Gölge e-Dergi Nisan 2013 Sayı 67

Page 1

Nisan 2013

Say覺 67


İÇİNDEKİLER

Wuthering Heights (1992)

67.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Onur DİLER Pinup: Zeynep (Zeze) Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

04-06 Çizgi Roman İnceleme-Ken PARKER 07-14 Reportaj- Ivo MILAZZO 15 Yeni Çıkan Kitaplar- Nefes ve Düş 16-18 Haberler -Deli Gücük-ZİFİRNAME 19-20 Çizgi Roman İnceleme-Deli Gücük 21-26 Öykü - Cep Şoku 27-32 Yeni ÇIkan Kitaplar- Minare Gölgesi 33 Öykü - Bulutlara Yazılan Hikaye 34-35 Haberler- FRP 10.Yaş Partisi-4.Çizgi roman okurları ödülleri 36-39 Öykü-İlka-Çöp Poşeti-Sürüş 40-42 Çizgi Roman İnceleme-Sipru 75 yaşında. 43 Haberler- Sipru Sergisi Yarışması 44-47 Öykü- Seçil(me)mişler 48-52 Çizgi Roman İnceleme- Kadın Gözü ile Çizgi Roman-Robert E. HOWARD'ın Püriten Kahramanı Solomon KANE 53-58 Çizgi Roman İnceleme- Solomon KANE 59 Öykü- Dilekçe 60-63 Çizgi Roman-Baltlar 64-67 Öykü-Behiye Ana Türbesi 68-73 Çizgi Roman - Batık Şehir 74-78 Kitaplık - Zaman Tozutmak 79-85 Öykü- Sigara 86-92 Tarihte Nisan Ay'ı-Morgue Sokağı Cinayetleri, Doğan Kardeş 93-96 Öykü - Şut 97-103 Çizgi Roman - Bir Veda Havası 104-106 Öykü - Denizler Altında 20 000 Yıl 107-118 Çizgi Roman - Alacadoğan-13 119-125 Öykü - Vemtose Caddesi Parkı 126-138 Sinema- Ankara Film Festivali 24. Yılında 139-144 Öykü-Antlaşma 145-149 Deneme-Ben Böyle Göt Görmedim 150 Pinup

Merhaba Gölge e-Dergi’nin yeni sayısın da 67. kere sizler’le birlikteyiz Sizler sayı 66’nın sayfalarını henüz çevirmeye başladığınız da bizler çoktan sayı 67’nin hazırlanmasına başlamıştık bile. Harfler bir araya geldi kelimeleri oluşturdu, kelimeler öykülere, çizgi roman inceleme, sinema yazılarına dönüştü, çizer arkadaşlarımızın alın terleri çini mürekkebi oldu çizgi roman karelerinde hareketlendi. Bütün bu çalışmalar bir araya gelip Gölge e-Dergi olarak bir kere daha sizlere ulaştı. İyi okumalar Gölge e-Dergi Editörü Mehmet Kaan SEVİN Ç

3


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Bir karakter yaratmak, hele benimsenen bir tipleme yaratmak zordur. Bunun daha değerlisi de var. Diplerde bir yerlerde “ süper” diye tanımlanan kahraman olgusu biz genelde mütevazı yaşantıları, haliyle çok sıkıntıları olan kesimlerin çoğunu “keşke öyle olabilseydik” diye zaman zaman iç geçirtecek denli huzursuz ediyorsa, hem bizler gibi iddiasız, hem bizler gibi iddialı, gerektiğinde yanlış da yapan ve bunu dile getirecek denli açık sözlü, doğaya aşık ve doğaya paralel davranan, adalet peşinde gezinen, okuyan, vs gibi çok katmanlı başka tür bir kahraman yaratmak ve bu kahramanın peşine sayısı çok çok önemli bir okur kitlesini takabilmek ayrı bir meziyettir. Yani bir anlamda süper kahraman sanal tutkunluğundan uzaklaşıp gerçek dünyanın kapılarını aralarız. Ve karşımıza…

4

KEN PARKER’dan bahsediyorum. Tüm maceralarını okumadığım ama okuduklarım içinden çıkan özellikleriyle müstesna bir yeri olan uzak batı adamı. Bir avcı, bir kılavuz ama hep özgür bir avcı… Nedir farkı? Çizgi romanı ve bu sanat dalının peşinden gidenleri hafiften küçümseyen kesimlerin bile bir göz atıp bırakamadığı bu karakter bizlerin gönüllerine nasıl giriverdi ? Benim için ilk maceralardaki bir sahne bu soruya en keskin biçimde cevap verebiliyor. KEN PARKER hatırladığım kadarıyla rehberi olduğu konvoyu için sağlam tipler aramaktadır. Yanındaki bir kişi ona bir barı öğütler. Orada aradığı koruyucuları bulabilecektir. Yine yanılmıyorsam mekanda pek çok çizgiroman karakteri yanı sıra TOMMİKS, ZAGOR ve TEKS ve ARKADAŞLARI da bulunmaktadır. Çok zekice bir buluş. Yanındakinin tarifine göre TOMMİKS’i süt içen ve çocuksu , ZAGOR ilginç kıyafetiyle megaloman ve TEKS ile arkadaşları ise hep bela çıkaran ve fazla burunları büyük tiplerdir. Böylece bu sahnede iki vurgu yapılır. İlki okura , “ey okur, yıllardır benimsediğin bu tipler tek yönlüdür ve bu yönden baktığında pek de ahım şahım karakterler değildir “ anlamına gelen ikaz. Diğeri de bu yeni karakterin, KEN PARKER’ın BEN SAHİCİYİM diye bas bas bağırması. “ Onlar çizgi karakterler denli suni “ gibisinden müthiş bir ayrım yaratan vurgu. Okurun bilinçaltına böylece şu mesaj gönderilir : “ Biz yarattığımız KEN PARKER’ın şahsında size SAHİCİ bir dünya sunacağız . Sizler diğer karakterlerle daha dar bir perdede kaçışınızı yapıyordunuz, şimdi sizlere sinemaskop, geniş ekran bir yaşam görüntüsü sunuyoruz. Çünkü burada sadece adalet peşinde koşmak ve hızlı silah çekmek yok. Burada insana ait her kavram var. Nitekim KEN PARKER maceralarında , çoğu çizgiroman serilerinin çeşitli nedenlerle atladığı ve iki üç renkle gösterdiği insan binbir renkle sunulur. Bilhassa uzak batı çizgiromanlarını sürükleyen şiddet ve intikam dürtüsü KEN PARKER sayfalarında da yer alır ama tüm tonlarıyla. Ve insana mahsus, kıskançlık, yalnızlık, cesaret, korku, cinsellik (PAT O’SHANE öyküsü ), büyüme arzusu, iddiacılık, megalomani, para ve iktidar hırsı, politikanın kirliliği, vs gibi çok çok sayıda tema ve duygu, karelerde, sadece MİLAZZO’nun değil diğer ressamların da teferruatlı ve sağlam çizgileriyle başarıyla verilir. TEKS tutkunları kahramanlarının maceralarını gururla “mükemmel senaryoların ürünü” diye nitelendirirler. Savaş sonrası yayım hayatına başlayan ve bugün çok başarılı senarist ve çizer eliyle dolu

5


Röportaj

Çizgiroman İnceleme dizgin devam eden TEKS eğer mukayese yapılırsa KEN PARKER yanında sönük kalır diye düşünüyorum. Çünkü başta cinsellik olmak üzere tüm insanlık hallerinin (kadın erkek arasındaki hem olağan hem sıra dışı ilişkiler gibi ) ve en önemlisi doğa sevgisi ve uyumunun sunumu çok teferruatlı ve çarpıcıdır. Aslında KEN PARKER kendisinin de belirttiği gibi kahraman olmanın peşinde iddialı biri değildir. O yaşamı anlamaya çalışır. Bunu okuyarak yapar. Son çıkan macerasında kitaplarını parçalayarak yiyen ceylan yavrusuna sanki bir çocuğa öğüt verir gibi bunun yanlışlığını parmağını sallayarak gösterme çabası harika bir sahne oluşturur. Bu yalnız avcı okumaktan vazgeçmez. Okudukça ve gördükçe düşünür ve yorum yapar. Dolayısıyla şiddetin hiç de az olmadığı kareler felsefi sayılabilecek yorumlar ile dengeye gelir. Yüz ifadeleri ve beden kıvrımları ile vurgusu giderek kuvvetlenen şiddet, terazinin bir kefesini oluştururken diğer kefede düşünce ve yorumlar yer alır. Şiddetin anatomisi, sebepleri, alt katmanları ve yaşama ait ne varsa sesli, yarı sesli ve NEFES ve DÜŞ adlı son macerada olduğu gibi sessizce verilir. Böylece iki kefenin genelde birbirini dengelediği bir çizgi dünyada okur tek başına şiddetin büyüsüne düşmez. İşte bu bileşke KEN PARKER’ı çok zengin bir seri olarak diğerlerinden çok ileriye fırlatır. Seriyi okuyan çok sayıda bayan var. Ana karakteri “şövalye ruhlu “ diye tanımlamaları üzerine çok düşündüm. Uzamış sarı saçları (başlangıca esin kaynağı olan ilk film JEREMIAH JOHNSON’da başrolü alan ROBERT REDFORD’un bilhassa o dönemler kadınların gözdesi olduğu malum), tek atımlık “çakaralmaz”ı ve bence en önemlisi karakteri asil, bazen kırılgan gösteren göğsü açık, eski Fransız şövalyelerininkini andıran gömleği serinin sıra dışılığını karakterin üzerinden destekleyici unsurlardır. Böyle bir tipleme vahşetin kol gezdiği Vahşi Batı içinde keskin biçimde sıyrılıyor. Yani fondaki, henüz yerleşik düzene çoğu yeri geçmemiş ülke siyahın beyaza oluşturduğu sağlam bir fon gibi karakterimizi net biçimde belirgin kılıyor. Demem odur ki aynı karakteristik özellikleri olan bu tiplemeyi başka bir zaman dilimine, başka bir ülkeye, örneğin 17.yüzyıl Fransa’sı veya 22.Yüzyıl’da uzayda bir gezegen gibi yerleştirseydik aynı etkiyi kesinlikle alamazdık. Bu başıbozuk ve vahşi ülkede KEN PARKER sadece yaşamını sürdürmekle kalmıyor ömrünü bir şekilde, sevgiyi içinde hep tutmaya çabalayarak ve yaşadıklarının vicdanını köreltmesine meydan vermeyerek yaşamın anlamını da bulmaya çabalıyor. Burada asıl nokta ise bu arayışa okuru da çağırması, davet etmesi. Düşünmeyen, içi sevgiyle titremeyen, cana önem vermeyen okurun zaten KEN PARKER’dan alacağı bir şey olamaz. Son bir sözüm daha var. Başlangıçta SAHİCİLİK ten bahsetmiştim. Böylece, bu karakter vasıtasıyla gerçeği keşfedebiliriz, gerçeğe daha yakınlaşabiliriz sonucunu çıkartabilirsiniz. Eğer ileriki yıllarda son okuduğum NEFES VE DÜŞ tarzında, tek tük olsa da yeni öyküler oluşacaksa bu noktadan sonra derin gerçeklik yerine, zaten var olan lirik anlatımın daha da uç noktaya gidip deyim yerindeyse tuhaf bir ruhanilik kazanacağını hissediyorum. Sevgi ve saygılarımla. Hüsnü ÇORUK.

6

Milazzo Röportaj

Ivo MILAZZO İtalyan çizgi romanları bir zamanlar Türkiye’de yüzbinlerce sattı. Bunun en sevilen ve en saygın örneklerinden biri Ken Parker. Ben çocukluğumda bütün maceralarını okudum. Defalarca okudum. Zaten ben, okumayı bile çizgi romanlarla öğrendim. Çoğu Amerika’yı, kovboyları anlatan hikâyelerdi. Bir gün büyüdüm ve Amerika’nın tarihini okuduğum çizgi romanların hepsini İtalyanların yazdığınıçizdiğini öğrendim.

(Enteresan bir bilgi var burada; işte çoğu kez muhabbeti geçen, en iyi İtalyan çizgi romanları western olduğu için Amerikan kaynaklı zannedilmelerine dair…) Ben de öyle zannediyordum çocukken. Çünkü Tex okurdum ve Tex’in girişinde, yani İtalyanca özgün edisyonda, “Tex by Bonelli” ibaresi İngilizce olarak yer alıyordu. Dolayısıyla orada bahsedilen Bonelli sanki İtalyan asıllı bir Amerikalı, bir Amerikan çizgi romanı üretiliyor, İtalyanlar da bu kitapları burada yayınlıyor gibi algılayarak okurduk. 20’li yaşlarıma ulaşırken, yani tam da çizgi roman yapma uğraşına girerken, bu “Tex”i de bizim insanlarımızın yaptığını anladık. Bu geç fark edişin sebebi de şu: Tuhaf gözükse de, o dönemlerde İtalyan basınında çizgi romanlar hakkında bilgilendirici ve arka planını anlatıcı bir bilgi hiç bulunmuyordu. Çizgi roman yayınlarının içinde dahi… Tex çıkarken, Amerikan westernleri de İtalyanca olarak çıkıyordu. Misal, Lone Ranger diye bir westernin İtalyanca edisyonu çıkıyor ve bir yandan da Tex çıkıyor. Hangisi İtalyan, hangisi Amerikan? İtalya’da yaşayan ve çizgi romana tutkun olan biri bile bunu anlayamıyor haliyle. Yani o kadar bir bilgi boşluğu vardı o dönem çizgi roman alanında. Kötüleme de

7


Röportaj

Röportaj

vardı ayrıca. Bayilerde çizgi roman gördüğünde çocuklarına “Bunlar şeytanın işidir, bunlardan uzak durun,” diyen anne babalar vardı. Tommiks (Capitain Miki), Teksas (Il Grande Blek), Zagor, Tex, Ken Parker. Bu çizgi romanlar ne kadar İtalyan, ne kadar Amerikalı? Neden Amerikan Tarihi’ni İtalyanlar yazma ihtiyacı duydu? Neden çizgi romanlarınız hep Vahşi Batı’da geçiyor? Çizgi romanların mesken olarak Amerika’yı tutmasının birinci sebebi, oranın her türlü hayale, her türlü olasılığa açık bir yer olarak algılanması. Bizim devam ettirdiğimiz türdeki, bu saydığınız çizgi romanlarla başlamış western janrının İtalyan’da tutmasının ardındaki sebep bu. İtalya’dan Amerika’ya göçmen olarak giden kişiler Amerika nedir ne değildir biliyorlar ama İtalya’da yaşayan ve hep İtalyan kültürü içerisinde kalan kişiler açısından Amerika, okyanusun öbür tarafındaki, çok uzak, hakkında efsaneler anlatılan ve masallar dinlenilen bir yer. Dolayısıyla hayal edebileceğiniz her şeyi içine yerleştirmeye açık bir yer. İtalya’da geçen bir öykü çizgi roman olarak yapılıyor olsa, insanlar, “Hani? Burada böyle bir şey olmaz ki! Şurada aslında şu yok!” gibi itiraz noktalarıyla zihinlerinde sorgulayabilirler ve ikna olmazlar. Olay Amerika’da geçince, öyle bir sorgulama olmuyor. Mademki bu öykü Amerika’da geçiyor, eh, Amerika’da her şey olabilir, diye bir zihinsel açıklık var. Bir de İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalyan sinemasının bir çeşit realisttik akımdan etkilenmesi ve sinemada çoklukla gerçekçi şeyler yapılıyor olması, bu çizgi romanların tam da doğduğu dönemde onların muadili bir sinema olduğunu söylememize engel. Sinemada bir gerçekçilik arayışı varken çizgi roman gerçekçilikten kaçıp hayale gitmenin kanalı olarak açık kalıyordu. Vittorio Giardino gibi çeşitli İtalyan sanatçılar seksenlerden itibaren İtalyan karakterleri merkeze aldı ve İtalyan kahramanlar üzerinden çizgi romanlar da yaratılmaya başlandı. Gelenek olarak ‘hayal gücüne dair her şeyi Amerika’ya tıkıştıralım’ olayından kopuldu. Ama bahsettiklerim tabii Bonelli gibi kalıplaşmış seriler halinde giden yayıncıların dışındakiler. Bağımsız anlatıcılardan bahsediyorum. Orada (Bonelli’de) bir gelenek sürüyor ama İtalyan mantalitesi açısından bakarsak, seksenlerden itibaren çizgi romanlarda kırılmış bir şey aslında Amerika saplantısı. İtalya’da geçen öyküler, İtalya’nın öne çıktığı öyküler var artık. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına denk gelen dönemde, ‘dünyada bir biz İtalyanlar varız, bir de bizim dışımızda, çok ama çok değişik şeyler, bambaşka kültürler’ bakışı yaygındı. Zamanla insanlar başka yerlerde yaşanan şeylerin de aslında İtalya’da yaşananlara benzediğini keşfettiler. İnsana dair öykü, sınır tanımıyordu. Her yerde aynıydı. Bu keşfedildi. Dünyanın başka yerlerindeki öykülerin de aslında eşit derecede aksiyonla, hayal gücüyle anlatılmaya değer olduğu, bir anlamda seksenlerde keşfedildi ve öyle bir açılım oldu. Mesela İtalya’nın kuruluşu döneminde yaşananlar veya

8

Kuzey değil de Güney Amerika’da, Şili’de yaşananlar vs. Bunlar da western elementleri taşıyan öyküler ki bunlar vaktiyle anlatılmazdı. Bir de, her öykü western kılıfına sokularak yürütüldü uzun süre ki günümüzde artık öyle değil. Tek başınıza ya da Berardi ile Amerika’ya gidip çizgi romanlarınıza konu olacak mekânlarını gezdiniz mi? Amerika’ya, Berardi ile birlikte, 1971’de gittim. Ken Parker daha zihnimizde oluşmamıştı. Gençtik, merak ediyorduk dünyayı, okyanusun öteki tarafında ne var diye görmek için gittik New York’a. Westerne dair bir araştırma yapmak için Amerika’ya gitme durumumuz olmadı hiç. Filmler ve fotoğraflar gibi referanslarımız vardı, bizzat bir mekânda bulunup onun çalışmasını yaptığımız bir çalışma yoktur hiç Ken Parker için. 1971’de Amerika’ya gittiğimizde Marvel Comics’e ve DC Comics’e gittik. Acaba buralara çalışabilir miyiz diye düşünüyorduk. John Romita (SR) ile tanıştık. Berardi’nin yazdığı, benim de kurşunkalem çizimlerini tamamladığım 10 sayfalık bir korku öyküsü vardı. Onu verdik, Stan Lee’ye göstersin diye. Sonrasında Romita’ya ne oldu diye sorduğumuzda, “Stan Lee çok beğendi, Marvel’da sizlerle bir şeyler yapabileceğimizi söyledi. Ama bunun için haftada 2 gün falan ofise gelip gitmeniz lazım. Çalışma sistemimiz şu şekildir, çiniyi belki başkası yapar, editörler yaptıklarınızı kontrol edecek,” dediği zaman biz “İtalya’da yaşıyoruz, Amerika’ya göçmen olarak değil de sadece gezmeye geldik, geri döneceğiz,” dedik ve o iş olmadı. Amerika’daki insan ilişkileri, paranın yönetilme biçimi, ticaretin insan ilişkilerini etkileme biçimi pek hoşuma gitmedi benim. 1971’deki o tek ziyaretimden sonra, heves ettiğim, gidip orada çalışayım, çizeyim dediğim bir yer olmadı Amerika. Henüz 24 yaşında genç bir insan olarak oraya gittiğimde gördüğüm şey, ekonomik konuların her türlü insani ilişkide devreye girdiği ve bunun hoş olmayan bir atmosfer yarattığıydı. Belki bugün öyle değildir. Ama benim Amerika’yı ziyaretimden sonra hevesimin kaçmasının sebebi bu.

9


Röportaj

Röportaj

Ken Parker nasıl yaratıldı? Sergio Bonelli Westernlerle yerleşmiş bir yayıncıydı, biz de onunla irtibat halindeydik. Tek kitaplık bir şey yapmak istedik Collana Rodeo serisi dâhilinde. Başlıyıp biten tek bir hikâye yani, ‘Uzun Tüfek’ öyle bir şey olacaktı. Ama Bonelli bunun bir seriye dönüştürülmesini istedi. Seri üzerine bir çalışma yapmaya başladık. Tek bir kitap olarak çıkmasını beklediğimiz tarihten birkaç yıl sonra, ilerleyen maceraları da bir noktaya kadar hazırlanmış bir seri olarak yayına başlandı. Ken Parker bizim insani olarak anlatmak istediğimiz şeylerin, mesele edindiğimiz şeylerin dışavurumuydu. Bizim dert edindiğimiz şeyleri üzerinden kurgulayacağımız karakterin bir western karakteri olmasının sebebi, Bonelli’nin western çizgi romanlarda iddialı olmasıydı. Yani o dönemde yapabileceğimiz, okutabileceğimiz şeyin western olma zorunluluğu vardı adeta. Biz de insanlarla iletişim kurabilmek için western kalıplarını kullandık. Bu gerekliydi. Bonelli ile çalışmadan önce korku öyküleri yayınlayan bir yayınevi ile ilişkilerimiz vardı. Ama çizgi roman denilince yaygın ve örgün olan Bonelli idi. İddialı bir şey yapacaksak Bonelli ile çalışmak durumundaydık. Bonelli westerne odaklanmış, westernleri ile bilinen bir yayınevi olmasaydı, belki Ken Parker western değil de farklı bir dönemde, farklı bir coğrafyada yaşayan bir kahraman olarak karşınıza çıkabilirdi. Dönemin koşullarından ötürü western yaptık ama yakıştı da doğrusu bizim kurguladığımız karaktere. Anlatmak istediklerimizle 19. Yüzyıl Amerika’sında yaşananlar denk düştü.

Ken Parker kimdir? Ken Parker 1800’lü yıllarda yani 19. Yüzyıl Amerika’sında yaşayan bir karakter ve onu farklı kılan hep bir şeyleri çözmek yolunda koşturmak yerine ne olup bittiğini anlamaya çalışması, kafa yormasıdır. Bir çözüm enstrümanı olacak şekilde konumlanmaktan ziyade, çevresinde olup bitenlere çoğu zaman objektif biçimde tanıklık edip insani tepkiler veren ve bu psikolojisini okura yansıtan bir karakter. ‘Nefes ve Düş’ özel bir albüm. Hiç konuşma balonu yok hikâyelerde. Nasıl ortaya çıktı bu hikâyeler, nasıl oluştu bu albüm? Aslında bu kitap parça parça doğdu; tek bir kitap halinde tasarlanarak yola çıkılmadı. Giancarlo ile bu kitaba giriştiğimizde zaten neredeyse yirmi yıldır beraber bir şeyler yapıyorduk. Ve bu yaptığımız şeylerde hep çizgi romandaki anlatım dilini geliştirmek, yeniliklere açmak gibi bir mücadelemiz vardı. Yazıyı tamamen elimine ederek sadece çizgiyle öyküyü anlatmak gibi zorlu bir arayış içine girdik. İlk olarak ‘Yavrular’ isimli öykü ortaya çıktı. 1980’lerin ortalarına doğru giriştik biz buna. Sonrasında, 5 yıla yayılan bir zaman sürecinde ara sıra yaptığımız çalışmalarla tamamlandı.

Peki, sorumuza dönelim, filmde Robert Redford değil de başka birisi oynasaydı Jeremiah Johnson’u, Ken Parker ona mı benzerdi? Eh, muhtemelen ona benzeyecekti.

İlk olarak ‘Yavrular’ yapıldığı sırada, bu projenin her mevsime bir öykü şeklinde gelişeceği belli miydi? Berardi bunu bilerek mi Yavrular’ı kış mevsimi üzerinden yazdı, en baştan tasarlanmış mıydı böyle bir kitap olsun diye? Sanırım öyle bir şey, mevsimlerin döngüsünü referans almak yani, zihninde vardı. Ama tam olarak da dört öyküde bitirelim ve her biri bir mevsime odaklansın diye çok fazla net bir fikir yoktu. En azından ben şahsen o netlikte bir bilgi ile çizmeye başlamadım. Ve şöyle bir şey de var: Bu kitaptaki anlatılar Ken Parker’ın tabiatla ilişkisi üzerine kurulu. Tabiatın temel zaman birimi de mevsimler. Kitabın diyalogsuz olması, insan-hayvan, insan-bitki gibi unsurların arasındaki iletişimin bildiğimiz anlamdaki lisan dışında aktarılıyor olması, tema olarak mevsimlerin seçilmesinde de etkili olan bir şey. Dört mevsimi temsil eden öyküler dışında kısa bir öykü var Donald Duck’lı olan. Onu da Donald Duck’ın ellinci doğum günü şerefine bir hediye gibi yaptık. Onda da şöyle bir bağlantı var: Bir dönem Disney’in İtalya’daki lisanslı üretim haklarına sahip olan Mondadori için iki öyküde çalışıp, kurşun kalem çizimlerini yapmıştım. ‘Nefes ve Düş’ü yapabilmiş olmamızın sebeplerinden biri de, bu arayışa giriştiğimiz 80’li yıllarda İtalya’da kısa öykülere yer veren çizgi roman dergilerinin bulunmasıydı. Şimdi onlar çok yok; seri halinde çıkan, belli bir ritmi tutturmuş yayınların içerisinde de böyle deneysel şeylere girişmek zor. Kısa öyküler yapmak aslında sanatsal bir deneyim olarak regüler bir seri içerisinde bir öykü yapmaktan daha zor. Çünkü çok sayıda sayfa ve çok fazla anlatım enstrümanı, anlatım metodu kullanarak bir şey yapıyorken

10

11

Jeremiah Johnson filmindeki yıldız Robert Redford olmasaydı, Ken Parker kime benzerdi? Robert Redford’u model olarak alırken biz aslında Jeremiah Johnson’u aldık. O filmde gördüğümüz karakter üzerinden gitmeyi sevdik çünkü Tex’te alışageldiğimiz türden, sağa sola ateş eden, silahlı çatışma ile çözüm arayan bir kahraman değildi. Bir silahşor değil, bir avcıydı. Tabiat içinde yaşayan, Amerikan kültüründe ‘trapper’ diye tarif edilen kimlikte bir kişiydi Jeremiah Johnson. Ken Parker’a bir tip arayıp da Robert Redford’un tipini bulmuş değildik yani. Önemli olan oradaki (filmdeki) ambiyans, atmosfer idi. Ayrıca film, karakterin geri planda kalıp tabiatın öne çıkarıldığı, manzaraların, doğanın işleyişinin ön plana alındığı sahneleriyle de bizi çok etkilemişti. Bu, ‘Nefes ve Düş’te de gözettiğimiz bir şey aslında. Esin kaynağı Robert Redford derken vurgulamak lazım, aslında bizim referansımız Redford’un canlandırdığı Jeremiah Johnson’dur.


Röportaj

Röportaj

elinizin altında bir sürü unsur var, zamana yayabilmek imkânı var. Fakat az sayıda sayfa içerisinde ben bir şeyi hem kuracağım, hem geliştireceğim, hem de bir finale vardıracağım dediğiniz zaman zorlayıcı bir durum içerisine girmiş oluyorsunuz. Bonelli serileri ve belirli ritme oturmuş diğer seriler içerisinde sanatsal arayışlarla çizgi roman üretmek aslında zor bir şey. Dolayısıyla bir takım denemelere açık dergilerin var olmasıyla ancak ‘Nefes ve Düş’ gibi sonuçlar doğabiliyor. Herhalde hâlâ Türkiye’de hiç yayınlanmamış 30 kadar Ken Parker kitabı var. İtalya’da yeni albümler ya da tekrar baskıları yapılıyor mu? En son Ken Parker edisyonu 2004’te Panini tarafından yapıldı. Yani serinin topluca yeniden yayınlanması… Biz 98’de Ken Parker yapmayı bıraktıktan sonra Berardi ile yollarımız ayrıldı. O da bir anlaşmazlıktan ötürü değil. Yapacağımızı yaptığımızdan. Hani çizgi roman tarihine baktığımızda bir karakteri beraber yaratıp sonuna kadar götürme anlamında Goscinny ve Uderzo Asteriks’le bizimkine muadil bir ikili çalışma yapmış gibi görünebilir. Artık daha farklı şeyler yapmak isteğine geçmiştik. Berardi de yeni şeyler yapmak istiyordu, ben de. Tek kitaplık, biyografik nitelik de taşıyan albümler yapmak gibi arayışlara girmiştim. ‘Filipinli Adam’ daha mı sonra? Ken Parker sürüyorken yapılan bir çalışma o. 80’lerde yaptığımız bir çalışma. Sizin çizgilerinizi en son Büyülü Rüzgâr’da izlemiştik, nerede ise 10 sene olmuş Büyülü Rüzgâr için çizeli… Son yıllarda bizim bilmediğimiz, Türkiye’den farkına varmadığımız yeni çizgi romanlarınız var mı? 11 tane Magico Vento (Büyülü Rüzgâr) öyküsü yaptım toplamda. Benim için artık Bonelli ile çalışmak miadını doldurmuş bir şey. Magico Vento’lardan sonra Bonelli ile bir çalışmam olmadı. Dünyanın farklı bölgelerinde, farklı kültürler içerisinde geçen öyküler yapmak istedim. Çizgi roman yapmaya hiç ara vermedim, hep çizgi roman yaptım. Mesela Baden Powell’ın maceraları diye biyografik öğeler de taşıyan, ama gerçeklikle çok sınırlı kalmayıp hayali unsurlar da katılmış, yine Uomo Faber gibi İtalyan tanınmış şarkıcı ve söz yazarının hayatından yola çıkan biyografik unsurların bazı lirik hikâyelerle karıştığı bir albüm. ‘Kızıl Cellat’ adlı, 19. Yüzyıl Roma’sında çok yaşlanana kadar çalışmış, Roma Celladı diye tanınan gerçek bir cellattan esinlenerek yazılmış çizgi romanı yaptım. Çizgi romana ara vermedim; ama bir yandan illüstrasyonlar, farklı projeler gibi şeylere girdim. Seri çizgi romana ise tercihlerimden dolayı son verdim. Biz e-dergilerde kendi yaptığımız çizgi romanları yayınlıyoruz ama Türkiye’nin ilk e-çizgiromanı sizin Ken Parker’ınız oldu. Siz çizgi romanları dijital ortamda okumayı seviyor musunuz? Ben çizgi romanları, basılı olarak okumayı seviyorum. Teknolojiyi fazla takip eden ve seven biri değilim. Bir obje olarak kitabın el altında bulunması, onun fiziksel varlık olarak da ulaşılabilir olması, istediğim zamanda belirli sayfaları çevirerek okuyabilmenin hazzı benim için ön planda olan bir şey. Ama iletişim olanaklarının

12

gelişmesinden hareketle insanlarla hızlı iletişim açısından dijital yayın makul bir şey. Yine de benim tercihim tabii ki basılı kitaplardır. İtalya’da da bazı kitaplar dijital ortamda korsan olarak var mı? Benim bilgim dışında, hani öyle tek tük bir şeyler olabilir ama bu konu İtalya’da sinema eserleri ve müzik eserleri için daha yaygın bir problem. İtalya’da çizgi romanın korsanı pek yok. Bunun bizdeki çizgi roman kültürüyle alakası var. Çizgi roman koleksiyonculuğu kültürü de var tabii. Gerçekten seven insanlar zaten yasal dijital edisyonu okumaktan ziyade matbu kitaplar alıyorlar. İtalya’da Ken Parker’ı dijital okuma imkânını şimdiye kadar sunmadık. Ken Parker’ın dijital yayınını Türkiye’de Rodeo ile yeni yapmaya başladık. İtalya’da bir firma ile anlaşma yaparsak Ken Parker İtalya’da da dijital olarak yayınlanmaya başlayabilir. İtalya’da çizgi roman okur profili nasıl, gençler çizgi roman okuyor mu? Okur kitlesindeki değişim aslında temelde şundan kaynaklanıyor; İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki nesilden çıkan çizgi roman okuru hayali önde tutar. Her şeyin hayal edilebilmesiyle üretilen hikâyeleri vardı ve kolay ikna olabilen bir okur türüydü bizim nesildeki. Kendini eğlendirecek, bir aksiyonun peşinde sürükleyecek bir öyküye kapılıp, onun hayranı olabiliyordu. Bugün okurlar fazlasıyla seçici daha çok detay arıyorlar. Gerçeklikle daha fazla bağ kuran, daha komplike, daha alengirli öyküler isteniyor. Bugün temelde var olan değişim bu. Eskiden aksiyon yaratmaya yetecek bir öykü, peşine insanları takıp hayran kitlesi yaratabilirdi. Bugün ise hani hem etlisi hem sütlüsü gibi bir anlayışla, detaylı çalışılmış konseptler üretilmesi gerekiyor. Mesela aslında 1940’larda, 50’lerde western yapmak bilim kurgu yapmak gibi bir şeydi. Serbestti, her şeyi uydurabiliyordun. O dönemin Amerikan sinemasına bakarsak kocaman beyaz şapkalı, şıkır şıkır giyinmiş, hani püsküllü pantolonları olan, konu mankeni gibi görünen kovboylar geziniyordu ortalıkta. Westernin gerçekliği o değil ama western denilince yapılan şey buydu. Bugün, hayal ürünü olan öykülerde bile gerçeklikle çok fazla kurulan bir bağ var ve bu okurun aradığı bir şeye dönüştü. Çiztanbul Defterleri Eskiz Yarışması’ndan Türkiye için gerçekten iyi genç çizerler bulunacağına inanıyor musunuz? Tabii ki çünkü gördüğüm kadarıyla Türkiye’de de genç bir nüfus var; yetenekli insanlar, çizerler var. Ayrıca güzel sanatlar eğitimi veren okullar var, bunun da iyi bir fırsat olacağını düşünüyorum. İyi bir kurgu bu, var olan bir yeteneği keşfetmek üzere iyi bir girişim.

13


Yeni Çıkan

Röportaj

Kitaplar

Ayrıca Çiztanbul’un da çok enteresan bir proje olduğunu düşünüyorum. Farklı ülkelerden gelen sanatçıların İstanbul’u görüp onun üzerine bir şeyler oluşturması babında. Çünkü İstanbul kozmopolit bir şehir. Gelenleri şaşırtacak kadar çok sayıda unsur var. Bu kadar büyük, çok nüfuslu, devasa şehirlerde genelde bireyler kendi içlerine kapanır. Avrupa’da daha ziyade küçük şehirlerde insanlar arası sıcaklık, yakın ilgi gibi bir şeyler var. Burada ise şehir büyük ve kalabalık olmasına rağmen insanlar arasındaki iletişim, sokaklardaki hal tavır, küçük şehir insanlarının sıcaklığını taşıyor gibi; biz onu keşfettik, onu gördük. Çizgi romanın sinemasal bir anlatım dili var. Sayfaları hızla okumak kadar çizimleri de uzun uzun seyredilecek çizgi romanları tercih ediyorum çizgi roman seçerken. Bu sefer kısa olarak anlatmanızı istemeyeceğim. Yılların tecrübesini, çizerliğinizi, ustalığınızı göz önüne alarak soruyorum bir çizgi roman nasıl olmalı? Hem senaryo hem de çizim olarak sizi tatmin eden çizgi romanı bize anlatabilir misiniz? Bugünkü çizgi romanlarda sevmediğim ve hatta beni biraz uzak tutan şey, özellikle çizer olarak baktığımda gördüğüm bir durum: Sanatçıların biraz şov yaptığını düşünüyorum. Çok detaylı, çok iyi çizebiliyor olmak diye bir şey var ama bu her fırsatta, sayfadaki her panelde, her detayda, hikâyeye katkısı ne, hikâye içindeki anlamı nedir diye sorgulamadan bir sürü şeyi görsel bir teknik mükemmellik içinde yığmak anlamına gelmemeli. Yani bir illüstrasyon ile bir çizgisel anlatı arasında fark vardır. Nasıl ki bir resme bakıldığında ilk olarak neyi görüp resmin bütününü nasıl algılamamız gerektiğine dair bir akış ilk anda zihnimizde doğarsa, bir çizgi romanda da başlayan ve ilk görselden son görsele kadar devam eden bir akış var. Çizgi roman sanatçısının asıl iyi yapması gereken, öyküyü iyi anlatmaktır. Öykünün önüne geçecek şekilde kendi görsel becerilerini sunmaya çalışan insanlar görüyorum. Beni biraz o soğutuyor. Günümüz sanatçılarından Alex Ross’u illüstratör olarak çok başarılı buluyorum. Ama çizgi romanına baktığımda, beni öykünün içine çeken bir şey olarak görmüyorum tarzını. Her ne kadar illüstratör olarak çok başarılı bulsam da çizgi roman sanatçısı olarak bana pek sıcak gelmiyor; takdir etsem de ısınamıyorum. Nasıl ki bir futbol takımında amaç gol atmaksa; ortada top çevirmek, yerli yersiz artistik şeyler yapmak, topla fazla oynamak değilse, çizgi roman da aslında bir ekip oyunu ve somut bir amaç var. Yazar da, çizer de, renklendiren de; tüm bu insanlar çalışmalarıyla aslen öyküye hizmet etmeli. Biz Berardi ile böyle yaptık. O da, ben de öykünün peşinde koştuk, öyküyü altımıza alıp kendimiz şov yapmaya çalışmadık. Genç çizerlere ne söylemek istersiniz? Yeteneklerine güvenmelerini, inanmalarını telkin ederim. Zor bir meslektir bu, içinde hayal kırıklıkları da, sevinçler de olabilir ama insanları daha dirençli kılan ve aslında daha fazla eğitici olan şey sevinçlerden ziyade hayal kırıklıklarıdır. Bu tür negatif tecrübelere hazırlıklı olmaları, yılmamaları gerekir. Adanmışlık ve inatla çalışmayı gerektiren bir tarafı var bu işin. Bu röportaja imkan sağladığı ve tercumanlık yaptığı için Murat Mıhçıoğlu’na, katkılarından dolayı Emine Nur Can ve Kubilay Bayar’a teşekkür ederim Röportaj: Ahmet YÜKSEL

14

Nefes ve DÜŞ

Rodeo Albümler Dizisi no: 8 Kitap ismi: NEFES VE DÜŞ Yazan: Giancarlo Berardi Çizen: Ivo Milazzo

Genel tanıtım: Dört mevsime dair dört uzun öykünün yer aldığı kitap, Berardi ve Milazzo’nun Ken Parker külliyatı içindeki başyapıt olarak kabul ediliyor. Diyalog dahil herhangi bir metne yer verilmeksizin, tamamen görsel anlatımla kurgulanan öykülerin yanısıra, kitabın Türkiye edisyonunda Ken Parker’ın tarihçesine ve Milazzo’nun kariyerine dair bilgiler içeren geniş kapsamlı bölümler, ve Ivo Milazzo’nun bu edisyona yönelik olarak kaleme aldığı özel bir sunum yazısı da bulunuyor. Fiyat: 25 TL Teknik detaylar:120 sayfa, tamamı renkli, İç sayfalar 135 gr mat kuşe, Kapak 350 gr mat kuşe Ebat: 21.5 x 29.5 cm ISSN: 1308-0148 Barkod no: 9771308014877

15


Haberler

Haberler

Zifirname/Deligücük3 ve Dostlar

basacakları kitap ne olacak diye merak ettiğim işlere imza atıyor. Sessiz, kaliteli ve beyefendi bir kişi kendisi ama o gece biraz kabuğunun dışında; takım elbisesinin içinde hem ciddi hem neşeli hem de gururlu bir Servet İnandı gördüm. Sırf o halini görmek için bile o geceye katılmaya değerdi. O da tıpkı Levent Cantek gibi herkese nazik ve herkese yetişmeye çalışan bir çaba içindeydi. Ev sahipliği içinde kendisine haddim olmayarak bir on numara veriyorum.

Sevgili Mehmet Kaan Sevinç! “Hayır” diyemediğim nadir çok az insandan biri. 17 Mart 2013 için bir davet almıştım, gitmeyi çok istiyordum ama bu davet için yazı yazmayı planlamıyordum. Ama Mehmet Abi bu! Size planlamadığınız şeyleri yaptırıverir. Flaneur Yayınevi’nin Zifirnâme tanıtım gecesine katılacağımı duyunca, kendimi bir anda resim çekme ve gece hakkında yazı yazma konusunda görevli buluverdim. İyi ki de bulmuşum ama. Dunia Cafe Bar’da düzenlenen geceye Gölge e-Dergiye sinema hakkında yazılar yazmaya başlayan arkadaşım B. Özcan Yüksel ile birlikte gittik. Gece hayatı fazla olmayan biri olarak kesinlikle baş döndürücü ve iyi organize edilmiş bir tanıtım gecesi ile karşılaştım. Bir kere böyle gecelerin en güzel yanı tanıdığınız ve tanımadığınız çizgi dostlarıyla yan yana gelme fırsatı tanıyor olması. Şanslıyım tanıdığım birçok dostu tekrar gördüm, şanslıyım tanımadığım ve bu işe gönül vermiş genç yüzlerle karşılaştım. Gurur duydum ülkem için genç, aydınlık yüzlü, sanata gönül vermiş güzel insanları böyle toplu halde görmek içimi( bunca kötülüğün içinde) aydınlattı. Adını bu çizgi roman sevdalısı herkes gibi sıkça duyduğum Levent Cantek ile tanışma fırsatı bulduğum gibi bir de imza aldım kendisinden. Son derece güler yüzlü, o kalabalıkta kimseyi kırmadan herkese güler yüzlü bir beyefendi tanıdım, sizi ayaküstü de olsa tanıdığıma sevindim Levent Cantek! Servet İnandı ise başka bir insan. Kendisini uzaktan tanırım, ikimiz de Kadıköy’deyiz, ikimiz de çizgi roman okuyucusuyuz ama hangi arada Flaneur gibi bir yayınevinin bu kadar odak noktası olup ta iyi işlere imza atmaya başladı bilmiyorum ama iyi ki başladı. Okumaktan zevk aldığım, acaba bir sonraki

Elimde bir digital makine olanca acemiliğimle resim çekmeye çalışırken beni tanımdan yardım eden dost bir yüz Mehmet Kazım Gem ile tanıştım. Bana yardımcı oldu sağ olsun, dedim ya böyle gecelerin en güzel yanı dost yüzler görmek. Bu dizinin yaratıcısı Aziz Tuna C. İle tanışmayı çok isterdim fakat uzun bir günün son aşaması olduğu için gecede fazla kalamadım. Fakat böyle bir seriyi düşünmüş olması kendisini özel bir insan yapmaya yeter benim için. Fakat tapındığım bir çizer Kerem Beyit, kapağı çizmiş. Çizdiği her eserde daha üst seviyeye çıkan, açıkçası yeterli maddi olanağım olsa bir resmini alıp sabah akşam seyredeceğim bir genç kişi. Benim gibi fantastik resimlere tutkun bir insan için sade kapağı bile olağan üstü diyeyim siz anlayın ve alın sevgili okurlar.

