Güncel Psikoloji

Page 1


İÇİNDEKİLER

Aile Terapisinde İçgörü Kli. Psk. Mehmet Dinç

Ergenin Yaşam Görevleri Dr. Nevin Dölek

04 18

DEHB Mi ? Kaygı Bozukluğu Mu ? Klinisyenlere Öneriler

06 22

Doğa Bilimler ve Sosyal Bilimler Ayrımında Psikoloji ve İnsan Hamit Başgöl

Kli. Psk. Fazilet Seyidoğlu

İnsan Zihnini Binlerce Yıldır Meşgul Eden Sorular

08 24 Fobi Nedir? İlginç Fobiler

Aşk Acısı Neden Acıtır

10 26 Depresyon: Güncel Bir Bakış

Kli. Psk. Ferhat Jak İçöz

Kli. Psk. Dr. Timur Harzadin

Bilimsel Araştırmalar Hatice Demirtaş

Serap Ilgın

Merve Bahçe

16 26 Film - Kitap Önerileri

Demet Bozok, Tuğba Bayram


Türkiye'nin En Güncel Psikoloji Dergisi Değerli okurlarımız, Türkiye'de güvenilir, bilimsel ve güncel bir psikoloji dergisinin eksikliğini hepimiz uzun süredir hissetmekteyiz. Güncel Psikoloji ekibi olarak, bilimsel ve etik lilkelere bağlı kalarak ülkemizde psikoloji alanındaki bilgi açığını kapatabilmek, bu alanda çalışan uzmanlara, öğrencilere ve psikolojiye ilgi duyan herkese hitap edecek ve siz okuyucularımızı psikoloji alanındaki uzmanlarla bir araya getirmek ve bir yandan da alanda yaşanan gelişmeleri aktarmak amacıyla Güncel Psikoloji dergisini çıkarma kararı aldık. Dergimizde, alanında uzman hocaların yazılarından, kitap ve film önerilerine, ilginç bilimsel verilere, bilimsel araştırmalardan psikoloji alanındaki son gelişmelere kadar bir çok içeriği bulabileceksiniz. Dergimizdeki içeriklerin tümünü bilimsel kaynaklardan faydalanılarak ve etik ilkeler ışığında oluşturduk. Güncel psikoloji ekibi olarak dergimizde ve diğer tüm projelerimizde bilimsel ve etik ilkeler ışığında ilerleyeceğimizi özellikle belirtmek isterim. Bu derginin hazırlanma ve yayınlanma sürecinde kıymetli desteklerini esirgemeyen tüm uzmanlarımıza ve ekip arkadaşlarıma en içten duygularımla teşekkür ediyorum.

F. Onur Eken

Yayın Yönetmeni

Güncel Psikoloji Yayın Yönetmeni Furkan Onur Eken Editör Mehmet Yalçın Araştırma Editörü Hatice Demirtaş Yardımcı Yazarlar Hamit Başgöl, Serap Ilgın, Demet Bozok, Tuğba Bayram ,Irmak Kallek Reklam - Tanıtım Ravzanur Aksoy Redaksiyon Hamit Başgöl Tasarım Mehmet Yalçın Website www.guncelpsikoloji.com İletişim info@guncelpsikoloji.net


AİLE TERAPİSİNDE

İÇGÖRÜ Klinik Psikolog Mehmet Dinç

Aile terapistleri için klinik açıdan problem ne olursa olsun aile sistemleri yaklaşımını temel alırlar ve problemin nedenleri ve tedavisi için aile içindeki karmaşık etkileşimlere odaklanırlar. Aile terapistleri için klinik açıdan problem ne olursa olsun aile sistemleri yaklaşımını temel alırlar ve problemin nedenleri ve tedavisi için aile içindeki karmaşık etkileşimlere odaklanırlar. Çünkü sistem teorisine göre bireyler içinde yaşadıkları sistem ile birlikte değerlendirilirlerse ancak anlaşılabilirler. Bu noktadan bakıldığında aile bireyin içinde yaşadığı en temel sistemlerden birisidir ve birey ister istemez aile sistemini hem etkiler hem de aile sisteminden etkilenir. Bu etkileme ve etkilenme ise aile söz konusu olduğunda salt iki bireyin birbirini etkilemesi veya biribirinden etkilenmesi değil birbirlerini etkileyerek ve birbirlerinden etkilenerek bütün bir aileyi etkilemeleri anlamına gelmektedir. Çünkü sistem onu oluşturan parçaların toplamından fazlasıdır. 4

Mesela anne-baba arasında yaşanan etkileşim süreci anne-baba arasında kalmayacak ailedeki çocukları da etkileyecektir. Etkilenmenin sonucunda ise anne-babanın ilişkisinin yanı sıra, anne-büyük çocuk, anne-küçük çocuk, bababüyük çocuk, baba-küçük çocuk, küçük çocukbüyük çocuk ilişkisi de etkilenecek ve ailedeki sayı arttıkça etkileşim büyüyerek artacaktır. Dolayısıyla bir sistem özellikle de aile sistemi söz konusu olduğunda bireylerin arasında kalan bir etkileşim yoktur. Bu durum aile içinde bireyin sergilediği/ sergilemediği her türlü tutum ve davranışı, söylediği/söylemediği her türlü söz ve ifadeyi, yerine getirdiği/getirmediği her türlü sorumluluk ve rolü daha bir önemli kılmaktadır.


Bireyin aileyi olumlu veya olumsuz etkilemesi ise büyük oranda ne kadar içgörüsünün olduğuyla birebir ilişkilidir. Çünkü içgörüsü olmayan birey ailede yaşanan problemlerin ortaya çıkmasında ya da devam etmesinde kendi payını veya problemlerin çözümü noktasında üzerine düşenleri görmekten uzak olacaktır. Söz konusu uzaklık da başta eşler ve çocuklar arası iletişim olmak üzere ailenin işlevselliğini bir bütün olarak olumsuz etkileyecektir. Bu nedenle aile terapistleri her ne kadar her ailenin probleminin farklı ve kendine özgü ve her aile için takip edilecek sürecin ve uygulanacak terapi sürecinin farklı ve aileye özgü olması gerektiğini düşünseler de bütün problemlerin temelinde yatan en önemli faktörlerden biri olan içgörü üzerinde durmuşlar, içgörüye kendi teorik yönelimlerine göre farklı anlamlar atfetmişler ve içgörüye terapi sürecinde genişçe yer yermişlerdir. Bu noktada aile terapisi yaklaşımlarının içgörüyü nasıl anlamlandırdıklarının üzerinde durmanın fayda lı olduğu düşünülmektedir.

İçgörünün bireylerde gelişmemesinin yada kaybolmasının bir çok sebebi olabilmektedir. Aileye odaklı olarak baktığımızda içgörü eksikliğinin en büyük nedenlerinden birinin ailenin zaman içerisinde devamlı bir değişim içerisinde olmasından kaynaklandığı söylenebilir. İlk başta sadece eşlerden oluşan aileye süreç içerisinde çocuklar dahil olacak ve çocukların doğmalarından büyümelerine, eşlerin yaşlarının ilerlemesi, iş ve sosyal yaşamlarındaki değişmelere kadar yaşamlarının her aşamasında farklılaşmalar oluşması ailedeki her bireyin rolünü, sorumluluklarını ve kendisine yönelik beklentileri de farklılaştıracaktır. Bu farklılaşmaya karşı kendini ve ailedeki rolünü yeniden konumlandırmaya yönelik içgörüsünü geliştiremeyen bireyler aile içerisinde mutlaka problemlerin oluşmasında yada oluşan problemlerin devam etmesinde önemli bir rol oynayacaklardır. Yine ailenin kurulurken bireylerin alıştıkları eski aile düzenlerine göre yeni ailelerini kurmak istemeleri ve yeni ailelerinin farklılıklarına ve bu farklılıklar içerisinde kendilerinin değişen konumlarına Psikodinamik yaklaşım içgörüyü anlayışa, yönelik içgörü geliştirememeleri yine ailelerde çatışmanın azalmasına, asıl olarak intrapsişik problem yaşanmasına neden olan en önemli kişilerarası değişime yol açan önemli bir araç sebeplerden bir tanesidir. olarak görmektedir. Eksperiyental yaklaşım içgörüyü anlık varoluşun ben farkındalığı olarak görmüş; seçime, sorumluluğa ve değişime yol açan bir etken olarak değerlendirmiştir. Sistemik yaklaşım ise içgörüyü şimdiki ilişkilerde ve kuşaklararası deneyimlerde ben farkındalığını kazanmak için kullanılan rasyonel süreçler olarak anlamlandırmıştır. Yapısal yaklaşım ise içgörüye diğer yaklaşımlardan biraz daha farklı bakarak eylemin anlayıştan önce geldiğini, yeni davranışların oluşturulmasında transaksiyonel kalıpların değişmesinin içgörüden daha önemli olduğunu ileri sürmüştür. Komünikasyonel ve davranışçı yaklaşım da yapısal yaklaşıma benzer olarak içgörüyü oldukça önemsemekle beraber davranışı içgörüden biraz daha fazla bu sebeplerden dolayı aile terapisi kuramları öncelemişlerdir. terapistin görevleri arasında içgörüye kazandırmaya yada geliştirmeye ayrı bir önem vermişlerdir. Dinamik aile terapisinde terapistin öncelikli amacı içgörü kazandırmak olmalıdır. Yapısal terapist ise ilk olarak sistemin içerisine dahil olup o ailenin dilini öğrenir ve her aile bireyine onların dili ve ihtiyaçlarına göre hitap edip onların tarafından bakarak içgörülerinin gelişmesinde tıkanan noktaları bulmaya çalışır. Bowen terapisti ise danışanların abartılmış-uygunsuz duygusal tepkiler vermesini sonlandırmayı amaçlamakta ve bunu gerçekleştirmek için de onların söz konusu tepkilerine yönelik içgörülerini geliştirmek durumundadır. Hemen hemen bütün aile terapilerinin kullandığı seansı video kasete kaydettirip sonrasında aileye seyrettirme ise yine aile üyelerinin kendilerine dışarıdan bir gözle bakabilmelerini sağlayıp böylelikle içgörülerini artırmak amacıyla yapılmaktadır. 5


ERGENLİK ÇAĞINDAKİ GENCİ ANLAMAK ERGENİN YAŞAM GÖREVLERİ Uzm. Psk. Danışman Nevin Dölek

Ergenlik çağı gencin kendisi ve çevresindeki kişiler için zorlayıcı bir dönem. Ergenlik “olgunluk için mücadele etme” süreci olarak tanımlanabilir. Ergenlik çağı gencin kendisi ve çevresindeki kişiler için zorlayıcı bir dönem. Ergenlik “olgunluk için mücadele etme” süreci olarak tanımlanabilir. Genel olarak kızlar 14-15 yaşında, erkekler 16-17 yaşında yetişkin bedenine ulaşmış oluyorlar. Bilişsel becerileri de yetişkinlerin sahip olduğu becerilerle aynıdır. Görünüşte bir yetişkinin yapabileceği pek çok şeyi – buna çocuk sahibi olabilmek de dahilyapabilirler. Öte yanda çevrelerince tam anlamı ile yetişkin olarak kabul edilmemektedirler. DEHB’de yaşam boyu süren akademik, mesleki, sosyal düşük fonksiyon bozukluğu görülürken, anksiyete bozukluğunda strese bağlı mesleki, sosyal alanda fonksiyon bozukluğu görülür.

Ergenlik dönemi bir keşif dönemidir; genç kimliğinin, değerlerinin, yaşam amaçlarının ve beklentilerinin arayışı içerisindedir. Ergenler, kendileriyle daha fazla ilgilenmeye başladıkları bu dönemde, “yetişkin dünyasıyla” nasıl ilişki kuracaklarını belirleme çabasındadırlar. Ergenlerin hazırlanmak zorunda olduğu sınavlar sadece okul sınavları veya üniversiteye giriş sınavları değildir. Ergenlik çağındaki çocuklar oldukça zorlayıcı yaşam görevleri ile karşı karşıyadır. Ergenlere “acemi yetişkinler” denilebilir ya da ergenlik çağı “yetişkinlik için bir staj dönemi” olarak adlandırılabilir.

