ARALIK 2009 SAYI 27
KAPAK İÇİ YAZISI Merhaba, Yine kalabalık ve güzel bir sayı ile karşınızdayız. Bu sayının bana göre sürprizi dünyanın öbür ucundan Camilo Manzoni ile yaptığımız röportaj ve Brezilya’dan gelen çizgi romandı. Bir başka yerde, bir başka dilde Zagor okuyan ve çizgi roman hazırlayan birilerinin olduğunu bilmek benim için mutluluk vericiydi. İletişim kurmamda yardımcı olan Zeynep Merve Uygun’a, Röportajdaki desteğinden dolayı Oğuz Öztekere ve çizgi romanı Türkçeye çeviren Rıdvan Şoray’a teşekkürler. Yine Kasım ayının ilk günlerinde İstanbul’da ilk defa bir üniversite çatsı altında “Korku Anlatıları Konferansı” düzenlendi. Bu konferansı düzenleyen Buket Akgün yoğunluğu sebebi ile bize söz verdiği detaylı yazıyı yetiştiremesede konferans katılımcılarından ve ‘Vampirle Savaşmak’ı anlatan Galip Dursun’un kaleminden bu konferansın izlenimini okuyabilirsiniz. Umarız Buket hanım yazısını gelecek sayımıza yetiştirir. Gölge’de bu ay kaybettiğimiz genç çevirmen Emre Yerlikhan’ı anıyoruz. Pek çok çizgi roman ve fantastik kurgu kitabı Türkçe’ye çeviren Emre’nin beklenmeyen ölümü hepimizi yasa boğdu. Arkadaşları Koray Özbudak ve Kayra Keri Küpçü’nün yazıları ile veda edeceğiz Emre’ye. Görüşmek dileği ile...
A. Hamdi Yüksel
Gölge e-Dergi ye ulaşmak için Http:GolgeDergi.Blogspot.com E-Mail adresi : hayalsaati@gmail.com Editörü : Ahmet Hamdi Yüksel Yayın Kurulu: Oğuz Özteker, Utku Tönel, Hasan Nadir Derin, Rıdvan Şoray, Mustafa Emre Özgen Kapak: Burak Gayretli http://daequitas.deviantart.com Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. Tüm yazılardan yazarları, çizimlerden çizerleri sorumludur. http://twitter.com/GolgeDergi
2
İÇİNDEKİLER 4 / Karşı Ev’in Tarihi
Cem AKYÜREK
7 / Oyunbozan
Elvan PEKTAŞ DENİZ
10 / Lukas Moodysson
Barış SAYDAM
16 / Holmes 3. Bölüm
Ozancan DEMİRIŞIK-Onur BAYRAKÇEKEN
25 / Xua-Xua
Yazan-Çizen Onur KÜÇÜK
35 / Gece Avcıları
Can ÇELİKEL
40 / Eve Zamanı’nda Eğleniyor Musunuz?
Masis ÜŞENMEZ
44 / Tırnak İzi
Yusuf SALMAN
48 / Hatıra
Yazan-Çizen Hakan TACAL
50 / Ben Senin Neyinim?
Sadık YEMNİ
56 / Nedir Bu 3-D Dedikleri?
Hasan Nadir DERİN
61 / Lanet
Yazan-Çizen Meryem ÇİMEN
70 / Güven Çıkartmak
Merve VERAL
73 / Vampir Söylencesi
Galip DURSUN
76 / Aydınlanma Zamanı
Mustafa KILCI
80 / Ayrı Bir Kitap
Fatih DANACI
84 / Seni Çok Özleyeceğiz
Kayra Keri KÜPÇÜ
86 / Teşvikiye’nin Ruhu
Koray ÖZBUDAK
88 / Bonita’m
Emre DEMİROK
92 / Var Oluş, Var Olamayış
Hakan Günay AYDINOĞLU
96 / Lord Engord 1.Bölüm
Gökcan ŞAHİN
104 / Çizgi Roman’da Bir Kültürdür
Gölge Özel Röportajı
106 / AURORA
Aurora Comics Yazan-Çizen Camilo MANZONİ
KARŞI EV’İN TARİHİ 1994 Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okuyordum. Henüz ikinci sınıftaydım. Eskişehir benim gibi hayatın zorluklarından uzak yetiştirilmiş genç bir erkek için macera gibiydi. Sanki okul hiç bitmeyecekmiş, hep orada kalıp kendi dünyamda yaşayacakmışım gibi geliyordu. Benim gibi, hatta birçok yönden benimle aynı yapıya sahip Çizgi Film bölümünde okuyan arkadaşım Alpay Zeren ile sokaklarda öylesine gezip hayaller kuruyorduk. Ortak hayallerimizden birisi de çizgi roman dergisi yayınlamaktı. Bir rüyaydı ilk başta. Kuşe kâğıda basılmış renkli kapağı olan dolu, dolu bir çizgi roman dergisi yayınlamak. Sonuçta öğrenciydik ve harçlığımız sadece yemek parasına yetiyordu. Belki de ayda bir müzik kaseti filan alıyorduk. Akşamları evde oturup çalışma masasının sarı lambasında karakalem çizimler yapıp, dergi hakkında konuşuyorduk. Bir gün mutlaka yayınlayacaktık şu dergiyi.
1998 Dedim ya bir rüyaydı Eskişehir. Kızlar filan derken zaman geçmiş, bu arada kardeşim Cenk de Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni kazanmıştı. O da bizimle aynı kafadaydı. Çizgi roman fikri tekrar canlandı. İç Mimarlık Bölümünde sınıf arkadaşım Barış Mantı (Maximus Bomarfhis) bize katıldı. Ekip tamamlanmış sayılırdı. Ama derginin doyurucu olması için çok çalışmak gerekliydi. Grafik Bölümünden Barış Güney bize katıldı. Çapa çizgi roman grubundan Yıldıray Çınar da pin-up desteği vereceğine dair söz verdi. En son yine çizgi film bölümünden Ozan Küçükusta iki sayfalık kendi gibi rahatsız çizgi romanlarından biriyle bizi destekledi. Galiba olacaktı bu iş. Bir heyecan, çizmeye başladık. Dergi, yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı ki aramızda gereksiz tartışmalar çıkmaya başladı. Mesela kapağı kimin çizeceği sorun oldu. Alpay ilk sayının kapağını çizmeyi çok istiyordu. Kabul ettik. Aradan uzun zaman geçti ama dergi hazır olmasına rağmen Alpay kapak için hiç bir şey hazırlamamıştı. Bir gün Barış (Maximus Bomarfhis) elinde alternatif bir kapakla çıkageldi. Hepimiz çok beğendik. Alpay çok kızdı. Büyücü vampire dönüştü. Tam odanın ortasında fire ball büyüsü yapmaya hazırlanıyordu ki koşarak dışarı kaçtık. Yakacağı kimse kalmayınca vazgeçti. Birkaç söz mırıldanıp büyüyü geri çekti. Öfkeden kıpkırmızı olmuş gözlerle bize bakıp cüppesine sarındıktan sonra kapıdan çıkıp gitti. Bu durum benim için çok üzücü olmuştu. Sonuçta bu ikimizin fikriydi. Ayrıca derginin isim babasıydı Alpay. Merzifon’daki evlerinin karşısındaki yıkık perili ev’den almıştı dergimiz adını. KARŞI EV diyordu oraya Alpay. Çok seviyordu orayı. Yıktıklarında çok üzülmüştü. Dergi hazırdı ama finans sorunumuz vardı. Renkli olamasa da kuşe olmasını istiyorduk kapağın. Derginin asıl sahipleri olarak Barış Mantı, kardeşim Cenk ve ben, harçlıklarımızı topladık. Babalarımızdan destek aldık. Yaz tatili için biriktirdiğimiz paraları koyduk ortaya. O zamanın parasıyla matbaanın talep ettiği 60 milyon TL’yi bir araya getirdik. Karşı Ev’in ilk sayısı elimizdeydi nihayet. Tüm dergileri bir gecede poşetledik. Canımız çıktı. Eskişehir, Ankara ve İstanbul’daki ilgili insanların ulaşabileceği tüm yerlere bıraktık. Cenk internette
4
tanıtım için website bile hazırladı. İlk tepkiler olumluydu. Her işte olduğu gibi bunda da bir şeyler üretmek yerine başkalarını yıkıcı yönde eleştirenlere de maruz kaldık tabii. Güldük sadece. Bizim rüyamız gerçek olmuştu. Bir gün Yıldıray aradı. Yeni Yüzyıl Gazetesine çıkmışsınız, dedi. Çok şaşırmak bir yana, sadece bir şaka olduğunu düşündüm. Gidip gazeteyi aldım ve gördüm ki gerçekten de oradayız. Hazırlandığından itibaren sadece yakın çevremiz tarafından ziyaret edilen website’ı bir gecede 500 kişi ziyaret etti. Mutluluktan uçuyorduk.
1999 Karşı Ev 2. sayısı için hazırdı artık. Ne yazık ki ilk sayının hâsılatını toplamakta ve elimizde para tutma konusunda başarılı olamadık. 2. sayı hazırdı ama paramız yeterli değildi. İşte bu noktada yine babalarımız devreye girdi. Haklarını nasıl öderiz bilemiyorum. Dergiyi matbaadan alıp eve geldiğimizde koliden çıkanları görünce dehşete düştük. Korkunç derecede kötü basılmış bir dergiydi. Hiçbir şey doğru düzgün görünmüyordu. Hatta Barış’ın çizgi romanından hiç bir şey anlaşılmıyordu. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Dergiyi dağıttık ama baskı kalitesi açısından hiçbir çekiciliği olmayan 2. sayı çöktü. Sadece meraklıları ve yakın çevremiz aldı. Bütün hevesimiz kaçmıştı. Zaten devam etmeye karar versek bile paramız yoktu.
2000 Fotokopi. Ne var ki? Maksat insanlara bir şekilde ulaşmak değil mi? Fotokopi yaptık dergiyi. Böylelikle paramız kadar basıp, bitince talep olursa yenisini basardık. Tuttu fikir. Az satmış olsa da herkes en çok 3. sayıyı beğendi. Bu noktada bıraktık. Zaten okullarımız bitiyor herkes kendi yoluna gidiyordu. Bitmişti Karşı Ev.
2001 Mezun olmama bir ay kala evleneceğim kız Pelin’le tanıştım. Beni vazgeçtiğim çizimlerime geri döndürdü. Yeniden çizmeye başladım. Dergilerimizi inceledi ve 4. sayıyı çıkartmak istedi. Çok şaşırdım. Ekip dağılmıştı. Yeni çizerler buldu. Çizgi film bölümünden taze kan yeni çizerler. Bir tane de benim gibi dinozor olan Suat Efe vardı. Güzel bir çizgi roman verdi. Ben sadece kapak çizdim. Pelin, derginin her şeyiyle ilgilendi. 4.sayıyı fotokopi formatında meraklısına ulaştırdı.
2004 Derginin devam edip etmeyeceğini bilmiyorum. Belki bir gün bir şeyler toparlayıp yayınlarız. Küçük çocuklardık. Şimdi iş güç içinde kaybolmuş kravat, gömlekli adamlarız. Ama hâlâ içimde o günlerin heyecanını yaşıyorum. Herkese sevgiler.
Cem AKYÜREK
6
OYUNBOZAN Hayat küçük oyunlarla doluydu. Belki de oyun olan hayatın kendisiydi. Çıkışı olmayan oyunların varlığından henüz haberi yoktu. Bu yüzden bulduğu her oyunun içine kolayca dalıyordu. Kolayca, korkusuzca. Sabah uyandığında aynanın karşısına geçti. Tam olarak bilincinin ne kadarının uyanık olduğunu ya da ne kadarının hâlâ uyumakta olduğunu bilmiyordu. Şu anda yapmak üzere olduğu şey uykusunda aklına gelmişti ve o yalnızca tam da rüya olmayan bir rüyayı gerçek olmayan bir uyanıklıkla devam ettiriyordu. Elini kaldırdı. Parmağının ucuyla alnından başlayıp, çenesinde biten görünmez bir çizgi çizerek yüzünü ikiye böldü. Bölündü. Artık o vardı, bir de öteki. O ve öteki. Kısacık bir an süren basit bir hareket yapmış ve mutlak yalnızlığını bitirmişti. Bu oyunu sürdürmeyi istediği sürece yalnız olabileceği bir tek anı, tek başına alacağı bir tek nefesi yoktu, bundan sonra. Sabah güneşinin kuvvetli etkisiyle, gözü, aynaya yapışıp kalmış küçük bir toz tanesine takıldı. Düşünmeden parmağı ile onu almak için uzandı. Parmağını dokundurduğu an toz yok oldu. O toz taneciği şimdi neredeydi, bilmiyordu. Ama onun yerine aynada parmak izi kocaman bir leke olarak kalmıştı. Pijamasının kolu ile onu temizleyecekken durdu. Şu an ölse ardından bırakacağı tek izin bu leke olacağını düşündü. Öyle ya da böyle geriye bir iz bırakmak iyiydi. Parmak izini silmekten vazgeçti. Yüzünün hangi tarafını seçeceğine o karar verecekti. Öteki, seçilmediği için kendine kalan diğer yarıya razı olmak zorundaydı. Bu düşünceyi, onun da duyacağından emin bir şekilde içine doğru gönderdi. İçi, kendi kendine düşündüğü şeyleri, mırıldandığı kelimeleri gönderdiği dipsiz bir kuyu değildi artık. İçe atılan her şey kendi ağırlığına göre az ya da çok bir sesle yankılanacaktı bundan sonra. Hayatında tek gördüğü kuyuyu düşündü. Çocuktu daha. Kuyunun dibinde su olduğunu öğrenene kadar, yerden bir taş alıp içine atmaya cesaret edememişti. O karanlığın dibinde var olan her ne ise attığı taşla onun canını yakmaktan korkmuştu. Canını yakmaktan, bir yerini yaralayıp, yaradan akan kanların yüzüne kadar fışkırmasından korkmuştu. Dakikalarca bir şey görme umuduyla belinden aşağısını sarkıtarak kuyunun içine baktığını hatırlıyordu. Onu sarhoş eden duygu, karanlığın içinde bir şey görebilme umudu değil de karanlığın içine düşme tehlikesiydi. Birisi gelip, onu belinden yakalayıp, yukarı çekene kadar, bu duygunun başını döndürmesinin tadını çıkarmıştı. Kanının damarlarında koşarak akmasının tadını. Yazı yazarken sağ elini kullanıyordu. Diş fırçasını sağ eliyle tutuyordu. Bir şeyi işaret edeceği zaman sağ elinin işaret parmağını kullanıyordu. Aynadaki tozu bile sağ elinin işaret parmağı ile uzanıp almıştı. Sağ mı, sol mu diye bir seçim yapmadan uzatmıştı elini. Doğal olarak. Sanki bir eli daha yokmuş gibi. Yüzünü ikiye ayıran çizgiyi çekmek için de sağ elini kullanmıştı. Bu yüzden sağ tarafı seçmeye karar vermesi fazla uzun sürmedi. Yüzünün ve vücudunun sağ kısmını o alıyordu. Sol tarafı ise ötekine bırakıyordu. Bu seçimden dolayı bir itiraz gelecek mi diye bir an durdu ve içine kulak verdi. Kısa sürede tepki geldi ama bu bir itiraz değildi. Tam tersine, kalbin olduğu tarafı ona bıraktığı için memnun olmuştu öteki. Ama bu memnuniyette bir minnettarlık yoktu, onun yerine küçümseme vardı. Yapabileceği en akılsız seçimi yapmış olduğu için küçümseniyordu. Bir an için hiç kımıltısız kaldı. O anda damarlarındaki kan bile bu kısacık an süresinde akmaya ara vermişti. Kendi yarısını bir arkadaş uğruna bırakmıştı. Bir yarım verip iki olacaktı. Ama beklentisi ile gerçekleşen aynı değildi. Bir yarısını verip, gerçekten de yarım kaldığını tam olarak anladığı an, kımıltısız öylece dururken, ötekinin sırf ona karşı bir şey yapmış olmak için devinmeye başladığı andı. O ve öteki arasındaki tatsızlık çok kısa sürede büyüdü. Yaşanan anların tümü bir inatlaşmaya
dönüşmüştü. Tıpkı çocukluğunda gördüğü bir kitaptaki resim gibiydi her şey. Birbirlerine boyunlarından bağlı iki keçi gibi daracık bir köprünün üzerindeydiler. İkisi de inatla farklı bir yakaya geçmeye çalışıyordu. Üstelik aşağı da düşmemeleri gerekiyordu. Bu yüzden eşit bir kuvvetle ve hiç kazanma umudu olmadan birbirlerini çekip duruyorlardı. Bunu düşünmek bile o ip gerçekten boynundaymışçasına canını acıtıyordu. Başlarda uzlaşmacı olmayı denedi. Ama öteki uzlaşma peşinde değildi. İstediği belli bir şey de yoktu aslında. Bütün derdi ona ters düşmek, onunla çekişmekti. Bunu sakince kabul ederse her şey daha kolay olur diye düşündü. Ama ötekinin amacının, kendi tarafı ile yetinmeyip, onun tarafını da ele geçirmek olduğunu anlayınca, savaşmaya karar verdi. Bu oyunu kazanacaktı. Kazanmadan bitirmeye niyeti yoktu. İlk defa oynamanın zevki için değil, oyun oynamak güzel bir şey olduğu için değil, kazanmak, ne olursa olsun kazanmak için oynuyordu. Oyun ilerledikçe çekişme, içe gönderilen karşı tarafı kızdıracak düşüncelerden daha ileri gitti. Fiziksel bir itişme başladı. Onun saçlarının uzun olmasından hoşlandığını anladığında öteki, eline geçirdiği bir makasla, kendi tarafındaki saçları kısacık kesti. O hiçbir şey sürmezken öteki, kendi tarafındaki dudakları kan kırmızısına boyamaya başladı. Giydikleri bile farklıydı. Kendi sevdiği yemekleri, ağzının içinde hiç onun tarafına taşırmadan yemeye uğraşıyordu. Ötekine saygılı olmaya çalışıyordu. Oyunu kuralları içinde oynamaya çalışıyordu. Bu yüzden bir süre sonra yediklerini çiğnemekten vazgeçti. Lokmaları, kendi tarafına yerleştirip, mümkün olan en kısa sürede yutuyordu. Öteki onun kadar dikkatli ve özenli değildi. Bu yüzden nefret ettiği tatlara katlanmak zorunda kaldığı zamanlar oluyordu. Düşünmeden hareket etmeyi öğrenmişti. Öteki tam bir düşünce kapanı gibiydi. Düşündüğü an yakalayıp, tersini yapmak için hemen harekete geçiyordu. Sonra öteki bu sınır taşmalarını giderek daha sinsi yapmaya başladı. Bir gece, kendi uyurken ötekini, o beceriksiz yeteneksiz, sol eliyle kendi uzun güzelim saçlarını kesmeye çalışırken yakaladı. Ondan sonraki geceleri, yarı uyur yarı uyanık geçirdi. Tüm bunlara son vermek için bir kez daha aynanın karşısına geçti. Geçtiler. Bu sefer sınırları belirlemek için yüzü ve geri kalan tüm vücudu beyaz çizgiyle ikiye böldüler. Bunu yapmadan önce uzunca bir süre de çekecekleri çizginin rengi için çekiştiler. Gün geçtikçe oyun tatsız bir hal aldı. Artık oyundan çıkmak da imkânsızdı. Aralarında diğer yarıyı ele geçirmek için amansız bir boğuşma vardı. Bir sabah, yarı uyanık yattığı uykusundan kalktığında çözümü bulmuştu. Düşünmemeliydi, düşünmemeli, sadece yapmalıydı. Ötekinin, bir fırsat bulunca saçlarını kesme amacı ile elinin altında bulundurduğu makası yavaşça aldı. Düşünmemeliydi, düşünmemeli. Ne yapacaksa hemen yapmalı, sadece yapmalıydı. Yaptı da. Tam olarak uyanmasına fırsat vermeden makası hızla ötekinin kalbine sapladı. Ağzından çıkan iniltiyi duyduğunda başardığını biliyordu. Öteki her zamanki dikkatsizliği ile ağzına dolan kanın onun tarafına geçmesine göz yumdu. Bu ötekinin oyunun kurallarını son bozuşuydu. Onun için sesini çıkarmadı. Gözü oyuna başladığı gün aynada bıraktığı parmak izine takıldı. İz kendi iziydi, ötekinin değil. Bunu düşünürken ötekinin ağzından fışkıran kanın son bir damlasının gidip o izin üstünü örttüğünü gördü. Öteki bir oyunbozandı. Asla bu oyunu onunla oynamamalıydı. Elvan PEKTAŞ DENİZ İllüstrasyon M. Kaan SEVİNÇ http://mehmetsevinc.deviantart.com
LUKAS MOODYSSON İsveç sinemasının parlayan yıldızı: Lukas Moodysson
Ingmar Bergman ve Roy Andersson’dan sonra İsveç’in en yetenekli yönetmeni olarak anılan Lukas Moodysson, yönettiği sıra dışı filmlerle 1990’ların sonlarına doğru ismini bütün dünyada duyurmayı başardı. Daha 17 yaşındayken bir şiir kitabı çıkaran Moodysson, sinema dışında edebiyat ve müzikle de yakından ilgili. Sinemasını en çok etkileyen unsurların başında İsveç müziğinin ve edebiyatının geldiğini belirten yönetmen, ayrıca The Cure, Morrissey ve David Lynch’in de kendisini çok etkilediğini söylüyor. 90’larda yetişen İskandinav yönetmenler Carl Theodor Dreyer ve Ingmar Bergman’ın sinemasından çok, Lars von Trier önderliğindeki Dogma akımından etkilense de, Bergman’ın Moodysson’ın sinemasını beğendiği ve ülkesinde ona çok destek olduğu herkesçe biliniyor. Ülkesi İsveç’te “Bergman’ın veliahdı” olarak görülen Moodysson’ın sineması ise Bergman’la çok farklı kulvarlarda gidiyor. Bergman’ın özellikle Fanny and Alexander filmini çok beğenen yönetmenin sinemasının kaynakları çeşitlilik gösteriyor. Amerikan Bağımsızları’nı da çok seven yönetmen, Hollywood’un tür sinemasına da oldukça ilgili. Filmlerinde sık sık aralara sıkıştırdığı pastişlerle de bir anlamda Hollywood’un yayılmasında öncülük ettiği tür filmlerinin klişelerini arthouse sinemayla birleştiriyor. Tanıdık temaları, klişe hikâyeleri ve sıradan olay örgülerini kullanmasına rağmen, bir yandan da bütün bu bilindik düzeni ters yüz eden çeşitli düzenlemelerde bulunmaktan da geri durmuyor. 1995 ve 1998 yılları arasında üç tane kısa film yöneten Moodysson, ilk çıkışını 1998 yapımı Fucking Amal’la yapar. Dogma manifestosunun ardından Idioterne ve Festen filmleriyle ilk kez manifestolarını hayata geçiren Lars von Trier ve Thomas Vinterberg’ün uluslararası alandaki başarıları Moodysson’ın çıkış filminin uluslararası alanda yeterince ses getirmesini engeller. Neredeyse dünyadaki bütün festivallerde gösterilen Fucking Amal, aynı zamanda Hollywood’un tipik gençlik filmleriyle Avrupa Sineması’nı birleştirir. Ergenlik çağındaki iki genç kızın birbiriyle olan yakınlaşmaları ve yaşadıkları bunaltıcı kasabadan bir çıkış yolu arayışları türün kalıpları esnetilerek ekrana taşınır. Hikâye çok tanıdık bir hikâyedir, ama hikâyenin kahramanları kadın ve erkek değildir. Henüz ergenlik çağına yeni girmiş iki genç kızdır. Hollywood’un tür sinemasındaki muhafazakâr bakış açısını yeren yönetmen, bir yandan da ergenlik çağındaki gençlerin kimlik bunalımını ve çevrenin bu gençlerin gelişimindeki etkisini gösterme imkânı yakalar. Klişeleşmiş bir hikâye üzerine kurduğu film aracılığıyla pek çok konuyu eleştiren yönetmenin yarattığı görsellik ise etkileyicidir. Ana akım sinemaya ve onun dağıtım düzenine bir manifesto şeklinde başlayan Dogma akımıyla birlikte imkânları günden güne keşfedilen aktüel kamera Moodysson’ın çıkış filminde harikalar yaratır. Hareketli kamera aracılığıyla gençlerin içinde bulunduğu kapalı ve bunaltıcı ortamı seyircilere yaşatan Moodysson, renk ve müzik seçimleriyle de gençlerin duygularını dışarıya yansıtır. Karanlık ve soğuk kadrajlar, iki genç kızın yakınlaşma sürecinde yerini ılık ve karşı konulması son derece güç kırmızı tonlara bırakır. Arka planda çalan müzikler de gençlerin duygularına tercüman olacak cinstendir. (Örneğin Robyn Carlssson’un Show Me Love şarkısı.) Yönetmen bir gençlik filmi formülünü alıp tıpkı Dogma’da olduğu gibi ana akım sinemaya karşı gelişen bir eleştiri şeklinde kullanmıştır.
10
Geçmişin Gölgesinde: Tillsammans
Tillsammans
90’ların en etkileyici çıkış filmlerinden birine imza atan Moodysson’ın bir sonraki filmi Tillsammans, yönetmenin çocukluğunda yaşadığı komün hayatıyla ilgilidir. Çocukluğunda annesiyle birlikte bir süre bir komünde yaşayan yönetmen, Tillsammans’ta belli idealler çevresinde toplanmış bir grup insanın yaşantısını anlatır. Mutluluğu amaç edinmiş, yalnız olmaktansa birlikte olmanın daha iyi olacağına inanan ve insanların değişebileceğine dair her zaman umut besleyen bireylerden oluşan ilginç bir komünün yaşamı anlatılırken, yönetmen bir yandan da dönemin sosyalist ve optimist ruh halini ekrana yansıtır. 70’ler dünyada da pek çok önemli gelişmenin yaşandığı bir dönemdir ve yönetmen bu dönemi yansıtmak için çok özel insanların toplandığı bir komünü seçer. Bu komünün yaşam tarzı, aynı zamanda bireyselliğin artmasıyla birlikte gittikçe yabancılaşan ve soğuklaşan bir toplumun da alegorik eleştirisini bizlere sunar. Filmi yüzeysel değerlendirdiğimizde, tıpkı Fucking Amal gibi “izle ve kendini iyi hisset” tarzında bir hafifliği vardır. Ama diğer yandan, yine Fucking Amal gibi ciddi söylemleri ve eleştirileri olan zengin bir alt metne sahiptir.
Komünizmin Ve İnsanlığın Çöküşü: Lilya 4-Ever Tillsammans’tan sonra “daha derinlere inmeye” karar veren Moodysson, bu sefer kariyerinin en karamsar ve sarsıcı filmine imza atar. Yönetmen, şiddeti ve tecavüzü izleyicilerin yüzüne vurmakla birlikte, filmin finaliyle karanlık bir tablo da çizer. Lilya daha on altı yaşındadır. Annesi ve teyzesi dışında ne bir akrabası ne bir tanıdığı vardır. Annesi de sevgilisiyle kaçıp gittiğinde, Lilya hayattan ilk darbeyi yer. Bu darbeden sonra ise, tecavüz, şiddet, yoksulluk ve yalnızlık peşini bırakmaz. Bütün bu olan biten karamsar tablonun arka planında ise, komünizmden kapitalizme hızlı bir şekilde evrimleşen Rusya vardır. Fakat Moodysson filminin mekânını Rusya ile sınırlamaz. Resme geniş çerçeveden bakarak, "Cennet" diye tabir edilen, kendi ülkesi İsveç'i de çekinmeden filminin aktörlerinden biri yapar. Başrolde bu iki ülke yer alsa da, Moodysson'ın esas hedefi kapitalizm ve onun insanlar üzerindeki etkileridir. Her şeyin rahatlıkla alınıp satılabileceği, yaşadığımız çürümüş
Lilya 4-Ever
sistemdir. Sistem önce bireyleri birbirine yabancılaştırmıştır. Klasik aile hızla dağılma sürecine girmiştir. Yardımlaşma yerini çıkar ilişkilerine bırakmış, insanlar kutuplaşmaya sürüklenmiştir. İşsizlik çok fazladır, emek sudan ucuzdur. Bir de küçük ve imkânları sınırlı bir kasabadaysan hayat daha da ağırlaşır. Sistemin çarkları her köşe başında seni sıkıştırırken, yaşamak için bir nedenin de kalmaz. Lilya'nın vakti gelmemiştir belki, ama yaşamak için bir nedeni de yoktur. Sistemin ve insanların bütün çirkinliklerini görmüş, bizzat bunlara denek olmuştur. Bu denek olma durumu ikircikli bir meseledir, aslında. Zira Lilya bu duruma gelene kadar sürekli yanlış seçimler yapmış olsa da, doğuştan bir kere hayattan kazığı yemiştir. İlk kazığı belki de böyle bir dünya, böyle bir kasaba, böyle bir ailede dünyaya gelmek olur. Moodysson kaderi vurgulamak için, Lilya'nın Britney Spears'la aynı gün doğduğunu hatırlatır. Lilya, kim bilir belki aynı sene, aynı yerde doğsaydık ve bebekler değişseydi der... Ama bu kadercilikle de yetinmez Moodysson. Lilya'nın talihi kötü yazılmış olsa bile, kanatlanıp çok sevdiği meleklere dönüşmeden önce seçimlerini tekrar gözden geçirir. Bir film şeridi gibi seçimleri ve kısacık hayatının yanlışları gözünün önünden geçerken Lilya'nın, fark eder nerelerde yanlış yaptığını. Fark eder etmesine de… Ya doğruları yapsaydı... Sonuç farklı olur muydu acaba? Film biterken, Moodysson bu soruları da sormaktan geri kalmaz. Küçük ve masum hayalleri olan Lilya'nın onca tecavüzüne, kamerasını tecavüzcüye tutarak bizi de ortak eden Moodysson bununla da yetinmez. Bizi de sürükler Lilya'nın hayatını ve seçimlerini sorgulamaya… Bir genç kızın yaşadığı yerden kurtulma isteği, seçimleri, kadın ticareti, Rusya’nın kapitalizme ayak uydurma çabaları, istismar edilen çocuklar, gençler, ülkeler ve hepsinin göbeğinde çürümüş bir sistem… Moodysson, Fucking Amal ve Tillsammans filmlerinde de aslında alt metninde eleştirdiği yaşadığımız sistemi Lilya 4-ever’la birlikte tam on ikiden vurur. Bu sefer eleştiri okları alt metinde değil, bizzat filmin görünen gerçekliğindedir.
