İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
81.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Devrim KUNTER Pinup: Ömer Gazi YILMAZ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
04-05 Fabisat Etkinlikleri - ITEF'de Fabisad Etkinlikleri 06-11 Öykü - Vampiresk 12-21 Çizgi Roman-Kahraman Korkmaz 22-23 Çizgi Roman İnceleme- Seyfettin Efendi veEsrarengiz Hikayeleri: Bir inceleme Alp Bilgin 24-28 Öykü - Fare 29 Öykü Etkinlikleri - Anadolu Korku Öykülerinin Etkinlikleri 30-31 Yeni Çıkanlar - Kuzgun Efsanesi Serisi-1 Siyah Palto 32-35 Öykü- Kafkas Esircileri (Ateş Behiye) 36-38 Çizgi Roman - Çizgi Roman Hazırlamanın Kısa Öyküsü 39-40 Öykü - Geçkinciler, Bekçi ve Bir Atasözü Üzerine 41 Fantastik Şiir- Kral Theoden 42-45 Öykü - Fobofobi 46-51 Röportaj - Murat BOZKURT 52-55 Öykü - Tehlikeli İlimler ve Yasaklı Bilgiler Kitabı 56-61 Çizgi Roman - Kağan 62-65 Öykü - Günahların Bekçisi 66-71 Sinema - 25. Ankara Uluslararası Film Festivali 72-74 Öykü - Kedi Gözleri Lensleri Takan Sarışın Kız 75-83 Sinema - Festivaller, Festivaller 84-89 Öykü - Gerçeğin Kitabı 90 Pinup
Editör'ün Kalemi'nden Gölge’de bir ay daha geldi çattı. “Yine yeni yeniden” masaüstünüze gelmeye çalıştık, yazdık, toplandık, elbirliğiyle hazırladık. İlk editör yazımı daha umut dolu ve cesaretlendirici bir üslupla yazmaya niyetlendim ama bu ay çok da iyi geçmedi. Baharın ışıltısına rağmen kasvetli bir ay geçirdik. Soma’daki maden faciası hepimizin malumu ve hepimizin acısı… Her sene yüzlerce insanını iş kazalarında(!) ama daha çok ihmallerde yitiren bir ülkenin tarihinden silinmeyecektir. İnsanlar unutsa da, silme çabalarına karşın tarih hep hatırlar, görmek isteyenler için kaybettiğimiz yüzlerce can kendilerini hatırlatacaklar, hep orada olacaklar. Umut niyetine kalan yegâne kırıntımız da ihmallerin, görmezden gelinmelerin biteceği o muhayyel olsa da müstakbel gün adına ayakta zaten. Son bir yıldır her ay Gölge’yi hazırlarken öyle beklemediğimiz şeyler oluyor ve öyle acılar yaşanıyor ki itiraf ediyorum yetişemiyoruz. Dikkat çekemiyoruz, öne çıkartamıyoruz, kontrolleri yapıp “Tamam!” dediğimiz her saatte yeni bir acı haberle sarsılıyoruz. Yine de yazıyoruz, çiziyoruz, bir şeyler paylaşmaya çabalıyoruz. Hayata tutunmaya çabalıyoruz, en önemlisi bunca gamın kasavetin içinde sizler gibi, hepimiz gibi hayal kurmaya cesaret ediyoruz. İyi okumalar temennisi ile… Mehmet Berk YALTIRIK
3
Fabisad Etkinlikleri
Fabisad Etkinlikleri
İTEF'te Fabisad Etkinlikleri
İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali çerçevesinde bu yıl 5-11 Mayıs 2014 tarihleri arasında “Şehir ve Yolculuk” teması adı altında birçok etkinlik düzenlendi. Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABİSAD) bu yılki İTEF etkinliklerinde de bazı söyleşiler gerçekleştirdi. Birinin katılımcısı olarak iki etkinliğe katılabildiğim bu etkinliklerden bir tek son iki etkinliğe katılamadım. Katıldığım etkinliklerden notları paylaşsam da etkinliklerin genelinden bahsedeceğim. Gelecek yıl için heyecanlandıran bir etkinlik serisi oldu benim için. Söyleşilerden ilki 6 Mayıs’taki “Fantastik Tarihimiz” etkinliğiydi. Taksim Atatürk Kitaplığı’nda düzenlenen etkinliğin moderatörü 1002 Gece Masalları’nı yayına hazırlayan, “Çift Başlı Kartal” adlı öykü kitabının yazarı Yiğit Değer Bengi’ydi. Söyleşinin katılımcıları Seyfettin Efendi çizgi romanlarıyla tanıdığımız Devrim Kunter, “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” başta olmak üzere birçok filmiyle tanıdığımız, kendi tabiriyle “film anlatıcısı” Ezel Akay ve bendim. Etkinlikle ilgili olarak Ezel Akay’ın: “Ben gerçekçiliğin bir hastalık olduğunu düşünüyorum.” tespiti dikkat çekiciydi. Devrim Kunter, Seyfettin Efendi’nin geçtiği
4
dönemlerdeki yapıyı ve bunu çizgi romana aktarmasından bahsederken ben de kendi hikâyelerimde kullandığım, Geç Osmanlı döneminde geçen bazı kültürel unsurlardan bahsettim. Yiğit Değer Bengi’nin sorularıyla bir panelden ziyade sohbet havasında geçtiğini söyleyebilirim. İkinci söyleşi 7 Mayıs’ta yine Taksim Atatürk Kitaplığı’nda düzenlenen “Biz Nelerden Korkarız?” etkinliğiydi. Etkinliğin moderatörü Anadolu Korku Öyküleri’nin yazarlarından, Kan Güncesi adlı alt-kültür portalının kurucusu Galip Dursun’du. Katılımcılar ise Sydney’de Yılın En İyi Lovecraftvari Filmi ödülünü alan, korku içerikli kısa filmlerinden tanıdığımız Can Evrenol, “Deliliği Beklerken” adlı fantastik gerilim romanının yazarı Onat Bahadır ve “Vampirin Kültür Tarihi” adlı araştırma eseriyle tanıdığımız Gülay Er Pasin’di. Korku edebiyatı ve sinemasının ülkemizdeki durumunun konuşulduğu etkinlikte, sinemamızda neden sadece “cin” temasının işlendiği de konuşuldu, korkunun temelde ne olduğundan da bahsedildi. 8 Mayıs’ta Kadıköy’de Kargart’ta son iki etkinlik düzenlendi. Bu etkinliklere katılamasam da içeriklerinden bahsetmek isterim. İlki moderatörlüğünü sinema yazarı ve çevirmen Kutlukhan Kutlu’nun üstlendiği “Kabus Toplum Tarifleri”ydi. Distopyaların konuşulduğu etkinliğin katılımcıları; “Cennetin Kalıntıları” adlı kara ütopya romanının yazarı Levent Şenyürek ve “Apartman Boşluğu” ile “Karanlık Oda” romanlarının yazarı Hakan Bıçakçı’ydı. İkinci etkinlik ise GİO Ödülleri 2013’e gönderilen, ödül kazanan ve seçilmiş öykülerden oluşan seçki kitabının yazarlarının katıldığı: “Yerli Fantazyada Yeni Sesler” etkinliğiydi. Moderatörlüğünü fantastik edebiyat alanında kitaplarıyla tanıdığımız, aynı zamanda da seçkinin editörlerinden olan Barış Müstecaplıoğlu’nun üstlendiği etkinliğin katılımcıları; Gülbike Berkkam, Nihan Sayın ve Belma Fırat oldu. Mehmet Berk YALTIRIK
5
Öykü
Vampiresk “Naber Mete?” Bunu diyen sınıf arkadaşım İlhan’dı. Kadıköy’de ana caddede boğa heykeline yakın bir yerde raslantıyla karşılaşmıştık. Paçalarında biraz akordeonlaşmış soluk bir kot pantolon ve neredeyse dizlerine kadar inen beyaz bir tişört vardı üzerinde. Göğsünde iri kırmızı harflerle İngilizce olarak ‘Beni Mars’a kaçırdılar?’ yazılı bir tişört giymişti. Başına taktığı siyah Callaway marka golf şapkası ve siyah spor ayakkabılarıyla karizmasının gaddar olduğunu düşünmekteydi. Mete de birkaç ay öncesine kadar bu hattaydı. Arkadaşının bu tür havalı kıyafetlerine özenirdi, ama aradan geçen zamanda çok şey değişmişti. Değişim lafı az kalmaktaydı. Delikanlı tepeden tırnağa yenilenmişti. Reset olmuştu. Altı ay kadar sonra on beş yaşına basacak olan Mete Sönmez kelimenin tam anlamıyla A’dan Z’ye formatlanmıştı. “İyilik. Ne yapıyorsun burada?” “Bizim Cem’e gidiyorum. Oyun oynayacağız.” Normal koşullarda olsalar Mete hangi oyun falan diye sorarak lafı uzatır, davet edilmeyi bekler ve çoğunlukla da bu isteği gerçekleşmezdi. İlhan kendi benzeri arkadaşlarıyla takılırdı. Mete gibi zeki, ama sosyal yaşam yönünden biraz tutuk tiplere yer yoktu o grupta. Artık Mete sanal oyun oynayarak suni heyecan yaratan biri değildi. Bu gibi şeyler formatlanınca geride kalmıştı.Gerçek oyunları kuran ve idare edendi. Şu anda en yeni oyununu icra etmeye gitmekteydi. “İyi.” “Sen?” Yaz tatili bitmek üzereydi. İlhan onu en son üç hafta kadar önce yine buralarda görmüştü. Daha aşağılarda bir yerde yine raslantıyla karşılaşmışlardı. Arkadaşının bakışlarında aşağıdan yukarı tarama, bir şeyleri anlamlandıramama ifadesi vardı. İhsan içindeki olağanüstü gücü hissediyordu, ama ne olduğunu anlaması mümkün değildi. Kimse tahmin edemezdi. Moralinin bir nedenden iyi olduğunu, bunun da fiziğine enerji olarak yansıdığını düşünüyordu. Belki bir kıza aşık olduğunu bile sanıyor olabilirdi. Filmlerde hayal gibi izleyip durdukları şey şu anda Mete’nin en yeni, elle tutulur gerçekliğiydi. Günlük hâliydi. İçinde V vardı. Damarlarında muazzam bir güç fink atmaktaydı. Mete en normal hâliyle saatine baktı. “Hiç, öylesine dolaşıyorum biraz. Birazdan biriyle buluşacağım da.” ‘Buluşmak’ sözcüğü etkili olmuş, İhsan’ın gözlerinde bunu alımlı bir kıza yorduğunu belli eden seni seni ifadesi ve hafif çekimli bir kıskançlık duygusu aynı anda belirmişti. İçine V girince Mete’nin duyuları inanılmaz derecede keskinleşmişti. Arkadaşının düşüncelerini okuyordu adeta. Kendini ‘Bir sevgilin mi var?’dememek için zor tuttuğunu hissediyordu. “Yarın okulda görüşürüz.” “Gidiyor musun?” “Evet.” İhsan’ın yüzünde yarısı sahte, üçte biri kurnazlıkla kaplı bir dostane ifade belirdi. “Eğer pek önemli değilse, Cem’e gel sen de diyecektim.” Eliyle sanki Mete bilmiyormuş gibi Cem’in oturduğu bloğu işaret etmişti. “Prototype3 oynayacağız. Daha 2’si bile kimsede yok.” Mete gayret ederek bu kuyruklu yalanı çaktığını belli edecek bir sinyal salmadı dışarıya. İhsan Prototype3 mavalıyla kendisini Cem’in evine çekerek en yeni ışımasını diğer delikanlıların değerlendirmesine
6
7
Öykü
Öykü
sunmak istiyordu. Bir de ‘Ne oldu sana böyle? Anlat bakalım?’ sıkıştırması yapılacaktı tabii. Mete bütün yaz tatili boyunca Cem’in evine tek bir kez davet edilmediğini unutmuş gibi yaparak minnetle gülümsedi. “Bir başka defa artık. Sağol davetin için. Görüşürüz bir yerlerde.” “Peki, öyle olsun.” Mete, İhsan’ı karışık duygularla arkasında bırakıp yürümeğe başladı. Hiç bakmadan arkadaşının arkasından izlediğini hissediyordu. Sonunda bıkıp geri döndü ve Cem’in evine doğru yollandı. Mete bunları hiç bakmadan kesinlikle biliyordu. Bu tür olağanüstü keskin hassalara sahip olmak harika bir şeydi. * Her şey mayıs sonunda bir gece başladı. Saat gece yarısına yaklaşıyordu ve Mete her zaman olduğu gibi bilgisayarın arkasındaydı. Cuma gecesiydi. Ertesi gün okul olmadığı için yatması sabahı bulacaktı. Üç adet bilimkurgu filmini ardı ardına izlemeye kararlıydı. Mete yalnız bir delikanlıydı. Okul dışında görüştüğü pek arkadaşı yoktu. Kitap okumak, internet sörfçülüğü ve film izlemek gibi hobileri nedeniyle neredeyse evde hiç canı sıkılmazdı. O gece de tipik bir hafta sonu gecesi olmaya adaydı, ama başka bir şey olacak ve hayatı sonsuza dek kökünden değişecekti. Mete birinci filmi izlemeye başladığında saat 00.17’ydi. Sayılara merakı yüzünden bu tür şeylere dikkat ederdi. Daha önce izlediği bir bilimkurgu filmiydi, ama Mete hoşuna giden filmleri defalarca seyretmeyi severdi. Bazı filmler otuz odalı büyük bir konak gibiydi. Her ziyarette daha önce bakmadığınız bir oda keşfederdiniz. Filmin giriş bölümü başladığında kulakları bir sesle doldu. Aslında kulakları lafı az kalıyordu. Bedenindeki tüm hücrelerle birlikte duyabilmekteydi adeta. “Mete! O an şimdi.” Mete filmin jenerik bölümünde müzik eşliğinde gezegenleri gördükleri sahneyi izlemekteydi. Önce bazı filmlerde olduğu gibi kıllık olsun diye üste ses kaydedilmiş sandı. Sonra birden ayıktı. Ona adıyla hitap edilmişti ve ayrıca ses bilgisayarın hoparlörlerinden değil sol arka tarafından gelmişti. Mete filmi durdurdu ve hipnozda gibi başını çevirip arkasına baktı. “Buradayım.” Delikanlının hissettiği heyecandan ense kılları kabarmıştı. Yerinden doğruldu. Korkak biri değildi. Odasında ışıklar yanıyordu. Salonda annesi ve teyzesi sohbet etmekteydi. Issız bir şatoda ya da kocaman ve kapkaranlık bir mahzende yalnız değildi. “Yaklaş.” Mete’nin zihninde beliren‘Nereye?’sorusu bir sabun köpüğü gibi şişti ve söndü. Radyo. Kütüphanenin üstünde duran antika radyoydu. Radyo konuşmuştu. ‘Fişleri takılı olmayan antika radyolar suskun kalırlar’ düşüncesine rağbet etmeden kütüphanenin yanına gitti. Mete bu yaşta bir seksen boyundaydı. Başı tam radyo hizasındaydı. “Aferin, korkacak bir şey yok. Taşlar yerine oturacak yeniden.” Mete sandığından daha az korkmaktaydı. Nabzı belli belirsiz hızlanmıştı. Fiziksel tepkilerini kontrol altına alan “Kimsiniz?” “Bana sen diyebilirsin. Yaşıtız neredeyse. Tarih boyunca çok çeşitli adlarım oldu. Hiçbiri bu ana uymaz artık. Sadede geleyim. Ben dedenin çok yakınıydım. Kendisiyle yirmi dört yaşındayken tanıştık. Burada. İstanbul’da. 1934 yılıydı. Bir öğle üzeri evde yalnızdı. O sırada Kurtuluş’ta oturuyorlardı. Biliyorsun. Evde antika bir radyo vardı. Bu değil. Bu 1958 yapımı. Diğeri çok eski ve zamanında bayağı değerliydi.
Dedenin babası varlıklı bir adamdı biliyorsun. Kömür tüccarıydı. O sırada radyo sahibi olmak büyük bir prestijdi. Dedene o radyo kanalıyla hitap ettim. Sesimi senin olduğu gibi hemen tanıdı. Tanımaktan kastım kendine yakın bulmak. Sen de öylesin. Beni şu anda varlığımı iliğinde kemiğinde hissediyorsun. Delirdiğini ve gayipten sesler duyduğunu bir an bile düşünmüyorsun.” O sesin sahibi haklıydı. Mete heyecan duyuyordu, ama korkmuyordu. İçinde panik duygusunun P’si bile yoktu. Doğal bir yakınlık duygusuyla sarmaş dolaştı. “Sonra?” “Dedenle beraber olduk. Sırada baban vardı, ama elim araba kazasında öldü gitti. Aradan dört yıl geçti. Hâlâ üzgünsün. Ben de öyle. Her şeyi kontrol edemiyorum. Dedenle birlikteydim. Babanla beraber olsaydım da bazı karanlık anlar var. Şöyle anlatayım:ben dedenleyken ona yönelen hiçbir tehdit kolay kolay gerçekleşemezdi. Ama ayın görünmediği zamanlar misali, ben birinle ayın ancak 23 günü beraber olabilirim. Geri kalan 7-8 günde bir kırılganlık söz konusudur. Deden iki ay önce ben yokkenki periyotta mide kanaması geçirdi ve acilen hastaneye kaldırıldı. Ameliyata alındı. 102 yaşındaydı. Çeşitli sağlık sorunları vardı. Narkozu kaldıramadı. Ayılamadı biliyorsun. Ben içinde olsaydım kanamayı kontrol altına alabilir ve asla ameliyat olmasına izin vermezdim. Geri gelmeme iki gün kalmıştı. Maalesef şanssız bir gelişme oldu. O bunu bildiği için ameliyatı iki gün sonraya ertelemek istedi, ama kabul etmediler. Oysa mümkündü. Kanama çok azdı. Dedenin sağlık koşullarının ameliyata elverişli olmadığı da belliydi. İlaçlarla kanamayı durdurmayı deneyebilirlerdi. O yaşta birine narkoz verilir mi?” Mete dedesi ameliyat olurken hastahanede annesiyle birlikteydi. Ölüm haberi üzerine yıkılmışlardı. Dedesini çok severdi. Adam öleceğini hissetmiş gibiydi. Hastahaneye gitmeden önce kendi evinde duran antika radyoyu ona vermiş ve gözü gibi bakmasını istemişti. Şimdi anlıyordu. Adam mirası devrediyordu. Delikanlının gözleri dolmuştu. “Onu çok severdim” dedi. “Babam öldükten sonra yerini almıştı adeta.” “Biliyorum Mete. Onunla beraberdim. O da seni gerçek oğlu gibi severdi.” Mete duygu sarmalından biraz sıyrılınca aklını kurcalayan soruya yöneldi. “Siz, sen nesin? İnsan değilsin belli ki.” “Değilim. Ben zeka sahibi bir enerji büklümüyüm. Ortalama iki bin yıl ömrüm var. Bir dalga boyu sörfçüsü de denebilir bana. Deden beni bir cin olarak kabullendi. Önce biraz korkmuştu, ama sonra beraberliğimizin tiryakisi oldu. Sen benim varlığımı dedende bilinçsiz olarak hissettiğin için daha az korktun. Tanıdık biri gibi algıladın.” Mete bunun yanı sıra Hostel, Testere, Twilight benzeri dizilerle büyümüş biriydi. Cinlere hem metafizik, hem de kuvantum fiziği gözlüğüyle bakar ve enerji bedenli yaratıklar olarak varlıklarını kabullenirdi. “Biz de beraber mi olacağız?” “Evet. Rızan olursa. İstem dışı bir eylem değil bu. İkili yarar bazında birlikte olacağız.” Mete duyduğu her şeye inanmaktaydı. Sezgileri dalga boyu sörfçüsünden korkmuyordu. Sadece kendini ilk kez on metre yüksekteki tramplenden aşağı atlayacağı andaki gibi hissetmekteydi. Kendini aşağıya salarsa başına kötü bir şey gelmeyecekti, ama o ilk adımı atarak boşluğa çıkmak yok muydu. Hayalde gibi, “Rızamı verdim.” Dedi. Sonrası birkaç saniye içinde gerçekleşti. Mete’nin bedeninde ve algılarında ansızın meydana gelen genleşmeyi tanımlayacak sıfatları bilmiyordu. Bir tavşanın bedenine fil sığışmış gibiydi. Fizik gücü ve algıları inanılmaz bir hassasiyet kazanmıştı. Oturma odasında oturan iki kadının konuşmalarını yanı başlarındaymış gibi duyabilmekteydi. Sıçrasa kafası betonu delerek bir üst kata çıkacakmış gibiydi. Dedesinin yüz yaşındayken otuz yaşındaymış gibi hızlı yürüyüşlerini, hiç mola vermeden beş yüz kilometre araba sürmesini, o yaşta gözlük ya da kulaklık kullanmamasını, hep tetikte duran zeki bakışlarını ve sık sık
8
9
Öykü
Öykü düşüncelerini okurcasına niyetini bildiğini düşündü. Herkes bunu genetiğine, spor yapmasına ve dengeli beslenmesine yormaktaydı. Oysa damarlarında V kükremekteydi o sırada. “Demek Vampir olmak böyle bir şey.” “Vampir, homonocturnis, gecelerin yaratığı. Vampiresk meseller. Bunlar mitolojik söylemler Mete. Benim kanla manla bir işim yok. Yarasa kılığına girip uçman da söz konusu değil. Biz çok daha ötesini yapacağız birlikte. Göreceksin. Yalnız V harfini severim. Bana V diyebilirsin.” * Hayat apartmanının dış kapısı ilk bakışta belli olmuyordu, ama aralıktı. Mete kapıyı ittirip içeri girdi. Sahanlık soğan ve klorlu bir temizlik malzemesi kokmaydı. Saat iki civarıydı. Görünürde kimsecikler yoktu. Mete merdivenlerden inerek kapıcı dairesine gitti. İçeride kimse bulunmuyordu. Kapıcı internet üzerinden işlem yapamayan kiracıların elektrik ve su paralarını yatırmak için gitmişti. Kapıcının sekiz yaşındaki oğlu ve karısı birkaç kilometre ötedeki akrabalarına gitmişti. Kadının geri gelmesine en iyi şartlarda iki, kapıcının ise bir buçuk saat vardı. Bu kadar süre Mete’ye fazla fazla yeterliydi. V bedenine bağlı görünmez bir uçurtma gibiydi. O önden giderek her şeyi görüyor ve geriye rapor veriyordu. Bu sayede Mete evin yedek anahtarının paspasın sağ tarafında duran ayakkabılığın taban kısmında durduğunu biliyordu. Anahtarı eski bir kışlık terliğin içinden aldı ve kapıyı açtı. Bunu yaparken yaşıtı olduğunu tahmin ettiği iki genç kız konuşarak birinci kat basamaklarını inmiş ve ana kapıdan dışarı çıkmışlardı. Daha üstteki kattan karı koca kavgasına dönüşmek üzere olan bir atışma başlamıştı. Yakınlardaki etkinlikler şimdilik bundan ibaretti. Mete kapıcı dairesine girdi. Oturma odasında mütevazı mobilyalarla çelişen kocaman ekran yassı bir LCD televizyon vardı. Adam dizi ve futbol maçı izlemeye düşkündü anlaşılan. Mete apartman boşluğuna açılan kapıyı kanırtarak açabildi. Kas gücü misliyle artmıştı. İstese tek hamleyle menteşelerinden bile sökebilirdi, ama kapıcının bir şeyi farketmemesi gerekmekteydi. Mete elinde anahtar geriye döndü. Kapıyı açıp anahtarı bulduğu yere koydu. Sonra kapıyı örttü. Kilidin dilini kilitli konuma getirdi. Burasıyla işi bitmişti. Kapının sık açılmadığı yerde biriken güvercin pislikleri, ufak tefek çöp, toz ve topraktan belliydi. Mete bir süre etrafın niyet ağını ölçtü. Yaz olduğu için apartman boşluğuna bakan bazı pencereler açıktı. Yedi katlı çift daire apartmanda şu anda bulunan hiç kimse güvercin pislikleriyle bezeli pervazlara dayanarak aşağı bakmayı düşünmüyordu. Mete aradan geçen zaman içinde fizik yeti açısından yenilenmişti. Tuğla örgülü yer yer sıvaları dökülmüş yüzeye parmak uçlarıyla tutunarak yükseldi. Sanki ağırlığı birkaç yüz grammış gibi hızlı ve rahat bir şekilde yedinci kata kadar çıktı. Bu arada beşinci kattaki yaramaz bir oğlan çocuk apartman boşluğuna açılan camdan aşağıya bakmaktan son anda vazgeçmişti. Güvercinleri ürkütmeyi seven Halil adlı çocuk birden o camdan içeri öcü gireceğini düşünmüş ve koşarak mutfakta yaprak dolması saran annesinin yanına gitmişti. Beş yaşındaydı ve iyice tırsmıştı. Bir süreliğine güvercin ürkütme hobisine ara verecekti. Hedef pencere yedinci kattaydı. İçerde kılima çalıştığı için pencere sımsıkı kapalıydı. Arhan Keserci içerideydi. Bilgisayarının arkasında bir mektup yazıyordu. Dedesini sorumsuzca ameliyat eden adamdı. Daha önce de yaşlı birkaç hastası narkoz köprüsünü geçememişti. Kurbanları sadece yaşlılar değildi. Gereksiz yere ameliyat edilip ömür boyu sakat ve hastalıklı kalan bir sürü hastası olmuştu. Hakkında şikayetlerde bulunulmuşsa da hukuki bir işlem başlatacak aşamaya gelinememişti. Hasta dosyaları kulbuna uydurulmuştu. Kısa vadede somut bir hata kanıtı bulmak çok zordu. Bulunanlar yetersizdi. Kısacası Arhan bey 53 yaşındaydı ve engellenmezse daha bir çok kimseyi ameliyat parasını aldıktan sonra öbür dünyaya ya da sakatlar beldesine postalayacaktı.
