Duende #1

Page 1


duende aralık 2015 no.1 no.1 kapak cem ozan çetintaş


Bazen hiçbir şey yapmak istemezsiniz. Çünkü tüketmekten baymışsınızdır artık. İşte o zaman yazmanın, çizmenin vakti gelmiştir. Duende tam da bu amaçla ortaya çıktı. Ama sayfaları çevirmeden önce uyarayım, bu dergi fazla kişisel. Hani bazen kitapçıda dolanırken gözünüz dergi reyonuna ilişir, ama hiçbiri ilginizi çekmiyordur. Duende o kadar kişiseldir ki kendini raftan aldırır. Zira bir eser ne kadar kişisel olursa o kadar değerlidir. Bu sayıda herkes kendince bir yerlerden başladı. Önümüzdeki sayılarda nerede oluruz zaman gösterecek. Bu dergi mimarlık konuşmaktan sıkılanlardan oluşan bir yayım. Duende’de onun dışında kalan her şeyden bir parça görebilirsiniz. Ama tabi bunu yaparken mimarlığa da biraz değindik sanki. Çünkü mimarlık dışında her şey mimarlıktır. İyi okumalar…

genel yayın yönetmeni kenan koska kreatif direktörler cem ozan çetintaş ayda yedekçioğlu

içindekiler yüreğim ölmeye başladı geçmişten gelen bütün sesler hiçlik işgal buz köpüğü naked cities düştüğü zaman ilk insan yeryüzüne köprü gitmek buke and gase karmaşalar ülkesine ışığın doğumu suspense panaroma harem a story of a bag ilkend

yazı pelinsu karagöz seniha yeğin çağıl atay elif çivici kenan koska baran yıldız atakan özkan senem bolat ömer yüksekay bedel can şenol aybike arslan

illüstrasyon

duende incelenen bir sanat eserine, izlenen bir performansa, dinlenen bir müziğe duyulan yoğun haz

ezgi umut türkoğlu pelinsu karagöz tuğçe özateş cem ozan çetintaş elif çivici duygu saygı nilhan penpecioğlu seda yıldız seniha yeğin esra kalay



YÜREĞİM ÖLMEYE BAŞLADI yazı ve illüstrasyon | pelinsu karagöz

Oturup ağlayamam, oturup öleceğiz diye ağlayamam, ama kendimden sorumluyum. Kendimden ve hareketlerimden sorumluyum. Ve tam da bugün geldi, durup dururken “Bugün tam iki ay oldu.” dedi. Beni dinledi, sonra bana öğütler verirken ne kadar hevesli ve çaresiz olduğunu gördüm. Kendi yaralarını bende kapatmaya çalışıyordu. Şimdi gerçekten susturulmuştum işte. Çocuksuydu, yaşlarını gizlemek için yüzünü çeviriyordu karşımda. Bir omuz silkmeyle, ben bu omuz silkmeyi bir kınama olarak yorumladım, haykırdı: “Elinden gelenin en iyisini yap.” “Ben onu çok özlüyorum.” dedi. Yine küçük bir kıza dönüşerek işaret parmaklarıyla gözyaşlarını silerken aynı hızla birden büyüyerek dikildi: “ Her neyse psikoloğuma gitmem gerek.” Gitti. Gözlerim kıpkırmızı, perişan, bastırılmış bir öfkeyle dolup taşıyordu. Taş bir zemin, ortasında boşluk olan, kare bir çöreği andıran, kenarlarında dolaşan çocuklarla soğuk bir yer. Birden daha da soğuk oldu. Geriye çekilip bana baktılar. Gülümsediler, hepsi de sevinçle dolup taşmaktaydı. Tiksintimi göstermeyecektim. Oradan gitmem ve bana söyleneni yapmam gerekiyordu ama gönülsüzlüğümün bilincindeydim. Sıradan, mantıklı, zamanın içindeki gündelik dünya yok oluyordu, ‘sıradan’ yaşamımın içindeyken, bazen haftalarca, karşımdaki duvarın açılabildiğini, açılabileceğini benim de kolayca istediğim kişiye bürünebileceğimi unutuyordum. Oysa şimdi, duvarın arkasındaki bir parçanın, bir tuzun gerçek yaşamıma sızdığı, sürekli sızdığı bir dönem başlamıştı. Kendini ilk kez bir çocuk gibi hıçkırarak belli etti. Çok belirsiz, çok uzak, zar zor duyulur bir şekilde. Kulaklarım onu duymak için dikildi bir an sonra da onu kaybetti. Yorgun, hem de alabildiğince enerjikti. Dışarı çıktım ve orada o parçayla yan yana durdum. Dışarıdan içeriye saldıran havayı içime çektim, onunla ciğerlerimi temizlemeye çalıştım. Olmadı.



GEÇMİŞTEN GELEN BÜTÜN SESLER yazı ve illüstrasyon | pelinsu karagöz

Gülünç bir yalnızlık içindeyim. Hatırladığım her şey beni mutlu ediyor, kötü de olsa. Hayatın içindeyim ve bir yazar, bir bilim adamı değilim. Hiçbir şey değilim. Her gün gördüğüm arkadaşlarımın isimlerini hatırlamakta zorluk yaşamıyorum. Yorucu günlerin sonlarında baş ağrısı ile eve dönmüyorum. Sigara içmiyorum. Çamaşırlarımı buzlukta saklamıyorum. İçimi şişiren, boğan, boğulmamak için sonunda dışarı atmak zorunda kaldığım nefesimden habersizim. Bir adım, okulum, değişip duran duygularım, bir dünyam var benim! Sonra başlattığım bir savaş. Sürekli ateşkes isteyen bir erkek! O bedenimi, her yerini işgal etti. Bununla yaşamamı istedi. Öfkeyle doldum. Neden uyanıyordum? Neden uyuyordum? Düşlerim oyunlarla dolu. Evimin pencereleri kapalı, ümitsizlik ve huzursuzlukla örtülü. Ama sonunda hiçbir şey olmayacak. Sevgiden anlamayan bir kadına (ki böyle değil) sonuna kimse üzülmeyecek. Gündüz bir şekilde gelip geçiyor. Ama geceye düştüğüm an değişmeye başlıyordum. Beynim bir cellat gibi, bedenimin her parçası, her zerresi ile bitmeyen bir kavgaya başlıyordu. Her parçamın içine girip beni sabaha kadar uyutmayan şarkılar söylüyordu. Gecelerin içinde sürgünlüğü yaşamak en zoruydu. Hiçbir şey göründüğü gibi değil, özellikle ben bugünlerde çok farklıyım sizin gördüğünüzden. Bir insanın sevdiği ve kurtulmak istediği nasıl aynı şey olur, nasıl tek bir gerçekte, bir insanda birleşir bu duygular? Nasıl bir ikilem bu? İstediğim şey kendimden nefret etmeme neden oluyor, kendimi sevmiyorum. Ama isteğimi kendime tercih ederim, ederim evet. Beni hiçlik duygusundan öteye götüremeyen duygularımın içinde sıkışmış durumdayım. Penceremin önünde büyük bir çabayla ağzımı açık içimde biriken soluğun dışarı çıkmasını sağlıyorum. ‘‘Hiçbir yerde rahat yok.’’ diyor. Babam? Kötü bir şey söyleme. En azından bugün söyleme...


ill羹strasyon | duygu sayg覺




istediği tek şeyin hiçlik olduğu biriyle tanışmıştım hiçin içindeki hiçle mutlu hiçsizliğiyle mutsuz


İŞGAL

yazı ve illüstrasyon | seniha yeğin

Yaklaştım mı diye düşündü. Buralarda bir yerlerdeydi. Bir kadın camdan bakıyor. Epey yüksekten. En tepesinde mi aradığım yer. Dur şuradaki şeffaf merdiven beni oraya götürecek sanki. Havaya basar gibiyim. Kadını geçtim. Yeşilimsi, yumuşak aynı zamanda sarı. Girsem mi hemen? Davetsiz misafir miydim?


Sanırım burası onun yaşadığı karanlık. Köşelerde yerleşik. Su sesi… Yaklaştı bana, davetsiz değildim demek. Hiç konuşmadı. Anladım gözlerinden gitmem gerektiği yeri. Yükseltiyi geçtik. Önce boşluk. Sonra kendi yansımam. Burası bendim. Kırık parlaklıklarla bütünleştim. Bu sefer gözlerine bakmama gerek kalmadan biliyordum nerede duracağımı. Yüzünü bana yaklaştırdı. Dikkatliydi. Çekikliğinin arasında gördüm önemsediğini. Renklerini çıkardı. Her hareketinin öncesini biliyordu. İsteğim isteğiyle aynı. Tanıdı mı beni? Bıraktım kendimi. Elleri yüzümde hareketlendi. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Bittiğinde gördüm ben olmayanı fakat aynı zamanda dışımdaki içimi. Eğimli fakat güvenli kısma yöneldi. Yeni renklerimle kalktım ve gittim ardından. Durduk beraberce, baktık en tepeden en dibe .


