Genel Yayın Yönetmeni: Erkin Canpolat, Yazı İşleri Sorumlusu Mahir Ergun, Teknik Yönetmen: Altan Baran Şahin, Yayın Kurulu: Ayşe Öztürk, Burak Mişe, Egemen Torlaklı, Erkin Canpolat, Mahir Ergun, Altan Baran Şahin Yıl: 2 Sayı:7 Nisan-Mayıs 2013
2 Aylık Sanat ve Düşün Dergisi
http://www.gundogusu.net/
gundogusudergisi@gundogusu.net
facebook.com/gundogusudergisi
İÇİNDEKİLER
- İNSANIN KİTAPLA ALIP (DA) VEREMEDİĞİ Gündoğusu Düşün ve Sanat Topluluğu MAKALE/İNCELEME - Kurtuluş Psikolojisi Güneş Kayacı - Toplumsal Cinsiyet Örgüsü ile Cinsiyeti Örmek Ayşe Öztürk
3
4 6 10
- İşçi Sınıfı Sanatının Eleştirisi Alexander Bogdanov
14
- Sanat Center Mahir Ergun
18
- Hani Bunun İlk Sahibi? Ali Ergin Demirhan
21
- Diyalektik... Gün Zileli
23
- Sanat ve İktidar ya da Var Olana Meydan Okuma Zamanı Temel Demirer
25
DESEN - Uyan Onur Fındık SÖYLEŞİ - Söyleşi: Niyazi Selçuk DENEME - Mavi İçin Bir Şiir Kurmacası Mehmet Emin Kurnaz
34
35 39
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
- Demir Ökçe Üzerine Orhan Yalçın Gültekin
1
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
İÇİNDEKİLER
2
ÖYKÜ - Tahta Oyuncaktan Naylon Kokuya Hatice Eroğlu Akdoğan
40
ŞİİR - Bahar Bizimdir Yoldaşlar Mahir Ergun
43
- Ş(eh)iir Erkin Canpolat
46
- Piyadenin Şarkısı Bulat Şalvoviç Okucava
47
- Biner İner Geçer Gider Gökyüzlü Çocuk’a Ayşe Öztürk
49
- Yeniden Merhaba Diyeceğiz Ergin Doğru
50
- Lennie’ye Ağıt Hilal Sayıt
51
İNSANIN KİTAPLA ALIP (da) VEREMEDİĞİ
Farkındasınız, Yüzlerce yıldır değişmez bir tavırla, ne zaman kitlelerde bir korku psikolojisi oluşturulmak istense düşünceye ve dolayısıyla kitaba saldırı, yaratılmak istenen korku psikolojisinin en önemli dayanaklarından biri olmuştur. Ya da tersine bir okumayla; ne zaman birileri kitaplara saldırmaya başlasa kaygılanma zamanı geldiğini anlarsınız. Farkındasınız, Her iktidar, kendi yaşam pratiklerini halka dayatma çabası içindedir. Bireyin sosyo-kültürel gelişimi ve arayışı noktasında seçimi bireye bıraktığınız, ona seçim yapabileceği özgürlük alanı sunabildiğiniz öçlüde demokratik yönetim anlayışına yaklaşırsınız. Bu alanı daralttığınız her adımda ise yaklaşacağınız şey diktatörlüktür. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da bir noktadan sonra insanların uslarına saldırmaya başlarsınız.
Farkındasınız, Şu günlerde özellikle hapishanelerdeki sorun durulmuş; karanlık, mağaranın derinliklerine çekilmiş gibi görünse de, oradan yaşam alanlarımıza müdahaleye devam ediyor. Kitaplarla aramıza giriyor, sanatsal yaratılara fütursuzca saldırıyor. Beğenilerimiz üzerinde şüphe uyandırmaya çalışıyor. Kısacası sanatı, sanatsal yaratıyı gereksiz, işlevsiz kılmaya çalışıyor. Yaratıcı aklı ve ruhu kısıtlıyor. Bunu da zihinlere korku enjekte ederek yapıyor. Farkındasınız, Türkiye düşünsel ortaçağını yaşıyor. Veriler, yirmi bin civarında basılı yayının hayatımızdan çekildiğini söylüyor. Hapishanelerde kitaba ulaşamayan tutsaklar yanında dışarıda bizler için de bir düşünsel hapishane yaratılıyor. Buna bağlı olarak da gündelik hazların ve menfaatlerin peşindeki insan dünyası diğer bütün alanları istila ediyor. Adımlarımızın bizi bir yerden bir yere götürüyor olması yetmez “özgürüz” demek için. Düşünsel tecrit odalarımızı ellerimizle inşa ediyoruz. Farkında mısınız? “Gündoğusu Düşün ve Sanat Topluluğu” tutsakların kitap ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına Nisan, 2013 itibariyle içeridekilerle bağlantı kurarak kitap listeleri alacak, listeler tamamlanarak bizzat tarafımızdan tutuklulara ulaştırılacaktır. Bu çabaya destek vermek isteyen kişi, kurum ve yayınevlerinin topluluğumuzla bağlantıya geçmesini bekleyeceğiz. GÜNDOĞUSU DÜŞÜN VE SANAT TOPLULUĞU
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Farkındasınız, Türkiye nicedir bu tehlikeli çizginin kıyısında. Bir yandan gündelik yaşam içinde sanatsal yaratıya, kitaba saldırı ve sınırlamalar devam ederken, bu saldırılar, fiziksel tecrit yanında düşünsel tecritle de karşı karşıya bırakılmak istenen cezaevlerindeki tutsaklara kadar uzanmış durumda. Söylemlerinden sorumlu tutularak hapishanelere kapatılan insanların, hayallerinin duvarlarını zorlamaları da engellenir oldu nicedir.
3
MAKALE/İNCELEME Güneş Kayacı
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
KURTULUŞ PSİKOLOJİSİ
4
İnsan psikolojisinin bozulabilir olarak tanımlandığı ve bu tanımlamanın kendisini gerçek kıldığı bir dönemdeyiz. Bozukluk nitelemesi, hastalığa kesinlikle yeğlenebilir olsa da psikenin bozulmadan önce işlediği, yani bir takım işlevlere sahip olduğu önkabulune sahip. Bu basit adlandırmada dahi kendini gösteren bu araçsallaştırma işleyen şeyin işini gizlediği, hatta bu işi sorgulamayı politik bularak konu dışı saydığı için de tehlikeli. Ana akım psikolojinin “ben”i öne çıkardığını, mevcut düzenden rahatsız olan ve değişim için mücadele eden bireyleri ya da grupları desteklemek bir yana onları ‘anti-sosyal kişilik bozukluğu’ gibi nitelemelerle etiketleyerek anormalleştirdiğini biliyoruz. Dolayısıyla bireysel ve toplumsal olanı birleştiren, mücadele edeni anormalleştirmek yerine, kendisini eyleyerek, eylemine yansıyarak üreten, gerçekleştiren, sürekli yeniden üreten insanı model alan bir psikolojiye ihtiyacımız var. Kurtuluş psikojisi tam da bunu yapıyor. Ben’in üzerine yıkılan işlevleri görünür kılarak insanın Biz’den başlayarak ve Biz’i yaparak “Ben” olduğunu vurguluyor. Kurtulus psikolojisi, psikolojik acının sadece bireyden değil, aynı zamanda katlanılamaz duruma gelen ekonomik eşitsizlikten, yoksulluktan, toplumsal baskıdan, patriarkadan kaynaklandığını söyler. Bireyin içinde yaşadığı toplumsal gerçekliğin onun zihnini şekillendirdiğini ve bireyin de tekrar bu gerçekliğin şekillenmesine katkıda bulunduğunu hasaba katar. Ona göre, ‘Eğer birey ve toplum karşılıklı olarak birbirine bağlı gerçekliklerse ve bu bağlılık en başından beri sürüyorsa, toplumsallaşmayı diyalektik bir biçimde, ne toplumun ne de bireyin tek başına gerçek olmadığını ve herbirinin birbirini gerçekleştirdiği ölçüde gerçek olduğunu bilerek ele almalıyız. İnsanı insan yapan sey toplum tarafından şekillendirilmiş olmasıdır; toplumu toplum yapan sey ise insanlardır.’ (Martin-Baro) Aynı diyalektik kurtuluş psikolojisinin önemli bir unsuru olan eleştirel bilinç kavramında da mevcuttur. Kişinin değişmesi o kişinin içinde bulunduğu toplumsal koşulların değişmesiyle mümkündür ve yine kişinin içinde bulunduğu toplumsal koşulların değişmesi ancak kişinin değişmesiyle gerçekleşecektir. Eleştirel bilinç sayesinde kişi psikolojik acılarına neden olan toplumsal koşulları adlandırır, onu çevreleyen bu koşulların sınırlarını belirler ve bu koşulları değiştirmek icin eyleme geçer. Bu, onun dünyayı başka bir biçimde okumasına, acılarını toplumsal ve tarihsel koşullar bağlamında adlandırmasına ve aktif bir biçimde öznellik ve nesnellik arasındaki ilişkiyi inşa etmesine katkıda bulunur.
Kurtuluş psikolijisini elzem hale getiren sadece bireysel acıları statükonun devamını -bilmeyerek ve insancil saiklerle de olsa- sağlayacak biçimde ‘sağaltan’ anaakim psikoloji değil. Onu önemli kılan diğer bir durum da sol mücadele geleneği içinde yaygın olan, acıyı yok sayma eğilimi. Baskıcı ve otoriter bir devlete karsı mücadele etmek, o devletin vatandaşı olmak, hatta kimi zaman vatandaş mertebesinde bile olmamak kaçınılmaz olarak acıya dayanıklılık gerektiriyor. Bunun doğal sonucu da acıya dayanıklığın yüceltilmesi, yani acıyı bal eyleme söylemi. Bu söylemi eleştirecek ya da bilmem hangi savunma mekanizmasının karşılığı olduğu, veya sağlıklı olup olmadığı üzerine bir değerlendirme yapacak değiliz. Fakat acıyı bal eylemenin kolay olmadığını da biliyoruz. Evet, siyasal bilinç karşımızdaki otoriter ve baskıcı iktidarla ve hatta iktidarcıklarla mücadele ederken acıya dayanıklılığımızı artırıyor. Yine de kendimizden ve dostlarımızdan biliyoruz ki, bu dayanıklılığı sürdürmek hiç kolay değil ve kurtuluş psikolojisi, tam da burada, acıyı tanıyabilir, tanıtabilir ve onu mücadelenin parçası haline getirebilir. Hatta sol örgütler içerisinde maalesef sıklıkla yeniden üretilen hakim ideojiyi görünür kılabilir ve böylece sıklıkla ihmal edilen öznelliğin hakkını verebilir. Kurtuluş psikolojisinin, acının tanıtılması, psikolojik acılar ve toplumsal, siyasal düzen arasındaki ilişkinin açığa çıkarılması konusunda destekleyici bir rolü olabilir ve ancak böylesi bir perspektif, insanı anlamaya çalışmanın ötesinde onu değiştirmeye, insan ve toplum diyalektiğini görünür kılmaya çalışan bir psikoloji disiplinin doğmasına neden olabilir. Psikolojiye böylesi bir misyon yüklemenin gerekli olup olmadığı, kurtuluşun ne olduğu veya kurtuluş psikolojisinin pratik karşılıkları üzerinde düşünülmeye devam edilmesi gereken konular olsa da bu yazının amacı anaakımın dışında bir psikolojinin olduğunu vurgulamak ve onun, şiirin takip eden mısralarındaki çağrının karşılığını bulmasına katkıda bulunma potansiyelini dillendirmektir. ekilir ekin geliriz ezilir un geliriz bir gider bin geliriz beni vurmak kurtuluş mu
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
kör olasın demiyorum kör olma da gör beni
5
MAKALE/İNCELEME Ayşe Öztürk
ayseozturk@gundogusu.net
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
TOPLUMSAL CİNSİYET ÖRGÜSÜ İLE CİNSİYETİ ÖRMEK
6
Kendi toplumsal cinsiyet kategorimizi nasıl mı üretip betimleriz? Güçlü bir eril belleğin ürünü olarak üretip betimleriz. Böylelikle kadın ya da erkek olmak, bu belleğin ürünü olarak, eleştirilmeksizin kabul gören cinsiyet kategorilerinden biri olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda herhangi bir eleştiri mekanizması gelişmez. Peki, eleştirmeksizin bir cinsiyet kategorisi bizi nereye götürür? Bir kadınla kurulan ilişkilerin var ettiği erkekliklere; babalara, oğullara ve erkek arkadaşlara; bir erkekle kurulan ilişkilerin var ettiği kadınlıklara; annelere, kızlara ve kız arkadaşlara götürür. Dolayısıyla bu ve benzeri sorular, sorunsallaştırılmış bir cinsiyet kritiği yapma bakımından gereklidir. Cinsiyet(Sex) ve toplumsal cinsiyet(Gender), karşıt değil farklıklara dayanan iki kavramdır. Biyolojik bir temele ve belirlenmişliğe dayandırılan cinsiyet(Sex) ve toplumsal bir temele ve toplumsallaşmanın yarattığı bir belirlenmişliğe dayandırılan toplumsal cinsiyet (Gender) birlikteliğiyle; dişi ‘toplumsal kadın’a, eril varlık ise ‘toplumsal erkek’e dönüştürülür. Dolayısıyla kadın ve erkekliği belirleyen temel unsur cinsiyet(Sex) değil, toplumsal cinsiyetin (Gender) ortaya koyduğu toplumsallaşma ve kültürdür. Kadına ve erkeğe yüklenen roller, tamamıyla bir süreçle ilintilidir. Denilebilir ki, toplumsal cinsiyet ve roller bu süreç içerisinde belirlenir. Toplumsal cinsiyetin bir süreç olarak ele alınması, onun dinamik bir yapısı olduğunu gösterir. Dinamizme bağlı olarak değişen toplum ve koşullar, toplumsal cinsiyetin sınırlarını da değiştirir. Değişen sınırlara rağmen, toplumsal cinsiyetin kendisinde herhangi bir değişme görülmez; aksine süreç ve değişimle birlikte toplumsal cinsiyetin kendisi daimi kalır. Bu sorunsal, temelde feminist kuramın öncelikli sorunsalı arasında yer alır. Feminist kuramın merkezinden bu soruları ele aldığımızda, üretilen özne ve nesne cinsiyetler eleştirilmeksizin erkeği ve kadını işaret eder. Cinsiyet olarak erkek ve kadın, dahası erkek özne ve kadın nesne kavramları tarihsellik içerisinde merkezi bir önem taşır. Hatta bu merkez temel tartışmaların döndüğü yer olarak da belirtilebilir. Feminist kuram, kendi cinsiyet kimliği ve toplumsal rolü arasında kalan erkekliklere ve kadınlıklara bir tartışma alanı açar. Bu tartışmaların en önemlilerinden biri; Judith Butler’ın ‘Cinsiyet Belası’ adlı eserinde ele alınır.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Butler, cinsiyet olarak kadını ve kadın özne kavramını ele alırken toplumsal cinsiyete atıfta bulunur. Aynı zamanda feminist kurama da bu bağlamda güçlü eleştiriler getirir. Özellikle feminist kuramın kadınlık ve erkeklik kavramını kullanım biçimine yoğunlaşır. Buradan hareketle kuramın, toplumsal cinsiyet kavramını kullanım biçimine de belli itirazlar getirir. Feminist kuram açısından bakıldığında, toplumsal cinsiyet kavramı ortaya çıktığında adeta bir devrim yaratmıştır. Çoğunluk, kuramı, gelişim bakımından yol açtığı üzerine müzakere eder. Beklenti, toplumsal cinsiyet kavramının, cinsiyet algısı yoksunu toplumsal yapılarda değişim yaratacağı yönündedir. Ancak Butler bu kadar iyimser değildir. Hatta kötümser olduğu dahi söylenebilir. Onun açısından toplumsal cinsiyet kavramı, bu şekilde bir gelişmeye işaret etmez. Kavram; devrim niteliği taşımaz. Bu kavramın herhangi bir yol gösterici ya da açıcı yönü olmaz. Dolayısıyla toplumsal yapılarda bir değişim yaratmaz. Aksine bu kavram erkekliğe ve kadınlığa dair basmakalıp, buna ek olarak normatif bir söylem üretmektedir. Böylelikle de üretilen bu söylemler, fiili olarak toplumsal yapıda bir yer edinir. Zira feminist kuram, normatif hiyerarşilere ve dışlama biçimlerine karşıt bir tez geliştirmiş olmalıdır. Esasında, kavramın temel tezi de bu yöndedir. Fakat Butler bu kavrama hem eleştiri getirmekte hem de kavramda mevcut kimi çelişkileri ele almaktadır. Öncelikle, kadınlığı ve erkekliği nereden bakarak konumlandırdığımıza değinir. Ardından konumlandırmamız bakımından, kadınlığın ve erkekliğin, genel- geçer bir kadınlık ve erkeklik idealine vurgu yaptığını öne sürer. Bu bağlamda, ortaya biyolojik determinizm kavramının çıktığını iddia eder. Hatta kadınlığı ve erkekliği biyolojik determinizme dayanarak kurguladığımızı var sayar. Böylelikle de bir cinsiyet kategorisi olarak, kadınlığın ve erkekliğin ortaya çıktığını öne sürer. Butler, bu bağlamdan yola çıkarak kendi tezini temellendirir. Eril belleğin ürünü olan heteroseksüel egemenlik, çerçevesi net çizilmesi gereken bir egemenliktir. Ona göre, bu egemenliğin çerçevesi olarak niteleyebileceğimiz normatif cinsiyet pratikleri, hiçe sayılması gereken pratiklerdir. Bu pratikleri hiçe saymadığımız sürece, yol alabilmemiz mümkün değildir. Yöntem olarak, normatif olmayan cinsiyet pratiklerini alana çıkarmaktan söz eder. Bu pratikleri alana çıkarmak, onların kuruluş ve kurgulanışlarını ortaya çıkarmaktır. Normatif olmayan bu pratiklerle birlikte, istikrarı istikrarsızlaştırabiliriz. Hatta iktidarı iktidarsızlaştırmak dahi mümkündür. Bu bağlam, yeni bir tartışma alana açabilecek bir bağlamdır. Görece sistemleştirilmiş sisteme karşıdır. Buradan hareketle, sisteme aykırı ve sistemin dışında bir teoriyi ortaya atar. Bu teori “queer” teoridir. Öncelikle bu teori kadınlık ve erkeklik, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarının oluşumuna eleştirel bir şüpheyle yaklaşır. Eleştirel şüphe süzgecinden geçirdiği bu kavramlara dair temel argümanlar ortaya koyar. Bu argümanlardan biri, bu kavramsallaştırmanın hiyerarşik bir yapılanma içerdiği yönündedir. Bu bağlamda, ilkin bu hiyerarşinin kırılması gerekir. Kırılmayla birlikte, baştan kabul görmememiz vaaz edilen ikiliği, yani ikili cinsiyetliliği sorgulamaya davet eder. Sorgulamadan hareketle, “Kadın ve erkek nedir?” ve “Kadınlık ve erkeklik nedir?’ temel sorunsallarımız olur. Butler, “Nedir?”li bu sorulara veremeyeceğimiz cevabı muğlaklaştırma olarak değerlendirir. Bu muğlaklaştırma, belli bir çağrışım yaptığı varsayılan cinsiyetli olma durumunu muğlaklaştırmadır. Muğlaklığı olumlar nitelikte bir tez öne sürer. Çünkü muğlaklık durumu, onun özel bir bağlam ile değindiği “performatiflik” kavramını açığa çıkarır. Yani edimsellik kavramını ortaya koyar. Fiilen ortaya konulan bir şey olarak, performatiflik (edimsellik) performans olarak okunur. Buradan hareketle denilebilir ki, kadınlık ve erkeklik mutlak cinsiyet kategorisi değildir. Bu kategoriler, kimi kodlanmış edimlerin tekrarı sonucu oluşmuş kategorilerdir. Hiçbirimiz kadınlığı ve erkekliği verili bir olumsallık çerçevesinde sunmayız, aksine bir performans olarak gözler önüne sereriz. Toplumsal cinsiyet normlarının üzerimizdeki baskıları, tek taraflı yahut tek yönlü işlemez. Aksine bu normlar, birçok kanaldan ve koldan bizi aynı- tıpkı akarsu yatağına toplanmak gibiyöne çeker. Kadınlık ve erkeklik, anatomik varoluşun doğal bir tezahürüymüşçesine algılanır. Bu algılanış çerçevesinde, kadınlığın ve erkekliğin dışındakiler, yani tüm norm’al kabul edilenin dışındakiler, bu minvalde eritilmeye çalışılır. Butler’ın tüm çabası, eritme durumsallığına karşıttır. O, varoluşa ve bedene dayatılmış tüm norm’ların dışında bir yaşam alanı yaratma çabasıdır. Bu yaratım sürecinin temel tezi ise, toplumsal cinsiyet kavramının altüst edilmesidir. Buradan hareketle baştaki sorulara geri dönersek, eleştirelliğin gerekliği açığa çıkar. Çünkü buradaki eleştirellik; bozma, yıkma ve hatta yeniden kurmayı içeren bir eleştirelliktir. Bu eleştirellikle, doğallaştırdığımız bilgilerimizden arınırız. Arınmayla birlikte, kadınlığa ve erkekliğe dair performans durumunu gözler önüne serebiliriz. Kadınlığı ve erkekliği anatomik bir varoluş olarak değil, aksine onları performatif bir oluş olarak okuyabiliriz. Butler’ın teorileştirmesinde gördüğümüz üzere, kadınlığın ve erkekliğin sabit ve dokunulmaz
7
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
8
varoluşu yerle bir edilir. Gördüğümüz ve algıladığımız bedenler bir performanstan mı ibarettir; yoksa gerçeğin ta kendisi midir, bilinemez. Bu ise bir kriz anıdır. Bu noktada tüm gerçeklik bir krize girer. Fakat Butler bu krizi olumlar. Çünkü krizin bir devrim niteliğine bürünmemesi, mümkün değildir. Olasılıklı dahi olsa, tıpkı Kant’ın kriz anında niyetlerin belirleneceğine vurgu yapması gibi Butler’da kriz anına vurgu yapar. Gerçeklik kriz anında ortaya çıkar ve kriz anı gerçekliği ortaya serer. Böyle bir gerçeklik tahayyülü, yeniden kurulan bir alanı sunar. Bu alan, neyin hakikat neyin hakikat olmadığının önceden haberini veremeyen bir alandır. Aynı zamanda, herhangi bir meşruiyet söylemini de dışlayan bir alandır. Burada meşru ve gayri meşrunun işaret ettiği noktalar, artık bulanıklaşmıştır. Flu bir görüngü alanında, işaret kavramlarımız ve dilsel ifadelerimiz de genel geçerliğini yitirmiştir. Kadınlığın ve erkekliğin aynı surette öznenin ve nesnenin dilsel işareti bir yıkıma uğratıldığında, mevcudiyet konumları da bir yıkıma uğratılmıştır. Böylelikle, normatif üst söylem yalpalamaya başlamıştır. Dolayısıyla, Butler’ın yapmaya çalıştığı da tam olarak budur. Normatif belirlenmişliği silmek, yerle bir etmek ve onu tüm kollardan belirsizleştirmektir. Yıkıma ve yeniden yapılandırmaya yöneltilmiş bu teorinin temel tezi; sabit kabul edilen cinsel kimlik kategorisini aşmak ve onun yerine farklı cinsel kimlik kategorilerinin de var olabileceği yargısını oturtmaktır. Diğer taraftan kısıtlayıcı ve baskıcı normların karşısına, farklı ilişkisellik biçimlerini koymaktır. Böylelikle sabit gerçeklik alanına karşıt olarak, yeni bir gerçeklik alanı açılacaktır. İçkin ve değişmez olmayan bir cinsiyet kabulü; kadınlığı ve erkekliği, diğer taraftan bunlarla kurgulanan toplumsal cinsiyeti zorunluluk olmaktan çıkarır. Sonuç itibariyle feminist kuramın, cinsiyete ve toplumsal cinsiyete yönelik öne sürdüğü tez yerle bir edilmektedir. Kuram çerçevesinde, biyolojik olarak verili ve içkin olan cinsiyet ve bu verili cinsiyet özelliğine toplumun yüklediği anlamlar, çizdiği roller ve beklentiler olarak okunan toplumsal cinsiyet; Butler gibi teorisyenler tarafından sorunsal olarak görülmektedir. Bu sorunsal bağlamında, kendi tezlerini ortaya koymaktadırlar. Ona göre, önceden var kabul edilen ve bir norm çıkarımına dayanan kadınlık ve erkeklik; kadınlığı ve erkekliği ne kadar temsil edebilir. Yani kadınlık ve erkeklik üretilen bir şey midir, yoksa sonsuzca var olan bir şey midir? İşte bu soru bağlamında, Butler kadın ve erkek öznenin tam olarak üst söylem tarafından üretildiğini yahut kurulduğunu iddia eder. Feminist kurama bir eleştiri niteliğinde olan Butler’ın bu tezi, feminist kuramın temsil durumuna değinir. Bu açıdan, feminist kuram öznenin üretimi ve kuruluşu üzerinde durmamakla eleştirilir. Öznenin üretimi ve kuruluşu üzerinde durulmayan bu temsilde, ortak tek bir özne tahayyülü vardır. Bu öznenin, tüm diğer özneleri kapsadığı varsayılır. Bu kapsayıcılık ise, belli bir dışlamanın üstü örtülmüş halidir. Butler’ın şu sözünün bize sunduğu gibi: “öznenin konuşulmayan normatif koşullarını yerine getirmeyi başaramayan kişilerin dışlanmasıyla inşa edilen özneleri temsil etmenin ne anlamı olabilir ki?” (Butler,s 49, 2010) Bu bağlamda, feminist kurama temsil dışında yeni bir söylem alanı gereklidir. Çünkü tek bir kadın ve kadınlık; erkek ve erkeklik yoktur. İnsan varlığı kadını ve kadınlığı, erkeği ve erkekliği farklı yönlerden ve yollardan deneyimler. Eleştirmeksizin kabul ettiğimiz her bir kavramsallaştırma yönümüzü ve yolumuzu tıkamaktadır. Hatta eleştirmeksizin kabul edeceğimiz her bir öznellik, kurulmuş ve karşı durduğumuz öznellik durumlarına çarpar ve bize doğrudan yansır. Böyle bir yansıma ve yanılsama alanından çıkmak için, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramının yeniden ele alınıp değerlendirilmesi gerekir. Birinin kültürel bir kuruluş, diğerinin anatomik bir varoluş olarak kabul edilmesi kolay yoldur. Esasında zor olan, temel bir eleştirellik bağlamında her ikisini de ele alıp üzerine düşünmektir. Zira ikisinin de kurulmuş bir kavramsallaştırma olduğu kabul etmekten ziyade, bu kavramsallaştırmanın nedenlerine odaklanmak gerekir. Butler, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetin ayrı iki kategoriymişçesine ele alınamayacağını; aksine toplumsal cinsiyetin kimliği öncelediğini vurgular. Bu bağlamda, bireysel öznelliklerin ortaya çıkması ve olumlanması için öncelikli olarak bu kategorizasyonun ötesinde bir kavramsallaştırma gerekir. Ona göre kavramsallaştırma ise, ancak “gueer teori” ile yapılabilir. Bu bir inşa süreci ise, yapılması gereken, bu inşa sürecini kökten yıkmaktır. Bu bağlamda, ufuk açıcı tezler öne sürdüğü hakikattir. Bu tezler öznelliğin, özellikle de kadın öznelliğinin konumlanışı bakımından önem teşkil eder. Onun da sıkılıkla atıfta bulunduğu, Simon de Beauvoir’nın “Kadın doğulmaz kadın olunur.” söylemi; kadın öznenin görünürlüğü sürecinde önemli bir tezdir. Elbette hiçbirimiz bizi niteledikleri kişi ya da cinsiyet olarak doğmayız. Belli deneyimler ve yaşanmışlıklar sürecinde oluşuruz. Bu süreçte, bu oluş sorgulanır, kimi zaman yerle bir edilir ve yeniden kurulur. Marijinalize edilmemek kaydıyla, Butler’ın tezi oldukça eleştireldir. “Kadın doğulmaz kadın olunur.” söylemine dayanan olunmayış ve sonradan olma durumu, öznelliği kapı aralar niteliktedir. Bir yönüyle, bu güçlü bir tez olarak okunabilir. Ancak bu durum, feminizm gibi kadın özneyi ve kadınlık durumunu sorunsallaştıran bir kuram açısından tehlikelidir
de. Feminist kuramın yolunu açtığı gibi, bu kuramın yolunu tıkar da. Bu noktada, ortaya önemli bir soru ve sorun çıkar. Şöyle ki: Eğer bir kadınlık durumu yoksa ve bu durum yalnızca bir performanstan ibaretse, bu kadar söylem ne ve kim içindir? Bu soru çerçevesinde görülen odur ki; Butler’ın tezi çok güçlü ve ufuk açıcı argümanlara sahiptir. Ancak bir noktadan sonra, feminist kuramın yolunu çıkmaza sokar. O argümanları çerçevesinde: “Kadın nedir?”i sordurmadan, “Kadın var mıdır?”ı sordurur.