Göteborg Gösterileri ve Terrorists: The Kids They Sentenced Lilya 4-ever gibi çarpıcı bir filmden sonra Moodysson, Stefan Jarl’la birlikte 2001 yılında Göteborg’da gerçekleşen gösterileri konu alan bir belgesel yönetir. İki yönetmen, bir taraf gözetmeksizin bu protestoların arkasında yatan nedenleri belgeselde sorgular. Tarih Haziran’ın 14’ünü gösterdiğinde, İsveç tarihinde iki önemli olay gerçekleşmek üzeredir. Bunlardan ilki, ülke Avrupa
12
A Hole In My Heart
Birliği Zirvesi’ne ev sahipliği yapacaktır. İkincisi de, ilk defa bir Amerikan Başkanı zirve nedeniyle ülkeyi ziyaret edecektir. Bu yüzden, zirvenin yapılacağı Göteborg’da George W. Bush’u, Dünya Ticaret Örgütü’nü, AB’nin ekonomik programlarını ve kapitalizmi protesto etmek üzere ciddi bir kalabalık toplanır. Protestolar kısa süre sonra çatışmaya dönüşür ve ülke tarihinde daha önce yaşanmamış görüntüler televizyonlara yansır. Polis gösteriler karşısında yetersiz kalınca, çareyi göstericilere ateş açmakta bulur. Yüzlerce kişinin yaralandığı ve binlerce kişinin tutuklandığı bu gösteri, kapitalizme karşı olduğu kadar Avrupa Birliği’nin özgürlükleri kısıtlayıcı yapılanmasına da yöneliktir. Şu an bile İsveç’in büyük çoğunluğu, Avrupa Birliği’nin ülkedeki iç politikaya karışması ve kişisel özgürlükleri sınırlaması nedeniyle AB’den çıkmak istemektedir.
Porno Sektörüne İçeriden Bir Bakış: A Hole In My Heart Kapitalist sistemin çürümüşlüğünün en büyük örneklerinden biri de her şeyin alınıp satılabilir olmasıdır. Her şeye karşı bir talep vardır. Tükenmek bilmeyen bir enerjiyle her şey tüketime tabi tutulur. Moodysson’ın sinemasında eleştirilerin merkezi noktalarından biri de bu olgudur. A Hole in My Heart filminde, yönetmen hem tüketim çılgınlığının uç noktalarına değinir hem de porno sektöründe yitip giden insanların, bir anlamda “kayıp insanların” yaşamlarına ayna tutar. Bu sektörde çalışan insanların dramları ekrana getirilirken, her türlü duygudan yoksun alabildiğine soğuk, bencilliğin ve sömürünün hüküm sürdüğü bir arka plan da resmedilir. Bu soğuk ve duygusuz dünya içinde karakterler de gittikçe dibe vurur. Belki de tutunabilecekleri tek dal umutları ve düşleridir. Hepsi aslında sarılacak bir omuz ister, fakat bu sektörde kimse kendisinden başkasını düşünmemektedir. Kimlik bunalımı yaşayan karakterlerin insan pazarındaki edilgin rollerinin ötesinde, yönetmen hepsinin derinine inerek onlardaki insani yanları da göstermeye çalışır. Bu sayede, sektörün iç yüzü; yani insanlar üzerinde bıraktığı tahribatlar daha da açığa çıkmış olur. Moodysson diğer filmlerinde yaptığı gibi belli temalar üzerinden yola çıksa da, yine merkezine aldığı esas nokta kapitalizmin çarkları içinde sıkışan insanların ve genel olarak insanlığın yaşadığı bunalımdır. A Hole In My Heart, insanların en mahrem organlarının parçalarının bile alınıp satıldığı, her şeyin bir meta olarak kabul gördüğü, yabancılaşmanın ve soğukluğun her yanı sardığı, kaçışın sadece düşlerde olabildiği karanlık bir dünyanın gerçekçi bir betimlemesinden ibarettir. İnsanların algılarının birbirine karıştığı, kimlik bunalımının ayyuka çıktığı, gerçek ve sanal olanın birbirine geçtiği bu dünyayı Moodysson çarpıcı kurgusuyla sinemasal olarak da vurgulamaktan ve canlandırmaktan geri durmaz.
Container: Moodysson Denemeye Devam Ediyor… Jena Malone’un kısık bir ses tonunda, düzensiz bir şekilde konuşmasıyla ilerleyen Container, deneysel filmlerin pek çoğunda olduğu gibi klasik anlatının kurallarıyla ilgilenmeyen bir çalışmadır. Önce Moodysson’ın düşüncelerini yansıttığını tahmin ettiğimiz monologlarla açılan film, daha sonra konuşmalardan bağımsız akan görüntülerle farklı bir boyuta geçer. Dinle ilgili konular, tüketim çılgınlığı ve popüler kültür üzerine Moodysson’ın rastgele düşünceleri şeklinde başlayan monologlar, sonraları iki karakterin çeşitli mekânlarda dolaşmasıyla birer düşünceden çok sayıklamaya dönüşür. Sözler yerini imgelere bırakırken, klasik anlatının bütün kalıplarından sıyrılmış, bir amaç ifade etmese de bir zihin akışını şiirsel bir kompozisyonla beyazperdeye taşıyan avangart yanı kuvvetli bir film karşımıza çıkar. Container’dan üç yıl sonra çektiği ve şimdilik son Moodysson filmi olan Mammoth ise, yönetmenin Amerikalılarla çalıştığı ilk filmi. İlk kez 10 milyon dolar gibi görece büyük bir bütçe ve Gael Garcia Bernal ve Michelle Williams gibi önemli oyuncularla çalışan yönetmen, filmde New York'ta yaşayan başarılı ve saygın bir adamın Tayland'a uçarken bir anda yaşamını değiştirmeye karar vermesini anlatıyor. Çekimleri dört farklı ülkede gerçekleşen film, Berlin Film Festivali’nde de “Altın Ayı” için yarışan filmlerden biriydi.
Container
Sonuç Niyetine… Küreselleşme, kapitalizm, yabancılaşma, tüketim kültürü, çürüme ve değişen insan ilişkilerine vurguda bulunan ve kullandığı bu temaları eleştirel bir alt metinle izleyicilere yansıtan Moodysson, karakterlerine gösterdiği duyarlılıkla da öne çıkar. Dünyanın çürümüşlüğünü yaşayarak öğrenen Moodysson karakterleri, yönetmenin her filminde tekrarlandığı üzere, insanların kötü olduğunun, hayatın yalnız ve üzücü olduğunun farkındadır. Buna rağmen, yaşam bırakılmayacak ve vazgeçilmeyecek kadar da güzeldir. Onun yaşama karşı olan bu umut dolu tavrı, pek çok kez karakterlerine de yansır. Moodysson karakterleri sıkışmış ve çürümüş sistem içinden bir şekilde
14
çıkmaya çalışır. Bu çaba, hem sistemin eleştirisi için bir zemin hazırlar. Hem de Moodysson filmlerinin hüzünlü atmosferini bir nebze de olsa yumuşatır. Yönetmenin filmografisine baktığımızda, eleştiri oklarını yavaş yavaş sivrilttiğini görürüz. Fucking Amal ve Tillsammans’ta alt metinde olan eleştiriler, Lilya 4-ever ve A Hole In My Heart’ta filmlerin biçemiyle birlikte insanların zihinlerinde yer edecek kadar çarpıcıdır. Michael Haneke’nin yaptığı gibi, Moodysson da edilgin bir güruhu eleştirirken, onları sarsarak eleştirme yoluna gider. İlk iki filminde bu yolu izlememiş olsa da, gittikçe eleştirilerinde sesini yükseltecektir. Filmlerinde, yarattığı karakterler kadar arka plana da büyük önem veren yönetmen; filmlerinin eleştiri merkezlerinde yer alan siyasi ve toplumsal olayları da hatırlatmaktan geri durmaz. Tillsammans’ta bir komün yaşantısını ekrana getirmesine rağmen, 70’lerin siyasi ve toplumsal atmosferi son derece canlıdır. Lilya 4-ever’da komünizmin çöküşünden sonraki Rusya, yönetmenin tercih ettiği mekânlarla birlikte ekranda görselleşerek, çöküş ve değişim vurgulanır. Dijital kameranın olanaklarını çok iyi kullanan Moodysson, filmlerinde yarattığı görsel kodlarla da karakterlerinin içsel dünyalarını seyircilere yansıtmayı başarır. Etkileyici görselliğini, seçtiği yerinde müziklerle de destekleyen yönetmen; bu sayede sinematografisinin de en temel özelliklerini imlemiş olur. Moodysson’ın sineması, biçimin içeriği tamamladığı, sinematografinin göz boyayıcı özellikler taşımadığı, tersine sinemasal bütün öğelerin içeriğin açılımına hizmet ettiği bütünlüklü bir sinemadır.
Mammoth
Barış SAYDAM bar_saydam@hotmail.com http://avrupasinemasi.blogspot.com
HOLMES
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : HIRS ALEVİ Daha önce pek çok çıkmaz sokakta bulundum. Yürüdüğüm engebeli yolun bitiminde, sağından-solundan veya içinden geçmek için hiçbir imkân bulunmayan taş bir duvarla karşılaştım. Ama her seferinde, beceremeyeceğimi düşünenlere nispet ve becereceğimden emin olanlara saygı misali, o duvarı ezip geçtim. Şimdiyse, araştırdığımız seri cinayetleri işleyen ‘gaddar katil’ olduğu yönünde güçlü kanıtlar bulunan dazlak ve tuhaf iş adamı John Frank Mitchell’ın karşısında dururken, bir duvarı daha ezip geçemeyeceğimi merak ediyordum. “Eh,” dedim kendi kendime. “Zaman gösterecek.” Adam bir bana bir Watson’a baktı ve mahcup bir tavırla başını eğdi. Şayet insan psikolojisini doğru yorumluyorsam -ki neredeyse her seferinde böyledir- bu mahcubiyete korku da dâhildi. İlginç bir durumla karşı karşıyaydık anlayacağınız: Eğer bu adam katilse neden mahcuptu ve neden korkuyordu? Tabii bunun basit bir cevabı olabilirdi: Delilik. Delilik, kendinden bekleneni hiçbir zaman yapmamaktır. Yaşadıklarım bana bunu öğretti. Ben bunları düşünürken ve Watson yanı başımda rahatsızca kıpırdanırken, “Ah, ne kadar kaba bir adamım!” dedi. “Sizi içeri davet edeceğime burada durmuş gözümü dikip bakıyorum. Kim olduğunuzu bilmiyorum gerçi, ama öğrenmeye zaman var, öyle değil mi?” Konuşurken gözünü kaçırıyordu. Yalan söyler gibi bir havası vardı. Veya bu düşünceleri sahiden taşıyor ama dile getirmekte zorluk çekiyordu. “Var,” diye mırıldandım. “Yeterince var.” Hafifçe gülümseyip başını öne eğdi ve eliyle bahçenin öteki yönünü işaret etti. Hiçbir kapı bulunmayan yönü. “Orada ne yapacağız?” diye sordu Watson. Sesinde elle tutulur bir korku mevcuttu. Mitchell yine kendinden beklenmeyeni yaparak, deli olduğu yönündeki şüphelerimi pekiştirdi: Uzun, gürültülü ve içten bir kahkaha patlatmak… “Ne yapacağız? Eve gireceğiz elbet. Size çay ikram edeceğimi söyledim ya.” Kel kafasını kaşıdı. “Yoksa söylemedim mi?” “Orada kapı var da biz mi göremiyoruz?” diye sordum nazikçe. Ev sahibi, “Öyle. Orada kapı var ve siz göremiyorsunuz,” diye yanıtladı ve o yöne doğru yürümeye koyuldu. Bize de derin bir nefes alıp peşinden gitmek düştü. Eflatun renkteki duvara yaklaştığında elini cebine atıp bir anahtarlık çıkardı Mitchell. Tam o anda durumu kavradım ama Watson benim kadar hızlı davranamamıştı. Mitchell pürüzsüz gibi görünen duvarın bir bölümüne anahtarı yerleştirirken, bu saçma manzarayı hayretle seyretmekteydi. Anahtar döndü ve duvarın uzun dikdörtgen bir kısmı, aynı bir kapı misali dışarı doğru açılıverdi. “Buyurun,” dedi Mitchell. Mahcubiyeti geri dönmüştü ama suratına gururlu bir ifade de yayılmıştı. Kapı-duvarın sağladığı boşluktan, önde ben, ardımda Watson içeri girdik. Bir tünele adımımızı attık. Karanlık olduğu yönünde bir tahmin yürüttüyseniz eğer, yanılıyorsunuz. Başta etrafı pek göremedik ama birkaç adım sonrası gayet aydınlıktı: Gürül gürül yanan meşaleler baştan sona çevrelemişti tüneli. Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete, diye düşünerek, adım üzerine adım attım ve tünelin
16
sonuna geldim. Karşıma çıkan kapıyı ittirip, geniş bir salona ulaştım. Zengin bir iş adamına yakışacak kadar geniş ama ona yakışmayacak kadar sadeydi. Karmaşık olaylara girip alnımın akıyla çıksam dahi, sadeliğe bayılırdım: Dolayısıyla, birkaç siyah mobilya, birkaç ahşap dolap ve içeriyi göstermediği gibi dışarıyı da -hayret verici biçimde- göstermeyen siyah filmli pencerelere sahip bu salon, son ayrıntı hariç zevklerime neredeyse birebir uygundu. Hemen arkamızdan John Frank Mitchell gelip kapıyı kapattı ve birkaç adım önümüze geçti. “Buyurun, oturun,” dedi tekli koltukları göstererek. “Teşekkürler.” Watson’a gelmesini işaret ederek, koltuklardan birine oturdum. Bir kontrol manyağı olduğumdan, ilerki dakikalarda nelerin vuku bulacağını bilmemek yüreğimi sıkıştırmaktaydı. Belirsizlik kadar berbat bir şey var mıydı şu dünyada? Hâlbuki onca gizemi aydınlatınca buna alıştığımı sanırsınız. Hiç alakası yok. Maalesef. Ev sahibimiz ayakta kalmayı tercih etti. “Evime niye geldiğinizi sorsam rahatsız olur musunuz?” Sesinde abartılı bir nezaket, biraz mahcubiyet ve bolca endişe sezdim. “Elbette,” dedim ve Watson’ı hayrete düşürerek doğrudan konuya girdim: “Şehirde işlenen seri cinayetleri araştırıyoruz. Üzülerek söylemeliyim ki, elde ettiğimiz kanıtlar bizi buraya getirdi.” “Derdin ne Holmes?” diye fısıldadı Watson, fal taşı gibi açılmış gözlerle. “Hiçbir derdim yok. Her ne olacaksa, bir an önce olup bitsin istiyorum. Ha dolandırmışım, ha doğrudan konuya girmişim fark etmez.” Watson’a bu yeterli mi yetersiz mi anlaşılamayan cevabı verdikten sonra, gözlerimi Mitchell’a diktim. Bir an donup kalmış göründü, sonra, “N-nasıl?” dedi. “Ben katil miyim? Adam mı öldürdüm?” Bu adamın akli dengesi yerinde değildi; anlamak son derece basitti. Ve mevcut vaziyeti göz önüne alırsak, ölüp kalamayacağımız konusunda pek az işaret mevcuttu. Heyhat, ibre ilkini yani mutlak sonu gösteriyordu. Bol acı çekeceğimiz, kolay kolay edinemeyeceğimiz bir ölüm… İç geçirdim. “Öyle olmadığını umuyoruz ama doğrulamak zorundayız.” Ev sahibimiz titremeye başladı ansızın. Suratı kıpkırmızı kesilmişti, nefes de alamıyor gibiydi; siyah ceketini çıkarıp bir köşeye bir hışım savurdu. Vücudundan büyük bir süratle ter boşanmaktaydı. “Beni mahvedeceksiniz. İdam edeceksiniz. Katilim ben. Kimi öldürdüm? Söyleyin. Kimi öldürdüm?” Durum giderek tuhaflaşıyor ve tehlikeli bir hal alıyordu. Ancak işin ilginç tarafı, Mitchell’ın bize saldırmaya yeltenmemesiydi. Derdi kendisiydi sanki. Başka hiçbir şeyi umursamıyordu. “Kaç kişiyi öldürdüm? Nasıl öldürdüm? Tanrım, yaşamım bir boşluktan ibaret… Hiçbir şey bilmiyorum. Hiçbir şey işitemiyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Öleceğim. Öldürüleceğim. Yargılanacak ve idama mahkûm edileceğim. Şimdi sizi de mi öldürmeliyim? İstemiyorum. Beni buna zorlamayın. Başkasını öldürmek istemiyorum. Söyleyin, kaç kişiyi öldürdüm?!” Bir anda harekete geçtim ve ayaklanıp, Mitchell’ı kollarından yakaladım. Bir anlık şaşkınlığı atlatan Watson da bana katıldı. Beraberce, adamı zorla merdivenlerden indirdik. Kollarımızın arasında debeleniyor, çığlık atıyor, bizi tekmelemeye, yumruklamaya çalışıyordu. Ama söylemeliyim ki, yaşımıza rağmen ben de Watson da kuvvetimizden pek az şey yitirmiştik. Bir deliyi sürüklemek sorun değildi. Dış kapıyı aralayıp, açık havaya adım attığımızda, John Frank Mitchell kulak zarlarımızı sarsan bir çığlık atarak yere yığıldı. Kendinden geçmiş, derin bir uykuya dalmış, ya da bir diğer tabirle bayılmıştı…
18
“Bay Mitchell!” diye haykıran bir kadın sesi duyduğumda, yeter artık, bitsin bu manyaklık, diye düşündüm. Kadın biraz ilerimizden, koşarak bize yaklaşmaktaydı. Ellerinde alışveriş keseleri vardı ama birkaç tanesini yere düşürmüştü. Kaliteli bir şarap şişesinin parçalanıp, güzelim içkinin harap olduğunu fark edince, minik bir burukluk yaşadım. Hemen sonra dikkatimi kadına yönelttim. “Ne yaptınız?” diye gürlüyordu. “Bay Mitchell’a ne yaptınız?” “Sakin olun Bayan-?” dedim. “Slam,” dedi kadın. “Maggie G. Slam.” Ve ben devam ettim: “Biz hiçbir şey yapmadık Bayan Slam. John Frank Mitchell araştırdığımız seri cinayetlerin baş zanlısı. Bizi öldürmeye niyetlendi ve takdir edersiniz ki buna izin verecek halimiz yoktu.” Sinirli sinirli güldü kadın. “Yılın her gününü evinde oturarak veya kapalı bahçesiyle ilgilenerek geçiren bir adam seri cinayetler işleyecek öyle mi? Ayağına gelen misafirleri öldürüp, sürekli onu kontrol ettiğim halde beni yani yatılı hizmetçisini bile yanıltarak adam öldürecek? Siz kafayı yemişsiniz!” “Yılın her günü mü?” diye sordu Watson merakla. “Her günü,” diye tekrarladı Bayan Slam. “Üç yüz altmış beş gün.” Bu kez ben sordum: “Peki neden?” “Bay Mitchell’ın şiddetli bir panik atak rahatsızlığı ve buna bağlı olarak agorafobisi var. Yani dışarı çıkmaktan ölesiye korkuyor.” İçeriyi de dışarıyı da göstermeyen siyah filmli pencereler, kapalı bahçe ve o bahçeden eve uzanan tünel, zihnimde anlamlı bir bütün oluşturmaktaydı artık. Panik atağa sahip olanların, krize girdikleri zaman kendilerini kötü bir şey yapacak gibi hissettiklerini, hatta kötü bir şey ‘yaptıklarını’ zannettiklerini ve gözüme şimdi aşina gelen pek çok belirtiyi tanıyabiliyordum. “Nasıl fark etmedin bunu Watson?” dedim ona dönüp. “Böyle bir hatayı nasıl yaptın?” Mahcup bir tavırla, “Ödüm kopmuştu,” dedi. “Fark etmemene şaşıyorum. O an adımı sorsan Sherlock Frank Williams falan diyebilirdim. Gerisini sen anla Holmes.” İç geçirdim. Watson’ın bu korkaklıkları yeni bir şey değildi. Daha önce de başımıza bela olmuştu. Şimdi bize düşen, Maggie G. Slam’dan özür üzerine özür dilemek ve gerekirse -ki gerekecek gibiydi- John Frank Mitchell’ı düşürdüğümüz sağlık bakımından (ve manevi açıdan) güç durumun bedelini ödemekti. Öyle de yaptık. Burada işimiz bitmişti. Ve öfkeden kudurmaktaydık. Bilhassa ben! Paul Williams sahte bir iz üzerinde saatler harcamamıza neden olmuştu. Bizi yanıltmış, bizi kandırmıştı. Sherlock Holmes’le aşık atabileceğini düşünmüş, bu aşığı atmayı ‘denemiş’ hatta atmıştı… “İşte bu kadarı fazla,” dedim. “Gidiyoruz Watson.” “Nereye?” “Scotland Yard’a. Sorulacak bir hesabımız var!”
*
*
*
Paul Williams başını önündeki kâğıda eğmiş, bir tüy kalemle hızlıca bir şeyler karalamaktaydı. Bizi görünce başını kaldırdı ve yüzünü devasa bir tebessüm sardı. “Oo, kimleri görüyorum? Mükemmel dedektif Sherlock Holmes görevden dönmüş. Yüzünde haşin bir ifade var. Anlaşılan katili yakalayamamış.”
Benim de herkes gibi bir dayanma sınırım vardı ve bu adam o sınırı çoktan aşmıştı. Gidip yakasından tuttuğum gibi duvara yapıştırdım onu. “Bir daha,” dedim, “beni yanıltmaya kalkışırsan, bana numara yaparsan ve sonra karşıma geçip pişmiş kelle gibi sırıtırsan, dişlerini teker teker döker, parmaklarını ve kafanı kırarım. Anladın mı?!” Willams öfkeye öfkeyle karşılık vermek niyetindeydi anlaşılan. Gözlerini derin bir sinir bulutu sarmıştı çünkü.“Dene bakalım,” dedi. “Dene ve gör.” “Denemekle kalmayacağım, yapacağım. Onurunu kıracağım, seni küçük düşüreceğim. Herkese kim olduğunu göstereceğim. Anladın mı beni?!” “O kadar uzun boylu değil. ‘Gerçek’ izin üzerindeyim. Katili senden önce yakalayacağım. Büyük bir başarıya erişeceğim. Asıl sen küçük düşeceksin.” “Görelim bakalım,” diye hırladım. “Sherlock Holmes mü daha iyi, yoksa hilekâr polis Paul Williams mı? Gerçi cevabı baştan belli!” Ve pislik herifi koltuğuna bırakarak, bir hışım çekip gittim. Yıllardır böylesine öfkelenmemiş ve bir insana böyle çıkışmamıştım. Bir yandan rahatsız edici, bir yandansa müthiş huzur vericiydi. Bu olayı çözmek için o kadar hırslanmıştım ki, artık ne aptal bir polis memuru ne de katilin kendisi beni durdurabilirdi. Birkaç hata yapmış, önce kâhya -ve şair- Robert Richards’ın, sonra da dazlak iş adamı John Frank Mitchell’ın katil olduğunu düşünmüştüm. Artık hataya, yanlış şüphelilere yer yoktu. Bundan böyle hakikat vaktiydi. Tek ve en büyük sorun, içinde bulunduğumuz sinir bozucu vakada her şeyin tahminlere dayanmasıydı.
*
*
*
Dışarı çıktıktan sonra biraz sakinleştim. Bir araba beklerken Watson bana döndü ve, “Holmes,” dedi. “Paul Williams katil olabilir mi? Bizi yanıltan oydu, karşına geçip seninle alay eden ve sinirini bozan da oydu. Üstelik bir polis ve kanıtları çok rahat bir biçimde yok edebilir veya bizi yanlış yönlendirebilir. Ne dersin?” Yanılıyordu. Yani ben öyle düşünüyordum. “Hayır derim,” diye yanıtladım onu. “Adinin biri de olsa o adam katil değil.” “Ama bizi yanıltması sana da ilginç gelmedi mi?” “İlginç mi? Bunun neresi ilginç? Adam gereğinden fazla hırslı ve bencil. Neden bilmiyorum.” “Çok sinir bozucuydu. İnanmıyorsun ama bahse varım ki katil Paul Williams.” Gülümsedim. “Bahse mi varsın? Tamam öyleyse eski dostum! Kaybeden, benim evin arka sokağındaki Fransız restoranında güzel bir yemek ısmarlar.” Watson ben bunu söyleyene dek oldukça ciddiydi. Ama bu noktadan sonra o da güldü. “Pekâlâ. O günü iple çekiyorum.” “Ben de öyle. Her neyse. Bak, araba geliyor. Çevir şunu, sanırım Paul’un eski eşini gidip görmemizde bir sakınca olmaz.” Watson arabayı çevirdi ve içeri girdik. Ben Paul’un eski eşinin adresini arabacıya tarif ettikten sonra, Watson dönüp baktı ve, “Paul’un eski eşi mi? Bir eski eşi olduğunu, daha da önemlisi eski eşinin ev adresini nereden öğrendin?” diye sordu. Ama şaşırmış gözükmüyordu. Zaten aradan geçen onca seneden sonra şaşırsa, ben de şaşırırdım. Meziyetlerimi çoktan anlamış olmalıydı çünkü... Gülerek, “Scotland Yard’da hâlâ bazı arkadaşlarım var,” diye yanıtladım kısaca. İnsanın bazı mevkilerde dostlarının oluşu çok işe yarıyordu sahiden.
20
*
*
*
Kapıyı genç, güzel bir kadın açtı. Güzeldi ama gözlerinden daha şimdiden yorulduğu belli oluyordu. Bakışları baygındı. Sağlıklı bir ifade yoktu suratında. “Kimsiniz?” diye sordu. Şapkamı çıkardım ve elimi uzattım. “Ben Sherlock Holmes. Bu da dostum Watson. İsmimizi duymuşsunuzdur.” “Ah, evet. Ünlü bir dedektifsiniz. ‘Eski bir dedektif’ daha doğrusu. Sizi buraya hangi rüzgâr attı Bay Holmes? Hele bir de mesleği bırakmışken?” “Öncelikle içeri girebilir miyiz hanımefendi? Epey yorgunuz ve konuşacağımız konu öyle ayakta halledilecek bir şey değil.” Kadın bir an afalladı. Eliyle kafasına vurup, “Doğru ya!” diye inledi. “Çok özür dilerim Bay Holmes. İnanının ne yaptığımı bilmiyorum. Borçlar, diğer masraflar derken kafam çok dağınık. Buyurun, geçin içeri.” Yüzümde hafif bir gülümsemeyle, “Mühim değil,” deyip içeri geçtim. Watson da beni takiben eve girdi. Hepimiz oturduktan sonra, “Size bir şey ikram edebilir miyim?” dedi isminin Mary Cooper olduğunu bildiğim kadın. Başımı iki yana salladım. “Hemen konuya gireceğim. Bir cinayeti araştırıyoruz. Cinayetler silsilesi de diyebiliriz. Eski kocanızla ilgili bilgi toplamaya çalışıyoruz. Hikâyesini sizden öğrenebileceğimizi düşündük.” Kadın iç çekti. “Bakın,” dedi. “O pis herifin ne halt ettiğini bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum. Ne istiyorsanız anlatacağım, sonra gideceksiniz.” Başımla onayladım onu. Bir arsa meselesi olup olmadığını soracaktım ama belli ki kadın Paul’den bihaberdi. Bunu da Scotland Yard’daki dostlarımdan öğrenmem en iyi yoldu. “Elbette,” dedim bu yüzden. “Öncelikle bir şey sormam gerekiyor. Paul’ün başından geçen, anlatılmaya değer bir olay var mı?” Kadın başını salladı. “Var.” Gözlerini kısıp anımsamaya çalıştı. “Polis okulundayken, Paul başka bir öğrenciye siyasi görüşü sebebiyle yapılan haksızlığı öğrenmiş. Bu haksızlığa karşı durmuş. Kendisi haksızlıklara, adaletsizliklere pek gelemez. O zamanlar gelemezmiş en azından... Her neyse. Siyasi bakımdan öğretmeniyle ters düşen bir öğrenci okuldan atılınca, bu öğretmenle Paul da kavga etmiş. Kısaca, pisliğe burnunu sokmuş. Öğretmen de buna kafayı takmış tabii. Okuldan attıramamış ama ikide bir, arkadaşlarının yanında bile Paul’a karşı onur kırıcı sözler sarf etmiş. Mezun olacakları zaman da notunu düşürmüş. Paul başarılı bir öğrenciymiş Bay Holmes. Düşürülen bu not yüzünden, yüksek bir rütbede göreve başlama imkânı varken düşük bir rütbede başlamış. Beyhude yere yıllarını harcamış. Utanç verici bir durum.” “Şimdi anlaşıldı neden bu kadar hırslı olduğu,” dedim. “Peki, nasıl bir adamdır Paul? Ve niçin ayrıldınız?” Kadın bu soruyu duyunca öfkeyle gürledi: “Bencilin biridir! Kendisinden başka kimseyi düşünmez. Bu olay da bencilliğinde etkili olmuş anlaşılan. Artık ne haksızlıklara ses çıkarır, ne de adaletten yana tavır takınır. Karaktersizin tekidir Paul. İyilik falan umurunda değildir. O kadar hırslıdır ki yoluna çıkan herkesi ezip geçer.” Biraz soluklanıp sakinleşti. “Çocuğumuz olacaktı. Hamileydim. Ama talihsiz bir kaza dolayısıyla çocuk düştü. Bu orospu çocuğu beni teselli edeceğine, umursamazlığı seçti. ‘Bana bir oğlan
bile veremiyorsun!’ diye sitem etti hatta… Uzun süre alkol bağımlısı oldum. Kavgalar ettik. Hasta herifin dediğine göre, sinirlerini bozuyormuşum ve bu da işine yoğunlaşmasını engelliyormuş.” Kadın, Paul’a karşı öfke doluydu. Anlaşılan bu adamın seveni yoktu. Hoş, öyle bir adamın seveni olsa insanların hepten kafayı yediği doğrulanırdı! “Bayan Cooper,” dedim. “Çok sağ olun. O adamın ne kadar adi olduğu konusunda sizle hemfikiriz. Değil mi Watson?” “Evet,” diye onayladı beni Watson. “Kesinlikle.” “Eh, siz de anlamışsınız işte. Yardım edebildiysem ne mutlu.” Ayağa kalktım ve, “Ettiniz Bayan Cooper. Teşekkürler,” deyip kapıya yöneldim. 221B’ye dönmemiz gerekiyordu.
