Nisan 2011
Say覺 43
İÇİNDEKİLER 04-07 Çizgi roman inceleme-
Hulk 08-15 Edebiyat ve Sinema Edebiyattan Sinemaya Uyarlamalar-3 16 -17 Çizgi roman - Arınma 18 -21 Öykü- Vivaldi İş Başında 22-27 Çizgi roman - Kanun Namına
43.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Ahmet Hamdi YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Rıdvan ŞORAY, Utku TÖNEL, Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Yunus KOCATEPE Pinup: Nadir KUTLUHAN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
28-31 Sinema- Pederin Abdest Suyu 32-34 Öykü- Son Defa 35-37 Editör'ün Kaleminden Tanrıların Gücü Adına 38-41 Sinema-Geçmişten Günümüze 42-50 Çizgi roman- 4. Cinayet 51-63 Sinema-!f Ankara'da 5 Gün 64-67 Öykü- Kaçak 68-70 Sinema- Sf Episode One-Samurai Fiction (1998) 71-76 Öykü- Bilinçsizliğin Derinliklerinden Düşünce Kırıntıları 77-78 Sinema- 21 Gram 79-83 Öykü- Tebdilcinler
Merhaba... En nihayetinde insanı karamsarlığa sürükleyen kapalı, kasvetli ve erken kararan kış ayı havalarından kurtulduk. Ülkemizin birçok yerinde ağır kış şartlarından dolayı, Mart ayı yine kapıdan baktırıp, kazma kürek yaktırdı, hayata daha romantik bakabilenler ise, dillerinde “Karlar düşer, düşer düşer ağlarım” şarkısı ile teselli buldu. Nisan ayının bu ilk günlerinde, birçok kişinin diline dolanacak şarkı ise, “Damarlarımda yine aşk var Gözlerim yine bir manalı Başladı güneşli yağmurlar Islandı umudumun saçları Kırılan dallar gibiyim, Ben her bahar dirilirim” Aysel GÜREL’in sözlerini yazdığı bu şarkı olacaktır eminim… Bu 1 Nisan şakası değil, gerçektir. Yine söz verdiğimiz gibi Gölge e-Dergi her ayın bir’inde masa üzerinizde; ilk okuyan siz olun…
İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ
3
Çizgiroman İnceleme
Öfkeli mi, uysal mı? Dişi mi, erkek mi? Yoksa Hulk yerine size bir Dr. Bruce Banner mı versek? Yanında da ölü mü yoksa diri mi olduğuna bir türlü karar verilemeyen karısı Betty Ross Banner nasıl gider? Betty’nin, Hulk’ı alt etmeye yemin etmiş babası General Thunderbolt Ross’a ne demeli peki? Marvel Comics’in en üretken ikilisi Stan Lee ve Jack Kirby tarafından 1962 yılında yaratılan Hulk karakteri neredeyse 50 yıldır kızmaya devam ediyor. Rengi değişiyor, aklı gidip geliyor, inzivaya çekiliyor, sinirleniyor, yumuşuyor insan içine çıkıyor... Bazı okuyucular onu akıllıyken seviyor, bazıları ise “Hulk ezecek!” diye bağırmayan Hulk’a Hulk demiyor. Dönem dönem de olsa bu kadar çok değişikliğe uğrayan bu karakterin detaylı bir hikâyesini anlatmaya zaten sayfalar yetmeyecektir. Bu yüzden bu yazıyı Hulk Gezegeni, Hulk Dünya Savaşı ve savaş sonrası olarak üç kısımda toparlamanın daha uygun olacağını düşünüyorum. Ayrıca macerayı okumamışsanız ve ileride okurum diye düşünüyorsanız lütfen yazımın bundan sonraki bölümünü daha sonra okuyunuz çünkü kısa da olsa bütün olaylara değineceğim için okuma zevkinizin benim yüzünden kaçmasını istemem.
4
Çizgiroman İnceleme
Hulk Gezegeni’ne Giriş-Prelude to Planet Hulk (Incredible Hulk #88-91, Ocak-Mart 2006) Hulk’ın yaptıklarından duyduğu pişmanlık yüzünden kendisini insanlıktan soyutlamaya ve insanlığı da Hulk’tan kurtarmaya karar veren Bruce Banner Alaska’nın kuzeyindeki ücra bir kulübeye çekilir ve balıkçılık yapmaya başlar. Tek görüştüğü kişi ayda bir kere kulübeye uğrayan ve Banner’a erzak getiren Mark ismindeki bir adamdır. Bir gece Mark’ın ısrarlarına dayanamayan Banner adamla birlikte bir bara gider. İçerideki kadınlardan birinin korumalar tarafından tartaklandığını gören Banner sinirlenip Hulk’a dönüşür, ortalığı karıştırır ve bu sırada da korumalardan biri atılan bir kurşun sonucu ölür. Kadını güvenceye alan Hulk, Bruce Banner olarak kulübesine döner ve bu esnada elinde ki bir aletten S.H.I.E.L.D. yöneticisi Nick Fury’nin bir hologramını yansıtan Mark gelir. Fury, Hulk’la konuşması gerektiğini söylemektedir. Bundan sonraki olayları kısaca özetlersek: Nick Fury Banner’a, 1960’larda HYDRA adlı terörist organizasyon tarafından uzaya gönderilen bir uydunun dünya için nükleer bir tehlike oluşturduğunu ve bu uyduyu etkisiz hale getirebilecek tek varlığın da Hulk olduğunu söyler. Uyduyu “ezdikten” sonra bir S.H.I.E.L.D. uzay aracıyla dünyaya geri getirileceği bilgisiyle birlikte uzaya fırlatılan Hulk, etkisiz hale getirmeye gittiği uydunun üzerindeki S.H.I.E.L.D. logosu görür. Bu uydu aslında çok önceleri S.H.I.E.L.D. tarafından üretilen, düşünebilen ve kendini geliştirip her duruma adapte edebilen akıllı bir robottur. Robotu ortadan kaldıran Hulk büyük bir öfke içinde onu dünyaya götürecek uzay aracına biner. Fakat işler umduğu gibi gitmez ve araç dünyadan farklı bir yöne doğru yol almaya başlar. Hedef bellidir: Hulk Gezegeni! Burada maceranın akışını bölerek Marvel Evreni’nde son yıllarda gelişen olayları anlamak için kesinlikle okunması gereken bir sayıdan bahsetmek doğru olur. İç savaş öncesinde, Brian Michael Bendis tarafından yazılıp Alex Maleev tarafından çizilen, Mayıs 2006’da yayımlanan ve içinde New Avengers’ın kurulması aşamasıyla ilgili birçok önemli diyalogun da geçtiği New Avengers: Illuminati özel sayısında (ki bu sayıyı okumak gerçekten insana sıkıntı verir. Hiçbir hareket yoktur, sadece konuşmalar vardır. Şahsım adına çizimlerinin de pek hoş olduğunu söyleyemeyeceğim. Fakat bu sayı macera akışı için gerçekten olmazsa olmazlardan biridir) Namor, Iron Man, Prof. X, Dr. Strange, Black Bolt ve Reed Richards yeni kurmayı planladıkları bir kahramanlar grubu hakkında konuşurken aynı zamanda Hulk sorununu masaya yatırırlar. Prof. X’in toplantıda olmadığı bir anda yapılan oylamada The Thing’le olan son karşılaşmasında Las Vegas’ı yerle bir eden Hulk’ın çok büyük bir tehlike olduğuna ve artık dünyadan uzaklaştırılması gerektiğine
5
Çizgiroman İnceleme
karar verilir. Bu karara sadece Namor karşı çıkar ve “Banner, onu gönderdiğiniz yerden geri gelecek ve haklı bir şekilde hepinizi öldürecek!” diyerek toplantıyı terk eder. Aslına bakarsanız Alaska’dayken Bruce Banner’a yansıtılan Nick Fury hologramının da gerçek olmadığını buradan anlayabiliriz çünkü bu olaylar olurken Nick Fury ortalarda bulunmamaktadır. Fakat bundan haberi olmayan Banner gerçekten Fury’yle konuştuğunu sanmıştır. Hulk Gezegeni-Planet Hulk (Incredible Hulk #92-105, Nisan 2006-Temmuz 2007) İlk bakışta çok sıradan bir gladyatörlük destanı gibi görünen bu hikâye benim şimdiye kadar okuduğum en güzel Hulk macerasıdır. Yaratılan dünya gerçekten çok detaylı işlenmiştir. Gladyatörün olduğu yerde imparator ve aşk eksik olmaz yaklaşımıyla Hulk, düştüğü gezegende Kızıl Kral’a karşı özgürlük mücadelesi verip, Kral’ın Gölgesi Caiera’yla aşk yaşar. Bir sürü farklı ırktan yandaşlarla arenalarda dövüşür, Savaş Kardeşliği kurar. Dünyada zarar görmez bir varlık olan Yeşil Dev gittiği bu yeni gezegende zarar görebilmektedir. Yaralanır, uyutulur, acı çeker... Bunların hiçbiri yetmezmiş gibi hayatını Galactus’a besin aramaya adamış sürekli mutsuz ve düşünen parlak kahramanımız Silver Surfer’la (Hulk Gezegeni’ndeki adıyla Silver Savage) kapışmak zorunda kalır. Bu kapışma tabii ki dillere destandır. O karelerle ilgili yapılmış posterlere, büstlere ve dioramalara internetten rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Bütün bu yaşananların son noktası mutluluk olacak gibi gözükürken sefil insanlar yine devreye girerler ve Hulk’ı o gezegene yollayan uzay gemisi kendini imha eder. Bunu yaparken de yanında Hulk’ın müstakbel eşi Caiera’yı sonsuzluğa kavuşturur. Fakat o sıralar kimsenin bilmediği ve okuyucunun da çok sonra öğreneceği bir şey vardır: Caiera Hulk’tan hamiledir! World War Hulk-Hulk Dünya Savaşı (WWH #1-5, Ağustos 2007-Ocak 2008) Hulk Gezegeni’nin son sayfası gerçekten görmeye değer bir karedir. İnsanlara sinirlenen Hulk, bindiği uzay aracının üstünde, elinde kılıcıyla dünyaya doğru “yaldır yaldır” yol almaya başlar. Burada altını çizmek istediğim kelime “üstünde”dir. Hulk uzay aracının içinde değildir. Üzerine basmıştır ve dünyaya öyle gelmektedir. Bu kareden sonra insan ırkının korkmaktan başka çaresi de kalmaz kanımca. İç Savaş’ın yaşandığı sıralarda Hulk’ın hiçbir tarafta görünmemesinin sebebi Hulk’ın diğer gezegende olmasıdır. Döndüğünde ise İç Savaş bitmiştir ve dünya, maceranın adından da anlaşılacağı üzere geri gelmekte olan Hulk’ı beklemektedir. 2011 Yılı içinde Gerekli Şeyler etiketiyle raflara çıkacak olan bu maceranın detaylarını buradan vermek istemiyorum. Fakat Hulk Gezegeni’nden sonra kesinlikle okunması
6
Çizgiroman İnceleme
gereken bir cilt olsa da bekleneni vermediğini de belirtmek isterim. Ama belki de Hulk Gezegeni o kadar başarılı ve sürükleyici bir hikâye olduğu için Hulk Dünya Savaşı diğerinin yanında sönük kalmıştır. World War Hulk-Hulk Dünya Savaşı sonrası
Hulk Dünya Savaşı sonrasından Marvel’daki Hulk evreni gerçekten karman çorman olur. Ortaya bir kırmızı Hulk çıkar, yeşil Hulk zaten vardır, dişi yeşil Hulk’un yanına dişi kırmızı Hulk gelir. Kim kimin kuzenidir, kim hangi gezegenden gelmiştir, kim iyidir, kim kötüdür artık birbirine girer. Düzenli yayımlanmakta olan Incredible Hulk serisinin 113. sayısında bir isim değişikliği olur. Serinin adı artık Incredible Hercules’tir ve Herkül’ün maceralarını konu almaktadır. Hulk için 1. sayıdan başlayan yeni bir seri çıkarılır. Bu sırada annesinin ölümünden babası Hulk’ı sorumlu tutan ve Hulk’ın Caiera’dan olan oğlu Skaar dünyaya iner. Amacı tabii ki babasını öldürmektir. Bruce Banner bundan çok mutlu olur ama oğlunun yeteri kadar güçlü olmadığını düşündüğü için onu eğitmeye başları. Böylece Skaar Hulk’la karşılaştığında başına bir şey gelmeyecek ve Yeşil Dev güzelce ölebilecektir. Ortada bir sürü Hulk ve türevi kişilik varken bir de World War Hulks çıkar. Bütün herkes birbirine girer... Doğrusunu söylemek gerekirse World War Hulks ile ben Hulk okumayı bıraktım. Marvel nasıl bir ticari kaygıya girdi gerçekten bilemiyorum ama bu kadar farklı kollardan yürüyen Hulk evreni beni bir anda kendisinden soğutmayı başarabildi. Sanırım kendileri de evreni toparlayamadılar ve o kadar çok açıldılar ki ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Bu durum ne zaman nereye bağlanır, eski tadında olur mu, gerçekten bilemiyorum fakat neler olacağını dört gözle beklemekteyim. İlke KESKIN ilkeskin@yahoo.com
7
Edebiyat ve Sinema
Edebiyattan Sinemaya Uyarlamalar-3
Audrey Hepburn’ün Anısına Saygılarımla... Bazı edebi eserler vardır, yazarına bir anda şöhret kazandırır, dikkatlerin yazar üzerinde toplanmasını sağlar. Bazı edebi eserler vardır, kendisinden iyi bir sinema uyarlaması yapılır ve hatta uyarlama filmi bu edebi eserin de önüne geçer. Bu ay, bu iki özeliği birden taşıyan, yani hem iyi bir edebi eser; hem de çok daha iyi bir uyarlaması olan bir eseri inceleyeceğiz. Bu eser: Breakfast At Tiffany’s yani “Tiffany’de Kahvaltı”. Romandan Sinemaya: TİFFANY’DE KAHVALTI Sıra Dışı Bir Yazar ve Sıra Dışı Kahramanı: “Tiffany’de Kahvaltı” Romanı Tiffany’de Kahvaltı romanı, yazar Truman Capote tarafından yazılmış ve 1958 yılında yayınlanmıştır. Yazarın kendi hayatından otobiyografik bazı izler de taşıyan bu “novella”, yani kısa roman yazıldığı dönemde oldukça ses getirmiş ve yazarın geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlamıştır. Yazar Truman Capote, bu eserini yazmadan önce sınırlı bir kitle tarafından tanınan bir yazardı. Küçük yaşta annesi tarafından terk edilerek teyzeleri tarafından büyütülen yazar, 17 yaşında The New Yorker’da çalışmaya başlar. 24 yaşında ise “Başka Sesler Başka Odalar” isimli kitabı yayınlanır. Eğlenmeyi oldukça seven yazar, partilerin ve kulüplerin yıllar içinde adeta kadrolu ismi olmuştur. Zaten Tiffany’de Kahvaltı’da söz edilen partiler de, onun bu tecrübelerinden yansıyarak yazılmıştır. Yazarın farklı cinsel tercihi ve yaşadıklarıyla bunu gizlememesi zaman zaman küçük çaplı skandallara neden olur. Zamanla Amerikan sosyetesi içinde kendine yer bulur. Yazar, daha çok kısa öyküler, oyunlar, kısa roman ve kurgu olmayan roman ile ünlenmiştir. Yazarın 20’ye yakın eseri, film, TV dizisi, tiyatro oyunu Yazar Truman Capote (1924-1984) uyarlaması olmuştur. Son romanı olan “Soğukkanlılıkla” (In Cold Blood), gerçek bir toplu katliam olayını araştırırken yazılmış ve çok beğenilmiş gerçeklere dayalı “kurgu olmayan roman”dır. Bu eseri yazmak için yaklaşık altı yıl eser üzerinde çalışmıştır. Hayatının ilerleyen dönemlerinde alkol ve uyuşturucuyu daha çok kullanır olmuş ve 59 yaşında alkole bağlı karaciğer kanserinden ölmüştür. Romanda Holly Golightly isimli genç, güzel ve çekici bir parti kızının etrafında geçen olaylar anlatılır. Ayrıca esas ismi belirtilmeyen fakat Holly tarafından – kendi kardeşinin ismi olan – “Fred” ismiyle çağrılan bir yazar adayı ile olan birlikteliği de anlatılır. Romandaki Holly karakteri, çılgın, deli dolu, fakat bir o kadar da hüzünlü ve gizemli 19 yaşında genç bir kızdır. Sabahlara kadar süren partilere ücreti karşılığında katılan Holly, sabah olunca New York 5nci Cadde’deki Tiffany isimli mağazaya gider ve buradaki pahalı mücevher
8
Edebiyat ve Sinema
ve takılara hayranlıkla bakarak kahve-çörekle kahvaltısını yapar. Romanın ismi de bu duruma gönderme yapmak için bu şekilde konmuştur. Holly’ye göre Tiffany, dünyadaki kötü şeylerin burada barınamayacağı üstelik en güzel yerlerden biridir. Olaylara bazen oldukça “saf” şekilde bakan Holly, biraz da çocuk kalmış bir kadındır. Kaldığı apartmana taşınan bir yazar adayı ile birlikte dramatik-romantik gelişmeler olur ve bu arada Holly’nin çılgın, deli dolu halinin altında pek gözükmeyen kırılgan, gizemli yanları ortaya çıkar. Geçmiş yıllarda Bilgi Yayınevi tarafından basılmış olan roman, en son olarak 2006 yılında Sel Yayıncılık tarafından ülkemizde yayınlanmıştır. KİTAPTAN BAZI BÖLÜMLER: “Holly’nin bir kedisi, bir de gitarı vardı. Güneşin parlak olduğu günlerde saçını yıkar, sarman kedisiyle birlikte yangın merdivenine oturur saçlarını kuruturken baş parmağıyla gitarının tellerine dokunurdu. Müziği her duyuşumda sessizce penceremin kenarına gider dururdum. Ergenlik çağındaki bir oğlan çocuğunun kesik, boğuk tenli sesiyle şarkı söylerdi... Onu en çok mutlu kılan da bu olmalıydı ki saçı kuruduktan, güneş battıktan, karanlıkta pencerelerde ışıklar göründükten sonra bile bu şarkıyı söylemeyi sürdürürdü.”
Tiffany'de Kahvaltısını Yapıyor.
Filmde Holly Golightly Şarkı Söylüyor.
“Bir sinema yıldızı olmak, aynı zamanda kocaman ve şişman bir benliğe sahip olmak demektir derler. Gerçekte ise hiçbir benliğe sahip olmamak gerekir. Zengin ve ünlü bir kişi olmak istemem demek istemiyorum. Bu benim planlarımda var ve günün birinde buna erişeceğimi umuyorum. Fakat, böyle olsa bile, benliğimin peşim sıra gelmesini isterdim. Güzel bir sabah uyanıp da Tiffany’de kahvaltı ettiğim zaman bile yine kendim olmak isterim.” (Tiffany’de Kahvaltı-Sel Yayıncılık) Romantik Bir Film Uyarlaması: “Tiffany’de Kahvaltı” Filmi Romanın yazılıp popüler olmasından üç yıl sonra, 1961’de Tiffany’de Kahvaltı filmi, yönetmen Blake Edwards tarafından siyah beyaz olarak filme çekilmiştir. Daha sonra film, özel olarak renklendirilmiştir. Ülkemizde de film, 1963 yılında gösterime “Çılgınlar Kraliçesi” ismiyle girer. Film, romana çoğunlukla sadık kalmıştır denebilir. Yalnız o dönemlerde bir parça sakıncalı olan ve hatta bazı halk kütüphanelerine konması yasaklanan romanın özellikle cinselliğe dokunan bazı bölümleri, filme aktarılmamış veya yumuşatılarak
9
Edebiyat ve Sinema
uyarlanmıştır. Filmin geneli ve finali de romandaki gibi değil, genel beklentiye uygun ve daha romantik biçimdedir. Bunların dışında film, büyük oranda romana sadık kalır. Film, oynadığı zaman oldukça iyi bir gelir elde etmiştir.
Filmin Afişi Mel Ferrer, eşi Audrey Hepburn, yazar Capote George Peppard - Audrey Hepburn
Konusu 1940’larda geçen filmde Audrey Hepburn’e amatör bir yazar rolündeki aktör George Peppard eşlik eder. Romandan farklı olarak, romanda isimsiz olan bu karakterin filmde ismi vardır: Paul “Fred” Varjak. Bu aktör, ülkemizde daha çok “A Takımı” isimli macera dizisinde ekip lideri olan John Hannibal Smith karakteri ile hatırlanabilir. Filmde ayrıca Holly’nin komşusu “dişlek” Japon fotoğrafçı Mickey Rooney’nin (Mr. Yunioshi) çok sevimli rolü vardır. Esasen filmin hazırlık aşamasında Holly karakteri için önce Marilyn Monroe ve Paul Varjak karakteri için de Steve Mcqueen düşünülmüştü. Sonra bu planlar değişti. Film, genel olarak sinemaseverler tarafından olumlu eleştiriler ve iyi sayılabilecek bir puan almıştır (IMDB Ortalama:7.8). Özellikle filmde kullanılan Johnny Mercer-Henry Mancini tarafından yazılıp bestelenen “Moon River” şarkısı çok ünlüdür. Bu parça, Oscar ödülü kazanan ve Audrey Hepburn tarafından söylenen yumuşak ve tatlı bir melodiye sahiptir. Şarkı söyleme konusunda bir yeteneği ve tecrübesi olmayan Audrey Hepburn için basit cümlelerden kurulu basit bir melodi kullanılarak çekimler tamamlanmıştır. Sonra stüdyodaki bir yetkilinin isteği üzerine kulağa çok saçma geliyor denilerek Holly’nin balkonda gitarıyla şarkı söyleme bölümü çıkarılmak istenmiştir. Buna karşı çıkan ve direnen Audrey Hepburn’ün filme müzik alanında iki Oscar ödülü kazandırmış olması ilginçtir. Aynı müzik, Grammy ödülü de alır. Film uyarlamasından sonra 1966’da Boston’da Tiffany’de Kahvaltı’nın bir müzikal uyarlaması yapılır ve sahnelenir. 1969’da ABC Televizyonu tarafından “pilot” bir sitcom dizi çekimi yapılır fakat bu ilk bölümün arkası gelmez. 2009’da Londra’da Royal Haymarket Tiyatrosu’nda bir sahne uyarlaması yapılıp sahnelenir. Bu tiyatro uyarlamasında ise radikal bir yeniliğe gidilir. Holly Golightly’yi canlandıran Anna Friel bazı sahneleri tamamen çıplak olarak tiyatroda oynar. Filmin yeniden çevrimi de geçtiğimiz yıllarda gündeme gelir. Lindsay Lohan’dan Jennifer Love Hewitt’e kadar “Holly” adayları da tartışılır. Sanırım birçok kişi de farkındadır ki, yeniden çevriminin orijinal çevriminin yanına bile yaklaşamayacağı aşikârdır. Bir Stil İkonu: Audrey Hepburn (1929-1993) Filmde, sinema kariyerinin zirvesine ulaşan Audrey Hepburn, İngiliz banker bir babanın ve Felemenk
10
Edebiyat ve Sinema
bir baronesin kızı olarak Belçika’da doğmuştur. İlk gençlik çağlarında bale ile uğraşmış ve modellik de yapmıştır. Daha sonra film yapımcılarının dikkatini çeken masum yüzlü bu sempatik güzel, ardı ardına filmlerde rol almaya başlamıştır. Roma Tatili filminde bir gazeteci (Gregory Peck) ile aşk yaşayan Prenses Ann rolüyle Oscar ödülünü almıştır. Zarif fiziğinin de yardımıyla daha çok duygusal ve romantik aşk filmlerinde boy göstermiştir. Aday gösterilip ödül alamadığı birçok filmi arasında Tiffany’de Kahvaltı filmi de vardır. Özelikle bu filmle birlikte bir moda ve stil ikonu haline gelmiş ve kendine has ve örnek alınan bir giyim tarzı oluşturmuştur. Filmdeki siyah elbisesi, kolyesi ve eldivenleri ile halen bu stil unutulmamış, tarzı ölümsüzleşmiştir. Romandaki oldukça genç bir kızı canlandıran Audrey Hepburn, film çekimi sırasında 32 yaşındadır. Fakat bu durum göze batmadığı gibi tam tersine onun varlığı filme olağanüstü güzel bir boyut ve hava katmıştır.
Sanatçı, aktör-yapımcı ve yönetmen olan Mel Ferrer ile 14 yıl, İtalyan psikiyatrist Andrea Dotti ile 13 yıl evli kalmıştır. İlk evliliğinde, kocasının aşırı baskıcı ve kıskanç davranışlarından; ikincisinde ise kocasının kendisini defalarca aldatmasından dolayı boşanmıştır. Her iki eşinden birer çocuğu olmuştur. Sanatçı, Oscar, Emmy, Grammy ve Tony ödüllerini kendisinde toplayan nadir sayıdaki isimlerdendir. Bunların yanı sıra birçok başka ödülü ve sayısız ödüle adaylığı da vardır. Ayrıca “En İyi Giyinen Uluslararası Ünlü İsimler Listesi”ne girmiştir. 64 yaşında bağırsak kanserinden vefat eden sanatçı, ömrünün son yıllarında kendisini insani yardım çalışmalarına adamış ve bu maksatla UNICEF ile birlikte başta Afrika ülkelerinde olmak üzere dünyada yardım çalışmalarında aktif rol almıştır. Sanatçının 1988 yılında Türkiye’ye gelip 23 Nisan Özel Kutlama Programına dünya çocukları ile birlikte katılışı da bu kapsamdadır. Adeta “kamera için yaratılmış” olan bu zarafet sembolü sanatçı, güzel olup her anlamda güzel yaşlanabilmiş ve ismini insani yardım faaliyetleriyle de ölümsüzleştirmiş nadir sanatçılardandır.
11
Edebiyat ve Sinema
Sanatçı, kendisinin güzelliğinin sırları ile ilgili olarak sorulan soruya verdiği cevap oldukça anlamlıdır: Çekici dudaklara sahip olmak istiyorsanız, dudağınızda hep tatlı sözler olsun. Güzel gözleriniz olsun istiyorsanız, insanlardaki güzellikleri arayıp bulun. İnce bir fiziğe sahip olmak istiyorsanız, yemeğinizi yoksul ve açlarla paylaşın. Harika saçlara sahip olmak istiyorsanız, bir çocuğun günde en az bir kere saçınızı okşamasına izin verin. Dengeli bir duruş sergilemek için, yanınıza sizi asla yalnız bırakmayacak olan bilgeliği alarak yürüyün. İnsanlar, diğer varlıklardan daha fazla yenilenmek, canlanmak, iyileşmek ve bağışlamak zorundadır. Bu nedenle, hiç kimseyi yabana atmayın. Unutmayın, yardım edecek bir ele ihtiyacınız olduğunda, bunları her bir kolunuzun bittiği yerde bulacaksınız. Büyüdükçe iki elinizin olduğunu, bunlardan birinin kendiniz için, diğerinin ise başkalarına yardım etmek için var olduğunu keşfedeceksiniz.
