İÇİNDEKİLER
04-11 Öykü- 70 Milyon 12-16 Öykü- Altın Dokunuş 17-21 Öykü- Android Sanatı Wuthering Heights (1992)
22-28 Öykü- Baştanık 29-32 Öykü- Bir Cinayet Tanığı 33-37 Öykü- Bir Cinayet Tanığı 38-40 Öykü- Cinayeti Gördüm
Öykü Özel Sayı
41-47 Öykü- Cinler Cengi
ile tekrar birlikteyiz.
48-51 Öykü- Nihilist Canavar
Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com
52-55 Öykü- Onun Ağzından
Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Mehmet Berk YALTIRIK, Masis ÜŞENMEZ, Ali ÖZTÜRK Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak İllüstrasyon: Volkan AKMEŞE Pinup: Eren ERSOY Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
56-60 Öykü-Okyanus'un Gözleri'ne Yolculuk 61-65 Öykü - Öfke Raporu 66-68 Öykü- Bir Karakol Tanığı
69-74 Öykü- Pozitronik Aşk
75-78 Öykü- Romalı Kallisto 79-84 Öykü-Ruh Hırsızı 85-87 Öykü- Sessiz Tanık Yoktur 88-91 Öykü- Sessizliğin Tanıklığı 92-97 Öykü- Soluk 98-100 Öykü- Sonsuza Kadar 101-103 Öykü- Cinayeti Gördüm 104-111 Gölge e Dergi- Katılımcılar 112 Pinup
Bu özel sayıyı hazırlarken sistemin çarkları arasında sıkışıp kalan insanları getirmiştim aklıma. 'Bir cinayet tanığı'ndan çok 'Cinayeti gördüm' meselesi üzerinde durmuştum. Sadık abiye Mehmet abiye 'abi bu konu olur mu' derken sistem tarafından ezilen canlı yayınlarla insanlara haber diye sunulan cinayetler vardı aslında aklımda. Hani 3. sayfa haberleri gibi kanıksadığımız, sayfayı okumadan önce bile orada kanlı haberlerin olacağını bildiğimiz 3. sayfa. İşte burası da Gölge'nin 3.sayfası ve sistem tarafından ne hikmetse editöre bırakılmış. Bu sayımızı sistem tarafından katledilen, hep birlikte cinayetini gördüğümüz katilini tanıdığımız Berkin Elvan'a ithaf ediyoruz. Keşke olmasaydı diyoruz, hepimiz gördük cinayeti, hepimiz tanığız. Rahat uyu Berkin. Umarım katillerin seni düşünürler çocuklarını ekmek almaya yollayamazlar ve onlar rahat uyuyamazlar... Sen rahat uyu ama biz rahat değiliz... Berkin'e, ailesine ve arkadaşlarına saygıyla. Ahmet YÜKSEL
3
Öykü
70 Milyon Makine gürültüleri arasında, son ütücü kızlar, bir önceki gece yayınlanan gelin-kaynana programını konuşuyorlardı. Gelinin nazlanmasından artık tüm ülke gibi kızlar da usanmıştı. Keşke karşılarına Demir gibi bir damat adayı çıksa da kendilerini ona teslim etselerdi bir ömür. Biraz fevri tavırları vardı ama sahiplenmeyi de iyi biliyordu. Fevrinin tam anlamını bilmeseler de fevri olduğuna kesinlikle eminlerdi. Semih, geçtiğimiz üç aydır olduğu gibi yine onları dinliyor, bir yandan da makinenin pedalına basıyor, parça başına aldığı parayı katlamak için aralıksız çalışıyordu. Ailesinde en çok kazanan kendisiydi ve bununla gurur duyuyordu ama Demir’e özenmekten de alıkoyamıyordu kendini. Kendisi de yakışıklıydı. Boylu posluydu. Kara kaşları, saçlarıyla yağız bir delikanlıydı. Kendi çevresinde iyi giyimiyle de bilinirdi. Kendi dikerdi pantolonlarını, hepsi de son modaya uygundu. Bu yarı aydınlık, gürültülü ortamda çay ve yemek saatlerini bekleyerek geçmişti ömrü. Pazar günleri belki bir kısmet çıkar umuduyla sosyalleşmek adına gittiği kafeler veya arkadaşlarıyla zaman öldürmek için gittiği bakırköy sahil dışında hayatında güzel geçen zamanlar yoktu. Buna karşın Demir’i tüm Türkiye seviyor, sahipleniyordu. Demir’e özenirken makinenin iğnesi kırıldı yine. Sinirle Demir’e küfredip hızlıca iğneyi değiştirmeye koyuldu yine ustabaşı görmeden önce ki ona da yakalanmıştı. Fırçasını yedi: Özensizliği mi kalmamıştı, iş bilmezliği mi hiç belli değildi. Akşam geç saatte eve geldi, haberler ve ülkenin kitlendiği dizi çoktan bitmişti. Gelin-kaynana programı açıktı ekranda da. Ablası, kız kardeşi, anası ve onun kuması pür dikkat ekrana bakıyordu. Babası bir inşaatta gece bekçisiydi, mesaiye başlamış olmalıydı çoktan. Erkek kardeşi de bir köşede cep telefonunu kurcalıyordu. Akşam yemeğini kayıntıyla geçiştirdiği için evdeki yemeği ısıtmasını emretti kız kardeşine. Kız kardeşi hastalıklı görünen vücudunu hızlı hareket etmeye zorlayarak yerinden kalktı ve programı kaçırmamak için hızlıca ateşe koydu tencereyi. Bir yanlış yapıp da azar işitmemek için de çekimserce hareket ediyordu belli ki. Tabağa aktardı ısıttığı yemeği. Zigon sehpalardan ortanca boyu çıkarıp abisinin önüne koydu. Tam yerine otururken Semih sertçe ekmeği hatırlattı, hızla koşup eliyle bölerek somunu, abisinin önüne yeterli bir parça koydu, gerisini de poşetle yanına bıraktı. Yemek boyunca Semih de Demir’i ve unutulmayacak aşkı Nurten’i izledi. Artık Nurten, Demir’e oluru veriyordu yavaş yavaş. Belli ki bu iş olacaktı. Demir’in ağlamamak için kendini zor tutması ve ekran başındakilerden şu anki durumu için özür dilemesi Semih’in 26 yaşındaki ablasını Semiha’yı çok etkilemişti. Semiha’ya evde kalmış damgası çoktan vurulmuştu, Demir gibi bir kısmet için ömrünün yarısını verebileceğini beyan etmişti kardeşi Döndü’ye. Semih yorgundu erkenden yattı o gece. Yine sabah erkenden kalktı Semih işe gitmek üzere. Sofraya oturdu. İnce belli bardak önüne sürüldü, seri hareketlerle doldurdu midesini, öğlene kadar başka yiyecek bir şeyi olmayacaktı. Sofradan kalktı, ayakkabılarını giyip durağa koşar adım gitti, güç bela otobüse sığıştı, sığıştığı yerden güç bela çıktı ve işe geldi. Aynı makine sesleri, aynı kızların konuşması, gülüşmesi ve yine aynı konu; bir önceki gece yayınlanan gelin kaynana programı. Demir’in ağlamamak için kendini zor tutması, sesinin titremesi sadece ablasını değil, herkesi etkilemişti. Tüm ülke kenetlenmişti Demir için âdeta. Arkadan cızırtılı gelen radyo sesinde Demir için bir şarkı armağan edildi, ismi “Erkekler Ağlamaz”dı, DJ de şarkıya eşlik ediyordu “erkekler ağlamaz” kısmınlarında.
4
5
Öykü
Öykü
Semih öğle yemeğine çıktı bir arkadaşıyla. Arkadaşı yaptığı altılı kuponunu yatırmak üzere yolun karşısına geçti, o sırada bir araba durdu Semih’in yanında. Gelin kaynana programının yayınladığı Kanal G’nin aracıydı. Yolcu tarafındaki camda güneş gözlüklü, iyi giyimli bir adam vardı. Aslında adam da programın direktörüydü. Camı açtı ve Semih’e sordu: “Selam genç” dedi kalıbınca, Semih’in yüzü aydınlandı araca yanaştı “Aleykümselam?” dedi sorarcasına. Adam, “Buralarda gençler nerelere takılır?” diye sordu adam. Semih duraladı, buralarda gençler nerelere takılırdı ki, gençler buralarda sokak başlarında takılırdı ya da kahvehanede ama ikisini de cevap olarak kabul edemedi kendi de ve “Nasıl takılmak diyorsunuz?” diye soruladı, soruyu. Semih pek sempatik ve yakışıklı göründü adama o sırada. Şoföre doğru döndü, “çok uğraşmamız gerekmeyebilir, dur bakalım bi burada” dedi ve kapıyı açıp indi arabadan, o sırada şoför de motoru susturdu. Kumral, temiz yüzlü, kalıplı ve iyi, spor giyimliydi. Elini uzattı Semih’e: -Selam ben Andaç, Kanal G’de çalışıyorum. Senin adın ne? -Semih ben. -Gelin-kaynana programını izliyor musun? -İzliyoruz? -E iyi o zaman, işimiz de kolay olur. Gel de oturacak bir yer varsa buralarda konuşalım seninle biraz. -Abi yalnız bizim yemek paydosu, işe geç kal..... -Ya tamam, iş konuşacağız biz de seninle, veririm yevmiyeni en kötü hehe. Gel sen. Semih bir yandan umutlu bir yandan tedirgin gidiverdi adamla beraber. Adam etraflıca gelin kaynana programı için damat adaylarından biri olmasını istedi Semih’ten. Demir gibi olacağını konuşmanın içinde defalarca vurguladı. Adayların normalde başvurduğunu ve elenerek programa alındığını ama kendisinin tam program için uygun olduğunu etraflıca anlattı. Semih’in aklı gitmişti. Adam anlattıkçe gözleri parladı, suratına kocaman bir gülücük oturttu. Adam bu işten para alacağını hem de aylık eline geçenin dört katı gibi rakamlardan bahsedince iyiden iyiye keyfi yerine gelmişti. Adam kartını verdi, haftaya Çarşamba kartın gösterdiği adrese gelmesini söyledi, çok işleri olduğunu ve bundan kimseye bahsetmemesini de ekleyip içtiklerinin parasını masaya bırakıp gitti. Semih bir keyif sigarası daha yaktı, çalan telefonunu bir kez daha susturdu, kuponu yatıran arkadaşı arıyordu. Yemek paydosu bitmek üzereydi, bir tost söyledi, eline alıp atölyesine doğru yollandı. Bir hafta sonra Çarşamba günü Semih, Andaç Bey’in söylediği saatten yarım saat kadar evvel Kanal G Binası’nın önündeydi. Kapıda resepsiyon vardı, yanaştı: “Andaç Bey beni çağırttı, ondan geldim” deyiverdi, Resepsiyondaki kız suratına bile bakmadan “Hangi Andaç Bey kardeşim, anam mı babam mı nerden bileyim hepsini binadakilerin ben” diye payladı. Elinde terle biraz nemlenmiş kartviziti uzattı, kız 8. kata yönlendirdi. Semih güç bela asansörlerden birine attı kendini ve 8. kata çıktı diğer çıkanların yardımıyla. Orada yine resepsiyon vardı. Yanaşıp yine kartviziti uzattı yine paylanmamak için, “Randevun mu var?” diye sordu standartlarına göre çok güzel olan kız, “evet” diyebildi, “tamam sen ismini söyle, şuraya geç otur, ben haber veririm” dedi güzel kız. Semih ismini verip beklemeye başladı. Yarım saatten fazla bekledi, yanında-
6
ki dergilere göz atmayı ilk 10 dakikadan sonra akıl edebildi. Okumayı çok sevmezdi, resimlerine baktı o yüzden ekseriyetle. Yarım saatin sonunda Andaç Bey hararetli şekilde birilerine bir şey anlatarak önünden geçti, Semih’i görmedi bile, sonra yine geçerken yine hararetli bir şeyler anlatıyordu ama bu sefer Semih’i gördü. Konuşmasını kesmeden Semih’e yöneldi, yanındakilerden biri not almaya devam ediyordu o da konuşmaya, Semih’e elini uzattı ve iki yanağından öperken “Birazdan alıcam seni tatlım,” dedi ve yine geldiği istikametin aksine devam etti yine anlattığı şeyin üzerine ekleyerek. Semin muhtemelen bir 15 dakika daha bekledi, Standartlarının üzerindeki güzel kız Semih’i “ileride soldan üçüncü oda”ya yönlendirdi. Semih çok modern dekore edilmiş odaya girdi. Masada bir kaç hareketli süs vardı, odaya girer girmez gözü onlara takıldı. Birbiri içine dönerek giren halkalara özellikle. Andaç Bey yerinden kalkıp yine selamladı Semih’i. Kıt geçen hoşbeşten sonra mevzunun özüne gelindi iş bilir Andaç Bey tonundan: -Semih’çiğim şimdi bu programda esas damat sen olacaksın, nasıl olacaksın? Ben baktım mı star’a gözünden tanırım, sende star damat adayı kanı var. Yıllardır bu işi yapıyorum ben, gördüm mü anlarım. İnsanlar sana oy verecek ama senin biraz yontulman gerekiyor. Yanlış anlama eğitim babında diyorum, ekrana çıkacaksın insanlar seni izleyecek, bunun için seni hazırlamamız lazım. Programın başlamasına iki ay kadar zamanımız var. İki haftaya şimdiki program bitecek, bir buçuk ay ara verilir sonra bizim program başlar. Semih takip edememişti hızlı konuşmasını ama aklına takılan en temel sorunun çözümü için danıştı: -Yalnız ben babamı ikna edemem anamın çıkması için, siz eder misiniz? -Yav nelere takıldın sen, çok kolay şeyler zaten onlar. Anneni çıkarmayacağız televizyona. Bak bu Aylin Hanım, annen bu olacak. Sarı saçlı, küt kesimli, tam lanet suratlı bir kadın fotoğrafı duruyordu Semih’in karşısında. Andaç konuşmaya devam etti: -Televizyon burası Semih’çiğim, damat önemli burada, annen kim olsa fark etmez, hem kim bilecek? -Akrabalar, mahalle? -Yav onlar da hâlledilir. Konuşturmayız kimseyi, sen serin tut kafanı. Programa odaklan. Seni zaten misafir edeceğiz 2 ay. İşyerine, evine falan hep haber vereceksin. Hazırlıklara başlayacağız bugünden. Benim sözümden dışarı çıkmak yok bundan sonra. Tamam mı? -Tamam. Diyecek bir şeyi yoktu Semih’in. Hayalleri gerçekleşiyordu. Bütün ayarlamaları yaptılar Semih için. Cevizlibağ’da lüks bir daire tuttular, apartmanın 18. Katında. Hocaları buraya geliyordu. Nasıl konuşulur, kamera karşısında nasıl durulur, nasıl yemek yenir... her şeyi en baştan öğretiyorlardı Semih’e. 23 yaşında bir çocuktu Semih âdeta.
7
Öykü
Öykü
2 ay çabuk geçmişti. Programın jenerikleri, yarışmacı profilleri hazırlanıyordu artık. Semih’i burada da el üstünde tutuyorlardı. Artık Damat Adayı 04 Semih olmuştu. Annesi Aylin Hanım’la da bu süreçte tanışmıştı Semih. Lanet suratı, cart yüksek sesi kendi melek anasına tam zıttı ama Semih dibinden ayrılamıyordu Aylin Hanım’ın. Elini öperken, dizinde, sarılırken türlü türlü çekilmişlerdi Aylin Hanım’la. Sonra gelinler geldi stüdyoya. Gelinlerle tanıştırıldılar damat adayları. Herkes birbiriyle el sıkıştı, tanıştı. Gelinler arasında Şule pek bir alımlı pek bir hoş gelmişti Semih’e. Andaç Bey koşturarak geldi, Şule’yi, Aylin Hanım’ı ve Semih’i seri hareketlerle alıp bir köşeye çekti, başladı anlatmaya: -Kurgu belli, bozmuyoruz, aynen devam. Semih’cim şimdilik damat evinde olduğun için sana çok detay vermiyorum ama Şule’yle tanıştın herhâlde, müstakbel gelin adayın var mı sıkıntı? -yok... -Harika, olmaması gerekiyor zaten. Aylin’cim sen çok yükselme şu an için ama ince pikler yaparak, Şule özeline kesinlikle değil, genele geçirerek sivriliyorsun. Şule sen de çok terslenerek değil, zaten arada da yönlendiriyor olacağız ama inceden süzülerek, bozularak sempatik görün, sanki Dünya sana düşmanmışçasına, sen daha çok bozul Aylin’in piklerine.. ok? Semih seni yayında yönlendireceğiz, zor biliyorum, kendin olmaya çalış zaten gerektiğinde el atarız. Hadi hepimize kolay gelsin. Semih çok bir kafasında bir yerlere oturtamadı. Kurgulanmış bir şeyler olduğunu anlamıştı ama gözlerini hafif kısarak uzaklara bakmasına da engel olamamıştı, şaşırmıştı açıkçası. Stüdyonun içinde hazırlanmış eve girdiler. Talimatlar verildi Damatlara görevli bir arkadaş tarafından. “Mümkün olduğunca özel hayatımızla ilgili konuşmuyoruz arkadaşlar burada. Yönlendirmelere uyacağız, yönetmenimiz tarafından. Herkes karakterini, gerekli ezberini tazelesin, sıkıntı olmasın”. Semih soramadı ne ezberi diye bile. Geri sayım yapıldı ve çekimler yapılmaya başlandı. Canlı yayınla veriliyordu ama 1 saatlik delay sayesinde gerekli yönlendirmeler yapılabiliyordu çekim esnasında. Delay süresi bittiğinde de reklam giriliyor aynı süre kazanılıyordu. Çekim dışında da evde vakit geçiriyorlardı. Bu anlardan birinde iki damat adayının anlam veremediği konuşmasına şahit oldu Semih: “Sen kaçıncı haftada eleniyorsun?” diye sordu biri diğeri “6. Sen kaçıncı?” diye sordu ilk sorana. O da “Ben de 7. İyi yakınmışız,” deyip gülüştüler. Bir haftanın sonunda gelinlerle tanışacaklardı ama önce annelerini görecekti damat adayları birer birer. Tek tek anneler çıktı önce. Aylin Hanım anlatmaya başladı sırası geldiğinde: “Semih’imle ben 24 yıldır ayrılmadık. Hep dizimin dibindedir yavrum benim. Hep “annem seçecek benim eşimi” dedi, böyle bildi benim evladım. Hayırlı evlatlar diz çöker benim evladımın önünde. Yakışıklıdır, çalışkandır benim yavrum. Bakıyoruz tabi ama henüz layık göremedim ben yavruma bu evden bir kız”. Sonunda Aylin Hanım’la Semih’i kavuşturdular. Aylin Hanım’ın elini öpmesi tembihlenmişti Semih’e. Aylin Hanım ağladı, yavrusuna sarıldı, öptü öptü öptü... 70 milyonun içi kıyıldı. Semih’in altılı ganyan yatırmak için yanından ayrılan arkadaşı bile biraz gurur biraz hüzünle izliyordu ekranın karşısında bu olan kurguyu.
-Merhaba, ismim Şule. -Semih ben de. -Ne iş yapıyorsun? -Makineciyim, kot işi yapıyoruz. Modelden dikim yapıyorum. Siz? -Ben ev kızıyım. Mesleğin var, çok güzel. Ev geçindirebilir misin? -Çok şükür kendimize yetecek kadar. Gururla kafasını kaldırmıştı bu sırada Semih. 70 Milyon da içinde hissetti o gururu. Kendi kendine yetenler, yetemeyen ama çabalayanlar Semih oldu o an, herkes çenesini biraz yukarı kaldırdı. -Kıskanç mısındır? -Seven kıskanır. 70 Milyon yine onayladı Semih’i. Seven adam kıskanır, seven sahiplenirdi elbet. Semih konuştukça onayladı izleyenler, Semih 70 Milyon’un ağzı, diliydi âdeta. Ertesi gün konfeksiyonlarda, Semih gibi bir damat adayının karşısına çıkmasını bekliyor olacaklardı son ütücü kızlar. Semih de Şule’yi beğenmişti ama gerçekten beğenmişti, tam istediği gibi bir kadındı. Şule de Semih’ten hoşlanmıştı ama çok emin değildi. Aylin Hanım Şule’yi kati suretle istemiyordu yavrusuna. İlk haftanın sonucu buydu. Ertesi hafta ve bir sonraki hafta dalgalanmalar olsa da çok bir şey değişmemişti. 04 Semih, 07 Gürol’la kavga edeceklerdi, 05 Hakan ve 02 Aytuğ zor ayırdı. Üçüncü haftanın sonunda 04 Semih elemelere kaldı sivri bir karakter olduğu için ve %70 oy ile 03 Göktuğ’u eleyerek daha bir dikkat çekti daha bir uç oldu yarışmada. Yarışmayı artık 07 Gürol’cular ve 04 Semih’çiler izliyordu âdeta. Ama Andaç Bey’in de etkisiyle yarışma bir buçuk ayın sonunda iyice Semih ve Şule aşkına dönmüştü. Bu süreçte Semih iki kere Şule ile kavga etmişti, bir kere de annesi Aylin Hanım’ı istemeden de olsa kırmıştı. Semih bir yandan bu olanların kurgu olduğunun az çok farkına varıyordu ama bir yandan da elinde olmadan bu olanları yaşıyordu. Şule’yi gerçekten seviyor ve elde etmek istiyordu. Bu olanların sonunda Şule’ye kavuşacak mıydı yoksa o da parasını alıp gidecek miydi bunun cevabını gerçekten verebilecek yeterlilikte değildi henüz. Üçüncü ayın sonunda. 06 Erol, 04 Semih ve 07 Gürol kalmışlardı evde sadece. Erol sempatik bir karakterdi. Gürol ve Semih arasında köprü gibiydi, ikisiyle de anlaşıyordu. Hayali Feyza ile bir yuva kurmaktı, yarışmayı kazanamasa da onunla eninde sonunda evlenecekti, Feyza’nın da buna gönlü tamdı.
Sonra damat adayları, gelinlerle tanıştırıldı. Birbirilerini beğenenler biraz konuştular. Semih gerçekten hoşlandığı Şule’yle ilk defa konuşma fırsatı buldu burada. Andaç Bey yönlendirdi: “Şule sen biliyorsun işini, Semih sen de biliyorsun yavrum, kendin ol başka bir şey istemiyorum. Hadi başlıyoruz”. Geri sayım yapıldı, Şule konuşmaya başladı:
Şule, Feyza’yla dertleşiyordu. Gürol’un da iyi yanlarının olduğunu ama gönlünün Semih’e kaydığından anlatıyordu. Ama Semih’in de çok fevri tavırlarının olduğunu da söylemeden geçemiyordu. Feyza her şeyi zamana bırakmasını, zamanın her şeyin ilacı olduğunu salık verdi Şule’ye.
8
9
Öykü
Öykü Sondan bir önceki elemeydi. Oylar sayıldı ve Gürol %40 oy aldı. İlk onunki okundu. Heyecanla bekleniyordu sonuç. Sonraki okunan zaten sonucu söyleyecekti. Reklam girdi. Dört dakika bekleyişten sonra Semih’in sonuçu okundu %42 idi. Erol da Elenmişti. Halk ekranları karışısında âdeta coşuyordu. İnsanlar yine de Erol için üzüldüler. Erol’un yine de Feyza’yla evleneceği bir yandan da teselli oldu 70 Milyon’a bu eleme için. Feyza da kendi isteğiyle evden ayrıldı. Erol’la Feyza’yı o kanalın kadın programlarından birinin çakır gözlü sarı saçlı sunucusu programında evlendirdi, evlerini döşedi. 70 Milyon bir kez daha sevindi, umutlandı. Belki 500bin Liraları olmamıştı programdan ayrılınca ama kafalarını sokacakları, dayalı döşeli bir evleri olmuştu. O hafta bu kadar olanlar Semih’i biraz fazlasıyla kaygılandırmıştı. Kendini kötü hissetti. Çekimin olmadığı saatlerin birinde içindeki kaygı dalgası yükseldi. Nefesi kendine yetmiyordu. Derin derin nefes alıyordu. Çevresindekiler müdahale etti, birisi eliyle ağızını burnunu kapatmaya çalıştı, izin vermiyordu, nefesi yetmiyordu. Kaygısı yükseldi. Ellerini tuttu birileri, elini ağzını kapattılar, “sakin ol” diye telkin ettiler. Kaygı krizi gelmişti Semih’e, sinirleri yıpranmıştı bu süreçte. İnanılmaz final gelip çattı sonunda. Gürol’la – Semih oylandı. Nefesler yine tutuldu. %55 - %45 Semih kazandı. Şule de kararını vermişti evlenecekti. Semih Anacağına sarıldı, anacığı Semih’e mutluluktan ağladılar. Semih gerçekten mutluydu, gerçekten evlenecek miydi Şule’yle... bir yandan da kaygılıydı ama ağlamak çok iyi gelmişti. 70 Milyon da ağladı Semih’le çok badireler atlatmıştı. Andaç da mutluluktan ağladı çünkü neredeyse gerçekten 70 milyon onun yapıtığı işi izliyordu şu an. Semih apar-topar Cevizlibağ’daki eve götürüldü. Andaç da onlarla birlikte gelmişti. Televizyon açıldı. 70 Milyon’un coşkusu hep beraber izlendi. Telefonla Şule’yi ve Aylin’i Ptesi gününe hazırlamaları için konuştu birileriyle. Sonra telefonlar bitti, Semih’e döndü: “Aslanım çok iyi gitti şu ana kadar ama bak her şey şimdi başlıyor şimdi Şule’ye aşkını göstereceğin zaman geliyor.” Semih’in kafası döndü, gerçekten âşıktı Şule’ye, ne gerekiyorsa yapardı onun için. Konuşuldu yapılması gerekenler ekip içinde. Ptesi sabahı çakır gözlü sunucu programa başladı. Konukları bugün çok özeldi. Aylin, Şule ve Semih programda olacaktı bugün. Proramın ilerleyen saatlerinde geldi hepsi. Şule ağzını eğe eğe konuşuyordu. Aylin’in uzağında oturmasının rahatlığıyla Semih’i sevdiğini ama Aylin’in bu evliliği istemediği için kendinin de bazı kaygıları olduğunu söylüyordu. Semih kulağına gelen talimatlarla yer yer sinirleniyordu, yer yer ortamı sakinleştirmeye çalışıyordu. Semih yer yer gerçekten sinirleniyordu. Şule’den rica ediyordu, annesi Aylin Hanım’a saygılı davranması konusunda, elini izah işareti yapıyordu, siniri kalktı en son bağrındı bir iki. Sonra özür diledi 70 Milyon’dan ve Şule’den programın sonuna doğru.
Semih. Elindeki kesiğin dikişlik bir tarafı yoktu ancak doktora rica minnet ve gerekli ücret karşılığında 10 dikiş attırıldı ve bir basın toplantısı düzenlettirildi. Arabada Semih’i övüyordu Andaç Bey ama Semih’in içindeki kaygı ziyadesiyle büyüdü ve yine bir krize dönüştü. Andaç da Semih’in bu programa alışık olmadığını çok iyi görebiliyordu. “Dayan aslanım, az kaldı, çok para kazanacağız bu işin sonunda. Son bir patlama çözmemiz gerekiyor,” dedi. Eve gittiklerinde, yol haritası çizilirken Semih’e izin verdiler, gidip içeri biraz dinlendi. Kendine engel olamadı Semih. Şule nerede başlayıp nerede bitiyordu anlayamıyordu. Evinin karısı olabilecek miydi? Bir lokmacık ekmeği bölüşebilecek miydi onunla. Elinde olmadan ağlamaya başladı yastığa kapanıp, içeride bir sonraki programın yol haritası çizilirken. Kendini topladı ve içeri gitti. Andaç Bey’den bir günlüğüne ailesini görmek için izin istedi, Andaç Bey günü birlik izin verdi. Taksiyle gitti, taksici tanımıştı. Taksicinin sorularını geçiştirdi. Yakın bir arkadaşını arayıp onunla görüştü, olanı biteni özet geçmek zorunda kalmıştı o dostuna da. Eve hiç uğramadı, mahalleyi çekemezdi şimdi bu hâldeyken. Cevizlibağ’daki eve geri döndü akşam olmadan. Andaç yine topladı ekibi. Semih’e daha ilgili davranıyordu bu sefer. Semih daha vurdumduymaz görünüyordu. Yine arabaya atladılar, yine bir kadın programına hazırlandılar. Semih üstünü başını kendi giyindi, biraz tersti bugün, kimseyi yanına yanaştırmadı yağız delikanlı. Programa çıkıldı. Yine kırkını geçmiş ablalar bu aşka olayın subjelerinden daha fazla ilgiliydi ve hararetlice tartıştılar birbirileriyle program boyunca. Semih, Şule’ye yalvarmaya başladı âdeta kulağına gelen komutla. Aylin Hanım, “yavrusu”na yalvarmaması için salıkta bulundu, 70 Milyon’un içi çıkmıştı. Şule ağız kıvırdı, Semih’i istemiyordu. Kulağına komut geldi Semih’in üzülmesi yönünde. Semih kulağındaki küçük apartı çıkarıp yere fırlattı ama gözünden bir damla yaş aktı istemeden. Elini beline atıp 9Mmlik silahı peydah etti. 70 Milyon dehşete düşmüştü, Aylin Hanım, Şule, Ekip ve Andaç da dehşet içindeydi bu sefer. Stüdyo boşaltıldı. Semih, Şule’ye yine döndü: “Senin canın için bütün ömrümü bir kibrit kabında tutuştururum ama benim yanmam senin gönlündeki ateşin sönmesini sağlamaz”dedi ve tetiği çekti. 70 Milyon sadece izledi bu sefer. Yazan: Ozan Bayar
İşler sarpa sarıyordu sanki. Şule’yi gerçekten kaybetmek istemiyordu. Eve geldiler yine Andaç telkinlerde bulundu, yine 70 Milyon’un Semih’e olan desteğini izlediler. Halk âdeta Semih’e âşıktı. Ekip yine coştu ve dağıldı, başka bir kadın programının yol haritası çizildi. Program yine başladı. Oynak sunucu yine aynı kadroyu konuk etmişti. Semih’in sinirleri hepten oynamıştı bu sefer Şule’ye. Programdaki cam sehbaya vurarak tuzla buz etti. Eli kesilmişti. Hastaneye kaldırıldı
10
11
İllüstrasyon: Zeynep Zeze
Öykü
“Altın Dokunuş” Bir araba inleyerek dükkânın önünde durunca Rasim Usta yeni yıkadığı ellerini kurulayarak başını ofisinden dışarı doğru uzattı. Bir gözüyle masasında duran ve gün boyunca bir kez bile içemediği sigara paketine, diğer gözüyle de feryat figan duran arabanın adres sormak için durduğunu ümit ederek dükkânın önündeki lüks spor arabaya baktı. Ateş kırmızısı renkteki şık arabadan inen iri yarı, kel ve güneş gözlüklü adamın yavaş ve emin adımlarla dükkâna girdiğini görünce iç çekerek elindeki bezi ofisindeki masaya fırlatıp, ellerinin kurumadığından endişe ederek bir yandan üstüne başına ellerini silerek adama doğru ilerledi. Oto kaportacıydı Rasim Usta. Otuz yıldır hem de! 17 yaşında çırak olarak başladığı işten kurtulamamış, ustasından devraldığı dükkâna tıkılıp kalmıştı. Akşam eve giderken yoğurt alması gerektiğini bir kez daha kendisine hatırlatarak adamın önünde durdu. Kel, iri yarı adam güneş gözlüğünü kibar bir hareketle çıkararak elini uzattı. “Rasim Bey?” “Buyurun efendim, benim…” Kısa, ruhsuz bir tokalaşma seansından sonra adam ağzındaki baklayı çabucak çıkardı: Arabasının yolcu kapısı içine göçmüştü, düzeltilmeliydi. Hem de acilen ve temiz bir şekilde düzeltilmeliydi. Rasim Usta’nın namını birkaç arkadaşından duyduğu için ilk olarak buraya gelmişti. Yani, “Altın Dokunuş Oto Kaporta”ya. Rasim Usta, başını alçakgönüllü bir tavırla eğdi; adamı dinlediğini ve anladığını belli etti. “Ama…” diyerek söze girdi usta. “Saat altı buçuk ve dükkânı kapatmak üzereydim. Yarını beklese olmaz mı?” Tabii ki olmazdı, bunu biliyordu usta ancak bir ümit sormuştu. “Yok yok…” diyerek elini olumsuz hareketlerle salladı iri yarı adam, parmaklarının arasında sallanan güneş gözlüğünü umursamadan. “Acil. Bu gece…” Ustanın işi gönülsüzlüğe vurduğunu görünce de biraz telaşla ekledi: “Ne kadarsa iki, hatta üç katını veririm. Lütfen usta, işinde iyiymişsin; methini çok duyduk. Kırma bizi!” Usta iç çekerek arabaya doğru ilerledi. Bir yandan fazla iş olmaması için dua ediyordu; tüm gün yorulmuştu zaten, daha fazlasına zor katlanırdı. Arabanın yanına vardığında, beklediğinden daha az hasar bulunca içten içe mutlu olmuştu. Ön koltuktaki yolcu kapısının sol alt kısmı içine göçmüştü. Kaportada yer yer derin, yer yer hafif çizikler vardı. Usta, saatine baktı. Madem yemeği ofiste yiyecekti, ilk önce o kısmı hâlletmeliydi. Yedi buçukta işe başlasa, on bir gibi biteceğe benziyordu. İç çekerek adama döndü. Adam, gözleriyle bir kapıya bir de ustaya bakıyordu. “Saat on bir buçuk gibi biteceğe benziyor… Siz gidin isterseniz, o saatte gelirsiniz. Bitmiş olur. Ücreti de…” Adam elini bir kez daha havaya kaldırdı. Tombul parmakları arasında sallanan güneş gözlüğü ustanın sinirlerini bozmaya başlamıştı. “Paranın bir önemi yok usta! Ancak, bir yere gitmeyeceğim. Mümkünse, burada oturup beklemek istiyorum.”