16

17


Haberler

Çizgiroman İnceleme

Deli GÜCÜK

Kitabın kapağının içinde yazan “Uzakşehir üretimidir. Uzakşehir, Türkiye’de grafik roman üretimini arttırmak için bir araya gelmiş yazar ve çizerler topluluğudur” ibaresini ayrıca sevdim. Bu geceye katıldığım için mutluyum, güzel insanların çalışmalarını gördüğüm için ve devamının geleceğini bildiğim için mutluyum. Bu geceyi düzenleyenlere ve beni bu gecede amatör muhabir yapan Mehmet Kaan Sevinç’e ve de geceye katıldığı halde yazı yazma ayrıcalığını bana veren sevgili Ahmet Yüksel’e çok teşekkür ederim. Zeynep BAYRAKTAR nam-ı diğer Pandora1972

18

“Bu oğlanın memleketinde bir mahluktan bahsederler: Enkebir... Bir nevi gece cini. Anadolu’da başka başka isimlerle bilinir. Ardahan’da Yolazdıran, Aladağlar’da Harparik, Yozgat’ta Kibilik, Diyarbekr’de Kepoz derler ona; Harput’ta Kamos, Niksar’da Aldaçı, Zile’de Hobur, Kars’ta Mekir, Edirne’de Koncolos... Çukurova’da Varsaklar ona Kara-kırnak ya da Kara Tırnak der. Sürmene’dekiler ise Karakura. Lazlar Germakoçi bazen de Dağkoçi der... Dağ Adamı yani. Kaftarküski, Çarşamba Babası veya Ahubaba diyen de çoktur ona. Kimi Kara Baba diye bilir onu. Ama şu kuru bozkırın göbeğinde, Anadolu’nun çorak kasıklarının ortasında, onu esas Deli Gücük diye bilirler...” ilk kez Tam Macera dergisinde 2007 yılında yayınlanan Deli Gücük (2007) 19. Yüzyıl Osmanlı taşrasında geçen bir çizgi roman. O zamanlar Coşkun Kuzgun’un çizip Aziz Tuna C.’nin yazdığı çalışma Kamra yayıncılık tarafından çıkarılan, 2009’da Osmanlı Taşrasından Dehşet ve Korku Hikâyeleri, 2010’da Alacakaranlık Zamanlar adlı iki albümle taçlandırılmıştı. Özellikle internetten tanıyıp, bildiğimiz çok sayıda yazar ve çizerin farklı farklı öyküleri ile canlanan Deli Gücük karakteri gelişerek büyüdü ve üçüncü albümü Flaneur Comics etiketiyle 14 Mart’ta raflardaki yerini alan Zifirname ile yeni maceralarıyla ruhumuzu dondurmak için geri döndü. Deli Gücük özellikle şaman kültüründen gelen mitolojik öğelerle zenginleştirilmiş hikayeleri, cinlerin hortlakların, zombilerin kol gezdiği karanlık gotik bir Anadolu sunuyor okuyucuya. Öyle bir Anadolu ki kötülük sadece doğa dışı yaratıklardan gelmiyor. Etraf tüfekler, katiller ve hırsızlarla da dolu. Adeta vahşi batıyı mumla aratan bir orta doğu ile karşı karşıyayız. Hikayeler içinde Deli Gücük zaman zaman bir kurtarıcı olarak, zaman zaman da bir katil olarak görülebiliyor. Kimisi için bir melek kimisi için şeytanın ta kendisi. Ekşi Sözlük’te vicious adlı suser’den alıntılamak gerekirse Deli Gücük “Eşkıyaların kanlısı, çapulcunun can düşmanı, zorbaların avcısı bir efsane; mazlum emekçilerin koruyucusu bir sosyalist; tekinsiz siperlere dadanmış osmanlı ruhu “hasta adam” ; yitik yolculara yardım eden bir derviş; plevne’de rus kazaklara, kırım’da britanya

19


Öykü

Çizgiroman İnceleme

Cepşoku

hussarlarına karşı savaşmak üzere zuhur etmiş intikamcı bir evliya; masallarda gezen kargalar padişahı; belki tüm numaralarının bir izahı olan vantrilog bir gözbağcı; rumeli’ye musallat olmuş öfkeli bir arnavut zebanisi; mahşerin atlılarından veba ya da harp; şifacı, emci, ecinni; deli, veli.” (http://eksisozluk.com/ entry/15971856) “Doğru söylerim Halk razı değil, eğri söylerim Hak razı değil.” Tam da Deli Gücük’ü anlatan bir cümle. Beş yazar, yirmi iki çizerin iki yılı aşkın bir sürede hazırladığı Deli Gücük: Zifirname 224 sayfalık bir grafik roman. Albümün kapağı, yurt dışında da tanınan Türk fantastik illüstratörü Kerem Beyit tarafından hazırlandı. Levent Cantek’in editörlüğünü yaptığı albümde Aziz Tuna C., Murat Başekim, Can T. Yalçınkaya, Hakan Tacal, Ömer Bahri Gördebak senaryolar; M. Korkut Öztekin, Murat Gürdal Akkoç, Uğur Bülent Sertçelik, Emre Yüce, Koray Kuranel, Murat Başol, Soner Tuna, Sümeyye Kesgin, Taner Duran, Zeynep Özatalay, Turgut Demir, Sefa Sofuoğlu, Uğur Erbaş, Bahadır Yazıcı, Ayhan Hayrula, Ali Can Meydan, Yıldıray Çınar, Kayahan Kaya çizgileriyle yer alıyor. Hikayeler zaman zaman hiç bilmediğimiz yerlerde geçse de zaman zaman da aşina olduğumuz yüzlerle destekleniyor. Bir hikayede Deli Gücük Karındeşen Jack ile kozlarını paylaşırken başka bir hikayede Arabistanlı Lawrence ile karşılaşıyor. Deli Gücük edebi dili çok ağır olan bir çalışma. Bu kimilerine göre artı olsa da genç çizgi roman okuru için bir zorluk olacaktır her zaman. Bazı hikayelerde Osmanlıca kullanımı o kadar ağır kalıyor ki insan sözlükle okuma ihtiyacı hissediyor. Ancak bazen de kelimelerin ritmi sizi alıp götürüyor ve sanki Milton’ın Paradise Lost’undan bir bölüm okumuşsunuz gibi nereye gittiğinizi bilemeden hikayeyi bitiriyorsunuz. Gerek hikayeleri, gerek yarattığı ortam adına Deli Gücük efsanevi bir seri olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Kollektif bir ürün olmanın çeşitli zorluklarını yaşadığını belli etse de hem Türk edebiyatı açısından hem de çizerlerimizin gücünü görmemiz açısından çok önemli bir işlevi yerine getiriyor. Şimdiden 4. Albüm için kolların sıvandığını duymamız da yaratıcılarının karakterlerine ne kadar güvendiğinin bir göstergesi. Masis ÜŞENMEZ Öteki Sinema

20

No mobile fhobia! Quo vadimus? Leman telefonuna baktı. Ekran sönmüştü. Aküsü çoktan bitmiş bir telefonun ekranının kararması kadının yüreğinde güneş parlaması gibi etkin olmuştu. Karşısında oturan kocası Fehmi’ye baktı. Dalgın dalgın camdan dışarı bakıyordu. Kadın boşuna sevinmeye korkarak biraz bekledi. Hımbıl saniyeler aktı geçti, ekranda bir dirilme olmadı. Allah'a şükürler olsun, beklenen şey olmuştu galiba. Dirseğiyle adamı hafifçe dürttü. “Hat kesildi.” Adam önce elindeki telefona, sonra yüzüne baktı. “Ne yapacağız?” “Eve gidelim.” Fehmi’nin yorgun hatlı yüzünde beliren ifade kadına altmışlı yıllarda yapılan kovboy filmlerini hatırlatmıştı. Yetmiş iki doğumlu biri olarak kendinden on dört yaş büyük abisinin etkisiyle bu filmlerin çoğunu görmüştü. Adam birden fazla rakibe karşı düelloya çıkan bir kovboy gibi bakmıştı. Hayatta kalma şansı çok düşüktü ve bundan kaçınması mümkün değildi. “Haydi!” Eve bir kilometre kadar yakında olan bir kafede oturuyorlardı. Pazar sabahı olduğu için tenhaydı. En dip masada oturan tuhaf görünümlü iki tipin telefon edip durmaları fazla dikkat çekici olmuyordu. Ismarladıkları şeylerin parasını peşin ödedikleri sürece sorun yoktu. Kafeden çıkıp ilk buldukları taksiyi çevirdiler. Çok yorgun olmaları tek neden değildi. Bu fırsat kısa süreli olabilirdi. Saniyelerin hayati önemi olabilirdi yani. Şoför kılık kıyafet ve yüz ifadelerinde normal gitmeyen bir şeyler saptamıştı doğal olarak. Gece olsa onları arabaya almazdı belki. Pazar öğleniydi, saat on ikiyi iki geçmekteydi. Yollar göreceli olarak tenhaydı. Bu şartlar altında eve varmaları beş dakika bile tutmazdı. Eve yaklaşırlarken kadının nabzı hızlanmıştı. Kadife ceketinin cebindeki telefonu çıkarıp baktı. Ekranı karaydı hâlâ. “Ne diyorsun?” Fehmi içini çekti. “Başka çare yok.” Kadın başıyla olumladı. “Doğru.” Fehmi elini uzatınca parmakları birbirine değdi. Adamın buğday teninde gümüş sakallar parlıyordu. Gözleri kanlıydı. İkisi de yorgunluktan bitkin durumdaydılar. Dün bütün gün yüzlerce yere telefon etmiş, geceyi de sokaklarda geçirmişlerdi. Son saatlerde enerji içecekleri ile ayakta durmaktaydılar. Eğer ekrandaki kararma sandıkları şey değilse işleri fena hâlde bitmiş sayılırdı. Kadın içinden dua ederken Mehtap Apartman’ın önünde durdular. Şimdi ya herro ya merro zamanıydı artık. * Leman, boşanma avukatı olarak ün yapmış biriydi. Kızını çok seviyordu. Pedagojiden de biraz anlardı, ama Seyhan’ın geceleri cep telefonuyla koyun koyuna yatmasına elinde olmadan sert tepki vermişti. Önceden defalarca uyarıldığı hâlde çocuk telefonu başucunda, yastığın altında, hatta bazen göğsünde uyuyakalmaktaydı. Seyhan, geceleri telefonu elinden alınmasına, bataryasının çıkarılmasına ya da aparatın bulamayacağı bir yere saklanmasına çok değişik tepkiler vermişti. Akşam yemeği yememe, sabahları somurtma, arkadaşlarıyla beraberken hırçınlaşma, sınıfta dalgınlık, onun için gidilmiş sinemada

21


Öykü filmin tam ortasında ‘Ben sıkıldım, eve gideceğim.’ diye tutturup ağlaması ve sebepsiz ağlama nöbetleri bunların başlıcalarıydı. En sonuncusu ise tek kelimeyle bir felaketti. Böyle bir şeyi hayal etmeleri bile mümkün değildi. Evvelsi akşam hafta sonu olduğu için geçe kalmasına izin verilen Seyhan on civarında yatağa giderken telefonunun kendisine verilmesini istemişti. Kesinlikle reddedilince, ‘Kendime başka telefonlar yapacağım. Sincap yardım edecek. Görürsünüz bakın.’ demiş ve odasına gitmişti. Leman, yarım saat kadar sonra kızının odasına gittiğinde Seyhan’ın mışıl mışıl uyuduğunu görünce sevinmişti. Kızı yemeğini yemiş ve tahminlerinin aksine hiç zırıltı çıkarmadan gidip yatmıştı. Sincap, kızının beş yaşından beri sahip olduğu düşsel bir dosttu. Kızı onunla saatlerce oynar ve bazen de konuşurdu. Tanıdık bir psikolog çocuklarda dört ile on iki yaşları arasında bu tür hayali arkadaşlara sahip olma durumlarına rastlandığını söylemişti. Seyhan, şizofren değildi. Testleri negatif çıkmıştı. Sincap’ın kızlarına özel bir telefon yapma sözü vermesini ciddiye almaları mümkün değildi. * Sincap kızlarına beş yaşındayken yanaşmıştı. Seyhan onları korkutan ağır bir grip geçirmişti. Üç kilo kaybetmiş ve gecelerce sayıklayıp durmuştu. Sonra nekahetteyken ilk kez Sincap’tan söz etmişti. 5 yaşındaydı. Leman, şimdi Sincap’ın ne olduğunu tahmin ediyordu. Fehmi de aynı kanaatteydi. Şimdi oturdukları daireyi satın aldıklarında hemen arka taraftaki o ışın canavarı inşa edilmemişti. Yapımı semt sakinleri karşı çıktığı için ertelenmişti. Mahkeme sürüyordu. İnşaat izninin iptal edilmesine kesin gözüyle bakılmaktaydı. Sandıkları gibi olmamış, otuz metre arkalarına bir baz istasyonu inşa edilmişti. ‘GSM-2100 bizi seviyor ve her dakika okşuyor,’ derdi üst kattaki komşu Meral Hanım. Yalnız yaşayan, öğretmen emeklisi bir kadındı. Mikrodalgaların kanser yapıcı ve depresyon yaratıcı etkilerini anlata anlata bitiremezdi. Kızları tipik bir nomofob’du. Cep telefonundan ayrı kalma, istediği zaman birilerine ulaşamama kaygısı müthişti. Arkadaşlarının çocuklarında da bu davranış şekli belli ölçülerde mevcuttu. Hemen herkes yakınıyordu. Seyhan’ın elinden sevgili telefonunu alanlara karşı beslediği öfkenin şiddetini iyi tartamamışlardı. Kızın o an'a kadar örtülü duran bir yeteneği dirilmiş ve iradesi muhtaç olduğu enerjiyi yakındaki baz istasyonundan çekince dananın kuyruğu kopmuştu. Cuma gecesi 22.22 milattı. Leman, dizideki aradan istifade birkaç tabağı çanağı bulaşık makinesine diziyordu. Fehmi de tuvalette arka arkaya içtiği biraların hesabını vermekteydi. Saati bu kadar kesinlikle bilmesinin nedeni mutfak masanının üzerinde duran cep telefonunun bunu anons etmesiydi. Sadece bu değildi. Gerisi on beş-yirmi yıl sonrasına ait bir teknik kaza gibiydi. Merhaba Leman Anne! Saat 22.22. Şu andan itibaren zihinsel telefon hattınız bağlanmıştır. Her yöne 10.000 dakika ücretsiz konuşma icra edecek ve yine ücretsiz 3000 SMS çekeceksiniz. Bu kotayı doldurmanız şarttır. Bu arada kimse sizi arayamaz. Tek yöne akış. Haydi bakalım, hop hop, başlıyoruuuuuzzz. Leman en çok sevdiği kayık tabağı yere düşürmüştü. Sesin laçka edici hassası öyle kesifti ki genç kadın 'çeyizimin en anlamlı parçası' dediği Kütahya Porselen tabağın kırılmasına aldıracak hâli kalmamıştı. Ses boğuklaşmış olmakla birlikte Seyhan’ın sesiydi. Kızları sekiz yaşındaydı. Konuşurken zihinsel, icra etmek, kota gibi kelimeler kullanmazdı. Leman Anne, ona has bir espriydi, ama bu şekilde duymak kadını kahretmişti. Tuvaletten apar topar çıkan Fehmi mutfağa gelmişti. Adamın yüzündeki şaşkınlık çizgilerinin korkuya dönüşme eğilimini ayrımsamak kadının midesini buz kestirmişti.

22

23


Öykü

Öykü

“Ne oluyor ya?” Leman’ın ses telleri felç geçirmekteydi âdeta. Söylemek istedikleri şeyi aklından geçirmekle yetinebilmişti. ‘İyi saatte olsunlar değilse bu bir teknik atak ve sanırım Seyhan’ın telefonuyla ilgili bir şey.’ Nelerin olup bittiğini aralarında konuşabilmeleri için iki buçuk saat beklemeleri gerekmekteydi. Çünkü yatağında mışıl mışıl uyuduklarını sandıkları kızları arkadaşlarıyla konuşmaya başlamıştı. Bunu cep telefonu ile değil onların beyinleri aracılığıyla yapmaktaydı. Bu arada o sırada konuşsun ya da konuşmasın Leman’ın cep telefonunun ekranında Seyhan’ın adı ve telefon numarası belirmekteydi. Cuma gecesinin son saatleri dehşetli zulüm anlarıydı. Seyhan, onun ve Fehmi’nin beynini kullanarak arkadaşlarına telefon ediyor ve o saatte henüz uyumamış olanlarla havadan sudan sohbet ediyordu. Cumartesi gününün ilk saatinde hâlâ uyumamış arkadaşları vardı. Seyhan tek tek hepsini arıyordu. Leman’ın ve Fehmi’nin ilk tepkileri kızlarının yatak odalarına gitmek olmuştu hâliyle. Bunun hiç de iyi bir fikir olmadığı ilk denemede hemen belli olmuştu. O yöne bir adım bile atmak beyinlerinde tarifi namümkün bir ağrıya neden oluyordu. Çaresiz saatler boyu kızlarının yaptığı elli küsur konuşmaya maddi aracı olmaya devam etmişlerdi. Saat biri on geçe konuşmalar durmuştu. İkisi de bunu kızlarının uyuduğu ve eziyetin bittiği şeklinde yorumlamışlardı. Kızlarının yatak odasına doğru attıkları adımlar hızla acılara tahvil edilince bitkin bir şekilde koltuklara oturup ne yapmaları gerektiğini düşünmeye başlamışlardı. Fehmi’nin telefonu olay sırasında şarjdaydı. Bu nedenle olacak, kızları tarafından kullanılmıyordu. Fehmi’nin acilen tuvalete gitmesi gerekiyordu. Evin modeli bir salona açılan üç yatak odası şeklindeydi ve tuvalet kızlarının yatak odasının ters yönündeydi. Kocası tuvalete giderken hiçbir engelle karşılaşmamış ve işini hâlledip dönmüştü. Döndüğünde yüzünde Leman’ın da düşündüğü şeyin dışavurumu vardı. Daire kapısı da ters yöndeydi. 01.42’de apartmanın bulunduğu sokakta yürüyorlardı. Yağmur dinmişti. Havada yaklaşmaktaki baharı muştulayan bir ılıklık vardı. Fehmi’nin üzerinde ince bir deri ceket ve altında ev eşofmanı vardı. Aceleyle spor ayakkabılarını giymişti. Leman, cuma akşamı apartman toplantısına katıldığı ve geldiğinde hemen soyunmaya üşendiği için sokak kıyafetiyleydi. Kot pantolon, rahat makosen ayakkabılar ve kalın kadifeden bir ceket. Kadın çıkarken masanın üzerinde duran çantasını almıştı. Evin anahtarları, cüzdan gibi hayati malzemeler yanındaydı. Leman’ın telefonu da yanındaydı. Zihninde parlayan çok güçlü bir sezi bunu yapması için onu uyarmıştı. Bu arada Fehmi’yle tartışmışlardı. Adam telefonunu evde bırakmasını istiyordu. Leman bunu yapmamıştı. Telefonunu şarja takarak Seyhan için kullanılmaz hâle getirme fikrine de itibar etmemişti. İçinden bir his bu telefonun kızlarıyla bir çeşit irtibat hattı olduğunu ve bu hâl sonlanırsa vahim sonuçlar doğuracağını söylüyordu. Yürürken plan yapmışlardı. Eve dönecek, kızlarını uyandıracak ve ona her şeyi anlatacaklardı. Adımlarını geriye doğru atarlarken birden beyinlerindeki hatlar tekrar açıldı. Bu defa Seyhan’ın arkadaşlarını değil, ipe sapa gelmez numaraları aramaya başlamışlardı. O saatte açık olan her yeri arayıp durmaya başladılar. Leman yanında telefonu olduğu için sanki kendi iradesiyle konuşuyormuş taklidi yapıyordu. Fehmi de eliyle telefon tutuyormuş gibi yaparak durumu kurtarmaya çabalıyordu. Pizzacılar, barlar, randevu evleri, itfaiye... Böyle devam edip gidiyordu. Sabah beş civarında hatlar kapandığında o kadar yorulmuşlardı ki eve yakın olan küçük parkta bir banka oturdular ve birbirlerine yaslanarak uyuyakaldılar. Bu işi arabalarında da yapabilirlerdi; ama anahtarlar evde kalmıştı.

Uyandıklarında saat 10.00’a geliyordu. Durumları bayağı berbattı. Başları ağrıyordu, yorgun ve açtılar. Parkta yürüyüşe çıkmış kimselere fena hâlde seyirlik olmuşlardı. Bir yerde kahvaltı ederken hat tekrar açıldı. Seyhan, arkadaşlarıyla görüşmeye başladı. Kahvaltı ettikleri yerde telefon sapığı çift olarak damgalanmamak için alelacele hesabı ödeyip kalktılar ve bu santral görevini yürüyerek yapmaya başladılar. Bu arada Leman sürekli olarak elinde tuttuğu telefonun ekranının ister konuşsunlar, ister konuşmasınlar sürekli olarak aydınlık durduğunu fark etmişti. Kızının adı ve numarası sürekli ekrandaydı. Leman’ın annesi yakınlarda oturuyordu. Oraya gidip biraz dinlenebilir, ayak altından çekilebilirlerdi, ama Leman’ın sezgileri ‘sakın bunu yapma’ demekteydi. Kadının beynine de GSM-2100 virüsü bulaştırabilirlerdi. Bir yakınlarına gitmek de ekstra riskliydi. Anlattıkları öyküye kimse inanmaz, hele yanlarında telefonsuz konuşmaya başlarlarsa kafayı fena hâlde yediklerini düşünürlerdi. Tanıdığı profesörler vardı. Onların çalıştığı hastanelerin fizik laboratuvarı yaydıkları manyetik alanı, mikrodalgaları falan ölçebilirdi. Sonra ne olurdu? Kızlarının yaptığı yayını bir şekilde durdurur ve sonrasında ömür boyu bir laboratuvara mı hapsederlerdi? Bu olmazsa bile kızları nasıl damgalanırdı? Bir anda bütün medyaya konu olurdu. ‘Tıpkı korku filmlerindeki gibi! Seyhan’ın baz istasyonu gibi çalışan beyni. Küçük Tesla zihinleri uzaktan kumanda ediyor!’ cinsinden başlıkları görür gibi oluyordu. Kızlarının normal yaşamı biterdi. İçinden bir ses ‘uzun sürmeyecek’ diyordu. Bir gün daha dayanmaya karar vermişlerdi. Eğer sonrasında yayın devam ederse yeni bir karar alacaklardı. * Leman, sol elinde telefonu evin içine ilk adımı attığında başlarına gelen her neyse bunun sona erdiğini anladı. Evin görünümü aynıydı, ama ışınımı farklıydı. İhtiyatlı adımlarla kızının odasına doğru yürüdü. Fehmi hemen arkasındaydı. Kalbi deli gibi atarak oda kapısını araladı. Seyhan, yatakta sırt üstü yatıyordu. İnce yorganı üzerinden kaymış ve ayak ucunda toplanmıştı. Gözler kapalıydı. Bedeni kıpırtısızdı. Bir an kızının nefes almadığın düşünen Leman’ın içi buz gibi oldu ve ihtiyatı elden bırakarak, “Seyhan!” diye bağırarak kızına sarıldı. İlk birkaç saniye çok berbattı. Çünkü kız bütün bunlara hiç tepki vermemişti. Sonra küçük beden kıpırdadı, gözleri açıldı. Hayretle annesini süzdü. Birden yüzünde hayret ve korku ifadesi belirdi. “Seyhan! İyi misin kızım?” “Anne, anneciğim! Sincap çok kötü şeyler anlattı. Ben seni ve babamı çok seviyorum. Çok, ama çok seviyorum.” Kadının içi minnetle doldu. Kızını bağışladığı için Allah'a şükrederek Seyhan’a daha sıkı sarıldı. “Nerede şimdi Sincap?” “Evine gitti.” Bu sözcük yeniydi. Seyhan, Sincap’ın bahsi geçtiğinde ‘Dolabımda uyuyor, ayak ucumda sırıtıyor, yatağın altında somurtuyor’ falan derdi. ‘Ev’ lafı yeniydi. Kadın Sincap’ın rolünü yeniden değerlendirdi. Sincap, mikrodalgaların aracılığıyla kızlarına musallat olan kötücül bir şeyi engellemişti. Bu onu belki de tüketmiş ve kızıyla bileşik durumda kalamayacak hâle getirmişti. O taraf hep karanlık kalacaktı. Şu anda önemli olan kızlarının sıhhatiydi.

24

25


Öykü

* İki yıl sonra sabahın ilk saatlerinde Leman kızının odasının kapısını açıp içeri girdi. Tek sahnesini bile hatırlamadığı bir dizi rüyanın bitiminde uyanmıştı. Seyhan mışıl mışıl uyuyordu. Üstü örtülüydü. Kadının içi huzurla dolu olarak kapıyı örtüp hole çıktı. Kızları üç gün sonra on yaşına basacaktı. Leman ve Fehmi ağızlarını sıkı tutmuş, hiç kimseye tek bir kelime bile anlatmamışlardı. O olaydan birkaç ay sonra evi değerinin biraz altına satarak başka bir semte taşınmışlardı. Tabii önceden baz istasyonu araştırması yaparak. En yakın baz istasyonu evlerine bir kilometre mesafedeydi. Kızları eskiden olduğu kadar nomofob değildi. Geceleri telefonunun odasının dışında durması onu rahatsız etmiyordu. Telefon yerine ara sıra İnternet üzerinden haberleşmeyi yeğliyordu. Bu arada başından geçen şeyleri önemli ölçüde unutmuştu. Kendileri de cep telefonu kullanmaya yeniden alışma devresi geçirmişlerdi. Tıpkı kalçası kırılmış yaşlı biri gibi ihtiyatlı ve sarsak adımlarla yürümeye başlamaya benziyordu. Zamanla ‘her şey yeniden başlıyor’ temalı kâbuslar çok seyrekleşmişti. Ailece nekaheti yaşamış ve şükürler olsun normale dönmeyi başarmışlardı. Ve Sincap geri dönmemişti. Kızları onun eksikliği nedeniyle duyduğu özlemi resimlerini çizerek dışavurmayı da giderek azaltmaktaydı. Leman her aklına gelişte Sincap’a teşekkürlerini yolluyordu. O olmasaydı şu anda üçü de ölmüş olacaktı. Ne kızları, ne de kendileri günlerce telefon santralı olma yükünü kaldırabilirlerdi. Leman, mikrodalgaları kullanan kötücül şeyin tekrar geri geleceğini, bu defa telekinetik yetenekli çocuklarla yetinmeyeceğini ve dünya çapında bir terör estireceğini hissetmekteydi. Bu nedenle tanıdığı hatırlı kimseleri örgütleyerek ‘GSM-2100’ler İçimizdeki Sincapları Öldürmesin’ kampanyası başlatmıştı. Şehirdeki baz istasyonlarını sürgüne yollamak için bütün gücüyle gayret etmekteydi. Sincaplı slogan çok tutmuş ve bir ara herkesin diline pelesenk olmuştu. Ümit vardı yani hâlâ. Balçova – İzmir - 2013 Öykü: Sadık YEMNİ

26

İllüstrasyon: Mehmet SEVİNÇ

27


Yeni Çıkan

Yeni Çıkan

Kitaplar

Kitaplar

Engin (Ergönültaş) ağbi ile ilk defa Gırgır’ın sarı sayfalarında tanıştık. Zalim Şevki ve Kelek Osman’ın maceralarını büyük bir keyifle okuduk. Mahallemizin bitirim ve kurnaz ikilisi farklı mizahı,farklı çizgisi ile bir anda gönüllerimizde taht kurup hayatımızda ki vaz geçilmez kahramanlarımızın arasın da çoktan yerlerini aldılar. Fırt dergisinde deki farklı çizgisi ve mizah anlayışı ile çizdiği ‘’Kızılderili Kovboy’’ hikayeleri başka bir tatdaydı. Gel zaman git zaman ‘’Hunharca güldüren, Hain bir Dergi olan Mikrop’’ mizah dergisinde zamanına göre diğer dergilerden çok farklı ‘’underground’’ mizah anlayışı ile genç kuşakların gönlünde taht kurmuştu. ‘’Hunharca güldüren, Hain bir Dergi Mikrop’’ dergisinden sonra yine bir diğer dergisi ‘’Pişmiş Kelle’’ ile farklı mizah anlayışını sürdürmüş,bu iki dergi Türk mizah dergiciliğindeki kilometre taşları arasında yerini almıştır. Engin ağbi Fransa’da yayınlanmakta olan iki önemli çizgi roman,mizah dergileri ‘’Metal Hurlant ve L’Echo da Savanes’de çizgi romanları yayınlana tek Türk çizerdir. Zalim Şevki ile Kelek Osman, Kovboy Hikayeleri, İşsiz Ali, Pembe Dişler, Bülbülcan, Terso, Kesin Bulamam, Balat Hikayeleri isimli çizgi romanlar ve çizgi roman senaryolarına imza attıktan sonra çizerliğe ara vermiştir. Türk mizah dergiciliğinin ve mizah çizerliğinin üstad ları arasında hak ettiği yeri çoktan alan Engin Ergönültaş ustamız; Uzun bir sessizlik döneminden sonra bu defa da ‘’Minare Gölgesi’’ adlı çizgisiz romanı ile tekrar bizlerle. Mehmet Kaan SEVİNÇ

Yazarın Kaleminden Kitabın ismi nereden geliyor? Romanda, evinden kaçıp minareye saklanmış, artık şerefede yatıp kalkan küçük bir çocuk var. İki yaşlı kadının, bir tas içindeki suya bakarak o kayıp küçük çocuğu aradıkları anda, tam o suya baktıkları an’da, -dışarıda güneş batmaktadır- minarenin gölgesi, şerefesindeki küçük çocuğun başının gölgesiyle birlikte kararmaya başlamış odanın karşı duvarına vurur. Romanın adı o an’dan gelme. Şimdilerde pek kullanılmıyor ama geçmişte “Minare gölgesi/ Davul tozu” şeklinde sıkça duyulurdu. ‘Hiçlik’, ‘Yokluk’ anlamına gelirdi. Tam ‘Yokluk’ ta değil, daha doğrusu; ‘bir var/ bir yok’ olmayı, gölgenin ‘dokunulamaz’, ‘ele geçirilemez’liğini, ‘geçiciliğini’ de hissettirirdi. Çocuklukta işitildiğinde, sanki bir ‘sır’la, ‘gayb âlemi’ne ait bir şeyle; bir ‘muamma’ ile karşılaşılmış duygusu da verirdi. Çocuklar gölgelere düşkündür. Mümkün olabilseydi eğer, insanların, kitabın kapağında yazılı “minare gölgesi” adını, o eski zamanlarda, -mahalle sanki koca bir güneş saatiymiş gibi minarenin gölgesi evlerden evlere geçe geçe, bir uzayıp bir kısalarak dönüp dururdu- geçmiş bir çocuklukta işitilmiş haliyle; bir çocuğun muhayyilesinde oluşmuş o tuhaf tınısıyla algılamalarını isterdim.

28

Bir romana ad vermenin zorlu bir süreç olduğunu biliyoruz. Romanın adı yazım sürecinin başından beri belli miydi? Evet, sahiden epey zorlu, sancılı bir iş. Sanki sizden, 370 sahife boyu anlattığınız bir şeyi sıkıştırıp iki kelime haline getirmeniz isteniyormuş gibi bir durum. Gibisi de fazla belki, basbaya öyle bir yanı da var. -Padişah’ın zavallı Keloğlan’dan istediği şeylere benzemiyor değilSon satırın noktasını koyuncaya kadar,-beş yıl boyunca- zihnimin içinde çeşit çeşit muhtemel isim adayları da dönüp dönüp durdu tabi ama bitişinden hemen sonra, romanın adının içinde ‘gölge’ kelimesinin geçmesi isteği ağır bastı. Hem ‘gölge’ nin çok anlamlılığı sebebiyle, -aklımın kuytularında Hitchcock’un, Ayzeynştayn’ın, Alman dışavurumcu siyah beyaz filmlerinin ürkütücü gölgeleriyle, Karagöz’ün, Hacivat’ın, eğlenceli gölgeleri içiçe, titreşip duruyor, fonda, derinlerde ‘dünya bir gölgeliktir’ türküsü çalıyordu- hem de Platon’un ünlü ‘mağara analojisi’nden bu yana, iki bin yılı aşkın bir zamandır ‘gölge’ sözcüğü, insanların hakikati, ancak mağara duvarına vuran gölgelerini seyrederek, eksik anlamalarını yani ‘eksik anlamayı’ (dolayısıyla eksik anlatmayı da) hatırlattığı için romana ‘gölge’li bir ad vermek, belki bir çaresizliğin, bir aczin ikrarını da içerir diye ummuş olabilirim. Roman için bir İstanbul romanı diyebilir miyiz? Diyebiliriz gibi, ama... sanki diyemeyebiliriz de... İstanbul, o kadar dallandı budaklandı, karmaşıklaştı, birbirine benzemez o kadar acaip şeyi birden ihtiva eder bir hale geldi ki, artık bir roman için ‘İstanbul romanı’ demek, ‘Herşey’e dair bir roman’ demek gibi bir şey oldu. İstanbul içinde binbir türlü ‘İstanbullar’ var. Minare Gölgesi, Haliç kıyısında, surların, eski mezarlıkların arasında saklı bir mahallede başlıyor. Yani bir‘sur içi’ romanı. Kuledibi’nde genelevler sokağında, Tarlabaşı Caddesi’ne inen yokuşlardaki izbe Müzikhollerde, çalgılı meyhanelerde devam ediyor. Bir yazar için kendi yazdıklarını nitelemenin zor olduğunu biliyoruz ama Minare Gölgesi’ni nasıl tanımlardınız? Zor oluşu bir yana, zaman içinde yazarın kendi tanımlamasının bir kıymet-i harbiyesi olabilecek midir? Galiba en doğrusu, doğan çocuğa hemen bir ad vermeyip, çocuğun büyüyüp bir delikanlı olduktan, ancak bir kahramanlık yaptıktan sonra kendi tanımını, lâkabını, adını, kendi kendisinin almasını bekleyen eski kabilelerin yaptığı... Romancı da onların yaptığı gibi romanını meydana sürüp beklemeli. Gitsin kendi ‘mana’sını kendi edinsin... Artık rezil mi olur vezir mi olur? Kendi macerası...

29


Yeni Çıkan

Yeni Çıkan

Kitaplar

Kitaplar

Arsada, beyazlığın ve sessizliğin ortasında, gençlerin az önce karlarda yapmış oldukları bütün hareketlerin; koşuşmalarının, itişmelerinin, karlara yatıp, yuvarlanmalarının, hepsinin izleri, olduğu gibi karlar üzerinde duruyordu...

Minare Gölgesi “...Sokaktan gelen sesler Sultan ablanın soğuk odasının içinde çınladı. Kedilerin kuyrukları sinirli sinirli kıpırdanıyordu. Odada kuyruklardan başka kımıldayan bir şey yoktu. Sadece bakışlar vardı. Boşluğu seyreden onlarca göz... Camdan bakan kediler, dışarı değil, nefeslerinin camda yaptığı minik buğunun bir belirip bir kayboluşuna bakıyorlardı... ...İşte sessizlik. Sultan abla sessizliği duydu. Odaya girdi. Elektrik sobasının fişini takıp çıktı. Dolaptan bir kutu bira çıkartıp açtı. Sobanın telleri yavaşça kızardı. Isınan metallerden çıtırtılar geldi. Teller kıpkırmızı oldu. Kıpırdanan kedi bulamacı çözüldü. Kediler odaya dağıldılar. Soğuğu kırılınca oda, ıslak çamaşır, küf, sigara izmariti, deterjan, kedi çişi, insan çişi, bira, çürümüş meyve, sabun, bayat bisküvi, kirli çorap karışımı keskin bir kokuyla doldu. Perdenin aralığından, rüzgârın damların ucundan sıyırıp savurduğu karlar görünüyordu...” “...Sultan abla, elinde torbası, pencerenin önünde bir müddet bekledi. Gençler kara doyup gitsinler, sokak boşalsın. Sokaktan hiç kimseye görünmeden geçip gitmek istiyordu. Odanın ışığını kapattı. Perdeye gölgesinin düşmesini istemiyor. Araba, karların üzerinde oynaşıp duran renkli ışıklarıyla hâlâ oradaydı. Arabadan odaya sızan neşeli şarkı, çeşit çeşit garip bakışlı kedilerle dolu bu karmakarışık, tuhaf evin içinde yavaşça süzülerek, eşyalara sürtüne sürtüne gezinirken, evdeki her unsurun ihtiva ettiği hüzün miktarını teker teker değiştiriyor, kimininkini hafifletirken, kimininkini daha da ağırlaştırıyordu. Sultan abla elindeki naylon torbayı yere bıraktı. Kediler tok oldukları halde, yine de mırıltılar çıkartarak torbanın başına toplaştılar. Sultan abla torbayı kedilerden korumak için, “gençler gidene kadar dursun” diye buzdolabına koymaya gidiyordu ki, arabanın kapılarının kapanma sesi duyuldu. Arka stop lâmbalarından karlara vurup yansıyan kırmızı ışık kapalı perdelerin alt köşelerini tatlı bir kırmızıya boyayarak geçti...” “...Sultan abla, tamircilerin döküntü arabayı durdurup indikleri küçük arsanın önünden geçti. Arsaya baktı.

30

...Pencerelerinden uzanan eğri büğrü soba borularından kara dumanlar tüten, paslı tenekeler, yıkıntılar, mezbeleliklerle dolu bu harab mahallenin ortasında bu izler, gençliğin ve yaşama sevincinin karlar üzerine nakşolmuş hali gibi, bir plak kaydı gibi, orada öylece duruyordu. Arsaya bakan Sultan abla, kardaki izlerde ‘gençlik’ ve ‘coşku’yu görmedi, sadece “her şeyin geçiciliği” ni gördü...” “....Ağır demir sokak kapısını dışarıda hızlanıp deli deli savrulan karların üzerine gıcırtılarla kapattılar. Kapıyı kapatır kapatmaz yakındaki caminin minaresinden birden patlayan yatsı ezanı, kalın demir kapının içinden geçti, girişteki boşlukta pul pul dökülmüş rutubetli duvarlara çarpa çarpa karanlığın ortasında çınladı. Karanlığın ve yüksek sesle okunan ezan sesinin içinde, bir nehire giren biri gibi, kısa bir an kıpırtısız, öylece durdular. Kat başlarındaki aydınlığa bakan küçük pencerelerdeki kül rengi loşluğa yağan karlar ve karanlık. Karanlığın içinde annesinin kolunun ılıklığı... Meryem, uzun sürmüş ağrılı bir gecede, ateşler içinde, ağrılar ve kâbuslarla uyuduktan sonra, karanlığın ortasında birden uyanıp ağrının tamamen geçtiğini anladığı gecelerden birinde duyduğu huzur ve mutluluğun aynısını duydu.” “...Şarkı söyleyen kız üşüyüp içeri girdi. Bir sessizlik oldu. Evden dışarı hoparlörle verilen şarkı da susmuştu. Sobadaki odunlar birden harlandı, çıtırtılar çıkartarak gürül gürül yanmaya başladı. Ev, sanki gerçek bir evmiş gibi oldu. Sultan abla uzun uzun esnedi. Bir yandan da omzunu ovalıyordu. Bekir koltukta şakır şakır çayını karıştırıyordu. Elinde çayıyla kalkıp tavana yakın demir bir rafta duran televizyonu açtı. Dışarıda, yağan karlar altında sessizce durup evin içini sanki bir tiyatro sahnesini seyreder gibi dikkatle seyreden adamlar da, evi “sanki gerçek bir ev” miş gibi yapan o tuhaf havayı hemen sezdiler. Esneyen, omzunu ovan yaşlı teyzeler, çay karıştıran adamlar, soba… Hiçbir tiyatro oyununda canlandırılması mümkün olamayacak gerçeklikteki bu ev hali sahnesi akıllarını karıştırdı, içlerini ürpertti. Bu tuhaf evin hakikatine, onunla gerçek evler arasındaki münasebete, düşünmekten, anlamaktan kaçındıkları şeylere dair karanlık izler, orta yerde belirir gibi olunca, içleri utanç, suçluluk ve korku karışımı bir duygu ile sızladı.” “...Kıymet pencereye gitti, perdeyi aralayıp caminin karla kaplı ıssız meydanına baktı. Sonra saatine baktı. Derin bir nefes aldı, dudaklarını sımsıkı kapatıp nefesini, burnundan ağır ağır verdi. Fısıltıyla, “gelmedi bu puşt…” dedi. Bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip üfledi.

31


Yeni Çıkan

Öykü

Kitaplar

Düşünceleri yavaşça gölgelendi. Evdeki her şey, tahmin edemeyeceği kadar korkunç bir olaya dekor olsun diye özenle seçilmiş gibi geldi. Kader ona, bütün bu eşyaları renkleri, şekilleri, gölgeleri, bıyık altından gülerek biriktirtmişti sanki… Bütün başına gelenler, seçtiğini sandığı şeyler, insanlar, bu evler… Hepsi, ne zaman olacağını bilemediği, o korkunç olaya doğru akıp gidiyordu. Ne yaparsa yapsın, hiçbir şeyi değiştiremeyecekti. Masanın örtüsü, perdedeki desenler, o dal mıdır nedir belirsiz, eğri büğrü kahverengi çizgiler… Dolabın bir yanı sanki yağ dökülmüş gibi tuhaf bir şekilde, içini bulandırarak parlıyordu...” “...Kudret’in banyodaki hareketlerinden hole gelen sesler; musluktan akan su, sabunu sabunluğa koyduğunda çıkan ses, musluğu kapatışı, terliğinin şıpırtısı, banyonun camlı kapısını, açışı, kapatışı… Hepsi, Kıymet’in içinde yeniden bir sevinç ve haz dalgasını köpürtüp yükseltti. Sanki, sadece bu sesler olsun, sesler hep sürsün, o koridorda durup dinlesin, ona yetecek...” “...Sultan ablanın karanlık odada gezinen kedilerinden iki tanesi pencerenin yanına gelip, pervazına oturdu. Perdenin aralığından sokağa bakıyorlardı. İyi ki baktılar… İri taneli bir kar, hiçbir göz seyretmediği için ziyan olup giden bir güzellikte, kar başladığından beri hiç olmadığı kadar güzel, bir başka türlü yağıyordu... ...Zengüle Hacı mahallesinin bütün insanları uyuyordu. Gece boyu sokak sokak dolanıp duran köpekler de, sabaha karşı metruk evlerin bodrumlarına inmiş, kendilerine bir kuru, kuytu zemin, bir tahta parçası, bir mukavva bulup uykuya dalmışlardı. Pencere kenarında oturan kediler gözlerini yumdu. Karların baş döndürücü raksı, taştan yapılmış gibi kıpırtısız duran kedilerin gözbebeklerinde beyaz benekler halinde kıpır kıpır oynaşıp durmuştu. Örtüldü...” “...Derken, Haliç’in Marmara’ya açılan tarafından bir tatlı rüzgâr peyda oldu. Bayılmanın eşiğinde ihtiyarların, beşiklerde pişik içinde kıpkırmızı suratlarla ağlayan bebeklerin, kürkü sırtında taşlara serilmiş biçare köpeklerin imdadına Hızır gibi yetişti. Haliç’in kokulu sularını ürperte ürperte geçti. Zengüle Hacı mahallesinin alt tarafındaki surları aşıp, yokuşları yaladı. Yaraya üfleyen bir anne gibi pencerelerden evlere girdi. Ev içlerinde kadınlar ihtiyar teyzelere “anane bak… anane bak” diye ikişer kere seslenip gülümseyerek, oynaşan tül perdeleri gösterdiler. Haminneler, pir-i fâni dedeler, taştan taşa atlayıp bir nehri geçer gibi, sandalyeden masaya, oradan divana tutuna tutuna pencere önlerine geldiler. Etleri tavuk derisi gibi buruşup sarkmış incecik kemikten, titreşen kollarını gökyüzüne kaldırıp “şükürler olsun” dediler. Dişsiz ağızlarıyla gökyüzüne doğru gülümsediler...”

Bulutlara Yazılan Hikâye O sabah çok erken uyandı. Çekmecenin üstünde duran gözlüğünü taktı. Biraz bir şeyler atıştırdıktan sonra, ev arkadaşını rahatsız etmemek için sessizce çıktı. Bugün mutlaka iş bulması gerekiyordu. Ev sahibi “Ya kirayı arttırın ya da çıkın,” demişti. Dün geceden gazetede işaretlediği tüm yerlere gidecekti. Asıl hayali pilot olmaktı; ama bir köstebekten bile daha az gördüğü için gerçekleştiremedi hayalini. Aklının bir köşesinde duruyordu yine de. Henüz okulu bitirmediğinden yarım gün çalışabilirdi. Dersleri çok da iyi olmadığından burs alma şansı yoktu. Akşama döndüğünde kötü bir durumla karşılaştı. Eşyaları kapının önünde yığılı duruyordu. Ev sahibi sözünde durmamıştı. Hâlbuki daha vakitleri vardı. Yurtta rahat edemedikleri için eve çıkmışlardı. Önyargılı ev sahibini ikna etmek için, eşya bulmak gibi birçok güçlükle uğraşmışlardı. Şimdi ise hem işleri yoktu hem de evsiz kalmışlardı. Bir süre sonra ev arkadaşı da aynı manzarayla karşılaştı. Çaresizlik içinde birbirlerine baktılar. Telefonlarında hiç kontörleri yoktu, kimseyi arayamazlardı. Biri orada beklerken diğeri, kalacak yer aramaya gitti. İyi anlaştıkları bir komşusu onu evine davet etti, donmak üzere olduğu için kabul etti. Ama içi rahat değildi. Eşyaların başıboş kalmıştı. Arada pencereden bakarım, diye düşündü. Komşusu tek başına yaşayan emekli bir öğretmendi. Çok iyiliğini görmüşlerdi. Bazen onlara yemek götürür, beraber sofra kurarlardı. Şimdi yalnız kalacaktı.Üzüntüsünü dile getirdi, kirayı ödemeyi teklif etti. Bir yandan onunla konuşuyor, hem de dışarıyı gözetliyor arkadaşını bekliyordu. Saatler geçti, gelen giden olmadı. Anlaşılan, o kendine kalacak bir yer bulmuştu. Arkadaşının komşuda olduğunu tahmin ederek orayı aradı, geç olduğu için dönemediğini söyledi. O gece komşusunun evinde kaldı, ama sabahı zor etmişti. İçinde bulundukları durumdan nasıl çıkacaklarını hiç bilmiyordu. Sabah eşyaları güvenilir bir depoya taşıttı komşuları. Hakkını ödeyemezlerdi. Onları evladı gibi görüyordu. Okula gittiğinde arkadaşı kantindeydi. Sınıf arkadaşlarına başlarına gelenleri anlatıyordu. Ailelerine bir şey diyemezlerdi. İkisininde babası emekliydi, güçlükle geçiyorlardı.Üniversiteyi kazandığı gün üzülmekle sevinmek arasında kalmıştı. Uzak bir şehirde okumak onun için zor olacaktı. Ailesi onu okutmak için büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardı. Bir arkadaşları haftanın bazı günleri uçuş eğitimi almaya gidiyordu. Orada bir elemana ihtiyaçları olduğunu söyleyince çocuk gibi sevindi. Çıkışta oraya gittiler, ilk defa uçakları o kadar yakından görüyordu. Gözleri hep gökyüzündeydi, başının üzerinden geçen uçaklarda kendini hayal etti. Görüşme umduğu gibi geçmedi. Yine de fırsat buldukça arkadaşının peşine takılıyor, uçuşları izliyordu. Sorunlarını sonunda çözmeye başladılar. Bir kafede çalışıp bir yandanda okula devam ediyordu. Evi ise komşusu sayesinde bulmuşlardı. Bir tanıdığı, kiracı aradığını, iyi birini bulursa kiralamasını söylemişti. Onlardan daha iyi bir kiracı bulabileceğini düşünmemişti bile. Taşınıp yerleştikten sonra üstlerinde koca bir yük kalkmıştı. Okulu bitirdikten sonra ilk işi gözlüklerinden kurtulmak oldu. Uçuş dersleri almaya başladı. Birkaç hafta sonunda bulutların arasında süzülmeye hazırdı. Kendini uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibi hissediyordu. Ömrünün sonuna kadar gökyüzünde kalabilirdi...

Engin (Ergönültaş)

32

Öykü: Sena SABCIĞOLU

33


Haberler

Haberler

FRPNET 10. Yaş Partisi

4. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri'

13 Nisan Cumartesi

Çizgi Roman Ödülleri 2012 Oylaması Başladı! Bu

Çizgi roman dünyamızın geniş kapsamlı tek

18 yaşından küçükler giremez! Thales Rock

34

gelmemesi

okurların önerileriyle 2012 yılının en iyi adaylarını

sunulamamıştır: En İyi Çizgi Roman Araştırmacısı 2012 En İyi Çocuk Çizgi Romanı 2012 En İyi Çocuk Çizgi Romanı Yayınlayan Çocuk Dergisi 2012 Görüleceği üzere bazı kategorilerde çok fazla aday önerisi gelirken bazılarında çok az geldi. Biz de ekleme veya çıkarma yapmadık. Forum, site, blog ve fanzin dergi adaylarının tek kategoride birleşmesi zorunluluğu doğdu, birleştirdik. Her tür sorunuz için cizgiromanodulleri@

Bu sene de FRPNET ve Gölge e-Dergi’nin gmail.com adresine yazabilirsiniz. desteğiyle Çizgi Roman Okurları Platformu Çizgi Roman Okurlarımız aday sundu, şimdi (ÇROP) tarafından dördüncüsü düzenlenen de onlar oyluyor. Unutmayın: oylama sonucunda ödüller okurların katılımıyla Fransız Kültür Merkezi - Istanbulles Çizgi Roman

Adres: Katip Çelebi Mah. Hasnun Galip Sok. No:5 K:2-3 Taksim / İstanbul Haritadaki konum ve detaylı bilgiler için buraya tıklayınız! Bu kutlama için Facebook’ta da bir etkinlik açtık. Siz de etkinlik bilgilerini ve gelişmeleri FRPNET 10. Yaş Kutlaması Etkinliği üzerinden takip edebilirsiniz. Herkesi bekliyoruz!