12
Edebiyat ve Sinema
Bir kadının güzelliği, ne giydiği kıyafetleri, ne sahip olduğu bedeni, ne de saçını tarama şeklidir. Bir kadının güzelliği gözlerinden okunur, çünkü gözler onun kalbine açılan kapılardır ve sevginin bulunduğu yerdir. Bir kadının güzelliği yüzünün şekli de değildir, fakat bir kadındaki gerçek güzellik, onun ruhundan yansır. Bu güzellik, göstermiş olduğu sevgi, taşıdığı tutku ile bütünlük ve anlam kazanır. Bu nedenle, bir kadının güzelliği, geçen yıllarla birlikte artar.
Audrey Hepburn Fiziğinde Çizgi Roman Kahramanı: Krimonolog Julia Kendall Ken Parker çizgi romanının yaratıcılarından ve senaryo yazarı Berardi, Julia Kendall isimli bir kriminolog (suç bilim uzmanı) yaratmış ve geçmiş yıllarda bu “Julia” isimli çizgi roman, uzun soluklu olmasa da bir süre ülkemizde yayınlanmıştır. Berardi, filmlerinden tanıdığı ve çocukluk aşkım dediği Audrey Hepburn’ü yüzü ve fiziğiyle bu güzel çizgi roman serisinde model kabul etmiş ve çizer grubunu buna yönlendirmiştir. A.Hepburn’ün çoğunlukla 1950’li yıllardaki yani 20’li yaşlardaki fiziği çizgi romanda kullanılır. Julia, otuzlu yaşlarda yalnız yaşayan bir suç bilim uzmanıdır. Bir asistan olmasına rağmen zekâsı, araştırma gücü ve cesareti ile polise suçu işleyen kişi ile ilgili ipuçları ve bilgi vererek katillerin yakalanmasını sağlar. Bunu yaparken kendi korkuları ile yüzleşir, parçalanmış hayatını halletmeye çalışır. Berardi’nin, senaryosunu yazabilmek için haftada beş gün olmak üzere her gün saatlerce çalıştığı, üniversitede özel kriminoloji derslerini takip ettiği bu farklı, kalburüstü çizgi roman İtalya’da 150’nci sayıya yaklaşmıştır. Julia çizgi romanı diğer fumettilerden farklı olarak daha fazla sayfalı, genelde 120 sayfalık maceralarla okuyucuya sunulur. Berardi’nin isteği olan bu seçim ile çizgi romanda insan psikolojisinin yansımaları olan yüz ifadeleri, hareketleri, tepkileri ayrıntılı olarak okuyucuya yansıtılır. Her bir bölümü dizi olabilecek kalitedeki bölümleri yazabilmek için Berardi, geçmişteki polisiye ve suç filmlerinden bazen esinlendiğini de söylemektedir. Bizde ise sevindirici bir gelişme olarak 1001 Roman Yayınevi, kendi internet sitesinden bildirdiğine göre bu çizgi romanı kaldığı yerden devam ettirecek, normal serinin yanı sıra ayrıca “JuliaAlmanak” serisini de çıkaracaktır. Julia-Almanak serisindeki maceralarda, normal albümlerden farklı olarak Julia’nın asistan değil, daha genç olduğu üniversite yıllarındaki maceraları işlenir. Julia fanatiklerini merakla bekleten bu gelişmeden umarız toplumumuzun diğer ilgili kesimleri hatta hukuk fakültesi-kriminoloji bölümü öğretmen ve öğrencileri başta olmak üzere bayan çizgi roman okurları ve kaliteli çizgi roman okumak isteyen herkes bu kez bu seriye hak ettiği ilgiyi gösterir.
13
Edebiyat ve Sinema
Son Söz ve Bazı Seçenekler: Tiffany’de Kahvaltı romanı, yazarı, filmi ve filmin yıldızı Audrey Hepburn ile ilgili olarak, size güzel vakit geçirebileceğiniz bazı seçenekler sunmak istiyorum: Truman Capote’un en başarılı ve en bilinen eserlerinden olan “Tiffany’de Kahvaltı” kitabını okuyabilirsiniz. Filme nazaran daha radikal ve biraz daha değişik olan eser, kısa bir roman veya uzun bir öykü uzunluğunda (124 sayfa). Okuduktan sonra zaten filmini de seyretmek isteyeceksiniz. “Tiffany’de Kahvaltı” filmini seyredebilirsiniz. Bu yıl, filmin 50nci yılını kutlama yılıdır. Çok fazla bir şey vaat etmeyen, hafif, ama hoş ve romantik bir filmin tadını çıkarmak için, bu film gayet iyi bir seçim olabilir. Üstelik Audrey Hepburn gibi zarafet timsali olan bir stil ikonunu seyretme şansınız olur. Truman Capote’un diğer en önemli eseri olan, üstelik yaşanmış gerçek suç olaylarından oluşan “Soğukkanlılıkla” (Sel Yayıncılık) kitabını alıp okuyabilirsiniz. Yazarın ülkemizde yayınlanmış başka kitapları da bulunmaktadır. “Tiffany’de Kahvaltı” kitabının sıra dışı yazarı Truman Capote’un “In Cold Blood” (Soğukkanlılıkla) romanını yazarken yaşadıklarını anlatan bol ödüllü “Capote” (2005) filmini seyredebilirsiniz. Biraz ağır tempolu olan film, yazarın hayatından gerçek bir kesit sunmaktadır. Audrey Hepburn’ün hayatı, filmleri ile ilgili en güzel fotoğrafların, kitaplardan taranmış bölümlerin
olduğu www.audreyhepburnlibrary.com sitesini ziyaret edebilirsiniz. Ya da sanatçı hakkında devasa bir arşiv ve link sayfası barındıran http://www.thegoldenyears.org/ahepburn.html sitesine göz atabilirsiniz.
14
Edebiyat ve Sinema
Filmin Akademi ödülü almış “Moon River” isimli romantik şarkısını Audrey Hepburn’ün sesinden internetten (Youtube vb.) dinleyebilir, hatta müzik çalarınızda kullanabilirsiniz. Audrey Hepburn’ün diğer bazı önemli filmlerini izleyebilirsiniz. Özellikle tavsiye edebileceğim, tatilde bulunan ve kimliğini gizleyen bir prensesi canlandırdığı ve tek Oscar ödülünü aldığı bence en güzel filmi olan Roma Tatili (Roman Holiday-1953) başta olmak üzere romantik komedi filmi Sabrina (1954), tehdit altındaki görme özürlü bir kadını canlandırdığı iyi bir gerilim filmi Wait Until Dark (Karanlığa Kadar Bekle) (1967), adeta yeniden yaratılan bir kadını anlatan My Fair Lady (1964) veya romantik gerilim komedisi Charade (1963) diğer uygun seçimler olabilir. Bu filmlerden bazılarını DVD olarak piyasada bulmak mümkündür. Ya da 6 DVD filmden oluşan ve sanatçının bir-iki önemli film eksiği ile tüm seçme filmlerinin yer aldığı “Audrey- Coutre Muse Collection DVD Seti”ni Türkçe Altyazılı olarak piyasada bulabilirsiniz. Bu set içinde Tiffany’de Kahvaltı, Roma Tatili, Sabrina, Savaş ve Barış, Funny Face (Şahane Macera) ve Paris When It Sizzles (Ağustos’ta Paris) filmleri mevcut. Audrey Hepburn’ün yüzü ve fiziğinin esas alındığı kaliteli İtalyan fumettisi “Julia” çizgi romanını okumaya başlayabilirsiniz. İster 1001 Roman Yayınevi’nden (2011 basımı olarak yakında çıkması planlanan) Julia albümünü ve “Julia-Almanak” çizgi romanını isterse Aksoy Yayıncılık ile Oğlak-Maceraperest Yayıncılık’tan çıkmış eski sayıları kitapçılarda ve sahaflarda bulabilirsiniz.
Caner KELER caner88caner@gmail.com
15
Çizgiroman
16
Çizgiroman
17
Öykü
Vivaldi İş Başında Daha düne kadar birbirimize sıkıca sarılıp yattığımız yatağımızda, şimdi yapayalnızdım. Yokluğunu kabullenemeyen uzuvlarım isyan içindeydiler. Yüreğim; sensizliğin acısını ritmini bozarak protesto ederken, her gece bacaklarının arasına alarak ısıttığın ayaklarım; umutsuca sıcaklığını arıyordu. Uykuya dalmadan önce yanaklarını sürüp yastık olarak kullandığın sağ elim ise; annesini kaybetmiş bir çocuğun çaresizliği içinde kıvranıp duruyordu. Bu arada beynim de boş durmuyor, karanlığa alışan gözlerimin önüne sürekli olarak kırgın yüzünün hayalini yansıtarak, acımı körükledikçe körüklüyordu. Zavallı kulaklarım ise, salonda ne yaptığını duyabilmek için yerçekimine meydan okuyorlardı. Tam kapanmamış kapının aralığından pervasızca içeri dalan dört mevsim ezgisi, eşimin uzun bir süre daha yanıma gelmeyeceğini söyler gibiydi. Bana her sinirlendiğinde içindeki öfkeyi dindirmek için dinlediği Vivaldi, yine iş başındaydı anlaşılan… Sadece, ama sadece senin sıcaklığına muhtaçken, aramıza elin adamını neden sokuyorsun? Şimdi koşarak koyunuma girsen ve sıkıca sarılsan, inan tüm sıkıntılarımdan kurtulurum. Hem yakasından düştüğün için bakarsın Vivaldi de rahatlar ve mezarında huzur içinde uyur. Biliyorum sana karşı suçluyum, ama yine de gel be yanıma güzelim. Suratımı asıp yatak odasına çekildiysem bu sana küstüğüm anlamına gelmez ki… Eve geldiğimde burnumdan soluyordum, tüm hırsımı da senden çıkardım, buraya kadar haklısın, ama inan bana kötü bir niyetim yoktu. Sorularına ters cevap verip bağırırken, amacım seni kırmaktan çok kendimle baş başa kalmaktı. Ama şimdi de çok fazla yalnız kaldım… Sıkıntıyla başımı çevirince tavanın karanlık bir noktasına takılan bakışlarım, özgürlüğüne kavuşmuş kuş gibi odanın bir tarafından öbür tarafına doğru hızla uçtuktan sonra, yarı aralık kapıdan içeri süzülen ışık huzmesine takıldı. “Hâlâ oturuyor. Düşünce gücüyle yanıma getiremeyeceğim anlaşılan,” diye içimden geçirdim ve yerimden doğrulup yatağın kenarına oturdum. Kalbini kırmıştım. Kendimi affettirmek için bir şeyler yapmalıydım. En iyisi kalkıp yanına gitmek. Görünmeden arkasına geçip ensesine ufak bir öpücük kondurabilirsem işi hemen tatlıya bağlarım. Bayılır bu hareketime. Okşanmak isteyen bir kedi gibi hemencecik bırakıverir kendini. Hiç vakit kaybetmeden ellerimi göğüslerine götürüp sıkıca sararım. Bu arada ürpermiş boynundaki dudaklarımda boş durmaz, ağır hareketlerle yukarıya doğru çıkar. Kulak memesine ulaştığımda, ufak bir mola verip boğuk bir sesle önce özür diler, sonra da sevgi dolu sözcükler fısıldarım. Özür dilemek mi? Neler saçmalıyorum böyle? Tamam, biraz bağırmış olabilirim, ama sonuç olarak o da bana çok şefkatli davranmadı. Zili çaldığımda güler yüzle kapıyı açsa ve “Hoş geldin canım,” diyerek sarılıverseydi, tüm bunların hiçbiri yaşanmazdı ki... Gerçi kapıyı anahtarımla ben açmıştım; ama yine de beni gördüğünde, “Sorun nedir?” diye dırdır edeceğine gülümseyebilirdi. Neyim varsa var, bırak da bir nefes alayım be kadın. Yok, illaki o anda öğrenecek. Suratım asık olduğuna göre belli ki bir şeylere sinirlenmişim, ne diye üzerime geliyorsun? Bekle hele bir elimi yüzümü yıkayayım, iki lokma bir şeyler atıştırayım sonra anlatırım elbet. Üzerime bu kadar gelinirse ben de bağırırım kardeşim. Ne yani ses tonum normalin biraz üstünde çıktı diye suçlu ben miyim? O sinirle ayağa kalktım ve yarı aralık duran kapının yanına doğru gidip etrafı kolaçan ettim. Bir şey gözükmüyordu. Gerisin geriye dönüp hızlı adımlarla pencerenin yanına geldim ve perdeyi sonuna kadar açıp dışarıya baktım. İç içe girmiş apartmanlardan yansıyan gereksiz ışıklar, bu evrendeki tek mutsuz insanın ben olduğumu söyler gibiydi. Sıkıntımı biraz olsun azaltmak için başımı yukarıya kaldırıp gözlerimle mehtabı aradım, gökyüzü en az benim kadar yalnızdı. “Hanımefendi salonda Vivaldi’nin ezgileriyle avunurken ben burada bir yıldız parçası bile bulamıyorum. Gel de rahatla şimdi… Şeytan diyor ki gir içeri kapat şalteri.
18
Öykü Eşitlik ise; al sana eşitlik…” İçimdeki öfke giderek daha çok artmaya başlamıştı. Mahkûm olduğum odanın içinde volta atmaya başladım. Bir yandan da kendi kendime söyleniyordum. “Şuraya bak, resmen koca evin otuz metrekarelik kısmına sıkışıp kaldım. Kafayı yiyeceğim burada. Ne tarafa dönersem döneyim hep aynı duvar. Tuvaletim gelse yapacak yerim yok. Duygu’nun işgali altındaki odaları ele geçirmeliyim. Saçmalıyorum; ama ne yapayım sıkıntıdan geberdim. Uykum olmadığı halde saat daha on bile olmadan yatak odasına tıkılıp kaldım. Tamam, o an yalnız kalıp başımı dinlemek istiyordum, dinledim ve bitti. Offf… Haydi be güzelim, kalk gel artık yanıma. Özür filan dilemene de gerek yok. Kapıyı açıp pervazına dayan. Kollarını göğsünde doladıktan sonra hafifçe gülümseyip, “Ne yapacağım seninle… Yaramaz bir çocuktan hiç farkın yok. Aç karnına yatılmaz ki… Kalk yemeğini ye, sonra konuşuruz,” dese fena mı olur? Ne keçidir o, asla böyle bir şey yapmaz. Ben de ayrı salağım; haydi karıma küstüm diyelim, yemeğe niye küsüyorum? Çaktırmadan mutfağa gidip bir şeyler atıştırsam haberi olur mu acaba? Aman sen de duyarsa duysun neden çekiniyorum ki? Kinayeli bir şekilde karşıma çıkıp, “Ben sana yemeğini ye dememiş miydim? Hayırdır şimdi neden ayaklandın?” diye sorarsa? Ne derse desin yine de harekete geçeceğim. Duygu salonda Vivaldi’yle huzur bulurken burada açlıktan ölecek halim yok ya…” Kapının önünde bir süre oyalandıktan sonra, sonunda tüm cesaretimi toplayıp bölgemin dışına çıktım. Birkaç adım atıp durdum ve dikkatlice etrafı dinledim, salondan yansıyan müzik mevsimin sonbahar olduğunu söylüyordu. Tam mutfağa yaklaşmıştım ki, ayak seslerini duydum, gerisin geriye dönerek hızla yatak odasına doğru koşup kendimi yatağa attım. “Ulan ucuz yırttık... Tam pes ettiği sırada neredeyse yakayı ele veriyorduk Bir daha bu kadar sabırsız davranmak yok oğlum. Gel bakalım Duygu Hanım, bekliyorum; ama şunu bil ki bana çektirdiklerinin acısını çıkartmadan kolay kolay affetmeyeceğim.” Aradan; önce saniyeler sonra da dakikalar geçmesine karşın lanet olası kapı bir türlü açılmadı. Ayak sesleri de artık duyulmaz olmuştu. Anlaşılan; ya tuvalete, ya da mutfaktan su içmeye gitmişti. İçimde yeniden kabarmaya başlayan sıkıntının etkisiyle avizeyle bakışmaktan vazgeçip iki yastığın birleşme noktasındaki boşluğa başımı soktum ve yüzükoyun uzandım. Elimi, Duygu’nun her zaman yattığı yere uzattım, buz gibiydi. “Ne inatçı keçidir o bilmez miyim, kesinlikle gelmeyecek. Neden geri döndüm ki? Ne güzel ilk adımı atıp koridora dek gitmiştim, evin tarafsız bölgesinde taviz vermeden tesadüfen karşılaşacaktık. Beni görünce gülümseyecekti, ben de aynı şekilde karşılık verecektim ve mutlu son. Zaten aramızda da hiçbir şey olmamıştı ki... Yani önemli bir şey olmadı. Ne inatçısın be kızım, alt tarafı üç dört adım atacaksın. Tamam, ben de inatçıyım, ama benim ki genetik. Rahmetli babama çekmişim. Gerçekten az inatçı değildi babam, hatırlıyorum da annemle tartıştıktan sonra o da yatak odasına kendini kapatırdı. Annem; haklı da olsa haksız da olsa yanına gidip kalkması için türlü diller dökerdi. Duygu’nun anneme benzemediğini tahmin edebilseydim, hiç böyle davranır mıydım? Birazcık anneme çekseydi şu anda her şey güllük gülistanlıktı. Yeniden harekete geçmelisin oğlum. Hem aç değil miyim, yemek yeme en doğal hakkım. Gürültüyü duyup mutfağa gelirse olay biter, gelmezse… Neden gelmesin ki… Saatlerdir boşuna mı dinliyor elin gâvurunu? Kesinlikle sakinleşmiştir. Evet, bu güzel bir fikir haydi kalk bakalım Abbas, vakit taarruz zamanıdır.” Mutfağa gidip ışığı yaktım ve sert bir şekilde buzdolabından tencereyi çıkarttım, Duygu’dan bir tepki gelmedi. Hızımı alamayıp çekmeceden çatal kaşıkları alıp masaya fırlattım, sonuç yine değişmedi. Açlığım bıçak gibi kesilmişti. Sandalyeye oturup ne yapacağımı düşünmeye başladım. “Son derece haksızsın oğlum, öncelikle bunu kabul et. Alt tarafı, “Neyin var” diye sordu o kadar. Bir şey demeseydi, bu sefer de “Neden benimle ilgilenmiyorsun” diye sorun çıkartabilirdin. Gerçekten der miydim, bu kadar mı dengesizim?”
