Gölge e-Dergi 3

Page 1

3 . SAYI Aralık 2007

M.K.Perker’le Cairo Üzerine ÇAPA 10 Yaşında KARINCAYİYEN TORA


Editör Konuşuyor

Vay be demekten kendimi alamıyorum!

Sen aylarca çalış, didin, çıktı, çıkacak derken bir bakmışsın üçüncü sayı çıkmış! İnanılmaz yahu! Derler ya; inanmak başarmanın yarısıdır. Önce inandık, sonra çalıştık üçüncü sayıya kadar geldik. Her sayı bir öncekinden zengin ve güzel olacak, inanın. Kanıtımız tam ekranınızda... Neyse, bu kaar poh poh bir yana, dergi işi ile uğraşırken biryandan da bazı insanlarımızın kültürün ne kadar geri kaldığına da şahit oluyoruz. Kitap okumayan, adam gibi bir film izlemeyen, tepeden inme fikirlerle donatılmış bu insanları aydınlatmaya çalışırken biraz küfre de maruz kalıyoruz tabii. Kafanızı daha fazla meşgul etmeyeyim. Dolu dolu bir dergi daha hazırladık bu ay. Hadi, iyi okumalar...

Editör Mustafa Emre Özgen

Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. www.hayalsaati.com

Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Ahmet Yüksel Grafik; Mithat Gökçe

Dergimize yazarak ve çizerek katkıda bulunabilirsiniz. Her türlü yazışma için hayalsaati@gmail.com adresinden bize ulaşabilirsiniz.

2


İçindekiler

Kapak

Kerem BEYİT

Editör Konuşuyor Sayfa 2

M.Emre ÖZGEN

Metin Olmak Sayfa 4

Giovanni SCOGNAMİLLO

Garip Bir Film Sayfa 6

Serdar KÖKÇEOĞLU

M.K.Perker ile Cairo üzerine Sayfa 8

Gölge “ÖZEL” Röportajı

TORA

Sayfa 12

Cem VURAL

Kış Geldi Aşk Bitti Sayfa 16

Oğuz Özteker

Neden Çizgi Roman Okuyoruz ? Sayfa 21

Sıtkı SIYRIL

Karıncayiyen Sayfa 24

Caner ÖZDURAK

Bir İndirim Sezonu Rüyası Sayfa 32

Utku TÖNEL

Superbad Sayfa34

Hasan Nadir DERİN

Yumurta

Eda İHTİYAR

ÇAPA 10 Yaşında Sayfa 38 Arı Filmi’nden Notlar Sayfa 46

Gölge “ÖZEL” Röportajı

Sayfa 36

3


Metin Olmak

Bundan 18 yıl önce ilk kez karşılaştık unutulmaz dost Metin Demirhan ile Türkiye’nin ilk Bilim Kurgu kadın yazarı Selma Mine’nin evinde, ben unutmuştum ama o anımsıyordu. Benimse anımsadığım Metin Demirhan’ı bir öğlen sonrası bana Orkun Uçar’ın evime getirmiş olmasıdır galiba aynı yıl içinde. Güler yüzlü ve sanki biraz çekingendi – çekingen bir Metin Demirhan’ı düşünebilir misiniz? – ama çok müşterek konularımız olduğu için (sinema, çizgi roman, bilim kurgu, fantastik edebiyat, korku edebiyatı, 30’lu ve 40’lı yılların korku filmleri v.b.) çabuk kaynaştık ve bir süre sonra sık sık bana gelmeye başladı. Gelir, sohbet ederiz sonra ise bir deste “Famous Monsters of Filmland” dergisini kucaklar yemek masasına dizer ve saatlerce karıştırır, hayran hayran bakar, izlediği, izlemediği, izlemek istediği filmlerden söz açar. Bazen oturup birlikte video filmi izler tartışırdık. Metin B sinemasını çok

sever “trash” filmlerine bayılırdı, onlara tutkundu ve onun sayesinde “trash” filmi izlemeğe başladım favori türüm olmamakla birlikte. Bazen fazla heyecanlandığı için, filmleri fazla abarttığı için, “ben eğlendim” demekle filmleri değerlendirmeğe kalktığı için benden fırça yediği de olurdu. O ilk dönemde her tür filmi izlerdi, klasikler dahil ama son yıllarda değişti “art house” deyip onlardan uzak kalmaya başladı. Ve yine fırça yedi. Derken Nilgün Birgül ile bir arada “Atılgan” dükkanını açtı Atlas pasajında ve hayallerinin birini gerçekleştirdi: bir alış veriş dükkanından çok meraklıların, gençlerin bir araya gelecekleri, sohbet edecekleri, kaset, dergi, kitap, fanzin tüketecekleri bir mekan, bir kült mekan, kült malzeme satan, kült bir kültür dağıtan. Ve öyle de oldu, “Atılgan” türün ilk örneği oldu, bir sahaf dükkanı görünümünde idi fakat gerçek yüzü başka idi gerçekten bir kült mekan idi filmlerin ve fanzinlerin elden elde dolaştığı, projeler kurulduğu, meraklıları bir araya getiren, dostlukların ve hatta aşkların filizlendiği dükkandan öte bir dükkan. “Atılgan” Atlas pasajında başladı kendini tanıttı ve bir kuşağın merkezi oldu hatta bir kuşak yetiştirdi, bir kuşağın temsilcisi ve ideali oldu “asi” Metin de başka çeşit bir kahraman her daim açık sözlü, isyankar, alaycı, sevimli ve bolca sallayan. Öyle idi, benim gözümde büyümemiş ve büyümek istemeyen bir çocuktu (bana da hep “manevi babam” derdi, eksik olmasın)

4


hep yeni yetmeler arasında hareket eden ve hep, kimi gerçekleştirilmesi imkansız, hayaller kuran bazen inanarak bazen de sırf dalga geçmek için. Arşiv kurabilmek her yerden malzeme toplar istif ederdi ama, son derece dağınık olduğundan, bir düzene sokamazdı, sokmak ihtiyacını de duymazdı zaten. Postacılar Sokağından Cihangir’e taşındığımda kendi arşivimin büyük bir kısmını ona aktardım, “Famous Monsters of Filmland” dergisinin çoğu sayılarını da, fazla gelen diğer rafları da. Atlas pasajında “Atılgan” - ki bir ara Atılgan 1 ve Atılgan 2 bile oldu – altın çağını yaşadı, değerli yayınlar ve malzemeler getirtti, hayranlarının sayısını çoğalttı, tam kült oldu ve Metin ile Nilgün bir başka hayali gerçekleştirdiler: bir bilim kurgu dergisini yayınlamak. O da oldu ve “Nostromo” dergisi çıktı. Fazla uzun ömürlü olamadı oldukça masraflı bir atılım olduğundan ve kimi dağıtım sorunları ile karşılaştığından ama bir iz bıraktı (en azından Orkun Uçar’a bir ilk ödül kazandırdı). Metin çok hayal kurardı ama salt birkaçını gerçekleşebildi: “Nostromo”dan önce birkaç fanzin yayınlamıştı, ilk yazılarını orada yazmıştı biraz ürkerek sonra ise “Nostromo” onun için açık bir alan oldu ve sonunda birlikte iki kitap yazdık (Fantastik Türk Sineması, Erotik Türk Sineması). Üçüncüsünü de düşünüyorduk (Türk Sinemasında Aksiyon) ama olmadı, o Atlas pasajından ayrılıp Anabala pasajına göç etti ben ise başka çalışmalara daldım. Atlas mekan olarak çok iyi idi Anabala ise hiç değildi ama, yine de, Metin ümitli idi pasajı canlandıracağını söyler ve inanırdı ne yazık ki öyle olmadı aksine Anabala “Atılgan”ın sonu oldu. Bu ara film tasarılarına girişti, çok sevdiği “Dünyayı Kurtaran Adam”ın bir devamını (Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu) düşündü, senaryosunu kısmen yazdı, herkese anlattı, tasarı basına yansıdı ama yapımcı bulamadığından – ve bulmak için fazla gayret sarf etmediğinden – tasarı başkası tarafından değerlendirildi. Yılmadı bir başka senaryo yazdı ama yeniden yapımcı bulamadı ve sonunda hiç parasız, sıfır bütçe ile kendi çekmeğe karar verdi. İlkin bir Zombi filmi olacaktı sonradan ise bir “teenslasher”e dönüştürüldü, uygun bir isim de buldu: “Baltam Gelecek Kellen Gidecek”. Çekim üstene çekim yaptı bir ekip kurduktan sonra, iki yıl boyunca, herkese anlattı, çokça kişiyi oynattı, senaryoyu defalarca değiştirdi ama – şansızlık – bitiremedi, kala kala YouTube’daki “teaser” ler kaldı, daha önce çektiği “Mayıs İkintisi”, bir şaka olan “Terror in the City” ve 45 dakikada çekip kurguladığı “Rockxan” ile birlikte. Hayal ettiği şey yaşamını film izlemek ve çizgi roman okumakla geçirmek idi, kısmen de yaptı ama ne yazık ki yaşam başka şeylerden de oluşuyor. Çok kötü bir şaka yapar gibi biz dostlarından ayrıldığında kapsamlı bir kitap üzerinde çalışıyordu: “Kıyamet Sineması”. O da yarıda kaldı başka şeyler, tasarılar, dostluklar ve aşklar ile bir arada. Her yazıya bir son noktası konulur ama ben bu yazıya bir SON noktası koymak istemiyorum hem içimden gelmiyor hem de Metin Demirhan’a yakışmaz. Giovanni Scognamillo

5


Garip Bir Film!