*
*
*
Baker Sokağı’na ulaştığımızda, “Görünüşe göre bahsimiz sonuçlanmadı,” dedim. “Paul’ün katil olmadığına eminim ama seni de inandırmak için daha kesin bir kanıt lazım. Bunu edinince hesaplaşırız.” Cevap vermedi Watson. Gülmekle yetindi. Biz eve girer girmez, yardımcım Grace Joplin telaşla ona dönerek, “Size kötü bir haberim var,” dedi. “Bir adam geldi. Eşinizin rahatsızlandığını söyledi. Hemen eve gitmeniz gerekiyormuş.” Watson’ın telaşlandığı her halinden belliydi. Yüzündeki tebessümün bütün izleri solmuştu. “Ben çıkıyorum Holmes,” dedi buruk bir sesle. “Tabii,” dedim. “Yarın görüşürüz öyleyse.” “Yarın mı?” “Evet. Bu gece eşinin yanında kalsan daha iyi.” Omuz silkti. “Tamam öyleyse. Görüşürüz.” “Görüşürüz dostum. Umarım eşinin bir şeyi yoktur.” Teşekkür edip çıktı. Hemen akabinde, Grace bana bir telgraf verdi. “Bu da sizin için geldi Bay Holmes. Aynı adam getirdi,” dedi. Telgrafı açtım ve hızla okudum. Paul benimle görüşmek istiyordu. Çok önemli bir iz bulduğunu, bu defa gerçek olduğunu söylüyordu. Neredeyse yalvaran bir üslupla yazmıştı telgrafı. Açıkçası kaybedeceğim bir şey yoktu. Beni yanlış yönlendirmeye kalkarsa, bunu anlardım. Bu defa daha dikkatli olacaktım. Gerekirse onunla ben oynayacaktım. İki saat sonra burada buluşacaktık ve yalnız olacaktık... Watson eşinin yanında olacaktı. Grace’i de evden gönderdikten sonra, Paul ile yalnız kalabilecektik.
*
*
*
Birkaç saat geçmeden Paul geldi ve eve girip karşıma oturdu. Oldukça gergin gözüküyordu. Korku da okunmaktaydı gözlerinden. “Nasılsın Paul?” diye sordum. “İyiyim Bay Holmes. Siz?” “Sağ ol, iyiyim.” Normalde pek kibar değilimdir -hele böyle birine karşı- ama adamın gergin hali beni etkilemişti. “Bir şey içer misin?” “Hayır Bay Holmes, sağ olun.” İçmemesi de benim işime geliyordu. Gidip bir bardak viski koymakla uğraşamazdım şu an.
22
“Evet Paul, dinliyorum seni,” dedim. Artık konuya girmeliydik. “Şey... Yanlış bir ipucu bulmuşum sanırım. İlk başta çok önemli bir iz bulduğumu sanmıştım ama doğru değilmiş. Size de telgraf çekmeye vakit kalmadı. Gelip söylemem daha doğru olur diye düşündüm.” Ah, işte şimdi sinirlenmeye başlıyordum! “Bana bak Paul. Beni gene kandırmaya çalışıyorsun. Bu işin ne kadar ciddi olduğunun farkında değilsin. Ayağını denk al. Beni oyalama. Yardım etmeyeceksen de; sen işine bak, ben işime bakayım!” diye kükredim. Anlaşılan Paul bu çıkışımdan korkmuştu. Dün bana karşı çıkan ve haddinden büyük laflar eden o bıçkın herif neredeydi? Tavırları neden bu kadar değişmişti? Paul konuşacak gibi oldu, ağzında bir şeyler geveledi. Sonra her nedense paltosunu kapıp hızlıca çıktı gitti. Şaşırmıştım. Bu halleri normal değildi. Bu defa beni kandırıyor muydu, kandırmıyor muydu bilmiyorum. Ama normal olmayan bir durum olduğundan emindim. Adamın peşinden koşma gereği duymadım. Odama çekilip biraz pipo tüttürmem ve düşünmem gerekiyordu. Yarın Scotland Yard’da kendisiyle bir daha görüşür ve ağzındaki baklayı alırdım nasılsa.
*
*
*
Sabah erkenden kalktım. Basit bir kahvaltının ardından, Watson geldi ve beraberce yola çıktık. Yarım saat geçmeden Scotland Yard’daydık. Orada gün çoktan başlamıştı. İçeri girdim ve yetkililerden birini çevirdim. “Günaydın. Paul Williams’ı arıyorum,” dedim. Adam beni tanımıştı. Şaşkın şaşkın, “Bay Holmes!” dedi. “Bay Williams bugün gelmedi. Çok önemli bir toplantısı vardı aslında. Hatta gelip gelmeyeceğini öğrenmek için evine ben yollandım. Ama orada da değildi. Komşularına sorduk, dün gece evine dönmemiş. Anlayacağınız, Bay Williams sırra kadem bastı.” Watson’la birbirimize karanlık bakışlar fırlattık. İşte bu çok garipti. Her şey giderek daha ilginç ve içinden çıkılamaz bir hal almaktaydı. Paul gereğinden fazla bilgi edindiği için katil veya yandaşları tarafından kaçırılmış mıydı, yoksa cinayetlerin sorumlusu bizzat kendisi olduğundan kaçmış mıydı? Bunlar belki de bizi çözüme götürecek sorulardı ama henüz haklarında hiçbir şey bilmiyorduk. Ozancan DEMİRIŞIK ve Onur BAYRAKÇEKEN http://buzuldunya.blogspot.com İllüstrasyon Gülhan SEVİNÇ
24
GECE AVCILARI Genç adam babasına hiddetle bakıyordu. “Buradan çıkarsan bir daha geri dönemezsin,” dedi Ma’qelon’a. Oğlu alaycı bir şekilde güldü. “Öyle mi?” “Ve artık oğlum olmaktan çıkarsın.” Ma’qelon bu söz üzerine kahkahayı bastı. “Ne zaman baba oğul olduk ki? İkimiz de birbirimizden nefret ettik hep. Lanet olası kader! Bu iğrenç evden bir türlü ayrılıp kendi başıma yaşayamadım, ama şimdi zamanı geldi.” Arkasını döndü. Annesi kapının yanında diz çökmüş ağlıyordu. Göğsü hıçkırıklarla ardı ardına sarsılıyordu. “Oğlum, gitme. Lütfen,” diyebildi zorlukla. Ma’qelon yirmi iki yıllık sefil hayatı boyunca sevdiği tek insana bakıyordu. Onu zorlayacak olan şey annesinden ayrılmaktı. “Anne, bunun için üzgünüm, böyle olmasını istemezdim.” Eğilip, kadına sarıldı. Kalktı, kapıyı çarpıp gitti. Falarin Şehri’nin sert gece ayazı bir anda adamın tenini ısırdı. Uçuşan pelerinine iyice sarındı. Arkasından hâlâ ağlayan annesinin boğuk sesini duyuyordu. Adımları bir süre amaçsızca gezindi. Aklı evde olanlardaydı. Amacını hatırladı, tüm bu olaylara sebep olanları düşündü. Kendisini bildi bileli yoksuldu ve pislik içinde yaşıyordu. Her zaman bu yaşamdan kurtulup çok daha iyi bir hayatı hayal etmişti. Sonunda o fırsat doğmuştu. Birkaç saat önce, çalıştığı terziden eve dönerken her haliyle soylu olduğu belli olan bir adamı görmüştü. Varoşlarda böyle birinin bu saatte ne işi olabileceğini düşünüp şaşırmıştı. Üstelik bu kenar mahalleler Falarin’in en tehlikeli yerleri olduğu halde adam tek başınaydı. Süslü elbiseleri ve koyu renk, kaliteli deriden pelerini vardı. Belinde bir uzun kılıç asılıydı. Ma’qelon’un aklında bir plan belirmişti. Sokakta adamın kendisinden belli bir mesafe uzaklaşmasını bekledi. Ardından sessizce ve diğer insanlara belli etmeden soyluyu takip etmeye başladı. Zaten pek fazla kişi de yoktu, işi kolaydı. On dakika sonra adam ıssız ve karanlık bir sokağa dalmıştı. Ma’qelon’un gölgeler içindeki yüzünde, kolladığı fırsatın bu kadar kolay gelmesiyle bir gülümseme belirmişti. Her zaman yanında taşıdığı, belindeki küçük bıçağı çekti. Sessiz adımlarıyla yaklaştı, eliyle adamın ağzını kapatıp bıçağı ensesine sapladı. Kan adamın sırtına ince ince akmaya başladı. Ma’qelon kucağına yığılan cansız bedeni yavaşça yere koydu. Hızla adamın bedenini aradı. Büyükçe bir kese bulup içini açınca ağzı yarım bir gülümsemeyle kıvrıldı. Burada yüzden fazla sikke vardı, bununla istediği her şeyi yapabilirdi, hatta evden kaçıp yeni bir yerde yaşayabilirdi. O izbe terzi dükkânından da kurtulmuş olurdu. Adamın pelerinini de çekip aldı. Hemen uzaklaşması gerektiğini biliyordu, koşmaya hazırlanıyordu ki omzuna dokunan bir elle donup kaldı. Korkuyla arkasını döndü. Kara pelerinli ve aynı renk kukuletalı, yüzü görünmeyen bir siluet duruyordu karşısında. Ma’qelon karşısındaki kim olduğu belirsiz adama dehşetle bakıyordu. Adam, hırıltılı bir sesle konuştu. “Seni başından beri izledim, adamı öldürüşünü gördüm. İnkâr etmeye çalışma bu yalnızca zaman kaybı olur.” Ma’qelon yutkundu. Bu da kimdi böyle? Onu nasıl da sinsice izlemişti, ruhu duymamıştı. “Benden ne istiyorsun?” diye sordu. “Beni iyi dinle. İşini iyi yaptın,” dedi başıyla yerdeki cesedi işaret ederek. “Sende yetenek olduğunu görüyorum. Eğer bu kabiliyetini bizim için kullanırsan elinde tuttuğun kesedeki paranın kat kat fazlasını alırsın.”
35
Genç adam, “Nasıl yani sizin için kullanmak? Siz kimsiniz?” diye şaşkınlıkla sordu. “Ben Kaltorah Loncası’nın bir üyesiyim. Sana loncamıza katılmanı teklif ediyorum. Önce küçük görevlerle başlarsın, sadakatini kanıtlarsan ve başkanımız uygun gördüğü zaman seni asıl büyük görevlere yollamaya başlar. Az önceki cinayetini bu görevlerin bir provası olarak düşünebilirsin, tabii hırsızlığa yatkınlığının da olması lazım. Eğer kabul edersen ailenle olan tüm bağların kesilir.” Ma’qelon duyduklarını hazmetmeye çalışıyordu. Kaltorah Loncası! Bu tüm şehirde fısıltılarla dolanan bir efsaneden ibaretti. Söylenenlere göre hırsızlık ve cinayet loncasıydı. Şehrin lordu Maeld’in sarayından çalınan çok değerli yakutlar, Faralin’e komşu olan İkarus Hanlığı’nın sınır şehri Deras’taki General Igor’un akıl almaz suikastı duyulanlara göre bu loncanın işiydi. Lord Maeld’in askeri otoritelerine göre İkarus Hanlığı bağımsız şehir Faralin’i işgal etmeye hazırlanıyordu. Kaltorah Loncası da bundan pekâlâ haberdar olup bu suikastı düzenlemiş olabilirdi. Böylece iyi bir gözdağı verilmiş olurdu. Ama bunlar yalnızca dedikoduydu. Gerçek olup olmadığı bilinmiyordu. Şimdi karşısında duran esrarengiz adam oranın üyesi olduğunu söylüyor ve kendisine loncaya katılmasını teklif ediyordu! Genç adam derin bir nefes alıp sakince düşünmeye çalıştı. Hayallerindeki yaşamın bu olup olmadığını sorguladı. Vaat edilen zenginlikle yapacağı işi karşılaştırdı. Dakikalar önce ilk defa birini öldürmüştü ama kendini hiç de kötü hissetmiyordu. Hatta elde ettiği kazançtan memnundu. Ailesineyse zaten ihtiyacı yoktu. “Kabul ediyorum, ne verilirse yaparım.” Adam bu cevaba memnun olmuştu. “Güzel, öyleyse gece yarısında Yalnız Ağaç’a gel. Tek bir kişiye bu konuşmadan söz edersen senin için hiç iyi olmaz. Loncamızın her yerde gözleri ve kulakları vardır, tahmin edemeyeceğin kadar fazla.” Ma’qelon adamın sözlerinden hiç şüphe duymuyordu. “Tamam.” Adam başka bir şey söylemeden gencin yanından geçip gitti. Ma’qelon arkasını dönüp yabancıya baktı, daha doğrusu olması gereken yere baktı. Ama o çoktan gözden kaybolmuştu. Siluet hızla başka bir ara sokakta ilerlerken yaptığı işin başkanını memnun edeceğini düşündü. Ayak işlerine birisi lazımdı. Adam gülümsedi. Teklifini kabul etmeseydi onu oracıkta öldürecekti. Bu değerli bilgiler loncada çalışanlardan başkasında bulunamazdı.
*
*
*
Ma’qelon adamın sözlerine uyup babasıyla kasıtlı olarak bir tartışma başlatmıştı. Onu işsiz bir ayyaş olarak suçlamıştı. Yalan da değildi. Çalışmamasına karşılık kaç defa sabaha karşı eve sarhoş halde yalpalayarak gelmişti. Evleri bir çöplükten pek de farklı değildi. Ondan hep nefret etmişti. Bu tartışma onun ailesinden ayrılması için kılıf olmuştu. Şimdi, Yalnız Ağaç denen yaşlı çınarın altında o gizemli adamı bekliyordu. Burası yerleşim yerlerinin dışında ama şehrin taş duvarlarının için kalan küçük bir ağaçlıktı. Yalnız Ağaç sevgililerin buluşma yeriydi. Ama şimdi bir aşığın tozpembe rüyalarından çok daha farklı hayallerin süslediği karanlık bir bekleyiş vardı burada. Soyludan çaldığı pelerini kendisine sıkıca sarmasına rağmen üşüyordu. “Beni hayal kırıklığına uğratmadın,” diye bir ses duyunca yerinde sıçradı. Arkasını döndü, beklediği adam gelmişti. Kalbi şoktan dolayı hızlı hızlı atıyordu. Kahrolası neden sürekli onu korkutarak karşısına çıkıyordu ki! Yüzü belirsiz adam “Beni takip et,” dedikten sonra şehrin içine yöneldi. Ma’qelon adama yetişmek için neredeyse koşmak zorunda kalıyordu. Işıksız evlerden, ıssız sokaklardan geçtiler. Durduklarında genç adam nefes nefese kalmıştı, kara pelerinli figürdeyse en
36
ufak bir yorgunluk belirtisi yoktu. Ma’qelon çevresine bakındı. Burası sıradan bir sokaktı. Sadece, varoşlardan soylu kesime yakın olan yerlere geldikleri için evler daha bakımlı ve temizdi. Adam parmağıyla yeri işaret etti. “Şunu kaldırıp içeri gir.” Gösterilen yerde bir kanalizasyon kapağı vardı. Ma’qelon şaşırıp kaldı ama bekleyecek zaman yoktu. Yuvarlak metali kaldırıp yana koydu ve delikten içeri açılan merdivenden aşağı indi. Rehberi de ardından gelip kapağı üzerine kapattı. Pis lağım kokusu burnunun direğini kırıyordu ama şikâyet etmedi. Bulanık yeşilimsi suyun yanındaki kaldırımdan yürüdüler. Bir kıvrımı döndüler ve Ma’qelon’un gözleri büyüdü. Karşılarında, kanalizasyon duvarında bir kapı vardı. Su kapının önündeki kaldırımı yalıyordu. Adam kapıyı eliyle çaldı. “Parola?” diye boğuk bir ses duyuldu. “İkiz bıçak.” Bir kaç saniye sonra kapı açıldı. Hafif zincir zırhlı bir muhafız onları karşıladı. Adam hiçbir şey söylemeden yanından geçti. Ma’qelon da ardından geldi. Göz ucuyla, muhafızın kendisini bakışlarıyla takip ettiğini gördü. Küçük bir salonda oturuyordu. Karşısında Lonca Başkanı Valleck, iki yanında büyücüsü Olav ve orada kendini tanıtan rehberi duruyordu. Adamın adı Havel’di. Kukuletasını indirince kendisinden en fazla birkaç yaş daha büyük bir yüz görmüştü. Kısa bir sorgulamadan sonra Valleck ellerini ovuşturdu. “Bize sadık olduğunu göstermek zorundasın, bunun için sana verilecek bir görev var. Başarılı olursan aramıza katılırsın.” Ma’qelon diğer ihtimali sormadı. Ne olabileceğini tahmin ediyordu. “Hazırım efendim,” dedi. Valleck sözüne devam etti. “Bu gece şehrin güneyinden, ahşap kapıdan, dışarı çıkacaksın. Muhafızlara ‘Gölge sizi izliyor,’ diyeceksin onlar da sana kapıyı açacak. Şehirden çıktığın gibi yönünü hiç değiştirmeden sürekli güneye git, Kuzgun Nehri’ne varacaksın. Orada seni bekleyen biri olacak. Sana vereceğim parşömeni ona götür. O kâğıdı aldıktan sonra sen de şehre, çıktığın kapıdan döneceksin. Muhafızlara gene aynı sözü söyleyeceksin. Seni içeri alacaklar. Havel orada seni bekliyor olacak.” “Anladım efendim.” “Eğer fikrini değiştirir, birine bir şey anlatır ya da herhangi yanlış bir şey yapacak olursan yaşamını kendi ellerinle sonlandırmış olursun. Sağında oturan cüppeli, uzun kahverengi sakallı adamı gösterdi. Büyücüm Olav seni küresinden izliyor olacak. Her yaptığını göreceğiz.” “Asla öyle bir şey yapmam efendim.” “Göreceğiz. Silahın var mı?” Ma’qelon belindeki, soyluyu öldürdüğü bıçağını çekip gösterdi. Valleck alayla güldü. “Havel,” dedi. Adam arka taraftaki sandığa gidip açtı ve karıştırmaya başladı. Metalik tangırtılar geldi. Elinde bir kısa kılıçla gelip silahı Ma’qelon’a verdi. Genç katil kını içindeki kılıca bir süre bakıp kemerine astı. “Git,” dedi Valleck.
*
*
*
Katil tedirgin biçimde kapı muhafızlarına yaklaştı. Biri kendisine yaklaşıp ne istediğini sordu. Ma’qelon’un verdiği yanıt “Gölge sizi izliyor,” oldu. Adam bunu duyunca ihtiyatlı bir şekilde bir adım geri çekilip diğer muhafıza gitti. Fısıltıyla
38
aralarında konuştular ve kapı genç katile açıldı. Ma’qelon şehirden uzaklaşıp güneye yürürken başına gelen olayları düşündü. Bu gece ne kadar çok şey olmuştu! Hayatı saatler içerisinde değişmişti. Heyecanlıydı. Bu görev onunla yeni yaşamı arasındaki tek engeldi. Ne olursa olsun başaracak ve şehre geri dönecekti. Elini cebine götürüp parşömeni çıkardı. Ruloya bir ip bağlanmıştı. Açıp açmaması gerektiğine karar veremedi. Birden Valleck’in kendisini izlemesi hakkındaki sözleri aklına gelince kâğıdı hemen cebine koydu. Tüm dikkatini yola verdi. Yarım saat kadar yürüdü. Gözleri biraz ilerisinde hareketlenmeler görünce durdu. İki suret seçebildi. Yere göremediği bir nesnenin üzerine eğilmişlerdi. On beş adım sağındaki bir koruluğun ağaçları arasına girip oraya gizlice yaklaştı. Rahatça görebileceği bir mesafeye gelmişti. Kafasını eğildiği çalıdan dikkatle dışarı çıkardı. Geceyi aydınlatan dolunayın ışığında tanık oldukları karşısında şok oldu. İkili bir insanın üzerine eğilmişti. Erkek olanı çığlık atmaması için adamın ağzını kapatmıştı. Kadın ise adamın boğazını ısırıp dişlerini kenetlemişti. Kurbanı çılgınca debeleniyordu. Isırılan yerin çevresi ve kadının ağzı kanlar içindeydi. Vampirler! Ma’qelon ömrü boyunca bu kadar dehşete düştüğünü hatırlamıyordu. Adam bir süre daha kol ve bacaklarını salladı, sonra hareketleri yavaşladı ve gözleri kapandı. Dişi vampir susuzluğunu gidermenin verdiği çılgın hazla başını gökyüzüne kaldırıp ağzını açtı. Ma’qelon vampirin iki uzun dişinin üzerindeki kanı gördü. Kendine gelmeye, iradesini toplamaya çalıştı. Kaçması gerektiğini biliyordu ama hâlâ önündeki korkunç sahneden ayıramıyordu. Geri geri birkaç adım attı. Bir dal ayağının altıda ezilip çatırdadı. İki vampir anında kendisine doğru döndü. Ma’qelon çalıların arasından koşmaya başladı. Birkaç saniye sonra erkek vampir kadından önce ona yetişti ve karşı koyamayacağı bir kuvvetle başından tutup yere itti. Genç adam toprağa çakıldı. Keskin dişlerini gösterip “Kimsin sen? Bizi mi izliyordun?” diye tısladı. “Ne önemi var ki? Bu gece fazladan bir avımız daha var demek ki,” deyip gülümseyen dişi, Ma’qelon’a baktı. Vampirler öfkeli gözleriyle ona bakıyorlardı. Ma’qelon korkudan konuşamıyordu bile. Dişi vampirin kızıl saçları aniden çıkan bir esintiyle dalgalandı. Ölümcül bir güzelliği vardı. Ma’qelon az sonra acı dolu bir ölümle kucaklaşacağını anladı. Kadın eğilip boynuna yaklaştı. Dişlerini şah damarına geçirdi. Ma’qelon’u inanılmaz bir acı sardı. Boğazını yırtan çığlığı korulukta yankılandı. Ağaçların tepesinde tünemiş olan gece kuşları uçuştular. Erkek vampir Ma’qelon’un ağzını kapatmaya tenezzül etmemişti. Kadına hoşnutsuz bir şekilde bakıyordu. “Susuzluğunu fazlasıyla giderdin. Geç kaldık. Gidelim.” Dişi ona aldırış etmedi. “Klandan atılmak mı istiyorsun?” diye sertçe sordu. Ma’qelon’un yaşam sıvısı hızla dişinin boğazına akıyordu. Vampir kanı tamamen içtikten sonra ayağa kalktı. “Şimdi gidebiliriz. Bu gece kan bizden yana,” deyip vahşice gülümsedi. İki gece avcısı karanlığa karışırken Ma’qelon’un görüşü bulanıklaşıyordu. Dolunayın ışığı titreşip solmaya başlamıştı. Ruhu; karanlığın yoluna koyulan herkes gibi, bedeninden ayrıldıktan sonra Aşağı Düzlemler’e gitti. İblisler, şeytanlar ve saf kötülüğün hayat bulduğu her türlü yaratığın barındığı sıcak ve dumanlı yarıklar onu bekliyordu. Can ÇELİKEL İllüstrason Altuğhan AYDINOĞLU
EVE ZAMANI'NDA EĞLENİYOR MUSUNUZ? “Asimov'un üç robotik kuralı + 0 kural şu şekildedir; 1- Bir robot, bir insana zarar veremez, ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz. 2- Bir robot, insanların verdiği emirlere uymak zorundadır. Ancak bu emirler birinci kuralla çeliştiği zaman durum değişir. 3- Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece varlığını korumak zorundadır. Robot and Empire adlı eserinde yıllar sonra bu kurallara bir yenisini daha eklemiştir Asimov. Zero kuralı dediği madde şudur: 0--- Bir robot, insanlığa zarar veremez ya da etkisiz kalarak insanlığın zarar görmesine olanak tanıyamaz... Bundan da şu sonuç çıkar… Bir robot insanlığa zarar gelmesini önlemek için bir tek insana zarar verebilir.” Kaynak: allahkahrbela, Ekşisözlük Asimov'un yarattığı üç robot yasası bilim kurguda robot kavramının temellerini oluşturur. Asimov'un Ben Robot eserinde ortaya çıkan bu kurallar, Robot-İnsan ilişkisinde robotların zararsız varlıklar olduğunu göstermek için çıkarılmıştır. Ancak yaşamın özünü oluşturan her varlığın kendisinin ve soyunun devamını sağlama güdüsü robotlarda da görülmeye başlaması Asimov hikâyelerinin özünü oluşturur. Şimdi neden böyle bir giriş yapma gereğini duyduğuma gelelim. Eve no Jikan (Eve Zamanı) adlı 6 bölümlük bir animeyi tanıtmak için bu konulara girdim. Studio Rikka ve DIRECTIONS INC.'in 2D karakterleri 3D mekânlarla harmanlayarak yarattığı bu mini seri Asimov'un üç robot yasasından yola çıkarak hikâyesini geliştiriyor. Her bölümü o bölümde tanıtılan karakterin ismi ile anılan serinin yayın tarihleri şu şekilde; 1. "Akiko" – 31 Temmuz 2008 2. "Sammy" – 2 Ekim 2008 3. "Koji & Rina" – 1 Aralık 2008 4. "Nameless" – 1 Mayıs 2009 5. "Chie & Shimei" – 1 Temmuz 2009 6. "Masaki" – 19 Eylül 2009
40
Pek de uzak olmayan bir gelecekte insanlar robotları günlük işlerinde kullanmak için sahiplenmiştir. Evlerin her türlü işinden çocuk bakımına, öğretmenliğe kadar her şeyleri ile robotlar ilgilenmektedir. Her gün robotlar için yeni bir iş kolu daha ortaya çıkmaktadır. Ancak bazıları robotların dış görünümünden dolayı onlarla empati kurmuş ve insanmış gibi davranmaya başlamıştır. Bu durum toplumda sosyal bir probleme dönüşmüştür. Otorite bu konuda çeşitli yaptırımlara gitmeye başlamıştır. Robotların dış görünüm olarak insanlardan tek farkı kafalarının üstünde bulunan haremsi bir çemberdir. Lise öğrencisi Rikuo da diğer insanlar gibi bir robota sahiptir. Rikuo, Sammy adlı güzel robotunun son zamanlarda emirlerinin dışında hareket ettiğini sezer ve loglarına bakar. Logların içinde bir farklılık dikkatini çeker. Sammy Eve Zamanı adlı bir yere gitmiştir. Rikuo bu durumu arkadaşı Masaki ile paylaşır ve birlikte Sammy'nin izini sürerek Eve Zamanı adlı bir kafeteryaya ulaşırlar. Kapıdan girerlerken önlerinden bir robot geçer ve kafeteryanın içinde robotun kafasının üstündeki çember yok olur. Burası kulaktan kulağa yayılan gri alan olarak adlandırılan insanların ve robotların eşit olduğu yerlerden biridir. Rikuo ve Masaki ilerleyen bölümler boyunca kafeteryanın ziyaretçilerini tanımaya başlar. Burada soluklanan robotların 3 değişmez yasa ile çelişmelerini dinlerler. Kafeteryaya geliş gidişleri ile ikisinin de robotlara bakışı değişmeye başlar. Rikuo Sammy ile yüzleşmeye ve ona bir insan gibi davranmaya çalışır. Sammy ise kafeteryada sahibinden olabildiğince uzak durmakta ve karşılaşmaktan kaçınmaktadır.
Karakterler (Dikkat bu bölüm spoiler içermektedir): Rikuo: Hikâyemizin başkahramanı Rikuo çocukluğundan beri robotlara bir aletmiş gibi davranmıştır. İyi bir piyanist olan Rikuo, bir gün bir robotun çok daha iyi piyano çaldığını görür ve bu tutkusundan vazgeçer. Bu durum onun robotlar ile olan ilişkisinde belirleyici bir rol oynayacaktır. Masaki: Rikuo'nun en iyi arkadaşı olan Masaki robotlardan uzak duran bir gençtir. Babası antirobot hareketinin önemli isimlerinden biridir. İlerleyen zamanda Masaki'nin insan-robot ilişkisine karşı duruşunun kendi geçmişinden kaynaklandığını görürüz. Çocukluğunda çok sevdiği robotu 3 robot yasası nedeni ile ondan uzak durmaya başlamış ve küçük Masaki'nin dostluğunu reddetmiştir. Sammy: Rikuo'nun robotu Sammy güzel genç bir kız görünümündedir. Evde tüm kurallara ve emirlere riayet eden Sammy herhangi bir kişilik belirtisi göstermez. Eve Zamanı'nda ise çekingen ürkek bir kızdır. En büyük endişesi Rikuo ve ailesini mutlu edememektir. Ancak sahibinin de bu kafeteryaya gelmeye başlaması ile evde de yavaş yavaş değişmeye başlayacaktır.
42
Nagi: Eve Zamanı'nın her şeyidir. Kafeteryayı işletmek için elinden geleni yapan bu kızın dışarı çıktığı görülmediğinden robot mu insan mı olduğu kesin bilinmemektedir. Nagi kafeteryanın “Burada robotlar ve insanlar arasında ayrım gözetilmez” kuralına herkesin uyması için çaba sarf etmektedir. Akiko: Animelerin alışık olduğumuz hızlı konuşan, çok soru soran eğlenceli kız karakterinin Eve Zamanı'ndaki halidir. Rikuo ve Masaki'nin ilk tanıdıkları müşteridir. Bu heyecanlı ergen kız görünümü dışarıda Rikuo'yu tanımayan donuk bir robota dönüşmektedir. Rina ve Koji: Aşklarını ancak bu kafeteryada yaşayabilen iki sevgili robot. Koji'nin sahibi yalnız bir iş kadınıdır. Kojiyi akşamları sarılacak bir beden olarak kullanmaktadır. 3 robot yasasına göre sahibini mutlu etmesi gereken Koji Rina'yla başta kadınlara nasıl davranması gerektiğini anlamak için ilişkiye girmiştir. Rina ise bir badigarttır. Ancak sahibi tarafından bir görev sonucunda terk edilmiştir. İllegal yollardan yenilendiği için otoritelerden kaçmaktadır. Chie ve Shimei: Chie 6 yaşında ufak bir kızdır. Ufak şeyleri çalıp saklamayı bir oyun haline getirmiştir. Gerçek kimliği ya da neden o kafeteryada olduğu bilinmemektedir. Shimei ise her şeyini Chie'nin bakımına adamış yeni nesil bir ebeveyn robottur. Bu gerçeği henüz ufaklığa açıklamamıştır. Setoro: Zamanının çoğunu kafeteryada okuyarak geçirir. İnsan mı yoksa robot mu olduğu bilinmemektedir. Naoko: Rikuo'nun ablasıdır. Son günlerde kardeşindeki değişimi ve Sammy'le olan ilişkisini eleştirmektedir.
