Temmuz 2012
Özel Dosya
Sayı 58
Özel Dosya
İÇİNDEKİLER
58.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: Mesut ŞENTÜRK Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
03-04 Ahmet YÜKSEL 05-07 Can YALÇINKAYA 08-09 Kaya ÖZKARACALAR 10-18 Oğuz EREN 19-23 Mehmet Berk YALTIRIK 24-25 Kadim GÜLTEKİN 26-27 Sadık YEMNİ 28-29 Kaya ÖZKARACALAR 30-33 Ümit KİREÇÇİ 34 Özgürcan UZUNYAŞA 35 Erbuğ KAYA 36-37 Ezgi GÜRÇAY 38-39 Kayra KERİ KÜPÇÜ 40-41 Barış MÜSTECAPLIOĞLU 42-44 Ateş ÇETİN 45-48 Özgür ÖZOL 49-50 Erol ÇELİK 51 Fatih DANACI 54-56 Hamit Çağlar ÖZDAĞ 57-59 Kadim GÜLTEKİN 60-61 İhsan TATARİ 62-66 Gönül YONAR 67-68 Mehmet Berk YALTIRIK 69 Onur ÇETİNCENGİZ 70-71 Hakan TUNÇ 72-73 Hakan Tunga KALKAN 74-76 M. Emre SOYAK 77-78 Göktuğ CANBABA 79 Utku TÖNEL 80-83 Hakan TUNÇ 84-85 Ayfer KAFKAS 86-87 Yiğit Değer BENGİ 88 Pinup
Özel Dosya
Türk'ün Fantazi ile İmtihanı
"küçüktüm ufacıktım top oynadım acıktım buldum yerde bir erik kaptı bir alageyik geyik beni kaçırdı Kaf dağından aşırdı..." Diye başlayan Ziya Gökalp’in meşhur şiirini çocukluğumuzda mutlaka bir yerlerde okumuşuzdur, duymuşuzdur. Belki dilimize tekerleme olmuştur. Kaf Dağı’nın ardında neler vardı sizin çocukluğunuzda? Periler, devler, cüceler, krallar, Anka kuşları? Birkaç yıl önce külkedisi masalının bir Çin masalı olduğunu öğrendiğimde üzülmüştüm.
3
Öykü
Özel Dosya
Çocukluğumun en bilindik masalının bir Türk masalı hiç olmazsa Anadolu’da yaşamış devletlerden birinin masalı olmasını isterdim. Peki Külkedisi masalı Çin’de yazılırken elimizde ne vardı? Elimizde sözlü gelenekten gelen Keloğlan, Dedem Korkut hikâyeleri dışında pek de bir şey yok. Ben de bunları dinlerkenokurken daha fantezinin ne olduğunu bile bilmiyordum. Orta okul yıllarında elime Peygamberler tarihi geçti. Cennetten kovulan bir peygamber, onun kaburga kemiğinden yaratılan bir kadın (Kuran’da Havva ve kaburga kemiği hakkında hiçbir şey yazılı değil dedi bir arkadaşım, doğru mu?). Asa ile ortadan ikiye ayrılan bir deniz. Sel basan yeryüzü ve hayvanlarla dolu bir gemi. Sizce hepsi fantastik değil mi? Kuran bir mitoloji kitabı değil ama içerisinde ders alınsın diye anlatılan pek çok fantastik öykü var. Liseye başlarken elimden düşürmediğim bir kitap vardı. Her sayısına Şunu bilin ki Prensim, Kabaran okyanusların Atlantis’i ve onun görkemli kentlerini yutmasından hemen sonra, Dünya’da o güne kadar görülmemiş bir çağ başlamıştı. Diye başlayan bir tarih kitabı. Evet ben Conan’ı gerçekten vakt-i zamanının tarihini anlatan bir tarih kitabı sanıyordum. Ve o sıralarda (yani 80 li yıllar) Uzay 1999 diye bir dizi vardı televizyonda ve ben 1999 senesinde uzayda onlar kadar rahat dolaşabileceğimizi düşünürdüm. Herkes Köle İsaura dizisini beklerken ben Uzay 1999 u beklerdim. Herkes uzay yolu dizisinde Mr.Spock’u beğenirken ben Uzay 1999’un Maya’sını beğenirdim. Sonra bir gün Isack Asımov ile tanıştım. Tanışmam Ben Robot kitabı ile oldu yani sizin anlayacağınız yumuşak bir geçiş oldu. Robot kurallarını falanı filanı öğrenirken bir de baktım Çaydanlık diye bir araçta zamanda yolculuk ediyorlar. İşte o yıllarda rahmetli Şahap Ayhan’ın Tercüman Çocuk dergisindeki çizgi roman kahramanı Tengiz’de bir UFO ile hem zamanda hem uzayda seyahat ediyordu. Tabii ben bu arada çaktırmadan yaratılış ve türeyiş destanı, Ergenekon destanı falanı filanı yalayıp yutmuştum. Gülten Dayıoğlu’nun Dünya Çocukların Olsa’sını okumuştum. Aradan yıllar geçti ve ben bir gün Mehmet Sevinç’e “abi izin ver 2 dakka ben bi Türkiye’de fantastik hayat dosyası toparlayayım Gölge için” dedim, o da sağ olsun beni kırmadı “toparla ulen” dedi. “Niye yapıyoruz bunu?” Diye sorduğunda cevabım “abi Sadi Konural’in vefatının yıl dönümü Temmuz ayı, bir vefa örneği gösteririz” demiştim, “sonra Metin Demirhan’ı da anarız, Emre Yerlikhan’ı anarız, Can Abanazır’ı anarız” dedim. Daha o sıralar Seyfi Teoman sağdı. Biz Gölge’de ölenleri anıyoruz ama siz insanları kaybetmeden değerlerini verin. Bırakın onlar kendi Anka kuşlarına binsinler, kendi Kaf dağlarına çıksınlar kendi hikayelerini yaşasınlar ve kulağınıza fısıldasınlar. Buradan bu dosyayı birlikte hazırladığımız Hakan Tunç ve ilerleyemeyeceğimi düşündüğüm her adımda arkamda olduğunu bildiğim Kayra Keri Küpçü’ye de teşekkür ederim. Tüm destekleri için Fabisad üyelerine teşekkür ederim. Öncelikle yukarda saydığım kitapları çocukluğumda evin kütüphanesinde bulunduran Kaan abime, bu dosyaya “benim fantastik hayatım” başlığını atan arkadaşlarıma ve her zaman Gölgesi ile bile olsa yanımızda olduğunu bilip hiç eksikliğini hissetmediğimiz Sadık Yemni’ye de teşekkür ederim. İyi ki varsınız. Bu yaz sıcağında bizden Gölge’yi esirgemediğiniz için teşekkürler. Ahmet YÜKSEL
4
Can Abanazır: Fantastik Bir
Akademisyen
Bu, Can Hocamın vefatının ardından yazacağım üçüncü yazı olacak. Bu yazıların ilki Öteki Sinema için, Can Hocanın vefat haberini aldığımız günün (2 Ocak 2012) akşamı yazılmıştı. Bu haberin verdiği yoğun hüzün duygusu içinde, anılar içinde sarhoş, bir çırpıda yazmıştım o yazıyı. İkincisi, Sabah gazetesinde, Can Hocanın eski öğrencilerinden bir grubun onunla ilgili hatıralarını aktardığı bir yazının parçasıydı. O kısa yazıda da, Can Hocanın çizdiği akademisyen portresinin beni ne kadar etkilediğini ve kendi meslek yaşamımda da onu örnek aldığımı anlatmıştım. Can Hoca hakkında bir üçüncü yazı yazmama gerek var mıydı? Aklımda böyle bir şey yoktu, fakat Ahmet Yüksel benden Türkiye’de Fantastik Hayat dosyası için Can Hoca hakkında bir yazı yazmamı rica edince, bu dosyanın Can Hocasız çok eksik olacağını düşünerek bir üçüncü yazı yazmaya karar verdim. Tabii, bu sefer sorun, önceki yazılarımdan farklı bir şeyler söyleyip söyleyemeyeceğimle ilgiliydi. Elbette Can Hocayla ilgili, tüm öğrencilerinin anlatacağı bir dolu eğlenceli hikaye vardır. Bunlardan bir kısmını ben de yazılarımda aktarmıştım. Can Hocanın Tarkan: Viking Kanı filminde bir vikingi canlandırmış olması, bira kutusu koleksiyonu, sex, drugs & rock n roll konulu dersleri, “Crom, Ölüleri Say!” nidası gibi detayları birçok öğrencisi gülümseyerek hatırlayacaktır. Fakat Can Hocanın bu eğlenceli yönünün dışında, fantastik edebiyatlar üzerine ciddi birtakım çalışmaları da vardı. Dosya konusunun Türkiye’de Fantastik Hayat olmasından yola çıkarak, Can Hocanın Türkiye’de bilim kurgu, korku ve fantezi literatürlerine yaptığı katkılar hakkında yazmanın uygun olacağını düşündüm. Türkiye’de Batılı fantastik türlerin tarihi çok eskiye dayanmıyor. Bilhassa bilim kurgu edebiyatının memleket topraklarına geç girmiştir, denebilir. Bilim kurgu kitaplarının yoğun olarak yayınlanmaya başladığı dönemin 1950’lerdir. Mike Hammer vb cep kitapları yayınlayan Çağlayan Yayınevi, Yeni Dünyalarda serisiyle bu alanda önemli bir girişim yapmıştır. Fakat Bilim Kurgu hakkında düşünce ve eleştiri yazıları için 1970’leri beklemek gerekecektir. Türkiye’deki ilk bilim kurgu dergilerini Sezar Erkin Engin 1971’de yayınlamaya başlamıştır. Onun yayınladığı Antares adlı bu dergi/fanzin, aralıklarla, ve farklı formatlarda 1980’lerin başına kadar sürmüştür. Türk Dili dergisinin 1 Ocak 1973 tarihli sayısının konusu “Bilim-Kurgu”ydu. Science Fiction’ın Türkçeleştirilmiş adı, ünlü edebiyatçı Orhan Duru’dan gelmiştir. 1977’de ise Selma Mine öncülüğünde 64 sayı süren X-Bilinmeyen dergisi piyasaya çıktı.
5
Özel Dosya
Özel Dosya
Tüm bunlar olurken, henüz ortada, bildiğimiz kadarıyla, bilim kurgu adına akademik bir inceleme yoktu. Bu ilk akademik incelemelerden biri, bir yüksek lisans tezi olarak Can Abanazır’dan geldi. Can Hoca’nın 1985’te tamamladığı tezinin adı, Tomorrow will be Bitter: Three Contemporary Dystopias (Yarın Acı Olacak: Üç Çağdaş Distopya) idi. Bu tezde, Can Hoca, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451, Aldous Huxley’nin Brave New World (Cesur Yeni Dünya), ve George Orwell’in 1984 romanlarını ele almıştı. Tez, ütopyaların ve distopyaların bir tarihçesini veriyor, ardından gelen bölümlerde yazarların hayatlarını ve eserlerindeki distopik özellikleri anlatıyordu. Tezden kısa bir bölüm alıntılamak gerekirse (çeviri bana ait): 19. yüzyılın sonu, grevler, çatışmalar, savaşlar ve yeni siyasi düşüncelerin yer aldığı bir şiddet dönemiydi. İşler olması gerektiği gibi değildi ve daha iyiye de gitmiyordu. Klasik ütopyalar ve gelecek ütopyaları gerçekleşmiyordu. Bu ikilemler, distopya ya da olumsuz ütopya olarak adlandırılan yeni bir ütopya türüne hayat verdi. Bu yeni biçim klasik ütopya kalıbına hem uymaktadır, hem de uymamaktadır, çünkü gerçek ütopya geleneksel olarak insanlığın mutluluğu ve refahıyla ilgilidir. Ama bir distopya bize yarının daha iyi olmayacağını söyler. Ayrıca, distopyalar bireylerin mutluluk arayışıyla ilgiliyen, ütopyalar, mutluluğun iyi bir sistemle elde edilebileceğini söylerler. Buna karşın, ütopyalar da, distopyalar da, yazıldıkları dönemin sosyla koşullarına birer tepki niteliğindedir. Distopyalar kişisel özgürlüğün ve bireyselliğin sınırlanmasıyla daha çok ilgilidir ve daha nihilist bir bakış açısına sahiptirler (...). Bir distopyanın temel noktası, yüksek teknolojiye sahip totaliteryen bir sistem ve bu sisteme başkaldıran bir birey ya da bir grup insandır. Bu, türün özelliklerinden biridir. Ütopya mükemmel bir toplumun şablonunu çıkarırken, distopya bir kabusun şablonuna işaret eder (Abanazır 1985, s. 6-7). Can Hoca’nın 1992’de tamamlanan doktora tezi yine bilim kurgu türüyle ilgiliydi. Aliens at the backyard of literature: fiction and fabulation in science fiction (Edebiyatın arka bahçesindeki uzaylılar/ yabancılar: bilim kurguda kurmaca ve öyküleme) başlıklı tezde, Can Hoca bilim kurgu edebiyatının dinlerle, mitlerle ve halk edebiyatıyla olan ilişkisini inceliyordu. Aynı zamanda, bilim kurgunun uzun bir süre yüksek edebiyat kültürü dışında tutulmuş olmasına rağmen, yakın geçmişte edebi kanonlar içinde kendine yer etmeye başlamış olması konusunu irdeliyordu. Can Hoca 1990’larda fantastik edebiyat, mitler, rock müzik ve futbol gibi alanlarda akademik çalışmalarını sürdürdü. Kültürel çalışmalar alanının Türkiye’deki erken uygulayıcılarından biri olarak, genel olarak akademide ciddiye alınmamış gündelik hayat ve popüler kültür alanlarında makaleler yazdı. Bunlardan biri 1993’te yazdığı “Vampire in Literature and Bram Stoker’s Dracula” adlı yazısıydı (Journal of British Literature and Culture, Sayı 1). Can Hoca, nispeten kısa olan bu makalede, vampir edebiyatı ve mitleri üzerine çeşitli bilgiler vermenin yanısıra, Dracula romanının da bir analizini sunuyordu. Yine bu yazıda, Türklerin Dracula’yla olan ilişkilerinden bahsediyor ve yabancı okuyucular için önemli olan bilgiler sunuyordu: Ali Rıza Seyfi’nin Kazıklı Voyvoda ve Turhan Tan’ın Akında Akına adlı kitaplarının, sırasıyla kurmaca Dracula karakteri ve tarihi bir kişilik olan Vlad Tepes’e yer veren romanlar olduğunu anlatıyor ve Drakula İstanbul’da filminden bahsediyordu. Dracula karakterinin bir kurda dönüşebildiğinin altını çizdikten sonra, aşağıdaki konuya değiniyordu (çeviri bana ait): Kurda dönüşme hususu, oluşturduğu şamanist imgelem açısından, bilhassa ilginçtir. Çeşitli kültürlerde, özellikle Orta Asya Türk ve Moğol kültürlerinde, kavimin din adamı, şaman, kavimin totem hayvanının kürkünü giyerek büyü ayinleri gerçekleştirir ve kehanetlerde bulunur, böylece şaman bir hayvana dönüşmüş olur. Bilindiği gibi, eski Türk kavimlerinde, kurt ve ayı gibi hayvanlar kutsaldır. Yine bilinmektedir ki, bu kavimlerde bazıları, örneğin Hunlar ve Peçenekler Moldavya, Transilvanya ve Eflak bölgesine yerleşmişlerdir. Bu yüzden, bu kavimler ve Balkanların yerlileri arasındaki kültürel bir alışveriş, dönüşüm hikayesini ve kurt adam efsanelerini yaratmış olabilir (Abanazır 1993). Onun İngilizce yayınladığı bu akademik çalışmalar çok geniş bir kitleye ulaşmamıştır belki, fakat emsalsiz bir eğitimci olan Can Hoca farklı mecralarda yazılar yazarak, konuşmalar yaparak, üniversitelerde
bu konularda dersler vererek ve Hacettepe Bilim Kurgu ve Fantazi Kulübüne akademik danışmanlık yaparak, Türkiye’de fantastik hayata çok büyük katkılarda bulunmuştu. Can Hoca 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında bir hayli popüler olan fantastik türler sitesi Lost Library’de Alucard mahlasıyla yazılar yazmıştı. Ankara’da İngiliz Kültür Derneği’nde ve Hacettepe Üniversitesi’nde müfredat dışında, Yüzüklerin Efendisi, Bilim Kurgu edebiyatının gelişimi vb konularda seminerler düzenlemişti. Benim ilk “akademik” sunumum da Can Hoca ve İngiliz Dili ve Edebiyatından Sinan Akıllı hocayla beraber gerçekleşmişti. Henüz 19-20 yaşlarında bir lisans öğrencisi olmama rağmen, Can Hoca, bana destek olup beni cesaretlendirerek bir sunum yapmama önayak olmuştu. Can Hocanın Türkiye’de fantastik türlere en büyük katkısı da bu özelliğinden kaynaklanıyordu. Can Hoca tüm ögrencilerine bilim kurgu, fantezi, korku türlerini sevdirmekte, onları bu konularda okumaya ve araştırmaya itmekte çok başarılıydı. Can Hocanın açtığı kimi seçmeli lisans ve yüksek lisans dersleri arasında “Bilim Kurgu ve Fantazi I ve II”, “Ütopya Düşüncesi ve İngiliz Edebiyatında Ütopya I ve II” gibi derslerin yanısıra, fantastik türlere sıklıkla değindiği İngiliz Romanı, İngiliz Popüler Kültürü, ve Sinema dersleri de vardı. Bu derslerde, Michael Moorcock’un Behold the Man gibi ilerici ve tartışmalı kitapları okutur ve ödev olarak birer bilim kurgu hikayesi yazmamızı isterdi. Behold the Man, 2002’de Phoenix Yayınlarından, Can Hocanın danışmanlığında ve onun ögrencilerinden Kadir Yiğit Us’un çevirisiyle, İşte O Adam adıyla yayınlandı (okumayanlar varsa, şiddetle önerilir!). Can Hocayı kaybetmemizin ardından 6 ay geçti. Bu süre zarfında, çalıştığı farklı üniversitelerde onun adına anma programları düzenlendi, ulusal gazetelerde ve radyo kanallarında kendisiyle ilgili haberler ve programlar yapıldı, çeşitli web sitelerinde ve sosyal medyada onun hakkında yazılar yazıldı. Ailesi, dostları ve öğrencileri onu farklı şekillerde, dünyanın farklı yerlerinde andılar. Onun adına sevdiği biralardan içip, sevdiği şarkıları dinlediler. İşin ilginç yanı, Can Hocanın, halen açık olan Facebook sayfası, tüm sevenleri için ufak bir teselli kaynağı oldu. Binden fazla arkadaşı, hemen her gün Can Hocanın sayfasına girip onunla konuşmaya, ona içlerini dökmeye, sevdiği şarkıların videolarını paylaşıp koyu taraftarı olduğu Beşiktaşla ilgili haberler vermeye, Star Wars, Yüzüklerin Efendisi vb temalı içerikler paylaşmaya devam ediyorlar. Hocamızın geçen ay olan doğum gününde bir çok kişi kutlama mesajları gönderdi. Bu, onun ne kadar çok insanın hayatına dokunduğunu gösteriyor. Her şeyden öte, Can Hoca, “fantastik” bir insandı. Sanki bizim dünyamıza değil de, kurmaca bir dünyaya ait gibiydi. Onun hala “yaşıyor” olmasının sırrı da biraz burada, sanırım. İyi karakterler, defalarca anlatılmış ve anlatılacak olan öykülerde, onlarla karşılaşmış olanların kalplerinde ve zihinlerinde yaşamaya devam ederler, çünkü. Not: Can Abanazır’ın bir çok yazısına ve tezlerine evimizin konforunda ulaşmak maalesef olanak dışı, fakat aşağıdaki linklerde bazı yazılarını bulabilmek mümkün.
6
7
* “Vampire in Literature and Bram Stoker’s Dracula” iki bölüm halinde Hacettepe BKFT’nin artık terk edilmiş ve unutulmuş olan eski sayfasında: http://www.bkft.hacettepe.edu.tr/vamp.html http://www.bkft.hacettepe.edu.tr/vamp2.html * Kayıp Dünya sitesi Can Hocanın mitoloji üzerine yazdığı iki yazıya yer veriyor: http://www.kayipdunya.com/can-abanazir/viking-mitolojisi-1 http://www.kayipdunya.com/can-abanazir/irlanda-mitleri-ve-efsaneleri-ozet-calisma Not 2: Can Hoca’nın yüksek lisans tezine ulaşmama yardımcı olan Çınar Yıldız ve Derya Duman’a teşekkürlerimi sunarım. Can YALÇINKAYA
Özel Dosya
Özel Dosya
9 Yıl Sonra Sadi KONURALP’in Ardından Bu satırları yazmakta olduğu bugün, sevgili arkadaşım, değerli araştırmacı-yazar Sadi Konuralp’i Istanbul’da akıl almaz bir‘kaza’(!) sonucu yitirmemizin üzerinden neredeyse 9 yıl geçmiş durumda. Ancak bu geçen zaman, Sadi hakkında bir yazı yazmayı ölümünün üzerinden 24 saat geçmeden Radikal’e yazmak durumunda kaldığım yazıyı yazmaktan daha az zorlaştırmış değil. Günlük yaşamımda hala ne zaman, hayatta olsaydı onunla paylaşabileceğim bir malzeme (film, kitap, dergi, vb) veya bilgi veya deneyim edinsem bunu onunla paylaşamayacak olmak onun yokluğunu tekrar tekrar duyumsatıyor. Sadi’yle ilk tanışmam takriben 15 sene önce Drakula Istanbul’da filminin kopyasını temin etme konusunda, sözkonusu filmin kopyasının Ankara’daki bir üniversite asistanında olduğunu ve onun telefonunu da Metin Demirhan’dan temin edebileceğimi bildirerek beni yönlendiren Giovanni Scognomillo sayesinde gerçekleşmişti. İlk telefon görüşmemizde bana filmin bir kopyasını çıkarabileceğini teyit ederek birkaç gün sonraya randevu verdi. Böylece Sadi’nin ayırdedici bir özelliği olan paylaşımcılığıyla henüz onu yeterince tanımadan yüzleşmiştim. Daha sonra farkına varacaktım ki Sadi aynı zamanda bir koleksiyoncu sayılabilirdi ama paylaşıma açıklığı ile diğer, bencil ve kıskanç koleksiyonculardan ayrılıyor ve istisna oluşturuyordu. Bu gözlem, onun giderek biliminsanı olma yolunu seçmiş olması düşünüldüğünde daha bir anlam kazanıyor. Sadi’yle ilk buluşmam Ankara’daki bir üniversitenin bodrum katındaki kimya laboratuarında gerçekleşmişti; o zamanlar kimya bölümünde asistandı ve sinemasever kimliği yaşamında ancak hobi olarak karşılığını buluyordu. 1998’de ikinci karşılaşmamızda ise artık tüm zamanını sinema araştırmalarına verebilmek için kimya öğrenimini bırakmıştı. Sinema alanında akademik öğrenim geçmişi olmadığı için mesleki açıdan riskli bir karardı bu kuşkusuz ve ömrünün geri kalanında bunun kimi malum sıkıntılarından tümüyle muaf yaşadığı söylenemez. Ancak Sadi’nin yine de çok doğru bir karar vermiş olduğu tereddütsüz bir gerçek. Hayatının geri kalanını kendi arzu ettiği gibi ve de en verimli olacağı ve nitekim çok verimli olduğu sahada çalışarak geçirdi.
8
Sadi’nin ilgi alanı, başta bilim kurgu ve korku olmak üzere fantastik janrların edebiyattan, çizgi romana, sinemaya uzanan geniş bir yelpazedeki ürünlerini kapsamakla birlikte özel uzmanlığı –belki de müzikle içli dışlı bir aileden gelmesinin de etkisiyle- herhangi bir janrla ilişkisinin ötesinde sinema ve müzik ilişkisi üzerineydi. Örneğin 2’nci sayıdan itibaren beş yıl boyunca birlikte çıkardığımız Geceyarısı Sineması’nda yayınlanan yazılarının yarısı doğrudan bu konudadır. Sadi’nin tamamlayamadığı ‘sinema ve müzik’ konulu kitap çalışmasının ana gövdesinin metinleri de ailesi tarafından evindeki çalışma notları arasında bulundu ve Geceyarısı Sineması’nda yayınlanmış film müziği hakkındaki yazıları ile takviye edilerek meslektaşı Levent Cantek’ın editörlüğünde yayınlandı. Yarı-zamanlı öğretim görevlisi olarak Gazi Üniversitesi’nde film müziği üzerine ders veren Sadi, mesaisini yalnızca bu gibi kitap projesi, makale, konferans tebliği gibi çalışmaları için kütüphanelerde, sahaflarda, arşivlerde dirsek çürütmeye –ve tabii bu arada ve bu amaçlı olarak sürekli film kaydedip izlemeye- ayırmakla yetinmiyor, sinemayla ilgili diğer etkinliklere elinden geldiğince katkı yapmak için de zaman yaratıyordu kendine. Örneğin her yıl Japon Anime Günleri’ne hem adeta fahri danışman olarak, hem de bilfiil bütün organizasyon işlerinin ucundan tutarak destek oluyor, ayrıca çizgi roman, bilim kurgu ve anime üzerine çeşitli dergi ve fanzinlerin Ankara’daki kitapçılara elden dağıtımını gönüllü olarak gerçekleştiriyordu. Geceyarısı Sineması’na omuz vermesi ise ilk tanışmamızdan birkaç yıl sonra bir gün bir kitapçıdan elinde ilk sayımız olduğu halde çıkarken tesadüfen karşılaşmamızın ardından olmuştu!, tabii hemen o anda ayaküstü telefon numaralarımızı teyit edip yeniden görüşme konusunda sözleşmiştik. Sadi, dergiyi birlikte çıkartmaya başladığımız ve bizi destekleyen herkesi derhal engin birikimiyle etkilemiş ve yalnızca bu birikimi ve araştırmacılığıyla derginin sürekli yazarı değil, ayrıca alçakgönüllü ve özverili çalışkanlığıyla da derginin demirbaşı haline gelmişti. Beş yıl boyunca prova bilgisayar çıktılarımızın son kontrolünden malzemenin matbaaya teslimine, matbaanın özalitinin son kontrolünden baskı anında ilk çıkanların mürekkep doygunluğunun kontrolüne kadar pek çok angaryayı hep ikimiz kendi aramızda paylaştık. Ve de beş yıl boyunca her sefer bütün bunların ardından matbaadan kolileri sırtlayıp kitapçılara ve kargoya vermek için Ankara’nın yollarını kan ter içinde arşınladık beraberce. Hatta, sık sık ‘bugün git yarın gel’ muamelesiyle yüzyüze kalmak demek olan tahsilat işini, evinin kent merkezinde olması dolayısıyla, Sadi tek başına üstlenegeldi. Sadi’yle ortak mesaimiz yalnızca Geceyarısı Sineması’nı birlikte çıkartmaktan ibaret kalmayacaktı. ‘Türk Film Araştırmaları’nda Yeni Yönelimler’ konferanslarına önce Muhsin Ertuğrul’un Almanya yılları hakkında ortaklaşa bir tebliğ hazırladık. Ertesi yılki konferansa ise Sadi ‘sessiz sinema’ döneminde film ve müzik konulu bir tebliğ hazırladı. Bu konferansın ardından ben Ankara’ya dönerken, o ise Lale Film arşivinde biraz daha araştırma yapmak için birkaç gün daha Istanbul’da kalmayı tercih etti. Sonrası malum... Kaya ÖZKARACALAR
9
Özel Dosya
Özel Dosya
Fantastik Alla Turca İlk “türkiş” korku filmimiz Drakula İstanbul’da’yı Gölge okurları en azından duymuşlardır; geçtiğimiz yıllarda bu nadide eserin DVD’sini de yayınladılar. Eserin bir korku filmi festivalinde ABD’li izleyiciler tarafından ayakta alkışlanmış, gördüğü yoğun ilgi üzerine tekrar gösterime girmiş olması şaşırtıcı değil. Zira ünlü vampir, köpek dişleri ağzından dışarı taşacak şekilde ilk kez bu filmde gösterilir. Daha sonra Dracula imajına kalıcı olarak yerleşecek olan bu özellik, yani, Türk icadıdır. Dracula’nın şatosunun dış duvarından aşağı yürürken gösterildiği ilk film de budur. Oysa film son derece düşük bütçelidir. Öyle ki, sis makinası almaya para yetirilemediği için, Dracula’nın arz-ı endam edeceği sahnede bütün set ekibi sigara içip üflemek zorunda kalmıştır. İşte yerli edebiyatımızda fantastik ögelerin yeri de biraz bu üfürme olayını andırıyor: Sayıca az ama nitelik olarak dibine kadar “fantastik” romanlarımız var. 1990’lardan sonra, Sadık Yemni, Giovanni Scognamillo gibi isimlerin özenli çalışmaları ile fantastik korku yazınına özgün örnekler de verebilmişiz; ama ben bu yazıda eski tarihli örneklerden bahsedeceğim. Vampirler Kazıklı Voyvoda – Ali Rıza Seyfi Madem yegâne Dracula filmimizden bahsettik, filmin uyarlandığı romanla başlayalım. Elbette edebiyat dünyasının “the original” vampiri Kont Dracula’dır. Eser Bram Stoker tarafından 1897’de yayınlanır. Stoker’ın esin kaynağı Türkleri kazıklara oturtmak gibi sapkın bir eğlence edinmiş olan Vlad Tepeş, bizce bilinen adıyla Kazıklı Voyvoda’dır. Voyvoda Kont demek olduğuna göre, romandaki Dracula’nın kontluğu da buradan geliyor olmalı. Ali Rıza Seyfi’nin “Kazıklı Voyvoda” romanı 1928’de eski yazı, 1939’da ise Latin alfabesi ile yayınlandıktan sonra 1953’te Drakula İstanbul’da ismiyle sinemaya uyarlanır. 1997’de filmin ismi tercih edilerek üçüncü kez basılan romanı edinmek zor değil. Seyfi’nin romanı Stoker’ınkinden ana izlek olarak çok az farklılık içerir. Elbette Harker’ın yerini Avukat Azmi Bey, Van Helsing’in yerini ise Dr. Resuhi bey almış. Vampir kültü de biraz müslümanlaştırılmış: Vampirlerle mücadele ederken, Peygamberin kabrinden alınan toprak, Kuran’dan ayetler içeren En’am-ı Şerif muskası filan kullanılıyor; Bismillah deyip vampirin kalbine kazık çakılıyor. Romanda Dracula’nın Vlad Tepeş’in ta kendisi olduğu vurgulanmaktadır: “Karşımızdaki cehennemi canavar kimdir biliyor musunuz? Türkler arasında asırlarca evvel Kara Şeytan, Şeytan Voyvoda, Kazıklı Voyvoda diye şöhret bulmuş mel’un zalimin ta kendisidir. ... Binlerce Türk esirini burada kazığa oturtur, onların ahı arasında maiyyeti ile şarap sofrasını kurup şarap içer, zevk eder, dansederdi. Hatta Türk esirlerinin yarasından dişiyle kopardığı eti meze yaparak şarap içip dansettiği çok defa görülmüştü” Neyse ki Seyfi’nin Kazıklı Voyvoda’sı, Tuna boylarında kazığa vurulanların öcünün alınmasıyla sona eriyor!
10
Dehşet Gecesi – Kerime Nadir Edebiyatımızda tek vampir romanı Kazıklı Voyvoda değil. En az onun kadar afili bir de kadın vampirimiz var! Kerime Nadir, bir dönemin popüler yazarlarından. Veriminin tamamına yakını hissi romanlardan oluşuyor. Dehşet Gecesi, çarpıcı bir istisna. Dehşet Gecesi, hikâye içerisinde hikâye anlatan bir roman. Giriş bölümünde, Hakkâri’de kurulacak büyük bir otelin açılışını haber yapmak üzere tren yolculuğu yapan gazete sahibi Mümtaz Evren’i tanıyoruz. Evren’in yanında, sivri dilli ve zor beğenir eleştirmen arkadaşının –her nasılsayere göğe sığdıramadığı Kızıl Puhu isminde bir ilk roman var. Romanın yazarı Cengiz, kitabın bir kopyasını gazeteye yollarken, öykünün de gerçek olduğu savını ileri sürmüştür. Sonra Cengiz’in ağzından bu Kızıl Puhu’yu okuruz. Cengiz, Selmin isminde bir fakir kıza nasıl sevdalandığını, kızcağızın aslında yüzyıllar önce ölmüş olması gereken Prenses Ruzihayal isminde bir akrabasından nasıl görkemli bir düğün hediyesi vaadini aldığını anlatır. Ruzihayal, servet niteliğindeki bu hediyeyi teslim etmek üzere Selmin’in Hakkâri’ye bir vekil göndermesini ister. Bu zorlu yolculuğa da Cengiz gidecektir. Cengiz, lanetli addedilen bir bölgede Ruzihayal’in konuğu olur. Aynı Harker’ın Dracula’nın konuğu olduğu gibi, kurdun ininde yalnızdır. Onu koruyan tek şey boynunda asılı bir En’am-ı Şerif’tir. Hristiyan vampirlerden haç ile korunmaya karşılık, müslüman memleketinde de bu tür bir muska gerekiyor demek! Nadir’in Kazıklı Voyvoda’yı okuyup, Seyfi’nin haç yerine En’am-ı Şerif koymasını uygun bulduğunu varsaymak yerinde olur. Cengiz’in yolculuğu, Karpatlar yerine geçen Hakkâri, konuğuna bir handa randevu verip araba ile aldıran bir vampir, traş aynası derken, tanıdık ögelerin hepsi bu romanda var. Daha fazlası da var: daha doğulu, 1001 gece masallarına daha yakın bir öykü var. Vampiri oyalayan, onunla bir nevi taktik savaşı vermek zorunda kalan Cengiz var. Daha masalsı bir atmosfer, daha çok hissi roman tadı var. Kerime Nadir, alışık olmadığı bir türde, ustalıkla, keyifli bir eser verebilmiş. Bize de bunu mutlaka okumak, bu türde başka eser vermemiş olmasına hayıflanmak düşüyor. Vampirin Kamburu - Melek Melih Bayrı Bayrı, 70’li yıllarda ahlakçı, milliyetçi romanlarıyla tanınmış bir kadın yazarımız. Vampirin Kamburu, farklı bir türde de olsa, yazarının şablonu ve mesaj kaygısından ödün vermemiş. Çirkin bir insanın hikâyesini anlatıyor Bayrı: “Evet, çirkin bir insandım. Fakat ben de et ve kemikten teşekkül etmiştim. Benim de kalbim vardı. Sevmek güzel şeydi. Karım beni terkederken ‘Yeter’ demişti. ‘Şu çirkin yüzden bıktım, her gece karanlıkta seni görünce haykırmamak için kendimi zor tutuyorum’” İşte bu kambur Ergün Efendi, bir gün eşkiya tipli adamlardan kaçarken kapısına sığınan hayat kadını Hörü’yü kurtarır. Kızcağız, feleğin sillesini yemiştir, Ergün’e karşı da büyük bir minnet duymaktadır.
