Golge e Dergi

Page 1

Şubat 2011

Sayı 41


İÇİNDEKİLER 04 - 05 Haberler

41. Sayı ile

tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Ahmet Hamdi YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Rıdvan ŞORAY, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Mustafa YAŞAR Pinup: Sümeyye KESGİN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

06 -09 10 -16 17 -20 21-24 25-26 27-30 31-33 34-39 40 41-47 48-51 52-57 58-60 61-62 63 64-71 72-75 76-87 88

Çizgi roman incelemeHayalet Sürücü Öykü- Paranoya Çizgi roman- Bak Gerçekçi Ol... Çizgi roman incelemeGreen Lantern Çizgi romanRüya Adam Öykü- Gecenin Sesleri DenemeBizim Mahalle Çizgi roman SinemaSüper Kahramanların Geleceği Çizgi roman -Otobüstekiler Öykü- Büyülü Dünya Edebiyat ve SinemaEdebiyattan Sinemaya Uyarlamalar Öykü- Fotoşipşokçular Sinema- Tabutta Röveşata Öykü- Bilge Baykuş Roman İnceleme- Esrarname Sinema-Oskar Çizgi romanDeniz ÖZKARDEŞLER Röportaj- Özgür ÖZOL Pinup- Sümeyye KESGİN


Merhaba Hani halk deyişidir, “41 Kere Maşallah, Nazar Değmez İnşallah.” Bunca zamandır, yazan ve çizen arkadaşlarımız, görüşlerini, desteklerini esirgemeyen siz değerli takipçilerimizle birlikte Gölge e-Dergi’miz 41. sayısına ulaştı. Her yeni sayıda aramıza katılan, yeni yazar, çizerlerimizle ve yeni takipçilerimizle nice 41 sayılara ulaşacağımızdan eminiz. Eh o zaman, “41 Kere Maşallah, Nazar Değmesin İnşallah,” deyip, yeni sayımızı okumaya başlayabilirsiniz.

İyi okumalar... Mehmet Kaan SEVİNÇ

3


Haberler

Bir Kahraman Yaratmak

Gölge e-Dergi’mizin kapak kızını tanırsınız. Aylardır pek çok çizerimiz farklı kapaklarla Gölge'ye farklı maceralar yaşattılar. Şimdi de biz Gölge'nin yeni bir çıkış öyküsü olsun yeniden elbiseleri dizayn edilsin, en baştan bir kahraman yaratılsın istiyoruz. Gerekirse bir ülke, bir evren, bir sıfat, bir yan karakter olsun. Farklı yazar ve çizerler bu evrene rahatlıkla girsin, okurumuz 'Gölge' dediğimizde ne anlatacağımızı hemen anlasın istiyoruz. Şu an için hiçbir ön fikrimiz yok. Bu yolculuğa birlikte çıkmak, Gölge ile birlikte tanışmak, bir karakterin yaratılış sürecinde yalnızca (sadece) seyirci olarak değil, birebir kurgulayıcı olarak katılmak isterseniz bulunduğumuz yer: http://www.facebook.com/home.php?sk=group_128807393852744&ap=1 Üye olduğunuz gibi en az 40 kelimelik, kimseden kopya çekmediğiniz (esinlenebilirsiniz) bir başlangıç yaparsanız seviniriz. Ayrıca çizer arkadaşlardan da yazarlara destek verecek, en azından kara kalem çizimler yapmalarını ve paylaşmalarını istiyoruz. Bu şartlarımızı kabul etmiyorsanız, lütfen sadece meraktan üye olmayın. Güzel bir yolculuk dileği ile…

4


Haberler

Romanın çizgisel yükselişi Romanın yanında çizgi romanların da Türkçe yayın dünyasında birkaç yayınevi üzerinden gündeme gelişine tanıklık ettik geçtiğimiz iki yıl içinde. Türkiye'deki piyasaya göre fazla gibi görünen bu durum Fransa söz konusu olduğunda devede kulak misali. Çünkü Frabsa!de kelimenin tam anlamıyla çizgi roman patlaması yaşanmakta.Macera tutkusu etkili olsa da bu durum üzerinde başat etken seyir ve yazının aynı olabilmesinden kaynaklı.Uğur Hüküm'ün Cumhuriyet'teki haberinde geçen veriler şöyle: Çizgi Roman Gazetecileri ve Eleştirmenleri Derneği ACBD'nin yıllık raporuna göre Avrupa Frankofon çizgi roman piyasasındaki durgunluğa rağmen Fransa'daki satışlar 2010 yılında yüzde 5.85 oranında çoğaldı. 15 yıl önce yılda ortalama 1500 kitap yayımlanırken bu rakam 2009'da 4863'e yükselmiş, 2010'da ise 3811'i tamamen yeni olmak üzere 5165'i bulmuş. Fransa'da çizgi roman sektörünü yalnızca kitap yayınlarıyla sınırlamak hatalı olur. Zira 9. Sanat diye anılan çizgi alanında 68 süreli uzman yayın, derginin yanı sıra 32 tane de internet sitesi düzenli olarak faaliyet gösteriyor. Belirlenebilen 15 bin kadar çizgi blogu var. Yeni nesil cep telefonları "Smartphone"lar ve piyasaya yeni sürülen "iPad"ler üzerinden resmileşmiş rakamlarla son 6 ayda günde ortalama 150-200 dijital çizgi roman satılıyor. 2010'da geçen yıla oranla 203 adet daha fazla çizgi roman yabancı dillerden çevrilmiş. Tüm yeniliklerin yüzde 38.76'sını oluşturan çevirilerin 1447 tanesi Japonya, Kore ya da Çin kökenli. 2010'nun en çok satanlarına gelince: 500 bin sınırını aşan Pat Berna ve Henri Jènfevre'in "Joe Bar Team"i zirveye yerleşmiş. Onu 470'şer bin adetle Daniel Pennac, Tonino Benacquista ve Achdé'nin hazırladıkları "Lucky Luke/Red Kit"in son maceraları ile Jean Van Hamme ve Philippe Francq'ın son "Largo Winch"i izliyor. Yine Jean Van Hamme'ın bu kez Antoine Aubin'le sürdürdüğü son "Blake ve Mortimer" 450 bine vururken, Philippe Geluck'ün kedisi "Le Chat" 300 bin adet satmış. Bu arada yeni bir olgu da 2010'da 396 ÇR'nin piyasaya çıkışından önce basın tanıtımının düzenlenmiş olması. Haber Kaynağı-http://www.dunyabulteni.net

RTÜK Yasa Tasarısının

Birinci Bölümü Kabul Edildi Televizyon kuruluşları, çocuk yayınlarında çizgi filmlere yer vermeleri halinde, çizgi filmlerin en az yüzde 20’si, diğer çocuk programlarının en az yüzde 40’ı Türkçe üretilmiş olacak. Yüzde 20 yerli çizgi film payı yasallaştı. Türk çizgi filmcilerine ve olur olmaz demeden, kalitesine bakmadan TV kanallarını dolduran yabancı çizgi film istilasından gına gelenler, için sevindirici bir haber. Akacak mecra bulamıyorum diyen yerli çizerler kaliteli çizgi filmlerin yapımı için kolları sıvamaya başlasın!

5


Çizgiroman İnceleme

Son yıllarda fazlasıyla ilgi gören çizgi roman uyarlamaları arasına Ghost Rider ilk katıldığında yıl 2007’ydi. Her fırsatta bir çizgi roman uyarlamasında oynamaya gönüllü olduğunu belirten çizgi roman hastası, çoğu zaman aksiyon filmlerinde bile ağlamaklı yüz ifadesinden vazgeçemeyen Nicolas Cage en sonunda muradına ermiş ve Johnny Blaze rolünü kapmıştı. Vasatı aşamayan bu ilk filmin devamının çekilip çekilmeyeceği bilinmezken ikincisinin 2012’de vizyona gireceği duyuruldu. Kick-Ass uyarlamasındaki psikopat babayı başarılı bir şekilde canlandıran Nicolas Cage’in ikinci filmde neler yapacağını hep birlikte göreceğiz. Fakat Ghost Rider’ın sinema macerasını daha fazla kurcalamadan lafı kahramanın çizgi roman tarafına getirelim. Türkiye’de kendi dergisi hiç çıkmamış olan bu karaktere ilk olarak zamanında B Yayınları tarafından yayınlanan mavi Örümcek Adam sayılarında rastlıyoruz. Türkçe’ye “Hayalet Süvari” olarak çevrilen kahramanın yeni çevirilerinde “Hayalet Sürücü” kullanılıyor (Bu yeni ismin kullanılmasında aslına

6


Çizgiroman İnceleme

bakarsanız Tim Burton’ın kült filmi Sleepy Hollow’un da Türkçe’ye Hayalet Süvari olarak çevrilmesinin etkisi de yok değil). İngilizce’deki driver kelimesi hem atlı sürücü hem de araç sürücüsü anlamına geldiği için pek bir sorun yaratmıyor fakat Türkçe’de bu iki kelimenin farklı olması farklı çeviriler ortaya çıkarıyor. Benim düşüncem “Hayalet Süvari”nin daha çarpıcı bir isim olduğu yönünde. Belki de ilk olarak bunu duyduğum için yeni çevirisine alışamıyorum. Buna benzer tutucu görüşlerim çerçevesinde Daredevil’ın Türkçe adı da “Gözüpek”tir, “Korkusuz” değil; Silver Surfer ise “Gümüş Kayakçı”dır, “Gümüş Sörfçü” değil. Amerika’da Ghost Rider ilk olarak 1950 yıllarında Magazine Enterprises adlı yayınevi tarafından 14 sayı yayınlanan bir western kahramanı olarak yaratılır. 1967 yılında Marvel’ın el attığı bu kahraman 7 sayı

Ghost Rider Marvel Knights 1 (Kasım 2005)

yayınlandıktan sonra 1971 yılında – Ghost Rider ismiyle daha farklı bir konsept yaratabileceklerinin farkına varıyorlar belki de –hepimizin yakından tanıdığı yanan kurukafasına, yanan motosikletine, yanan zincirlerine, kısacası ateşine kavuşur (Marvel Spotlight 5, Ağustos 1971). Gezici bir sirkte motosiklet gösterileri yapan Johnny Blaze üvey babası ve aynı zamanda da ustası olan “Crash” Simpson’ı kanserden kurtarmak için ruhunu şeytana vermeyi kabul eder. Daha sonra, şeytan sandığı kişinin “One More Day – Son Bir Gün” macerasında Örümcek Adam’ın da ocağına incir ağacı diken Mephisto olduğunu öğrenir. Mephisto Johnny Blaze’in bedenini şeytani bir varlık olan Zarathos’unkiyle birleştirir. Zarathos’un Marvel Spotlight 5 (Ağustos 1972)

7


Çizgiroman İnceleme

güçleri yüzünden Johnny Blaze’in derisi cehennem alevleriyle yanmaya başlar ve kafası yanan bir kurukafaya dönüşür. Peki, Johnny Blaze ne tür güçler kazanır? Johnny artık doğaüstü güçlere sahip bir varlıktır. Alevler içinde bir kafası, yanan zincirleri ve normalden çok daha hızlı gidip dik yüzeylere bile tırmanabilen, su üstünde gidebilen ve çok uzun mesafeleri atlayabilen bir süper motosikleti vardır. Zaten alevlerden ibaret olduğunu bildiğimiz Johnny’nin vücuduna, biz sefil ölümlüleri öldürebilecek mermilerin ve bıçakların zarar bile veremeyeceğini belirtmek anlamsız olur. Ağustos 1972’de kendi dergisine kavuşan Ghost Rider’ın yazarı Gary Friedrich, çizeri ise Mike Ploog olarak belirtiliyor. Dönemin Marvel editörü ve Conan çizgi romanlarının efsanevi yazarı Roy Thomas ise yardımcı yaratıcı olarak karaktere katkıda bulunuyor (2007’deki ilk filmin çekimleri sırasında Friedrich’in Marvel’ı film hakları yüzünden dava ettiğini, Marvel’in Ghost Rider’ın Marvel Enterprises’a ait olduğunu, Friedrich’in ise karakteri kendisi yarattığı için pay alması gerektiğini iddia ettiğini belirtmeye sanırım gerek yok. Stan Lee bile Marvel’ı Örümcek Adam filmi için dava ettiyse Ghost Rider Ghost Rider vol.1 (Ağustos 1973) davası çok küçük çapta bir dava olarak görülebilir). Haziran 1983’e kadar 81 sayı olarak yayınlanan ilk Ghost Rider serisi Centurious adlı, ruhu olmayan, bu yüzden de Ghost Rider’ın cehennem alevlerinden etkilenmeyen ve Zarathos’la önceden kalma bir hesabı olan süper kötünün ortaya çıkmasıyla son bulur. Zarathos, Centurious’u kovalamak için Johnny Blaze’in bedeninden çıkar ve böylece ilk Ghost Rider’ın kariyeri son bulur. Uzun bir süre unutulan kahraman Mayıs 1990’da ilk sayısı yayınlanan ikinci serisiyle tekrar okuyucuyla buluşur. Bu seriyle birlikte Ghost Rider’ın motosikletinin sürücü koltuğunu Danny Ketch devralır. Kız kardeşiyle birlikte bir çete kavgasının ortasında kalan Danny, üzerinde mistik bir mühür bulunan bir motosiklet bulur ve bu mühre dokunur dokunmaz da yeni Ghost Rider’a dönüşür. İlk Ghost Rider Johnny Blaze bu seride arka planda kalarak Danny’ye akıl hocalığı yapar ve karşımıza çok nadir çıkar. Şubat 1998’e kadar 93 sayı olarak yayınlanan bu seriden sonra (şunu da belirtmeden geçmeyelim: 94. ve son sayı ilginç bir şekilde, aynı yazar-çizer kadrosuyla, aradan 9 yıl geçtikten sonra 2007 yılında, film vizyona girerken yayınlanıyor) 2001 yılında Johnny Blaze tekrar Ghost Rider olur ve o zamandan günümüze kadar da motosikletin sürücü koltuğunda o oturur. İlk filmden sonra çizgi romanlarda doğal olarak bir patlama olur. Yazarlar, çizerler, çiniciler, renklendiriciler ve baloncular değişse de Johnny Blaze hiç değişmez. Çizgi film tarafından bakarsak Ghost Rider’ın kendi adına yapılmış bir çizgi film serisi veya uzun

8


Çizgiroman İnceleme

metrajlı bir animasyonu yok. Çok eskiden bizde de yayınlanan Spider-Man and His Amazing Friends’te (Örümcek Adam, Ice Man – Buz Adam ve Firestar – Ateş Yıldızı'nın aynı evde yaşadıkları, May Yenge gizli kimliklerini keşfetmesin diye ne yapacaklarını şaşırdıkları çizgi dizi), The Incredible Hulk’ta ve X-Men Animated’de karşımıza çıkıyor. Basınımızda pek fazla ilgi görmeyen bir haberi de ileterek yazıyı sonlandıralım. İkinci filmin bazı sahnelerinin çekimi Türkiye’de, Kapadokya ve Pamukkale’de yapıldı. Ocak ayı içinde film ekibiyle birlikte Nicolas Cage de ailesini yanına alarak ülkemizi ziyaret etti (Nicolas Cage’in oğlunun adının Kal-El olduğunu da belirtmek isterim). Eminim ki, dünyaca ünlü Peri Bacaları’nı ve Pamukkale’yi Ghost Rider 2 filminde arka plan olarak görmek gerçekten çok farklı bir duygu olacaktır.

İlke KESKİN ilke@hozcomics.com

9


Öykü

Paranoya Eşim; “Bıktım artık senden anlıyor musun, bıktım,”diye haykırdığı sırada, az önce hazırlayıp getirdiğim meyve tabağındaki elma dilimlerinden birini, daha yeni ağzıma atmıştım. Şaşkınlıktan çiğnemeyi bile unutup, lokmayı bütün olarak yuttum. Öksürmem genzime kaçan parçanın vücudumda yarattığı rahatsızlılığı giderdiyse de, eşimin ruhumda durup dururken oluşturduğu huzursuzluğa bir faydası olmadı. Sağ elimin parmaklarıyla ensemdeki saçları hoyratça kaşırken, bir yandan da eşimi bu derece sinirlendirecek ne yapmış olabileceğimi düşündüm. İşten çıkar çıkmaz hiç oyalanmadan doğru eve gelmiş, tüm yorgunluğuma rağmen sofrayı kurmasına yardım etmiştim. Televizyondaki dizisi başlayınca da, rahatça seyretsin diye bulaşıkları yıkayıp makineye yerleştirmiş, ardından kahvesini yapmıştım. Acaba köpüğünü mü beğenmedi? Hay Allah neden dikkat etmedim ki, kesinlikle bu yüzdendir. Sanmam. Öyle olsaydı kahveyi eline alır almaz söylenirdi. Peki, o zaman neden? Bulaşıkları yıkadıktan sonra tezgâhı iyi kurulamadığıma takmış olmasın? Salona geçtikten sonra bir daha yerinden hiç kalmadığına göre bu da değil. Durup dururken kızmadı ya bu kadın… İyi düşün oğlum. Kahvemizi içerken bir ara reklâmlar başlamıştı, işte o ara kumandayı elime alıp spor kanallarından birini açmıştım, buna mı bozuldu? O an sesini çıkarmadığına göre aldırmadı demek. Şimdi kalkıp kabahatimi sorsam; “Utanmadan bir de soruyor musun?” der, sormasam; suçluyum diye üzerime gelir. Mademki her durumda fırça yiyeceğiz, bari vuruşayım! “Yine ne yaptım hayatım?” “Bana hayatım deme.” “Ne diyeyim o zaman bir tanem?” “Hiçbir şey deme terbiyesiz adam. Nedir senden çektiğim bilmem ki?” Terbiyesiz mertebesine yükseldiğime göre hayli ciddi bir suç işlemiş olmalıydım. Sakın iki gece önce eve yarım saat geç gelmeme kızmış olmasın? İyi ama o günün hesabını zaten sıcağı sıcağına vermiştim. Hem o kadar da abartılacak bir durum yoktu ki ortada. Otobüsten indiğimde durakta çocukluk arkadaşım Mustafa’yla karşılaşmış, ayaküstü biraz çene yapmıştık, hepsi o kadar. Gül gibi karım evde yolumu gözlerken böyle düşüncesiz bir şekilde davranmam; terbiyesiz olduğumdan çok anlayışsız olduğumu gösterir. Yok, yok bu sefer suçum hayli büyük, baksana resmen gözlerinden alevler çıkıyor. İçinden; “Korkma Nihat; itiraz et. Et de seni adamakıllı parçalayayım,” diyordur. Canımı sokakta bulmadım, iyisi mi suçumu kabulleneyim. “Özür dilerim canım.” “Bana canım deme demedim mi sana? Ne canım de, ne özür dile. Sen kalk her haltı ye, sonra da; ‘Özür dilerim karıcığım.’ Ohh ne güzel hayat. Komşulardan utanmasam; ‘Yeter!’ diye çığlık atıp üstümü başımı parçalayacağım.” “Zaten bağırıyorsun.” “Bak şuna, bir de cevap yetiştiriyor! Bana bak; gelme üstüme Allah yarattı demem parçalarım seni.” Sözünü bitirdikten sonra sinirli bir şekilde odadan çıktı. Sonunda fırtınayı atlattım, diye düşündüğüm sırada aynı hışımla içeri girdi ve elindeki battaniye ve yastığı bana doğru fırlattı. “Şey… Burada mı yatacağım bu gece?”. “Yok, gel bir de koynuma gir bari...” “Peki hayatım.”

10


Öykü

11


Öykü

“Bak hâlâ hayatım diyor. Şuracıkta öldürürüm seni, kimse de hesap soramaz benden,” dedi ve kapıyı sertçe kapatıp gitti. Kanepede uykusuzluktan sızana kadar ne suç işlediğimi düşünüp durdum. Sadece yaşadığımız bu geceyi değil, günleri, haftaları hatta ayları bile gözden geçirdim; ama hiçbir şey bulamadım. Hayatımda ilk kez masum insanların hapse düşerken ne hissettiğini anlamıştım. Gerçi onlar benden daha şanslıydılar. Mahkemenin verdiği karara itiraz hakları vardı, benim içinse olay bitmişti. Yargıç kararı verip kalemi kırmıştı… Sabah saatin alarmıyla gözümü açtığımda Necla’yı başucumda gördüm. Korkuyla battaniyeyi sonuna kadar kafama çekip gözlerimi sıkı sıkıya yumdum. Yüreğim yerinden fırlayacakmışçasına hızlı atıyordu. Elini uzatıp içine saklandığım battaniyeyi üzerimden çekti. Korkuyla gözlerimi aralayıp yüzüne baktım; gülüyordu. “Yaramaz bir çocuktan hiç farkın yok be Nihat! Hani filmi bitirdikten sonra hemen yanıma gelecektin? Şuraya bak kanepede uyuyup kalmışsın. Suç bende. ‘Hayatım çok üşüdüm, bir şey verir misin?’ dediğinde battaniyeyi getirmemem lazımdı. Sıcak yeri bulunca için geçti anlaşılan. Ben de, yatakta seni beklerken uyuyakalmışım. Az önce uyandığımda fark ettim yokluğunu. Ne olursun beni affet bir tanem. Her tarafın tutulmuştur şimdi, bu halinle nasıl işe gideceksin bilmem ki?” “Necla?” “Efendim canım.” “İyi misin?” “Çok; ama seni bu halde görünce inan kendimi kötü hissetim. Haydi, yaramaz çocuğum kalk da banyonu yap. Bu arada ben de kahvaltını hazırlayayım. Akşam geldiğinde de bir güzel masaj yaparım sana.” “Bu durumda beni affettin, öyle mi?” “Kanepede yattın diye mi? Allah iyiliğini versin Nihat, asıl senin beni affetmen lazım.” Necla’nın, durup dururken bana sinirlenmesi ne kadar anlamsızsa, bu sabahki hali de bir o kadar anlamsızdı. Hareketleri, hangi gözle bakarsam bakayım, son derece mantıksızdı. Gün boyu bu konu hakkında türlü teoriler üretmeme karşın, bir neticeye ulaşamadım. Eve gittiğimde, Necla’yı hangi ruh halinde bulacağımı bilememenin sıkıntısı, çalışma isteğimi de yok etmişti. Önümdeki ekranda, masamdaki dosyalarda hep eşimi görüyordum. Yüzünün yarısıyla bana gülerken geri kalan yarısıyla da somurtuyordu. Akşam işyerinden çıktığımda kendimi hâlâ toparlayamamıştım. Ev yerine bir bara gidip birkaç kadeh rakı içmeyi de sırf bu yüzden istedim ve kendi kendime; 'Tamam be koçum, şimdi doğru meyhaneye,” dedim, ama korkum bu arzumu gerçekleştirmemi engelledi. Evin kapısını açıp içeriye girdiğimde, hangi yüzüyle karşılaşacağımın merakıyla girişte durup bekledim. Sinirliyse, tüm gemileri yakma pahasına bile olsa kapıyı sertçe çarpıp rakı içmeye gidecektim. Maalesef yüzü gülüyordu. Daha ayakkabılarımı çıkartmama fırsat vermeden koşarak yanıma geldi ve boynuma sıkıca sarılıp dudaklarıma ateşli bir öpücük kondurdu. Yemeğe oturduğumuzda da neşesi yerindeydi. Sürekli konuşup durdu. Önce; gün boyu neler yaptığını anlattı, sonra da geleceğe yönelik planlarını. Ne kötü bir söz söyledi, ne de o anlama gelecek bir mimik hareketi yaptı. Bu durum beni daha çok irrite etmişti. Fırtınanın patlayacağını bilip de zamanını tahmin edememek, bir insanın yaşayabileceği en kötü durum olmalıydı. Gece boyunca gözüm hep üstündeydi. Onu irrite edebilecek ne bir kelime ettim, ne de harekette bulundum. Sonra, uzun bir süre her şey normal gitti. Yeniden eski yaşamımıza kavuşmuş gibiydik. Bir sinir krizi geçirdi. Utandığı için de konuyu kapattı, diye düşünüp tam rahatlamaya başlamıştım ki, kâbus geri döndü. O sabah çalan saatin alarmını gözlerimi açmadan el yordamıyla kapatmıştım. Amacım biraz da