öneri

sebebiyle bu sene aşağıdaki kategorilerde aday

10. yaş kutlamalarımızın son gecesini muhteşem bir parti ile noktalayacağız.

Etkinliğe giriş ÜCRETSİZDİR!

okurlardan

ödülü olan Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri belirledi.

14 Nisan’da 10 yaşına hep birlikte giriyoruz. 13 Nisan akşamı, Taksim’de bulunan Thales Rock’ta bol bol eğleneceğiz. FRPNET, 14 Nisan 2013 tarihinde 10 yaşına giriyor ve çift haneli sayılara ulaşıyor. Artık rakam değil sayı diyoruz, çünkü dolu dolu, fantastik 9 yılı geride bırakarak 10 yaşına giriyoruz. 10 yılda 15 milyon FRPci yaratamadık her yaştan ancak az zamanda çok ve büyük işler yaptık! Bakalım bu 10 yılda neler neler yapmışız. 10larca; röportaj yaptık, diyar tanıttık, etkinliğe destek verdik 100lerce; kitap tanıttık, inceleme ve makale yayınladık, Facebook paylaşımı yapıp tweet attık 1.000lerce; haber girdik, kez oyun oynadık, kez zar attık, kişiyle tanıştık, kişiye ulaştık 10.000lerce; kişiye ulaştık 100.000lerce; kişiye daha ulaşacağız. Bunların hepsini siz takipçilerimiz için, siz takipçilerimiz sayesinde başardık. Biz de 10. yaşımızı muhteşem bir parti ile kutlayalım dedik. 13 Nisan 2013 - 20:00 | Thales Rock - Taksim

Sene

Kurallar

Festivali’nde düzenlenecek törenle sahiplerine ulaştırılacak. Bu törene okurlar bizzat katılabilecek,

1. Bir kişi sadece bir kez yarışmaya katılabilir.

coşkuyu birlikte yaşabileceklerdir.

2. Bilgilerini eksik giren veya doğru girmeyen

Sıra geldi okurların oylarına!

katılımlar yarışmaya dahil edilmez.

Oylama 15 Nisan 2012 tarihinde saat 23.59’da

http://frpnet.net/cizgi-roman-odulleri-2012

sona erecektir.

35


Öykü

ilka

Çöp Poşeti SÜRÜŞ Fahişeler de dolmuş gibidirler. Ne kadar çok müşteri alırlarsa içlerine, o kadar çok para kazanırlar. Ama bir farkla onlar acı çekerler çünkü içleri metal değildir. Yine sokak aralarında dolaşırken bunların aklıma düşmesi ilginçti. Yapmak istenilen en son mesleklerden birini icra ediyordum nihayetinde. Son müşteriden dönerken patlayan dudağımdan akan kanı içiyordum yavaşça. Vampir denen yaratıklar var mıydı bilmiyorum ama onların ne hissettiğini anlayabilirdim eğer ki yediğim yumruktan başım dönmüyor olsaydı. Kanın tadına ne kadar aşina olduğumu düşündüm soğuk ve pislik kokan duvara yaslanırken. O metalik tat sanki ben nereye gitsem peşimden geliyordu. Sevdiği adamı öperken dudaklarında ki tadı içen şanslı kadınları düşündüm. Ben ise sadece kanın tadını çekiyordum içime. Metalik, esrik ve benim bildiğim tek aromayı… Yaslandığım duvar bile yaşadığım hayattan daha sıcakken nasıl olur da devam edebilirdim bu döngüye? Kırılmışları onarmaya çalışırken kendimi bu doldur boşaltın içinde bulmuştum. Kim isterdi ki ait olmadığı bedenlerde soluklanmayı ve bunun karşılığında kâğıt parçalarına sarılmayı? Ben ah ben! Adım Süruş, fahişeyim. En azından sizin bana verdiğiniz ve vebalı görmüşçesine kaçmanıza sebep olan tanım bu! Bu benim kendi ismimin önüne geçen tek unvan… Doğrulmaya çalışırken ağrıyan kaburgalarımı bu kaçıncı tutuşum bilemedim. Ağrı kesici bağımlısı olmama kaç adım kalmıştı? Bu sorular sarsılan beyin hücrelerime çalışma imkânı verirken çöp kovalarının arkasından gelen uğursuz ses rahatlayan bedenimin tekrar kasılmasına sebep oldu. Biri beni takip ediyordu. Yine aç bir nefisin sesi miydi bu ayaklar? Erkek nefsi azdığında neleri heba edebileceğini bilirdi tüm benliğim lakin bu uğursuz ayaklar daha fazlasını arzuluyordu, hissedebiliyordum. Çorabıma sıkıştırdığım bıçağıma uzanmaya davrandım. Kendimi koruma içgüdüm tüm heybetiyle ayaklanırken ben gelen seslere odakladım kendimi. Bıçağımı elimde sıkılayıp arka sokaktan çıkmak için yürümeye başladığımda arkamdan adımlayan nefsi duyuyordum. Birazdan beni yakalamak için harekete geçecekti. Sokak dumanlar savurarak filmlerde ki sahnelerin içine çekiyordu beni. Nefeslendikçe ağzımdan, burnumdan süzülen dumanı görüyordum. Eve gidip bir duş almanın ve bu gecelikte olsa bu pislikten kurtulmanın hayaliyle adımlarımı hızlandırdım. Bir ara durup kan kırmızı topuklularımı çıkarmak istedim. Ama ensemde ki nefes bana engel oldu. Bıçağımı nefese doğru yönlendirdiğimde kalın kollar beni tüm kuvvetiyle sarmıştı çoktan. Bir anda içine çekildiğim karanlığın nasıl da korkutucu olduğunun ayrımına vardım. Artık çok geçti. Sanırım benim Azrail’im aynı zamanda Şeytan’ın ta kendisiydi. O güçlü kollarla mücadele etmeye başladım. Hayatta kalma güdüm yaşadığım hayata oranla daha vahşiydi siz tehlikeden bihaber insanlardan. Kaç kez sapladım o bıçağı o kollara bilmiyordum. Çıkan kanın damlama anı bile kulaklarımı sağır edecek bir gürültü yaratıyordu. Ama bırakın o kolları vazgeçirmeyi, tek bir ah bile duymuyordum bu kez. Beni oradan oraya savuran kollara çığlıklar içinde bıraktım kendimi. Nefesimin kesildiğini, bıçağın elimden düştüğünü, sürüklendiğimi hayal meyal kapanmasın diye yalvaran gözlerimle gördüm. Sonunda bedenim bu istilaya teslim oldu. Karanlığın sularında derin bir ışığın içine doğru çekildim. Ölüyordum. Günaha batmış ve bedenini defalarca satmış olarak…

36

37


Öykü

Öykü

EZA Yüksek binanın yangın merdivenine tünemiş olanları seyrederken zavallı kadının çırpınışları içime dokunmalıydı ama dokunmadı. Ben yalnızca haftalardır izini sürdüğüm katil müsveddesinin acemice çıkarmaya çalıştığı işi seyrediyordum. Adam şimdiden o kadar çok delil bırakmıştı ki bir ara “Bak, çocuk o iş öyle olmaz!” deyip işi elinden almak gelmişti içimden. Derinlerime sinmiş canavar aşağıda sergilenen komedyada o denli etkilenmişti ki kalkıp tüm kalelerimi tekrar ele geçirmesi an meselesi idi. Kanın damarlarıma pompalanış şeklinin bile değiştiğini duyumsuyordum. Çiftçi çığlıklar atarak nefis kafesinden çıkmaya çalışıyordu. Savurduğu pençeler ruhumu kanırtmaya başlamıştı. Yapamazdım. Eski ben olmak için bir Semina geç kalmıştım. Aşkı tadan her ölümlü gibi artık ait olduğu renge sahipti zavallı canım. Aradığım katilin o olup olmadığından emin olmak için haftada bir süregelen bu sapıklığı seyrediyordum. Sonunda o her pisliği içine alıp ağzını kapatan çöp torbasına kadar tam üç kez aynı film dönüp durmuştu bu ara sokakta. İşte şimdi emindim, bu o olamazdı. Benim Semina’ma bunu yapan bu serkeş sapık değildi. Bir an yine işini bitirmesini seyredip dönüp gitmek düştü beynime. Ama dedim ya bu kez yapamazdım. Yangın merdiveninden elimde paslı kilitlerim ve pastan kızarmış zincirimle yavaşça süzüldüm olay mahalline doğru. Adam o sırada kurbanı olacak çöpün içine kendini bırakmaya çalışıyordu. Büyük hata! Asla işini bitirmeden temizliğe başlama… Yerde gözleri yıldızlara dikilmiş kadının üstünde son yaşamı çalmaya çalışan canavarın tam arkasında durdum. Zinciri iki kez sağ koluma dolayıp sol elimle boynuna doğru indirdim. Ve ben hamlemi yaptığımda hayvanın homurtuları kendi zevk inlemelerine karıştı. Boynuna dolanan zincirden kurtulmaya davranamadan o gereksiz uzantıyı kırmıştım. Dizlerimin dibine düşen bedene baktım bir süre. Sonra yerde kasılmalar yaşayan bilinçsiz kadına. Ruhu bedenine geri dönmeye çalışan günahkâr dişi ağzından köpükler saçarak kusmaya başladığında ben elimdeki katil bozuntusunu yavaşça çamur içindeki zemine bıraktım. Kadın ağır aksak, sürünerek kaçmaya yeltendi. Kolundan tutup ayağa kaldırdım. Ruhu gibi pisliğe bulanan kıyafetlerine dokunmak dahi beni kendi canavarımı serbest bırakmaya iteliyordu. Lakin bu kez ben kendimi değil onu serbest bıraktım. Kucağıma alıp sokağın gerisine park ettiğim arabaya taşıdım kadın bedenini. Kaputa dayadıktan sonra arka koltuğa bir çöp poşeti yayıp onu üstüne oturttum. Kapıyı kapamadan önce tıslayarak emrettim. “Burada bekle kadın! Geri geleceğim.” Kapıyı yüzüne bakmadan kapatıp arabayı kilitledim. Arkamı dönüp katilimi son yolculuğuna uğurlamak için arka sokağa döndüm. İçimdeki canavara en azından bu kadarını verebilirdim, eski günlerin hatırına… Kafamı yana çevirdiğimde kadının esrik çırpınışlarını gördüm. Eli camla bir oldu. Parmak izleri yapıştı arabamın camına. Onun yaşadığına dair kanıtlardı bunlar resmi kurumlarca. Ama yaşamıyordu aslında. Eskiden olsa onun gerçek hayata kavuşmasını sağlar ve bu ölü hayatı belgeleyen kanıtları seve seve yok ederdim. Şimdi ise sevgiyi görmüş bir adamın özüyle beslenerek yollara düşmenin sorumluluğunu taşıyordum. Katilini arayan emekli bir katildim. Arka sokağa yağmur damlaları ile geri döndüm. Bulutun intiharıydı yağmur. Kendini parçalara ayırıp Rabbin izni ile gökten yere dökülmesi ve yok olmasıydı. Bende o yok olana saygıyla bir süre durup düşen parçaların sesini dinledim. Uzaktan gelen medeniyet böğürtülerinden çok daha etkileyici ve açıklayıcıydı bu ses. Her yaratılmış bir gün kendi parçalarına ayrılacak ve yok olacaktı. Çamurun içinde yatan bedene yaklaştım. Zincirlere sarılmış gösterinin geri kalanı için bekliyordu. Baktım. Acelem yoktu. Zamanı durdurmanın ne demek olduğunu yolcularımı gönderirken öğrenmiştim.

38

Siz durduğunuzda dururdu zaman. Yere eğildim yavaşça. Kırılan boyundan gelen tıkırtıları dinledim. Saat dişlileri misali oturmaları gereken yeri arar bir hali vardı kırıklarının. “Çok geç!” diye fısıldadım o kemiklere. “Dağılacaksınız!” Siyah kaşe montumun içine sıkıştırdığım satırımı çıkardım. Elimde sıkıladıktan sonra bekledim. Hedefime kilitlenip bir şimşek çakması tasavvur ettim beynimde. Diz çöktüm saygıyla. Kırılan kemiklerin son yalvarışlarını duyumsayıp elimdeki satırı indiriverdim. Kafa olduğu yere yığıldı. Akan kan bulutun intiharına eşlik etti. Akıp gitti. Hayat, insan, bulut, zaman hepsi bir darbede akıp gitti o anda. Yağmurun düşen başı yıkamasını bekledim birkaç dakika. Yüzümdeki yarım gülümsemeyle bekledim. Damarlarıma dolan yaşam sevincini içime çeke çeke bekledim. Ne kadar hoş bir boş veriş olduğunu hatırlamak beni kendime getirmişti. Buydu beni benimle yaşatan. Boş veriş… Derin bir nefes alıp cebimden iğne ipliğimi çıkardım. O baş hak ettiği yere dikilmeliydi. İğneyi ipliğe geçirirken uzaktan gelen seslere kulak kesildim. Törenimin yarım kalmasını istemiyordum. Yaklaşan bir oyunbozan yoktu. Kafayı alıp çamurlu suyla bir kez daha duruladım. Kirin kirle temizlenmesi ironiydi belki ama olan buydu an itibariyle. Kafayı kurbanımın kasıklarına sabitleyip ilk ilmiği geçirdim. Kahkahalar atmamak için kendimi zor tutuyordum. Yanlış anlaşılmasın bu zevk düşündüğünüz tatminin çok ötesindeydi. Adaleti sağlamanın verdiği hazdı yaşadığım. İğne ipliğin desteğini alarak kafa ile elleri hak ettiği yere sabitledi. Tek adım kalmıştı benim hakkı sağlamam için. Siyah mürekkebimi cebimden çıkartıp enjektöre çektim. Bu dünyayı karanlığın ardından seyreden gözleri yine o karanlığa boyadım. Ayağa kalkıp eserimi inceledim. Siyaha boyanmış gözlere, sarkan kanlı dile ve yağmurla yıkanmış kafaya baktım, kendi avuçlarının içinde duran. “Düşünmeliydin, ey yaratılmış! Düşünmeliydin, başını ellerinin arasına alıp yaptığının bedelini!” bu onu tren raylarına götürmeden önceki son veda sözlerimdi. Onun ağzına zambak dikmedim. Hak etmiyordu yeniden yeşermeyi. Onu paslı bir yolun ağzında, kendi gibi çiğnenmeye mahkûm demirlerin arasına bıraktım. Hak ettiği buydu çünkü. Arkamı dönüp giderken arka koltuğumda acıdan inleyen kadına baktım dikiz aynamdan. Çiftçi geri dönmüştü ama bu kez demir yolu işçisi olarak… Öykü: Melahat Yılmaz ÖZBERK

39

İllüstrasyon: Gülhan D. SEVİNÇ


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Sipru (Spirou) 75 Yaşında 21 Nisan 1938 tarihinde Belçika’lı çizer RobVel (Robert Velter) tarafından Dupuis yayıncılık tarafından yayınlanan haftalık Spirou Magazine dergisin sayfalarında maceralarına başlamıştır. Moustic Hotel’de Bellboy olarak çalışan bu genç maceraperest’in o dönemlerdeki en yakın dostu ‘’Spip’’ isimli sincaptır. RobVel’den sonra Sipru’nun maceralarını en yakın arkadaşı ‘’Jije’’(Joshep G i l l a i n , Tü r k i y e ’d e de yayınlanan Jerry Spiring’in çizeri) devam ettirmiştir.Jije Sipru’nun ‘’Spip’’den sonra bu güne kadar ki maceraları dahil yanından hiç ayrılmayacak kadim dostu kibirli,mızmız gazeteci’’Fantasio’’yu kadroya dahil etmiştir. Jije’den bayrağı deviralan Andre Franguin Sipru ‘nun daha çok sevilmesinde ve karakterlerin oturmasında önemli bir çizerdir. Franguin’in çizgileri ve yarattığı yan karakterler ile Sipru bir fenomen’e dönüşmüştür. Franguin usta işi kıvrak çizimlerinin yanı sıra kadroya dahil ettiği önemli yan karakterler ile en unutulmaz çizerdir.Hiç bitmeyen nutuklar atan Kasaba Belediye Başkanı,durmadan çılgınca buluşlara imza atan Champignac Kontu,Champignac kasabasının yaşayanları,unutulmaz çizgi karakter Fantasio’nun çalıştığı derginin ofisboy’u ‘’Gaston La Gaffe’’, var olmayan ülke Polombie’nin balta girmemiş ormanlarında yaşayan efsanevi yaratık ‘’Marsuplami’’,Fantasio’nun zıt karakterli yeğeni Zantafio,şirin Seccotin,kötü karakter ‘’Zorglub’’gibi karakterler seriye renk katarak daha çok sevilmesini sağlamıştır.

40

Franguin’in çizdiği maceralara senaryolar’da Greg,Rosy,çizimler’de Will(Tif and Tontu),Roba(Bolu et Bill),Jidehem(Sophie) gibi ünlü isimler de katkı da bulunmuşlardır. Franguin’in 23 yıllık emeğinden sonra çizerliği Sipru ‘ya farklı bir çizgi ile farklı bir hava katan bir Jean-Cloude Fournier devir almıştır. Jean-Cloude Fournier in gerek tek başına gerekse yardımcı senaristler ile Sipru maceralarını devam ettirdiği sırada bir başka çizer Nic Broca’da farklı bir anlayış ve çizgi tarzı ile başka bir koldan Sipru maceraları’nın çizimlerine başlamıştır. Nic Broca,birini kendinin yazdığı,diğerlerini ise, Alain De Kuyssche (bir), Roul Cauvin’in (üç) senaryolarına çizer olarak imza atmıştır. Sipru’nun 45 yaş özel sayısı için Raoul Cauvin yazdığı senaryo’lara çizimleri ile katkıda bulunan çizerler ise Nic Broca,Kox,Berck,Mazel ve Sandron ‘dur. Sibilliyn,Clifton,Mirilton gibi ünlü çizgi karakterlerin çizeri ‘’Macherot’’ da özel bir sayılık Sipru macerası ile katkıda bulunmuştur. Ve yine Janin ve Bercovici (her iki çizer’de ülkemiz de çok tanınmasa da Spirou Dergi’sinin önemli çizerlerindendir) de ortaklaşa bir maceralık Sipru macerası çizmişlerdir. Sipru maceralarına katkıda bulunan bir diğer çizer’de Yves Chaland’dır. Senaryolarını birini kendisinin yazdığı diğerini Yann’ın yazdığı iki maceralık çalışması ile Sipru çizerleri listesin de yer almıştır. Yukarı’da adını saydığımız çizerlerin yanı sıra Sipru’ya yine farklı bir tarz ve çizgi ile anlam katacak olan ikili Tome ve Janry ,Jean – Cloud Fournier’den bayrağı devir aldılar. Tome ve Janry toplam 20 adet Sipru albüm’üne imzalarını attıktan sonra’’Küçük Sipru’’(Petite Spirou’’ nun maceralarını yazıp çizmeye başladılar. Ve yine aralar da Sipru maceralarına katkıda bulunan isimler ise sırası ile ;

41


Haberler

Çizgiroman İnceleme

Senaryosu ve çizim kendine ait olmak üzere ‘’Frank Le Gall’’,bir macera …Senaryo Yann çizimler Tarrin ,bir macera…Senaryo ve çizim Emile Bravo,iki macera…Senaryo Yann,çizim Olivier Schwartz,bir macera… Tome ve Janry’den sonra Sipru’nun albümlerinin çizimlerini devam ettiren isim ‘’Jose-Luis Munuera’’dır.Kimi maceralar da senaryolarını kendisi yazıp,kimi zaman da ‘’Jean-David Morvan’’ ın yazdığı senaryolar ile yeni maceralara imza atmıştır. Ve yine aralar da Jean-David Morvan’ın senaryosunu yazdığı, çizerliğini Hiroyuki Ooshima nın yaptığı tek maceralık bir albüm yayınlanmıştır. Tek maceralık bir başka serüven’de senaryosu Lewis Trondheim’e ait çizerliğini ise Fabrice Parme’nin üstlendiği albümdür. Sipru’nun 2010 senesinden bu güne yeni albümlerine imzasını atan ikilisi ise senarist Fabien Vehlmann ve çizer Yoan’dır. Sipru’nun özel macera çizimlerinin haricinde 1936 den bu güne toplam 53 adet albümü yayınlanmıştır. Bunlardan 24 tanesi Andre Franguin,5 tanesi Jean-Cloud Fournier,3 tanesi Nic Broca,14 tanesi Tome ve Janry, 4 tanesi Munurea ve Morvan,3 tanesi Yoann ve Vehlman imzalarını taşımaktadır. Sipru Dergisi ise 1948 den bu yana 3911 inci sayısına ulaşmıştır. Türkiye’de Sipru’nun ilk maceraları 1959 yılın da Bilge Şakrak tarafından yayınlanmıştır. Sonrasında sırası ile 1971 de Şililer Yayınevi,1973 de Doğan Kardeş,1980 de Alfa Yayınları,1990 larda Milliyet Yayınları,1994 yılında İnkilap Yayınları ve günümüzde ise Desen yayınları tarafından yayınlanmıştır. Mehmet Kaan SEVİNÇ

42

43


Öykü

Seçil(me)mişler Çok uzun zaman önce, çok uzak bir galakside, çok mutlu bir halk yaşarmış. ‘Neden mutlularmış ki?’ diye soranlarınızı duyar gibiyim. Bu sorunun cevabı elbette çok basit ama önce isterseniz buna sebep olan o büyük olayın biraz öncesine gidelim. Böylece neden mutlu olduklarını daha iyi anlayabilirsiniz. Çok uzun zaman önce, bahsi geçen çok uzak galaksinin çok mutlu halkı, çok mutlu olmadan önce çok mutsuzmuş. ‘Neden?’ diyenlerinizi yine duyar gibiyim. Bu sorunun da cevabı oldukça basit, çünkü bu halkı yöneten tam yirmi tane Tanrı varmış ve hiçbiri, birbiri ile anlaşamazmış. Eh, aralarında anlaşsalar bile yirmi tanrı oldukça fazla miktarda tanrı demektir ve gezegenin neden mutsuz olduğu bariz bellidir. Bu tanrılardan biri kötülük yapmak isterken biri iyiliğin gücüne inanırmış. Biri ‘Etrafınızdaki herkesi kıskanmalısınız, böylece başarılı olabilirsiniz.’ derken diğeri müritlerine ‘Kıskançlık kötüdür. Aman ha uzak durun!’ diye öğütler verirmiş. Halkın bir kısmı ateşe taparken diğer kısmı suyun kutsallığına inanırmış. Özetle, tam bir karmaşa ortamı hakimmiş bu gezgende. Bu yüzden de her gün tartışmalar, kavgalar ve savaşlar yaşanırmış. Kısacası tanrılar arasında hayali bir terazi olacak olsaydı, tam on tanesi sağ tarafında, yine tam on tanesi sol tarafında olurdu ve bu terazi mükemmel bir şekilde dengede duruyor olurdu. Günlerden bir gün Hoşgörü Tanrıçası Hephesius, takipçisi olan kel kafalı, bol beyaz kıyafetler giyinmiş keşişleri ile yolda yürürken yanlışlıkla Savaş Tanrısı Armerias’a toslamış. Savaş Tanrısı’nın koskoca yuvarlak kalkanlar taşıyan, her biri baklava dilimi kaslara sahip savaşçıları, hep bir ağızdan savaş çığlıkları atıp liderlerinin ne yapacağını beklemeye koyulmuşlar. Eh tabii ki o da adına sanına yakışır bir şekilde Hephesius’u sarı örgülü saçlarından tuttuğu gibi keşişlerinin üzerine fırlatıvermiş. Birbirlerinin varlığını sezen tanrılar ve tanrıçalar hemen olay yerine toplanmış ve hepsi ilgiyle izlemeye koyulmuş. Tabii ki Hoşgörü Tanrıçası'nın yere düşmesi büyütülecek bir olay değilmiş ve tabii ki tanrılar ölümsüzmüş. Fakat o büyük günde Hephesius’un sakarlığı yüzünden öğrenmişler ki tanrılar şaşırtıcı bir şekilde sadece insanlar tarafından gelen saldırılara karşı ölümsüzmüş. Hephesius düştüğü yerde dizlerine ellerini götürüp acıyla ağlarken ellerindeki kanı tüm tanrılar görmüş. Elbette ki onlar da yirmi tane tanrının bu dünyaya fazla olduğunun çoktan farkındalarmış, ama hepsi bir diğerinin ölümsüz olduğunu sanıyormuş o an'a kadar. Bu yüzden tanrılar arasında yıllarca değil, aylarca değil, haftalarca değil, günlerce hiç değil, yaklaşık bir iki dakika sürecek bir savaş patlak vermiş. Her şey o kadar hızlı gerçekleşmiş ki kimse tam olarak ne olduğunu görememiş bile. Fakat sonuçları herkesin tarih kitaplarından öğrendiği gibi çok büyük olmuş. Hikâyemizin başında değindiğimiz gibi bu gezegende yaşayanlar çok mutluymuş, çünkü o gün çıkan Büyük Tanrılar Savaşı’nda beklenenin aksine ölenler hep yukarıda da belirttiğim terazinin sol tarafında yer alan tanrılar olmuş. Savaş Tanrısı adına yakışmayacak şekilde ilk ölenler arasındaymış o gün ve hemen ardından Kıskançlık Tanrısı yitip gitmiş. Su Tanrıçası, Ateş Tanrısını saniyeler içinde söndürmüş ve geriye mutluluk ve huzurdan başka hiçbir şey kalmamış. Bütün dünya huzur içinde, mutlu ve düzenli bir yaşama sahipmiş. Ya da tanrılar böyle olduğunu sanıyormuş. Çünkü huzur ve mutluluk yayıldıkça tanrıların canı çok sıkılmış. Neredeyse etrafta yapacak hiçbir şey kalmamış. Bunun üzerine toplanıp hepsi kendilerine birer “Seçilmiş” belirleyip onlar arasında centilmenlik esasları içinde müsabakalar düzenlemeye karar vermişler. Tek bir sorun varmış. Kendilerine tapanların neredeyse hepsi birbirinden iyi, hoşgörülü, sevecen, sadık vesaireymiş! Yıllar birbirini kovalamış ve zaman akıp gittikçe tanrılar seçilmişlerini belirlemeye çalışırken aslında bu mutlu ve huzurlu gezgende herkesin mutlu olmadığı anlaşılmış. Birkaç kişi tüm bu düzene karşı dimdik

44

45


Öykü

Öykü

ayakta durmaktaymış. Sonunda on tanrı bir araya gelip bir mahkeme kurmuşlar ve sorun çıkaran bu birkaç kendini bilmezi yargılamak için huzurlarına çağırmışlar. İlk gelen, yaralar bereler içindeki yüzünü sert bir şekilde buruşturup tanrılara yumruğunu sallayan simsiyah saçlı bir adam olmuş. ‘Sen de kimsin?’ demiş Düzen Tanrısı. ‘Bana Kavgacı derler ve siz beni yargılayamazsınız! Hele bir deneyin de görün bakalım gününüzü!’ sıktığı yumruğunu avucunun içine sertçe patlatmış. Tam tanrılara bu mühim demeç verilirken mahkeme salonunun kapısı tekrar açılmış. İçeriye dışarıda esen serin rüzgârın bir parçası girmiş ve Kavgacı’nın irkilmesine sebep olmuş. ‘He sen de kimsin?’ deyip yanında bir adam peydah olunca da refleks olarak suratına okkalı bir yumruk patlatıvermiş. ‘Aman Tanrım! Ya da aman Tanrılarım! Gördünüz! Hiçbir suçum yokken bu adam bana vurdu! Davacıyım!’ deyivermiş sızlayan başını tutarak. ‘Sessizlik!’ demiş tanrılardan biri. ‘Sen de kimsin?’ ‘Bana Sinsi derler,’ demiş ve eklemiş. ‘ve inanın buraya neden getirildiğime dair en ufak bir fikrim bile yok. Kesin bir yanlışlık oldu.’ Bağdaş kurup devasa yapının zeminindeki taşlara otururken. Bu sırada içeriye etrafına söylene söylene hırpani sakallı bir dede girmiş. Sürekli homurdanıyor ve etrafını pek de umursamıyor gibiymiş. Önce tanrıların bulunduğu büyük kürsüye çarpana kadar homurdanarak ağır ağır yürümüş. Sonra da çarpmanın etkisiyle homurtuların arasına birkaç küfür sıkıştırarak diğer ikisinin beklediği yere geçmiş Düzen Tanrısı, tam ona kim olduğunu soracakken ve ağzı hâlâ açıkken homurtular arasından şu kelimeler duyulmuş mahkeme salonunda: ‘Homur homur…Hay bana Karamsar ismini koyan annemin de!.. Üzerimde emeği geçen babamın da!..Bu mahkeme salonunun da!..’ Mahkeme salonunun kapıları kapanmak üzereyken Hephesius yanındaki tanrılara dönmüş. ‘Hani dört taneydiler?’ ve bu sözleri söyler söylemez kapının arkasından bir bağırış duyulmuş. ‘Ay durun! Durun diyorum size. Nasıl olur da ben tam girecekken kapıları kapatırsınız siz! Kendini bilmezler! Ahlaksızlar! Densizler!’ içeriye kahverengi, saçlı ortalama boylu, ortalama kiloda ve ortalama güzelliğe sahip bir kadın girmiş. Tam otuzlu yaşlardaymış. Önsezi Tanrıçası gülümsemiş ve ‘Dur tahmin edeyim. Senin ismin Kendinibeğenmiş değil mi?’ ‘İsmin Kendini, soyadım da Beğenmiş. Öyle söyleyince bütün havası kaçıyor. Kendini Beğenmiş diyeceksin.’ deyip bir hava ile saçlarını geri atmış. Bir yandan Hephesius’un güzelim sarı saçlarına bakıp kendi saçlarının onunkilere bin basacağını düşünerek... Tanrılar baş başa vermiş ama bu işe yaramaz ve gezegenin düzenini bozan dört kişiye ne yapacaklarına bir türlü karar verememişler. Verdikleri cezalar çok yumuşak kalıyormuş. Mesela; Hoşgörü Tanrıçası'nın önerdiği gibi her akşam yemekten sonra tatlı yemelerini yasaklamak gibi akıl almaz büyüklükte cezaların hiçbiri etki etmemiş bu düzen bozuculara! Haftalar, hatta aylar geçmiş ama bu dördünü bir türlü kötü huylarından vazgeçirememişler. Ne ceza verirlerse versinler inatla kendi bildiklerini yapmaya devam etmiş bu dört kafadar. Tam üç ay sonra, Düzen Tanrısı bu dördünü mahkeme salonuna tekrar çağırmış. Kendini Beğenmiş saçlarını okşayıp Hephesius’a aşağılarcasına bakarken, Kavgacı mahkeme salonuna girerken duvara vurduğu yumruğunun kanayan yerini emmekle meşgulmüş. Sinsi, Karamsar’ın çıkardığı homurtular eşliğinde sessizce onun para kesesine uzanmakla meşgulken hapşırıvermiş. Düzen Tanrısı boğazını temizlemiş ve gür sesiyle konuşmaya başlamış ve hepsi de –Tanrılar da dahilne yapıyorlarsa bırakıp bu etkileyici sesi dinlemeye koyulmuş.

‘Cezanız kararlaştırıldı. Bu gezgende düzeni ve huzur bozduğunuzu söylemeye gerek yok. Ne ceza verirsek verelim huylarınızdan vazgeçmeyeceğiniz de ortada. Bu durumda bize başka bir çare bırakmadınız. Sizi sürgün ediyorum. Ehmm… Ediyoruz!’

46

47

‘Nereye?’ ‘Nasıl yani?’ ‘Uzak mı?’ ‘Homur, homur?’ gibi soruları elinin tersiyle geçiştirmiş Düzen Tanrısı. ‘Kararımız kesin. Sizler için tüm güçlerimizi kullanıp yeni bir gezgen oluşturduk. Bundan sonra orada yaşayacak ve neslinizi devam ettireceksiniz. Oldukça güzel bir yer, Karamsar haricinde hepinizin orayı seveceğine eminiz.’ Hafifçe gülümsemiş ve yerinden kalkıp dörtlünün yanına gitmiş. Tüm tanrılar etraflarında bir çember oluşturup el ele tutuşmuş ve büyülü sözleri mırıldanmaya başlamışlar. Sinsi birkaç defa Hephesius ve Düzen Tanrısı’nın kollarının altından sıvışmaya çalıştıysa da büyülü bir bariyere çarpıp yere kapaklanmış. Büyülü sözler sona ermiş ve Düzen Tanrısı dörtlünün bedeni yitip giderken son bir kez seslenmiş. ‘Sınırsız bir süre boyunca Dünya’ya sürgün edildiniz!’ Hephesius büyülü çemberin güç parıltıları saçan aurası dağılmadan kendini beklenmedik bir şekilde tanrıların ortasına atıvermiş. ‘Onların bu yeni gezegende tek başlarına olmalarına gönlüm elvermiyor!’ ‘Ama onlar dize gelmez. Bunu sen de gördün, ne denersek deneyelim başaramadık!’ demiş sinirlenen Düzen Tanrısı. ‘Onları düzgün birer insan yapmak için binlerce yılım olacak. Elbet başaracağım.’ demiş kendinden emin bir şekilde Hephesius gözden kaybolurken. Kendini çimenler ve ağaçlarla çevrili bir şelalenin önünde bulmuş Hephesius. Önündeki insanlara bakmış ve şöyle demiş: ‘Hepiniz burada yeni bir yaşam kuracaksınız. Bu yüzden her şeye en başından başlamamız gerek. Sen…’ demiş bu güzel dünyada bile homurdanmayı başarabilen Karamsar’a dönerek. ‘Senin adın bundan böyle Adem olacak. Siz ikiniz ise…’ demiş Kavgacı ve Sinsi’ye dönerek. ‘Sizlerin ismi ise Habil ve Kabil olacak.’ Sonra durup kendine kısık gözlerle bakan ve bir yandan kendi teninin bu soluk görünümlü tanrıçadan tabii ki de çok daha iyi göründüğünü düşünen kadına bir parmağını uzatmış. ‘Senin ismin ise bundan böyle Lilith olacak.’ ‘Pekala, ama sen istediğin için değil, sırf beğendiğim için kabul ediyorum.’ demiş Lilith saçlarını bir omzundan arkaya atarak. ‘Sizler için çok sevdiğim yeri ve insanları bıraktım. Bu yüzden sizlere bir ceza vermem gerek.’ demiş ve düşüncelere dalmış. Ama içi ceza vermeye de pek el vermiyormuş. En sonunda önemsemeden önünde duran ilk ağacı göstermiş. ‘Ne yaparsanız yapın, bu elma ağacından bir tane bile meyve yemeyeceksiniz!’ demiş ve sırra kadem basmış. Öykü: Buğra ŞENYÜZ

İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Kadın Gözü ile Çizgi roman

Robert E. HOWARD'ın Püriten Kahramanı Solomon KANE Daha okuma yazmayı öğrenmediğim yaşlardı ya dört ya beş sanırım; abimin arkadaşlarından eve gelen çizgi romanların arasında resimlerine bakarak en çok hayal kurduğum çizgi roman Conan’dı. Çocuk kafamla resimlerine bakıp kendimce hikâyeler uydurabiliyordum ve öykülerdeki kadınların giyimlerine imreniyordum, takılarına imreniyordum. Bu yaşa geldim yazları hâlâ o kadınlar gibi giyinir, benzer otantik takılar takarım (bu ülke için biraz açık olabilir ama şimdilik umurumda değil). Tabii o zamanlar bu kadar çok sevdiğim çizgilerin aslında Robert Ervin Howard adındaki Amerikalı bir yazarın öykülerinden uyarlanarak çizildiğini bilmiyordum. Sanatın dallarının birbirini tamamlamasını seviyorum; hele ki usta yazarlarla usta çizerler yan yana geldiği zaman sonuç olağan üstü oluyor. Sonrasında hayatımda Conan hep oldu ama ne ayıptır ki yazarın diğer eserlerini okuma şansını ancak 2000’lere geldiğimiz zaman yakaladım. Bu da benim ayıbım olan yabancı dil bilmemekten kaynaklanan bir durumdu. Bu yazıyı okuyan genç arkadaşlar lütfen yabancı birkaç dil birden öğrenmeye gayret edin; inanın bunun eksikliğini tüm yaşamı boyunca çekmiş bir insan olarak söylüyorum. Bir yanınız hep eksik yaşıyorsunuz, şimdi zamanı geri alma şansım olsa önceliğim yabancı dil öğrenmek olurdu. Bu itiraftan sonra konuya geri dönersek, çizgi romanın tekrar okuyucu gündemine girmesiyle birlikte çeşitli yayınevleri de Türk

48

okuyucusunun daha önce okumadığı çizgi romanları basmaya başladı. Hatta çizgi romanla birlikte Fantastik Edebiyat da hemen hemen paralel zamanlarda yükselişe geçtiği için sonradan çizgi romana hatta sinemaya uyarlanmış eserler de basılmaya başlandı. Ve o zaman ben cehaletimle yüzleştim. Benim o kadar severek okuduğum Conan aslında bir öykü kahramanıydı ve yazarının yarattığı başka kahramanlar da vardı ve onlar da hem çizgi roman olarak görselleştirilmiş hem de sinemaya uyarlanmıştı. Benim için “küpüne düşmek” denen dönem başladı. Hem çizgi hem de basılmış öykülerle cennete düşmüş gibiydim. Hoş sevdiğim kitapları tekrar ederek okuma huyum olduğu için bu küpüne düşme durumu hâlâ da devam ediyor ya o da ayrı bir güzellik. Solomon Kane - Dehşetengiz Serüvenler, Minima Yayıncılık tarafından Eylül 2008’de basıldığı zaman yaşadığım mutluluk anlatılamaz. Büyük bir zevkle bu kitabı okurken, iki sene sonra ikinci müjde geldi. Çizgi Düşler Yayınevi, Solomon Kane Destanı adıyla Ekim 2010’da bu sefer de aynı eserin çizgi romanını yayınladı. Adaptasyon muhteşem, çizimler muhteşem, basım kaliteli. Kendimi çölde vaha bulmuş bedevi gibi hissediyordum (Allahtan biz çizgi roman severler çöl ve bedevi deyince vaha yani su ve yeşillik anımsarız. Kutup ayılarıyla pek işimiz olmaz aklımıza da getiren olmasa gelmez). Bu arada yetmezmiş gibi 2009’da bir filmi çevrildi yani kendinizi benim yerime koyun; tamam piyangodan para çıkmadı ama e çıksa da bu kadar olurdu. Gölge e- Dergi için ikinci yazı konusunu düşünmem gerektiğinde anında Solomon Kane zihnimde belirdi. Başka bir şey yazmayı düşünmedim bile. Psyche isimli romanın yazarı Robert Bloch, “ Howard’ın öykülerinin ardında karanlık şiirsel bir dil ve belirli bir zaman ait olmayan, rüyamsı bir gerçeklik var. İşte bu öykülerin bu zamana dek unutulmamasının sebebi budur. Öyküler bir şair ve hayalperest olan Robert E. Howard’a yaraşır bir miras olarak günümüze dek geldi”, der. Bu satırlar biz fantastik edebiyat, film ve çizim severler için bir özet aslında. Yazar çoğumuz adına konuşmuş diyebiliriz. 22 Ocak 1906’da Peater- Teksas’ta doğan Robert E. Howard, seçkin bir aileye mensuptu. Çocukluğundan itibaren yoğun bir şekilde kitap okuyan yazarımız, kendisinin intiharından sonra hakkında yazı yazan bir başka yazar H.P. Lovecraft’a göre, geniş bir okuma yelpazesi olan biriydi. Tarih, edebiyat, teoloji, mitoloji ve özellikle de pagan inanışlar; İngiltere ve İrlanda’ya ait olan tarih öncesi dönem yazarın özellikle ilgisini çeken konulardan bazılarıydı. Tek işi yazarlık olan Robert E. Howard, spor yapmaya ve seyahat etmeye de çok meraklıydı. Belki de yarattığı kahramanların bu kadar çevik ve iyi dövüşen tipler olması kahramanlara benzeyen; 1.90 boylarında, masmavi gözleri dışında oldukça esmer, atletik yapılı biri olan yazarımız muhtemelen yarattığı kahramanlarda kendi dış görünüşünü temel alıyordu.