19
Öykü Yavaşça yerimden doğrulup boş gözlerle etrafıma bakındım. Tezgâhın üzerinde boynu bükük bir şekilde duran kırmızı şarap şişeni görünce, gece boyunca ilk defa içten gülümsedim. “Tamamdır bu iş.” Çıkarttığım iki kadehi şarapla doldururken bir yandan da keyifle kendi kendime konuşuyordum. “Sevdiğin sana doğru gelmiyorsa sen ona gideceksin, konuşmuyorsa dinlemekten bıktıracaksın, inatlaşıyorsa daha çok inatlaşacaksın. Bu sonuncusu pek uymadı galiba. Neyse bırakalım şimdi felsefeyi, elimde şarap, dudaklarımda hafif bir tebessüm, gözlerimde sevgi dolu bakışlarla yanına geliyorum Duygu, dur bakalım durabilirsen karşımda.” Salona girdiğimde, Duygu pencerenin hemen yanındaki tek kişilik koltukta dalgın bir şekilde oturuyordu. İçeri girdiğimi hissedince bakışlarını üzerime yöneltti. Sıcak yeşil gözleri, bu sefer buz gibiydi. İçimin titrediğini hissetmeme rağmen bozuntuya vermeden gülümsedim ve elimdeki şarap kadehlerini işaret ederek; “Birer kadeh içeriz diye düşünmüştüm,” dedim. Alt dudağını aşağı doğru sarkıtıp gözlerimin içine ilgisizce baktı. Beni rahat bırak der gibiydi. Madem tüm gururumu ayaklar altına almıştım, artık geriye dönüş yoktu. Rahat görünmeye çalışarak; “Ne yani içmiyor muyuz?” diye sordum. “Madem getirmişsin içelim.” Bu kadar fedakârlık yapıp ayağına kadar geleyim, aldığım yanıta bak. Şeytan diyor ki… Tamam, sakin ol oğlum, bırak büyüklük sende kalsın, nasılsa bir gün anlar hatasını. Ulan Vivaldi sen de ne işe yararsın bilmem ki? Uzattığım şarap bardağını soğuk bir edayla aldıktan sonra, odada yokmuşum gibi davranınca cinlerim tepeme çıktı. Öfkemi dizginleyerek tam karşısındaki koltuğa oturdum ve ısrarlı bakışlarımı üzerine yoğunlaştırdım. “Ne haber asker arkadaşım,” diye takıldığım kısa sarı saçlarının altındaki incecik kaşları, gerilen yüz çizgilerinin altında kurtarılmayı bekler gibiydiler. Elmacık kemiği, üzerindeki gerginliği yansıtırcasına belirginleşmişti. Parlak yeşil gözleri ise solgundu ve ısrarla varlığımı görmezlikten geliyordu. Dudaklarının ucuna kadar gelen kelimelerin dışarıya kaçmasını önlemek istercesine de, alt dudağını ısırıp duruyordu. Sağ elinde sımsıkı tuttuğu şarap kadehinin varlığını ise, çoktan unutmuştu. “Şarabın bir kabahati yok.” Yeşil gözlerini sonuna kadar açarak bana baktı ve soğuk bir sesle, “Anlamadım,” dedi. Saçma bir şekilde de olsa, bakmasını sağladığımdan dolayı mutlu olmuştum. Elde ettiğim bu ilk zaferi kutlamak için şarap kadehimi dudaklarıma götürüp ufak bir yudum alıp, “Şarabın aramızdaki tartışmayla hiçbir ilgisi yok, bu yüzden rahatlıkla içebilirsin,” dedim. Beklediği cevabı alamamanın huzursuzluğuyla mı, yoksa müzik çalardan yükselen kışın sert esen rüzgârının yılgınlığıyla mı bilmiyorum, suratını daha çok astı. Şarabından ufak bir yudum da olsa içince, nedensiz bir şekilde özgüvenimi kazandım. Sırtımı koltuğa dayadığım sırada tüm sevimliliğimi kullanarak, “Haklıyım değil mi?” dedim. Şaşırmıştı. Doğru duyup duymadığını anlamak istercesine bir süre beni süzdükten sonra, “Hangi konuda? “ diye sordu. Allah’tan iradem çok kuvvetliydi yoksa anında, “Tabii ki bu geceki tartışmamızda,” derdim. Gerçi o anda bu sözleri söyleyip ardından ayağa fırlayıp, “Oleyyy!” diye haykırmak için neler vermezdim... “Şarap konusunda.” Önce; yüzünü buruşturdu, ardından senden adam olmaz anlamına gelecek bir şekilde başını sağa sola salladı. Bu arada bakışlarını üzerimden çekmişti. Acilen yeni bir hamle yapmadığım takdirde savaşı kaybedecektim. Ne yapacağımı düşündüğüm sırada yeniden bana baktı ve “Konuşalım,” dedi. Savaşa onun açtığı cepheden devam etmek tam bir delilik olurdu. Saf bir şekilde gülümseyerek parmağımla şarap kadehine vurdum. “Tabii ki, ama itiraf edeyim ki; ne yılını biliyorum, ne de hangi yörenin üzümüyle yapıldığını. Dolaptan gelişigüzel almıştım. Alper; böyle gelişigüzel alınan şarapları mı bana layık görüyorsun? diye sakın sitem etme, zira bu saatte yapabileceğim bir şey yok. İçinden geçirdiğin bir şarap çeşidi varsa hiç çekinmeden
20
Öykü söyle, güneş doğar doğmaz kolilerle sunayım. İster içersin ister banyosunu yaparsın, zevk senin.” “Lütfen Alper. Konuşmak istiyorum.” “Konuşalım bir tanem, yeter ki bir konu başlığı seç. Spor, politika, müzik…” “Neden bahsettiğimi çok iyi biliyorsun.” “……………..” “Bu kadar büyütecek ne vardı?” “Hiçbir şey.” “O zaman bu öfken kime?” “Kimseye bir tanem. Çok yorgundum kendimi tutamadım… Özür dilerim. Gelecek sefere çok çalışacağım ve yüzünü kara çıkartmayacağım.” “Büyü artık Alper, ne olursun büyü. Gelecek sefer inan ki olmayacak.” “Olmayacak tabii ki. Bu konuda dersimi aldım, ama çalışmadığım yerlerden sorarsan söz veremem.” “Alper!” “Efendim.” “Seninle doğru dürüst konuşamayacak mıyız?” İçimden, ‘Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum bir tanem, ama özür dilemekten başka ne yapabilirim ki? Keşke sinirime hâkim olabilseydim ve tüm bunlar yaşanmasaydı. Sabaha kadar da konuşsak da sonuç değişmeyecek ki…’ diye geçmesine karşın dudaklarımdan sadece, “Konuşuyoruz ya, daha ne söylememi bekliyorsun?” kelimeleri çıktı. Vivaldi, ilkbaharın geldiğini müjdelemesine rağmen Duygu’nun yüzü yine asıldı. O ana kadar konuştuklarımızı bir kez daha içimden tekrarladım; bam teline basmamıştım, en azından kendi açımdan. Kadehinde kalan şarabı bir yudumda bitirdiğinde yaşananlara hâlâ bir anlam verememiştim. Özür dilediğim halde bu tavır neyin nesi oluyordu? “Lanet olsun,” diye ayağa fırlayıp çekip gitmekle, ayaklarına kapanmak gibi iki uç fikir haricinde aklıma bir şey gelmiyordu. Sıkıntıyla yerimden kalkıp yanına gittim. “Kendime bir bardak daha şarap koyacağım, sen de ister misin?” Fark etmez anlamında omuzlarını kaldırmasına sinirlendiysem de, sesimi çıkartmayıp elindeki kadehi alıp mutfağa gittim. Şarapları doldurup içeri girdiğimde ayağa kalkmış, pencerenin önünde bir heykel gibi hareketsiz duruyordu. Usulca yanına yaklaşıp ensesine ufak bir öpücük bıraktım. Ani bir hareketle bana doğru dönünce neredeyse şarapları döküyordum. Hiç yoktan bir fırça daha yiyecektim. “Neler oluyor bize Alper?” “Kesin nazar var bir tanem, mutluluğumuz dillere destan, çekemiyorlar. Bence kurşun döktürelim.” “Seninle hiç ciddi konuşamayacak mıyım?” “Yaşam o kadar ciddi ki, bir de konuşarak mı boğalım birbirimizi?” “Bir daha sakın bana öyle bağırma.” “Nasıl bağırayım?” “Şansını zorlama Alper.” “Sen de eve girer girmez beni boğma, bekle biraz kendime geleyim sonra ifademi al.” Dudakları, dudaklarımın arasında kaybolduğu sırada Vivaldi de ortama ayak uydurmuştu. Yaz mevsiminin insanı yerinde tutamayan ezgileri altında tek vücut halinde salondan çıkarken durakladım ve Duygu’nun anlamsız bakışları altında bağırdım. “İşe yarıyorsun Vivaldi, bu gece burada kalabilirsin…” Öykü: Atilla BİLGEN
21
Çizgiroman
22
Çizgiroman
23
Çizgiroman
24
Çizgiroman
25
Çizgiroman
26
Çizgiroman
27
Sinema
Pederin Abdest Suyu
28
Sinema
Eskiden post-apokaliptik kültürün ayırt edici bir özelliği vardı. Öyle herkesin harcı değildi postapokaliptik bilmek. Bilen “Mad Max”i bilirdi ancak o kadar. Sonra ne olduysa bunlar birer birer ot gibi türemeye başladılar. Sağa baktık post-apokaliptik gördük, sola baktık post-apokaliptik gördük. Canı sıkılan sardırdı post-apokaliptiğe. Alegorisi gelen sardı post-apokaliptiğe. Burnumdan post-apokaliptik çıkar oldu çok affedersin. E ne oldu tabii, ister istemez kalite düştü. Eskinin; derdi olan, meramını anlatan filmlerinden ziyade, stil olarak sırtını bu zengin materyal kaynağına dayayan yavan filmler türedi birer birer. Bu çöp tarlasında ganimet bulmak da marifet haline geldi. Lakin telaşa mahal yok bedbaht post-apokaliptik izleyicisi, hala ümit mevcut. Bu çokbilmiş, burnundan kıl aldırmaz mizaçtaki girizgâhın mesulü “Priest” isimli yeni post-apokaliptik temalı filmimiz. Koreli Hyung Min-woo’nun grafik romanından uyarlanan Scott Charles Steward imzalı film hakikaten insanda kıpırdanmalara yol açan bir potansiyele sahip. Alternatif bir evrende geçen filmde, dünya yüzyıllardır insanlarla vampirler arasındaki savaşlar nedeniyle mahvolmaya yüz tutmuş bir haldedir. En son büyük vampir savaşının efsanevi kahramanlarından biri olan (Hoca Hüsrev?) “Peder”, kilisenin boyunduruğunda duvarlarla çevrili distopik bir metropolde inzivaya çekilmiştir. Yeğeninin vampirler tarafından kaçırılmasıyla birlikte kilisenin emirlerine karşı gelerek bu bedmaye mahlûkatların peşine düşen rahibe, yolculuğunda yeğeninin erkek arkadaşı tez canlı bir şerif ve Maggie Q eşlik etmektedir (karakteri
29
Sinema
mühim değil, oynadığı her rolde Maggie Q, Maggie Q’dur!). Kilise tarafından rahibi yakalamakla görevli başka rahiplerin mevcudiyeti de cabası. Mekân-atmosfer tandansında retro-futuristik bir western diyebileceğimiz “Priest”te, hover bike’lı rahiplerin çöl atmosferinde vampir kesmesi alışılageldik bir manzara. Tasarım olarak “nosferatu” (deforme, saçsız, sivri kulaklı vampir kıvamında) tanımına uyan vampirlerin yanı sıra eli yüzü düzgün, efendi tipli hasımlar da mevcut, böyle hafiften Venom’a benzeyen yaratık vampirler de. “Priest”in yeni dönem vampir modasından çok fazla paye almadığını görmek güzel. Vampirlerin ötekileştirilerek sunuluyor olması, rahip karakterimizin her an bir nosferatuyla dudak dudağa şehvetli bir sahneye gark olması ihtimalini ziyadesiyle azaltıyor. Ama her ihtimale karşı tedbirli olmak lazım. Yönetmen koltuğunda “Legion” filminden hatırladığımız Scott Charles Stewart oturuyor. İzleyenlerin hatırladığı kadarıyla klostrofobik bir melekler savaşı hikâyesi olan “Legion”, potansiyelini kullanmayı başaramayarak vasat bir seyirlik sunmuştu bize. Paul Bettany harici kadro ziyadesiyle zayıftı ve filmin başındaki ürkünç melek tasviri, filmin sonunda “Kolombiyalı kartel fedaisi” mertebesine kadar düşmüştü. Tüm bunlara rağmen en azından aklındaki fikirlerle güzel bir şeyler sunma ihtimali olan bir adam Scott Charles
30
Sinema
Stewart. Şimdiye kadar gördüklerimiz ise gayet olumlu. Her ne kadar grafik romanın orijinal senaryosunda ve mekânda değişikliğe gidilse de tema olarak nispeten radikal bir film kotarılmış. Grafik romanda Rahip Ivan vampirlerle değil meleklerle savaşıyor ve arka plan olarak Vahşi Batı kullanılmış, fakat filmde western tadı mevcut olmasına rağmen zaman mekân olarak farklı bir yaklaşım söz konusu. Bu melek konusunun değiştirilmesinin muhtemel iki sebebi olabilir gibi geliyor bana. İlki Ortodoks anlayışın meleklerin rahipler tarafından katledilmesiyle ilgili bir senaryoya yoğun tepki gösterebileceği, ikincisiyse Scott Charles Stewart ve Paul Bettany’nin arka arkaya iki kere meleklere atar yapan bir film çekmek istememeleri. Filmin kadrosu ilgi çekici isimlerden oluşuyor. Rahip rolünde kült aktör diyebileceğimiz Paul Bettany yer alıyor. Beyaza çalan sarı saçları, ifadesiz suratı, zayıf lakin dirayetli yapısı ile role oturmuş bir görüntüsü var. Grafik romandaki uzun saçlı rahiple pek alakası yok ama uzak doğulular mümkün olan her yaratığa uzun saç ilave ettiklerinden, rahibin bu görüntüsü benim için rahatça kabul edilebilir bir oynama. Femme Fatale Maggie Q’nun kendisini oynarken ki performansını gerçekten dört gözle bekliyorum. “Eomer”den sonra elle tutulur bir rol kapamayan, yağız oğlan Karl Urban filmin kötü adamı rolüyle çıkıyor karşımıza. Kötü adam olarak çok ilgi çekici bir karakter olmasa da trençkotu ve kovboy şapkasıyla, grafik romanın da esin kaynağı olan “Blood” oyunundaki Caleb’e benzerliği rastlantı olmasa gerek. Vampir modasının hayatımıza kattığı tek pozitif olgu olan şahane dizi True Blood’dan Stephen Moyer ve Brad Dourif diğer yan rollerden bazıları. “Priest” her halükarda tedbirli yaklaşmamız, beklentileri optimumda tutmamız gereken bir film. Devir kötü, hedef kitle kandırılmış ve kızgın. Bu kadar kalitesiz yapımın cirit attığı bir sahada kaliteli bir yapımın da güme gitme ihtimali yok değil. Mamafih, benim tahminim eğer “Priest” göründüğü kadar güzel bir film olursa, gişede olmasa bile sinefillerin gözünde 2011 yılının en güzel aksiyon filmlerinden biri olarak yer edecektir. Ha mükemmel vampir filmi derseniz, daha henüz çekilmedi. Ne zaman ki birisi “Vampire The Masquerade: Bloodlines”ın senaryosunu Alex Proyas, Christopher Walken, Cate Blanchett, Tilda Swinton ve David Bowie aynı odada otururken pencereden içeri atacak, işte mükemmel vampir filmi o zaman çekilecek… Fikret KARAKURT karakurtf@gmail.com
31
Öykü
Son Defa Bip… Bip… Bip… “Öffff yaa. Ne çabuk sabah oldu. Biraz daha uyumak istiyorum,” diye söylendim kendi kendime. Sonra babama ve Cenk’e verdiğim sözü hatırladım. Artık her sabah onlarla birlikte şirkete gidecektim. Onlar gibi normal bir insan olacaktım. Saati susturmak için gözlerimi açtığımda odamda olmadığımı fark ettim. Uyku sersemliği şaşkınlığa karıştı. Nerede olduğumu çıkaramıyordum. Kalkmak için doğrulduğumda vücuduma tutturulmuş kabloları fark ettim. Yanı başımdaki cihaz bip bip ötmeye devam ediyordu ritmik bir şekilde. Hastanedeydim. Nasıl oldu da hastaneye geldiğime dair en ufak bir fikrim yoktu açıkçası. Hafızamı zorlamaya çalıştım ama sonuç karanlık. Kalkıp etrafa bakınmaya karar verdim. Yerimden doğrulduğumda yatağın başucundaki etajerin üzerinde adımın yazılı olduğu dosyayı gördüm. Okuduklarım neden hastanede olduğumu anlamama ve beni yıkmaya yetmişti. Demek yine aynı şeyi yapmıştım. Bundan sonraki hayatım hepten kâbusa dönecekti. Yaptığımı sürekli bana hatırlatacaklardı, bundan adım gibi emindim. Bu konuda kötü hissetmem için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Verdiğim sözü tutmamanın cezasını burnumdan fitil fitil getireceklerdi. Geçen yıl yaşadıklarımızı hatırlayınca, hiç de haksız sayılmazlardı aslında. BİR YIL ÖNCE… - Bu saçmalığa bir son vermeni istiyorum Cem. - Boşa nefes tüketiyorsun. İşime karışmaktan vazgeç artık. - Bu ne rahatlık böyle. Hem kendi hayatını hem de başkalarınınkini tehlikeye atmanı sessizce izleyemem, kusura bakma. - Olabilir. Tehlikede olan benim hayatım sana ne oluyor ki? - Bunu nasıl söylersin Cem? Kardeşimsin. Sana kötü bir şey olmasından korkuyorum. - Korkma. Çocuk değilim. Kendimi koruyabilirim. Sürekli aynı konuşmalar. Ben ve Cenk pek de iyi anlaşamayan iki kardeştik. Ben, evin uçuk kaçık serseri çocuğuydum. Cenk ise ağabey olmanın da verdiği ağırlıkla daha sorumluluk sahibiydi ve beni her konuda kollamaya çalışıyordu. Ama bu durumdan hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Büyüdüğümü fark etmiyorlardı ısrarla. Sürekli hayatımı yönlendirmeye çalışmalarından bunalıyordum. Artık çocuk değilsin Cem… Artık senin de işin ucundan tutma zamanın geldi Cem… Büyü artık Cem… Ve buna benzer birçok cümle kurabiliyordu ailem benim için. Küçüklüğümden beri arabalara, hız yapmaya ilgi duydum. Babamın arabasını gizlice alıp sokaklarda çılgınca yarışlar yapmak bana tarifi imkânsız hazlar veriyordu. O anlarda gerçekten yaşadığımı anlıyordum. Üniversiteyi bitirdiğimde babam mezuniyet hediyesi olarak bir araba almıştı. Artık kendi arabamla yaşayacağım inanılmaz zamanları düşündükçe aklım başımdan gidiyordu. Daha çok adrenalin istiyordum. Ailemin, hız tutkum yüzünden tehlikeli sularda yüzmeye başladığımı anlaması çok sürmedi. Beni iyi tanıyan ailem, “Bundan vazgeç yoksa külahları değişiriz” demek yerine Motor Sporları Kulübü’ne üye olmamı önerdiler. Eğer yasaklama getirselerdi ters tepeceğini, inadına yapmaya devam edeceğimi biliyorlardı. Onlara göre ‘hız tutkumu’ emniyetli bir ortamda tatmin edebilecektim. Tartışmayı uzatmamak adına önerilerini kabul ettim. Ama caddelerde arkadaşlarımla yaptığım yarışların zevkini kulüpte yaşayamazdım ki. Gecenin sessizliğini yırtan, havayı yanık lastik kokusuyla dolduran tehlikeli ama bir o kadar da zevkli yarışlar dururken
32
Öykü kulüpte kurallar, kısıtlamalar ve sınırları belirlenmiş bir alanda hız yapmak hiç de bana göre değildi. Gizli saklı devam ettim sokaklarda hız yapmaya, yarışmaya. Arada tatsız kazalar da oluyordu. Birçok arkadaşım bu tutkusunun bedelini canıyla ödedi. Hatta hiçbir şeyden habersiz yoldan geçen insanlar bile bu zevkin kurbanı olmuştu birçok kez. Eninde sonunda benim de başıma gelecekti bu kaçınılmaz son ve geldi de… Geçirdiğim kazada bir bacağımı kaybettim. Protez bacakla hayatıma devam etmeye çalışıyordum. Kazanın ardından yaşadığım hayati tehlikeyi, kullandığım arabanın parça parça olmasını göz önünde bulunduracak olursak tek bacakla kalmak çok da büyük bir kayıp sayılmazdı aslında. Hâlâ yaşadığım için şanslıydım ama artık ‘biz seni uyarmıştık’ bakışlarıyla da başa çıkmayı öğrenmem gerekiyordu. Geçirdiğim kazanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Bacağım protez bile olsa araba kullanmaya devam ettim. Kullandığım protez bacak yurt dışından getirilmişti ve beynimden komut alabilecek nitelikteydi. Gerçek bacağımdan tek farkı istediğim zaman çıkartabiliyor olmamdı. Ama ailem bu konuda o kadar da anlayışlı değildi artık. Ne zaman direksiyona geçsem yan koltukta mutlaka birileri bana gözetmenlik yapıyordu. Onlara hak veriyordum. Benim gibi aklı beş karış havada biri, fırsat bulursa eğer yine aynı şeyleri yapmaktan çekinmez sanıyorlardı. Böyle düşünmekte de yerden göğe kadar haklılardı ama aslında durum hiç de sandıkları gibi değildi. Artık sorumluluk sahibi aklı başında bir insan olarak hayatıma devam etmek istiyordum. Onları daha fazla üzmeye hakkım yoktu. Bunda Aylin’in de katkısı olmuştu. Aylin sevdiğim kız. Onunla üniversite de tanışmıştık. Ayakları yere basan, ne istediğini bilen, dünyalar güzeli Aylin’im. Erkenden ölüp onunla geçireceğim uzun bir ömürden mahrum kalmak istemiyordum. Onu çok seviyordum. BUGÜN Kalkmakta pek zorlanmadığımı hissedince rahatladım biraz. Çok önemli bir şeyim yoktu sanırım. O anda beni zorlayan tek şey protezimin olmayışıydı Hastaneye getirdiklerinde çıkarmış olmalıydılar. Yatakta doğrulup bacağımı aşağı doğru sarkıttım. Kendimde ayağa kalkacak gücü toplamaya çalışırken bir yandan da etrafı inceliyordum. Duvarları yarıya kadar yeşile boyanmış, tavana kadar olan kısmı beyaz bırakılmış bu odada üzerinde oturduğum yatak, kabloları vücuduma iliştirilmiş büyük bir cihaz, üzerinde dosyamın bulunduğu bir etajer ve serum asmak için kullandıkları ayaklı bir aparat vardı. Yatakla kapı arasındaki mesafenin üç metre kadar olduğunu kestirebiliyordum. Fazla zorlanmadan sekerek kapıya ulaşabilecektim. Kapının hemen yanında koridoru gösteren bir cam bölüm vardı. Üzerinde her hangi bir perde ya da jaluzi olmadığından gelip geçenleri rahatlıkla görebiliyordum. Bu pencerenin hemen önünde arkası bana dönük iki kafa görüyordum. Ve bu kafaların kime ait olduğunu anlamak hiç de zor değildi. Biri Cenk diğeri de Sinan’dı. Zaten Sinan’ın o koca kafasını bir kere görüp de unutmak mümkün müydü? Canım arkadaşım benim. Çocukluğumuzdan beri hiç yalnız bırakmadı beni. Bir an önce yanlarına gitmeye karar verdim ve sekerek kapıya doğru ilerledim. Tam kapıyı araladığım sırada Cenk Sinan’a olayın nasıl olduğunu soruyordu. İşte merakımı giderme fırsatı. Karşılarına çıkmadan önce ne olduğunu bilmem daha iyi olur diye dinlemeye başladım. Sinan ağlamaklı bir ifadeyle anlatıyordu: - Biz bu akşam eski arkadaşlarla buluştuk. Her şey çok güzeldi. Saatler ilerledikçe alkolün de etkisiyle sohbet koyulaştı. Cem kaza geçirmeden önce yaptığımız yarışlara geldi konu. İçlerinden bir tanesi; adı İlker, Cem’e meydan okudu. “Var mısın bir yarışa?” dedi. Cem kabul etmedi. Artık yarış yapmamaya karar verdiğini söyledi. Bunun üzerine İlker, Cem’i kışkırtmak için ne gerekiyorsa yaptı. Ne kılıbıklığı kaldı ne korkaklığı. “Sen bu âlemde efsanesin, jübile yapmadan bırakılmaz bu işler. Haydi, gel son bir defa yarışalım,” dedi. Cem de sinirlerine hâkim olamadı ve kabul etti. Çok dil döktüm ama vazgeçiremedim. - Kaza nasıl oldu peki?
33
Öykü - Bostancı sahil yoluna çıktık. Gece geç vakit olduğu için ortalık sakindi. Cem ve İlker arabalarında yerlerini aldılar. Startla birlikte yıldırım hızıyla hareket ettiler ve birkaç saniye sonra Cem’in arabası takla atarak bariyerleri aştı. Kayalıklar hızını kesti sanırım. Yoksa denize uçması kaçınılmazdı. Hemen ambulansı aradık. Sonra da sana haber verdim zaten. Annenlerin haberi var mı? - Yok. Söyleyemedim. Bir arkadaşım kaza yapmış diyerek çıktım evden. Gelip durumu görmeden onları da telaşlandırmak istemedim. Daha ilk kazanın sarsıntısını bile atlatamadılar zaten. - Haklısın abi. Ben gerçekten çok üzgünüm. Onu durdurmayı denedim ama dinlemedi beni. - Kendini suçlama Sinan. Senin hatan değil. Doktorlar ne dedi peki? - Henüz bir açıklama yapmadılar. Birazdan doktor gelip detaylı bilgi verecekmiş. Derin bir nefes alıp kapıdan dışarı adımımı attım. O anda Cenk de yerinden fırladı hemen, ama bana değil yanımdan geçip giden doktora yöneldi. - Kardeşim nasıl doktor? - Bakın bunu size söylemek çok zor ama kardeşiniz için yapabileceğimiz bir şey yok maalesef. Buraya getirildiğinde beyin ölümü gerçekleşmişti. Kafasına çok şiddetli darbe almış. Duyduklarım kulaklarımda uğulduyordu. Neler söylüyordu bu adam böyle? Bu saçmalığa bir son vermenin zamanı gelmişti artık. Duvara tutunarak yanlarına yaklaşmaya çalışırken Cenk’le göz göze geldik. Yıkılmış görünüyordu. O anda on yaş yaşlanıvermişti sanki. Sonra sırtını bana dönüp birkaç dakika öncesine kadar içinde yatmakta olduğum odaya bakmaya başladı cam bölmeden. - Sonunda yaptın işte yapacağını, anneme, babama nasıl anlatırım bu olanları, dedi Son bir hamleyle yanına yaklaşmaya çalışırken bir yandan da sözümü tutamadığım için özür diliyordum. Hiç umursamadı sözlerimi. Kızmakta da sonuna kadar haklıydı. “Cenk lütfen beni dinle,” diyerek elimi omzuna attığımda cam bölmenin ardındaki manzara karşısında, saç diplerimden olmayan ayağımın parmak ucuna kadar ürperdiğimi hissettim. Makineye bağlanmış bedenim boylu boyunca yatıyordu az önce seke seke kalktığım yatakta. Ama bu nasıl olabilirdi. Sinan’a baktım son bir umut, o da ağlıyordu. İçinde bulunduğum durumu idrak etmeye çalışırken doktorun sesi yeniden duyuldu: - Bunu söylemenin belki sırası değil ama kardeşinizin organlarıyla başka hayatları kurtarabileceğinizi hatırlatmak isterim, dedi. Ses tonunda Cenk’i rahatlatmaya çalışır gibi bir ifade vardı ama bundan sonra hiçbir şey ailemi rahatlatmaya yetmeyecekti. Bunu anlayabiliyordum. Ailem artık beni başka bedenlerde yaşatıyor. En azından öldükten sonra bir işe yaradığımı bilmek güzel. Bu yaşananlar sonucunda keşke sadece ben cezalandırılsaydım. Onları üzdüğüm için kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim. Öykü: Funda BAYKUŞ
34
Editör'ünün Kaleminden
Tanrıların Gücü Adına Sabahleyin kalkıp küçük gezegenler yapmak, onları bir güneş sitemine yerleştirmek dışında pek fazla işim olmaz genelde, bir de ara sıra çizgi roman yayıncılığı yapıyorum, işte o kadar. Sıkıntılı olduğum zamanlarda süpernovalar yapıp onları gezegenlerin üstüne yollar, olacakları izlerim. Keyifli ve eğlenceli bir şeydir onları seyretmek. Her gezegen farklı gaz kütlelerinin ve elementlerin karışımından oluştuğu için patladıklarında çıkardıkları ışık, renk karışımının birleşimi ile ortaya çıkan manzarada birbirinden farklı olur. O renk cümbüşünün seyrine doyum olmaz. Telefon çaldı! Genelde iş üstündeyken telefona bakmam, ilgilenmedim… Evrenin en uzak köşesinden bana doğru gelen pembemsi ışık yüzünden de olabilirdi çalan telefona ilgisizliğim. O geliyordu. Geçerken uğradım, ne yapıyorsun diyecek sonra biraz gülüp, oynadıktan sonra saçlarını savuracak, sevimli hareketler yapacak ve beni deli edip gidecekti. Tabii ki Ortalama 100.000.000.000.000 yaşayan bir canlı türünün karıncalar gibi üremesi beklenemez bu yüzden kur yapma süreci de doğal olarak uzun olacaktır ama bizdeki de nedir be kardeşim! Dişi ile Erkek karşılaşıp birbirini beğense de çiftleşme aşamasına geçene kadar üç yüz bin yıl süren bir ritüel vardır. İşte o yüzden türümüzün erkeklerinin çoğu dayanamayıp telef olmuştur ya da benim gibi hiç olmayacak işler bulup onlarla oyalanmaya çalışmışlardır. Kadınları da erkeksizlikten, aşksızlıktan kendi yarattıkları dünyalarının esiri olmuş, o dünyalarda yaşayan canlıların derdine düşmüş, yok bunlar niye devamlı kavga ediyorlar, yok neden kendi yaşadıkları gezegenleri yok ediyorlar gibi gereksiz, saçma konuları çözmeye çalışarak kafayı yemişlerdir. Yine telefon çaldı, bu sefer geldiğinde beni meşgul görsün diye telefonu açtım. Gölge e-Dergi benden bir yazı istiyordu. ‘Yazı’ nasıl bir şey, nasıl bir kavram diye düşündüm bir saniye kadar… Yanıma gelmişti bile. Gülümsedim ilk önce, baktım ki yine aynı göz süzmeler, mimikler falan oooff yani. İşim olduğunu söyledim ben de hiç uzatmadan.
35
Editör'ünün Kaleminden
“Yetiştirmem gereken bir yazı var, sonra görüşürsek daha iyi olur,” dedim. Evrendeki düşük seviyeli canlıların kısa süren kur ve çiftleşme süreçleri aklıma geldi, iç çektim… Ve yazmaya başladım. Kardeşim bir sen misin akıllı? Senin düşündüğünü çoktan düşünmüşlerdir. Şimdiye kadar da yapılmadıysa demek ki yapılamıyordur. “Ya Amerikan formatında çizgi roman çıkartsak, renkli olsa falan satmaz mı?” soruma aldığım yukarıdaki bu sinir eden cevabın benim yayıncılığa girmemdeki katkısı çok büyüktür… Aslında birçok yeni girişimin önünü tıkayan, bugün de hala tedavülde olan bir konuşmadır bu. Sonuç olarak her yeni girişim risk içerir. Riskte o işin tutmamasıdır. Eee! Ne yapalım yani? Oturalım mı yerimizde. Pekiyi, daha uzayda koloni kuracaktık hani? Nasıl olacak o zaman bu işler? Yok, yok taşın üstüne bir taş daha koymayız, düşebilir çünkü… İnsanoğlunun büyük çoğunlukla böyle düşündüğünü hayal etsenize… Bugün hâlâ avcı-toplayıcı toplum seviyelerinde bir yaşam seviyesinde olmaz mıydık kardeş, bu ne dersin? Sıkıntılı değil mi? Allahtan bu tarz düşünce gün be gün azalıyor. Neyse, konumuz Heavy Metal Türkiye. Bilmeyenler için söyleyeyim: Herhalde bu piyasada son 20 yılda yapalım deyip devamını bir türlü getiremeyen, parmakla gösterilecek kişilerden biriyim ben de (ama başta da açıkladım, zamanım çok benim). Bu cümlenin ardından, işin başında olmaz diyen olmaz-insancıklarının haklı olduğu düşünülebilir. Bak ama haklı çıkmışlar işte diyen sesler yükselebilir. Değil, değil öyle değil. İnsanlık uçmayı hayal ettiği günün ertesinde Airbus’ları icat etmedi ya. Yolda bir sürü deneme, yanılma oldu. Yapılamayan işlerden de alınan dersler ile bugünlere gelindi. Yalnızca yapılanlar değil, yapılamayanlar da yönlendirdi insanlığı. Ben hayatım boyunca o arkadaki isimsiz kahramanlara değer vermişimdir. Gururla bahsedemiyorum tabii ki hayatımda yapamadığım şeylerden ama yine de temelini attığım bazı işlerin başkaları tarafından da olsa yürütülüyor olmasından gizli bir sevinç de duymuyorum değil bu yüzden. Benden önce de bu yolda çabalayanları unutmadan, olmaz denilen işler artık olur işlere dönüşmüş, benim koyduğum taşın üstüne de başkaları bir taş koymuş deyip sevinebiliyorum rahat rahat… Tabii ki, daha kendimi isimsiz kahraman yerine koymuyorum bende. O kadar ermedim, ama olanı ve olmayanı çok büyütmeden, kafaya fazla takmadan yaşıyorum ve hâlâ hayal kuruyorum.
