamlar Alper Bey.” Başımı kaldırdığımda, Nur Hanımla göz göze geldim. Güzel ve alımlı olmasına rağmen, şirkette yanına yaklaşmaya çekindiğim tek kadındı. Dudak kenarlarına iliştirdiği o alaycı gülümsemesi, kapkara gözlerindeki ifadesiz bakışları beni hep tedirgin etmişti. Onun da benden hoşlanmadığı belliydi, zira mecbur kalmadıkça birbirimizle hiç konuşmazdık. Odamın kapısında duraklayıp selam vermesini bu yüzden yadırgamıştım. “Size de iyi akşamlar.” Dedim ve bakışlarımı yeniden önümdeki dosyaya yönelttim. “İyi misiniz Alper Bey?” O an eşim telefon açıp hayatında bir erkek olduğunu söyleseydi, bu kadar şaşırmazdım. Başımı kaldırıp dikkatlice baktım. Saçlarından ayakkabısına kadar yine siyahlar içindeydi; ama her zamankinin aksine boynunda kırmızı bir fular vardı. İnsana itici gelen o soğuk tavrından ise eser yoktu ve en önemlisi gülümsüyordu. Alışık olmadığım bu görüntüsü onu çekici bir kadına dönüştürmüştü. “İyiyim. Teşekkürler” “Sizi hala odanızda görünce bir sorun var diye endişelendim.” “Benim için mi?” “Neden bu kadar şaşırdınız? Sonuçta mesai arkadaşı değil miyiz?” Hiç beklemediğim bu yanıt karşısında afallamıştım. Şaşkınlıkla, “Evet, eee öyleyiz tabi. Sonuçta mesailer aynı.” diye kekeledim. Bu güvensiz halim beni fena halde sinirlendirmişti. “Ne oluyor sana böyle Alper? Bir kadının karşısında ezilmek sana yakışıyor mu? Üstelik Nur’un. Çabuk toparlan.” Oturduğum yerden hafifçe doğruldum. Sesimi ayarlamak için birkaç defa öksürdükten sonra önümdeki dosyaları işaret ederek, “Bitirmem gereken birkaç iş vardı, onlara bakıyordum.” dedim. “Rahatsız ediyorsam?” “Yok canım, bitirmiştim zaten. Buyurun lütfen, ortalık biraz dağınık ama…” “Madem ısrar ediyorsunuz gireyim o zaman.” Nasıl yani ısrar mı etmiş oldum şimdi? Bu kadında bir tuhaflık var bu akşam ama… Hoş gerçi bende de var, haydi hayırlısı. “Birer akşam kahvesi içeriz değil mi?” “Zahmet olmayacaksa” Dedi ve karşımdaki koltuğa geçip bacak bacak üstüne attı. Sürdüğü parfümün iç gıdıklayıcı kokusunu hissetmemek olanaksızdı. Eteğinin altına giydiği ince siyah çorap ise görünümüne dişilik kazandırmıştı. Üzerindeki v yaka bluzun dekoltesi hayli cüretkârdı ve görebildiğim kadarıyla göğüsleri de fena değildi. Bakışlarımın üzerinde olduğunu anlayınca, kırmızı ruj sürdüğü dudaklarını hafifçe aralayarak gülümsedi. Hafiften kızarmıştım. Bunun telaşıyla, “Kahveniz nasıl olsun?” diye sordum. “Az şekerli lütfen. Ya da sade olsun. Pardon çikolatanız var mıydı?” “Çikolata mı? Hayır.”
66
67
Öykü
Öykü
“Neyse, bir daha ki sefere o da benden olsun.” Kafam iyice karışmıştı. Davranışları hakkında artık yorum bile yapamıyordum. Bu ruh haliyle telefonu elime alıp iki kahve söyledim. Az önce insan sesleriyle uğuldayan şirkette, neredeyse kimse kalmamıştı. Bu sessizliğin içinde, davranışlarıyla her geçen dakika beni daha çok şaşırtan bir kadınla yapayalnızdım. Ne konuşacağımı bilemiyordum; ama bakışlarımı da üzerinden alamıyordum. Garip bir şekilde beni etkilemişti. “Biliyor musunuz uzun zamandır sizi izliyordum.” Dedi. Yakalanmış olmanın tedirginliğiyle hemen savunmaya geçtim. “Rahatsız ettiysem özür dilerim, bir an gözlerim daldı da...” Attığı kahkaha sözlerimi bölmüştü. “Neden rahatsız olayım ki, aksine hoşuma bile gitti. Ancak izliyordum derken bu anı kastetmemiştim.” Bu ne demek oluyor şimdi? Birbirimizden hoşlanmadığımız aşikâr, o zaman ayağımı kaydırmak için peşimde olmalı. Bu kadar rahat itiraf ettiğine göre, bir açığımı yakaladığına inanıyor. “Tek kusurum tembellik be kızım, bunu da şirkette bilmeyen yok. Biraz sabret, kiminle dans ettiğini öğreneceksin.”Diye düşündükten sonra gülümseyerek, “Eee hakkımda ne öğrendiniz?” diye sordum. “Düz bir insan olduğunuzu.” Yine beklemediğim yerden vurmuştu. Şaka yapıp yapmadığını anlarcasına yüzüne baktım; ciddi görünüyordu. “Düz mü? Ne demek oluyor bu?” “Durun canım hemen sinirlenmeyin. Kötü anlamda söylemedim. Son derece net olduğunuzu ima etmek istedim.” “Net olmak derken?” Yanıt vermesine içeriye giren çaycı engel oldu. Kahveleri servis yapıp odadan çıkmasının ardından,“Yani göründüğünüz gibisiniz. Son derece yalın.” dedi. “Yani?” “Çalışmayı sevmeyen, kaytarmak için elinden gelen her şeyi yapan bir insansınız. Kendinizi asla kasmıyorsunuz; ama garip bir şekilde işinizi de hallediyorsunuz. Dürüst olmak gerekirse bunu nasıl becerdiğinizi hala anlamış değilim. Zira ne zaman size baksam, dalga geçtiğinizi görüyorum. Dilinizi, insanların arkasından dolap çevirmek için değil, kızlarla vakit geçirmek ve Ali Rıza Bey’i ikna etmek için kullanıyorsunuz. Sonuç olarak farklı görünmeye asla çalışmıyorsunuz. Bu da dürüst olduğunuzu gösterir.” Bakakalmıştım. Aynı şirkette çalışmamıza rağmen neredeyse hiç konuşmadığım biri benimle ilgili düşüncelerini kusmuştu. Beni bana kusmuştu. Üzerimde bu kadar düşünüp, tespitler yapacak kadar zihinsel mesai neden harcamıştı? Bugüne dek ondan hoşlanmıyordum, ama hepsi o kadar. Bu süreç zarfında; ne onu gözlemiştim, ne de karakterini analiz etmeyi düşünmüştüm. Kadınlardan korkmalısın Alper. Korkmalısın. “Demek durumum bu kadar ciddi.” Dedim yüzüme korkmuş ifadesi vererek. Güldü. Biraz önce benimle ilgili o kadar ciddi lafları eden o değilmiş gibi güldü. “Yok canım, her şeyden önce hayat dolu bir insansınız. İnanın sizin gibi olmayı çok isterdim.” Evet kadınlardan gerçekten korkmalısın Alper. Ama belli etmeden “O zaman bildiğim yoldan devam edeyim.” “Kesinlikle. Gelelim bu akşam neden yanınıza uğradığıma. Merak ettiğinize eminim.” “Söylediğiniz gibi mesai arkadaşıyız.” Dedim gülümseyerek. “Bırakın bunları Alper Bey. “İyi akşamlar” dediğimde ne kadar şaşırdığınızı kendi gözlerimle gördüm. Yapınızdan dolayı her akşam işten en erken siz çıkarken bugün yerinizden kımıldamamıştınız. Açıkçası
merak ettim. Bu arada, “işim vardı” yalanınıza kandığımı da sakın sanmayın.” Resmen düşüncelerimi okuyor, ya da ben saklayamıyorum. Karşındaki bir kadın ve üstüne üstlük Nur Hanım olursa nasıl saklayabilirsin ki Alper? Son derece saçma bir yanıt olduğunu bildiğim halde, “Aslında zihnim biraz karışıktı.” dedim. “Tahmin etmiştim. Sorun eşinizle mi ilgili?” “Hayır.” “Biliyor musunuz hiç yalan söyleyemiyorsunuz. Yüzünüz sizi hemen ele veriyor.” Boş zamanlarımda ayna önüne geçip mimik eksersizleri yapmam gerek diye içimden geçirirken, “Öyle mi?” diye sordum. “Kesinlikle. Keşke kadın erkek ilişkilerini bir kalıba sokabilsek ve davranışlarımızı ona göre ayarlayabilsek. Ne güzel olurdu değil mi? Ancak dünyada milyarlarca ilişki var ve hepsi birbirinden çok farklı, tıpkı parmak izlerimiz gibi. Bir kadın olarak şunu söyleyebilirim; erkekler net, serinkanlı ve sağlamken, hemcinslerim; feci, fena…” “Pardon dönme misiniz?” “Değilim elbet; ama gerçekçiyim. Kadınlar bu söylediklerimi duysalar köpürürler, fakat umurumda değil. Kafalarında zaten kırk tilki dolaşıyor bir tane de benim için eklensin. Nasılsa ağırlık yapmaz.” “Ömürsünüz doğrusu. Peki biz erkeklerde kaç tilki var?” “Kaç tane olacak sadece bir tane, zaten bu yüzden bu kadar netsiniz. Yaratılıştan böylesiniz ve bunu geliştirmek için kılınızı bile kıpırdatmıyorsunuz. İyi ki de böyle yapıyorsunuz, yoksa bize benzerdiniz.” “Desene tembel olmamızın da bir faydası var.” “Bakın şimdi karnınız acıktığınızda direkt olarak acıktım dersiniz.” “Ne diyecektik ki?” “Bizim gibi; içim eziliyor, midem ekşidi galiba diyebilir ardından da bir şeyler yesem mi acaba diye düşünebilirdiniz. Sizin düz bir mantıkla sonuca gitmenizi seviyorum. Uzatmıyorsunuz. Mesela bir kadından hoşlandığınızda direkt olarak, çıkalım ya da ne bileyim evlenelim dersiniz.” “Sevişelim mi?” Bu kelime dudaklarımdan tamamen istem dışı çıkmıştı ve anında da pişman olmuştum. “Ne diyorsun Alper yaaa…! Bu noktaya nasıl geldin? Hem de Nur’la!” Diye söylenirken, Nur doğal bir soru sormuşum gibi ciddi bir ifadeyle yanıt verdi. “Bakın bu da olağanüstü. İçinizden geldi ve söylediniz. Ve sizin için olay bitti. Kadın kabul ederse mesele yok, kabul etmezse de unutur gidersiniz.” “Ama yanıt vermediniz.” Dedim gülerek. “Soru mu sordunuz? Görüyor musun yine tilkiler devreye girdi. Olayı sürüncemede bırakarak kafanı bulandırıyorum.” “Hiç bu gözle bakmamıştım.” “Biz kadınlar bir erkeği sevdik diyelim. Oturup düşünürüz. “Acaba aradığım adam bu mu? İleride daha iyisini bulabilir miyim? İşi, arabası, evi var mı?” Diyelim ki bunların hepsine olumlu baktık, bu sefer adamı istediğim noktaya nasıl getiririm diye düşünürüz. Zaaflarını, zayıf noktalarını araştırırız. Teoriler tezler devreye girer. Erkek, kadınla ilişkisini pekiştirmek için çağlar boyunca, bir buket çiçek, romantik bir akşam yemeğinden başka bir şey kullanmazken, kadın kırk teoriyi aynı anda bulup uygulayabilir.” “Kendimi kullanılmış gibi hissetmeye başladım. Dahası var mı?” “Elbette. Kadınlar için en olumsuz sonuç bile sonunda bir sonuçtur. Seçtikleri erkeği… Oysa hep
68
69
Öykü
Öykü
kendiniz seçtiniz sanırsınız değil mi?” “Artık hiçbir şey bilmiyorum.” “Neyse nerede kalmıştık? Evet, seçtikleri erkeği istedikleri noktaya getirmek için bin bir parende atacak kadar esnek, kıvrak ve yuvarlak hatlara sahipler. Pardon akla sahipler diyecektim.” “Ne olacak halimiz?” “Binlerce yıl ne olduysa yine aynı şey olacak.” “Yani?” “Bir elma uğruna cennetten atılacaksınız. Durum bu kadar basit.” “Aslında bizi idare etmek için bu kadar kafa yormanıza hiç gerek yok. Karnını doyur, iki çift tatlı söz söyle, biraz pohpohla sonra istediğini yaptır.” “Zaten sorunda burada. Çok basitsiniz ve biz böyle olmanızı asla kabullenemiyor, altında türlü dalavereler arıyoruz.” “Vay be sayenizde neler öğrendim.” “Bu akşam da çenem açıldıkça açıldı. Kahvemiz bittiğine göre kalkayım, siz de benim yüzümden eve geç kalmayın.” Muhabbeti çok hoşuma gitmişti. Bu yüzden hiç düşünmeden, “Oturun canım.” dedim. Hareketlenir gibi olunca da, lafın nereye gideceğini hiç tartmadan, “Zaten canım eve gitmek istemiyor.” diye ekledim. Güldü ve arkasına yaslandı. İşte o zaman özelime girmesi için kapıyı sonuna kadar açtığımı fark ettim; ama artık çok geçti. “Döndük dolaştık ana konuya döndük desenize.” “Nasıl yani?” “Erkek kadın ilişkisine. Konu eşinizle olan tartışmanızdan açılmıştı.” Öyle bir şey demedim.” “Alper Bey çocuk değilim.” Anlatıp anlatmamakta bir an tereddüt ettim. Sonuç olarak Nur’u doğru dürüst tanımıyordum. Ancak dertleşmeye de her zamankinden çok ihtiyacım vardı. Büyük bir ihtimalle biraz sonra konuştuğuma pişman olacaktım. Bunun bilincinde olmama rağmen kendimi frenleyemedim. “Aslında ortada fol yok yumurta yok; ama kafamda büyük bir fare var ve beynimi sürekli kemirip duruyor.” “Ne diyor?” Kimseyle paylaşamadığım sırrımı söyleyip söyleyemememin kararsızlığıyla duraksadım. Bu arada merakla gözlerimin içine bakıyordu. Bir kadındı, dolayısıyla kuruntularımı karşı cins olarak daha iyi yorumlayabilirdi. Yine de bir türlü emin olamıyordum. Bu ikilem içinde, “Şey diyor… Yani şey…” diye sözü geveledim. “Galiba karın seni aldatıyor diyor?” Kadınlardan kork Alper. Hem de hiç tereddüt etmeden kork. “Evet. Ama nasıl bildiniz?” “Kadınsal bir önsezi diyelim. Peki bu doğru mu?” “Ortada somut bir olgu yok, sadece tahmin. Zaten elimde bir kanıt olsaydı böyle kıvranıp durmazdım.” “İpi kesip atardınız değil mi? Tipik erkek mantığı.” “Giderek benden uzaklaştığını hissediyorum. Eskiden en ufak sıkıntımı yüzümden anlar, neyim
70
olduğunu anlayana kadar peşimi bırakmazdı. Şimdi ise…” “İlgisiz.” “Aynen. Saatlerce bilgisayarın başından kalkmıyor. Birisiyle mi yazışıyor, yoksa sadece vakit mi geçiriyor, inanın bilmiyorum.” “Yanına gidip baksaydınız.” “Bakıyorum; ama ne zaman yanına gitsem nedense sıkılacağı tutuyor ve bilgisayarın başından kalkıyor. Kiminle yazıştığını sorduğumda ise “Aman Alper kimle olacak kızlarla.”diyor. Çok uğraşmama rağmen şifresini de öğrenemedim.” “Ve fare de tam bu zamanlarda işe başladı.” “Aynen. Giyimine makyajına da her zamankinden fazla önem vermesine ne denilir?” “Bakımlı olmaya karar verdiği.” “Saçmalıyorum değil mi?” Evet diyerek beni onaylamasını, ardından “ Kuruntu bunlar Alper Bey. Çıkışta bir demet çiçek alıp eşinizin yanına gidin ve şüphelerinizi anlatın. Düşüncelerinizde haksız çıkacağınızdan eminim. Unutmayın bende bir kadınım, bilirim bu işleri.” demesini çok istiyordum. Ama söyledikleri kafamı daha çok bulandırdı. “Bence hazırlık döneminde. Yeni birisiyle tanıştı. Beğeniyor da. Ancak kararsız.” “Kararsız derken?” “Senin artılarınla onunkini tartıyor.” “Birisi var o zaman.” “Hayır. Öyle bir şey demedim. Benimki sadece bir tahmin.” Tahminmiş. Kesinlikle emin; ama kalbimi kırmamak için kıvırıyor. Düşüncelerimi kendime saklayarak, “Ne yapmalıyım o zaman?” diye sordum. “Hiçbir şey. Sadece bekleyin. Bugünlerde bir bahaneyle yemeğe çıkacak olursa o zaman…” “Tartıda elendim demektir.” “Kesinlikle.” Öykü: Atilla BİLGEN atillabilgen@yahoo.com
71
Illüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN
Oyun
Oyun
İnceleme
İnceleme
2013 Yılında Neler Oynayacağız?
oyunlarda su altında mücadele ettik ancak bu sefer gökyüzündeyiz. Yıl 1912 ve gökyüzünde bir maceraya hazır olun!