12


Öykü

uyumaktı. Bu maksatla yorganımı üzerime çektiğim sırada sağ omzuma öyle sert bir darbe aldım ki, neredeyse yataktan yuvarlanıyordum. Gözlerimi sonuna kadar açıp Necla’ya doğru döndüm. Gözlerini kısmış sert bir şekilde bana bakıyordu. Bu anlamsız davranışını yanına bırakamazdım. Tüm cesaretimi topladım ve “Kötü bir rüya mı gördün hayatım?”diye sordum. “Kötü bir rüyaymış… Sana içeride yatacaksın demedim mi? Ne işin var yanımda?” “Efendim!” “Hiç utanmıyorsun değil mi? İnsan dediğinde biraz onur olur. İstenmediği yere gelmez. Ama sende nerede o meziyet?” “Necla iyi misin?” “Seni yanımda görene kadar gayet iyiydim. Demek önce uyumamı bekledin, sonra da sinsi gibi gelip koynuma girdin.” “Öyle bir şey yapmayacağımı bilmiyor musun?” “O zaman ne arıyorsun yanımda?” “Gece beraber yatınca gayet doğal olarak birlikte uyandık hayatım.” “Yani ben bunadım, bir şey hatırlamıyorum öyle mi? Bir hakaret etmediğin kalmıştı. Sonunda onu da yaptın ya, helal olsun sana.” “Ne zaman hakaret ettim?” “Demek bunak yeteri kadar küçültücü bir sıfat değil. Öyle olsun. Buyur içini dök o zaman. Hangi sıfatları hak ediyorsam say.” “Bir yerin mi ağrıyor?” “Demek hem bunak hem hastayım.” “Hayda bu da nereden çıktı şimdi?” “Yeter. Yüzünü bile görmek istemiyorum, çabuk terk et odayı.” O kadar saldırgan bir durumdaydı ki, ne dersem diyeyim ikna etmemin imkânı yoktu. Dolaptan sessizce giysilerimi alıp odadan dışarı çıktım. Necla’nın anlamsız davranışları gün boyu aklımdan hiç çıkmadı. Bu yüzden, ne kendimi işe verebildim, ne de rahatça yerimde oturabildim. Eve gittiğimde beni nasıl karşılayacağını bilemiyordum ve bunun huzursuzluğu akşam saatlerine doğru yüreğimdeki sıkıntıyı daha da artırdı. Eğer korkmasaydım, hemen o gün onu terk ederdim. Ofisten çıkarken; “Bu kadından bir şekilde kurtulmam lazım,” diye mırıldandım. Ancak bu sadece bir temenniydi, uygulamaya asla cesaret edemezdim. Korkudan titreyen ellerimle kapıyı açıp içeriye girdiğimde mutfaktaydı. Beni görünce güldü ve “Hoş geldin canım. Biliyor musun, sabah gittiğini hiç duymadım, öyle derin uyuyordum ki,” dedi. “Uyuyor muydun?” “Evet, canım. Ne duruyorsun orada, gelsene yanıma. Aslında haklısın. Benim gelmem lazım, ama görüyorsun ki ellerim yağlı. İyisi mi sen gel buraya da bana kocaman bir öpücük ver. “ Bir şey söylemeden mutfağa gittim ve yanağına soğuk bir öpücük kondurdum. “Neyin var canım? Rengin soluk gibi… İşyerinde canını sıkan bir olay mı oldu?” “Hayır. Her zamanki rutin işler.” “O zaman trafik yordu seni.” “O da değil. Galiba biraz üşüttüm, belki o yüzdendir keyifsizliğim.” “Sen biraz dinlen bir tanem, yemek hazır olunca seslenirim. Sonra da sıcak bir ıhlamur yaparım. Oh canım kıyamam sana.”

13


Öykü

O gece gayet iyiydi. Sonraki haftalarda ise, gelgitleri rutin olarak devam etti. Neden böyle davrandığını öğrenmeyi çok istiyordum. Hayalimde; Necla’yı kaç kez karşıma alıp konuştuğumu hatırlamıyorum bile; ama yapamadım. Söylediklerime inanmayıp üzerime yüklenecekti. Giderek içime daha çok kapandım ve insanlardan kaçar oldum. Necla’nın bana karşı iyi olduğu bir gün, tüm cesaretimi toplayarak sonunda konuyu açabildim. Soruyu sorarken sesim titriyordu. Önce şaşırdı sonra tüm dikkatini toplayarak beni baştan aşağı süzdü. “Sen neler diyorsun Nihat?” “Son zamanlarda yaşadığımız olayları anlatıyorum ve neden böyle davrandığını merak ediyorum.” “Saçmaladığının farkında mısın?” “Tüm anlattıklarım gerçek bir tanem.” “Söylediklerinde ciddi isen gerçekten iyi değilsin.” “Ben mi?” “Kesinlikle.” “Ben de tam tersini düşünüyordum.” “Hayatım bir doktora görünsen?” “Sorun bende olsa hemen görünürdüm; ama inan ki sende.” “Bunlar hiç yaşanmadı, korkarım hayal görmeye başladın. İstersen birlikte gidelim.”

14


Öykü

Hasta olduğunu kabul etmedikten sonra konuşmanın hiçbir anlamı yoktu. Sıkıntıyla başımı sallayarak, “Gerek yok ben giderim,” dedim ve konuyu kapattım. Artık önümde tek çözüm yolu vardı; ne pahasına olursa olsun bir şekilde Necla’dan kurtulmak… Ertesi gün, odamda kara kara düşünürken içeriye arkadaşlarım girdi. Son zamanlardaki halimi beğenmediklerini söylediler. “Bir şeyim yok,” dediysem de ikna olmadılar. Akşam bir yerlere gidip dertleşmemiz konusunda ısrar ettiler, mecburen kabul etmek zorunda kaldım. Necla’ya telefon açıp geç geleceğimi haber verdiğimde, doktora gidip gitmediğimi sordu. İlk fırsatta görüneceğimi belirtince, arkadaşlarımla takılmamın harika olacağını söyledi. İşyerinin yakınındaki meyhaneye dört arkadaş gittik. Hafta içi olmasından dolayı olsa gerek, sakindi. Bizden başka sadece bir masa daha doluydu. İlk kadehimizde, işyeri dedikoduları yaptık; ikincide, spor; üçüncüde ise ülkeyi kurtardık. Garson boşalan bardaklarımızı yeniden doldururken Ahmet bana dönüp; “Bırak artık inadı da anlat şu derdini?” dedi. “Bir şeyim yok,” diye atlatmaya çalıştıysam da, ikna edemedim. Üçü birden bastırınca mecburen içimi döktüm. Sözümü bitirdiğimde Ali; “Tüm bunlara inanmak çok zor, sakın yorgunluktan veya stresten hayal görüyor olmayasın?” diye sordu. “Hoş geldin Necla. Oğlum, çocuk muyum ben? Hayalle gerçeği ayırt edemez miyim? “O zaman Necla’da bir sorun var,” dedi Osman. “Kesinlikle,” dediğim sıra Ahmet araya girdi. “Bana bak; Necla çift karakterli olmasın?” “Nasıl yani?” “Filmlerde görüp duruyoruz. İnsanın içinde bir kişilik daha oluyor. Kim baskın olursa bedeni o ele geçiriyor, sonra da hiçbir şey hatırlamıyor.” “Olur mu, olur,” dedi Ali. “Ya da depresyon geçiriyor,”dedi Osman. “Saçmalama depresyon geçirenlerde hafıza kaybı olmaz,” dedim. “O zaman kesinlikle çift karakterli.” “Çözüm?” Masaya bir sessizlik çöktü. Herkes başını eğmiş düşünceli bir şekilde elindeki kadehle oynuyordu. Bu sırada Osman, “Öncelikle eşine hastalığını kabul ettirmemiz lazım, yoksa tedaviyi kabul etmez,” dedi “Peki, ama nasıl?” diye sorduğum an Ahmet birden güldü ve “Tabii ki gizli kamerayla,” dedi. “Gizli kamera mı?” “Oğlum eşin söylediklerine inanmıyor değil mi?” “Evet.” “Sizde kamera var mı?” “Var.” “Tamam. Onu evin bir köşesine koyacaksın ve çılgın gibi davranmaya başladığı sırada çaktırmadan çalıştıracaksın. Normalleştiği zaman da seyrettireceksin. Durumunu görünce hem sana hak verecek hem de tedavi olmayı kabul edecek.” “Haklısın.” “Ben her zaman haklıyım oğlum.” O geceden sonra Necla’nın nöbet geçirmesini sabırsızlıkla beklemeye başladım. Aksi gibi, iki hafta boyunca her şey yolunda gitti. Gerek kalmadı galiba, iyileşiyor artık, diye düşündüğüm sırada yine delirdi. Bana bağırıp çağırırken çaktırmadan kamerayı çalıştırdım. O gece her zamankinden çok fırça yememe hiç

15


Öykü

aldırmadım. Sonunda haklı olduğumu ispatlayacaktım. Sabah uyandığımda Necla sevecen haline dönüşmüştü. Karşılıklı olarak kahvaltımızı yaparken imalı bir ses tonuyla; “Demek bana kötü davrandığına inanmıyorsun, öyle mi?” diye sordum. “Yine aynı konu mu? Bak Nihat ya git adam gibi tedavi ol, ya da ne olursun sus.” “Ya ispat edersem!” “Nasıl?” “O zaman hasta olduğunu kabul edecek misin? “Taktın bir kere, tamam sen ispat et ben her şeyi kabul edeceğim. Ne istersen de yapacağım. Ama yanılıyorsan bittin.” “Anlaştık.” Yerimden kalkıp kamerayı elime aldım ve kendimden emin bir şekilde; “Şimdi dün akşam çıldırdığını söyleyeceğim, ama her zaman olduğu gibi bana inanmayacaksın,” dedim. “Kesinlikle. Çünkü öyle bir olay yaşanmadı.” “O zaman kamerayı seyredelim. Dün akşamı olduğu gibi çektim.” “Seyredelim bakalım senin hayali senaryonu.” Oynat tuşuna bastım ve yanındaki sandalyeye geçip oturdum. Görüntülerde her zamanki gecelerimizden farklı bir sahne yoktu. Karşılıklı oturmuş televizyon seyrediyorduk. Bırak tartışmayı aramızda konuşma bile geçmiyordu. Film; Necla’nın esneyerek koltuktan kalkıp; “İyi geceler hayatım. Ben yatıyorum sen de fazla geç kalma,” demesiyle sonlanıyordu. İmalı bir ses tonuyla, “Nerede kaldı senin şu meşhur kavga sahnen?” diye sordu. “Yanılmışım,” dedikten sonra sakin bir şekilde yerimden kalkıp masanın üstündeki ekmek bıçağını aldım. Necla’nın büyüyen gözlerinin içine gülümseyerek bakarak, “Korkuyor musun?” diye sordum. Başını sallayarak yerinden fırladı. Pencereyle masa arasına sıkıştığı için hareket edemiyordu. “Şimdi anladın mı yıllardır neler çektiğimi?” “Hastasın sen!” “Senin yüzünden.” Ağır adımlarla yanına gittim. Sığındığı köşede korkudan iki büklüm olmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Onun bu zavallı halini bir süre zevkle seyrettikten sonra kanlar içinde yere yığılana kadar bıçağı karnına sokup çıkardım. Sonunda ondan kurtulmuştum. Bu rahatlıkla yerime oturup kahvaltıma keyifle devam ettim. Öykü: Atilla BİLGEN

16

İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ


Çizgiroman

17


Çizgiroman

18


Çizgiroman

19


Çizgiroman

20


Çizgiroman İnceleme

Green LANTERN

Yakında Ryan Reynolds’un oynayacağı Green Lantern filmi piyasaya gireceğinden, şimdiden bu konuyla ilgili bilgilendirici bir yazı yazmamın gerekli olduğunu düşündüm. Nedir, kimdir bu Green Lantern, hemen bakalım. Green Lantern, İngilizce bir kelimedir ve birebir anlamı “Yeşil Fener” dir. Ama buradaki fener; denizcilerin kullandığı, eski tip ve gazyağıyla çalışan fener anlamında kullanılmıştır. Green Lantern’ın arkasındaki hikâye şu şekildedir. Galakside bir yerlerde Evrenin Gardiyanları (Guardians of the Universe) adı verilen çok eski bir ırk vardır; bu ırk teknolojik olarak yeşil yüzükler ve bu yüzüklere enerji sağlamak için de yeşil fenerler yaratmışlardır. Bu fenerlerle yüzükleri değişik dünyalara gönderirler ve orada taşımaya layık olan insanlara bunları verirler. Bu yüzüğü takan kişilere genel olarak “Green Lantern” denir ve tüm Green Lantern’lar bir araya geldiklerinde “Green Lantern Corps” adı verilen bir galaktik uzay polis gücü meydana getirirler. Bu yüzük, evrendeki en güçlü silahlardan biridir ve tek sınırı kullanan kişini hayal gücüdür. Çünkü yüzük, takan kişi neyi hayal ederse onu yaratma gücüne sahiptir. Genelde yüzükler tarafından yaratılan cisimler, yüzük takanın karakteri hakkında da fikir verir. Yüzüklerin her 24 saatte bir şarj edilmeleri gerekmektedir. “Green Lantern”, en eski DC kahramanlarından biridir ve yıllar içinde defalarca revize edilmiştir. Zaman içinde yüzüğü takan kişiler değişmiş, her yeni karakterin farklı düşmanları olduğu gibi, diğer Green

21


Çizgiroman İnceleme

Lantern’lerin de başına bela olan ortak düşmanları da olmuştur. Hatta bu yüzükten farklı işleyen yüzükler ( sarı yüzükler, siyah yüzükler gibi ) takan düşmanların saldırılarına da uğramışlardır. Green Lantern’in, DC evreni içinde kendine ait farklı bir evreni olduğundan, burayı çok fazla kurcalamak istemiyorum, yoksa işin içinden çıkamayız. O yüzden Dünya’da Green Lantern’lık görevini yapan beş kişiden biraz bahsedeceğim.

Hal Jordan Hal Jordan ikinci Green Lantern’dir ( ilk Green Lantern’dan en son bahsedeceğim), Gümüş Çağın yıldızlarındandır ve 1959’da yaratılmış bir karakterdir. Genellikle en popüler Green Lantern olarak bilinir. Zaten filmde de bu karakter canlandırılacaktır. Hal Jordan, gerçek hayatta bir pilottur. Dünya’nın da içinde bulunduğu Uzay’ın 2814’üncü diliminin Green Lantern’ı olan Abin Sur ölüm döşeğinde dünyaya iner, ve ölmeye yakınken yüzüğü takmaya layık olabilecek bir kişi olup olmadığını sorar. Yüzük iki kişi bulduğunu bildirince, Abin Sur en yakındakini seçer, bu da Hal Jordan olur. Diğer kişi olan Guy Gardner, daha sonra ortaya çıkacaktır. Hal Jordan’ın, çok güçlü bir adalet anlayışı vardır ve Green Lantern’in polislik mentalitesine tam olarak uyar. Gümüş çağda tekrar canlandırılan Justice League of America (Adalet Birliği) nın kurucu ve de en güçlü üyelerinden biri olur. Şu anda da, hala en popüler kahramanlardan biridir.

Guy Gardner Guy Gardner, tüm DC evrenini saran bir cross-over’da, minör bir Evren Gardiyanları Grubu tarafından seçilmiş ve Green Lantern ilan edilmiştir. Green Lantern, diğer Lantern’lara göre daha agresif birisidir ve en güçlü Green Lantern’lardan biridir. Bunun dışında geçirdiği beyin sarsıntısı onu olduğundan daha kural tanımaz ve tehlikeli biri yapmıştır. En sonunda Hal Jordan onunla dövüşüp yüzüğünü alır ve onu Green Lantern Corps’tan atar.

22


Çizgiroman İnceleme

80li yıllarda maço karakterler revaçta olduğu için “kötü çocuk” Guy Gardner’in kendi adını taşıyan çizgi romanı çıkmaya başlar. Burada Guy sürekli kaybettiğinin yerine yeni bir süper güç koyma peşinde olur. Bir süre Green Lantern’ların en güçlü düşmanı olan Sinestro’nun sarı yüzüğünü takar ve bağımsız bir şekilde kötülerle mücadele eder. Daha sonra bu yüzüğü parçalanınca, Amazon’da bulunan özel bir sudan içer ve DNA’sı değişerek Guy Gardner: Warrior adıyla kötülerle savaşır. 2005’te Guy Gardner tekrar Green Lantern Corps’a kabul edilir. Şu aralar eski maçoluğu kalmamıştır, onun yerine artık Green Lantern’lar tarafından saygı gösterilen veteran bir askerdir. Guy Gardner, genelde yüzüğüyle basit fakat güçlü aletler tasarlar.

John Stewart İlk ve şimdilik tek olan zenci Green Lantern’e geldi sıra. John, aynı zamanda Guy Gardner’dan sonra maske takmayan ikinci Green Lantern’dır ve DC’nin ilk siyahî süper kahramanlarından biridir. 80’li yıllarda, az önce bahsettiğim minör grup Guy Gradner’i seçmişken, daha büyük çoğunlukta olan grup John’u seçmiş ve onu aktif bir Green Lantern haline getirmişti. John, hem eski bir asker hem de bir mimar olduğu için, yüzüğüyle tasarladığı nesneler daha mekanik ve gerçekçidir. John, başka dünyadan gelme bir Green Lantern’a âşık olmuş ve onunla evlenmiştir. Bir ara Gardiyanların denediği “Mosaic” adlı bir projede yer almıştır. Bu projede değişik dünyalardan bir sürü ırk bir araya getirilmiş ve bir gezegende yaşamaları istenmiştir. John, bu gezegenin polisliğini yapmıştır. John şu anda Hal Jordan ile beraber 2814 nolu uzay diliminin gözetiminden sorumludur.

Kyle Rayner En genç ve en son ortaya çıkan Green Lantern. 1994 yılında Hal Jordan’ın delirip diğer Green Lantern’lara saldırdığında, son hayatta kalan Evren

23


Çizgiroman İnceleme

Gardiyanı Ganthet’in ona yüzüğü vermesiyle Green Lantern olur. Kyle Rayner’ın niye gardiyanlar tarafından seçildiği belli değildir, çizgi romanda yaratılan hava, Ganthet’in tesadüfen Rayner’a yüzüğü verdiğidir. Kyle Rayner, aslında 90’lı yıllardaki DC’yi gençleştirelim havasıyla yaratılan ilk genç kahramanlardan biridir. Fakat okuyucular tarafından çok beğenilmiştir. En önemli özelliği, kendisi bir çizer olduğu için, yüzüğüyle yarattığı nesnelerin inanılmaz derecede illustratif ve detaylı olmasıdır. Mesela Hal Jordan, bir arkadaşıyla beraber uçmak istediğinde, basit bir yeşil küre oluşturup arkadaşını onun içine yerleştirip beraber uçarlarken; Kyle Rayner, ful donanımlı bir küçük uçak tasarlayıp, arkadaşıyla beraber uçağın içinde gitmektedirler. Uçağı kullanan pilotun ve hosteslerin de bu tasarıma dâhil olduğunu belirtmek isterim. Kyle Rayner, zaman içinde çok değişim geçirdiyse de şu anda yine bir Green Lantern olarak görev yapmaktadır.

Alan Scott. İlk Green Lantern. Onu en son anlatmamın nedeni, Alan Scott’un Altın Çağda yaratılması ve Gümüş Çağda yaratılan Hal Jordan’ın arkasında yatan hikâyeyle uzaktan yakından alakalı olmamasıdır. Alan Scott ilk yaratıldığında Green Lantern, bir intergalaktik polis organizasyonu üyesi olarak düşünülmemişti. İlk yaratıldığında Green Lantern, büyülü bir yüzüğü olan ve suçla savaşan biri olarak düşünülmüştü. Alan Scott’un kostümünün tamamen farklı olma nedeni budur. Tüm DC evrenini bir araya getiren büyük bir cross-over’da Alan Scott’un yüzüğünün standart Green Lantern yüzüklerinden farklı olmasının nedenleri açıklanmıştır. Alan Scott, ilerlemiş yaşına rağmen, şu anda DC evreninde varlığını sürdürmektedir, ama diğer Green Lantern’lar gibi dünya ve dünya dışı suçlarla ilgilenmemekle, daha çok yerel suçlarla uğraşmaktadır. Green Lantern, benim çocukluğumdan beri çok sevdiğim ve yüzüğüyle hayal gücünü zorlayan nesneler yaratan bir kahramandır. Filminin ardından Türkiye’de de çizgi romanının çıkmasını dilerim. Tunç PEKMEN www.uzunjohn.com

24


Çizgiroman

25


Çizgiroman

26


Öykü

Gecenin Sesleri

Yattığım yerden irkilerek uyanıyorum. Onların sesleri sokaklarda yankılanıyor yine. Bazı geceler olabildiğince sessizken çoğunlukla uyuyamayacağımız kadar çok ses olur. Bazen kulak kabartırım bu seslere, hep bir şeyler yakalayacakmışım gibi ama yakalayamam. Sanki derinlerde bir yerlerde, onların konuştukları bir dili anlayabileceğimi düşünürüm ama nafile. Gerçi bunun bir dil olduğundan emin değilim, pek çok insanın öyle olduğunu düşünmesine rağmen. Bence onlar bizim anlayacağımız ya da duyularımızla fark edebileceğimiz bir türde birbirleriyle iletişim kurmuyorlar. Bu duyduklarımız ise bir şekilde çıkardıkları sesler sadece. Nasıl ki bir demircinin, ocağında demiri döverken çıkardığı sesler onun konuşması değilse bu sesler de aynı işte. Yine de bir şekilde bu sesleri biliyorum. Bilinçaltımda olmalı, belki de ırksal hafıza ya da her ne haltsa... Kalkıp oturuyorum yine. Kıvrılıp uyuduğum koltukta dikleşiyorum hafiften. Elim, istemeden televizyon kumandasına uzanıyor fakat son anda uyku sersemliğini üzerimden atıp televizyonun çalışmayacağını hatırlıyorum. Sokaklarda sesler duyulmaya başlandığında elektronik cihazlar çalışmaz, eh bunu herkes bilir tabii. Tek başıma, koca koltuğun ortasında oturmak içimi ürpertiyor. Sırtımı köşeye veriyorum, bacaklarımı kendime doğru çekip iyice küçülüyorum. Ana karnındaki bir cenin gibi. Bu, biraz da olsa güvende hissetmemi sağlıyor. Saniyeler sonra kendimi toparladığımda bir mum yakmaya karar veriyorum. Ancak bu fikri hızla kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyorum. Bunların başladığı ilk günlerdeki tartışma programlarını hatırlıyorum. “Onlar ATEŞTEN yaratıldılar,” diyordu adam televizyonda. “Onların yaratıldığı ATEŞ bizim bildiğimize benzemez ama yine de BİR ŞEKİLDE bağlantılıdır.” Dalga geçmişlerdi adamla, haklıydılar o zamanlar. Ben de gülmüştüm adama. Hatırlıyorum o günleri. Başlarda insanlar kayboluyordu. Sapıklar çoğaldı diyordu kimileri, bazılarına göre darbe olacaktı. Eski günlerdeki gibi geceleri dolaşanlar gözaltına alınıyordu. Aptallar... Darbeydi tabii