36
Editör'ünün Kaleminden
Uzun süredir içinde yerli çizer ve yazarlarında olacağı ama satması gereken bir dergi nasıl çıkartırız, diye kafa yoruyor, daha önce çıkan çok kaliteli olmasına rağmen bir türlü istediği satışı sağlayamayıp kapanan dergiler kulvarına girmek istiyordum. Tabancamdaki kurşun sayısı azalmıştı ama istediğim de buydu. Ne yapmalıydı, nasıl yapmalıydı? Sorunlar yine aynıydı: Dağıtım, para vs… Yetmiyormuş gibi yayın piyasasına giren güçlü firmaların doldurduğu kitap raflarında yer bulmak da yeni sorunumuzdu. İşte tam o sıralarda HEAVY METAL fikri oluştu. Uzatmayayım Heavy Metal markasını çok sevgili arkadaşlarım Özlem ve Oski’nin büyük katkıları ile aldık. Beklediğimizden de iyi gelişti işler. Sonrasında ben de çok fazla düşünmeden (ki bu benim hep yaptığım bir hatadır) cumburlop işe giriştim. Heavy Metal Türkiye aynı zamanda İngilizce dışında başka bir dilde yayınlanan ilk versiyon olma özelliğini de taşıyor. Bence bu da önemli bir şey çünkü yerli projelerin ana firma tarafında da izlenmesi daha kolay olacak. Sanırım birçok kişi bu yüzden biraz daha özenerek işler yollayacak. Belki biz de ileride bu biriken yerli yapımlar, çizerler ile daha büyük işlere girişecek cesareti bulabileceğiz diye umut ediyorum. Ne bileyim belki bir çizgi roman stüdyosu kurarız. Şimdi bu yazı çıktığı sırada ya da belki bir hafta sonra 2. sayımız çıkacak. Dergiye beklediğimden de fazla bir ilgi var. Facebook’daki Heavy Metal Türkiye grubu hızla büyüyor katılmadıysanız, durmayın katılın siz de. Bu arada hâlâ dergi diyorum ama aslında Heavy Metal Türkiye’yi kitap formatında yayınlıyoruz fark ettiyseniz. Yani devamlı raflarda kalacak. 2. sayıyı alırken 1. sayıyı da kitapçıdan rahatlıkla isteyebileceksiniz ve kitapçının bunu sizin için temini de artık daha kolay. 2. sayımızda daha fazla yerli yapım olacak ki bu da benim için ekstradan sevindirici. Gezegenler ile uğraşmak ne kadar eğlenceli olsa da bu çizgi roman olayı da onun kadar zevkli. Sonuç olarak aynı şeyi yapıyoruz burada da. Olmayan yaşamlar, dünyalar yaratıyor sonra onları süpernovalar ile yok ediyoruz ya da sonsuza kadar mutlu ve mesut yaşamalarını sağlıyoruz. Hepsi bu kadar basit işte. Heavy Metal Türkiye Editörü Ahmet KOCAOĞLU
37
Sinema
Geçmişten Günümüze "The Mighty Thor"
Çizgi romanların renkli karakterleri olan süper kahramanlar sinema filmleri ile de karşımıza çıkmaya devam ediyorlar. Marvel firmasının süper kahramanlarını bir araya getireceği “The Avengers” filmi için yaptığı hazırlık çerçevesinde yeni süper kahraman filmleri bizleri bekliyor. Marvel’ın 1993 senesinde sinema ve televizyon çalışmaları için kurduğu Marvel Studios firmasının ilk sinema filmi 1998 senesinde “Blade” filmi olmuştu. 2008 senesine kadar Marvel Studios’un yaptığı filmler telif hakları sebebiyle ortaklık şeklinde oluyordu. “Iron Man” filmi ile Marvel Studios kendi filmlerini yapmaya başladı ve böylece “Marvel Cinematic Universe” dönemi başladı. “Iron Man” filmi gibi 2008’de gösterime giren “The Incredible Hulk” filmi ve 2010 yapımı “Iron Man 2” filmi “Marvel Cinematic Universe” konsepti içerisinde şimdiye kadar gösterime giren Marvel Studios filmleri oldu. “Marvel Cinematic Universe” yapısı içerisinde dönüm noktası olacak olan “The Avengers” filminde yer alacak Thor ve Captain America karakterlerinin filmleri de bu sene içerisinde sinemalarda gösterime girecek. 3D olarak gösterime girecek “Thor” filminin ülkemizdeki gösterim tarihinin 29 Nisan 2011 (Amerika gösterim tarihi 6 Mayıs 2011) ve “Captain America:
38
Sinema
The First Avenger” filminin ülkemizdeki gösterim tarihinin 22 Temmuz 2011 (Amerika ile aynı) olması bekleniyor. Thor karakterinin çizgi roman geçmişine baktığımızda Marvel’ın en üretken olduğu 1960’ların başına gitmemiz gerekiyor. Stan Lee ve Jack Kirby ikilisinin Kasım 1961’de Fantastic Four ile başlayan süper kahraman üretimine 1962 senesinde Hulk, Örümcek Adam ve Thor katıldılar (1963’de X-Men ve 1964’de Daredevil ortaya çıktı). Thor karakteri ilk olarak “Journey into Mystery” çizgi romanının Ağustos 1962’de yayınlanan 83. sayısında okuyucunun karşısına çıktı. Mitolojiden esinlenen Thor karakterinin yaratılmasında Hulk karakterinin büyük etkisi olmuştur. Stan Lee’nin Hulk’ı yarattıktan sonra daha güçlü bir karakterin ancak tanrı olabileceği fikri aklına gelince Thor ortaya çıkmış. Thor karakteri Stan Lee’nin editörlüğünde Jack Kirby’nin çizimleri ve Larry Lieber’in senaryoları ile çizgi roman dünyasına kazandırılmıştır. Thor karakteri İskandinav mitolojisinde yer alan en güçlü tanrıdır. İskandinav insanlarının Hıristiyanlık öncesi dini inançlarını mitoloji oluşturmaktaydı. Odin’in oğlu olan Thor’un gücünün iki kaynağı vardı; fırtınaları, şimşekleri, yağmuru kontrol etmesini sağlayan Mjollnir adındaki bumerang gibi hareket eden çekici ve belindeki altın kemeri. Thor kelimesi günümüzde İngilizce’de “Perşembe” günü anlamına gelen “Thursday” kelimesinde de karşımıza çıkmaktadır: Thor’s day / Thor’un günü. Ayrıca “Şimşek” anlamına gelen “Thunder” kelimesinde de hem söyleniş hem de anlam olarak Thor kelimesinin etkisi gözükmektedir.
39
Sinema Çizgi romanda Odin, oğlu Thor’u kibirli karakterinin düzelmesi için Asgard’dan göndermeye karar verir ve ceza olarak hafızasını silerek dünyaya tıp öğrencisi Donald Blake olarak gönderir. Donald Blake doktor olduktan sonra Norveç’e yaptığı gezide uzaylılar ile karşılaşır ve bir mağaraya sığınır. Bu mağarada karşısına çekici Mjollnir çıkar ve çekici tutmasıyla birlikte Thor ortaya çıkar. Thor’un hikâyelerinde mitolojide de yer alan Loki karakteri kötü üvey kardeşi olarak karşısına çıkmaktadır. Thor’un bugüne kadar kaç adet çizgi romanının yayınlandığı biraz karışık bir durum içermektedir. Yayın akışını mümkün olduğunca özet olarak aktarmaya çalışacağım: “The Mighty Thor”un maceraları zaman içerisinde “Journey into Mystery” çizgi romanı içerisinde daha baskın bir hal almaya başlar ve serinin 126. sayısında çizgi romanın kapağında başlık “The Mighty Thor” adını alır ve böylece Thor’un kendi serisi başlamış olur. İlk 83 sayının Thor ile ilgisi olmamasına rağmen(!) seri 126. sayıdan devam eder ve 1996 senesinde 502. sayıdan sonra seri yeniden “Journey of Mystery” adı ile yayınlanmaya başlar. 1998 senesinde 521. sayıdan sonra serinin adı yeniden “The Mighty Thor”a döner ve 85 sayı daha yayınlanır. Ancak 503. ve 521. sayılar arasında kısa süre devam eden “Journey of Mystery” yayınları numaralandırılmadan çıkarılır(!) ve seri 2004 senesinde 587. sayıya gelmiş olur. 2004 senesinde Marvel evreninde yaşanan hareketli olaylar sırasında Thor ortadan kaybolduğu için seriye de 2007 senesine kadar ara verilir. 2007 senesinde yeniden başlayan seri 12 sayı sürer (numaralandırma 588’den başlamaz!). Ancak Marvel firması bu akış sırasında 599 sayının yayınlandığını fark ederler ve serinin Nisan 2009’daki sayını 600. sayı olarak yayınlar. Günümüzde halen bu seri devam etmektedir. Thor’un mitolojik kimliği sebebiyle 1950lerde çizgi romanlarda yer aldığı olmuştur. Marvel.com’da Thor’un ilk gözüktüğü çizgi roman olarak 1951 senesinde yayınlanan “Venus” çizgi romanının 12. sayısı gösterilmektedir. Bu çizgi romanda Thor sadece iki karede gözükür ve bizim alıştığımız Thor’a görsel olarak benzememektedir. Ancak DC Comics çatısı altında 1957 senesinde yayınlanan “Tales of the Unexpected” çizgi romanının 16. sayısında karşımıza ilginç bir durum çıkmaktadır. “The Magic Hammer” (Sihirli Çekiç) adını taşıyan hikâyede Thor karakteri kullanılmıştır ve 1962 senesinde Marvel’ın yaratacağı Thor’a görsel olarak benzemektedir. Ülkemizde çizgi roman severler Thor’u ilk olarak Nisan 1979’da yayınlanmaya başlayan çocuk dergisi Yaman’da okuma imkânına kavuşmuşlardır. Dergide Thor yerine “Tor” yazıldığını da belirtmeliyim. 1985 senesinde Alfa Yayınları ile Thor’un kendi adını taşıyan çizgi romanı yayınlanmaya başladı ve bu Thor’un ülkemizde yayın hayatının son durağı olmuştur. 29 Nisan 2011’de ülkemizde gösterime girecek tahmini bütçesi $150.000.000 olan “Thor” filmine kadar Thor’un çevrilen sinema filmi olmamıştır. Sadece Hulk’ın 1988 senesinde çevrilen “The Incredible Hulk Returns” isimli televizyon filminde Thor yan karakter olarak kullanılmıştır. “Thor” filmi ile bu sıra dışı kahramanı beyazperdede seyredebileceğiz. Marvel Studios firması “Thor” filminin hazırlıklarına başladığında ilk olarak yönetmenin kim olacağını belirledi. Aralık 2008’de Kenneth Branagh’ın resmi olarak “Thor”un yönetmeni olduğu açıklandı. 1960 İrlanda doğumlu yönetmen/aktör kariyerinde yönettiği William Shakespeare uyarlamaları ile tanınmaktadır. Thor rolü için ise James Preston Rogers, Channing Tatum, Alexander Skarsgård ve Charlie Hunnam gibi çok sayıda aktörün adı geçiyordu ve Mayıs 2009’da bu gözde rol için sürpriz bir isim olan Chris Hemsworth seçildi. 2009’da gösterime giren “Star Trek” filminde George Kirk rolü ile 5 dakika gözüken Chris Hemsworth kimdir? 1983 senesinde Avustralya’da doğan genç aktörün Star Trek filminden önceki kariyeri televizyon dizilerinden oluşuyordu. Chris Hemsworth 1988 senesinden beri Avustralya’da gösterilen “Home And Away” isimli TV dizisinde 2004–2009 seneleri arasında toplam 171 bölümde oynamıştı.
40
Sinema Filmin ana kadrosu Tom Hiddelston (Loki), Natalie Portman (Jane Foster) ve Anthony Hopkins’in (Odin) katılımı ile tamamlanmıştı. Özellikle Natalie Portman ve Anthony Hopkins gibi tecrübeli oyuncuların filmde yer alacak olması olumlu eleştiriler aldı. 2010 başında filmin çekimlerine başlandı ve Mayıs 2010’da Thor karakterinin ilk resmi görüntüsü basına yansıdı. 7 Mayıs 2010 tarihinde gösterime giren “Iron Man 2” filminin sonunda son senelerde Marvel filmlerinde görmeye alıştığımız ekstra görüntü uygulamasında “Thor” filmine başarılı bir gönderme yapıldı. 2010 yaz ayında “Thor” filmine ait görüntüler basında hız kazanmaya başladı hatta 22–25 Temmuz 2010 tarihlerinde gerçekleşen San Diego Comic-Con’da “Thor” filminin tanıtımı için düzenlenen panelde katılımcılara ilk kez filme ait 5 dakikalık video gösterildi. Ancak bu video internete sızınca Marvel firması görüntünün internetten kaldırılması için büyük bir çalışma gerçekleştirdi. Resmi fragman için “Thor” hayranları 11 Aralık 2011’e kadar beklemek zorunda kaldılar. “Thor” filminin gösterimine çok az bir zaman kaldı ve film için beklentiler geçen zaman içerisinde sürekli yükseldi. Oluşan olumlu havada Marvel’ın üç tercihinin önemli katkısının olduğuna inanıyorum. Thor’a benzeyen bir aktör seçildi, sağlam yan kadro oluşturuldu (yönetmen dâhil) ve etkileyici fragmanlar yayınlandı. Filmde karakterin doğuşu anlatılacağı için sıkı Thor hayranlarının çok fazla detaya dikkat edeceklerini düşünüyorum. Muhtemelen bu detayların bir kısmı filmde farklı yorumlanmış olacaktır. Filmin tempo olarak tatminkâr bir yapıya sahip olmasını bekliyorum. Marvel Studios için filmin başarısı gişede elde edeceği sonuç olacaktır. Bu açıdan film gösterime girdikten sonra çıkacak ilk eleştiriler çok önemli rol oynayacaktır. Marvel’ın ilk 3D süper kahraman filmi olan “Thor”un 3D kalitesi film için yapılacak eleştirilerde ön plana çıkacaktır. “Thor” filminin taşıdığı çok farklı bir misyona da değinmek istiyorum. “The Avengers” filminde yer alacak Iron Man, Hulk, Thor ve Captain America karakterlerinin filmlerinin hepsi farklı yönetmenlere emanet edildiği için her filmde karşımıza farklı atmosfer ve hikâye duruşu çıkacak. Bu kadar çok farklı karakterin başka bir yönetmenin elinde “The Avengers” içerisinde yeniden yorumlanacak olmasını Marvel Studios’un önündeki en önemli engel olarak görüyorum. Bakalım “Thor” filmi “Marvel Cinematic Universe” projesi için beklentileri ne yönde değiştirecek? Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com info@kahramanlarsinemada.com
41
Çizgiroman
42
Çizgiroman
43
Çizgiroman
44
Çizgiroman
45
Çizgiroman
46
Çizgiroman
47
Çizgiroman
48
Çizgiroman
49
Çizgiroman
50
Sinema
!f Ankara'da 5 Gün Yine Mart ayı, yine Ankara’da film festivali mevsimi. Önce !f Ankara, sonra Ankara Film Festivali. Geçtiğimiz yıl olduğu gibi Gölge e-Dergi’nin bu sayısında !f Ankara güncesini, gelecek sayıda ise Ankara Film Festivali güncesini bulacaksınız. Bu yıl onuncu yaşını kutlayan !f İstanbul’un Ankara ayağı bu yıl 5 güne çıkarılmıştı. Bir kez daha AFM Cepa sinemasını mesken edinen festivalin yine dolu dolu bir programı vardı. 2 Mart Çarşamba: 13:00 – !f Bağımsız Filmler Festivali belgesellere hep önem veriyor. Bu yılın benim için ilk filmi de bir belgesel olan William S. Burroughs: İçerdeki Adam (William S. Burroughs: A Man Within) idi. Adından da anlaşıldığı üzere William S. Burroughs hakkındaki bu geniş kapsamlı belgesel kronolojik olarak bir hayat hikâyesi anlatmaktan ziyade, Burroughs’un hayatındaki belli kavramlar üzerinden giderek onun hayatına bir bakış atıyor. Bunu özellikle kendisini iyi tanıyan arkadaşları ile konuşarak yapıyor. Burroughs’un otorite ile uyumsuzluğuna dikkat çeken film, onun sadece muhafazakâr toplum içinde aykırı bir yerde durmadığını, eşcinsel toplum içinde de, uyuşturucu kullananlar içinde de sıra dışı bir noktada durduğunu vurguluyor. Dönemin pek çok önemli isminin ona hayranlığını da görüyoruz filmde. Ancak filmde edebiyat dünyasına yaptığı katkıların çok fazla altının çizilmediğini düşünüyorum. Genellikle kişiliğinin aykırı yönleri üzerinde yoğunlaşılmış ama yazdığı kitapların önemi ve ona duyulan hayranlığın nedeni çok iyi anlaşılamıyor. Yine de üstadın ölümünden sonra onun hakkında yapılan ilk film olması ile önemli ve izlenmesi gereken bir yapım. 15:00 – Günün bir sonraki filmi henüz ergenlik dönemine yeni girmiş ya da girmek üzere olan iki çocuğun bir yaz boyunca yaşadıklarını anlatan Boyita’nın Son Yazı (El último Verano de La Boyita / The Last Summer of La Boyita) idi. Filmin özetini okuduğunuzda ve Gökkuşağı Filmler bölümünde yer aldığını gördüğünüzde (bu bölümde eşcinsellik temalı filmler yer alıyor) kafanızda bir yapı canlanıyor, ancak film beklediğinizden çok farklı noktalara gidiyor. Filmin başında artık bir genç kız olan ablası ile oynamaya çalışan Jorgelina ile tanışıyoruz. Babası doktor olan Jorgelina, ablasının yaşadığı değişimlere tanık oldukça kadın ve erkek anatomisi üzerine merak duymaya başlıyor ve doktor olan babasının kitaplarını inceliyor. Bu arada babasının bir süre önce aldığı çiftlikte de artık erkek olduğunu kanıtlamaya çalışan Mario ile tanışıyor. Filmin başında ana karakterimiz akıllı ve sevimli Jorgelina olacakmış ve filmde bu iki çocuğun bir yaz boyu yakınlaşmasını izleyecekmişiz gibi gözüküyor. Giderek ortaya çıkıyor ki her ne kadar olayları Jorgelina’nın gözünden görsek de filmin ele almak istediği konunun esas kahramanı Mario. Onun herkesten gizlediği bir sırrı var. Film de bu sır üzerine odaklanıyor. Boyita’nın Son Yazı, iyi yazılmış, iyi çekilmiş, sade ve iddiasız bir film. Filmi izlerken eski festivallerde
51
Sinema benzer bir konuyu ele alan çok daha iyi bir film izlediğimiz anımsadım. Yine de iyi bir film ve özellikle başroldeki iki çocuğun gayet doğal oyunculuğu ile ön plana çıkıyor. 17:30 – İşte bir belgesel daha. Bu sefer Türkiye’den geliyor. Karadeniz Bölgesi’nde yapılmaya çalışılan yüzlerce hidroelektrik santrale (HES) karşı halkın tepkisini anlatan Bir Avuç Cesur İnsan filmi, çeşitli açılardan başarılı bir belgeseldi. Yöre halkının Karadeniz’in nehirlerini yok etmeye doğru ilerleyen bu projeye karşı tepkisinin nedenlerini başarılı bir şekilde irdeleyen ve onların nehirlere olan bağını başarılı bir şekilde veren film bölge halkını da en doğal halleriyle görüntülüyordu. Bunun yanında kimi yerlerde bu tepkinin çok geniş bir katılım bulmadığının gösterilmesi de başarılıydı. HES’lere karşı yapılacak yürüyüşe ayağım ağrıyor bahanesiyle gelmeyenler, dolduruşa gelmeyin diyerek kahvede büyük bir rahatlıkla okey oynamaya devam edenler çarpıcı görüntülerdi. Ayrıca yönetmen Rüya Arzu Köksal’ın bundan önceki belgesellerinden Son Kumsal’da gördüğüm bir eksiklik bu filmde yoktu. Orada işin karşı tarafından gelen görüşlere yer verilmemişti. Burada ise HES projeleri içinde yer alan şirketlerden temsilciler ile projeyi destekleyen bakanlık yetkililerinin de görüşlerini izliyorduk. Zaten salondaki tepkiden anlaşılan projenin tarafında olan yetkilerin söyledikleri genel olarak makul gerekçeler olarak görülmüyordu. Bir Avuç Cesur İnsan hem iyi bir belgesel oluşuyla hem de ele aldığı konunun önemi ile izlenmeye değer bir belgesel. Özellikle halk hareketlerinin bir sonuç sağlamadığı öne sürülen günümüzde gerçekten de üzerine gittiği konuları bir sonuca bağlayabilen bir halk hareketini görmek için önemli. Ne yazık ki diğer salona yetişebilmek için bu filmden bitmesine yaklaşık 5 dakika kala çıkmak zorunda kalıyordum. 19:00 – Geçtiğimiz yıl bir dönem Joaquin Phoenix’in oyunculuğu bıraktığına dair haberler çıkmaya başlamıştı. Phoenix bundan sonra kariyerine hip-hop yaparak devam edecekti. İlk başta bu haberler çok fazla bir etki yaratmasa da o dönem çevirdiği filmlerden birinin promosyon çalışmaları için çıktığı David Letterman’ın talk-show’una hırpani bir vaziyette ve adeta uyuşturucu etkisinde katılması magazin basınında büyük bir etki yaratmıştı. Hemen hemen aynı zamanlarda Phoenix’in bu halinin bir kandırmaca olduğu, tüm bunların aslında Casey Affleck’in çekmekte olduğu bir filmin parçası olduğu haberleri çıkmaya başladı. Affleck ve Phoenix tarafından gelen açıklama ise Phoenix’in oyunculuğu bırakıp hip-hop’a geçmesi ile ilgili bir belgesel çekildiğinin doğru olduğu ama bunun bir
52
Sinema kurmaca olmadığı yönünde idi. İşte bu seans için seçtiğim, Hâlâ Buradayım (I’m Still Here) bu sözü edilen film. Phoenix’in çocukluk videoları ile açılan film, onun geçtiği çok zor bir dönemi anlatırken onun kendi ile yüzleşmesini ele alarak çocukluğunun geçtiği yere dönmesi ile kapanıyor. Filmin büyük kısmında gördüğümüz Phoenix ise Hollywood yıldızları atfedilen tüm kötülükleri bünyesinde toplamış bir kişilik adeta. Sürekli çevresine küfür ediyor, her zaman kafası dumanlı, uyuşturucu ve içkiyi bolca tüketiyor, gittiği yeni şehirlerde ilk yaptığı işlerden biri otel odasına fahişeleri çağırmak, vs. vs. Filmi izlerken Phoenix’i bu kadar kötü gösteren bir filmin gerçek olamayacağı yönündeki kanılarınız güçleniyor. Filmin sonundaki oyuncu listesinde büyük bir çoğunluğun isminin yanında “himself” ya da “herself” yazarken Joaquin’in babasını oynayan kişi olarak Tim Affleck ismini görmemiz (ki kendisi Affleck kardeşlerin babası oluyor esasen) olayın kurmaca olduğunu gösteren önemli bir nokta. Sonradan İnternet’te ufak bir araştırma gerçekten de her şeyin kurmaca olduğunu gösterdi. Başta gösterilen çocukluk videoları bile aslında günümüzde çekilmiş ve üzerinde oynanmış görüntülermiş. Bu anlamda her ne kadar olayları gerçek hayatına yansıtmış olsa da filmdeki Joaquin Phoenix karakterine kurmaca bir karakter olarak bakmamız gerek. Filmin yakın zamanda başka festivallerde izlediğimiz Sofia Coppola’nın Somewhere filmi ile yakın bir akrabalığı var. Her ikisi de hayatının boş olduğunu fark eden bir Hollywood yıldızının kendisi ile yüzleşmesini bambaşka yollarla anlatıyor ama sonuçta benzer noktalara ulaşıyor. 21:30 – Günün son filmi Noel’den Sonraki Salı (Marti, Dupa Craciun / Tuesday, After Christmas) filminin açılışında bir sevişme sonrası yatakta samimi bir diyalog içinde bir çifti görüyoruz. Giderek bu çiftin evli olmadığını öğreniyoruz ve adamın karısı ve kızıyla tanışıyoruz. Her ne kadar evliliklerinde gözle görülür çok ciddi bir sorun olmasa da bir süre önce adam kızının dişçisi ile bir ilişki yaşamaya başlamış ve her ikisi de belli ki birbirlerine sırılsıklam âşıklar. Evlilik ve aşk temaları üzerinde dolaşan bu başarılı film son dönem atakta olan Romen sinemasından geliyor. Aslında filmde çok olağanüstü bir şey olmuyor. Klasik bir aşk üçgeni sonrasında bir evliliğin bitişi anlatılmış. Ancak bu o kadar doğal bir şekilde verilmiş ki takdir etmek lazım. Hiç bir abartma, seyircinin duygularını coşturma amacı yok. Her şey neyse o. Çoğunlukla sabit bir şekilde duran kameranın karşısındaki oyuncular da son derece başarılı. Özellikle kocasının ilişkisini bilmeyen kadının dişçiye gelerek kocasının sevgilisinden kızının sağlığı hakkında bilgi aldığı ve üçlünün ilk kez karşılaştığı sahne ya da artık ilişkisini itiraf etmek ihtiyacı duyan adamın normal bir konuşma sırasında birdenbire durumu itiraf etmesi sonucu gelişenlerin anlatıldığı sahneler çok başarılı. Benzer konuları anlatan diğer filmlerden farklı yapısı ile bir kısım izleyiciye ne oldu yani şimdi dedirtse de soğukkanlı ve gerçek yapısı ve başarılı oyunculukları ile izlemeye değer bir filmdi. 3 Mart Perşembe: 12:30 – İşte benim için festivalin en büyük hayal kırıklığı. Baskıcı bir baba ve onun boyunduruğundan kurtulmaya çalışan bir çocuk. Hint sinemasından gelen 134 dakikalık Udaan filminin tek konusu bu aslında. Festivallerde farklı filmler izlemeye alışkınız. Ne yazık ki Hint sinemasında gelen bu film festivaldeki en klişe
53