10
Mete içeriye çoktan girmiş olan V’nin gözünden adamı görüyordu. Orta boylu, iri kemikli bir adamdı. Kırlaşmaya başlamış gür saçlı cerrah üzerinde mavi bir şortla oturmuş tıbbi bir rapor yazmaktaydı. Evde yalnızdı. Karısı ve Mete’nin yaşıtı olan kızı şu anda Edremit’teydi. Adam akşam yemeğinden sonra arabasıyla oraya gitmeyi planlıyordu. “Mete içinden, ‘Şimdi ne yapacağız?” diye geçirdi. “Unutma kural bir: Biz çok mecbur kalmadıkça can almayız ve savunma hariç asla şiddet uygulamayız. Arhan beyi ikna edeceğiz.” Mete ‘Ne için ikna’ diyecekken durakladı. Bu bilgi birden zihnine dolmuştu. İçinde gençliğin verdiği yabansıl enerjiyi düşünceleriyle izole etti. Dedesinin katilinin kredisini yerle bir edeceklerdi. V’nin planı müthişti. Mete pencerenin arka yüzündeki kilit kolunu düşündü. V’nin sayesinde gözünün önündeydi. Kol oynadı, sola doğru döndü ve dil serbest kaldı. Mete yavaşça içeri süzüldü. Adam hâlâ bilgisayarın başındaydı. Mete yetmiş iki kiloluk bedenini adamın bir metre kadar yakınına kolayca getirdi. V’nin bedenine kazandırdığı yeni yetiler müthişti. Şu anda ayakları en fazla on kiloluk bir yük taşımaktaydı. “Şimdi?” “Sağ elinle ensesine dokun.” Mete kolunu uzattı ve adamın terli ensesine dokundu. Arhan beyin bedeni hafifçe titredi. Başı geriye dönmek istedi, ama hemen vazgeçti. Klavye üzerindeki sağ eli titreşmiş, durmuş ve sonra yeniden tuşlar üzerinde gezinmeye başlamıştı. Adam on dakika içinde son beş yılda sırf fazladan kazanç temin etmek için hastaları gereksiz yere ameliyat ettiğini yazdı. Bunların en önde gelenlerinin on yedisinin adını ve ameliyat tarihlerini yazdı. Dedesinin adı da listedeydi. Yan etkileriyle faydadan çok zarar veren hangi pahalı ilaçları da yok yere kullandırttığını, hangi gereksiz testleri yaptırdığını altına ekledi. Sonra da metnin altına çok pişman olduğunu ekledi. Bu mesajı sırayla doktor arkadaşlarına, çalıştığı hastahanenin başhekimine ve mağdur durumdaki ailelerin mail adreslerine yolladı. V bazı bilgileri bilgisayarın harddiskinden sökerek adamın zihnine monte etmişti. “Şimdi ne olacak?” “Çekip gideceğiz. Bu defa kapıdan.” “Arhan bey ne olacak?” “Beş dakika kadar sonra kendine gelecek ve kimlere ne maili yolladığını keşfedecek. Sonra... Sonra da ruhi durumuna uygun bir şeyler yapacak. Hemen Edremit’e gitmeyeceği kesin.” Mete sokağa çıktığında kendini daha iyi hissetmekteydi. Adamın yazdıklarını okurken hissettiği hınç duygusu çok hafiflemişti. Başını kaldırıp yedinci kata baktı. İçinde bir önsezi dalgası kırılmıştı. Karşı kaldırıma geçti. Hayat apartmanının çapraz karşısındaki Seyir adlı kafeye girdi. Yarım saat kadar sonra Mete ikinci buzlu çayını içerken sol çapraz ileride bir gümbürtü duyuldu. Yere ağır bir şey düşmüş gibiydi. Bir araba korna çaldı. Ana caddedeki insanlar o tarafa doğru seğirtti. Arhan bey sandığından çok hızlı karar vermişti. Vicdanı çok yüklü olmalıydı. Birden Edremit’e gitmekten sonsuza kadar vazgeçmişti. Öykü: Sadık YEMNİ
11
İllustrasyon: Eren ERSOY
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
Çizgi Roman
Çizgi Roman
İnceleme
İnceleme
Seyfettin Efendi veEsrarengiz Hikayeleri
Bir inceleme
Zaten bilenler için önceden belirtmek lazım ki “ve Esrarengiz Hikayeleri” altbaşlığı ile çıkan bu cilt, “ve Olağanüstü Maceraları” altbaşlığı ile çıkan cildin devamı değil. Ondan iki cilt de bir numaralı cilt olma iddasında, kafalar karışmasın, alt başlıklara dikkat edilsin. Sonra “Neden 10 tane X-Men serisi var yahu kafam karışıyor.” İnsanı olmayın. Uyarıyı aradan çıkardığımıza göre bilmeyenler için tanıtım edelim. Devrim Kunter kaleminden çıkma, alternatif tarih sosu ile servis edilen, tümdengelimci metodlara haiz, üstüne vazife olmayan işere bulaşırken gözünü budaktan sakınmayan ve tamamen yerli polisiye kahramanımız Seyfettin Efendiyi konu eden ikinci çizgiroman cildi piyasaya çıktı. Açıkçası çok da iyi oldu. Yaratıcı Devrim Kunter ile röportaj yapma fırsatını kaçırdığım için ufaktan speküle edeceğim, ikinci ciltler çıktığında haksız çıkarsam bu kısıtlı kanıt üzerinden tümevarımlarım affola. Lakin o kadar tümevarımı Seyfettinde de görüyoruz. Yeni cildi öncelikle eski cilt üzerinden değerlendirmeyi uygun buluyorum. Eğer ki eski cilt edebiyatta nesir biçiminin temsili ise, yeni cilt kesinlikle bir nazım denemesidir. İlk cilt bölüm bölüm okunan, kişilerin ve olayların birbirinin önüne geçmediği bir roman gibiydi. Sunulan hikayelerin kısalığı ve yoğunluğu, kapaklarda farklı görsel estetiklerin denenmesi ve hatta araya serpiştirilen yapıkurumcu sahte vinyetler, hep birlikte ikinci cilde bir şiir antolojisi havası veriyor. Mesela, anaglpyh kapak hem eserin beslendiği edebi türün şoke etme estetiğini ilerletiyor, hem eserin beslendiği dönemin teknolojisine uygun. (mavi kırmızı gözlüklü üç boyut, eski üç boyutlu görüntü mekanizmalarından biridir.) Bu kadar anlam yükleyince en düz yazı bile şiirsellik kazanır. Düzyazı metinleri gerekli kılacak şekidle edebi atıflar ve tarihi detaylar şelale olmuş akıyor. Şimdi spoiler vermemek için çok derine inmiyorum ama farkedince gülümseten veya öğrenince “Vay babam!” dedirten detaylar var. Buna karşın olağandışı öğe kullanımı daha yoğun, ilk ciltte ufaktan sinyallenen steampunk görünümlü kurgusal teknoloji kullanımı da aralara
22
sızmış. Kişisel görüşüm hikayeye renk katacak kadar belirgin, ama saçmalamayacak kadar ince olduğu yönünde. Ama steampunk gibi popi olmuş ve suyu çıkmış mevzularda herkesin fikri değiik olur. Bana pek güvenmeyin. Öyküleri iki gruba ayırmak mümkün. Bir kısım tamamen olay odaklı ve plot twist dediğimiz araca ev sahipliği edecek şekidle yazılmışlar. Bu kısımlarda doğal olarak hissiyat öne çıkıyor. Plot twistler öyle dünyayı sorgulatan bir niteliğe sahip değil, ama yine de kafa açacak kadar güzeller. Şahsen bu kadar kısa hikayelerde harcandıklarını düşünmüyorum. LAKİN! Kısalık adına bazı öykülerin zaman akışı aceleye getirilmiş gibi duruyor. Bu yaratıcı süreçte hissedilmiş olacak ki; gerekli noktalarda yazarların ağzından ufak ön okumalarına yer verilmiş. İyi de edilmiş. Ben şahsen ilk tur okumada “yea sonra dönerim” diyerek metinleri atlamıştım. Sonra “Ulan acaba kız o sümerolog teyzeye mi atıftı?” falan diye düşünüp daha derin araştırmaya üşendim. İkinci tur okumada metinleri de okuyunca “HAAA! İyiymiş ya la.” dedirtti. Diğer grup hikayeler ise Seyfettin karakterini taşımak için araç olarak görev görüyor. Buralarda Seyfettin’in bireysel olarak bize sergilenmesi diğerlerine göre daha yoğun. Açıkçası kahramandan çok düşmanla ilgilenen çizgiromanların devri kapanalı çok olduğu için bu gereken bir şey. The Dark Knight Returns devrine kadar Batman’dan çok Jokerin derdini dinlemiş olduğumuz gerçeği var ortada. Malum, Nolan’dan önce Batman filminde en az diyalog hep Batman’a düştü. Başına buyruk ve ukala yapısı gereği Seyfettin’den benzer bir sorun beklemek tabi ki saçma. Seyfettin konuşacak, açıklayacak ve dahi laf sokacak. Ama yine de Devrim Kunter’in en başından bu döngünün dışında yer aldığını göstermesini takdir ettim. Sözün özü, görünürde aynı olsa da ilk ciltten çok farklı bir deneyim sunuyor. Gidin alın, itinayla okuyun. Beğenmeyen olursa bana ulaşıp fikrini bol küfür ile ifade edebilir. Çekinmeyiniz. Alp BİLGİN
23
Öykü
Fare Sabah uyandığımda hava kapalıydı. Saatler ilerledikçe, sıkıntısını anlatmak istercesine daha çok karardı; ama bir türlü boşalamadı. Her an patlayacakmış gibi görünmesi, insanların adımlarını hızlandırmıştı. Neredeyse tenhalaşmış caddelerde tek başıma yürürken gökyüzüne bakıyor ve “Ya paylaş şu derdini ya da kimin ne söyleyeceğini umursamadan patla. Öyle bir gürle ki; ne gam kalsın içinde ne de bir kuruntu. İşte o zaman yeniden doğmuşçasına özgür ve coşkulu olacaksın.”diye mırıldanıyordum. Ancak bir türlü kükreyemedi. Sanırım gözyaşlarıyla bizi mağdur etmekten korkuyordu; ama bu sefer de barındırdığı kasvetin içinde boğulacaktı. İşe geç kalmış olmamı umursamayıp bir banka oturdum. Terazinin bir kefesinde pisipisine telef olmak, diğer kefesinde ise sevenlerini incitmek vardı. Biraz düşünen herkes hangi kefenin ağır basacağını bilirdi, ancak yaşam sadece mantık ekseninde dönmüyordu ki… İş yerine girdiğimde gündüz tamamen geceye dönmüştü. Tam koltuğuma oturmuştum ki, cep telefonum çaldı. İçimden bakmak gelmiyordu, bu yüzden önemsemedim. Israrından vazgeçmedi. İçim bu denli endişe dolu olmasaydı onunla sonsuza dek inatlaşabilirdim. İsteksizce arayan numaraya baktım. Açmamak için neden direndiğim belliydi. “Efendim… Evet benim… Anlıyorum… Hemen geliyorum.” Gitmek zorunda olduğumu bilmeme rağmen bir türlü yerimden kıpırdayamıyordum. Aniden gök gürlemeye başladı. Ardı ardına çakan mor ve beyaz şimşekler beni kendime getirmişti. Başımı çevirip dışarıya baktım. Onca gürültü çıkarmasına karşın hala boşalamamıştı. Ceketimi giyip izin almak için müdürümün yanına gittim. Taksiye bindiğimde şoför: “Kötü yağacak.” dedi. İlk defa fark ediyormuşçasına gökyüzüne baktım. Sabahki hâlinden tek farkı feryat etmesiydi. “Sanmıyorum…” dedim. Şaşırmıştı. Dikiz aynasından bakarak: “Ne demek sanmıyorum havayı görmüyor musun?” dedi. “Yağmak isteseydi bu kadar tantana yapmazdı. Bir an önce boşalır ve rahatlardı Belli ki acı çekmek hoşuna gidiyor.” “Acı mı? Ne alaka.” “Söylesene bana sıkıntısını bir an önce boşaltmak varken bunca kasvet neden?” “Garip. Böylesine bir yorumu da ilk defa duyuyorum…” dedikten sonra: “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Yanıt vereceğim sırada arabanın camına birkaç damla yağmur düştü. Silecekler ağır aksak çalışmaya başlamıştı ki, bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Gökyüzü; taşımakta olduğu ve içi sonsuz bir su kütlesiyle dolu kovayı elinden düşürmüş gibiydi. Şoför gevrek gevrek gülerek “Az önce ne demiştiniz?” diye sordu. Kinayeli konuşması umurumda bile değildi. Büyülenmiş gibiydim. Bir çocuk gibi yüzümü cama yapıştırıp dışarıyı seyretmeye koyuldum. Yere düşen her damla, yağmurdan çok yüreğimdeki kasvetin bir parçasıydı. Giderek hafifliyordum. Benden ses çıkmadığını görünce az önceki sorusunu yineledi: “Nereye gidiyoruz?” Yüzümü camdan ayırmadan: “Havaalanına” dedim. Yanıtı vermemle birlikte birden ayıldım. “Havaalanına mı? Ne alaka? Neden olmasın? Ama hâlletmem gereken bir sürü iş var. Meraklanma sen olsan da olmasan da işler çözümlenir. Acaba? Ne sanıyorsun kendini bulunmaz Hint kumaşı mı? Rahatla
24
25
Öykü
Öykü
artık ve bir kez olsun yaşamını duygularınla idame ettir. Başarabilir miyim? Bilmiyorum ama en azından denedim dersin.” İki damla yağmur yağdığında bile tıkanan trafik artık felç olmuştu. Araba bu kördüğüm içinde kendine yol bulmaya çabalarken ben hiç olmadığım kadar rahattım. Ne yetişmem gereken bir randevum vardı ne de acelem. Cep telefonumu çıkarıp birkaç telefon konuşması yaptım. Her seferinde ahizeden itiraz sesleri yükseldiyse de hiç birini önemsemedim. Bir karar vermiştim ve bundan vazgeçmeye niyetim yoktu. Havalimanında kalkacak ilk uçakta yer olup olmadığını sorduğumda yer görevlisi başını monitörden ayırmadan mekanik bir sesle: “Nereye?” diye sordu. “Fark etmez” diye yanıtladım, “Yeter ki bir an önce kalksın.” Başını kaldırıp ilk defa yüzüme baktı. Muhtemelen deli veya kaçak olup olmadığımı anlamak istiyordu. Ama yüzümün hiçbir noktasında böyle bir işaret yoktu ki. “Yarım saat sonra Samsun uçağı kalkıyor ve bir kişilik yer var. Size uyar mı?” “Hem de nasıl.” Uçaktaki koltuğuma oturduğumda fırtına şiddetini daha çok artırmıştı. Arka arkaya çakan şimşekler uçma fobisi olan yolcuların yüzünü şimdiden beyazlatmıştı. Yan tarafımda oturan adama baktım; pencere kenarında oturmasına karşın dışarıyla ilgisini kesmişti. Başını öne eğmiş gözlerini kapatmıştı. Dudakları kıpır kıpırdı. Hostesin standart uyarılarının ardından tüm korkulara inat kolayca havalandık. Işıklar yeniden yandığında içimde inanılmaz bir konuşma isteği vardı. Adama dönüp: “Korktuğumuz gibi olmadı.” dedim. İsteksizce gözlerini açıp: “Evet ama sadece şimdilik.” dedikten sonra yeniden eski pozisyonuna döndü. “Biliyor musunuz; Emerson, “Hayat, insanın sabahtan akşama kadar düşündüklerinden ibarettir.” demiş.” Derdim bana yetiyor sende nereden çıktın dercesine baktı. Duymazlıktan gelmeyle muhabbete katılma konusunda tereddüt yaşadığı gözlerinden okunuyordu. Sonunda belli belirsiz bir “Hım…” sesi çıkarıp kendi iç dünyasına döndü. Dinleyip dinlememesi hiç umurumda değildi. İçimi dökmesem patlardım. “Gerçekten öyleyse uzun zamandır yaşamıyorum demektir. Biliyor musunuz; son yıllarda ne zaman gözümü kapatsam, kendimi bir kanalizasyon çukurunda buluyorum. O karanlıkta çıkış yolunu bulmanız hemen hemen olanaksızdır. Attığınız her adımda biraz daha bataklığa saplanır ve giderek umudunuzu yitirirsiniz. İşte o zaman hiçbir şey umurunuzda olmaz. Ruhunuzu ele geçiren bezginlik tüm korkularınızı yok ettiği gibi yaşam arzunuzu da elinizden almıştır. Bir köşeye oturup umursamaz gözlerle önünüzden geçen lağım farelerine bakar ve “Bitti artık!” diye düşünürsünüz. Sonunuzun bir fare ya da havasızlıktan olmasının hiç önemi yoktur. Unutma dostum, yaşamdan zevk almıyorsan ölümden de korkmazsın.” Soluklanmak için durduğumda adama baktım. Gözleri hâlâ kapalıydı. Uyuyor muydu yoksa dinliyor muydu; belli değildi. “Çok sevdiğin bir yakınının ölümünü beklemek, işte böyle bir duygu dostum. Soluk alıp verdiği hâlde çoktan ölmüş bir beden. Kurtulma ümidi yok. Hayatla bağlantısı yok. Sesleniyorsun; seni duymuyor, öpüyorsun; hissetmiyor. Her sabah başucuna oturup, belirsiz bir noktaya kilitlenmiş gözlerine bakıyorsun. Bir şey düşünemediğini bildiğin hâlde yine de aklından geçenleri merak ediyorsun. “Belki…” diyorsun kendi kendine, “Belki de her şeyi duyup işitiyor ama konuşamıyor.” Ve o umutla aklına gelenleri anlatmaya başlıyorsun. Ne gözlerinde bir kıpırdanma oluyor ne de bedeninde. Her gün bunu yaşamak, onu değilse bile seni yavaş yavaş öldürüyor.” Anlatırken o kasvetli hayal yeniden gözümün önünde belirmişti. Gözlüğümü çıkarıp acıtırcasına gözlerimi ovuşturdum; ama görüntüyü yok edemedim. Sıkıntıyla yüzümü buruşturup konuşmaya devam ettim.
”O zaman neden her gün gidiyordun?” diye merak ediyorsundur. İnan ki bunun yanıtını bende bilmiyorum. “Beni tanımıyor ama ben hâlâ onun kim oluğunu biliyorum.” Safsatasına da sakın inanma, çünkü sende onu tanımıyorsun. Evet, yatakta yatan sevdiğin insan, ama ne görüntüsü aynı ne de davranışları. En kötüsü de ne biliyor musun; iki çift laf edememek. Belki de; vicdanımı rahatlatmaktan çok, son nefesini vermesine, dolayısıyla kurtulmasına tanıklık etme isteğiyle gidiyordum.” Hostesin yemek servis için yanımıza gelmesiyle sustum. Yan koltuktaki dinleyicim her zaman ki gibi tepkisiz kalırken ben bir kahve istedim. Aldığım ilk yudumla birlikte içimdekileri dökmeye devam ettim. “Sevdiğinizin ölümünü yürekten istemek gerçekten kötü bir duygu yok dostum. Çünkü bunu hiç kimseyle paylaşamazsınız. Sadece aklınızdan geçirirsiniz. Ardından böyle düşündüğünüz için vicdan azabı duyarsınız, ta ki ertesi sabaha kadar. Bu kısır döngü giderek sizi yaşamdan soğutur. Zevk almanın ne demek olduğunu unutursunuz. O ruh hâline bir kere girdiniz mi, bir daha da kolay kolay çıkamazsınız. Kahkahalar attığınız günler, siyah beyaz fotoğraflar gibi çok uzaklarda kalır. Yüreğinizdeki o zifiri karanlığın içinde, önce bir toz zerresi olursunuz sonra da yitip gidersiniz.” Kahvemden bir yudum daha alırken etrafıma bakındım; yolcuların kimi kendi iç dünyalarının içinde kaybolmuşken kimileri de ellerindeki gazeteye gömülmüşlerdi. “Bu duyguya sahip olmak çok kolayken, silkinip kendinize gelmek bir o kadar zordur. Dilediğiniz an ayağa kalkabileceğinizi bilmek; ama bunu istememek, insana inanılmaz acı verir. En yakınınızdakiler bile “Yaşam enerjin bitmiş.” diye sizi eleştirirler. Haklıdırlar; ancak sizi nereye savuracağını bilmediğiniz bir rüzgâra çoktan teslim olmuşunuzdur.” Kalan kahvemi bir yudumda bitirdikten sonra hırsımı alırcasına parmaklarımla plastik bardağı ezdim. “Aslında ölümünü ne kadar beklersen bekle, beyninizin bir bölümü yine de bunu kabullenemiyor. Çalan her telefonda acaba hastaneden mi arıyorlar diye korkarak açar, başka bir ses duyduğunuzda rahatlarsınız. Hani ölümünü istiyordun? Al sana yanılgı.” Dinleyip dinlemediğini bu sefer gerçekten merak etmiştim. Başımı çevirip baktım; gözleri hâlâ kapalıydı. Konuşmam muhtemelen ninni etkisi yapmıştı. “Birkaç ay önce kayınpederim rahatsızlandı. Hastalığı beklediğimizden çok hızlı ilerliyordu. Durumu ağırlaşınca eşim yanlarında kalmaya başladı. Ve bir gece yarısı çalan telefonla öldüğünü öğrendim. Onu gerçekten çok severdim. Tanıdığım en mert, en merhametli insanlardan birisiydi. Tam anlamıyla bir babaydı. Üzülmüştüm; ama aynı zamanda fazla çekmeden kurtulduğu için de sevinmiştim. Arabaya atladığım gibi hemen yola çıktım. Günün ilk ışıklarıyla beraber yaşadığı-öldüğü şehre yaklaşmıştım. Yakıt almak için benzinciye girdiğim sırada telefonum yine çaldı; arayan hemşireydi. Hastamın durumunun ağırlaştığını acilen hastaneye gelmem gerektiğini söylüyordu. Durumumu anlatıp daha sonra gelebileceğimi belirttim. Kayınpederi toprağa verir vermez duasını bile beklemeden -ki bu hâlâ içimi acıtır geriye döndüm. Sabaha göre durumunun daha iyi olduğunu, ancak konuşmak için henüz çok erken olduğunu, beklemekten başka çare olmadığını söylediler.” Soluklanmak için durakladığımda adamın gözlerinin açık olduğunu fark ettim. Dinliyor muydu yoksa hâlâ kendi iç dünyasında mıydı kestiremedim, zaten umurumda da değildi.