Eve no Jikan İnternette yayımlanan bir animeye göre teknik anlamda çok başarılı bir yapım. Gerek karakter çizimleri, gerek müzikal yapı hikâyeyi güçlendiriyor. Senaryonun uzun uzun düşünüldükten sonra yapıldığının belli olduğu dizi hem bilim kurgu severler hem de animeciler için kaçırılmaması gereken ufak bir hazine. Eve no Jikan devam edip etmeyeceğine henüz karar verilmemiş bir yapım. Son bölümde de açık uçlar bırakılıyor ancak bu hali ile de oldukça doyurucu. Zaten İnternetteki başarısı sonrası seri birleştirilip sinemada gösterilmesine karar verilmiş. Gişedeki durumuna göre de ikinci sezon için umarım harekete geçerler. Resmi İnternet sitesi http://www.crunchyroll.com/time-of-eve 'den Eve no Jikan'ın tüm bölümlerini izleyebilirsiniz. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
TIRNAK İZİ - Acele etmeliyiz. - Zamanımızın bol olduğunu sanıyordum. - Ama daha toplamamız gereken milyonlarca kişi var, hepsi için azıcık geciksek ne olur düşünsene! - Tamam tamam. Çok haklısın da, bazen diğerleri gibi olmak istiyorum… Yani sıradan… - Bizim sıradan olmadığımızı kim söyledi ki? - Yani yaptığımız şu iş… Sana da bazen garip gelmiyor mu? - Yasadışı değil en azından. - Haha! Yasadışı değilmiş! İyi alıştın sen buralara. - Neyse, gidelim şimdi. Şu işi hallettikten sonra Necmi’den listeyi alırız.
*
*
*
Deniz on yaşında, gayet meraklı ve bir o kadar da akıllı bir kızdı. Eline ilk kez aldığı bir şeyi, en az yirmi kez incelemeden bıraktığı görülmezdi. O yaşlardaki erkek çocuklar gibi parçalamazdı eline geçirdiklerini. Nasıl çalıştığını anladığı bir şeyi inceledikten sonra kullanabilmek isterdi. Annesi Zehra, daha otuzunu yeni doldurmuş, eğitimini evlendikten sonra yarıda bıraksa da oldukça bilgili ve kültürlü bir kadındı. Zaten öyle akademik eğitimin önemine falan da inanmazdı. Her şey gibi gelişimin de insanın içinde olduğunu düşünürdü. Deniz babasını tanıyamadı bile. Yolda yürürken kafasına büyükçe bir cam parçası düşmüştü Veli’nin. Aslında çok benzer şekilde, Veli’nin ağabeyi ve amcası da kaderlerinin veya şanssızlıklarının kurbanı olmuşlardı. Amcası Hayri Bey, bir trafik kazasında sıkışıp hızla yerinden fırlayan bir jant kapığının boynuna isabet etmesiyle kan kaybından, ağabeyi Nedim de aylarca uğraşıp yetiştirdiği evcil bir güvercinin iş sırasında kafasına konup dikkatini dağıtmasıyla elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetmişti. Elektrik akımına kapıldığında, yağmurlu bir havada, kaygan bir elektrik direğinin tepesinde olması çok daha büyük bir şanssızlıktı elbet. Veli ailenin okumuş tek üyesi olarak üniversiteyi bitirmiş olmanın da gazıyla hayata erkenden atılmak istercesine iki yıldır beraber olduğu Zehra’ya evlenme teklif etmişti. Zehra bu teklifi kabul ettiğinde, hamile kalıp okulu dondurmak zorunda kalacağından ve çocuğuyla ilgilenirken bir daha geri dönemeyeceğinden habersizdi.
*
*
*
Deniz, patır kütür eşya taşıyan yeni komşuları merakla izledi. Bunlar otuzlu yaşlarda iki adamdı. Deniz en başta bunların televizyonda gördüğü, birbiriyle evlenen erkekler olduğunu düşündü; fakat aslında hiç benzemeseler de, yüzlerindeki ifade sanki tek bir kişilermiş gibiydi. Bu adamlar kardeş olmalıydı, durumu açıklayacak başka bir şey de yoktu şimdilik. Uzun boylu olan Kerem, elindeki cips paketini Deniz’e uzattı. Kızın çekindiğini fark edince “Ama almazsan çok ayıp olur, hem bundan sonra çok görüşeceğiz,” dedi. Yıllardır kızıyla başbaşa kalan annesinin gereksiz bir özenle Deniz’e aşıladığı çeşitli erdemlerin ve alışkanlıkların arasında ‘kibarlık’ da yer alıyordu. Deniz bir tane alıp hemen evine koştu. Saatlerdir eşya taşımalarına rağmen sanki hiçbir şey yapmamış gibi duran adamlar arkasından gülümsediler sadece. Koray, “İşte bu yüzden bu işi sevmiyorum,” dedi. Kerem ile Necmi gündemdeki olayları tartışırken, Koray balkona çıkmış yıldızlara bakıyordu. Onu izleyen birisi rahatlıkla inanabilirdi onlarla konuştuğuna, dolayısıyla deli olduğuna. İnsanlar
44
gariptiler. Koray da pek normal sayılmazdı, ama o an sadece işini bitirip oralardan uzaklaşmak vardı aklında. Sabah altı civarı balkonda oturduğu sandalyesinden sıkılıp yatağına gitti, bir dergi alıp okumaya başladı. Her şey gittikçe zorlaşıyorken bırakıp gidemeyecek oluşuna da üzülüyordu. Bu dipsiz kuyudan çıkış yoktu. Etrafta bir sürü insanın işi ve meslektaşları hakkındaki yorumlarını duyuyordu ve doğal karşılıyordu. Yine de şimdiye kadar kimsenin neler çektiğini anladığına rastlamamıştı. Onunkisi bir pişmanlık değildi. Bu tür duyguları bilmiyordu zaten. Sadece etrafında olup bitenlere anlam veremiyordu. Hayatlarını etkilediği insanlar aynı duruma neden çok farklı tepkiler veriyorlardı? İşini bitirdikten sonra eve geldiğinde her şeyi unuturdu. Bir tek çevredekilerin söyledikleri, yaptıkları aklında kalırdı. Belki de bu Tanrı’nın ona verdiği bir cezaydı. Bir kere yakalanmıştı çünkü. Birçok kişinin başını belaya sokacaktı ki…
*
*
*
Necmi gerekli talimatları getirdiğinde Koray ve Kerem tartışıyorlardı. Onları çekildiği bir köşeden izlemeye koyuldu. - Bu kız neden bu kadar kısa boylu? - E sence yaşı küçük olduğundan olabilir mi? - Öyle mi? Hiç fark etmemiştim. - Evet, şu lanet… - Lanet değil o, hastalık. Lanet diye bir şey yoktur. - Kendini kandır sen. Gerçi bu da lanetin bir parçası sanıyorum. - Kes artık! Gerçekten onu götürmek zorunda mıyız? Yani bu yaşta… - Bu bizim sorunumuz değil. Talep nasılsa, ona göre işimizi yapıyoruz. - Sen buna iş mi… - Sakın deneme! Bunun dönüşü yok, biliyorsun. - Ama ben istemedim ki bunu. - Kim istediği hayata sahip oluyor ki? Senin de bunu kabullenmen lazım. Ama her gün bu saçmalıklarını çekmek zorundayım galiba. Yine de yapabileceğim bir şey yok. Dedim ya, ben de seçmedim böyle olmasını. Necmi öksürerek kapıdan girdi. “Galiba işini severek yapan tek ben varım burada,” dedi. Kerem gülümsedi ve cevapladı, “Bazen ben de seviyorum.” Koray ise son hazırlıklarını yapıyordu. Dayanacak gücü kalmamıştı. Ne yapabilirlerdi ki ona? Bir daha yapmayacaktı. Ortadan kaybolamazdı, ama yine de deneyip sonrasında kaderine razı olacaktı. Çok geçmeden kapı çalındı.
*
*
*
Sürekli birlikte dolaşan bu iki adamın bir kedi de besliyor olmaları daha da ilgisini çekmişti Deniz’in. Bir ev kedisi değildi sanki bu. Yani onu daha önce görmemişti ama yeni komşularının kapısından ayrılmıyordu. Bazen apartman kapısının önünde de karşısına çıkardı bu küçük şey. Siyahbeyaz bir posta sahip olan kedinin gözleri masmaviydi. Sokakta gördüğü kedilerin yanından geçtiğinde hep kendisine bakmalarına alışmış olan küçük kız, onu görünce kafasını çeviren bu hayvanı hiç mi hiç sevmemişti. Zehra bir yandan bu yaşta hâlâ ailesinin sırtından geçindiğini hazmedemiyor, bir yandan da hassas olduğunu düşündüğü kızının yanından da bir dakika olsun ayrılmaya tahammül edemiyor-
du. Böylece onu gittikçe daha da hassas hale getirdiğinin farkında değildi. Sürekli eve bir hayvan almak için ısrar eden kızını basit gerekçelerle geçiştiriyordu. Deniz son olarak yeni komşularının kedisinin onu takip ettiğini iddia edince bir uzmandan yardım almanın iyi olacağını düşündü Zehra. Psikolog ise eve hayvan almama ısrarının çocuğu böyle bir şey uydurmaya itebileceğini söyledi; “Bu yaştaki çocuklarda…” diye başlayan birkaç bilgiç cümle tellendirdikten sonra tabii… Deniz delirmek üzereydi. Artık kedi görmek istemiyordu. Özellikle de bu garip yürüyüşüyle ürkütücü bir görüntüye sahip olan kediyi. Her yerde karşısına çıkmaya başlamıştı. Döndüğü her köşe başında, yolun karşısından kendisini izlerken görebiliyordu onu. Deniz’in ona baktığını fark edince kafasını çeviriyordu. Bir keresinde okulun bahçesinde karşılaşmıştı onunla. Sonunda göz teması kurmuştu, biraz olsun onun normal bir kedi olduğuna inanmaya başlamıştı Deniz. Okul çıkışında da yolun karşısındaydı. Bu sefer yine bakmıyordu, ya da bakmıyor gibi yapıyordu. Aceleyle arabaya girdi Deniz. Annesine bir an önce eve gitmek istediğini söyledi. Zehra küçük kızın üstüne gitmek istemiyordu. Hazır trafik de yokken hızlıca eve vardılar. Apartman kapısından tam gireceklerdi ki, Deniz yine o kediyi gördü. O kadar mesafeyi bu denli kısa zamanda almasına imkân yoktu. İşte bu yüzdendi Deniz’in çığlığı. Zehra kızının bir böcek ya da fare gördüğünü sandı. Küçük yüzünü avucunun içine aldı. Diğer elinin tersiyle sert bir tokat patlattı. Deniz uyandığında ağlıyordu ve oldukça da terlemişti. Annesi ise korkmuştu. Ona yaklaşmak istedi ama kız geri çekildi. Bir süre sonra bunun sadece bir rüya olduğuna ikna olup annesine sıkıca sarıldı. Hâlâ takip edildiğini düşünüyordu, ama bunu annesine veya bir yakınına anlatamazdı. Üst kata çıkıp “Kediniz beni takip ediyor,” da diyemezdi. Durduk yerde deli muamelesi görmek hoşuna gitmiyordu. Annesi, tekrar uyuduğundan emin olunca odayı terk etti. Birkaç saat sonra uyandı. Sabah olmuştu ama her yer karanlıktı. Masasının üzerinde tanıdık birisi oturuyordu. Olduğu yerde doğruldu ve masaya yaklaştı. Kedi ise onun dokunmasını istemiyormuşçasına hızlıca kapıdan çıktı. Deniz annesinin yanına gitmek istedi. Odanın kapısını yavaşça açtı. Annesine hafifçe sarstı. Kadın kıpırdamıyordu. Vücudu, yüzü aynıydı. Canlı gibiydi ama kıpırdamıyordu. Deniz bir aydınlanma sürecine girmişçesine normal karşıladı bunu. Odadan çıkacaktı ki, kapıdan geri döndü bir şey söylemek ister gibi, annesi yoktu yerinde. Koridorda tıkırtılar duydu, kedinin içeride dolaştığından emindi. Onu gördüğünde peşinden koşmaya başladı. Sokağa çıktığında kendi evi dışında her yerin yıkık dökük olduğunu fark etti. Aldırmadı ve kediyi takip etmeye devam etti. Kedi hem kaçıyor, hem de sürekli belli bir mesafeyi koruyordu. Niyeti gözden kaybolmak değil, Deniz’i bir yere çekmekti sanki. Bir köprüye geldiklerinde kedi durdu. Deniz irkildi. Bu sefer üstüne üstüne geliyordu bu çirkin hayvan. Gizemli olmaktan çıkmıştı, artık oldukça korkutucuydu ve gittikçe büyüyordu. Ama bir aslan veya kaplan gibi değil, sadece büyük bir kedi gibiydi. Arkasını dönüp koşacaktı ki Koray’la karşılaştı. Gözleri kıpkırmızıydı adamın ve parlıyorlardı. Deniz ayaklarının uyuşur gibi olduğunu hissetti. Bir süre sonra iyice kontrolden çıkmadan önce, ikisinin arasından kaçmaya teşebbüs etti. Bu sefer Kerem’in boş gözleri ve kabarmış dalgalı saçlarıyla karşılaştı. Kontrolü tamamen kaybetmişti, ağlayamadı bile. Necmi patilerini yalayarak, - Korkma, ben daha önce ölmüştüm, o kadar kötü bir şey değil. - Yani kedilerin dokuz canlı olduğu doğru mu? - Sadece kedilerin değil… - Ne oluyor? Kim bu insanlar? - Korkmana gerek yok, sadece izle ve karar ver. Herkese bir sonraki hayatı için birkaç seçenek sunulur. Başta başkalarının hayatlarının gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmesi pek mantıklı
46
gelmemişti, en azından televizyonda izledikleriyle bağdaştıramadı bunları. Gittikçe fiziksel olarak etrafındaki ölüm meleklerinin kontrolüne giren Deniz, köprünün kenarına daha da yaklaşmıştı farkında olmadan. Öte yandan asıl benliğinin farkına varmaya da başladı, önceki hayatlarını hatırlamasa da, nasıl bittiklerini aşağı yukarı çıkartabiliyordu. - Köprüden atlayarak mı öleceğim yani? - Hayır, dün gece içtiğin ilaçtan zehirlendin ve öldün. Burası sadece bir geçit. - Annem çok üzülmüştür. - Belki henüz farkında değildir, belki o da çoktan ölmüştür. Burada zaman biraz farklı işliyor. Koray – yine – anlam veremediği bu işi sonlandırmak için küçük kızı köprüden aşağı attı. Bu son olacaktı. Bir şey göremeyeceklerini bilmelerine rağmen aşağıya baktılar. O sırada Necmi sırtına vurduğu sert bir darbeyle Koray’ı da Deniz’in yanına gönderirken, “Kurallar…” dedi gülümseyerek. Koray yatağından kalktı, yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Bir yandan da aklının içinde dönüp duran anlamsız hatıralar, hiç yaşamadığı acılar ve sevinçler daha da kafasını karıştırıyordu. Sabahlığını üzerine geçirip kızının odasına gitti. Birkaç kez seslendi. Uyanmıyordu kızı. Güçlüce sarsmaya başladı. Hiçbir tepki yoktu. Ağlamaya başladı. Kalbi hiç çarpmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Aslında kalbi hiç çarpmamıştı şimdiye kadar. Gözünden dökülen yaşlar çarşafın üzerinde belli belirsiz izler bırakırken alabildiğine titriyordu. Etrafta ne varsa sağa sola fırlatmaya, acı içinde çığlıklar atmaya başladı. Başına bir şey gelmesinden korkan komşuların çağırdığı polisler kapıyı bir şekilde açtıktan sonra olduğu yerde hâlâ kafasını duvarlara vuran Zehra ve yataktaki kızının cansız bedeniyle karşılaştılar. Meraklı komşular dağıldı, Zehra’nın üzerine daha fazla gitmek istemeyen polisler en kısa zamanda ifadesi için ona ulaşacaklarını söyleyip gittiler. Üst kata yeni taşınan genç kadın kapısını çaldı; “İsterseniz ve kendinizi daha rahat hissedecekseniz bugün bende kalabilirsiniz…” Yusuf SALMAN www.konseptdisi.blogspot.com ergunyusufsalman@gmail.com
BEN SENİN NEYİNİM? Ahmet Taşveren elindeki paketi mutfak masasının üstüne bırakırken evin usulca kıvam yenilediğini fark etti. Sıcak börek paketinden dışarı taşan ısıyı hissetmek gibi bir şeydi. Kötücül, tiksindirici ve irkiltici bir değişim tarafından sarmalanmıştı. Saatine baktı. Nişanlısının gelmesine yarım saat kalmıştı. Duş yapmak, ikinci kez sakal tıraşı olmak ve spor bir kıyafet giymek için yeterli bir zamandı, ama bütün bunlar birden önemini sonsuza kadar yitirmiş gibiydi. Bir başka durum, zor bir atmosfer bulunduğu mekânın her milimetre küpüne nüfuz etmişti. Kendini zorlayarak ayaklarını harekete geçirdi ve oturma odasına gitti. Kapının ağzında az kalsın yere yığılacaktı. Dizbağları takatten kesilmiş, midesi içinde bir kalıp buz varmış gibi büzülmüştü. Bir kadın... Genç kumral bir kadın halının üzerinde sırtüstü yatmaktaydı. Taba rengi eteği kalçalarına kadar sıyrılmıştı. Beyaz yüksek topuklu ayakkabılarından biri sol omzuna yakın yan yatmış durmaktaydı. Diğer ayakkabısı meydanda yoktu. Bacaklarının arasında ayaklarına yakın duran bordo renkli başörtüsü şiddet yükseltici bir görsel darbe gibiydi. Cam üstlüklü sehpanın üzerindeki gümüş şekerlik, anneannesinin el emeği tığ işleme süs bedeni sehpaya yaslanık yatan kadının üzerine yuvarlanmak istercesine iyice kenara kaymıştı. Ahmet’e beş metre yüksekliğindeki bir tramplende ilk kez durduğu anı hatırlatmıştı. Kendini yerçekiminin kollarına salmaya korkmuştu. Dikkat edince kan lekelerinin yanı sıra sarımsı yeşilimsi lekeleri fark etti. İçlerinde iyi çiğnenmemiş yemek parçacıkları vardı. Kusuktu. Kadının hareketsiz bedeninden, divana, halıya bulaşmış kan ve kusuklardan çok yüzü geri dönüşsüzlük ışımaktaydı. İki gözü de yuvasında değildi. İki kanlı çukur, işin bitti Ahmet, yerin iki âlemde de cehennem diye haykırmaktaydı. Şokun yarattığı ağır çekimle saatine baktı. Daha randevusuna 26 dakika vardı. Emine... Nişanlısı Emine dakik biriydi. Yirmisinden bu yana babasının firmasını çekip çevirmekteydi. O halde bu... Cinayet. Ellerine baktı. Tırnaklarını kontrol etti. Temizdi. Burnuna götürdü. Kan kokmuyordu. Gömleğine, pantolonuna bulaşmış bir leke göremiyordu. Niye cinayeti birine havale edemiyordu o halde? Katil benim sözcüğü beyninde otomatiğe bağlanmış bir zikir büklümü gibi dolanmaktaydı. Bakışları ayaklarının ucuna kadar gelen ve devam eden izlere takılınca içini yakan üşütücü pişmanlık çığ gibi büyüdü. Kadının kanına basan biri halıda, parkede iz bırakarak hole çıkmıştı. Ahmet izleri takiben yürüdü. “Allah’ım, sen beni yoldan çıkarma. Allah’ım... Güzel Allah’ım.” Gözleri dolmuştu. Kalbi ağır ağdalı pişmanlık eğirmekteydi. Aylardır midesinde uyuklayan ülseri uyanmış yukarıya küçük geğirikler yollamaya başlamıştı. Birazdan acı sinyallerine de geçecekti kuşkusuz. İzler bir değil iki kişiyi işaret etmekteydi. Birbirine dolanmış dört ayağın ürünü olan izlerin yoğunlaştığı yer yüklük olarak kullandığı ikinci tuvaletti. Kapıda durup tokmağı kavradı ve yavaşça nefesini salarak kapıyı araladı. Kapı açılınca ışığı yakan otomatik sistem çalıştı. Yerleri paspaslamakta kullandığı kırmızı plastik leğenin üzerinde siyah kot giymiş, bir genç adam oturmaktaydı. Sırtı sekizlik tuvalet kâğıdı paketlerine yaslandığı için neredeyse dik oturmaktaydı. Kumral delikanlının zeytin yeşili kazağı kan içersindeydi. Sağ yana doğru kaykılmış duran başına bakmak bir felaketti. Çünkü onun da gözleri yoktu. Ahmet yüklüğün kapısını öylece bırakıp sokak kapısına doğru yürüdü. Midesi yanmaya başlamıştı. Evinde cinayet işlenmişti. Nişanlısı ve erkek kardeşi Rıfat vahşice öldürülmüştü. Daha randevusuna yarım saat vardı. Evin anahtarları kızda yoktu. Kendisi olmadan içeri giremezlerdi. Ama girmişler ve katledilmişlerdi. Kapının zili çalınca irkildi. Polis. Polis gelmiş olmalıydı. Başka kim olabilirdi bu saatte. Kozya-
50
tağı semtine yeni taşınmıştı. Eski tanıdıklarının çoğu yeni adresini bilmiyordu. Dost ahbap ilişkisinde vites büyütmüştü. Bunu daha önce de yapmıştı. Gelir seviyesi arttıkça yer değiştiriyor, eski görüştüğü kimselerin çoğunu seyreden bir gemiden denize bırakılan artıklar gibi arkada bırakıyor ve kendi seviyesine uygun ahbaplar ediniyordu. Buna züğürt akrabaları da dâhildi. Emine en yeni statüsünün sembolüydü. Sahibi olduğu inşaat firması yılda otuz daire yapar hale geldikten sonra meslektaşı Halil Bey’in kızına talip olabilmişti. Kız işletmecilik alanında doktora yapmıştı. Almancası ve İngilizcesi çok iyiydi. Güzel ve baskın karakterliydi. Sıradan bir iletişim fakültesi bitiren Ahmet’i ezen bir yanı vardı, ama kıza talip olmuş ve gönlünü kazanmayı bilmişti. Bu evlilik kendisi için daha üst bir statünün, Boğaz’da bir yalının da habercisiydi. Son on dakikaya kadar tabii. Yeni durum farklıydı artık. Parlak geleceği göçmüştü tek kelimeyle. Kapının zili çaldı unutma. Ahmet kapıyı açmak için uzanan elini vücuduna ait olmayan bir nesne gibi algılamaktaydı. Küçük çocuk yanı uyanmıştı. Sessiz kalırsa, sinerse belki amcalar onu yok zanneder ve çeker giderlerdi. Amcalar her şeyi biliyor Ahmet. “Ben senin neyinim?” Ahmet kahverengi takım elbiseli, adama bakakalmıştı. Yaşı belirsizdi. Orta yaşlı ya da yetmişi aşkın biri olabilirdi. Avurtları çökmüş yüzünde birkaç günlük gümüş rengi sakalı vardı. Saçlarını üç numara kestirmişti. Koyu kahverengi gözleri görmüş geçirmişlik, acı ve elem yüklüydü. “Söyle.” Ahmet cevap vermek istiyordu, ama zihni kaotik düşüncelerini kelimeye tahvil edemeyince adamın yüzüne bakmakla yetindi. Gözleri dolmuştu. Aklına karşı dairenin kapısındaki gözetleme deliğinden seyrediliyor olabileceği gelince sevindi. 10 numarada oturan avukat şu anda yurtdışındaydı. “Niye tutuldun kaldın öyle?” Ahmet adamın yüzüne bakamaz hale gelmişti. Kapıyı örtünce tuttuğu nefesini saldı ve dönüp geriye baktı. Dairesi kendini yeniden uyarlamıştı. Hol zemininde kan lekeleri görünmüyordu. Temelsiz sevinmeye korkarak yüklüğe doğru yürüdü. “Bismillahirrahmanirrahim. Her şeye kadir Allah’ım sen beni...” Yüklükte ceset yoktu. Her zaman görmeye alışık olduğu şeylerin içinden kanlı bir bedenin fışkırmasını bekleyen yanı usulca sönüverdi. Kapıyı açık bırakarak oturma odasına doğru koştu. Emine’nin gaybubeti kalbe coşku veren bir melodi gibiydi. Eğilip halıya yakından baktı. Tertemizdi. Dün eve temizlikçi kadın gelmişti. Her şey onun bıraktığı gibiydi. Kapının zili ikinci kez çalınca Ahmet korkuyla irkildi. Bu küçük bir araydı, dehşet geri geliyor beklentisi kedi gibi sırtını kabartmıştı. Saatine baktı. Randevusuna on dakika kalmıştı. Emine gelmişti herhalde. Rıfat’la birlikte. Kızın arabası tamirdeydi. Erkek kardeşi Rıfat getirecekti. Öyle konuşmuşlardı. Gözü yerlerde leke arayarak yürüdü. Yüklüğün ışığı yanıyordu ve cesetsiz dar mekân bir gül bahçesi gibi ferahlatıcıydı. “Ben senin neyinim?” Yine o adamdı. Gam yüklü parlak gözleri üzerine çekim uyguluyor gibiydi. Ahmet’in nutku tutulmuştu. Adamın zihninden kendi zihnine bilgi yüklendiğinin hayal meyal farkındaydı. “Söyle.” “Ne istiyorsun benden?” Adam hafifçe tebessüm etti. “Soruma karşılık ver. Ver ve sav.” Ahmet’in zihnine dolan bilgilerin basıncından konuşacak hali kalmamıştı. Kapıyı örtüverdi. Başını çevirip hole baktı. Sorunsuzdu. Sonra saatine baktı. Emine’nin gelmesine yedi dakika vardı. İçinden bir ses bu yedi dakika hayati önemde demekteydi. Oturma odası da bıraktığı gibiydi. Kapıda durakladı. Hem holü, hem de odayı görebilecek
52
bir konumda kalmayı yeğlemekteydi. Sanki birini gözden kaçırırsa orada deminki kötücül şeyler beliriverecekmiş gibiydi. Bu his çok güçlüydü. Fantezi değildi. Avaz avaz bağıran bir gerçeklik duygusuyla sarsılmaktaydı. Beynine doluşmuş bilgi etkinleşmeye başlayınca zihni yeni bellek malzemesinden parçalar işlemeye başladı. 7 Kapıyı çalan adamı bir avluda otururken gördü. Tek başınaydı. Sıhhatsiz, keyifsiz ve mutsuz bir hali vardı. Sandığı kadar yaşlı değildi. Elli başlarındaydı. Bir hastalık adamı yemiş bitirmiş gibiydi. Yüksek gri beton duvarlara bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Üzerine yüklenmiş bir tanıdıklık duygusuyla sarsılmaktaydı. Bir yakın arkadaş ya da akraba olabilir miydi? Yüzünü nasıl unutmuş olabilirdi? 6 Niye ısrarla kim olduğunu bilmesini istiyordu acaba diye düşünürken adamı hapishanede gördü. Hücredeydi. Birkaç gazete, bir şişe su, iki tükenmez kalemle bir başınaydı. Yatağının üstünde kahverengi bir namaz seccadesi duruyordu. Adam ağır bir suç işlemiş olmalıydı. Hapiste olan kimi tanıyorum diye düşündü. Birkaç tanıdığı çeşitli suçlardan hapse girip çıkmıştı. Naylon fatura, vergi kaçakçılığı gibi adi suçlardı bunlar. Burada daha ciddi bir şey vardı. Cinayet. Kayıp gözler ne olacak Ahmet? Gözler kelimesi zihinde birkaç hızlı geçişli sahneyi canlandırıp söndürmüştü. Eli makaslı bir adam oturma odasında yatan kadının üzerine eğilmişti. Ahmet korkuyla hole ve oturma odasına baktı. Henüz yoklar. Henüz de ne demekti? Geliyorlar mıydı yani? Cesetler yürüyebilir miydi? Bu olmazdı, ama bitleri yüklü bir fotoğrafın açılması için gereken süre gibi bir şeydi belki. Esas sahne açılacaktı. 5 Tekrar o adamı gördü. Yüzü bitkindi, ama çok daha gençti. Bir mahkeme salonundaydılar. Seyirciler arasında adama öfke ve yazıklanarak bakanlar vardı. Emine’nin babasını, ablasını tanıdı. Adamın elinde bir silah olsa katili hiç çekinmeden vurabilecek bir ruh halindeydi. Katile örtülü bir sevgi ve acıyarak bakanların yüzleri çok aşinaydı, ama çıkartamıyordu. Oradan yalnız oturulan can sıkıntısı, kimsesizliğin ve pişmanlığın hüküm sürdüğü hücreye döndü. Adamı gördü. Hıçkırarak ağlıyordu. 4 Gözleri bul hemen, yoksa... Gözler lafını hafife almasını engelleyen his çok güçlüydü. Ahmet panikle kapı ağzından ayrılarak odaya girdi. Etrafa bakındı. Göz saklayacak bir sürü yer vardı. Hızla şekerliğin içine göz attı. Ardından büfenin çekmecelerine baktı. Divanın altını da ihmal etmedi. Odada göz möz yoktu. Zihninde hücresinde cefa çeken adama değin sahneleri bula kaybede koşar adımlarla mutfağa gitti. Orayı gözden geçirmek daha çetrefilli bir işti. Börek paketini bile ihmal etmeden yıldırım hızıyla her yere baktı. 3 Yüklükte de göz bulamayınca yatak odasına yöneldi. Dolabın çekmeceleri, zemini, şifoniyer. Odadan çıkarken ter içinde kalmıştı. Bürosuna doğru yöneldi. Hol hâlâ ondan yanaydı. Zaman vardı demek ki. Duvarlardan birini örten kütüphane, dört çekmeceli büro, ıvır zıvırların durduğu tahta bir sandık. Hemen işe koyuldu. Çabuk ol süren bitiyor.