Sinema filmdi. Benzer konularda izlediğimiz filmlere göre hiç bir artısı olmayan film, türünün de sıradan örneklerinden biriydi doğrusu. Tek yönlü çizilen karakterler, vasat oyunculuklar vs. vs. Bir Hint filmi olmasının etkisiyle kimi sahnelerde arka planda konu ile uyumlu şarkılar da duyuyorduk, bu bir farklılıktı belki ama filmin lehine işleyen bir durum değildi (neyse ki dans yoktu…). 15:00 – Festivalin sıra dışı filmlerinden Lastik (Rubber) idi. Filmimizin kahramanı bir otomobil lastiği. Çölün ortasında duran lastik, günün birinde hareketlenip ayağa kalkıyor ve yola çıkıyor. Önce çölde karşısına çıkan ufak tefek cisimlerin üzerinden geçerek tahrip eden lastik, zamanla bundan çok hoşlanıyor ve bu sefer üzerinden geçerek öldürebileceği canlılara dikiyor gözünü. Karşısına üzerinden geçerek kıramayacağı/öldüremeyeceği cisimler ya da canlılar çıktığında bu işi telepati yoluyla da yapabileceğini fark ediyor. Lastik otoyola ulaştığında ise artık karşımıza bolca kafası telepati yolu ile patlayan insanlar çıkmaya başlıyor. B filmlerini aratmayacak bir hikâye gibi gözüküyor. Ancak filmin bir boyutu daha var. Daha en baştan bu lastiğin hikâyesini izlemek için toplanmış bir seyirci topluluğu olduğunu da görüyoruz. Aslında filmin asıl derdinin bu topluluk üzerinden sinema ve sinema seyircileri üzerine bir şeyler söylemek olduğu hissediliyor. Zaten filmin açılışında popüler Hollywood filmlerindeki sebepsiz yere olan bir takım örnekleri verirken onlara inanıyorsunuz da bir araba lastiğinin canlanıp telepati yoluyla insanları öldürebileceğine neden inanmıyorsunuz diyor adeta. Filmin finali de Hollywood kapılarında noktalanıyor zaten. Lastik toplamda çok başarılı bir film değildi belki ama ilginç bir film olduğu tartışma götürmez. Sonrasında üzerine konuşmak üzere de epey malzeme veriyor. Ama tümüyle saçma sapan bulanlar da olmuştur eminim. 17:30 – Dönüş Treni (Last Train Home) bu yılki festivalin önemli belgesellerinden biriydi. Film, yeni yılı aileleri ile geçirmek üzere Çin’in büyük şehirlerinden kırsal kesimlerine yolculuğa çıkan yaklaşık 130 milyon kişinin arasından bir karı kocanın yolculuğuna götürüyor bizleri. Bu çift daha çocukları çok küçükken para kazanıp çocuklarına iyi bir gelecek sağlayabilmek umuduyla çalışmak üzere büyük şehre gitmişler. Anne-babalarını yılda bir kez görebilen çocuklarını ise büyükanne ve büyükbabaları büyütmüş. Belki çift çocuklarının geleceği için bunu yapmış ama bu durum aynı zamanda çocukları ile aralarının da açılmasına yol açmış. Bu nedenle gün gelip kızları da benzer bir seçim yapınca onun destekçisi olamıyorlar. Ne de olsa onlar için en önemlisi hâlâ çocuklarının okuyup büyük adam olması. Bu tip filmler her zaman akıllarda bir soru işareti uyandırır. Sıradan insanların hayatını bir film ekibi ile izlediğinizde gördükleriniz ne kadar inandırıcıdır acaba? Kamera karşısındaki insanların doğal olma çabası bile aslında bir yapmacıklık katmaz mı hareketlerine? Doğrusu burada da benzer bir soru oluşuyor
54
Sinema kafalarda kaçınılmaz olarak. Ancak filmin bir yerinde ailesi ile bir tartışmaya giren genç kızın kameraya dönüp “ Gerçek beni görmek istiyordunuz, işte gerçek ben buyum,” demesi ve babasının kızgınlığı filmin en azından bu kısmının tümüyle gerçek olduğunu izlenimini veriyordu. Dönüş Treni belki sadece bir ailenin hikâyesini anlatıyor ama yönetmen söz konusu 130 milyon kişi içinde kimin hikâyesini anlatırsa anlatsın belki çok benzer, belki tümüyle farklı ama mutlaka çarpıcı bir hikâye ile karşılaşacağı kesin. O yeni yıl için çıkılan yolculuktaki mahşeri kalabalığa dayanmayı göze alan ve ailelerini yılda bir kez gören insanların sıradan hikâyeleri olamaz gibi geliyor insana. Aslında Çin’e kadar gitmeye de gerek yok. Ülkemizdeki mevsimlik işçilerden de nice hikâyeler çıkacaktır. 19:00 – Bir önceki filmden koşarak çıkıp yetiştiğim Sineklik (La Mosquitera / The Mosquito Net) filmi geçtiğimiz Antalya Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümünde en iyi kadın oyuncu ödülünü ve SİYAD ödülünü kazanmıştı. Orada kaçırdığım bir filmdi ama !f’de izlemek kısmet oldu. Filmde üç kişilik çekirdek bir aile anlatılıyor. Görünüşte sıradan bir aile ama filmin başından itibaren ailenin üyelerinde bir takım tuhaflıklar olduğunu görmeye başlıyoruz. Ailenin tek oğlu Luis sürekli olarak sokakta bulduğu hayvanları eve getirmekte, bu hayvanlar da bir defa eve girdi mi evde kalmaya devam ediyor. Sonuçta evde yedi-sekiz adet köpek, bir o kadar da kedi var. Ailenin babası Miguel evin temizlikçisine karşı garip bir ilgi duyuyor. Sürekli bu genç kızla yan yana olabilmek için fırsat kolluyor ama sadece eline dokunmak bile ona yetiyor, sonuç pek öyle olmasa da herhangi bir cinsellik istemediği iddiasında. Ailenin annesi Alicia ise bir gece içkinin de etkisi ile oğlunun en yakın arkadaşı ile beraber oluveriyor. Ailenin temel üyeleri böyleyken onları çevreleyen bir kaç kişi de pek normal değil. Alicia’nın kardeşi küçük sevimli kızını elinde sigara söndürmek gibi yöntemlerle büyütürken, Miguel’in anne-babası ise bambaşka bir âlemdeler. Alzheimer olan annesinin yerine de babası düşünüyor ve konuşuyor. Film boyunca başlarına gelenlerden sonra film anlamlı bir final sahnesi ile bitiyor. Sahneyi anlatmayalım ama son noktada dışarıdan gelecek tehlikelere kapılarını kapayan çekirdek burjuva ailesi her türlü tuhaflığına/sapkınlığına rağmen öyle ya da böyle hayatını devam ettirecek mesajı verildiği söylenebilir. Sineklik hafif gerçeküstü tarafları da olan, iyi oynanmış başarılı bir filmdi ancak daha iyi bir film olmanın kıyısından döndüğü söylenebilir. Zaman zaman odağını kaybedip sağa sola savrulmasa daha başarılı bir film olacakmış. Yine de festivalin öne çıkan filmlerinden biri olduğu söylenebilir. 21:30 – Günün son seansı için seçtiğim Dört Defa (Le Quattro Volte / The Four Times), !f İstanbul’un Keş!f bölümünün galibiydi. Bu nedenle festivalin Ankara ayağının da merakla beklenen filmleri arasındaydı. Film, yaşlı ve hasta bir çobanın hikâyesi ile başlıyor. Ancak çok geçmeden filmin diğer ana karakterlerinin bir köpek, bir keçi ya da bir ağaç gibi canlılar olduğunu görüyoruz. Zaten filmde gördüğümüz insanlar da doğa ile iç içe yaşayan insanlar ve böyle bir ortamda tüm insanlar ve hayvanlar bütünleşmiş durumda. Film
55
Sinema de bunun üzerine yoğunlaşıyor zaten ve doğumlar ve ölümler ile birlikte her şeyin bir döngü içinde olduğu doğadan bir kesit sunuyor bize. Dört Defa kayıtsız kalınmayacak bir film ama her bünyeye göre olmadığını da söylemeli. Bazı filmler için festivaller dışında izleme şansımız yok denir ya işte öyle bir film. Hiç bir diyalog içermiyor (aslında 1–2 kelime geçiyor arada ama o da zaten çok rahat anlaşılabilecek basit kelimeler). Çok kişiye sıkıcı gelmesi için bir neden bu. Ancak filmin içine girince diyalog içerip içermediği unutuluyor bir noktadan sonra. Başarılı görüntü çalışması ile çok da uzun olmayan süresinin (88 dakika) nasıl geçtiği de anlaşılmıyordu aslında. 4 Mart Cuma: 12:30 – Aslında bu seans için Organizmanın Sırları adlı filmi seçmiştim. Ancak festival başlamadan önce yapılan bir değişiklikle bu film iptal oldu ve yerine Grönland’ın ilk Oscar adayı olması ile dikkat çeken Nuummioq kondu. Her ne kadar diğer film de epey merak ettiğim bir film olsa da Nuummioq da iyi bir seçim oldu. Grönland’ın uçsuz bucaksız doğası içinde yaşayan bir grup insanı karşımıza getiriyor bu yapım. Malik’in başını çektiği üç kişilik grup bir yandan avcılık yaparken diğer yandan birbirlerine takılmayı da çok seven, hoşça vakit geçiren bir grup. İçinde bulundukları çevrede herkes adeta birbirini tanıyor. Özellikle Malik epey popüler bir genç gibi gözüküyor. Bir gün Malik’in durup dururken düşüp bayılması ile onun için her şey değişiyor. Ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrenen Malik bu noktada hayatını sorgulamaya başlıyor ve aşkı yeniden keşfediyor. Aslında benzerlerini sıkça gördüğümüz bir hikâye. Ancak Malik’in hayatı değiştikçe giderek kendisini de adanın ıssız bölgelerine vurması ve buralarda yapılan çekimler ile öne çıkıyordu Nuummioq. Ayrıca ölümcül bir hastalık filmin ana teması ama bunu anlatırken seyirciye karşı bir duygu sömürüsü de yapmıyor ve dengeli bir anlatım sergiliyor. Çok önemli bir film olmasa da farklı bir ülkeden gelen bir sinemayı tanımak açısından iyi oldu. Bu arada Hollywood filmlerinde hep gördüğümüz “bu filmde hiç bir hayvana zarar verilmemiştir” ibaresinin aksine filmin sonunda avlandığını gördüğümüz hayvanlar ile ilgili “filmdeki hayvanlar öldürülmüş, yenmiş ve bundan keyif alınmıştır” şeklinde bir ibarenin olması da dikkat çekiciydi… 15:30 – Bir önceki filmden sonra günün ikinci filmi de yine soğuk bir atmosferde geçiyordu. Buzlar Üzerinde (On the Ice) filminde bu kez mekân buzlarla kaplı Alaska. Bir kez daha bu soğuk atmosferde yaşayan gençleri görüyoruz. Aralarında gayet sıkı bir dostluk bulunan bu geçler zaman zaman delikanlılık ateşine kapılıp kavga da edebiliyorlar. Doğal sayılabilecek olaylar bunlar aslında ama iş günün birinde bu kavgalardan birinde gençlerden birinin kaza sonucu ölmesine kadar gidiyor. Buzulun ıssız bir bölgesinde gerçekleşen bu olayın bir tanığı yok. Kavga eden iki genç ve onları ayırmaya çalışırken olaya
56
Sinema dâhil olan bir diğeri. Sonuçta hayatta kalan iki genç ne yapacaklarını bilemezken bir süre düşündükten sonra arkadaşlarının buzun içine düştüğünü ve kaybolduğunu söylemeye karar veriyorlar. Ortada tanık yok belki ama insanın kendi vicdanından kaçması o kadar kolay değil. Buzlar Üzerinde polisiye kalıpları da kullanan bir film ama asıl derdi suçluluk duygusu ile baş etmeye çalışan ve öyle ya da böyle doğruyu yapmaya çalışan insanlar. Doğrusu bunu da gayet başarılı bir şekilde yapıyor. İddiasız ama izlediğime memnun olduğum filmlerden biri oldu benim için. 17:30 – Bu seansta karşımda yine bir belgesel vardı. Ama farklı bir belgesel. 2009 yılında İran’da gerçekleşen seçimlerin öncesinde özellikle genç kuşaktan Musavi’ye ciddi bir destek vardı. Seçimleri kazanması beklenirken Ahmedinecat’ın seçimleri bir kez daha kazandığı açıklandığında Musavi destekçileri seçimlere hile karıştırıldığını iddia ettiler ve İran karıştı. Bu dönemde Musavi destekçileri kendilerini göstermek için yeşil rengi kullandılar ve hareketlerine Yeşil Dalga (The Green Wave) adını verdiler. İşte aynı adlı bu film de söz konusu dönemde yaşananları anlatıyor. Son dönemde dünyanın değişik yerlerinde iktidara karşı girişilen örgütlenmelerin hemen hepsinde olduğu gibi Yeşil Dalga hareketinde de İnternet yoğun şekilde kullanıldı. Bu filmin de temel kaynakları o dönemde yaşananları sıcağı sıcağına aktaran blog yazarları, twitter mesajları ve YouTube videoları. Tüm bunları başarılı bir şekilde harmanlayan film bir yandan da özellikle blog yazılarında anlatılanları geçtiğimiz yıllarda izlediğimiz Beşir’le Vals filmindekine benzer bir animasyon tekniği ile canlandırmış. Bu da filmin etkileyiciliğini arttırmış. Yakın dönemde yaşananlara da ışık tutabilecek başarılı bir belgesel. 19:30 – Japon animasyonlarını sinemalarımızda izleme şansımız çok fazla değil. Neyse ki festivallerde karşımıza çıkıyorlar. Özelikle !f’de her yıl en az bir Japon animesi izleyeceğimize emin olabiliriz. Bu yıl izlediğimiz Gintama (Gekijouban Gintama: Shin’yaku Benizakura Hen / Gintama: The Movie) önce manga olarak başlamış sonra televizyonda yayınlanmış bir animeye dönüşmüş sonrasında ise festivalde izlediğimiz filmi yapılmış bir yapım. İzlemeden önce seriye aşina olmayan biri olarak karakterleri tanımıyor olmak bir sorun yaratır mı diye düşünüyordum. Eminim ki seriyi bilenler belli ayrıntılardan daha fazla keyif almışlardır ama seriyi bilmemenin çok büyük bir eksiklik yaratmadığı da söylenmeli. Gintama samuray dünyasını daha modern bir dünya ile harmanlayan bir atmosferde geçiyor. Bolca şiddet ve kan içermesine rağmen çok da eğlenceli bir film. Özellikle filmin açılışı ve kapanışı çok eğlenceli. Filmin girişinde karakterler neden bir sinema filmi çekildiğine dair tartışırken bir yandan da hikâyeye nereden gireceklerine karar vermeye çalışıyorlar, seyircilerden büyük kısmının beklemeden salonu terk ettiği filmin sonunda ise devam filminde ne olacağı ve ana karakterlerin kimler olabileceğine dair bir
57
Sinema kavga kopuyor. Film kasabaya gelen gizemli suikastçı ile onu yakalamaya ve arkasındaki asıl gücü ortaya çıkarmaya çalışan iyi adamları anlatıyor. Aslında konusu çok da önemli değil. Gintama iyi kurgulanmış dövüş sahneleri, karakterler arasındaki ilişkiler ve tam yerinde gelen onlarca başarılı espri için izlenebilir. Özellikle anime severler çok keyif aldılar. 22:00 – Günün bir sonraki filmi yine bir belgeseldi. Marwencol adlı bu film Mark Hoganpark’in hikâyesini anlatıyor. Mark, bir gece bar çıkışında o gece tartıştığı bir grup adam tarafından öldüresiye dövülür. Bunun sonucunda beyninde hasarlar kalan Mark hem ailesini ve arkadaşlarını yeniden tanımak hem de bir çocuk gibi normalde hiç düşünmeden yaptığı pek çok şeyi yeniden öğrenmek zorundadır. Bu süreç içinde Mark kendini bambaşka bir uğraş içinde bulur. Tamamen hayal dünyasında bir kasaba ve bu kasabada yaşayan karakterler yaratır, her birine birer yaşam hikâyesi oluşturur ve bunları oyuncak askerler, Barbie bebekler ve küçük model evler ve arabalar ile hayata geçirir. Mark kendisi ile birlikte ailesini ve arkadaşlarını da bu hayal dünyası içine katmış artık kendini gerçek dünyadan soyutlamıştır. Olayın kendisi ilginç zaten. Ayrıca Mark da ilginç bir insan (başına bunlar gelmeden de öyleymiş, hatta dövülmesinin nedeni de bu olarak gözüküyor). Ama her şeye rağmen hikâye bir film süresini dolduracak kadar dolu gözükmedi bana. Bazen belgesel yönetmenleri bir konuya kendilerini çok yakın hissettiklerinde o konuyu gereksiz yere uzatıyorlar. Her ne kadar bu filmin süresi çok uzun olmasa da (83 dakika) daha sıra sürede toparlanabileceğini düşünüyorum. 00:00 – Bugün beş film izlemiştim ama programım daha bitmemişti. Sırada bir adet de gece yarısı sineması vardı. Üstelik 144 dakikalık bir film. Soğuk Balık (Tsumetai Nettaigyo / Cold Fish) adlı bu film, birbirinden son derece farklı iki balıkçıyı getiriyordu karşımıza. Her ikisinin de tropik balıklar sattıkları dükkânları olan Murata ve Shamoto bir gün bir tesadüf eseri karşılaşırlar. Shamoto kendi halinde bir balıkçı dükkânı işletirken yeni karısı ve kızı arasında sıkışıp kalmış durumda, son derece ezik ve içe kapanık bir adam görüntüsü çiziyor. Murata ise onun neredeyse tam tersi bir kişilik. Hem işlerini yürüttüğü balıkçı dükkânı çok daha büyük, yanında pek çok eleman çalışıyor, hem de genç ve güzel karısı üzerinde tam bir otorite kurmuş durumda, aynı zamanda tümüyle dışa dönük bir karakter (kaba-saba olmanın sınırlarını zorlayacak kadar). Bu iki adam arasında zamanla tuhaf bir dostluk kurulmaya başlıyor. Bu uzun filmin ilk bir saatinde özellikle Murata karakteri dolayısıyla sürekli tekinsiz bir atmosfer var ama bir kırılma anından sonra işin içine cinayet ve bol bol kan giriyor ve bu andan itibaren olaylar iyice değişmeye başlıyor. Gerçek bir öyküye dayandığı söylenen Soğuk Balık gerçekten çarpıcı bir film. Ancak sonlara doğru olayların giderek daha da aşırı ve inanılmaz bir hale gelmesi o etkiyi biraz azaltıyor. Ayrıca Murata karakteri
58
Sinema belli ki yönetmenin de isteğiyle son derece abartılı bir oyunculukla canlandırılmış. Büyük ihtimalle iki karakter arasındaki farkın altını daha da fazla çizmek için yapılmış bir tercih ama karakteri karikatür sınırlarına yaklaştırıyor. Hâlbuki o abartı daha bir sınırlar içinde kalsaymış filme olumlu yönde hizmet edebilirmiş. Yine de festivalin başarılı filmlerinden olduğunu söylemeli. Gece üçe doğru eve vardığımda hafif hafif bir hastalığın geldiğini ve ufaktan öksürüğün başladığını hissediyordum. Bir sonraki gün için de programımda altı film olunca dinlenmeye de pek vakit yoktu. Hadi hayırlısı diyerek uyudum. 5 Mart Cumartesi: 13:00 – Bir sonraki güne yine bir belgesel ile başlıyordum. Doğalgazülke (GasLand) adlı çarpıcı belgesel filmin yönetmeni Josh Fox bir gün bir doğalgaz şirketinden arazisinde gaz çıkartmak için bir teklif alır. Bunun üzerine konuyu araştırmaya başlar ve ortaya bu belgesel çıkar. Fox, Amerika’nın çeşitli bölgelerini gezerek doğalgaz çıkarılmakta olan arazilerin durumların inceliyor. Pek çoğunda ölen hayvanlar, suya karışan zehirli maddeler ve çeşitli hastalıklarla karşılaşıyor. En çarpıcı olaylardan biri ise musluk suyuna çakmak ile yaklaştığınızda suyun alev alması. Fox aynı zamanda farklı doğalgaz şirketlerine de ulaşmaya çalışıyor ama çoğunlukla hiç cevap alamıyor. Kendisi ile konuşmayı kabul edenler ise tatmin edici bir görüşmeye yanaşmıyorlar. Doğalgazülke çarpıcı bir belgesel ama Fox’un gittiği pek çok arazide benzer sorunlar olduğunu görüyoruz. Bu da bir süre sonra belgeselin kendisini tekrarlamasına yol açıyor. Bir de arazilerini sorgusuz sualsiz doğalgaz şirketlerine kiralayan insanların başına gelenler üzücü olsa da insan evlerinin yanı başına doğalgaz çıkarılmasına izin verirken biraz daha sorgulayıcı olunması gerektiğini düşünüyor. Bu konuya da hiç değinilmemiş belgeselde. Neyse ki Fox’un kendisi sorgulayıcı olmuş ve bu belgeseli ortaya çıkarmış. Umalım ki hem Amerika’da hem de dünyanın geri kalanında etkili olur. 15:30 – Bir sonraki seans için ilk seçtiğim film Dört Aslan (Four Lions) idi. Ancak bu filmin gösterime gireceğini öğrenince Siyah İktidar Karışık Kasedi 1967-1975 (The Black Power Mixtape 1967-1975) adlı belgeseli tercih ettim. Belgeselin yapım yılı 2011, ama ilginç bir tarafı var. İçindeki görüntülerin hepsi 1967 ile 1975 yılında çekilen görüntülerden oluşuyor. Üstelik görüntü kaynakları da çok çeşitli değil. O yıllarda Amerika’daki Siyah İktidar hareketini yakından takip eden İsveçli bir grup gazetecinin çektiği görüntülerden oluşuyor bu film. Öncelikle bu harekete Amerika’nın dışından bir bakış gerçekten ilginç bir bakış açısı oluşturuyor. Ancak film sadece eski görüntüleri harmanlamakla yetinmiyor. Ayrıca o dönem Siyah İktidar hareketinin yanında olmuş ya da bugünden o günlere sempati ile bakan kimi sanatçılar ve bilim adamlarının bu görüntülere ait yorumlarını da dinliyoruz zaman zaman (DVD’lerde sıkça gördüğümüz bir filmi yönetmenin ya da oyuncuların yorumları eşliğinde izlemek gibi düşünülebilir). Halen etkilerinin sürdüğü söylenebilecek bir dönemi farklı bir bakış açısı ile görmemizi sağlayan ilginç bir belgeseldi.
59
Sinema
17:30 – Hastalık kuru bir öksürükle kendini göstermeye devam ederken ben de Hayaletler (Skeletons) filmine giriyordum. Takım elbiseleri ile yollara düşmüş iki arkadaş: Davis ve Bennett. Belli ki bir iş için çağrıldıkları bir eve gitmekteler. Yolda da Rasputin ile ilgili akıllara zarar bir muhabbete girerler. Hedeflerine ulaştıklarında ise bu ikilinin işinin doğaüstü bir takım olaylarla ilgili olduğunu görüyoruz. İşlerini son derece ciddiyetle yapan bu ikilinin şarlatan mı olduğu yoksa gerçekten doğaüstü güçlere sahip olup olmadıkları başta bir soru işareti olsa da çok kısa zamanda gerçekten doğaüstü bir şeyler yaptıklarını ve insanların gizli saklı sırlarını ortaya çıkarabildiklerini görüyoruz. Bir gün patronlarından onları çok daha iyi yerlere taşıyabilecek bir iş teklifi geliyor. Kaybolan bir adamı bulmak üzere yola çıkan ikili, adamın egzantirik karısı ve uzun zamandır konuşmayan kızı ile birlikte tuhaf bir hikâyeye doğru yol alıyorlar. Hayaletler tam anlamıyla bir İngiliz filmi. İngiliz mizahı çok başarılı bir şekilde filme yedirilmiş. Belki öyle her anıyla kahkahalar attıran bir film değil ama son derece zeki bir mizahı ve sürekli gülümseten bir yapısı var. Ana karakterleri canlandıran Ed Gaughan ve Adrew Buckley’nin fiziksel olarak birbirine tezat oluşturan görüntüleri de mizahın bir unsuru oluyor. Ayrıca neredeyse hiç özel efekt kullanmadan gayet eli yüzü düzgün bir doğaüstü hikâye anlatmanın mümkün olduğunu da gösteren bir film. Sonunda geleneksel aileyi kutsayan bir yapıya sapması eleştirilebilir ama yine de başarılı bir film. 19:30 – Belgesellerden yola devam ediyorum. Bu kez sırada Motörhead grubunun her şeyi olan Lemmy Kilmister üzerine yapılmış Lemmy adlı bir belgesel var. Filmde “sex, drugs and rock’n roll” mitinin adeta yaşayan bir örneği olan Lemmy’nin hayatına bir bakış atıyoruz. Çoğunluğu Lemmy ve onun hayranı olan müzisyenler ve oyuncularla yapılan söyleşilere dayanan film, Lemmy ile ilgili bilmediğimiz bilgiler verirken aynı zamanda çok eğlenceli bir film olmayı da başarıyor. Lemmy bir rock starı olsa da müzik marketlerde tek başına CD alışverişi yapabilecek ya da bir bara oturup kafasına göre takılabilecek, ara sıra hayranları yanına geldiği zaman da onlarla hiç gocunmadan fotoğraf çektirebilecek kadar da hayatın içinde bir kişilik. Evi yüzlerce, belki de binlerce koleksiyon eşyası ile dolu, özel ilgi alanı olan 2. Dünya Savaşı ile ilgili sağlam ansiklopedik bilgileri var. Hayatı boyunca uyuşturucunun pek çok çeşidini denemiş olan Lemmy, bir tek eroine bulaşmamış. Hatta ergenlik çağına geldiğinde oğlunu önüne çekip şöyle bir konuşma yapmış: “Bak evlat, eroin tehlikelidir, kullanma. Amfetamin iyidir, ona takıl.” Bu ve benzeri bilgileri keyifli bir belgesel eşliğinde öğrenmek, aralarda da Motörhead şarkıları dinleme pek keyifliydi. Ama Motörhead’i ve Lemmy’yi sevmeyenler için pek uygun bir yapım değil elbette.
