1
Bahattin baba
2
3
Şeref’li kapağımız ve dipdiri sol yanımızla, hassas sol duyumuzla bu süreçten daha aydınlanmış, daha farkında olarak çıkacağımızı umuyoruz. Kapak konusunu Hakan Kirezci yazdı. Merhaba dostlar…
*
Bizleri aşan bir takım sorunlar nedeniyle 20. sayımızın yayınında bir gecikme yaşadık. Öncelikle özürlerimizin kabulünü rica ederek söze başlayalım.
*
Dergimiz Bahattin Baba’nın bir tesbitiyle açılıyor. “Beşiktaş futbol şubesini kuran zat-ı muhteremin adının Şeref olması asla bir tesadüf değildir.” Diyor Bahattin Baba. Bir iki laf daha ediyor ama daha fazlasını koparamıyoruz kendisinden. İleride daha uzun konuşacağına dair sözü alıp uzaklaşıyoruz…
Yaşadığımız süreç, endüstriyel kıyafetli futbolun pantolonunun patladığı ve kıçının iyice göründüğü bir süreç oldu; olmaya da devam etmekte. Bakalım daha tezgaha neler serilecek. Kimlerin ve nelerin etiketinde neler yazıyormuş, kaça alınıp satılıyormuş, bu pazarda bir teneke kupa kaça doluyormuş hep birlikte göreceğiz.
Barbaros Tantan ustamız tüm bu süreci Beşiktaş’ımız üzerinden değerlendirdiği analiz yazısında halkın takımının taraftarına soruyor; var mısınız? Diye…
Hepimiz birer taraftar olarak meseleye şu düşsün, bu kalksın; bunu ellemeyin, bunun kolunu kırın yeter türü bir yaklaşımla yaklaşmaktan çok dilimize doladığımız değerleri yüreğimizden hissederek masaya koymalı ve onları, egemen adaletinin kör manavının terazisinden çok kendi kadim ahlakımızın kantarına vurarak değerlendirmeliyiz diye düşünüyoruz.
Özkaynaktan genç bir yazarımızı daha sayfalarımızda görüyoruz bu sayıda; Onur Yılgın. Geçtiğimiz günlerde, Deve Erol lakaplı Erol Özdil dostumuzun organize edip başarıyla gerçekleştirdiği Yedikule Hayvan Barınağı ziyaretine Halkın Takımı olarak bizler de katıldık. Hayata olan saygımız gereği Beşiktaş taraftarı olarak, gezegenimizi paylaştığımız diğer dostlarımızı yaşamaya çalıştığı mekanda ziyarete gittik. Ellerimiz, kollarımız ve yüreklerimiz dolu dolu olarak buluştuğumuz hayvan dostlarımızla biraz hasbihal ederek dertleştik. Etkinlikle ilgili haber, resim ve izlenimleri genç kardeşimiz Onur Yılgın derleyip sizlere sunuyor…
Unutmayalım ki ortalığı kanser gibi saran suç örgütlerinin suçlarına ortak olmasak bile bir şekilde lekelenmemiş olmamız çok küçük bir ihtimal. Endüstriyel futbol dediğimiz ahlaksızlığın sistematiğinde kitlelerin (yani bizlerin) gönlünün hoş tutulması, sunulan cicilerle gözlerinin kamaştırılması ve sürüye dahil edilerek gönüllü güdülmesi ilk sırada yer alır.
Yumurtakafa Yılmaz’ın, topu bütün sahayı dolandırarak rakip kaleye yolladığı endirek vuruşlarına alıştık. Bu yazısında da Yılmaz, yaşamla mücadele eden ölümün gönüllü ortaklarının hayatla, bizlerle kirli mücadelesine nasıl bakamadığımıza dair sıkıntılardan dem vuruyor. Gözlerimiz açık belki açık olmasına da ya etrafındaki at gözlükleri?
Zaman gözlerimizi biraz ovuşturma zamanıdır. Zaman üzerimizdeki lekeli çulu söküp atma, kukuletaları çıkarıp kafamızla güneşi buluşturma zamanıdır. Futbolun battıkları numarayı başladılar
*
Spor yazarı Osman Bulugil’i spor sitelerindeki yazılarından tanıyorsunuzdur. Kendisi ilk kez dergimizde yer alıyor ancak buna bu sayımızla birlikte yer almaya başlıyor demek daha doğru olacak. Analitik üslubuyla yazılarını zevkle okuyacağınızı umduğumuz yazar bu ilk yazısında, endüstriyel futbolun kısa bir analizi ve bununla ilişkili olarak futbolda şike ve medya konusunu tartışmaya açıyor.
mafyoz örgütleri bellerine kadar bu kuburdan kurtulmak için her çevirmeye hazırlar. Çevirmeye de bile.
Bu krizi elbette ki atlatacaklar ve kaldıkları yerden devam edecekler de sorun biz hala orada olacak mıyız yoksa çobanı kaybolmuş koyunlar gibi yeni çoban gelene kadar otlamaya devam mı edeceğiz ?
Gerçek taraftarın, sadece futbol isteyen ve de sadece sevgisini gönlünce yaşayıp yansıtmak isteyen taraftarın özlemlerini Neşet Ertaş’ın gönlünden yazarımız Bülent Coşkun dile getiriyor; Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm.
Vermemiz gereken asıl karar işte budur.
4
Halkın Takımı olarak bir grup niteliği taşımadığımızı her ortamda vurguluyoruz. Bizler, diyoruz, sadece Beşiktaş taraftarıyız. Bütün farkımız da budur ve yeterlidir. Bu durumda gruplaşma gibi algılanabilecek her oluşum ve ortama mesafeli kalmamıza karşın Antalya’lı bazı kardeşlerimizin Halkın Takımı felsefesini kendi çevrelerinde öznelleştirme çabalarına kayıtsız kalmak onlara haksızlık olur diye düşündük ve kendilerine bu sayımızdan başlayarak bir sayfamızı ayırdık. Buradaki amaç aramızdaki tüm gönül bağına karşın coğrafi uzaklıktan dolayı, bu kardeşlerimizin gerçekleştirdikleri etkinlikleri sizlere birinci elden duyurabilme kaygısından ibaret.
Gündemdeki olaylara biraz mizahi biraz da sitemli bir dille yaklaşan Kenan Özcan’ın literatürümüze kattığı toprak saha ruhunun beylik bir safsata değil ama temiz bir futbol özlemini nasıl temsil ettiğine dair nefis bir yazı. Kenan Özcan’a teşekkür ediyor ve emeklerinden faydalanmayı sürdüreceğimizi beyan ediyoruz. Günümüz taraftarının çoğunun kitabında fastsevdalar revaçta… Hiçbir şey için beklemek istemiyorlar artık. Al en iyileri, vur rakibinin kafasına, ez geç… Şampiyonluk her şey(mi)dir, gerisi traş…
1 Mayıs’la başlayan, geleneksel piknik ve son olarak Optik Başkan anmasıyla devam eden bu etkinlikleri her sayımızda kendileri bu sayfadan duyuracaklar bizlere. Halkın Takımı memleketin güneyinde neler yapıyor onlardan öğreneceğiz artık. Kendilerine selamlarımızla birlikte başarı ve süreklilik dileklerimizi yolluyoruz.
Oysa şampiyon olamadığı, bir kibrit de sen çak kampanyalarıyla taraftarına başvuran, kulübünün borcu için Başkanlarının evlerini ipotek ettirdikleri dönemlerde bile Beşiktaş taraftarı çığ gibi büyümeyi sürdürmüş, dökülen her yaprağın yerine taptaze onlarca yenisi filizlenmiş bir gerçekliği ifade etmektedir Beşiktaş sevdası.
Dergimizde daha önce de yazan nadir kadın yazarlarımızdan Gülgün İşbilen yeni bir yazısıyla yine bizimle.
Dost, düşman; seven, sevmeyen herkeslerin hakkını teslim ettiği bu sevdayı o yılları yaşamış olan Hakan Kirezci kendi efkarınca anlatıyor.
Futbol konuşulurken hep kazananlar ve mağdurlardan söz edilir. Bunlar bazen futbol emekçisi dediğimiz futbolculardır -ki çok yerde sendikaları bile vardır-, bazen yöneticiler, bazen çalışanları ya da taraftarın kendisidir; peki ya kulüpler? Tüm bu hay huy içerisinde ses çıkarma yetisine sahip olmayan ama herkesin hep aşkına özne tayin ettiği kulüplerin mağduriyeti?
* * *
Nasıl oluyormuş derseniz okuyun deriz… Futbol her kategoride bir rekabet ortamı yaratmasıyla da ünlüdür. Erkekler, Kadınlar, çocuklar, engelliler, kulüpler, ulusal takımlar, kıtalar, Dünya… 2001 yılında fikir olarak ortaya atılmış ve 2003 yılında ilki düzenlenmiş olan; halen de her yıl tekrarlanan bir Dünya şampiyonası daha var; Evsizler Dünya Kupası. Cape Town' daki Uluslararası Sokak Gazeteleri Teşkilatı Konferansında The Big Issue Scotland’ın kurucularından Mel Young ve Avusturya' daki bir sokak gazetesi olan Megaphon’ un editörlerinden Harald Schmied, Evsizler Dünya Kupası fikrini ortaya attılar
21. sayımızda buluşmak üzere…
Her yıl bir kentin ev sahipliği yaptığı bu şampiyona ile ilgili bir araştırmayı Halkın Takımı olarak atölyemizde sunuyoruz. Eski dostumuz Kenan Özcan yine bizimle.