27


Öykü ama sizin kafanızın alacağından daha büyük daha geniş çaplıydı. Neden sonra kayıplar artmaya başlamış insanlar dışarı çıkamaz olmuşlardı. Her gece polisler ve askerler sokaklarda dolaşıyordu ancak ilk bir ay sonunda, güvenlik güçleri toplam aktif personelinin yüzde sekseninden fazlasını kaybetmişti. İlk günlerde terör, PKK ve hatta Amerika diyenler bile vazgeçmişlerdi artık. Her gün televizyonlarda ve gazetelerde (ki artık gazeteler sabaha karşı basıma hazırlanamadığı için elimize ulaşması öğleden sonrayı buluyordu) Amerika ve diğer ülkelerde olanları da görüyorduk. Kayıplar inanılmazdı ve gerçek anlamda kayıptılar. Hiç bir iz bırakmıyorlardı arkalarında. Zaman zaman yerde şapka, atkı ya da el çantaları gibi kaçan insanların düşürebileceği türden eşyalar kalırdı sadece, o kadar. Ne bir boğuşma izi, ne kan ne de bir başka şey. Bunun terörist saldırılar olmadığı açıkça belli olduktan sonra dünyanın en büyük beyinleri tartışmışlar ve kaynağın dünya dışı olabileceği tezi ortaya atılmıştı. Bir kaç hafta boyunca savaş jetleri tüm dünyada gökleri taramaya başlamışlardı. Avrupa Birliği, Japonya, Çin, Amerika ve Hindistan acele ile yaptıkları uydulara sayısız tarama cihazı ekleyerek yörüngeye ve ötesine yollamışlardı. Mor ötesi, kızıl ötesi, sonar, radyo frekansları, elektronik spektrum ve akla gelebilecek tüm yöntemlerle araştırmışlardı gezegenin çevresini ancak hiçbir şey yoktu. Kayıplar da artıyordu tabii. Pek çok insan kendi hükümetlerine, açıklamalarına güvenmiyorlardı ve tüm dünyada gece sokağa çıkmakta direnen insanlar oluyordu. En son Avustralya`da olayları protesto etmek için binden fazla insan sokağa dökülmüş ve aynı yerde, aynı gecede kaybolmuşlardı. Bu da sorumluları kendi içimizde arayanların son dayanaklarını da yok etmişti. Tüm dünyada yönetimlerin anlaşarak bu kadar büyük çapta ve kendi güvenlik güçlerini de kapsayan bir komplonun içinde olmaları imkânsızdı. Bu belli olduktan sonra büyük umutsuzluk dönemi başladı. Sesler de işte o günlerde duyulmaya başladı. İnsanlar çalışmayı bırakmışlardı artık. Ne olduğunu anlayamadıkları, küresel bir tehdit vardı karşılarında ve umutları da yoktu. Bu yüzden pek çoğu kendini kurtarmak için yağmaya girişmişti. Artık gündüzleri, gecenin benzeri gibi geçiyordu ancak tek farkla. Gündüzleri insanlar kaybolmuyor, öylece ölüyorlardı. Silahlarla, sopalarla, taşlarla ve tekmelerle... Tam bir kaostu o günler ancak kısa sürmüştü. Bazı aklı başında yayın organları birleşmiş ve insanları birliğe çağırmışlardı. İnsanlar ölüyordu, artık geceleri kimse sokakta olmasa da gündüz kayıpları kabul edilebilirin üzerindeydi. Evet, yağma yapanlar hayatta kalacaklardı ancak ne kadar süre için? Üretim durduğu için kaynaklar hızla tükeniyordu ve sistemin yeniden kurulması gerekiyordu. Böylece bazı cesur önderler türediler ve yeniden yapılanma başladı. Kalan nüfus, büyük şehirlere toplandı. Köyler zaten çoktan yok olmuştu. Haberler ulaşana ve ne olduğu anlaşılana kadar dünyanın köy nüfusunun tamamı yok olmuştu bile. Bu yüzden büyük şehirlere toplanan nüfus üzerinde iş birliğine gidilmişti ve tüm gün boyunca, sağ kalanlar çalışıyordu. Çalışıyordu çünkü hayatta kalmak artık esas amaçtı. Pek çok sektör ortadan kayboldu. Öncelik enerji üretimi, yiyecek ve iletişim sektörlerine verildi. İnsanlar gün boyunca çalışıyor ve gece olmadan evlerine kapanıyorlardı. Artık fark edildiği gibi tek katlı evler de terk edilmişti çünkü geceleri kaybolanlara her ne oluyorsa bunu engelleyen şey ev duvarları değil, evin yüksekliğiydi. İlk zamanlardan beri apartmanların alt katları (hata çoğu yerde ilk bir kaç katı) boş bırakılıyordu. Herkes bir selden kaçarcasına üst katlara çekilmişti. Bu arada farklı fikirler de ortaya atılıyordu. Dünyanın manyetik alanının değiştiği ve bunun insanları ortadan kaldırdığından söz ediliyordu. Nasıl olduğu biraz muğlâk olmakla birlikte manyetik alandaki değişimlerin insanları parçaladığı ve moleküllerine ayırdığı söyleniyordu. Ayrıca bu, neden yerden daha yüksekte olanlara bir şey olmadığını ve sesleri de açıklıyordu. Manyetik alandaki değişimler insan kulağının duyabileceği frekansta sesler yaratıyordu. Saçmalık... Bu bilimsel zırvalara inanmıyordum. Zaten kısa sürede

28


Öykü de çürütüldü. Çünkü ilk günlerdeki kaos sona erdikten ve bazı insanlar kendi işlerine geri döndükten sonra bazı şeyler çok açık bir şekilde anlaşılmıştı. Bunun en kesin örneği, ezan okunan camilerdeki ses sistemlerinin gece bozulmadığıydı. Yatsı ve sabah ezanları yeniden okunmaya başlandığında anlaşılmıştı. Camiler, her ne ise bu olaydan etkilenmiyorlardı. Bununla da ilgili sınırsız teori üretildi. El-Kaide’den tutun da pek çok farklı alana kadar sorumlular arandı ancak bulunamadı. Yine de zaman geçtikçe insanlar önemli bir gerçeği anlamaya başlamıştı. Bu konuda yapılacak bir şey yoktu ve artık insanlık bu şekilde yaşayacaktı. Gündüzleri korku dolu ancak kısa umut saatleri, geceleri ise uğuldayan fısıltılar, anlaşılmaz çığlıklar ve ötelerden gelen seslerle dolu kâbuslar. Pek çoğumuz buna alıştı ancak bir o kadarı da keskin jiletlerle, kutu kutu yutulan haplarla, yüksek binaların çatılarıyla ya da tabancalarıyla bu kâbuslarına bir son verdiler. Hayatta kalan azınlığın tamamına yakını da artık su gibi tüketilen uyku ilaçları ve antidepresanlarla yaşamaya devam etti. Tıpkı benim gibi. Her akşamüstü uyumadan önce üç farklı ilaç alıyorum ancak bir zaman sonra bünyem bunlara alışıyor ve ilaçlar beni uyutmamaya başlıyor. Tıpkı bu gece olduğu gibi. Ondan sonra yeni bir ilaç keşfedilene kadar bekliyoruz ve yeniden rüyasız uykularla geceleri geçiriyoruz. Yine de çoğu zaman korkuyorum, ya bir gün artık herhangi bir ilaç beni uyutamazsa diye. İlaçlar olmadan sokaklarda yankılanan bu seslere ne kadar tahammül edebilirim bilmiyorum. Bunu öğrenmekten de korkuyorum. Yine büzülüyorum oturduğum yerde, battaniyeleri boğazıma kadar çekiyorum ve karanlık odada korku içinde bekliyorum. Dakikalar geçiyor ve son yıllarda olan biten her şeyi yeniden, yeniden hatırlıyorum. Tam zihnim yorulmuşken ve yeniden uykunun sıcak kollarına atılacakken ezan sesini duyuyorum. Ses, karanlık geceyi ve çığlıkları yırtarcasına yükseliyor ve sesler kesiliyor. Her ne kadar kimse evinden çıkıp camiye gitmeyecek olsa da ezanlar sürüyor. Daha uzaklardan başka camilerden de ezanların yükseldiğini duyuyorum. Yüreğimdeki sıkışıklık azalıyor biraz daha. Kendimi uykuya hazırlıyorum artık, her ne kadar bir iki saate kadar gün başlayacak olsa da uyumak istiyorum yine. Tam o sırada ezan sesindeki ahenksizliği fark ediyorum. Sanki hoparlör bozuluyor gibi bir cızırtı ve seste yanlış tonlarda olan bir alçalıp yükselme. Tıpkı her şeyin başladığı günlerde, televizyonumda ve bilgisayarımda olanlar gibi. “Hayır,” diyorum kendi kendime. “Olamaz, olmamalı!” Ancak ezan sesi cızırdayarak susuyor. Hemen balkona koşmaya çalışıyorum, bacaklarım titriyor. Beş adımlık yolu almam dakikalar gibi sürüyor ve balkona çıkıyorum. Bulutlu gökyüzünde ay görünmüyor ve sokaklar olabildiğine karanlık. Yine de iki sokak ötedeki caminin minaresinin silueti belli belirsiz görünüyor. Sanki caminin olduğu sokakta belli belirsiz ateşler oynaşıyormuş gibi. Yeniden hatırlıyorum televizyondaki adamı, “Onlar ATEŞTEN yaratıldılar,” diyordu. Yutkunmaya çalışıyorum, yutkunamıyorum. Minare artık daha bir görünebilir hale geliyor, sanki aşağısındaki ateşler parlaklaşmış gibi. Bağırmak istiyorum ancak bağıramıyorum bile. Gözlerimi bir noktaya odaklamakta zorlanıyorum. Sonra artık herkesin yaptığı gibi dua etmek aklıma geliyor. Ancak aklımı toparlayamıyorum, kendi korkumdan kaynaklanan yakarışımı tamamlayamıyorum. Çünkü biliyorum ki bu olmasa, bu gece dua etmeyecektim. Tıpkı başka geceler gibi. Ve tıpkı yıllar öncesi gibi. Delirmeye başladığımı hissediyorum. Yine de son anda aklıma uzaklardan gelen diğer ezanları dinlemek geliyor. Kendimi zorluyorum, ancak diğer camilerden gelen ezanları duyamıyorum. “Hepsi susmuş olamaz, olmamalı,” diye düşünüyorum ancak öyle olduğunu biliyorum. Ezanlar da sustu artık ve camiler de gitti. Ateşten yaratılanlar, son saygı duydukları ve korktukları yerlere de girebilmeye başladılar. Zihnimin kalan son kırıntıları ile bir şeyi kavrıyorum. Onlar bizim bildiğimiz anlamı ile üçüncü boyutu

29


Öykü anlamıyorlar Çünkü görünüşe göre onlar yukarı ve aşağı kavramlarını biliyorlar. Yeryüzünde ileri geri, sağa ve sola gidebiliyorlar ama yukarı ve aşağı kavramlarını anlayamıyorlar. Belki bir gün içlerinden biri yukarı bakabilecek ve iki boyutlu düzlemden çıkıp, binaların üst katlarına da erişebilmeye başlayacaklar. Korkularından kurtulduklarına ve inanç merkezlerimize saldırabilmeye başladıklarına göre bu çok zor olmayacak. Göz bebeklerimin büyüdüğünü hissediyorum ve delirmenin eşiğine gelmişken bayılıyorum. Tıpkı uyku gibi... Ve rüya görüyorum. Bir başka dünya. Tıpkı bizimkine benziyor ancak orada insanlar geceleri dışarı çıkabiliyorlar, evlerinde eğlenebiliyorlar, kâbus saatlerini yaşamıyorlar ve birbirlerinin yazdıkları hikâyeleri rahatça okuyorlar. Ancak rüyada bile olsa onların eğlencelerinin de sonuna yaklaştığını fark ediyorum. Rüyalardaki dünyalar bile aynı kâbustan kurtulamayacaklar, biliyorum... Öykü: Cihan TÜRE

30

İllustasyon: Devrim KUNTER


Deneme

Bizim Mahalle, Madrid'deki Mahalle -Bir mahalle hikayesiDedem bu sene 94 yaşına erişti. Ön ismini doğum yeri olan Mekke şehrinden almış; Mekkeli Mehmet kendisi. Dedem, babası Arabistan topraklarında şehit düştükten sonra, 12 yaşında bir çocukken dönmüş asıl memleketine. Tozunu da, toprağını sürüyerek getirmiş yanında. Arabistan çölünün rüzgârları o zamandan beri bir melodiyi çok uzaklardan buralara kadar taşımakta. O melodiye arka perdeden de bir gitar sesi eşlik etmekte. Kulağıma, kırmızılar içindeki bir kadının topuklarından dağılan dansının ritim sesi geliyor. Edilecek bir dedikodu olmaya görsün kadınlar çil yavrusu gibi üşüşüp, onun gibi de bir anda dağılıveriyor. O yüzden gelin önce şu mahalleye bir bakalım. Madrid’de, küçük bir kasabanın şirin bir mahallesindeyiz. 1939 ile 1975 arası milliyetçi rejim döneminde, bu mahallenin adı Barrio Negro’ydu. Mahalle bizzat değil, kara olan talihsiz kadınlarının bahtı yalnız. Bedbahtlıklarına inat onlar rengârenk, allı güllü giyinmeyi hiç terk etmiyorlar. Adolfo Suarez Gonzales zamanında adı Almodovar’a çevrildi mahallenin. Volver diyenler de var tabii halk arasında, yani “Dönüş”. Boşanıp baba evine dönen kadını çokmuş da ondan. Adı sizi yanıltmasın, Hollanda’nın küçük, ama üniversite şehri denilen bir kentinde yedi sene yaşadım. Yaşlılar evinin olduğu caddenin ismi Domates Caddesi idi. Ondan bir önceki sokaksa Ayçiçeği. Volverse bunların hepsinden daha anlamlıdır, inanın bana. Bu mahalledeki kadın da genç bir anne. Adı Raimunda. Kocası evde teneke bira kutuları koleksiyonu yaparken, Raimunda başında beyaz kepiyle bir restoranda çalışıyor. İyi bir aşçı. Bir akşam vakti uğradığı kallavi beladan nasıl sıyırdığına bakarsak sadece iyi bir aşçı değil, oldukça da pratik biri. Birdenbire komşusunun restoranını devralması gerekti. Kocasına bira kutuları antika müzesine tek gidişlik bilet nasip olduğu ve artık evin tüm yükü ona kaldığı için karşısına aniden çıkan iş kısmetini geri çevirmesi olanaksız. Raimunda’nın kız kardeşi mi? O da evinde illegal bir kuaför işletmecisi. Konu komşu kadın da müşterisi. Bir güzel sohbet ediyor saçları balyajlarken. Kocasından fayda görmemiş o da. Adam iki senedir sırra kadem. El âlem de olmasa… Bir de diğer mahalleye bir bakalım. Adı, Lüzumsuz Adam Mahallesi. Daha sonraları gelmiş geçmiş devlet büyükleriyle, ecdadın önde gelen isimleri konacak caddelere. Ama şimdilik bu mahallenin ismi

31


Deneme anonim adamlara adanmış. Bakın, orda bir adam yürüyor. Zayıf, uzun boylu... Lacivert pardösüsü rüzgârda dalgalanıp bacaklarına dolanıyor. Adı, halkasından rahatlıkla çıkarılan anahtar gibi dilimin ucunda beliriverecek şimdi. Sizi fazla bekletmemek için, bir isim uyduruverelim ona. Sait Faik onun adı. Taş çatlasa dört sokaklık mahallesinden memnun. Bakın, yokuşun başında nasıl memnunlukla gülümsüyor sokak boyu yürüyen sakinlerine. Mahallesinin Yahudileri pek zengin takımı değil, olsa da onun zenginlerle işi olmazmış. Desene o da Raimunda ve komşu kadınları gibi kevgir ceplilerden. Şu medarı maişet motorunu döndüren dükkân kirası da olmasa… Sait Faik Efendi tramvay yoluna inmeyi pek sevmez. Şu Karaköy’deki dükkândan alacağı kira da olmasa hiçbir yerciğe çıkmayacak. 7 senedir çıkmadım mahallemden, diyor. Çıkmaz insan böyle mahallesi olunca. İnsanları başkadır bizim sokağın, diyor. Tramvay yolu insanına benzemez. Ben de oraya gelecektim işte. Volver mahallesinin kadınları da kimseye benzemez gerçekten de. Dullar mahallesi bir kere; burada erkek bulmak neredeyse imkânsızdır o halde. Baştan sona kadın solidaritesi hâkim izlekte. Raimunda’nın restoranı işletmesi tamamen bir tesadüf meselesidir. Hayat oyununda şanslı el bu kez ona denk gelmiştir. Bir genç gelir ve yakında bir yerde film çevrilmekte olduğunu bildirir. Tüm set ekibi, kırk kişi boru değil, Raimunda’nın restoranında yemek yemeye karar verdiğinde Raimunda pratikliğini gösterir. Alışverişini yapar ama cep delik demiştik ya, yolda gelirken bilahare ayaküstü alışverişini görüverir komşu kadınlardan. Birinden et, birinden tatlı alıverir. Ne iyidir şu mahallenin kadınları. Bu devirde veresiye alışveriş mi? Ertesi gün ödenmek üzere hem yiyecekleri, hem de hizmetlerini sunmakta ne kadar teklifsizdirler. Lüzumsuz Adam mahallesinde veresiye çalışmaz bakkal. Ama Sait Faik Bey’in umurunda mı? Benim geçimliğimi yel götürecek olsa der, manavcı Salamon çocuklara ikram ettiği gibi, benim de ellerime portakal tutuşturacaktır; pastane işleticisi madam gelip geçmelerimde kapuçino ikram edecektir. Hele o ekşi işkembe çorbası satan işkembeci yok mudur? O Sadi Fahir Bey’e ölene dek işkembe içirmeye gönüllüdür. Neden mi, çünkü mahalle mahalledir. Bir mahalle oranın insanlarının tümü demektir. Ne çok mahalle var, Volver’e benzeyen. Kadınlar bakın nasıl yaklaşıyorlar cenaze sahibine. Kim mi vefat eden? Raimunda’nın teyzesi Paula. Raimunda gelemedi teyzesinin cenazesine. Evde yok etmesi gereken bir ceset var. Bu beklenmedik durum hikâyeyi restoran işletiminden sonra etkilemeyecek. O gelemeyince cenazeye, kız kardeşi gitti. Kız kardeşi daha çekingen, daha bir kırılgan ölü evlerine, Paula teyzelerinin ölümünü kaldırması kolay değil. Ama teyzesine göz kulak olan karşı kapı komşusu cenazede de vardı yanında Allah’tan. Herkes şimdi taziye dileklerini iletiyor ona. Nasıl da öpüyorlar kadının yanaklarından. Eh. Biraz fazla mı? Bizler de öyle değil miyiz? Üzülmesini de biliriz, eğlenip gülmesini de. Hayata teşekkür etmeliyiz. Sait Faik Efendi de öyle diyor. Mahallem sakindir, sakindir ama civcivli bir mahalledir. Pastane işletmecisi madam onla nasıl muhabbet eder durur. Fransızca ve Türkçe kırması bir sohbettir bu. Geçtiğimiz yaz aylarında bunun Bulgarca ve Türkçe örneğini gördüm. Gayet iyi bir anlaşma metodudur esasıyla. Cıvıltı dedim ya, oturanların yarısı Levanten yarısı da Yahudi’dir de ondandır bu cıvıltı havası Lüzumsuz Adam mahallesinin. Hayatı seven insanlarla daha bir sevegen olmaz mı insan.

32


Deneme

Ne o? Orada mavi, yeşil, mor yanan kandiller de nedir? Kadınların fistanları kırmızılığındaki fenerler… Pencerelere tutuşturulmuş körüklü grapon kâğıtları, balonlar… Film ekibi çekimleri bitirmiş şimdi Raimunda’nın restoranında parti veriyor. Bizim Raimunda, oturmuş şarkı söylüyor hem de. Kızı gözlerini açmış annesini seyrediyor. Gözlerinin dolu dolu olduğuna bakmayın, geçmişindeki yaraları saran bir kadın sadece eseften ağlamaz. Bu barışmadır da ayrıca eskide olanlarla. O etine dolgun komşu kadın bu partinin mahalleyi açtığını, bir neşe kattığını düşünüyor. Haklı da. Bu mahalle de Sait Faik Efendi’ninki gibi küçüktür. Tepedeki restorana yolun aşağısından bakan biri, takıp takıştırmış, allı pullu bir kadın yüzü görmüş gibi olacak. Bizim Sait Faik Efendi o güzel yüzü her zaman görüyor. Yan sokağında, yani telaşı varmış gibi alelacele geçtiği sokakta her yanından bir letafet dökülen, esmer güzeli bir Yahudi kızı vardır. Bence bizim Sait Faik Efendi, Volver mahallesine de uğramalı. O sadece mahalle sever malum. Ama biraz padahto hikâyeleri dinlemek zorunda kalacak. Mahalle kadınları, Paula teyzeye ölen kız kardeşinin baktığını nasıl da inanıyor. Saik Faik hiç padahto, yani hayalet hikâyesi okumaz. Bir kültür eskisidir o. İspanyolca konuşulan her karış toprakta ise padahto da olur, brujo da, demonlar da. Bu kadar fark, yumurta ikizlerinde de olur ama değil mi? Her iki mahalle insanı da sıcak, samimi, yardımsever değil mi? O halde, ey padahto, yani pardon Sait Faik Efendi, gelirken üç kere… Ezgi GÜRÇAY

33


Çizgiroman ve Sinema

Tanıdığımız insanları beyazperdede görmek daima ilgimi çekmiştir. Günümüzün karmaşık medyası içerisinde sinema insanları ve yaşadıklarını özetleyen bir yapıyı da beraberinde getiriyor. Ünlü bir siyasetçi, sanatçı veya sporcuyu anlatan filmlerde bahsi geçen kişinin 1,5–2 saat içerisinde portresi karşımıza çıkıyor. Film sırasında yıllarca gözümüzün önünde olan ilgiyle takip ettiğimiz veya takip etmediğimiz ama adını daima duyduğumuz kişinin hayat ile mücadelesi sırasında seçimleri ve sonuçlarını seyrederken kendimizle özdeşleştirmelerde bulunuruz. Çizgi roman uyarlamalarını da yukarıda tanımladığım filmler arasında görüyorum. Bir şekilde hayatımıza girmiş olan çizgi roman ve kahramanlarını sinemada karşımızda görmek gerçekten de bana heyecan veriyor. Süper kahraman filmlerini seyrederken izleyiciler yıllarca çizgi roman veya çizgi filmlerde

34


Çizgiroman ve Sinema

gördükleri kahramanlar ile “ilk buluşmasında” olan çiftler gibi hissedebiliyor. “İlk buluşma” iyi de kötü de sonuçlansa içlerindeki aşk onları bir sonraki buluşmanın heyecanına sürüklüyor. Süper kahraman filmleri her sene gösterime girmeye devam ediyor ama sinemaya uyarlanmayı bekleyen daha çok sayıda süper kahraman var. Marvel ve DC yayınlarının yarattığı kahramanların bugüne kadar yapılan sinema uyarlamalarına baktığımızda ortaya çok da tatmin edici bir sonuç çıkmıyor. Esasında seyircinin beklentisini özetlemek kolay: Aynı oyuncular ile başarılı görsel efektler eşliğinde kahramanı doğru yansıtan hikâyeleri birkaç sene ara ile seyretmek. Bu tanımlamaya uyan hangi süper kahraman olduğuna bakıldığında karşımıza aşağıdaki sonuç çıkıyor: (Popüler Marvel ve DC karakteri alfabetik olarak sıralanmıştır)

Batman Neler seyrettik? 1989 ve 1992’de çekilen devam filmleri genel olarak olumlu eleştiriler aldı. Daha sonra 1995 ve 1997’de yönetmen ve oyuncu değişikleri ile çevrilen filmler halen gelmiş geçmiş en kötü süper kahraman filmleri listesinin ilk sıralarında yer almaktadır. 2005 ve 2008 senelerinde Chris Nolan yönetmenliğinde Christian Bale’in Batman’i canlandırdığı filmler geldi. Son durum: Genel olarak olumlu eleştiriler alan Chris Nolan filmlerinin üçüncü bölümünün 2012’de gösterime gireceği resmi olarak açıklandı.

