Gündoğusu Dergisi Sayı 4 Ekim-Kasım 2012

Page 1


Genel Yayın Yönetmeni: Erkin Canpolat, Yazı İşleri Sorumlusu Mahir Ergun, Teknik Yönetmen: Altan Baran Şahin, Yayın Kurulu: Burak Mişe, Erkin Canpolat, Kamuran Şirin, Mahir Ergun, Pınar Dinlemez, Altan Baran Şahin Yıl: 1 Sayı:4 Ekim-Kasım2012 http://www.gundogusu.net/

Kapak Deseni: Onur Fındık

2 Aylık Sanat ve Düşün Dergisi gundogusudergisi@gundogusu.net


gündoğusu - sayı 4

İÇİNDEKİLER

1

- Bu Sayıda

3

İNCELEME - MAKALE - Eğitim Tartışmaları Üzerine Mahir Ergun

4

- Zararlı Erdem N.G. Çernişevski

6

- “Sanat”, “Sanatçı”, “İşlevi”, “Ne”liği, vd’leri… Temel Demirer

8

- Faşizm ve Post-Faşizm Gün Zileli

12

- Sanatın Özgür Bedenleri Pınar Dinlemez

14

- Maden Ocağından Mizah Dergilerine Bir Meşale: Burhan Solukçu Emre Yılmazoğlu

16

- Gör/me, Duy/ma, Susma Bağlamında Temel Bir İnsan Hakki İhlali - Bedensel Güvenlik Hakkı - Olarak; Kadına Yönelik Şiddetin Meşrulaştırılması Ayşe Öztürk

17

RÖPORTAJ - Ataol Behramoğlu’yla “Militan” Dergisi Üzerine Ataol Behramoğlu’yla Söyleşi

20

DESEN - Kabuk Onur Fındık

22

ÖYKÜ - Hers Pınar Dinlemez

23

- İlaç Emre Yılmazoğlu

25


2 - Ankesörlü Telefon Ahsen Çendeoğlu

gündoğusu - sayı 4 27

KARİKATÜR - Can Pazarı Emre Yılmazoğlu

32

ŞİİR - Ölümsüz Mahir Ergun

33

- Panayırdan Arta Kalan Kamuran Şirin

38

- Zamanın Ritmi Bobby Sands

39

- Düşlerim Erkin Canpolat

42

- Kurak Zamanlara Tekabül Hilal Sayıt

43

- Çaylı Kavurmalı Cenaze Merasimi Ferdi Şirin

44

- Sözcüklerin Lal Mevsimi Ergin Doğru

45


gündoğusu - sayı 4

BU SAYIDA

3

BU SAYIDA Bu sayıda, Gündoğusu çalışmalarına ve tartışmalarına devam ediyor. Gündoğusu’nun 4. sayısında, Mahir Ergun, “Eğitim Tartışmaları Üzerine” başlıklı yazısında, iktidarın yeni eğitim politikasıyla doğurduğu tepkileri sınıf ekseninde ele alıyor ve eğitimde sanatçının görevini tartışıyor. Temel Demirer, “ ‘Sanat’, ‘Sanatçı’, ‘İşlevi’, ‘Ne’liği’, vd’leri “ adlı yazısında kapitalizm koşullarında sanatı ve sanatçı - piyasa ilişkisini tartışıyor. Sanatçı-piyasa ilişkisi üzerine tartışmaların, devamını umuyor ve sanatla ilgili herkesin, bu konuda kafalarının netleşmesi gerektiğini düşünüyoruz. Gün Zileli, “Faşizm ve Post-Faşizm” başlıklı yazısında değişen dünyada faşizm üzerine bir teorik değinme yapıyor. Zileli’nin bu çalışmasının, kestirmeci, basmakalıp faşizm tanımlamalarının ve kavramın özünden uzakta, yersiz kullanımlarının pek yaygın olduğu şu günlerde, faşizm üzerine somut bir tartışma zemini oluşturmasını umuyoruz. Pınar Dinlemez, “Sanatın Özgür Bedenleri” yazısında, beden özgürlüğünün anlamını ve sanatta beden özgürlüğünü irdeliyor Emre Yılmazoğlu ise “Maden Ocağından Mizah Dergilerine Bir Meşale: Burhan Solukçu” adlı yazısında, kömür havzasının mizah ustasını: Burhan Solukçu’yu hatırlatıyor. Düne izlerini bırakan dergilere bakışımızı bu sayımızda da sürdürüyoruz. Geçen sayımızda, usta öykücü Adnan Özyalçıner, “A’dan Z’ye Yeni a” başlıklı yazısında, “a” ve “Yeni a” dergilerini anlatmıştı. Bu sayımızda ise Gündoğusu olarak gerçekleştirdiğimiz söyleşide, Ataol Behramoğlu’na bir kuşağı derinden etkileyen “Militan” dergisini sorduk Nikolay Çernişevski’den çevirilerimiz devam ediyor.Okurlarımız bu sayımızda da, Çernişevski’nin bir makalesini bulacak. “Zararlı Erdem” Türkçe’de ilk defa Gündoğusu’nun 4. sayısında. 1981 yılında Kuzey İrlanda’da Long Kesh Cezaevinde politik tutsakların, İngiliz hükümetinin cezaevlerinde sürdürdüğü işkencelere teslim olmayarak, yedi IRA’lı ve üç INLA’lı mahkûmun ölüm orucunda verdikleri canlar pahasına kazandıklarını onur savaşını pek çok kişi bilir. Ancak bu savaşın öncüsü Bobby Sands, Türkiye’de şair kimliğiyle pek az tanınır. Gündoğusu’nun bu sayısında Bobby Sands’in Türkçe’ye çevrilen ilk şiiri olan “Zamanın Ritmi”ni teslim olmayan tüm onurlu direnişçileri anarak, okurlarımızla paylaşıyoruz. Bunların dışında Erkin Canpolat, Kamuran Şirin, Onur Fındık, Hilal Sayıt, Ferdi Şirin, Ahsen Çendeoğlu, Ayşe Öztürk ve Ergin Doğru da; şiirleri, öyküleri, incelemeleri ve desenleriyle Gündoğusu’nun 4. sayısında. Gündoğusu Dergisi Sayı 4 Ekim-Kasım 2012


4

MAKALE Mahir Ergun

gündoğusu - sayı 4

EĞİTİM TARTIŞMALARI ÜZERİNE I – Burjuvazi Eğitim Sistemiyle Neyi Amaçlıyor? Yeni eğitim sistemi tartışmaları da beraberinde getirdi. Tartışmaların varlığı her zaman olumludur; ancak doğacak teknik sorunlar üzerinden yapılan haklı itirazlar bir yana bırakılırsa, tepkilerin kaynağı noktasında bazı karışıklıklar görmek mümkün. Özellikle sosyalistlerimizin “4+4+4’e Hayır!” biçiminde “AKP’nin eğitim sistemine” karşı hareket etme yönlü tavrının ne tür bir sınıf siyasetine dayandığı sorgulanmaya değer. Kemalist çevreler açısından konuya bakıldığında, İmam Hatip ortaokullarının açılması, dini içerikli seçmeli derslerin çoğalması haklı birer tepki sebebi sayılabilir. Bu noktada, kendileri açısından bir kazanım niteliğinde olabilecek sekiz yıllık eğitimden geri adım atılması bile başlı başına bir karşı duruş gerekçesi kabul edilebilir. Ancak aynı çevrenin, altmış altı aylık çocukların kalem tutamayacağı ya da çocuklarının ilk yıl itibariyle kendilerinden büyük çocuklarla aynı sınıfa devam etmelerinin sorun yaratacağı yönündeki savlarını samimi bulmak mümkün değildir. Zira büyük çoğunluğunu yüksek öğrenim mezunu aydın kesimin oluşturduğu Kemalistlerimizde, geçen yıla kadar çocuklarını bir yıl erken okula göndermek zaten yaygın bir gelenekti. Esas değinmek istediğimiz konu olan sosyalistlerimizin tepkilerine gelirsek, burada ciddi bir karmaşa gözümüze çarpmaktadır. Belki bu karmaşa, sosyalistlerimiz arasında doktrinin artık pek rağbet görmemesine ve anti-emperyalizmin yerini anti-AKP olgusunun almış olmasına dayandırılabilir. İlk olarak şu soruyu sormakta fayda var: Sekiz yıllık eğitim olsun, “4+4+4” olsun, burjuva eğitim sistemi çocuklarımıza ne kazandırıyordu? Herhalde bu soruya en güzel cevabı yaşları on üç – on beş civarında olan Barbiana Okulu’nun öğrencileri veriyor: “Öğrencileriniz neyi amaçlıyorlar? Bu da bir sır. Belki hiçbir şeyi, belki çok basit olan şeyleri. Gün be gün, notlar, karneler, diplomalar için çalışıyorlar. Bu arada yalnızca ve yalnızca hafızladıkları güzelim derslerle ilgilenmiyorlar. Yabancı diller olsun, tarih olsun fen bilimleri olsun hepsi not almaya yarıyor; başka bir şeye değil. Bu imtihanlar notlar, karneler ardında yalnızca kişisel çıkarlar yatıyor. Diploma para demektir. Tabii hiç biriniz öyle demiyor ama sonuç olarak buraya varılıyor. Bu şartlar altında çocukların kendilerini derse vermeleri için on iki yaşında çıkarcı olmaları gerekirdi.” Aynı biçimde Maksim Gorki de şöyle diyor: “Bireyciliğe dayanan burjuva devleti, gençleri kendi gelenekleri ve çıkarları doğrultusunda yetiştirmeye çalışır.” “ Burjuvaziyi ilim konusunda ilgilendiren şey, halkın vücud güçlerini – pek ucuz ve en elverişli şekilde – sömürme yollarıdır. Burjuvazinin gözünde ilim, bu sınıfın zenginleşmesine yaradığı sürece, sefahat ve düşkünün cinsî enerjisini arttırdığı sürece bir anlam ifade eder.” On üç yaşındaki çocukların ve Gorki’nin sözleri elbette ki sosyalistlerin çok iyi bildiği basit lafızlardır. Buna rağmen, bir bütün olarak burjuva eğitim sistemine karşı durmak yerine, neden “AKP’nin eğitim sistemi” gibi somut bir sınıf tahliline dayanmayan kavramlar üzerinden muhalefet örgütlenmeye çalışıldığını anlamak güçtür. Halkın, eğitim sistemindeki sorunlarının kaynağı, eğitim politikalarına şu ya da bu burjuva klik tarafından yön verilmesi değil; burjuva eğitim sisteminin bizzat kendisidir. Burjuvazinin, doğası gereği eğitim politikalarını kendisine kalifiye iş gücü ya da yönetici kadro olarak yarar sağlayacak bir kesime yeterli bilimsel-teknik donanım kazandırmak ve toplumun geri kalanını olabildiğince cahil bırakmak üzerine kurguladığı, lise öğrencilerince dahi bilinir. “4+4+4” le iktidarın yeni sahiplerinin eğitim sistemi revizyonu, kitlelerin kültürel yozlaşmasında biçimsel bir fark yaratmaktan öteye gitmez. Sosyalistlerin görevi, biçimsel farklar üzerine yoğunlaşmaktan çok, yozlaşmanın özüne karşı konumlanmak olmalıdır.

1Barbiana Okulu:1960’larda İtalya’nın küçük bir köyü olan Barbiana’da, Milli Eğitim’in okumaya yatkın görmediği ve pek çok kez sınıfta kaldıklarından okul hayatları son bulan köylü çocukların bir araya gelerek kurdukları okul. Büyük bir masa etrafında tüm çocukların birlikte ders yaptığı Barbiana Okulunda kürsüler, kara tahtalar, kalınacak ya da geçilecek sınıflar bulunmadığı gibi, öğretmenlerin yaşları da on iki ile on altı arasındaydı. 2Barbiana Öğrencilerinden Mektup, Barbiana Öğrencileri, s. 25, Gözlem Yayınları 1975 3Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, Maksim Gorki, s. 108, Gerçek Sanat Yayınları, 1990 4A.g.e. s. 92


gündoğusu - sayı 4

İÇİNDEKİLER

5

II – Yozlaşmaya Karşı İdeolojik Mücadele Şu iyice anlaşılmalıdır ki, halkımız gerçekten de yıllardır dayatılan eğitim sisteminin saçmalığından bıktı. Bu bakımdan yapılacak her revizyona, en azından süregelen sistemden kurtuluş vaat ettiğinden sıcak bakması mantıklı kabul edilmelidir. Dolayısıyla yeni sistemin eskisinden de beter olacağı yönünde yapılacak propagandanın kitle nezdinde pek de karşılık bulmayacağı aşikârdır. Bu türlü propagandanın sürdürülmesi yalnızca mevcut iktidarın işine yarar. Sosyalistler artık iktidarın belirlediği politikalara muhalefet etmekle uğraşmaktan vazgeçerek işçi sınıfının iktidar mücadelesi içerisinde almaları gereken pozisyonu almalıdırlar. Sosyalistlerin, burjuvazinin iktidar kliklerinden birinin eğitim politikasını öbürününkine yeğ tutmak gibi bir lüksü yoktur. Onlar, hangi klikten olursa olsun burjuvazinin, yozlaştırıcı, halk düşmanı eğitim politikalarının her biçimine karşı durmakla yükümlüdürler. Ve burjuvazinin halka dayattığı yoz kültüre, monotipleştirici eğitimine karşı en iyi yanıt, etkin devrimci ideolojik mücadeleyle verilir. Eğer “4+4+4”le iktidarın, 12 Eylül rejimince oluşturulan ve son olarak 28 Şubat’çıların elinden geçen eğitim sisteminden daha yoz, daha bireyci, daha gerici bir eğitim sistemi inşa ettiği düşünülüyorsa, o zaman yapılacak tek şey, ideolojik mücadelenin de aynı ölçüde daha kararlı, daha sağlam ve daha etkin verilmesinin yollarını aramak olacaktır. Bu noktada aydınlara ve sanatçılara büyük görev düşüyor. Kültürel yozlaşmaya karşı devrimci sanatı yükseltmeli, her alanda devrimci, dinamik kültürü örmeli. Yeni neslin cehaleti, okumaya karşı ilgisizliği üzerine hayıflanmalar anlamsızdır. Burjuvazinin eğitimine bırakılan nesillerden ne beklenebilir ki? Onlar bizim çocuklarımızı eğitemezler. Gerekirse çocuklarımızı okullarına göndermeyelim. Çocuklarımızı hangi burjuvaya eğittireceğimizi tartışmayı bırakıp, kendi okullarımızı kurmanın yollarını arayalım. Aydınların, sanatçıların artık kabuklarından çıkıp, çocukların safına girmelerinin zamanıdır. Vakit daha da geç olmadan.


6

MAKALE N.G. Çernişevski

gündoğusu - sayı 4

ZARARLI ERDEM Gazetede Kovno erkeklerinin votka içmeyi bıraktıklarını okudum.* Bundan memnun oldum. Aynı haberi gazetelerden okuyan veya başkalarından duyan herkes; tüccarlar, esnaf ve zanaatkarlar, hatta Kovno erkeklerinin kendileri bile tek ses olup şunu söylediler: “İyi iyi, tanrı onların iyi düşüncelerini korusun.” Bu dosyayı yargılamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Sizler ne düşünüyorsunuz? Şehrimizde devlet dairelerinin kapatılmasına yönelik bir dizi ufak olay gerçekleşti. Ben el sanatları ticareti yapıyorum. Pazarlık yapmaya gittim. Kaba bir adam bana “Bir saat kadar bekle babalık, işleri bitince seninle anlaşma yapmaya oturacaklar” dedi. “Kibarca” oturmak için bir sandalye ayarlamamı söylediler. İnsanların eğitimli olduğu belliydi. Ben de oturdum. “Bazı” görüşmeleri öne almak için birtakım kağıtlar imzalatıyorlardı. Buradaki amacım yeterince açık anlaşılmıyordu! Görevi kötüye kullanmak ortadan kaldırılmalı, saydamlığa ihtiyacımız var, tren daha iyi çalışmalı, köylülerin serbest bırakılması bir anlam ifade etmeli. Fakat kendisinin (Çevirenin notu: Çernişevski burada Rus çarı 2. Aleksandr’a gönderme yapıyor olmalı) şehrinde ilişkiler de çok şey ifade ediyor. Kovno köylülerinin içmesi çok hassas bir sorun. Aşırı alkol tüketimi insanlarımızı şüphesiz mahvetmekte. Yalnız buradaki sorun içki içilmesi değil. Kamuoyunun çıkarlarını göz önünde bulundurmak gerekiyor. İşletme ruhsatları, özel tüketim vergileri kabul edilebilecek gibi değil. Fakat insanlar gerçekten votka içmeyi bırakırlarsa ne olur? Ne de olsa ulusal gelirin en önemli parçası Regalia şarabı. Votka içenler topluluğu yeni bir mezhep olmasa da, tüketimi azalırsa hükümet zarar görür. Bir insanın şarap içmeyi kendi kendine bırakmasını nasıl sağlarsınız? Bu durumu kabul etmesi için onu tahrik ederek. Bu bağnazlıktır. Ne düşünüyorsunuz? Şunu söyleyen biri bile çıktı, “Gruplaşmaya izin verilemez, bu konuda önlemler alınmalı, failler bulunmalı ve cezalandırılmalı. Öyleyse mezhep yaratmayın”. Buna katılmıyorum. Konu içki içmeyi bırakanların gruplaşması olsa tamam fakat hükümet gelirleri küçülmekte, bu da işin başka bir boyutu. Bu konuda harekete geçilmeliydi. Tahminimce insanların istediklerini düşünmelerine izin verdiler. Birileri önlem almalıydı, bu kadar. Köylerin ve mıntıkaların votka içmeyi reddetmesine karşı ayrılıkçı önlemler alındı. Görevlilere bakıyorum, basit bir adama bile patronluk taslıyorlar. Her şey güya çok insani sebeplerle yapılıyor, insan onlarla diyaloga girince alınmamaları için ümit ederek büyük bir tehlikeye atılıyor. Neden önlemlerin alınacağından söz ediyorum? Ağzınıza zorla votka döküleceği için utanmayın. Alınmayın. Gücü yakıp yok edebilirsiniz. -Ne diyorsunuz yani, düzensizlik mi olacak? Her yerde başkaldırılar gerçekleşmekte. İçki olmazsa insanlar birbirlerini boğazlamazlar çünkü kavga esnasında sarhoştular. İçki olmayınca hırsızlık da olmayacak. -Söylediğiniz gibi değil, beni takip edin. Siz suçtan bahsediyorsunuz biz de isyandan. Bir isyancının ceza mahkemelik bir durumu yoktur. İsyancıya polis gücü müdahale eder. İsyancı bununla mücadele eder. Neden bir suçlu gibi cezalandırılsın ki? Polis şefi, baba figürü otoritesini kesmelidir, bu kadar. -Evet, peki ne için kesmelidir, diye soruyorum. -Ne için? Kargaşa için. -Ne tip bir kargaşa için? Bu noktada hala tıkanıyorum. -Her tip kargaşa için. Kargaşayı çözmek onun işidir. Köy polisi eğer isterse her başkaldırıyı çözebilir. Örneğin, otoriteye itaatsizliği çözebilir. İtaatsizlik yapanları anında toplayıp cezalandırabilir. Homurdanmaları ortadan kaldırabilir. Otoriteye karşı homurdanma? İtaatsizlik? İsyan? İsyan mı istiyorsunuz? Öyleyse etrafta suçlanacak çok insan var. Kargaşa çıkaranları cezalandıracaksınız. -Bayanlar ve baylar, geri kalan her şey bilgelikle aydınlatıldı. Şimdi, senin adaletin nerede? Ben böyle konuşursam düzensizlik yaratmış olur muyum? -Özür dilerim bayım! Bana söylenen bu. Siz bu işten anlamıyorsunuz. Devletin ana gelirini kaybetmesi nasıl mümkün olabilir? Bu olamaz. Merhamet ya patlama yaratırsa? Bu hazine kaybı demektir. İsyancıların, devletin gelirini soymasına müsamaha gösterilemez. Böylece onlarla bir fikir birliğine varamadım. Elbette muhalif olmamın onları rahatsız etmesi benim umursadığım bir şey değildi, bana göre bu onlara kalmış bir şeydi. Biz bakır paralarla çalışmış olsak dahi, gerçekten eğitimli insanlar bile bizim söylediklerimizi anlayamıyorlar. Kırsal kesimde veya tüm vilayette insanlar şarapla mahvolduktan sonra, tükenmiş bir hükümet olsan ne olur? İnsanlar hazinenin fakirliğinden zenginleştiler mi? İyi bir toprak sahibi, ufak çapta yıkıntı halinde olan bir malikaneyi alıp adamlarının da refah içinde olmalarını sağladığı sürece bundan dolayı daha zengin olacağını bilir. Akıllı bir toprak sahibi köy meyhanesinin kurulması fikrini onaylamaz. Meyhane olmadan köyün geliri daha yüksekse, kırsal kesimin geliri de daha yüksek olacaktır, tabii eğer köydeki veya tüm vilayetteki herkes şarap içmeyi bırakırsa. Vilayetteki herkes şarap içmeye devam etmek istemektedir. Bu birbirinden farklı, eğitimli baylarla birden fazla konuşmalar yaptım. Bazıları benimle aynı görüşteydi, bazıları farklı eğilimlerdeydi. Kovno olayı dergilerde neden az yazıldı? Keşke o eğitimli beyefendilerin, bu dava hakkında konuşabilmek için boş bir fikir birliğine vardıkları söylenseydi. Bunlar boş konuşmalar. Konuyu nasıl açıklayacaklarını bilmiyorlar.


gündoğusu - sayı 4

7

“Tüccar Tikvin’in oğlu Badeykin” başlıklı bir mektup elimize geçti.** Bizi birkaç kelime etmeye mecbur bırakıyor. Kovno davasıyla ilgili sessiz kalıyoruz çünkü bu olay gazetelerde yayınlandığından daha kapsamlı. Aynı olayı açıklamayı gereksiz buluyoruz. Birinin bir açıklaması olduğunu sanmadığımızı itiraf ediyoruz. Kovno köylüleri votka içmeyi bırakarak iyi bir şey yaptılarsa bu devletin karlı çıkmasını sağlar mı? Bunu kimsenin sorgulayamayacağını düşünüyoruz. Diğer dergilerin sessiz kalmasının sebebi konusunda hemfikiriz: bunun sebebi ise Badeykin’in mektubudur. Badeykin’in mektubu bize eşsiz bir hakikat sunmaktadır: demiryolları, köylülerin serbest bırakılması, görevin kötüye kullanımının kaldırılması, müteahhitlerden rüşvet alınmaması ve görünüşe göre hayli zengin bir tüccara odada bir sandalye verilmesine ilişkin şunları söyleyebiliriz; eğitimin cilasını özümsemiş, insanlık timsali bu insanlar o korkunç fikirlerin bilincinde değildirler. Peki neyin bilincindedirler? Neyi yargıladıklarını bile bilmedikleri apaçık ortadadır. Ve bazı şeylerin bilincinde olduklarını söylerler. Yabancıların ağzından demiryollarının faydalarından, özgürlük ihtiyacından bahsederler, sağır biri bile her adımlarını duyar. Kafalarının gelişmemiş olduğu bellidir ve rüzgarın bir parçasını alıp götürmüş olduğu bu kafalar tamamen vahşi ve aptaldır. Kalben mükemmel insanlar olabilirler ama kötü eğitilmişler, az çalışılmışlardır. Kovno erkeklerini gerçekten haklı çıkarmaya mecbur muyuz? Votka içmemek için her türlü hakka sahip olduklarını ispat etmek durumunda mıyız? Kendilerine ağır tecrübeler yaşatacak bu kahramanca kararın aslında hükümetin ve Avrupa’daki Rus toplumunun şerefi yararına olduğunu kanıtlamalı mıyız? Bizler halkın votka içmesine düşman değiliz, makul ölçülerde içmenin bizim iklimimizde faydalı olduğunu düşünüyoruz. Fakat bir alkolik gibi içenin neden içtiğini ve neden o içkiyi içtiğini bilmesi gerekiyor. Sıcak bir evi, sıcak tutan giysileri, zengin bir masası ve cebinde fazladan birkaç rublesi olan varlıklı bir adam eğer her akşam yemeğinden önce bir bardak votka içiyorsa, Tanrı bilir üşümüştür veya parasına göre içiyordur. Bu bir bardak için adamın karısını veya çocuklarını suçlayamayız. Fakat Kovno köylüsü böyle bir adam mıdır? Fazladan parayı nerden bulmuştur? Neredeyse hiç halısı olmayan fakir bir kulübede yaşayan bir ailede fazladan harcanan tek kuruş bil kayıp sayılmaz mı? Zavallı adam, ailesinin hayatına harcamak yerine başka bir şeye harcamakla yanlış yapmaktadır. Ve nasıl içmektedir! Senin gibi, okur, masa mı kurmaktadır? Hayır, hissiz içmektedir. Ve votkayı nasıl almaktadır? Ve ona nasıl bir votka satılmaktadır? Bunu söylemeye gerek bile duymuyorum. Ya da, fakir insan bozuk ahlakın reforma uğramaya ihtiyacı olduğunu gördüğü zaman, mezhepçiliğin yıkılacağını mı kanıtlamalıyız? Veya fakir insan, ilişkilerini geliştirmekten duyacağı yegane hazzı reddettiğinde devletin veya hazinenin kazanacağını mı söylememiz gerekiyor? Votkadan kazanılan her rublenin diğer vergiler ve ücretlerdeki on rublelik açıkları kapattığı yargısına varmak çok mu zor? İngiltere ve Fransa’nın toplam nüfusundan daha kalabalık olan Rusya’da arazi en az beş kat daha verimlidir ve ikamet edilmeyen toprak, zenginliğin ana kaynağı olarak hizmet etmektedir. Fakir insanlardan ne kadar almaktasınız? Ve insanların fakirliğinin temel sebebi nedir? Votka. Gelirin yarısının votkadan kazanıldığını düşünelim. Dışarıya da votka ihraç ediyoruz ama ithal ettiklerimizi iki kat daha yüksek fiyata alıyoruz. Malların değişiminde iki kat daha fazla ürün ithal ediyoruz ve gümrük sıkıntıları yaşıyoruz. Dolayısıyla vergiler ve endüstriyel ücretler daha yüksek oluyor. Devlet gelirini düşünecek olursak Kovno köylülerine hem devlet, hem de aile bütçelerindeki zararı telafi etmeye yarayan bu kararı aldıkları için teşekkür etmeliyiz. Fakat aman tanrım! Zavallı insanların bu sefil hayatlarındaki ölümcül, mahvedici fakat yegane teselli olan bir bardak votkayı bırakma fedakarlığının arkasındaki kuvvet nedir? Bir yüzyıldır, tüm eğitimli dünya Kuzey Amerikalıların çay içmeyi bırakmasındaki erdemi farklı dillerle övmektedirler. Bir insanın refahı için çay içmeyi bırakmasının önemi nedir? Öfke ve yoksunlukla dolu olan zor bir yaşamla baş etmeyi unutturan şey çay mıdır? Ama zavallı fakir köylü bir bardak votkasından vazgeçmektedir! Bu kahramanlıktır, bu saptamanın başka bir adı yoktur! *1853’te Kovno bölgesinde şarap üretimi vergilendirmesine karşı köylülerin verdiği mücadele, Kovno halkının içki içmeyi bırakmasıyla sonuçlanmıştır. **Tüccar Tikvin’in oğlu Badeykin-gerçek adıdır.