BUZ KÖPÜĞÜ yazı | senem bolat

İnsanoğlu nankördür, hep bir şeyler isteriz; iyi bir gelecek için iyi bir eğitim, iyi bir iş, itibar, büyük ev, lüks araba sonra tutkulu aşklar… Hatta bunun için filmlere hapsoluruz. Kendimizi başkahramanın yerine koyarız çünkü. Onlarla birlikte ağlayıp onlarla neşeleniriz ya da mutlu sonlarda bile kendimizi kaptırdığımız şeyin bir film senaryosundan ibaret olduğu gerçekliğine dönüp yine hüzünleniriz -bu konuda yalnız olmadığımı düşünüyorum-. Filmlerde işler ne de kolay yoluna girer, yazan ve yazılan bellidir. Ya kendi hayatımız, onu kimin yazdığı belli midir? Tabi ki birer kukla değiliz, kendi irademiz, kararlarımız var, yol ayrımlarında seçim yapabilme yeteneğine sahibiz. Peki seçimlerimizi kalbimizin inandığından yana kullanacak cesarete sahip miyiz? Yoksa mantığımızı önümüze katıp gittiğimizde her şey daha iyi mi olacaktır?

Çevremizdeki havada sessizlik yok, zihinlerimizde ve yüreklerimizde sessizlik yok. Bitkiler için sulamanın anlamı neyse, bilginin gelişmesi için de sessizliğin anlamı odur. Gerçekten de sessizlik olmazsa ben kendimi tanıyamam; başkalarını ve bizi birbirimize bağlayan gizemli yazgıyı bilemem. Sessizliğin olmadığı yerde kendimi dinlemeye veremem, bilgeliğin kaynağından alıntı yapamam.

Hayatınızı ve yaşamınızdaki olayları lehinize çevirmek için düşüncelerinizi kullanmanın anahtarlarından biri içe bakışınızı kullanarak onu içinizde aramaktır. Hedefinizin gerçek olduğunu zihninizde canlandırdığınızda bilinçaltınızı ya da farkında olmayan zihninizi kandırarak etkilemiş olursunuz. Zihninizin gözü kalıp tahtasına benzer. Her şey orada başlar. Sessizliğin içinde kendi sesinizi dinleyin. İnançlarınızı hayallerinizle eşeleyin ki canlı Bana öyle geliyor ki artık kalsın. Ne demişler mutluluğu evrenle konuşmayı unutkendi içinde ara. Hayal kur, tuk. Ondan bu kadar ‘gerkurduğun hayale inan. Neye çekçi, akılcı’ yaklaşımlarımız. inanırsan o olur. İnançla umut İletişim çağındayız tamam kol kola gezer. Umutsuzsan güzel ama tüm karmaşanın, olmaz, boşver gitsin. Hayallerhayat meşgalesinin içinde biz imize inandığımızda inancın neredeyiz, kendimizi ne kadar toprağında gerekli hazırlıklar dinliyoruz? Sessizlik öldü ve başlar ve hayatımız kolaylaşır. yok olurken insanoğlunun Kendini kandırmak mı bu temelini oluşturan özelliği peki? Peh! Hayatın ne kadarı de beraberinde alıp götürdü. gerçek ki ya da gerçeklik

nedir ki? Bir gün bedenimizi solucanlar kemirdiğinde gerçeklik son mu bulacak kim bilebilir. Varsın hayallerimizle kandıralım kendimizi, diğer kanmışlıklarımızın yanında çok mu? Evrenin mükemmel işleyişi tesadüf olamaz. Sadece %4 ünü bildiğimiz, geri kalanının karanlık madde ve karanlık enerjiden oluştuğu bir evrende yaşıyoruz. Bir şekilde bütünü göremiyoruz ve %4 gibi son derece düşük bir bilgiyle kedinin olmadığı yerde cirit atan fareler gibi koro halinde bağırdık: evet, evet! Gökler boştur, bomboştur. Evrenin ‘gerçek’ dilini unuttuğumuz için doğa, varoluşumuz, var olan sistemlerin işleyişiyle artık ilgilenmez olduk, gözümüzü bu olağanüstü düzenin şaşırtıcılığına kapattık. Rutinler sıradanlığı peşinden sürükledi ve olan oldu. Elektrik kaynaklarından tüm görünmez elektrik frekanslarına inanıyoruz da neden görünmez insan ‘sesinin’ içimizden geçeceğini anlamakta zorlanıyoruz. Zihninizin etrafındaki dünyayı ve olayları etkileyebilecek yeteneğe sahip olduğu bilgisi halen birçok insana garip görünüyor ama gariptir ki cep telefonlarının frekans yayıp çevreyi etkileyeceğine


inanıyoruz.

aslında burada sevilen arzulanan şey sevilme ve güzel anlar Peki frekansları algılamanın yaşayabilme ihtimali değil yolu nedir? Şimdide olmak. midir? Yani duygularımızı açık Nefes aldığınızda dışarıdaki ettiğimizde, uzaktan farlarını -durgun- havayı içinize çekmiş yakmış üzerimize süratle geolursunuz, verdiğinizde len bir arabayı gören kedi gibi ise nefesiniz artık havaya olmamıza gerek yok aslında. karışmış, onu oluşturan ondan İnsan başta başından geçen bir parça olmuştur. Peki nefes olaylar yüzünden yeniliyor almazsak ne olur? Şimdide gibi hissetse de sonunda olun, algılarınızı açık tutun, kendine yeniliyor. en azından önüne engel koyan siz olmayın, mantık Beyniniz bir radyo gibidir. Elegerçeğin kölesidir. Herkes ktrik dalgalarını alır ve yayar. kendi gerçekliğini belirler. Frekanslar, elektrik faaliyetlerOysa bizim gerçekliğimizin inin ölçüldüğü ve grafiğinin çok ötesinde şeyler var, çıkarıldığı aralıklardır. Her şey ben inanıyorum. Algılarınız bir ölçüde frekans yaydığı değiştiğinde kimseleri için frekanslar etrafınızı sarar inandıramayacağınız o ve bedeninize bile nüfuz açıklanamaz anları yaşarsınız. eder. Yeryüzünün ise kendYa da birinin gözlerine ine özgü frekansları vardır. baktığınızda siz de gözlerinBedeniniz hareket ettiğinde, ize değen akımı neredeyse bu hareketler etrafınıza iletilir. somut olarak hissettiğinizde İyonosfer katmanı (buna inanacaksınız belki evrenin iyonosferik kovuk da denir) bu yanına. Ne de olsa insan yaklaşık 95 cps’lik(saniyedeki gerçeğini kendi yaratır devirler, 75 civarındaydı ama ama önemli olan gerçeklik şimdi çok hızlı şekilde artıyor) gibi aldatıcı bir sözcükten frekansa sahiptir. Bedeniniz kurtulmaktır. Bunun için de 68 ve 95 Hz arasında titreşiyor. saf duygularla hareket etmek İskeletiniz ve iç organlarınızın gerekir ki bu da söylenerek birbiriyle uyumlu hareketleri olacak bir şey değildir. yaklaşık 8 ile 9 cps hızındadır. Bu da şu anlama gelir: beHerkes ister saf olmayı değil deniniz ve iyonosferik kovuk mi? Ama korkarız yaralanmak- toplamda eş zamanlı hareket tan, hazırlıksız yakalanmaktan. eder. Gezegenle birlikte O yüzden mantığımıza veririz yankılanırsınız ve birbirinizle dümeni fakat bu evrenin yolu enerji alışverişinde bulunurdeğildir. Oysa insanlar size sunuz. Ne kadar uzaklıktan zarar verebilirler. Kendimizle enerjinizi yeryüzünün konuşsak bunun da farkına elektromanyetik kovuğuyla varırız. Bir düşünsenize siz paylaşabilir ve enerjinizi yayabirinden hoşlanıyorsunuz ama bilirsiniz? Yaklaşık 40000 km o hiç oralı görünmüyor. Ama ya da gezegenin yaklaşık tüm

çevre uzunluğu kadar. Başka bir deyişle, zihninizden ve bedeninizden gelen sinyaller bu iyonosfer kovuğu vasıtasıyla tüm gezegene yaklaşık saniyenin yetmişte biri kadar hızda yayılır. Etraftaki her şey önce birinin düşüncesinde başlamıştır. Düşüncenin somutlaşmasının mistik bir kavram olduğunu düşünüyorsanız o zaman dünya tümüyle mistik bir yerdir. Evren her şeyi kopyalar, detaylandırır, üretir ve sonuç olarak hayaliniz gerçekleşir. Hiç aman bana mı çıkacak dediğiniz şey dalga geçer gibi kapıyı çalmıyor mu? Hayat şaşırtmayı seviyor. İzin verin şaşırtsın, olmaz dediklerinize su serpin zamanı gelecek yeşillenecektir, o toprak o suya her zaman açtır, nankörlük etmeyecektir.


NAKED CITIES

yazı | kenan koska illüstrasyon | cem ozan çetintaş - nilhan penpecioğlu - kenan koska

He was mesmerized by the rattling of the clockworks. The teeth were grinding into the cogs recklessly, as if they were ignorant servants of time, notifying him that there is no escape from it. Suddenly, a sharp squeak from one the engines outside cut into his vacant staring contest with the clockwork. As soon as he came to himself, the voices of unfinished tasks started haunting him. It was as if every one of them was competing for his attention. Their endless cries were echoing in his mind, begging for closure, however Aron was determined to fling those cries to the wind. He never completed his works. He took them

wherever he went, so that the uneasiness they brought with them turn into a wicked pleasure. Procrastination was his most trusted ally.

lighter, hiding between a rubble of old papers.