5
ustalığıyla, ikisinin de hakkından gelmeyi başardı ancak bu zamana kadar, balığının dörtte biri de saldırganlar tarafından yenilmişti. Kayık gidiyor ama henüz hiçbir ışık gözükmüyordu. Gece olunca, bu sefer sayısını bilmediği kadar çok köpek balığı hücumu başladı. Artık karşı koymanın faydasız olduğunu biliyordu. Yine de sopası ile elinden geldiği kadar vurdu, vurdu. Sopası yitince, dümenin tahta kolunu kaptığı gibi balığın başına saldıran köpek balığına gücünün son kırıntılarını toplayarak ve yine tüm hıncı ile vurdu, vurdu. Son köpek balığı buydu ancak yenecek bir şey de kalmamıştı. Şimdi tek hedefi, evine varmaktı. Bütün ustalığını kullanarak, saatler sonra küçük limana girdi. Yanında koskocaman bir iskeletin bağlı olduğu tekneyi elinden geldiğince yanaştırıp, bağladı. Sonra da sereni toplayıp sırtına attı ve evin yolunu tuttu. O kadar yorgundu ki eve varır varmaz hemen uyudu. Sabahleyin çocuk kapıyı açıp girdiğinde, yaşlı balıkçı halen uyuyordu. Çocuk onun ellerini görünce ağlamaya başladı. Sonra kahveden kahve aldı ve yaşlı adamın yanına döndü. Uyanıncaya kadar başından ayrılmadı. Uyanınca, kahvesini uzattı. Çocuğu gören Santiago inledi, “Yendiler beni Manolin, yendiler beni”. Çocuk cevap verdi. “Seni balık değil ötekiler yendi”
Kapak konusu
Hikâyenin baş kahramanının adı olan Santiago İspanyolca'da Aziz Yakup'a verilen isimdir ve çile çekişin sembolüdür.
Para… Mamalanmak… Bağlamak… Ayarlamak… Kar etmek… Kazanmak…
Köpekbalıklarına karşı verilen mücadeleyi biz; yani Santiago’lar; yani bütün Aziz Yakup’lar kaybettik. Hatta birçoğumuz tıpkı vampirlerde olduğu gibi köpekbalıklarına dönüştük. Dönüşmeyi beceremeyenlerimiz ise deniz yıldızları gibi, deniz kestaneleri gibi, deniz hıyarları gibi oturup kıymetli varlığımızın kemirilmesini seyrettik.
Uluslararası bir sirkin bol parıltılı gösterisindeyiz sanki. Ernest Hemingway’in Nobel aldığı bir romanı geliyor akla; İhtiyar adam ve deniz. Küba’lı yaşlı balıkçı Santiago’nun öyküsüdür bu. Küçücük sandalıyla, sandalından daha büyük bir yelkenbalığını yakalamak için verdiği 5 günlük müthiş mücadelenin öyküsü. Bu mücadeleyi kazanır Santiago ve teknesinin yanına bağlar balığı. Bir yandan kürek çekerken öte yandan kıymetli balığına musallat olan köpekbalıklarıyla da mücadele etmek zorunda kalır. Öykünün sonunu şöyle anlatır Hemingway;
Şimdi; tüm bu başkalaşımlar, dönüşümler ve kahroluşlar karşısında “yendiler bizi” diye inleyip dönüp yatmak ya da köpekbalıklarından insaf dilenmekten başka ne kaldı elimizde bir bakalım. Biz Beşiktaş’ız… Bizim genetik kodlarımızda Şeref Beyler, Hakkı Babalar yaşamakta. İşte bu kodlar sol yanımızda pırıl pırıl Manolin’ler yaratacaktır. Sağ yanımız çürüsün… Kangrenlere karşı Manolin’lerimiz direnecektir.
Kan kokusunu alan bir köpek balığı, yaklaşık bir saatten beri kayığın ve balığın peşindeydi. Bir müddet sonra yaklaştı ve balıktan kocaman bir et parçası kopardı. Yaşlı balıkçı, zıpkınını olanca hıncıyla tam gözünün üstüne saplayarak onu öldürdü ancak kan kokusunun artması hiç de iyi değildi. Nitekim çok geçmeden iki köpek balığı daha göründü. Yaşlı adam bütün gücü ve
Sol yanımız hala diridir bizim…
6
refleksleri örgütleyebilen, bunu kulübe ve kamuoyuna yansıtabilen örgütlü taraftarız. O yüzden, bu operasyonun sonuçları üzerine tavır geliştirmekte de hızlı davrandığımız ortadadır. Ancak, 'Beşiktaş ŞEREF'tir' başlıklı açıklamayla birlikte yeni döneme girildiğini de düşünüyorum. Beşiktaş'ın adalet önünde ve taraftarın gözünde aklanana kadar kupanın iade edilmesi tavrı önemlidir ve bir ilk olması açısından da kıymetlidir. Futbol tarihine altın harflerle yazılacaktır.
Ne acıdır ki ! Futbolda endüstrileşmenin nerelere varacağına, neleri kapsayabileceğine ilişkin bir yazımda, kapitalizmin egemenliği altındaki spor sahalarının pisliklerden temizlenemeyeceğini yazmıştım. Futbolda şike operasyonunda onlarca kişinin tutuklanmış ve soruşturmanın derinleştirilmiş olmasına rağmen halen temizlenemeyeceğini savunuyorum. Bu tezimi, FB Kulüp Başkanı Aziz Yıldırım'ın avukatı da, açıklamalarıyla güçlendiriyor.
Evet, "Şerefli ikinciliklerden bahsederken şerefsizlikle kazanılmış kupayı asla istemeyiz.'' Hal böyleyken, artık her yer temizlenmeli... Tribünlere, kulübün sağladığı avanta biletlerle yığma taraftar hakim olmamalı. Taraftar, bu tür yığılmaları kendi içinde temizlemeli. Öyle ki kulübe gerçekten sahip çıkma kriteri, karşılıklı alışveriş kültürüne dayanmalı. Sadece alan kişi konumunda olup da, arkadan oyunlarla kulübü yönlendirme sevdasında olanlar, bu tavırdan vazgeçmeli. Yani, temizlik başlamışken tribünlerde de kendini hissettirebilmeli...
Ne acıdır ki, söz konusu çarkın içine girme ya da kenarından kıyısından bulaşma mutluluğuna ermiş onlarca bürokrat, teknokrat, siyasi var. Ne acıdır ki, isteyerek ya da istemeyerek onlar da bu çarkın içindedir ve bu değirmene onlar da su taşımışlardır. Neyse, gelelim asıl konumuza...
Bu arada, Beşiktaş futbol takımın efsane kaptanlarından Vedat Okyar'ı ölümünün 2. yılında hasretle anarken, yönetimin kombine biletlere fahiş zam yaptığı haberini de aldık. Ne acıdır ki, Beşiktaş yönetiminin tercihi, Fİ Yapı İnönü Stadyumu tribünlerini gerçek Beşiktaş taraftarı yerine para babalarının doldurmasıdır. Yönetim, ''kombine biletlerden sadece sermaye sahipleri alsın, tribünleri zenginler doldursun'' diye tercih kullanıyorlar. HALKIN TAKIMI'nı halkın sırtından geçinen sermaye sahibi asalakların takımı haline getirmeye çalışıyorlar. Kimin eliyle ? Ne acıdır ki, ülkenin en önemli sermaye gruplarından birinin Veliahtı olan Kulüp Başkanı Yıldırım Demirören eliyle...
Bu operasyonda, Beşiktaş'ın teknik direktörü Tayfur Havutçu ile transfer komitesi başkanı yönetici Serdal Adalı da tutuklanmıştır. Gerekçesi her neyse, bu sonuç Beşiktaş Kulübü için ağır bir faturadır...
Bilindiği üzere, bizler Beşiktaş taraftarıyız ama aynı zamanda dünyada ve ülkemizdeki gelişmeleri de analiz edip tavır geliştirebilen bir taraftar grubuyuz. İnternet üzerinden kısa süreli
7
Beşiktaşlı, kombine biletlere (yeni açık için) yapılan yüzde 666'lık zamma elbette ki isyan edecek, etmelidir. 135 TL olan yeni açık kombine fiyatı 900 TL'ye çıkartılırken acaba ne düşünüldü? Takım, halktan tamamen uzaklaştırılmak mı isteniyor ?
İşte, bu hakka sahip olan Beşiktaşlılar, kombinedeki fahiş artıştan vazgeçilmemesi halinde bu yaklaşımı boykot edeceklerdir. Gerekirse, o tribünü boş bırakıp ilgili mesajı ileteceklerdir. Kıssadan hisse; Bu takım, bu taraftarla var olmuştur. Bu takımı daha da başarılı günlere bu taraftar taşıyacaktır. Bu kulübün yöneticilerine de, taraftara velinimet gözüyle değil, kulübün sahipleri gözüyle bakmaları yakışır. Şimdi; Var mısınız yaratmaya ?
yeniden
Beşiktaşlılık
ruhunu
Var mısınız tribünlerle daha fazla barışık olmaya? Var mısınız HALKIN TAKIMI'na yaraşır kimlikle mücadelede ısrarcı olmaya ?
Ne yapmaya çalışırlarsa çalışsınlar, ne yaparlarsa yapsınlar, Beşiktaşlıları Beşiktaş sevdasından vazgeçiremezler.
Var mısınız şikenin ve rüşvetin her türlüsüne tavır koymaya ?
Tribünlere para babalarını doldursalar bile stadyumun etrafını saracak olan gerçek Beşiktaşlılar (yani halkın çocukları) sevdalarını sahaya yansıtacak ekibin tek itici gücü olmayı sürdürecektir.
Var mısınız süpürmeye ?
önce
kendi
kapımızın
önünü
Var mısınız tribünlerdeki yağmacılığı, beleşçiliği ortadan kaldırmaya ?
talanı,
Var mısınız bilet karşılığı tetikçilik yapabilecek taraftar grubu beslemekten vazgeçmeye ?
8
canlılardan üstün olmayı gerektiriyorsa şayet, hayvan olmak suç olabilir mi? Çocukluğumda birçok sokak hayvanımız vardı mahallemizde. Kediler, köpekler, tavuklar, kaplumbağalar, kuşlar ve hatta kertenkeleler.