Captain America Neler seyrettik? 1979’da iki televizyon filmi yayınlandı. 1990 senesinde sadece üç ülkede gösterime giren bir film çevrildi ve video dükkânlarındaki yerini aldı. Son durum: Marvel’ın “The Avengers” projesi öncesinde Captain America kendi filmine kavuşuyoruz. 2011’de yüksek bütçeli film gösterime girecek.

Daredevil / Electra Neler seyrettik? Daredevil ilk olarak Hulk’ın 1989 yapımı televizyon filminde yer aldı. 2003 senesinde Daredevil filminde Daredevil ve Elektra’yı bir arada seyrettik. Olumsuz eleştiriler sonrasında gişede de başarısız olan film hikâyenin özüne bazı noktalarda uymasa da ben filmi eğlenerek seyretmiştim. 2005’de Elektra’nın kendi filmi gösterime girdi ve hayal kırıklığı yaratan süper kahraman filmleri arasındaki yerini aldı. Son durum: Daredevil ve Elektra’nın sinemadaki geleceği biraz karanlık gözüküyor. En azından 2013’e kadar yeni filmlerini seyredemeyeceğimizi söyleyebilirim çünkü hiçbir proje haberi basında yer almıyor.

Fantastic Four Neler seyrettik? 1994 senesinde sadece video için yayınlanan bir film çekildi. Daha sonra 2005 ve 2007’de yüksek bütçeli iki devam filmi gösterime girdi. Son durum: 2005 ve 2007 yapımı filmlerde yer alan kadro ile yollar ayrıldı. Yeni bir ekip ile Fantastic Four filmi çevrileceği resmi olarak açıklandı.

Flash Neler seyrettik? 1990 ve 1991 senelerinde televizyon dizisi yayınlandı.

35


Çizgiroman ve Sinema

Son durum: Üzerinde çalışılan bir proje var ama henüz resmiyet kazanmadı.

Ghost Rider Neler seyrettik? 2007 senesinde Nicolas Cage’in başrolde yer aldığı film gösterime girdi. Son durum: 2007 yapımı film olumsuz eleştiriler alsa da şu an yeni filmin çekimlerine devam ediliyor. Filmin başrolünde yine Nicolas Cage yer alıyor. Hatta bu filmin bazı çekimleri ülkemizde gerçekleşti!

Green Lantern Neler seyrettik? Sadece televizyonda parodi niteliği taşıyan çalışmalarda yer aldı. Son durum: 2011’de yüksek bütçeli filmi gösterime girecek.

Hulk Neler seyrettik? 1970’lerin sonunda çevrilen televizyon dizi ve filmleri büyük bir ilgi topladı ve daha sonraki senelerde yeni televizyon filmleri çevrildi. İlk yüksek bütçeli film 2003’de gösterime girdi. Yönetmen Ang Lee’nin anlatımı gişede beklenen ilgiyi yakalayamadı. 2008’de Hulk’a yeni baştan bir film çekildi ve aksiyon dozajı arttırıldı. Eric Bana’nın yerine Edward Norton geçti. Son durum: Edward Norton’un da ömrü çok uzun sürmedi ve bu sene içerisinde Marvel ile yolları ayrıldı. Mark Ruffalo yeni Bruce Banner oldu ve 2012’de gösterime girmesi planlanan “The Avengers” filminde yeni bir aktör ile yeşil devi seyredeceğiz.

Iron Man Neler seyrettik? 2008 ve 2010 senelerinde John Favreau yönetmenliğinde başrolde Robert Downey Jr’ın olduğu iki devam filmi seyrettik. İlk film beklenmedik bir başarı elde etti ama ikinci film aynı övgüleri alamadı. Son durum: “Iron Man 3” filmi çevrilecek projeler arasında yer alıyor ama yönetmen John Favreau ile yollar ayrıldı.

36


Çizgiroman ve Sinema

Punisher Neler seyrettik? 1989 senesinde ilk Punisher filmi çevrildi ama dünya genelinde yaşadığı vizyona girme sorunları sebebiyle daha çok video filmi olarak kaldı. 2004 ve 2008 senelerinde iki Punisher filmi daha çevrildi. Bu üç film de birbirinden bağımsızdı ve farklı yönetmen ile oyuncular yer aldı. Son durum: Gözüken yeni bir proje yok. Filmin telif haklarını Marvel firması satın almaya çalışıyor.

Spiderman Neler seyrettik? 1970’lerin sonunda çevrilen televizyon dizi ve filmleri oldu. 2002 senesinde yüksek bütçeli ilk sinema filmi gösterime girdi ve daha sonra iki tane (2004, 2007) devam filmi çekildi. Bu filmler genel olarak beğenilseler de ben hiçbir zaman beğenmedim. Serinin bitmesine çok sevindim. Son durum: Üçlemeye devam edilmiyor ve yeni bir kadro ile yola devam edilmeye başlandı. 2012’de yeni film gösterime girecek.

Supergirl Neler seyrettik? 1978’de gösterime giren Superman filminin başarısı sonrasında 1984 senesinde Supergirl kendi filmine kavuştu ve devamı gelmedi. Son durum: Sinema projesi olmayan kahramanlar arasında en çok şaşırdıklarımın başında Supergirl gelmektedir. Bu kadar ilgi çekici bir karakteri sinemada ne zaman göreceğimiz henüz belli değil.

37


Çizgiroman ve Sinema

Superman Neler seyrettik? 1978, 1980, 1983 ve 1987 senelerinde aynı oyuncu kadrosu ile çevrilen seri güzel başladı ama sonu kötü bitti. 2006 senesinde Superman bir kez daha yeni bir ekip ile karşımıza çıktı ve sonuç hüsran oldu. Son durum: Zack Snyder yönetiminde 2012’de yeni Superman filmini seyredeceğiz ama Superman’i kimin canlandıracağı henüz belli değil.

Thor Neler seyrettik? Thor’un şimdiye kadar hiç kendisine ait televizyon veya sinema çalışması olmadı. Sadece bir kere Hulk’ın 1988 senesi televizyon filminde gözükmüştü. Son durum: Captain America'nın gibi Thor da kendi filmi ile 2011’de gösterime girecek.

Wonder Woman Neler seyrettik? 1970’lerde iki ayrı aktrist ile çevrilen televizyon dizi ve filmleri oldu. Son durum: Yeniden televizyona geri dönmesi bekleniyor. Sinema projesi ile ilgili bir gelişme yok.

X-Men ve Wolverine Neler seyrettik? 2000, 2003 ve 2006 senelerinde çevrilen X-Men filmlerinde ana oyuncu kadrosunda değişikliğe gidilmemişti. Serinin getirdiği başarısı 2009 senesinde “X-Men Origins” serisinin başlamasını

38


Çizgiroman ve Sinema

sağladı. Son durum: 2011’de gösterime girecek “X-Men Origins: First Class” filminin çekimlerine devam ediliyor. “Wolverine 2” filminin de çevrileceği resmi olarak açıklandı. Yukarıda özetlediğim 1975 senesi ve sonrası Marvel/DC kahramanlarının filmlerine bakınca istikrar yakalamış seri bulmak gerçekten çok zor. Kısa süreli aralıklar ile yapılan yeni başlangıçların karakterlerin sinemadaki imajını olumsuz etkilediğine inanıyorum. Özellikle yakın geçmişte yaşanan küresel ekonomik kriz yapımcıları uzun vadeli projelere yönelmekten uzaklaştırdı. Kahramanı canlandıran oyuncunun bu rolü kaç sene oynayabileceği de çok önemli bir etkendir. Fiziksel olarak role uygunluk için sınırlı bir süre olduğu dikkate alınacak olursa bir oyuncu aynı kahramanı kaç sene canlandırabilir? 2012 senesinde gösterime girecek “The Dark Knight Rises” filmi ilk iki film kadar başarılı olursa kesinlikle bugüne kadarki en iyi süper kahraman üçlemesi olacaktır. Zaten seri başarılı olmak için gereklilikleri yerine getirmektedir: Aynı yönetmen, aynı oyuncular, zengin bütçe, görsel efektlerin doğru kullanımı ve hikâyenin özüne bağlı kalmak. Başarılı süper kahraman serisi yaratmanın zorlukları sebebiyle süper kahraman filmlerini son senelerde fazla bir beklenti içerisinde seyretmemeye başladım. Belki de Hollywood da bizlerden bunu bekliyor: Filmi sadece eğlenmek için seyret! Karakterden fazla bir şey bekleme! Hayalindeki kahraman bırak çizgi romanlarda yaşasın! Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com

39


Çizgiroman

Otobüstekiler

40

Neslihan AYAN


Öykü

Büyülü Dünya Genç adam akşam saatlerinde babasından aldığı telefonla mutluluktan havalara uçmuştu. Sonunda hayalini gerçekleştirebilecekti. Yıllardır yemeyip içmeyip para biriktiriyordu kendi işini kurmak için. Bir kitapçı dükkânı olsun istiyordu. Zira çocukluğundan beri en büyük tutkusu en yakın arkadaşları kitapları olmuştu. Bu hayalinin gerçekleşmesi için bir miktar daha paraya ihtiyacı vardı ve babası telefonda ona müjdeyi verdi. Eksik kısım tamamlanmıştı artık. Ali Bey emekli bir öğretmendi. Ömrünü okumaya ve okutmaya adamış bir insan olarak oğlunun da en büyük destekçisiydi her zaman. Yiğit edebiyat mezunu bir öğretmendi aslında. Okulu bitirdikten sonra Ankara’ya ailesinin yanına dönmeyip İstanbul’da kalmayı tercih etmişti. Kadrolu öğretmen olmak için sınavdan iyi puanlar almasına rağmen ataması gerçekleşmeyen öğretmenlerden biriydi. Aslında bu durum onu çok da üzmüyordu. Zaten öğretmenliği babasının gönlü olsun diye tercih etmişti. Ama bir yandan da para biriktirmesi gerekiyordu. Sözleşmeli öğretmen olarak başladı meslek hayatına. Bu işi yaparken bile aklında sahafları dolaşırken burnuna dolan kitap kokuları vardı. Ve şimdi bunu gerçekleştirmek üzereydi. Öğretmenlikten ve özel derslerden kazandığı paraları biriktirmişti. İki arkadaşıyla aynı evi paylaştığı için çok fazla masrafı da yoktu zaten. Şimdi işin en zevkli kısmına gelmişti sıra. Uygun bir yer aramaya başlamak. Nerede olmalıydı bu dükkân? Kadıköy’de mi, yoksa İstiklal Caddesi’nde mi? Belki de Beyazıt’ta. Aslında gönlünde Kadıköy yatıyordu. İnternetten başladı araştırma yapmaya. Topu topu beş ilan bulabildi. Hemen gerekli bağlantıları kurup, yerinde görmek üzere randevulaştı dükkân sahipleriyle. Bir sonraki günün tamamını bu görüşmelerle geçirdi ama elle tutulur bir sonuç alamadı. Akşam eve döndüğünde yeniden kontrol etti ilanları ama yeni bir şey bulamadı. İlanları takip etmek yerine dolaşarak aramaya karar verdi aradığı dükkânı. Önce İstiklal’deki birkaç pasajı dolaştı, sonra Kadıköy’e geçti. Bir hayli dolaştıktan sonra tam eve dönmeye karar vermişti ki pasajın sonundaki dükkân dikkatini çekti. “DEVREN SATILIK” Dükkânın adı “Büyülü Dünya” idi. İsminin ne kadar güzel olduğunu düşündü. Bir kitapçı dükkânı için daha iyisi bulunamazdı herhalde dedi kendi kendine. Yiğit’in kapıyı açmasıyla dükkânın içi çan sesiyle doldu. Sesi duyan yaşlı adam kimin geldiğini görmek için okuduğu kitaptan başını kaldırdı ve gözlüklerinin üzerinden baktı Yiğit’e. - Nasıl yardımcı olabilirim genç adam? - Ben camdaki satılık ilanı için rahatsız etmiştim. - Gel otur şöyle, taze çay demlemiştim, hemen doldurup geliyorum. Yaşlı adam çayları doldurmak üzere arka tarafa geçtiğinde Yiğit şöyle bir göz attı dükkâna. Yerden tavana kadar yükselen raflarla kaplıydı her taraf. Duvarlar haricinde de boş alanlara çift taraflı yüksek raflar yerleştirilmişti. Işık almayan bir yer olduğu için lamba sürekli yanıyordu. Raflardan birinin yanında yüksek bölümlere ulaşmak için portatif bir merdiven bulunuyordu. Tüm kitaplar büyük bir özenle sıralanmıştı. Türk yazarlar, yabancı yazarlar, çizgi romanlar, çocuk romanları, ansiklopediler kategorilerine göre ve alfabetik sırayla yerleştirilmişti raflara. Dükkânın içindeki ambiyans, koku, düzen, eskimişlik Yiğit’i başka dünyalara götürmüştü. - Al bakalım delikanlı, işte çayın. Yiğit birden gerçek dünyaya döndü yaşlı adamın sesiyle.

41


Öykü

42


Öykü - Teşekkür ederim. Zahmet oldu. - Anlat bakalım. - Ne anlatayım? - Öncelikle kendinden bahset. Kimsin? Nesin? Neler yaparsın? - Yiğit benim adım. 30 yaşındayım. Edebiyat mezunuyum. Ailem Ankara’da yaşıyor. Babam da emekli öğretmendir. Okul bitince burada kalıp öğretmenlik yapmaya başladım. Şimdi de kendi işimi kurmak için uygun bir yer bakıyorum. O nedenle buradayım. - Edebiyat mezunusun demek. Gerçekten seviyor olmalısın? - Evet. Okumak, kitaplar, yani edebiyatın kapsadığı her şey benim hayatım diyebilirim. Bunda babamın büyük etkisi olmuştur. Çok küçük yaşlarda tanıştırdı beni kitaplarla. “En iyi dost, kitaptır” derdi. Gerçekten de en yakın dostum hep kitaplar oldu. Gerçi bu beni biraz asosyal bir insan yaptı ama çok şikâyetçi olduğum söylenemez. - Yani hayatını buradan kazanmak istiyorsun öyle mi? - Hayatımızı idame ettirebilmek için para kazanmak gerek maalesef. Ben de bunu severek yapmak istiyorum. Sırf para kazanmak olsaydı amacım öğretmenliğe devam ederdim. Ben kitaplarla mutluyum ve paramı da buradan kazanmayı istiyorum. - İşini severek yapmak önemli. - İzin verirseniz bir şey sormak istiyorum - Sorabilirsin tabii. - Burayı neden devrediyorsunuz? Burası çok güzel bir yer ve belli ki çok emek harcanmış. - Gördüğün gibi yaşlı bir adamım ben. Azrail’in kapımı ne zaman çalacağı hiç belli olmaz. O nedenle geri kalan zamanımı çocuklarımla ve torunlarımla geçirmek istiyorum. İzmit’te yaşıyorlar. Burayı devredince ben de yanlarına gideceğim. Aslında burayı bırakmayı hiç istemiyorum ama artık vakti geldi. - Öyleyse ben burayı sizden almaya talibim. Çok sevdim burayı. Eğer şartlarda anlaşırsak hemen almak istiyorum. - Hey, yavaş ol bakalım delikanlı. Acelen ne? O kadar kolay değil bu işler, dedi babacan gülümsemesiyle. Bu cevap şaşırtmıştı Yiğit’i. - Neden? Şartlarınızı belirlemişsinizdir mutlaka. Eğer bana da uyarsa işlemleri gerçekleştiririz. Öyle değil mi? - Öyle değil. Burası benim için özel, çok kıymetli. Burayı sana emanet edebileceğimden emin olmalıyım her şeyden önce. - Şaşırdım açıkçası. Bu tür ilişkilerde öncelikle para mevzusu konuşulur sanırdım hep. - Burada bahsi geçecek son konu paradır. Küçük bir teferruattır benim için. Çünkü buraya ticarethane olarak bakmadım hiç. - Çok şaşırdım gerçekten. - Bunda şaşıracak bir şey yok. Sen bana çantalar dolusu para versen bile buranın değerini karşılayamazsın. Adı üstünde, “Büyülü Dünya” burası… Burayı gerçekten istiyorsan buraya sahip olmayı hak ettiğini ve sana güvenebileceğimi bilmem gerekir. Konu para olsaydı eğer, şimdiye çoktan İzmit’te torunlarımla parkta oyun oynuyor olurdum. - Peki, bana güvenebileceğinizi ya da burayı hak edip etmediğimi nasıl bileceksiniz? - Bu tamamen sana bağlı. - Anlamadım?

43


Öykü - Anlaşılmayacak bir şey yok. Buna, beni sen ikna edeceksin. - Zor bir sınav olacak sanırım. - Sınav olarak algılama sakın. Yoksa gerçekten zorlanırsın. Sadece kendini anlat. Kitaplarla arandaki bağı, Kahramanlarla ilgili düşünceni anlat. Okuduğun şeylerin sende bıraktığı izleri anlat. Ama sakın sırf beni ikna etmek için olmayan şeyler anlatma bana. Bunu anlamak zor olmaz benim için. Ne de olsa boşuna ağartmadık bu saçları. Anlaştık mı? - Anlaştık. Bu yaşlı adam, Cemal Bey çetin ceviz çıkmıştı doğrusu ve kolay ikna olacağa da benzemiyordu. Sonraki üç dört gün boyunca Yiğit ve Cemal Bey dükkânda buluşup uzun uzun sohbet ettiler. Yaşlı kurt Cemal Bey, yılların tecrübesiyle Yiğit’e sorduğu üstü kapalı sorularla onun hakkında fikir sahibi olmaya başlamıştı. Yiğit de bu durumdan memnundu aslında. Cemal Bey bir hazine gibiydi. Onunla geçirdiği her an Yiğit’e çok şey katıyordu. Anlam veremediği bir güç onu bu dükkâna bağlamıştı. Öyle ki babası “Eğer adam naz yapıyorsa başka yer bulursun oğlum” dediğinde, “Kesinlikle olmaz baba. Burası harika bir yer, tam istediğim gibi,” yanıtını vermişti. Dördüncü günün sonunda Cemal Bey elini Yiğit’in omzuna attı sıcacık bir gülümsemeyle - Evet, Yiğit sanırım burayı sana emanet edebilirim, dedi. - Gerçekten mi? Bu harika. Gerçekten çok mutlu oldum. - Ben de mutluyum aslında. Gözüm arkada kalmayacak. Gel sana etrafı gezdireyim biraz. - Çok sevinirim. - Ben burada yaşıyorum. Beş yıl önce eşimi kaybettikten sonra koca evde tek yaşamak, bana çok yalnız hissettirdi. Ben de birkaç eşyamla birlikte bu odaya yerleştim. Küçük bir de banyosu var. Pek konforlu değil ama iş görüyor işte. Yalnız mutfak yok. Yemek yapmaktan zerre kadar anlamayan biri olarak eksikliğini hiç hissetmedim açıkçası. Dükkânın karşısındaki esnaf lokantası dururken ne gerek var ki uğraşmaya. Yani lafın kısası genç adam istersen sen de burada yaşayabilirsin. Karyola, dolap, komodin ve masa kalacak zaten. Sadece kişisel eşyalarını getirirsin eğer kalmayı düşünürsen. - Evet. Çok isterim. Burası tam bana göre. - Peki, o zaman. Bu konuda da anlaştığımıza göre, geriye bir tek yasal işlemler kalıyor. Bir hafta zaman ver bana. Toparlanayım, vedalaşayım dükkânımla. Haftaya bu gün gel yapalım devir işlemlerini. - Nasıl isterseniz Cemal Bey. Yalnız para konusunu hiç konuşmadık. Hem ben bir miktar kaparo vermek istiyorum size. - Acelen ne evlat, verirsin. Haftaya buluştuğumuzda hepsini hallederiz. Bir hafta sonra Yiğit ve Cemal Bey dükkânda buluştular. Gerekli devir işlemleri yapıldı. Artık Yiğit’in büyülü bir dünyası vardı. Üstelik umduğundan çok daha az paraya mal olmuştu. Cemal Bey harika bir insandı ve ömür boyu ona minnettar olacağını geçirdi aklından. Ertesi gün Yiğit, Cemal Bey’i Harem’den ailesinin yanına uğurladı. - Emanetime iyi bakacağından eminim, dedi Cemal Bey. - Hiç şüpheniz olmasın. İstanbul’a yolunuz düşerse mutlaka uğrayın, dedi ve öptü Cemal Bey’in elini. Harem dönüşü arkadaşlarıyla yaşadığı eve gidip eşyalarını topladı. Artık Büyülü Dünya’da yaşayacaktı. Ertesi sabah erkenden dükkânı açtı, eşyalarını yerleştirdi, Bu arada üç-beş satış da yaptı. Gün boyu kitapları, rafları depoyu uzun uzun inceledi. Her şey öyle muntazamdı ki yapılacak hiç bir değişiklik bulamadı. Sadece Cemal Bey’in tuttuğu kayıtları bilgisayara aktarıp oradan takip edecekti. İlk iş günün nasıl geçtiğini anlamadan akşam oluvermişti. Mutluydu. Dükkânı kapatıp arkadaki odaya geçti. Yatağına uzanıp bir süre

44


Öykü

45


Öykü kitap okudu ve ardından huzurlu bir uykuya daldı. Duyduğu bir patırtı onu uykusundan uyandırdı. Yataktan doğrulurken aklından tek geçen eğer içerde bir hırsız varsa ne yapacağıydı. Sessizce yürüyüp dükkân bölümüne geçti. Tıkırtılar ve fısıldanmalar yoğunlaşmıştı. Tüm cesaretini toplayıp ışığı yaktığında etrafta hiçbir şey göremedi. Emin olmak için tekrar bakındı etrafına ama anormal bir durum göremedi. Tekrar yatağına döndü ve uykuya daldı. Ertesi akşam yine aynı şey oldu. Takırtılar ve homurtularla uyandı. Sessizce yatağından kalktı ve fenerini de alarak ön kısma geçti. - Bu sefer yakaladım seni. Elimden kurtulamayacaksın. Çocuk kitaplarının bulunduğu bölümden geliyordu sesler. Sesin kaynağı olan karaltıyı gördüğünde feneri tıpkı bir silah tutar gibi doğrulttu ve - Yakaladım seni, sakın kımıldama. Bu cümle ağzından dökülürken karşılaştığı manzara karşısında aklının da uçup gittiğini sanmıştı o anda. - Sen de kimsin böyle, burada neler oluyor? - Beni tanımıyor olamazsın, dedi elinde bir vidayla ona bakan varlık. - Tanıyorum evet. Sen… Sen… Pinokyo’sun, dedi kekeleyerek. - Aferin, bildin. Şaşkın şaşkın bakacağına yardım et. Raftan inerken dizimin vidası çıktı. Takamıyorum. - Tabii hemen takayım. - Sen kimsin, Cemal Bey nerede? - O gitti. Buranın yeni sahibi benim. - Sana burayı bıraktığına göre gerçekten güvenini kazanmış olmalısın, dedi Pinokyo. - Umarım onu yanıltmazsın, dedi bir başka ses. Yiğit başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde raflara yaslanmış, uzun boylu, orta yaşlı, yakışıklı adamı gördü. Tüvit ceketi ve Miki Mouse saati kimliğini hemen ele veriyordu. - Prof. Robert Langdon. Gözlerime inanamıyorum, dedi Yiğit. Mahcup bir gülümsemeyle karşılık verdi profesör. - Bu kadar atraksiyona nasıl kalbiniz dayanıyor çok merak ediyorum? - Aslında çok meraklısı olduğumu söyleyemeyeceğim. Ama bir şekilde belaya bulaşmayı beceriyorum işte. - Merak etme dostum ben seni korurum, dedi bir başka ses. Üzerindeki derme çatma şövalye kıyafetleri ve kafasındaki metal miğferi ile çok eskilerden çıkıp geldiği belliydi. - Ah dostum, benim boğuştuğum insanlar senin yel değirmenleri kadar zararsız değil maalesef, diye cevap verdi Profesör. Yiğit anlamıştı metal yığını içindeki adamın Don Kişot olduğunu. Bu arada Pinokyo dizini ovuşturup mızıldanırken - Hey ufaklık, büyü artık, erkek ol biraz, mızıldanmayı kes, dedi başka bir erkek sesi. El fenerinin aydınlığı yeterli değildi konuşanı seçmek için. Ama gece gibi siyah kıyafetleri ve uzun pelerini fark ediliyordu karanlığa rağmen. Yiğit feneri doğrulttuğunda ilk gördüğü şey adamın göğsündeki yarasa amblemi oldu. - Senin yakalaman gereken kötü adamlar yok mu? Benimle uğraşacağına git onlarla uğraş, dedi Pinokyo öfkeyle.