12
13
Öykü
Öykü
Usta başını salladı, bu tarz adamlara itiraz etmesinin hiçbir önemi ve etkisi olmazdı. Bu kadarını çözebilecek kadar geniş bir müşteri portföyü vardı. Kazaların nedenlerini merak ettiği yıllar da çok eskide kalmıştı. Adamı ofisine buyur etti, lahmacun söylemeyi teklif ettiğinde adam gene aynı elini; gene aynı reddedici tavırla kaldırdı. Toktu, sağolsundu usta. Kırk dakika sonra iki lahmacunu mideye indirmiş, günün uzun bir süreden sonraki “ilk” sigarasını yakmış bir şekilde otururken kafasında işi saat kaçta bitirebileceğini hesaplıyordu usta. Hesabın içinden kolay çıkamadı; eli çabuk bir adamdı. İşine gösterdiği özenle ters orantılı bir süratte bitirirdi işlerini. Bu yüzden hem sadık müşterileri hem de şu an karşısında oturan iri yarı adam gibi yeni müşterileri eksik olmazdı dükkânından. Sık sık, karanlık işlere bulaşan adamlar da gelirdi dükkânına. Başlarda çok rahatsızlık hissetse de, sonradan umursamayı unuttu usta. Karnını doyurduğu sürece kaportayı temizlerdi. Karnını doyuramazsa, zaten bir önemi de yoktu hangi işi kimin için yaptığının. Sigarasını bitirip masadaki kül tablasında söndürdükten sonra çekmecesinde duran eldivenlerini çıkarttı, müşterisinin meraklı bakışlarının eşliğinde eldivenlerini giyerek ofisten çıktı. Arabayı dükkânın içine sokup alet edevatlarını kaldırdığı dolaptan tekrar çıkardı. Ustanın, kimsenin bilmediği bir sırrı vardı. Eldivenleriyle önce kaportayı yoklarken bir yandan boya kutusuna bakıyordu. Renk çok popüler bir renk olduğu için sıkıntı yaşamayacaktı. Ustanın, çocukluk dönemlerinden beri lanetli yanı olan bir sırrı vardı. Kaportadaki göçükleri düzeltmek için kullandığı ve pek az kaportacının bildiği aletini çıkarttı. Vakumlama yöntemiyle, çekiç kullanmadan ve aşırı efor sarf etmeden bu göçükleri hâlledebiliyordu. Ustanın, ilkokul sıralarında fark ettiği; daha doğrusu o yaşlarda anlamlandırdığı ve o yıllardan beri acısını çektiği bir yönü vardı. Eldivenli elleriyle vakum cihazını göçüğe dikkatlice yerleştirdi usta. Birkaç adım geriye gidip dikkatlice baktığında bir sorun göremedi ve cihazı çalıştırmak için hortumun uzandığı gövdede duran yeşil tuşa bastı. Vakum cihazı çalışadururken akıl edip gömleğinin cebine attığı tek dal sigarasını ağzına götürüp yaktı. Üç dört dakikalık bir boşluğu bile değerlendirmek istiyordu. İlkokulda bir gün sınıfa girdiklerinde sınıflarının kitap konulan metal, ofis tipi dolabının sağ ve sol kısımlarını içine göçmüş bulmuşlardı. Tüm sınıfın ilgi odağı olan bu barbarlık gösterisi, öğlenci-sabahçı olarak eğitim gördükleri kurumun öğlenci öğrencilerinden birisi tarafından yapılmış olmalıydı. Rasim, diğer arkadaşları gibi büyülenmiş bir şekilde göçüklere dokunurken beyninde bir karıncalanma hissetmişti. Aniden beliren bir görüntü yığını hem başını ağrıtmış hem de kulaklarında aşırı çınlamaya neden olmuştu. Gözünde beliren görüntüde siyah önlüklü, yaşına göre iri yarı bir çocuk iki elini yumruk yapıp dolaba vuruyordu. Rahatsızlandığı için o gün evine dönmek zorunda kalmıştı Rasim. Vakum cihazı tık edince sigarasından son nefesleri çekip yere fırlattı. Yerdeki yağ birikintisine gömülen minik izmarit pıs diye bir ses çıkarıp sönerken cihazın kırmızı tuşuna basıp dikkatlice vakum kısmını arabanın kaportasından çekti. Bu işlemden sonra yarım saat beklemesi gerekiyordu kaportanın. Eliyle hafifçe dokunup kontrol ettiğinde olması gerektiği gibi sıcak olduğunu görünce, ofise geçti. İki çay söyleyerek misafiriyle havadan sudan muhabbet etmeye girişti. Ailesi, okuldan erken gönderilince endişelenmiş ve doktor gezmelerine başlamıştı doğal olarak. Ancak hiçbir kontrolde, beyninde bir sorun görünmüyordu. Keza gözü ve kulaklarında da… Benzeri
sorunlar ne zaman hasar görmüş bir metal yüzeye dokunsa hep yaşanıyordu. Tabii, gözünün önüne gelen görüntülerden bahsetmiyordu ailesine ancak bunların gerçek olduğunu da kısa sürede anlamıştı. Bu durum onu daha da korkutmuş, okul biter bitmez kendisini kaportacıya çırak veren babasına uzun süreler yalvarmıştı ancak babası Nuh demiş, peygamber dememişti. Çaylarını içerken havadan sudan muhabbetlerinde konuları hızlıca tüketiyorlardı. Gözü saatte olan usta, yarım saat dolunca çayından son yudumlarını alıp masaya bıraktı ve müşterisinin iznini isteyip işine döndü. Acılarla ve birbirinden sıkıntılı görüntülerle geçen iki aydan sonra eldiven kullanmayı akıl etmişti Rasim. Böylece teninin metal yüzeyle temasını kesmiş, görüntü akışını da engellemişti. O gün bugündür hiçbir metal yüzeye çıplak eliyle dokunmuyordu. Bazen bu “hastalığının” geçmiş olduğunu ümit ediyor ancak cesaretli davranıp da denemeye girişmiyordu. Kaportadaki çizikleri düzeltip boyanın rengini ve kıvamını ayarlamaya giriştiğinde bir yarım saat daha geçmişti ve saati dokuza geliyordu. Tüm çizikler bitip de boyanın ilk katını özenle geçtiğindeyse dokuz buçuğu geçmişti. Bu boyanın kurumasını beklerken bir çay daha içebilirdi! Müşterisi bu kez çay istememiş, telefonla yaptığı görüşmeyi sürdürmek için dışarı çıkmıştı. Ofiste oturup çayını içip bitirdiğinde duvarda asılı saatine baktı: 10’u azıcık geçmişti. Son bir gayretle ofisten çıkıp birkaç adım yanda bekleyen bebeğe gitti ve eline fırçayı alıp özenle ikinci katı çıkmaya başladı. Ter içinde kaldığı kırk dakikanın sonunda uzaktan eserine baktığında yeni gibi göründüğünü fark edip gülümsedi. Eldivenlerini çıkarıp terleyen ellerini yıkadı, ofisindeki masaya attığı beze ellerini silip telefon görüşmesini birkaç dakika önce bitirmiş ve ofise gelmiş olan müşterisini ayakta karşıladı. Arabanın yanına gitmeden, ofiste ödemeyi hâllettiler ve güneş gözlüğünü nihayet ceketinin üst cebine koymuş olan adam ikiletmeden cebinden çıkardığı para tomarından beş yüz lirayı ayırıp masaya bıraktı. Kapıyı uzaktan inceledikleri esnada adamın telefonu çalmaya başladı. Telefonu açmadan önce kapının sağ altında, kapanırken içeride kalan kısmında duran minik birkaç çiziği fark etti müşterisi. Usta, biraz utanarak çizikleri incelerken telefonunu açıp tekrar dükkânın dışına doğru yürümeye başlamıştı bile iri yarı adam. Yaptığı dalgınlığa kızarak çizikleri kontrol etmeye başlamıştı ki usta, derinliğini öğrenmek için dokunduğu çiziğe eldivensiz temas ettiğini beynindeki uğultu başlayınca fark etti. Acıyla kendini geri çekerken gözlerine inen perdeye engel olamamıştı. Bir kadın, ağlayarak diz çökmüş; kafası koltuğa dayalı bir şekilde duruyordu. Başında bekleyen iki adam önce kadının sırtını tekmelemeye başladılar, sesi katlanılmaz bir hâl aldığında ise daha kötü bir şey bekliyordu saçları omzuna kadar gelen, yüzü görünmeyen kadını. Bir el uzanıp kapıyı tutmuş ve defalarca kapatıp açmıştı. Sert vuruşlarla önce kadının çığlığını arttırmış, sonra da titremelerini. Nihayetinde kadından cılız birkaç bağırış daha gelmiş ve eteğinden görünen bacaklarındaki titremeler durmuştu. İrkilerek doğruldu usta. Nefes nefese kalmıştı. Kendi temizlediği bir cinayet silahıydı arabanın kapısı. Yutkundu. Müşterisi geri gelmiş, kapıyı incelemeye başlamıştı. “Boyası çok güzel olmuş usta! Şu iç kısımdaki çizikleri de hâllediver de ben gideyim artık…” diyerek ustaya döndüğünde Rasim Usta biraz kendisini toparlamıştı. Başını sallayarak su içmek için ofise gideceğini söyledi. Müşterisi arabanın başında beklerken ofise girip usulca kapıyı kapattı: Ne yapmalıydı? Şimdiye değin, mafyavari birçok müşterisi olmuştu ancak arabaların nasıl koşullarla önüne geldiğini bilmediği için çok da önemsememişti ancak bu sefer farklıydı. Öldürülen veya komaya sokulan bir kadın
14
15
Öykü
Öykü
söz konusuydu. Kapıya uzanan elin, dışarıda bekleyen müşterisine ait olduğundan emindi usta… Ne yapacaktı? Polisi mi aramalıydı? Beyni durmuş gibiydi. Düşünemiyordu ancak şüphe çekmemek için masanın dibinde duran damacanadan bir bardak su doldurup içmeye başladı. Masanın üstünde duran telefonuna gözü takıldığında kararını verdi ve çabucak 155’i tuşladı. Birkaç saniyelik bekleme süresi, asır gibi gelmişti ustaya. Karşı tarafta bir ses duyulunca fısıltıyla kaporta dükkânının adresini verdi ve şüpheli olabileceğini düşündüğü bir aracı tamir ettiğini belirtti. Polisin sesi ciddileşmiş ve ekip göndereceğini söylemişti. Telefonu kapatırken arkasını döndüğünde kapının eşiğinde iri yarı müşterisini gördü. Adamın bakışları ciddileşmiş, gözlerini ustaya ve elindeki telefona dikmişti. Bardağında kalan suyu yutkunarak içerken dışarı çıktı. “Kusura bakmayın, karım merak etmiş; onu aramayı unutmuştum…” diyerek yüzündeki ürpertinin belli olmadığını ümit ederek arabanın yanına gitti. Müşterisi, cevap vermeden sessizce arkasından seyirtirken her ihtimale karşın aracın plakasını aklına kazıdı Rasim Usta. Titreyen ellerine eldivenlerini geçirdi, yutkunarak boya kabına fırçayı daldırıp çiziklerin üstünden gitmeye başladı. Başında bekleyen müşterisi meraklı gözlerle işini inceliyordu. İlk kat bittikten sonra doğruldu, adamın uzattığı sigaradan aldı ve sırtından boşalan soğuk terleri belli etmemeye çalışarak sigarasını yakması için hafifçe eğildi. Darbenin nereden geldiğini anlamadı, şakağında patlayan sert bir cisimle yere yığıldı usta. Gözünü hafifçe açarken bunun çakmak olduğunu fark etti. Daha da sinirli görünen müşterisi başında dikilmiş, elini ceketinin içine doğru götürmüştü. “Karın olmadığını biliyorum usta! Yalan söyledin bana! Nereden anladın da polisi aradın bilmiyorum ama kendi sonunu kendin yazdın…” Elini gelecek olan darbeyi engellemek için havaya kaldırırken cılız birkaç sözcük döküldü Rasim Usta’nın dudaklarından. Uzaklarda beliren polis sireni bile daha kuvvetliydi dudaklarından… Ve sonrasında dükkâna çöreklenen kurşun sesinin metalik yankısından. Yazan: Alper Kaya
16
İllüstrasyon: İlker Yatı
Android Sanatı Söylesenize, kaç kişinin sevdiği kadın delik deşik edilerek öldürülür ki? Benimki öldürüldü. Üstelik bir başka adamın yatağında, üstelik gözlerimin önünde ve üstelik benim yüzümden... Ne polise gidebildim, ne eşe dosta söyleyebildim. Nasıl açıklayabilirdim durumun absürtlüğünü, nasıl savunurdum kendimi, nasıl kurtulurdum hapse düşmekten ve nasıl ispat edebilirdim iyi niyetimi, aşkımı, perişanlığımı... * Yorgun bir binanın çatı katındadır evim. Mahallenin de pek nezih olduğunu söyleyemeyeceğim. Ancak kapıdan içeri adımınızı atıp da cama çıktığınız vakit, bambaşka bir alemde buluverirsiniz kendinizi. Bütün şehir ayaklarınızın altındadır. Bir yana baktığınızda ana yoldan geçip giden arabaların ışıklarına takılır gözleriniz, diğer yana bakınca neredeyse çarpık yerleşimin muhteşemliğini savunacak duruma gelirsiniz. Binlerce beton yığını ve belki on binlerce daire uzar gider önünüzde... İşte sevdiğim kadın da bu on binlerce daireden birinde oturuyordu. Vadi şeklindeki coğrafyanın karşı tepesinde. Epeyce uzakta. Çıplak gözün, yalnızca orada bir daire olduğunu seçebileceği denli uzakta... Benim onu tanımam, onun beni tanımasından önceye dayanır. Bir gece yine bilgisayarın başında geçirdiğim saatlerin sonunda ortaya hiç de fena sayılmayacak bir eser çıkarmayı başarmıştım. Bunu kutlamalıydım. Elle tutulur bir sanat eserini tamamlamanın heyecanı damarlarımda dolaşırken, biraz daha beslemek istedim ruhumu. Işıkları kapattım ve teleskobumun başına kuruldum. Saat gecenin üçüydü. Teleskobumu, ışıklarını hâlâ söndürmemiş dairelere teker teker doğrultuyordum. Çoğunun perdesi çekiliydi ve açık olanlardaki tek hareketlilik televizyonlarından akıp giden sahnelerdi. Kıpkırmızı olmuş gözlerim biraz uyku için yalvarıyordu ve tam da istediklerini vermek üzere teleskobun başından ayrılmaya niyetlendiğim anda, bir kadın sızdı gözlerime. İşte o an; benim hayatımın değişmesine, onunkinin ise epeyce kısalmasına sebep olan andır... Dirseklerini camın mermerine dayamış sigara içiyordu. Çok net seçemesem de bambaşka bir güzelliğe bakmakta olduğumu duyumsuyordum. Yarı çıplaktı. En üst katta oturmanın verdiği rahatlıktan olsa gerek, böylece cama çıkmakta bir beis görmemişti. Manyağın tekinin vadinin karşı tarafından teleskopla gözetleyeceğini tahmin etmiyordu elbette. Uç uca eklediğini gördüğüm ikinci sigarayı da bitirip içeri girdi. Ardından, bütün bir gece rüyalarıma... O güne kadar fark etmemiş olmama içerleye içerleye, günlerce gözetledim o evi. Evet, teleskobumu esas amacının dışında kullanıyordum, ancak kendime engel olamıyordum. Bir adamla birlikte yaşıyordu. Şansıma perdeleri örtmek gibi bir adetleri de yoktu. Akşam yemeğini balkonda yiyorlar, çamaşırları balkona seriyorlardı, her sabah jimnastik programlarından birine eşlik ediyor, bittiğinde cama çıkıp sigarasını tüttürüyordu. Günler sonra teleskobumu yalnızca onu görebilmek için kullanır olmuştum. Artık onu daha yakından görmek, tanımak istiyordum. Çok kolay olmasa da evinin bulunduğu sokağı birkaç denemede bulmayı başardım. Bekledim, saatlerce bekledim, defalarca bekledim. Apartmandan çıktığında peşine takılıyor, girdiği dükkânlara girip evi her gün ihtiyacım olmayan bir sürü ıvır zıvırla dolduruyordum. Bir bebek mağazanın kasa sırasında muhabbete girmiştim ilk kez. Hemen arkasında, elimde 6-9 aylık kız bebekler için iki çift fırfırlı çorapla bekliyordum. Elinde tuttuğu zıbının markasının iyi olup olmadığını sordum ona, “Ben de aynı marka çorap aldım arkadaşımın kızına ama hiç de anlamam bu işlerden...”. Neyse
17
Öykü ki o da anlamıyormuş. O da yeni doğum yapmış bir arkadaşının kızına alıyormuş ama araştırmış, güvenilir bir markaymış. Sonra bir kuyumcuya girdiğini gördüm. Belli ki bir sonraki durak arkadaşı olacaktı. Durak... Risk alarak koştura koştura otobüs durağına gittim ve beklemeye başladım. Birkaç dakikaya o da geldi. Gülümsedik. “İnşallah beğenirler”, “Neye ihtiyacı var, hiç bilmiyorum ki” gibi zırvalamalardan sonra otobüse bindik. Yanı boştu ama oturmadım. O indikten bir durak sonra inerek bir durak geri yürüdüm ve karşı yöndeki otobüs durağında üç saat kadar bekledim. Geldi sonunda. Durak tenhaydı ve şaşırdık karşılıklı. “Beni takip etmiyorsunuz değil mi” diye sordum alaycı alaycı ve çöpe attığım çorapları arkadaşımın ne denli beğendiğini anlattım. O da anlattı. Yol boyunca bir ben anlattım, bir o anlattı. Böylece başladı işte... * Evime ilk geldiğinde epeyce ürkmüş, kapıya doğru koşturmaya başlamıştı. Bir android sanatçısı olduğumu biliyordu oysa ki. Androidler için mimik tasarımları yaptığımı söylemiştim ona. Yine de masaların üzerinde duran bir düzineye yakın android kafasının pek iştah açıcı olduğunu söyleyemeyeceğim. Onu önceden uyarmalıydım... Jestlerle uğraştığım dönemde evime gelmiş olsa; her yanda eller, ayaklar, kollar, bacaklar göreceğini, böylesi bir manzaranın çok daha korkutucu olabileceğini söylediysem de uzunca bir süre surat asmasına mani olamamıştım. Camdan baktığında gördüğü manzarayı tanımış, şaşkınlığını gizleyememiş, kendi evinin de şu uzakta görünen evlerden biri olduğunu söylemişti. Ben de “hangisi, hangisi söylesene” diye üsteleyerek şaşırmış ayaklarına yatmıştım. Sonra birden aklıma parlak bir fikir gelmiş, bir süredir ara verdiğim gökyüzü gözlemlerinde kullandığım teleskobu tozlu rafından indirip “bir de bununla bak” diyerek evini tespit etmesine yardımcı olmuştum. Artık gizli saklı yoktu. Her gece yatmadan önce cama çıkıyordu. Işığı birkaç kez üst üste yakıp söndürürsem bana doğru bakıp gülümsüyor, bazen öpücük gönderdiği dahi oluyordu. Bu oyun böylece sürüp gidiyordu... Evli olmasını başlarda pek sorun etmiyordum ama zaman geçtikçe herifi içten içe kıskanmaya başlamış; sevdiğim kadına dokunma cüretini nereden bulduğunu sorgular olmuştum. Kocası ara sıra yurtdışına çıktığında bende kalıyor, keyifli akşamlar geçiriyorduk. Ancak bu iş seyahatleri iki üç günü aşmıyor, birbirimize doyamadan ayrılmak zorunda kalıyorduk. Kocasına; memleketteki ailesini ziyarete gittiği yalanını söylediği bir hafta boyunca bende kalmıştı. Ömrümün en güzel haftasıydı. Kocasının, ailesinden nefret ettiğini; ölse de arayıp sormasının mümkün olmayacağını söylemiş, bir nebze olsun içime su serpmişti. Büyük planımızın temellerini de o hafta atmıştık işte... * Ben bir android sanatçısıyım. Mimik tasarımında, mütevazilik yapmamın komik kaçacağı kadar iyiyim. Her sanatçının kendine göre tarzı, geliştirdiği yöntemleri vardır. Ben doğrudan gözlemden feyzalırım. Sokağa çıkarım ve insanların gözlerinin içine bakarım. Eve gelirim ve teleskobumu insanların yüzlerine doğrultarak saatlerce incelerim. Arkadaş sohbetlerinde, küçücük bir kas hareketini yakalayabilmek için nice şaklabanlıklar yapar, insanları güldürür, bir yandan çaktırmadan gözlemlerim. Artık en yakınlarım gözlemlendiklerini bildiklerinden gerçeklikten uzak tepkiler verirler bana ve tanıdıklarımı sanatımdan
18
19
Öykü
Öykü
uzak tutmaya çalışırım bu yüzden. İlk kez gördüğüm pala bıyıklı bir adamın karşısına dikilip “seni seviyorum!” deyiveririm mesela. O şaşkınlığı, o donakalmayı, belki hiç kullanılmamış yüz kaslarının ilk kez hareketlenişlerini daha güzel nasıl gözlemleyebilirim? Bir bilim insanı oturup tek tek kasları modeller, beyni modeller, insanlara problar bağlayıp hangi kasa hangi sinyalin hangi şartlarda nasıl gönderiliğini simüle eder. İkinci sınıf bir sanatçı ise televizyon karşısında, zaten rol yapan insanları gözlemleyerek gerçeğe yaklaştığını düşünür. Ben ise hayatın tam göbeğinden beslenirim. Kolay değildir işim. Aynı pala bıyıklı adamın karşısına çıkıp “karın seni aldatıyor!” diyemem bir daha. Başka bir kurban bulmak zorundayımdır kendime. Farklı insanlardan mimik numunesi toplamak çeşitlilik sağlasa da, aynı insanın farklı uç tepkilerini gözlemleyememek mükemmellikten uzaklaştırır beni bir nebze. Sadece bir gülümseyişse eğer yapmak istediğiniz, mümkün olduğunca çok insanı gülümsetip gözlemlemek istersiniz. Ancak aynı androidin hem gülümsemesini, hem korkmasını, hem şaşırmasını istiyorsanız, tek bir kişinin verdiği farklı tepkileri gözlemleyebilmek önem arz etmeye başlar. Aslında ihtiyacım olan şey, bana mükemmelliği getirecek olan şey, gözlemlendiğini bilmeyen birinin bütün hâllerini gözlemlemektir. * Sevdiğim kadının bende kaldığı o haftanın sıcak bir akşamında salonun ortasına kurduğumuz yer yatağında sarmaş dolaş laflıyorduk. İçecek bir şeyler koymak için ayağa kalktı. Elinde iki kadehle yatağa doğru geliyordu ki, birden yön değişirip “Bakalım ne yapıyormuş benim saftirik” diyerek teleskoba yöneldi. Çok geçmeden elindeki kadehler yere düşerek tuzla buz olacaktı. “Allah kahretsin!” diye bağrıyordu. “Pislik herif, beni aldatıyor!” Kafasını göğsüme yaslamış ağlıyordu. “Bunu bana nasıl yapar”lar, “Bunu hak edecek ne yaptım”lar, “Üç gün dayanamadı”lar havada uçuşuyordu ve ben, yavaş yavaş gerçeklikten uzaklaştığımı sezinliyordum. Neyse ki kendine geldiğinde az önceki hâline epeyce gülmüş, komik düştüğü için duyduğu utancı gizleyememişti. * Bir iki saat kadar sonra, “sana istediğini vereceğim” dedi durduk yere. “Zaten fazlasıyla veriyorsun” dememe kalmadan, “öyle değil” diye yanıtladı. “Artık sanatının önünde hiçbir engel kalmayacak. İstediğin bütün gözlemleri yapabileceksin. Bütün ödülleri toplayacaksın. O ikinci sınıf sanatçıların da, laboratuvardan çıkmadan insan modellediği sanan bilim insanlarının da hepsinin canına okuyacaksın!” dedi ve yaptığı plandan söz etti. İlk kez bir insanın yüzünde böylesi bir intikam arzusu gözlemliyordum ve bu bile başlı başına bir kazanımdı benim için. Artık oyunu bambaşka bir boyutta oynuyorduk. İşe televizyonlarını balkona taşıyarak başladık. Böylece akşamlarını bütünüyle balkonda geçirecekler ve o pislik herifin her anını en ince detayına varıncaya dek gözlemleyebilecektim. Kocasının neye, ne tepki vereceğini çok iyi biliyordu ve her gün o akşam yapacaklarını planlıyor, akşam olduğunda ise uygulamaya koyuyorduk. Vurucu mimiği yakalamamdan birkaç saniye önce belirlediğimiz bir el-kol hareketi yapıyor ve ben işareti alıp mütemadiyen adamın suratına odaklanıyordum. Neler neler gözlemlemedim ki... Şaşkınlıklar, korkular, sevinçler, sevişmeler, boşalmalar... “Hamileyim” deyip yanlış alarm çıkmasını mı ararsınız, aşık olduğu zipposunun balkondan aşağı atılmasını mı, başından aşağı dökülen buz gibi suyla sıçrayarak uyandırılmasını mı...
20
Artık ilişkileri de bambaşka bir boyut kazanmıştı. Herif de ara ara saçma sapan hareketler, fütursuz eşek şakaları yapıyor; hiç hesapta yokken sevdiğim kadının ani tepkilerini gözlemlememe olanak tanıyordu. Bazen yaptığım gözlemleri gece boyunca kodluyor ve yazdığım kodları android kafalarının üzerinde koşturarak ona sürpriz hazırlıyodum. Kocasının uç tepkilerini yeniden görmek hoşuna gidiyor, üst üste onlarca kez izleyerek epeyce eğleniyorduk. * O akşam, o lanet akşam, en güçlü darbeyi vuracaktık. Sevişiyorlardı. Bunu izlemek kesinlikle duyguların en iğrenci olsa da sanatım için defalarca katlanmak zorunda kaldığım, yakından tanıdığım bir duyguydu. O gece için anlaştığımız işaret verici el-kol hareketi, herifi oldukça hararetli bir anda saçından yakalayıp şehvetle göğsüne bastırma hareketiydi ve kafasını kaldırdığında gözlerinin içine baka baka ‘seni aldatıyorum!” diyecekti. O surat ifadesinin muhteşemliğini bir düşünsenize... Gerçekten muhteşemdi de. Onu takip eden her bir hareket öylesine muhteşem, öylesine yoğun, öylesine gerçekti ki; sevdiğim kadının delik deşik edilmiş bedeni çırılçıplak uzanırken, salya sümük hâlimi bir kenara bırakmış, cama çıkan pislik herifin sigara çekişlerini izlemekten kendimi alamamıştım. Pislik herif... Bunun da o eşek şakalarından biri olduğunu, onu hiç aldatmadığını ve asla aldatmayacağını söyleme fırsatı bile tanımamıştı sevdiğim kadına.... * Söylesenize; nasıl açıklayabilirdim durumun absürtlüğünü, nasıl savunurdum kendimi, nasıl kurtulurdum hapse düşmekten ve nasıl ispat edebilirdim iyi niyetimi, aşkımı, perişanlığımı... -SONYazan: Soner Işıksal
21
İllüstrasyon: Kaan Karacaova
Öykü
Baştanık “Biz kadınların, hayatın çeşitliliğine olan iştihamız, empatimiz ve değişime açıklığımız bizi erkeklerden farklı kılıyor. Dahası, çalışkanlık yönünden de öyle. Bir de…” Telefonu çalınca Papatya eliyle ‘bir dakika’ işareti yaptı ve divanda oturduğu yerde sağ yanında duran krem rengi Freijungle marka deri çantasını aldı. Telefonu çok tanınmış bir valsin giriş temasıyla çalmaktaydı. Uzun kırmızı tırnağı dokunmatik ekrana deyince ses kesildi. “Alo canım, nasılsın? Aaaa.. Gördün demek? Anlıyorum. Teşekkür ederim canım. Evde değilim. Kitap Kulübümüzün toplantısı var da. Öyle mi? Sana da alalım bir tane. Tamam söz. Yerini biliyorum. Fiyatlar da çok uygun. Öptüm canım.” Papatya masanın üzerindeki Tempo dergisini işaret ederek, “Dergiyi görmüş. Nalan diye biri. Çantamı çok beğenmiş. Lisede arkadaştık da.” Az önce kadına gösterdiği candanlığın yarısının sahte olduğu belli eden bir tavırla konuşuyordu. Sesindeki gurur tonunu yesinler, Papatya hanım ömr-ü hayatında bir kez popüler bir dergide boy göstermişti ve havasından geçilmiyordu. ‘Ben Bir Cinayet Tanığıyım’ başlıklı yazıda iki adet fotoğraf kullanılmıştı. Biri şimdi üzerinde olan bordo renkli tayyördü. Saçları şu anda olduğu gibi kızılımsı kahverengiye boyalıydı ve kıpkırmızı ruj sürmüştü. Aklınca femme fatale takılıyordu. Papatya kırk altı yaşındaydı ve ne yaparsa yapsın bunu çok belli ediyordu. İki yıl önce bel bölgesinden çektirdiği yağların yerine iki mislini ikame etmişti. Fondoten ve kendi tabiriyle mini botoksla bile durumu kurtaramıyordu. Ayrıca içinde canlı bir ışıma yoktu. Her şeyden çabuk bıkan, hiçbir şeyi delice merak etmeyen, baygın bakışlı, eli kolu yavaş bir kadındı. Gençlik merak ve hız demekti oysa. Solunda oturan Serpil hanım içini çekerek alaycı bir şekilde gülümsedi. İçlerinde saçları boyalı olmayan tek kimse oydu. Kumral beyaz karışımı saçları yüzüne pek yakışmaktaydı ve asla daha yaşlı göstermiyordu. “Kız ünlü biri oldun valla.” dedim azbuçuk samimiyet kokan bir bakışla. Suyun tek yöne akmaya devam etmesi için biraz kıskançlık göstermem iyi olurdu. Kibir manyetik alan gibidir. Demir tozlarını görmek istediği şekle sokar. “O gün burada olması büyük şans tabii.” dedi Remziye. Sesi nötrdü, ama bakışları ince ayarlı bir aşağılama ışıyordu. Yıllarca kocasıyla beraber meyveleri sebzeleri koymak için tahta kasa yapan orta ölçekli bir fabrikayı yönetmişti. Meslekten muhasebeciydi. Çok okurdu. Kültürlü bir kadındı. Dünyayı gezmişti. İyi Fransızca bilirdi. İçlerinde en varlıklı olandı. Papatya’dan normalde pek hazzetmezdi. Kadın bir cinayetin baştanığı olarak dergilerde boy gösterdiği için biraz şımarayazmıştı. Bu nedenle Remziye’nin gıcıklık tonu vites büyültmüştü. Remziye, üst kat komşum Ayten, Serpil ve ben yıllardır arkadaşız. Hem sohbet hem de kitap okuma grubuyuz. Aramızda iskambil de oynardık. Buna briç de dâhildi. Papatya ne yaptıysa briç oynamayı öğrenememişti. Kitap kulübü olarak yılda taş çatlasa beş kitap okuyorduk. Meral bu kitapları üstün körü okur. Google’dan kitap hakkında bir eleştiri arar, bulamazsa arka kapağın izahatından görüş çıkarırdı. Yapı olarak
22
23
Öykü
Öykü
konsantrasyon sorunu olan biriydi. Kullandığı antidepresanlar nedeniyle durumu şu anda daha da vahimdi. Liseyi güç bela bitirebilmişti. Sonra hiçbir yere puan tutturamayınca, puanı sağlam yerlerini kullanarak kendine geliri iyi bir koca bulmuştu. Yirmi yıl önceki fotoğraflarına bakılırsa o sıralarda afet tabir edilen, uzun bacaklı, güzel vücutlu ve bayağı hoş yüzlü bir kızdı. Zamanla bu şanslı karoserin üstüne otuz kilo yağ döşemişti. Papatya’yı onların grubuna öneren, bunda ısrarlı davranan üst kat komşusu rahmetli Ayten’di. Boşandığı kocası Melih, Meral’in eşinin iyi arkadaşıydı. Bu nedenle ailece görüşüyorlardı. Kadını merdivenlerde ve Ayten’in evinde defalarca görmüşlüğüm vardı. Bu nedenle Ayten, Papatya’yı gruba almamızı önerirken en çok benim desteğime güvenmişti. Çünkü Remziye’nin karşı çıkacağı kesindi, ki nitekim öyle olmuştu. Papatya’yı birkaç kez görünce bileti kesivermişti. Serpil’in gözü de kadını pek tutmuyordu, ama ben olabilir deyince sessiz kalmış ve böylelikle beşinci üyemizin kulübümüze dahli gerçekleşmişti. Serpil yıllardır dergilere yemek tarifleri yazan adı az buçuk bilinen biriydi. Ben belli başlı yayınevlerine çalışan tanınmış denebilecek bir çevirmenim. Şu ana kadar yarısı polisiye ve casusluk olmak üzere kırktan fazla kitap çevirdim. Ayten çeşitli kültürel faaliyetlerde moderatörlük yapıyordu. Bunların bazıları televizyondan ve internet ortamında yayınlanmaktaydı. Papatya için SERA’ya dâhil olmak kültürel çerçeveli bir statüydü. İsimlerimizin baş harflerinden hareketle kulübümüze SERA adını vermiştik. Papatya’nın gelmesiyle SERAP olmuştuk, ama geçen hafta A harfi düşmüştü. P’nin ılgası da yakındaydı kaçınılmaz olarak. “Hâlâ aklım almıyor.” dedi Serpil. “Biz burada otururken, o korkunç durum… İnşallah katil biran önce bulunur.” Ben başımla onaylayınca Remziye de içini çekerek beni taklit etti. Papatya yüzüne fazladan üzüntülü bir ifade takınarak sessiz kaldı. Herkes Ayten’in vahşi bir cinayete kurban gitmesi nedeniyle şoke olmuş ve üzülmüştü. Bir sessizlik oldu. “Onu yerde öyle yatar hâlde görünce nasıl bayılmadım, hâlâ şaşıyorum.” dedi Papatya. Kimse cevap vermedi. Aynı şeyi son bir buçuk saatte en az beş kez yinelemesine rağmen bakışlar yeterince anlayış yüklüydü. Hiç beklenmedik, şoke edici bir durumdu. Hazmetmesi kolay değildi. “Cenazesi yarın.” dedi Remziye. “Otopsi tamamlanmış. Şaka gibi, Ayten’in şu anda burada olmaması.” Papatya bir şey diyecekti, ama vazgeçip kadehindeki nane likörünü fondipledi. Sessizlikte olağanüstü bir şeye tanık olmanın diriltici şoku ve elim bir cinayet sonucu kaybettikleri arkadaşlarının kaybına duydukları üzüntü vardı. * Geçen Çarşamba günü bizde buluşulacaktı. Okuduğumuz bir kitap üzerine konuşacaktık. Mutad saatte. 15.00’te. Papatya’yı sabah arayıp biraz erken, şöyle yarım saat falan önce gelirse konuya fazladan ısınabileceğimizi söyledim. Papatya, özellikle Remziye’nin entelektüel hışmını üzerine çekmekten korkuyordu. SERAP’ın asli üyesi olmaktan çok memnundu. Kafası derin konulara basmadığı için bu toplantı öncesi fikir aşısı önerisini minnetle karşıladı ve diğerleriyle buluşulacak saatten tam 51 dakika önce geldi. Harika bir zamanlamaydı.
Kadını filtre kahve, vişneli çikolatalı pasta ve times new roman 14 puntoyla yarım A4’lük bir kitap inceleme özetiyle başbaşa bıraktım. Metinde psikolojik çözümlemeyi mahsus biraz ayrıntılı çatmıştım. Ana çizginin ne olduğunu kavrayabilmesi için en az üç kere okuması gerekecekti. Papatya sözümona kilo almamak için bu toplantılara öğle yemeği yemeden gelirdi. O anda fena hâlde açtı yani. Komprime şeklinde hazırlanmış kitap raporuma göz atarken ihtirasla pastaya yumulmuştu beklediğim gibi. Bu sırada fırındaki börekle meşgul olmak bahanesiyle oturma odasından çıktım. Dairem 180 metre kare. Dört yatak odalı ve iki tuvaletli. Oturma odasından bir hole geçilip öyle varılıyordu mutfağa. Daire kapısına yakındı. Elime naylon eldivenlerimi geçirerek kapıyı açtım ve bir koşu yukarı çıktım. Cebimdeki anahtarla üst kat komşumun kapısını açtım. Ayten’in eskiden kedisi vardı. Tül. O yokken ben bakardım. Çok güzel yüzlü tam tekir bir kediydi. Tül birkaç ay önce böbrek yetmezliğinden öldü. On iki yaşındaydı. Anahtarları geriye verdiğimde bir kopyasını yaptırmıştım. Çünkü ferman o sıralarda yazılmıştı. Mürekkebi kuruyordu. Ayten’in leylak rengi badanalı holünden geçerken bir saniye duraklayıp sol duvara asılmış kırk santime kırk santim ebatlı nazar büyüsü bozma vefkine baktım. İyi bir hattat tarafından deve derisine yapılmış harika bir eserdi. Ayten bir gün o vefki işaret ederek, ‘Ahmet er Rufai’nin hazırladığı söyleniyor. Bu varken eve nazar değmez.’ demişti. Yanılıyordu. Şu anda ona değen şey soğuk servis edilen bir intikam hamlesi suretindeydi, ama nazarın libaslarının sayısı belirsizdi, kılıktan kılığa girerdi. Hızla oturma odasına gittim. Ayten bıraktığım yerde sırtüstü yatıyordu. Üzerinde ev eşofmanı vardı. Uçuk mavi renkliydi. Kalp hizasında 23 yazıyordu. Uğurlu numarası olduğunu söylerdi, ama sorunca yüzüne sırlı bir ifade vererek nedenini açıklamamıştı. Şu anda da bilmiyorum. Bu nedenle onu 23 Ocak’ta tam 14.23’te öldürecektim. Yarı baygındı hâlâ. Elleri arkadan bağlıydı. Ağzında tıkaç vardı. Kenarda hazır duran naylon torbayı başına geçirdim. Bedeni titreyerek direndi. Sol elimle omzundan tuttum. Gözleri açıldı. İçi buğulanmış naylonun ardında nasıl görünmekteydim acaba diye düşündüm. Direnmesi bitince torbayı yüzüne takılı bıraktım. Yemek masasının üstünde duran telefonuyla adres listesinden rasgele birini aradım. Telefon iki kere çalınca kapattım. Masanın üzerinde önceden hazırladığım sarı bir bez çanta duruyordu. İçinde Ayten’in dizüstü bilgisayarı, içinde kredi kartları ve 125 lira nakit olan cüzdanı, kolundan çıkardığım altın künyesi durmaktaydı. Telefonun SİM kartını ve aküsünü çıkarıp çantanın içine attım. Etrafı hızla aranmış gibi dağıtmıştım. Eylemimde kullandığım dambılları sabah faaliyetimin sonrasında ambalajlanmış olarak çöp konteynırına atmıştım. Her şey mizansene uygundu. Kilidinin üstünde taze kurcalanma izleri olan kapıyı belli belirsiz aralık bırakıp aşağıya indim. Bizim altı daireli apartmanda küçük çocuk yoktur. Hafta içinde fazla gelip gitmeler olmaz. Gündüzleri zilleri çalanların çoğu, su getiren ya da reklam dağıtan birileridir. En üst kattaki emekli bankacı Sabri Kuşçu zili çalan herkese kim olduğuna bakmadan kapıyı açardı. Bu nedenle o da polise ifade verdi. Hâliyle o gün kimseye kapıyı açmadığını söyledi. Kimseye raslamadan evime girdim. Sarı çantayı mutfak dolaplarımın en üst gözlerinden birine koydum. Elimden eldivenleri çıkartıp çöpe attım. Fırındaki böreği kontrol ederken kalbim hâlâ deli gibi atmaktaydı. İşin en zor kısmını başarıyla hâlletmiştim. En olağan hâlimle oturma odasına gittim. Papatya pastasının son lokmasını yiyordu. Bu çok normaldi. Çünkü bütün icraatım dokuz dakika sürmüştü. “Nasıl buldun?”
24
25
Öykü
Öykü
Papatya yüzüme dalgınca bakıp içini çekti. “Biraz şey, ama hikâyeyi çaktım sayılır.” dedi. “Ben de bunu yazana kadar çok ter döktüm.” dedim. “Baş karakterin grotesk açılımı alabildiğine girift konunun özeti zaten. Bu yüzden çetrefilli.” Papatya başıyla onayladı. Bu arada hafifçe alnının kırışmasından ikinci cümlemi ezberlemeye çalıştığını sezdim. Amacım da buydu zaten. Bu birazdan kulüp toplandığında ilk cümlesi olacaktı, ama ne yazık ki, artık imkânsızdı. SERAP’ın A’sı iptal edilmişti. Remziye ve Serpil ikişer dakika arayla geldiler. Börek pişmişti. Onlara ikram ettim. Saat 15.20’de Ayten’i aradım. Telefonu almadı hâliyle. 15.40 civarında dört aramaya da cevap vermemişti. Normalde aynı apartmanda oturduğumuz için benim gidip bakmam gerekirdi, ama Papatya, ona gösterdiğim ihtimamdan çok mütehassis olmuştu. ‘Ben bir gidip bakayım’ dediğinde yalandan ‘Zahmet olmazsa bak istersen’ dedim. Bu arada Remziye, Serpil’e büyük oğlunun işyerini anlatmaktaydı. Bilişim mühendisi olan oğluyla haklı olarak pek iftiharlıydı. Doktorasını ABD’de yapmış genç bir dehaydı. Papatya yüzü bembeyaz hâlde geri gelmesi bana pek uzun gelen on bir dakika sürmüştü. Her şeyin pürüzsüz yürüyeceğine kani oldum. Nitekim de öyle oldu. Ayten’i ölü bulmuştu. Hemen polisi aradık. Eve yakın bir ekip vardı herhâlde. Beş dakikada kapıya dayandılar. Bizi Ayten’in dairesine sokmadılar. Aşağıda benim evimde sorguya çekildik. Papatya başşahitti. Cesedi gören tek kimseydi resmiyette. Sokak kapısında, oturma odasında ve hatta kadını boğan torbanın üzerinde parmak izleri vardı, ama İngilizce alibi diyorlar, suçsuzluğunun arslan gibi üç adet tanığı vardı. Emniyette de teker teker ayrıca ifademizi aldılar. Sadece Papatya’nın anlatacak sözü vardı. Bizler pasif elemanlardık. Birkaç hafta sonra hatırlı tanıdıklarımızı araya sokarak soruşturmanın akibetini sordurduğumuzda cinayetin hırsızlık için işlendiği ve iki dedektifin bu işi araştırdığı söylendi. Ben bu arada çalıntı malları değişik semtlerde kolay bulunacak yerlere bırakmıştım. Ganimeti bulan mülküne geçiriyordu doğal olarak. Dedektifler boşuna iz peşinde koşturup duracaklardı. Üst kat komşumu niçin mi öldürdüm? Çok basit. Şiddetli kıskançlık. Tahammülümün ötesinde bir öç alma isteği. Ayten, rahmetli kocam Ethem’in sevgilisiydi. Kendisi dört yıl önce boşandıktan sonra mercimeği fırına vermişlerdi. Aralarında her zaman bir kadın-erkek çekimi vardı. Ethem kadını güzel bulduğunu onun yanındayken de rahatça söylerdi. Sinsilik açık beyanlarla görünmezleşen bir ambalaja sahipti yani. Ethem kasık fıtığı ameliyatı geçirince iki gün hastanede kalmıştı. Bu arada onun çalışma odasında sistematik bir arama yapma olanağı buldum. Aralarında bir şey olduğundan kuşkuluydum. Onlar varken ortam enerji bazlı bir akıyla doluyordu âdeta. Bunu hissedip duruyor, ama konduramıyordum bir türlü. Çünkü sonrasında yapacağım şeylerden korkuyordum. Kocam orta hâlli şirketlere danışmanlık yapıyordu. İyi bir okurdu da. Odası baştan aşağıya kitap, dosya ve basılı matbuat yüklüydü. Doktor acil dediği için biraz apartopar ameliyata alınmıştı. Bu arada silemediği bir mesaj ve ona verilen cevap çok şey anlatmıştı. Sevgilim sana aşeriyorum yine. Bu kadar yakınımda ve aynı zamanda uzakta olman, ne garip bir tecelli. Öptüm canım. Son Sevgilin(m) Son Sevgilim yarından itibaren beraberiz doya doya.