Varsanız haber verin, yeni düşüncenizi açıkça kamuoyu ile paylaşın biz de sizi destekleyelim. Aksi halde, başlamış ve devam eden, ucunun nereye kadar uzanacağı belli olmayan bu sözde temizlik operasyonlarından medet uman bir kulüp haline gelmek işten bile değil. Ama bilesiniz yakışmaz.
ki,
HALKIN
TAKIMI'
na
bu
Mahallemizdeki köpeklerin çiftleşmesi bize komik gelirdi. Sokak ortasında iki hayvanın doğallığını yaşaması hep birilerini rahatsız eder; ayırmak için dövmeye, su dökmeye çalışırlardı. Üzülürdük tabii…Dedim ya komik de bulurduk.
HALKIN TAKIMI' nın gerçek sahipleri böyle bir tabloya asla izin vermez.
Kediler de farklı değildi. Uluorta çiftleşmeler, Mart aylarında mırlamalar vs… Oysa aynı işleri kuşlar ve tavuklar da yapardı, inekler ve koyunlar da. Netice olarak üremek için neredeyse tüm canlılarda bu şart; aynen insanlar gibi. Peki tavuklara, ineklere ve koyunlara neden çiftleşirken müdahale edilmez ? Zebur Mecmurlarında köpek haklarından bahsedilir. Kapısındaki köpeği aç bırakana kırbaç cezası öngörülür. Beğenmediğimiz köpek sahibini düşmandan, hırsızdan ve yabani hayvanlardan korumakla, sahibi de kapısındaki hayvana bakmakla mükelleftir. Köylerde yaşayanlar bilir; harman sonunda elde edilen tahıllar yerden 2 karış yukarıda tutulur. Sebebi; kediler rahatça altına girip fareleri yakalasın diye. Fare asalak olarak bilindiğinden, karşısına doğal düşmanı sunulur. Tavuklar ve diğer (eti, sütü yenen) hayvanlar çiftleşmede özgürdürler. Sahibine daha somut bir kazanç sağlayacağından ötürü daha kıymetliler. Hatta damızlık olarak kullanılıp teşvik bile edilirler; öküzler hariç.
Hayvan barınağı ziyaretimiz Hayvan… Sokak hayvanı!
Şimdi değişen tek şey var. Evimizi, ürünümüzü ve canımızı koruyan hayvanları sokaklara salarak plansız çoğalmalarını sağladık. Aşağıladık, hor gördük ve ne acıdır ki dövdük, sakat bırakıp sokağa attık…
Kentlerin neresinde doğal hayat kaldı ki? Bu hayvanlar doğallıklarını yaşayacak kadar özgür hareket edebiliyorlar. Ya da biz ne kadar insanız? İnsan olmak diğer
9
Hayvanların bizden bekledikleri tek şey var; kentlerde veya kırsal alanda kendilerini sahiplenecek hoşgörülü bir yuva ile sizlerin elinden olmasa bile çöplerden çıkarabilecekleri yenilebilir birkaç şeyle karınlarını doyurmak. Bir insanın canı kendisine ağır gelir mi? Evet gelir. Çaresiz ise ve çözümü noktasında başarıyı yakalayamadı ise psikolojik bir vakaya dönüşebilir. Çoğumuz bunu bildiğimiz halde, sokak hayvanlarını aşağılayarak izlemiyor muyuz?
Bizi sokakların müdavimleri karşıladı; evvela biraz ürktük. Sonra bir sükunet havası hepimizi sarıverdi.Kendileriyle ilgilenmemiz için olur olmaz gösterilerde bulunmaya başlamışlardı. Tek istedikleri biraz sevilmekten ibaret, hepsi buymuş meğer.
Bir konu hakkında sıkıştığımızda diğer insanların bize anlayışla yaklaşmasını istiyoruz, empati kurmasını bekliyoruz. Konu diğer canlılar olduğunda ise… Aklımıza bile gelmiyor.
Sokak hayvanlarına gittik. Sahipleri tarafından sokağa terk edilen sokak hayvanları. Acımasız insanlar tarafından sakat bırakılan ve sokağa terk edilen, sokağın hayvanları… Gel de Zebur’a hayıflanma! İçlerinde bize kızanlar da vardı tabii… Kızgınlıkla bize hırlıyorlardı, insanoğlunun acımasızlığına isyan eder gibi.
İşte bu nedenle “sokak hayvanlarını” ziyaret etmeyi düşündük. Arkadaşımız Dewe’nin çağrısını alır almaz hazırlıklara başladık. Torbalarla köpek mamaları, makarnalar, ilaçlar, gazete kağıtları ve çöp poşetleri sözleri aldık. Ne yalan söyleyelim? İnternet üzerinden yapılacak katılımlara pek güvenmiyorduk doğrusu! “Sanal alem, yalan alem” Fakat büyük Beşiktaş taraftarı insan olarak yine üstüne düşeni yaptı. 2 minibüs ve 2 otomobil dolusu ihtiyaç maddesi ile yaklaşık 40 arkadaş Yedikule de bulunan hayvan barınağına gittik.
10
Sonra gönüllü bir ablamız yetişti imdadımıza. “Onlar” dedi, “çok hırpalandıkları için yabancı görünce tepki gösteriyorlar.
Ülkemizin topraklarına göz koyanlar… Ekmeğimize aşımıza göz koyanlar…
Buradaki sokak hayvanlarına gönüllüler ile belediye yetkilileri dışında kimse bakmıyor. Topladığımız hayvanları önce hastalıklara karşı aşılıyoruz sonrada mecburen kısırlaştırıyoruz. Şayet bunu uygulamaz isek, biliyoruz ki daha sonra daha büyük sorunlarla karşılaşabiliriz.”
Özgürlüğümüzü engelleyenler… Başarımızı engelleyenler… Şampiyon olmamızı engelleyenler… Bu sıralama sürer gider. Ne demiştik? Gerekçelerini de sıralamamız gerekir. Her ne kadar düşmanımızı sıralamaktan imtina etmesek de gerekçeler konusunda tıkandığımız zamanlar olur. Bu tıkanıklık da düşman gibi görünenlerin “asıl düşmanımız” olmadığını, kafalarımızı karıştırmak için karşımıza çıkarılan gölgeler ve siluetler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Biz de dostlarımıza buradan çağrıda bulunuyoruz. Bu sıcak yaz gününde sokak hayvanları için kapınızın bir kenarına, sokakta yaşayan hayvanların ürkmeden içebilecekleri bir kap su koyun. Sokağı kirletmeyecek şekilde yemediğimiz yiyecekleri bir kaba boşaltarak, onların rahatça ulaşabileceği bir köşeye bırakalım. Ya da “sokak hayvanları” için bu tür organizasyonlarımızı daha sık yapalım. Her şeyden önemlisi, insanları sevdiğimiz gibi diğer canlıları da sevelim.
Kafalar karıştı galiba… “Rastlantıların zorunlulukları, zorunlulukların da özgürlükleri belirlediği bir yaşam biçimimiz var.” Ve biz bunu her ne kadar bilmesek de felsefi anlamda bu böyle. Yaşamak için ihtiyacımız olan şeyleri kısaca sıralayacak olursak; hava, su, (ısı enerjisi) Güneş, gıda, barınma, kıyafet ve sağlığımızı koruyabileceğimiz bir ortam.
Onur YILGIN
Yukarıda sıraladığımız unsurlardan hangisini kaybedersek daha çok etkileniriz? Bir bütün olarak ele alacak olursak hepsi. Yani bir insanın yaşamak için hepsine ihtiyacı var. Hava şimdilik bedava burada kullanım özgürlüğümüz var! Diyebilir miyiz? Tabii ki hayır. Soluk aldığımız havayı kirleten unsurları düşünün; fosil yakıtlar ile çalışan araçlar, fabrikalar adeta insanları öldürme amaçlı doğaya salınan gaz bombaları gibi. New York ve daha birçok yerde deney amaçlı gazların doğaya salınarak insanları böbrek, kalp ve solunum yetmezliği gibi hastalıklarla boğuşturarak direnç ölçme çalışmalarını saymıyorum bile. Her ne kadar rastlantısal anlamda hayat bulsak da zorunluluklar kısıtlanmış.
At Gözlüğü Düşmanınız kimdir? Kimleri sıralayabiliriz hiç düşündünüz mü? Tabii gerekçeleriyle birlikte…
11
Başarı her şey ise başarısızlık hiçbir şey midir? Şu sıralar yaşanılan rezillik değil de nedir? Başarılı olmak için her şeyi mubah sayanların gövde gösterisidir bu. Üstelik gönül verenleri çoğaltarak diğer insanların da kafasına “at gözlüğü” takma uğruna.
Varan 1: Hava bedava değil ve bir bedeli var.
Daha fazla menfaat temin etmek için “endüstriyel futbol” denilen anlayışın henüz ilk ham ürünüdür piyasaya sunulan. Ve dahası da gelecektir zaman içerisinde. Ortak kültürümüzde sahip olduğumuz kimi oyunlar vardır; sonu sürekli belli olan. Örneğin Karagöz ile Hacivat vs. sıralanır gider.
Diğerlerini de sayacaktım ama anlamışsınızdır herhalde; Güneş hariç (şimdilik) hepsi paralı. Rastlantıların ilk basamağında ayağımız taşa takıldı, oysa; diğer unsurların hepsi zorunluluk yani özgürlüğe açılan kapının eşiği değil miydi? Bizler ise hala sandıklarda bize dayatılan tercihleri özgürlük olarak algılayaduralım. Bize bunları çok gören ve özgürlüklerimizi kısıtlayan düşman da kimdir o zaman? Maalesef yine biziz.
Oysa sportif aktivitelerin sonu belli değildir. Her zaman skor ve sonuç değişmeye müsait olduğundan izleyiciler açısından adrenalin üst seviyelere çıkabilir. Birileri bize o eski oyunu izletme telaşında; “karagöz ile Hacivat” ama kaçırdıkları bir şey var. Bizler sadece izleyici değiliz. Sesiyle, ruhuyla; yaşadığı adrenalini sporcuya yansıtan ve sadece izlemekle kalmayıp, başarıyı da başarısızlığı da göğüsleyebilen bir kitleye sahibiz.