haline getirdim. Rahmetli Hüseyin Baradan çok yorgun olduğu bir dönemde beni kırmamak için dağ başına gelerek filmde rol aldı. Film yapmak, yazmaya Okulun sonlarına çizgi romancı veya çizgi roman doğru yapmaya benzemiyor Kenan Yarar’ın bir kısa hikâyesini tabii. İmkânsızlıklar filmi zayıflattı.kısa Hatta film haline getirdim. Rahmetli Hüseyin bir ara filmi yeniden kurgulamaya karar Baradan yorgun olduğu bir dönemde verdim. çok Zevkine güvendiğim bazı yazar beni kırmamak için dağ başına gelerek dostlarım bu konu için yazdığım maillere filmde Film yapmak, cevap rol bilealdı. vermezken Metin yazmaya filme soveya çizgi roman yapmaya benzeminuna kadar sahip çıktı. Yeni çalışmalarımı yor tabii. İmkânsızlıklar desteklediğini söyledi. filmi zayıflattı. Hatta bir ara filmi yeniden kurgulamaya karar verdim. Zevkine güvendiğim Samimi desteğine rağmen ben zi- bazı Bir dergide kült dükkânının ilanını dostlarım konuzorunda için yazdığım yaretlerime ara bu vermek kaldım. Bir dergide kült dükkânının gördükten sonra ziyaret ettiğim ve ilanını yazar maillere bile vermezken Metin İş hayatıcevap ve sorumluluklar bunun sebegördükten sonra okurken ziyaret ettiğim ve film İzmir’de sinema adresime filme sonuna kadar sahip çıktı. Yeni bidir. Bir keresinde dükkânına uğramış İzmir’de sinema film göndermesini ricaokurken ettiğim adresime adamdı başta çalışmalarımı desteklediğini söyledi. ve cep telefonumun çekmemesi üzerine göndermesini ettiğim adamdı başta Demirhan. Atılrica Altaş’la birlikte “garbageDemirhan. Altaş’la “garbage- telaşlanmıştım, işle ilgili bir telefon beklisupernova” Atıl adını taşıyanbirlikte “doğaçlama” yordum. Samimi desteğine rağmen ben ziTokat gibi bir cevap vermişti: supernova” adını taşıyan “doğaçlama” bir bilim kurgu filmi çekmeyi kafaya ara vermek zorunda kaldım. Burası underground, burada çekmez... bir bilim kurgu filmi ben çekmeyi kafayatele- yaretlerime koymuştuk. O aralar bir İtalyan İş hayatı ve sorumluluklar bunun sebekoymuştuk. O aralar benbirbir İtalyan vizyon kanalında çılgın filme rastlamış Karlı İstiklal Caddesinde yürürken bu bidir. keresinde dükkânına cümleBir uzak durduğum kapılarıuğramış açmıştı televizyon çılgın bir filme ve videoya kanalında kaydedebildiğim bölümünü ve cep telefonumun çekmemesi üzerine rastlamış videoya kaydedebildiğim bütün filmveekibine izletmiştim. Daha son- içimde. bölümünü bütünolduğu film ekibine izletmiştim. ra filmin Tetsuo ve ancak Metin Daha sonra filmin Tetsuo olduğu veçıktı. anDemirhan’da bulunabileceği ortaya cak Demirhan’da bulunabileceği DVDMetin ve VCD’ler henüz yaygınlaşmamıştı; ortaya çıktı. DVD ve VCD’ler henüz VHS arşivler altın değerindeydi. Garip yaygınlaşmamıştı; VHS arşivler altın filmler alışverişimiz işte böyle başladı. değerindeydi. Garip filmler alışverişimiz işte böyle başladı. Metin benim istediğim filmler dışında beğeneceğimi düşündüğü bazı filmler de yolluyordu Metinkarşılık benim beklemeden. istediğim filmler Westdışında beğeneceğimi düşündüğü bazı ern sinemasını çok sevmiyor oluşuma filmler yolluyordu kızmıştı.de“Bir Zamanlarkarşılık Batıda”beklefilmini meden. Western sinemasını çok sevmiyor çekti hemen. Sonra zamanla önce Ken oluşuma kızmıştı. “Bir Zamanlar Batıda” Parker kitaplarına bağlandım. Belli filmini çektiwestern hemen.filmlerini Sonra zamanla başlı bütün Ken’in önce Ken Parker kitaplarına bağlandım. Belli rehberliğinde izledim. Bu aralar paralel başlı bütün western Ken’in“The bir evrende buluşmafilmlerini imkânı olsaydı rehberliğinde Bu aralar Great Silence”izledim. başta olmak üzereparalel kovboy bir evrende buluşma imkânı olsaydı “The sinemasını çok sevdiğimi söylemek isterGreat dim. Silence” başta olmak üzere kovboy sinemasını çok sevdiğimi söylemek isterdim. Okulun sonlarına doğru çizgi romancı Ke6nan Yarar’ın bir kısa hikâyesini kısa film

Garip Bir Film!


telaşlanmıştım, Aylar mı geçti, yıllar işle ilgili mı geçti bir telefon bilmiyorum bekliyordum. ama bir gün Tokat “pat” gibidiye bir cevap dükkânına vermişti: inen Burası merdivenlerde underground, buldum burada kendimi. çekmez... Dükkânı Karlı kapalıydı. İstiklalÇaycı, Caddesinde galiba İzmir’e yürürken gittibudedi. cümle İzini uzak youtube’de durduğumbuldum. kapılarıKısa açmıştı filmlerini ve uzun filminin fragman çalışmalarını koymuştu. Aylar Ne mı zaman geçti, yıllar izleriz mıfilmi geçtiacaba bilmiyorum diye merak ama bir ederken, gün “pat” kötü diye haberler dükkânına gelminen eye başladı. merdivenlerde Geçmişbuldum olsun, sağlık kendimi. olsun Dükkânı derken en kapalıydı. kötüsü geldi. Çaycı, galiba İzmir’e gitti dedi. İzini youtube’de buldum. Kısa Eskiden filmlerini beri nevezaman uzun filminin gerçekten fragman garip bir çalışmalarını film izlesem aklıma koymuştu. Metin Negelir; zaman bundan izleriz filmi sonraacaba da öyle diye olacak merakherhalde. ederken,Ve kötü fakat haberler ne garip gelmeye ki, hayatın başladı. kendisiGeçmiş de o garip olsun, sağlık filmleri olsun pek derken aratmıyor. en kötüsü Bazı kahramanlar geldi. erkenden ölüyor. Eskiden beri ne zaman gerçekten garip bir film izlesem aklıma Metin gelir; bundan sonra da öyle olacak herhalde. Ve fakat ne garip ki, hayatın kendisi de o garip filmleri pek aratmıyor. Bazı kahramanlar erkenden ölüyor. Serdar Kökçeoğlu

Metin Demirhan Tekirdağ’da çekilen Baltam Gelecek Kellen Gidecek filmin setinde kamera kullanırken...


M.K. PERKER İLE CAİRO ÜZERİNE Kasım ayında G. Willow Wilson’ın yazdığı, CAIRO (Kahire) çizgi romanı DC/Vertigo tarafından yayınlandı. Biz de çizgi romanın çizeri M. Kutlukhan Perker ile kitabını ve oluşturma sürecini konuştuk. Gölge: Cairo çizgi romanını çizmeden önce nasıl aşamalar yaşadınız? Yazar mı size geldi, yayınevi “bu çizerle çalışalım” mı dedi, yoksa siz yazarı bulup “bu hikayeni çizebilir miyim?” diye izin mi aldınız, yayınevine “yayınlar mısınız bu kitabı?” diye mi sordunuz? Yani nasıl işlemeye başladı bu çark? M.K.Perker; Hangi çizgi romanın yayınlanacağı ve kimin çizeceği konusundaki kararları editörler alıyor. Herhangi bir albümü bitirip yayıncıya götürüp teklif etmeniz gibi bir durum söz konusu değil. Asla bitmiş bir işi kabul etmiyorlar ve her aşamasında karar mekanizması editörler oluyor. Willow Cairo’yu üç yılda üç kez yeniden yazdı. Son versiyonu okey aldıktan sonra iş kimin çizeceğine karar vermeye geldiğinde teklif bana yapıldı. Gölge: Bu sizin en uzun çizgi romanınız. Çizmek de epey uzun sürmüş olmalı. Ne kadar zamanda tamamlandı Cairo? M.K.Perker; Her ay 20 sayfa teslim ederek 8 ayda 160 sayfayı tamamladım. Birkaç ay da gri tonlarını bitirmem surdu. Ama kapaklar ve karakter dizaynları ile birlikte toplam her şey 1,5 yılımı aldı. Gölge: Yazar ve çizer farklı olduğu zaman çizgi romanda önemli bir yol ayrımı çıkıyor. Yazarın yarattığı mekan, sahne ve kişileri çizerin yeniden yaratması. Yazarla birlikte mi çalıştınız bu süreçte, yoksa “Kutlukhan, ben sana güveniyorum, çizince bir göreyim yeter!” mi dedi?

8 M.K.Perker; Tüm görsel kreasyonları yazarın tariflerinden yola çıkarak ben yaptım.


Ama örneğin bir yerde yazar “şeytani bir varlık” diye açıklama yapmışsa , boynuzlu kuyruklu klasik bir iblis yerine bütün vücudu insan yüzleriyle kaplı bir yaratık çizdim ve editörlere sundum. Onlarda bu farklı yaklaşımları severek kabul ettiler. Konuyla paralel gittiği müddetçe her turlu artistik özgürlüğe sahipsiniz. Gölge: Peki Cairo’yu çizmek için önce Kahire’ye gidip mekanı incelemek gibi bir fırsatınız oldu mu? M.K.Perker; Hayır. Bol bol görsel referans topladım, kitapçılardan Cairo kitapları satın aldım. Gölge: Siz aynı zamanda karikatüristsiniz. İllüstrasyonlar yapıyorsunuz. Hepsi ayrı tarzlarda çalışmalar. Bu çizgi romanın reel çizimlerle yapıldığını göz önüne alırsak daha önce farklı tarzlarda çalışmış olmak çizilerinizi hiç zorladı mı? M.K.Perker; Hayır zorlamadı. Bir kısım çizer bir tarzda iş üretir çünkü o kadar çiziyordur. Bir kısım ise öyle çizmek istediği için öyle çiziyordur çünkü her tarza hakimdir. Ben de ikinci kategoriye giriyorum. Her türlü tarz ve malzemeyi kullanabilirim. Gölge: Cairo’yu Türk çizgi roman severler de yakında okuyabilecek mi? Her hangi bir Türk yayınevi size gelip “bu çizgi romanı yayınlayabilir miyiz?” diye sordu mu? M.K.Perker; Cairo 2008de Leman yayıncılıktan çıkacak. Gölge: New York’da yaşıyorsunuz ve bildiğim kadarı ile de evinizde çalışıyorsunuz. Evde çalışırken insanlar iş konusunda ve çalışma saatleri konusunda daha esnek

9


olabiliyorlar. Sizin evde çalışırken avantajlarınız yada dezavantajlarınız neler? Bir çizer mutlaka evinden mi çalışmalı? M.K.Perker; Bir çizer için en ideal çalışma ortamı kendi evidir. Ama ben çocukluğunu mizah dergilerinde gençliğini de gazetelerde geçirmiş birisi olarak başka insanlar etraftayken de çalışmaktan büyük keyif alıyorum. Gölge: Yıllar önce Gırgır’da başladınız çizmeye. Şimdilerde ise ara sıra L-manyak dergisinde görüyoruz işlerinizi. Bunlar Türkiye’de yayınlansın diye çizdiğiniz hikayeler mi yoksa ABD’de yayınlanan işlerinizi Türk okurlarla paylaşmak için mi burada yayınlanıyor? M.K.Perker; Genellikle insanlar benim LeManyak’da yayınlanan işlerimi önce yurt dışı için çizip sonra LeManyak’a gönderdiğimi sanıyorlar ki bu doğru değil. LeManyak’da yayınlanan işlerim ilk kez orada sonra Heavy Metal’de yayınlandı. Yine LeManyak’da bir yıl süren uykusuz isimli öyküm 2008de Dark Horse’dan albüm olarak piyasaya çıkacak. İnsanların böyle düşünmelerinin önemli nedeni benim çizgilerimde Türk’lük hissinin olmaması. Mesela polisler yabancı polisler gibi ya da evler , binalar yabancı ülkeler gibi. Bu , tamamıyla estetik bir karar. Çünkü ben işlerimin her ülke de anlaşılmasını istiyorum. Eğer konu ile ilgili değilse lokal detaylardan kaçıyorum. Ama örneğin Semt hikayelerini çizerken boğaz semtlerini ve insanlarını çiziyorum. Çünkü konu zaten İstanbul ile ilgili. Bir kaç arkadaş benim Amerikalı tipler, mekanlar çizmemden yakınmış. Bu kişiler hem Türk çizgi romanının kısır döngüsünden yakınırlar hem de hiç bir yeniliğe tahammül