The smoke from the cigarette withered away unwillingly into the dusty room. Aron was a cynic and a lonely He was stuck by the window, man, mourning his early attempting to see through thirties. Exhausted from his the misted glass, as ferounforgiving work, he made cious raindrops slammed the to rise to his feet, but his legs surfaces of the buildings. It betrayed him. They had gone was as if they were conscious numb like a dead elephant. and wanted to tear down the He considered the cigarette walls and all that held them that wasn’t too far from his together. However, Aron felt reach for a moment, then he pity for them. Some of them bent forward slightly to grab were lonely and naked, some it. His hands, which were cal- desolated and left halfloused from holding a pen for constructed. Ordinary people too long, looked for a lighter were busy, rushing around in the mess that was his desk. in order to take care of their Finally, he came across the meaningless errands. They



didn’t even notice the abandoned, sad high-rises. Isolated in the sublayer of the capital, most citizens were unaware of what was going on in the upper strata of the city.

like a mindless zombie horde. Aron paused to consider his role in all this. He looked down on people around him, but perhaps he was no different from the rest of them.

over him, setting fire to his worn out clothes. The strange thing was no one among the spectators who had gathered to watch the man’s misfortune was attempting to help the poor man. Other It was possible that the only The other day, while strollpeople were simply passing one who paid any heed to ing around the city, he’d by, ignoring the screams of the solitary edifices was the witnessed the vitriolic truth another human being. Aron governor. Otherwise how about human behavior firstpondered the cause of this could he have built his own hand. He had been walking, ruthless behavior. Maybe, if floating isle? The skyscrapers minding his own business the man had had a home, a were the fountainhead of his like everyone else, when an job and respectable clothes crooked schemes. Aron hated abrupt rumbling sound star- on, someone would have the governor. Putting aside tled him. He tilted his head come to his aid. They would his unending demands from to peek into the small alley have given their everything to the people he was supposed where the noise had come put out the fire in his house, to be serving; he was selfish from. The image he found or to take him to a hospiand unconcerned with their himself faced with shocked tal. He watched on sadly, troubles. However, what was him to his very core. A home- knowing how no one cared even worse was that the citi- less man possibly had got too for people like him. But Aron zens were turning into clones close to the fire burning in the did care. Indeed, that was of the governor. They had be- barrel in front of him while the reason he chose not to come self-absorbed and blind trying to warm his hands, help the burning man. Leavto everything around them, and was now completely in ing him to his death seemed consuming without question flames. The barrel had toppled kinder, a sort of salvation


from this corrupted city.

messy room for his keys. They blinked at him from the top When he came back to his of a rarely used coaster. Aron senses to find himself in his took his long dark coat and cluttered little room, the wail- pulled the door shut, bidding ings of the burning man were farewell to his apartment. The still in his ears. A sudden urge cold rain started lashing his to go out filled his head and face as soon as he stepped his limbs. He had to get away out on to the street. He took from the tedium of his never- shelter under the canopy of a ending work. He searched shop nearby. As he was waitthe dimly lit and slightly ing for the downpour to turn

into a small drizzle, he tried opening his ears to the voice of the city and the falling water. The humming of the airships and cruel splashes of the water‌ Muddy footprints and the distant shouts‌ After the weather calmed down a little, he decided to amble towards the river.


Beside the water, the city looked distant; a dark silhouette promising adventure that was never to be delivered. He felt a lump of despair in his chest when he thought of all the youthful plans he had involving his hometown. The city itself and the feelings it produced in him had changed drastically. Everything he saw in it had disappeared and been replaced with things he did not care for or understand. New high-rises had been built and new people had moved in. Aron wondered what had happened to the old buildings, and shivered to even consider what would happen to the incomplete ones.

He glanced at the river that was flowing hurriedly beneath his feet. Desperate tiny raindrops were sacrificing themselves in order to be a part of a bigger whole. Aron thought he was no different from them after all. Perhaps, it was the best thing to do; to merge with the river and become more than he was. He decided to bury his feet into the riverbed along with his sketchy dreams.



DÜŞTÜĞÜ ZAMAN İLK İNSAN YERYÜZÜNE yazı ve illüstrasyon | elif çivici

Düştüğü zaman ilk insan yeryüzüne; karşılaştı, çarpıştı dünyayla. Ve o anda doğurdu mekanı, algıladığı zamanda. Anladı insan, hissetti hatta ve titredi, var olmuştu aynı insan gibi, beş duyusuyla ve her şeyiyle. İnsandı işte, yerdeydi. Bir yerlerdeydi, o yerlerdi ilk ya da kutsal mekan.

programlar dahilinde kent diye kaybedebilirler. Dış müdayeni bir yapay doğa oluşturdu. haleler sonucu işlev değiştiren mekanlar değişerek, aslında seİnsanın ilk yapay mekanı nasıl leksiyondan sağ çıkarak sağlıklı bir ihtiyaç sonucu ortaya bir şekilde hayatta kalmaya çıktıysa dönemin de genel devam ederler. ihtiyaçlarının karşılığı kenttir. Sürekli olan dönüşüm halini Bir kurgular bütünü olarak kentler üzerinden okumak kent, bütün yapaylığına oldukça kolay çünkü tüm rağmen insanın en makul insan aktivite ve isteklerinin en habitatıdır. Ve bu habitat ya konsantre yansıması kent hatta Mekan doğdu. Baktığı yerde, da yeni doğa alternatifi olan daha da ileri giderse metroduyduğu seste, kokladığı elma kent de tabiat kanunları gibi poller. Çoğu zaman doğal kokusunda, yılanın ısırığında, kendi kanunlarını yazar. İçinde süreci beklemeyerek kendi ilk aldanışında şekilleniverdi. yaşayan insanlara ve kültürlere kanunlarını devreye sokan kent Algıladığı ve hissettiği her göre değişse de çoğu zaman bir şekilde hayatta kalabilmek an, mekandaydı ve yerdeydi. kontroller üstü bir görünmez için bunu yapmak zorundadır Üstü kapalı veya değildi. Ev kanun kitabı vardır kentlerin. aksi halde ihtiyaçları veya değildi. Görülür veya Kent, bir ihtiyaç neticesinde karşılamamış olur. Acıklı veya görülmezdi. Ama artık vardı. üretilen her mekana ya da değil ama dönüşümden Yağmurdan kaçarken başında diziye bir ömür biçer. kaçılamaz. Spesifik anlamdaki tuttuğu dev yaprak da belki kentsel dönüşüm kavramından insanın ‘yaptığı’ ilk mekandı, so- Zaruri veya suni ihtiyaç sonudaha üst bir şeye referans vermuttu. Yaşadıkça, düşündükçe cunda kentin ( aslında kentlinin mekte bu kaçamayış durumu. hatta çoğaldıkça insan, kontrol ve diğer doğal, yapay, yönetim- İlk mekandan bu yana, aslında edebileceği kişisel dünyasını sel parametrelerin) ürettiği me- mekan değişmeye doğar inşa edebilmek, yapabilmek kanlar var olarak, döngünün ilk belki. Çünkü kullanıcısı fani istedi. Ağaç kovuklarından ya basamağına girmiş olurlar. Var davranışlar içindedir ve onu da mağaralardan çıktı öyle; olurlar. Daha sonra kent içinde şekillendiren de odur. Doğanın gücünü fark edip doğayı zihkendi yerlerini ve en önemlisi da sürekli yapayı doğala niyle, kuvvetiyle birleştirmeyi insanların hafızalarında iyi veya dahil etme eğilimi, yer çekiöğrendi. Yağmurdan kötü yer edinirler. Böylelikle, minde hatta organizmaların korunmanın daha konforlu hayatlarına kentin kaynak izleri istilalarından gayet açıktır. yolları vardı elbette, konfor da kaybolmaya başlamış yeni O ilk mekan nasıl değişti bir ihtiyaçtı. Düşündü, yaptı, parçası olarak devam eder bu bilemesek de dönüştü çünkü derdi, çattı; aktardı, denedi, mekanlar. aynı kalamazdı. Algılanan yanıldı, buldu, yanıldı, buldu kadar olduğu için varlığı, ve hala yanılmakta. Doğadan Yapay bir üretim olan bu mealgılar değişince o mekan da adımını çekip içine girebildiği, kanlar, daha da açacak olursak öldü. Yenisi geldi. Doğa da kontrol edebildiği o yeri yaptı. binalar, sokaklar, parklar veya değiştirdi, insanlar da değiştirdi Ev diyebileceğimiz küçük, ‘yer’ diyebileceğimiz her şey ve insanın ürettiği yapay doğa temel ihtiyaçlara hizmet eden doğal bir sürece sahip bir ömür ‘yani kent’ de değiştirmeye mütevazı yapılardı bunlar. Belki sürerler. İyice yer edinen bu devam edecek. büyük belki küçük bu yapılar yerler kısa veya uzun zamanda sonra kümelendi, genişledi ve eski cazibelerini veya etkilerini



