Gündoğusu Dergisi Sayı 6 Şubat-Mart 2013

Page 1


Genel Yayın Yönetmeni: Erkin Canpolat, Yazı İşleri Sorumlusu Mahir Ergun, Teknik Yönetmen: Altan Baran Şahin, Yayın Kurulu: Ayşe Öztürk, Burak Mişe, Egemen Torlaklı, Erkin Canpolat, Mahir Ergun, Altan Baran Şahin Yıl: 2 Sayı:6 Şubat-Mart 2013

2 Aylık Sanat ve Düşün Dergisi

http://www.gundogusu.net/

gundogusudergisi@gundogusu.net


İÇİNDEKİLER

MAKALE/İNCELEME - Lenin ve Çernişevski Nadejda Konstantinovna Krupskaya

4 6

- Bir Cenevre Sakininden Cağdaşlarına Mektuplar Henri de Saint-Simon

12

- BU SAYFA BOŞ DEĞİL!

15

DESEN - Gereği Düşünüldü Onur Fındık

16

MAKALE/İNCELEME - Sanatın ve Sanatçının Avangard Niteliği Üzerine Mahir Ergun

17

- İnsan Olmanın (ve Kalmanın) Etiği Temel Demirer

19

- Gece Güneşi... Gün Zileli

25

- Terapi ve Rasyonalite Güneş Kayacı - Zeynep Gülüm

28

DOSYA - Periferi Kimlikliklerin Eşiğinde: Abdal Mısınız, Türk Müsünüz? Ayşe Öztürk - Söyleşi: Hanifi Uçar

31 35

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

- Alakart Beden(lik)ler, Ayrımlaşmalı Köle(lik)ler Ayşe Öztürk

1


İÇİNDEKİLER

SİNEMA - Katil Doğanlar: Medyada Şiddet ve Şiddetin Tüketimi Egemen Kepekçi

37

ÖYKÜ - Çocukça Özlemler Erkin Canpolat

41

- Biletçi Hatice Eroğlu Akdoğan

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

ŞİİR - Troya Meşesi Mahir Ergun

2

44

47

- Ah Piro Ergin Doğru

49

- Aşk Saati Hakan Koçak

51

- Ya Da Unut... Erkin Canpolat

53

- Sessiz Çığlık Ya Da Kahraman Yoktur Evrim Kaya

54

- İlk Şiir - Gelecek Hilal Sayıt

55

- Bulut Ekspres Egemen Torlaklı

56


Şubat - Mart sayısıyla Gündoğusu 1. yılını tamamladı. 2012 yılı başında Gündoğusu hedefini önümüze statik bir dergi olarak değil; yaşayan bir çalışmanın ürünü olmasını umarak koymuştuk. Ve Gündoğusu’nun, büyük ölçüde Gündoğusu Sanat ve Düşün Topluluğu’nun dinamik çalışmalarıyla üretilmeye başlandığı bugünlerde, koymuş olduğumuz hedeflerden çok da uzak olmadığımızı görüyoruz. Geride bıraktığımız bir yıl içinde, Gündoğusu Sanat ve Düşün Topluluğu bünyesinde Felsefe, Sanat Kuramları ve Roman atölyeleri oluşturuldu, film gösterimleri yapılmaya başlandı, Gündoğusu Sanat ve Düşün Topluluğu Yayın Kurulu’nun gündeme dair görüşlerini içeren süreli tebliğ Gündemde Rota’nın yayınına başlandı ve Gündoğusu’nun ilk beş sayısı çıkarıldı. Çalışmalarımızın 2. yılına Gündoğusu’nun 6.sayısıyla başlıyoruz. Gündoğusu’nun 6. sayısında dosya konusu abdallar ve abdal kimliği. Dosya kapsamında Ayşe Öztürk’ün çalışması konuya bir temel altyapı oluştururken, Kırşehir abdallarından Hanifi Uçar’la gerçekleştirdiğimiz söyleşiyle, abdal kimliği ile ilgili birinci ağızdan bilgi alma olanağı aradık. Sanat Kuramları Atölyesi’nde sanatın avangard niteliği üzerine tartışırken bu nitelemenin yaratıcısı Saint-Simon’un eserlerini Türkçeye çevirmemiz gerektiğine kanaat getirdik ve düşünürün, Bir Cenevre Sakininden Çağdaşlarına Mektuplar adlı ilk eserini çevirerek bu çalışmayı hayata geçirmeye başladık. İlk bölümü bu sayıda yer alan ve Saint-Simon’un Türkçeye çevrilen ilk metni olacak olan Cenevre Mektupları’nı üç bölüm halinde yayımlayacağız.

Bunlarla beraber Mahir Ergun, Sanatın ve Sanatçı’nın Avangard Niteliği Üzerine adlı yazısında Saint-Simon’un önermesini tartışıyor. Gün Zileli, Gece Güneşi adlı yazısında, Türkçeye çevirisini gerçekleştirdiği Erica Wallach’ın otobiyografik çalışmasından söz ediyor. Her ne kadar biz Stalin’e ve Stalinizme Zileli’nin baktığı pencereden bakmıyor olsak da, bu yazının sosyalistler arasındaki reel sosyalizm ve Stalinizm üzerinden üretilen 80 yıllık tartışmalara, eleştirel boyutta katkı sunacağı düşüncesindeyiz. Temel Demirer, İnsan Olmanın (Ve Kalmanın) Etiği başlıklı çalışmasında yabancılaşma dünyasında insan kalabilme konusunu ele alıyor. TODAP’lı psikologlar, Güneş Kayacı ve Zeynep Gülüm, Terapi ve Rasyonalite adlı yazılarında “ihtiyacımız psikolojik sorun olarak değerlendirilen şeylerin, sınıfsal, toplumsal, tarihsel temellerini ortaya çıkarmaktır.” diyorlar. Hatice Eroğlu Akdoğan, Erkin Canpolat, Egemen Torlaklı, Onur Fındık, Ergin Doğru, Evrim Kaya, Hilal Sayıt, Hakan Koçak ve Egemen Kepekçi de öykü, şiir, desen ve makaleleriyle Gündoğusu’nun 6. Sayısında. Gündoğusu Dergisi Sayı 6, Şubat-Mart 2013

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Bu sayıdaki tek çeviri metin Cenevre Mektupları değil. Nedjda Krupskaya’nın Lenin ve Çernişevski adlı yazısı da bu sayının diğer çeviri metni. Krupskaya bu yazısında Çernişevski’nin Lenin üzerindeki etkilerini, anılarına dayanarak anlatıyor.

3


MAKALE/İNCELEME Nadejda Konstantinovna Krupskaya

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

LENİN ve ÇERNİŞEVSKİ

4

Vladimir İliç makalelerinde veya kitaplarında bu etkiyi hiçbir zaman konu etmedi ama Çernişevski’den her bahsettiğinde sesinde bir heyecan belirtisi olurdu. Çalışmalarını inceleyen biri, Çernişevski’den bahsettiği bölümlerin ayrı bir tutkuyla yazıldığını fark edecektir.

Yoldaşlar, Çernişevski’nin Vladimir İliç üzerindeki etkisine dair birkaç söz söylemek istiyorum. Vladimir İliç makalelerinde veya kitaplarında bu etkiyi hiçbir zaman konu etmedi ama Çernişevski’den her bahsettiğinde sesinde bir heyecan belirtisi olurdu. Çalışmalarını inceleyen biri, Çernişevski’den bahsettiği bölümlerin ayrı bir tutkuyla yazıldığını fark edecektir. Lenin’in Ne yapmalı?1 adlı broşürü Çernişevski’nin etkisinin dolaylı bir işaretidir. Partinin kurulmasından önceki dönemden bahsedersek -ki bu 1894 ve 1898 yılları arasındaki işçi hareketinin hızlıca gelişmeye başladığı ve kitlesel bir karakter aldığı dönemdir- Lenin, bu harekete katılan genç insanların ve fikirlerinin önceki devrimcilerin eylemlerinin etkisi altında geliştiğini ve bunun onlara kendilerini bu etkiden kurtarma ve farklı bir yol, Marksizm yolunu benimsemek uğruna verdikleri büyük bir iç savaşa mal olduğunu söyler. Bu ifadenin otobiyografik bir temeli vardır. Çernişevski, bir şahıs olarak, Vladimir İliç’i bağdaşmazlığı, güvenilirliği, onuru ve kaderde onun payına düşmüş olan inanılmaz zorluklar boyunca muhafaza ettiği gururuyla etkilemiştir. Vladimir İliç’in Çernişevski hakkında söyledikleri onun anısına gösterdiği derin saygıyla bezenmiştir. Zor zamanlarda ve Parti çalışmasında karşılaşılan zorluklar bertaraf edilmek zorunda olduğunda Vladimir İliç sıklıkla Çernişevski’nin şu sözlerini kullanırdı: “Devrimci mücadele, Nevsky Bulvarı’nın kaldırımı değildir.”. Vladimir İliç bu konuyla ilgili 1907’te, özellikle baskıcı tepkilerin olduğu bir dönemde, Parti geri çekilmeye mecbur bırakıldığında yazmıştı. Yine, 1918’de Sovyet güçlerinin karşılaştığı zorluklar benzersiz ölçülere ulaştığında, Brest-Litovsk anlaşmasını sonlandırmak ve İç Savaş’ta savaşmak zorunda kaldığımızda, Çernişevski’nin sözünü tekrar hatırladı. Çernişevski örneğinden güç aldı ve devrimci bir Marksistin beklenmedik durumlara her zaman hazır olması gerektiğini tekrarladı. Yine de Çernişevski’nin Vladimir İliç üzerindeki etkisi sadece onun karakteriyle sınırlı değildir. Vladimir İliç’in ilk yasadışı çalışması olan Halkın Dostları Kimlerdir? çalışmasına baktığımızda, Çernişevski’nin etkisini bariz bir açıklıkla görebiliriz. Vladimir İliç’in bahsettiği nesil, yani 1894’te devrimci sosyal demokratlara katılan gençlik, -edebiyatta ve her yerde- köylü reformunun her açıdan övüldüğü bir atmosferde büyüdü. Ama, Çernişevski bunu doğru bir biçimde değerlendirdi. Hatta Vladimir İliç, bir insanın köylü reformlarının doruğunda olduğu bir zamanda, liberalizme dair böyle bir değerlendirme yapması ve bu liberalizmin aldatıcı rolünü ve sınıfsal özünü ifşa etmesi için gerçek anlamda bir dahi olması gerektiğine işaret etti. Lenin’in akabindeki eylemlerine baktığımızda, Çernişevski’nin onu liberalizme karşı takındığı uzlaşmacı olmayan tavrı ile etkilediğini görebiliriz. Liberal söylemlere ve genelde takınılan liberal tutumlara karşı duyulan bariz güvensizlik Lenin’in tüm çalışmalarında mevcuttur. Sibirya sürgününü, ‘Credo’ protestosunu, Struve ile ayrılığını ve Kadetler ve onlarla anlaşma yapmaya hazır olan Menşevik hainlere karşı benimsemiş olduğu uzlaşmasız tutumu incelersek, Vladimir Iliç’in Çernişevski’nin 1861 reformunda köylülere ihanet eden liberallere karşı takındığı tutumuna benzer bir tutum takındığını görürüz. Bu dönemde Lenin’in eylemlerinden ve uzlaşmacı olmayan duruşundan, işe yarar bir sonuç çıkarmaya çalışırsak, bu uzlaşmayan duruşun parti tarafından benimsenmesi sayesinde politik mücadelenin kazanıldığını görürüz. Liberal burjuvaziye karşı takınılan tutum ayrılmaz bir biçimde demokrasi sorunu ile ilişkili bir sorundur. Halkın Dostları Kimlerdir? eserinde Lenin şöyle yazar: “Çernişevski’nin döneminde demokrasi mücadelesi ve sosyalizm mücadelesi ayrılamaz bir bütünde birleşmiştir.” Lenin bunlara dair değerlendirmesinde, liberal burjuva demokrasisi ve burjuva tarafından etkilenen ve daha sonra kendilerini çarlık ile bağdaştıran 80’lerin Narodniklerin demokrasisine alternatif olarak, devrimci marksizmin demokrasisini sundu. Çernişevski de, mevcut sisteme karşı verilen tavizsiz mücadelenin, demokrasinin ayrışmaz bir biçimde sosyalizm mücadelesiyle bağlantılı olduğunun tutarlı bir örneğini oluşturuyordu. Lenin; Çernişevski’nin eylemlerini ve takındığı Marksist tutumla tutarlı olan özgün demokLenin söz konusu broşürüne Çernişevski’nin ünlü romanının adı olan ve Ne Yapmalı? anlamına gelen Şto Dyelat? adını vermiştir. Çernişevski’nin bu romanı Türkçeye Nasıl Yapmalı? adıyla çevrilmiştir. (ç.n.) 1


Sibirya’da Vladimir İliç, onun üzerinde özellikle etkili olan yazarların fotoğrafları olan bir albüm saklıyordu. Bu albüm Marks, Engels, Herzen, Pisarev’in birer ve Çernişevski’nin iki resminden oluşuyordu. Aynı zamanda Çernişevski’yi kaçırmaya çalışan Myshkin’in de fotoğrafı vardı. Daha sonra, Kremlin’de, Çernişevski’nin tüm eserlerini, çalışmalarında her zaman elinin altında bulunan yazarların eserlerinin yanında -Marks, Engels ve Plekhanov’un eserlerinin bulunduğu rafın üzerinde- bulundurdu. Boş zamanlarında Çernişevski’yi tekrar tekrar okurdu. Belirtilmek istediğim bir başka detay daha var.: “Halkın Dostları Kimlerdir?” kitabında Vladimir İliç, Kautsky’nin Çernişevski’nin her sosyalistin bir şair, her şairin de bir sosyalist olduğu bir dönemde yaşadığı şeklindeki ifadesinin ne kadar doğru olduğuna işaret eder. Vladimir İliç, roman ve hikaye okurdu. Bu konuda çalışmalar yapardı ve bu onun hoşuna giderdi. Ama onun okumalarıyla ilgili önemli bir şey vardı: Ona göre bir yazarın toplumsal tutumu ve gerçeğin sanatsal temsili bir bütündü. Bir şekilde ikisini birbirinden ayırmıyordu ve Çernişevski’nin romanlarında fikirlerini detaylı olarak ifade etmekten hoşlanması gibi, Vladimir İliç de toplumsal fikirleri canlı bir biçimde yansıtan kitapları severdi; hikaye ve romanları da buna göre seçerdi. Bu konuda söylemek istediklerim bu kadar. Söylediklerim kişisel anıları içermiyor. Konuyla ilgili herhangi bir konuşma hatırlamıyorum. İnsan yıllar geçtikçe pek çok şeyi unutuyor. Zaten her gün yeni bir şey oluyor ve kişi sadece konuşma parçalarını, yalıtılmış anları hatırlıyor. Bunları bile genellikle gerçek kelimeleriyle değil… Yine de, Vladimir İliç’in çalışmaları, makaleleri ve bildirilerinde Çernişevski’nin onun üzerindeki muazzam etkisinin hepimizin takdir edeceği kadar açık olduğunu düşünüyorum. Çeviren: Güneş Kayacı

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

rasisini çok önemsiyordu. Marksist öğreti, sadece işçi sınıfı ve kapitalistler arasındaki ekonomik zeminde verilecek olan bir mücadeleyi aydınlatmadı, mücadeleyi tüm tezahürüyle birlikte bir bütün olarak gördü; kapitalist sistemin tümünü izah etti, analiz etti ve aynı zamanda demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesiyle nasıl ilişkilendirileceğini gösterdi. Marx’ın Lassalle ile nasıl kavga ettiğini, bu mücadelenin ne hakkında olduğunu ve Marks’ın Lassalle’nin halkın bağımsız devrimci mücadelesini takdir etmeyi reddettiğinde nasıl çileden çıktığını hatırlayalım ve devrimci Marksizm’in sosyalist özünü anlayalım. Örneğin, sözde “legal marksistler”, Marks’ın her zaman tüm dikkatini işçi sınıfına ve kitlelere odakladığını unutarak, onu anlamakta düpedüz başarısız oldular. Marksizmde demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ayrılmaz bir biçimde birbiriyle ilişkilidir. Vladimir İliç’in, demokrasinin problemlerini her andığında, demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesiyle birleştirilmesi gerektiğini öğrendiği Çernişevski’yi anımsaması rastlantısal değildir. Çernişevski’nin Sovyetler ve Sovyet iktidarına dair öğretisini incelersek, demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesi ile kaynaşmasının, bu bağlamda, en iyi şekilde gerçekleştiğini ve en yoğun yansımasına ulaştığını görürüz: “1918’de, Sovyetler ve Sovyet iktidarına ilişkin halka hitap eden bir kitapçık yazmaya hazırlandığım sırada, Vladimir İliç bana Fransız gazete l’Humanite’den bir gazete küpürü getirdi. Makaleyi yazan Fransız yoldaşın adını unuttum; ancak makalede Sovyet iktidarının en derinlikli ve tutarlı demokratik güç olduğu yazıyordu. Vladimir İliç, bana bu makaleyi verirken, bu gerçeği özellikle vurgulamamı ve proletaryanın daha yeni ve kapsamlı bir demokrasi için çalıştığı Sovyet iktidarının temel yapısında gömülü olan bu özgün demokrasinin doğasını detaylı bir biçimde açığa çıkarmamı söyledi.” Marks’ın yazıları Rusça’ya 1860’larda çevrilmişti ama yine de bunların Rus gerçeklerinin diline tercüme edilmeleri gerekiyordu. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi adlı eserinde bunu yaptı ve birçok kere Çernişevski’nin Rus gerçekliğini ne kadar yakından tanıdığını ve serflerin kurtuluşu vb. ile ilişkili gerçekleri ne kadar iyi bildiğini belirtti. Devrimci kariyerinin erken dönemlerinde, Vladimir İliç; Plekhanov’un, Çernişevski Hakkında isimli yazılarının felsefi yönüne özellikle dikkat çekildiği kitabı okumuş olmasına rağmen, Çernişevski’nin felsefi fikirlerine fazla dikkat etmedi, çünkü o zamanlar bu soruyla fazla ilgilenmiyordu. 1908’de, felsefe cephesinde geniş çaplı bir tartışma başladığında, Çernişevski’yi yeniden okudu ve onu büyük bir Rus Hegelcisi ve büyük bir Rus materyalisti olarak adlandırdı. Daha sonra 1914’te, savaşın kalıcılığı ve ulus sorunu önemli hale gelince, Vladimir İliç, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” adlı makalesinde Marks gibi, Çernişevski’nin de Polonya ayaklanmasının önemini tamamen kavramış olduğunun altını çizdi.

5


MAKALE/İNCELEME Ayşe Öztürk

ayseozturk@gundogusu.net

ALAKART BEDEN(LİK)LER, AYRIMLAŞMALI KÖLE (LİK)LER

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Cucullus non facit monachum1

Bedenin zorunlu bir tahakküm nesnesine dönüşmesi mi? Nasıl mı? Yaşadığımız şu dünyanın birkaç söylemine değinirsek: “Bembeyaz gülüşler ile etkileyiciliğiniz artsın!”, “Güzelliğin on püf noktası!”, “Saç kabarmasını önlemenin yolları!” “Bel çevreniz kalınsa?”, “Mutlu yaşamın sırları?”, “Mucizevî değişimler!” vs. Görüldüğü üzere, tüm bu sloganlar bedenimizin ‘ne’liğine dair bize küçük küçük tüyolar vermektedir(!).