SimCity Yıllar geçti, SimCity heyecanı hâlâ devam ediyor. Tek disketlik vesiyonundan bu yana bizlere şehir kurma zevkini en iyi yaşatan oyun olan SimCity, 2013’te yepyeni binaları ve şehir stratejileri ile geri dönüyor. Yeni 3 boyutlu görüntüsü ile de hem şehire daha hakim olacağız hem de görsellikten daha çok keyif alacağız
Elder Scrolls Online Birbirinden güzel, birbirinden renkli, birbirinden heyecanlı oyunlarla geride bıraktık 2012 yılını. Her geçen sene gelişen teknolojiler sayesinde artık gerçeğe daha yakın görsellerle, detaylı oyun sistemi ile bir sürü oyun çıkıyor. Geçen sene başından kalkamadığımız Diablo 3, yıl sonuna doğru yine bizi ekranlara kilitleyen Assassin’s Creed 3, kış ayında yaz mevsimini bize yeniden yaşatıp sobanın sıcağından kızgın kumlara bizleri götüren, yılın en iyi grafiği ödülünü pek çok yerden alan Far Cry 3 oyununa kadar bir sürü oyun oynadık ve oynamaya devam ediyoruz. Dedik ya teknoloji gelişiyor diye, muhtemelen bunu en net görebildiğimiz yer ise video oyunları. Gerçekçi görseller, daha etkileşimli arayüzler derken 2013 yılında da muhteşem oyunlar bizleri bekliyor olacak. Dilerseniz bu oyunlardan bir kısmına kısaca göz atalım.
BioShock Infinite BioShock oyunu, steampunk konsepti ile pek çok fantastik kurgu ve bilimkurgu severin beğenisini kazandı. İkinci oyun, ilk oyuna göre daha az beğenilse de BioShock Infinite heyecanla bekleniyor. Önceki
72
Elder Scrolls serisi, son oyunu Skyrim ile tüm FRP ve fantastik severleri kendisine hayran bıraktı, uzun süre konuşuldu. Yakın zaman önce açıklanan Elder Scrolls Online ise tüm herkesi heyecanlandırmaya yetti. Açık dünya konsepti ile doyumsuz bir oyun keyfini online olarak oynamak paha biçilemez olacak herhalde. Üstelik de Elder Scrolls evreninde!
StarCraft II: Heart of the Swarm Starcraft 2 oyununun ilk çıkışından bu yana 2 sene gibi bir zaman geçti. Şimdi ise oyunun ikinci bölümünde hikaye devam ediyor. Sarah Kerrigan’ın hikayesini ve Zergler’in savaşını konu alacak oyunun betası yapıldı. Tüm Starcraft ve strateji severlerinin uzun zamandır beklediği oyun nihayet Mart ayında çıkıyor.
Watch Dogs E3 Oyun Fuarı’nın herkesi etkileyen oyunlarından biri de Watch Dogs oldu. Hackerların her türlü elektronik
73
Oyun
Öykü
İnceleme cihazı yönetebildiği bir toplumda trafik ışıklarından sokak kameralarına kadar her şeyi etkileyip yapmanız gereken görevleri tamamlıyorsunuz. Teknoloji tutkunları için muhteşem bir oyun gelecek. Hele bir de multiplayer olursa...
2. Bölüm
Kefensizler Mezarlığı 24.07.1971
The Last of Us E3 Oyun Fuarı’nın en çok alkış oyunu olarak dikkatleri üzerine çeken; ilk 10 dakikalık oyun videosu ile macera sevenlerin heyecanını yükselten “The Last of Us” bu yıl içerisinde piyasada olacak. Uncharted serisi ile büyük başarı yakalayan Naughty Dog firması, bu oyun ile yılın oyun firması olmaya da aday olacak.
God of War: Ascension God of War, pek çok kişinin PlayStation almasına sebep olan bir oyun oldu. Gerek oynanabilirliği, gerek heyecanı, gerek kalitesi, gerek senaryosu ile tüm aksiyon severlerin bir numaralı oyunu haline geldi. Şimdi de Ascension isimli yeni oyunu ile Kratos geri dönüyor. Bu oyunda, neredeyse tüm Yunan panteonunu doğrayan Kratos’un geçmişine gideceğiz. Neden Kratos bu hale gelmiş derinlere ineceğiz.
Grand Theft Auto V GTA V oyunu ile Los Santos’a geri dönüyoruz. Son oyunlarda araba çalmanın ötesine geçen ve hikaye örgüsü ile oyuncuları ekran başına kilitleyen Grand Theft Auto, beşinci oyunu ile tüm oyunculara uykusuz geceler vaad ediyor.
Beyond: Two Souls E3 Oyun Fuarı’nda duyurulduğundan bu yana heyecanla beklenen bir oyun. Muhteşem oyun Heavy Rain’in yaratıcıları tarafından hazırlanan Beyond: Two Souls, tüm oyuncular tarafından merakla bekleniyor. Ayrıca Juno ve Inception filmlerindeki başarısı ile tanınan Ellen Page’in canlandırdığı karakter ile gerçekçiliğin de sınırlarına ulaşılacak. Quantic Dream firmasının yaptığı bu oyun psikolojik korku tadında olacak.
Total War: Rome II Total War serisi, Rome oyununun ikincisi ile devam edecek. Hem tarihi oyun meraklıları, hem de strateji severlerin yakından takip ettiği ve heyecanla beklediği bir oyun. Bu sene de ekranların başında uzun saatler geçireceğiz gibi görünüyor. Özellikle bu sene hem görsel anlamda hem de oyun teknolojisi anlamında pek çok gelişmeye de şahit olacağız. Herkese şimdiden iyi oyunlar. Kayra “Keri” KÜPÇÜ www.FRPNET.net www.KayraKeriKupcu.com
74
Sevgili Dostum Tarık, Şu son birkaç haftadır, başıma öyle şeyler geldi ki, senin mektubunun gelmesini beklemeden bu mektubu yazmak istedim. Bilmiyorum, belki sana en son gönderdiğim mektup, henüz ulaşmamış da olabilir. Eğer en son ki mektubuma ulaşmış ve yazdıklarıma inanmadıysan, muhtemelen şimdi anlatacağım şeylere hiç inanmayacaksındır. Ama yine de anlatacağım. Çünkü eğer bunu yapmazsam, şu anda içimde dolaşan kıvılcımlar, bir anda söndürülmesi zor olan bir yangına dönüşecek... Sana en son anlattığım, yenilenmiş ve düzenlenmiş olan, rasathanede gözlemlerime devam etmekteyim. Yapmış olduğum gerek güneş gözlemleri, gerekse de gece gözlemleriyle, günümün neredeyse tamamını burada geçirir oldum. Yani kardeşim, şu anda tam hayal ettiğim gibi bir yaşam sürüyorum buralarda. Başında ‘dırdır’ eden bir patronun olmadığı, sadece kendin ve insanlık için çalıştığın özgürlük kokan bir iş ortamı... İnsanoğlu başka ne ister ki? Aslında benim sana anlatacağım şey bu değildi... Ben bir insanın hayal edip, isteyeceği bir şeyden çok daha fazlasını elde ettim. Hani sana şu anda oturmuş olduğum, eski püskü virane evden bahsetmiştim ya... İşte o virane ev artık yok... Şu anda o virane evin olduğu yerde, üç katlı oldukça lüks ve konforlu bir villa bulunuyor. Tıpkı benim hayal ettiğim gibi... Ne olur dostum, benim buralarda kafayı yediğimi düşünme. Bunu ilk zamanlar ben de çok düşündüm. Rasathaneye giderken harabe içerisinde olan virane ev, rasathaneden gelirken bir villaya dönüşmüş oluyor... Sana bu anlattıklarımı çok küçük bir çocuğa dahi anlatsam, o dahi bu anlatılanları ancak bir masal niyetiyle dinleyebilir. Biliyorum, anlattıklarım mantığa ve doğa kurallarına aykırı bir durum... Ancak kardeşim, ben sana bu mektubu, şu anda oldukça yeni görünen çalışma masasında, sıcacık Türk kahvesini yudumlayarak ve de daha önce bende olmayan, antika bir gramofondan kulaklarıma doğru yönelen bir Türk Sanat Müziği eşliğinde yazıyorum. Yani demek istediğim şu; hadi ben delirdim, ama benimle birlikte gözlerim, kulaklarım ve her şeyden önemlisi beynimde mi delirdi? Yeni olan her şeye dokunuyor ve onlara saatlerce bakıyorum. Hatta bilmem inanır mısın, arada bir acaba hayal mi görüyorum diye, kendimi tokatlıyorum bile... Ancak her şey yine aynı gözüküyor, dostum. Tabii ki ben sana ne anlatırsam anlatayım, sen bana inanmayacaksın. Hatta belki de gerçekten benim delirdiğimi düşüneceksin. Aslında haklı da sayılırsın. Başka birisi gelip bana bu tip şeyler anlatsa, ben de ona pek sağlıklı gözüyle bakamam. Onun hakkında söyleyeceğim tek bir şey olur: ‘Tımarhanelerin kontenjanına bir kişi daha üye oldu...’ Ama dostum benim sana anlattıklarım, tıpkı senle ben gibi gerçek... Bunu bil... Sırf benim delirdiğimi düşünmesinler diye, aileme mektup yazamıyorum. Çünkü biliyorum ki, elime kâğıtla kalemi aldığımda bu yaşadıklarımı dayanamayıp yazacağım. İşte bundan dolayı da bu yaşadığım ilginç şeyleri eşime değil, sana anlatıyorum. Kusuruma bakma artık... Kısacası benim burada keyfim oldukça yerinde... Hem de yaşamımda hiç olmadığı kadar... Ancak şu son dönemde evin içerisinde nereden geldiğini kestiremediğim sesler duymaya başladım. Ayak
75
Öykü
Öykü
ve buzdolabından da soğuk haykırış sesleri... Geceleri beni korkudan tir tir titreten bu sesler, umarım düşündüğüm kişilerden gelmiyordur. Umarım... Büyük ihtimalle ben sana yazmaya devam edeceğim, dostum... Şimdilik hoşça kal... Şimdilik... Yıldırım AKARSU 07.08.1971 Dostum Tarık, Senden uzun zamandan beridir, mektup alamamamın nedeni, artık benim delirdiğimi düşünüp, mektup yazmamandan mı, yoksa benim sana göndermiş olduğum mektupların, kim oldukları kestirilemeyen bir takım esrarengiz güçler tarafından engellenmesinden mi kaynaklanıyor, bilemedim. Ancak bildiğim bir tek şey varsa, o da her ne olursa olsun, benim sana mektup yazmaya devam edeceğimdir. Emin ol, bu durum bir insanın kendi kendisiyle konuşmasından çok daha iyi bir durumdur. Yazmış olduğum bu mektuplar, süslü bir deftere günü gününe yazılmış olan bir günlükten çok farklı olmasa da... Dostum, burada geçen günlerim ‘oldukça huzurlu geçiyor’ diyebilirim. Ancak tabii ki sadece gündüzleri... Geceleri artık benim için bir kâbus olmaya başladı. Sana en son ki mektubumda yazmış olduğum, o tuhaf sesler, şiddetini artırdı sanki. Ve galiba bu seslerin kimlere ait olduğunu, artık biliyorum. Hep bu seslerin, bahçedeki bir kedi ya da kömürlükteki bir fareden gelmiş olması için Allah’a dua ettim. Ancak bu sesler ne bir kediye, ne de bir fareye ait... Bu sesler ‘onlar’ a ait, dostum... ‘Kefensiz Mezarlığı’ adı verilen mezarlıkta yatan, ‘Kefensiz Ölüler’ e ait... Bundan üç dört gün önce, benim villanın en üst katından ‘Kefensizler Mezarlığı’na bakmıştım. Bu seslere neden olduğunu düşündüğüm yere doğru... Karşımda görmüş olduklarım, o kadar gerçek dışı duruyordu ki, o anda, rüyayla gerçek arasındaki ince çizgi üzerinde durduğumu hissettim. Ama gördüklerim gerçekti, kardeşim. Bunu ne ben yalanlayabilirim, ne de gözlerim... Mezarlığın olduğu tarafta, yüzlerce çıplak ölü bedeni vardı. Hepsi sanki satrancın birer taşları gibi dikilmiş ve cansız ancak bir o kadar da sinsi gözlerle beni süzmekteydiler... Uzaktan bakıldığında, tıpkı asker gibi birbiriyle uyumlu olacak şekilde düzenli olarak sıraya girmiş olan cansız ve çıplak bedenler, vücut yönlerini bana ve benim evime doğru yöneltmişlerdi. Hepsi bir ağızdan bir şeyler mırıldanmaya çalışıyorlardı, kalın ve boğuk sesleriyle... Anladığım kadarıyla; ‘Sen de bizdensin ve bizden olacaksın.’ diyorlardı. Ama söylediğim gibi dostum, yanlışta anlamış olabilirim. Çünkü ölülerin çıkardıkları ses, oldukça çirkin, anlaşılmaz ve de ürkütücü geliyordu. Bu sahneyi gördükten sonra, ellerim ve ayaklarım titrer şekilde kendimi yatağa atmıştım. Ancak gerek o günü, gerekse de genel olarak, o gece görmüş olduğum, sayısızca tenleri ölüm beyazıyla kaplanmış olan cansız bedenleri unutamadım ve unutamıyorum. Gözümü kapattığımda her an yanımda o üzerinde hiçbir şey olmayan ölülerden birinin, yanımda biteceğini düşünüyorum. Yanımda biteceğini ve; ‘Sen de bizdensin ve bizden olacaksın.’ diyeceğini. Galiba oraya artık neden ‘Kefensizler Mezarlığı’ dendiğini tahmin edebiliyorum. O kadar çıplak vücudu yapısında ihtiva eden bir mezarlığa, başka türden bir isim verilemezdi herhalde... Hani ben sana daha önceki mektuplarımın birinde, bu mezarlığı sadece geceleri göründüğünden dolayı, Samanyolu‘na, mezarlığın içindeki her bir ölüyü ise yıldıza benzettiğimi yazmıştım, hatırlıyor musun? Bu düşüncemde hala hemfikirim, dostum. Ancak tek bir farkla... Tamam, bu ölülerde yıldızlara benziyorlar, ancak ölü yıldızlara... Bilirsin, yıldızlar yaşam döngülerinin sonuna geldiklerinde dış katmanlarını gaz şeklinde salarak ve ya
süpernova patlamaları ile ortalama on milyar yaşlarına geldiklerinde ölürler. Tabii ki ben burada yatan ölülerin kaç yaşlarında ve nasıl öldüklerini bilemem. Ama benim bildiğim bir şey varsa, o da bu ölülerin tıpkı ölü yıldızlar gibi oluşudur. Antik çağlarda yaşamış olan Babilliler, kâinattaki insan sayısı kadar gökte yıldız olduğunu düşünmüşler ve buna paralel olarak da her bir insanın gökyüzünde bir yıldızının olduğuna inanmışlardır. Yani her bir insan öldüğünde, gözlenmekte olan bir yıldız biranda görünmez olacak... İnanır mısın, Urfa, yıldız bakımından oldukça temiz ve zengin bir gökyüzüne sahip olmasına rağmen, bu ‘Kefensizler Mezarlığı’nın tam tepesinde bulunan gök kubbesi üzerinde sayılı denilebilecek kadar yıldız görülebiliyor. Mesela, ‘Kıl Dönmesi’ olmuş bir kirli sakallı surat düşün. Sakalı oldukça gür olan bir suratın, kıl dönmesi olmuş olan küçük bir bölgesi, sakal miktarı yönünden, diğer yerlere nazaran fakir görülecektir. Biliyorum, vermiş olduğum bu örnek sana gülünç hatta belki de saçma gelecek. Ama buradan gözlemlediğim gökyüzünün, tabir-i caizse, fotoğrafı da aynen öyle, dostum. Sanki mezarlığın üst kısmında bulunan gökyüzü, genel gökyüzünün hastalanmış bölgesi gibi duruyor. ‘Kıl dönmesi’ olmuş bölgesi... Belki de mezarlığın üzerinde bulunan gök kubbesi, mezarlıktaki ölüleri yansıtıyordur, ha, ne dersin? Mezarlıktaki ölülerin sayısı arttıkça, yıldızları görünmez olan bir gök kubbesi... Biliyor musun, kardeşim, ne düşünüyorum? Artık sadece birkaç tane yıldızı parlayan bu gök kubbesi üzerindeki, o parlayan yıldızlardan birisi de benimdir belki, olamaz mı? Belki de o parlayan yıldız, daha önce ölmüş ve etkisini yitirmiş olan diğer yıldızlar gibi olmamak için direniyordur... İşte ben de o yıldız gibi direneceğim, kardeşim... En azından bir süre daha nefes alabilmek için direneceğim... Yıldırım AKARSU 25.08.1971Dostum Tarık, Artık kesin kez emin oldum ki, benim sana yazmış olduğum mektuplara ulaşamıyorsun. Tam tahmin ettiğim gibi, ‘Esrarengiz Güçler’ tarafından, sana gönderdiğim mektuplar engelleniyor. Ve bunu engelleyen ‘Esrarengiz Güçler’ in kimliklerinden de kesin kez eminim, artık. Daha önce de sana söylemiş olduğum ‘Kefensizler Mezarlığı’ da yatan ‘Kefensiz Ölüler’... Sana mektuplarımda, bu mezarlığın ve mezarlık içerisindeki çıplak bedenlerin gizil yönlerini yazdığımdan ve de onlar, ilerleyen yıllarda, bu mektupların başka ellere geçip çoğalabileceğini düşündüklerinden, yazmış olduğum mektupların sana ulaşmasına mani oluyorlar. Bunu nasıl yapıyorlar, emin ol bilmiyorum, dostum... Ancak bu kadar doğaüstü özelliklere sahip olan bu yaratıkların, böyle küçük bir şeyi yapabilmelerinin, ‘imkânsızlık abidesi’ gibi görünmeyeceği de aşikâr... Artık onların bu güçleri karşısında benim de direncim kırılmaya başladı. Hatta daha gerçekçi olursam, bende direnç falan kalmadı, kardeşim. Sanırsam, bu hayat tarzı beni sıkmaya başladı. Aslında buralardan kopup, evime, karıma ve çocuklarıma gidebilmeyi o kadar çok isterdim ki... Ancak bu düşüncemin, artık seninle okul yıllarında kurmuş olduğumuz o saf ve temiz hayallerden bir farkı yok... Gerçekleşemeyeceğini bildiğimiz, ancak onlar için yaşam sürdüğümüz hayaller... Çünkü dostum, ben artık buralara, bu topraklara aidim... O çok özlediğim eski püskü virane evimin kömürlüğünden aldığım kefeni, ‘Kefensizler Mezarlığı’ a gömdüğümden beri durum böyle... Yani anlayacağın, her şey o batıl inanca körü körüne bağlanmamla başladı. Sonra gün geldi; o batıl inanç, benim evim, rasathanem, kısacası tüm yaşamım haline dönüştü. Tıpkı küçük bir tümör gibi önce vücudumun küçük bir yerinde başladı ve sonra tüm vücudumu, zehirli bir sarmaşık gibi sardı. Belki de sana anlatmış olduğum rasathane olayı ve bir anda virane evin kendisini yenilemesiyle oluşmuş villa, ‘Kefensizler Mezarlığı’nın benim için hazırlamış olduğu birer görsel oyunlardır. Beni