26
27
Öykü
Korku Öykü Etkinlikleri
“Beklemek; dünyanın en zor işi dostum. O anlarda çalan her telefonla birlikte yüreğiniz deli gibi atar.” Anlatırken o günleri yeniden yaşıyor gibiydim. Bir an, her zaman yaptığım gibi kabuğuma çekilip susmayı düşledim. Ama fikrimden çabucak sıyrıldım, zira unutmak için anlatmak zorundaydım. “Hastaneden çıktığımda deli gibi yorgundum ve cep telefonumu orada unuttuğumun henüz farkında değildim. Eve yaklaştığım sırada yokluğunu sezdim. Anlık bir kararsızlıktan sonra geri dönmekten vazgeçtim. Nasılsa kayıtlarda ev numaram vardı ve acil bir durumda oradan bana rahatça ulaşabilirlerdi. Sabah arabayla hastaneye giderken: “Ya şu an… Tam da şu an bir şey olduysa kimse bana ulaşamaz…” diye düşünüyordum. Hastamın yattığı koridora girdiğimde dışarı çıkarılmış karyola ve yatakla karşılaştım. Birisi ölmüş olmalıydı. İster istemez heyecanlanmıştım. Adımlarımı hızlandırmıştım ki Nurcan Hemşire’nin bana doğru geldiğini gördüm. Üzgün görünüyordu. Yanıma gelip: “Başınız sağ olsun.” dedi. Şaşkınlıkla olduğum yerde durdum. Yıllardır bu söze kendimi hazırlamama rağmen yine de sarsılmıştım. “Ne zaman oldu?” diye sordum. “Ne ne zaman oldu?” dedi. “Şimdi mi öldü? ” “Pardon. Beni yanlış anladınız. Kayınpederinizi kaybetmişsiniz diye duydum. O anlamda söylemiştim. Çok özür dilerim.” “Önemli değil…” dedim ve yoluma devam ettim. Şimdi bana söylesene dostum; her gün böyle yavaş yavaş ölmeyi mi tercih ederdin, yoksa bir fare tarafından kemirilmeyi mi?” Yorulmuştum. Gözlerimi kapatmıştım ki, “Hastanız nasıl oldu?” sorusunu duydum. Sesin geldiği yöne döndüğümde yan koltukta oturan adamla göz göze geldim. Merakla bana bakıyordu. “Bugün öldü.” “Başınız sağ olsun. Cenazeyi Samsun’da mı defnedeceksiniz?” “Hayır İstanbul’da.” “O zaman …” “Ne işim var Samsun’da? Transandalistlere göre Tanrı hepimizin ve doğanın içindedir. Yine onlara göre her sorunun cevabı ya doğadadır ya da içimizde. Bu sorunun yanıtı bende olmadığına göre demek ki doğada.” “Yani.” “Yani bilmiyorum.” “…” Deli olup olmadığımı anlamak istercesine baktı. Gözleri soru işaretleriyle doluydu. Onunla hiçbir işim kalmamıştı, bu yüzden bakışlarını umursamadım Sonunda dayanamayarak: “Son bir sorum daha olacak, tüm bunları neden bana anlattınız?” diye sordu. “Birisine anlatmasaydım patlayacaktım. Hiç tanımadığım ve bir daha asla görmeyeceğim birisi her zaman tercih sebebidir.” Öykü: Atilla BİLGEN
28
İllustrasyon: Gülhan D SEVİNÇ
Anadolu Korku Öyküleri'nin Etkinlikleri Mayıs ayı, Anadolu Korku Öyküleri yazarlarının imza günleriyle ama daha çok söyleşilerle geçirdiği oldukça hareketli bir ay oldu. 6 Mayıs ve 7 Mayıs’ta, Galip Dursun ile benim İTEF çerçevesinde konuşmalarımız (Fantastik Tarihimiz ve Biz Nelerden Korkarız etkinlikleri) haricinde gerek toplu halde gerek bireysel olarak farklı etkinliklere katıldık, mevzu döndü dolaştı Anadolu Korku Öyküleri’ne geldi. 10 Mayıs’ta İstanbul Teknik Üniversitesi’nde UNİKON 01 etkinliğine son anda dâhil olup Anadolu Korku Öyküleri üzerine konuştum. Nasıl bir araya geldiğimizden bahsettikten sonra kendi hikâyemde kullandığım hortlak unsuruna, tarihe ve folklora yansımalarına değindim. Daha sonra Işın Beril Tetik, Galip Dursun ve Demokan Atasoy ile birlikte 18 Mayıs 2014’te Kocaeli Kitap Fuarı’ndaki etkinliklere katıldık. İmza gününden önce “Anadolu’nun Korkunç Yaratıkları” başlıklı söyleşide ejderhadan albastıya, Anadolu’da anlatılan ve Anadolu’ya dek gelen söylencelerden, halk inançlarından bahsettik. Işın Beril Tetik, Altay Türklerinin anlatılarında bahsi geçen yeraltının hâkimi “Erlik Han” başta olmak üzere hikâyesinde kullandığı yine Altay mitolojisinden “Kara Neme”den bahsetti. Demokan Atasoy, hikâyesinde değindiği derviş unsuruna binaen “Sarı Saltık”tan, onun nasıl efsanevi bir figüre dönüştüğünden ve batı edebiyatına ait gibi görünse de doğuda da örnekleri görülen ejderha ve ejder ile savaş motifinden bahsetti. Galip Dursun albastı ve alkarısını anlatırken ben de kendi hikâyemde kullandığım hortlak motifini anlattım. Bu motife 22 Mayıs’ta Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’nde, “Balkanlardan Anadolu’ya HortlakCadı İnancı” başlıklı konuşmada bu unsura daha detaylı değindim. Orada konuşmam esnasında, Galip Dursun’un da soruları ve katkılarıyla, Anadolu’nun (bir dönem için) korku unsurlarından birinden etraflı bir şekilde bahsetmeye çalıştım. Mehmet Berk YALTIRIK
29
Yeni
Yeni
Çıkanlar
Çıkanlar
Kuzgun Efsanesi Serisi1
Siyah Palto
Kimi zaman var olmayan bir yerde öyle birileri olsun istedim ki; başlangıçları kahramanlar örsün, attıkları ağlar yerküreyi kaplasın öyle sımsıkı tutsun ki hangi yüzyılda nerede kim ya da ne olursa olsun herkesin içinde demir bir hançer gibi saplı kalan sağlam bir ruh korunsun… Çoğu zaman yaşadığımız yerden, dünyadan, gezegenlerden öteye gitmek istedim. Hala istiyorum. Hep o kurguladığım dünyalarda var olabilmek, o karakterlerle birlikte vakit geçirmek, onlardan biri olmak istiyorum. Gerçek kahramanlar, gerçek insanlar, gerçek duygular… Bazen suya daldığımda nefes almak istiyorum, başımı kaldırdığımda göğe yükselmek bulutların arasından geçmek, öfkelendiğimde yeryüzüne yıldırımlar düşürmek… Hala o kadar çok istiyorum ki; bir yerde birilerinin felaketini başlamadan sonlandıracak, hayatı boyunca onu koruyup mutluluk ve şans getirmeye yetecek kadar güçlü bir hediye vermeyi… Bu kitabın hikaye örgüsü işte bu düşünce ağlarıyla örüldü. Bir yanda Chul Irkı (kuzgunlar ve kargalar) diğer yanda Chullondie Irkı (kuzgun-insan bir ırk) öte yanda insan ırkı… Bu kitap, sıradan gibi görünen siyah bir paltonun tüm insanlığa nasıl mutluluk ve şans getirdiği ile alakalı. Üçlemenin ilk kitabı olan Siyah Palto, serinin diğer iki kitabına nazaran yumuşak anlatımı ile tam bir giriş kitabı niteliğinde diyebilirim. Kuzgun Efsanesi Üçlemesi, dünyada ve Türkiye’de kuzgunlar hakkında yazılmış ilk fantastik romandır. Dünya genelinde sayılı birkaç kitap kuzgunun adını zikreder, hikaye örgüsüne serpiştirir ancak onlara adanan bir roman daha yoktur. Öncelikle üçlemenin geneliyle başlayalım. Başlangıçta boşluk ve kasvet vardı. Yeryüzü henüz oluşumunu tamamlamışken yeşil dişi toprak göz kamaştıracak kadar parladı. Nefes alan ilk canlılar Kuzgun ve Karga sürüleri oldu. Gök tamamlanana kadar yerin altında yaşadılar, ardından kanatlandılar ve uçma yetisi kazandılar. Böylelikle ilk ayı, ilk güneşi ve ilk yıldız topluluğunu gören onlar oldu. Kuzgunun uçarken toprağa saçtığı tükürüklerinden denizler ve göller meydana geldi. Doğurganlığı ve bolluğu temsil eden yeşil dişi toprak suyun sırrını Kuzguna fısıldadı. Henüz suyun diplerinde uyuyan şeytanlar bile var olmamışken Kuzgun artık ölümsüzdü. Binlerce yıl sonra Kuzgun ataları dişi toprağa ihanet ettiler. Dişi toprak, suyun gücünü ellerinden aldı ve Ragnarok’u yarattı. Ragnarok, Kuzgun ve Karga sürüleri için kıyamet demekti. Günü geldiğinde toprağın nefreti, lanetiyle nefes almaya başlayacak; üzerlerine keder ve korku salıp alevler yağdıracaktı. Kuzgun kıyametinin ilk belirtisi, gökten üzerlerine iri damlalar halinde yağan siyah yağmur oldu. O günden sonra Kuzgun artık parlak siyah renkteydi. Ancak ketum Kuzgun, suyun gücünü kaybetse de ruhunun derinliklerinde sakladığı gizemini yitirmemişti. Dünyayı sarsan boğuk sesindeki tılsımlar harekete geçti ve büyük depremler yarattı. Dişi
30
toprak kabuk değiştirdi, parçalara ayrıldı. Her bir parçası bir denizi kapattı ve suyu yok etti. Kıvrak zekası sayesinde dişi toprağı kendi silahıyla vuran Kuzgun, yeniden eski güçlerine kavuştu. Fakat unuttuğu bir şey vardı; Ragnarok yaratılmıştı ve zamanını bekliyordu. Onu durduracak henüz bir güç daha yoktu. İngiliz efsanelerinde Kuzgunun boğuk uğultusu ölüm habercileri olarak anılmasına sebep olmuştur. Bazı söylentilere göre de Kuzgun sırlar öğretmeni ve şifacı olarak bilinir. Kızılderili mitolojisinde Kuzgun, ruhu huzura kavuşmamış, son dileği yerine gelmemiş kişinin hayata tekrar geri dönmüş halidir. Kuzgunların gizemli kuşlar oldukları şüphe götürmezken, günümüzde onlar üzerindeki ilginin sürmesine rağmen bu canlılar üstündeki bilimsel araştırmalar tuhaf denecek kadar azdır. Kuzgunların zor bir araştırma konusu olması anlaşılabilir; onlar zeki, ketum ve mistik canlılardır. Onlar her yerdedir. İşte bunca fantastik materyal varken kuzgunlar hakkında bir roman yazmam kaçınılmazdı. Hikaye ilk aklıma geldiği dönemde Londra’daydım. Londra’da başınızı çevirseniz fantastik bir hikaye çıkar. Bu benim için böyle. Tarihiyle, havasıyla, doğasıyla yeterince fantastik bir şehir olduğundan mıdır nedir, hiç zorlanmadan her gün yeni bir hikaye yazabilirim. Yakın zamanda bir üniversite dergisiyle yaptığım röportajda da belirttiğim gibi, hikayelerimde ve kitaplarımda kullandığım mekan isimlerine (cadde, sokak, restoran, durak vb) oldukça dikkat ediyorum. Genellikle gittiğim, bildiğim yerler olmasına özen gösteririm. Bunu da Siyah Palto ’da sonuna kadar kullandım. Siyah Palto, New York ve İstanbul’da başlayan; ardından Londra’da devam eden bir kitap oldu. Üçlemenin diğer iki kitabı da yine Londra’da devam ediyor olacak. (Londra derken sakın bildiğimiz Londra’yı düşünmeyin ) İkinci kitap çoktan bitti, şimdilerde üçüncü kitabı yazmaya devam ediyorum. Açıkçası bu proje aklıma geldiği andan itibaren kuzgun familyası üzerinde oldukça derin bir araştırma yapmam icap etti. Önceleri bahçede, çatıda, belki bir duvarın üzerinde ya da ağacın dalındaki kuzgunu ve kargayı fark etmezken, hikayeye başladıktan sonra-algıda seçicilik aslında-her yerde onları görür oldum. Normalden daha iri, daha siyah, daha ketum bakışlı kuzgunlar çıktı karşıma. Balkonumun demirlerine konan kuzgunlar ve kargalar adeta bana kendilerini gösterir oldular. Eskiden sıradan bir kuş familyası diye düşündüğüm kuzgunlar, şimdilerde gözümde derin ve ciddi bir yer edindi. Üçlemeyi bitirdiğinizde sizin de benim gibi hissetmenizi ümit ediyorum. Özellikle ırkların doğuşlarına ve tarihlerine indiğim ikinci kitapta, neredeyse bölüm başına saatlerce araştırma yapmam gerekti. Onlar hakkında her şeyi bilmeliydim. Hatta bilinmeyeni bile. Tabi kaynaklar malum, pek fazla iç açıcı değillerdi. İkinci kitabı-ırkları-yazarken yolum yine Londra’ya düştü. Düşmeliydi de. Irklarımı ve karakterlerimi bizzat anavatanlarında görmeli ve hissetmeliydim. Kelt Mitolojisi epeyce saygı duyduğum bir alandır. Britanya topraklarında geçen bu hikayede de Kelt’lerin bana verdiği hediyeleri bir bir kullanmak istedim. Türkiye’de bulamayacağımız kitapları keşfettim, bazen de insanlardan dinledim. Efsaneler, gizli kalmış kahramanlar, sivrilmiş karakterler, bilinmeyen güçler, örtbas edilmiş doğa olayları, keşfedilmemiş ırklar hakkında ipuçları ve daha yüzlercesi… Thames Nehrine bakıp da “neden suyu bu kadar bulanık ki” diye sormayan yoktur, ya da “neden Londra’da ki bulutlar yeryüzüne bu kadar yakın, neredeyse elimi uzatsam dokunacak gibiyim” diye düşünmeyen. Neden kuzgunlar Londra için önemliler? Neden Londra Kalesinde tutulan kuzgunlar ülkelerinin selameti açısından önemli ve kıymetli? Onlar uçup geri gelmediklerinde neden Londra’nın başına kıyamet kopacağı düşünülür? Ve kuzgunlar neden siyahtır hiç düşündünüz mü? Kuzgun Efsanesi Üçlemesi size bu soruların cevabını veriyor. Kuzgunlar hakkında bildiğiniz her şeyi unutun. Hiç keşfetmediğiniz ırkları tanımaya hazır olun. Kitabın fragmanını izlemek için: http://vimeo.com/93306854 https://www.facebook.com/EmelKosi https://twitter.com/emlcosi http://emelkosi.blogspot.com.tr/
31
Öykü
Kafkas Esircileri (Ateş Behiye-1) Ucu bucağı yücelerde Kaf dağlarının eteklerinde sayısız kabilenin ve köyün bulunduğu devirlerdi. O tarihlerde Gürcü, Megrel, Abhaz, Çerkez ve başka başka kabilelerin birbirileriyle zaman zaman cenk etmeleri vakiydi. Bunlar birbirlerinin kızlarını, çocuklarını esir alırlar, Kuban Nehri’nden aşağıya inen Kırım Tatar ve Nogay atlılarına satarlardı. Yahut denizden gelen bezirgân gemilerinden gelen tuz, kap kacak ve silahlar karşılığında bu esirleri değiş tokuş ederlerdi. Bu kabilelerden biri de Bozoduk aşiretiydi. On bin askeriyle deniz kıyısındaki iskelelerinde otururlardı. Kadim zamanda Bozoduk Beyi, Kırım hâkimi Mengi Giray Han’ın Ejderhan Seferi’ne üç bin askeriyle katılmış bir Abhaz beyiydi. Seferin ardından Ejderhan’ı almaya muvaffak olduklarından Mengli Giray Han onu Çerkez vilayetinde bulunan Obor Dağı’nın eteklerine yerleştirmişti. O tarihlerden itibaren Obor Dağı’nın beri yakasındakiler Abhaz Bozoduk’u, öteki yakasındaki Çerkez Bozoduk’u olarak bilinirdi. Bu iki aşiret birbirleriyle sürekli cenk eder, bir diğerini basmaya çalışarak insanlarını kaçırmaya çalışırlardı. Çerkez Bozoduk'u aşiretine mensup ailelerden biri Obur Dağı’nın ormanlık kısmındaki tek göz kulübesinde yaşayan Oduncu Neguj’un ailesiydi. Oduncu Neguj, karısı Goşemef, büyük kızı Maze ve onun küçüğü Bilana ile birlikte yaşardı. En büyük çocuğu olan oğlu Bewıç, seneler önce kendi isteğiyle bir vakitler Mısır paşalarına bağlı Kölemen beylerinin askerleri arasına katılan amcası Mezan’ın yanına gitmişti. Neguj da kabile baskınlarından çekindiğinden ailesini oturdukları köyden uzağa, Obur Dağı’nın yücelerine doğru uzanan ormana taşımıştı. Yegâne endişesi güzelliklerini annelerinden alan kızlarının ki her biri ateş kızılı saçlarıyla en uzak yoldan dahi seçilirlerdi, bir baskın esnasında kaçırılmalarıydı. Onların kendisinden koparılması ihtimalinden korkarak köye inmelerine pek müsaade etmez, odun kesmeye giderken bir kızını da yanında götürürdü. Böylece hem Maze hem de Bilana güzellikçe öne çıksalar da kırda yabanda yaşaya yaşaya eli silah tutar Kafkas yiğitlerinden farksız hale gelmişlerdi. Maze babası gibi ok ve yay kuşanıp ava çıkabiliyor, Bilana ise küçük yaşına rağmen cüssesinden beklenmediği hâlde odun kırarken babasına yardım edebiliyordu. Her ikisi de tuhaf yaşayışlarından ve haşarı oluşlarından ötürü köyün erkekleri bunlara bakmaya pek yanaşamıyordu. Goşemef her ne kadar kızlarına köy adetlerini ve adabını öğretse de onlar yaradılış olarak babalarına çektiğinden başına buyruk hareket etmeyi tercih ediyorlardı. Ormanda onların ateş kızılı saçlarını uzaktan seçen erkekler belki bir anlığına hoşlanarak seyrederlerdi ancak onların ateş saçan gök gözleriyle karşılaşmamak için kısa sürede oradan uzaklaşırlardı. Bilana babasıyla odun kesmeye giderken, ablası Maze ormanda avlanmaya çıkar, gün batımına yakın kulübeye dönerlerdi. Yiyip içerlerken babalarından kadim Nart savaşçılarının şarkılarını, uyumalarına yakın da annelerinden Kaf dağlarının sayısız masallarını dinlerlerdi. Kulübenin mazgal deliklerinden yıldızlı gökyüzünü ve karanlık ağaçlarını seyrederek uyurlardı. Bilana gece uyurken dağdan gelen uğultuları duydukça ürperirdi. Annesi ona dağın tepesinde fırtına cadılarının yaşadıklarını, tıpkı kendileriyle Abhazların çarpışmaları gibi Çerkez ve Abhaz cadılarının da birbirleriyle savaştıklarını, küplerine binip uçarlarken birbirlerini yakalayıp kanlarını içerek yere savurduklarını anlatırdı. Bilana karanlık gecede fırtına uğultularını işittikçe cadılardan birini göreceği korkusuyla gözlerini sıkı sıkıya yumar öyle uyuya kalırdı. Yine böyle uğultulu bir gecede uykusunun en derin yerinde ablası Maze tarafından uyandırılmıştı. Kendine gelir gelmez ablası ağzını kapatıp susmasını fısıldamıştı. Kulübenin mazgallarından gelen
32
33
Öykü
Öykü ay ışığında annesiyle babasını ayakta görmüştü. Her biri eline ufak kalkanları ve uzun, sivri uçlu Çerkez kılıçları taşımaktaydı. Babasının üstüne giydiği kısa zırhlı gömleğin kuşak kısmında işlemesiz bir kincal yani Çerkez kaması da dikkatini çekmişti. Kulübenin etrafından bazı hayvan ve insan sesleri işitiliyordu. Bilana konuşulanları az çok anlıyorsa da daha önce hiç yakından duymamıştı, babası onlara dönüp: “Abhazlar! Abhaz Bozoduk'unun adamları!” fısıldadı. Muhtemelen köyü basmak için onların hiç beklemediği, dağların sarp kısmını aşıp gelmişlerdi. Köye buradan inen yol üzerinde de Neguj’un kulübesi bulunmaktaydı. Maze, ok kuburluğunu ve yayını kuşanarak kapının gerisine doğru diz çökmüştü. Babası yine fısıldadı: “Burayı göremezler! Aşağıya, köye inmeye geldiler. Köyü bastıktan sonra savuşup giderler!” Bilana korkuyla eteğinin dibine sindiği ablasına sormuştu: “Cadılar mı geldi? Cadılar mı geldi?” diye. Maze en az onun kadar korkulu bir sesle fısıldamıştı: “Daha kötüsü, esirciler!” Bilana bir kere daha korkuyla ürperdi. Esircileri annesinin anlattığı masallardan ve babasının sıklıkla uyardığı köy baskınlarından biliyordu. Annesinden köylerinden uzağa esir giden Çerkez, Megrel ve Gürcü kızlarının türkülerini dinlemişti. Köyünü, ailesini göremeden uzak memleketlerde ölüp gitmelerini anlatmaktaydı çoğu… Tepeden tırnağa silahlı, zalim kere zalim adamlar düşman oldukları köyleri basıp ahalisinden denk getirdiğini kaçırmaya çalışırlardı. Buraların töresi, kanunu buydu. Şanslı olanlar bu civardan Abhaz ve Gürcü beylerine satılır, memleketinden uzağa düşmezdi. Kendisi de annesi Goşemef’i bir başka Çerkez köyünden bir baskın esnasında kaçırıp karısı yapmıştı, öyle anlatmıştı Bilana ile Maze’ye. Atların ve insanların sesine bu sefer köyden gelen çığlıklar ve bağrışmalar eklenmişti. Çarpışan kılıçların şıngırtıları altında ailelerinin, sevgililerinin adını çığıran insanların acı sesleri Bilana’nın kalp atışlarını hızlandırmıştı. Korkuyordu. Birden evlerinin kapıları gürültüyle kırılıp ardına kadar açılınca ister istemez ağlamaya başladı. Maze kapıda beliren yüzü gözü örtülü Abhaz savaşçısının gırtlağına yolladığı bir okla adamı kanlar içinde yere yıktığı sıra yayına başka bir ok daha yerleştirdi. Kapıdan içeriye fırlayan bir adam onun üzerine yürümek istediyse de karanlığın içinde Neguj ile Goşemef’in Çerkez kılıçlarının darbeleri altına can verdi. Maze kapıya bir ok daha attıktan sonra karşıdan evin içine doğru yöneltilen okları ve birkaç tüfengin parıltısını görerek yayını yere atıp yanında bekleyen Bilana’yı duvara doğru iteledi. Evin içine atılan oklardan ikisi ve birkaç tüfeng misketiyle gıkını bile çıkaramadan kanlar içerisinde yere yıkıldı. Adamlardan birisi: “Kızı alacaktık! Be diye öldürdünüz?” diyerek onlara kamçısıyla vurunca ateşi kesmek zorunda kaldılar. Neguj ile Goşemef, kızlarının bu apansız ölümü üzerine dededen babadan yadigâr savaş naralarıyla kapıdan dışarıya atılarak esircilerin tepesine ecel fırtınası gibi çöktüler. Ecdatları misali dans edermişçesine kılıç savurma sanatına malik olduklarından Abhazlar gibi savaşçı bir kavim olduklarından birkaç esircinin canını cehenneme yolladılar. Bu esnada Bilana evin içinde ablasının kanlı cesedinden gözlerini ayıramadan ağlamaktaydı. Kıpırdamadan olduğu yerde kalakalmıştı. Neguj ile Goşemef, Abhaz Bozoduku’nun adamlarıyla çarpışırken köydeki adamlar da çarpışma seslerini duyarak oraya doğru seğirtmişlerdi. At sırtında oldukları halde ok çeken kan davası kavası kaçkını birkaç Nogay atlısı kulübeye doğru yanaşıp Neguj ile Goşemef’i oklarıyla vurup öldürdüler. Yaralanan Abhazlar oldukları yere çöküp kirli bezlerle yaralarını sararlarken Nogaylar atlarından inip kulübenin içine girdiler. Karanlığa alışkın gözleriyle Bilana’yı görür görmez kızın ellerini ayaklarını bile bağlamaya gerek görmediler. İçlerinden biri kızı alıp omzuna attığı gibi dışarı çıktı. Bir başkası yerde yatan Maze’nin cesedine bakıp: “Yazık olmuş, daha gençmiş…” diye söylendi. Bilana, dışarı çıkarıldığı Nogay’ın omuzu üzerinde annesiyle babasının kanlar içinde yerde yattığını görünce yüzüne tokat yemiş gibi kendine geldi. O anda gözüne kapının dışında duran babasının odun kestiği baltalardan biri ilişti. Kaçak Nogay’ın omzunu sertçe ısırarak acı içinde haykıran adamın kollarından
kurtuldu. Adam bağırtıyla yere çökerken baltayı hızla kapıp adamın kafasına doğru hamle yaptı. Ancak evin içinden çıkan bir diğer Nogay baltayı sapından yakalayarak kızın elinden aldı. Bağıra çağıra üzerine atılan kızın suratına attığı bir tokatla yere yıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlayan Bilana’nın ellerini ve ayaklarını ayrı ayrı bağladıktan sonra omuzuna attı. Kirli kalpaklı Abhazlardan biri at sırtında gelip: “Köyün gençleri toparlanmadan dönelim! Alacağımızı aldık!” dediği sıra Bilana, Nogaylardan birinin atının terkisinde buldu kendini. Geriden gelen ve terkilerinde ağlayıp sızlayan kızlarla oğlanların bulunduğu başkaca atlıların kendilerine katılmasıyla birlikte çoğunluğu Abhaz olan kafile ormandan geriye doğru yöneldi. Bir süre sonra Bilana o karanlıkta uzaktan uzağa evini son kez gördü. Obur Dağı’nı aşarlarken at üstünden kuyu ağzına benzer karanlık uçurum diplerini görerek ürperdi. Atın sallantısında hafif uyur gibi oldu. Hava alacaya dönüp Obur Dağı’nın uçurumları gerilerinde kaldığı sıra uzaktan uzağa davul sesleri duyarak uyandı. Tepelerinde eli meşaleli Abhaz savaşçılarının dolaştığı, gerisinde hayatında ilk defa gördüğü muazzam bir koyu mavinin uzandığı denizin kıyısına kurulu Abhaz Bozoduk'unun yerleşkesini görmekteydi. Uzaktan uzağa korkutucu dalga seslerini ilk defa duyduğundan canavar homurtusu sanıp korkuyla gözlerini yummuştu. Uzaktan uzağa işittiği martı seslerini yakından duyuyordu. Burnuna gelen tuzlu su kokusunu ilk defa duyumsamıştı. Ahaliden bir atlı vaveyla kopararak yerleşkenin tahtadan topraktan metrisine doğru dörtnala ilerledi. Bir yandan da bağırıyordu: “Çerkez'i vurduk da geldik! Güzel güzel kızlar, oğlanlar getirdik! Açın kapıları! Açın biz geldik!” O an Bilana, annesinden babasından dinlediği hikâyeleri ve türküleri hatırladı. Kendisi de işte o türkülerdeki hikâyelerdeki kızlar gibi köyünden koparılıp bilmediği diyarlara getirilmişti. Üstünde bulunduğu atın yanı sıra at süren bir Abhaz’ın atının terkisine attığı kendisinden birkaç yaş büyük bir kızla göz göze geldi. O da kendisi gibi ağlıyor: “Ah anam Nefin! Ah babam Kumefij!” diye söyleniyordu.