1. Değişip yetişkinlerin ki gibi olan bedenine uyum sağlama ve beden imajından memnun olma 2.Cinsel arzularını yönetebilme ve kendini cinsellikle bağlantılı risklerden koruyabilme

3.Kim olduğu, güçlü yanları ve sınırlılıklarını gerçekçi bir şekilde değerlendirme 4.Akran grubu içinde yer bulabilme becerilerini geliştirme ve daha gelişmiş ilişkiler kurabilme 5.Ebeveynlerinden ve yaşamlarındaki diğer yetişkinlerden duygusal anlamda bağımsız olabilme 6.Mesleki amaçlar belirleyebilme 7.Evlilik ve aile yaşamına hazırlık yapma 8.Yurttaş olma becerileri geliştirme 9.Davranışlarını yönlendirecek değerler ve ahlak sistemi oluşturabilme

6


Bu görevler çocukluktan yetişkinliğe geçmekte olan genç için oldukça zorlayıcı olabilir. Kuşkusuz bu zorlanma sadece ergeni değil ailesini ve sosyal ilişki ağı içinde bulunan kişileri de etkiler. Fiziksel ve sosyal gelişimi ergeni bağımsızlık için daha geniş adımlar atmaya yüreklendirir. Öte yanda bağımsızlığa doğru ilerleme güvensizlik, çatışma, korku ve kaygı yaratır. Bu dönemde ergen kendisinin kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye yönlendiğini daha çok sorgulamakta ve benliksaygısıyla ilgili gel gitler yaşamaktadır. Kimlik gelişimi ergenliğin en önemli yaşam görevlerinden biridir ve ergenlik çağında benlik algısı önemli değişiklikler geçirir. Benlik algısı, bireyin kendisinin çeşitli özellikleri ile ilgili sahip olduğu düşünce ve duygulardır. Benliksaygısı ise bireyin kendisi ile ilgili olumlu veya olumsuz ne hissettiğidir.

Ergenin iki temel ihtiyacı; güven, kabul, onay görme ve yönlendirmedir. Güven, ergenin kendini huzurlu hissetmesi için ihtiyaç duyduğu bir duygudur. Yetişkinlerin ergene güvenmesi onu kabul etmeleri, onaylamaları anlamına gelir. Kabul etme duygu ve düşüncelerinin anlaşılmasını içerir. Öğretmen aynı görüşte olmasa bile öğrenciyi anladığını gösterebilir. Kabul etmek her davranışı onaylamak anlamına gelmez. Bazı davranışlar eleştirilebilir ve bazı davranışlarda bulunmaması istenebilir. Öte yanda ergen öğretmeninden saygı görmeli ve aşağılanmamalıdır. Onay görme, fark edilme ve değer verilmeyi içerir. Ergenle ilgilenme, ergeni anlamaya çalışma, ergeni dinleme, ergene inanma ergene değer vermenin göstergesidir.

Bu dönemdeki duygusal gelişim özellikleri kendini çabuk değişen yoğun duygular, ben merkezcilik, davranışlarda tutukluk, duyguları abartılı gösterme ya da olduğundan daha az gösterme, üstünlük ve özel olma duygusu şeklinde kendini dışa vurma eğilimindedir.

Ergen henüz çocuktur; yetişkin olma yolunda bir çocuk. Yetişkin için bazı sınırlar çizebilmeli ve bazı kurallar koyabilmelidir. Çocuk bağımsız olmaya yüreklendirilirken bir yandan da sorumluluklarını öğrenmek ve gerektiğinde hesap vermek zorundadır.

Ergenlerle yaşamak çok keyifli bir gezi olabileceği gibi aynı zamanda yorucu bir gayret de gerektirir. Ergenlerle çalışırken hem sınırlar ve belirgin bir yapı olmalı hem de kendilerini paylaşacak kadar

Bağımsızlığını kazanırken gence bir yandan plan yapma ve davranışlarının sonuçlarını önceden düşünme becerileri de kazandırılmalıdır. 7


İNSAN ZİHNİNİ BİNLERCE YILDIR MEŞGUL EDEN SORULAR Ferhat Jak İçöz Klinik Psikolog

Felsefe okumaları yapanlar bilirler ki, bugün kendimize ve danışanlarımızın bizlere sorduğu, insan olma haline dair birçok soru binlerce yıldır birçok farklı bağlamda sorulmuş ve cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Diğer bir popüler söylem de depresyon ve kaygının çağımızın en büyük sorunları olduğunu, içinde yaşadığımız toplum ve çağın sonuçları olarak ortaya çıktıklarını iddia eder. Ancak buna karşın, Antik Yunan metinlerinde Melankolia adı altında depresyondan bahsedildiğine, sebeplerine dair kuramlara ve nasıl iyileştirilebileceğine dair önerilere rastlarız. Benzer bir şekilde kaygı, her ne kadar daha yakın tarihli olsa da, Soren Kierkegaard’ın felsefesinde Angst adıyla karşımıza çıkar. Kısaca belirtmek gerekirse, ne depresyon ne de kaygı, diğer birçok anormal olarak tanımladığımız durum gibi ne bu çağın “hastalıkları”dır, ne de bu olgularla karşılaşan ve böylesine haşır neşir olan ilk nesil bizizdir. Tam aksine, insan olma halinin parçalarıdırlar ve binlerce yıldır temas halinde olduğumuz gerçekliklerimizdir. Böylesine geniş bir çerçeveden bakmak, uzmanlara faydalanabilecekleri birçok farklı kuramsal bakış açısı sunacaktır.

Varoluşçu kuram, bu sorulara verdiğimiz cevapların bizim hayata nasıl baktığımıza dair önemli bilgiler verdiğini, ancak gerçeğin; hayatta olmanın bir fırlatılmışlık olduğunu söyler.

Hayatta olmak ne demek diye bir kere sorulmaya başlanınca, bir kelime belirir; anlam. Hayatın anlamı nedir? Biraz daha başa dönüp belki de hayatın bir anlamı var mı diye sormakla başlamak lazım. Eğer varsa bu anlam nereden geliyor? Kim bize veriyor? Büyük bir güç mü? Yoksa biz hayatta bulmaya mı çalışıyoruz? Yoksa hayat en temelde anlamsız ve biz anlam mı yaratmaya çalışıyoruz? Bunlarla beraber diyelim ki bir şekilde anlam var, hayatımız boyunca sadece bir anlamımız mı olacak? Yoksa birden fazla mı? Yoksa her anda anlam bulmak mümkün mü? Yoksa anlam ancak büyük kahramanlık ve adanmışlık öykülerinden mi çıkar? Anlama dair insan zihnini binlerce yıldır dolduran yüzlerce sorudan sadece bir kaçı bunlar. Varoluşçu çerçeveden baktığımızda bu sorulara Zamanı ve coğrafyası fark etmez, felsefi metinleri farklı düşünürlerin farklı cevaplar verdiğini biraz inceleyecek olursanız, bugün psikoloji, görürüz. Ancak değişmeyen en temel ortak nokta, psikiyatri ve psikoterapinin ilgilendiği sorularla anlamın insan hayatındaki önemli yeridir. insanlığın binlerce yıldır uğraştığını görürsünüz. Bu sorular aslen insan olma haline işaret etmekte olup, varoluşçu çerçeveden baktığımızda hiçbir zaman cevabını bulamayacağımız, ama her zaman öznel cevaplarının peşinden gitmemiz gereken sorulardır. Sorulara en felsefi, en ontolojik seviyeden başlayacak olursak, hiçbir şey yerine neden bir şey vardır? Daha ete kemiğe büründürecek olursak, neden hiçbir şey yerine, kocaman bir hiç yerine bizler, bu dünya, bu çevre vardır? Bu ontolojik soru beraberinde çok daha günlük temelde, bizleri etkileyen bir soruyu doğurur; hayatta olmak ne demek? Bir rastlantı mı? Bir kaza mı? Bir amaç için mi buradayız? Burada olmamıza kim karar verdi? Hayatta olmak bir ödül mü, yoksa bir ceza mı? Her temel soru gibi birçok yere dallandırılıp budaklandırılabilir bu soru da. 8


Anlamla ilgili sorulara daha yakından bakacak olursanız, anlamla ilgili inanışlarınız ne yönde olursa olsun, anlamın insanın kendi teninin dışında bir şeylerle ilgili olduğunu, hayatla ilişkiye dair bir olgu olduğunu göreceksiniz. Anlam içimizde doğsa bile onu gerçekleştirmek için hayata karışmamız gerekir, veya zaten hayata karışarak bulunan bir şeydir. İnsanın kendi teninin içini terk ettiği, kendi iç dünyasından başka yerlere uzandığı her noktada da başka bir insan olgusu kendini gösterir; ilişkisellik ve ilişkiler. Varoluşçu çerçeveden baktığımızda ilişkisellik insan olma halinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Her gün, her an birileriyle ilişki halindeyiz. Şu an ben bu metni yazarken hayali okurlarımla ilişki halindeyim. Bir yandan yazarken, bir yandan da onların gözünden metni değerlendiriyorum. Bakkala gideriz kısa ve işlevselliğe dayalı bir ilişki haline gireriz. Alıp başımızı dağlara çıksak, inzivalara kapansak bile zihnimizin içi hep dünyayı paylaştığımız diğer yoldaşımız olan insanlarla doludur. İlişkisellik sadece insanlar arası bir unsur da değildir. Oturduğunuz sandalye ile de ilişki halindesinizdir, her adımda yerle de. İlişki halinde olmak dışında bir hal, insanlar için mümkün değildir. Bir açıdan ilişkilere mahkumuz. Bu da beraberinde ilişkilere dair birçok soruyu getirir. Pek tabii, her şeyden önce bu mahkumiyet sorgulanabilir. Madem ilişki halindeyiz her şeyle, nasıl bir ilişki olacak bu? Hep çatışma ve kaygı mı taşıyacak? Mükemmel, uyumlu, sorunsuz ilişkiler mümkün mü? Yoksa ilişkiler, sadece arada bir ateşkesler imzaladığımız bir savaş alanı mı olmalı hep? Yoksa mükemmel uyum diye bir şey var mı? Varoluşçu felsefe, ilişkilerin her zaman çatışma, çelişki, gerilim ve ikilemler içerdiğini ve bir taraftan da ilişkilere her daim mecbur olduğumuzu vurgular. Bu ikilem ve gerilim, varoluşun görmediğimiz ihtimallerini gözler önüne serer.

etmemiz gerektiğini savunur. kendi içimizde hep sorgulamaya devam etmemiz gerektiğini savunur. Bu noktaya kadar birçok mecburen “olma hali” tanımlandı; ilişkisel olmak mecburiyeti, ikimlemler ve çatışmaların ortasında olma mecburiyeti gibi. Bu da bizlere hayatın bazı net sınırları, limitleri olduğunu gösterir. Varoluşçu çerçeveden bakınca hayat aslında doğum ve ölüm sınırları arasındaki zamansallık ve geçiciliktir. Tabi olduğumuz tek sınır ölüm değildir, ilişkiler, çelişkiler, yalnızlık, vücudumuzun yetileri gibi birçok sınır, varoluşu bizler için çerçeveler. Bu da beraberinde “ben bu sınırlarla ne yapacağım?” sorusunu getirir. Bu sınırlarla savaşmanın bir anlamı var mıdır? Varsa, nedir bu? Yoksa sınırlarla ne yapmak gerekir? Yenilgiyi kabul edip kendimizi mahkum olarak konumlandırarak yaşamaya devam etmek mi? Yoksa sınırlarımı keşfetmek, tanımak, onlara temas etmek mi gerekir? Varoluşçu yaklaşım sonuncu soruya daha çok evet der. Sınırların keşfi, o sınıra kadar olan özgürlük alanımızı da keşfetmek demektir. Sınırlarla temas etmek demek elimizdekini en iyi nasıl kullanabileceğimizi yavaş yavaş görmeye başlamayı beraberinde getirir.