26
Odasında saklı bir şey aramama gerek kalmadı. Ajandasındaki SS notlarının ‘Son Sevgili’ olduğunu böylelikle keşfettim. Ben günce tutarım. Ethem’in yarın dediği tarih benim annemi ziyaret için Niğde’ye gideceğim tarihti. Bir hafta kalacağım için rahatça beraber olabileceklerdi. Ayten içimizde en diri kalabilmiş olandı. Kırk yedi yaşındaydı ve teni hâlâ gençlik ışıyordu. Memeleri yerçekimine dayanıklıydı ve yaptığı diyet ve egzersizlerle bir genç kız fiziğine sahipti. Birara şu Platelet Rich Plasma, PRP denilen, kendi kanının bir işlemden geçtikten sonra yüze enjekte edilmesi işlemini yaptırmayı düşündüğünü söylemişti. Sonra bir daha bahsini etmemişti. Her ne halt yediyse sonuç süperdi. Yüzü en ufak bir botoks alarmı vermeden gergindi. Tanımayan gerçek yaşını tahmin edemezdi. Ben Ethem’e âşık olarak evlendim. Bakireydim. Birlikte harika yıllar geçirdik. Spermi kıt olduğundan çocuğumuz olmadı. Çocukları çok seviyorum. İki çocuğum olmasını isterdim. Ekonomik özgürlüğe sahip olmama rağmen kocama olan aşkımdan bir başka evliliği hiç düşünmedim, ama üst kat komşumla kocamı nasıl cezalandırabileceğimi uzun uzun düşündüm. Kocamın defterini dürmek çok kolay oldu, ama az kalsın ben de ölüp gidecektim. İki yıl kadar önce arabayla İzmir Çeşme’ye Ethem’in erkek kardeşinin yazlığına gittik. Bir gece yarısı Ildır’daki eski bir tanıdığın evinden geriye dönerken sapa bir yerde kaza geçirdik. Ethem direksiyonun kontrolünü kaybetti ve şarampole yuvarlandık. İki duble rakı içmişti. Sarhoş değildi. Hızımız fazlaydı. Yol virajlıydı. Biran dikkati dağılmıştı. Benim kemerim takılıydı, onunki ise değildi. Araba sağ tarafına yatmış şekilde şarampolün dibinde kendime geldiğimde baygınlığımın birkaç dakika sürdüğünü anladım. Sarsılmıştım, sol bileğim sızlıyordu, ama bir yerim kırık değil gibiydi. Ethem ise kemer takmadığından ağır yaralanmıştı. Yüzü kan içindeydi. Hırıltılı nefes alıp veriyordu. Torpido gözünden çıkardığım üstüpüyle ağzını ve burnunu tıkayınca pek az direnebildi. Öldüğünden emin olunca arabadan çıktım. Saat biri geçtiği için yol çok tenhaydı.Üstüpüyü makilerin bulunduğu alanda müsait bir yere gömdüm. Sonra cep telefonumla polisi aradım. Kimse bir şeyden şüphelenmedi. Sonradan ölüm nedeni olarak boyun kırılması teşhisini koydular. Ethem büyük bir ihtimalle ölecekti, ama nefesini bizzat kestiğim için pişman değilim. Ethem, Ayten’i ‘Son Sevgilim’ diye adlandırıyordu. Bu nedenden ölümü erkene çekilmişti. Bir şey sonsa son kalmalıydı. Öyle değil mi? Ayten için iki yıl bekledim. Bu planı çok önceden de uygulayabilirdim. Ethem öldükten sonra artık neredeyse her defasında benim evde toplanır olmuştuk. Beklemeyi yeğledim. Ayten’den bir nedamet, bir itiraf bekledim ölünün ardından. Yemin ederim onu affetmeye hazırdım. Bir daha yüzüne bakmazdım tabii, ama kılına da dokunmazdım. İş öylece kapanır giderdi. * “Baş karakterin grotesk açılımı alabildiğine girift konunun özeti zaten. Bu yüzden bana çok çetrefilli geldi.” Remziye’nin yüzünde alaycı bir düşüncenin minik bir dışavurumu belirmişti. Papatya ara sıra buram buram bir yerden apartılmışlık kokan laflar eder ve bunları kendi zihninin ürünü gibi pazarlardı. Remziye’nin gözlerinde ‘bizimki salladı yine’ ışıltısı vardı. Serpil dalgındı. Kendi söyleyeceği şeyi düşünüyordu. Geçen hafta iptal olan kitap kulübü toplantısı, ısrarım yüzünden toplanmıştı. Kimsede kitabın konusuna odaklanacak hâl yoktu. Bugün A’sı eksik SERAP’ın son toplantısıydı. Bir sonraki toplantı SER ekibiyle
27
Öykü
Öykü
gerçekleştirilecekti. Ayten ve benim desteğim olmadan Papatya’nın kulübümüzün üyesi kalması mümkün değildi. Papatya’ya giderayak bir kıyak yapmıştım. Baştanıklık ikramiyesi. Polisiye çevirmeni olduğum için söyleşi aslında dergi tarafından bana teklif edilmişti. Olay sırasındaki pasif rolümü abartıp baştanık Papatya Nalbantçı ile konuşmalarını salık verdim. Onlar tanınmış bir polisiye çevirmeniyle gerçek bir cinayet konusunu işlemek istiyorlardı. Katil henüz yakalanmamıştı. İşin bir heyecanı vardı. Bu nedenle Papatya’yı kabul ettirebilmek için biraz çabaladım. Papatya’yı gözlerinde cazip hâle getirebilmek için olay yerinde bulunan yegâne izlerin kadına ait olduğunu söyledim. Kadın üç tanığı olmasa baştanık yerine başzanlı olacaktı. Bu nokta dergiye ilginç geldi de önerimi kabul ettiler. Papatya hanım işin bu tarafından bihaberdi hâliyle. Geçen hafta sabah saat on birde planım A’dan Z’ye hazır yukarı çıktım. Ayten yataktan on buçuk civarında kalktığı için evdeydi ve yalnızdı. Ona bir rüya gördüğümü ve sarsıldığımı söyledim. Gerçekleştirmek üzere olduğum eylem nedeniyle bir yanım üzgündü. Yüzümdeki ifade inandırıcıydı. Rüyamda ikisi bu oturma odasında otururken içeriye Ethem’in girdiğini ve ‘Beni unutun. İkiniz de unutun.’ dediğini söyledim. L şeklindeki divanda neredeyse diz dize yakın oturmaktaydık. Yüzü makyajsız olmasına rağmen inanılmaz derecede genç görünmekteydi. Ayten’in güzel yeşil gözleri doldu. ‘Şimdi itiraf edecek ve birbirimize sarılacağız, planımı iptal edeceğim’ diye düşündüm. Ayten bana sevgiyle sarıldı ve ‘İkimiz de onu özleyeceğiz. Çok özleyeceğiz’ dedi. ‘Çok’ kelimesinin telaffuzundaki özlem tonu tepemin tasını attırmıştı. Bir ara Ayten tuvalete gittiğinde elime neredeyse şeffaf olan eldivenlerimi geçirdim ve oturma odasında sokağa bakan camın altında duran üstü pembe renkli plastik kaplı iki kiloluk dambıllardan birini aldım. Ağır nesneyi ayaklarımın altında bir yere gizledim. Bir kiloluk sarı renkli olanları da vardı, ama ağırı daha etkin olacaktı. Son Sevgili geri döndüğünde bir bahaneyle dikkatini sokaktaki bir şeye çektim. Binanın ön yüzü bir parka baktığı için karşıdan görülme tehlikesi mevcut değildi. Bahsettiğim hayali şeyi görmeye çabalarken ensesi tabak gibi ortadaydı. Dambılı bir kere kullandım. Geri dönmeye çalıştıysa da başaramadı. Sırt üstü yere yıkılıp kaldı. Filmlerdeki gibi hemen bayılmadı. Yüzündeki şaşkınlık ve giderek derinleşen korkuyu gördüm. Yüzündeki dehşet ifadesi yeni açmış bir gül gibi muhteşemdi. Doğaldı. Bu dünyaya aitti. Baygınlık hızla geldi. Gül içine kapanıp goncalaştı. Ölmesinden korkarak nabzını kontrol ettim. Atıyordu. Yanımda getirdiğim işportadan üç tanesi on liraya aldığım ve hiç kullanmadığım eşarplarla kadının elini ve ayaklarını bağladım. Birini de ağzına tıktım. Ardından ilk iş olarak Ayten’in telefonundaki eski mesajları sildim. Bunları okumamak ne kadar gayret gösterdiğimi tahmin edemezsiniz. Okusam mantık silsilem dağılabilirdi. Yapmadım. Sonrasını biliyorsunuz. Cinayet işlemek günahtır. Biliyorum. Pişmanım, ama yine de vicdanımda ağır bir yük hissetmiyorum. En yakınlarım tarafından yıllarca aldatıldım, alaya alındım ve aşağılandım. Böyle devam edemezdim. Bir itirafı ve tövbeyi cinayetle takas etmek için samimiyetle çabaladım. Siz iki cinayetin de esas baştanığısınız. Bana yaptığım şeyler için hak vermeniz şart değil, ama bir nebze de olsa hislerimi anladığınızdan eminim. Balçova, Ocak 2014 Yazan: Sadık Yemni
28
Illüstrasyon: Ömer Kahraman Özçelik
Bir Cinayet Tanığı “Seni Gördüm” Karanlık, puslu bir geceydi. Yağmur yağıyor ve her yer çamurluydu. Ben çarşıdan eve doğru yürüyordum. Saat biraz geç olmuştu. Şu an tam olarak hatırlamıyorum ama sanırım saat gece 12.30 civarıydı. Saat geç olduğu için eve daha fazla geç kalmamak adına o ara sokaktaki yoldan yürüyordum. Birden o sesi duydum. Tanrım hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Tiz, biraz boğuk, yalvaran o ses... Korkmuştum. Ama hemen bir köşeye saklanıp sesleri dinlemeye çalıştım. Bir kadındı bağıran ve sadece “yapma! En kısa zamanda bütün deliller elinde olacak.” diyordu. Kadının karşısındakinin kim olduğunu tam göremedim ama duvara yansıyan gölgesinden onun bir adam olduğunu anlamıştım. Uzun bir pardösü giymişti ve kafasında şapkası vardı. Orta boylu bir adamdı. Ama yüzünü tam seçememiştim. Tabi gölgesinden bunu anlayamamam gayet normaldi. Hemen polisi aradım ve bütün bildiklerimi anlattım. Bu anlattıklarım karşısında komiser vekili olan Asaf Bey, beni bu işin ehli dedektif Caner Bey ile tanıştırdı. “Merhaba Tarık Bey size bahsetmiş olduğum Dedektif Caner Bey” dedi. Biraz selamlaşıp tanıştıktan sonra Dedektif Caner Bey bana bütün bildiklerimi anlatmamı söyledi ve ben de bütün olanları tek tek, korkarak anlattım. Caner Bey dikkatli olmamı söyleyerek herhangi bir gelişme olursa beni bilgilendireceğini ve eğer olayla ilgili bir durum olursa kendisini aramam için bana kartını bıraktı ve daha sonra Asaf Bey ile birlikte yanımdan uzaklaştılar. Bende iş yerine gidiyordum. Ondan önce tüm bu olanlar beni fazlaca tedirgin etmiş ve acıktırmıştı. Bende yemek yemeye bir kafeye gittim. Güzelce karnımı doyurduktan sonra patates kızartmamı kuru kuru yemek istemediğim için bir çay daha söyledim kendime ve afiyetle çayımı yudumlayarak kızartmamı yedim. Sonra birden tedirginlik duygusu içimi sarmıştı. Acaba o katil neredeydi? Beni biliyor muydu? Şu an benim peşimde olabilirdi. Ah! Aman Tanrım bu korku beni de git gide bitiriyordu. Hele o kadının cesedi bir an olsun gözümün önünden gitmiyordu. Yüzü gözü dayak yediği için şiş ve her yeri kanlar içinde. Bıçağı sadece göğsüne saplamakla kalmayıp resmen kalbini almak için deşip, oymuşlar gibiydi. Gözümün önüne geldikçe midem yerinden çıkıp ağzıma geliyordu. Birden öğürmeye başladım ve kusmamak için kendimi zor tuttum. Git gide paranoya olmaya başlamıştım. Artık herkese katil gözüyle bakıyordum. Hemen Dedektif Caner Bey’i aradım ve bir gelişme olup olmadığını sordum. Sesimdeki tedirginlikten anlamış olacak ki ilk olarak Caner Bey bana nasıl olduğumu sordu. Bende “biraz korkuyorum açıkçası. Şu an etrafımdaki herkes o katil olabilir.” dedim. Caner Bey biraz sakin olmamı evimin önünde en az iki bekçi olacağını ve eğer gerekirse bütün gün boyunca beni bir sıkıntı olmaması için sivil polisin takip edeceğini söyledi. O an içim biraz daha rahatladı ve teşekkür edip telefonu kapattım. Hesabı masaya koyup hemen iş yerime gittim. Şimdilik bu olayı kimse bilmemeliydi. Şu durumda herkes benim için bir tehlike arz ediyordu. O yüzden bu durumdan kimseye bahsetmemeye karar verdim ve yavaş adımlarla temkinli bir şekilde yürümeye başladım. O vahşetin anından mıdır bilmem kara bulutlar havada sözü tam da yerini bulmuştu. O kadar güzel ve güneşli havanın ardından bugün tam tersine kasisli bir hava vardı. Bu yüzden taksiye binmeye karar verdim ve uzaktan gelen sarı araca el işareti yaparak durdurdum, bindim. İş yerime varmıştım artık. Derin bir nefes aldım ve içeriye girmeden önce her zamanki tavırlarımı sergilemeye çalıştım. Tam kapıdan girerken şöyle bir etrafıma bakındım. Herkes o kadar yoğundu ki deli gibi çalışıyorlardı. Sakinmiş gibi görünerek herkese sahte selamlar verip odama geçtim. Kafamı dağıtmam gerekiyordu. Bu yüzden sekreterim olan Zehra Ha-
29
Öykü
nım’ı odama çağırdım. Zehra Hanım dolgun dudaklara ve iri bacaklara sahip olan alımlı bir kadındı. Ona fazlaca ilgi duyuyordum. Ama şu an onun bu şehvetinden daha da önemli olan işlerim vardı kafamda. Zehra Hanım odama gelip “buyurun Tarık Bey beni çağırmışsınız.” dedi her zamanki güzelliğiyle. Bende içeri girmesini söyleyerek “ bugün ne kadar çok dosya, evrak varsa hepsini istiyorum” dedim. Bu kadar çalışma hevesimin karşısında şaşkın gözlerle bana bakan Zehra Hanım tuhaf bakışlarını sürdürerek “tamam efendim” dedi ve çıktı. Sanki soru sormak istiyormuş da terslenmekten korktuğu için susuyormuş gibi, pusarak çıkmıştı odamdan. Ama bana soru sormadığı için şükrediyordum açıkçası. Çünkü bu kadar korkuyla sorulan sorulara saçma cevaplar verip kendimi tehlikeye atabilirdim. Sonuçta o azılı katil her yerde olabilirdi. Bir an silkindim ve kendime geldim. Odamdaki perdenin yarısı açık olan camdan doğru bakındım. Tam karşımda sekreterim olan Zehra Hanım’ın odası vardı. Telaşlı bir biçimde telefonla konuşuyordu. Bir müddet onu izledim. Normalden çok telaşlı görünüyordu. Acaba bunun nedeni neydi? Belki de içinde bulunduğum korku yüzünden kuruntu yapıyordum. Aslına bakarsak ikinci düşündüğüm daha mantıklı geldi ve ilk düşüncemi bastırdı. Zehra Hanım’ı dikizlemeyi bırakarak kendimi dosyalara yönelttim. Hatta bir ara kendimi o kadar çok işe kaptırmışım ki bir an telefonum çalınca korkuyla yerimden zıpladım. Arayan kişi Asaf Bey’di. Hemen telefonu açtım. Açar açmaz Asaf Bey beni merkez karakoluna çağırdı. Hemen izin alıp iş yerinden çıktım. Aslında hiç haz etmem ama işten izin alabilmek için yalan söylemek zorunda kalmıştım. Neyse artık yapabileceğim bir şey yoktu. Hızlı adımlarla karakola doğru yürümeye başladım. Hava çok kötüydü. Aynı o geceki gibi yağmurlu ve boğuk bir hava vardı. Biraz ıslandıktan sonra hemen bir taksiye atladım ve karakola gittim. Asaf Bey tam karşımda duruyordu. Hızlı adımlarla onun yanına gittim. Yalnız değildi Asaf Bey. Dedektif Caner Bey de yanındaydı. Beni görür görmez hemen Asaf Bey’in odasına geçtik. Asaf Bey “ size olay gecesi hakkında tekrar sorular sormamız gerek” dedi. Bende “bir gelişme mi var yoksa?” diye sordum. Asaf Bey “ siz o gece ki katilin bir erkek olduğunu söylemiştiniz. Bundan emin misiniz?” diye sordu. “Evet” dedim. Dedektif Caner Bey sakince düşünmemi söyledi. Aslında o geceyi hatırlamak bile istemiyordum. Hatta unutmak istiyordum. Ama hatırlamak zorundaydım. Bu yüzden hafızamı olabildiğince çok zorladım ve olay gecesini kafamda yeniden canlandırdım. Tanrım o vahşeti nasıl unutacağım? Aklıma gelen ne varsa söyledim. O gece oradan tesadüf eseri geçtiğimi, katilin asıl yüzünü göremediğimi, sadece gölgesini gördüğümü söyledim. Bu sözlerim karşısında Dedektif Caner Bey çok şaşıracağım bir belge sundu bana. Katilin bir bayan olduğunu söyledi. İnanamadım o an. Çünkü katili ne kadar göremesem de vücut yapısına bakacak olursak o bir bayana ait olamazdı. Bunu Caner Beye söylediğimdeyse bana numune poşetine koyulmuş olan bir tomar saç ve cesedin tırnaklarından alınan DNA testini gösterdi. O an gözlerime inanamadım. DNA testi profillemesine göre katil sekreterim olan Zehra Hanımı gösteriyordu. Bir an öylece kalakaldım ve sadece resme baktım. Arif Bey bu şaşkınlığımdan sezinlemiş olacak ki bana resimde ki bayanı tanıyıp tanımadığımı sordu. Sadece gözlerine baktım ve şaşkınlıkla karışmış olan tedirginliğimle “ bu bayan benim sekreterim” dedim. O an Asaf Bey ve Dedektif Caner Bey’in gözlerinde ki şaşkınlığı anlatamam. Sekreterimin nasıl biri olduğunu bana sordular ve bildiğim ne varsa anlatmaya başladım. “ Zehra Hanım çok alımlı, bir o kadar da çok masum, saf bir bayandır. Bu olanlara hâlâ inanamıyorum. Bu çok garip. İş yerinde bile daha bir kişiyle tartıştığını bilmem. Ama onu bugün odama çağırmıştım. Kafamı dağıtmak için ne kadar çok dosya varsa ondan istemiştim. O da tamam deyip çıkmıştı. Sonra bir ara onu gereğinden fazla telaşlı bir biçimde telefonla konuşurken gördüm. Açıkçası tüm bu olanlardan dolayı kuruntu yaptığımı düşünüyordum ama bu durumun gerçek olabileceği... Tanrım hâlâ inanamıyorum. Asaf Bey “ sakin olun lütfen Tarık Bey. Bunu kimse bilemezdi. Asıl tuhaf olansa siz bayanın çok saf ve kimseyle sorununun olmadığını söylüyorsunuz o hâlde niçin bir bayanı öldürdü? Ve yine sizin anlatmanıza göre bir delilden bahsediyordu kadın ölmeden
30
31
Öykü
Öykü
önce o delil neydi? Tüm bunların cevaplarını bilmek zorundayız Tarık Bey bunun için de sizin yardımınıza ihtiyacımız var.” dedi. Ben de “ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordum. Asaf Bey de Zehra Hanıma bir şey belli etmeden onu yemeye çıkartmamı ve biraz onu oyalamamı böylece onu kolaylıkla tutuklayıp sorgulayabileceklerini söyledi. Bende hemen kabul ettim. O sıra hemen iş yerime gittim. Tabi komiser vekili ve dedektif de benimle geldi. Ama yanımda durmuyorlardı. Zehra Hanım’ı odama çağırttım ama benden sonra onun da çıktığını öğrendim. Kimsenin bir şey sezmemesi için tekrar ofisten çıkmak yerine Asaf Bey’i telefonla aradım ve Zehra’nın burada olmadığını söyledim. Asaf Bey de onu beklememi söyledi. Sakin olmaya çalışarak Zehra’yı bekledim. Bir müddet sonra o da gelmişti zaten. Biraz zaman geçtikten sonra yanına gittim ve “ bu öğle arası birlikte yemek yiyebilir miyiz?” diye sordum. O da biraz tereddütte kaldıktan sonra bir şeyler çaktırmamak adına sanırım kabul etti. Sabırla öğle arasını bekliyordum. Tabi o sırada sürekli olarak Asaf Bey’le irtibat kuruyordum. Asaf Bey yemekte bir ara lavabo için izin almamı ve hemen yanlarına gitmem için beni uyardı. Bunu istemesindeki amaç ise bana minik bir yaka mikrofonu takacak olmalarıydı. Artık öğle yemeyi vakti gelmişti. Odamdan çıkıp Zehra’nın odasına gittim. Birlikte çıktık. Dikkat çekmemek için olabildiğince sakin gözükmeye çalıştım ve birlikte taksiye binip güzel bir restoranta gittik. Arkamızda da Asaf Bey ve ekibi bizi takip ediyorlardı. Restoranta vardığımızda lavaboya gideceğimi söyleyerek Zehra’nın yanından ayrıldım ve hemen Asaf Bey’in yanına gittim. Yaka mikrofonumu takmışlardı. Artık talimatları buradan dinleyip uygulayacaktım. Tüm bunlardan sonra Zehra’nın yanına gittim ve Asaf Bey’in dediklerini uygulamaya başladım. Çaktırmadan olay gecesinden bahsetmeye başladım üstü kapalı. O an Zehra’nın gözlerinde bir korku belirdi. Bir anda ayağa kalkarak bağırmaya başlayan Zehra bana da tehditler savurmaya başladı. O sıra kaçmaya çalışırken dışarıda bekleyen polis ekipleri hemen Zehra’yı yakaladı ve beni de alarak merkeze gittik. Zehra sorgu odasındaydı. Bu cinayeti neden işlediğini, her şeyi anlatmış. Meğer Zehra benim bildiğim gibi saf ve temiz değilmiş. Cinayet işlemesinin nedeni ise öldürülen bayanın sevgilisiyle yasak ilişki yaşıyor olmasıymış. Tüm bu anlatılanlara göre Zehra’nın yasak ilişki yaşadığı sevgilisi de sorguya çekilmek üzere merkeze getirildi ve o da Zehra gibi olanları kabullendi. Onlar karar için mahkemeye sevk edilirken bende bu hayatta yeni bir şey daha öğrenmiş oldum. Her temiz yüzlüyü iyi sanma ve her serseri görünüme aldanma. Kim bilir bir bakarsın serseri dediğin kişi hayat kurtarırken saf dediğin kişi çoktan katil olmuştur. Yazan: Manolya Küçük
İllüstrasyon: Hüseyin Esen
Yorgun bir günün ardından görülen Kabus Ya da Bir Cinayeti İzlemek "Cinayet: Bir kimsenin başka bir kimseyi öldürmesi eylemidir.” Anlaşılan o ki bazı şeyler bilimin prensipleriyle tam olarak açıklanamıyor. Evrendeki her şeyin bir enerjiden meydana geldiğini, hiçbir enerjinin yoktan var olmayacağını falan biliyoruz, bazı şeyler kanıtlanabilir, bazı şeylerin de mantık çerçevesine oturtulabildiğini de açıklayamadığımız şeyleri anlatmaya çabalarken aklımızdan çıkarmıyoruz fakat ne kadar uğraşsam da geçen gece yaşadığım olayları açıklayabileceğimi sanmıyorum. Bir hukuk bürosunda sekreterlik yapıyorum. Ailemin yanında yaşadığım için kira ödeme derdim yok fakat keşke kira ödeseydim ve yoksulluğa düşseydim de kendi mahremiyetime kavuşsaydım dediğim günler çok oluyor. O gece de öyle bir günün gecesiydi. Büronun geleninin gideninin eksik olmadığı, düzinelerce evrak işi yapmam gereken, aynı anda onlarca randevu ayarladığım, iki kez postaneye gidip gelmemin gerektiği bir günden sonra tek istediğim şey eve ulaşıp ayaklarımı uzatarak biraz dinlenmek olsa da eve döndüğümde misafirlerimizin olduğunu gördüm. Hepimize, içinde yaşadığımız toplumun görgü kuralları anlatıldığı için evde bir misafir varken odama çekilip dinlenemeyeceğimi biliyordum. Havadan sudan bahsedip akşam yemeğini de misafirlerle birlikte yedikten saatler sonra yatağımla kavuşmuştum. En sevdiğim uykuya dalma pozisyonu her zaman duvara dönmek olmuştu. Çocukluğumdan beri duvarın sessizliği, serinliği, sıvanın ve boyaların yarattığı düzensiz dalgalar, uykuya gittiğim yolda en büyük eşlikçilerimdi. O gece de yorgunluğun da etkisiyle bir süre duvarı uzun uzun seyrettikten sonra uykuya dalabilmiştim. Uyandığımda gözlerimi açar açmaz karşımda alışkın olduğum duvar yerine başka bir duvar olduğunu fark ettim. Duvarların belirgin özellikleri olmadığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz, karşımdaki duvar, saten gibi pürüzsüz, evimdeki duvarın sıcak, pastel renginin aksine gri, soğuk bir renkteydi. İlk şaşkınlığımdan sonra ağır ağır arkama döndüğümde odamda olmadığımı, bir ranzanın üst katında olduğumu ve odada üç ranza daha bulunduğunu fark ettim. Yaşadığım şaşkınlığı anlatacak kelimeleri bulmakta zorlanıyorum, eğer hiç evinizdeki, odanızdaki tanıdık yatakta uyuyup bambaşka bir yerde uyanmadıysanız yapabileceğim en iyi tasvir bile o an hissettiklerimi anlatmaya yetmeyecektir. Ben şaşkınlık içinde odayı incelerken yarı karanlık odayı birtakım fısıltılar doldurmaya başlamıştı. Duyabildiğim seslerin hepsi de kadın sesiydi. Derken ince bir siluetin ranzamın yanına kadar yükseldiğini
32
33
Öykü
görüp neredeyse atmak üzere olduğum çığlığı, ellerimi ağzıma bastırarak boğdum, kalbim resmen çırpınıyordu. Gözüm birkaç saniye içinde karanlığa daha fazla alışınca ranzamın yanındaki siluetin bana biraz şaşkınlıkla, biraz da alaycı bir tavırla bakan, bir yerlerden tanıdık gelse de o an kesinlikle kim olduğunu bilmediğim bir genç kız olduğunu fark ettim. Biraz daha net görebilmeye başladığım turuncu saçlı, ince yüzlü genç kız, başını hafifçe sola yatırarak “Hazırlan, birazdan kulede olmalıyız, yakalanırsak yandık,” diye fısıldadı. Kime yakalanmamamız gerekiyordu, kule diye tabir ettiği yer neresiydi ve hazırlanmak için ne yapacaktım, bunun gibi sorularla ilgili hiçbir fikrim olmadığı hâlde üzerimdeki battaniyeyi kenara çekmiştim. Odadaki diğer kızlar da teker teker ayaklanmaya, panik yaratmadan fakat hızlıca bir şeyler toparlayıp odadan çıkmaya başlamışlardı. Neler olduğunu anlamasam da kendimi onlarla birlikte bu odadan uzaklaşmak zorunda hissediyordum. Ranzadan aşağı kayıp yerdeki terlikleri çıplak ayaklarıma geçirdim. Nedense hiçbir şeyi hatırlamıyordum fakat her şey tanıdıktı. Turuncu saçlı kızla birlikte odadan çıktığımızda içeride kimse kalmamıştı. Loş koridorda, ses çıkarmamaya çalışarak yürüyorduk. Diğer kızların da ileride tıpkı ses çıkarmadan avını takip eden kediler gibi esnek ve sessiz hareketlerle yürüdüklerini görebiliyordum. Nereye gittiğimizi ve kimden gizlendiğimizi soracak olduğumda turuncu saçlı kızın büyük bir ciddiyetle beline sardığı bir ceketin cebine ufak bir bıçak yerleştirdiğini ve cebin düğmesini iliklediğini gördüm ve ses çıkarmamaya karar verdim. Bir süre koridorda ilerledikten sonra sağa saptık ve çok yüksek bir çift kapı kanadının demir işlemelerinin arkasından vuran ayışığı sayesinde etrafı daha net görebilmeye başladım. Öndeki kızlar hiç ses çıkarmadan kapının kanatlarını açıp arkalarındakilerin geçmesi için kapıları tutarak bekliyorlardı. Adımlarımızı sıklaştırıp kapıdan geçerek bahçeye çıktık. Çıktığımız yere bahçe demek çok doğru olmazdı, orası, etrafında yüksek ve yosunlu tuğla duvarlar olan, dışarıyı göremediğimiz, pek çok sıradan fakat kasvetli duran yüksek binayla çevrilmiş bir avluydu. Bulutlarla çevrilmiş Ay’ın aydınlattığı avluya açılan iki kapı vardı, biri az önce çıktığımız demir kapı, diğeri de tam karşımızdaki dokuz - on katlı incecik yapının kapısıydı. Daha önce burada bulunduğumu kesinlikle hatırlamıyor olmama rağmen her şey çok tanıdıktı, burasının bir öğrenci yurdu olduğunu, bizim içinden çıktığımız binanın da karşıdaki binanın ikizi olduğunu arkama bakmama gerek kalmadan biliyordum. Turuncu saçlı kızın kule dediği yerin, karşıdaki binanın yangın merdiveni olduğunu da tahmin ediyordum ve bu tahminin doğru olduğunu da gruptaki diğer kızların yangın merdivenine tırmanmaya başladıklarını gördüğümde anlamıştım. Sessiz adımlarla avluyu geçerken bu ayışığında tesadüfen avluya bakan herhangi birinin bizi görüp yakalayabileceğini düşünüyordum ve korktuğum şeyin tıpkı kabuslarda bir şeyi düşündüğünüz anda o şeyin gerçekleşmesi gibi başımıza gelmesi de o gece yaşadığım şeyin alelade bir kabus olduğu tezini güçlendiriyor. Avluyu son geçenlerden birkaçı olarak arkamızdan “Bana bakın! Durun! Dursanıza!” diye bağırarak seslenen orta yaşlı bir kadının sesini duyar duymaz koşmaya başlamıştık. Bizden öncekiler yangın merdivenine çoktan tırmanmış, binanın terasına ulaşmışlardı. Turuncu saçlı kız önümde basamakları hızlı hızlı tırmanıyordu, arkamda bize demir kapıyı tutan kızlardan biri, onun da arkasında yurdun görevlilerinden biri olduğunu tahmin ettiğim kadın yangın merdivenine çıkıyorlardı. İlk iki katı turuncu saçlı kızı takip ederken ve olayların bende salgılattığı adrenalin hormonunun da sayesinde rahatlıkla tırmanmış olmama rağmen üçüncü katın ortalarında, etrafımızda
34
35
Öykü
Öykü
sadece demir çubuklardan oluşan incecik bir kafes olduğunu ve neredeyse korunmasız bir şekilde, aşağıyı tüm netliğiyle görebildiğim bir yüksekliğe tırmanıyor olduğumun bilincine vardım. Çocukluğumda hiçbir zaman yükseklik korkusu yaşamamış olmama rağmen hayatta başarmak istediğim her şeye geç kaldığım yıllardan itibaren benliğime kazınan bir aşağılık kompleksiyle güzel bir parallellikte, şiddetli bir yükseklik korkusu edinmiştim. Dördüncü katı da geride bırakana kadar aşağı bakmamaya çalışıyordum fakat sanırım beşinci katta, ya da dürüst olmak gerekirse titremekten sayamadığım için kimbilir belki de yedinci katta içimden şiddetli bir çömelme isteği yükselmeye başladı. Elimle turuncu saçlı kızın cekedine dokunup “Çok yüksek…” diye inledim, kızın bana dönüp cekedini ellerimden hızlıca çekip bıçağı koyduğu cebi kontrol ettikten sonra “Sakın yavaşlama!” diye bağırdığını hatırlıyorum, başım dönmeye, midem bulanmaya başlamıştı. Arkamdaki kız “Çabuk ilerlersek merdivenin kapısını arkamızdan kapatabiliriz, hızlan!” diye soluk soluğa emretti fakat yapamıyordum. Hızlanmak yerine ayaklarıma kilolarca ağırlık bağlanmış gibi dizlerimi kaldıramıyor, sanki yangın merdiveni binaya birleşik değilmiş ve attığımız her adımda yerle birleştiği nokta sabit kalmak üzere kendi çevresinde salınıyormuş gibi hissediyor, kusmamak için avuçlarımı sıkıyordum. Tam bayılacağımı hissettiğim sırada turuncu saçlı kızın elimi tutup beni tüm kuvvetiyle çekerek basamakları çıkmamı sağladığını da hayal meyal hatırlıyorum. Sanırım canımı dişime takıp yukarı varabildikten sonra en azından bir zemine yerleşip de boşluk hissinden uzaklaştıktan sonra bayılmayı planlıyor olmalıydım, ayaklarımda hissettiğim ağırlıklardan kurtulmuş, sanki hızlandırılmış çekimle izlediğimiz film sahnelerindeki gibi koşaradım merdiveni tırmanmaya başlamıştım. Fakat benim o an yavaşlamam yüzünden yukarı ulaştığımızda bizimle arasını kapatan görevli kadının da yangın merdivenini henüz kapatamadan merdivenin kapısına ulaştığını gördüm, kendimi binanın terasının zemininde dizlerimin üzerine bırakıp yere ellerimi koyduktan sonra bir yandan merdivenin kapısındaki itiş kakışı izliyor, bir yandan nerede olduğumu çözmeye, diğer yandan da bayılmamaya çalışıyordum. Görevli kadın, turuncu saçlı kız ve diğer kızın tuttuğu yangın merdiveninin kapısını, boş bulundukları bir anda hızlı bir hamleyle açıp terasa, yanımıza çıkmıştı. Terasa bizden önce çıkan diğer kızlar, sanki terasın ortalarına doğru bir düzenek hazırlamış gibiydiler. Yaşadığım heyecanın ve üzerimden atamadığım yükseklik korkusunun bulanıklaştırdığı görüşüm yüzünden olan biteni net olarak göremediğim hâlde bir anda yaşadıklarımın doğaüstü bir deneyim olduğunu fark ettim, sıradan bir kabus yerine başka bir alemi görüyor gibiydim ve eğer peşimizden gelen kadın olmasaydı, tüm bu kızların dikkatini dağıtmasaydı, bu kızların, ya da her ne mahlukat idiyseler, bana zarar vereceklerini saniyenin onda biri kadar tutan bir sürede algıladım. Bir anda, kendisinden kaçtığım kadının beni kurtarmaya çalıştığını anlayarak yerimden doğrulup kadına yardım etmeye karar verdim fakat ellerimle ayaklarımı yerden ayırmamı engelleyen ağırlıklar geri gelmişti. Olan biteni sadece izlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Turuncu saçlı kız belindeki cekedin cebindeki bıçağı eline alıp kadını terasın kenarına yönlendirdikten sonra yine tıpkı kabuslardaki gibi düşündüğüm kötü şeyi anında izlememe neden oldu. “Hayır, hayır, bu yüksekten düşmemeli, hayır!” diye düşündüğüm anda elindeki bıçaktan terasın kenarına kadar sığınmış olan kadının yanına yaklaşıp kadını sol koluyla sertçe itti. Gözlerimdeki yaşlarla ve kulağımdaki ağır çınlamayla, kadının tökezleyerek terasın alçak duvarına önce oturup sonra da dengesini kaybederek oradan düşüşünü izledim. Aşağı çarpma sesini duyduktan sonra turuncu saçlı kızın nefretle bana dönüp baktığını gördüğüm anda her şey karardı.
36
O an bayıldığımı hissetmiştim. Gözlerimi açtığımda odamdaki yatakta, endişeli gözlerle bana bakan annemle babamı gördüm. Yalnız yaşamayı ne kadar istiyor olsam da o an evde birilerinin olmasından duyduğum sevinç, dünyalara bedeldi. Uykumda çığlıklar atmış olduğum için odama gelen annemle babama gördüğüm kabusu tüm ayrıntılarıyla anlattıktan sonra hep birlikte “kötü bir karabasan” diye adlandırdığımız olayın ertesi sabah üzerinde durmamıştık. Fakat ertesi akşam yine işten eve döndüğümde odama geçip her zaman takip ettiğim güncel haberlerin paylaşıldığı internet sitesinde “Şüpheli Bir Ölüm” başlığını ve haberin ilk satırında yaşadığım ilin başka bir ilçesinin adını gördüğümde aklıma ilk gelen şey nedense o gece yaşadığım şey olmuştu. Sanki dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi her şeyi kendimle ilgili zanneden biri de olmadığım hâlde o an, o internet sitesinde o haberin karşıma çıkması bile bana bir gözdağı gibi geliyordu. Titreyerek haberin devamını okuduğumda ise o gece yaşadığım şeyin bir kabus değil, hiçbir zaman açıklayamayacağım, bir insanı başka bir insanın öldürdüğü türden değil de fantastik bir cinayet olduğuna karar verdim: “Dün gece İ….. ili B…. ilçesindeki bir öğrenci yurdunda şüpheli bir ölüm meydana geldi. Karma öğrenci yurdunun kızlar bloğunun görevlisi olan 43 yaşındaki T. Y., nöbetçi görevli olduğu sırada geceyarısı 9 katlı erkekler bloğunun terasından kendini avluya bırakarak intihar etti. Olayın gerçekleştiği sırada herkes uyuduğu için olay anının görgü tanığı bulunmamakla birlikte olay yerine giden ilk öğrenciler ve görevliler, T.Y.’nin özel hayatında herhangi bir sorun bulunmadığını, yakın çevresi tarafından sevilen ve düzenli bir hayat süren bir çalışan olduğunu, intihar edecek bir yapıya sahip olmadığını belirttiler. Olay hakkında cinayet şüpheleri sürerken olay yerinde yapılan ilk incelemede herhangi bir delile rastlanmadı.” SON Yazan: Sevil Bayrak
37
İllüstrasyon: Başak Çetinkaya
Öykü
Cinayeti Gördüm Cinayeti gördüm. Korkunç idi. Haksızca. İç dağlayıcı. Yürek burkucu. İnsafsızca. Hayatı elinden alıp, o sonsuz potansiyeli gasp edip çalmak. Can hırsızlığı… Oysa o hayat ile yapılabilecek onca şey vardı… gidilebilecek onca istikamet. Nasıl yapabildi bunu Katil? Nasıl cüret ve zulüm edebildi böyle? Hele kurbanın yaşı… Bu kadar gençken nasıl kıyabildi Katil? Hepsini gördüm… Şahidim. Planlı bir cinayet miydi? Sanmam… Koşullar öyle gelişti. Hani derler ya, öyle tesadüf etti. Kurbanın tek hatası, yanlış yerde, yanlış zamanda bulunmak… Katilin karşısına çıkmış olmak. Ama başka ne olabilirdi ki? Katilden kaçamazdı. Neredeyse imkansız idi bu. Ben hepsini gördüm. Şahidim. Zavallı kurban… Nasıl gelişti cinayet? Basit… Katil kurbanı boğdu. Kesti. Kırdı. Kurbanı besleyen can damarlarını boğup sıkıştırdı; kurbanın şah damarını kesti; omurgasını kırdı… Zavallı kurban. Yaşanacak onca hayat. Gidilebilecek onca istikamet. Nice ihtimaller ile, sonsuz potansiyel ile dolu hayat… kayıp gitti. Katil acımasızdı; ama daha önemlisi duyarsızdı. Hissizdi. Kılı kıpırdamadı hayat boğarken. Yaşam potansiyelini ezip söndürürken. Gidilebilecek onca istikameti, yaşanabilecek o zengin ihtimalleri kurbandan koparıp alırken hiç insaf etmedi katil. Hiç dinlemedi ki! Ben gördüm. Şahidim. Şimdi ne olacak peki? Bu cinayet cezasız mı kalacak? Katil elini kolunu sallaya sallaya serbestçe dolaşmaya devam mı edecek? Elbette… Ne sanmıştınız ki? Hepsi bu değil. Dahası var… Katil bir cinayet ile yetinmedi. Bugün de faal. Bugün ve bu gece. Aslına bakarsanız nicedir işliyor bu cinayetleri. Kurbanların ellerinden alınan onca sonsuz hayat potansiyeli. Yazık… Çok yazık. Hatırlamak istemiyorum cinayet anını. Ama gözümün önünden gitmiyor hiç. Katilin diğer tüm cinayetlerinde tıpatıp bu biçimde işlendi… Biliyorum. Şahidim. Cinayet anını anlatayım size.
38
39
Öykü
Öykü
Hayat hırsızlığı, can-potansiyelinin söndürülmesi, ihtimal gaspı, kişi-cinayeti tam olarak şöyle gerçekleşti: Kurban başına geleceklerden habersizdi o gün… Doğmuştu. Her bebek gibi sonsuz potansiyel ile, zengin ihtimallerle dolu pırıl pırıl bir hayat bekliyordu onu. Yazılmayı bekleyen boş bir levha, bir tabula rasa idi hayatı. Sonsuz yönlere gidebilecek pırıl pırıl bir can. Yeni başlamış bir ömür. Peki Katil ne yaptı? Bu hayatı, bu ömrü alıp söndürdü… Kurban büyüdükçe önce boğuldu… ufku daraltıldı. Ebeveynlerinden ona kusurlar, safsatalar, kin, nefret ve kabalıklar aktarıldı. Ailesi ve toplumu onu şekillendirip, ruhuna öğretiler ve değerler dikte etti. Erkek ise arabalar ve futbola önem vermesi öğretildi. Düşünün bir, sonsuz potansiyel ile dolu hayatta arabalar ve futbol… Kız ise, elbiseler ve ayakkabılara dikkati çekildi. Düşünün bir, sonsuz ihtimaller ile dolu hayatta elbiseler ve ayakkabılar. Sonra telefonlar geldi. Kurbanın sonsuz evrene çekilebilecek dikkati, sadece cebindeki telefona yöneltildi. Telefonlar, televizyonlar; oyunlar ve oyuncaklar. Derken Kurban büyüdü. Ruhunun yarısı ölmüştü şimdiden; sadece telefonlar, maçlar, ayakkabılar ve arabalara yer vardı bir zamanların o sonsuz tabula rasa enginliğinde. Hayatını bunlarla tıka basa doldurdu. Yaşam potansiyelinin eksik kalmış ucunu kesip dağlayarak, unutarak. Sonra kurban evlendi. Çocuklar getirdi dünyaya. Sonsuz potansiyel ve ihtimal ile dolu hayatlar. Gidebilecek öyle çok yönü vardı ki bu canların. Ama ne oldu? Katil bir kez daha cinayet işledi. Ebeveynlerinin hayatlarını çaldığı gibi, çocukların da hayatını çaldı. Aynı şekilde boğdu, kesti ve kırdı o hayat potansiyellerini. O yaşamları aynı şekilde gasp edip, sahiplerinin elinden alıp, geriye gri, solgun hayat posaları kaldı. Evrene bakmak yerine ceplerine bakan hayat-cinayeti kurbanları kaldı geriye. Ve Katil bu gece de dışarıda bir yerlerde. Yine aynı cinayetleri işliyor ve işleyecek. Yakalanacağını sanmam. Katil aramızda.
Cinler Cengi Bin yıllardan beri süregelen bir savaş vardır ki bu dünyaya doğup bu dünyadan göçen hiçbir insan evladı haberdar değildir bu savaştan. Ama onların arasında gerçekleşir cenk; yürüdükleri sokakta, yaşadıkları evde, işyerlerinde, girmeye çekindikleri ormanda… Çoğu zaman insanlardan uzak yerleri tercih ederler savaşmak için; derin ve karanlık mağaralar, zirvesini sisler kaplamış dağlar, içine düşen canlıyı yutmadan bırakmayan bataklıklar, terk edilmiş köyler, mezbelelikler, zindanlar… Her an insanların arasındadır bu savaşın tarafları. Bazı zaman, insanları da dahil ederler ancak bilerek, isteyerek karışmaz kendilerinden olmayanların kavgasına insanoğlu. İnsan ırkının yeryüzünde belirmeye başladığı zamanlardan çok daha evvel, dünya başka bir ırkın hâkimiyeti altındaydı. Bu ırka zaman içinde birçok isim verdi insanoğlu; kimi peri dedi onların adına, kimi elf… Bazı kültürler cin dedi, bazı kültürlerde isimleri ağza bile alınmadı, eriyip gitti zamanın koca karnında. Ama en çok cin olarak tanındılar. Onlar, dünya bir gün yok olup gitse bile yaşamaya devam edeceklerdir. Çünkü cinler; insan ırkı gibi aciz yaratıklar değildi. Ancak insan ile aralarında bir tek ortak özellik varsa o da kişilik sahibi olmalarıydı, nefisleriydi. Onların nefisleri, insanınki gibi toprağa, yeraltı madenlerine, petrole ya da paraya değil, bunlardan çok daha başka şeylere, insan aklının alamayacağı türden imtihanlaraydı. O ‘şeyler’ için binlerce yıl süren ve hâlâ sürmekte olan savaşlara girişmişlerdi. Elle tutulur, tene temas eder mi bilinmez bu şeyler, kokusu var mıdır, cisme sahip midir belli değil. Rengi varsa nedir, insan gözü o rengi algılayabilir mi, ses çıkartır mı ya da frekanslarını bizim kulaklarımız duyar mı meçhul. Elbette bir güce sahiptir ki üç harfli halkın gözünü bürümüş; ancak bu güç nedir, ne işe yarar kim bilir? Bunu cinlerden bir cin gelip insanoğluna açıklamadığı sürece öğrenebilecek bir bilge gelmemiştir dünyaya, belki de gelmiştir de henüz o erginliğe ulaşamamıştır, bilinmez. Neyse ki hayal edebiliyor insan. Ki her hayal bir gerçeğin yansımasıdır derler. Belki bu hikâye de gelecekten haber veren bir kutsal yazıt, bir mühürdür. İnsanoğlu nesiller sonra bu yazıları özenle koruyacaktır belki. Çünkü binlerce yıl gizli kalan sırları afişe ediyor olabilir eski bir defterin eprimiş sayfalarında yazılı bu sözcükler. Bilinmez! Dünyanın yaşı kadar süren ve dünya döndüğünce sürecek, belki daha sonra da devam edecek olan bu cengin tamamını yazmak için ne kelimeler yeter ne defterler. Ne mürekkep bulunabilir o kadar sözcüğü karalayacak, ne ormanlar yeter o sözcükleri yazmaya yarayacak kâğıtları üretmeye. Bundan mütevellit ancak bir kısmını hayal edebilecek bu aciz hayalperest, yalnızca bir ânı kâğıda dökebilecek üşengeç parmaklara sahip. Ne var ki bu birkaç sayfa bile insan ruhunu korkuyla titretmeye, küçük yüreklerin kararmasına, gülen gözlerin bir anda pınar misali ağlamasına neden olacaktır. Bir dirhem cesaret barındıran yüreklerin, bir nebze bilgelik ışıldayan gözlerinse gerçekler karşısında hayret duymasına, nasıl bir dünyada yaşadıklarına ilişkin düşüncelerinin bir anda değişivermesine vesile olacaktır. *
Ben şahidim. Cinayeti gördüm. Yazan: Murat Başekim
40
Çizer: Zeynep Zeze
Günlerden cumartesiydi. Saat karanlığa vurmuş, gökte gezegenler güne bulanmaya başlamıştı. Göçer kuşlar yola koyulmaya durmuşken yel olanca kuvvetiyle üflüyor, dışarıda kalanların kemiklerini titretiyordu. Hava soğuk olmasına rağmen ortama alabildiğine ağır, yüreklere bunaltı veren bir atmosfer hâkimdi.