•
Butler, Judith, Cinsiyet Belası, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2010
•
Butler, Judith, Taklit ve ‘Toplumsal Cinsiyet’e Karşı Durma, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2007
•
Hırata, H/ Laborie, F/ Le Doare, H/ Senorier D, Eleştirel Feminizm Sözlüğü, çev. Savran, Gülnur Acar, Kanat Kitap, İstanbul, 2009
•
Scott, Joan, Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi, çev. Aykut Tunç Kılıç, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2007
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
KAYNAKÇA
9
MAKALE/İNCELEME Orhan Yalçın Gültekin
oyg.simurg@gmail.com
DEMİR ÖKÇE
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
ÜZERİNE
10
Sizin bir başucu kitabınız var mı? Benim var. Her yıl bir kere okurum. Arada bir de karıştırır, bazı bölümlerine yeniden bakarım. Kitap, öngörülebileceği gibi kuramsal bir kitap değil. Hemen akla gelebileceği gibi Ernesto Ché Guevara’nın “Savaş Üzerine”si, Mao’nun Kızıl Kitabı, Lenin’in “İki Taktik”i de değil. Marx ile Engels’in “Manifesto”su olmadığı gibi herhangi bir siyasî grubun bildirgesi de değil. Söz konusu olan ne Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim”leri ne Hüseyin İnan’ın Türkiye Devriminin Yolu broşürü ne de İbrahim Kaypakkaya’nın Toplu Yazıları. Kitap bir roman. Amerikalı sosyalist yazar Jack London’ın bir romanı: Demir Ökçe (The Iron Heel). Benim başucu kitabım popular kültür açısından yazarının en önemli kitabı bile sayılmaz. Jack London denilince akla hemen “The Call of the Wild” (Vahşetin Çağrısı) ve “White Fang” (Beyaz Diş) gelir. Hemen arkasından da “To Build a Fire”daki (Bir Ateş Yakmak) kısa hikâyeleri ile “An Odyssey of the North” (Kuzeyin Odisesi), ve “Love of Life” (Yaşam Aşkı) gelir. London, “The Pearls of Parlay” (Parlay İncileri) ve “The Heathen” (Kâfir) gibi öykülerinde Güney Pasifik’i, “The Sea Wolf”ta (Deniz Kurdu) da San Fransisco Koyu bölgesini işlemiştir. Gerçi Türkiye’de ortalama bir roman okuru açısından Vahşetin Çağrısı, Jack London ile ilgili en önemli bağlantı kabul edilebilir. Romanın ötesinde televizyonda bir kaç film ve dizi ile görsel olarak da izleyiciye ulaşmıştır. “Vahşetin Çağrısı”nın hemen ardından da “Deniz Kurdu”nun geldiği söylenebilir. Benim Jack London’la bağlantım “The Call of the Wild” aracılığıyla Darüşşafaka’da kurulmuştu. Simplified/basitleştirilmiş bir versiyonu İngilizce ders kitaplarımızdan biri miydi, yoksa kendimizi geliştirmek için harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz paralarla aldığımız kitaplardan biri miydi, şu an pek hatırlayamadım. Çocukluğu boksör Kalust Çarkcıyan’ın kurt köpekleri arasında geçmiş bir yeniyetme olarak kahramanı Buck adlı bir St. Bernard-Scotch Collie,olan bu roman hayli ilgimi çekmişti. Jack London’ın sendikalaşma, sosyalizm ve işçi haklarının tutkulu bir savunucusu olduğunu ve bu konularla ilgili birçok güçlü eser yazdığını keşfetmem için Encyclopædia Britannica ciltlerinde biraz zaman geçirmem yetmişti. Bu çerçevedeki romanları arasında distopik bir ro-
man olan “The Iron Heel” (Demir Ökçe) ile “The People of the Abyss” (Uçurum İnsanları) ve “The War of the Classes” (Sınıflar Savaşı) vardı ama Türkçe’ye yalnızca “The Iron Hill” (Demir Ökçe) çevrilmişti ama onu da piyasada bulmak mümkün değildi. Kitabı elime almak için 1978 yılını beklemem gerekiyordu. Öncü Kitabevi tarafından Mayıs 1978’de Emin Türk Eliçin çevirisiyle yayınlanan Demir Ökçe’nin yaşamımın en önemli kitaplarından biri, dahası en önde geleni olacağını ilk okuduğumda farketmemiştim. Ivan Turgenev’in “Babalar ve Oğullar”ı hâlâ yaşamımı etkileyen en önemli kitaptı ve yerine başka bir kitabı koyabileceğimi düşünemiyordum. (Gerçi “Babalar ve Oğullar”, bu yaşımda bile “bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” kıvamındaki tek kitaptır.) Demir Ökçe ile ilgili olarak Yalçın Küçük, Türkiye Solunun radikal kanadının en çok etkilendiği kitapların başında gelir mealinde bir şeyler söylemişti. Yalçın Küçük’ün durduğu yere bakınca bu sözleriyle kitabı övmekten çok yerdiği de söylenebilir. Kitabın bizim kuşağımız (78 kuşağı) için çok önemli olduğu söz götürmez ama 68 kuşağı için de ne kadar önemli olduğunu yakın zamanda, Tayfur Cinemre’nin “Cihan Alptekin’le Sansaryan Han’da 43 Gün” adlı yazısından öğrendim. Cinemre, şöyle anlatıyordu Cihan Alptekin ile Demir Ökçe bağlantısını:
*** “The Iron Heel” (Demir Ökçe), ilk kez 1908’de yayınlanmış. (Çevirinin önsözünde 1907 yazıyor.) Sınıflarken “dystopian novel” diyorlar; “gelecekte son derece korkunç ve bozulmuş bir toplumun olacağının düşünülmesi, kurgulanmasına dayanan roman” anlamına geliyor. Roman, modern distopyanın öncülü, ilk örneği olarak kabul ediliyor. Romana önsöz yazan Anatole France, “1907’de Jack London müthiş bir karamsar olarak kınandı. Gerçek sosyalistler bile parti saflarına korku salmakla suçladılar yazarı” diyerek aslında romanın en önemli özelliğini vurgulayacaktı. Roman, edebî özellikleriyle de hem Jack London yazılarının genel yapısına hem de dönemin edebiyatının genel yapısına göre sıradışı kabul edilir. Demir Ökçe, Bir kadının ağzından bir erkek kahramanı ve o erkek kahramanla kopmaz bağları olan bir dönemin inişli çıkışlı sınıf savaşımlarını anlatmaktadır. Bir başka özellik de Jack London’ın romana “eseri 26. Yüzyılda yayınlayan Merdithe” olarak düştüğü notlardır. Romanı 1908’de okuyanlar için bu edebî özellikler sıradışı kabul edilebilir ama ilk yayınlanışından tam 70 yıl sonra okuyan biri söz konusu olduğunda bu özellikler o kadar da özgün ve sıradışı gelmeyecektir. Açıkçası Demir Ökçe’yi ilk okuduğumda onun edebî özelliklerine hiç dikkat etmedim. Dönemimizin ruhuna uygun olarak “siyasî” romanlarda aradığım da edebî özellik değildi zaten. Edebiyat, benim için öncelikle Rus edebiyatıydı; Dostoyevsky, Tolstoy, Turgenev, Cehov’du. Bunlara bir de Shakespeare eklenmeliydi. Ne “Ve çeliğe Su Verildi” ne “Direnme Savaşı”, edebî yönüyle ilgilendirmemişti beni; Demir Ökçe niye ilgilendirmeliydi ki? Romanda, benim dikkatimi çeken ilk özellik, o dönemde bizler birbirimizi fraksiyon kavgalarına
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Çoktan kurumuş olan kanlı elini öyle bir gururla taşıyordu ki, onu herkese övünerek gösteriyordu bu hastalıklı beynin sahibi. Ilgız Aykutlu da bu gösteriyi kendince çok “yaratıcı” bulmuş olmalı ki, adamı ve ekibini aldığı gibi bizim tabutluğa getirmişti. Amacı “eski dostu” Cihan’a güç gösterisi yapmak ve morallerimizi sıfırlamaktı aklınca. Aykutlu, “Görüyorsunuz işte, artık hepiniz yenildiniz; sizin gibi anarşistlerin sonu budur işte” gibilerinden bir söz etti. O zamana kadar sessiz duran Cihan, başını kaldırarak ve gözlerini Aykutlu’nun gözlerinin içine dikerek şu sözleri söyledi: “Evet bu kez yenildik, ama temelli değil! Demir ökçeniz şimdi eziyor bizi. Fakat davamız daha da güçlenmiş olarak yeniden ayağa kalkacaktır.” Böyle bir karşılığı hiç beklemeyen Aykutlu önce şaşırmış sonra da hırsla tekme tokat girişmişti bize, “Bu gece sorguda görüşürüz seninle, bakalım o zaman da bu kadar kahraman olabilecek misin orada” diye tehditler savurarak. Yeniden yalnız kaldığımızda Cihan’a sormuştum, nereden aklına geldi böyle bir cevap vermek diye. O da her zamanki muzip gülümsemesiyle bunu, Jack London’un Demir Ökçe kitabından hatırladığını ve okuduğu bu cümlenin kendisinde iz bıraktığını söylemişti.
11
mahkûm etmiş ve “eleştirilerimizin sivri ucu”nu revizyonist-oportünist-reformist ilan ettiklerimize yöneltmişken, romanın ilk bölümündeki hemen bütün tartışmaların proletarya ve sosyalizmi temsilen Ernst Everhard, ile değişik sınıfların temsilcileri arasında geçiyor olmasıydı. İkinci önemli özellik insanların değişim-dönüşümünün ya da daha doğru bir ifadeyle çalışan sınıfların yanında saf tutma ve devrime katılmalarının ancak bir “bedel” ödemekle mümkün olacağına yapılan vurguydu. Başta Avis Everhard’ın babası John Cunnigham olmak üzere bu dönüşümü yaşayanların hiçbiri system içindeki konumlarını muhafaza edemiyorlardı. Bu, bizim yaşımızdakiler için çok önemli bir vurguydu. Biz o zamanlarda bile “kendini feda etme”yi kabullenmiş genç insanlardık ve roman bize bunu gözümüzün içine sokarcasına anlatıyordu. Romanda bir dizi konuyla birlikte aile de önemli bir yere sahipti. Aile aidiyeti ile devrime ait olma arasındaki çelişki, 12 Mart ve 12 Eylül’ün işkenceli sorgularının da ana konularından ya da araçlarından olagelmişti. Sorgulananın direncini kırmak için kullanılan en önemli araçlardan biri de aile bireylerinin de aynı işkenceli sorguya alınacağı tehdidi olmuş, çoklukla da kullanılmıştı. Örgüt ile aile, yoldaşlık ile aile aidiyeti karşı karşıya konularak, sorgulananın bir tercih yapması dayatılmıştı. Demir Ökçe’de konu daha dramatik bir biçimde ele alınmıştı. Demir Ökçe’ye karşı sürdürülen savaştaki en müthiş, en vahşi, en acımasız bölük olan “Frisko Kızılları”nın 25 numarası Peter Donelly’nin biri hariç bütün ailesi Demir Ökçe tarafından öldürülmüştür. Ailesinin öcünü almaya odaklanmış Donelly, Demir Ökçe’nin adamlarına karşı gözünü bile kırpmadan suikastlar düzenlemektedir. Oğlu ise, Demir Ökçe’nin adamıdır ve Donelly için yok hükmündedir. Baba ile yok hükmündeki oğulun dramatik karşılaşmasını ve bu karşılaşmanın sonrasını Jack London şöyle anlatır:
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
“Donelly’nin işleri, kendisine verilen idam listesinde Timotheus Donelly adına rastlayıncaya dek iyi gitmişti. O zaman, ondaki güçlü aile duygusu üstün geldi. Oğlunu kurtarmak için yoldaşlarını sattı. Oğlunu zoru zoruna kurtarmasına karşılık bir düzine Frisko Kızılı öldürüldü ve grup hemen hemen mahvoldu. Ama kalanlar onu, hıyanetiyle adamakıllı hak etmiş olduğu cezaya çarptırmakta gecikmediler.”
12
Demir Ökçe ile birlikte Marx ve Engels’in o ünlü “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur” belirlemesi, benim açımdan, ekonomik vb. bir belirlemenin ötesine geçti ve Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde “türün üremesi”ne vermiş olduğu önem somutlaşmış oldu. Türün üremesi ve onun bir formu olarak aile, bizim o dönemlerde Nazım Hikmet’in “Kan Konuşmaz” adlı romanındakinden daha derin anlama sahipti. Ne kadar olması gerekene –kan konuşmaz- vurgu yapsak da kan konuşuyordu! Kuşkusuz romanda başka bazı başka konular da vardı ve hepsi de o dönemde kafamızı kurcalayan konularla ilgiliydi. Yine de o ilk okumamda benim en çok etkilendiğin konu tam da Anatole France’ın vurguladığı konuydu; Jack London, aslında bir distopya kurgulamamıştı, bir karamsar değil, bir uyarıcıydı. “Haklı değidiler oysa. Kimde o değerli ve az bulunur önsezi yeteneği varsa, gelişini gördüğü tehlikeleri bildirmek zorundadır.” Jack London’ın 1907/1908’de yaptığı aslında buydu ve resmettiği gelecek ne kadar yoğun bir karabasansa da –tıpkı George Orwell’in 1984’ü gibiaslında gerçekçiydi. Çarlık Rusyasında burjuva demokratik devrimin 1905’teki yenilgisinden hem 2-3 yıl sonra yayınlanan romanın bu yenilgiden etkilenerek mi yazıldığı tartışılabilinir. Ne var ki, 1908 yılı o kadar da kötü bir yıl sayılmazdı. “New York’ta 8 Mart 1908’de yürüyüşe geçen 15,000 kadın ise çalışma saatlerinin azaltılmasını, daha iyi ücret, oy hakkı ve çocuk emeğinin kullanılmasına son verilmesini istiyorlardı. ‘Ekmek ve güller’ diyorlardı… ‘Ekmek’, ekonomik güvenceyi; ‘güller’ ise daha iyi bir yaşamı simgeliyordu. Jack London, “Demir Ökçe”de uluslararası sosyalist-komünist harekete genellikle hâkim olmuş “erken zafer beklentileri”ne karşı net bir duruş sergiliyor ve hareketi o dönemde bile öngörülebilir olan, zor, çetin ve alışıldık savaşım süreçlerinin dışında yeni bir zemine oturacak “düzen” konusunda uyarıyordu. Her ne kadar, içinde bulunduğumuz dönemi, Jack London’ın “Demir Ökçe”sine benzetiyor olsak da (açık-gizli faşizmden faşist diktatörlüğe kadar değişen renklerde bir devlet algılamasına sahiptik) 12 Mart yenilgisinin üstüne pek de yeni bir yenilgi bekliyor ya da öngörüyor değildik. Oysa “Demir Ökçe”de Jack London, kim bilir kaç başkaldırıya karşı “demir ökçe”nin düzeni korumada başarılı oluşunu ve kapitalizmin yıkılmak şöyle dursun kendini yeniden ve daha üst düzeyde üretebildiğini anlatıyordu.