46


Öykü - Benim zamanımda böyle teknolojik imkânlar olsaydı her şey çok daha farklı olurdu, belki de Dünya’nın kaderini değiştirebilirdim, dedi Don Kişot tüm saflığıyla. - Her şey o kadar boş ki, dedi genç bir adam sesi. Vadideki zambağını kaybetmenin acısını çok derinden yaşadığı her halinden belli olan Felix’ti sesin sahibi. Sonra bir sessizlik oldu. Sessizliği ilk bozan Yiğit’ti. - Rüyada mıyım yoksa tüm bu olanlar gerçek mi hâlâ ayırt edemiyorum, dedi ve devam etti; - Rüya olamayacak kadar gerçek her şey ve gerçek olamayacak kadar muhteşem… Kahramanlar gülen gözlerle Yiğit’e bakarken bu sefer sessizliği bir kadın sesi bozdu. - Cemal’den sana mektup var Yiğit başını sesin geldiği yöne çevirdi. Kızın vücudundaki kocaman dövme kim olduğunu açık seçik ortaya koyuyordu. Lisbeth Salander. - Bana mı mektup yolladı Cemal Bey? - Evet sana, dedi Lisbeth. - Nerede peki mektup? - Çalışma masasının çekmecesindeki Ejderha Dövmeli Kız kitabının arasında. Bu arada Mihrimah Sultan nerede? Yiğit mahcup mahcup cevap verdi; - Ben onu sattım sanırım bugün, dedi. - Hay aksi, neyse sonra görüşürüz artık onunla. Haydi sen git mektubunu oku. Yiğit, kitabın arasındaki kısa ve gayet güzel bir el yazısıyla yazılmış olan mektubu aldı ve okumaya başladı. Sevgili Yiğit, Biliyorum çok şaşkınsın. Karşılaştığın şey, herkesin inanabileceği türden bir durum değil. Bu kadar ince eleyip sık dokumamın nedenini daha iyi anladığını umuyorum. Daha önce de dediğim gibi burası BÜYÜLÜ DÜNYA. Burası senin dünyanın bir yansıması sadece. Bu dünyada öğrenemeyeceğin bilgi, tanıyamayacağın insan, yaşayamayacağın macera yok. Bu arada gerçek dünyadan da soyutlama kendini. Büyülü Dünya’dan edindiklerin dışarıda akıp giden gerçek dünyada sana yol gösterici olacaktır. Dostlarıma iyi bak. Ben hep onlarla olmaya devam edeceğim. Ölünceye kadar… “Burası benim dünyam,” dedi Yiğit ve dostlarıyla sohbete devam etmek üzere yanlarına döndü. Öykü: Funda BAYKUŞ

47

İllustasyon: Nadir KUTLUHAN


Edebiyat ve Sinema

Edebiyattan Sinemaya Uyarlamalar-1

Benim biraz değişik bir konuda hobim var. Okuyup beğendiğim roman, çizgi roman hatta öykülerin - eğer varsa - film uyarlamalarını arayıp buluyorum ve tabii sonra seyrediyorum. Nadiren de tersini yapıyorum. Yani filmini seyrettiklerimin kaynak eserini bulup okuyorum. Elbette her film uyarlaması beklentilerimi karşılamıyor. Okuduğum eserdeki derinlik, hayal gücü vb. filme yeteri kadar yansıtılamamış oluyor. Bir parça hayal kırıklığı tabii... Ya da tam tersi, yönetmenin ilgili roman, öykü veya çizgi romandan parlak bir bakış açısı veya derinlik yakalaması ve bunu bizlere sunması ile keyfim yerine geliyor. Okuduğumdan edindiğim zevk, bu kez görsel bir zevk haline gelip ikiye katlanıyor. O zaman film de, ona kaynaklık eden edebi eser de gözümde daha çok değerleniyor. Bundan sonra her ay - bir aksilik olmazsa - Gölge e-Dergi’de benim geçmiş zamanlarda yaptığım bu zevkli yolculukların eserlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Buyurun, yolculuğa başlıyoruz:

Bir Çizgi Roman Klasiği: V FOR VENDETTA Çizgi roman tarihinde saygın bir yeri olan “V For Vendetta”’yı Alan Moore yazmış ve David Lloyd resimlemiştir. Normalde 10 sayılık bir çizgi roman serisi olan bu eser 1981’de kurgulanmaya başlanmış, 1980’li yıllarda fasikül olarak çıkmaya devam etmiş, en son DC Comics tarafından 1988 yılında toplu olarak yayınlanmıştır. Ülkemizde ise Arka Bahçe Yayıncılık tarafından 2006 yılında yayınlanmıştır. Eser, saygın bazı yayınlarda ve listelerde “En İyi 100 Çizgi Roman” arasında gösterilir. Konu İngiltere’nin geleceğinde geçer, bu da 1990’lı yılların sonlarıdır. Ülke faşist bir yönetim altında ve sözde “demokrasi” ile yönetilmektedir. Halk, uygulanan politikalardan dolayı genelde korku içerisindedir ve sesi pek çıkmamaktadır. Bu duruma karşı gelen ve “V” ismi ile bildiğimiz şahıs, maskesi, şapkası ve pelerini ile ortaya çıkar ve geçmişte kendisine yapılanların intikamını da katarak savaşı tek başına başlatır. Kimlik olarak gerçekten İngiliz tarihinde yaşamış olan Guy Fawkes karakterini – tabii giysi ve maskesini

48


Edebiyat ve Sinema

de – kendisine örnek alan V, daha sonra Evey karakteriyle karşılaşacak ve heyecan dozu gittikçe artacaktır. Guy Fawkes, İngiliz Parlamento Binası’nı 1605’in 5 Kasım günü havaya uçurmak istemiş fakat yakalanarak 1606’da idam edilmiştir. Halen İngilizler 5 Kasım’da “Guy Fawkes Günü Eğlencesi” düzenlerler ve G.Fawkes kuklasını yakarlar ve eğlenirler. Alan Moore, çizgi romanda ise, bu karakteri İngiliz halkının tersine V karakteri aracılığıyla yüceltir ve onun niçin bu şekilde davrandığına odaklanır. Olay örgüsünün temelinde bir “intikam” olduğunu çizgi romanı okudukça görürüz. Zaten eserin adı da buradan gelmektedir. Vendetta, İngilizce’de “kan davası” demektir. Eserin aldığı en önemli eleştiri, şiddeti ve anarşiyi övmesi, yüceltmesidir. Alan Moore eseri yazdığı dönemde Thatcher hükümetinin yanlış ve faşist politikalarını da abartarak çizgi romanda kullanmıştır. Çizgi romandaki gerek metin gerekse çizimler kasvetli ve ümitsiz ortamı çok iyi yansıtır ve çok başarılıdır.

Bir Özgürlük Çağrısı: V FOR VENDETTA Filmi Çizgi romanı okuyup hayran olan Wachowski Kardeşler, yönettikleri Matrix serisi filmine daha başlamadan eserin yayın haklarını alıp senaryoyu yazmaya başlamışlardır. Ancak Matrix serisi filmleri tamamlanınca filmin yönetmenliğini değil ama yapımcılığına ortak olmuşlardır. Filmi James McTeigue yönetmiştir. Filmin başrollerinde duru ve sade güzelliği ile Natalie Portman (Evey) ve maske ardındaki etkileyici sesi ile Hugo Weaving (V) bulunmaktadır. Film, 2005 yılında tamamlanmış fakat 2006 yılında gösterime girmiştir. Çizgi romandan farklı olarak zaman, 2028 sonrasıdır. Ayrıca dayandığı politik konusu üzerinde de senaryoyu yazan Warchowski Kardeşler tarafından bazı değişiklikler yapılmıştır. Çizgi romana benzer ve daha vurucu biçimde herkes kontrol altındadır ve yönetimin aleyhine olan haberler sansürlenmektedir. Film, gerilim- bilimkurgu türüne girer. Aksiyon ve dövüş sahneleri etkileyicidir. Fakat en önemlisi

49


Edebiyat ve Sinema

vermek istediği mesajdır. Özgürlüğü yüceltir, eserde baskıcı ve zorba iktidarı eleştirip haklara ve demokrasiye sahip çıkmak gerektiği anlatılır. Özellikle film, V’nin söylediği bazı repliklerle ünlenmiştir. Bunların en ünlüleri şöyledir: - - - - - -

Hatırla, hatırla Kasım’ın 5’ini. Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, ve fikirler kurşun geçirmez. Kuvvet birlikten, birlik inançtan doğar. Halklar hükümetlerinden korkmamalıdır, hükümetler halklardan korkmalıdır. Sana ait olan her şeyi senden aldılar. Etkinin aynı oranda ters tepki yaratacağı, evrenin temel kuralıdır.

Evey karakterindeki Natalie Portman, en etkileyici performanslarından birini oynamaktadır. Masumiyet idolü bir konumda ve görünümde iken V ile işbirliğine gitmesi ve dönüşümü etkileyicidir. Hugo Weaving ise maskesini hiç çıkarmadan, sesi aracılığı ile kendini göstermektedir. Film birçok kategoride ödüllere aday olmuş ve bazı ödüller almıştır. İngiltere hariç, gösterildiği birçok ülkede yüksek hâsılatlar elde etmiştir. IMDB (İnternet Movie Database) sitesinin listesinde izleyicilerden yüksek puanlar (Ortalama: 8,2) ve eleştiriler almış ve “Tüm Zamanların 250 Filmi Listesi”ne girmiştir.

Son Söz ve Eserin Çağrıştırdıkları: Gerek çizgi romanın, gerekse filmin üst kalitede olduğunu belirtmek gerekir. Önce çizgi romanını okuyup sonra filmini seyretmek bence en güzelidir. Her ne kadar çizgi romanın bazı fanatik okuyucuları,

50


Edebiyat ve Sinema

filmi bazı yönlerden eleştirse de ve hatta bazı “çok bilen” eleştirmenler filmi pek beğenmese de seyredilmesi tavsiye edilecek filmler arasındadır. Üstelik günümüzde dünyadaki bazı gelişmeler de filmi önemli ve güncel kılmaktadır. Malum olduğu üzere çok yakın zamanda Fransa’dan Tunus’a, İtalya’dan İngiltere’ye hatta ülkemize kadar birçok yerde, katılımcılarının çoğunluğu üniversiteli gençler olan protestolar veya isyanlar sayıları artarak dünyada olagelmektedir. Alan Moore’un hayalindeki ve belki de öngörüsündeki haklarını arayan veya demokrasi isteyen insanlar belki maskeli değil ama maskesiz olarak meydanları daha fazla doldurmaya başlamıştır. Hatta Avrupa’da bazı ülkelerde V maskesi ve kostümü protesto simgesi olarak bazen kullanılmaktadır. Ülkemizde de geçtiğimiz günlerde Bodrum’da birçok yerde duvarlar V simgesi ile kimliği belirsiz kişi veya kişilerce boyanmıştır. Bir eserin gücü, beğenelim veya beğenmeyelim topluma yansıması ve etki gücü ile de önem kazanabilir. Bu bakımdan, eserin gerçek yaratıcısı Alan Moore şimdilerde eseri ve günümüzde yaşananlar ile ilgili ne düşünüyor bilemiyoruz. Bu arada, yaşananlara bakarak, dünyada belki de Pandora’nın Kutusu’nun açıldığını ve daha çok demokrasi, eşitlik ve hak aramak isteyenlerin sayısının daha da artacağını söylemek acaba kehanet mi olur?

Önümüzdeki Ay: “On Küçük Zenci” (Agahta Christie) romanı ve film uyarlamaları

Caner KELER caner88caner@gmail.com

51


Öykü

Fotoşipşokçular Cevat Yorulmaz, 66 gün önce 60 yaşına bastığı günün ertesinde, oturma odasındaki divanda uyandığında, önündeki saatlerin hayatını sonsuza dek değiştireceğini bilemezdi. Dün akşam tek kişi için organize ettiği partide çok içmiş ve yatak yerine divanda sızmıştı. Sabah, tuvaletin zemini kusmuklarla bezeliydi. Gece midesinde ne varsa çıkarmıştı. Defalarca. Ona rağmen başı hâlâ zonklamakta, midesi de yanmaktaydı. Üç ay önce 21 yıllık karısından resmen boşanmıştı. Kadın annesine taşınmıştı. Bir yıldır orada kalmaktaydı zaten. Çocukları olmamıştı. İşi de yoktu. Çalıştığı firmadan zoraki emekli edilmişti geçen yıl. 1305 lira emekli maaşıyla. Artık hurdaya atılmış bir mimar eskisiydi. Muntazaman görüştüğü bütün kimseleri, karısının vesilesiyle tanıdığı, kadının yokluğunda belli olmuştu. Su çekilince karaya oturmuş ıskartalık bir sandal gibi tek başına kalıvermişti. Hayatını renklendirmek için yeniden bir şeyler kurması gerekiyordu. Hobi, gezi, yeni bir hayat arkadaşı araştırmaları vb. O günden sonra bunun için hiçbir şey yapmasına gerek kalmamıştı. O gün ardı ardına yuttuğu parollere rağmen, beyninde trampet soloları eşliğinde Beşiktaş’ta gezinirken, peşin parayla 470 liraya aldığı Niclon Coolpix S 666 model bir fotoğraf makinesi hayatını sonsuza kadar değiştirmişti. Makinenin içinde arzuladığı tüm renkler fazlasıyla mevcuttu. Böylesini hayal bile edemezdi. Daha önce bir sürü fotoğraf makinesi edinmişti. Bu farklıydı. Çünkü fotoğrafını çektiği insanların şahsi bilgilerine ulaşabilmekteydi. Bu bilgiler fotoğrafa bakarken kafasına doluşuyordu. İnternetten film indirmek gibi bir şeydi adeta. Çektiği fotoğraflara dizüstü bilgisayarında bakarken hemen hepsinde garip ve şeffaf lekeler olduğunu görünce aynı anda üç makineden de şüphelenmişti. Tefekkür makinesi, yani kafası, yerindeydi. Ekran dışında hiçbir yerde o şeffaf şeyleri görmüyordu. Dizüstü de iyi durumdaydı. Sadece o makinenin çektiği filmlerde bir numara vardı. Demek ki hikâye Coolpix S 666’daydı. Tam makineyi aldığı yere götüreceği sırada şeffaf şekillerin ilk sır düğümcüğünü çözüvermişti. Oturduğu apartmanın kapıcısı İsmet sayesinde olmuştu bu. Adamın bir gün önce ricası üzerine resmini çektiğinde sol elinde hafif bir solukluk vardı. Ertesi gün adamın o eli sarılıydı. Kalorifer kazanını onarırken bileğini burkmuştu. Birkaç denemeden sonra Cevat, Coolpix S 666’nın insanların o andaki durumunu ya da yakın geleceğini gösteren bir hassaya sahip olduğunu keşfetmişti. İsmet’in renkli basıcıdan çıkan fotoğrafını çerçeveletmişti sonradan. Bir milattı. Şeffaf şekillerin çoğunu da deşifre edebilmişti. Basit ve biraz çocuksu sembollerdi zaten. Cepleri şiş; paralı ya da para alacak, sevinçli; gülümseme, üzüntülü; iri mahzun gözler, hamile; yanında yürüyen minik şeffaf çocuk, doktor; göğsünde stetoskop, kötü; elleri aşırı büyük ve kıllı, eşini aldatan kadın; iki omzunda sağında solunda erkek yüzleri, eşini aldatan adam keza omuzlarında kadın başlarına sahipti. Öfkelinin gölgesi çimenlik gibi kabarıktı. Hastaların arızalı organlarının üzeri lekeli çıkıyordu. Bir hastaneye giren çıkan insanların fotoğraflarını çekerek bunu kesinlikle bulgulamıştı. Daha başka şeyler de vardı. Kendini asla soğutturmazlar mevcuttu. Bu kimseler kamerada hiçbir şekilde iz bırakmayanlardı. Yüz hatları da iyi seçilemiyordu. İçine korku salıyordu. Sayıları çok azdı neyse ki. Cevat, Beşiktaş’taki o dükkâna gidip Niclon Coolpix S 666 marka fotoğraf makinesi almak istediğini söyleyince satıcı şaşkınlıkla böyle bir markanın mevcut olmadığını söylemişti. Kapıcı İsmet sayesinde

52


Öykü

53


Öykü makinenin ne denli özel bir aparat olduğunu keşfedince bir yedeğini satın almak istemişti. Bulsa iki yedek bile alırdı, ama yoktu. Hiçbir kimse böyle bir kameranın varlığını bilmiyordu. O gün ona aleti satan genç bayanı da tanımıyorlardı. Burada yıllardır öyle biri çalışmıyor, demişti patron bahsi geçince. O anda Cevat az kalsın sol cebinde duran kamerayı çıkartıp gösterecekken hissi kablel vukuyla bunu yapmamıştı. Gösterirse makine hassasını yitirecek korkusunu iliklerinde hissetmişti. O akşam bakkaldan ekmek almış dönerken kısa boylu, tıknaz yapılı, gür beyaz saçlı bir adam önüne çıkıvermişti. Apartmanın dış kapısının önündeydiler. Kendini tanıştırmış ve telefonla konuşmak istediğini söylemişti. Fotoşipşok ona ait bir terimdi. Niclon Coolpix S 666 ve yakın geleceği muştulayan şeffaf lekeler sözcükleri bütün kapıları açmıştı. Cemal Bey’de de Niclon Coolpix S 666 bir kamera vardı. Üstelik çok ilginç tezlere sahipti. Emekli fizik öğretmeniydi. O kamerayı aldıktan sonra çalıştığı dershaneden ayrılmıştı. Fotoşipşokçuluk yoğun dikkat ve ilgi isteyen bir uğraştı. Kendi de başka hiçbir şey yapamaz, hatta düşünemez haldeydi. Adam makineyi aynı saatlerde, aynı dükkândan aldığını iddia etmekteydi. Bir seri garabet nedeniyle kolayca reddedebilecek bir şey değildi bu. Adamın telefon numarası yazılı kâğıdı almış ve dairesine çıkar çıkmaz onu aramıştı. Taksideydi. Senden uzaklaşıyorum. Böyle yapmamız lazım. Sezgilerim güçlüdür. Bir makine ikimize bölünmüş ve yine de bütün kalmış şeklinde bir düşüncem var. Makinenin böyle bir hassa kazanmasının sebebi bu bile olabilir. Niclon Coolpix S 666, google’a ilk baktığında yoktu. Şimdi de bazen var, bazen yok, öyle değil mi? Ben yıllarca fizik dersi verdim. O kamerayı aynı yerden, aynı saatte aldık. Birbirimizi görmedik. Piyasada öyle bir kamera yok. O satıcı kız da yok. Dahası makineyi o dükkândan değil başka yerden aldık. Aklımızda o dükkân kaldı. Bunun ne demek olduğunu düşün. Fotoşipşokçu olmak muazzam bir artıydı. Cevat kendini yenilenmiş hissetmekteydi. Kendine inanılmaz derecede güveniyordu. Canı hiç sıkılmamaktaydı. Yatağa ne zaman yatarsa yatsın sekiz saat mışıl mışıl uyuyordu. Ne içkiye, ne de uyku ilacına falan gereksinimi kalmıştı. Sıhhati kükrüyordu. Midesindeki ülser kış uykusuna yatmış gibiydi. Ne yerse yesin ağrılı faturalar yollamıyordu. Ömür boyu kontratlı baş ağrıları Okyanusya’daki bir ada ülkesine iltica etmişti sanki. Başı billur gibiydi artık. Sabah kahvaltıdan sonra dışarı çıkıyor akşama kadar sokakları arşınlayarak milletin fotoğrafını çekiyordu. Bazen de içindeki hisse uyarak gece mesaisine kalıyordu. İlk üç hafta böyle geçmişti. Bu arada önceden fotoğrafını çektiği bazı kimseleri bulup yeni durumlarını ölçme aşamasına geçmişti. Bunlardan birisi Atilla adlı bir pavyon kabadayısıydı. Cepleri kabarık, elleri kıllı fotoğrafları, içinde tiksinti ve öfke uyandırmaktaydı. Fotoşipşokçuluk pahalı bir hobiydi. Elinde dizüstü bilgisayarla gezerken çeşni için girip çıktığı yerlerde bayağı masraf yapmaktaydı. Günlük yemek, içki, sıcak içecek için yüz lira az geliyordu bazen. Buna ilginç birini takip için bindiği taksiler, metrolar vb. eklenirse rahatça 150 liralık bir ortalamaya ulaşıyordu. İki haftada bankadaki parası tükenmişti. Atilla’ya bir ders vermeyi düşündüğünde kredi kartıyla borç inşa etme dönemine girmişti. Elleri bu kadar kocaman ve kıllı birinden biraz kredi çekmek fena bir fikir değildi. S 666 zihni açan bir makineydi. Atilla’yı hiç kıllandırmadan takip edebilmeyi böyle başarmıştı. Adamın az sonra ne yapacağını hissediyordu. Cevat orta boylu, tonton amca tipli, elinde bir dizüstü bilgisayarı taşıyan, iyi giyimli biriydi ayrıca. Adamı ışığı yarım yamalak yanan apartman boşluğunda kafasına önceden tedarik ettiği demir çubukla bayıltmış ve cebindeki şişkinliği söndürmüştü. 18.655 lira ve Parabellum tabanca ganimeti ilaç gibi gelmişti. Yalnız ertesi sabah gazetelerde adamın öldüğünü öğrenince sarsılmıştı. Çok değil, ama biraz. Filmlerde enselerine bu tür darbeleri yiyenler birkaç saat içinde ayağa kalkar ve serüvene kaldıkları yerden devam ederlerdi. Neyse ki, onunla ilgili bir tanık vb. mevcut değildi. Çabucak silmişti Atilla’nın abus suratını vicdan kayıtlarından. Unutuyorsun gereksiz her şeyi. Ben de öyle. Uykum öyle kesif, öyle keyifli derin ki... Vicdan çukurundan gelen seslerin üstü örtülü. Bir zamanlar şiir yazardım. Hobi olarak.