KÖPRÜ

yazı ve illüstrasyon | çağıl atay

Bir köprünün üzerindeydi bedeni. Tam olarak göremiyordu etrafını. Karanlık dese değil, ama aydınlık da değil. Tuhaf, kımıldayamıyordu da. Eline yumuşak bir şeyler geliyor, eğilip bakmaya korkuyordu. Sesler vardı yankılanan, başka dillerden sanki. Şıp şıp… O da neydi, yağmur mu? Islanmıyordu. Elini köprünün pürüzlü yüzeyine değdirdi, baktı. Başı döndü, o her zaman giydiği beyaz pantolonu kıpkırmızıydı. Yarasını aradı, o anda anladı yumuşaklığı. Ne hissettiğini bilmiyordu. Yakınında biri hızla nefes alıp veriyordu. Bakmaya çalıştı, inatla. Kısa boylu, çelimsiz biri hızla koşuyordu. Nereden geliyordu? Yaklaştıkça, yüzündeki lekeleri gördü. Savaştan çıkmış gibi. Büyümüş de küçülmüş bir ifade… Evet evet… Bir çocuktu bu. Bir suç mu işlemişti? Peşinde kim

vardı? Eli belindeydi. Sonra fark etti belindeki kabarıklığı. Köprünün başında durdu. Görmüş müydü onu? Yardım istemeli miydi? Santiago Nasar, gözlerini bir köprüde açtığında artık yanında ne annesi ne de kasabasından bir iz vardı. Zaten orada yaşamayı hiç sevmemişti. “İçinde yaşadığı dünyanın erdem taslama merakını biliyordu.”1 Kafasındaki sorular, karşıdan gelen çocukla bölündü. Şimdi dikkatle onun ne yapacağını izliyordu, bir yandan da canı yanıyordu. -Her an bir Alman çıkıp beni öldürecek gibi. Ama bu sefer o kadar kolay olmayacak. O meyhanedekiler de görsün, Pin kimmiş. Ustam benimle övünür mü acaba bir Alman vursam? Yanına, hapishaneye

giderim belki. Zaten yılın yarısında orada. Yine beni çocuk sanan tonla adam… Olmaz. Kalktı oradan ayrılması gerektiğini hissetti. “Yolun sonuna ulaşmak için, güneş ışınları, lacivert gök çizgisi boyunca uzanan kemerlerin birbirinden ayırdığı soğuk duvarları yalayarak dümdüz inmek zorunda.”2 Pin tek başına sokaklarda dolaşır, örümceklerin yuva yaptığı bu yeri gösterebileceği bir grup arkadaşıyla birlikte olmayı özlerdi. Koşmaya başladı. Belindeki silah onu hiç rahatsız etmiyordu. Sesler duydu, farklı… Bomba değil, gürültü de. Farklı dillerden… Yakarış gibi… İstemsizce baktı karşısına. İki karartıyı seçti gözleri,


biri daha yakın. Hava kararmıştı. Ne kadar da çabuk... Yuvaların yanına gittiğinde öğle bile olmamıştı. Zamanın böyle hızlı akması onun için olur şey değildi. Durdu, bir adım attı, sallandığını hissetti. Tutunma ihtiyacı duydu, eline bir halat geldi. Hiç görmemişti burayı, ne kadar uzaklaşmış olabilirdi ki. Git git hep aynıydı onun için sokaklar, savaş İtalyası… -Hiç ayrılmamalıydım o patikadan. Sesi vadiyi inletti, kendi bile ürktü. Yakındaki karartı hiç hareket etmiyordu, arkadakiyse birden hareketlendi. Her neyse sesini duymuş olmalıydı. Şimdi karar zamanıydı. “Korkak Pin… O bir çocuk… Anca şarkı söyler.” Kulaklarında bu sesler yankılanırken, cesareti seçti. -Vadimden farklı bir yerde yaşamak… Rüyamda görsem inanmazdım. Her şeye rağmen seviyordum; ülkemi, insanları… O kaza… Şimdi önüme bir fırsat sunuldu, ülkemin kızlarını kurtarmam için.

Belki ülkemdeki kadınlar da bir gün buradakiler gibi çalışır, oy kullanır; sadece çocuk bakmak, yemek yapmak zorunda kalmazlar. Ben şanslıyım ki benim ailem benim kız olarak doğmama üzülmemiş. Adım, direnişçi bir kadından gelir. “Bir kuş kadar özgür.”

Kafasından bunlar geçerken yalnız olmadığını fark etti. Güneş doğacak gibiydi. Etrafta pek ışık yoktu. İki kişi gördü. Yan yana değillerdi. Birbirlerine bakıyorlardı. Onu görmüşler miydi? Neden hareket etmiyorlardı ki? Yanlarına gitse… Ülkesinde yapamazdı, ailesine hemen Yaralarına rağmen umudu laf giderdi. Ama burada… olan bir kız çocuğu. Her çocuk Koşmaya başladı. Umuda gibi masum, iyi niyetli… doğru… Sanki özgürlüğüne


GİTMEK

yazı | atakan özkan illüstrasyon | tuğçe özateş

İçimde Sürekli bir yerlere gitme isteği Gitmenin Nereye olursa gitmenin Kaldıramadığım o umutsuz Kuru ve loş üzüntüsü Geçenlerde oturmuştuk biriyle Gitmek demişti On beş gün içinde Üç dört günlüğüne Kaybolmak başka şehirlerde Ne güzel olurdu gitmek, belki de bir rüya, zaman zaman gördüğüm, ve içinde yaşadığım o ayçiçekleriyle dolu bin hüzün tarlası ne zaman olursa gidecek, geri dönecek olsam o bulutlu aydınlık o soğuk güneş kaldırımların ortasına yaptığım o kırık camdan kulelerim ne zaman, ne zaman olursa yeniden, yeniden düşlerim annem çağırır beni “hadi oğlum!” Geçenlerde oturmuştuk biriyle gidelim demişti nereye olursa gidelim şöyle bir iki günlüğüne serin sularda yüzelim Gidelim




ilham i癟in buray覺 koklay覺n


BUKE AND GASE yazı | kenan koska illüstrasyon | esra kalay

Brooklyn - New York çıkışlı deneysel rock ikilisi Buke and Gase, belki de insanların kendi imkânlarıyla ne kadar iyi müzik yapabileceğinin canlı bir kanıtı.


İlk EP’sini 2008’ de çıkaran grup Aron Sanchez ve Arone Dyer’in kendilerinin modifiye ettiği enstrümanlarla eşi benzeri olmayan bir tarza sahip. Bir yanda Aron’un kendi modifiye ettiği altı telli bariton ukulelesi (gase), diğer yanda Arone’un gitar – bas melezi (buke), son hallerine ulaşana kadar birçok badire atlatmış. Sanchez bir röportajlarında su an çaldığı Gase’in on ikinci versiyonu olduğunu soyluyor. Diğerlerinin nerde olduğu sorulduğunda ise, onları daha iyi yapmaya çalışırken canice parçaladığını itiraf ediyor. Buke’un önceki ahşap versiyonları ise Dyer’in güçlü parmakları arasında can vermiş. Daha sonra Sanchez’in önerisiyle bir Volvo’dan devşirdikleri malzemeyle Buke’a dayanıklı bir kasa yapmışlar. İkili istedikleri müziği üretebilmek için durmadan bir arayış içinde. Belli kurallara uymaktansa doğaçlama yapmayı tercih ediyorlar. Dizayn ettikleri enstrümanlar Arone Dyer’in kulak tırmalayıcı ama bir o kadar da muhteşem vokaliyle birleşince ortaya steampunk vari bir sound çıkıyor. Şarkı söylerken gülmeyi sevdiğini söyleyen Dyer ekliyor: “Sonuçta sesimin güçlendirici bir yani olmasını istiyorum, sanki arkamda büyük bir ordu varmış gibi.”. Indie sularında yüzen gruba kendi tarzlarını hangi sınıfa

koydukları sorulduğunda Sanchez cevaplıyor: ”Sanırım yaptığımız müzik indie rock dünyasına giriyor, ama aslında indie müziği takip ettiğimi bile söyleyemem. Mesela ben elektronik ve barok müzik dinliyorum. Arone ise hiphop dinliyor, ve birçok başka tür… Ürettiğimiz şey için de belli bir esin kaynağı vermek zor. Kısaca bambaşka ve alakasız şeyler bize bunu yaptırıyor.”. Birbirleriyle bir ortak arkadaş sayesinde 2000’de Brooklyn’de tanısan grup üyeleri, aslında çok farklı yollardan geçerek bir araya gelmişler. Dyer Minnesota’da çalışan bir bisiklet mekanikçisiyken, Sanchez caz müzisyeni olarak Rhode Island School of Design’da tahsil görmüş. Önceleri Hominid adlı post punk grubunun üyeleri olan ikili, grup dağılınca birlikte çalışmaya karar vermişler. İlk EP’lerini 2008’de çıkaran grup asıl parlamayı The National’dan Bryce Dessner tarafından keşfedilerek ve Brassland Records ile sözleşme imzalayarak yapmışlar. İki sene sonra ilk albümleri Riposte’u piyasaya sürmüşler. Albüm, grubun daha emekleme ve kendini bulma evrelerinde olduğunu hissettirmesine rağmen, Naked Cities gibi muhteşem bir parçaya sahip. 2012’de ikinci EP’leri Function Falls’u yayınladıktan sonra grup artık yavaş yavaş duruşunu

belli etmeye başlamış. Parçaları daha oturaklı ama bir o kadar da karanlık bir hal almış. Son albümleri General Dome 2013’te gelmiş. Şimdiye kadarki tecrübelerinden yararlanan grup bu albümle daha dinamik bir hale bürünmüş. Sonuçta ortaya essiz bir albüm çıkmış. Özellikle “Hiccup”, “Twisting the Lasso of Truth” ve “Split Like a Lip, No Blood on the Beard” gerçekten dinlenesi parçalar olmuş.