76
77
Öykü
Öykü
etkileyebilmek; gözümü kör, kulaklarımı sağır ve beynimi paslanmış bir demire dönüştürebilmek için hazırlanmış bir tiyatro sahnesi... Senarist, ‘Kefensiz Ölüler’, yönetmen ise ‘Kefensizler Mezarlığı’... Bu nedenden ötürü de gözlerim kör olduğu için, şu anda kalmış olduğum virane evi, üç katlı bir villa gibi görüyorum. Hala kullanılmasına izin verilmediğine emin olduğum rasathanede, gece ve gündüz gözlem yapabiliyorum, körleşmiş gözlerimle... Ya da kendimi o şekilde kandırıyorum. Yani ben şu anda ‘Hayal’ dünyasında yaşıyorum, dostum. İçerisinde benden ve ‘Kefensizler Mezarlığı’ndan başka kimsenin bulunmadığı bir ‘Hayal Dünyası’... İşte artık ben bu ‘Hayal Dünyası’ndan kurtulmak istiyorum. Şu anda gıyaben tanımış olduğum, kimliği belli olmayan o yüzlerce kefensiz vücudu daha yakından tanımak istiyorum. ‘Sen de bizdensin ve bizden olacaksın.’ Evet, dostum... Ben galiba onlara istediklerini vereceğim. Söylediğim gibi, ben bu topraklara aidim... O kefeni o topraklara gömdüğümden beri... Sana bunları anlattığımdan dolayı, bu yazmış olduğum mektup da sana ulaşmayacaktır... Hoş, zaten yazmış olduğum, bu diğer insanlara ‘Deli saçması’ görünecek olan mektuplarımın sana da ulaşmasını istemiyorum, galiba. Sana ve dolayısıyla diğer insanlara... Ama ilk ve son defa, eşime ve çocuklarıma bir mektup yazacağım. Ait olduğum yere gitmeden önce bunu yapmak, benim belki de en önemli vazifemdir, biliyorum. Eşime ve çocuklarıma yazacağım mektubun, onlara ulaşmasını istediğimden dolayı, mektupta başımdan geçenlerin hiçbirisini anlatmamaya çalışacağım... Zor olacağını biliyorum, ama en azından deneyeceğim. Evet, kardeşim, bu yazdığım sana son gönderilmemiş mektubum olacaktır... Yaşam içerisindeki bana karşı olmuş olan tüm haklarını helal et, dostum, olur mu? Yıldırım AKARSU
Umarım, yıllar sonra da kefensiz, cansız ve çıplak bir ölü yığını haline geldiğimde dahi sizin hakkınızdaki bu düşüncelerim devam eder... Ve yine umarım, o halde sizlere bir zararım olmaz... Umarım... Kendine ve çocuklarımıza çok iyi bak, olur mu? Ben sizi önce Allah’a sonra yine size emanet ediyorum. Ve seni çok seviyorum, aşkım... Tıpkı ilk tanıştığımız günkü gibi... Yıldırım AKARSU Yıldırım AKARSU, ‘Kefensizler Mezarlığı’ ile ilgili gizemli olayları, yazmış olduğu mektuplarının en yakın arkadaşına ulaşmadığını düşünmesinde, bir yere kadar haklı sayılırdı. Haklı sayılırdı, çünkü bu mezarlığın gizil yanları ile ilgili olan şeyleri, yazmış olduğu mektuplardan, arkadaşı okuyamayacaktı. Ancak bir yandan da haksız sayılırdı, çünkü göndermiş olduğu mektuplar, aslında ‘Gönderilmemiş Mektuplar’ değillerdi... ‘Gönderilmiş yazısız mektuplar’ idi... Yani Yıldırım’ın arkadaşı Tarık, ilk mektup haricinde, almış olduğu diğer mektuplar, boş ve temiz kâğıt yapraklarından oluşmaktaydı. ‘Esrarengiz Güçler’ tarafından silinmiş olan boş ve temiz kâğıtlar... Tarih 5 Eylül 1971’i gösteriyordu... ‘Kefensizler Mezarlığı’ adı verilen mezarlığın tepesinde, insanlara göz kırpan o birkaç yıldızdan birisi daha gözden kaybolmuştu. Bu durumun, ‘Kefensizler Mezarlığı’na bir tane daha kefensiz bedenin üye oluşuyla bir ilgisi var mıydı, işte bu hep soru işareti olarak kalacaktı... 15 yıl sonra, Urfa’nın Harran ilçesinden, Ankara’ya gönderilen bir mektup...
02.09.1971 Yıldız Gözlüm, Size yazmış olacağım bu ilk mektubun, aynı zamanda son mektup olması, emin ol beni derinden yaralıyor. Ancak bu mektubu yazmasam, içimden birçok şeyler kopup gidecek, biliyorum. Eminim, şu anda neden bu şekilde şeyler yazdığımı, okurken anlayamayacaksın. Ama ben sana bu mektubu, benim mektuplarımı anlayasın diye değil, beni merak etmemen için yazıyorum. Hani sen buralara benimle birlikte, havaların sıcaklıklarını bahane ederek, gelmek istememiştin, hatırlıyor musun? Emin ol, aşkım, sen bu kararını vererek belki de hayatının en doğru seçimini yapmış oldun. Bunu yıllar ilerledikçe çok daha iyi anlayacağını düşünüyorum. Seni ve çocuklarımı çok özlememe rağmen, yanınıza gelemeyeceğim. Ne olur beni affet... Ben artık buralara, bu topraklara aidim. Ve hep de öyle olacağım... Seni ve çocuklarımı deliler gibi seviyor olsam dahi... Umarım içimdeki bu sevgi, ait olduğum yere gittikten sonra da devam eder. Senin çocuklarımıza hem annelik hem de babalık yapabileceğine hiç şüphem yok. Çünkü sen çok güçlü bir kadınsın ve ben seninle bu nedenden dolayı evlendim. Ancak Nurgül, senden bir ricam olacak... Belki de yaşamımda senden isteyeceğim son rica... Ne olur, beni aramak için buralara gelmeyin. Zaten senin buraları pek sevemediğini tahmin ediyorum. Ve lütfen, bu tahminimi yersiz çıkartma. Gökhan ile Oya’ya da buralardan sakın bahsetme. Çünkü ikisi de artık bir şeyleri kavrayabilecek yaşlara geldiler. Bunların haricinde; çocuklarımız, ilgili oldukları alanlarda meslek sahibi olsunlar. Tıpkı benim gibi... Ancak benim kadar ‘Hayalperest’ ve ‘Gözü kara’ da olmasınlar. Çünkü her ‘Hayalperestlik’ macerası mutlu sonla bitmiyor. Buna artık kesin kez emin oldum.
20.06.1986 Yıldız Gözlüm, Yıllarca sana karşı, İstanbul ve Ankara’da atan bu yürek, şu anda Urfa şehrinin Harran ilçesinin küçük bir kasabasında atıyor. Daha iki gün önce gelmiş olduğum bu şehirde, ilk yaptığım şeylerden birisi sana bu mektubu yazıyor olmamdır, sevgilim. Biliyorum, belki de buralara gelmiş olmam, bir ‘Çılgınlık’ göstergesi olabilir. Özellikle de annem için... Ama yine konuştuğumuz gibi, benim buralara geldiğimi ikimizden başka kimse bilmeyecek, tamam mı, aşkım? Ben sizin yanınıza gelene kadar, annem beni iş görüşmesi için İzmir’e gittiğimi ve biraz oralarda tatil yaptığımı düşünecek. Bunları düşünecek ve biraz da olsa içi rahat edecek... Ama sana daha önce anlattığım gibi, bu sır perdesini ortadan kaldırmadan ben rahat edemeyeceğim. Yıllar önce esrarengiz bir şekilde, bize ve Tarık Amca’ya göndermiş olduğu birer mektup sonrası ortadan kaybolmuş ve aylarca yapılan çalışmalara rağmen, hiçbir izine rastlanılamamış olan babamın başından geçen sır perdesi... Üstelik babam Tarık Amcama, içerisinde hiçbir yazı olmayan dört beş tane daha mektup göndermiş. Düşünebiliyor musun, dört beş tane yazısız mektup... Açıkçası ben babama ne olduysa, buralarda olduğuna inanıyorum, sevgilim. Bu topraklarda... Babamın gerek anneme gerekse de Tarık Amcama göndermiş olduğu ‘Yazılı’ mektuplarda anlatmış olduğu yerlerin, şu anda bizzat içerisindeyim. Buradaki neredeyse 1230 yıllık tarihi rasathaneyi gezmek istememe rağmen, tıpkı babama olduğu gibi, bana da izin verilmedi. Böyle bir tarihi rasathanenin, bunca yıldır yenilenmeden kaderine bırakılışı, gerçekten insanın içini sızlatıyor. Eve gelince... Ev, yine babamın anlattığı gibi, içler acısı... Sanki orta çağdan günümüze kadar ulaşmış olan, iki katlı virane bir ev... İçerisi toz topraktan ve gereksiz bir sürü araç gereçten geçilmiyor. Umarım, evlendiğimizde bizim de evimiz bu şekilde olmaz. Yoksa çocuklarımızı bol sayıda fare ve de börtü böcek ile büyütmek zorunda kalırız. Sonrasında çocuklarımızın psikolojilerini düşünemiyorum... Böcek ve fareleri kardeş olarak gören çocuklar...
78
79
Öykü
Sinema
Şaka bir yana burada durum, bu şekilde, sevgilim. Bir de burada antika bir gramofon gözüme çarptı. Böyle bir gramofona, babamın sahip olmadığına adım gibi eminim. Muhtemelen, büyük dedemden kalmış olabileceğini düşünüyorum. Zaten şu anda iyice tozlanmış olan bu haliyle, hiç albenisi olmayan bir elektronik cihaz görünümünde... Onun yerine bir telefon olsaydı, -tabii ki bu söylediğimin bir hayal olduğunu biliyorum- seninle yazışarak değil, konuşarak haberleşirdik. Ancak benim şu anda bulunmuş olduğum konum, bu durumun hayalden de öte, imkânsız olduğunu gösteriyor, anladığım kadarıyla... Ama sonuçta hayal etmek de güzel bir şey değil mi? Mesela seninle evlenip, sana benzer iki çocuğumuzun olabileceğini hayal etmek... Umarım, Uzay Mühendisi olduğumdan dolayı baban bizim evlenmemize karşı çıkmaz ve böylelikle de benim bu güzel hayallerim, gerçekleşebilmek için umut kurmaya devam edebilirler. Umarım... Biliyor musun, şaka bir yana buradaki insanlar, bana sanki Uzay Mühendisi değilmişim de ‘Uzaylıymışım’ gibi bakıyorlar. Bunu benimle konuşmalarından ve bakışlarından çok iyi anladığımı düşünüyorum. Aslında onlara ODTÜ gibi bir üniversitenin ‘Uzay Mühendisliği’ bölümünü bitirdiğimi ve bu bölümün ülkedeki ilk öğrencilerinden birisi olduğumu söyledim. Ancak buna rağmen, onların ne ‘ODTÜ’ ne de ‘Uzay Mühendisliği’ kavramlarından pek bir şey anladıklarını sanmıyorum. En azından bana anlamamış gibi baktıkları kesin... Bir de o tuhaf bakışların nedeni, kaldığım yerden de kaynaklanıyor galiba... Anlayamıyorum, bu kadar insan neden kendisine bile hayrı olmayan, eski bir mezarlıkla, virane bir evden bu denli uzaklaşmaya çalışır. Hatta tam tersi, tamam belki ilk zamanlarda buralar ürkütücü görünüyor olabilir; ancak biraz alışınca insan buraların etkileyici bir yer olduğunu dahi düşünmeye başlıyor. Mesela o tarihi mezarlık... ’Kefensizler Mezarlığı’... Biliyor musun, gerçekten de babamın Tarık Amcaya gönderdiği mektupta yazmış olduğu, bu mezarlığın sadece geceleri göründüğü iddiası galiba doğru. Tıpkı ay ve yıldızlar gibi, güneş ışığı altında gözlenemeyen bir mezarlık... Sırf bu düşünce dahi, insanın buralara bağlanmasına yeter artar bile, öyle değil mi aşkım? Ama merak etme, buralara pek de bağlanmaya niyetim yok... Çünkü biliyorsun ki, benim kalbimle aklımın yarısı Ankara’da seninle beraber dolaşıyor ve nefes alıyor. İşte bu nedenden dolayı da buralarda dolaşan ilginç bir rivayet, oldukça hoşuma gitti. Babamın da mektubunda Tarık Amcama anlatmış olduğu rivayet... Bu ’Kefensizler Mezarlığı’a bir kefen gömdüğün zaman, yaşam boyunca her dileğin gerçekleşiyormuş. Biliyorum, benim gibi dört beş sene üniversite sıralarında dirsek çürütmüş bir kişi için, böyle bir batıl inançtan bahsetmek oldukça ayıp sayılabilir. Ancak sevgilim, ‘Babama ne oldu sırrını çözebilme’ ve tabii ki ‘Seninle evlenebilme’ dileklerimi gerçekleştirebilmek için, böyle bir şey yapmak, bana çok da bir şey kaybettirmez, haksız mıyım? Sonuçta şimdiye kadar toprağa gömülmüş olan bir kefenin, kimseye zararı olduğunu sanmıyorum. Çünkü şuna inanıyorum ki; dünyadaki en masum ve zararsız varlıklar ölülerdir. Biraz sonra bu yazdıklarımı bulunduğum şehirden, başkentimiz olan Ankara’ya, yani sana, göndereceğim. Ama şunu hiçbir zaman unutma sevgilim, sen sadece ülkemizin başkentinde değil, aynı zamanda benim gönlümün de başkentindesin. Ve hep de öyle kalacaksın… Sonsuza dek... Seni çok seviyorum, sevgilim... Gökhan AKARSU
2013 Oscar Tahminleri Gölge e-Dergi olarak Şubat ayını Oscar tahminleri yapmadan geçirmeyelim dedik. İşte yine tahminlerimizle karşınızdayız. Bu yıl ilginç bir ödül sezonu geçiyor. Geçtiğimiz yıllarda pek çok dalda kazanacak isimler banko gibi gözüküyordu, bu yıl hemen hemen hiçbir dalda çok net bir şey diyemiyoruz. Bunda en büyük faktörlerden birisi de en iyi film kategorisinde öne çıkan filmlerden ikisinin yönetmenlerinin en iyi yönetmen dalında aday olmamaları oldu. Böyle olunca dengeler bozuldu tabii. İlgili kategorilerde bu konuya tekrar değiniriz. Bu yazının adayların her birini izlemeden yazıldığını hatırlatayım. Bu yazının yazıldığı tarihe kadar en iyi film dalının dokuz adayından sadece beşini vizyonda izleyebildik. Başka yöntemlerle izlemeye de karşı olduğum için diğer adayları izlemedim henüz. Ama her yıl vurguladığım gibi tahmin yapmak için filmleri izlemek gerekmiyor her zaman. Diğer ödüller, günün koşulları gibi etmenler filmin iyiliğinden daha etkili oluyor ne de olsa. İşte kategorilere göre adaylar, tahminlerim ve kendi tercihlerim: En İyi Kısa Film: Adaylar: Asad, Buzkashi Boys, Curfew, Dood van een Schaduw, Henry Kısa filmler ve belgeseller her yıl olduğu gibi bu yıl da ödüllerde ön plana çıkmıyorlar. Neyse ki akademi bu kategorilerde hala ödül dağıtıyor. Ne yazık ki bu kategorideki filmlerin hiçbirini izlemedim. Ancak konusuna ve görüntülerine bakıldığında intihar etmek üzereyken yeğenine bakmak üzere bir telefon alan bir adamın hikâyesini anlatan Curfew ödüle yakın gibi gözüküyor. En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: Adam and Dog, Fresh Guacamole, Head Over Heels, Paperman, The Simpsons: The Longest Daycare Bu kategorideki adayları da izleyemedim. Aslında bir Simpsons filminin Oscar alması pek güzel olur ancak yaşlı bir çiftin ayrı yaşamak istediklerinde birinin tavanda yaşamaya başlaması gibi ilginç bir konuyu işleyen Head Over Heels’i ödüle yakın görüyorum.