Bu kadar sınırın, ikilemin, çelişkinin, çatışmanın, hayatı anlamlı kılma çabalarının ve mahkum olduğumuz ilişkiselliğin arasında önemli bir soru belirir; bütün bunların arasında hem var olmaya çalışan, hem de var olmaya devam eden ben kimim? Benliğimi nasıl tanımlamalı? Bu sabit bir şey mi? Her birimizin doğuştan gelen karakterleri var ve bu bir ömür boyu sabit mi? Yoksa bunun üzerine bir şeyler öğreniyoruz ve sabit olan bu benlik başka bir sabit olgu olmaya doğru mu ilerliyor? Yoksa bunların ötesinde bir kendilik mümkün mü? Değişim nasıl gelir? Bizlerin karar vermesiyle mi olur, yoksa insanın benliği zaten akışkan ve sürekli bir evrim halinde mi? Varoluşçu bakış açısından baktığımızda, her yanımızı çevreleyen varoluşta Geçtiğimiz yıl, çıkaracağımız bir dergi için isim kendiliğimizi nasıl tanımladığımız ve nasıl aramaktaydık. Editörlerden biri “İkilem” önerisini konumlandırdığımız, hayatı nasıl yaşadığımızı ve öne sürdü. Ne de olsa bu varoluşçu düşünce ile hayata dair deneyimlerimizi büyük ölçüde belirler. ilgili bir dergi olacaktı ve ikilemler hem bu kuramın, hem de hayatımızın en temel deneyimlerinden Varoluşçu psikoterapiler en temelde bu sorular biridir. Ne derginin diğer editörleri, ne de üzerine çalışırlar. Genellikle bu sorulara baştan yaptığımız ufak kamuoyu yoklaması bu isimli bir hazır ve kural kıvamında cevaplar vermek yerine bu derginin okuyucuyu çekmeyeceğini ortaya koydu. sorulara dair insanların nerede durduğunu betimler İkilem kelimesinin çağrışımları kötüydü çünkü. ve başka hangi cevapların mümkün olduğunu Çatışmalar, gerilimler, çelişkiler ve ikimlemler, biz araştırır. Tabii sorular buradaki bu kısa liste ile sınırlı beğensek de beğenmesek de en temel ve sürekli değil. Ancak varoluşa dair sorular bunların bir nevi deneyimlerimizlerdir. Şartlar böyle olduğunda türevi demek çok da yanlış olmazdı. Varoluşçu yeni bir soru ufukta belirir; bütün bu çatışmaların, psikoterapilere göre insan ıstırabı, bu sorulara gerilimlerin, çelişkilerin ve ikilemlerin arasında sabit cevaplar vermeye başladığımızda başlar. o zaman hayat nasıl yaşamaya değerli kılınır? Bu Öyle ya da böyle, hayatımızın bir noktasında en mümkün mü? Değilse, bu hayatla ne yapmalı? içten şekilde verdiğimiz bir cevaba belli sebeplerle Mümkünse nasıl olacak bu? Kim yol gösterecek? sıkı sıkıya sarılırız, o soruyu sormayı bırakırız, Hangi kurum, kuram? Yoksa her birimiz tek tek mi katılaşırız, tortulanırız. Soru sormaya devam kendi yolunu bulacak? Varoluşçu bakış açısı bu etmek insanı canlı ve akışta tutandır ve de büyük soruların hiçbirine dogmatik bir cevap vermezken, büyük ıstırapları tüm hayatımızı kaplamaktan ve bu sorunun hep sorulması, bulduğumuz cevapları karartmaktan ait oldukları yere geri çağırandır. da kendi içimizde hep sorgulamaya devam 9


AŞK ACISI

NEDEN ACITIR ? Klinik Psikolog/ Psikoterapist Dr. Timur Harzadin

Sevgi her insanın doğduğu andan itibaren ihtiyaç duyduğu temel bir duygudur. Sevgi duygusu özellikle partner görülen kişiye karşı çok fazla yoğunlaşıp aşk duygusuna dönüşebilir.

s

evgi her insanın doğduğu andan itibaren ihtiyaç duyduğu temel bir duygudur. Sevgi duygusu özellikle partner görülen kişiye karşı çok fazla yoğunlaşıp aşk duygusuna dönüşebilir. Aşk duygusu başlangıçta mutluluk, neşe ve çok yoğun bir duygusal yükseliş içerir. Bitiş sürecinde ise öfke, nefret, hüzün ve bazen de çok yoğun bir duygusal yıkım görülebilmektedir. Birisine aşık olma duygusu çaba istemeyen ve kendiliğinden oluşan bir süreçtir. Birçok kişide görülebilen bu duygu sıklıkla da gelip geçici bir deneyimdir. Bu yoğun duygulanımı yaşayan bir çok kişi bu duyguda çok uzun süre hatta ömür boyu kalmak ister. Ancak bu duygunun ömrü genellikle 6 ay ile 1,5 yıl arasında değişmektedir. Sağlıklı yürüyen bir süreçte aşk daha sonra evrimleşir ve sevgiye dönüşür. Bu dönüşümü aşk yok oldu veya sona erdi olarak yorumlamak uygun değildir. Aşk zamanla güvenli bir bağlanma ve sevgi haline dönüştü şeklinde tanımlamak partnerleri daha iyi hissettirecektir.

10

Eğer aşk duygusu uzun süre ve yüksek yoğunlukta devam ediyorsa bu sağlıklı bir durum değil, tersine bir bağımlılık ve obsesyon halinin devamı olabilir. Artık aşık olunan ve bağlanılan kişi sanki bir uyuşturucu madde yerine geçmiştir. Aşık bir insanın beynindeki nörobiyolojik süreç ile obsesif kompulsif bozukluk durumundaki süreç benzer bulunmuştur. Buna göre aşk aslında beyin açısından bir takıntı hastalığı gibidir tanımı da yapılabilir.


Aşk acısı gerçek bir acı hissidir Aşk acısı herhangi bir arkadaş veya bir tanıdıktan ayrılmaya göre çok daha derin acı vericidir. Hatta bazı kişilerde anne baba kaybından bile daha derin bir ruhsal acıya sebep olabilir. Çünkü bu duygu beynin daha ilkel bölümlerinde ve amigdalada çok yoğun bir ateşlenmeye sebep olur. Ayrıca aşık olunan kişi genellikle çocukluk çağında muhatap olunan anne baba veya diğer bakıcı figürlerin bir uzantısı olabilmektedir. Üç yaşındaki bir çocuğun sokağa bırakılmasındakine benzer bir çaresizlik, yalnızlık, terk edilme duygularına sebep olur. Aşık olma hali doğal bir süreçtir olmakla birlikte hem başlangıçtaki pozitif duygulanım hem de bitişteki negatif duygulanım çok derindir. Aradan yıllar geçtiğinde bile kişi bu duyguyu ve yaşanılan olayları ayrıntılı bir şekilde hatırlar. Bu yoğun duygulanım sebebiyle aşk ilişkilerinin ruhsal yapıdaki ve beyindeki etkisinin kısa bir sürede sona ermesi mümkün değildir. Zamanla veya profesyonel bir destekle bu duygular yavaş yavaş azalır ve yatışır. Ayrılığın hemen başlarında giderek yoğunlaşan ve giderek derinleşen dayanamıyorum hissi yine de ömür boyu aynı yoğunlukta devam etmez. Aşık olduğu insanı tekrar tekrar arayan ve düşünen birisi, bir yandan da bu sürecin sona ereceğinden korkar. Çünkü her uzaklaştığında yoksunluk hissedip ve geri dönmek zorunda kaldığı için duygunun keyfini süremez. Bu sürecin sonucunu analiz etmek yerine süreci yaşamak ve bunun keyfini deneyimlemek daha sağlıklı olabilir.

Bazı kişilerde ise yıllar içince bu acı daha da artarak daha önemli ruhsal sorunlara dönüşebilir. Baş ağrısı, sırt ağrısı, karın ağrısı, bulantı, şişkinlik, cinsen sorunlar gibi psikosomatik rahatsızlıklar da ilave olabilir. Bu kadar yoğun duygulanım hisseden birisi eğer o sevgiliyi tekrar elde ederse veya yerine bir başka sevgili bulursa kısa süre içinde kendisini tekrar iyi hisseder.

Aşk acısı bağımlılık yapabilir Bazen zihin bu acıyı zihin, olduğundan fazla abartıp bu acıya bağımlı bir hale de dönüşebilir. Çünkü beyin her acıdan sonra dopamin ve endorfin salgılayarak acıdan zihni uzaklaştırır. Ancak bu haz verici hormonlara kişi zamanla bağımlı hale dönüşebilir. Sürekli bu acıyı konuşmak isteyen, bundan gizli bir haz alan, etrafındakileri bu acıya ortak eden insan sayısı az değildir. Dünyada benden fazla aşk acısı çeken yoktur, senin derdin de dert mi, benimki dünyanın en büyük derdi gibi düşünceler yoğunlaşır. Acı çeken kişi karşıdaki insanın onun gibi üzülmesini bekler ve onu üzülmek için duygusal olarak zorlar. Bu olmadığı zaman anlaşılmadığını, değer görmediğini, sevilmediğini düşünür. O zaman durum daha da içinden çıkılamaz bir hale gelir. Sistem bu kısır döngü içinde devam eder gider. Çünkü aşk acısı artık mazoşistik bir haz veren bir bağımlılık haline dönüşmüştür. Aşk acısı eğiticidir

Günümüzde aşık olduğu kişi tarafından sürekli yok sayılan, dışlanan, hakarete uğrayan ve yine de ondan vazgeçemeyen birçok kişi vardır. Sevgilisinden 50 defa ayrılıp tekrar 51. defa tekrar birleşen insanlar artmaktadır. Kadında erkeğe göre bu bağımlılık daha fazla görülür. Bu bağımlılık sonucu ev, iş, okul performansı bozulur. Olumsuz duyguları başkalarına yönlendirme nedeniyle kişiler arası ilişkilerde bozulmalar sıklıkla görülür.

Tüm acılara rağmen eğer farklı bir bakış açısı ile bakılabilirse aşk için çekilen acılar boşa gitmez. Çünkü aşk acısı çekmek bir yandan da zihin açısından öğreticidir. Kişiyi daha farklı bir bilinç düzeyine taşır. Kendisine ve hayata farklı yönlerden bakma yetisi kazandırır. Bir insan hayata ve başka bir insanın duygularına ne kadar derinlemesine bakılabilirse, kendi ruhsal dünyasına da o kadar derinlemesine bakabilir. Çünkü aşık olunan insan o kişinin aynasıdır aynı zamanda. Aşık olan birisi kendi içsel sorunları ile örtüşen bir kişiyi seçme olasılığı daha yüksektir. O kişi aslında kendi iç dünyasını görmede karşıdakini bir araç olarak da kullanabilmektedir. Kısacası çekilen çile, hüzün ve acı insana kendini tanıması için önemli bir fırsattır. 11


Süreç nasıl yaşansa daha iyidir Gerçek aşk, iki ayrı özgürlüğün karşılıklı tanınmasıdır. O zaman her iki aşık da hem kendisinin, hem de karşısındakinin varlığını olumlu ve olumsuz yönleri ile olduğu gibi görebilecek, kabul edebilecektir. Zaman içinde aşkın saygı- sevgi temelinde bir ilişkiye dönüşmesi daha uygundur. Eğer kişi yoğun yüksek duygulanım ihtiyacını aşık olarak karşılamak istiyorsa veya kendi içsel sorunlarını sevgili üzerinden rahatlatmak istiyorsa bunun ömür boyu devamı mümkün olmayacaktır. Sağlıklı bir ruhsal yapı öteki insanın zaman zaman hayır diyeceği veya olumsuz geri bildirimler yapacağı gerçeğine tahammül eder. Hayatın olumlu ve olumsuz yönlerini olduğu görerek kabullenebilir. Böyle birisinin hem sevgili hem öteki ilişkileri daha sağlıklı olacaktır. Aşk acısı psikoterapisinde neler yapılabilir Aşk acısını unutmanın birinci yolu bu acıyı ısrarla unutmaya çalışmamaktır. Çünkü zihin yaşanan olayı unutmaz, ancak duygusu yatışır. Unutmaya çalıştıkça bu duygu bilinç dışının daha derin kısımlarına bastırılır. Bu yüzden bu olayı terapi seanslarında gerektikçe tekrar tekrar konuşmak duygu boşaltımı yönünden yararlı olacaktır. EMDR ve EFT gibi tekniklerin kullanımı ek faydalar sağlayabilir. 12