gösteremezler. Fransız çizgi romanı neden gelişmiştir çünkü Fransız çizerler ‘bizde kovboy mu var kardeşim’ demezler ve Western çizgi romanları yaparlar. Bilim kurgu yaparlar. Dünyanın en unlu Western çizgi romanları Fransız ya da İtalyanlar tarafından yapılmıştır. Arjantinli unlu çizer Munoz’un en ünlü karakteri Alack Sinner New York’da yaşar örneğin. Çizgi roman hayal dünyasının haritasında vücut bulur gerçek dünyanın değil. Okuyucu ve çizgi roman eleştirmenleri çizgi romanın yaratılmasında veya tarzların şekillenmesinde söz sahibi değildir, çizgi roman tarihinin kaydedilmesinde söz sahibidir. Burada üretilen işin kalitesinin eleştirilmesinden bahsetmiyorum. Çizgi roman yaratıcılarının hayal gücüne müdahale etme ya da sınıflandırmanın gereksizliğinden bahsediyorum. Gölge: New York’da güzel bir kariyeriniz var. Şimdilerde Türkiye gazetelerinde de karikatürlerinizi görmüyoruz. Takip ediyor musunuz Türkiye’de olan bitenleri. “Şu olaya şöyle bir karikatür çizsem!” dediğiniz günler oluyor mu hiç? M.K.Perker; Zaman zaman oluyor. Gölge: Sizi ve çalışmalarınızı Türkiye’den takip etmeye çalışanlar için yeni projeleriniz olup olmadığını öğrenebilir miyiz? M.K.Perker; Willow Wilson’la yine DC/Vertigo için yeni bir aylık seri hazırlıyoruz. 1 yıl sonra piyasaya çıkmaya başlayacak. Gölge: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz M.K.Perker; Ben de hem bana yer ayırdığınız hem de çizgi roman sanatı için göstermiş olduğunuz emek ve heyecan için çok teşekkür ederim. Ünlü Meksikalı çizer Aragones’in söylediği gibi “Comics is our brotherhood”


TORA

Yazan-Çizen; Cem Vural





KIŞ GELDİ, AŞK BİTTİ Suzy, New York şehrinin meşhur ayazından kaçıp da kafeden içeri girince, epey rahatladı. Buraya ulaşabilmek için on beş dakikalık bir mesafeyi yürümesi gerekmiş, sıkıca giyinmiş olmasına rağmen, üşümüştü. Ortamın sıcak havası yüzüne çarpınca buğulanan gözlük camlarını, boynundaki yumuşak atkıyla sildikten sonra etrafa bakındı. Aradığı kişinin, mekânın sağ tarafındaki masalarından birinde, tek başına, oturduğunu gördü. Ona doğru yöneldi. “Merhaba Betty,” dedi ve masanın diğer tarafındaki, bir ucu duvara yaslanmış, iki kişilik kanepeye oturdu. “Selam.” Betty’nin sesi her zamanki samimiyetinden yoksundu. Yolunda gitmeyen bir şey var, diye düşündü Suzy. Yakası kürklü mantosunu çıkarıp, kırmızı renkli suni deri kaplı kanepenin üzerine bırakırken, “Nasılsın?” diye sordu. “İyiyim…” dedi Betty. Kısa bir sessizlik oldu. Bu esnada sigarasından derin bir nefes çeken Betty, mavimsi gri renkli dumanı kafenin tavanına doğru üfledi. “Sen nasılsın Suzy?” “Dışarıdaki rüzgârdan kaçabildiğime sevindim. Ama itiraf edeyim buraya gelirken daha mutluydum. Seni görebileceğim için seviniyordum…” “Ve işte şimdi beni gördün… Ancak gördüklerin pek de hoşuna gitmedi, öyle mi?” “Neyin var Betty? Gerçekten iyi misin?” Servis yapan bayan garsonlardan biri masaya gelince, her ikisi de sustular. “Yeni bir siparişiniz var mı, diye sormak istedim.” Betty, yudumlamakta olduğu kahvesinin tazelenmesini istedi. Suzy, bir porsiyon elmalı turtanın yanında sıcak çikolata sipariş etti. Henüz tam anlamıyla ısınabilmiş değildi. “Evet, seni dinliyorum…” “İyi ama ben konuşmuyorum ki…” “Doğru, konuşmuyorsun Betty ama kafanın içinde neyi, nasıl söylemen gerektiğini tasarladığını gayet iyi biliyorum. Unutma, altı aydan daha uzunca bir süredir tanışıyoruz ve ilişkimiz, basit bir arkadaşlıktan çok öte… Söylesene kızım kafandakileri… Ne diye meraklandırıyorsun beni…” “Biliyor musun, her zamanki gibi sabırsızsın ama bir o kadar da sevimlisin… Böylesine telaşlı ve aceleci bir karakterin varken, nasıl olup da daima şık ve bakımlı olabildiğini hiç anlayamıyorum.”

16


“Konuyu değiştiriyorsun ama söylediklerin hoşuma gitti…” Suzy, her iki kolunu da havaya kaldırıp, mekândaki müziğin ritmine uygun şekilde, oturduğu yerde kalça ve omuzlarını iki yana salladı. Gövdesini sıkıca saran krem rengi boğazlı kazağı, her erkeğin kolayca dikkatini çeken dolgun göğüslerini ve biçimli vücudunu gözler önüne seriyordu. Hafifçe gülümseyen Betty, “Harika görünüyorsun şımarık kız,” dedi. Suzy’yi izlerken gözlerinde hayranlık vardı. “Beni neşelendiriyorsun…” Masanın üzerine dirseklerini dayayıp, başını karşısındaki kadına yaklaştıran Suzy, “Hayır Betty, seni neşelendirmiyorum, seni seviyorum! Dolayısıyla seni hep mutlu görmek istiyorum, mutluluğunda benim de payım bulunsun istiyorum,” dedi ve sağ elinin işaret parmağıyla Betty’nin burnuna dokundu. Üzerindeki tedirginliği azaltmış, ortamı yumuşatmış, karşısındakini gülümsetebilmişti. Kendini daha iyi hissediyordu. Her iki kadın da gülümseyerek birbirine bakarken, siparişler geldi. İçeceklerini duyumlarken, Betty bir sigara daha yaktı. “Beni sevdiğini ve bu konuda bana karşı hep dürüst olduğunu gayet iyi biliyorum Suzy,” dedi. “Güzel… Geçen Cumartesi gecesini hatırladıkça hâlâ heyecanlanıyorum. Ne dersin, benzer şeyleri bu hafta sonunda da yaşayabilecek miyiz?” “Suzy, beni dinle lütfen…” Turtasından yeni bir parça kesmek üzere olan Suzy, çatal ve bıçağını tabağının kenarına bırakıp, arkasına yaslandı. Sıkıntılı bir durumla karşılaşacağını anlamış, ciddileşmişti. Demek biraz önceki çabaları yetersiz kalmıştı. Betty, aklından geçenleri dile getirmekte ısrarcı davranacaktı. “Galiba, ben de bir sigara yaksam iyi olacak,” dedi Suzy. Uzandı, Betty’nin masanın üzerindeki paketinden bir sigara aldı. “Bak Suzy, çok hoş ve birlikte vakit geçirilmesi son derece keyifli bir insansın. Geçmişte çok güzel günlerimiz oldu. Hatta aramızda sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal bir ilişki de vardı.” Suzy, sigarasından derin bir nefes çekip, dumanını edepsizce Betty’nin yüzüne üfledi. Tanrım, terk ediliyorum, diye düşündü. Her şey öylesine açıktı ki, midesi ekşimeye başladı, kalp atışları hızlandı. Sol eliyle kazağının boğazını çekiştirdi, terlemişti. Betty’nin iri gözlerine bakıp, “Geçmiş zaman kipi kullanmandan hiç hoşlanmadım,” dedi. “Bunu söylemenin benim için kolay olduğunu mu sanıyorsun? İnan ben de çok üzgünüm… Dün akşam, saatler boyunca yatağımda uzanıp, sadece tavana baktım ve

17


nihayetinde başım ağrıyana dek, düşündüm.” “Sonuçta beni terk etmeye karar verdin, öyle mi?” Suzy’nin gözleri buğulanmıştı. “Yapma Suzy, lütfen böylesine duygusal davranıp, olayı daha da zorlaştırma.” “Ben mi zorlaştırıyorum? Saçmalama Betty…” Ses tonu umduğundan daha sertti. “Asıl sen benim için hayatı zorlaştırıyorsun. Oysa geçmişte, senin anlayışın ve desteğinle, babamın karargâhında görev yapan ve hiç tereddüt etmeden beni bir başka kadınla aldatan o serserinin neden olduğu buhranı atlatabilmiş, bana olan sevgin sayesinde, yaşamdan yeniden keyif almaya başlamıştım. Çünkü o anda da - tıpkı şimdiki gibi - teselli edilmeye, avutulmaya, şımartılmaya ve sevilmeye ihtiyacım vardı.” “Kapat bu konuyu şimdi; Yüzbaşı Tom’dan benim de hiç hoşlanmadığımı biliyorsun. O ana kuzusu kendiden başka kimseyi sevemez. Üstelik o it herifin sayesinde dost olmadık mı? Yaşadıklarımıza bir de bu açıdan bak… Ondan uzaklaşırken, bana yaklaşmadın mı?” “Keşke hiç tanışmasaydık! Böylece bir defa daha terk edilme acısına katlanmak zorunda kalmazdım.” Sustu. Acımasızca ve bencilce laf ettiğinin farkına varmıştı. Sigarasından derin bir nefes çekip, dumanını olabildiğince uzun bir süre ciğerlerinde tuttu. Biraz önce alkollü bir içecek sipariş etmediğine pişman oldu. Yeniden konuşmaya başladığında sinirliydi. Hem Betty’e, hem de kendine kızıyordu. “Toplum tarafından kolayca kabullenen çok sıradan bir ilişkimiz olmadığını ben de biliyorum. Ama umurumda bile değil, anlıyor musun? Seninle birlikteyken mutluyum, başka birine ihtiyacım yok. İlişkimizin nereye kadar devam edeceğini ben de bilmiyorum ama bugün mutluyum. Bugünün keyfini sürebilmek varken, yarının ne gibi zorluklar getirebileceğini düşünerek zaman kaybetmek istemiyorum. Meğer yarın, bugünden de yakınmış…” Suzy arkasına yaslanıp her iki kolunu birbirine kavuşturdu. Asabi gözlerle etrafındaki insanlara baktı. Her biri kendi dünyasına dalmış olan diğer müşteriler, öylesine uzaktaydılar ki, kendini çok yalnız hissetti. Ağlamak istemiyordu fakat yeniden konuşmaya başladığında, istem dışı olarak gözlerinden yaşlar süzüldü. Kontrolünü kaybetmişti… “Seni tüm benliğimle sevmiştim Betty… Hâlâ da seviyorum. Bunu bana neden yapıyorsun?” “Yapma Suzy… Ağlamaktan da vazgeç. Benim sana yaptığım hiçbir şey yok! Tamam, kabul ediyorum, güzel, hatta harika günlerimiz oldu. Ama artık buna bir son vermemiz gerekiyor… Öylesine büyük bir tutkuyla bağlandın ki bana, ben artık korkar oldum. Diğer taraftan o derece sevgi dolu bir yüreğin var ki, eminim çok kısa bir süre içinde yeni biriyle tanışacak, hayatına onunla devam edeceksin. Üstelik başka sebepler de var…” “Başkasını değil, seni istiyorum ben!” Suzy bağırmamak için kendini zorluyordu. “Benim için hiç kimse senin kadar değerli değil, olmadı da… Üstelik bu aşağılık erkek neslinin neler yapabileceğini, nasıl da acımasız ve duygusuz olabileceklerini, akıllarında cinsellikten ve paranın sağladığı güçten başka hiçbir şey bulunmadığını sen öğrettin