49


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Haksızlığa tahammül edemeyen yapısı Liberal düşünceyi benimsemesine yol açmıştır ki bu da öykülerindeki kahramanların neden sürekli olarak ezilenlere yardım ettiğini açıklar. Hiçbir sanatsal akıma dâhil olmayan Robert E. Howard, görünüşte ticari eserler yazıyor gibiyse de aslında yazdığı her eser son derece titiz çalışmaların sonucudur ve kendi kişiliğinden izler taşır. Öykülerinin karanlık tarafı Poe’yu çağrıştırsa da en sevdiği yazar Jack London’dır. Sonu da maalesef sevdiği bu yazar gibi olmuş ve 11 Haziran 1936 senesinde kendini öldürmüştür. Öldüğü zaman henüz otuz yaşında oluşunu göz önüne alırsak, insan sormadan edemiyor ama acaba yaşasa biz takipçilerine daha ne eserler bırakırdı diye. Ama şahsi görüş olarak insanların bu dünyadan gidecekleri zamanı kendilerinin seçmesini savunduğum ve bu cesareti gösterenleri de takdir ettiğim için bana ancak seçimine saygı duymak düşer. Conan, Kull, Solomon Kane ve Cormac MacArt gibi kahramanların yaratıcısı olan Robert E. Howard; Solomon Kane’i on beş yaşında tasarlamıştır. Öykülerin tamamı Weird Tales dergisinde yayınlanmış ilki ise 1927’de basılmıştır. Daha sonra uzunca bir süre ilgi görmeyen bu öyküler sonradan çeşitli yazarlarca çizgi roman senaryosu haline getirilerek, muhtelif çizerler tarafından çizgilerle ölümsüz kılınmıştır. Hatta ölümünden sonra bulunan bazı notları düzenlenerek iki kahramanı Conan ve Solomon Kane aynı macerada yer almıştır. Kimdir Solomon Kane diye soracak olursak, şunu baştan söylemek gerekir ki Conan okuyucularını çok şaşıracak bir karakterdir. Yeri geldiğinde Tanrılara kafa tutan Conan’ın aksine son derece dindar bir Püriten’dir. Her macerasında sımsıkı bağlı olduğu inancından ve Tanrı’sından güç alarak gözü kara bir şekilde savaşır ki gözü karalık kısmı Conan’da da vardır. Conan, bilinen ve hatta tahmin edilen bütün zamanlardan önce yaşamış bir kahramanken; Kane, tahmini olarak 1530 senesinde doğmuştur ve inancı yüzünden dönemin İngiltere’sinde eziyet görmekten kaçtığı için gezgin olmuştur. Yani daha takip edilebilecek bir tarih diliminde geçer yaşadığı maceralar. Burada çok kısaca Püritenlik hakkında da bilgi vermemiz gerekir: 16. Ve 17. Yüzyıllarda 1. Elizabeth’in İngiliz Kilisesi’nde başlattığı reformist harekete karşı çıkan ve kendini “saflığı” aramak olarak tanımlayan bir inanış ve ibadet şekli. Bu inanış Anglosakson kültüründe derin izler bıraktığı gibi, Amerika’ya yerleşen göçmenler sayesinde orada da kendine sağlam bir yer yapmıştır. Erkeklerin de kadınların da kendilerine özgü bir giyim şekli vardır ki Solomon Kane de tamamen siyah kıyafetleri, pelerini ve püritenlere ait olan şapkasıyla karşımıza sürekli böyle çıkar. Conan ne kadar seks ve şehveti seviyorsa, Solomon Kane inancı gereği tamamen aseksüel yaşamı seçerek saflığını koruma amacındadır. Daima güçsüzlere destek olur ki Conan da ne kadar bencil ve çıkarcı gözükmeye çalışsa da aynı zaaf onda da vardır. İyi bir Hristiyan olmasına rağmen Afrika’da geçen maceralarında, kan kardeşi Afrikalı putperest bir büyücü

50

olan N’longa’nın kendisine korunması için verdiği asayı yanından ayırmaz. Sonraki maceralarda bu asanın Kral Süleyman’a ait olduğu ve ondan da eski zamanlarda yapıldığını öğreniriz. Solomon Kane de Conan gibi savaşçıdır sonunda ölme ihtimali bile olsa “Tanrı’m benim yanımdadır” diyerek her ortama dalar. Ve yine Conan gibi muhtelif iblisler, canavarlar, vampirler, hayaletler ve şeytanlarla savaştığı gibi son iki macerada Conan ile omuz omuza savaşır ki bana göre bu iki macera kesinlikle ve kesinlikle okunmalıdır. Hem çok güzel çizilmiş hem de ikisinin aynı macerada bulunmasının imkânsızlığı çok güzel anlatılmış. Okuyun ve görün! Bu arada maceralardan ikisinde Bram StokerIn kahramanı olan Kont Dracula ile savaşıp sonunda onu yok etmesi insana “yaşasın fantastik edebiyat”, dedirtiyor. Ne sebeple olursa olsun Conan da Solomon Kane de sürekli hareket halindeler. Hiçbir yerde kalıcı olamıyorlar, sürekli olarak yol onları çağırıyor. Artık yaşlanarak İngiltere’ye temelli dönen Solomon, denizin ve rüzgârın sesini oturduğu şömine başında duyduğun kalkar ve karanlıklara karışır. Nereye gittiğini ve kendisine ne olduğunu kimseler bilmez. Tam Kane’e göre bir sondur. Afrika, Romanya, Almanya, İspanya, Fransa ve İngiltere genel olarak maceralarının geçtiği ülkelerdir. Ayrıca açık denizde korsanlık yaptığı ve Türkler’e esir düştüğü bir dönem de vardır. Çizgili Düşler’den çıkan Solomon Kane Destanı’ndaki öyküleri de okuyucular için bir sıralarsak: 1-Yıldızlardaki Kafatasları (İngiltere) 2-Ölmeyenin Şatosu(Romanya) 3-Ölülerin Tepeleri( Afrika) 4-Sessiz Şehirde (Afrika) 5-Kaderin Sağ Eli( İngiltere) 6-Torkertown’daki Gümüş Canavar ( İngiltere) 7- Kemiklerin Tıkırtısı( Almanya) 8-Solomon Kane’in Eve Dönüşü (İngiltere) 9-Frankenstein’ın Şatosundaki Ejderha (Almanya) 10-Ölümün Soğuk Elleri (Romanya) 11- Kanla İntikam (Romanya) 12-Kardeşliğin Kılıçları (İngiltere) 13-Kafatasları Ayı 1. Bölüm (Afrika) 14-Kafatasları Ayı 2.Bölüm (Afrika) 15-Kafatasları Ayı 3. Bölüm (Afrika) 16-Kafatasları Ayı 4. Bölüm (Afrika) 17- Sör Richard Grenville’ın Dönüşü 18-Gecenin İçindeki Kanatlar 1. Bölüm 19-Gecenin İçindeki Kanatlar 2. Bölüm

51


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme 20-Kara Leke 21-Kızıl Denizler( İngiltere’ye Dönüş) 22-Solomon Kane’in Eve Dönüşü 23-Parçalanmış Masumiyet 24-Şeytanın Mabedi (İspanya) 25-Ölümün Kara Süvarileri 1. Bölüm (Afrika) 26-Ölümün Kara Süvarileri 2.Bölüm-Kara Kule ( Afrika) 27-İçerideki Ayak Sesleri

Solomon KANE

Yazarın öykülerini resimlendiren Gary Gianni der ki, “Her şeye rağmen dışarıda bir yerlerde, hâlâ bu öyküleri okuma fırsatını yakalayamamış birileri var. Size gıpta ediyorum çünkü sizi gerçek bir şölen bekliyor. Robert E. Howard’ın bu kasvetli kahramanını tekrar ziyaret edenler içinse bunun ruhunuza iyi geleceğini biliyorum”. Bir çocuk, bir genç kız, bir genç kadın ve şimdi de orta yaşa yaklaşan bir kadın olarak Robert E. Howard’ın kahramanlarını seviyorum. Fantastik Edebiyat tutkunları için tam bir şölen olmasının yanında bir kadın olarak diyebilirim ki, çoğu kadının aradığı erkek tipinin daha da şahanesini bizlere sunuyor. Yakışıklı, prensip sahibi, iyi dövüşüyor, mert, gerçi seksüel açıdan Conan kesinlikle daha iyi ama bulup da bunamayalım şimdi lütfen! En azından Solomon’la da aldatılma derdiniz olmayacağı garanti! Tabiatüstü varlıklardan korkmuyor, pratik, gece yanınızda uyumasını isteyeceğiniz bir adam. Uyurken bir ses duydum dediğinizde “faredir hanım” demeyeceği kesin (Of! Eskiden bütün iyi erkekler ya evli ya eşcinsel derdik şimdi ben diyorum hepsi hayali).Ben çizgi roman okumam diyen sevgili hemcinslerim, kılıçla dövüşen kaslı erkek çizimlerinin ne kadar seksi olduğunu görmeden peşin hükümlü olmayın bence. Kendim içinse bütün bu saydıklarımın yanında yazarın yarattığı büyülü ortamı, gizemli havayı ve içlerindeki yalnızlığı seviyorum. Çizgi Düşler’de bu kitabı yayınlayarak risk alan, satar mı satmaz mı demeden elini taşın altına koyan arkadaşlar size de çok teşekkürler; umarım diğer yayın evlerine de örnek olursunuz da okuyamadığımız nice çizgi roman daha biz bekleyenlerine kavuşur. Son söz ise değişmeyecek çizgi roman okuyun ve çocuklarınıza okutun lütfen. Saygılar. Zeynep BAYRAKTAR nam-ı diğer PANDORA1972

52

“Her şey olupbitti, Ölüleri yakacak odunların üstüne yatırın beni, Ziyafet sona erdi söndürün kandilleri…”. Bu satırlar, kılıç ve büyü hikâyelerinin yaratıcısı Robert E. Howard’ın intiharından sonra bir rivayete göre daktilosuna takılı kâğıdın üzerinde bulunmuştur ve bir intihar notudur. Başka bir rivayete göre ise cüzdanında bulunmuştur ve bu not Viola G. Garvin’in (1898-1969) yazdığı The house of caesar şiirinden alıntıdır. Muhtemelen doğru olan budur ve bir intihar notu değildir. Hangisi doğru olursa olsun; annesine düşkünlüğü ile tanınan R. E. Howard daha 30 yaşında iken en verimli zamanında iken aramızdan ayrıldığında ardında tamamı Weird Tales dergisinde yayınlanmış 300’ün üzerinde eser bırakmıştır. R. E. Howard tüm çocukluğunda, özellikle tarihi hikâyeleri ve pagan mitlerini okumuş; Adger Alan Poe ise etkilendiği hikâyecilerin başında gelmiştir. En tanınmış eseri Hiborya Çağı’nın yenilmez savaşçısı Conan’dır. Conan o denli etkili olmuştur ki; yazarın yazdığı maceraların dışında oluşturduğu dünya, çizgi romanı sayesinde genişleyip büyümüş ve yüzlerce macera ve türevi yetenekli çizgi roman yazarları ve çizerleri sayesinde bu gün hala düzenli olarak yayınlanmaktadır. Tabi çekilen üç adet Conan filmini ve karakterin adı farklı olsa da bir adet Red Sonya filmini de hatırlamak gerekir. Yazar, Conan’ın kılıç ve büyü dünyasının dışında; korku, fantezi, boks, western, dedektiflik gibi konularla da ilgilenmiş ve yüzlerce şiir yazmıştır. Ve tabi bir de 16. yüzyılın sonlarında yaşamış bir Püriten olan Solomon Kane’in maceralarını. Solomon Kane büyücüler, canavarlar, vampirler ve bir dolu kötülüğe karşı Avrupa’da ve Afrika kıyılarında savaştı. Kane’in bu serüvenleri belki Conan kadar tanınıp geniş kitlelere ulaşmadı ama o da Conan gibi önce çizgi roman sayfalarında ve ardından da beyaz perdede boy gösterdi.

53


Çizgiroman Sinema İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Conan çizgi roman sayfalarından 1982 ve 1984 senelerinde çekilen iki filmle beyaz perdeye aktarılmış ve oldukça iyi bir gişe başarısı elde etmişti. Hollywood’da çekildiği yıllardaki teknolojiye göre görsellik oldukça iyi olsa da günümüz filmleri ile sinemaya adım atmış genç kuşak için o zamanki çekimlerin vasat kaldığı düşünülmüş olunmalı ki 2011 yılında Conan yeniden beyaz perdede boy gösterdi. Ama ilk iki Conan filminin yanına bile yaklaşamayan bir film ortaya çıktı. Çizgi roman severler ve ilk Conan uyarlamalarını seyredenler için sonuç bir hüsrandı. Belki de Solomon Kane için en büyük avantaj daha önce beyazperdede boy göstermemiş olması ve teknolojinin verdiği tüm imkânlardan yararlanmasıdır. Karanlık, kasvetli ve gerçek üstü bir atmosferi en çarpıcı şekliyle perdeye yansıtmak ve bu konuda başarılı olmak beceri isteyen bir iş. Ama bu teknik ayrıntılara girmeden çizgi romanda ki Solomon Kane ve beyaz perdedeki Solomon Kane’i. Püriten bir gezgin kahramanı ve Püritenizmi tanıyalım önce. 16. yüzyılın sonlarında ve 17.yüzyılın başlarında İngiltere’de ortaya çıkan aşırı dinci bir akım olan Püritenlik temel olarak, İngiliz kilisesinden Katolikliğin izlerini silmek ve Kitabı Mukaddes’e bağlılık ile ilk Hristiyanlık ilkelerine dönüşü savunan bir dini akımdır. Kurucusu William Tyndale, Calvinist bir Protestan’dır. Kısa sürede büyüyen, sayıları artan Püritenler, Cromwell’in kralı devirmesiyle iktidar ele geçirseler de, Cromwel’den sonra güçlerini yitirmişlerdir. Öyle ki bu akım etik olarak Tevrat ile eş bir yapıdadır. Bundan dolayı İngiliz Yahudiliği olarak da anılır. Tevrat’taki ahiret inancına değil de dünyevi bir felsefeye dayandığından bu Yahudi taraftarı felsefe İngiliz kapitalist burjuvazisinin oluşmasında da rol oynamıştır. Aynı zamanda Püritenler Amerika’nın kurulmasında rol oynayan ilk kolonicilerin de kurucuları arasındadır. Filmde ve çizgi romanda Püritenliğin genel olarak dini katı ahlakçı tutumu ele alınmıştır. Robert E. Howard’ın çizdiği Solomon Kane karakteri, katı ahlaki inancının verdiği güçle insani ya da doğaüstü kötülüklere karşı korkusuzca savaşan bir kahramandır. Sık sık şeytani varlılarla, cadı ve büyücülerle savaşır, şeytanın ve onun uşaklarından korkmadığı gibi onların üstüne gitmekten de çekinmez. Bazen yolunun üstündeki bir kasabayı kötülüklerden korur, bazen de kötücül yaratıklar zaten doğrudan Solomon Kane’i hedef alırlar. Şeytanla ve şeytani yaratıklarla bu kadar haşır neşir olan kahramanın en yakın dostu da Afrikalı bir büyücüdür. Katı Püriten inancına rağmen gerektiğinde

54

ondan yardım almaktan çekinmez. Solomon Kane’in bu macera dolu öykü yapısı büyük bir başarı ile çizgi romana aktarılmıştır. Usta kalemlerin elinde bu kasvetli ve karanlık öyküler, sürükleyici görsel birer şahesere dönüşmüşlerdir. Robert E. Howard’ın zengin hayal gücü ve edebi betimlemelerinin de bunda büyük katkısı olduğu yadsınamaz. Solomon Kane’in filmine gelince, Filmin açılış sahnesi oldukça görkemlidir. Kane ve yanındaki adamları Afrika kıyılarında olduğu varsayabileceğimiz ( bu arada minareler vs. detaylar bazı izleyicileri rahatsız edebilir) bir şehri yağmalamak için korkusuzca saldırırlar. Şehirdeki sarayı ele geçirdiklerinde sarayın görkemli taht salonunda, şeytanın bir uşağı tarafından beklenmektedirler. Şeytanın uşağı özellikle Solomon Kane’i beklemektedir. Çünkü Solomon Kane’in ruhu lanetlenmiştir ve şeytana aittir. Daha sonra Solomon Kane’i bir kilise avlusunda görürüz. Kane tövbe etmiş ve şeytanın ruhunu ele geçirmemesi için kiliseye sığınmıştır. Şeytandan korunmak amacıyla vücuduna birçok büyüsel sembolle birlikte sırtına da bir haç kazınmıştır. Kendini iyiliğe adar. Ama sükût günleri uzun saklamayacak ve kiliseden uzaklaştırılacaktır. Kane bir derviş gibi yollara düşer. Yol boyunca kamera bize gri tonda kasvetli ama bir o kadar da güzel İngiliz kırsalı manzaraları gösterir bu manzaraları bozan ise insanların sefaleti ve her yeri kasıp kavuran şiddettir. Sağda solda yakılan ölüler ise gelecek olan asıl tehlikenin habercisi gibidir. Şeytani bir güç insanları ele geçirmekte, güçlü ve sağlam olanları dönüştürüp asker olarak kullanmakta; güçsüzleri ve kadınları ise köle olarak kullanmaktadır. Solomon Kane yolda karşılaştığı bir grup serseri tarafından saldırıya uğrar ve ölüme terkedilir. Yeni topraklara (bu Amerika oluyor) gitmek için yola çıkmış Püriten bir aile yolda ölmek üzere olan Solomon Kane’i yanlarına alır ve iyileştirirler. Solomon Kane kendisini kurtaran aileyle beraber seyahat etmeye başlar bir taraftan da geriye dönüşlerle ile Solomon Kane’nin nasıl bu hale geldiğini öğrenmeye başlarız. Hayatın zorlukları ve şiddet daha çocukluğunda başlamıştır Kane’nin babası tüm mirasını ve haklarını zalim ve hırslı abisine bırakıp Kane’i de kiliseye kapatmak için çabalamaktadır. Kane, -zaten alamayacağı mirası- babasına karşı gelerek reddeder. Evden ayrılmadan önce son bir kez abisiyle konuşmaya çalışır fakat abisi ona saldırınca kendini korumaya çalışırken abisinin uçurumdan denize yuvarlanmasına neden olur. Buradan sonrası Kane için hayatın öğretmenliğidir ve Kane en sert şekliyle eğitilmiş olmalıdır ki şeytana bile kafa tutacak kadar pervasız ve ruhu lanetlenip şeytanın eline düşecek kadar da acımasız biri olup çıkmıştır. Tövbe etmiş olan Püriten Kane ise tam tersidir acımasız

55


Çizgiroman Sinema İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Kane’in. Ailenin küçük çocuğunun kimseyi öldürdün mü sorusuna yarım ağız yaşayan, nefes alan her şeyi öldürdüğünü itiraf etmesine rağmen; bir sopa parçasıyla bile çocuğa kılıç öğretmekten çekinir. Kane ve birlikte yolculuk ettiği aile baskına uğrayıp herkesin katledildiği bir köye gelirler. Yıkıntıların arasında buldukları bir kız çocuğuyla oradan ayrılırlar. Gece konakladıklarında Kane’nin erdiği haçı takmak istemeyen kız çocuğu bir cadıya dönüşür ve ailenin genç kızını büyü ile işaretleyerek Kane’e üzerindeki laneti hatırlatır. Ruhu şeytana aittir ve şeytan nihayetinde onun lanetlenmiş ruhunu alacaktır. Sakin yolculuk cadının lanet okuması ile kâbusa dönüşür ve şeytanın yüzü maskeli komutanı ve adamlarının aileyi bir mola yerinde katledip genç kızı – ki şeytanın bu genç kıza ihtiyacı vardırgötürmesi ile kâbus ölümcül bir kovalamacaya dönüşür. Çünkü Kane’in ruhunun kurtuluşu, genç kızı şeytanın elinden kurtarmasına bağlıdır. Filmin bundan sonrasını izleyip, keyif almanız için size bırakıyorum. R.E. Howard’ın yarattığı karakterin bu serbest uyarlaması, oldukça iyi. Teknolojinin iyi kullanılması ve gri puslu,

56

yer yer tamamen karanlık atmosferi ile gerçekten güzel bir seyirlik ortaya çıkmış. Bununla birlikte benim gibi Solomon Kane’i önce İngilizce aslından, daha sonrada çizgi romanından okumuş, R.E. Hovard’ın Conan, Kull gibi diğer karakterlerini hatmetmiş çizgi roman severler için filmin bazı açılardan eksik ve havada kalıyor. Romanda ve çizgi romandaki epizot yapı ve hikâyeler filmde yerini; sonu bağışlanma ve intikamla biten tek bir öykü, bir macera filmi şekline dönüşerek alıyor. Bunu yaparken de Kane’i bize tanıtırken gösterdiği özeni, yan karakterleri tanıtırken göstermiyor. Hatta bunu tamamen görmezden gelip fantastik macera filmlerinin klişelerini teknolojik görselliklerle yoğurarak güzel bir seyirlik halini alıyor. R.E. Howard’ın yarattığı karakterden geriye ise Püritenlerin alâmet-i fârikası altı tokalı silindirik şapkası siyah deri yeleği ile inatçı, kararlı ve korkusuz dindar bir kahraman kalıyor. Buna rağmen başrollerde oynayan James Purefoy iyi bir oyunculuk sergiliyor. Filmin başındaki acımasız ve korkusuz savaşçı Kane’den gözünüzü alamıyorsunuz. Tövbe etmiş Kane’i seyrederken tasvir ettiği ezik ve silik Kane karakteri biraz sakil kalsa da eline kılıcı ve çakmaklı tabancayı alıp şapka ve pelerini taktığında bu sakillik tamamen kayboluyor. (Not: James Purefoy bu yıl Following adlı bir TV dizisinde başrolde bir seri katili oynuyor ve izlenmeye değer bir performans sergiliyor.) Yardımcı rollerde oynayan Max von Sydow perdede göründüğü kısa iki sekansta usta bir oyuncu olduğunu hemen fark ettiriyor. Burada hemen bu deneyimli, usta aktörün daha uzun ve daha iyi derinlemesine işlenmiş bir sahneyi hak ettiğini söylemek gerek. Geçmişinde Bergman’ın Yedinci Mühür’ü, Kurtların Saati gibi yapımlardaki rolleri düşünülürse usta burada biraz harcanmış. 1929 doğumlu aktör bu filmden sonra biri 2013 de çekilen ve aralarında Shutter Island’ında bulunduğu on filmde daha irili ufaklı rollerde oynadı. Usta bir aktör olmak böyle bir şey! Diğer bir yardımcı rolde uzun yılardır ikincil rollerde karakter oyuncusu olan ve kariyerine TV dizileri ve filmleriyle başlayan 1946 doğumlu Pete Postlethwaite oynuyor. Kane’i yanına alan ve ruhuna kurtuluş yolunu gösteren ve Kane’e bir baba gibi davranan Pete Postlethwaite her zamanki zanaatkârlığını gösteriyor. Derli toplu gösterişten uzak oyunculuğu ile. İlginç yüz hatları ile sinemaya ayrı bir tat katan Pete Postletwaite 2011 yılının Ocak ayında daha önce iki kez yendiği kansere yenik düştü ve aramızdan ayrıldı. (1946-2011 Chesthire / İngiltere) Kariyerinde ki en büyük başarılar biri İn the name of father (Babam İçin/D. Day Levis ile birlikte 1993) ve Usual Suspect (Olağan Şüpheliler 1995) filmleri ile Oskar adaylıklarıdır.

57


Öykü

Çizgiroman Sinema İnceleme Sonuç olarak Solomon Kane henüz bir devam filmi olmasa da, devama açık ve uygun bir karakter. İzleyeceğimiz film de iyi bir çizgi roman uyarlaması olmasa da iyi bir fantastik aksiyon filmi. Seyrederken sıkılmıyorsunuz, film bittikten sonra aklınızda fazla bir şey kalmıyor ama içerde şeytanlar, büyücüler ve gece yaratıkları vs. ile dolu bir yığın fantastik öğe var. Filmin adı: Solomon Kane Senaryo: Michael J. Bassett ve Robert E. Howard Yönetmen: Michael J. Bassett Görüntü Yönetmeni: David Baxa Yapımcı: Samuel Hadida, Michael J. Bassett Müzik: Klaus Badelt Tür: Aksiyon, Macera, Fantastik Dil: İngilizce, Arapça Ülke: Fransa, Çekoslovakya, İngiltere Süre: 104 Dakika İmdb Puanı: 6.0 Oyuncular: James Purefoy- Solomon Kane, Max Von Sydow- Josiah Kane, Pete Postlethwaite İyi bir öykü yazarı, iyi bir çizgi roman ve fantastik yapımlardan hoşlananlar için iyi bir film ( tabi lütfen acımasız olup, Yüzüklerin Efendisi ile kıyaslamayalım). Böyle sanatın çeşitli dallarının iş birliği halinde olması ve ortaya güzel eserlerin çıkmış olması beni çok mutlu ediyor. Çünkü düşünsenize bir eser ama çok yapım; bir sanatsever daha ne ister ki!

B. Özcan Yüksel- Deadlouse71 / 23-03 -2013

DİLEKÇE

T.C. BİLİM VE TEKNOLOJİ BAKANLIĞINA 23.7.2103 Zaman Makinesi Denemeleri İçin Gönüllülük Dilekçesi Başvuru Sahibinin IID No: 331.231153.32 Hedef Tarih: 12.8.2012 Başvuru için birincil sebebim evrenin mevcut dengesinin korunmasıdır. Şöyle anlatayım: 12.8.2012 tarihinde Kadıköy’den Şişli’ye otobüsle seyahat etmekteyken, daha önce görmediğim bir kız, okumakta olduğum kitaba bakmak istedi. Kitabı verdim, göz attı, gülümsedi. “Hâlâ bu kitabı okuyan birilerinin olması ilginç,” dedi. Lafına anlam veremedim. Kitabı o gün bir sahaftan almıştım. Hem eskiydi, hem bilimkurguydu, hem de yazarı Türk’tü. Sıkı bir okur olmama rağmen o romanın varlığından haberim olmamıştı. Yaşlı sahaf, “Sen bunu seversin,” deyip dükkânın ücra köşelerinden getirmeseydi hâlâ olmayacaktı. “Babamın kitabı bu,” dedi kız. “O yazdı yani.” Biraz muhabbet ettik. Kitabı babasına imzalatmak istersen ona ulaşabileceğim telefon numarasını bile verdi. Tabii ben numarayı o amaçla kullanmadım. Bu müthiş tesadüfün itici kuvvetiyle başladı ilişkimiz. Önce küçük bir muhabbet. Sonra mesajlaşmalar ve nihayetinde buluşmalar. Evlendik. Hayatın gittikçe daha çabuk tüketilmesine inat doksan yılı beraber geçirdik. Bir parçam olarak gördüğüm eşimin vefat etmesi, zihnimi allak bullak etti. Psikiyatrik tedavi görmemi gerektirecek problemler yaşadım. Defalarca intihara kalkıştım. Günlük hayata uyum sağlayamıyordum artık. Sürekli gözümün önüne tanıştığımız gün geliyordu. Sadece hayal değildi sanki, düpedüz o günü tekrar yaşıyordum. Bir gün inanılmaz bir şey oldu. O hayalde kendimi sadece genç halimle değil, sahaftaki yaşlı adamın ta kendisi olarak görmeye başladım. Aynı anda iki kişiydim. Ve aynaya bakarken fark ettim ki o sahaf gerçekten bendim! Geçmişe gidip kitabı kendime satmıştım. Aradım taradım, eski eşyalarımın arasında buldum kitabı. Mucizevî şekilde ilk aldığım günkü gibi sapasağlamdı. Bütün bunların yanı sıra eşimin vefat etmesiyle, sizin icat ettiğiniz zaman makinesinin çalışır hâle gelmesi aynı hafta içinde oldu. Bunu öğrenir öğrenmez ne yapmam gerektiğini anladım ve bu dilekçeyi yazmaya karar verdim. Aslında hikâyemi anlatmasam da bu dilekçeyi kabul edecektiniz. Sonuçta geçmiş değiştirilemez. Olan olmuştur ve çember kapanmak zorundadır. Ah, hayır, burada bir paradoks var. Bunu yazdığıma göre yazmak zorundaydım. Yoksa değil miydim? Her neyse, bu problemin çözümünü değerli bilim adamlarımıza bırakıyorum ve dilekçemin kabulünü talep ediyorum. Saygılar. Öykü:Gökcan ŞAHİN

58

59


60

61


62

63


Öykü

Behiye Ana Türbesi Açık türbe dibindeki korkutucu asırlık servi ağacının dallarına bağırsaklarından asılı, deşilmiş karınlarından damlayan kanlardan ağacın dibi âdeta deryaya dönmüş üç ceset, mezar taşlarını dahi ürperten rüzgârda tekinsizce sallanıyordu. Yanı başındaki kenar taşlarına dikili eğri büğrü mumlarla, demirlerine bağlı çaputlar ve kadimden kalma mezar taşı ile tuhaf görünümlü türbe insanın tüylerini diken diken ediyordu. Türbenin etrafına dizilip ağaçtaki cesetleri seyreden polisler, cinai hadiselerin neticelerini seyretmeye meraklı ahaliyi etrafta göremediklerine bir hayli şaşkınlardı. Şaşırdıkları asıl durum ise ahalinin “belaya bulaşmayalım”, “şahit yazarlar” tavrından çok durumu kanıksamış gibi olayla hiç ilgilenmemeleriydi. Yoldan gelip geçenler, her gün ceset görür gibi dönüp bakmaya tenezzül dahi etmiyorlardı ki en olaylı mahallelerde bile, en basit yaralanma olaylarının etrafında insanların toplanıp film seyreder gibi kavga seyretmeleri olağandı. Zaten cesetlerin ihbarını yapan kişi de başka mahalleden olup tesadüfen buradan geçerken cesetlere rastlamıştı. Mahallenin bu acayip tavrı, en az vahşice işlenmiş cinayet kadar acayip gelmekteydi. O taraflara yeni atanmış komiserin dikkatini çeken şey ise cesetlerden ziyade türbe ve etrafındaki evlerdi. Kentsel dönüşüm rüzgarının nâsıl vurmadığına hayret ettiği kambur evler, asırlık ağaçlar ve surlar ile betonlar arasına sıkışıp kalmış bu ufak mahallenin tam göbeğindeki bahçeden hâllice bir mezarlıktaki isimsiz türbeye baktıkça zamandan ve mekândan nasıl bu derece soyutlanabildiğine hayret ediyordu. Cesetler ağaçtan indirilip adli tıp morguna gönderilmek üzere ceset torbalarına yerleştirilirken komiser yardımcısı maktuller hakkında öğrendiklerini komisere tek tek anlatıyordu: “Üçünün de sabıkası var ama kimse dokunamamış. Şuradaki tam psikopat… Sevdiği kız çok güzel, kendisine bakmaz diye kızı kaçırıp yüzüne kezzap dökmüş. Kız buna saldırınca kıza tecavüz etmiş. Aile, baskı yapmış kıza millete rezil oluruz, diye kız şikâyetini geri almış. Bu da kurtulmuş. Onun yanındaki, kızın birine talip oluyor. Kızın yaşı ufak, aile razı ama kız karşı çıkıyor. Kızı bununla aynı odaya kilitliyorlar, günlerce tecavüz ediyor. Kızın kardeşi anlatmış bunları suç duyurusunda bulunmuş. Sonra kıza şiddet uygulayıp davayı geri çektiriyorlar, tecavüze uğrayan kız intihar ediyor. Ortada yatan ayrı bir manyak… Sevgilisini kaçırıp öldürüp tecavüz ediyor. Ailesi varsıl, artık kızın ailesini neyle yıldırmışlarsa dava düşüyor, bu dışarıda…” “Bunların birbiriyle bir bağıntısı var mı?” “Tespit edemedik. Birbirlerini tanımayı bırakın, semtlerinden dahi geçmemişlerdir. Ancak üçü de bir şekilde tecavüz zanlısı ve benzeri bir vakada olduğu gibi burada ölü bulunuyorlar.” “Benzeri vaka?” “Yıllardır peşinde olduğumuz ve seri cinayet olarak tahmin ettiğimiz bir durum var. Bu civarda genelde böyle tecavüz zanlılarının cesedinin bulunduğu oluyormuş. Burada bizden önceki dönemler de dahil olmak üzere bu şekilde elliye yakın cinayet vakası varmış. Yalnız bu civarda, bu mahalde bulunuyor cesetler.” “Failleri belli değil mi?” “Bir zaman hiçbir şey olmuyor bazen birkaç yıl sonra bu civarda ceset bulunuyormuş. Çok araştırıp türbenin başına nöbetçi diktikleri bile olmuş ama kim oldukları bilinmiyor. İlk cinayet Cumhuriyet’in ilk yıllarına dek indiğinden bunlar birbiriyle bağlantılı mı bilemiyoruz.” “İşlemleri hâlledildi mi?” “Evet komiserim.”

64

65


Öykü

Öykü

“Tamam o hâlde. Siz gidin, karakolda yine bakarız.” “Emredersiniz.” Polis arabaları ve ambulans yaşlı mahalleden uzaklaşırken, komiser mezarlığı seyre dalmıştı. Sağda solda kalmış yosunlu ve devrik kitabelere, yerdeki kan izlerine ve yazılara bakmıştı. Üniversiteyi ezkaza tarih bölümünde okumuştu. Eski yazıları okuyacak denli iyi olsa da maddi durumu nedeniyle okulunu vakitlice bitirdikten sonra polisliğe başvurmuş, komiser yardımcılığı sınavını kazandıktan birkaç sene sonra da komiserliğe kadar gelmişti. Mezar taşlarına bakıp üzerindeki şekillere ve yazılara göz gezdirirken kan izlerinin bir kısmının da kenarındaki taşlarda bulunan türbenin mezar taşına baktı. Kadın mezarıydı ancak taşın bir ucuna kılıç, bir ucuna yatağan şekli çizilmişti. “Bir yeniçerinin hanımı mıdır,” diye merak edip yazıyı okuduğunda ise şaşırıp kalmıştı: “Merhûme Ateş namı ile maruf Behiye binti Abdullah Hanım’ın nişane-i medfenidir. Kuşağında asılıydı kılıç ile yatağan, yiğit misali teheyyüb idi yok idi korkmayan, vakt-i leylde tüfeng atar kancıkların pususunda can teslim etdi, göçtü dâr-ı dünyadan.” Türbe belledikleri mezarın sahibesini merak edip, böylesine külhani yaşayan birinin nasıl olup da yatır kabul edildiğini düşünürken mezarlığa yaklaşan yaşlı bir kadın dikkatini çekmişti. En az mahalle kadar yaşlı, elinde tuttuğu ibrik ile sallana sallana yürüyen ihtiyar kadın gözlerini bir anlığına komisere diktiğinde, komiser ensesindeki tüylerin dahi diken diken olduğunu hissetti. Tanımlanamayan, ürkütücü bir havası vardı. İhtiyar kadın türbeye yaklaşınca önce ağaç dibindeki kanlara bakmış, yüzünde nedeni belirsiz bir gülümsemeyle sırtını dönüp etrafı parmaklıklarla çevrili açık türbenin toprağına ibrikteki suyu boşaltıp dua okudu. Mezarlıktan çıkacağı sırada komiser kadını durdurdu. “Teyze burası kimin türbesidir?” “Behiye Ana’mızındır.” “Taşta ne yazıyor?” “Ne bileyim evladım, adı sanı yazıyordur herhalde.” “Mezar taşında kılıç resimleri var. Hikâyesi nedir?” “Biz annelerimizden dinledik. Onlar da kendi analarından, onlar da büyük analarından dinlemişlerdir. Behiye Ana, çok acı çekmiş bir kadınmış. Sağlığında kendi gibi acılı birçok masumeye kol kanat germiş, korumuş. Kim niye yapmış bilinmez bir gün öldürmüşler kadıncağızı. İstanbul’un tüm kadınları gelip burada ağlamış, dua etmiş. O dualarla ölümünden sonra nasıl bilinmez geceleri gezer olmuş.” “Nasıl yani?” “Behiye Annemize “Ecelyandı” derler. Ölümü esnasında aldığı hayır dualarından ötürü ölmemiş derler. Yılın belli zamanları kalkar, bir zalimin tepesine çöker sürükleye sürükleye buraya getirir bırakırmış. Her gece de kalkıp mahalleyi kolaçan edermiş. Ben anadan atadan türbedarımdır, her sabah gelir suyunu döker duasını okurum anamızın.” “Olur mu hiç öyle şey? Akla mantığa sığar mı? Hem buraya polis nöbetçi koymuş, görse onlar görmez miydi?” “Tüm mahalleye sor istersen evladım. Hepsi bilir. Gecenin kör vaktinde Behiye Annemiz kabrinden çıkar mahalleyi gezer, bir nara atarmış ki sesini duyan rezil olduğu yerde ölüp kalırmış. Bazı geceler duyulduğunu söylerler, benim de işitmişliğim vardır. İtikadın yoksa gelir kendin bakarsın!” “Bu cesetler de onun işi midir?” “Öyle ya ne sandın? O bizim bekleyenimizdir, bekçimizdir. Polisler geldiği vakit biliriz yine bir zalimi haklamıştır!”

66

Kadın tıngır mıngır yürüyerek yokuş yukarı çıkarken, komiserin kafasında sayısız şüphe uyanmıştı. Mahallenin olaya ilgisizliği ve yaşlı kadının saçma sapan bir hikaye anlatması ona göre mahalleden birilerinin cinayetin zanlılarını tanıdıklarının ve koruduklarının göstergesiydi. Üstelik hiç tepki vermemeleri ve kadının gizliden kanları görünce sevinmesi, belki bilmediği daha başka cinayetlerin de delili olabilirdi. Komiser kılık değiştirdikten sonra gece türbenin civarına gidip bekleyecekti. Böylece mahallede, özellikle mezarlıkta gece bir hareketlilik olup olmayacağını kontrol etmiş olacaktı. Yatsı namazının çoktan okunup sokakların cinlerin hâkimiyetine geçtiği, mezar diplerine domuz yağlı muskaların gömülüp ayrılık ve aşk dilenen saatlerde komiser, büroya ait Toros’uyla mezarlığı gören bir yere park edip beklemeye koyulmuştu. Saatler geçtikçe mahalleden el ayak çekilmiş, hafiften bir sis çökmüş hiçbir ses işitilmez olmuştu. Sadece arada bir nereye tünediği belirsiz bir baykuşun belli belirsiz uğultusu duyuluyordu. Komiser mezarlığı seyrederken göz kapaklarının kapanmasına engel olamıyor, hafiften uykuya yenik düşüyordu ki sislerin arasında sabah gördüğü yaşlı kadını görür gibi olmuştu. Sisler kadını yutar gibi olunca arabasından inip o tarafa yöneldiğinde kadının sislere karışıp gözden yitip gittiğini sandı. Aynı kadını mezarlık tarafında görünce bu kez oraya doğru seğirtip ağzında dualarla türbeye dek yaklaştı; ancak ortalıkta sokak lambalarının ışıkları altında belli belirsiz süzülen sisler haricinde hiçbir şey yoktu. Komiser yorgunluktan düş gördüğünü zannederek arabasına geri dönmek için hareket ettiğinde sokağın bir ucundan duyduğu ses onu olduğu yere çivilenmişti. Sokakların derinliklerinden, evlerin çürümüş tahtaları arasından, kabirlerden ve servi ağaçlarından gelen, aynı anda hem ölümü hem acıyı çağrıştıran korkunç bir sesti. Mezarlığa doğru yürüyen “şey”i gören komiseri, sanki ayaza tutulmuş gibi inceden bir titreme almıştı. Yürüyen şey bir zamanlar insansa bile ölümüyle birlikte daha korkunç hâle gelmişti. Ayakları yere basmıyordu, kollarına girmiş görünmez ifritler tarafından havada çekiştirilir gibi kayarcasına ilerliyordu. Üzerindeki kan lekeli kefeli, mezar taşları misal parıldıyor, ateş kızılı saçları tekinsiz gece rüzgârlarında dalgalanıyordu. Simsiyah gözlerine bakmanın imkânı yoktu. Devasa ejderlerin dipsiz gırtlakları misali insanın ruhunu yutar gibi bakıyordu gözleri. Hortlağın kocaman açılmış ağzından sayılan sararmış dişleri, sırıtır gibi sislerin içinden parıldıyordu. Hortlak kollarından kalkmış gibi uçarcasına türbesinin önüne geldiğinde, komiser korkması için bir neden olmadığı hâlde neredeyse ağlayacaktı. Yatır demişti kadın ancak bu yatır olamayacak kadar korkutucu ve tekinsiz bir mahluktu. Komiser, onun vakti zamanında İstanbul’un düğümlere üfürür cadı karıların marifetiyle hortladığını nereden bilebilirdi ki? Yine de o “şey” komiserin suratına, vicdanının derinliklerini arar gibi baktı. Ağzını açıp: “Sen kanun musun?” diye sordu. Sesinde tuhaf bir şekilde asırlardır acı çeken, işkenceye uğrayan, tecavüz edilen, horlanan, öldürülen, zulüm gören kadınların tınısı vardı. Sanki mahzun ruhlu kadınların hayaletlerinden ürkütücü bir koroydu hortlağa ses veren. Komiser usulca kafasını olumlu anlamda salladı. Hortlağın mide bulandırıcı çürük nefesi suratına çarpıyordu. Kaşlarını çattı: “Zavallılara, masumelere el uzatanlara sen dokunamazsın! Ben canlarını alırım! Zalimlerin kanunu da benim!” diye gürledi, ses kocamış mahallenin asırlık sokaklarında çınladı. Sabaha karşı olay mahalline gelen polisler, komiserini konuşamadan olduğu yere çöküp titrerken buldular. Ne onlar anlayabilmişti bu hâle nasıl geldiğini ne de komiser anlatabilecek durumdaydı. Ahşap evlerin perdeleri arasından muzaffer bir edayla gülümseyen ahalinin bakışlarına bir anlam veremedikleri gibi, komiserin türbeye korka korka bakmasının nedenini de hiçbiri öğrenemeyecekti. Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

67

İllüstrsyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Yazan ve Çizen: Dinç Onur Aydın & Mürekkep Burcu Kınran

68

69


70

71


72

73


Kitaplık

Kitaplık

Zaman Tozutmak İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik kâinatta zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse, ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. Kâinat’ın dili matematiktir. Zamanda yolculuk yapılan bir öykü yazarken, matematik formüllerinin ve kuantum mekaniğinin sarmaladığı bu alanı bir okumakla anlaşılabilir bir öykü düzeyine indirirken, 1001 Gecevari bir masal düzeyine saplanma tehlikesi daima mevcuttur. Zaman Tozları(2011) ve Gizemli Evren (Zaman Tozları 2 - 2012) kitaplarımı yazarken bu bilinçle her kelimemi elden geldiğince süzgeçten geçirmekteydim. Zaman Tozları 3 şu anda kurgu aşamasında. Bu alandaki düşüncelerimi yerli malı zaman yolculuğu yazmayı isteyen ya da bu tür öyküleri okumayı sevenlerle paylaşacağım. H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabından 1960 yılında yapılan filmi görmüştüm yıllar önce. Rod Taylor, H. George Wells rolünü canlandırmaktaydı. Burada George 1900 başlarında her nasılsa bir zaman makinesi inşa etmişti. Çalışma prensibi belli değildi. Bayağı mekanik görünümlüydü çağına uygun olarak. Makinenin takvim kısmına istediğin tarihi yazıyor ve aleti çalıştırarak oraya gidiveriyordun. Alaattin’in sihirli lambasından çok farklı değildi yani. Neredeyse yarım yüzyıl sonra yapılan bir film de benzer yöntem kullanacaktı. Kelebek Etkisi - Butterfly Effect (2004) adlı filmde de genç bir adam tuhaf olaylar yaşadığı çocukluğunda tuttuğu bir defterdeki satırları okuyarak geçmişe gidiyor ve orada bazı şeyleri düzene sokmaya çalışıyordu. Kendi çocukluğu ve yetişkin hali (doubleganger – farklı uzay ikizi) aynı zaman frekansında bir arada bulunuyor ve bu bir sorun yaratmıyordu. Aynı yolculuğu defalarca yineliyordu. Peki zamanda yolculuk gelecekte bir şekilde mümkün olacak mıdır? Zamanın kendi akışını korumakta direneceğini varsaydığımızda ne geleceğe, ne de geçmişe yolculuk yapabiliriz. Geçmişteki

74

birini kurtarmak bir yana oraya varlığımızı eklemlememiz bile sorun olacaktır. O halde zamanda yolculuk işi asla başarılamayacaktır. Eğer böyle bir engel yoksa mazide ve geçmişte her şeye müdahale edebileceksek, enerjinin sakımı bir yana sebep sonuç ilişkisi bile yerinden oynar. İnanılmaz bir kaos oluşur. Gerçeklik dediğimiz harmonik akış kendini iptal bile edebilir. O halde paradokslar aşılmazdır. ‘Zamanda yolculuk hoş bir hayaldi, hayal olarak kalacaktır’ diyemiyoruz. Çünkü bu yolculukları hayal etmeye teşneyiz. ‘Allah kuluna başetmeyeceği bir şeyi vehmettirmez’ denir. Sözlü ve yazılı külliyatımızda Tayyi Mekân ve Tayyi Zaman bazlı mesellerimiz bayağı fazladır. Ben bu alanda zihin parlatan bir teorik fizikçi değilim, fizik formül ve matematik denklemlerin diliyle terennümüm sınırlıdır. Laf denklem taşımaz ayrıca. Günlük ağızla sözcük parlatınca da yazılanların masala evrilme tehlikesi mevcut. Biz yine de paradoksları paspas yaparak sezgilerimizin yoluna devam edeceğiz. Ana yoldan azıcık sapacak ve ilham ufukları sonsuza odaklı öyküler çatmaya devam edeceğiz. Zaman Tozları serisinin ilk kitabında zaman hakkında şöyle bir diyalog yazmıştım: “Zaman, çok plastiksi bükülüp-katlanılabilen bir akıştır. Zaman olayının enerji alanlarına bağlı titreşimsel bir ritmin yansıması olduğunu unutmayalım. Uzaya bağlı bu farklı zaman frekanslarının uzayda yaratılacak güçlü elektromanyetik uyaranlar karşısında birbirleriyle eşzamanlı ve hareketli hale gelebileceğini ve bu frekansların üstüste binip çatışabileceğini ifade etmek istiyorum. Dev elektromanyetik düzeneklerce yaratılan çatışma alanlarının ortasına düşen insanlar ve cisimler, gemiler ve uçaklarda uzay-zamanın makroskopik ölçeklerde kendi üstüne bükülüp- eğrilen çizgilerince zamanda ya da mekânda kaymalara uğrayabilirler. Philadelphia deneyi böyle bir şeydi sanırım.” “Zaman dördüncü boyut olduğu için mi maddeyi, yani üç boyutu böyle etkiliyor?” dedi Osman. Hocanın akıl yürütmesinin sonucundan korkmaya başlamıştı. Metin’in neden olması muhtemel kaosun kaosun sınırları hızla genişlemekteydi. “Aslında zamanın dördüncü boyutta asılı duran elektromanyetik bir frekanslar bütünü olduğunu kavradığımızda sahne gözlerimizin önünde açılıyor.” Dedi Hoca. “Katı sandığımız, gerçek dediğimiz tüm yaşamımızı paylaştığımız her şey, tüm binalar, bu dükkân, bu gezegen, yıldızlar, hatta uzay boşluğunun kendisi bile ve hatta tüm bunları yansıtan,içine alan ‘Geçmiş-Şimdi-Gelecek’ dediğimiz zaman kalıplarının bile dev bir elektromanyetik seraptan başka bir şey olmadığını idrak ederiz.” “Rüyalarda ulaştığımız gerçeklik.” Dedi Terra Fuat içini çekerek. Evrenin belleği, levh-i mahfuz, Akaşik kayıtlar, bu kayıtlara göz atmanın, kayıtları etkilemek anlamına geleceğini kuantum fiziğinin temel ilkelerinden biliyoruz. Yani birinin siciline göz atmak dahi o sicilin içeriğini etkileyecektir. Evren Google’ı sürekli yapılan bozulan, belleğimizin içini bulandıran karmaşık bir yapıda olacaktır sanırım. Azınlık Raporu - Minorty Report (2002) filminin kurgusundaki en arızalı yer de bu noktaydı. Kişiler henüz işlemediği suç nedeniyle tutuklanıyorlardı. Eylemden son anda vazgeçmek ihtimali gözardı edildiği için bu yöntemi kullanımdan kaldırmak gerekiyordu. Paralel evrenler zaman yolculuğu yapanların geri dönebilmesi için bir garanti gibi görünmekte. Sayısız mazilerden ya da geleceklerden birinde yediğimiz bir halt nedeniyle bir yere hapis kalma, diğer uzay ikizimizle hemhal olma veya iptal edilme sorununu bir nebze çözüyor gibiyiz. Gene Zaman Tozları kitabıma dönelim.