Onu artık unutmak zorundayım, artık ne olursa olsun onu kalbimden söküp atmalıyım, onu aklımdan çıkarmak istiyorum gibi cümlelerle beyni zorlamak işe yaramaz. Aslında unutmak için harcanan enerji unutmaya değil tersine onu daha fazla hatırlamaya sebep olur. Bu durum da aşk acısının büyümesine, daha çetin ve dayanılmaz bir acı veren hale dönüşmesini sağlar. Bu konudaki yapılacak en önemli davranışlardan birisi zamana bırakmak, aklına geldikçe bir arkadaşla veya kendi kendine paylaşmaktır. Farklı meşguliyetler bulmak, zihni sürekli aynı acıyı yaşamaktan uzaklaştırır. Yeni sevgili bulup rahatlama yöntemi genel olarak önerilmez. Bu süreci anlayıp yaşamak, durumun aslında ne olduğunu görüp fark etmek bunu zihne öğretmek daha faydalıdır. Aksi durumda beyin aynı acıya tekrar tekrar maruz kalmaktadır. Çünkü bulunan yeni sevgili eski sevgilinin bir benzeridir aslında. Acı yoğunlaştığında günlük hayattaki monotonluğu bozup zaman zaman farklı meşguliyetler veya hobilerle zihni dinlendirmek de etkili bir yoldur. Bunları düzenli yapmak bazı kişilerde yeterli olabilir. Çoğu kez, bu acı uzadığında zihin, durumu olduğundan fazla abartıp bu acıdan haz almaya başlar. Bunun varlığı süreci daha kaotik bir hale dönüştürür. Çoğu kez, bu acı uzadığında zihin, durumu olduğundan fazla abartıp bu acıdan haz almaya başlar.


Bunun varlığı süreci kaotik bir hale dönüştürür. Bundan kurtulmanın ilk yolu böyle bir durumun var olabileceği ihtimalini akla getirmek ve bu hazzın varlığını görebilmektir. Bu acıdan haz alma sürecinin çocukluk çağı deneyimleriyle bağlantısı vardır. Ailede bu şekilde acıdan beslenen, hep bir sorunları olan acıların çocuğu bireyler vardır. bu kişileri modeller ve yetişkinliğinde de acıdan haz almaya başlar. O zaman bu kişi yoğun acı veren aşk acısını farkında olmadan zihninde tutmaya çalışır. Bırakmak istemez. Kişinin acıdan haz aldığı terapi seanslarında fark ettirilir. Onu zihinden ve hayatından çıkarmanın bir başka yolu onu hatırlatan obje ve sembolleri de hayatından yavaş yavaş çıkarmaktır.

Onu hatırlatan objelerden uzaklaşma sonrası kişide bir regresyon ve içe dönme hali yaşanır. Aslında aşk duygusu genel olarak kişinin çocukluk çağında muhatap olduğu kişilerle bağlantılıdır. Bu durumda ise bu kişinin çocukluk çağındaki anne, baba, bakıcılar ve diğer insanlarla olan bağlantısına bakılır. Babanın sevgisini, koruyuculuğunu almamış veya buna yeterince doymamış bir kadın aslında baba türevi bir erkeğin peşinden koşuyor olabilir. Aynı şekilde annenin şefkatini, sıcaklığını, samimiyetini yeterince alamamış, buna doymamış bir erkek anne türevi bir kadına ulaşmaya çalışmış olabilir. Kısacası böyle birisi aslında çocuklukta alamadığı duyguların peşinden koşup başka birisinden almaya çalışmaktadır.

Çağrışım yapan hediyeler, e-mailler, mesajlar acıyı tekrarlamaktan başka bir işe yaramaz. Eski sevgilinin verdiği bir kolye, mektup, çiçek, saat, giysi ve onu herhangi bir şekilde hatırlatan her türlü nesne kişiye aşk acısını tekrar yaşatır. Bu yüzden eski sevgiliyi özleme fonksiyonu olan bu nesnelerin yavaş yavaş çöpe atılması yas sürecinin tamamlanmasında işe yarayacaktır. Onu hatırlatan objenin maddi veya manevi değeri ne olursa olsun eninde sonunda ondan kurtulmak hedefler arasında olmalıdır. Facebook gibi sosyal medya ağlarından onu takip etmek kesinlikle önerilmez. Aksi takdirde böyle birisinin acıdan haz aldığı bir durum var mı bakılması gerekir.

Bu süreçte çocukluktaki anne baba çocuk ilişkisinin daha ayrıntılı değerlendirilmesi önemlidir. Çocuğun anne babadan alamadığı en önemli temel duyguların neler olduğuna bakılır. Aidiyet duygusu, terk edilme, yalnızlık, sevgisizlik, değersizlik, korku, rekabet gibi duygulara ne kadar maruz kaldığına bakılır. Bununla ilgili olumsuz çocukluk çağı anılarının hatırlanıp bugünkü gözle tekrar bakılması hem acı verici bir yandan da acıyı giderek yatıştırıcı bir deneyim olur. Süreç içinde danışanın aktarımları ve terapistin karşı aktarımları sıktır. Terapistin bu yönden iç görüsünün ve deneyiminin olması önemlidir. Çocukluk çağındaki travmaları fazla olan birisinde terapi süreçleri birkaç yıl sürebilir. 13


“İyi bir hayat yolu demek, bi kendini tüm gücüyle

14


ir insanın hayat bilinmezine fırlatması demektir.”

Carl Rogers

15


BİLİMSEL

ARAŞTIRMALAR

Düzenleyen : Hatice Demirtaş

Çelen, N., 2013. Elektronik Medya’daki (Filmler, Diziler, Video Oyunları) İmgelerin Çocukların Heyecanları Üzerindeki Etkileri. Bildiriler Kitabı, 311.

Elektronik Medya’daki (Filmler, Diziler, Video Oyunları) İmgelerin Çocukların Heyecanları Üzerindeki Etkileri N. Çelen 2013 yılında elektronik medya'daki imgelerin çocukların heyecanları üzerindeki etkilerini incelediği çalışmasında 5-9 yaş arasında 50 kız ve 54 erkek çocuk örneklem grubunu oluşturmuştur. Ölçek değerlendirildiğinde cinsiyet farkının olduğu ortaya çıkmıştır. Kızların erkek öğrencilere göre farklı alanlarda anlamlı farklılık göstermişlerdir. Kızların daha korkulu ve kaygılı oldukları alanlar; doğal olaylar, okul, batıl inançlar, fantastik karakterlerdir. Kızlar realiteye ve fantastik imgelere daha duyarlı bulunmuştur. Çalışmanın ikinci aşamasında çocuklarla yapılan odak grup çalışmasında, çocukların sıklıkla oynadıkları video oyunların Minecraft, Temple Run, Candy Crash, Ben10, Bakugan olduğu öğrenilmiştir. Çocuklarla oynadıkları video oyunları tartışılmış ve içerikleri öğrenilmiş fantastik ya da gerçeğe yakın sahneleri içeren oyunların klasik korku tepkileri oluşturup oluşturmadığı değerlendirilmiştir. Uyku, yeme bozukluğu zaman zaman sinirli olma gündelik olaylarda tedirginlik gibi korku yansımalarının olmadığı izlenmiştir. Çocuklar her bir oyunu araştırmacıyla paylaşırken korkmadıklarını üzerine basarak söylemiş ve gerçek ile sanal yapıyı ayırt ettiklerini belirten açıklamalar yapmışlardır. Video oyunu sürecini anlatırlarken de coşku türü heyecan sergilemişlerdir. Hatta “video oyunları olmasa ölürüm” diyerek bu oyunların kendinde yarattığı adını koyamadığı heyecanı paylaşmışlardır. Kaynak:http://www.cocukvemedyahareketi.org/Files/pdf/kongre_yayinlari/Bildiriler_Kitabi_1cilt.pdf#page=312

16


Altuntaş, O., Altınova H.H. 2015, Farklı Engel Grupları Olan Kadınların Bağlanma Stilleri, nternational Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 10/3 Winter 2015

Engel Grupları Olan Kadınların Bağlanma Stilleri O. Altuntaş ve H.H. Altınova 2015 yılında farklı engel grupları olan kadınların bağlanma stillerini belirlemek amacıyla bir araştırma yapmıştır. Araştırmaya Ankara ilinde yaşayan zihinsel engelli kadınlar haricindeki 18-60 yaş arası 98 engelli kadın katılmıştır. Araştırmadan elde edilen bulgulara göre engelli kadınlar arasında en yaygın bağlanma stilinin güvenli bağlanma stili olduğu görülmektedir. Araştırmada %43 güvenli ve %57 diğer bağlanma sitillerine sahip engelli kadınlar tespit edilmiştir. Engel türüne göre bağlanma stiline baktığımızda ortopedik engellilerde, dil ve konuşma bozukluğu olanlarda, görme engellilerde güvenli bağlanma stilinin en yaygın bağlanma stili olduğu görülmektedir. İşitme engellilerde ve süreğen hastalığı olanlarda ise hem güvenli hem de korkulu bağlanmanın eşit oranda olduğu saptanmıştır. Elde edilen bir başka sonuca göre ilkokul mezunlarında korkulu bağlanmanın yaygın olduğu saptanmıştır. Okur-yazar olmayanlarda, lise, önlisans ve lisans mezunlarında güvenli bağlanma stilinin, ortaokul/ilköğretim okulu mezunlarında ise korkulu bağlanma stilinin daha yaygın olduğu görülmektedir.İş durumuna göre bakıldığında ise hem çalışan hem de çalışmayan engelli kadınlarda güvenli bağlanma stilinin en yaygın görülen bağlanma stili olduğu belirlenmiştir. Kaynak:http://www.turkishstudies.net/Makaleler/436840763_6Altunta%C5%9FOnur-vd-egt-97-114.pdf

Yörük, S., Koçyiğit, M., Turan, M. (2015). Dizi Filmler ve Bilgisayar Oyunlarının Ortaöğretim Öğrencilerinin Şiddet Algısına Etkisi. Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8(4), 127-142.

Dizi Filmler ve Bilgisayar Oyunlarının Ortaöğretim Öğrencilerinin Şiddet Algısına Etkisi S. Yörük, M. Koçyiğit ve M. Turan 2015 yılında dizi film ve bilgisayar oyunlarının ortaöğretim öğrencilerinin zihinlerinde nasıl imgeler bıraktığını görebilmek ve buradan yola çıkarak şiddet algıları üzerinde nasıl bir etki yapabileceği hakkında tespitlerde bulunmak için bir araştırma yapmıştır. Çalışmaya Afyonkarahisar’da bir ortaöğretim kurumunun 9, 10 ve 11. sınıf öğrencilerinden 91 öğrenci katılmıştır. Okulda rehberlik öğretmeni ile işbirliği içerisinde en sorunlu olduğu düşünülen şubeler belirlenmiş ve örneklem bu şekilde oluşturulmuştur. Dizi film ve bilgisayar oyunları şiddet içeren ve içermeyenler olarak gruplanmış ve bu çerçevede ortaöğretim öğrencilerinin dizi filmler ve bilgisayar oyunları ile ilgili çizimleri betimsel analiz yöntemi de kullanılarak da analize tabi tutulmuştur. Toplam 91 öğrencinin çizdikleri resimlerden 45 tanesi şiddet unsurları içerirken 46 tanesi şiddet unsurları içermemektedir. Bu oldukça yüksek bir orandır. Çizilen resimlerde rahatça taşınabilecek bıçak vs. gibi kesici aletlerin ve tabancaların çokça bulunması, ölü ve yaralı insanların resmedilmiş olması bilgisayar oyunları ve televizyon dizilerinin öğrencilerin akıllarında nasıl imgeler bıraktığını ortaya koymaktadır. Silah ve kesici aletlerin yanında çizilen resimlerde bolca kurşun, kan ve sigara içen karakter de dikkatlerden kaçmamaktadır. Sigara ve tespih gibi objeler şiddet içeren resimlerde çokça görülürken şiddet içermeyen resimlerde görülmemektedir. 17


DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU

KAYGI BOZUKLUĞU MU? YOKSA İKİSİ BİRDEN Mİ ?