60
Sinema 22:00 – Bağımsız yönetmenlerin çektiği bilim-kurgu filmlerinden ilginç ve başarılı sonuçlar çıkabiliyor. Farklı bir animasyon tekniği ile çekilmiş olan Mars da başarılı olabilecek bir film gibi gözüküyordu. Ancak Amerika’nın Mars’a gönderdiği 3 astronotun hikâyesine odaklanan film başlarda ümit verse de ilerledikçe kendini geliştiremiyor. Tam bir kovboy olan Amerikan Başkanı ya da Mars yolculuğunu bir televizyon şovuna dönüştüren iki sunucu üzerinden çeşitli eleştiriler de yapılmaya çalışılmış ama o konuda da çok doyurucu olunamamış. Yine de bu karakterler için filmin en eğlenceli ve akılda kalıcı karakterleri denebilir. Ancak son tahlilde bilimkurgu sinemasına özel bir ilgisi olmayanlara önerebileceğim bir film olmadı. 00:00 – Günün altıncı filmi yine gece yarısı sineması kuşağında bir filmdi. İtalyan sinemasının eski ustaları bir süredir eski formlarında değiller. Özellikle Dario Argento’dan ne zamandır başarılı bir film bekliyoruz. Ama Belçika’dan gelen Amer filmi bize o tadı bir kez daha hissettirdi. Görüntü ve kurgu anlayışı ile müzik kullanımı tam bir İtalyan korku filmi havası veriyor Amer’e. Başrole genç bir kadını koyması da bir başka ortak nokta. Ancak burada izi sürülen manyak bir katil ya da bir takım şeytani güçler yok ortada. Son derece az diyalog kullanılmış olan bu filmde Ana adlı bir kadının hayatının belli dönemlerine göz atıyoruz. İlk olarak çocuk olarak gördüğümüz Ana, küçük yaşında büyükbabasının ölümü ve annebabasının sevişmesine tanık olarak ölüm ve cinsellik gibi hayatın en temel iki gerçeği ile karşılaşıyor ve bu olayları çocukluğun büyük hayal gücü ile bambaşka bir hale sokuyor. Ergen Ana ise annesi ile çıktığı bir gezide erkekler üzerindeki gücünün farkına varıyor ve ilk kez kendi cinselliği ile yüzleşiyor. Bu arada annesinin de onun cinselliğini baskı altında tutmaya çalıştığını görüyoruz. Ana’yı yetişkin bir kadın olarak gördüğümüz son bölümde ise artık ıssız kalmış bir eve dönen Ana bu kez de yıllar boyunca geliştirdiği canavar erkek simgesi ile yüzleşiyor. Amer bir korku filmi gibi dursa da aslında bir kadının büyüme ve kendi cinselliğini bulma hikâyesini anlatıyor. Bu ve benzeri konuları anlatan pek çok film izledik belki ama Amer bunu gerçekten de farklı bir şekilde yapıyor. Az diyalog kullanılmasının ve bildik anlamda bir hikâye yapısının olmamasının seyircinin bir kısmını sıktığı hissediliyordu ancak gerçekten başarılı bir yapımdı bana göre. 6 Mart Pazar: 13:00 – Yoğun bir günden sonra festivalin son gününe hazırdım. Günün ilk filmi Alexander Jadorowsky’nin Santa Sangre’si idi. Aslında !f’de genellikle çok yeni filmler gösteriliyor. Ancak son bir kaç yıldır !f Kült bölümü sayesinde eskilerden gelen bazı klasikleri izleme fırsatımız oluyor. Santa Sangre de bu filmlerden biriydi. Çok fazla film çekmeyen usta yönetmenin 1989 tarihli filmi annesi ile beraber bir sirkte yaşamakta olan Fenix’in hikâyesini getiriyor
61
Sinema karşımıza. Sirkteki hemen her karakter son derece ilginç. Fenix’in sirkte hoşlandığı bir kız da var. Ancak yaşanan bir takım trajik olaylar sonrasında ayrılmak zorunda kalıyorlar. Ancak bu sağır dilsiz kız onun her zaman aklında kalıyor. Yıllar sonra artık bir yetişkinken gördüğümüz Fenix, kendisi yüzünden kollarını yitirmiş olan annesinin kolları oluyor adeta. Bu arada annesi de onun hiç bir kızla birlikte olmasını istemiyor (bir nevi Psycho sendromu, sonuçları da benziyor zaten). Yıllardır aradığı kızı bulması ile olaylar gelişiyor. Jadorowsky filminde gerçeküstü bir atmosferde psikolojik bir durumu anlatıyor aslında. Bir yandan da filmin opera ile de yakın bağlantıları var. Filmi izleyip bitirdiğinizde bir opera izlemiş hissi ile sinemadan çıkabiliyorsunuz. Bu yüzden kimi abartılı oyunculuklar, gerçek olmadığı çok net anlaşılan dekorlar ya da özel efektler rahatsız edici olmuyor, tam tersi filmin gücünü arttırıyor. Bu son derece başarılı filmi kaçırmadığıma memnunum. Film teknik bir problem nedeniyle geç başlamıştı. Başladığında da bu sefer ses gelmedi. Bu yüzden yaklaşık yarım saatlik bir kayıp oldu ve bir sonraki filme nefes bile alamadan girmek zorunda kalıyordum. 15:30 – Bu seanstaki film Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi adlı Türk filmi idi. Bu film çekildiği zamanlarda adı kulaklardan kulaklara yayılan bir filmdi. Festivallerde oynamasının dışında çok kısa bir süre, çok az sayıda sinemada da gösterime girmişti yanılmıyorsam. Ancak kendi adıma o günlerde izleme şansım olmamıştı. Zaten izleyebilen seyirci sayısı da çok kısıtlıydı muhtemelen. Adı kulakta kulağa yayılmaya devam eden filmin bir DVD’si de çıkmadı zaman içinde. Bu nedenle !f’in onuncu yılı nedeniyle geçmiş festivallerde gösterilmiş filmler arasında yaptığı seçkinin bu filmi de içermesi güzel bir sürpriz oldu. Film, Tuğra Kaftancıoğlu adlı bir yönetmenin yeni çekeceği film için oyuncu seçimi yapmasıyla başlıyor, çekeceği korku filminde oynatmak üzere seçtiği kadın oyuncudan gerçek tepkiler alabilmek için ona türlü eziyetler yapması ile devam ediyor. Film içinde film çeken yönetmenin bu gerçeklik çabası aslında filmin kendisinde de var. Film tümüyle gerçekmiş gibi yapan filmlere bir örnek niteliğinde. Gerçekten Tuğra Kaftancıoğlu diye bir yönetmen varmış ve bu filmde gördüğümüz her şey gerçekmiş izlenimi veriyor (Tuğra Kaftancıoğlu diye biri var gerçekten ama sadece bir oyuncu). Hatta filmin en sonunda sanki filme sonradan eklenmiş ve bir festivalde ödül aldığı zaman çekilmiş gibi gözüken bir sahne de var ki aslında o bile önceden kurgulanmış bir sahne anlaşılan. Gerçeklik algısı ile oynaması açısından gerçekten ilgiye değer bir film. Ancak izlemeyi zorlaştıran bir takım noktaları da vardı. Bugün çekilse muhtemelen daha kaliteli görüntü verebilecek olan HD-cam’lerle çekilecek bir film olurdu. Ancak çekildiği tarih olan 2003′de bugün için çok kalitesiz gözüken kameralara çekilmiş bir film. Böyle olunca da bir süre sonra bu kalitesiz görüntüleri izlemek gitgide zorlaşıyor. Ayrıca özellikle Tuğra Kaftancıoğlu’nun oyunculuğu zaman zaman o kadar abartılı oluyor ki filmin yaratmaya çalıştığı gerçeklik duygusuna zarar veriyor. Senaryonun kimi yönleri de gerçeklik duygusuna zarar vermekte (mesela başına berbat olaylar gelen bir kadın ona bunları yapan insanlarla nasıl kahvaltıya oturur). Her ne kadar beklediğimi tam olarak bulamasam da sonunda izledim dediğim bir film oldu. 17:30 – Bir önceki filmin geç başlaması nedeniyle bu seansa da ancak ufak şeyler atıştıracak bir zaman bulduktan sonra kıl payı yetişebiliyordum. Üstelik çok da ilgimi çeken bir film değildi.
62
Sinema 1989–2003 tarihleri arasında toplam 7 albüme imza atan Britpop grubu Blur’un 2009 yılında bir konser turnesi için tekrar bir araya geldiğinde çekilen Blur: Koşacak Mesafe Kalmadı (Blur: No Distance Left to Run) bir yandan söz konusu turneyi takip ederken bir yandan da Blur’un ilk kurulduğu günlerden başlayıp, ünlenmeleri, grup içi yaşanan sorunları, Oasis ile çekişmelerini ve nihayetinde dağılmalarını da iyi bir arşiv çalışması ile birlikte gözlerimizin önüne seriyor. Blur sevenler için keyifli bir belgesel olmalı, ancak benim yakından takip ettiğim bir grup olmadığı için çok da keyifli olmadı doğrusu. O halde neden bu filmi seçtin diye soracak olursanız diğer salondaki Aşırıcılar filminin de sonradan gösterime gireceğini duyduğum için diyebilirim. Ama daha iyi bir seçim olurmuş benim için. Bu arada bu filmde de yaklaşık 10 dakikalık bir ses sorununun çıkması bir sonraki seansı da geciktiriyor ve yine salonda çıkıp 2–3 dakika içinde tekrar girmeme neden oluyordu. 19:30 – İran’da 2009 yılı seçimlerinin hemen sonrası olaylar sürmektedir. İran’da durumu iyi olan ailelerden biri kızlarını olaylardan uzak kalması için Paris’e gönderir. Gittiği otelde çalışmakta olan genç bir adamla yakınlaşan kız ile bu genç adam arasında bir yakınlaşma doğar. Oğlan dünyanın durumundan habersiz kendini sürekli olarak yapmakta olduğu akrobatik hareketlere adamıştır. Kız ise İnternet üzerinden İran’dan haber almaya çalışmakta bir yandan da Paris’i keşfetmektedir. Her ikisi de Müslüman olan bu iki genç Paris’in büyülü atmosferinde ama İran’daki olayların da gölgesinde özgür bir aşk yaşamaya başlarlar. Kötülük Çiçekleri (Fleurs du Mal / Flowers of Evil), bir yandan bir aşkı anlatırken öbür yandan İnternet’te gerçekten yayınlanan yaşanmış görüntüler ve dehşet anlarıyla İran’a gerçek bir bakış atıyor. Festivalin üçüncü gününde izlediğim Yeşil Dalga filmi ile bu film birbirinin tamamlayıcısı olarak da izlenebilir. Örneğin bu filmde kızın kolundaki yeşil bilekliğin anlamı diğer film izlenince daha iyi anlaşılabiliyor. Ayrıca her iki filmde de kullanılan YouTube videolarının bazıları ortak bile olabilir. Çok iddialı değil ama başarılı bir ilk film. Özellikle başroldeki kadın oyuncu Alice Belaïdi’nin performansı çok başarılı. Sadece oğlanın sürekli akrobatik hareketler yapması ve bunun üzerine çektiği videolara da önemli bir süre ayrılması biraz fazlaca geldi o kadar. Aslında festivali bitirmek için bir filmin daha vardı sırada ama gün nefessiz geçmiş, hastalık da iyiden iyiye vurmaya başlamıştı. Bir sonraki gün de işbaşı yapılacaktı. Bu nedenle son filmden vazgeçip evin yolunu tuttum. Zaten gece seanslarındaki film seçeneklerinin her ikisi de 12 gün sonra başlayacak Ankara Film Festivali’nde de oynayacaktı. Artık sırada o festival vardı… Not: !f Ankara ekibinden festival boyunca bana yardımcı olan M. Uğur Yüksel ve Hande Erdil başta olmak üzere tüm festival ekibine ve AFM Cepa’nın cana yakın personeline tekrar teşekkürler. Bir de bir köşeye uyku tulumu atsalardı pek güzel olacaktı... Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
63
Öykü
Kaçış Elindeki her şeyi kaybetmiş bir insanın yapmayacağı şey yoktur. Beni de onlardan biri sanıyorlar. O yüzden bu oyunu oynamaya devam etmeliyim. Oysa benim kaybetmediğim bir canım var henüz ve onu yitirmeye de hiç niyetim yok. İşte bu yüzden karanlık ve geniş bir marangozun bir köşesinde korkudan titriyorum. Beni korkutanlarsa benden korkmalarına rağmen aramaya devam ediyorlar. Aslında korktuklarından emin değilim. Tüm paramı aldılar. Evimi ve arabamı da. Hatta yaptırdığım sigortaları ve bir de kimliğimi. Bunca yaptıklarından sonra adrenalin kokusu saçarak peşimden sessiz adımlarla gelmek yerine evlerine gidemezler mi? Şu sonuca vardım: Hayır! Karşılarına çıkıp, “Yanlış adama çattınız beyler!” diyip elimdeki silahın tüm kurşunlarını üstlerine boşaltmak isterdim. Ama elimdeki silahı da almış olmaları buna engel oluyor. Adım sesleri duvarlarda yankılanırken, damarlarımdan geçen kanın çıkardığı ses de iki kulağımın arasında yankılanıyor. Seslerin ulaşamayacağı bir yer varsa o da kapının önünde nöbet tutan iki kişi. Neyse ki onlar ellerindeki silahları benden almadılar. Saklandığım yerin ne kadar tehlikeli olduğunu düşmanlarım kapıdan girdiğinde ancak fark ettim. Bu yüzden hareketsiz oturuyorum. Marangozun, her tür ahşabı saniyeler içinde kestiği silindir testerenin yanındayım. Arada kolum soğuk metalin kenarına dokunuyor. Silindir dönmezken bile uçları tenimi kesebilecek kadar keskin. Belki de bu yüzden metal o kadar soğuk geliyor. Birinin bu testereyi yanlışlıkla çalıştırmaması için her şeyimi verirdim. Tabii daha önce vermemiş olsaydım. Burada dakikaların geçmesini sağlayabilmemin tek yolu kendi kendime her şeyimi kaybetmemle ilgili testere kadar soğuk ve keskin espriler yapmam. İçeriye çok az ışık girmesine rağmen gözlerim duruma alıştı ve gözbebeklerim hiç olmadığı kadar büyüdüler. Adamlardan biri atölyenin diğer ucundaki dolabın kapağını hızla açıp içine iki el ateş etti ve herkes bir anda o tarafa doğru yönelince ben de bunu fırsat bilerek hızla ayağa kalkıp testereden uzaklaştım. Kolum büyük bir pedala çarpınca testerenin nasıl çalıştırıldığını öğrenmiş oldum. Birkaç el daha ateş sesi geldi ve silahtan çıkan kurşunlar odayı aydınlatınca benim dışımda beş kişi daha olduğunu gördüm. Silahtan çıkan kurşunları bir an vücudumda aradım ama yükselen bağırışlar yanlış hedefe girdiğini gösteriyordu. “Geri zekâlı! Sana dikkatli olmanı söylemiştim! Çıkarın beni buradan, bacağımı hissetmiyorum!” “Özür dilerim patron. İsteme...” “Kes sesini aptal! Aramaya devam edin adamı!” Kapı açılıp, yaralı patron ve yanındaki iri yapılı adam dışarı çıkarken içeri bol miktarda ışık süzüldü. Kargaşa sırasında pencerenin yanına dizilmiş çelik kapıların arasına girmiş olmasaydım, bu sefer kurşunların hedefi ben olabilirdim. Patronun bacağına saplanan kurşunların benim tabancamdan çıkmış olması bir tesadüf müydü, bilmiyorum. Ama silahımı çalan adamın ne kadar aptal olduğunu kendi gözlerimle görmüştüm. Bu yüzden çok da yadırgamadım. Sahi o adam silahımı çalarken ben neden kaçmayı tercih etmiştim? Şu kanıya vardım: Ben korkağın tekiyim! Buradan ölmeden çıkmayı başarabilsem de, onlar ben ölmeden peşimi bırakmayacak. Yaklaşık on altı saattir kaçıyorum ve onlar da kovalıyor. Günlerce koşup saklanarak birbirlerini vurmalarını bekleyemem.
64
Öykü Belki de beklemeliyim biraz daha. İlk seferki kadar şanslı olursam, biri daha vurulduğunda içerde bir kişi kalacak çünkü. Nefes almakta zorlanıyorum. Kapıların arasına nasıl girdiğimi bilmiyorum ve şu an üzerimde üç tane kapı var. Bir fırsat daha bulabilirsem camdan dışarı atabilirim kendimi. Beni takip edenlerden sonra en çok korktuğum şeylerden biri de camın kırılıp vücuduma saplanma düşüncesi. Bu yüzden camdan çıkma konusunda tereddütlerim var ama başka çarem de yok gibi. Odadaki hareketlenme bana onların da benim kadar bunaldığını gösteriyor. Tekme sesleri geliyor bir yerlerden. Az önce benim bulunduğum yere doğru yaklaşıyor adamlardan biri ve dengesini kaybedip silindir testerenin üstüne düşüyor. Bunu üç kapının deliğinin üst üste gelmesi sayesinde görüyorum. Delikler mercekli olduğundan olay hemen gözümün önünde oluyor ve kusmamak için zor tutuyorum kendimi. Göğüs kafesi parçalanırken bir anlık çığlık yükseliyor adamın birazdan parçalanacak gırtlağından. Ardından testere işe koyulup, üstüne düşen adamın kendisine çarpan her yerini atölyeye saçıyor. Benim dışımda canlı kalanlardan biri bakar bakmaz midesindekileri yere boşaltıyor ve elindeki silah düşüyor. Diğeri ise çılgınca ateş ediyor bunu benim yaptığımı düşünerek. Neyse ki bulunduğumu sandığı yerle bulunduğum yer aynı değil. On iki el silah patlama sesi duyduktan sonra kendimden beklemediğim bir hızla çıkıyorum bulunduğum yerden ve çalınan silahımı alıyorum yerden. Beni görünce silahı bana yöneltip tetiği çekiyor kusmamış olan adam ama şarjörün bittiğini anlayınca üstüme doğru koşmaya başlıyor. Eğer başının üstünde büyük bir delik açılıp geriye doğru düşmeseydi, bana bir mermiden daha çok zarar verebilirdi. Patronunun bacağını delen ve yerleri midesindekilerle süsleyen, bunlarla kalmayıp bana silahımı geri veren adam büyük bir şaşkınlık içinde kafasına çevrilmiş namluya bakıyordu. Beynimde o kadar çok düşünce var ki, bunlar hareketlerimle birleşince zaman yavaşlamış gibi geliyor. Benden alınan her şeyi geri almak istiyorum. Elimdeki silah bunun için büyük bir fırsat. O sırada açılan kapı bana dışarıdaki sağlam üç adamı hatırlatıyor. Tetiği çekiyorum ve az önce öldürdüğüm adamın hissettiklerini hissediyorum. Silahımın şarjörü bu kadar çabuk bitmiş olmamalıydı. Ağzının kenarlarında az önce çıkardıklarının kalıntısı duran adam büyük bir hızla üstüme atlıyor ve başımın bir yere çarptığını hissediyorum. *
*
*
Vücudumda şimdiye kadar hiç hissetmediğim bir ağrı var. Gözlerimi açmaya çalışıyorum ve bir tanesi kısık da olsa açılmayı başarıyor. Suyun altından bakıyormuşum gibi görünüyor dünya. Nefes almaya çalıştığımda ciğerime dolan su bunun gerçek olduğunu gösteriyor bana. Başım suyun üstüne çıktığında ıslanmanın etkisiyle ayılıyorum ve vücudumdaki kırıkları hissediyorum. Sağ bacağım dizimin altından kırılmış, sol omzum yerinden çıkmış, bileğim de kırılmış olabilir emin değilim. Sol gözümün açılmama sebebi şişip morarmış olması olabilir ondan da emin değilim. Ayrıca ağzımdaki kan tadı dudağımın da patladığını gösteriyor. Etrafımdakilere bakınca yakalandığımı anlıyorum. Saçlarımı tutup başımı suya sokan adam elini ayırıp önüme geçtiğinde onun patron olduğunu anlıyorum. Yanında duran üç kişi vücudumu bu hâle getirerek rahatlamış görünüyor. Patron ise bacağı yaralı olduğu için sadece gözümü morartıp dudağımı patlatmış olduğundan hâlâ rahatsız görünüyor. Mideme yumruğu indiğinde tek rahatsız olduğu şeyin bu olmadığını anlıyorum. Ona karşı yaptığım ufak bir yanlışı bu kadar büyütmesine anlam veremiyorum doğrusu. Tek yaptığım karısıyla birlikte olup,
65
Öykü kasasındaki tüm paralarla yurt dışına kaçmak oldu. Bir de evinin tapusunu alıp, onun kimliğiyle satışa çıkarıp, garajındaki arabayla gittim tabii. Bizim dünyamız kendimi bildim bileli böyleydi. Elindekileri kaybeden hiç kimse polise gidemez. Çünkü o da başkasından almıştır. Tabii ödünç almıştır. Çünkü bir gün kaybedecektir. Önemli olan en uzun süre sahip olmak. Ben patrondan daha uzun süre yaşadım bu hayatı lüks içinde. Yanında iki yıl çalıştım silah kaçakçılığı yaparak, ardından sekiz yıl onun olanlarla yaşadım. Karısı hariç. Ödünç aldıklarımı verdim. Ya da zorla aldılar, tam emin değilim. Ama benden neden daha fazlasını istediğini anlamıyorum. Beynimdeki karmaşayı sona erdirip tüm soramadığım ama cevabını bildiğim sorulara yanıt verircesine bağırmaya başlıyor üzerimden yumruklarını eksik etmeyen patron. “Senin yüzünden karımı öldürdüm! Orospu çocuğu! Yeniden başladım her şeye! En üstten en alta düştüm! Başını kıçına sokup, ağzından geri çıkaracağım!” Son ettiği küfrü anlamaya çalışırken başıma uygulanan baskı küfrün gerçekleşme çabası gibi geldi bana. Elimdeki son şeyi de kaybetmek üzereydim. Hem de bu daha önce çalmadığım hâlde benim olan tek şeydi. Doğduğumda benim olan ve onunla yaşamaya mahkûm olduğum tek şey. Keşke elimde bir fırsat olsaydı da en baştan almayı reddetseydim. “Seni öldürmeyeceğim orospu çocuğu! Buna izin vermeyeceğim. Şimdi ambulans geliyor! Seni iyileştirmelerine izin vereceğim. Hatta ben de bacağımdaki mermi için aynı hastanede kalıp, ziyaretine geleceğim her gün. Sen iyileştiğin zaman da yeniden hastanelik edip, ziyaretine gelmeye devam edeceğim!...” Ağzından çıkan sözlerin ardı arkası kesilmedi ama ben kulaklarımı ona kapadım. Bunca kırığa ve kanayan yaraya rağmen nefes alabilecek, hatta bayılmadan durabilecek güce sahip olduğumu bugün öğrendim. Hayatımda öğrendiğim en ilginç şeylerden biriydi. Sahi ne öğrendim ben bu geride kalan yıllarda? Şu cevabı verdim kendime: Bize sunulan hayatı olduğu gibi kabul ederek ömrümüzü, karşımıza daha az sorun çıkarak ve monoton bir şekilde geçirmiş oluruz. Elimizdekiyle yetinmeyip daha fazlasını istersek heyecan dolu bir hayat elde etmiş oluruz. Fazlasını elde etme yöntemimize göre de karşılığında bulacaklarımız şekillenir. Karma felsefesine içtenlikle inanıyorum ve bu sayede bugün yaşadıklarımı ilk kez yaşamama rağmen olgunlukla karşılıyorum. Haksız elde ettiğim mükemmel hayatımın bir bedeli bugün. Ama şunu da biliyorum ki karşımda dikilip bana küfreden adam benden daha az hak ediyor bu hayatı. İşte bu yüzden bana verilen hayatı onun almasına izin vermeyeceğim. Yüzümü ona doğru çevirdim son bir gayretle. Dudaklarımın yukarı doğru kıvrılışına bakınca göğsüme indirmek üzere kaldırdığı el havada kaldı. Yüzündeki şaşkınlığı gizleyememişti. Çünkü hayatında ilk kez bir insana bu kadar fazla acı vermişti. Ve acı verdiği bir insan ilk kez karşısında sırıtıyordu. Yüzümdeki gülümsemenin ona verdiği acı beni bu dünyada ölümsüz yapacak olan şeydi. Çünkü patronun en yakın adamı bu olanları görmüştü. Yalnızca yeraltı dünyasında da olsa, efsane olarak dolaşacaktım dünyada. Kalan dişlerimi dilime geçirdiğimde boğazıma dolan kendi kanım bir süre sonra gözlerimin kararmasına yol açtı. “Sen doğduğunda ağlamıştın, herkes gülmüştü; öyle bir hayat yaşa ki öldüğünde herkes ağlasın, sen gül.” Zihnimde yankılanan son düşünce bu olmuştu nedensizce. Ölürken gülüyorum ve acı veriyorum karşımdakine. Eminim ağlayacak ben öldüğümde sinirden. Belki hayatında ilk kez ağlayacak. Keşke bu sözü ömrümün her anında zihnimde ve geride bıraktığım yazılarımda taşımak yerine hayatımın içine katsaydım. Böylece yalnızca sözcük anlamını yerine getirmiş olmazdım.