Romanın yayınlanmasından yirmi yıl sonra dünya, Komünist Enternasyonal tarafından “finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurların açık terrorist (yıldırıcı) diktatörlüğü” olarak tanımladığı faşizmle tanışacaktı. Eğer faşizm “demir ökçe” idiyse, Jack London’ın ona karşı verilecek savaşımla ilgili anlatımıyla uluslararası sosyalist-komünist hareketin tercihleri pek de örtüşmeyecekti. İlk okumamın üzerinden yaklaşık otuzbeş yıl geçmiş. Bugün, üç konuda özellikle yoğunlaşmam gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, “Demir ökçe” ile “faşizm ilişkisi; ikincisi, hem “Demir Ökçe” hem “1984”ün distopyatik anlatımlarının gerçeklerle/gerçeklikle ne tür bağlantıları olduğu; ve üçüncüsü, “Demir Ökçe”ye de sinmiş erkekegemen zihniyet. Birinci konuyla ilgili olarak her ikisinin –demir ökçe ve faşizm- de yeniden tanımlanması gerekiyor, zira hem faşizm artık bir küfür haline gelmiştir hem de faşizmin tanımlanması konusundaki çok değerli tartışmalar unutulmuştur. İkinci konu açısından iki belirgin yaklaşım olduğu söylenebilir: a) Dünya, her şeye rağmen iyiye gidiyor, b) Batı Cephesinde yeni bir şey yok. Öte yandan, bir üçüncü yaklaşımın geliştirilmesi için çok alâmetler birikti. Üçüncü konu ise bizzat Avis ve Ernest Enerhard arasındaki ilişki bağlamında ve/ama daha çok da Avis Everhard’ın kişiliğine sinmiş erkekegemen zihniyetin sorgulanması ile ilgilidir. Ve bu üç başlık, ayrı ayrı birer yazı konusudur.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
13
MAKALE/İNCELEME Alexander Bogdanov
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
İŞÇİ SINIFI SANATININ ELEŞTİRİSİ
14
Doğaya veya insana ait, basit ya da sistematik tüm yaratıcı ürünler yalnızca düzenleme (regulasyon) sayesinde tertipli, uyumlu, kalıcı bir bicime kavuşurlar. Bunlar her düzenleme surecinin birbiriyle yakından ilişkili ve vazgeçilemez iki yönüdür. Bu nedenle yasamın gelişiminin temel unsuru, yaratıcılığın niteliği ‘değişebilme özelliği’, yani sürekli yeni bileşimler, daha önceki biçimlerden yeni ayrılıklar yaratabilmedir. Daha sonra bu yaratımlar ‘doğal seçilim’ aracılığıyla düzenlenir. Bu süreç çevreye uyumlu olmayanları elerken, uyumlu olanları korur ve güçlendirir. Üretimde, yaratıcı nitelik emektir, düzenleyici ise çabanın sonuçlarını ara vermeden izleyen, hedefe ulaştığımızda bizi durduran veya amaçtan uzaklaştığımızda bizi yeniden yönlendiren bilinç tarafından gerçekleştirilen sistematik kontroldür. Sanatçının çalışmasında da aynı ilişkiler mevcuttur: yaşayan imgelerden sürekli yeni birleşimler yaratılır. Aynı zamanda bunlar bilinç, sistematik seçilim, uyumlu olmayanı ve yapmaya çalıştığımız şeye karşılık gelmeyen her şeyi eleyen ve uygun olan her şeyi koruyan ‘özeleştiri’ mekanizmasıyla düzenlenirler. Özeleştiri yetersiz olduğunda sonuç çatışma, uyumsuzluk ve imgelerin sanatın dışında bir araya getirilmesidir. Sanatın sosyal ölçeklerde gelişimiyse tüm sosyal çevre tarafından düzenlenir. Bu sosyal çevre ona sunulan çalışmaları kabul edebilir, reddedebilir ya da sanattaki yeni akımları sonlandırabilir. Yine de eleştiriyle sistematik bir düzenlemeye ulaşmak da mümkündür. Temeli tabii ki sosyal çevredir. Eleştiri belirli bir topluluğun bakış acısından gerçekleştirilir sınıflı bir toplumda belli bir sınıfın ya da diğerinin bakış acısından. Simdi de isçi sınıfı eleştirisinin, isçi sınıfı sanatının gelişimini nasıl geliştirebileceğini ve neden geliştirmesi gerektiğini inceleyelim. Bu amaca ulaşmak için ilk yapmamız gereken işçi sınıfı sanatının sınırlarını oluşturmak, kapsamını açık bir biçimde tanımlamaktır. Bu sayede onu çevreleyen kültürel çevrede eriyip gitmesinin veya eski dünyanın sanatıyla karışmasının önüne geçmiş oluruz. Ancak, bu göründüğü kadar kolay değildir; çünkü şimdiye kadar bir çok hata yapılmış ve birçok karmaşa ortaya çıkmıştır. Öncelikle, işçi ve köylü sanatı arasında nadiren ayrım yapılır. işçi sınıfının, özellikle Rus işçi sınıfının, köylülükten geldiği şüphesizdir ve bu iki sınıf arasında bir çok temas noktası mevcuttur. Kitlesel olarak köylüler de, toplumun uğraşıp didinen, sömürülen unsurlarındandır. Bu nedenle de, işçiler ve köylüler arasında kalıcı bir politik birliktelik yaratılabilir. Ancak, dayanışma kültürü ve ideoloji acısından, düşünme ve eyleme yöntemleri acısından bu ikisi arasında derin ayrılıklar vardır. İşçi sınıfının özü, onun örgütsel temeli, kolektivizmi, birlik oluşu
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
ve dayanışmasıdır. Bu temel onun yaşamında geliştikçe ve onun bir parçası haline geldikçe, sınıf olarak kendisinin bilincine varır. Köylüler ve küçük mal sahipleriyse genelde bireyciliğe, kişisel çıkar ve özel mülke meyillidirler; onlar ‘küçük burjuvadır’ – bu yanlış ve mekanik bir isimdir; çünkü burjuvazi aslında “şehirde ikamet eden kişi” anlamına gelir. Yine de bu terim, köylülerin yaşamsal arayışının gerçek niteliğini doğru bir bicimde ifade eder. Buna ek olarak, köylü ailelerin patriarkal düzeni, otorite ve dinin ruhunu devam ettirir; köy yaşantısının tipik özelliği olan o malum dar ufuk ve geriye donuk tarımın(köylülere göre mistik olan) ilkel unsurlara bağlılığı gibi dinamiklerin tümü bizi yukarıdaki sonuca vardırır. Köy şiirlerinin hepsini inceleyin, sadece devrimden öncekileri değil, en modern olanları, Sol Toplumcu-Devrimcilerinkilerini; hatta yetenekli şairler Kluyev ve Essen’in ‘Red Sound’ veya ‘Almanach’ gibi şiirlerini ve diğerlerini de inceleyin. Her yerde ‘toprağımız’ ve ‘hanemiz’ fetişleriyle karşılaşacaksınız. Köylü tanrılarının Olympos’u Üçleme (Bakire Meryem, Cesur George, ve Hayırsever Nicholas da) buradadır; geçmişe olan yönelimlerine, Stenka Rasin (eşkıya kahraman) gibi, toplulukların örgütlenmemiş basit birlik liderlerinin itibarına dikkat edin. Bunların hepsi sosyalist isçi sınıfının bilincine yabancıdır. Yine de, böyle çalışmalar işçi gazete ve dergilerinde işçi sınıfı yanlışıymış gibi basılır ve eleştirmenlerce de öyle kabul görür. İşçi sınıfı şiirlerinin çoğunun kökeninde köylü şiirleri olduğu doğrudur; ya köyden yeni geldiklerinden ya köyle bağlantılarını hala koruduklarından ya da taklit yüzünden. Moskova’da 1913’te basılan ve daha sonar Çar’ın sansürcüleri tarafından ortadan kaldırılan, işçi sairlerin ilk süreli yayını, Şarkılarımız saf köylü şiirleriyle doludur. Buradaki şiirlerin büyük bir bölümü de geçiş türü şiirlerdir. Karmaşıklığın diğer nedenlerinden biri de işçi sınıfının savaş ve devrim yıllarında bir dereceye kadar teslim olduğu askerlerin etkisidir. Çoğu acıdan, askerler üretimden uzaklaşmış, kommünizmin geçerli olduğu koşullarda kitleler halinde yaşayan, yıkmak için eğitilmis ve büyük oranda da o işle meşgul olan köylülerdir. Barış mücadelesi, işçi sınıfı düşmanlığından daha soyut ve daha az bilincine varılmış bir zengin düşmanlığı askerleri geçici olarak işçi sınıfı ile politik ittifaka yönlendirdi ve toplumsal kategoriler olarak birbirleriyle ilişkili olmamalarına, hatta hayattaki rolleri açısından birbirleriyle zıt olmalarına rağmen, ikisi arasında yakın bir iletişime sebep oldu. Kavgadaki beraberlik askerlerin ideolojilerinin bazı işçi gazetelerinde yer bulmasına neden oldu ve daha uysal işçi sınıfı şairlerinin bazılarının zihinlerini ele geçirdi(taint the mind). Öyle ki, devrimin mücadele şarkılarının bazıları özellikle askerlerin fikirleriyle renklenmişti. Böylece daha yüksek idealler taşıyan bir sınıf için zorunlu ve doğal olan asalet(nobility of tone?) hasar gördü. Bu mısralara burjuvazinin bireysel temsilcilerine olan dar görüşlü kişisel bir nefret ruhu, hayatta bazen meşruiyeti olan ama şiirde asil bir sınıfın mücadele idealini alçalttığı için kabul edilemez olan bir nefret ruhu dahil edildi. Hatta aşırılıklara, yenilen düşmana yönelik kötu niyetli alaylar, linçin yüceltilmesi ve –böyle şeylerin olduğunu söylemekten bile üzgünüz ama- sadist övünmeler dahi kabul görüyordu. Tabii ki bunların hiçbirinin işçi sınıfı ideolojisiyle bir ilgisi yoktur. Çünkü işçi sınıfı ideolojisi tipik mücadele güdüsünü taşır ama hoyrat askerlerin güdülerini taşımaz; toplumsal bir güç olarak kapitale sarsılmaz bir düşmanlık besler ama kaçınılmaz olarak sosyal çevresinin ürünü olan, o sınıfın bireysel temsilcilerine karşı küçük düşürücü bir kötü niyet beslemez. Tabii ki işçi sınıfı, kendi özgürlüğünün, gelişiminin ve idealinin çıkarları gerektirdiğinde son çare olarak silaha başvurmalıdır: ama o, tüm silahlı mücadelelerin nedeni olan toplumsal iptidailiğe karsı da mücadele eder. Bu mücadelenin insan ruhunda meydana getirdiği vahşilik, mücadelecilerin zihninde bir süre için var olabilir ama bu vehameti sadece gereklilikten dolayı onaylayan işçi sınıfı kültürüne yabancı ve muhaliftir. Gerçek gücün özü asilliğidir ve yorucu kollektivite gerçek güçtür. Kültürün yeni aristokrasisi olmak onun kaderidir bu kültür insanlık tarihi boyunca sonuncu ve böyle bir nitelemeyi ilk defa hak edendir. Eleştirimizde, işçi sınıfı sanatı ve entellektüel sosyalizm arasında da bir ayrım yapmak durumundayız. Bu ikisinin birbiriyle karışması ülkülerinin yakınlığından dolayı gayet doğaldır. Yine de derin ve önemli ayrılıklar vardır. Uğraşıp didinen entelektüeller burjuva kültüründen gelmektedir, eğer daha önceden çalışmışlarsa o kültürde ve o kültür için çalışmışlar ve o kültürde yetişmişlerdir. Prensipleri ise bireyciliktir. Entellektüel çabanın özyapısı bu eğilimi sürdürmeye meyillidir: akademisyenin, sanatçının veya yazarın çalısmasında dayanışma doğrudan hissedilmez, halkın(community) rolü belirgin değildir, daha ziyade dışsal olarak özgün, mükemmel bir şekilde bağımsız bir kişisel aktivitenin var olduğu yanılsaması söz konusudur. Dayanışma mevcut olduğunda da, entelektüel fabrikadaki bir mühendis ya da hastanedeki bir doktor gibi, lider ya da örgütleyicinin otoriteryen konumundadır. Burada, burjuva dünyası ve onun kültüründe, yaşamın anarşik temelinde örgütsel bir destekleyici olarak kendini gösteren ve kaçınılmaz olarak korunmuş otorite unsuru kendini gösterir. Tüm bunlara bağlı olarak, uğraşıp duran entelektüel, işçi sınıfına samimi ve derin bir sem-
15
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
16
pati beslese ya da Sosyalist ülküye derin bir inanç duysa da, geçmiş etkisini onun düşünce biçiminde, yasamı algılayışında, şiddet ve gelişim yollarına dair kavrayışında kendini göstermeye devam eder. Bunun bir örneği, işçi sınıfı tiyatrosuna dair sorular sorulduğunda ilk akla gelen ve böylesi bir tiyatroda hiç sorgulanmadan tamamen ‘bize ait’ olarak algılanan Verhaeren’in The Dawn(Şafak) adlı oyununda kendini gosterir. Bu bir hatadır. Oyun mükemmel bir oyundur ve bizim icin çok değerli bir mirastır; ama yine de eski dünyadandır. Onda, sosyalizmin ruhu, anlaşılması ama olduğu gibi kabul edilmemesi gereken, otoriteryen bireyci bir kabuğa bürünmüştür. Buradaki kişi, çatışma ve zaferin ruhudur, o olmadan kitleler cahil ve kördur, kendi yolunu bulamaz. Yazar oyununun ilgisini bu karakterin trajedisi üzerine kurar. Bu eski dünyanın kişiliğin algılayış biçimidir. Kolektivizmin yaşama dair inşası ve onu açıklama yoluysa başkadır. Tabii ki halk kahramanlara hakkını verir, hatta bir kahraman da yaratabilir ama bu kolektivitenin dinamiklerinin kişiselleştirilmiş hali, kolektif iradenin bir ifadesi, onun ideallerinin öncüsüdür. Kahramanlara karşı başka türlü bir tutumun mevcudiyeti, kollektivitenin kendine dair açık bir kavrayışa sahip olacak kadar olgunlaşmadığının kanıtıdır. Belçikalı büyük heykeltraş, Konstantin Meunier, işçilerin yaşsmını anlattığı heykellerinde gerçek bir Emek kültü yaratmıştır. Tasvir ettiği şeylere hissettiği derin sevgiye, duygudaşlığına rağmen onun eserleri Kollektivitenin kült eserleri değildir. Büyük yeteneğine rağmen, işçi sınıfı Meunier’in çalışmasının kendisi için mükemmel bir model olmadığını bilmelidir: çünkü onun daha ileri hedefleri vardır. İsçi sınıfının sanatsal bilinci açık, net ve yabancı unsurlardan arınmış olmalıdır. Bu eleştirimizin birincil görevidir. İşçi sınıfı sanatına yönelik eleştirimiz, öncelikle onun içeriğine yönelmelidir. Genç ve zor koşullarda yaşayan bir sınıfın, yeni gelişmeye başlayan kültüründe, deneyim yokluğundan ve gözlem konusundaki önüne geçilemez engellerden dolayı, içerik acısından belirli bir darlık gayet doğaldır. Bu nedenle kurmaca, en başlarda, konularını ve malzemesini işçilerin yaşamından ve onlarla bağlantılı olan devrimci aydınlardan alır; azar azar ve küçük ölçülerde alanını genişletir. Tabii, işçi sınıfı sanatının deneyiminin toplumun ve evrenin tümünü, doğayı kapsayacağı şüphesizdir. Bu acıdan, eleştirimiz ne yapabilir? Tabii ki, yeni doğan bu sanata istediğini verecek konumda değildir. Ama alan genişletme problemini sürekli hatırlatabilir ve hatırlatmalıdır. Bu yöndeki her başarıyı kaydetmeli ve bu başarıyla baglantılı yeni olasılıklara işaret etmelidir. Yine, dolayli olarak, her fırsat bulduğunda ‘sanatsal düşünce’ olarak benzer olan işçi sınıfı ürünlerini, ona benzeyen eski sanatın ürünleriyle kıyaslayarak ona destek olabilir. Bundan sonra, eski sanatın malzeme, bakış açısı, hatta çözüme yonelik önermeleri açısından oldukça farklı olduğu anlaşılacaktır. Bu, özellikle klasik edebiyatin en popüler unsurları bağlamında kendini gösterir: ailenin düzenlenmesi, insan ruhundaki ‘aşağı’ ve ‘üstün’ motifler, insanlara hükmeden güdüler, kişiliğin eğitimi gibi. Bunların bir kısmı ve benzerleri bilim ya da felsefe tarafından ortaya konmuş, o ya da bu şekilde çözülmüştür. Elestirimiz bu çözümleri ortaya koymalı, onları sanatsal çözümlerle kıyaslamalıdır; bilimsel dünyanın kabuğunun altında bulunan, insanın evrensel deneyimindeki büyük kollektivizm, çoğu durumda genç, arayış ve tereddüt içindeki yaratıcı çaba için çok değerli bir rehber olacaktır. Sanatsal içeriğin darlığı sadece örgütlenmiş deneyimin sınırlı alanından değil, dar tek yanlı algıdan, maddi deneyime yönelik temel tutumun sınırlı doğasından da kaynaklanır. Buna en
tipik örnek sosyal mücadeleye aşırı odaklanma, yani sanatın örgütleyici ve mücedeleci bir rolle sınırlandırılmasıdır. Bu, genç ve savaşan, özellikle zor koşullar altında mücadele veren bir sınıf için doğaldır. Hatta bu sınıfın gelişiminin ilk aşamalarında, toplumdaki başka bir sınıfa başkaldırarak kendi bilincini keşfeden ve ideolojisinin mücadele kısmını gerçekleştiren bir sınıf için gerekli bir aşamadır; ancak sonunda bu bakış açısı kaçınılmaz olarak yetersiz kalacaktır. İşçi sınıfı, idealine, mücadelesi aracılığıyla kavuşur; yine de bu ideal yıkma ideali değil yaşamın yeniden örgütlenmesi idealidir. Daha da ötesi, bu örgütlenme, tamamen yeni, ölçülemeyecek kadar karmaşık ve ahenklidir. Sonuç olarak; savaşan bilinç kültünün kendisi temel sorunumuza çözüm getirmez. Sosyalist bir insan ideolojisi üzerinde çalışmak şarttır. Rusya’da bu yola girilmiştir ve işçi sınıfı sanatı da aynı yönde gelişmelidir. İşçi sınıfı kendi idealine yaklaştıkça, bu daha hızlı ve daha enerjik bir biçimde gerçekleşecektir. Şimdiki işçi sınıfı şiirinde, ajitasyonel içerik hakimdir – binlerce şiir, sınıfı mücadeleye çağırmakta, bu mücadeledeki zaferleri övmekte, yüzlerce öykü de kapitali ve onun kölelerini ifşa etmektedir. Bu değişmek zorundadır. Parça; bütünün kendisiymiş gibi algılanmamalıdır. Tabii insanın kendisini yaşama dair evrensel bir çalışmaya vermesi düşman hatlarına yapılan bir saldırıya katılmaktan daha zordur ama sosyalizm için bu gereklidir; çünkü yalnızca, tüm somut güç ve biçimleriyle birlikte, yaşama dair evrensel bir kavrayış herkesi kapsayan yaratıcı çaba için gerekli desteği sağlayacaktır. Şiirin toplumsal ajitasyonel konulara daraltılması, sanatsal tarafında dahi, ki bu onun örgütleyici gücüdür, istenilmeyen bir etkiye neden olur. Şiir; kalıp-yargı haline gelir ve şairle kitleleri birleştiren duygudaşlık algısını sönükleştirir. Daha sonra, içerik gelişse dahi, aynı açıdan değerlendirilerek gerçekte olduğundan daha dar algılanacaktır. Çeviren: Güneş Kayacı
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
17
MAKALE/İNCELEME Mahir Ergun
mahirergun@gundogusu.net
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
SANAT CENTER
18
“Çok güzel. Bu ailelerin bu tür müzeler kurması, Türkiye’de çok büyük bir aşama. Bu ailelerin çabaları neticesinde İstanbul bir sanat merkezi haline geldi. Hakikaten dünyada sanatçılar, sanatseverler İstanbul’u bir sanat merkezi olarak tanımaya başladılar. Eskiden böyle bir şey yoktu. İstanbul’da bu sergiler, bienaller, devam eden bu müzik festivalleri, film festivalleri, caz festivalleri, İstanbul’u büyük bir sanat merkezi haline getirdi. Bu çok önemlidir, bunun değerini bilelim.”1 Güngör Uras, geçen yıl Sabancı Müzesi’ndeki Rembrandt ve Çağdaşları sergisi’nin açılışında, 5N1K muhabirinin Son dönemde müzecilik anlayışı da değişti aslında, hem Sakıp Sabancı Müzesi’yle, hem de İstanbul Modern’le birlikte. Bu gelişmeyi nasıl buluyorsunuz? Sorusuna böyle yanıt veriyordu. Herhalde, “eskiden”, ada vapurlarında, balıkçı kayıklarında karşılaşılan Sait Faik, bir kenar mahalle meyhanesinde eskimiş pardösüsüyle rakı içerken rastlanılan Orhan Veli, Meserret Kıraathanesi’nde yan masadaki ihtiyarla bir simidi bölüşen Orhan Kemal, çalıştığı kamyonu İstiklâl’e çeken Sabahattin Ali, Heybeliada sanatoryumunda yatağa kelepçeli gülümseyen Rıfat Ilgaz, paydos saati bisküvi fabrikasının önünde “bal gibi tatlı türküsünü” söyleyen A.Kadir, on beş saat çalıştıktan sonra, acıkmış, yorulmuş, uykusamış, şehrin sokaklarını arşınlayan Hasan Hüseyin ve zindanların derinlerinden birer özgürlük mızrağı gibi salladığı mısraları, saplandıkları yoldaş yüreklerini direnç gülleriyle, düşman yüreklerini korku sağanaklarıyla dolduran Nazım Hikmet; demek bu saydıklarımızın hiçbiri, yıllar boyu her sokağına, her duvarına bıraktıkları izlerle İstanbul Şehri’nin bir “sanat merkezi” haline gelmesini engellemişler. Demek bu şehrin bir “sanat merkezi” haline gelmesi için bir takım “fedakâr” ailelerin çabalarına ihtiyaç varmış. Şimdi Güngör Uras ve türevlerinin hangi ailelerin çabalarından söz ettiğine bir bakalım ki, en azından okurlarımız kime teşekkür etmeleri gerektiğini bilsinler. Bu noktada yalnızca Uras’ın müteşekkir olduğunu belirttiği Sakıp Sabancı Müzesi ve İstanbul Modern’in yöneticilerine göz atmak sanırız bu yazı açısından yeterlidir. Sakıp Sabancı müzesi, tahmin edilebileceği gibi Sabancı Holding’in yöneticileri tarafından idare edilen bir kuruluştur. Müzenin yönetim kurulunun başında, aynı zamanda Sabancı Holding’in de yönetim kurulu başkanı olan Güler Sabancı bulunuyor. 1
5N1K, CNN Türk, 21.02.2012
Habertürk, 07.02.2012 Milliyet, 27 Şubat 2012 4 Aynı yer. 2 3
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Sabancı Holding’in yatırımları ve Türkiye’nin neresinde durduğu zaten herkesçe malum olduğundan fazla değinmeden geçeceğiz. Ancak şunu belirtmekte yarar var, Sabancı Holding son iki yılda çimento grubunda hayli iddialı ataklar yapmaktadır. Heidelberg Cement ortak kuruluşu Akçansa dünyanın sayılı çimento üreticisi şirketlerinden biri haline gelmiştir. yani diyebiliriz ki, Sabancı’nın da inşaat sektörüne dolayısıyla kentsel dönüşüme ilgisi hayli derindir. Holding’in Çimento Grubu Başkanı Mehmet Göçmen’in kentsel dönüşümle ilgili ifadeleri şu şekildedir: “Dönüşüm kapsamında 10 yıl boyunca 10 milyon konut yenilenmesi ve yaklaşık 500 milyar dolar düzeyinde ekonomik büyüklük yaratılabilecek.”2 Buradan anlıyoruz ki, yukarıda saydığımız Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz gibi isimler, bu şehri sanattan öylesine uzaklaştırmışlardır ki, onların izlerini silip, şehri bir “sanat merkezi” haline getirmek için, bir takım ailelerin çabalarıyla önce şehir yıkılmalı, daha sonra yıkılan şehrin yerine, 10 milyon yeni konut ve müzeler yapılmalıdır. Sabancı bahsini bırakıp, şimdi de İstanbul Modern’in yönetim kurulunda kimler olduğuna bir bakalım. İstanbul Modern, daha ziyade Eczacıbaşı Holding’le birlikte anılan bir müzedir. Zaten yönetim kurlunun başında da Oya Eczacıbaşı bulunmaktadır. Eczacıbaşı Holding’de tıpkı Sabancı Holding gibi, halkımızca yakından tanınan bir kuruluştur. Ama yine de kısaca göz atacak olursak, Eczacıbaşı’nın da kentsel dönüşüm hamlelerinde Sabancı’dan geri kalır yanı olmadığını göreceğiz. Holding bünyesinde 1989 yılında kurulan “Eczacıbaşı Gayrimenkul Geliştirme ve Yatırım”ın portföyünde Levenet’teki Kanyon alışveriş merkezi ve 220 dönümlük bir orman katliamı neticesinde Zekeriyaköy ormanlarının ortalık yerini süsleme hakkı kazanan “Ormanada” gibi projeler yer alıyor. Kuruluşun yeni hedefi ise Kartal Kentsel Dönüşüm Projesi’nin arslan payını kapmaktır. Bu bağlamda Kartal ve Cendere Vadisi’ndeki kentsel dönüşüm projeleri neticelerinde 400 dönümlük arazi üzerine 700-800 bin metrekarelik kapalı alan potansiyeli bulunan bir alışveriş merkezi kondurmayı planlamaktadır. Bir şehri “sanat merkezi” haline getirmek için, koca İstanbul’u yıkıp, yerine alışveriş merkezleri yapmada ne denli usta olduğu belli olan Eczacıbaşı Holding’den daha iyisi bulunamazdı herhalde. Zira “sanat merkezi” ve “alışveriş merkezi” arasındaki fark, altı üstü bir kelimeden ibarettir. Ancak İstanbul Modern, Eczacıbaşı’ndan ibaret değildir. Gelin yönetim kurulunun diğer üyelerine bakalım. Yönetim Kurulu’nda Oya Eczacıbaşı’ndan sonra gelen isim, Ethem Sancak’tır. Kendisini TMSF ihalesiyle, Kıbrıslı Ali Özmen Sefa ile birlikte Star Gazetesini satın alan zat olarak tanımaktayız. Kendisi bu konuyu şöyle anlatıyor: Bir mevzi almam lazım. AK Parti’ye ve Tayyip Erdoğan’a destek vermem lazım. En ihtiyaç duyduğu yer neresi? Medya, medyada zayıftı. “Ben ona zayıf olduğu noktadan destek vereceğim, onun fikriyatına ve harekatına destek verecek şekilde medyada yatırım yapacağım” dedim. Ve yaptım. Kanal 24’ü açtık, Star’ı aldık. Ciddi bir fonksiyon da mecra ettik. Sonra benzeşlerimiz arttı, güçlendik, Sabah katıldı. Daha büyük ölçekte Tayyip Erdoğan’a destek veren bir medya ortamı oluştu çok şükür.3 Söz konusu şahsın demokrasi ve özgürlük anlayışı ise ders alınacak niteliktedir: 2001 yılında hasılamız 200 milyar dolardı. Biraz demokratikleştik 800 milyar dolara çıktık. Biraz daha özgürleşirsek ekonomimizin büyümesi 2 trilyon dolara çıkar. Ekonomi ile demokrasi arasında çok yakın bir ilişki var.4 Tekrar konumuza dönersek, İstanbul Modern Yönetim Kurulunda, özgürlük ve demokrasi kavramlarına mükemmel anlamlar katan Ethem Sancak’ı, tanıdık iki isim takip etmektedir: Egemen Bağış ve Kadir Topbaş. Bu sanat sevdalılarının İstanbul’dan nasıl bir merkez yaratmaya çalıştıklarını herkes bilmektedir, detaya girmeyeceğiz. Ancak Kadir Topbaş, MTTB saflarında Nazım’lara küfretme pratiği içinde yetişmiş bir üstat olarak, herhalde bu yönetim kurulunda özel olarak onurlandırılmayı
19
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
20
hak etmektedir. Devam edelim, sıradaki yönetim kurulu üyemiz Şeli Elvaşvili. Habertürk gazetesi tarafından: “Cemiyet hayatının ünlü isimlerinden Şeli Elvaşvili katıldığı davetlerde zarifliği ve de şıklığıyla dikkat çekiyor.”5 biçiminde tanıtılan Elvaşvili, gazetelerin magazin sayfalarından eksik olmayan bir isimdir. Kendilerinin Bodrum’daki tatilleri, beyaz elbise içindeki zarafetleri vesaire, magazin basınının oldukça ilgi gösterdiği haberlerdir. Ancak elbette Elvaşvili yalnızca magazin basınında mankenlik etmemektedir. Kendisi aynı zamanda Space Gayrimenkul Geliştirme ve Danışmanlık A.Ş.’nin iki kurucu ortağından biri olarak, tıpkı İstanbul Modern’in yönetim kurulundaki pek çok dostu gibi Gayrimenkul işinde olup, yine yönetim kurulundaki çalışma arkadaşlarının inşa ettiği Levent Kanyon’daki rezidansları satmakla meşguldür. Geri kalan zamanında da elbette İstanbul’u bir “sanat merkezi” haline getirmek için fedakârca çaba sarf etmektedir. Yönetim Kurulu’nun bir diğer üyesi Hilal Özince. Kendisi amatör ressammış. Ama daha çok İş Bankası yönetim kurulu başkanı Ersin Özince’nin eşi olarak tanınıyor. Ersin Özince eşinin yönetim kurulu üyesi olduğu müzeden şöyle söz ediyor: “Son derece gururlu ve müteşekkirim bankanın koleksiyonu artık çok büyük sayıda insana ulaşacak diye. Özellikle çocuklarımız adına.”6 Devam edelim, bir diğer üye Cahit Paksoy. Avea’nın eski genel müdürü olan bu isim Ülker’in de bağlı bulunduğu Yıldız Holding’in Gayrimenkul Grupları Başkanlığı’nı yapmıştır. Bugün kendine ait Paksoy Holding adlı bir kuruluşu bulunan Cahit Paksoy geçmişini anlatıyor: “ABD’de bir sürü insanla tanışmışım ve Türkiye’de de telekomünikasyonun özeleştirilmesi gündemde. Dünya Türk Telekom’a iştahla bakıyor. Amerikalılarla Türkiye’de ‘bir danışmanlık şirketi kuralım’ dedik. 1995’te Türkiye’ye geldim ve Türk Telekomu takip ediyorum bir de şirket kurduk. Telekom aşkına geldik ama özelleştirme bir türlü olmuyor. 2000 yılına kadar geldik böyle. Liberalleşme yok biz de danışmanlık üzerine çalışıp durduk.”7 Bir de Koray Öztürkler var yönetim kurulunda. O da Turkcell’in genel müdür yardımcısıdır. Başkaca iş hukuku profesörü Münir Ekonomi, yine Eczacıbaşı Holding’den Okşan Atilla Sanön ile Hakan Uyanık ve İKSV genel müdürü Görgün Taner’de müzenin yönetim kurulunda bulunuyor. Yönetim kurulunun son ismiyse Arzuhan Yalçındağ. Kendisi TÜSİAD eski başkanı ve Aydın Doğan’ın kızıdır. İstanbul Modern Yönetim Kurulu üyeliğinin dışında, Doğan Holding’in de yönetim kurulu üyesi olarak görev yapmaktadır. Elbette medya kuruluşlarıyla ünlü Doğan Holding’in aynı zamanda önemli enerji yatırımları bulunmaktadır. Hatta kendi tabirleriyle, enerji yatırımları holding’in ana iş kollarından birini oluşturmaktadır. HES projelerinin hemen hepsinde Doğan Enerji’nin ortaklığı vardır. Tahmin edileceği gibi, bu ailelerin çabaları gerçekten de İstanbul’u eksiksiz bir “Sanat Center” yapmaya yeter. Güngör Uras “eskiden” böyle şeyler yoktu diyor. Belki de eskiden gayrimenkul ortakları, ortak müze açarak İstanbul’u yıkıp yerine “Sanat Center” kurmaya çalışmıyorlardır. Bir şehri yıkıp yerine 10 milyon yeni konut ve “Sanat Center” kurma hayali herhalde “eskiden” de vardı; ama belki bu kadar yakın değildi. Şimdi bu yeni “sanatseverler”, bu fedakâr ailelerin çabalarının ne büyük hizmet olduğunu söylüyorlar her yerde. Yıkılan bir şehrin enkazı üzerine sohbetlerse bunlar, bu fedakâr ailelerin yanında sanatçılığı ne denli tartışılır olsa da, biz yine Dağlarca’dan verelim yanıtımızı: “Sen söylersin o susar mı bel olmaz!”