“hiçbir sınırdan taşmazdı bedenleri/ bedenleri hiçbir sınırdan taşmayan/ kadınlar da vardı”2 bu tümce, Cafer Yıldırım’ın Bedenleri Hiçbir Sınırdan Taşmayan Kadınlar adlı şiirinin son üç mısrasında yer almaktadır. Bu şiiri okurken, bir de bakmışsınız ki fikrinize türlü türlü sorular üşüşmektedir: aşklar, sevgiler, huzur, ölüm, yalnızlık, sınırlar, bedenler ve kadınlar. Tüm bunlarla -ve bunlara rağmen- bu yazının minvalinde ancak üç temel soru belirlenebilirdi: Beden nedir? Kadın nedir? Antikiteden günümüze, bu iki kavramın -beden ve kadın- ilişkiselliği nasıl temellendirilir? Beden denilince hiç birimizin kafasında herhangi bir soru işareti yoktur. Bedenin açık ve seçik ortada olması bakımından, tanımlanması da bir o kadar kolay görünmektedir. Türkçe Sözlük kategorisinde bedenle ilgili tanımlardan, her birimizin de mutabık olacağı üzere, iki tanesi şu şekildedir. Beden a. Ar. 1 Canlı varlıkların maddi bölümü. eş. Vücut. 2 Vücudun, baş kol ve bacak dışında kalan bölümü. eş. Gövde. 3 Ağacın, dal ve budak dışındaki asıl bölümü. eş. Gövde. 4 Sur, kale duvarı.3 Beden İng. body 1. (Eski Yunan felsefesinde) İnsan ruhunu bu dünyadaki yaşamı sırasında içinde tutsaklayan canlı varlık. 2. (Aristoteles’te) Ruhun etki aracı ve aygıtı. Aristoteles’te ruh bedenin biçimleyici ilkesidir, entelekheia’sıdır. 3-(Descartes’ta) Ruhun yanı sıra insanın başka bir bağımsız kurucu öğesi. 4- Ruhsal yaşamın doğal temeli. 5- Yaşamın görünen, somut biçimi. BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğü, 19754 Ahmet Cevizci’nin “Paradigma Felsefe Sözlüğü”nde ise beden tanımı şu şekildedir: Beden [İng. body; Fr. corps; Alm. leib]. İnsanın zihin ya da ruhuna kaşıt olan vücudu, organizması ya da maddi tözü…5 Tamamıyla maddi ve marjinalleştirici bu tanımlamalar, hem günlük hayatta hem de düşünsel dünyamızda bedeni araçsallığa kadar götürmektedir. Özellikle bedeni, ruhun ya da zihnin taşıyıcısı; yahut karşıtı olarak tanımlama, en yaygın olanlarından biridir. Böylelikle bir değer olarak beden, somut varlığıyla bir yandan ruhu, diğer yandan ise zihni koruma görevi üstelenen olarak karşımıza çıkmaktadır. Basitleştirirsek; beden bu görev uğruna/için var olduğu kabul edilen bir deri ya da zırhtır. Bu görev ile onurlandırılmamış bedenlere gelince, onların varlığı muallâktadır. Onlar ya atılacak ya da satılacak herhangi bir şeydir. Denilebilir ki kimi bedenler, ruh ve zihin taşımadığı var sayılan bedenler oldukları için, tahakküm nesnesi olma dışında bir şansa sahip değildir ve olmaktan kurtulamazlar. Söz konusu olan ikinci soruya gelince; bu kavramın da her birimizin mutabık olduğunu ve anlam karmaşasına düşmediğini iddia ettiği aşikârdır. Yine aynı kaynakça üzerinden gidersek, bu sorunun cevabı şu şekilde verilmektedir: Kadın a. 1 Erişkin dişi insan. ör. Artık kadın ve erkek eşitliğinden söz ediliyor. 2 Evlenmiş ya da kızlığını yitirmiş dişi insan. 3 s. Annelik ya da ev yönetimi yönlerinden gereken erdemleri, nitelikleri bulunan. ör. Kadın dediğin onun gibi olur. 4 s. Kadına özgü, kadınla ilgili. ör. Kadın hakları bakanlığı kuruluyormuş. 5 mec. Hizmetçi. ör. Bizim kadın bugün gelmedi. 6 esk. Bayan gibi kullanılan bir san.6 Kadın a. 1. Erişkin dişi insan, hatun, hatun kişi, zen, erkek veya adam karşıtı: “Yanlarında, kendileriyle ahbaplık edecek dostlar, hizmetlerine koşacak kadınlar veya erkekler görmek isterler.” -A. Ş. Hisar. 2. sf. Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri olan. 3. mec. Görünüşe Aldanma’ William Shakespeare, Measure for Measure (1604), Act V, Scene 1 The city gate, http://www. opensourceshakespeare.org/views/plays/play_view.php?WorkID=measure&Act=5&Scene=1&Scope=scene 2 Gülsüm Cengiz, Kadınlar İçin Söylenmiştir- Anadolu’da Kadınların Şiirli Tarihi- Araştırma- İnceleme- Şiir Antolojisi, sayfa 239, Evrensel Basım Yayın, Ekim 2011 3 Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Beden maddesi, s. 284, Arkadaş Yayınevi, 2012 4 TDK, Büyük Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr 5 Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, sayfa 218, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2005 6 Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Kadın maddesi, s. 1063, Arkadaş Yayınevi, 2012 1

6


TDK, Büyük Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr/bts/ Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Fransızca’dan Çevirenler: Hazal Deliceçaylı& Ferda Keskin, sayfa 149, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012 9 [İng. Canon; Fr. canon; Alm. kanon]. Mantıksal ve bilimsel yöntemlerin kendisine tabi olmak durumunda olduğu temel ve önemli bir kural, ilke ya da ölçüt. Belli bir alanda geçerliliği olan kural ve ilkeler toplamı. Normatif bilimlerde, temele konacak, ölçü alınacak norm, izlenecek model ya da pratik kural. Öte yandan, belli bir sistem ortaya koymaya yarayan kurallar bütününe ise kanonik adı verilir. Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, sayfa 968, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2005 10 Grek düşüncesinde, tek, birlikli ve düzenli bir bütün ya da sistem olarak evrenin anlamında kullanılan bir terim. Yunan düşüncesinde, evreni düzenli ve ahenkli bir bütün olarak kosmos diye tanımlayan ilk filozofun Pythagoras olduğu kabul edilir. Pythagoras bununla da kalmayıp, evrenle, yani makrokosmosla insan arasında bir analoji kurmuş ve tıpkı evrenin düzenli bir bütün olması gibi, insanların da, küçük çapta birer kosmos olduklarının söylemiştir. Ona göre, insanlar evrenin, makrokosmosun yapısal ilkelerini kendilerinde yineleyen organizmalardır. Bundan dolayı bilim ve felsefeyle uğraştıkları ve böylelikle evrenin yapısal ilkelerini anlamaya çalıştıkları zaman, insanlar kendilerindeki biçim ve düzen ilkelerini geliştirir ve daha olumlu ve düzenli varlıklar haline gelirler. (…) Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, sayfa 1022, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2005 7 8

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Hizmetçi bayan. 4. esk. Bayan. Güncel Türkçe Sözlük7 İfade edildiği üzere, daim karşıtlar kategorisine saplanıp kalmış anlam arayışlarıdır bunlar. Bu bağlamda, ortaya konulan bu anlamlar karşıtlıkla birlikte bir başka ikilik daha ortaya çıkarmaktadır. Nasıl mı? O ve onun ötekisi konumuna getirilmiş, yani “… erkek ya da adam karşıtı” olma olarak var sayılan varlıklardır, söz konusu edilen. Tersi de olabilir ve olmakta(!) Sanırım anlam karmaşasıyla da bu noktada yüz göz olunmaktadır. Kadın, erkeğin; erkek, kadının karşıtı ve her iki karşıtın da nasıl bir beden olduğu tartışması… Özellikle de “5. ve 3. mec. hizmetçi bayan” tanımı, kadının nasıl bir beden olduğu tartışmasının açık seçik ortada olan, tahakküm etme zihniyeti ile kurulmuş, kestirme tanımlarından biridir. Üçüncü ve son soru, ancak bu iki kavramın içe geçtiği bağlamda, bunların tartışmaya açılması ile cevaplanabilir. Dolayısıyla bu noktadan sonra, bu sorunsal kendi kendini cevaplayacak bir soru olarak, metin ile aynı düzlemde hareket edecektir. Antikiteden uzak geçmişe ve de modern dünyaya geliş, daim kaostan düzene geçiş süreci olarak okunabilir. Bu okumada herhangi bir beis yok gibi görünmektedir. Her şeye bir biçim verme ve her şeyi bir düzenlilik içinde değerlendirme, temel çabalardan biri olmuştur ki olagelmektedir de. Öncelikle doğayı anlama ve ona bir düzenlilik içinde sahip olma güdüsü diyebileceğimiz bu etkinlik, yavaş yavaş insan varlığına da uygulanmaya başlanmıştır. Özetle diyebiliriz ki, insan varlığını anlama ve tahakküm güdüsü ile bu varlığa sahip olma, gelişim sürecinin bir parçasıdır. Doğaya uyguladığımız her yöntem başlı başına insana da uygulanmıştır ve de uygulanmaya devam etmektedir. Bir farkla: Doğanın somut varlığına temas etme güdüsü insan söz konusu olduğunda, bütünselliğinde insan varlığı değil de bedenselliğinde insan varlığı olmaktadır. Dolayısıyla doğayı yeniden biçimlendirme süreci, bedeni yeniden biçimlendirme sürecine dönüşebilmektedir. Kısacası, beden pratik bir yol ile erişilebilir ardından da değiştirilebilir bir nesne/meta var oluşuna dayandırılmaktadır. Yukarıdaki söylemi, Jean Baudrillard Tüketim Toplumu adlı eserinde oldukça somut ve etkin bir şekilde özetler: “Tüketilen şeyler arasında diğer nesnelerden daha güzel, daha kıymetli, daha eşsiz -tüm diğer nesneleri özetlemesine rağmen otomobilden bile daha fazla yan anlamla yüklü- bir nesne vardır: Bu nesne beden’dir.”8 Antikitenin ideal olanını bilme ve de olana erişme güdüsü; idealize edilmiş bedenleri de dönemin hâkim söylemi ile belirtirsek, kanon9laştırılmış bedenler ortaya çıkardı. Güzel ve de kosmos10 ile bir harmoni içerisinde bulunan bu bedenler, günümüzün beden algısının ilk nüvelerini taşımaktadır. Ardından püriten ahlak ve de bu ahlakın beden kurgusu ile karşı karşıya kaldık. Örneğin, tinsellik gereği bedenin yadsınması ve hatta farklı olan bedenlere tahammül gösterilmemesi söz konusu edildi. Ayrıca bununla da yetinilmeyip, gayri insani olan cadı avları ve özellikle de kadın bedenlerinin yok edilmesi bir başka olgu olarak karşımızda belirdi. Modern dünya ve onun dayatmaları ise bedeni görünür kılma uğruna, yalnız ve yalnızca cinsellik güdüleyen bir nesne konumuna getirdi. Özellikle de söz konusu edilen kadın bedeni olunca, üreme ve çoğalma üzerine kurgulanmış bir beden tahayyülü ile yüzleştik ve de yüzleşme devam etmektedir. Dolayısıyla püriten ahlaktaki ruhlara özen gösterme ve bedeni tamamen yok sayma tersine evirilmiştir; ancak bu defa ise beden fazlası ile araçsallaştırılmaktadır. Tartışıldığı üzere dönemin ruhu, döneme özgü pratikler dolayısıyla farklı farklıdır. Bu farklılıklar, doğal olarak dönem içerisinde sorunsallaştırılan olgulara da sirayet etmektedir. Beden kurgusu da tıpkı bir kültürel olgu gibi, bulunduğu kültürdeki toplumsal ilişkilerin kurulma sürecinden ve örgütlenme tarzından etkilenmiştir. Yukarıda özetlenen üç dönem, bedenin idealize edilmesi ve cezb ediciliği üzerine kurulmuş bir düşünüşün özetlendiği dönemlerdir. Bu düşünüş genellemesi ile hareket eden, kronolojik olarak birbirinden farklı bu dönemler-

7


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

8

in, birbirinin devamı niteliğinde olan temel yargısı bedenin zorunlu bir tahakküm nesnesine dönüştürülmesi şekildedir. Bedenin zorunlu bir tahakküm nesnesine dönüşmesi mi? Nasıl mı? Yaşadığımız şu dünyanın birkaç sloganvari söylemine bir değinirsek: “Bembeyaz gülüşler ile etkileyiciliğiniz artsın!”, “Güzelliğin on püf noktası!”, “Saç kabarmasını önlemenin yolları!” “Bel çevreniz kalınsa?”, “Mutlu yaşamın sırları?”, “Mucizevî değişimler!” vs. Görüldüğü üzere, tüm bu sloganlar bedenimizin ‘ne’liğine dair bize küçük küçük tüyolar vermektedir(!). Burada verilen temel mesaj, hizmete yahut alıcıya sunulacak birer ürün olan bedenlerdir. Buradan hareket ile bu toplumun hakiki bir vatandaşı olmak istiyorsak, bedensel olarak kusursuzluğa erişmemiz gerekmektedir. Bununla birlikte bedenin işlevselliğine işlevsellik katılmalıdır, onu kusursuz bir nesne/meta’ya dönüştürmek gerekmektedir. Dolayısıyla tüm bu sloganvari bedenselleşmeyi Baudrillard’dan bir alıntı ile özetlersek: “Beden psişik olarak sahip olunan, güdümlenen ve tüketilen bu nesnelerin sadece en güzelidir.”11 Burada Baudrillard bize durumun sonucunu vermektedir. Yukarıdaki sloganlar ise, bu nesnenin en güzel olma yolundaki yapıp etme zorunluluklarına göndermede bulunmaktadır. Kısacası öngörülenlerin yapılıp edilmesi sonucunda en güzel bedenin sahibi veya böyle bir şansa vakıf olabiliriz, tarzında bir çıkarımda bulunabiliriz. Güzelliğin idealize edilip bir işlevselliğe dayandırılması, bedene ilişkin yeni bir kurguyu da gerekli kılmaktadır. Bu kurgu da, güzelliğin hangi bedenlerde sergileneceğidir. Kavramsal kullanım gereği, bilmekteyiz ki, güzellik kadın bedeni ile ilişkilendirilmektedir. Dört bir yandan vaaz edilen bu kavram, mutlak bir buyruğa dönüşmektedir. Bu buyruk, adeta dinsel bir buyrukmuşçasına, olma zorunluluğuyla gelmektedir. O olmadan, diğer değer atfedilen işlevsel içerimlerin olması mümkün değildir. Örneğin güzel olan akıllıdır, güzel olan başarılıdır, güzel olan eksiksizdir, güzel olan zengindir vb. Akıllı, başarılı, eksiksiz ve zengin olmanın temelinde güzel vardır. Güzel olmadan, tüm diğerleri olmamaktadır. Bu tüm diğerlerine erişmek de, güzellik ile ilişkilidir. Bu ilişki de bize, güzelliğin idealize edilecek bir kavram olduğunu salık vermektedir. Dolayısıyla bedenin güzel olması gerekmektedir. Bedenin güzelliğini ve çekiciliğini öne süren, güzelliğinden ve çekiciliğinden faydalanan modern kültür, adeta kasap görevi görmekte ve elbette etinden ve sütünden faydalanılan bu bedenler, vitrinleşmiş mezbahalarda sergilenmektedir. Örneğin fonda güzel bir kadın vücudu olan herhangi bir modern -doğrusu belki de popüler- kültür ürünü ne yazık ki ya fazlasıyla tüketilmekte ya da çok tüketilenler listesinde uzun süre yer almaktadır. Bu bedenlerde yer alan göğüsler ve kalça arasındaki çizgi, 60 cm’ye düşkün beden simsarlarının el yordamıyla yokladığı, satın alınabilir bir nesne haline gelmektedir. Diğer yandan bu bedenler, cansız bir vitrin mankeniymişçesine üzerine ne geçirilmişse onu sergilemek ile mükellef olma zorunluluğundadır. Buradan hareketle bu dünyanın nesneleştirilmiş ve de görsel bir haz aracı durumuna getirilmiş bedenlerine, modern köleler denilse yanılgıya düşülmüş olunmaz. Baudrillard bu durumu, yani modern kölelik durumunu, cinsellik ve elbette tüketimle bağlantılı olarak temellendirmektedir. Onun ifadesi ile ortaya koyarsak: “Kadın ve bedeni tüm Batı tarihi boyunca aynı köleliği ve aynı sürgün cezasını paylaşmıştır. Kadının cinsel tanımı tarihsel kökenlidir: Bedenin baskı altına alınması ve kadının sömürülmesi, sömürülen (dolayısıyla tehlikeli) her kategorinin doğrudan doğruya cinsel bir tanım almasını isteyen duruma aittir. Siyahlar aynı nedenle, ‘doğa’ya daha yakın oldukları’ için değil, köle oldukları ve sömürüldükleri için ‘cinselleştirilmiş’tir. Tüm bir uygarlığın baskı altına alınmış, yüceltilmiş cinselliği, toplumsal olarak bastırılması, tahakküm altına alınması tam da bu kültürün temelini oluşturan kategoriyle zorunlu olarak birleşir.”12 Devamında, “Sağaltamadığımız zihinlerin ürünü olan bu kavram -kölelik kavramı- nasıl olur da idealize edilmiş bir kavramla -güzellik kavramı- eş değerde ele alınabilir?” diye sormaktan kendini alamaz Baudrillard. Ancak idealize edilen her kavram gibi bu kavramın da sorunsallaştırılmamış oluşu, böyle bir sorunun cevabını da yazık ki ‘olumsuz’lamaktadır. Oysaki Roma Mitolojisi’nde Venüs, Yunan Mitolojisi’nde Aphrodite olarak bildiğimiz aşk ve güzellik tanrıçası, bizlere hiçbir surette bu kavram ile ilişkilendirilerek aktarılmamaktadır. Öte yandan Tiziano Vecellio’nun Urbino Venüsü, Giorgio Barbarelli da Castelfranco’nun Uyuyan Venüs/ Dresden Venüsü ve de Diego Velázquez’in Aynadaki Venüs/ Rokeby Venüsü, güzellik kavramının nereden nereye ve nasıl evirildiğini, sanat eseri başlığı altında da olsa açıklamaktadır. Diğer taraftan Gérard Badou adlı bir gazeteci-yazarın araştırması sonucu gün Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Fransızca’dan Çevirenler: Hazal Deliceçaylı& Ferda Keskin, sayfa 152, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012 12 Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Fransızca’dan Çevirenler: Hazal Deliceçaylı& Ferda Keskin, sayfa 161, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012 11


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

ışığına çıkarılan Hotanto Venüsü ve onun öyküsü, sağaltamadığımız zihinlerin ürünlerini açık seçik ortaya koymaktadır. Hotanto Venüsü denildiğine aldanmamak gerekir; bu Venüs’ü diğer Venüs’lerden ayıran belli başlı şeyler vardır: Örneğin, nesneleşen bu beden diğer bedenlerden oldukça farklı bir beden olarak karşımıza çıkmaktadır. Gérard Badou, Hotanto Venüsü’nü ve onun hikâyesini, “Hotanto Venüsü” adlı kitabında bizlere sunmaktadır. Hotanto Venüsü, yani Sarah Baartman, 1789 yılında Güney Afrika’da, Kafr ve Ümit Burnu’nun Hollanda Kolonisi arasındaki sınırı boyunca uzanan Gamtoos Nehri kıyısında doğmuştur. Ailesi yahut kabilesi Khoisan halkı mensubudur. Sarah Baartman yahut Hotanto Venüsü, bir kadın olarak Batı ülkelerinde yaşayan kendi hemcinslerinden farklı özelliklere ve görünüme sahiptir. Ne uzun boyu ve bacakları vardır ne de 90- 60- 90 ölçülerine uymaktadır. Daha ilk bakışta göze inanılmaz bir büyüklükte görünen kalçaları ve göğüsleriyle ‘norm’a uygun, ‘normal’ bir kadından ayırt edilecek farklılıktadır. Üstelik cinsel organının yapısı, beyaz egemen erk(ek)lerin cinsel duygulanımlarını tetikleyecek büyüklükte ve bir o kadar da gizemlidir. Belki bugün anlaşılan güzellik kıstasına uymamaktadır; ancak onu bir şekilde gizemli ve çekici kılan farklılığıyla, yazık ki seyirlik nesne olma durumundan kurtulamamaktadır. Uyuşturucu etkisi yaratan ve heyecanlandıran gizemi ile Sarah Baartman, hizmetçi olarak çalıştığı evin sahibinin erkek kardeşi tarafından, egzotik gizemini ortaya çıkaracak bir işe koşulmuştur. Efendisinin erkek kardeşi ve onun arkadaşı, Sarah Baartman’ı İngiltere’ye götürme kararı almışlardır ve bu egzotik kadını oraya gitmeye ikna etmişlerdir. Esasında amaç açıkça ortadadır: Sarah Baartman, bu egzotik ve ilginç fiziksel yapısıyla İngiltere’de onlara çok para kazandırabilecektir. Ancak Sarah Baartman bu süreçten sonra neler yaşayacağının farkında dahi değildir. Nereye ve ne amaçla gittiğini çok sonraları öğrenecektir. Sarah Baartman; İngiltere’de, günümüz tabiri ile gösteri yıldızı olmuştur. Ancak esasında görsel haz aracına dönüşmüştür, denilebilir. Bedeninin Batılı beyaz erk(ek)lerine tuhaf gelen özelliklerini göstermeye zorlanarak, insanları eğlendirme amacıyla sergilenmiştir. Hem cazip ve çekici hem de iğrenç ve itici olma ikiliğini bir arada taşıyan bu kadın, ziyadesi ile sömürülmüştür. Irkçı söylemler ve edimler, ırkçı olarak algılanmadığı sürece bu söylemlerin ve edimlerin niyeti gizil kalmaktadır. Böylelikle de güç sahibi olana, güçten mahrum olanın kölelik yapması ve onun tarafından sömürülmesi olumlanacak, hatta kutsanacak bir duruma dönüşmektedir. Günümüz modern sömürüsüne örnek olarak, kadının ve kadın bedeninin cinsel arzu ve gereksinimleri yerine yetirme amacı ile nesneleştirilmesi, tarlada veya evlerde hizmetçi olarak emek gücünün sömürülmesinden içerik olarak farklı değildir. Üstelik kadın bedeninin haz nesnesine dönüştürülmesi, emek gücünün sömürülmesine kıyasla fazlasıyla gayri insanidir. Sömürenin sömürülen üzerine kurduğu tüze, onun için ideal yaşamı belirler konuma gelmektedir. İlkel bir kabileden gelen Sarah Baartman, ilkel olması sebebi ve aynı zamanda “norm”lara uygun düşmeyen vücut yapısı dolayısıyla, muktedirin her türlü sömürüsüne tabi kalmaktadır. Kabilesinde yaptığı ve modern insana edebe aykırı görünen geleneksel dansı, bir süre sonra anlamından çarpıtılarak zorla salt gösteri amaçlı yaptırılmaya başlanmaktadır. İlkin edebe aykırı olarak yasaklayan, ancak sonrasında bu dansı yaptırırken bir kazanç durumuna dönüştüren edep bekçisi beyaz erk(ek) sömürüsünü devam ettirirken bu dansı yaptırmakta hiçbir sakınca görmemektedir. Bu durum tıpkı günümüz modern erk(ek)lerinin ötekinin kadınına salyalarını akıta akıta bakmakta hiçbir beis görmemesine benzemektedir. Ancak, bu erkekler ‘sahibi’ olduğu kadının bu tür yaklaşımlara maruz kalması durumunda, böyle bir olayı cinayet sebebi olarak dahi görmektedirler. Dolayısıyla farklı bağlamlarda görünse bile, halen devam eden bir sömürü sürecinden söz edilebilmektedir. Paranın özgürlüğe, özgürlüğün paraya dayandırıldığı ve her ikisinin birbirini tamamladığı düşüncesi, beden sömürüsünün temel dayanaklarından biri olarak halen devam etmektedir. Sefil bir varlık olmaktansa, altın yumurtlayan bir köle olmak oldukça cazip görünmektedir. Bu bağlamda, beden olarak kadın hangi durumda olursa olsun, bedenini para karşılığı satan birer sömürü nesnesine dönüşmektedir. Bundan dolayı, bedeni birer sömürü nesnesi haline getirmeye yahut onun sömürü nesnesi durumuna getirilmesine göz yumulmaktadır. Göz yumma ediminde de herhangi bir sakınca yoktur. Sarah Baartman ve onun gibi kadınlar, seyirlik birer nesne durumuna getirildiklerinin sorumluluğunu alacak bilinçlilikte değildirler. Ancak bir de bu bilinçliliğe erişmiş, lakin bu konumda olmaktan rahatsızlık duymayan seyirlik nesneler de vardır. Onları betimlemek Baudrillard’dan şu alıntı ile mümkündür: “Üretimci amaçlar adına rasyonel olarak sömürülebilmesi için bedenin ‘özgürleşmesi, özgürlüğüne kavuşması’ gerekir. Nasıl emek gücünün ücret talebine ve değişim değerine dönüşmesi için özgür belirlenme ve kişisel çıkarın- emekçinin bireysel özgürlüğünün biçimsel ilkeleri -işin içine girmesi gerekiyorsa, aynı şekilde ar-