2 Hücresinde acı çekerek yılları bitirmeye çalışan adamla ilgili inanılmaz ayrıntılara bulanarak kütüphaneyi, büro çekmecelerini araştırdı. Adam birilerine mektup yazıyor, sonra yırtıyordu. Öyle sahiciydi ki bunları düşünmek, tükenmez kalemin mürekkebinin kokusunu bile alabilmekteydi. Yıllar geçiyor ve adam hızla yaşlanıyordu. Ölümü istiyor, ama ulaşamıyordu. Tam on bir buçuk yıl böyle yaşamıştı. Rakam kafasında çok sarihti. On bir buçuk yıl boyunca çekilen yalnızlığın, iç sıkıntılarının, gözden düşmüşlüğün ve de koyu pişmanlığın kayıt defterini sayfalarını çevirmekteydi sanki. Adamın yaşadığı her an beynine nakşedilmiş durumdaydı. Sıra orada. Ahmet elleri titreyerek babasının hediyesi olan tahta sandığın kapısını açtı. İçinde eski fotoğraf kutuları, ilkokul diploması, o sıralarda kullandığı bazı eşyalar cinsinden küçük bir geçmiş müzesi saklıydı. Sarı fotoğraf kutusunun üzerinde uçuk mavi bir mendile sarılı duran şeyi görünce içindeki soğukluk geri döndü. Bezin üstüne kırmızı lekeler çıkmıştı. Tam kapağı kapatacaktı ki, görünmez bir el bunu engelledi. Ahmet sinirleri altüst durumda elini uzatarak mendilden çıkını aldı. İçindeki yumruları avucunda hissetmekten ötürü midesi berbat durumdaydı. İki kere öğürdü. Neyse ki, karnı boştu. Ağzına gelen asitli sıvıyı yutarak geri yolladı. Çıkını çözünce Emine ve Rıfat’ın yeşil gözleriyle karşı karşıya geldi. Tam o sırada kapının zili çalınca elindekileri sandığın içine düşürerek doğruldu. Kapıyı açmasam ne olur diye düşünmekteydi, ama ayakları yola koyulmuştu bile. 1 “Söyle şimdi kimim ben?” Ahmet en sonunda adamı tanımıştı. Bunun şokuna rağmen konuşmayı başardı. “Bensin.” “Emine’yle planladığınız gibi altı ay sonra evlendiniz. İki yıl sonra da bir kıskançlık krizi nedeniyle kızı bıçaklayarak öldürdün. Üç aylık hamileydi. Birisiyle ilişkisi var sanmıştın. Seni engellemeye çalışan bacanağı da katlettin. Ortada ne fol vardı, ne de yumurta oysa. Kadının seni seviyordu ve sana ilk günkü gibi sadıktı. Kuruntunun ve aşırı kıskançlığının esiri oldun yani. Hapse girdin. Koğuşta kalacak yüzün yoktu. Gönüllü hücre hapsine talip oldun. Orada kalp krizinden ölene kadar on bir buçuk yıl yaşadın.” “Bu nasıl olabilir? Sen ve ben, burada...” Benzeri ona gülümsedi. “Ben sen değilim.” “Kimsin peki” “On bir buçuk yıl, her saniye pişmanlıktan kahroldun. İtibarsızlık, hor görülme, can sıkıntısı ve en kötüsü de namazında niyazında olan aile büyüklerine verdiğin utanç nedeniyle mahkûmiyet seni yedi bitirdi. Bir sabah gün ağarırken kalp krizinden öldün. Hepsini hatırlıyorsun değil mi?” Ahmet başını salladı. “Pişmanlığının yoğunluğu ve samimiyeti bir şekilde hiper uzayı etkiledi. Paralel yaşamlardan birinde on bir buçuk yıllık çileyi çektin bitirdin. Ben sana ait geleceklerin birinden gelen bir ekoyum. Bu hayatta da aynı züllü yaşamaman için seni buldum. Sağ avucunu aç.” “Ne?” “Sağ avucunu uzat bana.” Ahmet istenileni yapınca adam sağ elinin işaret parmağıyla elinin ayasına dokundu. Ahmet’in bayağı canı yanmıştı. Adamın parmağının ucu akkor demir gibiydi. Azıcık bir dokunmayla elinin derisinden minik bir duman çıkmıştı. Ahmet şokla ısı yüzünden kabaran deriye baktı. Acısı beyninde zonklamaktaydı. “Bu..?” “Tövbenim senin ben. Birazdan nişanlın gelecek. O hücrede geçen yılları unutma ve kendi-
54
ne hayırlı bir gelecek kur.” Ahmet kapıyı örttükten on saniye kadar sonra kapının zili tekrar çaldı. Genç adam huşu içinde kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açarken sağ elinin ayası sızladı. Bunun için de bir yalan bulması gerekecekti. En iyisi iş yerinde oldu demekti. “Merhaba. Sen de yeni geldin galiba?” Emine taba rengi eteğin üstüne krem rengi ince kazak giymiş ve kenarları altın sim işlemeli bordo renkli bir başörtüsü takmıştı. Çok güzel görünmekteydi. Ahmet karın boşluğunda ağır dönüşlü bir kıskançlık jiroskopunun çalıştığını hissedince dalgınlığından sıyrıldı ve başıyla olumladı. “Beş dakika falan. Rıfat nerede?” “Arabayı milimi milimine park etmesi lazım malum. Senin neyin var?” “Yok bir şey. İş yeri bugün biraz elden gitmiş durumdaydı da.” “Bizim de öyle, hiç sorma.” Önce yanakları sonra dudakları hafifçe birbirlerine değdi. Ahmet nişanlısına sevgiyle sarıldı. Sağ avucu sızım sızım sızlamaktaydı. Genç adamın gözleri dolmuştu. Önlerinde uzun ve mutlu yıllar vardı inşallah. Kim işlediği zülüm arkasından tevbe eder, salih amele dönerse Allah elbette tövbe’sini kabul buyurur. Çünkü Allah Gafurdur, Rahimdir. (Maide: 39) Eğer dünyaya geri gönderilseler, yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar. (En'âm, 28) Sadık YEMNİ İllüstrasyon M. Kaan SEVİNÇ
NEDİR BU 3-D DEDİKLERİ? Son 1–2 yıldır sinemalarımıza gelen 3 boyutlu filmlerin sayısı iyiden iyiye arttı. 3 boyutlu film gösterimine uygun sinema salonlarında hemen her zaman mutlaka 3 boyutlu bir film oynuyor. Giderek de bu sayı artacak gibi gözüküyor. Bu filmlerin oynadığı sinema salonlarına bir göz atılırsa RealD3D, XpanD, IMAX-3D çeşitli format isimleri görmek de mümkün. Bu ay içinde 3 boyutlu film olayına ayrı bir açılım getirmesi beklenen James Cameron’un Avatar’ının gösterime girecek olmasını fırsat bilip, çok fazla teknik detaya girmeden, yıllar boyunca 3 boyutlu filmlerin nereden nereye geldiğine bir bakalım istedik. Yeni nesil için 3 boyutlu filmler yepyeni bir teknoloji gibi gözükse de bir önceki nesil de çocukluğunda farklı gözlüklerle ve daha düşük bir kalitede olsa da 3 boyutlu filmler izlediklerini hatırlıyor olmalılar. Hâlbuki 3 boyutlu filmlerin tarihi çok daha eskilere gidiyor. Lumière kardeşlerin ilk film gösterimlerini yaptıkları ve sinemanın doğduğu yıl sayılan 1895’de ilk film gösterimlerinden birinde gara giren bir trenin görüntüsünün seyircilere trenin üstlerine geldiği hissini verip kaçmalarına neden olduğu hep söylenir. Bu hikâyenin gerçek olduğuna dair ciddi şüpheler olsa bile bir şehir efsanesi olarak böyle bir hikâyenin anlatılır olması bile daha o yıllarda seyircilerin 3 boyutlu filmlere potansiyel ilgisinin bir göstergesi aslında. Gerçekten de daha o yıllarda ilk 3 boyutlu film denemeleri yapılmaya başlamış bile. Üzerinden 100 yıldan fazla bir zaman geçmiş olsa bile temel teknik hâlâ aynı. Bir şekilde iki farklı kaynaktan aynı sahneye ait görüntü gelerek birbiri üzerine bindiriliyor ve optik yanılsama yaratacak bir cihazdan bu görüntüye bakılıyor. Bu optik yanılsama sonucunda da 3 boyut hissi yaratılıyor. Aradan geçen yıllarda sadece görüntünün geldiği kaynak ve içinden bakılan cihaz değişti aslında temel olarak. Bu ilk yıllarda 3 boyutlu film meselesi daha çok deneysel boyutta kalsa da 3 boyutlu ilk film gösterimi için çok fazla beklenilmedi. 27 Eylül 1922 tarihinde gösterilen The Power of Love, seyircilerin bilet alarak izledikleri ilk 3 boyutlu film olarak kabul ediliyor. Bu yıldan sonra hemen hepsi kısa
L'Arrivée du Train -Louis Lumière
56
filmler olmak üzere çeşitli ülkelerden 3 boyutlu film denemeleri gelmeye devam etti. Hatta Louis Lumière yukarıda bahis konusu olan gara giren treni görüntülediği L'Arrivée du Train filminin 3 boyutlu versiyonunu da 1934’de yaparak gösterime sunuyordu. Ancak bu yıllarda 3 boyutlu filmler istenen etkiyi sağlamaktan çok uzaktı. Üstelik bu yıllarda Amerika’nın yaşadığı mali kriz, arkasından 2. Dünya Savaşı gibi etmenler teknolojiye yatırım yapmayı çok zor hale getirmişti. Olan para ile de çoğunlukla askeri sektöre yatırım yapılıyordu. Zaten kayıtlar incelendiğinde 1941–1951 yılları arasında hiçbir 3 boyutlu film gözükmüyor.
50’lere geldiğimizde belki de insanları sinemaya çekmek için bir yenilik gerektiği için bir anda 3 boyutlu film sayısında bir patlama olduğunu görüyoruz. Üstelik daha önceki yıllarda 3 boyutlu filmlerin yönetmenleri çoğunlukla işin teknolojisini de kendileri geliştiren isimlerken, artık sinema dünyasının tanınmış yönetmen, yapımcı ve oyuncuları da işin içine giriyordu. Yine bu döneme kadar genellikle kısa filmler 3 boyutlu olarak gösterilirken artık uzun metrajlı tür filmleri ön plana çıkıyordu. Dönemin önemli 3 boyutlu filmlerine baktığımızda farklı farklı türler görüyoruz: Korku (House of Wax), bilim-kurgu (It Came from Outer Space), western (Fort Ti), film-noir (Man In the Dark), fantastik (Son of Sinbad), müzikal (Kiss Me Kate) vs. Bu filmlerin bir kısmı sadece 3 boyutlu olması ile kalıp sinema tarihinde herhangi bir yer edinememişken House of Wax, It Came from Outer Space ve Kiss Me Kate gibileri kendi başına da iyi birer film olarak normal formatta da günümüze kadar gelen filmler oldular. Elbette Creature from the Black Lagoon filmini de günümüze kalan filmler arasında anmak gerek. Bu dönemde burada adı geçen ve geçmeyen 3 boyutlu filmlerde Vincent Price, John Wayne, Dean Martin, Jerry Lewis, Rock Hudson ve Jane Russel gibi dönemin önemli oyuncularını ve William Castle gibi özellikle bu tip yeniliklere çok açık yönetmenlerini görüyoruz. Ancak herhalde dönemin 3 boyutlu filmlere dâhil olan en önemli ismi Alfred Hitchcock’du. Bugün izleyen çoğu kişi bilmez belki ama başrolünde Grace Kelly’nin oynadığı Dial M for Murder, 3 boyutlu olarak çekilmişti. Büyük bir çoğunluk bu filmi klasik formatta izledi ama gösterime girdiği 1954 yılında ve daha sonra 1980 ve 1982 yıllarında da kısıtlı da olsa 3 boyutlu gösterimleri yapıldı. Ancak 1950’lerin başında onlarca örneğini gördüğümüz 3 boyutlu filmlerin yapımlarının 1955 yılında bir anda bıçakla kesilmiş gibi durduğuna şahit oluyoruz. Bunun nedenleri çoğunlukla o dönemki gösterimlerde kullanılan tekniğin zorluğundan kaynaklanıyor. Yazının başında işin tekniği-
ne pek girmeyeceğimizi söylemiştik ama biraz olsun bahsetmek lazım burada. Seyirciler açısından durum bugünkünden çok farklı değildi. Tıpkı bugünkü gibi gözlüklerini takıp filmi o şekilde izliyorlardı. Hatta takılan gözlükler de 2000’lere kadar sinemalarda kullanılan ya da halen 3 boyutlu film DVD’lerinin yanında verilen gözlüklerden çok farklı değildi. İşin asıl sorun yaratan kısmı gösterim tekniği idi. Perdedeki iki farklı görüntüyü üst üste bindirebilmek için iki farklı projeksiyon makinesi kullanılıyordu o yıllarda. Temel sorun da birbirinden tamamen bağımsız bu iki makinenin senkronizasyonunun sağlanması idi. Her iki makinede de filmler aynı anda başlamalı ve film boyunca herhangi birinde herhangi bir tekleme olmamalıydı. Film sırasında olabilecek sorunlar için anında müdahale gerektiği gibi sonradan filmlerden herhangi birinin tamir edilmesi gerektiğinde bir tarafta yapılan tamirat diğer film bobini için de yapılmalıydı. Bunun için her iki makinede ayrı birer makinist kullanıldığı oluyordu zaman zaman. Ancak senkronizasyonun bozulması sıkça karşılaşılan bir durumdu ve bu da ne kadar fazla bozulduğu ile ilintili olarak seyircide baş ağrısı ve göz sulanması yapabileceği gibi filmi tamamen izlenmez hale de getirebiliyordu. Bu tip sorunlar kısa metraj filmlerde daha rahatlıkla çözülürken tahmin edilebileceği gibi filmlerin süresi uzadıkça sorunlar da artıyordu. Üstelik seyircinin de ekrana düz olarak bakması gerekiyordu. Özellikle büyük salonlarda yanlarda oturan izleyiciler filmi izlemekte çok zorluk çekiyorlardı, hatta bazen bu koltuklar hiç satışa çıkmıyordu. 1960’ların başına geldiğimizde iki farklı projeksiyon makinesi sorununun çözüldüğünü görüyoruz. Artık tek bir film şeridi üzerine iki farklı kaynaktan gelen görüntü basılabiliyor ve farklı bir teknik düzeneğe ihtiyaç duyulmadan herhangi bir sinema salonunda gösterim yapılabiliyordu. Ancak belki de bir önceki 3 boyutlu film furyasından seyirciler çok memnun kalmadığı için ancak 60’ların sonlarına doğru bu teknolojinin kullanılmaya başladığını görüyoruz. İşin ilginci bu dönemde çeşitli tür filmleri dışında 3 boyutlu olarak gösterilen filmlerin önemli bir bölümü erotik filmler hatta düpedüz porno filmlerdi (evet, o eski güzel günlerde(!) porno filmler sinema salonlarında da oynuyordu). Hatta halen en kârlı 3 boyutlu film unvanını elinde bulunduran The Stewardesses filmi de softcore denebilecek erotik bir filmdi. 100 bin dolara mal edilen bu film gişede 27 milyon dolar gibi bir hâsılat elde etmişti (sadece Kuzey Amerika’da). Belki de 1969’da gösterime giren bu filmin de etkisiyle 70’lerdeki 3 boyutlu filmlerin ya erotik-porno ya da korku filmleri olduğu söylenebilir. Bu dönemdeki en dişe dokunur 3 boyutlu filmin, her iki türün bir karışımı sayılabilecek olan, Paul Morrissey’in yönettiği Flesh for Frankenstein olduğunu söylemek de hata olmayacaktır. 80’lere geldiğimizde ise 60’ların sonları-70’lerin başlarındaki her yönden özgürlükçü ortamın giderek yok olması ve muhafazakâr bir düşünce sisteminin hâkim olması ile genel olarak sinema sektörünün gittiği yön elbette ki 3 boyutlu filmleri de etkilemişti. Bu nedenle bu dönemde 3 boyut teknolojisi çoğunluklu olarak muhafazakâr tavırlı korku filmleri ile karşımıza çıkıyor. Özellikle popüler korku filmleri serilerinin devam filmlerini 3 boyutlu olarak sinemalarımızda görüyorduk. İlginç bir tesadüf eseri her üçü de serinin 3. filmleri olan Friday the 13th Part 3, Amityville 3-D ve dönemin en başarılı 3 boyutlu filmi olarak kabul edilebilecek Jaws 3-D hep bu dönemin filmleriydi. Bu filmlerden bazıları ülkemizde de 3 boyutlu olarak gösterime girmişti. Bu satırların yazarı daha
58
ufakken Jaws 3-D’yi sinemada bayıla bayıla izlediğini hatırlıyor örneğin. Sonradan hele ilk Jaws ile karşılaştırıldığında film olarak gayet kötü bir örnek olduğunu görmüş olsa da o yaşlarda 3 boyutlu bir film izlemenin keyfi bir başkaydı. Bugünden bakıldığında 3 boyut olayının da sadece seyircinin üzerine gelen çeşitli cisimler, ağzını açarak gelen köpekbalığı ya da yine seyircinin üzerine doğru zıplayan kurbağa gibi sahnelerde kullanıldığı onun da bugünkü 3 boyutlu filmlerle karşılaştırıldığında gayet yetersiz kaldığı görülüyor. Bu dönemde Emmanuelle 4 ya da Blonde Emmanuelle gibi filmlerin 70’lerin havasını az da olsa devam ettirdiğini de söylemek gerek aslında. Ancak dönemin 3 boyutlu filmler açısından en büyük gelişmesi IMAX formatının ortaya çıkması ve bu formatta 40–45 dakikalık 3 boyutlu belgesellerin gösterilmeye başlaması oluyordu. IMAX formatının daha kaliteli bir görüntü sunması 3 boyut kısmına da yansıyordu ve sadece belgesel niteliğinde ve genelde çocuklara yönelik filmlerde kullanılsa da o güne kadar ortaya çıkmış en kaliteli 3 boyutlu filmler ortaya çıkıyordu. Ama bunların özel IMAX kameralarla çekilmiş olduğunu da gözden kaçırmamalı. (Bu vesileyle hala zaman zaman karşılaştığım bir yanılgıyı da düzeltmiş olayım. Özellikle bizim piyasamıza girişi tümüyle 3 boyutlu filmlerle olduğu için IMAX filmlerin mutlaka 3 boyutlu olduğunu düşünenler var. Hâlbuki bu yanlış bir düşünce. En az 3 boyutlu IMAX filmleri kadar 2 boyutluları da var.) Bu kez daha başarılı örnekleri ortaya çıksa da 80’lerdeki 3 boyutlu filmler furyası da çok uzun sürmüyor, 90’larda çoğunlukla IMAX filmleri ve kişisel çabalarla gelişiyordu 3 boyutlu filmler. Bu dönemin en önemli gelişmelerinden biri pek çok kısa animasyon filminin 3 boyutlu olarak gösterilmesi oluyordu. O günlere kadar pek çok türde 3 boyutlu film görülmüştü ama her nedense çocuk filmlerine pek el atılmamıştı. Yapımcıların çocukların bu filmlerden büyük zevk alacağını düşünmemeleri ilginç doğrusu. 2000’lere, özellikle 2000’lerin ikinci yarısına geldiğimizde hepimiz görüyoruz ki yeni bir 3 boyutlu film furyası daha yaşıyoruz. Bu dönemde hem gösterim teknikleri değişti (artık 3 boyutlu filmler klasik projeksiyon makinelerinden değil dijital makinelerden gösteriliyor örneğin), hem de seyircilerin taktığı gözlükler daha modern bir hale geldi. Yeni tekniklerle yıllardır bir türlü çözülemeyen baş ağrısı, göz sulanması gibi sorunlar da en aza indirildi. Bununla birlikte 3 boyut teknolojisinde yazının başında adını andığımız çeşit çeşit formatlardan söz edilmeye başladı. Doğrusu IMAX-3D’nin ezici üstünlüğü dışında diğer formatların
Avatar- James Cameron
3 aşağı 5 yukarı birbirine benzer sonuçlar verdiğini söylemek mümkün. Bu yeni dönemde aslan payını animasyonların ve çocuk filmlerinin aldığını görüyoruz. Elbette eskiden beri olduğu gibi korku filmleri de bu yeni furyaya kayıtsız kalmadı. Ayrıca tek tük de olsa 3 boyutlu konser filmleri de görmeye başladık. 2000’lerdeki bu gelişmenin arkasında teknolojik gelişmelerden çok artık iyiden iyiye İnternet üzerinden film indirmeye alışmış ya da ev sinemasına ağırlık vermiş seyirciyi tekrar sinemaya çekme çabası olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Şu an sinemalarda sağlanan 3 boyut hissi henüz evde simule edilemiyor çünkü. Ayrıca kamerayı alıp sinemadan bu filmi çekip dolaşıma sunmak da anlamlı olmuyor. Ancak bu yeni furyada da çoğunlukla 3 boyut olayını gerçek anlamda hikâyenin anlatımını güçlendirecek, sinema sanatına yeni açılımlar kazandıracak şekilde kullanan yönetmenler yok denecek kadar az. Çoğunlukla yeni bir oyuncak bulup sağını solunu kurcalayan bir çocuk tarzı ile kullanılıyor bu teknoloji. Bu yeni furyanın eskileri gibi bir süre devam ettikten sonra yavaşlayıp yavaşlamayacağını zaman gösterecek. Ancak bu kez eski filmlerin restore edilerek 3 boyutlu hale getirilmesi olayı çok daha ciddi gözüküyor (Star Wars serisinin böyle bir restorasyondan geçeceğinden sürekli söz ediliyor). Ayrıca bu kez işin içinde ticari sinemanın önemli isimleri de var. Steven Spielberg, George Lucas, Peter Jackson, Robert Zemeckis gibi isimlerin çektiği 3 boyutlu filmler ya çoktan gösterime girdi bile ya da elleri kulağında. Ve elbette bu ay James Cameron’un uzun yıllardır proje halinde elinde olan ama sürekli 3 boyut teknolojisi istediğim aşamaya gelmedi diyerek ertelediği Avatar gösterime giriyor ki Cameron’un Terminator 2 ile özel efekt kullanımına getirdiği yenilikler düşünülürse teknik olarak şu ana kadar yapılmış en iyi 3 boyutlu filmle karşı karşıya olabiliriz. Umalım ki bu filmi Cameron’un tercih ettiği format olan IMAX’de izleme fırsatını da bulalım. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com
60
GÜVEN ÇIKARTMAK Kate, uyandığında yanında kocasını göremeyince epey morali bozuldu. Bu yanında uyanmadığı üçüncü Pazar’dı ve burnu ihanet kokusu alıyordu. Her ne kadar eşinin ona sadık olduğunu ve onu ne kadar çok sevdiğini hissettirse de ister istemez içinde şüphe zinciri oluşmaya başladı. Üç haftadır aynı sorun, aynı tartışma ve inanma duygusundan yoksun Kate’in kafasında artık ikinci kadın olma düşünceleri doğmaya başladı. Yatağından kalkıp sabahlığını giydi. Mutfağa girdiğinde buzdolabının üzerindeki “Sevgilim, şirkette acil bir işim çıktı, iki saate kadar döneceğim” yazılı notu gördü. Üç Pazar’dır ne sorunuydu bu, anlam veremiyordu. Yaklaşık bir saat sonra Ray eve dönüp karısını kapıda kucaklayıp büyük bir tutkuyla öptü. Kate belli etmek istemese de içindeki şüphenin çizgileri yine yüzüne yansımıştı. Geç de olsa birlikte oturup Pazar kahvaltılarını yapmak üzere deniz manzaralı evlerinin balkonuna geçtiler. Ray eline gazeteleri alıp kısaca göz gezdirdi. Kate daha fazla dayanamayıp kocasını sorguya çekercesine konuşmaya başladı: - Ray, seni bu Pazar uyandığımda yanımda bulabilecek miyim acaba? Anlamıyorum üç Pazar’dır şirkette ne oluyor da illa sen gidiyorsun Ray’in beklediği fırtına kasırgaya dönüşecekti. Sesinin rengi değişti ama kendini toparlayıp cevap vermeye hazırlandı: - Hayatım, sana daha önce söylemiştim. Şirketin muhasebecisi yıllık izinize çıktı. Bir takım işler aksamaya başladı, hafta başı gelmeden düzeltmem gerekiyordu. - Senden başka çalışan yok mu peki orada? Sen gerçekten şirkete mi gidiyorsun, doğru söyle Ray! Yoksa başka biri mi var? - Yapma lütfen sevgilim, bu konuyu daha önce de konuştuk. Neden anlamak istemiyorsun beni? Kate kendine hâkim olamıyordu, kafasında bir kez aldatıldığı şüphesi uyanmış ve bin bir tane senaryo yazmıştı. Hepsi bir bir gözünün önünden geçerken sakin konuşması her dakika daha da zorlaşıyordu. O sırada Ray’in telefonu çaldı. Ama o telefon çalmıyormuş gibi davranıp elindeki gazeteye boş gözlerle bakmaya devam etti. Kate aynı gergin ve biraz da tartışmaya teşvik ses tonuyla sordu: - Cevap vermeyecek misin telefona, önemli biridir belki de? - Tanrı aşkına Kate, ne demeye çalışıyorsun yeter gelme üstüme seni inandırma çabalarıma her geçen gün zorlaşıyor ne yapmamı istiyorsun daha! - Hiç, hiçbir şey! diyerek masadan kalktı. Elindeki çay fincanını sertçe mutfak tezgâhına bıraktı. Ortada bir şey yoktu belki ama kadın içgüdüleri işte. Aklayamıyordu ne kendisini, ne de kocasını. Bütün gün asık bir yüz ve gerginlikle geçti. Ertesi sabah Ray işe gitmek üzere giyinip hazırlandı. Yatağında gözleri yarı açık ona bakan eşini görmezlikten gelmek istese de yapamadı. Yatağın ucuna oturup ellerini ellerinin arasına aldı. - Bak hayatım, anlıyorum, ister istemez kafanda başka düşünceler uyanıyor ama emin ol, seni aldatmıyorum. Lütfen bu konuyu daha fazla alevlendirmeyelim. Şimdi işe gideceğim döndüğümde bir şey olmamış gibi devam edersek mutlu olacağım. “Peki” demekle yetinen Kate o sabah uzun yıllardan sonra ilk kez manevi bir huzur arayışına girmişti. Kate bazı noktalarda eşinden çok farklıydı. Dini inançları ne yazık ki zayıftı ve dua etmek ona göre zaman kaybı ve boşluğa konuşmak gibiydi. Doğaya, dine inanmıyor, bu konular üzerine Ray ile zaman zaman girdikleri tartışmalar bir noktaya varmıyor, ikisi de kendi düşüncelerinin ardında durarak koruyorlardı doğrularını. İnatçı yapısını kıramadığından kendi bildiğini okuyor ama sonunda gene üzülen o oluyordu. Ray işe gittikten sonra biraz hava almak üzere dışarı çıktı. Parkta tek başına oturup denizi izlemeye koyuldu. Dalgalar o kadar sakin ve dans eder gibi vuruyordu ki kayalara bu biraz olsun onu rahat-
70
latmıştı sanki. O sırada arkasında bir nefes hissetti. - Pardon yanınız boş mu acaba? Kate bir anda irkilip arkasına döndü. Bu uzun yıllardır görmediği eski sevgilisi Eric’ti. Ne diyeceğini bilemeyen Kate şaşkınlığını gizleyemedi. - İnanmıyorum sen! Bunca yıldan sonra seni görmek şaşırttı beni. - Ben de öyle Kate, uzaktan izleyip durdum. Sen misin değil misin, karar veremedim. Sonunda yanına gelme cesaretini buldum. Neler yapıyorsun? Evlenmişsin diye duydum. - Evet, beş yıl oluyor. Ya sen? Eric, derin bir nefes alıp gözlerini denize daldırdı: - Tek gecelik ilişkilerimi saymasak hayatımdan en son çıkıp giden kadın sendin Kate, dedi. Genç kadın ister istemez heyecanlandı bu sözünün karşısında. Bir kaç haftadır da eşiyle arasındaki sorunları gözünün önüne getirip aldatıldığı şüpheleri yeniden uyanınca başka bir insan oldu bir anda. Yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. Buna karşılık Eric konuşmaya başladı: - Özür dilerim Kate. Böyle bir anda söyleyince kötü hissettim kendimi ama engel olamadım, hiç değişmemişsin. Hâlâ çok güzel ve alımlısın. Eşin çok şanslı, onun yerinde olabilmek için neler feda etmezdim. Kate ne diyeceğini bilemedi. Sadece özel hissetti kendini. Eric’in davetkâr bakışlarına karşı koyabilir miydi, bilmiyordu. Bunu yapmamalıydı. Bu yüzden kalkıp gitmeye koyuldu: - Eric teşekkür ederim bu sözlerin için ama gitmeliyim. - Bir dakika, dedi genç adam. Telefon numarasını masadaki peçeteye yazıp önüne bıraktı. Alıp almama konusunda kararsız olan Kate bir şey demeden öylece durdu: - İstediğin zaman beni arayabilirsin unutma! Seni hâlâ istiyorum, dedi ve hızla uzaklaştı. Masadaki basit bir kâğıt peçetenin üzerinde tutku ve şehvetin numarası yazıyordu. Ama yapamazdı, kocasını seviyordu. O akşam eve döndüğünde Ray mesaiye kalacağını ve eve geç döneceğini söylemek üzere telefon açtı. Sinirlenen ve kendini iyice yalnız hisseden Kate o geceyi salondaki kanepede uyuyakalarak geçirdi. Ray eve geç vakit döndü. Anahtar kilidi sesine uyanan Kate saate baktı ve sinirlerine hakim olamadan kocasına bağırmaya başladı: - Artık yeter! Pazar sabahları kaybolmalar, eve geç gelmeler, bu işkolik rolün artık inandırmıyor beni! İtiraf et de ikimizi de kurtar bu işkenceden! - Biraz sakin olur musun lütfen? Zaten yorgunum. Bu saçmalıklarını dinlemek istemiyorum artık. Söylüyorum inanmak istemiyorsun. Kate kendinden emindi nedense. Ya da inanmak istediği şeye inanıyordu. Daha fazla konuşmadı. O gece ayrı uyudular. Karar vermişti. Bu bir oyunsa, kuralına göre oynayacaktı. Eric bunun için kaçınılmaz bir fırsattı. Ertesi gün kocası işe gittikten sonra Eric’i arayıp onu görmek istediğini söyledi. Bu fırsatı bekleyen genç adam ona evinin adresini verdi. Bir hışımla evden çıkan Kate evine gittiğinde duraksadı. “Ne yapıyorum ben” ile “Olması gereken” arasında gidip geldi. Kapının zilini çaldı. Eric, Kate’i kapıda gördüğünde hızlıca belinden kavrayıp kapattığı kapıya dayayıp öpmeye başladı. Kendini bırakmamaya kararlı olan Kate bir an durdu ve “İstemiyorum,” dedi. Bu cümle karşısında şaşıran genç adam kollarını kadından uzaklaştırdı: - O halde neden geldin? Pişmanlığı sandığından da kısa sürede yakalamıştı onu. Hızlanan nefesini toparlayan Kate bir şey söylemeden, ağlayarak çıktı evden. Oraya gitmek bile aldatmaktı eşini. Ne yazık ki geri dönüşü yoktu bu duygunun. Eve dönüp kendine geldi. O geceyi kocasına sarılarak geçirdi. Ama içi rahat değildi. Bir şekilde bu günahı üzerinden atması gerekiyordu. O Pazar uyandığında Ray yanındaydı. Kate birkaç hafta işlerinin yoğunluğunu başka şeylere yorumlayıp hayatı ikisine de zehir etmişti. Kahvaltıdan sonra Kate hayatında ilk kez kiliseye gidip günah çıkarmaya karar verdi. Ama
bunu Ray’e söyleyemezdi, başka bir bahaneyle evden çıkacaktı: - Hayatım bugün Mary’e gidip bir kahve içeceğim, ne zamandır çağırıyordu, ayıp olacak gitmezsem. - Pazar günü mü? dedi şaşkınlıkla Ray. - Ee, evet hayatım. Yalnızmış bu hafta eşi mesaiye kalmış. - Aldatıyor olmasın sakın, dedi ve güldü şakayla, ama bu söylediği biraz kinayeliydi ve Kate daha da kötü olmuştu bunu duyunca, kendi ithamlarına maruz kalabilirdi, hem de onunki gerçekti. - Neyse canım sen git arkadaşına, ben buralardayım, akşam görüşürüz madem. Kate hazırlanıp evden çıktı. Kiliseye vardığında içerideki hava uzun zamandır görmediği bir yakınını, bir kardeşini görmesi gibiydi. İlginç bir özlem duygusuydu. Bu duyguyu daha derine indirgemeden yaşayıp oradan çıkmak istiyordu. Pederin olduğu bölüme geçti. Yan tarafı arasında bir karanlık perde olan küçük bir odayı andırıyordu.Sandalyeye oturdu. Ne diyeceğini pek bilemese de kısaca söyleyeceklerini kafasında toparladı. Konuşmaya başladı: - Peder. Biliyorum, ben doğuştan bir günahkârım belki de. Hayatımda ilk defa geliyorum buraya. Ben bir günah işledim. Kocamı çok seviyorum aslında ama birkaç haftadır elimde olmayan nedenlerden dolayı onu incittim. Yetmiyormuş gibi eski erkek arkadaşımla onu aldattım. Çok pişmanım… Perdenin arkasından gelen ses ise gayet netti: - Seni anlıyorum. Bu yaptığından ve pişmanlığından dolayı Tanrı adına günahını affediyorum. Ama sen bana, yani kocana güvenmediğin için ben seni hiçbir zaman affetmeyeceğim… Merve VERAL
72
VAMPİR SÖYLENCESİ 2 – 3 Kasım’da İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı tarafından ilki (Türkiye’de de bir ilk olarak) düzenlenen Korku Anlatıları Konferansı’ndaydık. Bu gayet özenli ve güzel organizasyon için organizasyon komitesine, özellikle de Buket Akgün’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Ülkemizde kısıtlı bir kitle tarafından izlenildiği sanılan ve pek de ciddiye alınmayan (nedense kitap ve film bileti satışı söz konusu olunca bu hor görme saplantısı ortadan kalkıyor) bu edebi türe önemli bir katkıda bulundular. Konu Yazınsal ve/ veya Görsel Vampir Anlatıları olunca özellikle keyifli bir konferans oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Konferans Salonu sorunsuz bir şekilde hazırlanmıştı. İlki yapılan bir organizasyonda karşılaşılabilecek birçok sıkıntıya burada rastlamadık. Hazırlanan sunumlar üzerinde çalışılmış metinlerdi. Bazı sunumlarda öne sürülen bağlantı ve tanımlar ile görüşler üzerine sunum aralarında tartışmalar yaptık, izleyiciler ve sunanlar olarak. Bence bu durum amacına ulaştığını gösterir: Bilgi vermek; farklı fikirler ve görüşler öne sürerek Vampiri farklı açılardan tanımlayabilmek. İzleyiciler konuyla yakından ilgilenen kişilerdi. Sunumlar yapılırken herkes pür dikkat dinliyordu. İlk günkü keyifli sunumların ardından ikinci gün ilginin azalacağını düşünüyordum. Fakat böyle olmadı ve son etkinlik olan Çizgi Roman Atölye çalışmasında ilk günden daha fazla katılımcı olduğunu gördük. Çok sevindirici bir durumdu.