Nasıl mı? Ufak tefek diye nitelendirdiğimiz sorunlarla boğuşmaktan başımızı yukarı kaldıramıyoruz. Kafamıza takılmış bir at gözlüğü; etrafımıza bakmayı, yorum yapmayı ve en önemlisi insan olduğumuzu unutmuşuz; unutturuyorlar… Spor basit bir eğlence aracı olmasına karşın bizde bir tutkuya dönüşmüş durumda ama öyle içi boş bir tutku değil. Yukarıda sıraladığımız değerlerin bilincini de yanı sıra harmanlayan canlı, gerçek bir tutku. Bizlere sunulanın ne olduğunu bilen ve arkasında daha fazla şeylerin “hakkımız” olduğunu fark eden, yaşayan ve hakkı olanı almak için mücadele etmekten imtina etmeyen bir tribün kültürüne sahibiz. Her ne kadar bazı dostlarımız hala at gözlüğü ile dolaşarak günü kurtarma telaşıyla çevresindekileri görmek istemeseler de “kral çıplak”.
Rastlantıların zorunluluk, zorunlulukların özgürlükleri belirlediği hayatın içinde kendi sınırlarımızı çizmesini de biliriz. Kimileri gibi “parasıyla rezil olanlardan” değiliz en azından. Gerçi paramız da yoktur amma velakin bizim gibi düşünen nice dostlarımız can vermiştir mahpus damlarında ve hala vermekte. Birilerinin kafası karışmış ola ki karşılıksız hayatlarını ortaya koyanların yaşadığı acıları neredeyse ilahlaştırdıkları insanlara uyarlamaya çalışıyorlar. Oyalandıklarını fark edecek kadar, at gözlüğünün dışındaki hayatı fark edecek kadar kapasite yok.
12
KAPİTALİZMİN FUTBOLU: ŞİKE VE MEDYA Düşmanınız kim? Düşmanımız; emeğimize, alın terimize, sağlığımıza ölüm şeklimize dahi karar vermeye çalışanlar ile gördüğü halde sesini çıkarmayanlardır.
“Biz futbolun sahte dünyasının içindeyiz. Bu tamamen düzmece bir dünya. Bize basit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor ama biz sadece sistemin devam etmesi için kendini satan köleleriz. Ben sadece futbolcu Almeyda değilim; bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. İşte bu benim ve futbolun içinde kaldığım her gün gerçek Almeyda’dan uzaklaşıp kişiliğimi yitiriyorum"
Çıkarın at gözlüklerini. Kim söylemiş beni Süheyla’ya vurulmuşum diye? Kim görmüş, ama kim, Eleni’yi öptüğümü, Yüksekkaldırımda güpegündüz? Melahati almışım da sonra Alemdara gitmişim öyle mi? Onu sonra anlatırım, fakat Kimin bacağını sıkmışım tramvayda? Güya bir de Galata’ya dadanmışız; Kafaları çekip çekip Orada alıyormuşuz soluğu; Geç bunları, anam babam, geç, Geç bunları bir kalem; Bilirim ben yaptığımı. Ya o Mualla’yı sandala atıp, Ruhumu hicranın’ı söyletme hikayesi?
-Matias Jesus AlmeydaGiriş Bu yazıda endüstriyel futbolun kısa bir analizi ve bununla ilişkili olarak futbolda şike ve medya konusunu tartışacağız. Endüstriyel Futbol “Kapitalist üretim biçiminin insan hayatını, zamanı ve mekânları yeniden örgütlemesiyle birlikte bir ‘oyun’ olarak futbol da değişmek zorunda kalmıştır. Gerçekten, daha önceleri, yani köylülerin özgür topraklarında ve boş zamanlarında oynanagelen futbol, toprakların özel mülkiyet konusu haline gelmesi (çit çevirme) ile bir açıdan ‘mekansız’ kalmıştır. Köylülerin, yeni oluşan kentlere işgücü olarak sürülmesi ise oyunu ‘oyuncusuz’ bırakmıştır. Günde ortalama 18 saat çalışan işçilerin, artık bu enerji isteyen oyunu oynayacak halleri kalmaz. Kapitalizmin zaman ve mekân üzerinde bu şekilde tahakküm kurmasıyla futbol da artık popüler, gevşek kurallı, kimi zaman 300 kişinin
Orhan Veli
13
bir arada çıkar.”1
oynayabildiği
bir
oyun
olmaktan
Bunun yanı sıra, dolar milyarderlerine ait olan kulüplerin futbol dünyasında güçlenmeleri ve “diğer” kulüplere başarı sansı tanımayacak kadar lobi kazanmaları oynanan oyunun da sadece basit bir oyun olmadığını gösteriyor. Bahis (sektörün büyüklüğü bir trilyon doların üzerinde ve dörtte biri futbol maçları üzerinden dönüyor) veya şike skandalları şaşırmamız gereken bir durum değil, tersine kapitalizmin futbolunun bir parçası. Futbolda pasta büyüdükçe (Tv, reklam, sponsorluk, bilet fiyatları vb.) şike diye kavramsallaştırdığımız eğilimler artıyor ve artmaya da devam edecek.
Kapitalizmin zaman ve mekân üzerindeki tahakkümü, köylüler için mekânsız bıraktığı futbolun yeni mekânlarını üretmeye başlamıştır. Bu dönüşüm kentlerde işçi sınıfının, artık bu yeni mekânlarda oynanan futbolun izleyicisi başka bir yönüyle de tüketicisi konumuna getirmiştir. Artık futbolun eski oyuncularının, köylülerin, oyunu oynayacak ne günleri ne de zamanları vardır; tatil günlerinde sadece, yeniden üretebilmek için dinlenme/eğlenme görünümü altındaki tüketme etkinliğidir artık futbol.
Şike ve Medya
Kapitalizmin işçi sınıfıyla futbolun ilişkisini dönüştürmeye başlamasını salt bir tüketim olarak ele alamayız. Statlara gidip maç izlemek sadece bilet veya kulübün lisanslı ürünlerini satın almakla açıklanmaz. Stadyumlar, aynı zamanda iktidar ilişkilerinin somut olarak inşa edildiği mekânlardır. İktidar ilişkisinin kapitalist sistemde meşruluk kazandırılma mekanlarından biri olan stadyumlarda, saha içindeki “ağabey” oyunculara, şeref tribününden localara, kale arkasından maçları oturarak izlemeye, birçok statta kadın tuvaleti olmamasına kadar somut olarak görülüyor. Futbol kapitalizmin kendini yeniden ürettiği bir alandır. Tam da bu yönüyle futbol üzerinden, cinsiyetçilik, ırkçılık gibi sistemi üreten ideolojilerin meşruluk kazandırıyor.
Futbol dünyasında patlak veren şike iddiası her an yeni bilgilerle kafa karıştırmaya devam ediyor. Süreç boyunca elli üzerinde kişi gözaltına alınmış ve ardından birçok tutuklama gelmişti. Bu noktada, Giresunspor Kulübü eski Başkanı Olgun Aydın Peker, Sivasspor Kulübü Başkanı Mecnun Odyakmaz ve Bülent Uygun, 2004 yılındaki Sedat Peker ve ekibine yönelik düzenlenen Kelebek Operasyonu kapsamında da gözaltına alınarak yargılanan isimler olduklarını hatırlıyoruz. Bunun yanında Sedat Peker ile yakın ilişki içinde olduğu bilinen ve onun kayınbiraderi olan Mecnun Odyakmaz’ın adı Ergenekon iddianamesinde de gündeme gelmişti. Sadece bu bile bize durumun başka boyutları olduğunu gösteriyor.
Endüstriyel futbolda gösterilen bir tarafa, madalyonun arka yüzünde sömürü bulunuyor. Kulüplerde çalışan emekçilerden, dünya kupalarının oyuncaklarını üreten Güneydoğu Asyalı çocuklara kadar uzanıyor. Sadece bu da değil, örneğin 2010 Dünya Kupası için Güney Afrika’da inşa edilen Nelspurit kentindeki Mbombela stadı (74 milyon pounda yapıldı), yapımıyla birlikte Stefani kabilesine ait atalarından kalma 118 bin hektarlık alan işgal edildi, stat yapıldı ve kabile göçe zorlandı.
Öncelikle vurgulamamız gereken şey, Türkiye’de bu sürecin ilk kez yaşanmadığı. Daha önce de birçok kez iddialar ortaya atılmış ama genelde üzeri örtülerek unutturulmuştu (Akçaabat sebatkayseri maçını ve sonrasında meclisteki komisyon raporunu hatırlayalım). Burada örnekleri çoğaltabiliriz. Fakat hepsinden de varacağımız yer şikeyi meşrulaştıran bir anlayış oluyor. Geçmişiyle bugünü meşrulaştıran böylece gelecekteki şikelere zemin hazırlayan bir sisteme karşılık geliyor söylemek istediğimiz.
1
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan. 2008. “Endüstriyel futbol çağında “taraftarlık” , İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 26 Kış-Bahar 2008, sf:289–316
14
Şike olayı son sezona ait gibi gösteriliyor. Fakat bu geçmiş yıllardan bağımsız bir şey değil ve Türkiye’de kulüpler için zaten var olan şike yapabilirlikleri, yapmaları ve bunun toptan temizliğinden ibaret bir süreç yaşanıyor. Şike diye kavramsallaştırdığımız “başarıya giden her yol mubahtır” anlayışıyla ilişkili eğilim zaten kapitalizmin futbolunda içkin olarak yer alıyor ve şike operasyonları da bir tarafıyla kirli tarihlerinin örtülmesine karşılık geliyor.
futbola kadar götürülebilir. Ya da silah ticaretine kadar uzayabilir. Bunların hiçbiri, konunun (şike olaylarının) dışında, şikeden bağımsız ve sadece burada adı geçen kişiler nedeniyle bağlantı kurulabilecek şeyler değil. Aslında tam da içinde. Fakat medya, bunların içinde en çok Aziz Yıldırım’ı öne çıkartıyor. Böylece ideolojik saldırının bir parçası da Aziz Yıldırım üzerinden yapılmış oluyor.