Öykü: Kayahan DEMİR
80
81
Sinema
Sinema
En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: Inocente, Kings Point, Mondays at Racine, Open Heart, Redemption Bu yıl kısa belgesel kategorisinde hastalıklar ile ilgili filmler dikkat çekiyor. Bu tip filmlerden etkilenen akademi üyelerinin oylarının bu filmler arasında dağılabileceğini düşünerek Oscar’ın farklı bir filme gideceğini tahmin ediyorum ve 15 yaşında bir sanatçıyı anlatan Inocente ödülü alır diyorum. En iyi Belgesel (Uzun): Adaylar: 5 Broken Cameras, The Gatekeepers, How to Survive a Plague, The Invisible War, Searching for Sugar Man Bu kategorideki filmlerden 5 Broken Cameras dışındaki filmlerin Oscar için şansı olabilir diye düşünüyorum. Yine de AIDS meselesi Hollywood için önemli bir konu olduğu için How to Survive a Plague’in şansının daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Olmadı ikinci ihtimal Searching for Sugar Man. En İyi Makyaj ve Saç: Adaylar: Hitchcock, The Hobbit: An Unexpected Journey, Les Misérables Hitchcock filminde Anthony Hopkins’i Hitchcock’a benzetmek için gösterilen çaba ve Les Misérables’da karakterlerin belli dönemleri için yapılan çalışma ilgiye değer ama akademi irili ufaklı her karakterin makyaj ve saçıyla ince ince uğraşan The Hobbit ekibini ödüllendirmezse ayıp olur. Zaten film sadece üç dalda aday oldu. Tek dezavantajı biz bunu Lord of the Rings serisinde zaten görmüştük demeleri olur. En İyi Görsel Efekt: Adaylar: The Avengers, The Hobbit: An Unexpected Journey, Life of Pi, Prometheus, Snow White and the Huntsman En iyi görsel efekt dalında her zaman olduğu gibi yine bilim-kurgu filmleri ve fantastik filmlerin adaylıkları var. Tüm filme yayılmış görsel efekt çalışmaları ile Life of Pi ve The Hobbit ödüle daha yakın gözüküyor.
82
En İyi Ses Kurgusu: Adaylar: Argo, Django Unchained, Life of Pi, Skyfall, Zero Dark Thirty Oscarların en teknik kategorileri ses kurgusu ve ses miksajı kategorileri. Bu kategoride çoğunlukla aksiyon filmlerinin ipi göğüslediği düşünülürse Bond filmlerinin en başarılısı olarak görülen Skyfall’un bu dalda ödül alması beklenebilir. İkinci olasılık ise Zero Dark Thirty. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: Argo, Les Misérables, Life of Pi, Lincoln, Skyfall Geçen yıl bu kategoride on beşinci kez aday olan ama henüz hiç Oscar kazanamayan tecrübeli isim Greg P. Russell’ın ödül almasını arzu ettiğimi söylemiştim. Russell geçen yıl bu ödülü alamadı ve bu yıl on altıncı kez Skyfall ile aday. Bu kez almasını umuyorum ve bekliyorum. Bu arada Andy Nelson’ın da bu yıl hem Lincoln hem de Les Misérables ile aday olarak on yedinci adaylığını aldığını da ekleyelim. Ama en azından onun bir Oscar’ı var. En İyi Kostüm: Adaylar: Jacqueline Durran (Anna Karenina), Paco Delgado (Les Misérables), Joanna Johnston (Lincoln), Eiko Ishioka (Mirror Mirror), Colleen Atwood (Snow White and the Huntsman) Bu yıl onuncu kez aday olan Colleen Atwood dördüncü Oscar’ını alır mı? Aday olduğu film Snow White and the Huntsman olmasaydı belki ama bu filmle alabileceğini zannetmiyorum. Akademi filmi daha fazla sevseydi Anna Karenina’nın da şansı vardı. Bu durumda büyük dalların çoğunda şansı olmayan Les Misérables, Paco Delgado’ya bir Oscar heykelciği kazandırabilir. En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: Sarah Greenwood, Katie Spencer (Anna Karenina), Dan Hennah, Ra Vincent, Simon Bright (The Hobbit: An Unexpected Journey), Eve Stewart, Anna Lynch-Robinson (Les Misérables), David Gropman, Anna Pinnock (Life of Pi), Rick Carter, Jim Erickson (Lincoln) Zor bir kategori ile karşı karşıyayız. Daha çok dönem filmlerinin kazandığını bu kategorideki adayların
83
Sinema
Sinema
hemen hepsi bu tanıma uyuyor (The Hobbit’e de bir anlamda dönem filmi denebilir). Anna Karenina yine akademinin filmi çok sevmemesinden ötürü kaybediyor. Les Misérables’ın da şansı var ama benim tahminim Lincoln’ün kazanacağı yönünde. En İyi Kurgu: Adaylar: William Goldenberg (Argo), Tim Squyres (Life of Pi), Michael Kahn (Lincoln), Jay Cassidy, Crispin Struthers (Silver Linings Playbook), William Goldenberg, Dylan Tichenor (Zero Dark Thirty) Geldik en önemli kategorilerden birine. Çünkü yıllardır kurgu Oscar’ını alan en iyi filmi de alır diye bir inanış vardır. Çok da yanlış değildir bu. Ama bu yıl bu formülün işlememe ihtimali yüksek. Yine de şöyle diyelim: Oscar’ı William Goldenberg alacak. Ama bunu söyleyerek de tam tahmin yapmış olmadık. Çünkü Goldenberg hem Argo hem de Zero Dark Thirty ile aday. Bu durumda biraz sürpriz oynayarak Zero Dark Thirty ile kazanacak diyelim. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Seamus McGarvey (Anna Karenina), Robert Richardson (Django Unchained), Claudio Miranda (Life of Pi), Janusz Kaminski (Lincoln), Roger Deakins (Skyfall) Roger Deakins’in bu ödülü kazanmasını çok isterim. İçinde bulunduğu her filme ayrı bir atmosfer katan bu usta onuncu adaylığını almış olmasına rağmen henüz Oscar kazanamadı. Ama açık konuşalım Skyfall buna uygun bir film değil. Ayrıca Life of Pi’nin görüntüleri o kadar iyi ki filmin başka dallarda çok şansı olmasa da en iyi görüntü yönetmeni Oscar’ını rahatlıkla alacaktır. En İyi Müzik: Adaylar: Dario Marianelli (Anna Karenina), Alexandre Desplat (Argo), Mychael Danna (Life of Pi), John Williams (Lincoln), Thomas Newman (Skyfall) Önce bu kategori ile ilgili bir detayı verelim. John Williams, Lincoln ile kırk sekizinci adaylığını almış durumda. Allah sağlık versin de iki Spielberg filmiyle daha bu sayıyı elliye tamamlasın demekten başka diyecek bir sözümüz yok. Sanırım akademi de bu sayıyı tamamlamaya uğraşıyor. Yoksa beş Oscar ödülü olan Williams 1993’den beri bu ödülü en az bir kez daha alırdı. Bu yıl da Oscar alması zor gözüküyor. Mychael Danna hem filmle başarılı bir şekilde bütünleşmiş hem de akademinin sevdiği türden bir müzik çalışması
84
yaptığı için Life of Pi ile ödülü alacaktır. Bu arada diğer adaylıklara baktığımızda akademinin sevdiğini gördüğümüz Beasts of the Southern Wild, etkileyici müzikleri ile buradan nasıl bir adaylık çıkaramadı, hayret. En İyi Şarkı: Adaylar: “Before My Time” Söz-Müzik: J. Ralph (Chasing Ice), “Suddenly” Söz: Herbert Kretzmer, Alain Boublil – Müzik: Claude-Michel Schönberg (Les Misérables), “Pi’s Lullaby” Söz: Bombay Jayshree Müzik: Mychael Danna (Life of Pi), “Skyfall” Söz-Müzik: Adele Adkins, Paul Epworth (Skyfall), “Everybody Needs a Best Friend” Söz: Seth MacFarlane – Müzik: Walter Murphy (Ted) Geçen yılın iki adaylığından sonra bu yıl tekrar beş adaylığa döndük. Çok iyi bir Bond şarkısı olan Skyfall ödülü alacaktır. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: Amour (Avusturya), Rebelle (Kanada), No (Şili), En Kongelig Affære (Danimarka), Kon-Tiki (Norveç) Hiç uzatmadan Amour diyoruz. Haneke en iyi yönetmen kategorisinde bile adayken farklı bir sonuç mucize olur. En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: Brave, Frankenweenie, ParaNorman, The Pirates! In an Adventure with Scientists!, Wreck-It Ralph ParaNorman, The Pirates bu kategorinin pek fazla şansı olmayan adayları ama her iki filmin de aday olmasına mutlu olduğumu belirtmeliyim. Pixar faktörü Brave’in kazanmasına yol açabilir ama en iyi Pixar filmlerinden olmadığını söylemek lazım. Bu durumda elimizde Wreck-It Ralph ve Frankenweenie kalıyor. Aslında göstergeler Wreck-It Ralph diyor ama ben akademinin Tim Burton’a bir Oscar verme şansını tepmeyeceğini düşünüyorum ve Frankenweenie diyorum. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Michael Haneke (Amour), Quentin Tarantino (Django Unchained), John Gatins (Flight), Wes Anderson, Roman Coppola (Moonrise Kingdom), Mark Boal (Zero Dark Thirty)
85
Sinema
Sinema Hemen hemen tüm adayların çok güçlü olduğu bir kategori ile karşı karşıyayız. Flight filminin aday olması bile büyük bir muhalefet ile karşılaştı. En zayıf adayın o olduğu söylenebilir. Michael Haneke bir senaryo Oscar’ı alsa çok güzel olur ama yabancı dilde en iyi film ödülü ile yetinmek zorunda gibi gözüküyor. Bu kategoride ödül kazanması durumunda beni en çok sevindirecek film, Oscar’larda fena halde hakkının yendiğini düşündüğüm Moonrise Kingdom. Ama bu da pek mümkün gözükmüyor. Geriye Mark Boal ve Quentin Tarantino kalıyor. Bu iki isim 2009’da da aynı kategoride karşı karşıya gelmişler, galip Mark Boal olmuştu. Tarantino’nun rövanşı almasının zamanıdır. En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Chris Terrio (Argo), Lucy Alibar, Benh Zeitlin (Beasts of the Southern Wild), David Magee (Life of Pi), Tony Kushner (Lincoln), David O. Russell (Silver Linings Playbook) Özgün senaryo için zorlu bir kategori dedik ama uyarlama senaryoya aday olan filmlerin hepsinin en iyi film dalında da aday olduğunu düşünürsek daha da zorlu kategori ile karşı karşıyayız. Doğrusunu söylemek gerekirse adayların hangisi kazanırsa kazansın beni şaşırtmayacak. Yine de deneyimli oyun yazarı Tony Kushner’in Lincoln için yazdığı senaryonun şansının daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Ancak akademinin Silver Linings Playbook’u ne kadar sevdiği ve Argo’nun ödül sezonunun sonlarına doğru ne kadar iddialı bir noktaya geldiği de unutulmamalı. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Amy Adams (The Master), Sally Field (Lincoln), Anne Hathaway (Les Misérables), Helen Hunt (The Sessions), Jacki Weaver (Silver Linings Playbook) Ödül sezonunun başlangıcında bu kategoride Sally Field ve Anne Hathaway’in çekişeceği düşünülüyordu ancak günler geçtikçe Anne Hathaway bu kategoride rakipsiz hale geldi. Les Misérables’ın diğer kategorilerdeki şansı az ama en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını alacak gibi gözüküyor. Diğer adaylardan Helen Hunt yıllar sonra başarılı bir rol ile tekrar hatırlandığına sevinmeli, dördüncü adaylığını alan Amy Adams Oscar heykelciğini kucaklamak için birkaç yıl daha beklemeli. Jacki Weaver’a gelince, sanırım neden aday olduğunu kendisi bile çözemedi. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Alan Arkin (Argo), Robert De Niro (Silver Linings Playbook), Philip Seymour Hoffman (The Master), Tommy Lee Jones (Lincoln), Christoph Waltz (Django Unchained)
86
İşte şampiyonlar ligi gibi bir kategori. Adayların hepsi daha önce Oscar almış isimler. Aslında bu kategoride içimden geçen isim Philip Seymour Hoffman. Oscar’larda hakkı yenen bir diğer film olarak The Master’de çok başarılı bir performans sergilemişti. Ama başka kategorilerde de dediğimiz gibi akademi bir filmi sevmeyince o kategoride çok başarılı olsa da ödül olması zor oluyor. Bu yüzden kazansa Hoffman kazansa çok sevinirim ama pek ihtimal vermiyorum. Gayet ortalama bir performans ile aday olan Alan Arkin’in kazanma şansı da ancak Argo’nun ne kadar sevildiği ile doğru orantılı. Yıllar sonra yeniden aday olan Robert De Niro’nun da çok şansı olmadığını söyleyebiliriz. Bu durumda yine iki adaya kalıyoruz. Tommy Lee Jones ve Christoph Waltz. Her ikisinin de şansı eşit gözüküyor ama bana Christoph Waltz bir Tarantino filmiyle daha ikinci Oscar’ını alacak gibi geliyor. En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Jessica Chastain (Zero Dark Thirty), Jennifer Lawrence (Silver Linings Playbook), Emmanuelle Riva (Amour), Quvenzhané Wallis (Beasts of the Southern Wild), Naomi Watts (Lo Imposible) Öncelikle Naomi Watts’ı hiç düşünmeden denklemden çıkarabiliriz. Beş kişilik kotayı doldurmak için listeye girmiş gibi gözüküyor. Bu yıl bu beş kişilik liste en iyi kadın oyuncu kategorisinde tarihte aday olmuş en genç ve en yaşlı oyuncuyu barındırıyor. Küçük Cimcime Quvenzhané Wallis ve muhteşem Emmanuelle Riva. Bu ikiliden herhangi bir kazanırsa tören sırasında televizyon başında çığlık atabilirim sanırım. Ama yine çok mümkün gözükmeyen bir durum. Ödülü Jessica Chastain ya da Jennifer Lawrence alacaktır. Aslında her iki isim de bu yıl kazanamasa bile önümüzdeki birkaç yıl içinde kesinlikle Oscar alabilecek kalibrede oyuncular. Akademinin bu yıl Jennifer Lawrence’ı tercih edeceğini düşünüyorum. Geçtiğimiz iki yıl içinde toplam on filmde oynamış olan Jessica Chastain ise önümüzdeki 5 yıl içinde rol alacağı 40-50 filmden biriyle Oscar alacaktır zaten. En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Bradley Cooper (Silver Linings Playbook), Daniel Day-Lewis (Lincoln), Hugh Jackman (Les Misérables), Joaquin Phoenix (The Master), Denzel Washington (Flight) Yılın banko kategorilerinden biri. Daniel Day-Lewis dışında biri ödül kazanırsa çok şaşırırım. En İyi Yönetmen: Adaylar: Michael Haneke (Amour), Ang Lee (Life
87
Sinema
Öykü
of Pi), David O. Russell (Silver Linings Playbook), Steven Spielberg (Lincoln), Benh Zeitlin (Beasts of the Southern Wild) İşte yılın tahmini en zor kategorilerinden biri. Çünkü Oscar öncesi diğer ödülleri toparlayan Ben Affleck ve Kathryn Bigelow akademi tarafından aday gösterilmedi. Tarantino da es geçildi. Böyle olunca kazanacak isim ile ilgili net bir tahmin yapmak çok zor. Adayların üzerinden tek tek geçelim. Michael Haneke’yi Oscar adayı bir yönetmen adayı olarak görmenin şoku bile yeterli. Bir on yıl önce böyle bir ihtimalden söz edilse bu kadar aykırı bir yönetmenin Oscar’a aday olması mümkün değil der, dalga geçerdik. Bir de ödülü alması çok ilginç olur. Benh Zeitlin’in aday olması sevindirici, ancak yönetmen ödülü almak için biraz genç görülecektir. Eğer Ang Lee’nin geçmişte bir Oscar’ı olmasa başarılı çalışması ile şansı daha yüksek olurdu, yine de bir şansı var. David O. Russell bence listede bile olmaması gereken bir isimdi ama hem bu adaylık hem filmin diğer yedi adaylık filmin akademi tarafından ne kadar sevildiğini gösteriyor. Bu yüzden şansı yüksek. Ve Steven Spielberg. Belli ki Lincoln’ü Oscar için çekti. Karşımızda akademinin seveceği türden bir film olduğundan eminiz. Ama akademi Spielberg’ü çok da sevmez. En iyi filmlerinde eli boş gönderdiği olmuştur. Kanımca en güçlü aday ama Lincoln geceyi sadece en iyi erkek oyuncu ödülü ile kapatırsa da şaşırmam.