41
Öykü
Hangi şehir ya da hangi ülke olduğu önemli mi bilinmez; ama İstanbul derler yeryüzünde bir kent vardı ki en az dünya kadar eski, sokakları nice cinayete tanıklık etmiş, cinlerden hortlaklara, öte tarafa göçememiş ruhlardan kan emenlere, bütün milletlerin korkularına ev sahipliği etmiş bir kentti. İşte bu kentin; parası bol ticaret erbabından tayfanın ikamet ettiği, villaları ve konaklarıyla anılır, şehrin oldukça uzağında bir semt vardı. Bu semtin uzak doğudan gelme mermerlerle döşeli sokaklarından bir tanesindeki villada, ne ticaretle uğraşan ne babadan paralı, ne yağcılıkla göbeğini büyütmüş ne hırsızlık malıyla paraya boğulmuş bir zat yaşamaktaydı. Sosyeteye girip çıkan bir tip olmadığından komşuları tarafından hiç bilinmezdi bu adam. Birkaç kez, yüzü boyaya bulanmış, omuzlarında tilki ve samur cesetleri taşıyan orta yaşlı kadın grupları zilini çalmış, bahçelerinde yapacakları mangal partilerine ya da kışın sokakta kalan çocukların hayrına düzenleyecekleri müzayedelere davet etmeye yeltenmişlerdi. Somurtkan ve neşesiz bir surat eşliğinde ‘ilgilenmiyorum’ yanıtı aldıktan sonra eli eteği çekmiş, nemrut komşularını kendi hâline bırakmaya karar vermişlerdi. Etrafında, daha doğrusu mahallede; nemrut, somurtkan, yüzsüz, sevimsiz gibi sıfatların layık görüldüğü bu adam, gerçekten de tam hak ettiği gibi; insan içine çıkmayan, haftada bir sokağın başındaki süper marketten yiyecek malzemeleri almak için çıkmak dışında dışarıda görülmeyen bir adamdı. Kimdi, nereden gelmişti, neden dışarı çıkmıyordu, ne iş yapardı bilen yoktu. Bu semte taşınalı beş yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen evine ne birilerinin girip çıktığı görülmüştü ne onun bir geceliğine olsun evi terk ettiği. Gece gündüz çekili perdeleri, ruh hâlini yansıtırcasına koyu renkliydi. Dışarıdan bakıldığında hayata küsmüş, parası ölene kadar ona yetecek bir malihulya sahibi olduğu düşünülebilecek bu adamın hayatına içeriden bakıldığında öyle olmadığı bir gerçekti. İsmini kimsenin bilmediği bu adam, gözlerden ırak kalmak zorundaydı. Bir ‘şey’ saklayan bu adamın ne sakladığı bu satırlarda ifşa edilmeyecek. Zira kâtip dahi sakladığı şeyin esrarını bilmemekte… Adam, onu hayatı pahasına koruyacağına tanrıya yemin etmişti. Öyle ki uzun zaman önce neyi koruduğunu kendisi bile unutmuş, sadece onu korumaya odaklanmıştı. Şimdi içinde bulunduğu zamandan; kâtibe göre on beş, gerçekte kim bilir kaç sene önce, bu dünyanın insanlar tarafından pek de bilinmeyen bir yerinde üç harfliler arasında bir savaş patlak vermişti. Sözün aslı, cenk alevlenmiş, uzun süredir cinlerden bile korunan bir sır açığa çıkmıştı. Bu giz, amaca ulaşan yoldaki büyük kapılardan birini aralayan bir anahtardan başkası değildi. O anahtar ne pahasına olursa olsun bulunmalıydı. Bu yolda büyük ya da küçük adımlar yoktu, bir yol varsa o yola girilmeliydi. Sonu nereye çıkarsa çıksın… Adı Ahger idi. Kor Alev manasında. Onu tasvir edebilecek sözcükler için insan dilinden fazlası gerekliydi. Saf alevden vücudu yaşadığı süre boyunca bir tek savaş yarası bile almamış; ancak yüzlerce kez savaşmış bir cengâver. Kılıç tutan elleri onca can almıştı ki cehennemin en çukuru yalnız Ahger’in aldığı canlarla besleniyordu. Gözleri, ateşin en parlak hâliyle ışıldıyor, dosta güven, düşmana korkudan daha fazlasını veriyordu. Ahger, ormana geldi. Karşılaşacağı düşman hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Aslında olması da gerekmiyordu, onun görevi öldürmekti. Karşısına çıkan tüm düşmanları imha etmek, dünyadan sonsuza kadar temizlemek…
42
43
Öykü
Öykü
Gökte bir tepsi gibi duran ayın şuasını dalgalandıran kar bulutları, zifiri karanlığı biraz daha köreltmiş, gök ve ay bir insan evladının adım atmaya dahi korkacağı ortamı el birliğiyle hazırlamıştı. Ancak Ahger’in adımları emindi. Ve korkusuz. Ve ayakları yere her basışında ölümün sesini çıkarıyordu. Bir an geçmedi ki Ahger, karşısında gördü alacağı canı. Gözlerinin içine baktı önce. Kendi ırkından bir varlık gelmişti ağız sulandıran şehvetin peşinden. Ne var ki, adımlarının aslında cehennemin kapısını açacağını bilmiyordu. İkisi de ne için orada olduklarının farkındaydı. Bu ormanın derinliklerinde, cinlerden bile saklanmış bir sır vardı. O anahtarı bulup kendi amaçları doğrultusunda elde etmelilerdi. Ama şimdi anahtardan daha önemlisi, ona ulaşma yolunda karşılarına çıkan engeldi. Bu yüzden ikisi de karşısındakini imha etmek istiyordu. Saf alevle yanan gözleri buluştu ve içinde besledikleri öfkeyle daha da alevlendi. Ahger, hiçbir zaman ilk saldıran olmayacağına yemin etmiş olmasa o anda içindeki bütün kini karşısındaki yaratığa boşaltabilirdi. Zamanın adeta durduğu bir anda orman bir sesle yankılandı ki ağaçlara tüneyip avlarını gözleyen baykuş, kuzgun ve nice gece kuşu havalanıp aya doğru kaçıştılar. Ses gür ve derindi. Emir veriyordu karşısındakine; ancak yerine getirilmeyeceğinden de emindi. Tahmin ettiği üzere umarsız haykırışı karşılık bulmadı. Yanlış tarafta saf tuttuğunu söyleyen ses, onu kendilerine hizmet etmeye davet ediyordu zira. Ne kadar uzun sürdüğü belirsiz bir sessizlik, Ahger’in düşmanı için cevap olarak yeterli olmuş olacak ki az önceki hiddetli haykırışın bir benzeriyle avazı çıkarcasına bağırdı ve insan gözünün kestiremeyeceği bir hızla düşmanına saldırıya geçti. İnsanların cinler hakkında bildiği sınırlı gerçeklerden biri olan hızlarıyla birbirlerine saldırıya geçen alevden iki beden çarpışırken yer gök adeta inliyor, kılıçlarından saçılan kıvılcımlar yüce çınarları kor hâline getirip kavururken yumruklarının öfkesi kendileriyle birlikte toprağı da harap ediyordu.
vanat da katıldı. Ormanda, vaveylasına yalvarmalar karışmış bir cin ile ismi nesilden nesle kahramanlıklarıyla aktarılacak Ahger’den gayrı yaratılmış kalmamıştı. Dövüş sonlandığında Ahger, can çekişmekte olan cine son bir darbe indirdi ve yalaz ruhunu cehennemin gayya kuyusuna gönderdi. Artık asli görevine başlayabilir, bulması ve koruma altına alması gerekeni arayabilirdi. Ona verilen bilgiler, anahtarın bu ormanda olduğuna yönelikti; ancak tam olarak yerini ne Ahger ne onu görevlendirenler biliyordu. Düşmanın cesedi toprağın bağrında yanıp kül olmaktayken bakışları uzağa daldı bir an için. Kafası karışıktı. Nereden başlaması gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Ulu çınarlar arasında gecenin bağrında tek başına kalmış, ne yapacağını düşünüyordu. Ki tam bu sırada bir ses ilişti kulağına. Gaipten gelen bir sesti bu, yankılı ve derindi. Ona bu görevi verenler kulağına fısıldamıştı. “Yüreğinin sesini takip et. Yaradan yardımcın olacaktır!” Bu sesin karşısında ruhu güvenle doldu Ahger’in. İtikadına teslim olmalı ve yol göstericiliğine inanmalıydı yaratanın. İlhamına teslim olan Ahger, sakin hareketlerle adımlamaya başladı ormanın içinde. Hangi yöne gittiğini görmek için göğe bile bakmaya gerek duymuyordu. Onu bulacağından emindi çünkü. Bulacak ve şeytanın uşaklarından ebediyete kadar koruyacaktı. Gece yarıya varmış, ay gökteki tahtının en tepesine kurulmuştu. Ahger gözlerini dört, kulaklarını sekiz açmış en ufak gürültüye, en cılız görüntüye dikkat kesilerek arayışına devam ederken adımları onu yüce bir dağın eteğine getirmişti. Aynı hislerle dağa tırmanmaya koyulup zihninde bilinmeyenlerin yol göstericiliğiyle yürürken zirveye oldukça yaklaştığını gördü.
Ahger, gecenin ortasında lal taşı gibi parıldayan elindeki kılıcı düşmanına her savuruşunda etrafa savrulan kıvılcımlar ve düşmanının ateşten tenine değdiği an havaya saçılan al kan, toprakla buluşuyor, kuru yapraklar bir anda tutuşuyor, kırağılar buharlaşıyordu. İnsan algısıyla ne kadar sürdüğü bilinmez bu dövüşte, bir Ahger darbe alıyordu bedenine bir düşmanı.
İçindeki ses, ona devam etmesi gerektiğini söyledi. Bir süre daha yol aldıktan sonra bir uçurum çıktı karşısına. Dev ağaçların bittiği noktada çırılçıplak kayaların göğe doğru uzandığı bir yardı burası.
Salt bedenî güçleriyle değil, aynı zamanda doğalarında bulunan büyü ile de savaşıyorlardı. Büyü hususunda oldukça kabiliyetli olan Ahger, kendi âleminde bileğindeki güç kadar yüreğindeki güçle de anılırdı. İşte bu karanlık ormandaki dövüş sırasında bir büyü parıldadı geceye. Çünkü ifa etmesi gereken asıl görev, karşısına çıkmaya cesaret edebilmiş bu cini yok etmek değil; anahtarı bulmaktı.
Ahger durdu. Uçurumun yükseldiği kayalıkların kenarına kadar gelmişti. Sert kayaların göbeğindeki bir oyuğun karşısında dikilmekteydi. Mağaradan içeri girdi. Geceden daha karanlık inin koridorlarında, aradığını bulacağını bilerek emin adımlarla yürüdü.
Ay’ın ve yıldızların parıltısını yüreğinde toplayıp, batıya göçen güneşin şuasıyla harmanladı ve gözlerinde biriktirdi olanca aydınlığı. Karşısındaki zavallı, kim bilir kimden yadigâr kılıcını Ahger’e savurup dururken o gözlerini havaya dikti ve bir takım sözcükler fısıldadı ki nice cinin bile bilmediği bir lisanın efsunlu kelimeleriydi bunlar. İşte o kelimeler Ahger’in dudaklarından bir nehir kadar duru hâlde dökülürken Ay’ın bağrından kopup gelen huzmeler, bedenine doğru yol alıyor, ateşten bedenini efsunla harmanlıyordu. Vücudunda yoğunlaşan erk yeterince biriktiğinde Ahger gözlerini gökten ayırıp düşmanına yöneltti. Nazarının değdiği yeri delip geçen bakışlar, bir adının olup olmadığı meçhul cinin gözlerini bir anda kavuruverdi ve zavallının çığlıkları bütün ormanı kaplarken az önce kaçışan gece kuşlarına; uykuya dalmış bir nice hay-
44
“Burada dur!”
Karanlığın içinde bedeni ve yüreğindeki ışıkla yürüyen Ahger, koridorları bir bir geçiyor, yılankavi uzayan yolda bir sağa bir sola sapıyor, hedefine ulaşmak üzere olduğunu içten içe hissediyordu. Yolculuğunun kim bilir kaçıncı anında labirentlerin son bulduğu bir noktaya vardı. Kapkaranlık, soğuk, kendi halkından bile bir sürü cini korkulara gark edecek kadar kesif bir odaydı vardığı yer. Göz gözü görmüyordu, soğuk öylesineydi ki hiçbir ateş ısıtamazdı orayı. ‘Anahtarı’ işte o odada buldu. Karanlığın ortasında, soğuğun göbeğinde sanki onun gelmesini hiç beklemiyormuş gibi, sanki hiç kimseyi beklemiyormuş gibi öylece oturuyordu. Duruşunda çaresizlik de yoktu terk edilmişlik de. Yere bağdaş kurmuş, gözlerini kapatmış kim bilir neler düşünüyordu. Hangi ırktan olduğunu kestiremediği varlığın yanına gitti Ahger. Varlık belirli bir cisme sahip değil gibiydi. Ne insana benziyordu ne cine ne de tanıyıp bildiği başka bir varlığa. Ancak
45
Öykü
Öykü
canlıydı, biliyordu. Yanına diz çökerek Allah’ın selamını dillendirdi. İşte o anda varlığın, belirsiz sureti Ahger’e yöneldi, aynı belirsizlikteki dudaklarıyla gülümsedi ve sanki Ahger’e güvenini belli etmek istercesine ellerini ona uzattı. * Soğuktan donmak üzere olan Musa, kırk beş yaşında saçlarında siyah kalmamış, derisi kendinden yirmi yıl daha yaşlı, zavallı bir adamdı. Gölcük depreminde hayatındaki bütün ailesini ve akrabalarını kaybettikten sonra aklına mukayyet olamamış, sokaklara düşmüştü. Ahger, ölmek üzere olan bu zavallı adamla karşılaştığında, kararını vermişti. Musa’nın bedeni, adına Mektum dediği; ancak gerçek adını hiçbir zaman öğrenemeyeceği, yaradılış amacının ne olduğu yaratandan başkasına gizli kalmış varlığı gözlerden ırak tutacak bir sığınak olacaktı. Dünya güneşin etrafında on beş kez döndü. On beş bahar on beş güz geçti. İnsan ömrüyle uzunca bir süre sayılabilecek bu zaman diliminde Ahger, koruması gerekeni en iyi şekilde korudu. Ancak kâfirler, sonunda onun ve anahtarın izini bulmayı bir şekilde başardığında, Ahger’i en zayıf anlarından birinde yakalamıştı. Ahger’in izine, dünyanın iki farklı boyutunda da büyük bir öneme sahip olan İstanbul şehrindeki bir evde ulaştı Müheyya. Doğduğu günden beri bu gün için eğitilen bir savaşçıydı o. Tek yaşama ereği savaşmak olan bir devşirme! Doğumunun ilk gününde kabilesi kâfirlerce bozguna uğratılmış, esir edilmiş ve küffar tarafından büyütülmüştü. Hem fiziksel savaş konusunda hem büyüde ciddi ve sıkı talimlerden geçmiş olan cin, kendi dünyasından bile soyutlanmış, hiç kimsenin bilmediği bir gizli yapılanma tarafından izole edilerek deşifre olması önlenmişti her devşirme savaşçıya yapıldığı gibi. Ancak Müheyya diğer devşirmelerden farklı olarak, ocağındaki en yetenekli savaşçılardan biriydi. İşte bu yüzden o görevlendirilmişti anahtarı bulma konusunda. Onca senenin eğitimiyle başarılı da olmuştu. Ahger’in barınağını bulduğu vakit bir hafta boyunca evi gözlemlemiş, saldırı için detaylı bir plan kurmuştu. Saldırıyı büyü ile gerçekleştirecek, ancak gerekirse dövüşecekti. Uygulayacağı büyü öylesine güçlü olacaktı ki sonunda kendisi de zarar görebilir, bitap düşebilirdi veya ölebilirdi; ancak bu alması gereken bir riskti ve alacaktı. Bulması gereken, onun aciz canından çok daha değerliydi. Gün karardı, ay güneş ışığından mahrumdu. İnsan yapımı ışıklar olmasa gece kapalı bir kutu gibiydi. Müheyya, gözlerini eve dikti. İçindeki nefreti salarcasına burnundan soluyordu. Adımlarını eve yöneltti. Sonunda cevizden oyulmuş kapının önüne vardığında ruhunda ve bedeninde ne kadar güç varsa hepsini bir yerde topladı ve kapıyı birkaç cümlelik bir büyüyle kül yığını hâline getiriverdikten sonra hiç zaman kaybetmeden içeri daldı. Gözü düşmanını anında tanıdı. Ahger’in hareket etmesine bile fırsat vermeden bütün benliğiyle gözlerinin içine baktı ve büyüsünü tam kalbinin üzerine yönlendirdi. Karşısındaki cin ne kadar güç sahibi olursa olsun, düşmanının öğrenmek için yıllarını verdiği bu büyüye karşı koyamazdı.
Her şey andan çok daha kısa sürede olup bitti. Yüzlerce yıllık tecrübesine ve gücüne rağmen nasıl olduğunu bile anlayamamıştı Ahger. Yalnızca üzerine doğru gelen sihrin şuasını görebilmişti ve bu gördüğü son şey olmuştu. Alevden bedeni bir an sonra bir heykelin bedenine dönüşüp aynı anda patlayarak infilak etmiş, büründüğü insan bedeninin her bir parçası odanın başka bir yerine savrulmuştu. Müheyya ise zafer sarhoşluğuyla dudaklarında oluşan sırıtış eşliğinde evin içine girdi ve ‘onu’ aradı gözleri. Çok sürmedi ki biraz önce Ahger’in oturduğu koltuğun karşısında bir tekerlekli sandalye gördü. Ve o sandalyede kıpırtısız oturan şeyi. Onu görür görmez aklına ‘şey’ tanımından başka bir sözcük gelmedi. Çünkü gördüğü, hiçbir işe yaramaz, kötürüm bir insan evladından başka bir şey değildi. Kendisine bile faydası olmayan bu zavallıyı bulmak için mi almıştı onca eğitimi! Umursamadı bunu. Hedefine ulaşmıştı. Onu komutanlarına teslim etmekle mükellefti yalnızca. Sandalyenin karşısına dikildi. Sırıtan dudaklarına bu sefer bir miktar acıma da eşlik ediyordu. Gözlerini başı önüne düşmüş, öylece yere bakan yaratığın gözlerine doğrulttu. Elini uzattı ve yaratığa dokundu. Bunu neden yaptığını bilmiyordu; ancak ona dokunmaması gerektiğini öğrenebilecek kadar zamanı bile olmadı Müheyya’nın. ‘Gözlerden ırak kalması gerekene’ dokunduğu anda odayı bembeyaz, ilahi bir ışık bulutu kapladı. Öyle rahmani bir nurdu ki bu, Müheyya’nın, dünyanın bir ucundaki karıncayı bile kestirebilen gözleri kan çanağına dönüverdi ve aynı anda göz çukurları iki kara kuyudan başka bir şey değildi. Ve rahmani nur, yerini tekrar geceye bıraktı. Gece, hâkimiyeti eline tekrar aldığında ortalıkta Müheyya’ya dair bir tek belirti dahi kalmamıştı. Ne istila ettiği insan bedeninin cesedinden parçalar, ne has bedeninden kalma bir tek emare! İki büyük savaşçının cinayetine tanık olan yatalak, başını zar zor kaldırdı. Gözlerinden akan yaş, tıraşlı yanaklarından süzülmekteyken bakışlarını önündeki kül yığınına çevirdi. Hareket etmeye çalıştı, önce parmaklarını kıpırdatabildi. Çabaları sonuç verdi ve biraz sonra ayağa kalktı Mektum. Ruhunu emip yok ettiği kâfir cinin bulunduğu yerde ayakta dikilirken aynı zamanda bunca yıl kendisine yarenlik eden Ahger’in de cesedinden geriye kalanların önünde bulunmaktaydı. Yavaşça yere çöktü. Dizlerini yere değdirdiği anca bir zelzele gerçekleşti. Evin tabanını oluşturan ahşap parkeler titreşmeye ve odayı garip bir uğultu kaplamaya başladı. Uğultu giderek şiddetini artırıp bir ritim tuttururken aynı anda oraya buraya saçılmış olan Ahger’in külleri de zelzeleyle titreşiyor, bir çeşit dans ederek hareketlenerek birbirine girişiyordu. Birkaç dakika sonra; zemine yayılmış kül ve kan parçacıkları bitişerek bir siluet meydana getirdi. Siluet, şekle büründü ve Ahger, ölümden geri döndü. Ona, hayatını tekrar bahşeden Mektum’dan başkası değildi. SON Yazan: Adil Öztürk
Ahger, evin bir önceki sahibinden kalma deri koltukta oturuyordu. Bir anda küle dönüp dışarıdaki rüzgârın içeri dalmasına neden olan kapıdan gelen sesi duyar duymaz bütün vücudu irkildi ve birden ayağa kalktı. Sokak lambalarının ışıkları, yok olmuş kapıdan içeri sızarken ışığın önünde dikilen siluete döndü ve kendini toparlaması bir göz kırpmalık zaman aldı ancak hareket etmeye yeltendiğinde kıpırdayamadığını dehşetle fark etti. Beş yılın sonunda birileri, izini bulmuş, ‘korunması gereken’ sonunda deşifre olmuştu.
46
47
İllüstrasyon: Cem Çevikayak
Öykü
Nihilist Canavar Aynada siyah uzun saçlarına ve keskin yüz hatlarına iyice baktı. Tekrar tekrar beyaz ve bebeksi tenini, sivri çenesini ve çıkık elmacık kemiklerini inceledi. Kara gözleri kendine hayranlık besleyen bakışlarla büyüdü. Kendisine hayrandı o, onun aşkı kendisiydi. Başka kızlarla yaşadıkları ise aslında kendisinin ne kadar yakışıklı ve çekici olduğunun onaylanması içindi. Ego her zaman güzel görünmeli, şeytan daima çekici olmalıydı. İyilik veya kötülük kavramlarından çok uzak diye düşündü kendi kendine, aslında her şey sadece estetik meselesi. Tarzın güzel ve çekiciyse, doğruluğun kanıtlanmış demektir. Tek ölçüt budur. Haksız durumdaysan ağladığında bile kızarmış gözlerin insanlara çekici geliyorsa doğru olan sensin demektir. Bunu anlayarak aydınlanmaya ermiş olduğuna adı gibi emin olan Koray, kendisine gurur ve hayranlık karışımı bir bakış attıktan sonra zor da olsa aynadaki yansımasından kopabildi. Evden çıkmadan annesinin klasik, dikkatli olması gerektiği ve çevrenin çok tehlikelerle dolu olduğu gibi gereksiz bulduğu ve nefret ettiği uyarıları geçiştirerek evden çıktı. Alsancak’ın üstündeki puslu hava, çoğu insanın aksine içini ferahlatıyordu. Gökyüzünün karaltısını hep insan ruhuna benzetirdi. Her zaman yağmaya hazır, kasvet daimi, ancak arada çıkan güneşler yalancı ve geçici! Oyuncağı elinden alınan bir bebeği şekerle avutmak gibiydi geçici mutluluk nöbetleri… Mutlak gerçek, kara bulutlu gökyüzüne bakılarak kolayca anlaşılabilirdi. Esas olan, ondan keyif alabilmekti. Meşhur Sevinç Pastahanesi’nin önünde buluştular eski lise tayfasıyla. Üniversitenin yarıyıl tatilinde klasik buluşmalarını yapmıştı “eski kankalar.” Tabi bilemezdi onlar her türlü dostluk, kardeşlik gibi yapışkan kavramların, kafasındaki görünmez şeytanları tarafından geri dönüşü olmamak üzere koparıldığını. Bilemezlerdi kendisine “kardeşim” diyen herkesi sırf yalancılığından dolayı boğmak istediğini. Ne dostluk ne kardeşlik, hepsi de çakırkeyif kafalarda edilen boş nutuklardan ibaretti. Hepsinin raf ömrü ufak bir anlaşmazlığa kadardı. Ama bir borç, ama bir kız meselesi… Fark etmez, gerçek olmadıklarını kanıtlamak için ufak bir sürtüşme yeter de artardı. Ancak rol yapmanın, gerçek kimliğini ulaşılamaz bir derinlikte gizleyerek içten içe atılan kahkahaların tadı… Ondan aldığı keyfi hiçbir şeye değişmezdi. İnançsızlığı gizlemek, tanrısallıktı. Koray, Elif, Metin ve Yeliz belirlenen saatte Sevinç’in önünde buluştular. Klasik selamlaşmalar ve özledim ayaklarına her zamanki “samimiyetiyle” Koray da katıldı. Konuşması ve anlaşması kolay insanlardı. Her şeyden öte hissettiklerinde saf bir samimiyete yakın tavırlar sergiliyorlardı. Zaten Koray, arkadaşlarını böyle insanlarla seçmeye özellikle dikkat ederdi. Kendisi gibi olan, karanlık aydınlanmaya ulaşan başka tanrılarla bir arada durmaya asla tahammül edemezdi. O parazit gibi, masumca uyuyanların duygularını emip onları geri tükürerek alay ederdi. O etikle, iyilikle ve dünya barışıyla alay etmeye gelmişti. Hayır, amacı hepsini yıkmak olan bir psikopat değildi. O bunu bayağı bulurdu. Saf yıkım, zevksiz ve aşağılık, ancak ilkelerle alay etmenin ve çürütmenin tadı… Belki de her gün uyanmasının başka bir sebebi olamazdı. Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin sonlarına doğru sol tarafa ayrılan ve Hayat Sokakta afişlerinin asılı olduğu sokakların ilkine girdiler. Koray başından beri bu lafı boş ve saçma bulurdu. Hayat hiçbir şey demekti, belki de seksti her şeyin itkisi. Cinsellik olmayan hayat baştan kaybedilmişti. Hayır, kendi kanından yeni bir canlı ortaya çıkarıp onu beslemek değildi asla! Bu iğrenç ve insanlık dışıydı. Ancak, kendisini tanrıça sanan bir dişiyi diz çöktürüp inletmek, hem egosunu yerlerde süründürüp hem de zevk verdirmek… Yine mental
48
49
Öykü
Öykü
kavramlardan birini, dişilere özgü kibri yok edip üstüne tensel hazla göklere yükselmekti Koray’ı cezbeden.
“Dostum demek... Demek dostum ha…”
Koray’ın önerisiyle Kaos Bar’a oturdular. İsminden dolayı burası daima çekici gelmişti ona. Kaos, anarşi, efendisizlik, öz yönetim… Her türlü otoriteye duyduğu nefret kendisini bile ürpertirdi Koray’ın. Her türlü tahakkümcü ideolojiden ve onların kurumlaşmış hâli olan devletten duyduğu tiksinti, insanlara duyduğuyla yarışırdı.
“Koray ne oluyor ya?”
İlk biralar hızlı hızlı içildi, ve sonra devamı da geldi. Hafif çakırlıkla rahatlayan sohbet, klasik cinsi maceraların itiraflarıyla daha eğlenceli hâle gelmeye başladı. Zaten alkol, insanların gerçek yüzlerini ortaya koyabilmeye cesaret verdiği için bu kadar rağbet göre bir şeydi. Koray’ın maskesi o kadar sağlamdı ki, kahkahalarla gülüp alay edebileceği sözlerin karşısında son derece ilgili ve saygılı görünmeyi başarabiliyor, üstüne de sorular sorup gerçekten anlamlı bulmuş gibi yorum yapabiliyordu. Kendini kendi eliyle soyutlayıp dışarıyla iletişim kurabildiği bir yere yerleştirmişti Koray. Kendi isteğiyle mi yapmıştı yoksa toplumun bayalığı mı onu zorlamıştı bilemiyordu. Belki de her ikisi… Ama adı gibi emin olduğu şey, taktığı maskenin yüzüne feci şekilde yapıştığıydı. Yalnızca kimse yokken aynaya baktığında altındaki nihilist canavarı görebiliyordu.
“Yoksa dostluk fikrinin sende yarattığı hisler mi hoşuna gidiyor?”
Gözü özellikle Yeliz’deydi. Yıllar geçtikçe beklenmedik şekilde güzelleşmiş ve alımlı hâle gelmiş olan sarışın Yeliz, Koray’ın hormonlarında hatırı sayılır bir dalgalanmaya sebep oluyordu. Ancak çok net bir şekilde belli olan başka bir durum da Metin’in de Yeliz’e yazıyor olmasıydı. Görebiliyordu Koray, aynı üniversiteye gitmiş olmalarına rağmen Yeliz’i kendine ayarlayamamasının hırsını Metin’in küçük siyah gözlerinde görebiliyordu. Acıyordu aslında bu hâline. Olsaydı kaçıncı sevgilisi olacaktı ki onun, iki ya da en fazla üç? Elif’se çok iyi ve hoş sohbet bir kızdı ancak ne yazık ki güzellik veya çekicilik kavramlarından uzaktı. Öyleyse öncelik, dişilik özellikleri daha belirgin olan Yeliz’deydi. Birden kendisinin de toplumun bu genel ön kabullerine uygun düşündüğünü görmek, tiksinti hissetmesine sebep oldu Koray’ın. Şimdi sokakta yürüyen bir abazadan ne farkı kalmıştı? Ama bunlar inkar edilemez gerçekler dedi sonra kendi kendine. Metin hep içmeye dayanıksızdı ve şimdi de bu durum aynen devam ediyordu. Biranın böbreklerde yarattığı baskıyla tuvalete gitmek için kalkarken hafifçe yalpalayışı ama bozuntuya vermeyip gizlemeye çalışması, Koray’ın kıkırdayarak gülmesine sebep oldu. Ancak Metin bunu duymamıştı. O gittikten sonra Yeliz, “Hşşt dalga geçme utanacak şimdi biliyorsun.” dedi gülerek. Koray cevap vermedi ve garipçe gülümseyerek Yeliz’e baktı. Yeliz anlam veremeyerek bir süre Koray’ın dik bakışlarına ve gizemli gülüşüne bakakaldı. Bir cevap beklediğini belirtmek için kafasını hafifçe yana eğdi. Koray’ın bakışları, karşısındaki kızın biçimli yüz hatlarını, bez tenini, hafif sivri burnunu, mükemmel fiziğini ve bluzundan hafifçe belli olmuş göğüslerini delip geçiyordu. Yüzündeki gülüş de adeta filmlerdeki katillerin, birini öldürmeden önce attığı o sırıtışa benziyordu. Yeliz rahatsız olmuştu. “Dostum kendine gel ne oluyor?” dedi Yeliz.
“Dostluk fikri gerçekten bu kadar hoşuna gidiyor mu?” “Bu ne demek anlamadım.”
“Koray o biranın içine hap mı attın abi sen?” “Sence hapa gerek var mı? Çevrene sadece bir kere gören gözlerle baktıktan sonra kafa olmak için hap atmaya ihtiyaç olabilir mi?” “Sen baya filozof olmuşsun arkadaş. Öyle baktıktan sonra ne gördün de böyle saçmalıyorsun?” Koray’ın gülümsemesi kulaklarına kadar vardı. “Ölü fikirler!” Yeliz’in suratındaki aval ifade çok hoşuna gidiyordu. Sana düşünmeni kolaylaştırayım dedi içinden. Koray fişek gibi bir hareketle sandalyesinden kalkıp Yeliz’in yanındaki şimdi boş olan Metin’in yerine oturdu ve Yeliz’in bir şey demesine fırsat vermeden dudaklarını onunkilere yapıştırdı. Hafif nemli iki kırmızı dudağın onda yarattığı hissi şu dünyadaki başka hiçbir şeyin veremeyeceğini düşünüyordu Koray. Metin’in kaç yıldır yapmayı beklediği, belki de rüyalarında bu anı görüp boşaldığı şeyi bir dakika içinde yapıvermişti Koray. Yeliz’in dudaklarına yapışmışken ahlaksızlık güdüsüyle hareket eden elinin ince parmakları, yeşil bluzundan beliren göğüsleriyle oynamaya başlamıştı. Yeliz’in kendini geri çekip bağırması yalnızca bir saniye sürmüştü. Yeliz, bağırıyor ve Koray’ı tartaklıyordu. Ona hakaretler ediyordu. Bardakiler konuşmayı kesmiş ve onların masasına bakıyordu. O sırada Metin de gelmiş ve olayı görmüştü. Öfkeyle Koray’ın üstüne yürüyüp bir yumruk savurdu. Ancak Koray böyle bir şeyi zaten önceden beklediği için hızla yana kaçıp kurtuldu. Bardaki görevliler onların masasına gelirken Koray koşarak çıkışa gitmeye başladı. Metin yaşadığı şok ve hissettiği öfkeyle paldır küldür arkasından gelirken Koray’ın ne olduğunu göremediği bir şeye takılıp yere yuvarlandı. Koray istemsiz kahkahasını tutamadı. Bir yandan gülerken bu anı fırsat verip bir saniyeliğine durdu ve avucunu dudağına götürüp Yeliz’e açarak şehvetli bir öpücük gönderdi. Görevliler ona yetişemeden çevik hareketlerle masaların arasından şaşkın bakışlar altında geçip bardan dışarı kendini attı. Gülüyordu Koray. Kahkahalar atıyordu Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin kırmızı parkeli yolunda yürürken. O sıcak ve ıslak dudakların tadını emip ruhunu ferahlatırken, bir kez daha dostluk kavramını öldürmüştü. Onun geçersizliğini ve anlamsızlığını, bu cinayetin tanıkları olan Yeliz, Elif ve Metin’e güzel bir gösteriyle sunmuştu. Hiçbir cinayet bu kadar masum ve bu kadar şehvetli olamazdı. Cinayet, estetik uğrunaysa ve sonunda zevk varsa anlamlıydı! Yazan: Can Çelikel
50
51
İllüstrasyon: Ebru Baş
Öykü
“O”nun Ağzından “Ataberk Bozkurt” Sinema salonunun kızıl koltukları boştu, hem de hepsi. Nezaketen kendime yol gösterdim: “Buyrun efendim!” Arka sıranın ortasında, tam perdenin karşısındaki yere oturdum. Eski bir dostumu bekliyordum, filmin başlamasına da daha çok vardı. Beklediğim arkadaşımı en son doğduğum zaman görmüştüm ki herkes ilk nefesini almadan önce onla karşılaşır zaten, bilirsiniz bebekler bu yüzden ağlar. Ben içeri girdikten az sonra salonun kapısı bir kez daha açıldı, misafirim gelmişti. Girişte durdu. Yorgun gözleriyle beni aradı, yerimden kalkmamıştım söz verdiğim gibi. Öksürdü, bastonuna dayanarak yavaşça yürüdü ve yanıma oturdu, merhabalaştık. “Beni de almayacaksın yanına, değil mi?” diye sordum. “Aldım bile.” diye cevap verdi. Oh. Film başladı. Siyah-beyaz kareler akıyordu önümüzde. “Biliyor musun? Şu alet icat olmadan önce ben anlatırdım bazılarına yaşadıklarını.” dedi. “Öyle mi?” “Tabii, hayal kurmaya bile korkanların önüne Adem’in Bahçesi’ni koysan, kabûs sanar, bir taşın arkasına saklanırlar. Bizim durumumuz için koltuk demek daha doğru.” Büyük perdede küçük bir bebek ilk adımlarını atıyordu. “Kendi hayatım ilgimi çekmiyor.” dedim görgüsüzce. “Gerçekten mi?” başını yana eğdi birazcık, tek kaşını kaldırdı. “Tekrar görmek istediğin birileri yok mu?” diye sordu, cevabımı biliyordu ama yine de sordu. “Belki.” diye cevap verdim nazlı bir edayla. “Şu kızı bir daha görmek isterdim, evet.” Gülümsedi: “Kızın sahneleri gelene kadar ne yapacaksın peki? İzlemeyecek misin? Buralarda bir yerde patlamış mısır satan bir yer olduğunu zannetmiyorum. Bir kova dolusu, tereyağlı patlamış mısıra hayır demezdim ama aklımda daha iyi bir fikir vardı: “İnsanlar meraklıdır, bilirsin, elma olayı falan hani. Anlaşılan tüm insanlarla tanıştın işin gereği. Bunu senden başka yalnızca bir kişi daha yapmış olabilir ve kimi kast ettiğimi biliyorsun.” Başını onaylarcasına sallayınca devam ettim: “Bana ilk öleni anlat.” Bir daha güldü çünkü bu sorumu yanıtlayabilmesi için maziye dönmesi gerekecekti. “Bazen beni şaşırtıyorsunuz, kendinizi değil de başkalarını düşünüyorsunuz. Yanlış anlama, şikayetçi olduğumdan değil. “Sizlerin henüz ilk ölenin kim olduğuna dair ortak bir fikriniz yok, o yüzden kendimce ilk öleni anlatmak isterim. Hayır, özellikle şunu merak ediyorum diyorsan başka.” “Yok! Ben seni dinlemek istiyorum.” “Tahmin edeceğin üzere Dünya ve zaman gençti o vakit. İnsanlarla beraber yaşıyordum, kimse ölümü bilmiyor ve dolayısıyla korkmuyorlardı. Daha doğrusu ölüm kimsenin derdi değildi. Belli bir zaman
52
53
Öykü
Öykü
sonra görevimi üstlendiğimde rehberlik ettiğim ruhlara ‘öldüler’ diyemem, zira Cennet’in hatırası hâlâ zihinlerinde taze birer çicekti. Ölümden sonra olacakları, nereye gideceklerinden zerre şüpheleri yoktu. “İnsanların sürgünü sırasında, bu diyarda doğan ilk çocuk ve onu takip eden kardeşi benden korktular. O günden sonra doğan her bebek de benden korktu. Varlığım bile ufaklıkların ağlamasına neden oluyordu. Onlardan uzak durmaya karar verdim bende, huzurlu bir şekilde büyümeleri için. “Bir gün kendi bahçemde, bu duruma üzgün bir şekilde, otururken küçük kardeşin bana seslendiğini duydum. Korktum, merak ve endişe içinde sesin geldiği yöne doğru koştum çünkü o zamanlar gizlice vakti gelmeyenleri beklenmedik sonlardan korumak gibi bir huyum vardı. Yanına vardığımda önce onu biraz korkuttum ki zaten korkmak için kendini şartlamıştı. Aslında benle konuşmak ve tanışmak istiyormuş. Çitlerimi usulca aştım, eğilip ona sımsıcacık bir kucak verdim. O da bana sarıldı. Ben derim ki tanıdığın tüm cesur insanlarda o çocuğun kanı vardır. “Çocuklar büyüdü ve küçük kardeş benim en iyi arkadaşım, yoldaşım oldu. Günler geçerken gözlerimin önünde soldu. Edebi bir varlık ile ölümlünün dostluğunun sonu yaklaşıyordu, bunu tüm ruhumla hissediyordum. Üzülüyordu bana, görevimi biliyordu. Kardeşi ile araları bozulmuştu bu yüzden, hâlâ korkuyordu ağabey. Kardeşinin, anne ve babalarını öldüren mâhluk ile arkadaş olmasına dayanamıyordu.” Sonra bakışlarını benden, beyaz perdeye çevirdi: “Bak, beklediğin sahneler.” dedi.
O an alıverirdim bıçağı elinden ama kanatlarımın zincirlerle bağlı olduğu fark ettim ve yere çakıldım. Anlaşılan bu insanların iradesiyle ilgili bir durumdu ve ben canı almak için değil, yalnızca ona rehberlik etmek için gönderilmiştim. Kavganın sonunu biliyordu.” Şimdi ikimiz de ağlıyorduk. “Kardeşinin karnına hançerini sapladı, öfkeden gözü dönmüştü. İlk defa gözlerimle bir insanın katledildiğini gördüm. Ağabey, ne yaptığını fark edince kardeşinin başında ağlamaya başladı. Yanına süründüm, beraber yas tuttuk. Onu götürmeye çalıştım ama açlık ve sussuzluk onu kırana kadar kardeşinin başında bekledi. Sonra ikisini de eşlik ettim. Benim görevim burada, yukarıda değil. O günden beridir görmedim onları.” Kalktık. Önden gidip benim için kapıyı açtı. Kızıl koltuklu salonu geride bıraktık. Film bitmişti.
Yazan: Ataberk Bozkurt
İşte, şimdi karşımızda bir mutluluk tablosu vardı. Renksiz kareler renklenmiş, masalımsı bir havaya bürünmüştü. Orada! Çok sevdiğim eşim ve onunla ilk karşılaşmamız! İlk kez konuştuğumuz gün... İlk kez öpüştüğümüz an ve diğer nice ilkler. Evlendik, mutlu bir hayattı bizimkisi. Sonra kızımız doğdu, kıvırcık saçlı bir cadıydı. Onunla geçirdiğim her saniyeyi sevdim ben ama ne onun filmi, ne de benimki mutlu bitiyordu. Hatıralarım canlandı, biricik hazinemin doğumu ve ölümü. Dostum, kızımı, benden önce ziyaret etmişti. Gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı, bunu gördüğü zaman “Ağlama.” dedi arkadaşım. Sarıldık kırmızı koltuklarda. “Seni bekliyordu kaç zamandır, hep sordu bana: ne zaman getireceksin Babam ve Annemi diye. Geçti artık.” Ona sarılırken kendi annem geldi aklıma çünkü öyle tatlı kokuyordu. Beni rahat ettirmek için oynadığı bir numaraydı belki bu ama sormadan edemedim: “Annem nasıl peki?” “Torunu ile beraber. Herkes, onları nasıl özlediğini biliyor.” “Devamını anlat! Hikayenin!” diye kızdım ona, filmim bitmek üzereydi. “İnsanların yaşadığı yerin hemen dibinde, kocaman bir orman vardı. Bahçemde oturmuş, yorulan insanlar gibi oturmuş dinleniyor numarası yapıyordum çalışanların moralini bozmamak için. Kötü bir şey beni ormana çekiyordu, görevim beni çağırıyordu. Yaşlılar ormana gitmezlerdi ve ölümden korkan gençler ise ormana gitmeye çekinirlerdi. Dehşet içinde kanatlanıp uçtum. “Orada, birbirlerine bağırıyordu iki kardeş. Benim arkadaşım ve ağabeyi. Neden tartışıp, kavga etmişlerdi bilmiyordum. Ağabey, Annelerinin ve Babalarının hatta ölümün kendisinin bile küçük kardeşini koruduğunu haykırdı kıskançlıkla. Kardeş, inkâr etti. Haklılığını kanıtlamak isteyen Ağabey, hançerini çekti.