66
Öykü İnsanlar ölmek üzereyken ışık ya da Azrail’e benzer, doğaüstü varlıklar görürken ben neden bu tarz düşünceler içindeyim bilmiyorum. Oysa ruhani dünyaya inanmam için tüm hayatım boyunca tek bir olağanüstü olay yeterliydi. Beynim tüm fonksiyonlarını kaybederken her taraf karardı. *
*
*
Gözümü hastanede açtığımda patronun benden daha başarılı olduğunu anladım. Amacına ulaşmıştı işte. Ayılıp vücudumdaki ağrıların azaldığını anladığımda yeni ağrılar eklenmesi için az bir vakit kaldığını da anladım. Yaptıklarımın cezasını çekene kadar kaç kez daha hastaneye yatmam gerektiğini bilmiyorum. Kendimi karmaya bırakırken onun beni affedeceğini ve bana inanacağını umarak; eğer hayata patrondan uzak yeniden başlarsam; yaşamımın her döneminde yanımda taşıdığım, kutsal kabul ettiğim sözün gerçek anlamını uygulamaya koyacağıma dair söz veriyorum. Öykü: Engin DIKKULAK engindikkulak@gmail.com
67
Sinema
SF Episode One: Samurai Fiction (1998) Doksanlarda Tarantino ile birlikte Amerikan sinemasında ortaya çıkan eski janrların cilalanıp önümüze konulduğu filmler endüstriye bir nefes aldırmıştı. Reservoir Dogs’un (1991) başarısından sonra Scream gibi bitpazarına nur yağdıran filmler yeni nesil seyirciye sinemanın asıl tadını vermeye çalıştılar. Burada önemli olan klişeleri yeni imgelermiş gibi ortaya koymaktı. Endüstri bunu da filmleri ehli ellere emanet ederek başardı. Bu gelişim sadece Amerikan sineması ile sınırlı kalmadı, bugün anlatacağım film de Japon sinemasının özellikle 60’lı 70'li yıllarda popülerlik kazanan savaş sanatları/samuray filmleri olarak çevirebileceğimiz Jidaigeki ve chanbara filmlerine post modern bir bakış sunuyor. SF adındaki Episode One ibaresi ile daha adından türün bir kara komedisi olduğunu da gösteriyor. Bu tür dönem filmleri ve kahramanları sayısız filme konu olduklarından SF sanki devamı gelecekmiş gibi bir his yaratmak istemiş. Genel olarak filmde Tarantino’dan alışık olduğumuz gerçeküstü sert bir mizah hâkim. Hiroyuki Nakano'nun yönettiği 1998 tarihli yapım, günümüzde büyük bir risk olarak görülen siyah beyaz çekilerek zamansızlık kavramı içine seyirciyi sokmayı başarmış. Oldukça stilize bir yapımla karşı karşıyayız. Kan dökme sahneleri yerine, kesilen biri olduğunda sahnenin donup kızıla dönmesi, ateşin her zaman kendi renginde gösterilmesi gibi sahneler ya da filme hâkim olan rock sound’u sizi konuya günümüzden bakmaya zorlayacaktır. Az sonra anlatacağım filmin ana karakterlerinden baş düşman olan
68
Sinema
69
Sinema Tomoyasu Hotei’nin Japonya’da bir rock star olduğunu ve filmin müziklerini de yaptığını belirtmeden geçmeyelim. SF'ın konusu klişe bir hikâye. Günümüzden geri sararak 17. yüzyıla giden hikâye, bir Klan'a Shogun'un verdiği kılıcın samuray Kazamatsuri (Tomoyasu Hotei) tarafından çalınması ile başlıyor. Klan'ın liderinin hafif kafadan sakat oğlu Heishiro Inukai (Mitsuru Fukikoshi) ve yancıları bu samurayın peşine düşerler. Ancak daha ilk karşılaşmadan yaralanırlar. Onları oralardan geçmekte olan başka bir Ronin, Mizoguchi (Morio Kazama) kurtarır ancak bizim geri zekâlı, akıllanmaz iyileştikten sonra tekrar samurayın üstüne gitmek ister. Mizoguchi ona samuraylığın sadece öldürmek olmadığını altında yatan bir felsefesi olduğunu öğretmeye çalışır. Bu arada aslında Kazamatsuri’yi başına gelen olayların bu duruma soktuğunu tipik bir kötü adam olmadığını da görürüz. Konu olarak pek parlak bir merkezde ilerlemese de film stil olarak durduğu farklı konumla kendini seyrettirmesini biliyor. Karakterlerin fazlaca kaba ve karikatürize çizilmiş olması da filmin asıl espri merkezi. Bu yönden film daha çok anime samuray filmlerine yakın duruyor. İlginç olan bir nokta da filmin Heishiro Inukai’nin kendi ağzından günümüzde aktarılması. Yani bir nevi film bir hayalet tarafından anlatılıyor. Ancak hayalet kendi hayatından çok Kazamatsuri’nin anti kahramanlığı üzerinde durmuş gibi. SF tüm güzelliklerine rağmen belli bir noktadan sonra ne yöne sapacağını şaşırıp birden kendini frenliyor. Özellikle sonlara doğru iyice raydan çıktığını söylemeliyim. Sanki bir yarım saati atılmış olsa daha derli toplu bir çalışma olacaktı. Tarantino'nun Kill Bill'inin özellikle görsel anlamdaki esin kaynaklarından biri olan Samurai Fiction, bir Japon'un gözünden kendi sinema tarihine bakışını görmek istiyorsanız tek ve en güzel seçenek. Benim gibi kılıç severler tarafından ise farklı bir gözle seyredileceğine eminim. Kitano’nun, Zatoichi (2003)’si kadar başarılı mı tartışılır, ama size farklı bir tat vereceğini söyleyebilirim. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
70
Öykü
“Bilinçsizliğin Derinliklerinden Düşünce Kırıntıları” Yaşlı, zengin ve bitkisel hayattaki Osman Karatopal’ın meşhur malikânesinin önündeydi Katil. Kariyerinin en büyük işini yapacak ve alınmış tüm tedbirleri aşarak Osman Bey’i öteki dünyaya gönderecekti. Daha önce hiç, bilinçsizce evinde ölmeyi bekleyen bir adamı Azrail’e teslim etmemişti; ama şimdiye kadar bir iş için de bu kadar para almamıştı. Dile kolay, tam sekiz yüz bin dolar! Üstelik iki yüz elli bini peşin, demişti telefondaki adam. Katil, işi kabul eder etmez banka hesabında bulmuştu parayı. Gerisi işten sonra. İki yüz elli bin dolar sıradan bir insan için gayet yüklü ve makul bir fiyattır. Öyle ki birçok katil, işi tamamlamaya bile lüzum görmeden o parayı alıp kaçabilirdi. Ama o yapmazdı işte. Onun için paradan çok, yaptığı işlerin büyüklüğü önemliydi. Koskoca Osman Karatopal’ın katili olacaktı, bundan büyük şeref olabilir miydi? Bu işi kimin yaptırdığını bilmiyordu Katil, umurunda da değildi. Büyük ihtimalle bir miras meselesiydi ve yaşlı adamın varislerinden biri vasiyetteki servetine bir an önce kavuşmak istiyordu. Hatta Osman Bey’in bitkisel hayata girdiği trajik kazayı ayarlayan da aynı kişi/kişiler olabilirdi. Katil bunları düşünmez, siyasete, ailevi meselelere falan karışmaz, sadece işine bakardı. İşine bakar, sol kolundaki harflerin sayısını arttırır, işin kaymağı olarak da para kazanırdı. Sol kolu omzundan itibaren öldürdüğü adamların isim ve soy isimlerinin baş harfleriyle doluydu. M.S., U.T., G.O., Ç.E., S.A., Z.Z., A.Ş., K.Ö., H.D… şeklinde uzayan on yedi kişilik bir liste vardı şu anda. O.K. harflerini yaptıracağı dövmeciden bu gece için randevusunu almıştı bile. *
*
*
İşin çok basit, demişti telefondaki adam. Noktasından virgülüne tüm bilgileri vereceğim. Yalnızca uygulamak kalacak sana. Bir şey düşünmek, plan yapmak zorunda değilsin. Şimdi hafızana güveniyorsan sadece dinle, ama en ufak bir noktayı bile unutma ihtimalin varsa söyleyeceklerimi not et. Hafızasına güveniyordu güvenmesine ama adam öyle ciddi konuşmuştu ki, Katil eline kâğıt kalem almadan edemedi: “Dinliyorum.” *
*
*
Malikânenin bahçesine girilen üç kapı vardır. Biri ön giriş kapısı, biri yan taraftaki garaj kapısı, diğeri arka kapı. Ön kapıda bir bekçi var, diğer kapılar ise bir alarm ve kamera sistemiyle kontrol edilir. Arka kapı üç
71
Öykü buçuk metre yüksekliğinde, girintisi çıkıntısı olmayan bir demir kapı olduğundan tırmanmak imkânsızdır. Duvarlar ise içine dikenli teller gizlenmiş sarmaşıklarla ve çeşitli bitkilerle kaplanmış üç metre yüksekliğinde beton-taş karışımından oluşur ve hiçbir zayıf noktası yoktur. Garaj kapısı duvardan da beterdir. Sadece elektronik bir sistemle açılır. Ve açılırken epey gürültü çıkarır, o yüzden evden duyulma riskine girmemek için denenmemesi gerekir. Telefondaki adamın kâğıttan okur gibi hızlı hızlı ve duygu katmadan konuştuğunu hatırlıyordu Katil. Elinde kalemi vardı ama adamın şu ana kadar söylediklerinden not alacak bir şey çıkaramamıştı. En uygunu ve en güvenlisi ön kapı, demişti sonunda. Katil her zaman ikincil yolları tercih ettiğinden bu biraz garip gelmişti. Ön kapı parmaklıklıdır, bekçi kapıya biri geldiğinde kim olduğunu görür ve ona göre kilidi açacak elektronik devreyi harekete geçiren tuşa basar. Eğer tanımadığı biriyse ve kapıyı zorluyorsa, demirlere elektrik verebilir ve bunun için hiç tereddüt etmez. Özellikle Osman Bey’in geçirdiği, sabotaj olup olmadığı bile muamma olan kazadan sonra bekçi bu konuda kesinlikle taviz vermez. “Hep olumsuz konuşuyorsunuz yahu,” demişti Katil espri yapma çabasıyla. Ancak karşısındaki adam umursamamıştı. Hâlâ gayet ciddiydi. Bekçinin de zaafları var elbette. Perşembe akşamları saat dokuzdan itibaren başlayan bir diziye takıntı derecesinde hayrandır. Reklâm çıkmadığı sürece o gün saat dokuz ile on bir arası kulübesindeki minik ekran dışında gözü hiçbir şey görmez. Birkaç kez bu konuda uyarıldı ancak diğer zamanlardaki olağanüstü dikkati sayesinde pek ciddi bir ikaz almadı. Dizi saat tam dokuzda başlar ve dokuzu yirmi beş geçene kadar reklâm çıkmaz. Bazen yirmi beş geçe, bazen tam buçukta, bazen de otuz beş geçe çıkar. Garanti olması açısından yirmi beş diyoruz. Ön sınır olarak da dokuzu beş geçeyi alalım. Yani Perşembe günü 21.05 ile 21.25 arasında başlayacaksınız işe. İşte not alınacak ilk şey buydu: Perşembe 21.05 – 21.25 arası işe koyul! Yalnız eve girmeden önce yapmanız gereken birtakım hazırlıklar olacak. Birincisi, kamerayı etkisiz hale getirmek. Ön kapının kamerası ile malikâneyi çevreleyen iç ve dış duvarları aydınlatan lambalar, elektriği aynı kaynaktan alıyorlar. Dış duvarda, ön kapının beş metre solundaki duvardaki taşlardan birinin gevşek olduğunu göreceksiniz. Birkaç ay önce bir elektrik arızası için orası çıkarılmış, kablolar tamir edildikten sonra yerine konulmuştu. Ama usta duvardan pek anlamadığı için sadece taşı oturtmakla yetindi. O taşı çıkaracak ve kablolardan en ince olanını keseceksiniz. Diğerleri ışıkların kabloları, dokunmanıza gerek yok. Boşuna endişelenmişti Katil. Adamın telefonda dediklerini harf harf hatırlıyordu şimdi. Adamın dediği gibi sessizce yaklaşarak oynayan taşı buldu. Duvarın diğer tarafından bir kadınla bir erkeğin gerilimli bir müzik eşliğinde hararetli konuşmaları geliyordu. Saat tam 09.05’ti ve belli ki bekçinin dizisi epey heyecanlı başlamıştı. Katil, taşı ağır ağır çıkardı ve yanındaki el fenerini içeriye tuttu. Aksilik yoktu, kablolar apaçık ortadaydı ve en ince olan da kalınlar tarafından dışlanmış gibi uzakta duruyordu. Pantolonunun kemerinden çakısını çıkararak kabloyu kesti. Normalde kamera devre dışı kaldığında bekçi kulübesindeki kontrol panelinde kırmızı bir ışık yanar. Ama bekçi o ışığı fark edene kadar siz içeri girmiş olacaksınız, o yüzden sorun değil. Kamerayı etkisiz hale getirdikten sonra içeri girmek için kapıya yürüyün. Kamera etkisiz hale geldi ve Katil kapıya doğru çömelerek yürüdü. Bu işin sırrı rüzgârdan sessiz olmaktı. Katil rüzgârdan sessizdi. Demir parmaklıkların en sol tarafı bekçinin dizi izlerken asla göremeyeceği bir kör nokta. Biraz daha
72
Öykü sağda görünmeniz durumunda sizi göz ucuyla fark edebilir, ama en sol köşe bekçi kulübesinin köşesindeki kolon tarafından görüş alanının dışında tutuluyor. Bekçi normal oturma pozisyonunda orayı da görebiliyor, ama dizi izlerken değil. Tam o noktadan sessizce tırmanın. Mümkünse dizinin en gürültünü anını yakalayın. Bu iş de kolay oldu. Katil oraya vardığında gayet hareketli bir sahne oynuyordu. Bekçinin gözleri ekrana dikilmiş olmalıydı. Katil tırmandı ve diğer tarafa indi. Bekçiyi halletme işini size bırakıyorum. Kapının diğer tarafına geçtikten sonra Katil güçlendiğini hissetti. İşin zor kısmı bitmişti. Bekçi kulübesi üç adım ötedeydi. Katil, burayı iki adımda aştı. Aralık kapıdan içeri girdi. Adamın şaşkın bakışlarıyla alay etmek isterdi, ama durumu idrak etmesine fırsat vermeden suratına yumruğunu geçirmek zorunda kaldı. Adam sandalyesinden yere düştü. Katil, bekçinin silahını ve kelepçesini aldı; ağzını bir bez parçasıyla bağlayıp ellerini sabit bir yere kelepçeledi. Bu aşamadan sonra malikâneye kolayca girebilirsiniz. Osman Bey’in oğlu ve gelini bizim hazırladığımız bir davet için dışarı çıkmış olacaklar. Çocukları yoktur, onları düşünmeniz gereksiz. Hizmetçilerin çoğu ise izinde olacaklar. Osman Bey’in iki özel hizmetçisi vardır ama genelde kendi odalarında bulunurlar ve ne ironiktir ki onlar Osman Bey’in odasına en uzak odalardır. Günde üç kere ilaç ve yemek götürmek için gelirler Osman Bey’in yanına. Birkaç günde bir de genel vücut temizliğini ve tıraşını yapmak için. Sizin gireceğiniz saat, ilaç saatinden epey sonraya denk geliyor ve temizlik için de o saate kalınmayacağı için odasına rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Katil, bu kez kendi tarzını yansıtan bir hareketle arka odalardan birinin penceresini kullandı. Malikâne dışarıdan kapkaranlık görünüyordu, bu da tam istediği şeydi. El fenerine gerek yoktu Osman’ın odasına ulaşması için. Katil, neredeyse zifiri karanlıkta görebilecek şekilde evrimleşmişti. Dışarıdaki ay ışığı bile yeterliydi onun için. Girdiği oda devasa dikdörtgen masasıyla yemek odası olduğunu belli ediyordu. Katil, oyma desenlerle süslenmiş kapıya süzüldü ve tokmağını bir kasayı açıyormuşçasına dikkatle çevirdi. Hiçbir gıcırtı olmadı. Kapı, Katil’in sessizliğine ayak uydurmaya çalışıyormuş gibiydi. Osman Bey’in odası üst kattaki ana holün sonundaki odadır. Tam karşıdadır yani, tüm holden görünür, kapısı diğerlerine göre daha büyüktür. Merdivenden çıktığınızda sağ tarafınıza bakın ve direk yürüyün, göreceksiniz. Gördü. Tahta merdivenler kapı kadar sessiz, holler yemek odası kadar karanlık olmasa da yoluna kimse çıkmadan, kurbanının mekânına bir avcı edasıyla baktı. Kapıyı açın ve içeri girin, kapının hemen sol tarafındaki düğmeye basıp ışığı açabilirsiniz, oraya girdikten sonra bunun hiçbir sakıncası yok. Karşınızdaki oda, koca bir işadamı için ufak görünecektir, ama Osman Bey her zaman ufak odaları tercih eder. Biraz hastane odasını andırıyor şu anda. Kolunda serum, başına takılmış diyotlar, burnundaki solunum cihazı ve yatağın yanındaki makineler size yoğun bakım ünitelerini hatırlatacak. Normal şartlarda hastanede kalması gerekiyordu, ama kendisi en kötü durumda bile evinde olmak ister ve bunu en sağlıklı günlerinde bile yanındakilere hatırlatırdı. Katil, Osman Karatopal’ın bir deri bir kemik kalmış bedenine doğru yürüdü. Adamın yüzündeki ifadeye odaklandı. Huzurlu muydu, kabir azabı mı çekiyordu anlayamadı. Makineden gelen düzenli bip sesleri ve birkaç saniyede bir serumundan damlayan sıvının havada yarattığı titreşim olmasa yaşıyor olduğunu anlamak imkânsızdı. “Birileri senden bir an önce kurtulmak istiyor,” diye fısıldadı. “Senin servetine el koymak için gerçekten ölmeni bile bekleyemiyorlar.” Katil, arka cebinden başparmağı büyüklüğünde bir çakı çıkardı ve çok sevdiği o metalik sesin
73
Öykü eşliğinde keskin tarafını açtı. “Aslında şu kablolardan, serumlardan birini kessem işin biter, değil mi? Kansız, sessiz, temiz bir ölüm olur.” Ölü adamdan cevap gelmedi. Makine iki kere daha bipledi. “Ama bunu istemiyorlar tabii ki. Kanlı bir ölüm olmalı. Dışarıdan birinin gelip yaptığına dair ipuçları olmalı. Mesela parmak izlerimi bırakmalıyım. Bu çakıyı senin boğazına sapladıktan sonra panikle kaçıp gitmeli ve onu burada unutmalıyım. İzler bırakmalıyım ki oğlun suçlanmasın, izler bırakmalıyım ki, servetin engelsizce onun ve karısının eline geçsin. Katil ben olmalıyım, onlar değil.” Çakıyı kaldırdı. Adamın boğazının etrafında gezdirdi. “Sana bir sır vereyim mi?” diye fısıldadı kulağına. “Ben daha hiç masum insan öldürmedim. Gerçekten… Büyük adamlar öldürdüm, evet. Masum gibi görünen adamlar da öldürdüm. Ama hiçbiri benim gözümde masum değildi. Hepsinin bir suçu vardı. Suçları yok gibi görünse de öldürmeden önce mutlaka bir günahlarını açığa çıkardım, sonra bitirdim işlerini.” Kolundaki dövmelere kaydı gözü. “Sen ilk olacaksın. Tanıyorum seni, işi aldığım andan itibaren araştırıyorum. Tek bir günahın yok. Tamam, iyiliğin de yok, insanlara yardım eden bir tip değilsin, ama günahsız olduğun gerçeğini değiştirmiyor bu. “Seni öldürmemem gerekiyor o yüzden. Gelgelelim sekiz yüz bin dolar çok iyi para. Belki senin servetinin yanında esamisi bile okunmaz ama öyle işte.” *
*
*
Sessiz dakikalar geçti. Bip seslerine alışan kulakları artık onu da duymuyordu. Çakısını bir açıp bir kapatıyor, yaşlı adamın yüzüne bir bakıyor bir bakmıyordu. Ölümün kokusu sinmişti odaya; ama yaşam da sızıyordu bir yerlerden. İki yol görüyordu önünde. Biri para, biri gurur yolu. Masumu öldürmek ve kötünün eline koz vermek ile yüreğinin söylediğini yapıp sadece siktir olup gitmek arasında kalmıştı. İlk kez. Yatağın kenarından kalktı, çakısını açtı bir kez daha, gözünü kapattı ve sapladı. İnleme gelmedi, kan sıçramadı ellerine, çıkan ses deri ve etin delinme sesi değildi. Gözünü açtı, çakı adamın boynunun hemen yanından yastığa girmişti. Elini çekti ama çakıyı çıkarmadı. Kapıya doğru yürüdü. Işığı kapatıp çıkacak, sonra da dövmeciyle olan randevusunu iptal edecekti. Işığı kapattığında odanın zifiri karanlık olacağını düşünmüştü, perdeler de sonuna kadar kapalı olduğundan ayın ışığı dahi giremiyordu. Ancak odada tıpkı televizyon açıkken olduğu gibi hafif bir ışıma vardı. Osman Bey’in bağlı olduğu makinelerden geldiğini sandı önce. Bir bakıma doğruydu, o ışıklar da vardı, ama o makinelerin hemen yanındaki bir masanın üzerinde duran farklı bir monitördü asıl kaynak. Katil elini henüz ışık düğmesinden çekmiş değildi. Monitörü fark eder etmez az önce kapattığı ışığı tekrar açtı. Milattan önceki yıllardan kalma bir bilgisayardı bu. On beş inçten bile daha küçük, kirli beyaz renkli bir monitörün siyah ekranında pikselleri metrelerce öteden belli olan bir kelime yazıyordu: <Gitme!!!>_ Yeşil renkli harflerin sonunda yanıp sönen bir ‘alt tire’ işareti vardı. Devamı gelecekmiş izlenimi uyandırıyordu. “Gitme mi?” diye sordu fısıltıyla. Bilgisayara doğru birkaç adım attı. Klavye çarptı gözüne. Hazreti Musa Mısır’da bu klavyelerden kullanmış olabilirdi. Alt tire, sonraki satıra geçti:
74
Öykü <Benim. Osman Karatopal.>_ Katil, yüzünü monitöre iyice yaklaştırdı. Sonra Osman Bey’in kıpırtısız bedenine çevirdi. Ardından da gözleri odanın her yerini bir kamera bulabilmek için taradı. “Kim izliyor burayı?” <Öldür beni.>_ “Ne?” <Ben Osman Karatopal. Yatakta olan adam. Seni ben çağırdım, beni öldürmen için. Ama sen kaçıp gidiyorsun.>_ Katil ne düşüneceğini bilemedi. Birileri tarafından işletiliyor olduğuna emindi, ama kim? “Babanı bu şekilde mi öldürteceğine inanıyorsun?” dedi bilgisayar ekranına bakarak. Şu an tek muhatabı o gibiydi. <Ben oğlum değilim. Ben yataktaki adamım. Ve ölmek istiyorum. Yıllarca bütün vücudum felç olmuş halde, gözlerimi açmayı bırak nefes bile alamadığım bu bedende hapis kalmak istemiyorum. Bilinçsizliğin derinliklerinin ne kadar korkunç olduğunu bilemezsin.>_ “Buna inanmamı mı bekliyorsun? Senin benimle bu dandik bilgisayar sayesinde konuştuğuna.” <Başımdaki diyotların bilgisayara takılı olduğunu görebilirsin evlat. Ayrıca o bilgisayar düşündüğün kadar dandik değildir. Yirmi beş yıllıktır ama dandik değildir.>_ Katil, Osman Bey’in başına takılmış diyotların kablolarını takip etti ve bilgisayar masasının arka tarafındaki küp şeklinde koca bir alete ve o aletin de bilgisayar kasasına bağlı olduğunu gördü. “Nereden bileceğim dediğinin doğru olduğunu?” <İstersen kabloyu kesebilir, benden cevap alamadığını görürsün. Gerçi bu da seni tatmin etmeyecektir. Çünkü istediğim zaman kendim de susabilirim.>_ “Aklımı okudun bey amca.” <Bak anlatayım sana genç adam. Ben yetmiş bir yaşındayım. Hayatım boyunca ölümden zerre korkmadım. Ama çok korktuğum bir şey vardı: Karanlığa hapsolmak. Ölümle yaşam arasında bir yerde sıkışıp kalmak. İnsanlar hep komadaki kişilerin bilinçlerinin kapalı olduğunu, dış dünyadan bihaber olduklarını ve ölü gibi yattıklarını düşünür. Ben altmış yıldır bundan şüpheliydim. Ya insanlar aslında bilinçliyse ama hareket edemiyorlarsa. Kapana kısılmışlarsa. O uykuda kaldıkları süre boyunca dayanılmaz bir işkenceye maruz kalıyorlarsa.>_ <Birkaç ay önce korktuğum şeyin, gerçeğin ta kendisi olduğunu gösteren bir araştırma yapıldı. Tıbbi araştırmaları sürekli takip ettiğimden New England Journal of Medicine adlı dergide yayımlanan çalışmadan da hemen haberim olmuştu. Bilim adamları bitkisel hayattaki, artık yaşama umudu kalmamış insanlar üzerinde deneyler yapmışlardı. Evet-Hayır şeklinde cevap verebilecekleri sorular yöneltilmiş ve İşlevsel Manyetik Rezonans Görüntüleme tekniğiyle beyinlerindeki etkinlikler izlenmişti. Bu etkinliklere göre yanıt verip vermedikleri ve hangi yanıtı verdikleri belirlenebiliyordu. Sonuç herkes için şaşırtıcı, benim içinse kâbustan farksızdı. Bazı hastalar beyin etkinliklerinin tamamını kontrol edebiliyordu. Örneğin beş yıl önce bir trafik kazası geçirmiş yirmi iki yaşındaki bitkisel hayattaki bir hasta, kendisine yöneltilen altı sorunun beşine yanıt vermişti. Araştırmacıların soruları sorarken doğru cevaptan haberleri yoktu. Anlaşıldı ki soruların cevaplarının hepsi doğruydu. Son soruya ise hiç cevap vermemişti, bu da hastanın o sırada uyumuş olabileceğini gösteriyordu. Bilinçsizlik durumunda bile uyunabildiğini düşün.>_ Katil bir şey söyleyecekken vazgeçti. Osman Bey de o anda susmuş, bir cevap bekliyor gibiydi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra bilgisayar ekranında tekrar yazılar belirdi. <Büyük bir fon açtım bu araştırmalar için. Türk bilim adamlarını da onların ekibine katılmaları
75
Öykü için teşvik ettim. Ve sonuçları ilk olarak benim öğrenecek olmam şartını sundum. Bilim adamları az önce bahsettiğim beyin tarama yönteminin pahalı olduğunu, çok zaman istediğini ve teknik olarak zor olduğunu söylediler. Bunun yerine EEG yani elektroensefalografi tekniğini amaca uygun olarak geliştirebileceklerini ve benim verdiğim fonun bunun için yeterli olduğunu belirttiler. Kabul ettim ve çalışmalar başladı. Sadece birkaç ay içinde müthiş sonuçlar alındı. Bu yöntemle sadece evet-hayır soruları değil her türlü soruya cevap alınabiliyordu. Üstelik ayrıntılı bir taramaya gerek yoktu. Bitkisel hayattaki hastanın beyin etkinliklerini, yazı yazmayı sağlayan bölgeye yönlendirdiler ve bunu da diyotlarla bir bilgisayara aktarmayı başardılar. Hastaların büyük kısmında en karmaşık cümlelere kadar işe yaradı.>_ “Ve siz de bu durumdan çok korktuğunuz için bitkisel hayata girmeniz durumunda bu cihazdan faydalanmak istediğinizi söylediniz.” <Aynen öyle. Oğlumun bile bilmediği bir sistem bu. O zaten bu elektronik aletlerden falan anlamaz. Bu bilgisayarla duygusal bir bağımın olduğunu bildiğinden dokunmaz bile.>_ “Anlıyorum. Siz de bu bilgisayarı kullanarak beni tuttunuz.” <Evet. Fonun devamına karşılık, telefon görüşmesi sırasında size okunan metni sundum bilim adamlarına. Şimdi beni bu bilinçsizlik karanlığından kurtarmanızı istiyorum. Eğer o siz olmazsanız başkası olacak. İnanın bu bir kötülük değil, en büyük lütuftur bana.>_ Cümlenin sonundaki alt tire yandı söndü, yandı söndü. Makinelerden gelen bip sesi defalarca tekrarlandı. Katil sadece ekrana baktı ve düşündü. “Tamam,” dedi. “Sırf sizi acıdan kurtarmak için kabul.” Kalktı, çakısını yastıktan çıkardı. Belli ki oğlunun suçlanmasını istemediğinden şart koştuğu ‘kanlı’ ölümü gerçekleştirmek için tam kalbine var gücüyle sapladı. Çarşaf kızıla boyandı. Bip bip sesi biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip oldu. Bilgisayarın ekranındaki tüm yazılar silindi, yanıp sönen bir imleç bile kalmadı. Ve Katil gönül rahatlığıyla evden çıktı. O gece, dövmecideki randevusuna tam zamanında yetişti. O.K. şeklindeki yeni dövmesini yaptırırken dalgındı. Öykü: Gökcan ŞAHİN
76
Sinema
21 Gram Evet, burası ölüm bekleme odası… Bu komik tüpler, kollarına saplanmış iğneler, bu ölüm öncesi bekleme kulübünde ne işim var? Ne yapmam gerekiyor? Artık bir şeylerin başlayıp başlamadığını bilmiyorum. Tek bildiğim sona ereceği. Yaşamını ilk kaybeden kim olacak? Komadaki şu yaşlı adam mı? Yoksa ben mi?