NİKOLAY GAVRİLOVİÇ ÇERNİŞEVSKİ (Sovremennik, 1859, 1. sayı) Rusça aslından çeviren: Pınar DİNLEMEZ


8

İNCELEME Temel Demirer

gündoğusu - sayı 4

“SANAT”, “SANATÇI”, “İŞLEVİ”, “NE”LİĞİ, VD’LERİ…

“Bugünün düzeni yarının karmaşasıdır.”[1]

“Sanat”, “sanatçı”, “işlevi”, “ne”liği vd’leri konusunda çokça söz edildi, daha da edilecek. Çünkü “sanat” üzerinde hâlâ söz edilmeyi gerektirecek kadar başat, beşeri bir soru(n)… Kolay mı? Elbette -inkâr edilemeyecek sınıfsal özelliğiyle- Schiller’in işaret ettiği üzere, “Doğa yaratık, sanat insan yaratır”ken; Franz Kafka, “Sanatımız, gözümüzün gerçek ile kamaşmasıdır: Geri geri kaçan ucube maskelere vuran ışıktır gerçek, başka bir şey değil”; Orhan Kemal de, “Sanatımın amacı, halkımızın, genel olarak da insan soyunun müspet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabasıdır,” diye eklerler… Hayır Theodor Adorno’nun, “Sanatın toplumsal işlevi, işlevsizliktir,” saptamasına katılmak mümkün değildir. Çünkü Çernişevski, “Sanatçı yalnızca gerçeği ortaya çıkarmaz, onu açıklar ve yargılar. Bunu yaparken de tarafsız kalamaz,” derken; İsmail Mert Başat da haklı olarak ekler: “Sanatçı, gerçeklerin ortaya çıkartılmasıyla, gösterilmesiyle yetinmeli midir, yoksa orada durmayıp, gerçeklerin değiştirilmesine de katılmalı mıdır? Toplumcu gerçekçilik, aynı zamanda bu soruya verilmiş bir yanıttır da…” Elbette meta fetişizminin teslim aldığı “güncel sanat”ın bugününde işler böyle gitmiyorken; bu da şaşırtıcı değil. Guy Debord’un, “Modern endüstriye dayanan toplum, rastlantısal ya da yüzeysel olarak gösterisel değil, temelde gösteri yanlısıdır. Hâkim iktisadın imajı olan gösteride amaç hiçbir şey, gelişme ise her şeydir. Gösteri kendinden başka hiçbir şeye varmak istemez,”[2] notunu düştüğü bugünde sanat, giderek sanat olmaktan çıka(rtıla)n bir güzergâhtadır… Bu öylesine bir rota(sızlık)dır ki, sanat sektöründe temel olarak, üreticiler, alıcılar ve satıcılar diye üç grupta toplanabilecek aktörler söz konusudur. Sektörün dilinde sanatçı, koleksiyoner, sanat simsarı (art dealer) ve galerici isimlerini alan ve bu düzlemde sanat eserini oluşturan metanın el değiştirme sürecini tarif eden taraflardır bunlar. Sektördeki “metanın el değiştirme” sistemine paralel olarak işleyen bir diğer “alışveriş” ise sanat eseri, alımlayıcı (izleyici) ve onun alımlayıcıya ulaşmasında aracı olan küratörler, müzeler ve eleştirmenler düzleminde ilerler.[3] Bu durumu Ankara Devlet Bale Sanatçısı Oğuz Özlem şöyle resmeder: “Dünyada sanatsal etkinlikler yoluyla patronlar, şirketler ve holdingler kendilerini topluma yansıtmada ve de ürünlerini pazarlamada olagelen tanıtımlarını bir tarafa bırakıp sanat ve sanatçıya yöneldiler. Dünya futbol şampiyonası, dünya olimpiyatları vs. gibi büyük organizasyonlar hep ama hep gerçek sanatçılarla ve sanat topluluklarıyla açılışlarını yapıyor. Dünyada ekonomik bir kriz olsa bile sanata olan ilgi dur durak bilmiyor. Amerika’da yaratıcılığın ürünü olan düzenlemelerin görkemli bileşimi olan opera ve bale sanatlarına 16 milyon kişilik ilgi zamanımızda 28 milyona çıktı. Geçtiğimiz senelerde şirketler, vakıflar, dernekler ve kişilerin bale, opera, senfoni, ulusal müze, resim, galeri gibi sanatsal ve kültür gösterilerine yapılan harcamaları 6.41 milyar doları buldu, akıllara durgunluk verecek cinste ve hızda sanata para aktarılmakta.” Ali Akay, “Ev, araba, kıyafet derken sıra sanata geldi. Plastik sanatlar gazetelerin ekonomi sayfalarına yansıyor artık,” derken; “Sanat kritik zamanlardan geçiyor” kaydını düşen heykelci Tony Cragg’e göre de, “Artık market yaratma çabası olarak görülen sanat, pop müzikten farksız”! Evet Ali Artun’un, ‘Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi’ başlıklı yapıtında, “Kültürel tüketim”e dikkat çektiği[4] kesitten geçiyoruz! “Sanat bir yatırım aracı mıdır, olmalı mıdır?” sorusuna Atilla Tacir’in, “Bence yatırım aracı olarak yaptığınız zaman iyi bir yatırım aracı değildir, ama bundan ‘Para kazanan var mı’ derseniz var. Ama kendinize yatırım olarak düşünürseniz iyi bir yatırım aracıdır,” yanıtını verdiği çürümenin orta yerinde “Sanatın parasal değerler üzerinden değerlendirildiği müzayedeler fırtınası başlamıştır artık.”[5] Kolay mı? Uluslararası hat sanatları yarışması düzenleyen ‘Albaraka Türk’ün Genel Müdürü Fahrettin Yahşi’ye göre, sanat piyasası krizlerden etkilenmiyor. Yahşi’ye göre, “Son yıllarda en cazip yatırım aracı sanat eserleri”! Kolay mı? Sotheby’s Müzayede Evi, 2011 yılını parlak rakamlarla kapatırken, Çin, sanat piyasasında yaptığı 60 milyar dolarlık alımla liderliğe oynuyor… “Dünyada, krizin etkilemediği alanların başında sanat var.” İngiliz Companies House’e göre, Sotheby’s Müzayede Evi, 2011’de 35 milyar poundluk (100 milyar TL) sanat eseri sattı. Şirket sadece İngiltere’de 1 milyar poundluk sanat eseri satışı yaptı. 2011’de satılan en pahalı eser Clyfford Still’in, 61 milyon 683 bin dolarlık ‘1949-A No:1’ eseri oldu. Onu 26.7 milyon pounda (75 milyon TL) Francesco Guardi’nin ‘View of the Rialto Bridge’ adlı yapıtının satışı takip etti… Bir şey daha! “Füsun Eczacıbaşı, Agâh Uğur, Selman Bilal, Ebru Özdemir, Saruhan Doğan, Ayda Elgiz, Berna Tuğlular, Atilla Tacir ve İpek Cem


gündoğusu - sayı 4

9

Taha bir araya gelerek SAHA adını verdikleri bir dernek kurdular. Çoğu koleksiyoner, hepsi sivil topluma inanan bu 9 kişilik grup, daha önce sanata bireysel destekler vermişlerdi; ancak amatör desteklerle istedikleri sonucu elde edemeyeceklerini anlayınca, bunu kurumsal desteğe dönüştürmek için kolları sıvadılar,” diyen Meral Tamer ekliyor: “Sanata yılda yüz binlerce dolar ayırabilen sanatseverler, benim-senin değil, hepimiz için, Türkiye sanatı için üretilecek yaratıcı eserlere, eminim yılda 5 bin euro ile kurumsal bir yapının içinde de yer alarak katkıda bulunacaklardır…” Alın size, üzerindeki fiyat etiketiyle “sanat” dedikleri! Bu tam da Evrim Altuğ’un, “Koleksiyonerin dileğini sanatçı gerçekleştirince,” kaydını düşerken; Ali Şimşek’in de, “Sanatçı dahil sanat alanının üst sınıflara doğru kaymasının en görünür ilk nedeni; daha önce görülmemiş yoğunlukta sanat-sermaye arasındaki kurumsal buluşmadır… Eğer sanatın bütün alanları, sanatçı dahil üst sınıflarda ve burjuvazide yoğunlaşırsa bir gün, gerçekten buna üzülmek de gerekmeyecek; çünkü sanat gerçekten bitmiş olacak!” vurgusuyla altını çizdiği tükeniştir! “Tükeniş” deyip geçmeyin! O; İsmail Mert Başat’ın “Ehlileştirilmiş sanat”a ilişkin olarak “Hegemonya ve gergedanlaşmak” babında altını özenle çizdiğidir.[6] O tükenişle kapitalizm her şeyi, tabii sanat eserlerini de getirirken, Erkan Bektaş ekliyor: “50 yıl önce konuşulan şeyleri hâlâ konuşuyoruz. Hatta 50 yıl öncesinden daha da kirliyiz. Dolayısıyla çözüm yok. Yukarıda yürüyen bir şey var, birileri para kazanıyor, rant var dönüyor… Bir halk bundan haberdar olmasın diye her türlü yeni haberler, yeni dolaplar, yeni sansasyonlar çıkıyor. Ve birileri para kazanmaya devam ediyor…” İşte tükeniş bir örneği! ‘Film Arası’ adlı sinema dergisine konuşan Yılmaz Erdoğan, “Batıcı kafayla divan şiirini madara ettiler” vurgusuyla ekledi: “Günde beş kez ezan okunur ama filmlerde ezana yer verilmez”! Tarık Akan, “Erdoğan’ın amacı iktidarla olan ekonomik bağını geliştirip güçlendirmek,” derken; “Erdoğan’ın sinemaya yönelik eleştirileri, onun ‘yalaka’ olarak suçlanmasına yol açtı.”[7] ‘Hürriyet’ yazarı Ertuğrul Özkök, “İzmir’de Yeni Doğan Mahallesi’nde Organize İşler’i çekerken, ezan sesi koydun da itiraz eden mi oldu?” diye sorarken; Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’ filminin 2012’de yıl Kültür Bakanlığı’nın desteklediği 19 proje içinde 500 bin TL ile en büyük yardımı almış olması da dikkat çekti! Alın bir örnek daha! ‘Taraf’taki köşesinden haykırıyor Tayfun Serttaş: “Sayın Başbakan, bir defa tüm içtenliğimle sizi temin ederim, bugün sanatın kimin için yapıldığının katiyen bir önemi yok, ama ‘ne etki yaptığının’ bir önemi var, ama ‘niteliğinin’ bir önemi var, ama ‘yarına ne bıraktığının’ bir önemi var, ama ‘hangi yeni yaklaşımlara kapı araladığının’ bir önemi var, ama ‘kültürel hafızasıyla ilişkisinin’ bir önemi var, ama ‘dönüştürücü gücünün’ bir önemi var, ama ‘ne derece risk aldığının’ bir önemi var, var da var yani, ama bir kriter değil kime hitap ettiği…” Bitmedi! Örnek çok… Biri de şu satırları kaleme alan Leyla İpekçi’den… “Sanatçı öncelikle ‘seven’dir benim için. Tıpkı Kudsi Hadis’te Allah’ın (cc) ‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim’ diyerek insanı yaratmasındaki muradı açık ettiği gibi, İlahi aşkın tezahürüdür âlemlerde her şey. ‘Hakiki sanatkâr Allah’tır’ der Gulamrıza Avani: ‘Çünkü âlemde tecelli etmiştir ve bütün mevcudat bir şekilde O’nun sıfat ve isimlerinin tecellileridir. Allah’ın isimleri âlemdeki bütün mevcudatta zahir olmakla birlikte, zuhurda onların içinde gizlidir. Sanatkâr aslında Allah’ın mazharı olması itibarıyla kendi sanat eserinde zahir olmuştur.’ Böyle bakıyorsanız eğer sanata ve sanatçıya... Yani varlıkların yaratılış hikmetinde gizli olan sırrın ipuçlarını aşk ile ‘oku’ma imkânını taşıdığınızı hissediyorsanız... Seven’in tasvire sıkışmaya ihtiyacı kalmayacağını, tahayyül etmesinin de yeterli olabileceğine varırsınız. Varlığa çıkmış hiçbir şey kendi ‘görünüş’ünden ibaret değildir. Katmanlı, sırlı alanları vardır. Hâkikatin her birimize düşürdüğü vechelerinin farklı olması da bundandır belki. Onu tasvirlerimize indirgemek yerine, hâkikatin metaforlarını, her birimizdeki izdüşümleriyle anlamlandırabiliyoruz”! Bitmedi, bitmedi! Trabzon’daki ‘Gençlik ve Kentlilik Bilinci Çalıştayı’nda Gençlik ve Spor Bakanı şunları söyler: “Şairin dediği gibi ‘Sen çalış, olmazsa...’ kim sıkılsın? Nerde bizim okuyan gençliğimiz, nerede? Şiirin devamını kim getirecek?” Bir genç, Necip Fazıl Kısakürek’in “Utansın” adlı şiirinden birkaç dize okur. Salondan hiç kimse bakanın okuduğu şiirin gerisini getiremez. Bunun üzerine toy ve deneyimsiz Bakan şöyle konuşur: “Eğer o mısranın gerisini salon doğru tamamlamış olsaydı, gündemim okumak değil başka bir şey olacaktı. Ama sevgili gençler, ister tıp okuyun, ister mühendislik, ister hukuk okuyun, ister iktisat ve işletme, hâkim olamadığınız bir dille hiçbir şey yapmanız mümkün değil. Bu satırların, bu mısraların edebiyatımıza kazandırılmasına katkı sağlayan kalemi, şiirin üstadını hatırlamıyorsak şayet, edebiyatımızın büyüklerini, ünlülerini, fikir, sanat önderlerimizi hatırlamıyorsak orada bir durup düşünmek lazım.”Kimmiş bu şiir üstadımız? Bakan adını vermiyor, ama şiir Fethullah Gülen’e aitmiş. “Sen çalış; olmazsa alem sıkılsın / Yardıma koşmayan kalem sıkılsın.” İşte onların büyük şairi... Böylesine düzeysiz şiir yazanlara “Karamela Şairi” denir. Bu şiirlerle mi “dindar bir nesil” yetiştirilecek?


10

gündoğusu - sayı 4

İşte iktidarın kültür ve sanat politikası bu… Bu öyle bir “kültür ve sanat politikası”dır ki, Ferdi Merter Fosforoğlu, Nilüfer Aydan, Kıvanç Terzioğlu, Vedat Akdamar ve Bengü Akdamar tarafından kaleme anılan, Filmsan Vakfı ile Artshop’un hazırladığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı logosuyla yayımlanan kitapta, Tarık Akan için “oyunculuğunun yanında siyasi olarak ‘sol’ görüşe yakınlığı ile tanınmaktadır” ifadelerine yer veriliyor. İlyas Salman için “Alevi ve Kürt. Komünist mitinglerde görüldü” denirken Nur Sürer için de “Örgüt lideri Sarp Kuray’la evlendi” tanımlaması yapılırken; kitabın önsözünde Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, “Kitabın bir tarih çalışması gibi değil, Yeşilçam’a bir vefa çabası olarak değerlendirilmesi gerektiği”nden söz eder! Evet, evet söz konusu tükeniş, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın (devlet ağzıyla), “gerçek sanattan ve sanatçıdan” söz ettiği bir otoriterliğe de denk düşmektedir… Hatırlayın muktedirlerin “gerçek sanatçı” tanımına uymadıkları için Şili’de Neruda, bizde Nâzım’dan, Sabahattin Ali’den günümüze kadar birçok sanatçı süründürüldüler, öldürüldüler. Bunlarla birlikte, “Muhafazakâr Sanat” söylenceleriyle kültürel ortama “yeni(lenmiş)” müdahalenin, “Kültür ve sanatta yeniden inkılap zamanıdır,”[8] haykırışının altını çizmek gerek! Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Profesör Mustafa İsen’in, “muhafazakâr estetik ve sanat normlarının oluşturulmasının gerekliliği”ni dile getirmesi, “muhafazakâr sanat”ın “ne”liğini yeterince açıklarken; Sedat Ergin’in de, “Erdoğan sanat ve kültüre ‘çekidüzen’ verebilir mi?” sorusu da bir hayli uyarıcıydı… Kolay mı? “Yeni elitlerin estetik anlayışı”yla[9] birlikte, “Türkiye’de büyük bir değişim yaşanıyor. Siyasetimiz, ekonomimiz değişiyor tabii ki ama kültürümüz ve gündelik yaşam biçimlerimiz de değişiyor. Her sınıf her katman ya bu değişime ayak uydurup değişecekler ya da tasfiye olup tarihe gömülecekler,”[10] diye özetlenen güncel tabloda Başbakan Erdoğan’ın “sanatçıları işaret edip, uyaran o parmağı” bir işaret fişeğidir! Gerçekten de gördünüz mü o parmağı? “Tiyatro oyuncularına ‘Despot aydın tavrıyla parmağınızı sallayarak bu milleti, küçümseme, azarlama devri geride kalmıştır,’ derken neredeyse gözünüze gözünüze sokulan o devlet parmağını, ‘Sanat toplum için yapılacak, yap!’ diye komut veriyordu devlet ağzı hani, akabinde…”[11] Her neyse, uzatmaya bile değmez; işin hülasası, “muhafazakâr sanat” denilen şeyin, bir tür sanat düşmanlığından başka bir şey olmadığı, olamayacağıdır! Sanatın terbiyelisi, “terbiyesizi” diye bir şey olmaz, olamaz. Çünkü B. Brecht’in, “Bütün sanatlar, sanatların en büyüğü olan yaşama sanatına katkıda bulunurlar”; A. Malraux’nun, “Ölüme karşı tek yanıt sanattır”; A. Camus’nün, “Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı”; W. Goethe’nin, “Sanatta da hayatta olduğu gibi oluşumu bitmiş birşey yaşamaz, hareket hâlinde bir sonsuzluk vardır,”[12] uyarılarındaki üzere sanat da, sanatçı da iktidar tarafından terbiye edilemez… Hayatın gerçeklerini göz ardı etmek, gizlemek, bastırmak, görmezden gelmek de yalnızca kendini kandırmaya devam edenler için tutulacak bir yoldur. Bazen bizim hoşumuza gitmeyen, bizi rahatsız eden gerçekler de bize çok şey öğretir. Sanat biraz da bunun için özeldir. Gerisi de iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir. Kolay mı? Zülfü Livaneli’nin, “Kapitalist diktatörlük ‘insan’ diye bir şey kabul etmiyor, onları birer tüketiciye dönüştürüyor… İnsanlar bir çeşit köle hâline geliyorlar. İsyan ettirici bir durum… Keşke sanat alanında da bir başkaldırı başlasa,” diye betimlediği koordinatlarda sanat, hayat için başkaldırıdan başka bir şey olamaz! Ezilenler için sanat, insanlığı kardeşliğe, eşitliğe, özgürlüğe, başkaldırıya ve en önemlisi “insanlığa” götürendir; “avangart” tır… Böylesi bir sanat, her zaman iktidarların korkulu rüyası olmuştur. Genelde iktidarla sanat arasında sürekli bir savaş vardır ve sanat iktidarları her zaman yenmiştir. Burada yeri gelmişken; “Sanat/ Siyaset” parantezi açmak gerekiyor Beral Marda’nın, “Sanat siyasal iktidarın aracı”; Ali Bulunmaz’ın, “Sanatla politikanın dansı”; İbrahim Özden Kaboğlu’nun, “Sanatsal ifade, …özünde eleştirel nitelik taşır,” saptamalarının altını özenle çizip; satın alınamayan sanatın kendine özgü bir siyasal dili olduğunu; bu dilin de kendi siyasetini yarattığını belirtmeden geçmeyelim! Carolyn Christov-Bakargiev’in, “Dürüstçe söylemem gerekirse sanat alanının XXI. yüzyılda da varlığını sürdüreceğinden emin değilim. Belki de yeni bir tanımın, yeni bir anın önü açılacak,” sözlerine ve 1984’de yayınladığı ‘Sanatın Sonu’ başlıklı makalesiyle “ünlenen” Arthur Coleman Danto’nun, “Sanatın artık bittiğini” ve artık yapılanın “sanat sonrası çağdaş etkinlikler” olduğu[13] saptamasına zerrece itibar etmeyen birisi olarak diyeceklerimi notlar hâlinde toparlarsam: Sanatın yine olması gereken yerde kendini var edeceğinden zerrece şüphe duymuyorum… Krizle debelenen sürdürülemez kapitalizm, devrimci sanatı yeniden tarihin sahnesine çağırıyor! Yunanistan’daki ekonomik kriz sanatçılara üretim ve birlikte hareket etme bakımından olumlu yansımış. Enerjilerinin arttığını belirten sanatçılar, “Derin bir uykudan uyanmış gibiyiz” diyorlar… Evet sanatçılar açısından farklı değerler ön plana çıkmış durumda. Örneğin Georgia Kotretsos’a göre ekonomik krizin diğer bir


gündoğusu - sayı 4

11

sonucu ise paranın artık moda olmaması. “Para artık eskiden olduğu gibi seksi değil, çünkü yolsuzluk tarafından damgalanmış durumda. Eskiden şaşaalı rakamlar konuşulurdu, oysa şimdi para bir dahaki zilin sesine kadar saklanıyor” diyor ve de George Georgakopoulos, “Sanatçılar daha bağımsız”… Giorgos Tserionis, “Yıkıntıyı dönüştürmeliyiz”… Artemis Potamianou, “Sanat daha da politikleşti”… Georgia Kotretsos, “Etrafta olan bitenden etkilenmemek mümkün değil… Kriz beni besledi,” diye ekliyorlar… Tam da bu tabloda şarkılarının, filmlerinin yanı sıra Amerika’da siyahların eşit haklar mücadelesindeki etkin rolüyle bilinen Harry Belafonte’nin Altın Leopar Onur Ödülü’nü almak için geldiği Lucarno Film Festivali’nde ödülü alırken yaptığı konuşmadaki vurguları yeniden sanatın “ne”liğine, sanatçının “işlevi”ne yol gösteriyor. Belafonte’ye göre, “Eskiden düşman daha açık seçikti. Baskıya karşı, bir gamalı haçla, çizmeyle, ‘Negro Giremez’, ‘Yahudiler Giremez’ tabelalarıyla birlikte gelen bir düşmanla, savaşmak daha kolaydı. Şimdi düşman kendini gizliyor. Dokunamıyorsun, ama tadını alıyorsun, hâlâ ve tüm gücüyle karşımızda ve çılgın kötülüklerine devam ediyor.” “Birçok ülkede iktidar adeta mutlaklaştı. Özgür girişimciler (Kapitalizm-y.n.) sisteminde iktidara sahip olanlar, toplulukları ezmeye, uğursuz savaşlar çıkarmaya başladılar. Bush döneminde bunu yaptık, Obama döneminde yapmaya devam ediyoruz. Hâlâ işkenceyi teşvik eden yasalar var, Guantanamo’yu kapatmadık. Polis istediğini istediği gibi tutukluyor. Bu kapitalizm bizi yeni bir Nazi imparatorluğunun (Fourth Reich) eşiğine getirdi.” “Bugün esas düşman, dizginlerinden boşanmış kapitalizmdir”. “Paranın bu kadar küçük bir insan grubunun elinde bu kadar yoğunlaşmış olması, insanlık tarihinde bugüne kadar yaşanmış en tehlikeli gelişmedir... Karşımızda kendini zorla dayatan bir oligarşi var”… “Hayır kurumlarına bu kadar mali yardım yapan sanatçıları, böyle eleştirirken haksızlık yapmıyor mu?” gibi tartışmaların ortasında The Guardian’dan Tricia Rose’un dikkat çektiği bir gelişme, salt ABD’de değil tüm dünyada önemli bir soruna ışık tutuyor. ABD’de başlangıçta siyah topluluğun sözcüleri olan siyah sanatçılar giderek, küresel kültür endüstrisini denetleyen dünyanın en güçlü şirketlerinin ürettiği kitlesel kültür metalarının parçası hâline geldiler. Artık bundan sonra, büyük piyasalara ulaşmak, çok satmak isteyenler, bu piyasalara giriş kapılarını tutan dev korporasyonları mali, ideolojik ve siyasi olarak tatmin etmek zorundalar. Sanatçı, feodalin, sultanın, dini kurumların vesayetinden kurtularak özgürleşmeye başladığını düşünürken, XIX. yüzyılın sonunda, yeni bir vesayet (piyasa) sistemiyle karşı karşıya kalmıştı. Günümüzde, mali krizi postmodern fantezileri dağıtmaya başlayınca, o zaman Kandinsky’nin “kara el” olarak nitelediği şey yeniden ama eskisinden çok daha güçlü, yaygın bir biçimde sanatçının karşısına dikildi: Ya metalar dünyasında geçerli, siyasi iktidarı destekleyen değerlere (sözde “halkın değerlerine”, “halkın anlayacağı”) uygun ürünler üretirsin ya da piyasaların kapılarını sana açmam! O zaman olduğu gibi bugün de egemen sınıfların organik entelektüelleri, “halkın değerleri”, töre filan derken, derken aslında kendi değerlerini, “baba’nın yasasını” kastediyorlardı. Sanatçı bugün iki seçenekle karşı karşıya: Ya kapitalizmin mal satmak, oligarşinin yönetmek için dayandığı halkın “değerleri” denen şeye uyacak, belki o zaman piyasaların kapıları açılacak, cepleri dolacak ünlü olacak, arada sırada hayır kurumlarına yardım yaparak rahatlayacak, ama bu sırada zincirlerinden boşanmış kapitalizmin, emperyalizmin militarizmin ve sadaka toplumunun aracı olacak. Ya da “halkın değerlerine” ters düşmeyi göze alarak halkın ekonomik, demokratik çıkarlarını savunacak, özgürlük arzusunu dile getirecek, kapitalizme, emperyalizme ve militarizme karşı çıkacak. Sanatçının siyasi partilere katılması, meydanlarda konuşması son derecede önemli ama sanatçının (sanatçı olduğundan) bu işlevini, esas olarak bu çizgiyi (duyarlığı) yansıtan ürünlerle yapması, buna uygun, “kara elin” denetiminden kaçabilen, kendini koruyabilen biçimleri bularak gerçekleştirmesi gerekiyor. “Kara ele” direnen, özgürlük ruhu sanatçıyı göreve çağırıyor. Belafonte de bu ruhun sözcülerinden biri…[14] Ve “zamanın ruhu” Belafonte’leri çağırıyor…

DİPN O T L A R [1] Saint-Just. [2] Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev: Ayşen Ekmekçi - Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 2006, s.36. [3] Sarah Thornton, Sanat Dünyasında Yedi Gün, Çev: Mine Haydaroğlu, Yapı Kredi Yay., 2012. [4] Ali Artun, Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi, İletişim Yay., 2012. [5] Kaya Özsezgin, “Estetik Modernizmin Tasfiyesine İlişkin”, Cumhuriyet Kitap, No:1167, 28 Haziran 2012, s.13. [6] İsmail Mert Başat, “Ehlileştirilmiş Sanat”, Evrensel Kültür, No:247, Temmuz 2012, s.27. [7] Nazlı Ilıcak, “Yılmaz Erdoğan ve Doğrular”, Sabah, 17 Mayıs 2012, s.25. [8] Akif Beki, “Yeni Bir Kültür İnkılabı Şart!”, Radikal, 3 Mayıs 2012, s.10. [9] Serdar Turgut, “Yeni Elitlerin Estetik Anlayışı”, Haber Türk, 11 Mayıs 2012, s.4. [10] Serdar Turgut, “Türkiye’de Elit Değişimi”, Haber Türk, 8 Mayıs 2012, s.4. [11] Nuray Sancar, “Sanat Toplum İçin Yapılacak, Yap!”, Evrensel Hayat, 13 Mayıs 2012, s.8. [12] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.475. [13] Arthur Coleman Danto, Sıradan Olanın Başkalaşımı, Çev: Esin Berktaş-Özge Ejder, Ayrıntı Yay., 2012. [14] Ergin Yıldızoğlu, “Kültür Endüstrisi, Sanatçı ve Satış...”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2012, s.11.