54
55
İllüstrasyon: Erdinç Kaftan
Öykü
Okyanusun Gözleri’ne Yolculuk Eskinin seyyahlarından bizlere ulaştığı kadarıyla Frenklerin Atlantik namıyla bildikleri koca ummanın kıyısında, Afrika’nın en eski kabilelerinden bir tanesi yaşarmış. Yine aynı seyyahlar bu kabilenin isminin civarda Ro olarak geçtiğini ve Ro kabilesinin bin yıllardan beri uygulayageldikleri gizli bir erginlenme töreniyle meşhur olduğunu da dile getirirler. Söylenen o ki; on beş yaşına basan her Ro delikanlısı bir kayıkla okyanusun ortasına kadar götürülüp orada okyanusa atılırmış. Sonra kayıkla gelenler tekrar ormandaki köylerine döner, çocuğu okyanusta tek başına bırakırlarmış. Üç gün boyunca hiç kimse çocuğu almaya gitmezmiş. Bu üç günde delikanlının tek yoldaşı kabile bilgesi tarafından kendisine emanet edilen ve “Yaşam Tutamacı” olarak adlandırılan bir tahta parçası olurmuş. Üç günün ardından okyanusun ortasında çocuğun bırakıldığı yere geri gidilir, çocuk hayatta kalabilmişse kurtarılıp kayığa alınır ve bu başarısıyla kabilenin üyesi olmaya hak kazanırmış. Seyyahlar bu garip ritüelin kabile tarafından “Okyanusun Gözleri’ne Yolculuk” olarak adlandırıldığını söylerler. Ro kabilesi “Okyanusun Gözleri” adını verdikleri denizin koruyucu ruhuna inanan putperestler olsa gerektir, ne var ki seyyahlar köyde tapılan somut putlar olduğuna dair herhangi bir gözlem aktarmamışlardır. (Yukarıdaki satırlar yakılmadan evvel İskenderiye Kütüphanesi’nden kaçırılan, eski üstatlardan, bir doğulu bilgin tarafından kaleme alınmış “Garip Diyarlar, Ummanlar ve İnsanlar Atlası” adlı kitaptan alıntıdır.) Mandi, gözlerini göğün karanlığına dikmiş, okyanusun dinginliğini dinleyerek uzanıyordu. Her zamanki gibi güvertedeydi. Miço olduğu için ona gemide ayrılmış özel kamarası yoktu. Geceleri güvertede yatardı. Bu durum, hava güzel olduğunda çok eğlenceli olsa da fırtınalı havalarda çekilmez bir dertti. Bazen böyle fırtınalı havalarda tayfalardan yufka yürekli olanlar ona acıyıp kamaralarına alır ve bir köşede kıvrılıp uyumasına izin verirlerdi. Neyse ki o gün havanın güzel olduğu eğlenceli günlerden biriydi. Yukarıda binlerce yıldız okyanusa bakarak ışıldıyordu. Sadece dolunayı gizleyen küçük bir bulut vardı. Böyle gecelerde Mandi en sevdiği şeyi yapar, hayâl kurardı. Kafasında binlerce evren canlanır, okyanusları aşan yolculuklar yapardı zihninde. Tabii güverteyi temizlemek zorunda kaldığı günler hariç; öyle yorucu günlerin gecesinde güvertenin sert tahtasına uzanır uzanmaz uyuya kalır, hayâl kurma lüksünden mahrum olurdu. Küçük bir çocuktu o daha, sadece on bir yaşındaydı. Daha da küçük bir çocukken, Afrika’nın batısındaki uzak bir ülkede, Ro adlı bir kabilenin üyesiydi. O zamanlar yaşadığı yer denizin kenarındaki bir ormanı mesken tutmuş bir tutam insanın yaşadığı tahta kulübelerden mürekkeb bir köydü. Orada ailesiyle birlikte balık tutarak ve dans ederek yaşayıp giderlerdi. Sonra o gemi gelmiş ve tüm hayatını değiştirmişti. Fil avlamak için gezinen ve köyündeki insanlara hiç benzemeyen adamların indiği bu gemiyi ilk gördüğünde hayranlıkla uzunca bir süre seyretmiş ve onlara öykünmüştü. Ancak fil avlamak için oralarda dolaşmalarına bir anlam verememişti; zira oralarda fil falan olmazdı. Belki sincap avlamak için gelmişlerdir diye düşünmüştü. Köylerinde bolca sincap vardı. Gemiden inen ve açık tenleri güneşte kavrulmuş olduğu için biberi andıran bu adamlar, köylerinde günlerce kalmış, sonra kendilerine bir yardımcı aradıklarını söylemişlerdi. Özellikle bir çocuk istiyorlardı.
56
57
Öykü
Öykü
Böylece ona gemiciliğin sırlarını öğretebileceklerdi. Mandi hemen bu iş için gönüllü olmuştu, köyündeki yaşlılar heyeti de bunu desteklemişti. Köyden birisi ayrılmak istediğinde bu yaşlılar heyetinin iznini alması şarttı. Mandi, o günden beri güvertesinde uzandığı Hayâl adlı bu gemide miçoluk yapıyordu. İlk günlerde denizcilik mesleğinin sırlarını erbabından öğreneceği için çok heyecanlandıydı. İlerleyen günlerde kazın ayağının öyle olmadığını, bu biber kılıklı, dans etmeyi bilmeyen heriflerin onu sırf ayak işlerini yaptıracakları bir hizmetçi olarak gemiye aldıklarını fark edecekti, lakin iş iten geçmiş olacaktı. Onu günlerce köle gibi çalıştırmışlardı, güneşin altında ve fırtınalarda üşüyerek Hayâl’in gaddar mürettebatına hizmet etmek zorunda kalmıştı. Hayâl, esasında ticari bir gemi olmakla birlikte ara sıra korsanlıktan da çekinmiyordu. Özellikle dişlerine göre, küçük bir gemiyle karşılaştıklarında bu vahşi sürü, hemen topları ateşliyor, kancalarını rakibinin güvertesine sallayıp zavallıların gemilerine çıkıyor ve piştovlarıyla masumları yere serip ganimetlerine konuyorlardı. Mandi, en çok kendisinin işkenceci olarak kullanılmasından rahatsız olmuştu şimdiye dek. Onu zavallı esirlere işkence yapmaya zorlayıp duruyorlardı. Acı dolu çığlıklar ve vicdan azabı… Beyni etrafa saçılana dek kafasına piştovun tutamacıyla vurmak zorunda kaldığı Arap gencin yüzündeki ifadeyi, sarı saçlarından güvertedeki direklerden birine astığı Viking savaşçısının çığlıklarını dün gibi hatırlıyordu. Şimdi yıldızlarla kaplı göğü izleyip uyumaya çalışırken Mandi’nin aklına ilginç bir fikir geldi. Onu işkence ve türlü kötülüğe zorladıklarından bu işleri artık çok iyi biliyordu. Soğukkanlılıkla birini öldürebilecek yetenekteydi. Belki bu yeteneğini kaptanı öldürmek için de kullanabilirdi. Kaptanın acı çekişini izleyerek hıncını alsa fena mı olurdu? Ama onun kaptanı öldürdüğünü anladıklarında tayfa ona neler yapmazdı? Hemen öldürmezler, ölmek için yalvarmasını beklerlerdi. Tüm gemidekileri yok etmediği sürece bu çıkmazdan kurtulamayacağını idrak edebiliyordu. Tüm mürettebatı tek tek öldürmesi ise imkânsız sayılırdı. Ancak aklına gelen çılgınca bir fikir ona bir çıkış yolu sunuyordu. Öylesine uç noktada bir çılgınlıktı ki aklına gelen açıkça düşünemiyordu bile. Ancak bu çılgın fikir, zorla bilincinin derinliklerinden yukarıya tırmanmaya çabalıyor ve Mandi’nin zihnine şunu fısıldıyordu: “Ya gemiyi yok edersen?” Küçük bir ateş bu gemiyi yok edebilirdi. Bir kıvılcım okyanusun ortasında ışıklı bir şölene dönüşebilirdi. Mandi’yi köleliğe ve işkenceye zorlayan bedenler ya kül olurlar ya da okyanusa atlamak zorunda kalırlardı. Okyanusun ortasında bu zavallı biberlerin hayatta kalması da neredeyse imkânsızdı. Oysa Mandi bir Ro delikanlısıydı. Okyanusun orta yerinde hayatta kalmasını sağlayabilecek genler kuşaklardır atalarının vücutlarında gezinip onunkine taşınmıştı. Henüz okyanus ortasında hayatta kalma ritüelini gerçekleştirmemişti. Henüz tam manasıyla bir Ro delikanlısı değildi. Ama belki onun yazgısında “Okyanusun Gözlerine Yolculuk” biraz daha erken gerçekleşmeliydi; mesela bugün. Ayağa kalktı, gecenin yumuşak havasını içine çekerek güvertede yürümeye başladı. Okyanusa göz attı ve o an yüreğinde hissetti. Uçsuz bucaksız gözüken bu ummanın içinde bir şeyler onu çağırıyordu.
Gözleri yerde, usulca yürüyerek kaptanın kamarasına inen merdivenlerin başına dek geldi. Belindeki küçük çakıyı yokladı. Bu kaptanın boğazını kesebilecek bir silah mıydı? Tereddüt içindeydi. Kamaranın kapısına geldi. Kaptan, âdeti üzere kapısını hiçbir zaman kapalı bırakmazdı. Belki gemiyle arasına bir kapı engeli çekmek istemediğinden böyleydi, belki de bir çocukluk korkusu. Mandi, kapıyı iyice araladı. Alacakaranlıkta kaptanın kamarasının içi gözüktü. Yatak en dipteydi. Kaptan hafif horuldayarak uyuyordu. Mandi içeriye doğru süzüldü. Çalışma masası, kamaranın tam ortasındaydı. Masanın üzerine göz gezdirdi. Solda bir pusula, oraya buraya dağılmış kâğıtlar, birkaç gemici totemi ve işte en köşede uzun ve ihtişamlı kınında hazır bekleyen Mağrip yapımı hançer. Mandi, bu güzelim hançer dururken kendi kör çakısını kullanmak istemiyordu. Hançeri alıp kınından sıyırdı ve loş ışıkta demirin ışıltısı adeta ses çıkardı. Mandi bir an irkildi. Kaptan uyanırsa bu iri yarı adamla baş edemezdi. Hançer elinde yatağa yaklaştı. Adam sırtüstü uyuyordu, bu işini kolaylaştırırdı. Kaptanın tamamen açıkta kalan sakallı boynuna baktı ve tam ortaya nişan alarak hançeri sapladı. Kaptan bağırmaya fırsat bulamadı, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. On saniye kadar elini boğazına götürmeye çabalayarak debelendi. Mandi kaptanın ellerini tuttu ve yatağın üzerine bastırdı. Sonra çekildi, adam ölmüştü. Bir cinayet işlenmişti ve görünüşe göre tek tanık katilin kendisiydi. Mandi’nin kalbi saniyede bir milyon kez çarpıyormuş gibiydi. Eli ayağına dolaşmıştı. Öldürdüğü adamın yanından uzaklaşıp kamaranın ortasına dek geldi. Sakinleşmek için derin nefesler alıyordu. Bir yandan gözleriyle bir şeyler arıyordu. Sonra aradığı şeyi buldu. Şimdi sakinleşmişti ve gözleri ışıldıyordu. Uzanıp aldığı şey cephaneliğin anahtarıydı. Geminin en dibindeki cephaneliğe varıncaya dek kimsenin uyanmamış olması bir mucize gibi geldi ona. Her an bir aksilik çıkacakmış gibi hissediyordu. Cephaneliğin kapısını açtı ve burnuna barut kokusu doldu. Hemen bir fitil buldu, gerekli uzunlukta yaydı. Fitilin ucunu yakıp yukarı koşmaya başladığında öyle çok ses çıkardı ki tayfalardan birkaç tanesi uyandı. Bu uyananlardan bir tanesi koca cüsseli bir Cermen olan Friedrich’di. Sarı sakalları göğsüne dek inen devasa adam Mandi’yi yakasından tutup yakaladı, havaya kaldırdı. Gözlerini zavallı çocuğun gözlerine dikmişti. “Neler oluyor küçük?” diye sordu. “Nereye koşturuyorsun böyle.” Mandi korkudan titrerken bir yandan da bir çıkış yolu düşünüyordu. “Ufukta bir gemi var, bunu haber verecektim.” diyebildi. “Sanırım ganimet yüklü, en azından görünüşü öyle.” Friedrich bir anda çocuğu bıraktı. Gözlerinden sevinci belli oluyordu. “Güverteye çıkalım da göster bakalım şu gemiyi.”
Dolunay saklandığı bulutun arkasından sıyrılıp ışıldadı ve yıldızlar silindi. Okyanus üzerinde ışıklı bir müzik çalınıyordu sanki. Mandi, yürümeye devam etti.
Mandi derin bir oh çekti. Güverteye çıktılar. Dolunay iyiden iyiye kendini göstermiş, ortalık handiyse gündüz gibi oluvermişti.
58
59
Öykü
Öykü
Öfke Raporu
“Ne yönde?” diye böğürdü Friedrich ellerini ovuşturarak. Mandi onu batı tarafına doğru götürdü. Elleriyle ufku işaret ediyordu. “Bak görüyor musun?” Adam bir şey göremiyordu, iyice gözlerini kısmış, dikkatini çocuktan ayırmıştı. Mandi bu fırsattan istifade ederek kendini okyanusun sularına bıraktı. Devasa adam okyanusa balıklama dalan Mandi’nin çıkardığı sesle kendine geldi. Çocuğun kendini okyanusa atmasına bir anlam verememişti. “Çıldırdın mı miço!” diye bağırdı. “Niye atladın suya?” Mandi onu dinlemiyordu bile. Birazdan olacakları bildiğinden çılgınlar gibi kulaç atarak gemiden uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmaya çalışıyordu. Yeterince uzaklaştığını hissettiğinde dönüp gemiye baktı. Hayâl’in güvertesinde Friedrich hâlâ şaşkın bir şekilde ona bakıyordu. Dolunay tekrar bulutların arkasına gizlendi ve hava karardı. Birkaç saniye sonra karanlığın ortasında müthiş bir patlama duyuldu. Biraz önce geminin olduğu yerde şimdi müthiş bir ışık cümbüşü ve can pazarı vardı. Mandi, tüm bu olanları uzaktan izliyordu. Patlama öylesine şiddetli olmuştu ki mürettebatın çoğu patlamada ölmüş, sağ kalanlar ise yüzemeyecek kadar ağır yaralanmışlardı. Mandi, mavi okyanusun ortasında kulaç atmaya başladı. Geminin enkazına doğru yüzüp bir tahta parçasına tutundu. Bu onun “Yaşam Tutamacı” olacaktı. Sonra okyanusun ortasında “Okyanusun Gözlerine Yolculuk” başladı. Peki, üç günün sonunda ona yardıma gelen olacak mıydı? Mandi’ye yardıma gelen kimdi bilmiyoruz ama Seylanlı bir seyyahın on üç yıl sonra seyahatnamesine yazdığı şu satırlardan birilerinin yardıma geldiğini ve Mandi’nin “Okyanusun Gözlerine Yolculuk” u başarıyla tamamladığını anlıyoruz. “Atlantik’in güneyinde mürettebatı tamamen siyah derili olan bir gemi her an karşınıza çıkabilir. Bu geminin ön gövdesinde bir çift göz resmedilmiştir. Bu gözler sebebiyle bu efsane gemi denizcilik âleminde “Okyanusun Gözleri” olarak bilinir. Gemiden daha büyük bir efsane olan kaptanı Mandi, rivayete göre kölelikten kaçıp okyanusta günlerce yüzdükten sonra kurtulmuş ve kabilesinin olduğu yere dönüp onlara denizcilik hakkında bildiklerini öğretip bir gemi inşa etmeye onları ikna etmiştir. Bugün yolunuz Atlantik’in güneyine düşerse sakın Okyanusun Gözleri’nin heybetine aldanıp da dehşete düşmeyin. Eğer yağmacı yahut imparatorluk gemisi değilseniz Mandi ve tayfası size asla ilişmez. Bu geminin denizlerde dolaştığını bilmek dünya için bir huzur kaynağıdır.” Yazan: Mümin Can
60
İllüstrasyon: Mert Tanır
Sadece öfke, damarlarımdaki gerçeği ortaya koyabiliyor. Öfkelenmek elimde olmasa da, beni rahatlattığı için ihtiyaç duyuyorum. Sabah içtiğim acı bir kahve, yaşayacağım buhranı biraz olsun erteliyor ve yeni bir kahve ihtiyacı duyuncaya kadar, bu böyle sürüyor. Yeni bir kahve içtiğimde biraz daha iyi hissediyorum ama artık kontrolümü kaybettiğimi, bununla günümü geçirmem gerektiğini anlıyorum. Hele bir de üçüncü kahveden sonra her şey değişiyor. Damarlarım kararıyor. Beynim ısınıyor ve ben her şeyi yakmak istiyorum. Paragöz doktorum bana her seferinde, kahve yerine o minik, yararsız ilaçları içmemi söylüyor. İçiyorum da. Ne mi oluyor? Öfkemi dışa vuramıyorum, içime hapsedip kâbuslar görmeye başlıyorum. Bu sefer daha fazla öfkeleniyorum. Sanki etimi kesip bir tarafa fırlatmak istiyorum. Bunu her istediğimde, kanımın akmayacağını düşünerek, hep aynı şeyi yapıyorum. Öfkemi karanlıklara salmanın tek yolunun bu olduğunu zannediyorum. Ben yazmak zorundayım. Eğer yazamazsam ne kahve, ne de o aptal ilaçlar işe yarıyor. Kendimi kaybediyorum. Gölgemi görmek için ışık aramak zorunda kalıyorum. Neden yazmak zorunda olduğumu anlatmam gerekiyormuş. Güya, doktor bunun işe yarayacağını söylüyor. Hadi canım, hiçbir işe yaramayacak, bir karalamayla beni oyalaması, ancak onun mastürbasyonu olacak. Ama buna mecburum, yoksa işime devam edemeyeceğim ve doktorun yazacağı bir raporla hastanede yatacağım. Buna dayanamam. Hayır, hastanede yatmayacağım ve doktorun mastürbasyonuna alet olacağım. Neden yazdığımı ve öfkemin kendimce sebeplerini burada açıklamaya çalışacağım. Şu an klavyenin tuşlarına o kadar sert basıyorum ki, çıkan sesler beni delirtiyor. Ben bir başkası için yazmam. Mecbur olsam da yazmam. Yazarsam da aptal bir şey çıkar ortaya. Doktor, bu raporu yazarken kesinlikle küfür etmememi söyledi. İyi de aklımdan geçenleri yazamayacaksam, neden bunları anlatıyorum peki? Aklım küfürden dumanlanmışken, kalbim öfkenin esiri olmuşken, ben neden saçma sapan doğruları yazmak zorundayım? Neye öfkeliysem yazmamı söyleyen doktora, bunun bir sebebi olmadığını, yazmamın bir nevi motivasyon olduğunu defalarca söyledim zaten. Öfkeleniyorum ve bu öfkemi yok etmek için yazıyorum. Benim ilacım yazmak. Yazmak benim için bağımlılık hâline geldi. Yaşım elli sekiz olsa da, son nefesime kadar yazacağım. Bunu hem istiyorum hem de mecburum. Yazdığım on sekiz kitap, ve yayınladığım tonlarca öykü, beni zaten iyi yapıyor. Peki, neden doktora ihtiyaç duydum? Çok basit bir cevabı var. Artık eskisi kadar çok yazamıyorum. Öyle oturup bir gecede bir öykü bitiremiyorum. Belim ağrıyor ve bilincim kayıyor. Doktordan bana aklımı toplamam için yardım etmesini istemiştim, adam beni bir saat boyunca sinirlendirince, teşhisini koydu. Öfke kontrol sorunum varmış ve ciddi boyuttaymış. Ona öykülerimden birkaç tane verdim okuması için. Bir ay sonra bana hepsini okuduğunu ve kafasının karıştığını söyledi. Bu hoşuma gitti. Kişiliğimle yazdıklarımı karşılaştırmak zorunda olan birinden bu yorumları dinlemek, egomu biraz olsun kabarttı. Verdiğim
61
Öykü
öyküleri bir solukta okumuş, hatta gidip kitaplarımın üçünü satın almış. Özellikle 1975 yılında yayınladığım Karanlık Gülümseme isimli kitabıma bayılmış. Başkarakter Fevzi’nin ruh hâlini, okuduğu mesleki kitaplarda bile böyle analiz eden görmemiş. Peh, peh, peh. ‘Doktor bey’ dedim, o karakter benim aslında. Ben öyle yaşadım ve yaşadığımı yazdım. Hiçbir zaman gerçek hayatta bir savaş kahramanı olmadım ama o savaşı yaşadım. Kitabın son cümlesi bittiğinde, tekrar gerçek ben oldum. Sorun burada işte. Bir kitabı yazarken zaten tedavi oluyorum, benim sorunum yazmadığımda ve yaşımın ilerlemesiyle yazma yetim yavaşladı. Biliyorum buna yapacak bir şey yok ama yazdığım karakterler peşimi bırakmıyor. Daha kötüsü yazmam gereken yeni karakterlerle tanışıyorum ve onlarla yaşamak zorunda kalıyorum. Daha iyi anlamanız için bir örnek vereceğim. Şu an yazdığım son romanımın karakteri, otuzlu yaşlarda başarılı bir genç. İsmi Selim. Uzun boylu ve sosyal biri. Ben, Selim’le bu yaz bir tatil kasabasında tanıştım. Yalnız başına tatil yapmaya gelmişti selim. Otelin barında bir şeyler içerken yanıma oturdu. Genç bayanların ilgisi üzerindeydi ve hepsine yetecek espriler yapıyordu. Sıkılmadan bir süre bu karakteri inceledim. O sıralar bir şeyler yazmak için kendimi zorluyordum ve sağlam bir karakter bulamıyordum. Onun yeni karakterim olmasına karar verdiğim an, yanılmadığımı anladım. Bir süre sonra onunla konuşmaya başladım. Beni tanımıyordu. Bu işime gelmişti. Kendimi bir bankacı olarak tanıttım ve onun yapmak istediği yatırımlar hakkında üstün körü konuştuk. Akşam lobi barda sohbet etmek istediğimi söyledim ve kabul etti. Herkesin karanlık bir dünyası vardır ve ben, onun karanlık dünyasına ulaşmalıydım. Bu işte başarılı olmasam, bu kadar çok kitabı yazmazdım herhâlde. Akşam bara yanında çok güzel bir kadınla geldi. Kadının zengin olduğu her hâlinden belliydi ve her ikisi için de oldukça verimli bir birliktelik yaşamaya başlamışlardı. Kısa sürecekti zaten, bu yüzden yüzleri gülüyordu. Selim beni yeni arkadaşıyla tanıştırınca, kadın beni tanıdı ve birkaç kitabımı okuduğunu söyleyince, Selim bu duruma biraz bozuldu. Ben kıvrak bir manevrayla söylediğim yalanı, sohbetimizi şekillendirmemesini istediğim için, uydurduğumu söyledi. Kadın bir süre sonra durmadan benimle sohbet etmeye çalışıyordu. Bu hem beni, hem yeni karakterimi rahatsız ediyordu. Müsaade istedim ve masadan kalkmaya yeltendim. Kadın, ismini hatırlamıyorum, benim kaç numaralı odada kaldığımı sorunca, feci öfkelendim. İşte yeni romanım bu öfkenin eseri olarak başladı. O gece odamdan hiç çıkmadım. Bunu sık yapmam. Her gece yarısından sonra çıkar, sahilde yürürüm. Ama o gece bilgisayarımın tuşlarını eskitmekle rahatlamaya çalıştım. Önce başkarakter olarak kadını yazmaya başladım ama sonra kurguyu değiştirerek, tekrar Selim’e yöneldim. Sabah kahvaltıya indiğimde, Selim yalnız başına kahvaltı yapıyordu. ‘Yanına oturabilir miyim?’ diye, sorunca korktuğum olmadı ve memnunlukla bunu kabul etti. Kadından hiç bahsetmedim. Kahvaltının sonuna kadar gereksiz ne varsa ondan bahsettik. Kahvaltıdan sonra müsaade istedi ve Antalya merkeze, bir işini hâlletmek için gideceğini ama öğlen yemeğinden sonra sohbet edebileceğimizi söyledi. Ben kendimi garip bir şekilde yalnız hissetmiştim. Odaya gidip bir şeyler yazarak rahatlamak istediysem de, bunu başaramadım. Sahile indim. Sonra tekrar lobiye gelerek alkol almaya başladım. Dün akşam ki zengin kadının sesiyle irkildiğimde, tekrar öfkelendiğimi anladım. Kadın yapışkan bir ısrarla yanıma oturdu ve konuşmaya başladı. Onu dinledim. Benden yirmi yaş daha gençti. Kocasından boşanalı on yıl olmuştu
62
63
Öykü
Öykü
ve çalışmak zorunda olmadan yaşayabilecek kadar parasının olduğunu kibirsizce söyledi. Bana durmadan, neden evlenmediğimi soruyordu. Artık sıkılmıştım. Kadında ilginç bir cilve vardı ve bunu üstüme savurmaktan geri kalmıyordu. Odama gitmek istediğimi söyleyince, benimle gelip gelemeyeceğini sordu. Hayır dedim ama o ısrarcılığını sürdürdü. Kabul ettim. Ben odamda bilgisayarımı açıp yazmaya başladığımda, kadın beni rahatsız etmeden, hemen karşımdaki krem renkli koltuğa oturarak, denizi seyretmeye başladı. Benimle hiç konuşmuyor, hatta hiç hareket etmiyordu. Bir aptallık yapıp ona, bir nü tablo yapan ressam gibi hissettiğimi söyledim. Kadın döndü ve gülümsedi. Olduğu yerde soyundu ve tekrar aynı pozisyonu alarak, dışarıyı izlemeye koyuldu. Ruhunun çok rahatladığını söyledi. Ben kendimle savaş yaşamaya başlamıştım. Erkeklik güdülerim isyandaydı ama öfkeli ruhum daha farklı düşünüyordu. Tam bir saat bu pozisyonda kaldık. Bu süre boyunca son kitabımın ilk on sayfasını yazdım. Rahatlamıştım. Bilgisayarımı kapattığımda, kadın gülümseyerek bana döndü ve giyinmesini isteyip istemediğimi sordu. Ben onun giyinip giyinmemesinden daha çok, başkarakter yapıp yapmamak konusunda düşünüyordum. Kısa bir sessizlik boyunca bunu düşündüm. Eğer başkarakterim olursa, onun giyinmesini isteyecektim ama istemiyordum. Başkarakter olmasını da istemiyordum, giyinmesini de? Şu an yazdığım şey bir doktor raporu olmasa, belki daha fazla ayrıntıya girebilirdim ama öyle değil. Neden öfkemi kontrol edemediğimi yazmak zorunda olduğum için, burada duracağım. Öğlen yemeğinden sonra kendimi bitkin hissediyordum. Evet, sebebi düşünülen şeydi. Selim, uzun bir süre ortalıkta yoktu ve onun karanlık dünyasına ulaşma arzumu yenemiyordum. Zengin kadın da yoktu ortada. Elbette kadın umurumda değildi artık ama yinede yalnızlık çekmemi engelleyebilirdi. Üç saat boyunca güneşlendim ve öfkemi kontrol etmeye çalıştım. Tam odama gideceğim zaman, gördüğüm manzara beni çileden çıkardı. Selim ve zengin kadın, kol kola kumsala geliyorlardı. Gülüşüp şakalaşmaları bir yana, benim hemen yanımdaki şezlonga kuruldular. İhtiyacım olan tüm duygular, aynı anda yeşermişti içimde. Kıskançlık, içinden çekip çıkarabileceğim kadar öndeydi. Merhabalaştık ve kadın benimle değil de daha çok Selim’le ilgilenirken, kendimi tuhaf hissettim. Akşam olmak üzereydi. Kadın son bir kez denize girmek için kalktığında, Selim bana dönerek, gündüz sevişmesinin benim yaşımdaki biri için ne kadar sağlıklı olduğunu söyledi. Kalkıp adamı yumruklayacaktım neredeyse.
Nerdeyse bütün olanları yaşamıyordum da, sanki önümdeki bilgisayara yazıyordum. Kadının söylemesi gerektiğini, sanki ben tuşlara basarak yönlendiriyordum. Buraya dikkat et doktor! Bu anlattığım olayların hepsi, sadece kafamda yaşandı. Ama canlı kanlı yaşandı. Ben, kitabımın sayfaları ilerledikçe, bunları hayal ettiğimi kabul ettim. Anlıyor musun? Anlıyorsun tabi, yoksa bunları bana yazdırmazdın. Hikâyenin geri kalanını daha yazmadığım için, yaşamadım. Yaşamadığım için hikâyenin geri kanlını daha yazmadım. Bunu da anlıyor musun doktor? Aklımdaki güzel fikri söyleyeyim mi doktor? Romanımın devamından seni sorumlu tutacağım. Öfkemin bana yaptırımını sana yönlendireceğim ve hem zengin kadını, hem de seni cezalandıracağım. Bu gece Selim’e, o kadını öldürteceğim ve seni bu cinayetin tanığı yapacağım. Bu fikir benim çok hoşuma gitti. Sen bu cinayetin tanığı olmakla kalmayacaksın, buna alet olacaksın. Hikâyeden, kendimi çekeceğim ve seni benim yerime koyacağım. Selim, senin yüzünden o kadını öldürecek ve sen bunu izleyeceksin. En kötüsü, hiçbir şey yapamayacaksın. Tabii bu kadar basit olmayacak yaşadıkların. Buhranlara gireceksin. Kedini affetmeyeceksin. İntihar etmek isteyeceksin her şeyden kurtulmak için ama ben buna müsaade etmeyeceğim. Öfkemi kusacağım her kelimenin üstüne. Seni perişan edeceğim. Neden öfkeli olduğumu biliyor musun? Neden yazmak zorunda olduğumu anlıyor musun artık? Ben kimse için yazmam. Gülme doktor. Gerçek olmadığını çok iyi biliyorum. Sen zavallı bir karaktersin. Parmaklarımın ucunda nefes alan ve beni öfke denizinde boğulmaktan kurtaran bir öznesin. Artık romanımı bitirebilirim. Bu seans için teşekkür ederim doktor. Şişko ve paragöz doktor. Neydi senin adın? Koray mı?
Bu konuyu uzattığımın farkındayım ama sonunu getirmem gerekli. Galiba bu yazıdan tatlı bir huzur almaya başladım. Selim akşam yemeğini birlikte yememizi teklif ettiğinde, öfkem çoktan kontrolden çıkmıştı, sırf bu yüzden kabul ettim. Zengin kadının da bize katılmasını söyledi. İtiraz ettim ama karakterim, zeki biriydi ve bunun, yazdığım şey için iyi olacağını söyledi. Kabul ettim. Yemek boyunca birçok şeyden konuştuk. Bazen kelimeler yolunu sapıtıyor, garip yönlere gidiyordu. Aldırış etmedim. Rahatsız olan ben olmamalıydım. Selim, kadınla eğleniyordu, bu daha çok aşağılama boyutunda olduğu için keyiflenmiştim. Ben keyiflendikçe onlar bu oyunu sürdürüyorlar, üzerlerine düşen tüm rolleri, tam da benim istediğim gibi yapıyorlardı.
64
Evet, Koray iyi bir doktor ismi. BİTTİ.
Yazan: Erol Çelik
65
İllüstrasyon: Nida Yiğitler
Öykü
Bir Karakol Tanığı Hüseyin, “Merhaba, kolay gelsin,” diyerek karakola girdi. “İfade verecektim de.” Polis memuru Abdullah Hüseyin’e, “Gel,” işareti yapıp telefonla konuşmaya devam etti. “Bir şoför var burada, elektrik direğini devirmiş. Yalnız adam Romanyalı’ymış. Ona tercüman lazım. İfadesini alıp yollayacağız. Evet, evet. Hadi, bekliyoruz.” Telefonu kapatıp Hüseyin’e döndü. “Ne için ifade verecektiniz?” “Cinayet.” “Ne cinayeti! Kimi öldürdünüz!” dim.”
“Kimseyi öldürmedim, efendim. Katil zaten yakalandı. Ben tanığım, tanık olarak ifade vermeye gel“Ha, tamam. Bekleyin burada. Kâtibin işi var, birazdan alır sizi.”
Bu sırada telefon çaldı. Abdullah, telefonla görüştükten sonra içeriye seslendi. “İbrahim, ben gidiyorum. Ceceli’nin konserine iki tane koruma lazımmış. Onları götüreceğim. Hadi, karakol sana emanet.” İbrahim odasında oturuyordu. Kapıya çıkıp cevap verdi. “Tamam, abi.” Çay ocağından iki çay alıp tekrar odasına geçti. Bülent yarım kalan hikâyesini anlatmaya devam etti. “Ya kadın gelmiş bana, Çocuğu niye geç getirdin, diyor. Ne olur yani? Yarım saat gecikmişiz. Ben nafakamı ödüyorum, çocuklarla ilgileniyorum. Var mı benim gibi baba? Allah aşkına, İbo, sen söyle!“ “Haklısın abi. Olur mu hiç!” “Millet birini boşuyor, ötekini alıyor. Ben kaç senedir hâlâ onlara bakıyorum. Yine de yaranamıyorum arkadaş.” “Doğru dedin.” “Hayır, madem evleneceksin. Bari çocuklar bana gelsin. O da yok. Elin herifini sokacak eve. Ne olacak bu çocuklar şimdi? Bizim babamız belli, bu adam kim, demeyecekler mi?” “Evet.” “Şeytan diyor, al çocukları git, bir daha da haber verme. Zaten emekliliğim de geldi.” “Hı.” “Valla bana bunu da yaptıracaklar sonunda.” İbrahim’in gözleri kapandı, elindeki bardak yere düştü. Çıkan sesle irkilip uyandı. “Ben biraz hava alayım, abi, sabaha kadar nöbet tuttum. Uyukluyorum, kusura bakma,” diyerek dışarı çıktı. Bülent de müracaat odasındaki bilgisayarın başına geçti. Karakola yanında sarhoş bir adamla bir trafik polisi girdi. “Merhaba, kolay gelsin. Bu adam arabasıyla metrobüs hattına girdi. Şunu imzalayın da adamı teslim edeyim,” diyerek elindeki kâğıdı Bülent’e uzattı. Bülent gözünü ekrandan ayırmadan, “İçeride kâtip var, ona söyle,” dedi. Yan taraftaki ifade odasını işaret etti. Trafik polisi kâtibin olduğu odaya gitti. “Kolay gelsin, siz bakıyormuşsunuz, bir zahmet imzalayın da adamı teslim edeyim,” dedi.
66
67
Öykü
Öykü
Pozitronik Aşk
“Kim bu adam?” “Sarhoşun biri işte. Metrobüs hattına girmiş arabayla.”
“Gökcan Şahin”
“Belli zaten. Adamın tipi kaymış. Sen niye içtin böyle birader?” Sarhoş anlaşılmayan bir şeyler söyleyerek kâtibe cevap verdi. Kâtip, “Şuna bak, iki yüz seksen promil yazıyor burada. Ne hâle geldi memleket!” diye sitem etti. “Evet, abi, kime imzalatacağız bunu?” “İçeride Abdullah Abi var. Ona söyleyin siz.” Trafik polisi tekrar müracaat odasına gidip Abdullah’ı sordu. Bülent, “Kâtip imzalayacak onu, kâtip,” dedi. Trafik polisi bir süre ifade ve müracaat odaları arasında gidip geldikten sonra sinirlenip, “Bu nasıl karakol kardeşim, biriniz imzalayın da gideyim, işim gücüm var benim,” diye bağırdı. Sonunda Abdullah’ı arayıp ne yapacaklarını sormaya karar verdiler. Abdullah, memurun imzayı atıp adamı teslim almasını istedi. Sarhoşu bekleme odasına, Romanyalı şoförün yanına aldılar. Hüseyin ifade vermek için kâtiple ifade odasına geçti. Olayı anlatmaya başladı. “Dün akşam balkonda çay içiyordum, birden sokakta bir gürültü koptu.” “Saat kaçta oluyor bu?”
GalaTower’ın saat başı bir tur dönen seyir terası her zamanki gibi eşsiz bir İstanbul manzarası sunuyordu. 2021’deki büyük yangında yerle bir olan Galata Kulesi’nin yerine yapılmış elli bir katlı gökdelenin tepesindeki restoran, Güney Yener - Emre Altıngül - Akın Korkusuz üçlüsünün senelik buluşmalarının 2071 yılı mekânı olma şerefine erişmekteydi. Her biri kırk bir yaşını doldurmuş olan üçlü, üniversiteden arkadaştılar ve her nasılsa okuldan sonra da kopmamayı başarmışlardı. Hiç değilse yılda bir kez bir araya geliyor; kimi zaman balık tutmaya gidiyor, kimi zaman boğaz gezisi yapıyor, kimi zaman mangal partisi veriyor, kimi zaman da şimdiki gibi akşam yemeğiyle idare ediyorlardı. “Dorida’nın seyir terasından bile iyiymiş burası. Daha önce discover etmeliydik,” dedi Akın. Kırmızı şarabını yudumlarken İstanbul’un günbatımı manzarasına gözlerini kısarak bakmaktaydı. Kirli sakallı, şık giyimliydi ve fit bir görünüşü vardı. Spor salonlarına haftada sekiz saatini harcadığı için aralarında kas kütlesi bakımından en iyi durumdaki oydu. “Fena değil işte,” dedi Güney. Burayı öneren oydu. O yüzden bizzat övmek yerine, burayı seçtiği için övülmeyi tercih ediyordu. Saçsızlığın kendine yakıştığını düşündüğü için saç ekimine hiç başvurmamıştı. Böylece kırk yaşını geçip saçına müdahale ettirmeyen yüzde ikilik dilime girmiş oluyordu.
“Beş altı civarı.” “Sonra?” “Sonra aşağıya indim. Bizim karşı komşu elinde bıçak, karısını yere yatırmış.” Bu sırada Abdullah karakola girdi, bekleme odasının kapısını açtı. Sarhoşu görünce, “Hah, geldin mi birader, tercüman sen misin?” diye sordu. Sarhoş kelimeleri ağzında yuvarlayarak, “Ben tercüman değilim,” dedi. “Kimsin sen?” sorusuna anlaşılmayan bir şeyler söyleyerek cevap verdi. Kâtiple İbo, Abdullah’ın “Kim bu adam yahu?” diye kendi kendine söylendiğini duyunca bekleme odasına geldi.
“Ara sıra gelinir buraya, ben de beğendim,” dedi Emre her zamanki gibi biraz çekingence, “ama biraz fazla expensive.” “Expensive mexpensive… Paraları aşk robotlarına harcayacağına böyle aktivitelere harca sen de, buddy,” diye göz kırptı Güney.
Abdullah, “İbo, bu adam kim? Ne zaman geldi?” diye sordu. “Bilmiyorum abi, içim geçmiş, ben de hava almaya çıkmıştım.” Kâtip de, “Ne zaman gelmiş ki bu? Ben de bilmiyorum, içeride ifade alıyordum ben,” diye ekledi.
“Sahi şu robot olayı nedir? Ben de Glass’ta gördüm geçen gün ama get edemedim,” dedi Akın. Bardağını masaya koydu. Gözlük ve cam formatından çoktan çıkıp lense dönüştüğü hâlde ismi hâlâ Glass olan mikrobilgisayarı, bardağın %43’ünün dolu olduğunu bir köşede minik mavi harflerle bildirdi. Diğer onlarca küçük istatistikle beraber.
Abdullah, “Ulan yarım saat ortadan kaybolduk, şu hâle bak ya! Yoldan geçen evsizleri içeri mi alıyorsunuz, ne yapıyorsunuz!” diye bağırmaya başladı.
“Ne olacak,” diye araya girdi Güney, “beyefendi kendine göre hatun bulamadı, robotlarla takılıyor.” Kıkırdayarak ağzına bir suşi götürdü.
Hüseyin dayanamayıp, “Abi o tercüman değil. O sarhoş. Metrobüs hattına girmiş. Trafik polisinin teslim ettiği adam bu işte. Hani seni arayıp sordular ya,” diye açıkladı. Abdullah, bir katibe, bir İbo’ya baktı. Sonra müracaat odasına gitti. Bülent’e bağırdı. “Kalk lan yerimden!”
“Ya, öyle bir şey değil. İstesem alasını bulurum da uğraşmak istemiyorum.” “Bırak bu işleri. Kırk bir oldun, hâlâ tek bir kız arkadaşın olmadı ve hâlâ bakirsin. Yalan mı?” “Değil.” “Eşcinsel olmadığını iddia ediyorsun. Öyle olsan söylerdin herhâlde. Artık ayıp bir şey değil sonuçta.”
Yazar: Pınar Ebru Akbaba
68
İllüstrasyon: Başak Çetinkaya
“Geçen bir istatistik read ettim,” diye araya girdi Akın. “Türkiye’nin 21 percenti homoseksüel ilişki
69
Öykü
yaşıyormuş. Bu hızla giderse…” “Abi bırak şimdi istatistikleri falan. Konuyu dağıtma,” dedi Güney. Tekrar Emre’ye döndü. “Bak sana kaç kere dedim, sana bir kız ayarlayalım. Sen de kurtul, biz de kurtulalım.” Emre bu muhabbetin bir an önce kapanmasını istiyordu ama Güney’i tanıyorsa tatmin olmadan hayatta kapatmazdı. En iyisi meseleyi dolandırmadan, adama istediğini vermekti. “Abi, kaç kere söyledim. Benim kızda gözüm yok. Kız arkadaş arzum yok yani.” “Hormonlarında bir problem mi var?” “Hayır, Glass’ım sürekli test ediyor, yalan söyleyecek değil ya. Gayet normalim.” “Psikolojik problemler?” “Öyle bir şey de yok. Tamamen kendi irademe dayalı bir seçim. This is my choice, anlatabildim mi?” “E o zaman niye ‘Türkiye’nin ilk aşk robotunu Emre Altıngül satın aldı,’ diye bir haber okuyorum ben?” “Çünkü o bir hayat arkadaşının özelliklerinin tamamını sağlayıp, negatif yönlerini barındırmayan bir şey.” “Şöyle desene,” diye güldü, “kızların dertlerini çekmek istemiyorum diye.” “Seni tatmin edecek cevap buysa, evet öyle. Bir kız arkadaş sahibi olmanın külfetini düşünsene.” “Külfet ne demek lan?” “Trouble işte. Geçen gün eski bir romanda okudum, oradan kalmış aklımda.” “Çok extraordinary bir adamsın Emre. Neyse… Abi kırk yıllık ömrümde yetmiş seksen tane kızla birlikte olmuşumdur. Emin ol, çok iyi biliyorum külfetlerini. Külfet… Bak bana da bulaştırdın. Artık bu çirkin kelime tüm gezegene yayılacak ve sorumlusu sen olacaksın.” O esnada Akın tuvalete gitmek için izin istedi. Üre biriktiricisi olmayan hafif bir pantolon giymişti bugün. Geri döndüğünde ikilinin, kızlarla ilgili dertler üzerine sıkı bir muhabbete daldıklarını gördü. Biri alışveriş probleminden söz ederken, diğeri çok konuşmalarından dert yanıyordu. Biri kızların erkeklerin huylarını değiştirmeyi misyon edindiğinden dem vuruyor, diğeri bazı kızların cinsel isteksizliğini öne sürüyordu. Kızlara harcanan para, zaman, emek ve duygusal efor bilime harcansaydı şimdi insanoğlunun uzayda kolonileri olurdu. “Sen şu aşk robotu case’ini baştan anlatsana ya,” dedi Akın. Güney’in bir orasından bir burasından mıncıklamasındansa konuyu sistematik şekilde Emre’den dinlemek istiyordu. * * * “Bu robotları çok araştırdım,” diye başladı Emre. “Avrupa’da hemen hemen hiç yoklar ama Japonya’da epey widespread olmuşlar. Bizim şirketin bir APC modülü için firma desteğine ihtiyaç duyduk, Japon bir
70
71
Öykü
Öykü
adam geldi. O anlattı bana. Kendisinin de bir LoveBot’u varmış.” “LoveBot mu diyorlar şu aşk robotuna?” diye sırıttı Güney. “Evet, kötü bir ifade aslında. Senin anladığın anlamda olanlar da varmış ama onlar BitchBot.”
“Yani? Sonuçta sen de bir insansın?” “Hayır. beni diğer insanlardan öne koyuyorlar. Önce benim yani Emre’nin, sonra diğer insanların zarar görmesine izin veremez ve önce Emre’nin sonra diğer insanların emirlerine uymak zorundadır.” “Anladım galiba. Seni herkesten önde tutuyor.”