Dünya kendi düzeninde dönerken iki insanın karşılaşması için bir sebep gerekir. Döngü devam eder ve iki insan karşılaşır. Olaylar zinciri aşkı getirir bazen. Bazen ölümü… Acıyı, inancı… Ölümü bekleyen Paul mahkûm olduğu oksijen tüpü ile yaşamaya çalışmaktadır. Karısı ile yaşadığı sorunlar bir yana o yaşamak için bir kalbe ihtiyaç duymaktadır. Birinin ölmesi gerekmektedir. Kalbi sağlıklı olan birinin… Chistina, geçmişteki çalkantılı hayatını bir kenara bırakmış iki çocuğu ve kocasıyla huzurlu bir hayat yaşıyordur. Ta ki ailesini ondan alan kazaya kadar… Haberi alıp da hastaneye koştuğunda tüm sızısına rağmen bir karar verir. Kocasının kalbini hiç tanımadığı birine verecektir. Bir ölüm bir hayat getirsin diye. Jack, hayatını suçla geçirmiş sonunda pişman olmuş ve kendini Tanrı’ya adamıştır. İki çocuğunu ve evini zorlukla geçindirmektedir. Doğum gününde evine yetişmek için arabasını hızla sürer ve üç kişinin ölümüne sebep olur. Evine titreyerek gider. Teslim olur. İnancını sorgular. Sonunda pes eder ve hayatındaki her şeyi terk etmeye karar verir. İçindeki sese kulak vermeden geçirebileceği bir günü bile olmadan, cezasını çekip yaşamaya devam edecektir. Bu birbirini hiç tanımayan üç insanın dünya döngüsünde acıyla, aşkla ve nefretle örülü birleşmesidir. Kayıplarla ve kazançlarla bezeli bir beste…
77
Sinema 2003 yapımı 124 dakikalık bu film tam bir karmaşa. Olaylar çözmeye çalıştıkça elinize ayağınıza dolaşıyor. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek üçgeninde dönen seyredilmesi zor bir yapım. Canınız acıyor seyretmeye devam ettikçe. Kafanız karışıyor. Ne için yaşamalı sorusunu kendinize sormaya başlıyorsunuz. Kimin
daha çok canının yandığını anlamaya çalışıyorsunuz. Paramparça Aşklar ve Köpekler’in Oscar adayı Meksikalı yönetmeni Alejandro Gonzalez İnarritu ve senaristi Guillermo Arriaga’nın tekrar bir araya geldiği bu sızı dolu hikâye de Sean Penn, Benicio Del Toro ve Naomi Watts mükemmel performansları ile kamera karşısındalar. Kaç kez yaşarız? Kaç kez ölürüz? Tam ölüm anımızda 21 gram kaybederiz diyorlar. Peki, 21 grama ne sığar? Ne kadarı kaybolur? Ben o 21 gramı hiç kaybetmedim. Ne kadarı onlarla gider? Ne kadar kazanılır? 21 gram yeni doğmuş bir serçenin ağırlı ile eş değer. Beş tane madeni paranın ağırlı ile… 21 gram ne kadar eder? Ruhunuz tam 21 gram. Size sevme, nefret etme, yâdsıma hakkı veren… Size kalbinizin sadece kan pompalamak da kullanılmadığını fısıldayan ruhunuz… Öyleyse sevmek ne kadar eder? Ölmek, susmak ne kadar eder? Biz ne kadar ederiz? Ağırlığımız ne zaman azalır? 21 gram dönen bir dünyada tesadüfler üzerine kurulu bir anlatım. Seyrederken sorun kendinize ağırlığınız ne kadar bu dünya üzerinde? Huzurla… Melahat YILMAZ melaniecim@hotmail.com
78
Öykü
Tebdilcinler Selma isteksiz adımlarla sokağı geçip Arzu Marketi’ne doğru yürüdü. Gözleri yaşlıydı. Kendine hâkim olmasa hüngür hüngür ağlayacaktı. Marketin önündeki manav bölümünde duran başıbozuk soğanları kümeleyen delikanlı yan gözle ona baktı. Bakışları hızla endamını ölçtü biçti. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluşmuştu. Bozulmak üzere olan bir ampulün son kez sönük bir ışıkla parlaması gibiydi. Sonra işine koyuldu. Tanımamıştı. Geçen fıstık kategorisinden olmasa da ölçüleri bayağı ehven genç bir bayandı. O kadar. Delikanlı altı yıldır bu markette çalışıyordu. Bütün alışverişini neredeyse buradan yapan Selma’nın sayısız kereler konuştuğu biriydi. Ve şimdi delikanlının belleğinden silinmişti. Yaşayan varlıkların ölümlülüğü gibi baştan bildiği bir süreç çalışıyordu. Hazırlıklıydı, ama hislerini tümden kontrol edemiyordu. On bir yıllık kocası Ethem bu sabah adını unutmuştu. Kapının ağzında durmuş bir şey diyecekti. Selma’nın arkası dönüktü. “Adını şey yaptım bir an. Çok tuhaf,” demiş ve yüzündeki şaşkın ifadeyle kapıyı açıp gitmişti. Esas söyleyeceği neyse onu da yanında götürmüştü. Bunun yarım saat öncesinde okula yetişmenin telaşıyla evin içinde gezinen oğluyla holde karşılaştıklarında çocuk sanki yabancı birini görmüş gibi önce irkilmiş, sonra sekiz yıllık annesini tanıyarak normal faza geçmişti. Selma bütün bunlara hazırlıklıydı. Kurduğu ailenin onun açısından bir son kullanım tarihi mevcuttu. Baştan kesinlikle biliyordu. Tam on bir buçuk yıl dayanmıştı. Rekor değildi, ama bayağı üst düzey bir dereceydi. Aslında şükretmesi lazımdı. Son birkaç haftadır kocası ve oğluyla çözülmeyi, kopmayı adım adım yaşamaktaydı. Daha seyrek konuşuyorlar, birlikteyken ikisi de belli bir dalgınlık fazına girip çıkmaktaydı. Kocasıyla seks ilişkisi tümden bitmişti. Teni artık adamı çağırmıyordu. Daha da beteri adam için kanıksanmış cazibe durumuna düştüğü falan yoktu. Resmi olarak 31 yaşındaydı ve sadece kadınlıktan, değil homo sapienslikten de sıyrılıyordu. Böyle devam ederse hem oğlu, hem de kocası ruhi bunalıma girebilirdi. Şimdiden belirtileri vardı. Özellikle oğlunda. “Zubeala. Kız Zubeala, kes dramı da ayaklarını aç. Seninki geldi. Çabuk!” Selma beyninin içinde patlayan ses üzerine toparlandı. Sol eliyle gözlüğünü biraz öne alıp elinin tersiyle gözlerinin yaşını sildi. Marketin kapısına yakın durup arkasına baktı. Çapraz karşıdaki taksi durağında az önce hiç araba yoktu. Şimdi bir tanesi yanaşmaktaydı. Sakız alacak zaman kalmamıştı. Genç kadın hemen adımlarını hızlandırarak yolu geçti. Taksiye doğru yürüdü. Neyse ki, ondan önce davranan biri yoktu. Hava güneşliydi ve iş çıkışına daha saatler vardı. Taksi arama rekabetini azaltan şartlardı bunlar. Bu arada az ilerisinde bir süredir içinde bir müşterisiyle duran taksi hareket etmişti. Arka koltukta sarı saçlı genç bir kadın vardı. Kadın araba yanından geçerken ona gülümsedi. Selma belli belirsiz sırıtmakla yetindi. Hiç neşesi yoktu. Kısa siyah saçlı, bıyıklı, esmer şoför geldiğini görmüştü. Hevesle endamını süzüyordu. ‘Güzele bakmak sevaptır abla‘ şeklinde bir mazereti vardı haliyle. Selma arabaya binerken eteği biraz sıyrıldıysa da buna aldırmadı. Bu semti, evini, kocasını, en zoru da oğlunu uzun bir süre göremeyecekti. Gözleri dolmuştu yine. İyi ki, yüzünde güneş gözlükleri vardı. “Söğütlü Çeşme Caddesi’ne. Kayadibi İş Hanı’na.” Kozyatağı’ndan oraya trafik yoğun olmadığı için yirmi dakikada giderlerdi. Selma yolda adamla birkaç
79
Öykü kelime konuştu. Kayadibi İş Hanı’ndan ağırca bir paket alacağını, kendisine yardım edip edemeyeceğini sordu. Adam bunu yapmaya çok hevesliydi. Selma adamın aynadan bacaklarının stratejik kısımlarını görebildiğini tahmin etti. Sesindeki kasıtlı işve de etkili olmuştu haliyle. *
*
*
Yaprak, 14.02’de Kayadibi İş Hanı’ndan içeri girerken kendini iyice kısmıştı. Her taraf kamera dolu olduğu için tenini üç derece parlatmıştı. Gözlerinde kara gözlükler vardı. Açık kumral saçları perukaydı. Kullandığı fondöten falan da eklendiğinde eşkâli, giysileri, elindeki eflatun çanta ve beden ölçülerinden ibaret olacaktı ki, zaten bunlara veda etmek üzereydi. Kalbi kanıyordu. İki yıldır birlikte yaşadığı erkek arkadaşını, yüzyılın en büyük aşkını, uzun bir süre göremeyecekti. Onunla birlikte olmaksa bugünden itibaren sonsuza kadar bitmişti. Asansörle dördüncü kata çıktı. Zubeala hedefe çok yaklaşmıştı. Zamanlama iyi gidiyordu. Asansörden çıkınca sola döndü. Mavimsi grimsi boyalı holde yürürken bir kapı açıldı, takım elbiseli, kravatlı, elleri ateşe çantalı iki genç adam çıktı. Adamların kaçamak bakışları ve yüzlerinde tik gibi beliren çapkın sırıtmalarından on üzerinden dokuz aldığı belliydi. Bu iyi olmuştu ifadelerinde şu anda gördükleri şeyleri tasvir edeceklerdi. Akıllarında balkonlar, bagaj ve iniş takımları kalacağından verecekleri bilgi hiçbir işe yaramayacaktı. 405 Candelen Emlak Danışma Bürosu Genç kadın dokunmadan kapının kilitli olduğunu biliyordu. Dün Haydar Candelen’e telefon ederek randevu almıştı. Adam kendisini bekliyordu. Bu semtte işyeri arayan yağlı bir müşteri numarasına yatmıştı. İçerisini dinledi. Adamın sekreteri yoktu. Perşembe günleri bu saatlerde hemen iki blok ötedeki on parmak daktilo yazma kursuna gidiyordu. Bu son haftaydı. Parmakları bayağı hızlanmıştı. Bugün sertifikasını alacaktı. Bu kadın için iyiydi. Çünkü yarından itibaren işsiz kalacaktı. Yaprak, uzun tırnaklı işaret parmağıyla zile dokundu. Üç beş saniye sonra kapı aralandı. Sarı ceket, siyah gömlek, siyah pantolon giymiş adam kapıyı açtı. İlk birkaç saniye bu kadını nereden tanıyorum şaşkınlığı geçirdi. Bu temkinli hali hızla izale oldu. Kendini kısması sayesinde iki saat masasında oturduğu, yiyecek gibi bakıp durduğu ve bir yığın üstü örtülü sarkıntılık sözü sarf ettiği kadını tanımamıştı. Ardından adamın yüzünde çapkınlık soslu bir beğeni gülümsemesi belirdi. Yaprak’a semtin en pahalı yerinde iki yüz metre karelik dükkân aradığı için tam puan vermişti. İkinci tam puan da haliyle fiziki özelliklere yönelikti. “Meliha Hanım.” “Haydar Bey.” Yaprak tam çarığı sağlam iş kadını Meliha Hanım’a yakışacak bir şekilde tebessüm ederek adamın uzattığı elini sıktı. Birlikte sekreterin oturduğu bölmeyi geçerek adamın bürosuna girdiler. “Şöyle buyurun lütfen.” Genç kadın adamın işaret ettiği deri koltuğa oturdu. Haydar Candelen mutlu bir yüzle şaşaalı büyüklükteki özenle cilalanmış ceviz masasının arkasına kuruldu. “Efendim konumuza girmeden önce ne arzu ederdiniz? Çay, kahve ya da soğuk bir şey?” O sırada Yaprak deri çantasının kapağını açmış ve içindeki metal şeye dokunmuştu. Parmakları susturuculu tabancayı kavrayıp adama doğrultması, adamın yüzünde beliren şaşkınlık ve sonra kalbine giren bir kurşunla yere yığılması hızlı çekim bir sahne gibi göz açıp kapayana kadar gerçekleşti.
80
Öykü Yaprak tabancayı çantasına geri koymadı. Ayağa kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Misafirleri final resepsiyonu için gelmişti. Zil çalınca kapıyı açtı. Tabanca arkasına kalçasına yasladığı sağ elindeydi. Taksici Remzi ve Selma içeri girdiler. Remzi şaşkındı, ama kuşkulu değildi. İki iyi giyimli, güzel ve seksi kadından bir orostopolluk ummuyordu. Selma kapıyı örttü. “Ah, o paket için. Buyurun efendim içeride,” dedi Yaprak sanki sekretermiş gibi. “Burası Haydar ağabeyin yeri,” dedi şoför. Birlikte büroya girdiler. Adam yerde yatan cesedi görünce şokla geri döndü. Yaprak bir metre mesafeden adamın kalbine iki kurşun sıktı. Adam şaşmaya dahi zaman bulamadan yere yığılıverdi. “Vaktinde geldin Zubeala.” “Bana bu adla hitap etme Denaheşiye. Sana kaç kez söyledim.” “Tamam ya. Yardım et de şu işi bitirelim.” Tabancanın üzerindeki izleri silip şoförün eline sıkıştırdılar. İki el tavana doğru ateş ettirdiler. Sonra tek kelime bile konuşmadan emlak danışma bürosundan çıktılar. Stajyer bir forensik uzmanı bile bu dümeni yemezdi. Kumpas sekreterin olayı anlatması ve bunun Haydar Bey’in ortakları üzerinde yapacağı moral etki üzerine kurulmuştu. On parmağı beceriklilik ve hız kazanmış olan genç kadın içeri girdiğinde eli tabancalı şoförü görecekti ilk olarak. *
*
*
“İşin bu tarafı hep zordur.” Selma arkadaşına bakıp içini çekti. Bekâr Sokağı’ndaki bir kafede oturmuşlar orta şekerli Türk kahvesi içiyorlardı. Biri vapurla, diğeri minibüsle Beşiktaş’a gitmiş. Orada iki ayrı butikte yeni giysiler edinmiş, eskileri, peruka ve güneş gözlükleriyle birlikte çöp konteynırlarına atmışlardı. Önce sofware’lerini, cinözlerini yani değiş tokuş etmişlerdi haliyle. Birkaç saniyede olup biten bir işlemdi. Selma bedeninin içinde Yaprak, diğerinde de kendisi vardı. Aradan yarım saat geçmesine rağmen iyice alışmıştı. Boyu üç santim uzamış, ölçüleri bir beden büyümüştü. “Doğru da,” dedi Selma “gel de acısını bana sor.” Selma bedeninin içersindeki Yaprak kahvesinden yudum alırken bakışlarıyla haklısın mesajı yolladı. Sevgilisi Tarık’tan ayrıldığı için çok üzgündü. Tek tesellisi Selma’nın adama iyi bakacağı ve göz kulak olacağını bilmesiydi. Kendi de bu akşam yeni kocasına ve oğluna kavuşacaktı. Selma ve Yaprak, nam-ı diğer Zubeala ve Denaheşiye tebdilcin denen taifedendi. Bunlar da köken olarak cinlerin soyundan geliyordu. Zamanla insan bedenlerinin içinde yaşayabilir hale gelmişlerdi. Ortalama ömürleri 300 yıldı. İçlerinde 380’i bulanlar bile çıkmıştı. Selma 101, Yaprak 103 yaşındaydı. Normal insan ömrüyle kıyaslandığında 25-28’e denk geliyordu. Tebdilcinlerin yüzde sekseni kadındı. Bunlar on binlerce yıldır insanlarla ilişki kurarlardı. Genellikle ölümcül hasta ve kimseleri olmayan genç kadınların yerine geçerlerdi. O şahıs evinde ölüm döşeğindeyken yanında bulunur, hizmet eder, alışverişini yapar, fakirse mali yönden yardım eder ve avuturlardı. Büyük şehir ve metropollerde yaşadıklarından sahte kimlik edinmeleri zor olmazdı. Bu kategoride bir sürü kimse vardı. Bedenine girdikleri kimse ölünce kumandaya onlar geçer ve bedeni A’dan Z’ye yenilerlerdi. Sonra kapı gibi gerçek bir kimlikle nezih semtlerde ev tutulur, yeni hayat başlardı. Bu arada büründükleri kalıp bayağı tekâmül eder, güzelleşir, cildi parlar ve zihni de kükrerdi haliyle. Tebdilcinler
81
Öykü gelecek öngörüsü yapabilme özelliğine sahipti. Bu nedenle para asla sorun olmazdı. Piyango, loto, at yarışları bile tek başına gelir kaynağı olarak fazlasıyla yeterliydi. İnsan bedenlerinin içinde karşılaştıkları en ciddi sorunlardan biri içine girdikleri bedenin kullanım süresiydi. Bu ortalama sekiz yıldı. Bazen bedenin bir yılda bile kullanılmaz hale geldiği olurdu. Selma bir çeşit rekora imza atmış, on yıl aynı bedende kalmış ve üstelik bir de çocuk doğurmuştu. Bedenin iç tepkisi zamanla yapıbozum yaratır ve yeni bir beden arama zamanı gelirdi. Bu tebdilcinin sevdiklerinden uzaklaşması demekti. Bu süreci en az sıkıntıyla atlatmanın tek yolu eş değiştirme yöntemiydi. Zubeala ve Denaheşiye bunu yapabilecek kıvamdaydı, çünkü beden yapıbozumu aynı tarihe denk gelmişti. Yaşları da aynıydı. İlk belirtiler başlayınca birbirlerini bularak bu konuyu enine boyuna görüşmüşlerdi. Yaprak’ın birazdan bir kocası ve oğlu olacaktı. Selma’nın da gitar çalan Tarık adlı bir erkek arkadaşı. Tarık’ın başı dertteydi. Barda birlikte çaldığı arkadaşı iki hafta önce kaza süsü verilerek öldürülmüştü. Bunu Haydar Candelen bizzat yapmıştı. Kokain ticareti ile ilgiliydi. Adamı ağzını tutamayacak endişesiyle tuzağa düşürüp temizlemişti. Hiçbir şeyden haberi olmayan, ama maktulun yakın arkadaşı olan Tarık’tan kıllanmaktaydı. Arkadaşının ölmeden bir şeyler söylemiş olmasından şüpheleniyordu. Bu nedenle Tarık’a da bir iyilik düşünmek üzereydi. Bu defa onun için yıllar önce de iş bitirmiş olan Remzi’yi görevlendirecekti. Adama elli bin lira teklif edecekti. Yanlarında oturup, yüzlerine gülerken bunları planlamaktaydı. Tebdilcinler sadık eşlerdi. Hayat arkadaşlarını sıkı bir denetim altında tutarlardı. Buna bir çeşit kaza engelleme sigortası denebilirdi. Gelecek öngörüleri hiçbir zaman yüzde yüz kesinlik taşımazdı. Bir seri yakın tahminden en uygununu hesaba alırlardı. Haydar Candelen polis araştırmasının sonuçlarından tabii ki, çekinmekteydi. Belki bu işe hemen kalkışmayacaktı. Biraz bekleyecek ve uygun bir zamanı kollayacaktı. Bir kafede otururlarken içeri tesadüfen girmiş gibi yaparak masalarına oturmuştu. Ağız yoklama girişimiydi. Tarık’ın arkadaşı yeni ölmüştü. Üzgündü. Adam kuşkularını kanıtlayacak sözcükler duymamıştı, ama Tarık hakkında hâlâ sakat planları vardı. Yaprak adamın düşüncelerini inek gibi sağmıştı. İşi sağlama almak niyetindeydi. Deli gibi sevdiği erkeği er ya da geç harcayacaktı. Tarık bütün bunlardan habersizdi haliyle. Ona anlatırsa paniğe kapılır, ağzını tutamaz ve ölüm tarihini öne aldırtabilirdi. Adamın düşüncelerini okudum dediğinde ona inanacaktı. Çünkü para durumu iyi olan sevgilisinin döndürdüğü çarkın kendisini göremese de esintisi hissetmekteydi. Bir de son on gündür yaşadıkları yabancılaşma sorunu da vardı üstelik. “Dinle, yatağa girdiğinde sutyenini kendin çıkarma,” dedi Yaprak. İçini çaresizlikle astarlanmış bir kıskançlık bürümüştü yine. “Tarık bunu kendi yapmayı çok sever. Senin bana bir tavsiyen var mı?” Selma daha muhafazakâr bir kadındı. “Kendin keşfet. Hemen bileceksin zaten,” dedi. Cep saatlerinin kendi hafızaları gibi eski bedenlerinde uyum için gerekli bütün bilgileri bırakmışlardı. Yoksa biri diğerinin yerine geçemezdi. Erkeklerin cinsel fantezileri altı şeritli bir otobanda araba sürmek gibiydi. Şerit değiştirir ve gaza pedalındaki ayakların baskısı azalır ya da çoğalırdı. Kadınlarınki ise sarp arazide yapılan gezi gibiydi. Beklenmedik çukurlar, derin yarlar, mağaralar, renk renk çiçekler, otlar ve ten ürperten serin rüzgârlar bulunurdu. Erkeklerin kadın tebdilcinlerin onlara verdikleri cinsel tatminin benzerini başka kadınlarda bulmaları çok zordu. Bu yüzden erkeklerin çapkınlık hevesleri ve cinsel fantezileri, tebdilcin eşlerinden aldıkları hazın türevleri şeklinde formatlanırdı. Spiral kendi içine doğru dönerdi yani. Yaprak gülümsedi ve içini çekerek ayağa kalktı. “Ben gideyim o zaman. Oğlum... Okuldan geldiğinde evde yalnız kalmasın. Ethem gelmeden yemek filan da hazırlamak lazım.” Selma’nın gözleri yaşarmıştı. Yerinden doğruldu. İki kadın sarıldılar. Selma bu anlara haftalardır
82
Öykü hazırlanmaktaydı. Yine de kalbi yırtılmıştı. Yaprak oğluna da kocasına da iyi bakardı. Bu akşam Fehmi de, oğlu da son birkaç haftadır hissettikleri anlam veremedikleri endişeler ve şüphelerden sıyrılacaklardı. Fehmi sabah yakın zamana kadar olduğu gibi mutlu bir erkek olarak uyanacaktı. Bakalım kaç yıl sürecekti bu defa. *
*
*
Kadın gittikten beş dakika sonra yeni Yaprak’ın telefonu çaldı. Ekranda Tarık ismi belirmişti. Genç kadın telefonu aldı ve hattı açan düğmeye bastı. “Canım. Neredesin?” “Taksim’de. Sen?” “Ben de. Mefisto kitapçısının üstündeki kafedeyim.” “Yakınız bayağı. Yalnız mısın?” “Evet. Gelsene.” Yeni Yaprak ikinci katın basamaklarını çıkınca hemen soldaki masada oturan uzun boylu, kahverengi saçlı adam ona baktı. Bakışlarında arka arkaya üç faz belirmişti. 1 - Yaprak hâlâ o bir türlü isimlendiremediğim arızaya sahip mi? Şimdi daha beterini görmeye hazır mıyım? 2 – Vay canına! Bizim hatun kendini acayip yenilemiş. O pas, kirli toz tamamen silinmiş. Hepsi bir kuruntudan ibaretmiş. Gafil benim. 3 – Sahi benim hem bu kadar alımlı, hem de zengin bir kız arkadaşım var değil mi? Yaprak dalgalı uzun saçlı, hoş yüzlü, esmer adama sarılıp dudaklarına hafif bir öpücük kondurdu. Yeni formatının havasına iyice girmişti. Selma yanı bayağı uzaklarda kalmıştı birden. Adamın yüzündeki arzulu ifadeyi görünce tebessüm etti. “Eve mi gitsek acaba?” Tarık’ın hiç zaman kaybetmeden garsona hesap işareti yapması iyi bir işaretti. Karşı masada oturan üç genç kız onlara bakmaktaydı. Tarık’ın ‘istersen önce bir şey iç’ demesi eski Selma’yı biraz üzecekti. Taptaze Yaprak Hanım damarlarında dolaşan dokunma ve sevgi hormonu oksitosin yüzdesinin artmasından ötürü keyifliydi. Diğer kimliğiyle ilgili bilgiler, kaygılar, özlemler vakumla emilmiş gibi incelmişti. Birazdan gitarcı Tarık Bey’e evde stairway to heaven parçasını çaldıracaktı. Bugün özel bir gündü. Öyle değil mi? Öykü: Sadık YEMNİ
83
Pin-up
Nadir KUTLUHAN 84