12

İNCELEME Gün Zileli

gündoğusu - sayı 4

FAŞİZM ve POST-FAŞİZM Faşizm konusundaki teorik çözümlemeler tarih boyunca pek tatmin edici olamamıştır. Komintern’in çözümlemeleri de başarısızdır. Dimitrov’un Faşizme Karşı Birleşik Cephe adlı, makalelerden ve Komintern raporlarından oluşan kitabı yıllar yılı elimizden düşmemiştir ama bugün açın okuyun, bu kitabın faşizm konusunda tam bir kafa karışıklığını yansıttığını, makale ve raporların yazıldığı dönemdeki günlük politik taktiklerle malûl olduğunu görürsünüz. Bu konuda anarşizm de zaaf içinde olmuştur. Sanırım bu zaafın kaynağı, anarşizmin temelde doğru bir devlet teorisine sahip olmasıdır. Devlet konusundaki sarsılmaz sağlamlık, onun özel biçimlerini tahlil etmek konusunda bir kestirmeciliğe, kolaycılığa ve tembelliğe yol açmıştır. Yakın tarihin ve günümüzün sol akımları da, gerek Komintern’in siyasi taktikçiliğine, gerekse anarşizmin kestirmeciliğine benzer bir tarzda, her diktatörce rejime faşizm adını verme kolaycılığına sapmıştır. Bu, durumu berraklaştırmak yerine, kafaları daha da karıştırmıştır. Örneğin, bir kısım sol, Türkiye’nin tek parti dönemini faşizm olarak adlandırmaktadır. Neden? Çünkü faşizm, tek parti diktatörlüğüne dayanır, baskıcıdır vb. Aslında bu görüş, çok keskin görünmesine rağmen, demokrasiyi parlamentonun ve çok partinin varlığıyla özdeşleştiren liberalizme oldukça yakındır. Oysa tarihte, faşizmle hiçbir ilgisi olmayan birçok tek parti diktatörlüğü olduğu gibi, parlamentolu, hatta çok partili faşist diktatörlükler de vardır. Uzatmadan tanımlamalara ve ardından bazı örneklemelere geçecek olursak, faşizm: 1. Devlete özel bir ideolojinin hakim kılınması; 2. Bu özel ideolojinin hakim kılınması ve süreklilik kazanması için özel bir hukuk yaratılması; 3. Böylece devletin, burjuvazinin genel konsensüsüne dayanan haline hem ideolojik, hem hukuksal, hem de fiilen son verilmesidir. Birbirine bağlı bu üç temel öğe, pekâlâ çok partinin yürürlükte olduğu bir parlamento tarafından da gerçekleştirilebilir. Elbette o andan itibaren parlamento, sınıf içi konsensüs aygıtı olmaktan çıkıp sınıf içi tahakküm aracına dönüşür; sosyalizmdeki Sovyetler’in içinin boşaltılmasına benzer bir olaydır bu. Böyle bir durumda parlamentodaki partiler artık, hakim kliğin sınıf içi tahakkümünü gizlemenin aracı ya da süsü görevi görmeye başlarlar. Yukarıdaki üç koşul açısından baktığımız zaman, Kemalist tek parti diktatörlüğünün faşizm olduğunu söylemek biraz zorlaşmaktadır. Birinci koşul tamam gibidir: Devlete giydirilen Kemalizm ideolojisi. İkinci koşul da ilk bakışta varmış gibi gözükmektedir ama sadece ilk bakışta. Evet, İstiklal Mahkemeleri bu rejimde olağanüstü bir yargılama olarak yer almıştır, bir nevi, Jakobenlerin Milli Selamet Komitesi gibi seyyar ve acilen işleyen mahkemelerdir bunlar. Ne var ki, bu mahkemeler işlevlerini yerine getirdikten sonra geri plana çekilmekte ve hukuk özelleştirilmemektedir. Üçüncü noktada ise tam bir terslik vardır. Jakobenlerin de, Kemalistlerin de hedefi, burjuva konsensüsüne son vermek değil, tam tersine, zor yoluyla bile olsa bu konsensüsü tesis etmekti. İşte esas bu açıdan Kemalizmde faşizmin çok temel bir unsuru eksiktir. Aslında İstiklal Mahkemeleri türü özel mahkemeler her rejimde ihtiyaca göre devreye sokulur. Burjuva parlamenter rejimlerde de, acil ihtiyaç durumlarında özel mahkemeler, sıkıyönetim mahkemeleri, askeri mahkemeler işler. Özel mahkemelerle özel hukuk aynı şey değildir. Özel hukuk olabilmesi için, özel bir ideolojiyi dayatmaya çalışan rejimin başındaki hakim kliğin (veya partinin) bu amaçla hukuku tamamen kendi özel çıkarlarına göre düzenlemesi gerekir. Bu noktadan itibaren artık rejim, sınıf içi konsensüsten kopmuş ve bir egemen kliğin özel çıkarlarına bağlanmış demektir. Faşizm bu noktadan başlar. Sanıldığının tersine, parlamento her zaman burjuva konsensüsünün aracı değildir. Hitler, burjuva konsensüsüne, Almanya’nın parlamentosu olan Reichstag aracılığıyla son vermiştir. Kapitalist sistemler faşizmi her zaman içerir (eski dille mündemiçtir). Yani faşizm, kapitalist sistemlere yabancı, dışsal bir şey değildir. Sistem burjuva liberal kurallara göre işliyor da olsa, faşizm sopasını yine sistemin teşvikiyle arada bir gösterir. Bunalım dönemlerinde bununla da kalınmaz, faşizm yedek bir destekleyici güç olarak devreye sokulur. Örneğin, Türkiye’de 1960-80 döneminde paramiliter faşist güçler, devletin desteği ve himayesinde sistemi savunmak ve payandalamak üzere devreye sokulmuşlardır. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde de buna benzer çok sayıda örnek vardır. Faşizmin açıktan bir diktatörlük olarak kendini ortaya soktuğu dönemler, daha çok devrim dalgasının geri çekildiği aşamalara denk gelir. Devrim yenilmiş ve geri çekilmektedir, öte yandan kapitalizmin bunalımı had safhaya çıkmıştır. İşte böyle bir aşamada faşizm, bir yandan kapitalizmin burjuva liberal sistem içinde çözümleyemediği sorunları çözmeye aday olur, bir yandan da yenilmiş devrimin kimi temalarını ve sloganlarını demagojik bir şekilde kendi diktatörlüğünü meşrulaştırmakta kullanır. Örneğin Mussolini eski bir sosyalistti ve iktidara yürürken sosyalizmin eşitlikçi sloganlarını kullandı; keza Hitler, komünist hareketin yoksullara ve işsizlere yönelik vaatlerini benimsemiş gibi görünerek yoksul kesimlerden epeyce taraftar topladı. 1960’lardan sonra yaygınlaşan askeri darbeler ve askeri rejimler, faşizm teorilerinde bir kargaşalığa yol açtı. Askeri rejimlerle faşist rejimler birbirine karıştırıldı ya da her baskıcı askeri rejimin faşizm olduğu düşünüldü. Kimi askeri rejimler faşizme fazlasıyla benzese ya da gerçekten faşist rejimler olsa da, kanımca baskıcı askeri rejimlerin çoğu faşizm ya da faşist diktatörlük olarak adlandırılamaz. Bu rejimlerin çoğu, burjuva liberal sistemi zor yoluyla restore etmeye çalışan restorasyon rejimleridir. Nitekim burjuvazinin kolektif örgütü devleti ve onun parlamenter düzenini restore ettikten sonra asli görevlerine geri dönerler. Evet, bugünkü deyişle vesayet görevlerini sürdürürler ama bu da faşizm demek değildir. Faşizm konusundaki kafa karışıklığı, faşizm denirken, çağımızdaki en belirgin faşizm örnekleri olan İtalyan ve Alman faşizmlerinin değişmez modeller olarak görülmesinden kaynaklanıyor. Evet ama her canlı gibi faşizmin de evrileceğini ve aynı kökenden gelen böcek türleri nasıl farklılaşıyorsa günümüzdeki faşizm örneklerinin de tıpatıp orijinal örneklere benzemeyebileceğini düşünmek gerekmez mi? Bu hata, bir yandan, İtalyan ya da Alman faşizmlerindeki baskıcı ve diktatörce yöntemlere benzerlikleri dolayısıyla, her türlü askeri ya da diktatörlük rejimini faşizm olarak görmeye yol açmaktadır. İlginçtir ki, aynı hatalı bakış, bugün gerçekten faşist olan rejimleri, İtalyan veya


gündoğusu - sayı 4

13

Alman faşizm örneklerine tıpatıp benzemedikleri için faşizm olarak görmeme gibi bir sonucu da getirmektedir. Varılan sonuçlar birbirinin tamamen zıddıdır ama hatanın kaynağı aynıdır. Günümüz faşizmi, çağın ve günün gereklerine uygun olarak, klasik faşizm örneklerinden oldukça farklı bir yönelim sergileyebilmekte ve hatta birçok bakımdan klasik faşizmlere benzememektedir. Günümüz faşizmlerinin en önemli özelliği, kapitalist sistem içinde parçalı bir yapı oluşturmaları ve burjuva demokrasisinin unsurlarını ortadan kaldırmak yerine bu unsurları kendilerine uydurmalarıdır. İşte bu yüzden bu tür rejimlere post-faşizm (bu deyimi Süleyman Arıoğlu ve Ayça Söylemez arkadaşlarıma borçlu olduğumu belirtmeliyim) diyoruz. Postmodern dönemde faşizm de post-faşizm halini almıştır. Nedir post-faşizmin özellikleri? Günümüz post-faşizmi, burjuvazinin genel konsensüs organı olan parlamentoyu ve çok parti sistemini ortadan kaldırmak yerine, oy çoğunluğu ile ele geçirdiği parlamentoyu fiilen kilitlemekte, muhalefeti etkisizleştirip bir süs haline getirmekte ve hatta parlamentonun varlığını kendi faşist diktatörlüğünü meşrulaştırmak için kullanmaktadır. Askeri rejimlerde olduğu gibi parlamentoyu ortadan kaldırmanın ya da Nazi rejiminde olduğu gibi parlamentoyu monolitikleştirip açık bir tek parti diktatörlüğü kurmanın hiçbir anlamı yoktur. Bu, gereksiz bir muhalefet cephesi yaratmak anlamına geleceği gibi, burjuvazinin sınıf konsensüsünün hâlâ sürmekte olduğu yanılsamasına da son verir. Böylece, iktidardaki faşist klik, parçalı bir rejim yaratmaktadır. Bu rejime bir yanından bakarsanız onun parlamenter bir demokrasi olduğunu bile düşünebilirsiniz. Seçim de dahil bütün parlamenter kurallar geçerli gibidir ama aslında, parlamentodaki çoğunluk aracılığıyla gerçekleşmiş parlamenter görünümlü bir tek parti diktatörlüğüdür bu. Rejimin parçalı hali esas hukuk sisteminde son derece belirgindir. Burjuvazi, kendi hakimiyeti için gerekli gördüğü devleti kanunlarla sınırlar ki, aynı devlet günün birinde kendi hayatı, hatta mülkiyeti için bir tehdit haline gelmesin. İktidardaki faşist klik, bu bakımdan burjuvaziyi tedirgin etmek istemez, burjuvazinin, kendisinin de bir diktatörlük altında yaşadığı hissine kapılmasına izin vermez. Bu yüzden parçalı ve ikili bir hukuk sistemi yaratır. “Normal vatandaş” için ayrı bir hukuk, “terörist” adını koyduğu tehlikeli sınıflar ve muhalifler için ayrı bir hukuk. Bu hukuk bugün ABD’de bile yürürlüktedir. Normal Amerikan vatandaşı, polisin günün birinde evini basıp kendisine işkence yapabileceğinden endişe etmemelidir ama eğer üzerinde “terörist” kuşkusu varsa kendini Guantanamo’da bulabilir ve orada her türlü işkenceye uğraması kaçınılmazdır. Bu konuda, aşağıdaki satırlar, Türkiye’nin de benzeri bir hukuk sistemi içine sokulduğunu göstermektedir: “Dünyadaki genel siyasal eğilime paralel ancak benzer örnekleri aşacak nitelikte, ‘terör’, siyasal bir kavram olmaktan çıkarılarak hukukun temeline yerleştirilmiştir. ‘Terör’ üzerine temellenen bu hukuki yapıda, yargısal faaliyet giderek kolluk faaliyeti ile iç içe geçmekte; böylece soruşturmaya tamamen kolluk egemen olmaktadır. Böyle bir hukuksal ve siyasal düzende kimin ‘terörist’ olduğunu elbette kolluk belirleyecektir. Kriminalize etme konusunda polisi temel uygulayıcı haline getiren bu sistemin en iyi örnekleri kuşkusuz KCK ve Ergenekon soruşturması sırasında gözlemlenmiştir. Özel yetkili mahkemelerin dava pratiğinde de, kimin veya hangi oluşumun ‘terör’ örgütü olduğuna dair kolluktan alınan resmî görüş temel dayanak alınarak ona göre karar verildiği bilinmektedir. Örneğin İçişleri Bakanlığı, Türk İntikam Tugayı örgütünü terör örgütü olarak değerlendirmediği için özel yetkili mahkemeler bu örgütün işlediği suçları olağan mahkemelere gönderirken, Halkevleri üyelerinin terör örgütü olduğu yönündeki polis görüşü doğrultusunda Halkevleri üyeleri özel yetkili mahkemede yargılanmaktadır.” (Oya Aydın, Hukuk Devleti Nerede Biter, Polis Devleti Nerede Başlar? Birikim, Ocak 2012, sayı: 273, s. 27) “…gözaltına alma kararını daima polis verir, yargıç dava açıldıktan sonra haberdar olur ve soruşturma aşamasında polisin yürüttüğü çalışmadan önüne konan bilgilere göre karar verir; zira kişileri itham etmek zaten yargısal bir iştir.” (agy, s. 29) Artık yargıyı yöneten polistir ama bu da “hukuk”a göre yapılmaktadır. Polis yargıya öylesine hakim olmuştur ki, artık işkence yapmaya bile gerek kalmamıştır. Eskiden, örneğin 12 Eylül döneminde polis sanıktan aleyhinde ifade almak için basardı işkenceyi. Çünkü bu ifadeyi alamazsa sanığın sıkıyönetim mahkemelerinde bile beraat etme şansı yüksekti. Oysa şimdi itiraf ifadelerine gerek yok. Daha doğrusu, sanığın şu ya da bu yöndeki ifadesinin bir önemi kalmamış bulunuyor. Yargı, cezayı sanığın ya da sanıkların ifadesine dayanarak değil, polisin raporlarına dayanarak veriyor. İşte örneği: “Yargıçlar sizi dinlemediği, sonuca etki etmeyeceği için hamaset serbesttir yani bu mahkemelerde. Olağan bir ağır ceza mahkemesinde bu kadar yüksek perdeden konuşsanız yargıç sizi salondan çıkartır büyük bir ihtimalle. Siyasi ceza davalarında hamasete izin verilmiştir. Saatlerce konuşabilirsiniz. Sonucu etkilemeyeceği…için…” (Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile Söyleşi, “Olağanüstü Yargı Rejimi ve Polis – ‘Elastik ve Yapışkan Bir Ağ’”, Tanıl Bora, Birikim, Ocak 2012, sayı: 273, s. 39) Aynı şey ideolojik alanda da söz konusudur. Burada da parçalı bir yapı oluşturulmuştur. Bir tarafından baktığınız zaman farklı seslerin kendini ifade etmesine, iktidardakileri eleştirmesine izin var gibi görünür. Ama esasen ekonomik güç yoluyla öyle bir sistem kurulmuştur ki, konuşanlar istedikleri kadar konuşsunlar, istedikleri kadar yazsınlar aslında seslerini duyuramazlar. Hatta belki de söz özgürlüğü, yukarıdaki mahkemeler örneğinde olduğu gibi, sonuca hiçbir etkisi olmayacağı için vardır. Ama bu da aldatıcıdır. Çünkü sözün ya da yazının etkili olma ihtimalinin belirdiği noktada derhal ekonomik mekanizmalar devreye girer ve istenmeyen yazar, istenmeyen muhabir, istenmeyen program yapımcısı anında kapının önüne konur. Faşizmin üç temel şartını belirtmiştim. 1. Özel bir ideolojinin hakim kılınması; 2. Özel bir hukuk yaratılması; 3. Burjuvazinin genel konsensüsüne son verilmesi, yani aslında parlamentonun fiilen bir tek parti diktatörlüğünün meşruiyet aracına dönüştürülmesi. Post-faşizmde bu üç koşul da, kendine özgü bir şekilde ve sistemin parçalı bir yapıya oturtulmasıyla gerçekleşmektedir.


14

MAKALE Pınar Dinlemez

gündoğusu - sayı 4

SANATIN “ÖZGÜR” BEDENLERİ Pratikte, günümüz sanatının ortaya koyulan en büyük sıkıntısı ifade özgürlüğüdür. Muhalif düşünceyi ifade etmenin suç sayıldığı, yargılandığı ve cezalandırıldığı günümüz toplumunda sanat, her dönem olduğu gibi bu dönem de muhalif düşüncenin en büyük gücü olma konumunda yer almalıdır. Baskılara, yasaklara uğrayan, ifade özgürlüğüne kısıtlamalar getirilen, haktan ve adaletten yoksun bırakılan, hatta var olan hakları da elinden alınan toplumların karşı karşıya kaldığı muameleler sonucunda halkın sesini halkın içinden duyuran bir olgu olmuştur, olmalıdır sanat. Bu durumun uzağında, dışında, hatta kıyısında bile duran sanat akımları ve sanatçılar eylemlerini, üretimlerini, var oluş biçimlerini yeniden gözden geçirmeli ve kendileriyle yüzleşmelidir. Bu yüzleşmeyi yapmayan, sanatını sadece kendi zevk ve refahı için icra ederek toplumsal olayların dışında durmayı “tercih eden” sanatçılar gelecekte aynı biçimde yasaklanmaya, yargılanmaya ve cezalandırılmaya mahkum olmak zorundadırlar. Pasifize edilmiş bir toplumun pasifize olmuş sanatçıları, kendilerine aynı baskı uygulandığı zaman da bu baskı sistemine uyum sağlamakta, tıpkı bir bukalemun gibi renk değiştirmekte zorlanmayacaklardır şüphesiz. Yine de böyle bir sanat ve böyle bir sanatçı varlığını ne kadar sürdürebilir, onun ürettiğine ne kadar “sanat” denebilir? Bu yazımda sanatın ne olduğu-ne olmadığını tartışmak amacı gütmüyorum. Burada sanat akımlarından, yapıtlardan, sanatçıların toplumsal olaylar karşısındaki tutumlarından bahsetmeyeceğim. Üzerinde durmak istediğim nokta, son zamanlarda toplumumuzda cinselliğin algılanış biçimiyle doğru orantılı olan sanatta bedensel özgürlük kavramı. Elbette bu kavramı incelemek için sanatın ne olduğuna dair bir bakış açısı koymak gerekiyor. Yukarıda yaptığım kısa girişle sanatın ve sanatçının durması gereken yeri işaret ettikten sonra bazı özgürlükçü sanatçılarımızın ve okuyan-düşünen-üreten özellikle genç aydın insanımızın sanatta bedenin ve bedensel ifadenin taşıdığı anlamın durduğu yerle alakalı birkaç düşüncemi dile getirmek istiyorum. ‘80’lerin sonundan itibaren toplumumuz birçok iç etkenin yanı sıra Amerika kaynaklı pop kültürünün de etkisiyle içinde bulunduğu koşullara gitgide yabancılaşır, başka bir kültürün özentisi haline gelirken cinselliğe bakış açısı değişti. Cinsel kimlikler ön plana çıktı, birey kendisini tanımlarken önceliği cinsel kimliğine verdi ve yaşamsal varlığını bu temel üzerine oturtmaya başladı, tüm genel davranış biçimlerinde kadın veya erkek olma öğesini ön plana çıkararak hareket etme durumu ortaya kondu. ’80 öncesinde daha gelenekçi bir biçimde var olan bu durum ’80 sonrasında gelenekten hem kopmayarak, hem de geleneğin dışına çıkmaya çalışarak şekilsiz, kılıksız bir hale büründü. Bu durum herhangi bir temele dayanmıyor ya da hangi kaynaktan besleneceğini şaşırıyordu. Bu şuursuz bilinçlen-eme-me toplumda var olan “ahlaki değerler” üzerinde bir sarsıntı yarattı. Ahlaki değerlerine sahip çıkmaya çalışan ama ahlaki değerleriyle yaşayamayan, ahlak kavramını, ne ifade ettiğini kendisinin de bilmediği bir “özgürlük” kavramı içine oturtmaya çalışan, oturmayınca da şaşırıp bocalayan bir toplum haline geldi-getirildi. Özgürlük cinselliğin ulu orta sergilenmesi olarak düşünülmeye başlandı. Filmler, televizyon programları, kitaplar, dergiler, gazetelerin ikinci sayfaları, giyim-kuşam tamamen cinsel kimliğin ön planda tutulmasını empoze etmeye başladı. Bireyin kendisiyle ve çevresiyle olan ilişkilerinde cinselliği bağıran bir obje olma hali toplum tarafından rağbet gören bir durum oldu; bu tür insanlar –bazen kapalı kapılar ardında- özenilen, alkışlanan kişiler haline geldiler. Sonuç olarak cinselliğin, özgürlüğün ve cinsel özgürlüğün ne olduğu ve ne olmadığı hala çözülebilmiş bir konu değil. Bu kavramların çözülemediği, kendi cinselliğini, özgürlüğünü ve cinsel özgürlüğünü hala bulamamış bir toplumda sanatta insan bedeninin özgürleşmesinin neyi ifade ettiği tartışılabilir mi? Elbette. “Sanatçı” dendiğinde belli bir insan tipolojisi akla gelir. Şimdi oldukça basit konuşacağım. Sanatçı dediğimiz kişi özellikle bir şair ya da yazarsa saçı sakalı birbirine girmiş, pejmürde, şahsi temizliğe pek önem göstermeyen, genellikle uykusuzluktan, alkolden, sigaradan veya gece yaşantısından, belki de sabaha kadar fazlasıyla düşünmekten yüzü asık, soluk renkte, sırtı kamburlaşmış biridir. Eğer çok satanlar listesindeyse belki ıssız bir Yunan adasında beyaz bir sedire uzanmış, gömleğinin yakası karnına kadar açık, bronz göğsünü kemik bir kolyeyle taçlandırmış kaslı vücutlu bir adam, ya da sarı saçları daha çok belli olsun diye sürekli siyah boğazlı kazaklar giyen, beyaz tenine çok yakışan kırmızı rujunu sürmüş gizemli bir kadın olabilir. Bazen bu tip yazarlarımız cinsel tercihlerini ortaya çıkarmayı ve bu kimlikleriyle edebiyat dünyasında dikiş tutturmayı tercih ederler. Bir müzisyense, bu tip icra ettiği müzik türüne göre değişim gösterir. Keman çalan bir kadınsa kızıl saçları uçuşmalı, rock müzik yapıyorsa üstüne yapışan atleti kaslı, dövmeli kollarını ön plana çıkarmalıdır. Dansçıysa asla fazla kilosu olmamalı, hele de giydiği kostüm bedeninin en azından hatlarını sergiliyorsa ona bakılınca bir Roma savaş komutanı ya da Yunan tanrıçası görmeliyiz. Dansçı kadınsa her zaman zarif, narin, uçuşan bir havayla hareket etmeli, erkekse gücün, kudretin timsali olmalıdır. Toplu yapılan danslarda dansçılar, Anadolu’nun hiçbir coğrafyasında göremeyeceğiniz taşlı, parlak, dansın amacına hizmet etmeyen açıklıkta kostümler ve hiçbir Anadolu insanının taşımayacağı saç ve makyaj biçimleri taşırlar. Bu veya buna benzer durumlar gerçeklikten yoksun olmakla birlikte icra edilen sanatın içeriğindeki amacı ve özü de saptırır. Sonuç olarak baktığımızda sahnede idealize edilen bir figür görülür. Çoğunlukla sanatçının yaptıklarından çok görüntüsüyle ya da bir şekilde sunduğu cinsel kimlikle ilgilenilir. Görüntüsüyle alakalı kriterleri kafamızdakine uymayanın sanatçı olduğuna, ya da onun icra ettiği sanatın sanat olduğuna dair şüpheler oluşur. Sıradan, herhangi bir tuhaflığı olmayan, alelade bir kişinin o ilahi yeteneğe sahip biri olduğuna inanamayız. Ve bir şekilde sanatçı tipinin cinsel kimliği, sıradan vatandaştan daha farklı, sözüm ona daha “havalı” ve “elde edilemez” bir biçimde ön planda olmalıdır. Ona hem saygı duyulan hem de arzulanan bir nesnedir. Bir şekilde “güzel” bedenler görmek isteriz, idealize ettiğimiz, hayalini kurduğumuz, onun yerinde ya da onunla beraber olmak istediğimiz sanatçıların her şeyleriyle mükemmel insanlar olduğunu zannederiz, onların üretimlerine