9


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

10

zunun gücünün rasyonel olarak güdümlenebilir nesne/gösterge talebine dönüşebilmesi için de bireyin bedenini yeniden keşfedebilmesi ve bedenini narsisik tarzda kuşatabilmesi biçimsel zevk ilkesi- gerekir. Yapısı bozulmuş beden, yapısı bozulmuş cinsellik düzeyinde ekonomik bir verimlilik süreci kurabilmesi için bireyin kendisini nesne olarak, nesnelerin en güzeli olarak, en değerli değiş tokuş maddesi olarak görmesi gerekir.”13 İnsan varlığı, “en değerli değiş tokuş maddeleri”nin hikâyeleri ve görüntüleri ile çepeçevre sarılmış durumdadır. Görsel ve yazılı medya kanalları aracılığıyla, seyirlik bedenler keşfediliyor, seyirlik beden olma yolunda neler yapılmalı, bu öğreniliyor hem de bu bedenlerle hayatın her anı dolduruluyor. Hatta an gelip, bu bedenlerden biri dahi olunabiliniyor. Alacağımız arabadan, yiyeceğimiz dondurmaya ve de giyeceğimiz ayakkabıya kadar her metanın yanında bir o kadar cazibeli bir o kadar da çekici kadın bedenleri görülmektedir. Yahut bir aile trajedisinin senaryolaştırıldığı film ya da dizide tam da trajedinin en yoğun olduğu sahnede, göz alıcı şıklıkta ve bakımlılıkta bir kadın bedenine takılıp kalınmaktadır. Doğrusu, bu dünyanın farklılığı bizi bizden almaktadır. Örneğin bu film ya da dizilerde, günün ilk ışıklarıyla güne başlayan hiçbir varlık, zarafetinden ve şıklığından taviz vermemektedir. Her daim bakımlı, güzel, ince, çekici ve cazibeli olan bu bedenler, bir süre sonra öykünülecek değerliğe yerleştirilmektedir. Bu bağlamda; bir bedensel ibadet şekli olarak öykündüğümüz bedenlere benzeme amaçlı ibadethaneler üretilmektedir. Bu ibadethaneler, alışveriş yahut güzellik merkezleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Buralar belli zaman dilimlerinde ziyaret edilmeli, dolayısıyla görev yerine getirilmelidir. Ötekinin, seyirlik nesnesi olan bedenini seyretmekten çıkıp, seyredilmeye yönelik düşler kurulmaya başlanmaktadır ve bu düşler için bedensel ibadetler için ne varsa, ne gerekiyorsa onlar tüketilmektedir. Dolayısıyla maşist beyaz erk(ek), atalarına benzer olarak modern Sarah Baartman’lar (Hotanto Venüsü) yaratmaya devam etmektedir. Bu yaratıların en fazla olduğu alanlar ise TV kanallarındaki ‘show’lardır. Bu durumdan kaynaklı olarak, gün geçmiyor ki modern ‘Freak Show’14 larda bir artış olmasın. Öyle ki bu ‘show’lara, köleleştirilmiş bedenler dolup taşmaktadır. Tek ve büyük bir farkla ki, bu ‘show’ların modern Hotanto Venüsleri, içselleştirilmiş köleliğin tüm buyruklarını yüzlerindeki koca koca gülümseyişlerle yerine getirmektedirler. Beden, özellikle de kadın bedeni üzerine mitler üretilir, bu mitler yeniden üretilir ve kültürel bir pratik olarak temsil edilir. Temsiller üzerinden ise, durmadan hem beden üreten hem de beden tüketen ikilikler yaratılır. Bir yönü ile skopofili15, diğer yönü ile de somatophobia16 eğilimi taşıyan bu ikilikler, bedeni var olandan ayrı bir kategori olarak ele alır. Zavallı kalplerin ve ruhların taşıyıcısı zavallı bedenler, durmaksızın çirkinleşir ve güzelleşir. Bu bedenler ya ödleri patlatacak derecede bozulur ya da hazzı doruk noktasına çıkarır. Orada, ötede, uzakta nefes alıp veren bir beden bulunmadığı için bedenden bir parça çalınıp robotize bir beden yaratılır.

Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Fransızca’dan Çevirenler: Hazal Deliceçaylı& Ferda Keskin, sayfa 157- 158, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012 14 Hilkat garibesi yahut ucube olarak adlandırılan insan varlıklarının, görsel medya aracılığıyla gösteri amaçlı olarak Prime Time’de sergilenmesi. 15 Bir kişiye sınırsızca bakmaktan duyulan haz. 16 Beden korkusu. 13


KAYNAKÇA •

William Shakespeare, Measure for Measure (1604), Act V, Scene 1 The city gate, http://www.opensourceshakespeare.org/views/plays/play_view.php?WorkID=measu re&Act=5&Scene=1&Scope=scene

• •

Gülsüm Cengiz, Kadınlar İçin Söylenmiştir- Anadolu’da Kadınların Şiirli TarihiAraştırma- İnceleme- Şiir Antolojisi, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011 TDK, Büyük Türkçe Sözlük - http://tdkterim.gov.tr/bts/

Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2005

Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Fransızca’dan Çevirenler: Hazal Deliceçaylı& Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012

Richard Sennett, Ten ve Taş, Çeviren: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2011

Gerard Badou, Hotanto Venüsü, Çeviren: Pınar Dirim, Epsilon Yayınları, İstanbul, 2003

Sanat Dünyamız, Sanatta Güzel Beden, Sayı: 115 Mart- Nisan 2010, YKY

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

11


MAKALE/İNCELEME Henri de Saint-Simon

BİR CENEVRE SAKİNİNDEN ÇAĞDAŞLARINA MEKTUPLAR

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

GİRİŞ

12

Henri de Saint-Simon ya da Saint-Simon kontu Claude Henri de Rouvroy, Engels’in deyişiyle Faransız Devrimi’nin çocuğu... 1760 yılında bir kont olarak doğan Saint-Simon, 19 yaşında Lafayette ile birlikte Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katılmış, 1789 İhtilali’ni kıyıdan izlemiş, devrim sonrasında bir dönem, parçalanan milli araziler üzerinde spekülasyon yapmış, bu sırada bir başkasıyla karıştırılarak tutuklanmış, Robespierre’in düşüşünden sonra serbest kalmış ve bir devrin sonunda, kaynayan bir Avrupa’nın orta yerinde, bir kont ve Malta Şövalyesi olarak başladığı hayatını, 1825 yılında yalnız bir filozof olarak sonlandırmıştır. Saint-Simon’un hayatı üzerine pek çok şey yazılabilir elbette; ancak bu, okumakta olduğunuz girizgâhın amacını aşar. Yine de bazı şeyleri hatırlatmadan geçemeyeceğiz. Saint-Simon hayatı boyunca cebinde ilginç “tasarı”larla dolaşan bir adam oldu. Daha 23 yaşındayken Meksika Valisi’ne Atlantik ve Pasifik okyanuslarını birbirine bağlayacak bir kanal tasarısı sundu. Ne var ki tasarısına pek değer verilmedi. Zira Amerika Kıtası’nın böylesi bir kanalla tanışması için 130 yıl daha beklemesi gerekti. Ancak Saint-Simon kanal tasarılarından vazgeçmeyecek ve dört yıl sonra İspanya Maliye Bakanlığı’na Guadalquivir nehrini okyanusa bağlayacak bir kanal tasarısı sunacaktı. Tasarıları yalnız kanallarla sınırlı kalmadı. Saint-Simon yalnız mühendisliğe değil, fizyolojiye, kimyaya, edebiyata ve her zaman en özgün kavrayışlara yakından ilgiliydi. Cenevre Mektupları da bu tasarıların bir devamı kabul edilebilir.

“Bir Cenevre Sakininden Çağdaşlarına Mektuplar” ya da yaygın ifadeyle “Cenevre Mektupları”, Saint-Simon’un 1803 yılında yayımladığı ilk eseridir. Engels’in de andığı ve sosyalizmin ilk metinlerinden sayılan bu eserde Saint-Simon üç sınıfa ayırdığı toplumun, ulus ve sınıf farkı gözetmeden her bireyinin katılacağı bir iştirakle, bir takım bilimciler ve sanatçılar seçmesini ve toplumun idaresinin, bu bilimci-sanatçı konseyine teslim edilmesini savunuyor. Çünkü O’na göre, sürgit devam eden acıların önüne yalnız toplumun bu avangard (askeri birliklerin öncü kolu) unsurları geçebilir. Biz de Saint-Simon’un eserlerini Türkçeye aktarmaya, bu ilk eseriyle başlamayı uygun gördük. Elbette Saint-Simon yalnız tasarılar oluşturmakla uğraşmıyordu. Örneğin bir detay olarak belirtmekte yarar var ki, sosyalizmin ilk ideologlarından kabul edilen Saint-Simon’un, Augustin Thierry, August Comte gibi uzun süre unutulmayacak adamların hayatlarına bir dönem hocaları olarak girdiği bilinir. Gelelim bizim neden Saint-Simon’dan söz etmeğe ve yazdıklarını Türkçeye çevirmeye ihtiyaç duyduğumuza. Gündoğusu Sanat Kuramları Atölyesi’nde sanatın avangard niteliği üzerine çalışırken, bu tanımlamanın sahibi Saint-Simon’dan söz etmeden geçemezdik. Ancak çokluk Anti-Dühring sayfalarından tanınan bu ütopyacı sosyalistin eserlerinden hiç birinin Türkçeye tercümesi bulunmuyordu (bizim bilmediğimiz bir tercümenin varlığından haberi olan varsa, lütfen bizi tekzip etsin). Nihayet koşullar bizi, hem avangardı daha iyi anlamak hem de bundan sonraki Anti-Dühring okumalarında, Engels’in Türkçe okurlarının - ve tabi kendimizin- ütopyacı sosyalizmi daha iyi kavramasını sağlamak adına bu işin altına girmeye zorladı. “Bir Cenevre Sakininden Çağdaşlarına Mektuplar” ya da yaygın ifadeyle “Cenevre Mektupları”, Saint-Simon’un 1803 yılında yayımladığı ilk eseridir. Engels’in de andığı ve sosy-


alizmin ilk metinlerinden sayılan bu eserde Saint-Simon üç sınıfa ayırdığı toplumun, ulus ve sınıf farkı gözetmeden her bireyinin katılacağı bir iştirakle, bir takım bilimciler ve sanatçılar seçmesini ve toplumun idaresinin, bu bilimci-sanatçı konseyine teslim edilmesini savunuyor. Çünkü O’na göre, sürgit devam eden acıların önüne yalnız toplumun bu avangard (askeri birliklerin öncü kolu) unsurları geçebilir. Biz de Saint-Simon’un eserlerini Türkçeye aktarmaya, bu ilk eseriyle başlamayı uygun gördük. Yazarın toplumu üç sınıfa ayırdığını belirtmiştik. Mektuplarında da her sınıfa ayrı bir hitapla yöneliyor. Biz de, tamamını üç bölümde yayımlayacağımız eserin bu sayıdaki ilk bölümünde, yazarın “Birinci Sınıf”a yönelik hitabına yer veriyoruz. Çevirimizi, Felix Markham tarafından hazırlanan ve “Social Organization, The Science of Man and Other Writings” adıyla 1964 yılında Harper Torchbooks’tan çıkmış olan kitapta yer alan İngilizce metinden gerçekleştirirken, Oxford University Press’ten “The Political Thought of Saint-Simon” adıyla 1976 yılında çıkan ve Ghita Ionescu’ya ait İngilizce çeviriden de istifade ettik. Son olarak şunu da belirtmekte yarar var, Fransızca metinde yazar “bir arkadaşının önerilerine” de yer veriyor. Bizim çeviriyi gerçekleştirdiğimiz kaynaklar her halde metnin özüne doğrudan bir etkisi bulunmadığından olacak, bu bölüme ve “Yanıt” başlığı altında yazarın teşekkürlerini sunduğu satırlara yer vermemişler, dolayısıyla bu satırlar bizim çevirimizde de bulunmuyor. Yine de Fransızca metinde “Arkadaşımın Önerisi” başlığıyla yer alan bölümün ve bu önerilere verilen yanıtın bulunduğu yeri, çevirdiğimiz metinde *** işaretiyle belirttik. Sanatçı ve aydınların genel bir avangard niteliğe haiz oldukları kuşkulu da olsa, her zaman çağının epeyce ilerisinde “tasarılar”la ortaya çıkmış olan ve Engels’in, “Hegel’le birilikte çağının en ansiklopedik kafası” diye nitelediği Saint-Simon’un avangardlığı her halde herkesçe kabul görür. Mahir Ergun

BİRİNCİ MEKTUP

Londra Kraliyet Cemiyeti, The Royal Society of London for the Improvement of Natural Knowledge. 1660 yılında kurulmuş olan bilimciler topluluğudur. Newton, Faraday gibi ünlü İngiliz bilginleri bu topluluğun üyesiydiler. (ç.n.) 1

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Artık genç değilim. Hayatım boyunca gözlem yaptım ve bunları etkin olarak aktardım, mutluluğunuz tüm emeklerimin tek gayesi olmuştur. Sizin için yararlı olabileceğini düşündüğüm bir tasarı hazırlamış bulunuyorum ve huzurunuza sunmayı teklif ediyorum. Newton’un hatırası şerefine bir iştirak oluşturalım; herkes, durumu ne olursa olsun dilediği kadar bağış yapsın. Her iştirakçi üç matematikçi, üç fizikçi, üç kimyacı, üç fizyolog, üç yazar, üç ressam, üç müzisyen seçsin. İştirak ve seçilenler her yıl yenilensin; ancak (bu yenilemelerde) herkes aynı kişileri tekrar tekrar seçmekte serbest olsun. Toplanan meblağ, en çok oy alan üç matematikçi, üç fizikçi vs. arasında bölüşülsün. Bu yıl bağışları toplamak için Londra Kraliyet Cemiyeti1‘nin başkanını davet edelim. Sonraki yıllarda bu şerefli görev en çok bağışı yapan kimseye verilsin. Şunu bir kural olarak belirleyelim ki seçilenler, aranızdaki belirli bir gruptan şan, mevki ya da para kabul edemesin; ama kendi hassalarını dilediği gibi kullanmakta serbest olsun. Dehanın insanları daha sonra kendi kendilerinin ve sizlerin değerli bir mükafatıyla gönüllerini eğleyebilirler. Bu mükafat, onları kabiliyetleri dahilindeki tüm hizmeti size sunmalarını olanaklı kılacak tek yere koyacaktır. Bu en dinamik akılların tutkusu haline gelecek ve onları sizin huzurunuzu bozacak faaliyetlerden vazgeçirecektir. Nihayet, bu vesile ile, aydınlanmanızın gelişmesi için çalışanlara liderlerini vermiş olacak, bu liderlere muhteşem bir prestij sağlayacak ve geniş bir sermaye gücünü onların tasarrufuna sunmuş olacaksınız. Bu tasarıyı doğrudan insanlığa sundum, çünkü insanlığın tamamını ilgilendiriyor; fakat hemen yürürlüğe konduğunu görmek gibi saçma bir umut beslemiyorum. Başarısının her zaman, insanlık üzerinde büyük etkisi olan kişilerden aldığı desteğin düzeyine bağlı olduğunu düşünmüşümdür. Onların desteğini almanın en iyi yolu ise, konuyu mümkün olduğunca aydınlatmaktır. Bu amaçla söylemlerimi üç sınıfa ayırmış olduğum insanlığın farklı kesimlerine yöneltiyorum.

13


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

İlk sınıf, sizin ve benim de dahil olmaktan şeref duyduğum, insanlığın ilerleme sancağının altında yürüyenlerdir ki bilimcileri, sanatçıları ve tüm hür düşünceli insanları kapsar. İkinci sınıfın sancağında “Yeniliğe hayır.” yazılıdır. Birinci sınıfa dahil olmayı hak etmeyen tüm mülk sahipleri ikinci sınıfa dahildirler. Üçüncü sınıf ise “eşitlik” şiarı etrafında toplananlardır ki insanlığın geri kalanını oluştururlar. Birinci sınıfa söyleyeceklerim şunlardır: İnsanlığa sunduğum plandan her kime söz ettiysem, kısa bir tartışma neticesinde kabul etti. Hepsi, başarı dilediklerini; fakat tamamen başarısız olabileceği yönünde de endişeleri bulunduğunu belirtti. Görüşlerindeki bu benzerlik bende, bulacağım her adamın, ya da en azından çoğunun, aynı düşüncede olacağı izlenimini yaratıyor. Eğer bu öngörü doğruysa, amaçlarımın karşısındaki tek engel, ataletin gücü olacak. Siz, bilimciler, sanatçılar. Ve sizler de, güçlerinden, servetlerinden bir şeyleri aydınlanmanın gelişimine vakfedenler. Sizler insanlığın, muhteşem bir entelektüel güce ve yeni bir fikri kavramak için en iyi hassalara sahip olan sınıfısınız. Sizler iştirakin başarısıyla en doğrudan ilgili olanlarsınız; ataletin gücünü alt etmek size düşüyor. Haydi matematikçiler, öncü koldakiler2, başlayın! Bilimciler ve sanatçılar, insan aklının güncel halini dehanın gözüyle inceleyin. Amme efkârının hükümdarlık asasının elinize düştüğünü göreceksiniz; cesurca kavrayın onu! Siz, kendinize ve çağdaşlarınıza mutluluğu getirecek güce sahipsiniz. Gelecek kuşakları şerden, hanidir çektiğimiz ve hâlâ çekmekte olduğumuz acılardan siz kurtarabilirsiniz. İşte bu yüzden hepiniz, iştirake katılın! Çeviren: Mahir Ergun

14

2

Saint-Simon burada avangard (avant-garde) terimini kullanıyor. (ç.n.)


BU SAYFA BOŞ DEĞİL!

Gündoğusu’nun geçen sayısında tam bu sayfada, ÇHD İstanbul Şube Sekreteri Güçlü Sevimli, “F tipi infaz rejimi neyi hedefler?” sorusunun yanıtını vermişti. Bugün Güçlü Sevimli, tıpkı avukat arkadaşları Barkın Timtik, Betül Vangölü Kozağaçlı, Ebru Timtik, Günay Dağ, Naciye Demir, Selçuk Kozağaçlı Şükriye Erden ve Taylan Tanay gibi, o F tipi hapishanelerden birinde tutuklu bulunuyor. Güçlü Arkadaş, Gündoğusu’nun geçen sayısında tam bu sayfada, F tipi infaz rejiminin hedefinin, devletin mevcut düzene karşı en büyük tehlike olarak gördüğü devrimci ve sosyalistleri, izolasyon tipi cezaevlerinde etkisiz kılmak, yalnızlaştırmak, “yola getirmek”, vazgeçirmek olduğunu söylemişti.

Tarihten öğrendiğimiz bir şey varsa, o da duvarların hiçbir zaman direnenleri yalnızlaştırmaya, etkisiz kılmaya, “yola getirmeye” yetmediğidir. Çernişevski; Petropavlovsk zindanından şöyle seslenmişti: Ey iyi insanlar, güçlü, dürüst yetenekli insanlar, sayınız az değil ve hızla çoğalıyorsunuz! Çernişevski’nin haklılığına Ekim Rüzgârı’na tutulan Petropavlovsk’un düşüşü tanıktır. Nihayet her Bastille’in, her Petropavlovsk’un, her zindanın kapıları meydanlara açılır! GÜNDOĞUSU SANAT VE DÜŞÜN TOPLULUĞU YAYIN KURULU

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Devlet bugün devrimci avukatları tutuklayarak, savunmayı da etkisiz kılmak, yalnızlaştırmak, “yola getirmek”, vazgeçirmek hedefini ortaya koydu.

15


DESEN Onur Fındık

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Gereğİ DüşünüldÜ !

16


MAKALE/İNCELEME Mahir Ergun

mahirergun@gundogusu.net

SANATIN VE SANATÇININ AVANGARD NİTELİĞİ ÜZERİNE “Aslında bütün toplumsal ayaklanmaların ve onların edebiyatını oluşturan manifestoların umudu sanattır. Çünkü, insanları ancak hayal dünyasının, duyuların ve duyguların efendisi sanatın devrimlere inandırabileceği düşünülür.“

“Bizler özgür ve bilgeyiz, alaylara kılavuzluk eden bayraklar gibi, gürbüz kardeşlerimizin önünde dalgalanmalıyız. Ressamlar, şairler... Bu haklı dava uğruna biz savaşmayalım da kim savaşsın?! Dünyanın şuuru tüm gücüyle kalbimizde atıyor hâlâ.”