Geçmişiyle bugünden bağımsız olmayan bir süreç var endüstriyel futbol ilişkileriyle beraber daha da meşrulaştırılarak yapılıyor. 2006 yılında İtalya’da da Juventus küme düşürülmüş, birçok kulüp ceza almıştı. Fakat şikenin sadece bu olaylarla bitmediğini daha yeni çıkan ses kayıtlarıyla gördük. Buna keza çok da uzak olmayan bir süreçte Almanya’da başlatılan ve Türkiye’ye de uzanan soruşturmayı biliyoruz. Şike olayının patlak vermesiyle beraber aslında olayların nasıl bir eğilim içinde sunulacağı ve gelişeceğini tahmin edebiliyoruz. Bu süreç birinci ve ikinci dalga ve devamıyla birlikte bir fotoğraf sunuyor: Bu da, medyanın olayları kaybettirdiği gerçeği.
FİFA, UEFA ya da ülke federasyonlarının şikesiz bir oyun gibi hedeflerinden –şike kapitalizmin futboluna içkindir- söz edemiyoruz. Futboldaki tekelleşme sürecinin yaratan ve yaratmaya devam eden faktörlerden biriydi şike ve olmaya devam ediyor, edecek de. Burada birilerinin canı yanacak. Fakat bu en az hasarla geçiştirtecek ve sonrasında şike diye kavramsallaştığımız (endüstriyel futbolda var olmaması düşünülemez bile) kapitalizmin medyayla sürekli dayattığı başarı algısının bir eğilimi olarak, devam edecek ve artık yıkıntıların üzeri örtüldüğü için de bir sorun olmayacak. Aslında yeni şike eğilimleri için bir temizlik harekatı bu durum ve sonucu ne olursa olsun gelecekteki şikeleri üretecek
Bugünkü olayların bir tarafı hesaplaşmalara, diğer tarafı da
Medya, var olan olay(lar) üzerinden düşünememenin üretilmesine neden oluyor. Medya aralarında kopukluk olan, bireyleşmiş olayları veriyor. Yani skandal olayların ard arda verilişi bile, hemen her kanalda ısrarla birbirini tekrarlayan programlar yapılmasıyla beraber “yine mi bu haber vb.” dedirttirecek biçimde bıktırarak kafalara işliyor ve böylece olay (lar) tekdüze hale getiriliyor. Medyanın bu noktada düşünememe üzerindeki etkisini açabilmek adına Ulus Baker’den yapacağımız alıntı anlamlı olsa gerek: “(…) Ancak benim anladığım anlamda “düşünce” her birimizin, birey ya da topluluk olarak, dünyaya açılma perspektifimizdir. Düşünce her zaman bir optik, bir perspektiftir. Medyanın bir ideoloji alanı olarak işlev gördüğünü biliyoruz. Öte yandan Marx, “bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür” demişti. Basit
devletteki endüstriyel
15
bir olguyu anlatan bu cümleciğin neresinde ideoloji kuramının temellerini bulabiliriz? Bir köylü bir saraylı gibi düşünürse, yani “saraylı gibi düşünme” tüm topluma yaygınlaşırsa işte ideolojiyle karşı karşıyayız demektir. Köylü gibi düşünme, köylünün yaşam perspektifini düşünsel bir perspektif haline getirir. Düşünceye düşünceyle karşı çıkılır ancak. Yani düşünceyi bütün perspektiflerinde homojenleştiren, aynılaştıran düşünceye (işte ideoloji budur), perspektife dayalı somut bir düşünceyle karşı çıkılabilir. Bu homojenleştirmeyi, hakikatin her yerde aynılığını ve kendisiyle özdeşliğini sağlayan neredeyse insanüstü diyebileceğim düzeneğin medyanın ta kendisi olduğunu rahatlıkla fark edebiliriz. Böylece, düşüncede olaylar “perspektiflerin ifadesi” olarak ortaya çıkmalıdırlar”2. Bu noktada şike olaylarında da gördüğümüz gibi medya olay üretmiyor. Yaptığı şey olayı tekrar tekrar sahnelemekten ibaret. Şike diye kavramsallaştıdığımız ve endüstriyel futbolun gelişiminde içkin olan bir eğilimi üzerinden, medya aslında neyi ne kadar düşüneceğimizi işleyerek tam da ideolojik işlevini yerine getirmiş oluyor.
Sevsem Öldürürler… Sevmesem Öldüm… Ülkemizde futbol enstrümanları hiçbir zaman kendi ahlak kriterlerini oluşturamadı, tüm bu sıkıntı ve buhran bu yüzden, tribünler kalbinin en derin yerinde, sancıyla izlemekte. Televizyonlarda renkli medyanın palyaçosu olmuş ve ucuz kahramanlıklara abone, kulüp başkan ve yöneticilerinin iki dudağına bakan pek muhterem spor basını (bir kısmı ve onlar zaten kendilerini bilirler) ''ne olursa olsun'' kazanmayı kutsamış bir günahkarlar kilisesine dönmüştür. İşte bu öyle bir cadı kazanı ki tüm bu enstrümanlar ; futbolcusu, yöneticisi, menajeri, basını ve tribünde taraftar olmaktan çok; kiralıkları ve bu kazanın rant eden tüm adamları şimdi çıkmış suçluları suçsuz, suçsuzları suçlu ilan etmeye çalışırcasına debeleniyorlar altta kalanın canı çıksın dercesine...
Medya hem olay üretmiyor hem de futbolu, toplumsal yaşamın içinde olmasına rağmen sanki yaşamın, politikanın dışında bir alanmış gibi gösteriyor. Aslında bu durum bile yaşadığımız toplumun tam da küçük bir minyatürünü sunuyor. Medya ile futbolun bu şekilde toplumdan bağımsızmış gibi aktarımı yoluyla egemen iktidar ilişkilerinin görmezden gelinmesi ve bunun yeniden üretilmesine hizmet ediyor. Yazımızı Nelson Rodriques’in sözüyle bitirelim:
Gel gelelim zamanı geriye çevirme ya da hep bir ağızdan söylediğimiz o tribün şarkıları; rakip takıma atılan golün verdiği o muhteşem haz ve tribünleri bir deprem sarsıntısına çeviren o mahşeri sevinç ve coşku; stadyumdan çıkarken galip takımın taraftarı olmanın vermiş olduğu tebessüm ve huzur… Şimdi hepsinin yerinde derin bir şüphe ve hüzün var.
“Tek gördüğünüz topsa, hiçbir şey görmüyorsunuz demektir”
Biz biliriz taraftarı olduğu takımı bir kızı sevdiği gibi seven ve hatta tüm aşk hayatı peşinde deplasman-deplasman, ilil, bölge-bölge koşan; yetmedi ev sahibi takımının taraftarından dayak, üstüne de polis copu yiyen vefakar taraftarı… Şampiyonluklarında stadyumu bir düğün alayı gibi süsleyen. 1. 2. 3. ve tüm amatör lig maçlarında oynanan müsabakalarda
2
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx? did=1&dsid=65&dyid=1710&dergiyazi=Medyaya%20Nas %FDl%20Direnilir
16
takımına bağlı, ruhani bir aidiyet… Bir aşk… Bir güzel oyundur bu ! Şimdi biz hep diyoruz ya endüstriyel futbol için: ‘’Tribündekiler taraftar… Evdekiler seyirci, hepsinin toplamı müşteridir’’. ( Hani bu köyün delileri biziz ya) Bizler mahallesinin toprak sahaları, tozu dumanında ayakkabısı ve kirazlıklarında gömleği yırtılan bir kuşağın çocuklarıyız. Ya da çok mu romantiğiz ? Evet romantiğiz ve çok seviyoruz ! Mecnun’un Leyla’yı sevdiği kadar hem de, hiçbir maddiyat veya hiçbir çıkar beklemeden bizi kendini bu kadar çok sevdirdiği için seviyoruz… Eski bir Neşet Ertaş türküsü gibi; ‘Sevsem öldürüler… sevmesem öldüm…’ der gibi… Sınıf farklılıklarını zengini- fakiri, güzeli-çirkini, siyahı ve beyazı ayırt etmeden sevmeyi öğrettiği içindir belki de…
Başlarken…. Yürünecek yolun uzunluğunu, yol üstünde karşılaşılacak ve önceden hesaplanması mümkün olmayan olumlu-olumsuz gelişmelerin varlığını bilerek ilk adımı atabilme cesaretini göstermek zordur. Hele ki bu yolu tek başınıza yürüme şansınız yoksa ve yürümek için yan yana geldiğiniz insanları hayatınızda daha evvel hiç görmemişseniz. Yaşamda birbirinizi ölçme şansınız hiç olmamışsa yürümek, zar atmaktır. Birey olmanın bireyciliğe indirgendiği, Rabbena hep bana önermesinin tabiri caizse beyinlere kazındığı bir dönemde zar atmak önemlidir. Attığınız zar tutmayabilir, yenilebilirsiniz ancak ihtiyatlı davranmak adına kendi kabuğunuzu kıramıyorsanız, birilerinin yaptığı iyi işleri uzaktan izleyerek ömrünüzü geçirirsiniz. Birileri yapar ve siz sadece izlersiniz.