KARMAŞALAR ÜLKESİNE IŞIĞIN DOĞUMU yazı ve illüstrasyon | aybike arslan

Karmaşalar ülkesinin telaşlı bir köyünde Puu isminde bir kız yaşarmış. Puu’ nun köyü o kadar karanlıkmış, öyle siyahmış ki insanlar birbirinin yüzünü görmez; kimse kimseyle pek konuşmaz, durgun bir uyku halinde yaşarlarmış. Evlerine girmek için topraktan oyulmuş tünellerden geçer, el yardımıyla rahat buldukları yerlerde karanlık düşlere dalarlarmış. Tüm halk siyah kapüşonlu cübbeler giydiğinden, insanların cinsiyeti bile karanlıkmış. Her şey siyahmış Puu’nun zihninde. Yiyeceklerin tadı, arkadaşlarının adı, sesler hep bir boşluğa aitmiş. Uzun bir zaman boyunca Puu da diğer herkes gibi, içinde yaşadığı

bu karanlığı benimsemiş. Tüm dünyanın siyah oluşunu kabullenip etrafındaki insanlara ayak uydurmaya devam etmiş. Ta ki o ana, o saniyeye, o tanımlanamayan sahneye dek... Karmaşalar ülkesi halkı, belli zamanlarda toprağı kazar, hem yiyecek bulurlar, hem de artan nüfusa yeni mekanlar oluştururlarmış. Puu kazma mevsimini çok sever, topraktan çıkan değişik malzemeleri incelemeye bayılır, saklayabileceklerini saklar; saklayamayacaklarını ise kalbinin en derinlerinde bir anı olarak taşırmış. İşte yine bu kazma mevsiminde Puu, büyük bir heyecanla toprağı kucaklıyor, her bir karışı bir

şey atlamamak için arşınlıyor, arşınlıyormuş. Ansızın elleri bir köşeyi kavramış. Puu heyecanlanmış, köşeyi tutmayı denemiş, elinden kaymış. Tekrar bu sefer daha da sıkı kavramış Puu. Büyük bir tutkuyla bir kez daha kendine doğru çekmiş köşeyi. Tanımlayamadığı nesne kollarındaymış artık; Puu’nun değerli hazinesi, gizemli hazinesi... Ellerini nesnenin üzerinde gezdirmiş. Değişik bir ruh hali tüm benliğini sarıyor, beyni karıncalanıyor, yüreğinin çarpıntısından düşünemiyor, duyamıyormuş. Bir, iki, üç, dört... Tamı tamına sekiz sert köşe saymış. Heyecanı büyümüş, taşmış; kulaklarından ılık buharlar fışkırmış. Daha önce


karşılaştığı nesneler hep beşaltı köşede bitiyormuş. Puu, nesnenin gizemini çözmek için yanıp tutuşuyormuş. Elleri nesnede bir ipucu aramış, aramış. Sonunda parmağı bir mandala takılmış. Çekmiş bir şey olmamış, itmiş gizem çözülmemiş. Puu umutsuzluğa doğru düşerken bir de ne olsun, hazinesi ellerinden kayıvermiş. Ve işte o an, hazinesi boşlukta taklalar atarken, Puu umutsuzluk, korku, acı ve daha adını bilmediği tüm karamsar hislerin içini sıyırarak tanımlanamadığı yeni bir gizemin içine dalmış. Gizemli nesnenin mandalı düşerken açılıp hazinenin kapağını kaldırmış. Kapak kalkınca her yer birden büyülenmiş. Puu artık karanlığı göremiyormuş, korkuyormuş, gözlerini açmaktan korkuyormuş. “Bir silah buldum, sonumuz gelecek. İyi bir şey değil bu, iyi bir şey olamaz...” Bir şeyin yere düştüğünü duyup cesaretlenmiş, merak etmiş. Gözleri kapalı halde eğilirken, kulağında daha önce hiç duymadığı bir melodi varmış. Bilmediği bir huzurla dolmuş, ölüm dedikleri bu olsa gerek diye düşünmüş. Zaman, karanlığın içinde kayıp giderken Puu gözlerini açmış. Açtığı anda da ne kadar korkmuş bir bilseniz. Bilmediği bir boyuttaymış ya da dünyasına bilmediği bir şeyler saldırmış. Tüm duvar-


larda siyahlar uçuşuyor, yerde halkına benzeyen insanlar kaçışıyormuş.

Her bir yaprağın üzerinde de Puu’nun daha önce hiç görmediği tipte insanlar, varlıklar varmış. Puu, res“Bu insanlar benim insanlarım imler karşısında dehşete değil mi?” diye düşünürken düşmüşken kendi ismini Puu yerde, hemen önünde duyup irkilmiş. gizemli nesneden düşen şeyi fark etmiş. Eline almak “Puu, nerdesin? “ istediğinde bu değişik şeyin içinde daha yüzlerce daha Beni bu dünyada kim tanır gizem olduğunu görmüş. ki? Nereye geldim ? Nerİncecik yapraklara benzeyen eye giderim? Kafasındaki bir sürü şey akarak birleşip milyonlarca sorunun arasında yeni bir giz oluşturuyormuş. Puu usulca arkasına bakmış.

Kendisine doğru yaklaşan tanıdık bir siluet, siluetin ardında karanlık bir hayalet ve görünen kalabalık aydınlığın arkasında eve dönüş yolunu andıran tünelin sonundaki tanıdık karanlık. “Puu sen misin? “ Acaba sen kimsin diye düşünüyordu Puu karşısındaki gözleri hatırlamaya çalışırken. “Puu iyi misin? “


Puu şaşkın, dağınık, karmaşık... Birden karşısındaki gözler, ismini çağıran ses, yanıbaşında duran karmaşa Puu’nun dudaklarından bir kelime dökülmesine yardım etmiş. “Kii...” “Puu benim; iyi misin? “ Kii’nin gözleri Puu’ya az önceki yapraklarda gördüğü bir şeyleri hatırlatmış. Gülümsemiş. Her şeyin hem

bu kadar tanıdık, hem bu denli farklı olmasına hayretler içinde bakakalmış. Bunca his, bunca ses, bunca uçuşan karanlık ve karanlığı yarıp geçen kör edici gölgeler... Puu anlam veremese de, yabancı bulsa da, biraz korksa da bu yeni dünyayı sevmişti. En çok da Kii’yi, Kii’nin gözlerini sevmişti. Parlak, gizemli hazinesini yerden aldığı gibi söndürmeden kucakladı. Kii’nin ellerini daha önce hiç kucaklamadığı gibi kucakladı.

Etrafındaki uzunlu kısalı, irili ufaklı, karanlıklarından sıyrılmış herkesi ilk kez görüyormuşçasına kucakladı. İnsanların gözlerindeki korkuyla karışık umudu kucakladı. Ve insanlarına ışık tutan yolu gölgeleri aydınlığıyla yarıp, kendi elleriyle açtı.


SUSPENSE yazı | atakan özkan

Edebiyatta bazı kitaplar tek bir merak uyandırıcı cümleyle başlar. Marquez’in Kırmızı Pazartesi’sinin girişi şöyledir: “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, psikoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 05:30’da kalkmıştı.” Santiago Nasar’ın ölümü, okuyucunun merak edeceği en muhtemel konu iken, kitabın başında böyle bir bilginin verilmesi sıradışıdır, fakat nadir bir kullanım da değildir. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı “Bir kitap okudum ve tüm hayatım değişti.” cümlesi ile başlarken, Masumiyet Müzesi’nde de aynı “sıradışılık” bulunur: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Bu sıradışılık, ya da edebiyatta kullanılan bu postmodern girişler, okuyucunun finali merak etmesinden çok, kendisine verilen çarpıcı bir bilgi ile kitabın bütününü ilgiyle takip etmesini sağlar. Sanatçı tarafından arzulanan da tam olarak budur. Sanat yapıtı insanlara etkinlikte bulunması için ipuçları verir. Bir kitap okunduğunda, okuyucu kendine kitabın gidişatına dair kişisel beklentiler yaratır. Sinemada da durum bu şekildedir. Beklentilerin yönlendirilmesinde ve izleyiciyi filmin içine çekmede ilk sekans çok önemlidir. Kullanılan kamera teknikleri, yüksek kontrastlı girişler, gerçeklik olgusu, beklenmedik çarpıcı girişler

sinemada hayatı önem taşır.