11
Özel Dosya
Özel Dosya
Zamanla bu minnet karşılıklı aşka dönüşür, Melin ismini alan kız Ergün’le evlenerek sosyetenin gözdelerinden biri haline gelir. Ergün’ün bu mutlu dönemi uzun sürmez; bir kaza geçirip hafızasını kalıcı olarak kaybeden Melin de ilk karısı gibi Ergün’den korkmaya başlar. Hele kocasını da aldatınca, Ergün gerçekten korkulası birine dönüşür. Seri katil olmaya karar veren Ergün, kurbanlarının kanını da içerek vampirleşir. Vampirin Kamburu, bir seri katilin birinci ağızdan anlatımı olmakla, edebiyatımızdaki ilklerden biridir. Ama tabiatüstü bir unsur içermediği halde inandırıcılık açısından zayıf kalması, öykünün tekdüzeliği ilk olmasının yetmediğini kanıtlıyor. Drakyola: Kan İçen Adam / Asılamıyan Adam - Selami Münir Yurdatap Sinema romanı, bize özgü bir tabir olsa gerek. Sinemaya gitmenin lüks olduğu dönemde, gidemeyenler için filmlerin konularını anlatmaktan ibaret olan bu edebi tür; 1001 Roman gibi popüler dergilerin yanısıra, ucuz roman neşriyatında da epeyce yer bulmuş. 1940-41 tarihli Resimli Cinai Sinema Polis Romanları serisinde Selami Münir Yurdatap, eserlerinin asıllarını dahi –muhtemelen- okumadan, ama Bela Lugosi’li, Boris Karloff’lu sinema uyarlamalarını izleyerek bir Dracula, bir de Frankenstein öyküsü kaleme almış: Drakyola / Kan İçen Adam (1940) ile Asılamıyan Adam (1941) Frankenstein Hazır laf Frankenstein’dan açılmışken, N. Erman’ın onaltışar sayfadan sekiz kitaplık “Canavar Frankenştayn” serisi için bir bölüm açalım. 1944’te Işık Kitabevi tarafından yayımlanan seri, orijinal romandan kırk yıl sonrasını anlatıyor. Kutuptaki kovalamaca bu seride hiç gerçekleşmemiş, Victor Frankenstein, yarattığı canavara asil ve yüksek insanda aradığı vasıfları aşılayamadan öldürülmüştür. Canavar, İgor tarafından himaye edilmektedir. İlk üç romanda canavar lanetli olduğu için kimselerin ayak basmadığı İskelet şatosunda gizlenmektedir. Bu şatoda aynı zamanda “Tunç bilekli Rişar” nam meşhur bir haydut da gizlenmektedir. Bölgeye yeni atanmış savcı Güstav Rişar’ı enseler. Rişar yakayı ele vermeden evvel kendisini yakalayan savcıyı hakiki canavarın elinden kurtaracak kadar mert bir abimizdir. Fakat Tunç bilekliler çetesindeki arkadaşları kendisi kadar mert olmadıkları için reislerini konuşur korkusu ile canavara öldürtmeye kalkarlar. İşler planladıkları gibi yürümez ve hapsi boylarlar: Hevesi kursağında kalan reis acı acı güldü: - Kodes ha? Bizim gibi adamlar orada yıllarca ne yapar? Sansar Fliming kelepçelerle içeri giren jandarmaya bileklerini uzatırken cevap verdi: - Şey… Hırsız polis oynarız! Dördüncü romanda canavar elektrikli sandalye ile idam edilir fakat ölmez. İgor, canavarı Dr. Victor Frankenstein’in sahte isimle doktorluk yapan oğluna götürür. Dr. Frankenstein “İyi” bir insan yaratma özlemi ile ameliyata hazırlanırken gelen polis baskını esnasında laboratuvar havaya uçar. Kolay kolay kimsenin ölmediği serinin beş yıl sonra geçen beşinci öyküsünde, laf olsun diye ruh
12
çağırma seansı düzenleyen bir takım beyefendiler Canavar Frankenştayn’ın ruhunu çağırırken müthiş bir hakikatı keşfederler: - Çok garip!... Frankenştayn ile temasa geçemedim! Genç bir kadın, korku ve heyecan içinde sordu: - Ya masa neden harekete geldi? - Onu başka ruhlar harekete getiriyordu. Fakat aralarında canavara tesadüf edemedim. Şu anda müthiş bir hakikat öğrenmiş oluyoruz! - Nedir, nedir bu hakikat? - Ölülerin ruhları arasında bulunmadığına nazaran, Frankenştayn’ın ruhu henüz bedeninden ayrılmamış demektir! Nitekim canavar da çok uzakta değildir. Seansa katılan Prof. Zodiag tarafından himaye edilmektedir. Dr. Frankenstein’dan yeni bir ameliyat isteyen canavar, kabul görmeyince zora başvurur. Ancak Zodiag’ın kurşunları ile can verir: Bav!.. Bav!..Bav!.. Arka arkaya patlayan üç kurşun canavarı, elindeki taşı boşluğa fırlatmak zorunda bıraktı. Bav!.. Bav!..Bav!.. Kurşunlar ejderin vücudunu boydan boya biçmekte devam ediyordu. Altıncı romanda, ıssız bir adada Frankenstein’in çalışmalarını sürdürmek isteyen Profesör Zodiag’ın yarattığı yeni canavar, bir ahtopotla dövüşürken ölür. Zodiag’ın çalışmaları istediği mertebeye ancak yedinci macerada erişecektir: Zavallı adam gözleri dehşetle büyüyerek baktı: Karşısında iki canavar, iki Frankenştayn ateş saçan nazarlarla kendisini süzüyordu. Hadiseler, havsalaya sığmayacak bir hızla cereyan ediyor, şimdi raylar üzerinde yürüyen bir otomobil ile üçüncü bir canavar, Fritz’in karşısına dikilmiş bulunuyordu. Yolda tek tük karşılarına çıkan başka Frankenştayn’lar işlerini bırakarak bir müddet araba içinde av götüren arkadaşlarını seyrediyor, dişlerini gıcırdatarak böğürür gibi sesler çıkarıyorlardı. Bunca Frankenstein arasından kolaylıkla sıyrılan Fritz ve polis hafiyesi Ceymis, tüm canavarları sular altında bırakıp boğarak öldürür. Oysa canavarları ile birlikte boğulan Zodiag, canavarlarından birini İgor’a miras bırakmış ve vasiyetinde İgor’dan Dr. Frankenstein’I bulup canavarı ameliyata zorlamasını istemiştir. İgor şantaj yolu ile Dr. Frankenstein’ı dize getirir, ancak Frankenstein intikamını yepyeni bir canavar ile alacaktır: Yeni canavar ile eskisini alt eder. İgor tutuklanırken Dr. Frankenstein da intihar ederek, bu ilginç seriye son verir. Hortlaklar Lanetli evdir, yok vampirdir, kurt adamdır, korku edebiyatına ait ne kadar unsur varsa bize yabancıdır. Buna karşın zombiler; bizce daha iyi bilinecek ismi ile hortlaklar yerli edebiyatımızda sıkça karşımıza çıkan aktörlerdir. Ölünün dirilip birilerinin canını yakabileceği fikri Afro-Amerikan toplumuna ait olmakla beraber, kimsenin tekelinde değildir. Edebiyattaki zombi tiplemesi elbet Voo Doo büyüsü ile canlandırılan; özgür iradeden ve konuşma yetisinden yoksun, kendisini dirilten sahibinin hain emellerine hizmet eden ölüye dayalıdır. Bizdeki hortlak ise az buçuk farklıdır. Ölmeden evvel kötülüğü ile tanınan bir kişinin, hızını alamayıp öldükten sonra da kötülük etmeye devam etmesine benzer daha çok. Birkaç örneğine bakalım. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Korku (!) Külliyatı Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani (1912), Cadı (1913), Mezarından Kalkan Şehit (1929) ve Dirilen
13
Özel Dosya
Özel Dosya
İskelet (1946) romanlarında çeşitli sebeplerle hortlak rolü yapan kişileri anlatır. Gürpınar maddeci düşüncesi doğrultusunda, hiçbir romanında doğaüstü bir unsura yer vermez; aksine toplumun batıl inançlarını kullanarak fayda sağlayan kişileri konu edinerek bu tür bir fikrin tam karşısında yer alır. Bununla beraber, toplumumuza özgü batıl inanışlar, canlı ve gülünçlü bir dille okuyucuya sunulur. Romanların hiçbiri bütünlük açısından vasatı aşamaz. Muamma romanı olmalarına karşın ortalama polisiye okurunu tatmin edecek yapıda da değildirler. Beri yandan, hiciv ve güldürü yanı güçlü, Dirilen İskelet’teki Nasıra gibi güçlü roman kişileri ile Gürpınar külliyatı içerisinde önemli bir yer tutarlar.
Lord Lister, Avrupa polisiyesinin pulp (ucuz roman) karakterlerinden biridir. Raffles olarak da bilinen bu centilmen hırsızın maceraları 60’lı yıllara dek birçok ülkede basılmış. Bengü’nün Lord Lister’i ise iyicil özelliklere sahip bu Robin Hood çeşitlemesinden epeyce farklı. Bir kere adam deli. Hem de dahi cinsinden. İkincisi katletmekte en ufak bir mahzur bile görmeyen bir cani; kendi deyimiyle bir “intikama susamış”, bir “beşeriyete lânet etmiş” kişidir. Bengü’nün Lord Lister’i sadece sıradan bir cani değil, fakat aynı zamanda doğaüstü becerilere de sahip biridir. Polisin ellerinden köşe bucak kaçırdığı mumyalar müzesi, cam tabutlar içerisinde bir canlı cenazeler koleksiyonudur. Önemli mevkilerden olan kurbanlarını mumyalaştıran Lister, bunları gerek gördüğü an canlandırıp, ayak işlerine filan koşar. Dahası, hipnotizma gücüne sahiptir; hipnotize ettiği kişiler üzerinde gerekirse onları ölüme yollamaya kadar varan, müthiş bir kudrete malik durumdadır. Bir de deliler sürüsü var bizim Lister’in; onları mezarlığa yeni gömülmüş taze insan (mümkünse çocuk) eti ile besler. İlk roman “Londra’daki Kan İzleri”, opera locasında Lord Bermut’un öldürülmesi ile açılır. Lord Lister’in amansız rakibi polis müfettişi Ceymis Peen, tahkikatı neticesinde, cinayeti Leydi Heyg’in işlediğini; ancak bunu Lord Lister’in ipnotizma gücünün tesiri altında iken yaptığını ortaya çıkarır. Leydi Heyg’i bir Hint âliminin yardımıyla kendisi de ipnotize edip, Lord Lister’in kimliğini ortaya çıkarmak ister. Ancak tam başarıya ulaşacakken, Leydi Heyg bir orangutan tarafından kurşunlanarak öldürülür. Bir orangutanın ateşli silahla adam öldürmesi, elbette Edgar Allan Poe’nun kemiklerini sızlatacak kadar özgün bir fikir. İkinci romanda Ceymis Peen, ipsiz sapsız bir serseri tarafından öldürülür. Üçüncü kitap “Ceymis Peen’in Zaferi”, öldü sanılan Peen’in aslında bu numarayı Lister’i bir punduna getirmek için çektiğini anlatır. Romanın sonunda Peen Lister’i enselerse de Lister bir fırsatını bulup kaçmayı başarır. Dördüncü romanda Lister’in eline düşen Peen, kurtulmayı başarır; ancak can düşmanının ölüler gemisine binip kaçmasına mani olamaz. Serinin “Ölüler Gemisi” ismiyle duyurulan devamı hiç yayınlanmadı. “Kasırgalar uluyor”, “Yıldızlar cehennemlerin dibinde kıvranıyor”, “Korkunç! Herşey korkunç! Hangi yana bakılsa tüyler ürperiyor!” gibi ifadeleri bugün yazılan bir romanda bulamazsınız; Lord Lister serisinde ise bini bir paradır. Baygınlık vermek şöyle dursun, seriye nahif bir özellik katan bu üslup takdire şayandır. Bengü’nün bu zor bulunur serisini koleksiyoncular için cazip kılan belki de budur.
Lord Lister Serisi - Vedat Örfi Bengü Vedat Örfi Bengü, Nazım Hikmet’in şiirinde “oğlum” diye Varna’dan seslendiği üvey oğlu Memet Fuat’ın öz babasıdır. Bengü, Fransa’da ve Mısır’daki çalışmalarıyla zengin olmak hayalini gerçekleştiremese de, bir şekilde kalıcı bir üne sahip olmayı başarmış, ilginç bir kişilik. Mısır sinemasının kurucularından sayılır, örneğin. Romanlarını da kült mertebesinde saymak lazım gelir. Dört kitaplık Lord Lister serisi (1944-45) kapaklarında “Geceleri Okumayınız” ibaresini taşır. Seri, korku edebiyatına özgü malzemeden elbette yoksun değil; ama esasen Lord Lister serisi iç kapaklarında da yazdığı üzere birer zabıta romanı, güncel ifade ile polisiye romandır.
Karacaahmet’ten Karakola Gelen Ölü - Reşat İleri Bir ölünün dirilmesi sadece ürkünç değil, aynı zamanda çok da meraklı bir hadisedir. Ölen şahsın ne sebeple ve hangi şartlar altında dirildiği okur için başlı başına bir muamma teşkil eder. Bahsi geçen kişinin aslında hortlamayıp, düpedüz sahtekâr olduğu ortaya çıkması da mümkündür; okurunuzu gıcık etmek istiyorsanız bu şablonu gönül rahatlığıyla uygularsınız. Nitekim polisiye yazarlarımızdan U. Çınar, 1944 tarihli Yılmaz Hasan serisinden “Mezarlıktan Gelen Ses” macerasında bu tür bir sahteciliği ele alarak antipatimizi kazanmıştır. Karacaahmet’ten Karakola Gelen Ölü, Reşat İleri’nin iki öyküsünü içeriyor. İkisi de ölümden sonra dirilme konseptine uygun öyküler. İlki kitapla aynı ismi taşıyor; ikincisi ise “Ermeni Mezarlığından Gelen Tekbir Sesleri” ismindedir. Her ikisi de dini mesajlar içeren didaktik öykülerdir. İlki aynı zamanda hissi ve dramatik yan öyküler de içerir. Sunumda, öykülerin “tamamen hakikat olduğu için, uydurma romanlardan ayrı bir değeri olduğu” savunulur.
14
15
Özel Dosya
Özel Dosya
Mumya Firavun Mezarında Korkunç Bir Gece – Fevzi Görgen Korku sinemasının, vampirlere, kurt adamlara nazaran belki biraz geri planda kalmış aktörlerinden mumya, hortlaktan farklı özellikler taşır. Örnekse mumyayı dirilten sebep genelde ölümünden sonra da canlı tutabildiği aşkıdır. Dolayısıyla dirildikten sonra yaptığı ilk iş ortamdaki en güzel hatunu kapıp kaçırmak olur. Medeniyetsiz bir davranış olduğu kesin; ama binyıllardır ölü ve -daha fenası- kadın haklarından bîhaber olduğu için bunu doğal karşılamak gerekir. Pek tabii mumya kadının kaybettiği aşkının reenkarnasyonu olduğuna inanacaktır. Buna pek ihtimal vermeyen günümüz insanları, mumyaya karşı koyarak kızcağızı kurtarmaya çalışırlar. Edebiyatımızda, yakın tarihli Scognamillo romanı haricinde, bu karizmatik canavarın izine pek rastlanmaz. En uygun örnek, Fevzi Görgen imzalı 1960 tarihli “Firavun Mezarında Korkunç Bir Gece” Yukarıda bahsi geçen şablona bağlı kalan bu kısa roman, mumyalar üzerine araştırma yapmak üzere Mısır’a giden Türk genci Fikret Soman ile mumyanın ellerinden kurtardığı Amerikan kızı Beti’nin izdivacı ile mutlu sona ulaşır.
Dünya Titriyor! – A.T. Safkan Büyük gezi, serüven, havacılık ve fen romanı alt başlığı ile sunulan Dünya Titriyor, gerçekte ne romanı yazacağına karar verememiş olan bir yazarın -şükür ki- tek romanı. A.T. Safkan, romanı haftalık olarak yayınlanan oniki fasikülde tamamlamış. Genç maden mühendisi Celal Sarp, ikinci paylaşım savaşının kargaşalı ortamında, memleketine dönmek niyetiyle San Fransisco limanından kalkan General Washington gemisine biner. Gemi esrarengiz bir şekilde birden müthiş hız kazanarak, bir gecede Filipin adalarına kadar yol alır ve orada batar. Kazazedeler kısa sürede bir Amerikan muhribi tarafından kurtarılıp Manilla adasına çıkarılır. Celal Sarp’ın yol arkadaşı Con Rokfeller, Filipin adalarında kayıplara karışan adamı Hikmet’i aramak niyetindedir. Hikmet, en son, yakın zamanda sulara gömülmüş olan bir adada görülmüştür. Celal de bu işte kendisine yardım etmeyi kabul eder. Benzer bir şekilde yolu Filipin adalarına düşen Türk pilotu Ali Yalçın da kahramanlarımıza katılır. Bu yöredeki esrarengiz olayları incelemek üzere İngilizlerin gönderdiği Sherlock Holmes bir yandan tek başına çalışmak isterken, bir yandan da kahramanlarımızın kaydettiği ilerlemeden uzak kalmak istemez. Nitekim o da ekibe katılır; beraberce battığı sanılan adanın aslında göklere yükseldiği, ölümsüzlüğün sırrına ermiş bir firavunun yönetiminde Amerika’ya saldırmak için kullanıldığını keşfederler. Görünmez olmak, düşmanlarını dondurmak gibi hünerleri de olan düşmanlarına karşı mücadele ederler. Sherlock Holmes bu romanda Türklerin gölgesinde kalan bir karakter olarak yer alır. Yine de yüce gönüllü kahramanımız Ali Yalçın, kırk yılda bir doğru laf ettiği, pek o kadar da akılsız olmadığı gibi övgüler düzer İngiliz hafiyesine. Kurgunun dağınıklığını, romanın oniki hafta boyunca fasiküller halinde yayınlanmasına bağlamak mümkün. Aksi takdirde böyle bir öyküyü hiçbir romancının bir defada uydurabileceğini sanmıyorum. Romanı, uçuk bir bilimkurgu eseri olarak, popüler edebiyat tarihimizin özgün bir parçası olarak düşünüyorum. Özellikle Firavunun, bir elemanının öldürülmesinin hışmı ile tüm dünyaya “Titreyiniz! Titreyiniz!” diye seslendiği bölüm, okurların hatırında kalacaktır.
yakın durmaktadır. Bu romanda zengin bir Hint prensi, bir Türk kızı ile evlenir. Kızcağız eşinin gizli saklı işlerini ortaya çıkarmakta gecikmez. Finalde canlanmış bir mumya beklerken, Hintlinin, bir mumyaya âşık olmuş sıradan bir deli olduğunu anlıyoruz, bu da elbette hayal kırıklığı yaratıyor!
Akdeniz İncisi – Vedat Örfi Bengü Bu bölümde belki kısaca Vedat Örfi Bengü’den de bahsetmek gerek. Lord Lister serisindeki mumyalardan yukarıda bahsetmiştik. Yazarın “Akdeniz İncisi” adlı romanı da, bir mumya romanı şablonuna
Şeytan Şeytan / Şeytanın Piçi - Behçet Safa Peyami Safa’nın erkek kardeşi İlhami Safa’nın Behçet Safa ismiyle yazdığı polisiye ve korku romanları, 40’lı yıllarda yayınlanıp, popüler kültürümüzün yazılı olmayan tarihine karışmıştır. Söz konusu romanları bugün sahaflarda da kolay kolay bulamazsınız; kütüphanelerimizde de tamamını bulmak olanaksızdır. Kardeşine göre daha farklı alanlarda kalem oynatan bu yazar, herhalde daha fazlasını hakederdi. Şeytan, kimsesiz bir felekzede olan Suzan’ın dramatik öyküsü ile açılır. Bir gemi kazasında ölümcül bir yara alan Hasan’ın emanet ettiği günlük, Suzan’ın kocası Mahir’in ilgisini cezbeder. Günlük, babasını esir düştüğü yezidilerin elinden kurtarmak isteyen Hasan’ın başından geçenleri içermektedir. Hasan, babasının yezidiler tarafından Melek-i Tavus’a, yani Şeytan’a kurban edilmesini önleyememiştir. Gizli ilimlerle haşır neşir olan Mahir, günlükte ismi geçen Şeyh Bahadır’ın elinde olduğuna inandığı Mushafı Reş’i ele geçirmek üzere harekete geçer. Tek bir nüshası bulunan Mushafı Reş, yezidilerin kutsal kitabıdır. Mahir, kendisini zengin edecek olan bu kitabı ele geçirir; ancak onun yokluğunu fırsat bilen kardeşi de bir punduna getirip Suzan’ı elde eder. Durumu öğrenen Mahir, bebek bekleyen karısı üzerinde bir büyü tatbik eder. Doğacak çocuk ya bir dahi olacaktır, ya da Melek-i Tavus’un ta kendisi. Maalesef ikinci ihtimalin gerçekleştiğini, romanın zeyli (devamı) olan Şeytanın Piçi’nde öğreniriz.
16
17
Özel Dosya
Özel Dosya Roman, Erenköyü’ndeki Abdi Paşa köşkü’nün kötü ününden bahisle açılır. Köşkün cinlere, perilere mekân olduğu, koruda hayaletler dolaştığına inanılmaktadır. Hemen akabinde, köşkün kullanılmayan odalarından birinde bir cinayet işlenir. Maktul, bir iskelet tarafından boğazlanmışa benzemektedir. Köşkün Dildar kalfası, ilk romandan bildiğimiz Suzan’dan başkası değildir. Kocası Mushaf-ı Reş’i ele geçirmek için yezidilerin arasına gitmişken kendisi ile birlikte olanın sandığı gibi kayınbiraderi değil, Hayrullah bey olduğunu öğrenmiş, İstanbul’a gelip onun köşküne sığınmıştır. Doğaüstü güçleri olan oğlunun işlediği cinayetlere engel olamamıştır. Yamyamlar Hayaletli, vampirli romanlara nazaran, yamyamlık daha gerçeğe yakın bir mevhum olduğu için, bir yamyam filmi veya romanını da kolaylıkla “gerçektir”, diye yutturabilirsiniz. Bir korku romanına gerçeklik katabilmek, okuru öykünün kendi başına da gelebileceğine inandırabilmek, az birşey değildir. Yamyamlık, bazı ilkel toplumlarda yaşanmış bir olgudur; bir topluluğun bir diğeri üzerinde üstünlük sağlama gayretinin ifadesidir. Diğer yandan, özellikle savaş dönemlerinde, kıtlık hâli ve başka çare kalmaması durumunda yaşanmış yamyamlık öyküleri de olduğu bilinir. Bizi ilgilendiren ise, modern toplumlarda vuku bulan, kişinin delirip bir seri katile dönüşmesi, kurbanlarını öldürmekle yetinmeyip, bir de afiyetle yemesi durumudur.
Ölü Ciğeri Yiyen Adam - Daniş Remzi Korok Korok, belki gerçek bir olaydan esinlenen, bir Yamyam anlatısı hazırlamış: Ölü Ciğeri Yiyen Adam (1944) Korok bu öyküsünde akıl hastanesine gidip, Bursalı çoban yamyam Yusuf’un öyküsünü dinliyor, okurlarına bu insanlık dramını anlatırken de Yusuf’a hak verir. Seri olarak düşünülmüş bu anlatının ilk kısmı, “Ölü Ciğeri Yiyen Adam”. İkinci kısmın, “Ölü Ciğeri Nasıl Yenir?” başlığı altında yayınlanacağı duyurulmuşsa da –çok şükür- yayınlanmamıştır. Bu ilk kısımda Yusuf, yamyamlığa başlamazdan önceki bir vukuatını, sevdiği kızı mezarından çıkarıp nasıl seviştiğini anlatır. Yani kitapta nasıl yamyamlık ettiği yer almaz. Kapaktaki fotoğraf, bir yamyama ait olabileceğine sizi inandıracak türdendir. Daha itici bir kapak tasarımı görmüş olduğumu sanmıyorum.
Karacaahmedin Esrarı - Vâlâ Nureddin Vâ-Nû Vâ-Nû’nün meşhur polis hafiyesi Yılmaz Ali’nin maceraları genellikle Akşam gazetesine tefrika edilmiş, bunlardan sadece beşi kitap olarak yayın şansı bulmuştur. Bunlardan biri, “Karacaahmedin Esrarı” adını taşıyan, bir yamyam öyküsüdür. Üsküdar’ın Nuhkuyusu semtinde, mahalleli tarafından iyi bilinen Dr. Salih beyin evlatlığı ansızın ölmüştür. Cemile kızcağız, Salih beyin sebepsiz yere ölen ilk evlatlığı olmadığı için ölümü kimilerinin şüphesini çekmiştir. Beri yandan, mahallede son yıllarda kayıplara karışan çocuklarla ilgili muammanın çözümünü Yılmaz Ali üstlenmiştir. Nihayet, Salih bey’in küçük çocukları gıdıklayarak öldürüp, öldükten sonra da etlerini yiyen bir yamyam olduğu ortaya çıkar. Dünya polisiyelerinde böyle bir cinayet yöntemine hiç yer verilmiş mi bilmem; gıdıklayarak birini öldürmek kabil midir, onu da bilmem. Ama yerli polisiyemizde bununla birlikte iki örnek var; öbürü de Aziz Nesin’in Nuru Hayat takma ismiyle yazdığı Düğümlü Mendil’dir. Oğuz EREN
18
Kerime Nadir AZRAK, Ali Rıza SEYFİ ve Hüseyin Rahmi GÜRPINAR ile “Fantastik Türk Edebiyatı” üzerine bir mülakat “Tarihçi olduğumdan dolayı “ölülerden sen anlarsın, konuş onlarla…” denilerek ispritizma deneyleriyle hemhal olup âcizane bu mülakatı hazırladım. Gerçi tek niyetim en başta ilk uyarlama korku romanımızı yazan Ali Rıza Seyfi ile görüşmekti. Ancak muhabbetin konusunu öğrenince Kerime Nadir Hanım ile Hüseyin Rahmi Gürpınar üstat da iştirak ettiler. Böylece yeni dönemin fantastikçisi olarak eski dönemin fantastikçileriyle “Fantastik Türk Edebiyatı” üzerine koyu bir sohbet harladık ve ortaya bu metin çıktı. Hal hatır sorma kısımlarını es geçerek doğrudan konuya giriyorum efendim…” M.B. Yaltırık: Efendim şimdi bilen var bilmeyen var. O yüzden ilk sorum şudur, Türk Fantastik Edebiyatı’na daha çok korku alanında eserler verdiniz. Bunlar nelerdi? Ayrıca konuları nelerdi, biraz bahsedebilir misiniz?
19
Özel Dosya
Özel Dosya
Ali Rıza Seyfi: Ben “Kazıklı Voyvoda” ismiyle Drakula romanını Türkiye’ye uyarlamıştım. Sonraki dönemlerde bu eserden hareketle çevrilen “Drakula İstanbul’da” filminin ismine binaen romanda “Drakula İstanbul’da” ismiyle anılmaktadır. Milli Mücadele yıllarında İngilizce bilen bir bahriyeli olarak Ankara’da tercüme bürosunda çalıştığım dönemlerde İngiliz edebiyatına dair birkaç esere vakıf olmuş idim. Evvelden beridir, bizim tarihi düşmanımız olan Kazıklı Voyvoda’yı Drakula romanında görünce onu asıl haliyle ele almayı amaçladım. Sarımsakla dualarla eski Osmanlı mezarlıklarında vampir kovalama gibi dönemine göre değinilmemiş temalara değindim. Ancak şunu belirtmek isterim ki fantastik yazına karşı bir önyargım olmamasına rağmen Drakula’yı ben tarihsel bir roman şeklinde yazdım. Tüm fantastik yapısına rağmen Drakula’nın, Kazıklı Voyvoda’nın bizlerle bitmemiş hesaplaşmasını konu edindim. Dönemimizde yaşadığımız milli havadan etkiler taşıdığı da vakidir. Gotik edebiyattan unsurlar taşımasına rağmen doğrudan bir korku anlatısı diyemem haliyle. Kerime Nadir Azrak: Ben de “Dehşet Gecesi” isimli anlatımda Drakula’dan esinlenmişimdir. Dönemimde pek tutulmamasına rağmen bilerek ve isteyerek kaleme aldım. Tanınmayan ve bilinmeyen bir kültürün barındırdığı korku dolu bir söylentiyi işledim. Daha öncede yazdıklarım tartışılmıştı, okuyucuya hiçbir fikir vermeyecek romanlar yazdığım söylenildi. Ben edebiyatı bir ders verme aracından ziyade okuma zevki olarak gördüm. Gazetelerdeki tefrikalar geleneğinden yetişme bir yazardım sonuçta. Hüseyin Rahmi Gürpınar: Korku yazarı olmadığım halde en korkulan romanları kaleme alan yegane muharrirlerden biri de benimdir herhalde. İlk dönemler halkın batıl inançlarını eleştirmek için yazdım bunları ama itiraf etmeliyim, ben bile yazdıklarımdan ürperti duyardım. Sonuçta benim çocukluğum İstanbul’un kadınları arasında geçti, onların sözlü anlatım gelenekleri hikâyelerimde vücut buldu. O denli tasvir ederlerdi ki anlattıkları şeyleri, ellerinde kanıt, fotoğraf vesaire olmasa bile ister istemez inanırdınız. Benim dört eserim vardır bu tarz diyebileceğim. Birincisi Gulyabani’dir, ikincisi Cadı, üçüncüsü Mezarından Kalkan Şehit, dördüncü romanımda Ölüler Yaşıyor Mu? Bunlardan başka Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç isimli anlatıda da, diğer anlatılarımdan Efsuncu Baba, Dirilen İskelet, Muhabbet Tılsımı ve Şeytan İşi’nde de batıl inanışlara değindim ama bu eserler kadar korku unsuru ön plana çıkmamıştır. İlk yazdığım Gulyabani’ni, ben bile kabul etmesem de birçok çevre o dönemin ilk yerli korku anlatısı olarak addederler. Haklılardır. Ben bile yazarken ürpermiştim, o ecinnileri ve o heyula gulyabaniyi tasvir ederken! Cadı romanı da bu ayardadır, ne eksik ne fazla. Mezarından Kalkan Şehit ise oradaki hakkında türlü söylentiler anlatılan kır köşkünü gotik edebiyat şatoları misali tasvir ettiğim için ilk yerli gotik türünden sayanlar oldu. Ama
20
bunlarda amacım halen aynıydı, batıl inanışları ve eski gelenekleri eleştirmek. Lakin sonradan bu ispritizma veya ruhçuluk söylemleri 1930’larda bütün diğer metafizik ve ezoterik mevzular gibi ayan olunca, moda olunca ben de bu akımın tesirinde kalarak gerçek manada metafizik unsurları anlattığım bir tefrika kaleme aldım. “Ölüler Yaşıyor Mu?” ilk fantastik türde yazdığım anlatıdır. M.B. Yaltırık: Her biriniz döneminiz için olsun, sonraki dönemler için olsun bu alanda başarılı sayılabilecek eserler verdiniz. Her şeyden önce korku yazabiliyordunuz. Kerime Nadir hanımın Dehşet Gecesi halen sahaflarda aranır, Drakula İstanbul’da romanı film vasıtasıyla tanınır ve halen izlenilmektedir. Gulyabani ise halen en meşhur korku anlatılarından biridir. Gölge E-Dergi’de önceden yazmıştım ilk yerli korku romanı sayarız Gulyabani’yi. Peki, buna rağmen neden bu anlatıları sürdürmeyi denemediniz. Ya da sizi korku edebiyatından uzak tutan ne oldu? Kerime Nadir Azrak: Bu yaşadığımız dönemin edebiyat anlayışıyla alakalı aslında. Bizim dönemimizde ki 1920’den 1960’lara 80’lere dek uzanan bir anlayış. Toplumcu, gerçekçi edebiyat düşüncesi var. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir toplum düzeni hedefleniyor ve yazarlar, aydınlar toplumu aydınlatmak için edebiyatın toplumun gerçeklerini anlatmasını istiyorlar. Dolayısıyla fantastik edebiyat bu anlayış nazarında gerçeklerden uzaklaştırıcı, kaçış yolu olarak görülüyor ve dışlanıyor. Okumaktan alınan zevkten ziyade gerçekçilik ön planda olduğundan benim diğer romanlarımı bile çok fazla ciddiye almamışlardı. Fantastik yazma sebebimde Drakula’dan aldığım ilhamdı, bizden anlatıları değerlendirdim ancak amacım anlatılmaya değer bir şeyler anlatmaktı. Fantastik merakım pek olmadığı için bu türde devam etmedim açıkçası. Ali Rıza Seyfi: Ben fantastikçi değildim. Yazdığım eserler genelde tarih kitapları, denizcilik tarihi, eski Türkler, milli hisleri konu alan şiirler. Biz bu toplumcu gerçekçi edebiyatın çizgisinin bir parçasıydık. 1920’lerde yeni bir düzen kurduk, illa ki bunu edebiyatta da destekleyecektik. Bu nedenle Kazıklı Voyvoda ya da Drakula İstanbul’da bu anlayışla yazıldı. Özü itibariyle fantastikti ama ben hiçbir zaman fantastik anlatılar kaleme alma isteği duymadım. Hüseyin Rahmi Gürpınar: Bunda kısmen bizim etkimiz var. Ben arkadaşlara göre yaşça ileri olduğumdan, bazı şeyleri daha erken gördüm. Daha 1900’lerin başında Türkiye’de muhalif bir hava baş göstermişti. Muhalefet sadece monarşi-meşrutiyet boyutunda değildi, kültürel yaşamda muhalefetten payını aldı. Türkiye’de 1700’lü yıllardaki Lale Devri’nden itibaren batı edebiyatını ve kültürünü tanıyan bir kesim oluşmaya başladı. Önce mimari ile başladı bu merak, Tanzimat’a doğru da edebiyat alanına kaydı. Batı tarzı edebiyat ürünleri vardı bir yanda, roman, batı tarzı şiir, tiyatro, opera vesaire. Bir yanda da doğu vardı,
21
Özel Dosya
Özel Dosya veya korku yazarı gibi görmedim. Ben Gulyabani’yi yazdığımda korku unsurunu kullandım, ancak roman fantastik değildi ve ben halkın boş inançlarını eleştiriyordum. Ama ortaya koyduğum ürün anlatısı ve şekil itibariyle ilk korku romanınız oldu! Ama bunun arkasında duramadık. Daha 1920’lerde Yahya Kemal Beyatlı üstadım bir yazısında bu türü eleştirmişti, daha kalkıp bizde bu türde ürünler veremezdik. Zaten o türle pek ilgimizde yoktu. Yine de korku ya da fantastik değil diyemem Gulyabani ve diğer anlatılarım için. Kesin bir şey söyleyemeyiz. Araç mıdır o romanın türünü belirleyen yoksa amaç mıdır? Kerime Nadir Azrak: Bu da tartışmalıdır halen. Şimdi ben bir konuyu anlatıyorum. Bunu o türe dâhil eden nedir? Bram Stoker, Drakula romanını gerçekçi yazmıştır. Korku unsuru yoktur o kitapta, en korkunç şeylerin yazarı Lovecraft, Stoker’ı eleştirmiş, korku ürünü olarak görmemiştir. Ama roman korku hikâyesi sayılır, çünkü gerçekçiliği unsur olarak kullanmış, fantastik bir anlatıyı gerçek bir olay gibi sunmuştur. Hüseyin Rahmi Bey de böyle yapmış ancak onda korku unsuru fantastikken, asıl unsur gerçekler olmuş. Şimdi bunu biz hangi türe göre belirleyeceğiz? Drakula korkudur veya değildir diyebilir miyiz? Gerçekleri anlatan ve halkın batıl inanışlarını eleştiren Gulyabani, okurken bizi korkutur yazarı bile korkmuştur şimdi bunu korku eseri olarak göremez miyiz?