Habertürk, 15.12.2012 Bianet, 13.12.2004 7 Hürriyet, 24.09.2004 5 6
MAKALE/İNCELEME Ali Ergin Demirhan
HANİ BUNUN İLK SAHİBİ?
HANİ BUNUN İLK SAHİBİ?
“GAVUR İZMİRLİ” ULUSALCI “Türk ulusu”nu yere göğe sığdıramayan Birgül Ayman Güler’in bir başka memleketten göçerek yurt edindiği İzmir, 1922 öncesine kadar bir Türk şehri değildi. “Avusturya-Macaristan İmp. İzmir Başkonsolosu Dr. Karl von Scherzer, Nisan 1873 tarihinde Viyana’ya gönderdiği ‘gizli’ mahreçli raporunda, ‘Türkler, İzmir vilayetinin ticarî yaşamında gözükmemektedirler.’ diye yazıyordu: İzmir’in 155 bin nüfusu vardır. Bu sayının 75 bini Rum, 45 bini Türk, 15 bini Yahudi, 10 bini Katolik, 6 bini Ermeni ve 4 bini yabancıdır.” (Soner Yalçın, Efendi) Tayyip Erdoğan’a “Gavur İzmir” dedirten gerçeklik buydu. 1908’de iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi, Balkan Savaşlarının (1912) ardından, Osmanlı Devleti’ni Türk-Müslüman esasına göre yeniden düzenleme planları yapmış, kıyıları Rumlardan arındırma ve Ermeni tehciri politikalarına yönelmişti. İttihat ve Terakki merkezinin değişmeyen üç üyesi, Doktor Nazım, Doktor Bahattin Şakir ve Ziya Gökalp bu konular üzerinde çalıştı. Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyorlardı. 1915’te yapılan bir sanayi sayımına göre İstanbul’da, Ege’de, Akdeniz yöresinde sanayi adına ne varsa %95-96 oranında ya Rumlar ya Ermeniler üzerinde kayıtlıydı. (İsmail Beşikçi, Atlas Tarih, Şubat 2013) İzmir, Türkleştirme çabalarına rağmen uzun süre kozmopolit yapısını korudu. Ancak 1919 Yunan işgali ile başlayıp daha sonra Türk ordusu Yunan işgalini püskürtene kadar üç yıl boyunca yaşanan savaş ve çatışmaların ardından kentin gayri müslim nüfusu yok oldu. Bir kısmı ölmüş, bir kısmı göçmüş, mal varlıklarına Türklerce el konmuş; bir kısmı da varlığını koruyabilmek için “Türk” oluvermişti.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Boşnak kökenli İzmir Bergamalı CHP’li vekil konuştu: “Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve ‘bağımsızcılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz.” Kürt kökenli Muş Yörecikli BDP’li vekil konuştu: “Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler bu ülkenin sahibi değilsiniz, haddinizi bilin...” Kafkas ili Batum’dan Rize Güneysu’ya oradan da İstanbul’a göçen Gürcü kökenli ailenin Kasımpaşa’da dünyaya getirip başımıza başbakan ettiği AKP’li başbakan, “Yaradılanı yaradandan ötürü severiz” dedi ama o da “Allah yarattı…” demeden bolca konuştu: “Çok affedersiniz Rum”, “Kılıçdaroğlu biliyorsunuz Alevi,” “Zerdüşt dedelerin torunları”, “Benim ecdadım soykırım yapmaz”, “Gavur İzmir”… Osmaniyeli MHP’li vekil dili dönse de konuşabilse, memleketi sahiplenip ötekileri ya sevmeye ya da terke zorlayan yeni söylemler türetmede önde bayrak taşıyan olacak. Ama buna içerleyecek de değil; zikri sıkıntılıysa da fikri iktidarda. İster akademik kılıflara, ister ezilen ulus mücadelesinin içinden seslenmenin verdiği özgüvene, ister iktidarın gücüne, ister apaçık faşist olmanın akıl dışı doğasına yaslansın… Belli bir ulusal kimliğin diğerlerine karşı üstünlüğünü savunmanın kabul edilebilir bir yanı olmadığı gibi, buna gerekçe olarak sunulan, belli bir ulusal kimliğin bir memleketin asıl sahibi olduğu iddiasının da gerçeklerle alakası yok. Bunu görmek için, memleket siyasetinin dört büyüklerinden yukarıda sözleri alıntılanmış olanların kişisel geçmişlerine bakmak dahi yeterli.
21
VİLAYETİ SİTTELİ BİR KÜRT
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Sırrı Sakık kastını aştığını fark ederek sonradan özür diledi ancak, “Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler bu ülkenin sahibi değilsiniz.” derken, Kürt halkının bir temsilcisi olarak kendi haklılığını “Siz yokken, biz vardık.” iddiasında arama hatasına düşüyordu. Kaldı ki iddiası da yanlıştı. Sakık’ın memleketi Muş, “Vilayeti Sitte”, yani nüfusunun çoğunluğu Ermeni olan Altı Vilayet olarak bilinen Sivas, Mamüret-ül Aziz, Erzurum, Diyarbakır, Bitlis ve Van’ın sınırları içinde Bitlis’in bir parçasıydı. İttihat ve Terakki’nin Anadolu’yu Rumlar ve Ermenilerden “temizleme” ve gayri müslimlerin ellerindeki mallara el koyma siyasetinin doğudaki aktörü de Kürt beyleri oldu. Beşikçi anlatıyor: “Kürt ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin zenginliklerinin kaynağı da yine bu Ermeni ve Süryani mallarıdır. Bir şekilde göçertilen insanlardan geriye kalan atölyeler, evler, uçsuz bucaksız tarlalar, fabrikalar, bölgede yaşayan Müslüman Türk tüccarın veya o bölgede yaşayan, diyelim Siirt, Bitlis, Muş’taki Kürt ağaların, beylerin denetimine geçti.” Pontuslu Erdoğan ve Kilikyalı Bahçeli için ne yerimiz ne de ayrıca tartışma ihtiyacımız var… Yazının sonunu, Adıyamanlı mı Malatyalı mı olduğuna karar veremediğimiz, Mamüret-ül Azizli dersek ayıp etmemiş olacağımız Komagene Kralı Antiochos’a ayıralım. Nemrut Dağı’nda iki bin yıldır iki kartal, iki aslan, Herkül, Zeus ve Oromasdes ile birlikte Anadolu’yu gözlüyor. Bu Ermeni Kral, yerini Yunan ve Pers tanrılarıyla paylaşmayı bilmiş. İmparatorluğunun 250 yıl yaşaması, nice “gerçek sahiplerin” gelip geçtiği iki bin yıllık sürede Antiochos’un Nemrut’un tepesindeki meclisinin ayakta kalması belki de bu sayede oldu.
22
MAKALE/İNCELEME Gün Zileli
gunzileli@hotmail.com
DİYALEKTİK...
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Doktrin hâline gelmedikçe, felsefe olarak diyalektik, hayatın birçok alanına ışık tutar, insana iyi bir bakış açısı kazandırır, olayların doğru bir şekilde yorumlamasını sağlar. Diyalektiğin kazandırdığı en önemli bakış açılarından biri, her olumlu gelişmenin bazı olumsuz; her olumsuz gelişmenin bazı olumlu sonuçlar getireceğidir. Yakın tarihten birçok örnek bulabiliriz: 27 Mayıs, Demokrat Parti diktatörlüğüne son vermesi nedeniyle olumlu bir gelişmeydi. Ama aynı zamanda bu ülkede askeri darbelerin yolunu açmış ve askerlerin iyice ayrıcalıklı bir kesim olarak toplumun tepesine oturmasına yol açmıştır. 12 Mart müdahalesi, halk açısından olumsuz bir gelişmeydi. Ama aynı zamanda halkın demokratik muhalefetinin büyümesine ve 1974’ten itibaren solun gelişmesine olanak sağlamıştır. 1974 yılından itibaren solun gelişmesi olumlu bir gelişmeydi. Ama aynı zamanda bu gelişme ve büyüme, solun hızla bölünmesinde ve kaotik bir iç çatışma ortamına girmesinde önemli bir rol oynamıştır. 12 Eylül darbesi, halk açısından çok olumsuz bir gelişmeydi. Ama aynı zamanda bu darbe, sol içindeki örgütsel hegemonyaların yıkılmasında ve insanların daha özgürlükçü arayışlara girmesinde önemli bir etken olmuştur. PKK’nın, 1970’lerden itibaren Türk ve Kürt örgütlerine terör uygulayarak bölgenin hâkim muhalif gücü haline gelmesi olumsuz bir gelişmeydi. Ama bu gelişme, aynı zamanda yoksul Kürt halk kitlelerinin özgürleşmesinde, kitle inisiyatifinin gelişmesinde tayin edici bir etki yapmıştır. Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Bugünkü duruma bakacak olursak, aynı diyalektik bakışla geleceğe ilişkin bazı tespitlerde bulunabiliriz. Bugünkü barış sürecinin olumlu olduğuna kuşku yoktur. Ulusalcıların ve MHP’lilerin gürültüleri bile aslında bu olumluluğu görmemize hizmet ediyor. Türk milliyetçileri ve ulusalcıları durumdan rahatsız. Yani öyle anlaşılıyor ki, onlar savaşın sürmesinden yanalar; onlara göre uzlaşma diye bir şey yok. Tek çözüm askerî “zafer”. Yani kan dökmeye devam etmek. Kuşkusuz, onlarla tartışacak bir şey yok. Barış isteyen milyonlara ters düşmüş ve ilerleyen barış süreci tarafından bir kenara itilmişlerdir. Oyun dışı kalmış mızıkçı çocuklara benziyorlar. Bununla birlikte, barış sürecinin ardından ortaya çıkması muhtemel olumsuz bazı sonuçlara da şimdiden hazır olmak gerekir. Bu muhtemel iki olumsuz sonuçtan birincisi Kürt hareketinin uzlaşmacı bir burjuva muhalefetine dönüşmesi ve hatta giderek AKP diktatörlüğünün bir bileşeni hâline gelmesidir. İkinci muhtemel olumsuz sonuç ise, İslamiyet üzerinden bir AKP-Kürt hareketi ittifakının kurulması ve böylece başta Aleviler olmak üzere Müslüman olmayan diğer halkların, bu yeni devletsel ittifak tarafından kendilerini dışlanmış hissetmeleridir ki, bugünden bunun belirtilerini gözlemlemek mümkündür. Bu iki olumsuz ihtimali biraz açalım. Silahların bırakılması iyi bir şeydir elbette. Silahları bırakan Kürt hareketinin bundan böyle daha yoğun bir siyasal mücadele vereceği anlaşılıyor. Buna da peşinen olumsuz bir şey olarak bakılamaz. Ne var ki, silahlı mücadele en altlardan gelen plebyen bir hareketi doğurmuştu. Normal koşullarda kendilerini ortaya koymak, ifade etmek için hiçbir olanağa sahip olmayan yoksul Kürt köylüleri, bizzat kendi önderlikleri tarafından kırılarak da olsa, silahlı mücadele sayesinde önemli bir inisiyatif kazanmışlardı. Yoksul Kürt kadınları da öyle... Ama eğer bundan sonra siyasi mücadele ön plana çıkacaksa, bu, yoksul köylülerin ve kadınların geri plana itilmesi ve Kürt burjuvalarının ön plana geçmesi olarak da okunabilir. Siyasi mücadele, parası olanın düdüğü çalmasından başka bir anlama gelmez. Yani öyle görünüyor ki, “alavere dalavere”den
23
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
başka bir şey olmayan parlamentoya girme mücadelesinde, “Kürt Memed nöbete” gönderilecek, Ensarioğlular ise dümenin başına geçecektir. Alevilerin ve Müslüman olmayan halkların, İslami Türk-Kürt ittifakı tarafından dışlanmaları da yabana atılacak bir ihtimal değildir. “İslam kardeşliği”; Alevileri ve Müslüman olmayan halkları kapsamadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinde zaten var olan Sünniİslam hâkimiyetini iyice yoğunlaştıracaktır ki, bu da, hele AKP diktatörlüğü altında, son derece sakıncalı sonuçlar doğurabilecektir. Eğer bu ihtimallerin gerçekliği söz konusuysa, bugünden yapabileceğimiz iki şey vardır: Birincisi; ulusalcı-milliyetçi cephenin de, AKP iktidarı cephesinin de dışında, devrimci bir mihrakı oluşturup ayakta tutmak, İkincisi, Kürt plebyen hareketinin unsurlarını, yakın gelecekte kendini net bir şekilde ortaya koyacağını hepimizin göreceği uzlaşmacı Kürt burjuva muhalefetine karşı uyarmak; İslami cepheden tedirgin olan Alevi kitlelerini, bir yandan ulusalcı muhalefete kaymamaları ve barış sürecine karşı bir tutum almamaları konusunda uyarmak ve her iki kesimi de devrimci cephede el ele vermeye çağırmak. Kürt ve Alevi yoksul kitlelerini, omuz omuza verecekleri bir sınıf mücadelesi dönemi bekliyor. 22 Mart 2013
24
MAKALE/İNCELEME Temel Demirer
SANAT VE İKTİDAR YA DA VAR OLANA MEYDAN OKUMA ZAMANI
“Kim istemez ki mutlu olmayı? Ama mutsuzluğa da var mısın?”1
***
Albert Camus’nün, “Kendine bir anlam arayan tek varlık” olarak betimlediği insanın insanallaşma ve özgürleşmesinde sanatın oynadığı rol devasa önemdir. Pelin Batu’nun, “Sanat çok sübjektif bir şey… Sanat kişiseldir.” diyen pop-star (Daha da doğrusu satar!) zırvalarını bir yana bırakırsanız, sanatın gücü, ortak alanların gücüdür. Yaşama ve gerçekliğe ait olayların üzerinde bir yeri bulunduğundan söz edilse de doğayı ve yaşamı “kendi güçleriyle” anlayıp yorumlamak gerekecektir. Yorumlama gücünden kaynaklanır sanatın gücü. Ne var ki sanatın bize vermesi gerekeni, doğa ve yaşam verdiği için böyle bir ‘tekrar’ anlamsız olacaktır Çenişevski’ye göre.3 Yeniden yaratma dışında sanatın bir başka önemi, yaşamın açıklanmasına yönelik işlevinden kaynaklanır. Kolay mı?
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
“Sanatta işlenebilecek hiç bir suç yoktur.” diyen ‘Yeni Kapı’lılardan Nazlı Masatçı, 4 Aralık 2012’de İzmir 22.Asliye Ceza Mahkemesi’nce “ceza” denilen bir kararla onurlandırıldı. N. Tolstoy’un, “Şiddeti ortadan kaldırmalıdır, yalnız o yapabilir bunu.”; Adalet Ağaoğlu’nun, “İçinde yaşanabilecek tek dünya, insanın özgür olduğu tek yerdir.” sözleriyle betimlenen sanat “suç”lanabilir mi? A. Hicri İzgören’in, “Sanat, yaşanmış olan, yaşanan ve yaşanacak olan hayatın ifadesidir. Hayatın odak noktası da insandır. Sanatçı, insanı (ve insani olanı) hayatın zenginliği ve bütünlüğü içinde yakalayandır.” sözleriyle betimlenen sanatçı “ceza”landırılabilir mi? Hayır! Binlerce kez hayır! Ancak John Berger’in, “Tiranlıkların tümünde zulüm kurumsallaşmış olarak mevcuttur. Bir tiranlığı bir başkasıyla karşılaştırmak bu açıdan anlamsızdır; zira bir noktadan sonra çekilen acıları karşılaştırmak mümkün değildir. Tiranlıklar kendi başlarına zalim olmakla kalmaz, aynı zamanda zulme örnek teşkil ettikleri için zulmün kapasitesini artırır, zulüm altındakilerin ise giderek umursamazlaşmalarına yol açar.”2 diye resmettiği tiran(lar)ın egemen olduğu coğrafya(lar)da bu(nlar) ne yazıktır ki hâlâ mümkün! Ancak zulmün aşılmasına ilişkin çözüm de yine zulme içkindir! “Nasıl” mı? Topluma dayatılan “umursamazlaşma”nın panzehiri oldukları, “Başka bir dünyanın mümkün olduğunu” hatırlattıkları için sanata/sanatçıya karşı olan tiran(lar)ın zulmü; sanatı “suç”, sanatçıyı “suçlu” ilan ederken zulme meydan okuyan direniş ve direnç odaklarını da yaratır.