İşin gerçeği, sanatın insanlarda devrim umudunu ateşlediği zamanlar olmuştur. Ancak bu, sanatı “toplumsal ayaklanmaların umudu” yapmaya yeter mi? Yahut sanatçının “öncülüğü” nereye kadardır?

Sanatçının bu nevi bir önderlik vasfı var mıdır? Ya da olmalı mıdır? Meidner’in çağrısı şairane bir temenni olarak olumlu olmakla birlikte, bir eylem çağrısı olarak ele alınırsa, kerameti kendinden menkul bir imgenin ötesi değildir. İnsanları devrimlere hayallerin inandırması yönündeki sav ise, devrimlerin maddi özlerinin kavranamamış oluşuyla açıklanabilir. Peki sanatın ve sanatçının avangard niteliği tamamen uydurma mıdır? Öyleyse sanatçının toplumsal mücadelelerdeki görevi ne olabilir? Öncelikle şunu söyleyelim, “sanatçının toplumsal mücadeledeki görevi şudur” gibi bir yaklaşım, tıpkı “herhangi bir görevi yoktur, olamaz.” biçimindeki yaklaşım gibi, indirgemeci ve mekanik bir yaklaşımdır. Sanatçının görevleri, yere, zamana ve tek tek sanatçıların kendi sınıfsal nitelikleriyle özgün vasıflarına göre farklılık gösterir. Sanatın ve sanatçının avangard niteliği ise kesinlikle uydurma değildir; ancak bu da koşullara bağlıdır. İnsanları devrimlere hayallerin inandırması yönündeki savı, devrimlerin maddi özlerinin kavranamamış oluşuna bağlamış olsak da, bu bireylerin hayal dünyalarını tamamen görmezden gelebileceğimiz anlamına gelmez.

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Yukarıdaki cümleler Ali Artun’a aittir. Sanata ve sanatçıya toplumun öncü kolu ya da bir başka değişle avangardı olma vazifesini yükleyen benzeri düşüncelere yaygın olarak rastlamak mümkündür. Aydınlanma sonrasında bu fikri derli toplu ilk ifade eden Saint-Simon’dur. Ona göre toplumun öncü kolu-avangardı bilimciler ve sanatçılardır. Dolayısıyla iktidarın da bu aydın kimselerden oluşan bir konseye teslim edilmesi gerekir. İşin gerçeği, sanatın insanlarda devrim umudunu ateşlediği zamanlar olmuştur. Ancak bu, sanatı “toplumsal ayaklanmaların umudu” yapmaya yeter mi? Yahut sanatçının “öncülüğü” nereye kadardır? Örneğin Ludwig Meidner, 1919 yılında sanatçıları sosyalizm kavgasına şöyle çağırıyor:

17


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

18

Konuyu daha iyi kavramak adına, “avangard” sanatın mucidi sayılabilecek Saint-Simon’un da dahil olduğu ilk sosyalistlerle ilgili olarak Engels’in söylediklerine bakalım: “Bağımsız bir siyasal eyleme henüz tamamen yeteneksiz bulunan proletarya, kendini, kendi kendisine yardıma yeteneksizliği içinde olsa olsa dışarıdan, yukarıdan bir yardım alabilecek, ezilmiş, acı çeken bir zümre olarak gösteriyordu.1 Bu tarihsel durum, sosyalizmin kurucularını da etkiledi. Kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına, sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerin olgunluktan uzaklığı yanıt verdi. Toplumsal sorunların, henüz gelişmesinin ilk basamağında olan ekonomik ilişkiler, beyinden çıkmalıydı. Toplum yalnızca düzgüsüzlükler (anomalies) sunuyordu; bu düzgüsüzlüklerin ortadan kaldırılması, düşünen usun göreviydi. (...) Bu yeni toplumsal sistemler daha baştan ütopyaya mahkûmdular. Ne denli ince işlenirlerse, o denli fantezi içine dalacaklardı.”2 Buradaki ikili duruma dikkat çekmek gereklidir. İlki Engels’in dikkat çektiği, toplumsal çaresizlik hallerinde, anomalilerin ortadan kaldırılmasında düşünen akla düşen roldür. Burada nesnelliğin yarattığı kısırlık, siyaset adamlarını siyaset felsefesinin derinlerine iter, sürecin bir dayatması olarak, anomalilere çareler sokaklarda değil, zihinlerde aranır ve nesnelliğin sınırlarının ötesinde, düş gücünün krallığı başlar. Burada derdine derman arayanlar, doğal olarak hayalciliğe, ütopyacılığa yönelirler ve uğraşları ölçüsünde fantastik sonuçlar ortaya koyarlar. Bu sonuçların her biri, birer siyasal metin olmanın ötesinde birer sanat ürünüdür. Bu süreci yaşayıp, yaşadıklarını bir teorik kabul, bir tasarı haline getiren ise Saint-Simon’dur. O’nda görünen yalnızca çaresizliğin ütopyacı bir çözümü değil, aynı zamanda çaresizliğin bir çözümü olarak ütopyacılığın savunusudur. Bir başka deyişle düşünen usla, vardığı yer, yine düşünen usun kendisidir. Yani Saint-Simon, içinde bulunduğu olgunlaşmamış koşullarda, sorunlara çözüm aramak için aklına başvurmuş, daha sonra, çözüme yalnızca akla başvurarak ulaşılabileceğine kanaat getirmiş ve bu doğrultuda bir toplum modeli ortaya koymuştur. Bu yöntemle ortaya konacak modellerin birer sanat ürünü olacağını söylemiştik. Aracının, asıl amacı olduğunu fark eden Saint-Simon da buna uygun olarak, modelini sanatçılar üzerine bina etmiş ve tarihin ileri götürücü lokomotifliği görevini, akil adamlarla sanatçılara vermiştir. Nasıl ki toplumsal mücadele dinamiklerinin olgun olmadığı anomali dönemlerinde, bir siyaset adamı siyaset aracı olarak elinde yalnız düş gücünü buluyor ve bu aracı kullanarak toplumsal devrimi “sanatçılar sınıfı”na yaptırabiliyorsa; aynı şekilde böyle dönemlerde yaşayıp ürün veren sanatçıların ürünleri de, dayandıkları gözlemlerin kuvveti ve üreticilerinin düşünen uslarının cüreti ölçüsünde siyasete ufuk açabilir, gerçekten “avangard” olabilirler. Zira kullandıkları araçlar bakımından, siyaset yapanlarla eşit durumdadırlar. Bu niteleme, örneğin 1860’lar Rusya’sında, 1940’lar Türkiye’sinde ürün veren sanatçılar için yapılabilir. Türkiye’de ‘40 kuşağı sanatçıları 1960 sonrası pratik mücadeleye dahil olan ihtilâlciler için önemli bir harekete getirici güçtür. Ya da 1860’lar Rusya’sı için Kautsky, “her sosyalistin bir şair, her şairin de bir sosyalist olduğu bir dönem” nitelemesini yapar. Ancak koşullar olgunlaştığında ve pratik siyaset kendini dayattığında, bu “avangard” sanatçılar, “sanatçı” olma sevdasında diretmemişler ve kalemleriyle fırçalarını bir yana bırakarak, elde silah dövüşe atılmasını da bilmişlerdir. Evrensel kabuller, anahtar formüller her zaman geniş kabul görmüştür. Zira bizi düşünmekten kurtarırlar. Sanatın, sanatçının “avangard” niteliği üzerine ortaya konulacak bir “formül”ün de bize, kendimizi düşünme zahmetinden kurtarmaktan daha öte bir katkısı olmaz.

Engels 19. yy. başında Fransa’dan söz ediyor. (M.E.) Ant-Dühring Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor, Friedrich Engels, ç. Kenan Somer, s. 412, Sol Yayınları, Ankara, 1977 1 2


MAKALE/İNCELEME Temel Demirer

İ

NSAN OLMANIN (VE KALMANIN) ETİĞİ “Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği…”1 “Olmamışa hüzün, olabileceğe umut…”2

A. Gramsci. 2 Zeynep Perinçek, Cumhuriyet, 24 Kasım 2012, s.19. 1

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Doğrudur; bu yabancılaşma dünyasında insan olmak (ve kalmak) çok zor. Gerçek şu: İnsan doğulmuyor, insan olunuyor ve bunun da etiği ile “olmazsa olmaz”ları var.

“Ji bo ku kesek bibe însan, hebûna du lingan têr nake/ İnsan olmak için iki ayağın olması yetmez,” der bir Ermeni Atasözü… Doğrudur; bu yabancılaşma dünyasında insan olmak (ve kalmak) hem çok zor, hem de bunun bir etiği ile “olmazsa olmaz”ları var. Kolay mı? Richard Wagner’in, “Maymundan geliyor olmanın pek de önemi yok aslında, önemli olan ona doğru gidiyor olmamak,” notunu düştüğü sürdürülemez kapitalizmin dünyasında; Woody Allen’in işaret ettiği üzere, “Cevap evet de, soru neydi?” trajedisi yaşanırken; “Kapitalizm bireyci olduğunu iddia etmesine rağmen bireyin kendisini ifade etmesine izin vermiyor,” Jean-Luc Marion’un belirttiği üzere… Gerçek şu: İnsan doğulmuyor, insan olunuyor ve tekrar edelim: Bunun da etiği ile “olmazsa olmaz”ları var. ***** “Kabaca” hareketlerimizi yönlendiren kurallara etik denirken; kadim Yunan’da “İyi yaşam ve ruhun mükemmelliği”yle açıklanan etik, sınıfsal ve sosyal gerçeklerle ilintili olarak insanın tutunduğu yol göstericidir. Evet etik (ethic); insan(lık)ın ahlâka (moralite) ilişkin davranışlarının doğurduğu soru(n)ları ele alan felsefe dalıdır. Nihayetinde insanî bir duruştur; öz-denetimdir… Düşünce ve davranışların yönlendirilmesinde, yol gösterendir… İnsan olmak (ve kalmak) felsefesidir. “Vicdan”la doğrudan ilintilidir. Ona geleceğin “insanî ahlâk”ı da denilebilir. ***** Geleceğin “insanî ahlâk”ı: O, estetiğin kendisi olacaktır. Antik Yunan’da “aisthetikos” yani “duygusal algılama” sözcüğünden gelen estetik, sanatın felsefesi olarak sunulsa da; insanın insana kulluk etmediği geleceğin dünyasında insan(lık)ın ahlâkı da olacaktır. Kolay mı? Güzel(likler)in bütünüdür estetik. “Ne güzeldir?” sorusunu “İnsana ne güzel görünür?” sorunsalına çevirir O… Temeli, Platon’a uzanan güzellik felsefesi; Alexander G. Baumgarten’in “Aesthetica” başlıklı yapıtında işaret ettiği üzere estetik, bir çeşit mantıktır; -kendi deyimiyle- “Mantığın küçük kız kardeşi”dir. Estetik ile mantık bitişik nizam dururlar… Martin Wittgenstein’e göre de, güzel, estetik gibi geniş bir alanı kapsayan disiplinin tek başına konusunu oluşturamaz. Bu nedenle “Güzel” der Wittgenstein, “Bir sıfattır ve bunun belli bir niteliği vardır. Yani, güzel olma niteliği…” “Estetik”, “güzel”le özdeş midir? Bu iki kavramın -belki tam olarak aynı olmasalar bile- yakın akraba oldukları kesin. Önemli bir şey daha: “kitsch”in düşmanıdır estetik. Hayatın ve sanatın birleşmesinden doğan disiplindir o. Nihayetinde estetik, güzel olanı aramak ve duyumsamaktır; güzel üstüne düşünme sanatıdır.

19


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

20

İnsan(lık)ın sınırsız hayal/düşünce dünyası ve mücadelesinin ürünüdür. O hâlde, insan olmanın (ve kalmanın) “olmazsa olmaz”larından biridir estetik; mücadele ve insan(lar)ı tarafından durmadan geliştirilmesi/zenginleştirilerek toplumsallaştırılması gerekendir. ***** Estetik algılarıyla zenginleşerek, toplumsal nitelikler kazanan etik(duruş), itiraz eder, boyun eğmez… Evet, evet “itiraz etmek”, insanı insanlaştıran temel edimdir. ***** İnsanı insanlaştıran duruş, sadece itirazla yetinemez; o, protesto eder… Martin Luther’in Vatikan’da yerleşik Katolik kilise uygulamalarına karşı çıkmak için kilise kapısına astığı metnin adı -ki Protestan mezhebi de adını bundan almıştır- olan protesto, dik duran bir tepkidir. Hakkı(mızı) almanın yaratıcılığı… Protesto, “boyun eğme”yi aşan “karşı çıkma”dır. ***** İtiraz ve protesto etmek “Hayır” demekle başlar! “Hayır”, insan(lık)a ait bir ret kelimesidir. “Evet”in karşıtı; herkesin her zaman telaffuz edemediği; insan(lık)ın, her duyduğunda beyninde şimşekler çakmasına yol açan, kısa ama çok etkili bir sözcüktür. Bu bağlamda ezilenler ancak ve ancak “Hayır” diyebilmenin gücüyle var olabilirler... Egemen(ler)e verilen yanıtların en güzeli olan “Hayır”; “basit” ama en temel ret ifadesidir. “Olağan” denilen düzen(sizlik)te onarılması güç, derin yaralar açan “Hayır”, bazen gerçekleşendedir bazen de gerçekleşmeyende… Bazen gösterilendedir bazen de gizlenende… Bazen göremediğimizde bazen de görmek istemediğimizde… İnsan(lık)ı kapitalizmin sürüklendiği karanlıktan kurtarabilecek tek sözcük olan “Hayır” demeyi bilmek yaşamsaldır. ***** “Hayır” diyen dik durur; “Hayır” denmeden dik durulmaz, durulamaz. Çok da kolay olmayan insanî bir hâl olan dik durmak, insanı sürüden ayırır… Hatırlayın: Maymundan insana geçişin en önemli adımıdır dik durmak. Dik durmak, insan(lık)ın (homo erectus) büyük eylemlerinden biridir. O, ‘Esaretin Bedeli’ filmi’ndeki replikte, “Umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez.” diye tanımlanan çarelerin tükenmesine müsaade etmemenin ilk adımıdır. Dik duranın kendisinize güveni gelir. Dik durmak, onur(un)u korumaktır. Martin Luther King’in, “Eğer bir insan, onun için yaşamını feda edebileceği bir şey bulamamışsa yaşamaya hak kazanamamıştır.” uyarısındaki üzere, ancak ve ancak, dik durarak insan olmayı hak edersiniz. ***** Dik durmadan aykırı olmazsınız; aykırı olmak dik durmaya mündemiçtir. Dayatılmış bir ölçüye, sınıra ve/veya kurala uymayan aykırı, “olağan” denilene ilişkin huzursuzluk yaratan, itiraz ve protesto edendir. ***** Direnişsiz ret olmaz. Protesto(lar)dan yönelinilir direniş(ler)e… Çünkü direnme hâli, ısrarla karşı koyan insanî bir duruştur. ***** Buraya dek sıraladıklarımız tümü başkaldırıya kapı açar… Yaşar Kemal’in, ‘İnce Memed’inde, “…İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı…” diyordu. “…İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir... İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak...”3 diye betimlenen başkaldırı, beton çatlağından fışkıran ota benzer. 3

Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, Yapı Kredi Yay., 2006, s.348-349.


Onlar için “emre itaatsizlik etmek, inat edip emre muhalefet etmek, itaatten çıkmak, inatla imtina etmek, çekinmek ve azmak” anlamlarında olan itaatin zıddıdır isyan… Araplar, köle, efendisinin emrine muhalefet ettiği, itaatten çıktığı zaman “asâ” (isyân etti, söz dinlemedi) fiilini kullanmışlardır. (İsyân kelimesinin; “zelle”, “hatîe”, “ma’siyet”, “seyyie”, “fısk”, “cürm” ve “zenb” kelimeleriyle eş anlam ilişkisi vardır.) Dinî anlamda isyân; allah ve rasûlünün emirlerine uymamak, itaat etmemek demektir. “Cin” sûresinin 23. âyetinde, “... kim allah’a ve rasûlüne isyân ederse ona, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır,”denir. “Ahzab” sûresinin 36. âyetinde, “isyân edenin, haktan saptığı” söylenir. İsyân kelimesi “Kur’ân”da: i) Küfür, inkâr etme (nisa, 4/42); ii) Cühûd, bile bile hakkı kabul etmeme (hud, 11/59); iii) Ğavâ, azma (tâ-hâ, 20/121); iv) Fısk, itaatsizlik etme (hucûrât, 49/7); v) Kizb, allah’ın âyetlerini yalanlama (nâzi’ât, 79/21); vi) İsm ve udvan, günah işleme ve düşmanlık yapma (mücâdele, 58/8-9); vii) İ’tidâa, haddi aşma (âl-i imrân, 3/112) ve cebbâr, zorba (meryem, 19/14) kavramları ile birlikte kullanılmıştır. Özetle İslâm’da isyân, Allah ve peygamberin emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını kabul etmemek şeklinde olursa küfür; bunları kabul ettiği ve îmân ettiği halde emir ve yasaklara uymamak, itaatsizlik etmekten ibaret olursa, fısk olur. İster küfür, ister fısk anlamında olsun isyân, zulümdür. (Kaynak: Dini Kavramlar Sözlüğü, http://www.diyanet.gov.tr/ turkish/diyanetyeni/Diyanet-Isleri-Baskanligi-AnaMenu-dini-kavramlar-sozlugu-92.aspx) 4

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Sabırsız ve yaratıcıdır! “Edi bese”, “Ya basta”, “Yetti artık” kararlılığıyla meydan okuyarak, karşıdakinin gözlerinin içine bakabilme cüretidir. Mazeretsiz yaşama/yaşatma mecburiyetidir. “Ayaklanma” da denir, başkaldırıya. Yani, ayakların baş olma hikâyesidir bir yerde. Evet, insan(lık)ın kendi ayakları üzerinde durabilmesi için ayaklanmasıdır başkaldırı… Yani konformizmin reddiyle, itaatkârlığa itirazla; bir başka deyişle başını kaldırmakla başlayan başkaldırı, isyanın eşiği, emaresidir. ***** Bir başkaldırma eylemidir isyan. Boyun eğmeyen, itaatsizliktir. “Bitirilen”le başlayandır. Ezilenlerin, soyulanların, “köle” ilan edilenlerin, ötekileştirilenlerin en insanî hâlidir. İnsan(lık)ın yaşadığına dair en büyük belirti, emaredir isyan; yaşama kattığı sonsuz değer(ler) le görmek, duymak, dokunmak, kavramak ve de değiştirmek için müdahale etmekte tezahür eder… Ezilen(ler)in varoluş ahlâkı olarak o; bazen bir aşktır, bazen de bir barikat… Bir harekettir, devrimci praksistir, “olağan”ı kabullenmemek, reddetmektir. İsyan etmek, köle-efendi, ezen-ezilen diyalektiğinin bozulduğu andır. İsyan(lar)ın ana kaynağı insanî bir zenginlik ve biriktirmedir. “Je revolte donc nous sommes/ Başkaldırıyorum o hâlde varız,” haykırışıyla isyan, insan olmanın en güzel anıdır. İsyan(lar)la tutuş(turul)an düştür. Mikhail Bakunin’in, “İlk isyan, teolojinin, Tanrı’nın hayaletinin o muazzam zorbalığına karşı olmalı. Cennette bir efendimiz olduğu sürece, yeryüzünde köle olacağız.” notunu düştüğü isyan; Sünnî İslâmın, kabulle(ne)mediğidir;4 yoksulların muktedirlere karşı koyuşudur… Sürdürülemez kapitalizm koşullarında var olabilmenin tek yol ve yöntemidir; insan(lık)ı kurtaracak olandır! Nisyana itirazdır; boyun eğmemektir; anlamlı olandır; insan(lık)ın aldığı nefestir; haykırmaktır… Jean Baudrillard’ın, “Toplumsal düzen size susmayı öğretir, sessizliği değil.” diye betimlediği tabloda sesi kısılanların, susturulanların, duyulmayanların lisanıdır. ***** Geldik yabancılaşma dünyasında insan olmanın (ve kalmanın) aslî tek çözümü devrime… Sunay Akın’ın ‘Devrim’ başlıklı şiirindeki, “kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/ kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç deniz gezmiş” dizelerine konu olan devrim, ODTÜ stadyumundaki hâlâ silinemeyendir… Toplum düzeni alt üst eden köktenci değişiklik olarak; cüretkâr bir hayâl gücünün ürünüdür “devrim”; yenilikçi, köktenci, eleştirel, cüretkâr eylemdir. Murat Uyurkulak’ın ‘Tol’undaki, “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” denilenin de ötesindeki devrim; kadim Yunanca’daki “epanastasi” sözcüğünün karşılığı olan “Diriliş, yeniden hayata dönüş”le ilgilidir…

21


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

22

W. Goethe, “Ben revolüsyonları sevmem, çünkü yıktığı değerler, yarattığından fazladır.” dese de; dalgalar hâlinde gelişen köktenci toplumsal değişimlerin (sürekli/ kesintisiz) toplamı olan devrim hakkında Ursula K. le Guin, “Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir…”5 Karl Marx, “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki bir ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadî temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder…”6 V. İ. Lenin, “Devrim yolu Nevski Bulvarı gibi düz ve engebesiz değildir...” F. Engels, “Bu baylar anti-otoriterler hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim, herhâlde olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir bölümünün, tüfek, süngü, top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki bölümüne zorla kabul ettirdiği bir eylemdir...” Mao Zedong, “Devrim, birini yemeğe davet etmek, tablo yapmak, üzerine deneme yazısı yazmak ya da cici yün işleri örmekle aynı şey değildir. Devrim, bir sınıfın diğerini alaşağı ettiği bir şiddet hareketidir…” J. J. Rousseau, “Devrimin yönü yoktur, bu nedenle aynı noktanın üzerinden defalarca geçebilirsiniz…” Thomas Jefferson, “Her neslin yeni bir devrime ihtiyacı vardır…” Cornelius Castoriadis, “Devrim önce bir tahayyüldür…” notunu düşerler… Hayali de, ideası da gerçeğiyle güzelleşen topyekûn değişim olarak aşkın öbür adı da olan devrim, bir kara sevdadır. Anlamsızlık ve acı karşısında, olmayanı var etmedir. Her daim yakın; “olması gereken” için yapılması zorunlu olandır; gelen/gelecek güzelliktir! Ezilenlerin festivalidir; Prometheus’un soyundan gelenlerin asla vazgeçemediği eylemdir. Aç çocukları gülümseten sıcacık ekmektir devrim Kitlelerin eseridir. Aşkla örmek kadar aşktan ölmektir de... İnsan(lık)ın iktidara, bellek(ler)in unutuşa karşı savaşımıdır. Rengi “kızıl” olandır. Yaşama/yaşatma gücüdür. Umudun, teslim alınamayan davasıdır... Arkadaş Z. Özger’in, “çünkü elbette bir su/ kendi akacağı toprağın sertliğini bilir/ ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak/ artık ırmak mı ne denir/ işte devrim/ ona benzer bir akışın hızına denir…” Cemal Süreyya’nın, “biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya / sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya / anamız çay demliyor ya güzel günlere / sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa / sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız / bu, böyle gidecek demek değil bu işler / biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz / ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını / işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz…” Oktay Rifat’ın, “bütün yapraklarım açarsa, kork / çünkü yalnızlığım ben / çünkü yoksulluğum ben / tepeden tırnağa,” dizeleriyle betimlenendir devrim… Nihayet, Arapça’da “devirmek” anlamına gelen “inkılap” olarak da anılan devrim(ler)in “kesintisiz” olmaması durumunda, toplum bin yıllardır alışmış olduğu değer yargılarına ve iç dinamiklerine miskinlik geri döner. Devrimin getirdiği rejim eskisini aşamıyorsa, eski rejime benzer. Sözün özü, devrim sona ermez, tamamlanamaz; tıpkı aşk gibi… ***** Ve devrimin, insan olmanın (ve kalmanın) vazgeçilemezi olarak aşk, en doğal insanî hâlimizdir… Çünkü o, yakıp kavuran; kırıp döken yıkıcı bir yaratıcılıktır. Gülümseten, ağlatan bir aşkınlık hâlidir. Darbelere dayanıklı, sağlam bir dirençtir. Güç verendir; korkmamaktır; kısıtlanamayan özgürlüktür. Çünkü o; birini, bir davayı kendinizden çok düşünmektir ve bağlanmaktır. Hayata mündemiç bütün tanımların toplamıdır... Üst üste konmayan, yan yana dizilemeyendir. Uğruna ölümlere gidip geldiğimizdir. 5 6

Ursula K. le Guin, Mülksüzler, çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 12. basım, 2012. Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz’den, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2011.