18


bana… Kimse senin kadar iyi anlamadı beni… Hatta Tom’un bana, yalnızca babamdan terfi alabilmek için yaklaştığını sen gösterdin. Hatırlamıyor musun, nasıl da mutluyduk birlikte, o nefis şarkının ‘Erleri yendim, kız başıma!’ mısralarını söylerken… Kadın olmanın güzelliğini seninle keşfettim. Yeniden tek başıma kalmak istemiyorum…” “Bunun farkındayım. Ama sana verebileceğim bir şey kalmadı. Ancak şunu hiç unutma, ben de seni sevdim…” “İyi ama niçin terk ediyorsun beni öyleyse… Neden şimdi, tam her şey harika bir biçimde yolunda giderken? Sana ihtiyacım var Betty, lütfen beni bırakma… Sensiz hayat anlamsız!” Suzy, başını önüne eğdi. Her iki eliyle yüzünü kapatıp, hıçkırarak ağlamaya devam etti. Betty, bu kadar zor olacağını daha önceden tahmin edemediği için kendine kızdı. Ancak kartlar masaya saçılmıştı bir kere… Belki de kalkıp gitmek daha doğru olurdu, fakat o asla tasvip etmediği taşyürekli maço erkeklerden biri değildi. O bir kadındı ve bir kadın gibi şefkatli ve anlayışlı davranmalıydı. Genç kızlık dönemindeki duygusallığı bir türlü atlatamayan, bir türlü olgunlaşamayan Suzy’le çok zor ama bir o kadar da heyecanlı ve anlamlı bir ilişki yaşabileceğini ta başından beri biliyordu. Keşke yanılmış olsaydım, diye düşündü. Her zaman olduğu gibi olgun ve anlayışlı davranmalı, kadınların erkeklerden nasıl da üstün olduğunu sadece lafta değil, davranışlarıyla da ispat edebilmeliydi. Bulunduğu kanepeden kalktı, Suzy’nin yanına oturdu. Kolunu onun omzuna atıp, Suzy’nin başını kendi gövdesine yasladı. “Ağlama bebeğim, sana kıyamam,” dedi. “Sana bunları yaşatan bir erkek olsaydı, hemen gidip, burnunu kırardım. İlişkimizin bu safhaya geleceğini inan ben de bilmiyordum. Ben senin gibi kültürlü ve iyi eğitim almış biri değilim. Ama ben de senin gibi, yaşamayı seven bir kadınım. Hatta hayatı senden daha iyi tanıdığımı iddia edebilirim. Fakat artık yeter, yoruldum Suzy. Boş yere yıpranmak ve gerektiğinden fazla mücadele etmek istemiyorum. Bu lanet olası şehirde ne işim var benim? Kararım kesin, Kanada’ya geri döneceğim…” dedi Betty. Suzy, başını kaldırıp, avuç içleriyle gözyaşlarını sildi. Betty’nin gözlerine baktı. “Buna inanmıyorum,” dedi. “Üzgünüm bir tanem, ama gerçek bu… Yirmi dört saat boyunca ışıklarını hiç kapatmayan bu şehrin artık benim için hiçbir cazibesi kalmadı. Daha fazla dayanamıyorum. Basit bir hayat sürebilmek için günümün on küsur saatini iki ayrı işte çalışarak geçirmek istemiyorum artık.” “Yanlış anladın, Kanada’ya dönecek olmana inanmıyor değilim. Hayatın zorluklarına daha fazla katlanamadığın için bu şehri, dolayısıyla beni terk edecek olmana inanmıyorum.


Ontario’lu o kaptan bozuntusuna geri dönüyorsun, değil mi?” Suzy, hüzünlü ve çaresiz fakat gerçeği öğrenmek isteyen meraklı gözlerle Betty’e baktı. Betty, “Ontario’lu kaptan mı?... Ha evet, Swing’i kast ediyorsun… Yapma be güzelim, ben onu unutalı, çok oldu. Dönünce Quebec’e yerleşeceğim. Üstelik hangi erkek senin yerini tutabilir ki?” dedi. Suzy’nin başını ellerinin arasına aldı. Parmak uçlarıyla yanağından süzülen gözyaşlarını kuruladı. Hafifçe gülümsedi. “Şu halinle bile öylesine güzelsin ki…” dedi ve devam etti. “Ben ölene dek gönül bahçemin en değerli gülü sen olacaksın. Suzy, seni hep sevdim, daima da seveceğim.” Betty dudaklarını karşındaki kadınınkilere yaklaştırırken, Suzy de kollarını onun beline doladı. Söyleyecek sözleri kalmamış, her ikisinin de yaşadığı hüzün, yerini, tahrik eden bir heyecana bırakmıştı. Göz göze gelip, yakınlaştılar. Dudakları birbirine dokununca gözlerini yuman Suzy, o anda yaşadığı şehvetle yüzünün kızardığını hissetti. Oysa yanılıyordu… Dünyaca ünlü terör örgütünün kafede bulunan militanı, birkaç dakika önce son duasını tamamlayıp, insanlığa çok büyük bir hizmet yaptığına inanarak, vücuduna bağlı patlayıcıların fünyesini ateşlemiş ve bir anda ortamı cehenneme çevirmişti. Altı metre ötesindeki patlamanın etkisiyle, yüzü kavrulan ve sevgilisinin kollarındayken ölüme giden Suzy, mutlu öldü.

20

Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com


Neden Çizgi - roman Okuyoruz ? Gerçekçi olayım, ben bu başlıkta bir yazı görsem hayatta okumam. “Neden çizgi roman okuyoruz”muş? Bak bak! “Nedenmiş hayatım, söyleyiver hele” diye içimden dalgamı geçer sayfayı çeviriveririm. Ancak mecbur kaldık, şartlar bizi bu başlığa yönlendirdi, yağmur yağdı böyle oldu. Sayfayı şu anda çevirirsen de hiç gocunmam söyleyeyim. Çok kötü bir başlıkla başlayınca insanın tüm enerjisi de çekiliyormuş demek ki? Neden çizgi- roman okuyoruz biliyor musunuz/Ben biliyorum/ Siz bilmiyor olabilirsiniz/Sizin yıllardır otomatik yaptığınız işi ben düşünüp çözdüm/ Size de birazdan neden çizgi-roman okuduğunuzu anlatacağım… Yok hayatım yok. Hiçbiri değil. İki çift konuşacağız sadece. Okumayı kesmediğin için de teşekkürler bu arada ama hala sayfayı çevirebilirsin, dediğim gibi alınmam ben. Üstteki paragrafı okuduğumuzu unutup baştan başlıyoruz mevzua. Neden çizgi-roman okuyoruz hakkında düşünürken, “Neden çizgi-roman okumamızın bir sebebi olmalı ki?” sorusunu sormamak elde değil. Bu sorunun hemen akabinde “Neden illa bir sebep arıyoruz, sadece okumak yeterli değil mi?” diyerek konuyu çıkmaza götürebilir, bir kademe daha yükselip “Çizgi-roman okumamızın altında yatan sebepler varsa, bunları tanımlayarak ne tür bir fayda elde edebiliriz?” sorusu ile sorunun kaynağına inebiliriz. Kafanız acımaya başladı mı? Sayfayı çevirebilirsiniz demiştim. Bu saatten sonra çevirme. Konuya girdik artık. Efendi gibi okuyalım. Az kaldı. Son sorunun cevabını arayalım. Çizgi-roman okuma sebeplerini bulmamızın bir faydası var mıdır? Dürüst olursak, bana bu şekilde bir yazı yazma fırsatı vermesi açısından bireysel bir fayda söz konusu olsa da insanlığa bir katkısı yoktur diyebiliriz.


Ne yani, çizgi-roman okuma sebeplerinden birini bularak (ki diyelim bu sebep novalgin isimli ilaç olsun) bu sebebi kullanıp çizgi-roman okuyucularını mı arttıracağız? İnsanlara novalgin vererek çizgi-roman okumalarını sağladığımızda, çizgi-romanın okurkenki ayinsel havasına gölge düşmeyecek mi? Düşecek güzelim, biliyorum ben. Düşer yani. Kesin düşer. Yüzde yüz. Çizgi-roman okumak ve okuyucusu olmak zaten genellikle çocukken başlayan bir keşif iken, çizgi-roman okurunun bir gün mutlaka bulacağı masallar ülkesine giden bir patika iken, amaç zaten o patikada sürekli yürümek ve etrafı seyretmek iken, sen adamı direkt masallar ülkesine ışınlarsan o işin büyüsü bozulur tabii. Belki masallar ülkesi bile yok, biz o patikada yürümeyi seviyoruz belki deyip, simgesel anlatımın tüm gizeminden faydalanıp devam edelim… “Novalgin diyerek örneği marjinalleştirdin, yazıyı balla kesip konuyu değiştirdin” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, sebepleri aramaya devam edelim. Belki de bu sebeplerden biri, çocukken mutlaka çizgi-roman okumuş olmak dolayısı ile çocuklara çizgi-roman okutmak olabilir. Her şeyin başlangıcı çocukken kaptığımız o çizgi-roman virüsü olabilir. “Milli Eğitim Bakanlığı onaylı ve tavsiyeli bir Zagor çizgi-roman okuyucusu sayısını arttırabilir miydi acaba?” dediğinizi duyar gibiyim. Arttırırdı tabii oğlum. Var ya, coşardı memleket. Herkes çizgi-roman okuyor, çizgiroman yayınlayan yayınevleri artmış, Tay Yayınları borsada en değerli şirket olmuş, tüm dünyadaki çizgi-romanlar Türkçeye çevrilmiş, Zagor hidayete erip Müslüman olmuş bile olabilirdi. “Ya hocam bizim hiçbir şey dediğimiz yok. Neden dübürden bizim bir şeyler söylediğimizi duyar gibi olup kafana göre esip gürlüyorsun” dediğinizi duyar gibiyim. Ehm. Yok öyle bir şey. Ancak hiçbir zaman unutmamalıyız ki bizler kusurlu canlılarız. İd’imiz, ego’muz, süperego’muz var. (Süper Ego diye nefis bir kahraman yaratılabilinir. Tüm yerli senaristlere duyurulur. İsmi Egemen. Aynen Julia gibi kriminal, psikanalizci, freudyen bir dedektif.) Ve egomuzu yelleyen kuvvetli bir unsur da alt kültürün, azınlığın, farklılığın cazibesi. Oysa alt kültürü oluşturan çizgi-roman okuyucu kitlesinin teknik olarak, silah sever ‘Avcılar Kulübü’ndeki üyelerinden, “Bilmem Nereli Katolik Gay Fırın Ustaları Derneği”nden farkı yok. Hepsinde aynı aidiyet duygusu çıkıyor karşımıza. Çizgi-roman okuyan kitlenin nispeten kültürlü, naif, (hadi biraz torpil de yapalım) nefis, şahane, şokella gibi insanlar olması başka bir konu. Bu böyleyken, arabasında “ya sev ya terk et” yazan adam çizgi-roman okursa ben kendimi nasıl ondan farklı tanımlayacağım? Nerde kaldı benim entelektüelliğim? Hadi, çalıştığınız şirketin toplantısında patronun, Martin Mystere’den alıntı yapması ya da bindiğiniz uçağın pilotunun “Canına yandığım/Puxa vida” demesi müthiş gözüküyor tamam da, peki bunu herkesin anlayabiliyor olması? Sadece ben müstehzi bir şekilde gülecekken, herkesin makaraları koyuvermesi?! Ertuğrul Özkök gibi “gelin