25
“Sanat size çevrilmiş bir yüzdür ve her yüz gibi, her bakış gibi, her göz göze geldiğimiz insan gibi orada bir diyalog başlar.” vurgusuyla Jale Nejdet Erzen’in eklediği üzere, “Sanat, sonlu bir konum içinde sonsuzluğu temsil eden bir hakikâtin sunulmasıdır.”4 Tam da bunun için nihai kertede kolektiftir; toplumsaldır, yaratıcıdır… Evet S: Freud’un “Sanat, hayal gücünden gerçeğe gider. Oradan da yaratıcı kişi, onur, güç ve seviye varır.”; C. G. Jung’un, “Tüm yapıların kaynağı hayal gücünde yatar.”; Shiller’in, “Kişi, ancak kendisini hayal gücünde bulduğu zaman gerçektir.” saptamalarıyla betimlenmesi mümkün olan yaratıcık, toplumsal yoğunluklarla ortaya çıkar, biçimlenir. İşte tam da bunun için sanatçının insan(lık)ı sanat yoluyla sorgulaması, insan(lık)a dönük eleştirel bir özgürleşme ediminin önünü açar.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
***
26
Bunu yaptığınız zaman yani devlet (veya her türlü iktidar-mesela para!) ile aranıza mesafe koyabildiğiniz oranda sanatçı olursunuz; yaptığınız da sanat olarak nitelenmeye hak kazanır. Tam da bu noktada “Sanatçı devletten medet umar mı?” sorusuna, Cemal Şakar’ın “Devlet, sanatçının muhalifliği üzerinde kadim bir gölge”; Bülent Usta’nın, “Ne devletin ne de edebiyatın birbirine karşı sorumluluğu olamaz.”5 diye verdikleri yanıtı anımsamak gerekir. Evet, sanatı ve sanatçıyı betimleyen aslî öğelerden birisi de başkaldıran muhalif duruşudur. Söz konusu gerçeklik karşısında Ahmet Mümtaz Taylan’ın, “Akıl, mantık ve vicdan üçgeninden kendimizi muaf tutarsak siyasete yakın oluyoruz. Mesele siyasete değil, hayata yakın olmak,” türünden “utangaç” mazeretine sarılmak doğru olmaz. Tıpkı Demet Sağıroğlu’nun, “Sanatçının siyasetinin olacağına inanmıyorum… Ben bunu yapmama taraftarıyım; müziğimi yapayım bana yeter.” diyen açık kaçışı gibi… Sınıflı bir toplumda ne biçimde ve nasıl olursa olsun sanat da sanatçı da siyasetle ilintilidir; “Fikrini saklayandan korkarım… Başkaldırmak gerekiyor” vurgusuyla Onur Saylak’ın eklediği üzere: “Her şey ortada, Türkiye’nin nereye gittiği, ne yapılmaya çalışıldığı ortada... Ha şöyle bir seçim var şu anda: Ya bunu görmezden geleceksiniz, zengin olup hayatınızı yaşayacaksınız; ya da karşısında duracaksınız.” Evet sanatçı da, sanat da yaşananlardan muaf değildir; Arif Damar’ın, “Şair sadece yaşadığı dönemin bir tanığı değil, aynı zamanda bir suçlusudur da”; Cemal Süreya’nın, “Şairin hayatı şiire dahil,” sözlerindeki üzere…
***
Ancak! Bedri Baykam’ın, “Sabancı’dan destek istedim vermedi!” diye dert yandığı; Güner Öztuna’nın, “Yaratıcı kişi ve sanat özel destek görmeli” ve “Türkiye’deki kültür sanayisinin yerel kaldığı” vurgusuyla Meral Madra’nın, “Sanat üretiminin gerçekleşip uluslararası düzeyde değer kazanabilmesi için sanatçının desteklenmesi gerekiyor. Sorun tam da burada, sektöre yatırılan paranın çok azı yaratıcı insana gidiyor.” sözlerinin betimlediği verili durumda “sanat” denen şey “sponsorlu” ve “satılık” bir hâlin tezahürüne tahvil olmuştur. Karl Marx’ın, “Para bizzat cemaat olduğundan, karşısında başka cemaatlere tahammül edemez.” uyarısını “es” geçmeden; Saul Bellow’un, “New York; Amerika’nın kültür merkezi değil, Amerikan kültürünün iş ve yönetim merkezidir.” saptamasının altı defalarca çizilmelidir! Onların “sanatı” artık, bir iş ve pazar meselesidir! Kolay mı? New York’taki galerisini kapatıp Karaköy’e taşıyan Regis Krampf, “Dünyada en yüksek para ödeyenler Ortadoğu’dan çıkıyor, Araplardan… Ben müşterisine yatırım önerisi yapan bir banka gibiyim. Bazılarında risk yüksektir, bazılarında azdır. Ben Asya çağdaş sanat sahnesiyle ilgili bayağı bir çalışma yaptım. Mesela Koreli, Çinli, Uzakdoğulu genç sanatçılardan kendime bir koleksiyon yaptım 150 parçalık; heykel, resim ve fotoğraf olmak üzere... Bunlar çok genç sanatçıların eserleri ve her biri 5 bin doların altındaydı. Fiyatları şimdi 25 bin dolardan başlıyor. 2 yıl içinde beş katına yükseldi. Sanatta yatırım böyle bir şey,” diyor açık, açık! Ayrıca 2011 Fuarına ilişkin olarak Contemporary İstanbul’un Başkanı Ali Güreli, “Bu sene fuardaki eserlerin toplam değeri yüzde 40-50 oranlarında arttı. 2010’da biz 50 milyon dolarlardaydık, bunun yüzde 70’i satıldı. Bu sene sanat eserlerinin toplam değeri 2010 senesinin tahminimce yüzde 25-30 üstüne çıkacak. 100 milyon dolar civarında bir sanat eseri sergileniyor fuarda. Hedefimiz yüzde 65-70’ler civarında bir netice almak. Pazarın çok heyecanlı olduğunu gözlemliyoruz.” saptamasını dillendiriyor. Hem de santralistanbul koleksiyonu satışına karşı çıkan Yüksel Arslan’ın, “Sanat eserlerini peynir ekmek gibi satmak tatsız.” çığlığına karşın; alınıp-satılan “şey” olup, çıkıyor “sanat” (ve dolayısıyla da “sanatçı”!) dedikleri! Söz konusu tabloda Mehmet Gün’ün itiraf ettiği gibi, “Türkiye’nin çağdaş sanatları son 15
sene içinde inanılmaz bir boyuta geldi ve inanıyorum ki gelecek 4-5 sene içinde Avrupa’nın en önemli merkezlerinden biri, hatta en önemlisi Türkiye olacak (merkez İstanbul). Bu, bugünün pozitif bilançosu. Sanat artık bir kapital durumuna geldi ve finans krizlerinden bile etkilenmeden kendi parasal gücünü devam ettirmekte. Örneğin 2008 yılındaki büyük kriz sırasında Almanya’daki Sotheby’s de Damien Hirst 400 yapıtını açık artırmaya çıkardı. Elde edilen para miktarı yaklaşık 350 milyon dolardı. Hemen hemen hepsi satıldı. Peki o zaman kriz neredeydi? Gerçekten bir finans krizi yaşandı mı? Var olan para nereye yöneldi? İşte bu durum, sanatın bugünkü finansal ve kapital olarak gücünü göstermekte... Kimse aldığı yapıtı sanatsal değerinden ötürü almıyor artık. Çeşitli değerli taşlar, mücevherler, külçe altın kalıpları gibi resim, video, obje vs alıyor. Boynuna mücevher diye asamayacağı için, duvarına resim diye asıyor veya bankasının gizli bölümünde veya yüzlerce gizli kamera altında, gümrükten arınmış bir bölge içinde, transport firmalarının depolarında saklıyor. Işıl Eğrikavuk’un, “Bienale gidip de baktığımız eseri anlamamak normal mi? İnsan kendini aptal gibi hissediyor.” sözlerini hatırlatarak toparlarsak; Sponsoru Koç Holding olan XIII. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü üstlenen Fulya Erdemci, “Demokrasilerde sanat tükenmez!” dese de, “demokrasi” diye allayıp pullamaya kalkışılan sürdürülemez kapitalizm sanatı da yok ediyor! “Türkiye’de sanat pazarının oluşumu müzayedeler aracılığıyla yönlendiriliyor. Galerileri ve sanatçıları alan dışında tutarak koleksiyonerleri müzayede salonlarına bağlama eğilimleri giderek güç kazanıyor. Bu durum sanat pazarının oluşumunda özellikle yeni koleksiyoner kuşağının sağlıklı seçim alternatiflerinden uzaklaşmasına neden oluyor. Contemporary İstanbul organizasyonu bir alternatif olarak galericileri, sanatçıları, hatta koleksiyonerleri yalnızlaştıran bu oluşuma karşı çok önemli bir dinamik. İzleyiciye renkli, çok boyutlu, uluslararası zengin seçenekler sunuyor.” diyen Hüsamettin Koçan’ın satırlarındaki üzere… Bunu görmeyen, bilmeyen var mı? Üç maymunu oynayan “sponsorlu” ve “satılık” hâlin tezahürüne “sanat” diyenler dışında!
***
***
Kapitalizmin sanata, sanatçıya dayattığı metalaşma ve aynı zamanda da yabancılaşmaya despotik baskıların da eklenmesi kaçınılmazdır… “Nasıl” mı? Mesela Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2012 yılında verdiği ihlâl kararlarına ilişkin istatistikler geçenlerde açıklandı: 2011’de ihlâllerde AİHM birincisiydik.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Oysa sanat da, sanatçı da teslim alınamaz, alınmamalıdır! Çünkü teslimiyet, boyun eğiş eleştirinin olmadığı, olamadığı yerdir ki, orada ne sanat ne de sanatçı olamaz. Sürdürülemez kapitalizm, sanatın sorgulayıcı doğasına tahammül edemediği için eleştirelliği “suç” ilan eder, yasaklar! Sanatsal eleştirinin yollarını tıkar. Bu konuda gazeteci Sarah Thornton yayımladığı manifestoda, “sanatta piyasa mekanizmasını” anlatarak6 sorar: “Eleştirmenlik şef garsonluk mu oldu?” Evet, eleştiriyi yoksamak isteyen kapitalizm, her şeyi metalaştırmak, en temel insani ihtiyaçlar üstünden bile para kazanmak ister. Bu, onun kâr etme ve sermaye biriktirme güdüsünden kaynaklanır. Kültür-sanat da buna dahildir. “Kültür endüstrileri” (şimdilerde tanımı genişletilerek kreatif sektör deniyor), Türkiye’de de büyüyor. Artık medya, sinema, müzik, kitap, eğlence, spor vb. alanlarında faaliyet gösteren, her birinde oyuncudan yönetmene, ışıkçıdan grafikere; vokalistten gazeteciye, mimardan tasarımcıya yüzlerce ücretlinin istihdam edildiği firmalar, kompleksler var. Kâr ve sermaye birikimi esaslı süreçler, her alana kendi kanunlarını taşır. Konu kültür-sanat üretmek olsa da... Sermaye sahibi ipleri elinde tutar, kendisine en yüksek getiriyi sağlayacak ürüne karar verir, sonra onu üretecek sanatçıları istihdam eder, işgüçlerini satın alır, ürünü istediği gibi üretmelerini ister. Sanatta ön planda olması beklenen estetik, yaratıcılık, ahlâki kaygılar arka plana atılır ve sanatçılardan, işgücünden, piyasa için tasarlanmış ürünü, en düşük maliyetle üretmeleri istenir. Kapitalizm var oldukça, kültür-sanat alanını bu metalaşmanın, tüccarlaşmanın elinden kurtarmak mümkün değil. Harcıâlem hayal ürünleri, “soap opera” diziler, gişe filmleri, sığ bestseller kitaplar... Bunlar, “kültür ürünü” olarak piyasada hep olacaklar, biri tüketilmeden, diğeri yerini alacak. Dayanıksız tüketim malı olmalı, hızla tüketilip yenisi talep edilmelidir ki, sermayenin geri dönüşü uzamasın, kâr oranı düşmesin!7
27
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
28
Bu yıl ikinciliğe düşmüşüz, çünkü Rusya at başı farkla önümüze geçmiş. Açıklanan istatistiklere göre, mahkeme, 2012 yılında toplam 1.093 karar vermiş ve bu kararlardan 903’ünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin en az bir maddesinden ihlâl çıkmış. AİHM, bir kararda sözleşmenin birden çok maddesinden ihlâl verilebiliyor. Örneğin AİHM’nin 2010 tarihli ünlü Hrant Dink kararında Türkiye’ye 4 ayrı başlıkta ihlâl verilmişti. Sıralamanın en üstüne bakıldığında, içinde en az bir ihlâl olan toplam 903 karardan 122’si Rusya’dan kaynaklanmış. İkinci sırada en az bir ihlâl içeren 117 kararla Türkiye geliyor. Ancak Türkiye hakkındaki 122 kararın içerdiği ihlâllerin toplamı 248’e ulaşıyor. Yani mahkeme Türkiye hakkında her mahkûmiyet kararında sözleşmenin ortalama iki maddesinin ihlâl edildiğine hükmetmiş. Mesela İnsan Hakları İzleme Örgütü, 2012 yılı içerisinde 90’ı aşkın ülkede insan haklarının gelişimini değerlendirerek 665 sayfalık bir rapor hazırladı. Raporun Emma Sinclair-Webb tarafından kaleme alınan Türkiye bölümünde, insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda yasalardan ve uygulamalardan kaynaklanan sorunlara dikkat çekildi. Emma Sinclair-Webb “Reform için bazı adımlar atılmasına rağmen çabalar eksik. Yeni insan hakları mekanizmaları iktidarın kontrolü altında ve bağımsız değil.” diye yazdı. Raporda gazeteci Ahmet Şık, Nedim Şener ve Büşra Ersanlı’nın tahliye edilmiş olmalarının, onların düşüncelerinden dolayı ceza çektikleri gerçeğini değiştirmeyeceği belirtilerek hâlâ birçok aktivistin tutuklu olduğunun da altı çizildi. Mesela Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland, Türkiye’nin ifade özgürlüğü alanında yaşadığı sıkıntılara dikkat çekerek AİHM’de Türkiye aleyhinde ifade özgürlüğüyle ilgili hâlâ 450 dosya bulunduğunu belirtip, bunun çok yüksek bir rakam olduğuna işaret etti. Mesela Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Başkanı Jean-Claude Mignon, Türkiye’ye “Olağanüstü dikkatle izliyoruz. Eğer ifade özgürlüğü saygıyla karşılanmıyorsa yaptırım uygulanır.” uyarısında bulunurken; AKPM Kültür, Bilim, Eğitim ve Medya Raportörü tarafından hazırlanan raporun Türkiye bölümünde, ülkede çok sayıda gazetecinin cezaevinde tutuklu olması veya yargılanmasının, ülkenin medya ortamı üzerinde felç edici bir etkisinin olduğu saptaması yapıldı. Mesela Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün basın özgürlüğü raporunda Türkiye, 2012 yılında 6 sıra gerileyerek 179 ülke arasından 154’üncü oldu. 2005’ten beri bu alanda gerileyen Türkiye, “Gazeteciler için dünyanın en büyük hapishanesi” diye nitelendi. Mesela siyasal haklar ve özgürlükler konusunda yaptığı çalışmalarla tanınan ABD merkezli düşünce kuruluşu Freedom House’un yıllık raporunda Türkiye 2011’de olduğu gibi 2012 yılında da “kısmen özgür” ülke olarak tanımlandı. Evet, Hugh Roberts’in, “Demokrasinin durumu tartışmaya açık” notunu düştüğü Türkiye, “Otoriter bir kuşatma”yla8 yüz yüzedir. Göksel Aymaz’ın, “Otoriteryen kişilik, kültürün solcu pazarlamacılarından demokrat akademisyenlere, özgürlükçü gazetecilerden kültür endüstrisinin tüccarlarına, toplumsal hayatın her alanında tebdili kıyafetle geziniyor.” vurgusuyla betimlenen verili durumda ‘Diyanet TV’yi kurarak medyaya giren Diyanet İşleri Başkanlığı, “genişleme” kararı alıp, 81 ilin müftülüklerinden, her ilde Diyanet TV için temsilcilik kurulması istedi! Yeşilay Cemiyeti Mardin Şube Başkanı Lütfü Günlüoğlu, üniversiteli gençlerin Mardin’de sarmaş dolaş dolaşmalarına, sokakta ve parklarda öpüşmelerine tepki gösterip, kente üniversite kurulmasıyla yörede ahlâksızlığın yaygınlaşmaya başladığı iddiasıyla, yetkilileri önlem almaya çağırdı! Veya Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde 26 Aralık 2012’de düzenlenmesi planlanan Duman konseri, grubun ‘Rezil’ adlı şarkısında İhlas Suresi’nin ayetlerini değiştirerek yer verdiği iddiasıyla hedef gösterilmesinin ardından iptal edildi. SDÜ öğrencisi bir grubun Duman’ı, İhlas Suresi’nin ayetlerini değiştirerek şarkı sözlerinde kullandığı gerekçesiyle protesto edip, konserin iptali isteyen açıklamasında, “Türkiye’de gençliğin peşinden sürüklenip gittiği rock grubu olan Duman da bu yanlışa düşmüş ve albümünde bulunan ‘Rezil’ adlı parçasında İhlas Suresi’nin ‘Lem yelid velem yuled’ olan 3. ayetini ‘Lem yelid ve löp yutar’ olarak değiştirerek şarkı yapma densizliğini gösterdi.” denildi! Ya da “Bilim insanlarının bir araya geldiği ‘Teknoloji, Medeniyet ve Değerler 2’ konferansında aralarında iletişimci dekanların, profesör sosyologların ve elbette ilahiyatçıların olduğu bir grup Türk bilim insanı ‘İslâmi bisiklet’ üretip üretemeyeceğimizi tartıştı. Şaka değil ciddi ‘bilimsel’ tezler ortaya koydular! Mesela aralarında bir dekan İslâmi bisikletin boyasına dikkat çekti,
bir başkası ‘bindik bir âlâmete, gidiyoruz kıyamete’ şeklinde ciddi bir giriş yaparak teknolojinin nasıl İslâmileştirileceğine değindi.”!9 Konuyla ilintili bir şey daha: 5 yıl önce (2008’de), Turan Eser’in verileriyle, cami, hastane ve okul sayıları kıyaslanmıştı.10: 1200 hastanemiz, 67 bin okulumuz, 85 bin camimiz vardı. Kültür Bakanlığı’nın bütçesi 632 trilyon TL, şimdi “Bilim”i de içine alan Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın bütçesi 280 trilyon iken, Diyanet’e 1.7 katrilyon veriliyordu. Bu, 8 bakanlığın bütçesine eşitti. Turan Eser verileri 5 yıl sonra için revize etmişti. İşte, şimdiki resmi rakamlar: AKP’nin iktidara geldiği 2002’de ilköğretim okulu sayısı 32 bindi. 10 yıl sonra rakam, yine 32 bin... Temel eğitimde devletin 160 bin derslik açığı var. Hastane sayısı 1114 idi, 10 yılda 1453 oldu. Cami sayısı ise 76 binden 93 bine çıktı. Yani 10 yılda okul sayısı artmazken, mevcut okulların yarısına yakın cami yaptırıldı. İmam sayısı 10 yılda 74 binden 128 bine çıktı. Diyanet, 2013 yılsonu 150 bine ulaşmayı vaat ediyor. Buna karşın Sağlık Bakanlığı hastanelerindeki hekim sayısı 10 yılda 57 binden 73 bine çıkabildi. Yani doktorun iki katı imam var devlette... İlahiyat Fakültesi sayısı ise 10 yılda 27’den 83’e çıktı. “Eh Müslüman ülke, olacak o kadar” mı diyorsunuz? Türkiye’deki 93 bin camiye karşılık, nüfusu Türkiye’ye yakın İran’da 68 bin cami var. Mısır’da 67 bin... Bir de sivil topluma bakalım: Türkiye’de 100 bine yakın dernek var. Bunların 863’ü sivil haklar derneği... 308’i öğrenci derneği... 1’i opera sanatçıları derneği... 16 bini ise cami ve Kur’an kursu dernekleri... Almanya’da 11 bin 300 kütüphane var. Türkiye’de 1500...11
***
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Tüm bu zırvalara sanat ve sanatçıların da payına düşeni fazlasıyla aldığı yasak(lar) ve baskı(lar) eklendi! Hızla sıralayalım! i)Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay V.Murad balesinin kıyafetlerinden “rahatsız” oldu. V.Murad’ın yaşamını konu alan balede önce etek boyları uzadı, sonra bale repertuvardan çıkarıldı! ii)Eskişehir’de resim öğretmeni Emin Gülören’in açtığı nü resim sergisi İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından “yukarıdan gelen bir emirle” kapatıldı. Resimler ise ters çevrildi! iii)TBMM Dikmen Kapısı’nda görevli polisler, Evrensel Gazetesi Ankara Temsilcisi ve 17 yıllık parlamento muhabiri Sultan Özer’in çantasındaki EMEP’in “Tarihsel Bir Gerçeklik, Kürtler ve Kürt Sorunu” başlıklı kitapçığa el koydu. Broşüre el koyma gerekçesi olarak üzerindeki “parti logosu” gösterildi. “AKP logolu kitapla gelsem aynı şeyi yapar mıydınız? Ben gazeteciyim!” diyen Özer’in çantasındaki soru önergeleri de tek tek incelendi! iv)3 yılda hakkında 3 ayrı dava açılan ve çeşitli cezalara çarptırılan Türk halk müziği sanatçısı Pınar Aydınlar, “Bana konulan yasak, halkın türkülerine konulan yasaktır.” dedi. Aydınlar, AKP hükümeti ile sanat ve sanatçı üzerindeki baskıların arttığını; Fazıl Say, Grup Yorum, Grup Munzur, Ferhat Tunç gibi sanatçılara açılan davaların bunun en önemli örnekleri olduğunu belirtip, yaşananları “faşizan baskı” diye değerlendirdi! v)Pınar Aydınlar’a (Sağ’a), İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü için 10 ay hapis cezası veren, “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” diye slogan attıkları için de 14 kişiyi ‘örgüt üyeliği’ iddiasıyla 110 yıl hapse çarptıran Malatya Özel Yetkili 3. Ağır Ceza Mahkemesi, bu kez müzisyen Ferhat Tunç’u 2 yıl hapisle cezalandırdı! vi)DHKP-C operasyonunda gözaltına alınıp serbest bırakılan Grup Yorum üyeleri baskın sırasında Emniyet güçleri tarafından el konulan albüm çalışmalarının iadesi için savcılığın yazı yazmasına karşın geri verilmediğini belirttiler! vii)İstanbul Özel Yetkili Savcılığı görevinden kısa süre önce alınan ve özel yetkileri kaldırılarak başsavcı vekilliğine atanan Mehmet Berk, giderayak hazırladığı iddianamede, konserleri binlerce kişi tarafından izlenen Grup Yorum üyeleri için ağır cezalar istendi! viii)Grup Yorum’un merkez olarak kullandığı İdil Kültür Merkezi’ne yönelik 2011’de yapılan baskında polise direnen beş müzisyene, sadece bu iddia nedeniyle 18 aydan dokuz yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Müzisyenlerle birlikte yargılanan sekiz kişiye de 70 yıla kadar hapis isteniyor! ix)Sultangazi’de karakola gerçekleştirdiği saldırıda ölen İbrahim Çuhadar’ın cenazesinin alınması sırasında polisin müdahale edip, gözaltına aldığı Grup Yorum üyesi Selma Altın,
29
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
30
gördüğü işkenceler sonucu sağ kulak zarının patladığını bildirdi! x)Sincan 1 Nolu F Tipi Cezaevi, koğuşta Grup Yorum’un ‘Zafer Yakında’ marşını söyleyip slogan atan 25 mahkûma hücre cezası verdi. Gerekçe: Eyleme teşvik ve cezaevinin güvenliğini tehlikeye atmak! CHP’li üyeler Tekirdağ 1 ve 2 No’lu F tipi cezaevleri ile Edirne F Tipi Cezaevi’nde incelemelerde, “Türkü söylemenin, radyo dinlemenin cezaevi yönetiminin keyfine bağlı olduğu” belirtildi! xi)Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrencisi ve Sağlık Emekçileri Sendikası Öğrenci Komisyonu üyesi Zülküf Akelma, 13 Mart 2012’de binlerce kişinin katıldığı ve sağlıkta özelleştirmeyle doktorlara yapılan saldırıların protesto edildiği sağlık mitinginde çalınan ve 1995’te Grup Yorum’un albümünde yer verdiği Kürtçe ‘Herne Peş’ parçasına eşlik edince, kendini özel yetkili mahkemede buldu. Zülküf Akelma hakkında, bu şarkıya eşlik ederek “terör örgütü propagandası” yapmaktan 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı! xii)Antep’teki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma etkinliğine katılan Emeğe Ezgi grubu üyelerinin de aralarında bulunduğu 12 kişi hakkında “örgüt adına suç işlemek” ve “örgüt propagandası yapma” suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede halay çekmek ve şarkı söylemek “örgütsel faaliyet”, su ve şeker istemek ise “örgütsel tavır takınma” olarak değerlendirildi! xiii)30 Ekim 2011’de Taksim’de katıldığı protesto eyleminde gözaltına alınan Genç-Sen üyesi Sinem Şahin’in tutuklanmasının gerekçesi bu kadar da olmaz dedirtti: “Karayılan’ın talimatıyla halay çektiği tespit edilmiştir”! xiv)Cezaevlerindeki “keyfi” uygulamalara “harita” ve “atlas yasağı” da eklendi. Adana F tipi Cezaevi’nde kalan bir hükümlüye gönderilen “orta ve büyük boy” atlas, cezaevi yönetimi tarafından “örgütsel materyal olarak kullanılabileceği” gerekçesiyle verilmezken, koğuş arkadaşına Atlas dergisinin promosyonu olan “Türkiye haritası” da “amaç dışı kullanıma müsait” şeklinde değerlendirildi. Ayrıca cezaevi kantininde “kırmızı kalem” satışının da yasaklandığı ortaya çıktı. Cezaevinden gelen mektupta tutuklu, “Eylül 2012’ye kadar kantinde kırmızı tükenmez, kırmızı pilot, kuru boya ve keçeli kalemler satılıyordu. Söylendiğine göre bakanlığın emriyle tüm kırmızı kalemlerin satışı yasaklanmıştır”! xv)Hopa’da hayatını kaybeden Lokumcu’nun öldürülmesini protesto ettikleri için terör örgütü üyeliği suçundan yargılanan 28 sanığın davasında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi el konulan kitapların iadesini ve biber gazı araştırmasını reddetti! xvi)Ankara mahkemeleri ve Bakanlar Kurulu kararıyla Eylül 2012’ye kadar 453 kitap ile 645 gazete, dergi, broşür ve pankart hakkında yıllardır yasak kararı bulunuyordu! xvii)Ondokuz Mayıs Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’nün, Samsun’un Bafra ilçesinde Şeyhulaş Köyü İlköğretim Okulu’na gönderdiği aralarında Uğur Mumcu, Aziz Nesin ve Nâzım Hikmet’in eserleri ile “Pollyanna”, “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”de bulunan yüzden fazla kitap İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından “sakıncalı” bulunarak geri gönderildi! xviii)“Fareler ve İnsanlar” ve “Şeker Portakalı” gibi edebiyat eserleri üzerine tartışmalarla sık sık gündeme gelen Milli Eğitim Bakanlığı(MEB), bir sanata sansür skandalına daha imza atıp, Manyas İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün onayıyla Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kadınlık Bizde Kalsın’ adlı oyununu öğrencilerine oynatan Manyas Lisesi müdürü Ali Kürşat Özgüler’i “öğrencilerin ahlâkını bozduğu” gerekçesiyle sürdü! xix)Sansürlüler listesine Yunus Emre’nin “İlahi”si de girdi! Halk ozanı Yunus Emre’nin ünlü ilahisi 10. sınıf “Türk Edebiyatı Ders Kitabı”nda sansürlendi. Kitapta, ilahinin “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni” dörtlüğüne yer verilmedi. Yayınevi, kitaplarının Talim Terbiye Kurulu tarafından onaylandığını vurguladı! xx)Çocuk edebiyatının ünlü ismi Muzaffer İzgü’nün “Zıkkımın Kökü” adlı kitabı da “sakıncalı” bulunan yapıtlar arasına girdi. İzgü’nün kendi yaşamını anlattığı ve 1992’de Memduh Ün yönetiminde aynı adla filme çekilen kitap, çocukların cinsel gelişimine uygun görülmedi! xxi)Bahçelievler Necip Fazıl Kısakürek Lisesinde bir tarih öğretmeninin öğrencilerine okumaları için önerdiği Amin Maalouf’un “Semerkant” adlı kitabı şikâyete konu oldu. İddiaya göre, bir veli kitabın müstehcen olduğunu ve İslâmiyeti aşağıladığı iddiasıyla, Bahçelievler İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne dilekçeyle şikâyette bulundu. Şikâyet üzerine kitabı öğrencilere öneren tarih öğretmeni hakkında inceleme başlatıldı! xxii)Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiirindeki “Bir bira içmek istiyordu kaç gündür/ Masaya biranın dökülüşünü koydu” dizesinin sansürlenmesini Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Yasası’nın “tütün ve alkol tüketimini teşvik edecek faaliyetleri önleyecek çalışmaların ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği içerisinde yürütülmesi” hükmüne dayandırdığı belirtildi.