“Köle alım satımı da biçimi açısından meta alım satımıdır. Ama para, kölelik var olmadan bu işlevi yerine getiremez.” (Karl Marx, Kapital C:II., “Para-Sermaye Devresi” bölümü, Çev: N. Satlıgan-E. Özalp-O. Türel, Yordam Kitap, 2012, s.42.) 7

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Kendini ateşe atabilmektir gerektiğinde; severek isteyerek; “Ama”sız, “Fakat”sızca; zamanmekân aldırmadan… “Aşk, hayal gücü üründür, ötesi yoktur.” derlerse de inanmayın; o hayal gücünün de ötesidir. İnsan bünyesinin yaşam sinyali verme hâlidir; hayatı çoğaltan, genişleten, zenginleştirip çoğullaştırandır… Hani Eugene Delacroix’nın, “Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden bambaşka bir dil kullanmak gerekir.” diye tarif ettiği… Veya milyonlarca, milyarlarca hatta sınırsız ve sonsuz kelebeğin içinizdeki kanat çırpınışlarını hissetmektir... Dünyanın üç harften ibaret en uzun kelimesidir; bazen koşmak, bazen de beklemektir… ‘Erkekler İçin Divan’ında Murathan Mungan’ın, “Aşk hakkında söylenmiş bütün sözler yaşanmadan yalandır.” diye betimlediğidir… Bu nedenle, nelere kadir olduğu öngörülemeyip, yaşanarak öğrenilendir. Hayatı ve sevdayı, durmadan yeniden keşfetmektir. Her şeyden vazgeçmeyi göze alabilmektir. İmkansız denileni imkân dahilinde kılmaktır. Bağlanmaktır dünyaya, düşüncelere, geleceğe. Tüm gerçekliğinle, yalansız dolansızlık hâlidir. “Olağan”ın mahkûmiyetinden, prangalarından kurtulma cüretidir. Uyuşukluktan, kuru kalabalıklardaki yalnızlıklardan, sıradanlıktan kurtulmaktır. Yanılsamalardan, yalanlardan, kaybetmek korkularından arınmaktır. Aşk, hayatla ve insan olmak hâliyle ilgilidir. Her şeyin birinci dereceden failidir; hayatın sana, senin de hayata müdahalesidir. Hiçbir şeyi önemsemeyip, her şeyi göze alarak bağlanmaktır. Gözünüzü kapattığınızda aklınıza gelen, yanı başınızda olan ilk şeydir; karalıkların ortasında görünebilir olandır. İnsan olmak hâliyle buluşmaktır; zamanın ve mekânın anlamıdır; fark etmek, fark edilmektir. Özlemek, merak etmek, inanmak, hissetmektir cüretle. “Uğrunda ölürüm” denilmeden, bunu göze almadan “aşk” olmayan şeydir… Bildiğin(iz) ateşten de daha yakıcı şey… Sürekli, kurtulunamayan ve hiç beklemedik anda ortaya çıkan ve de dağıtıp geçendir. Kırılgan ve kuvvetlidir; hem var, hem de yok eden bir güçtür. Zümrüdüanka’dır; “Kül oldu, gitti.” denilirken; küllerinden yeniden doğan. Gökyüzünün renginin değiştiği andır; kopamamak, pişmanlık duymamaktır her şeye karşın... Kanatlanmaktır; bencilliği yerle yeksan edendir. Sınır tanımamaktır, sınırlanmamaktır; çocuksu bir cüretle “Hadi!” deyip başlayıvermektir; birikmektir bıkmadan usanmadan. Bir hayali içinde her an yaşatmak ve hayalindeki gerçekle yaşamaktır; yenilgiyi kabullenmemektir. “Bitti” denilse de, izleriyle yaşayan/kalandır. Kolay mı? O, Anka Kuşu’nun kanatlarıdır; mucizeyle doludur, daha doğrusu, bizzat mucizedir. Kişiyi özneleştirendir; korkmayan/korkutmayan bir güvendir; hayata sımsıkı sarılmaktır; tereddütlerin nihayetidir. Bir telaş, bir heyecan, bir kalp sızısıdır; “Tahir ile Zühre” meselesidir; toprağa düşen cemredir; hayatın itici gücüdür; yaşama sebebidir; tebessümdür; ikamesi olmayandır. Evcilleştirilemeyen güçtür; asla kontrol edilemeyendir; vermeden almaktır, almadan vermektir; kimi zaman her ikisi ya da hiçbiridir. Harika bir şeydir; dünyanın en güzel melodisini dinlemektir. “Kim”, “ne zaman”, “ne”, “neden”, “nerede”, “nasıl” sorularının yanıtıdır aşk. En önemlisi isyanı meşrulaştıran insanî hâldir aşk… Ve tüm bunlardan ötürü, köleliği nihayete erdirecek7, devrimci bir güç… ***** Sonlandırıyorum diyeceklerimi; insan olmanın (ve kalmanın) çok zor olduğu bir yabancılaşma dünyasında; insan olmanın (ve kalmanın) etiği, -Eduardo Galeano’nun aktardığı üzere,Mayaları anlamak ve komünistçe güncellemekten geçiyor… “Karl ve Gudrun Lenkersdorf, Almanya’da doğdular ve yaşadılar. 1973 yılında, bu ünlü profesörler Meksika’ya gittiler ve Maya dünyasına, bir Tojolabal ka-

23


bilesine kendilerini takdim edip şöyle dediler: - Öğrenmeye geldik. Yerliler sustu. Kısa bir süre sonra, içlerinden biri sessizliğin sebebini açıkladı: - Biri bize bunu ilk kez söylüyor. Ve Gudrun’la Karl yıllarca orada kalıp öğrendiler. Maya dilinde özneyle nesneyi ayıran bir hiyerarşi olmadığını öğrendiler çünkü ‘Ben; beni içen suyu içiyorum.’ ve ‘Ben baktığım her şey tarafından bakılıyorum.’; ve şöyle selamlaşmayı öğrendiler: - Ben diğer bir senim. - Sen diğer bir bensin…”8

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

27 Aralık 2012, Ankara

24

8

Eduardo Galeano, “Ve Günler Yürümeye Başladı”, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012.


MAKALE/İNCELEME Gün Zileli

gunzileli@hotmail.com

GECE GÜNEŞİ...

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Geçen yılın 1 Şubat günü başladığım, toplamı 397 sayfa olan, Erica Wallach’ın (1922-1993) Light at Midnight (1967, Doubmeday&Company, Inc. New York) adlı, 1950-1955 yıllarını kapsayan, başlığını Gece Güneşi olarak çevirmeyi doğru bulduğum otobiyografisi bitmek üzere, bitmesine sadece 10 sayfa kaldı. Yani çeviriyi tam bir yılda bitirmiş olacağım. Bu otobiyografi, daha önce çevirdiğim, Eugenia Ginzburg’un (1904-1977), Anafora Doğru ve Anaforun İçinde (1996-2000, Pencere Yayınları) adlı, hayatının, 1934-1956 yılları arasındaki, büyük kısmı Gulaglarda geçmiş bölümünü anlattığı otobiyografisi; Jan Valtin’in (1905-1951) Karanlığın Ötesinde (2009, Kibele Yayınları) adlı, hayatının 1918-1938 yılları arasındaki, Komintern görevlisi olarak geçmiş bölümünü anlattığı otobiyografisi; ve Margarete BuberNeumann’ın (1901-1989), hayatının, 1935-1946 yılları arasındaki, Gulaglarda ve aynı zamanda Nazi kamplarında geçmiş bölümünü anlatan otobiyografisi ile aynı “aile”dendir. Noel Field (1904Dördü de bağlandıkları davadan dışlanmış, Stalinist kilise tarafından 1970), Amerikan suçlanmıştır. Üç kadın da Sovyetler Birliği’ndeki Gulaglarda zorunlu çalışmaya kökenli bir komünist. tabi tutulmuştur. Ginzburg ve Wallach’tan farklı olarak Buber-Neumann, GPU tarafından Gestapo’ya teslim edildikten sonra ayrıca 5 yıl da Ravensbrück Amerika Birleşik Nazi toplama kampında kalmıştır. Üç kadın gibi Stalinizmin gadrine uğrayan Devletleri’nde üst Jan Valtin, onlardan farklı olarak Gulaglarda kalmamış, Komintern görevlisi düzeylerde devolarak yollandığı Nazi Almanya’sında yakalanıp ağır işkence görmüş, Nazi haplet görevlisi olarak ishanelerinde kalmış, orada kendisiyle yeniden bağ kuran Komintern’in emirlbulunmuş; İspanya erine uygun olarak Nazileri, kendileri adına ajanlık yapacağına ikna etmiş, bu koşulla serbest bırakılıp, o sırada Kopenhag’da üstlenmiş Komintern merkezine İç Savaşı’nda, Cumgönderilmiş, ancak orada, Komintern, Nazilerin elinde rehin tutulan karısını huriyetçi savaş mağdurlarına yardımcı kurtarmak yönünde bir girişimde bulunmayınca Komintern şefleriyle çatışmış, GPU tarafından tutuklanmış, Sovyetler Birliği’ne gönderilmek üzereyken ellerolmuş; oradayken inden kaçıp canını zor kurtarmıştır. karısıyla birlikte Erica Erica Wallach’ın otobiyografisinin çevirisine yazdığım önsözde şunları adında on yedi yaşında anlatıyorum: “Noel Field (1904-1970), Amerikan kökenli bir komünist. Amerika Birleşik bir kızı evlat edinmiş; Devletleri’nde üst düzeylerde devlet görevlisi olarak bulunmuş; İspanya İç II. Dünya Savaşı’nda Savaşı’nda, Cumhuriyetçi savaş mağdurlarına yardımcı olmuş; oradayken Nazi rejiminin karısıyla birlikte Erica adında on yedi yaşında bir kızı evlat edinmiş; II. Dünya kurbanlarına yardımcı Savaşı’nda Nazi rejiminin kurbanlarına yardımcı olmuş; Komintern’in açığa olmuş; Komintern’in çıkmamış görevlilerinden biri, aynı zamanda GPU ile bağları var. “Savaştan sonra, Noel Field, Doğu Avrupa’da kurulan ‘Halk Demokrasisi’ reaçığa çıkmamış görevjimleriyle yakın ilişki içinde. Macar Komünist Partisi’nin üyesi. Çekoslovakya’da lilerinden biri, aynı zabir üniversitede görev almak üzere gittiği Prag’da, 1949 yılında ortadan kaymanda GPU ile bağları boluyor. Karısı Herta Field, kocasının CIA tarafından kaçırıldığı kanısında. Bu var. durumu Çekoslovak Komünist Partisi’nin yöneticileriyle görüşmek üzere Prag’a giden Herta Field da ortadan kayboluyor. Noel’in erkek kardeşi Hermann Field, kardeşini aramaya başlıyor; Polonya’daki arkadaşlarıyla bağlantıya geçiyor. Onlar aracılığıyla kardeşinin akıbetini araştırmak için gittiği Varşova’da tutuklanıyor ve bir şatonun mahzeninde hapis tutuluyor. Noel Field’ın, daha sonra Amerikalı kocasının soyadını alan Erica Wallach adlı üvey kızı, komünist geçmişi dolayısıyla Amerika’ya kabul edilmiyor. Erica, üyesi olduğu Alman Komünist Partisi’nden Amerikalı kocasıyla evlenebilmek için ayrılmış ama Doğu Almanya ile bağlarını koruyor. Üvey babasının ve annesinin kaderini öğrenmek için gittiği Doğu Berlin’de tutuklanıyor ve Sibirya’nın ötesindeki toplama kamplarına gönderiliyor. “Peki ne olmuştur Noel Field ve karısı Herta Field’a? İkisi de GPU tarafından tutuklanarak

25


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

26

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’ye gönderilmişlerdir ve özel bir yerde hapis tutulmaktadırlar. Tutuklanmalarının nedeni, o sıralarda Stalinist Matyas Rakosi iktidarının Macar Komünist Partisi içinde düzenlediği, aynı 1930′lardaki Moskova duruşmalarına benzer bir ‘show trial’dır. Bu seferki kurbanlar, Parti içinde Rakosi’den çok daha popüler olan ve o sırada Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Laszlo Rajk ve diğer parti ileri gelenleridir. Bunun benzeri bir dava, üç yıl sonra Çekoslovakya’da da sahneye konacak ve Çek Partisinin Genel Sekreteri Rudolf Slansky ile on iki arkadaşı, düzenlenen ‘show trial’ sonucu idam edileceklerdir. Bu olay, Arthur London’un İtiraf adlı kitabında ve bu kitaptan hareketle Costa-Gavras tarafından aynı adla çevrilmiş, senaryosunu Jorge Semprun’un yazdığı, baş rollerini Yves Montand ve Simone Signore’nin oynadığı aynı adlı filmde ayrıntılarıyla işlenmiştir. “Laszlo Rajk davası tamamen ve daha sonraki Rudolf Slansky davası kısmen, Noel Field’ın verdiği ifadelere dayandırılmıştır. Noel Field, böyle davalar imal etmek için iyi bir itirafçı adayıdır. GPU ve onun bir kopyası olan Macar gizli polis örgütü IVO’nun (Şu ironiye bakın ki, yeni rejim kurulduğunda bu gizli polis örgütünün ilk örgütleyicisi, o sırada İçişleri Bakanı olan Laszlo Rajk’tır. Herhalde bu meşum polis örgütünün kendi sonunu getireceğini o sırada aklından bile geçirmemiştir.), Rajk ve arkadaşlarını suçlayacak bir ‘Amerikan ajanı’na ihtiyaçları vardır. İşte Noel Field, böyle bir ‘ajan’lık rolü için biçilmiş kaftandır. Noel Field, sorgucularının karşısında önce dik durur, Amerikan ajanlığını kesinlikle reddeder. Ne var ki, o aynı zamanda bir parti fanatiğidir. Partinin onun ifadelerine ihtiyaç duyduğu söylenince bu ‘görevi’ kabul eder ve sorgucularının önüne sürdüğü, beş yüzün üzerinde kişinin ‘ajan’ olduğunu ileri süren ifadeleri imzalar. “Rajk ve arkadaşları tutuklanır ve işkence altında ‘ajan’ olduklarını kabul ederler. Üstelik hem Amerikan hem de Tito ajanı! Mahkemede, Moskova davalarının ünlü ve meşum savcısı Vişinski’nin kopyası olan savcının, ‘nasıl ve neden ajan’ olduğu sorusunu sanık kürsüsünde sıkıntıyla dinleyen Rajk, kendine aylar boyunca ezberletilmiş rolünü oynayarak, ‘Bunun için çok gerilere gitmek gerek.’ diye başlar sözlerine. Ne kadar gerilere mesela? Ne kadar gidilebilirse o kadar geriye. Beş yaşındayken de ‘ajanlığın’ bazı ilkel sendromlarını göstermiş olabilir ama esas zaaf delikanlılığı sırasında ortaya çıkmıştır. Partiye bir ‘ajan’ olarak girmiştir. İspanya İç Savaşı’na katılmasının nedeni de ‘ajan’lıktan başka bir şey olamazdı… Rajk, kendisine işkence yoluyla kabul ettirilen ve aylardır bir tiyatro oyuncusu gibi provalarını yaptığı oyunu iyi oynamaktadır ama GPU-IVO senaristlerinde iş yoktur. Ne var ki, böyle kötü bir senaryo bile insanları idam sehpasına yollamaya yetmektedir o yıllarda. Rollerini iyi oynarlarsa hayatlarının bağışlanacağı sözü verilen kurbanlar, Macaristan’da da, Çekoslovakya’da da acımasızca ölüme gönderilmişlerdir. Ne ilginçtir, aynı yıllarda Sovyet ajanı oldukları ileri sürülen karı-koca Rosenbergler düzmece yargılamalarla ABD’de elektrikli sandalyede can vermişlerdi. Bitirmeden, Noel Field’ın kaderini de yazayım. 1954 yılında tahliye edilen Noel Field’ın karısıyla karşılaştığı an sorduğu ilk soru şudur: ‘Partiye bağlı kaldın mı?’ Kaldı, merak etme Noel Field! Öyle bağlı kaldı ki, ikinizin sayesinde şu anda bir sürü partili komünist toprağın altında yatıyor. Noel Field’a o zamanın parasıyla yüz bin ziloti ikramiye verilir, on bin ziloti aylık bağlanır (bir bakanın aylık maaşı 3 bin zilotidir) ve konforlu bir ev tahsis edilir. “Stalin’in ölümünden sonra değişen atmosfer içinde ve 1956 Ekim’indeki Macar Devrimine giden günlerde yüz binlerce insan Rajk ve arkadaşları için yapılan sembolik cenaze törenine katıldı. Budapeşte, gözyaşlarına inandı ve bu cenaze töreni 1956 Macar Devriminin başlangıcı oldu. *** “Elinizdeki kitap, Noel Field’ın üvey kızı, Alman kökenli Erica Wallach’ın (1922-1993) üvey babası Noel Field’ı bulmak umuduyla geldiği Doğu Berlin’de, 1950 yılında tutuklanışının, yıllarca sorgulanışının, ölüm hücrelerinde yaşadıklarının, idama mahkûm edilişinin, Stalin’in ölümüyle birlikte idamdan kurtuluşunun, Rusya topraklarında bulunan, Kuzey Kutbundaki Vorkuta’da zorla çalışmaya tabi tutuluşunun, daha sonra, Kruşçev döneminde aklanışının, kendi kaleminden, 5 yıllık (1950-1955) otobiyografik anlatımıdır.” *** Erica Wallach’ın kitabından öğrendiğim en büyük hakikat, insanın aynı eylemlerinden dolayı, dönemin rüzgârlarına, iktidarın niteliğine, devletin o andaki yönelimlerine göre, en ağır işkenceleri görüp ölüme de gönderilebileceği, aklanıp kendisinden özür de dilenebileceğidir. Kitabın sonlarındaki (1955 yılıdır, Stalin’in ölümünün üzerinden iki yıl geçmiştir ve Kruşçev artık iktidara hakim olmuştur, Sovyet devleti, 1956 yılındaki destalinizasyon kampanyasına hazırlanmaktadır.) şu satırları okuyalım: “ ‘İyi akşamlar’ diye karşıladı beni Gorbunov. ‘Sizi bu geç saatte çağırdığım için özür dilerim, fakat hakkınızda karar yeni verildi ve sanırım bunu öğrenmek hoşunuza gidecek. Lütfen otu-