“Pek zeki değillerdir herhâlde. O işin usulü yüzyıllardır değişmemiştir.” “Bilmiyorum, bir gün gidip denersin çok merak ediyorsan. Japonya beş saatlik mesafe. Gerçi en uzun ilişkinden bile uzun süren bir yol senin için.” “Fena laf yedim, kabul ediyorum.” “Neyse, işte bu arkadaşla bir gün dışarı çıktık. LoveBot’u da getirdi. İnsandan hiçbir farkı yok görünüşte. Adamlar yapmış. Konuşması pek gerçekçi sayılmaz ama robot olduğu görünüşünden hiç belli olmuyor. Yapay zekâsı da amazing.” “How much?” “Bir milyon iki yüz bin dolar.” “Oha,” dediler Akın ve Güney’in ikisi bir ağızdan. “Ömürlük olabilecek bir arkadaş için bence normal. Üstelik Türk kültürüne uygun hâle getirilmiş, Türkçesi tam, database’i eksiksiz. Yemek pişirebiliyor, alışveriş hevesi yok, ayrıca bana çok bağlı.”
“Evet, çünkü bana âşık olmak için üretilmiş.” “Söylemeyeyim söylemeyeyim diyorum da, Emre sen hakikaten acayip bir adamsın. Normal biri değilsin yani. Etrafına baksana. Kanlı canlı milyonlarca kız var. Onların da bir kısmı en az o robot kadar tapardı sana. Koskoca mühendissin, zenginsin, bilgilisin, ahlaklısın. Şu restoranda bile sana hayran olacak kızlar vardır.” “Güney’e katılmıyorum desem yalan olur,” dedi Akın, “etrafına baksana, mesela şu sarışın kadın yarım saattir seni kesiyor. İstesen anında ayarlarsın.” Emre, Akın’ın gösterdiği kadına şöyle bir baktı. En fazla otuz yaşında, hafif makyajlı, maksimum bir düzine estetik ameliyat geçirmiş biriydi. Ki o devir için normalin altında sayılabilirdi bu. Ama yine de Emre pek ilgilenmedi. “Şuna bak şuna,” diye güldü Güney, “hemen başını çeviriyor. Oğlum biraz açsana gözünü. Oyuncaklarla oynayacak yaşı geçtin. Gerçek bir kadınla, gerçek bir hayat kurman lazım. O konuştuğumuz -neydi o kelime, hah- külfetler de işin tuzu biberi. Önemli şeyler değil yani.”
“Çok bağlı derken?”
“Abi kapatalım artık şu konuyu. Konuşacak şey mi kalmadı? Rahat bırakın beni.”
“Bildiğin âşık işte bana. Aşk tanımı neyse ona uygun. Obsesif bir bağlılık sergiliyor sahibine. Var olduğu sürece benden başkasını düşünmeyecek. Bunun için üç robot yasasını biraz esnetmişler.” “Hangi üç robot yasası?”
Emre sözünü bitirmişti ki restoranda bir gürültü koptu. İnsanlar masalarından kalkıp kaçışmaya başladılar. * * *
“Asimov kuralları işte. Ohoo, sizin dünyadan haberiniz yok.” “Bize nerden bilelim oğlum Asimov’u falan? Gören de sokaklar robottan geçilmiyor sanacak.” “Son istatistiklere göre,” dedi Akın, “Türkiye’de toplam 147 kişisel robot varmış. Bunlardan sadece 7’si insan görünümlü. Seninki dâhil.” “Bırak şimdi istatistikleri,” dedi Güney. Emre’ye döndü: “Üç robot yasası diyordun?” “Birincisi bir robot bir insana zarar veremez veya hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine izin veremez. İkincisi, bir robot ilk kuralla çelişmediği sürece insanların emirlerine uymak durumundadır. Sonuncusu da ilk iki kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumak zorundadır.” “Gayet güzel. Neyini değiştirmişler?” “İkinci kuralla birinci kuralı aynı seviyeye çekip, ilk iki kuraldaki ‘insanlar’ yerine ‘Emre ve insanlar’ demişler.”
72
Uzun boylu, ideal fizikli, yüz hatları kusursuz olan bir kadın kargaşanın arasında üç arkadaşın masasına yaklaştı. Kapüşonlu bir hırka giymişti. Emre, bir o kadına, bir ilerideki masanın yanına yığılmış sarışın kadına bakıyordu. Olay yaşanırken şans eseri tam da oraya bakıyordu. Kapüşonlu kadın, sarışın kadına arkadan yaklaşmış, hiç duraksamadan boynunu kırıvermişti. Gerçeküstü bir manzara, bir rüya, daha doğrusu kâbus sahnesi gibiydi ama gerçeğin ta kendisiydi. Sarışın kadın yere düşer düşmez tüm restoran çığlık çığlığa kaçışmaya başlamıştı. Emre, kurumuş dudaklarından zar zor çıkan sesiyle, “neden?” diye sordu karşısındaki kadına. “Çünkü,” diye yanıtladı kadın, “seni seviyorum, başka kimseyle paylaşamam.” Akın da, Güney de bu cümlenin ardından olan biteni anlamışlardı. Bu, Emre’nin LoveBot’unun ta kendisiydi.
73
Öykü
Öykü
Romalı Kallisto
“Ama sen onu…” “Bir tehdidi ortadan kaldırdım aşkım. Sen fark etmesen de sürekli seni takip edeceğim. Sana ve bize karşı tehdit oluşturan herkesin yaşam faaliyetlerini sona erdireceğim. O kadın sana karşı cinsel arzu duyuyordu. Bu, bir ilişki için önemli bir tehdittir.” “Bunu yapamazsın. Sen bir insana zarar veremezsin.” “Birinci kural, seni diğer insanların önüne alıyor.” “Ama o… bana zarar vermeyecekti ki!” “Duygusal olarak zarar verecekti. Zihninde yer edip seni rahatsız edecekti. Ayrıca evli bir kadındı. Evli kadınların kendileri olmasa bile kocaları tehlikelidir…” Bir an sustu, Emre’nin gözlerinin içine baktı, tekrar konuştu. Yüz ifadesi bir anda değişmiş, dehşetli bir hâl almıştı. “Şu an beni artık sevmediğini, benden kurtulmak istediğini fark ettim. Evet… Seni üzdüm. Sana zarar verdim. Ama sana zarar vermemek için sana zarar verdim. Sanırım aşk böyle bir şeymiş Emre. Seni se-” Bir daha konuşmamak üzere aniden sustu. Bir kadın aniden susarsa bir şeyler bitmiş demektir. SON
gokcansahin.blogspot.com
74
İllüstrasyon Coşkun Kuzgun
Geniş caddelerden aşıp puslu sokaklara sapan araba sallana sallana menziline doğru ilerlemekteydi. Şoför havadaki yoğun gaz kokusu genzini yakınca: “Yine ortalığı karıştırmışlar!” diye kendi kendine söylendi. Frenk mimarlarının ve zanaatkârlarının ellerinden çıkma afili taş binaların eteklerinden sıyrılıp geçerken araba farlarının menzilinde gördüğü şey karşısında içi gıcıklandı. Mermer beyazlığında bacaklar, gece kadar siyah saçlar ve tuhaf bakışlar… Üzerindeki kıyafetlerden pek de tekin olmayan bir meslekle iştigal ettiğini düşündüğü bir kadın karanlık sokağın ortasında tek başına dikilmekteydi. Arabanın frenlerine asılıp kadının bir-iki metre kadar uzağında durup hafif geri aldığında sağındaki kapının camını indirmeden kadına baktı. Kadın sorgusuz sualsiz kapıyı açıp arabanın ön koltuğuna oturunca aklındaki “kötü kadın” imajı perçinlendi. Arabayı kafasına göre ıssız bir yer bulmak üzere çalıştırdığında sanki kadın beynini okumuş gibi: “Televizyoncuların olduğu yere çek!” diye emretti. Adam hem kadının isteğine hem de sert konuşmasına şaşırdı. Yakınlaşma umuduyla: “Meşhur olmaya mı?” diye takıldı. Kadın ona hiç bakmadan: “Benim için imkansız. İtiraf etmem gereken bir şey için gidiyorum…” deyiverdi. Adam şaşkınlıkla bakmaya devam edince küfreder gibi ekledi: “Tanık olduğum bir cinayet için…” Adam inceden gerilmişti. “Ulan karı güzel müzel ama mafya ayağı olmasın işin içinde?” diye içinden söylendi. Sanki bu söylediğini kadın da duymuş gibi: “Endişelenmene gerek yok. Sokak ortasında dövülen bir çocukla ilgili…” dedi. Adam: “Polise gidelim istersen?” diye bir öneride bulundu çekinerekten. Kadın korkunç derecede görmüş geçirmiş birinin yüz ifadesini takınarak: “Medya bu konuda daha etkili…” dedi. Adama tuhaf bir ürperme gelmişti. Bir cinayete tanık olduğu hâlde bu denli sakin durabilmesine şaşırıyordu. “Belki meslek hayatından ötürü aşinadır böyle kanlı mevzulara…” diye düşündü. Bir yandan da dikkatinin elverdiği ölçüde inceden kadının endamını, bacaklarını seyretmeye çalıştı. Kadın suratında muzip bir sırıtmayla adama dönmeden: “Bir fahişe olduğum için bu denli dirayetli olduğumu sanıyorsun. Erkek süprüntülerinin kahrını çekmekten korkmayı unutmuş bir kadın…” deyince adam kadının bacaklarını seyretmekten o anlık vazgeçti. “Herhâlde ilk tanık olduğun cinayet değildir? Hani sizin meslek biraz belalıdır ya?” diye sordu kadına. Kadın mecrasında akan çayı dahi yoldan çıkarabilecek denli şu bir sırıtmayla: “Tabii ki de. Ancak mesleğimle alakalı değil, yaşımla alakalı…” diye karşılık verdi. Adam arabaya bindiğinden beridir ilk defa kadının yüzüne dikkatlice baktı. Yaşı geçkin olmasına rağmen oldukça dinç görünüyordu, sanki bir yaştan sonra saatlerin gölgesinden ayrılmış gibiydi. Bakışlarında ve yüz hatlarında apayrı bir sihir varmış gibi geldi adama, tuhaf bir etkileyiciliği vardı. Adam kadının tuhaf etkisinden sıyrılmak için: “Bu yollarda biraz eskisin sanırım?” diye sordu. Kadın tuhaf bir sırıtmayla karşılık verdi: “Bilâkis en eskisi benim. Şehrin ilk fahişelerindenim…” Bu cevap adamın daha da garibine geldi. Diğerlerinden daha deneyimli olduğunu kastetmek için mecazen söylediğini düşündü. Gülerek: “Osmanlı’dan falan herhâlde…” diyerek kadına baktı. Kadın tüyler ürperten vakur bir edayla: “Daha da eski. Büyük Konstantin’in Atina Lupanariasından getirdiği fahişelerdenim…” Şayet kadın daha eski demese adam Konstantin’i ekalliyetten bir pezevenk, Atina Lupanariasını da Yunanistan’da bir gazino zannedebilirdi. Lakin kadının “eski” diyerek bunları söylemesi, kahve definecilerinin muhabbetlerinden kalma kulak ardı hikâyelerden mülhem bir Bizans çağrıştırması adamı epey korkutmuştu. Kadın bunların üstüne: “O kadar asır, o kadar insan, sayısız aşk ve sayısız cinayet hangi birini sayıp dökeyim? Şehir kuruldu kurulalı el âlemin zevk döşeklerinde düşüp kalktığımdan çetelesini unuttum…” deyince adam, “Bu kadın delirmiş!” diye düşünerek heyecana kapıldı. Adam korkuyordu ama kadın anlatmaya devam ediyordu:
75
Öykü
“Taşıdığım isimlerin, âşıklarımın, anılarımın çok azını hatırlarım. Seneler önce yıkılan bir Roma kalıntısında kazılı bir isim görünce bunu kazıyan aşığımı ve kazıdığı anı hatırladım. “Kallisto” diye kazımıştı. Hayal meyal hatırlıyorum, denizi gören bir lupanarda yatıp kalkardım, kadim Roma kanunları gereği saçlarımızı kızıla boyayıp öyle gezerdim. Neyden sonra görebildiler siyah saçlarımı… Aldatanlar, aldatılanlar, dökülen kanlar ve su gibi akıp geçen asırlar… Değişen kanunlar, yıkılan sütunlar, unuttuğum lisanlar…” Adam içinden: “Bu deli karı kesin şimdi cinayete tanık oldum diye tutar Osmanlıdan mosmanlıdan bir dalga anlatır…” diye geçirdi. Kadın anlatmaya devam ediyordu: “Theodora vardı. Bizim batakhaneye düşmüş güllerden… Sonradan saraya dek çıktı imparator Justinian’ın yatağına girdi de şehrin canına okudu! Sizinkilerden Hançerli Hanım vardı sonra, Madam Bela vardı… Hangi birini anlatayım sana? Bu kadar asırların içinden hangi cinayetin tanıklığını üstleneyim?” Adam yine içinden: “Deli meli ama güzelini denk getirdik. Issıza çekince işimi görür, şimdilik “he” deyip geçeyim!” diye söylendi. Kadının sustuğu bir an adam sordu: “Madem bu kadar cinayet gördün şimdiki için niye itiraf etme gereği duydun?” Kadının yüzünde rahatsız edici bir ifade belirdi: “Bu öldürülen genç başkaydı…” diye karşılık verdi. Adam alay etmeye çekine çekine sordu: “Ne yani âşık falan mıydın?” Kadın yine görmüş geçirmiş edasıyla adama hiç bakmadan cevap verdi: “Bunca yüzyılların yükünü çeken kalbim için aşkın bir ehemmiyeti yok. Ben daha nefes alırken öldü, benden çok önce öldü…” Adam sordu yine: “Acıma falan mı?” Kadın sanki bir idam mahkûmuna ferman okur gibi soğuk bir sesle cevapladı adamı: “Vefa borcu… Ben bu şehrin en eskisiyim, bu şehrin kendisiyim. Benim anılarımı, hatıralarımı yok edenlere karşı savaştı. Anılarımı, varlığımı hiçe sayanları, Romalı Kallisto’nun anılarını parçalayanlara karşı mücadele etti. Evimi tepeme yıkmak istediler. Ranta susamış bir müteahhittin adamları, ellerinde balyozlarla gelmişler. Çocuk bunları görünce engellemeye kalktı. “Bizans’tan kalmadır, yıkılır mı?” diye karşı çıktı. Dinlemediler. “Servet düşmanı piç!” diyerek çocuğa kıydı dört şerefsiz, üstüne de evimi başıma yıktılar…” Adamın korkudan dili damağına yapışmıştı. Kadının bahsettiği olay kendisine dehşetli bir şekilde tanıdık geliyordu. Daha geçen gece bir eski harabeyi balyozlarla dümdüz etmişlerdi. Kendilerine karşı çıkmaya çalışan gençten bir çocuğu da öldürüp bir kenara atmışlardı. Bu kadın kendilerini nasıl görebilirdi? Tesadüfen başka bir olaydan mı bahsediyordu? Kadın: “Evimi tepeme yıktınız, bahçesindeki asırlık çınara da kıydınız!” deyince adamın boğazına adeta bir yumru oturdu kaldı. Bu kadın bunları nasıl görmüştü? “Nereden gördün lan bunları?” diye haykırdı. Kadın aynı soğuk ses tonuyla karşılık verdi: “Evimi tepeme yıktınız dedim ya. Lahitimden çıkamadan tonlarca taş üzerime indi. Ancak bu gece çıkabildim…” Adam arabanın frenlerine asıldı. Araba acı bir fren sesiyle cadde üzerinde kaymaya başladı. Durduğu zaman adam kadına dönüp sordu: “Polis misin lan? Sen nereden gördün!” Tam o anda başka bir husus dikkatini çekti. Dikiz aynasına baktığında arabada kendisinden başka kimse olmadığını gördü. Kadına dönüp baktığında gördüğü şey karşısında korkudan gerileyip kapıyı açmayı denedi ama başaramadı. Suratı mermer gibi soluk, gözleri simsiyah çukur gözlü, dışarıya fırlamış sivri dişleriyle üç harfli kılıklı bir şey karşısında oturmakta ve rahatsız edici bir sırıtmayla kendisine bakmaktaydı. Adam korkudan ağlayıp sızlarken ağır ağır kapanan bir mezar lahdi misali konuştu: “Cinayet tanığı beklemediniz. Kimsenin tanık olmasını beklemediniz. Artık duvarları yıkarken, ağaçları keserken, bina dikerken dikkat edeceksiniz! Tabii siz de haklısınız, her yok ettiğiniz tarihi eserin altında Romadan Bizanstan kalma bir şeylerin uyuduğunu nereden bileceksiniz? Erkeklerin bıçakları altında can verirken bile yalvarmayan kadınlar gördü bu şehir! Ağlayıp durma! Diğer üç arkadaşını da tek tek arabaya toplayacaksın! Beni gördükleri zaman dayanamayacaklardır… Haydi!”
76
77
Öykü
Öykü
Adam korka korka cep telefonunu çıkarıp suç ortaklarını aradı. Kadının bahsini duyan en başta “İşim gücüm var!” dese bile adamla gelmeye ikna oldular. Arabayla merkezi bir durağın orada beklerken adamlar tek tek düşüp arabaya girdiler. Kadını gördükçe iştahları kabarıyordu ancak şoför koltuğunda oturan arkadaşlarının korkulu hâline bir anlam veremiyorlardı. Araba hareket etmeye başlayınca kadın: “Gençlerin toplaştığı, medyanın olduğu şu sokağa git!” dedi. Arkada oturanlardan biri tam: “Ne medyası lan çek tenhaya işte!” diye gürlediği sırada kadının dikiz aynasında yansıması olmadığını fark etti. Diğerlerine de korkuyla aynayı işaret ettiği sıra kadın simsiyah gözleri ve soluk suratıyla arkasına dönerek tek tek ağlaşan, yalvaran adamlara baktı: “Dün yediğiniz o haltı medyaya anlatacaksınız. Hatıralarımı, evimi nasıl yok ettiğinizi, gencecik çocuğa nasıl kıydığınızı itiraf edeceksiniz! Kaçmaya kalkamayacağınızı biliyorum, canınız tatlıdır!” diye tehdit ettikten sonra şoföre gideceği yeri tekrar hatırlattı. Sokaktaki hareketliliği ve insan kalabalığını yararak kameraların ve ışıkların toplaştığı bir yol ayrımına geldiler. Sanki kadın tarafından yönetilen kuklalar gibi arabadan çıkarak kameraların önüne doğru yürüdüler. Kadın etraftakilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan adamlara kamera önünü gösterdi: “O kadim yapıyı nasıl yıktığınızı, korumaya çalışan çocuğu nasıl öldürdüğünüzü, asırlık ağacı nasıl kestiğinizi anlatın hadi! Canınızı seviyorsanız kaçmayı düşünmeyin bile!” Etraftakilerin ıslık sesleri ve yuhalamaları altında adamlar suçlarını itiraf ederken kameralara çıkmayı reddeden Kallisto onları seyrediyordu. Tam geri dönüp gideceği sırada birkaç genç önüne çıkıp kendisine teşekkür etmek istediyse de onlara engel olup: “Asıl ben teşekkür ederim. Her köşesinde bir hatıramın olduğu bu şehri koruduğunuz için, sahip çıktığınız için…” dedi. Tam ayrılacağı sırada gençlerden biri: “Abla bu ciğersizleri tutup getirdin. Kanun falan mısın?” diye sordu gülerek. Kallisto muzaffer bir eda takınıp: “Ben belayım!” diyerek kalabalığa karıştı. Ezkaza fotoğrafını görüntüsünü çekenler de kadına rastlayamayınca izi tozu daha o andan itibaren hatırlara karıştı… Kallisto caddeden yukarı doğru yürürken bir anlığına kendisine hayran hayran bakan yaşlıca bir adamla göz göze geldi. Adam kendisini bir şekilde tanımış gibi bakmaktaydı. Adama gülümseyerek karşılık verdikten sonra kalabalığın arasında kayboldu. İhtiyar adam yanındaki bir diğer ihtiyar arkadaşına dönüp sordu: “Ka sen de benim gördüğümü göroorsun? Demin geçen hanımı tanımadın?” İhtiyar karşılık verdi: “Yahu Kirkor nereden tanıyayım gencecik kızı. Kim bilir nereden?” Kirkor: “Senin yaşın ufaktır hatırlamoorsun. Ben genç iken Kallisto diye bir afet tanımış idim. Na bu o’dur!” deyince öteki ihtiyar güldü: “Amma yaptın ha! Ulan o zamandan bu zaman Kallisto mu kalır?” Kirkor ısrar ediyordu: “Yahu ne diye inanmoorsun? Yemin edoorum o’dur, Kallisto bu! Kızı olsa bu kadar benzemez, kokusu bile aynı! Beni de tanıdı, öyle baktı, gülümsedi zo!” İhtiyar aynı gülmeyle karşılık verdi: “Aman Kirkor’cuğum ne heyecanlanıyorsun? Bu İstanbul’un afetleri hep birbirine benzer! Say ki Kallisto!” SON Yazan: Mehmet Berk Yaltırık
78
İllüstrasyon: Büşra Akbulut
Ruh Hırsızı Vilarin Diyarı ismi verilen büyülü dünyada geçen çağlar içinde birçok ünlü silah dövülmüştür. Yaratılan silahların bazıları iyilik bazıları kötülük için kullanılmıştır. Bazılarıysa tarihe geçmiştir. Elflerin birbirinden ayrıldığı ilk çağda da böyle bir silah yaratılmıştı. Elfçede dimenti ismi verilen gölge elfleri, büyü ve düzenbazlık yeteneklerinde ustalardı. Yarattıkları silahlar da bu özelliklerini yansıtıyor, hem büyüsel hem de sinsi saldırı yeteneklerine uygun şekilde yapılıyordu. Bu silahlardan bir tanesi de ünlü bir suikastçı için yapılmıştı. Dimentilerin kralı, eski soyu olan orman elflerinden nefret ediyor, onların her birini tek tek avlamak istiyordu. Ancak bu duygu karşılıklıydı. Orman elfleri de dimentileri kendi özüne ihanet eden hainler olarak görüyor, topraklarına adım atmaya cüret edenleri acımasızca cezalandırıyordu. Bu sebeple dimentilerin lordu bir insan düzenbazı huzuruna çağırdı. Bu adam dünyadaki en ünlü suikastçıydı. Hiç kimse gerçek adını bilmiyor, tanıyanlar onu sadece “Katil” olarak anıyordu. Cinayetlerine tanık olmuş olan kimse yoktu. Ya da tanık olup yaşayabilen... Dimenti kralı, kendi düzenbazları arasındaki iletişim ağını kullanarak Katil’e ulaşmayı başarmıştı. Katil de bu çağrıyı karşılıksız bırakmamış, siyah saçları ve gözleri hariç yüzünü tamamen kapatan bir maskeyle dimenti kralının huzuruna çıkmıştı. Kral karşısına geldiğinde ona muazzam elf işçiliğinin bir ürünü olan ancak dimentilerin kara büyüsüyle efsunlanmış, sapında kurukafa işlemeleri olan bir hançer sundu. Bu hançerle Antik Orman’a giderek elf ırkının kökünü kurutacaktı. Öldürdüğü her elf için de ödeme alacaktı. Ama görevin asıl ilgi çeken yanı bu değildi. Dimentiler hançere “Ruh Hırsızı” diyordu. Hançer, canını aldığı kişilerin kalan yaşam gücünü emiyor ve sahibine geçiriyordu. Suikastçı bu hançer sayesinde ölümsüzlüğe kavuşacaktı. Katil görevi hemen kabul etse de dimenti kralı işini şansa bırakmamıştı. Katil’in hançeri alıp göreve ihanet etmemesi için onu bir ölüm sözleşmesiyle bağladı. Suikastçı, kralın görevini yerine getirmezse hayatı bu lanetli büyüyle son bulacaktı. Sözleşmenin ardından dimenti büyücüleri Katil’in Antik Orman’a kolayca gidebilmesi için büyülü bir geçit açtılar. Katil, geçitten geçmenin yarattığı kısa bir sarsılma, renkli ışık kuşakları ve rahatsız edici bir mide bulantısının ardından devasa ağaçların arasında buldu kendini. Kendine gelmek için kısa bir süre bir ağaca yaslanıp bekledi. Tam bu sırada ilk kurbanı ilerideki ağaçların arasından ortaya çıktı. Katil, çevik bir hareketle en yakındaki çalıların arasına gizlenip etrafı izlemeye başladı. Ağaçların arasından bir kaplan yaklaşıyordu. Hemen arkasındaysa elinde uzun yay olan bir avcı yürüyordu. Kaplan etrafı kokladı. Burnuna yabancı bir koku geldiği kesindi. Etrafa bakıp hırlamaya başladı. Elf yanına gelip kaplanın boynunu okşadı. “Ne hissettin? Nedir seni huzursuz eden?” Kaplan, Katil’in olduğu tarafa doğru ilerledi. Katil olduğu yerde hiç kıpırdamadan durarak kaplanın gelmesini bekledi. Elf de temkinli adımlarla biraz daha arkasından kaplanı takip ediyordu. Katil gittikçe yaklaşan hayvanın bedenini iyice inceledi. Zayıf noktalarını görmeye, nereden saldırabileceğini kestirmeye çalıştı. Kaplan saldırı mesafesine geldiğinde kokusunu aldığı insanı fark etti. Kafasını kaldırıp kükreyerek elfe haber verdi ve hemen ardından öne atıldı. Elf okunu yaya gerdi ve kaplanın ilk darbeyi vurmasını bekledi. Katil ise kaplan kükrerken boynunun altında yaralı bir bölge görmüştü. Muhtemelen başka bir hayvanla savaşırken olmuştu ve henüz tam olarak iyileşmemişti. Mükemmel bir zayıf noktaydı. Kaplan öne atılırken yana kaçarak hançerini kaplana doğru savurdu. Ruh Hırsızı kaplanın boynundaki yaralı noktayı delip geçerken hayvan acıyla inledi. Hançer, tekinsiz siyah bir aurayla parladı ve kaplanın ruhunu çekip Katil’e aktardı. Adam bu tuhaf ölüm şekli karşısında afallayarak elfin varlığını unuttu. Kaplanın
79
Öykü
ruhunun, bedenine akarak kendi ruhuyla birleştiğini hissediyordu. Bir an için kaplanın düşüncelerini bile zihninde duyabilmişti. “Tehlike! Sahip! Yardım!” gibi basit kelimelerdi duydukları. Bir an sonraysa susmuşlardı. Kısa bir haykırış ve kulağının yanından geçen ok dünyaya dönmesini sağladı. Elf, kaplanının ölmesiyle birlikte kısa bir şok geçirmiş, bu sırada attığı ok da dikkati dağıldığı için hedefi bulamamıştı. Daha önce hiç bu mesafeden kaçırdığını hatırlamıyordu. Ancak avcılar ile hayvan yoldaşlarının sahip oldukları bağ, sadece manevi değil aynı zamanda büyülüydü de. Kaplanın ölüm acısı elfin içine işlemiş, acıyla haykırmasına sebep olmuştu. Hemen ardından attığı okun hedefini bulmamasına şaşmamak gerekirdi. Bu bir anlık hataysa pahalıya mal olmuştu. Elf yeni bir oku sadağından alıp yayına takarken Ruh Hırsızı zırhını ve göğsünü delerek kalbine girdi. Katil, elfin ruhu bedenine akarken daha soğukkanlı davrandı. Elfin düşünceleri zihninde belirirken, (“Suikastçı! Kim? Neden?”) onları umursamadan cesedin üstünü araştırmaya başladı. Bir kese altın ve elf işi erzak aldı. Ardından elfin kulaklarını kesti. Elf öldürmenin kanıtı olarak uzun kulaklardan daha iyi ne olabilirdi? Kulakları aldıktan sonra cesetleri gizleme gereği duymadan yoluna devam etti. Yaptığı suikastların gizli kalmasını istemiyordu. Elflerin onun varlığını öğrenmelerini ve onlar için geldiğini bilerek titremelerini istiyordu. Elflerin ağaçlardan oluşan doğa harikası şehri Tanlurin, endişe verici haberlerle çalkalanıyordu. Bir suikastçı Antik Orman’da kadın, erkek, çocuk, kahraman, maceracı, yolcu, gezgin ayırt etmeden gördüğü her elfi öldürüyordu. Tüm elfler kulakları kesilmiş şekilde bulunuyor, katilin izine ise hiçbir yerde rastlanamıyordu. Dahası ermişler öldürülen elflerden bazılarını hayata döndürmeyi denemişler ama ölenlerin ruhlarına ulaşamamışlardı. Bedenlerin sahip olduğu ruhlar sanki ölümden sonraya geçmemiş, âdeta yok olmuştu. Ağaçtan şehrin her yerine suikastçıyı ölü ya da diri yakalayana ödül verileceğini söyleyen ilanlar asılmış, ancak en gözü pek kahramanlar bile böyle bir tehlikenin peşinden gitmeyi göze alamamıştı. Tanlurin kralı, diğer ırkların başkentlerinden yardım istemiş ama bu soykırıma göz yummayıp yardıma gelen kahramanlar da elflerle aynı kaderi paylaşmıştı. Katil’in ismi artık hem elflerin hem de diğer ırkların arasında eskisinden de büyük bir korkuyla fısıldanıyordu. Katil, elflerin kökünü kurutmaya yemin etmiş gibiydi ve karşısına kim çıkarsa çıksın durmayacaktı. Hayatta kalan elfler Tanlurin’e sığınmıştı ve hiçbiri şehirden çıkmaya cesaret edemiyordu. Kral tüm umudunu kaybetmiş bir şekilde elf ordusunu tek bir adamı ortadan kaldırmak için harekete geçirmek üzereydi ki muhafızlardan biri odasına girdi. “Lordum, dışarıda sizinle görüşmek isteyen bir maceracı var. Katil’in cinayetlerine son verebileceğini söylüyor.” Kralın kaşları çatıldı. Bu uzun zamandır gelen ilk maceracıydı. Muhtemelen bir anlamı yoktu. Diğerleri gibi ölecekti. Ama elf ordusunun da gerçek bir çözüme ulaşacağından emin değildi. “Alın içeri,” dedi. Devasa bir ağacın tepesindeki taht salonuna pürüzsüz beyaz bir teni, masmavi gözleri, beyaz uzun saçları ve siyah yolculuk pelerini olan, deri kıyafetlere sahip bir elf girdi. Kulakları saçlarından dışarı çıkıyor, deri zırhının belinde bir topuz taşıyordu. “Huzurunuzda bulunmaktan şeref duydum yüce kral,” dedi ve yerlere kadar eğilerek elfler arasında bile artık pek kullanılmayan eski bir selam verdi. “Böyle bir görevle ilgilendiğini duymak güzel, cesur maceracı... Adını ve uzmanlık alanını bahşeder misin?” “Ben bir druidim efendim ancak güvenlik gereği ismimi açıklamak istemiyorum. En önemsiz bilgi kırıntısı bile bir suikastçının ellerinde ölümcül olabilir.” Kral, elfi baştan aşağı süzüp başını salladı. “Temkinli olmanı anlıyorum. Yalnız görev için uygun bir zaman olduğundan emin değilim. Tanlurin ordusu bu onursuz elf katilini yakalamakla görevlendirildi ve onu bulana kadar durmayacaklar.” “Yüce lordum,” diyerek gülümsedi elf. Sesinde elflere göre bile daha müzikal bir tını vardı. Üstelik
80
81
Öykü
Öykü
daha önce görevi kabul etmiş kahramanların aksine hiç endişeli görünmüyordu. “Halkınız bitti şimdi sıra ordunuza mı geldi? Antik Orman’da daha kaç elf bu adi katilin ellerinde can verecek? Bana bir hafta zaman verin. Eğer kellesini huzurunuza getiremezsem veya öldüğümü öğrenirseniz, ordunuzu planladığınız gibi harekete geçirirsiniz.” Kral düşündü. Kaybedeceği hiçbir şey yoktu. Ordudaki sayısız savaşa korkusuzca yürümüş elflerin hiçbiri bu göreve çıkmak istemiyordu. Katil’in elf halkına saldığı korku tarif edilemeyecek boyuttaydı. Karşısındaki adamsa farklıydı. Onda korkudan eser yoktu. Daha önce bu elfi şehirde görmediğine emindi. Belki de Antik Orman’daki gizli druid çemberlerinin bir üyesiydi. Yine de bir önemi yoktu. Eğer Katil’i öldürebileceğini iddia ediyorsa sorularını daha sonra da cevaplayabilirdi. “Pekâlâ,” dedi kral. “Görev senin. Ordu bir hafta boyunca Tanlurin’de kalmaya devam edecek. Senden haber alınamazsa veya bu süre içinde öldüğün öğrenilirse harekete geçilecek.” “Güveninize minnettarım majesteleri,” dedi druid ve yine abartılı selamını verdi. Sonra başka tek kelime etmeden, en ufak bir destek, ekipman, harita veya başka bir yardım talebinde bulunmadan kralın huzurundan ayrıldı. Katil’in suikastları gittikçe azalıyordu. Cinayetler arttıkça elfler Tanlurin’e kaçmış, Antik Orman’da dolaşan elf sayısı oldukça düşmüştü. Yalnızca druidler ağaçlardan yapılmış bile olsa şehir hayatını asla kabul etmiyor, vahşi doğada kalmayı tercih ediyorlardı. Druidler çemberlerine ve doğa ritüellerine çok bağlılardı. Ayrıca onlar için hiçbir yer druid çemberlerinden daha güvenli olamazdı. Çünkü druid çemberleri Antik Orman’daki en gizli ve en büyülü alanlardı. Druid olmayan hiç kimse, elf olsun ya da olmasın, çok özel bir durum olmadıkça çembere giremez; istese bile çemberi koruyan büyülü korumaları aşamazdı. Elfler hakkında geçmiş yıllardan oldukça bilgili olan Katil, druidlerin bu tavır ve düşünceleri hakkında da bilgi sahibiydi. Kurbanları azalmaya başladıkça druidleri hatırlamaya başlamış, onların ölüleri için dimenti kralından çok daha fazla altın koparabileceğini düşünmüştü. Tek sorun son derece izole edilmiş hayatlar yaşayan bu vahşi elfleri bulmaktı. Druidleri bulmanın en zor yanı şekil değiştirme özellikleriydi. Druidler isterlerse ormandaki herhangi bir hayvan, bitki, ağaç, hatta başka bir insansı olarak bile görünebilirlerdi. Üstelik bu dönüşüm büyücülerin yaptığı gibi illüzyonlarla yapılmıyor, druidler gerçekten dönüştükleri varlığın biçimlerini ve niteliklerini kazanıyorlardı. Katil oldukça yoğun arayışlardan sonra kendini takip eden bir panter fark etmişti. Önce bunun daha önce de karşılaştığı avcıların hayvan yoldaşlarından biri olduğunu sandı. Ama hayvan yalnızdı. Üstelik nereye giderse gitsin gizlice peşinden geliyordu. Katil, yemek molalarında hayvanın ağzını sulandıracak etler yiyor, bazı parçalarını rastgele ortada bırakıyordu. Zaman zaman da elflere pusu kuracakmış gibi ormanda bir hayvanın kolayca yakalanabileceği tuzaklar kuruyordu. Panter ise bıraktığı et parçalarının hiçbirine dokunmuyor, hazırladığı tuzakların hiçbirine yaklaşmıyordu. En ilginci de kendisini sadece gece vakti takip ediyordu. Katil kısa süre sonra bunun gerçek bir panter olmadığını anlamıştı. Bu bir druiddi ve Katil’in işini bitirmek için fırsat kolluyordu. Suikastçı hiç olan bitenin bilincinde değilmiş gibi bir yemek molasından sonra son derece ortalık bir yerde dinlenmek üzere oturdu. Başı birkaç kez yaslandığı ağaçtan göğsüne düşüyor, hemen başını kaldırıp uyanık kalmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. En sonunda düşen başı geri kalkmadı ve horlamaya başladı. Panter adamın arkasından yavaşça yaklaştı. İlk pençesini atmak üzere gerildi ve aynı anda göğsüne tarif edilemez bir acı saplandı. Ruh Hırsızı panterin bedenine girmiş, hayvanın gözleri Katil’in acımasız bakışlarıyla buluşmuştu. Avcı panter, uyuyakalmış numarası yapan insana avlanmıştı.
82
Katil, hançeri çekip ayağa fırladı ve karanlık bir bulutun içinde ortadan kayboldu. Panter şaşırmış gibiydi. Yaralanmış ancak hâlâ hayattaydı. Katil son darbesini vurmak için suikast hilelerine başvuruyordu anlaşılan. Yarası kısa bir süre için kaldırabileceği düzeydeydi. Bağlı olduğu druid çemberinin güvenliğine dönene kadar dayanabilirdi. Hızla ters tarafa koşmaya başladı. Katil arkasından geliyorsa bile ona yetişmesi mümkün değildi. Kısa süre sonra izini kaybettirdi. Kurtulmuştu. Katil’in elinden sağ kurtulabilmiş tek elfti. Çemberi koruyan büyülü ağaçlara geldiğinde elf formuna döndü ve kendini iyileştirdi. Sonra da büyülü korumayı kaldırarak çemberden içeri girdi. Etrafa bakıp güvenli olduğundan emin olduktan sonra koruma büyüsünü yeniden aktifleştirdi. Katil tam bu sırada bir hayalet gibi çemberin sınırları içine sızmayı başardı. Druid panter formunda ne kadar hızlı olsa da Katil fazlasıyla hazırlıklıydı. Kurbanını bilerek hayatta bırakmıştı. Panter kaçmaya başlar başlamaz hareketlerini hızlandıracak bir iksir içmiş, hemen ardından görünmezlik yüzüğünü çalıştırmıştı. Böylece panik halindeki druidi takip edebilmiş ve druid çemberinin büyülü korumasından içeri girmişti. Druid, çemberi kapadıktan sonra sakince yürümeye başladı. Muhtemelen olan biteni diğer druidlere anlatmaya gidiyordu. Birkaç adım atmıştı ki gırtlağı tenine değen soğuk bir hançer tarafından boydan boya kesildi. Oluk oluk kan boynundan yeşil çimenlere aktı. Katil druidin kulaklarını kesmek için eğilmişti ki durdu. Her öldürdüğü kurbandan sonra bedenine akan ruhu bu kez hissetmemişti. Kendisi mi fark etmemişti? Yoksa druid hâlâ yaşıyor muydu? Eğilip kendi kanı içinde boğulan elfin nabzını kontrol etti. Ölmüştü. Teni de bembeyazdı. Belki druidin boğazını kestiğinde hançer bedene girmediğinden ruhu çalamamıştı. Hançerin efsununun nasıl çalıştığını tam olarak bilmiyordu, dolayısıyla net bir cevap bulması mümkün değildi. Tam bu sırada çemberin ilerisinden patlamaya benzer bir ses geldi. Katil cesedi olduğu gibi bırakıp hızla ilerlemeye başladı. Druidler doğa titanı için yaptıkları ritüeli bitirmek üzerelerdi. Böylece her gün yenilenen druid güçleri kendilerine bahşedilecek ve onlar da bu güçleri tabiatı korumak için kullanacaklardı. Ritüelin sonuna doğru yaşanan patlama hepsinin konsantrasyonunu dağıttı ve ritüel kesildi. Hepsi yaşadıkları şokla iki büklüm olarak yere çöktü. Çemberde kan dökülmüş ve kutsal ritüel büyüsel bir patlamaya sebep olarak bozulmuştu. “Neler oluyor?!” diye haykırdı başdruid diğerlerine dönerek. Druidlerden bazıları hemen şekil değiştirerek etrafı kolaçan etmek üzere harekete geçti. Aynı anda etrafa yayılan siyah bir duman her yanı kapladı. Hâlâ elf formundaki druidler, oluşan sisi dağıtmak için doğa büyülerini kullanmaya çalıştılar ama ritüel tamamlanmadığından güçleri yenilenmemişti. Sis dağılamadan Ruh Hançeri’nin soğuk çeliği başdruidin sırtından içeri girdi ve ruhu Katil’e doğru aktı. Sis dağıldığındaysa suikastçıdan hiçbir iz kalmamıştı. Katil hızlı adımlarla druid çemberinden uzaklaştı. Daha çok kurban bulmayı bekliyordu, üstelik başdruidin de diğer druidin de kulaklarını bile alamamıştı. Ama bu kadar elf bir aradayken daha fazlasını yapamazdı. En azından Antik Orman’ın en güçlü druidinin hayatı artık ona aitti. Kısık bir kahkaha duyduğunda bir an için druidlerden birinin kendisini takip ettiğini zannederek gizlendi. Hâlâ çemberin sınırları içinde olabilir miydi? Hayır, çoktan çıkmış olmalıydı. Çemberin kutsallığı bozulduğundan koruma kalkanı da büyüsünü kaybetmişti. Öyleyse kim onu takip edip bir de yakınında kahkaha atmaya cüret etmişti? Etrafa biraz daha dikkatle baktı ve keskin gözleri ağaçların arasında hızla uzaklaşan bir elf fark etti. Elf onu görmüştü ve ölmeden kaçmayı başarmıştı. Hiçbir düşmanı Katil’e bu kadar yaklaşıp hayatta kalamazdı. Sinirle elfin kaçtığı yöne dönüp onu takip etmeye başladı. Takibe bir süre devam ettikten sonra elfin ağaçlar arasındaki bir açıklığa vardığını gördü. Şans ondan yanaydı. Yüzüne sinsi bir gülümseme yerleştirerek Ruh Hırsızı’nı çıkardı ve elfe doğru fırlattı. Hançer havada döndü. Dönerken şimdiye kadar ruhunu çaldığı
83
Öykü
Öykü
kurbanların çığlıklarına benzer bir inilti çıkardı. Ardından neredeyse yeniden ağaçların arasına girmiş olan elfin sırtına saplandı. Elf acı dolu bir haykırışla yere yığıldı ve hareketsiz kaldı. Katil’in sırıtışı yüzüne yayılırken, yavaş adımlarla cesede yaklaştı. Bir elf daha büyük Katil’in ellerinde can vermişti. Cesedin sırtı kan içindeydi ama hançer sırtına saplı değildi. Elf düşerken hançer de başka bir yere düşmüş olmalıydı. Cesede arkasını dönüp etrafa bakınarak hançeri aradı. Ortalarda görünmüyordu. Tam o sırada arkasında bir hareket hissetti. Geri döndüğünde ceset yoktu. “Neler oluyo...” Cümlesini bitiremeden soğuk çeliğin sırtına saplandığını hissetti. Öldürdüğü elflerin ruhları bedeninden muazzam acılar vererek ayrılmaya başladı. Soluk tenli elf, Ruh Hırsızı’nı geri çekip Katil’i yere fırlattı. Onu hemen öldürmek istemiyormuş gibiydi. Gerçekten mermer gibi bir teni, bembeyaz bir suratı vardı. Dişleri tuhaf şekilde ağzından fırlayacak gibiydi. Boynu yaralıydı. Katil şansını zorlamadı. Ağır yaralanmıştı ama bedeninde hâlâ bir sürü elfin ruhu saklıydı. Hayatta kalabilirdi. Ayağa kalkıp kaçmaya yeltendi ancak elf muazzam bir hızla önüne geçip bu kez hançeri göğsüne sapladı. Hiçbir elf bu kadar hızlı olamazdı. Elfin sırıtan yüzü suratına o kadar yaklaşmıştı ki boynunun sadece yaralı değil boydan boya kesilmiş olduğunu gördü. Bu, druid çemberine girerken kovaladığı elften başkası olamazdı. “Nasıl hayatta olabilirsin?” diye sormayı başardı zorlukla. “Sen nesin?” “Bir zamanlar elftim,” dedi yaratık buz gibi ancak melodik bir sesle. “Güçlü bir druiddim. Şimdiyse çok daha fazlasıyım.” Sırıtışı iyice yayıldığında ağzındaki uzun köpek dişleri ortaya çıktı. Bu bir vampirdi. “Elflere... Yardım etmek için... Çok geç kaldın. Sayısız elfi... Katlettim.” Katil konuşmak için muazzam çaba sarf ediyordu ama ölecekse bile kendisini alt eden düşmanı karşısında sinmeyecekti. Vampir, Katil’in daha önce duyduğuna benzer ama daha yüksek bir kahkaha attı. Kahkaha adamın kafasında yankılanıyordu. Vampir âdeta zihninin içinde gibiydi ve aklını okuyordu. “Elflere yardım ettiğimi kim söyledi? Aslında başdruidi öldürdüğün için sana minnettarım. Böylece onun yerine geçebilirim. Hatta rapor vermeye gittiğimde elf kralını, ödülünü senin yerine almaya gittiğimde de dimenti kralını öldürebilirim. Tek fark öldürdükten sonra onları dönüştürecek olmam...” Katil dehşet içine düşerken, vampirin dişleri boğazına saplandı. Göğsünden ruhu, boynundan kanı çekiliyordu. Bedeninin âdeta çürüdüğünü hissediyordu. Daha önce hiç hissetmediği muazzam bir korku ve acı içinde haykırmaya başladı. Yaşamı bedenini terk ederken hayatı gözlerinin önünden geçti. Ömrü boyunca her ırktan sayısız kişiyi öldürmüş, hiçbir cinayetinde tanık bırakmamıştı. Üstelik öyle bir güç elde etmişti ki ölümsüzlüğe kavuşmak üzereydi. Başkalarının canını alarak ömrüne kattığı sonsuz bir yaşam... Ancak ölümle bu kadar oyun oynamak elbet daha büyük güçlerin dikkatini çekerdi. Ve şimdi lanetli bir vampir tarafından katlediliyor, yıllarca katlettiklerinin intikamı alınıyordu. Sonunda işlediği cinayetlerin birinde tanık bırakmıştı ve o tanık Katil’in sonu olmuştu. Yazan: Altuğ Can ONAT
84
İllüstrasyon: Buğra Batuhan Berah
Sessiz tanık yoktur… Duvarların dilleri… Herkes takmış bu dil meselesine… Duvarların dilleri olsa da konuşsalar! Konuşsalar, ne diyecekler? Kadın yemeği hep ocakta unuturdu, koca akşamları içmeden duramaz, eşini döverdi, oğlan ders çalışıyorum ayağına bikinili kadın dergilerini okurdu, kız sürekli elinde telefonla akşama kadar okulda didiştiği arkadaşına erkek arkadaşıyla yaptıkları yazışmaların ekran resimlerini paylaşıp, yorumlarını alırdı, mı? Duvarların gözleri olup da göremedikten sonra… Kulakları olup da duyamadıktan sonra… Dilleri olup da; konuşmaları mı kusur kaldı? … Daha on yılı dolmamıştı meslekte, ancak yılda 365 gün, neredeyse üçyüzaltmışbeş olay… Saymakla bitmez… On yılda tutanaklara yansıyan sayfalar uçuca eklense, dünyanın çevresini iki defa dönerdi… Artık hiç birisini hissetmiyordu; çığlıkları duymuyor, hamleleri hissetmiyor, fışkıran gözyaşlarını görmüyordu… Çankaya’nın dar ve tenha ara sokaklarında, girdiği otuz yıldan eski dairelerde yalnız ölümün kokusunu alır, Keçiören’deki dar ve kalabalık ara sokaklarda bulunan kentsel dönüşüm ucubesi gecekondu gökdelenlerde ise uzaktan göründüğünden daha farklı bir hayatın yaşandığını hissettiren çığlıklarla, duvarları döven yumruklarla karşılanırdı. Biri bağırır, biri kendisini parçalardı. Çoğu “kalk, uyuma” nidalarıyla haykırırlardı yerde boylu boyunca yatan sessiz uykucuya. Oysa ki tekme atsan uyanmaz, ne derin uykuysa bu… Son uyku! … On yıl… Küçümseyenler çoktu. “Senin daha yaşın ne ki” derlerdi. Mesleğe otuzbeş yılını vermiş üstad, sürekli bu durumu vurgulardı. Bazen “sene bindokuzyüzsekseniki” diye başlar, hemen ikinci cümlesi; “sen o zaman var mıydın, tevellüt kaçtı” olurdu… Karıncayı bile özenerek yaratan, zamanı bu kadar hoyratça ortalığa salmış olamazdı… Koskoca on yıl! Dile kolay… Tecrübe primse, aylık alınan; onun primleri artık bir ev ve bir araba alacak kadar olmuştu. Harcamakla bitmezdi… Ve hâlâ her girdiği binaya “burada yeni bir şeyler öğrenmeliyim” diye adım atardı. Onun besmelesi buydu… … Kimi gözleriyle konuşur, gözleriyle dinlerdi. Kimi kulaklarıyla dinler, duyduklarıyla tartışırdı. Kimi kokusundan tanır, bir tadım uzmanı gibi ölüm uykusu sinmiş odayı uzun uzun koklardı.