divan edebiyatı temelinde saray ve konak çevresinde tutunan, mistik bir yapı üzerine kurulmuş şiire dayalı anlatı. İkisini savunan kesim arasındaki çatışma sadece yeni-eski çatışması değildi, siyasi alanda değildi edebiyatta da devam ediyordu. Korku edebiyatının yeri neydi bu edebiyatta peki? Batıda gotik edebiyatın çıkışı, bizde batı edebiyatının tanınmasına tekabül eder. O dönemde batıda bile gotik edebiyat ucuz ürün olarak görülmüş kabul görmemişti. Bizde ise batı edebiyatı üretip tüketenleri, halka gerçekleri anlatma peşinde gerçek şeyler yazılmasının taraftarıydılar, temelde de mistik bir anlatı olan Divan Edebiyatı’na karşıydılar. Divan’a gelirsek o da hiçbir zaman korku hikâyesi anlatma derdine düşmemiştir. Perileri, devleri anlatır ama bunlar bir yan unsurdur ve hikâyenin teması genelde aşktır. Şimdi periler konusunu ele alalım. Divan edebiyatı yazan biriyle batı edebiyatı türünde yazan birini alın. Bunlara perilerle ilgili bir şey yazmasını söyleyin. Batı edebiyatı türünde yazan doğal olarak hemen korku ve endişeye yönelir. Ya aşağılamak ya da yüceltmek için. Korku anlatısı diye bir şey söz konusu onlarda. Divan yazan kişiyse tutup bir peri kızını tarif ve tasvir eder, hem kendi aşık olur hem okuyan, ona aşk şiirleri yazılır. Zihniyetleri çok farklıdır. Dolayısıyla korku edebiyatı ve fantastik anlatılar pek tutunamadı, uğraşanları marjinal oldu. Mesele bizde bir Giritli Ali Aziz Efendi vardır Muhayyelat isminde üç ayrı hikâye kaleme almıştır. Konusu itibariyle doğu masallarıdır, divan tarzıdır ama yazılışı nesirdir, düz yazı yani. Bu bir ilkti, ilk fantastik roman anlatımız budur. Ama o da dönemine göre marjinal kalmıştır. Devam ettirilmedi. Sonra ne oldu dünyaya açıldı insanlar, baskı ve matbaa teknikleri yayıldı, gazeteler ve çeviriler derken 1800’lerin sonunda divan edebiyatı yerini batı edebiyatına bıraktı. Biz o dönemin hâkim edebiyat anlayışları olan natüralizm ya da realizm alanında eser kaleme aldık. Ben hiçbir zaman için “Ölüler Yaşıyor Mu?” öyküsünü yazdığımda bile kendimi fantastik
22
Ali Rıza Seyfi: Şunu şimdi söyleyebiliyorum. Türk Fantastik Edebiyatı’yla ilgili olarak. Bir döneme kadar hep istisnalar üzerine kurulmuş. Giritli Aziz Efendi, fantastik anlatı hedefledi ama bir istisna. Ben yazdım, Kerime Nadir hanım yazdı, Hüseyin Rahmi bey yazdı. Ama bizde istisnayız. Bir kere yazdık ve bir daha hiç o türe girmedik. Devamlı olmadı. Bizden sonra gelenleri gördük buralardan. Zühtü Bayar dâhil oldu aramıza misal, o bilimkurgu yazmış kaç kişi biliyor? Kemal Tahir. Bu yazar Mayk Hammer isimli dedektif tefrikalarının bir kısmını çeviriyor, çoğunu kendi yazıyor. Ama ne kendi bu yönüyle ön plana çıkmak istiyor ne de edebi çevreler bu şekilde görmek istiyor. Sizin dönemde bu kırıldı biraz. Önce mecmua çıkarmaya başladınız, bu türün meraklıları olarak sonra da yeni çağın araçlarını kullanarak belli bir yere getirdiniz. M.B. Yaltırık: Mülakatı bitirmeden önce, Türk korku ve fantastik edebiyatıyla ilgili bizlere, bu işlerle uğraşanlara söyleyecekleriniz var mı? Kerime Nadir Azrak: Bize göre daha şanslılar. Şimdi mecmualar, filmler, diziler, birde şu yeni çağın nimetlerinden faydalanmaları, kendi aralarında dernekleşebilecek denli bu türe arka çıkmaları söz konusu. Biz aynı dönemde yaşadık ama bir araya gelmemişizdir hiç. Ali Rıza Seyfi: Fantastikçi değilim ama şunu görüyorum. Bu yeni dünyanın yeni tutulan bir edebi türü. Karşı çıkılıyor ama yakın zamanda geniş kitleler bu türü benimseyecek, belki okullardaki kitaplara kadar girecekler hiç belli değil. Hüseyin Rahmi Gürpınar: Ne yalan söyleyeyim bir dönem pek desteklemesem bile hoşuma gitmişti halkın sözlü korku geleneğini yazına taşımak. Bize kısmet olmadı sahip çıkmak, biz de istemedik açıkçası. Ama muasır yazarlardan bu alanda atılımlar görmekteyiz. Yeni dönemin edebi anlayışı da bu, kabullenemeseler ve eleştirseler bile bir zaman sonra kabul görecek. Mehmet Berk YALTIRIK
23
Özel Dosya
Özel Dosya
Türk Fantastik Edebiyatı ve Öykücülüğü Günlük yaşamın sıkıcılığı ve tekdüzeliği, gerçekliğin üzerimizde yarattığı katı ağırlık ve etrafımızı çevreleyen görünmez sınırlar bizi tek çıkış kapısına yöneltir; hayal etmeye… Gerçekliğe ne kadar bağlı kalırsak kalalım, dünya üzerinde hayal kurmadan yaşamını sürdürmüş tek bir insan dahi var olmamıştır. Hayal etmek, var etmektir. Çevremizdeki gerçeklikler temelde bir hayalin ürünüdür. Kâinat da öyle… Edebiyat da hayal gücü ile yoğrulur, şekillenir. Ama bu hayal gücünün dozajının artmaya başladı noktada görüntü değişir. Gerçeklikle bağımız biraz daha kopar, olmayanı var ederiz ve işin zaten en cezbedici kısmıdır bu; olağanın dışına varmaktan dolayı heyecan duyarız. Fantastik edebiyat işte bu tatlı heyecanı duyma ve gerçekdışının lezzetini hissetme gayretinin bir ürünüdür. Baktığımızda fantastik edebiyatın Batı’da daha çok geliştiğini ve ortaya çıkan ürünlerin ülkemizdekinden kat kat fazla olduğunu görürüz. Bu durum, uzun yıllar boyunca Batı’nın hayal gücüyle yaşayan bir nesil var etmiştir adeta. Vampirleri iyi biliriz, kurt adamları ve süper kahramanları da. Fakat kendi kültürümüze ait fantezi ve korku unsurlarına yabancıyızdır. Bunun pek çok nedeni olduğunu söylemek mümkün; Batı’nın, hayal gücünü pazarlamaktaki başarısı ve maddi gücü, Türk yayınevlerinin kendi yazarlarına önyargılı bakışı ve aynı zamanda okurun Türk yazara güvenmemesi, nadir de olsa basılan eserlerin kıyıda köşede kalıp hiç tanınmadan silinip gitmesi… Yerli fantastik edebiyat kendi ördüğümüz duvarların gerisinde kalmış ve Batı’nın o üstün hayal ürünleriyle asla baş edememiştir. Günümüzde de durum genel olarak böyledir. Yine de son vaziyete bakıldığında bu kadar acımasız olmamamız gerektiğini anlayabiliriz. Türk fantastik edebiyatı son 10 yılda yükseliştedir. Geçen bu on yıllık süreçte ortaya konan çaba meyvelerini vermiştir. Bugün çok sayıda fantastik eseri raflarda görmek mümkün. Her ne kadar vampir hegomonyası sürüp gitse de artık Anadolu’nun ve Orta Asya’nın gizemlerini okuyabiliyor ve düş dünyalarımıza cesurca yolculuklar yapabiliyoruz. Yerli fantastik edebiyatın bu son süreçteki gelişimi doğrudan romanlar aracılığıyla olmamıştır. Öykücülük, Türk fantastik edebiyatını ateşlemiş ve öykülerle açılan kapıdan pek çok kitaplı yazarın çıkması mümkün olmuştur. Türk fantastik öykücülüğünün, internet üzerinde faaliyet gösteren edebiyat grupların ve topluluklarının çalışmalarıyla varlığını sürdürdüğünü söylemek mümkün. Basılan kitaplar arasında romanlar daha yoğunlukta. Öykü derlemeleri birkaç çalışmadan ibaret. Ama internet, yayın sektörünün sınırlayıcılıklarından bağımsız bir şekilde binlerce öykünün yer aldığı büyük bir külliyat sunuyor bizlere. Burada da sanal ortamdaki fantastik edebiyat grupları çıkıyor karşımıza. Bunlardan en önemlisi sanırım Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü. 2001 yılında Orkun Uçar’ın kişisel bir site olarak kurduğu ama kısa sürede büyüyüp genç yazar adaylarını bünyesine alan Ölümsüz Öykü Kulübü, Batı’nın düş dünyasında yaşamaya bir tepki niteliği taşımaktadır. Yerli fantezi, bilimkurgu, korku, gerilim edebiyatını geliştirmek ve bu alanlarda genç yazarlara destek olmak amacıyla hareket eden kulüp, büyük bir öykü kütüphanesine sahip olduğu gibi içinden pek çok kitaplı yazar da çıkarmıştır. Genç yazar adaylarının öykülerini paylaştığı, aldığı yorumlarla yazarlığını geliştirip öykücülükten romancılığa geçiş
24
sürecini yaşadığı Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü, hâlâ faaliyetlerini sürdürmektedir. Şu anda sanal ortamda Xasiork gibi fantastik edebiyat alanında faaliyet gösteren birkaç iyi kulüp daha bulunmaktadır. Kayıp Rıhtım, Fantastik Edebiyat, Frp Net bunlara örnek verilebilir. Tüm bu toplulukların gördüğü görev yazar yetiştirmektedir. Ve gerçekdışının muazzam lezzetini yaşamaktan haz olan genç zihinler öncelikle öykülerle kurarlar hayal dünyalarını. Fantastik edebiyatın sürükleyiciliği ve hemen her kesime hitap etmesi (bazıları bunu reddetse de herkes olağanın dışına çıkmaya bayılır) Türk öykücülüğünde de fantastik ürünlerin ağırlıkta olmasını sağlamıştır. Gerek basılı eserler gerekse internette dijital ürünlerin çoğu tür olarak fantastiktir. Kâğıdı kalemi eline alıp yazmaya başlayan bir gencin kaleminden olağandışı öyküler dökülmesi kaçınılmazdır. Bunun sebebi, başında da belirttiğim üzere, gerçeğin dışına çıkmanın karşı konulmaz çekiciliğidir. Hayatımız boyunca gerçeklik dediğimiz (ve aslında bundan dahi tam olarak emin olamayacağımızı iddia edebiliriz) şeyin tam merkezine konumlanıp yaşamak ve onun tüm katılığını, bunaltıcılığını derinden yaşamak, herkesi hayal dünyalarına iter. Orada bir nebze olsun nefes alabiliriz. Peki, yerli fantastik öykücülük, kalite olarak hangi seviyededir? Bu alanda daha çok amatör yazarların ürünleri görmekteyiz. Öykücülük esasında başlı başına bir tür olarak edebiyatımıza yerleşmemiştir. Bir sıçrama tahtasıdır. Amatör yazarlar ilk denemelerini öykülerle yapar, yazarlığının olgunlaşmaya başladığı noktada romana geçer. Okur açısından da bu böyledir. Okur, bir romanla karşılarına çıkan yazarı kabullenebilmektedir. Ama sadece öykücülükle uğraşan bir yazar, tatmin edici değildir. Her ne kadar onun iyi yazdığını bilsek de, bir gün romanıyla karşımıza çıkmasını isteriz. Fantastik öykücülükte bu durumun daha baskın olduğunu görüyoruz. Öyküler yazarlığın gelişim sürecinin bir parçası olduğundan amatör ürünler ağırlıkta. Ama okuma keyfi yüksek fantastik öyküler bulma konusunda bir korkuya kapılmamıza gerek yok. İnternet kütüphanesi bunların yüzlercesi ile dolu. Ortaya çıkan eserler okunduğunda aslında yerli fantastik edebiyatın amatörlüğünün sadece teknik bir problem olduğunu anlayabiliriz. Bu teknik sorun da yayın sektöründen kaynaklanıyor. Yayınevleri her ne kadar artık Türk yazarların eserlerine sıcak baksalar da, basılan kitapların çok az bir kısmı fantastik. Bununsa ciddi anlamda küçük bir kısmı fantastik öykülerden oluşuyor. Son birkaç yılda bu türe ait daha fazla eser görsek de bu konudaki ticari kaygıların ve sektörün geleneksel yapısının sınırlayıcılığı sürmekte. Yayınevleri Türk fantastik edebiyatı eserlerine biraz daha sıcak bakmaya cesaret etse ve bunu pazarlama gayretini gösterse, muazzam bir yükselişin de kapısı açılmış olur. Yabancı ülkelerin edebiyatını da sinemasını da sürükleyenler, fantastik ürünlerdir. Dünyada Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi baştan aşağı fantastik eserler milyonlarca satmıştır. Bunların filmlerini de milyonlarca kişi izlemiştir. Hollywood’un dünyaya sunduğu filmlerin ciddi bir çoğunluğu fantastiktir. Onların, hayal güçlerine sahip çıktıkları kadar biz de bunun değerini bilsek, şu anda tablo çok daha farklı olabilirdi. Yerli fantastik öykücülüğün geleceği internet yayıncılığının yerini basılı eserlerin almasına bağlıdır. Bu alandaki potansiyel yadsınamayacak kadar büyüktür. Kültürel ve dini değerlerimiz de fantezi alanında bize sınırsız imkânlar sağlamaktır. Bu gücü kullanmak ve pazarlamak gerekir. Gidişat umut verici olsa da yayın sektöründeki kapalılık sorunu çözülmediği ve aslında en temelde okurların bakış açısı değişmediği sürece önemli bir sıçrama beklemek beyhude olur. Şu anda sanal fantastik edebiyat kulüplerinin çalışmalarıyla yerli fantastik romancılık ve öykücülük taşınmakta ve ilerletilmeye çalışılmaktadır. Düş dünyalarının kapılarını bolca araladığınız bir yaşam sürmeniz dileği ile… Kadim GÜLTEKİN
25
Özel Dosya
Özel Dosya
Türkiye’de Fantastik Hayat İşitselden Görsele Kayış ve Televidyo Zamanları Benim fantastik hayatım 23 yaşına kadar televizyonum, 36 yaşına kadar bilgisayarım, 43 yaşına kadar internetim olmadığı için ciddi ölçüde işitsel malzemeden beslenmiştir. İnsanın fıtratında işitsel malzemeyi görsel ve duygusal âleme giriş yaptırtan bir soyutlama yetisi vardır. Zamanımızda bütün dünyada takım halinde bu soyutlama yetimizi yitirmekteyiz. Modernitenin göbeğindeki ülkelerde bu zayiatın ölçeği bayağı ciddi boyutlara varmıştır. Görselliğin ısıtılmış hazır yemek gibi sunulması bize ateş yakma, avlanma, sebze yetiştirme ve yemek yapma becerimizi kaybettirmektedir bana kalırsa. TÖHAF adlı bir sözcüğüm var malum. Tam Özerk HAyal Film. Duyduğunuz ya da okuduğunuz öykü, anı ve romanları zihninizde yapımı tamamen size ait bir filme çeviren beyin fonksiyondur. Okuduğumuz romanlardan yapılan filmleri genelde beğenmeyişimiz bu özellikten kaynaklanır. Yavaş yavaş okumaktan sıyrılınca bütün filmler beğenilir olabilmekte artık. On yaşında falan olmalıyım. Evde o ana kadar yayımlanmış bütün Kerime Nadir romanları mevcuttu. Bunlardan biri de Dehşet Gecesi’ydi. Bu kitap TÖHAF yoluyla beynimde bir film olmuş ve kendini 32 kısım tekmili birden beynime arşivletmişti. “Bir aralık kar dindi; ay bulutlar arasından göründü. Bu suretle etrafı daha iyi seçmek imkânı doğdu... Aman Allah’ım!.. Öyle korkunç uçurumlar arasında yol alıyorduk ki, gözlerim karardı. Dehşetten tüylerim diken diken oldu. Böyle bir manzarayı hayatta tasavvur bile etmemiştim... Derken, tam zirvede, ilk rivayeti doğrular şekilde, sivri kuleleri bulutları delen ve üzerinden gökyüzüne doğru kızıl bir ışık huzmesi yükselen muazzam bir binanın kapkara hayaleti göründü... Dibi seçilmeyen müthiş iki yar arasındaki dar ve uzun bir köprüden geçtik...”
26
Bu kelimelerin TÖHAF tarafından zahire tekabülü kâbus repertuvarımı müthiş bir şekilde etkilemişti. Kitabın basıldığı yıl 1958. Benim okumalarım altmış başları. Gecelerce o dimdik yan yana duran tabutları gördüm durdum. Daha da kötüsü yıllar sonra Keanu Revees’in oynayacağı rolün bir kısmını üstlenmişçesine o şatoda vampirlerle köşe kapmaca oynamıştım. Kerime Nadir’in romanı ciddi ölçüde Bram Stoker’ın Dracula’sını andırmaktaydı. Iraklı petrol şeyhinin Cilo dağında yaptırdığı turistik otelin açılışı nedeniyle Hakkari’ye doğru yola koyulan gazeteci Mümtaz’ın trende okuduğu roman taslağıyla başlıyor hikaye. Romanın yazarı ve kahramanı Cengiz, nişanlısı Sermin’in büyük halası Prenses Ruzihayal’in bırakacağı miras konusunu görüşmek üzere aynı yolu bin bir zorlukla kat etmiş ve Cilo zirvesindeki Kızıl Puhu malikânesine ulaşmıştır. Malikânede karşılaştığı hortlaklardan boynundaki En’am-ı Şerif sayesinde kurtulacak, ancak yaşadıkları nedeniyle ruh sağlığını yitirecektir. Mümtaz, Cengiz’in kaldığı yerden başlar hikâyeye. O da adım adım benzer bir sona doğru ilerler. Cengiz’in hikâyesinin ya da Mümtaz’ın yaşadıklarının hayal mi hakikat mi olduğu sonda okuyucuya bırakılmıştır. Elli sonlarında altmış başlarında cuma akşamları radyoda saat 21.00’de çoğu Agatha Christie’nin romanlarından radyoya uyarlanan temsiller yayınlanırdı. Bu temsilleri ailece dinlerken katilin kim olabileceği üzerine de tartışırdık. Hitchcock filmlerini izledikten sonra da bu defa katilin kurduğu tezgâhın inceliği tartışmaya açılırdı. O yıllarda Carpenter’ın They Live’i bir çizgi roman şeklinde A3 ebadında olarak beyaz kâğıda basılmış olarak yayınlanmıştı. Neredeyse kırk yıl sonra They Live’i izleyince ‘vay canına’ dedim. İzmir’de Amerikalıların alışveriş yaptığı PX mağazası vardı. Oradan altmışlı yıllarda sirkülasyona giren Comic Book denen çizgi balonlarda romanları da tam olarak ne yazdığını anlamadan okurduk. Daha çok seyrederdik. Bunların tarih olarak bayağı eskileri de vardı. Bu dergilerin Amerika’da ilk kez 1933’de yayımlandığı hatırlansın. Bu dergiler, Tommiks, Teksas, Kinovalar, Tentenler ve sinema filmleri televizyon ve internet hayatımıza girene kadar milleti görsel olarak formatlamanın temellerini attılar. 2000’lerden sonra İnternet Devrim her yeri kapsamına almaya başladı. Bu bizi bir sonraki aşamaya taşıyacak sanırım. Telepati ve Televidyoyla (benim görüntü nakli için uydurduğum terimdir) bilgi alışverişi, eğlence ve simülasyon yapıldığı zamanlara doğru gitmekteyiz. Türkiye’de Fantastik Hayat şu anda diziler ve sosyal medyanın füzyonuyla en yeni kuşaklarını yetiştiriyor. Bugünün en yeni fantezi alıcıları şimdi benim yaptığım gibi 50 yıl sonra kendi hikâyelerini anlatacak. Acaba o sırada dinleyicilerin yüzde kaçı Zombi, Mutant, Xmen, Cyborg ve beyinleri çipli zeki şempanzeler olacaktır diye merak etmekteyim. Sadık YEMNİ
27
Özel Dosya
Özel Dosya
Gece Yarısı
Sineması
Fantastik sinemayla ilk karşılaşmam, sanırım bir doktor veya dişçi muayenehanesinin bekleme salonundaki bir dergide, korkunç görünümlü ve de akıl almaz derecede devasa boyutlarda bir gorilin gece vakti bir kent silueti üzerinde hüyela gibi dikildiği resmini görmemle olmuştu – King Kong’un ilk yeniden çevriminin (1976) yapıldığı dönemde muhtemelen bir magazin haberinde kullanılan ilk çevrimin tanıtım fotoğraflarından biri olmalı. Korku sinemasıyla bir sonraki yüzleşmem ise beni daha da hayrete düşüren Kurt Adam (Legend of the Werewolf) filminin posterini 1978 bahar aylarında bir akraba ziyaretine giderken Çemberlitaş muhitinde yolda görmemle olacaktı. Ne King Kong’u ne de o Kurt Adam filmini henüz o yaşlardayken izleyemeyip yalnızca imajlarını sürekli zihnimde canlandırmakla yetinmek durumunda kalmıştım. Ama daha sonra ortaokul yıllarım gazetelerdeki ilanların, sinema salonlarındaki posterlerin, lobi kartlarının, fragmanların çağrısına uyarak Beşiktaş Mıstık Sineması’nda ve Şişli-Harbiye hattındaki sinemalarda (sırasıyla Şişli Kent, Osmanbey Site ve Gazi, Pangaltı İnci, Harbiye Konak ve As) korku ve serüven filmleriyle haşır neşir olarak geçecekti. Çoğu kez hayal kırıklığına uğradım çünkü izlemeye koyulduğum filmlerden pek azı, görsel tanıtım materyallerindeki vaatlerini yerine getiriyordu. Neticede, sinemalarda bize ulaşan filmlerden daha ötesi hakkında bilgilenmeye ve o filmlere video sayesinde ulaşmaya yönelirken buldum kendimi. Yıllar geçtikçe, fantastik sinema hakkında edindiğim birikimi paylaşma isteği arttı. Bu minvaldeki ilk yazılarım Antrakt dergisinde yayınlandı. Antrakt’ın kapanmasının ardından Radikal gazetesinin hafta sonu eklerine yazmaya başladım. Ancak Radikal, bir gazete olduğundan oradaki yazıların güncel ile bir bağlantısının olması gerekiyordu ve dolayısıyla bana tam olarak yetmiyordu. Bir Londra seyahatimde benzerlerini görüp ‘niye Türkiye’de böyle yayınlar yok’ diye hayıflandığım tarzda, fantastik sinema üzerine yoğunlaşan bir dergiyi ne yapıp edip imece usülüyle çıkarmak elzem gelmeye başlamıştı. Bu niyetinimi ilk olarak, bir grup arkadaş olarak çıkarmakta olduğumuz siyasi bir gençlik kültür dergisi olan Patika’daki ekipten Savaş Arslan’a açtım Sakarya Caddesi’ndeki birahanelerden birinde bir akşamüstü. Çok geçmeden Savaş
28
ve onun üzerinden tanıştığım Orhan Anafarta’yla birlikte Geceyarısı Sineması’nı, ilk sayısındaki sunuş yazısının başlığında –ve daha sonraki ilanlarda- kullanacağımız ifadeyle, “Türkiye’nin ‘öteki’ sinema dergisini” hazırlamaya koyulduk. Derginin ismini, 1960’larda Fransa’da yayınlanmış Midi-Minuit Fantastique [Öğleden Geceyarısına Kadar Fantastik] adlı dergiden esinle bulunmuştum ve içeriği, üslubu, yaklaşımı o dergiyi çıkaran gelenekten önemli ölçüde feyz almıştır. Kapak fotoğraflarını kendimizin çekme fikri Orhan’ındı ve bu işi kendisi üstlendi: ilk dokuz sayı boyunca kapakta yeralan fotoğraflar bizzat Orhan’ın tasarlayarak kendisinin fotoğrafladığı mizansenlerdir. 2’nci sayıdan itibaren aramıza Sadi Konuralp katılacak ve derginin demirbaşlarından olacaktı. Dergiyi genellikle 1,000 nüsha civarında basıyorduk ve genellikle 900 civarında satılıyor, satışlardan elde dilen gelir masrafları çıkarıyordu. Bu arada bir not olarak belirteyim ki, Geceyarısı Sineması belki belirli açılardan “’fanzin’ tadında” bir dergiydi ama teknik olarak fanzin değildi: matbaa baskısı olmanın yanısıra yasal/resmi bürokratik süreçlerin tüm gereklerini (biraz dolambaçlı bir yoldan da olsa) karşılamış, örneğin gerektiğinde faturası kesilen, hatta vergisi ödenen bir yayındı. Dergimiz 5 yıldan uzun bir süre içinde tam 19 sayı yayınlandı. Derginin temel yazarlarından biri olmanın yanısıra sayfa tasarımını da yapan Orhan, son dönemde Kanada’ya taşınmasına karşın sayfa tasarımı dahil olmak üzere dergiye katkısını internet üzerinden aynen sürdürecekti. Ancak 2003 yazında önce Sadi’yi akıl almaz bir ‘kaza’ (!) sonucu yitirmemiz, hemen ardından benim Istanbul’a taşınıp tam zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamam derginin sonunu getirdi. Uzunca bir süre Geceyarısı Sineması’nı tekrardan çıkarmaya ileride zaman ve enerji bulabileceğime inandım; ancak olmadı, olamadı. Geçen zaman zarfında ise hem zamanında dergimizin en önemli satış noktalarından olan Pentimento, Atılgan gibi mekanların artık varolmadığı bugünkü koşullarda böyle bir dergiyi finansal olarak ayakta tutmanın olanaklılığı, hem de internetteki çok sayıda oluşuma baktığımda artık gerekliliği konularında kuşku duyuyorum. Geceyarısı Sineması’nın üstlendiği misyonu ne ölçüde yerine getirmiş olduğunu tartışmak bana düşmez ama yazarlarının, okurlarının bugün bu sahalardaki etkinliklerini gördükçe memnun olduğumu gizleyemem. Kaya ÖZKARACALAR
29
Özel Dosya
Özel Dosya
Röportaj
Gülten DAYIOĞLU Gülten Dayıoğlu, bugünlerde MO adlı fantastik roman dizisiyle gündemde olsa da onu bu günlere getiren birçok fantastik ve bilim kurgu eserin de sahibi olduğunu hemen her genç ve çocuk yakından bilir. Bilir, çünkü en az birkaç tanesini okumuştur. Ölümsüz Ece, Suna’nın Serçeleri, Dünya Çocukların Olsa, Tuna'dan Uçan Kuş, Midos Kartalının Gözleri, Işın Çağı Çocukları, Gökyüzündeki Mor Bulutlar, Parbat Dağının Esrarı, Ganga… Gülten Dayıoğlu’yla fantastik yolculuğunu, bilim kurgu’yla ilişkisini, bu türlerdeki yolculuğunu, 1960’lı yıllarda kaleme aldığı çizgi roman karşıtı gazete haberlerini konuştuk. Yine de yazıyı okumadan önce yazar hakkında bilgi edinmek istiyorsanız “YAŞADIKLARIM VE DÜŞLEDİKLERİM” adlı otobiyografisini okuyabilir veya www:gultendayioglu.com sayfasından detaylara ulaşabilirsiniz. Ümit KİREÇÇİ Yazmaya sizi iten ne oldu? Ne gibi mesajlar vermeyi tercih ettiniz eserlerinizde? İlkokul öğretmenim yazılı anlatım ödevlerime bakarak, doğuştan bir yazma yeteneğim olduğunu saptayıp bana: “Sen yazar olacaksın” demeye başladı. O günlerden bu günlere, onun yüreğimde tutuşturduğu yazma aşkı sürmekte. Eserlerimi yazarken, şu şu mesajları vereyim demem. Zaten Mesaj kaygım yok. Çünkü, ödünç akıl cepten düşer özdeyişine inanırım. Üstelik çocuk ve gençler, mesajların tersini benimserler. Başka bir deyişle yazarın kendilerine bir şeyler aktarmakta olduğunu sezinlediklerinde, kitabı bırakırlar. Nereden mi biliyorum? Ben öğretmen kökenliyim. İki çocuk anasıyım. Hayata görerek bakmayı ilke edinenlerdenim. Başka bir deyişle gözlemi yapmayı yaşam biçimi edinmiş bir kişiliğe sahibim. 1970’li yıllarda orada çalışan akrabaları görmek için, Almanya’ya gitmeye başladım. Frankfurt’a gittiğimde akrabamın yönlendirmesiyle, kitap mabedi olarak değerlendirdiğim, Frankfurt Kitap Fuarıyla tanıştım. Bir daha da her yıl oraya gitmekten vazgeçemedim. Dünyada çocuk kesiminin nelere ilgi gösterdiğini orada irdelemeye başladım. Fantastik kurgu, seksenlerin başlarında tırmanışa geçti. Ben de bu yönteme yöneldim. Ne var ki, eserlerimi inceleyen akademisyenler, Fadişten sonra Üçüncü kitabım olan, Suna’nın Serçeleri adlı eserimin, ilginç bir fantastik kurgu olduğunu belirtiyorlar. Doğrusu ben o kitabı yazarken “1970’lerin başlarıydı “ Fantastik kurgu yöntemiyle bir çocuk kitabı yazdığımın bilincinde bile değildim. Fantastik kurgu ve bilim kurgu alt yapısına ne zaman karar verdiniz? Hangi eserlerinizde ve asıl merak ettiğim neden bu türler? Belli bir fantastik arayışınız mı vardı, bu türler mesajlarınızı iletmenizde daha mı iyi imkan sağladılar? Akıllı Pireler, Parbat Dağının Esrarı, Dünya çocukların olsa, Ganga, Gökyüzündeki Mor bulutlar… vb. Fantastik kurgu bilinciyle yazıldı. Çocukluğumda, Anadolu’da gerçek masal analarından pek çok masal dinlemiştim. Bu nedenle fantastik kurguya geçerken hiç zorlanmadım. Siz mesaj iletme üzerinde çok durmuşsunuz. Ben önce sorularınızdaki mesaj kavramını, didaktizm olarak algıladım. Besbelli yanıldım. Sanırım, sevgi, saygı özveri, çevre bilinci, barış, dostluk, kardeşlik, yardımlaşma vb. insanı insan kılan ilkeleri
30
mesaj olarak değerlendiriyor olmalısınız. Akıl öğretmek, okura kendi doğrularımızı dayatmak, okuru türlü konu ve durumlarda kuşatıp kısıtlamak gibi, çocuk kitaplarında yeri olmaması gereken, didaktik aktarımları değil. Fantastik kurgu ve çocuklar için fantastik kurgu türleri için görüşünüzü merak ediyorum. Hayatımıza neler kattıkları, nasıl bir hayal gücü sunduğu, okuru geliştirip geliştirmediği… Sizin okuduğunuz değerli yazarlar var mıdır bu türler içinde? Eğer görüşünüz böyleyse, ister fantastik, ister gerçek, eserlerimde elbette ben de yaşamın akışından soyutlayamayacağımız, yaşamla ilgili ipuçlarını değerlendiriyorum. Ama eserlerimi yazarken, asıl hedefim bu değil. Onlar, eser halı gibi dokunurken, atkı ve çözgü ipleri gibi, eserin dokusuna yedirilmiş oluyor. Reenkarnasyon… “Ölümsüz Ece”de çocuklara reenkarnasyonla insanlık tarihinden son derece geniş ve ayrıntılı bir panorama sunmuştunuz. Böylesi bir alt yapı daha önce çok denenmiş olmasa gerek çocuk edebiyatımızda. Cesurca bir girişim ve başarılı bir eser. Hiç tepki aldınız mı? Fantastik kurguları okumayı çok severim. Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı Tolkien başyazarımdır. Gençlik yıllarımdan başlayarak tüm eserlerini okudum. Gılgamış ve Donkişot’u da defalarca okumuşumdur. Homeros’un eslerleri, Dünya ulusları tarafından yaratılmış olan “Türk, Hint, Çin, inka, Maya, Finlandiya, Viking, Kelt, Romus Romülüs vb.” destanlar, kültür alt yapımın temelleri olmuştur. Dede Korkut, Binbir gece masalları da beni her zaman sarıp sarmalar. Gerçekten bu tür eserler düş gücümü biler, parlatır yüreğimi coşturur. Başka boyutlara geçerim kolayca. Bana bu tür etki yapıyorsa, elbette çocuk ve genç okurlara da aynı hatta daha fazlasıyla, olumlu kaktı sağlayacaktır. Sağlıyor da… Örneğin, Mo’nun Gizemi dizisini okuyan gençler arasında, eserlerden etkilenip, yükseköğrenimde Genetik Mühendisliğine yönelenler var. Işın Çağı Çocukları adlı eserimden etkilenip, Astro Fizik okumaya yönelenler var. Bu örnekler arttırılabilir. Kısacası, fantastik kurgunun, okurun gelişmesine katkı sağladığına inanıyorum. Reenkarnasyonu, dini ya da felsefi bir görüş ya da öğreti olarak sunmadığımdan, Ölümsüz Ece’nin üç bin yıllık yaşam serüvenindeki kimliği, Bağdat Hırsızı Sinbad’ın şişeden çıkan cini gibi, masalsı bir kimlik vermiştir kahramanıma. Her dilde fantastik eserlerde ölüler dirilir, yine ölür yine dirilebilir. Bu olgular, uzak doğu inançlarında yer alan Reenkarnasyon inancıyla, uzatan yakından ilgili değildir. Bu olguyu, çocuk da zaten öğreti olarak algılamaz. Bu güne kadar tek bir okurum, ölümsüz Ece’nin üç bin yıl, ölüp ölüp dirilmesi konusunda soru sormadı. Onun Masalsı bir serüven olduğunu biliyor çünkü. “Dünya Çocukların Olsa” eserinizde bilim kurgusal alt yapı vardı. Bunu seçme sebebiniz ne olmuştu? Dünya Çocukların Olsa adlı eserimde, okurlarıma bilim kurguyu tattırmak istedim. Ancak eserin omurgası dünya barışıydı. Bu nedenle 1983’te Almanya’da yayınlandı. Frankfurt Kitap Fuarının 1984 yılındaki ana teması, “George Orwel 1984 “adlı eseri ve dünya barışıydı. Alman Yayıncılar Birliği, bu temaya uygun, üç yüz eser seçti. Dünya çapında yayınlardan oluşan bu seçkinin adı:”GENÇLİĞE YARIN UMUDU VEREN ÜÇ YÜZ KİTAP”tı. Dünya Çocukların Olsa, o seçkide yer alan tek Türk kitabıydı. Yazarların çoğunluğu, dünyaca ünlü ve Nobelli kişilerdi. Ve elbette MO dizisi. Onun hakkında neler anlatmak istersiniz? Bir üçlemeye kadar ulaşmış olan roman yazma süreciniz örneği olmayan bir eserin ortaya çıkmasını sağlamış. MO’nun fantastik yazım sürecinin gizemi nedir acaba? Mo’nun Gizemi dizisinde, ülkemizde çok geri durumda olan, oysa dünyada en hızlı ilerleyen ve en ilginç konulardan biri olan, GENETİK TEKNOLOJİSİNİ temel edindim.Çünkü bu tür konulara ilgim çok..Ancak
31
Özel Dosya
Özel Dosya
bunca meraka karşın, bu kitapları yazarken , genetik konusunda bilgimin yetersiz olduğunun bilincine vardım. Aylarca uzmanların kapıların aşındırdım. Sonra ilk romanı yazdım. Çok sevildi. Yeni bir soluk yeni bir konuydu. Orada yarattığım Mo tipi de okurlarca benimsendi. Mo’lar, karada, derin deniz diplerinde ve uzayda yaşayabilen, çok özel, çok sevimli canlılar. Aslında, bu üç ortamda da yaşabilmeyi, çocukluğumdan beri ben de çok istiyorum. Kendi isteklerimi Mo’larda gerçekleştirmiş oldum. 1998’de yayınlanan ilk kitap ülke çapında çok okundu. Türkiye içinde, değişik kentlerde, kasaba ve köylerde gerçekleştirdiğim söyleşi ve imza günlerinde, Mo Okurları bana kitabın devamı için, sürekli baskı yapıyorlardı. 2006 yılına kadar, başka konularda romanlar yazdım. Sonunda Mo’2’yi de kaleme aldım. O da beğenildi ki, okurlarım merakla Üçüncü kitabı beklemeye başladılar. Ama benim içimden yine, başka bir konuyu islemek geliyordu. Ancak 2011 yılında, Mo 3’ü yazıp okurlarıma sunabildim. Birkaç ay geçmeden okurlarım, dördüncü kitabı sormaya başladılar. Artık Mo dizisi burada bitti. Şimdilerde okurlarımla birlikte, başka serüvenlere kanat açabileceğimiz bir roman planı yapıyorum. Türk Çocuk Edebiyatında herhalde eserlerinin caddeler boyu reklam panolarında tanıtıldığına şahit olduğumuz nadir yazarlardansınız (belki de tek). Üstüne bir de Vakıf kurarak her sene çocuk edebiyatımıza yetkin eserler kazandıran yarışma düzenliyorsunuz. Bu süreci etkileyen başlıca etmen eserlerinizin fantastik türü olabilir mi? Reklam yöntemleri yayınevimin seçimidir. Vakfa gelince: Uzun yıllardır Çocuk Edebiyatına destek verecek bir vakıf kurmayı hayal ediyordum. Amacım, tecimsel kaygı gözetilmeden, nitelikli çocuk kitaplarının yazılıp yayınlanmasına katkı sağlamaktı. Vakfımız bu hedef doğrultusunda, ”aile vakfı niteliğinde” kuruldu. Vakfın işleyişi ile ilgili olarak gereken tüm maddi gereksinimler, aile varlığımızdan karşılanmakta, şimdilik bağış kabul edilmemektedir. Kendi yağımızla kavrulmayı yeğliyoruz. Vakfı ve işlevlerini ayrıntılarıyla tanımak isteyenler. www.gultendayioglu.com‘dan web sayfamızdaki Vakıf bölümüne girebilirler. Son iki yıldır, ödül törenlerimiz (parasal giderler vakıf tarafından karşılanma koşuluyla“ üniversitelerde yapılmakta. Bu uygulama ilk olarak 2011 yılında Kütahya Dumlupınar Üniversitesinde gerçekleşti. Sayın Aysun Berktay Özmen’e ödülü verildi. 2011 yılı ödülü ise 15.5.2012 tarihinde, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesinde sayın Hüsnan Şeker‘e sunuldu. Ödül etkinlikleri de ayrıntılı olarak, web sayfamızda yer almaktadır. 2012 yılı ödülü, Gençlik romanına verilecek. Ödül töreni ise Zonguldak Kara Elmas Üniversitesinde gerçekleşecek. Ödülün koşulları da web sayfamda yer almakta. Yine de son başvuru tarihinin 31 Aralık 2012 olduğunu belirtmekten kendimi alamıyorum.
Bu kitaplar hızla ülkemizde yayıldı. Anadolu’da Milliyet Gazetesi için bir inceleme yaparken, sokakta garip oyunlar oynayan çocuklara rastladım. Başlarına tavuk tüyünden yapılma derme çatma, Kızılderili başlıkları geçirmişlerdi. Ellerinde de tabanca yerine, yamuk bir patlıcanlar vardı. Çığlık çığlığa bağrışarak birbirlerine meydan okuyorlardı. Elbette bu tür sokak oyunları, başka biçimlerde de birçok kez karşıma çıktı. O dönemler sade ben değil, Almanya ve İsviçre gibi uygar ülkelerde de bu tür çizgi romanlara karşı çıkılıyordu. Hatta kampanyalar düzenleniyordu. Çizgi romanların çocuk okurlarda “Resim aptallığı “ oluşturduğu savı yaygın biçimde benimseniyordu. Bu deyim çizgi roman kavramıyla birlikte kullanılır olmuştu. Gerçekten de öğretmen olarak bu görüşe ben de katılıyordum. Çünkü çocuk, sürekli olarak çizgi roman okuduğunda, resimsiz paragrafları içeren kitapları okumaktan kaçınıyordu. Bunun nedeni zihninin, eserdeki konunun resimle desteklenerek anlatılmasına, koşullanmasıydı. Okumakla elde edilen dil gelişimi, çizgi romanda söz konusu değil elbette. Çocuklar için, en fazla, sekiz dokuz yaşına kadar resim destekli metinler uygun olabilir. Ama yaşları büyüdükçe resimler azalır sonra tümüyle resimsiz kitaplar okumaları önerilir. Ben ilk gençlik yıllarımdan beri, Tenten okumayı çok severim. Yazarın kültür birikimi, beni de zenginleştirmiştir. İlgi alanlarımı çeşitlendirip renklendirmiştir. Ama o dönemlerde yine de okuma eylemimde ağırlık, dünya klasiklerindeydi. Öğretmenlerimin listeleyerek önerdiği nitelikli kitaplardan zaman ayırıp, polisiye romanlar ya da Tenten okumanın keyfi de bir başkaydı. Ben o zamanlar, çizgi romana öğretmen ve anne gözüyle bakıp, öğrencilerim ve çocuk kesimi adına tedirgin olduğum için, olumsuz görüşlerimi yazma gereksinimi duydum. Uzun zamandır çizgi roman konusuna eğilmedim. O nedenle günümüzde durum nasıldır bilmiyorum. Bu konuyu irdelemeye de zamanım yok. Çünkü düzenli olarak, çocuk ve genç okurlarıma yeni kitaplar sunmaya çalışıyorum.
Çizgi roman sanatı hakkındaki görüşleriniz çok merak ediliyor. 60’lı yıllarda çevirisini yaptığınız bazı uzman görüşlerinde çizgi romana karşı ciddi suçlamalar yer alıyordu ve bunlar bir şekilde sizin de görüşünüzmüş gibi kaldı akıllarda. Gerçekten, yazar Gülten Dayıoğlu’nun çizgi roman hakkındaki gerçek değerlendirmesi nedir? Elbette çizgi roman da evrim geçirmiş bulunuyor. O zamanki eserlerle bugünküler arasında içerik ve sağduyusal farklar bulunuyor. Sizin görüşleriniz o zamanlar nasıldı, bugün nasıl? Çizgi romanlara gelince, 1960-197’li yıllarda Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde çizgi romanla ilgili olumsuz görüşlerimi içeren birkaç yazı yazmıştım. Çünkü o süreçte çocuk kitapları çok azdı. Nitelikli niteliksiz her türden çizgi roman, dışardan ithal edilip, özensiz bir şekilde basılıyordu. Resimler, çubuk yazılar, çeviriler ve içerik çocuğa göre değildi. Çocuklara insanları kurşunlayıp yere devirmek, doğal bir eylem olarak benimsetiliyordu. Alkol, sigara, kaba espriler vb. motifler edebi ve eğitsel süzgeçten geçmeden, çalakalem kullanılıyordu.
Benim tanıdığım Gülten Dayıoğlu hiç durmadan üreten, çimlere uzanan ve çocuk gibi yuvarlanarak negatif enerjisini üzerinden atan biriydi. İnsanların çalışmayacakları ama oturdukları yerden para kazanacakları günleri iple çektiği, çimlere oturmaktan kaçındığı, üzerlerinde yuvarlanarak dünyayla tek vücut olmayı akıllarından bile geçirmeyecekleri bir dönemde bunları yapabilen bir sanatçı… Hayatınız zaten fantastik geçiyor gibi. Var mı eserlerinizin dışında da bize hayata bu şekilde tutunabileceğimiz önerileriniz? Ümit bey kardeşim, kimliğim ve yaşama karşı duruşumla ilgili güzel görüşlerinize çok teşekkür ederim. İlkbahar’da çimlerde yuvarlanmaya, Kütahya’nın Emet kasabasında, doğum yerimde başladım. Tüm çocuklar bunu yapardık Bilinçli bir bahar kutlaması mıydı bilmiyorum. Ama KOCA KIRAN kırsalındaki bayırı hiç unutmadım. Bin bir renkli halı ile kaplamış gibi görünen, çimen ve çiçeklerin üzerinde yuvarlanabilmek için, kendimizi taaa tepeden aşağıya doğru koyuverirdik. Kahkahalar, sevinç, coşku… Sonraları ben bu eylemi içselleştirdim. Her bahar, nerede olursam olayım bir fırsat yaratır, çimenlerin üstünde yuvarlanırım. Bazen Mayıs yaklaştığı halde hala yuvarlanıp, otlarla, toprakla, dünyamızla bütünleşememişsem ”Ben hala bahar yuvarlanmamı yapmadım“ diye tedirgin olurum. Ne yapar eder, eylemi gerçekleştiririm. Bunu yapınca kabuk değiştirmiş gibi olduğumu duyumsuyorum. Siz de bu yuvarlanmalardan birine tanık olmuştunuz. En ilginç bahar yuvarlanmamı, dünyamızın Güney’indeki en uç kara parçası olan, Patagonya’nın Ushia burnundaki çimenlikte yaşamıştım. Yuvarlanacak hiç bir yer bulamazsam, çocuk parklarındaki çimenlere koşarım. Bu yıl Nisan ayında, Büyükada‘da çamlıkların altında gerçekleştirdim doğayla bütünleşmeyi. İlginize teşekkür ederim. Sizi ve bu söyleşi okuyanları, sevgi ve dostlukla selamlıyorum. Ümit KİREÇÇİ
32
33
Özel Dosya
Özel Dosya
Kayıp Rıhtım-Fantastik Edebiyatta Kaybolanlara
Benim Fantastik Hayatım
“Son gemi de ayrıldığında limandan, kaybolmuştu artık o rıhtım gecenin karanlığından.” Bütün gemiler tek tek ayrılırken o rıhtımda kalmanın ve bir yere gitmemenin ne demek olduğunu iyi bilirsiniz. Kayıp Rıhtım da bunu iyi biliyor ve sizi kaybolmaya davet ediyor! Fantazya ve bilimkurgu edebiyatının sizleri çıkardığı o yolculukta, bir durağınız olmayı amaçlıyor. Dört seneyi aşan varlık süreci boyunca kaybolanları barındırmaya çalışıyor. 2007 yılının Aralık ayında, Türkiye’de takip edilirliğini yeni belli etmeye başlamış fantastik edebiyatın ve onu üretenlerin adını birçok kez anmak, daha fazla ön plana getirmek, benzer fikirler paylaşan insanları bir ortamda toplamak gibi hayallerle yola çıktık. Bu hayallerin bir kısmını başarıyla gerçekleştirmiş olduğumuzu düşünsek de hâlâ sizlere ihtiyacımız var. Varlığın kötücül güçlerine karşı olan savaşta, bir araya gelmek ve yan yana mücadele vermek, gücümüzü artırmamızı sağlayacaktır! Bu savaşta, sizlere tüm teçhizatımızla yardım edeceğiz. Sağladığımız şeyler içinde, ahvâlin inceliklerini iyi bilenlerden, onlarla yapılacak röportajlar ile alınan öğütler de var. Bunun yanında, nasıl savaşacağınızı bilmeniz için, tüm bu mücadelelerden çıkmışların yaptıkları incelemeler, eleştiriler, yorumlar bulunuyor. Öykü Seçkimiz ise oralara gidip gelmişlerin hikâyeleriyle dolu! Bu hikâyeler iyi takip edildiğinde, başarılı bir savaşçının baştan sona nasıl yetiştiğini de gözler önüne seriyor. Öyle ki bu savaşçılar salonunu, daha öncelerden destansı hikâyeler yazmış büyük savaşçılar bile ziyaret ediyor! Forumlarımızda, Rıhtım’ın kıyılarında dolanan insanlar birbirleriyle istedikleri her şeyi paylaşıyor. Yaşamak istediklerini, olmayı diledikleri kişi olarak yaşıyorlar. Herkes neyin ne olduğunu bilsin diye, Rıhtım bir ilke gidiyor ve Fantastik Edebiyat Sözlüğü bile kuruyor. Şimdiye kadar, Rıhtım, kayıplarla birlikte orada olanlara, kaybolmaktan korkanlara karşı savaştı. Bundan sonra da kayıpların en büyük sığınağı olmak için her zaman orada olacak. Hem de kıyılarında bir fıçı romla!