21 Ocak 2013

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

run. Davanızın kapandığını bildirmek benim için zevktir. Suçsuz bulundunuz ve artık özgür bir insansınız.’ “Oturup ona baktım. ‘Bir sigara alır mısınız?’ dedi, biraz huzursuz. ‘Lütfen bir tane alın. Beş yıldan sonra bu büyük bir şok olmalı… Anlatamam sizin adınıza ne kadar mutlu olduğumu…’ “ ‘Teşekkür ederim.’ diye cevapladım otomatik bir şekilde, derin bir nefes alarak. ‘Artık özgür müyüm?’ “ ‘Özgürsünüz. Kapı açık. Şimdi çıkıp gitmek isterseniz sizi kimse durdurmayacak. Denemek ister misiniz?’ “ ‘Hayır, hayır, teşekkür ederim.’ dedim aceleyle. ‘Size inanıyorum. Şimdi ne yapacağım? Eve gidebilir miyim? Lütfen söyleyin ne yapacağımı?’ “Gorbunov, belli ki bir serfin ruh halinden anlıyordu; benim anlamsız tepkimden ne incinmiş ne de duygusal bir tavra girmişti. Dobra ve telaşsız halini sürdürdü.” “ ‘Evet’ dedi. ‘Eve gidebileceksiniz. Sizi Batı Berlin’e vermeyi düşündük; oradan kendi istediğiniz yere gidebilirsiniz. Şu anki teknik olanaklar içinde en iyisinin bu olduğunu düşündük: Kâğıtlarınız olmadığından bu ülkeden ayrılabilmeniz için bazı küçük bürokratik muameleler gerekiyor. Çıkış vizesine ihtiyacınız var – bu ülkeye hiçbir zaman yasal bir şekilde girmediğinizden [Erica Wallach, Doğu Berlin’de tutuklanmış ve burada iki yıl işkence gördükten sonra, gizlice Sovyetler Birliği’ne gönderilmiştir. G.Z.] bu biraz karmaşık bir iş. Fakat işin üstesinden gelebiliriz. Bu zaman dilimi içinde burada, Moskova’da, serbest olarak yaşamak zorundasınız. Sanırım, hapishanede bir gece bile geçirmek istemezsiniz artık, bu yüzden size bir otel odası ayırttık – eğer siz başka bir yere gitmek istemezseniz. Legalize edilmeniz, kayıtlarınızın tamamlanması ve çıkış izninin alınması formaliteleri sırasında orada ya da herhangi bir başka yerde, özgür olarak bekleyeceksiniz. İçişleri Bölümü sizinle yarın bağlantı kuracak ve bağlantı halinde olacak. Herhangi bir talebiniz, herhangi bir sorunuz olduğunda onlar adına bağlantı kuran kişiye başvurabilirsiniz. İstediğiniz herhangi bir yere serbestçe gidebilirsiniz, ancak size önerim şehirden ayrılmamanızdır. Umarım Moskova’da kalmak sizi memnun eder.’ “ ‘Oh, elbette, elbette’ dedim büyük bir heyecanla. “ ‘O zaman bir özür dilememe izin verin.’ Gorbunov, şimdi ayağa kalkmış bana bakıyordu. ‘Sovyet Hükümeti adına size yapılanlardan dolayı açıkça özür diliyor ve bu özrümüzü kabul etmenizi rica ediyorum. Biz bir yanlış yaptık, size çok şeye mal olan korkunç bir hata işledik. Söyleyeceğim hiçbir şeyin, yapacağımız hiçbir şeyin geçmiş o beş yılı silemeyeceğini biliyorum. Bizi hiçbir zaman affetmeyeceğinizi biliyorum ama en azından samimiyetimize inanacağınızı umut ediyorum. Hayatınızdan beş yılı aldık ve bu yılları hiçbir şey geri getiremez. Sorumluluğumuzun karşılığı olarak para önermenin sizi aşağılamak anlamına geleceğini biliyoruz. İnsan hayatı ruble ya da dolarlarla ölçülemez. Fakat eğer hayatınızı biraz kolaylaştırmak, sağlığınızı düzeltmek, geçmişteki kötülükleri silmek için yapabileceğimiz bir şey varsa lütfen bana söyleyin. Sovyet Hükümeti, yetersiz de olsa bunları karşılamak için elinden gelen her şeyi yapacaktır; istediğiniz herhangi bir şey, tıbbi bakım, dinlenme tedavisi, tazminat, her ne olursa biz sizin için bunları yerine getirmenin görevimiz olduğunu düşünüyoruz.’ “ ‘Teşekkür ederim’ diye cevap verdim. ‘Ben çok mutluyum. Herhangi bir para istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum! Sadece bana özgürlüğümü verin, yeter.’ “ Günün birinde, bir GPU görevlisinin, yukardaki sözleriyle gözlerimi yaşartacağı dünyada aklıma gelmezdi.

27


MAKALE/İNCELEME Güneş Kayacı - Zeynep Gülüm

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

TERAPİ ve RASYONALİTE

28

İnsan biriciktir. Kendisine, ötekilere ve doğaya zarar vermesi, hatta bunu rasyonel olanın meşru alanına sığınarak yapması ile biriciktir. Uygarlaşan insanın yarattığı pratiklerden biri olan terapi ile bu biriciklik yeniden üretilir ve hakim ideolojinin kurguladığı normlara sıkıştırılan birey yüceltilmeye devam edilir. Bu norm bireyciliktir ve terapi, kurgusu gereği, bu normu yeniden üretir. Pekiyi, psikologlara öğretilen terapilerin kurgusu içinde bu durumdan kaçınmak ve modern yaşamın insanı içine ittiği bu sağduyudan arınmış ussallığın dışına çıkmak mümkün müdür? Daha da ileri gidersek, başka bir dünyayı mümkün kılmak psikoterapilerin konusu olabilir mi? Önce terapinin kurguladığı rasyonaliteye ve toplumsal sorunları Belki de nasıl birey sorununa indirgediğine bakalım. Terapide kişiler bir bütünlük içinde ele alınır; danışan terapi aracılığıyla kendi ihtiyacımız olan psikolojikleştirmeden öyküsünü yeniden inşa etmektedir. Öyküde tutarsızlıklar, boşluklar kalmaması için bugünün gerçeği referans alınır. Örtük kabul, souzaklaşmak, hali runun gerçeklikte değil zihnimizde olduğudur. Gerçek; psikolog ve hazırda psikolodanışandan bağımsız, sonsuz bir biçimde keşfedilebilir ama ancak jik sorun olarak ‘makul ölçüde’ değiştirilebilir bir nesne haline gelir. Aslında toplumsal olan sorun, bireyin zihnindeki ve ancak o zihin yapısının değerlendirilen değişmesi ile çözülebilecek bir sorun haline getirilir. şeylerin, hatta Yabancılaşmış modern birey boğulma hissetmektedir, içinde bir kitleselleşen bunalım boşluk vardır, yaşamın anlamsızlığı üzerine çökmüştür ve bu çeşitli ve sıkıntının sınıfsal, biçimlerde tezahür eder. Terapi, bu duyguların önce keşfedilip toplumsal, tarihsel sonra sağaltıldığı, bozukluğun düzeltildiği, gerçeğe olan isyanın baş edilebilir düzeye çekildiği alandır. Gerçekliğe isyan, başka bir temellerini ortaya gerçeklik için mücadeleye evrilmeden, sağduyudan arınmış ussallık çıkarmaktır. tarafından kuşatılır ve terapinin metası haline getirilerek ‘sağaltılır’. Sorun yine, gerçeklikte değil zihnimizdedir. Bu değerlendirme psikiyatri için de geçerlidir; “Psikiyatri, hastalıkların kaynağında günahı görmekten vazgeçmek istemeyen dehanın özündeki haklı isyan dürtüsünü kökünden söküp atmaya çalışan bir tür muhafızdır.”1 Psikiyatristi de psikoloğu da ilgilendiren, duyguların, kişinin içsel dünyasının sağaltımıdır. Terapistin geldiği ekol, kullandığı teknikler ne olursa olsun terapist ve danışan arasında bir ilişki inşa edilir. Bu ilişki başlangıçta yapay da olsa gerçek hale gelir ve değişim, o gerçeklik içinde yaşananlar sayesinde gerçekleşir. Bu ilişkinin her iki tarafını da değerlendirmek ilgi çekici olabilir. Danışan açısından terapi, bir yeniden öğrenme sürecidir. Terapide olanlar, yani ‘şimdi ve burada’ analiz edilerek değişim sağlanmaya çalışılır. Terapist, hali hazırda tanımlanmış rasyonel alanda -yani kişinin ait olduğu dünyayı ve bugünü referans alarak terapide yeniden kurguladığı gerçekte- türlü manevralarla, hatta o alana irrasyonaliteyi, bilinçdışı arzuları, rüyaları, simgeleri de katarak ilerler. Ancak, irrasyonalite yalnızca rasyonel olana hizmet ettiği sürece işlevseldir ve işlevsel olduğu sürece terapide kendine bir alan bulur. Ama bu göstermelik bir kucaklaşmadır. Gerçekte yaşanan isyanın(yani irrasyonel addedilenin) terapi aracılığıyla gündelik yaşamdan dışlanmasıdır. Terapi ilişkisini terapist açısından değerlendirdiğimizde psikologun kendi deneyimine yabancı olduğunu görürüz. Terapistin danışanla kurduğu ilişki öylesine “özel ve farklı” bir ilişkidir ki, terapistin kendisi olmasına izin vermez. Bu ilişki dış dünyada kurulan bütün ilişkilerden izoledir. Öyle ki, iş yaşamında haksızlığa uğradığını ve sesini çıkaramadığını dile getiren danışana, terapist çalıştığı iş yerinde ne kadar haksızlığa uğruyor olursa olsun bunu söyleyemez. Böyle bir bilginin danışanla paylaşılması terapiye zarar verir, terapötik değildir. Böyle bir durumda terapistin yapması beklenen, danışanın mevcut koşullara en uygun şekilde davranabilmesini sağlamaktır. Terapistin kendi deneyimini terapi odasında paylaşması kesinlikle yasaktır, böylece deneyimin ortak bir mücadele zemini Leahy, R., L. (1997). Bilişsel terapi ve uygulamaları. (Çev. H. Hacak, M. Macit, F. Özpilavcı). T. Özakkaş (Ed.). İstanbul: Litera Yayıncılık. 1


2

Zerzan, J. (2009) Gelecekteki İlkel, Kaos Yayınları

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

yaratma potansiyeli ortadan kalkmıştır. Burada irrasyonel mümkün müdür ya da rasyonele atıfta bulunmayan bir irrasyonel mümkün müdür, sorusu sorulabilir. Terapinin, imkânsızı yani devrimi, isyanı, başkaldırıyı dışladığı nokta tam da buradadır. Danışanın terapi odasına girmesi ile davranışa dökülen değişim arzusunun yerine gündemi bir süre sonra irrasyonel olanın aklın gözetiminde irdelenmesi alır. Bilinçdışının maskesi kaldırılır ve oradaki akıldışı unsurlar ayıklanır. Oysa irrasyonel olan aslında sadece rasyonelin varlığında, onun aracılığıyla irdelendiğinde irrasyoneldir. İsyan; aklın gözetiminin dışında arzu, hayal, ülkü diye değerlendirilecek, gerçeklik ile ilişkisi sorgulanmayacak ve belki de hayata geçirilecektir. Terapinin başka bir özelliği de yapılış amacının kişiyi içinde yaşadığı gerçeklikle bir bütün haline getirmek yani aralarında bir çeşit uyumun olmasını sağlamaktır. Ancak terapi, kurgusu gereği, kişinin dışındaki toplama etki edemez. Dolayısıyla bu uyum, zorunlu olarak kişinin içinde yaşadığı gerçekliğe uyum sağlaması -o gerçekliğin fonksiyonel bir birleşeni haline gelmesişeklinde gerçekleşir. Mutluluk ve normallik, dışarısı ile değiştirilemeyen -daha doğrusu kişinin değiştirilemez gördüğü- olgularla baş edebilmek olarak sunulur. Böylece, içinde yaşadığımız düzenin ortaya çıkardığı pek çok eşitsizliği ve haksızlığı yaşanabilir olarak değerlendirmek psikolojik açıdan sağlıklı olmanın en önemli göstergesi haline gelir. Aksine; eşitsizliklere ve haksızlıklara karşı gelmek, itiraz etmek, kişinin “yeniliklere açık olmayan” kişilik özelliklerine sahip olduğunu gösterir ki, böyle bir kişilik pek çok “bozukluğa” kapı açan bir özelliktir. İlişkisel psikanaliz, bilişsel davranışçılık, diyalektik davranışçı veya bilişsel terapiler; bireysel sağaltım söz konusu oldukça, ekol ne olursa olsun ‘gerçeklik ilkesi’ yani bireyin de parçası olduğu toplum ve sözde gerçekleri kendini orada gösterecektir. Normalizasyon, düşünceleri ve sayıltıları ortaya çıkarmak, bilgi işlem süreci ve mantık hataları, duygusal işleme yöntemleri, işlevsiz düşünceleri araştırma ve sorgulama, onaylanma gereksinimini modifiye etme, kendi kendini eleştirmeye karşı çıkma… Bu başlıklar kulağa herhangi bir distopyada şirket-devletin vatandaşlarına uyguladığı gizli beyin yıkama yöntemleri gibi gelse de bunlar sadece son yıllarda popülerleşen bilişsel terapi yöntemlerinden bazılarıdır.1 Bireylerin değişim arzusu örgütlenmek suretiyle ortaklaştırılmak yerine terapi odasının duvarları arasına sığdırıldıkça parçası olunan toplumun gerçekleri mevzu bahis edilecek ve değişim, bireyin topluma uyum sağlaması ile sınırlı kalacaktır. Bize öğretilen terapilerin şimdiki kurgusu dâhilinde modern yaşamın insanı içine ittiği bu sağduyudan arınmış ussallığın dışına çıkmak mümkün görünmemektedir. Psikolojik acılardan isyana… Neyi normalize ediyoruz? Düşünce ve kuruntu(delusion) arasındaki fark niteliksel midir yoksa niceliksel mi? *Düşüncenin değeri işleviyle mi ölçülür? Bunların hepsi ayrı birer tartışma konusu olsa da, şimdiki soru şu: Terapide imkânsızın yeri nedir? Her şeyi olduğu gibi kabul etme biçiminde ortaya çıkan bozukluk DSM tarafından -eşyanın doğası gereği- asla tanımlanmayacağı için buradan yola çıkmamız imkânsız. Ama Zerzan sıkıntının kitleselleştiğini gösterdikten sonra önemli bir noktaya değiniyor: Sakın başkaldırıyı yeniden gündeme getiren olgu, giderek artan psikolojik acılar olmasın; hatta direnişin son umudu da bu olmasın?2 Psikolojik acıların başkaldırıyı yeniden gündeme getirebilme olasılığının olduğunu bir an için kabul edelim ve terapinin bu başkaldırıdaki rolüne bakalım. Terapinin, ruhsal baskıyı ortadan kaldırmaya çalışırken bunun toplumsal baskıdan kaynaklandığını görmezden gelmemesi, imkânsızı veya irrasyonel olanı rasyonel için bir meta haline getirmeden gündeme getirmesi mümkün müdür? Kişisel isyanı -ki bu isyan kimi zaman askere gitmek istemediği için “antisosyal kişilik bozukluğu” tanısı alanın, kimi zaman günde 12 saat çalışmak istemediği ve kendini evine kapattığı için “depresyon” tanısı alanın, kimi zaman da dünyayı değiştirmeye çalıştığı için “uyum bozukluğu” tanısı alanın isyanıdır- toplumsal bir başkaldırıya dönüştürmesi mümkün müdür? Bu sorunun yanıtını henüz bilmiyoruz. Şifa geleneğinden gelen şifacılar da başkaldırıyı rasyonel alanın dışında kalan imkânsızı mevzu bahis bile etmeyen yeni dinin uygulayıcıları da olabiliriz. Ancak şu açıktır: Kişiyi bunalıma sürükleyenin ‘gerçek dışı beklentiler’ değil gerçeğin ta kendisi olduğunu kabul etmeyen bir terapist, bireyin yaşadığı sorunları yine bireye mal etmekte ve bireyi başkaldırı yerine uyum sağlamaya zorlamaktadır. Bir devrim gerçekleştirmek üzere yola çıkan Che, “Gerçekçi ol, imkânsızı iste.” demiştir. Terapistler ise bu günlerde danışanlarına, “Sizce bu beklentilerinizden hangileri gerçekçi?” diye sormakta ve imkânsızı yani isyanı ve başkaldırıyı gündelik hayattan dışlamaktadır. “Zihniniz

29


uyum sağlamasın; sorun gerçeklikte!” diyen, toplumsal dayanışmayı ve başkaldırıyı önemseyen psikologların söylemi ise “Psikolojik destek sosyal bir haktır.” söyleminden öteye gitmemektedir. Kitleselleşen bunalım, direniş yerine yeni bir dinin doğuşunu getirmekte ve psikologlar imkânsızın arzulanabilir olduğunu söylemek yerine kendi konumlarını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Psikoterapi toplumsal sorunlara dair herhangi bir çözüm üretebilir mi? Bu sorunun yanıtının “hayır” olduğu açık. Psikolojiyi toplumsal değişim ve mücadele için bir araç haline getirebilir miyiz, sorusu ise tartışılmayı bekliyor. Belki de ihtiyacımız olan psikolojikleştirmeden uzaklaşmak, hali hazırda psikolojik sorun olarak değerlendirilen şeylerin, hatta kitleselleşen bunalım ve sıkıntının sınıfsal, toplumsal, tarihsel temellerini ortaya çıkarmaktır. Hatta belki de toplumsal dayanışmayı vurgulayan psikologlar artık “siyanürlü su içtiği için hastalanan bireyin tedavi edilmesinin sosyal bir hak olduğunu” söylemek yerine “hastalığın sebebinin suya siyanürün karışması” olduğunu göstermeli ve kendi devrimlerini gerçekleştirmelidir. Yapılması gereken, belki de ezileni kendi deneyimine tanıdık kılmak, bireyselliğin içindeki toplumsallığı vurgulamak, sıkıntı psikolojisinin kitleselleştiğini haykırmak ve imkânsızın mümkün olduğunu hatırlamak ve hatırlatmaktır. Bize göre insanın değil, doğanın biricik olduğu bilinciyle yaşamını sürdüren bir toplum imkânsız değildir.

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

*Dünyamı değiştirmek istiyorum bir düşünce iken, dünyayı değiştirmek istiyorum bir sanrı mıdır? Bunların arasındaki fark niceliksel mi yoksa niteliksel midir? Yanıtını veremeyeceğimiz bir soru. Psikolojinin felsefi meselelerinden biri daha…

30


DOSYA Ayşe Öztürk

ayseozturk@gundogusu.net

PERİFERİ KİMLİKLİKLERİN EŞİĞİNDE: ABDAL MISINIZ, TÜRK MÜSÜNÜZ?

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Türkiye’nin genellikle iç bölgelerinde yaşayan Abdallar, koşullar gereği yarı göçebe bir yaşam sürmektedirler. Tarihsel süreç içerisinde Abdallara ve Abdal geleneğine dair farklı tartışmalar yapılmıştır ve yapılmaktadır. Göçebe bir topluluk olmaları dolayısıyla ne yazık ki yazılı bir tarihselliğe ve geçmişe sahip olamamışlardır Göçebe yaşamın getirileriyle birçok etkileşime açık bulunmuşlardır. Bundan kaynaklı olarak da salt bir Abdal veya Abdallık tanımı yapmak olanaklı görünmemektedir.