Klinisyenlere DEHB ve Kaygı Bozukluğu Olan Çocuğu Tedavi Ederken Yardımcı Olabilecek Öneriler Fazilet Seyidoğlu Klinik Psikolog

Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve anksiyete bozukluğu çocukluk döneminin en sık görülen, belirtileri sıklıkla ergen ve yetişkin dönemde de devam eden psikiyatrik bozukluklardandır (Şenol, 2008; Weiss, 2002). Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğuna sıklıkla başka bir bozukluk eşlik etmektedir. Eş tanı görülme sıklığı %46-68 olarak bildirilmektedir (Şenol, 2008).Klinik uygulama açısından bakıldığında, eşlik eden bozuklukların sıklığı bu çocukların ayrıntılı değerlendirilmelerini gerektirir. Genelde eşlik eden ikinci ya da üçüncü bir bozukluğun saptanması daha kötü bir sonlanımı olan ciddi bir sorunu göstermektedir (Barkley, 2006). Eşlik eden bozukluklar DEHB tedavisine yön verirler (Barkley ve Edwards, 2006; Ercan, 2008). Bu nedenle DEHB tanısı alan çocuk ve ergenlerin tedavilerinin planlanması ve takibinde eşlik eden bozuklukların araştırılması oldukça faydalıdır (Barkley, 2006; Ercan, 2009). DEHB ve anksiyete bozuklukları birlikteliği sık görünmesine rağmen bu alanda az sayıda çalışma vardır (Jarrett ve Ollendick, 2008; Jarrett, 2013). DEHB’ye eşlik eden anksiyete belirtileri hem tanı koymayı zorlaştırır hem de belirtilerin ağırlaşmasına neden olur (Barkley, 2006; Foa ve ark., 2005; Weiss, 2002). Yapılan çalışmalarda anksiyete bozukluğu olan DEHB’li olguların gerek ilk değerlendirme esnasındaki özellikleri gerekse tedavi yöntemi açısından farklılıklar gösterdiği saptanmıştır (Jensen ve ark, 2001; MTA, 1999).

DEHB ve anksiyete bozuklukları birlikteliğinde yapılan çalışmalar davranım bozukluğu eş tanısı alan DEHB olgularının ağırlıklı olarak ilaç tedavisinden fayda gördüğü; buna karşın anksiyete bozukluğu eş tanısı olan olgularda ilaç tedavilerinin yanı sıra davranışçı tedavilerin de etkili olduğunu bulmuştur. Pek çok araştırmada DEHB’ye eşlik eden anksiyete bozukluklarında uyarıcılara düşük yanıt ancak daha fazla yan etki bildirilmiştir. Bu çocuklarda ilaca ek olarak psikososyal tedavi, tek başına ilaç tedavisinden daha etkili bulunmuştur (MTA, 1999; Tannock, 1998; Weiss, 2002). DEHB ve anksiyete belirtilerinin birlikteliğinde tedavi biçimi, tedaviye yanıt süresi, bozukluğun şiddeti etkilendiğinden ötürü bu iki bozukluk arasındaki ilişkinin iyi anlaşılması gereklidir.


Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ve Anksiyete Bozukluğu’nu Nasıl Ayırt Edebiliriz? DEHB’ye depresyon ya da anksiyetenin eklenmesi hem tanı koymayı zorlaştırır hem de belirtilerin ağırlaşmasına neden olur (Barkley, 2006a; Ercan, 2009; Foa ve ark., 2005; Weiss, 2002). Anksiyete bozukluklarında görülen sürekli huzursuzluk, dikkati toplayamama gibi belirtiler DEHB ile karışabilir ve yanlış tanı almaya neden olur. DEHB’de semptomlar erken çocuklukta belirgin olmaktadır, DSM-V’te tanı için 12 yaş öncesi semptomların görülme şartı vardır (Köroğlu, 2014). Anksiyete bozukluğu her yaşta görülebilir, başlama yaşı kriteri yoktur fakat genel başlama yaşı çocukluk veya ergenlik dönemidir. DEHB’nin seyri süreklidir ve yaşam boyu sürer. Anksiyete bozukluğunun seyri altı ay ya da daha uzun süreli, devamlı görülen semptomlardır. Anksiyete bozukluğu dikkatin dağılması, dikkat ve konsantrasyon bozukluğuna sebep olur. Ayrım çocuğun kaygı düzeyinin az olduğu ortamlarda dikkat seviyesinin araştırılması ile yapılabilir veya anksiyete medikal olarak tedavi edildikten sonra dikkat testleri uygulanabilir (Foa ve ark., 2005). Aile geçmişinde DEHB olan olguların birinci derece yakınlarında DEHB genel popülasyona oranla 5-7 kat daha yaygındır. Anksiyete bozukluklarının aile geçmişinde ise hastalığı taşıyanların birinci derece yakınlarında daha az yaygındır. DEHB’de yaşam boyu süren akademik, mesleki, sosyal düşük fonksiyon bozukluğu görülürken, anksiyete bozukluğunda strese bağlı mesleki, sosyal alanda fonksiyon bozukluğu görülür. DEHB’de semptomlar dikkat eksikliği, huzursuzluk, unutkanlık, eşyalarını kaybetme, görevi yerine getirememe, oyalanma, sabırsızlık, kendine güvenin düşük olması şeklinde görülür. Anksiyete bozukluğunda ise semptomlar aşırı anksiyete ve

endişe, kolay yorulma, kas gerilimi, uyku bozukluğu şeklindedir. Sabırsızlık, düşük konsantrasyon ve sinirlilik DEHB ve anksiyete bozukluklarında ortak semptomlardır (Barkley, 2006a, Ercan, 2009). DEHB olan çocuklarda kaygı bozukluğundan çok davranış sorunları dikkat çektiğinden, DEHB’ye anksiyete bozukluğu eşlik eden çocuklar uzun süre tedavisiz kalabilmektedir (Ercan, 2008, 2009 ). Ailede gözlenen bazı psikiyatrik belirtiler, olguların ek tanıları için fikir verebilir. DEHB’ e anksiyete belirtilerinin eşlik ettiği olguların ailelerinde, anksiyete bozukluğu öyküsünün daha sık olduğunu bildiren ve bu durumun ailenin tedaviye uyumunu olumsuz etkilediğini belirten çalışmalar vardır. Ailedeki psikiyatrik belirtilerin ayrıntılı sorgulanması, olguların tanıları ve tedavileri konusunda klinisyene ışık tutabilir (Barkley, 2006a; Ercan, 2008, 2009). DEHB ve Anksiyete Bozukluğu Eş Tanısında Yeni Bir Tedavi Önerisi DEHB ve kaygı bozukluğu komorbiditesi yaygın olmasına rağmen, tedavisi hakkında çok az şey bilinmektedir (Jarrett ve Ollendick, 2008). DEHB’nin çok yönlü tedavi çalışmasında (MTA Cooperative Group, 1999) DEHB ve anksiyete bozuklukları birlikteliklerinde davranışçı tedavi, sadece ilaç tedavisi veya ilaç ve davranışçı tedavi kadar etkili bulunmuştur (Jensen ve ark., 2001). DEHB birçok gelişimsel yolu olan bir rahatsızlıktır. Nigg ve arkadaşları bir tanesi eş zamanlı kaygıyla birleşen bir tip olmak üzere 6 çeşit gelişimsel yol tanımlamışlardır. Bu gelişimsel yollardan bir tanesi DEHB bileşik tip ve komorbid kaygıdır (Nigg, Goldsmith ve Sachek, 2004). Yürütücü fonksiyon ve duygusallığın birbirini etkileyen durumda olmasına ilişkin artan kanıtlar, DEHB ve kaygının aynı zamanda tedavisi, kaygı belirtileri, DEHB belirtileri ve yürütücü işlevler üzerinde yararlı etkiler oluşturacak sonuçlar meydana getirebileceğini göstermiştir (Nigg ve Casey, 2005).


DEHB’nin psikososyal tedavisi genellikle ebeveyn eğitimini kapsar (Barkley, 1997; Jarrett ve Ollendick (2012). DEHB ve anksiyete bozukluğu eş tanısı olan çocuklar için, DEHB belirtileri ve kaygı bozuklukları belirtilerini birlikte tedavi etme önerisinde bulunmuşlardır. Tedavi kılavuzu iki temel kaynaktan hazırlandı. İlk kaynak Barkley (1997) tarafından uyumsuz çocuklar için geliştirilen ve 10 haftalık bir tedavi sürecini kapsayan “The Defiant Child” tedavisidir. İkinci kaynak ise kaygılı çocuklar için aile temelli tedaviyi kapsayan “Cool Kids Programı” dır (Rapee ve ark., 2000). Program aileye bireysel olarak verilir. Ebeveynler ve çocuğa, kaygı ve yeniden bilişsel yapılandırma ile ilgili eğitimi kapsar. Kendall ve arkadaşları kaygı programında DEHB’li çocuklar için terapilerde değişiklik

önerilerinde bulunmuş, oyunların kullanılması, çocuk seanslarının 30 dakikaya indirilmesi, sık sık ara verilmesi, görevlere ödül verilmesi, adım talimatları, çocukların talimatları tekrar etmesi, çoklu yönlü sunumları, ödevleri en az yazı yazacak şekilde düzenlemeler getirmiştir. Program 10 haftayı kapsar. Seanslar 50 dakika ebeveynlerle, 30 dakika çocukla ve 10 dakika hem aile hem de çocuklarla gerçekleştirilir. Her seans hedefler ve ödevler içerir. Sonuçlar, DEHB ve kaygı belirtilerinde iyileşme olduğunu göstermiştir. DEHB belirtilerindeki iyileşme kaygı belirtilerindeki iyileşmeye oranla daha kısıtlıdır. Sonuçlar, daha çok kaygının kısa süreli iyileşmesini desteklemektedir. Bu yeni tedavi programının başka çocuklarla etkilerinin görülmesi üzerine gelecek çalışmalara ihtiyaç vardır (Jarrett ve Ollendick, 2008, 2012).

TÜRKİYE PSİKOLOJİ ARAŞTIRMALARI

PLATFORMU Hatice Demirtaş Proje Koordinatörü

Değerli okurlarımız Güncel Psikoloji ekibi olarak, psikoloji alanındaki bilgi açığını kapatabilmek, bu alanda çalışan uzmanlara, öğrencilere ve psikolojiye ilgisi olan kişilere doğru ve güvenilir bilgiler sunmak adına pek çok projeye imza attık. Bugüne kadar aldığımız olumlu geri dönüşler doğrultusunda yepyeni bir projeyle karşınıza çıkıyoruz. Psikoloji, dünyada hızla gelişen bir bilimdir. Psikoloji alanında üzerinde çalışılan konuyla ilgili literatürde olan ‘bilgilerin toplanma ve yorumlanması’nı içeren kapsamlı bir çalışma yapılmaktadır. Karşılaşılan güçlüğün giderilmesi ve probleme güvenilir çözümler aramak adına yapılan araştırmaların çözümlenmesi, sonuçların yorumlanması ve raporlaştırılma sürecinin ardından alana pek çok bilimsel araştırma kazandırılır. 20

TÜPAP (Türkiye Psikoloji Araştırmaları Platformu), Bilimsel araştırmaları tek bir kaynakta toplayarak büyük bir Psikoloji Araştırma Bankası oluşturmayı, okurun ilgi duyduğu konuyla ilgili kısa sürede inceleme yapabilmesini amaçlamaktadır. Okur bu sayede Bilimsel Araştırmaları (amaç, yöntem, bulgular, sonuç, tartışma ve öneriler) daha sade ve düzenli bir şekilde bulacak dilerse bir tıkla ana makaleye ulaşabilecek ve detaylı tarama yapma imkanına sahip olacaktır. Psikoloji alanına ilgi duyan kişilerin kolaylıkla anlayabileceği salt bilgiye ulaşabileceği bir platform oluşturulmaktadır. Uzmanlar Psikoloji Araştırmalarını organize edilmiş bilgilerle Bilimsel Araştırmalarında kullanabilecek, geçmiş araştırmalarla kıyaslama yapabilecektir. En önemli katkısı da Psikoloji alanında büyük bir eksiği kapatacak olan toplu halde araştırmaya erişilebilecek veritabanının oluşturulmasıdır. Veritabanına ulaşmak için oluşturmuş olduğumuz http://tupap.org sayfasını ziyaret edebilir, bizimle iletişime geçip istek ve önerilerinizi belirtebilirsiniz. TÜPAP ekibi olarak intizamlı şekilde çalışmalarımıza devam ediyoruz ve Projemizin bilim dünyasına faydalı olacağına inanıyoruz. Sizlerin de desteğini bekliyoruz.