75


Kitaplık

Kitaplık

“Emin değilim tabii, ama…” dedi Keten Hoca. “Bence yarattığı zaman anaforları paralel evrenler arası geçişliliği artırıyor. Buzkırıcı bir gemi gibi. Yüzen birinin hemen ardından yüzmek gibi ya da. Zaman çaldığı falan yok yani. Kulvar değiştirmek için kullanıyor Metin gibileri. Bu bir tahmin. Asla kendi geçmişime gitmemeliyim demek ki. Paralel geçmişlerden birinde bir şeyi değiştirdiğimizde gelecekte bir etkisi olur. Kelebek ya da ejderha etkisi, ama ben kendi değişmemiş geleceğimi yaşarım yolculuktan dönünce. Bu ne işe yarar? Belki his olarak daha çok. Paralel beş ayrı evrende, beş ayrı gelecekte, beş ayrı erkekle evlenmiş ve rengarenk çocuklar doğurmuş bir kadını hayal edin. Bu çocuklardan birini severken dördünü de sezgisel olarak hissedecektir.” Gizemli Evren (Zaman Tozları 2) ‘de başkahramanlardan biri diğer uzaydaki ikiziyle karşılaşır: Belga ikizini kapının ağzında görünce dizlerinin kesildiğini hissetti. Bu anın o kadar hayalini o kadar kurmasına rağmen karnında buz küpçüğü üreten minik bir makine çalışmaya başlamıştı. Mesanesi dolu değildi, ama birkaç damla sıvı külodunu ıslatmıştı. Bunun farkında değildi henüz. “Euzu billahi mineş şeytanir racim...” İkizinin onu görünce şeytan tarafından çarpıldığını sanması komiğine gitmişti. Bu kendini daha hızlı toparlamasına neden oldu. Eğer kız paniğe kapılır kaçarsa bir daha hiç buluşamayabilirlerdi. Sağa sola durumu anlatır ve adresi verirse iş kimbilir nerelere varırdı. “Korkma. Gel içeri. Sana her şeyi anlatıcam.” “Adresini annem verdi.” Belga’nın gözleri doldu ve “Anladım. Gel içeri.” Diğer Belga karar veremiyordu. Eğer arada annelerinin manevi varlığı aracı olmasaydı merdivenlerden deli gibi iner giderdi belki. Bir de kıyafetleri farklıydı Allahtan. Pantolonlar benziyordu, ama kazaklar ve ayakkabılar başkaydı. Tıpa tıp aynı şeyleri giymiş olsalardı kız şimdi çoktan dış kapıyı boylamış olurdu. Belga sıfırdan gardrop düzerken eski kıyafetlerini kısmen kopyalamıştı neyse ki. “Adın ne senin?” Belga o an minik bir yalan söylemeyi akıl etti. “Biz aslında ikizmişiz. Beni doğduktan iki ay sonra evlatlık vermişler. Bizden de saklamışlar.” Dramı abartılı, uçuk dizi muhabbeti kızı etkilemişti. Cinler ve şeytan tarafından çarpılmadığını düşünmeye başlayınca rahatlamıştı. “Demek... Adın ne peki? “Belgin.” “Adımız da benziyor?” Tanrı kimseye kolay kolay saftirikliğini böyle yansımalı görme şansı vermezdi. Diğer Belga bu izahata inanmaya ne kadar teşneydi. “Orda mı durucan?” “Telefonumu nasıl buldun peki?” Karşısında duran kendiydi. Bu şok halinde bile kafası hızlı çalışıyordu. Belga şimdi şiştik diye düşünürken aklına bir fikir üflendi adeta. Facebook. Bir ara facebook’a çok takılırdı. Facebook adı Belg Tuncay’dı. Adından A’yı atınca Belçikalı anlamını kazandığını sonradan birisi anlatmıştı. “Facebook’tan”

76

Ve diğer uzaydaki ikizle karşılaşmanın çok tekinsiz bir bedeli vardır. “Tek vücut olacağız. Korkma.” Dedi. Sesi bayağı peltek çıkmıştı. İkizinin yüzü sapsarı olmuştu. Belga da midesinin bulandığını hissediyordu. Düşünceleri kıpır kıpır olmasına rağmen dili ağırlaşmıştı. Gözlerini yumdu ve açtı. Görüşü birden inanılmaz derecede bozulmuştu. İkizi biribirine yapışmış olan kolları hariç sanki şeffaflaşmış gibiydi. Ona bakınca hem odayı, hem de başka mekânları görüyordu. Farklı yerler önünden hızla geçen tren vagonları gibiydi. Sırayla görüş alanına giriyor ve çıkıyordu. Çocukluğu, mahalle oyunları, ilk okul sıraları, genç kızlık, annesinin ölümü, sıkıntılı yıllar. Hepsi bildiği tanıdığı şeylerdi. Öyle hızlı değişiyorlardı ki, birine bakıp dalmaya zaman bulamıyordu. Bu arada dudakları kıpır kıpırdı, ama ne söylüyor olabileceği üzerine tek bir fikri bile yoktu. Kulakları katmanlı bir uğultuyla doluydu, ama tek bir kelimesi bile anlamlı değildi. Uğultuda tanıdık bir ses, ya da melodi de hak getireydi. Duyguları da deforme olmuştu. Korku zihninde güç bela ayrımsadığı bir düşünce olarak durmaktaydı...” Ben şahsen hayal edilebilen hiçbir şeyin imkânsızlığına inanmam. Yapılması zaman alır sadece. İster paralel evrenlerde, istersek tek ve biricik evrende zaman atına binip onu dizginleyebileceğimiz bir an gelirse ıssız otlaklarda başka atlılara da rastlayacağımızı düşünüyorum. O mutena atların nal sesleri duyulana dek dünya saatlerine ve hayal kurgularına talim edeceğiz. Sadık YEMNİ

77


Öykü

Sigara İçki masasına oturdun mu içmesini bileceksin kardeşim, aksi takdirde rezil olman an meselesidir. Öyle insanlar tanırım ki az ve öz konuşurlar. Çevresine sorduğunda aldığın yanıt hiç değişmez, “O mu? Çok oturaklı adamdır.” Ama iki kadeh içtiler mi her söze kahkahalarla gülen, karşısındakini “öpejecegim” diye sürekli taciz eden bir canavara dönüşürler. Dillerinin peltekleşmesi, saçma sapan konuşmalarını etkilemez. Kendilerine bile itiraf edemediği duyguları, artık masanın ortak mezesi olmuştur. Gecenin sonuna doğru genelde sızarlar. Koluna girip kaldırdığınızda, ayakta duramazlar. İki adımda bir sendeleyip yere kapaklandıkları yetmezmiş gibi, yer ayrımı yapmaksızın her tarafa çıkartırlar. Bunlarla aynı masaya oturduğunda gecen rezil olmuş demektir. Bir de içki masasına nasıl otururlarsa öyle kalkan tipler mevcuttur. Ne hareketlerinde ne de konuşmalarında aşırılık görürsünüz. İşte ben bu kategoriye girerim. Ne kadar içersem içeyim, son yudumumun ardından elimin tersiyle ağzımı siler, efendice yerimden kalkar, aslanlar gibi eve giderim. Ne olursa da ondan sonra olur… Anahtarlarımı cebimden çıkartmamla beraber vücudumu bir ateş basar. O an yürek atışlarım hızlanmış, yüzüm alev gibi yanmaya başlamıştır. Duygu gibi alkolün etkisi diyeceksiniz; ama yanılıyorsunuz. Sorunum, anahtarla kapı kilidinin kedi köpek gibi didişmesi. Böyle akşamlarda, elimdeki anahtar büyüdükçe büyür, kilit ise inadına küçülür ve sürekli yer değiştirir. Artık çiftleşme anlarını yakalamaktan başka şansım yoktur. Allah’tan sabırlıyımdır, beklerim. Bu arada boş durmaz, açmak için her yolu denerim. Parmağımı deliğin üstüne koyup anahtarı sokmaya çabalarım, olmaz. Merdivenlere kadar geriler ardından koşarak isabet ettirmeye çalışırım, sonuç değişmez. Anlayışsız bir eş olsam uyuyup uyumadığına aldırış etmez zili çalarım, ama bu bana yakışmaz. Çaresizlik içinde kıvranırken birden çişim gelir. Meyhaneden çıkmadan önce yapmadığıma hayıflanırken kendimi sıkar ve başka şeyler düşünürüm. Bir işe yaramaz. Nereye baksam aklıma tuvalet gelir. Bacaklarımı birbirine yapıştırıp yerimde zıplamaya başlarım. İşeme duygum azalacağına artar. İki büklüm bir vaziyette elim zile uzanırken kendimi birden iyi hissederim. Pozisyonumu değiştirmeden kilitle bir süre daha uğraşırım, açılmaz. Öfkeyle doğrulduğumda, damlaların külotuma aktığını fark ederim. Artık hiçbir şey umurumda değildir, o telaşla kapıya tekme tokat girişirim. Çıkardığım gürültüye uyanan komşuma, “Kapı benim değil mi; ister döver ister severim, size ne?” dercesine bakarım. Kapılar kapanır ama Duygu bir türlü uyanmaz. Pes edip salacağım sırada kapı açılır ve koşarak içeri girerim. Banyodan çıkar çıkmaz, “Bu kadar içecek ne var?” diye sitem eder. Uykusunun açılmasına gönlüm razı olmadığından yanıt vermez direkt yatak odasına geçerim. Üstümü değiştirirken “Neymiş? İçki etkilemezmiş. Güleyim bari. Şuraya bak daha kapıyı bile açamıyorsun.” der. “Sarhoş olduğumu mu ima ediyorsun?” diye sorarım. “İma etmiyorum alenen söylüyorum.” dediğinde sabrım taşar. Sorunun bende değil, kilitte olduğunu, en kısa zamanda değiştirilmesi gerektiğini anlatır, ardından da “İnanmıyorsan gel deneyelim bak bakalım açılacak mı?” derim. “Gerekmez. Günde en az iki defa deniyorum, şu an'a kadar bir sorunla karşılaşmadım,” diye yanıt verdikten sonra yatağa girer. Dudaklarında alaycı bir gülümsemeyle sırtını bana döndüğünde, elimde pijamayla odanın ortasında kalakalırım… O gece de hemen hemen aynı şeyler yaşandı, aradaki tek fark; Duygu’nun kapının arkasında değil hemen yanımda olmasıydı. Dışarıda baş başa güzel bir gece geçirmiş, birlikte birkaç duble rakı içmiştik. Eve geldiğimizde kapıyı açmak için hamle yaptığım sırada, “Bu kafayla beceremezsin, bırak ben hâlledeyim.”

78

79


Öykü

diyerek önüme geçti. Sarhoş olduğumu ima ettiği bu sözün altında kalamazdım. Çantasından çıkarttığı anahtarları, ani bir hamleyle elinden alıp kapıya yöneldim. Kilit yine küçülmüştü. Açmak için çabalarken Duygu hiç durmaksızın söyleniyordu. Benim yerime başka bir insan olsaydı şimdiye kadar çoktan anahtarları yere fırlatmış, “Bir susmadın be kadın!” diye bağırmıştı. Ama ben tahriklere kulağımı kapatmış, tüm dikkatimi yaptığım işe vermiştim. Özgüvenim sayesinde kısa bir süre sonra başarıya ulaştım Sesi çıkmıyordu. Utanmış olmalı, diye düşünerek Duygu’ya doğru döndüm; merdivenlere oturmuş, başını duvara dayamış uyukluyordu. Bozulduysam da tek söz söylemedim. Zira alacağım yanıt belliydi; “Ne yapmamı bekliyordun? Saatlerce kapıyı açmanı mı?” Hiçbir şey olmamış gibi ayağa kaldırıp açık duran kapıyı gösterdim, takdir edeceğine “Sonunda.” dedi. Alçak gönüllü bir insanımdır, gözüm hiçbir zaman yükseklerde olmamıştır, ancak bunca uğraştan sonra sıcak bir gülümsemeyi, bir “ellerin dert görmesin” denmesini hak etmiştim. Biz erkekler; yüreklerimizden geçenleri kadınlara anlatamadığımızdan, yaptığımız fedakârlıklar çoğu zaman güme gider. Yine de umutsuzluğa kapılmadım. “Uyku sersemliğindedir şimdi açılır,” diyerek bekledim. Oflayarak içeri girip ayakkabısını çıkarttı ve tek kelime söylemeden yatak odasına geçti “Yok canım bu kadar anlayışsız olamaz. Şimdi arkasını dönecek ve gülümseyerek “Teşekkür ederim canım,” diyecek.” diye düşündüysem de bir türlü dönmedi. Efkârlanmıştım. Derdimi yüreğime akıtarak mutfağa gittim. Bir duble rakı hazırlayıp pencerenin yanındaki sandalyeye oturdum. Bu meret tek başına gitmeyeceğinden, bir de sigara yaktım. Daha ilk nefesi çekmiştim ki yanıma geldi. Üstünü değiştirmiş, geceliğini giymişti. Rakıma ve ağzımdaki sigaraya bakıp yüzünü buruşturdu. Keyiften içmediğimi, buna kendisinin sebep olduğunu izah etmek istediysem de vazgeçtim. Bazı duygular anlatılmaz, hissedilirdi. Mademki seviyordu, gözlerimden anlamalıydı. Bir sandalye çekip karşıma oturdu. Sessizce süzdüm, ardından bakışlarımı kaçırıp rakımdan ufak bir yudum aldım. Böylece, “Duygu seni çok seviyorum; ama bu sevgimin karşılığını ne yazık ki alamıyorum,” mesajını vermiştim. Dalgın bir tavırla masadaki sigara paketiyle oynamaya başladı. Bu; “Haklısın sevgilim değerini bir türlü anlayamadım, ama ne yapayım ben böyleyim,” anlamına mı geliyordu acaba? Kırgın olmazsam sorup öğrenecektim. “Boşuna umutlanma Alper, umurunda bile değilsin. Şu an kim bilir aklında ne var?” Bu düşünceyle başımı kaldırıp gözlerinin içine, “Teşekkürden vazgeçtim, en azından benimle ilgilen,” anlamında baktım. Kısa bir süre gözlerini üzerime dikti, ardından yeniden sigara paketiyle oynamaya başladı. “Sıkıldım senden, anlıyor musun sıkıldım. Artık benden bir şey bekleme.” demek istediğini çok iyi anlamıştım. O hırsla sigaramı söndürüp yenisini yaktım. Dumanını hiç sakınmadan üstüne doğru üflerken, “Bulmuşsun benim gibi adamı hâlâ nazlanıyorsun. Çekip gidersem çok ararsın beni çok.” demeye çalışıyordum. Hızımı alamayıp bir nefes daha çektim, ama bu sefer dumanını yana savurdum. Böylece “Sağımda solumda kimlerin olduğunu bilsen yine böyle rahat hareket edebilir miydin? Unutma senin çöp diye attığını elalem löp diye havada kapar.” mesajını vermiş olmuştum. Yanıt vermedi. Sadece sağ elini kaldırıp, “Güldürme insanı, bu saatten sonra seni kim ne yapsın? Hâlbuki ben elimi sallasam anında elli adam bulurum,” dercesine dumanı kovaladı. “Çıkarmasını bilen, benden daha çok ekmek çıkarır kızım, çok…” demek için hangi hareketi yapmam gerektiğini düşündüm, bulamadım. Sinirle sigaramı söndürüp rakımdan koca bir yudum aldım. Hiç tepki vermediğine göre birlikteliğimizi kafasında çoktan bitirmiş olmalıydı. Bunu neden daha önce neden sezememiştim? Çok değil daha birkaç saat önce baş başa oturmuş birbirimize sevgi dolu sözcükler fısıldıyorduk. Hepsi yalan mıydı? Bu kadar saf olmama kızarak bir dikişte rakımı bitirdim. Elimin tersiyle ağzımı silerken bir yandan da nasıl davranmam gerektiğini planlıyordum. Artık aynı evde kalmamız imkânsızdı. Mağrur bir erkek gibi kapıyı yüzüne çarpıp çekip

80

81


Öykü

Öykü

gitmeliydim. Bu amaçla yerimden doğrulacağım sırada saatin hayli ilerlediğini anımsadım. Evi terk etmeyi mecburen sabaha bıraktım; ama yanında asla yatmayacaktım. Birazdan tek kelime etmeden ayağa kalkıp yastığımı battaniyemi alacak, salonda sabahlayacaktım. Ve erkenden de meçhule doğru çekip gidecektim. Böylece beni terk etme zevkini Duygu’ya vermeyecektim. Bu fikrimden dolayı kendimi kutladıktan sonra bir sigara daha yaktım. Düşüncemi anlamışçasına kaşlarını çattıysa da hiç umursamadım. Ne de olsa artık özgür bir insandım. Huzurla ilk nefesimi çekmiştim ki birden irkildim. Neden ben gidiyordum? Bu şehirde kimsem yoktu, oysa Duygu’nun annesi hemen iki sokak ileride oturuyordu, üstelik tek başınaydı. Artı olarak yuvamızı bozan da ben değildim. Bu evden gidecek olan da, kanepede sabahlayacak olan da Duygu olmalıydı. Sigaramdan ikinci nefesi bu kararla çektim ve dumanını direkt yüzüne üfledim. “Yolun açık olsun” Mesajını da böylece vermiş olmuştum. Bu sefer beni anlamıştı, zira bakışlarını boşluktan çekip üzerime yöneltti. “Pişman oldun değil mi? Bunu bana rest çekmeden önce düşünecektin kızım, artık çok geç.” diye düşündüğüm sırada gözleri dikkatimi çekti. Yalvaran eda yerine sinir doluydu. “Şuraya bak hem suçlu hem de güçlü. Korkup sineceğimi sanıyorsan daha çok beklersin. Üçüncü gözüm sonuna kadar açıldı kızım. Her şeyi görebiliyorum.” diye aklımdan geçirmeme karşın huzursuzlaşmıştım. Böyle meydan okuduğuna göre güvendiği biri olmalıydı. Yoksa başka birini çoktan ayarlamış, iş sadece itiraf etmesine mi kalmıştı? “Boşanmayacağım ulan. O adama seni yar etmeyeceğim.” dercesine baktım. Hırsımın geçmediğini hissedince içime çektiğim dumanı bir kez daha yüzüne üfledim. “Yeter artık.” dedi. “Bence de yeter.” “Bıraksan diyorum.” “Bırakmaya karar vermiştim, ama son gelişmeler karşısında vazgeçtim, sonuna kadar direneceğim.” “O zaman biraz azaltsan.” “Azaltmak mı? Nasıl yani?” “Benim gibi yapsan diyorum.” “Senin gibi mi?” “Anlamazlıktan gelme Alper, biliyorsun sadece özel günlerde ve zevk için kullanıyorum.” “Kullanmak öyle mi? Demek sonunda itiraf edebildin. Bu da güzel… Ama sakın senin gibi olmamı bekleme, biz sevdik mi tam severiz. Bedeni hazlar için sevdiğimizi kullanmayız.” “Ciğerlerin mahvolacak.” “Yüreğim kan ağladıktan sonra verem olsam ne yazar? Çok mu üzülürsün?” “O nasıl söz Alper, elbette üzülürüm.” “Bak buna çok şaşırdım doğrusu.” “Şaşırdın mı? Saçmaladığının farkında mısın? Bu gidişle yalnız verem değil, kanser de olursun.” “Ne fark eder? Bu hâlimden daha mı kötü olacağım?” “Hâlimizde ne varmış?” “Sana göre hava hoş, nasılsa yedeğin var.” “Yedeğim mi? İçinde az kalmıştı, biterse diye yedekledim. Bunu mu dert ettin kendine?” “Biterse öyle mi? Ben kolay kolay bitmem kızım. Küllerimden yeniden doğar, enginlere sığmaz, bendimi çiğner aşarım.” “Tüm bu sözler bir paket için mi?”

82

“Paket mi? Artık pakette mi sunuyorlar.” “Tek tek satılanlar da var, fakat onları daha çok garibanlar tercih ediyor. Neler saçmalıyorsun Alper?” “Bir dakika sen neden bahsediyorsun?” “Sigarayı bırakmandan ya da en azından azaltmandan. Ama sen bütün bu söylediklerimi görmezden gelip aldığım sigaraya taktın.” “Arada saçmalarım ben yeter ki sen bana takma. Sigara işine gelince o iş kolay.” “Nasıl?” “Bu meretin esiri değilim, istediğim an bırakırım.” “Bırak o zaman.” “Sen iste yeter ki güzelim bıraktım gitti.” dedim ve yeni bir sigara yaktım. “Bu ne şimdi?” “Veda sigarası kızım veda.” Son nefesi çekip küllükte söndürten sonra iki elimi yana açtım ve “İşte bu kadar. Benim için bir dönem sona erdi.” dedim. Sabah uyandığımda sigara aklıma bile gelmedi. Yüzümü yıkayıp banyodan çıkarken birden anımsadım. Saate baktım, ona geliyordu. Başka zaman olsa şimdiye kadar çoktan iki tane içmiştim bile, oysa şimdi gün neredeyse yarılanmış ve hiç aramamıştım. Günlerden Pazar olduğunu dikkate almayarak kendimi tebrik ettim. Mutfağa gittiğimde Duygu kahvaltıyı hazırlamış beni bekliyordu. “Konuyu açmadığına göre unutmuş olmalı. Zaten dün akşam içkiyi fazla kaçırmıştı, büyük ihtimalle yaşananları hatırlamıyordur. Bu durumda rahatça içebilirim. Canım ne zaman isterse bırakırım bu mereti, ama zorlamayla mümkün değil, öncelikle insanın kendisinin istemesi lazım. Bunun için de önceden bir tarih belirlenir, öyle bırakılır. Yoksa akşamdan sabaha olmaz bu iş. Kahvaltıdan sonra sevdiği bir muhabbet açarım. Ağzı açık beni dinlerken de yakarım bir tane. Farkına bile varmaz. Söylenirse de laf kalabalığı yapar yine üste çıkarım. Paket nerede peki? Dün akşam yatarken ekmek sepetinin yanına bıraktığından eminim.” Çaktırmadan sağa sola baktım, yoktu. Çayı doldurmasını beklerken geriniyor numarasıyla ayağa kalkıp buzdolabının üstünü, rafları gözden geçirdim; sonuç değişmedi. Sofrayı kurarken kaldırmış olmalıydı. Tuvalete gidiyorum diyerek mutfaktan çıktım ve tüm odaları aradım; bulamadım. Çantasını karıştırmam da bir işe yaramadı. Ortalıkta ne kendi sigarası ne de benimki vardı. Evdeki tüm sigaralar bir gecede sırra kadem basmıştı. Mutsuz bir şekilde yerime oturduğumda âdeta çökmüştüm. . “Sigaralar toplu olarak intihar etmediklerine göre hepsini sakladı. Bu durumda dün gece konuştuklarımızın hepsini hatırlıyor. İşte şimdi ayvayı yedin Alper.” Kahvaltımızı yaparken aklım hep sigaradaydı. Bir daha içemeyecek olmanın düşüncesi zihnime bir çivi gibi saplanmıştı. Duygu’nun ise hiç umurunda değildi, zira konuyu hiç açmıyordu. İştahım tamamen kaçmıştı. Kahvaltının ardından bir tane tüttürmedikten sonra yemek yemenin ne anlamı vardı ki? Çatalımın ucuyla tabağımdaki peyniri ezip duruyor, arada yalvaran gözlerle Duygu’ya bakıyordum. Ne demek istediğimi anladığından emindim, ama hareketlerinde en ufak bir ışık göremiyordum. Sigaradan başka bir şey düşünmediğimden bir süre sonra masadan tamamen koptum. Gözlerimi kapattım ve bir sigara yaktım.

83


Öykü

Öykü

“Alper sen beni dinlemiyor musun?” “Hııım. Haklısın.” “Alpeeeeer” Sesinin sert çıkmasıyla dudaklarımdaki sigarada da uçup gitti. Bu kadın bana hayalimde bile içirtmeyecekti anlaşılan. “Efendim.” “Aklın nerede?” Bilmez gibi ne soruyorsun, tabii ki sigarada. “Ne oldu ki?” “Ne doğru dürüst konuşuyorsun, ne de yemek yiyorsun. Sorduklarıma da sadece “Hımm, haklısın, evet” diyorsun. Neler oluyor?” Sanki bilmiyorsun. Ama şimdi itiraf etsem ne iradesizliğim kalır ne de sözüme sadıklığım. Yıllar boyunca bunu yüzüme vurup durursun. “Yok bir şey. Dalmışım. Uykumu alamadım galiba. Canım hiçbir şey istemiyor.” “İyi. Çayını tazeleyeyim mi?” Tazelemek mi? Çay neden tazelenir; keyif için, yanında sigara yoksa ne yapayım bu keyfe? Sanki bilmiyor. Aklı sıra beni deniyor. Geç bunları kızım, geç. “İstemiyorum.” “Neden bağırıyorsun?” “Bağırmadım.” “Ben hayal gördüm, öyle mi?” “Ne gördüğün hakkında en ufak bir fikrim yok; ama ben bağırmadım. İstersen şimdi bağırayım ve aradaki farkı gör.” dedim ve yanıtını beklemeden mutfaktan çıkıp salona geçtim. Koltuğa oturup elime gazeteyi aldım. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım bir türlü dikkatimi veremiyordum. Gazete; çay ve sigara eşliğinde okunmak için dizayn edilmişti, buna ihanet etmem mümkün değildi. Sıkıntıyla yere fırlatıp ayağa kalktım ve pencerenin yanına gittim. Boş gözlerle sokağı seyrederken birden market gözüme çarptı. Market eşittir sigara. Şimdi fırlarsam iki dakika sonra dudaklarım sevgilisine kavuşurdu. Sokakta içilecek bir sigaranın- o kadar zahmeti göz almışken bari iki tane tüttüreyim ardından koşarak eve gelir hemen dişlerimi fırçalardım. Duygu’nun ruhu bile duymazdı. Şüphelense bile paketi de su saatinin içine sakladığımdan bir şey ispatlayamazdı. Bütün mesele dışarı çıkmak için bir mazeret bulmakta. Akılma gelen ilk bahaneyi söylemek için yanına gideceğim sırada duraksadım, göz göze gelirsek anlayabilirdi. En doğrusu uzaktan seslenmekti. “Hayatım gazetenin ekini getirmemişler. Bir koşu alıp geleyim.” “Oturma odasına bak canım, oraya koymuştum.” Kaderime lanetler savurarak sokağı seyretmeye devam ettim. Dışarıda en az on kişi vardı ve bunların yarısı sigara içiyordu. Görmemek için bakışlarımı yan apartmana kaydırdım. Kapının hemen önünde; altmış yaşlarında kara kuru bir adam duruyordu. Altında; bol ağlı, siyah bir pantolon belinde ise kuşak vardı. Yakasız mintanın üstüne yelek ve ceket giymişti. Kasketini çıkartıp başını kaşıdı, ardından sırtını duvara vererek dizlerinin üstüne çömeldi. Tıpkı benim gibi sadece zaman öldürüyordu anlaşılan. Pencereden geri çekileceğim sırada cebinden tabakasını aldı ve ağır hareketlerle bir sigara sardı. Tütünün tadını hissetmek

84

istercesine bir süre ağzında dolaştırdı. Çakmağını çıkartıp boş gözlerle etrafına baktı, ardından sigarayı geri alıp uzun uzun kokladı. Adam içmeden önce resmen ön sevişme yapıyordu. Hırslanmıştım.“Yak artık şunu, yak” diye söylenmeye başladım. Sonunda dudaklarına koyup yaktı. İlk nefesi öylesine derin çekti ki dumanının çıkması saniyeler sürdü. O an dünyadan kopmuştu sanki. Yutkunduğum sırada bir nefes daha çekti. Dumanının çıkması bu sefer daha da uzun sürdü. Amcam içmiyor, yaşıyordu. Çektiği her nefesle birlikte içindeki yaşam sevinci daha çok artıyor gibiydi. Bunca yıllık içici olmama rağmen, şu an hissettiklerini hiç yaşayamamıştım. Yıkılmış bir hâlde koltuğa oturup gözlerimi kapattım. “Bırakmak istemiyorum ve bırakmayacağım. Ama bunu açıkça söylesem ömür boyu dilinden kurtulamam. Şuraya bak tam anlamıyla köseye sıkıştım. Saate on ikiye geliyor. Demek ki on bir saattir içmiyorum. Vay be neredeyse yarım gün olmuş. İşte buna irade derler. Uzmanlar; sekiz saat sonra tansiyon ve nabzın normale döndüğünü, oksijen seviyesinin yükseldiğini söylüyorlardı. Bu durumda vücudum taş gibi olmuştur. İçsem mi? Duygu’nun bilimle arası iyi değil ki bu anlattıklarıma hayatta inanmaz. Offffff…” “Pazar gününü öyle miskin miskin yatarak mı geçireceksin. Hava çok güzel. Dışarı çıkıp biraz dolaşalım.” “Duygu. Canım. Bir tanem. Güzelim.” “Hayırdır?” “Sigara içmek istiyorum.” “Demek bu kadar iradesizsin!” Al işte başına belayı. Artık hayatta dilinden kurtulamam. “Sevgi adamıyım ben Duygu ve bizler sevdiğini bir çırpıda bırakamayız.” İçeriye gitti ve paketimle geri döndü. “Al iç o zaman.”dedi. Bu kadar kolay mıydı? Almak için uzandığım sırada göz göze geldik; zavallı bir insana bakar gibi bakıyordu. Elimi geri çektim ve sonradan çok pişman olacağım kararı o an hiç düşünmeden verdim. “Çöpe atabilirsin, içmeyeceğim.” Öykü: Atilla Bilgen İllüstrasyon: Mehmet DAL

85


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Tarihte Nisan Ay'ı Çiçeklerin açtığı, çimenlerin ümitlerle yeşillendiği bir ay geldi kapımıza, hoş geldi. Efendim, Nisan ayındayız. Baharın gülen yüzüdür Nisan… Bizde bu ay sizlere yeni konuklarımızla merhaba diyoruz. Morgue Sokağı Cinayetleri’ni çözeceğiz Edgar Allan Poe ile. Sonrasında Simpson’lara davetliyiz. Bitirirken biraz okuyacağız “Doğan Kardeş” dergisini. Haydi, başlayalım o vakit yolumuz uzun… “Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir şey yoktur.” George Bernard Shaw

Morgue Sokağı Cinayetleri

“Garip, dengesiz, saplantılarla dolu yapısının kendisini cinayete ya da deliliğe sürüklemesini önlemek için Poe’nun elinin altında başka bir zehir vardı. Herkesin aynı anda kullanamayacağı bir zehir; güzel ve özenli yazısıyla arada bir derin üzüntüsünden sıyrılmasını sağlayan, ürkünç kasvetli ama avutucu imgeleri kapıda döktüğü mürekkepten söz ediyorum.” “1840’ın baharında ve yazının bir kısmında Paris’te kalırken Mösyö C. Auguste Dupin adlı biriyle tanıştım. Bu genç adam tanınmış, mükemmel bir aileden gelmekteydi, ama talihsizliklerden dolayı öyle bir yoksulluğa düşmüştü ki karakterinin enerjisi u yoksulluğun altında ezilmişti. Dünyayla ilgisini kesmiş, servetini geri almanın peşine düşmekten vazgeçmişti. Alacaklarının inceliği sayesinde mirasının küçük bir kısmı kalmıştı elinde. Oldukça tutumlu davranarak, bu miras geliriyle hayatın gereksinimlerini hayatın gereksizliklerine kafa yormadan karşılamayı başarıyordu. Aslında tek lüksü kitaplardı ve Paris’te kitap edinmek kolaydır…” Morgue Sokağı Cinayetleri Morgue Sokağı Cinayetleri Edgar Allan Poe dehasının başlıca yapıtlarından biri olmanın yanında ilk dedektiflik öyküsü olarak da anılır. Yılların eskitemediği bir deha ve ilhamla yazılmış bu öykünü ilk kez 20 Nisan

86

1841’de Grahams Magazine’de yayımlandı. Öykü Poe’nun “uslamlama öyküleri” olarak sınıfladığı öyküler arasında yer alır. Öyküde C. Auguste Dupin Paris’de Morgue Sokağında işlenen bir anne ve kızın gizemli cinayetini tamamen akli yollardan parçadan bütüne doğru giderek çözer. Dupin karakteri ipuçları ve şahitlerden yola çıkarak çözdüğü bu cinayetle edebiyat tarihindeki birçok ünlü karaktere de ilham olmayı başarır. Sherlock Holmes ve Hercule Poitrot gibi karakterlerin öncüsü olarak kabul edilir. Dupin karakteri sadece bu öyküde yaşamayacak Poe’nun Marie Roget’nin Sırrı ve Çalınan Mektup adlı öykülerinde de yaşam bulacaktır. Öldürmek Habil ile Kabil’in hikâyesinden beri var olan bir intikam yansıması… Nefes alarak bize engel olabilecek olanı yok etmeyi fark ettiğimiz andan itibaren çeşitli şekillerde de olsa öldürmeyi göze alıyoruz. Bu bazen gerçek anlamda nefes alanı nefessiz bırakmaya kadar gidebiliyor. Cinayet tarihi neredeyse insanın var olduğu ilk ana kadar iniyor ve yazılı metinler çoğu zaman bu yok etme eylemiyle beslenip zamanımıza kadar geliyor. Lakin Poe’ya kadar geçen zamanda cinayet öyküsü ve dedektif tanımına rastlayamıyoruz. Poe’dan önceki metinler insanın yok etme tutkusunu çeşitli şekillerde anlatmayı başarmış olsalar da ortada bunun çözülmesi gereken bir suç olduğuna dair sözler içermiyor. Poe ise bu kaynaklardan ve aklının karanlık yanından aldığı güçle yeni bir tür yaratıyor. Polisiye Edebiyat… Öyküyü incelemek için Poe’yu bilmek gerekiyor aslında. Yeniye açık, farklı bir dokusu olan ruhunda anlamayı, her şeye farklı gözle bakmayı ve içindeki karanlığı aklıyla bastırmaya çabalayan bir adamdan bahsettiğimizi unutmamak gerekiyor. Hayatındaki kayıpların onu deliliğin sınırlarına çektiği bir dönemde o aklı seçmeye çalışmış ve içindeki ölümleri çözdüğü farazi cinayetlerle bastırmış bir deha… Kelimeler ile oynamada usta olan yazar bakmakla görmek arasındaki farkı öyküleri ile anlatıyor ve aslında ilham vermenin yanında eğitiyor da. Kurgusal anlamda çözümle ve adım adım cinayetin karanlığından çözümün aydınlığına çıkma hali Morgue Sokağı Cinayetleri dâhil Poe’nun tüm hikâyelerinde mevcut. Mantık ve aklın gücü ise özellikle bu hikâyesinde başköşeden selam ediyor bize. Olağan dışılık ve mistik olana yer vermeyişi Poe’nun zekâsını daha bir ön plana çıkarırken bir noktayı daha açıklığa kavuşturuyor. Akıl ile açıklanamayacak hiçbir suç yoktur! Dupin öykü de cinayeti çözmeyi kendini oyalamak için istemektedir. Öyküde isimsiz anlatıcının da vurguladığı gibi kapalı bir hayat yaşamaktadır ve ilgisini çeken bu olayı aydınlatmak kendi hayatına da renk katacaktır bir şekilde. Poe kendi öyküsü için arkadaşına yazdığı mektupta şunları söylemektedir; “Öykünün teması bir cinayeti ortaya çıkarmadaki hüner…” Dupin’in metodu, okumanın ve yazılı iletişimin

87


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

öneminden dem vurur. Kendi çıkarımlarından yola çıkarak gazeteye verdiği kayıp ilanı bunun en güzel örneğidir. Sabırla ve elindekileri toparlayarak ilerlediği olayda Dupin hem cinayeti çözer hem de bir adamın masumiyetini kanıtlar. Poe ise bu hikâyesiyle edebiyat tarihinde çığır açmayı başarır. Poe’nun öyküyü yazdığı dönem şehirlerin geliştiği ve kalabalıklaştığı döneme denk gelir. Kalabalık şehir aynı zamanda suç olgusunu da doğurmuştur. Londra’da ilk polis teşkilatı kurulmuştur. Poe ise Dupin karakteriyle dedektifliğin tanımını yapmış ve cinayetin nasıl çözümlenebileceğine dair ipuçları vermiştir. Hikâyesi zamanında fırtınalar koparmış ve edebiyata yeni bir soluk katmıştır. Lakin Poe kendini o kadar da başarılı görmemektedir. Yine arkadaşına yazdığı bir mektupta bunu şöyle ifade eder; “Bu uslamlama öyküleri popülerliğinin çoğunu yeni bir tür olmalarından alıyor. Zekice olmadıklarını söylemek istemiyorum, ama insanların düşündüğü kadar zekice değiller. Zekiceler, en azından metot ve metodun havası açısından. Morgue Sokağı Cinayetleri’nde örneğin, çözmek için özellikle attığın bir düğümü kendi kendine çözmenin neresi zekicedir ki?” Cinayetin Okuru İle Tanışma Hikâyesi Poe’nun öyküye verdiği ilk başlık “Murders in the Rue Trianon(Trianon Sokağı Cinayetleri)" oldu fakat yazar daha sonra öyküyü ölüm temasına daha yakın tutmak için ismini Morgue Sokağı Cinayetleri olarak değiştirdi. 1843’te yazar öykülerini içeren bir dizi kitapçık yayımlamaya karar verdi. Yalnızca ilk kitapçık yayımlandı. Morgue Sokağı Cinayetleri ilk kitapçık ile çıkan eserler arasındaydı. Ayrıca hikâye Poe’nun Fransızcaya ilk çevrilen yapıtlarındandır. Edgar Allan Poe’nun eseri Türkiye’de ilk kez 1937 yılında Umumi Kütüphane Yayınları tarafından M. Sait’in çevirisiyle “Morg Sokağında İki Taraflı Cinayet” adı altında yayımlanmıştır. 1954 yılında Varlık Yayınları kitabı bir kez daha yayınlamıştır. Çevirisini Memet Fuat’ın yaptığı eser Morgue Sokağı Cinayeti adıyla yayınlandı. Bugüne kadar ikinci ismiyle yayın evleri tarafından dört kez daha yayımlandı.

Murders ın the Rue Morgue(1932): 1914’te yapılan kısa film uyarlamasının ardından ilk kez tam zamanlı olarak Universal Pictures tarafından gerçekleştirilen uyarlamasıdır. Yönetmenliğini Robert Florey’in üstlendiği yapım hikâyeye biraz daha gizem katmak istemiş ve öncelikle katilini tanıtmıştır. İnsanlığın maymun soyundan geldiğini düşünen Dr. Mirakle bunu yaptığı bir takım deneylerle desteklemek istemektedir. Bu sebeple kendine özellikle kadın kurbanlar seçer. Ve kurbanlarını elde etmek için kullandığı yardımcı eğitimli bir orangutandır. Oyuncu koltuğunda dönemin yıldız oyuncularından özellikle Kont Dracula karakteriyle hatırlayacağımız Bela Lugosi oturmakta. Ona eşlik eden diğer oyuncular ise; Sidney Fox ve Leon Ames… Phantom of the Rue Morgue(1954): Yönetmenliğini Roy Del Ruth’un yaptığı film ana tema olarak hikâyeyi alıp üstüne kendi hikâyesini anlatan uyarlamalardandır. Oyunculuk koltuğunda ise bu kez Karl Malden, Claude Dauphin ve Patricia Media oturmaktaydı. Murders ın the Rue Morgue(1971): Yönetmenliğini Gordon Hessler’in üstlendiği yapım Poe’nun hikâyesine en yakın uyarlamalardan biridir. Oyuncuları ise; Jason Robarts, Herbert Lom ve Christine Kaufmann… Murders ın the Rue Morgue(1981)/TV uyarlaması: Yönetmen koltuğunda Jeannot Szwarc’ın oturduğu yapım TV uyarlamasıdır. Başrollerinde George Scott, Rebecca De Mornay ve Val Kilmer’in oynadığı yapım hikâyenin başarılı uyarlamalarından biridir. Edgar Allan Poe 1841’in Nisan’ında bir hikâye yazdı. İki kadın öldürülmüştü ve ortada nereden gelip nereye gittiği belli olmayan bir katil vardı. Öykünün kahramanı Dupin hem o cinayeti Poe’nun kelimeleriyle çözdü hem de ondan sonra gelenlere kocaman bir kapı açtı. Çözüme, çözümlemeye, bakmaya ve görmeye dair…

Morgue Sokağı Cinayetleri ve Sinema Morgue Sokağı Cinayetleri birçok defa sinema ve televizyona uyarlandı.

88

89


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Doğan KARDEŞ “Hoş geldin, Mohini Kardeş…” Doğan Kardeş Dergi Kapağı(1951)

İlk kez 23 Nisan 1945 yılında Yapı ve Kredi Bankası’nın desteği ile yayımlanan dergi çocuklara merhaba dediği günden bu güne çocukların ve çocuk dergiciliğinin öncüleri arasındadır. Doğan Kardeş yaşam macerasına Şevket Rado ve Vedat Nedim Tör’ün ellerinde başladı. Yayın hayatına son verdiği 1988 tarihine kadar çocuk dergiliğinde bir efsane olmayı başardı ve 33 yıl boyunca birçok kuşağı sayfalarıyla ağırladı, eğlendirdi, öğretti. Aslında Doğan Kardeş’in yaşamı bir acıyla başladı. Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in İsviçre’nin Flims Kasabası’nda yatılı okula giden oğlu Doğan Taşkent 10 Nisan 1939’da Alpler’de meydana gelen bir heyelan sonucu hayatını kaybetti. Taşkent bunun üzerine oğlunun anısını yaşatmak için bir çocuk dergisi çıkarmaya karar verdi. Böylece oğlu bir çocuk dergisinin renkli sayfalarında dahi olsa yaşamaya devam edecekti. Dergiyi 23 Nisan’da hiç büyümeyecek olan oğluna hediye olarak tüm çocuklara armağan etti. Dergi Türkiye’de çocuklar için bir efsane olmayı başarmasının yanı sıra birçok yıldızında ilk durağı olmayı bildi. Bu yıldızların arasında Suna Kan, İdil Biret, Çoşkun Aral, Pınar Kür, Talat Halman ve Garo Mafyan vardı. Suna Kan ve İdil Biret daha yurt dışında eğitim gören küçük birer çocukken gönderdikleri mektuplar dergide yayımlanıyordu. Zamanında Hindistan başbakanı Jawaharlal Nehru’nun Türk çocuklarına armağan ettiği yavru fil Mohini o zaman ortaokula giden Sezgin Burak’ı çok etkilemiş ve bir karikatürünü çizip Doğan Kardeş’e göndermişti. O karikatür Doğan Kardeş’in Mohini Kardeş için yapılan özel sayısında yayımlandı. Yıl 1951… Anne, babalar o dönemde çocuklarının “TeksasTommiks” türü çizgi romanlar yerine Doğan Kardeş’i

90

okumalarını tercih ediyorlardı. Lakin dergi sadece renkli sayfalardan ibaret değildi. Çocukları hayata eğlendirerek hazırlayan bir zihniyete sahipti. Doğru ile yanlışı yine onların hayal dünyalarına seslenerek sıkmadan anlatıyordu. İçinde yazılar ve karikatürlerin yanında çizgi romanlar da vardı. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz; Kahraman Kardeş Hugo, Profesör Tonton, İkiz Kardeşler, Hayvanlar Çiftliği, Şirinler ve Kara Kedi… Doğan Kardeş Yapı Kredi Bankası şubelerinden bedava dağıtılıyordu. 1988 yılında çocuklarına veda edene kadar da bu böylece devam etti. Lakin Doğan Kardeş’in macerası 2008 yılında yine aynı isimle ve kapakla yeniden başladı. Bu kez çocuklardan daha ziyade büyüklere hitap eden aylık bir dergiydi Doğan Kardeş. Daha sonrasında 38. Sayısıyla beraber görünüm değiştirip yoluna “Çizgi Albüm” olarak devam etti. Bu serüveni de Mart 2011 yılında son buldu. Doğan Kardeş Yayınlarının Çıkarttığı Kitaplardan Bazıları “Atlantis” Hank Dominic (1955) “Kon-Tiki” Heyerdahl (1956) “Don Kişot” Cervantes (1957) “İyi İnsan, İyi Politikacı” F. W. Foerster (1960) “Yazının Hikâyesi” Hasan Ali Ediz (1962) “Gulliver’in Gezileri” Swift “Üstü Kalsın” Cemal Süreyya (1991) “Kaos Kapıları” Yazan ve Çizimler; Ryoko Mitsuki (2009 Manga fantastik) Doğan Kardeş bir acıyla doğdu. Doğan adlı bir çocuğun babası tarafından sayfalarda yaşama

91


Film Kritik

Öykü

Şut

mücadelesiydi dergi. Gitgide çocuklara yayıldı ve çocuklar büyüttü tam 33 yıl boyunca. Biz de kısa da olsa analım dedik sayfalarını sayfalarımızda… Efendim geldik bir ayın daha sonuna… Nisan güzel ay, sıcak ay lakin insanlar soğuk olur bazen ısınamaz yürek her ne kadar daha sıcak olsa da! Gönlünüzü ısıtacakların yanınızda olması dileğiyle… Sevgiler, saygılar bizden size. “Acı su da tatlı su da berraktır. Sakın görünüşe aldanma… Görünüşte herkes insandır ama gerçek in Mevlana Celaleddin-i Rumi Melahat Yılmaz ÖZBERK www.otekisinema.com

92

Ölü bir radyo frekansını andıran İstanbul’un yükselen cızırtılarına kulak verirken, karanlık ve izole odamın orta yerine çökmüş, şut kapsülünün kulak memesi kıvamındaki baş yerinden sapladığım enjektöre karışımı çekiyorum. Şut, 2000’lerin speedball’una benzer bir uyuşturucu madde. Bir miktar eski usul kokainle desteklenmiş eroine eşlik eden stelazine ve melange birleşiminden oluşuyor ve damardan alınıyor. Türevlerinin yanından dahi geçemediği etkileriyle karanlık zamanımızın bize sunduğu en büyük nimetlerden biri. Çağlar öncesinin kamlarını ve Eskiler’e ulaşmak adına soludukları dumanlı havayı düşünün. Şutun da sizi Dördüncü Binyıl’da modern bir kama dönüştürdüğü ve kendisine her saniye daha fazla bağımlı kılan dünyanın keşmekeşinden koparıp zamansızlığa, Eskiler’in hâlâ var olduğu ve fildişinden saraylarında hükümdarlıklarını koruduğu çağlara götürdüğü doğru. Bir parçası olmaktan tiksindiğim bu dünya, ben henüz doğmadan evvel geçmişini silmiş. Atalarına, kayıp çağlara ve Atlantis’e, Lemuria’ya, Valusia’ya, R’lyeh’e saygısını yitirmiş. Kadim uygarlıkları, Antik Yunan ve Mısır’ı, Eskiler’in kenti Anadolu’yu ve Nehirler Yurdu’nu... Adem ile Havva’yı, Melek ile Şeytan’ı, elini kana bulayan ilk kardeşi, ağıt yakan ilk anayı ve dökülen ilk gözyaşını hafızasından çıkarmış. Şimdi dudaklarımda terk edilmiş ezgilerden biri var. Tek göz evimin caddeye bakan camından içeri soluk şehrin ışıltılı neon ışıkları doluyor ve ben de âdeta neon ışıkların kutsadığı geçmişi olmayan bir mahluk olarak Eskiler’e ulaşma ve onların ebedi bilgilerinden yararlanma umuduyla yanıp tutuşuyorum. Şutum hazır. Kapsülcümün tavsiyesi üzerine enjektörü gazel damarıma hızla saplayıp karışımı vücuduma yavaşça zerk ediyorum. Birkaç saniye boynumda soğukluğunu hissettiğim enjektörü, el ve ayak parmak uçlarım uyuşmaya başlayınca aynı hızda geri çekip boylu boyunca yere uzanıyorum. Şutu hayatımda ilk kez kullanıyorum. İlk kullanımda ölüm riskinin hayli yüksek olduğunun bilincindeyim. Her şeyi araştırdım. Şut hakkında pek çok dilde kaleme alınmış bilimsel makale okudum ve akademik konferanslarda bulundum. Daha da mühimi, geçmişte şutu deneyimleyenlerle bire bir görüşmeler yaptım. Onların deyimiyle “hayatları Eskiler tarafından bağışlanan” bu insanlarla irtibat kurup bizzat onların ağzından karışımı ve etkilerini araştırdım. Anlatılanlar birbirine benziyordu. Karışım vücuda girdikten hemen sonra etkisini göstermeye başlıyor ve yarıbilinç hâline neden oluyordu. Bu bilinç durumunda kişi istemsizce hareket etmeye başlıyordu. Şiddetle muhtemel metamfetaminin doğurduğu sonuçları doğuran maddeyi kullananlarda bağımlılık, Eskiler’e ulaşma, onlarla irtibat kurma ve bilinç seyri normale döndüğünde başka bir bedene hapsolma hissi ortaya çıkıyordu. Şu anda buğulanan aklımda düşüncelere yer yok. Saat gecenin iki buçuğunu biraz geçiyor ve ben yere uzanıp dakikalar sonrasını hatırlamamak üzere gözlerimi kapıyorum. Kaslarımın kanla dolup iliklerime dek bir haz duygusuyla kamaştığımı hayal meyal anımsayabiliyorum. Çok değil, birkaç dakika içinde ruhumun et, kemik, kas ve sinir sisteminden ibaret fiziksel bütününden sıyrılıp çıkarıldığını görüyorum. Artık ruhun varlığına inanıyorum. Yüzükoyun uzanmış vaziyetteydim. Ayağa doğrulduğumda bütün harf, rakam ve şekillerin gaipten okunduğu, Homeros’un İlyada’sı, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Milton’ın Kayıp Cennet’i ve Alhazred’in Kitab-ı Al-Azif’i için arşınladığı çöldeydim. Gözlerimi kör eden kum fırtınasına karşı yürümeye başladım. İleriye bir adım atmaya çalıştıkça kızgın fırtına beni savurup duruyordu. Yine de her yeni teşebbesümde beni alaşağı

93


Öykü

eden tasmasını koparmış azgın çöl fırtınasının koynunda onları, sanki bir vaha gibi, ezeli bir parşömenin üzerine düşülmüş irili ufaklı siyah noktalar misali gördüm. Hesiodos’a kayıp tabletlerden satırlar fısıldayan Kleio’yu. Kralların kanından trajediler yazdıran Eutere’yi. Homeros’a şiirler söyleten Kalliope’yi gördüm. Çölün dilinden anlıyor gibiydiler. Onu sakinleştirip üzerinden geçmeme izin verdiler. Sarı kum taneleri gözlerimin önünde hareket edip göğü yararken ben de açılan yarıktan sonsuzluğun ötesine doğru adım attım. Zifiri karanlığa iliştirilmiş toplu iğne ucu büyüklüğündeki yıldızlar her zamankinden daha parlak ve kuyruklu yıldızlar olduklarından daha ölümcül gözüküyordu. Birbirinin içinden geçen mor, lacivert ve fes rengi nebulalar, kainatı daha doyumsuz kılıyordu. Ayaklarımın altında uyanan gökkuşağından köprüde ilerlerken yıldızlara dokunamayacak kadar ufak ve onlarla boy ölçüşemeyecek kadar solgundum. Uzay boşluğunda Beatrice’in çığlıklarını, başsız Orfe’nin aşk şarkılarını, kör Oidipus’un arayışını ve Sfenks’in bilmecelerini işittim. Kamların uğultulu ayinlerinde Eskiler’e kurban ettikleri bakirelerin çehrelerindeki kederi gördüm: hepsi yıldızlara maskelenmişti. Hepsi hakikatti. Anladım. Gökkuşağı beni Eskiler’in dokunuşuyla biçim almış karlar altındaki kasabaya ulaştırdı. Sanat tarihi bilgim beni yanıltmıyorsa, On yedinci Yüzyıl Norveç’ine ait bir kasabadaydım. Buradaki yapılar tamamen ahşaptandı ve çevreleri örme taş duvarlarla çevrilmişti. Kar birikintisinin yüzeyde balçık kıvamını aldığı, kasabayı aydınlatacak meşalelerin uzun zamandır yanmadığı ve adım attığım meydanda bal biralarıyla dolu kadehlerin tokuşturulmadığı hayalet kasaba, bir zamanlar Eskiler’in ana vatanı olmalıydı. Bunu, önüme serilen taş basamakları çıkarken anlamıştım. Bir şekilde Eskiler’in yüce meclisine yaklaşmıştım. Basamakların bitiminde uyanan yapı, kuşkusuz ki ardımda bıraktıklarımdan çok daha ihtişamlıydı. Parmaklıklı ağır kapısını itip içeri adım attığımda, merakın yerini bir anda korku ve endişe aldı. İçerisi kan revan içindeydi. Ahşap yüzey kan gölüne dönmüş, etrafa parçalanmış uzuvlar ve vahşet saçılmıştı. Ötede duran devrik taht ve yankılanmayı sürdüren çelik seslerinin dansı, yaşanmış savaştan geriye kalanlardı. Eskiler artık yoktu. Eskiler ölmüştü. Muhtemelen öldürülmüştü. Gözlerime inen sis perdesi biraz aralanıyor. Yürüyorum herhâlde, diye geriye kalan aklımdan geçiriyorum. Esen rüzgâra eşlik eden sidik kokusunu alıyorum. Göçmenlerin arasından geçip yeraltına uzanan biçimsiz basamakları kör topal inerken leş yiyicileri görüyorum. Akbaba kafalı leş yiyiciler... Ayağıma çelmeler takarak beni aşağıya düşürüyorlar. Yerin dibini boyluyorum, yerin en dibindeyim artık. Yüzümün yarısı şehrin ağırlığıyla beslenmiş bir su birikintisinin içine gömülü. Yanıbaşımdaki duvarın üzerinde METRO, hemen altındaysa yitik peygamberlerin kulak verilmeyen sözleri yazılı: kıyametten ve kurtuluştan bahsediyorlar. Kimse görmüyor. Kimse okumuyor. Kimse umursamıyor. Eskiler artık yok, diye tekrar içimden geçiriyorum. Hepsi öldürülmüş, paramparça edilmiş. Acımasızca. Vahşice. Kulaklarımda ilahiler çınlıyor. Yakınlarda hâlâ ayinlere ev sahipliği yapan bir mabet olmadığından eminim. Gözbebeklerim genişliyor ama görüş açım ters orantılı şekilde daralıyor. Gözlerimdeki kılcal damarların çatlamaya başladığını hissediyorum. Gözyaşlarımın tadı kanlı. Dualar ve yakarışlar işitiyorum, Eskiler’e ait geleneklerin tekerrürleriyle gözlerimi kırpıştırıyorum. Bileklerde açılan kesiklerden dışarı akan yoğun kırmızı kan. Güneş için mumyalanan kralların ve Dolunay’la birlikte erkekleri koynuna alan altından kraliçelerin hayali... Bereket çağının habercisi hükümdarların koynunda inleyen fahişeler ve Babil Kulesi. Tartarus labirentlerinde kaybolan çocuklar ve meleklerin şarkıları... Yılan Tanrıçası’na armağan edilen meniler... Ağlama duvarlarını, zebanilere fırlatılan taşları ve dönen Dünya’yı görüyorum.