gündoğusu - sayı 4

15

inancımız ve saygımız da bir o kadar sonsuz olur. Bu ön kabulle sanatçı hem bir arzu nesnesi haline gelir hem de üretiminin içeriği ikinci plana atılır. Kimi sanatçılarımız da bu arzu havasını yaratmaktan çok hoşlanırlar. Günümüz kapitalist sisteminde cinsellik her zaman sattıran, rant elde edilen, çıkar sağlanan, popülarite arttıran bir olgudur. Bu kişiler halkın içinde, sokakta yürürken bile insanların kendilerine hayranlık dolu bakışlarını umursamıyormuş havasıyla hareket ederler, oysa gerçek bundan çok başkadır. Bu sanatçılarımız için gerçek besin kaynağı, insanların kendilerine duydukları bu hayranlıktır. Bir süre sonra eserleri de bu hayranlık olgusuna kurban edilir ve bu “ihtiyaca” cevap verecek biçimde sergilenir. Burada sanatçıya dönüyorum tekrar. Şimdi, sanatçımız kimdi? Toplumun içinde duran, onu hor görmeyen, küçümsemeyen, onun sorunlarını dile getiren ve hatta sorunlarında yanında olan kişiydi öyle değil mi? Sanatçımız toplumun içinden biriyse, toplumun sorunları aynı zamanda kendi sorunları da demekti. Peki saygıdeğer sanatçılarımız toplumun sorunlarını ne şekilde algılamakta? Sanatçılarımızın yapıtları arasında bir “beden özgürlüğü” çığlığı sürüp gidiyor. Bu beden ne menem bir şeydir? Bedenler özgür olmadıkça hayat durmaktadır bu sanatçılarımız için. Toplumumuzun en önemli derdi bedenlerin özgürleşmesidir. Daha fazla ifade edilen seks, daha fazla ifade edilen çıplaklık, daha fazla gözümüze sokulan “ateş, tutku, kol, bacak, dudak”. Anlaşılmayan bir takım aşk ve ilişki kitapları, bir açıdan bakınca iç içe geçmiş bedenlere benzeyen tuhaf heykeller, sürekli bir tek gecelik ilişki durumları veya yalnızlık ve depresyon hali pompalayan, “yalnız adam” veya “güçlü kadın” dışında herhangi bir fikirden yoksun şarkılar, tabiatta var olmayan altın renk tene sahip dansçıların dans ettiği ve sadece etin sergilendiği birtakım koreografiler, resim yapmayı çamurda çıplak kadın güreştirmek zanneden bazı ressamlar ve daha sayamayacağımız birçok örnek… Mevlana’nın felsefesi gitgide popüler olurken bu popülariteyi besleyen en önemli unsur, Mevlana’nın Şems’le kurduğu dostluğun cinsel içeriği muamması olmuştur. Sanatta beden nedir? Beden araçtır. Kol ressamın, dudak şarkıcının, bacak dansçının sadece aracıdır. Bir süs nesnesi değildir. Bu tip bir özgürleşme sahtekarlığının savunulacak, ortaya konulacak bir yanı yoktur. Bu sadece toplumun aptal yerine konmasına çanak tutmaktır. Siz içinde yaşadığınız halkın kültürünü, acılarını, arayışlarını ve gerçek ihtiyaçlarını dile getirmiyor, bunlara çözüm aramıyor, yanında durmuyor, sadece elinizde olan aracınızın güzelliğini sergiliyor ve toplumun dikkatini buraya çekiyorsanız, bu sömürü demektir. Bu sömürüyü de “beden özgürlüğü” adı altında yapmaktasınız. Bedenler özgür değil. Bedenler hapsolmuş durumda. Yazan eller, söyleyen dudaklar, gören gözler özgür değiller. Siz hangi bedenin özgürlüğünden bahsetmektesiniz? Bedenler soyunarak özgür olmaz. Bedenler üreterek özgürleşir. Sanatta bedenin özgürleşmesi de sanatçının, üreten bedenin özgürlüğünü savunmasıyla olur. O bedenin hakkını, sağlığını, üretebilmesi için gerekli koşulları savunmalı, hak ve adalet için savaş vermelidir sanatçı. Kendi hastalıklı fantezilerini ortaya sererek ve halkı bununla besleyerek değil. Bir yerlerde bazı sanatçılar sokaklarda, meydanlardadır. Bu insanlar bir şehrin en popüler caddesinin sokaklarından birinde oturup etrafı kesmekle, ya da bu entel semtin bakkalına kasabına sadece selam etmekle ya da kendilerinden imza isteyen genç kızların ilgilerine karşılık vermekle kendilerini halktan insanlar saymazlar. Problemin tam ortasında şiirleriyle, müzikleriyle, danslarıyla, resimleriyle durmakta, var oluş biçimlerini orada ortaya koymaktadırlar. Bu sebeple onların bedenleri her geçen gün özgürlüklerini yitirmektedirler. Gerçi sizin için bu baş edilmesi kolay bir durumdur. Sizin sergilediğiniz “özgür beden” kavramı da ayaklar altına alınacaktır bir gün, elbette o gün geldiğinde insanları aptal yerine koymanın ve sisteme entegre olmanın başka bir yolunu da bulacaksınız şüphesiz. Kendinizle yüzleşmenizi bir an önce gerçekleştirip, durduğunuz yeri görmeniz ve tam burada, “sanatçılığınızı” sorgulamanız gerekmektedir.


16

İNCELEME Emre Yılmazoğlu

gündoğusu - sayı 4

MADEN OCAĞINDAN MİZAH DERGİLERİNE BİR MEŞALE: BURHAN SOLUKÇU

Şimdiye dek adı duyulmuş ve/veya Türkiye karikatürüne/mizahına katkıda bulunmuş birçok isme adanan kitapların yanında Burhan Solukçu için derlenen kitap* sıradan okurların pek de ilgisini çekmez sanırım. Fakat bu kitabın önsözünde, sözünü ettiğim okurların da en azından adını duymuş olacağı -hatta olması gereken- bir isim, Turhan Selçuk’un şu sözleri yazıyor: “Sağlam bir bakış açısına, sağlam bir kişiliğe sahipti. Toplumsal olaylar, ezilmiş halk, emekçi sınıflar onun başlıca konularıydı. Hayatı boyunca onları savundu, hakim güçleri eleştirdi. Kendisi de o ezilmiş sınıfların içindeydi, arasındaydı. Bu nedenle başarısı da, o orantıda yüksek ve etkili oldu. Saygın ve gerçek bir sanatçıydı Burhan Solukçu... Zonguldaklıydı. Zonguldak maden ocaklarında, diz boyu sular içinde soluk alıp verirken hastalandı ve işine son verildi... Önce maden ocaklarının dehlizlerinde emekçilik yaptı, sonra mizah çizerliğinin labirentine girdi ve bu labirentin dehlizlerinde emekçiliğini sürdürdü, aydınlanmaya yönelik çizgileriyle, efendiliğiyle, onuruyla...” 10 Haziran 1928’de Zonguldak merkeze bağlı Kozlu beldesinde doğdu Burhan Solukçu. Babası Mustafa Bey ile annesi Kübra Hanım Burhan küçük yaştayken ayrıldı. Babası Karabük Demir-Çelik Fabrikaları’na çalışmaya gidince annesiyle Zonguldak’ta kalan Burhan’ın başka kardeşi yoktu. İlkokulda Mümtaz Soysal ile en çalışkanlar arasında adı geçiyordu. 1941 yılında Ereğli Kömür İşletmeleri Sanat Okulu’na elektrikçi olarak yazıldı. Bugünkü adı İncirharmanı Kuyusu olan Kozlu Kuyu Fonsajı Mühendisliği’nde 1 Aralık 1945’te 150 kuruş yevmiye ve ‘mecburi hizmete tabi’ olarak işe başladı. Ancak zaten zayıf bünyesi kış aylarında su içinde çalışmayı kaldıramadı ve henüz işteki dördüncü ayıyken vereme yakalandı. Buradan İstanbul’a, Erenköy Sanatoryumu’na sevk edildi. 1947’de Emine Hanım’la evlendi, çocukları oldu. Fakat bu sıralarda hastalığı nedeniyle işten çıkarıldı. Halkevi’nin resim kursuna katılan Solukçu, maden işçilerinin karakalem portrelerini çizerek maddi sıkıntılarını biraz da olsa hafifletti. 1952’de Yedikule Verem Hastanesi’nde tanıştığı Rıfat Ilgaz onun için şunları söylüyor: “Bir gün bu koğuşa bir kucak kemik getirip bırakıverdiler. Zonguldak’tan, maden ocaklarından geliyordu. Eline üç-beş kuruş verilerek ocaktan uzaklaştırılmıştı. Kendi kaderine terk edilmiş, son kuruşu da iyileşmesi için harcandıktan sonra benim gibi çürük insan deposuna bırakılıvermişti. Birkaç gün sonra bu kemik yığının yatağın içinde kıpırdayıp bir şeyler yazmaya çalıştığını gördüm. Zonguldak’taki eşine mektup yazıyordu. Elinden alıp, postaya attırdım. Belki de aldığı antibiyotiklerden olacak, kulakları ağır işitiyordu. Halsizlikten zor konuştuğu için de her sabah işaretle hal hatır sormaya başlamıştık.” Ilgaz ayrıca “Pijamalılar” adlı yapıtında koğuş arkadaşı Burhan Solukçu’ya da yer verdi. 1953’te ailesiyle Beşiktaş’ta kiraya çıktılar 1954-55’te Yeni İstanbul ve Türkiye Spor gibi gazetelerde ressamlık yaptı. ‘56’da sahibi ve genel yayın yönetmeni İlhan Selçuk olan Dolmuş dergisine girdi. ‘60’ta Akbaba’da ustalaştı. Zübük, Pardon ve Amcabey dergilerinde çizerken ‘Kalender Niyazi’ karakteri beğenildi. Bunun dışında ‘Bombacı Şükrü’, ‘Hacivat ile Karagöz’ tiplemelerini de işledi. 1970’te Ümraniye’de ailesine bir ev yaptırabilen Solukçu çocuklarının eğitimini de aksatmadı. 1972’den sonra tekrar şiddetlenen hastalığı yakasını bırakmadı ve 26 Mart 1978 günü Süreyya Paşa Sanatoryumu’nda onu yaşamdan ayırdı. Çamlıca Çakaldağ Mezarlığı’na gömüldü. Burhan Solukçu her dönem okunabilecek karikatürlerinin yanı sıra kendi dönemini de başarıyla aktarmıştır kağıtlara. Amerikancılığın yükseldiği, burjuvazinin Cumhuriyet kazanımlarından feragat ederek kendi geleceğini -en azından belli bir süre- garantiye almaya çabaladığı bir dönemde sömürüyü, köyden kente göçü, işsizliği, savaşları, elit(!) kesimi, yobaz kesimi, işçileri-memurları çizmiştir. Toplumcu gerçekçi anlayışla emekten yana tavır alan Burhan Solukçu’ya ‘halk karikatürcüsü’ önadı yakıştırılmıştır. Ölümünün 5. yılında Ümit Kartoğlu ve Ohannes Şaşkal “K-ÖMÜR” adlı sergilerini Ankara’da ve İstanbul’da açtı. Kdz. Ereğli Demokrat gazetesinin Şubat 1995 tarihli kültür-sanat ekinde Burhan Solukçu Sayfası hazırlandı. Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı (ZOKEV)’nın Haziran 2002 bülteninde Kürşat Coşgun’un bir yazısıyla ve aynı vakfın Mayıs 2003’te “Burhan Solukçu’ya Armağan” adıyla bir karikatür yarışması albümü yayımlamasıyla anıldı Solukçu. Gündoğusu Dergisi’nin bu sayısının çıkışı bu büyük ustanın doğum ya da ölüm tarihinin içinde bulunduğu bir döneme denk gelmiyor. Peki neden Burhan Solukçu’yu tanıtıyoruz? Çünkü yaşamı, insanı, emeği sevmektir Solukçu... Bu sevginin veremden daha bulaşıcı olması ve daha sıkı tutmasıdır insanı... Maden ocaklarındaki mücadelenin de masa başındaki mücadelenin de insanlığa ve aydınlanmaya hizmet etmesidir... Bunu görmek ve göstermektir... Ilgaz, Cide’den 5 Ekim 1977’de Solukçu’ya yazdığı mektubunda yaşamanın güzelliğini anımsatarak direnmeyi öneriyor: “...İşte geldik gidiyoruz. Ha bir gün önce, ha bir gün sonra... Ne var ki, gelmişken yaşamanın tadını çıkaracağız. Yatakta da olsak... Kenefe ayağımızı sürüye sürüye gitsek de... Yaşamanın çook güzel olduğunu usta sanatçılar bizden çook önce bulup çıkarmışlar. Gerçekten öyle... Yaşamak öylesine güzel ki... Hele insan gibi yaşamak. Uğrunda ölmeye değer...”

* Coşgun, Kürşat, Emeğin Çizeri, Çizginin Emekçisi, Çınar Yayınları, 1. Basım, İstanbul, Mayıs 2006, 200s.


gündoğusu - sayı 4 Ayşe Öztürk

İNCELEME

17

GÖR/ME, DUY/MA, SUSMA BAĞLAMINDA TEMEL BİR İNSAN HAKKI İHLALİ- BEDENSEL GÜVENLİK HAKKI- OLARAK; KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN MEŞRULAŞTIRILMASI Önyargısız bir şekilde toplumsal yapılara baktığımızda, gruplar arası bir hiyerarşinin oluşturulduğunu görürüz. Hiyerarşik bir yapıya dayanan toplumlarda ya da topluluklarda; eşitlik durumunun aksine, yapay bir şekilde oluşturulmuş ilişki türleri açığa çıkar. Bu yapılar içerisinde kök salan eşitsizlik; farklılık kaynaklı bir duruma işaret eder. Bu farklılıklar ise; ırka, dile, dine, renge ve cinsiyete dayanır. Dolayısıyla süre giden bu yapılarda; ne haklardan, ne ödevlerden, ne de insan onurundan söz edebiliriz. Bu bağlamda, insan haklarının “Tüm insanlar eşittir.” söylemi bu şekilde var olan veya varlığını sürdüren toplumsal yapılar içerisinde geçerliliğini yitirir. İnsan haklarının temel hedefi; insana yaraşır yaşamın- ırkı, dili, dini, rengi ve cinsiyeti farklı olsa dahi- olanaklı olması için yapılanlara ve edilenlere yöneliktir. Peki, ama insana yaraşır yaşam nedir? Ya da insan hakları neden böyle bir hedef boyunca ilerlemektedir? İnsana yaraşır yaşam denildiğinde; insan olma durumunun belli başlı gereklilikleri vurgulanır. Yani öyle bir yapı gereklidir ki; insan bu yapı içerisinde tüm olanaklarını herhangi bir engelle karşılaşmadan gerçekleştirebilmelidir. Dolayısıyla insan hakları bildirgesi de buradaki engellere karşı oluşturulmuş bir bildirgedir ve insan olma durumuna zarar verecek her türlü edimden insan varlığını koruma amacı gütmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere; insan hakları öğretisi temelde insan varlığından yola çıkar ve bu varlığın yaşayışında ve gelişiminde zorunlu ve önemli görülen unsurları güvence altına alır. Aynı zamanda; insan varlığından yola çıkan bu öğreti tekliğinde insan varlıkları tarafından ortaya konmuştur. Dolayısıyla ‘nasıl davranmalıyız?’ ın ve ‘nasıl muamele görmeliyiz?’ in muhatabı yine insan olmaktadır. Diğer taraftan, her bir hak kavramının geçerliliği için gerekli koşullar vardır. Bu koşullardan en önemlisi ise; hakları belli bir bildirge ile kanunlaştırmaktır. İnsan hakları öğretisi de böyle bir bildirge ile kanunlaştırılmıştır. Fakat geçmişten günümüze dek süre gelen birçok olgu ve olay; her kanunlaştırılmanın hakların işlerliğini güçlendirmediğinin göstergesidir. Dolayısıyla yirmi birinci yüzyılın insanları olarak bizler; hala birçok hakkın ihlali ile karşı karşıya kalmaktayızdır. Genelinde her bir hak güvence altına alınması gereken nitelikler taşımaktadır. Fakat bununla birlikte; tüm diğer hakların yanı sıra, özelinde temel hakların güvence altına alınması sorunu karşımıza çıkar. Temel haklar insan olma durumunun gerçekleşmesinde en önemli unsurlardan biridir. Bundan dolayıdır ki; temel hakların güvence altına alınması elzemdir. Çünkü temel bir hakkın ihlali, tüm diğer hakların da geçerliliğini zedeler. Henry Shue’nun da belirttiği gibi: “Temel hakların temel olmasının nedeni şudur: tüm öteki haklardan yararlanabilmek için, bunların korunması gerekir. Temel bir hakkın ayırıcı özelliği budur. Bir hak temel bir hak ise; o temel haktan vazgeçerek başka bir haktan yararlanma girişimi, sözcüğün tam anlamıyla kendini başarısız kılan, kendi bastığı toprağı ayağının altından çeken bir girişimdir. Bu bakımdan bir hak temel bir hak ise; onu korumak için gerekirse öteki, temel olmayan haktan vazgeçilir. Oysa temel olmayan bir haktan yararlanmak adına temel bir hakkın korunmasından vazgeçilmez.”1 Dolayısıyla temel hakların gerçekleşmediği bir yaşam düşünemeyiz. Çünkü yukarıdaki ifadede de belirtildiği gibi; tüm diğer haklardan yararlanmak temel hakların korunmasıyla mümkündür. Bir diğer ifade ile diğer hakların olanaklılığının koşulu temel bir hakta saklıdır. Bu haklardan biri de: ‘Bedensel Güvenlik Hakkı’dır. Bedensel güvenlik hakkı: “Hiç kimse; işkenceye, zalimane, gayriinsanî, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz.”2 söylemine işaret eder. Bedensel güvenlik hakkı; hiçbir gerekçe ile hiçbir koşulda herhangi bir ihlal durumu ile karşı karşıya bırakılamayacak kadar önem arz etmektedir. Her şeyden önce; insanı bir var olan olarak ele aldığımızda, yaşayan varlıktan söz ederiz. Yaşayan bir varlık olarak insanı yok saydığımızda ise; ne yaşamdan ne de herhangi bir haktan söz etmek imkansızdır. Dolayısıyla bu hakkın ilk muhatabı insandır diyebiliriz. O hem kendi yaşamını hem de tüm diğer insanların yaşamını koruma yükümlülüğüne sahiptir. Böylelikle tekliğinde insan; kendi için vazgeçilmez olan bu hakkın, hem taşıyıcısı hem de koruyucusu olma durumundadır. Fakat savaşlar, soykırımlar, cinayetler, işkenceler, tecrit, şiddet olgusu vb. birçok durum bedensel güvenlik hakkının her geçen gün artan oranda ihlalini sergilemektedir. Bu olaylar ve olgular; tüm zamanlarda ve mekanlarda, kadın ve erkek, çocuk ve yaşlı demeden tüm insan varlığı için büyük bir tehlike unsurudur. Her biri önemle üzerinde durulması gereken olaylar ve olgular olmasına karşın; bu noktada değineceğim temel olgu şiddet ve kadına yönelik şiddettir. 1 SHUE Henry, İNSAN HAKLARININ FELSEFİ TEMELLERİ, Temel Hakların Evrenselliği, s.39, Yayına Hazırlayan: KUÇURADİ İoanna, TFK 2 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, madde 5


18

gündoğusu - sayı 4

‘Şiddet nedir?’ denildiğinde, genel ve geçer cevaplar bizi olumsuz bir tutku kavramına götürür. Örneğin TDK’nin şiddet tanımları şu şekildedir: “1. Bir hareketin, bir gücün derecesi, yeğinlik, sertlik. 2. Hız. 3. Bir hareketten doğan güç. 4. Karşıt görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma. 5. mec. Kaba güç. 6. mec. Duygu veya davranışta aşırılık.”3 Şiddetin çağrıştırdığı bu durumların her biri, tarihsellik çerçevesinde konumlanır. Tüm bu tanımlar bir süreci ve bu sürecin içerisinde yer alan olumsuz bir tutkuyu imler. İnsanın oluşturduğu kurumların tarihsel gelişimi ele alındığında, özellikle de son yüzyıllarda görülen durumlar, olumsuz bir tutku olarak karşımıza çıkan bu olgunun yerini daha da belirgin kılar. Şiddetin genellikle bu şekilde temellenmesi, onu kullanan grubun bu tutkuyu bir iktidar mücadelesine dönüştürmesiyle daha da açık hale gelir. Şiddet ve onun doğurduğu sonuçlar tüm insanlık için bir tehlike teşkil etmektedir elbet. Fakat bu durumdan en fazla etkilenenler genel itibariyle kadınlar olmaktadır. Kadın, dünyanın birçok yerinde bedensel ya da zihinsel şiddet yoluyla temel güvenlik hakkından mahrum edilmektedir. Kadın yaşadığı toplumun derecesi ne olursa olsun şiddetle her an karşı karşıya kalır. En modern toplumsal yapıdan en geri kalmışına kadar kadına yönelik şiddet bir gerçeklik olarak var olmaktadır. Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri madde 1; kadına yönelik şiddeti şu şekilde tanımlar. “Bu Bildirinin amacı bakımından ‘kadınlara karşı şiddet’ terimi, ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir.”4 Yukarıdaki tanımdan da anlaşılacağı üzere; kadına yönelik şiddet tek yönlü değil, aksine çok yönlü olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla kadına yönelik şiddetin multidisipliner bir yaklaşımla ele alınması, incelenmesi ve temellendirilmesi gerekmektedir. Çünkü kadına yönelik şiddeti hangi yönden ele alırsak alalım, şiddet söz konusu olduğunda tek bir alana bağımlı kalarak herhangi bir çözüm ve çıkış yolu bulamayız. Yani bu yöndeki araştırmalarımızı ve temellendirmelerimizi çok yönlülük bağlamında değerlendirmeli ve bu çerçevede bir yaklaşım sergilemeliyiz. Bu noktada, kadına yönelik şiddet olgusu bağlamında karşımıza birçok kavram çıkmaktadır. Bunlar; ahlak, saygı, sadakat, gelenek, görenek vb. kavramlardır. Tüm bu kavramların temel dayanağı ise; namus kavramı olarak belirir. Namus kavramı, kadına yönelik şiddetin meşrulaştırılmasında en temel dayanaktır. Kime ve neye göre belirlendiği temel bir sorun olan namus kavramı adeta en yüce değer haline getirilmiştir. Genellikle ailenin erkek üyelerince nitelenen “namus ya da namussuzluk” kavramı, temelde insan, özelde ise; kadın bedeni üzerinde belirlenmektedir. Bu kavram çerçevesinde oluşmuş düşünsel yapı ise, şiddeti gerekli görmektedir. Şiddet gereklidir; çünkü korunması gereken, cinsiyet yüklü normlar ve değer yargıları vardır. Kadın ve kadın bedeni üzerinde temellenen bu normlar ve değer yargıları ne şekilde olursa olsun- bedensel güvenlik hakkı ihlalinde dahi- korunmalıdır. Namus kavramına dayanan düşünsel yapı, bu varsayımlarla şiddeti meşrulaştırmakla kalmaz; bu kavrama cinsiyet farklılığına dayalı anlamlar da yükler. Kadınlar üzerinde denetim mekanizmasına dönüşen bu anlamlar, insan haklarının, en temelde de temel hakların bulanıklaşmasına neden olmaktadır. Bu bulanıklaşma sonucunda, kadına yönelik her tür şiddet kendine temellendirme alanı bulur. Kendini temellendirme de cinsel normlara ve değer yargılarına dayanan en can alıcı şiddet türü ise, namus cinayetleridir. Namus cinayetlerinin ortaya çıkmasında, en temel etken kimi normların ihlal edilmesidir. Bunlar gelenek, görenek ya da örf, adet şeklinde karşımıza çıkar. Gelenek ve görenekler olarak ortaya çıkan bu normlar, belli bir toplumun ya da topluluğun var oluş sebebini, sürekliliğini ve kendini koruma yöntemini belirtir. Her toplum ya da topluluk kendine özgü kurallar koyarak, devamlılığını sağlamaya çalışır. Bu kurallar, onu hem kendi içinde hem de kendi dışında koruma görevi üstlenir. Bu yapılar tıpkı hukuk kuralları gibi işlemektedir. Herhangi bir ihlal sonucu, gerekli cezanın yerine getirilmesi öngörülür. İlk olarak toplumu ya da topluluğu birbirine bağlayan ve onları dışarıdan gelen tehlikelere karşı koruyan bir yapı olan bu normlar, sonraları hukukun da üstünde yer alan bir hal almıştır. Başlı başına bir yasa haline gelen bu toplumsal normlar, kanunlar karşısında olumlanmaktadır. Özellikle de cezai işlemlerde; namus kavramı çerçevesinde işlendiği varsayılan bir suçun cezai işlemi her zaman nicelik bakımından düşük olmaktadır. Aynı zamanda, dışa kapalı toplumlarda daha etkin olan namus kavramı ve bu kavram doğrultusunda uygulanan normlar, kurallar genellikle kadın üzerinden hareket eder. Kadının namusu kolektif bir namus haline gelir. Yalnızca tek bir kadının namusu; tüm eril egemenin namusudur ve tüm bu eril egemen tarafından denetim altına alınmalıdır. Bu noktada ortaya çıkan denetim mekanizması ilkin basit bir temelle oluşturulur. Ardından kimi ihlallere dayanır. Yani temeli basit bir sorumluluk güdüsüne dayanan bu ve benzeri durumlar, toplumsal yapıların değişimi ve dönüşümü ile ciddi problemleri beraberinde getirir. İlkin cinselliği ve doğurganlığı stabilize etme güdüsü; ardından olumsuz bir tutkuya dönüşür. Dolayısıyla bu tutku ile temel bir hak ihlal edilir. Böylelikle, ortaya namus cinayetleri ve bu cinayetlerin meşrulaştırılması çıkar. Sonuç olarak; tarihsel ve toplumsal bir süreç içerisinde normlara baktığımızda, şöyle bir varsayımda bulunmak mümkün görünmektedir: Normlar; belli bir toplumun ya da topluluğun sürekliliğini sağlayan, var oluş sebebini ve kendini koruma yöntemini belirleyen temel yasalardır. 3TDK sözlüğü 4Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri, madde 1