34
35
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
İllustrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
36
37
Öykü
“Geçkinciler, Bekçi ve Bir Atasözü Üzerine” Kaç gecedir doğru düzgün uyuyamıyorum. Gözümden uyku akıyor ama ayakta durmam lazım. Hem ben bunun için yaratılmadım mı zaten? Yorulmak bilmemem gerekiyor. Yani en azından içgüdülerim bunu söylüyor bana. En son ne zaman uyudum, yavrularımı gördüm, sıcak yuvama girdim bilmiyorum. Bu büyük bahçeyi ve tabii ki evi korumak benim görevim. Ne yapıp edip korumalıyım. Görevimi yerine getirmeliyim. Gerekirse aç kalırım, uykusuz kalırım ama yine de görevimi aksatmam. Neydi o? Bak gene aynı sesler. Kaç gece önceydi? Altı... Evet, altı gece önce başladı sesler. Etrafta uçuşan o gölgeler filan. Korkmuyorum desem yalan olur ama en azından köydekiler ve sahiplerim kadar korkmuyorum. Hem dedim ya. Benim görevim bu. Korkmadan evimi korumak. Gölgeler uçuşuyor etrafta. Hem de kaç gecedir. İnsanlar sokağa çıkamaz oldu korkudan. Hava bile sanki eskisine göre daha soğuk. Hava kararmadan evlere kapanıyor insanlar. Birkaç kez bahçe duvarından etrafa bakındım da ne göreyim? Bazı bahçelerde evin erkekleri ellerinde silah bekliyorlar. Birkaç kez ateş edildiğini bile duydum. Ama benim evimin ihtiyacı yok. Ben varım. Parlak tüylerim, güçlü bir çenem ve hepsinden de önemli yeri göğü inleten bir sesim var. Ben evimi korurum. Benim evimin kimseye ihtiyacı yok. Tüm ailemi koruyabilirim. Sahiplerimi de öyle. Hem korkmuyorum. Gerçekten korkmuyorum. Tamam, bazen bahçenin ötesinde başlayan ormanda ağaçların arasında gölgeler uçuyor filan ama olsun korkmuyorum. Peki, itiraf edeyim. Dün gece biraz korkmuş olabilirim. Bahçe duvarının dibine sindim. Sessiz sessiz bekledim. Neydi o öyle ya? İnsan desem değil. Hayvan hiç değil. Bir garip mahlukat...bir dudağı yerde bir dudağı gökte iblisin. Uzaktan uzaktan izledim. Ağzı yüzü çarpık, atmış memelerini omzundan geri. Böyle bir sağa bir sola eğriliyor yürürken. Bir de baktım ki ayakları ters. Topukları önde, parmakları arkada mendeburun. Valla korkmadım desem yalan olur ama hele bir gelseydi bizim bahçeye yapacağımı bilirdim ona ben. Öyle öte tarafa geçti gitti. Bir de sabaha karşı gördüm bir tane. Yılan gibi miydi, neydi anlamadım onu da. Biraz daha eve yakın bir yerden izledim. Başı kurt gibi, belden aşağısı böyle bir yılan gibi, suratı da insana benziyor. Tövbe bismillah izledim öyle uzaktan. Yaklaşmadı iyi ki eve. Yoksa bilirdim tabii ki yapacağımı ben. Yeri göğü inletir benim sesim. Yıllarımı verdim bu aileye ben. Evlatlarım var. Onları korumak şart. Köyde anlatırlardı hep. Bunlar onlar olabilir mi? Birkaç defa dinlemiştim sağda solda gezerken. Geçkinciler diyorlardı. Böyle bir sürü ne idüğü belirsiz mahlukat geçip gidermiş buralardan. Denk gelene,
38
39
Öykü
Fantastik Şiir
yakalanana zarar verirlermiş. Gece vakti çıkar, düğün eder, çalgı çalıp oradan oraya rüzgâr estirir gibi giderlermiş. Her biri bir garip, değişik şekillerde...insan desen insan değil, hayvan desen hayvan değil mübarek acaibü’l-mahlukat. Bu altı günde yakalamışlar üç kişiyi delirtmişler, bir tanesi sağa sola pisleye pisleye koşuyormuş, öbürü başlamış garip bir dilde bir şeyler söylemeye. Üçüncü pek korkunçmuş. Kömür siyahı olmuş gözleri, parmaklarını parçalamış, gelene geçene saldırırmış. Neyse ki benim ailem de sahiplerim de sapasağlam. Ama bu gece pek mi bir yakınlar bahçeye? Gölgeler uçuyor, görüyorum. Aha, bak bir tane uçtu dibimizden. Yok, yok...bu gece daha yakınlar. En iyisi kapıya yanaşayım. Allah korusun, yanaşırlarsa bahçeye evi ben koruyacağım. Sahi, fazla yaklaştılar bu gece. O ne öyle? O ağaçların arasından çıkan ne? Bak bir tane de soldan geliyor? Allah’ım, sen aklımı koru. Geçkinciler mi bunlar? Bu ne böyle şekilsiz, biçimsiz yaratıklar... Bak bak, sürüne sürüne geliyor bir tanesi. Ulan eve mi yaklaşıyor bunlar? Tövbe bismillah, evi korumak lazım. İş başa düştü. Ne demişti köyün yaşlılarından biri? “Ezandan korkuyor bunlar. Ezan duydular mı kaçarlar.” demişti. O zaman ezanla bir o gür sesimi sökeyim boğazımdan, katayım önüme bunları. Korkar, kaçarlar. Bak yaklaşıyor. O ne öyle be? Sürünüyor mu yürüyor mu belli değil. Bir sürüler lan bunlar. Her yerden çıkıyorlar. Acaba seslensem mi evdekilere? Yok be, korktu derler sonra. Ben ezana kadar beklerim, sonra kovalarım bunları. Bir sürüler...çok fazla bunlar. Aha bak kocakarı...o ne öyle be? Çirkin şey. Şişman, memeleri atmış omzundan geriye. Yürüyor mu uçuyor mu belli değil. Aman, o ötekine bak hele daha da çirkin. Ağzından dişleri fırlamış, kesesinde bir şeyler. Allah’ım her taraftan geliyor bunlar. Korkmamam lazım. Beklemem lazım. Ezana az kaldı. Tam ezanla birlikte sökün edeyim nefesimi. Varayım üstlerine. Kovayım hepsini. Yok, bu böyle olmaz. Her gece, her gece biz bunları mı bekleyeceğiz? Bak, yaklaşıyorlar. Gelmeyin lan. Kime diyorum? Gelmeyin. Allah’ım sağa sola dolanıyorlar, ne yapıyorlar anlamadım ki. Bak durdular şimdi. Belki giderler. Giderler ya. Gitsinler. Yok, yine eve döndüler. Yavaş yavaş geliyorlar. Ezana az kaldı. Çok az. Sabretmeliyim. Tam ezanla birlikte, varayım iblisin üstüne. Sabır. Aha o ne? Güneş mi doğuyor? Valla ezana az kaldı. Ben bilirim zamanını, şaşmaz ezan vakti. Kaç gece böyle korudum bu evi ben. Bilirim. Az kaldı. Belki birkaç saniye. Hah, valla bak az kaldı. Dur sayıyorum üçten geriye. Şimdi görürsünüz iblisin dölleri sizi. Üç...iki...bir... “Ü ÜRÜ ÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜ!!!” Aha, ezan nerde? Niye okunmadı bu? Allah’ım ne oluyor? Gördüler. Beni gördüler. Tam karşımdalar. Allah’ım ezan nerde? Niye okunmadı? Ben mi duyamıyorum, sağır mı oldum? Gördüler beni. Bana geliyorlar. Ayaklarım...ayaklarım beni zorluyor. Ne oluyor lan? Dursanıza. Durun. Beni kendilerine çekiyorlar. İmdat... imdat ulan. Bırakın beni iblisler. Nasıl bir büyü bu? Gelmiyorum, gelmeyeceğim. Sesim çıkmıyor. Allah’ım çok yaklaştık. Uzatma lan elini, bırak ibiğimi. Bırak ulan! ... -Baba! Baba! Gel hele gel. -La noldu? -Horozu buldum baba gel! -Dur la geldim dur. -Baba bak! Kafası kopmuş bizim horozun. -Kim yaptı ki la bunu? Kim ne ister bizim horozdan? -Baba gece vakti acı acı öttüydü zaten. Bir haftadır filan da böyle hasta gibiydi. Öldü kurtuldu. -Bırak hele boşver. İt uğursuz doldu zaten köye. Vakitsiz de öttüydü zaten. Hem ne demişler “Vakitsiz öten horozun başını keserler.” Gel hele, bırak. Yazan: Seçkin SARPKAYA
40
Sürdü atını lanetli karanlığın ortasına Tek başına direnen adam çetin cenk meydanında Vahşi kılıcını tattırdı leş görünümlü orklara Huzur bulurdu belki bilge Kral Theoden Ruhu atalarının konaklarına ulaşınca
Aslında Theoden’in cesaretini kıskanıyordu Onun sürekli zayıf anını kollayıp duruyordu Amca ve yeğen savaşamadan yanyana Buldu ölümü Theoden konağında ataları ayakta Kana bulanmış gök yıldızlarını saçıyor sanki Eowyn acıyla ağlarken yara içinde ki kralına Adamları üzülürken atalarının mirasına
Karyele adeta rüzgâr gibi savrulurken Atının üzerinde büyüyordu Theoden Adamlarının cesareti artıyordu onu kükrerken gördükçe Cesetler yığılıyordu kılıcının, kalkanının önünde Şimdi yas tutmak zamanı değildir Eowyn Boyun eğmiyordu asla esarete, güçsüzlüğe Yanyana çarpışalım, beraber ölelim Düşmanın üzerine kara gece gibi çökelim Bir kıvılcım parlıyordu acımasız gözlerinde Rohan’ asil bayrağı ve hür insanları için Haklı savaşının omuzlarındaki ağır yüküyle Mordor dağlarında ki Frodo ve Sam için Saklımiğfer ondan gizli zarifçe çarpışıyordu Kral seslendi: “Düşmana aman vermeyelim” “Sabaha varmadan zafere doğru yürüyelim”
İnsanları hasretle andı yıllarca hep onu O da oğlu Theodret gibi eski bir anı oldu Geçmişte kaldı artık ama Rohan umut dolu Cadı-Kral’ın kehanetini Lady Eowyn bozdu Bilge kral hep hikâyeler de başkahraman oldu
Bilmiyordu öz yeğeninin orada olduğunu Bilse belki de yorgun ruhu huzur bulurdu Cadı-Kral ise haince bir plan kuruyordu
Yusuf GÜRKAN
İllustrasyon: Bora ORCAL
41
Öykü
Fobofobi “Bunu yapabilirsin, yapabileceğini biliyorum.” dedi fısıldar gibi kulağına. “Bilmiyorum Doktor, ben gerçekten yapabileceğimi sanmıyorum.” deyip üşüyormuş gibi kollarını kendine dolayarak birkaç adım geri çekildi. 30 C° sıcaklıkta, hava sanki -30 C°’deymişçesine titriyordu. Dr. Hakan, babacan bir tavırla Leyla’nın omuzlarından tutup kendine doğru döndürdü; gözlerinde şefkat pırıltıları vardı. Leyla, gergin olduğu zamanlarda yaptığı gibi alt dudağını kemiriyordu. Bir an göz göze geldiler. Kız, o bakışlardaki şefkatin içine akmasına izin verdikçe kalp atışları yavaşladı, düzenli nefes alıp vermeye başladı, artık titremiyordu. “Çok özür dilerim, çok çok çok özür dilerim” Aynı babacan ses tonuyla “Sen çok cesur bir kızsın Leyla. Bu yükseklikteki bir köprünün üstüne çıkmayı, üzerinde Bungee-Jumping ekipmanlarıyla kenara bu kadar yaklaşmayı başardın. İleri derecede Akrofobi* ve Potamofobisi* olan biri için tüm bunları yapabilmek büyük bir başarı. Son bir adım kaldı korkularınla yüzleşmek için.” Bir adım ötesindeki boşluğa bakmak, köprünün altından kıvrılarak akan nehrin sesini dinlemek bile Leyla’nın nefesini kesiyordu. “Hayır, yapamam, yapamam.” “Tek ihtiyacın olan şey…” “Ce-ce-cesaret mi?” “Küçük bir dokunuş sadece.” deyip Leyla’yı köprüden aşağı itti. Leyla’nın attığı çığlıklar önce uzaklaşıp sonra tekrar yakınlaşıyordu. Bungee-Jumping ipi onu önce aşağı sonra tekrar yukarı doğru fırlatıyordu. Dr. Hakan gözlerini kapamış, bir tür trans halindeydi; ta ki Leyla’nın çığlığı kesilene kadar. Sonrasında, arabasının bagajından çıkardığı ikinci ekipmanı üzerine geçirip kendini boşluğa bıraktı. Boşlukta bir yukarı bir aşağı hareket ettikçe tüm bedeni acıdan sarsılıyordu. Korkuları fiziksel acıya dönüşmüş, bedenini terk etmeden önce tüm marifetlerini sergiliyordu. İpin aşağı yukarı hareketi bitip Leyla ile aynı hizada durduğunda ileri geri sallandı. Nihayet kolundan yakalamıştı onu. Dehşetle açılmış gözleriyle ipin ucunda baş aşağı sallanan cansız bedene baktı; elini uzatıp şefkatle yanağını okşarken son kez kulağına eğilip fısıldadı, “Teşekkür ederim Leyla, sensiz asla korkumu yenmeyi başaramazdım.” * * * “Sizce bu işe yarayacak mı?” “Korkunu yenmek için korkunla yüzleşmelisin Seda.” “Bilmiyorum… Yani buna hazır olduğumdan pek emin değilim.” “Bence artık hazırsın.” Seda, titreyen ellerini ovuşturuyordu. Dr. Hakan onu omuzlarından tutup tabureye oturttu. Bulundukları oda yaklaşık 20 m2’ydi. Tavana, tüm duvarlara aynı anda farklı görüntüler yansıtabilecek özellikte bir projeksiyon cihazı ile tüm odayı gören hareketli bir kamera yerleştirilmişti. Odada eşya olarak sadece plastik bir tabure ve büyükçe bir sandık vardı.
42
43
Öykü
Öykü
“Son bir defa sana uygulayacağımız tedaviyi adım adım açıklayacağım. Önce seni odada yalnız bırakacağım, sonra projeksiyon cihazı çalışıp duvarlara ufak resimler yansıtacak ve resimler yavaşça büyüyüp duvarları kaplayacak. O resimlere gözlerini kaçırmadan bakabildiğinde ikinci aşamaya geçeceğiz. Önünde duran sandıkta plastik yılanlar var. Senden o sandığı açıp içindeki oyuncak yılanlara dokunmanı istiyorum. Üçüncü aşamada tüm korkularınla yüzleşmiş ve Ofidiyofobiyi* yenmiş olarak oradan ayrılacaksın.” Seda, odadan çıkmak üzereyken doktorun koluna yapıştı. Yalvaran gözlerle “Ya bir sorun çıkarsa, bir terslik olursa ne olacak? Lütfen yalnız bırakmayın beni, siz de kalın.” Kolunu Seda’nın ellerinden kurtaran Doktor, parmağıyla kameranın olduğu tarafı işaret edip “Oradaki kameradan seni izliyor olacağım. Hemen yan odadayım zaten; en ufak bir problemde müdahale edeceğim, endişelenme.” dedi. Odadan çıkıp yandaki diğer odaya geçti. Monitörden izlediği kadarıyla Seda, bıraktığı gibi taburede oturmuş tedirgin gözlerle etrafını inceliyordu. Dr. Hakan, önündeki bilgisayardan yan odadaki projeksiyon cihazını çalıştırdı. Önce duvarlara ufak, belli belirsiz resimler yansıdı; giderek büyüyen resimler belirginleşip tüm duvarları kapladı. Bunlar, belgesellerden elde edilmiş yılanlara ait resimlerdi. Siyah, yeşil, gri ve toprak rengi tonlarında pitonlar, kobralar, çıngıraklı yılanlar; uyurken, pusuya yatarken, avlanırken ve beslenirken görüntülenmişlerdi. Seda, önce kaçamak bakışlarını duvarlarda gezdirdi, görüntüler büyüyüp netleştiğinde, gözlerini sımsıkı kapatıp taburenin üzerinde büzüldü. Sürekli değişen görüntülerin ortasında durmak, gözleri kapalı olsa dahi o resimlerin duvarlara yansıdığını bilmek nefes almasını güçleştiriyordu. Tüm gücünü toplayıp derin bir nefes aldı ve bağırmaya başladı. “Lütfen, lütfen Doktor! Nefes alamıyorum. Çıkarın beni buradan, lütfen!” Dr. Hakan, önündeki mikrofona “Sakin ol Seda, nefesini kontrol altına al. Korkunun seni ele geçirmesine izin verme.” “Hayır, hayır lütfen… Çıkar beni, çıkar!” “Oradan çıkmanın tek yolu var; tüm aşamaları tamamlamak.” “Resimlere yeterince baktım, lütfen!” “İkinci aşamaya geç öyleyse.” “İkinci aşama ne?” “Sandığı açıp içindekilere dokun.” Tüm cesaretini toplayıp ayağa kalktı, sandığa doğru yürüdü. Sandığın önünde durup ellerini sandığa doğru uzattı. Tam kapağı açmak üzereyken ellerini geri çekip ovuşturmaya başladı. Muhtemelen bir sinir krizi geçirdiğinden bütün vücudu titriyordu. “Yapamayacağım, yapamayacağım, yapamayacağım…” Dr. Hakan tüm dikkatini monitöre vermiş, dakikalar geçmesine rağmen öylece sandığın önünde duran Seda’yı izliyordu. Seda’nın sandığı açamayacağına iyice emin olmuştu ki masada duran uzaktan kumandayı eline alıp kapağın otomatik olarak açılmasını sağlayan düğmeye bastı. Kapağın açılmasıyla irkilen Seda, bir adım geri gitti. Gözleri sımsıkı kapalıydı fakat diğer duyuları adrenalin yüzünden normalden daha fazla çalışıyordu. Hafif bir tıslama duydu önce; sonra ses giderek
yükseldi ve farklı tonlarda çoğaldı. Seda’nın gözleri istem dışı açılınca, sandıktan dillerini çıkara çıkara aşağı doğru süzülen yılanları gördü. Koca sandıktan sürünerek etrafa yayılan bir sürü yılan… Seda, olduğu yere çöktü. Atmak istediği çığlık boğazında düğümlenmişti. Son kez şiddetle kasıldı bedeni. Olanları monitörden büyülenmişçesine izleyen Dr. Hakan, Seda’nın olduğu odaya gidip yere, onun yanına uzandı. Yılanlar tıslayarak üstünde gezinirken, her zaman ki gibi korkusu önce fiziksel acıya dönüşüp bedenini sarmış sonra da tüm ruhundan arınmıştı. Seda’nın havasızlıktan morarmış yüzüne şefkatle dokunup “ Teşekkür ederim Seda. Sensiz asla korkumu yenmeyi başaramazdım.” dedi. * * * … Üç yıl sonra bir Emniyet Müdürlüğünün sorgu odası… “Cezai ehliyeti olmadığına dair inceleme yapılması, ayrıca sorgu esnasında benim ve uzman bir psikiyatrın da bulunması şartıyla müvekkilimi sorgulamanıza izin veriyorum. Eğer kabul ediyorsanız sorguya hemen başlayabilirsiniz Komiserim.” Komiser Sedat, sorgu odasına girip Dr. Hakan’ın tam karşısına oturdu. Ardından avukat ve savcılığın görevlendirdiği Psikiyatr Dilek ARSLAN da masada yerlerini aldılar. “Hakan Bey, bana ilk kurbanınızdan bahseder misiniz?” “Birincisi; Doktor Hakan Bey diyeceksiniz. İkincisi ise; onlar benim kurbanlarım değil, tedavi ettiğim hastalarım.” Komiser Sedat öfkeyle yumruğunu masaya vurdu, “Benim kelime oyunlarına ayıracak vaktim yok seni kaçık herif!” Psikiyatr Dilek, elini öfkeli komiserin omzuna koydu, “Lütfen, izin verir misiniz?” Burnundan soluyan Komiser “Pekâlâ, buyurun siz devam edin bakalım.” dedi. “Bir psikolog olarak genellikle ne tür hastalıkları tedavi ediyorsunuz?” “Fobileri.” “Fobisini tedavi ettiğiniz ilk hastanın adı neydi?” “Bilmiyorum, daha doğrusu hatırlamıyorum. Kayıtlarıma bakmam lazım.” Psikiyatr, Komiser Sedat’ın uzattığı dosyayı alıp şöyle bir göz attıktan sonra “Leyla MERİÇ olabilir mi?” diye sordu. “Ah evet, Leyla’nın, onu tedavi etmeden önce Akrofobi* ve Potamofobisi* vardı.” “2011 Haziran’ında cesedi köprüden aşağı sarkmış hâlde bulundu. “ “Evet ama uyguladığım tedavi başarılı olmuştu ve nihayetinde fobilerinden kurtulmuştu. Yüzündeki o huzurlu ifadeyi gördünüz mü?” “Seda ALKIN?” “Seda’nın Ofidiyofobisi* vardı ona uyguladığım tedavi de oldukça iyi sonuç verdi.” Komiser dayanamayıp lafa girdi “Yani bu iki kızı öldürdüğünü kabul ediyorsun.” “Tabii ki hayır! Ben onları tedavi ettim. Onlar kalp krizinden öldüler.” “Peki ya Cihan DEMİRCİ? Adamın bütün derisini yüzmüşsün…” “Cihan’da acilen tedavi edilmesi gereken Algofobi* vardı. Tedavi esnasında kan kaybından ölmesi benim suçum değil.” “İçine kamera yerleştirilmiş cam bir tabutla diri diri gömdüğün Fuat BERKOĞLU?”
44
45
Öykü
Röportaj
“Tafefobisi* vardı.” “Bir de henüz kimliğini tespit edemediklerimiz var. Mesela vücudundan bine yakın iğne çıkardığımız kırk yaşlarındaki kadın?” “Sanırım Tripanofobisi* olan Nurdan Hanım’dan bahsediyorsunuz. Tedavi süreci uzun ve zorlu geçen hastalarımdan biriydi. Bakın, üç yıldır birçok hastayı tedavi edip korkularından arındırdım. Tüm hastalarımın kayıtları ofisimdeki bilgisayarda mevcut, fakat doktor-hasta gizliliği nedeniyle size isim listesinden başka bir şey veremem.” Sorgu odasının açılan kapısından içeri giren polis memuru “Komiserim, Emniyet Amiri odasında sizi bekliyor.” deyince Komiser Sedat ve Psikiyatr Dilek, zanlıyı avukatıyla baş başa bırakıp sorgu odasından çıktılar. Odaya girer girmez Emniyet Amiri oturmalarını işaret edip “Olayla ilgili yeni bir gelişme var mı?” diye sordu. “Amirim, adam hem çok zeki hem de zırdeli. Onları öldürdüğünü kabul etmiyor, tedavi ettim diyor.” “Kimliğini tespit edebildiniz mi?” “Üç yıl önce Psikolog Dr. Hakan SERHATLI’yı öldürdükten sonra yerine geçtiğini düşünüyoruz fakat adam, Dr. Hakan SERHATLI olduğunda ısrar ediyor. Kısacası henüz kimliğini tespit edemedik. Evinde ve ofisinde yapılan aramalar devam ediyor. Bilgisayarındaki dosyalar silinmiş ama teknik ekip üstünde çalışıyor.” Emniyet Amiri, psikiyatra dönüp “Siz ne düşünüyorsunuz Dilek Hanım?” dedi. “Adam, Dr. Hakan SERHATLI’nın hastası olmalı. Onu öldürüp yerine geçtiğini düşünüyorum. Bence kendisinin Dr. Hakan olduğuna gerçekten inanıyor. Tahminimce Fobofobisi* olduğu için kendi kişiliğine tahammül edemeyip doktorunu öldürdü ve yerine geçerek fobisi olan hastaları, dolayısıyla “Dr. Hakan” olarak benimsediği kişiliğinin altında baskıladığı gerçek kişiliğini tedavi etmeye çalışıyor.” Komiser Sedat, “Bu manyağın ne derdi olduğu umurumda bile değil; cezai ehliyeti var mı yok mu sen bize onu söyle!” diye psikiyatrın sözünü kestiği sırada, az önceki polis memuru kapıyı çalmadan panik içinde odaya daldı. “Amirim, sorgu odasındaki tutuklu, avukatının cebinden aldığı dolma kalemi boynuna saplamış. 112’yi aradık, ambulans yolda ama adamın durumu ciddi gibi görünüyor.” Dördü birden sorgu odasına doğru koştular. İçeri girdiklerinde adam, kafası bir kan gölünün içinde yerde yatıyordu. Psikiyatr hemen yere diz çöküp kanamanın olduğu yere eliyle baskı uygulamaya başladı ama nafile, akan kanın miktarına bakılırsa en fazla birkaç dakikası kalmıştı. Adam, son bir gayretle psikiyatrın boynundaki fulardan tutup kendine doğru çekti ve kulağına “Hastanın Tanatafobisini* başarıyla tedavi ettim.” diye fısıldadı. Nihayet son nefesinde son fobisini de yenmişti. (Fobofobi: Korkmaktan korkma, Akrofobi: Yüksekten korkma, Potamofobi: Nehir ve su akıntılarından korkma, Ofidiyofobi: Yılanlardan korkma, Algofobi: Acı çekmekten korkma, Tafefobi: Diri diri gömülmekten korkma, Tripanofobi: İğneden korkma, Pantofobi: Her şeyden korkma, Tanatofobi: Ölümden korkma.) Öykü: Selin SIROĞLU
46
İllustrasyon: İlker YATI
Murat BOZKURT
Şehir Köpeği ‘Bağzı Hikayeler’ Şehir Köpeği ile ilk ilk tanışmam; bir çizgi roman dükkânının dergi fasikülleri rafında karmaşa içinde durmuş ve almamı bekliyordu. Sağında Batman, solunda Süperman, alt rafta Örümcek adam… O zamanlar dergiler 24 yada 32 sayfalık fasiküller halinde yayınlanabiliyordu. Aradan yıllar geçti, şimdi çizgi roman dükkânlarının vitrinine albüm olarak çıktı Şehir Köpeği. Fırsattan istifade bende yazarı-çizeri Murat Bozkurt’a aklıma takılan soruları sorayım dedim… daha fazla uzatmadan röportaja başlayalım…
Sitenize girip biyografinize bakmak istediğimizde şöyle bir yazı çıkıyor “hakkımda bilgi almak için lütfen kendinizi tanıtan bir mail atınız” biz nasıl olsa fırsatını bulduk, buradan soralım; kimdir Murat Bozkurt? Evet o mail isteme işini “bize CV’nizi yollamanız lazım“ diye ukalalık eden firmalara gıcık olduğum için yapmıştım. Hala da fikrim değişmedi :) Ben 71 İstanbul doğumluyum, 96 yılında MSÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünden mezun oldum. Çocukluktan beri bi şeyler çizme merakı olunca doğal olarak hep o tarz işlere yöneldim. Okuldayken Gırgır dergisine karikatür çizip götürmeye başladık benim gibi meraklı arkadaşlarla. Ben çizgi roman heveslisiydim ama etrafta sadece mizah dergileri vardı. Biz de oralara gidiyorduk. Çarşaf, Pişmiş Kelle gibi dergilere de gittim ama fazla ilgilenmedim. Sonra Bülent Morgök ve Aydın Gündüz’ün çıkarttığı Zeplin çizgi roman dergisi çıkınca ilk günden soluğu orda aldım. Bülent ve Aydın’dan çok şey öğrendim. Orda hep çizgi romancılar vardı, şahaneydi ama uzun sürmedi malesef. Sonra Nuri Kurtcebe başına geçince Gırgır degisine tekrar gittim. Nuri abi çizgi romancıydı ve bende orda çizgi roman çizerim diye eklendim. Güzel işler yaptık orada çıkan yayınlarda. Sonra bir arkadaşım vasıtasıyla Deli dergisine takılmaya başladım. Mizah dergisiydi ama içerde akıllı adam olmadığını görünce, tam benlik yer dedim ve hem karikatür hemde çizgiroman çizdim. Hala gülümseyerek hatırladığım “Anneeee bittiii” kapağıyla yayın hayatına son verince
47
Röportaj
Röportaj
bizde işe güce daldık. Deli’den Kutsi Akıllı ve Tan Cemal’n hazırladığı RH+ çizgi roman dergisinde ilk defa “Şehir Köpeği” tiplemesini çizdim. Pek mutluyduk çizgi roman dergisi çıktığına ve işlerimizin yayınlandığına ama malum sebeplerden yayın hayatı kısa sürdü. Bende “bu da mı gol değil hakim bey” psikolojisine girdim dergi mergi kovalamayı bıraktım. Storyboard, illustrasyon, grafik tasarım ve çizgi animasyon işleriyle uğraştım profesyonel olarak. Çizgi roman ise, hep koltuk altında taşıdığım, arada bir canım istediğinde çıkarıp havaya bir kaç el saydırdığım en sevdiğim Smith&Wesson oyuncağım oldu. Şehir Köpeği’ni yaratalı epeyce zaman oldu sanırım. 17-18 senedir Rh +, Rodeo Strip gibi dergilerde yer aldı, 6:45 yayınevi logosuyla kendi dergisi oldu. Şimdi de bir çizgi roman albümü olarak karşımızda. Şehir köpeği nasıl ortaya çıktı? Gırgır dergisinde Şehir Köpeği tiplemesinin ilk taslaklarını çiziyordum. İsmi yoktu henüz. Öylesine bi şeyler karalıyordum. Rahmetli Metin Demirhan’la aynı odada çalışıyorduk. O zamanlar “Manyak Savaşçı”yı çiziyordu. Olum ben böyle bi tip çizicem kafasını bozanı öldürüyo filan ama güzel hikayeler kurgulamam lazım filan dedim. Çizdiklerime baktı baktı, “Şehir Köpeği” olsun lan bunun adı dedi. Öyle de oldu. İsim babası Metin Demirhan’dır. Peki 40-45 yaşlarında uzun saçlı süper kahramanımsı agresif bir adam… Hem çizgi karakteri hem de bu çizgi karakterin kişiliğini nasıl tasarladınız? Hiç yaş konusunu düşünmedim. Aslında hep hikâyelere odaklanmıştım. Halen de öyle. Dergiye gelip “çizgi roman hikâyesi bulamıyorum Nuri abi diye sızlanan” çizer arkadaşlar vardı. O da bi gün dedi ki “Siz sanatçısınız, yaşadığın dünyada kafayı neye takıyorsan neden rahatsız oluyorsan onu çizeceksin, hele başla devamı gelir zaten.”