94

95


Çizen: Mustafa Timurhan DEMİR

Öykü

Komadan uyanırcasına derin bir nefes çekiyorum. Sanki bir makineye bağlıyım. Belki yoğun bakım ünitesi... Belki ameliyat masası üzerindeyim. Makas ve bıçak sesleri işitiyorum. Gözlerimin önünde çakan keskin beyaz ışıkla görüş açım her seferinde değişiyor. Sonunda her şeye yüksekten bakıyorum. Kendime ve evrene. Yıldızlara, Dünya’ya, Ay’a ve Güneş’e. Sanki her şey bir kapsülün içine özenle sıkıştırılmış. Sanki şimdi istesem o kapsüle müdahale edebileceğim... Evrene buradan bakmak, her şeyi görebilmek ve her şeye hükmedebilmek gibi... Ama bu fazla sürmüyor. Birileri beni kavrayıp zorla çıktığım yere geri sokuyor. Sürükleniyorum. Yüzüm gözüm pislik içinde. Yerin altında, çakır güneşle aydınlanan dipsiz bir kuyudayım. Dumanlar arasında kendinden geçerek dans eden kamları, zincirler içindeki domuz başlıyı ve eciş bücüş varlıkları seçebiliyorum. Beni kuyruklarıyla sarıp çekiştiriyorlar. Fazla direnemiyorum. Onlara tamamen teslim olduğumda, kendimi soğuk demirlerin üzerinde buluyorum. Gözlerimin önündeki sis perdesi iyice aralanıyor. Etime temas eden rayların iliklerime işlediği ölüm serinliğini tarif edebiliyorum; ama bana ait olmayan bir çift gözün şahitliğiyle. Rayların üzerindeki çaresiz ve perişan adam benim. Oradayım. Tir tir titriyor ve kusmuğumda boğuluyorum; ama bunları bana ait olmayan gözlerle görüyor ve kesinlikle yabancıladığım kulaklarla işitiyorum. Tıpkı yaklaşmakta olan raylara sürtüp kıvılcımlar çıkaran ölüm atlısının kulak tırmalayan sesini duymam gibi... “Biri şu adama yardım etsin!” diye sayıklayan ihtiyar gözlerimin önünde. “Güvenliğe haber verin!” diye kendini perişan eden kadın da... Tüm yakarışların yanıtsız kalışına tanıklık ediyorum. Hâlâ kim olduğuma dair zerre fikrim yok. Hatıralarım benimle birlikte ama bir nefes ötemde can çekişen adam da benden başkası değil. Oradayım. Ama aynı zamanda o değilim. Birkaç saniye içinde, çığlıklar atarak saatte iki yüz kilometre hızla yol alan ekspres yük treninin altında kalarak hayatımı kaybediyorum. Londra bölündükten sonra Bölgesel Mahkeme kararıyla İstanbul’a gönderilen otuz iki yaşındaki akademisyenden geriye kalanlar sadece sağlam bir sağ kol, el parmaklarının bir kısmı, kafatasının bir bölümü, dışarı saçılmış bir beyin sapıyla raylardan ancak levyelerle kısmen kazınabilen organlar. Ama beni asıl derinden sarsan olay ölümüm değil. Doğumum. Kendi ölümüme tanıklık ederken, ürkütücü biçimde yepyeni bir hayata da yelken açmış olmam. Elimdeki kimlik kartına göre artık 23 Ekim 2987 İstanbul doğumlu bir adli tıp uzmanıyım. Omzuma asılı bulduğum çantanın içinde boş bir şut kapsülü var ve inanın, hâlâ kim olduğuma dair en ufak fikrim yok. * * * Bir saat sonra başlayacak grup terapisine katılmak üzere yazıcımın başından ayrılıp yola koyuluyorum. Hâlâ aklımın bir köşesinde, şutlandıktan sonra benimle aynı yere gelen ve bedenini benimle takas eden Şulia var. Olup bitenlere bilimsel bir açıklama getirmekten çok uzağım. Yine de düşünmeden edemiyorum. Metro istasyonunda sürüklenişimi, çektiğim ıstırabı ve kendi parçalanışımı aklımdan çıkaramıyorum. Sanırım asla da çıkaramayacağım. Tek umudum, acısız bir yok oluş yaşamış olması. Bunu bir günah çıkarma olarak alın. Orada mutlu muydun Şulia, bilmiyorum. Ama umarım bunu sen istemişsindir. Suriçi’ne uzanan hava troleybüsünün ekranlarına yansıyan iki keşişin, şehrin göbeğinde gerçekleştirdiği intihar saldırısının görüntülerine gözüm ilişiyor. Son birkaç asırdır terörist olarak yaftalanan bu geleneksellere, Eskiler’in öldürüldüğünü söylemek için geç kaldığımın farkındayım. Yapabilseydim, gücüm yetseydi, onlara Yeniler’i müjdelemek isterdim. Eskiler’in katilleri Yeniler. Bir miktar kokain, esrar, stelazine ve melange’in acımasızca var edip yok ettiği Yeniler. Dördüncü Binyıl’a hoş geldiniz. Öykü: Cemil KARAKULLUKÇU

96

İllüstrasyon: İbrahim Hakkı USLU

97


98

99


100

101


102

103


Öykü

Öykü

Denizler Altında 20 000 Yıl Bir süre sonra sırtında büyük bir zenginlestirilmis nitroks tankıyla buraya konuşlanmış güvenlik ekibinden bir yüzbaşı ile karşılaşıyorum. Paletlerini çaprazlamış kusursuz bir pivot denge duruşuyla beni bekliyor. Benimse derdim valsalva hareketiyle kulak basıncımı dengelemek. Alerji komplikasyonları tıkanıklığa neden olursa kulak zarımı patlatabilir. Sağ elinin işaret parmağı ile sol bileğine vuruyor, “Basınç?” Sol kolumla bir halka çizip scuba ünitesinin uzantısı olan kadranı yakalıyorum ve değeri okuduktan sonra önce avuç içim ona dönük bir yumruk gösteriyorum ve dört, “Basınç doksan!”. Yüzbaşı denge duruşunu bırakıp aniden hareketlenirken bir yandan da sağ kolunu bana doğru uzatıp elini sağa sola çeviriyor, “Ters giden bir şeyler var.” Sorun basınç olmalı. Daha ilk dalışını geçen hafta kapalı bir havuzda yapmış birisi olduğumdan panik denen ölümcül hataya düşmek üzereyim. Bu derinliği ve nitrojeni yedikten sonra beni basınç odası bile kurtaramaz. Deneyimli komando önce BCD cekedimi yakalıyor, hareketleri ağır ve şefkatli, “Benimle beraber nefes al, şimdi ver, yavaş, sakin.” El hareketleriyle bu kadar iyi anlaşılabileceğini hayal bile edemezdim. Başparmak aşağıyı gösteriyor, “Şimdi aşağı gidiyoruz, beraber.” Bu şartlarda aşağı gitmek aslında delilik! Ancak, gittiğimiz yer... İşte bu planda yoktu. Operasyonun daha başındayız ve protokol çoktan aşıldı. Acaba nereye kadar benimle gelecek? Doğruyu söylemek gerekirse aşağısı zifiri karanlık ve tüpümdeki hava bu hâldeyken başka bir şansım var mı bilmiyorum. “Kafa lambanı aç.” Uzunca bir süre korkunç inişimize devam ederken tek bir canlı bile gördüğümü hatırlamıyorum. Hedefimiz olan kayalıkları tanrıların unuttuğu kadim bir yara gibi altımızda fark etmemiz bundan bir süre sonraydı. ROW cihazının bıraktığı izleri takip ederek bir mağaraya giriyoruz. Uzun koridorda ilerlerken yüzbaşı sağ elinin parmak uçlarını birleştirip regülatörlerimizi işaret ediyor, “Çimlenme zamanı.” Tüpüm bitti! Birbirimize sarılıp ağır ağır paletlerimizi çırpmaya devam ederken belindeki sarı renkli yedeği çekip onun havasını kullanmaya başıyorum. Kısa bir süre sonra koridorda sağlı sollu yekpare taş sütunlar bize eşlik etmeye başlıyor ve birden bire Ataların Salonu ismini taktığımız C tapınağının içinde buluyoruz kendimizi. Kayadan oyulmuş bir vadinin resmi geliyor gözümün önüne. Asurca kaynaklarda da belirtilen ve Arami dil grubuna giren dillerde kaya anlamına gelen Kepa, Kipas, Kefa, Kaifa denen antik bir kentin en eski, neolitik dönemden kalma kalıntılarına bakıyorum. Dikilitaşların oluşturduğu çemberin tam ortasındayız. “Tak tak tak” Tüpüme atılan sakin yumruklar kendime getiriyor beni. “Yap şunu”. 4-4-6-1. Nabız normal. Kütle-olasılık atlayışı için geriye sayım başladı. Beş Keopa, dört Kepa, üç Kipas, iki Kaifa, bir Hisn Kayf, sıfır. HASANKEYF. M.Ö.8000

104

Yüzbaşı dalgıç ekipmanına rağmen başarılı bir beş nokta düşüş tekniği ile yuvarlanıp ayağa kalkarken ben üç metreden bir un çuvalı gibi yere çakılıyorum. Gelip beni kaldırıyor ve gözlüklerimizi alınlarımıza kaldırıp içine düştüğümüz maskeli balo ayinine bakıyoruz. En azından yirmi kişi olmalılar. Göbeklitepe’de olduğu gibi beş metrelik sütunlardan geniş bir çember yapmışlar ve sütunların aralarındaki sekilerde oturmuş bizi seyrediyorlar. Her birinin yüzünde turna, yaban domuzu, tilki, yılan maskesi var. Yoğun yanmış mür kokusu çarpıyor burnumuza ve meşale ışığı ile aydınlanan zemine bakacak olursak kısa süre önce burada bir kurban ritüeli gerçekleşmiş. Bu dikilitaş çemberinin ortasına yerleştirilmiş, diğerlerinden daha yüksek, sanki mağaranın tavanının da ötesindeki göklere uzanmak istermişçesine yerleştirilmiş ve birbirine bakan iki tanrısal yekpare taşın ortasındayız. Şaşkınım, söze nasıl başlamalı? Selam millet? Merhaba? Yüzbaşının daha pratik fikirleri var. Kurma koluyla namluya sürülen 4,6 mm.lik MX-7 plazma mermilerinin şakırtısını duyunca dehşetle yüzbaşıya dönüyorum. Umursamaz bir havası var. -Endişelenme doktor, diyor bana. Ne yaptığımı biliyorum. Duraksamadan tulumumdaki ceplerden aldığım aşılardan birisini vuruyorum hızla ona. -Endişenlenme yüzbaşı, diyorum bir taraftan gülümseyerek. Ne yaptığımı biliyorum. Aramicenin en ilkel şekli olan dillerini sökmem ne kadar zamanımı aldı tam olarak bilemiyorum. İki ay civarı olmalı. Öncelikle öngörülerimizde haklı olduğumuzu belirtmeliyim. Burası tamamen avcı toplayıcı, çanak çömleksiz bir neolitik kültür katmanı. Buna rağmen sofistike tapınaklar inşa ediyor olmaları bildiğimiz her şeyin değişmesine neden olacak. Tarımla beraber yerleşik hayata geçildiği, ardından şehirleşmenin sonucu tapınakların ortaya çıktığı tezi tamamen çürümüş oluyor. Tapınağı çevreleyen ve her biri ayrı bir tanrıyı simgeleyen on iki dikilitaşa oymacılık tekniği ile T şeklini andıran insansı görüntüler nakşedilmiş. Dünyanın neresine gideseniz gidin tanrı veya tanrıların hep insansı motiflerle (babacan, otoriter, ak sakallı dedeye kadar) bezenmiş olması kuralı hiç değişmiyor. Burada on iki sayısı bir raslantı değil. Bazılarınızın tahmin edeceği üzere bunlar gerçekten de doğayı kontrol ettiği düşünülen astrolojik takım yıldızlar. Ancak sizi şaşırtacak mı bilmem ama ısrarla on üçüncü taşın asla bulunup buraya dikilemeyeceğine dair bir efsaneleri var. Bulunup dikilmek derken, bunların rastgele kayalar olmadığını hatırlatalım. Şaman kurutulmuş bazı otların yardımıyla transa geçtikten sonra bir rüya görüyor. Uyandığında “Taş seçildi” diyerek kabilesini harekete geçiriyor ve şaman ‘’Bu taş o taş!’’ diye bağırana kadar ilerlemeyi bırakmıyorlar. Beni şaşırtan şey buraya kadar olan kısmın işin zor kısmı olduğunu söylemeleri. Altı tonluk bir kayayı kilometrelerce götürüp, işleyip, bezeyip tapınağa dikmek ise onlara göre kolay tarafı. On iki taş. İsa’nın on iki havarisi ve onu satan on üçüncü. Yahudilerin on iki kabilesi ve kaybolan on üçüncü kabile. Şiilerin on iki imamı. Şiva’nın on iki Hint tapınağı. Olimpos’un on iki tanrısı. Odin’in on iki evladı. Hammurabi’nin on üçüncü yasası. Ve hatta on üçüncü cuma. Hepsinin başlangıç yeri burası. Eskiden avcı toplayıcı ilkeller zannettiğimiz bu insanlar ekinoksların dahi farkında. Muazzam bir sözlü gelenekleri var. 21 Aralık'taki kış gün dönümünün güneşin en alçak konumu olduğunu biliyorlar. Üç gün boyunca güneş o konumda (yani ölü) kalıyor. Ardından 24 Aralık’da (yani Noel, İsa’nın doğduğu gün) Orion, bir diğer adıyla Avcı takımyıldızının altından yeniden doğup yükselmeye başlarken, günler de uzamaya

105


Öykü

başlıyor. Üç yıldızdan oluşan Orion takımyıldızına Üç Kral da dendiğini ve İsa’nın doğumunu Üç Kral’ın gelip müjdelediğini unutmayalım. Bu hikâye, Antik Mısır’da Isis ve Osiris’in oğlu Horus olarak karşımıza çıkar. Hepsi tamam. On iki kayadan (tanrı) oluşan büyük çember tapınak. Artık doğaya hükmedenin biz olduğumuzu (yaban domuzu) gösteren ve tek eşliliğe dair (turna kuşu) semboller. - Peki tapınağın ortasındaki birbirine bakan iki büyük tanrı nedir? Birbirlerine uzanır gibi oyma kolları var. Bunlar neden birbirine bakar? Hikâyesi nedir? Turna maskeli şamanın kamp ateşinde aydınlanan yüzünde şaşkınlık ve korku var. -Onlar tanrıların buyruğu ile gök bahçesine düşen Adem babamız ve Havva anamızdır. Bütün peygamberlerin babası sayılan Hz.İbrahim’in doğum yeri buradan çok da uzak değil. Bütün dünyaya dinler buradan yayılıp çeşitlendi. Dünyanın ilk üniversitelerinden bazıları buralarda kurulmuş ki bu bir rastlantı olamaz. Medeniyet beşiği diye bir şey varsa bu beşiği bir arada tutan irice bir çivinin çakıldığı yerde olduğumu hissediyorum. Bir süre sonra karlar erimeye başlayınca dağ geçitleri açılıyor. Erzaklarımızı yüklenip avcı korumalarımızla beraber Ararat Adası’na doğru yola koyuluyoruz. Eskiden Tethis Denizi’nin ikinci yükselişinden önce Ararat buraların en yüksek dağıydı. Bu dağın büyük tufan olayındaki önemini Nuh Özel sayımızdan hemen hatırlayacaksınız. Ağrı Dağı’nda bin sekiz yüz metre yükseklikten aşağılara son bir defa bakıyorum. Puslu ovaya bakarken biraz sonra deniz kıyısında yeniden hayat bulacağıma inanmak hâlâ güç. Yüzbaşıya sarılıyorum. Bu kadına tilki postu ve kartal tüyleri su altı komando ekipmanından çok daha güzel yakışıyor. Ancak biraz gergin olduğu her hâlinden belli. Gülümseyerek, -Endişelenmeyin yüzbaşı, diyorum. Ne yaptığımı biliyorum. İÇİNDEKİLER: Öykü:Çağdaş YETKİN

106

107


108

109


110

111


112

113


114

115


116

117


Öykü

Vemtose Caddesi Parkı Bazen mevsimler görevlerini şaşırabilirler. Kafaları karışabilir, allak bullak olabilir, akılları bütün beyin hücrelerini ele geçirip her şeye hükmetmek isteyebilir ve en kötüsü de … Bunu başarabilirler... Bu normal bir şey, öyle değil mi? Bilmiyorum... Hepimizin başına ara sıra da olsa gelmiyor mu sanki? Sadece ara sıra olması için neler vermezdik... Takıntılı insanlar böyle düşünüyorlardır, 'herhâlde'. Yaz mevsiminde haziran, güneşi tepemize getirip koymayı unutup rüzgârı saçlarımıza hücum ettirebilir ya da ocak yağdıracağı karı erteleyip, 'Haydi bugün bir değişiklik yapalım. Güneşi bulutların ardında ziyaret edelim,' diyemez mi yani? O Tanrı'nın bileceği iş, biz ona karışmasak iyi olur. Vemtose Caddesi Parkı'nda da Ekim'in son günlerinde, aylar yine mesai saatlerinde işi tembelliğe vurmuşlardı. Çok hafif esen rüzgâr dışında, şükürler olsun ki zaman zaman saçlarınızı savuracak kadar şiddetlenmek aklına geliyordu; ama dedik ya 'zaman zaman', sonbaharın gelişini müjdeleyen bir şey yoktu henüz. Güneşse ayların aksine fazla mesai yapıyordu. Gökyüzü açık maviydi ve güneş öğleden sonra sıcaklığını en üst seviyelere taşıyacak hissi veriyordu. İnsanın içinden kötü düşünceler geçmiyor değildi. Parkta bazı insanların aklından güneşe koca bir merdiven dayayıp sağlam bir taş parçasıyla turuncu ateşten camını kırıp içindeki somutlaşmış soyut gücü alıp parçalamak ve gökyüzüne dönüp artık rüzgâr ve fırtına krallığın egemenliğini ellerine geri alsınlar, demek geçtiğine yemin edebilirim. Bazılarıysa, bu karmaşıklıklardan memnun olacaklar ki sıcaktan mayışmış bir hâlde eskiden çimlere benzeyen otlara yayılmış, tebessüm içinde, sanki içlerinde mutluluk hormonları yetiştiriyor gibi aptalca gülümsüyorlardı. Tanrım bazı insanlar ne kadar da aptal olabiliyor, ne kadar güçsüz bir şuuru içlerinde yaşatabiliyorlar... Parkta olağan manzaralar göze çarpıyordu: Yine grili-beyazlı, bazen insanda batıl inanç oluşturacak kadar kara kediler etrafta tembel tembel dolaşıp kısa, sonbaharın etkisiyle saman yığınına, işe yaramaz bir ot tarlasına dönmüş çimlere ya da kuru toprağa burunlarını sürtüyor; kuşlar yaşlıların, bazen çocukların attıkları yemlere üşüşüp, onları yiyip bitirdikten sonra da hep birlikte havalanıp parkın bir başka yerindeki yemli insanların çevrelerine konuyorlardı. Topal Kurx her zamanki yerinde başı önde, bir dili dışarıda, sırtına konan, geçen kış gagasının ucunu arka sokakta yaşayan Hubrislerin genç ve diri kurdu Tessa'ya kaptıran, bir kanadı pis bir sarı renkteki Scooter'ı kendinden uzaklaştırmaktan bile aciz öylece yatıyordu. Bir buçuk metre boyunda, yaklaşık beş metre genişliğindeki betondan yapılma su deposunun musluğundan akan suyun küçük bir gölcük hâlini aldığı, sonra da toprağı aşındırarak oluşturduğu çamurla çevrilmiş su yatağındaki pislikte Mokusunsların üçüzleri oynuyordu. Diğer iki kardeşinin toplam kilosuna sahip olan bir numaralı çocuk Ousten yine bir elinde naneli, domatesli sandvicini tutuyor; diğer eliyle de iki numaralı kardeşi Dousten'ın yapmaya çalıştığı, iki eliyle hızlı hızlı dairesel hareketlerle şekillendirdiği çanağına toprak serpiyordu. Housten ise diğer kardeşlerinden hep biraz farklı oluşunu burada da kanıtlamış, havuzun arkasındaki ince, kısır zeytin ağacının altında oturmuş, etraftaki kuşları bir parmağıyla saymaya çalışıyor, şaşırdığında baş parmağını ağzına sokup saymaya en baştan başlıyordu.

118

119


Öykü

Park, Waller'in en ünlü halk parkı olma özelliğinin yanı sıra ünlü gerilim ve korku yazarı Walter Clay'ın hayatının son bir buçuk yılının geçtiği eve bakıyordu. Yetmişlerinde olmasına rağmen en az Gargamel'in annesi Goria kadar canlı ve buruşuk görünen Rus asıllı Bayan Yuliyova'nın sahibesi olduğu evin; üç katı, on iki odası ve parkı tam karşısına almış bir balkonu vardı. Balkonun bir tarafının çürümüşlüğünün insana verdiği iç sıkıntısı, suyla erimiş gibi görünen kenarın sıvayla çarpık bir şekilde kapatılmasıyla daha da artıyordu. Walter Clay, evin çatı katında kalmıştı. İç gıdıklayıcı sesleriyle, tahta kurularının artık iyice yiyip bitirdiği çürük pervazların ardından parkın hemen bitişiğindeki, çam ağaçlarının dört bir yanını çevrelediği, -Büyük Bay Clay'in de yattığı- toprakların artık canlı olmayan bedenlerin üzerine karışık kuruşuk hâlde serpiştirildiği, üzerinde kedilerin oynaştığı, köstebeklerin içinde cirit attığı mezarlığa her bakışında babasının mezarın içinden kalkıp Walter'ı lanetlediğini peltek diliyle söyleyip, ona sık sık görünmesi sonucu kaleme aldığı, 'Yeraltı Fısıltıları' adlı eserinde söylediği, parkın tam ortasındaki baykuş heykelinin altına da sade bir oymayla yazılmış, 'Ölüler yalnızca çam ağaçlarına fısıldayacaklar,' sözü bu parkın ününe ün katmıştır. Parkın, insanların karınca misali oradan oraya koşuşturdukları Tchoski Caddesi'ne bakan kanadında kuşların ziyaret yeri kuş havuzunun hemen altındaki daha büyükçe mermer taşlıkta, suda geniş ayaklarını şapırdata şapırdata yürüyen kaz benzeri ördekler insanları aratmayacak biçimde volta atıyordu. Yer yer, ama sık aralıklarla serpiştirilmiş, yaprakları olmadan ellerini havaya kaldırıp avuç içlerini yere indirmiş, pelerinli bir din adamını anımsatan ve hâlâ doğaya meydan okurcasına yaprakları sarıya döndüğü hâlde onları sergilemektan çekinmeyen, üzerine Scooter'ın yakın arkadaşları olduğu tahmin edilen kargaların tünediği ağaçlar hakimdi. Ağaçların hemen altına koyulmuş; koyu kahverengi, yer yer boyası soyulmuş -kuş havuzunun yanındaki akçaağacın altındaki bankın tamamen boyası çıkmış, öyle ki bu hâliyle tüyleri yolunmuş bir tavuğa benziyordu- banklar yer alıyordu. Bankların üzerinde derme çatma, plastikten çatılar yapılmıştı. Park bu hâliyle kuşkusuz şehrin başkanlığını Freddy Krueger yapıyor izlenimi veriyordu; ama Vemtose Brukes Yerel Başkanı Felix Kolligen'dı ve Freddy Krueger'a benzemiyor da değildi. Yine de Waller böyle bir yerdir. Tekrar yaşlı Varvara Yuliyova'nın evine dönersek, -çünkü karakterimiz oradadır, hatta Yuliyova'nın torunudur- Yuliyova evin ilk katında kızı ölünce başına kalan ve yaramazlık yaptığında, aslında her zaman, ona babasının doğup büyüdüğü yer olan Shusterwood, Mulov'la seslenen Stepan adında bir kız torunuyla yaşar. Stepan çekirge kadar cılız bir çocuk olduğundan Yuliyov ona sık sık, 'Mulovlu, önündeki yemeği bitirmeden tek bir adım dahi atayım deme!' der. On yedi Ekim Perşembe günü de, Stepan'ın önüne koyulan patates ezmeli pirinçli kahvaltılığını bitirmeden sandalyesini geriye yavaşça ittiğini fark eden Yuliyova, ses tellerine yapışıp kalmış bir hamur parçası izlenimi veren tok sesiyle söylenip durdu, ''Hey, Mulovlu artık seninle anlaşmış olmamız gerekmez miydi? Önündeki çotrini hemen bitir ve önüne koyacak bir yemeğimiz olduğu için şükürsüzlük etme!'' ''Ama ben çotriyi sevmiyorum.'' ''Şuna da bakın hele. Çotriyi sevmiyormuşmuş. Nesi varmış? Bu yemek benim hayatta en güzel karamelalı pastalara ölsem değişmeyeceğim bir yemek, bayan.'' ''O zaman sen ye.'' Yuliyova her sabah Stepan'ın bu yemek beğenmeyişinden bıkmış olacak ki, son çare olarak şuna başvurmaya karar verdi.

120

121


Öykü

Öykü

''Eğer önüne koyduğum o yemeği bitirmeyecek olursan, seni de yemekle birlikte Yaşlı Kadın'ın önüne koyarım ve balkona geçip ikinizi de yiyip bitirmesini izlerim.'' Yuliyova bu hikâyenin kızı korkutup bütün tabağı silip süpürteceğinden emindi, eline elli yıldır ağzından ihmal etmediği acı tütününü aldı ve ocağın ateşinde eğilip yaktı. Derin bir dumanı içine büyük bir keyifle çekti. Stepan gerçekten bu hikâyeden biraz korkardı. Vemtose Caddesi'ndeki bütün ebeveynler yaramazlık eden çocukları şu Yaşlı Kadın'la korkuturlardı. Aslında Stepan düşündüğünde, bu kadını sadece geceleri parkta gezinip durduğunu görünce ürkünç bulurdu, onun dışında gündüzleri kadına en az çotriyi seven büyükannesi kadar acırdı. Kadın yaz-kış üzerinde hep aynı kıyafetlerle olurdu, yavaş ve kısa adımlarla parkı boydan boya gezer ve bazen bir banka otururdu. Ellisini aşmış, asık suratlıydı. Parkın taşlı, küçük yollarından ayağındaki erkek ayakkabılarını sürte sürte yavaşça geçerdi. Altında kahverengi bir pijama, üzerinde düğmeli, yeşil hırkası ve başında kötü mavi renkte başlığı olurdu. Stepan o sabah çotrisini farkında olmadan yiyip bitirmişti, nedeni korkusu değildi. Yaşlı Kadın'ı düşünmeye dalmış, önündeki kaşığa çotrisini doldurdukça kafasındaki düşünceleri sıraya sokmaya çalışırken kaşığı ağzına getirip durmuştu. Öğleden sonra iki gibi dördüncü kattaki on numaralı odada kalan Bay Egwale'in yanına gitmiş ve ayakkabıları onarmasında ona yardım ederken bir yandan da ona sorular sormuş ve aldığı her cevap yine ağzını açık bırakmıştı. Bay Egwale her konuda bilgisi olan bir adamdı ve Stepan'a göre birçok dahiden çok daha fazlasını beyninde saklıyordu. Aslında o gün amacı o kadın hakkında bilgi almaktı; ama bunun için uygun zamanı kolluyordu. En sonunda Bay Egwale'in elindeki tuhaf el makinasıyla diktiği ayakkabıların bağcıklarını geçirirken, ''Bay Egwale, şu Yaşlı Kadın'ı biliyor musunuz?'' Elindeki makineyi yere bırakıp ayakkabının kenarında kalan artık ipi dişiyle kesen adam, kıza döndü. ''Parkta gezeni diyorsun, öyle değil mi?'' Stepan başını salladı. ''O, evet, elbette biliyorum.'' ''Peki, o kadın kim?'' Adam elindeki ayakkabıyı da yere koydu, geniş gözlüğünü çıkarıp kazağıyla camlarını sildi. Pek işe yaramamıştı. ''Aslında o da sıradan bir insan. Ama Vemtose Brukeslular o kadından korktukları ve tuhaf buldukları için onun kız çocuklarının saçlarından kendine kemer yapan bir cadı olduğuna inanıyorlar.'' ''Peki neden böyle bir şeye inanıyorlar? Yoksa...'' ''Hayır, küçük dostum. O cadı falan değil.'' Adam bir kahkaha attı ve devam etti. ''On yıl önce Tchoski Caddesi'nden beş kız çocuğu arka arkaya kayboldu. Bulunduklarında ölmüşlerdi ve saçları enselerinden kesilmişti. Bir hafta sonra Polis Şefi Denny Durlokes kızların saçlarını Yaşlı Kadın'ın yattığı bankın altındaki demirliğe sarılı hâlde buldu. Katil bulundu; ama nezaretteyken bir adam içeri girmiş ve onu öldürmüştü. Bu adamın daha sonra öldürülen kızlardan birinin babası olduğu ortaya çıktı. Yine de Brukeslular o kadını hiç sevmediler ve onu cadı ilan ettiler işte.'' Karanlık yeni yeni bir sis misali Vemtose Brukes'a iniyordu. Güneşin batışıyla kızıllığını biraz önce kaybeden ufuk çigisi kararmış, gökyüzü mor bir renge bürünmüştü.

Stepan Bay Egwale için iki adet en büyüklerinden ayakkabı yapıştırıcısı ve bir metre kalın ip almaya gitmişti. Dönüşte parkın içinden geçerek eve gitmeye karar verdi. Parkın kuzeyinden, Tchoski Caddesi'ne bakan kanadından girdi. Sol tarafında kalan Brukes Şehir Mezarlığı'nın önündeki iki uzun lambadan parkın sağ kanadına ışık düşüyordu. Hiç kimse yoktu. Gökyüzünde iki yıldız parlıyordu. Evlerinin olduğu taraf tamamen ışıksızdı. Yavaş adımlarla parkın ortasındaki toprak yola girdi ve ilerlemeye başladı. Kuş havuzunun dibinde turuncu renkli bir kedi, çimlerin üzerine yatmış, ara sıra kimin geldiğini görmek için başını kaldırıyor, sonra gelenin önemsiz olduğuna karar kıldıktan sonra başını yumuşakça patilerinin üstüne geri yerleştiriyordu. Birden aklına büyükannesinin sabahki sözleri geldi. Yemekle birlikte beni de kadının önüne koyup ikimizi yiyip bitirmesini izlermişmiş, dedi kendi kendine. Eminim bunu hiç tereddüt etmeden yapar. Ansızın su havuzunun ardındaki bodur ağaçtan bir çıtırtı geldi. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Astımı olsa, o an korkudan kriz geçirebilir gibi geldi. Birden tişörtünün koltuk altı kısmında bir soğukluk hissetti. Kolunu kaldırıp baktığında terlemiş olduğunu gördü. Ağzı kurumuş, boğazından yukarılara doğru bir şeylerin yükseldiğini hissediyordu. Su havuzuna, önündeki banklara, ileride uyuyan Kurx'a ve sonra da parkın görünen diğer taraflarına baktı. Görünürlerde kadın yoktu. Kimse yoktu... İçindeki korku tohumlarının büyümelerine izin vermemeliydi. Kendi kendine yazarcılık oynamaya karar verdi. ''Stepan o gece büyük canavarı yakalamayı aklına koymuştu. Tek yapması gereken canavarın arkasından ona saldırıp ağzından sıkarak kulağını ısırmaktı. Bu tür varlıklar ancak bu şekilde def edilebilirdi. Bunun için evde planını yapmış, çantasını planı için hazırladığı aletlerle doldurmuştu. Kuşkusuz işine en çok yarayacak olanlar, kalın örgülü hasır ip ve kız kardeşi Moe'nun Tak-Çıkar diş telleriydi...'' Parkın sol, uzun, dar yolunda etrafa dikkatle bakarak ilerlemeye başladı. Etraftan bir yaprak hışırtısı ya da rüzgârın kuvvetlenip sallandırdığı çöp tenekesi sesi gelse, dönüp hemen o tarafa bakıyordu. Birden akçaağacın altındaki çıplak banktan bir ses geldi. Durdu. Söylediği hikâyeyi yarıda kesti. Kormamak için uydurduğum hikâyeye bak. Elm Sokağı'nı kendime anlatsam kuşkusuz daha az korkardım, diye düşündü. O tarafa doğru döndü. Bir ara parktan koşarak uzaklaşmak ve yatağının altına girip 'korku' kelimesinin kendinden saklanmak istedi. Ama bu aptalca bir düşünceydi ve Stepan aptal biri değildi... Hiç değildi... ''Cesaretini topla acemi,'' dedi kendi kendine. ''Aklındaki sadece senin uydurduğun bir hikâye. Gerçekten canavar olacak değil ya... Canavarlara, ağaçlara fısıldayan ölülere, intikam almak için dirilen zombilere inanacak yaşı çoktan geçtin sen.'' İçinden bir yerlerden lafa karıştığını tahmin ettiği bir ses, 'Zaten en fazla, kız çocularının saçlarından kendine kemer yapan bir cadı olabilir,' dedi. Hızlıca banka yanaştı, kedi gitmişti. Midesine ve başına aynı anda mükemmel bir uyumla bir sancı girdi ve çıktı. Sonra beyninin içinde bir siren sesi duydu ve bu ses tizlikten gittikçe kalınlaşarak uzayıp gidiyordu. İnsana ileri doğru giden bir hortumun içinde geri geri gitmeye çalıştığı hissini veriyordu. Ağaçlar etrafında dönüp duran küçük oyuncak bebekler gibiydi. Belki de Chuckie'yle bir akrabalıkları vardı, ha ne dersiniz?

122

123


Öykü

Öykü

Büyük akçaağacın ölü yaprakları arasından Yaşlı Kadın'ın banka yaslanmış kendine büyük gelen ayakkabılı ayaklarını ileri doğru uzatmış, bir eli başında öylece uyuduğunu gördü. Birden irkildi, ayakta öylece kalakalıp kadına bakıyordu. Parkın arka taraflarından bir köpek havlaması geldi. Kadının bir anda göz kapakları açıldı ve elini başından çekerek parlayan gözlerle Satepan'a baktı. Ağzında Stepan'ın anlayamadığı bir takım şeyler geveledi. Tam olarak hırıltılı bir ses çıkarıyordu. Birden ayaklandı, gözleri kırmızı ateş topuna döndü. Stepan ise kadının gözlerinin ardında derin vadiler görüyordu. Altından ateşten suların aktığı, çocukların haykırışları duyulan büyük köpüklü denizler... ''Uzun zamandır seni izliyordum, meleğim.'' Kadın ince, sivrilmiş dudaklarını yaymış, bu haliyle gözleri küçücük kalmıştı. Stepan'ın göz bebekleri korkulu bir isle kaplandı. Geriye doğru bir adım attı, ayağı boşluğa geldi, sendeledi. Kadın konuşmaya devam ediyordu. ''Bir gün yanıma geleceğini biliyordum. Seni bekliyordum,'' dedi. Sesi bıldırcın yutan bir kedininki kadar tok ve tüy kokuyordu. Yaklaşıp uzun, buruşuk parmaklarını Stepan'ın saçlarının arasından geçirdi. Oldukça uzunlardı. Stepan'ın kalp atışını hissetmiş olacak ki, ''Çok mu heyecanlandın, meleğim?'' diye sordu. Yüzüne pis bir gülümseme yayıldı. Aynı anda gözlerinin içi sevinçle çıldırmış bir delinin gözlerine döndü. Yanakları büzülüp, çizgilerle ayrılmış bir et yığınına döndü. Kadın yakından olduğundan daha da yaşlı görünüyordu. ''Çok güzelsin,'' dedi ve bir kurt görünüşünde kızın üstüne atladı. Kız tam zamanında kendini yandaki ağacın kabarık, sert dalları üzerine attı. Dirseklerine ve kalça etlerine ince ince sızıların yayıldığını hissetti. Akçaağacın arkasından döndü ve koşmaya başladı. Nefes alışverişleri içinde bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyordu. Bir taştan atladı, ayakkabılarının bağcına bastı, bağcıklar çözüldü; ama bunu düşünecek vakti yoktu. Birden gökyüzü solgun, turuncu bir renk aldı ve bir anda lacivert bir ışık tüm göğü kapladı. Şimşek çakıyor, Tchoski Caddesi kanadı yağmurla arınıyordu. Kadın iyiden iyiye kızın peşinden koşuyordu. Bir ara ayağı havuzun buz gibi suyuna girdi, ayakkabısı ayağından kolayca sıyrılıp çıktı, ayakkabının tekini orada bırakıp kızın peşine düştü. Ayakkabı havuzun yuvarlak kısmından geçti, bir ördek üzerine binip suyun keyfini çıkarmaya başladı. Stepan parkın sağına doğru döndüğünde gökyüzü uçuk bir maviye bürünmüştü. Etrafa bakınıyor, saklanacak bir yer arıyordu. Bastığı topraktan gelen sesle sırılsıklam olmuş vücudunun neden tir tir titrediğini anladı. Yer ince, pürüzlü bir buz tabakasıyla kaplanmıştı. Böyle havanın canı cehenneme, dedi. Yandaki mezarlıktakilerin canlanıp ellerinde çotrileriyle ona baktıklarını gördü. ''Yemeğini yemeliydin, seni Mulovlu,'' diyorlardı. Kiminin fırlattığı kaşıklar kızın kulağına, yüzüne ve bacaklarına geliyor, değdikleri yerde bir sızı bırakıyorlardı. Kalbi daraldı, tuzağa düşmüş bir tarla faresi gibi hissetti. Küçük, dar, tırtıllı yollardan koşarken, bir yandan kollarını kaşıyor, bir yandan ağaçların gövdelerinden çıkışı görmeye çalışıyordu. Kadın ayağında onu rahatsız edip dengesizleştiren diğer teki de çıkarıp attı. Bir yandan koşuyor, bir yandan bağırıyordu. ''Hey, küçük meleğim. Beni bekle! Ben senin kadar genç değilim, evet bir ara öyleydim; ama görüyorsun ya artık değilim. İki basamak çıktığımda bile kalbimi ağzımda hissediyorum,'' diye söyleniyor; ama buna rağmen güçlü bir çeviklikle kızın peşinden koşmaya devam ediyordu.

Mezarlık tarafından geçerken uzun ayak tırnakları buza takıldı ve kırıldı. Birden durdu, geldiği yoldan geri dönmeye başladı. Stepan'ın çıkışı bulup Tanrı'ya şükrettiği an, kadın kızın önüne çoktan çıkmış, dişlerini göstererek ona bakıyordu, ''Sen benim meleğim misin, haydi söyle bakalım?'' diye sorarak Stepan'ın üzerine yürümeye başladı. Kız koşarken, 'Yardım edin!' diye bağırmaktan kısılmış, çatallaşmış sesini düzeltmeye çalıştı. Başaramadı. İyice yorulmuş, bütün vücudu ter içinde kalmıştı. Kadın Stepan'ın üzerine gittikçe kız daha da yavaş adımlarla geriliyordu. Ama bu yeterli olmuyordu. Kadın üzerine tekrar atıldığında Stepan etli, yumuşak bir şeye takılıp yere kapaklandı. Elindeki yapıştırıcıları kapaklarından çıkarıp kadının iki gözüne sıktı, acı bir çığlık atan kadın, tekrar gülmeye başladı. Öyle ki, sesi uzaklaşan bir geminin düdük sesi gibiydi. Ellerinin tersiyle gözlerini sildi. Kızın başını elleri arasına alıp, saçlarını parmaklarına doluyordu... Canavara teslim olan bütün bedeninin aksine tek özgür yeri olan kafasını kadının omzundan kaldırıp evlerinin olduğu tarafa baktı. Balkondan bir trenin bacasından süzülecek kadar çok dumanın çıktığını gördü. Dumanların arkasından büyükannesinin güldüğünü ve tütünü içine çektiğini görür gibi oldu. Güneş Vemtose Brukes'ta gece dokuz otuz sekizte doğuyor, etrafa sarı ışık demetleri saçıyordu. Tchoski Caddesi'ndeki evlerden birinden şu sözler duyuluyordu, ''Yemeğini bitirmezsen, seni Yaşlı Kadın'a veririm ve o da saçlarından kendine kemer yapar...''