Galip Dursun “Vampirle Savaşmak” konulu sunumunda
Yine Buket Akgün’ün organizasyonuyla sunumların tamamlanmasından sonra konuşmacı ve izleyiciler bir araya geldiler. İkinci gün sunumunu yapan Şebnem Sunar, Zeynep Bilge ve Zeynep Şahintürk üçlüsünün (“Vampirin Fa Anahtarı”) seçtiği tema müzikleri sohbeti renklendirdi. Açılıştaki film gösterimini kaçırsak da devamında Serdar Kökçeoğlu’nun hazırladığı "Ucuz Bir Filmin Hatırlattıkları: Vampirsiz Bir Dünya Mümkün mü?" sunumu güzeldi. Her ne kadar filmi izleyememiş olmanın verdiği bir havada kalma yaşadıysak da bu tamamen bizim hatamızdı. Züleyha Çetiner-Öktem’in sunduğu "Moonlight, Twilight ve True Blood: Yeni Çağın Aklıselim Vampirleri" ise son bir yıldır konuyla ilgilenen insanların epeyce tartıştığı fakat kökleri 20yy. ortasına kadar inen vampirin Romantik Vampirleri anlatıyordu. Melih Yılmaz ise "Doğu'nun Rahatsız Sakinleri: Efsanelerden Günümüze Uzak Doğu Vampirleri" sunumunda biraz Japonya civarında tutup eğlenceli ve güzel bilgiler verdi. Kan Güncesi adına yaptığım sunumda süre konusunda (biraz da acemiliğimden ve konumuz hakkında geniş bir tanımlama yapma çabamdan kaynaklanan) ufak bir sıkıntı yaşadık. Yine de Vampirle Savaşmak konusunu elimizden geldiğince doğru anlatmaya çalıştık. Geri dönüşlere bakarak sunumumuzun dinleyicilere ulaştığını söyleyebiliyorum. Vampir söylencesinin kökeni hakkında önerdiğimiz iki farklı ve ilginç teorinin izleyici tarafından anlaşılabildiğini gördük. Buket Akgün’ün "Kuralları Değiştirmek ve Gücü Paylaşmak: Vampir Avcısı Buffy'de Avcı Mitinin Yeniden Tanımlanışı" sunumu ise teknik detaylarla Buffy hakkında farklı bir yorum içeriyordu. Pek sevemediğim bir konsept olan “Vampir Avcısı Buffy” hakkında epey detaylı ve derinlemesine bilgiler aktarıldı. Ertesi günün öğleden önceki son sunumuna yetişebildim. Özlem Karadağ’ın "Dracula'nın Öpücüğü: Coppola'nın Byronic Kahramanı Vlad Dracula" sunumu da güzel bilgiler içeriyordu. Bram Stoker’ın en özgün yorumlarından birini yapan F.F. Coppola’nın incelemeler için derinlik açısından epey bereketli olduğunu bir kez daha görmüş olduk.
74
Melih Yılmaz “Doğu’nun Rahatsız Sakinleri: Efsanelerden Günümüze Uzak Doğu Vampirleri” konulu sunumunda.
Serdar Kökçeoğlu “Ucuz Bir Filmin Hatırlattıkları: Vampirsiz Bir Dünya Mümkün mü?” konulu sunumunda Ümit Kireççi’nin ülkemizde de bazıları yayınlanan (Creepy > Süper Korku) korku temalı çizgi romanlar hakkındaki sunumu "E.C. Comics ve Çizgi Roman Senaryosuna Kattıkları" keyifliydi. Ardından Atölye Çalışması’na geçildi; Melih Yılmaz, Ümit Kireççi ve Yiğit Işık son derece eğlenceli bir çalışma yaptırdılar. Konferansta vampir söylenceleri ve edebiyatı konusunda ülkemizdeki birkaç önemli isimden biri ve önümüzdeki yıl çıkacak, ustamız Giovanni Scognamillo ile hazırladıkları Vampir Manifestosu kitabıyla adından söz ettirecek olan Fatih Danacı’yla birlikteydik. Konu vampir olunca onunla sohbet etmek ayrı bir keyif. İkinci günün diğer bir güzel sürprizi de Sadık Yemni idi. Yeni kitabının çalışmaları için Türkiye’ye gelen Sadık Ağabey ile hoş bir sohbet yaptık. Özlem’in sunumu esnasında “Filmin açılışındaki Türk etkisinden daha fazla bahsetmek lazımdı sanki” diye kaynattık. Her ne kadar konuşmacı olarak kendisinden daha fazla verim alabileceğimizden emin olsam da sohbetinden son derece keyif aldım. Türkiye’nin (tekrar ve de tekrar vurgulamak lazım) bir ilki olarak düzenlenen bu başarılı etkinlik için Buket Akgün ve ekibine bir kez daha teşekkür ediyorum. Sunumlarını kaçırdığım arkadaşlardan ise beni affetmelerini rica ediyorum. Bir sonrakinde sizleri de orada görmek dileğiyle. Galip DURSUN www.kanguncesi.com
AYDINLANMA ZAMANI Sersemlemiştim. Yaşadıklarımdan daha doğrusu öğrendiklerimden sonra “nasıl“ diyordum. Bütün bunlar nasıl olabiliyor? Hem öteki tarafta hem de burada insanları öldürmek, üstüne üstlük yaptıklarımdan sonra herhangi bir ceza almamak… Haydi öteki taraf neyse de, ya buradakiler? Ve en garibi de tüm bu cinayetlerin bir amaca hizmet etmesi. Bütün bunların yanı sıra yakalanmıyorum da. Bütün bu sorulara eşlik eden şu vicdan meselesi vardı bir de. Kurtulamıyordum bir türlü ondan. Ayrıca her ne kadar kendisi bilmese bile şu X5’in sahibinin benimle geciken bir randevusu bulunmaktaydı. Sorular, sorunlar ve bilinmezler… Yanımda dırdırını kesmeyen ve en kötüsü de dış görünüş olarak git gide bana benzeyen ayak bağım olduğu halde eve dönüş yoluna koyuluyorum. Adımlarımı ağır ağır atarken birden solumdaki sokakta onu görüyorum: Kanatlarından kan damlayan bir iblis o. Damlayan kanlar havada iken pıhtılaşıyor ve yere cıva gibi düşüyor. Yere düşmekle de kalmıyor; öbek öbek birikip hareketlenerek iblisin ayağından yukarı tırmanıyorlar. Tırmanışları iblisin ellerinde simsiyah bir irin haline gelmiş olarak son buluyor. Sonra iblis yavaş yavaş bana doğru dönüyor. Bulunduğum yer sanki güneş burada şube açmış gibi sıcak ve aydınlık bir hâl alıyor. Lâkin iblisin olduğu yerde ise inadına karanlık ve soğuk bir hava hâkim. Birden iblis şekil değiştirmeye başlıyor. Ellerinden ezip geçtiği kadının kanı damlayan ve kaportasında çökükler bulunan bir X5’in sahibi olan bir insan görünümlü hayvan oluyor. Bu; o, aradığım adam! Arabasının plakası da tutuyor. Adamı tanıdığım anda ok gibi sokağın içine doğru fırlıyorum. Yerimden fırlamamla adamın göğsüne okkalı bir yumruk atmam arasında saniyeler geçiyor. Sendeleyen adamla beraber yere yuvarlanıyoruz. Adamı yere yatırıp yumruklamaya başlıyorum. Kırılan burnundan oluk oluk kan akıyor. Ayrıca kırılan dişleri de cabası. Dişleri tükürmesine izin vermeden zorla yutturuyorum. Gözlerinden kanlı yaşlar akıyor. İmdat çığlıkları hırıltıya dönüyor. Ellerim kanlar içerisinde ayağa kalkıyorum ve karnına ya da yüzüne geldiğine aldırış etmeden tekmelemeye başlıyorum. Kırılan kaburga kemikleri ve elmacık kemiklerinin seslerini duyuyorum. Kan gölü içerisinde kalıncaya kadar kafasını ayaklarımın altında eziyorum… Gözlerim kararıyor, nefes alamıyorum… Uzaktan Timur’u izledim bir süre. Düşüncelerinin cevabını bulabilmesi için de ufak bir yardımda bulundum. Ağır ağır attığı adımlarının aradığı adamın oturduğu evin bulunduğu yere götürmesini sağladım. Timur adamı görür görmez avına pike yapan alaca doğan gibi hızla üzerine atılmıştı. Birbiri ardına gelen yumruk ve tekmeler adamın işini bitirmişti. Timur o anda sanki bir insan değil de vahşi bir hayvan gibi idi. Benzetmek gerekirse elleri ile adamı parçalarken ben de etraflarında tur atıyordum. Timur işini bitirdiğinde yüzüne doğru üfledim… Mikail’i en son o soğuk otopsi odasında buz gibi masadan beni kaldırıp bana ruh verdiği ikinci doğum günümde görmüştüm. Şimdi ise evimdeydi ve başucumda duruyordu. Gözlerimin içine bakarak: - O sitede yaptıklarının senin tarafından yapıldığını kimse bilmeyecek. Ölen adamın aşırı hız yapan bir araç tarafından ezilen biri olduğunu zannedecekler. Senin burada öldürdüğün şeytana hizmet eden kâfirlerin senin tarafından öldürüldüğünü kimse bilemeyecek. Onların ölümleri hep bir kaza, cinayet v.s. gibi ders verici olaylar olarak yansıyacak. Başka sorun var mı? Vicdanım ne olacak diye düşünüyorum; - Sen bir insansın değil mi? Ve her insanın da bir Vicdanı vardır… İyi de bana ne gibi faydası var ki diye devam ediyorum düşünceme. Cevap hazır: - O sana insanları iyileştirme gücünü kullanman konusunda yol göstericin olacak. Kılavuzun senin o.
76
- Aman ha karga gibi olmasın da. Kılavuzu karga olanın… - Kargaları hiç küçümseme dostum. Hem de hiç… Senin yapamadıklarını yapabiliyorlar biliyorsun. Neyse ben sana anlatacaklarımı anlattım. Ayak bağın olarak gördüğünü hafife alma ve dediklerine dikkat et. O ne derse doğrudur. Dinle ve kararını ona göre ver. Ama şunu unutma: Kararlarından dolayı sorumluluğun çok büyük ve “hesap günü” geldiğinde verdiğin ve uyguladığın kararlardan değerlendirileceksin. Şeytana karşı savaşman değerlendirmende kanaat notu yerine geçmeyecek. O konu ayrı. Anladın mı beni? Karanlıkta yaptıklarım aklıma geliyor aniden. “Acaba” diye düşünüyorum, her zamanki gibi cevabım hazır: - Biz her şeyi biliriz, görürüz ve ona göre değerlendiririz. Gözümüz her âdemoğlu gibi senin de üzerinde… Buz gibi bir ter bedenimi sarıyor. Demek biliyorlar; biliyorlar ama neden bir şey yapmıyorlar ki? - Dostum, hesap gününü unuttun mu? Acelemiz yok her şey sırasıyla. Sen sadece kendine biçilen görevleri yerine getiriyorsun. Sınav gibi düşün, sen bildiklerini yazıyorsun kâğıdına biz de cevap anahtarı elimizde seni bekliyoruz… Benden sana ufak bir tüyo: Dününü nasıl yaşadıysan yarınını da öyle yaşa. Farklı olman gereken tek nokta ise sürekli olarak kendini geliştirmen gerektiği… Gelişme, geçmişimi nasıl yaşadıysam geleceğimi de aynı yaşamam gerekmesi. “Aklım karıştı, ne demek istiyorsun?” diye soruyorum ama o ortalarda yok. Beklediğim cevapsa aniden çalmaya başlayan radyodan geliyor: “Show must go on”… Mustafa KILCI mustafakilci@gmail.com İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com
78
AYRI BİR KİTAP …üst kattaki odasında yalnız başına oturuyordu. Evde tek başına kalabilecek kadar büyümüştü artık, annesi ve babasını bunu inandırabilmek için ise epey zorlanmıştı. 13 yaşındaydı ve hayatında çocukça korkulara yer olmamalıydı. Merdivenlerin aşağısından gelen ürkütücü sesler karşısında duygularına yenik düşmemeliydi. Korkmamalıydı. Bir kitapta korkunun akıl katili olduğundan bahsedildiğini hatırlıyordu. Zayıf insanların zayıf zihinleriyle üretilmiş suni gerçekliklerdi korkular. Yersiz ve boş düşüncelerdi. Ancak fizyolojik bir gereksinimdi ve göz kırpmak kadar insan vücudunun ihtiyaç duyduğu bir tepkimeydi. Alt kattan gelen seslere kulağını kapamaya çalıştı. Onları duymamak, dinlememek için uğraştı. İki elini de kulaklarına sıkıca bastırdı, Orta kulağında kuvvetli bir basınç oluşturdu. Böylelikle zebanilerin gırtlaklarından yükselen, ifritlerin haykırışlarını anımsatan boğuk ve derinden gelen sesleri duymamayı umut ediyordu ama yanılmıştı. Bu hareketi seslerin beyninin içinde daha da yankılanmasına neden oldu. Tüyleri sivri dikenler gibi dikelmişti. Çünkü bu beş duyusuyla algılayabileceği bir titreşim değildi. Öteki dünyadan gelen bir yansımaydı. Bir şekilde bu dünyada kendine yer bulmuştu. Yalnızlığıyla ve bilinenlerin ötesiyle mücadele eden çocuk ise bunu iliklerine kadar hissediyor, bir şekilde biliyordu… Artık okumaya ara vermeliydim. Nefes alışım sıklaşmış, kalbimin çarpıntısı artmıştı çünkü. Kelimeler o denli yoğunlaşmıştı ki neredeyse kitabın içindeki savunmasız ve yalnız çocuk gibi hissetmiştim kendimi. Ben de evde yalnız bulunuyordum tıpkı garip seslerden ürken kitap kahramanı gibi. Ancak beni etkileyen fiziki koşullar değildi. Çocuk da değildim. Yazarın kelimeleri, seçtiği konu ve işleyişiydi. Daktilo sayfalarıyla yaratılan bu korku ise tüm benliğime işliyordu. Ama nasıl diye düşündüm? Benim gibi korkusuz biri “İfritin Yalnızlığı” adlı kitaptan korkacaktı! Bu imkânsızdı! Gülünçtü! Ta ki birkaç saat öncesine kadar… Kütüphanemin arka sırasında duran bu kitabı konusuna bakmak için elime almış ve okumaya başlamıştım. Ve hiç durmadan yarısına kadar ilerlemiştim. Yazarını daha önce duymamıştım, nereli olduğunu bilmiyordum. Ancak bu dünyadan olmadığına emindim. Çünkü seçtiği kelimeler herhangi bir dilden değildi. En azından yüklediği anlamlar değildi. Bunu nasıl yaptığını merak etsem de anlayabileceğimden şüpheliydim. Birçok korku biliyordum. Yükseklik korkusu, örümcek korkusu, karanlık korkusu, uçuş korkusu, hastane korkusu. Tıpkı az önce okuduğum kitapta yazarın bahsettiği gibi birer ihtiyaçtı bu duygular. Gülmek, ağlamak, üzülmek gibi korkmak da gerekliydi. Kimi, korkularının üzerine giderek bunu yaşıyor, kimi bunu hayali ortamlarda hissediyordu. Kitaplar, filmler işte bu yüzden vardı. Clark Ashton Smith ürkütmek için yazıyordu, Tod Browning bu sebeple film yapıyordu. Bir tanesi sahnelerdeki anlatımla korkuyu tetiklerken, diğeri kelimelerle bunu sağlamaya çalışıyordu. Ancak bu yazar hepsinden farklıydı. Tıpkı matematik gibiydi okuduklarım. Onun yazdıkları… Önsözünde bile dehşet bulabilmiştim. Çünkü aynı adamın ellerinden çıkmıştı. Hatta aynı duyguların özünden… Belki “Necronomicon”un ta kendisiydi bu kitap. Ya da “Book of Dead”. Ya da daha özgün ve farklı… Öğrenmek için tek bir şey vardı okumaya devam etmeliydim. Tekrar o evde yalnız kalan çocuk olmalıydım. …alttaki ses giderek yakınlaşıyordu. Merdivenlerde yankılanarak odasının içine kadar giriyordu. O ise kapısının ve penceresinin kilitlerini kapatarak yorganın altında bekliyordu. Beklemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. Dışarı çıkıp onlarla yüzleşemez, onlardan kaçamazdı. Anne ve babasının gelmesine daha uzun bir süre vardı. Tek arzuladığı ise yanılıyor olmasıydı. Aşağıda çalacak bir zille kurtarıcılarının gelmesini istiyordu. Ancak bunun olmayacağını da biliyor-
80
du. Ses birden arttı. Artık kapısının önüne gelmişti. Boğuk ve anlaşılmaz sesler, anlam kazanmaya başlamıştı. Beyninin içine hükmetmeye çalışarak odaya girmeye çalışıyordu. Ufak çocuk ise titrek bedeniyle direnmek için çabalıyordu. Bir kez daha aniden arttı ses. Lambalar tavanda bir ileri geri sallandı. Bu sefer daha emrediciydi. İçeri davet edilmeyi bekliyordu. En derin çukurlardan yükselen karanlık güçlere karşı daha fazla karşı koyamıyordu. Her şeyin sonlanmasını, sona ermesini istiyordu. Artık mücadele edecek gücü kalmamıştı. Yatağından kalktı. Kulaklarının içinde bir vızıldama, yüreğinde çarpıntı vardı. Ağır adımlarla kapıya yaklaştı. Zihni tamamen boşalmıştı ve hiçbir şey düşünmüyordu. Programlanmış bir makine gibi yapması gerekenleri yerine getiriyordu. Kapının yanında durdu. Elini kilide doğru uzattı ve anahtarı tuttu. Şimdi sola çevirecek ve kapı ardına kadar açılacaktı. Karşılaşacağı yaratığın, vücudun ya da şeklin ne olduğunu bilmiyordu ama bir an sonra yüzleşecekti. Belki boynuzlu bir Pazuzu belki de sis halinde bir Cin’di. Ya da davet edilmeyi bekleyen bir vampirdi, yaşayan bir ölüydü. Anahtarı yuvasında döndürdü ve… Kitabı elimden fırlattım. Daha fazlasını okuyamazdım. Gerçekten o kitabın içindeydim ve kapıyı şeytan için açıyordum. Yüzleşmekten korktuğum için devam edemedim. Çünkü kelimelerden daha fazlası vardı sanki. Rahatlamalı, kendimi rahatlatmalıydım. Bir süre sonra yalnızca bir kurgu olduğunu hatırlattım kendime. Başarılı bir yazarın hayal gücünden yükselen dehşetengiz bir olayı anlatan romandı. Gerçek bir hikâyeden esinlenilmesi onu gerçek yapmazdı. Hem nerede ya da nasıl gerçekleştiği belirtilmeyen bu olayın yalnızca “gerçek bir olaydan alıntıdır” ibaresi ne kadar doğru olabilirdi ki? Buna güvenmek saçmalıktan öteye gidemezdi. İnsanlar bu tarz şeyleri neden yazıyordu? Okuyanlar neden zevk alıyordu? Bunları tekrar anlamaya çalıştım. Hemen arz-talep meselesi olduğu sonucuna ulaştım. Bunlara inanmayan biri olarak artık az da olsa anlıyordum. Daha önce korkuyu tanımayan ben, şimdi hissediyordum. Kitabı elimden fırlatacak kadar çok, birazdan geri alacağımı bilecek kadar bilinçli. Yerde duran kitabı aldım. Açık bıraktığım sayfa kapanmamıştı. Sanki okumam için, öğrenmem için beni bekliyordu. Tam bu esnada bir ses duydum. Daha çok bir gürültü. Dikkatlice dinledim ancak ne alt, ne de yan komşularımdan geliyordu. Yalnızca gök gürültüsüydü. Yağmurlu bir akşamın vazgeçilmez sonucu olan elektrik yüklü bir şimşekti. Ani oluşan bu sesle biraz irkilmiştim. Bu halime güldüm. Ben de yalnızdım ve sesler duyuyor, korkuyordum. Tıpkı roman kahramanı olan çocuk gibi. Ne kadar da ironikti. İşte o an bir şey daha anladım. Korkuyu tetikleyen ortak paydalardı. Benzetmelerdi, zihnin yarattığı karşılaştırmalardı. Okuduğun dünyaya dalıyor, karakter rolüne bürünüyordun. Çıktığında ise gerçek ile hayal arasında köprü kuruyor, kurguyu gerçek dünyaya taşıyordun. Böylelikle korku döngüsü tamamlanıyordu. İşte bu kadar basitti. Bu durumda ise doğru kitabı almak, doğru yazarın yazdıklarını okumak gerekiyordu ki bunu tesadüf eseri keşfetmiştim. Okuduğum kitabın yazarı bu olayları bana anlatmak için yazmış olmalıydı. Ya da benim gibi olan diğerlerine. Herkes için bir kitap varsa ben onu bulmuştum. Beni tanımayan ama ruhuma hitap edecek yazarın kitabını okumaya devam etmeliydim. …kapı ardına kadar açıldığında uyuşmuş zihni kendine geldi. Gözlerine inen perde kalkmış, yaşananları görmeye başlamıştı. Gördükleri karşısında ise adeta şok olmuş, çocuksu yüzü beyazlaşmıştı. Kötülüğün resmi tam karşısında dikiliyordu. Siyah, şeffaf bedeni tek bir forma ait değildi. Ne bir cisimdi ne de öteki dünyaya ait bir şey. Siyah damarları sise benzeyen şeklinin içinde dolaşıyordu. Garip seslere neden olan da yine bu kıvrımlardı. Çığlık atmak istediyse de bunu yapamadı. Boğazı
82
düğümlenmiş, korkudan büzüşmüştü. Onu bir kere davet etmişti artık, nasıl göndereceğini ise bilmiyordu. Şimdi kulağında yalnızca kendi kalbinin çırpınışlarını duyuyordu. İfrit çocuğun üzerine doğru yürüdü. Kurbanın rızası ile davet edilmişti. Onu durdurabilecek hiçbir şey yoktu artık. Emellerini gerçekleştirmek için ufak bir çocuğu seçmişti. Korkan, yalnız ve savunmasız bir beden cehennemden gelen acımasız ve duygusuz bir melek için en uygun olanıydı. Ritüel için çocuğu hazırladı. Çocuğun ellerini dua eder gibi havaya kaldırdı. Müslümanların ibadet esnasındaki avuç içleri gibi bir pozisyon aldırdıktan sonra siyah damarlarındaki siyah kanını avuçlarına akıttı. Yanan ellerini çekmek isteyen çocuk görünmeyen bir kuvvetin etkisiyle kıpırdayamadı. Asılı kalan elleri düzleşen avuç içlerinde acıya mahkûm oldu. Elindeki tüm çizgiler – hayat çizgisi, akıl çizgisi, kalp çizgisi – birer birer kayboldu. Artık acıyı hissetmiyordu. İçindeki korku yerini bilinmezliğe bırakmıştı. Siyah görünümlü şeffaf şey ise yaptıklarına devam ediyordu… …anne ve babası geldiklerinde çocuklarına kısık bir sesle seslendiler. Gece yerini neredeyse aydınlığa bırakacaktı ve uyuyor olabileceğini düşünerek adımlarına dikkat ettiler. Ancak üst katta tırabzanın yanında otururken gördüklerinde şaşırdılar. Aslında gördükleri bir yanılsamaydı. Masum çocuğun ruhunu ve bedenini ele geçirmiş kötü bir ruhun yansımasıydı. O eski çocuk siyah meleğin ellerinde sonsuza dek yok olmuştu. Kitabı nihayet bitirmiştim. Ancak artık korkmuyordum. Okurken yaşadığım duygulardan çok uzaktım. Daha doğrusu korkmanın anlamını hatırlamıyordum. Neler düşündüğümün, neler hissettiğimin bir önemi yoktu. Her şey sonlanmıştı. Kitaptaki çocuk da sonlanmasını istiyordu ama muhakkak farklı bir sonu arzu ediyordu. O ölmüştü, aslında değişmişti. Ölüm yeni bir başlangıçtı ve kurgu olarak yaratılan çocuk yeni bir başlangıca adım atarken sonlanmıştı. Tıpkı benim gibiydi. Ne kadar da benziyordu bana. Sanki yazar beni tanıyordu ve benim için yazmıştı. Çünkü ben de değişmiştim. Artık eskisi gibi olamazdım. Ürkütücü olaylar yaşayan bir çocuğun hikâyesinde kendimi bulmuş, onunla korkmuştum. Kendi yalnızlığımda onu bulurken, onun korkularıyla korkmuştum. O kötü bir ruhun etkisinde yaşamına devam etmeye zorlanırken, ben de kötücül hayallerle hayatıma devam edecektim. Hayal gücüyle yaratılan karakteri hissetmiştim. Benden yirmi yaş küçük çocuğun bedenine girmiştim. Kendimce onunla özdeşleşmiştim. Ne kadar da garip bir durumdu bu! Yaşamı, yaşanılanlar yaratırdı ama hayallerimizde canlandırdıklarımız da yaşamın ta kendisiydi. Hissettiklerimiz, varlığımızın kaynağıydı. Tıpkı beni zihinlerinin içinde hissedecek olanlar gibi! Gözlerinin önünde görmedikleri yüzümü canlandıracakları gibi! Ben de bir kurguyum ama doğru insanın içinde hayat bulacağım. Onun karanlık dünyasının içine gireceğim. Farklı zihinlerde farklı yüzlere sahip olacağım. Bu döngü sonsuza dek devam edecek, hiç bitmeyecek. Çünkü yazılanlar ve yazanlar asla sona ermeyecek… Fatih DANACI İllüstrasyon Rıdvan ŞORAY http://ridvan.deviantart.com
SENİ ÇOK ÖZLEYECEĞİZ... Bundan yaklaşık 6 sene öncesi, bir selamlaşmayla başlayan bir arkadaşlıktı bizimkisi. O dönemde bir başka yayınevine dışarıdan fantastik kurgu danışmanlığı yapıyordum fakat Arkabahçe Yayıncılık'ın kitaplarına ayrı bir merakım ve hayranlığım vardı. Bir gün çat kapı gidiverdim yayınevine. Sordum "Emre Yerlikhan buralarda mı?" diye, "Buyurun benim," dedi soru sorar bakışlarla fakat o nazik ses tonuyla. Kendimi tanıttım, içeriye buyur etti. Konuşmaya başladık kitaplardan, fantastik kurgudan ve daha pek çok konudan. Çok uzun olmayan içten bir tanışma yaşadık. Nazik ve içten tavırları, sıcak sohbeti, harika vakit geçirmemi sağlamıştı. Sonrasında bir süre mesajlaştık, bazen telefonlaştık, derken yollarımız bu sefer mesai arkadaşlığı olarak kesişti. "Gerekli Şeyler" dergisinin çıktığı dönemlerdi, sürekli yayınevine gidiyordum. Hoş sohbetler ediyor, çizgi romanları ve çevirmenleri eleştiriyorduk. Sık sık FRP sohbetlerinden bahsederek güzel vakit geçiriyorduk. Hemen hemen her gün yayınevinde "geek" sohbetleri dönmeye başlamıştı. Daha sonra Emre'nin Arkabahçe'den ayrılmasıyla onun yerini tutamayacağımı bile bile ve istemeyerek onun koltuğuna oturdum. O günlerde sanılanın aksine arkadaşlığımız daha da ilerledi. Anıl ile beraber Resif Yayınevi'ni kurdular ve o günden sonra Emre, kendi işinin patronu olmuştu. Ben hem Arkabahçe’nin hem de Laika Yayıncılık’ın editörlüğünü yapıyordum ve gerek çevirilerle ilgili, gerek matbaa, gerekse kâğıt işleri gibi sebeplerle sık sık telefonlaşmaya başladık. En uzun sohbetimizi 10 gün süren 2008 TÜYAP Kitap Fuarı’nda yaşamıştık. 10 günü sabahtan akşama birlikte geçirmiştik. O günlerde öğrenmiştim Emre’nin de benim gibi Queen hayranı olduğunu. Sigara içmek için dışarı çıktığımız dakikalarda, Freddie’nin anısına, detone sesimizle Queen şarkılarıyla vakit geçirdik. Hatta “Death on Two Legs” şarkısını mırıldandığımız sıralarda Emre, “Bu şarkıyı eski
84