Güneş’i babam, toprağı anam, Ay’ı kardeşim, denizi geçmişim bildim. Günü geldiğinde yeşerdiğim ormanı terk etim. Diyar diyar dolandım. İnsanlarla tanıştım. İlk; adı Gerçek olan bir dost çıktı karşıma. Zekâsı keskin Gerçek miğfer oldu bana. Ardından adı Meddah olan bir başka dost girdi hayatıma. Duymazdı kötülüğü, görmezdi; yaklaştırmazdı yanına. Meddah kalkanım oldu. Gerçek, Meddah ve ben, büyünün sözleriyle çağırdık diğer dostu yanımıza. Bilgi’ydi gelen, söz üstadı kılıcımın adı. Savaştım yıllarca. Yaralandım, kanadım. Ruhum kurudu karanlıkla savaşımda. Dostlarım sayesinde hayatta kaldım. Bir gün, karanlığın dibinde, görülmemiş, el değmemiş parıltıyı, eksik parçamı, zırhımı; aşkı buldum. Şifa isimli zırh bedenimi sardı, yaralarımı iyileştirdi, kalbimi korudu, ruhuma su oldu. Her sabah gerçeğe açarım gözlerimi. Aşk yanımdadır. Şifa olur; tazeler ruhumu evden çıkmadan. Yollarda bilgi kılıcımdır cahilliğe karşı. En kötü zamanlarda bile gülümsetir Meddah beni. Arabaların, binaların, paranın, bankaların dünyasında, dostlardan ve aşktan yapılma yegâne bir zırh takımıyla dolanırım sokaklarda… Erbuğ KAYA
Özgürcan UZUNYAŞA www.kayiprihtim.org
34
35
Özel Dosya
Özel Dosya
Fantezi - O - Tek Altı yaşlarındayken Zonguldak’taki vidotekimizin kapısından içeriye adeta yürüyerek değil, hipnotik denebilecek bir çekimle girerdim. Dükkânın camekânındaki adım - Ezgi Video - minik omuzlarıma değil ama hayal gözüme vatka olmaktaydı. Panoda civciv sarısı, daracık kung-fu elbisesi giymiş, elinde nunchakası, çekik gözlü bir herif, sadece gözleri açıkta bırakan siyah elbiselere bürünmüş adamlar ve altında ilk kez okuduğum kalın harflerle yazılmış bir söz, Ninja. Adım camekânda olduğuna göre posterlerdeki bu adamlar da benimdi. Ama kimdiler onlar yahu? Diğer duvardaki tahta panoda yeşil bir yaratığın avucunun içine oturmuş ağzı feryatla açılmış, belki de ihtirasla aralanmış çıplak bir kadın posteri. Uluorta asılmış ama ben mahcubiyetten yan gözle bakabiliyorum ancak. Tek gözünün çukurundan kırmızı ışık saçan Terminatör’ün Barbar Conan olduğunu sonradan öğreniyorum. Örümcek ağına benzer bir yumurtanın çatlayan aralığından görünen bir kadın başı. Hakikisi değil, duygu yansıtmaz kopyası. Evimizdeki VHS video oynatıcısı o kasetleri defalarca oynattı. Sarah Conner, Terminatör’ün polis teşkilatı baskınında masanın altına sığınıyordu. Tir tir titriyordu kadın buzlu camın ardından Terminatör’ün kaslı vücudu belirdiğinde. Vücutları scan eden o dünya dışı istila bizim evden başlayıp tüm mahalleye mi yayılacaktı. Tek tük geri kalanlara, enfekte olmayanlara yani, dev bir böceğin sesini andıran o sesle parmaklarını mı sallayacaklardı. Videotek’in raflarında sıra sıra dizili VHS videokasetleri, tavanda yanarlı dönerli minik topçuklu disko ışıkları. Anneme diyorum ki, “Herkes Vücut Kaçırıcıları’ndan olur da biz geri kalırsak koşarak kaçmayacaksın, sakin olacaksın. Kaskatı yürüyeceksin böyle.” Kadın halime gülüyordu. Altı yaşımın üzerine dört kış daha ayva yedim ve dedem umreye gitti geldi. Elinde, kafesinin ortasında sarı renkli mika bir kanaryanın olduğu gece lambası vardı. Uzattı bana verdi. Yaktım etraf sapsarı bir ışığa kesildi. Elektrikler kesildiğinde, sarı kanaryalı el lambamın tutamacından tutardım. Duvara tavşan gölgesi düşürürdüm. Donnie Darko’nun tavşanı gibi iri dişler çıkarırdı hepsi. Oyun da oynasam, eğer o an yanımda kimse yoksa ışıklar sönük olduğunda büyüklerin yanına kaçardım. Yanlızken el lambası da olsa korkmaya devam ediyordum. Dedemin kucağına sığınırdım. O da bana hikâye anlatmaya başlardı. Bazen Vahhabiler’in Mekke’yi istilasında annesinden nasıl ayrı düştüğünün hikâyesi olurdu bu, bazen bir yatırın hikâyesi, bazen de bir köyün dehşetli hikâyeleri. Dedem hikâyesini anlatırken, ananemin baştan aşağı sarı fakat sadece başı siyah tüylü kanaryası Osman evin içini ötüşüyle çınlatırdı. Anneannem vefat ettiğinde, Osman da ardından öldü. Ben 2009 yılında bir bilimkurgu serisi olan Kâbus Silici 3- Dadanık adlı öykümde Osman’ı yazdığımda ise tekrar kanatlandı ve bilgisayarımın üstüne kondu bir süreliğine. …Nermin artık kanaryayı dinlemeye gelen kişiyle oda ilişkisinden emindi. Evleri çok eski bir kahvehaneye bakmaktaydı. Ninesi pencerenin kenarına yerleştirilmiş koltuktan en azından dışarıyı seyrederdi. Dedesinin bu kanaryayla nağmeleşip duruyor bizim hanım dediğini hatırlıyordu şimdi. Kanaryanın vücudu baştan sona sarı, sadece başının tepesi simsiyahtı. Adı da Osman’dı. Nermin birdenbire odanın ortasında belirginleşmeye başlayan kafesi görünce şaşkınlıktan gözleri kocaman açıldı. Safire hanım haklı diye düşündü. Geçmişin tortuları kalıba dökülüyordu. İlkokul sıralarından ortaokul sıralarına transfer olduğum zamanlarda anlatılan hikâyelerin korku katsayısı da üçe beşe katlamıştı. Şekli şemali dahi verilen karabasanlar, ayakları ters yöne bakan üç harfliler; göl kıyısı, su birikintisi ve eşik önüne yerleşenler, yatırlar, gece yürüyenler, arkasında nur sürükleyenler…
36
Chucky’den, artık 5 yaşında değildim, Freddy’nin bir atari oyununda komik hareketler yaptığı o bölümde bile ödüm patlardı. Dinlediğim bu yerel hikâyeler birbiriyle harmanlanmaya başlamış, epeyi büyümüş olsam da kapı ardından belirecek Chuckyvarilere, öcülere karşı tek gözü açık tetikte uyur olmuştum. İlk öykü denemelerimi rüyalarımı yazarak başladım. Aynı senelerde bir günlük de tutmaya başlamıştım. Adını bir belgeselde gördüğüm gemiden almıştı. Şiva Kraliçesi. Hint mitolojisiyle bağlantısını keşfetmeme henüz yıllar vardı. Şiva’ya yazdığım yıllar süresince öykülerden çok daha önce sivrilen bir başka yönüm, şiir, ortaya çıkmıştı. İnsanlara da daha dikkatli bakar olmuştum. Evimizin karşısındaki iki katlı müstakil evde oturan Hatice Teyze’nin cin bakışları Kâbus Silici 1’de abartılıp kurnaz, sinsi bir yaşlı cadıya dönüştü. Ömrü de kısalmıştı öykünün gereği. “Meeeyveee, oyda mısın?” Eski komşuları Meliha hanımın sesi konumuna uygun bir şekilde yer altından gelir gibiydi. Tipinden, öfkeli ve alaycı sesinden, meraklı bakışlarından korktuğu yaşlı komşu kadın, o sekiz yaşındayken ölmüştü. Hatice Teyze, hâlâ Site semtinde yaşamakta. Allah uzun ömürler versin. Cin gibi bakışları gelip geçeni süzmeye devam ediyor. Gözüne kazara çubuk soktuğum anaokul arkadaşım Başak, elektrik kablosuna yapışıp gencecik yaşta hayata gözlerini yuman ilkokul arkadaşım Ali Kemal ve diğer figürler adlarıyla olduğu gibi Kâbus Silici 2-Beni Sen Öldürdün’de ortaya saçılıverdiler. Saçılıverdiler diyorum, çünkü her yeni öykü kendi kendine öğrendiğin yeni bir anlatım yolu aynı zamanda. Öyküme kahraman ararken onların birden çıkagelmesi zihnin bir ön hazırlığının eseri olmalı. Böylece fantastik bir dünyaya, normalin biraz ötesinden geçen o çizgide ilerleyen olay ağlarına yani, sokaktaki, mahalledeki hep bildiğim kimseleri koymaya başladım. O dünyaya amma yakışmışlardı. Hep böyle yapmalıyım diye düşündüm. Bir defterim var. Dedemin İncileri isimli. Artık dedem resmi olarak yüz yaşına da bastığına göre bu defteri tutmakta geç bile kaldım. Yıllardır ondan duyduğum, aklımda kalan sözleri geçirdim. Yenilerini de yazmaya devam ediyorum. Diyalog kurarken, belki bir kâbus nesnesi ile halis muhlis bir insanı konuştururken, Zor Rüyalar adlı öykümde olduğu gibi yeni ergen çocuklar bilinçaltının evrenindeki bir kafede biraraya gelip soru yarıştırırken, çok işe yarıyor ondan not aldığım sözler. Bana sürekli söylediği bir sözü var. “Sen topal atsın,” der. Bu, yarışın başında bir atın topalmışçasına ağırdan alıp, enerjisini saklayıp, son anda depara kalkması anlamında kullanılan bir ifade. O bana öyle dedikçe benim aklıma Rocky Balboa geliyor. Yedi, yedi yumrukları burnunun üzerine ve son anda depara kalktı. Dedeme gülümsüyorum. Gazete yazıları, son teknolojik gelişmeler, belgesellerden not ettiğim malzemeler öykü kurmada yararlandığım birkaç materyalden bazısı. Dreamrecorder aparatını Google’da Türkçe yazılmış sayfalarda arattığınızda ilk önce Kâbus Silici serisi çıksa da, Japonya’da bu tür bilimsel çalışmaların olduğunu da okursunuz. Bazen uyku ile uyanıklık arasında zihnimden geçenleri not etmede aciz kaldığımda bir kayıt aparatının ne elverişli olacağını çok düşünmüşümdür. Dünyanın başka bir yerinde az çok benzer aparatlar düşünülüp neden imalatı deneme sürecine geçilmiş olmasın? Fantezi dünyasına yığınla malzeme yığmak mümkün. Terör saldırılarından bıkan insanlar kendi özgürlüklerini devletlerin eline bırakıp kendilerini her an evlerinde bile gözetleyecek Hal aynalarına teslim olurlar (Aynaların İsyanı). Ve bu öyküyü, fotoğrafları solan bir kadının bunun başka insanlara da olduğunu öğrenmesiyle hayatının değişik bir mecraya aktığını anlattığım bir başka öykü izler (Soluk ve Ötesi). Fotoğraflar solabilir, gözlerimizdeki bir anomali bir başka fotoğraftaki kişinin öncül ve artçıl hareketlerini izler hale getirebilir. Stephen King’in Polaroid adlı öyküsünde kahramanın fotoğraf makinesinin her yeni pozunda hırlamaları gırlamaları işitilen, ağzından köpükler saçan bir köpeğin görüntüsü netleşmiyor muydu? Pozla köpeğin materyalize olma ilişkisi yazarın fantezi dünyasında yarattığı bir fikir ile köşedeki evin bahçesinde gelip geçene tehditkârca havlayan, farzı mahal Arthur isimli bir köpeğin birleşiminden doğmadığı ne malum? Ezgi GÜRÇAY
37
Özel Dosya
Özel Dosya
Fantastiğe İlk Adım 1997 yılının güneşli, sıcak bir yaz günüydü. Her yaz olduğu gibi, okulların kapanması ile birlikte Edremit’ten 9 kilometre uzaklıktaki Akçay’a gittim tatilimi geçirmek için. O dönemlerde ben, ortaokul sıralarında dirsek çürütürken, yazlıktaki pek çok eski arkadaşım üniversite sıralarını terk etmekteydiler. Yaz dönemlerinde görüşebildiğim arkadaşlarımın çoğu her zaman gittiğimiz kafedeydi. Kısa bir selamlaşma, uzun bir hasret giderme faslının ardından masanın üzerindeki renkli taşlara ilişmişti gözüm. Elime aldığımda onların renkli taşlar değil, değişik şekillerdeki zarlar olduğunu fark ettim. Değişik prizma şeklinde yapılara sahiptiler. Şaşkınlık içinde “Bunlar ne?” diye sordum. Aldığım cevap pek tatmin edici değildi benim için; “FRP zarları,” dedi arkadaşım. Kısa bir süre aklımdan zar ve kumar oyunlarını geçirdim. Daha önce hiç FRP diye bir zar oyunu, ya da kumar oyunu duymamıştım. Cehaletimi gizlemeye çalışarak sordum; “FRP Nedir?”“Fantasy Role Playing,” şeklinde kısa ve öz bir açıklama yaptı. Hâlâ açıklama bekler gözlerle arkadaşıma bakıyordum. Yaptığı açıklama şu şekilde olmuştu: “Malzemesinin tamamen hayal gücü olduğu, bazı kuralları ve kural kitapları olan Fantastik bir oyun. Bir karakter yaratıyorsun ve zarları kullanarak oynuyorsun. Konuşarak, karakterini canlandırarak oynadığın teatral bir oyun.” Çocukluğumdan beri çizgi romanları, fantastik öğeleri, çizgi filmleri çok severdim. Fantastik öğeler ve kurgular her zaman ilgimi çekmişti. Bu konu hakkında daha fazla bilgiye sahip olmalıydım. Bana Player’s Handbook (Oyuncunun El Kitabı) ve Monstrous Manual (Türkçesi henüz yok ama Canavarlar Kılavuzu gibi bir şey) gibi temel oyun kitaplarından bahsetti ve kısaca zarları anlattı. Hoşuma giden birçok şeyi bir arada bulmuştum. Hem keyifli zaman geçirebileceğimiz bir oyun, hem fantastik öğeler, hem hayal gücü, biraz da hayatın kendisi. Birçok kavramı aynı anda ele alabilen değişik bir oyundu. Konuşmanın devamında J.R.R. Tolkien’in The Lord Of The Rings (Yüzüklerin Efendisi) kitabının bu oyuna temel olduğundan ve okumamın çok faydalı olacağından bahsetmişlerdi. O akşam bana elinde dört tane kitap getirdi. Önce Hobbit kitabını okumam gerektiğini, sonra da The Lord Of The Rings’i okumamı söylemişti. Kitaplar İngilizceydi. Özel okulda okumama ve iyi bir İngilizce eğitimi almış olmama rağmen kitaplar gözümü korkutmuştu. Yine de çok hevesli bir şekilde aldım kitapları. Eve gittiğimde Hobbit kitabına başladım. Anlatımı ve dili çok ağır değildi. Kitabı elimden bırakamadım. Saat 4 gibi bastıran uykumun önüne geçemedim ve yatağa gitmeye karar verdim. Sabah kalkar kalkmaz mahmur gözlerle kitabı açtım ve kitabı okumaya devam ettim. Elimden bırakamıyordum. O zamana kadar okuduğu en son kitap “Cin Ali ile Berber Fil” olan bir insanın bu kadar kitap okuma isteğiyle dolu olması ilginçti. Kısa zamanda kitapları bitirdim. Sabahları kitapları okurken, akşamları da FRP oynamaya ve öğrenmeye başlamıştım. Bir yandan da oyun yöneticisini takip ediyordum. O dönemde D&D 1st Edition (şimdileri Original D&D olarak geçen ilk D&D oyunu) ve Advanced Dungeons & Dragons (diğer ismiyle 2nd Edition) oyunun ilk basımı (first published versiyonu) oynanıyordu. Oyun oynatmayı öğrenip ben de İzmit’e döndüğümde arkadaşlarıma bu oyunu öğretmeliydim. Kitapları ve zarları nerelerden temin edebileceğimi sorduğumda aldığım cevap hayallerimi yıkmıştı. “Yurtdışında okuyan bir arkadaşım getirdi bunları!” Hafızamı zorladım. Yurtdışında okuyan bir arkadaşım var mıydı? Yoktu… İçimi bir sıkıntı kapladı. Sadece yazdan yaza oynayabileceğim bir oyun mu olacaktı FRP? Oyun kitaplarını belki fotokopi çektirebilirdim, peki ya zarlar? Yaz sonuna yaklaşıyorduk ve kitapları bitirmiştim. Yeni kitaplar arıyordum ama okuyacak fantastik türde bir kitap yoktu.
38
Yaz sonu herkes evlerine dönmeye başlamıştı. Ben de yavaş yavaş oyun kurallarını öğrenip ufak tefek oyunlar tasarlamaya başlamıştım. Arkadaşım o gece İzmir’e dönecekti. O sırada sahilde oturmuş elimdeki fotokopi kural kitaplarını inceliyordum. Vedalaşmaya gelmişti. Cebinden bir kutu çıkardı. “Bunlar sende kalsın, ben de evde bir kutu daha var” demişti. Kutunun içinde FRP zarları vardı. O an yaşadığım mutluluğu ve heyecanı kelimelerle anlatamam. Küçük bir çocuğun yüzündeki gülümsemeyle baktım arkadaşımın yüzüne. Hiçbir şey söyleyemedim… Şubat 1998’de Metis Yayınlarından çıkan Yüzüklerin Efendisi serisi ardından Fantastik kitap piyasası canlanmaya başladı. Ardından Ursula K. LeGuin, Anne McCaffrey, David Eddings ve ardından gelen Ejderha Mızrağı ve Unutulmuş Diyarlar gibi seriler ile fantastik edebiyat günden güne kitap piyasasında yerini sağlamlaştırdı. 90’lı yılların sonlarında fantastik kitaplar artık rafları süslemeye başladıysa da FRP malzemeleri ve kural kitapları gibi oyun ürünlerini bulmak yine de zordu. İstanbul’da Gerekli Şeyler, Sihir Cafe, İzmir’de Excalibur gibi yerlerde ancak bu tür ürünleri bulabiliyorduk fakat çok fazla alıcı olmadığı için firmalar da çok fazla ürün getirmiyordu. 2000 yılında Yüzüklerin Efendisi’nin filmi yapıldığı ve 2001 yılında gösterime gireceği açıklanmıştı. Piyasa iyice hareketlenmeye başladı, daha fazla kişi FRP ile ilgilenmeye başlamıştı. Daha fazla kitap, daha fazla ürün, daha fazla oyun! 2001 yılında fantezi dünyası en iyi yıllarını yaşıyordu. Kitap sayısı ve çeşitler artmıştı, fantastik filmler gösterime giriyordu. Tam Yüzüklerin Efendisi filminin prim yaptığı ve FRP oyunun gözde olduğu bir dönemde bir kısım medya(!) FRP oyuncularının Satanist olduklarını yazmış ve birçok ailenin endişelenmesine sebep olmuştu. White Wolf firmasının birçok kitabı vahşet ve dehşet öğeleri içerdiğinden dolayı Türkiye’de yasaklandı ve yeni kitapların girişi durduruldu. “Öldüren Oyun” şeklinde atılan yalan manşetler bile bu oyunu sevenleri yıldırmadı. 2001 yılı, Türkiye’de fantazyanın en çok tanıtımının yapıldığı yıl ve kırılma noktası olmuştur. Günümüzde internetin ve fantastik kurgunun da yaygınlaşmasıyla artık FRP ürünlerini ve fantastik kitapları birçok yerde bulmak mümkün. Bilgisayar oyunlarının, internetin ve ülkemizde de fantastik kültürün gelişmesiyle bu kültür yaygınlaştı. Son 10 yıldır birçok kitabevi Fantastik – Bilimkurgu adıyla ayrıca raflar düzenliyorlar. Günden güne yeni kitaplar çıkıyor, yeni organizasyonlar düzenleniyor, yeni oyunlar geliştiriliyor, FRP ile ilgili yeni web sayfaları açılıyor, yeni oyuncular aramıza katılıyor. Artık daha geniş bir piyasa ve daha fazla ürün elimizin altında. Eski sıkıntılarımız ortadan kalktı. Kırtasiyelerde bile zar bulmak, herhangi bir kitapçıda bile oyun kitabı bulmak mümkün hale geldi. İnanıyoruz ki Türkiye, fantastik kurgu konusunda daha büyük adımlar atacak ve bu piyasa daha da genişleyecektir. Hayal kurmaktan çekinmeyin. Imagination is more important than knowledge. (Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir.) Albert Einstein Kayra “Keri” KÜPÇÜ admin@frpnet.net www.FrpNet.net
39
Özel Dosya
Özel Dosya
Benim Fantastik (!) Hayatım
İllustrasyon: Ertaç ALTINÖZ
Sanırım hayatımın en fantastik yanı, dışarıdan bakıldığında hiçbir fantastik yanının olmayışı. İlk fantastik kurgu romanım “Korkak ve Canavar”, yayınlandığında henüz yirmili yaşlarda olmama karşın, bu tarzda Türkiye’de yazılmış ilk roman sıfatını taşıdığı ve Bülent Somay, Giovanni Scognamillo gibi türün ustası kişilerden övgü alması nedeniyle epey ilgi görmüştü. Kitabı konuşacağımız bir televizyon programı için gazeteci arkadaşlarla sözleştiğimiz yerde bekliyordum, ofisimden yeni çıkmıştım, üzerimde her zamanki koyu renk takım elbisem ve elimde deri çantamla yorgun ve sabırsızdım. Aklımda biriken öyküler vardı, bir an evvel evime dönüp yeni kitabımı yazmaya devam etmek istiyordum. Bu röportaj işleri çok sıkıcıydı, aynı sorulara aynı cevapları defalarca vermek bir süre sonra iyice yorucu bir hal alıyordu. Gençten bir adam geldi ve hızla önümden geçip yakındaki kafenin içine göz attıktan sonra geri döndü. Sağa bakındı, sola bakındı, şaşkın ve telaşlı bir hali vardı, birkaç kez daha önümden geçip ardından hemen yanımda durdu, kaşlarını çatarak saati kontrol etti. Biriyle buluşmaya geldiği ve onu bulamadığı belliydi, ben de birini beklediğim için sorma ihtiyacı duydum, evet, doğruydu, buraya Barış Müstecaplıoğlu ile buluşmaya gelmişti, peki o gerçekten ben miydim? Suratındaki hayret ifadesini neye yoracağımı bilemeden sordum: “Defalarca önümden geçtiniz, durup bir sormadınız, neden acaba?” İçten ve masumca, tereddütlerini
40
saklamaya gerek duymadan cevap verdi: “Ben üzerinde ejderha olan tişörtler giyen, saçı sakalı birbirine karışmış, küpeli ya da dövmeli birini bekliyordum. Takım elbiseli bir adamın fantastik roman yazabileceği hiç aklıma gelmedi!” Yaşadığım bu tecrübe, takip eden yıllar boyunca olacakların habercisiydi adeta. İnternet forumlarında hakkımda “fantastik roman yazarından çok muhasebeciye benziyor” diye yazılmış yorumlar mı dersiniz, geceleri Yarasa Adam ya da Örümcek Adam misali başka bir insana dönüştüğümü hayal eden, beni gizli kimliklerle gündüzleri başka geceleri başka yaşayan biri olarak hayal edenler mi istersiniz, geride dokuz kitap bıraktığım on üç yıllık yazarlık hayatımda hiçbiri hayatımdan eksik olmadı. Aynı durum iş hayatımda da tekrarlanıp durdu hep. İnsan Kaynakları alanında bir sunumdan sonra ya da yönettiğim gerilimli bir toplantının ardından yaptığımız kahve sohbetlerinde, roman yazdığımı, bununla da yetinmeyip fantastik romanlar kaleme aldığımı öğrenen meslektaşlarımın bir kısmı, bu yönümü mantıklarında bir yere oturtmakta epey zorlandılar. Hayattaki tek tatmin kaynağı para olan bazıları, önce kitaplardan iyi kazandığımı varsayıp bu uğraşımı makul bulsalar ve biz de yapabilir miyiz diye sorgulasalar da, yazarlıktan iş hayatına kıyasla pek az para kazanıldığını öğrenince, niye kelimelere ve hayallere bu kadar çok vakit ayırdığımı bir türlü kavrayamadılar. Önyargıları sarsmak bana göre en eğlenceli işlerden olduğu için bu durumdan asla şikâyetçi olmadım. Yoğun bir iş gününden sonra eve dönerken serviste başımı cama yaslayıp öykülerimi hayal ederken, dışarıdan bakıldığında yarınki iş toplantısını düşündüğüm ya da günün yorgunluğunu atmaya çalıştığım sanılırken, aslında yeni dünyalar, sıra dışı hayvanlar, tamamen bana ait ırklar ve halklar yaratmakta oluşum, sevimli bir sır oldu benim için. Çay molasında pencereden dışarı baktığımda reklâm panolarını ya da birbirinin benzeri binaları, arabaları ve insanları seyretmek yerine, dev kaplanlara binen maymun adamlar, insanların zihinlerine hükmeden dağ büyüklüğünde kuşlar, minyatürü tutulup biri hayal edildiğinde ona doğru pençelerini savuran heykeller, yakışıklı bir savaşçıyken diyarın en çirkin yaratığına dönüşmüş, gene de içindeki kahramanı korumuş karakterler ve birbirinden eğlenceli tanrılar düşlemenin keyfini sürdüm. Bu hayalleri kâğıtlara döktüm, üzerlerinde gece gündüz çalıştım ve başka insanların da zamanla düşlerimi paylaşmasının heyecanını yaşadım. Hâlâ sabahları beyaz gömleğimi ütülüyorum, ceketimi giyip, deri çantamı alıp işe gidiyorum, gün boyu toplantılarla, beklenmedik sorunlarla uğraşıyorum. Bazen küçük hesaplar peşinde, hırs küpü insanlar yüzünden canım sıkılıyor, bazen de her biri gerçek dostlar olan değerli insanlarla heyecan verici projelere hayat vermenin keyfini sürüyorum. Hâlâ trafikte beklerken, kahve içerken, yemek sonrası molalarda ya da evde geçen akşamlarda, güçleri sınırsız büyücülerle, dans ederek tanrıların katına yükselen şamanlarla, ilginç hayvanlar ve gizemli kahramanlarla macera dolu yolculuklara çıkıyorum. Bulutlara baktığımda yıllık iznimde gideceğim sıradan bir tatil köyünden daha çok, salların üzerine kurulmuş gizemli köyler, sihirli kar fırtınalarıyla çevrili kuleler, keşfedilmeyi bekleyen yeni ülkeler hayal ediyorum. Ve hâlâ, dostlarıma anlatmak istediğim birçok öyküm, onlarla paylaşmak istediğim pek çok hayalim var. Onlar takım elbiseli bir iş adamının gündüz düşlerini paylaşmak istedikleri sürece, ben de hem kendim hem de onlar için hayal etmeye devam edeceğim. Çünkü hayal kurmak özgürleştirir. Onları paylaşmak da öyle… Barış MÜSTECAPLIOĞLU
41
Özel Dosya
Özel Dosya
Benim Fantastik Hayatım Uzun zaman önce, pek de uzak olmayan bir galakside bir cumartesi gecesi ufak bir çocuk olmanın getirdiği gereksiz enerji patlaması ile evin içinde koşturduğum sırada tesadüfen televizyonda denk gelmem ve kilitlenip kalmam ile başlayan maceram, sonraki yirmi küsur yıl boyunca benim ve başkalarının hayatını derinden etkileyecekti, fakat ben bundan babasının Vader olduğunu bilmeyen Luke Skywalker kadar bihaberdim. Ben Ateş Çetin, Türkiye’nin en büyük Star Wars hayran sitesi YıldızSavaşları.Com’un kurucusu ve 501. Lejyon Türkiye bölüğünün kumandanıyım ve size Türkiye’deki Star Wars hayranlığının hangi aşamalardan geçip günümüzdeki haline ulaştığından söz edeceğim. Bugün, girdiğiniz herhangi bir oyuncakçıda Star Wars oyuncaklarını rahatlıkla bulabiliyor, televizyonda yılda en az bir kere tüm seriyi izleyebiliyor, DVD’lerini kolayca bulabiliyor ve Star Wars temalı parti ve organizasyonlara sık sık rastlayabiliyorsunuz. Fakat on yıl kadar önce durum hiç de böyle değildi. Figürler mağazalara sınırlı çeşit ve sayıda gelir, hemen tükenirdi. Bazen de ürünlerin stoka girişini haber alan birkaç uyanık satış başlar başlamaz tamamını satın alıp karaborsa yapardı. Hayranların girişimleri haricinde organizasyon düzenlenmez, filmler ise yine hayranlar arasında elden ele paylaşılırdı. Ben “Special Edition” versiyonunun neslinden geldiğim için eski jenerasyonun muhtemelen daha kötü durumda olan hayranlık koşullarına ilişkin fazla detay veremeyeceğim, fakat her iki neslin de çevresinden gözlemlediği ortak nokta, Star Wars’un sadece bir film olarak algılandığı yönündeydi. Hatta sadece kendi neslimde değil, bugünkü nesillerde bile Star Wars sevgisi arkadaş çevresi tarafından küçümsenen ve alay malzemesi olarak kullanılan hayranlar vardı. Özellikle bu durumun değiştirilmesi gerekiyordu. Kısacası, bir Star Wars hayranı Türkiye’de bu tip limitlerle yaşardı ve yabancı hayranların ellerinde olan ve kullandıkları imkânları gıpta ile izlerdi. Ben ve arkadaşlarımın on yıldan uzun bir süre önce çıktığımız yolculuk, işte bu koşulları değiştirebilmek içindi. Eskiler hatırlar, önceleri hayranları bir araya getirmeyi amaçlayan, ama daha sonra bu amacını gölgelercesine yanlış bir biçimde yönetilen bir Star Wars sitesi vardı. Ortak bir zevki paylaşan insanlar arasında bir sinerji oluşması beklenen bir durumdur, ama bazen kimileri karanlık tarafın etkisinde kalır ve egolarına yenik düşer. Sözünü ettiğim bu tip olaylardan öyle sanıyorum ki bu yazıyı okuyan herkes bir şekilde kendi çevrelerinden payını almıştır. Ülkemizdeki imkanların üzerindeki kısıtlamaları kaldırabilme yönündeki amacını her ne kadar desteklemiş olsam da, bu sitenin ego hakimiyetindeki yanlış yönetimin kurbanlarından biri de ben oldum ve benim gibi pek çok kişi ile birlikte harekete geçerek ego etkisinden uzak, mütevazı, amacına gerçekten odaklanan bir oluşum için harekete geçtim. En nihayetinde de 4 yıllık bir hazırlık sürecinin ardından 2005’de YıldızSavaşları.Com doğmuş oldu. YıldızSavaşları.Com, Türkiye’deki bir Star Wars hayranının Türkiye ve dünya genelindeki Star Wars gelişmelerini öğrenmesini, bilgi bankası ile evreni tanımasını, koleksiyon yapıyorsa koleksiyonunu, resim yeteneği varsa fan art dediğimiz çizimlerini veya yazım yeteneği kuvvetli ise yazdığı Star Wars hikâyelerini paylaşmasını sağlayan, kısacası tüm hayranları her tür ilgi alanı ile bir araya getirmeyi hedefleyen sosyal bir alan oldu. Somut bir platform üzerinde, belli bir kitle ile hareket edebilme yetisine kavuştuktan sonra
42
Türkiye’deki hayranların yaşadığı en büyük sıkıntılardan biri olan ürün zenginliğini artırabilmek amacı ile yetkili firmalar ile temas kurmaya başladık, onlara Türkiye’deki ilginin sanılandan fazla olduğunu ve hedef kitlesinin sadece çocuklardan oluşmadığını (hatta çocuklardan ziyade yetişkinlerin ilgilendiğini) anlattık. Devam eden yıllarda artık ülkemize daha fazla figür geldiğini, çıkan DVD ve Bluray’lerde Türkçe desteği olduğunu görmek, emeklerimizin meyve verdiğinin bir göstergesi oldu. Bir yandan da dünyanın genelindeki hayran dünyası ile de iletişim sağladık. 2007’de kurulan fakat 2009’dan bu yana faaliyet göstermeyen SWORA (Star Wars Outer Rim Alliance) adında bir oluşumun kurucu ülkelerinden biri olduk. Bu oluşum, dünyanın farklı ülkelerinde önde gelen hayran sitelerinin buluşma noktası olmayı amaçlamıştı ve farklı ülkelerden hayranlar birbirleriyle iletişim kurabiliyorlar ve ülkelerindeki etkinlikleri paylaşabiliyorlardı. Bununla da kalmayıp, dünyanın en büyük Star Wars hayran sitesi olan TheForce.net ile bugün bile devam eden temaslar sağladık. Türkiye’deki Star Wars gelişmelerini, orası aracılığıyla tüm dünyaya duyurma fırsatı bulduk. Bizim için tüm bunlar arasında işin belki de en heyecan verici kısmı Star Wars aktör ve aktrisleri ile iletişim kurabilmek oldu. Dave Prowse (Darth Vader), Kenny Baker (R2-D2), Richard LeParmentier (Amiral Motti) gibi karakterlerin yanı sıra Toby Philpott (Jabba), Gerald Home (Tessek) gibi kukla performansçıları ile röportajlar gerçekleştirerek Türk hayranlardan gelen soruları onlara yönelttik, hatta kimileri ile sıkı dostluklar kurduk. Ayrıca yaratıcı Türk hayranlar da geçen yıllar içinde boş durmadılar, tüm dünyanın takip ettiği fan filmler, oyun modifikasyonları ürettiler. 7-8 yıl önce çılgınlık yapıp Darth Vader olarak İstiklal Caddesi’nde dolaştığımda karakterin kim olduğunu bilen az kişi vardı, zannedildiğim karakterler arasında Shredder, Zorro, itfaiyeci, Batman bulunuyordu, ama bugün durum daha farklı. Attığımız adımlardan en büyüklerinden biri de Lucasfilm’in resmen onaylamış olduğu ve dünya çapında prestiji ile ün salmış bir kostüm kulübü olan 501. Lejyon’un Türkiye bölüğünü oluşturmaktı ve inanın bunu yapmak hiç de kolay değildi. Size kısaca 501. Lejyon’dan bahsedeyim. Bu kulüp, Star Wars evrenindeki kötü karakterlerin kostümlerine sahip hayranlardan oluşuyor ve amacı da Star Wars sevgisini yaymanın yanı sıra yardım ve dayanışmayı sağlamak. Kar amacı gütmeyen bu kulübe üye olmak için 18 yaşından büyük olmalı ve Star Wars evrenindeki bir kötü karakterin profesyonel bir kostümüne sahip olmalısınız (profesyonel derken, birebir film kalitesinden söz ediyorum, Lucasfilm’in bu kulübün arkasında duruyor olması boşuna değil). Eğer bu koşulları sağlayabiliyorsanız başvuru yaptığınız takdirde bilgileriniz ve kostümlü fotoğraflarınız Amerika’daki merkez ile paylaşılıyor ve kostümünüz onaylanırsa 501. Lejyon ordusunun bir üyesi oluyorsunuz. Bu birliğin bir üyesi olmak prestijli bir durum çünkü bazı büyük etkinliklerde tüm masraflarınız karşılanarak dünyanın çeşitli yerlerine “göreve çağırılabiliyorsunuz”, ki bunlar arasında Star Wars’un yaratıcısı George Lucas’ın yanında yer almak bile olabiliyor. Türkiye’den daha önce bir bölük oluşturulması yönünde bazı girişimlerde bulunulmuş, ancak işin içine birtakım hilelerin (1 kostüm kullanarak 10 kişinin o tek kostüm ile başvurması) karıştırılması (ve tabii ki bu hilelerin merkez tarafından fark edilmesi) sonucunda Türkiye üzerinde bırakılan kötü bir imaj ile girişimler başarısızlıkla sonuçlanmış. Biz de ilk üyemizin kostümünü hazırlayıp başvurusunu yaptıktan sonra, bir de bu kötü imajı temizlemekle uğraşmıştık, dürüstlüğümüz ve iyi niyetimizi karşı tarafa inandırdıktan sonra da 2008 itibariyle 501. Lejyon’un Türkiye birliğini kurmuş olduk.