54


Öykü

55


Öykü Şiirim de o çukurun içinde gömülü artık. Aklımda hep sen varsın. Bazen sokakta ansızın karşına çıktığımı, ya da rastlantıyla karşılaştığımızı hayal ederek soğuk terler döküyorum. O gün seni bakkaldan çıkarken gördüğümde hissettiğim duyguyu anlatamayacağım. Kuleden Aşil’le çarpışmak için inen Hektor gibi hissettim kendimi. Sonra düşündüm. Tam öyle değil. Biz iki Hektor’uz. Aşil o makine. O tek ve ölümsüz. Eğer aceleyle evden çıkarken S 666’yı yanına almayı unutmasaydın şu anda bu sözcükleri duyamayacaktın. İkinci vaka yoldaydı. İkinci cinayeti genç karısını sürekli döven bir adamı hizaya getirmek için işlemişti. Moda’da sık sık gittiği Melissa adlı kafeden tanıdığı bir çiftti. Dizüstünün ekranında kadının hüzünlü gözlerine bakarken bir kere bakışları karşılaşmış ve kadın hafifçe gülümsemişti. İşte bu gülümseme tetik olmuştu. Bu defa niyeti bu çok arzu ettiği kadına işkence eden adamın biletini kesmekti. Adamın üç taksisi vardı. Birinde de kendi çalışıyordu. Feneryolu’nda sabit yeri vardı. Planını ikinci denemesinde uygulayabilmişti. İlk defasında o kadar beklemesine rağmen bir türlü adama denk gelememişti. İkinci kez durağın karşısındaki pidecide otururken avının bir işten geri geldiğini görmüştü. Saat on bire geliyordu. Durakta başka taksi yoktu. Hemen arabaya binmiş Kozyatağı’na gitmek istediğini söylemişti. Yolda bir ara tenha bir ara sokakta durduklarında tek kurşunla ensesinden vurmuş ve arabadan çıkıp gitmişti. Ertesi gün gazete ve televizyon haberlerinden o sokağın sandığı kadar tenha olmadığını anlamıştı. Biri taksi durağındaki uykulu yüzlü şişman adam olmak üzere dört şahit vardı. Dördü de onu farklı farklı tasvir etmekteydi neyse ki. Nasıl bir amansız güç değil mi bizimki? Herkesin düşünce röntgeni elimizde. Ortalıkta suç işliyoruz, kimse doğru dürüst tasvir edemiyor tipimizi? Biliyor musun neden? Çünkü tek bölündü, iki bütün oldu. Sen ve ben esas tiplerimizden sıyrıldık. Beni görmeyi çok istiyorsun. Deneyimlerini paylaşmak için can atıyorsun. Kimseye bir şey anlatamamak çok ağır bir yük. Ben de öyle hissediyorum, ama senle asla bir araya gelemeyiz. Asla. Yegâne görüşmemizde hangi felaketin eşiğinden döndüğümüzü bir bilsen. Diğer iki cinayetin kayıtları zihninde bayağı muğlâktı. Birini para için, diğerini sadece kötü biri olduğundan temizlemişti. Parabellum harika iş çıkartmaktaydı. Şimdi İstanbul’da yepyeni bir seri katilden söz edilmekteydi artık. Peşinde polis ve medyadan oluşan bir ordu vardı yani. Bu nedenle işi sağlama bağlamış ve tabancayı ıssız bir kıyıda denize fırlatmıştı. Listesinde yeni kurbanlar belirirse icabına bakacaktı artık. Koskoca metropolde temizlik malzemesi sıkıntısı çekeceğini hiç düşünmüyordu. Ne içindi bütün bunlar Cevat? Evvelsi gün 60 yaşına bastım. Tek başıma ve mutlu. Karım üç yıl önce kanserden öldü. Kızım evli, Kanada’da yaşıyor. Telefon etti bir dakika konuştum. Bir bahaneyle kısa kestim yani. Sesimden bir şey hissetmesinden korktum. Yaş günümde sevdiğim herkes yanımdaymış gibi mutluydum. Şu Allahın belası makine nedeniyle. Altı kişiyi öldürdüm. Arkası da gelecek. Bu kesin. Sen de benim gibisin. Ne için bütün bunlar? O izi kaydı olmayan asla soğurulamazların işi mi yoksa? Onları bal gibi biliyorsun. Neden şu ana kadar sözünü etmedin? Neden Cevat? Neden? Cevat, sayısız kereler o kimselerin kim olabileceğini düşünmüştü. S 666’ın dokunamadığı bir yere ait olmalıydılar. Bunların sayısı çok azdı. Tek tük birine denk geldiğinde yolunu değiştirip uzaklaşıyordu. Bunun dışında Cemal gibi olan biten her şeyi anlamak için kafasını yormuyordu. Kendisine çok özel bir hayat dilimi nasip olmuştu. Bu kadarı yeterliydi. Üç hafta kadar önce karısıyla sokakta tesadüfen karşılaşmışlardı. Kadın ondaki değişikliği, ‘Gençleşmişsin adeta,’ demişti, yeni bir sevgiliye yormuştu. Sevgili vardı gerçekten, ama etten ve kemikten değildi. Bu yeterliydi. Beyninin uzak bir köşesinden işlediği cinayetleri lanetleyen bir ses vardı, ama çok ırak ve takatsizdi. Belki bir test bütün bunlar. O zaman başkaları da olmalı? Olsa hissederdik ama. Bizler ilkleriz belki. Ne için? Bunu iyi düşünmemiz lazım. Özel yaşamları kemirerek ve insanları telef ederek ne kadar gidebiliriz? O asla soğurulmazlar kimler? Sakın S 666 değil de, sen, ben, biz alet olmayalım? Vicdanı uyuşturulmuş aparatçıklar.

56


Öykü Cevat, saat tam 17.56’da İstanbul’un aort damarı olan İstiklâl Caddesi’nin Taksim Meydanı’na insan pompaladığı yerdeydi. Cumhuriyet Anıtı’nın resmini çekiyor gibi yaparken gözü heykelin önünde tek başına duran siyah saçlı genç kadındaydı. Kırmızı kazak ve siyah pantolon giymişti. Orta boylu, balıketi kıvamında, hoş bir hatundu. Saatine bakmasından birini beklediği belliydi. Az önce bir kafede resmini çekip bilgisayara yüklediğinde sağ elinin parmakları kanlı çıkmıştı. Bu cinayetti. Kadın yakında bir cana kıyacaktı. Daha önce de böylelerine rastlamış, ama izini sürememişti. İçinden bir dürtü arkasından git, bulduğun ilk fırsatta eylemini yapamayacak hale getir diyordu. Dürtü çok güçlü olduğundan kadının niyetinden emin olmalıydı. Hemen alışkın hareketlerle fotoğraf makinesinin kablosunu yanındaki dizüstüne bağladı. Bilgisayarı çalıştırdı. Küçük ekranlı ve hafif bir model olduğu için ayakta durması sorun olmuyordu. Bugün çektiği sekiz, dokuz fotoğrafın altısı kadına aitti. Son iki kareye bakınca hiç şüphesi kalmadı. Kadının ellerindeki kan gerçekti. O halde gerekeni yapacaktı. “Demek buradasın Cevat?” Cevat bilgisayarı kapatırken üç metre önünde beliren Cemal’i görünce apıştı kaldı. Gözü gibi baktığı dizüstü ellerinden çözüldü ve koruyucu çantasıyla beraber yere düştü. Birkaç saniye önce bağlantı kablosunu söktüğü için fotoğraf makinesi bu durumdan etkilenmemişti. “Ne istiyorsun?” “Bu işe bir son vermemiz lazım.” Cevat’ın aylardır bilinçaltında duran şey yüzeye çıktı. Belki bin defa aynada kendi fotoğrafını çekip incelemek istemiş, ama bundan korkuyla vazgeçmişti. Kendisinde şeffaf bir işaret var mıydı? Varsa ne türdü? Bunu çok merak etmesine rağmen elini bir kutu akrebin arasına daldırmak olacağını sezdiği şeyi yapmamıştı. “Bunu yapmak şart mı?” Cemal acı acı gülümsedi. “Daha fazla dayanamayacağım Cevat.” Cevat, kırçıllı takım elbise giymiş adamın hislerini çok iyi anlıyordu. Kendisi de aynı şeyi yapmak için yanıp yakılmaktaydı. İki orta yaşlı adam birbirlerini süzerek hazırlıklarını tamamladılar. Civardaki insanların dikkatini henüz çekmemiş olmalıydılar. Kimse durup onları izlemiyordu. İkisi de diğerini aynı anda fotoğraf makinesinin ekranında ortaladı. Cevat bütün dikkatini yaptığı işe vermişti. Kalbi yüz metre koşuyorcasına hızlanmıştı. Çevrelerinde ansızın beliren, onlara bakan kimselerin şöyle böyle farkındaydı. Parmağı deklanşöre dokunduğunda hava karanlık olmamasına rağmen flaş bütün gücüyle patladı. Normal bir parlama değildi. Mevcut gün ışığını karartmıştı adeta. Cevat parmakları arasındaki makine yok olunca hayretle Cemal Bey’e baktı. Onun elleri de boştu. Tek boş olan parmakları değildi. Kelimeler de boşalmıştı. Ağzını bir şey söylemek için boşuna açtı. Düşünceleri bir makarna süzgecinden geçen sıvı gibi hızla boşaldı. Gözleri ekranını kararttı. Zihni sus pus oldu. Bilinci bir arı sürüsü gibi bedeninden sıyrıldı ve onları çevreleyen kimselere doğru hızlandı. Bunlar normal insanlar değildi. O asla soğurulmazlardı. Cevat ve Cemal Bey’lerin 66 günlük marifetlerinin kayıtları bu kimseler tarafından hazla soğuruldu. NOT: Ertesi gün basın ve yayında tek tük yorumlar çıktı. İki altmışlık arkadaş Cumhuriyet Anıtı’nın önünde saat tam 6’da (18.00’de ya da) kalp krizi geçirerek ölmüştü. Otopsi sonucu beyin kanaması teşhisi konması önemli değildi. Kalp krizi daha etkili oluyordu okurda. Kimse olayı daha fazla kurcalamadı. İstanbul’da beliren seri katil 3. cinayetten sonra inine çekildi falan yazıldı aylar sonra. Bu arada tek ve yegâne S 666, sahip değiştire değiştire hizmet vermeye devam etmekteydi. Kim şimdi bu aletlerden bir tane edinmek istemez? Hayır diyen elime mum diksin. Öykü: Sadık YEMNİ

57

Illüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Sinema

Tabutta (sinema endüstrisine) Röveşata

Bir prodüktör olsam ve bir yönetmen elinde bir senaryo ile bana gelip, aklında 95 dakika boyunca bir aktörü tabutun içine koyduğu bir film çekeceğini söylese, sanırım en hafif tepkim “Git işine!” olur, direkt kapıyı gösterirdim. Ama sinema endüstrisi bizi şaşırtmaya devam ediyor. Bu yıl Frozen'dan sonra ikinci ve daha büyük şoku yaşatan film Buried oldu. Rodrigo Cortés'in yönetip tek başına bir oyunculuk gösterisi yapan Ryan Reynolds'ın rol aldığı Buried, canlı canlı bir tabuta gömülen Paul Conroy'un yaşam mücadelesini anlatıyor. Ryan Reynolds'ın yarattığı Paul

58


Sinema

karakteri seyircinin kalbini kazanırken, en gerilimli anlarda ince bir mizahla ortamı biraz rahatlatarak filmin iyi bir denge yakalamasında da yardımcı oluyor. Sivil bir kamyon şoförü olarak Irak’ta taşımacılık yapan Paul Conroy daha sonra öğreneceğimiz üzere Iraklı saldırganlar tarafından pusuya düşürülüyor ve kendini yerin altında bir tabutta buluyor. Zippo’su ile

59


Sinema

etrafı kolaçan eden Paul neler olduğunu anlamaya çalışırken bir telefon sesiyle kendini toparlıyor. Karşıdaki ses Amerika’nın kendilerine para vermesi durumunda onun yerini söyleyeceklerini ve kurtulacağını söylüyor. Paul'un asıl mücadelesi de bundan sonra başlıyor. Şarjı bitmekte olan cep telefonuyla ailesine, şirketine ve ordu yetkililerine ulaşmaya çalışan Paul aynı zamanda çökmekte olan toprak ve yılan gibi yeraltı mahlûkatları ile çarpışarak yaşam mücadelesi veriyor. İspanya, ABD, Fransa ortak yapımı olan Buried, Amerikan bağımsız sinemasının yolundan giden, bir tabutun içinden Amerikan kapitalizminin hainliklerini, Irak Savaşı’nı, oradaki sivillerin durumunu anlatan dolu dolu bir gerilim filmi. Yarattığı klastrofobik tekinsiz ortam ve artan gerilim ile adeta bir ders niteliğinde. Chris Sparling'in seyirciyi sürekli merakta bırakan, işin içinde başka işler olup olmadığını düşündüren ve gerilimi adım adım tırmandıran senaryosu ile Cortés'in karanlık ortamdaki farklı kamera denemeleri ile film bir başyapıt olma özelliğini taşıyor. Ancak tabii ki genel seyirci kitlesi için çok hırpalayıcı gelecektir. Özellikle kapalı ortam korkunuz varsa uzak durmanız gereken, panik atak geçirmenize neden olabilecek bir film Buried. Kill Bill (2003)'i seyrederken en çok etkilendiğim sahnelerden biri Gelin’in mezara canlı canlı gömülmesi ve oradan kurtulma çabası idi. Sanki Buried da o sahneden sonra ortaya çıkmış bir senaryo gibi. Dış dünya ve suçlular ile sadece bir telefon vasıtası ile konuşulması da filmi biraz Phone Booth (2002) havasına sokmuş. Ancak yanlış anlaşılmasın bu benzetmelerim filmin özgünlüğüne herhangi bir leke sürmek için değil, sadece film boyunca o karanlık ortamda aklıma gelenlerden ibaret. Buried iyi bir filmin üç sacayağının (Hocalarımız çok kullanırdı içimde kalmasın diyerek yeri gelmişken kullanayım dedim) olduğunu, iyi bir senaryo, iyi bir yönetmen ve iyi bir oyuncu ile bir filmin çekilebileceğini gösteriyor. Gerilim ve bilinmezliğin git gide arttığı film, beklenmedik bir finalle de son şok dalgasını vurarak adeta ağzımızın payını da vermiş oluyor. İleride Buried'ın değeri belki de daha iyi anlaşılacaktır. Sinemanın 3D, aksiyon ve şiddetten oluştuğu son dönemde Buried saf bir sinema seyirliği olarak beni zevkten dört köşe etti. Eğer çarpıntı tutmazsa, sinirlerinize güveniyorsanız kaçırmayın. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

60


Öykü

Bilge Baykuş Bilge Baykuş Söyle Sende Nem Kaldı Gece karanlığında arabamın tam önüne konan baykuşu görünce güldüm.”Ne arıyorsun sen burada?” “Ben hep buralardayım, asıl sen ne arıyorsun burada? Tabelaların şaşırttığı alelâde bir yolcu musun? Yoksa sen mi tabelaları şaşırttın?” dedi. “Gezemediğim zamanlarda bile ruhum bedenimde geziyordu zaten,” dedim. Uçtu. Çatal yol ayrımında, kalbim sola, mantığım sağa dön, dedi. Bu defa mantığıma yenik düştüm. Tabii ki çok sürmeyecekti. Mecburi istikametten sapıp neyi okuyacaksa okuyamadığı için en yüksek bedelden ceza kesen OGS gişelerinden çıktıktan sonra gecenin karanlığının denizin nemli kokusunun burnuma dolmasına engel olamadığı Kandıra yolundaydım artık. Kefken’e devam eden yol üzerinde küçücük bir tabelaydı Kerpe. Dar, yol çizgisi bile olmayan, kenarı ağaçlıklı bir yoldan kısa bir mesafe sonra ulaştığım bir Karadeniz sahil beldesi. Ayaklarım, bütün gün güneşin kızdırıcı etkisinden nasibini almış denizin ılık suları ile buluştuğunda çoktan kararımı vermiştim bile: Gece denize girecektim. Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç hepsi denizde zaten. Buranın da olayı bu. Su o kadar temiz ve o kadar ‘git git buranda’ bir derinlikte ki çoğu pis sahillerde gündüz bile ayağıma ne değdi diye irkilirken insan; burada evindeki küvetten daha güvende.

61


Öykü ‘Aynı suda iki kez yıkanılmaz’mış bunu duymuştum; ama bir su aynı ‘sen’i de iki defa yıkayamazmış. Bunu öğrendim o gece. Bundan önce gündüz gözüyle girdiğim deniz geceleyin daha bir muhabbetle karşıladı bu seferki ‘ben’i: “Bekliyordum seni, o günbatımından beri.” Deniz kenarında gece denize girilirse ‘denizden babam çıksa yerim’ de denir. Güveçte karides nefis, sohbetli sunumu da cabası. Tatilcilere alışmış, kanıksamış, hatta doymuş güney sahili insanlarından bir farkı var burasının. ‘Sen gelmesen de biz nasıl olsa para kazanıyoruz zaten’ bakışı yok burada garsonlarda ve iş yeri sahiplerinde. Henüz misafirperverlikle paraperverliğin yerini değiştirmemişler. “Anne n’olur bi çizgi film daha izleyip yatacağım,” der ya çocuklar; n’olur bir kere daha gireyim denize öyle ayrılayım buradan. Nerede başlayıp, nerede bittiği belli olmayan iki şehirden biri olan İzmit; Marmara’sında şilepleri, Karadeniz’inde insanları yüzdürürken, ben ayrılıyorum ondan. Sonrası otobanlar cadde, karayolları sokak, şehirler mahalle, mahalleler ev olarak küçülüyor gözümde. Ta ki gecenin karanlığında bir baykuşa rastlayana kadar. “Neyse, OGS cihazını en sonunda okutmayı başardım,” diyorum. “Hayat da otoban gibidir,” diyor. “Yanlış giriş ve çıkışları kullananlar cezayı en yüksek bedelden öderler.” Bir dahakine tüm koltukları teflonla kaplatalım madem, oturanlar yapışamasınlar bu defa. (Yol boyunca çalan: “Bir sürüye katamadım ben beni.”) Öykü: Tuğba TURAN

62

İllustrasyon: Bora AŞIK


Roman İnceleme

Esrarname “Bazı hikâyeler gerçektir. Esrarname’nin hikâyesi de onlardan biri… Ne var ki yazmaya başlamadan evvel bunu ben de bilmiyordum. Hiç olmayan bir meseleyi icat edip anlatıyormuş değil de, zaten var olan bir hikâyeden bahsediyormuşum hissine kapıldım sık sık. İşte bu yüzden belki de, bir müddet sonra ben de inandım Esrarname’nin varlığına…” diyor yazar… Anlattığına önce kendisi inanmayan bir yazar, buna okuyucunun inanmasını beklememeli. Hele okuyucu hikâyenin kahramanlarının varlığına ikna olmamışsa o hikâyeyi hiç anlatmamak belki de daha iyidir. Bu açıdan düşünüldüğünde Esrarname inandırıcı bir gerçeklik sunuyor okura… Romanın, şimdi bizim ‘bilim’ dediğimiz o “her şeyin eğlencesini kaçıran” mefhumun henüz meşhur olmadığı zamanlarda geçmesi bir avantaj… Çünkü o zamanlarda her şey mümkündü. Karanlık bastığında evlerde anlatılan, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, çocukların ödünü patlatan hikâyelerin kahramanı devler gerçekti. Sihirli lambadan çıkan cin belki de birazdan önlerinde bitecekti. Kimse çocuklara “dev yoktur, en uzun insan olsa olsa iki buçuk metredir,” deyip eğlencenin tadını kaçırmıyordu. İşte böyle bir zamanda geçen bir hikâye daha inandırıcıdır okurun indinde… Romanın oryantal bir havası var. Bin bir gece masalları nasıl büyüleyiciyse, okuyucu da Esrarname’den aynı tadı alabilir, aynı motifleri hissedebilir. Zaten bildiği bir şeyi okumak istemeyecek olan bir okur ise Esrarname’nin gizemli yanından büyük keyif alacaktır. Bir de –belki de en önemlisi- süper kahraman meselesi var. Romanda bir Osmanlı süper kahramanı var. Halk kahramanlarından biraz farklı, çünkü onun süper güçleri var. Bu süper kahraman uzaydan gelmemiş. Radyoaktif hayvanlar tarafından ısırılmamış. Zira bunlar hiç inandırıcı değil. Kabul edelim ki Türk insanı bunlara inanmak ister gibi görünse de inanmaz. Bizler devlere, cinlere, büyü yapan kocakarılara, muskalara inanan insanların neslindeniz. Bu sebeple romanın süper kahramanı da süper güçlerini bize hiç yabancı olmayan bir yöntemle, yani büyülerle elde ediyor. Tabii bir de iyiyle kötünün mücadelesi var. Bu olmazsa kimse hikâyeyi dinlemek istemez herhalde… Tüm bunlar hesaba katılarak bütün detaylarıyla zihinlerde belirecek şekilde yazılmış bir roman olarak Esrarname, okuru fantastik kurgunun büyüleyici dünyasına davet ediyor. Hayatın sıradan gerçekliğinden ve keşfedilmemiş bir şeylerin artık kalmamış olmasından yakınan herkesi Esrarname’nin gizli dünyasına bekliyoruz.

63


Sinema

Bir yıl daha geçti ve yine bir Oscar mevsimi geldi. Biz de her yıl olduğu gibi bir kez daha Oscar tahminlerimizi yapalım istedik. Bu yazı hazırlanmaya başladığında Oscar adayları açıklanalı henüz birkaç saat olmuştu ve Oscar’ların açıklanmasına 33 gün vardı. Günler geçtikçe öne çıkan filmler değişebilir ve filmleri izledikçe görüşler de farklılaşabilir elbette ancak şu anki durumda tahminlerimizi yapalım yine de. Oscar’larda bu yıl ikinci kez en iyi film dalında 10 aday var. Ancak yine belli birkaç film öne çıktığı için ve diğer filmlerin bu ödülü kazanması çok zor gibi gözüktüğü için kişisel fikrim 2 yıldır devam eden bu uygulamanın çok da anlamlı olmadığı yönünde. Gişeye bir katkısı oluyor mudur, o ayrı bir inceleme konusu elbette. Geçtiğimiz yılın tersine, bu yıl ne yazık ki on aday filmden sadece üçünü sinemalarımızda izleyebilmişiz (Oscar adaylarının açıklandığı gün itibariyle). Bu filmler; Inception, The Social Network ve Toy Story 3. Ancak, gösterim takvimi değişmezse, Oscar’ların açıklandığı gün olan 27 Şubat’ta bu sayı sekize çıkmış olacak neyse ki. Kalan iki filmse (The Kids Are All Right ve Winter’s Bone) Mart ayının ilk yarısında gösterime girecek ve aday on filmi de sinema salonlarında izleyebilmiş olacağız. Geçen yıl bu sayı dokuzda kalmıştı. Gelelim kategorilere: En İyi Kısa Film: Adaylar: The Confession, The Crush, God of Love, Na Wewe, Wish 143 Kısa filmler ve belgeseller ile ilgili genellikle hep aynı yorumu yapmak durumunda kalıyorum ne yazık ki. Adayları izleme ve yorum yapma şansım olamadı. Bekleyip göreceğiz. En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: Day & Night, The Gruffalo, Let's Pollute, The Lost Thing, Madagascar, Carnet de Voyage / Madagascar, A Journey Diary Bu kategoride biraz daha şanslıyım. Toy Story 3 filminden önce Day & Night’ı izleme fırsatı bulmuştuk. Sevimli ve yaratıcı bir filmdi. Oscar’ı alması şaşırtıcı olmaz benim için. Ancak içimden bir ses, seslendirme kadrosunda

En İyi Animasyon(Kısa) The Gruffalo

64


Sinema Helena Bonham Carter, Tom Wilkinson ve John Hurt gibi önemli isimlerin yer aldığı The Gruffalo filminin ödülü alacağını söylüyor. En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: Killing in the Name, Poster Girl, Strangers No More, Sun Come Up, The Warriors of Qiugang Bu kategorideki adayları incelediğimizde savaş, terörizm, küresel ısınma gibi güncel konuların ele alındığını görüyoruz. Bir intihar bombacısının eylemi sonucu, düğününde 26 akrabasını kaybeden bir adamın dünyanın çeşitli yerlerinde teröre karşı giriştiği bilinçlendirme çabalarını anlatan Killing in the Name filmi konusu itibariyle Oscar’a ulaşabilir.