Cin mi, Peri mi? Çöpü akşam karanlığında attı… Çöpçüler geldi çöpün başına cinler. Çöpçü cinler meydan da, hepsi girdi içine… Bedenine ruhuna bulaştılar. O bilmeden farkında olmadan. Değilken bunların olduğunu bilmezken, Onla beraber eve de girdi çöpçü cinler. Eşi geldi. Öptü onu. Ona da girdi cinler. Hamile kaldı ikiz çocukları oldu bir erkek bir kız üç aylıkken düştü bebekler ceninken daha,
En İyi Film: Adaylar: Amour, Argo, Beasts of the Southern Wild, Django Unchained, Les Misérables, Life of Pi, Lincoln, Silver Linings Playbook, Zero Dark Thirty Bu yazı adaylar açıklandıktan hemen sonra yazılsaydı en iyi yönetmen kategorisinde adaylığı olmayan bir filmin en iyi Oscar’ını kazanmasının çok zor olduğunu belirtecek ve Argo, Zero Dark Thirty, Django Unchained ve Les Misérables filmlerini liste dışı bırakacaktım. Diğer filmler için hala bu durum geçerli ama ödül sezonuna zaten fena bir başlangıç yapmayan Argo o günden bu güne öyle bir ivme kazandı ki Oscar’ın en güçlü adayı haline geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse Ben Affleck’in sadece eli yüzü düzgün bir film olmaktan öteye gidemediğini düşündüğüm filminin en iyi film seçilmesi beni hiç mutlu etmeyecek ama sonuç bu olacak gibi gözüküyor. Yine de en büyük rakibi Lincoln. Bu iki film dışındaki adayların çok şansı yok gibi. İşin ilginç tarafı yazının başından beri tüm tahminlerime baktığınızda Argo’nun sadece en iyi film Oscar’ını alacağını tahmin ettiğimi göreceksiniz. Bakalım böyle ilginç bir olay gerçekleşecek mi? Bu yıl Oscar ödülleri 24 Şubat’ı 25 Şubat’a bağlayan gece sahiplerini bulacak. Bakalım bu yıl tahminlerimiz ne kadar isabetli olacak. Bu satırları yazarken ödüllerin açıklanmasına yaklaşık bir ay var. Geriye kalan sürede favorilerim değişirse meraklısı Sinema Manyakları blogundan takip edebilir.
Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
88
89
Öykü
Sinema
Banyoda tuvaletini yaparken… Parça, parça. Lök, lök. Her yer kan oldu. Ambulans geldi. Eşinin sevgilisi yokken sevgilisi oldu. Eşi aldattı onu. Eşyalar patlar yanarken, kendisi pencereden düşüp sakat kaldı. Eşi trafik kazası geçirdi… Araba bozuk pencereden düştüğü yerin altında aylarca bekledi... Cinler, cinler hep evin içinde duvarlarda… Bedenlerin de kaldı… Dili koptu eşinin. Kendisinin omurgası parçalandı. Eşi her gün kadınlarla gününü gün etti. Yuva kalmadı. Elektrik kabloları yandı. Duman oldu ev, duman. Kaç kere insanlar değişti etraflarında. Sonra periler gelsin diye dualar okundu. Çöpler akşam loşluğunda bir daha sokak çöpüne atılmaz oldu. Cinler kovalandı hep pencereler açılıp. Tansiyonlar çıktı. Kanserlere yakalanıldı. Paralar battı. Borçlar çoğaldı. Periler gelsin diye hep dualar okundu. Pencereler açıldı bedenler ovulup çıksın diye bedenlerden kovalandı hep dışarı, dışarı; diye. Mutluk kalmadı, huzur kalmadı, sağlık kalmadı, yuva kalmadı, para kalmadı, samanlık bile yandı, Geriye havalara açılmış eller kaldı… Haykırışlar kaldı periler, periler sihirli değnekleriyle beklendi tekrar dokunsun kendine ve eşine diye. Bardakların dibinde biriken çay tanecikleri tıkadı delikleri hep. Çiçeklerin suları koktu. Kurudu çiçekler bile...komşular gelmez oldu geçmesin diye bize de... Aileler görüşmez oldu. Seslere kalındı bir tek seslere telefondan gelen seslere kalındı… Seslere hoparlörler bağlandı telefonlarını arayanların seslerini odalara doldurup yalnızlıklarını giderdiler... Kalpleri her gün çarpar oldu… Panik atak moda dendi… Birinin olan dili kurudu öbürünün olan yüreği… Kelebekler uçmaz oldu evin kenarında kuşlar öldü hastalanıp tek, tek. Cinler bir girdi çıkmaz oldu. Periler gelsin, gelsin diye beklendi gece gündüz. Saçların dipleri köpürdü. Deriler kıvıl, kıvıl kızardı. Kurtlar kapladı bedenlerinde çıkan yaraların yerini. Beyaz, beyaz kurtlar. Bedenlerinde birbirlerine bile bakamaz oldular. Periler, periler beklendi. Beklendi periler… Kıvıl, kıvıl onca kurtla Öykü: Gülten AĞRITMIŞ
90
İllüstrasyon: Zeynep ZEZE
Kuir Fest İkinci Yılında 2011 yılının son aylarında düzenlenen ilk KuirFest gayet güzel geçmişti. Hem başka yerde izleme şansımızın pek olmadığı filmleri izlemiş hem de farklı paneller, söyleşiler ve etkinliklerle farklı konuları tartışmıştık. 2012’nin sonları geldiğinde KuirFest’ten pek bir haber gelmeyince acaba bu güzel festivalin ömrü sadece bir yıl mı olacak diye endişelenmiştik. Biraz gecikmeli oldu, festivalin seans sayısı da azaldı ama ikinci yılını da başarıyla devirdi. Bakalım KuirFest’in ikinci yılı nasıl geçmiş: 18 Ocak Cuma: Aslıdan festivalin açılış töreni 17 Ocak’ta yapıldı ama katılma fırsatım olmamıştı. Film gösterimlerinin başladığı Cuma günü yoğun bir programla takibe başladım. 12:00 – KuirFest gösterimleri kısa filmlerle başlıyordu. Bu ilk seansta beş kısa film izledik. Kısaca bahsedelim. Islahevi (The Wilding), ıslahevinde gay olmak ve özgürlük ile sevdiği adam arasında seçim yapmak durumunda kalan bir adam üzerine iyi bir yapımdı. Aslında uzun metraj bir filmin bir bölümü olabilirmiş. Mila Caos, kadın olarak sahneye çıkan bir Kübalı bir gencin özlemle annesinin onu izlemek için gelmesini beklemesini anlatıyordu. Belki de görünüşte çok aykırı bir yaşamı olabileceğini düşündüğümüz kişilerin aslında her birimizden çok da farklı bir yaşam sürmediğini de gösteriyordu. Bir Gün Benim de Prensim Gelecek (Some Day My Prince Will Come), deneysel yapısı ile farklı görüntüleri üst üste bindiren bir kısa filmdi. İlgimi çeken kısa filmlerden biri oldu. Harbi Memeler (Butch Tits), butch denen erkeksi lezbiyenlerin memeleri ile ilişkilerini irdeleyen sadece 4 dakika süren eğlenceli bir kısa belgeseldi. Seansın son filmi Bradley Manning’in Sırları Vardı (Bradley Manning Had Secrets) ise Wikileaks’e bilgi sızdıran bir askerin gerçek hikâyesinden esinlenilmiş bir kısaydı. Tüm film 8-bit bilgisayar oyunları havasında çekilmişti. Açıkçası filme konsantre olup ne anlatıldığı anlayana kadar film bitiverdi. 13:00 – Alman Kültür’deki gösterimler lezbiyen şair Audre Lorde’nin Almanya’da geçen yıllarını anlatan Audre Lorde: Berlin Yılları, 1984-1992 (Audre Lorde – Die Berliner Jahre 1984-1992 / Audre Lorde: The Berlin Years 1984-1992) filmiydi. Bilmediğimiz bir ismi tanımak için iyi bir fırsattı ama bir yerden sonra kendini tekrarlayan bir yapım hissi verdi. Lorde’nin özellikle siyahi Alman kadınların bilinçlenmesine etkisi önemli, film de buna fazlaca vurgu yapmış. 79 dakikalık film, rahatlıkla 20 dakika falan kısaltılabilirmiş açıkçası.
91
Sinema
Sinema
15:00 – Gün belgeseller ile devam ediyordu. Bu seansta ise iki kısa yerli belgesel vardı. Her iki belgesel de genç yönetmenler tarafından çekilmiş okul projeleriydi. Dört dörtlük filmler değillerdi belki ama ele aldıkları konuları iyi işlemişlerdi. Ben, Sen, O, iki trans bireyin çocuklarından beri yaşadıklarını kendi ağızlarından anlatıyordu. Çoğunlukla duyduğumuz hikâyelerden çok farklı değildi anlattıkları belki ama cesurca anlatmaları önemliydi. Özellikle dinle ilişkileri ve birinin girdiği tarikatta yaşadıkları ibretlik olaylardı. Hala ise daha ilginç bir yapımdı. Belgeselde, kadın kıyafetleri giyip makyaj yaptığı halde doğduğu köyde kendini kabul ettiren İhsan konu ediliyordu. İhsan bir süre sonra “İhsan Hala” olarak anılmaya başlanmış ve köyün bir parçası olmuş. Tavuk yetiştiriyor, evlere temizliğe gidiyor vs. Filmi izlerken önce muhafazakâr olarak kabul edilen bir çevrede ne kadar güzel bir olay diyorsunuz ama işin içinde bir dram da var. İhsan’ın kendini kabul ettirmesi çok da kolay olmamış elbette. Cinsiyet değiştirme ameliyatını aslında istiyor gibi ama bu ameliyatı olursa aynı süreci tekrar yaşayacağını, bu sefer tümüyle kadın olarak görüleceği için köyün kadınlarının kocalarını ondan kıskanacağını düşünüyor. Yine de kabul etmek lazım, köyde büyük şehirde alabileceği pek çok tepkiyi de almadan, belki de daha mutlu yaşıyor İhsan Hala. 16:00 – Gün Alman Kültür’de devam ediyordu. Sırada Ağır Ablalar (Dicke Mädchen / Heavy Girls) vardı. Filmde annesi ile beraber yaşayan Sven ile Sven yokken onun annesine bakıcılık yapan Daniel’in hikâyesini izledik. Sven uzunca bir süredir hayatını annesine adamış belli ki, yatağını bile onunla paylaşıyor. Daniel’in ise bir eşi ve çocuğu var. Birbirlerinden hoşlandıklarına dair ufak göstergeler var ama bunu bırakın birbirlerine, kendilerine bile itiraf edemiyorlar. Ama bir süre sonra bunamakta olsa da yaşam sevincini kaybetmeyen annenin katalizör etkisiyle bu iki adam birbirine yaklaşıyor. Bir yandan çok eğlenceli, bir yandan da gayet duygusal, mütevazı ama başarılı bir yapım olmuş Ağır Ablalar. Finali biraz havada kalmış gidiydi sadece. Zaten iki erkeğin aşkını anlattığını belirttik ama olur da rahatsız olan olursa diye filmde fazlaca erkek çıplaklığı olduğunu da ekleyelim. 19:00 – Güne Büyülü Fener’deki gösterimlerle devam ediyorduk. Bu seanstaki Sağanak (Cloudburst), 31 yıldır beraber yaşayan 80’li yaşlarına gelmiş iki lezbiyenin birinin torununun onu bir bakımevine yatırmak istemesi üzerine artık evlenmenin zamanı geldi diyerek Kanada’ya doğru yola çıkmasını anlatan bir filmdi. Yolda aralarına hasta olan annesini görmek için otostop çeken genç ve yakışıklı bir adam da katılıyordu. Esasen film için bu üçlünün yaşadıklarını anlatan bir yol filmi demek lazım. Gayet eğlenceli, epey güldüren bir filmdi. Pek çok ödül de almış ama doğrusunu söylemek gerekirse tiplerin çizilmesi, oyunculuklar, diyaloglar bana bir televizyon filmi havası verdi çoklukla. Elbette bizdeki televizyon filmlerinden bahsetmiyorum. HBO filmi tadında. Yoksa bizde yayınlansa 93 dakikalık film 70 dakikaya inerdi herhalde. Neticede hoş bir film, evet. Ama aldığı ödüllerden dolayı da beklentiyi abartmamak lazım. Cuma günü bir film daha vardı programda ama televizyonda da Behzat Ç. vardı. Festivali filmini sonraki bir güne erteleyerek eve doğru yola koyuldum.