43
Özel Dosya
Özel Dosya
Ne zaman yeni bir Star Wars filmi gösterime girse Amerika’da kostümleriyle kuyrukta bekleyen hayranlar ana haber bültenlerinde belirir, röportaj yapar ve hayranlıklarını dile getirirlerdi, biz de artık o hayranlardandık. Bir film gösterime girdiğinde veya yeni bir Star Wars ürünü piyasaya çıktığında davet ediliyor, tıpkı bir sahne yıldızı gibi muamele görüyoruz. Çevremizde uyandırdığımız hayranlık ise tarif edilemez, bazen patlayan flaşlardan gözümüz kararıyor, fotoğraf çektirmek isteyenlerin kalabalığından başımız dönüyor. Ama bizim gibi figür koleksiyonu yapmaktansa figürün bizzat kendisi olmak isteyenler için bu durum işin tadı-tuzu oluyor. Birkaç yıl önce Adidas’ın çıkardığı Star Wars temalı ürünleri hatırlarsınız. Adidas’ın Dubai’deki merkezi bu ürünler için kostümlü karakterleri kullanarak bir tanıtım yapmak istemiş fakat Dubai içerisinde bu kostümleri bulamadıkları için Lucasfilm’den yardım istemiş. Lucasfilm de 501. Lejyon ile yakın olduğundan ve Dubai’ye en yakın birlik de Türkiye de olduğundan bizimle temas kurdular. Ben de Türkiye’nin Darth Vader’ı olarak Dubai’deki Adidas tanıtımlarına cebimden tek kuruş harcamadan katılmış oldum ve oraya yolculuk etmek de benim için güzel bir deneyim oldu. 2007’de henüz Türkiye’de bir 501. Lejyon bölüğü yokken Amerika’da düzenlenen geçit töreni için Star Wars teması kullanılmaya karar verildiğinde Lucasfilm, dünyanın farklı ülkelerinden birer Stormtrooper’ın (hepsi 501. Lejyon üyesi) tüm masraflarını karşılayarak Amerika’daki bu geçit törenine katılmalarını sağladı. Yani 501. Lejyon’un deyimi yerindeyse bu tip “dünyanın kaç bucak olduğunu gösterme” avantajı da bulunuyor. Türkiye’deki bölüğümüz etkinliklere katılıp şu an 7 olan üye sayısını artırmaya çalışırken, bir diğer girişimimiz de Star Wars evrenindeki iyi karakterlere ev sahipliği yapan bir diğer kostüm kulübü Rebel Legion (Asi Lejyonu)’un Türkiye bölüğünün kurulmasını sağlamak oldu. 501. Lejyon’u kurmaya niyetlenip yüzlerine bulaştıran bazı hayranlar, sonradan rotalarını Rebel Legion’a çevirdiler ve senelerce bunu resmiyete dökemediler. Bir şeyleri “ben yaptım” diyebilecek olmanın egosu, bir kez daha onların zayıflıkları oldu ve biz de 501. Lejyon’dan gelen deneyim ve ciddiyetimiz ile bu iş için kollarımızı sıvadık. 1,5 senelik bir hazırlıktan sonra 2011’in Haziran ayında “Anatolia Outpost” adıyla Rebel Legion Türkiye birliği kuruldu. Kısacası 10 yıllık bir süreç içerisinde ülkemizdeki Star Wars hayranlığını dünyanın geri kalanı ile neredeyse aynı seviyeye getirmeyi ve dünyanın geri kalanının dikkatini Türkiye üzerine çekmeyi, onlara “Star Wars Türkiye’de de seviliyor” dedirtmeyi başardık. Bugün halen Avrupa’nın bazı önde gelen ülkelerinde dahi bulunmayan oluşumların Türkiye’de kurulmasını sağladık. Sadece bunlara bakarak bile kendi adıma görevimde başarılı olduğuma inanıyorum. Yukarıda okuduklarınızı yapabilmek için çok insan tanıdım, çok arkadaş edindim, kıymetli dostlar kazandım. Diğer taraftan çok arkadaş kaybettim, güvendiklerimin ihanetine uğradım, yaptıklarımızı hazmedemeyen şişik egoluların bugün dahi devam eden sabote edici davranışlarıyla mücadele ettim. Star Wars’u ilk kez izleyip favori karakterinin figürünü nereden bulabileceğini veya kostümünü nasıl yapabileceğini bana soran 13-14 yaşlarında yeni nesil fanlar ile konuştukça onlarda kendimin 10-15 yıl önceki halini görüyorum. Ve kendimi telkin ediyorum: “Mücadele devam etmeli.” Sözlerimi noktalarken, eğer kostüm giyip “figürün bizzat kendisi” olmaya istekliyseniz 501. Lejyon’a veya Asi Lejyonu’na, bunun haricinde Star Wars ile ilgili her şey için de YıldızSavaşları.Com’a sizleri davet etmek isterim. Güç sizinle olsun. Daima. Ateş ÇETİN
44
Oyun ve Fantazya: Tek Kişilik Masa Tenisi Fantastik öykülerle uğraşmaya, bu fikirlere bulaşmaya ve dert edinip hayatımın en önemli şeylerinden biri yapmaya ne zaman karar verdiğimden emin değilim açıkçası. İlkin 1992 yılında D&D oyununu oynadığımı anımsıyorum ama bu oyunla karşılaşma nedenim, fantastik dünyalarla uğraşmak fikrinden bile çok, karşımdaki şeyin bir “oyun” olmasıydı. Benim asıl takıntım hep oyun oldu… Oyun oynamak, oyunlara belki de gereğinden fazla anlam yüklemek ve -kimsenin yaptığını beğenmediğim için- kendi oyunumu kendim tasarlamak takıntım, kendimi bildim bileli var. Bilgisayarın olmadığı kadim günlerde, daha ufacıkken, mahalle arasında oyun oynarken bile oyunları kendimiz tasarlardık. Özellikle Pantolon Yırtmaca oyunu, diğer sokak oyunlarından farklı, kendi tasarladığım bir oyundu. Bütün arkadaşlarım arasında da çok seviliyordu (gerçi, anneleri başka düşüncedeydi sanıyorum). Hatta ondan öncesinde, dört beş yaşlarında ilk Legolarım elime geldiğinde oyun tasarlamaya başladığımı anımsıyorum. Legolardan bir şeyler yapıp, karşısına geçip bakmak beni kesmiyordu. Çeşitli boyutlarda uzay gemileri yapıp, onlara kurallar koyup, arkadaşlarımla uzay savaşları yapıyordum. Bir de 4x2 Legolardan yaptığım futbol takımlarını anımsıyorum. Tekli Lego, top olurdu. Her takımın kendi forma ve don renkleri vardı ve kendine özgü birkaç kuralı vardı. Bir formayı yapacak yeterli Lego yoksa takımda sakat var demekti… Benzer biçimde, oyuncak askerleri dizip, misket hatta maytap atarak savaşmaca oyununu da uzun zaman oynadık (maytaplar yüzünden askerler zamanla yıprandılar, haliyle). Yirmi yıl sonra çok daha ciddi girişeceğim, ithalatını bile yapıp, bunun için mekânlar açacak kadar ileri taşıyacağım “kendi oyuncağını kendin yapıp, onunla savaş oyunu oynamak” fikrine demek o günlerde başlamışım işte. Bilgisayarla 1985 yılında tanıştım. Commodore64 adlı şeytan icadı nesne, pek çok insan gibi benim de yaşamımın geri kalanını tanımladı. Oyun oynamam asla kesilmedi ama bir iki yıl içinde orada da kendi oyunlarımı yapmak takıntısı ortaya çıktı. Kod yazmayı öğrenmeye başladım ve ilk yazdığım bilgisayar oyunu olan “Kıtipyoz”u sanıyorum 1989 yılında yaptım. Sonrasında da bu takıntı sürdü ve bu oyun oynama, yazma ve oynatma maceram, gün geldi beni SSI’nın ilk D&D oyunlarıyla karşı karşıya getirdi. Bu bileşimin ne gibi sonuçlara gebe olduğunu, o günlerde ben de, ailem de, yakın çevrem de sanıyorum tam anlamıyla öngörmemiştik. Sözünü ettiğim günlerde internet uzak ve puslu bir hayalden ibaret olduğu için, D&D’nin aslında bir masa başı oyunu olduğu kadar temel bir bilgiyi edinmem bile, iki üç yıl sürdü. Bazı yabancı dergilerde ve kitaplarda karşılaştığım “karakter bunu yapsın istiyorsan, şu sayfaya git” gibisinden oyunlarla boğuşurken, bu dergilerden birinde D&D’nin aslında ne olduğunu anladığım günü hâlâ anımsıyorum. Karşı karşıya kaldığım şeyin, gerçekten anladığım şey olduğuna inanmam biraz uzun sürdü ama inanınca öyle bir macera başlamış oldu ki, işte neredeyse yirmi yıl sonra, kendi türettiğim bir masal dünyasının masa başı oyununu insanlara sunmakla sonuçlanan yolculuğa ta o gün başladım desem yeridir. Elbette, o günden bu güne gelebilmek için ne kadar sıkıntılı dönemlerin, dönemeçlerin ve denemelerin beni beklediğini henüz bilmiyordum.
45
Özel Dosya
Özel Dosya
D&D ile karşılaşma anı, o anda yanımda bulunan diğer insanların da, benim de hâlâ anımsadığımız bir andır. Oyun kutusunu açıp, içeriğin nelere gebe olduğunu idrak ettiğimiz andaki hayranlık ve coşku duygusunu hiç unutmayacağım. Hatta bugün bile, başka insanların da o duyguyu yaşamasını sağlamak için çabalayıp duruyorum. O kadar çok oynadık ki, ailelerimiz akıl sağlığımızdan kuşku duymaya başladı. On sekiz, yirmi saat boyunca başından kalkmadığımız oldu. Top oynamaya bile çıkmaz olduk… D&D bizi içine çekti ve bizler birkaç yıl boyunca, sözcüğün tam anlamıyla orada kaybolduk. Sonra, benim deliliğim yine depreşti. Evet, karşılaştığım şey yaşamımı değiştiren ve tanımlayan, büyük bir dönüm noktasıydı ama yetersizdi. Çünkü ben yapmış değildim. Hemen “ben yapmaya” koyuldum. İşte o an, benim fantastik yazar ve tasarımcı kimliğimin ortaya çıkmasının temel taşı oldu. Oyun, benim o güne kadar akıl edebildiğim biricik dünyayı yeniden tanımlama yöntemiydi. Yapım gereği, “dünyayı beğenmemek ve bu yüzden Yüce Kat ile sürekli kavga halinde olmak”, benim varsayılan durumumdu. Oyunlar yaratıp, kendi kurallarımı koymaya çalışmam da zaten bundan kaynaklanıyordu. Ancak 1993 yılında, kuralları değiştirmeye çalışmanın yanında, bambaşka bir fikirle ta göbeğimden sarsıldım: “Bu dünyanın kurallarını değiştirmeye çalışmak yerine, kendi dünyalarımı yaratıp, oranın kurallarını koymak…” Yüce Kat’ın bile şaşkın bakışları altında, dört elle bu işe girdim ki, hâlâ çıkmış değilim. Çıkmaya niyetim de yok galiba… “Ben yapacağım” yolculuğumda yakın arkadaşlarım dışındaki insanların önüne ilk çıplak çıkışım, 1993 sonunda AMIGA için yayınladığım Umut Tarlaları oyunu oldu. D&D ile daha önce tanışmış olsaydım başka bir şey olurdu gibime geliyor ama Umut Tarlaları tasarımına zaten başlamış olduğum için, oyunu tamamladım ve piyasaya sürdüm. Beğenilen, şirin bir oyun oldu ama ben çoktan kendi dünyamı yaratmak fikriyle yanıp tutuşur olmuştum ve gazım fantazyaya kaymıştı bile. “Kurallarla birlikte, dünyayı da yeniden tanımlamak” biçiminde özetlediğim bu fantastik gaz, 19941996 arasında İstanbul Efsaneleri masalına yol açtı. İki kişi başladığımız bu yolculuk çığ gibi büyüdü. Otuza yakın insanın emek verdiği, kocaman bir proje oldu. Amatör çabalarla başlayıp, profesyonel bir ürünle (Lale Savaşçıları bilgisayar oyunu) sonuçlandı. Pek çok fedakâr lale, İstanbul’u cehalet canavarının pençesinden kurtarmak için canla başla mücadele ederken, ben artık kendimi bulmaya başlamıştım. O günden sonra geçen on altı yıl boyunca, içinde yaşadığım dünyayı konu alan bir oyun ya da masal tasarladığımı pek anımsamıyorum. Gerçi, İstanbul Efsaneleri masalının konu aldığı dünya da pek “bu dünya” değildi aslında. En azından o günlerde değildi. On sekiz yıl önce “fantastik” olan şey, bugün gerçek oldu galiba ama bu bambaşka bir konu tabi... Ben, artık kendi dünyamı kendim tasarlayacak kadar kendime güvenir olmuştum ve bundan sonra da burnumu indirecek değildim… Bundan sonraki bir yıl, “e şimdi ne edecez?” tarzında karmaşık duygularla ve “Umut Tarlaları 2: Çiftçinin İntikamı” oyununun tasarlanmasıyla ve ön yapımıyla geçti (o oyunu yayınlamamış olmaktan hâlâ huzursuzum, belki bugünlerde daha çağdaş ortamlar için… Aslında sosyal medyalarda ya da akıllı telefonlarda oynansa… Hatta belki… Neyse, dur şimdi…). Ancak Umut Tarlaları 2 de “bu dünyayla” ilgiliydi ve artık beni yeterince yakalayamıyordu. Ben fantastiğe kafayı takmıştım ve durdurulmam olanaksızdı. Fren pedalını söküp torpido gözüne koymuş kamyoncu misali, SiHiR Kitabevi’ne ön camdan daldım. SiHiR Kitabevi ve Kafe, iyi ve kötü yönlerimle beni ben yapan adımlar arasında o güne dek attığım en önemli adımdı ve fantastik kimliğimi meşrulaştırıyordu. SiHiR yolculuğu, hem benim kadar uçuk insan sayısının sandığım kadar az olmadığını anlamamı sağladı, hem de bu insanların hepsinin birbirini bulup, benim kadar şaşırmalarına neden oldu. 1997-2004 arasında, çeşitli biçimlere bürünerek Türkiye’deki fantastik ve kuntastik insanları bir araya topladı. Oyun ve fantazya konusunda bir geleneğin oluşmasının ilk adımı oldu. On yıldan uzun süre sonra karşılaştığım gençler, bana “biz senin torununuz, sizlerin ısırdığınız insanlar sonra bizi ısırdılar” dediklerinde hem seviniyorum, hem şaşırıyorum. Şaşırma nedenim, biz
bugünkü dinozorların on beş yıl önce el yordamıyla geliştirdiğimiz geleneğin izlerini gençlerin tavrında hâlâ görebiliyor olmam. Buna elbette şaşırıyor, bir o kadar da çorbadaki tuzumla gurur duyuyorum. SiHiR, o güne kadarki ben ile sonraki ben arasında bir köprü görevi gördü. Öykülerimi, hayallerimi ve Yüce Kat’a önerilerimi beni tanımayan insanlara anlatmaya başladım. O zaman da bir iki şeyi kavradım: Kalabalık ve beni tanımayan bir kitleye herhangi bir ürün sunduğum zaman, her ürünün yanında bir tane de “ben” vermek mümkün değildi. Bu da, o güne kadar pek umursamamış olduğum bir kavramla, ilgiyi kendimle değil, ürünle toplamak kavramıyla yüzleşmeme neden oldu. Uzun ve sancılı bir süreçti, hâlâ da sürüyor. Yedi yıl boyunca yüzlerce öykü yazdım. İnsanlarla ortak masallar geliştirip, kalabalık kitlelere anlattım. Kırk, elli kişinin birlikte oynadığı oyunlar yazdım, karmaşık (ve ustalaştıkça basit) kurallar tasarladım, dünyalar yarattım. Bunların hiçbirini şu anda anımsamıyorum. Anımsadığım şey, bunları büyük bir coşkuyla anlatırken bile kulağımın arkasında sezdiğim tuhaf huzursuzluk ve karıncalanma duygusuydu. Yıllarca o duygunun ne olduğunu düşünmeye tenezzül etmeden anlattım da anlattım. Sonra bir gün o duyguyla yüzleştim ve hem oyun, hem fantazya yaşamım, bir kere daha kökünden sarsıldı. O duygu, meğer “köksüzlük” duygusuymuş. Bunun adını tabi on yıl sonra böyle koyabiliyorum. O günlerde daha çok “bağırsak rahatsızlığı” gibi geliyordu. D&D ile başlayan ve SiHiR dolayısıyla bütün yabancı masal dünyalarıyla süren bu yolculuk sırasında bir şeyler meme yapmış bende. 2004 yılında hepsi birden patladı. Kendimi çok tuhaf bir durumda buluverdim. Ilgana projesiyle ve tüm ürünleriyle ilgili her türlü yazıda, röportajda, haberde bunu anlatıp durduğum için, ilgilenen insanlar biliyorlardır. Tekrarlayıp sıkmaya gerek yok… Ancak fantastik konuda benim yaşamım ve kişiliğim üzerindeki etkisini burada anlatmak herhalde en uygunu olur. Sıkıntı; on yıldan uzun süre boyunca uğraştığım ve yaptığım şeylerle yeterince insanın ilgilenmiyor olması takıntısından çıktı. Gençlik yıllarımda yaptığım, anlattığım şeylerin Türkiye’de kalabalık insan kitlelerini neden etkilemiyor olduğunu açıkçası pek düşünmezdim. Bu, “onların” suçuydu. Cahil olan, anlamayan, tutucu davranan onlardı. Anlattığım şeylerin ne beni, ne de içinden çıktığım kültürel yapıyı en ufak biçimde simgelemediğinin farkında değildim. Daha beteri, aslında üzerine bastığım toprağın öyküsünü bilerek ya da bilmeyerek baltalayan şeyler olduklarının ancak sonra sonra farkına vardım. Uzun ve sancılı oldu… Sihirli değnekli büyücülerin, parlak zırhlı şövalyelerin, canım elflerin, nemrut cücelerin benim üzerimdeki etkisi hızla silindi. Uyandırdıkları heyecan ve coşku, yerini ürkütücü bir boşluk ve cehalet duygusuna bırakıverdi. Bunu otuz yaşımı geçmiş olduğum için yaşadığımı söyleyen dostlarım oldu. Fantazyayla, hayal dünyalarıyla, oyunlarla uğraşmak için artık çok yaşlı olduğumu anlattılar bana… Başlangıçta ben bile inandım onlara. Sonra haksız olduklarını gördüm. Sorun hayal dünyalarıyla uğraşmamda değildi. Benim hayal dünyalarımı dinlemesini istediğim insan kitlesinin kendini bağdaştıramadığı öyküler anlatıyor olmamdaydı. Daha beteri, hâlâ alışkanlıkla anlattığım ve biliyor olmakla övündüğüm şeylerin aslında beni bile artık heyecanlandırmadığını, kendimi yetim, köksüz ve sığ hissetmeme neden olduklarını fark ettim. Bu durumdan çıkma mücadelem, hem benim, hem de bugüne kadarkiler arasında en önemli olan projemin gelişmesine neden oldu. 2005 yılından bugüne gelirken ve ben fantastik geleneğimin yarattığı düşünsel cehaleti yenmek üzere taklalar atarken, Ilgana projesi de birlikte yükseldi. Bu yaşadığım dönüşümün nedenlerini bir başkasına anlatmak olanaksız. Ana dili İngilizce olmayan bir kültürden çıkmış bir “fantastikçi” bunu ancak kendi anlayabilir, yoksa kimsenin anlatmasıyla olmaz. Bu yüzden, ne kadar sıkıntılı bir süreç olduğunu da anlatmak boşuna olur. Benim gördüğüm şey, aslında fantazya hakkında her şeyi bildiğimi düşündüğüm halde, gerçekten Türkiye’de insanların ilgileneceği ve bu yüzden de yaratan kişinin gururla sunabileceği bir hayal dünyası yaratmak konusunda kara bir cehalet içinde olduğumdu. Türkiye’yi, Türk insanını, geçmişini, kendisini nasıl tanımladığını bilmiyordum. Biliyor olsam da uzun yıllar
46
47
Özel Dosya
Özel Dosya boyu görmezden gelmeyi başarmıştım, beğenmemenin yollarını geliştirmiştim, “yılgın deha” rolünü oynamak hoşuma gitmişti. Günü gelip, o rolü artık oynayamaz olunca da, fantazyanın büyük çıkmazıyla yüzleştim: Kendim için mi anlatıyordum, başkalarının dinlemesi için mi? Her sanatçının buna yanıtı farklıdır. Kimi şunu, kimi bunu söyler. Çoğu da kendine bile yalan söyler… Ben, kendime yalan söyleme sürecimin sonunda, cehaletimle yüzleşme cesaretini gösterebilmiş bir fantazya insanı olduğumu düşünüyorum. Türk kültüründen esinlenen bir dünya türetmeyi, pek bilinmeyen göçer Türk mitolojisini, bozkır kültürünü ve doğa ile kentin acımasız düşünsel mücadelesini anlatan bir destan yaratmayı da bu biçimde becerdiğimi biliyorum. Göçerleri neden seçtiğimi açıklamam pek kolay değil ama onları anlamak ve anlatmak için otuz yaşından sonra fakülteye yeniden girip, Tarih okuyup, üstüne İslam öncesi Türk kültürü ve mitolojisi uzmanlığı yoluna girdiğimi söylemem herhalde bu konuya ne kadar kafayı taktığımı anlatmaya yeter. Beni çeken şey, Doğuluların ve bu devasa kavramın en önemli toplumlarından biri olan göçer Türklerin, tarih boyunca değişme ve değiştirme geleneği oldu. Batı fantezisinin en temelinde yatan “değişmezlik” kavramının yerine, bizleri daha iyi tanımlayan “değişerek değiştirmek” fikri yerleşti, Ilgana da bu fikirden temellendi. Doğa ruhlarıyla, evrenin katlarında yolculuk eden kamlarla, binekleriyle kardeş olan savaşçılarla ilgilenir oldum. Göçerin düşünce yapısıyla, kendini nasıl meşru gördüğüyle uğraştım. Kentin, organize dinin ve kentli insanın acımasız tüketiciliğine karşın, kırlının alçakgönüllü bir çaresizlikle gidenin yerine yenisini üretmek çabasını görmeye başladım. Özetle Doğululara, Doğuluya benzeyen insanların öykülerini anlatmaya başladım. Aradaki ilgi ve destek farkını herkesten çok ben biliyorum. Batılı kavramları öven ve Batı’nın düşünsel değişmezlerine dayanan öyküler anlatırken gördüğüm ilgi ve tepki ile şu anda gördüğümün arasındaki uçurumu anlatmak zor. Gazetecilerden akademisyenlere kadar, daha önce anlattıklarıma göz ucuyla bakmayan insanların beni desteklemek için özveride bile bulunduklarını anlatıp övünmek de pek doğru değil. Asıl söylemek istediğim; başarıdan ve destekten de önemli bir şey: Yaptığım şeyden huzur duyuyorum. Otuz yaşıma kadar fantazyayı kaçmak için kullanmıştım. Fantastik sanatın çok önemli bir amacının da bu olduğunu, “kaçış edebiyatı” dendiğini elbette unutmuş değilim. Ancak fantazyayı kaçmak ve saklanmak için kullanmak yerine, kendimi ifade etmek için kullanmaya başladığımdan beri, o bağırsak rahatsızlığını çekmediğimi söylemem lazım. Cehaletime karşı verdiğim mücadele elbette zorlu oldu ve hâlâ da oluyor. Ancak yeterli mücadele olmadan yeterli XP kazanılmadığını da bilecek kadar RYO oynadım. Önümü ve arkamı kıyasladığımda, şu anda adımlamakta olduğum yolun çok daha tatmin edici olduğunu da, beni geliştirdiğini de biliyorum. Fantastik fikirler, dünyalar, oyunlar ve benzeri kavramlarla ilgilenen her Türk insanının bir gün bu söylediğimi anlayabilmesini ve zekice kisveler altında saklanmak yerine, kendisiyle daha barışık ve kendini ifade edebilen insanlar haline gelmelerini umuyorum. Yolculuğun bundan sonra nereye gideceğini bilmiyorum. Aslında yalan, üç aşağı beş yukarı biliyorum ama böyle deyince hem “dingin ve karizmatik” oluyor, hem de bunu söylemek hoşuma gidiyor. Elbette işin aslı, ozanın dediği gibi: “Başı sonu belirsiz, uzun ince bir yoldayım, nereye gittiğim hakkında pek fikrim yok ama gitmekten başka seçeneğim de yok, arkadan itiyorlar…” Ben, bu yolun yaklaşık nereye gideceğini kestirmeye çalıştığımda, tam sonucu bilmiyor olsam da, bir şeyden emin oluyorum: Fantazya sayesinde, her nereye gidiyorsam, o yerin bir bölümünü ben tanımlamış olacağım. Özgür ÖZOL www.twitter.com/ozgurozol www.ilgana.com www.stillpsycho.net
48
Benim Fantastik Dünyam
1980’li yılların başıydı, yaz tatilini geçirmek için gittiğim köyümün sıradan bir gecesinde, babamla amcamın konuşmasına tanık oldum. Yedi ya da sekiz yaşlarındaydım. Babam sessizce konuşup kimsenin duymamasına dikkat ederek, amcama durumu özetliyordu. Artvin, Şavşat’taki iki katlı ahşap evimizin kim bilir kaçıncı şahit oluşuydu bu gizemli konuşmalara? Babam “Evlat, o senin zannettiğin kadar kolay bir iş değil, o gömüyü topal bir cin koruyormuş, başımıza iş alırız,” diyordu. Belki o an, fantastik dünyayla tanıştığım ilk andı. Bir gömüyü koruyan topal bir cin olgusu, kafamda aniden büyüdü. Amcam “Abi, ben öğrendim, eğer gerekli duaları yaparsan ve gömüye ulaşıncaya kadar hiç konuşmazsan, o topal cin sana hiç bir şey yapamazmış. İşin sırrı hiç ses çıkarmamakta,” diyerek direniyordu. Ne kadar büyüleyici sözlerdi bunlar, benim yaşımdaki biri için? Daha sonraları ne oldu, babam ve amcam o gömüye gittiler mi hatırlamıyorum. Tam 27 yıl sonra, ilk kitabım Heyula’da bu öyküyü işledim. Topal cin, benim öykümde topal bir tilki kılığına büründü ve gömüye gelenlere göründü. Yine aynı yıllarda, annemin doğduğu Hopa’nın Garci (Hendek) köyünde bir kez daha karşılaştım fantastik dünyayla. Kırmızı tepe diye bilinen alanın ardındaki mısır tarlalarına girmiştik bir kaç çocuk. Rahmetli anneannem koşarak yanımıza geldi ve “Çıkın mısır tarlasından, orada Lazdebaraf var, sizi yakalar,” diye bizi korkutmuştu. Sonraları Lazdebaraf nedir diye merak etmiştim. Lazdebaraf mısır tarlalarını koruyan, kafasında kocaman bir sepet olan ve çocukları yiyen bir yaratık olduğunu öğrendim. Yaşlı bir kocakarı şekline bürünen cadılar olduğunu söylemişti köyün büyükleri.
49
Öykü
Özel Dosya
Elbette çocukların mısırları mahvetmesini önlemek için uydurulmuş bir yaratık profiliydi bu ama hayal gücümün hamurunu daha bir sertleştirmişti. Ben o yaz, Topal cinin ve Aldeberakın yaşadığı bir fantastik dünya oluşturmuştum bile hayal dünyamda. O yaşlarda beynimde bir kayıt cihazı olsaydı, ortaya nasıl öyküler çıkardı bir düşünün. Bu yazıyı yazdıktan sonra Ladebaraf hakkında bir öykü yazmaya karar verdim. Sonrasında duyduğum bütün fantastik öğeler kafamda yer etmeye ve aklımı çelmeye başladı. Tepegöz’ü dinlemeye doyamazdım mesela. Sonraları isminin Anka Kuşu olduğunu öğrendiğim “Gak deyince et, guk deyince su vereceksin” diye adlandırdığım hikâyeyi dinlemek, beni iyice masalsı bir hayal gücüne sürükledi. Ayakları ters cinler, atlara ve lohusalara musallat olan Alkarası, toroslu kayalardan öteye yol vermeyen devler ve daha niceleri. Bütün bunlar benim fantastik dünyayla tanışmama sebep olmuştur. Fantastik dünyayı kim nasıl biçimlendirirse biçimlendirsin, benim anladığım ve sevdiğim fantastik dünya, yaşanmamış dünyalarda, gerçek olmayan varlıkların, gerçek yaşamla harmanlanmasıdır. Biz Türkler bunu gerçek yaşamımıza kadar sokmayı zaten başarmış bir toplumuz, yoksa bunca söylence olur muydu? Efsanelerin kalbi bu ülkede atar mıydı zannediyorsunuz? Olağanüstü nitelikler taşıyan, gizli güçlere sahip, ne oldukları bilinmeyen, inançlarımızla yoğrulmuş varlıklarla ilgili hiç mi bir şey duymadınız? Cinlerin, ecinnilerin, cadıların, perilerin, şeytanların, mekirlerin, feriştelerin, feriştahların kol gezdiği bir hayal dünyası, soluduğumuz havanın moleküllerine kadar karışmış durumda zaten. Soluk almamız yeterli. Nereye kaçarsak kaçalım, bu bizim genlerimize işlemiş durumda. Türk insanının hayal gücü inanılmaz geniştir, bunu inkâr eden, Dede Korkut’un hikâyelerindeki gibi taş kesilir. Fantastik dünyanın en âlâsı kendi kültürümüzde sessizce yüzüyor zaten, sadece bunu görmek yeterli. Elbette batı edebiyatından da keyif alabilir ve o kitapları okuyabilirsiniz ama kendi kültürümüze açılsak, başka hiçbir şeye gerek kalmaz diye düşünüyorum. Topal Cin, Lazdebaraf, Karakoncolos, Congolos, Kara-kura, Kara Korşak, Kamos, Kayış Ayak, At binen cin, Çarşamba karısı, Karabasan, Albastı, Hınkır Munkur, Demirkıynak, Tarlaguzan, İfrit, Yol azdıran, Çıtlık kuşu, Kuyu kızı, Umacı, Abra, Bukrek, Meran, Garuda, Aldacı, Enkebit, İtbarak, Hırtık, Rom rom ana. Yukarıdaki isimler, bir nevi Türk fantastik dünyasının yaratıklarıdır bir kaçıdır sadece ve her birinin enteresan öyküleri vardır ama işin kötü yanı, sadece söylence olarak kalmıştır. Haklarında yazılmış geniş bilgiler ve öyküler yoktur. Her biriyle ilgili bilgi toplamaya kalksanız, elinize pek fazla bir şey geçmez ama her biri kendi başına fantastik bir dünyanın anahtarıdır ve en önemlisi bizimdir. Benim derdim bu. Kimse bana kızmasın, fantastik edebiyat sadece elflerden orklardan oluşmuyor. Elbette ben de çok seviyorum o kitapları ama bizim bir an önce kendi fantastik dünyamızı yaratmamız gerek. Keşke herkes İhsan Oktay Anar gibi kendi kültürünü yazsa. Özetlemek gerekirse; benim fantastik dünyam anlatılara, efsanelere dayanır. Bu topraklarda işlenebilecek o kadar lezzetli olgu var ki, o kadar geniş bir hayal dünyasına sahip bir toplumuz ki, kültürümüze sahip çıkalım. Kendi fantastik dünyamıza sahip çıkalım. Devşirilmeyelim. Erol ÇELİK
Fantastik Hayatım
Ülkemizin en büyük sorunlarından biri ilgi duyduğumuz fantastik mecrada üretim yapanların geçimlerini yazarak ya da çizerek sağlayamadığıdır. Bunu başarabilenlerin sayısı maalesef çok az. Özellikle konu yazmaya gelince düşük telif ücretleri, fantastik roman ya da araştırma kitaplarına karşı yayınevlerinin tutumu her daim karşımıza çıkan problemlerdir. Herkes gibi benim de karşılaştığım bu problemleri aşmamı sağlayan tek şey ise paylaşmak! Bazen yaratarak, bazen de araştırarak kaleme aldıklarımı insanlara ulaştırmak! Bu motivasyon ise ihtiyaç duyduğum dinamizmi sağlıyor. Kısıtlı zamana sahip olan biri olarak ilham perilerinin gelmesini hiçbir zaman beklememişimdir. Yazmak için karanlık bir ortama, mumlara, alkole ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum. En azından bu kural benim için geçerli değil. Bazen iş ortamının tozlu masalarında, bazen bir otobüste, bazen de üç kedili evimin miyav sesleri eşliğinde yazmak bir zorunluluk. Ancak bu satırları kaleme alırken etrafa bakınıyorum da kendi küçük dünyamı yaratmışım. Duvarlarda çivi çakılacak yer kalmamış, elimi uzattığım her yerden ya kitap, ya dergi, ya da poster çıkıyor; şöminenin içinde ise koca bir Alien figürü bana bakıyor… Belki büyümemiş bir çocuğum, belki de büyümeye karşı direnen bir çocukla birlikte yaşıyorum. Tıpkı bu dergide olanlar ya da olmayan pek çok insan gibi… Fatih DANACI
50
51
52
53 Kolaj: Devrim KUNTER Kolaj: Devrim KUNTER
Özel Dosya
Özel Dosya
Benim Fantastik Hayatım Ben de herkes gibiyim aslında. Farkım yok. Gerçekten farkım yok. Fark denmez birçoklarıyla aramızda yer alan şu iki adımlık mesafeye, dense dense farkçık denir. O farkçık da bir tanecik yahu, yalın, tek. Adı reddetmemek. Ben reddetmiyorum. Hayal ettiklerimin gerçek olduklarını reddetmiyorum. Benim de bir başkasının rüyası olabileceğim ihtimalini reddetmek şöyle dursun, aksine, coşkuyla kucaklıyorum. Rüyalara fısıldayan efsaneleri dile getirmekten, düşünmekten, okumaktan, yazmaktan ve uğruna saatler harcamaktan çekinmiyorum. Üşenmiyorum da. Şimdi nasıl seve seve harflerle cilveleşiyorsam, hayallerimin peşinde kâtiplik ederken de erinmiyorum. Yahu ben zevk alıyorum masalsı gerçekliklerden! Adına ister fantastik de, ister hayal ya da masal, rüya, gerçek üstü, mistik hatta safsata. Peh! Ne dersen de adına, benim keyifle keşfe çıktığım bu mutlu okyanusun içinde birlikteyiz ey güzel kardeşim. Yan yanayız. Bu okyanusun mavisi bazen turuncu, bazen de mor. Su bazen sıcaktan fokurduyor, bazense çok ama çok soğuk oluyor. Öyle de maymun iştahlı bu okyanus! Hem hepimize yer var içinde, kimisi bir yelkenlinin güvertesinde, kimisi de sürat teknesiyle caka satıyor dört yana. Yahu dev kaplumbağalar üzerindeki adaları bile gördüm! Jetski istersen bolca var, çektiriler ve kalyonlar da gani gani. İşte ben de o kalyonlardan birinde keşfediyorum hayallerin okyanusunu, yüzümü böyle güldürüyorum. Yanlış anlama olmasın, beni kalyonun kaptanı falan sanma sakın, tayfalardan biriyim sadece. Kaptanımız sürekli değişiyor. Bazen Ahab, bazen Verne, bazen Sinbad, bazen de Ged oluyor kaptanımız. Alice’in bizi uzaklara götürdüğü günler bile oldu yahu, nicedir bizim kalyonun kaptanları! Bense etrafı gözetlemek için yelken direklerine hızlı hızlı tırmanan o şelfe çocuğum. Yaşımı sorma, önemli değil ki bu! Çocuğum işte, ötesi var mı? Kendi çocuğu olan genç bir çocuğum, garibine mi gitti? Gitmesin! Ben o gemici masallarına inanıp rüyalarını dev ahtapotlara teslim eden hevesli çocuğum. Kalyonun kaptanları dümeni nereye kırarsa, direğin tepesindeki yerimden oraya bakıyorum. Hayal okyanusu içinde gezdiğimiz diyarları yüksekten görüp zihnime kazıyorum. Halimden öyle memnunum ki! Yeni kıtalar keşfederken yüzümü görmen lazım. Olmayan Ülke’nin her köşesini bilirim mesela. Ya da Orta Dünya’nın denizlerinde epey gezmişimdir. Perg diyarını hatim etmişliğim var, Giddar âlemiyle Kuzey Kıtaları da avucumun içi gibi bilirim. Hepsi gerçekten daha gerçek olan hayali kalyonumuz sayesinde oldu. Kaptanlar türlü âlemlere dümeni kırdıkça benim yaşamım zenginleşti. Gittiğimiz diyarların havasıyla suyu damağımda hep ayrı bir lezzet bıraktı. Peki, ben ne yaptım? Bu lezzeti gelecek nesiller de tadabilsin diye tarifleri hep sakladım. Küçük Prens›in gezegeninin nasıl koktuğunu, Mars›taki nötralizörün ne renk olduğunu, Siox›un öbür adını, Dracula›nın pelerinini, yazdıkları gerçek olan kalemi, denizlerin altında süren yirmi bin fersahlık yolculuğun şarkısını ve hatta Niran Hatun›un kıpkırmızı saçlarının dokusunu bile saklıyorum tarif kitaplarında. Yemek tarifi gibi bir şey bu ama farklı, başka, özel. Kitapları saklıyorum ben. Şaşırdın mı? Şaşırma! Sen arkadaşlarının telefon numaralarını rehberinde saklamıyor musun? Aynı şey yahu, beni neden garipsiyorsun? Onca âlemden gelme binlerce arkadaşım var, adlarını, dertlerini, biçimlerini, kahramanlıklarını ve zayıflıklarını kitaplarda değil de nerede saklayacaktım? Peh! Sen de bir âlemsin yahu! Hem iyi ki de
54
gizli mahzendeki o kütüphaneyi kurmuşum, yoksa bunca hayali gerçeği nasıl akılda tutardım? Soranlara cevap verebileyim, öğrenmek isteyen çekinmeden gelsin diye hayalleri saklıyorum ben. Sayısız kaptanın önderliğinde sayısız diyara gittim ve hepsinin hikâyesini kalyondaki gizli mahzenimde saklıyorum. Gizli mahzen de nereden çıktı deme yahu, billahi de tillahi de var bu mahzen. Gepetto usta yaptı mahzeni bana, sağ olsun, kırmadı beni. İnanmıyor musun yoksa bana? Yahu aynı mahzenden Kaptan İhsan Oktay›ın Amat isimli gemisinde de var, bilmiyor musun? O mahzen başka diyara açılıyor, benimki ise gizli kütüphaneme. İnanmıyorsan şu resme bak! Hatta yalnız da değilim ben orada, kütüphanemi koruyan nice dostumla birlikteyim. Gülme yahu, doğru söylüyorum. İnanmıyorsan şu resimlere de bak; tanıştırayım, bu Don Quijote ve Sancho. Yanındaki Maximus, diğeri de Merlin. Gördün mü? Şimdi inandın mı bana?