124

125

Öykü: Büşra SARI

İllüstrasyon:İlker YATI


Sinema

Sinema

Ankara Film Festivali 24.Yılında Ankara’nın en köklü festivali olan Ankara Film Festivali, bu yıl 14-24 Mart tarihleri arasında Kızılırmak Sineması, Çağdaş Sanatlar Merkezi ve Alman Kültür Merkezi’nde düzenlendi. 10 gün boyunca devam eden gösterimleri yine yoğun bir şekilde takip ettim. Bu festivali bölümlerine göre incelemek daha doğru olacak düşüncesindeyim. Öncelikle ulusal uzun film yarışmasına bir göz atalım. Ankara Film Festivali’nin tarihi nedeniyle yarışma bölümünde genellikle sezon içinde gösterime girmiş ya da başka festivallere katılmış ve adlarını duyurmuş filmlerle karşılaşıyoruz. Bu yıl da benzer bir durum vardı. Aslında bu sayede Ankaralı seyirci hem vizyonda kaçırdığı filmleri, hem de farklı festivallerde adını duyduğu filmleri izleme şansını buluyor. Bu yılki ödüller şu şekilde dağıtıldı: En İyi Film: Tepenin Ardı En İyi Erkek Oyuncu: Tamer Levent (Tepenin Ardı) En İyi Kadın Oyuncu: Sanem Öge (Şimdiki Zaman) En İyi Yönetmen: Emin Alper (Tepenin Ardı) Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü (ilk filmlere verilir): Güzelliğin On Par’ Etmez En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Banu Fotocan (Tepenin Ardı) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mehmet Özgür (Tepenin Ardı) Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü: Emin Alper (Tepenin Ardı) En İyi Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran (Yük) En İyi Sanat Yönetmeni: Işıl Çağlar Narlıer (Evdeki Yabancılar) En İyi Özgün Müzik: Ulaş Güneş Kacargil (Evdeki Yabancılar) En İyi Kurgu: Christoph Loidl (Güzelliğin On Par’ Etmez) Umut Veren Yeni Senaryo Yazarı: Ulaş Güneş Kacargil (Evdeki Yabancılar) Umut Veren En İyi Erkek Oyuncu: Abdülkadir Tuncer (Güzelliğin On Par’ Etmez) Seçici Kurul Özel Ödülü: Babamın Sesi Akademia Ödülü: Tepenin Ardı Jürinin kararına neredeyse birebir katıldığımı söyleyebilirim. Tepenin Ardı belirgin şekilde diğer filmlerin önüne çıkıyordu. Hiçbir zaman görülmeyen ama hep bir tepenin ardında olduğu düşünülen bir düşmandan korkan ve tüm dinamiklerini bu düşmana göre kuran bir aileyi anlatan film

126

görünürde hiç politik olmayan ama aslında tümüyle politik öyküsü ile çok başarılı bir filmdi. Aldığı ödüllerden de belli olduğu üzere yönetmenlik ve oyunculuk açısından (özellikle Mehmet Özgür) da son derece başarılıydı. Babamın Sesi, İki Dil Bir Bavul gibi yine anadil meselesi ile ilgili, neredeyse yarı belgesel diyebileceğimiz bir yapımdı. Evdeki Yabancılar, yıllar önce mübadele yıllarında Yunanistan’a göç etmek durumunda kalan bir kadının yıllar sonra torunu ile birlikte Ege’ye gelip doğup büyüdüğü evi bulması ve oranın kendi evi olduğunu söyleyerek eve yerleşmesini konu ediyor. Filmin iki ortak yönetmeni Dilek Keser ve Ulaş Güneş Kacargil başarılı bir birliktelikle incelikli bir film ortaya çıkarmışlar. Kacargil’in aynı zamanda filmin senaryosunda ve müziklerinde de imzası var ve bunlarla ödül de kazandı. Bu ikiliden ilerde daha da iyi filmler görebileceğimize dair inancımız tam. Antalya’da aldığı ödüllerle öne çıkan Güzelliğin On Par’ Etmez de yarışmanın başarılı filmlerinden biri olarak öne çıktı. Politik nedenlerden ötürü Türkiye’den uzakta yaşayan küçük Veysel ve ailesinin öyküsünü anlatan film işin politik boyutunu ve aile içi çatışmaları yan tema olarak kullanarak Veysel’in ilk aşkını temel alıyordu. Özellikle ailenin komşusu Cem karakteri filmin öne çıkan karakterlerindendi. Gezici Festival’de izleme fırsatı bulduğumuz Şimdiki Zaman ile ilgili görüşlerimizi o zaman paylaşmıştık. Amerika’ya gitme hayalindeki genç bir kadının hayata tutunma çabalarını anlatan film eksikleri olsa da özellikle başroldeki Sanem Öge’nin performansı ile öne çıkıyordu. Nitekim Öge de bu filmdeki rolü ile en iyi kadın oyuncu seçildi. Yük ve Rüzgarlar yarışma filmleri arasında zayıf kalan iki filmdi. Aslında her iki film de teknik açıdan gayet kuvvetliydi ve özellikle görüntü ve ses çalışmaları ile öne çıkıyorlardı ancak bir bütün olarak başarıya ulaşamıyorlardı. Usta yönetmen Erdal Kıral, Yük filminde sanki madenler üzerine bir belgesel yapmak istemiş ama son anda işin içine bir de hikâye katmaya çalışmıştı. Yük bu anlamda madende çekilmiş son derece iyi sahnelere sahip ama aslında basit olan hikayesini son derece karmaşık bir kurguyla anlatan bir filmdi. Önceki filmi İki Çizgi ile bir umut ışığı gördüğümüz Selim Evci ise Rüzgarlar ile ilk filmdeki tarzını fazla keskinleştiriyor ve filmin temposunu çok fazla düşürüyordu. Doğru kullanıldığı takdirde yavaş tempoya karşı değilim ama burada gereksiz bir kullanım vardı kanımca. Ayrıca filmin çevresindeki olaylara son derece tepkisiz kalacak şekilde çizilen ana karakteri ise tabir yerindeyse 80’lerin bunalım filmlerinden çıkmış gibiydi. Üçüncü filminde Evci’nin orta yolu bulmasını umuyorum. Not: Yarışma filmleri arasında yer alan Aziz Ayşe’yi izlemediğim için bir yorum yapamıyorum. Her yıl kısa filmlere özel bir önem veren festivalde bu yıl kısa filmlere verilen ödül sayısı da arttı. Kurmaca ve deneysel olarak ayrılan bu bölümdeki ödüller şu şekilde idi: (Kurmaca) En İyi Film: Veda Makamı En İyi Yönetmen: İpek Kent (Veda Makamı) En İyi Kadın Oyuncu: İlkem Ulugün (On) En İyi Erkek Oyuncu: Cüneyt Uzunlar (Veda Makamı) En İyi Senaryo: İpek Kent (Veda Makamı) En İyi Kurgu: Deniz Tarsus (Mod) En İyi Müzik: Mamet Dzhafarov (Veda Makamı) En İyi Görüntü Yönetmeni: Clint Lealos (Birlikte) En İyi Sanat Yönetmeni: Tolga Çoşkuntuna (Veda Makamı) (Deneysel)

127


Sinema

Sinema

En İyi Film: (kafes) En İyi Yönetmen: Özden Demir (Net 17950) En İyi Senaryo: Oğuzhan Akalın ((kafes)) En İyi Sanat Yönetmeni: Özden Demir (Net 17950) En İyi Kurgu: Özden Demir (Net 17950) En İyi Görüntü Yönetmeni: Altan Bal (Net17950) Kısa filmler arasında sadece kurmaca kategorisinde yer alan filmlerden beşini izleme fırsatı bulabildiğim için ödüller hakkında çok fazla yorum yapamayacağım ama yine de ödüllerin büyük kısmını alan Veda Makamı’nın bana göre de izlediğim beş film arasında en iyisi olduğunu söyleyebilirim. İntihar etmeye karar verenlere müzik yaparak eşlik eden bir adamın hikâyesini anlatan film başarılı bir kara komedi idi. Ulusal belgesel film yarışmasındaki filmlerin hiçbirini izleme fırsatını bulamadığım için bu kategori için sadece ödül listesini vermekle yetiniyorum: En İyi Film: Beklemek En İyi Yönetmen: Ebubekir Çetinkaya (Yuva) En İyi Görüntü Yönetmeni: Halil Aygün (Dom) En İyi Konsept / Senaryo: Müjgan Taner (Bir düş-tü Sulukule) En İyi Kurgu: Müjgan Taner (Bir Düş-tü Sulukule) Jüri Özel Ödülü: Gündöndü Yarışma dışında yer alan yerli belgeseller arasında Nazım Hikmet Şarkıları ilgi çekici bir yapımdı. Mehmet Eryılmaz’ın 2000 yapımı bu belgeseli, önce Nazım’ın şiirlerindeki müziği ön plana çıkarıyor sonra da Nazım’ın bestelenen yedi şiiri üzerinden bu şiirlerin Nazım’ın hayatındaki yerine ve bestecilerin ve/ veya seslendirenlerin ilgili şiir ile kurduğu ilişkilere değiniyordu. Ayrıca belgesel içinde bu yedi şarkıyı da dinliyorduk. Belgeselin hüzünlü yapısı bir de üstüne belgesel içinde yer alan ve 2000 yılından bu yana kaybetmiş olduğumuz Cem Karaca, Müşfik Kenter, Esin Afşar gibi isimleri perdede görmenin ve dinlemenin yarattığı duygu ile birleşince film sırasında insanın gözlerinden birkaç damla yaş akması kaçınılmaz oluyordu. Gelelim festivalin yabancı filmlere ayrılmış bölümlerine. Bu yılki festivalin ana teması “Doğu İmgeleri” olarak belirlenmişti. Bu bölümde yer alan 10 filmden 9’unu izledim. Ne yazık ki bu bölümdeki filmlerin seviyesinin yüksek olduğunu söylemek mümkün değildi. Üstelik çoğu film, bilgisayardan kötü bir görüntü kalitesi ile gösterildi. Bu bölümde yer alan belgesellerden Eve Geldik, Afgan kökenli Amerikalı genç yönetmen Ariana Delawari’nin kendisinin ve ailesinin yolculukları ve hikâyeleri üzerinden günümüz Afganistan’ına bir bakıştı. Belgeselin yönetmeni Afgan merkez bankası başkanının kızı olunca bakış açısı da ne yazık ki biraz taraflı oluyordu. Zaten festivale konuk olan Delawari’nin de belirttiği gibi belgesel daha çok bir “video journal” niteliğini taşıyordu ve çok kişisel bir yapımdı. Çok kişisel

128

diğer bir belgesel de Che Guevera Lübnan’da Öldü idi. Belgesel, Lübnan iç savaşında önemli komutanlardan biri olan Ziad Saab’ın hayatına bir bakıştı. Ancak belgeselin yönetmeninin Ziad’ın eşi olması bir sıkıntı yaratıyordu açıkçası. Amal bu belgeseller yanında biraz daha iyiydi ama bir sanatçının Suriye’den Birleşik Arap Emirlikleri’ne sürüklenen yaşamını anlatan bu film de belli bir seviyeyi aşamıyordu. Bölümün kurmaca filmlerine gelecek olursak, Kumun Hassas Anı, yönetmenin doğrusal olmayan hikâye yapısını kullanışı, ilginç kamera açıları ile belli bir çaba içinde olduğunu gördüğümüz ama ne yazık ki bunları başaramadığı bir filmdi. Basit Bir Aşk Öyküsü ise aslında adında her şeyi anlatmış ve çok bir şey beklememek gerektiğini söylemiş. Son derece basit ve demode bir aşk öyküsünü anlatıyordu. Açıkçası daha ilk sahnelerinde salonu terk etmek istediğim ama sonraki filmi izleyeceğim için sonuna kadar kaldığım bir film oldu. Cennet de genç bir kadının ve hayatına dokunduğu erkeklerin hikâyesini anlatan iyi niyetli ama yetersiz bir çaba olarak gözüktü. Bölümün görece olarak daha iyi filmleri ise Vietnam’dan gelen ve bir kız çocuğunun, komşuları olan yetim bir çocuğu adeta annesi gibi sahiplenmesini anlatan Anne Ruhu, annesi onu doğururken ölünce neredeyse bütün köyün kendisine sütannelik yaptığı bir çocuğu anlatan Karman Çorman ve Fas Sineması’ndan gelen ve ele aldığı konuya cesur yaklaşımı ile dikkat çeken ergen bir gencin cinsel istekleri üzerinden ilerleyen Kentte Aşk olarak sayılabilir. Festivalin bu yılki toplu gösteri bölümü İsviçreli yönetmen Daniel Schmid’e ayırılmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse daha önceden tanımadığımız bir isimdi Schmid. Festivalde izlediğimiz altı filmi sonrasında Schmid’in iyi bir yönetmen olduğunu söyleyebiliriz ama bir festivalde hakkında toplu gösterim düzenlenecek bir usta mıydı, tartışılır. Schmid’in filmlerine kronolojik olarak bakarsak özellikle ilk dönemlerinde teatral bir yapının ve kitabi konuşmaların ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Özellikle Fassbinder’in bir tiyatro oyunundan uyarladığı ve başrollerden birisini de ona verdiği 1976 yapımı Meleklerin Gölgesi’nde bu durum çok ön plana çıkıyordu. Şehrin arka sokaklarında bir fahişenin müşterileri ve satıcısı ile ilişkisini anlatan film başarılı bir yapım olsa da tiyatrodan kopamayan sahneleme yöntemi ve sürekli olarak felsefi dokunuşlar içeren diyalogları ile günümüz için demode kalmış bir sinema izlenimi veriyordu. Hecate, bir Afrika sömürgesinde geçen orta karar bir aşk öyküsü anlatırken Tosca’nın Öpücüğü özellikle klasik müzik sevenler için bir ziyafet niteliğinde idi. Sadece müzik sanatçılarının yaşadığı bir huzurevinde çekilen bu belgesel, yaşları ne olursa olsun hala müziğe tutku ile bağlı, gençliklerine özlem duyan bir grup sanatçıyı karşımıza getirirken hala ne kadar formda olduklarını da gösteriyordu. Aslında Schmid’in filmografisinde birbirinden epey farklı filmlere rastlamak mümkün. 1987 tarihli Jenatsch, iki zaman arasında gidip gelen bir dedektiflik filmiydi adeta. Bir gazeteci yüzyıllar önce öldürülen tarihi bir kişiliği kimin öldürdüğünün izini sürerken kendisini olayların içinde buluyordu. Oyuncaklı yapısı ile ilginç bir filmdi. Ölü Sezon ise taşıdığı otobiyografik öğelerle belli ki Schmid açısından çok özel bir filmdi. Ancak seyirciye bu duyguyu ne kadar yansıtabildiği tartışılır. Schmid’in son sinema filmi Beresina ise diğer filmlerinin aksine mizahı da yoğun bir şekilde ve yerli yerinde kullanan politik bir taşlamaydı. Müşterileri İsviçre’nin önde gelen kişileri olan bir fahişenin ülkenin kaderini ne şekilde değiştirebileceğini anlatan film belki de yönetmenin en başarılı filmiydi.

129


Sinema

Sinema Bu yılki festivalin en dikkat çeken bölümü ise 50. yılında Çek Yeni Dalga akımına ayırılan bölümdü. Her ne kadar bu akımın en önemli filmlerinden bazıları programda yoksa da tatmin edici bir bölümdü. Bu bölümün en dikkat çekici filmi, akımın simge isimlerinden Jiri Menzel’in Kapris Yazı filmiydi. Üç orta yaşlı adamın kasabalarına gelen ip cambazının asistanına duydukları ilgi sonucu yaşananları anlatan bu muzip film, kaybolmuş gençlik hayallerine bir saygı duruşuydu adeta. Akımın bir diğer öncü ismi Milos Forman ise Kara Petr ile karşımızdaydı. Bu başarılı film de bu sefer ergenliğe yeni girmiş gençlerin şaşkın halleri üzerine son derece samimi bir filmdi. Özellikle genç erkeklerin bir kızla konuşmaya çalışırken ne hallere düşebilecekleri çok gerçekçi bir şekilde anlatılırken bir yandan da seyirciyi de eğlendiriyordu. Özellikle Daisies filmi ile tanıdığımız Vera Chytilova, Ötekinin Şeyi filmiyle hikâyeleri hiç kesişmeyen iki kadını anlatırken dışardan ne kadar çekici görülürse görülsün aslında herkesin bir başkasının hayatına özenebileceğini gösteriyordu adeta. Pazar Cinayeti, bir askerin bir gününü geri dönüşlerle anlatan anti militarist yapıda bir filmdi. Bu bölümün diğer filmlerinden Loş Aydınlatma bir grup arkadaşın taşrada beraberce geçirdikleri bir günü anlatırken, Bu Gece Bitmeden Önce de bir gece kulübünde geçen bir tek geceyi ele alıyordu. Kısıtlı bir mekân ve zaman kullanan bu iki film de seçkinin daha orta karar örnekleriydi. Dipteki İnciler, dönemin önde gelen yönetmenlerinin kısa filmlerinden oluşan bir toplamaydı. Bu filmlerin bir kısmı dikkat çekici, bir kısmı ise çok özelliği olmayan filmlerdi doğrusu. Yine bu bölümde yer alan İsa’nın Yılları ise hem karışık yapısı hem de fazlasıyla yıpranmış görüntüleri nedeniyle pek içine giremediğim bir film olarak kaldı. Bu bölümün son filmi ise Marketa Lazarová idi. Bu filmi sona ayırmamın nedeni her ne kadar yapıldığı yıl itibari ile Çek Yeni Dalgasına dâhil edilebilirse de tarz olarak bu akımın son derece uzağında bir film olması. 13. yüzyılda geçen epik bir hikâyeyi anlatan film 167 dakikalık süresi, görkemli sahneleri ve içerdiği dinsel öğelerle, hatta operaya benzer yapısıyla döneminde çekilen diğer filmlerden çok farklıydı. Yanlış anlaşılmasın kötü bir film değildi ama farklıydı. Ayrıca film belli ki son derece detaylı bir restorasyon çalışmasından geçmişti. Neredeyse 50 senelik olan bu filmin siyah beyaz görüntüleri sanki dün çekilmiş gibiydi. Festivalin yeni Avrupa filmlerine ayırılan Avrupa Avrupa bölümünde bu yıl sadece üç film vardı. Bölümün en iyi filmi iki kardeşin aşk sınırlarında gezen hatta cinselliğe varan ilişkilerini anlatan Utanmaz filmiydi. Bu bıçak sırtı konuyu son derece dengeli anlatan bu Polonya filmi bazı festival takipçilerinin “Polonya’dan kötü film çıkmaz” görüşünü doğrulayan filmlerden biriydi. Norveç’ten gelen ve artık orta yaşlı olmasına rağmen ergen tavırlarından vazgeçemeyen, belki de bu şekilde

daha mutlu olan Henrik’in hikâyesini anlatan Az Çok Adam da finalinin fazla açık kalması dışında gayet iyi ve keyifli bir filmdi. Hvidsten Grubu ise İkinci Dünya Savaşı yıllarında Danimarka’da yaşayan direnişçi bir aileyi anlatan iyi ama benzerlerini çok gördüğümüz bir tarihsel dramaydı. Dünya Belgeselleri bölümünde izlediğim beş filmden sadece ikisine değinmek istiyorum. Birkaç yıl önce Uçan Süpürge’nin bize tanıttığı Ulrike Ottinger’in sıradışı sinemacı kimliğine uygun olan Kar Altında filmi, bir yandan bir Japon taşrasında kış aylarında yaşananları belgelerken bir yandan da geçmişten bir öyküyü Kabuki tiyatrosundan etkilerle anlatan görselliği güçlü bir yapımdı. Yıldızların Konumu ise yönetmen Leonard Helmrich’in Endonezyalı bir aileyi takip ettiği belgesel serisinin üçüncü filmiydi. Film özellikle yönetmenin kendi geliştirdiği bir cihazla çektiği görüntülerle dikkat çekiyordu. Aslında üç filmi beraberce izlesek daha iyi olabilirdi. Son olarak diyalogsuz kısa filmlerden oluşan “No Diyalog Yes Sinema” bölümünden bahsedelim. Aslında diyalog olmadan, sadece görüntü ile derdini anlatmaya çalışan filmleri toparlamak güzel bir fikir fakat seçilen filmlerin büyük kısmı amatörce yapımlardı. Sadece ayakları göstermek gibi ilginç fikirler vardı ama bunlar da çok iyi kullanılmamıştı. Açıkçası daha iyi bir seçki olmasını isterdik. İşte bu yıl Ankara Film Festivali bu şekilde geçti. Filmler dışında festivalin geneli hakkında da birkaç söz etmeden geçmeyelim. Festivali düzenleyen Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı’nın yönetimi geçtiğimiz yılki festivalden önce değişmişti. Bu yönetim ile ilgili çeşitli yerlerden burada detaylarına girmek istemediğim olumsuz bilgiler almıştık. Zaten o dönemki festival ekibi ile de çeşitli sorunlar yaşamışlardı. Bir dönem bu yıl festivalin düzenlenip düzenlenmeyeceği bile soru işaretleri oluşturuyordu. Nitekim festival programı çok geç açıklandı, açıklanan filmlerin bir kısmı sonradan programda yer almadı. Sonuç olarak da doğrusunu söylemek gerekirse toplamda çok iyi bir seçki izlemedik. Filmlerin bir kısmının doğrudan bilgisayardan gösterildiğini söylemiştim. Kimi filmlerde antivirüs yazılımının uyarı mesajının beyazperdede görüldüğüne bile şahit olduk. Bu tip aksaklıklar ilk yıllarını yaşayan amatör bir festivalde görülebilecek durumlar ama 24. yılını yaşayan ve artık kurumsallaşması gereken bir festivale yakışmıyordu. Ancak bunda bu yıl ilk defa festivali düzenleyen ve canla başla çalışan ekipten çok yönetimin zaaflarının daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Ancak önümüzdeki yıl için daha ümitliyiz. Çünkü festivalden sadece bir hafta kadar önce vakıf yönetimi değişti. Değişen yönetim doğal olarak bu yılki festivale çok fazla katkıda bulunamadı ama önümüzdeki yıl 25. yıl şerefine daha iyi bir festival izleyeceğimizi tahmin ediyoruz. Ayrıca Gölge e-Dergi olarak bu yıl İnternet medyasını çok önemsemeyen yönetimin sonrasında yeni yönetimle önümüzdeki yıl bir kez daha festivalin destekçilerinden biri olmayı umuyoruz. Son olarak festival ile ilgili sıkıntılarımızın farklı noktalarda olduğunu bir kez daha belirterek bu yılki ekipten başta festival yönetmeni Gökhan Erkılıç olmak üzere Ece Özdemir, Eda Erozan, Sinan Yusufoğlu ve ismini burada anamadığım tüm arkadaşlara teşekkürler. Daha iyi festivallere.

130

131

Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/


Sinema

Sinema

!f Ankara ile 4 Gün 20 Film Ankaralı sinemaseverlerin en yoğun ayı bu yıl da !f Ankara ile başladı. 28 Şubat-3 Mart tarihleri arasında gerçekleşen festivalde film gösterimlerinin büyük çoğunluğu Cinemaximum Cepa sinemasında gerçekleştirildi. Bunun dışında farklı üniversitelerde de film gösterimleri ve etkinlikler yapıldı. Ben tümüyle Cepa’daki gösterimleri takip ettim. İşte bu yılki !f Ankara güncesi: 28 Şubat Perşembe: 12:30 – Festival maratonu Komşu Sesler (O Som ao Redor / Neighbouring Sounds) filmiyle başlıyordu. Epey iyi eleştiriler almış, hatta !f İstanbul’da Keş!f bölümünün de en iyisi seçilmiş bir filmdi ama ben umduğumu bulamadım. Bir mahallede birbiriyle neredeyse ilgisi olmayan insanları anlatan filmin en güçlü yanı ismindeki “ses” meselesini vurgulayan ses tasarımı idi. Tüm film boyunca mahallenin farklı yerlerinden gelen sesler gerçekten başarılı bir şekilde kullanılmış. Kamera kullanımı, atmosfer yaratımı ve rüya sahneleri de başarılıydı ama film bir bütün olarak derli toplu bir noktaya ulaşmadı benim için. Belki de hikâyelerin çok bölük pörçük kalmasından. 131 dakika yerine daha toparlanmış 90 dakikalık bir film daha iyi olurdu sanki. 15:30 – Son yıllarda farklı festivallerde Arap Baharı ile ilgili epey belgesel izledik. Genellikle olaylar çok tazeyken çekildiği için kapsamlı bir bakış olamıyorlardı. Biraz daha zaman geçmişken çekilen Meydana Dönüş (Back to the Square) filminden daha ümitliydim ama o da pek tatmin etmedi. Bu kez devrimden sonra her şeyin daha da kötüye gittiğine dair bir bakış var. Haklı da olabilirler ama bu kez de çok tek taraflı bir bakış gibi geldi. Açıkçası anlatılan 5 hikâye de pek ilgimi çekmedi. Tamam itiraf ediyorum, biraz uyuklamış da olabilirim. Yalnız filmin başındaki adı Facebook olan bebekle ilgili bölüm iyiydi. Kimi yorumcular bölgedeki diğer unsurları dikkate almadan Arap Baharı’nın tümüyle sosyal medyanın eseri olduğuna dair yorumlar yapıyorlar. Elbette özellikle işin örgütlenme kısmında etkisi önemli ama olayı sadece sosyal medyaya bağlamak eksik olur. Bu bölüm sosyal medyanın Arap Baharı’ndaki rolünü fazlaca abartanlara güzel bir cevap olmuş. 17:3o – Ben Kuçuyum (Call Me Kuchu), başta David Kato olmak üzere Uganda’daki gey aktivistleri anlatan iyi bir belgeseldi. Kendilerine bir yaşam alanı oluşturan eşcinsellerin hikâyesi işin bir boyutu ama filmin temel derdi o günlerde Uganda’da hazırlanan yasa tasarısı. Eşcinsellik Uganda’da zaten yasadışı ama yeni yasa onlara ölüm cezası verilmesini öngörüyor. Hatta

132

eşcinsel birini tanıyıp ihbar etmeyenlerin 3 yıl hapisle cezalandırılmasını öngörüyor, bu o kişinin annesibabası olsa bile. Filmin bu yasa tasarısına karşı olanlar kadar olumlu bulanların da görüşlerini göstermesi bütünlüklü bir bakış oluşturmuş. Ülkedeki eşcinselleri ifşa eden, onların asılması gerektiğini söyleyen bir gazetenin editörü ile de söyleşi yapılmış. Adamın düşünceleri, tavırları inanılmaz. Hem insanı sinir ediyor, hem de kanını donduruyor. Bir açık açık “asın ib.elerin hepsini” demediği kalıyor. Belgesel aslında mutlu sonla bitecekken kader üzücü ve etkileyici bir son hazırlamış. Kato öldürülüyor ama umut ve mücadele devam ediyor. Etkileyici bir belgesel. 19:00 – İki orta karar, bir iyi ama üzücü filmden sonra Frances Ha tam bir nefes alma şansı oldu. Zaten festivalin de en merak ettiğim filmlerinden biriydi. Frances, New York’da bir arkadaşı ile yaşayan ve dansçı olmaya çalışan 27 yaşında bir kadın. Film onun taşındığı evler bazında bölümlere ayrılmış durumda. Film boyunca onun hayatını inişli çıkışlı evreleri ile izliyoruz. Frances’i oynayan Greta Gerwig, senaryoda da yönetmen Baumbach’a katkıda bulunmuş. Onun filmde gözükmediği tek bir sahne yoktu sanırım. Zaten tüm film Gerwig’in performansı üzerine kurulmuş ve o da bunun altından çok iyi kalkmış. Frances’i başka biri oynasa itici bile olabilirdi ama Gerwig onu seyircinin kalbini çalan bir karakter haline getirmiş. Ayrıca pek güzel siyah-beyaz görüntüleri olan film Frances’in hayatının inişte olduğu zamanda bile onun da kişiliğinden hareketle filmi umutsuz bir noktaya taşımıyor. Bu arada Frances Ha nasıl bir isim derseniz, Behzat Ç. nasıl bir isimse öyle bir isim diyebilirim. Hoş bu filmde dikkatiniz dağılmazsa Frances’in tüm soyadını yakalamanız mümkün. 22:00 – Günün son filmi için aslında izlemek istediğim film Xavier Dolan’ın Laurence Anyways filmi idi. Ancak günün beşinci filmi olarak 161 dakikalık bir filmi göze alamadım doğrusu. Bu nedenle seçimimi Gökteki Tüm Işıklar (All the Light in the Sky) filminden yana kullandım. Karşımızda Frances Ha gibi yine odağına sanatla uğraşan bir kadını alan bir film vardı. Üstelik senaryoda yine başroldeki oyuncunun yönetmene katkı verdiğini görüyoruz. Bir önceki filmde 27 yaşında bile kendisine yaşlı denilen Frances’i izlediğimize göre bu filmde 45 yaşındaki Marie için ne demeli? Üstelik Hollywood’da belli bir yaşa gelmiş kadın oyuncuların hali daha kötü. Marie de artık aday olduğu rolleri genç oyunculara kaptırıyor. Aslında yaş almanın avantajlı denebilecek tarafları da var onun için. Erkeklerle ilişkisi güzelliğini vurgulamaktan çok ben buyum işte, işine gelirse haline gelmiş. Çok iddialı bir film değil belki ama çok doğal. Adeta Marie, yeğeni ve arkadaşlarının hayatına bir bakış atıp çıkıyoruz. Jane Adams’ın senaryoda da parmağı olduğuna ve bir oyuncuyu canlandırdığına göre otobiyografik öğeler olduğunu da tahmin edebiliriz. Günü kapatmak için iyi bir filmdi. 1 Mart Cuma: 12:30 – Sarah Polley’i oyuncu olarak zaten severdim zaten ama yönetmen olarak giderek daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Anlattığımız Hikayeler (Stories We Tell) bir yanıyla çok kişisel bir hikaye aslında. Polley ailesinin hikâyesi. Adeta Sarah için de bir terapi. Onun yaptığı bir meydan okuma belki de. Tabloid basın arkamdan atıp tutacağına kendi hikâyemi aileme anlattırırım, onların da elinde bir şey kalmaz diyor bir yandan.

133


Sinema

Sinema

Peki biz seyirci olarak Kanadalı bir ailenin aslında kendilerinden başka kimseyi de ilgilendirmeyen bu hikayesini neden izleyelim? Bir defa çok dramatik bir öykü var karşımızda ama asıl önemlisi nasıl anlatıldığı. Klasik bir belgeselde söyleşi yapılan kişilerin birbirini destekleyen sözleri kullanılır, oysa burada pek çok yerde birbirinin zıddı ifadeler var. Çünkü hafıza insanı yanıltıyor ve algı da kişiden kişiye çok değişiyor. Özellikle yıllar öncesinde kalmış bir olay anlatılırken kaçınılmaz olarak herkes işin içine kendi bakış açısını katabiliyor. Bunlar da her zaman birbiri ile uyumlu olmuyor. Film de bunun üzerinde dönüyor zaten. Ayrıca yönetmen de filmin hikâyesinin parçası olunca film kendi kamera arkasına da dönüyor. Zaten filmin yapımına karar verilmesi de filmin hikâyesinin bir parçası oluyor birden. Geçmişten gelen aile videoları ile Polley filme bir katman daha ekliyor. Aslında film içinde çok ufak bir kaç yerde açık ediyor bu videolarla ilgili durumu ama bu görüntülerle bir belgeselde gördüğünüz her şeyin gerçek olduğunu mu sanıyorsunuz? Bir daha düşünün diyor adeta. 15:30 – Occupy Love, son yıllarda dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen kitle eylemlerini belgeliyor ve bunları büyük bir sevgi eylemi olarak görüyor. Film hikâyesini Arap Baharı’ndan başlatarak dünyanın farklı yerlerine götürüyor ve Wall Street’deki eylemlere kadar taşıyor. Aslında filmin yönetmeni de bu eylemlerin bir parçası oluyor. Bu anlamda filmin de bu eylemlerin bir parçası olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Filmin temel meselesine katılmamak mümkün değil dünyanın farklı yerlerinde en azından bir grup kişi tarafından hissedilen bir değişim ihtiyacı mutlaka var ama dünyanın farklı yerlerindeki hareketleri birbirine bağlamak biraz fazla geldi bana. Bir de filmi eylemlerin ulaşacağı sonuç konusunda fazlaca umutlu buldum. Ne yazık ki ben o kadar umutlu değilim. Açıkçası aktivist yanının önemi dışında sinema olarak da çok öne çıkan bir noktasını bulamadım filmin. 17:30 – !f Ankara’da bu yıl !f Müzik kapsamındaki sadece bir filmi izleyebildik. Jason Becker: Henüz Ölmedi (Jason Becker: Not Dead Yet) belgeseli, çok ünlü bir gitarist olma yolundayken ALS hastalığına yakalanan Jason Becker’ı anlatıyor. Belgesel klasik bir yapıda kurulmuş. Tümüyle arşiv görüntüleri ve Becker’in ailesi ve arkadaşları ile yapılan söyleşilerden oluşan filmin ilk yarısı Becker’ın çocukluğundan beri gitara ilgi duymasını ve genç yaştaki başarılarını anlatıyor. İkinci yarısı ise Becker’ın hastalığını ve hayata tutunma çabasını konu almış. Belki belgesel olarak çok büyük bir özelliği yok ama hikâye gerçekten çok etkileyici ve insanın içine dokunuyor. Şunu da belirtmek lazım. Yakın zamanda duyduğum bir tabirle, filmde belgesel pornosu sıkça kullanılıyor. Aklınıza yanlış bir şeyler gelmesin. Konuşan kişinin sesinin titremesi, gözlerinin dolmasını belgesel pornosu olarak adlandırıyoruz ve bu filmde bu tip sahneler çokça kullanılmıştı. 19:30 – Nobody Walks esasen gayet bildik bir hikaye anlatıyor. Çekirdek ailenin içine dışardan biri girer ve aile içindeki ilişkileri sarsar. Bu ana hikâye sıradan bir Hollywood yönetmeninin elinde basit bir gerilime de dönüşebilir, Pasolini gibi bir yönetmenin elinde sağlam bir eleştiriye de. Nobody Walks ise insan ilişkilerini didikleyen mütevazı bir Amerikan bağımsızı olmuş. Dışarıdan gelen etki olan Martine’in karakterinin bir femme-fatale olarak çizilmemesi iyi olmuş, hatta tam tersi aslında kendi halinde bir tip. Aslında filmdeki farklı yaş kuşaklarından tüm kadınlar çok da bir şey yapmadıkları halde erkeklerin ilgisine bazen de ötesine

134

maruz kalan karakterler olarak çizilmiş. Kaçırırsanız çok şey kaybetmeyeceğiniz ama izleseniz de pişman olmayacağınız bir film olmuş bu yapısı ile. Bu arada Treme dizisinde de gayet başarılı bulduğum genç oyuncu India Ennenga’nın adını bir yerlere not ediniz. Adımlarını doğru atarsa gelecekte adını sıkça duyabiliriz. 22:00 – Bu sefer gün sonu için uzunca bir filmi tercih ettim. Japonya’da deprem sonrası yaşanan nükleer felaketi bir aile üzerinden anlatan Umut Diyarı (Kibô no Kuni / The Land of Hope), yönetmen Shion Sono’nun yakın zamanda izlediğimiz diğer filmlerine pek benzemiyor. Yönetmeni çoğunlukla abartılı şiddet sahnelerinin olduğu filmlerle tanıyoruz ama burada olayın kendi acısını öne çıkarmış. Hatta filmdeki bir kaç şiddet sahnesini de kadraj dışında tutmayı tercih etmiş. Ama uzun film çekme alışkanlığından vazgeçememiş. Bu şekilde bir kaç ayrıntı dışında gayet gerçekçi bir dram çıkmış ortaya. Ama diğer filmleri kadar ilgi çekici olmuş mu? Bence hayır. Hatta tam tersi bana zaman zaman sıkıcı geldiğini de itiraf etmeliyim. Bu gerçek dramın içine gerçeküstü şiddet sahneleri koysun demiyorum elbette ama Sono bu hikâyeyi anlatmak için doğru yönetmen değilmiş sanki. 2 Mart Cumartesi: 12:30 – Cumartesi günü 159 dakikalık zorlu bir filmle başlıyordu. Öldürme Eylemi (The Act of Killing) festivalin en etkileyici ama aynı zamanda en rahatsız edici ve zor izlenen filmlerinden biriydi. Endonezya’da 1965 darbesi sonrasında komünist olarak gördükleri kişileri sorgusuz sualsiz öldüren katillerin yaptıkları rahatsız edici ama filmin asıl rahatsız edici olan kısmı bu katillerin yaptıklarını hiç bir rahatsızlık duymadan hatta tam tersi, keyifle anlatmaları. Film de çoğunlukla bu katillerin yaptıklarını anlatmaları ve yeniden canlandırmaları üzerine kurulu. Finale doğru bir pişmanlık unsuru var ama insan ne kadar samimi olduğunu ya da bu pişmanlığın ne kadar süreceğini merak ediyor. İşin çarpıcı yönlerinden birisi, bu katiller kendilerini önemli görse de hiyerarşide yukarı çıkıldığında onların da sıradan adamlar olmaları. Biraz yukarı çıkıldığında film boyunca takip ettiğimiz katillerin onlarcası, belki de yüzlercesi arasından sadece bir kaçı olduğunu anlayabiliyoruz. Film Endonezya’da geçen olayları anlatıyor belki ama katiliyle, ona bilgi toplayan gazetecisiyle, politikacısıyla başka ülkelerle benzerlik kurmamak mümkün değil. O başka ülkelerin hangileri olabileceğini yoruma açık bırakalım… Bu arada film 159 dakika dedik ama aslında biraz daha uzundu. Diğer salonda 15:00’da başlayacak filme yetişmek isteyenler (ki bu durumda olan kişi çok sayıda olduğu için film biraz da geç başlayacaktı) bunda başarılı olamadılar. 15:30 – Aslında ben de 15:00’daki Hergün (Everyday) filmini izlemek istiyordum ama geç girmek istemediğim için Yossi filmini tercih ettim. 10 yıl önceki Yossi ve Jagger nasıl bir filmdi bilmiyorum ama o filmin ana karakterlerinden birinin 10 yıl sonrasını anlatan Yossi’nin çok fazla bir özelliği yok. Filmi kabaca üç bölüme ayırmak mümkün. Yossi’nin hastanedeki sıkıcı yaşamı ve doktor arkadaşları ile ilişkileri, Yossi’nin unutamadığı erkek arkadaşının ailesi ile yüzleşmesi ve oğullarını ile ilgili gerçeği açıklaması ve bir tatil beldesinde aşkı tekrar bulması. Doğrusu bir karakter draması için son derece yüzeysel karakterleri var.