En İyi Belgesel(Kısa): Killing in the Name

En iyi Belgesel (Uzun): Adaylar: Exit Through the Gift Shop, GasLand, Inside Job, Restrepo, Waste Land Bu kategori ile ilgili en büyük sürpriz, Amerikan eğitim sistemine eğilen Waiting for Superman filminin aday bile olamaması oldu. Hâlbuki bu film pek çok ödül almış, yılın en öne çıkan belgeseli idi ve aday olması durumunda kazanacağını tahmin edeceğim film de bu olacaktı. Bu filmin yokluğunda öne çıkan film ise Exit Through the Gift Shop gibi gözüküyor.

En İyi Belgesel(Uzun): Exit Through the Gift Shop

En İyi Makyaj: Adaylar: Barney's Version, The Way Back, The Wolfman İlginçtir, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da en iyi makyaj adaylarının hiçbiri en iyi film adayları arasında değil. Bu yılki adaylıklardan ikisi (Barney's Version ve The Way Back) yaşlandırma makyajları ile aday olurken, The Wolfman filmi Benicio Del Toro’yu bir kurtadama dönüştüren makyajı ile aday. The Wolfman, film olarak En İyi Makyaj: The Wolfman çok kötüydü ama hakkını vermek lazım, bu konunun ustası Rick Baker’ın makyaj çalışması gerçekten başarılıydı. Üstadın yedinci Oscar’ını alması şaşırtıcı olmaz (ilginçtir, ilk Oscar’ını da bir başka kurtadam makyajı ile An American Werewolf in London ile almıştı).

65


Sinema En İyi Görsel Efekt: Adaylar: Alice in Wonderland, Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 1, Hereafter, Inception, Iron Man 2 Beklendiği gibi görsel efekt dalı yine bilim-kurgu filmleri ve fantastik filmlere ayrılmış durumda. Bir tek Hereafter’ı izlememiş olarak hepsi de ödülü alabilir diyorum. Ancak her ne kadar akademi çok sevmemiş gibi gözükse de Inception’ın film olarak başarısı en azından bu teknik ödüllerde onu ön plana çıkaracaktır bence.

En İyi Görsel Efekt, Ses Kurgusu ve Ses Miksajı: Inception

En İyi Ses Kurgusu: Adaylar: Inception, Toy Story 3, TRON: Legacy, True Grit, Unstoppable Ses ile ilgili her iki kategori de fazlasıyla teknik ve fikir yürütmesi zor kategoriler. Inception’ın bu kategoride de ipi göğüsleyeceğini tahmin ediyorum, ancak gerçekte ortada hiçbir ses yokken sıfırdan her şeyiyle cıvıl cıvıl bir dünya yaratan Toy Story 3’ün arkasındaki teknik ekibin ödülü almasına da bir itirazım olmaz. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: Inception, The King's Speech, Salt, The Social Network, True Grit Her biri birbirinden tecrübeli teknik ekiplerin rakip olduğu bu dalda, Inception’ın teknik üstünlüğü öne çıkacaktır muhtemelen. En İyi Kostüm: Adaylar: Colleen Atwood (Alice in Wonderland), Antonella Cannarozzi (Io Sono L'amore / I Am Love), Jenny Beavan (The King's Speech), Sandy Powell (The Tempest), Mary Zophres (True Grit) Sandy Powell ve Colleen Atwood. Bu iki isim bir filmin kostümlerini yapıyorsa bilin ki iyi bir şeyler çıkacak ortaya. Geçtiğimiz yıl her ikisinin de sekizinci adaylıkları olduğunu yazmıştık, bu yıl ise dokuzuncu adaylıkları geldi. En iyi Kostüm: The Tempest Bir de son yıllarda pek ortalıkta gözükmeyen Jenny Beavan var ki (son adaylığını 2002’de almış), ilginçtir onun da dokuzuncu adaylığı. Görünen o ki kostümün kraliçeleri arasında geçecek yarış. Benim tahminim The Tempest ile Sandy Powell’ın dördüncü Oscar’ına kavuşacağı yönünde. Daha geçen yıl verdik derlerse Oscar, Colleen Atwood’a da gidebilir.

66


Sinema En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: Robert Stromberg, Karen O'Hara (Alice in Wonderland), Stuart Craig, Stephenie McMillan (Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 1), Guy Hendrix Dyas, Larry Dias, Douglas A. Mowat (Inception), Eve Stewart, Judy Farr (The King's Speech), Jess Gonchor, Nancy Haigh (True Grit) Bu dalda kesin bir karar için sanat yönetmenlerinin meslek birliğinin ödülünü de görmek lazım. Ancak The King’s Speech’in 12 adaylığı bu filmin akademinin teknik kanadındaki üyeler tarafından da sevildiğini gösteriyor. Bu yüzden filmin teknik dallarda birkaç ödül alması şaşırtıcı olmamalı. En iyi sanat yönetmeni ödülü de bunlardan biri olacak bana göre. En İyi Kurgu: Adaylar: Andrew Weisblum (Black Swan), Pamela Martin (The Fighter), Tariq Anwar (The King's Speech), Jon Harris (127 Hours), Kirk Baxter, Angus Wall (The Social Network) Yönetmen kategorisinde görmezden gelinen Inception, bu kategoride de görmezden gelinmiş. Hâlbuki iç içe girmiş rüya sekansları ile adaylar arasında mutlaka olması gereken, hatta ödülü de alabilecek bir filmdi. En iyi kurgu ödülü senelerdir en film ödülünün bir habercisi sayılır. Daha önceki yıllarda da belirttiğimiz gibi istatistiksel olarak da doğru bir veridir bu. Oscar gecesi heyecan yaratan ödüllerden biri olması da bu yüzdendir. Ancak bu yıl en iyi film dalında çok şansı olmayan Black Swan, Andrew Weisblum’a bir Oscar heykeli getirecek gibi geliyor bana. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Matthew Libatique (Black Swan), Wally Pfister (Inception), Danny Cohen (The King's Speech), Jeff Cronenweth (The Social Network), Roger Deakins (True Grit) Akademi, Roger Deakins’i dokuzuncu kez aday gösteriyor ancak henüz ona bir Oscar verebilmiş değil. Coen biraderlerin hemen her filminin görüntü yönetmeni olan Deakins, hem onlarla hem de başka yönetmenlerle şahane En İyi Görüntü Yönetmeni: True Grit işlere imza atmasına rağmen halen akademinin onu takdir etmesini bekliyor. Henüz izlemedik ama sadece fragmanlarından bile True Girt’de yine çok başarılı olduğu görülüyor. Bu kez rakipsiz görüyorum, en azından öyle görmek istiyorum. En İyi Müzik: Adaylar: John Powell (How to Train Your Dragon), Hans Zimmer (Inception), Alexandre Desplat (The King's Speech), A.R. Rahman (127 Hours), Trent Reznor, Atticus Ross (The Social Network) The Social Network’ün Trent Reznor ve Atticus Ross imzalı müzikleri hem kendi başına başarılıydı, hem de filme çok iyi uyum sağlıyor, atmosferini güçlendiriyordu. Şu ana kadar Altın Küreler dâhil pek çok ödülü de zorlanmadan aldı. Oscar’ı da alacaklardır.

67


Sinema En İyi Şarkı: Adaylar: "Coming Home" Söz-Müzik: Tom Douglas, Hillary Lindsey, Troy Verges (Country Strong), "I See the Light" Müzik: Alan Menken, Söz: Glenn Slater (Tangled), "If I Rise" Müzik: A.R. Rahman Söz: Dido, Rollo Armstrong (127 Hours), "We Belong Together" Söz-Müzik: Randy Newman (Toy Story 3) En iyi şarkı adayları arasında yine iki adet çizgi film müziği var. Bunlar çok klasik Oscar En İyi Şarkı: 127 Hours şarkıları, Coming Home ise Gwyneth Paltrow’un şarkıcılık yeteneğini göstermesi ile ön plana çıkıyor. Akademinin iki yıl önce olduğu gibi yine biraz daha farklı bir şeylere yöneleceğini ve Dido’nun pürüzsüz sesi ile A.R. Rahman’ın müziklerine kayıtsız kalmayacağını tahmin ediyorum. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: Biutiful (Meksika), Kynodontas / Dogtooth (Yunanistan), Hævnen / In a Better World (Danimarka), Incendies (Kanada), Horsla-loi / Outside the Law (Cezayir) Umutlarımızın başka bir bahara kaldığı bu kategorideki tüm filmlerin iyi olduğu söyleniyor. Ancak filmlerin iyiliği bir tarafa Javier Bardem ve Alejandro González Iñárritu faktörleri Biutiful ile Meksika’ya tarihlerindeki ilk Oscar’ı kazandıracaktır (bu sekizinci adaylıkları).

Yabancı Dilde En İyi Film: Biutiful (Meksika)

En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: How to Train Your Dragon, L'illusionniste / The Illusionist, Toy Story 3 The Illusionist kesinlikle adayların en iyisi. Ancak en iyi 10 film arasına da giren Toy Story 3, Pixar’a bir Oscar daha getirecektir. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Mike Leigh (Another Year), Scott Silver, Paul Tamasy, Eric Johnson, Keith En İyi Animasyon (Uzun): Toy Story 3 Dorrington (The Fighter), Christopher Nolan (Inception), Lisa Cholodenko, Stuart Blumberg (The Kids Are All Right), David Seidler (The King's Speech)

68


Sinema Christopher Nolan’a bir yönetmenlik adaylığını çok gören akademi ona senaryo ile Oscar verir mi şüpheli. Ödül büyük ihtimalle The Kids Are All Right ya da The King's Speech’e gidecek. Benim tahminim başarılı bir bağımsız film olan ilki yönünde. En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Danny Boyle, Simon Beaufoy (127 Hours), Aaron Sorkin (The Social Network), Michael Arndt, John Lasseter, Andrew Stanton, Lee Unkrich (Toy Story 3), Joel Coen, Ethan Coen (True Grit), Debra Granik, Anne Rosellini (Winter's Bone) The Social Network’ün ödül sezonunda çok abartıldığı söylenebilir ama en güçlü yanının senaryosu olduğunda herkes hemfikir gözüküyor. Aaron Sorkin bu başarılı senaryosu ile Oscar’a ulaşmazsa sürpriz olur.

En İyi Özgün Senaryo: The Kids Are All Right

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Amy Adams (The Fighter), En İyi Fİlm, Uyarlama Senaryo ve Müzik: The Social Network Helena Bonham Carter (The King's Speech), Melissa Leo (The Fighter), Hailee Steinfeld (True Grit), Jacki Weaver (Animal Kingdom) Henüz 14 yaşında olan Hailee Steinfeld başarılı oyununu devam ettirirse önümüzdeki yıllarda tekrar aday olup Oscar alabilir belki ama bu yıl sadece adaylıkla yetinmek zorunda gibi gözüküyor. Üçüncü adaylığını alan Amy Adams da önümüzdeki yıllarda heykele uzanacak bir isim olarak görülüyor ama bu yıl onun yılı da değil. Jacki Weaver da başarılı performansının adaylıkla takdir edilmesi ile yetinmek zorunda. Kalan iki aday Helena Bonham Carter ve Melissa Leo’nun şansları birbirine yakın görülüyor ama Leo bir adım daha önde. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Christian Bale (The Fighter), John Hawkes (Winter's Bone), Jeremy Renner (The Town), Mark Ruffalo (The Kids Are All Right), Geoffrey Rush (The King's Speech) Çok fazla tanımadığımız John Hawkes dışındaki tüm adaylar iyi oyuncu olduklarını bildiğimiz isimler. Hiçbirinin kazanmasına itiraz olmayacaktır ama bu yıl ibre yıllar yılı başarılı performanslarını izlediğimiz ama bu yıl ilk kez aday olan Christian Bale’den yana gözüküyor.

En İyi Yardımcı Erkek ve Kadın Oyuncu: Christian Bale - Melissa Leo

69


Sinema Rolü için fiziksel bir değişim de yaşayan Bale ödüle uzanacaktır. En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Annette Bening (The Kids Are All Right), Nicole Kidman (Rabbit Hole), Jennifer Lawrence (Winter's Bone), Natalie Portman (Black Swan), Michelle Williams (Blue Valentine) Ödül sezonunun başlarında Jennifer Lawrence’ın bu kategoride şansı olabileceği düşünülüyordu. Winter's Bone adlı bağımsız filmde çok güçlü bir performans çizdiğinde herkes hemfikir. Ancak rüzgâr çok güçlü bir şekilde Natalie Portman’dan yana esiyor. Eğer En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman Oscar’larda en iyi çıkış yapan oyuncu ya da umut vaat eden oyuncu gibi bir kategori olsaydı Lawrence bu ödülü alabilirdi ama en iyi kadın oyuncu ödülünü Natalie Portman’dan başkasının alması çok zor gözüküyor. En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Javier Bardem (Biutiful), Jeff Bridges (True Grit), Jesse Eisenberg (The Social Network), Colin Firth (The King's Speech), James Franco (127 Hours) Çok fazla tartışmaya gerek yok. Jeff Bridges ve Colin Firth geçen sene de bu dalda karşı karşıyaydı. Oscar’ı hak eden bu iki aktörden Bridges geçen sene ödüle uzandı, bu yıl sıra Colin Firth’de. Farklı bir sonuç büyük sürpriz olur.

En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth

En İyi Yönetmen: Adaylar: Darren Aronofsky (Black Swan), David O. Russell (The Fighter), Tom Hooper (The King's Speech), David Fincher (The Social Network), Ethan Coen, Joel Coen (True Grit) Yazı içinde birkaç kez belirttim ama bu kategoriye gelince Christopher Nolan’ın adını bir kez daha anmadan geçmemeli. Nolan’ın yönetmen adayları arasında yer almaması senenin en büyük sürprizlerinden biriydi. Bu durum o kadar eleştiri aldı ki 2013 yılındaki yönetmen adayları arasında The Dark Knight Rises ile Nolan’ın adını göreceğimizi şimdiden

En İyi Yönetmen: David Fincher

70


Sinema tahmin edebiliriz. Elimizdeki adaylara baktığımızda bambaşka türlerle olsa da hep başarılı filmler yapan Darren Aronofsky’yi elinde Oscar heykelciği ile görmek ister gönül. Ancak büyük ihtimalle David Fincher, kendi filmografisinde ortalarda yer alacak olan The Social Network ile ilk Oscar’ını alacak. En İyi Film: Adaylar: Black Swan, The Fighter, Inception, The Kids Are All Right, The King's Speech, 127 Hours, The Social Network, Toy Story 3, True Grit, Winter's Bone En iyi film adaylarının ona çıktığı bu ikinci yılda da adaylar arasında yok yok. Hani neredeyse herhangi bir dalda aday olan tüm filmler bu listede yer alıyor gibi. Ancak düz mantıkla en iyi yönetmen dalında aday gösterilmemiş filmlerin en iyi film olma şansını çok düşük görmek yanlış olmaz. Aslında ödül sezonunun en çok öne çıkan filmi The Social Network idi. Kişisel olarak o kadar iyi bir film olarak görmesem de büyük ihtimalle Oscar’ı alan film de bu olacak. Yine de herkesi şaşırtarak yapımcılar birliğinin ödülünü alan The King's Speech de gözden kaçırılmamalı. Ay sonunda Oscar’lar açıklandığında tahminlerimizin ne kadarı tuttuğunu göreceğiz, bir süre sonra yeni Oscar’lar için hangi filmlerin favori oldukları konuşulmaya başlanacak ve bu böyle sürüp gidecek. Biz sinemaseverler içinse Oscar’ları önemsemesek bile en azından bir tahmin oyunu ve heyecanlı bir olay olarak gündemimizde var olmaya devam edecek. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/

71


Çizgiroman

Deniz ÖZKARDEŞLER

72


Çizgiroman

73


Çizgiroman

74


Çizgiroman

75


Röportaj

Farklı bir fantastik roman okumak için aldım Ilgana'yı elime. Bana vaat edilen bir Dede Korkut Destanı'ydı. Yazar, Özgür Özol çok güzel bir hikâye anlattı Ilgana topraklarında geçen. Kitabın arka sayfasına kadar tek solukta geldim ve son cümle "Belki de şimdi başlıyor" oldu. Daha çok kendi merakımdan biraz da görev icabı Özgür Özol'la Ilgana'yı konuştuk. Umarım bir gün siz de bu macerayı yaşarsınız yazarla. Şimdi gelelim röportajımıza. Türk edebiyatı için Özgür Özol yeni bir isim ve Ilgana ile iyi de bir çıkış yaptı. Bize kısaca Özgür Özol kimdir anlatır mısınız? Anlatırım tabi… Tarihçi ve yazarım. Ancak kendimi şöyle tanımlamayı daha doğru buluyorum böylesi sorularla karşılaşınca: Benim şu anda bulunduğum nokta, ülkemizde pek fazla insanın geçmediği bir nokta. Bu noktada insanlar genellikle şaşkınlıkla durup kalıyorlar, sonra da düşünmeyi bırakıyorlar. Ege Denizi ekseninin doğusundaki insanlar, Avrupa kökenli mitler ve efsaneler karşısında işte bunu yaşıyorlar ve ben de, bunların çağımızda ya yamuk ya da yumuk biçimde yeniden yorumlanışları karşısındaki düşünsel şaşkınlığa bir çözüm ve çare önermeye çabalıyorum.

76


Röportaj

Dediğiniz gibi, Türk edebiyatı açısından profesyonel anlamda yeni bir isimim elbette. Ancak, Türkiye’deki fantastik edebiyat meraklıları için pek de yeni bir isim değilim aslında. Uzun zamandır “fantastik edebiyat” adı verilen, sınırları muğlâk akımın çeşitli ürünleriyle amatör ve profesyonel olarak içli dışlı olmuş bir kişiyim. Dolayısıyla bu edebiyat türünün Türkiye’deki meraklıları arasında da sanıyorum hiç bilinmiyor değilim. Bu akımın, ana dili İngilizce olmayan toplumlar üzerindeki tuhaf etkisine de birincil elden tanık olmuş bir insanım. Kendim olgunlaştıkça ve bu etkinin uzun vadeli sonuçlarına tanık oldukça gördüklerimden hoşlanmadığım için de, geçmişin mitlerinin yeniden yorumlanması ve çağdaş yöntemlerle sunulması “yarışına” katıldım. Bu yarışta terazinin bir kefesine Orta Asya Türk ve Eski Çağ Anadolu kültür tarihini merkezde tutan, dolayısıyla daha ciddi bir insan kitlesini ilgilendirebilecek, gerçek alternatif bir önerme koymak derdindeyim. Peki, Fantastik Edebiyatla ilginiz nereden geliyor? Fantastik edebiyatla yirmi yıldır ilgileniyorum. Bilgisayar oyunları yaptığım dönemde amatör olarak başlayan bu ilgim, birkaç arkadaşımla birlikte 1997 yılında İstanbul’da Sihir Kitapevi ve Kafe’yi açmamızdan sonra profesyonel bir çalışmaya dönüştü. Uzun yıllar boyunca orada bu konunun kitap, rol yapma oyunu, bilgisayar oyunu, model savaş oyunları, kart oyunları ve benzeri her türden dalları ile ilgilenen insanların bir araya gelmesine ön ayak olduk. Bu arada ben de haliyle bu türden pek çok öykü, masal ve destan ile doğrudan ve derinlemesine temas ettim. Hem anlattım, hem kendimce türetmeye çabaladım, hem de ürünlerin ithalatını yaptım. Türkiye’deki “ikinci kuşak” fantastik edebiyat meraklılarının yetişmesinde önemli yerim olduğunu söylüyor insanlar. Sanıyorum bir bakıma haklılar da… Birinci kuşak diyebileceğimiz bizlerin, yani kendi başına ve el yordamıyla 1990’lı yıllarda bu akıma kapılmış olanların, Sihir ve ardılı olan diğer oluşumlar sayesinde gerçekten elle tutulur bir alt kültür oluşumunda önemli katkılarımız var gibi görünüyor. Zaten Ilgana fikrinin ağır ağır köklenmesinde ve sonunda gürültüyle patlamasında da, bu katkıların, çabaların ve birikimin büyük rolü var. Ilgana, kökünü Dede Korkut hikâyelerinden almış fantastik bir roman deniyor kitabın tanıtımında. Ilgana neresi, Ilgana’da yaşayanlar kimler? Ilgana gerçek bir yer değil, benim hayal ürünüm olan bir dünya. Aslında büyük bir kıtanın bir bölgesinin adı bu… Ancak, üç tarafı denizlerle, bir tarafı sarp dağlarla çevrili olan bu bölge, söz konusu dünyanın en önemli ve belirleyici mücadelesine sahne oluyor. O kadar önemli ve hayati ki bu mücadele, yer aldığı coğrafya da bütün destana adını vermeyi hak ediyor. Bu hayali dünyanın insanları, doğaya hükmetmenin ve değiştirmenin değil, onunla uyum sağlamanın doğru yol olduğunu düşünen Sürekler. Konargöçer bir yaşam sürüyorlar ve durmaksızın yer değiştirip, gittikleri yerlerde doğa ruhlarına kendi yaşam güçlerinin bir bölümünü veriyorlar. Doğa ruhları da onları koruyor ve kolluyor. Sürekler, toprak onlara nerede ihtiyaç duyarsa oraya ulaşmayı insanlık görevi bellemişler. Kendilerine çocukken kertilen sıra dışı atlarıyla, dev hayvan sürüleriyle ve yanlarında taşıdıkları obalarıyla birlikte, bu hareketi kuşaklardır sürdürmüşler. Sonunda da yazgı onları Ilgana’ya sürüklemiş. İşte bu yeni geldikleri coğrafyada, doğanın yüzyıllardır neden onlardan sık sık yardım istemek zorunda kaldığını sonunda anlıyorlar. Yeryüzüne dadanmış en büyük illet olan bu sıkıntı, Dormanlar. Doğayla bağlarını koparmış, uyum sağlamak yerine hükmetmeyi seçmiş olan bu tuhaf insanlar, başka canlılardan ve topraktan kut emiyorlar ve