Söylem ve ifadeler, tekil ve çoğul var oluşumuzda ne kadar önemlidir? Toplumsal, sosyal, siyasal ve dolayısıyla resmi söylemlerle oluşturulmuş birer var olan mı yoksa var olamayan mıyız? Diğerleştirme/ötekileştirmeyle yüz yüze gelen kimlik kabullerinin içerisinde miyiz, dışarısında mı? Herhangi bir kimlikle nitelendirilmişlerin sosyal yaşamları ve meslek seçimleri, bu nitelendirmeyle nasıl bir ilişkisellik içerisindedir? Muktedirin kimlik kurgusunda, paradoksal bir yan yok mudur? Mevcut söylemlerin şekillendirmesi dışında kimlik, basit ifadeyle bizi biz olarak tanımlayan ve belirten bir kavramdır. Sosyal ve toplumsal unsurların etkileşimiyle, kim ve ne olduğumuza dair bir açıklama sunar. Kim ve ne olduğumuza dair açıklamalara ek olarak, bir de kabul gören ve görmeyen kimliklere dâhil olup olmama sorunuyla karşılaşırız. Bu bağlamda cemaat yahut toplum çerçevesinde bakıldığında, üst ve alt kimlik ikiliğini görmek şaşırtıcı değildir. Üst ya da alt kimliğe ait olma durumumuza bağlı olarak, toplumsal konumumuz ve sosyal yaşamlarımız belirginlik kazanır. Türkiye üzerinden gider ve burada yaşayan farklı kimliklerden biri olan “Abdallar”a bakarsak, bu topluluğun mevcut söylem ve ifadelerle nasıl var edildiğini ve yok edilme aşamasına geldiğini görebiliriz. Türkiye’nin genellikle iç bölgelerinde yaşayan Abdallar, koşullar gereği yarı göçebe bir yaşam sürmektedirler. Tarihsel süreç içerisinde Abdallara ve Abdal geleneğine dair farklı tartışmalar yapılmıştır ve yapılmaktadır. Göçebe bir topluluk olmaları dolayısıyla ne yazık ki yazılı bir tarihselliğe ve geçmişe sahip olamamışlardır. Bu bağlamda da tartışmalara net bir son çizilememiştir. Elbet bununla ilişkili olarak, salt bir kimliklilikle nitelendirilmeleri de mümkün değildir. Göçebe yaşamın getirileriyle birçok etkileşime açık bulunmuşlardır. Bundan kaynaklı olarak da salt bir Abdal veya Abdallık tanımı yapmak olanaklı görünmemektedir. Hâkim söylem ve teorideki genel yargı, Abdallığın Melamilikten türeyen bir tarikat olduğunu yönündedir. Aynı zamanda Abdallık; Bektaşiliğin beşinci derecesi olarak da kabul edilir. Abdallarsa kendilerini Pir Sultan Abdal’la ilişkilendirirler. Dışarıdan ve üst söylem tanımlarının dışında Abdallığın; Pir Sultan Abdal soyundan gelme bir kimlik, bununla birlikte Abdal geleneğinin halen sürmekte olan bir gelenek olduğunu da bilmekteyiz. Elbet kimi değişimlerin de altını çizmek gerekiyor. Özellikle âşık ve dede geleneğinin bu topluluklarda var olan bir gelenek olduğunu, ancak süreçle birlikte bu geleneğin artık sürmediği de belirtilmelidir. Dışarıdan tanımlamalar kadar, o gruba dâhil birinin yahut birilerinin de kendisini/kendilerini tanımlaması önemli bir veri olmaktadır. Dolayısıyla o grubun geçirdiği evreler bizlere açık seçik bir bilgi olarak geri dönmektedir. Günümüz dünyasının kimlik kurguları ve tanımlamaları, genelleme yapmama kaydıyla, diğeri/öteki üzerinden yapılmaktadır. Bizi biz olarak var eden durumsallıklar, diğeri/ötekinin bu durumsallıklardan yoksunluğuyla ilişkilendirilmektedir. Örneğin, iyi-kötü üzerinden temellendirilir ve ardından olumlanır. Ancak söz konusu olan kötü olduğunda, zati var olan bir olumlamanın karşıtı olduğundan, kötüyle ilişkili herhangi bir temellendirmeye gitmeye gerek kalmamaktadır. Ön koşul olarak kabul edilmiş bir yargının verileri, bize kötünün sınırlarını çizmektedir zira. Yukarıdaki bağlamdan hareketle geçmişe nazaran, Abdallığın, bugün itibariyle Çingenlikle ilişkilendirilmemesi yahut Abdalların Çingene olarak adlandırılmaması, kim bilir belki de kendi kimliklerinin inşacısı ve savunucusu olmalarıyla ilintilidir. Zira Çingene söylemi, alt kimliğe mensup olanlara veya toplumun alt katmanlarında yer alanlara yönelik bir söylemdir. Abdallar da bu söyleme maruz kalan topluluklardan biridir. Tüm diğer farklı kimlik kategorilerinde olduğu gibi, Abdallığın ayrı Çingeneliğin ayrı bir kimlik olduğunun altını çizmek başlı başına gerekli görünmektedir. Aynı coğrafyada yaşama dolayısıyla, elbette Çingenelerle Abdalların bir kimlik kategorisi olarak, bu kategoride yer alan tüm diğer kimlikler gibi benzerlikleri vardır. Örneğin Çiçekdağı’nda yaşayan Abdallar ve Çingeneler genellikle göçebe bir hayat sürmektedirler. Bunun dışında, oradaki toplumsal yapıda belli bir yere sahip değillerdir. İşsiz, güçsüz ve

31


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

32

Söylem ve ifadeler, tekil ve çoğul var oluşumuzda ne kadar önemlidir? Toplumsal, sosyal, siyasal ve dolayısıyla resmi söylemlerle oluşturulmuş birer var olan mı yoksa var olamayan mıyız? Diğerleştirme/ötekileştirmeyle yüz yüze gelen kimlik kabullerinin içerisinde miyiz, dışarısında mı? Herhangi bir kimlikle nitelendirilmişlerin sosyal yaşamları ve meslek seçimleri, bu nitelendirmeyle nasıl bir ilişkisellik içerisindedir? Muktedirin kimlik kurgusunda, paradoksal bir yan yok mudur? Mevcut söylemlerin şekillendirmesi dışında kimlik, basit ifadeyle bizi biz olarak tanımlayan ve belirten bir kavramdır. Sosyal ve toplumsal unsurların etkileşimiyle, kim ve ne olduğumuza dair bir açıklama sunar. Kim ve ne olduğumuza dair açıklamalara ek olarak, bir de kabul gören ve görmeyen kimliklere dâhil olup olmama sorunuyla karşılaşırız. Bu bağlamda cemaat yahut toplum çerçevesinde bakıldığında, üst ve alt kimlik ikiliğini görmek şaşırtıcı değildir. Üst ya da alt kimliğe ait olma durumumuza bağlı olarak, toplumsal konumumuz ve sosyal yaşamlarımız belirginlik kazanır. Türkiye üzerinden gider ve burada yaşayan farklı kimliklerden biri olan “Abdallar”a bakarsak, bu topluluğun mevcut söylem ve ifadelerle nasıl var edildiğini ve yok edilme aşamasına geldiğini görebiliriz. Türkiye’nin genellikle iç bölgelerinde yaşayan Abdallar, koşullar gereği yarı göçebe bir yaşam sürmektedirler. Tarihsel süreç içerisinde Abdallara ve Abdal geleneğine dair farklı tartışmalar yapılmıştır ve yapılmaktadır. Göçebe bir topluluk olmaları dolayısıyla ne yazık ki yazılı bir tarihselliğe ve geçmişe sahip olamamışlardır. Bu bağlamda da tartışmalara net bir son çizilememiştir. Elbet bununla ilişkili olarak, salt bir kimliklilikle nitelendirilmeleri de mümkün değildir. Göçebe yaşamın getirileriyle birçok etkileşime açık bulunmuşlardır. Bundan kaynaklı olarak da salt bir Abdal veya Abdallık tanımı yapmak olanaklı görünmemektedir. Hâkim söylem ve teorideki genel yargı, Abdallığın Melamilikten türeyen bir tarikat olduğunu yönündedir. Aynı zamanda Abdallık; Bektaşiliğin beşinci derecesi olarak da kabul edilir. Abdallarsa kendilerini Pir Sultan Abdal’la ilişkilendirirler. Dışarıdan ve üst söylem tanımlarının dışında Abdallığın; Pir Sultan Abdal soyundan gelme bir kimlik, bununla birlikte Abdal geleneğinin halen sürmekte olan bir gelenek olduğunu da bilmekteyiz. Elbet kimi değişimlerin de altını çizmek gerekiyor. Özellikle âşık ve dede geleneğinin bu topluluklarda var olan bir gelenek olduğunu, ancak süreçle birlikte bu geleneğin artık sürmediği de belirtilmelidir. Dışarıdan tanımlamalar kadar, o gruba dâhil birinin yahut birilerinin de kendisini/kendilerini tanımlaması önemli bir veri olmaktadır. Dolayısıyla o grubun geçirdiği evreler bizlere açık seçik bir bilgi olarak geri dönmektedir. Günümüz dünyasının kimlik kurguları ve tanımlamaları, genelleme yapmama kaydıyla, diğeri/öteki üzerinden yapılmaktadır. Bizi biz olarak var eden durumsallıklar, diğeri/ötekinin bu durumsallıklardan yoksunluğuyla ilişkilendirilmektedir. Örneğin, iyi-kötü üzerinden temellendirilir ve ardından olumlanır. Ancak söz konusu olan kötü olduğunda, zati var olan bir olumlamanın karşıtı olduğundan, kötüyle ilişkili herhangi bir temellendirmeye gitmeye gerek kalmamaktadır. Ön koşul olarak kabul edilmiş bir yargının verileri, bize kötünün sınırlarını çizmektedir zira. Yukarıdaki bağlamdan hareketle geçmişe nazaran, Abdallığın, bugün itibariyle Çingenlikle ilişkilendirilmemesi yahut Abdalların Çingene olarak adlandırılmaması, kim bilir belki de kendi kimliklerinin inşacısı ve savunucusu olmalarıyla ilintilidir. Zira Çingene söylemi, alt kimliğe mensup olanlara veya toplumun alt katmanlarında yer alanlara yönelik bir söylemdir. Abdallar da bu söyleme maruz kalan topluluklardan biridir. Tüm diğer farklı kimlik kategorilerinde olduğu gibi, Abdallığın ayrı Çingeneliğin ayrı bir kimlik olduğunun altını çizmek başlı başına gerekli görünmektedir. Aynı coğrafyada yaşama dolayısıyla, elbette Çingenelerle Abdalların bir kimlik kategorisi olarak, bu kategoride yer alan tüm diğer kimlikler gibi benzerlikleri vardır. Örneğin Çiçekdağı’nda yaşayan Abdallar ve Çingeneler genellikle göçebe bir hayat sürmektedirler. Bunun dışında, oradaki toplumsal yapıda belli bir yere sahip değillerdir. İşsiz, güçsüz ve buna benzer olumsuz sıfatlarla nitelendirilmektedirler. Ancak, benzerlikler farklılıkları göz ardı etmemizi öncelemez. Üstelik aynı kimlik kategorisi olarak nitelendirilmeyi de gerekli kılmaz. Her bir topluluğun kendine özgü bir geçmişi ve geleneği vardır. Biri ne birinden üstün ne de aşağıdadır. Egemenin teorik ve pratik söylem alanı, egemene tabi olanın teorik ve pratik alanıyla daim çaprazlama bir ilişki içerisindedir. Egemen, tabi olan için kendince bir kimlik kurgusu oluşturur; ancak tabi olan, egemenin bu kurgusunun sınırlarını bir şekilde aşmaktadır. Bir kimlik ve bu kimliğe bir aidiyet kılıfı yaratmak, bu kimliğin, söz konusu aidiyetin taşıyıcısı olacağı anlamına gelmemektedir. Yüksek perdeden çıkan söylemlere direnmek kolay değildir kolay olmasına, ama direnç göstermek başlı başına önemli bir iradedir. Abdallar da tüm diğer azınlık topluluklar gibi, tarihsel süreç içerisinde bir Türkleştirme politikasıyla yüzleşmektedir. Bu politi-


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

kalara direnen de olmuştur, direnmeyen de… Ancak kimi akademik araştırmalar ve çalışmalar, Abdalların “Abdal” kimliğini Türk ulusal kimliği üzerinden tanımladıklarını ifade etmektedir. Buradan hareketle, Abdal kimliği bir alt kimlik olarak ortaya konulmaktadır. Muktedirin; sosyal ve toplumsal sınırları belirgin kılma ve bu belirginlikle oluşturulmuş ulusal kimlikleri bir üst kimlik, diğer kimlikleri bir alt kimlik olarak kabul ettirme güdüsü her zaman karşılığını bulmamaktadır. Halen karşılığını bulmayan kimlik var oluşları söz konusudur. Dolayısıyla kendini ve kimliğini var etme yahut var kılma çabası devam ettiği sürece, tüm bu olumsuzluklara rağmen umut beklentimiz yeşermeye devam edecektir. Hâkim kimliklerin altında, direnişe rağmen eriyen kimlikler, kendilerini var eden tüm niteliklerini yazık ki yavaş yavaş kaybetmektedir. Bu duruma verilebilecek en iyi örnek, azınlık kimliklerin kullandığı dil olabilmektedir. Hâkim söylem her ne kadar hâkim dil dışındaki dilleri bir dil kategorisine koymasa da, böyle bir dil gerçekliği vardır. Bu gerçekliği kabul etmek bir zorunluluktur. Yani azınlık kimlikler de kendilerine, toplumsallıklarına ve kültürel özelliklerine özgün dillere sahiptirler. Bu söyleşiyle birlikte, Abdalların da kendilerine özgü dilleri olduğunu öğrendik. Elbette özgünlüğü yavaş yavaş kaybedilmişti. Bize aktarılan birkaç kelime, belli ki etkileşime geçilmiş diğer azınlık kimlik taşıyıcılarının dilleriyle etkileşime girmiş kelimelerdi ve bu kelimelerde de kimi benzeşmeler yahut değişmeler olmuştu. Aile içersinde bu dil ara ara da olsa kullanılıyordu. Lakin yeni nesle iletilebilecek kadar kullanılamıyordu. Böylelikle bu dil de tüm diğer azınlık dilleri gibi kaybolmaya yüz tutuyordu. Hangi kimliğe ya da gruba ait olduğumuz; kim ve ne olacağımızın belirleyici durumundadır. Egemenlerin koyduğu veya koyacağı tüm sistemler, bu bağlamı göz önünde tutarak oluşturulmaktadır. Kimlere ne kadar istihdam sağlanacağı, kimlere nerede ve ne koşullarda bir eğitim olanağı sunulacağı ve devletin sunması gereken olanaklara kimlerin erişebileceği, kimlerin erişemeyeceği, bu ve buna benzer durumlar hangi kimliğe ya da gruba mensup olduğumuza göre değişmektedir. Hâkim ideolojiyle oluşturulmuş araştırmalar, tüm bu söylenenleri destekler niteliktedir, ancak tek ve büyük bir farkla: Örneğin Abdal kimliği üzerine, bu söylemle üretilmiş araştırmalara göre Abdallar istihdam sorunu yaşıyorlar, eğitim olanağına öyle kolay kolay erişemiyorlar ve devletin sunduğu birçok olanaklardan ya hiç faydalanamıyor ya da kısıtlı bir şekilde faydalanıyorlar. Buraya kadar hemfikir görünmekteyiz. Fakat tek farkla, bu söylemlerle birlikte hâkim ideolojiyle oluşturulmuş araştırmalar, Abdalların bu durumunu madun kategorisi çerçevesinde temellendirmeye gitmektedir. Ancak bir kimliğin, özellikle de yok sayılmaya çalışılan bir kimliğin taşıyıcısı olanlar madun tavrı takınmamaktadır. Aksine, yaşanılan tüm mağduriyetleri çekincesizce dile getirebilmektedirler. Bunu Abdallar bağlamında ele aldığımızda, olumsuz koşullarda olumsuz yaşam şekli, göçebe bir topluluk olmalarıyla ilintilidir. Dededen, babadan gelen müzisyenlik, bir meslek olarak kabul görmektedir. Bundan kaynaklı olarak da geçimlerini müzikle sağladıklarını bilmekteyiz. Bunun dışında, müzikle hayatlarını devam ettirmedikleri noktada da, herhangi bir meslek sıfatına yahut etiketine sahip olamayanlar gibi kapıcılık, hurdacılık vb. işleri yapma durumunda kaldıkları aşikâr. Diğer yandan, Abdalların piri veya babası olarak nitelendirilen Neşet Ertaş’ın izinden giderek başladıkları müzisyenlik işini, bir sanat değil, tam anlamıyla iş olarak görmeleri bu durumla ilişkili. Abdalların büyük bir çoğunluğunun; yoksulluğun ve eğitimsizliğin etkisiyle başladığı müzisyenliğe, başka bir alternatifleri olsa başlamazlardı, yargısını temellendirmek mantık dışı görünmez. Müziklerini icra ettikleri tek alanın düğünler olduğu, günümüzde de geleneksel düğün anlayışlarının yavaş yavaş tükendiği düşünülünce; buna bir de devletin getirdiği yasaklar eklenince, bu işi yapmanın onlar için olanaklılığı azalmaktadır. Üstelik Abdallar ne bir merhamet edebiyatı yaratma derdindelerdir ne de mağdurdurlar. Aksine stabil olmayan yaşam biçimleri veya herhangi bir zanaat sahibi olmama durumu dolayısıyla, hayatlarını idame ettirdikleri tek alana, yani müziğe, sınırlama getirilmesine karşıt bir tavır takınmaktadırlar. Söyleşinin sonunda, sesinin bir yerlere ulaşacağı bilinciyle “Başbakanımızdan bu hususta hiç memnun değiliz! Hükümetten hiç memnun değiliz! Düğünleri kısıtladıkları için. Başbakan, düğünleri serbest et!” diyecek kadar da madun kategorisinden uzaktırlar. Genel bir perspektiften bakarsak; bu insanları sosyal adaletsizlik çepeçevre sarmış görünmektedir. Zira hayata başlama koşulları, birçoklarına ve çoğunluk kimlik üyelerine göre oldukça gerilerde yer almaktadır. Bu da yetmezcesine, hayatlarının geri kalan aşamasında da adaletsizlikle yüzleşmek durumunda kalmaktadırlar. Görünmez topluluklardan olan Abdallar, tüm diğer görünmez topluluklar gibi ya bilgi eksikliğinden ya da önyargılardan kaynaklı olarak, görünmezden gelinmeye devam edilmektedir. Kendilerini görünür kılma çabaları da, çoğunluk karamsar bir ajitasyon olarak okunmaktadır. Oysaki temelde hayatta kalma kaygılarıyla hareket

33


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

eden bu topluluk, öncelikli taleplerinin bu yönde olması ile birlikte, kendi kimliklerinin öznesi olma yargısı taşıyan söylemleri de dile getirmektedir. Rutin ve mekanik bir hayatın dışında kalabilen Abdallar, toplumsal ve politik açıdan resmi ideolojiden, ideolojik dinden bağımsız olabilmektedirler ve de göçebe yaşamın etkisiyle mülkiyet olgusunu geliştirememektedirler. Bu durumsa, resmi otorite ve yandaşlarının düşüncesine göre hem oldukça âcizane durmakta hem de oldukça büyük bir tehlike yaratmaktadır. Tehlike olgusuyla birlikte kendi kimlik kategorilerini evrensel bir kimlik kategorisi ve kendi çıkarlarını evrensel bir çıkar olarak görenler, resmi kategorilere ve kendilerine bağlaşık olmayan Abdallar gibi komünal toplulukları, güç kullanarak kendilerine bağımlı hale getirme uğraşındadırlar. Yerleşik ve bağımlı hale getirilenler söz konusu olduğunda, sorun çözümlenmiş gibi görünüyor. Peki ya yerleşik ve de bağımlı hale getirilemeyenler? Temel sorunsal da bu noktada başlamaktadır. Kontrol edilemeyenlerin marjinalleştirilmesi, tam olarak da bu bağlamda ortaya çıkmaktadır. Neticede, bir kavram olarak Abdal sözcüğü gezgin, derviş, deli, sofu, veli, mecnun, divane, şaşkın gibi anlamlarla eş değerde kullanılmaktadır. Aynı zamanda, bu kavram tasavvufi bir anlam da taşımaktadır. Diğer yandan Abdallar, yerleşik inanç sisteminin dışında yer alan Bektaşilik ve de Kalenderilik’le de ilişkilendirilmektedirler. Bu durumdan kaynaklı olarak, inançları ve ayinleri temelinde Anadolu Aleviliği kapsamında değerlendirilmektedirler. Dolayısıyla Abdalların tek bir etnik kökene indirgenemeyecek kadar karmaşık bir tarihleri vardır. Bu karmaşıklıktan kaynaklı olarak, Abdalları Çingeneler ile aynı soydan gelme olarak değerlendirme, sıklıkla yapılmakta olan bir değerlendirmedir. Ancak araştırmalar göstermektedir ki, Abdalların Çingenelerden ayrı bir etnik yapıları vardır. Türkiye’nin birçok yerine dağılmış olan Abdallar göçmen bir topluluk özelliği taşımaktadır. Fakat günümüzde büyük oranda yerleşik hayata geçmiş bulunmaktadırlar. Hem göçebe hem de yerleşik hayatta birçok zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Örneğin Abdalların bulundukları yerlerde dışlandıklarına, marjinal bir hayata hapsedildiklerine dair söylenenlerin birçoğu gerçekte mevcuttur. Dışlanma ve marjinalleştirilmenin yarattığı sonuçlar ise, Abdallar için olumsuz bir yaşam biçimine dönüşmektedir. Yoksulluk, kendini topluma uyarlamak için kimliklerini törpülemek veya kapalı mahallelerde, kapalı bir grup olarak savunma duygusuyla yaşamak, bu olumsuzluğun başlıca örnekleridir.

34


DOSYA/SÖYLEŞİ

SÖYLEŞİ: HANİFİ UÇAR

GÜNDOĞUSU: Siz kendi kimliğinizi ortaya koyarken, kendinizi ne olarak tanımlıyorsunuz? Abdal mı, Türk mü? HANİFİ UÇAR: Tabii ki de Abdal.

GÜNDOĞUSU: Genellikle sizlere Abdal denilmesinden çekindiğiniz düşünülür. Size Abdal denmesinden çekiniyor musunuz? HANİFİ UÇAR: Hayır. Niye çekineyim? Abdal olmaktan gurur duyuyorum. GÜNDOĞUSU: Siz kendi kimliğinizi ortaya koyarken, kendinizi ne olarak tanımlıyorsunuz? Abdal mı, Türk mü? HANİFİ UÇAR: Tabii ki de Abdal. GÜNDOĞUSU: Abdal geleneği derken, asırlık bir kültürel mirastan söz ediyoruz. Bize biraz bu gelenekten söz edebilir misiniz? HANİFİ UÇAR: Abdallık, temeli olan yani Pir Sultan Abdal soyundan gelme bir şey. Göç ederek, soydan soya devam eden bir geleneğimiz ve mesleğimiz var. Bu gelenek ve meslek değişimlere rağmen halen sürmektedir. GÜNDOĞUSU: Abdal geleneği manevi ve müzik yönlü bir gelenek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla ilgili bize neler söyleyebilirsiniz? HANİFİ UÇAR: İki yönü de hayatımızın bir parçası; hayatımızda her iki yönünü de sürdürüyoruz. Babalarımızdan ve dedelerimizden öğrendiklerimiz var. Onları devam ettirerek yaşıyoruz. Örneğin müzik, bizim için böyle bir meslek. Bundan geçimimizi sağlıyoruz. Başka bir geçim kaynağımız yok. GÜNDOĞUSU: Abdalların kendilerine özgü bir dilleri olduğu iddia ediliyor. Bu doğru mudur? HANİFİ UÇAR: Evet, aile içinde, ara ara konuşulan bir dilimiz var. Çok kullanılmıyor ama yine de konuşuluyor. Çok konuşulan bir dil olmadığı için, yeni nesilde bu dili pek bilen yok. Mesela kullanılan birkaç kelimeyi söyleyeyim. Kadına, “cıvır” deriz. Kürtlerin dediği gibi ekmeğe, “nan”; ete “goşt” deriz. GÜNDOĞUSU: Göçebe hayatın, Abdalların yaşamında nasıl bir etkisi oluyor? HANİFİ UÇAR: Olumsuz oluyor. Yaşadığın yerde geçimini sağlayamıyorsun. Sonra mecbur göç ediyorsun. Yoksa göç etmenin başka bir anlamı yok. Geçinemiyorsun, barınamıyorsun. Bu, göç edilen yerlerde de sürüyor. Orada da zorluklar oluyor, ama sonra alışıyorsun. Daha olumlu sonuçları da olabiliyor. Mesela iş olanakları daha iyi oluyor. Ev, araba gibi şeyler alabiliyorsun.