Ama biliriz ki sevmek bazen karşılıksız da olsa, ahlak gerektirir. Biliyoruz ki süreç çok zor. Biliyoruz ki bu hassasiyet, ülkenin hakim ve savcılarının dudaklarından çıkacak söz veya kararların, gözleri kapalı bir kadının elinde tuttuğu terazi kadar hassas... Ve diliyoruz ki bunun adı adalet olsun. Şimdilerde hayatın geneliyle ilgili ciddi sosyal paylaşımları olan bizlerin ilk buluşmasını düşününce gülümsememek elden gelmiyor. İnternet üzerinden sağladığımız kontağın reel hayata aktarılması konusunda hemfikir olunduktan sonra, kesilen ilk randevuya gelenlerin heyecanını, uzun bir süre birbirlerinin ismini dahi sormayı unutma acemiliklerini, birbirlerine samimiyetlerini kanıtlama çabalarını…
Ve aynı zamanda bu öylesine bir süreç ki İMKB’nin kar ve zarar dengesindeki konjonktürel verilerden tutun, kendi mazlum ve şerefli tarihinden dem vurup ‘şanlı tarihimize leke sürmedik’ deyip ve kenardan izlediği güreşçilerden hangisinin ilk önce tuş olacağını bekleyen fırsatçılığa dönmüş bir kirli oyuna dönmesin. Yasalarda zaman aşımı olsa da biz biliriz ki vicdanen mahkum olmak, ne kanun ne kural gerektirir !
Bunların hepsi zarın iyi geleceğinin ilk işaretiydi. Saatlerce konuşulduktan sonra, “1 Mayıs’ta Halkın Takımı olarak yürümeliyiz. Biz Beşiktaşlılığı sokaklarda yaşamalıyız, pahalı formaların orgazmlarıyla değil” cümlelerinin herkesçe onaylanmasıyla birlikte yola koyulduk.
bulentcoskun03@hotmail.com
17
Avuçlardan masaya bırakılan iki zardan birinin şeş olduğu artık gözle görülebiliyordu. Günlerce süren çalışmaların sonucunda, utana sıkıla ”ya usta senin isim neydi?” diye birbirine soran insanların koyduğu iradeyle, 1 Mayıs alanına çArşı-Halkın Takımı olarak çıkma başarısını gösterdik. Bu ülkede tribünlerin de hayatın içinde olduğunu kendi dilimizden haykırmanın ve bunu Antalya yerelliğinde (içinde birçok acemilikleri de barındırıyorduysa da) yapabilmenin haklı gururunu hep birlikte yaşadık. Alanda aldığımız tepkilerin yüksek sesle kulağımıza her çalınışında gözleri parlayan bir avuç insanın motivasyonları, zarların düşeş olduğunun kanıtıydı.
Futbolun asıl mağduru kim? La Liga’da (İspanya ligi) futbol hala başlamamıştı bu yazı yazılırken. Sebep? Paralarını alamayan futbolcular kulüpleriyle papaz olmuşlar. Toplam 57 milyon Euro borçtan söz ediliyor. Bir kulüp başkanı da bankaları suçluyor. Diyor ki bize kredileri kestiler biz de futbolculara para ödemekte zorlanıyoruz. Dünyanın neredeyse bütün kulüplerinde aynı dert. İstisnalar var elbette; örneğin bizim Gençlerbirliği. Borcu morcu olmadığı gibi Cavcav efendi kasaya istiflemiş milyonları dolanıp duruyor kasıla kasıla. Peki Gençlerbirliği ne yapıyor? Hiçbir şey. Ne düşer ne şampiyon olur. Böyle bir iddiası da yok zaten. Avrupa kupalarını da masraf kapısı olarak görüyordur muhtemelen Cavcav efendi. Böyle iyi, ellemeyin. Sonra da en az taraftarı olan en köklü kulüp diye bir garip ünvanın sahibi olarak varolur futbol dünyasında; olmasa kim ne kaybeder ki?
Bu motivasyonun yarattığı itici gücün Antalya yerelliğinde bulunan taraftar topluluklarının “fazla dayanmaz yakında bunlar da çatırdar” tavırlarına karşı, 1 Mayıs sonrası yaptığımız 1.dostluk pikniğimizle, genel seçimler öncesi Hopa’da öldürülen Metin Lokumcu için alanlara çıkan Antalyalı demokratların yanında Halkın Takımı olarak yerimizi alışımızla, 2 Temmuz’da Sivas Katliamını lanetleyenlerin içinde formalarıyla yürüyenler oluşumuz ve son olarak da Optik Başkan’ı anma etkinliğinin lokomotifi olmamızla temellerimizin nerede olduğunu bir kez daha ispatlamış olduk. Birbirini tanımayan bir avuç insanın koyduğu irade gün geçtikçe hayatın içinde kendine bir ses buluyor. Her etkinlikten sonra yeni dostlar edinerek ayrılıyoruz alanlardan. Hayata Beşiktaş katıyoruz sözünün karşılığının sokakta olduğunu biliyoruz. Olmamız gereken yerde olacağız. Varsın birileri ahkam kessin, biz sokakta olma konusunda ısrarcılığımızı sürdüreceğiz. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, yola çıkmak zordur; ta ki ilk adım atılıncaya kadar… Yurdun dört bir yanında ki kardeşlerimize sözümüz olsun: Bu rüzgar, bu gemiyi hedefe taşıyacak… Güney’ den selamlar…
18
Benzer kulüpler de illa ki vardır da ben bilmiyorum. Ama varsan baksan felsefesi sadece para biriktirip olduğu yerde durmak olan bir kulüp işte, gerisi yok. Anadolu’da böylelerini keçi bokuna benzetirler; kokmaz ve bulaşmaz özelliklerinden dolayı.
olamayacaktı. Bu pazarlama stratejisiyle forma üreten tekstil endüstrisi işe dahil oluvermiş ve aradan büyük paralar uçurmuş. Kim ödemiş bu paraları? Başkan kendininkini geri aldığına göre biz yani taraftar ödemişiz. İyi ödedik, giydik güle güle kime ne kime ne olmasına da normal değerini sırf formacılar para kazansın diye ikiye katlayan o futbolcu kendisinin ne kadar değerli bir mal olduğunu fark ettiğinde ne yapıyor? O da katlıyor alacağı ücreti. Onca bol sıfırın arasında üç beş milyonun lafı olmaz elbet, ver gitsin. O farkı da bilet ve kombinelere yaslarız gider.
Borçlananlar nasıl borçlanıyorlar? Hiç mi gelirleri yok bunların? Var elbet ama ayaklar yorganlardan hep dışarıda. Hedef koyacaksan iyi topçu alacaksın. İyi topçu da iyi para. Olsun, verilir alınır da işte gelirleri de sollar hatta turlar bindirir, böyle durumlara düşersin. Bu iş bilmezlik midir dersiniz? Bunca başarılı işadamının Başkan, yönetici olabildiği büyük büyük kulüpler nasıl böyle borç batağına sürükleniyorlar ve de oradan çıkamıyorlar bir bakalım.
Büyük markaların tepiştiği alanlarda kendi adının da boy göstermesini isteyen binlerce irili ufaklı endüstriyel markalar da işe dahil olmanın bir yolunu arıyor haliyle. Öyle ya bilmem ne sucuklarının ya da falanca inşaat şirketinin adını nasıl kaktıracaksın futbol alanlarına? Hadi öteki formacı ayaklarına kıçını koyacak bir yer bulmuş yemleniyor, bunlar ne yapsın?
Marifet iltifata tabiidir demiş eskiler. Yani diğerlerinden ileri bir özelliğin varsa ve de işe yarıyorsa bu özellik, daha fazlasını hak ediyorsun demek. Bu anlamda iyi topçunun vasat ya da kötü topçudan fazla para istemesi ve alması eşyanın tabiatı gereği. Bir de araya bu işlerin simsarları, yani pazarlaması topçudan daha iyi olan aracılar işin içine girdiğinde maliyetler daha da bir artıyor. Artsın, onları da besleriz de iş bununla kalmıyor ki ağalar…
O zaman gelsin yayıncı kuruluş. Al birader şu maçların yayın hakkını da heba olmasın öyle açık yayınlarla. Boşa akıp gidiyor deyip bir havuz oluşturuveriyorlar. Diyorlar ki aha size havuz. Burada bu kadar para var. Alın paylaşın ama maçlarınızı sadece biz yayımlayalım. O havuza o paraları kim koyuyor peki? Dekoder mekoder derken haydi bir kapı daha açılıyor taraftara; masraf kapısı.
Yıllardır üzerinde gezindiğimiz, sakız gibi çiğnediğimiz şu endüstriyel futbol işleri ne hale getirmiş biraz da ona bakalım.
Yetti mi? Yetmez. Kalanını da sucukçusu, gazozcusu, cikletçisi, çorapçısı reklamlarla doldurup basıyorlar parayı. Reklam sektörü, irili ufaklı yüzlerce alakasız marka ve TV yayın şirketleri de biniveriyor sırtımıza böylelikle. Başkanın keyfi yerinde. Popülerliği artmış, bu işlerine de yansımış yuvarlanıp gidiyor. Yayını yapan, reklamı veren, formayı satan, topu oynayan, oynayanı pazarlayan, yöneten, masaj yapan, çay yapan hepsi kazanıyor, taraftar da ödüyor bir şekilde ama ödeyemezse de lanet edip oturuyor kıçının üstüne.
Vakti zamanında Beckham’a bilmem kaç yüz milyon dolar bastıran Real Madrid başkanı şöyle bir laf etmişti. “Ben onu sandığınız paraya almadım ki. Sözleşmeyi imzalattığım andan itibaren o paranın yarısını forma satışlarından geri aldım zaten.” Adam haklı. Real Madrid bir dünya markası olduğundan Arap ülkeleri, Japonya’dan başlayıp forma satmadığı yer neredeyse yok. Yani numaralar isimlere tahsis edilmeyip eski usul 1-11 arası sıralansaydı da o formayı o mevkide oynayan giyip çıkabilseydi, sırta futbolcu ismi yazmak mümkün
19
Peki bunca harala gürele arasında kulüpler ne oluyor? Hani o arması forması uğruna yollara döküldüğümüz, ismini rengini içimize kazıdığımız kulüpler? Borçlar bindikçe biniyor üzerine. Tüzel kişilik ya sesini de çıkaramıyor garip. Federasyonun elinde talimatlarla bağlı, mahkemelerin elinde kanunlarla bağlı, kongre farelerinin elinde yönetmeliklerle tüzüklerle bağlı çatırdayıp duruyor. Yıkılsa gitse taraftarından başka ağlayanı olmaz ki kime ne… Taraftar yönünden arkası sağlamsa devredersin bir şirkete, satarsın meraklı bir zengine çeker gidersin kim ne karışır. Koskoca Manchester United sosyete sürtüğüne dönmedi mi?. O burnumuzu çektiğimiz Real Madrid’ler Barcelona’lar, İnter’ler, Milan’lar vs vs ne durumdalar kimin haberi ve de umurundadır? Vefa 1908 yılında kurulmuş, şimdi nerelerde acaba?