Geçerken anımsatmamak olmaz! AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte alkol yasakları hızla yayıldı. İçki yasağı düzenlemelerinde yasağın başladığı kimi yerler ve ilginç uygulamalardan bazıları şöyle:
Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) kiraya verdiği ve içkili restoran olarak kullanılan mekânların kira sözleşmeleri 2008’de iptal edilmeye başlandı. Aralarında tarihi Moda İskelesi ve Üsküdar Salacak’taki Denizkızı Restoran’ın da bulunduğu mekânların işletmeleri değişti, sosyal tesis hâline getirilen mekânlarda alkollü içki servisi yasaklandı. Üsküdar Belediyesi, “vatandaşların rahat oturabilmesi” amacıyla halka açık yerlerde içki içenlere para cezası kesilmesi ve bu kişilerin adlarının belediyenin internet sitesinde teşhir edilmesi kararı aldı.
Ankara
TAPDK’nın işletmelerin içki ruhsatlarını iptal etmesiyle Eymir Gölü kenarındaki işletmelerde ve büfelerde 14 Ocak 2013’te alkol satışı yasaklandı. Büyükşehir Belediyesi, Göksu ve Mogan Parklarına “İçki satışı yasaktır” diye tabela astırdı.
Denizli
2010 yılında belediye meclisi, içkili yerleri şehir dışına çıkarma kararı aldı. İçkili yerler il dışına taşındı ve şehir merkezinde içkili yerlerin birçoğu kapatıldı. Kefe Yaylası Şenlikleri’nde, 2008 yılından itibaren sigara ve içki içilmesi ve satılması yasaklandı.
Çankırı
Valilik Mayıs 2009’da yayımladığı bildiride, huzur ve güvenliğin sağlanması, trafik kazalarının önlenmesi ve suçların önüne geçilmesi amacıyla halka açık yerlerde, piknik alanlarında ve taşıtlarda içki içilmesini yasaklandığını duyurdu.
Antalya
Korkuteli ilçesinde belediye meclisi Şubat 2008’de aldığı yeni açılacak işyerlerine alkollü içki ruhsatı verilmemesini kararlaştırdı.
Manisa
Celal Bayar Üniversitesi Rektörlüğü 2011 yılının Nisan ayında sosyal tesislerde faaliyet gösteren restoranda içki satışını yasakladı.
Afyon
Valilik nisan 2012’de aldığı kararla kentin tamamına yayılan bir alkol yasağı kararını hayata geçirdi. Vali İrfan Balkanlıoğlu imzasıyla yayınlanan kararla piknik yerleri de dahil olmak üzere içki satışı ve tüketimi yasaklandı.
Mersin
Belediye Meclisinin kararı üzerine Anamur şehir merkezinde de içkili mekân olmayacak. Erdemli ilçesinde 2007’de ‘genel ahlâk ve yasalara uymadığı’ gerekçesiyle ruhsatları iptal edilen barlar kapatıldı.
Konya
Belediyeler sosyal tesislerde içki satışını yasakladı.
Isparta
Eğirdir belediye başkanlığı 2009’da Altınkum plajında içki içilmesini yasakladı.
Kırıkkale
Mart 2012’de AKP’li Belediye Başkanı Veli Korkmaz, yurttaşların şikâyetçi olduğunu, şehir içindeki içkili mekânların kapatılmasını veya şehir dışına taşınmasını istediğini söyleyerek, şehir içindeki içkili mekânların şehir dışına taşınması için çalışma başlattıklarını açıkladı.
Eskişehir
Odunpazarı Öğretmenevi’nde Temmuz 2012’de alkollü içkileri yasakladı.
Televizyonlar sansürle anılır oldu. “3.10 Yuma Treni” adlı filmde kadın oyuncunun çıplak omzunu 1 dakika boyunca sansürleyen TRT, oyuncu Ayça Varlıer’i de katıldığı program öncesinde kıyafet konusunda uyarmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Diğer kanallar da “buzlama”, “bantlama” ve “gizleme” içeren sansür uygulamalarını artırdı. Muhalefetin görüşlerini kesmeden, heykelin göğüs uçlarını buzlayana kadar birçok sansür uygulaması Türkiye’nin gerçeğine
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
İstanbul
31
dönüştü. İşte, başta TRT’dekiler olmak üzere uygulanan sansür örnekleri:
TRT’de, Tosun Paşa filmindeki Adile Naşit’li hamam sahnesini sansürledi! Londra Olimpiyatları’nın kapanış töreninde John Lennon’ın ‘Imagine’ şarkısısının “No religion too/ Dinler de olmasın” kısmı spiker tarafından makaslandı. TRT Müzik’te, Ajda Pekkan’ın görüntüleri buzlanarak sansürlenmiş, Ziynet Sali’nin hafif dekolteli kıyafetine de buzlama tekniği uygulanmış ve şarkıcı Nevra Günay Tosun’a dekolte sansürü yapılmıştı. TRT 1’de yayımlanan ‘Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü’ adlı filmde Alevilik konuşması sansürlendi. ATV, Başbakan Erdoğan’ın ODTÜ’de katıldığı törende yaşanan protesto gösterilerinin gerekçesini sansürledi. TV 8’de yayımlanan, Sadri Alışık’ın canlandırdığı ‘Turist Ömer’ serisinin bir filminde Feri Cansel’in dekoltesi buzlanarak ekrana getirildi. Fox TV’de yayımlanan ‘Yer Gök Aşk’ adlı dizide çıplak kadın figürü buzlandı. Kral TV’de haftanın her günü değişik saatlerde yabancı müzik kliplerinin yayımlandığı Kral World adlı programda yayımlanan Shakira’nın ‘Rabiosa’ adlı klibi, RTÜK İzleme ve Değerlendirme Dairesi’ni harekete geçirdi. Uzman raporunu değerlendiren Daire Başkanı Nurullah Öztürk, Üst Kurul’a sunduğu raporda Shakira’nın klipte çocuk ve gençlerin fiziksel gelişimini olumsuz etkilediğini belirtti. Shakira’nın, canlandırdığı karakterlerden birinde iç çamaşırlarıyla bir gece kulübünde striptiz yaptığını, bir direk etrafında iç çamaşırlarıyla dans ettiğini belirten Öztürk, kadın bedeninin cinsel tahrik unsuruna indirgendiğini söyledi.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Peş peşe gündeme gelen TRT sansüründen Michelangelo’nun Hz. Davut heykeli de nabisini aldı. TRT 1’de gece yayınlanan ‘Son Umut’ filmindeki heykel mozaiklendi.
32
Özetlersek: Fazıl Say, “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçundan üç kişi tarafından açılan dava nedeniyle hâkim karşısına çıktı! Say’ın suçu, Ömer Hayyam’a ait olduğu düşünülen ve de birçok kişi tarafından zaten paylaşılmış olan bir dörtlüğü sosyal medyada yeniden paylaşması. Fazla söze gerek yok: Özgür düşünceden yana olan Hayyam, dizelerini XII. yüzyılda yazmış. Şimdi XXI. yüzyıldayız… Stefan Zweig, “Rotterdam’lı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi” kitabında,“Bağnazlığın öldürücü ateşini körükleyebilecek en büyük güç nefrettir.” der. Biz, toplum olarak bağnazlığın tırmandırıldığı, nefret ve şiddet duygularının körüklendiği bir ortamda yaşıyor ve bunun getirdiği türlü olumsuzluklarla yüzleşiyoruz.12
***
“İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”nin, “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar,” diye haykıran 1. maddesinin ayaklar altına alındığını yeterince net biçimde kanıtlayan örnekleri aktarmayı bırakarak sanatın ve sanatçının varoluşunun “suç” ilan edildiği bu vahşet tablosunda Roland Barthes’ın, “Günümüzde yazın dünyaya sorular yöneltme işine indirgenmiştir, oysa yabancılaşan dünya yanıtlara gereksinim duymaktadır.”13 Demir Özlü’nün, “Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar bastırılmış düşlerinin soluk imgeleri içinde sürüklenip gidiyorlar. Kendini iyileştirmek için yazdığını düşünsen de ıssız çöllerden ya da Berlin’deki kanallardan söz etsen de bir sis çanı olacaksın sen. Korkma, kendini koy ortaya”;14 Eduardo Galeano’nun, “Edebiyat bilinçlere yönelir, onlar üzerinden hareket eder ve niyet, yetenek ve talihle donandığında bilinçle hayal gücünün ve değişim isteğinin horozunu tetikler.” sözleri eşliğinde asla unutmayın: “Eleştirel düşünce, özgürlüğün en sağlam güvencesi belki de. Edebiyat ise, eleştirel düşüncenin onsuz edilemez bir parçası. Kuşkusuz, bire bir siyasal eleştiriden söz etmiyorum burada. Ama nitelikli edebiyat yapıtlarının hemen tümünde köktenci bir yaklaşımın, sorgulayıcı bir bakış açısının, insanlığın en örtülü hâlleriyle yüzleşmekten çekinmeyen bir tutumun ağır bastığını söyleyebiliriz. Gerçek edebiyat, önümüze, yaşadığımız dünyayla, bireyin varoluşuyla, toplumsal yaşamla ilgili köktenci sorular sermeden edemez. Şiir yazmak, roman yazmak, öykü yazmak, yazgılarına boyun eğenlerin, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olanların işi değildir. Aynı şey nitelikli edebiyatın
18 Şubat 2013, Ankara NOTLAR Cemal Süreya. John Berger, Bentonun Eskiz Defteri, çev: Beril Eyübolu, Metis Yay., 2012. 3 N. G. Çernişevskiy, Sanatın Gerçeklikle Estetik İlişkileri, Çev: Arif Berberoğlu, Evrensel Basın Yayın., 2012. 4 Jale Nejdet Erzen, Çoğul Estetik, Metis Yay., 2011, s. 162-37. 5 Derya Atlas, “Sanatçı Devletten Medet Umar mı?”, Sabit Fikir, No:24, Şubat 2013, s.20-21. 6 Sarah Thornton, Sanat Dünyasında Yedi Gün, çev: Mine Haydaroğlu, Yapı Kredi Yay., 2012. 7 Mustafa Sönmez, “Tüccarlaşmadan Kültür Üretmek...”, Cumhuriyet, 26 Ocak 2013, s.10. 8 Ahmet İnsel, “Otoriter Kuşatma Yılı”, Radikal İki, 30 Aralık 2012, s.1-13. 9 Cüneyt Özdemir, “İslâmi Bisiklet”, Radikal, 11 Eylül 2012, s.8. 10 http://www.milliyet.com.tr/2007/06/21/yazar/dundar.html 11 Can Dündar, “Derdimiz Darwinistler mi?”, Milliyet, 19 Şubat 2013, s.17. 12 Dikmen Gürün, “Sanatçının Değeri...”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2012, s.16. 13 Ronald Barthes, Eleştirel Denemeler, çev: Esra Özdoğan, YKY., 2013. 14 Demir Özlü, Önünde Boş Bir Uzam, Yapı Kredi Yay., 2012. 15 Celâl Üster, “Devletin Yazarı Olmamak!”, Cumhuriyet Kitap, No:1192, 20 Aralık 2012, s.6. 16 W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.293. 1 2
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
okurları için de geçerlidir. Edebiyat ruhun başkaldırısını besler; var olanla ne yetinir ne de uzlaşır. Mario Vargas Llosa’nın deyişiyle, “İyi edebiyat, gerçek edebiyat her zaman yıkıcı, boyun eğmez ve asidir: Var olana bir meydan okumadır.”15 Evet, evet şimdi nisyana kaşı isyan ve kıyam zamanıdır! Hem de İstanbul AKM’nin hayalete dönüştürüldüğü, Duru Tiyatro’nun yerinden dışarı itelendiği, Genco Erkal’a Karaca Tiyatrosu’nun kapılarının kapatıldığı, İBBŞT’nin taze yapımı “Zengin Mutfağı”nın devre dışı bırakıldığı, genç oyuncuların tutuklandığı güzergâhta Beyoğlu, tiyatrolarını bir bir kaybederken yarışmayla seçilen tiyatro projesinin yerine nikâh salonu ve gençlik merkezi yapılmışken; Küçük Tiyatro’nun, Atatürk Kültür Merkezi’nin, Muammer Karaca’nın birbiri ardına kapanmasıyla İstanbul’un kültür merkezlerinden biri sayılan Beyoğlu’nda, özeller dışında tiyatro salonu kalmamışken; İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nca (İBBŞT) Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde 27 Aralık 2012 akşamı sahnelenen ve “bir faşizm eleştirisi” olarak bilinen “Zengin Mutfağı” adlı oyun, ülkücü bir grubun saldırısına uğrarken; Federico Garcia Lorca’nın, “Tiyatro, kağıttan dışarı yükselerek insan hâline gelen bir şiirdir. Konuşur, bağırır; çaresizdir, ağlar!” sözünü unutmadan var olana meydan okuma (isyan ve kıyam!) zamanıdır şimdi! İktidar, TV dizileriyle, sansür ve baskılarıyla sanata/sanatçıya kendi ahlâk ve beğenileriyle ayar verirken; Muzaffer İzgü’nün, “Sanat yasakla ve buyrukla olmaz.” uyarısı kulaklara küpe edilmelidir. Özetle; İlker Aksum’ün ifadesiyle, “Muhafazakârlaşma ayyuka çıkmış durumda. Bilinmesi gereken bunun yalnızca bugünkü hükümetle bağlantılı olmadığı! Bizim ülkemiz zaten oldum olası buydu. Şimdi var olanı iktidarda görüyoruz. Daha önce onlar hiç bu kadar güçlü olmadılar. Evet, baskı var, senaristler kontrol altında. Hayallerimiz bile kontrol ediliyor. Sanatın politikası olur muhafazakârlığı olamaz, sanat kapalı değildir. Herkes eleştirilebilir, deşebilir. Bunu biri sanatla yapar biri siyasetle. Baskı ve sansür ise kabul edilemez!” O hâlde Spartaküs’ün, “Bütün dünya Roma’nın… Öyleyse Roma’yı yıkacağız! Artık dünya Roma’dan bıktı… Roma’yı ve Roma’nın inandıklarını yıkacağız!” haykırışları yankılansın kulaklarınızda… Albert Einstein’ın 12 Haziran 1953 tarihli ‘The New York Times’da yayımlanan “Açık Mektup”unu anımsayın: “Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir. Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar. Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle soruşturmalara katılamayacağını haykırmalıdırlar. Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı zaten kabullenmiş demektir”… Ve nihayet “Hiç kimse denemeden gücünün neye yettiğini bilmez.”16 derken W. Goethe’nin ne anlatmak istediğine kafa yorun… ‘Yeni Kapı’lıların biz(ler)e öğrettiği budur!
33
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs DESEN Onur Fındık
UYAN
34
SÖYLEŞİ
SÖYLEŞİ: NİYAZİ SELÇUK
Bienal nedir?
Bienal iki yılda bir, sanatçıların katılımıyla ve uluslararası olarak yapılan büyük bir sergi organizasyonudur.
Türkiye’deki bienaller ne işlev görüyor?
Türkiye’deki bienaller değil de, dünyadaki bienaller ne işlev görüyor, diye konuşmamız daha doğru olur. Dünyadaki bienaller, kültür endüstrisini kullanarak global şehir yaratma hayaliyle ve kent pazarlamak amacıyla yapılan organizasyonlardır. Bienaller tıpkı büyük organizasyonlar,
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Niyazi Selçuk’u herhangi bir sanat galerisine bağlı olmayan, bağımsız bir sanatçı; yeni medya ve performans sanatçısı olarak tanıyoruz. Niyazi Selçuk ilk kez 12. İstanbul Bienali’nde “İsimsiz Mektup” adlı performansıyla dikkat çekmiş ve Bienalin ana sponsoru Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un 12 Eylül darbesine verdiği desteği içeren mektubu kamuoyuna hatırlatan sanatsal bir performans gerçekleştirilmişti. Bu performansla Niyazi Selçuk, Vehbi Koç’un 3 Ekim 1980’de, Kenan Evren’e yazdığı mektubu Bienal davetiyesine basarak, ziyaretçilerin “kazı-kazan” yöntemiyle mektubu okumasını sağlamış ve böylelikle tasarlanan performans davetiyeleri, 12. İstanbul Bienali’nin açılışlarında ve partilerinde dağıtılmıştı. Bu performans, Türkiye tarihinde unutturulmak istenen bir travmayla hesaplaşma anlamında önemlidir. Sermayedarların 12 Eylül cuntasıyla yaptığı işbirliğini kamuoyuna hatırlatması, unutulan bir hakikatle yüzleşilmesi bakımından da oldukça dikkat çekicidir. Bugünlerde ise “Anne Ben Barbar mıyım?” şiarıyla çıkış yapan 13. İstanbul Bienali’ni ve bu şiarı bizlere tekrar sorgulatıyor. Bienal ile barbarlığı sorgulatan sermayedarların, kamusallığı tartışmaya açarak, nasıl ve ne amaçla bir kamuoyu yaratmak istediklerini yine performanslarıyla afişe ediyor. Bienal’in; sermayedarların temel amaçlarını makulleştirdiğini ve “2020 Olimpiyatları”na zemin hazırlayan sermayedarların Bienal ile “Kentsel Dönüşüm”ün ne kadar önemli ve gerekli olduğunu sanat aracılığıyla toplumun algısında normalleştirdiğini ifşa eden eylemlilik içerisinden bizlere sesleniyor. Bu bağlamda Gündoğusu Sanat ve Düşün Topluluğu olarak, Niyazi Selçuk’la Bienal sanat ve sermaye-sanat ilişkisi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
35
festivaller ya da olimpiyatlar gibi bir amaç taşımaktadır. Kısaca neoliberal ekonominin dünya üzerinde küresel bazda uyguladığı ve model olarak geliştirip Beijing’den tutun da Venedik’e kadar uygulanan, sınır tanımayan bir endüstri biçimidir.
Türkiye halkının bienallere ilgisi nedir?