ilk paragrafta bahsedilen elementler kullanılarak çeşitli Sinemada oluşan bu beklen- yöntemlerle de oluşabilir. tiler dizisinin sistematiği Sonuç olarak başlangıçta basittir. Örneğin, filmin yaratılan suspense, sıradışı başlangıcına A, izleyicinin bu bir giriş yaratır. Bir sinema başlangıçtan itibaren oluşan filmi, izleyiciyi kendine nasıl beklentiler bütününe ise B çeker? Sinemanın gerçekliği denilsin. A’yı B takip ederse, nedir? Çoğu zaman izbeklentiler gerçekleşmiş leyici ‘karmakarışık’ filmler olur ve bu durum izleyicide karşısında başka bir gerçeklikbir tatmin duygusu yaratır; te, sinemanın gerçekliği içinde B yerine C yani izleyicinin kaybolur. Sinemadaki gerbeklentilerinin dışında bir çeklik ve zaman kavramları, olay gerçekleşirse, izleyici çoğu zaman rüya gerçekliğine beklentilerini revize eder ve benzetilir. Zaman kaymaları, başka beklentiler oluşturur. parça parça geçişler izleyicinin Bu süreç, izleyicinin sinemaya zihninde farklı bir şekilde olan ilgisini ve sinemadaki anlamlandırılır. Bazen bu katarsis kavramını açıklayan kaymalar ve geçişler öyle bir süreçtir. İzleyicinin beklen- çok olur ki, film çoğu zaman tileri, film süresince karşılanır, takip edilemez olur. İzleyici ise karşılanmaz; ya da sürekli filmden kopmaz, aksine filmin ertelenir. Erteleniş ise, izleyiiçine daha çok girer ve orada cinin içsel olarak arzu ettiği kaybolur. bir şey olmasa da, izleyiciyi filmin sonuna dek filmin içinde tutan suspense’i yaratır. Pascal Bonitzer, sinamadaki suspense kavramı ile ilgili şöyle der: “Suspense, havaya atılan paranın izlediği yolun, para bir yüzü ya da diğer yüzü üzerine düşmeden önce, erotik biçimde uzatılmasıdır.” İlk sekanstan itibaren yaratılan suspense, izleyicinin karşılanmayan beklentileriyle birlikte çarpıcı bir yaratır. Bununla birlikte suspense, yalnızca karşılanmayan beklentilerin oluşturduğu bir kavram değildir. Suspense,


Christopher Nolan’ın filmi Memento bir ölüm sahnesiyle açılır. Filmdeki bu ilk sahne, kronolojik olarak son sahnedir, film geriye doğru akar. Fakat filmin içinde bazı siyah-beyaz sahneler de mevcuttur ve bu sahneler kronolojik olarak ileriye doğru akar. Bu durum aslında izleyicinin çok fazla karşılaşmadığı

özgün bir durumdur. Filmin yarattığı karmaşıklık ise, izleyiciyi içerikten çok filmin sahnelerini kronolojik olarak birleştirmeye yönlendirir. Bu noktada izleyicinin merak ettiği Leonard’ın ölümü ya da son sahne değil, karakterlerin o sahneye nasıl ulaştığı, yani filmin bütünüdür. İzleyici aslında filmin içine tam olarak

giremez, fakat film boyunca filmin gerçekliğini yakalamaya çalışırken (olayları birbirine bağlamaya çalışırken) filmin içinde kaybolur. Sonuç olarak “bu ters giriş”, izleyicinin filme farklı bir şekilde bağlanmasına sebep olur.

Alain Resnais’in filmi Hiroshima Mon Amour ise üstteki kare ile açılır ve Lui şöyle der: “Hiroshima’da hiçbir şey görmedin sen. Hiçbir şey.” Bunun gibi girişler izleyicinin kendisine istemsiz bir şekilde

soru sormasına sebep olur: “Hiroshima’da görülecek ne var? Lui, Emma’nın neden bir şeyler gördüğünü reddediyor? Bu ikili nasıl tanıştı? Geçmişlerinde neler yaşandı? Neden Hiroshima’dan

bahsediyorlar?” Bu sorular, ilk paragrafta anlatıldığı gibi, izleyiciyi bir beklentiler dizisine yöneltir. Bu beklentiler dizisinin sonucu ne olursa olsun, izleyicide suspense olgusu yaratır.


Michael Haneke’nin Benny’s Video isimli filminin başlangıç karesi yukarıda gösterilmiştir. Görüldüğü gibi kontrast olduça yüksektir; görülen iki karakterin ne yaptığı tam olarak seçilemez. Buna benzer siyahın ağır bastığı yüksek kontrastlı girişler oldukça

sık yapılır (Hiroshima Mon Amour’un girişi de böyledir). Aslında bu tarz başlangıçlar izleyiciyi filmin içine alan bir kapı gibidir. Film başlamadan hemen önce karanlık, simsiyah bir ekrana bakan izleyici, film başlayınca yine kısmen karanlık bir çerçeve ile

karşılaşır. Benny’s Video filminde de, çerçevede iki adamın gölgesi ve bir kapı görülür. Daha sonra kamera kapıya doğru gelir ve dışarı çıkar. Bu hareket aynı zamanda izleyiciyi de filmin içine çeker.

Bazı filmler çarpıcı bir girişi sahip olduğu mistik ögelerle kolayca oluşturabilir. David Lynch’in Lost Highway isimli filmi, buna güzel bir örnektir. Film, yine yarı karanlık bir sahne ile başlar. Ana karakter

Fred, sigara içmektedir. Fred perdeyi açar ve oda birden apaydınlık olur. Kapının zili çalar ve gizemli bir adam megafondan “Dick Laurent öldü” der. Bu cümle tek başına izleyici zihninde karşı

konulmaz bir merak yaratır. Bu merak, film boyunca çeşitli ögelerle desteklenmeye devam eder ve izleyici filmi merak içinde izler, hatta aynı merakla bitirir.


Lynch’in bir diğer filmi Blue Velvet’ın girişi de oldukça ilginçtir. Film, izleyiciye mutluluk verici bir şarkı eşliğinde yukarıdaki kare ile açılır. Yukarıdaki kare açık bir şekilde Amerikan bayrağını simgeler. Daha sonraki karelerde yer alan tüm elemanlar da aslında

Amerikan rüyasını yeniden canlandırmaktadır; atmosfer oldukça pozitif, hava güneşli, herkes oldukça mutludur. Bu olumlu atmosfer içinde bir adam çiçeklerini sularken aniden ölür. Müzik aynı şekilde devam etmektedir. Kamera birden toprağın

altına dalar ve izleyiciye simsiyah bir böcek sürüsünü gösterir. Müzik bu noktada durmuştur. Sahne direkt bir şekilde hiçbir erime ya da solma olmadan aniden kesilir ve izleyici alttaki kare ile karşılaşır


Sembol ve eleştirilerle dolu bu sahne, izleyiciye akılda tutacak birçok ayrıntı bırakır. Bu bilgi yoğunluğu ve beraberinde getirdiği karmaşıklık izleyiciyi yorsa da, onu film boyunca düşünmeye ve filmi çözümlemeye iter. Kimi izleyici için sıkıcı olan bu yol,

bazı izleyiciler için de bir puzzle gibidir ve bu izleyiciler film boyunca filmden bir saniye bile kopamazlar.

Apocalypse Now filminin açılış sahnesi, aslında bu iki özelliğin de en iyi biçimde iç içe geçirilmiş bir versiyonu. Sahne, bir helikopterin çerçeve içinde ağır ağır geçişi ile başlar. Ardından The Doors’un ‘This Is The End’ şarkısı başlar ve bir patlama olur. Daha

sonra ise yüzbaşı Willard’ın yakın plan çekimleri ile uzak plan orman çekimleri erimelerle iç içe geçirilerek şarkı eşliğinde devam eder. Sekans şarkı eşliğinde ağır ağır ilerler. ‘This is the End’in meditatif özelliği de düşünüldüğünde, bu ‘slow motion’lar şarkı

Bahsedilen bu başlangıç büyüsü, kimi zaman beklenmedik bir çarpıcı sahneyle, kimi zaman da meditatif

ögelerle oluşur. Sinemada meditasyon nasıl oluşur? Bunun iki temel ögesi olduğu kabul edilebilir: Müzik ve slow motion.

eşliğinde muazzam bir atmosfer yaratır. Sonuç olarak, filmin devamında filmden kopmak asla mümkün olmaz. Rus yönetmen Andrei Tarkovsky ise filmlerinde kendine özgü meditatif ögeler kullanarak izleyiciyi şiirsel bir şekilde etkilemeyi amaçlar.


Suyun üzerinde yavaşça sürüklenen bir yaprak, bardaklardan boşalırcasına yağan yağmur, bir kadının saçlarını havada yüzdüren rüzgar, salına salına dolaşan bir at. Tarkovsky, doğanın da

yardımını alarak filmlerinde sıkça yer verdiği bu ögelerle izleyiciye farklı bir güzellik sunar. Filmin içeriği, kurgu, kullanılan müzikler de göz önünde bulundurulursa film, başlangıçtan itibaren

izleyiciyi ‘hipnoz’ eder ve film nasıl devam ederse etsin, bu ögeler var oldukça izleyici büyülenmiş bir şekilde filmi takip eder.

Rus yönetmenin Solaris isimli filmi yukarıdaki altı kare ile açılır. Filmin henüz başlangıcından bu tarz karelerle karşılaşılması, aslında yönetmenin sinemasına ve yarattığı gerçekliğe dair de ipuçları vermektedir. Ağır kamera hareketleri, doğanın şiirsel salınımları, uzun bekleyişler… Bunlar aslında izleyiciyi gerçek bir hayatın içinden çok rüya gerçekliğine yönlendirir. Böyle bir girişin de kaçınılmaz bir sıradışılığı

vardır. İzleyici çoğu zaman sinemada çarpıcı bir gerçeklik arar. Bir şekilde kendini içine sokabileceği, içinde dolaşabileceği ve filmdeki karakterlerin yerine geçebileceği bir mekan arzular. Bu gerçeklik Tarkovsky’de olduğu gibi bir rüya gerçekliği de olabilir, izleyiciyi katı bir gerçeklik içinde dolaştıran ‘dünya gerçekliği’ de. Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, dünya gerçekliğini seven ve filmlerinde bunu

yansıtan yönetmenlerden biridir. Yönetmenin filmlerindeki hikayelerde belli bir başlangıç, ya da belli bir son bulunmaz. Haneke izleyiciye yalnızca sonsuza akan yaşamlardan çeşitli kesitler sunar. Neredeyse hareketsiz duran kamerasıyla izleyiciyi çerçevenin içinde özel bir yere yönlendirmez, onu serbest bırakarak çerçeve büyüklüğünde özgürce dolaşmasına izin verir.