itiraf edelim” demeyeceğim merak etmeyin. Burada kesip sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorum. Maazallah çizgi-romanın yaygınlaşması bolluk, ulaşabilirlik gibi faydalarla birlikte, varoluşsal ve içsel bir takım kaygıları da beraberinde getiriyor. Corto Maltese okuyan Frankofon’un bir mahalle pazarından çizgi-roman alırken çektiği acı geliyor gözlerimin önüne. “Hocam daha yeni çıktı yayınevinden, iki sayı yapayım mı?” Katıksız saf bir dram. Peki, çözüm ne? Doğruluğuna şahadet ettiğim az sayıdaki görüşlerden biri şu: “Su akar yatağını bulur”. Şu anda aldığınız maaş, arabanızın markası, arkadaşlarınızın sizi sevip sevmemesi, eşinizin güzelliği, her ama her şeyin sorumlusu sizsiniz. Az maaş alıyorsanız ya da aldığınızı düşünüyorsanız, üstünüzdeki adam patrona yalakalık yaptığından ötürü, ya da patronunuzun cimri olmasından ötürü değil, siz o kadarını hak ettiğinizden ötürü o maaşı alıyorsunuzdur. Siz o kadar maaş alabilecek birisiniz. Eğer daha fazla parayı hak etseydiniz zaten daha fazla para alıyor olurdunuz. Çizgi-roman da tıpkı üstteki görüş doğrultusunda yolunu bulacak, ona yapılacak tüm yapay müdahalelerden zerre etkilenmeyecek buna karşın doğal gelişimini ve seyrini izleyecek bir kültür. Çizgi-roman kültürü şu an olması gerektiği yerde. Olması gereken otomatik olarak olduğundan, olması gereken yer burası zaten. “Zagor’un olayı bitiyor abi, tekdüze oluyor. Az okunuyor, geçmişte daha çok okunuyordu, belki ileride hiç okunmayacak, iyice marjinalleşecek, güdük kalacak…” Tüm bu saptamalar üzerinde konuşulması kimi zaman zevkli de olsa gereksiz ve sonuca etki etmeyen geyik argümanlar olarak kalmaya mahkûm. Gerçek olan şu anda elimde tutup okuduğum Zagor’un Timber Bill ile olan eski bir macerası. Salak Timber Bill Zagor’u tanımıyor ve ona meydan okudu. Zagor kıracak şimdi çenesini.

Sıtkı Sıyrıl www.sitkisiyril.blogspot.com

23









Devam edecek


II. Bölüm: Bir İndirim Sezonu Rüyası Hayat beklenmedik sürprizlerle doludur ve bunların çoğu da kötü sürprizlerdir. Ancak o gün Murat’ın başına gelen, ikinci ve az bulunan türdendi. Kırk beş yıl süren köle hayatı sonunda özgürlük; bir rüya gibiydi, ya da daha çok bir sanrı. Emin olmak için okuyucunun oynatma düğmesine dokundu, az önce harfler yine birer birer belirmeye başladı. Tüm yazılanları bir kez daha okuduktan sonra VDyi çıkarıp gerçekliğini sınamak istercesine ona baktı. Sanki gözünde optik bir lens bulunuyormuş, ya da bir çeşit süpermarket kasasıymışçasına, barkod ya da ona benzer bir şey aradı. Tek bulduğu, üzerine Türkiye AŞnin logosunun işlenmiş olduğu bir hologramdı. Bir veridiskinin gerçekliğini sınamaktan vaz geçip, her şeyi olduğu gibi kabullendi ve düşüncesini başka bir yöne kaydırdı. “Öyleyse bugün –ve bundan sonraki her gün tatil.” diye söylendi kendi kendine. Motoru çalıştırıp hızırı harekete geçirdi ve sabahın köründe yılanlı bir adam yüzünden yarıda bıraktığı uykusunu tamamlamak umduyla dairesine geri dönmek üzere yola koyuldu. Yol boyunca bundan sonra ne yapacağını düşündü. Kırk beş yıldır taksiciydi, hatta tüm hayatı bu işten ibaretti ve o da ortadan kalkınca yapacak

fazla bir şeyi kalmayacaktı. Bu, büyük bir boşluk demekti. Bir ara korkuya kapılıp, emeklilik hakkından vaz geçmeyi düşündü. Neyse ki, hiç tatmadığı hislere olan merakı galip geldi ve tekrar emeklilik yönünde karar aldı. Bu özgür irade dedikleri neydi? Bir android olarak bunu tatma şansı pek olmamıştı, en fazla hızırının hidroliklerindeki sorun yüzünden tamirhaneye gittiğinde “Yeni çıkan Pars AES modelimizi denemek ister misiniz?” gibi önemsiz sorularda hissedebilmişti bunu. Oysa ki Murat daha fazlası olduğunu biliyor ve istiyordu, ya da iyimser bir tahminle daha fazlası olduğunu düşünüyordu. Kendi kendine yaşadığı kısa bir fikir çatışmasının ardından “özgür irade” nin bundan çok daha fazlası olduğuna kanaat getirdi. Aksi takdirde yaşamın hiç bir anlamı olmaz, diye düşündü. Sabah trafiğe yakalandığı yolları izleyerek yaşadığı apartmanın seksen dokuzuncu kata geldiğinde hızırı iskeleye sabitleyip dışarı atladı. Açık olan cam kapıdan geçip koridora çıktı ve aceleci adımlarla kendini içeri attı. Her şey sabah bıraktığı yerdeydi. Etrafı toplamak için daha çok zamanım olacak dedi ve hiç bir şeye dokunmadı. Usulca yatağa kıvrılırken, başına geçirdiği rüyamatiği, yirmi iki


milyon farklı rüya olasılığı arasından –bu, daha önce kullandığı modele göre iki milyon daha fazla rüya demekti- kendisine mutluluk veren bir tanesini göstermesi için programladı ve uykuya dalmak üzere gözlerini kapadı. Birkaç dakika sonra uçsuz sarmaşıklar ve tepesi olmayan ağaçlarla çevrili bir bahçenin ortasındaydı. Ufka doğru baktı, sonu yoktu. Hafif bir rüzgâr yanaklarını okşarken burnuna taze çiçek kokuları geliyordu. Gökte koca bir göz gibi parıldayan güneş, bir ilkbahar sabahındakinden farksızdı. Yerdeki otlar özgürce büyümüştü ama vahşi değildi, adım atmak için hareketlendiğindeyse hızla açılıp yol verdiler. Daha dikkatli baktığında yeşilden başka renklerin de olduğunu gördü. Her yerden, her noktadan renk renk meyveler fışkırıyordu. Dayanamayıp başının üzerindeki dalda salanan bir tanesini almak istedi. Yaprakların arasına gizlenen hain bir diken elini kanattı, anlık bir refleksle

elini çekiverdi. Parmağından damlayan kan yere değdi. Tüm toprak bir anda kurudu. Ağaçlar hızla kuruyup içleri boş birer kütüğe dönüştüler. Tüm çürüyüşün kokusu yükselen sıcaklıkla birleştiğinde boğucuydu. Eden, birden kurak bir çöl oluverdi. Karanlık üzerine çöktü ve hiçbir şey görmez oldu. El yordamıyla ilerlemeyi denedi, ancak her dokunuşunda eli bir dikene gitti. Birkaç adım sonra elleri büsbütün kanıyordu. Rüyamatiğin canı cehenneme. Sanırım bu yeni aldığım şeyin ayarı bozuk, faturasını nereye koyduğumu bulabilirsem gidip değiştirmeliyim. Rüya –ya da kâbus- beni o kadar yordu ki, kendimi sabahkinden de güçsüz hissediyordum. Ama sonra, emeklilik durumumu hatırladım ve bir an önce bu işi sonlandırmak üzere yataktan doğruldum. Utku TÖNEL kendime.blogspot.com

33


Edepsiz Ama Gerçekçi Bir Gençlik Komedisi “Superbad”

Son birkaç yıldır Amerikan sinemasında Judd Apatow’un adı sıkça anılır oldu. Daha önce de özellikle Freaks and Geeks dizisi ile tanınan bir isim olsa da Apatow esas ününü 40 Yıllık Bekâr (40 Year Old Virgin) film ile yaptı. Bu sezon da Kaza Kurşunu (Knocked Up) filmi ile karşımıza gelen Apatow bu süreçte kendi film şirketini de kurdu ve yapımcılığa da ağırlık vermeye başladı. İşte Çok Fena (Superbad) da Apatow Productions’un arkasında olduğu bir film. Bu filmde Apatow sadece yapımcı olarak yer alsa da film Apatow’un diğer filmleri ile bazı ortak noktalar taşıyor . Herhalde Apatow’un filmi kabul etmesinde önemli bir etken bu.