Neyse, uzatmayalım, istersen inanma, sen bilirsin. Yine de gerçek hayallere dair aklına bir şey takılırsa bizim kalyona gel de yardımcı olayım sana. Bakarsın iki çift de laf ederiz, hatta belki iki kadeh de hortlak birası içeriz. Fena mı olur? Peh! Çok da güzel olur! Hem sana belki küçük kaçamaklarımdan da bahsederim. Ya da şimdi bahsedeyim yahu, madem bu kadar muhabbet ettik, yarıda kesmeyelim değil mi? Bak baştan söyleyeyim, şimdi anlatacaklarım aramızda kalmalı ey güzel kardeşim yoksa beni gemiden atıverirler de kimsenin ruhu duymaz. Bir sor bakalım bana gerçekten hiç kaptanlık yapmamış mıyım? Ha hayt, itiraf ediyorum, yaptım tabii ki! Biliyor musun, insan beyni geceleri daha sıkı çalışır, çok daha üretken olurmuş. Nice hayalperestin uykusuzluk çekmesi de bundanmış, inanabiliyor musun? Hah, işte ben onlardan değilim güzel kardeşim. Ben güneşin tepede olduğu saatlerde çıkarım yelken direğinin tepesine, izlerim yedi denizi. Akşam oldu mu uyku vaktim gelir, yatarım. Sonra ne mi olur? İşte eğlence o an başlar! Gün boyu yedi
55
Özel Dosya
Özel Dosya
denizin yedi köşesinde izlediğim başıboş ilham şişelerini rüyalarımda tartarım ben. Anlattıkları harikaları düşler âlemimde öpüp koklarım, seve seve tadına varırım. Sabah herkesten önce uyandığımda kalyonda bir ben ayaktayımdır. Parmak uçlarımın üzerinde süzülürüm güverteye, hemen sonra da geminin kıçında salınan kayığa atlayıveririm. İşte o an kaptan benimdir artık, kürekler elimde, düşler de zihnimdedir. Güneşin taze ışıkları suyla oynaşırken ben ilham perilerinin hevesle yazıp okyanusa şişeler içinde bıraktığı hikâyeleri toplarım bir güzel. Kayığımla şişeye yanaşıp hevesle alıveririm koyu renk camı elime. Mantardan tıpayı çıkardım mı rüyaların en has kıkırtısı kulaklarıma dolar, ilham püskürür şişeden dışarı! Gizlice, gökteki sabah güneşine bile göstermeden okurum perilerin gönderdiği hikâye parelerini. Fikirler aklıma üşüşür, şuurum kuş olup süzülür cihanın üzerinde. Hey ki ne hey, o vakit başlarım hayal kurmaya. Talih benimleyse hayali kurarken parmaklarım da zihnimin peşinde yazıverir düşlerimi, yok efendim talih o gün benden yana değilse de hafızama güvenirim mecburen. Yeterince ilham şişesi toplayınca gemiye geri dönerim hemen, kimse uyanmadan da hamağıma yerleşirim yeniden. Çok geçmeden gemidekiler ayaklanıp güne başlandığında ben ilham perilerinin mesajlarını toplamış, fikirlerimi de yazmış olurum. İnanmıyor musun bana? Bak, evimdeki bu boş şişelere ne diyeceksin peki? Peh! Doğruyu söylüyorum sana! Bak, şu şişe de Kan Muskaları Destanı’nı bana gönderen ilham perisinin şişesi. Taşan ilham parelerini gördün mü? Artık inandın mı bana? İşte böyle güzel kardeşim, benim fantastik hayatım gördüğün üzere seninkinden pek farklı değil. Rüyaların kıymetini bilip okyanusa bırakılmış şişeleri gözden kaçırmazsan eminim benim kalyonumla senin gemin bir yerlerde karşılaşacak ve sana söz verdiğim hortlak birasını birlikte keyifle yudumlayacağız. Şimdi müsaadenle ben oğlumun yanına gidiyorum, bizim afacan süt dişlerine masallar yazıyor da, onları okumam lazım. Buluşacağımız güne kadar sağlıcakla kal ey güzel kardeşim, sen sen ol, hayal kurmaktan sakın korkma! Hamit Çağlar ÖZDAĞ
56
Benim Fantastik Hayatım İlk okuduğum roman, ortaokulun sonunda bir arkadaşımın verdiği Hobbit isimli kitaptı. Bilindiği üzere bu, Yüzüklerin Efendisi’nin öncesini, Bilbo’nun yüzüğü buluşunu ve cücelerle birlikte yolcuğunu anlatan kitaptır. O güne kadar tek bir roman dahi okumamış biri olarak, Hobbit zihnimde farklı bir pencere açtı. Ya da hayallerle biçimlenen dünyaların seyrine aç bir başka ben vardı içimde, o zamana dek fark edemediğim, o kişi gölgelerden kurtulup açığa çıktı. İyi ki çıkmış. Hobbit’i Yüzüklerin Efendisi, Ejderha Mızrağı, Belgariad gibi fantastik seriler takip etti. Kısa zamanda okumak bir tutku halini aldı. Bana Hobbit’i veren arkadaşımla, fantastik diyarlar üzerine uzun sohbetler eder olduk. Sözler, sözcükler, şekillere dönüştü zamanla. Birçoğunu birlikte çizdiğimiz bir dosya karakalem resmimiz oldu. Elfler, cüceler, ejderhalar… Hepsi kalemimizin ucunda, acemice de olsa vücut buldu. Hayal dünyalarının en sarp dağlarının ötesindeydik ve açıkçası dönmeye hiç ama hiç niyetimiz yoktu. Fantastik kurgu kitaplarından başımı kaldırmadığım ilk zamanlarda, yazma arzusu hızlı bir şekilde oluştu içimde. Ben de kendi karakterlerimi yaratıp, heyecanlı maceralar peşinde koşturabilir miydim? Bunu yapabileceğime inanıyordum. Elimde çevirip durduğum kalemim, içini kâğıda dökmek istediğini ısrarla fısıldıyordu kulağıma. Onun dediği gibi oldu sonunda ve yazmaya başladım. Fakat kalemimin mübalağa yaptığından habersizdim. Zihnimi dolduran görüntüler, beklediğim gibi akmadı kâğıda. O devasa dünyaların kurulmasının hiç de kolay olmadığını anladım. Yarım kalmış öykü(msü)ler kaldı elimde sadece. Ama yazmanın tadına bir kere varmıştım ve dosyam sonu olmayan öykülerle dolup taşsa da yazmaya devam edecektim… Fantastik kurguyu beceremeyince ve okuduğum King kitaplarının da etkisiyle, şansımı korku-gerilim türünde denemeye karar verdim. Ve ilk öykümü lise birinci sınıfta yazmayı başardım. Bu, tam 107 defter
57
Özel Dosya
Özel Dosya
sayfasına (belki de yarım kalan öykülere inattı bu beklenmedik uzunluk) elle yazılmış, üç çocuğun fırtına nedeniyle ormandaki eski bir eve sığınmalarını ve evde başlarına gelen esrarengiz olayları anlatan bir öyküydü. Çarpıcı bir konusu yoktu elbet ve karakterlerde de yabancı isim kullanmıştım. Yabancı fantastik kitaplar okumanın bilindik bir getirisiydi bu. Türk ismi kullanmayı yadırgıyordum, zira o ana kadar yabancı karakterler, yabancı dünyalarla haşır neşir olmuştum. Şu anda turkfantastikedebiyati.com sitesinin kurucusu olduğumu düşünürsek, başladığım noktadan epey ötedeyim. Doğru yolu bulma anlamında... Şeytanın bacağını zevkle kırmama vesile olan bu öykünün ardından, birkaç aşk öyküsü yazdım, o zamanki halet-i ruhiyemin bir sonucu olarak. Öykü dosyam yavaş yavaş doluyordu ve ciddi ciddi yazmaya başlamıştım. Artık geri dönüş yoktu. Ne var ki, sadece kendim için yazıyor, kendime okuyordum öykülerimi. Çevremde yazdıklarıma ilgi duyan pek kimse yoktu. Beni bu yola sevk eden arkadaşımsa Konya’ya taşınmıştı. Bu durum beni rahatsız etmiyordu çünkü yazdıklarımı birileriyle paylaşıp paylaşmamanın önemli olup olmadığına henüz karar verememiştim. Ama bir gün internette gezinirken sanal bir edebiyat kulübüne rastladım. Bu, Türkiye’de fantezi, bilimkurgu, korku, polisiye gibi türlerin gelişmesini sağlamak ve genç yazarları teşvik etmek için kurulmuş olan Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü idi. Kurucusu Orkun Uçar olan kulüp öykü yarışmaları düzenliyor ve her ay fantastik öykülerden oluşan bir e-dergi yayımlıyordu. Benim gibi birilerini bulmak oldukça hoşuma gitmişti. Bir süre sitelerini takip ettim. Forumdaki mesajları okuyarak epey vakit tükettim. Sonra, 2003 Xasiork Kısa Öykü Yarışması’nın ilanına rastladım. O gün internet kafeden çıkarken bir öykü yazarak bu yarışmaya katılma kararı almıştım bile. Yitik Dünya Mezarlığı isminde bir öykü yazdım kısa sürede. Elimde müsveddelerle internet kafenin yolunu tuttum. Siteye girdim ve öykülerin gönderilmesi için açılan panele, öykümün giriş kısmını yazıp yolladım. Parça parça yazıp yollamam gerektiğini düşünmüştüm. Ama bundan emin olamadım ve Orkun Uçar’a bir e-posta yolladım. O beni öyküyü nasıl yollayacağım konusunda yönlendirdi ve teşvik edici bazı şeyler söyledi. Dışarıdan biri ile (üstelik bu kişi bir yazardı) irtibat kurmuş olmanın heyecanını yaşadım o an. Bu kendi sınırlarımın ötesine ilk çıkışımdı ve yazma konusunda artık yeni bir seviyeye adım atmıştım. Öyküyü bilgisayarda yazıp bir bütün halinde yollamam gerekiyordu. Bilgisayarım olmadığı için internet kafede yazmaya başladım. O zaman yazmak benim için bir kâbus haline geldi. Bilgisayar kullanmayı fazla bilmiyordum ve kısacık bir bölümü bilgisayara geçirmek saatlerimi alıyordu. Elime çok fazla para geçmezdi ve olanı da internet kafelere vermek büsbütün dara soktu beni. Yarışma son gönderim süresi yaklaşıyordu ve hâlâ öykümü temize çekememiştim. Üstelik ya öyküyü kaydettiğim disket bozuluyor ya da apansızın elektrik kesiliyor, yazdığım her şey boşa gidiyordu. Bir bilgisayarım olmadığı için lanet ettim. Ama bu, sonraki üç senede de bilgisayarımın olmasını sağlamadı ne yazık ki… Güç bela, sağdan soldan para bularak, kuzenimin de yardımlarıyla öyküyü temize çekmeyi başardım ve son günde, hiçbir düzeltme yapamadan öyküyü yolladım. O yarışmada bir ödül alamadım. Sonraki iki yarışmada da öyle. Bilgisayarsızlığın hüzün yükü arasında, ağlaya sızlaya yazılan öyküler belki bana bir ödül getirmedi ama o süreçte yazdıklarımı birçok kişi okudu. Onların yorumları ile kendimi geliştirdim ve internet üzerinden de olsa, kendime güzel bir ortam edindim. Artık Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’nün bir üyesiydim. 2006 yılına kadar, yazmak konusunda epey yol kat etmiştim ama hâlâ bir bilgisayarım yoktu. Üniversitenin ilk senesi yine internet kafelerde yazdım, yine yazdıklarımı Xasiork’takilere sundum. Paylaştık ve çoğaldık.
Üniversitedeki ilk yılımın sonunda, eldeki az buçuk birikmiş paraya arkadaştan aldığım borcu ekleyerek, kampanyayla ucuza satılan bir dizüstü bilgisayar aldım. Artık önümdeki devasa engel kalkmıştı. Nefret ettiğim internet kafelerden kurtulmuştum ve kendime verdiğim sözü tutmalı, bir roman yazmalıydım. O yaz tatilinde, iki buçuk ay boyunca kendimi yazmaya verdim ve Hayalet Aşk’ı bitirdim. O yazı hiç unutamam. Evimde, yazdıklarımla baş başa, bir şeyler üretiyor olmanın derin hazzı içindeydim ve o huzuru şu an bile arıyorum.
58
59
*
*
*
Hayalet Aşk’ın Xasiork 2006 Roman Yarışması’nda ödül alması ve sonrasında basılması yazma serüvenimi bambaşka bir boyuta taşıdı şüphesiz ki. Artık kendi okurlarım vardı ve meydana getirdiğim eser, başkalarının hayal dünyalarında esintiler yaratıyordu. Kitabın ilk baskısı tükendi sayılır, süreç biraz yavaş işledi. Yayınevi ile bağlarım koptu. Bu kopuş sadece yayınevi ile de sınırlı kalmadı. İkinci bir roman yazıp taslak halinde bir kenarda bıraktıktan sonra okul bitirme, iş güç derdine düştüm. Bu süreç yazma eylemime epey darbe vurdu ama fantezi serüvenim bitmemişti. Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’nün sonraki yıllarda yöneticiliğini yaptım ve halen de bunu sürdürüyorum. Kulübün misyonu yerli fantastik edebiyatı geliştirmekti. Sanırım bu misyonu epey benimsedim. Bir yerden sonra neredeyse yabancı eser okumayı bırakıp, “Türk yazarlar ne yapıyor?” sorusunun peşinden sürüklendim ve bulduğum her Türk fantastik kitabını alıp okumaya başladım. O zaman gördüm ki biz bu işte aslında hiç de geri değildik. Bu, yerli fantastik edebiyatın gelişmesine yönelik çabalarıma daha da kuvvet kattı. Türk Fantastik Edebiyatı internet sitesi de işte bu sürecin bir ürünüdür. Kendi hayal gücümüzü okurlara ispatlamanın, varlığımızı göstermenin… Siteyi ziyaret edenler, Türk yazarların ne kadar da çok kitabı olduğunu görüp şaşacaklardır. Daha epey de siteye eklenmeyi bekleyen var. Ve bunların ciddi bir çoğunluğu okunmayı hak eden kitaplar. Ama ne var ki bunun gerçekleştiğini söylemek imkânsız. Hâlâ yabancı yazar okuma tutkusu doruklarda Türk okurunun. Yabancı yazar okumaya elbette karşı değilim. Yakın zamanda Neil Gaiman, Clive Barker gibi yazarları okumuş biri olarak tam anlamıyla Türk yazar okuma saplantısına kapılmadığımı belirtmem gerek. Ama okuma serüvenimin çoğunluğunda bu var. Şu anda bile masamda Türk yazarların dokuz kadar kitabı var. Sırayla okuyorum. Ve okumakla da kalmıyor, yorumluyorum. Düşüncelerimi kendime saklamamın kimseye bir faydası dokunmaz. İş güç derdi bitti hayatımda ama sırada askerlik var. Ondan önce yazmak için fırsat yakalayabileceğim. Bu süreçte yazma ihtimalim olan iki proje vardı önümde. Biri zorluydu. Onu erteledim ve daha önce hakkında iki öykü yazdığım (‘Obur Devin Baskını’ ve ‘Büyük Gezginin Peşinde’) Seyyah isimli karakterimin romanını yazmaya başladım. Seyyah Osmanlı döneminde geçen ve içinde birçok fantastik macera barındıran bir kitap olacak. Yazımının tamamlanması epey vakit alacak ama sona erdiğinde ortaya leziz bir okumalık çıkacağına inanıyorum… Kadim GÜLTEKİN
Özel Dosya
Özel Dosya
Ah o yüzük yok mu, o yüzük…
Benim fantezi dolu hayatım… Yok, bu böyle olmadı. Benim fantastik hayatım (Hah, böylesi daha az taşlanası…) yaşıtlarımın çoğu gibi bu türün babası sayılan üstat Tolkien’in Yüzüklerinin Efendisi serisini kazayla elime almamla başladı. Sen misin “İlginç bir şeye benziyor, okuyalım bakalım,” diyen? Ben nerden bileyim o koca birinci cildi bir gecede okuyup ertesi gün koştura koştura ikincisini alacağımı? Hani meşhur bir söz vardır: “Dünya ikiye ayrılır; Yüzüklerin Efendisi’ni okumuş olanlar ve okuyacak olanlar,” diye… Gerçekten de öyleymiş meğer. Çünkü Yüzüklerin Efendisi’nin son sayfalarını çevirip kapağını kapadığımdan beri hiçbir şey eskisi gibi olmadı hayatımda. If all else fails, go for the eyes!
60
Aslına bakarsanız küçüklüğümden beri tam bir kitap kurduydum ben. Ama akranlarımın çoğu Dickens ve benzerlerini okurken benim tercihim her zaman biraz daha sıra dışı, biraz daha hayal gücüne hitap eden eserlerden yana oluyordu. Conan Doyle’un ustaca işlenmiş Holmes hikâyeleri ve Jules Verne’ün akıl dolu romanları gibi. Keza aynı şey ‘çoluk çocuk işi’ (evet, bu martavallar o zaman da vardı) çizgi romanlar için de geçerliydi. Herkesin favorisi Tommiks ve Teksas iken ben Mandrake ve Martin Mystere ciltlerini sıkıştırırdım ders kitaplarımın arasına. Yaşıtlarımın makineli tüfek olarak hayal ettiği tahta bir sopa benim için Proton silahıydı, onların en büyük arzusu dört vitesli bir bisikletken benimkisi Marty McFly’ın uçan kaykayı. Evrenin en büyük koruyucusu Voltran, en güçlü adamı da He-man’di. Hem Herkül de kim oluyormuş canım! Yine de gerek okuduğum kitaplarda gerekse diğer ilgi duyduğum eserlerde hep bir şeylerin eksikliğini hissederdim. Daha başka bir şeydi benim aradığım, daha özel… Yazının başında da bahsettiğim gibi, bu arayışım Yüzüklerin Efendisi ile tanışmamla son buldu. Bu üç ciltlik efsane eser, tabiri caizse en çılgın hayallerimin bile ötesindeki dünyaların kapılarını araladı benim için. Sadece aradığım şeyi bulmakla kalmamış aynı zamanda çok daha fazlasını arar oldum. Böylece Ejderhamızrağı Destanı, Unutulmuş Diyarlar, Ravenloft derken neredeyse ülkemizde çıkan her fantastik eseri büyük bir tutkuyla okumaya başladım. Gölgelerin gücü adına! Gölge ve Kayıp Rıhtım’la tanışmamsa adeta fantastik hayatımın ikinci dönüm noktası oldu. Çünkü bu iki güzide topluluk sayesinde ülkemizde de fantastik edebiyat alanında pek çok yazın verildiğini keşfetmiş oldum. Böylece Sadık Yemni, Aşkın Güngör, Erbuğ Kaya, İhsan Oktay Anar ve daha pek çok değerli yazarımızı okuma fırsatına eriştim. Ayrıca çok farklı bir şey daha keşfettim: Ben de yazabiliyordum. Üstelik eğer gerçekten istersem iyi deme cüretini gösterebileceğim şeyler çıkartabiliyordum ortaya. Bu sayede fantastik edebiyatın farklı bir yanını da solumaya başlamış oldum. O gün bugündür de gerek yerli gerekse yabancı yazarların kitaplarını okuyarak, gerek kendi öykülerimi kaleme alarak, gerekse de çevrilmemiş bazı eserleri elimden geldiğinde dilimize kazandırmaya çalışarak dünyamı fantastik edebiyatla doldurdum. Çünkü sizin de anladığınız gibi benim hayatım zaten fantastik edebiyat ve benzerleri üzerine kurulu bir dünya. Gerçi bu yazıyı okuduğunuza göre sizin de benden pek bir farkınız olduğunu sanmıyorum. Başı ağrıyan bir arkadaşınıza “Dolapta Vermidon var, iyi gelir,” diyeceğinize (Dilimi eşek arısı soksun) “Dolapta Voldemort var,” diyorsanız, ‘Ateş topu’ büyüsünü her duyduğunuzda yüzünüze yayılan geniş bir sırıtış eşliğinde şaşkın bir ihtiyarın kulaklarını mı çınlatıyorsanız, denize karşı açıklanamaz bir özlem ve hasret duyuyor, sivri kulaklı bir elf misali “To the sea! To the sea!” diye ağıt yakıyorsanız, havlunuzun nerede olduğunu her daim biliyorsanız, 5 Kasım’ı inatla hatırlıyor ve 4 Mayıs’ı “May the forth be with you!” diye kutluyorsanız geçmiş olsun! Siz de iflah olmaz bir fantastik & bilim-kurgu hayranısınızdır demektir. Ama şikâyetçi olan kim? Değil mi? Aluve… M. İhsan TATARİ
61
Özel Dosya
Özel Dosya
Zor Zamanda Düşlemek Bugün, edebiyatseverlerin gerçeklikten sıkılmış ruh halleri olmasaydı, fantastiğin hayatımızdaki varlığını keşfettiğimiz güç olacaktı. Bu nedenle hem biz hem de fantastik oldukça şanslı. Etrafımızı kuşatan manipüle edilmiş gerçekler karşısında fantastik, devrimci duruşu ile ruhumuzu düşlemin sınırlarında, kimliklerimizle yüz yüze getiriyor. Bu nedenle fantastik bizim ‘kıymetlimisss!’ Benim Fantastik Dünyam ‘Benim fantastik hayatım’ nasıl başladı? Biraz dramatik. Yani tam da gerçek hayatın varlığı gibi. Kitap okumadan çok, FRP oynama alışkanlığı olan, muhteşem ve çarpıcı zekâya sahip bir yakınım, kendisini gerçek hayattan o kadar soyutlamıştı ki, onun ‘nerede’ olduğuna, hangi mağaraya sığındığına, hangi dehlizde yaşamını devam ettirdiğine karşı içimde tarifsiz bir merak uyandı. Çoğu zaman gün ışıyana kadar o bilinmeyen yerde kalıyor, ancak gün ışıdığında kendisini gösteriyordu. Hatta bazen şu meşhur kurt adam olma ihtimalini aklımdan geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Ya da görünmeme veya metamorfoz (hayvana dönüşme/başkalaşım) gibi bir özelliği olup da, zorda kalan insanlara yardıma gidiyor olabilir miydi? Ya da bedeni orada öylece yığılmışken, ruhu bir şaman gibi çok ötelere gidip bir işler mi karıştırıyordu? Her şey mümkün! dü. Şimdi, her şey mümkün! derkenki rahatlığımı eğer o zamanlarda da hissetmiş olsaydım, onu bu kadar merak etmezdim. Her şey mümkün! der işin içinden çıkardım. Fakat biz insanlar, daha doğmadan önce, dedelerimizden ninelerimizden hatta onların da dedelerinden ninelerinden önce, bir takım şeylere karşı şartlanmış zihinsel algılara sahip olduğumuzdan, bu cümleyi kolay kolay sarf etmiyoruz. Her şeyin mümkün olduğu bir dünya korkutuyor bizi. Düşünsenize, yan odanızda, adamın biri, birkaç dakika önce ölmüş birini hayata döndürmek için transa geçiyor, ya da acil bir durumdan dolayı bir kuşa dönüşüp o mekânı terk etmesi gerekiyor, ya da Marmara'yı bir araçla filan değil, yürüyerek geçebiliyor. Ve daha birçok olağanüstü hal. Korkutmaz mı insanı? Gerçeklik bu denli etrafımızı kuşatmışken, gemiler, tekneler, motorlar, otomobiller, ihtişamlı köprüler varken, denizi yürüyerek geçmek! Hakikaten ürkütücü. Ama öte yandan, korkularımız olmasaydı hayallerimizin de bir kıymeti kalmazdı. Korktuklarımızı hayal etmek ne kadar kışkırtıcı ve cezbedici düşünün. Elbette denizi hala bir ulaşım aracı ile geçiyoruz. Üstün zekâsına rağmen, o yakınım da öyle. Ya da ben hala öyle zannediyorum. Belki de, o yan odada benim korktuklarım yaşanıyordu ve ben onları hâlâ 'dır, dir' ekleri ile kendime yabancılaştırarak, gerçekliğimden ve dolayısıyla sizin de gerçekliğinizden uzaklaştırıyorum. Derin Virajda Bir Fransız Hani derler ya korktuklarının üzerine gideceksin. Buradan itibaren, korkularımın üzerine gidişimin resmidir diyebilirim. Var mı hakikaten ‘her şey mümkün!’ bir dünya, bir mantalite, bir diyar, bir düzlem, bir bakış? Vardığım sonucu yazının sonunda yazacağım. Ama şimdi her şey mümkün mü, sorusunun peşine düşelim. Fantastik edebiyat hakkında okuduğum ilk kitap, çıktığım yolda sorularımın birine bile cevap vermedi. Yanlış bir başlangıç noktası değildi ama, virajlı bir kulvar seçmiştim. Jean Luc Seintmeitz. Jean Luc, elbette Todorov gibi huysuz değildi. En azından fantastiği masallarla karşılaştırarak keyifli okumalar
62
63
Özel Dosya
Özel Dosya
yapmamı sağlıyordu. Ama yine de işaret ettiği noktalar çok enteresandı. Onunla fantastiğin tarihine giriş yaptım, ama ne giriş. Çıkabilene aşkolsun! Jean Luc'un ardından Todorov'un fantastiğe getirdiği yapısal yorumlar, aslında onun da işin içinden çıkamadığını gösteriyordu. Mesele tam da olağanüstü kavramına geldiğinde ve gözlerim fal taşı açılmış halde ne diyeceğini beklediğimde 'bu konu başka bir şeyi işaret ediyor’ diyerek buna pek bulaşmak istemediğini sezdiriyordu. Doğu’nun Bin bir Gece Masalları ya da buna benzer izleklere sahip yapıtları karşısında, ‘Bu izlekler karşısında ilkin kendimizi tuhaf hissediyoruz, nasıl betimlemeli bu izlek çeşitliliğini?’ diye sorarak okuyucuyu da kendi kararsızlığına dâhil ediyordu. Ama onun bu kararsızlığından daha önemli bir şey vardı. Todorov, satırlarını okurken uyandığım Şark sözlü anlatımı hakkında bir şey söyleyemiyordu. Ama beni artık Şark masalına uyandırmıştı. Kafka’nın Dönüşüm’ündeki o sevimli Gregor Samsa ise Todorov’u tam bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Todorov, Kafka’nın Dönüşüm’ü için: ‘O, fantastiğe son vermiştir. Türün sorunsallaştırdığı hayal-gerçek karşıtlığını Kafka, askıya almak suretiyle geçersiz kılmıştır.' diyerek mevzuyu kapatıyordu. Kısaca Todorov için son olan şey benim fantastik dünyamın başlangıcı oldu. Bu huysuz ama bir o kadar sevimli yapısalcıya bu nedenle çok şey borçluyum. Todorov'un kapattığı sayfa, benim fantastik serüvenimin ilk sayfası oldu. Şark Masalına Uyanmak Şark, kendi büyüsünü insanlara açabilmek için tarihin en gizemli bilimini kullanır. Bu gizemli bilim mitolojidir. Onun mitolojiye olan borcu, neredeyse kendisi kadar kadimdir. Fakat fantastiğin izini sürmek isteyen için bunu fark etmek pek uzun sürmüyor. Çünkü fantastik unsurlar içeren bir yapıta baktığınız zaman hemen mitolojik öğeler ile karşılaşıyorsunuz. Bu ister istemez sizi mitoloji mağarasının önünde nöbet tutmaya götürüyor. Nöbetimin ilk günleri, çetin bir savaşın arasında iki kılıcın gölgesinde geçti diyebilirim. Bir yandan Tora (Eski Ahit'in ilk beş kitabına verilen isim. Musa’nın Beş Kitabı olarak da biliniyor.)'nın ilk bölümü olan Tekvin ve Yaradılış, diğer yanda Philip Wilkinson'un Efsaneler Mitler kitabı. Çetin bir nöbet çünkü, bir yandan asıl kökenlere inerken, günümüzdeki çağrışımlar sizi, evrensel bir dengenin bir parçası olduğunuz kabulüne zorluyor, öte yandan bu evrensel dengede aslında ilk insandan bu yana hemen hiç bir şeyin değişmediğini, anlamın kendini nesnelerde gizlediğini, yalnızca ara yüzlerin değiştiğini görüyorsunuz. Açıkçası, aydınlanma ile 'aydınlanmış' zihnim, bu kadarını kaldıramıyor, evrensel bütünlüğü kabullenemiyordu. Yani bilim hiç bir şeyi değiştirmemiş, insanın 'engin' aklı hiç bir değişimi realize edememiş ve en önemlisi etrafımızı saran yüzlerce binlerce nesne, doğalarında gizledikleri sırları, ilk insandan bu yana hiç bir şekilde yitirmemişlerdi öyle mi? Çok ürkütücü bir dünya! Dediğimi hatırlıyorum. İşin daha da çetrefilli olduğunu, Mircea Eliade ile tanışınca daha net gördüm. Eliade, bir din tarihçisi. Fantastiğe merak saldığımdan bu yana karşıma çıkan ikinci Slav. Ama üslubu ve bakış açısıyla beni onun kadar etkileyen bir din tarihçisi olmadı. Mitlerin Özellikleri ile başlayan Eliade serüvenim, çarpıla çarpıla devam etti. Eliade'den bu kadar etkilenmemin nedeni Şamanizm adlı muhteşem yapıtıyla karşılamamdır. Ardından Asya Simyası çorap söküğü gibi geldi. Eliade'nin yalnızca iyi bir dinler tarihçisi ve entelektüel olmadığını, iyi bir kurgu yazarı olduğunu da Mistik Öyküler'de gördüm. Bu serüvende bir akademisyen-kurgu yazarıyla karşılaşmam, keyifli okumaları da beraberinde getirdi. Ölümünden sonra derlenen Mistik Öyküler’de, 'gündelik sıradanlıkların gizlediği fantastiği çıkarmaya’ çalıştığını söylediğinde, kutsalın diyalektiğini her Eliade okuduğumda göreceğimi anladım. Bir yerde ‘Bazen görkemli, bazen naif, bazen korkunç ve trajik, kadim varlık hallerini göstermeye çalışıyorum’ diyordu. Bu söz benim bütün bir fantastik arayışımın temel taşını oluşturdu. Her makaleyi,
araştırmayı, kitabı okuyup bitirdiğimde gelip bu sözün kapısında diz çöktüm. Kadim varlık halleri bize çok şey anlatıyordu. Bize bizim hikâyemizi anlatıyor, kayıp parçaları bulmamızı istiyordu. Eliade, bu yolda bir gezgin bir dervişti adeta. İçe yolculuk yaptırırken, bu yolculuğun evrensel koordinatlarını kalbimizde birleştiriyordu. Yine Eliade'de, gece-gündüz okumalarının, insanın farklı yüzleriyle karşılaşmasında ne derece etkili olduğunu gördüm. Akademik çalışmalarının yanına romanlarını (Forbitten Forest (Yasak Orman), Pe Strade Mantuleasa (Mantuleasa Caddesi), Sarpele (Yılan), Maitreyi (Bengal Gecesi), Les Noces au Paradis (Cennette Düğün) gibi) ekleyen Eliade, bu çabaları için ‘zihnin gündüzki saltanatıyla geceki saltanatı arasındaki süreklilik’ derken, yazarın iki ayrı âlemini de ele veriyordu. Masamda sürekli açık duran Eliade’den cesaret alıp da Hint mitolojisine dalışım ancak bir cahil cesareti ile açıklanabilir. Fakat fantastiğe merak sardığımda Jean Luc’la karşılaştığımdaki sert virajlar Hint mitolojisine girerken beni Asaf Halet Çelebi ile kurtardı. Bir emniyet kemeriydi Asaf Halet benim için. Hızlı bir yolculuğa çıkarken, Gotama Buddha ile karşılaşmam, samanaların ruhsal yolculuklarındaki kardeşlikten öte, Hint rüyasına uyanmama neden oldu. Artık fantastiğin izini sürmek, bir karnavalda efendi olmaya eşdeğerdi. Hint, Rigvedalar ile başlıyordu ama Rigvedaların oluşumundan yüzyıllar önce bile efsanelerden söz ediliyordu. Bu şu demekti, ne kadar kökene inerseniz inin asla dip noktaya varamıyorsunuz. Buna rağmen, Puranalar, Pançatantralar, Mahabharatalar, Sutralar, Upanişadlar tek kelime ile muhteşemdi!
64
65
Ruhun Kayıp Parçaları ‘Zaman zaman köklerimi, doğduğum ülkeyi arama ihtiyacı hissediyorum. Sürgündeyken doğduğum ülke dildir, rüyadır.’ diyen Eliade gibi, Şark’ta beni çeken bir şeyler olduğuna inanıyordum. Eliade, Hint'ten sonra beni nereye sürükleyebilirdi? Elbette iç Asya'ya. Ruhumun tel tel kanatlandığı, geniş bozkırları ile güneşin kavurucu cömertliğini bulduğum, kızgın tenlerle bütünleşen sarı saçları mavi gözleri ile sıcak insanlarının, masalsı şaman 'karnavalı'nın bu renk harmonisinde tam bir okuma raksı yaptığımı söylemeliyim. Bu zorlu coğrafyada evvela yanımda bir Türk kadın vardı. Emel Esin. Zeki Velidi Togan'ın ve Necati Lugal'in öğrencisi olan bu dahi kadın ile Orta Asya kozmogonisine, arkeolojinin ürkütücü dehlizlerine, Sibirya’ya uzanan Türk izlerine ulaşma imkânım oldu. Ben on beş yaşımın çılgınlıkları ile hayata yeni başlarken aramızdan ayrılmıştı Emel Esin. Hayat ve benim fantastik merakım, bıraktığı notlar arasında büyülü hazineyi keşfetmem için, onun vefatından tam yirmi beş yıl sonra birçok okumayı yapmam için beni bu dahi kadınla karşılaştırmıştı. Emel Esin'i okurken, bu defa Zeki Velidi Togan'a bir dönem hocalık yapmış Orta Asya konusunda 'iliklerine kadar çalışma aşkı ile dolu' bir isimle karşılaştım. Orta Asya tarihinin üstadı olan Wilhelm (Vasiliy Vilidimiroviç) Barthold gibi bir Doğu bilimciyle karşılamam, bundan sonraki fantastik çalışmalarımın yönünü de belirledi. Emel Esin'le Orta Asya'nın bana kırptığı göz, artık peşinden gitmesi kaçınılmaz olan kışkırtıcı bir ayartmaya dönüşmüştü. Petruşevsky, onun hakkında: ''Dünya tarih biliminde, birkaç neslin yapması gereken araştırmalar isteyen, aynı ülkenin tarihinin tetkiki konusunda ve bir noktada onun tarihini kurarak bu kadar çok çalışma yapan başka bir bilim adamı bulmak zordu.’’ diyordu. Barthold’un farklı bir çalışma metodu vardı ve bu metot, araştırma notlarına da yansıyordu: ‘’Avrupa tarihini incelerken yapıldığı gibi, tarihi gelişim kurallarını göz önünde tutarak Orta Asya tarihini, hiç olmazsa kısmen kıyaslama metodunun yardımıyla gözden geçirme denemesini kimsenin yaptığını zannetmiyorum.
Özel Dosya
Özel Dosya Orta Asya tarihini tıpkı Roma tarihi inceler gibi eski bilimsel usulle incelemek artık anlamsız bir şey.’’ derken, onun olaylara bakış açısındaki çığır açıcı perspektifin, takipçileri tarafından miras alındığını görmek benim için oldukça önemliydi. Asya dediğimde sayacağım onlarca isimin arasından yalnızca J.P. Roux’u anmakla yetinmem, sözü fazla uzatma telaşımdan kaynaklanıyor. Roux üzerine, henüz diğer isimlere gelmeden, sayfalarca yazılabilir. O, fantastik serüvenimde bir Noa(h)’tı diyebilirim. Ve onun gemisinde kendimi güvende hissetmeme yol açacak bir şey olmamasına rağmen, son derece rahattım. Farkındayım, bütün bunların o bizim bildiğimiz uçarı fantastikle ne ilgisi var diye düşüneceksiniz. İtiraf etmem gerekirse, okumalarım sürerken, treni rayından her defasında çıkarıp çıkarmadığımı kendime sormuşumdur. Bizim gibi sivil araştırmacıların içine düştükleri en büyük handikap bu olsa gerek. Eğer bir akademik basamaktaysanız tren rayından çıkmadan, düz giden, isabetli okumalar yaparak kaynaklara ulaşabilirsiniz. Ama sivil bir araştırmacıysanız, trenin raydan çıkması an meselesidir ve bu risk sizi ömrünüz boyunca takip eder. Çoğunlukla da tren raydan sürekli çıkar. Öte yandan bu durum, fantastiğin ruhuna çok uygun aslında. Trenin raydan çıkması ve olasılıklar dışına taşmanız. Sanırım en ağır kitapları fantastiğin bu uçarı ipine tutunarak okudum. Bu nedenle hiç zorlanmadım, sıkılmadım, bıkmadım. Aksine, izini sürdüğüm fantastiğin, bu kitapların satırları arasında gizlenmiş olduğunu Türk Edebiyatı'nda Fantastiğin Kökenleri'ni kaleme almaya karar verdiğimde daha net gördüm.
Ailemden Anılarla Anadolu Fantastiği “Türkiye’de Fantastik Yaşam”ı anlatmaya başlasam ailemin anlatılarından onlardan dinlediklerimden başlardım. Hikâyelerden edebiyata, filmlerden karakterlerle onların hayal dünyama ve ilgi alanlarıma öyle etkileri olmuştur ki bunları bu dosyada anlatarak hem bir anlama ölümsüzleştirmek hem fantastik camia meraklılarıyla paylaşmak istedim. Sadece anı aktarımı gözüyle bakmamak lazım, amatör bir yazar olarak kendim gibi diğer yazar camiasından insanlarla, ilgi duyanlarla korkuların ilhamını, yerli fantastiğin nasıl hak arasında yaşatıldığını göstermek adına kaleme aldım. Filmlerden roman tavsiyelerine, efsanelerden yaratık söylencelerine ailemden aktarılanlar...