Evsizler Dünya Kupası
Altınordu ki 1923 yılında kurulmuştur. Göztepe’si Karşıyaka’sı falan hava. İzmir’in en çok taraftarına sahip bu kulübü şu anda var mı? Varsa ne durumda kim ilgilenir? Oysa Koskoca Trabzonspor dediğimiz kulüp daha dün, 1967 yılında kurulduğunda renkleri bile karmakarışıktı da zar zor bordo mavi edip çıkardılar piyasaya. Diğer şampiyon Bursaspor’un ise kuruluşu 1963.
Futbol dünyadaki çoğu insanın hayatı içinde belki çok önemli, belki de sadece ilgi alanı olarak daha az önemli bir şekilde yer alır. Bazıları için eğlence kaynağıdır bazıları içinse iş. Futbol bazıları içinse hayatını değiştirme fırsatı olabiliyor.
Yani diyeceğim; bu değirmen yer, sindirir, tükürür ve yenisini doğurur hiç fark etmez. Marka yaratmak onun işidir, tabii tüketmek de… Yeryüzünde hangi kulüp bunların elinde sonsuza kadar daim olacağının garantisini sunabilir bizlere?
2001 yılının sonunda, Cape Town' daki Uluslararası Sokak Gazeteleri Teşkilatı Konferansında The Big Issue Scotland’ın kurucularından Mel Young ve Avusturya' daki bir sokak gazetesi olan Megaphon’ un editörlerinden Harald Schmied, Evsizler Dünya Kupası fikrini ortaya attılar ve böyle bir olayı gerçekleştirmek istediler.
Endüstriyel futbolun en önemli enstrümanı kulüpler sanıyorsak yanılıyoruz. En önemli şey satabilecek olandır. Satabildiği ve de alabildiği oranda kulüpler korunur, kollanır. Bu yeteneklerini yitirdiği anda ise göz kırpılmadan gömülür tarihin çöplüğüne. Kulüplerin asıl gücü taraftarından gelir. Taraftar olduğu sürece o kulüp varlığını koruma gücüne de sahip olur ama hangi taraftar? Müşteri olan taraftar. Almaktan vazgeçen taraftarın kulübünden de bu büyük oligarşik yapı hemencecik vazgeçer. Şimdi iki ucu boklu değnek dedikleri tam da budur. Ne öneriyorum? Hiçbir şey. Pasif direniş kulübü yok edecek. Dönüşüm ise temsil ettiklerini. Her ikisi de aynı kapıya çıkar diyorsanız sizin önerilerinizi alayım.
Böyle yaratıcı fikirlerin arkasında genel olarak maddi destek bulunmaz. Hele de fikrinizin temelinde maddiyatla büyük sorun yaşayan evsizler varsa. Oysa fikrin temeli olan futbolu
20
suda, havada hatta uzayda bile oynamaya kalksanız, yaratacağı rekabet duygusu büyük miktarda taraftar toplayabilme yeteneği barındırır. Bu da Pazar demektir; kar demektir. Bu iki kelimenin yan yana olduğu her ortam ise sermayenin beslenme alanı için yön tabelalarıyla işaretlenmiştir.
turnuvayı İskoçya’nın başkenti Edinburg’a taşıdı. 31 takımla oynanan bu turnuvayı’da finalde Polonya’yı geçen İtalya yeniden kazandı. 2006 yılındaki şampiyona fikrin doğduğu yer olan Cape Town’daydı. İlk kez Avrupa dışında düzenlenen turnuvada tam 48 ülke şampiyonluk için yarıştı. 300'den fazla maçta 496 oyuncu yer aldı ve 1.800'ün üzerinde gol atıldı. Şampiyon ise Kazakistan’la final oynayan Rusya oldu. Sonrasında 2007 yılında Danimarka'nın Kopenhag kentinde İskoçya’nın ve 2008 yılında Avustralya’nın Melburn kentinde Afganistan’ın şampiyonluğuyla sonuçlanan turnuvalar oynanmıştır. 2009 İtalya ve 2010 Brezilya’dan sonra 2011 yılı Evsizler Dünya Kupasının ev sahipliğini Fransa’nın başkenti Paris yapacak.
Bu güzel fikir hemen UEFA, Vodafone ve Nike'ın kurucu ortaklığında 2003 yılında Avusturya’nın Graz kentinde başarılı bir biçimde hayata
geçirildikten sonra her yıl tekrarlanan bir organizasyon halini alıverdi; ismi de Homeless World Cup (Evsizler Dünya Kupası) kondu. Sosyal sorumluluk anlayışıyla (en azından tabelada öyle yazıyor) oluşturulan bu organizasyonda amaç futbol aracılığıyla dünyadaki evsiz insanların bir kısmının hayatını değiştirmesine, insanlarla ilişkilerini geliştirmesine yardımcı olmak ya da en azından bir süre için iyi vakit geçirmesini sağlamak. Organizasyona birçok kuruluşun yanı sıra Manchester United, Inter ve AC Milan gibi dünya devi kulüpler de destek veriyor.
Biraz da kurallara bakalım. Oyuncuların turnuva tarihinde 16 yaşını doldurmuş olmaları gerekiyor; erkek ya da kadın olması fark etmiyor. Önceki Evsizler Dünya Kupalarından önceki bir tarihten beri evsiz olmaları veya geçimlerini sokak gazetesi satıcısı olarak sağlamaları veya sığınmacı (mülteci - yasal bir sığınma ya da çalışma iznine sahip olmayanlar) olmaları şartı var.
İlk resmi organizasyon Avusturya’da 2003 Temmuz’unda düzenlendi. 18 ülkenin katıldığı turnuvayı finalde İngiltere’yi yenen Avusturya evsizler takımı kazandı.
Yukarıdaki koşullara uyan herkes kabiliyetine bakılmaksızın turnuvaya katılabilir.
2004 yılında ise bu kez ev sahibi İsveç’in Göteborg kenti oldu. Katılımcı sayısı ise ilk turnuvaya göre oldukça artmış ve 29 takımlı bir turnuva oynanmıştı. İkinci kupayı ilk şampiyon Avusturya’yı finalde 4-0 la geçen İtalya kazanmıştı.
Turnuva kuralları ise kısaca şöyle; Bir takım sahaya 4 oyuncu ile çıkar. 3 oyuncu, 1 kaleci, artı 4 yedek oyuncu (hentbol gibi sürekli oyuncu değişikliğine izin verilmektedir)
2005’ teki turnuva aslında New York’ta olacaktı ama malum; ABD ve evsizlerin vize sorunu
Kazanan takım 3 puan alırken kaybeden takın 0 puan alır. Ancak beraberliğe izin verilmemekte,
21
sonuç penaltılar ile belirlenmektedir. Ancak bu durumda kazanan takım 3 puan alırken penaltılar ile kaybeden takım 1 puan alır. Maç süreleri 14 dakikadır. Top oynanan sahanın uzunluğu 20 m eni ise 14 m'dir. Profesyonel futbolcuların yer aldığı FIFA Dünya Kupası'ndaki Altın Ayakkabı ödülünün Evsizler Dünya Kupasındaki eşdeğeri Altın Delik Çorap Ödülüdür. Bu ödül turnuva boyunca en çok gol atan oyuncuya verilir. Bir de portre verelim konuyla ilgili; Küçük yaşta anne ve babası tarafından terk edildi. Büyükannesi sahip çıktı. Lizbon'un gettolarında büyüdü. 12 yaşında yetimhanenin yolunu tuttu. Yetimhaneden ayrıldıktan sonra 18 yaşında yerel bir takımda oynamaya başladı. Sokak Futbolu Festivali için gittiği Bosna Hersek'teki turnuvada 6 maçta 40 gol attı.
Kara ceketliler
Amatör bir takım olan Lounes’te oynarken 'Evsizler Dünya Kupası'na katılarak M.United'a uzanan hayallerinin başlangıcına adım attı. 3. ligdeki Amadora'da topla inanılmaz hızı ve güçlü fiziği ile öne çıktı ve 26 maçta 4 gol attı.18 yaşından sonra 'Evsizler Dünya Kupası'nda keşfedilmesiyle de şöhreti yakaladı. Peki kim bu oyuncu? Şu anki kariyerini Beşiktaş’ımızda sürdürmek üzereyken şanssız bir sakatlık geçirerek hevesimizi kursağımızda bırakan bu oyuncunun adı Tiago Manuel Dias Correia, bizim bildiğimiz ismiyle Bebe…
İşte oradalar. Birbirlerine dayamışlar omuzlarını, sahayı boydan boya tarıyorlar, kara gözlüklerini siper ederek akbaba nazarlarına. Kursaklarını şişirerek zıkkım olasıca ekm... Tövbe tövbee... anas...
kemiriyorlar
Nimete
de
ellerindeki
sövdürüyor
bu
Tövbee, ne günahı var şimdi o mübareklerin... Önlerindekilerin enselerine veriyorlar soğana boğulmuş nefeslerini ki kokuşmuş ruhlarının necaseti de kesmiyor mu zaten ahalinin soluğunu? *** -Oğlum getir şu çantayı... Hah şöylee..! Koy masaya bakalım,görsünler içindekileri...
22
da
aç
*** Sinmemeliyim...
-Şumi... Yapma be gözünü sevdiğim... Yenir mi o gol be oğlum... Düşürme kalemizi...