34

Superbad’e aslında 80’lerde altın çağını yaşadığını söyleyebileceğimiz edepsiz gençlik komedilerinin günümüze uyarlanmış bir çeşitlemesi olarak da bakılabilir. Zaten film de jeneriğinden itibaren bu bağlantıyı vurguluyor. Yakın geçmişte bu tip komedilerin mirasçısı Amerikan Pastası (American Pie) serisi olmuştu. Nedir bu tip filmlerin hikâyesi? Genellikle çok basittir aslında. Yaşları itibariyle vücutlarındaki kan beyinlerinden ziyade vücutlarının başka bölgelerine (!) akmakta olan bir grup genç oğlanın tek amacı kızları yatağa atmaktır. Biraz da tam ergenliğin göbeğinde oldukları için gayet de biçimsiz fiziksel görünümlere sahip olan bu oğlanlar doğal olarak okulun en güzel kızlarına kafayı takmış vaziyettedirler. Film boyunca oğlanların amaçlarına ulaşmak için çabalamasını izleriz. Filmin sonunda da bu oğlanlardan bir ya da birkaçı amacına ulaşmış olsa bile her şeyin seks olmadığına dair ahlakçı bir mesaj da ihmal edilmez. Eh belki de gerçekten de erkeklerin yaşamında böyle bir dönem olduğu için bu tip filmlerin modası geçmiyor. Apatow’un yazıp yönettiği bundan önceki iki film benzer bir temayı daha orta yaşlı erkeklerin dünyasına taşıyarak belki de erkeklerin içindeki o ergen oğlan


çocuğunun hiç büyümediğini söylüyordu. Bu kez hikâye tam da ait olduğu döneme yani ergenlik dönemine alınmış. Bu arada bir parantez açalım. Aynı dönemi kızların bakış açısından gösteren çok az film izliyoruz. Bir kadın senaryo yazarı ve yönetmen olaya el atsa çok keyifli filmler çıkabilir ortaya. Bu tip filmlerde konusu gereği fazlasıyla belden aşağı espri ve konu ile ilgili iğrençlikler yer alır, hikâye de zaman zaman akla mantığa sığmayacak yerlere doğru gider. . Superbad, kimi sahnelerde edepsiz espriler konusunda sınırları zorlayabilecek duruma gelse de olayı iğrençliğe doğru ilerletmiyor ve öykü öyle bir noktada bırakıyor ki gerçek yaşamda da çok benzer şeyler olabileceğine inanıyorsunuz. Senaryo yazarlarının hikâyeyi yazmaya 13 yaşında başlamaları da bu gerçeklikte pay sahibi olmalı. Ayrıca başroldeki üç genç oyuncu çok başarılı bir kasting sonucu seçilmiş. Aklı bel altından başka hiçbir şeye çalışmayan ve gayet edepsiz olan Seth (Jonah Hill), daha mantıklı ama utangaç Evan (Michael Cera) (ki bu iki karakter adlarını senaryo yazarlarından alıyor) ve daha fazla “nerd” denilen tipe uygun olan Fogell (Christopher MintzPlasse) her biri bir yandan çok klişe tipler gibi gözükse dediğer yandan bir liseye gittiğinizde benzerlerine rahatlıkla rastlayabileceğiniz tipler. Bunların âşık olduğu kızlar da yine başarılı bir tercihle çok abartılı fiziksel özellikle olan kızlardan seçilmemiş. Supermodel gibi değil gerçekten de bir lisenin güzel kızları olarak arzı endam ediyorlar perdede. Filmin diğer önemli iki karakteri de iki polis karakteri. Birini aynı zamanda senaryo yazarlarından Seth Rogen’in canlandırdığıbu iki polis karakteri

Apatow’un yönet men olarak imza attığı diğer filmlerdeki hiç büyümeyen erkek çocuklarının bir uzantısı adeta. Polislik gibi bir meslekte olmalarına karşın hala tam da yanlarındaki Fogell gibi tümüyle eğlence peşindeler. Filmde çeşitli yerlerde bu hiç büyümeyen erkek çocuğu tipleri bir kaç kez daha ortaya çıkıyor. Film tam da beklentilere uygun bir şekilde noktalansa da oraya gelene kadar oldukça güldürüyor. Her ne kadar bir filmi yönetmeninden çok yapımcısı ile özdeşleştirmek çok uygun olmasa da belli ki Judd Apatow filme epeyce ağırlığını koymuş ve bir süredir devam ettirdiği edepsiz ama gerçekçi ergen komedileri serisine bir yenisini eklemiş (ergen komedisi tabiri için kahramanların ergen olması gerekmiyor, düşünüş biçiminin öyle olması yeterli). Filmdeki cinsel espri dozundan rahatsız olmayacak ve türe zaafı olanların mutlaka bir denemesi gerek.

Hasan Nadir Derin sinemamanyaklari.wordpress.com

35


Yumurta Bol ödüllü bir Türk filmi, ‘Yumurta’, 9 Kasım’da vizyona girdi. Daha önce Meleğin Düşüşü’nden tanıdığımız Semih Kaplanoğlu, Yumurta’nın yönetmeni ve senaristi. Karşımızda Nuri Bilge Ceylan filmlerine yakın bir tarzda, özellikle göze hitap eden bir film var. Filmde görüntüler ön planda. Bazı sahneler, fotoğraf tadında, saniyeler boyunca izleniyor. Belki de bu yüzden kolay anlaşılacak bir film değil Yumurta, en azından benim için. Fotoğrafçılıkta, ‘anlamı olmayan hiçbir şey o kareye girmez,’ denir. Sinemada da aynı mantığın hâkim olduğunu düşündüğümden (tabii ki herkesin farklı görüşleri olabilir) bazı sahnelerin neden filmde yer aldığını anlamadığımı söylemeliyim. Bu durum, filmi izlemekten aldığım zevki, önemli ölçüde azalttı. Elbette filmin her sahnesini yönetmenin çekerken hissettiği biçimde algılamak zorunda değil hiçbir seyirci, ama sanırım en azından kendince bir şeyler çıkarabilmeli. Film, Yusuf karakterinin uzun yıllar önce terk ettiği küçük kasabasına, Tire’ye, annesinin ölümü üzerine geri dönmesini anlatıyor. Ana karakter Yusuf, ilk şiir kitabı ‘Bal’ı çıkardığında büyük bir başarıya ulaşmış, ödüller almış fakat daha sonra bu başarısını sürdürememiş. Şiir yazmayı bırakmış. İstanbul’da bir sahaf dükkânı açmış, hayatına bu şekilde devam ediyor. Yusuf’u sahaf dükkanında gördüğümüz kısa sahnede. hayattan bezmiş bir profil çıkıyor karşımıza. Para kazanmak, yaşamını sürdürmek sanki o kadar önemli değil. Hayattan beklentileri azalmış ya da hayattaki amacını kaybetmiş. İşte tam bu ruh halindeyken Tire’den bir telefon geliyor ve uzak akrabası Ayla, annesinin ölümünü haber veriyor. Bunun üzerine apar topar kasabasına dönen Yusuf bir türlü İstanbul’a geri dönemiyor. Karşısına sürekli gitmemesi için engeller çıkıyor. Kalmasının ilk nedeni annesinin adağını yerine getirmek. Tabii bu adağın ne olduğunu öğrenemiyoruz ama annesi ve Ayla için önemli bu adağı yerine getirmek. Belki de bu yüzden Yusuf, kendini bu adak konusunda fazlasıyla sorumlu hissediyor ve bunun için birlikte yola çıkıyorlar.

36


Filmde yer alan bir alt hikâye de ana karakterimizin kasabaya dönüşünün onda yaşattığı yeni duygular. Uzun yıllar sonra kasabaya dönen Yusuf, kendini İstanbul’da olduğu kadar yabancı hissediyor büyüdüğü şehre. Küçük kasabalardaki herkesin birbirini tanımasından doğan samimiyet, bir yerden sonra kendini hissettirse de, uzun uzun süre uzak kalan Yusuf’un uyum sağlaması kolay olmuyor. Neler kaçırdığının farkına varıyor ve kasabadan ayrıldıktan sonra yaşananlara dışarıdan bakabiliyor sadece. Eski sevgili, eski arkadaşlar bunlardan birkaçı. Ayla da Yusuf’a hem yakın, hem de uzak duruyor film boyunca. Aralarında, akraba oldukları gerçeğinden doğan bir yakınlık var ama birbirlerini doğru dürüst hatırlamıyorlar bile. Bayramda alınan bir hediye, diğeri düşünülerek yapılan planlar… Bunlar onlar arasındaki cılız bağlar. Yan karakterlerin filme pek de etkisi yok. Ayla’ya âşık gencin birkaç sahnede Yusuf ve Ayla’nın hayatına müdahalesini izliyoruz sadece. Ondan ayrı bir hikâye çıkabilirdi belki de. Sanki devamında film bitmesine rağmen bir şeylerin yaşanacağını hissediyoruz. Filmde önemli olan olaylar, yer alan oyuncular ana hikâyenin yanında akıp geçiyor. Yusuf’un rüyaları, bayılması, köpekle olan sahneleri hikâyeye teğet geçmiş olduğu izlenimi uyandırıyor. Filmin en dikkat çekici yanı, başrol oyuncuları olarak yalın bir oyunculuk sergileyen Nejat İşler ve Saadet Işıl Aksoy. Saadet Işıl Aksoy’a Saraybosna’da ödül kazandıran ‘Yumurta’, Yusuf üçlemesinin son ayağını oluşturuyor. Üçlemenin diğer filmleri ‘Bal’ ve ‘Süt’ isimlerini taşıyor. Sondan başa doğru bir anlatım izlenen üçlemenin ikinci ayağı olan ‘Süt’ün çekimleri de devam ediyor. Bu ikinci filmde Yusuf karakterinin gençliğini Melih Selçuk oynarken filmin diğer başrol oyuncusu olarak Başak Köklükaya yer alıyor. Yakın bir zamanda izleyicilerle buluşacak olan ‘Süt’ nasıl bir tepkiyle karşılaşacak, ‘Yumurta’nın başarısına yaklaşacak mı, hep beraber göreceğiz. Eda İhtiyar edaihtiyar@gmail.com

37


ÇAPA Çizgi Roman Grubu 10. yaşına girdi. Ve Arkabahçe yayıncılık etiketiyle ÇAPA’nın 10. yaşına uygun bir albüm hazırladılar. Tam 400 sayfa. ÇAPA çizeri bol bir fanzin. Ankara’da kuruldu. Sayfalarında ki çizer sayısını ben sayamadım. En kolayını tercih ettim. ÇAPA’nın kurucu ekibi ile röportaj yapmayı. Kolay dediğime bakmayın siz. Birine Ankara’da, biri İstanbul’da, birine ise Viyana’da ulaştım. 10 Yıl çok şey değiştirmiş. Baki kalan bir “DOSTLUK”. Gölge; ÇAPA 10. yılında. Genelde lokanta kapılarında yazar “Tarihi Beyoğlu işkembecisi / Kuruluşu 1960” gibi. Size de Tarihi ÇAPA grubu diyebilir miyiz? (burada çapanın kuruluşunu anlatacaksınız) Hakan Tacal; Genç fanzinciler “şu ihtiyar ÇAPA” diye bahsediyorlar bizden. Biz de bir araya gelince siyatiklerimizden, bel ağrılarımızdan, envai çeşit hastalıklarımızdan bahsederek geçiriyoruz zamanımızı. Şaka bir yana, pek tarihi olmasak da 10 yıl önce Ankara’da grubu kurduğumuzdan beri elle tutulur bir şeyler yarattığımızı düşünüyorum bu da geçen yılların sayısından daha önemli. Ve tabii halen gül gibi geçiniyor olmamız. Yıldıray Çınar; 10 yıldır üretim yapmak bence kolay bir iş değil. Arkadaşlıklarımızın da sağlam olması sebebiyle bugüne kadar geldik. Daha “tarihi” demek için erken bence. Ufukta yapılacak çok şey var! Mahmud Asrar; Tarihi deyince insan bir garip oluyor. Sanki yaşlanmış gibi hissediyor insan. Yani şimdilik ruh sağlığımız açısından tarihi demesek daha iyi olur diye düşünüyorum. Şaka bir yana, işe sanki yeni başlıyormuşuz gibi hissediyorum ben. Gölge; 10 senelik ÇAPA sayfalarını karıştırdığımızda kalabalık bir ekip gördüm. Hele KOPUŞ’da çizenleri sayamadım bile. Sizi bir arada tutan şey sadece dostluk mu? HT; Evet. Şahsen kefil olamayacağım, bu sağlam adamdır diyemeyeceğim kimse yok aramızda. MA; Hakan çok güzel söyledi. Ekleyecek fazla bir şey yok gibi. Gerçekten bu gruptaki arkadaşlarım muhteşem insanlar. Onlarla birlikte çalışmak ve üretmek benim için çok değerli bir şey.