92
19 Ocak Cumartesi: 12:00 – KuirFest’in ikinci günü yine kısa filmlerle başlıyordu. Yine 1-2 cümle ile bu filmlerden bahsedelim. Azize (La Santa / The Blessed), kasabadaki törenlerde Meryem Ana’yı canlandırmak üzere seçilen Maria’nın öyküsü. Babasının dileği Maria’nın iyileşmesi. Kız kıyafetleri giyen Maria’nın ayakta işediğini görünce sıkıntının ne olduğu az çok anlaşılıyor. Maria ise ortada iyileşecek bir durum görmüyor, sadece babasının ona kızmamasını istiyor. Festivalin iyi kısa filmlerinden biriydi. Bu Bir Kovboy Filmi Değil (Ce n’est Pas un Film de Cow-boys / It’s Not a Cowboy Movie), televizyonda Brokeback Mountain filmini izleyen bir çocuğun tuvalette arkadaşına ne kadar etkilendiğini anlatmasını konu ediyor. Bir yandan da yan tuvalette birisinin babası eşcinsel olan iki kızın muhabbetlerine tanık oluyoruz. Bu da çocukların eşcinselliğe nasıl baktıklarını anlatan hoş bir kısa filmdi. İlk Doğumgünü (Dol / First Birthday), yeğeninin Kore geleneklerine göre yapılan ilk doğumgünü partisine katılan eşcinsel amcayı anlatıyor. Aslında çoğunlukla yönetmenin kendi ailesine nostaljik bir bakışı izlenimi verdi. Kumdaki Yengeçler (Crabs in the Sand), tam olarak anlamadığım bir kısa film oldu. Bir grup çocuk kumsalda oynuyorlar. Bu sırada birinin babası bir kadınla beraber oluyor, çocuk ise zihinsel özürlü bir adama ilgi gösteriyor (öyle diyelim) da film ne anlatıyordu, en azından ben tam olarak algılayamadım. Bu bölümün son kısası Diana, 11 dakikalık süresine çok fazla konuyu sıkıştırmaya çalışmış. Bir yandan toplumun trans bireye bakışı ve bireyin kendine bakışı var, bir yandan da Prenses Diana’nın ölümü ve Hindistan’da yaşanan felaketin tezatı. İyi bir kısa film ama daha sade olabilirdi. 13:00 – Gün yine bir belgesel ile devam ediyordu. Pişman Olanlar (Ångrarna / Regretters) adlı bu belgesel anlatımı ile olmasa da konusuyla ilgi çekici bir belgeseldi. Mikael ve Orlando erkek olarak dünyaya gelmişler, sonra cinsiyet değiştirme ameliyatı olmuşlar ama bundan da pişman olmuşlar. Biri tekrar ameliyat olarak tekrar kendisine bir penis taktırmış, diğeri de o yolda. Filmde bu iki kişinin bunun nedenlerini konuşup tartışmalarını izliyoruz. Cinsel kimlikler üzerine zihin açıcı bir filmdi ama sadece iki kişi ile sınırlı kalmasa daha iyi olabilirdi. Filmin konusu ile bağlantılı olarak gösterim sonrasında cinsiyet değiştirme operasyonları ile ilgili bir de panel vardı ama ona katılma fırsatı bulamadım. 16:00 – KuirFest belgesellere önemli bir yer veriyor. Bu seansta da Pakistan’da yaşayan bir grup LGBT bireyi ile yapılan söyleşilerden oluşan Saklambaç (Chuppan Chupai / Hide and Seek) adlı belgesel vardı. Yine konu aldığı konu açısından ilgiye değer bir yapımdı. Belgesel olarak ne kadar başarılı olduğu tartışılır ama Pakistan’daki durumu anlatması açısından önemliydi. Belli ki Pakistan’da transseksüeller belli bir kabul görmüş ama eşcinsel erkek ya da kadın olmak hâlâ kabul edilemez bir durum. Zaten filmin yönetmenlerinin ve yapımcısının katıldığı söyleşide Pakistan’da transseksüellerin artık televizyonda program dahi yapabildikleri (ilginç bir not; filmin iki yönetmeninden biri, iki gündür Türk kanallarını özellikle Show Tv’yi izlediğini, bu açıdan Türkiye ile Pakistan’ın benzediğini söyledi), kanunen kabul gördükleri söylendi. Hatta eskiden bu bireylere kimlik bile verilmezken şu anda cinsiyet hanesine 3. cins yazılmak suretiyle kimlik verilmeye de başlanmış. Bir ilginç not daha. Yönetmenlerden birinin ailesi bile onun böyle bir film çektiğini bilmiyormuş. 19:00 – Festivalin Alman Kültür’deki gösterimlerini geride bırakıp Büyülü Fener’e gittiğimizde Endonezya yapımı Güzel Babam (Lovely Man) filmini izlemek için hazırdık. Pakistan gibi bir ülkeden gelen ilginç bir belgeselden sonra Endonezya’dan gelen bir filmin konuya bakışını merak ediyorduk. Güzel Babam, yıllar önce ailesini terk etmiş olan babasını arayan dindar bir kız ile transseksüel olduğunu öğrendiği babasının geçirdikleri bir geceyi anlatıyordu. Sevenleri kusura bakmasın (ki festival kitlesinde seven sadece bir
93
Sinema
Sinema
kişiye rastladım şu ana kadar) ama festivalin en kötüsü idi bence. Bir yandan çok klişe, bir yandan da çok amatörceydi. Görüntünün çok kötü, sesin de düşük olması da izleme deneyimini ayrıca kötü etkiledi. Topu topu 76 dakikalık süresinin sonunu zor getirdik diyebiliriz. İzniyle bir arkadaşın film sonrası söylediğini aktarayım, Flash Tv – Gerçek Kesit filmi modunda bir filmdi. 21:15 – Günün son filmi Işık Açık Kalsın (Keep the Lights On) beklentimizin büyük olduğu filmlerden biriydi. Ne de olsa Berlin’de Teddy ödülünü almıştı. Bağımsız Ruh Ödülü adaylıkları da vardı. Kötü bir film değildi kesinlikle ama beklediğimizi vermekten de uzak kaldı biraz. İki erkeğin cinsellik dolu aşkları dediğimiz zaman geçen yıl izlediğimiz Weekend çok daha başarılı bir yapımdı örneğin. Tabii o film, ilişkinin başladığı hafta sonunu anlatırken burada 10 yıla yayılan bir ilişki var. Bu süre zarfındaki inişleri çıkışlarını anlatmak daha zor. İyi ama daha iyi olabilirdi diyelim. 20 Ocak Pazar: Pazar günü aslında Bülent Ersoy’un başrolünde oynadığı ve onun yaşamından esinlenmeler de içeren Şöhretin Sonu adlı filmin gösterimi ve bu filmden yola çıkan bir panel vardı. Fakat evden çıkmakta geç kalınca filmi kaçıracağımı anladım, filmi kaçırınca da panel anlamsız olabilir diyerek vazgeçtim. Bu nedenle Pazar günü sadece gece seansları ile günü doldurmuş olduk. 19:00 – Bu seansta karşımızda yine bir belgesel vardı. Vito, sinemada eşcinsellerin ne şekilde temsil edildiğini araştıran The Celluloid Closet kitabının yazarı Vito Russo’nun hayatını anlatıyordu. Başarılı ve etkileyici bir belgesel olduğunu söylemek mümkün. Temelde üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm Vito’nun çocukluğu ve gençliğini anlatan klasik bir belgesel yapısındaydı. Eşcinselliğini ne şekilde yaşadığı, ailesi ile ilişkileri gibi konular anlatılıyordu. İkinci bölüm The Celluloid Closet dönemini anlatıyordu. Filmin bu bölümlerinde belgesel Vito’nun hayatından uzaklaşıp kitapta anlatılanlara odaklanıyor. Bu kısım adeta The Celluloid Closet filminin kısa bir bölümü gibiydi. Bu vesileyle o belgeseli de fena halde tavsiye ederim. Belgeselin 3. kısmı ise Vito’nun AIDS ile savaşına ayrılmış, kaçınılmaz olarak duygusal bir bölümdü. Film Vito’nun hayatına odaklandığı için ölümüyle bitiyordu ama film bittiğinde bir-iki satırla da olsa AIDS’le mücadele sürecinin günümüzde geldiği durum hakkında bilgi verilse iyi olabilirdi. Vito genel olarak festivalin iyi filmlerinden biri olarak aklımızda kalacak.
21 Ocak Pazartesi: 21:15 – Bu yıl festivalin programının çok yoğun olmadığından bahsetmiştim. Hafta sonunu yoğun bir programla geçirdikten sonra hafta içini günde 1-2 filmle tamamlıyorduk. Pazartesi için seçtiğim film Marina Abramoviç: Sanatçı Aramızda (Marina Abramovic: The Artist Is Present) idi. Bu belgesel festivalin beni en fazla etkileyen filmlerinden biri oldu. Filmin belgesel olarak değeri tartışılabilirdi belki ama Marina Abramoviç gibi bir kişiliği bize tanıtması etkileyici olması için yeterliydi. Filme adını veren Sanatçı Aramızda gösterisi Abramoviç’in 2010 yılında yaptığı bir gösteri. Bu gösteride Abramoviç, 3 ay boyunca günde 7.5 saat, haftada 6 gün bir sandalyede oturuyor, seyirciler de tek tek onun karşısına. Ayrıca bir yandan da genç sanatçılar, Abramoviç’in geçmiş yıllarda gerçekleştirdiği performansları tekrarlıyorlar. Film, New York Modern Sanatlar Müzesi’ndeki bu gösterinin hazırlanma sürecini anlatırken Abramoviç’in hayatına da bakıyor. 3 ay boyunca bunu yapmak çok güç belki ama onun yıllar yılı yaptığı pek çok gösteri daha da zor ve tartışmalı olmuş. Bir performans sanatçısı olarak sanatında hep vücudunu kullanmış. Özellikle bir dönem sevgilisi olan Ulay ile yaptıkları ilginç. Mesela çıplak şekilde birbirlerine doğru yürüyüp çarpışıyorlar ya da duvara çarpıyorlar. Gün sonunda tüm vücutları morluklar içinde kalıyor. Bir diğerinde hiç hareketsiz bir şekilde karşılıklı oturuyorlar, sonunda Ulay hastaneye kaldırılıyor. Performansların bir başkasında ikisi çıplak olarak karşılıklı duruyor, sergiye girmek isteyenler ise aralarındaki ufacık boşluktan geçmek zorunda. Abramoviç’in tek başına yaptığı en ilginç gösterilerden birinde ise seyircilere çeşitli objeler veriliyor ve bunları onun üzerinde serbestçe kullanabilecekleri söyleniyor. Bu objeler arasında gül, bal gibi daha zararsız şeyler olduğu gibi makas, kırbaç, silah ve bir adet kurşun da var. Belgesel tüm bu gösterilerin eşliğinde sanat kavramı üzerine düşünmemizi sağladı. Bir yandan da burada o performanslar olsa ne olurdu dedik. 22 Ocak Salı: 19:00 – Salı günü için gündüze vizyondan Bitik Şehir (Broken City) filmini yerleştirdikten sonra festivalden iki filmle devam ediyordum. İlki yine bir belgeseldi. Bana Bir Daha Bak (Olhe Pra Mim de Novo / Look at Me Again) orta karar bir yapımdı doğrusu. Brezilyalı bir trans erkeğin yaşantısını anlatan film aralara başka hikâyeler de yerleştiriyordu. Açıkçası o hikâyeler hem ana hikâyeyi hem de temayı dağıtıyordu. Aslında ana hikâye de çok ilginç değildi açıkçası. Asıl çatışma noktası filmin sonuna saklanan Syllvio’nun kızı ile buluşması idi. O kısımda da kızı ne kadar anlayışsızmış demekten öteye gidemiyoruz. Bu belgeselin süresi de yaklaşık 40 dakikaya inebilirmiş.
21:15 – Uzaylı Lezbiyen Ruh Eşini Arıyor (Codependent Lesbian Space Alien Seeks Same). Bu isimdeki bir filmi kesinlikle izlemem lazımdı. Kötü de olsa absürt bir yapım olacağı kesindi. Filmde Zots gezegeninden dünyaya sürülen üç uzaylının New York’daki serüvenlerini izliyoruz. Hissettikleri yoğun duygular nedeniyle gezegenlerindeki ozon tabakası zarar görmüş. Ancak kalpleri kırılıp artık duygu hissetmeyecek hale geldiklerinde gezegenlerine dönebilecekler. Bunun için de ideal yer dünyamız. Film bir bilim-kurgu parodisi olduğu gibi farklı cinsel tercihleri olanların toplumda uzaylı gibi görülmesi üzerine bir yapım olarak da okunabilir. Son anlarına kadar siyah-beyaz olan film belli ki çok küçük bir bütçe ile çekilmiş. Fena halde amatör bir yapım ama farklı mizah duygusunun içine girilirse hoşça vakit geçirtebilir.
21:15 – Orta karar bir belgeselden sonra festivalin en iyilerinden birini izlemek güzel oldu doğrusu. Aslında Ruj İzi (Lipstikka) o kadar da iyi başlamamıştı ama giderek güzelleşti. Film, yıllar önce iyi arkadaş belki de sevgili olan iki Filistinli kadının İngiltere’de evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra karşılaşmalarını anlatıyor. Ya da en azından ilk bakışta böyle duruyor diyelim. Bu iki kadının üç farklı döneme yayılan hikâyelerine girdikçe işin asıl içyüzü ortaya çıkıyor. Başta gayet ortalama giden film de dakikalar geçtikçe iyileşmeye başlıyor ve festivalin iyi filmlerinden biri olarak sonlanıyordu. Özellikle senaryoda ayrıntılara gösterilen özen dikkat çekici. 2 kadının da geçmişlerinden gelip bugünlerini etkileyen olaylar ince ince
94
95
Sinema işlenmiş. Filmi izleyeceklerin göreceği ve iki farklı bakış açısı ile izlediğimiz kilit bir olay var ama sadece o olayın değil daha ufak ayrıntıların da karakterlerin hayatlarındaki rollerini görebiliyoruz. Ayrıca, özellikle Inam karakterinin hem bugününü hem gençliğini oynayan iki oyuncu da gayet başarılı idi. Festivalin izlenmesi gereken filmlerinden biriydi Ruj İzi. 23 Ocak Çarşamba: 21:15 – İşte festivalin benim için son filmi. Bugün için seçtiğim Asi ve Genç (Joven y Alocada / Young and Wild) filmi cinselliğini epey serbest şekilde yaşayan ve bunu blogunda anlatan 17 yaşında genç bir kızı anlatıyordu. Genç kızın epey dindar bir aileden gelmesi ve seks yaptığı ortaya çıktığı için okuldan atılmasından sonra yine bu yönde yayın yapan bir televizyon kanalında stajyer olarak çalışması da filmin ayrı bir boyutu idi. Ana karakterlerin İnternet’i yoğun kullanımı filmin dokusuna hatta son jeneriklerine bile başarılı bir şekilde yedirilmişti. Bu anlamda kamera arkasında da bu teknolojileri yoğun biçimde kullanan bir yönetmen olduğu hissediliyordu. Filmin cinselliği yoğun kullanımı eleştirilebilir ama o yaşlarda hormonlar almış başını gitmişken dünyaya da öyle bakılabilir gerçekten. Konusuna hâkim ve iyi anlatan bir film ama bu filmi izlemek isteyenleri de uyaralım yine de, pornografi sınırlarında sahneleri vardı. Aslıda festival bir gün daha devam ediyordu ama Perşembe günkü filmleri izlemiş olduğum için bir gün erken noktaladım diyebilirim. Zaten o gün de Alman Kültür’de Romy Schneider filmleri başlıyordu. Ona gitmek lazımdı. Bir festivali daha böyle bitirirken festivalin arkasındaki isimler Bilge Taş ve Gizem Bayıksel olmak üzere tüm festival ekibine teşekkürler. Kendileri ile yapılan bir söyleşide festivalle biraradalık kültürünü arttırmayı söylemişlerdi. Geçen festivalde her ne kadar homofobik bir yapım olmasa da ilk günlerde filmlere giderken hafiften bir tedirginlik olduğunu yazmıştım. Bu yıl hiç böyle bir duygu hissetmediğime göre demek ki en azından benim özelimde bu hedeflerini tutturmuşlar. Seneye daha büyük bir festivalde buluşmak ümidiyle. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
96
97
98
99
100
101
Kahramanlar Sinema Sinemada
Kahramanlar Sinemada
Sinemanın Kurtarıcısı Süper Kahramanlar mı?
film olarak “Avatar”ın yanına çok da fazla film eklenmesi zor. Hatta bazı usta yönetmenler filmlerini halen 3D yapmamayı tercih ediyorlar.
Geride bıraktığımız 2012 senesi sinemanın merkezi sayılan Amerikan sinema endüstrisi Hollywood’un yüzünü güldürmeyi başardı. 2009 senesinden beri toplam hasılatta yaşanan düşüş sonunda bitti ve %6.5’lık artış ile toplam hasılat $10,84 milyar oldu. 2013 senesinde toplam hasılatın ilk kez $11 milyar barajını da aşması bekleniyor. “Rakamlar yalan söylemez” sözünü doğrulamak için başka rakamlara da bakmamız gerekiyor çünkü Hollywood için işler o kadar da iyi gitmiyor. 1982 senesinden itibaren tutulan kayıtlara göre 2012 senesi son 33 sene içerisinde en çok bilet satılan ancak 13. sene olabildi. 2012’de satılan bilet sayısı 1,34 milyar adetti. Rekor ise 1,58 milyar adet ile 2002 senesine ait bulunuyor. Ülkemizde ise 2012’de satılan bilet sayısı Amerika’nın 30’da biri kadardı (44milyon adet). 44 milyon adet biletin 6,5 milyon adeti ise sadece “Fetih 1453”den geliyordu. Hollywood’un içerisinde bulundurumu kesinlikle “kriz” olarak özetleyebiliriz. Yaşanan krizi aşmak için Hollywood’un son çaresi ise 3D filmler oldu. Bu noktada 3D kullanımının zaten seyircisi olan filmler için tek artısının daha yüksek olan bilet fiyatları olduğunu söyleyebiliriz. Sadece 3D olduğu için seyredilen
102
2012 senesine geri dönecek olursak Amerika’da en çok hasılat yapan filmlere bakalım: 1. The Avengers 2. The Dark Knight Rises 3. The Hunger Games 4. Skyfall 5. The Twilight Saga: Breaking Dawn Part 2 6. The Hobbit: An Unexpected Journey 7. The Amazing Spider-Man 8. Brave (animasyon) 9. Ted 10. Madagascar 3: Europe's Most Wanted (animasyon) 11. Dr. Seuss' The Lorax (animasyon) 12. Wreck-It Ralph (animasyon) 13. MIB 3 14. Lincoln 15. Ice Age: Continental (animasyon) 16. Snow White and the Huntsman 17. Hotel Transylvania 18. Django Unchained 19. Taken 2 20. 21 Jump Street
103
Kahramanlar Sinemada
Kahramanlar Sinemada
Listenin ilk iki sırasında süper kahraman filmleri olan “The Avengers” ve “The Dark Knight Rises” yer alıyor. Bir başka süper kahraman filmi “The Amazing Spider-Man” ise listenin yedinci sırasında bulunuyor. Üç filmin toplam hasılata katkısı ise $1,33 milyar! Son senelerde süper kahraman filmlerinin gişede elde ettikleri başarı kesinlikle 2012’de tavan yaptı diyebiliriz. Önümüzdeki senelerde de süper kahraman filmleri gişede etkili olmaya devam edeceklerdir. 2012 senesindeki kadar başarılı olabilirler mi? Doğru projeler ile bu başarı gelecektir. “The Avengers” ve Christopher Nolan’ın Batman üçlemesi seyircinin ne istediğini ortaya koydu. Seyirci kahramanını gerçekten kahraman olarak görmek istiyor! Bunun da etkileyici görsel efektler ile desteklenmesi gerekiyor. 2012’nin en çok hasılat yapan filmleri esasında Hollywood’un şuan nelere yatırım yaptığını çok net özetliyor. Süper kahraman filmleri dışında son senelerde olduğu gibi seri filmler ve animasyonlar ilgi görüyor. Seri filmlerin ise genelde roman uyarlamaları olması yapımcıların tercihlerinin başında geliyor. Listede orijinal senaryoya sahip film sayısı sadece İKİ! “Family Guy” ve “American Dad”in yaratıcısı Seth MacFarlane’in “Ted” ve usta sinemacı Quentin Tarantino’nun “Django Unchained” filmleri senenin gişede kazanan orijinal filmleri oldu. “Lincoln” filminin tarihi bir karakter olması sebebiyle orijinal filmler arasında saymıyorum. Aynı liste bir dönem yapımcıların gözdesi olan yeniden çevrimlerin (remake) ve romantik-komedi sınıfındaki filmlerin son senelerde eski ilgiyi görmemeye başladığını da gösteriyor. Tv dizilerinden ve bilgisayar oyunlarından uyarlanan filmler de yapımcıların hedefledikleri başarıları halen elde edemiyor. Komedi ve korku filmlerinin ise halen önemli potansiyel taşıdıklarını da eklemeliyim. Orijinal senaryoya sahip filmlerin 2000lerde neredeyse yok olmasının altındaki ana sebep nedir? Seyirci orijinal senaryolu filmlere öncelik mi vermiyor? Gerçekten orijinal senaryoya sahip iyi film mi yok? Yoksa yapımcıların tercihi gişede seyirci garantili filmler mi? Bence bu üç soruya da “Evet” yanıtını verebiliriz. $200 milyon bütçeli film ile $600 milyon hasılat yapmak yerine $20 milyon bütçeli iyi 10 film ile de toplam $600 milyon elde edilebilir.