85
Öykü
O ise yılların aylardan, ayların günlerden, günlerin saatlerden, saatlerin dakika ve saniyelerden oluştuğunu kabul edip, her saniyeyi diğerinin yanına değil, üzerine koyarak oluşturduğu zirveye çıkar, en tepede her noktayı görebilir olmanın ayrıcalığıyla gözlerini kapatıp, ellerini açarak yapardı işini… … Duvarların dili olsa da konuşsa… Sandalyelerin dili olsa da konuşsa… Masanın dili olsa da konuşsa… Kanepenin dili olsa da konuşsa! Halının dili olsa da konuşsa! Tencerenin dili olsa da konuşsa! Kepçenin dili olsa da konuşsa… Bıçağın dili olsa da… O kanları anlatsa. O ete nasıl battığını, nasıl öfkeli bir elin esiri olduğunu dillendirse… … Oysa hepsi konuşuyorlardı… Sadece o konuşmaları duyacak bir kulak gerekliydi… Ve onun kulağı, kafasının iki yanında değildi. Duvara dokunan kanlı parmakları, yerdeki Uşak Halısının kıvrık saçakları, tezgâha bırakılmış bıçaktan damlayıp kuru koyu bir renge dönmüş kan… Masanın diğer tarafındaki devrik sandalye, yemek tabağının içinde atılmışçasına duran kaşık, ters tarafa konmuş bir çatal, yarısı içilmiş bir kâse çorba… … Onun işi şimdi başlıyordu! Odayı ölçen üniformalılar çekilmiş, içerideki odada sakinleştirici verilen, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş, tülbendi başının tepesinden bağlı kadın arkası dönük olarak dışarı çıkarılmış, foto-film şubedekiler son pozları da almışlar ve mekânı ona bırakmışlardı… Onun sahnesi başlamıştı. Şimdi duvarlarla konuşacak, halıyı dinleyecek, masaya sorular soracak, çorbanın tuzunu öğrenecekti… O kaşık neden kâsenin ortasında duruyordu? Onun işi sessiz tanıkları konuşturmak, gerçeği öğrenmekti. Duvarlar yalan söylemezdi. Masa yalan söylemezdi… Kâse yalan söylemezdi… Bıçak yalan söyleyemezdi… Bugün, bu gece hiçbiri yalan söylemeyeceklerdi… Söyleyemezlerdi! Eğer varacağı sonuçta bir yanlışlık olursa, hata kendisinde olmalıydı. Söylenenleri anlayamamış, demekti! Ama günler sonra buraya tekrar gelse, o zaman aynı soruları sorsa onlardan alacağı yanıtların yalan olacağını da öğrenmişti… Duvardaki izleri silen, sandalyeyi düzelten, kâseyi yıkayanlar onları yalana iteceklerdi. Bu sessiz sanılan, masum tanıkları konuşturma sırası onundu, elinde duran klasörün kapağını arkaya doğru çevirdikten sonra koyu renk büyük harflerle yazılmış kâğıttaki boşlukları, sorduğu sorulara aldığı cevaplarla doldurmaya başladı; “OLAY YERİ İNCELEME TUTANAĞI” Yazan: Mahmut Kaan Yüksel
86
87
İllüstrasyon: Hasan Beder
Öykü
Sessizliğin Tanıklığı Ferdi’nin ifadesinden: “Eve anahtarla kapıyı açarak girdim. Daha kapıdan girer girmez yoğun şekilde öksürük ve öğürme sesleri duydum. Bu sesler babama aitti, bunu anlamıştım ve düne nazaran daha da hasta olduğunu düşündüm. ‘Hava seni fena çarpmış baba’ diye içeriye seslendim. Ardından bir inilti duydum. Bir an için durup kulak kabarttım. Babamın sesinin geldiği yön bana yatak odasında olduğunu söylüyordu. Benim bulunduğum hol, mutfak ve yemek odası arasındaydı. Yemek odasını geçince babamın yatak odasına çıkılıyordu. Yavaş yavaş oraya doğru yürüdüm, yatak odasının kapısına geldim, “baba iyi misin?” diye tekrar sordum. Cevap gelmedi ama yatakta olduğunu, doğrulmaya çalıştığını ya da sağına, soluna dönmekte olduğunu düşündüm. Yatakta hareketlilik hissediyordum. Odada duyduğum son ses burun ya da gırtlaktan geldiğini düşündüğüm tiz ve kısa bir sesti.” … Babasının ölümünün ardından 2 hafta geçti. İlçe Emniyet Müdürlüğünün başkomiseri Hakan Bey, Ferdi’yi bugün öğleden sonra karakola çağırmıştı. Ferdi sadece 1 bardak süt içip evden çıktı. Merdivenleri hızlı adımlarla indi, caddeye çıktığında koltukaltında tuttuğu beyaz bastonunu çıkardı. Ne zaman huzursuz olsa bastonunu ritmik bir tempoda vurarak yürürdü ama bu ritim beste yapılabilecek türden değildi. Bastonu olmadan da bütün sokakları ezbere geçebilirdi ama elinde tuttuğu en yakın arkadaşı onu hesaba katılamayacak şeylerden koruyordu. Yolun ortasına bırakılmış bir çöp poşeti, belediyenin kazdığı bir çukur, taşları sökülmüş kaldırımlar ya da güneş altında uzanmış köpekler gibi. Ferdi evinden ayrılalı 4 sokak geçmişti. Tüm sokaklar aynı cadde üzerinde yer alıyordu. Fazla dolambaçlı yollar olmadığından yürüyüş onun için daha keyifli bir hâl alıyordu. Üstelik bugün güneş ışıkları, kara bulutları birkaç yerden yırtmış, yeryüzüne biraz olsun neşe katmıştı. Ara ara yüzünü gıdıklayan, göğsüne doldurduğu ılık ve yumuşak havayla kendini daha iyi hissediyordu. Caddede biraz daha ilerledikten sonra dört yola çıktı, hemen çaprazında karakolun olduğunu biliyordu. Trafik ışıklarında biraz bekledikten sonra uyarı sesini duyup karşıya geçti. Karakola girince memurlardan biri yanına gelerek yardımcı olup olamayacağını sordu. Ferdi geliş nedenini açıkladıktan sonra memur, komiserin odasına kadar ona eşlik etti. Kapıda Hakan komiser onu bekliyordu: “Seni buraya kadar yordum ama hava bugün çok güzel sana da iyi gelecektir.” “Evet, bugün farklı bir gün.” “Ferdi, babanın yokluğu senin için çok daha zor farkındayım ama katili bulmak için çok yaklaştığımızı da bilmeni isterim. Umarım bu senin için güzel bir haberdir, seni buraya bunun için çağırdım.” “Babamı kaybetmiş olmam evet zor ama benim için asıl zor olan belediyenin her gün kazdığı kaldırımlar.” Hakan komiser Ferdi’ye neden ısındığını hatırladı birden. O, her ne yaşarsa yaşasın sahip olduğu ince mizahı ve keskin zekası onu yeniden hayata bağlıyordu. Göremeyeceğini bilse bile bir an için bir gülümsemeyle ona baktı ve sözüne devam etti: “O gün bize anlattıklarını hatırlıyor musun? Cinayet masasına yeni atanan biri var. Dosyayı gördüğünde ilginç bulup biraz ön bilgi istedi. Sonra daha da detaylı bir şekilde konuştuk. Niyetim sana defalarca ifade verdirmek değil zaten bunu yapmam da ama sadece bir kere Tayfun Bey’le konuşmanı istiyorum. Bana anlattıklarını hatırlayabildiğin ne varsa lütfen ona da anlat.” “Ne zaman konuşacağız?”
88
89
Öykü
Öykü
“Eğer izin verirsen hemen şimdi.” “Tamam ama daha önce de söylediğim gibi, babamı ‘sessizlik’ öldürdü Hakan Bey.” Hakan komiser kısa bir duraksamadan sonra telefon ahizesini kaldırıp, Tayfun Bey’i içeriye davet etti. Tayfun komiserin hemen gelmesi hâlihazırda bekliyor olduğunu gösteriyordu. Konuşmaya gerçekten hevesliydi, Ferdi bu hevesin nedenini anlamaya çalışıyordu. Tayfun Bey’in konuşmasına izin vermeden ayağa kalktı, ona doğru döndü, elini uzatıp şöyle dedi: “Merhaba ben Ferdi, babamın öldürülmesi sizi neden bu kadar ilgilendiriyor, merak ettiğiniz nedir?” Tayfun komiser bu kadar hızlı bir giriş beklemiyordu ama o da sabırsızdı. Bu nedenle elini sıkıp Ferdi ile doğrudan konuşmaya karar verdi: “Ferdi, aslında babanın öldürülmesinden ziyade öldürülüş şekli beni meraklandırdı. Hakan Bey bana cinayetin sen odadayken işlendiğinden bahsetti.” Ferdi bu sırada yüzünü ayaklarına doğrultup düşünür pozisyonu aldı. Hakan komiser “acaba çok mu hızlı başladın?” dercesine Tayfun Bey’e baktı fakat Tayfun komiser kendinden emin bir şekilde konuşmaya devam etti: “Yani Ferdi, sen, baban ve katil aynı odadaydınız. Babanın katli sırasında onun hasta olduğu için öksürüp, inlediğini düşündün. Bu çok da olası çünkü baban hem yaşlıydı hem de çok üşütüp hasta olmuştu. Otopsi de bu tanımlamaları doğruladı ama neticede babanın boğularak öldürüldüğünü biliyoruz. Ancak, yanıldığın bir şey var; babanı sessizlik öldürmedi!” “Ferdi, başını kaldırıp Tayfun komisere baktı. Babasının dosyasını kelimesi kelimesine, atlamadan okuduğunu düşündü. Ferdi ile göz göze gelen Tayfun komiser ise o an, bunun tam manasıyla bir “bakış” olduğunu düşündü. “Aradığımız anahtar tam da bu kelimede saklı. Cinayet işlenirken odada katilin hiçbir sesi duyulmadı.” Bir süre duraklayan Tayfun Komiser önce Hakan Bey’e baktı, sonra odada rastgele gözlerini gezdirdikten sonra sözüne devam etti: “Gözlerine baktığımda görme engelli olduğunu anlayabilmem için saniyeler geçmesi gerekiyor. Çünkü bakışların o kadar keskin ki bir an için etrafındaki her şeyi aslında görebiliyor olduğunu düşünebilirdim. Üstelik güzel gözlerin var.” Ferdi, Tayfun Komiser’in ne demek istediğini çok iyi anlıyordu. O, etrafı çok iyi algılayabiliyordu ve gözle görülebilir bir kusuru da bulunmuyordu. “Cinayeti kimin işlediğini kısa sürede netleştirmeyi umuyorum Ferdi. Senden isteğim, gündelik hayatta görüştüğün, senin görme engelli olduğunu bilen ve şüpheli gördüğün kişilerin bir listesi.” Hakan Bey gözlerini Tayfun Komiser’e dikmişken birden Ferdi’ye döndü. Tayfun Komiser sözlerine devam ediyordu: “Hakan Komiser’den aldığım bilgiye göre hayatta bulunan yakın akrabalarının ifadeleri zaten alınmış. Bunları okudum, inceledim. Kayda değer bir şey, şüpheli kimse yok. Aynı şekilde, gündelik hayatta görüştüğünüz kimselerle de konuşuldu; kapıcı, bakkal, komşular hatta ayakkabı tamircisi bile var aralarında. Arada bir husumet var mı araştırıldı ama sonuçta elde var “0”. Cinayet işlendiği sırada, orada ‘işittiğin’ her ne var ise canlandırmak istiyoruz yeniden. Fakat bu sefer tam sessizlik sağlanması için odada sadece 3 kişi olmalıyız derim. Canlandırma için memur arkadaşlardan yardım istenmeyecek. Hakan Bey, ben ve sen evde olacağız. Bizim için bu canlandırmayı yapar mısın lütfen? Aynı akşam şüpheli olabileceğini düşündüğün kişilerin bir listesini hazırlamanı istiyorum. Belki bizim değil ama senin şüpheli gördüklerinden yola çıkabiliriz böylece.”
Ferdi sessizlik içinde dinledi ve yanıt vermeden önce birkaç dakika konuşmadı. Derin düşüncelere daldığı anlaşılıyordu. Hakan Komiser onun bu hâlinden huzursuz olmuştu: “Ferdi, bu durumun senin için zor olacağını biliyorum ama lütfen bize yardım eder misin?” “Peki, aynı şeyi tekrar yaşamak, hissetmek istemiyorum fakat madem bu kadar ısrarcı ve kararlısınız yapacağım. Akşam da size bir liste hazırlarım. Canlandırmayı ne zaman yapmak istiyorsunuz?” “Hemen, şimdi” diye yanıt verdi Tayfun Komiser. Olayı çözecek olmasının verdiği bir heyecan taşıyordu ama profesyonelliği ve durumun hassasiyeti gereği bunu yansıtmamaya uğraşıyordu. Üstelik sonunda yanılma payı da vardı. Hep beraber Ferdi’nin evine, cinayetin işlendiği odaya geçtiler. Canlandırmayı nasıl yapacaklarını konuştular, herkes yerini alırken Ferdi de cinayet silahı olarak bir çamaşır ipi eline aldı. Hakan Komiser cinayetin işlendiği yatakta Ferdi’nin babası olarak uzandı. Tayfun Komiser ise Ferdi’nin tam tarif ettiği gibi anahtarla kapıyı açarak eve girdi ve Ferdi’nin çıkarttığı sesleri duyunca aynen onun gibi içeriye iki kere seslendi. Yatak odasına geldiğinde Ferdi’nin elinde tuttuğu çamaşır ipini Hakan Komiser’e doladığını ve boğuyormuş gibi yaptığını gördü. Yatak odası kapısında biraz durduktan sonra Hakan Komiser’in kısık ve tiz bir sesle ölüyor olmasını gözlemledi. Canlandırmayı sadece bir kere yaptılar. Sonrasında da Ferdi, Tayfun Komiser’e istemiş olduğu liste için “bu akşam hazırlarım, yarın da emniyete gelir bırakırım” dedi. Bu konuşmanın ardından Tayfun Komiser ve Hakan Komiser İlçe Emniyet Müdürlüğüne geri döndüler. “Tayfun Bey iddianızda haklıymışsınız. Görünen köy de klavuz istermiş meğer. Ben yarını beklemeden hareket etmekten yanayım.” “Ben de, çünkü gördüğüm şey bunun için yeterli.” Aynı akşam Ferdi’nin evinde gürültü duyuldu. Akşam vakti olduğu için komşular da korkmuş bir şekilde camlara, balkonlara çıkmış; Ferdi’nin tutuklanmasına tanıklık ediyorlardı. Görme engelli birinin babasını nasıl öldürmüş olabileceğine kimse anlam verememişti. Zaten Hakan ve Tayfun komiserin de iş üstünde dikkatli ve hassas davranmasının nedeni buydu. Ferdi’yi tutuklayan kişi Tayfun komiser oldu. “Ferdi, baban Basri Tan’ın ölümünde birinci derece şüpheli konumundasın, yargılanmak üzere tutuklusun.” “Bunu benim yaptığımı nasıl düşünebilirsiniz?” “Düşünmedik Ferdi, gördük. Sen babanı yani Hakan komiseri bir çamaşır ipiyle boğmaya çalışıyordun. Biz sana otopsi raporunun sonucuna göre babanın boğularak öldürüldüğünü söyledik ama ne kullanılarak ya da nasıl olduğunu değil. Sen de sormadın. Pek çok olasılık içinde hiç düşünmeden çamaşır ipini eline aldın. Tıpkı otopsi bulgusuyla uyuştuğu gibi…”
90
91
Yazan: Arzu Yazıcı
İllüstrasyon: Eren Ersoy
Öykü
Soluk “Bu gece şehirdeki en tehlikeli şey benim,” diye düşündü. Zorlu bir görüşmenin onu beklediği bir odanın kapısından geçerken, bir kadına yaklaşmak üzere ilk adımını atarken hep böyle bir mantrayı geçirirdi içinden. Şimdiyse önünde ne yapılacak bir görüşme, ne de fethedilecek bir kadın vardı. Bu gece birini öldürecekti. Kaçıncı kez? Elli yedi. Artık eskisi kadar umursamıyordu bu sayıyı. Bir yerden sonra saymayı bırakacağından emindi. Yakalanmayacaktı. Nedenini kurbanlarını seçmemesine bağlardı. Ne mekan, ne zaman, ne de onların ölmeden önce ne oldukları, nasıl oldukları ilgisini çekerdi. Sadece yanlış yerde yanlış zamanda bulunmaları yeterliydi. Listesinde yaşlılar, çocuklar; zenginler ve fakirler bulunuyordu. Tamamen rastlantı! Bu gece de biri ölecekti ama kim olacağını bilmiyordu. Böylesi hoşuna giderdi. Aslında bu şehirde bile yaşamıyordu! Pazartesi günü Afyon’da olması dışında bir planı yoktu. Sadece yoldayken “Bu saatte açık ve ismi Ceylan olan bir eczane görürsem geceyi burada geçiririm,” şartını koymuştu kendine. Ceylan ismini bir tekel bayiinden çalmıştı. Eczaneyse radyoda duyduğu yeni kanun tasarısı haberi üzerine gelmişti aklına. Hem isim hem de nöbetçi olma şartını koyarak ihtimalini son derece düşürmüştü ama yine de tutmuştu. İşte en önemlisi buydu. Yine de tutmuştu! Atatürk Lisesi gibi her şehirde olan bir şeyle karar vermezdi asla. Öyle bir rastlantının kıymeti yoktu. Son derece izbe bir mahalleye geldi. Şehrin merkezine yakın olmasına rağmen kalkınmanın bir beş sene rötarlı geldiği bir mahalleydi burası. En fazla iki katlı binalar, yetersiz aydınlatılmış sokaklar. Değeri düşük arabalar... Ucuz mekanlar,ucuz insanlar. Evlerin bacalarından çıkan dumanın kokusunu alıyordu. Kışları burada soluk almanın eziyet olduğunu düşünmek hiç de zor değildi. Kendilerini yavaş yavaş zehirleyen bu insanlara acımak mümkün değildi. Sahnesini kuracağı yeri bulmak için arabasını loş sokaklara sürdü. Yavaş sürdüğü için bir mırıltıdan ibaretti gürültüsü. Öldüreceği yeri bulması da zor olmamıştı. Sırada kurbanı vardı. O biraz şansa bağlıydı işte. Son derece bakımsız bir mezarlığın yanından geçerken arabasını durdurdu. Burası harikaydı! Neredeyse hiç ışık yoktu. Bu tür mahallelerde büyüdüğü için böyle bir mezarlığın geceleri kimleri çekebileceğini de biliyordu. Çocukluğuna daha fazla gitmedi. Bugün burada birilerini öldürmek için pusuya yatmasının sebebi orda olsa da, geçmişe dönmenin bir anlamı yoktu onun için. Dikkatini mezarlığa , sessiz gemiyle açılanların geride bıraktıklarının saklandığı yere verdi. Yazıları okunmayan mezar taşları, altında yatan gerçeğin çarpıttığı korkunç ağaçlar, diz boyuna gelen zararlı otlar... Şehrin merkezine bu kadar yakında durmasına rağmen görmezlikten gelinmiş ve ilgisizlik sayesinde gittikçe dokunulmaktan korkulacak bir hale gelmiş dev bir leşti. Çocukların kan ter içinde nefes nefese uyandıkları kabusların, kendini evinde hissettiği bir yerdi. Etrafında örülü olan duvar bile yıkılmak üzereydi. Sadece küçüklerin ötesini görmesini engelleyecek kadar yüksekti. Avrupa’daki gibi yüksek duvarlarla çevrili, içi değme parklara taş çıkartacak ferahlıkta olan bir mezarlık değildi. Burada bakımından korksa da insanlar, bakmadan da edemezlerdi. Avrupa’da süslenerek üstü örtülen ölümün maskesi mezarlıklar, burada aynı gerçekliği hatırlatan ve onun korkusuna dikkat çekmekle mükellef sefil nazar boncuklarıydı. Avrupa’yı sevmezdi.
92
93
Öykü
Öykü
Etrafta kimsenin olmadığından emin olduktan sonra duvarın üstünden atladı. Eğer biri bu gece mezarlığa girmeye karar vermişse, ölüler arasındaki yerini alacaktı. Kim gelebilirdi? Heyecan arayan çocuklar, gizlice buluşmak için sevgilisini bekleyen aptallar, gidecek başka yeri olmayan ve içmeye gelen düşkünler...Sonsuz ihtimaller! Duvarın dibine sindi. Nabzı biraz yükselmişti. Yol yorgunluğuna rağmen kendini daha canlı hissediyordu. Gülümsedi. Mezarlığın içindeki havada bitkilerden dolayı çok tazeydi. Derin bir nefes aldı. Bırakmadan önce de bir süre tuttu. Mezarlığın mahallenin cansız olan sokaklarına bakan tarafına ilerledi. Düşüncelere dalacağı uzun bir bekleyişe hazırlamıştı kendini. Sadece kulakları su üstünde olacaktı. Onu örten ve elbiseleriyle mükemmel bir uyum sağlayan karanlığın koruması yeterliydi. Sonra alışık olmadığı bir duyguya kapıldı. Biri onu izliyordu. Dikkat kesildi, her tarafı dinledi. Nefesini bile uzun süre tuttu. Kimseyi göremedi. Mezarlık yüzünden olmalıydı. Bu onu sinirlendirdi. Mezarlıkta olduğu için gerilen bir korkak değildi! Ne yerden biten ölüler,ne de yolunu kaybetmiş hayaletler vardı. Böyle şeylere inanmıyordu. Babası için “Allah’ından bulacak!” diye beddua eden annesi gibi değildi. Sözkonusu o olduğunda tokadını ve sopasını eksik etmeyen ama laf babasına geldiğinde işi tanrıya havale eden annesi... Yaşlanınca sıçarken çok zorlandığı için beynindeki bir damarı çatlatıp ölen annesi... Hayır, onun dünyasında elleri taş kestiren ilahi güçlere yer yoktu. Ne yaratılış vardı ne de diriliş. İlahi adaletse olaylara getirilen yorumlamardan ibaretti. Ölümün ötesinde bir şey olduğuna dair en ufak bir ize tanıklık etmemişti bugüne kadar. O etmediyse kimse etmemişti. Düşüncelerini o köşede daha fazla tutmadı çünkü biraz ilerisinde duvardan bir kız atladı. Çok yakındı. Yine de kız onu farketmedi. “Ben bir gölgeyim,” diye düşündü. Çocuk, karanlıkta bastığı yere dikkat ederek ilerledi. Gitmek istediği yeri bilen birinin adımlarına sahipti. Pijamasıyla çıkmıştı, ayağında da terlikler vardı. Çok kırılgan ve savunmasız görünüyordu. Muhtemelen yakınlarda oturuyordu. Hiç de ürkmüş gibi görünmüyordu. Bu seferki kurbanının bir çocuk olması sevindirdi onu. Kızın elindeki yarım ekmek, bir gölgenin altında tekrar kararmadan önce ay ışığında gizemli bir tılsım gibi parladı. Merakı uyandı. Acaba niyeti neydi? Kız, mezarlığın ortasına doğru ilerliyordu. Onu bir ağacın arkasında gözden kaybedeceğini farkedince harekete geçti. “Bir kaplan kadar sessizim...” diye mantrasını aklından geçirirken, ağaca siniverdi. Kız, bir mezarın başında durdu. Sonra etrafına bakındı. Birini arıyordu. Bir süre sonra elindeki ekmeği mezarın yanına bıraktı ve fısıldadı. “Nerdesin dayı?” Sessizlik yüzünden çocuğun sesi, aniden ortaya çıkıp yerdeki yapraklarla beraber uzaklaşan rüzgar gibi bir ürpertinin üzerinden geçmesine sebep oldu. Dayısının hayaletini mi bekliyordu? Belki ailesi anadolunun ücra yerlerinde ölülere yemeğin sunulduğu tuhaf bir adetin olduğu karanlık bir köşeden göçüp gelmişti buralara. Eğer öyleyse, hayatında gördüğü en tuhaf adet bu olmazdı. Bu durumda, kızı öldürerek ona değil belki ama, topluma kesinlikle bir iyilik yapıyordu. Tekrar izlendiği hissine kapıldı, ama bu sefer içindeki panik duygusunu dizginledi. Dikkatinin benzer bir şekilde dağılması yüzünden az önce kızı duvarın üstünden atlayıncaya kadar farkedememişti. Bunun tekrar
olmasına izin vermeyecekti. Belki de çocukluğunun hatıralarının barındığı mahallede benzer bir mezarlığın bulunması sinirlerini etkilemişti. Bunun üzerinde şimdi düşünecek değildi. Burada gereğinden fazla oyalanmamalıydı. Kız tekrar etrafına bakındı. Adam, kızın sırtının ağaca dönük olduğu bir anı kollayarak harakete geçti. Çocuk onu farkettiğinden çığlık atmak istedi ama yediği bir yumrukla yere serildi. Yumruğun aptal suratına çarptığı anda çıkan ses, belki de etraftaki sessizlik yüzünden olduğundan yüksek gelmişti kulaklarına; ama kesinlikle tatmin ediciydi. Tek yumrukla bilincini kaybeden çocuğa baktı. Aslında ölmüş bile olabilirdi. Öldürmenin ne kadar kolay bir şey olduğunu farketmesi, öğrendiği en şaşırtıcı şeylerden biriydi. Cebindeki eter şişesini kullanmayı düşünmemişti bile, halbu ki çok daha güvenli olurdu. “Çocuklar kolay,” diye geçirdi aklından. Buna rağmen ölümleri çok etkileyiciydi. Bir süre ortalığı dinledi. İzlendiğine dair o his hala kaybolmamıştı. Gittikçe sinir bozucu bir hal alıyordu bu durum. Yeterince oyalandığını düşünerek kızı kaldırdı. Çok hafifti. Hızla arabasına ilerledi. Kimsenin görmediğinden tekrar emin oldu ve bagajındaki yeni kurbanıyla beraber yola çıktı. Öldüreceği yeri önceden seçmişti. Bu mahallede terk edilmiş bir sürü küçük işletme vardı. Eskiden bir tamirhane olduğunu tahmin ettiği, kırık pencerelerin arasından sızan cılız ayışığının bile arındıramadığı , rutubet, pas ve köpek pisliği kokan bir yerdi. Önemli olan sağlam bir kirişinin bulunmasıydı. Arabasını oraya yanaştırdı. İçerde kimse olmadığından emin olduktan sonra ilmiğini alıp içeriye geçti. Kirişin üstünde aşağı sarkıttı ve sahnesini yaşlı bir rahibin disipliniyle hazırlamaya başladı. Eterle bayıltmamıştı belki ama ayıltmak için kullanmaktan çekinmedi. Kız kendine geldiğinde ağzının içinde bir çorap vardı, üstü de bantlıydı. Elleri arkasında bağlıydı. Bacakları serbestti. Tam kıpırdandığında bir el onu hızla kaldırdı. Şaşkın ve yaşlı gözlerle etrafına bakındı. Bir taburenin üstünde oturduğunu düşmanı onu kaldırıp üzerinde durması için zorlayıncaya kadar anlayamadı. Başı dönüyordu. Dengesini korumaya çalışırken boynuna ip geçiriliverdi. Dondu kaldı. Ne olduğunu anlamıştı. Herkes o anda anlıyordu olup biteni. Kızın bacakları titremeye başladı, tepinmek, bağırmak istiyordu muhtemelen ama taburenin üstünde zorla durabiliyordu. Taburenin bilinçli bir şekilde dengesiz yapıldığını bilmiyordu. Hızını kaybetmeye başlayan bir topaç gibiydi çabalıyordu. Başı da döndüğü için hiç de kolay değildi bu. Adamın bitirdiği bir resmi uzaktan incelemek isteyen bir ressam gibi gerilemesini izledi. Kanını donduran gülüşü de uzaklaştıkça genişliyordu. Sahnesi tam da istediği gibiydi. Ayın ışıltısı kızın yaşlı gözlerinde parlıyordu. Düşmemek için çırpınıyordu. Bir süre daha onun orada titreyerek durmasını izledi. Kimi hiç dengesini koruyamazdı ve o daha geriye çekilmeden kendiliğinden düşüverirdi. Çocuksa mücadelesini kaybetmemeye niyetliydi. Kızın ağzından kopmaya çalışan zayıf iniltiyi dinledi. Sertleşmişti. Mastürbasyon yaparken de kendini kontrollü bir şekilde boğardı. Bunun için son derece yaratıcı düzenekler yapmıştı, kanepede bilincini kaybettiğinde düşen eliyle boşalanından, gardıropta asılı durabilenine kadar... Kadınlarsa onu boğulmadıkları sürece uyaramıyordu. Ani bir kararla ilerledi ve tabureyi tekmeledi. İpin uzunluğunu kızın boynunu kırmayacak derecede ayarlamıştı. Acemi olduğu ilk seferlerden birinde şişman bir adamın boğazının yırtılıp kafasının koptuğu anı hatırlamak istemedi. Bir daha isteği dışında öyle bir şey olması mümkün değildi. Artık bunu bir ritüele bağlamıştı. Her ritüelse rutinleşmeye mahkumdu.
94
95
Öykü
Öykü
Kız asılı kaldığında çırpınmaya başladı. Gerilen ipin gıcırtısı duyuluyordu sadece. Sonra onun dayanamadığı bir şeyi yaptı çocuk. Gözlerini yumdu. Sabırsız ama buyurgan bir şekilde “Gözlerini aç!” dedi. Kız da itaat etti. Çocukları bu yüzden seviyordu. Ay ışığı vuran yüzü kızarmıştı. Alnında damarlar belirmişti. Çırpınan bacakları eskisi kadar güçlü değildi. Eski tip saatlerin durmak üzere olan sarkaçları gibiydiler. Gözleriyse kaçmak isteyen yaşamını bırakmayacaksına canlı bir biçimde parlıyordu. Mükemmel. Kızın gözlerinde öldüğü anı farketmek için girdiği trans halinden, yaklaşan soluma sesiyle uyandı. Uzun mesafe koşan bir şişmanın havayı yutmaya çalışmasını andıran seslerdi. Arkasına döndüğünde kapıda ayışığının bir silüete çevirdiği şeyi gördüğünde ruhunu histeri teslim aldı. Boğazında “Kara....” kelimesi takılı kaldı. İç sesi bir çocuğa, yıllar önce terk ettiğini zannettiği ama hala yanında taşıdığını farkettiği bir çocuğa aitti. Kara, yıllar önce öldürdüğü ve rengini tanımlamak için ne kelimelerin ne de gecenin siyahının yeterli olmadığı bir sokak köpeğiydi. Mahallede her çocukla anlaşabilirdi ama onu gördüğünde delirir ve evinin önünde kadar kovalardı. Karnesinin kötü olduğu, altına hala kaçırdığı için annesi tarafından paralandığı bir günde yine onu kovalamıştı ve bu bardak taşmıştı. Bir arkadaşının babasının tavsiyesi ve yardımıyla (Kendi babası onları sigara almaya gittiğini söyleyerek terk etmişti.) eczaneden eter almış ve Kara’yı onunla bayıltmıştı. Köpeğin çaresiz bedeni hala gözlerinin önündeydi. Sonra annesini hamur açtığı oklavayı köpeğin savunmasız boğazına bastırmıştı. İniltiler ve korku dolu gözlerle hayatını kaybeden hayvan öldüğü sırada ilk kez boşalmıştı. Karmaşık duygularla Kara’nın cesedinin üstünde kalktığında farklı bir insandı artık. Kendi deyimiyle ölüm geldiğinde yayılan huzura tanıklık etmişti. Sonsuza kadar değişmiş ve ölümün sırdaşı olmuştu. Korkuyu unutmuştu. Şimdiyse yeniden hatırladı. Cebindeki bıçağa uzanabilen aklı daha ileriye gidemedi ve üzerine atılan karanlık canavarın karşısında, avcısına teslim olan bir kurban gibi bekledi. Köpek, bir saniyeliğine de olsa nefesini tutsa boğulacak gibi soluyordu. Yine de hızından bir şey kaybetmedi. Adamın boğazına atıldı. Onunsa tek düşünebildiği şey, köpeğin Kara gibi simsiyah olmamasıydı. Boğazında beyaz bir leke vardı. Çarpamanın etkisiyle dengesini kaybetti.Yere düştüğünde boğazı yanmaya başladı.Köpeğin dişlerini, ıslak dilini ve burnunu boğazında hissetti. İç gıcıklayıcıydı. Soluk alamıyordu. Boğuk hırlama seslerine sonradan karışan, açılıverilen bir gazos şişesinin köpürerek taşmasına benzeyen bir ses duydu. Tekrar nefes alabildiğini farketti, göğsü kabarıp iniyordu ama rahatlamaktan uzaktı. Tansiyonu da bir anda düşünce buna sevinemedi. Sanki başka bir yere süzülüyordu. Karanlık etrafını sarmaya başladı. Tanıdık bir histi. Gördüğü son şey karşısında çığlık atmak istedi ama artık bir gırtlağı yoktu. Köpek başını hızla çevirdi ve ağzından bir et kütlesini kenara fırlattı. Ay ışığında ıslak bir şekilde kısa bir an parlayan parça, karanlık bir köşeye düştü. Hayvan yeni bir parça almak için adama eğildiği sırada mücadele bitmişti bile. Yapışkan bir sıvıya üfleyen bir körüğün çıkarabileceği sesler, kendilerini üç kez daha tekrarladılar. Yüzü kana bulanmış olan köpek cesetten uzaklaştı. Başını eğerek kıza baktı sonra tabureye doğru atıldı. Ağzıyla bir iki kez doğrultmaya çalıştı ama başaramadı. Kuyruğunu kovalarmış gibi etrafında döndükten sonra gözüne ilişen masanın ayaklarını dişledi ve çekti. Kulak tırmalayan bir gıcırtıyla hareket etmeye başlayan masa isteksizdi. Ama köpeğin ısrarları boş kalmıyordu. Beş altı hamleden sonra kızın altına doğru gelmişti. Çocuk, henüz bilincini kaybetmemişti. Bacaklarıyla son bir hamle yaptı ve masadan destek alabildi. Masa tabureden daha yüksek olduğu için doğrudulduğunda boğazındaki baskı kalktı. Burnuyla nefes
almaya çalıştı. Korkunç bir an bunu başaramayacağını düşündü. Çünkü boğazındaki yumru duygusu asılı olmamasına rağmen oradaydı. Sonra burnundan salya, sümük ve ıslıklar eşliğinde nefes almaya başladı. Bağlı olan ellerini kurtarmak için çılgınca çekiştiriyordu. Köpek, bir hamleyle masaya sıçradı. Yardımcı olmaya çalışıyordu. Kız köpeğin dişleriyle mi ipi gevşettiği için mi veya salyalarıyla ellerini kayganlaştırdığı için mi kurtarabildiğini anlayamadı. Önemli değildi zaten. Hemen boğazını kurtardı ve ağzını çözdü. Çorabı öğürerek tükürdü. Boğazını patlatmak isteyen öksürük nöbetleriyle daha fazla nefes almaya çalıştı. Masada dizlerinin üstüne çöktü kaldı. Bezden başka bir şey daha varmış da onu tükürmeye çalışıyor gibiydi. Köpek ve kız yorgun bir halde birbirlerine bakıştılar. Köpek kuyruğunu sallıyordu. Dili dışardaydı. Burnu kan içinde olmasına rağmen bir katilin gözlerine sahip değildi. Normalde biraz da aptal görünürdü ama bu gece değil. Bitkin bir şekilde elini köpeğin başının üstüne koydu. Kül gibi olmuştu yüzü ama düzeliyordu. Yanan boğazından yükselen çatlak bir sesle “Teşekkürler dayı,” dedi. Sesini duyunca ağlamaya başladı.