77


Rรถportaj

78


Röportaj

bu gücü kullanarak doğanın en önemli yasağını çiğniyor, büyü yapıyorlar. Bu insanlar, diğer canlıların yaşam gücünü emerek, bunu kendi aralarında paylaşmaya dayanan şövalye tarikatları tarafından yönetiliyorlar. “Kent” denen ürkütücü yerlerde yaşıyorlar ve yaptıklarının bu kentler dışında nasıl bir etkisi olduğunu zerre kadar umursamıyorlar. Hatta tam tersine, yaptıklarının tüm insanlığın kurtuluşu ve “affedilmesi” için tek çare olduğuna inanıyorlar. Sürekler, bu büyücü şövalyelerle karşılaştıkları andan itibaren, kuşaklar sürecek, kaçınılmaz bir mücadeleye tutuşmuşlar. Ancak onları engellemeye çalıştıkça, daha kötü duruma düşmüşler. Çünkü şövalyelerin toprağın yaşam gücünü emmelerini engelleyecekleri tek çareleri işe yaramaz olmuş. Atalarıyla kuşaklardır bağları kopmuş durumda, bu yüzden de toprağı koruyamıyorlar ve kentli büyücülere engel olamıyorlar. Durum o kadar ciddi bir hal almış ki, kendi yaşam güçlerini kaybetmek ve korkunç yaratıklara dönüşmek korkusuyla, pek çok Sürek, kentlere sığıntı olmayı kabul etmiş. İşte Ilgana öyküsü de, bu çaresiz sefalete bir çıkış yolu arayan, yetenekli bir genci konu alıyor. Ailesi şövalyelere sığınmış bir doğuşlu olan Sungur, kendisiyle ve geçmişiyle yüzleşip, yeniden Süreklerin arasına dönüyor. Çaresizlik içinde kıvranan Süreklerin yılgınlığına karşın, heyecanlı bir serüveni tetikliyor. Hem Sürek yolunu yeniden anımsamaya, hem de ataların neden yüz çevirmiş olduklarını anlamaya çalışıyor. Dede Korkut konusuna gelince… Ilgana dünya tarihini konu almadığı için, elbette bu öykünün de Dede Korkut ile doğrudan bir ilişkisi yok. Bir ozan olarak, benim de Korkut Ata ile aşık atmak haddim değil. E peki, nereden çıktı Korkut? Şuradan çıktı: Birincisi, insanımıza bir tarzı ve dili anlatmak için uzun açıklamalar yapmaktansa, benzerlik kurmak en kısa ve etkili yoldu. Sürekler, konargöçer Türklere çok benzer bir kültüre sahipler. Tarzları, tavırları ve düşünüş biçimleri de onlara çok benziyor. Dolayısıyla, Ilgana’nın ne tür bir duyguya, dile ve tavra sahip olduğunu anlatmanın en kısa yolu, Dede Korkut ile benzeştirmekti. İkincisi de, Dede Korkut’un sekiz, dokuz yüzyıl önce yaratmış olduğu destan dünyası da hayali olduğu halde, hem tarih bilinci konusunda, hem dil konusunda, hem de toplumsal mitolojinin kabulü konusunda çok etkili olmuştu. Ilgana’nın da hemen hemen aynı görevleri yüklendiği düşünülürse, bu bakımdan da çok yanlış bir benzetme değildi sanıyorum “Çağdaş Dede Korkut”… Bunun işe yaradığı da kitabın yayınlanmasının hemen ardından gelen olumlu tepkilerde ortaya çıktı. Çok şükür ki kimse bu söylemi ukalalık olarak nitelemedi. İnsanlar ne demek istediğimi anladılar, fikri benimsediler ve söylemi de, amacı da desteklediler. Kitap içinde birçok yer, kişi ve kavram isimleri kullanılmış, kimini biliyoruz kullanıyoruz mesela “kut” ya da “yoz” gibi, pek çok da bilmediğimiz kelime var. Bunlar için nasıl bir araştırma ya da kelime üretim sürecinden geçildi. Bilmediğimiz sözcük demişken… “Kut”, çok güzel bir örnek bu konuda… Gündelik yaşamımızda bu sözcüğü ve kavramı ciddi biçimde kullanıyor olmamıza karşın, pek fazla insanın bu konuda düşünmemiş olduğunu hayretle gördüm. Herkes her gün birbirini kutluyordu ama bir kişi bile “Tam olarak ne yaptım ben demin yahu?” diye sormuyordu. Kutlu olmasını dilerken, kutlarken, bir canlının diğerini kutlaması ne demektir diye düşünmüyordu. Kut ne demektir, Türk mitolojisindeki yeri nedir, çağdaş insanın kafasında nasıl bir yorumu olabilir diye de dolayısıyla kimse düşünmüyordu. Aslında durum bundan ibaret de değildi. Ilgana fikrinin filizlendiği yıllarda, başta genç insanlar olmak üzere pek çok kişiye Türk tarihinin önemli kavramlarını sormayı iş edindim ben bir ara. Derbent, yatağan, alp, yurt, levent derken, ben de durumun ne kadar vahim olduğunu yavaş yavaş anladım. Bu nedenle, Ilgana’nın dili konusunda iki ayaklı ve çok kapsamlı bir çalışma yapmamız gerekti.

79


Rรถportaj

80


Röportaj

Az önce sözünü ettiğim “Dede Korkut” iddiasını destekleyebilecek güçte bir dil kullanmak, bunu yaparken bu vahim durumdaki genç insanların iyice afallamasını engellemek, öte yandan da elimizi korkak alıştırmamak bu ayaklardan biriydi. Bazen tek bir sözcüğün kullanılıp kullanılmaması üzerine saatlerce tartışma yaşandı diyeyim, siz anlayın. Bunun yanında, Ilgana dünyasına özgü sözcükler, deyişler, adlandırmalar da ayrı bir konuydu. Elbette, hayal ürünü olan pek çok şeyin adlandırılması gerekti. Bu adlandırmaları yaparken “nasıl olsa fantastik, tuhaf görünsün yeter” kafa yapısına bürünmek de çok kolaydı. Bunu yapmamak için ciddi ciddi kut ayırdık bu işe diyeyim. Benzer kavramlara eski Türkçe’de ne denmiş, yeni Türkçe’de ne deniyor, işin fonetik ve dilbilimsel tarafı ne diyor gibi ciddi kaygılarla yaratıldı hepsi – ki bu yüzden Ilgana fantastik edebiyat meraklıları yanında tarihçilerin ve dilbilimcilerin çok dikkatini çeken bir projeye dönüştü. Bir lisede Ilgana’nın Türkçe dersinde dönem ödevi verilmesinin söz konusu olduğu geldi kulağıma mesela. Bu haber, benim için Ilgana’nın yüz binlerce satış yapmasından daha değerliydi (yüz binlerce satsın, kut ala, o ayrı). Bir masal dünyası yaratıyorum ve bunu beyaz atlı prens, vampir, elf, çok tanrılı din filan gibi nereden kanıksadığımızı bile sorgulamadan tanıdıklaştığımız alışkanlıklara kapılmadan, gerçekten yeniden ve “bizden” yaratıyorum gibisinden bir iddia, zaten bu tarih ve dil bilinci çabası olmadan ortaya çıkamazdı. Bir örnekle anlatayım, fantastik edebiyat alışkanlıkları olan insanlar beni daha kolay anlasınlar... Süreklerin yaban sayıp, gitmek istemedikleri, ürkütücü söylencelerle örülü, her zaman loş ve karanlık olan bir orman var Ilgana’nın göbeğinde. Buranın adını “Karanlık Orman” ya da benzeri bir şey koymak çok kolaydı. Bu dilbilim çalışmalarının yarattığı bilinç sayesinde, o ormanın adı “Güngörmez” olabildi. Aradaki küçük görünen devasa farklar da zaten, Ilgana’nın gördüğü ilginin farkını doğrudan etkiliyor. Haritası, sözlüğü ve bir uzun yolculuğu olan kitabın kurgu süreci nasıl oldu, nasıl bir yol izlediniz ve ne kadar zamanınızı aldı? Şimdi, kitapta gösterilen harita, elbette bütün destan dünyasının haritası değil. Önceden de söz ettiğim gibi, Ilgana coğrafyası bu destanın kalbinde. Bu nedenle yalnızca Ilgana ve çevresinin haritası var o kitapta. Dahasını elbette tasarlamış olmama karşın, bir süre daha sunmama gerek olacağını da sanmıyorum. Çünkü ilk günden beri önemli olan şey bir harita çizip, birkaç tuhaf görünümlü yaratık koymaktan öte bir şeydi. Burada Yıldız Savaşları yapmaya çalışmıyorduk yani… O haritayla ilgili bir ayrıntı vereyim yine, algılayış farkı yaratmak adına: Haritada doğu, sayfanın üstündedir. Çünkü Türk tarihinde çizilen haritaların büyük bölümünde (Kaşgarlı Mahmut dâhil), doğu sayfanın üstündedir. Bu tür bir bilincin oluşabilmesi, haliyle ciddi bir birikim ve daha önemlisi, yıllar sürecek özveri ve adanış gerektiriyor. Bu noktada, bu özveriyi ve adanışı tek başıma hak etmediğimi söylemem lazım. Bu söyleşinin başında söz ettiğim gibi, Ilgana fikri aklımı zorlamaya başladığında, fantastik edebiyat konusunda zaten bir hayli deneyimliydim ben. Ancak yazıp yazıp çöpe attıkça, öğrenip öğrenip, aslında bir şey bilmediğimi gördükçe, Türk tarihi üzerine akademik düzeyde eğitim aldıkça, bu işin tek kişinin altından kalkabileceği bir iş olmadığını kavradım. Aslında, belki tek kişi de kalkabilirdi ama benim otuz yıl bekleyecek sabrım da açıkçası yoktu. Zaman geçtikçe ve benim debelenmem arttıkça, pek çok konuda uzman insan Ilgana projesinin orasından burasından değdi. Kimisi şöyle bir bakıp geçti ama bazıları bakarken durdular ve Ilgana’nın kıvılcım etkisini hissettiler. Bu insanların arasında dil bilimciler, görsel tasarımcılar, tarihçiler, arkeologlar, sinemacılar oldu. Az ya da çok kut verdiler bana ve fikre. Onların sağladıkları destek, bilgi ve emek sayesinde

81


Rรถportaj

82


Röportaj

Ilgana böyle özgün ve ilgi çeken bir iş haline geldi. Kitabın önsözünde onlara teşekkür etmeye çalıştım. Buradan da minnetimi ve saygımı tekrar etmiş olayım hepsine. Nasıl bir yol izledik… Çok okuduk. Coşkuya kapılıp kararlar verdik. Sonra eksik olduğumuzu gördük. Kavgalar ettik, okuduk, sonra biraz daha okuduk. Ilgana dünyasındaki insan ve yer adlarının, görsel duygunun, kavramların, düşünüş kalıplarının her biri söküle takıla bu hale geldiler. Ilgana projesi içinde yapılan araştırmayı burada saymaya kalkışırsam, ben dâhil herkes sıkılır. Bu yüzden, özetle şöyle diyeyim: Ben de, diğer kut verenler de bu işin akademik eğitimini almaya kadar giden bir adanışla araştırdık, tartıştık, düşündük. Süre olarak, dediğim gibi, altı yılda bu kitap çıktı. Ancak bu kitabın en azından üç dört katı yazılı malzeme, yüzlerce görsel taslak var arkada. Hele, benim bundan daha uzun bir başka Ilgana romanım var ki, yazıp bitirip, sonra çöpe attığım, ondan söz bile etmiyorum bu günlerde. Fantastik roman dendiğinde genellikle Orta Dünya’nın Elfleri, Orkları geliyor insanın aklına. Ilgana’da bu tür yaratıklar yerine yeni kavramlar türetilmiş. Daha bizden kavramlar. Bu yolu izlerken nasıl bir amaç güttünüz? “Amaç” tabii biraz ağır bir söz... Ilgana’nın yaratılması sürecindeki temel amaç, kendimi ifade etmekti. Benimle birlikte çabalayan diğer insanlar için de öyle. Dediğim gibi, “yeni kavramlar ve yaratıklar türetiyorum” derken, insanın kendisini hiçbir tarafı ona da, içinde yaşadığı kültüre de ait olmayan bir aşure kazanını karıştırırken buluvermesi çok kolay. Ondan sonra da çevreye bakıp, “kimse beni anlamıyor” demek de güven verici, “entel” bir kisve… Fantastik bir şey yazarken, insanın neyi neden yaptığını iyi düşünmesi lazım bence… Nereden edindiğini bile düşünmediği bazı aşinalıklarına dayanarak bir şeyler yapıp, sonra da neden bu kavramlara aşina olmayan insanlar beni dinlemiyorlar diye bağırmanın anlamı yok. Acıklı bir durum bu… Benzer biçimde, “bizden” sözcüğü de ağır bir sözcük. Zaten romanın ana teması da bu kavramı irdelemeye dayanıyor. Bu yüzden çok da kurcalamayayım o konuyu. Ancak şunu söyleyeyim; türetilen yaratıkların, kavramların yarısı bile yok bu kitapta. “Fantastik” kavramı, akla gelen her şeyi doldurduğumuz bir “yaratıcılık kanıtlama geçidine” dönüşmemeli bence. Ayrıca, bir şeyin bizden olup olmadığını yargılamak da hem güç, hem tehlikeli bir şey… Bu konudaki düşüncemi de bu yüzden bir örnekle açıklayayım: Ülkemizde pek çok insan, bir çınarın dallarına çaputlar bağlayıp, altında toplanıp dilek dilemenin “cehalet” ve “bağnazlık” olduğu konusunda hemfikir. Ancak ilginçtir, bu insanların büyük bölümü yılda bir kere buluşup, plastik bir çam ağacına renkli toplar asmayı “çağdaş bir romantizm” olarak algılıyor ve hem de uyguluyorlar. Bu örnekteki trajikomik çelişkiye neden olan çaresizliği kavrayan bir insan, Ilgana’nın ne olduğunu ve ne yapmak istediğini çok daha kolay kabul edecektir diye düşünüyorum. Ben, toplumların kendilerini tanımlayışında mitolojilerinin ne kadar etkili olduğunu, bir mitolojiye sahip olmayan ABD gibi toplumların bile, örneğin süper kahraman kültürünü kullanarak, kendi mitolojilerini yaratma telaşına düştüklerini görünce, ne ile karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anladım. Bu konuda, özellikle fantastik edebiyat meraklısı Türk insanlarının, bizim geçmiş ve çağdaş mitolojilerimizdeki düşünsel eksikliklerin nedenini tarihimizin kısıtlı olmasında değil, kendilerinin konforlu cehaletlerinde aramaları gerektiğini artık biliyorum. Çünkü ben de o yoldan geliyorum. Özetle, eğer Ilgana’nın bir “amacı” varsa, o da bu söylediğim şeyleri okuyucuya hissettirebilmek ve düşündürebilmektir diyebilirim.

83


Rรถportaj

84


Röportaj

Kitapta Sungur’un yetişmesi, atalar katına geçme yolu araması ve ustası Kutay ile eski ustası Antaan’ın ‘hangisi daha usta’ diye okur için bir beklenti yaratılması öne çıkıyor. Ilgana topraklarında ataların ve sihrin epeyce yeri var. Atalar ve sihir gerçekten önemli mi Ilgana’ya sahip olmak için? Her şeyden önce, ben şöyle düşünüyorum: Coğrafyaya sahip olunmaz, ait olunur. Ilgana’nın tüm mesajı, benim anlatmaya çalıştığım her şey ve hatta üç dört bin yıllık Türk tarihinin de kısa bir özeti bu tanım bence. “Sihir” sözcüğünün kullanarak düşüşü yumuşatma çabasını bir yana bırakacak olursak, elbette doğa ruhlarının da, büyünün de, ataların da çok etkisi ve önemi var Ilgana dünyasında. Zaten destanın ana teması da, “sahip olan ve talep eden kentlidir ve onun emerek yaptığı büyüdür, ait olabilen yol Sürek yoludur ve bedeli kentliye ağır görünür, atalar kavramı da bu aidiyetin ve sahipliğin ölçütüdür” biçiminde özetlenebilir. “Sürek verir, Dorman alır” denilmiştir. Sungur ve ustası meselesinde… Elbette, bir yazarın gerçekten ne yazmış olduğu konusunda son sözü kendisi değil, okuyucusu söyler. Doğrusu da herhalde budur. Ancak ben, Sungur’un Antaan ile Kutay Kam arasında kalırken, hangisinin “daha usta” olduğu konusunda bir çelişki yaşadığını pek düşünmüyorum. Yani bana soran varsa eğer, Sungur’un yaşadığı çelişki, sahip olmak ile ait olmak arasındaki farkı algılayabilecek düşünsel değişimin zorlu sürecidir derim. Hem de garibim, bu değişikliği bir değil, iki kere yaşamak zorunda kalıyor. Atalar uyansın, zor çocukcağızın işi sahiden… Ilgana’nın ardınızdan gelen yeni yazarlarca da benimsenip, yeni bir Türk fantastik coğrafyası ve kavramları çıkacağını düşünüyor musunuz? Düşünüyorum ve eminim. Çünkü bana bunu söyleyen yazarlar ve çizerler şimdiden olmaya başladı. “Ben de Türk tarihinden esinlenen bir fantastik destan yazacaktım ama iyi ki yazmamışım, Ilgana’yı okuyunca ne yapmak istediğimi daha iyi anladım,” demiş adam… Bana bu durumda övünmek ve gurur duymak düşüyor herhalde. Elbette ardımdan gelenler olacaktır. Bunların kimi taklit etmeye çalışırken kimi burun kıvıracaktır. Düşünmelerine neden olup, alışkanlıklarına saldırdığım için benden nefret edenler, siyasi bir amacım olduğu gibi tuhaf iddialarda bulunanlar, akıntıya kürek çektiğimi söyleyenler olacaktır. Bütün bunlar, alışılmadık bir hareket yapan insanın hazır olması gereken durumlar. Ben, bu tür işlere sık kalkıştığım için, böylesi yaklaşımlara da alışkınım, atalar biliyor. Beni asıl mutlu eden şey, daha romanın yayınlanması üzerinden bir ay geçmiş olmasına karşın, pek çok yazarın ve yazar adayının ilgisini çekmiş olmam. Aynı zamanda da görsel tasarımla uğraşan insanların dikkati bu tarafa dönüyor. Buradaki fikrin de uygulamanın da niteliğini görüyor insanlar. Bir kıvılcım görüyorlar ve kendilerinin buna katkıda bulunabileceklerini umuyor ya da daha iyi kıvılcımlar çakabileceklerini düşünüyorlar. Ben bunların hepsine varım ve razıyım. Yeter ki çaputlu çınar ile renkli toplu plastik çam örneğimi anlatabilmiş olayım. Yaratıcı insanlar, burada ne kadar büyük bir cevher olduğunu göreceklerdir ve daha önemlisi, bu konuda kendilerini geliştirmeye üşenmezlerse, insanların onları alışmadıkları oranlarda dinleyeceklerini fark edeceklerdir. Bir kitap editörü, beni çok mutlu eden bir yorumunda şöyle yazmış: “Ilgana bir sürü şeyin başlangıcı, kontrol edilmesi ya da öngörülmesi bile kolay olmayan şeylerin ilk uğultusu...” Kısacası, tek bir Türk fantastik coğrafyası çıkmasını ve bunun Ilgana’ya sadık olmasını beklemek pek

85


Röportaj

akıllıca olmaz. Yaratıcı insanların doğası da buna pek müsait değildir zaten. Ben, elbette Ilgana fikrinin yeni ürünleri üzerinde çalışmak isteyecek her daldan yaratıcı insanın bana ulaşmasını istiyor ve bekliyorum. Ancak öyle yapmayacak olsalar bile, temel kavramların algılanışına da, doğru yanlış tanımlarına da katkım olacağını bildiğim ve belki daha da önemlisi, bu tür konularla ilgilenmenin “banal” değil, “çekici” sonuçları olabileceğine ikna edebildiğim her yaratıcı insan, benim için kıvanç ve övünç kaynağı demektir. Herkesin sorduğu soruyu tekrarlayayım “devam edecek mi?” Şu anda devam ediyor zaten… Bu röportajı bitirir bitirmez, yeraltı katları ve albızlar konusunda bir Ilgana tasarım toplantısına yetişeceğim. Hatta biraz geç kaldım, bekleyen kara kamlar kafamı kıracaklar. Şaka bir yana, Ilgana fikri bitmeyecek bir süreç. Söz ettiğim o dağlar kadar araştırma, elbette küçük dağlar kadar fikirlerle sonuçlandı. Önümüzdeki yaz, ikinci bir Ilgana romanına başlamayı planlıyorum. Şu anda da kurgusu üzerinde ön çalışmalar yapıyorum. Bunun yanında SAGU projesi sonuçlanmak üzere. Ayrıca henüz tasarım aşamasında olan bir Ilgana web oyunu da, çizgi roman türü bir çalışma da sohbetlerimizde sık sık dile geliyor. Bunlardan ötesi de elbette düşünülüyor ama ben bu konuda biraz Sürekçe bir tavır izlemek ve izninizle “kervan yolda düzülür, siz bir arabanın arkasına asılın hele” demek istiyorum. Peki, SAGU ne? Ne zaman tanışacaklar FRP’ciler SAGU ile? SAGU, Ilgana destan dünyasını konu alan bir rol yapma oyunu. Bizim kullanmaktan hoşlandığımız deyimle, “kendi destanını kendin yaz” oyunu. İnsanlar bir masanın etrafında toplanıp, Ilgana dünyasından birer kahramanı canlandırıyorlar ve heyecanlı serüvenlerde bu kahramanlar adına kararlar veriyorlar. Bu oyunu tasarlamamız sırasında, eski ve deneyimli rol yapma meraklıları kadar, bu kavrama aşina olmayan ama Ilgana fikrine kapılan insanları da göz önüne almaya çalıştığımız için, titiz bir çaba gerektiriyor. Benimle birlikte SAGU projesinde çalışan iki arkadaşımız daha, hummalı bir çalışma içindeyiz oyunu sizlere sunmak için. Kuralların denemesi için planlanan oyunlar tamamlandı. Şimdi insanların önüne çıkabilecek bir sürümü yazmakla uğraşıyoruz ve deneme oyuncularımızla birlikte çabalıyoruz. Mümkün olan en kısa zamanda Ilgana internet sitesinde ücretsiz olarak indirilebilecek bir dosya koyacağız. Sizler de Ilgana destanında kendi kahramanlarınızın öykülerini yazabileceksiniz. Bir de sizin İstanbul Efsaneleri’niz var. Önce, bilmeyenler için sorayım; Nedir bu İstanbul Efsaneleri? O konuda yeni planlarınız var mı? Evet, meşhur konumuz… İstanbul Efsaneleri, bundan 15 yıl önce bir arkadaşımla birlikte yarattığımız bir başka masal dünyasıydı. Gırgır bir temada, İstanbul’a benzeyen ama pek de benzemeyen bir dünyada, sıradan insanların cehaletin korkunç gücüne karşı verdikleri amansız mücadeleyi anlatıyordu. O masal dünyasının ilk ürünü, “Lale Savaşçıları” adlı bir bilgisayar oyunuydu. Maalesef, oyunu yazdığımız ekip 1996 yılında dağıldı ve o masalın devamı o zaman gelemedi. Yine de, üzerinden bunca yıl geçtikten sonra bile hala sevgiyle anılıyor ve konuşuluyor. Bu da benim aklıma o konuda da bir ara bir şeyler yapmak fikrini getirip duruyor. Şu anda bir şey söylemek için erken tabii ama Ilgana projesinden biraz kafamı kaldırmayı başardığım zaman, birkaç yıl içinde bir tane de İstanbul Efsaneleri romanı yazmayı düşünmüyor değilim. İstanbul Efsaneleri hakkında daha fazlasını merak eden okurlarınız, www.stillpsycho.net adresinden ilgili ayrıntılı bilgi edinebilirler.

86


Röportaj

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Umarız bir an önce Ilgana’da geçen yeni maceraları da okuruz. Dediğim gibi, Ilgana destanının devamı zaten şu anda yazılıyor durumda. Bir dahaki roman dışında, başka öyküleri yazmak için de, insanların ilgisinin ve katkısının ne oranda olacağını görmek için de, ben de dört gözle bekliyorum. Bu söz ettiğim insanların çoğu, şu anda bile düşünüyor, yazıyor, taslak çiziyorlar. Aramıza katılmak isteyen insanların sayısı da haliyle bu günlerde yükseliyor. Elimizden geldiğince bu coşkuyu hisseden kimsenin hevesini kursağında bırakmamaya çalışıyoruz. Derginize de, Ilgana romanına ilgi gösteren bir sürü insana da, Ilgana fikri ile karşılaştığı anda kıvılcımı görüp, keyifle ve özveriyle destek veren herkese de ben teşekkür ediyorum. Röportaj: Ahmet YÜKSEL

87


Pin-up

88


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.