20 iLGİNÇ PSİKOLOJİK GERÇEK 1.

Dünyamızda 400’den fazla fobi türü gözlemlenmiştir.

2.

Dinlenilen müzik türleri, dünyayı algılama biçimimizi de etkiliyor.

3. Bireyde obsesif-kompulsif bozuluk olması ile birisine aşık olmak vücudumuzda aynı biyokimyasal süreci yaratıyor. 4. Karşılıklı iletişim halindeyken beyin, karşıdaki kişinin söyleyeceklerini sürekli olarak tahmin etmeye çalışır. 5. Yapılan araştırmalara göre, kişi acı çekerken sevdiği bir kişi tarafından öpülürse acıya katlanma süresi artıyor. 6. Sahip olunan davranışların büyük çoğunluğu, 0-6 yaşı kapsayan okul öncesi önemde edinilir. 7. Sarılmanın etkisi ile anne ile konuşmanın etkisi aynıdır. İkisi de stresin seviyesini azaltır. 8. Uyuşturucuya karşı olan bağımlılık ile çikolataya karşı olan bağımlılık aynı şiddettedir. 9. Dokunmanın gücü o kadar büyüktür ki, güven verme ve teselli etmede büyük oranda fayda sağlar. 10.

Yapılan araştırmalara göre, depresyon eğilimi zeki insanlarda daha fazladır.

11. Araştırma sonuçlarına göre, “fazla iyi” olan bireyler, geçmişlerinde çok fazla acılara maruz kalan bireylerdir. 12. Bir kişinin bir şarkıyı çok sevmesi ve sık dinlemesinin nedeni, kişinin o şarkıyı hayatındaki duygusal bir an ile eşleştirmesinden kaynaklanır. 13. Zeki insanların yeteneklerini hafife alma, cahil insanların ise kendilerini olduklarından daha iyi görme eğilimleri vardır. 14.

Şizofreni hastalığına, doğuştan engelli olan bireyler yakalanmıyor.

15. Artık cep telefonunu ve cep telefonunun bağlantısını kaybetme fobisi de mevcut. İsmi de “Nomofobi”. 16.

Beyin, reddedilmeyi fiziksel bir acı olarak algılıyor.

17.

Göz bebeklerimiz sevdiğimiz veya nefret ettiğimiz insanları görünce büyüyor.

18. İnsanların dilleri, yaşadıkları coğrafyalar farklı olsa dahi, “mutluluk, kızgınlık, üzüntü, korku, şaşırma ve iğrenme” duyguları için aynı mimikleri kullanırlar. 19. Birine 20 saniyeden daha uzun sarıldığımız zaman oksitosin hormonu –sosyal bağlama için gerekli olan hormon- salgılanıyor. Bu da karşımızdaki kişiye daha çok güvenmemizi sağlıyor. 20. Sevdiğimiz veya ihtiyacı olan birisine yapılan harcamalar, kendimiz için yaptığımız harcamalardan daha çok mutluluk verir. 21


DOĞA BİLİMLERİ VE SOSYAL BİLİMLER AYRIMINDA

PSİKOLOJİ VE İNSAN Hamit Başgöl Öğrenci

Psikoloji insan davranışlarını ve zihinsel süreçlerini araştırır, bu bağlamda araştırma nesnesi ve yöntemi açısından tartışmalı bir noktadadır. Psikolojinin araştırma nesnesi olarak kendine belirlediği şey bizim doğal ve sosyal bilimler olarak ayırdığımız iki ayrı bilimsel anlayışın tam ortasında kendine yer bulur. İnsan varoluşunu basit fakat kullanışlı şekilde doğa ve kültür parametrelerine ayırdığımızda görürüz ki, bunların ilki biyolojinin ve biyolojik canlılığı açıklamaya çalışan kimya, fizik ve bunların alt disiplinlerinin araştırma nesnesi; ikincisi ise sosyoloji, antropoloji, dilbilim gibi birçok farklı sosyal bilimin ve felsefe disiplinin araştırma nesnesi olarak ortaya çıkar. Şüphesiz ki bu ayrım burada yansıtmış olduğum kadar belirli değil, içinde belirsizlikleri ve çoğu zaman yerdeğiştirmeleri taşıyor. Açıkçası böyle bir belirleme Chomsky’nin Evrensel Dilbilgisi Kuramı’nı bunların ikisinden birine oturtmak kadar saçma olurdu.

22

Bu yazıda felsefenin bilimler, özellikle psikoloji bilimi için neden önemli olduğunu açıklamaya çalışacağım. Batı Ortaçağ’ında skolastik felsefenin gerileyip doğanın tekrar keşfedilmesinden sonra Doğalcılık (Naturalizm) akımı hız kazanır; Husserl bu durumu şöyle açıklar: “Doğalcılık, doğanın –sağın doğa yasalarına göre uzaysal zamansal varlığın birliği anlamında doğanın- keşfinin dolaylı bir sonucudur. Bu idenin hep yeni ve birçok kesin bilgileri temellendiren doğa bilimleri olarak adım adım gerçekleşmesiyle doğalcılık daha da genişler” (Husserl, 2007, s. 13). Doğallaştırılmayı doğa bilimlerinin yöntemlerinin kullanılmasıyla araştırma nesnesinin araştırılabilir kılınması olarak anlayabiliriz, bu uygulama kendi araştırma nesnesini kaçınılmaz olarak belirlemiştir. Örneğin, neden-sonuç ilişkisi doğa bilimlerinin temel aksiyomlarından biridir, eğer neden-sonuç ilişkisi üzerinde çalıştığımız bilincin bir özelliği değilse bilinci doğallaştırmak ister istemez onun özne tarafından düzenlenmesi ya da daha kötüsü çarpıtılması anlamına gelecektir. Bu süreçte daha önce sözünü ettiğimiz doğa bilimleri ve sosyal bilimler ayrımlarının ortaya çıktığını görürüz. Fakat bu ayrım doğa bilimleri başat alınarak yapılan bir ayrımdır; Dilthey’a göre sosyal bilimler de en başından beri kendilerini doğa bilimlerine benzer olarak kurmuşlardır fakat doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin araştırma nesneleri birbirlerinden ontolojik olarak farklıdır. Bunlardan biri doğadaki nesneleri araştırırken diğeri ise insan anlam yaratımı ile ilgili olan doğadan bağımsız olan kültürü (tin’i) araştırır (Doğan, 1993).


Psikolojinin de bu süreçte bir doğa bilimi olma amacıyla pozitivist paradigmaya sarıldığını görüyoruz, Aslıtürk ve Batur (2014) bu durumu şöyle açıklar: “Psikoloji, spekülasyon üzerine kurulu felsefeden ”ayrılırken” daha çok bir sosyal bilim ya da bir insan bilimi olarak değil, diğer temel bilimlerde olduğu gibi bir doğa bilimi olarak ayrılmaya çalışmıştır.” Fakat ben bu durumun psikoloji içerisinde şeklen kendini gösterdiğini; psikoloji biliminde meydana gelen köklü kuramsal değişimlerin ve sapmaların nedenlerinin bir kısmının halen bu bilimin bu ikisinden birine konumlandırılamayışından ötürü meydana geldiğini düşünüyorum. İster Skinner’da ister Piaget’de olsun; bilgi felsefesi, bilim felsefesi ve insanın neliğine yönelik tartışmalar kuramcıların yazılarında geniş bir yer kaplamıştır. Psikolojinin felsefeden tam anlamıyla ayrıldığını söylemek safdillik olurdu. (Davranışçılık ve Fenomenoloji karşılaştırması yapın.) Doğa ve insan bilimlerine yönelik eleştirilerin ve buna ek olarak psikolojideki felsefi tartışmaların bizim için önemi aslında basitçe doğa ve kültür parametrelerine ayrılan insana yönelik araştırmada karşılaştığımız zorlukları ortaya çıkarmasıdır. İnsan hem kültüre yönelik doğal olandan bağımsız bir anlam dünyasına sahipken hem de doğa nesnesi olarak bir varlığa sahiptir. Bu tartışma modern bilimin kurucusu Descartes’a kadar izi sürülebilecek bir tartışmanın, zihin-beden probleminin, yönteme yansımış halidir. İfade etmek istediğim şu: insana yönelik herhangi bir çalışmada ister istemez beden-beyin/zihin ayrımının kendini genişletmesiyle karşılaşırız. Zihin-beden problemine verilen cevaplar her halükarda bize bir araştırma yöntemine yönelik bir argüman sağlar. Aslında bu şaşırtıcı olmasa gerek, insanın epistemolojik bir makine olduğunu düşünürsek, bu makinenin kendine yönelik algısı dış dünyaya yönelik algısını da sarsacaktır. Söz ettiğimiz probleme verilen cevaplardan biri olan Bağlılıkçı Fizikselcilik (Supervenience Physicalism)’i göz önüne alalım: “Bağlılıkçı Fizikselcilik, mevcut dünya ile bütün fiziksel açılardan aynı ama biyolojik, sosyolojik ve psikolojik açılardan farklı olan olası hiçbir dünyanın olmamasıdır.” (Daniel, 2016).

Bu, psikolojik olan her şeyin fiziksel olanın ardılı olarak meydana geldiğine dair zihin felsefesinde çok sık karşılaşılabilecek bir görüştür. Eğer iki olası dünya için bütün fiziksel özellikler aynı ise o halde diğer özellikler de aynıdır, eğer bu özellikler farklı ise diğer özellikler de farklıdır. Kısacası bu görüşe göre her şey fiziksel olarak belirlenmiştir. Bahsi sınırlamak için şu yorumu yaparak devam edelim; eğer Bağlılıkçı Fizikselcilik doğru ise o halde buradaki konumuz olan zihni fiziksel dünyanın yasalarına -nedenselliğe- göre çalışmalısınız! Bütün araştırmalarınızda zorunlu olarak fiziğin temel kuralları baş gösterecektir. Sonuç olarak, psikoloji kaçınılmaz biçimde insan zihni ve bedeninin etkileşimini ve bu etkileşimin ürünleri üzerine çalışmaktadır; psikolojinin doğa bilimi olma çabasına ve şeklen pozitivist paradigmayı benimsemesine karşın bu etkileşimin niteliğine yönelik tartışmalar da halen kuramların içeriğinde devam etmektedir. Bence psikoloji araştırmacıları için yapılması gereken bu tartışmalardan mahrum kalmamak ve psikolojinin insan anlayışının sürekli olarak değiştiğini, aslında söz konusu ayrıma oturamadığı için değişmek zorunda olduğunu fark etmeleridir. Yalnızca veriler hiçbir anlam ifade etmez, Churchland’e (2013) göre termometrede gördüğünüz sayıyı anlamak için bile bir kurama ihtiyacınız vardır.

23


FOBİ NEDİR? Serap Ilgın Öğrenci

Marmara Üniversitesi

Hepimiz yaşamımız boyunca bir şeylerden korkarız. Kimimiz karanlıktan, kimimiz hayvanlardan, kimimiz topluluk önünde konuşma yapmaktan korkar. Korkular yoğun bir şekilde yaşandığında, mantıkdışı bir şekilde seyrettiğinde; korkulan nesneye, aktiviteye veya duruma karşı nedensizce tepki verildiğinde “fobi” olarak adlandırılır.