48
Merak ediyorum bu adamın derdi ne; Töre cinayetlerine karşı, organ mafyasına karşı, polise karşı, hırsıza karşı… Karşı oğlu karşı. Bir sınırı var mı karşı olmasında? Bu ve benzer meselelerde yok. Bu işlere ya karşı olursun, ya da ses çıkarmayıp seyrederek istemesende ortak olursun. Şehir Köpeği’nin geçmişi hakkında fazla bir bilgimiz yok, hatta ne iş yaptığını bile bilmiyoruz. Süpermen bile gazetecilik yaparken sokaklarda başkalarının derdiiçin vuruşan bu adamın bir işi var mı? Şu sırada uzun bir hikâyesini albüm olarak hazırlıyorum. Bu yeni hikâyede sorduklarınızın hepsinin cevabı olacak. 17-18 yıllık süreçte biz 10 civarı Şehir Köpeği macerası okuduk (Rodeo Strip’de 3 sayı süren hikâyeyi de tek macera sayıyorum). Bir çizer olarak yayınlanan çizgi romanlar dışında “şu da şurada dursun birgün lazım olur” ya da “Gölge gibi bağımsız dergilere veririm” diye Şehir Köpeği maceraları çizmeye fırsat buldunuz mu hiç? Elbette. bi sürpriz yaparım size de :) Şehir Köpeği’nin ilk kitabı Bağzı Hikâyeler Gezi parkında kaybettiğimiz gençlerle ilgili bir hikâyeyle başlıyor. Şehir Köpeği’nin ilerleyen zamanlarda yazılıp çizilen öykülerinde de Türkiye’nin yaşadığı bu uzun Gezi süreci ile ilgili başka ‘bağzı’ hikâyeleri olacak mı?
49
Röportaj
Röportaj
Sokaklarda insanları acımadan öldürdükleri sürece olacak. Gezi’de ben hep sokaktaydım. Eylemlerde beni gören bir arkadaşım senin neden böyle bir tipleme çizdiğini şimdi anladım dedi. Normalde sakin bir adamımdır esasen. Rodeo Strip dergisinde gördüğümüz bazı hikâyeler bu albümde yayınlanmadı, yakın zamanda yeni kitaplarını görecek miyiz Şehir Köpeği’nin? Evet, bütün öyküleri koymadım zira boyut sorunu oldu. Fazla büyük çizmişim bazı öyküleri kareler ufaldı, balonlar okunmaz hale geldi, koymadım bende. Bir de çizgi farkları vardı, vazgeçtim. 6:45logosuyla Şehir Köpeği’ni yayınladığınızda içinde abonelik formu bile vardı. 12 sayı abonelik diyordu ama dergi 2. Sayısında bitti. İlk iki sayı hala Kadıköy’de ki sahaflarda bulunuyor oysa. Şehir Köpeği’nin bu yayın macerası neden bitti? Aradan yıllar geçtiğine göre devlet sırrı değildir her halde, kaç abonesi vardı o dönemde? Ne yalan söliyeyim o işlerle ben hiç ilgilenmedim o zaman. Hata etmişim ilgilenmeliydim. Aboneleri bilmiyorum. Yayınevi sahipleri arkadaşımdı ama süreç başlayınca hasta ata bindiğimi anladım. Acı çekmesin diye vurmak zorunda kaldık. Rodeo Strip macerası da güzeldi Şehir Köpeği’nin. Tuz Kokusu hikâyesi her ne kadar Şehir Köpeği formatına biraz uzak görsem de beğenerek okuduğum bir hikâyeydi. Rodeo Strip severek aldığım, takip ettiğim bir dergiydi. Neden bitiyor dergiler? Neden kısa ömürlü oluyorlar? Bunu okura mı sormak lazım yoksa yayıncıya mı? Reklam alamıyorlar da ondan bitiyor. Hiç bir dergi kendi satışından gelen gelirle dönmez. Az okuyucun vardır belki ama duruşun ve sergilediğin işle reklam geliri sağlayabilirsin. Nasıl diye sorma, uzmanı değilim ama yapılabildiğini biliyorum. Sadece çizgi roman çizerek hayattımı idame ettirmeyi çok isterim, ıvır zıvır işlerle uğraşmak benim için de eğlenceli değil. Aynı şekilde Kutsi Akıllı’nın çıkarttığı sizin de çizdiğiniz Şafak Günlükleri dergisi de kısa sürdü. Oysa Şafak Günlükleri’ninStrip türü dergilere göre daha çok şansı vardı. En azından Milli Eğitim Bakanlığı’na onaylattığınızda derginizi kolaylıkla okullara kadar girer diye biliyoruz..Belgesel tadında bir Kurtuluş Savaşı çizgi romanıydı. Her sayısında ayrı çizer, her sayısında ayrı macera. Şafak Günlüklerinin şanssızlığı neydi? Kutsi o tarz bir yayına kaynak sağlamak konusunda o dönem gerçekten çok uğraştı. Ama hem dikkatlice yayın hazırlamak, hem kaynak peşinde koşmak çok bitirici bir maraton. Beklediği bağlantılar kurulamayınca o da durmak zorunda kaldı. Hâlbuki çok severek giriştiği bir projeydi.
50
Dağıtım konusunda neden Tekeller ve Tröstler geçilemiyor? Bu kitapla Şehir Köpeği’nin dağıtım tekellerini aşabileceğine inanıyor musunuz? İnternet, dağıtımcıların beline odunu indirdiğinden beri tekel mekel kimsenin umrunda değil. Biz yayıncıyla birlikte Şehir Köpeği’ni sadece çizgi roman satan dükkânlara tercih ettik. Bir de Arkabahçe’den Ahmet Bey sayesinde DNR’lara verdik. Hayatımda ilk defa “kitabın çıkmış hayırlı olsun nerde bulabilirim?” diye sormadı kimse. Türkiye’de “çizgi roman yayıncısıyım” diye iddia eden yayıncılar nedense hangi İtalyan, Fransız ya da Amerikan çizgi romanını bassam diye düşünüyor. Çizgi roman yayıncısı için “Türk çizgi romanı” diye bir şey kalmayacak belki de yakında. 1000 tane Zagor, 1000 tane Teksyada 5000 tane Batman basmak Türkiye’de çizgi roman yayıncılığına bir katkı sağlar mı? Ben hiç bir şey basılmadığı zamanlarda çizgi roman çizmeye çalışıyordum. Çizgi roman basılması, sadece çizgi roman satan dükkânların olması çok iyi bence. Yerli yabancı diye bakmıyorum, iyi bir iş yaparsan yede kalmaz diye düşünürüm ben hep. Hem yurtdışına iş yapan arkadaşlarımız da var, şahsen tanıdıklarımdan Yıldıray Çınar mesela. Onların çizdiği işler yurtdışında yayınlanıyor ve burada da satılıyor. Çizgi roman okuyan ve gözlemlediğim kadarıyla sayısı giderek artan bir kitle var. Bu iyi bir şey. Bu gün Zagor, Teksas, Batman okumak isterler yarın başka şeyler ilgilerini çeker. Son zamanda yayınlanan iki elin parmakları kadar Türk çizgi romanı var. Fırsatınız olup da alıp okuduklarınız neler? Tek tek saymak istemiyorum. Yerli çizer görünce bakmadan alıyorum. Bana hitab etmesi ya da etmemesi önemli değil. Destek olmak gerektiğini düşünüyoryum. Şehir Köpeği’nin 2. Kitabı ne zaman çıkacak? Ve biraz konusu hakkında ipucu verebilir misiniz? Söylediğim gibi, ikinci kitap üzerinde çalışıyorum. Önümüzdeki yaz ortası, olmadı en geç yaz sonu bitmiş olacak. Şu anki takvimim böyle. Ama öyküyü çizerken, bilgi verici paylaşımlarda bulunacağım süreç içerisinde, bazı kareleri sayfaları ve senaryo sinopsislerini paylaşacağım internette. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz… Ben teşekkür ederim. Röportaj: Ahmet Yüksel
51
Öykü
Tehlikeli İlimler ve Yasaklı Bilgiler Kitabı Tekinsiz şeyler insanın karşısına en olmadık zamanlarda çıkar derler. Turan yıllardır gittiği kütüphanenin süreli yayınlar salonunda görmüştü o kitabı. Küçük bir şehrin kütüphanesinde olamayacak kadar ilginç gelmişti kitap Turan’a görüntüsü itibarıyla. İlk dikkatini çeken kitabın kapağı olmuştu. Ahşap kapaklı, A3 boyutlarında bir kitaptı ve kapağının üzerinde yeşil renkli parlak bir taş bulunmaktaydı. Kapağın üzerinde oyulan bölüme metal iğnelerle tutturulmuş taşın bir değerinin olabileceğini düşünmemişti. Daha önce hiç görmediği bir yazı stiliyle yazılmış başlığı ise Tehlikeli İlimler ve Yasaklı Bilgiler Kitabı idi.. Birkaç sayfasını karıştırdıktan sonra kitabı almaya karar verdi Turan. Kütüphane görevlisi kapağın iç tarafındaki ödünç alma kâğıdına iade tarihini bastıktan sonra eve gidip kitabı okudu. İlk on beş sayfa boyunca içerik hakkında detaylı bilgiler veriliyordu. Doğu mitolojilerindeki doğaüstü varlıklardan, bunları insan gözünün görebileceğinin mümkün olduğundan, görülmeyenlerle iletişime geçme yollarından ve tehlikelerinden, simya ve dinlerce yasaklanmış diğer yasak bilgilerden söz ediyordu. Kitapta yer alan büyüleri yapmanın geri dönüşü yoktu ve yapan kişiyi cehennemin en derin kuyularında sonsuz azabın beklediğini söylüyordu kitap. Hayatı boyunca seküler yaşam tarzı tutturan; ancak ilgi alanları arasında fantazyanın önemli bir yeri olan Turan ilgiyle okudu kitabı. Doğu mitolojisi hakkındaki bilgisi oldukça genişti ve okuduklarının bazılarından haberdardı; ancak sözü edilen büyülere ve öğretilere daha önce hiçbir yerde denk gelmemişti. Simyaya dair birçok kitap ve makale okumuş olmasına rağmen kitaptaki simya bilgileri de diğer bilgiler gibi daha önce görmediği türdendi. Ancak onun ilgisini çeken simya değil daha çok tekinsiz ve korkutucu öğeler olmuştu. Kitabı okudukça içini merak ve şüphe kaplamış, sık sık yapılan tehlike uyarıları ilgisini daha da cezp etmişti Turan’ın. Sonunda kitaptaki büyülerden birini denemeye karar verdiğinde listelenen malzemeleri almak için araştırmalar yapmaya başladı. İstenen şeylerin birçoğunu yaşadığı ilde bulamayacağını düşünüyordu ancak Yukarı Pazar olarak bilinen; antikacıların, aktarların ve sahafların da bulunduğu semtte aramaya koyuldu. Öncelikle kolayca bulabileceğini düşündüğü malzemelerden başladı. Bunların çoğu herhangi bir aktarda bulunabilecek türden şeylerdi; civanperçemi, kantaron otu, melek otu, tuz, kuyruk yağı gibi. Ancak kurbağa derisi, yılan kanı, domuz yağı gibi şeyleri bulması biraz zaman alacaktı. Yine de bunları bulmasının imkânsız olmadığını düşünüyordu Turan, kocasını eve bağlamak için sık sık domuz yağı gibi şeylerle büyü yaptıran kadınların bolca bulunduğu memlekette. Girdiği aktarın sahibiyle, alışverişi sırasında sohbeti ilerleterek konuyu gerçek bile olmadığına kanaat getirdiği şeylere çekti. Peri kanadı, Anka külü ve koncolos kanı bunlardan sadece birkaçıydı. Orta yaşların sonundaki saçı sakalı birbirine karışmış aktardan, gerçeklikle alakası olmadığını düşündüğü bu şeylerin aslında var olduğunu öğrendi. Şüphe çekeceği endişesi gütmesine rağmen, aktar bunları niçin istediğini bile sormamıştı. Anka külü, peri kanadı ve koncolos kanı diye aldığı şeylerin gerçekten onlar mı olduğunu yoksa dolandırıldığını mı ancak zamanla anlayacaktı Turan. O anda bunlar için harcadığı paranın gözünde değeri yoktu. Sonraki günlerde geri kalan malzemeleri toplamak için uğraş vermişti ki bu hiç de kısa bir zaman almadı. Anka külü, peri kanadı ve koncolos kanı diye aldığı şeylerin gerçekten onlar mı olduğunu yoksa dolandırıldığını mı ancak zamanla anlayacaktı Turan. O anda bunlar için harcadığı paranın gözünde değeri yoktu. Ancak sonunda kitapta istenen bütün şeyleri toparlayabilmişti. Sözü edilen büyüyü yapmak için dolunay zamanını beklemek gerektiğinden bir hafta kadar da ayın aydınlanmasını bekledi Turan. Bu süreçte
52
53
Öykü
Öykü karşılaştığı insanların garipliklerinden de etkilenmişti Turan yapmakta olduğu şeyin saçmalığına inandığı hâlde durumun heyecanına kendini kaptırmıştı da. Yirmili yaşlarının sonunda bir genç bulabildiği bütün hazlara sarılırdı ya da onun kişiliği heyecan yaşamak için elverişliydi. Ayın on dördü gelip çattığında odalardan birini tamamen boşaltarak büyüye uygun şekilde tekrar dekore etti. Gereksiz bütün eşyaları çıkardı, sadece büyü için gerekenler, birçok mum ve tütsü, bir gaz ocağı, ahşap sandalye ve masa, üzerinde kitaptaki simgelerin bulunduğu çizimler ve çeşitli heykelciklerin olduğu bir sunak ve gümüş bir bıçak… Kitabın, yapacağı büyünün yer aldığı sayfasını açıp kitabı masaya yerleştirdi. Aradan geçen bir buçuk ay sonunda büyünün sözlerini harfi harfine ezberlemiş olsa da bir hata yapmak istemiyordu sözleri söylerken. Oda sadece ayın ve mumların ışıklarıyla aydınlanıyordu. Turansa talimatlarda söylendiği gibi tek parça beyaz bir elbiseye bürünmüştü. Bunun haricinde üzerinde ne bir takı ne de başka bir giysi vardı. Önce sunağı hazırlamakla başladı işe. Mumlardan dördünü yaktı, tütsüleri hazırladı ve malzemeleri karıştıracağı havanı aldı. Domuz yağını gaz ocağında eritip kaplardan birinde bekletti. Sırada civanperçemi, melekotu ve kantaronu tuz ile karıştırıp toz hâline getirmek vardı. Bunu da birkaç dakika içinde gerçekleştirdikten sonra domuz yağının eritildiği kaba toz karışımı kitaptaki sözlerden ilkini tekrarlayarak karıştırdı. Yağ ve toz karışımını ocağın üzerine aldıktan sonra deri bir kese içinde bulunan, peri kanadı olması umuduyla aldığı şeyi açtı. Üzerinde aynı simgelerin bulunduğu başka bir kesedeki Anka külü birlikte karıştırmak için bakır bir kaseye döktü ikisini de. Peri kanadından emin değildi ancak Anka külü, satın aldığında onu gerçekten heyecanlandırmıştı. Zira kül, herhangi bir nesnenin külü gibi gri olmasına rağmen karanlık ortamda kızıl renkte parıldıyordu. İlk birkaç gün bunun ufak bir kimyasal yanılsama olacağını düşünmüş olmasına rağmen aradan geçen haftalardan sonra bile kül aynı şekilde parlamaya devam ediyordu. Peri kanadı ve Anka külünü birbirine yedirirken çıkan koku domuz yağını eritirken bile çıkmamıştı. Bu yüzden Turan biraz tedirgin oldu kokunun komşularına kadar ulaşmasından. Ancak koncolos kanını bu yoz karışıma eklediğinde kokunun kaybolması yanı sıra hem Anka külünün parıltısı bir anda artmış aynı zamanda da çamurlaşan sıvıdan aynı kızıl renkte bir duman yükselmeye başlamıştı. Önünde açık bulunan kitaptaki sözleri yavaş yavaş ilerletmekte olan Turan’ın ise bedenini saran korku ve heyecan bu noktada doruk noktasına ulaşmıştı. İçten içe umduğu, bütün bu yaptığı şeylerin başarısızlıkla sonuçlanacağını tahmininin çürümesinden ziyade onu heyecanlandıran büyünün gerçekleşmesiydi kuşkusuz. Kalbini kaplayan ısının neden olduğu ürpertiyi yenmeye çalışarak oluşan çamursu karışımı da sözleri okuyarak kazana boşalttığında artık büyünün son safhalarına gelmekteydi. Bu noktadan sonra bütün karışımın kaynaması ve sunak üzerinde yakılması vardı. Güzel ya da kötü olarak tarif edilemeyecek bir koku ve yoğun buhar eşliğinde kaynayan kazanın altını kapatmaya karar verdiğinde aradan neredeyse on beş dakika geçmişti. Kazanı ocaktan alıp sunağın üzerine koydu. Şiir şeklinde uzayıp giden sözleri okuyarak karışımın içine bir tutam tuzu bir hamlede serpti ve o anda havaya birden parlayan kızıl kıvılcımlar ve duman yükseldi. Odayı yavaş yavaş kaplayan duman Turan’ın gözlerini yaşartıyordu. Havaya karışan duman birkaç saniye içinde dağıldığında odayı garip bir sessizlik kapladı. Turan hiçbir şey yapmadan öylece bekledi ancak bir şey olmadığını görünce umduğunun olduğunu hissederek içinden bir iki küfür sallayıp odayı terk etmek için arkasını döndü. O anda Turan olduğu yerde çakıldı kaldı. Zira tam karşısında kapının önünde iri yarı, uzun boylu bir adam durmaktaydı. Takım elbise giymiş ve siyah kravatını sıkı sıkıya bağlamış adam tıraşlıydı ve saçlarını geriye taramıştı. Odadaki iki kişinin arasında birkaç saniyelik bir bakışma gerçekleştikten sonra odayı kaplayan sessizlik bozuldu.
“Şaşırmış görünüyorsun,” dedi takım elbiseli adam. “İnançlı biri olmadığını biliyordum; ama sana kendimi göstererek sanırım itikadını tazelemiş oldum. Pek bana göre bir şey değil; ama boş ver.” “Kimsi sen?” diyerek cevapladı adamı Turan. Böyle durumlarda akla gelebilecek en mantıklı ve en doğrudan soruydu. “Yaptığın büyünün ne işe yaradığını okumadın mı o kitapta?” Adam eliyle sunağın üzerinde açık duran Tehlikeli İlimler ve Yasaklı Bilgiler Kitabı isimli kitabı işaret etti. “O kadar da değil artık!” demesiyle sesinin titremeye başlaması bir oldu Turan’ın, “Şeytan olamazsın değil mi?” “Ta kendisiyim tatlım,” dedi takım elbiseli. “O büyünün sadece sohbet etmek amacıyla gerçekleştirilmediğini de bildiğine göre şimdi sadedimize gelebiliriz sanırım,” dedikten sonra olduğu yerden birkaç adım atarak Turan’ın karşısında dikildi, “A hadi ama şu heyecanını bastır artık, yakışıyor mu senin gibi birine?” diyerek de Turan’ın omzuna yılların dostlarıymışçasına hafif bir yumruk attı. “Anlaşma mı yapmamız gerekiyor?” Turan kendini daha adam omzuna dokunur dokunmaz geri çekti ve ağzından sadece bu sözler dökülüverdi; ancak kendisini az önceki kadar korkmuş ve heyecanlı hissetmiyordu. “Her ne istersen yapabilirim aşkım, aklına ne geliyorsa!” “Büyüyü yaparken bunu hiç düşünmemiştim bile” dedi adamın teklifine karşılık Turan ve saçlarını kaşıdı. “Sana biraz zaman verebilirim; ama fazla değil. Daha yapmam gereken işler var aşağıda,” diyerek cevapladı Turan’ı. Aklına bir şey gelmiyorsa sana yardımcı olabilirim. Dünyanın en ünlü fotoğrafçısı olmaya ne dersin? Ya da seni kızların göz bebeği yapabilirim? Kendisiyle ilgili onca şeyi nasıl bilebildiğini bilmeyen Turan, şeytanın -kitapta geçen ismiyle iblisinteklifi karşısında nasıl bir pozisyon alacağını bilemedi. Amatör olarak fotoğraf çekmeyi seviyordu; ama bu işi profesyonelleştirme düşüncesine girmemişti hiç. Kızların ilgi odağı olma düşüncesini ise hiç tereddüt etmeden eledi. Ek eşliliğe inanırdı. “Ne istersem isteyeyim yapacaksın ve bunun bir bedeli olacak?” diye sordu sonra karşısındaki adama cevabını bildiği hâlde. “O kadar da büyütülecek bir şey değil yahu, hatta buna bedel demene bile gerek yok. Seni ortağım yapabilirim cehennemde. Sadizmin hazzını daha önce hiç tatmadığını biliyorum. İnan bana bugüne kadar yaptığın onca çılgınlıktan milyonlarca kez daha eğlenceli.” Yapılan anlaşmanın bedeli kitapta yazdığına göre Allah’ı inkâr etmekle aynıydı ve sonsuz cehennem azabıyla cezalandırılacaktı bu büyüyü yapan kimse. Turan da lisenin son yılından beri orta hâlli bir küffar olduğuna göre cennet biletini çoktan kaçırmış olduğunu o zaman fark etmişti. Şimdi en akla yatkın olan şey adamın teklifini değerlendirip hayatını zengin bir adam olarak devam ettirmek olabilirdi. “Benimle ilgili her şey bildiğine göre şimdi ne düşündüğümü de anlamış olmalısın,” diyerek başladı söze. “Teklifini kabul edeceğim, senden büyük bir zenginlik talep ediyorum.” Takım elbiseli adam kalın dudaklarını gererek gülümsedi ve Turan’a biraz daha yaklaştı. “Öyleyse anlaşmamızı nasıl imzalayacağımı söyleyeyim. Çünkü o kitabı yazan adam hiçbirimizin tekliflerini kabul etmedi. Yapman gerek şey benden ne istediğini söylemek ve benim de kabul etmem. Bu kadar. Ne kanlı ayinlere ne de herhangi bir imzaya gerek var. Sözüm senedimdir hesabı.” Turan, kendisiyle neredeyse burunları birbirine değecek kadar yakın duran adam gözlerinin içine baktı ve konuşmaya başladı. Daha ağzından ilk sözler çıkar çıkmaz karşısındaki iblisin gülümsemesi sönüverdi ve sonrasında gülüşün yerini acı bir inleme sesi aldı. Turan sözlerini tamamladığındaysa adamın bedeni, Turan’ın gözleri önünde yüksek ısıya maruz kalmış plastik oyuncaklar gibi eriyordu.