Türkiye halkının bienallere direk ilgisi var mıdır, bu benim için de bir sorudur. Bienaller genelde belli bir kesimin gittiği, gezdiği ve bildiği bir şeydir. Bir kamuoyu yoklaması yapsanız, sokaktaki insanlara sorsanız, insanların Bienali bilmediğini görürsünüz. Dolayısıyla bienaller halka yönelik değildir. Şirketlerin kendi gerçek amaçlarına, sanat kılıfı geçirdikleri ve sanatı araçsallaştırarak kullandıkları bir alandır. Dünya ölçeğinde, bienallerin konseptlerine ve işledikleri konulara bakarsanız farklı şekilde aynı konuların işlendiğini görürsünüz. Bu bir tesadüf değildir, büyük bir planın parçasıdır. Bundan dolayı bienalleri okurken, kültür-sanat sayfalarından değil de ekonomi sayfalarından okumak gerekiyor.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Sermaye kuruluşlarının sanat faaliyetlerine sponsor olmasında ne sakınca var?
36
Şöyle bir sakınca vardır: Sermaye kuruluşları, sanatın ve sanatçının bağımsızlığını etkiler. Aynı zamanda, sanatın ve sanatçının sınırlarını ve çerçevesini belirler. Bu coğrafyada, sanat yıllardır özel sektörün eline terk edilmiş durumda. Kamu, özellikle 80 sonrasında sanat alanından elini çekti. Alan, tamamen özel sektöre bırakıldı. Özel sektör, sanatı kendi niyetleri ve istekleri uğruna araçsallaştırdı. Doğrusu, sanatı kullanmaya başladılar. Bu noktada sanatın bağımsızlığı sorunu ortaya çıkıyor. Sanatın bağımsızlığı bir şekilde engelleniyor. Sizin sınırınızı bir yerde onlar belirliyor. Örneğin nerede, ne kadar sanat yapabilirsiniz. Onların var olan gerçekliklerini deşifre ederseniz, yararsız şeyler söylersiniz. Onlar için, sanat bir şey söylediği zaman yararsızdır. 80 sonrası neoliberal ekonomi süreci sanatı şu noktaya getirdi: sanat artık onların duvarlarını ve müzelerini süslediği zaman sanat oluyor. Sanat politik olmadığı için özgür değil. Sanatın politikliği, sanatı özgür kılacak. Sanat bağımsız olmalı. Sanatın bağımsızlığını etkileyen en önemli faktör ise, özel sektörün dayattığı şeylerdir. Dolayısıyla sponsorluk, sanatın ve sanatçının bağımsızlığını engellemektedirler. Sanat ise, bağımsızlığını yitirdiği zaman her şeyini yitirmekte ve sanat artık sanat olmaktan çıkmaktadır.
Siz bienalleri ve sergileri mi protesto ediyorsunuz?
Bizim bienalleri ve sergileri protesto etmek gibi bir derdimiz yok. Sanattan yana tarafız ama sanatı yalan söyleyerek yapan kurumlara karşı işler yapıyoruz. Sanatla terbiye etme diyebiliriz. Onların yalanlarını, onlara itiraf ettirmek üzere eylemlilikler ve performanslar tasarlıyoruz. Tasarladığımız bu performansları da, onların olduğu mekânlarda sergiliyoruz. Neden onların olduğu mekânlar? Çünkü onlar bizi alanlarımızda kıstırıyor. Biz de aynı metodu kullanıyoruz. Böylelikle onları alanlarında kıstırıyoruz. Sanatçıların eylemlerinize yaklaşımı nasıl oluyor? Sanatçıdan sanatçıya değişiyor elbette. Kimi sanatçılar cidden duyarlı. Bu süreci baştan sona destekliyor. Kimisi ise destekliyor ancak sesini çıkarmıyor. Kimi de hiç desteklemiyor. Dolayısıyla sesini de çıkarmıyor. Böyle ayrışmalar oluyor; çünkü bu sistemin devam etmesini isteyen, hatta bu sistemden büyük paralar kazanan ve beslenen sanatçılar var. Konumlarının ve kurdukları ilişkilerin bozulmasını istemiyorlar. Bu sistem bozulursa, buradan gelecek tüm kazançları kaybedecekler. Bu kaygıyla, yaptığımız eylemlere yönelik anti-kampanya dahi başlatabiliyorlar. Bir süre sonra bu sanatçılar, dillerini sistem bekçiliği diline dönüştürüyorlar. Bunu ise sanatı korumak ister gibi bir edayla yapıyorlar.
Eylemlerinize halktan katılım ne düzeyde oluyor?
Öğrenciler ve mahallelilerle birlikte hareket ediyoruz. Bunların arasında işçiler de var. Bu insanların çoğunun hayatında sanat pek de yer edinmiyor. Biz gidip onlara sanatı anlatıyoruz ve böylece sanatın hayatlarında yapacağı etkiyi görmeye başlıyorlar. Bu süreçle birlikte, dâhil olmaya başlıyorlar. Bir bienal yalnız bir bienal değil. Aynı zamanda söylediği şeyin ardı da var.
Biz bunu gösteriyoruz. Halka bienalcilerin nasıl bir yalan söylediğini anlatıyoruz. Sonra halk geliştirdiğimiz işe dâhil olup bize destek çıkıyor. Yaptığımız işler sosyal medya aracılığıyla yayılmaya başladığında, halktan talep daha da artıyor.
Büyük medya kuruluşları eylemlerinizin haberini yapmaya ilgili mi? Eğer değillerse eylemlerinizi kamuoyuna duyurmak için ne yapıyorsunuz? Esasında ilgili değiller. Biz daha çok sosyal medya üzerinden örgütleniyoruz. Zira büyük medya kuruluşlarının desteklemesini ya da bu kuruluşların haber yapmasını beklemiyoruz. Çünkü sermaye buralarda da gücün sahibi. Sermaye buralara reklam veriyor. Biz ise onların reklam aldığı kuruluşlara karşı iş yapıyoruz. Elbette ki bunu haber yapmıyorlar. Yaptığınız işi görmezden gelmeyi tercih ediyor. Zaten onların görmesini de beklemiyoruz. 80 öncesi denetimi devlet yapıyorken, şimdi bu kuruluşlar denetim mekanizması işlevi görüyor. Örneğin editör ya da genel yayın yönetmeni bu haber yayımlanmayacak, diyor haber yayımlanmıyor. Sansürü devletten önce uyguluyorlar. Eskiden kitaplar basılır, ardından basılan bu kitaplar devlet tarafından toplatılırdı. Kitaplar artık toplatılmıyor, çünkü artık daha demokratiğiz!
Sanatçılık bir meslek midir? Sanat emeğinin piyasa değeri var mıdır?
Sanatçılık bir meslekse, sanatçının geçinebilmek için sermaye kuruluşlarına ihtiyaç duyması doğal değil midir? Doğal değil tabi ki. Sanatçı illa ki özel sermeyenin desteğine ihtiyaç duymaz. Örneğin, yaptığımız eserlerin fiyatlarını bu kadar yukarı çıkaran nedir? Bunun cevabı sistemde. Dolayısıyla emek-sermaye ilişkisini ya da emeğin fiyatını belirleyen şeyleri iyi tartmak gerekir. Sanatçıyı sermaye beslemek zorunda değildir. Dünyadaki örneklere bakıldığında da, bu gerçeklik böyledir. Dünyada sanatı ve sanatçıyı devlet destekler. Biz de ise, tamamen sermaye desteği söz konusudur. Yoksa aç kalırsın. Sermaye ise beslemesine karşılık, dayattığı yalana ortak olmanı bekler. Dahası, onun beslemesi olarak hem yalanlarına ortak olacaksın hem de istediğini ve sanat dediğini yapacaksın. Dolayısıyla sanattan kamu desteği tamamen çekildiği için, sanat özel sektörün eline bakıyor. Sanata destek, tamamen kesilmiş durumda. Silah ve savaş sanayisine yatırılan para, sanata yatırılan parayla karşılaştırıldığında bir ülkenin durumu az çok ortaya çıkıyor. Sanatçıların belli bir gelir kaynakları ve hiçbir sosyal güvenceleri yok. Örneğin, bienal şu anda kamusallığı ve kentsel dönüşümü sorgulayacağına, ilkin bu ülkedeki sanatçıların halini sorgulasın.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Sanatçılık da kunduracılık gibi bir meslektir. Sanatçı da sanat emekçisidir. Oysa sanatçılık insanlara yüksek bir mevkiiymiş gibi verilir. Nasıl ki beyaz yakalıların sınıf atlama derdi varsa, sanatçılık da sınıf atlamaya yönelik bir meslek olarak görülür. Örneğin beyaz yakalılar kendilerini işçi olarak görmez. Sistem ona öyle hissettirmektedir. Sistem onu gecekondusundan çıkarır ve İstanbul’un merkezindeki iş yerine getirir. İş yerini kendisine ve kendisini da o sınıfa aitmiş gibi hissettirir. Yemeklerini iş yerine en yakın AVM’lerde ve lüks restoranlarda yer ve son model bir telefonu kullanmak ister, kullanır. Buradaki sınıf atlama derdi, sanatçılar arasında da yaygındır. Sanatçı da, sanatçılık kavramını kazanmak için sistemin dayattığı her şeye “Ben de sizin gibi düşünüyorum.” diyerek, sistemin yalanlarına ortak olma ve sınıf atlama çabasındadır. Nasıl ki beyaz yakalı bir işçiyse, sanat emekçisi de bir işçidir. Üreten ve emeğini satandır. Tek farkla: Sanatçı bunun bireysel olarak yapar. Piyasa değerine geçersek, sanat biricik ve çoğaltılmaya eserler ortaya koymaktadır. Bu durum ise, bu eserleri yalnızca belli kişilerin alabileceğini, üstelik de yüksek fiyatlar vererek alabileceğini gösterir. Yüksek fiyatlar vererek sanatı tüketen de haliyle burjuva oluyor. Sürecin bu şekilde ilerlemesinde ne sanatçılar ne de insanlar rahatsız. Buradaki ciddi bir sömürü var. Örneğin galericiler, sanatçının eserini galerilerinde sergilemek amacıyla kazanılan paranın % 50’sini sanatçılardan istiyorlar. Bu durumun önüne geçmek için, sanatçıların örgütlenmesi şart. Ne yazık ki örgütlenme, 80 sonrası tamamen yok edildi. Sanatçılar da egolarından dolayı, tekrar örgütlenme işine girmediler. Oysaki bir örgütlenme olsa, ortak bir tutum ve tavırla “galericiler, sanatçıların eserlerini sergilemek amacıyla sanatçılardan %20’den fazla isteyemez” şeklinde bir standart belirlense, örgütlü sanatçılar bunun peşinden gidip bunu dayatsa, sömürünün de önüne geçilir. Şu anda sanatçıların durumu gerçekten kötü ve kimse sanattan para kazanmıyor.
Günümüz koşullarında sanatı sermayeden izole etmek mümkün müdür?
Mücadeleyle mümkün. Bağımsız sanatın savunduğu da budur. Farklı farklı grupların ve oluşumların ortaya çıkışıyla sanat sermayeden izole edilebilir. Her şey bir ütopyayla başlar ve o ütopya büyür. Bir yerlerde olup bitenler başka yerleri de tetikler. Bizim yaptığımız etkinliklerde böyle olmuştur. Etkinliklerden sonra farklı üniversitelerden davetler aldık. Akademik çevreler bu tür işlere ilgi duyuyor ve bu işlerin üzerine eğiliyorlar. Aynı zamanda bu çevreler,
37
öğrencilerine de bu işleri aktarıyor. Böylelikle öğrenciler, bu işlere meylediyor. Demek ki bir kuşak, bir şeylerin sinyallerini veriyor.
Siz nasıl bir sanat-toplum ilişkisi öngörüyorsunuz?
Örneğin bizim yaptığımız, sanatın toplumsallığı. 80 sonrası, toplum sanattan koparıldı. Sanat birilerin duvarlarına hapsoldu ve yalnızca oraya gidenler bu sanatı görebildi. Bu süreçte sermaye eserler biriktirdi. Biriken bu işlerin sonunda, müze açtılar. Müze açmak da bir prestij işi esasında. Şimdi bu prestij üzerinden iş yapıyorlar. İnsanlar bu eserlerle müzelerde karşılaşıyorlar. Sanat endüstrisinin ortaya çıkmasıyla, sorunlar başlıyor. Çünkü endüstrileşen şey, sanat olmaz. Sermaye sanatı direk endüstriye çeviriyor ve buradan rant, prestij elde ediyor ve para kazanıyor. Halkın ve toplumun sanatla ilişkisini kopardılar. Biz şu andan, sanatın toplumla hala bir bağı olduğunu gösteriyoruz. Dolayısıyla sanat, halkla birlikte ve halka dair yapılandır.
Nihai bir çözüm öneriniz var mı?
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Öyle bir iddiamız yok. Biz sadece deneysel şeyler deneme peşindeyiz. 80 sonrası kuşağı olarak, yapılmış değil de yapılmamışı denemek üzere yola çıktık. Aslında bu yaptığımız, yaratıcı direniş modeli. Bu modelin içine, aynı zamanda sanatı sokuyoruz. Nasıl ki sermaye sanatı araçsallaştırıyor, biz ise sanatı araçsallaştırmak yerine, yaptıklarımızı sanatla ifade etme yoluna gidiyoruz. Tasarılarımız, sermayenin duvarlarına sığmayacak ve bu duvarları yıkacak büyüklükte. Dolayısıyla nihai bir çözüm gibi bir iddiamız olmaz. Böyle bir iddiada bulunmak, çok zordur. Bu şekilde bir iddiayı, ancak tarih yazar. Tarih, bizim için böyle bir iddiaları vardı ya da yoktu diyebilir. Süreçler süreçleri belirleyecek ve birbirini tetikleyecek. Bunları zamanla göreceğiz.
38
DENEME Mehmet Emin Kurnaz
MAVİ İÇİN BİR ŞİİR KURMACASI
“Doğmak, zamandan çalınmış bir küçük parça…” Böyle incelikli bir şiiri Edip Cansever yazar anca… Hani hüzün bendini aşınca geceden, “an” ki anısı olursun bir kum saatinde ve aniden… Sarnıcı birikir ki bir gün ömrün; o gün ki bir gün taşar gözlerinden… Öyle zamanları bilirdiniz, hepiniz bir gün yaşadınız. Her gün yaşayanınız oldu belki, belki az yaşayanınız…
Ayracını sakladım yarım kalmış bir öykünün, daha da şiir yazamadım. Günlüğünü tuttum böyle bir zaman, onu da bir gün oldu bıraktım… Tütün gibi tükenirdi acının coğrafyasında zaman. Ama biz, ki bir asrı deviren direncini de bildik çınarın… “Ben ölürsem de oğlumun kemiklerini bulun! Bulun da yanıma gömün” diyen… İlkellik tarihinden bilmem kaç bin yıl sonraydı ki yaşadık! Barbarlık yıkılmamıştı henüz, mendil satan çocuklar tanıdık. Sonra savaşlar durmadı hiç, bir parça maviye bulandık… Evet, biraz maviydi bu şiirin rengi... Çünkü şiir, biraz da şairin zaman sorunsalıyla başladığı bir kaostu. Kaosun içinde zaman-mekan diyalektiği, bu diyalektiğin içinde de hayatın ve tarihin içinden bugüne uzanan trajik bir varoluş esintisi ürküttü benliğimizi. Zaman; insanın büyük trajedisi, dönüşü mümkün olmayan ve öncesizlik ve sonrasızlık biçimi, yani sonsuzluktu. İnsan ise ölümlü bir varlık olarak, zamanın sonsuzluğunu tahayyül bile edemeyecek kadar büyük bir acıyı zaman karşısında sürekli hissetti. Mitlerde, mitolojilerde tanrılar uydurdu sonra insan. Kimi ölümsüzdü hani, kimi ölümlüydü kendisi gibi… Cennet avuntusu taşınca tarihin akışından bir gün içeri, cenneti de bu dünyada yaşayacağız, dedi biri; “Lenin’di..” Evet, adı biraz maviydi düşününce sanki şiirin. Öyle zamanları unuttunuz, biriniz her gün öldünüz. Bir gün ölünüz yoktu belki, belki her gün bir ölüydünüz.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Nutkun isyanı sözcüğedir, tükenişi mumların bir geceye... Adı çiçeklerden kardelendir, aylardan bir Mayıs’a… Biraz ateşte demirin, söylediği çeliğin suya… Hani, “Yaşamak, direnmektir.” biraz da…
39
ÖYKÜ Hatice Eroğlu Akdoğan
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
TAHTA OYUNCAKTAN NAYLON KOKUYA
40
Otobüs, çocukluğumun geçtiği Anadolu’nun orta halli şehrine doğru yol aldıkça heyecanım iyicene artıyordu. Uzun yıllar olmuştu ayrılalı. Sılaya kavuşma heyecanım sevinçle karışık bir dozla yükseldikçe, çocukların evlek saydığı sokağımıza ve tahta oymacının dükkânına ilişkin anılarım da yeğinleşiyordu. Başımı koltuğun gerisine yaslayıp uykuya daldığımda hemen bir düşün içinde buluyordum kendimi. Arkası bahçeye çıkan ve birbirine bitişik tek katlı evlerden oluşan sokağımız; çocukluk arkadaşlarım Badegül, Ali, Ayşenur, Elif ve zaman zaman taşlaştığımız öte mahalle dediğimiz öte sokağın çocukları… Ve hep birlikte toplaşıp gittiğimiz ağaç ve tahta işleyen Artin Usta’nın dükkânı. Hayallerimizi büyüttüğümüz ustanın işleği. Mahallede biz bu dükkâna “tahta oymacı“ derdik. Öyle görmüş, öyle işitmiştik büyüklerimizden. Oymacı dükkânı deyip geçilmezdi ki! Hemen hemen mahallenin tüm çocuklarının ortak zevki, evden ve ya sokaktan uzaklaşıp oymacı dükkânında ağaç ve tahtadan yapılmış oyuncakları, süs ve kullanım eşyalarını seyretmekti. Bizim sokaktan da ekip olarak giderdik. Başka sokakların çocukları bize ilişir korkusuyla toplu gezerdik. Herhalde onlar da bizim için aynı şeyleri düşünüyordu ki onlar grup, biz grup. Günlük oyundan bıktık mı içimizden biri “bana ne ben Oymacı Artin’e gidiyorum” dediğinde hemen diğerleri de oyunu bırakıp onun peşine düşerdi. Hem satış yeri hem de atölye olan bu dükkanın önüne bizi birikmiş olarak gören Artin Amca, burnunun üstüne düşen gözlüğünün üstünden bakıp, “Vay gene mi siz? Sizi gidi hergeleler, sizi cadılar. Evin haberi var mı bari” diye çıkışır, vitrin görevi üstlenen büyük pencereye yaslanmamamız için uyarırdı. Oymacı dükkânına gidişimi ben genellikle evdekilere haber vermezdim. “Kaybolursunuz, başınıza bir şey gelir.” diyerekten pek rıza göstermezlerdi. O yüzden birkaç çocuk kafa kafaya verdik mi, ebeveynlere çaktırmadan kendimizi birkaç sokak ötede caddenin köşesindeki, oymacının önünde bulurduk. Sessizce vitrindekileri seyre dalar, eğer kapı aralıksa da Artin Usta’nın el hareketlerini izlerdik. Oymacıda ne yoktu ki? İşlemeli ve boyalı tahta kaşıklar, ekmek tahtaları, oklava, nihale, kağnı arabası, beşik, kalemlik, kuru çiçek vazoları ve daha bir sürü şey. En önemlisi de çocuklar için yapılmış oyuncaklardı. Sahip olamadığımız, “Bir gün param olursa şu yeni çıkanı alacağım.” deyip döne döne iç geçirdiğimiz oyuncaklar… Oymalar ve işlemeler, Artin Usta ve karısı Nevriye’nin elinden bir makineden çıkmış gibi düzgün ve ölçülü dururdu. Ömrümüz boyunca yapamayacağımızı düşündüğümüz bir el hareketini Artin Amca anında gerçekleştiriyor, sonra o bıçağı bırakıp, ani bir hareketle kızgın şişi alıyor ve oyduğu tahtanın bir yerine sokuşturuyor. Sonra bir başka alete yelteniyor. Bir tahta parçasını gözümüzün önünde kısa zamanda bir eşyaya dönüştürmesi, Badegül ile beni şaşkına çevirirdi. O nedenle dışarıda bulduğumuz bir parçadan oyuncak yapacağız diye bazen az uğraşıp didinmezdik. Aynı el hareketleriyle o işin gerçekleşeceğini sanırdık. Sonra hiçbir şeye benzetemediğimiz üstelik elimizi paraladığımız parçayı bir kenara fırlatır atardık. Bir yanda Artin Usta, karşısında ise Nevriye Teyze. Artin Usta yonttuğunu elinden bırakır sonra bunu Nevriye Teyze alır, çeşit çeşit boya ve fırçalarla desen çizerdi. Artin Usta arada da
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