Avusturyalı yönetmenin sinema felsefesinin belki de en basit bir şekilde izleyiciye aktarıldığı film olan Caché, bir ailenin kapısına bırakılmış kasetin görüntüleri ile başlar. İzleyici, görüntünün geçmiş

kamera görüntüleri olduğunu daha sonra anlayana kadar, bir ailenin evden çıkışını, arabaya binişini, gidişini ve eve geri gelişini sanki şimdiki zamandaymış gibi gözlemler. Peki bu görüntülerin kaset

ya da şimdiki zaman olması arasındaki gerçeklik farkı nedir? Belki de başka bir yazının konusu olacak bu konu, filmi izleyenler için de film boyunca bir soru işareti olarak kalır.

İsmi geçen filmler

Kaynakça

Memento (yön. Christopher Nolan), 2000 Hiroshima Mon Amour (yön. Alain Resnais), 1959 Caché (yön. Michael Haneke), 2005 Lost Highway (yön. David Lynch), 1997 Blue Velvet (yön. David Lynch), 1986 Solaris (yön. Anderi Tarkovsky), 1972 Apocalypse Now (yön. Francis Coppola), 1979 Benny’s Video (yön. Michael Haneke), 1992

Botz-Bornstein, Thorsten, and Cem Soydemir. Filmler Ve Rüyalar: Tarkovski, Bergman, Sokurov, Kubrick Ve Wong Kar-Wai. İstanbul: Metis Yayınları, 2011. Print. Bordwell, David, and Kristin Thompson. Film Art: An Introduction. New York: McGraw-Hill Companies, 1997. Print. Gönen, Metin. Paradoksal Sanat: Sinema. İstanbul: Versus Kitap, 2008. Print. Papantoniou, Antonios. “ANDREI TARKOVSKY Shot By Shot.” Vimeo, n.d. Web.


Bir film

Der Himmel Über Berlin-Wim Wenders (1987) 1920’lerde Alman gazeteci Tucholsky “Denetlenen İnsan” adlı makalesinde Berlin’i şu şekilde tasvir eder: “… Berlin tramvayı… Tramvaya birden üniformalı bir adam binip yolculardan biletlerini göstermelerini ister. Bir yolcu dışında herkes sorumluluğunun bilincinde ceplerini karıştırıp biletlerini gösterir. Uşak bir halktır, işte bu Alman halkı. Çünkü şimdi herkes, sanki büyük bir suç işlemiş gibi adama bakmaktadır. Yolcular, üniformalı memura korkuyla karışık derin bir saygı içinde bulunmakta ve hepsi, biletini yitiren adamdan nefret etmektedir… Kimileri, adamın

didinmesini biraz da acıyarak izlemekten hoşlanmakta ve tüyleri ürpererek onun korkunç durumuna kendilerini koymaktalar… Yolcu kendini suçüstü yakalanmış gibi duyumsuyor… Küçük bir olay, önemsiz bir olay elbette. Ama işte günlük hayattan yalın bir gözlem…” Savaş sonrası harabeye dönen Berlin bir mimarlık öğrencisi olarak her zaman ilgimi çekmiştir. Kentin dokusu ile birlikte mutsuzluk, kaos gibi kavramlar o dönem Berlin’ini düşündüğümde yukarıdaki alıntıyla beraber hep aklıma gelir. Distopik bir alan izlenimi oluştursa da bir şekilde hep beni kendine

çeker; çünkü o dönem Berlin’i, bu tür olumsuzluklara rağmen kendi içinde mutludur da. Berlin Üzerinde Gökyüzü, romantizmden kuvvet alarak cehenneme dönmüş bu kenti kurtarmaya gelen meleklerin yaşamını konu alıyor gibi, ama melek motifinden kentin içine tanrısal bir gözle bakmamıza izin vererek tüm o dokuyu, insanların düşünceleri ve hisleriyle birlikte kentin tüm atmosferini bir belgesel niteliğinde gözler önüne seriyor.


PANAROMA HAREM yazı | ömer yüksekay

Anlar, izler, yüzler... Ve esintiler... Esin kaynağı yakın zamanda son yolculuğuna uğurladığımız Çetin Altan. Hey gidi koca çınar! Kelimeler onunla hayat bulur onunla ritim kazanırdı. En sıradan meselelerden en çetrefelli olanlarına kadar hemen her sahada yazılmış fakat nevi şahsına münhasır şiir gibi yazılar. Onunla beraber bir büyük üslub emekçiliği de uzaklara yelken açarken... Bu yazı da bir parça Çetin Altan vari olacak. Bilenler bilir; Üstat, konular arasındaki geçişleri neredeyse sıfır korelasyonla icra ederdi. Gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur kabilinden her yazı aslında yazılmasa da olur fakat biz burada yazma tercihinde bulunduk; hepsi bu. Yelken açarken umutlarım taptaze yemyeşil marullarım var işte şu bizim genç taife yeni bir heyecanın peşinden sürüklerken bizleri. Bizler ki mimarlığın yeni ufuklarına seyrü sefere niyetlene dururken... Panorama harem harem harem felsefemin dişleri sökülecek ağlama yavrucuğum çarşı pazar günlük güneşlik

temelde su birikirken birikirken hatalarım dünya dolusu işte sen de gülüyorsun buna ve bunlar hep çıkmaz sokak adres sormak anlamsız rakkamlar hep yanıltıcı ahbab söz balıkçı topografya silgi cephe çaba kedi oksijen kayıp atmosfer radikal perspektif sokak farklılaşım oditoryum gökdelen moda manşet sayı bizim kulüp tarafgir dedektör botanik bahçe

andımızı okuduğumuz bilgi yuvası okullarımızda? “Gibi gibiyim gibiyim gibiyim” Harun Kolçak mıydı O? 90’lı yıllar, hızlı yıllar; değişen dönüşen fikirler...

İki elini masaya vurarak “Bakın güzel kardeşim bakın güzel kardeşim ben sokaklara çıktığım zaman, ben sokaklara çıktığım zaman harb okulu yürüdü! 1960 Mayıs ayında. Herşeyi değiştirdiniz herşeyi Uzayıp giden ve daha bi sürü değiştiricez!” diye haykıran; anladığım anlamlandırmaya hala gözlerimin önünde o çalıştığım kelimeler. “Ceburam buram inanmışlık ve bimde kelimeler” Aslında adanmışlık kokan duruşu, onlar civarımızda bir yerlerde başında kalpak, elinde uçuşup giderken bizler merak “ben kitab yazmam ben ve hayretle adeta ellerimizi bomba sıkarım” diye sağa uzatıyor, yakalıyor, ard arda sola fırlattığı kitablar, dilinde sıralıyor ve sonunda ortaya bir Cemal Süreya şiiirleriyle resim çıkıyor. Bir düşünceyi bir başka yaşlı kurt, Yalçın resmediyoruz usul usul. Küçük. Yakın tarihimizde O bir Düşüncenin şekil buluşu, persona. boyut değiştirmesi ve farklı bir kılıkla gün yüzüne çıkmasıyla Ölürsek bir partizan gibi son bulan ölmeliydik! kompozisyon. Değiştirmek mimarlıktır. İlköğretim sıralarında Herşeyi değitirmek mimarlığa yazdırılmaya çalışılan komadanmış bir ömür. Adına pozisyonlar ne kadar da sıkıcı mimarlık denen melodram idi. “Hadi çocuklar kompozisy- da adanmışlığa yelken on yazıyoruz. Dersin sonuna açmak için pekçok neden kadar herkes bitirecek, sonra içermekle sinerjinin düğüm da okuyacaksınız ona göre!” noktası. “Mimarlık, bir Bilmiyorum bugün de bu tür entellektüel sinerji alanı” handiyse beyin sakatlama Fakat Neyi değiştirmek ne egzersizleri gibisinden bişeyle tür değiştirmek kim için bişeyler oluyor mu bir zaman- değiştirmek? Her halde lar her sabah koro halinde


biraz da bunların farkındalığını artırmaktır mimarlık. Nedir, ne değildir? İfade ettiği anlam lügat olarak ne kavramsal olarak ne? Geçmiş toplumların mimarlıkdan anladıkları neydi? Nasıl bir çizgi izledi ve günümüz anlayışına nasıl ulaştı. Ve saire ve saire.. Dünyayı daha yaşanılır daha güzel kılmak özünden temasından tamamen zıt bir anlayışa geldi mi gelmedi mi? Hep beraber cevabını verelim, sonra da bu noktaya nasıl geldik, onu müzakere edelim. Günümüz kapital dünyasında ortaya atılan öyle kavramlar öyle tabirler var ki birbirinden yavan birbirinden aldatıcı. Ne kulağa hoş geliyor ne içimize siniyor. Zaten vahşi kapitalizm bizatihi yanıltıcı yalancı. Algı operasyonları, spekülasyonlar, şartlandırmalar... Toplum mühendisleri... Al işte onlardan sadece biri daha: “Star mimarlar” Dervişin fikri neyse zikri de odur. Star nerde mimarlık nerde. Sera yıldızı nerde süreyya yıldızı nerde. Biri şarkda biri garbda. Öylesine uzak öylesine alakasız öylesine zıd. İşte ya gerçekten bilinmiyor ya da maksatlıca ortaya atılıyor. Biri, lügat olarak olsun kültür olarak olsun tamamen şark toplumunu resmeder; diğeri ise rönesansdan günümüze batının rekabetci ben merkezli, bireyi ön plana çıkaran tavrını resmeder. Bu açıdan “star mimarlık” yahut “star

mimarlar” trajıkomikliğin ta kendisidir. İlk okuduğumda derinden etkilendiğim, bugün okuduğumda neredeyse aynı heyecanı yaşadığım o muhteşem şiirin noktalanışı: “Nefretimi çoğattım mefhumlar anarşisine bile!” Biz de bu kırık dökük yazıyı noktalayalım artık, olmaz mı. Firene basmalı, yoksa uzayıp gidecek. Siftahtır efendim idare ediniz. Sürç-ü lisan ettiysek affola!