Agorafobik bireyler, mağaza veya alıveriş merkezlerinde olma, toplu taşıma araçlarında bulunma kalabalık ortamlarda, işlek caddelerde bulunma, şehirlerarası seyahat halinde olma, kuyrukta sıra bekleme, sinema, tiyatro salonu gibi kapalı mekanlarda yer alma gibi durumlarda korku duyarlar (Sungur, 1997). Sosyal Fobi: Kişinin kalabalık içinde, sosyal ortamda bulunmaktan korkması durumudur. Sosyal fobisi olan kişiler küçük düşme, kendilerini zor durumda bırakacak bir davranışta veya dikkat odağı olacakları şeklindeki düşünceleri yüzünden sosyal ortamlardan korkmakta ve korkunun yarattığı anksiyeteyi önlemek için kaçınmaktadırlar.

Kalabalık bir ortamda yemeklerini dökebilecekleri korkusuyla yemek yemekten, aldıkları herhangi bir ürün bozuk çıktığında onu iade etmekten, ısrarcı bir satış temsilcisiyle tartışmaktan, otoritenin sunduğu herhangi bir fikre karşı geliştirdikleri fikri beyan etmekten, insanlarla iletişim kurarken göz teması kurmaktan kaçınırlar. Sosyal fobiye sahip işi, yaşadığı travmatik olayı düşündükçe insanlar genellikle düşük benlik saygısına sahiptir gerilim yaşar ve bu gerilimden kendisini ve eleştirilme korkusu yaşarlar (Sungur, 1997). kurtarabilmek için “kaçınma” davranışı sergiler. Kişi kendisinde fobi yaratan Özgül Fobiler: “Basit fobi” olarak da adlandırılan nesneden kaçınma davranışı gösterdikçe özgül fobiler, spesifik bir nesne veya duruma gerginliğinin azaldığını görür ve fobik nesneyle maruz kalma veya böyle bir durumun ya da her karşılaştığında veya karşılaşma ihtimali nesnenin gerçekleşeceği beklentisi tarafından olduğunu düşündüğünde bu kaçınma tepkisini tetiklenen mantıkdışı ve süreğen korkulardır. artırır. Böylece kişi, bu kısır döngünün içinde yerini alır ve korkunun kendisinin yapmak istediği Kapalı yer, karanlık, hayvan korkuları, yükseklik, davranışlarının önünde bir engel oluşturmaya asansör, şimşek, dişçi, kan, hastalık, enjeksiyon korkuları bu grup içinde sayılır. Sözü edilen başladığı görülür (Sungur, 1997). özgül durum veya nesnelerle karşılaşma Agorafobi: Kişinin panik atak ya da panik hatta bu nesnelerin görme dahi fobik kişide türünden semptomları (ani baş dönmesi, ishal agorafobi ve sosyal fobide olduğu gibi panik vb.) sergilemesi durumunda kaçmasının zor veya atak durumlarının ortaya çıkmasına sebep utandırıcı olabileceği ortamlarda veya durumlarda olabilir. Dolayısıyla fobik kişiler bu nesne veya bulunma kaygısıdır (Plotnik, 2007: 518). Sungur’a durumlardan kaçınma davranışı sergilerler. göre (1997), belki de kişiyi en çok çaresiz bırakan fobi türü agorafobidir ve bazı agorafobik bireyler zamanla eve tamamen bağımlı/bağlı hale gelerek Fobiler Nasıl Tedavi Edilir? hayatlarını sürdürürler. Fobiler, birtakım ilaç ve psikoterapi yöntemleriyle tedavi edilebilir. Ancak ilaçlar yan etki yapabileceği ve bırakıldığında fobik belirtiler kişide tekrar nüks edebileceğinden ötürü dezavantıjlıdır. Psikoterapilerin ise fiziksel yan etkilerinin olmaması bir avantaj niteliği taşır.

K

24


İLGİNÇ FOBİLER Ablütofobi: yıkanmaktan veya bir şey yıkamaktan korkmak Ksilofobi: tahta şeylerden ya da ormanlardan korkmak

Kakorafiyafobi: başarısız olmaktan korkmak Mastigofobi: cezalandırılmaktan korkmak Siderofobi: yıldızlardan korkmak

Pogonofobi: sakaldan korkmak

Zeusofobi: tanrıdan korkmak

Geliofobi: gülmekten korkmak

Triskaidekafobi: 13 sayısından korkmak

mizofobi: kirlilikten korkmak

Papirofobi: kağıttan korkmak

Lökofobi: beyaz renkten korkmak

Nüdofobi: çıplaklıktan korkmak

Skiofobi: gölgelerden korkmak

Orofobi: yamaçtan inmekten korkmak

Teratofobi: hamile bir kadının şekilsiz, çirkin bir çocuk doğurmaktan korkması

Mikrobiyofobi: mikroplardan korkmak

Peladofobi: kel insanlardan veya kelleşmekten korkmak Limnofobi: göllerden korkmak Keymafobi: kıştan ve soğuktan korkmak Gamofobi: evlilikten korkma Kronomentrofobi: saatlerden korkma Kriyofobi: buzlardan ya da donmaktan korkmak

Litikafobi: davalardan ve mahkemelerden korkmak Kemofobi: kimyasal maddelerden korkmak Katagelofobi: dalga geçilmekten korkmak Jinefobi: kadınlardan korkmak Kematofobi: kandan korkmak Haptofobi: dokunulmaktan korkmak

Tafefobi: diri diri gömülmekten korkmak

Herontofobi: yaşlanmaktan veya yaşlı insanlardan korkmak

Amatofobi: toz korkusu

Eritrofobi: yüz kızarmasından duyulan korku

Ambulofobi: yürümekten korkmak Osmofobi: belli kokulardan korkmak Pupafobi: kuklalardan korkmak Batofobi: derinlik korkusu, yüksek binaların yanından geçme korkusu Fobofobi: korkmaktan korkmak Zelofobi: kıskançlıktan korkma Acerofobi: ekşi tattan korkmak Karnofobi: etten korkmak


DEPRESYON:

GÜNCEL BİR BAKIŞ

Merve Bahçe

Son zamanlarda insanların sık sık depresyondayım dediklerini duymaktayız. Peki nedir bu depresyon? Her üzüntü hali depresyonda olduğumuzu mu gösterir? Depresyon gerçekten çok yaygın bir hastalık mı? Depresyon konusunda yapılan araştırmalar bize ne söylüyor? Şimdi depresyonu ve depresyon konusunda yapılan araştırmalara biraz daha yakından göz atalım.

Öğrenci

Zaman zaman her birimiz kendimizi üzgün ve mutsuz hissederiz. Mutsuzluk hali olağan bir durumdur herkes yaşayabilir fakat bu his bir süre sonra geçer. Günümüzde insanlar kendilerini mutsuz hissettiklerinde içinde bulundukları durumun depresyon olduğunu düşünüp hemen depresyondayım demektedir. Oysa depresyon durumunda kişi kendini uzun süre boyunca mutsuz, isteksiz, hayattan zevk alamaz ve yoğun karamsarlık içinde hisseder. Depresyon bir ruh hali bozukluğu olarak kabul edilir. Ancak bu oldukça genelleştirilmiş bir bakış açısıdır. Depresyonda temel olarak dört farklı semptom vardır.

Canlı, "Biology of Mood and Anxiety Disorders" dergisinde yayınlanan ve büyük ses getiren makalesinde yer alan depresyon konusunda ortaya koyduğu yeni yaklaşıma ilişkin bilgileri içerir. 50 milyon kişiden en az birinin depresyon geçirdiğini belirtir. Depresyonun sanıldığından daha önemli bir sağlık problemi olduğunu ifade eden Canlı, ABD'de nüfusun yüzde 16'sının hayatının en az bir döneminde ağır depresyon geçirdiğine dikkat çeker. Bunun, 300 milyonun üzerinde nüfusa sahip ülkede yaklaşık 50 milyon kişiyi etkileyebileceğini söylemiştir. Bir Kez Depresyon Geçiren Birdaha Geçirebilir

Ruh hali ya da duygusal semptomlar

Düşünsel veya bilişsel semptomlar,

Motivasyonel semptomlar ve

Canlı, hayatında ağır depresyonu birkez geçiren birinin ikinci kez geçirme olasılığının %50 olduğunu, üçüncü kez geçirme olasılığının %80 olduğunu ifade etmiştir. Tedaviye cevap verme oranında az olmasının aslında altında yatan nedenin bilinmemesinden kaynaklı olduğunu ifade etmiştir.

Fiziksel ya da somatik semptomlar vardır.

Depresyona Yatkınlık

Bu semptomlar ruhsal olduğu kadar fiziksel olarakta bireyi etkiler. Kişisel bakımı yapma konusunda özensiz olabilir, çökkün görünür , uykusuzluk , kilo problemleri ve sindirim sorunları yaşayabilir. Bir üzüntü durumuna depresyon diyebilmemiz için kişilerde her gün ya da en az iki hafta boyunca süren yoğun bir üzüntü durumu olması gerekir. Bu kişiler zaman zaman intiharı bile düşünür. Depresyonda müdahale edilmeden kendi kendine iyileşme oranı azdır. Müdahale edilmediğinde belirtiler artıp aylarca dahi sürebilir ve hatta sonucu intiharla bitebilir. New York Stony Brook Üniversitesi'nde Nöroloji alanında çalışan Türk bilim adamı Prof. Dr Turhan Canlı, kişinin hayatını oldukça zorlaştıran depresyonun sebebinin virüs bakteri gibi etmenlerde olabileceğine dair açıklamalar yapmıştır. T 26

Kadınlarda depresyon gerek hormanal sebepler gerekse sosyal sebeplerden dolayı iki kat daha fazladır. Kadınlarda adet dönemi öncesi,menapoz dönemleri,doğum gibi hormanal nedenler ve toplumun kadına yüklediği roller depresyon oranının kadınlarda daha fazla olmasını etkileyen faktörler arasındadır. İlaçlar Tekrarlanmasını Engellemiyor Canlı, depresyon konusunda yıllardır aynı yöntemlerin kullanılması ve tedavide önemli bir ilerleme sağlanamamasının kendisini "galiba bir şeyler eksik" düşüncesine ittiğini belirterek , "Özellikle ilaç tedavisi yaklaşık 50 yılıdır pek fazla değişmedi. Tedavi yöntemleri 1960'lardakinden çok farklı değil" demiştir.


Bu ilaçların genellikle serotonin gibi nörotransmitterleri (sinir sisteminde nöronlar arasında sinyalleri ileten kimyasallar) değiştirme amacını güttüğünü kaydeden Canlı, ilaçlar bir kere depresyon yaşayanın tekrar yaşamasınıda engellemediğini belirtmiştir. Son dönemde depresyonun bir tür iltihaplanmayla ilişkili olduğuna yönelik çalışmalar yapıldığını belirten Canlı, depresyon ile enfeksiyon nedeniyle vücudun iltihaplanması arasında bir ilişki olduğuna dair inanışın giderek arttığını ama buradaki mekanizmanın çözülemediğini belirtmiştir.

Hastanın her türlü intihar düşüncesi ve girişimi dikkate alınmalıdır. Eğer ki intihar riski gözetilirse mutlaka hastane sağaltımı önerilir. Koruyucu kesin bir önlem bulunmamaktadır kişinin ailesi tedbirli olmalı ve yakınları mutlaka haberdar edilip bilgilendirilmelidir. Depresyonun iyileştiği intihar düşüncelerinin geçtiğini bilmek genellikle iyi gelir. Kişi eğer belli bir tarih ya da olay vererek intihar düşüncelerini belirtirse iyi bir ilişki kurmak, konuyu konuşabilmek hatta sağaltım süresince bunu yapmayacağı konusunda anlaşma yapmak iyi gelebilir.