Gölge; Aranızda bu işten zengin olmayı düşünenler var mı? HT; Ben. MA; Hayır, ben! YÇ; Ben Gölge; Siz her halde sadece bir fanzin topluluğu değilsiniz. Gördüğüm kadarı ile birileri çizgi roman dergisi yapmak istediğinde mutlaka sizinle yolu kesişiyor. Ya kapakta, ya da içerikteki bir çizgi hikâyede. ÇAPA’nın her çizgi roman dergisine el atmasının sebebi ne? Tekel kurmak değil dimi amacınız? YÇ;Kaç kişiyiz ki zaten? Ya da söylediğin şeylere açık kaç çizer var? Bunlar zaten çoğunlukla karşılıksız yapılmış işler. HT; Görünenden küçük bir camiayız anlaşılan. Dolayısıyla çizgi roman bağlantılı işler kaçınılmaz olarak (gruba değil belki ama) profesyonel çizerler olarak Yıldıray veya Mahmud’a dokunuyor. Eh kurucu üyeler olarak onlara dokunan her şey de gruba dokunuyor, diil mi efendim. MA; Bu iş ile ilgilenenler maalesef arkadaşlarımın da dediği gibi bir avuç insan. Durum böyle olunca illa ki bir şekilde yollar kesişiyor. Maksat çizgi romana katkı olduğu zaman gruptaki herkes bu işe gönüllü olabiliyor. Tabii durumlar el verdiğince. Gölge; Fanzin diğer dergilere göre sınırsız özgürlük demek. Biz yaptığınız işleri okurken keyif alıyoruz. Çizerken uyumayı, yemek yemeyi ya da sigara içmeyi unuttuğunuz oluyor mu? MA; Evet, evet. Resmen çizerken inlemeye başladık. Ben bazen tuvalete gitmeyi unutuyorum. Sonra koşmam gerekiyor. YÇ;Asla.Sigaramı da içerim, yemeğimi de yerim hatta. Ama geçen hep beraber çizerken konuşmayı unutup garip garip sesler çıkardığımızı hatırlıyorum. HT; Ben şahsen 35 senedir sigara içmeyi unutuyorum. İnşallah 98 yaşında hatırlayıp bir tane yakacağım.

39


Gölge; Strip dergisinin kapanmasının ardından sizin de bir yıl kadar süren aylık dergi maceranız oldu. Siz hiç “yetti bu kadar fanzin! Artık kendi dergimizi çıkartıp dağıtalım” dediğiniz oluyor mu? Yapacak mısınız böyle bir şey? MA; Dergi üretmek ayrı bir şey, dergi yönetmek ayrı bir şey. Dergicilik ve bunun ticari boyutundan çok iyi anlamak gerekiyor. Yine de elbette böyle bir şeyi çok isteriz ama maalesef ufukta böyle bir şey şimdilik yok gibi. HT; Hayal olarak güzel . Ama finansal olarak imkansız. YÇ; Şimdilik zor görünüyor. Çizmek ve basmak dışında bir sürü olayı var dergiciliğin.O kadar zamanımız yok şu an. Gölge;Türkiye’de her gün çizgi roman satışları biraz daha düşüyor. Bu sizin dergi satış grafiğinize hiç yansıdı mı? İlk sayı satışınızla son sayı satışınız arasında çok fark oldu mu? HT; Biz zaten hep dipte olduk. Dolayısıyla daha batmamıza imkan yok. Bunu bir başarısızlık olarak görüyor değilim. (o zaman 70 milyonluk ülkede 3000 satmayı başarı olarak görmek gerekir ki trajiktir) Satışa sunmak, elimizdeki projeyi bitirmek , kafamızdan, sistemimizden çıkartmak demek bizim için. MA; Hakan çok güzel anlattı. Ekleyecek bir şey bulamıyorum. Gölge; Kültür bakanlığından bandrol alarak yayıncılık yapan on binin üzerinde yayınevi var. Bunların sadece üç bin tanesi düzenli olarak yayıncılık yapıyormuş. Ama çizgi roman yayınevleri bir elin parmaklarının sayısından fazla değil. Neden en kolay okunan, okumayı sevdiren çizgi romanlar ilgisiz kalıyor? HT; Standart cevabı vereceğim; dağıtım sistemi ve yayıncı ısrarı. YÇ; Kesinlikle! Gölge; Hiç soruyor musunuz kendinize fanzininizi çizerken “bunu büyük bir yayınevine vermek için çizsek aynı keyifi alır mıyız” diye? HT; Türkiye’de böyle bir editöryal baskı yaratacak yayınevi yok. Yani bir yayınevi için çalıştığımızda bile kendi işimizi kendi bildiğimiz şekilde yapabiliyoruz. Ama diyelim ki yurtdışında büyük bir yayınevi için çalışıyoruz, yaratıcılığa fazla müdahil


olan sert bir editörlük yapısı varsa keyifsiz olur eminim. MA; İş çizgi roman olduğu zaman ben de her

şekilde keyif alıyorum. İster fanzin için olsun ister büyük bir şirket için ürettiğim bir çalışma, hepsi ayrı bir keyif veriyor bana. Çizgi roman reklam sektörü gibi müşteri tarafından çok yönlendirilebilen bir alan olmadığı için daha keyifli çalışabiliyorum. YÇ; Ben her türlü keyif alıyorum.:) Şimdilik… Gölge; 10.yıl albümü oldukça kalın oldu. Biraz

da bundan bahsedelim. Bütün ÇAPA dergileri yok içinde her halde. Sadece ÇAPA sunar dergilerini mi bir arada topladınız? MA; İçerik olarak tamamlanmış ve kendi içinde başlayıp biten öykülere yer vermeyi

tercih ettik.

HT; Çapa sunar ve Kopuş’un bazı işleri toplandı.

Gölge; Peki Balyoz ve Haydar’ı ikinci baskıya yetişecekler mi yoksa fanzinin ruhu bu iki kahramanla mı yaşayacak? HT; Albümün İkinci baskı yapmasına imkan yok. Yapsak bile içeriği değiştirmek

doğru olmaz bence. Eğer Balyoz ve Haydar biterse yeni bir albüm çıkartmak çok daha iyi olur. YÇ; Yaratıcı arkadaşların bu durumdan haberi

var.Eğer birgün bitirmeye karar verirlerse ve Arkabahçe de basmak isterse 2. bir cilt neden olmasın? Gölge; ; Amerika’daki yayıncınıza burada

çıkarttığınız fanzinleri referans olarak gösterebiliyor musunuz? YÇ; Tabii ki.En azından basılı iş olarak işlevleri

var.Ama fanzin işlerini şahsen kendim boş vakitlerimde ve hızlı yaptığım için çok nadiren sayfaları sergiliyorum. En son ‘Son Kahraman’da tatmin olabileceğim sayfalar


çıkardığımı söyleyebilirim. MA; Elbette. İşin enteresan tarafı yurt dışında

çalıştığımız bir çok kişi fanzin işlerimizden haberdar ve buna saygıyla yaklaşıyorlar. Beraber çalıştığım bazı insanlar ısrarla fanzin çalışmalarımızı edinmek istiyorlar hatta.

Gölge; Elimizdeki 14 sayılık ÇAPA Çizgi Roman

Grubu sunar dergisinin işlevi bu kalın ciltle birlikte bitti mi? Dergi çıkartmaya devam edecek misiniz?

MA; Biz bu ruhu koruduğumuz sürece ve üretme

isteği oldukça illa ki bir şekilde devam edeceğiz. Ama ne zaman ve ne şekilde olur orasını kestiremiyorum. Fanzincilik de zaten biraz böyle bir şey galiba. HT; Devam etmesini ümit ediyorum. YÇ; Ben de.Fikirlerimiz var.Ama ne olacağını zaman gösterir. Gölge; Size böyle dostlukla dolu nice on yıllar dileriz.

Mahmud A. Asrar, Metucon 2007 de Cinhan eskizi çiziyor.


ÇAPA ‘NASIL’ SUNAR?

Çapa Çizgi roman Grubu, her şeyden önce Türk çizgi roman tarihine atılan yerine göre ince, yerine göre kalın, yerine göre tramlı bir çizgidir. En önemli özelliği, anlatmak istediği önemli/önemsiz her şeyi inatla ve ısrarla çizgi roman ile ifade etmesidir... Fotokopi toneri ve zımba teli ile beslenir, mürekkeple süslenir... Bir amatör heyecanı ile çizer, bir profesyonel gibi kendini eleştirir... Ama Çapa, çizgisi, deseni, rengi, formatı ne olursa olsun, çizmeye, üretmeye devam eder...

Ozan Küçükusta

İlk cümlem şu olsun, ÇAPA çr iflah olmaz çizgi roman fanatiklerinin yarattığı, sevgiyle besleyip büyüttüğü, bugünlere getirdiği bir aşk çocuğudur :)) Bu arkadaşlar ilk toplaştığında biz öğrenciydik, “bu memlekette süper kahraman çr’si yapılmaz abi” diye Yıldıraylara takılırdık. Meğer bal gibi de yapılırmış, aldık boyumuzun ölçüsünü!! ÇAPA ortaya çıkışından sonra yalnızca süper kahraman öyküleriyle değil, underground tarafıyla da (bkz Kopuş) çr dünyasında boy gösterdi. Fanzinler 90’lardan 2000’lere kadar gelip her çıkışta (bunlar çizerlerin halet-i ruhiyesine göre uzuun aralıklarla da çıkabilirlerdi) daha güzelleşti.

2003 yılında Karabasan, Arkabahçe Yayıncılık’tan çıktı!!

Şimdi o günleri bizim gibi yaşamayanlar belki anlamaz, abarttığımı düşünürler, ama benim için o dönem (hâlâ bile) Türkiye’de, İstanbul’da geçen, karakterleri bizden olan, hikâyesini bizim mitlerimizden alan bir çizgi romanı basılı görmek rüya


gibiydi... Bunu derken tabii yeni dönem çr’yi kastediyorum, bahsine gerek varsa... Sonra Karabasan macerası ne yazık ki kısa sürdü, gene bu memlekette çizgi roman yapılmaz dedirtti hepimize! Ama biz yıldık, ÇAPA yılmadı, fanzinler olsun, Strip dergisi olsun, çr aşkları ve çalışmaları devam etti... Bu yıl ÇAPA’nın 10. kuruluş yılı, evlere şenlik bir ciltle bu 10 yıllık geçmişlerini kutluyorlar. Ben de buradan kendilerini kutluyorum; devletimize milletimize hayırlı olsun, nice senelere ÇAPA!!!