A STORY OF A BAG ill羹strasyon | seda y覺ld覺z

A BAG There was eternity before.

Then an idea came.

Of something not small either.

a bag...

An idea of something not big.

The idea of a bag it was.

just a bag...



yazı | baran yıldız

Yine çimenlerin üstündeyim. Güneşi örtünüyorum, incecik. Elimi toprağın üstünde tutuyorum. Bunu sevdiğimi söylememişimdir. Elimi bırakıyorum. Toprak yumuşak. Biraz bulutları düşünüyorum. Bulutları avuçlamayı.

Toprak elimin ağırlığını hissediyor olmalı. Elimi taşıyan ben değilim çünkü. Tam neler hissettiğini anlatırken, Yüzüksüz parmaklarımın ağırlığını arttırıyorum. 2 adetler. Başparmağımı şimdilik boşver. Parmak uçlarım toprakta kendilerine yer açıyor. Biraz da ben. Parmaklarımı iyice toprağın arasına yerleştiriyorum. Dışarı taşanları, diğer parmaklarımda, hissetmek Toprak, biraz, ıslaktı galiba. hoşuma gidiyor. Aradaki parmaklarımda, bayaa..

..

Çamur olmuş, yoğuracağım. Bir avuçluk _____ heykeli. Elimin altında şekilleniyor. Yumuşak, yavaş bir çizgi parmaklıyorum. Aşağıdan yukarıya. Bir ağaç çiziyorum. parmak uçlarımla. yavaşça Parmaklarımın topraktan .. çıkışıyla, _______ ___. Yüzüne bahar geliyor. Ağaçlar doğmuş-büyürken, dallar: ____’dan boynuna doğru gezinen, vücudunda gökyüzünü dolaşan, parmaklarım oluyor herhalde. Küçücük filizler de, dudaklarımdan selamlar. Mevsimler karışacak, malum küresel ısınma falan. Elimi yeniden toprağın üstünde tutuyorum. Mevsimleri hissedebiliyorum. Toprak, avucumda, eriyorsun. Bu kadar _____ bir çamur ile.

yanıyorsun galiba.


Derinlere kanat çırpabilirim. Nefesinle yarışırım, ___ __ _____. Neyse, ben daha gökyüzünü öpeceğim. Dudaklarımın, toprağın ıslak dudaklarına dokunuşunu düşünmek, benim hoşuma gidiyor. Söylüyorum. Başka neler hoşuma gidiyor, neler yapıyorum, yapmak istiyorum, söyle miyorum.. Elimi elinin üstüne bırakmak istiyorum. ye

iki nokta -yız.


İLKEND

yazı | bedel can şenol illüstrasyon | cem ozan çetintaş

Siyah bir gökyüzü her şey. Sonsuzluğa atılan ilk ışıklar. Üzerinde mi yoksa altında mı yaşıyorsun? Hem üzerindeki bir boşluksun hem de altındaki bir yokluk.

bep olan o ön yargıların, hep sonu düşündüğünden. Siyahtı gökyüzü ve yıldız gerekiyordu hayallerine. Nedenini bilmeden girdiğin yolda; yolun sonunu kurarak yürürsün bilinçaltında. Yeni başladığın bir yolda, ilke adım atmak üzere hazırladığın o mütevazı yüreğin yeniliyor adeta kusursuz beynine. Her sahnede çelme takıyor kalbine, korkusu yüzünden.

veya herhangi bir olayın ilki özeldir. Sanki o simsiyah olan gökyüzüne, müdahale olmadan bir yıldız gelmiş gibi. Soru işaretlerin hiç olmamış, merakını siyahların arasına fırlatmış ve yürümeye devam İlham da öyle bir belirsizetmişsin gibi. Hissetmediğin likten çıkıp gelmez mi bir desteklerin olmuş arkanda, anda? Aslında beyninin seni fırtınaya dalar gibi koşmuşsun yorduğunu hatta kırdığını ilkine. Sonucu kestirmek düşündüğün o an; nerede istemeden, o amatör ruhunla, doğmuş olabileceğini hiçbir en diri hissettiren heyecanınla zaman öğrenemeyeceğin başlamışsın. Her detay ilham gelir. Sebepler ve Korkular da siyahtır. Grisi gülümsetirken hem de. Olan sonuçlar, yuvarlak iki hüzündür, beyazı da sen tüm olaylar o ana dek sana gözünden süzülür. Cevap hep yaratırsın. Beyazı olmaz korku- bir şeyler anımsatmıyor. Sonu en sondaki sanılır oysa. nun diye savunulsa, siyahın görmüyorsun. Uçsuz bucaksız yanındaki griyi sebep göster- gökyüzün var senin, muhtaç Kıvılcımlar yayılır. Sıçrar irdin anında. Yaratmak için. olduğun tek bir karanlığın sağa sola. Belirsiz aralıklarla, Direnmek için. Kolay kabul bile yok. düzensiz şekilde dağılır. İlk etmemeyi ve ilk hayır cevabını alev tutuşur o an. Belki büyür, çok geç öğrendin çünkü. Tadı hep damağında o büyüdükçe büyür. Geç öğrendiğine çabuk uktenin. Yaralıyor olmayışı alışma, ruhu bölüyor. Hiçbir seni, her seferinde her Hayallerin ucu bucağı yoktur zaman öğrenemeyecekler ihtiyacın olduğunda ve bir diye bilinir. Ne zaman bir bunu. Bölünmenin ne şeylerin ilkini her özlemende. karanlık olsa, anlarsın ki demek olduğunu, bir Yıldızını görüyorsun ama cümlenin sonundaki noktadır tarafında ilklerin dağılırken tutamıyorsun. Ona koşmak o. Hayallerin tutunduğu diğer tarafında ise sonların istiyorsun ama mesafe yıllar dallar, o dalların doğduğu parçalandığını, arada bağ kadar. Son beliriyor ruhunda. gövde ve gövdenin derinlere bulunamayacak hale gelene Dikenli kalabalıklar sarıyor ruuzanan kökleri... Karanlık bir kadar da siyahlar süzüleceğini hunu sen yalnızlığının acısıyla sıkışmışlığa çıkan son. öğrenemeyecekler. yüzleş diye. Son beliriyor gözlerinde. Hatırlamamaya İlklerin yalnızlığı ne kadar İlkler hep özel olur oysa. başlıyorsun ilki. Yıldızın umursanır ki? İlklerin liderliği Cevabı sonda aramanın ve kaymış, belirsiz bir karanlığa ne denli okşanır ya da? İlk kopmuş inançların yargılarıyla düşmüş ve sönmüş adeta. denilince bile akla direkt savaşmanın anlamsız Belki bir el uzanır, beklentilsonun gelmesi. Sanki sondan duruşuna inat ilk hep özel erin büyüyor kimsesizliğinde. başlanıyor her şeye ve her olur. Herhangi bir duyguBelki bir el uzanır. Milyonkararda yanlışı seçmene senun, herhangi bir davranışın larca kalabalığın arasında,


milyonlarca yalnız boğuluyor ve çığlıkların sesi masallaştırılıyor sana. Alıştırılıyorsun duvarlara ve karanlığa tekrar. İlkine koşarken ki heyecanın arkanda kalmış, dönemiyorsun yüzünle. Boğazına kadar gömülmüşsün sınırlarına. Her özleyişin dibe çekiyor seni karanlıkta. Sonunla tanışmamak için çırpınırken,

ilkini dahi hatırlamıyorsun mücadelende. Savaşın ışık görmemiş taraflarını keşfetmiş bir korkak gibi kaçıyorsun karanlıkta. Kabulleniyorsun kendi oyununu, kendi yenilgini. Kandırılıyorsun kendin tarafından tekrar, bir ilkini hiç hatırlayamamak üzere bırakıyorsun. Unutmak zor, imkansız hatta.

Hatırlamamak, karanlıktan korkup girmediğin anı tünelin. İlkine dokunduğun ilk an; düşen ilk yıldızın olacak oysa. İlk korkun değil oysa.


illüstrasyon | cem ozan çetintaş



illüstrasyon | ezgi umut türkoğlu


gelecek sayıda konseptimiz ‘zaman’ yazılarınızı, çizimlerinizi, fotoğraflarınızı bekliyoruz. info@duendedergi.com


duendedergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.