54
55
Yazan: Adil ÖZTÜRK
İllustrasyon: Onur ALTINIŞIK
56
57
58
59
60
61
Öykü
Günahların Bekçisi
Bölüm1-
Yeni Bir Gün Yeni Bir Hayat
Cemil uzun ve yorucu günün ardından Ankara İncek’teki villasına gelmişti. 27 yıllık polisti, son altı yıldır da cinayet masasında komiser olarak görev yapıyordu. Son üç yılını da kendisine Günahların Bekçisi adını veren seri katili bulmak için harcamıştı. O ve ekibi, bekçiyi bulmak için çok uğraşmışlardı ama bekçinin izini bulmak bir yana işler daha da içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Lanet olası adam üç yılda 26 cinayet işlemişti, hiçbirinde de iz bırakmadığı gibi artık toplumsal bir fenomen olmaya başlamıştı. Eğer kocanı aldatırsan günahlarını ödemen gerekir, yalan söylersen günahlarını ödemen gerekir, kırmızı ışıkta geçersen günahlarını ödemen gerekir. Yaptığı işin yerel bir efsane olması dışında gerçekte insanları öldürmek için sudan bahane arayan korkak bir orospu çocuğundan başka bir şey değildi. Kim alışveriş arabasını evine götürdü diye insanı elektrikli testere ile parçalarına ayırıp aldığı alışveriş arabasına koyardı ki? Bu adamı eninde sonunda yakalayacaktı. Her katil hata yapardı, en büyük hatasını da ilk cinayetinde yapardı. Geriye gidip ilk cinayetini bulmalıydı, ama nasıl? En başından mı başlamalıydı, kedi ve köpek öldüren korkak bir piç olduğu zamanlardan mı, hep öyle olurlardı, hep kendilerinden güçsüzleri hedef alıp onlara saldırırlar sonrada cesaretlerini toplayıp ilk cinayetlerini işlerlerdi. Ardından yapabiliyorum ve yakalanmadım deyip diğer cinayetler gelirdi. Bir gün onu yakalayacaktı, bugün değil, belki yarın da değil ama bir gün mutlaka onu yakalayacak ve günahlarının cezasını çekmesini sağlayacaktı. Üzerine çöken yorgunluğu yeni yeni fark ediyordu, böyle giderse salona varmadan uyuyakalırım diye düşündü. Bekçiyi yakalama düşünceleri içinde salona geldiğinde burnuna birden keskin bir koku geldi. “Tütsü mü?” diye düşündü. Leyla yine tütsü mü yakmış? Hayır, içeride mum ışığı var, ama kokusu koridora kadar gelmiş olmaz. O zaman bu kokunun kaynağı ne?” Gözleri aniden büyüdü silahına sarılmaya çalıştığı anda artık çok geçti. Yere yığılırken yüzünde gaz maskesi ile kendisine doğru gelen adamın bulanık silüetini hayal meyal gördü. Kendine geldiğinde baş ağrısı o kadar dayanılmazdı ki sanki biri kafasına gülle ile vurmuştu. Acı sadece başından değil ellerinden ve ayaklarından da geliyordu. Etrafı hâlen bulanıktı, kımıldamaya çalıştı ama yapamadı. Başını çevirdiğinde dik duruma getirilmiş yemek masasında ellerinden ve ayaklarından çivilendiğini gördü, tavandan yüzüne sıcak bir sıvı damlıyordu ama nereden geldiğini göremiyordu. Uzun bir çığlık attıktan sonra karşısında bulanık silüeti gördü. Adam pardösü ve başındaki şapka ile karşısında duruyordu. Sanki 30'ların filmlerinden fırlamış gibiydi. Bekçi yanına yaklaştı ve bağırarak "İnsanları sen yargılayamazsın, onları sadece Tanrı yargılar. Şimdi günahını ödeme zamanın geldi." dedi. Cemil, acı ile gözlerini kısıp yüzünü buruşturarak "Ahhh lanet olsun, seni leş kargası olarak görürdüm, ama sesin gerçektende karga gibiymiş!" diye karşılık verdi.
62
63
Öykü
Öykü
Gözlerindeki bulanıklık yavaş yavaş geçerken Cemil tavandaki şeyi fark etti. Yavaş yavaş odaklanmaya çalıştıkça içindeki dehşet giderek artmaya başladı. Vücudunun çeşitli yerlerinden tavana çivilenmiş Leyla’yı görünce çığlık attı. Leyla’nın her yerinden kan akıyordu, zavallı kadını tavana çivilerken çok uğraştığı belliydi. Cemil "Seni geberticem orospu çocuğu, yemin ediyorum seni geberticem!" diye bağırmaya başladı. Karşılık olarak bekçiden kesik kesik bir kahkaha geldi. "Ahhh, bu söylediğini yapabilmeni o kadar çok isterdim ki! Ama günahlarının cezasını önce sen ödeyeceksin.” Yanındaki baltayı göstererek "Bununla." dedi ve yine o kesik kahkahayı çıkardı. Kahkahası aynı bir akbaba gibiydi, bekçinin normal olmadığını biliyordu ama böyle hasta ruhlu bir şeyi hayal etmek, işte bu adam sınırların ötesinde biriydi. Leyla, yavaş yavaş gözlerini açtı, kadıncağızın son nefesini vermek üzere olduğu belliydi. Cemil, 15 yıllık hayat arkadaşına baktı "Ona bunu ödeticem, yemin ediyorum ödeticem!" diye tekrarlamaya başladı. Bunların boş sözler olduğunu kendisi de biliyordu, ama bir şeyler söylemesi gerekliydi. Leyla’yı rahatlatmak için bir şeyler söylemesi gerekliydi. Bekçiye döndü, mumun aydınlattığı odanın loş ışığında bekçinin yüzünü göremiyordu. "Bana yüzünü göster orospu çocuğu!" diye bağırdı. "Bana yüzünü göster ki öldüreceğim adamın kim olduğunu bileyim!" Bekçinin o kesik kahkahalarını yine duydu, kahkahaları açık açık boş yere konuşuyorsun diyordu.
Cemil "Seni geberticem orospu çocuğu, seni bulup geberticem!" diye bağırırken Leyla’nın kısık sesini duydu. "Cemil." Bekçi sevinç çığlıkları attı. "Günahlarını ödeme zamanı." Balta hızla aşağıya doğru indi. *
*
6 YIL SONRA Kan. Kan. Kan, daha fazla kan. Cemil, çıplak hâlde karanlığın içinde yürüyordu. Gök gürlemesini duydu ve yukarıda biriken kırmızı bulutlara baktı. Yüzünde bir gülümse belirdi. Kan daha fazla kan. Yüzünde mutlulukla ellerini yağmuru karşılamak için gökyüzüne kaldırdı ve gökyüzünden kan yağmaya başladı. Kan bütün bedenini kaplarken karşısında bekçi belirdi ve kesik kahkahalar atmaya başladı.
64
*
*
Cemil, yatağından sıçrayarak doğruldu. Bekçi ile karşılaştığı günden beri bu rüyayı görüyordu, başucundaki komodinde duran şişeyi aldı ve balkona çıktı. Arkasını dönüp yatağında uyuyan Leyla’ya baktı, her zaman böyle sessiz uyurdu. Gerçekten yatakta olup olmadığını hiç bilemezsin diye düşündü. Viskinin kapağını açıp koca bir yudum aldı. O gün bekçinin elinden kurtulmuştu ama bedelini çok ağır ödemişti. Şerefsizin verdiği yaralar o kadar ağırdı ki üç yıl komada yatmıştı. Uyandığında bütün kasları erimişti. Ayağa kalkıp yürümesi altı ayını almıştı, işine geri dönebilmek için iki yıldan fazla da terapi görmüştü ama sonunda iş görebilir raporu almıştı. Artık sokaklara geri dönüp onu yakalayabilirdi. Altı yıldır başka cinayet olmamıştı, bekçi kendisini bekliyordu. Karanlığa “Merak etme orospu çocuğu bende seni bekliyorum. Altı yıldır bugün için hazırlandım.” diye konuştu. Şişeden koca bir yudum daha alıp gecenin karanlığında yaklaşan fırtınanın içinde çakan şimşeklere baktı. Saat tam gece yarısını gösteriyordu. "Yeni bir gün yeni bir hayat.” diye mırıldandı ve yatak odasına geri döndü. *
Bekçi yanına geldi ve baltasını havaya kaldırdı.
*
*
*
*
O gece Ankara'da uyuyamayan biri daha vardı. Adile adında 50’li yaşlarında yalnız bir kadın merdivenlerden hızla inerek sokak kapısına ulaşmaya çalışıyordu. Ayağına ani bir acı saplandı ve dengesini kaybederek merdivenlerden yuvarlanmaya başladı, hızla ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı, yuvarlanırken ayağı kırılmıştı. Çığlık atıp yardım istemeye çalıştı ama artık yerinde olmayan dilinin yerini almış olan kan dışarıya fışkırdı. Parmaklarının çoğu kesilmiş, elleri ile yerde sürünerek son bir gayret kapıya ulaşmaya çalışırken sağ ayağına saplanan bahçe tırpanı yüzünden ağzında biriken kanı odanın içine püskürttü. Davetsiz misafiri onu yerde sürükleyerek mutfağa doğru götürürken yeri tırmalayıp ağzından köpükler saçarak sessiz çığlıklar atmaya devam etti. Son bir gayretle mutfağın kapısını tutmaya çalıştı ama parmaklarının çoğu eksik olduğundan başaramadı. Kadının sessiz çığlıkları arasında mutfağın kapısı hızla kapandı. Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
65
İllustrasyon: Umut CAN
Sinema
Ankara Uluslararası Film Festivali 25. Yaşında Ankara’nın en eski film festivali Ankara Uluslararası Film Festivali bu yıl 25. yaşını kutluyor. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen, sadece Ankara’nın değil Türkiye’nin en köklü film festivallerinden olan Ankara Uluslararası Film Festivali bu yıl 5 – 15 Haziran tarihleri arasında yapılacak. Festivalde her yıl olduğu gibi, ulusal uzun film, kısa ve belgesel film yarışmaları yapılacak. Başkanlığını İnci Demirkol›un yaptığı festival, 25. yılında temasını “Bellek/sizleşme” olarak belirledi. Geçmişi günümüze taşımak ve yeniden anlamlandırmak olarak düşünülen bellek vurgusu, festivalin genel çizgisini de ortaya koyuyor. Festival süresince Türk Sineması’nın 100. yılı dolayısıyla Ankara sokakları ve meydanları Türk Sineması’nın görselleriyle donatılacak. Yine festivalde, 1. Dünya Savaşı’nın 100. yılı nedeniyle bu savaş üzerine yapılmış ve klasik olmuş 5 filmden oluşan bir seçki, Romanya Sineması özel bölümü, Portekiz, İspanya, Brezilya ve Meksika sinemalarından örneklerin yer aldığı özel bir bölüm de izleyicilerin beğenisine sunulacak. Video Art gösterimleri konusunda öncü olan, bu yeni dili önemseyen ve programına dahil eden Türkiye’deki tek film festivalinde, Türk Videosu’nun 40. Yılında “Türkiye’de video sanatının 40 yılından 40 video” isimli bir seçki yer alacak. Ortak belleğimiz çerçevesinde William Shakespeare’in 450. yaş günü, Orson Welles gibi sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden birinin “Othello” filmiyle kutlanacak. Böylelikle Ankara Uluslararası Film Festivali, sinema tarihinde önemli bir yeri olan “Othello” filminin onarılmış kopyasını ilk gösteren uluslararası festivallerden biri olacak. 25. yıl nedeniyle geçmişte ödül almış, jürilik yapmış, festivale katkı sunmuş kişilere açılış töreninde şükran plaketleri sunulacak. ONUR ÖDÜLLERİ Festival bünyesinde her yıl düzenlenen bir etkinlik de, “Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı Özel Ödülleri”. Vakıf bu yıl, her biri kendi alanında Türk kültür ve sanat hayatına yaptıkları katkılar nedeniyle üç isim belirledi. Bu çerçevede “Aziz Nesin Emek Ödülü” Hülya Koçyiğit’e, “Kitle İletişimi Ödülü” Sevda – Cenap And Müzik Vakfı’na, “Sanat Çınarı Ödülü” ise ünlü balerin Meriç Sümen’e verilecek. Ödüller festivalin açılış gecesi olan 5 Haziran’da sahiplerine sunulacak. ULUSAL FİLM YARIŞMASI Festivalin öne çıkan bölümlerinden biri Ulusal Film Yarışması. Bu yılki yarışmanın jürisi yönetmen Tayfun Pirselimoğlu, oyuncu Belçim Bilgin, oyuncu Mert Fırat, öğretim üyesi Dr. Ali Karadoğan ve Yunanlı ünlü görüntü yönetmeni Andreas Sinanos’tan oluşuyor. Yarışma için başvuran 35 filmin arasından seçilen 10 film ise büyük ödülü almak için mücadele edecek.
66
67
Sinema
Sinema
Yarışma filmleri şunlar: - Kusursuzlar - Cennetten Kovulmak - Mavi Dalga - Bi Küçük Eylül Meselesi - Şarkı Söyleyen Kadınlar - Bir Varmış Bir Yokmuş - Daire - Gözümün Nuru - Özür Dilerim - Üç Yol Yarışma filmlerinin dışında, “Özel Gösterim” adı altında yine Türk sinemasının son dönem filmlerinden örnekler yer alacak. Yönetmenliğini Tayfun Pirselimoğlu yaptığı “Ben O Değilim” ve yönetmenliğini Ebubekir Uygur›un yaptığı “Ana” filmi de bu kapsamda gösterilecek.
Ödül için yarışacak filmler şöyle belirlendi: 1457 Ankara, 33 Yıllık Direniş: Berfo Ana, Boğaziçi Balıkları, Çupriya, Elveda İstanbul, Eveeet … Kaç Kişiyiz Bugün?, Hay Way Zaman, Taşkafa Bir Sokak Hikayesi, Tepecik Hayal Okulu, Yürümek, Zarok Festivalin diğer bölümlerindeki filmlerle ilgili de kısa bilgiler verelim:
“BELGESEL” VE “KISA FİLM” YARIŞMASI Festivalin “Belgesel” ve “Kısa Film” bölümleriyle ilgili olarak Ön Jüriler (belgesel ön jürisinde Gölge e-Dergi yazarı Hasan Nadir Derin de yer aldı), başvuran filmleri, anlatımsal özellikleri, teknik yeterlilikleri ve konularındaki özgünlükleri çerçevesinde değerlendirerek yarışmaya katılmaya değer buldu. “Ulusal Kısa Film” yarışmasında, “Kurmaca”, “Deneysel” ve “Canlandırma” dallarında yarışacak 57 filmi, Bülent Özkam (akademisyen), Rezan Yeşilbaş (oyuncu-yönetmen), Berrin Balay (akademisyen), Natali Yeres (sanat yönetmeni), Tufan Taştan’dan (yönetmen) oluşan jüri değerlendirecek. Ön elemeyi geçerek yarışmaya hak kazanan filmler şöyle belirlendi:
ORSON WELLES’İN İZİNDE Ünlü oyuncu, yönetmen ve yazar Orson Welles’in “Othello” filmi, Shakespeare’nin 450. doğum günü nedeniyle restore edilmiş kopyasıyla Türk izleyicisiyle ilk kez buluşacak. Bu bölümde, Orson Welles’in bağımsız sinema anlayışını paylaşan Amerikan bağımsız sinemacılarının küçük bir derlemesi de yer alacak. James Ward Byrkit’in “Coherence”, Jaki Paltrow’in “Young Ones”, Sydney Freeland’ın “Drunktown›s Finest”, Richard Linklater’in “Boyhood” ve “Two Hundred Thousand Dirty” filmleri bu bölümde gösterilecek yapımlardan.
KURMACA: Patika, Veda, Adem’in Hikayesi, Tabu, Kapsül, Pepûk, Suret, Bir Maç Günlüğü, Sadece Tek Bir Gün, Sükût Suikasti, Çaput, Dün Bugün Yarın, Connect, Senaryosuz, Ziazan, Çöpler ve Köpekler, Baba, Nar Zamanı, Ağrı ve Dağ, Boş Köy, Metro Köleler, Welat (Vatan), Mami, Afra, 8 Ay, Bayram Harçlığı, His/Siz, Çok Uzun Bir Hikayenin Tam Ortası, Bekir, Kader, Son Kuşlar, Doğuda Kaybetmek, Qêrîn (Çığlık), Şafak Vakti, Siyah, Göz, Ezan DENEYSEL: Mükemmel Bir Gün, Drink The Gloom, Natürmorg, Nükleer Başlıklı Kız, Ziman, Rea, Pudrasız, Olağan Maktul Halleri, Militarizmin Sanayisi CANLANDIRMA: Tornistan, Leke, Kafa, Durak, Oxygen, Deniz Feneri, Yalnızlığın Dayanılmaz Ağırlığı, Çığlık, İki Ağaç, Nereye Gittiklerini Söylemediler, Secret Memories BELGESEL: Mehmet Eryılmaz (yönetmen), Dilek Gökçin (yönetmen), Kurtuluş Özgen (yönetmen-akademisyen), Tülin Erarslan (yönetmen), Özgür Doğan (yönetmen) oluşan jüri ise “Belgesel” dalında yarışması için seçilen 11 filmi değerlendirecek.
68
1. DÜNYA SAVAŞI’NIN 100. YILI Bu bölümde savaşı anlatan ve savaşa karşı çıkan dünya sinemasının seçkin örnekleri izleyicinin beğenisine sunulacak. Bu bölümün öne çıkan yapımları, Richard Attenborough’un “What a Lovely War”, Jean Renoir’in “La Grande Illusion”, Bertrand Tavernier’in “Capitaine Conan”, Christoph Stark’ın “Tabu” (Es ist die Seele ein Fremdes auf Erden) ve George Wilhelm Pabst’ın “Westfront 1918” adlı filmleri.
GÜNEY’DEN Portekiz, İspanya, Brezilya ve Meksika sinemalarından örneklerin yer aldığı bu bölümde öne çıkan filmler, Portekiz yapımı “Tabu”, Meksika yapımı “Club Sandwich”, Portekiz yapımı “48”, İspanya yapımı “Blancanieves”, Brezilya yapımı “Serra Pelada” ve “O Som ao Redor” (Neighboring Sounds). USTA İŞİ Festivalin “Usta İşi” adı verilen bölümünde dünyaca ünlü yönetmenlerin filmlerinden bir seçki yer alacak. Bu bölümün öne çıkan yapımları, Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda’nın yeni filmi “Walesa”, İngiliz yönetmen Terry Gilliam’ın fantastik türdeki eseri “Brazil”, Feminist yönetmen Margarethe von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı bol ödüllü “Hannah Arendt” ve Fransız Yeni Dalga
69
Sinema
Sinema yönetmenlerinden Jean Luc Godard, İngiliz yönetmen Peter Greenaway ile Portekiz sinemasının tanınan yönetmenlerinden Edgar Pêra’nın birer bölümünü çektiği 3D teknolojisi ile yapılmış “3x3D”. SİNEMANIN YENİ YILDIZI: ROMEN SİNEMASI Son yıllarda büyük çıkış gösteren komşu ülke Romen Sineması ise festival programında kısa filmleri yanında uzun metrajlı yapımlarıyla da yer alıyor. Tudor Giurgiu’nun “Of Snails and Men” (Despre oameni si melci), Anca Damian’ın “Crulic - The Path to Beyond”, Corneliu Porumboiu’nun “The Second Game” (Al doilea joc), Lucian Pintilie’nin “The Afternoon of a Torturer” (Dupa-amiaza unui tortionar), yine Pintilie’nin “Reconstruction” ve Dan Pita ile Mircea Verolu’nun “The Stone Wedding” (Nunta de piatra) yapımları bu bölümde izlenebilecek. AVUSTRALYA GENÇ SİNEMASI Bu bölümde dünyanın yine son dönemde yıldızı parlayan sinemalarından Avustralya Genç Sineması’nın seçkin örnekleri izleyiciyle buluşacak. Yönetmen Mekelle Mills’in “Zoe. Misplaced”, Abhishek Shukla’nın “Quest for Versace” ve Jai Hogg’un “Tailgate” filmleri izlenebilecek. ÇOCUKLARIN FESTİVALİ Festival bu yıl yine çocukları unutmadı. Festivalde çocuklara özel bir bölüm de yer alıyor. Bu bölümde üç film gösterilecek. Bunlardan ilki Almanya’dan yönetmen Byambasuren Davaa’nın “Sarı Köpeğin Yuvası” (Die Höhle des gelben Hundes) filmi. Bir çocukla bir köpeğin yarı belgesel öyküsü. Çocuklar için bir diğer film “Kırmızı Balon” (Le Ballon Rouge) 1956 En İyi Senaryo Oscar’ını alan yönetmen Albert Lamorisse’nin filmi, bir çocuğun Paris’te kırmızı balonuyla yaşadığı sıra dışı öyküsünü anlatıyor. Yine Lamorisse’nin bu kez de 1953 yılında Cannes Film Festivali’nde En İyi Kısa Film ödülü almış “Beyaz Yele” (Crin Blanc) filmi de çocukların ilgiyle izleyeceği bir yapım olacak. Film, bir çocuğun bir vahşi atla yaşadığı macerayı aktarıyor. Bu bölümde ayrıca Mihriban Sezen’in futbol üzerine kısa belgeseli “Şampiyon Olmasak da” gösterilecek. Bu bölümler dışında festivalin belgesel ve kısa film dallarında da ilginç programları olacak. Festival, sinemacıları toplumun belleğine kayıt tutan tanıklar olarak kabul ederek, bu yılki etkinlikler kapsamında ‘direniş ve toplumsal hareket” konularına değinen belgesel filmleri “Tanıklıklar” bölümünde izleyici ile buluşturuyor. Festivalin en ilginç bölümlerinden biri “En Kısa Festival” bölümü olacak. Bu bölümde, herkesin katılabileceği, akıllı telefonlardaki Vine uygulamasıyla, #enkisafestival hashtag’i kullanılarak çekilen 6 saniyelik videolar özel bir gösterimle izleyiciye sunulacak. “Dünyalar Kısalar” bölümde Almanya’dan, İngiltere’den, İran’dan ve Türkiye’den 6 kısa film yer alacak. Ayrıca Romanya ve Polonya Sineması’ndan kısa filmler ve belgeseller de Ankaralı izleyicilerin beğenisine sunulacak. Gösterimlere ek olarak, Romanyalı ve Türkiyeli belgeselciler ile festival sürecinde filmleriyle konuk olacak farklı ülkelerden belgeselcilerin bir araya geleceği uluslararası bir forum düzenlenecek. Nil Yalter’in, Paris’te “La femme sans Mete” (Başsız Kadın) videosunu yaptığından bu yana bu sanat bugün Türkiye’de 40. yılında. Ankara Uluslararası Film Festivali başından beri destekçisi olduğu video sanatının bu
70
dönüm yılını, 22 sanatçının 40 video işiyle kutlayacak. Ayrıca, «Looking at the Big Sky (Gökyüzüne Bakmak)» başlığı altında, 14 genç Alman video sanatçısının 14 videosu Goethe Enstitüsü salonunda festival boyunca izlenebilecek. Festival etkinlikleri içinde Polonyalı uzun film ve belgesel yönetmeni Bartosz Konopka’nın bir workshop’ı, Polonyalı ressam ve ünlü animasyon yaratıcısı Mariusz Wilczynski, Avusturalyalı yönetmen Mekelle Mils ve yine Avustralyalı yönetmen Abhishek Shukla’nın katılacağı üç ayrı atölye çalışması da yer alacak. Fransız besteci ve yönetmen Romain Kronenberg, festival etkinlikleri çerçevesinde bir deneysel dinleti sunacak. Çalışmalarını müzik eşliğinde hipnotize edici ve düşünsel video performanslarıyla süsleyen Kronenberg, bestelediği müzikleri video çalışmalarında temel unsuru olarak kullanıyor. Festivalde çocuklar için bir de kukla yapım atölyesi yer alacak. Çocuklar bu atölyede ahşap malzemelerle yapacakları kuklaları, daha sonra yazacakları bir senaryo çerçevesinde canlandıracaklar. Bu öykü filme alınarak atölye çalışması izleyiciyle buluşacak. FESTİVAL SALONLARI VE BİLET FİYATLARI Festivalin açılış ve kapanış gecesi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Salonu’nda düzenlenirken, film gösterimleri ise festivalin sponsorlarından Kızılay Büyülü Fener Sineması ile Alman Kültür Merkezi’nde yapılacak. Alman Kültür Merkezi’ndeki gösterimler ücretsiz yapılırken, Kızılay Büyülü Fener Sineması’ndaki gösterimlerde bilet fiyatları 11.30 seansları için 5 lira, 14.00-16.30 seansları için 9 lira, 19.00-21.30 seansları için ise 11 lira olarak belirlendi. Bilet fiyatlarında “öğrenci” ve “tam” ayrımı yapılmayacak. Öte yandan Halkbank’da “Paraf” kartla bilet alanlara, “bir bilet alana ikinci bilet bedava” uygulaması yapıyor. Festivalde ayrıca, Türk Eğitim Derneği’nin katkılarıyla “askıda sinema bileti” uygulaması da yer alacak. Özellikle parasızlık nedeniyle festival filmlerini izleyemeyen gençler için düzenlenen uygulamayla, festival boyunca Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda ilk üç seansta “askıda bilet” uygulaması yapılacak. Bilet alamayacak gençler için gişelere bu seanslar için “askıya” bilet çıkarılacak. Festival programı ile ilgili ayrıntılı bilgiye http://www.filmfestankara.org.tr/ adresinden erişilebilir.