Film hasılatlarına enflasyon etkisi yansıtıldığında “The Avengers” filminden daha çok hasılat elde eden eski tarihli bazı filmlere beraber bakalım. “The Sting” (1973), “The Grease” (1978) ve “Forrest Gump” (1994) gibi orijinal senaryoya sahip filmler “The Avengers”dan daha çok hasılat elde etmişti! Yukarıda anlattıklarıma bakıldığında; süper kahraman uyarlamalarına, seri filmlere ve animasyona bağımlı olmayan filmler ile gişede başarılı olmak imkansız gibi gözüküyor. Aslında çok da geçmişe gitmeyelim, 1998 senesinde 2012’den daha çok bilet satılmıştı ve en çok hasılat elde eden 10 film aşağıdaki filmlerdi: 1. Saving Private Ryan 2. Armageddon 3. There's Something About Mary 4. A Bug's Life 5. The Waterboy 6. Doctor Dolittle 7. Rush Hour 8. Deep Impact 9. Godzilla 10. Patch Adams Sinemanın son gözdesi olan süper kahraman filmleri sinemayı kurtarabilecek mi? Açıkçası bunun çok zor olduğunu düşünüyorum. Her sene gösterime girecek süper kahraman film sayısı 7-8 filmde kalacaktır. Bu filmlerin beklentileri karşılama riski de çok yüksektir. Ayrıca yapımcılar süper kahraman filmlerine ilgiyi yüksek tutmak için nitelik ve nicelik dengesine dikkat edeceklerdir. Hollywood’un yeni arayışlarındaki en büyük engel kendi yarattığı seyirci profili olacaktır. Aksiyon ve görsel efekt yüklü filmlere alışan seyircileri kaybetmeden orijinal senaryoya ilgi gösteren eski seyircileri beraber sinema salonlarına çekmek gerçekten çok zor. Konuya son olarak Oscar ödülleri açısından da bakalım. Her ne kadar Oscar ödülleri olumsuz eleştirilse de halen belli bir çıtayı koruduğuna inanıyorum. Son 10 seneye kadar Oscar ödüllerinde “En İyi Film” dalında yarışan filmler gişede de yarışıyorlardı. Gişede her geçen sene artan orijinal senaryo sıkıntısı Oscar adaylarının gişenin kaybedenleri gibi gözükmesine sebep oldu. Veya Akademi’nin orijinal senaryoya olan saygısı Oscar ödüllerini gittikçe gişeden uzaklaştırmaya başladı da diyebiliriz. Eğer iyi bir film seyrederseniz, hemen bunu sevdikleriniz ile paylaşın! İyi film tahmin ettiğinizden daha zor bulunuyor... Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com www.kahramanlarburada.com
Kaynak: boxofficemojo.com, boxofficeturkiye.com, imdb.com, widescreenings.com, wikipedia.org
104
105
Öykü
Başlangıç ve Son Yaklaşın insanlar, yaklaşın... Uzakta durmayın öyle. Yaklaşın ki size anlatacağım hikayeyi rahatça dinleyin. Evrendeki herhangi bir varlık var olmadan önce büyük bir boşluk vardı ve bunun yanında da büyük bir güç. Elementler veya evren yokken O vardı. Zamanın başında biz bile yokken... O öyle bir güçtü ki her şeyi yoktan var etti. Hem de sadece sıkıntıdan... Ya da güçlerini yeni keşfeden bir çocuktu, kim bilir? Şimdi anlatacağım öykü de O'nunla başladı. Hikayemi can kulağıyla dinlemenizi tavsiye ederim. Böylece bileceksiniz ne umutlarla burada yaşadığınızı ve neden bu cezaya çarptırıldığınızı... Dediğim gibi, büyük ve tek güç başlattı hepsini ve her şeyi. Zamanı başlatmadan çok önce büyük bir boşluk yarattı. Böylece içinde her şeyi koyabilecekti. Çünkü o biliyordu ki ışığı yaratması için önce karanlığın var olması gerekiyordu. Ardından bir ressam gibi bu boşluğun içini beyaz noktalarla doldurdu. Kim bilir, belki de bir şeyler yapıyor olmak hoşuna gitmişti. Her sanatçının yaptığı gibi hevesini alana kadar kendisi için küçük olan milyarlarca noktacık yarattı. Sizin gezegenler ve yıldızlar olarak bildiğiniz noktacıkları... Sonra yine her sanatçının yaptığı gibi ayrıntılara önem vermeye başladı. Çünkü mükemmeliyeti arıyordu. Uzun zaman bu arayışı sürdü. Taa ki son deneyi olan Dünya'yı oluşturana kadar. Ateş, su, hava ve toprak adında dört element yarattı. Sonra bu dört elemente bir araya gelmelerini ve dünyayı şekillendirmelerini emretti. Dört element uyum içinde çalışarak tam yedi yüz yılda dünyayı yaşanır hale getirdiler. Tabii bu bahsettiğimiz yaşama siz insanlar dahil değilsiniz. Elementlerin yaşayacağı bir gezegen haline gelmişti dünya. İlk başlarda hepsi uyum içinde, huzurlu bir şekilde yaşıyordu. Dünya tam dörde bölünmüştü. Alev çukurunda yaşayan Ateş, etrafını çevreleyen Toprak, onu çevreleyen Su ve hepsini çevreleyen Hava beraberce uzun yıllar yaşadılar. Ama bu barış o kadar da uzun sürmeyecekti. Anlatılana göre huzursuzluğu ilk başlatanlar hava ile su olmuştu. Aralarında şakalaşırken hava suya fazla güçlü üflemişti ve bir anda toprağı aşan su alevlerin arasına düşmüştü. Bu onların ilk bir araya gelişiydi ve ilk temasla birlikte oluşan nefreti hissettiler. Birbirlerine değdikleri anda su özünü kaybetmiş, havaya dönüşmüştü. Ateş ise benliğinin ve gücünün ondan alındığını hissederek toprağa dönüşmüştü. Ateş buna çok sinirlenip toprağın üstünden suya ulaşmaya çalıştı. Toprak özünün eridiğini ve alevlendiğini hissedince bir deprem yaratıp oluşan çatlaktan suyu ateşin üstüne saldı. Sonunda hepsi birbirlerine olan nefretleri katlanarak savaştılar. Dünyanın yüzeyinde milyonlarca yıl süren bir savaş patlak verdi. Toprağı deşen volkanlar fışkırdı, fırtınalar dünyayı sarstı, depremler her yeri çatlaklarla doldurdu. Hava ise öyle bir esip gürledi ki hortumu içine hem suyu hem de toprağı katarak ateşin üstüne yürüdü. Tam bir kaos ortamıydı. Tabiî ki çok geçmeden büyük güç olaylara müdahale etti (Size çok vakit geçmiş gibi gelebilir ama elementler için bir milyon yıl ne ki?). Savaşmamalarını sağlamak için öyle akılıca bir çözüm buldu ki hepsi savaşı bırakmak zorunda kaldı. Büyük güç, topraktan insanı yarattı. Ateşle ona şekil verdi, hava ile içine nefes üfledi ve son olarak yaşamını sürdürmesi için bu varlığı suya muhtaç kıldı. Elementlerin hepsi birden bu işe şaşırmıştı. Bu kırılgan ama aynı zamanda kendilerinin parçası olan varlık ile ne yapacaklarını bilemediler. Kimse ona zarar vermek istemiyordu. Ne de olsa onlardan bir parça taşıyordu bu yaratık. Ateş üzülerek fark etti ki bu varlıklar kendisine karşı oldukça kırılgandı. Bir ara dünyadan gitmeyi bile düşündü sırf bu varlıklar için. Ama sonra fark etti ki ateşten etkilenen varlıklar kolaylıkla soğuktan da etkilenebilirdi. Ve onları böylesi bir soğuktan koruyabilecek tek element oydu. Böylece toprak ile
106
107
Öykü
Çizgi Roman İnceleme
anlaşıp Dünyanın merkezine geçerek büyük bir fedakarlık yaptı ve onları görmeden yaşamaya başladı. Topraktan rica etti ve toprak onu kapladı. Toprak, ateşi saklıyordu saklamasına ama bu işlem içini korkunç acıtıyordu. Yine de bu kırılgan insanları incitmektense kendisi incinmeyi göze aldı. Su ise bütün olanları uzaktan izliyordu. Toprağın acısını dindirmek için yeraltına özünün bir kısmını gönderdi. Havaya bir şey söylemelerine gerek yoktu. Yaşamlarını onlara üfleyen hava ufacık bir meltem bile yaratmaya korkar bir halde bekliyordu. Sonunda her yerde huzur vardı. Fakat bu da o kadar uzun sürmeyecekti. Elementlerin her biri, yeni çocukları olmuş ebeveynler ne yaparsa onu yapıp işi abarttılar ve insanları şımartmaya başladılar.. Onları ilk şımartan toprak ve su oldu. Sırf bu varlıklar yaşamını sürdürsün diye toprak, suyun gücünü de kullanarak üzerinde ağaçları ve bitkileri oluşturdu. Böylece gölgede oturup yumuşak çimlerde yatabileceklerdi. Su, ateşten toprağın üzerinde yeraltı tünelleri oluşturmasını rica etti. Bu insanların su bulmak için çok uzaklara gitmesini istemiyordu. Sonra da bu tünelleri su ile doldurdu. Ardından şelaleler, kaynaklar ve akarsular oluşturdu ve insanları her taraflarından çevreledi. Dünyanın soğuk zamanlarında hayatta kalmaları için Ateş dört bir yanda dağlar ve volkanlar oluşturdu ve insanları sıcak tuttu. Hava bile eserken insanların yaşadığı yere gelince yavaşlıyor ve tatlıca, sevgiyle yüzlerini okşuyordu. Yeni çocukları dünyaya gelince bütün savaş ve kırgınlık unutulmuştu. Artık tek düşündükleri şey insanlardı, yani siz... Hakkınızı teslim etmeliyim aslında. Başlarda barışı korumak konusunda oldukça başarılıydınız. Peki sonra ne oldu dersiniz? Birbirinizi öldürmeye, denizleri ve havayı kirletmeye, ağaçları kesmeye başladınız. Huzurlu yaşamlarınızın yavaş yavaş nefretle lekelenmesine tanıklık eden elementler kahroldular. İçlerine kapanıp hep nerede yanlış yaptıklarını düşündüler ama bana sorarsanız onların hiçbir suçu yoktu. Ateşi bulan sizdiniz. İçinizden biri ilk kez ateşin ufak da olsa bir parçasını kullandığında onun gözündeki o mutluluğu görmenizi isterdim. Sonra ne yaptınız? Büyük katapultlar inşa edip alevli oklarla birbirinize saldırdınız. Sırf size zarar vermemek için dünyanın merkezinde kendini sürgün eden ateşi birbirinizi öldürmek için kullandınız. Sinirlendiğinde volkanlardan lavlar saçarak sizi uyarmaya çalıştı ama siz bunu görmediniz bile. Dünyaya ve kendinize zarar vermeye devam ettikçe elementler de güçlerini yitirmeye başladılar. Fakat kendilerinden bir parça olan size de zarar veremediler. Dünya savaşları, atom bombaları, ozon tabakasına zarar veren yakıtlar... İşte tüm bunlardan ve büyük ihanetinizden dolayı cezalandırıldınız. Büyük gücün oluşturduğu dünyada var olan elementler ve yine büyük gücün bizzat oluşturduğu sizler huzurlu bir şekilde yaşarken bu sefer siz hataların en büyüğünü yaparak bizleri yarattınız. Size kendimi ve arkadaşlarımı takdim edeyim. Şu yanda gördüğünüz altın sarısı devasa yaratığa Çöl derler. Biraz gerisinde, yeşil otlarla kaplı suratından sivri dişleri fırlayan iğrenç yaratık ise Yosun. Etraflarında dolanıp duran ve yanınıza geldiğinde hiçbir şey görmemenizi sağlayan, hatta sizi öksürten şu sersem ise Duman. Ben ise dostlarım yıllar yılı yaptığınız zalimlikler, yaktığınız ormanlar, yıktığınız evler sonucu yarattığınız Kül. Bizler sizin nefretinizle oluşmuş ve onunla beslenen ikinci sınıf elementleriz. Ve bu dörtlü konseyimiz işlediğiniz suçlardan dolayı sizi ölüme mahkum etti. Hepinizi tek tek avlayıp öldürene kadar da bu kararımızı uygulayacağız. Ve tahmin edin ne oldu? Sizi koruyacak elementler sizler sayesinde güçlerini o kadar çok kaybettiler ki karşımıza çıkmaya cesaret bile edemiyorlar. Bekleyin bizi insancıklar, sizi avlamaya geliyoruz! Ve eğer elementler sizi savunmaya çalışırsa işte o zaman tekrardan başlayacak olan büyük savaşa bizzat tanıklık edeceksiniz! Siz insanlar ne diyordunuz o savaşa? Hah! "Kıyamet Günü" Öykü: Buğra ŞENYÜZ
108
İllüstrasyon: İbrahim Hakkı USLU
Bouncer Marmara Çizgi olarak Aralık ayı içinde, Bouncer serisinin ilk kitabını sessiz sedasız yayınladık. 1929 Doğumlu Alejandro Jodorowsky Prullansky’nin (kendisi bir film yapımcısı, oyun yazarı, kitap yazarı, çizgi roman yazarı ve aktördür aynı zamanda) yazıp François Boucq’un çizdiği bu çizgi roman, hiç de öyle Türk okurunun alıştığı türden bir Western değildir. Jodorowski denince akla El Topo adlı film Aslında bu çizgi romanla ilgili en güzel açıklamayı www.pelerinli.com adresindeki tanıtım yazısında okudum. Oradan biraz alıntı yapacak olursak: “Bu öyle John Wayne gibi, Tex Willer gibi gömleğinin ütüsü bozulmayan kovboyların western’i değil. Bu, Clint Eastwood gibi, Lee Van Cleef gibi tozun toprağın içinde at süren, ağzından yarım sigarillosu hiç düşmeyen adamların western’i. E, içinde biraz da Jodorowsky vahşeti var elbette. Ama adı üzerinde, “Vahşi Batı” demiyor muyuz o döneme? İzci çocuklara hayatta kalma şansı tanımayan tarihlerde geçiyor hikaye. Bir elmas parçası için birbirini yok etmeye çalışan üç kardeşin ve amcasından intikam almaya çalışan bir çocuğun hikayesi.” Jodorowski çizgi romanlarıyla Türk okuru aslında İthaki’nin çıkardığı Kara Incal (Moebius ile birlikte) ile tanıştı. Daha sonra yine Marmara Çizgi’den çıkan Borgia (Manara ile birlikte) geldi. Borgia ile Bouncer arasında ise 2011 if Istanbul’da gösterime giren Santa Sagre filmi öncesinde ufak bir söyleşi için de İstanbul’da bulundu (bu bilgiyi ben de yazı için araştırma yaparken öğrendim ve şu an gerçekten üzülmüş durumdayım). Çizgi romana gelecek olursak, önce Bouncer’ın ne demek olduğuyla başlamak iyi olacak sanırım. Bouncer, Amerikan argosunda bar fedaisi, bodyguard anlamına gelmektedir. “Bounce” fiili sekmek anlamına gelir. Barlara girmek isteyen ve içeri şu ya da bu şekilde alınmayan kişiler bu fedailer tarafından “geri sektirilmiş” olurlar. İşte bizim hikayemizde de baş karakterden biri tek kollu bir bar fedaisidir ve yeğenine yardım etmek için kolları sıvamıştır. 120 Sayfalık tam hikayeden oluşan bu ciltte, orijinal olarak Fransa’da yayımlanan ilk 2 sayı bulunmakta (serinin Fransa’daki orijinal yayımcısının Humanoids olduğunu da belirtmekte yarar var. Amerika’da ise