gündoğusu - sayı 4

19

Her toplumda ya da toplulukta normlar farklılaşır. Fakat tüm farklılıklara rağmen; temel bir benzerlik de her daim mevcut görünmektedir. Bu benzerlik ise; normların, eril egemenin en güçlü silahı olmasıdır. Normların tarihsel süreç içerisinde irdelenmesi sonucunda şu açıdan hareket edebiliriz: normlar ilkin; toplumu ya da topluluğu birbirine bağlayan ve onları dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koruyan yapılar olarak oluşturulmuştur. Yani toplumu ya da toplulukları; hem sınırları içerisinden hem de sınırları dışarısından gelecek herhangi bir tehdide karşı koruma görevi görme bakımından önemlidir. Fakat zamanla toplumun ve topluluğun yaşayış tarzı ve konumu değiştikçe; normlar da bir değişime uğramıştır. Bu değişim ile birlikte; normlar, temel hakların ihlaline, hatta ondan daha üst bir yapı oluşturmaya kadar gitmiştir. Dolayısıyla yaşamı belirleyen, ona belli sınırlar çizen hatta çember görevi gören bir olguya dönüşmüştür. Bu bağlamda, normların basitleştirilmiş bir yasa görevi gördüğü de söylenebilir. Bu yasalar, korunması gereken bir düzenin koruyucu unsurudur. Ve bu düzen, insandan ve onun yaşamından daha değerli görülebilir. Bu duruma en temel örnek: namus cinayetleridir. Bu bir değer alanı olarak ortaya çıkar ve temel bir insan hakkının ihlalinin gerçekleştiği yerdir: ‘bedensel güvenlik hakkı’. Neticede belli bir düzen ve sistem adına ihlal edilen temel bir hak, bu değerler hiyerarşisinde yer edinememektedir. Hiyerarşinin temelinde yer alan namus kavramı; hem bir tür denetim mekanizmasına hem de toplumsal bir değere ve gerekliliğe işarete etmektedir. Bu değerin ve gerekliliğin kimin ve neyin üzerinde temelleneceği ise; güç olgusu ile belirlenir. Güçlü olanın güçsüz üzerindeki belirleyiciliği, bu kavram çerçevesinde sağlam temellere dayandırılır. Bu temel ise; cinselliğin ve doğurganlığın hem kontrol hem de stabilize edilmesi olarak, kadında ve onun yaşam alanında açığa çıkar. Dolayısıyla namus kavramının taşıyıcısı belirlenmiştir: ‘kadınlar.’ Yeni bir sınır ya da çember oluşturulur. Bu yeni oluşturulmuş sınır ya da çember toplumun ya da topluluğun tüm üyelerine yönelik değil; aksine yalnızca bir türüne özgüdür. Aynı zamanda, bir tür norm olması sebebiyle, namus kavramının da belli bir süreç içerisinde kullanılma nedeninin bir değişim geçirdiği yargısını taşıyoruz. Fakat bu süreç kısa sürmüş olacak ki; ‘kadına yönelik şiddetin meşrulaştırılmasında’ temel bir meşruluk kavramı olarak ortaya çıkmıştır. Bu kavrama öyle bir değer atfedilmektedir ki; şiddetin ortaya çıkma sebebi namus kavramı olduğu sürece, şiddeti ve onu uygulayanı haklılandırma normal bir süreç haline gelir. Genel bir değerlendirme yapıldığında; kadına yönelik şiddetin meşrulaştırılma süreci- özellikle de namus cinayetleri olgusuyla ortaya çıkan süreç- ilkin toplumun ya da toplulukların kadına dair düşünüşünün hangi temellere dayandığının belirdiği yerdir. Bu yapılar içerisinde; kadın bir varlık ya da var olan değil, aksine herhangi bir eşya olarak görülür. Onun üzerinde irade sahibi olan; aile, akraba, toplum onun adına doğru tercihi yapabilme yetisini kendinde görebilmektedir. Dolayısıyla şeyleşmiş bir insan varlığının yaşam ya da ölüm hakkı yine irade sahibinin yetkesindedir. Bu düşünüşün hâkim olduğu bir toplum ya da toplulukta, ne yaşamın, ne insanın, ne de normların ne’liği akıl tartısına vurulmaz. Normlar içerisinde kurgulanmış bir yaşam, düş ile gerçeklik ayrımını yitirmiş bir yaşama benzer. Neticede bu temelde ele aldığımız bir toplum ya da topluluk yapısı içerisinde, namus cinayetlerinin meşrulaşması zor bir durum değildir. Çünkü vazgeçilmesi oldukça güç bir yapıdan söz etmekteyizdir: normlar. Normlar tüm değerlerin üzerinde yer alan en üst değer olarak algılanmaktadır. Toplum içinde belli bir yer edinmek ve bu yer itibariyle kimi tavır ve davranışlara maruz kalmak bu normlara ne kadar uygun yaşanıp yaşanmadığına bağlıdır. Bu noktada ise; normlara aykırı her durum ve yaşam, göz ardı hatta yok edilebilmektedir. Bu noktada tüm bu olgusal ve yapısal duruma bir çözüm önerisi getirir isek; her bir bireyin, insan olmaya dayalı, üzerine düşen bir bilinç durumundan ve sorumluluk duygusundan bahsedebiliriz. Fakat bu olgusal ve yapısal durumla bizzat kadının karşılaştığını göz önünde bulundurarak; ilkin kadının bilinç ve sorumluluk duygusuyla hareket etmesinin gerekliliğini vurgulayabiliriz. Peki, bu bilinç durumu ve sorumluluk nedir? Her bir bireyin; özelinde ise kadının, kadın olma durumunun farkındalığı ile kendi varlığının sorumluluğunu yüklenmesidir. Aynı zamanda, yaşadığı şiddet olgusunun meşrulaştırılma sürecine ortak olması değil; karşıt olmasıdır. Diğer taraftan, bu sürecin olumlanmasını; uygulayan ile birlikte kendisinin de yapmamasıdır. Bu da bir olanak olarak kadının karşısında bulunmaktadır.

KAYNAKLAR Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri: http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/metin139.pdf Derleyenler: Mojab, Shahrzad- Abdo, Nahla (2006), Namus Adına Şiddet Kuramsal ve Siyasal Yaklaşımlar, Çeviren: Kömürcüler, Güneş, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi: http://www.unicef.org/turkey/udhr/_gi17.html Kuçuradi, İoanna (2007), İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Lundgren, Eva (2009), Şiddetin Normalleştirilme Süreci, Çeviren: Ekal, Berna, İstanbul: Rengahenk Sanatevi/ Gökkuşağı Yayınları & Eva Lundgren Yayına Hazırlayan: Kuçuradi, İoanna (2009), İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Wollstonecraft, Mary (2007), Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi, Çeviren: Hakyemez, Deniz, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları


20

gündoğusu - sayı 4 RÖPORTAJ Ataol Behramoğlu’yla Söyleşi ATAOL BEHRAMOĞLU’YLA “MİLİTAN” DERGİSİ ÜZERİNE

Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram, 1975 yılında “Devrimci Sanat ve Kültür Kavgasında Militan” adında bir dergi çıkarmaya başladılar. Ocak 1975 tarihli ilk sayısında bulunan “Çıkarken...” başlıklı yazıda belirtildiği üzere derginin ilk hedefi:”...sanat-kültür ortamında çeşitli görünüşlerde yaygınlığını sürdüren küçük burjuva kökenli tutumlar ve yönelişlere karşı toplumcu sanat-kültür anlayışının kavgasını vermek” ti. Derginin diğer hedefleri de sırasıyla: “ ...toplumcu sanat kisvesi altında, özellikle son zamanlarda bir yaygınlık kazanan şematik, sekter, mekanik anlayışlara karşı mücadele vermek”, çünkü “Militan” dergisine göre, “Toplumcu sanat bir takım konu, sözcük, imge ve görüntülerin tekrarlanması demek değil”di ve son olarak, “ ...sanatın toplum içindeki önemini vurgulamak, onda hayatın dokusu olma özelliğini göstermek”ti. Yetmişli yılların devrimci gençliğinde önemli bir iz bırakan “Militan” dergisinde, yayımlandığı süre boyunca, kurucuları Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram’ın yanı sıra, Yaşar Kemal, Ahmed Arif, Can Yücel, Aziz Nesin, Kemal Özer, Fikret Otyam gibi isimler yer aldı; Marx, Engels, Neruda, Brecht, Jack London ve José Martí gibi pek çok ustanın eserleri Türkçeye kazandırıldı. Gündoğusu olarak, Ataol Behramoğlu’na “Militan”ı sorduk. GÜNDOĞUSU: Bugünden “Militan” dergisini çıkarmaya başladığınız günlere baktığınızda, Türkiye’de nelerin, nasıl değiştiğini söylersiniz? ATAOL BEHRAMOĞLU: Türkiye bazı bakımlardan ileriye doğru bazı bakımlardan geriye doğru gitti. Bütünüyle bakarsak geriye doğru gittiğini söyleyebiliriz. Biz o günlerde bu kadar gerici, bu kadar çağ dışı, emperyalizme bu kadar odaklanmış bir iktidar gelebileceğini bu ülkeye, doğrusu düşünmemiştik. Ne 1960’larda, ne 1970’lerde. Tabii ciddi sorunlarımız vardı, her zaman olduğu gibi; ama bugün gerçekten, tam anlamıyla bir yalan dolan düzeninde yaşamaktayız. Ahlak dışı bir dönemde yaşamaktayız. Her şeyin ötesinde, sınıf mücadelesi, ekonomik sorunlar, sosyalizm mücadelesi, hepsinin ötesinde bir yalan dolan ahlaksızlık düzeni bu, şu anda Türkiye’ye hâkim olan. Dolayısıyla bu apayrı bir dönemdir. GÜNDOĞUSU: Kitle hareketi ya da kitlede sanatın, edebiyatın yarattığı etki bakımından kuşkusuz yetmişlerdekinden çok daha gerideyiz; ancak örneğin Milliyetçi Cephe hükümetleri sizce AKP’den daha mi iyiydi? ATAOL BEHRAMOĞLU: Mesele şudur, toplum daha ciddiydi, ölçüler daha ciddiydi. En azından kavga daha ciddiydi. Bugün artık her şey yalana dönüşmüş. Bu sanal dünyanın gücü her şeyi etkiliyor. Her yer yalancılarla dolu, iktidar yalancıların elinde. Bana sorsan bugün iktidarda kimler var diye, yalancılar var derim. Ahlaksızlar var derim. Böyle... Bu artık sınıfsal terminolojinin ötesinde, başka bir şey. Bunu anlatmaya çalışıyorum. GÜNDOĞUSU: “Militan” dergisinin amacını özetleyebilir misiniz? ATAOL BEHRAMOĞLU: “Militan” dergisi, “Halkın Dostları” dergisi sonrasında, benim yurtdışı dönemimle de ilgili olarak, yurtdışındaki - dört yıl kadar kaldım 1970 ve 1974 yılları arasında - gözlemlerim, izlenimlerim, özellikle Fransa’da yaşadıklarım, çünkü 1968 kuşağının Fransa’sının esintileri devam ediyordu ve ben dönüşümde böyle bir sentez dergide, yani bireysel yaşantının her türlü sorunlarıyla, durumlarıyla, toplumsal bağlanmanın arasındaki ilişkileri bir bütünlük içinde vermeyi düşündüm. Bunu da zannediyorum gerçekleştirdik. Bir José Martí özel sayısı, Attila Jòzsef özel sayısı, bir Tevfik Fikret özel sayısı, hep bu anlamda şeylerdir. Yani toplumculukta yeni bir açı... GÜNDOĞUSU: Derginin tam ismini söylersek, “Devrimci Sanat ve Kültür Kavgasında Militan”. ATAOL BEHRAMOĞLU: Doğrudur. GÜNDOĞUSU: Peki sanatçıya devrimci hareket içerisinde bir rol biçiyor muydunuz? ATAOL BEHRAMOĞLU: Tabi ki biçiyorduk, bugün de biçiyoruz.


gündoğusu - sayı 4

21

GÜNDOĞUSU: Nasıl bir rol? Ne yapmalıdır sanatçı sizce, devrimci hareket içinde? ATAOL BEHRAMOĞLU: Bir kere sanatçının ülkede olup bitenlerle ilgili olması lâzım. Ben toplumun dışında sanat yapıyorum diye bir şey olmaz. Tabi ki biz kimseye şöyle yaz, böyle yaz diye model öneremeyiz. Herkes kendi yaradılışına göre, kendi eğilimlerine göre yapacaktır eserini koyacaktır ortaya. Ama toplumla muhakkak yakın bir ilişki içinde olmalı ve bir biçimde de yanıt vermelidir. Toplumdaki sorunlar konusunda duyarsız bir sanatçı bence olmaz. GÜNDOĞUSU: Militan mücadele içerisindeki yeri nedir peki, sanatın ve sanatçının? ATAOL BEHRAMOĞLU: Militan mücadele içindeki yeri daha çok duygusal eğitim. Yani burada hümanizm çok önemli bir değerdir. Bütün değerlerin yabancılaştığı bir ortamda ve tamamen tersine döndüğü bir ortamda, insani değerleri yeniden ayağa kaldırmak ve insanın dünyadaki varoluşunun öneminin altını çizmek. Esas meseleler bunlar, yani temel meseleler bunlardır. Daraltmadan meseleye bakmak lâzım, daha geniş bir perspektifte bakmak lâzım. Bir de tabi halkla daha yakın bir ilişki, halkla daha yakın bir temas öğreticidir diye düşünüyorum. Aslında yetmişli yıllarla bugün arasında çok fark yok bu bakımdan, yani yüz yıl önce da aynıydı, bu gün de öyle. GÜNDOĞUSU: Peki bir sanat dergisini nasıl konumlandırabiliriz burada? Bir sanat dergisi militan mücadelede ne kadar güçlü olabilir? ATAOL BEHRAMOĞLU: Bir dergi ne kadar güçlü olabilir? Genç insanların ülkeleriyle ve dünyayla daha ilgili olmaları yönünde yayınlar yapmak lâzım. Onların zihinlerini açıcı, öğretici yayınlar yapmak lâzım. Militan mücadele, dünyanın daha doğru dürüst bir dünya olması için yapılan mücadele demektir. İşin esası budur. Dolayısıyla, gerçeklerden kopmadan; ama şematize de etmeden, herkes aynı tip yazsın anlayışına da düşmeden, böyle bir mücadele yürütmek lâzım. GÜNDOĞUSU: Elbette yetmişlerin dünyası bugüne göre bambaşkaydı. Yükselen devrimci hareket içerisinde bir sanat dergisi ve genel olarak sanat kavgası kendini daha kolay konumlandırabiliyordu. Bugüne baktığımızda, söz ettiğiniz bu yalan atmosferi içinde, bir sanat dergisi sıyrılıp gelebilir mi sizce? ATAOL BEHRAMOĞLU: Gelir. Doğrunun her zaman başarı şansı vardır. Bütün bu yalan dolan ortamı içinde, doğru, hakikat, gerçek ışıldar. Ben bundan en ufak bir kuşku duymam. Yeter ki biz onu inançla savunalım ve sanatsa konuştuğumuz konu, güzel ürünler verelim. Bunu da düşünelim, yani meselenin estetik boyutunu da hiç bir zaman gözden kaçırmayalım.


22

gündoğusu - sayı 4

DESEN Onur Fındık KABUK


gündoğusu - sayı 4 Pınar Dinlemez

ÖYKÜ

23

HERS Anadolu’nun orta yerindeki kentlerden bir kentim. Eskiden İpek Yolu’nun üstündeydim. Kervanlara gözcülük eder, nice diyarlardan gelip nice diyarlara giden eloğlunu gözler, barındırırdım. Bir heyecanla karşılar, bir hüzünle uğurlardım. Kimleri görmedim, nelere tanıklık etmedim… Kavimler, savaşlar, inançlar, isyanlar, katliamlar… Hiç barış içinde yaşamadı bir halk benim toprağımda. Kapılarımın ardında tetikte uykular uyundu. Bir savaş gitti bir savaş geldi. Kimi zaman atların toynaklarından çıkan zelzeleler beşikleri sarstı, intikam sesleri kulakları sağır etti, elleriyle kulaklarını kapadı insanlar. Ekinlerim, kanla karışık ırmak suyuyla sulandı. Kızılırmak’ın suyu bundan kızıl olsa gerek. Eskiden çadırlarda, sonradan duvarların arasında yangınlar yandı. O yangınlarda sessizce ölümü bekledi bir avuç insan. O zamandan bu zamana değişmeyen tek şey gecelerimin iklimi oldu. Kuru bir ayaza alışık insanların kenti oldum. Bu kuru ayazlarda çeşmelerimin başında demlenen insanlarım da oldu, hayattan kendilerini azleden insanlarım da. “Ölüm benim kaderim mi?” diye çok düşündüm. Çok gözyaşı akıttım. Kızılırmak’ın suyu bundan çoktur. İnsanlarım hırsa “hers” der buralarda. Onu iyi bilirler, tanışıklıkları çok eskilere dayanır. Kendini hiç unutturmamıştır. Hers, ölümün göbek adıdır. Hers geldi mi bilirler ki ölüm gelecek. Hersin bir sonu gelmez buralarda. Canlar teker teker düşer benim toprağıma. Toprağım, suyum, başağım, kurdum, kuşum, insanım, işte bu hersten beslenir. Bazen uzaktan, bağıra çağıra, savaşlarla, yangınlarla gelir hers, bazen de bir kapının ardında sessizce beliriverir. “Hüseyin’i ve Cafer ustayı kim öldürdü?” diye sorsalar, “hers” derim. Hers gelir göz kararır Hüseyin on dördünde, saçları başak sarısı, gözleri toprak karası bir oğlandır. Yüzünde güneşin üfürdüğü bir dolu çil vardır. Her gün sabah ayazında uyanır. Ayağına bir çırpıda geçiriverdiği yamalı pabuçlarıyla dışarı çıkar. Soğuk yanaklarına çarpınca koca gözleri birden açılır. İki büklüm odunluğa giderken, adımlarının karda çıkardığı ses, sabahı böler. Kömür var mı diye bakınır Hüseyin. En son taş kömürü treni ne zaman geçmişti anımsamaya çabalar. Poşalar bu trenlerden dökülen kömürleri toplayıp satarlar, ayda bir defa Hüseyin’in babası bir torba kömürle eve gelir. Şenlik günüdür o gün, oysa ceviz büyüklüğünde bu kömürler tez zamanda tükenir. Hüseyin odunluğa bakınır, kömür yoksa odunları kucaklayıp yığar evinin önüne. Çayın ateşini yakar. Anasını uyandırır, geçen gün eve geldiğinde gözlerinde yaşlarla çamaşır çitilerken bulduğu anasını. Komşuya ağlamaktadır anası. Üç ev ötedeki komşusunun kocası, merdaneli çamaşır makinesi alıp getirdiğinde soluğu Hüseyin’in anasının yanında almıştır bu kadın. Divana kurulup makineyi ballandırarak anlatışını dinlerken, Hüseyin’in anası dışarıda çamaşır için su kaynatmaktadır. Kadın gidince ağlaya ağlaya çamaşırları çitileyedururken, Hüseyin eve gelmiş, kollarını sıvayıp anasına yardıma koyulmuştur. Ana oğul beraberce çitilemiştir çamaşırları. Anasını uyandırdıktan sonra yola koyulur Hüseyin. Diz boyu karda bata çıka yürürken bir yandan yanına aldığı erzaktan karnını doyurur. Sertleşmiş ekmekten bir parça koparır, çökeleği arasına sıkıştırır, biraz kuru soğanı da yanına katık eder. Köye vardığında ayakları ıslandığından adımlarını hızlandırır, koşarak varır demir atölyesine. Harlı ateşin başında az ısındıktan sonra işe koyulur. Tüm gün demir döver. Sabahında başında ısındığı ateşten saat geçtikçe yanar, kavrulur. Alnından akan ter demir tavına her döküldüğünde buharlar Hüseyin’in yüzünü yalar. Kolları birbirinin peşi sıra inip kalktıkça Hüseyin’in dişleri kenetlenir. Atölyeye her saat ahaliden birileri gelir. Buranın giren çıkanı çok olur. Kasabı, nalbantı, demir yolcusu, jandarması, dülgeri… Kimi işini görür gider, kimi oturup bir çay içer. Kimseyle konuşmaz, kimseye bakmaz Hüseyin. Kafasını demir tavından kaldırmadan işini yapar. Kimse de ona bir kelime etmez. Anasından başka kimseyle konuşmayan bu oğlana bıyık altından gülerler. Akşam olup ahali el ayakaltından çekilene kadar demir dövmeye devam eder oğlan. Derken ateşin üstüne bir gölge düşer. Ateşten de, demirden de Hüseyin’den de büyüktür bu gölge. Hareketsizdir, orada sessizce beklemektedir. Hersle demire bir iki tane daha çakar Hüseyin, sonra indirir kollarını. Gölgenin yüzüne bakmadan, arkası dönük bekler. Gölge, büyük elleriyle ensesinden kavradığı gibi yere yatırır cılız Hüseyin’i. Hüseyin’in üstüne bir ağırlık çöker. Nefes alamaz, kıpırdayamaz. Gölgenin gittikçe artan hırıltısını, nefesini kulağının ucunda duyar. Arada göz ucuyla kapalı kapının camından yansıyan ışığa bakar. Dişlerini kenetler. Derken hırıltı kesilir, gölge, elleri hala Hüseyin’in ensesinde, boş bir un çuvalı gibi bırakır üstüne kendini. Sonra aceleyle kalkar, toparlanır gider. Bir süre orada öylece yattıktan sonra, gölgenin arkasında bıraktığı açık kapıdan ok gibi fırlayan Hüseyin, ardında dükkanlarının kepenklerini teker teker kapatmakta olan esnafın bakışları arasında koşarak tepenin yolunu tutar. Kaçtır soluk soluğa varmıştır bu tepeye Hüseyin, orada durup sessizce ağlamış, sonra evine, anasının yanına geri dönmüştür. Bu tepe benim en yüksek tepemdir. Giderek yükselen bir toprak parçasının, sivri bir yarla aniden kesilivererek bir uçurumla son bulduğu, ağaçsız bir yerdir. Bu toprak parçasının üstünde civarın en büyük mezarlığı bulunur. Mezarlıkların kimi, üstündeki taşların yok olmaya yüz tuttuğu kadar eski, kimiyse taş konamayacak kadar yenidir. Hiç mi dolmaz burası, hiç mi tükenmez? Gün geçmesin ki taze toprağa bir yenisi eklensin. Böyle böyle yarın dibine kadar varır mezarlar. Yarın aşağısında ise Kızılırmak’ın ince bir suyu şırıl şırıl akmaktadır. Balık olurdu eskiden bu suda. Şimdi nereye kayboldular bilmem. Hüseyin bir gece vakti yarın ucunda dikilmiş öylece duruyor. “Hüseyin, gece gece burada ne işin var?” diye soruyorum. Hüseyin bana cevap vermiyor. Oysa hıçkırıklarını duyuyorum. Sonra birden öfkeyle bir haykırış koparıyor. Hüseyin birden kendini boşluğa bırakıveriyor. Az önce görünen cılız bedeni birden yok oluyor. Korkarak aşağıya, yarın dibine bakıyorum. Hüseyin ince suyun göbeğinde usul usul yatıyor.