135


Sinema

Sinema

Neyse ki başroldeki Ohad Knoller gayet başarılıydı. Genel olarak başkarakterleri eşcinsel olan bir tv draması tadında olduğunu söylemek mümkün. 17:30 – Festivallerde bir filme çok fazla ümit bağlamak yanlış olabiliyor. Bu seans için seçtiğim Berberian Ses Stüdyosu (Berberian Sound Studio) kesinlikle ilginç bir film ama bir başyapıt değil. Filmin yarattığı atmosfer, İtalyan giallo filmleri ile kurduğu bağlantı, ses tasarımı ve film/gerçek arasındaki gidiş gelişleri gayet iyi. Ancak özellikle filmin finaline doğru içine girilen gerçeküstü hadiseler fazla zorlama ve karışık geldi. Filmin belgesele bağladığı bir an var, orası şahaneydi yalnız. Belki de bir arkadaşın da dediği gibi orada bitmeliydi. Ama şunu kabul edelim yönetmen Peter Strickland atmosfer yaratmayı çok iyi biliyor. İzlemeye almak lazım kendisini. Bu arada !f’in bu seneki alt temasına ses tasarımı desek yanlış olmaz. Nobody Walks ve Komşu Sesler de farklı yanları ile bu konuyla ilgiliydi. Bir sonraki seansa yetişmek için filmin son beş dakikasını kapıya yakın bir yerde ayakta izleyip, normalde jeneriği sonuna kadar izlemek konusunda bir takıntım olduğu halde jenerik başladığı anda salonu terk edip öbür salona doğru depar attım. Çok da gerek yokmuş aslında, çünkü bir sonraki seans da biraz geç başladı. 19:00 – Patrice Leconte’un filmlerinde (en azından bir kısmında) kara mizah duygusu hissedilir, İntihar Dükkanı (Le Magasin des Suicides / The Suicide Shop) tamamen bu duygu üzerinden giden bir film. Leconte’un 65 yaşında animasyon çekmesi, bir de 3 boyut olayına girişmesi hala farklı arayışlar içinde olduğunu gösteriyor. Takdir ediyoruz. Gayet de keyifle izlediğim bir film oldu ama hedef kitle açısından biraz kafası karışık gibi geldi. Filmin üçte biri depresyon içindeki Fransa’yı anlatıyor. Ekonomik kriz nedeniyle herkes arka arkaya intihar etmekte. Sadece insanlar değil, hayvanlar bile. Böyle bakınca her ne kadar karşımızdaki film müzikal bir animasyon olsa da fazla depresif ve çocuklara hiç uygun olmayan bir film. Ama finale doğru film epey iyimser bir hal alıyor, hem aileyi kutsuyor hem de ne olursa olsun hayat güzel diyor. Bu kısımda ise olaylar fazla yüzeysel bir hal alıyor ve gayet de çocuklara uygun olabilecek bir hale geliyor. Ama bu karışıklık dışında intihar malzemeleri satan dükkân ve onu işleten mutsuz aile fikri gayet güzeldi. Dolu bir salonda keyifle izledik. Bir eleştiri daha yapmadan geçemeyeceğim. Filmin üç boyutlu olmasını gayet gereksiz buldum. Hatta ya kopyadan ya filmin kendisinden bilemiyorum, bazı yerlerde gözü de rahatsız etti epey. 21:30 – Bilim-kurgu filmlerinin çoğunun birbirine benzediği günümüzde Kaybolan Dalgalar (Aurora / Vanishing Waves) farklı bir nefes getiriyor. Film bir makinenin iki ucundaki insanları anlatıyor. Biri komadaki bir hasta, diğeri de onun beynine girecek olan bir denek. Olay tıbbi bir deney niteliğinde aslında. İlk başta da iki tarafın ilişkisi tamamen bir takım anlamsız görüntüler ve seslerden ibaret. Fakat giderek iki tarafın sadece beyinlerinde cinsellik temelinde bir ilişki gelişmeye başladıkça adam, komadaki kadına tutku ile bağlanıyor. Film sırasında acaba sadece adamın fantezilerini mi izliyoruz diye merak ediyoruz ama ilerledikçe olayın neredeyse bunun tam tersi olduğunu görüyoruz. Aslında yönetmen Kristina Buozyte’nin kadın olduğunu düşününce hikâyenin de daha fazla kadından yana kayması şaşırtıcı değil. Yönetmen dışında filmde “creative director” olarak tanımlanan biri (Bruno Samper) daha var ki görsel efektlerden de

136

o sorumlu. Belli ki onun da filme katkısı büyük. Yönetmenle birlikte senaryo ortaklarından da biri zaten. Filmin konusu dışında hatta daha da ötesinde, yarattığı atmosfer, görsel yapı ve mekân tasarımı da çok başarılı. Farklı bilim-kurgu filmlerinden hoşlananlara tavsiye edilir ama cinsellik seviyesinin biraz yüksek olduğunu da söylemeli. 3 Mart Pazar: 13:00 – Festivalin son gününe Kuyruklu Yıldız (Halley) filmiyle başladık. Halley, Meksika’dan gelen, “sanat sineması” kalıplarında, ağır tempolu, melankolik bir zombi filmi deneyimi oldu. Film boyunca bir adamın yavaş yavaş ölmesini, sonra yeniden hayata dönmesini izlediğimizi söyleyebiliriz. Filmi başından sonuna kadar dikkatle izledim, hikâyenin beden ile kurduğu bağlantıyı da sevdim ama yıpratıcı bir deneyimdi. Doğruya doğru, kimi erdemlerini takdir etsem de ikinci kez izlemeye gücüm de isteğim de olmayan bir film oldu. 15:30 – Joshua Ağacı 1951: Bir James Dean Portresi (Joshua Tree, 1951: A Portrait of James Dean), James Dean’in ünlü olmadan önceki günleri üzerine alternatif bir biyografiydi. Film, James Dean eşcinsel olsaydı (veya eşcinselse) diyerek o günlerdeki oda arkadaşı ile ilişkilerine odaklanıyor. Filmin hikâye olarak çok doyurucu olduğu söylenemez ama siyah-beyaz görüntüleri ve eşcinsel estetiğini kullanışı başarılıydı. Benim için filmin en dikkat çekici yanı zaman zaman gördüğümüz oyunculuk dersleri oldu. Filmde altı çizildiği gibi oyuncuların diyalog ezberlemeden önce, bomboş bir sahnede tren beklediğine seyirciyi ikna etmeyi öğrenmeleri durumunda pek çok şeyi çözeceklerini düşünmek mümkün. 17:00 – Bu seans için seçtiğim Hayat Avcısı (The Imposter) yine diğer salondaki filmle birkaç dakika da olsa çakıştığı için bir kez daha erken çıkıp diğer salona doğru koşma olayı yaşamak durumunda kaldım. Bu sefer dünkü kadar şanslı değildim, salona filmin başlaması ile eş zamanlı girdiğimi söyleyebilirim. Kenarda boş bir yer bulup oturana kadar ufak bir kısım kaçırdım. Hayat Avcısı, hikâyesi bir Hollywood filmine uyarlansa böyle saçma şey mi olur diyebileceğimiz bir belgesel. 13 yaşında Texas’lı bir çocuk kayboluyor, 3 yıl sonra İspanya’da bulunuyor ama saç rengi ve göz rengi değişmiş. Ama aile bu bizim çocuğumuz diyerek onu kabul ediyor. Bulunan çocuk gerçekten kaybolan çocuk mu? Eğer öyleyse başından neler geçmiş, eğer değilse aile bunu nasıl anlamıyor, neden onu kabul ediyor? Aslında film ilk sorunun cevabını hemen veriyor ama ikinci sorunun cevabı muhtelif. Bir belgesel olmasına rağmen adeta bir gerilim filmi gibi seyircinin ilgisini ayakta tutuyor. Ama belgesel filmin sınırlarını zorladığını da söylemeli. Bir defa fazlasıyla canlandırma kullanılmış, olaylar fazlasıyla dramatize edilmiş. Hatta filmin tümüyle mockumentary tarzında olduğu bile konuşuldu. Ama gördüğüm kadarıyla olay gerçekten gerçek. Ama filmin hikâyesi gerçekle oynamak üzerine zaten. Bu yüzden anlatılanların gerçekliği hakkında yine de bir soru işareti oluyor kafalarda. Hayat Avcısı tek kopya olsa da gösterime de girdi, tavsiye edilir. 19:00 – Bu seans için festivaldeki en zor kararımı verdim. Samsara mı, Antiviral mi sorusunu Samsara olarak cevapladım ama Antiviral gösterime girmezse iki elim Türkiye dağıtımcısı Kurmaca Film’in yakasında… Baraka’yı izleyenler Samsara’da az çok neyle karşılaşacaklarını biliyorlardı ama bu filmden

137


Sinema

Öykü

etkilenmeye engel değil. Ron Fricke yine dünyanın dört bir köşesinden büyük emeklerle ortaya çıkarılmış muhteşem görüntülerle karşımıza çıkıyor. Filmin 40-50 dakikası uçsuz bucaksız doğa manzaraları ile adeta bir meditasyon havasında giderken kamera büyük şehre dönünce her şey değişiyor. Fricke sadece görüntü ve müziğin gücüyle modern yaşamın insanı robota dönüştürdüğünü çok güzel vurgulamış. Hayvanlara yaptığımız eziyetler, modern yaşamın gereksiz hızı, şiddet ve silah tutkusu vs. filmin diğer eleştirdiği noktalar. Fricke’nin bunlara çözümü genellikle ruhani açıdan. Özellikle doğu dinlerini öne çıkarıyor ama Hristiyanlık ve İslam’ı da es geçmiyor. İşin bu kısmına katılmak herkesin kendi görüşleri ile ilgili ama yaptığı eleştirileri görmezden gelmemek lazım. Bu arada müziğin bu kadar ön planda olduğu bir filmde kurgunun tümüyle sessiz yapılması, müziğin bunun üstüne yazılması ilginç bir nokta. Sonuç olarak Samsara alınacak Blu-Ray’ler listeme girmiştir (Baraka ilk aldıklarımdan biriydi). Belirtmek istediğim son bir nokta var. Filmin başında büyük bir çabayla bir sanat eseri yaratan rahiplerin onu bir hamlede bozacaklarından adım kadar emindim. Tam o anda arkamda oturup “geri zekalı” demekten kendini alamayan arkadaş, 102 dakika boyunca filmi izlemişsin ama hiç bir şey anlamamışsın dostum… 22:00 – Aslında Samsara festival için güzel bir kapanış olurmuş ama !f Ankara’yı Bambaşka Bir Ülkede (Da-reun na-ra-e-seo / In Another Country) filmiyle bitirdim. Hepsini Isabelle Huppert’in oynadığı üç Fransız kadınının (üçünün de adı Anne) Kore’de benzer durumlarla karşılaşmalarını anlatan film hoş bir yapım. Isabelle Huppert her zamanki gibi gayet iyi ama yönetmen Hong Sang-soo’nun tarzı ve mizah anlayışı bana çok uymuyor sanırım. Önceki filmlerini de ilginç bulmuştum ama çok da bayılmamıştım, bu da öyle oldu. Meraklısına diyelim. !f Ankara bu yıl da böyle geldi geçti. Yine yoğun, yorucu ama zevkli bir festival oldu. Festivalin Ankara ayağından Bilge Taş ve Gizem Bayıksel ile tüm festival ekibine teşekkürler. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/

138

Antlaşma O'nunla tanışmadan önce her şey kötüydü, hayatım tam bir b.k çuvalı gibiydi. İç dünyama biraz olsun bakabilenler o pislik dolu yığından canını kurtarmak için can havliyle kaçışıyordu. Asosyal, çekingen, hiç kimseye faydası dokunmayan silik bir eziğin tekiydim. Üniversitede bölümümde varlığımla yokluğum birdi. Kiminle kısacık da olsa birkaç laf etmeye çalışsam sanki veremliymişim gibi benden uzaklaşırlardı. Zaten tipimin de hiçbir çekiciliği yoktu ki... Değil karşı cinsten biriyle arkadaşlıktan öte bir şey yaşamak, onlarla birkaç kelime konuşmaya bile hasret kalmıştım. Sanki bilinmeyen bir lanetin etkisi altındaydım. İşin kötüsü, benim gibi dışlanmışlar genelde hiç olmazsa derslerinde başarılı olurlar ve kısmen de olsa sosyal geriliklerini telafi ederlerdi. Gerçi ona telafi denemezdi tabii ama gene de bir başarıları vardı. İşin kötüsü bende o da yoktu, sadece dönemde kalmamak için çırpınıyordum yetmezmiş gibi. Zavallı anne babam da hâlime sürekli üzülüyorlardı ya asıl ona kahroluyordum işte. Depresyonun eşiğindeydim ama her nedense bir türlü tam olarak o hastalıklı ruh hâlime de girmemiştim. Hep o sınırda beklemiş ve ilerisini göremediğim karanlığa bakmıştım. Bir şeyleri hissediyordum çünkü. Bir şeyleri seziyordum, kulağıma doluşan tekinsiz fısıltılar biraz daha sabretmemi söylüyor gibiydi. Ben bir dışlanmıştım, tanınmıyordum ve hakkım olanı işte bu bilinmezliğin üstüme düşürdüğü gölgeyle görünmeden ilerleyerek alacaktım. Biliyordum, onlar bana sessizce vaat ediyordu sahip olamadıklarımı ve daha fazlasını. Günler geçtikçe yüreğimde daha fazla biriken kaynağı bilinmeyen tuhaf sezgilerin, ruhuma çöken tarifsiz gölgelerin, halüsinasyonların ve geceleyin uykularımın yarıda bölünmesine sebep olan fısıltıların ne olduğunu daha da fazla merak etmeye başladım. Bildiğim kadarıyla benim de dahil olduğum neşe katili mühendislik dallarının hiçbiri bu tür duyu ötesi olayları açıklamıyordu. Sadece mühendislikle sınırlı tutmayıp geniş anlamda düşündüğümde ise hiçbir bilim dalı bu tür sanrılara bir tanım vermiyordu. Psikiyatri ise baştan savma bir şizofreni tanısıyla kendi kendini tatmin ediyordu. Hayır, bunların hiçbiri aradığım cevap değildi, olamazdı. Bunlar sıradan insanların, sıradan bilgileriyle açıklanamayacak kadar garip ve özel deneyimlerdi. Ben de tam bu yüzden spiritüalizme yöneldim. Paranormal olaylar, öte alemler, psişik güç vb. Ne kadar metafizik olgu varsa araştırdım. Titiz bir elemeden sonra bana nelerin olduğunu anlamıştım. Fark etmeden içimde biriktirdiğim aşırı nefret ve öfke, boyutlarda bazı dalgalanmalara yol açmış ve bu da birtakım kudretli varlıkların dikkatini çekmişti. Hatta, hoşlarına gitmişti. Tam da onların istediği bir görüntü sergiliyordum çünkü. Toplumdan kovulmuş, bilinmeyen, nefret ve kin dolu, dişilere karşı kendine bile itiraf edemeyecek kadar hayvansı bir şehvet besleyen, sürekli hor görülmenin yarattığı travmayla sadece ve sadece delirmişçesine yıkım ve acı püskürtmek isteyen, Karanlıklar Efendisi'nin alevine muhtaç bir zavallı... Onlar tam da çektiği acılarla karanlığın ateşten merhemine ihtiyaç duyan bir acizi bulmuşlardı. Ben de onları kalbimin her atışında hissediyordum. Tek sorun onlarla gerçek bir temasa geçebilmekti. Ancak, yürekten isteyen herkesin bulabileceği gibi, ben de beni kurtuluşa götürecek saf kötülüğün ilk basamağını buldum. Her zamanki gibi onları düşünerek uykuya daldığım bir gecede karanlığın ilk ve dehşetli tohumları ruhuma ekildi. İstemsiz sallantılarla uykumun derinliklerinden kısmen de olsa sıyrılmıştım. Bulanık bilincimle ne olduğunu anlamaya çalışırken birden bedenimin içinden "çekildiğimi" hissettim. Kulağımda birçok çatırdama ve uğultu duydum, ayrıca az bir acı da hissediyordum. Ruhumun, bedenimin katı ve sıkıcı sınırlarından yepyeni bilinmezliğe doğru bağlarını yırtarak çıkışı, yeniden doğuşun uyku sersemliğiyle örülmüş anormal sancılarını haykırıyordu bana. Bedenimden ne kadar sürede sıyrıldığımı ve hâlâ tam

139


Öykü

olarak bunun nasıl gerçekleştiğini bilmiyorum; bildiğim şey ise daha çıkışın ilk saniyelerinde beri algıladığım uğursuz neşenin çığlıklarının bulanık düzlemde yankılanarak bana geldiğiydi. Astral varlığım tamamen çıktığında sadece ince bir kordonla bedenime bağlı olduğumu gördüm. Ölmediğimi kanıtlayan bu görüntü merakımla birlikte endişemi biraz daha arttırmıştı. Nasıl böyle olmuştu, neydi bu durum, ruhum ele mi geçirilmişti? Bu soruları sorarken bir yandan uyuyan vücuduma tepeden bakmanın ve ruhani düzlemde süzülmenin şokunu hâlâ yaşıyordum. Sorularımı düşünmeye vakit bulamadan bir anda gözüme rezillik dolu hayatımın görüntüleri doluştu. Aşağılanmalarım, reddedilmemelerim, başarısızlıklarım ve benimle alay ederek kendi çevrelerinde prim yapan züppeler... İçimde yükselen yakıcı, kör edici ve bir o kadar da aydınlatıcı nefret ateşiyle çatırdadı bulunduğum düzlem. Başladığım her işi yarım bırakarak aileme sadece başarısızlık hikâyesi anlatmanın verdiği tarifsiz kederle büyüdü içimdeki şeytani cinayet arzusu... Yüreğimi yakan, kül eden, sonsuz hüzün çukurları içinde tanrısını kaybetmiş bir kimsesizin kurtarıcı arayışıydı haykırışım... Yıllardır, aslında var olmanın coşkusunu hiç yaşamamış olmanın öfkesiyle kavrulan kötülüğe susamış yüreğimin gözyaşlarıydı O'nu görüşüm... Tanrıça'm... Alevli dağların ıssız dorukları gibi pürüzsüz alnından çıkan boynuzlara sahip, kızıl saçlı, ancak şeytani bir varoluşa yakışabilecek bir estetiğe sahip o Tanrıça... Gözlerinden saf gücün tahrik edici vaatlerini haykıran, manik kahkahalarıyla acı içindeki ölümlülere ışığı gösteren Besira... Kötülüğün karşı konulamaz ışığıyla parlayan, tüm semavilere kafa tutan alaycı gülümsemesiyle bombeleşen o yanakları... Hele o dudakları! Tüm iblisler ve cehennemler bir araya gelse o ateşten, o gerçeğin korkunç çığlıklarıyla ölümlülerin kulaklarını dehşete düşüren kıpkırmızı şehvani dudakların cazibesine yaklaşamaz bile! Bana bakarken dudaklarının hafifçe kıvrılışı... İri gözlerindeki, ancak benim gibi deliliğin düzlemlerinde en karanlık ve ağza alınamaz dehşeti aramaya cesaret edenlere layık görülecek ödülün müjdecisi gülüşü... O incecik ve tanrıların kıskanacağı beden... İşte bu insanötesi, tanrı ötesi, gerçeklik ötesi tarifsiz güzellik bana gülümsedi ve elini uzattı! "Benim adım Besira, elimi tut, sana yardım edeceğim." demişti bana, yılansı bir kurnazlıkla parlayan gülümsemesiyle. Ben, sadece çaresiz bir ışık arayıcı, bezgin bir yolcu, karanlıklar içinde çökmüş bir ölümlüydüm, onun tanrısal kudreti ve şeytani güzelliği karşısında aciz bir insan gibi erimekten başka ne yapabilirdim? Toplum içinde hiçleşmiş, bireyliğini kaybetmiş biri olan ben, bana gücün ve korkuyla dolu bir saygınlığın vaatlerini fısıldayan Tanrıça'ya itaat etmekten başka ne yapabilirdim?! İşte ben Besira'nın elini tuttum. Tamamen isteğim dışında beni yorgun bedenimden çekip kendi uyuşturucu, dengesiz ve buğulu düzlemine çeken, bilinçaltımdaki kin, güç ve şehvetimle ilgisini kazandığım o Tanrıça'nın ışıltılı bembeyaz elini tuttum ve alevlerin yukarısına, en sıcağına çekildim. O isyan dolu yüksek alemlerde ne kadar kaldığımı bilmiyorum, belki birkaç yıl, belki birkaç asır... Önemli olan da zaman değil, o sırada yaptıklarım. Tanrıça'm bana beşeri alemde yarıtanrılığa giden dehşetli yolun uğursuz basamaklarını gösterdi tüm cömertliğiyle. Ben, o basamaklardan, ahlaklıların kafatası kemiklerinden yapılma basamaklarından çıktım, teker teker, en üste... En taşkın uğursuzlukların ağza alınamaz kaynağı, kötülüğün insan ötesi beşiği, ahlaksızlığın ve kafirliğin tarih öncesi çağlardan gelen durdurulamaz çığlığı... Korkunun ve dehşetin alemler ötesi yaratıcısı, şeytanların, iblislerin ve ifritlerin kendinden geçerek tapındığı keçi kafalı tanrı Baphomet'e! Simsiyah duvarların çevrelediği devasa yükseklikte bir tavanı olan bir salona gelmiştim. Besira, Yüce Tanrıça'm, bu buluşmanın yalnızca ışığı arayan tek bir kişiye özel olduğunu söylemiş ve geride kalmıştı. Geniş ve ferah bir yer olmasına rağmen nereden geldiği belli olmayan esanslı dumanlar odanın her yerini kaplamıştı. Muhteşem, hangi çeşit olduğunu bilemediğim dünya ötesi bir aromanın kokusuydu bu. Burnumdan girip tüm ruhumu kışkırtıcı ağlarıyla saran esans tüm güdülerimde ani bir fırlamaya

140

141


Öykü

Öykü

sebep olmuş ve hayatımda hiç olmadığı kadar aşırı şekilde cinsel birleşme arzusu duymuştum. Nitekim, sonsuzluğun kara iradesi konuğunu iyi ağırlamak için bitmez bir cömertliğe sahipti. Birden tüm duvarlar kıpkırmızı alevlerle aydınlandı, dumanların devinimi hızlandı ve ileride birçok varlık yoktan var oluverdi. Astral bedenim büyük bir hızla istemsizce ileriye sürüklendi. Yaklaştıkça O'nu gördüm, simsiyah bir çıkıntıda oturan keçi kafalı ışık getiriciyi! Bilge Baphomet'i! Çıkıntının etrafında onlarca yarı çıplak dişi, tüm semaya ve ilahi yaradılışlara edilen küfürlerin çirkinliği kadar muhteşem vücutlarıyla kızıl dantellerini savurarak hemcinsleriyle sevişiyordu. Sivri dişlerinin arasından çıkan çatallı ve pembe dilleri beyaz günahkârlıklarıyla ışıldayan tenlerini yalıyordu. Kıpkırmızı gözleriyle bir yandan bana bakıyorlar ve ince dudaklarını kıvırarak kendimden geçmeme sebep oluyorlardı. Onlara katılmayı kudurmuşçasına arzulasam da tam karşımdaki Kafir Tanrı'nın bana samimiyetle gönderdiği selam, tüm dikkatimin, bu yaşadığım evren ötesi deneyimin gerçek amacına yöneltti. Belden yukarısı bir kadın vücuduna, belden aşağısı ise bir keçinin toynaklı bacaklarına sahip yüce varlığın keçi kafasının tam tepesinde yasak coşkuların ve şehvani isyanların alevini taşıyan bir meşale duruyordu. Bilgeliğin sönmez sembolü bu meşale, yıllardır dışlanmışlığın acısıyla kapanan gözlerimi ilahi ağlarla boğulmuş tüm evrenlere meydan okurcasına açmamı sağlamıştı. O, anlayış dolu bakışlarını bana dikmişti. Bana sevecen bir şekilde bakmıştı keçi kafalı tanrı, o beni sevmişti. Düşünce yoluyla bir anlaşma yapmıştık. O sırada tarifi imkânsız bir dehşetle beynimde çınlayan ses titreşimlerini hatırlamak hâlâ tüylerimin diken diken eder. Anlaşmayı neredeyse hiç düşünmeden kabul ettim. Başka seçeneğim de pek yok gibiyidi, olsa bile O'nun karanlık bilgeliğinin çekiciliği karşısında yine de anlaşmayı kabul ederdim zaten. İletişimimiz bittiğinde sağ kolunu yukarıya kaldırıp sol kolunu aşağı indirdi. İki elinin baş, işaret ve yüzük parmaklarını ileri uzatıp orta ve serçe parmaklarını geriye çekti. İşaretin anlamını o anda O'nun kudretli ilhamı ile öğrendim. O göklerdeki ilahi kaosu alıp yeryüzüne bilgelik olarak veriyordu. O, kozmik kudreti yukarıda ayrıştırıp aşağıda, insanlığın aciz toplumlarında birleştiriyordu. İşte bu yüzden sağ kolunda Solve ve sol kolunda Coaugula sözcükleri kara bir neşeyle dövülmüş gibi parlıyordu. Anlaşma yapılmış ve mühürlenmişti, artık geri dönüş yoktu. Zaten bütün kilitli yüreklerinin aptallığına rağmen hiçbir ölümlü bu anlaşmadan çıkmak isteyecek kadar gözleri olup da görmeyenlerden olamazdı. Hiçbiri, böylesine muazzam bir gücün alevleri karşısında hâlâ tekrar tekrar derilerinin yanacağını, irin içeceklerini ve diken yiyeceklerini aklına bile getirmezdi. Kimse yanarken su isteyeceğini ama kendilerine su verilmeyeceğini umursamazdı bile, çünkü burada, bu tanrıların korktuğu ve iblislerin tapındığı kozmik dehşetlerin sarayında batıniliğin kanlı sonsuzluk şarabını içerken, ölümsüzlük zaten ademoğluna verilen ilk armağandı. Burada ölümsüzlükten bile fazlası vardı. *

*

*

İşte o gün başladı dehşetin kalbinden gelen yolculuğum. Antlaşma tamamlandığında boyutlar arası saraydan çıktım ve Şehvetin Yüce Tanrıçası Besira'nın yardımıyla bedenime geri döndüm. Astral alemin en karanlık doruğundan aşağılara, tekrar bedenimin olduğu düzleme dönerken ara katmanlardaki tüm varlıkların bana hasetle baktıklarını gördüm. Gözlerindeki kin dolu bakışlar, dillerini yalamaları ve ruhlarından bana ulaşan nahoş aura dalgaları bana sadece tek bir kelimeyi anlatıyordu: kıskançlık... Benim yerimde olmak için can attıklarını anlamıştım. Bana bahşedilen kudret, görevimin korkunçluğu kadar büyük ve muhteşemdi. Bir Succubus'tan bile daha tahrik edici olan sesiyle Besira bana inci gibi parlayan gülümsemesiyle "Tekrar görüşeceğiz." dedi ve beni bedenime geri bıraktı. Boğuk bir çığlıkla yatağımdan fırladım. Kendimi yokladım, terleyen vücuduma baktım. Kafamda aşırı bir karıncalanma hissediyordum ve bedenimde hafifçe de olsa istemsiz bir sallantı vardı. Bu işareti çok

142

iyi hatırlıyorum. Astral vücudum, çıktığı en yüksek boyut katındaki yoğunluktan dolayı hâlâ dengesizdi ama yakında düzelecekti. Her şey gerçekti, ne rüya ne de hayaldi gördüğüm. Hak ettiklerimi ve daha fazlasını almak için karanlık tarafından kutsanmıştım. Keçi kafalı tanrı bana yol göstermişti. Bana dehşetli görevimle birlikte hiçbir insanın direnemeyeceği kışkırıtıcılıkta muazzam bir güç vaat etmişti. Hemen yatağımdan çıktım ve hızlı bir duş aldım. Kıyafetlerimi giydim ve kardeşimi uyandırmadan evden gizlice çıktım. Saat tam olarak sabaha karşı 3'tü. Yürürken çevremde bir anda beliren ve hızla dönüp duran onlarca gölgeyi gördüğümde hiç şaşırmadım ve bir an bile duraksamadım. Benim sadık yardımcılarım ayaklarımın hafifçe havalanmasını sağladı ve bedenim tıpkı ruh formundaymış gibi hareket etmeden süzülmeye başladı. Büyük bir hızla hedefime vardım. O dört katlı apartmanı gördüm. Gölge varlıklar düşüncelerimle gelen emire anında uyup beni üçüncü kata uçurdular. Balkon kapısının kilidi benimle birlikte gelen yardımcılarım sayesinde anında açılmıştı. Ben de yavaşça kapıyı ittim ve ses çıkarmadan içeri girdim. Normal bir insanın yapamayacağı kadar sessiz hareket ediyordum. Tam bir hayvandan çıkabilecek horlamaların yükseldiği odaya yöneldim ve içeri girdim. Üniversitedeki burnu kalkık hocalarımdan biriydi orada yatan adam. Beni kendi dersinden bırakacağını söylemişti, ona göre gerçekten bunu hak ediyordum. Eğer o dersten kalırsam okulum uzayacak ve zaten neredeyse hiç var olmamış saygınlığım tamamen yerle bir olacaktı. Hayır, her şeyden önce itibarımı ve gururumu geri kazanmalıyım. Önce parlak bir eğitimim ve yüksek adamların gözüne girebileceğim bir diplomam olacak. Ancak bu şekilde sosyal ve maddi gücün, kibir kokan statülerin zirvesine tırmanabilirim. Öncelikle bu herife iyi bir ders vermeliyim. Karanlık yolumun ilk vahşi tecrübelerimi yaşamanın zamanı geldi. Gölgeler düşüncelerimi takip ederek önce yanında uyuyan, orta yaşlı ve derisi buruşmuş eşini uykusunda felç ettiler ve zaten kapalı olan bilincini uzun süre açılamayacak hâle getirdiler. Artık yanında ne olursa olsun uyanamayacaktı. Tek elimle uyuyan adamın boğazından tutup onu kaldırdım, kendime çektim. En derin uğursuzluğun kudretiyle kutsanan bedenim olağanüstü bir güce sahipti. Adamın gözlerinin önünde aşırı bir hızla hareket eden, akıl sağlığının sonunu getirecek olan kozmik kafirliğin gölgelerini görünce ani bir kalp krizi geçirdi. Tek elimle boğazından sıkıca tutmama rağmen, daha tek kelime etmeden ölümüne giden yolda deli gibi titriyor ve spazmlar geçiriyodu. Tek bir düşünce emrimle yardımcılarımdan biri adamın boğazından içeri süzülüp vücuduma girdi. Bir saniye sonra adam boğuk bir nefes alarak kendine geldi. Gözleri gördüğü manzarayı reddetmek istercesine büyüyor ama tahminlerinin çok ötesindeki bu dehşet sahnesine acizce bakmaktan kendini alamıyordu. Neden burada olduğumu ve yapması gerekenleri kendine sessiz bir fısıltıyla söyledim. Sesimin ürkütücülüğünden ben bile etkilenmiştim. Tıpkı bir yılan gibi çatallı ve kirli titreşimlere sahip tekinsiz tonumla adamın kulaklarını tırmaladığımdan eminim. Gözlerindeki korkudan ve pantolonunun arasındaki ıslaklıktan aldığım hazzı anlatamam. Kıvrılan dudaklarımdan çıkan samimi gülümsemem yardımcılarımı da sevindirmişti. Benim yaşadığım coşkuyu onlar da hissediyor ve ben neşelendikçe onlar da coşuyor ve daha fazla eylem için can atıyordu. Karanlık varoluşlarındaki kötülüğe susamışlıklarını hissediyordum ve bu beni yalnızca daha da azdırıyordu. Adam, hiçbir çaresi olmadığı için tüm notlarımı değiştireceğime ve beni ilk sırada geçireceğime yemin etti. Onu, uçkurunun oradaki korkaklık kokan ıslaklığıyla yatağına bıraktım. Odadan çıktığımda işin asıl zevkli kısmının geldiğini anlatan Succubusların şehvani fısıltıları kulağıma geldi. Bel altımın kuvvetli bir kasılmayla harekete geçtiğini fark ettim. Gölge yardımcılarım şiddetli bir arzuyla tıslayarak bana hocamın kızının yattığı odayı işaret etti. Birkaç adımda odaya vararak odaya girdim ve kapıyı ardımdan kapattım. İblislerim ne yapması gerektiğini biliyorlardı ve odanın çevresine kendi vücutlarından ördüğü gayb perdesini örttüler. Artık bu oda evin içindekiler tarafından bulunamayacaktı bile. Hiçbir ses, ışık, kişi, perde kaldırılmadan içeri giremezdi. Aynı şekilde hiçbir şey dışarı da çıkamayacaktı. Karanlık odada ışığı yakmaya ihtiyaç yoktu, gözlerimdeki şeytani alev her şeyi dünyevi sahte ışıklardan

143


Öykü

Deneme

çok daha aydınlık gösteriyordu. Kız uyanmıştı ki beni ve yanımdakileri gördü. Mahremini kapatan incecik geceliğini delip geçen bakışlarıyla kızıl ve azgın bir çift göz, yüksek bir çığlık atması için yeterliydi. Ne yazık ki ölümlü çığlığı, sonsuz kudretteki Baphomet'in iblislerine bahşettiği gayb perdesinin dışına çıkamazdı. Artık o ve ben vardık sadece. Yardımcılarıma görünmez olmaları için emir verdim. Zaten yeterince korkan dişinin bir de baygınlık geçirmesi gereksiz olurdu. Yatağından can havliyle kalkmaya çalışırken tahmin edemeyeceği bir hızla olmasına imkân veremeyeceği bir uzaklıktan üzerine sıçradım. Onun kısıtlayıcı ölçütleri sıradan insanlar için geçerliydi, kalbi karanlıkla tam bir bütün olmuş canavarlar için değil. Yardım isteyen çığlıklarıyla benden kaçmaya çalışırken kudretli uzuvlarımla onu sabitledim ve giysilerini parçaladım. Ah, masumiyetin bembeyaz, pürüzsüz ve azgın teni... El değmemiş göğüslerin yaydığı kışkırtıcı koku... Dehşetle hızlanan kanın basıncıyla şişien mor damarların süslediği kutsal kadınlık... Artık hepsi kutsal karşıtı kafirliğin saldırısı altında acizce can çekişiyordu. Onunla birleşirken, çığlıklarını dinlerken ve zarar vermek isteyen tırnakları vücudumu kanatırken cehennemi azgınlığım yalnızca daha da arttı. Kirli parmaklarımı tertemiz vücudunda gezdirirken dokunduğum yerlerinden dumanlar yükseliyor ve vücudunda hafif yanıklar oluşuyordu. Tüm ateşten haykırışlarımla aydınlığı dölleyerek söndürdüm, kararttım ve küle çevirdim. Karanlığın tohumlarını iyiliksever ilahların beş para etmez kurallarıyla köleleştirdiği masum rahime ektim. Ben başardım, zevkten uyuşan algılarımla zafer çığlıkları attım. Gölge iblisi yardımcılarımın imrenen fısıltılarını kulağımda hissettikçe kudurmuşçasına kahkahalar attım. Ben karanlığın mutlak galibiyetine giden yolumda ilk adımımı attım. Kızı perişan hâlde odasında bıraktım, gayb perdesini kaldırdım ve evden yardımcılarım sayesinde süzülerek çıktım. Evime dönmedim, bir daha asla uyumaya ihtiyacım olmayacağını biliyordum çünkü bir daha dünyevi mahluklara ait yorgunluğu hissetmeyeceğimi anlamıştım. Anlaşmayı düşünüyorum. Ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Ben yaşamın her saniyesinde yıkarak, tecavüz ederek, mahvederek, küfrederek ve zarar vererek yükseleceğim. Sözlerim ve eylemlerimle yanımca milyonlarca, milyarlarca yandaş çekerek keçi kafalı tanrının tarikatını kuracağım. Baphomet'in tahtını dünyaya yerleştireceğim ve o da beni kendi cehenneminin alevden tahtına oturtacak. Böylece bitmek bilmez kinimi ve şehvetimi orada ve dünyada tüm canlılara uygulayabileceğim. Dünya üzerindeki düşmanlarım, burada benden köşe bucak kaçarken öldükleri zaman onları yine ben karşılayacağım. Onların ruhlarına algılarının ötesindeki acılarla azap edeceğim. Hazzın alevli doruklarında yükselerek cehennemin tahtına oturacağım. Yanımda ise beni bulunduğum acılı çukurlardan çekip şehvani aydınlıklara çıkaran biricik Tanrıça'm Besira oturuyor olacak! Karşılığında Baphomet'e dünyayı teslim edeceğim. Onun neden böyle bir şey istediğini biliyorum. Kendisinin bile kıramadığı, kozmik yasalarca belirlenmiş olan kural gereği Yüce Yaratıcı'ya, ışığın köşeye sıkışmış aciz yaratıcısına meydan okumak için tüm dünyanın ona teslim olması gerekli. İnsanları saptırmak için gönderdikleri hizmetkârları o kadar başarılı oldular ki iyiliğin tanrısı geçen sonsuz yıllar boyunca gücünden düştü ve karanlığın karşısında tek sığınağı olan dünyayı korumaya yöneldi. Ancak ben varken, keçi kafalı uğursuzluğun kazanmaması için hiçbir sebep yok. Dünyayı ona vereceğim, o da bana tüm cehennemi ve onun alevden kudretini bahşedecek. Bu sayede ışığı ve onun son acınası temsilcisini tamamen yok edebileceğiz. Bugün antlaşmanın ilk günü, ben üzerime düşeni fazlasıyla, taşkıncasına aldığım hazla yaptım. Her yıkımımla daha da fazla güçleneceğimi biliyorum, ben karanlığın en büyük kozuyum, ateşin efendisi ve batıni tanrısının yenilmez savaşçısıyım, dünyayı sonsuz karanlıklara boğmak üzere geliyorum. Yazan: Can ÇELİKEL

144

İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN

Ben Böyle Göt Görmedim ... ya da, şahsi bir Eminem Şarkısı analizi Başlığı görür görmez, çoğu kişinin “Oha” dediğini tahmin ediyorum. Hatta büyük ihtimal editör bile beni şu anda nasıl dergiden atacağı konusunda planlar yapmaya başlamıştır. Fakat yazının başlığı aslında bire bir, rapçi Eminem’e ait bir şarkısının ismidir. Benim gibi 70’li yıllarda doğanların çoğu “Hard Rock, Punk, Hair Metal, Glam metal, Heavy Metal, Trash, Death”gibi akımların içine girmiş, arkalarından gelen “Grunge” adındaki Seattle müziğini ya sevmiş ya nefret etmiş, fakat akabinde takip eden ve hala piyasada olan ve “Hip Hop, Rap, Gangsta, R&B” gibi müzikleri görünce teslim bayrağını çekip, zenci hegomanyasından kaçmak için cep telefonlarından eski müzikleri dinlemeye başlamışlardır. O zaman uzun saçlarla etrafta gezen bizler hem mahallelinin baskısına, hem de bizden bir evvelki kuşak olan “Led Zeppelin, Pink Floyd” kuşağı pscyho-delic rock’çu “abilerimizin” ezici sorularına karşı savaşırdık. 90’lı yıllarda bırakın interneti, mp3 bile yoktu ve kasetlerde ateş pahasıydı. Ya sürekli kayıt kasetler doldurup birbirimize vererek, sağdan soldan bulduğumuz dergilerdeki bilgileri okuyarak gündemi takip etmeye çalışırdık. “Ben metalciyim” demek kolay değildi, etrafta abilerimiz vardı ve ciddiye alınmak için onların testlerinden geçmek zorundaydık. Mesela es kaza “Abi ben Def Leppard seviyorum” dersen, sorulacak ilk soru hazırdı “Bateristi hangi albümden sonra geçirdiği kazada tek kolunu kaybetmişti?” Eğer cevabını bilemezsen harbi metalci değil, sadece ortama uymaya çalışan bir özenti olarak kalırdın. Mahalleli de “Oğlum ne anlıyorsun bu heriflerden? Herif anana mı küfrediyor, babana mı?” şeklinde laf attığından aynı şarkıları belki onlarca kez dinleyerek, solisti, bası, davulcuyu ayrı kafamızda yerleştirerek parçanın özüne ulaşmaya

çalışırdık. Bilginin az olması, açlığı ve doyumsuzluğu getiriyordu, bu yüzden yine sağdan soldan bulunan şarkı sözleri Türkçe’ye çevrilip içindeki anlamlar çözülmeye çalışılıyordu. Bu sayede Iron Maiden’in “Afraid to shoot strangers” şarkısının aslında körfez savaşındaki bir askerin düşünceleri olduğunu, aynı albümden “Fear of the dark”ın ise karanlıktan korkan bir çocuğun sözleri olduğunu öğrendik. Guns’n Roses’ın “November Rain” şarkısında hüzünlendik, AC-DC’nin “Money talks” şarkısında kapitalizma nefret püskürdük.

145


Deneme

Deneme

adam öldürmekten bahsetmek, orospu, kaltak kelimelerini kullanmak yok” deyince rap’çiler isyan eder “Ne yani, enstrümantel mi takılacağız?” 3 beyaz çocuğun kurduğu ( şu ana biri rahmetli oldu) Beastie Boys grubunun “Sureshot” şarkısında da bu konuya değinilir. Şarkının bir kısmında “ Uzun zamandır söylenmesi gereken bir şeyi söylemek istiyorum / bu kadınlara yapılan saygısızlığın artık sona ermesi lazım / tüm anneler, kızkardeşler,eşler ve arkadaşlara sesleniyorum / size sonuna kadar saygı duyuyorum vehepinizi seviyorum” Şarkıyı dinlemek ve arkasında neler söylediğini anlamak deyince aklıma otomatik olarak en meşhur beyaz rapçi Eminem geliyor. Onun hakkında binlerce yazı olduğundan, çok detaya girmeyeceğim. Çoğumuz zaten onu o meşhur komik kliplerinden, veya öfkeli rap’lnden tanıyoruz. Yazılardan bildiğimiz kadarıyla da annesiyle anlaşamıyor, karısıyla kavgalı, buna rağmen kızını çok seviyor. Tüm bu özel hayatının detaylarını şarkılarında herkese açık Mesela 2000’li yıllarda 2 liseli genç hip-hop’çu açık anlatmaktan çekinmiyor hatta ara sıra diğer kızın (boyunlarında alimunyumdan yapılma eşşek meşhur kişilere de bulaşıyor.Peki gerçekten onun kadar dolar simgeleriyle) o zamanlarda favori bir şarkısını hiç sonuna kadar anladınız mı ? 1999 olan 50 cent’in candy shop’unu söyleyip nakarat yılında MTV’de Grammy ödülü alan Will Smith’in tutuyorlardı. Şarkının nakaratını bildiğim için meşhur lafı olan “ Gördünüz mü ? Başarılı olmak için şarkılarda küfretmeye gerek yok” demesinin kızların bunu söylemesine şaştım kaldım. Nakarat’ın orijinali “ I’ll take you to the candy shop / I’ll let you lick the lollipop / Go ‘head girl, don’t you stop / Keep going ‘til you hit the spot” dır. Türkçesi “Seni şekerci dükkanına götüreyim / sana lolipopu yalatayım / devam et kızım sakın durma / ta ki tam o noktayı bulana kadar” Çok derin incelemeye gerek yok , ama oral seks’e yapılan bir gönderme olduğu besbelli. Aslında genel olarak kadınların rap dinlemisini çok anlamıyorum. Şu ana kadar dinlediğim rap şarkılarının %90’ında kadınlardan “kaltak” diye bahsedilir ve sadece seks işine yarayan bir obje olarak görünür. Çok başarılı olmasa da eğlenceli bulduğum “My Wife and Kids” adlı bir zenci komedisinde çok güzel bir özeleştiri görmüştüm. Bir bölümünde bir rap şarkı yarışması yapılacaktır. Sit-com’daki esas adam kuralları açıklar “Uyuşturucu satışından bahsetmek,

ardından çıkardığı en meşhur şarkılarından biri olan “The Real Slim Shady’de aynen şu laflar geçer. “Will Smith’in plaklarını satması için küfretmesine gerek yokmuş. Ama ben ederim. O yüzden onu da s.keyim, sizi de s.keyim” Hem Will Smith’i kalaylar arkasından da onu alkışlayan kişileri kalaylar . Şarkı şu şekilde devam eder.” Sizce Grammy benim umrumda mı ? / Siz eleştirmenlerin yarısı bırakın yanımda durmayı söylediklerimi hazmedemiyorsunuz” Çok ciddi bir rap dinleyicisi olmasam da (Hair metal virüsü bir kez bulaştı mı bir daha adamı kolay kolay bırakmaz) bazı Eminem şarkılarından inanılmaz haz alırım. Onun o Statüküo’ya olan nefretini zaman zaman bağırarak zaman zaman da alaya alarak kusması, bence onu bir çok şarkıcıdan daha cesur ve “harbi” yapıyor. Bu yüzden, bir şarkısını, bizim de tam olarak anlamamız için baştan sona çevirmeye ve anlatmaya karar verdim. Şarkının adı “Ass like that” . Esası “I’ve never seen an ass like that” kelimesinin kısaltılmasıdır ve birebir Türkçesi “Ben Böyle Göt Görmedim” demektir. Şarkının klibi şu şekilde başlar. Bir kırmızı halı galasında bir sürü ünlü isim belirir. Sonra bir limuzin durur ve içinde D12 ekibi üyelerinden bazıları ( Eminem’in grubu) ve seksi dansçılar iner. En son Eminem iner. Gazeteciler onu soru yağmuruna tutarlarken, Triumph belirir. Triumph, zamanında Conan O’Brien Show’da çıkan, kukla bir köpektir ve özelliği insanlarla alay etmesidir. Zaten ful ismi, “Mizahi şekilde aşağılayan köpek” Triumph’tır. Triumph bir Belçika dağ köpeği olduğundan aksanlı konuşmaktadır. Triumph hemen Eminem’e sorar. “Eminem bir köpek olarak sormam gerekiyor. Dr. Dre’nin götü nasıl kokuyor ?”(Eminem’in esasında prodüktörü Dr. Dre olmadan bir hiç olduğuna yönelik dedikodulara refere ederek ) Eminem cevap veremeden Triumph devam eder. “Sen çok şirin ve kısasın, niye Elton John’un seni sevdiğini anladım, onun tam beline geliyorsun” ( Eminem’in eşcinsellere olan nefretine karşı , açık bir homoseksüel olan Elton John’la arkadaşlığına değiniyor) Eminem burada Triumph’a “S*ktir git” deyince Triump hemen sorar “Sen 50 cent’i bu ağızla mı öpüyorsun?” ( 50 Cent Eminem’in bulup yetiştirdiği bir rapçidir) Eminem artık dayanamayıp Triumph’a saldırınca Triump haykırmaya başlar “Bana vurma ben senin karın değilim” Triumph’ı Eminemden ayırmaya çalışırlar fakat Eminem Triumph’ı eline takar ve şarkı başlar. Klibin ana teması şudur,

146

147

Yazıda hafif bir melankoli , bir “ah nerede o eski günler” havası olduğunun farkındayım, fakat konuya girmem için böyle bir giriş yapmam gerekiyordu. Şu anda bilginin sel gibi aktığı internet çağında, çoğu kişinin araştırma yapmadan, radyoda ne çalıyorsa dinlemeleri , özellikle de ne olduğunu bilmeden bazen şarkıya eşlik etmeleri bana çok tuhaf geliyor.


Deneme

Deneme

Eminem’i ( ve elinde Triumph’ı ) sürekli polisler kovalamaktadır. Triumph kukla olduğundan, ara ara insanlar da kuklalara dönüşmektedirler ( Kuklalar tam Muppet show tarzı sadece ağzı açılıp kapanan basit kuklalardır) Eminem şarkının bir kısmında kendi rap yaparken, geri kalan kısmında aksanını Triumph’a benzeterek ona rap yaptırmaktadır.Evet, şimdi Eminem’i dinleyelim. BEN BÖYLE GÖT GÖRMEDİM (EMINEM) ENCORE ALBÜMÜ 2004 Eminem’in rapi ( ilk iki kıta nakarattır) Öyle bir sallıyorsun ki, inanamıyorum Ömrümde böyle göt görmedim Öyle sallıyorsun ki pipim Doing doing doing ediyor

İşeyene kadar işimi bitirmiş sayılmam Beni tutuklamanıza karşı çıkmıyorum, sizle aynı fikirdeyim memur bey Şu anda dizlerimin üzerindeyim Daha alçalamam, bu benim için imkansız Ve beni bir katil gibi yargılamayın, ben sadece işemek istiyorum Evet ben R&B müziği yaparım ve şöyle devam ederim Ring-a-chong, a-ching-chong-chong-chongching Şaka yaptım, espri yaptım Sizi üzdüysem özür dilerim, lütfen beni affedin Çünkü ben kukla köpek Triumph’ım, basit bir kuklayım Söylediğim herşeyden yırtarım ve siz buna bayılırsınız Eminem’in rapi Jessica Simpson çok tahrik edici görünüyor Nick ben böyle göt görmedim Ne zaman MTV’de o şovu izlesem Pipim doin doing doing ediyor.

İnanamıyorum, gerçek olamayacak kadar güzel Ben böyle göt görmedim Öyle sallıyorsun ki pipim Doing doing doing ediyor Tam bir dansöz gibi kıvırıyor Götünü Nelly’nin yeni şarkısına göre kıvırıyor. Galiba kapıda biri var Ama cevap vereceğimi zannetmiyorum Polis diyor ki “Kıpırdama” Do doing doing doing

Mary-Kate and Ashley eskiden hep beraberlerdi Şimdi büyüdüler ve popolarıda şekillendi. Sinemaya gidiyorum ve pop-corn’umu alıyorum Polis diyor ki “Kıpırdama” Triumph’un rapi Ne demek “kıpırdama” ? Daha yeni yerime oturdum. Bak biletim burada, yerine koyuyorum, fermuarımda kapalı Lütfen beni bu film salonundan kaldırmayın Daha Mary-Kate’in duş sahnesini de görmedim. Rezil olmak ya da bir olay yaratmak istemiyorum Ve bana Pee-Wee Herman gibi davranmayın memur bey, bu film PG

Triumph’ın rapi Ne demek kıpırdama ? Ben bir insaım, ihtiyaçlarım var

Memur Bey yeni kurabiye yaptım, şunlardan alın Bak, ben Jesus Juice yaparım ( İsa suyu) Ondan da bir yudum alın Kimse benden güvende değil, kendim bile değilim Hatta acaba pi-pi-pi kelimesini radyoda diyebileceğimi bile zannetmiyordum Ama galiba az önce dedim Janet o bir meme mi, galiba az önce bir göğüs gördüm Şaka yaptım, şaka yaptım Ama galiba şakam işe yaramıyor, artık kaçmam lazım Helikoptere koşun, herkes kaçsın Ben Triump değilim, Arnold’um yere çökün

Ben Triumph’um , Britney Spears’ın da omuzları erkek omzu gibi Bunu söyleyebilirim, siz de gülersiniz, çünkü elimde bir kukla var Eminem’in rapi Hilary Duff’ın şu anda yaşı çok büyük değil , o yüzden ... Ben ömrümde böyle KIÇ görmedim Belki seneye göt derim ve o da pipimi Doing, doing, doing yapar Tam bir go-go dansçısı gibi dansediyor O videosunda “dışarı çık aptal” diyor “Yeni bir erkek arkadaşa ihtiyacım var, selam adım JoJo” Polis diyor ki “Kıpırdama” Doing, doing, doing Triumph’ın Rapi Ne demek “Kıpırdama?” Bilgisayarlarıma el konulacak ve çiftliğimin Anahtarları mı alınacak?

Gwen Stefani, üzerime pee-pee yapar mısın ? Ben böyle göt görmedim Öyle sallıyorsun ki pipim Doing doing doing ediyor Senin neyin var ? ( HA !) Az önce çok da “hit” olmamış bir Eminem şarkısının incelemesini okudunuz. Belki çok etkileyici değildi ama NWA ya da Public Enemy şarkılarını burada yazsam, içindeki ırkçılıktan ve küfürden geçilmeyen sözleri buraya yazmak için bayağı bir uğraşmam gerekecekti. Hala rap şarkılarını eskisi gibi dinleyebilecek misiniz ? Tunç PEKMEN

Memur Bey, avukatımı görmek istiyorum Masumluğum kanıtlanacak , kefalet ödeyeceğim ve serbest kalacağım Evet özgür olacağım ve sokaklara döneceğim. Ne demek avukatım Micheal’la ve çok yoğun ?

148

149


Pin-up

150


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.