71
Öykü
Kedi Gözü Lensleri Takan Sarışın Kız… Claire aynada saçlarını örerken aklına enteresan bir fikir geldi: Kedi gözü lensleri takmak… Bu düşünce kafasını öyle meşgul etti ki Clair rüyalarında sürekli kedi gözü lensleri takar oldu. Okulda, evde, hatta uyurken bile. Böylece Claire kedi gözü lensleri taktı ve Dimitri’ye hava atmak için yola koyuldu. -& Dimitri de bu sırada kendine kocaman kâğıttan bir gemi yapmıştı. Elinde tahta kılıcıyla kâğıttan gemiyi gölde yüzdürdü. Dimitri bir Viking olmak istiyordu. Tıpkı Claire gibi o da rüyalarında savaşlarda kılıcıyla dövüşüyordu, bilinmedik toprakları işgal ediyordu. Dimitri kâğıttan gemiye atladı… Ve gemiyle birlikte suyun dibine gömüldü. Tam o sırada Claire nefes nefese kalmış, yüzü dehşetten solmuş bir hâlde gölün kenarına geldi... “Dimitriiiiiiiiii Nerdesin budala şey” Gölün dibinden glup glup diye sesler geldi ve Dimitri sırılsıklam olmuş bir şekilde sudan çıktı. Ama Dimitri istifini bozmadan kılıcını Claire’e doğru salladı ve “Hey, bu ne hâl, saman kafa?” diye sordu. “Hayalet görmüş gibisin.” “Gelirken yolda bir sürü köpek kovaladı beni” diye bağırdı Claire. “Şu gözlerine taktığın salakça şeylerden dolayı olabilir mi acaba?” dedi Dimitri ve kılıcını toprağa sapladı. “Onlar kedi gözü lensleri bir kere….” diye hayıflandı Claire. “Kediler mi?... Kediler korkak olur, halbuki bir dragon çok güçlüdür. Hem ağzından ateş bile çıkarabilir.” Dimitri konuşurken kollarını kocaman iki yana doğru açıyor ve Claire’in üzerine doğru geliyordu. Claire onu eliyle itiverdi. “İnanmam” “Evet, bir şömineyi bir saniyede yakabilir…” “Pöh...” Konuşmaları böyle sürüp giderken yakınlardan gelen köpek havlamaları ikisini de ürküttü. Az önce laf dalaşı yapanlar onlar değilmiş gibi ikisi de birbirine sokuldular. “Benim peşimdeler Dimitri…” “Çabuk şu gözlerine taktığın salak şeyleri çıkar…” “Çıkarmam işte… Onlar ilelebet gözümde kalacaklar…” Köpek havlamaları daha da yaklaştı. Şimdi köpekleri görür oldular. Üstlerine doğru geliyorlardı ve pek de sevimli halleri yoktu. Yapacak tek şey vardı ki onu da yaptılar: Dimitri ve Claire göle atlayıp, suyun dibine daldılar ve yosunların arasında gözden kayboldular. Köpekler gölün kenarına kadar gelmişlerdi fakat Claire ve Dimitri’yi bulamadıklarından apar topar uzaklaştılar. Nefesleri tükenen ikili suyun yüzeyine çıktılar. Artık tehlike kalmamıştı… Pöh… Onlara öyle geliyordu. Bakalım hikâye nasıl devam edecek?
72
73
Öykü
Sinema
Claire bir çığlık attı. Az kalsın Dimitri’nin kulakları sağır oluyordu. “Lenslerim düşmüş. LENSLERİMMMM DÜŞMÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜŞ DİMİTRİİİİİİİ” “Zaten şu aptal lenslerin yüzünden başımıza neler geldi baksana…” “Hah, mademki kendini güçlü sanıyorsun, birkaç tane köpekle başa çıkabilirdin. Hah, işte o kadar!” Dimitri omuzlarını silkti. “Korktuğumu da nereden çıkardın. Ben yapılması gerekeni yaptım…” “Bizi suya attın, salak…” “Senin yüzünden…” İkisi böyle tartışadursun ki her zaman yaptıkları şeydi, kahramanlarımız şimdi öyle bir sahneye tanık olacaklar ki hayatları boyunca unutamayacaklar. Bakın hikâye nasıl devam ediyor: Gölün yüzeyi fokurdamaya başladı. Dimitri ve Claire birkaç saniye birbirlerine baktılar ve fal taşı gibi açılmış gözleriyle gölün yüzeyine baktılar. Derken iki tane sivri tırnaklı büzüşük pençeler… İkisini birden yutabilecek denli büyük bir ağız… Bir kuleyi anımsatan yemyeşil kıllı bir vücut. Bir ağzından ateş saçması eksikti, o kadar. Claire’in de Dimitri’nin beti benzi atmıştı. Canavardan ya da her neyse kulakları sağır eden bir homurtu çıktı. Kocaman kıllı ellerini Claire’e doğru uzattı. Peki uzattığı o korkunç ellerinde ne vardı? Peki söyleyeyim: Avucunun içinde Claire’in kedi gözü lensleri duruyordu. O kocaman avucunun içinde lensler iğne topuzu kadar küçücük kalmışlardı. Claire önce tereddüt etti ama Dimitri’ye korkmuyormuş gibi yapmak için lensleri bir hışımla canavarın ya da her neyse işte onun avucundan aldı. Canavardan büyük bir homurtu çıktı bir kez daha ve yavaş yavaş yeniden suya daldı. Fokurdayan göl birkaç saniye içinde yeniden sakinliğine kavuştu. “Neydi o? O dediğin şey miydi?...” diye sordu Claire “Ne dedim ben?...” “Diagon…” “Dragon o bir kere… Kitaplarda gördüğüme pek benzemiyordu ama galiba bir dragondu.” Claire lenslerini yeniden gözlerine taktı ve… En başa döndük… Köpekler yine büyük bir hışımla havlamaya ve üstlerine doğru koşmaya başladılar. “KOŞ CLAIRE!!!…” Koşuyorlardı şimdi ama akılları az önce gördükleri o yaratıktaydı. Dimitri koşarken “Sence benim gemiyi de bulmuş mudur?” diye nefes nefese sordu ve köpeklerden kaçarken Claire nefes nefese bağırarak yanıtladı: “OHOOOOO. Çoktan erimiştir. Kâğıttandı o.” Yazan: Burak BAYÜGEN
İllustrasyon: Zeynep ZEZE
Festivaller, Festivaller Geçtiğimiz yılın Aralık ayında Ankara’da üst üste festivaller olduğunu belirtmiştik. Mayıs ayında ise Ankara kendini aştı diyebiliriz. Tek seferlik özel gösterimleri bir kenara bırakırsak Ankaralı sinemaseverler olarak Mayıs ayında tam dört festival takip etmek durumunda kaldık. Yıl içinde en fazla üç festival izlediğimiz günler çok da geride kalmadı. Yoğunluk insanı yoruyor ama böyle devam etmesi umuduyla Mayıs ayındaki festivallere Uçan Süpürge ağırlıklı olmak üzere bir bakış atalım. İşçi Filmleri Festivali (1-7 Mayıs 2014): İşçi Filmleri Festivali, yeni bir festival gibi geliyor bana ama şaka maka dokuzuncu yılına ulaşmış. Adına uygun bir şekilde 1 Mayıs’da başlayan bu festival yine ilgi çekici bir program hazırlamıştı. Zerre, Küf, Araf ve Kelebeğin Rüyası gibi filmleri son kez sinema perdesinde izleme şansının yanında yerli yabancı pek çok kısa ve uzun metraj, kurmaca ve belgesel film de festival programında yer alıyordu. Açıkçası festival programında yer alan filmlerin büyük bir kısmını önceden izlediğim ve başka etkinliklerle çakışan bir festival olduğu için çok fazla takip edemedim. Ancak yıllardır ismini duyduğum ama izleme fırsatı bulamadığım Sıradan Faşizm (Obyknovennyy Fashizm / Ordinary Fascism) filmini izleme fırsatını kaçırmadım, burada bahsetmeden de geçmeyelim. 1965 yapımı Sıradan Faşizm, Nazi dönemi arşiv görüntülerini kullanarak Hitler’in adım adım nasıl liderliğe yükseldiğini, fikirlerini kabul ettirdiğini ve halkı arkasına aldığını başarılı bir şekilde anlatıyordu. Yönetmen çeşitli yöntemlerle halkı ikna etmenin ne kadar kolay olduğuna örnek olarak Alman halkı toplama kamplarında olanları biliyor olsa bile Hitler’in geldiği noktada onları bu işin ülkelerinin selameti için gerekli olduğuna ikna etmesinin çok zor olmayacağını söylüyordu. Bu ve benzeri hareketler bugün daha zor olsa bile yine de bir kesimin hâlâ lider olarak gördükleri kişilerin sözlerini kayıtsız şartsız olarak kabul edebildiklerini görüyoruz. Film faşizmin kendini belli etmeden yükselişi konusunda gayet başarılı argümanlar sunarken son kısmında ne yazık ki fazla taraflı bir hale dönüşüyordu. 1965 yılında Sovyetlerden gelen bir film olarak faşizm tehlikesinin devam ettiğini söylerken hep batıdan örnek vermesi filmi zayıflatıyordu. Hâlbuki dönüp kendi ülkesine de bakabilen bir film olsa tam anlamıyla dört dörtlük olacakmış. Yönetmenin bu istemiş ama koşullardan dolayı yapamamış olması da yüksek bir ihtimal bu arada. Sinema Dans Ankara (2-8 Mayıs 2014): İşte gerçekten yeni bir festival. Bu yıl ilk defa düzenlenen Dans Film Festivali kısa ve orta metrajlı pek çok dans filminden oluşan ilginç bir festivaldi. Dans filmi deyince akla sadece müzikallerde gördüğümüz
74
75
Sinema
Sinema
tarzda dans sahnelerinden oluşan ya da canlı sahne performanslarının kaydedildiği filmler gelmesin. Dans kavramının sınırlarını epey zorlayan filmler de programda yer alıyordu. Hatta bir filmde hiç hareket etmeden yerde yatan ve bir iple sürüklenen adamın hareketsizlik içindeki hareketi de dans olarak nitelendirilmişti. Programda yer alan filmlerden yirmisini izlemişim. Çoğunlukla görselliğe dayalı kısa filmler olduğu için burada filmlere tek tek değinmeyeceğim ama seneye tekrar yapılabilirse bu ilginç festivali kaçırmayın derim. Festivali düzenleyenlere bir ufak öneri yalnız. Tarihini biraz daha öne ya da sonraya alsanız da başka festival ile çakışmasa çok memnun oluruz. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali (8-15 Mayıs 2014): Ankara’nın köklü festivallerinden biri haline gelen Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali alışık olduğumuz yine Mayıs’ın ikinci haftası karşımızdaydı. Muhterem Nur’un onur ödülü, Çiçek Kahraman, Natali Yeres, Şebnem Sönmez, Zeynep Özbatur Atakan ve Alin Taşçıyan’ın da Bilge Olgaç Başarı Ödülü aldıkları keyifli bir açılış töreni ile başlayan festival ne yazık ki Soma faciasının gerçekleşmesi ile bir anda başka bir havaya büründü. Belki yine filmleri izledik ama aklımız, yüreğimiz Soma’daydı. Festival de altyazı bandından konuya değinmeden geçmedi. Festivalin son günlerinde her filmden önce altyazı bandında “Kader Değil, Kaza Değil, Cinayet! Soma! Yaslı Değil, Öfkeliyiz!” satırlarını okuduk. Kapanış töreni de “olayın kaza değil katliam olduğunu hatırlamak için” ifadesiyle iptal edildi. Bunun yanında festival ekibi yine altyazı bandından kısa zaman önce vefat eden, Ankara sinemalarının köklü makinistlerinden Ramazan Çetin’i anmayı da ihmal etmedi. Bu yıl Gölge e-Dergi olarak bir kez daha festivalin basın destekçilerinden biriydik ve filmleri yoğun şekilde takip ettik. Festivalin bölümlerine göre filmlere kısaca bir göz atalım.
76
Her Biri Ayrı Renk: Bu bölümde dünyanın farklı ülkelerinden kadın yönetmenlerin çektikleri filmler Fipresci ödülü için yarışıyor. Bu yıl da bu bölümde 12 film vardı. 3 filmin özellikle dikkatimi çektiğini söyleyebilirim. Polonyalı kadın şair Papusza’nın hayatını güçlü bir siyah-beyaz görsellikle anlatan Taş Bebek (Papusza), bu bölümdeki favorimdi. Film çoğunlukla okuma yazma bilmeyen bir çingene topluluğu içinde yetişmiş olan Papusza’nın önce okuma yazma tutkusunu, sonra kendisi de ne yaptığının çok farkında olmadan yazdığı başarılı şiirleri ve bunun hayatındaki etkisini başarılı bir şekilde anlatıyordu. Hong Kong yapımı Vurgun (Bends) filmi ise ülkede doğum yapmalarına izin verilmeyen Çin vatandaşlarının sorunlarından yola çıktığı senaryosunda bir yandan da kocası ortadan kaybolan üst sınıfa mensup bir kadının durumu çevreye belli etmemek ve aynı hayat standardını muhafaza etmek için yaptıklarıyla sınıfsal ayrımı da gündeme getiriyordu. Aslında iki karakter üzerinden yürüyen filmin işin içine toplumsal konuları da sokarken ders veren adam moduna girmemesi gayet başarılıydı. Bu bölümün dikkatimi çeken diğer filmi ise Beton (Betoniyö / Concrete Night) idi. Kişisel olarak çok sevemediğim bir filmdi ama iki kardeşin Helsinki’de yaşadıkları kâbus gibi bir geceyi Taş Bebek’ten de iyi bir siyah-beyaz görsellikle anlatan filmin teknik başarısı göz ardı edilebilecek gibi değildi. Yine de bir roman uyarlaması olmasına rağmen senaryosu çok doyurucu gelmedi bana. Buna rağmen ödül alsa şaşırmayacağım bir filmdi. Bunun yanında Valeria Golino’nun ilk kez kamera arkasına geçtiği Bal (Miele / Honey), başarılı oyunculukları ve ötenazi olgusunu gündeme getirmesi ile bölümün başarılı filmlerinden biriydi. Ölümcül bir hastalık taşıyan insanları onların istekleri üzerine öldürmek gibi bir iş yapan bir kadının günün birinde bir yanlış anlama sonucu intihar etmek isteyen sağlıklı bir adama yardım etmesi üzerine yaptığı işi ve hayatın değerini sorgulaması üzerinden giden film ötenazi üzerine çok taraflı cümleler kurmak yerine yargıyı daha çok seyirciye bırakıyordu. Görme ve işitme engelli bireylerin aşkları üzerinden giden Endonezya filmi Aşk Hakkında Konuşmak (Yang Tidak Dibicarakan Ketika Membicarakan Cinta / What They Don’t Talk About When They Talk About Love) zaman zaman aşk filmlerinin klişelerine saplansa da ülkemizde son birkaç yılda izlediğimiz engellilerle ilgili
77
Sinema
Sinema
filmlerin hemen hepsinden iyiydi. Sesini Duyuramayanlar İçin (For Those Who Can Tell No Tales) ise, tatil için Bosna’ya giden Avustralyalı bir kadının kaldığı otelin savaş döneminde kadınların toplu ve sistemli olarak tecavüze uğradığı bir toplama merkezi olduğunu öğrendiğinde yaşadığı çöküntü ve bunu hatırlatmak için bir şeyler yapma çabasını anlatan etkileyici bir filmdi. İstanbul Film Festivali’nde gösterilip hakkında iyi yorumlar duyduğumuz Nükleer Santral (Grand Central), Tahar Rahim, Léa Seydoux ve Olivier Gourmet gibi tanıyıp sevdiğimiz oyuncuları ile de beklentileri yükseltiyordu. Belki de beklentilerin yüksekliğinden dolayı çok tatmin etmedi. Bir nükleer santralde çalışan işçiler arasında yaşanan bir aşk üçgenine odaklanan film için kötü diyemem ama diğer filmler arasında çok fazla da öne çıkamadı. Hapisten yeni çıkmış bir kadın ve yıllarca görmediği kızı arasındaki ilişkiyi anlatan Tomurcuk (Talea) üzerinde biraz daha çalışılması gereken bir film izlenimi verirken iki farklı kültürden iki kadının bir çocuk paydasında yakınlaşmalarını anlatan Bobô, fazlasıyla kapalı bir filmdi. Sonrasında yönetmen söyleşisinde açıklık getirmese bazı konular çok havada kalacaktı. Bu bölümde ülkemizi temsil eden Mavi Dalga’yı daha önce izlediğim için festivalde tekrar izlemedim ama gençlik halini iyi anlatan bir film olduğunu söyleyebilirim kısaca. Bu durumda festivalin son gününe geldiğimizde yarışma filmleri arasında sadece ikisini izlememiş durumdaydım. Köpeğim Killer (Môj pes Killer / My Dog Killer) ve Nagima. Jüri kararını açıklayınca gördüm ki ödül izlemediğim bu iki filmden birine, Köpeğim Killer’a gitmiş. Neyse ki Uçan Süpürge bir gelenek olarak Fipresci kazanan filmi son seansta gösteriyor. Böylece festivalin son filmi olarak Köpeğim Killer’ı izlemiş oldum. Her ne kadar Slovakya’da ırkçı arkadaşları ile birlikte vakit geçirirken asıl olarak köpeğine bağlı olan bir gencin çingene bir çocuk ile yaşadıklarını Dardenne Kardeşleri de hatırlatan bir sinema diliyle anlatan bu film için de kötü diyemesem de jürinin kararına katılmadığımı itiraf etmeliyim. Bence Taş Bebek ve Vurgun daha iyi filmlerdi. Festival Çok Güzel Gelsene!: Festivalin bu yılki alt başlığını bölüm adı olarak alan bu bölümde yine dünyanın farklı köşelerinden gelen keyifli filmler vardı. Bu bölümdeki tüm filmler için aynı şeyi söylemek mümkün olmasa da genel olarak ele aldıkları konular ağır olsa da tebessümü elden bırakmayan filmler olduklarını söyleyebiliriz. Finlandiya’dan gelen iki film Ağustos Şakası (Mieletön Elokuu / August Fools) ve Köy Halkı (Kekkonen Tulee! / Village People) komedi anlayışı olarak birbirine yakın filmlerdi. 1962 yılında Helsinki’de gerçekten
düzenlenen bir festivali arka planına alarak soğuk savaş döneminde yaşanan iki aşk hikâyesini konu eden Ağustos Şakası dönemin eleştirisini yaparken biraz abartılı bir komedi kullanması dışında başarılı sayılabilirdi. Köy Halkı ise dönemin devlet başkanı Kekkonen’in, köylerine gelip onları kurtarmalarını bekleyen hepsi birbirinden absürt karakterleri ile Selamsız Bandosu’nun Fin versiyonu gibiydi adeta. Bölümün en keyifli filmi bir Hollywood romantik komedisi havası da taşıyan Aşk ve Limonlar (Små Citroner Gula / Love and Lemons) filmiydi. Filmin başında her işi ters giden aşçı Agnes’in hem aşk, hem de meslek hayatının giderek düzene girmesini anlatan film hemen hiç sürpriz içermese de keyifle izleniyordu. Yolda (Elle s’en Va / On My Way) filminin en keyifli yanı ise filmin neredeyse her anında perdeyi süsleyen Catherine Deneuve’ün varlığıydı. 70 yaşına gelmiş bu muhteşem kadın hâlâ bir filmi sürükleyebilecek karizmaya sahip olduğunu gösteriyordu. Bir yol filmi tanımını tam anlamıyla hakeden film, torunu ile Fransa’yı baştanbaşa geçen Bettie’nin farklı karakterlerle karşılaştığı birkaç günü anlatıyordu. Hâlâ yaşamdan keyif almayı başaran hatta genç adamları tavlayabilen Bettie, tam anlamıyla yaş yetmiş ama iş bitmemiş teriminin bir karşılığıydı. Yarışma bölümündeki Aşk Hakkında Konuşmak’ın yaptığı gibi engelli bireylerin yaşadıkları bir aşkı konu eden Gabrielle çok daha başarılı bir filmdi doğrusu. Özel bir merkezin korosunda yer alan Gabrielle çevresine de yaşam enerjisi saçan Williams sendromlu genç bir kadındır ve koroda bir de sevgilisi vardır. Gabrielle’in ailesi, özellikle ablası ona güvenirken oğlanın annesi olaya çok daha korumacı yaklaşır. Ama Gabrielle bir şekilde olayları yoluna sokacaktır. Filmde Gabrielle karakterini canlandıran Gabrielle Marion-Rivard, gerçekten aynı sendroma sahip bir oyuncu ama hem oyunculuğu hem de filmdeki karakteriyle senden benden daha “normal” olduğunu göstererek, “normal” kavramını bir kez daha sorgulamamızı sağlıyordu. Festivalin merakla beklediğim filmlerinden olan Karabalık (Los Insólitos Peces Gato / The Amazing Catfish), bir hastanede karşılaşan yalnız bir kadınla dört çocuğu ile beraber yaşayan başka bir kadının dostluğunu anlatan keyifli bir filmdi. Yalnız kadının bir ailenin içine girme çabasını anlatan film, festivalin farklı bir bölümünde yer alan Eylül filminin antitezi gibiydi adeta (o filmden de biraz aşağıda bahsedeceğim). Hüzünlü finalini bile yüzünüzde bir tebessümle izleyebiliyordunuz. Başrol oyuncusunun da festivalin konuklarından biri olduğu Marakeş’den Çıkış (Exit Marrakech) bir baba ile oğlunun yakınlaşmasını anlatırken işin içine bir de aşk hikâyesi katıyordu. Gayet doğal oyunculukları ile dikkat çeken bir filmdi ama yönetmen sanki kendini Fas’ın güzellikleri göstermeye fazlaca kaptırmıştı.
78
79
Sinema
Sinema
Böyle olunca da film oryantalist bir hava taşıyordu. İşin ilginci filmde gösterilen fahişeler caddesi nedeniyle Fas’da gösterimine izin verilmemiş. Bölümün belki de en ciddi filmi 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’nden dışarı çıkmalarına müsaade edilmeyen Yahudilerin hikâyesini anlatan Yasaklı (Les Interdits / Friends From France) idi. Dönemin atmosferini başarılı bir şekilde yansıtarak başlayan film giderek kişisel bir hikâyeye fazlasıyla kendini kaptırıyor, bunu yaptıkça da irtifa kaybediyordu. Elbette politik zemin üzerinde kişisel bir hikâye anlatımına karşı değilim ama o kişisel hikâye fazla klişe olunca olmadı işte. Hele finale doğru “10 yıl sonra” başlığı sonrası olan kısım fazlasıyla sarkıyordu. Bu bölümde bir de hoş belgesel vardı. Mavi Dalga filminde de oynayan beş arkadaşın çektiği Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda, Gezi direnişinde ön safları tutan 90 gençliğinin aileleri ile ilişkilerini anlatırken direnişin farklı yönlerine bakmayı da ihmal etmiyordu. Bunu yaparken yönetmenler kendilerine ve ailelerine odaklanarak en iyi bildikleri kişileri anlatmanın avantajını kullanmışlar. Belgeselin öne çıkan yönlerinden biri de samimiyetiydi. Başka belgesellerde burası olmadı, çıkaralım denebilecek kimi anlar bu belgeselde bilinçli olarak muhafaza edilmiş. Bu da kimi zaman çok üzücü olaylardan bahsetse de belgeseli zaman zaman kahkahalar ile izlenen bir hale getirmiş. Türkiye’den Filmler: Bu bölümdeki dört filmi de önceden izleyip çeşitli yerlerde yorumlarımı yazdığım için uzun uzun değinmeyeceğim. Kısaca belirtmek gerekirse kadın bir yönetmene sahip olmamasına rağmen iki kız kardeşin ilişkileri ile birlikte kadına karşı şiddet konusuna da el atan tam bir “kadın filmi” olduğu için doğru bir kararla programa dâhil edilen Kusursuzlar’ın yılın en iyi yerli filmlerinden biri olduğunu söyleyeyim. Hayatboyu da Defne Halman’ın çok başarılı oyunculuğu ve seyirciye uzaklığını koruyan görselliği ile dikkat çekiyordu. Ferahfeza iyi niyetli ama eksikleri olan bir çalışma iken köy enstitülerini konu eden Yarım Kalan Mucize, yönetmen Biket İlhan kusura bakmasın ama düpedüz kötü bir filmdi. Evet hâlâ, köy enstitülerini konu alan iyi bir filmimiz yok ve buna gerçekten ihtiyacımız var. Ne yazık ki doğru mesajlar vermek filmi iyi yapmıyor her zaman. Bu arada bu bölümde niye Köksüz yoktu sorusu festival programı açıklandığından beri aklımı kurcalıyordu. Festivalden arkadaşlara sormayı atlamışım, buradan belirtmiş olayım madem.