24

gündoğusu - sayı 4

“Hüseyin seni kim öldürdü?” diye soruyorum. Cevap vermiyor. Hers gider yüz kızarır Şu karşıdan ayaklarını sürüye sürüye gelen uzun boylu, irice adam ellisine merdiven dayamış Cafer ustadır. Kolunun altında sarıp sarmaladığı üç somun ekmeği sanki ağır bir yük gibi taşımaktadır. Yorgunluktan çökmüş omuzlarında karlar birikmiştir. Cafer ustanın gece gündüz üstü başı, yüzü gözü kapkaradır. Buranın kışında hemencecik soğuyuveren suya bakmaksınız leğende çimlendiği günlerde bile karadır yüzü. Benim iklimimde soğuk insanı ısırır, pembe bir renge boyar yanakları oysa ama Cafer ustanın bu kara rengi, demirin harlı ateşinden gelmektedir. Bıyıkları yüzünün siyahının aksine beyazlaşmıştır. Bir de gözlerinin akıdır bu siyah yüzde iyice belirgin olan. Kalın, yünlü bir atkıyla sarıp sarmaladığı başının açıkta kalan yeridir yüzü, o da şimdi sürüdüğü ayaklarının dibine eğiktir. Her gün kat ettiği bu yolun çeşme başındaki köşesine gelince, hep aynı yerde öksürüğü başlar. Evine varıncaya kadar kesilmeyen bu öksürük, besbelli Cafer ustanın ciğerinin ta içinden gelmektedir. Kömürün isi dumanı içini kaplamıştır, aman vermemektedir. Cafer usta her gün kendisini yoklayan bu öksürüğe lanetler ede ede evine varır. Karısı ve kızı, Cafer ustanın eve yaklaştığını, ta öteden duydukları bu öksürükle anlarlar. Evde bir hareketlenme başlar. Üstüne birikmiş karları eşikte silkeleyerek içeri giren Cafer usta tek kelime etmeden kendini divana atar, karısı aceleyle başındaki atkıyı, üstündeki paltoyu çıkarır, kızı da sıcak su dolu leğeni ayaklarına getirirken öksürüğü de yavaşça bedenini terk eder. Bir saat kadar ayakları sıcak suyun içinde, sırtı divana yaslanmış bir put gibi hareketsiz oturan Cafer usta, kızının siniyi odanın ortasına getirip homurdanarak koymasıyla kımıldanır, hacetini giderdikten sonra gelir yere oturur ve çorbayı bekler. Aynı sessizlikte yenen yemeğin ardından Cafer usta dışarı çıkar, bir iki odun kırar, istifler, sonra içeri dönüp arka odaya giderek somyanın üstüne devrilir. Kısa bir süre sonra ciğerinden gelen hırıltılar arttığında uykuya daldığını anlayan karısı da, yorganı öfkeyle biraz daha kendine çekerek uyumaya çalışır. Eskiden bir iki damla yaş da akıtırdı ama sanırım artık ona da alışmıştır. Bir de son zamanlarda kocasının gecenin vakitsiz bir zamanında kalkıp dışarı çıkmasına. Bir iki defa merak ederek sessizce peşinden gitmiştir karısı. Baktı ki Cafer usta evin arkasındaki yemliğin oraya gitmiş, çıplak bacaklarıyla karda diz çökmüş, sessiz sessiz ağlamaktadır, ama nasıl bir sessiz ağlamaktır bu, zannedersiniz haykırıyor, öyle sarsılmaktadır gövdesi. Elleri ağzında izlemiştir karısı, Cafer ustanın iniltileri yavaşlayınca usulca yatağına geri dönüp uyur numarası yapmıştır. Böyle olmuştur birkaç defa, sonra peşinden gitmeyi bırakmıştır, baktı ki aşağı mahalledeki evlerden birinin alt katındaki meyhaneye gitmiyor, iki ağlayıp yatağa geri dönüyor, sorun etmemiştir, Cafer usta her gece yatağından kalkıp dışarı çıktığında uyuklamaya devam etmiştir. Yine böyle bir sabah uyandığında yatağında bulamıyor karısı Cafer ustayı. Uyuyakaldığını zannedip “Saati kaç ettim?” diye düşünürken bakıyor ki henüz sabah olmuştur. İçine bir kurt düşüyor. Kalkıyor, yeşil renkli hırkasını sırtına geçiriyor, içeri gidiyor. Divanda uyuklayan kızı gözlerini açıyor ama ses etmeden anasına şöyle bir bakıp uykusuna geri dönüyor. Kapıyı açıyor kadın, kar, evin önündeki ayak izlerini neredeyse kapamış. Doğrudan evin arkasındaki yemliğe yollanıyor. Gözlerini karanlığa alıştırmaya, bir yandan da düşmeyeye çalışarak seke seke arkaya varıyor. Evin cephesine, oradan kümese, oradan yemliğe bakıyor, bir şeycikler göremiyor. “Başını kaldır yukarı bak” diyorum. Yok, bakmıyor kadın, orada şaşkınlıkla öylece duruyor. Belli ki “nereye gider bu adam?” diye düşünüyor. Düşünmekten vazgeçip yatağına geri dönecek gibi oluyor. Neyse ki aniden, karları önüne katan rüzgarlardan biri çıkıyor. Bu rüzgarlar benim en sert rüzgarlarımdır. Esmeye başladı mı dur durak bilmez, kimselere geçit vermez. Önüne kattığını yolundan eder. Hiç mi durmaz, hiç mi dinlenmez? Evler bile karşı koyamaz bu rüzgara, insanlar nasıl karşı koysun? Rüzgarın çıkmasıyla bir ses duyuluyor, rüzgarınkinden başka bir ses, bir gıcırtı gibi sanki. Tam sırtını dönmüş evine yollanırken kadın, duraksıyor. Sesin geldiği yere bakıyor. Orada görüyor ki Cafer usta kendini bir ağaca asmış. Rüzgarla birlikte bir sağa, bir sola savruluyor. Kolları yanına, başı önüne öylece düşüvermiş. Bir de yanaklarına düşen yaşları donup kar oluvermiş. “Cafer usta seni kim öldürdü?” diye soruyorum. Cevap vermiyor.


gündoğusu - sayı 4 Emre Yılmazoğlu

ÖYKÜ

25

İLAÇ Nevzat Usta mahallenin yaşlı yorgancısıydı. Çaprazlamasına iki kapısı olan dikdörtgen çarşının kısa kenarlarından birindeydi dükkanı. Önüne yorganlarla yastıklar yığılıydı. Güneş, çarşının ortasındaki erik ağacının gölgesini yorgancıdan yana düşürdüğünden, burası sinek avlamaktansa tavlada pul kırmayı tercih eden esnafın uğrak yeriydi. Hem yaşına hürmeten hem de bu işi ilçede en ucuza yapan o olduğundan kimse saygıda kusur etmezdi. Yine de, her gün tavladan gelen “Çat! Çat!” seslerinden Nevzat Usta’nın başı şişerdi. Komşu esnafça sevilir, hile ya da sataşmadan doğan çoğu tartışmada orta yolu bulmak ona düşerdi. Eski model bir adamdı Nevzat Usta, Ramazan boyunca oruç tutup bayramı çilingir sofrasıyla karşılayanlardan... Karısı Kerime ve oğlu Sabri ile kendi yağlarında kavruluyorlardı. Yorgancılıktan gelen para Nevzat Usta’nın emekli maaşıyla el ele verip anca geçindiriyordu aileyi... Bunların dışında boş durmayı sevmeyen Kerime Hanım’ın el emeği göz nuru dantellerinden kazanılan üç-beş kuruş... Bu üç-beş kuruş, muhabbet kuşları Çapkın’ın kafesinin yanındaki bir teneke kutuda birikirdi. Hepsi öyle söylerdi ama hiçbirinin aklına gelmezdi bu renkli kutuda biriken paranın kötü günde gerekeceği... Kocasına öğlen yemeğini aynı mahallede bulunan evlerinden getirirdi Kerime Hanım. Oğulları çok istedikleri liseyi kazandıktan 10 gün kadar sonraydı. Biber dolması ile cacık getirdiği bir gün, yemeğini yiyen Nevzat Usta çay suyu kaynatırken, ağlayıp anlatmaya başladı son zamanlarda çektiği ağrıları... İki haftadır üzerindeki durgunluk bundandı demek... Ancak ağrılar dayanılmaz hâle gelince dökülmüştü can yoldaşına... Ne yapsındı kadıncağız? Okula kayıt parası, kırtasiye masrafları, üniforma derken arada kendi derdinden söz etmeyi gereksiz görmüştü... ... Sigorta hastanesine sabahın erken saatlerinde geldiler. Fakat sigorta hastanesiydi burası, temeline insan tohumu atılmış gibi, ne zaman gelsen önünde onlarca kişilik bir kuyruk görürdün! Öğleye doğru Kerime Hanım doktorun yanına girdiğinde Nevzat Usta kapının önüne çıktı. Gözleri doldu. Dükkandaki tüm yorganların altına girmek, ağlamak, ağlamak, ağlamak ve sonra huzurla uykuya dalmak istedi... Ayakkabısının ucuyla üçüncü izmaritini ezen usta yanında karısını fark etti. İçi öylesine aşkla doldu ki bu kadına karşı, yıllar sonra, hem de evde yemek varken karınlarını bir esnaf lokantasında doyurdular. ... Ertesi gün karı-koca tahlil sonuçlarını almaya gittiler. Sonuçları doktora gösterdiler. Kanser olmuştu Kerime Hanım. İkisi de ağlamadı, birbirlerine destek olmak zorundaydılar. Tedavinin ilk aşamasında ilaç uygulanacaktı ve yapılacak test sonuçlarına göre bir süre hastanede kalabilirdi. Doktorun yazdığı reçeteyi alıp dışarı çıktılar. Reçeteyi evirdi, çevirdi Nevzat Usta, - Bir doktorun yazısı da okunsun be arkadaş, dedi. - Okusan n’olacak sanki, diye çıkıştı karısı, evde kendin mi yapacaksın? - Hiç işte! Ne bileyim, konuşuyorum öyle... Neyse, sen git eve yavaş yavaş, ben şu ilaçlara bakayım. Hastanenin çevresindeki eczanelerde aradı ilacı önce. Pahalı bir ilaçtı bu, çoğu şey gibi yurtdışından geliyordu. Birçok eczanede bulamadı bu yüzden. Büyük bir eczanede, dükkana giren herkesin hasta veya hasta yakını değil müşteri olduğu daha iyice öğretilememiş bir kalfa karşıladı ustayı. Reçeteye bakıp, - Sigortanız var mı? diye sordu. - Var. - Sigorta bu ilacı karşılamıyor. - Ya! Neyi karşılar peki sigorta? - Soğuk aldığınızda, oranız-buranız ağrıdığında gelirsiniz ya... - Valla ben soğuk aldım mı nane-limon içerim, bir şeyim de kalmaz. - İşte abicim, o nane-limon dışarıya satabildiğimiz az sayıda tarım ürünlerinden. Bu ilaçsa taa nerelerden yönetilen büyük ilaç şirketlerinin ürettiği ilaçlardan biri. - Eh, olsun. Parası neyse veririz. - Getireyim, deyip raflara uzandı kalfa. Sürgülü dolaplara baktı. Bilgisayardan kontrol etti ve: - Kusura bakmayın ama bu ilaçtan kalmamış. 15, en geç 20 gün sonra tekrar gelecek. - O kadar bekleyemeyiz ki... Başka bir yerde yok mudur? - Bilmem ki amca, dolaşmak gerek eczaneleri... Nevzat Usta’nın yüzü düştü. Reçeteyi cebine sokup hayırlı işler diledi. Tam çıkacakken kalfanın yanaştığı eczacılardan biri seslendi: - Amca, o yok ama şöyle bir ilaç var. Dolabın birinden çıkardığı ilacı göstererek, - Bu da aynı hastalık için kullanılıyor. - Gerçekten mi? - Tabii amca. Hem de sigorta bunu karşılıyor. - Kaç para ki bu?


26

gündoğusu - sayı 4

- Bu 12 lira. - Diğeri kaçaydı? - O 76 liraydı. - Nasıl biri 12, diğeri 76 lira oluyor? - İçindeki madde farklı ama bundaki madde de iyi gelir senin hastalığına. Yalnız bazı yan etkileri olabilir. - Aynı hastalık için diyorsun? Fiyatının bu kadar farklı olması kafama yatmadı! - Sen bilirsin valla amcacım... - Ben diğer ilacı arayayım da bulamazsam mecbur bunu alırım. Biricik Kerime Hanım’ı riske atamazdı aradaki 64 lira için! Ama nasıl oluyordu yahu bu iş? Ne akla uygundu, ne mantığa... Peki ya diğer ilacı bulamazsa ne olacaktı? ... Dükkanda oturmuş, kara kara düşünüyordu. Altı gündür İstanbul’un yarısında aramış, daha bulamamıştı ilacı. Dükkanın önünden gelen seslere kulak kabarttı. Fırıncıyla kasap tavla oynuyorlardı. Daha önceden zar tutmak konusunda sabıkası bulunan kasap sataşmalara dayanamayıp oyunu bozunca çevredekiler onu kızdırmaya girişmişti. Manava ve şarkütericiye göre yenileceğini anlayınca oyunu bozmuştu kasap. Bu gürültülere genelde izleyici kalmayan Nevzat Usta’dan yüz bulamayan esnafın bağrışmaları kesildi. Bir derdi vardı ustanın, ama ne? Hiç de söylemezdi ki! Sonunda çarşıdaki çay ocağının sahibi kalkıp geldi yorgancıya. Bir-iki nazlandıysa da hem ısrara dayanamadığından hem de söylemezse ağlayacağından anlattı karısının durumunu Nevzat Usta... ... - Eee, bulamadın yani ilacı? - Bulamadım. Nereleri dolaştım, kimlere haber saldım da boşuna... - Yaz bakayım ilacın adını şu kağıda. Ben gelene kadar da bir yere gitme... Geliyorum şimdi... - Nereye? - Bir yere gitme sen, geliyorum... ... Akşama doğru geldi ocakçı. Elinde siyah bir poşet vardı. İçinden çıkardığı ilaç kutusunu uzatıp sordu: - Bu mu ilaç? - Herhalde bu... Nereden buldun? - Bizim dayıoğlu... Aramızda kalsın, el altından satıyor. - Nasıl? - Kimya mühendisliğinden mezun oldu. İş bulamadı. Bir yer kiralayıp deterjancılığa başladı. Dükkanda işte bunun gibi birkaç ilaç da satıyor. Başkaları gibi yüzlerce lira da istemiyor. Ne yapsın? İnsanlar hem ilaca ulaşabiliyor hem de karaborsacıların kucağına oturmamış oluyor. - Güvenilir mi? Bir şey olmasın? - Gerçek ilaç abi... Tek olay, devletin elinden geçmemiş olması... Güvenmesem getirmezdim sana... - Kaç para vereceğim? - İzin ver, bunu ben karşılayayım. Sonrakileri de esnaf arkadaşlarla verelim... - Olmaz öyle şey, deyip elini cebine attığı sırada çıktı dükkandan adam. Adamın arkasından seslenmedi Nevzat Usta... Elindeki deterjancıdan alınmış ilaca baktı... Kapıyı kilitleyip dükkanın arkasındaki yün kabarttığı odaya girdi... Bir saate yakın aralıksız ağladı...


gündoğusu - sayı 4 Ahsen Çendeoğlu

ÖYKÜ

27

ANKESÖRLÜ TELEFON 1 Sonbahar gelmiş. Ağaçlar tüm yaz boyunca dallarında sıkı sıkı tuttukları yeşil yapraklarını sarartıp bir bir salıvermiş; yollara, kaldırımlara, çimenlere. Kuşlar bir başka ötmeye başlamış. Nerde şimdi o yazın cıvıltısı, sıcak denizin şırıltısı, çocuk sesleri. Sonbahar ile haber vermiş soğuk kış gelişini, herkes evlerine çekilmiş kapanmış pencereler, balkonlardan, bahçelerden toplanmış masalar sandalyeler evin bodrumundaki kışlık yerlerine yerleştirilmişler gelecek yaza saklandıkları yerden çıkmak üzere ve bense… Ve bense, yine olduğum gibi bir söğüt ağacının gölgesinde her zamanki yerimde beklemekteyim; ellerinde jetonlarıyla gelip uzak diyarlara ya da uzak tanışlara bir ses verecek insanları. Ben hiç gitmem buradan hep buradayım. Ara sıra gelirler beni kontrol ederler. Bakımımı yapıp, yüreğime doldurduğum türlü muhabbet dolu, kâh hüzünlü kâh mutlu demir jetonları bir torbaya doldurup alır giderler. Kuş gibi hafiflerim. Oysa ne zordur bilseniz insanların sözlerinin ağırlığı. Nedir ki demir bir jetonun ağırlığı. Sabahları pek uğrayanım olmaz. Sabahın serinliğinde söğüt ağacının altında izlerim insanların koşuşturmalarını. İşlerine giderler, öğrenciler okula giderler, kimisi birini ziyarete gider. Karşımdaki Aziz Bey Sokak durağı bir dolar bir boşalır. Heyecanlı, telaşlı insanlarla otobüsler bir doldurur bir boşaltır. Aziz Bey durağı da eski bir duraktır. Komşuluğumuz seneler öncesinde başladı bilirim. O da benim gibidir ama hiç konuşamadık birbirimizi izlemekten başka. 2 Saat öğlen oldu birazdan gelir ilk ziyaretçim. Heh evet bak geliyor Emekli Denizci İrfan Bey. Her gün öğleden sonra beni ziyarete, ziyarete dediğime bakmayın kızını aramaya tabi. Her gün kızını arar. Ufak erkek torunu vardır: Ozan. Onunla konuşur dakikalarca, İrfan Bey Ozan için onun deniz seferi hikayeleriyle büyütülmüş kahramanı ve çok uzaklarda yüzünü bile hayal meyal hatırlığı bir dededir. Kızı Almanya’da yaşar, damadının her zaman yoğun bir iş temposu olduğundan asla gelemezler. Zaten ortamların da karışık olması onların gelişine bir engeldir. Gelip de dönememekten çekinirler. Ama olsun İrfan Bey hasretini bir nebze gidermeye çalışır onların seslerini duyarak. Onu ne kadar yanlarına çağırsalar da pek gitmek istemez. Sakız Hanım’ı hayatının aşkını burada bir başına bırakmak istemez, geriye kalan sadece çiçekleri olsa da, tek yadigarlarını ne susuz bırakmak ne de anı dolu evlerinin kapısına ebedi bir kilit vurmayı istemez. Bilir çünkü bu sefer giderse bir daha geri dönemez, dönse de hasretle geldiği seferlerinin sonundaki gibi onu aşkla bekleyen bir Sakız Hanım’ı bulamayacağının korkusu onu hep gidişlerden engeller. Kızı da bilir ve asla ısrar etmez. Ama Ozan için uzaklardaki dededir ve hep böyle kalacaktır. Fakat kim bilir belki bir gün gider Ozan’nın yanına. Gece uykuya dalmadan Gemici Sinbad olarak hayal ettiği dedesinden dinler onun deniz serüvenlerini atlattığı fırtınaları, tayfunları, uçsuz bucaksız okyanusları, balıkları. Konuşması bitince İrfan Bey cebinden lacivert deri kaplı eski bir defter çıkarır ve birkaç jeton. Başlar bu defterin ilk sayfasından, defter numaralar, isimler ve adresler doludur. Birçok kişi ve her biriyle yaşanmış anılar. Dostlarıdır defterdekiler. İrfan Bey’in ailesine aylarca hasret kaldığı seferlerine eşlik eden arkadaşlarıdır. Her zaman çevirir satırlarındaki numaraları tek tek. En ilkinden başlar. Her devletten her milletten kişiler vardır. Arar arar ama asla açan olmamıştır. Hiç haber alamaz defterdekilerden. Her zamanki gibi bugün de telefonun diğer ucunda yine sessizlik vardır. 3 Sokak yine sessizleşti. Karşı apartmandaki Refik Bey kulakları iyi işitmediğinden, dün akşam yine sokağa da dinlettiği akşam ajansında bugünün yağmurlu geçeceği söyleniyordu. İnsanlar evlere kapandılar yağmura yakalanmamak için. Zaten hava tahmini de tutucak gibi, hava kapalı. Ayak sesleri… Kapım açıldı, kırmızı yağmurluklu genç bir hanımefendi attı bir jeton, numaraları tuşladı. Çaldı çaldı. Sanırım karşıdan cevap gelmedi. Bir jeton daha attı, tekrar tuşladı ama bu seferkiler farklı numaralardı. Yine cevap yok. Üzgün bir ifadeyle ahizeyi koydu. Yerine döndü, kapıyı açtı ve dışarıya çıktı. Karşıda Aziz Bey durağının oturaklarına oturdu bir müddet. Bilemedim bende kimdi aradı, ne diyecekti. Gelen otobüse bindi uçuşurken siyah saçları, otobüsün egzoz dumanında beni ardında merakla bırakarak gitti. 4 Kısa bir yağmur atıştırmasından sonra tekrar güneş gösterdi yüzünü tüm sıcaklığıyla. Anlaşılan hava tahmini kısa süreliğine tuttu. Saat öğlen 2 ‘yi geçmek üzere günümün diğer ziyaretçisi de gelebilir her an. Evet bak iyi insan lafının üzerine geliyor. Şimdi karşıdan karıya geçiyor. Kaçmış yine ufaklık öğle uykusundan. Tanıştırmadım sizinle, bu gelen ufaklık Murat, 7 yaşında, yetimhanede yaşıyor. Ana – Baba nedir bilmez. Bu iki kavram çok yabancıdır ona. Çok küçük yaşta bırakmışlar yetimhane kapısına. Battaniyesinde bir not, sadece Murad’ım yazar. Belli ki anacığının muradıymış ve geçim sıkıntısı ya da başka nedenlerden dolayı ayrılmak zorunda kalmıştır süt kokulu yavrusundan. Babası ise kim bilinmez nasıl biri oda meçhuldür. Baba’dır işte, sadece bir isim, söylendiğinde boşlukta yankılanan, Murat için bir anlam ifade etmeyen. Öğlen uykusundan kaçar bana gelirdi masal dinlemeye. Bakmayın böyle dediğime canım, masal hattından dinlerdi. Ama ben hep onu, olsaydı eğer kollarımın arasında, omzuma başını yaslamış bir şekilde ona masal anlatırken hayal ederdim kendimi. Benim küçük yavrucuğum şefkate ne kadar da muhtaç, kahverengi pamuk saçları, yeşil gözleriyle savunmazsız, sonsuz çimenler de yanağın da gül açmış gibi gamzeleri gülünce çıkardı ortaya. Hikayeleri, öyküleri, çizgi romanları çok severdi, kitaplarla yaşardı. Çünkü başka bir yaşamı yoktu hayal edebilecek. Tek bildiği okudukları ve yetimhanenin bulunduğu sokaktı ötesi yoktu. Bakkal Necmi’nin ordan


28

gündoğusu - sayı 4

köşeyi dönse ne çıkacağını bilemez. O kadar yabancı dünyasının görünen kısmı bu kadar küçüktü. Oysa bir de kendi dünyası… O işte her şeyden öte, her şeyden uçsuz bucaksızdı. Orada yaşayan kendi kahramanları kendi insanları vardı. Eğer bana çocuk olabilme imkanı verilse Murat gibi olmak isterdim ama ben bir ankesörlü telefonum işte, görünürde bir kulübenin içinde. Evet ne diyordum, öğlen uykusundan kaçardı bizim ufaklık. Başkalarından aldığı harçlıklarla jetonlar alır, bana gelip hepsini kullanarak masal dinlerdi. Boyu yetişmezdi jetonu içeri atmaya. Bakkal Necmi amcası ona ufak bir tabure vermişti dükkan önündeki sebze tezgahının altında. Her gelişinde alıp getirirdi kulübeye. Üstüne çıkıp jetonu attıktan sonra tuşlardı masal hattının numarasını, sonra istediği masalı seçerdi. Sonra taburenin üstüne oturup başını kulübenin camına yaslar, söğüt ağacı gölgesinde denizi izler, masal dinlerdi. Küçüğüm ne düşünürdü bilmem, kim bilir neler hayal ederdi. O kadar masum ve günahsızdı ki, sadece masallar hikayeler vardı. Belki de masallardaki mutlu çocukların yerine kendini koyardı. Ama gözleri hep denizde, kim bilir o dalgalar o yeşil gözleri nereye alıp götürürdü. 5 Bu sokağın en sevdiğim yönü nedir bilir misiniz? Tabi ki bilemezsiniz ama bizim yaşadığımız sokak her sokağa benzemez, farklıdır. Çok renklidir, sözüm o ki rengarenk insanlar vardır bizim sokağımızda. Ya çok severler birbirlerini, ya da birbirlerini deli gibi yerler, kavga ederler. Nasıl mı? İşte başlıyor. Mahmure Hanım teyzenin tavukları bahçe çitini aşıp yollara çıktılar; çilliye bak nasıl da koşuyor, ortalarda tutabilene aşkolsun. Genelde böyle firar anlarında tavukların bir kısmı ya yola da ya da Zeliha’nın bahçesine dalarlar ve o zaman eyvah ki eyvah, yine ortalık karışır. Zeliha dul bir kadındır. 3 çocuğu ile kocasından kalmış müstakil bahçeli bir evde yaşar. Okumamış etmemiş olsa da o çok güçlü bir kadındır, evinin erkeğidir. Ve bu durum onu haliyle öfkeli, her şeye çabuk sinirlenen bir kadın haline getirmiştir. Artık pek çok şeye tahammülü kalmamıştır. En ufak bir şeye bile bağırıp çağıran biri olup çıkıvermiştir. Mahmure Hanım teyzenin tavukları en son bahçeye girdiğinde, yine tıpkı bugünkü gibi birbirlerine girmişlerdi. Bir kavga bir gürültü… Sokak panayır alanına dönmüştü. Ve Zeliha, Mahmure Hanım teyzeye bir daha böyle bir durum olursa onun tavuklarıyla güzel bir ziyafet çekeceğini söylemişti. İşte o gün geldi. Tavuklar tekrardan Zeliha’nın bahçesinde. İzleyin bakalım şimdi curcunayı.. Bakın geliyor Mahmure Hanım teyze, koca göbekli tombul pamuk teyzemiz, Bakkal Necmi, Kasap Arif ve Kahveci İsmet baba tavukların peşinde. Berber Hasan’ın çırağı Mete bile tavukların peşinde bir sağa bir sola koşuşturuyor. Hay Allah şu hale bak, ufacık tavuklar nasıl da karıştırdılar ortalığı. Trafik altüst oldu. Ama değdi sonunda. Yakalandı tavuklar, en son çilli, bir arabanın altına saklanmıştı. Onu da Kahveci İsmet baba yemle kandırıp çıkartmayı başardı. Uzaktan çiçekli entarisi omzuna düşmüş pembe oyalı çemberiyle Zeliha soluk soluğa geldi; “Huuu Mahmure Hanım teyze, ben sana ne demiştim? Ohh canıma değsin akşama ziyafet var komşular..” “Ahh Zeliş’çiğim etme tavuklarıma. Evladım ben yaşlı kadınım, ne ederim şuncağızların yumurtaları olmazsa? Nerden harçlığımı çıkarırım, ne yer ne içerim?” “Valla Mahmure Hanım teyze, bahçemi alt üst ettiler. Koşuşturmaktan ne ot kaldı ne çiçek. Ben ne ile geçinirim senin bu tavukların gelir bahçeme dalarsa, benim mahsüllerimi yer bitirir ezip çürütürlerse? Yok valla olmaz. Alıyorum bir tavuğunu, bu da diğerlerine ibret olsun o kadar! Ağaçların, meyvelerin, bağın bahçen var. Çocuklar yakınır durur valla. Yok yok valla yok, alırım ben bu tavuğu, suyuna da çorba yaparım..” Zeliha tavuğu aldı ve gitti. Bunlar son sözleriydi. Huysuz Mahmure Hanım teyze ise asık suratıyla söylene söylene bahçesine doğru yürüdü. Tavuklarını kümese taşıyan çocuklara da bir fırça atar, herkes bir anda toz olur ortalıktan. Bakmayın, Mahmure Hanım teyze “yaşlıyım, bunlar benim harçlığım” der der ama Zeliha da haklıdır. Bağları bahçeleri boldur ve çocuklara zırnık koklatmaz meyvelerinden, rahmetli hacı kocasından kalan bir emekli maaşı ve Kandilli’de bir yazlık evleri vardır. O ne huysuzdur o aslında. Bu huysuzluğu belki de tek dert ortağı bahçesi olduğundan ve aslında kimsenin onun o içindeki Mahmure Hanım teyzeyi tanıyamayışındandır.. 6 Yine kaldım sessizliğimle baş başa. Deniz sakin, ağaçlar, yapraklar sakin.. Ama insanlar hep bir telaş içinde. Onlar değil sakin. Yavaş yavaş gökyüzünün pembeliği ortaya çıkmaya başladı. Güneşin bulutların koynuna girmesine saatler kaldı. Birazdan o sıcak mutluluk yansıyan evlerin pencerelerinde sarı lambalar yanmaya başlayacak. Kim bilir belki sofralar kurulacak, eşler işten dönecek, belki dostlar akrabalar ağırlanacak, yemekler yenilip sohbetler edilecek, en önemlisi de bir bütün olmak işte. Tüm her şeye, her türlü zorluğa birlikte karşı gelebilmek, bir aile olmak. Diyorsunuzdur ki mutlaka içinizden, bir demir yığını olan sen ankesörlü telefon nereden bilirsin bu duyguları, bilirim ben; ben sesleri duyarım hüzünlü, ağlamaklı, mutlu, kahkahalı… Ne sohbetler duyarım, seslenildiği gibi hüzünlü mutlu… Asıl ben bilirim, yıllardır bu kulübenin içinde nelere şahit olduğumu bir bilseniz. Ya hasret kaldım olanlara, insanlara çok özendim, bazen acıdım onlara, çok üzüldüm duygularımın olmamasına sadece bir demir yığını olduğuma şükrettim, ama bunların yanı sıra yine de insan olamayışıma isyan ettim; isyan ettim ailemin olamayışına… Bir çocuk tanırım Yusuf, uzunca boylu, esmer bıyıklı, gözleri ay parçası ve yakamozu gibi parlayan zeki bir çocuk, olgun. Yüreği vatan aşkıyla yanan, hep doğrudan olan, binlerin sevgisini yüreğinde taşıyan ama binlerin yanında bir sevdiği var mıdır bilemem. Fakat bilirim onu çok seven bir anacığı olduğunu. Eğitimi için memleketinden uzaklara gurbet ellere düşmüştü Yusuf. İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiydi. Her gün böyle akşam saatlerinde gelir, çok çok uzaklarda ki anacığına telefon açar hasret giderirdi. Ardından bir jeton daha atardı. Birini daha arardı. Karşıdaki ses tıpkı güzel bir beste gibiydi, değişirdi Yusuf’un bütün ifadeleri, bir huzur yerleşirdi yüzüne. Önemli biri olsa gerek. Belki de sevdiğiydi. Tek bir sevgi sözcüğü bile kulağına