Benim Çapa ile tanışıklığım Yıldıray vesilesi ile oldu. Üstelik ben de Yıldıray’ı aşağı yukarı on yıldır tanıyorum. Kısaca şunu söyleyebilirim; ben bu kadar çizgi romana konsantre bir adam görmedim! Ve herhalde bütün grup üyeleri de böyle ki bu delicesine işi 10 yıldır sürdürüyorlar. Hem çok yetenekliler, hem de çizgi roman sanatına delicesine bağlılar. Bu olağanüstü çabaları hepimize şevk ve umut veriyor. Kendi adıma onlara teşekkür ediyor ve daha nice 10 yıllara diyorum. Koray Kuranel

44

Zeynep Özatay


10

PP7N PP7N diye kısaltarak yazıya gireyim isim çok uzun yorucu oluyor. Yıldıray’ın zaten çıkarmakta olduğu Kopuş fanzinine öğrencilik yıllarımıza hazırladığım mini öyküdür. Gayet zevk alarak başladığım öykünün 99 depreminden sonra devamını getiremedim. Çünkü deprem hepinizin bildiği gibi ülkedeki her şeyi durdurdu. Aradan çok sene geçti. Benim için eğlenceli bir öykü olarak kaldı geride. Ama bitiremediğim bir öykü olarak da hafızamın bir köşesinde kaldı. Oysa fanzindi, ne güzel çiziyordum, istediğim şekilde çizebildiğim bir öyküydü.

Yıllar sonra bay Yıldıray Çınar “Oğlum çizsene şunun devamını cilt çıkacak koyalım bu öyküyü,” dedi. Ben de “Nebicim konuşuyon lan öyle olum moğlum filan arrrrak dedim,” sinirlendi tabii, beklemiyordu böyle bir cevap. Bir çay ikram ettim, rahatladı, oturdu, konuştuk iki yetişkin gibi… Sonra ben devam sayfası çizme sözü verdim, mutlu oldu, ayrıldık. Ben de kısa zamanda çizip bitirdim diyebilirim ama biraz bana göre yalap şalap oldu. Ama garip olan bir şey fark ettim, ekstradan bir huzur, rahatlama hissettim. Kafamın içinde açık kalmış bir dosyayı kapatmış oldum. Meğerse senelerdir beni rahatsız eden bir şeymiş. PP7N de aradan geçen zamanda senaryoya yeni doneler eklendi. Mesela 99 da wireless network yoktu hayal bile edemezdik o sırada ama şimdi var ve senaryoyu bağlarken işime yaradı. Yedi ninjalar done olarak o zamanlar komikti ama espri anlayışı çok değişti. Şu anda ise benim için çok komik değil ama bitirerek bu doneden kurtulmuş oldum… Oh!

Gölge’nin notu; PP7N ‘Pamuk Prenses ve 7 Ninja’

Murat Başol

45


“ARI FİLMİ”nden Notlar! 14 Aralık 2007’de Steve Hickner ile Simon J. Smith’in yönettiği Arı Filmi (Bee Movie),gösterime giriyor. Biz de filmin yapım notlarını sizler için derledik.

*

“Arı Filmi – Bee Movie”nin yapımı dört yıl boyunca sürdü ve animasyon işlemleri için toplam 1 milyon saat çalışma yapıldı.

*

Animasyon ekiplerinin “Bee Movie” için 1.000.000 tane arı yarattığını söylemek abartı olmaz. Özellikle arıların bir jetin yere inişine yardımcı olduğu sahne arı kaynıyordu.

*

Filmin senaryo yazarı/yapımcısı/baş seslendirmecisi Jerry Seinfeld’in bu projeye tutkusu ve vizyonu her aşamasına yansıdı. 135 kayıt gününün tamamında bizzat hazır bulunarak rekor kırdı. Barry karakterinin seslendirmesini, filmdeki diğer karakterleri seslendiren aktörlerle aynı anda stüdyoya girerek yaptı. Animasyon film yapımında seslendirmeler ayrı zamanlarda yapılıp sonradan birleştirildiği için bu ender rastlanan bir durumdu.

*

Jerry Seinfeld prodüksiyonun ilk günlerinde Long Island’deki bir Fransız bal üreticisini ziyaret etti. Bal üreticisi koruyucu elbise giymenin gerekli olduğuna inanmıyordu. Problem olmayacağına dair Jerry’i de ikna etmeyi başardı. Başlangıçta herşey yolunda gidiyordu. Ancak ne olduysa Jerry’e kraliçe arıyı gösterirken oldu. Aniden sinirlenen diğer arılar Jerry’nin peşine takıldılar. Sonunda bir tanesi onu burnundan soktu. (Öfkeli arıların ölüme mahkum olduğu, soktuktan sonra öldükleri gerçeği bile Jerry’nin kendisini iyi hissetmesini sağlayamadı!)

*

Yapımcı Christina Steinberg’in gerçek yaşamında arılara karşı alerjisi vardı.

*

Film yapımcıları, iki farklı dünyayı (arılar ve insanlar) yaratmak gibi zorlu bir görevle karşı karşıyaydılar. Her ikisinin de kendine göre zorlukları vardı. Prodüksiyon tasarımcısı Alex McDowell öncelikle iki dünyayı birbirinden farklılaştıran bir görsel dil geliştirdi. (İnsanların


dünyası için dikdörtgenler ve düz çizgiler; arılar için yuvarlak şekiller). Bu durum özellikle insanların otomobillerinin kare şeklinde, arıların otomobillerinin yuvarlak hatlı olmasında belirginleşti.

* “Bee Movie”nin iki farklı dünyasını (İnsanların New York City’si ve arıların New Hive City’si) inşa eden maket departmanı şunları üretmekten sorumluydu:

*

Barry’nin yatak odası gibi küçük setlerden, Central Park’taki dev binalara kadar uzanan 49 farklı mekan.

* New York City’deki 150’den fazla bina. * İnsanlar ve arılar için 103 farklı saç stili. * 300’den fazla özgün bitki, çiçek ve ağaç. *

Arı kovanı kentindeki herşey, ya balmumundan ya da baldan yapıldı. Başka hiçbir materyal veya element kullanılmadı.

*

Filmdeki fırtına sahnelerinin gerçekçi olması için prodüksiyon görevlileri yüzlerce gerçek fırtına fotoğrafına başvurdular. Sanat departmanı yetkilileri de, filmin tasarımında referans olması amacıyla Huntington Bahçelerine ve New York City’e yolculuklar yaparak gerçek arı kovanlarını incelediler.

* Geveze avukat Montgomery’nin kullandığı arabanın tasarımını Porsche’den bir tasarımcı yaptı.

* Mizanpaj departmanı, taslak çizimleri 3 boyutlu ortama taşıyan ilk

departmandır. Onlar aynı zamanda bir filmin yapımına en önce başlayan ve en son bitiren ilk 3 boyutlu departmandır. Diğer departmanların ihtiyacı olan her türlü yardımı sağlarlar. Dahası, animasyon ve ışıklandırma için hazırlanan her sahnenin içeriğinden sorumludurlar. “Bee Movie”nin taslak (müsvette) ve final mizanpajları arasındaki süreçte bu departmanda 18 sanatçı görev yaptı.

* “Bee Movie” ekipleri filmin son sahnesini çekerken çok önemli birşey keşfettiler. Binlerce sahne donanımı ve maket tasarlayıp yaratmışlardı ama bir tane bile kalem yapmamışlardı. Bir animasyon filmi için oldukça ironik bir durum…

* “Bee Movie” ile ilgili çalışmaların en yoğun döneminde Glendale ve Redwood City’deki iki farklı merkezde 40 animasyon sanatçısı çalıştı.

*Animasyon sanatçıları bugüne kadar yaklaşık 11.000 feet (3.350 kilometre) uzunluğunda animasyon hazırladılar.

47


*

Normal bir animasyon filminde karakterlerden en fazla 5 tanesi el çizimi gerektirir. “Bee Movie”de bu oran çok daha yüksek oldu. Bazı sahnelerde 23 tane karakterin elle çizilmesi gereği ortaya çıktı. Bir sahnede ise 46 tane elle çizilmiş karakter vardı.

*

Sıradan bir balarısı kanatlarını saniyede 180-225 kere çırpabilir. Bu kadar hızlı hareketin animasyonunun yapılması hayli zor olacaktı. Bu nedenle “Bee Movie”deki arılar, havalandıktan itibaren saniyede 6-7 defa kanat çırptılar. Sonra bilgisayar ortamındaki hareketleri bulanık hale getirerek süper hızlı kanat çırpma hareketinin illüzyonunu sağlayan bir işlemci harekete geçirildi. (Bu efektin yapılması aylarca sürdüğü için filmin çeşitli yerlerinde tekrarlandı.)

* “Orman Çetesi-Over the Hedge”den tanıdığımız ayı Vincent karakteri, “Bee Movie”nin hem fragmanında, hem de filmdeki mahkeme sahnesinde göründü.

*

Süpermarketteki dergilerden birisinin kapağında filmin sanat koordinatörü Derek McClurg’un resmi vardı.

*

Yarım kilo bal üretmek için bir arı kolonisinin 55.000 mil uçuş yapması ve 2 milyon çiçeği ziyaret etmesi gerekir.

*

Ortalama bir arının ömrü altı haftadan ibarettir. Bu süre boyunca ürettiği bal

toplamı bir çay kaşığının 12’de birini geçmez. Bu yüzden prodüksiyon ekipleri ne zaman kutulanmış bal görseler bir hayli suçluluk duygusu hissettiler.

* Arılar saniyede 200 kere hızla kanat

çırparlar. Biz bu sesi vızıltı şeklinde duyarız.

*

Dünya üzerinde yaklaşık 20.000 çeşit arı türü vardır. Bunların 4.000 çeşidi Kuzey Amerika kıtasındadır.

*Bir uçağı kaldırabilmek için 2 milyar arı gerekir.

*

Sadece dişi arıların iğneleri vardır ama sadece kovanları veya yavruları tehdit altında olduğunda kullanırlar. Erkek arılar da vızıldar ama


iğneleri yoktur.

* Arılar mesajlarını kokuyla, titreşimle,

hatta dans ederek gönderirler. Yiyecek kaynağının hangi yönde ve hangi mesafede olduğunu anlatmak için dansa benzeyen ayak hareketleri yaparlar.

* Barry B. Benson filmde bir aracın air-

condition sistemine giriyor ama aslında arılar böyle birşeyi yapamaz. Çünkü air-condition sistemi dışarıya kapalı bir sistemdir. İçine sadece filtre aracılığıyla hava girebilir. Ancak böyle olması becerikli bir arının otomobil penceresinden içeri girmenin yolunu bulamayacağı anlamına da gelmez…

* “Bee Movie”nin star arılarının ikişer tane

gözü vardır. Ancak gerçek arılarda aslında beş tane göz bulunur. Bunlardan iki tanesi büyük ve yuvarlak göz, diğer üç tanesi ise Ocelli adı verilen küçük gözlerdir. Filmdeki bütün arılarda iki kol ve iki bacak vardır ama gerçek arılarda tüm böceklerdeki gibi bu sayı altıdır. Film yapımcıları bu kararı verirken onların insana benzemesini istedikleri için ikişer kol ve ikişer bacak yaptılar. Böylece izleyicinin herhangi bir iticilik duygusu hissetmeden onlarla yakınlık kurmasını hedeflediler.

* Arılar renkleri görebilir ama çiçeklerin hangi yönde olduğunu kokusundan anlarlar. Bunu da antenleri aracılığıyla algılarlar.

49


Aralık Ayında Kitapçınızda


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.