plak şirketleri için yazdıklarını biliyorsun, değil mi?” dediğinde ona bilmediğimi söyledim ve bana olayın hikâyesini anlattığında bayağı keyifle gülmüştüm. Sonraki günlerde de ne zaman o şarkıyı dinlesem aklıma Emre ve anlattıkları gelirdi. Fantastik edebiyata; daha doğrusu edebiyata olan tutkusu ve bilgisi de, kendisiyle derin tartışmalara girip detaylı incelemeler ve eleştiriler sonrasında bana yol göstermesine sebep olmuştur. Yine 2008 Kitap Fuarı’nın son günü kitapları kamyona yüklemiştik ve Cağaloğlu’ndaki depoya doğru yola çıkıyorduk. Kasım ayının ilk günleri ve hava çok soğuktu. Ön tarafta oturacak tek kişilik yer vardı ve yolu tek bilen ben olduğum için mecburen öne oturdum. Emre ve Egemen kamyonun açık kasasında, kitap kolileri arasında gitmişlerdi. Donmamalarını umarak 5 dakikada bir telefonla kontrol ediyordum. Depoya vardığımızda donmadıklarına sevinmiştim. Gerçek bir edebiyat tutkunu, yazan, üreten, okuyuculara bilgi katan bir insandı. Fantastik ve bilimkurgu edebiyatına, filmlere, dizilere olan düşkünlüğü, “geek” sohbeti ve her şeyden öte nezaketi ve bilgisi her insanı mutlaka bir yerden yakalıyordu. “İnsan gibi insan” lafına sonuna kadar uyan son derece kibar ve bir o kadar da neşeli, gerçek bir dosttu. Aramızdan ayrılışından 2 hafta önce gayet sağlıklı, her zamanki gibi esprili ve keyifli bir insanın beklenmeyen yolculuğu herkes gibi şok etkisi yarattı. Ani gidişi herkesi hazırlıksız yakaladı. Hiç beklemediğimiz bir anda aramızdan ayrıldı Emre Yerlikhan… Çevirileri, edisyonları, eleştirileri ve yazıları ile her zaman aramızda olacak ve hiçbir zaman unutulmayacak bir insan. Aramızda olmadan, bu hengâmeye karışmadan her zaman yaşamaya devam edecek. Freddie’nin söylediği bir sözü Emre’ye çok yakıştırıyor ve o güzel ve renkli insanı, dostu, bu sözlerle uğurluyorum; “My soul has painted like the wings of butterflies, Fairytales of yesterday will grow but never die, I can fly, my friends…” (Ruhum kelebeklerin kanatları gibi boyanmış, Geçmişin peri masalları hiçbir zaman ölmeyecek fakat büyüyecek, Uçabilirim arkadaşlarım…” Seni çok özleyeceğiz… Kayra Keri KÜPÇÜ
TEŞVİKİYE'NİN RUHU Çizgi roman yazarı Warren Ellis, kimi öykülerinde (Planetary, Authority) “Yüzyıl Bebekleri” kavramından söz eder. Doğdukları yüzyılı “korumakla” görevli, zamanın ruhunu yansıtan birer varlık olan bu kişiler, iyi olanı korumanın ve daha iyiyi aramanın vücuda gelmiş halidirler. Bir de yine Ellis'in öykülerinde, şehirlerin ruhundan söz edilir. Authority karakterlerinden Jack Hawksmoore şehri anlamakla kalmaz, onunla konuşur da. Milyonlarca kişinin yaşadığı koca bir şehrin, derdini anlatabileceği tek kişi odur. Emre hakkında bir yazı yazmam istendiğinde, önce onu bildik yoldan tanıtmayı düşündüm. Çevirisini ve editörlüğünü yaptığı onlarca kitaptan, kurduğu yayınevinden, asla şaşmayan iyilikseverliğinden, daima yüzünde taşıdığı muzip ifadeden, yazdığınız en ipe sapa gelmez öyküyü bile överek sizi daha da üretmeye cesaretlendiren biri olduğundan bahsedecektim. İş arkadaşı ve dost olarak ne kadar değerli biri olduğundan dem vuracaktım. Sonra, kaybettiğiniz birini eğlenceli bir yoldan hatırlayıp yüzünüze buruk bir gülümseme kondurma amacı taşıyan bir iki anekdota yer verecektim: İzleyip çok güldüğü Dabbe filminin etkisiyle cep telefonumdaki kaydını gizlice da@@e diye değiştirdikten sonra beni arayıp ödümü koparması mesela. Son olarak, bir yılbaşında, üzerinde saatlerce konuştuğumuz ortak polisiye merakımıza gönderme yaparcasına bana hediye ettiği üç Dashiel Hammet romanı (Malta Şahini, İnce Adam ve Kızıl Hasat) ve bir büyüteçten söz ederek dostluğumuz üzerine fiyakalı bir mecaz kondurarak yazıyı bitirecektim. Ama bu yazdıklarımın hiçbiri, onu tanımanıza yetmeyecekti. Derken, Emre'nin ilk paragrafta söz ettiğim tiplemelerden hangisine daha çok benzediğini düşünürken buldum kendimi. Bir yüzyıl bebeği miydi, yoksa şehrin ruhu mu? Emre bir yüzyıl bebeğiydi; içinde bulunduğu zamana ve ait iyi şeyleri korumak ve unutulmalarına engel olmak isterdi (daha somut bir örnek için Ekşi Sözlük'te “radyosuna sarılarak uyuyan çocuklar çağı” başlığını okuyun). Ancak bir şeyleri korumak ve hatırlatmak yeterli değildi ve Emre bunun farkındaydı. Tıpkı çizgi romanlardaki yüzyıl bebekleri gibi o da bozulmanın ve yozlaşmanın önünü kesmek için daha aktif faaliyetlerde bulundu. Medyadaki cehaletin ve kolaycılığın yol açtığı trajikomik durumlara blogunda yer verdi örneğin. Kısacası, üretkenliği yalnızca yayıncılıkla sınırlı değildi; yüzyıl bebekleri gibi o da içinde yaşadığı dünyayı daha yaşanır ve ilginç kılmak için çabaladı. Diğer taraftan, şehrin ruhu benzetmesi de yanlış gelmiyor. Teşvikiye deyince çoğu kişinin aklına, ağırlıklı olarak kendi yaşamlarını yazan 'köşe' yazarlarının söz ettiği kafeler, mağazalar gelir. Benim aklıma ise iki kişi geliyor: Biri, Reasürans Pasajı'nda sık sık gördüğümüz, elinde bir sepet dolusu meyveyle dolaşan ve geçmişine dair tüm söylentilere rağmen gizemini koruyan yaşlı amca; biri de – tahmin edebileceğiniz gibi – Emre. Her semtin ilginç bir tipi olur; yaşlı amca (Ringo olarak tanınırdı) da böyle biriydi. Ancak Emre, Teşvikiye'nin ruhuydu adeta. Emre'nin keyfi yoksa (bunu
86
kolay kolay anlayamazdınız gerçi), Teşvikiye de daha bir karanlık, daha bir donuk görünürdü gözünüze. Ya da semt cıvıl cıvılken, Emre Yerlikhan'ın da neşeli olduğunu görebilirdiniz. Teşvikiye, tüm köşe yazarlarına inat Emre Yerlikhan'ı sözcüsü olarak seçmişti sanki. Yüzyıl bebeği mi, şehrin ruhu mu? Galiba ikisi de... Bu yüzden, Emre'nin gidişinden beri bir şeyler daha savunmasız kalmış, kimi değerler daha çabuk unutulacakmış gibi geliyor bana. Teşvikiye, belki de tüm şehir, boş yazılara ve sahte gündemlere alet olmanın acısını hafifletecek bir sembolü kaybetmiş olmanın acısını hissediyor olmalı. Bir çizgi roman severi anlatmak için çizgi romanlardan örnekler vermek iyi bir fikir gibi göründü bana; umarım derdimi – ve Emre'nin yarattığı boşluğu – biraz da olsa ifade edebilmişimdir. Ortağı ve dostu Anıl Bilge'nin dediği gibi, Emre cümlelere sığacak biri değil aslında... Koray ÖZBUDAK
BONİTA’M… Acaba ben yokken annem onu tersledi mi? Oysa ona ne kadar değer verdiğimi biliyor. Yoksa beni mi kıskanıyor? Ya da ben mi yanlış bir şey yaptım? Niye yanıma gelmiyor? Onunla geçirdiğim her dakikayı tekrar tekrar düşünüyorum, hiçbir falsom yok, insan sevdiği hakkında kötü düşünür mü? Zaten ayda yılda bir görüşüyoruz. Evet, evet galiba annem gelince bir şeyler oldu. Ama yine de kötü bir şey hatırlamıyorum, yoksa abartıyor muyum? Onu her görmeyişimde paranoyalar başımda bir karga sürüsü gibi dönüp duruyor. Ah Bonita… Seni seviyorum, tanımadan bile seviyordum. Nasıl diye sorma. Endülüslü bir sufi bu konu hakkında bir şeyler demiş ama hatırlamıyorum. OLE! OLE! Hah! Uğultular başladı! Bu hafta da arena ağzına kadar dolu. Hava da cehennem kadar sıcak, bu kadar insanın sırf kan ve ölüm görmek için bu zahmete katlandığına inanamıyorum. Aslında en iyi matador bile elinde kılıç yokken bir hiçtir. Ya da bu kadar insanın yardımıyla saatlerce yorulan bir boğayı öldürmek gerçekten de bir marifet mi? Marifet son darbede yani kılıcı bir hamlede kalbe sokmakmış… Ne kahramanlık ama! Uğultu giderek artıyor iyice kudurmaya başladılar daha ne kadar buna dayanacağım bilmiyorum. Eh ne yaparsın, işimiz bu… Acaba… Acaba Bonita ne düşünüyor? Onu geçen hafta çiftlikte gördüm, yanıma gelip yanağımı okşadı ama hiç dövüşten bahsetmedi, daha küçüklüğünden beri onu izliyorum; küçükken gelip bana yemek getirir dakikalarca yanımdan ayrılmazdı, küçücük ellerini hatırlıyorum, annesini ve babasını da tanırım iyi hatıralarım olmuştu. Ne kadar da güzel ne kadar da zarif… Yıllar ne kadar da çabuk geçiyor… Eskiden yanıma daha çok gelirdi. Bu haftaya kadar önüme geleni yere serdim, ne de olsa ben bir ustayım, tıpkı dedem Marcus gibi. O da çok ünlenmişti önüne geleni haklardı. Şu gölgenin biraz daha tadını çıkartıyım, biraz sonra gelir. Şu kapıları neden kırmızıya boyarlar ki? Geçen hafta Bonita’nın yanında gördüğüm o tipsiz kimdi acaba? Bonita’ya seni seviyorum, dediğini duydum. Acaba yanlış mı anladım? Yok, ne olmasını bekliyordun ki? Mutlaka bir gün kalbini birine kaptıracak sen de giderken seyredeceksin. Gelip sana bakacak değil ya. Sonra bir daha seni görüp görmemek umurunda bile olmayacak öyle değil mi? O da beni benim onu sevdiğim gibi sevecek değil ya. Onu kimse benim kadar sevemez ki… Sevgi görünen bir şey olsa da ona göstersem korkup kaçardı herhalde. Evet bu… Bu… Aklın alacağı bir şey değil. O Endülüslü bilgin bu konu hakkında da bir şeyler yazmıştı. Aşk akıl dışı bir şeymiş. Peki, neden böyle bir şey var? Her şey Tanrı’ymış ve onu da akıl almazmış, Tanrı kendini göstermek için anlayacağımız dille davranır yani karşımıza gözle görülen bir varlık çıkarırmış. Vay be… Oysa sevilen bir başkası için ne kadar da sıradandır… Hatta sevilen seni deli bile zanneder. Bu da bilgini doğruluyor zaten, sana özel bir şahıs geliyor onu kimsenin görmediği bir gözle görüyorsun ve sarhoş oluyorsun. Aslında seven için bile tuhaf biliyor musunuz? Ben niye bunu seviyorum sorusunun cevabı da şöyleydi galiba; kişi arkasında ne olduğunu anladıktan sonra o suretten kurtulmak istermiş… Evet, o tipsiz, Bonita’yı benden daha çok mu sevdiğini sanıyor? Sevmenin ne olduğunu o ne bilir ki? Onu her gün, her gece düşünmüş mü? Ona bir şey olacak diye endişelenmiş mi? Benim kadar uzun zaman onu görmese hâlâ hatırlar mıydı? Ya da hiç o üzülecek diye üzülmüş mü? Ya da güzel bir yerde dolaşırken onu yanında hayal etmiş mi? Onun sevdiklerini de sevmiş mi? Ya da ona hiç dua etmiş mi? Peki… Peki, onun için hiç ağlamış mı? Zaten istediği zaman görüyor değil mi? Bunlara ne gerek var diyeceksiniz. Kendimi kandırmaya gerek yok Aslında sorun onun Bonita’yı
88
sevmesi değil, Bonita’nın onu sevmesi. Sen istediğin kadar konuş. Ama birisinin ona, sevginin ne olduğunu göstermesi gerek. Seni seviyorum ha! Vay vay… Endülüslünün kitabında şunlar da yazıyordu; Birini seven aslında kendini seviyordur… Öyle olmasa kişi onu başkalarından kıskanmaz onu görmemek, ona dokunmamak sorun olmazdı. Yani sevgi tamamen kişisel bencillik üzerine kurulmuş bir şey. Ona çeşitli maddi ve manevi sebeplerden ihtiyacın var, tabii onun da sana. Niye hep kendi dediğinin olmasını istiyorsun, neden onun sevdiklerini sevmiyorsun? Çünkü asıl sevdiğin kendinsin, onu seviyorsan onun sevdiklerini de sev o zaman! Evet… Onun için hayatını verir misin? Ya da… Ya da… Seni öldürmesine ne dersin? Onun elinden, sevdiğinin elinden ölmek ister miydin ha? Hayır mı? Ben de öyle tahmin etmiştim. Onunla bir güzel evlenirsiniz, çocuklarınız, şirin bir eviniz olur. Yapmacık gülümsemelerinle insanların içinde dolaşırsın. Avukat bey! Ya da doktor bey bakar mısınız? Sen de başını Clark Gable gibi çevirip bakarsın. Böylece sen de maskeli balodaki yerini almış olursun. Ama bu arada düşündüğün hep kendindir, güzel bir eşle evlendin, güzel bir araba aldın ya çocuklar evet en iyi okula gönderip binicilik kursuna falan yazdırmak lazım. Günlük, haftalık aylık gerekli havayı basmak lazım öyle değil mi? Peki bunları kimin için yaptın çok sevdiğin eşin için mi, tabii ki egon için. Sonra etraf ne der değil mi? O zaman şimdi seyret bakalım sevmeyi! Ah gölge çekilmeye başladı sırtım biraz acıyor ama olsun ve evet güneş bacaklarımı ısıtmaya başladı, harika! İşte tekrar geldi. Ah uzaktan bile zarafeti belli oluyor. Herkes ona çiçek atıyor. Birden koşup onun karşısına çıkacağım, seyirci buna bayılıyor. TORO! TORO! OLE! OLE! Ben demedim mi? Şu salaklar nerede? Beni iyice yorup kızdırdıklarını sanıyorlar ama nefes nefese olmamın sebebi O. İnsanlar buraya şehrin en ünlü boğasıyla şehrin ilk kadın matadorunu izlemeye geldiler, mızraklı soytarıları değil. Yarım saattir pelerinini sallayıp durdu, ben de biraz serinlemiş oldum. İşte karşımda, yaklaşıyor, durdu. İşte o an, seyirciden çıt çıkmıyor, gerçekten ölüm sessizliği denen şey bu olmalı, ah harika bir meltem esiyor, gül yaprakları yaramaz çocuklar gibi ayaklarımda dolanıyor, gökyüzü ne kadar da parlak, kılıcını kaldırdı Hadi Bonita’m bak hiç kıpırdamıyorum… Seni seviyorum… Emre DEMİROK İllüstrasyon İlteriş Kaan KOÇAK
90
VAR OLUŞ, VAR OLMAYIŞ Haykırdı birden “Niye varız ulan biz!” diye. Göz pınarları, masanın sağ yanında duran kadehin içindeki şarap gibi kırmızı, gözlerinin mavisi kan çanağının içinde bir çift nazar boncuğu gibi görünüyordu. Saat geç olmuştu. Akşamcılar da boşaltmaya başlamışlardı artık Panikos’un meyhanesini. Yine çok içmişti. Bir haftadır değişmeyen tek şeydi Cemalettin’in hayatında, aşırı doz alkol. “Sınavdayız,” dedi Sofu, çember sakalını okşarken. Sofu, zamanında faizsiz para kazandırma umuduyla birçok inançlı insanı kandırmış, lakabı da çember sakalı da o zamanlardan kalmıştı. Bu dünyayı severdi ama diğer dünyaya da inanırdı. “Çok günah…” deyip başını pişmanlıkla iki yana sallarken şarabından bir yudum aldı. Bahsettiği ‘günah’ içtiği şarap mıydı, arkadaşının yaptığı sorgu muydu, yoksa yıllar öncesinde yaptıkları mıydı; ne kendisi anlayabildi ne de Cemalettin. Sofu’nun cevabı üzerine Cemalettin sandalyesinde doğrulurken yeni uyanmış gibi gözlerini kocaman açıp etrafına bakındı. “Demek burası bir sınıf,” dedi tane tane, neredeyse heceleyerek. “Bu durumda Tanrı kim oluyor? Öğretmen mi? Okul müdürü filan mı?” Sofu bu benzetmeleri onaylamayarak başını sallarken Cemalettin isyan dolu cümlesini sağ yanında duran kadeh ile sol yanında duran şişe arasından karşısındaki adama doğru fırlattı: “Bence o, okul bahçesinde oynayan yaramaz bir çocuk. Üzerimizden kapıyı kilitlemiş. Bahçenin bir yanını ateşe vermiş, bir yanına çiçek ekmiş. Bakalım sınıftan çıkabilenler hangi tarafa düşecek diye izleyip duruyor.” Cemalettin bunları söylerken meyhanenin kapısının önünde lacivert bir BMW durdu, içinden pahalı takım elbisesiyle göbekli bir adam ve adamın kızı yaşlarında iki sarı saçlı kadın indi. Adam, iri kollarıyla kadınları sarmış olduğu halde kahkahalar atarak meyhanenin kapısından içeri girerken kimse yokmuş gibi, hatta meyhaneci de yokmuş gibi, kimseyle göz teması kurmadan “Masayı donat,” diye kükredi. Panikos, en kallavi rakı ve mezelerini bu terbiyesiz ama yağlı müşterisi için hazırlamak amacıyla meyhanesinin küçük mutfağına giderken Cemalettin ve Sofu gözlerini adamdan çekip birbirlerine baktılar, sarhoş. “Ona kolay sormuş seninki,” dedi Cemalettin. “Gorgias der ki; ‘Hiçbir şey yoktur, olsa da bilinemez, bilinse de başkalarına aktarılamaz.’” Konuşan Filozof’tu. Masasını terk edip Cemalettin ve Sofu’nun yanına gelmiş, masanın başında, iki adamın ortasında ayakta durmaktaydı. Yuvarlak kafasının iki yanında ve arkasında düzensiz şekilde dağılmış saçları ve bol sigara içmekten sararmış bıyıklarıyla klasik Türk erkeği görünümündeki bu adam, mahallede bulunan lisenin felsefe öğretmeniydi. Felsefeyle uğraşan çoğu insan gibi bir parça inançsızdı. Ne kendisi yaratıcı bir kişiliğe sahipti, ne de ona bu lakabı takan arkadaşları. Üzerinde rakı ve şarap bulunan masaların başında sabahlamaya, kanlı gözlerle Nihilist Felsefe’den bahsetmeye bayılırdı. Nihilist sayılmamasına karşın felsefeci olmayı seviyordu. “Boş boş konuşma Filozof,” diye çıkıştı Cemalettin. Cemalettin’in bu sert çıkışı Filozof’u bir parça kırmış olsa da serinkanlılıkla anlatmaya devam etti: “Etrafımızda gördüklerimiz yalnızca birer yansıma. Gerçeklik bambaşka bir boyutta varlığını sürdürüyor.” Ceketinin sağ cebinde duran sigara paketini açıp Cemalettin ve Sofu’ya ikram ettikten sonra masaya, Sofu’nun yanına otururken sakin bir tavırla dudakları arasına bir dal Anadolu sigarası yerleştirdi. Lacivert zemin üzerine sarı harflerle ‘Malazlar’ yazan kibrit kutusundan çıkardığı kırık bir kibritle sigarasını ateşledikten sonra çekti dumanı ciğerine ve şöyle sürdürdü sözlerini: “Bir mağarada olduğumuzu düşünün, yan yana dizilmiş, bir duvarı izliyoruz; duvarda oynaşan gölgeleri. O gölgeler de, mağaranın dışında kalan dünyadaki varlıkların duvardaki yansımaları. İşte,” dedi, “işte bu dünyada gördüklerimizdir o gölgeler.” Masada duran şarap şişesine baktı, gülümsedi. “En çok da bunun gölgesini seviyorum.” Filozof bunları söylerken Cemalettin onu dinlemiyor olsa da, çünkü neredeyse her akşam aynı şeylerden bahsedip duruyordu, Filozof’un kaldırdığı kadehe gülümseyerek ve iki kadehin birbirine dokunduğunda çıkan ses ile karşılık verdi. Belki de haklı, diye geçirdi içinden. Belki de biz
92
yokuz… Ya da başka bir yerlerdeyiz. Hayat çok boktan… Cemalettin sigarasından bir nefes çekti, dumanını kadehinin içine üfledi. Duman şarap kadehinin içinde, şarabın üzerinde daireler çizerken bir yudum aldı şarabından. Gülümsedi. Çok sarhoştu. Üç arkadaş hiç konuşmadan Anadolu sigarası ile iyi bir ikili oluşturan şaraplarını içiyorlardı. Sofu, karşısından gelmekte olan Panikos’u gördü. İki elini dolduran birbirinden lezzetli mezeler, az önce gelen terbiyesiz ama yağlı müşteri için özenle hazırlanmışlardı. Panikos sendeledi. Beklemediği bir anda meyhanenin kapısından içeri girip önünden hızla geçen uzun boylu, zayıf, kırmızı tişörtünün üzerine oduncu gömleği geçirmiş gencin adı Cemal’di. Cemal, sağda solda düzensiz yerleştirilmiş tahta masa ve sandalyelerin arasından geçerken meyhanenin bir ucundan gelen abartılı kahkahaları ve Panikos’un bu gürültücülere yaptığı servisi görmezden gelip, meyhanedeki diğer dolu masaya, Cemalettin’in masasına doğru seğirtti. O, masadakilerle selamlaşıp Cemalettin’in yanındaki sandalyeye yerleşene kadar Panikos ona bir kadeh getirdi ve tatlı Rum aksanıyla “Al bakalim delikanli,” dedi, gülümseyerek. Cemal Panikos’a gülümseyip iştahla kadehini gül rengine çevirirken “Hayat ne garip,” dedi. Bu gecede, güzel bir öyküye çok yakışan anlamlı bir başlık gibi duran bu cümle Cemalettin’i gülümsetti. Cemal düşünceli görünüyordu ama yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Bir şeyleri anlamaya çalışır gibi, olaylar dizisini kafasında mantıklı bir sıraya oturtmaya çalışır gibi bakarak şarabını içiyordu. “Bu akşam,” diye başladı söze, daha fazla bekleyemeden. “Bu akşam uzun zamandır beklediğim, gözlerinde dünyaları gördüğüm, içimi işte şu sigara gibi külduman eden kadınla konuştum.” Cemal’in gözlerinde öyle bir mutluluk vardı ki, parıltısı masayı ve masadakilerin içini aydınlatmıştı. Şarap insanı kolaylıkla duygudan duyguya sürüklüyor, şimdi Cemal’in haberiyle işbirliği yaparak üç arkadaşı içinde bulundukları dumanlı ruh halinden alıp güneşli bir yerlere götürüyordu. Cemal heyecanla bir yudum alıp devam etti; “Bu mahalle, bu sokaklar… Hayatım buralarda geçti, hırsızlık yaparak. Sonra buraya bir kadın geldi. Benden yaşça büyük ama ne önemi var ki? O da beni seviyor, az önce söyledi bunu.” O an karar vermiş gibi başını kaldırıp masadaki üç sarhoş orta yaşlı adama baktı birer birer, “Gideceğim,” dedi. Yüzünde mutluluk okunmuyordu, yerini kesin bir kararlılığa bırakmıştı. Nereye gideceğini, gidince ne yapacağını bilmiyordu ama kiminle gideceğini biliyordu. “Onu da alıp gideceğim,” dedi. Cemalettin, kardeşi gibi sevdiği Cemal’in kararlı gözlerine gururla bakıyordu. Sofu alaycı, “Sen niye var olduğunu düşünedur…” dedi Cemalettin’e. Cemalettin’in içi kederlenirken gözleri buğulanmaya başlamış, anlamsızca izliyordu masanın birbirinden ayrılmış tahtalarını. Cemal, sevdiği birinin derdine yetişme içgüdüsüyle Cemalettin’e döndü; “Dünyaya gelmeyi hiç birimiz seçmedik. Ama mademki geldik, o zaman bu dünyayı güzel yaşayalım,” dedi. Filozof gülümsedi; “Mademki geldik, o zaman içelim.” Dörtlü kadeh tokuştururken hepsinin yüzü gülümsüyordu. Kısa süre sonra masada yine sessizlik hâkimdi. Şaraplar içildi, sigaralar söndürüldü, susuldu, düşünüldü… Cemal sandalyesinden kalkarken “Yarın görüşürüz,” dedi masadakilere, oysa yarın görüşmeyeceklerdi. Meyhaneden çıktı, iki mahalle öteden çaldığı Chevrolet Impala marka otomobile bindi, arabada oturan orta yaşlı kadına yaşlı gözlerle baktı. Eğildi, dudaklarını kadının dudaklarına kenetledi. “Seni seviyorum,” dedi. “Gidelim,” diye karşılık verdi kadın tutkulu gözlerle karşısındaki yakışıklı genci süzerken. Otomobilin motorunun güçlü sesiyle gecenin sessizliğini yararak ilerlediler, mahalleden ayrıldılar. Cemal’in ardından Filozof müsaade isteyip kalktı masadan. Yine ikisi kalmıştı. Cemalettin sarhoşluktan hiçbir şey göremez durumdaydı, Sofu’nun ise bilinci yerindeydi. “Ben de kalkayım artık,” dedi Cemalettin’e. “Birazdan ezan okunur. Sabah namazımı kılar, öyle geçerim eve.” Bu cümleyi söylerken yüzünde gülümseme vardı. Cemalettin’in ise ağzı kulaklarına vardı. Kadehini kaldırdı “Çelişkilerin adamı,” dedi, “sana içiyorum.” Gülüyordu. Gülümseyerek karşılık verdi Sofu; “Sen de kalk artık, yenge bekler…” “Bekler…” dedi Cemalettin, başını onaylama anlamında sallarken yüzündeki gülümseme
de kayboluyordu yavaşça. Sofu meyhanenin kapısından çıkarken, Cemalettin yerleri silmekte olan Panikos’a selamını verip masadan kalktı. Sokağa çıktı. Her şey dönüyor, Cemalettin sürekli savruluyor, sallanıyordu. Az sonra hüzünlü makamıyla sabah ezanı başladı. Yeniden kendisiyle baş başa kalan Cemalettin’in göz pınarları dolmuş, damlalar boşalmak için bir boşluk arıyorlardı. Evine giden yol boyu düşündü durdu. Düşünceleri, duyguları ve bedeni yaprak gibi savruluyordu oradan oraya. Rüzgâr onu evinin kapısının önüne kadar getirdi. Birkaç dakika kapının önünde kararsız bekledi. Eli zile gitti, sonra cebine. Anahtarını çıkardı, birkaç deneme sonunda kilide yerleştirip anahtarı çevirdi, içeri girdi. Doğruca yatak odasına yürüdü, ışıkları yakmadan. Bozulmamış yatağın üzerinde on yedi yıllık karısı yerine ikiye katlanmış bir beyaz kâğıdı sokak lambasının pencereden içeri giren ışığı aydınlatıyordu. Şaşırmadı. Yavaşça kâğıdı alıp açtı, okumadan göz gezdirdi. Kâğıtta kayda değer bir şeyler yazmasını beklemiyordu, istemiyordu da. Onu hep sevdiğini falan yazmıştı herhalde. Neden terk ettiğini de yazmıştı belki. Kiminle gittiğini… Fakat bunların ne önemi vardı? Yatağa bıraktı ağır vücudunu. Uzanınca baş dönmesi artmış, midesini bulandırmaya başlamıştı. Gözleri karardı. Yattığı yerde kollarını iki yana açtığı halde gözlerini kocaman açıp “Önemli değil Cemalcim,” dedi. Gözlerini kapattı. Hakan GÜNAY İllüstrasyon Emrah ÇILDIR http://emrahcildir.deviantart.com
LORD ENGORD 1.BÖLÜM 1 Yedi yılda bir, imparatorluğun dört ordusu arasında yapılan yarışma bu yıl sürpriz bir sonuçla kapanmış, Doğu Ordusu tarihte görülmemiş bir şekilde yedi dalda yapılan müsabakanın her dalında açık ara birinci olmuştu. Her zaman favori olan ve diğer üç ordunun toplamına yakın bir asker sayısına sahip Büyük Kuzey Ordusu bile hiçbir bölümde Doğu Ordusu’na yaklaşamamıştı. Bu tarihi sonuçların ardından elbette tüm gözler Doğu Ordusu’na beş yıldır komutanlık yapan Kuzor’a dönmüştü. Biraz sonra, yapılmakta olan ödül töreninde konuşacak ve halkı tatmin etmeye çalışacaktı. Ama ondan önce geleneksel olarak Başkomutan Engord çıktı kürsüye. Tören, Mu İmparatorluğu’nun en büyük Açıkhava sahnesi olan Raserium’da yapılıyordu. Elips şeklindeki dev alan, baştanbaşa taş basamaklardan oluşan tribünlerle çevrilmişti. Üç yüz bin kişi kapasiteli Raserium bu dev organizasyon için kullanılabilecek en uygun mekândı. Ve Engord kürsüden keskin bakışlı gözleriyle etrafı süzerken tek bir boş yer görmüyordu. “Saygıdeğer Mu halkı!” diye başladı sözlerine Engord. Kürek kemiklerini yalayacak kadar uzun, açık kahverengi saçlarını arkadan bağlamış, karşıdan gelen güneşten etkilenmemek için gözlerinin altını siyaha boyamıştı. Üzerindeki toprak rengi üniformayla birlikte tam bir savaşçıydı şimdi.