hızar gibi dişleri olan bir makinenin başına gider gelirdi. Çalışmanın bu yanını daha çok merak eder ancak makineyle ne yapar, nasıl çalıştırır tam göremezdik. Hep merak ederdim. Tahtayı nasıl bir serçeye çeviriyor, üstünde şoförü bile olan bir traktör yapıyor diye. El hareketlerinden bunu anlayabilmek çok zordu. “Ah bana bir anlatsa nasıl düşündüğünü, nasıl yaptığını” diye iç geçirir, onun el hareketlerine baktıkça o işi yapmaya öyle heveslenirdim ki, elime o an bir odun parçası geçse hemen bir oyuncağa çevireceğimi sanmaya başlardım. Artin Usta’yı bazen de çileden çıkartırdık. İçerisini göreceğiz diye atölyenin önünde yaptığımız yığıntı onu rahatsız eder, “çekilin şuradan karanlık etmeyin” diye bağırarak azarlardı. Onun el ustalığını sessizce izlemek, çocukluk dünyamızı süsleyen oyuncaklarını görebilmek için azarlarına karşı gelmez, usulca köşeye çekilirdik. Bir gün annem komşularla birlikte erişte kesmişti. Nevriye Teyzenin bu tür işler yapmaya zamanı yok diye annem bir torbaya koyduğu erişteyi onlara götürmemi istedi. Sevinçten uçacaktım. Hiç değilse dükkanın içine girecek, köşe bucak ne varsa görecek, hatta Artin Ustadan bunları nasıl yaptığının varsa sırrını öğrenebilecektim. İçi erişte dolu torbayı kaptığım gibi sokağa fırladım. Arkadaşlarımdan kimseyi yanıma katma sabrını bile gösterecek durumda değildim. O kadar hızlı yürümüş, bazen de koşmuş olduğumdan soluk soluğa kalmıştım. Kapıyı hızla itip adımımı içeri attığımda Artin Usta ile Nevriye Teyze şaşakalmıştı. Öylesine gelmediğimi anlamaları için elimdeki torbayı göstere göstere göğsümün hizasında tutuyordum. Acelece ve kesik kesik soluyarak: -Nevriye Teyze Nevriye Teyze! Al bunu anam yolladı diyebildim. Nevriye Teyze: -Ağır ol ağır sarı kız. Ne yolladı. Niye böyle kan ter içinde kaldın? Heyecanlı olduğum kadar sabırsızdım da. -Erişte, erişte işte. Koştum Nevriye Teyze. Erişte getirdim işte. Şaşkın ördek gibiydim. İmdadıma Nevriye Teyze yetişti. -Otur otur. Bak şu tabureyi çek altına hele. Tabure de Artin Ustanın dükkanındaki diğer oyma ve tahtadan yapılma eşyalar gibi elde yapılmış, üstü kuvvetli bir kendir iple örülmüştü. Memnunca tabureyi elime alıp Artin Amcanın karşısındaki bir yere oturarak rahatlamaya çalıştım. Oymacının dükkanında geçerli bir nedenle bulunmak ne güzel şeydi. Dışarıdan bakıp da göremediğim bir sürü tahta eşyayı burada görüyordum. Raflarda türlü türlü renklerle bezenmiş, kızgın şişlerle yakılarak işlenmiş eşyalar vardı. Atölyenin arka tarafında ise üst üste yığılı başka eşyalar. O gün en çok oyuncak bir beşik ile üstünde çiçek deseni olan kalem kutusu hoşuma gitmişti. Artin Usta bir yandan işleyip, bir yandan benimle konuşuyordu. -Dersler nasıl bakalım? Kaç oldun bu sene? -Üçteyim. -Usta amca bu oyuncakları kim alıyor, çok para mıdır acaba? -Tüccar alıyor. Sonra kadınlar alıyor. Senin gibi çocukların babaları alıyor. -Bizim mahallenin mi? -Ooo sen çok soruyorsun. Hem bizim mahallenin, hem Ankara’nın mahallelerinin, hem de İran’ın, Suriye’nin, Şam’ın mahallelileri. Öğretmenimiz Ankara’dan sıkça söz ederdi ama diğer yerleri henüz duymuşluğum yoktu. Demek bu oyuncaklar bilmediğimiz, çok uzak yerlere de gidiyordu. Kısa boylu şişman ve kızılca suratlı Artin Usta benim gözüme o an daha sakin göründü. Ne de olsa dükkanına o gün erişte getirmiş, içeride de misafir sayılırdım. Onun sakin yüzünden cesaret alarak devm ettim: -Artin Amca, bu işi öğretmenden mi öğrendin? Bu soru üzerine usta önce güldü. Elindeki bıçağı bırakıp tezgâhın üstünde doğruldu. Değişik ciddi, bir eda takındı. Sadece bana değil de benim dışımda başkalarına da konuşuyormuş gibi gözlerini dışarıya doğrulttu. Sanki önceden beri biriktirdiği bir şeyi kullanma zamanı gelmişçesine bir edayla söylendi: -Bu bir zanaattır küçük! Aritmetik gibi, yurttaşlık gibi öğrenilmez. Her adamın harcı da değildir. Benim Aram ustam öyle söylerdi. Eğer içinde bir lokma heves varsa, bu hevesi çıra gibi yakar gövdenin her yerine yayarsın. Sonra ellerin bir tutukluk, iki tutukluk yapar. Yapar ama sonra açılır gider. Su setini yıkar gibi olur. Beynindeki güç ellerini, ellerin beyninde şekillenen hüneri aşar. Hünerini aştıkça zanaatının aşkıyla yanar tutuşursun. Doyamazsın yaptıklarına. Benim ki de öyle olmuştu işte! Yutkunup, üstü tahtayla örtülü tastan birkaç yudum su alıp sürdürdü: Tutuştuk bir kere bu köm gibi yerde. Nereye kadar gider onu Allah bilir. Veletlerden biri bu ataşı benden alsa, bir
41
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
42
köşeye çekilir, uzaktan uzağa onun ışıltısını seyrederdim. O da bana yeterdi. Ama yok bitmişiz zaten. Başını alan gitti. Ertesi kalmadı bu işin. Anladın mı desem, ama nerede anlayamazsın küçük? Doğru diyordu. O zaman bu sözlerden hiçbir şey anlamamıştım. Arada bir “hı hı” diyerek başımı sallasam da alık alık bakmıştım. Ne anladım, ne anlamadım dedim. Başımı yer eğip, ayağımı talaşın içinde rast gele hareket ettirip durdum. Anlaşılan tahtadan oyuncak yapmak zor bir işti. O lafları anlayamadıktan sonra, öğrenmek de olmazdı. Hayal kırıklığına uğradım. Sarf edilen sözleri kafamda o günden sonra anlayacak yaşa değin zaman zaman evirip çevirip durdum. Nevriye Teyze erişteyi üst kattaki evine koyup geri aşağı inmişti. Burası zaten iki katlı yarı ahşap bir binaydı. Üst katını ev olarak kullanıyor, alt katı atölye. Nevriye Teyze erişte için teşekkür edip elime de çok sevdiğim tahta oyuncak beşiği “bu senindir” diyerek uzattığında gözlerime inanamadım. O sevinçle sanki ayaklarım yere basmadan eve erişmiştim. Tahta beşik oymacılığı öğrenmem konusunda umutsuzluğumun perçinlendiği bir anda önemli bir teselli kaynağı olmuştu. Tez zamanda arkadaşlarım başıma biriktiğinde bir mucizeyi izler gibi beşiği evirip çeviriyor, iki üç kişi aynı anda sallayarak pahalı bir oyuncağa beleşten konmanın tadını çıkarıyorduk. İşte çok yıllar sonra tatil için memleketime döndüğümde birkaç saat sonrasında Artin Usta’nın dükkanının yolunu tutmuşum. İçimden kim bilir Artin Amca ne kadar yaşlanmıştır, oyuncakları da çeşitlenip çoğalmıştır diye düşünüyordum. Benim çocukluk dünyama önemli bir zenginlik katan, sonra da çocuğumun severek oynadığı beşiğin hatırına eğer yaşıyorsa diye Artin Usta’ya bir duvar saati götürüyordum. Nihayet dükkânın önündeydim. Öndeki vitrin niyetine duran büyük pencere boydan boya modern bir vitrine dönüşmüş. İçerisi bin bir renkten plastik basit oyuncaklarla dopdolu. Nasıl hayal kırıklığına uğramam ki? Tahta oyuncaklarda arkadaşlarımı, sokağımın geçmişini, anılarımı bulacaktım. Sersemlemiş, boş yere heyecanlanmıştım. İçeriden Artin Usta yerine tanımadığım biri çıkarak “buyurun buyurun” diye beni içeriye mal almaya davet ediyordu. -Artin Usta’nın yeriydi, değil mi? Adam sen hangi dünyada yaşıyorsun dercesine bir gülümsemeyle: -Şu eski, oymacı adamı diyorsun galiba. Soru gibi yanıtın içinde bile eski usta silikleşmişti. İçerisi el sürülmekten puslanmış naylon torbalar içerisinde oyuncaklarla dolu. Tahta oymadan kalma birkaç eşya bir köşeye korkudan sığınmış gibi öylesine duruyor. Olup biteni artık yaşlanmış olan komşumuzdan sonradan öğrenecektim. Dükkanın şimdiki sahibi burayı Artin Ustanın çırağından devralmış. Usta kendisi çok yaşlanınca bir dostunun hevesli oğlunu önce yanına çırak almış. Nevriye Teyze ölünce de oğlunun yanına İstanbul’a gitmiş. Çırak da tahta işlerinden ekmek bulamayınca dükkanı şimdiki adama bırakmış. Ev olarak kullanılan üst kısım ise depo olarak kullanılan bir yer görünümündeydi. Anlaşılan iş yeri sahibinin varsa yoksa derdi satış yapmak. Alıcı olmadığımı anladığı anda hırçınlaşıp yüzünü çevirip kendi kendine söylenir olmuştu. Benimse dikkatimi kıyıya köşeye sinmiş birkaç tahta oyuncak dışında Artin Amcanın model amaçlı kullandığı kağnı arabası çekmişti. Adamın arkasındaki rafta eski ağırlığınca süs amaçlı yerleştirilmiş, öküzün boynuna bir tane iri nazar boncuğu asılmıştı. Bundan gerisi naylon oyuncak ve eşyalar… Artin Ustanın zanaatına olan tutkusu bir başkasında dal vermeden plastik bir duvara çarpılı kalmıştı. Önceden burası kereste kokar, yanık ağaç kokardı. Şimdi ise acımtırak naylon bir koku vardı içerde. Yolu yok! Bu naylonun, bu plastiğin kokusu tez sürmez ağacı, ağacın bağlı olduğu toprağı da çürütürdü. Kendimi dışarı attığımda midem kabarmaya başlamıştı.
ŞİİR Mahir Ergun
mahirergun@gundogusu.net
BAHAR BİZİMDİR YOLDAŞLAR
I - BİR KÜÇÜK STEP KÖYÜ
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Dizlerinde büyüttü bu ova beni. Küçücüktü ellerim, yoklarken sessizliğini ve en derin uykularımda yaslanırdım rüzgârlarına. Bir de küçük istasyon uyuklardı benimle, kış boyu koynunda ovanın. İstasyon, kıpırtısız yatar, nisana doğru ilk kuş geçimlerine kadar ve bu vakit yavaşça değil, birden bire, bir gün doğuşu kadar ani, başlardı atmaya yüreği. Raylar, batıdan gelen katarlarla; eski kayın döşemeler, yoldan gelmişleri karşılamaya gelen ihtiyarlarla dolardı bu mevsim. Ve açılan gıcırtılı kapılardan üniversite öğrencileriyle komsomolcuları görünürdü köyün. Baharın üniversitelilerle komsomolcuları yüklenen ve ağır madeni homurtularıyla, cüsselerine tezat tiz çığlıkları birbirine karışan bu katarlar, harman aylarında kolhozun ürününü yüklenir ve geldikleri yere, batıya giderlerdi. Batı, kartpostallardan ve birtakım sessiz sayfaların mürekkeplerinden ibaretti benim için. Gür nehirleri aşan oymalı taş köprüler, kuleli yapılar, geniş kalabalık caddeleriyle hoppa kadınlar... Bizim köyse, kartpostallar kadar küçük ve tavuk karası gözlerine buruşuk ellerini yordam eden ihtiyar step kadınları gibi nemrut, tarihin unuttuğu bu köşecikte yalpalardı. Şimdi ‘42 baharında, ne istasyon ne kolhoz uykusundan uyandı, onca gürültüye rağmen. Üniversitelilerle komsomolcular gelmediler. Onları karşılayacak kimse de yok zaten. Eski kayın döşemelerin gıcırtısı bile susmuş sanki. İstasyondaki güçlü marşandiz, uçaksavar topları yüklüyor şimdi. Dışarı bakıyor gri namluları. Batıdan kartpostal değil, top sesleri geliyor. Ve bir panzer ilerliyor durmadan buraya, kanlı paletleriyle ezerek gencecik bedenleri. Vaska’yı anımsıyorum. Pekmez al, oynak tayı, ilk gençliğinin ihtirasıyla, sanki bir kösnük kısrakmışçasına bakardı baharla gelen katarlara. Tekerler raylara sürtündükçe, aşmak istercesine lokomotife hırsla kişner ve dereboyunda makinenin yenilmez kudretini, o çocuk toynaklarıyla çiğnerdi. Vaska bir şafak vakti kemerine sıkıştırdığı boş parabellumla, pekmez al tayına atlayıp dağlara gitti. O günden beri taylar kişnemiyor bu köyde. ‘42 baharı karanlık bir yazın haberini veriyor. Uçaksavar toplarıyla marşandiz, gürültüyle uzaklaşıyor istasyondan. Küçük istasyon bir mezar taşı ağırbaşlılığıyla yolculuyor katarları...
43
II - CEPHEDEN GELEN MEKTUP Kızım, Mektubumun doğum gününde elinde olur mu bilmiyorum. Nasılsın? Artık on yaşındasın ve eminim ki parlayan yaz güneşinin altında devrimin onuncu yılı kadar güzelsin. Pek sık yazamıyorum, ama sen yazmalısın bana mutlaka. Yerimi sorarsan, işte adresim: 9. Kızıl Ordu, 26. Piyade Kolordusu, 15. Tanksavar Birliği, buradan sonra ismimi yazıyorsun, nerede olsam bulur beni mektubun. (Diye umuyorum...) Bizse çekiliyoruz. Tıpkı sel sonrası suların yataklarından çekildiği gibi, kendi toprağımızdan çekiliyoruz. Dinyeper ve Don ırmakları artık batımızda. Seninle aramızda yalnız Volga var. İnanır mısın bana, seni görmek istemiyorum desem? Çünkü seni görecek kadar çekildiğimizde artık kaybetmiş olacağız. Kızma bana, biliyorum tutunmalıyız toprağa. Ama tutamıyoruz, dayanmaya çalışsak da. Dayanırken ölse de çoğumuz, tutunamıyoruz. Şimdi diyeceksin ki, sizin ülkeniz bu. Ülkenizi nasıl bırakırsınız? Yapışın ona, anasının memesine yapışan bir bebek gibi. Yapışın ülkenize. Nasıl terk edersiniz bir avuç faşiste? Terk etmeyeceğiz elbette. Geri döneceğiz, hesap soracağız. Hiç merak etme. Bu arada, yaz bana olur mu? Yerimi sorarsan, işte adresim: 9. Kızıl Ordu, 26. Piyade Kolordusu, 15. Tanksavar Birliği, buradan sonra ismimi yazıyorsun, nerede olsam bulur beni mektubun... 11 Ağustos 1942
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
III - BAHAR BİZİMDİR YOLDAŞLAR
44
Gelmedi bir daha babamdan, Ne bir mektup ne bir haber Benimse 14’e değdi yaşım Yerim sorarsan, 1944 baharındayım. Polonya’nın bir dağında Bir MP44 omzumda... Bir erik ağacı durur karşımda Olanca çiçeğe dönmüş Dalları sakalara yuva Ve altında, çiçeklerin arasında Boş mavzerine sarılmış yatan ölü yoldaş: Anna Şimdi gün olsa Tetiklerde elleri Işısa tekrar saçları Sarısından bir yan Gümüşünden bir Şimdi gün olsa Gözlerinin perçemi Işısa tekrar düşleri Özgürlükten bir yan Kavgasından bir. Oysa boş mavzerine sarılmış yatarken Kıpırtısızdır bedeni
Yine de Bu haliyle bile Bir nazlı bakıştır Anna Bir alımlı duvak Bir demiryolu çiçeği Katmeri kadifeli. Bense Polonya dağlarında Anna’nın anısı başında Bir MP44 omzumda... Yerim sorarsan eğer Bir devrimin bağrındayım, Rüzgârların hoyratında. Biliyorum, Hiç bir ufuk uzak değil artık Götürmez hiçbir ölüm bizi sona Yürünecek karanlıkta Özgürlüğün tugayında Hayat dolacak bir yanımız Diğer yanımız kavga.
Bir amansız dövüşteyim Damarlarında nergisleri Annaların sesindeyim De kime yazılsın şimdi bahar? Açan gün koynunda Beslerken sevdamızı Ve yıkılırken kanlı duvar Aşılmaz denen ufuklar Bize düşerken birer birer Bizi haykırır yine dağlar: Bahar bizimdir yoldaşlar!
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Düşenlerin türküleri Toprağın serin soluğu Bir tutam barut kokusu Genç kızların elleri Ve geceyle gelen Hırçın nal sesleri Haber verecek bizden. Ve dönünce yürekler rüzgârlara dağaşırı Anna’nın taze damarları Nergisleri doğuracak. Kime yazılsın şimdi bahar? Yerim sorarsan eğer İşte sana adresim Doğru yürü, karşında Özgürlüğün mayıs şafağı Oradayım işte ben Erken açan yağmurlarla Gökkuşağının altında.
45
ŞİİR Erkin Canpolat
erkincanpolat@gundogusu.net
Ş(EH)İİR
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Dönüşüyorum anne Kentsel hem de Şişhane’deki Çiniciler Çarşısı’ndan geçip Kasımpaşa’ya inen Merdivenlerden yürürken Sessiz bir sokakla Konuşurken Dön/üşüyorum anne Kentsel hem de
46
Tren Cankurtaran’dan sonra Erol Taş kahvesinin Yanındaki çürümüş Ahşap evlerin kıyısından Geçerken Değerken bakışlarım Ahşabın karasına Dön/üşüyorum anne Kentsel hem de Beyoğlu’nda İnci’nin önünde durup Zorluyorum hayalimin Demir kapısını Küsüyorum İstiklal’e Küsüyorum istikbale Dön/üşüyorum anne Kentsel hem de Gaziosmanpaşa’da kışın Kartopu oynadığımız arsa Anadolu’da bir tarlanın Kıyısında Yitiyor belleğimin Manzaraları Düzüşüyorum anne Tensel hem de
ŞİİR Bulat Şalvoviç Okucava
PİYADENİN ŞARKISI
Piyadenin Şarkısı Bağışla piyade Düşünmeden öylece: Yürüyoruz her an, Kızıştığında yer yüzünde bahar. Yanlış adımla, Ve kaçışı olmayan, basamaklarda kararsız... Yalnızca beyaz söğütler, Gibi beyaz kız kardeşlerin, bakakalır ardından. 1 2
Fethi Naci, Harbe Giden Mektepli, Bulat Okucava, Gerçek Yayınevi, 1967 Yevgeni Yevtuşenko, Cumhuriyet Kitap, 2.11.1990
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Bulat Şalvoviç Okucava, (9 Mayıs 1924, Moskova – 12 Haziran 1997, Paris) Gürcü-Ermeni asıllı Sovyet müzisyen, şair ve yazar. “Bulat Okucava 1924’te doğmuş, 1942’de 18 yaşındayken asker olmuş. Daha çok şiirleriyle tanınıyor. Şiirlerini okuması için bir yandan gitarını çalar, bir yandan hafif bir sesle şiirlerini okurmuş. Bunun için, hayranları, banda alınan sesini dinler, şiirleri Moskova’da dilden dile dolaşırmış.”1 “Her şair yalnızca edebiyatın değil, müziğin de bir parçasıdır. Puşkin’in şiirindeki senfonik nitelik benzersizdir; Beethoven’ın müziğinin destansılığıyla Mozart’ın ezgilerindeki sevinçli saydamlığın uyumlu bir harmanıdır. Puşkin, bütün çalgıları içeren büyük bir orkestraya benzer. Tuçev piyanoyu çağrıştırır, Baratinski ise kemanı. Neknuov bir yaylı çalgılar orkestrası olarak taınmlanabilir, Mayakovski deyince trompetler ve vurmalı çalgılar gelir akla. Yasenin’in şiirinde bir talyanka (akordeona benzer körüklü, ufak bir Rus çalgısı) tadı vardır; talyankanın körüğünün üzerine taze kır çiçekleri serpilmiştir sanki. Voznesenski’nin şiirlerinde, saksofonun aksak çalınışı duyumsanır. Bulat Okucava’ya gelince, o zaten hem beste yapıyor, hem de gitar çalıp şarkı söylüyor; ama bunlar olmasa bile Okucava’nın şiirinde gitarın ezgileri duyulur. Her çalgı, gitar bile, iyi çalındığında, orkestral bir nitelik taşır bağrında. Bulat Okucava’nın şiiri, şairin kendisinin de dediği gibi, “sevginin yönettiği küçük bir umut orkestrası”dır.”2
47
İnanma havalara, Aralıksız yağar yağmurlar. İnanma piyade, Söylenir hep, o yüreklendirici şarkılar İnanma, inanma Bahçelerde bülbüller çığlık çığlığa Sürüyor hala, hayatın ölümle hesaplaşması. Zaman bize öğretiyor: Devam ediyorsa hayat, açık kalmalı kapılar... Yoldaşım, dostum. İşte tamamıyla cazip bir görev sana: Daima gezeceksin yollarda, Ve sadece bir şey ayıracak seni uykundan: Neye yürüyoruz durmadan, Kızıştığında yeryüzünde bahar? Nereye yürüyoruz durmadan, Kızıştığında yeryüzünde bahar?
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Çeviren: Bora Aras
48
ŞİİR Ayşe Öztürk
ayseozturk@gundogusu.net
BİNER İNER GEÇER GİDER GÖKYÜZLÜ ÇOCUK’A
Geçen ay bir pazartesi günü, Bir şehir çizmiştin bana. Gökyüzü yerde, Yer gökte, Araf’takiler sabit yerinde.
Tuvalin sol üst kenarına, Bir uğur böceği konmuş, Kendi olduğu renkte, biçimde ve görünüşte. Geçen ay bir pazartesi günü, Bu şehirde iki eksik belirlemiştim. Aralarındaki eksileri ve eksiklikleri çoğaltmaktan öteye gidememiş, İki yaşam mahkûmu. Eksilerden birini eksiltip bire düşürdüm, Uğur böceğinin üzerine bir konuşma baloncuğu çıkartıp adını yazdım. Aradan geçen bilmem kaç ay, kaç gün sonra, Duvarda senin tuvalin, Tüm çıplaklığıma sessiz sedasız bakınmakta. Uğur böceği ise, Bilmem kaç gün, kaç saat önce kanat çırpıp uçup kaçma hülyasında.
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Elmalar muz, Çilekler portakal tadında. Erkekler göğüslü, Kadınların bağrı kıllı. Köpekler melemekte, Kediler kişnemekte, Gemiler karada yüzmekte, Atlar su üzerinde dörtnala gitmekte.
49
ŞİİR Ergin Doğru
YENİDEN MERHABA DİYECEĞİZ
kırılgan bulutlar yer yeryüzüne küserdi yeni bir ayrılık işaretiydi yağmur eskiden kaçarcasına yağarken hüzne
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
kaybolan hayatlardan ürperiyorum yüreğim buruk sevdam yaralı hesapsız zamanın dipsiz kuyusuna atılmış sevmeler yüzünde kırılgan hayaller amaçsızca taşınan sinenin kafesinde
50
şehrin sokaklarında bir eskici dolaşır yitik bir kuşağın anılarını toplar boş hayatlar hurdalığını doldurur sessizce yüzlerinde mutluluk maskesi hayalsiz yaşamların nihayetinde gelip geçen bir rüzgar gibi bir yerlerde umut saklı belki tomur tomur yeni yaşamlar ütopyanın gücünde aşkın şehrinde sevginin sıcaklığıyla harmanlanarak canlanır yitmek yok ey sevgili gitmek yok böyle umarsızca yine gelecek bahar o zaman haykıracağız kelepçesiz türküleri inancın ışığı çıkaracak bu kör kuyulardan çok uzak diyarlardan duyulacak haykırışlarımız kol kola yürek yüreğe yeniden merhaba diyeceğiz aşka hayatta güzel olan her şeye
ŞİİR Hilal Sayıt
LENNIE’YE AĞIT -fareler ve insanlarAvutan dostluklarda bir masal gibidir ötekinin dudağından dökülenler umuda kurulu zamanın durgun göletine akmayan her ırmak çocukca beklenen mutluluklardır Bir düştür hayat -sevince özdeş kılınanaçılıverince gözler avuçta kocaman parmaklarda kırılıveren saydamlıkta
gündoğusu • Sayı 7 Nisan-Mayıs
Gövdesi büyümüş çocukların gülüşü, düş tarlasında açmış güller gibidir dokunsan solar hemen yaprağı tavşanın ve kopar gülüşü farenin yüreğinde çocuksu bir sevinç bilemeden -hiçbir zaman sevebilmenin o mutlu dokunuşlarınıiç çeker yarım kalmış avuntunun sancısıyla Çocuksu bir tebesümdür Lennie George’ un yazgısına asılı duran kahır işçilerinin uzayan gecelerinde yalnızlık iki dilim ekmek gibidir yavan; katığı umuda hapsolan Ve gün ağarmadan daha yani umutlar doğmadan bir el uzanır geriden; akrebin kendi zehridir şakaklarına dolan gecenin koynuna yığılan benim kamburumdu der George çocuğumdu: büyümüş kocamıştı gövdemde hani doğar da bir gün kurulu zamana diye kıyamadığım koynumda gizlediğim doğurdum işte -gözyaşları içindegüle güle düş tarlası güle güle Lennie’nin kırılgan faresi yavan ekmeğe sürdüğümüz umutlarımız güle güle
28.12.2006, Tekirdağ Cezaevi
51