Masamdan Geçen Kitaplar Borges’in romanlara yüz vermeyen yapısını hepimiz biliriz. Hatta kendisiyle yapılan bir röportajda, hayatında yalnızca iki roman okuduğunu söyler. Borges’in romana bu kadar mesafeli duruşundaki içsel nedenleri anlıyorum. Kendimle kurduğum özdeşimde de bu içsel nedenler var. Fantastiği çalıştığım süreçte yalnızca, Ursula Le Guın, Tolkein ve Poe okuduğumun böyle bir ‘içsel’ nedeni olduğunu düşünüyorum. Fakat bunun yanında dünya destanlarından Şehname, Gılgamış, Batı balatları okuduğumu ve asıl itibari ile bir fantastik kurgu yazarını besleyecek alanlara girmektense, fantastik araştırmacısı sıfatını derinleştirmeyi ilke edinmiş olabilirim. Bu tamamen bilinç dışı bir durum. Bu nedenle Alacakaranlık serisi, Talihsiz Serüvenler, Belgariad, Kılıçların Fırtınası, Gölgelerin Efendisi ve benzeri serili kitapları okumamamı Borges hassasiyetine sığınarak ifade edebilirim. Ama eğer bir gün, bir fantastik kurgu yazarlığı serüvenine heves edersem, bu andığım ve daha yüzlerce benzeri ile piyasada arz-ı endam eden kurgulara teveccüh göstermem gerekecek, bunun farkındayım. Masamdan geçen kitaplar deyince söz bitmez. Toparlarsak, basit bir merakla başlayan fantastik ilgim, dar, karanlık, zorlu, basamaklı koridorlardan geçip bir hayal ülkesine vardığında karşımda Şehname’yi, Deli Dumrul'u, Bin bir Gece Masalları'nı, Hint rüyasını ve İslam sonrası Anadolu tasavvuf edebiyatı birikimini buldum. Hâlâ o rüyanın içinde, Sindbat'tan Amak-ı Hayale, Muhayyelat'tan Perg Efsaneleri'ne, Amat'a ve nihayet en son Şamanlar Diyarı'na kadar uzanan bir büyülü perdeyi kat kat açmanın verdiği hazzı yaşıyorum. Özellikle yaz aylarında 'ağır' kitaplardan biraz daha sıyrılıp kurgunun kanatlarında yolculuğa çıkmak kesinlikle çok keyifli. Fantastik, insanın damarlarında bulunan 'nereden geldik?' sorusunun en kışkırtıcı cevaplarını kendisinde saklı tutar. Bu nedenle fantastikten hem korkarız hem severiz. Sevdiğimiz kurgularla korkularımızın peşinden gitmenin dayanılmaz cazibesini, bize fantastik sunar. Yazının başında sorduğum soruya şimdi dönüp geriye baktığımda, aslında daha o zaman cevap vermiş olduğumu görüyorum, aksi halde bu serüvenin peşinden gitmezdim. Her şey mümkün bir düzlem var! İyi ki fantastik var ve iyi ki onun içindeyiz. Ya da o bizim içimizde! Gönül YONAR
Dedem beni korkuttu… Korku anlatılarına ve efsanelere meraklıysanız, birçoğumuzda bu merak filmlerden ziyade aile arasında geceleri anlatılan anlatılardan kapmıştır bu ilgiyi. Rahmetli dedemde bu yönden bir insanı fazlasıyla doyuracak, yeni anlayışlara sevk edecek bir tecessüsü aşılayacak denli bilgi ve ilgi mevcuttu. Erzurum’da başlayan çocukluğundan itibaren pek çok yer gezmiş, pek çok hikâye ve inanış toplamış hatıralarında. Ahalisi külliyen ateşgede ama elektriksiz ve ışıksız bir halde kör karanlıkta saklambaç oynayan çocuklar olan köyü, aralarına nifak girip dağılan eşkıya çetelerini, deve kervanları ve katır sırtlarında kaçakçıların hikâyelerini, kurt menkıbelerini ilk ondan dinledim. Kilise harabelerinde gezen saçı bellerine dek uzanan sarı saçlı peri kızlarını, mezarından kalkıp kanlı kefeniyle arzı endam eden hortlakları da anlatırdı, evimizin karşısındaki mezarlık olduğu ortaya çıkan arazide kurukafaları çıkarıp onlarla sohbet eden tuhaf mezarlık bekçisiyle olan muhabbetini de anlatırdı. Hiçbir yerde rastlamayıp bir ondan duyduğum garip yaratıklara dair hikâyeler hatırlarım. Burnu uzun, kulağı uzun, sırt kambur, kiler boşluğundan tencere aralarındaki raflara bile sığabilen eciş bücüş mahlûkatları öyle bir anlatırdı ki her biri hâlâ canlıymışçasına gözümden geçer. Korku sineması ve siyah beyaz kült filmlere olan ilgiye ne demeli? Drakula’yı, Frankenştayn’ı beyaz perdede izlemiş, en sevdiği film ise Karloff üstadın Frankenştayn’ı. “Bu filmi Erzurum’da yıllarca gösterdiler. Farklı zamanlarda korkusundan beş-altı kişiyi salondan kaldırıp mezarlığa defnettik…” diye kaç sefer anlatmıştır. Eskiden televizyonda hafta sonları gösterilen korku filmleri kuşağını birlikte izleme fırsatı bulmuştuk kaç sefer. Sadece siyah beyaz filmler değil, yeni sayılabilecek dönemden “Evil Dead” filmini de birlikte yerel kanaldan seyretmişliğimiz vardır. Bu açıdan her zaman için aile anlatılarının bu türe olan ilgi ve merakın oluşmasında birincil etkisi olduğunu yadsıyamam ama özellikle bu konulara ilgi duyan, Giovanni Scognamillo’nun çevirdiği Frankenştayn’ın Laneti kitabını ve Milliyet’in meşhur Kara Dizi serisini okutan bir dede mevzubahis olduğu için bizim ailede bu türden rastlantılar olağan karşılanmaktaydı. Anadolu’da yazılı olmasa da halk arasında sözlü bir anlatım geleneği halen mevcut. Korku anlatıları da halen bunların bir parçası olmaya devam ediyor. Yeni memoratlar, eski memoratlardan ilhamla yeni hikâyelere kaynak olabiliyorlar dedelerin ninelerin anlatılarında… (Kaynak Kişi: Fahrettin Küçüközmen, 1929 Erzurum doğumlu, ortaokul mezunu, emekli memur, derleme tarihi: 2003-2005)
66
67
Özel Dosya
Özel Dosya
Anneannem: Hikâyelerimin Mimarı Anneannemin ailedeki ünü, en basit olayları bile bir felaket senaryosu ya da dehşetli bir korku hikâyesine çevirerek anlatmasıdır. Alışveriş yapılmasını istemediği bir dükkânı, şeytani işlerin döndüğü karanlık ve izbe bir zindan gibi tasvir edebilir. Alınmasını istemediği bir oyuncağı gulyabani gibi gözleri olan ve yılan gibi kolları olan tuhaf bir varlık gibi anlatarak 3 yaşındaki bir çocuğu vazgeçirebilir. Hastane önünde taksi bulamayışını ay ışığı altında bahçeye salınan korkunç akıl hastalarını da ekleyerek muazzam bir Hitchcock resitaline çevirebilir. Korku hikâyesi yazarken ortam tasviri ve kurguyu, dinleyende merak ve heyecan uyandırmasını hep onu anlatılarından kapmışımdır ki, bu tarz yazacaklar için meddah-anlatıcı tarzı tekniği görebilmeleri açısından bu türden gözlemler yapmalarını tavsiye edebilirim. Peki, anlattığı efsaneler ve anlatılar? Konya yöresine özgü “Elıkıllı”nın bahsi geçerdi, birde çöplük kenarı ve izbeden geçerken öğretilen “iyi sıhhatte olsunlar”ı kovalama tekerlemelerinin bahsi geçerdi. Kurşun dökme adetini ve kurşun dökülürken okunan duaların arasında “Yüz bin Erlik” cümlesinin geçmesini, yerel adetlerle eski kültürlerin birbiriyle ne denli iç içe geçtiklerini onun anlatılarından öğrenmişimdir. (Kaynak Kişi: Makbule Küçüközmen, 1946 Konya doğumlu, lise mezunu, ev hanımı, derleme tarihi: 2009, 2011) Kuşak İlerledikçe Anlatılar Kaybolmakta… Sözlü anlatım ürünlerini derlerken en dikkatimi çeken husus, kuşak farkı arttıkça sözlü anlatım geleneklerinin kaybolmasıydı. Aile içinde son derlemeler yaptığım insanlar annemle babamdır. Babamdan Çukurova bölgesine ait Tatar-Yörük söylencelerine ait olan göksel kartal ve göçer bebeklerinin öcüsü olan “Barkut”u ve Ceyhan’ın en önemli efsaneleri olan “Şahmeran” ile “Lokman Hekim’in” hikâyesini derlemişimdir. (Kaynak kişi: Ali Yaltırık, 1953 Ceyhan doğumlu, üniversite mezunu, emekli memur, derleme tarihi: 1997, 1998) Annem ise yerel anlatılar hususunda hem anneannemden hem dedemden dinledikleriyle daha fazla bilgi sahibidir. Çeşitli “iyi sıhhatte olsun” anlatıları, kaybolan insanlar, kırklara karışma figürleriyle ilgili pek çok anlatıyı dinlemişimdir. (Kaynak kişi: Nezihe Yaltırık, 1968 Konya doğumlu, lise mezunu, ev hanımı, derleme tarihi: 2004, 1998) Dikkatimi çeken nokta ise anlatılanların kuşaklara göre anlatım farklılıklarının içermesidir. Mesela 1950’lerde soba başlarında daha uzun soluklu, bol tasvirli ve tarifli hikâyeler anlatılırken, 2000’lerde yurt köşelerinde ve öğrenci evlerinde bir numaralı sohbet konularından olan “üç harfli” anlatıları, “X kişi ruh çağırmış, o evde kalmış buna görünmüş” şeklinde kısa, anlatımdan yoksun sözlü memoratlar söz konusudur. Bunun iki nedeni var. Birincisi, sözlü anlatım geleneklerini yazıya geçirmememiz ve bu anlatıların zaman içerisinde kaybolması. İkincisi ise değişen yaşam alanlarının kültüre etkileri. Eskiden soba başında ve geniş ailelerin kaldığı büyük evlerde ikamet edilirken tek eğlence radyo ve soba başı sohbetleriydi. Günümüzde bu var elbette ama çok zorlayıcı değil. Her odanın ısındığı, fast food yemek ve kültürünün yaygınlaştığı, internete bile ayak üstü baktığımız, uzun uzadıya kitap ve film izleyemediğimiz, aile ve akrabayla konuşmanın artık zul sayıldığı, sohbetin birkaç kelimeye indirgendiği günümüzde illa ki sözlü anlatım gelenekleri de bundan nasibini alacaktır. Tabi ben buna yozlaşma diyemem, sosyoloji açısından bakarsak kültürün bu denli değişmesi yozlaşmaya giden yolu açar ama tarih penceresinden bakarsak şunu görürüz ki devletler, toplumlar, insanlar başka bir duruma evrilirler, değişirler, dönem değişir, anlayış değişir. Bu nedenle sözlü anlatım geleneklerinin değişmeleri de gayet normal. Hafızanın el verdiği ölçüde derlemeler yapıldıkça, yazıya geçirildikçe, anlatım tarzlarının, hikâyeciliğin ve korku unsurlarının aktarılması, edebiyatı yani yazılı anlatımı da etkileyebileceği kanaatindeyim. Bu açıdan Türkiye’de fantastik yaşam’ın akıp geçtiği yer olan sözlü anlatım ürünlerini kaleme alıp yazıya geçirmekle eski bir dünyanın tozlu ve bilinmeyen kapılarını yeniden aralayabiliriz.
Benim Fantastik Hayatım Film çekme hevesine 1999 yılında tutuldum. Ama malum, o yıllarda kamera bile bulmak neredeyse imkânsızdı. Tam 2006 yılına kadar bekledik biz de. Neden mi? Belli değil mi nedeni? Özel tiyatrolarda aldığım eğitimler, babadan kalma Tarkan, Karaoğlan, Cüneyt Arkın hastalıkları ve çizgi romanla bol bol beslendim yıllarca… 2006 yılında yeğenim ışın kılıcı efekti yapabildiğini söyledi ve film çekmemizi istedi. Fakat kameramız yoktu. Efekti ne yapacaktık? Ayrıca kamerası olmayan 3 kişilik güruh diğer Star Wars ekipmanlarını nereden bulurdu? Ama inanmak yolun yarısıdır dedik ve bir Star Wars filmi yaptık. Tabii bu film Star Wars olmadı ama «Mtar Wars» oldu. İzleyenlerden küfre, hakarete varan aldığımız eleştirilerde bize işin kazancı oldu. 2008›de artık bir el kameramız, satırımız ve ketçabımız vardı. Bol ketçaplı (kanlı!) bir kısa film yaptık. Can Avar. Yediğimiz küfür, hakaret devam etti. Ama biz, nedense işimizi deli cesareti ile ciddiye alıyorduk. Gittim, bir saatliğine bir kafe kiraladım. Ve eş, dost, akraba kim varsa çağırdım. Film çektik, gelin galamız var, diye. İşin garibi işe yaradı. Millet ciddiye almaya başladı. 2009’da Ölüm Dosyası filmimiz 2. El Film Festivali’nde gösterildi. Şaka maka artık internette Türk Kısa Film Yönetmenleri’nde adım geçiyordu. Vay be…:) 2010 senesinde artık en çok istediğim kısa filmi yapmalıydım. Altın Çocuk Kilink’e Karşı. Senaryoyu yazdım. İlk olarak kardeşimi yanıma aldım. Ve çekim yapacağımız yerleri gezdirdim. “Bak buradan helikopter gelecek, burada araba patlayacak, buradan zombiler çıkacak,” diye heyecanlı heyecanlı anlatıyordum. Kardeşim iki sene sonra itiraf etti ki beni dinlerken içinden «hasss…» çekiyormuş. Çekim günleri yaklaşmıştı. Hemen Kilink kostümünü diktirdik. Dikim ve boyama işkencesinin ardından filmin kolay sahnelerini çektik. Geriye en zor sahne kalmıştı. 15 kişilik zombilerin saldırma sahneleri. Peki, zombileri nereden bulacaktık? Özel tiyatrolara, eşe dosta, arkadaşlara yalvara yalvara 1015 kişi buldum. Ayrıca yanımızda iki de bayan vardı. Onlar da makyaj yapacaktı. Zombi makyajı… Çok profesyonel ekipmanlar vardı ellerinde… Göz farı ve yapay kan. Ayrıca pastel boyalar. 15-20 kişiyi buldum bulmasına da çekim yapılacak yere nasıl götürecektim? Bir arabaya 15 kişi nasıl sığardı? Allah yardım etti. İşyerinden araç falan derken o işi de ayarladık. Zombi ekibini çekim için şehir dışına götürdük. Herkes tedirgindi. Çoğunu ilk kez görüyordum… “Arkadaşlar toplanın,” dedim. “Bakın bu hayatınızda ilk ve son kez olacak bir şey. Hayatınızın hiçbir bölümünde bundan sonra bir manyak gelip size ‘gelin sizi zombi yapayım’ demeyecek. Kıymetini bilin lan!” O gazla çektik, bitirdik. Montajı, kurgusu falan derken yerel kanallar, festivaller ve ATV Çek Bakalım›da gösterildi... Fantastik Türk Sineması hayranı bir adam olarak ben, aslında bunu anlatmak istedim. Benim yaptığım filmler değil, yapmak için uğraşmam, didinmem asıl «Fantastik « olan o. Türk Sineması’na emek vermiş diğer ustaların hayatı gibi. Haksız mıyım? Onur ÇETİNCENGİZ
Mehmet Berk YALTIRIK
68
69
Özel Dosya
Özel Dosya
Benim Fantastik Hayatım 2011-12-20-Jules Verne-1828-1905 Fantastik dünyaların cezbedici yanlarından biri de, hayallerimizin gerçekliğine inanmak, o gerçeklikte kısa süre de olsa maceradan maceraya koşup, savrulmaktır. Buradaki “macera” kelimesi sadece vurdu kırdı, ter ve kanın birbirine karıştığı anlamda değil elbette. Aynı zamanda edebi dilin güçlü kullanıldığı klasiklerde yakalanan tadı bu türe de yansıtıp okuyucuya sunabilmektir. Benim fantastik dünyaların düşlerine dalmam, okumayı söktüğüm vakitlere denk geliyor. O zamanlar gerek maddi durumumuz, gerekse anne ve babamın okumamış ailelerden geliyor olmasından dolayı okul kitapları haricinde bana uygun okumalıklar bulunmazdı. Zamanımı daha çok atari salonlarında oyun oynayarak (aslında daha çok oyun oynayanları izleyerek) ve o zamanların gazetelerinde ek olarak verilen Örümcek Adam, Süperman, Batman benzeri çizgi romanların sayılarını defalarca okuyarak geçirirdim. Özellikle abimin çizgi romanlara olan merakı sayesinde daha o dönemimden bu karakterle olan hayranlığım artmıştı. Fakat farklı dünyaların kapılarına ulaşmamı sağlayan asıl dönüm noktası, üst kat komşumuzun bana hediye ettiği masal kitaplarıydı. Her biri birbirinden ilginç, her biri birbirinden sürükleyiciydi. “Bir varmış, bir yokmuş…” ile başlayan her serüvenle nefesimi tutar, macera boyunca kahramanla beraber yürüyormuş da aynı olayları birebir yaşıyormuşum gibi gelirdi. Prensesleri kurtarmak için inanılmaz korkunç yolculuklara çıkan prensler mi dersiniz, yediği tuzlu çöreklerden sonra bir bardak su için gözünü feda edip onları güllerle geri alan büyülü bir kızdan mı dem vurursunuz, hayatıma “zira” sözcüğünü sokmuş şu an adını hatırlayamadığım farklı bir masaldan mı bahsedersiniz bilmiyorum. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu masallar ile fantastik türüne olan ilgim git gide yükselmeye başlamıştı. Böylece, büyümeye ve o masalları ara sıra okumaya devam ettim. Fakat ilkokul ve ortaokul çağlarımın çoğu dünya klasikleri, Türk edebiyatı ve romanların kısaltılmış versiyonlarını okuyarak geçti. Özellikle Jules Verne, Arthur C. Clarke gibi bilimkurgu üstatlarının romanları çok heyecanlı gelirdi. Ve böylece lise hazırlığa geldim. İlk dönemin sonlarına yaklaştığımızda, hocamız yarıyıl tatilinde de bizleri okumaya teşvik etme amaçlı kendisinde bulunan birkaç kitabı getirmişti. Ve bana da bugün bu türe olan ilgi ve alakamın temellerini atan o kitap denk düştü: Harry Potter Tabi o vakit bunun hiç de farkında değildim. İsimden çok görsele odaklanmıştım. Bir süpürge üzerinde uçan ve tam anlayamasam da kanatlı küçük sarı topu yakalamaya çalışan çirkin bir çocuk resmedilmişti. Arka kapak yazısına hızlıca göz gezdirmiştim. Ve çok bozulmuştum. Bunca kitap arasından bana bu çocuk
70
kitabı mı denk gelmişti? Ne talihsizlik. Yine de kitabı beğenmediğimi, değiştirmek istediğimi hocaya söylemedim. İyi ki öyle bir hataya kalkışmamışım. Bir arka sıradaki arkadaşım da kitapla alakalı methiyeler düzmeye başlayıp, kendisinde dört kitabı da bulunduğunu söyleyince (o zaman daha dört kitap çıkmıştı) hayal kırıklığım bir nebze azalmıştı. Bu kısımları fazla uzatmaya gerek var mı bilmiyorum. Zira bundan sonra kitabın sürükleyiciliğinden etkilenip direk olarak türe ait diğer kitapları bulup okumaya başladım. Roverandom, Belgariad, Elenium, Shannara gibi başlangıç kitaplarından sonra yüzlerce dünya, binlerce karakterle tanıştım farklı seri ve kitaplarda. Türk yazarların kitaplarını okudum. Nihayetinde 2007 yılının sonlarında Kayıp Rıhtım’ı (önce farklı bir isimle olsa da) birkaç arkadaşla kurmuş ve bu türle olan ilgimi bir adım öteye taşımıştım. Özellikle Kayıp Rıhtım’dan sonra ister istemez türe olan merakım daha da artmış, detaylarla ilgilenmeye başlamıştım. Yazarlarla tanışmış, çevirmen, editör ve yayınevi yetkilileriyle iletişime geçmiştim. Bu arada Kayıp Rıhtım adını duyurmaya, farklı kesimlere de ulaşmaya başlamıştı. Site bünyesinde Aylık Öykü Seçkisi adında yeni bir hikâye yazım projesine başlamıştık. Daha önceden yazmakla alakalı bazı denemelerim olduysa da yayımlanmamış ve yarım kalmış metinlerdi. Fakat bu seçki projesiyle kısa öyküler de yazmaya başladım. Bir yandan daha önceden başladığım kitap ve sinema eleştirilerine de devam ettim. Her ne kadar farklı olaylar, belki de gülümseyeceğiniz detaylar, ilginizi çekecek etkinlikler gibi yazılar hazırlamayı düşünmüşsem de sonrasında böyle genel bir özet geçeyim istedim hayatımdan. Şu anda çok farklı bir konuda, alakasız bir işte çalışıyor olsam da türe olan ilgim hiçbir zaman ilgisini yitirmedi. İlgisini yitirmediği gibi, gelen eleştiriler ve hatta alaycı cümleler doğrultusunda katlanarak büyümeye devam etti. Hayatıma da büyük renk kattı. Gün gelir bir yerlerde karşılaşırsak, sizlerin de fantastik yaşamını dinlemek isterim. Birkaç masal kitabıyla başlayan bu merakım ve geldiğim noktaya sizlerin nasıl geldiğini öğrenmek keyifli olacaktır eminim. Hakan TUNÇ www.kayiprihtim.org
71
Özel Dosya
Özel Dosya
Biz çocukken büyüklerimizin “Bizim zamanımızda şu şöyleydi,” tarzı yorumlarını sıkılarak dinlerdik. Zaman geçti ve o çocuklar büyüdü. Şimdi onlar da “80’lerde şu şöyleydi,” diyorlar. Sanırım ben de “80’lerde şu şöyleydi,” diyenlerdenim. 1975 doğumlu birisi olarak çocukluğumuzda günümüzdeki çocukların sahip olduğu hiçbir şeye sahip değildik. Sadece siyah-beyaz televizyon ve hayallerimiz vardı. İlkokula başlamadan önce çizginin gücünü keşfetmiştim. Evimize o zamanlar ülkemizde haftalık 500,000 adet sattığı söylenen Gırgır girerdi. Hatta beş yaşındayken babam Gırgır’daki Avanak Apti’leri biriktirip, tahtalardan oluşturduğu makaralara sarıp, bir kutunun köşelerine yerleştirip bana televizyon yapmıştı! Makaraları çevirdiğimde sayfalar dönerek yeni görüntüler karşıma çıkıyordu. 1981 senesinde Beşiktaş’a taşınmıştık ve bakkala gitme görevi artık bana verilmişti. Bu bakkala gitmeler-gelmeler sırasında çizgi romanlara yakınlığım arttı ve sadece çizgilerine bakmak bile bana zevk veriyordu. Kısa süre sonra aileme çizgi roman aldırmaya başlamıştım. Bu durum sanırım babamın da hoşuna gidiyordu çünkü eve alınan çizgi romanları o da okuyordu. Ben ise anneme zorla okutuyordum çünkü henüz okula başlamamıştım. Kısa bir süre sonra bir akrabamızın 14-15 yaşındaki oğlu da beni çok etkilemişti çünkü yüzlerce çizgi romanı vardı. Onlara gitmeyi çok seviyordum, her gittiğimizde saatlerce çizgi romanları karıştırıyordum. Zagor, Mandrake, Mister No ile başlayan çizgi roman maceram Kaptan Swing ve Çelik Bilek ile devam etmişti. Sanırım Tekofset’in Superman’lerini de bulmuştum. Ve sonunda Bilka yayınları ile tanıştım. Örümcek Adam’ın çıkacağı duyurulunca her gün bakkala gidip sormaya başlamıştım. Örümcek Adam’ın ilk sayısını aldığım gün inanılmaz mutlu olmuştum. Artık bir çizgi roman canavarına dönüşmüştüm. Her tür çizgi romanı okumaya çalışıyordum. İlk aklıma gelenler Red Kit, Asteriks, Fatoş, Küçük Prens, Karaoğlan, Yüzbaşı Volkan ve Tom & Jerry. Bir yandan da sinemaya ilgi duyuyordum. Televizyonda Salı akşamları ve Pazar sabahları yayınlanan filmleri büyük bir heyecanla bekliyordum. Ülkemizde birkaç sene geç gösterime girse de sinema filmlerine de ailemle beraber gidiyorduk. James Bond, Rocky, Pembe Panter, Star Wars ve Superman ilk aklıma gelen filmlerdir.
Örümcek Adam’ın televizyon dizisi ülkemizde birleştirilip sinemalarda gösterilmişti. Ancak o zamanlar bu detayı bilmediğim için Örümcek Adam filmlerden çıktıktan sonra çok üzülüyordum çünkü Örümcek Adam’ın filmleri Superman’den daha iyi olmalıydı ama sonuç hüsrandı. On yaşımdan itibaren yazları İzmir’e gitmeye başladık. Yeni mekanlarım açık hava sinemaları ve eski kitapçılar olmuştu. Eski kitapçılarda İngilizce çizgi romanları çok ucuza bulabiliyordum. Birkaç sene sonra ise ülkemizde yayınlanan çizgi romanların sayısı azalmaya başlamıştı ki Alfa Yayınları imdadımıza yetişti. Özellikle Conan ve Thor çizgi romanlarını büyük bir hevesle takip ediyordum. Ortaokuldayken çizgi romanları yere serip değişik kolajlar oluşturmam artık ailemin canını tak ettirmiş olmalıydı ki hepsini attılar. Bu olaydan sonra çizgi romana uzun bir süre ara verdim. Zaten artık çizgi roman köşe başındaki bakkalda da bulunmamaya başlamıştı. Artık sinemaya olan ilgim daha ön plana çıkmıştı. Video furyasının da etkisiyle daha çok film seyrediyordum. Sinemalarda filmler Amerika ile neredeyse aynı tarihte gösterime girmeye başlamıştı. 1996 senesinde internet hayatımıza girmeye başladı ve bilgiye ulaşma imkânımız oluştu. Saatlerce imdb.com’da zaman geçiriyordum. Yönetmen ve oyuncu bazlı sinematografileri inceliyordum. 2000 senesinde “X-Men” filmi gösterime girince büyük bir heyecanla sinemaya gittiğimi hatırlıyorum. 2002 senesinde askerliğimi yaparken “Spider-Man” filmi gösterime girince bir hafta izin bile kullanmışlığım vardır. Bu arada çizgi romana da yavaş yavaş geri dönüyordum. Arkabahçe’nin yayınları ilaç gibi gelmişti. 18 Ekim 2008’de belki de hayatımı değiştiren bir karar verdim. Zevkle izlediğim “How I Met Your Mother” dizisindeki Barney karakterinin dizide hep “blog”undan bahsediliyordu. O dönem çok düz bir internet kullanıcısı olduğum için blog kültüründen uzaktım. Google’a “blog nedir” yazarak internette sayfa açmanın nasıl olduğunu araştırmaya başladım. Bir-iki saat sonra blogspot üzerinden sayfa açmaya karar vermiştim ama içeriği ne olacaktı? İçeriğinin gittikçe önem kazanan süper kahraman filmleri olmasına karar verdim. Böylece bu konu hakkında hem bildiklerimi yazacaktım hem de yeni araştırmalar yaparak sayfadan paylaşabilecektim. Ve o gün Kahramanlar Sinemada sayfasını açtım. Açtım ama olay sadece yazmak ile bitmiyordu, teknik olarak da donanımlı olmanız gerekiyordu. Bu noktada karşıma büyük bir şans çıktı. Ben blogspot üzerinde uzmanlaşmaya çalışırken bu yaşadıklarımı şirkette bir arkadaşımla paylaşıyordum. O ise birgün bana bir arkadaşının bana yardımcı olabileceğini söyledi. Arkadaşı Öteki Sinema sayfasının sahibi Murat Tolga Şen’di. Zaten Öteki Sinema takip ettiğim bir sayfaydı ve Murat ile tanışmayı çok istiyordum. Murat’ın telefonunu aldım ve arar aramaz inanılmaz bir destek gördüm. Onun da gazıyla sayfayı 2009 başında wordpress platformuna taşıdım. 2009’un ortasına gelindiğinde sayfanın içerik olarak duruşu belli olmuştu ve başka blog sahipleriyle de iletişime geçmeye başlamıştım. Süper kahraman filmleri sebebiyle çizgi romana da sayfada yer vermeye başladım. Bu sayede son senelerde çıkan Türkçe comicsleri de okuyordum. Daha sonra yaşananları özetlemek gerekirse yazılı ve görsel basında Kahramanlar Sinemada kendisine yer bulmaya başladı. Bu durum benim televizyon ropörtajları vermemi ve dergilere yazı yazmamı da beraberinde getirdi. Diğer sinema bloglarının sahipleri ile dışarıda da görüşmeye başladık. Yayınevlerinin sahipleri, editörleri ve çevirmenleri ile arkadaş oldum. Derneklerde üye olarak görevlendirildim. Çocukluk arkadaşımla bir online satış sayfasını hayata geçirdik. Bu projede belli bir kaynağı oluşturup süper kahraman hayranlarının istedikleri ürünlere daha kolay ulaşmalarını hedefliyoruz. Kahramanlar Sinemada sayfası sayesinde edindiğim yeni arkadaşlıkların benim için en büyük kazanç olduğunu düşünüyorum. “Üretmek” kavramının ülkemizde her geçen gün zorlaştığını dikkate alacak olursak bir şekilde üretebilmek beni çok mutlu ediyor. Geçmişe bakıp, “Neyi daha farklı yapardım?” diye bazen düşünüyorum. Cevabı ise hep aynı oluyor: Eski çizgi romanlarımı, oyuncaklarımı, çikletten çıkan kâğıtları, çizimlerimi kesinlikle saklardım.
72
73
Benim Fantastik Hayatım
Hakan Tunga KALKAN
Özel Dosya
Özel Dosya
Aslında anlatılacak çok şey var. Ne de olsa benim hayatıma yön vermiş, şu an olduğum insana dönüşmemi sağlamış, belki de, benim için her şeyi mecazi bir şekilde dekod etmiş bir yönüm bu. Öyle bir şey ki, kategorilere ayırmak, sınıflandırmak zor. Fantastik , korku veya bilim kurgu diye ayırmak imkansız. Her şeyin içinde, kendi ağırlığınca yere sahip olduğu, kısaca hayal dünyam, fantezilerim. Fakat bunu uzun uzadıya yazmak haksızlık olacak. Bu yüzden belki başka bir yerde bunları sizle paylaşma şansım olur diye umuyor , o zamana kadar da kısaca olmuş olanları burada aktarıyorum. Ben her daim hayal kuran, bundan zevk alan biri oldum. Malesef, bu yönüm de ters orantılı olarak destek gördü. Yazdığım, çizdiğim için çok ikaz edildim. Yaptıklarımı paylaşabileceğim, buna ilgi duyabilecek insanlar azdı. Bu yüzden kendi kendime yetmeyi öğrendim. İlk fantastik kurguyla tanışmam aslında televizyonda izlediğim çizgi filmler üzerinden oldu. Nitekim onların etkisiyle ilk yarattığım diyebileceğim şeylerde bol yazılı ve az çizimli çizgi romanlar oldu. Sonra yıllar geçti ve o çizimlerde öne çıkan vurdu kırdılar yerini daha çok hikayelere ve destanlara bıraktılar. Öyle ki günün sonunda bir defter dolusu yazılmış, koca bir diyar vardı elimde (1998 – Hadar Kapıları). O defterin içeriğini zenginleştirmek için yaptığım çalışmalar birkaç yıl içinde sonuç vermeye başlamıştı. Bunun sonucu 2001’de internette Never Ending Legends adıyla elimden geldiğince bir şeyler paylaştım. Tabi defterlere yazdığım ve düşündüklerimin tamamını geçirmeme imkan yoktu.(hatta üniversite bittiğinde anca başarabildim) O zaman aldığım yorumlardan biri de yaptıklarımı sorgulamamı sağladı. Bunun üzerine 2004 de Never Ending Legends, Hiç Bitmeyen Efsanelere dönüştü. (isimdeki “Hiç” kısmı ilk günden itibaren hep sorulan bir şey oldu. Burada HBE olarak seçilmesinin nedeni aslında ağız doluluğundan kaynaklanmaktadır) HBE’nin asıl esprisi sadece bir kişinin yazdığı bir diyar değil, Türk “Forgotten Realms” i olma sloganıyla ileri atımlısıydı (birden fazla “yazar” tarafından yazılması) . Tabii ki proje ilerleyemedi ve rafa kaldırıldı. Zaten
Türkiye deki FRP sitesi furyası yavaş yavaş hızını kaybediyor, birçoğu tarihin tozlu sayfalarına gömülüyordu. 2005’de üniversiteye girmemle beraber hayatımda yepyeni bir dönem açıldı. Üniversiteye gittiğimde kendimi Sting in Desertrose şarkısındaki klipteymiş gibi hissetmiştim. (bir ufuktan diyerine çöl) Fakat neyseki kafa dengi olan birçok kişiyle tanışma fırsatı buldum, ortak zevklerimiz üzerinden üniversitemizde bir frp kulübü kurduk (UKÜ-FK ) . İlk iki yıl başkan yardımcısı, sonraki iki yıl da başkan olarak kulübe yön verdim. Yüzlerce kişiye oyun oynattım, bu hobiyi tanıttım. Yirmiye yakın sistemin pdf kütüphanelerini edinip, sayısı binlere varan pdf / e-kitapları okudum. Merak ettikçe daha fazla okudum, kitaplardan kitaplara atladım. Kulübün kurulması ve kulüp için tüm planları ve görselleri çıkarmam üzerinden bir yerden sonra eski projelerimin üzerindeki tozu silkeleyip gözden geçirdim. 2003’te bir kağıda karalamış olduğum (ve çok yüksek ihtimal başka bir konuda kendime not olması için yazdığım bir kelime olan) “Genesis” oyun sistemimi yeniden ele aldım. 2006 ile 2008 arası iki sene boyunca alfa oyunları oynandı. 2007 nisanında Genesis sistemi, senaryo haline getirilmiş Hiç Bitmeyen Efsaneler hikayelerinde kullanılmak üzere Metu-Con a çıktı. Metu-Con’a gitmemle beraber beş yıldır geri dönüp bakmadığım “FRP” camiasının durumu yeniden gözler önüne serilmişti. Şu gün düşündüğümde organizasyon ve içerik bence elde olan imkanlar açısından iyiydi. Fakat o yıllarda içimizden gelen mükemmeliyetçilik her şeyin daha iyisinin yapılabilir olduğu konusunda bizi ikna ediyordu. Bunun üzerine Türk-Con adında bir proje yapılması için planlar yapılmaya başlandı. Ben de ilk konsept tasarımlarını yaptım. Fakat tipik öğrenci mantığıyla birçok kişi kendi üzerlerine düşen görevleri gözlerinde büyütüp, her şeyi ağırdan almayı yeğlediler. Bunun sonucun da da proje uzun bir çalışma ardından iptal oldu. Halen mükemmeliyetçiliğin güdülmesi için yeni projeler geliştirmeye kararlıydık. Sabbat-ı Meddah adında bir proje geliştirdik. Türkiye’deki DM’lerin (Dungeon Master – Zindan efendisi / YANİ rol yapma oyunlarındaki Hikaye Anlatıcı) üye olduğu, sitesine sadece üyelerin girdiği, bir nevi kalite kontrol mekanizmasıydı. Kendi içimizde DM’lerin standart oluştrumasını sağlayacak, herkesin bu standartların üzerinde iş yapması konusunda destekleyecektik. Bu da kısa sürede garip ve ne olduğu şu gün dahi beni merak içinde bırakan nedenlerden rafa kaldırıldı. Ama kısaca gene egoların kurbanı olmuştu iş. Bunun üzerine olayları kendi elime almaya karar verdim. Bence tüm camianın 2 problemi vardı. Öncelikle herkes aynı şeyi yapmasına ve aslen birbirimizden ayıran hiç bir şey olmamasına rağmen, kimse birleşemiyordu. Bu mantığın altında herkesin hep dillendirdiği “ego” problemleri yatıyordu. İkinci problemimiz ise ortak bir vücut olamadığı için, standart oluşturmamızda imkansızlaşıyordu. Standartlar olmayınca da, nerenin ileri nerenin geri olduğunu belirlemek son derece zorlaşıyordu. Toplu olarak bir potansiyel vardı ama bence (yani en azından o zamanlar bence) yanlış yerlere harcanıyordu. 2008’de Metu-Con’a giderken Genesis sistemini düzenleyip (alfa ve beta süreçleri bu sene içinde tamamlandılar) Kara Zar v1’ a dönüştürmüştüm. Yukarda düşündüğüm konuları anlattığım bir Manifestoyla beraber Metu-Con a katıldım. Kendi çapımda “Newyork By Night” oynayan insanları bolca eleştirdim. Hayatının yarısından çoğunu yurt dışında geçirmiş bir adam olamama karşın , bu manifestonun içeriği yüzünden “İngilizce okuyamıyorsundur da o yüzden anlamıyorsundur” diye tepkiler gördüm. O gün aslında neyle karşı karşıya olmuş olduğumu fark edemediğimi düşünüyorum.