Bu oyunun kuralını onlar koyamaz. Kaide belli; "Sahaya çık, elinden gelenin en iyisini yap. Şartlar ve güçler dengesi ne olursa olsun. Rakip kim ve ne durumda olursa olsun. Sen kendi oyununa bak..." Ama bırakmıyorlar ki... *** -Başkan... Biz tuzunuz kuru.
şampiyon
olmalıyız.
Sizinse
Ben bir şey demiyorum .Şu çanta anlatmıştır zaten ahvalimizi...
*** -Hoca, sen bilirsin işini. İki sene önce düşmediysek amatöre senin de tuzun var çorbada; unutmadık. Topçularına iyice bellet raconumuzu... Ver ayarı... *** -Yazıklar olsun... Şu sahaların çamurunu niçin yuttuk senelerce? Üstüne bir de böyle ucuz roman mafyalarının mezesi olmak için mi? Onca yükü beraber omuzlamadık mı? O omuzlar ki cenazelerimizi de birlikte taşıdılar, düğünlerimizde de yan yana halaya dayandılar. Necmi Abi, bari sen yapma be abi... Babamın ardına ağlarken, sen değil miydin "Bırak göz yaşlarını. Sen mertliğini korudukça o da bu dünyada daim olacak." diye yüreğimi serinleten? Hanidir şimdi sizin mertliğiniz? *** -Kaptaann!.. versene Bomboşum bak.
abi
şu
topu
Yazıklar olsun...
bana.
-Miço, Miçooo!.. Ne yaptın kardaş? Kırmızılar bizden değil ki... Kime atıyon topu? Satılmışsınız hepiniz. İki kaltabanın kahpece tehditlerine karşı duracak erkekliğiniz de mi yok? Paraya tamahınız mı bu kadar alçaltıyor yoksa onurunuzu? -Ali, senin baban değil miydi bunlar gibi kara gömleklilere yiğitlenen? Hani üçü birden çökmüştü de üstüne, acile zor yettiydik. Az mı dip bucak kaçtık aynasızlardan, rehinden kurtaracak parayı denklerken?
23
*** Şimdi çıkıyoruz başkan. Üleştir kayıntınızı ama bil ki tribündeyiz. Bir aksilik olursa anında alırız faiziyle geri... *** Akibet belli. Senaryo aynen uygulanıyor.... Bu fil sürüsüne yağdırılacak taşları yüklenen tek ebabil ben miyim?
Üçü beşi bırak… Sen hasret nedir bilin mi ?.. Henüz anamın rahmine düştüm, sezon başladı. Oradan kartallar gibi şampiyonluk kupasıyla çıktım. 1959 doğumluyum. Bir gelse top önüme... İşte geliyor... Düzeltsem ayak içimle şöyle bir... Yumuşattım topu işte... Kalecinin sağına sert bir plase koysam... Vurdum abi… Vurdum kardaş... Gidiyor top işte...
1958-59 sezonu. Varol – Necmi – Kamil – Münir – Özcan B.Ahmet – Gürcan – Kaya – Nazmi – Recep K.Ahmet – Sofyanidis – Coşkun – Sedat – Faik Celal Güneş... Benim nefes almaya başladıktan sonraki ilk şampiyonluğumun kahramanları. Daha konuşmayı öğrenemeden pat diye ikinciyi de yaşadım.
Kara ceketliler ayakta. Başkanım ayakta. Hocam ayakta... Şutu çekip, düştüğüm yerden izliyorum topu. Surları delecek gülle gibi süzülüyor havada. Kale orada, top menzilinde...
1959-60 sezonu. Yukarıdaki kadroya İlhan – Tuncay – Bahattin Sabahattin – Arif – Birol – Şenol – Mustafa Sabri – Ayhan – Cengiz – Nevzat - Doğan
Haydi… Haydi...
24
eklenmiş; Varol – Kamil – Özcan - B.Ahmet – Gürcan – Recep – Sofyanidis – Coşkun – Sedat – Faik – Celal - Güneş ya bırakmış ya da gitmişler takımdan. Takımın üçte ikisi değişmiş ama kupa hala bende...
Valide sezonu kapamış artık ve ufukta bu işi kıvıracak benden başkası görünmemekte. Biz ise daha öğrenciyiz. Şimdilerde memuran tayfasının Pazartesi sendromu dedikleri illeti geleceklerdi de bizde göreceklerdi asıl. Şimdikiler cumartesi pazar yayılan kıçlarını pazartesi toplayamadıklarından sendrom yaşıyorlar oysa biz, okulda renklilerin muhabbetine nasıl katlanacağımız sıkıntısıyla uyuyamıyoruz bile.
Beni halletti ya, bu kez kardeşimin doğumuna kadar bekledi Beşiktaş. 1965-66 sezonu; altı yaşımda gördüğüm üçüncü şampiyonluk.
Yaş erken, fiilen müsait olsak da içtimai olarak mümkün değil ki sipariş verelim de yukarılardan kupayla gelsin bir velet.
Efsane kadro ilk ezberlediğim kadrodur. Necmi - K.Ahmet - K.Rahmi – Kaya – Yusuf – Sanlı – Coşkun – Yavuz – Fehmi – Suat Süreyya...
Bekle... Bekle... Bekle... Yıllar geçer gider. Beklerken de öyle zor geçer ki namert yıllar. Bekledikçe hem hıncımız hem de sevdamız büyümekte özlemlerimizle yarışırcasına. Uzun yıllar sonra, 2 Ekim 1974… Bir Avrupa kupası maçı. 'Aha' dedik 'teselli olur mu' dedik. İlk tur… Kura… Rakip Romen'in Steagul Rosu'su. İlk maç mabette. Bir... ki... sağ... sol... Sinan, Tezcan: gol... 2-0... Oh be! Ulan, dedik, nihayet gün yüzüyle bari bir ikinci tur göreceğiz Avrupa' da.
Bana yaptığını kardeşime de yaptı Beşiktaş ve o gelirken getirdiği şampiyonluk kupasının bir yıl daha bizde kalmasına izin verdi... 1966-67 sezonu. İlkokul bebesiyim dördüncü şampiyonluğumu yaşıyorum be... Sabri – Yusuf – Faruk - K.Ahmet – Fehmi – Sami – Fethi – Erkan – Kaya – Sanlı - Süreyya... Bu kez takımın yarısı değişmiş ama kupa aynı kupa.
Rövanş… Dakika 86… Durum 0-0 Dakika doksan… 3-0
Sonra kardeşlerim, bizim ailede doğumlar durdu; şampiyonluk kupasını getirecek kimsecikler kalmadı yani. Bekliyoruz ki biri daha gelsin de emanetteki kupayı getirsin ama nafile.
Yuh!... Elendik. Allah belanı versin Sanlı. Bir de kaptan olacan.
25
Ulan kaleye giren her topu koşa koşa diktin santraya, dönen her top bir daha girdi... Allahın topu. (Topa dedim)
Nereden mi biliyorum? Bu 14 yıllık Hasret sürecinin attığı tohumlardan çArşı doğmuştur daha ne?
Haydi ertesi gün okul iptal.
Hadi inkar eden etsin. Sonraki gün de.. Gider miyim ulan, katil olur adam üç kuruşluk renkliler yüzünden. Ulan o hızla bir büyürsün, bir evlenirsin, bir bakarsın ki aha! Siparişi almış yüce Rabbim. 1981 sezonu başladı benim kız geldi. Tamam dedik oldu bu iş. 1981-82 sezonu. Son şampiyonluktan bu yana tam 14 sene geçmiş ve zorla getirdik kupayı. Kargoyu da kızım taşıdı.
Diyeceğim şudur. Şampiyonluklar, falana az gol attık, filandan çok yedik, hoca şöyle, bu topçu böyle, üç yıl oldu, beş yıl oldu, sekizz yıl oldu vs...vs...vs... Bunların hepsi boş, hepsi ıvır zıvır. Hayat bizzat öğretir ki en büyük hasretler en geniş yüreklerde yeşerir ve sonunda öyle fidanlar büyür boy atar ki gökkuşağının tüm renkleri şaşar kalır bu işe, aklı havsalası almaz da ulan bu ne der.
Adem – Rasim – Süleyman – Samet - Mehmet Ekşi – Ulvi – Kadir – Rıza – Fikret – Serdar B.Haluk – Ziya – Necdet – Bora – Tuğrul - Ali Kemal – Şaban – Kenan – Atilla – Burhan K.Haluk...
Hasret süreçleri ağırdır. Beklemesini, içine ektiği tohumları koruyup kollamasını bileceksin. Bilemiyorsan, beceremiyorsan da çekip gideceksin ki hasretini içinde büyütenleri rahatsız etmeyesin. Çıkacaksın gökkuşağının seyredeceksin alemi.
ta
tepesine,
Yüksel ki bu yer senin değildir demiş ya şair hani; işte öyle.
İşte 14 yılın kahrının, karasını silen, Beyazımızı o kadar aradan sonra parlatanlar bu yukarıdakilerdir. Bu 14 yıllık hasret süreci, Beşiktaşlıların Beşiktaşlılıklarını sınadıkları, dökülenin döküldüğü ama garip bir biçimde her dökülenin yerine iki tane yeni Beşiktaşlının doğduğu bir süreçtir.
26
İsterim ki böyle bir süreç daha yaşansın. Varsın ben görmeyeyim doğuşunu bir başka güneşin ama temizlensin Beşiktaş’ ım parmağının ucuyla formasına tutunanlardan.
Demem o ki; Şampiyonluk nedir kardeşler? Hadi bunun cevabını da bilenler değil…
Kendileri gittikçe, onların uzaklaşan ayak izlerine yeni tohumlar ekilsin, fidanlar boy versin.
Sadece taa içinde hissedenler versin.
Fasulyeler gibi 4 günde beyaza sarılmak isteyenler uzatıp uzatıp boyunlarını, sonra da köklenip endüstriyel pazarda tezgahlara çıktığında sabırla büyüyen patatesler, tazecik yapraklarını kara topraktan salıversin yeryüzüne. Gidenlerin yerine... Yeniden...
27
28
29
30
31