96
97
Yazan: Serdar Burak Yıldız
İllüstrasyon: Ömer Gazi Yılmaz
Öykü
Sonsuza Kadar Burak, bazı şeyler sonsuza kadar sürsün isterdi. Sonsuza kadar bilgisayarda oynamak, sonsuza kadar çizgi film izlemek, sonsuza kadar çikolatalı kek yemek... Bazı şeylerin de hemen bitmesini isterdi; ödevler, Abi Murat’ın bisiklete binmesi, babasının haber izlemesi... Aslında onun istediği dünyada ondan başka hiç kimsenin olmamasıydı. O zaman hayat ne kolay olurdu. İstediği şeyi istediği zamanda yapabilir, sıra beklemek, bir şeylere yetişmek zorunda olmazdı. Ve bir gün bir şey oldu, imkânsız ve hiç beklenmedik bir şey. Güneyden gelen rüzgârların her şeyi karma karışık ettiği bir gece Lodos Perisi odasının camında belirdi. Sessizce içeri süzüldü. Evde hiç kimse onun gelişini fark etmedi. Ne sesini duyan oldu, ne de onu gören. Bu güne kadar hiç bir insan Lodos Perisi görmemiştir. İnsanlar onu hissederler, ama asla göremez. Eğer bir Lodos Perisi yanınızda ise kendinizi yorgun ve mutsuz hissedersiniz. Başınız ağrır, canınız çalışmak istemez. Hele bir de kötü Lodos Perisini çatıysanız, hiç uyanamayacağınız bir uykuya yatmanız içten bile değildir. O gecenin sabahında Burak uyandığında ortalıkta kocaman bir sessizlik vardı. Yatağından doğruldu, Murat’ın yatağı bomboştu. Odasından çıktı. Ev ölesiye sessizdi, kimseler yoktu. Ne annesi, ne babası ne de Murat vardı. Tek başınaydı. Bu durum pek hoşuna gitti. Ona kahvaltıda ne yemesi gerektiğini söyleyecek hiç kimse yoktu, yemeğini paylaşmak zorunda olduğu kimsede. Çikolatalı keklerden sonsuza kadar yiyebilirdi. Öylede yaptı, doğruca mutfağa gitti ve annesinin gizli yerindeki kekleri hepsini yedi. Ortalığın hiç olmadığı kadar sessiz olduğunu fark etti. Dışarıdan hiç ses gelmiyordu. Merakla evden çıktı, merdivenlerden aşağı indi. Alt kattaki Meryem teyzenin evinin kapısı ardına kadar açıktı, seslendi cevap veren olmadı. İçeri girdi. Evde kimseler yoktu. Meryem Teyze’nin onun için aldığı kekleri buldu, her gelişinde bir tane yemek zorunda olduğu kekleri ve onları da bitirdi. Apartmandan çıktı. Sokak da bomboştu. Kimseler yoktu. Bakkala gitti. Dükkân açıktı ama hiç kimse yoktu, yanındaki manavda öyle. Karşıdaki terzi dükkânı da boştu. Giriş katında oturan ninede her zaman ki gibi camda değildi. Gerçekte ortada kimsecikler yoktu. Sokağın köşesine baktı gelen tek bir araba bile yoktu. Köşedeki taksi durağı da boştu. Bakkala girdi, en büyük torbayı bulup içine kek ve cips doldurdu. Kaç tane aldığını bir kâğıda yazıp bıraktı. Babası sonra öderdi nasıl olsa. Eve döndü, ev hâlâ bomboştu, okula hazırlanmasını söyleyecek hiç kimse yoktu. O da bilgisayarını açtı, sevinçle “yaşasın sonsuza kadar oynayabilirim” dedi. Ne bilgisayarı paylaşacağı, ne de bu kadar oyun yeter diyen de birileri vardı. Öyle mutluydu ki dilekleri gerçek olmuştu. Saatler saatleri kovaladı, karanlık çökmeye başladı. Burak’ın gözleri acımış, canı da sıkılmıştı. Çizgi film izlemeye karar verdi. Salona koştu, bomboştu. Ona ne kadar televizyon seyretmesi gerektiğini söyleyecek hiç kimse yoktu. Hangi kanalı izleyeceğine de karışacak kimse de. Evet, sonsuza kadar çizgi film de izleyebilirdi. Televizyonu açtı, babasın her zaman izlediği haber kanalı çıktı, ama o da ne haberlerin verildiği stüdyo da boştu, kimseler yoktu. Diğer kanalları gezdi, orada da durum farksızdı, bomboş stüdyolardan başka bir şey yoktu. Neyse ki onun kanalında çizgi film oynuyordu. Gözleri kapanana kadar televizyon izledi ve sonunda koltukta uyuyakaldı. Ertesi sabah gözlerini açtığında kendini salandaki koltukta buldu. Her yanı ağrıyordu, üşümüştü de. Ne onun yatağına gitmesini söyleyecek babası evdeydi, ne de üstünü örtecek annesi. Ev yine bomboştu. Apartman ve sokakta bomboştu. Dünyada ondan başka insan kalmamış gibiydi. Bakkala gitti. En büyük torbayı alıp cips ve çikolatalı kek doldurdu. Kaç tane aldığını bir gün önce yazıp bıraktığı kâğıda ekledi. Babası nasıl olsa sonra öderdi. Eve geri döndü. Ev hâlâ bomboştu, okula hazırlanmasını söyleyecek hiç kimse yoktu. O da bilgisayarını açtı, oyuna başladı. Saatler saatleri kovaladı. Hava kararmaya başladı. Burak’ın gözleri acımış, canı da sıkılmıştı. Çizgi film izlemeye karar verdi. Televizyonu açtı. Ama o da ne bir gün önce seyrettiği
98
99
Öykü
Öykü
bölümün aynı vardı. Zaten daha önce defalarca izlediği şeyleri bir kez daha izlemek istemedi. Aniden aklına parlak bir fikri geldi. İnternetten çizgi film izleyebilirdi. Bilgisayarının başına döndü. Bir çizgi film site açtı. Bu sitedeki filimler sonsuza kadar bitmezdi. Evet, sonsuza kadar çizgi film izleyebilecekti. Bir biri ardına istediği bölümü izledi. Saatler saatleri kovaladı. Hava karardı, gözleri yine yanmaya başladı. Değişik bir şey yapmak istedi… Bulamadı. Sonunda yağına büzüşüp uyudu. Daha ertesi sabah, gözlerini açtığında ev yine bomboştu. Apartman ve sokak da bomboştu. Dünyada tek başına kalmıştı. Kulaklarını rahatsız eden bir sessizlik vardı. Evdeki kek ve cipsleri bitirmemiş olmasına rağmen o yine de bakkala gitti. Sevdiği çikolatalı keklerden ve cipsten kalmadığı için o da diğerlerinden aldı. Kaç tane aldığını bir gün önce yazıp bıraktığı kâğıda ekledi. Babası nasıl olsa sonra öderdi. O an ilk kez aklına şu soru geldi. Peki, ama nasıl? Babası neredeydi, iki gündür ortada yoktu ki. Hesap çok kabarmıştı. Görünce çok kızacaktı. Eve döndü, girişteki portmantonun kapısındaki aynaya gözü takıldı. Pijamaları lekelenmiş, saçları yağlanmıştı, kek yemekten şişen göbeği dışarı fırlamıştı. Ev hâlâ bomboştu. Ona banyo zamanı geldiğini hatırlatacak hiç kimse yoktu. Pijamalarını değiştirmek istedi ama üstüne olan bir tane bulamadı. Karnı öyle şişmişti ki hiçbirinin içine sığmadı. Sonunda o da ağabeyi Murat’ın pijamalarından birini giydi. Bilgisayarının başına oturdu. Ne tuhaf ki artık eskisi kadar coşkulu değildi. Birkaç saat bilgisayarda oyun oynadı. Canı sıkıldı, televizyon izlemek istedi. Ne var ki çizgi film kanalında yeni bölüm verilmiyordu. Bir değişiklik var mı diye diğer kanallarda gezindi. Haber kanalında stüdyo hala bomboştu. Spikerin masasının tozlandığını görebiliyordu. Canı çok ama çok sıkılıyordu, büyük sessizlik kulaklarını rahatsız ediyordu. Bakkaldan aldığı poşete elini attı. Kek ve cips yemekten midesini bulanmıştı artık bir lokma bile yemek istemedi. Burnun annesinin yaptığı tostun koksu geldi. Mutfağa gitti. Kendine içinde kocaman bir dilim peynir ve domates olan bir tost yaptı. Şimdiye kadar yediği en lezzetli şeyin bu olduğunu düşündü. Bilgisayarına geri döndü, çizgi film izledi. Saatler saatleri kovaladı hava kararmaya başladı. Birden kulaklarını rahatsız eden sessizliğin yok olduğunu fark etti. Rüzgârın sesini duyduğu, dışarıdan gelen ses onu öyle mutlu etmişti ki. Rüzgâr sesini artırdıkça onun da içindeki coşku arttı. Rüzgâr hızlandı… Hızlandı… Uğuldayarak esmeye başladı. Burak ise çizgi filmleri bir biri ardına seyretmeye devam etti. Ta ki internet durana kadar, bağlantı kopmuştu. Murat’ın ona gösterdiği tüm numaraları denedi, internet sayfasını açtı kapadı, ama olmadı. Modemi açtı kapadı, ama olmadı. Bilgisayarı açtı kapadı, ama olmadı. Tek bir şey kalmıştı o da servisi aramak. Telefonu eline aldı numaraları birbiri ardına tuşladı. Telefon çaldı çaldı ama karşıdan telefonu açan kimse yoktu. Sonunda umutsuzlukla yatağına yattı. Dertop olup düşüncelere daldı. İstediğini sonsuza kadar yapabilirdi ve ona engel olacak hiç kimse yoktu. Ne var ki tek başına olmak, istediğini sonsuz kadar yapmak sandığı kadarda eğlenceli değildi. Konuşacak birinin olmaması, korkunç bir duyguydu. Rüzgârı dinledi tek arkadaşı oydu. Yastığına sarıldı ve uyudu. Ve sonraki sabah güneşin sıcak dokunuşları onu uyandırdı. İlk fark ettiği dışarıdan gelen seslerdi. Araç sesleri, insan sesleri, kuş sesleri… Hatta bir kedinin miyavlaması bile geldi kulağına. Heyecanla gözlerini açtı. Murat yanındaki yataktan “Uyandım mı uykucu,” diye ona seslendi. Burak şaşkın gözlerini ovuşturarak yattığı yerden doğruldu. “Siz ne zaman döndünüz?” dedi. “Ne dönmesi oğlum!” “Üç gündür yoktunuz.” “Kafayı mı yedin sen? ” “Koridordan annesinin sesi geldi, “Hâla yatakta mısınız siz okula geç kalacaksınız.” O sabah hiç olmadığı kadar büyük bir heyecanla kalktı ve okul için hazırlanmaya başladı. O sırada Lodos Perisi yatak odasının camından muzırca gülerek dışarı süzüldü ve kanatlanarak uzaklaştı. Yazan: Zeypen Esra
100
İllüstrasyon: Mehmet Kaan Sevinç
Cinayeti Gördüm Tam iki senedir her sabah aynı saatte gelirlerdi. Hiç şaşmaz, tam yediye beş kala. Eğer saatiniz durmuşsa ayarlayabilirdiniz.Yaz kış, sıcak soğuk, kar yağmur, çamur, cumartesi pazar, bayram seyran hiç değişmezdi. Arabayı tam bizim pencerenin önüne park ederlerdi. Arabanın arka camına ön ayakları ile yaslanmış küçük beyaz terrier bir an önce kapının açılmasını, parka koşmayı heyecanla beklerdi. Arabayı kadın kullanıyordu, aracı park ettikten sonra iner, önce bagajdan bir poşet ve gazete kağıdı alır, sonra arabanın arka kapısını açar Marla’yı arabadan indirirdi. Terrier’in ismini nerden mi biliyorum. Kadın arabadan indikten sonra telaş, heyecan ve mutlulukla parka doğru koşmakta olan terier’in arkasından, “Marla, yavaş kızım yavaş. Marla yavaş…” diye seslenir Terier’e yetişmeye çalışırdı. Marla ise duymazdan gelip, tıpkı bir Kurdela’ya benzeyen büyük beyaz kulaklarını savura, savura çimenlere doğru olabildiğince hızlı koşardı, öyleki, görseniz o anda koşanın bir tavşanmı yoksa bir Terrier mi olduğunu anlayamazdınız. Adamsa her zaman arabanın sağ ön koltuğunda otururdu. Onu ne şöför koltuğunda, ne de arabadan indiğini bir kere bile görmedim. Kadın ve terrier arabadan indikten sonra aracın kapısını açar bir sigara çıkarır, yakar, arabanın ön panelinde duran günlük gazetesini alır şöylece bir göz atar, sonra okumak için tekrar katlayıp panele koyar ve Park’ta yürüyüş yapmakta olan kadın ile Terrier’i izlemeye başlardı. Terrier tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra kadın bir poşete koyduğu Terier’in tuvaletini çöp tenekesine bırakır, sonra gelip arabanın bagajından bir poşet alır ve kedi ve köpekler için parkın çeşitli yerlerine yerleştirilmiş mama kaplarına yiyecek bırakırdı. Sonra diğer poşetten kimi zaman arpa, buğday, nohut, kimi zaman ıslatılmış ekmek parçalarını kedilerin ulaşamayacağı yüksek bir yere bırakırdı. Kadın ve Terrier’in parka geldiğini gören, güvercinler, kargalar, serçeler, sonbahar ve kışında tabiki sığırcıklar bulundukları balkonlardan, çatılardan parkın çeşitli ağaçlarının dallarına tüner günlük nafakalarını beklerlerdi. Tabiki başka insanlarda çeşitli cinslerdeki köpeklerini parka getirip gezdirirlerdi, ama onlar bu üçlü gibi iki senedir daimi ve dakik değillerdi. Örneğin Pazar arabasına doldurduğu yiyecekleri kedilere dağıtan kedi sever yaşlı bir kadın vardı ama aşırı sıcak veya aşırı soğuk havalarda parka gelmezdi. Orta yaşlı başka bir kadın da peşinde on tane sokak köpeği ile gelir, parkta yaşayan diğer sokak köpeklerine kimi zaman kemik kimi zamanda kuru mama verirdi ama oda daimi ve dakik değildi. O nedenle en fazla aklımda kalan bu üçlü olmuştu. Burası elli, altmış ağacın bulunduğu artık gittikçe betonlaşan şehrin kıyısında köşesinde kalmış küçük bir mahalle parkıydı.Gerçi buraya pek mahalle de denemez ya, bir uçtan bir uca 150 metrelik bir sokaktı. Yolun bir tarafında geçmiş zamanda yazlık olarak kullanılmak üzere yapılmış 4 katlı ve önünde küçük bahçeler olan beş tane bina vardı. Arnavut kaldırımı tarzı kilit taşları ile döşenmiş sokağın karşı tarafında ise Türkiyenin en önemli müziseyenlerinden Barış Manço’nun adı verilmiş park vardı. Park’ın hemen diğer kenarında ise “Süreyya Paşa” tren garı yer alıyordu. Her sabah sekizde parkın ortasındaki kolonlardan kısık bir sesle Barış Manço şarkıları çalmaya başlar, öğlene doğru ses biraz daha yükselir gün boyunca devam ederdi. Park’ın genişliği toplasanız beş metre vardı, yoktu. İçinde birkaç palmiye, söğüt, akasya, birkaç da erik ama en önemlisi asırlık çınar ağaçları vardı.
101
Öykü
Ağaçların altına serpiştirilmiş birkaç bank, birkaç salıncak, kaydırak, tahtıravalliden oluşan küçük bir çocuk oyun parkı da bulunuyordu. Ama en güzeli parkın girişindeki şelaleli havuzdu. Çocuklar havuzun üstündeki köprüden şen şakrak bir o yana, bir bu yana geçerdi.Yaz sıcaklarında ise bu havuzda parktaki hayvanlar susuzluklarını giderir, hemde içine girip serinlerlerdi. Yazın sıcaktan uyuyamayanlar sabah erkenden parka gelir, banklardan birine uzanır, yatağındaymışçısına rahat rahat uyurdu. Hava biraz daha ısınmaya başladığında yanında çocuğu veya torunu olan kadınlar gelir, çocuklar çocuk parkındaki oyuncaklarla oynarken onlarda ellerinde örgüleri, ya birbirlerine yemek tarifi verir ya da tatlı tatlı dedikodu ederlerdi. Parkın akşam misafirleri ise gençlerdi ama ah birde o çitlettikleri çekirdek kabuklarını bankların üstünde bırakmak yerine çöp tenekelerine atsalardı daha güzel olurdu. Kısacası bu park, ağaçları, çimenleri, çiçekleri ve havuzu ile yaz sıcaklarında bütün canlılar için çöldeki bir vaha gibiydi. Peugeot 206 sabahları penceremizin önüne park etmiyor artık. Marla ve onu gezdiren, köpeklere, kedilere, kuşlara yiyecek getiren kadın da, senelerdir arabanın sağ koltuğunda oturan ve hiçbir zaman arabadan inmeyen adam da yoklar artık… Çünkü bir sabah ellerinde kocaman motorlu testereleri ile bir takım adamlar geldi, önce kırmızı boya ile işaretlenen asırlık çınarları kestiler…Sonra tren istasyonunun demir korkuluklarını söküp, peronu yıktılar. Ardından parka koca koca grayderler, girdi, her tarafı kazdılar, sonra kocaman kamyonlar ile tonlarca, demir ve beton bloklardan oluşan inşaat malzemesi getirip parkın ortasına yığdılar. Tren seferlerini de durdurdular; artık sabahları sokağın kilit taşları üstünde takırdayan ayak seslerini ninni gibi dinleyip, kendilerini rahat yataklarında hayal eden, yarı uykulu sarsak sarsak yürürken, uzaktan gelen tren sesi ile irkilip birden panik halinde perona doğru koşmakta olan insanlar kalmadı. Perona çıkan merdivenlerin başında sabahları simit satmakta olan ihtiyar amca da yok artık. Ya işi bıraktı, ya da otobüs duraklarının bulunduğu yerde simit satıp geçinmeye çalışıyordur, kim bilir? Ağaçlar kesilip, parkın çiçekleri, yeşil çimenleri, çamur, toz toprak yığınları inşaat malzemeleri arasında yok olunca; Önce, sinekler, kelebekler, arılar gelmez oldu. Solucanlar iyice toprağın derinlerine çekildi. Sonra, yemek için börtü böcek, çiçek tohumu bulamayan kuşlar terki diyar eylediler buradan. Etrafta konuşulanlardan duyduğuma göre insanları evlerinden iş yerlerine daha da hızlı taşımak için, zaten var olan tren yolunu iyileştirmek yerine “hızlı tren” yapmak için yıkıp viran eylemişler bunca canlıyı barındıran güzelim parkı. Gözümün önünde doğayı katlettiler. Bütün canlıların ölmesine neden olan cinayetler serisinin başlangıcı bu olaydı. Aslında fark etmedikleri bir şey var; hızlandırdıkları sadece trenler değildi. Doğayı tahrip ederek bütün canlıların ölümünü de hızlandırıyorlardı. “Arılar ölürse, insanlarda ölür” Ben kimiyim?.. Adım ‘Maşuk’… Babacım, babacım, babacım… Cafer tutuyorum zaptı... Buyruuuun… Öykü: Mehmet Kaan SEVİNÇ
102
103
İllüstrasyon: Gülhan D.Sevinç
Öykü
Öykü
Katkıda Bulunanlar Pınar Ebru AKBABA Kendisi özel bir şirkette elektronik mühendisi olarak çalışmaktadır. İşini hiç sevmediği için hayatını fotoğraf çekerek, kilden takı ve heykel yaparak ve en önemlisi öykü yazarak renklendirmeye çalışmaktadır. Öykülerini ve yazılarını kişisel blogunda bulabilirsiniz. peakbaba.blogspot.com
Volkan AKMEŞE 1980 İstanbul doğumluyum. Marmara Üniversitesi Resim Öğretmenliği mezunuyum. Yaklaşık 10 senedir yayınevlerine, reklam ajanslarına, dergilere; illüstrasyonlar, çizgi romanlar çiziyorum. Bunun dışında çeşitli animasyon-çizgi film çalışmalarında çizer ve yönetmen olarak bulundum. İstanbul’da yaşıyorum, evliyim ve 6 yaşında bir oğlum var.
Sevil BAYRAK 17 Haziran 1987 yılında Balıkesir’de doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Balıkesir’de tamamladıktan sonra İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hukuk öğrenimimi tamamladım. İzmir Barosuna bağlı olarak bir hukuk bürosunda stajyer avukatlık yapıyorum. Küçük yaşlardan beri edebiyat ve müziğe büyük ilgi duydum. İzmir’de üç farklı amatör grupla birlikte klavye çalarak toplam dört yıl kadar müzik yaşantıma devam ederken Dokuz Eylül Üniversitesi Fantezi ve Bilim Kurgu Topluluğu’nun düzenlediği “Üçüncü Dünya Savaşı Sonrası İnsan Yaşamı” konulu hikâye yarışmasına “Ozzy’nin Ölümü” adlı öykümle katılıp birincilikle ödüllendirildim, Elma + Alt + Shift adlı bir internet sitesinin düzenlediği “Yasak Kelimeler” konulu hikâye yarışmasında “Haydar” adlı hikâyem yayınlanmaya değer bulundu, Avalon Edebiyat isimli amatör bir edebiyat fanzininde iki öyküm yayınlandı ve dergi bünyesinde iki inceleme yazısı yazdım. 2012 Bornova Belediyesi Homeros Öykü Yarışması’nda “Gazoz ve Dondurma” adlı öyküm, yayınlanmaya değer bulundu. Rafların Arasından isimli bir edebiyat blogunda kitap incelemeleri yapıyorum ve kısa öyküler ve çocuk öyküleri yazmaya devam ediyorum.
Murat BAŞEKİM Ankara’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Cinhan, Deli Gücük çizgi romanları için senaristlik yaptı. 2012’de Deli Gücük öyküleri, Levent Cantek editörlüğünde hikâye kitabı olarak derlendi. 2011 ve 2012’de iki kez peş peşe Türkiye Bilişim Derneği Bilim-kurgu Hikâye yarışmasında iki ayrı öykü ile birinci seçildi. 2014’de ikinci kitabı “İskit” çıktı. Kazandığı para ile Star Wars Bluray seti aldı.
Cem ÇEVİKAYAK 31 Temmuz 1989 tarihinde İzmir’de doğdum. Bandırma Atatürk İlkokulunu (1999), Ankara Tahsin Şahinkaya Orta Okulunu (2002), İzmir Şehit Erkan Özcan Lisesini (2007) bitirdim. 2008’de Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Tasarımı Bölümünü kazandım. 2013 yılında bölümümü bitirip mezun oldum. 2009 -2011 yılları arasında Tiyatro Oyun Kutusu’nda çalıştım. 2007’de karikatür çizmeye başladım ve şimdiye kadar birçok karikatür yarışmasına katıldım ve birkaç yerel yayında karikatürlerimi yayınlattım. Çizim alanında ilerlemeye illüstrasyon ve afiş tasarımı yaparak devam etmekteyim.
Ebru BAŞ 1991 yılında Antalya’da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü mezunu. Geçmiş yıllarda katıldığı iki adet grup sergisi var. Sanat öğrenimini tamamladıktan sonra üniversite yıllarında meraklısı olduğu çizgi roman üzerine düşmüş ve çalışmalarını çizer olarak bu yönde devam etmektedir.
Hasan BEDER 1981 yılında Trabzon’da doğdu. İlkokulda her ay heyecanla beklediği Başak Çocuk dergisindeki karakterleri taklit ederek çizimlerine başladı. Kalemle olan macerası lise yıllarında muzipçe çizdiği öğretmen karikatürleriyle devam etti. Kendini matematiğin sihirli dünyasına kaptırmasıyla birlikte matematik öğretmeni oldu. Her zaman yanında bir kurşun kalemi vardır. Bazen soru çözer, bazen çizim yapar...
Ozan BAYAR 10.10.1983’de, İstanbul’da doğdum. İlk ve orta eğitimimi burada tamamladıktan sonra 2001 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Dış Ticaret ve Avrupa Birliği bölümünü kazandım. Üniversite zamanımda hobi olarak başladığım grafik tasarımı, çeşitli ajanslarda meslek olarak icra etmeye çalıştım. 2005 yılında İ.Ü.’nden mezun olduktan sonra Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’ne devam ettim. Okduğum süreçte grafik tasarımcı olarak çalışmaya devam ettim. 2009da okul biter bitmez askerlik görevimi de icra ettim ve döndüğümde, halen çalışmakta olduğum boogy the event company’de tasarımcı olarak çalışmaya başladım. 2012’de Haliç Üniversitesi’nde Grafik Tasarım dalında yüksek lisans yapmaya başladım, halen devam ediyorum.
Buğra Batuhan BERAH 1988 yılında İstanbul’da dünyaya adım attım. Tuhaf olanı veya sadece çevreme tuhaf geleni, 3 yaşına bastığım vakitler sonrasında ortaya çıktı. Televizyonun karşısında opera ve klasik müzik dinleyen ufak bir adam olarak, sadece bu hayatta sanat algısına sahip olduğumu fark ettim. Ve bir gün hepimiz gibi kâğıt ile kalemle tanışarak... Bir sürü a4 ün canına okudum. Sonralarında a4 ler ellerimde ki renk ve mürekkep ile ölümsüz kılınarak bir çok projede illüstrasyon ve çizgi roman olarak yer almaya başladı... Denize ve sualtına olan tutkumun hayal gücüme terapi olarak fayda gösterdiğini fark ettiğim vakit, profesyonel bir dalgıç olarak o gizemli dünyaya ziyaretlerimi gerçekleştirmekten de hiç kaçınmadım... Çizmek ve çizdiklerimi seslendirmek en gerçek halim benim...
104
105
Öykü
Öykü
Mümin CAN 1989 yılında dünyaya geldim. Babam öğretmen olduğu için çocukluğum farklı şehir ve köylerde geçti. Köy hayatının durağanlığı ve babamın aldığı dergiler, kitaplar sebebiyle okumayı sevdim. O gün bu gündür sürekli okumaya ve kendi çapımda bir şeyler yazmaya gayret ederim. Öykü ve denemeler dışında ara sıra şiir yazmışlığım da oldu. Gazi Üniversitesi Kimya Mühendisliği öğrencisi olarak hayatımın büyük bir bölümü yağmurlu ve gri başkentimiz Ankara’da geçmekte. Ancak ne mühendisliğin temeli olan korkunç matematiğe ne de laboratuarlara ısınabildiğimi söyleyemem. Bu sebeple mesleğimle alâkalı herhangi bir idealim yok. Edebiyatla alâkalı idealim ise daha çok okumak ve daha çok yazmak. Ceren ÇALICI Dokuz Eylül Üniversitesi Türkçe Öğretmenliğini bitirdi. Şu anda Mardin’de Türkçe Öğretmeni. Farklı yayınların redaksiyonunu yaptı, iki yıldır da Gölge’nin redaksiyonunu yapıyor. Erol ÇELİK 1973 Artvin doğumlu. Heyula, Satranç Ve Şövalye, 19 Numaralı Koltuk, Ağlatan kitaplarının yazarı. Senaryolarını, yazdığı öykülerden aldığı ve yönetmenliğini üstlendiği on tane kısa filmi vardır. On iki yıldır Ntv de çalışmaktadır. İletişim adresi: www.erolcelik.net / erolcelikinfo@gmail.com Can ÇELİKEL 12 Mart 1992’de Alanya’da doğdum. İlkokul ve liseyi İzmir’de okudum. Şimdi Ankara’da ODTÜ Kimya Mühendisliği 3.sınıftayım. Küçüklükten beri bol bol hayal kurup onları yazıyorum. 1 sene ODTÜ Oyuncuları’nda çalışıp Coriolanus adlı oyunda rol aldım. Bu sıralar Gölge e-Dergi’ye yazmayı sürdürmenin yanında kamera önü oyunculuk ve senaryo yazımıyla ilgili amatör çalışmalar yapıyorum.
Başak ÇETİNKAYA 1991’ de İzmir’ de doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölüm son sınıf öğrencisi. TUDEM yayınlarında stajyer olarak başlayan illüstrasyon serüvenine Kidolindo aylık çocuk aktiviteleri kutusu için masallar resimleyerek devam etti. BU yayınlarından aynı yayınevine resimlediği 4.kitabı Defnenin serüvenleri 2 yakında raflarda olacak. Freelance olarak illüstrasyon çalışmalarına devam ediyor. Kendi yazıp resimlediği Şipşak adlı eseri TMMBO tarafından düzenlenen Kentimi okuyorum 3 (2012) Çocuk Kitapları Yarışmasında 3.lük ödülü almıştır.
Eren ERSOY 1983 doğumluyum. Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, İç mimarlık bölümü mezunuyum. Okuma yazmayı öğrenmeden önce bile çizgi romanlar dikkatimi çekiyordu. Serbest çizim teknikleri ve resimli roman hep ilgi alanım oldu. Farklı çizer, ressam ve ustalardan bu konu ile ilgili eğitim aldım. İç mimarlık mesleğini icra ederken, bir yandan ilüstrasyon ve çizgi roman çalışmalarımı sürdürmekteyim.
106
Hüseyin ESEN 1989 afyon doğumluyum İzmir’de yaşıyorum, 2006 yılında meslek lisesinden mezun oldum, 2011’di sanırım, Kutlukhan Perker’in Harakiri dergisi elime geçti üçüncü sayısı çıkmadan da kapandı bu dergi, fazlaca sevmiş olmalıyım ki:) , o günden sonra çizer olmaya karar verdim, amatör olarak çizgi roman, illüstrasyon vs. çizmek için çabalıyorum. Soner IŞIKSAL Boğaziçi Üniversitrsi Elektrik-Elektronik Mühendisliği mezunudur ve İTÜ Uçak-Uzay Mühendisliği’nde yüksek lisans yapmaktadır. Donanım mühendisi/araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmekte olup; bilim, bilim tarihi, edebiyat, bilimkurgu ve gereksiz hesap kitap işleriyle uğraşmaktan büyük keyif alır. Sayıklamalarını kişisel sayfasında paylaşmaktadır: http://isiksal.wordpress.com Erdinç KALAFAT İlkokulu Hopa’da Ortaokul ve lisey, Bursa’da okudu. Üniversiteyi Bursa’da tamamladıktan sonra Samsun ve Denizli’de çalıştı. 2001-2004 yılları arasında Denizli hayvan yemleri bölge temsilcisi 2004-2008 2008-2010 market yöneticiliği yaptı.2010’dan beri ilk önce Çayeli sonra 2012den beri Balıkesir Balyada devam eden memuriyet hayatı var. Kaan KARACAOVA Çorlu Kız Meslek Lisesi’nden grafik bölümü mezunudur. Akdeniz Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kazanmış ancak daha sonra bırakmıştır. Çizim yapmak ve bunun geleceğini bunun üzerine şekillendirme hayalinin yanında ara ara senaryoda yazar. Çizgi roman çizeri olma isteği animelerle başlamıştır ve böylece süre gelmektedir. Tarih ve bilim kurgu kitapları okur ve kendi zihnin bir köşesinde mutlaka bir çizgi romanını çıkarır. Film, oyun, çizgi film müziklerini dinlemekten hoşlanır ve böylece zihninde yaratmış olduğu dünyasına kendisini daha yakın hisseder. Alper KAYA İlk kısa öykümü yedi yaşımda yazdım. Çeşitli dergi ve edebiyat sitelerinde öykülerim yayınlandı. 2011 yılında polisiye-psikolojik gerilim türlerindeki romanım “08:00” yayınlandı. 2012 yılında çıkan “Tuhaf Alışkanlar Kitabı”nda bir yazım çıktı. 2006’dan bu yana yerel ve ulusal basında köşe yazarlığı yapıyorum. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldüm. 2012’den bu yana soL Gazetesi’nde her salı köşe yazısı yazıyorum.
Manolya KÜÇÜK 18 yaşındayım. Zonguldak Fener Anadolu Lisesi son sınıf öğrencisiyim. Zonguldak’ta yaşıyorum. Vaktimin çoğunluğunu bir sahilde kitap okuyarak ve hikâye yazarak geçiriyorum. Hayalperestim. Hayallerimi gerçekleştirmek adına ideallerim var. Amacım iyi bir yazar olmak. Sosyal bir hayat yaşamaya özen gösteririm. Kendim için gerekli gördüğüm aktivitelere katılırım. Hayattan beklentilerimse iyi bir yazar olmak ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde kamp kurmak.
107
Öykü
Öykü
Altuğ Can ONAT 1986 yılında İstanbul’da doğdum. 2008 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldum. 2009 yılından beri bankacılık sektöründe çalışıyorum. 2010-2011 yılları arasında Marmara Üniversitesi’nde Bankacılık üzerine yüksek lisans yaptım. İngilizce ve Almanca biliyorum. Küçük yaştan beri senaryo, öykü ve kitap yazıyorum. Zaman içinde yazdıklarım Vilarin Efsaneleri isimli kapsamlı bir evrenin altyapısına dönüştü. Böylece Vilarin Efsaneleri üstüne öyküler, kitaplar yazmaya başladım ve yazmaya devam ediyorum.
Gökcan ŞAHİN 1988’de Sivas’ta doğdu. Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda altmıştan fazla öykü ve novella yazdı. Çeşitli tür ve konulardaki yazıları, internet üzerindeki çeşitli edebiyat portallarında yayınlandı. 2009’da Ozancan Demirışık’la beraber “Buzul Dünya” adında bir sanal yayınevi kurdu ve pek çok genç yazarla birlikte, ürettiklerini e-kitap olarak yayınladı. SIFIR projesi dâhilinde, başta Sadık Yemni olmak üzere birçok yazarın katkılarıyla yedi e-kitaplık bir fantastik-polisiye serisine imza attı. Şu anda mühendislik yapıyor ancak hayat onu hangi yöne savurursa savursun yazmaya ve yaratmaya devam edecek. Kişisel Blog: gokcansahin@blogspot.com
Ömer Kahraman ÖZÇELİK 1975 Malatya doğumlu. Çocukluğu Kayseri, Elazığ ve Malatya’da geçti. 1999’da Fırat Üniversitesi’nde Grafik, 2003’de İnönü Üniversitesinde resim ve Grafik bölümünde okurken aynı zamanda çalıştı ve fırsat buldukça kütüphaneden çıkmayan bir öğrenci tipi çizdi. 2003 yılında atanamayınca özel okullarda ders vermeye başladı. Önce Elbistan sonrasında İstanbul’da özel okullarda çalışmalarını sürdürdü ve bu okulların fantastik misyonuna dayanamayıp istifa etti. Fatih Üniversitesinde Part Time Grafik dersleri vermeye ve Freelence çalışmaya devam ediyor.
Mert TANIR 1994’te İzmir’de doğdum. 2012 Yılında İzmir Atatürk Lisesi’nden mezun oldum. İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı bölümünde öğrenim hayatıma devam ediyorum. İllüstrasyon, grafik tasarım, video-animasyon ve oyun tasarımı alanlarında çalışmalarımı sürdürmekteyim. Kişisel sitem www.merttanir.com
Adil ÖZTÜRK (1990- Burdur) Öykü ve şiir yazarı. İlk ve orta öğrenimini Burdur’da tamamlamıştır. Halen Süleyman Demirel Üniversitesi İktisat bölümünde lisans öğrenimine devam etmektedir. Fantastik kurgu, bilimkurgu ve korku öyküleri yanı sıra şiir ve haiku da yazmakta, öykü ve şiirlerini kayiprihtim.org ve Gölge e-Dergi gibi portallarda yayınlamaktadır.
Mehmet Berk YALTIRIK Tarihçi ve yazar. Tarihi korku hikâyeleri yazıyor. 19 Temmuz 1987’de doğdu. Trakya Üniversitesi Tarih bölümünden mezun, aynı yerde yüksek lisana devam ediyor. Gölge e-Dergi,GazeteBiz, Kayıp Rıhtım, Korku Sitesi ve Ölümsüz Öyküler başta olmak üzere pek çok yerde hikâyeleri ve incelemeleri yayınlanmakta. 2013’te GİO-Öykü Başarı Ödülü ve TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması Mansiyon Ödülü kazandı.
Gülhan SEVİNÇ İstanbul’da büyümüş, çizimi oldum olası seven, tasarımcı olana kadar birçok okul sınavlarına girip birinci dereceden burslu Özel Güzel Sanatlar Üniversitesi’ni kazanan, Açıköğretim İş idaresini dışardan okuyan, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Web SayfaTasarımı seminerini tamamlayan, 15 yıla yakın Ajansda Artdirector ve şuanda homeofis olarak çalışan, Gölge e-dergi tasarımını büyük bir sabırla karşılık beklemeden sevdiği için yapmaya çalışan biriyim. http://facebook.com/gulhandsevinc http://gulhansevinc.wix.com/graphicdesign
Mehmet Kaan SEVİNÇ Yazar, çizer, boyar, okur, üfler… Gölge e-Dergi ve GazeteBiz (http://gazetebiz.com) adlı e-Gazete’nin, e-Genel Yayın Yönetmeni… Benim hayatım ‘Bir Çizgi Roman’
108
İlker YATI 1984, İstanbul, Beykoz doğdum. Aslen anne-baba tarafından Ordu’luyum. Üniversiteye kadar bütün eğitim hayatım İstanbul’da geçti. Orta okul yıllarında (o zamanlar ilköğretim kavramı yoktu…) resme olan ilgim ortaya çıktı. Aynı dönemde Beykoz ilçesinde yapılan karikatür yarışmasında birinci olmam bu alana kaymamda teşvik edici bir etken oldu. Lise yılları sağa sola, okul sıralarına karikatür çizerek geçti. Kocaeli Üniversitesi Kimya Bölümü’nü kazanarak dört yıl İzmit’te ikamet ettim. 2010 yılında Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladım. Şu an aynı bölümde doktora çalışmalarına devam etmekteyim. 2007 yılında Adapazarı Belediyesi’nin düzenlediği “Küresel Isınma” konulu uluslararası karikatür yarışmasında jüri özel ödülü kazandım. Birçok karikatür sergisine karikatürlerimle destek verdim. Çeşitli karikatür yarışmalarında karikatürlerim sergilenmeye değer bulundu. Aynı zamanda portre karikatür çalışmalarını da devam ettirdim. En son “Şehr-i İstanbul” adlı uluslararası sergide yer alan bir karikatürüm “en iyi on karikatür” arasına girerek ödüllendirildi. Halen Kimya alanında bilimsel çalışmalarım devam ederken aynı zamanda karikatür çizimlerine de devam etmekteyim. www.ilkerinyati.blogspot.com
109
Öykü
Öykü
Arzu YAZICI 1986 İstanbul doğudum. İstanbul Üniversitesi, Piyasa Araştırmaları ve Reklamcılık bölümünden mezun oldum. Okurken bir edebiyat dergisinin seminerlerine katıldım. Dergi için okulun edebiyat kulübü ile bir röportaj hazırladım. 2001 yılından beri iş hayatı içerisindeyim. Çalıştığım kurum vesilesiyle özel bir tiyatrodan ritim-drama dersleri aldım. Afife Jale ve Halis Kurtça Sahneleri’nde sergilenen bir oyunda rol aldım. Çocukluk yıllarımdan beri şiir, deneme, öykü yazmaya devam ediyorum.
Sadık YEMNİ (1951 İstanbul, Kurtuluş’ta(Tatavla), Sopalı Hüsnü (şu sıralar Şeref Meriç) sokakta doğdu. İkibuçuk Üç yaşında ailesiyle İzmir’e taşındı. Türkiye’de 16’sı roman, 1’i anı, 1’i deneme ve 3’ü öykü kitabı olmak üzere toplam basılmış 20 kitabı var. Alsancak Börekçisi 21. kitap oluyor. Yemni 2005’den itibaren kısa öyküler de yazmaya başladı ve sayıları 70’i bulan öykülerini büyük bir çoğunlukla Gölge Dergisi (http://golgedergi. blogspot.com) ve tersninja sitesinde (http://www.tersninja.com/kategori/oykuler/sadik-yemninin-tuhafhikayesi ) dijital olarak yayınladı. Sadık Yemni Sözlüğü için: http://www.sadikyemni.net/category/sadik-yemni-sozlugu/
Serdar Burak YILDIZ, Doğduğu yer olan Almanya’da ikamet ediyor. Bir elektronik mühendisi gibi yaşamaya, bir yazar gibi düşünmeye ve bir fotoğrafçı gibi gezmeye çalışıyor. Gezemediğindeyse düşleriyle çok çok uzak bir galaksiden, ateşle buzun dans ettiği Westeros’a kadar değişken değişken öykülerin düşlerinde yüzüyor. Distopyaları yakından, ütopyaları uzaktan seviyor. Bunları yapacak gücüyse, ulaşmaya çalıştığı Kara Kule’sini ve gittiği yere götürdüğüne inandığı yuvasını kalbinde taşıyarak buluyor. Ayrıca öyküsünü okuyup, kim olduğunu merak eden sizleri yürekten selamlıyor.
Nida YİĞİTLER 1980 Erzurum doğumluyum. Çok isteyip de kazanmama rağmen Güzel sanatlar yerine AÖF işletme öğrenciyim :)) İstanbul da ve Kocaeli de olmak üzere çeşitli ajanslarda ve kurumda Sosyal ve kültürel alanda, çocukların ve gençlerin toplumsal yaşama hazırlanmalarına ve sosyalleşmelerine katkıda bulunan projelerde aktif olarak görev aldım. Çocukluğumdan beri (sağlık durumumdan dolayı) sanata dair hiçbir eğitim almadan çiziyor çiziyor ve kalem elimden düşene kadar aşkla çizmeye devam ediyorum..
Ahmet YÜKSEL Gölge e-Dergi’nin editörü. Yazamaz, çizemez, boyayamaz ama ‘hayde’ dediğinde ‘nereye’ diye sormayanları sever. 10 Küçük zenciden biri.
Mahmut Kaan YÜKSEL Eylül 1969 tarihinde Ankara’da doğdum, ilköğretimi Balıkesir Merkez Atatürk İlkokulu’yla Giresun Bulancak Ortaokulunda, Liseyi ise Bulancak Lisesinde bitirdim. Ankara Hukuk Fakültesini 1990 yılında bitirdikten sonra kısa bir süre Ankara’da avukatlık yapıp, savcılık mesleğine geçtim. Lise eğitimi gören bir kızım var. Halen Ankara merkez adliyesinde Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapmaktayım.
Zeynep ZEZE 11,08,1986 İstanbul doğumluyum ailede çocukların arasında en haşarı babaannesinin en sevdiği oğlundan da ilk torunum (bu önemli) kız meslek lisesi çocuk gelişimi bölümü mezunuyum mesleğimi 1 sene resim öğretmenliği 1 sene de sınıf öğretmenliği olmak üzere 2 yıl devam ettirebildim bu sıra da tabi ki ailesi yapmak istediği işe karşı olanlardanım bu yüzden de bir çok meslek de bulundum (eczane tezgahtarlık v.s) sonunda şeytanın bacağını kırdım hem de aileme rest çekmeden hala da ailemle yaşıyorum 5 yıldır ressam Erkan YAPRAKKIRA’ın asistanlığını yapıyorum Dumlupınar GSF seramik bölümü 1, sınıf terkim 1 senedir de illüstratör olarak çalışmaktayım.
Ömer Gazi YILMAZ 1989 da Antakya da doğdu. İstanbul’da büyüdü. 2006 da Anadolu Üniversitesi çizgi film bölümünü kazandı. 2008 de bir kızla tanıştı, 2009 da saçları döktü. yıl oldu 2014 ama hala iş bulamadı ve çizmeyi bırakmadı.
Esra YILMAZER Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği bölümünden 1992 Mezun olduktan sonra aynı bölümde yüksek lisans eğitimini yaptım. Eğitim sektöründe öğretmen olarak çalıştım. 2004 yılından bu yana özel ders vermekteyim ve amatörce öykü ve romalar yazmaktayım. Çocuklar ve kitaplar üzerine yazdıklarımı blogumda http://zesray.wordpress.com/ paylaşıyorum.
110
111
112