74
75
Benim Fantastik Hayatım
Özel Dosya
Özel Dosya Gece Dîvânı’ nın kuruluşu bu zamana denk geldi. Sabbat-ı Meddah’a kıyasla bu seferki üyelerde aranan şey “bir şeyler yapmış olmak ya da bir grubu temsil etmek” idi. Gece Dîvânı’nca sağlanan çeşitli servisler üzerinden, her grubun ve oluşumun temsilcileri bir araya gelebilecek ve konular üzerinde grup adına yazı yazabilecekti. Özellikle o dönem çıkan birçok problem, genel iletişim eksikliğinden kaynaklanıyordu ve bence bu yararlı olacaktı. (Divan projesi). Divan adı verilen projede gruplar kontrollü bir forum ortamında (Divan) konu belirliyor ve konuyla alakalı olacağını düşündüğü grupları bu konuya çağırıyorlardı. Bu sayede karşılıklı ve sıra tabanlı bir şekilde fikir beyan edilmesi söz konusuydu. (Mesela o zaman birçok Con çakışıyordu. Divan projesiyle beraber üniversiteler bir konu açıp bu konu içinde toplu bir şekilde karar verebileceklerdi.) Alınan kararlar da, konuya katılan grup ve kişilerce kabul edilecek ve sitede pdf olarak yayınlanacaktı. Ayrıca etrafımda çokca insan yazıyor ve çiziyordu. Fakat birçoğu projeleri ilerleyemeden projelerini bitiriyorlardı. Genel olarak sebeplerden biri yer (site) sıkıntısıydı. Bunu da çözmek adına Ulu Kütüphane adına bir proje başlatmıştım. Üye olan ve yapım aşamasında olan projelere sitede özel yer veriyordum. En son ve bence en büyük problemlerimizden biri de, aslen, kimin kim olduğunun ve nelerin yapılmış olduğunun bilinmemesiydi. Bunun üzerine herkesin yaptıklarını yazabileceği bir yer olacak olan Panteon’u yaptım. 2010 a geldiğimizde Mezun olmamla beraber İstanbul’a geldim. Gece Dîvânı için yaptığım sosyal projeler, FABİSAD ‘a katılmamla beraber milatlarını doldurdular. Şimdi işten arta kalan zamanlarımda FABİSAD ve kendi projelerime zaman ayırmaya çalışıyorum. Yakın bir zaman içinde “Hiç Bitmeyen Efsanelerin Kurgu Sistemi” kitabını ve bu diyarda geçen maceraların oynatılabilir senaryolarının bulunduğu bir senaryolar kitabını yayınlamayı planlıyorum. Ayrıca Kara Zar v1.5 de 2012 bitmeden yayınlanacak gibi duruyor. Ben de eskiye kıyasla artık biraz daha geriden işlerimi yürütüyorum. Her akşam halen baş ucumdaki küçük beyaz defteri, aklıma gelen fikirleri dolduruyorum. Yıllar geçti ve hayallerimden neredeyse hiç taviz vermedim. Her daim elimden gelenin en iyisini yaptım. Hayatımın en tatmin veren başarılarını ve en değer verdiğim ( ve vermiş olduğum) insanlarını bu sayede tanıdım. Öyle ya da böyle geldiğim şu noktadan ötürü mutluluk ve gurur duyuyorum. Hayal kurmaktan ve bunu gerçekleştirmekten aciz bir hayatım olsaydı ne olurdu, sanırım tek hayal edemediğim ve edemeyeceğim şey bu. M. Emre Soyak www.emresoyak.com www.gecedivani.com
76
Benim Fantastik Hayatım İlkokulda piramitlerdeki gizli zaman tünellerini, okyanusun altındaki unutulmuş imparatorlukları, alternatif evrenlerdeki olası dünyaları hayal eder dururdum. Matematik dersleri en önemli hayal etme anlarını oluşturuyordu. Sonra sırasıyla daha az sıkıcıları onu izliyordu. O zaman çok küçüktüm tabii ki, sürekli hayal etmenin, baktığım pencerelerin ardına saklanmış dünyaları görmenin ve oradaki evrenlerde güneşlenmenin yanlış olduğunu birçok hocadan ve büyükten sürekli duymaktan bıkıp usanmıştım. Söyledikleri yegâne şey büyüdüğüm zaman hayal kurmanın karnımı doyurmayacağıydı. Hayat kurtaracak olan OBEB’ler ve OKEK’lerdi, sinüsler ve aptal kosinüsler… Hayal kurmak uyuşukların işiydi ve gerçek bir adam asla ama asla “aşırı” dozda hayal kurmamalıydı. Kısacası benim işim büyüdüğüm zaman çok zor olacaktı. Müdürler ve öğretmenler neredeyse adları kadar iyi biliyorlardı hayalciliğin düşük notlarla sonuçlanacağını. Bense o zamanlar ellili yaşlarındaki bu aşırı büyük insanların mini minnacık notlarla niye bu denli saplantılı bir şekilde ilgilendiklerini çözmeye çalışıyordum. Küçük sayılarla takılmak için bence fazlasıyla büyüktüler. Sonuçta aptal sayılardı hepsi. Sayılar birbiriyle toplanır ve çıkarılırdı. Öyküler ise sonsuzluğu anlatabilirdi size… Ev geçindirmek kolay değildi ve evler hayallerle değil parayla pulla yürüyordu. Bunu her büyük bilirdi. Araba almak istesem bir milyon hayal baloncuğuna üstü açık kırmızı bir Mustang kesin vermezlerdi bana. Ama ben yine de hayal kurmaya devam ettim tabii ki. Hayat bilgisi dersinde hayatın başka bir evrende nasıl olacağını düşündüm. Fizik dersinde fiziğin olmadığı sınıflar, yerçekimsiz okullara hükmeden süper güçlü öğrenciler hayal ettim. Kimya derslerinde cam tüplerin içindeki küçük ejderhalarla sohbet etmek hayli zevkliydi. Aradan yirmiyi aşkın yıl geçti ama ben beni özgürleştiren hayallerden asla vazgeçmedim. Nefes almak kadar değerli bu yetiyi hep zihnimin bir köşesinde saklamayı bildim. Ortaokulda vampirlerle dolu bir sınıfta okudum mesela, lisede ise aynı vampirlerle çıplaklar kampındaydım. Yaşım ilerlediği için beni çıplaklar kampına kabul etmişlerdi ve inanın buna çok sevinmiştim. Üniversitede kendi evrenimde yürümeye başladığımda sağlığıma kesin olarak kavuştuğumu anladım. Tembel olanlar hayal kurmaktan korkan “büyükler”di. Baktığım her yerde buraya ait olmayan ya da bana başka bir gerçekliği çağrıştıran şeyleri görmeyi seviyorum. Bazı insanlar görür, bazıları görmeyi istemez, bazılarının ise görmek ya da görmemek umurunda bile değildir. Ben görmeyi seçtim ve küçük yaşta yaptığım bu önemli seçimle olaylara daha doğru bakmayı öğrendiğimi düşünüyorum. En azından gözlerim artık daha iyi görüyor buna eminim. Hayal kurup başka gerçekleri görebilen insanların gözlerinin yaşlandıkça keskinleştiğini bilirsiniz. İşte ben de doğuştan bozuk olan gözlerimi iyileştirmeyi başaranlardanım. Banyoda şıpır şıpır akan musluğu görünce başlarım mesela hikâyeler yazmaya. Titrek Şelale oluverir adı. Kaybolmakta olan bir neslin yaşam kaynağıdır orası. Musluğu çevreleyen mermer zemin Soğuk Topraklar diye anılır; özellikle havlu insanları, yani Aşağı Bakan Beyaz Halk tarafından. Tıraş köpüğü ve diş macunları Eski Yazıtlar olabilir pekâlâ. Geçmişte yaşayan ismi bilinmezlerin yeni doğan halka bıraktığı önemli yazıtlardır bunlar ama şimdilerle onları okuyabilen pek çıkmamaktadır. Tek bir kişi vardır onları okuyabilen o da plastik sabun kutusunun içinde yatmaktadır ne yazık ki. Yansıyan Lahit’tir yattığı yerin adı. Banyonun zeminine serilen yeşil banyo paspası Âşık Ağaçlar diye anılan orman olabilir. Kimse girmek istemez oraya çünkü ağaçlar o kadar yakındır ki birbirine ve yaprakları o kadar keskin iğnelere sahiptir
77
Özel Dosya
Özel Dosya
ki girmek ölümcül bir tercih olabilir. Onun yerine hemen yanındaki Beyaz Merdiven’i kullanmak daha doğru bir tercih olacaktır. Tuvalet kâğıdı aşağı doğru sarkar ve alt dünyaya geçit vazifesi görür. İşte hikâye de burada başlar. Beyaz merdivene bırakılmış bir İkiz Demirler krallığı bebeğinin sesi yankılanmaktadır şiddetle. Asırlardır doğurmamış olan kalorifer halkına ait bu çocuk Titrek Şelale’yi tekrar eski günlerine kavuşturabilecek midir? Her banyo farklı bir hikâyedir, her salon değişik bir öykü sunabilir. Değişik evler ise değişik hikâyeler demektir… Her sabah Bostancı sahilinde selamlaştığım o yalnız başına yürüyen gri pardösülü yaşlı kadının paralel bir İstanbul’dan gelen gizemli bir cadı olmadığını kimse ispatlayamaz mesela bana... Hayal kurmak, düşüncemizde başka evrenler imgelemek, o evrenlerde geçen hikâyeler yaratmak ve o sonunda hikâyeyi yaşamak… Bizi hayvanlardan ayıran şeyin yasalar koyup büyük fabrikalar kurmak ya da aptal kanunlarla hayatları sınırlamak olduğunu düşünmüyorum. Bence bizi hayvan dostlarımızdan ayıran şey başka evrenler yaratabilme gücü. Düşüncelerimizde yarattığımız evrenin gerçekte var olmadığını kim söyleyebilir ki bize ya da başka evrenlerdeki bir canlının hayalindeki figüranlar olmadığımızı? Göktuğ CANBABA
Benim Fantastik Hayatım Türkçe fantastik kurguyla yazmaya hevesli olanların birer kurgu evreni yaratmakta sıkıntı çektiklerine hiç rastlamadım. Bu konuda çok sayıda istekli, az sayıda da yetenekli bireyler var. Tabii, özgün bir evren yaratmak ise ayrı ve fazlaca uzun bir konu. Henüz çözülememiş gibi görünen bu sorunu şimdilik bir kenara bırakacak olursak, geriye kalan temel sorun şudur: yaratmada, sahiplenmede, inşada, kurmakta bu denli hevesli olan yazar, iş bırakmaya, yıkmaya, vazgeçmeye gelince neden gönülsüz, isteksiz, yanılmış, kimi zaman hülyalara dalmış ve eleştiriyle karşılaştığı çoğu zamanlarda da saldırgan olur? Kurgu; evren kurmaktır ve bu inşanın en incelikli yapıldığı kurgu türü ise fantastiktir. (Bunun, temel kurgusal özellik olduğu yanılgısı ise fantastik edebiyatın asıl çıkmazıdır.) Bu türde yazmaya istekli olanların en sevdikleri kısmı ise bu tanrıyı oynama durumudur. Yarattığı evrene yeni karakterler, dağlar, nehirler, büyüler ve canavarlar eklemek, kabul ediyorum ki, yazara büyük bir haz verir. Hatta aşırı durumlarda bu; okuyucu için olmasa da yazar için bir kaçışa dönüşebilir. Yazar metniyle bütünleşip onu sahiplenir ve – yine fantastik edebiyat türünde yazmaya heveslilerde sıklıkla görüldüğü üzere ana akım edebiyattan bihaberliklerinden ötürü- kendisinin özgün ve iyi bir eser ortaya koyduğu sanrısına kapılarak bu sahiplenme bir kenetlenmeye dönüşür ve yarattığı fantastik evrende kendisi kaybolur. Oysaki biraz uzaktan ve tarafsızca bakıldığında oluşturulmuş her fantastik kurgu evreninde bir Aragorn ya da bir Rivendell karbon kopyası bulmak mümkündür. Bu simulakrum evrenleri yıkmak, yok etmek ise fantastik kurguda özgün yaratının ilk aşamasıdır. Yeni ve özgün olana yer açmak için önce eskinin eski olduğunu kabul etmek ve ondan vazgeçmek gerek. Bu, gecelerce uğraştığınız evreni, karakterleri, dağları ve kentleri yakıp yıkmak anlamına gelse de, çekinmenin yeri yok. Çünkü tarihe bakıldığında en popüler yaratıcıların en acımasızları olduğu görülecektir. (Yazarlardan bahsetmiyorum.) Zorlu bir aşama olan yıkımı atlattıktan sonra açılan yeni alanda yeni bir evren kurmaya başlamadan önce yapılması gereken tek şey ise; okumak; iyileri, en iyileri tekrar tekrar okumaktan ibaret. Utku TÖNEL
78
79
Özel Dosya
Özel Dosya
Röportaj
Altay ÖKTEM ile FABİSAD üzerine... Selamlar Altay abi. Bu röportajın diğerlerinden farklı olacağını şimdiden tahmin edebiliyorum. Hem ikimizin FABİSAD (Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) üyesi olması hem de daha samimi geçecek soru-cevap neticesinde eminim çatısı altında toplandığımız derneği daha etkili tanıtacağız okurlara. Dilersen sorulara geçeyim.
Öncelikle birçok yerde belirtilen, yine de çoğu kişinin görmeyip merak ettiği bir soru ile başlamak istiyorum. Böyle bir derneğe neden ihtiyacımız vardı? Fikir tam olarak nasıl oluştu ve ilk fikrin çıktığı yandan bu zamana neler değişti? Fikir epey eski aslında. 4 – 5 yıl önce, Karakalem dergisini yayınladığım dönemde Yiğit Değer Bengi heyecanla arayıp fantastik, bilimkurgu, korku gibi alttürlerde ürün veren sanatçıları aynı çatı altında toplayacak bir dernek kurma fikrinden söz etmişti. Daha öncesi de var mı bilmiyorum ama benim o zaman haberim oldu bu girişimden. Heyecan verici bir düşünceydi ama böyle bir şeyin gerçekleşebileceğine pek ihtimal vermemiştim. Yiğit’in hevesini kırmamak için “Haydi hayırlısı”, “Kısmetse olur” gibi bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Aradan geçen süre içinde bu fikir nadasa yatmış, toprak altında kök salmış meğer. Tekrar gündeme geldiğinde neredeyse derneğin altyapısı hazırlanmıştı bile. Bize düşen, kolları sıvamaktı sadece. Hem bu türlere ait ürünlerin yurtdışında tanıtılması için böyle bir kurumsal kimliğe ihtiyaç var; hem de ülkemizde tanınması, yaygınlaşması ve edebiyat, kültür, sanat ortamlarındaki merkezi hegemonyanın kırılması için güç birliği yapmak gerekiyor. Her şeyden önce, bu türlerde ürün veren çok sayıda yetenekli genç var. Onların kendilerini ifade edebilecekleri alanlar ise çok kısıtlı. Bu dernek sayesinde biraz alan kazanır, var olan alanları biraz olsun genişletebilirsek bile çok iş yapmış oluruz.
Önümüzdeki yıl öykünün yanı sıra roman, çizgiroman, kısa ve uzun film senaryosu dalları da eklenecek. Belki farklı dalları da katıp ödülün çapını daha da genişletebiliriz; zaman gösterecek. Çeşitli festivallere, etkinliklere katılmanın yanı sıra, FABİSAD adına yapılacak geniş çaplı bir festival organizasyonu da planlıyoruz. Bünyemizdeki çalışma grupları şimdiden kolları sıvadı bile. Bir yandan fantastik filmlerin tarihini belli başlı örnekleriyle birlikte ele alan belgesel bir sunum hazırlanıyor, bir yandan Türkiye’de bu türlere ait yayınlanmış tüm çalışmaların arşivi derleniyor, bir data base oluşturuluyor, bir yandan FABİSAD’a ait tişört, hediyelik eşya gibi malzemelere ait tasarımlar yapılıyor, üniversitelerle koordinasyon içine girilip bazı kulüplerle ortak etkinlikler düzenleniyor, internet üzerinden yayınlanacak aylık bülten, ardından dergi çalışmaları yapılıyor, çeşitli illerdeki belli başlı kitabevlerinde yazarlarımızın yapıtlarının sürekli bulunacağı rafların oluşturulması için bazı kitabevleriyle ortak projeler geliştiriliyor… Ve daha birçok şey… 2012’de bunların bir kısmı gerçekleşecek ama hepsinin de temelleri atılmış olacak. 2013’de ise FABİSAD gündemi belirleyen en önemli kuruluşlardan biri olacak… Seninle yapılan bir söyleşide fantastik ve bilimkurgu türlerinin Türkiye’deki edebiyatın üvey evladı olduğu belirtmiş ve FABİSAD ile bu gerçekliği sarsıp artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını vurgulamıştın. Belki bu söylediğinin üzerinden çok zaman geçmedi ama yine de her geçen gün bu sarsıntının şiddetlendiğini düşünüyor musun? Yoksa aksi yönde, gerçekliği değiştirmek için daha şiddetli bir sallantının mı olması gerekiyor? Bilinçli ve kendi içinde tutarlı işler yapıldıkça bütün taşlar yerli yerine oturacak bence. Ani ve çok güçlü bir sarsıntıya ihtiyaç yok aslında. Bence FABİSAD’ın kurulması bile başlı başına önemli bir gelişme. İki kişinin bile bir araya gelmesinin çok zor olduğu bir dönemde, bu işe gönül vermiş yazarlar, çizerler, sinemacılar, FRP’ciler, yayıncılar, senaristler, tasarımcılar… az buz da değil, (şimdilik) elliden fazla kişi bir araya geldi, güç birliği yaptı. Bundan sonra yapılacak olan her iş, bunun üstüne bir tuğla daha koymak anlamına gelecek. Ülkemiz sınırlarında türümüze dair yazan yazarların belki de en büyük sorunları, yazdıkları roman veya serilerin çok zor basılıyor olması. Çoğu kendi cebinden verdiği paralarla, bu işi yapan yayınevlerine gidiyor ve dolayısıyla reklam gücü de -her ne kadar internet gibi bir mecra olsa da- az oluyor. Böylece okunmuyor, duyulmuyor. FABİSAD’ın bu yönde de bir kırılmaya yol açacağına inanıyor musun? Yayınevlerinin bu konuda FABİSAD’dan öneri alacağı günler yakın mıdır? FABİSAD’ın kuruluş amaçlarından biri de genç yeteneklerin kendileri gösterebilecekleri alanlar yaratmak. Elbette yapılan, yapılacak olan tüm çalışmalar belli oranlarda yayınevlerini, dergileri de etkileyecek. Zamanla FABİSAD’ın bu alanda belirleyici rol alması da kaçınılmaz olacak. Her ne kadar FABİSAD bir sanatçı derneği olarak kurulduysa da, etrafında hale hale yayılan gençlerle, gönüllülerle birlikte hareket ediyor. Zaten yazarların da doğrudan okur olduğunu bir tarafa bırakın, türün okurlarıyla da beraber hareket ediyoruz. Aradaki bağ her geçen gün güçleniyor, sayımız sürekli artıyor. Bu çizgide gittiğimiz sürece, FABİSAD önerilere açık olduğu kadar, aynı zamanda önerilerde bulunan, sözü dinlenen bir dernek haline gelecek elbette.
İlk olarak, yurtdışında gelenekselleşmiş olan Nebula, Hugo ödülleri benzeri bir ödülün temelini atıyoruz. Giovanni Scognamillo adına verilecek olan GİO ödüllerinin ilki, bu yıl içinde öykü dalında yapılacak.
2000’lerde FRP oyunlarının çoğalmasıyla bazı gazetelerde bu oyunları oynayanlara “satanist” gibi yakıştırmalar yapılmış dolayısıyla ülke genelinde bu tür benzer uğraşlara kötü gözle bakılmıştı. Aradan geçen 10 yıl içinde elbette birçok değişiklik oldu, okuyucu kitlesi bilinçlendi. Yine de merak ettiğim bu dernek konusunda eleştiriler oldu mu? Yani kısaca farklı kesimlerden, “Çocuklarımızı küçük yaşlarda çok tanrılı kitaplara özendiren kitaplar yetmedi, bir de derneğini mi kurdunuz!” algısı var mı etrafta?
80
81
Peki, şubat ayında duyurulan FABİSAD’ın öncelikli planları arasında neler var? Örneğin önümüzdeki aylarda ve 2013 yılı içerisinde neler göreceğiz?
Özel Dosya
Özel Dosya
Şimdilik böyle bir algıyla ya da eleştiriyle karşılaşmadık ama Türkiye’de ne zaman ne olacağı belli olmaz. Sonuçta, gerçekliğe sıkı sıkıya bağlıymış gibi göründüğü halde her türlü gerçek dışı algıya da yatkın bir toplumuz. Neyin ne olduğunu öğrenmek yerine kafamızda üstünkörü bir algı oluşturup o algıyı gerçek sanma gibi bir zaafımız var ne yazık ki. Zaman zaman, sadece rayting kaygısıyla medya da bu tarz konularda algıyı özellikle çarpıtmaya çalışıyor. 2000’lerdeki satanist avında da böyle bir kurgu oluşturuldu. Fantastik bir roman konusunu gibi ama toplum gerçek sanınca büyük bir trajediye dönüşebiliyor. FRP oynayanlar, rock müzik dinleyenler, siyah tişört giyenler, saçı uzun olanlar satanist ilan edilip hedef gösterildi. Şimdilik öyle bir tehlike olduğunu sanmıyorum, çünkü o konudaki senaryo oynandı ve bitti. İleriki dönemlerde devletin ilgili kurumları ve medya başka bir kesim üzerinde bir senaryo yazıp toplumu başka şeylere karşı kışkırtabilir. Kısacası satanizm konusu gündemden düştü, etkisini yitirdi. Aradan bunca zaman geçti, kimse ortada satanist falan da görmediği için inanılırlığını yitirdi. Geçtiğimiz nisan ayı sonlarına doğru bir kuruluş partisi de düzenledik ve tabii sen de oradaydın. Ortamı, katılımı, ilgiyi nasıl buldun? Bilhassa o an neler hissettin? “İyi ki yapmışız!” dedin mi? Kuruluş partimize katılım oldukça yüksekti. Aslında çok daha yüksek bir katılımla ve daha büyük bir ilgiyle de karşılaşabilirdik; eğer fantastik, bilimkurgu ve korku kavramlarını merkezi edebiyat ve sanat bu denli dışlamamış olsaydı… Sonradan, partiye katılmayı düşündüğü halde FABİSAD’ın ne olduğunu kafasında tam olarak canlandıramadığından, nasıl bir ortamın içine gireceğinden emin olmadığından dolayı kendi içinde bir yabancılaşma yaşayıp partiye katılamayan o kadar çok kişiyle karşılaştım ki… Tabii ki kuruluş partimizde “İyi ki yapmışız” duygusuna kapıldım ama asıl partiden sonra “Yapmasaymışız olmazmış. Tam zamanıymış” duygusuna kapıldım asıl. Özellikle sormak ve dikkat çekmek istediğim bir konu var. FABİSAD üyeleri haricinde bir de gönüllüleri var. Bunlar tam olarak kimdir, neler yapar, nasıl gönüllü olunur gibi benzeri soruları kısaca anlatabilir misin? Üyeler dışında bir de gönüllü platformu oluşturduk FABİSAD olarak. Sitemizdeki gönüllü formunu doldurup başvuranlar, kendi ilgi alanları ve becerilerine göre, oluşturduğumuz çalışma grupları içinde derneğe katkıda bulunabilir, üyelerle birlikte üretimde bulunabilir. Kısacası, ben de varım, diyen herkes gönüllü olabilir. Şimdiki soruyu da etrafta çok rastladığım için hazır yeri gelmişken hemen sorayım diyorum. Sorum da sadece FABİSAD’la alakalı, dernek üyelerinin katılacağı panellerin olup olmayacağı hakkında. Şimdiye kadar birkaç panel yapıldı belki ama çoğu yazarların şahsi olarak katıldığı genel söyleşilerdi. Özellikle FABİSAD’ı daha fazla öğrenmek ve konuyla alakalı sorular sormak için İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerde özel paneller düzenlenecek mi? Panellerden önce, çeşitli illerdeki gönüllülerimizle toplantılar yapmaya başladık. Haziran ayı içinde İstanbul ve İzmir toplantıları gerçekleşti. Temmuz’da Ankara toplantısı yapılacak. Ayrıca, FABİSAD üyelerinin çeşitli illerde yaptığı söyleşilerde, katıldığı panellerde ön planda yine FABİSAD oluyor. Mesela, geçenlerde Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ve Kocaeli kitap fuarında birer söyleşimiz oldu. Her ikisinde de konuşmaların merkezinde FABİSAD vardı. Zaten söyleşilere katılanların çoğu da FABİSAD’ı merak ettiği için derneğimiz hakkında ayrıntılı konuşma fırsatı bulduk. Yabancı ülkelerin Hugo, Nebula, Locus, World Fantasy gibi ödülleri var. Bizde de yakın zamanda GİO Ödülleri adında başlıyor, senin de belirttiğin gibi. Var mı bu konuyla ilgili bir gelişme? Ne zaman verilecek, kategoriler belirlendi mi, jüri kimlerden oluşacak gibi tüyolar verebilir misin biz meraklı okurlara?
82
Çok yakında bunların hepsi açıklanacak… Şimdilik ödülün bu yıl yalnızca öykü dalında verileceğini söyleyebilirim. Yukarıda saydığın ödüllerle aynı etkide, aynı saygınlıkta bir ödül olabilmesi için, çok kapsamlı biçimde ve profesyonelce hazırlanıyor ödül yönetmeliği. Sponsorlar belirleniyor, jüri çok titizlikle oluşturuluyor. Bunlar da zaman alıyor tabii. Ama yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Barış Müstecaplıoğlu’nun Twitter’ında paylaştığı Fantastik Film Senaryosu yarışması için de birkaç kelam edebilir misin? Şimdilik tek bildiğimiz yarışmanın hem uzun metrajı hem de kısa metrajı kapsadığı. Özellikle çalışmalara çabucak başlamak isteyen arkadaşlar için biraz daha detaylandırabilir misin bu konuyu? Maltepe Üniversitesi’nin yine Giovanni adına düzenleyeceği, kısa ve uzun metraj özgün senaryolarla katılınabilecek bir yarışması olacak. Barış’la birlikte ben de jüri üyesi olacağım. Bu yarışmanın koşulları da açıklanmadı henüz, çünkü onda da çalışmalar son aşamaya geldiyse de henüz tamamlanmadı bildiğim kadarıyla. Bence katılmayı düşünen arkadaşlar şimdiden kolları sıvayabilir. Zaten Giovanni adı bile yarışmanın tarzı hakkında yeterince ipucu veriyor. Daha detaylı bilgiye gerek var mı? Hadi biraz özeleştiri yapalım. Şu anda sitemiz (fabisad. com) biraz durgun gibi. Orayla alakalı çalışmalar var mı? Yenilikler görecek miyiz? Hazır internet mecrasına girmişken bir de genel olarak da bir soru sorayım. İnternetin derneğimize katkısı ne olacaktır sence? Hâlihazırda yaşadığımız çağa verilen isimlerden birisi de internet çağı. Bu alanda da FABİSAD’ın adı sıkça duyulacak mı? Özel planlar bulunuyor mu? FABİSAD’a ait kurumsal bir site oluşturmak için www.fabisad.com kuruldu. Özellikle FABİSAD logosu çok uzun ve titiz bir çalışma sonucunda yapıldı. Sitenin teknik altyapısı hazırlandı. Yani işin altyapısı tamamlandı. Geriye, sitenin sık sık güncellenmesi ve ülkemizdeki, bu alanlardaki tüm gelişmeleri takip edebileceğimiz bir yapıya kavuşturulması kaldı. Bunun için de üyelerimizden ve bu alanda çalışacak gönüllülerimizden oluşan bir çalışma grubu kurduk. Güncel olayları takip edip bu türlerdeki haberleri derleyecekler ve sitemiz sık sık güncellenecek. Ayrıca, FABİSAD sitesinin tüm içeriği İngilizceye çevriliyor şu sıralarda. Yurt dışındaki bağlantılar için bundan böyle çift dilli bir site olarak yayımını sürdürecek. En kısa sürede de internet üzerinden yayımlanacak bültenimiz hazır olacak. Bu ayki dergimizin konusu “Türkiye’de fantastik hayat.” Dolayısıyla konuyla da alakalı bir soru sormak adettendir. Senin nazarında FABİSAD’lı ve FABİSAD’sız bir Türkiye’deki fantastik hayatın karşılaşmasını alabilir miyiz? Örneğin önümüzdeki 5 yıl içinde bu dernek fantastik hayata nasıl bir katkı sağlayacak? “Hayal kurmak özgürleştirir” diyerek yola çıktık ve yola çıkarak ilk hayalimizi gerçekleştirdik. FABİSAD hayal kurmayı teşvik ettiği gibi, hayalleri gerçekleştirmek için de bir platform oluşturuyor. Bu yıldan ve önümüzdeki yıldan çok umutluyum ama önümüzdeki 5 yılın hayalini kuramıyorum şimdi. Acayip şeyler olacak herhalde. İlla ki olacak. Röportaj: Hakan TUNÇ
83
Özel Dosya
Özel Dosya
Benim Fantastik Dünyam Fantastik kurguya ilgi duyuşumun tarihi sanırım ilk hücremin oluşmasıyla başlıyor. Hayal kurmadığım, kendi evrenimi yaratmadığım, bir avuç toprakta biten otların arasına hayali ormanları sığdırmadığım zamanları hiç hatırlamıyorum. Zaten hayal kurmadan nasıl yaşanacağını da bilmiyorum. Kendi çabamla dört yaşında okumayı öğrenince benim gibi başkalarının da olduğunu, yani tek hayal kuranın ben olmadığımı öğrenmem büyük bir mutluluk verdi bana. Sonra kurduğum hayalleri başkasına anlattım ama bu benim için pek de iyi olmadı. Çünkü herkesin anlayacağını, bunların hayal olduğunu bileceğini zannediyordum; meğer öyle değilmiş… Böylelikle şanslı insanlar arasında olduğumu öğrendim. O dönemlerde bol bol kitap okuyor, vaktimin çoğunu çizgi romanlara harcıyordum. Ne yazık ki çocuk olmanın verdiği sorumsuzlukla tüm kitaplarımı teker teker kaybettim. Kitaplarıma sahip çıkmayı öğrendiğimde hazinemin bir kısmını çoktan kaybetmiştim bile. Şimdi hepsine gözüm gibi bakıyorum. Çok geniş olmasa da ufak boyutta bir kütüphanem var ve yegâne koleksiyonum da bu. Kendim sahip olmadan yani ödünç olarak aldığım bir kitabı okuyamama gibi bir takıntım var. Mutlaka satın almalı, okumalı, bitince de düzgünce kitaplığıma yerleştirmeliyim. Bu sebeple kütüphaneler benim için bir kaynak değil. Başkasının kitabı oldukça ondan keyif alamıyorum. Okuyup yazarken veya oyun oynarken genellikle insanlığın elinin değmediği ya da en azından fazlaca iz bırakmadığı yerlerde ve zamanlarda geçen hikâyeleri tercih ediyorum. Modern zamanların fantastik kurguları çok fazla ilgimi çekmiyor. Bilim kurgu olsa bile en azından el değmemiş gezegenlere gidilmesi tercihim. Modern hayatın, hayal dünyama zarar verdiğini düşünüyorum. Bilim her şeyi didik didik ediyor. İnsanoğlu merak ediyor, araştırıyor ve öğreniyor. Evrene dair her türlü sırrı çözmeye çalışıyoruz. Böylece bize hayal kuracak bir şey kalmıyor. Bu yüzden her şeyin eskiden daha güzel olduğunu düşünüyorum. Şimdi biraz daha makro boyutta düşünelim… Fantastik kurgusal öğeler içeren ürünlere baktığımızda Türkiye’nin hayli kıraç ve çeşitten yoksun olduğu bir gerçek fakat -tam anlamıyla farkında olmasak daaslında Türk insanı olarak bizler dünya üzerinde fantazyayı en yoğun şekilde yaşayan ve bu olguyu kültürüne en fazla dâhil eden ırkız. Çünkü inançlarımız gereği kadere sarsılmaz bağlarla bağlıyız ve kaderimizde olağanüstü şeyler yaşamak varsa bunu yaşarız. Garipsemez, yadırgamayız. Mucizelere inanır, bunları birbirimize anlatırız. Hepimizin mutlaka bir ermiş, derviş, yatır, Hızır hikâyesi vardır. Bunları sorgulamaz, sadece inanırız. Zaten edebiyat tarihimizin fantastik öğeler yönünden bu denli zengin oluşu, bu durumun tezahürüdür diye düşünüyorum. Vaziyet böyleyken acaba neden son dönemde bu kadar realist, bu kadar materyalist olduk? Neden olağanüstü öğeler barındıran eserlerden bu kadar korkar olduk? Sanırım bu başlı başına bir araştırma konusu olabilir ve ben ancak tahminlerde bulunabilirim. İlk tahminim toplumsal olarak ihtiyaçlar piramidinde üst basamağa ulaşamamış olmamız… Hayal kurmak bizim için hala büyük bir lüks. Yaşamsal ihtiyaçları bırakıp hayallerle uğraşanlara çok da iyi gözle bakmıyoruz. Peki, eskiden, daha doğrusu çok eskiden yani Dede Korkut veya Keloğlan dillerde dolaşırken her şeyimiz tam mıydı? Öyle olmalı… Amerikan kültürü diye bir şey yoktu, insanlara başka kültürler yavaş yavaş fark ettirmeden dayatılmıyordu. İnsanlar elindekinden daha iyisine sahip olabileceğini bilmiyor, onunla yetiniyordu. Kısacası hayal kurmaya vakit kalıyordu. Hayal
84
bile edemiyorum; yaşlı başlı adamlar oturmuş, diğer yaşlı başlı adamlara masal anlatıyor. “Dedem Korkut öyle demiş,” diyor… Şimdi olsa ne düşünülür? Peki şimdi fantastik kurgu denince ilk akla gelen ülkeler? Birleşik Devletler’in bırakın fantastik olanını, realist bir kültürü bile yok (yapay olanını saymıyorum). Ya İngiltere? Düşününce bile buz gibi geliyor. Londra sokakları… Nasıl hayal kurabilirler ki? Ya Sherlock Holmes? Aldığı vakalardan birinin doğaüstü bir varlığa bağlandığı görülmüş iş mi? Asla! Zaten Sherlock gibi hakiki bir İngiliz bunu kabul edemez. Öyleyse nasıl başladılar hayal kurmaya? Sanırım bunun büyük bir ihtiyaç olduğunu fark etmekle işe başladılar. Bizim yapacağımız da bu olmalı Son dönemde çok daha iyi durumda olduğumuzu, fantastik edebiyatın saygınlığının gitgide yükseldiğini görerek mutlu oluyorum. Artık FE aklı bir karış havadaların harcı değil. Şükürler olsun… Ayfer KAFKAS
85
Özel Dosya
Özel Dosya
Hep Başka Diyarların Çocuğu Size bir hikâye anlatacağım. Kusursuz bir başarısızlık ya da şövalyece bir saflık… ya da daha iyisi bir tercihler trajedisi diyelim… İnsanın annesi mitolojiyi çok sever ve daha ilkokula başlamadan oturup ona Gılgamış Destanı’nı okursa sonradan kalkıp “Mühendis ol evladım,” diyemez. İşte bunun hikayesi… Her şey bir yana da Gılgamış neydi yahu… Tüm delikanlıların bileğini büken, çevrede kızoğlankız koymayan Uruk kralı. Tabiattan gelen ikiz kardeşi Enkidu sayesinde sakinleşip kendisini Gökyüzü Boğası’nı ve Humbaba’yı öldürmek gibi daha yararlı işlere verdikten sonra ölümsüzlüğü arayan bir kahraman. Bulur da ama tıpkı Lokman gibi, Orpheus gibi kıl payı kaçırır… Sümer’in ve belki de yeryüzünün ilk kahramanıdır. Benim de ilk kahramanım o oldu. Onunla birlikte Eski Sümer’de yaşadım bir süre… Yıllar sonra Eskiçağ Tarihi’nde doktora yapana kadar da o diyarla hesabımı göremedim. Böyle hasar alan genç bir dimağda bu kuvvetli imgelerin ve karakterlerin işleyerek oyduğu yerleri doldurmak için bundan sonra bol bol merhem gerekir. Neyse ki 80’lerde televizyonda He-man’den Robotek’e, Atlantis’ten Gelen Adam’dan Voltron’a kadar hayal gücünü ve kendine bir dünya arayışını coşturan bol bol malzeme vardı. Sonra çizgi romanlar… Envai çeşit Amerikan çizgi romanı, en çok da Barbar Conan. Conan çok önemli ama önce nedense hep aklıma gelen Pardayanlar’dan söz edeyim biraz. Bilirsiniz Emre Kongar bizim babalarımızın neslinden bir adamdır ve benim ilk kez 90’ların sonunda elime aldığım yeniden basılan Pardayanlar cildinin önsözünde “Biz kahramanlığı, kadınlara nasıl davranılacağını ve centilmenliği Şövalye Pardaillan’dan öğrendik,” diyordu. Demek o nesil tıpkı benim zihnimde Gılgamış’ın bıraktığı boşluğu dolduruşum gibi kendi düşler alemindeki boşluğu Zevaco’yla -biraz da Dumas’yladoldurmuştu. Belki siyah beyaz Eroll Flyyn’lar, biraz da kişinin geldiği kültüre göre pehlivan tefrikaları… Bizim nesilse Emre Kongar’ın Pardaillan’ı koyduğu yere Conan’ı koydu desek çok hata etmiş olmayız. En azından çizgi romanı, bilim-kurgu’yu, fantastiği çok sevenler… Conan… İlkel Çağların Yenilmez Savaşçısı… Çok kıyak bir slogan… İçinde yaşadığı dünyadan düşmanlarına, çizgi roman karelerinin minik metin kutularındaki barbarca hoyrat ama bilgece felsefi tiratların epik diline kadar bizi alıp başka bir diyara götürürdü. Barry Windsor-Smith ve Roy Thomas’ın Conan’ıyla da Stan Lee, John Buscema ve Jack Kirby’nin kozmik-bilimkurgusal Thor’uyla da çok erken yaşlarda tanıştım ben. Tam da babamın fasikül fasikül toplayıp eve tam bir AnaBritannica aldığı senelere denk geliyor. Evde bir Edith Hamilton’un Yunan Mitolojisi kitabı da olunca, hayal gücü çoktan gıdıklanmış bir delikanlının mitolojinin en karanlık dehlizlerine kadar erken yaşta inmesine, Azra Erhat’ın o güzel dilinden İlyada ve Odesseia’sını su gibi içmesine hiçbir şey engel olamıyor. (Yıllar sonra o dilin izini Dede Korkud’da ve Yaşar Kemal’de sürdüm). Hele bir de Kadıköy’de oturuyorsanız, envai çeşit sahaf elinizin altındaysa Maarif Vekaleti’nin çevirdiğine bugün bile şaşırdığım Sir Gawain ile Yeşil Şövalye ve hatta Tristram ve Isolde’sine ulaşmak işten bile olmuyor. Sonra tabii Şehname’ler Kalevela’ları izleyip gidiyor… Henüz liseye bile başlamadan bünyeye bu kadar fantastik zehri aldıktan sonra genç bir delikanlıyı artık başka bir yöne çevirmek pek mümkün olmaz. Artık çizgi romanlardan ve destanlardan aldığı ilhamlarla
86
öyküler yazmaya, amatör okul dergilerinde ya da elden dağıtılan fanzinlerde yayınlamaya başlar. Hele bir de eli fırça tutan arkadaşları varsa… İlk kez yazdığı bir öykünün yazıdan görselliği olan bir evrene, renklere ve imgelere kalktığını gördükten sonra iflah olur da kendi dünyasıyla barışabilir mi? Ansiklopedilerde ve dergilerde gördüğü kitap künyelerini sahaflarda araya araya, internetin fikrinin bile olmadığı bir dönemde iğneyle kuyu kazarcasına kendi dilindeki fantastik/mitolojik ve destan külliyatını çıkarırken kendini günümüzün post-modern romanlarında kayıp kitapları arayan bir Eco ya da Maalouf karakteri gibi hissettikten sonra bir daha geri dönüşü olur mu bu işin? Ama işte üniversiteye girerken memleketin ekonomisi -gerçi her zaman öyle ya- inişli çıkışlı, zerrece güven telkin etmeyen ve krizlere gebe olursa… delikanlı da anlar ki hayattaki tüm zorlukları Conan’ın yaptığı gibi kuyunun dibindeki asırlık canavarı kılıcıyla keserek çözemeyecektir. Conan derdi ki, “Kanıyorsa et ve kandandır ve et ve kandansa öldürülebilir de”. Şu ana kadar anlattığım delikanlıdan çok tanıyorum… biri de benim. Belki sonraları mühendis olarak kalmadım, yazdıklarım yayınlandı ve bir şekilde sevdiğim şeyleri yapabilme lüksüm oldu ama kendimi tam olarak bir yere de ait hissedemedim hiç. Mühendisler arasında hep bir sözelciydim, yayıncılıkla uğraşırken hep mühendis, tarihte yüksek lisans yaparken hep sayısalcı, bir iş yerinde çalışırken o iş yerinin hatta metalcisi… Fantastiği sevmek biraz böyle bir şey galiba. Şimdi yeni neslin Harry Potter’ı var; bu dünyaya ait olmayışı herhalde onu bu kadar sevdiren. En çok sevilen kahramanlar hep biraz yabancıdır ya… Gümüş Kayakçı gibi, Drizzt Do’Urden, Elric gibi. Eh Conan da kuzeyin buzlu diyarlarından gelip güneyin parlak medeni şehirlerinde macera arayan bir barbardır. Kriptonlu Süpermen’den büyük insanların dünyasında yükselmek zorunda kalan Hobbitlere kadar, yabancı olmayan kahraman pek azdır herhalde. Ama zaten biz de onları, hem o kahramanları hem de o hikâyeleri bu yüzden severiz. Çünkü her insan ayrı bir dünyadır ve her karşılaşma aslında yeni bir dünyayla tanışmadır. Nasıl ki edebiyat bize başkalarının yaşamlarıyla iletişim kurabilmeyi öğreten bir sanatsa fantastik de kendi dünyamızdan sıyrılabileceğimizi, çünkü zaten aslında hiçbirimizin kendi dünyasında ve gerçekliğinde mahkum olmadığını anlatıyor. Hem hiçbir dayatmaya mecbur olmayıp aslında tercihlerimizde özgür olduğumuzu hem de “öteki dünyalar”ı anlamanın ve hatta tıpkı siyah beyaz bilim-kurgu filmlerindeki kaşifler gibi, tıpkı Baytekin diye çevrilen Flash Gordon gibi oralara yolculuk edebilmenin mümkün olduğunu bilelim diye vardır fantastik. Yiğit Değer BENGİ
87
Pin-up
88