109
Çizgi Roman
Öykü
İnceleme
Bir Western Hikayesi
Humanoids, Inc. Tarafından yayımlanan serinin adının altına bir de “The One Armed Slinger” yani “Tek Kollu Silahşör” açıklaması yapılmış). 2012’nin Aralık ayında 8. sayısı yayımlanan serinin detayları şu şekilde: 1- Un diamant pour l'au-delà, 2001 -- Ahirete Bir Elmas 2- La pitié des bourreaux, 2002 -- Cellatların Merhameti 3- La justice des serpents, 2003 -- Yılanların Adaleti 4- La vengeance du manchot, 2005 -- Çolak’ın İntikamı 5- La proie des louves, 2006 -- Dişi Kurtların Kurbanları 6- La Veuve noire, 2009 -- Kara Dul 7- Coeur double, 2010 -- Çift Kalp 8- To Hell, 2012 -- Cehenneme Yakında çıkacak ikinci ciltte ise 3. 4. ve 5. Sayılar olacak. Pelerinli’de de belirtildiği gibi, klasik Western’den sıkılanlar için gerçekten okunması gereken bir çizgi roman. İlke KESKİN
110
Tarih : 13 Eylül 2010 - Günümüz Wilco Kid, Çakal Geçidini arkasında bıraktıktan sonra önünde hayal meyal beliren Goldnugget kasabasına, gözlerini uçuşan tozlara siper ederek baktı. Hemen ileride gördüğü “Goldnugget Kasabası. Yabancı burada suçluları önce asarız sonra mahkemeye götürürüz” tabelası, gördüğünün bir serap olmadığının bir numaralı kanıtıydı. Altındaki, güneşten dolayı iyice yılmış ve kendisi gibi sıkı bir banyoya ihtiyacı olan altın yeleli demirkırı rengi atının sağrısına hafif bir şaplak attı. “Gidelim Redbiscuit. Belki susuzluğumu dindirecek bir bar buluruz” dedi. Güneşin her zaman ısıttığı bu yalnız kasabaya aheste aheste girerken iri bir teksas bifteğinin yanında buz gibi bir bira hayali kuran Wilco Kid’in şahin gibi gözlerinden etrafta Meksikalı olmadığı gerçeği kaçmadı. Ne otelin yanında uyuyan bir Meksikalı, ne tren raylarında uyuyan bir Meksikalı ne de “Dört As” salonunun önünde uyuyan bir Meksikalı görmüştü. Meksikalı’ların uyumaktan vazgeçip çalıştıkları görülmüş şey değildi. Vahşi batıda bir Meksikalı uyur, iki Meksikalı Desperado olur dağa çıkar, üç Meksikalı tekila içer, dört Meksikalıysa oturur okey oynardı, bunu herkes bilirdi. Wilco Kid etraftaki Meksikalı yokluğunu garipsemiş, fakat olayı fazla kurcalamadan atını hemen “Dört As” salonunun kapısına bağlayıp soluğu içerde almıştı. Wilco Kid içeri girince birden herkes sustu ve kapıya baktı. Piyano çalan “Püro Jones” bile piyano çalmayı bırakmış ve gözünü o tarafa çevirmişti. Bu kasabada yabancıları pek sevmedikleri bir gerçekti. Wilco Kid barmene doğru ilerledi. “Bana soğuk bir bira” dedi kendinden emin bir sesle. İrlandalı ve kıpkırmızı pala bıyıkları olan barmen O’Hara ona yavaşça birasını doldururken Wilco Kid arkasından gelen boğuk sesi işitti. “Burada viski dışındaki içkileri sadece kızlar içer.” Barmen O’Hara yavaşça Wilco Kid’e fısıldadı. “Sesini çıkartma yabancı. Bunlar Meşhur Meksikalı Desperado Filipez Gonzales’in adamlarıdır. Tek amaçları kavga çıkartmaktır.” dedi. Wilco Kid aldırmadı. Fakat o ilk söylenen lafa tepki vermeyince haydut çetesi cesaretlenerek daha da ileri gittiler. “Kıza süt koy barmen” “Barmen salona tepedeki fahişeler dışında içeri kızları aldığını bilmiyorduk.” Fakat en son duyduğu laf Wilco Kid’in buz gibi donmasına sebep oldu. “Anneni mi arıyorsun yabancı ? 16 numaraya çık” Wilco Kid yavaşça döndü ve en son küfrü edene baktı. Tipik bir at hırsızıydı lafın sahibi. “Abi, anama küfretmeyecektin. Ah anam, garip anam şu an Oklahoma’da tarhana yapıp biber kurutan nazlı anam” diyerek silahını şimşek hızıyla çekip at hırsızının üstüne boşalttı. Masadaki haydutlardan biri ayağa kalkıp ıslık çaldı. “Arkadaşlar Lopez abiyi dövüyorlar, yan bardan adam çağırın.Bu pis Oklahoma’lı bizi dövüyor” Bunun üzerine yan masadan iri kıyım bir adam tüm haşmetiyle kalkarak “Ulan sen Oklahoma’lılara küfür mü ediyorsun? Biz kovboyun harman olduğu yerden yetiştik” diyerek oturduğu sandalyeyi şairane bir şekilde yandaki adamın kafasına geçirdi.
111
Öykü
Öykü
bir mızıka armonisi böldü ve iki kovboy da bir an için hapishanenin demir parmaklıklı penceresinden batan güneşe bakıp iç çektiler. “Beni buradan çıkar şerif. Barmen şahittir, onlar önce başlattı.” “150 papel uçlanırsan çıkarsın, yoksa daha bir hafta buradasın” dedi şerif yavaşça. Sonra elini kirli gömleğinin üst cebine atarak biraz tütün çıkarttı ve çiğnemeye başladı.Fakat yüzünü ekşiterek biraz sonra tütünü yandaki bronz çanağa tükürdü. “Ulan konsepte uyalım diye tütün çiğniyoruz, ama zerre zevk alıyorsam şerefsizim” diye söylendi. Wilco Kid, zaten para hayalleri içersinde Oklahoma’dan ayrılıp gurbete çıkmıştı. Şerif pek buralıya benzemediğinden belki halinden anlar diye memleket muhabbeti açmayı düşündü, fakat duvara asılı “Forza Arkansas Spor” atkısını görünce vazgeçti, çünkü Oklahoma Arkansas’tan ayrılıp kendi başına eyalet olduğu günden beri ikisi de birbirlerine düşmandılar. Wilco Kid ne yapacağını düşünürken birden duvardaki “Wanted” posteri dikkatini çekti. Posterde aynen şunlar yazıyordu. “Meşhur Meksikalı Desperado Filipez Gonzales. Ölü ya da Diri. Getirene 1000 Altın ödül verilecektir.” “Ya şuna ne dersin şerif?” diye sordu Wilco Kid. “Bana izin ver, gidip şu Meksikalı’yı bulayım, ödül parasından aldığım parayla kefaletimi de öderim.” Şerif canı sıkkın bir şekilde hücrenin anahtarını getirdi. “Nezaret ağzına kadar adam dolu olmasa salmazdım seni” diye mırıldandı, hücrenin kapısını açtı ve Wilco Kid’i ofisinden kovdu. Sonra da cebindeki tütünü sinirle çöp tenekesine atarak “Hay böyle konseptin içine...” diye ağdalı bir küfürü de arkasından göndermeyi eksik etmedi.
Wilco Kid, sağlam gözünü açtığında GoldNugget kasabasında niye Meksikalı görmediğini anlamıştı. Çünkü Meksikalıların hepsi de hapishane hücrelerindeydiler ve de aynı tahmin ettiği gibi uyuyorlardı. Wilco Kid böylece Vahşi Batı’da fazla bilinmeyen bir gerçeği daha öğrenmiş oluyordu. O da çok fazla Meksikalı bir araya toparlanırsa, onlarca atın bir araya gelmesinden daha yoğun bir koku çıktığıydı. Wilco Kid sallanarak hücresinin kapısına doğru yürüdü. Her tarafı ağrıyordu. “Gardiyan. Gardiyan, çıkar beni buradan fenalık geçireceğim. Lanet bir posta arabası yıkama servisi gibi kokuyor burası” dedi. Şerif John “Beyaz Saç” Jackaroo , beyaz dışında her renge sahip olan dişlerini göstere göstere sırıttı ve 5 günlük toz içinde kalmış sakalını ağır ağır sıvazladı. “Ne var yabancı ? Hilton Otelinde mi kalmaya alışıksın?” dedi yavaş yavaş. Sesine yan hücrede, hüzünlü
Aradan 10 gün geçtikten sonra Wilco Kid, atının terkisinde Meksikalı Desperado Filipez Gonzales’in leşiyle 18. Kulver Ranger Tugayı’nın kalesinin kapısına varmıştı.Yeşil nefteli rancerler, balgamlı bir çakalın çığlığını andıran sesleriyle “Her Kansas’lı rancer doğar” tekmilini rancer adım düzeninde sayarak veriyorlardı. Wilco Kid, yanından geçen bir ranceri çevirerek kalenin en rütbeli sorumlusunu sordu. “Albay Smith” cevabını alan Wilco Kid atını Albay Smith’in ofisine doğru sürdü. Albay Smith, mahmuzlu çizmelerini masasına uzatmış, önündeki Ranchero tekilasını hafifçe yudumluyor ve sıcaktan mayışmış bir şekilde, keskin bir bıçakla elindeki tahtayı oyuyordu. Wilco Kid’in içeri girmesi keyfini kaçırmadı, umursamaz bir şekilde işine devam etti. “Şu önümdeki Ranchero tekilasını görüyor musun Wilco ?” dedi içeri giren kovboyu tanıdığı anlaşılan bir ses tonuyla. “Eski bir Meksikalı dostum verdi onu bana. O da benim gibi ranger’di.Rita adında uzun ve dolgun saçlı, sınırda büyüyen bir kıza aşık olmuştu. Rita güzeldi güzel olmasına, ama erkek gibi bir kadındı da. Erkek gibi içer, bir sürü erkekten daha hızlı silah çeker ve onlardan daha iyi dövüşürdü. Meksikalı dostum-ki adı Pepe’dir- bu kız için askerden firar etti ve peşinden kasaba kasaba dolaştı. Ona dil uzatan herkes, meşhur sağ yumruğuyla tanıştı. Kızsa peşindeki bu koruyucu melekten habersiz erkek gibi yaşamaya ve erkek gibi dolaşmaya devam etti. Pepe de kafasında sombrero, üstünde pançosu, elinde de gitarı aylak bir mariachi misali aylarca Rita’sının peşinden gezerek ve şarkılar söyleyerek durdu.” “Peki sonra ne oldu albayım ? “ “Pepe Rita’nın erkek gibi yaşaya yaşaya, aynı erkekler gibi kadınları tercih ettiğini öğrendi. Anlayacağın “seviciymiş” kız. Üzüntüsünden aylarca barlardan çıkmadı, oluşan devasa içki borcunu kapamak için en son
112
113
Bar çoktan birbirine girmişti. Mezarcı şimdiden elindeki kağıda kötü dayak yiyenlerin tahmini ölçüsünü yazmaya başlamıştı bile. “Piyanist neşeli bir şeyler çal” diyen 80 yaşındaki ihtiyar Morris , sivil savaşta yaptığı cengaverlik aklına gelmiş olacaktı ki, hiç yanından ayırmadığı pas içindeki beylik kılıcını kaldırmış sağa sola sallıyordu. Wilco Kid ise iki kişiyi devirmiş, üçüncüsünden de Allah ne verdiyse süper bir meydan dayağı yiyordu ki kasabanın şerifi yanında yardımcılarıyla gelerek etraftakileri ayırdılar ve Wilco Kid de dahil olmak üzere, Meksikalı Desperado Filipez Gonzales’in çetesini şerif ofisinin içindeki küçük hapishaneye tıktılar.
Öykü
sızdığı barda çalışmaya başladı, sonra para biriktirip barı satın aldı, en sonunda da tekila firması kurup zengin oldu eşşoleşşek. Bu ranchero tekilasını da kendi üretiyor zaten. Biz ola ola en fazla Albay olduk, hala askeri maaşa talim ediyoruz, herif parayı hamuduyla götürdü anasını satiim.Tertiplerimin hepsi tüm-tuğ ne varsa oldular biz hala terkedilmiş kalede albayız.Hay böyle şansın...” Wilco Kid tekilaya dikkatlice baktı ve ambleminde at süren iri kıyım bir kadın olduğunu gördü. Konuyu yumuşatmaya çalıştı. “Albayım her geldiğimde elinde bir tahtayı oyduğunu görüyorum. Değişik bir uğraş olsa gerek.” “Ya yok, oğlum tutturdu bana at yap diye, üç yıldır deniyorum, bir s.ke benzemiyor oyduklarım, ben de aha bu Centaur, aha bu Gorgon diye mitolojik yaratıkların isimlerini verip kaktırıyorum yaptıklarımı salağa . Albayım lan ben, marangoz ya da heykeltraş değilim ki ” Albay elindeki “L” harfi şeklindeki tahtaya baktı. “Bunu da tabanca diye kaktırırım” diyerek düzeldi ve kovboya baktı. “Evet Wilco, uzun zamandır bu taraflara uğramıyordun. Hayırdır?” Wilco Kid Meksikalı Desperado Filipez Gonzales’i öldürdüğünü ve de ödül için buraya gönderildiğini anlattı. “Ha , şu mesele” dedi Albay ve masasındaki dökümanları karıştırmaya başladı. “Gonzales’in oldukça iyi bir silahşör olduğunu duymuştum. İyi iş becermişsin” dedi Wilco’ya bakarak. Wilco sırıtarak baktı fakat cevap vermedi. Gonzales’i içki içerken bulduğunu, iyice sarhoş olması için 2 saat beklediğini sonra da tam sızmak üzereyken sessizce yaklaşıp onu arkadan vurduğunu anlatmasına gerek yoktu. Çünkü hiç bir özelliği olmayan, sadece öküz çobanlığı yapan cahil cüheyla ayak takımının, kovboy olarak mitleştirildiği ve de tüm ülkelere kahramanlık hikayelerinin yayıldığı bir dünyada, gerçeğe yer yoktu. Albay elindeki kağıdı imzaladı ve Wilco Kid’e uzattı. “Kasaya git, gereken işlemleri yaptıktan sonra para senindir.” Wilco Kid kasaya gitti, oradan muhasebeye giderek pul aldı, döndü kasadan onaylattı, oradan kulenin vergi işlerinden sorumlu memuru buldu ve borcu yoktur yazısı aldı, ahırcıdıdan,yemekhaneciden ve kütüphaneciden aldığı borcu yoktur yazılarıyla birleştirdi, kalenin meydancısınıın eliyle sıvazlayarak yaptığı “sakal” işaretini anlamamazlığa gelerek mühürletti, cenaze işlerine bakan onbaşıya cesedi teslim etti, kısa bir “nerede Oklahoma’nın kızları “ geyiğinden sonra ceset teslim alındı yazısını aldı, kalenin ayyaş doktorundan “ceset Gonzales’e aittir” yazısını ekine ekledi, kasaya gitti, sonra ayyaş doktor’u tekrar bularak aldığı yazıyı “ceset Gonzales’e aittir” yazısını üstünü çizdirerek yanına paraf attırarak “ceset Gonzalez’e aittir”olarak değiştirtti, “koskoca mektep okumuş adam bir Gonzalez’i “s” ile yazmış, oysa herkes bilir Gonzalez’in “z” ile yazıldığını, bir düzgün isim yazamıyor” diye söylene söylene tekrar kasaya oradan da vezneye giderek ödül parasını almayı başardı. Yorgun argın bir şekilde atına binecekken meydancı yanına yanaştı. “Abi, sakal?” dedi fırıl fırıl dönen gözlerle. “Ulan zaten %22 KDV, %2 ayakbastı parası, %3 morgda durma parası, %2 teşhis parası, %2 kale giriş ödeneği diye alacağım ödül parasının yarısını alabilmişim, bir de sen canımı sıkma” diyerek yüzsüz İspanyol’u kovaladı. Sonra da batan güneşe doğru atını sürerek kaleden uzaklaştı. Öykü: Tunç PEKMEN
114
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
115
Pin-up
116