96
“Geleneksel yarışmamızın ödül töreni için toplandık ve hepiniz bu özel ana şahit olmak için geldiniz. Öncelikle hepinize hoş geldiniz diyorum.” Uzun süreli bir alkış tufanı koptu. Sessizlik yeniden sağlandığında Engord şöyle devam etti. “Konuşmamı uzun tutmayacağım ama bugün değinmek istediğim önemli bir konu var… “Bildiğiniz gibi yarışmanın kuralları gereği tüm ordular sahip oldukları en yüksek teknolojiyi tüm etaplarda kullanma hakkına sahiplerdi. Görüldü ki bu konuda Doğu Ordusu, diğerlerine göre büyük bir aşama kaydetmiş ve neredeyse Atlantis seviyesine gelmiş. Ve yine görüldü ki bir ordu için teknoloji çok ama çok önemli. Ne kadar inançlı ve gayretli bir asker kitlesine sahip olursanız olun, yüksek teknolojiye sahip bir düşman karşısında aciz kalırsınız. Bugün de bunun bir örneğini görüyoruz. “Fakat… Bir de teknolojinin günlük hayatta kullanımı var. Atlantis bunun en güzel örneği… Belki bin yıl önce ne kadar mutlu, ne kadar iyiliksever bir halktılar. Ama şu an çürümüş ve her yeri dağılmış bir insan topluluğundan başka bir şey değiller. Yöneticiler oraya buraya saldırıp ellerinde olmayan hammaddeleri ele geçirmeye çalışıyorlar. Yüzlerce katlı binalarda yaşayan robotlaşmış insan kitlelerini tatmin etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Her ne kadar ilişkilerimizi belli bir dengede tutmayı başarmışsak da -geçen yılki olay hariç tabii- çok yakında bize de saldırmak isteyecekleri aşikâr. Çünkü bizim topraklarımız el değmemiş, çoraklaşmamış ve tamamen doğal topraklar. Çünkü burası onlar için bir cennet! Çünkü burası Atlantis’in arayıp da bulamadığı her şey!” Konuşmanın burasında sesi istediğinden de yüksek çıkmıştı. Birkaç saniyelik bir aradan sonra daha yumuşak bir tonla devam etti. “Atlantis bu duruma geldi, çünkü teknolojinin kendilerini ele geçirmesine izin verdiler. İnsanlar sistem için çalışan basit kuklalar haline geldiler. Gelişmişlikleriyle övünüyorlar ama ruhlarını kaybettiler. “Biz Mu halkı olarak bundan dersimizi çıkarıyoruz ve günlük yaşantımıza teknoloji denen canavarı sokmuyoruz, sokmayacağız. Makineler bizim uşağımız olacak, biz onların uşağı değil!” Konuşmanın burasında öyle bir alkış tufanı koptu ki Engord’un altındaki platform titredi. Başkomutan dinmek bilmeyen alkışlar süresince gururla etrafına bakındı. Bu halkı seviyordu. “Mu halkı, şimdi söz yarışma galibinin. Komutan Kuzor’un…” Engord çevik adımlarla kürsüden inerken ve yerini Kuzor’a bırakırken bir alkış daha koptu. Halk bu tarihi galibiyete imza atanı görmek ve dinlemek istiyordu. “Ben çok konuşmayı seven biri değilimdir,” dedi Kuzor alkışlar diner dinmez. “Askerlerim de bilirler ki benim söylediklerim kısa ve kesindir. Tartışılmaz ve mutlaktır. Öyle olmasaydı şu an Dünya üzerindeki en güçlü ordunun komutanlığını yapıyor olmazdım.” Kalabalıktan ıslıklar ve alkışlar yükseldi. Bu iddialı cümle halkın hoşuna gitmişti. “Evet, Dünya’nın en güçlü ordusu dedim, çünkü beş yıldır öyle şeyler yaptık, öyle geliştirdik ki kendimizi; kimsenin bize karşı durabileceğini sanmıyorum. Benim emrimle çocuğunu bile öldürebilecek kadar itaatkâr askerlerim, düşman daha bizi fark etmeden onları yok edebilecek kadar güçlü silahlarım var. Şu ana kadar bunların olmasını engelleyen tek şey Mu hükümeti’nin gelişmeye olan kapalılığı ve tahammülsüzlüğüydü, ama onu da aştım. Az önce başkomutanımızın da söylediği gibi teknoloji bizim kölemiz olacaksa kesinlikle kullanılmalıdır. Şimdi güç bende ve güç Mu’da…” Ellerini hızla kaldırıp halkı selamladı ve yoğun alkışlar arasında kürsüden indi. Bu halkı o da çok seviyordu…
2 Törenlerin üzerinden üç gün geçmiş, halk coşkulu günleri yavaş yavaş ardında bırakmakta ve günlük yaşamına dönmekteyken Büyük Mu Adalet Heyeti’ne isimsiz bir mektup geldi. “Doğu Ordusu komutanı Kuzor, göreve geldiğinden beri bazı aracılar sayesinde İmparatorluk bütçesinden fazla para almakta ve görevini kötüye kullanmaktadır. İspat ve yargılama için gerekli belgelerin heyet tarafından kolaylıkla elde edilebileceğini düşünüyor, bir an önce gereğinin yapılmasını talep ediyoruz.” 3 Kuzor, başkomutanın huzuruna hızlı ama tedirgin adımlarla çıktı. Kubbeli bir silindir biçimindeki başkomutanlık binasının bordag ağacından yapılma sağlam merdivenlerini tırmanırken tek düşüncesi neden acilen çağrılmış olabileceğiydi. Bu konuda kafasında iki karşıt düşünce dönüp duruyordu. Ya kademesi yükseltilip Büyük Kuzey Ordusu komutanlığına getirilecekti, ya da görevinden alınacak ve yerini Binbaşı Enoel alacaktı.
98
Son bir haftada Kuzor’un başrolde olduğu iki önemli olay yaşanmıştı. Birincisi Kuzor komutanlığındaki Doğu Ordusu’nun geleneksel ordular arası yarışmada tarihte görülmemiş bir başarıya imza atmasıydı. İkinci olay ilkiyle direk alakalı ama tam tersine Doğu Ordusu adına büyük bir utanç kaynağıydı. Büyük Mu Adalet Heyeti tarafından ortaya çıkarılan belgelere ve yapılan soruşturmaya göre Kuzor yolsuzlukla suçlanıyordu. Durum ülkeye yayılınca büyük bir tartışma başlamıştı. İkiye bölünen halkın bir kısmı Kuzor’un kesinlikle suçlu olduğunu ve kendini başarılı göstermek için -belki de daha yüksek kademelere ulaşabilmek için- böyle bir halt yediğini söylüyor, bırakın komutanlıktan atılmasını, sürgüne yollanması gerektiğini konuşuyordu. Diğer yanda Kuzor’un doğru yaptığını düşünenler vardı. Madem ordu biraz daha fazla parayla bu kadar iyi bir hale getirilebilecekti, neden yöneticiler bu kadar az bütçeyle yetiniyordu? Kuzor onlara göre hakkı olan parayı almış ve bu adaletsizliğe son vermek için kullanmıştı. Kuzor hemen kahraman ilan edilmeli ve tüm orduların bütçeleri arttırılmalıydı. Hele Atlantis’le İmparatorluk arasındaki anlaşmazlık savaşa dönüşmeden önce… Yoksa yenilgi kaçınılmaz olacaktı. 4 “Lordum beni çağırm…” dedi Kuzor odaya girer girmez. “Sence Kuzor…” diye sözünü kesti odadaki yine bordag ağacından işlenmiş iri masanın arkasındaki adam. “… şu sineği neden paramparça edemiyorum?” Kuzor tamamen kendisiyle ilgili olaylara odaklandığı için komutanının ne dediğini önce anlayamadı. Sonra masanın üzerinde koca bir sineğin keyifle bacaklarını ovuşturmakta olduğunu gördü. “Bilmiyorum efendim,” dedi şaşkın şaşkın. Sesi bir şeyle suçlanmış ve kendini savunmaya çalışan bir çocuğunki gibi çıkmıştı. Ne kadar kudretli bir komutan olsa da başkomutanın yanında çocuk gibi hissederdi. Doğrusu koskoca Lord Engord’un yanında çocuk gibi kalmak bile saygısızlık sayılabilirdi. Mümkünse şu sinek kadar olunmalıydı. “Biliyorsun, tüm maddeler atomlarına kadar benim emrimde…” “Elbette efendim. Siz canlı bir tanrısınız.” Engord sineğe dikilmiş gözlerini kaldırdı ve Kuzor’a dikti. “Ben Tanrı değilim ahmak!” “Sözün geli…” “Sözün gelişi falan da Tanrı değilim.” “Özür dilerim.” İşte bir çocukluk tınısı daha… Engord’un gözleri yine sineğe kaydı. “Ne diyorduk? Tüm atomlar, hatta var olan tüm parçacıklar emrimde olduğu halde bu sineğe neden bir şey yapamıyorum?” “Yaparsınız efendim.” “Yapamıyorum Kuzor. Ne bu sineğe, ne şu bitkilere, ne de ölümün soğukluğu değmemiş bir insana en ufak bir etkide bulunabiliyorum… Eğer yapabilseydim, Atlantis orduları bizim için en ufak bir tehlike teşkil etmezdi.” “Ama yine de sinek gibi avlayabiliyorsunuz onları! Geçen yılki Zontario Adası harekâtındaki kahramanlıklarınızı herkes biliyor.” “Hıh… Ben onları sinek gibi avlamıyorum. O giydikleri zırhla kendi kendilerini öldürüyorlar. Kafalarındaki kaskları sıkıştırıp beyinlerini patlatıyorum. Çelik giysilerini ciğerlerine geçiriyorum.
Ama o canlı hücrelere en ufak bir şey yapamıyorum.” “Sizin yaptığınızı kimse yapamıyor efendim. O çatışma topyekûn bir savaşa dönüşseydi bile eminim haklarından rahatlıkla gelirdiniz.” “Nereden biliyorsun kimsenin yapamadığını Kuzor?” Sinek elini yüzünü güzelce yıkamış birkaç adım atıp masanın kenarına varmıştı. Şimdi çok hücreli gözleriyle Kuzor’a bakıyordu. Kuzor da ona bir an karşılık verdikten sonra yine Engord’a döndü. “Sizin gibi başkaları olsaydı bilmez miydik?” “Beni biliyor muydunuz? Kırk yaşımda Atlantislilere karşı savaşmaya karar verene kadar benden haberiniz bile yoktu!” “Doğru söylüyorsunuz. Siz istemeseniz bilemezdik.” “Her neyse konuyu dağıtıyoruz. Kaç gündür düşünüyorum Kuzor, en ufak bir canlılık içeren şeyler benim neden etki alanımın dışında diye… Ama bir cevap bulamıyorum. Yani mantıkla açıklanabilecek bir cevap. Bu durumda tek bir şey kalıyor geriye. Ruhları koruyor onları.” Kuzor komutanının ne demek istediğini anlayamamıştı. Engord da bunu gözlerinde okumakta gecikmedi. “Bak şimdi,” dedi gür sesiyle. Ve aynı anda başkomutanlık binası ortadan kayboldu. Kubbeli binanın ikinci katında olmaları gerekirken yirmi metrekarelik ahşap zemin üzerinde havada süzülüyorlardı. Engord hâlâ koltuğunda oturuyor, önündeki masadaki sinek de kıpırtısız duruyordu. Kuzor altındaki bıçak gibi kesilmiş dörtgen zeminin yerle bir bağlantısı olup olmadığını bilmiyordu ama topuğuyla yere iki kere vurduğu halde kıpırdamadığına göre sağlam olmalıydı. Aşağıda temsili korumaların -başkomutanlıkta Engord dışında sadece kapıda bekleyen iki asker olurdu- şaşkınlıkla etrafa baktıklarını gördü. Havadaki zeminin üzerindeki komutanlarının güvende olduklarını görünce biraz teselli oldular. Bunun da onun işi olduğunu anlamışlardı. “Görüyorsun değil mi? Tüm binayı atomlarına ayırdım ve o atomlar etrafımızda havaya karışmış durumdalar. Altımızda en ufak destek olmadığı halde bizi burada tutabiliyorum. Hatta…” dedi ve o anda bina tekrar belirdi. “… işte atomları yine bir araya getirdim. Örümcekleri ve fareleri yerlerinden etmiş olmalıyım ama olsun.” “Efendim, gerçekten hayranlık duyulacak bir insansınız…” “Övgü için yapmadım bunu. Şimdi izle. Tüm gücümle şu sineği atomlara ayırmaya çalışacağım.” Gözlerini sineğe dikti. Emrine muhalefet eden bir askeriymiş gibi öfke dolu bir bakıştı bu. “Gördün mü?” dedi Kuzor’a dönerek. “Neyi efendim?” “Hiçbir şeyi… Hiçbir şey olmadı işte. Parçalanmadı. Farkına bile varmadı. Çünkü o canlı ve her hücresine sinen bir ruhu var. O ruh atomlarını koruyor ve dokunmamı engelliyor.” “Şimdi anladım. Ama siz yine de yenilmezsiniz efendim.” “Şu sineğe baktıkça bana hiç de öyle gelmiyor Kuzor, hiç öyle gelmiyor…” Ve Lord Engord eline geçirdiği bir kâğıdı sineğin kafasına indirdi. Ama sinek son anda tehlikeyi fark edip havalanmış, gürültülü bir vızıltıyla odanın diğer tarafındaki kitaplığa konmuştu. Engord sinirle güldü. 5 “Efendim, beni çağırmanızın nedeni neydi?” dedi Kuzor neden sonra.
100
“Başkomutanlığı bırakmaya karar verdim.” “Ne? Nasıl yani?” “Tüm orduları sana emanet edip çekileceğim. Yolsuzluk yaptığın söyleniyor ama yarışmada senin ordunu izledim. O paranın tek kuruşunun boşa gitmediği belli. Gitmeden önce imparatorluk kurulundan orduya verilecek payı arttırmalarını isteyeceğim. Sonra da köşeme çekileceğim.” “Ama siz olmazsanız Atlantis süper teknolojik ordularıyla bizi göz açıp kapayıncaya kadar yok eder.” “Abartma Kuzor. Mu İmparatorluğu hiçbir zaman o kadar kolay teslim olmaz. Sana yeni teknoloji konusunda güveniyorum.” “Peki, neden bırakıyorsunuz?” “Cevap çok bariz değil mi?” “Benim için değil efendim.” “Peki, şöyle söyleyeyim. Ordular son zamanlarda kokuşmaya başladı. Benim yenilmez olduğumu düşünüyor ve işleri gevşetiyorlar. Aralarında bir tek sen gevşemedin.” Kuzor derin bir nefes aldı. Şu birkaç dakikada üst üste şoklar yaşıyordu. Durumu hazmedebilmesi için uzun bir süre geçmesi gerektiğinin farkındaydı. “Atlantis elbet bir gün beni yok etmenin yolunu bulacaktır,” diye devam etti Engord. “Ve o gün Mu’nun çöküş günü olur. O yüzden bırakmalıyım. Ve sen tüm orduları güçlendirmeli, savunmamızı geçilmez yapmalısın. Mu her zaman teknolojide geri ama kültürde ileri bir imparatorluk oldu. Kültürümüz yok olursa tüm Dünya için durum kötüleşir. Bunu korumamız lazım. Yani Atlantis bizi fethetmemeli. Onların dev robotlarına, uçan savaş makinelerine, güçlü kitle imha silahlarına karşı bizim de bir şeyler yapmamız gerekiyor ve bu konuda güvenebileceğim tek kişisin.”
“Anlıyorum efendim,” dedi Kuzor. Belki sevinmesi gerekiyordu ama o büyük bir sorumluluk aldığını düşünüyor ve o yükü şimdiden omuzlarında hissediyordu. Bu gece uyuyamayacaktı, belki sonraki gece de. Durumu hazmedene kadar beyni harıl harıl çalışacak ve onu hem yıpratacak hem olgunlaştıracaktı. Şimdiden değişmiş hissediyordu kendini. “Şimdilik kimse bilmesin,” dedi Engord. “Bir ay içinde koltuğum senin olacak.” “Emredersiniz efendim,” dedi Kuzor ve ayağa kalktı. “Gidebilirsin.” Kuzor komutanını selamlayıp kapıya yöneldi. Kitaplıktaki sinek ellerini ovuşturuyordu. 6 Kuzor’la Engord’un gizli görüşmesinden yirmi gün sonra bir haber geldi: Atlantis ani bir baskınla kuzey kıyılarına ayak bastı! Hızla iç kısımlara ilerliyorlar. Yüz bin kişilik bir ordu, beş yüz dev-robot, yüz ejder robotu, iki yüz taşıyıcı robot ve yüz yeraltı robotuyla geldikleri rapor edildi! Engord haberi duyar duymaz ayağa kalktı. Tül gibi ince ama dayanıklı, kahverengi bir giysi ve rahat bir pantolon giydi. Ayaklarına en dayanıklı ayakkabılarını, alnına uzun saçlarını toplaması için Mu armalı bir bant taktı. Ve merdivenlerden indi. Zemin kata ulaştıktan sonra gizli bir kapağı açıp yerin altına geçti. Yüzlerce basamağı hızla atlattı ve dar bir tünele girdi. Kısa süre sonra karşısına aşılmaz bir duvar çıktı. Ama komutan en ufak bir duraksama göstermedi. Çarpmasından bir saniye önce duvar ortadan kayboldu ve Engord geçtikten hemen sonra geri geldi. Engord karşısına çıkan karanlık odanın ışıklarını -sadece düşünerek- açtı ve onu Kuzey’e götürecek yeraltı aracını gördü. Doreon adlı metalik gri-siyah renkli araç manyetik bir sistem sayesinde havada asılı duruyor ve yine manyetik alanların yardımıyla müthiş bir hızla hareket edebiliyordu. Doreon, Atlantis’in hemen hemen her yerinde kullanılan bir araçtı ama Mu’da yaygın değildi. Yalnızca önemli kişilerin acil ihtiyaçları için kullanılıyordu. Engord kapısı veya penceresi olmayan, çeşitli motiflerle süslenmiş, iki yanı kurşunkalem ucu gibi sivrilmiş bir silindir şeklindeki Doreon’a yaklaştı. Üst kısmındaki atomları hareket ettirdi ve içine binerek kapıyı tekrar kapattı. Engord’un zihinsel emriyle Doreon hareket etti ve kısa sürede inanılmaz bir ivmeyle hızlandı. “Son kez,” diye mırıldandı kendi kendine. “Son kez ordumun başına geçiyorum. Bir kez daha Atlantis’i def edeceğim ve görevi bırakacağım. Atlantis toparlanana kadar Kuzor orduyu güçlendirecek ve artık bana ihtiyaç kalmayacak.” Birkaç dakika sonra Doreon yavaşlayıp durdu ve Engord’u istediği yere ulaştırmanın gururuyla hafifçe cızırdadı. Engord hiç zaman kaybetmeden Büyük Kuzey Ordusu komutanlık binasının bodrumundan çıktı ve komutanın yanına gitti. Mu’nun en büyük ordusu Kuzey Ordusu olmasına rağmen Atlantis bunu bile bile kuzeyden saldırmıştı. Demek ki kendine güveniyor, büyük orduyu hemen yok ederek bir an önce hedefine ulaşmak istiyordu. “Sizi gördüğüme ne kadar sevindim anlatamam,” dedi Kuzey komutanı Reod. “Bunları bırak da Kuzor’un ordularını çağırdınız mı onu söyle.” “Çağırdık efendim,” dedi Reod. Biraz bozulmuştu. “Güzel, ne zaman burada olurlar?” “Bir hafta içinde.” “O zamana kadar dayanabilir miyiz?”
102
“Siz varken elbette. Üstelik bildiğiniz gibi Kuzey ordusu…” “Bırak şimdi. En güçlü ordunun artık Kuzey ordusu olmadığı gün gibi aşikâr. Kuzor’un ordusu son yarışmada bunu açıkça gösterdi.” “Ama onlar sayı bakımından bizim üçte birimiz bile değil.” “Güç bakımından da siz onların üçte biri değilsiniz! Şimdi, durum raporu ver.” Reod masanın üzerindeki haritada Atlantis ordularının fethettiği her yeri gösterdi. Kıtanın kuzey kısmının tam ortasından aşağıya doğru parabolik bir eğri şeklindeydi Atlantis’in elindeki bölge. Reod, orduların konumlarını, Atlantis’in robotlarının ne şekilde hareket ettiklerini ve gerekli olan diğer tüm bilgileri ayrıntılarıyla aktardı. “Belli ki direkt başkente gidiyorlar,” dedi Engord parmağıyla başkentin üzerine iki kere tıklayarak. Başkent Ra-Pol (diğer bir deyişle Güneş Şehri) dev kıtanın hemen tam ortasındaydı, çok az bir miktar kuzeydoğuya kayıyordu. “Onları Sef ve Zoan dağları arasında sıkıştırabiliriz. Eğer orayı geçerlerse koca bir boş alana çıkarlar ve başkente kadar onları durduramayız.” “Yani şimdi saldırmayalım mı?” dedi Reod. “Bırakalım dağlara kadar ilerlesinler. Orduları oraya çekelim. O zamana kadar diğer birliklerimiz de yetişecektir. Sayı olarak üstün konuma geçeriz. Ama şu anki hızlarına bakılırsa dağlara ulaşmaları dört günden uzun sürmeyecek. Bir şekilde onları yavaşlatmamız lazım. Kuzor gelmeden dağlardan çıkmamaları lazım.” “Kuzey Ordusu ilk emirde saldıracak efendim.” “Şimdi saldırırsak askerlerimizin çoğunu kaybederiz Reod. Bir şey düşünmemiz lazım.” “Bu arada, sizin için önemi var mı bilmiyorum ama Atlantisliler bu kez tamamen yeşil bir üniforma giyiyorlarmış. Denilene göre zırhlıları Grona adlı sert bir bitkiden yapılmış. Çok dayanıklı değilmiş ama tabii metal zırhtan daha hafif olduğu kesin. Yine de neden Grona’yı tercih ettiklerini tam anlayamadık.” Engord bir anda donakalmıştı. Görünüşe göre Atlantis onun sırrını öğrenmiş ve askerlerine canlı bitkilerden zırh giydirmişti. “Ben sebebini biliyorum,” dedi Engord dalgınca. “Bu kez işimiz daha zor Reod.” Devam edecek… Gökcan ŞAHİN İllüstrasyon Burak KARA http://buka-limon.deviantart.com
ÇİZGİ ROMAN’DA BİR KÜLTÜRDÜR Bize kısaca Camilo Manzoni kimdir, sorusunun cevabını verebilir misiniz? Güzel hikâyeler anlatmak isteyen ve okurlarının bunları beğeneceğini umut eden biriyim ben… İşin özünde buyum! Aurora projesi nasıl ortaya çıktı? Aurora projesi yıllar önce yazdığım çeşitli öykülerden ve karakterlerden esinlendi; bu proje ortaya çıkana kadar da aklımı meşgul etti. Evet, şunu da itiraf edebilirim, karakterler çizgi romanı hazırlamam konusunda beni zorladı ancak ben de bundan büyük keyif aldım. Neler anlatıyorsunuz Aurora’da? Öykünün başkarakteri Selenna, Dövüş Sanatı konusunda uzmandır ve bu geleneğin son temsilcilerinden biridir. Aurora’da “Suikastçılar Tarikatı” ile “Dövüş Sanatçıları” arasında sıradan halk tarafından bilinmeyen, gizli bir savaş yaşanmış, kazanan taraf Suikastçılar olmuştur. Şimdi de Dövüş Sanatçılarının bazıları, Suikastçılar tarafından taciz edilmekte, küçük düşürülmektedir. Evet, ben de birçokları gibi kahramanlar ve kötüler hakkında bir öykü yazmak istedim. Başkarakterin kadın olmasını tercih ettim çünkü ana akım çizgi romanları tarafından çok fazla ciddiye alınmadıklarını düşünüyorum. Aurora’da ise sadece bayan karakterler var. Umarım bu durum sizlerin de hoşuna gider!
Şu anda sadece internetten yayımlanan bir çizgi roman projesi Aurora, kitap olarak da yayımlama planınız var mı? Kesinlikle. İnternette veya basılmış olsun herkesin Aurora’yı okumasını çok isterim. Türkiye’de çok az sayıda yerli üretim çizgi roman yayımlanıyor. Brezilya’da durum nasıl? Brezilya’da da çok az yerli çizgi roman yayımlanıyor. Gerek yerli, gerekse Amerikan çizgi romanları internetten ve scan edilmiş çizgi romanlardan fazlasıyla etkilendiler. Diğer taraftan, bu imkânlar sayesinde kendi çizgi romanınızı okurlara ulaştırabilmek günümüzde artık çok daha kolaylaştı. Türkiye’deki çizerler bir şekilde Avrupa’ya Fransa, İtalya gibi ülkelere ya da Amerika’ya DC, Image Comics, Dark Horse gibi uluslararası şirketlere çizmeye çalışıyor. Brezilyalı çizerlerin de benzer hayalleri var mı yoksa Brezilyalı okuyucular yetiyor mu? Ah, buradaki sanatçılar da benzer hayallere sahipler. Kim şöyle bir mesaj almak istemez ki? “Selam.
104
DC Comics yetkilisiyim. Bizim için Batman öyküleri yazar veya çizer misiniz?” Bu teklifi reddedecek birini düşünemiyorum. Her ne kadar yapılan işin kalitesini sürekli sorgulasak da Amerikan çizgi roman piyasası kesinlikle baştan çıkarıcıdır. Türkiye’de çizgi romanların ortalama satış rakamı 1.000 civarında. Brezilya’da çizgi romanlara talep nasıl? Öyle sanıyorum ki buradaki satışlar daha fazladır. Ancak bunda Brezilya’nın birçok büyük şehri ve kalabalık nüfusu bulunmasının etkili olduğunu düşünüyorum. Burada en fazla satılan çizgi romanlar (Batman, Spider-Man, X-Men ve Avengers) 20.000 civarında basılıyor. Yaklaşık yarısı da satılıyordur. Brezilya’da 190 milyon kişi yaşıyor. Fakat yerel halk kültürel faaliyetlere ve eğlenceye çok az para harcıyor; çizgi roman da bir kültürdür. Brezilya’da ağırlıklı olarak hangi tip çizgi romanlar yayımlanıyor? Burada en fazla Amerikan çizgi romanları tanınıyor fakat anlayabildiğim kadarıyla mangalar daha fazla satılıyor. Bazı tanınmış mangalar 30.000 adet basılıyor. Yerli üretim oldukça düşük… 1970’li ve 80’li yıllar çok daha farklıydı. Buradaki en meşhur yerli çizgi roman “Tormenta Günlükleri” adını taşır. Şu adresten daha fazla bilgi edinebilirsiniz. : http://www. jamboeditora.com.br/tormenta/index.php “Tormenta Günlükleri” aynı zamanda bir RPG (FRP mi?) senaryosudur. Bir de “Turma da Monica” (Monica’nın Çetesi) isminde bir çizgi roman var ki oldukça eskidir (öyle ki annem ve babam bunu okurlar) ve çok güzeldir. Daha detaylı bilgi için; http://www.turmadamonica.com.br/ Brezilya’da en çok okunan çizgi roman hangisidir? Amerikan çizgi romanları ve mangaların yanı sıra en fazla okunan Monica’nın Çetesi’dir Düzenli olarak takip ettiğin çizerler ve çizgi romanlar neler? Gençlik yıllarımda Avengers ve X-Men hayranıydım. Batman’i çok sonra keşfettim. Ondan önce de resmen âşık olduğum Sandman vardı. Her ne kadar yeni çizgi romanları takip etmeye çalışsam da gerek senaryo, gerekse çizimler nedeniyle köklerimden asla kopamıyorum. Zagor’u da çok seviyorum! Aylık dergimiz Gölge sadece Türkçe olarak yayımlandığı için okuyamıyorsunuz ancak buna rağmen bizimle paylaşmak istediğiniz görüşleriniz var mı? Dürüst olmam gerekirse bana da sayfalarında yer verdiği için Gölge’ye teşekkür ederim. Şayet okurlardan eserim hakkında bir yorum veya görüş gelirse bunları bilmekten mutluluk duyarım. Çok yeni bir sanatçı olduğum için her türlü yardıma açığım! İlginize teşekkür ederiz. Size de teşekkürler! Aurora hakkında daha fazla bilgi için http://www.auracomics.com sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Devam edecek...