gündoğusu - sayı 4

29

fısıldayamadığı ama bir başka dökülürdü dudaklarından sesi. Beste kızın adı “Naciye”.. Yusuf Türkiye’nin doğusunda kalan bölgede doğup büyümüştü. Zorluklar bilirdi, buz gibi taş evler ve içine soğuk işlemiş yataklar, bitmek bilmeyen karlar bilirdi. Okumak için kilometrelerce yürünen yollar, oyun oynamak için girdikleri arazide patlayan mayınlar ve kaybettiği ya da sakat kalan arkadaşlarını bilirdi.Oysa hepimiz aynıydık, hepimiz evlattık, yeri gelince hepimiz mücadele ettik, savaştık ama kendi içimize yenik düştük. Oysa ki tek fark haritanın doğusunda ve batısında yaşamış olmamız değil miydi? İki farklı kelimeyi yadırgar olduk. Her şeyde bir şey arar olduk. Bilirim ki Yusuf da bu savaşa düşmüştü. Haksızlığa birlikte göğüs germek, hani demiştim ya pencereden sızan sıcak sarı ışığın içinde mutlu bir aile gibi yaşamak için.Yurdum evladı Yusuf tek bedeniyle bizim derdimize düşmüştü. Kucaklamıştı Anadolu’yu, ufacık yüreğine sığdırmıştı mis kokan dağlarını, ağaçlarını, topraklarını ve insanlarını. Bu dertlerin yanı sıra bir de anacığının mücadelesi vardı Yusuf’un. Onun yüreğindeki merakı dindirmek için anacığına hep “ben iyiyim” derdi. Dualarını ondan eksik etmemesini ve güzel günlerden bahsederdi Yusuf . Doğacak güneşten, dağlarında açacak çiçekten, çiçekler gibi yeşeren büyüyen evlatlarımızdan bahsederdi.Nasıl da gurur duyardım onunla. Telefonu kapatınca yüreğine koca Anadolu’yu sığdırmış Yusuf kendiyle baş başa kalırdı, alırdı bir düşünce tüm benliğini. Sertleşirdi bakışları… Nasıl yaşardı bu gürültülü şehirde, ne yer ne içerdi? Bitirebilseydi eğer iyi bir hukukçu olacaktı Yusuf ve başladı bir gün hikayesi.. 7 Gökyüzünü kuşatan toz pembelikler, çok uzaklardan gelen serin yağmur, tüm ağaç dallarına sıkı sıkı tutunan yaprakları tek tek ıslatmaya başladı. Zaten son çareleri değil miydi sonbahar yapraklarının ağaçlarda son bir gün daha yaşayabilmeleri.. Bu sefer doğru bilmişlerdi. Refik Bey’in yüksek sesli televizyonunda sokağa dinlettiği akşam ajansında bahsetmişlerdi yağmurdan. Her ne kadar hava tahminleri sadece tahminden öteye geçemese de bazen oluyordu böyle işte, kulübenin camlarına tek tek damlayan yağmur damlaları birer ikişer hızlandılar. Yağıyor yağmur bardaktan boşalırcasına; insanlar kaçıyorlar. Rengarenk şemsiyeler açılmış, kimileri Aziz Bey Sokağı durağına sığınmış, dinmesini bekliyor bu serin yağmurun… Oysa ben nasıl isterdim şu an o yağmurun altında olmayı, saçlarımdan, kirpiklerimden yağmur damlalarının akıp gitmesini. Oysa nasıl isterdim insan olmayı... Yağmura daldığım bu anda kulübenin kapısı bir gıcırtı ile açıldı. Bir erkek bir kız koşuşturarak girdiler içeri. Sırılsıklam olmuşlardı fakat ne kadar neşelilerdi! Kahkahalarla gülüyorlar, birbirlerine sarılıp ıslak dudaklarına öpücükler konduruyorlardı. Kızın bembeyaz bir teni, kızıl saçları vardı bir de ela gözleri; çocuk siyah saçlı hafif sakallı ve uzun boylu bir delikanlıydı. Her ne kadar ıslanmış olsalar da birbirlerine sarılıp izlediler yağmuru, gözleri parlıyordu onların. Hani o bahsettiğiniz, bazen telefonun ahizesinde duyduğum ama hissetmediğim o duygu, sevmek ve sevilmek duygusu muydu? Gözleri parlatan, dudaklara sıcak öpücükler konduran, yağmur damlası süzülen şakaklardan sevdiğinin elleriyle damlaları silmesi, huzur dolu öpüşü, bu duygu muydu? Bu duygu muydu benim hissedemediğim, düşündükçe kahrolduğum? Metal yığını içindeki boşluğum bu muydu? Nasıl dilerdim insan olmayı, sevdiklerime sıcak bir ten ile dokunmayı... 8 Havanın karanlığıyla dinen yağmur, akşamın sakinliğine bir serinlik getirdi. Gün boyunca ara sıra bozulan yaşam tekrar normale döndü. Artık rengarenk şemsiyeler çantalara konuldu; kimisi uçtu, ters döndü ve çöplere atıldı; şu yağmurun en kötüsü dönen şemsiyeler olmalı. İnsanların rüzgarla mı, yağmurla mı, yoksa şemsiyeleriyle mi uğraşıp uğraşmamaları arasındaki o küçük an ne komik oysa... Bu sakinlik bana birini hatırlattı; Ruhi. Ruhi her zaman bu saatlerde gelirdi beni ziyarete, ziyarete diyorum, işte biliyorsunuz demek istediğimi. Eski bir Rum apartmanında babadan kalma bir daire de yaşardı Ruhi. Annesi tam bir İstanbul hanımefendisidir. Bilirim Ruhi’nin çocukluğunu. Annesiyle çok eskiden alışverişe gelirlerdi Bakkal Necmi’ye. Oradan tanırım, kendisini bir kaç görmüşlüğüm vardı o zamanlar fakat yıllar sonra benim vazgeçemediğim bir ziyaretçim olacağını nerden bilebilirdim ki? Ruhi’nin babası çok uzun süre önce kayıplara karışmıştı. Bir gece ansızın kapıları çalınmış ve babası Salih Bey o gün evden ayrılmıştı. Salih bey gazetede çalışırdı. Ve gündemi çok yakından takip eden ve her zaman adaletten yana olan bir gazeteciydi. Hiçbir zaman hiçbir haksız konu üzerinde lafını esirgemezdi. Belki de bu yüzdendi bir gece ansızın kapılarının çalınması. Ruhi bilemezdi anlayamazdı. Düşünürdü de, bir çıkar yol bulamazdı. Ve bir daha da babası Salih beyden haber alınamamıştı. Ruhi’nin annesi Saadet Hanım, Salih Bey’ in yokluğuna dayanamayıp her şeyden el ayak çekmiş, evine, kocasıyla yıllarını geçirdiği onun güvenli kollarında uyuya kaldığı, tüm sıkıntılarını konuşup bazen çözdükleri, bazen derde düştükleri odalarına kapanmıştı. O gün bugündür bir adım dışarı atmamıştır. Ruhi işte böle yetişmiştir. Hep bir tarafı eksik, bir tarafı yarım kalmıştır. Üzüntüden yorgun annesiyle yaşamak Ruhi’nin de diğer insanlardan uzak bir yaşam sürmesine neden olmuştur. Ve bu da Ruhi’ nin yapayalnız kalmasına sebeptir. Hiç arkadaşı olmamıştır Ruhi’nin. Aslında bir zamanlar bir arkadaşı vardı, fakat buna tam da arkadaşlık denilmez. Aslında bu bir pencere arkadaşlığıdır. Evet, aynen öyle bu bir pencere arkadaşlığıdır. Asla bahçeye inilip oynanmamıştır, asla aralarında oyuncaklarını paylaşmamışlardır, asla komşu bahçelerindeki meyve ağaçlarına dalmamışlardır. Bu sadece iki bakış ve bir gülümsemeden ibarettir. Annesinin odaya kapandığı ilk zamanlarda Salih beyin dürbünüyle etrafı izlerken tanımıştır onu Ruhi. Çok uzaklara, gemilere, martılara, meydanda birbirlerini bekleyen insanlara, simitçilere, su satan çocuklara ve koşuşturan insanlara bakarken dürbünü bir anda yan apartmanın penceresindeki küçük kıza takılmıştır. Ve işte arkadaşlıkları o zaman başlamıştır. Küçük kız hep pencereden kağıtlara yazı yazarak Ruhi ile konuşmak istese de Ruhi ona hiç cevap yazmazdı. Sadece gülümser sadece izlerdi. Küçük kızın adı Deniz’di. Deniz gibi gözleri vardı. Ruhi ona çok alışmıştı. Evdeki bitmek bilmeyen matemden ancak onun sayesinde bir an olsun kurtulabiliyordu. Hiç konuşmasa dahi, Deniz onu


30

gündoğusu - sayı 4

biraz olsun evden dışarı bir dünyanın gerçekliğine çekiyordu. Fakat bir gün Deniz ve ailesi taşındılar. Bir sabah uyandığında, Ruhi Deniz’le konuştuğu pencerenin bomboş bir odaya baktığını gördü. Telaşla balkona koştu ve seslendi. “Denizzz…” Deniz ona baktı gülümsedi, ona sadece iki eliyle el salladı. “Güle güle Ruhi” dedi. Arabaya bindi ve arabanın geride bıraktığı toz bulutuyla uzun yolda kayboldular. Oysa Ruhi ona hiç adını söylememişti. Yazdıklarına bir kere bile cevap vermemişti. Aylar süren arkadaşlıkları boyunca tek konuşması ona az önce sadece “Deniz” diye seslenmesiydi. Ama o artık gitmişti. O da tıpkı babası gibi Ruhi’nin anlayamadığı bilinmezliğe doğru yola koyulmuştu. Ve Ruhi tıpkı babasının gidişine bir şey diyemediği gibi yine sessizdi. Ve yine tek başınaydı. Bundandır ki Ruhi her gün buraya gelir, kafasına esen numaraları tuşlayıp birileriyle konuşmak ister. Deniz’e söyleyemediklerini insanlara anlatmak ister. Kelimeler, cümleler sustukça içinde o kadar birikmiştir ki artık onları söylemek ister. İnsanlar kah dinler kah ona hakaret edip kapatırlar telefonu. Ama Ruhi yaralıdır, o bir başınadır o içinde büyüdüğü yalnızlıkta. Yüreğinde biriken cümleleri dudaklarından dökülüp insanlara anlatmak ister. Ta ki bir gün çevirdiği numaralardan biri onun çocukluğundaki penceresinin önündeki küçük kıza götürünceye kadar... 9 Gecenin ayazının düştüğü anlarda deniz nasıl da dalgalanıyor. Kıyıya nasıl da var gücüyle çarpıyor, banklar sırılsıklam. Kış yavaş yavaş yüzünü gösteriyor. Yapraklar son demlerini yaşıyor dallarında, ha düştü ha düşecekler. Ağaçlar ise bu duruma üzgün. Bazı dallarında kalan son çıplaklıklarıyla, tabiat ananın yazın bütün süslerini toplayıp bir dahaki yaza çıkartmak üzere kutusuna kaldırmasını seyrediyorlar. Küçük bir misafir görünüyor kulübenin gıcırdayan kapısının arasından; Samet. Elinde boş kutular, bir de yırtık bir battaniye kutuları açıp yerleştiriyor yere. Üstüne de seriyor, kim bilir bu zamana kadar soğuk kış gecelerinde kimleri sarmış olan battaniyesini. Oturuyor, göğsünden çıkarttığı, günün belli saatlerinde öğünlere böldüğü için son çeyreği kalan ekmeğini yemeye başlıyor. Samet 9 yaşında, yaşıtları gibi sıcacık yatağında ana kucağında yatıyor olması gerekse de değil. Samet özbeöz babası Şerif Ali yüzünden sokaklarda kalıyor. Şu ömründeki kısacık 9 sene de yapmadığı iş kalmamıştır küçük yürekli yavrunun; dilenmek, hırsızlık, işportacılık, sucu, simitçi, aklınıza gelecek her şey. Eve her dönüşünde babasının içki ve kumar parasını karşılamayacak kadar kazandıysa eğer, bir de üstüne dayak da yiyor. Kulübeye geldiğine göre, yine babası olacak adam yine dövmüş olmalı. Annesi o daha küçükken ölmüştü. Hiç hatırlamaz yavrucak annesini. Ona üvey annesi bakmıştı. Baktığı da söylenmese de, babasının yanı sıra o da onu dövse de yine de üvey annesi işte. Samet’te böyle zamanlarda çıkıp benim eski kulübeme gelirdi. Gecenin kör karanlığından hava aydınlanana kadar kalkar yine düşerdi yollara. Küçük Samet okula gitmezdi Şimdi düşünüyorum da okuması da yoktur garibin. Nasıl da yorulmuş, ekmeğini yer yemez daldı uykuya. Bu kulübe seni sıcak tutar mı küçük çocuğum, yetebilir mi sıcaklığı küçük güçsüz bedenine, daldın uykulara, rüyalarına girer mi annen, ısıtır mı seni bu buz soğuklarda... 10 Sabahın en güzel saatleridir güneşin ufukta göründüğü zaman. Hala duyabiliyorum çiçeklerin kokusunu, söğüt ağacının altındaki çiçekçi Hanife Abla’nın mis kokulu çiçeklerini, Hanife Abla çiçeklerin annesidir. Onlarla konuşur, sever, her bir bukete rengarenk dizer umut dolu bir tebessüm gibi. Üç beş kuruşa sıkboğaz etmez kimseyi, pek de müşterisi vardır. Gelip alırlar onun mis kokulu çiçeklerinden. Bugün ise bir başka kokuyor, rüzgar onun çiçekleriyle anlaşmış, kokularıyla bana sürpriz hazırlamış gibi esiyor tüm kokularını… Sabahları tüm bu mis kokular arasında gelirdi Aziz bakım için. Oysa bugün biraz gecikti. Hiç de şaşmazdı vaktinden. Aziz bakımcımdır. Bu işi 10 senedir yapar. 10 senedir gelir, her gün türlü sohbet muhabbet yüklü jetonları toplayıp beni bu kah mutlu, kah hüzünlü anıların ağırlığından kurtarmaya. Bakmayın düşüncelerim ne kadar umutlu, heyecanlı olsa da demirden bedenim çok yorgun. Ben yorgun bir ankesörlü telefonum üzerinde seneler yüklü. Aziz yeni evli bir genç delikanlı. Bu işe ilk başladığı zamanlarda üniversitedeydi, ara sıra gelir harçlığını çıkartmak için çalışırdı. Şimdi ise üniversite diploması olsa bile mecburiyetten bu işi yapmakta. Bu durumdan şikayetçi değilim ben ama bir de Aziz’e sorsak? O çok sessiz bir çocuktur sadece işini yapar ve giderdi. Kimseyi aramazdı, benimle dertleşmezdi. Ama her gelişinde bir buket papatya alırdı Hanife abladan; taze eşine... Uzaklardan esen sert rüzgar içime bir tuhaflık getirdi nedense, düşündüm neden geç kaldı Aziz diye. Saat öğleye varmak üzere. Uzun süredir gelen giden de yok… Bugün diğer günler gibi değil nedense. Karşıdan yaklaşan uzun nakliye aracı durdu ve içinden Aziz indi. Her ne kadar Aziz’i gördüğüme sevinsem de bir şeylerin bu kadar teşkilatlı olması beni kuşkuya düşürdü. Ve aslında tam da düşündüğüm şey... Uzun süren bir sessizliğin ardından, susarken ankesörlü telefon; demir bedenine kuşkuyu düşüren rüzgarla, yoldan geçen birinin defteri arasına sıkışan bir kağıtla düşer bu satırlar; “Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim; ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil, anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakika 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin yüzünü göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar


gündoğusu - sayı 4

31

boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım, bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmezdi ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanmayla değil, unutmayla geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey ögrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bebeğin, babasının parmağını ilk kez sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeye mahkum ettiğini öğrendim. Sizlerden çok sey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde… Artık ölebilir miyim?” “Johnny Welch – Kukla”


32

KARİKATÜR Emre Yılmazoğlu CAN PAZARI

gündoğusu - sayı 4


gündoğusu - sayı 4 Mahir Ergun

ŞİİR

33

ÖLÜMSÜZ -IBİR ADAMIN TOPRAK KOKULU BEKLEYİŞİ -Tablo Bakırçay: Kıvrak ve hızlı. Ova: Derin ve saklı. Madra: Olanca endamlı. Ovada bir kaya parçası: İki büklüm, düşünceli. Vakit: Öğle üzeri.

Başladı işte poyraz esintileri. Üflüyor sessizliğini Madra doruklarından Bakırçay ovasına. Ak leylekler göründü görünecek. Madra üzerinde iki tur atıp, kimi güneye kimi ovaya dökülecek. Sakindir Madra. Yoktur hırçınlıkları. Görebilmek için geceleri körfeze yağan yıldızları, bir akşam üzeri heybetli bir dağ oluveren bir küçük tepedir o. Ama hâlâ okunur çocuksuluğu, dar patikalarının kısa pantolonlu kıvrımlarından. Poyraz ihtiyar; ama kuvvetli. Ova, Madra, Bakırçay ve kaya, birbirlerine bakıyorlar. Ovadaki kaya parçasının kıpırdamaz görünen siluetindeki anlık değişiklikleri biz göremeyiz. Ama kanatlarında yedi iklimin soluğuyla çıkagelen leylekler, bilmem kaç fit irtifadan kayaların arasına saklanan kertenkelenin kalbini gören gözleriyle görecekler. Leylekler, neyse ki fazla bekletmediler. Kuzey yamaçlarından Madra’yı tırmanıp, doruklarından kendilerini ovanın boşluğuna bırakan bulutlardan, beyaz birer leke halinde ayrılarak başladılar ovanın üzerindeki keşif uçuşlarına. Görünen odur ki, leyleklerin kanat uçlarındaki dört beş tüyden başka, kıpırdayan hiç bir şey yok ovada. Leylekler, kıpırdamadan uçmadalar. Birden, bir öncü, uyandırıyor bizi gafletimizden. İşte o anda fark ediyoruz yanıldığımızı. Ve görüyoruz kaya parçasının, çok uzak, fakat anlamlı kıpırtısını. Ve anlıyoruz, bu ana dek cansız bir kaya parçası sandığımız nesnenin, aslında bir kaya parçası kadar geçkin ve bir o kadar ovamsı, bumburuşuk ve büklümlü bir yaşlı adam olduğunu. Öncü leylek işaret etmeseydi bize kalp atışlarını ve düşündüğünün biricik işareti olan alnının kıpırdayan kırışıklarını, asla anlayamayacaktık orada oturmakta olan nesnenin bir kaya parçası olmadığını. Adam, ovanın üzerine, sanki ondan bir parçaymışçasına çömelmiş, başı ellerinin arasında, bir bekleyiş abidesi gibi duruyor. Öyle ki, sanki tüm yazı orada, başı ellerinin arasında çömelerek geçirmiş. Güneşte kuruyan derisi kösele gibi yassılaşmış, yol yol olmuş. Vücudunun tüm kıvrımları durağan, üzerine konup kalkan sineklerle barışık. Ovaya, Madra’ya, Bakırçay’a ve bulutlara bakıyor, topraksı bir ifadeyle yüzünde. Uzun zamandır beklediği leylekleri görmüş oluşu çok kısa bir an için kalp atışlarını hızlandırmış olabilir; ama o kadar. Çok kısa bir an. Düşünüyor adam. Bakırçay ovasının pamuğa kestiği günleri. Hatırlıyor. Gökyüzüyle Bakırçay ovasının birlikte bulutlandığını, güz ikindileri. Bembeyaz olurdu o zaman Madra’nın dorukları da etekleri de. Ve bir masal kahramanına dönüşürdü adeta, iki bulut deryası arasında. Pamuk. Bu buluttan koncalarla geçmemiş miydi bütün bir çocukluk? Ekmeğini bulutların arasından çıkarmamış mıydı hayat boyu? Pamuk tarlasına bakan herkes gibi kendini topraktan fışkıran beyaz topakların üzerine atmak isteyip de, dikenlere takmamış mıydı hayallerini ilkyaz gençliklerinde? Bakırçay Ovası. Asırlarca kanla sulanmış toprak. En kaliteli pamuğunu verir Anadolu’nun. Öyle bereketli. Hayatla yoğrulmuş göğsü, ölümsüz ve doğurgan. Peki neden böyle dümdüz ve sessiz bugün? Nerede pamuk? Bakıyor topraksı adam, poyraza, gökyüzündeki bulutlara, harmanın habercisi ak leyleklere, dumanlı, sarhoş Madra’ya, Bakırçay’a ve ovaya... Yine güz bizeyiz, diye düşünüyor. Tıpkı eski güzlerdeki gibi. Peki pamuk? Yerdeki bulutlar? Onlar neden yoklar? Ova düz. Dümdüz. Az ötede Sümerbank, kapısında ağır bir kilit.