Parazitlerin organizmaların davranışlarını değiştirici etkisi olduğuna ilişkin çalışmaların olduğunu ifade eden Çanlı, majör depresyon, parazit, virüs ve bakterilerin neden olduğu bir tür bulaşıcı hastalık olabilir diye de eklemiştir ve bunun için bir çok araştırma yapıl ması gerektiğini söylemiştir.

Depresyon Tedavisi

Depresyonla ilgili İngilterede yapılan bir araştırmada da depresyonun sadece beynimizi değil, ayrıca DNA’mızı ve hücrelerimizin enerji üretme yolunu da değiştirebileceğini bulmuşlardır. Wellcome Trust İnsan Genetiği Merkezi’nden bir ekip, depresyon riskine katkıda bulunabilecek genleri bulma umudu ile 11.500’den fazla kadının genomlarını incelerler. Ancak bunun yerine, bu rahatsızlık tarafından tetiklendiği gözüken, onların hücrelerinde metabolik değişimlerin işaretlerini görürler. Açık ve net olan şu ki; duygusal olarak bizi etkileyen, biyolojik seviyede de bizi etkilemekte! Bu yılın başlarında, ayrı bir araştırma ekibi, çocuklukta yaşanan travmanın hücresel yaşlanmayı etkileyebileceğini göstermiştir ve Kasım 2014’de, bilim insanları ayrıca meditasyon ve yoganın aslında telomerin boyunu korumaya yardımcı olabileceğini tespit ederler. Ancak, bu tarz değişimlerin kalıcı ya da gelecek nesillere aktarıldığına dair bir kanıt mevcut olmadığını belirtirler. Depresyona Yatkınlık Kadınlarda depresyon gerek hormanal sebepler gerekse sosyal sebeplerden dolayı iki kat daha fazladır. Kadınlarda adet dönemi öncesi,menapoz dönemleri,doğum gibi hormanal nedenler ve toplumun kadına yüklediği roller depresyon oranının kadınlarda daha fazla olmasını etkileyen faktörler arasındadır. Depresyon ve İntihar İntihar, depresyonda önemli bir risk faktörüdür. Kişi hayattan zevk alamadığı için ve yoğun değersizlik hissinden dolayı intihar eğilimi gösterir. Bu risk durumu nedeniyle de depresyonun kendiğinden geçmesini beklemek yerine destek alması tavsiye edilir.

Depresyon tanısı alan kişiler için tedavide en önemli unsur bu rahatsızlığın sebeplerini bilmektir. Sebepleri bilindikten sonra buna göre bir çözüm yolu bulunur. Bu durumda yaşam koşullarını değiştirme, sosyal destek oldukça önemlidir. Tedavide İlaç ve psikoterapi kullanılabilir. Son yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda depresyon tedavilerinde en etkili psikoterapi yöntemi bilişsel-davranışcı terapiler olduğu bulunmuştur. . Bu terapi yönteminin özelliği ve uygulanışı depresyonun yoğun yaşandığı başlangıç döneminde haftada 1 ya da 2 kez hasta ve terapistin görüşmesi ve diğer kalan zamanlardada ev ödevleri uygulanmasıdır. Bu sistemde hasta ve terapist ortak karar verdikleri için etkileri daha yaygın olabilmektedir. Bu terapiler 14-18 hafta hatta bazen 20 hafta arası sürebilmektedir. Diğerlerine göre en kısa sürede en etkin terapi yöntemi olduğuda söylenebilir. Diğer yöntemler biraz daha uzun sürebilmektedir. Bir çok araştırmada bu terapilerin ilaç kadar etkili olduğu gözlenmiştir. Çok net sonuçlara ulaşmak elbetteki oldukça zordur fakat bilişsel davranışsal terapilerin bittiğinde ilaçla aynı etkiyi verdiği ama etkisinin çok daha uzun sürdüğü ifade edilmektedir. İlaç etkisiyle vücutta kimyasal değişimler sağlanırken, bilişsel terapide kişiler kendi düşünce sistemlerini farkedebilme,sorgulama değiştirme fırsatı bulabilmektedir. Fakat dinamik temelli denilen,kişinin kendini rahatsız edip etkileyen bazı anılarını bilinçaltına attığını ve bunların kabul edilip çözülmesini gerektiren yaklaşımlar biraz daha uzun süren süreçler gerektirebilir. Günümüzde depresyon tedavisinde yaygın olarak bilişsel davranışsal psikoterapi kullanılmaktadır. Psikoterapideki gelişmeler ve ilaç tedavisi depresyonu bir kader olmaktan çıkarmaktadır ve çoğunlukla çözümde elde edilmektedir. Fakat depresyon hastalarının durumdan kurtulamayacağına dair umutsuzluk duyguları bu konudaki önemli bir problemdir. Depresyonda olan kişilerin bu umutsuzluk hallerinin depresif ruh halinin bir parçası ve sonucu olduğu gerçeğini çok iyi farketmesi gerekmektedir. 27


FİLM KÖŞESİ As Good As It Gets /Benden Bu Kadar (1997) Bu filmde çevremizde çok rahat görebileceğimiz bir kişilik bozukluklarından biri olan Obsesif Kompulsif Bozukluktan bahsedilmektedir. Bu filmde de göreceğiniz gibi yaptığı her davranışın saçma olduğunu düşünen fakat o davranışı yapmadan bir türlü rahat edemeyen obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olan bir adamdan bahsedilmektedir.

Atlı Karınca (2010) Toplum tarafından dile getirilmeyen, dile getirilemeyen toplumun kanayan yarasından biri olan aile içi cinsel ilişkiye dikkat çeken bir filmdir. Din, kültür yada toplum ne der düşüncesiyle gizlenen bu durumu artık korkmadan dile getirebilmeliyiz. Bu duruma maruz kalan masum insanlara suçlu zavallı bakışları atmak yerine oturum nerede hata yaptığımızı düşünmeliyiz ve bu yüzden bu film bizlerin bir rehber niteliğinde.

Sybil (1976) Psikoloji alanında çoklu kişilik bozukluğu en güzel anlatan filmlerden biri. Film de aynı zamanda bu hastalığın nasıl ortaya çıktığı, DSM tarafından hangi tarihte nasıl kabul edildiği hakkında bilgi edinebilirsiniz.

Marry and Max (1997) Birbirini tanımayan iki insanın mektuplaşmasını konu alan harika bir animasyon. Film her ne kadar mektuplaşan iki insanı işliyor olsada aslında bize Asperger Sendromunun ne olduğunu ayrıntılarıyla anlatıyor.


White Dog/ Beyaz Köpek (1982) Klasik koşullanmanın anlatıldığı Psikolojik gerilim filmidir. Zenci Beyaz ayrımını kara bir mizahla eleştiren bir filmdir. Arabasıyla çarpıp yaraladığı bir köpeği evine alıp iyileştiren bir kadın, köpeğin iyileştikten sonra sadece siyah ırktan insanlara saldırdığını fark edince köpeğin önceki sahiplerinin ırkçı olduğunu anlar ve sonra olaylar gelişir.

Dorian Gray (2009) Haz duygusuna karşı koyamadan yaşamanın bir insanı nasıl canavara dönüştürdüğünü anlatan güzel bir film. Siz dünyadaki bütün hazzı tatmak için Dorian gibi sözleşme yapar mıydınız? Saf ve duru bir haldeyken canavara dönüşmek ister miydiniz? Bu soruların cevabını bu filmde görebilirsiniz.

Yeryüzündeki Son Aşk (2011) Sizce en temel duyu organımız hangisi? Hangi duyu organımızın kaybına dayanabiliriz? Duyu organlarımız olmadan yaşayabilir miyiz? Sizce yeryüzünde yaşayan varlıklar olarak hangi duyu organımızı kaybettik? Film boyunca hayata ve birbirimize bakış açımızı sorgulamamızı sağlayan, sorular soran ve cevabını bize bırakan güzel bir yapıt.

Akıl Oyunları (2001) Akıl Oyunları 1994 yılında Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazanan dahi matematikçi John Forbes Nash Jr'ın gerçek yaşam öyküsü anlatan filmdir. Şizofreni tanısıyla kaybettiği kariyerini onurunu 30 yıllık tedavi sonucunda Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazanmasıyla tekrar kazanmıştır. Bu filmi izlerken tek dikkat etmemiz gereken şey ayrıntılar.

29


KİTAP KÖŞESİ İyi Hissetmek İnsanlar bazı zamanlar ya da çoğu zamanlar kendilerini yalnız ve kötü hissederler. Bu hissi yenmek isterler ve yanlarında birilerine ihtiyaç duyarlar. Duygudurumunda dalgalanmalar olan, olumsuz düşüncelere sahip, suçluluk duygusu hisseden, özgüvene ihtiyacı olan, depresyonda olup bu duygudurumdan kurtulmak isteyen kişiler için kendini iyi hissetmesini sağlayan bir kitaptır. Kitabın içeriği bireyin kendisini bu olumsuz duygulardan kurtarmasına yöneliktir

Psikolojiye Giriş Psikolojiye dair genel konular ele alınmıştır. Psikolojiyle ilgili temel seviyede hemen hemen her konunun yer aldığı bu kitapta psikolojiye ilgi duyan herkesin mutlaka okuması ve kitaplığında bulundurması gereken bir kitap.

İnsanın Anlam Arayışı Viktor Frankl bu kitabında Nazi esir kamplarına kadar uzanan kendi yaşam öyküsünü ve Logoterapinin ortaya çıkış sürecini anlatıyor. İnsanlar hayatlarında bir çok kötü şey yaşar ya da zaman zaman mutlaka bir şeylerle sınanır. Bu kitap en zor durumda insan neler yapıyor, neler yaşıyor, neler hissediyor ve bunun sonucunda hala ayakta nasıl sağlam kalabildiğini anlatıyor. Yaşama nedeninin farkına varmak isteyenlerin bu kitabı okumasını öneriyoruz.

Varoluşçu Psikoterapi İnsan dünyaya gelme sebebini, yaşama sebebini yani genel olarak varolma sebebini merak eder ve birtakım şeyleri sorgular., sorularına da cevap bulmak ister. Irvin Yalom bu kitabında Varoluşu terapinin temel ilkelerine değinirken, bir yandan da okuyucuyu ilginç vakalarla buluşturuyor.

30


Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk Bir insanın çocukluğunda yaşadıkları , o kişinin hayatına yön veren temeldir. Bu temel iyi olursa neler olabilir, kötü olursa neler olabilir? ir çocuk iyi ya da kötü ne yaşıyor? Yaşadıklarından dolayı ne hissediyor? Yaşadıkları onu ne yapmaya teşvik ediyor? Yazar, kitabında şu ana kadarki deneyimlerini akıcı ve etkileyici bir dille kalemele alıyor.

Bütüncül Psikoterapi İnsanlar bazı zamanlar ya da çoğu zamanlar kendilerini yalnız ve kötü hissederler. Bu hissi yenmek isterler ve yanlarında birilerine ihtiyaç duyarlar. Duygudurumunda dalgalanmalar olan, olumsuz düşüncelere sahip, suçluluk duygusu hisseden , özgüvene ihtiyacı olan, depresyonda olup bu duygudurumdan kurtulmak isteyen kişiler için kendini iyi hissetmesini sağlayan bir kitaptır. Kitabın içeriği bireyin kendisini bu olumsuz duygulardan kurtarmasına yöneliktir

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri Dr. Small bu kitabında meslek hayatı boyunca karşılaştığı en ilgi çekici vakalardan ve kendi klinik deneyimlerinden bahsediyor. Bu kitabı elinize aldığınızda bir solukta okuyacağınıza eminiz.

Kişi Olmaya Dair

Kişi olmanın anlamı, yaşamın anlamı nedir ? Ben kimim? Neden Buradayım? Ne için yaşıyorum? Carl Rogers bu kitabında her insanın kendine sorduğu bu sorulara değiniyor.

Terapide Yeni Ufuklar Yeni ve güncel terapi akımlarını konu alan, bununla birlikte bizi bir çok yeni terapi tekniği ve uygulaması ile buluşturan bu kitap şüphesiz ki terapi sürecine yönelik bakış açısını yeniden gözden geçirmenize sebep olacaktır.

31



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.