80
Kuzeyin Cadısı: Edith Carlmar: Uçan Süpürge her yıl sinema tarihinden adını çok duymadığımız kadın yönetmenleri bize tanıtıyor. Bu kez sırada 1950’lerde aktif olarak yönetmenlik yapmış Edith Carlmar’ın üç filmi vardı programda. Doğrusunu söylemek gerekirse izlediğim iki filmi olan Histeri (Døden er et Kjærtegn / Death is a Caress) ve Kayıp Bir Kadın (Ung Frue Forsvunnet / A Young Woman Missing) filmlerini çok sevmediğimi söyleyebilirim. Histeri, film-noir unsurları içerse de evli bir kadına kapılıp nişanlısını bir kenara bırakan genç bir erkeği anlatırken zaman zaman bir fotoroman havasına giriyordu. Yine de birkaç sahnede ilginç görsel çözümler bulunduğunu söylemek lazım. Kayıp Bir Kadın ise daha klasik yapıda bir anlatımı benimsese de hem adında yer alan kadının nerede olduğuna dair merak duygusunu muhafaza ettiği için hem de uyuşturucu meselesine 1953 yılından çok gerçek bir bakış attığı için değer taşıyordu. Ama o da tam bir başarı sayılmazdı. Şanssızlık şu ki, yönetmenin programda yer alıp izlemediğim tek film Asi Kız (Ung Flukt / Young Sinners) hakkında tek bir olumsuz yorum duymadım, hatta festivalin en iyi filmi diyenler oldu. Demek ki bu bölümde yanlış bir tercih yapmışım. Olay Yeri Aile: Uçan Süpürge’nin değişmez bölümlerinden biri haline gelen bu bölümde aile içi şiddet, yine aile içi çocuk tacizi ya da çocuk gelinler gibi konulara değinen filmler yer alıyor. İnsanın içinden tüm bunlar yok olsa da bu bölüm olmasa diye geçiyor ama mümkün olmadığını da biliyoruz ne yazık ki. İşin ilginci bu bölümün en iyi filmi bu konuların hiç birini ele almıyordu. Sessizlik yemini etmiş genç bir kadının bu yoldaki çabasını anlatan Sessizliğin 40 Günü (Chilla / 40 Days of Silence), böyle bir filmden beklenebileceği üzere gayet sessiz ve ağır tempolu bir filmdi ama sıkıcı değildi. Sadece bu yemini eden kadının değil ailenin dört kuşağını oluşturan kadınların da bu süreç içindeki hesaplaşmalarını anlatan bu Özbek filmi festivalin güzel sürprizlerinden biriydi. Bu bölümde yer alan kısa film ve belgeseller arasında ön plana çıkanlar ise aklında hiç böyle bir şey yokken 14 yaşına bastığı gün müstakbel kocası ile tanışan bir kızı anlatan Guatemala filmi Ana 14 Yaşında (Ana Turns 14) ve ülkemizin farklı yörelerinden çocuk gelinler meselesine etkileyici bir bakış getiren Çocuk (Zarok) adlı belgeseldi. Yine aynı konuya eğilen Halam Geldi filminin de adını anmadan geçmeyelim. Vizyondayken izlediğim için festivalde tekrar izlemedim ama adeta bir sosyal sorumluluk projesi olduğunu, bundan da ileri gidemediğini söylemeden geçemeyeceğim. Doğru şeyler söyleyen, iyi niyetli bir filmin her zaman iyi bir film olamayacağının ne yazık ki diğer bir örneğiydi. Pembesiz Mavisiz: LGBT bireylerle ilgili filmlerin yer aldığı bu bölümdeki beş filmden üçünü geçtiğimiz aylarda KuirFest’te izlediğim için bu yıl boş geçtiğim bir bölüm oldu. Lesbiana, Dikkat Okulda Trans Var ve Kim Korkar Hain Vajina’dan (Who’s Afraid of Vagina Wolf?) filmleri için yorumlarımı merak ederseniz müracaat Gölge’nin Mart 2014 sayısı.
81
Sinema
Sinema Bir Ülke: Yunanistan: Adı üstünde Yunanistan’dan kadın yönetmenlerin filmlerine ayrılmış olan bu bölümdeki uzun metraj filmlerden sadece birini izleme fırsatım oldu. Ama o da festivalin iyi filmlerinden biriydi. Yukarda da adından bahsettiğim Eylül (September) filmi tek dostu sadık köpeği olan yalnız bir kadının köpeği öldükten sonra içine düştüğü boşluğu kendisine iyi davranan bir ailenin içine girerek doldurmaya çalışmasını anlatıyordu. Başta işler iyi gitse de aslında gayet iyi niyetli olan Anna karakterinin tekinsiz hali ailede yavaş yavaş tedirginlik oluşturmaya başlar. Bu bir Hollywood filmi olsaydı Anna, ailenin içine girmeye çalışan psikopat bir yabancı olurdu ve film bir yerden sonra aileyi kutsayan basit bir gerilim filmine dönüşürdü. Eylül ise o tedirginlik hissini sürekli ayakta tutmakla beraber asıl vurgusunu yalnızlık hali üzerine yaparak çok iyi bir denge kuruyordu. Film sonrasında aklımda kalan tek soru şuydu: Filmin adı neden Eylül? Bu bölümdeki kısa filmler de son derece başarılıydı. Yunanistan’daki ekonomik krizi bir sessiz film atmosferinde anlatan Meteliksiz (Running Dry), başına gelen her olayda şapkasını değiştiren bir kadını konu alan Alina Hatson ve 80’lerin Atina’sında geçen hikâyesinde Lenin ve Freddy Krueger’ı özdeşleştiren bir çocuğu anlatan Babam, Lenin ve Freddy (O Babas Mou, o Lenin Kai o Freddy / Daddy, Lenin and Freddy) özellikle dikkat çeken kısa filmlerdi.
istemiyor insan. Daha da ilginci filmin sonunda yer alan yazılarda farklı ırklardan olan kişilerin evliliğini yasaklayan yasanın, Alabama eyaletinde 2000 yılına kadar yürürlükte olduğunu öğrenmekti.
Amerikan Bağımsızları: Bu bölüm festivalin kıyıda köşede kalan bölümlerinden biri oldu ama bu bölümde izlediğim filmden gayet memnun kaldığımı söyleyebilirim. İnternet ve çocuk beynini karşılaştıran Beyin Gücü (Brain Power) ilginç bilgiler verse de orta karar bir kısa filmdi ama Inocente ve Aşk Hikayesi (The Loving Story) filmleri gayet iyiydi. Bu bölümdeki filmleri izleme nedenim olan Inocente, geçen yıl kısa belgesel dalında Oscar’a aday olduğunda dikkatimi çekmişti (sonradan kazandı da zaten). 15 yaşında evsiz bir genç kız olan Inocente aynı zamanda yetenek vaat eden bir ressamdır. Film onun ilk sergisini açma sürecinde yaşadıklarını anlatırken hayatındaki trajik olayları da öğreniyoruz. Tüm bunlara rağmen resimleri cıvıl cıvıl ve rengârenk. Filmden sonra ister istemez ilerleyen yıllarda Inocente’nin hayatının daha iyiye gitmesini, resimlerinden en azından kendini geçindirebilecek bir gelir elde etmesini umuyor insan. Çok fazla beklentim olmayan Aşk Hikayesi de son derece ilgi çekici bir belgeseldi. Çoğunlukla arşiv görüntüleri kullanılarak oluşturulan belgesel 1960’lı yıllarda Amerika’da pek çok eyalette yürürlükte olan farklı ırktan insanların evliliğini yasaklayan kanuna karşı çıkan bir çiftin hikâyesiydi. Loving ailesi evlendikleri gece hapse atılıyor, sonra Virginia’ya geri dönmemeleri şartıyla çıkartılıyorlar. Evlerinden sürgün edilen Loving’ler bunun üzerine bir hukuk mücadelesine giriyorlar. Film de tüm bunları anlatıyor. Bu kadar yakın bir geçmişte Amerika’da ırk ayrımının kanunlar bazında da güçlü bir şekilde devam ediyor olmasına inanmak
Engelsiz Filmler Festivali (20-25 Mayıs 2014): Üst üste bu kadar yoğun günler geçirdikten sonra bu yıl ikincisi düzenlenen bu anlamlı festivali takip edemedim ama bu ay Ankara’daki festivallerden bahsederken bu festivalden bahsetmemek olmazdı. Puruli Kültür Sanat’ın düzenlediği bu festival engelli sinemaseverlere sesli betimleme, ayrıntılı altyazı ve işaret dili ile anlatım gibi yöntemlerle filmleri takip etme şansı sunarken aslında tüm sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor. Soma faciası nedeniyle Uçan Süpürge’nin kapanış törenini iptal etmesi gibi Engelsiz Filmler Festivali de açılış törenini iptal etti. Yine de sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla programında Yozgat Blues, Kusursuzlar, Sen Aydınlatırsın Geceyi, Şarkı Söyleyen Kadınlar gibi geçen senenin önemli yerli filmleri ile birlikte, Tamam mıyız, Özür Dilerim, Benim Dünyam gibi engellileri konu eden filmler ve Hababam Sınıfı ve Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest) gibi klasiklerin yer aldığı festival gayet güzel geçmiş. Daha nice festivallere.
82
Belgeseller: Bu bölümde izlediğim filmlerden özellikle Yugoslavya: İdeoloji Toplumsal Bedeni Nasıl Değiştirdi (Yugoslavia: How Ideology Moved Our Collective Body) filmine değinmek istedim. Yönetmen, sosyalizm döneminden başlayarak çeşitli devlet törenlerinde yapılan gösterilerden görüntüleri sıraladığı filminde bu gösteriler üzerinden Yugoslavya’nın değişimini ve parçalanışını gözler önüne sererek bugünkü Sırbistan’a gelen yolu anlatıyor. Gençlerin devlet törenlerindeki önceden planlanmış ve kalıpların dışına asla çıkmayan gösterileri zamanla sokaklarda bir koas ortamında yapılan gösterilere dönüşüyor. Filmden aklında kalan en çarpıcı cümlelerden biri şuydu: “biz demokrasi için çarpıştığımızı düşünüyorduk, aslında kapitalizm için çarpışıyormuşuz”. Fesivalin Aynı Çatı Altında, Merhaba Komşu, Benim Madam Curie’m, Yaşsız Kadınlar, Kısa Olmazsa Olmaz ve Canlandırmalar başlıklı bölümlerindeki filmlerin bir kısmını başka vesilelerle izlediğim, bir kısmını da burada bahsedecek kadar başarılı bulmadığım için ayrıca bahsetmeyi gerekli bulmuyorum. İzlediklerin hakkındaki yorumlarımı merak edenler blogumu takip edebilirler.
Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
83
Öykü
Gerçeğin Kitabı Size anlatmak istediğim bir hikâyem var, ama dinlemeden önce şunu sakın unutmayın içinde sadece gerçekler var. Bu hikâye doğduğu gün ölümle tanışmış bir kızın yolculuğuna nasıl başladığı ve sonunda ne bulduğuyla ilgili. Onun adı Kartanesi’ydi, tek bildiği yer kasabası tek inandığı şeyse ağabeyiydi. Kasabadaki diğer akranları gibi o da ailesini hiç tanımadı ve kendisi gibi çocukları da onu hiç tanıyamayacaktı. Ama diğerlerinden tek farkı sadece ağabeyine olan bağlılığıydı. Kartanesi bir gece evine girdiğin de ağabeyini yatağında oturmuş kendisini beklerken buldu. Ona yaklaştığı zaman yere düşen gözyaşlarını gördü. Yanına oturup ona sarıldı, ağabeyi hüzünle “Bugün 3. Dolunay ve ben 24 yaşındayım” dedi. Kartanesi ona daha da sıkı sarıldı ama bu zamanı gitmesin diye tutmaktan farksızdı. Acı bedenini sardı, haykırışı boğazını yardı, sevgisi gözlerinden aktı. İnsanların bağırışları ölümün kendisinden bile daha çok acı verdi. Ağabeyi ayağa kalktı ama onu bırakmak istemedi, ağabeyi ona son bir kez sıkıca sarıldı, ağabeyinin sesi kulağına fırtınadaki meltemi hatırlattı. “Bırak gidiyim yoksa buraya gelirler ve sana da zarar verirler” Ağabeyi onu son bir kez öptü, yavaşça kendinden uzaklaştırdı ve karanlığın içine doğru yürüdü. O anda tek giden şey ağabeyi değil bütün hayatıydı. Onu durdurmak için peşinden karanlığa koştu ama karşısındaki manzara her zamankinden daha da korkunçtu. Ölüm kara bir bulut gibi bütün kasabayı sarmıştı, vampirler bir kartalın zavallı fareleri yakalaması gibi insanları alıp götürüyordu. Karanlığın içinden bir kadın kocasını bırakmaları için yalvarıyor, bir başkası bebeklerini son bir kez daha görmek için haykırıyordu; bir adam ölmek istemiyordu, diğeri onu bırakın beni alın diye arkasından bağırıyordu. Karanlığın içinde ağabeyini gördü, yere oturmuş ölümün kendisini almasını bekliyordu. Onu ölümün ellerinden almak için koştu ama ölüm onu aldığında sadece bir kalp atımı kadar uzağındaydı. Yaşamı ellerinden giderken gözlerindeki son şey korku değil onu son bir kez daha görmenin verdiği mutluluktu. Kartanesi “Neden” diye haykırdı karanlığa “Size ne yaptık ki onu benden aldınız?” Ölüm kasabadan en değerli şeyini alıp giderken karanlıkta bir soru yankılandı: “Neden” İşte Kartanesi’nin hayatı sadece bir tek soruyla değişti. “Neden” Denir ki insanların hayatları birer kitap gibidir. Bu kitabın her sayfası sürprizlerle doludur, bir sonraki sayfası tahmin edilemez. Bu kitapta birçok karakter gelir ve gider ama sadece bir tek kahraman vardır, o da yaşamla başlar ölümle biter. Kahraman hayatı boyunca birçok soruya cevap aradığını sanır ama sadece birine cevap aramıştır. “Neden”
84
85
Öykü
Öykü
Vampir ona alayla “Niye sınırları kimsenin geçemediğini anladın mı çocuk?” dedi. Kartanesi kılıcını çekip ona “Bırak geçeyim, seninle dövüşmek istemiyorum.” diye yakardı. Bunun boş bir tehdit olduğunu kendi de biliyordu ama kadın ona saldırdığında kanının son damlasına kadar kendini savunacaktı. Vampir “Buradan kimsenin geçmesine izin veremem Kartanesi” dedi. Kartanesi şaşkınlıktan “Adımı nerden biliyorsun?!” diye sordu. Bu kadını hayatı boyunca hiç görmemişti. Vampir alayla gülerken arkasından bir gölge hareket etti. Kartanesi o an kalbinin yerinden çıkacağını sandı, karşısındaki adam ağabeyiydi. Ona koşup sarılmak istedi ama ağabeyinin gözlerini görünce her şeyi anladı, o artık ağabeyi değildi. Alayla “Hep peşinden geleceğin korkusu ile senden bahsetti.” yüzüne çarpık bir gülümseme yerleşti. “Öldükten sonra bile.” Önce vampir saldırdı sonra Kartanesi karşılık verdi, vampir geri çekildi eliyle arkasındaki ölüleri üzerine saldı Buzmavisi öne atıldı ve onlarla boğuşmaya başladı. Vampir kahkaha atarak kanatları açtı, tam yükselmek üzereydi ki ölülerin arasından Kartanesi’nin çıktığını gördüğünde artık çok geçti. Kartanesi’nin kılıcı sol kanadını parçaladı. Kadın yardım için çevresindeki ölülere haykırdı, 2 tanesini Kartanesi’nin üzerine atıldı, Kartanesi bir tanesinin başını gövdesinden ayırdı, diğerleri onu geriye doğru itti. Kartanesi bir anda kendini yerde buldu. Bir ölü tam onun üzerine çullanırken Buzmavisi üstüne atladı. Kartanesi hızla ayağa kalktı ve vampire saldırdı. Vampir geriye kaçtı ve Kartanesi’nin ağabeyine saldırması için emir verdi. Ağabeyi ileri atıldı Kartanesi geri çekildi, kadın yaralı kanadı ile 1-2 metre havaya yükselip Kartanesi’ne saldırdı. Kartanesi yerde yuvarlanarak kadından kaçtı, ama yerden kalmaya fırsat bulmadan kadının kahkahalar atarak son darbeyi vurmak üzere olduğunu gördü. Ölümün onu almak üzere olduğu o kısacık anda Kartanesi yalvaran gözler ile ağabeyine baktı. “Yardım et” Kadın kahkahaları bir anda acı çığlıklarına döndü. Omzuna süzülen kanı görünce, kurtulmak için çırpındıkça kanadı daha da acı verdi. En sonunda sert bir parçalanma sesi ile kanadı koptu.
Yere yığıldığında Kartanesi’nin ağabeyinin elinde kopan kanadı ağzında da kanadının parçaları ile durduğunu gördü. Adam sertçe kanadı fırlattı ve kadının üstüne doğru yürümeye başladı. Kadın yerden kılıcını alıp ayağa kalktı ve adama doğru savurdu, Kartanesi kılıca karşılık verip ağabeyinin biçilmesini engelledi. Ağabeyi ileri atıldı kadın geri çekildi ve kılıcını savurdu ama Buzmavisi’nin ona saldırdığını son anda fark etti, yana kaçınca Kartanesi saldırdı ve onu yere serdi. Kartanesi kılıcını onun kalbine dayadığında kadın “Hadi öldür beni. Soğuk metalin kalbimi parçalarken ruhumu sonsuza dek lanetle.” diye öfke ile haykırdı. Kartanesi “Ben sana ne yaptım ki bana saldırdın.” diye umutsuzca sordu. Ama kadın onu duymazdan gelip boş gözlerle gökyüzüne baktı. Kartanesi son bir kez umutsuzca sordu. “Neden bize saldırıyorsunuz.” Sonunda kadın iğrenerek cevap verdi. “Çünkü siz insansınız.” “Neden tanrılar bizi terk edip size geldi.” diye korkarak sordu kız. “Tanrılar bize gelmediler, sizin yüzünüzden bizi terkedip geceyle lanetlediler.” diyerek öfkeyle cevap verdi… Kartanesi önce inanmak istemedi sonra kadının gözlerinde gerçeği gördü. Kılıcı elinden düşerken hayallerini de yanında götürdü. Kadın şaşırmış bir halde ayağa kalktığında kızın gözyaşlarını gördü, o anda öfkesi söndü ve her şeyi anladı. “Küçüğüm gerçekten hiçbir şeyi bilmiyor musun?” diye sordu, ardından hüzünlü bir sesle “Belki de bende bilmiyorum.” dedi. “Derler ki; Tanrıların dağının tepesinde ki bir mağarada Gerçeğin Kitabı varmış, onu ilk doğanlardan biri yazmış. Eğer kitabı bulabilirsen belki de aradığın cevabı da bulabilirsin.” Sonra kızın yüzünü avuçlarına alıp “Ama oraya bugüne kadar hiç kimse ulaşamadı.” dedi. Kartanesi’nin içine bir umut ışığı doğdu, yenilenmiş bir güçle ayağa kalkarak karşısındaki dağa baktı. Dağ o kadar büyüktü ki tepesi bulutların arasında kaybolmuştu. Kadın kızın kolunu tutarak “Unutma küçüğüm o yolda seni sadece ölüm bekliyor.” dedi. Kartanesi, kurdun gözlerine baktı ve orada sevinç gözyaşlarını gördü. Ağabeyinin bedenini yakıp ruhunu özgür bıraktıktan sonra tekrar yola koyuldular. Yolda başka kasabalara rastladılar, onlarda diğerleri gibi saldırı altındaydı. Birçoğu ona gitme oradan dönemezsin dedi ama o “Hayır.” dedi. Ona umutsuzca “Neden bile bile ölümün kucağına gidiyorsun?” diye sordular, o da “Neden bile bile burada ölümü bekliyorsunuz?” diye cevap derdi. Bazıları onunla alay etti, bazıları onu görmezden geldi, ama pek çoğu da “Neden?” diye sordu köylerinden ayrılıp kendi yollarına çıktılar. Sonunda Kartanesi Tanrıların dağının yamacına geldi, orada Tanrılara adanmış büyük eski bir tapınak buldu. Buzmavisi ile içeriye girdiklerin de Tanrılara kurban edilmiş onlarca ölü vampir gördüler. Tapınaktan ayrılıp dağa tırmanmaya başladılar, yolda üşüdüğü zaman kurt onu ısıttı, acıktığı zaman onun için avlandı, fırtınalar da ona sığınacak mağaralar buldu. Yolda Tanrılara adanmış başka tapınaklar ve kurban edilmiş başka vampirler gördüler.
86
87
İşte Kartanesi bu soruya cevap bulmak için yola çıktı. Sadece birkaç gün geçmişti ki yolda ölmek üzere olan beyaz bir kurt gördü. Kurdun acılarına son vermek için kılıcını çekti, soğuk çelik tam kurdun kalbine girecekti ki o anda mavi gözlerini gördü. Gözler kalbine işledi, kurdun kar beyazı postunu okşarken meleklerin kendisine dokunduğunu hissetti. Kılıcı kınına sokup kurda sarıldı, bir meleğin fısıltısı gibi kulağına yavaşça “Korkma” dedi. Kurdu bir mağaraya taşıdı, onu iyileştirmek için günlerce uğraştı, kurt gözlerini açana kadar kendi gözlerini kapamadı. Günler sonra kurt iyileşince minnettarlığını Kartanesi’ne göstermek için yolculuğunda ona eşlik etti, o da kurda “Buzmavisi” adını verdi. Aradan günler geçti ve sonunda Kartanesi ve Buzmavisi terk edilmiş bir kasabaya geldiler. İçeriye girdiklerinde kasabanın boş olmadığını gördüler, her yer yaşayan ölülerle doluydu. Kasabada saklanmaya çalışırken karşılarına vampir bir kadın çıktı.
Öykü
Öykü
Sonunda aradığı mağarayı buldu, orada Gerçeğin Kitabı onu bekliyordu. Kitabı yavaşça açtı ve kendisini çok güzel bir kasabada buldu. Sonra bir bebeğin doğumunu gördü, bebek o kadar güzeldi ki sanki cennetten gelmiş gibiydi. Sonra başka bir bebek doğdu ardından bir başkası ve sonra çok daha fazlası dünyaya geldi. Bebekler büyüdükçe kanatları çıktı ama bunlar kara kanatlardı. Ardından çocuklar uçmaya başladı, insanlar onları görünce sevinçle gökyüzüne el salladılar fakat çok daha fazlası onları kıskandı. Ardından Tanrılara dua eden bir rahip gördü. Rahibin karşısında bir melek belirdi. Melek ona elini uzatıp “Onları koru ve insanlarına dualarının kabul olduğunu söyle. Artık çocukları ölümsüz doğacak.” Dedi. Melek kayboldu ve rahip karanlığın içinde tek başına kaldı. Karanlığın içinden rahibin acı dolu sesi yankılandı. “Onlar ölümsüz” Ardından karanlığın içinde insanlar belirmeye başladı, bir kadın, bir erkek, hepsi tanrılarından gelen haberi duymak için bekliyordu. Rahip ellerini gökyüzüne kaldırıp “Tanrılar benimle konuştu.” dedi. “Onlar ölümsüz” diye düşündü tekrar. “Ve tanrılar dedi ki.” “Tanrılar onları ödüllendirdi” diye hayal kırıklığı içinde düşündü. “Yeni doğan bebekler” “Onlar ölümsüz” diye tekrarladı içinden gözyaşları içinde. “Onlar” “Ve ben öleceğim” diye haykırdı sessizce. “Lanetli” diye bağırdı tüm gücüyle. Rahip insanların korku içinde geri çekilmelerini zevkle izledi. Ona inanmadıklarını biliyordu ama hepsinin buna inanmak istediklerini de biliyordu. “Onlar günahların ürünü.” diye kalabalığa bağırarak seslendi. “Onları tanrılara kurban edin ki tanrılar sizi affedebilsin.” Kartanesi insanların onaylayan bağırışları arasında bir kadının bebeğine sıkıca sarılıp itiraz ettiğini duydu. İnsanlar öfkeyle evleri basıp çocukları zorla aldılar, ardından hepsini tanrılara kurban ettiler ama ölenlerin yerine daha çok bebek doğdu.
Önceden sadece hayvanların kanlarıyla beslenen yeni doğanlar intikam almak için insanların kanlarını içmeye başladılar ve zamanla kendilerinin de insan olduklarını unutup hayatta kalanları beslenmek için kasabalara yerleştirip orada kendi gözetimleri altında büyümelerini izlediler. Kendilerine artık onların adı artık yeni doğanlar değildi, onlar herkesin gözünde kan emici vampirlerdi. Kartanesi, vampirlerin yaptığı yıkımın içinden bir erkek vampirin ölü bir insan çocuğunun başında ağladığını gördü. Vampir çocuğu kucağına alıp Tanrıların dağına götürdü. Orada Tanrılara yıkımı durdurmaları için yalvardı. Karşısında bir melek belirir ve ona bir kitap uzattı. Ve vampir kendi kanıyla Gerçekleri Kitaba yazmaya başladı. Kartanesi kitabı kapattığın da erkek Vampir gölgelerden çıktı. “İntikam yeni doğanları kör edip gerçeği unutturdu ve Tanrılar onlara gündüzü yasakladı.” Dedikten sonra kitabı ona uzattı. Kartanesi kitabı aldı ve gözünde hüzünle Buzmavisi’ne baktı. Buzmavisi’nin gözünde de aynı hüznü gördü, sanki hep bu an için beklemişti. Buzmavisi arka ayaklarının üstüne kalktı ve boyu uzamaya başladı, sırtından kanatlar çıktı ama bunlar beyaz kanatlardı. Kartanesi karşısındakinin rahiple konuşan ve erkek vampire kitabı veren melek olduğunu anladı. Yolculuğunun başından beri onunlaydı, onu hep koruyup kollamış buraya kadar gelmesini sağlamıştı, Melek “Şimdi kitabı tamamlaman lazım, böylece gerçeği hem insanlar hem de seçilmişler bilecek.” dedi. Kartanesi kendi kanıyla hikâyesini yazmaya başladı. Her kelime aslında kardeş olan insanlar ve vampirlerin kalbine kazınmaya başladı. Yazmayı bitirdiğinde kardeşlerin barış ya da savaş arasında seçim yapmaları gerekti. Peki sonra nemi oldu? Önce gökyüzünde kara bir kanat yerde koşan çocuklara doğru süzüldü. Çocuklar onu görünce neşe ile el salladı, o da çocuklara sevinçle karşılık verdi. Ve İşte böyle bitti dünyadaki küçük bir köyde yaşayan küçük bir kızın “neden”le başlayıp Gerçekle biten hikâyesi. Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
Bu iş o kadar büyüdü ki Yeni Doğanlar Kiliseler de ya da kasaba meydanlarında topluca öldürülmeye bazıları da köle olarak satılmaya başladı. Eğer bebeklerini saklamaya kalkan olursa onlarla beraber festivallerde öldürülüyordu. Bir insan eğer bir yeni doğanı severse sevdiğini kendi elleri ile öldürmeye zorlandı, yeni doğanların çoğalmalarına izin verilmedi, onları ağıllarda hayvanlarla beraber beslemeye başladılar. Ama bu vahşet uzun sürmedi ve sonun da yeni doğanlar ayaklanarak kısa sürede insanları yendiler.
88
89
İllustrasyon: Özgür Serdar ALTUNOĞLU
Pin-up
90