34

gündoğusu - sayı 4

“Fabrika bizim!” Diye haykıran işçileri hatırlıyor. Grevden korkmuşlardı o vakit. “Devletin fabrikasında çalışmamak da ne demek”, diye. “Şimdi bu üç beş çapulcu çalışmayız diyor diye, ya almazsa devlet pamuğu? Nic’olur çoluk çocuğun hali? Koca devletin fabrikasında gırev mırev de neyin nesiymiş? Herkes ekmeğine baksın. Ne alemi var bozgunculuğun? Ya devlet pamuğu almazsa? Bir almazsa?” Devlet pamuğu almıyor... Sümerbank’ın kapısı kilitli. Tezgâhlar boşaldı, satıldı makinalar. “Fabrika bizim!” diyen işçiler, bunu da bildilerdi oysa, “birlik olmazsanız bizimle, bu devlet dediğiniz dalavera, bizi sattığı gibi bu fabrikayı da satar yarın parayı bastırana.” dediydi biri. “O zaman pazarda satarsınız pamuğu belki!” Dinlememişlerdi. Bozguncu deyip geçmişlerdi. Köylü milletin efendisiydi nasılsa. devlet onlara kazık atmazdı. Ova boş, bomboş bulutlardan. Ellerine bakıyor adam. Yorulmuşlar çalışmaktan. Bir olmuşlar toprakla. Bakırçay ovası. Binlerce sene, analarının dinlemediği dertlerini dinledi bu insanların. Doyurdu, kolladı onları. Onca yılın mükâfatı, altın madeni, siyanür havuzları. Zehirli çamur. Herkes satıyor toprağını şimdilerde. Bulutları da satarlar mı? Gökyüzündekileri? Adam çok eski. Neredeyse Madra kadar. Anlıyor artık vaktinin geçtiğini. Geldi gerek ödenme zamanı, hesabın toprağa. Yavaş yavaş akşamlıyor hava ve kayboluyorlar küçülerek, ak leylekler ufukta. Onunsa duruyor göğsünün kıpırdanışları. Ve kayboluyor küçülerek, Anadolu oluyor topraksı adam. - II İKİ BİN YÜZ KIRK BEŞ SENE EVVEL, KAİKOS DERLERDİ BAKIRÇAY’A... “Evet kırbaçlatırım ara sıra, ne var bunda? Gereklidir tabi, kesinlikle gerekli, yoksa adam edemezsiniz yaramazlık yaptıklarında. Hayır! Ne biçim soru bu? Kölelerden söz ediyoruz burada! Bakın, demokrattır Romalılar, ve eşitlik en birinci ilkedir demokrasimizde. Eşitliğe inancınızdan kuşku duyarım, eğer karıştıracak olursanız özgür Romalılarla köleleri birbirine. Özgür bir Romalı başka şeydir, bir köle başka. Instrumentum vocal demez miyiz onlara? Yani sesi olan bir alet. Sesi olan bir aletle, özgür bir Romalı değerlendirilebilir mi aynı terazide?” Hayır, değerlendirilemez tabi. Peki ya geceleri? Karanlık çöktüğünde, sessiz taş sokaklarda kim ayarlar terazileri? Tıpkı bu cümlelerin sahibi olan senatör gibi her özgür Romalı, en az bir köleyle aynı çatı altında geçirir geceyi. Kimi üç, kimi beş, on, on beş, yirmi, otuz, kırk kimi... Ya bir gece vakti, kutup yıldızının ışığı sızarken pencereden, bir tanesinin bu “özgür” ve semirgin Romalılardan, kesiliverse sevgili gırtlağı sesli aletleri tarafından? Yitirse özgür Romalı, büyük mermer salonlarda çınlayan sesini? Bu kuşkusuz felaketi olurdu, sesi olan aletlerin. Ve gece yarısı bozulan dengesi terazinin, ayarlanırdı şafak sökmeden meydana dikilen çarmıhlarda. Peki ya üç, beş, on, yirmi, otuz, kırk özgür Romalının evinde de aynı şey olsa? Ya üç, beş, on, yirmi, otuz, kırk özgür Romalının evinde bir gece yarısı, kısa kılıçlar kesiverse sessizliğini kırbaçların, pencereden ışıldarken donuk ve susamış kutup yıldızı? Peki ya tarlalarda? Kaikos ovasındaki pamuk tarlalarında mesela? Ya tarlalardaki köleler de katılıverseler gece yarısının intikamcı susuzluğuna? Elbette yine kuşku duyulmazdı buradan da bir felaket doğacağına. Ama bir farkla, bu kez sesi olan aletlerin değil, sesini yitiren “özgür” Roma’nın felaketi olurdu şafak vakti meydandaki. İşte Romalı konsül Perperna, bakarken Pergamon akropolünden, çocuğuna sarılan bir anne gibi ovasına sarılan Kaikos çayına, bu ürkütücü felaketin tam eşiğindeydi, büyük ve “özgür” Roma. Pergamonlu köleler bir gece yarısı isyan ettiğinde Leukai’de, şafak vakti meydanlarda kölelerin söğüt yaprakları gibi sallandığı çarmıhlar görmeyi her özgür Romalı isterdi belki; ama Aristonikos’un köleler ordusu olmuştu meydanlarda gördükleri. Köle ordusu, Kolophon’dan Phokaia’ya kadar yayılmış ve oluşturduğu deniz gücüyle Samos adasıyla güneyde Myndos şehrini ele geçirmiş, ardından Roma’dan onu durdurmaya gelen Crassus’un güçlü lejyonlarını imha etmişti, komutanlarıyla birlikte. An meselesiydi Ephesos’la Smyrna’nın da düşmesi. Bu, “Güneş Ülkesi”ydi. Anadolu’nun neredeyse tüm batı kıyısına hâkim, kölelerin ve serin şafak vakitlerinde terazilere ayar veren çarmıhların olmadığı yeni bir ülke. Etrafında surlar olmayan bir ülke. “ Ve kölelerin, esirlerin, terazilerin, çarmıhların, surların olmadığı “Güneş Ülkesi”, aşmak üzereydi büyük Roma’nın “özgür”lüğünü koruyan hendeklerini. Romalı konsül Perperna, büyük Pergamon akropolünden Kaikos ovasına bakarken, düşünmüyordu kaç kölenin öldüğünü, akropolün yapımı sırasında. İlgilenmiyordu da. İlgilendiği şuydu ki, bu sesli aletlerin omuzlarında yükseliyordu Roma ve büyük Roma’nın batışı demek olurdu, “Güneş Ülkesi”nin doğuşu.


gündoğusu - sayı 4

35

Akropolden bakıldığında, neredeyse tüm kıyı kentlerini kaybetmiş bir Pergamon krallığıydı görünen. Geliyordular başkente, yıkmak için kendi yaptıkları surları. Ve daha önemlisi, Biliyordu ki Marcus Perperna, eğer o bugün Aristonikos’u durdurmazsa, yarın yıktığında Spartaküs, Capua arenalarını Roma’nın defneyapraklarıyla süslü başına, Alp Lejyonları bile kurtaramazdı dişi kurdun soyunu ve bir efendisizler ülkesine dönerdi dünya. Marcus Perperna çağırdı emirerini, vakit kaybetmemeliydi. Yok oluşu Crassus’un ve lejyonerlerinin, bir basamak olabilirdi onun için. Asla karşılaşmamalıydı bu ovada Aristonikos’la. Kaikos, Madra ve ova... Belliydi ki dostuydular kölelerin. Eğer zafer istiyorsa Perperna, Aristonikos ve yoldaşları asla içmemeliydi Kaikos’un suyundan. Ani bir baskın gerekliydi şimdi ona ve yıpratıcı bir kuşatma. Sürmeliydi onları Kaikos’tan uzağa. Ama önce, Yok edilmeliydi, ne kadar köle varsa surların içinde. Ve av başladı. İonya’dan, Pontus’a kadar, özgür Romalılar, aletlerini doğradılar. Marcus Perperna, isyancı kölelerin etrafını Stratonikeia’da aldı ve Aristonikos, ölümlerini izledi yoldaşlarının, kıvranarak susuzluktan. Sonunda, esir düştü Aristonikos, Kaikos’undan, ovadan ve Madra’dan uzakta, kendisiyle savaşmaya cesareti olmayan, ama tüm korkaklar gibi zaferin hep en yakınında duran ve özgürlüğünün saraylarını esaretle kurduran bir adama. Artık Bedreddin’di beklenen Gediz boylarında. - III STYX IRMAĞI’NDA BİR YABANCIYLA KONUŞMA Rüzgârsızdı. Neredeyse akmıyordu ırmak. Kürekler alışkındı ıskarmozlara, ve rahattı çekişi. Sudan çıktıklarında düzlemeye gerek duymuyordum. Kıçüstünde oturmuş bana bakıyordu, eski bir suratla. Belli değildi pek, bir görüntüsü olup olmadığı. Kürek çekişlerimi sayıyor gibiydi. Kürek çekerken sordum: - Hangi ırmaktayız? Otururken cevapladı: - Styx. Duydun mu hiç? - Evet, masallarda. Styx olamaz burası. Çünkü yoktur gerçekte öyle bir ırmak. - Sen öldün mü hiç? - Sanmıyorum. - Burası Styx olamazsa, neresi olabilir o halde? - Bilmiyorum. - Hangi ırmakları bilirsin sen? - Gediz’i bilirim mesela. - İyi. O halde burası Gediz. Nereden geldin buraya? - Bakırçay dolayından. - Güneş Ülkesi... Aristonikos’u duydun mu hiç. - Evet duymuştum. Anadolu’nun ilk büyük köle isyancısı değil mi? Güneş Ülkesi diye bir yer kurmuşlardı, kölelerin ve efendilerin, surların ve hendeklerin olmadığı bir ülke. - Evet. Aynen öyle. - Sen tanıdın mı hiç Aristonikos’u? - Belki. Sen? - Nasıl tanıyabilirim, ben doğmadan iki bin küsür sene evvel ölmüş olmalı değil mi? - Git bunu kendine sor istersen. Bence sen doğmadan iki bin küsür sene evvel yaşamış olmalıydı. - Kendine mi sorayım? Nerede? - Roma’da bir zindanda yatıyor. - Roma’da? Nasıl gideceğim oraya? Uzak değil mi? - Rüzgâr olursan uzak değil pek. Zindan orada bak. Parmağıyla göremediğim bir yeri gösterdi. Kürek çekmeyi sürdürdüm. Irmak rüzgârsızdı.


36

gündoğusu - sayı 4

-IV- ARİSTONİKOS’UN ZİNDANINDA Çukur derindi, duvarlar yüksek. İçeri sızdım çatıdaki çatlaktan, sessizce eserek. Duvara zincirli adam, kapalı gözleriyle görerek baktı bana. Aristonikos’tu bu ve eğer hâlâ canlı olmasa, bir mezarda sanacaktım kendimi, havadaki ceset kokusuyla. Yanına sokuldum, yutkundu bir nefes ovadaki pamuklardan, bulutlardan ve Madra’dan. Soludu bir yudum, Kaikos’un serin suyundan. Doğruldu tutarak gölgesini zincirlerin ve girdiğim çatlağı gösterdi bana:

“Bak işte” dedi. “İşte pencerem. Oradan girdin, değil mi içeri? Bir yaz görürdüm sabahları, Ağaçlar kadar mavi Ömrümün son yazıydı Söyleşirdik penceremden.

Leylekler tutunasıdır şimdi Kaikos göklerinden Güz sakinleridir, poyraz esintileri Gökte yol yorgunları, ovada umut harmanları Kimi aşar, büyür sulaklarında güneyin Kimi düşer, yanar korlarında güneşin Ben düşeniyim işte, uzun yol seyyahlarının. Bir yangın ikindisi, Kırık yapraklarında, kavga ormanlarının. Bir vakit, çocuklar düşlerdi bizi, Ege kıyılarında mor perçemleri, Analarının gömgök olmuş memeleri Kırbaç yorgunluklarıyla babalarının. Çıplak göğüslerimiz, tolgasız başlarımızla Ne kimseden gizlimizdi, ne saklımız ölümlerden Ne de kaybedebilirdik savaşı Zincirli yıllarla bilenmiş kılıçlarımızın ağızları Dövülmüştü, nazlı baharların tavında. Ben düşeniyim belki uzun yolun. Olsun... Yolcusu çoktur uzun düşün Aysız karanlıklarda geceleyin Elsiz eteksiz sokaklarda Tek bir ateş bile yansa uzaklarda Bulur kendini ve büyütür sağanaklarda. Bizimki tıpkı leyleklerinki gibi Bir umut, çocukların düşlerinde Uğrunda nice dövüşenlerinde O ki, kayıpsız savaşlarda Ve zincirlenmediği zindanlarda.


37

gündoğusu - sayı 4 Bense herhangi biriyken, Mavi bir yaz geçip gitti penceremden Gelip çattığında sevgili güz vakti, Bir sabaha karşı boğdular beni. Budur işte benim hikâyem. Ya sen? Sen küçük rüzgâr? Nereden gelirsin sen?”

Cevap verdim çatıdaki çatlağa doğru yükselerek: - Güneş Ülkesi’nden. Ürperdi Aristonikos. Duyar gibiydi Madra doruklarından aşan poyrazın sesini. Ağır ağır kaldırdı gözlerini yerden: “Güneş Ülkesi… Yaşıyor mu hâlâ?”

Öylesine ağırdı ki soru bana, rüzgârlığım kifayet etmezdi cevaplamaya. Ve bıraktım onu, Spartaküslerin, Bedreddinlerin naralarını haykıran, amansız Adriyatik fırtınalarına. Aristonikos’un karanlık zindanında, dinledim ben de cevabını Adriyatik’in, susarak: - YAŞAYACAK!


38

gündoğusu - sayı 4

ŞİİR Kamuran Şirin

PANAYIRDAN ARTA KALAN

Karanlık bir sokakta Filtreli cıgaralar eriyor dudaklarımın arasında Derin nefesler ısıtmıyor ellerimi İçimdeki dikdörtgen kuyuya yürüyorum Televizyonda gördüm geç saatlerde İple birbirine bağlanmış iki toprak parçası İki toprak parçasında -yaşayabilmenin bilim dallarının ayrıntılarıyla kurallarıyla yoğuncasına yaşayabilmenin- sırları Büyüyebilmenin sıkıştırılmış derslerde ipuçları Ayazda diken diken saçlarını Tarıyor kurşunlar rüzgarla bir Yaşamak ayakta kalmakla bir Sevilmez mi bir yaz günü küçücük evin bahçesi Kederlidir bu gece de dolunay Ayın döngüsünü izleyemeden ölüyor çocuklar Burada ya da herhangi bir yerde Kederlidir gecede dolunay Tanrıçasını kaybetmiş bir tapınma kültünün insanları içinde Acı acı seyreder Gencecik yüreği toprağın altından atanları Ama en çok dolunay dinler Toprağın altında yüreği atanların tutturduklarını Ozan duymalısın sen de Tükenmek diyorum Balkonda sigara içerken rastladım Her gün biraz daha solmakta olan Yıldızın ışığına Tükeniyor diyorum arkadaş Sigara Ben Işığı yıldızın Sonundan bir çözüm buldum Sınırsız bir şiirin yokluğunda gizlenen El Salvador yirmi yıl önce zafer sandığını Bugün anlıyor yenilgiden öteye gitmediğini Ekmeği düşleyen Nasıl üleşeceğini de düşlese Bunalıma girer sondan beş dize


gündoğusu - sayı 4 Bobby Sands

ŞİİR

39

ZAMANIN RİTMİ Bobby Sands, 9 Mart 1954’te Kuzey İrlanda’da, Belfast’ın kuzeyindeki Newtownabbey bölgesinde dünyaya gelir. Çocukluğu boyunca kraliyet yanlısı Protestanların (loyalist) tehditleri dolayısıyla ailesiyle birlikte bir kaç kez ev değiştirmek zorunda kalırlar. 1969 yılında on beş yaşındayken okulu bırakarak tamirci çıraklığı yapmaya başlar, ne var ki bu işte de yalnız üç yıl çalışabilir, çünkü loyalistlerin silahlı tehditleri sonucu işinden ve kaldığı evden ayrılmak zorunda kalmıştır. 1972 yılında ailecek Belfast’a taşınırlar. Sands, Belfast’a taşındıktan sonra IRA’ya (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) katılır; ancak kısa bir süre sonra yakalanır. Kaldığı evde dört tabanca bulunduğundan, çıkarıldığı mahkemece beş yıl hapse mahkum edilir. Hapishane yıllarını sürekli okuyarak geçiren Bobby Sands için İrlandalı yazar Danny Morrison şöyle diyor: “Bobby, cezaevi yıllarını yalnızca İrlanda’ya dair değil tüm dünya tarihine dair doymak bilmez okumalar yaparak geçirdi ve 1976 Martında cezaevinden, kendini Sosyalist İrlanda Cumhuriyeti’ne adamış bir radikal cumhuriyetçi olarak çıktı.” Sands cezaevinden çıktıktan yaklaşık altı ay sonra IRA bir bombalı eylem gerçekleştirir ve eylem sonrasında RUC (Royal Ulster Constabulary, Kraliyet Kuzey İrlanda Polis Teşkilatı) güçleriyle IRA arasında çatışma çıkar. Daha sonra çatışmada kullanıldığı iddia edilen silahlardan biri Sands’in bulunduğu arabada yakalanır. Bobby Sands tanımadığı İngiliz mahkemelerince on dört yıl hapis cezasına çarptırılır ve cezasının infazı için Long Kesh cezaevine gönderilir. Bu arada, Mart 1976’da İngiliz hükümeti İrlandalı politik tutsaklara karşı “kriminalizasyon” adını verdiği bir politika başlatır. Buna göre İrlanda’da politik suçlu yoktur, cezaevlerinde bulunan herkes adli suçlulardır ve tek tip elbise giymek, cezaevi hizmeti görmek zorundadırlar. Yeni politikanın uygulanabilmesi için, Long Kesh cezaevine H-Blokları adı verilen sekiz özel tip kanat inşa edilir ve cumhuriyetçiler bu bloklara sevk edilir. Ancak mahkumlar adli suçlu muamelesi görmeyi ve tek tip elbise giymeyi kabul etmez, cezaevi idaresi de buna karşılık, tutsakların sivil elbiselerine el koyar. Çıplak kalan tutsaklar yine de tek tip elbise giymezler ve elbise yerine battaniyelere sarınırlar, böylece “battaniye protestosu” başlar. İki yıl süren battaniye protestosu sonrasında, tutsaklara tek tip elbise giydiremeyeceğini anlayan hükümet, bu kez cezaevlerinde işkenceyi tırmandırır. Tutsaklar, tuvalete gitmek için hücrelerinden her ayrıldıklarında, gardiyanların saldırılarına maruz kalırlar. Bunun üzerine tutsaklarca hücrelerden çıkmama kararı alınır ve hücrelere tuvalet ve duş bağlanması talep edilir. Cezaevi idaresi bu talebe, tutsaklardan birini döverek tecrit hücresine atmakla cevap verir. Cezaevi idaresinin bu eylemi, H-Bloklarında isyana sebep olur, tutsaklar ranzaları devirirler. Bu defa idare, tutsakların ranzalarını ve eşyalarını da hücrelerden alır ve onları yalnız battaniyeleriyle bırakır. Hatta bununla da kalınmaz, tutsakların tuvalet ihtiyaçlarını gördükleri kovaların da, protestolara son verilmediği takdirde alınmayacağı açıklanır. Bu durumda tutsakların tek çaresi dışkılarını hücre duvarlarına sürmek olacaktır. İşte “pis protesto” da böyle başlar. Bobby Sands 1980 yılına kadar devam eden tüm bu süreç boyunca Long Kesh Cezaevi H-Blokları’ndadır. 1980 yılında Sands, IRA’nın cezaevi sorumlusu olur. Aynı yılın ekim ayında işler iyice içinden çıkılmaz bir hâle geldiğinden, H-Blok tutsakları açlık grevine başlarlar. Thatcher hükümeti ilk başta geri adım atar, ancak açlık grevi sonlanınca tekrar baskılarını artırır. Bunun üzerine Sands 1 Mart 1981’de ölüm orucuna başlar. Ölüm orucu sırasında Fermanagh ve Güney Tyrone bölgesinden İngiliz parlamentosuna milletvekili olarak seçilir; ancak hükümet, halkın bu desteği karşısında tutsakların taleplerini görüşmek yerine, politik tutsakların milletvekili seçilmesini engellemenin yollarını aramaya başlar. Bobby Sands, 5 Mayıs 1981’de, ölüm orucunun altmış altıncı gününde öldüğünde henüz yirmi yedi yaşındaydı. Onu, IRA’lılardan Francis Hughes, Raymond McCreesh, Joe McDonnell, Martin Hurson, Kieran Doherty, Thomas McElwee; INLA’lılardan (İrlanda Ulusal Kurtuluş Ordusu) Patsy O’Hara, Kevin Lynch ve Micky Devine takip etti. 1981 Ekiminde ölüm oruçları son buldu. Sands’in, cezaevi yılları boyunca yazdığı yazıların bir kısmı bildiri halinde basılmıştır. Morrison, Sands’in kitaplaştırılan “Cezaevi Günlüğü”nün 40000’in üzerinde sattığını belirtiyor. Öykü ve şiirlerinin bir kısmı ise, o cezaevindeyken “Republican News” gazetesinde kız kardeşinin ismiyle(Marcella) yayımlanmıştır. Gizlice cezaevinden dışarı çıkarılan bu eserleri Bobby Sands’in, tuvalet kağıtlarına ve sigara kağıtlarına, meşakkatle sakladığı bir tükenmez kalemle yazdığı bilinir.


40

gündoğusu - sayı 4

ZAMANIN RİTMİ Saklı bir şey vardır her insanın içinde, Biliyor musun arkadaş, ne olduğunu onun? Dayanandır o, bir milyon yıldır darbelere Ve sonuna dek de dayanacak olan. Önce doğdu o, takvimlerden, Ve büyüdü ötesinde yaşamın, Kesti zehirli sarmaşıklarını şeytanın Bir bıçak gibi, dehşetli yangın. Oydu harlayan ateşleri, yokluğunda ateşin Ve tutuşturdu aklını insanın, Su vererek çeliğine kurşunlanmış yüreklerin, Başladığı andan beri zamanın Süzüldü sularından Babil’in, Kayıplardayken herkes, Haykırdı kıvranarak ıstırapla, Ve gerildi kanayarak çarmıha. Aslan ve kılıçla öldü Roma’da, Küstah, zalim düzende, Ölümcül kelime Spartaküs olduğunda, Appian Yolu boyunca. Yürüdü Wat Tyler’in yoksullarıyla, Korku saldı efendiye ve krala, Süslenmişti onların ölümcül bakışlarıyla, Hep yaşayan bir şeymişçesine. Gülümsedi kutsal masumiyette, Geçmişin conquistador’larından evvel, Mütevazı, uysal ve bihaber, Altının ölümcül kuvvetinden. Taştı hazin Paris sokaklarından geleceğe, Ve bastı köhne Bastille’i, Yürüdü üzerine engereğin başının, Ve parçaladı onu, altında topuklarının.


41

gündoğusu - sayı 4

Düştü kan içinde, Bufalo Çayırları’nda, Ve açlıktan öldü yağmur aylarıyla, Gömüldü kalbi Yaralı Diz’e, Ama gelecek yine, yeniden doğmaya. Çınladı haykırışları Kerry gölleri boyunca, Diz çökmüşken toprağın üzerinde, Ve düştü bir muhteşem direnişte, Vurduklarında onu soğukkanlılıkla.

O her umut ışığında vardır, Ne mesafe tanır, ne de sınır, Doğmuştur kızılda ve karada ve beyazda, Orada tüm ulusların içinde. Yatar ölmüş kahramanların kalplerinde, Haykırır tiranların gözlerinde, Yetişmiştir yüksek doruklarına dağların, Ve gelir oturmaya göklerin karşısında. O aydınlatır, bu hapishane hücresini, O çakar, şimşek gibi kudretini, O, “yıldırılamaz düşünce”dir arkadaşım, Ve o düşünce der ki: “Ben haklıyım!” Long Kesh Cezaevi Kompleksi, H-Blok İngilizce’den Çeviren: Mahir Ergun

Açıklayıcı Notlar: Appian Yolu: Roma ve Brindisi arasında uzanan yol. Spartaküs ve yoldaşları bu yolun, Roma ve Capua arasında kalan kısmına yerleştirilen çarmıhlara gerilmişlerdi. Wat Tyler: 1381 yılında İngiliz monarşizmine karşı ayaklanma başlatan yoksul köylü. Conquistador: 15. , 16. ve 17. yüzyıllarda İspanyol ve Portekiz imparatorluklarının hizmetindeki fatihler. Yaralı Diz: Kuzey Amerika, Güney Dakota’da bir dere ve civarındaki yerleşim yeri. Burada bulunan Sioux kampı, 1890 yılında Amerikan 7. Süvari Birliği tarafından basılmış ve tamamı kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 400’e yakın insan katledilmişti.


42

gündoğusu - sayı 4

ŞİİR Erkin Canpolat

DÜŞLERİM

I. çok kentler eskitmiş ruhum seni çürüyüşe çağırıyorum kazıdım gözlerimdeki yabanıl insanı sadece çocukluğumdan kalma bir dut tadı ağzımda ve kirli yüzlerimizden kayan çocuk suretleri II. kalabalık kentler yürüyor gözlerinde ustalaşıyorsun sandın bir an ama işte her yeni adımda bir diğer acının çırağısın işte kim ya da ne silebilir artık düşsü varlığındaki insan kırıntılarını


gündoğusu - sayı 4 Hilal Sayıt

KURAK ZAMANLARA TEKABÜL

Kış düşüyor aklıma Ağustos ikiye katlıyor yıllarımı “iki yıl doldu zindanda” deyince İki büklüm kırılıyorum sanki -düşerek diğer yarısına ömrümün Geçen yıl yirmibeşinde Durup dinlemiştim her şeyi Bir kış günüydü Çoktan uçmuştu uğur böcekleri Kedi otu rüzgara karışmıştı…..çoktaan Ve bir kelebek sürüsü Kopup da yıldızların teninden Avluda üst üste yığılıp Soğumuştu kımıltısızca Avluda biriken kar Eriyor şimdi bakışlarımda Bir ağustos ortası.

ŞİİR

43


44

gündoğusu - sayı 4

ŞİİR Ferdi Şirin

ÇAYLI KAVURMALI CENAZE MERASİMİ

Bir yiğidin ömrüne pusu kuruluş İntiharı konuşuluyor günlerdir Yürekleri bir ağırlık basmış Ağlıyor, haykırıyor… beyaz yüzlü anası Soğuk sulara bırakmış ömrünü Kirli sulara ak ömrünü Kınalı elleriyle isyan ediyor Beyaz yüzlü kırışık alınlı anası Sular aldı onu Vahşi ve açıkmış bir canavar gibi Sevdadan kıydı ömrüne diyor kimi Kimiyse kader diyor İnsanlar anıyor ölümünü Beyaz şeker ve taze çayla Kimisi anma yemeğinde bir tabak fazla kavurma yemeyi planlıyor Yağmurlu çamurlu bir mezarlıkta Islak bir tahta parçasına Ömrünün kalanını kazıyıp Başucuna koyuyorlar Ve tertemiz bir kâğıt Çamura , çürümeye bırakılıyor Kimi sevdadandır diyor Kimi alın yazısı


gündoğusu - sayı 4 Ergin Doğru

ŞİİR

SÖZCÜKLERİN LAL MEVSİMİ

Birden bireydi Çıkıp gittin ömrümden Geçtim kış gibi mevsimler içinden Revadır deyip gitmeni gördüm ya Derde devamı yitirdim ahlar içinde Gitmeseydin Yeniden dolaşsaydık Kara sular inmiş ayaklarla Unutulmuş sokaklarını kentin Katılsaydık yoksul evlerin varsıl duygularına Düşseydik Top oynarken küfreden çocukların övgülerine Demin buradaymışsın gibi bakınmaktayım her yüze Gözlerim yol üstü arıyor seni Sen de arıyor musun beni Sözcüklerin lal mevsiminde Yaşamın dinginliğinde Hissediyor musun benliğinde kalan izimi Gecelerden kara gözlerinin sırrına sırdaş olmuş sızımı Benim gibi dayıyor musun kulağını esen yelin teline Sevdanın tınılarını bıraktığın sazıma Elini uzatıyor musun? Güneşten dökülen aşkın ışığına Durulmuş bir denizi okşar gibi Yoksa çoktan mı sildin Düşlerinin kumsalına yazdığın adımı İstesen de unutulmaz sevda Yüreğe işleyen kurşun gibidir o Her akla düşende kanatır yüreğini Sevdiğim Unutma Aynı yolda iki elin kucaklaştığı zamanın güzelliğini Unutmak ateştir çıplak elde Ayrıldığın bedene düşer derin gamı

45


46

gündoğusu - sayı 4

Söylenecek sözü lal eder, boğazdaki düğüm Bir kaçıştır ayrılık Yaşanılmış ve yaşanılacak olandan İçinde kaynayan hisler volkanından Görmemek duymamak düşünmemek için Sevmenin isteksiz ve yorgun nefesleridir Anlık kırılmaların ortasında yaşanan

Sevda oyun sanılır çoğu zaman Kovalanır solgun duygular bataklığında Ama aşk inada gelmez Yaşanılır için için Oysa Kazananı olmayan bir savaş seninkisi Duygu meydanında ölmesin kimse Ve kimse sormasın öldüler niçin Bir kuş çığlığında Güneşle günebakanın sevişmesinde Yıkılacak anlamsız aşk korkuları Saracak o zaman bedenini sevdanın bitimsiz ateşi yüreğin gözlerini karartacak Kırılmış bir sevgi dalının son demine yetişmek için Belki bir sabah vakti uyandığında dağılırken karanlıklar Düşlerimin arasından sıyrılarak Beyaza bürünmüş bir güvercin olacaksın Yeniden bir merhabayla konacaksın gönül penceremin kenarına… Zor mudur gerçekten Düşümün can bulması Kırılmış bir kalbin Yeniden ayağa kalkması Söyle.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.