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Kimlikleştirme ya da kimliksizleştirme, belirli bir anlayışı dikte eder. Heterojen kimlik yapıları, gittikçe birbirine eklemlenerek yahut birbirinden koparılarak homojen kimliklere dönüştürülür. Bu süreçte ulusal kimlik en etkin faktördür. Ulusal kimlik terminolojisi, ulusal kimliği güncel kılarak ve evrensel sayarak, farklı kimliklere tali kimlik atfında bulunur. Peki, farklı kimlikler, bu kimlikleri oluşturan ve geliştiren yaşam biçimlerinden ayrı düşünülebilir mi? Bu kimlikler, ulusal bir kimliğin biçimlendirdiği tali bir kimlik olarak değerlendirilebilir mi? Kuşkusuz Abdal kimliğini ele aldığımızda bu ve benzeri sorularla karşılaştık. Cevaplar söz konusu edildiğinde, tıkanıp kalmamak ve dışarıdan bir tanımlamaya düşmemek için çok yönlü bir araştırma şarttı. Teorik ve akademik araştırmalar sıklıkla bizi cevaba götürdü, fakat bir yerlerde eksikliği hissetmeye devam ettik. Bu amaçla bu kimliğin taşıyıcısı olan birini dinlemek, bu ve benzeri soruları ona sorup cevap aramak kaçınılmaz görünmekteydi. Bu amaç doğrultusunda, İç Anadolu Abdallarından Hanifi Uçar’la söyleşi yaptık. Hanifi Uçar, bir Kırşehir Çiçekdağı Abdalı. Burada doğmuş ve uzun yıllar burada yaşamış. Abdalların büyük bir kesiminde olduğu gibi, o da müzisyenlik mesleğini icra ediyor. Düğünlerde veya eğlencelerde müzisyenlik yaparak yaşamını sürdüren Hanifi Uçar, müzisyenliğin yaşamı idame ettirme bakımından yetersizliğinden ve de yaşadığı yerdeki istihdam eksikliğinden kaynaklı olarak, göç etmek zorunda kalmış. Şimdilerde Çiçekdağı’nda değil de Kırıkkale’de yaşıyor. Burada ek işler yaparak hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Ek işler yapmasına rağmen, özellikle büyük şehirlerdeki düğünlerde müzisyenlik yapmaya da devam ediyor.

35


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

36

GÜNDOĞUSU: Peki, geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz? HANİFİ UÇAR: Müzik... Geçimimizi müzikle sağlıyoruz. Başka işler de yapıyoruz tabi. Tek başına müzik yeterli değil. Kapıcılık yapıyoruz mesela. Hurdacılık yapanlar da oluyor. Halk sanatçısı olanlarımız da var. GÜNDOĞUSU: Abdal geleneğinin kendine özgü yönü/yönleri nedir/nelerdir? HANİFİ UÇAR: Geleneğin kendine özgü yönü müziktir. Bunun içine doğuluyor. Dededen, babadan gelen bir şeydi. Müzikle ilgilenmeyince dövüyorlardı. Okuma zaten yok. Zamanında bundan iyi meslek de yoktu. Bu işi yapmayınca, sanatı yok derlerdi. Mesela sanatın yok diye, kız bile vermezlerdi. Şimdi internet var, gençler tanışabiliyor. Eskiden böyle bir şey yoktu. Keman çalıyorsa, saz çalıyorsa, zurna çalıyorsa kız veriyorlardı. Yoksa vermiyorlardı. GÜNDOĞUSU: Abdallar arasında etnik farklılıklar taşıyan kadın ve erkek evliliğine nasıl bakılır? HANİFİ UÇAR: Eskiden olmuyordu, izin verilmiyordu. Ama şimdi oluyor, izin veriliyor. Şu on, on beş sene içinde illa ki oluyor. Olmaz dendiği zamanlarda da oluyordu. Sevgi bu, engel olunamıyordu. Kürt kızları veya alevi kızlarıyla evlilik oluyor. GÜNDOĞUSU: Toplum ve sosyal çevre Abdal denilince Çingene zannediyor. Bununla ilgili bize ne söyleyebilirsiniz? HANİFİ UÇAR: Şimdi Abdal ayrı Çingene ayrıdır. Onlarla bizim hiçbir alakamız yok. Onların soyu ayrı, bizim soyumuz ayrı. Mesela biz Pir Sultan Abdal soyundan gelmeyiz. Çingenelerle hiçbir soy bağımız yok. Onlar bizden dış yani. Bir de Aptal ile Abdal ayrımı var. Abdal ayrı bir şey Aptal ayrı bir şeydir. Biz Abdalız, Aptal değil. GÜNDOĞUSU: Pir Sultan Abdal soyundan gelme gibi bir durumdan söz ettiniz. Pir Sultan Abdal soyundan gelmenin farklı ve özgün yönü nedir? HANİFİ UÇAR: Şimdi yok ama eskiden dedelerimiz vardı örneğin. Hani âşık geleneği var ya, işte bu gelenek bizden gelme bir gelenektir. Şimdi bu geleneğe herkes sahip çıkıyor ve geleneği herkes yapıyor, ama eskiden biz yapıyorduk. GÜNDOĞUSU: Abdalların sosyal yaşamları ve meslek seçimleri üzerine konuşalım biraz da. Çoğunun müzik vasıtasıyla yaşamını sürdürdüğünü biliyoruz. Bu durum ile ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? HANİFİ UÇAR: Mutlaka bu işi seven de var, sevmeyen de... Yeni doğmuş olsam, bu mesleği yap, deseler yapmam. Mecburiyetten oluyor yani. Okuyamamanın da etkisi var. Toplumun ve yoksulluğun etkisi de ayrı bir şey. Mesela toplumun etkisi çok oluyor. Çevrendeki birilerinin çocuğu okumayınca, seninki de okumuyor. Çevrendeki birilerinin çocuğu bu mesleği yapınca, seninki de yapıyor. Ama şimdi değişiyor tabii. Okumuş insanlarımız da var, artıyor. GÜNDOĞUSU: Göçebe topluluklarda akrabalık ilişkisi oldukça zordur. Abdallarda durum nasıl? Akrabalık ilişkileri nasıl sürdürülüyor? HANİFİ UÇAR: Akrabalar, eş dost farklı farklı yerlerde. Kardeşim İzmir’de mesela. Seneden seneye görüşebiliyoruz. Görüşemiyorsun. Ne yapsın insanlar? Geçim şartlarından gidiyorlar. Mecburiyet yani. GÜNDOĞUSU: Abdallığı ve abdal geleneğini tanıtan, yakın bir süre önce kaybettiğimiz Neşet Ertaş ile ilgili ne söyleyebilirsiniz? Sizin Neşet Ertaş’ınızı bize anlatır mısınız? HANİFİ UÇAR: Neşet Ertaş, bütün Abdalların babasıydı. Pirimizdi daha doğrusu. Neşet’e heveslendiğimiz için bu işi yaptık. Babası Muharrem Ertaş komşumuzdu. Gider dinlerdik. Çocuktuk ama heves ederdik. Biz de böyle çalıp söylesek diye. Dinleye dinleye, deneye deneye yapmaya başladık. GÜNDOĞUSU: Abdal geleneğini geçmiş ve şimdi çizgisinde değerlendirirsek, bu gelenek neydi ne oldu? Bu gelenekte neler değişti? HANİFİ UÇAR: Müzik olarak bakarsak, bir kere düğünler yasaklandı. Başbakan yasakladı. Sağ olsun(!) başbakanımız düğünleri yasakladı. Ev düğünleri eskisi kadar yapılmıyor. Ev düğünü yapmak, büyük şehirlerde zaten yasaklandı. Düğün salonları desen yeterli değil. Hayatlarımızı buradan kazanıyoruz, yasaklanınca müzik ile daha az ilgilenmeye başladık. Yüzde seksenimiz, müzikle ilgilenmiyor artık. Yapmak isteyene de yaptırmıyoruz. Çocuklarımıza müzik aleti almıyoruz, ellerine vermiyoruz. Biz çok acılar çektik. Artık bu işi yapmak da kısıtlı. Kısıtlı olunca çocuklarımıza bu işi neden yaptıralım? Kışın düğün az oluyor. Düğün olmayınca, başka başka işler yapıyoruz. Hiçbir güvencemiz yok. Bir yeşil kartımız var, o kadar. GÜNDOĞUSU: Son olarak, ne söylemek istersiniz? HANİFİ UÇAR: Düğünler kısıtlandı. Başbakandan bu hususta hiç memnun değiliz. Hükümetten hiç memnun değiliz. Büyük şehirlerde, düğünlerde çaldığımızda ceza kesiyorlar. Yalnızca düğün sahibine değil, bize de ceza kesiliyor. Hem de kazandığımız paranın üç, dört katı kadar ceza kesiyorlar. Başbakan, düğünleri serbest et!


SİNEMA Egemen Kepekçi

KATİL DOĞANLAR: Medyada Şiddet ve Şiddetin Tüketimi 1994 yılında Oliver Stone tarafından yönetilen Katil Doğanlar (Natural Born Killers), tartışmalı serüvenine senaryonun yazılması anından itibaren başlamıştır. Öncelikle senaryosunu Quentin Tarantino’nun yazdığı ancak kendisinin 10,000$ bütçesiyle yönetmede başarısız olduğu1 ve sonrasında Jane Hamsher ve Don Murphy’e satılan film, onların da Warner Bros’a satmasının ardından Oliver Stone’un dikkatini çekmiştir. Diyalogların büyük çoğunluğuna sadık kalınsa da, senaryonun odak noktası büyük oranda değiştirilmiştir. Bu yazıda filmin kısa bir özetini verdikten sonra, tüketim toplumuna, özellikle medyanın etkileri çerçevesinde şiddet üzerinden bakacağım, şiddetin her alanda medyada nasıl yansıtıldığını ve tüketildiğini incelemeye çalışacağım.

Şiddet Katil Doğanlar’da, şiddet, filmin belki de aynı yoğunlukta hem yerildiği hem yüceltildiği bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bazı ülkelerde 18 yaş sınırı getirildiği için filmin çeşitli yerleri yönetmen tarafından kesilmiş olmasına rağmen, yayınlandığından itibaren birçok tartışmaya yol açmış, hatta gerçekleşen bazı cinayetlerin bu filmden feyiz alınarak işlendiği bile iddia edilmiştir.2 Filmin ana teması burada devreye girmektedir. Şiddet nasıl oluşur? İnsan onunla doğar mı? Yoksa şiddet, edinilen bir davranış mıdır? Belki de en önemlisi, medyanın şiddete “katkısı” nedir? Metinlerarasılık: Şiddet Her Şeyle İç İçe Öykü içinde öykü tekniği ile Katil Doğanlar, birçok sahnesinde televizyon görüntüleriyle medyanın aslında hayatımızın her alanında olduğunu gösteriyor. Daha filmin en başında, birbirinden son derece bağımsız konularda görüntüler içeren televizyon kanallarının “zaplandığını” görüyoruz. Diğer birçok sahnede de filmin kendi sahnesiyle ilgili olmayan birçok televizyon görüntüsü, gerçek dışı bir biçimde camlarda, duvarlarda, gökyüzünde görülüyor. Jane Hamsher, Killer Instinct, New York, Broadway, 1998, s 48–51. Karen Boyle, “What’s Natural About Killing? Gender, copycat violence and Natural Born Killers”, Journal of Gender Studies, 10:3, 2001, (Çevrimiçi) http://dx.doi.org/10.1080/09589230120086511, s. 313. Ayrıca bkz. Xan Brooks, “Natural born copycats”, The Guardian, 20 Aralık 2002. 1 2

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Filmin ana teması burada devreye girmektedir. Şiddet nasıl oluşur? İnsan onunla doğar mı? Yoksa şiddet, edinilen bir davranış mıdır? Belki de en önemlisi, medyanın şiddete “katkısı” nedir?

Filmin Özeti Filmin birinci bölümünde karakterler Mickey ve Mallory ile yol üstünde bir restoranda tanışıyoruz. Özel efektler, müzik, siyah-beyaz veya renkli sahnelerle bir cinayetin ardından sırasıyla bir durum komedisi şeklinde çiftin nasıl tanıştığını, hırsızlık yaptığı için Mickey’nin hapse girdiğini ve hapisten kaçtığını; Mallory’nin ailesini yine durum komedisi içerisinde öldürdüklerini ve çiftin evlendiğini görüyoruz. Burada filmde yine önemli bir karakter olan Wayne Gale ile tanışıyoruz. Bu yazıda da sık sık değinilecek olan Wayne Gale, seri katillerin hayatlarını yayınlayan Amerikan Manyakları adlı bir televizyon programının yapımcısı, sunucusu, senaristi ve yönetmeni olarak aslında genel anlamda bütün medyayı temsil ediyor. Filmin bu bölümü Mickey ve Mallory’nin bir çölde Mickey’nin yerli bir adamı yanlışlıkla öldürmesinden sonra, kaçmaları sırasında yılan sokması ve eczanede panzehir bulmaya çalışırken polis tarafından yakalanmaları ile son buluyor. İkinci bölüme bir yıl sonra Mickey ve Mallory’nin yeni bir hapishaneye sevk edilecekleri günde başlıyoruz. Hapishane müdürü Dwight McClusky birinci bölümde çifti yakalayan detektif Jack Scagnetti’den çifti akıl hastanesine kendisinin götürmesini ve götürürken onları öldürmesini istiyor. Bu arada medya temsilcimiz Wayne Gale, Mickey’i programında röportaja ikna ediyor ve bu röportaj sırasında söyledikleri sebebiyle hapishanede isyan çıkıyor. Mickey, Wayne Gale, bir polis ve kameramanı da rehin alarak Mallory’i kurtarıyor ve film çiftin televizyonda canlı yayında Wayne Gale’i öldürmeleriyle son buluyor.

37


“Postmodern bir Faulkner dünyasında tarih, bilinç ve bilinçaltının birbirinin içine geçtiği görsel bir karmaşa”3 içerisinde, insanların medya tarafından tam anlamıyla esir alınmış olduğu anlatılıyor; gerçekle hayalin, eskiyle yeninin ayırt edilmesi olanaksız hale geliyor. Restoran sahnesinde Mallory’e sarkıntılık edilmesinin ardından başlayan cinayet sahneleri, siyah-beyaz bir film gibi anlatılıyor. Medyanın şiddeti nasıl önemsizleştirdiği ilk olarak bu sahnede, kurşunun bir kadına ve bıçağın bir adama yöneldiği anda çıkan opera ses efekti ile gösteriliyor. Medyanın istediği şeyi istediği şekilde gösterebildiği ve daha sonraki örneklerde de görüleceği üzere, insanları manipüle etme özelliği eleştiriliyor. Dahası, sahneyle ilgisi olmayan müzik aracılığıyla insanların düşünce ve algı alanını bulanıklaştırdığını söylemek mümkündür.

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Bir Komedi Unsuru Olarak Şiddet Cinsel şiddetin en çarpıcı şekilde yansıtıldığı bölüm ise Mallory’nin babası tarafından taciz edildiği sahnede, I Love Mallory adlı durum komedisi taklidiyle gösteriliyor. Taciz, şiddet ve küfürlü konuşmalar birer komedi unsuruymuş gibi kahkaha efektleriyle destekleniyor. Müzik ve kahkaha efekti, sahnenin içeriğini çarpıtıyor ve seyirciyi olayın gerçekliğine karşı duyarsız hale getiriyor.4 Filmin en önemli tartışma noktalarından biri de işte burada gelişiyor; medya insanları şiddete duyarsız hale getirerek insanların yozlaşmasına sebep oluyor. Öyle ki, çiftin bir süre sonra Mallory’nin ailesini beraber öldürmeleri de yine aynı durum komedisi parodisi içerisinde yayınlanıyor. Televizyon ve gerçek hayat birbirinin içine o kadar girmiş durumda ki, medyanın etkisinden kurtulmanın imkânsız olduğu burada dolaylı bir şekilde anlatılıyor. Sahneyle uyuşmayan kahkaha efekleri aynı zamanda durum komedilerinin zararsız olduğu varsayımını yapıbozuma uğratıyor. Bunun yanısıra durum komedileri aracılığıyla güçlendirilen ataerkil5 aile yapısı da filmin eleştirilerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Televizyon aracılığıyla seyirciye sunulan ve eğlence olduğu varsayılan bir tür olan durum komedisini parodize ederek Stone, medyanın her alanda olumsuz etkilerinin görülebileceğini gösteriyor. Komedinin yanı sıra çizgi film şeklinde gösterilen bazı şiddet sahneleri de aynı amaca hizmet etmektedir. Cinayet sahnelerinde kullanılan çizgi film ses ve görsel efektleri, olayların gerçekliğine perde çekmekle kalmıyor bunları birer eğlence unsuru olarak gösteriyor.

38

Beden ve Şiddet Konu şiddet olunca, kaçınılmaz olarak beden de filmin odak noktası durumuna geliyor. Şiddetin her türlüsünün açık bir şekilde yansıtıldığı filmde, beden üzerinden de tartışma götürmez bir eleştiri yapılıyor. Filmin birçok sahnesinde şiddetle beraber kurgulanan beden, hem cinsel içerikli hem de kanlı sahnelerle gösteriliyor. Bedensel şiddetin medya aracılığıyla meşrulaştırıldığı düşünüldüğünde, beden meta konumuna geliyor. Örneğin filmde; televizyonda gösterilen Mickey’nin röportajı ve tabiki akabinde gerçekleşen şiddet dolu sahneler çocuklarıyla beraber bir aile tarafından “normal” bir şekilde izlenebiliyor; olaylar -bu durumda özellikle bedensel şiddet- bir eğlence ya da bir boş zaman aktivitesi olarak evlere giriyor; şiddet, gerçekliğini ve anlamını yitiriyor. Öte yandan şiddet ve medya cinsellikle de iç içe girmiş durumdadır. Mickey ve Mallory’nin oteldeki sevişme sahnesinde, Mickey hem televizyona hem de rehin aldıkları kadına bakıyor. Bir diğer örnek de Mallory’un, baştan çıkardığı her erkeği sonunda dövüyor ya da öldürüyor (filmin başlarında restoran sahnesi, benzinci genç, hapishane hücresinde Jack Scagnetti gibi) olması. Amerikan Manyakları Şiddetin tamamen anlamını yitirip metalaşması, topluma medya aracılığıyla paketler -diğer bir şekilde söylenirse, görüntüler- halinde sunulması ve tabii akabinde tüketilmesi filmde medyayı temsil eden Wayne Gale aracılığıyla anlatılıyor. Girişte de bahsedildiği üzere Wayne Gale, seri katillerin hayatlarını yayınlayan Amerikan Manyakları adlı bir televizyon programının yapımcısı, sunucusu, senaristi ve yönetmenidir. Programın bütün aşamalarında onun adının olması, öncelikle medyanın tamamını temsil ettiğini anlatıyor. Diğer taraftan medyanın küçük bir kısım insana ait olduğu, ama bunun aracılığıyla herkese seslenebildiği vurgulanıyor. Wayne Gale Amerikan Manyakları adlı programıyla Amerikan tarihindeki seri katillerin hayatlarını anlatıyor. Programın şu andaki konusu Mickey ve Mallory cinayetleri. Programın hazırlanma Jonathan L. Beller, “Identity Through Death/The Nature of Captial: The Media-Environment for Natural Born Killers”, Post-Identity, 1999, (Çevrimiçi) http://liberalarts.udmercy.edu. 4 Heidi Nelson Hochenedel, “Natural Born Killers: Beyond Good and Evil”, 1994, (Çevrimiçi) http://home.comcast. net/~crapsonline/Library/nbk.html. 5 En kısa tanımıyla ataerkillik; toplumsal, siyasal ve ekonomik vb. pratiklerin erkeklerin egemenliğinde olması şeklinde açıklanabilir. 3


aşamasında şu diyalog dikkat çekici: David: Wayne Gale: David: Wayne Gale:

Yeni bir tanıtım gerekli. Eski programları kullanamazsın. Tekrar, hep işe yarar. Elinde bir şey yok. Tekrar, işe yarar. Bu aptal insanlar bir şey hatırlarlar mı sanıyorsun? Vücuda zararlı besinler gibi. Zaman öldürücü. Değersiz.

Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi medya, seri katilleri ve cinayetleri 24 saatlik haberler ve programlarla gösterip, acıma duygusu yarattıkça, şiddete duyarsız kalınıyor, şiddet normalleştiriliyor. Filmde de bu açık bir şekilde görülmekle birlikte bir ikilemi de sergiliyor. Mickey ve Mallory ile ilgili röportajda genç bir erkek cinayete karşı olduğunu belirtmekle beraber bir seri katil olursa kesinlikle onlar gibi olmak isteyeceğini söylemektedir! Bir taraftan normal ya da iyi olması gerektiğini düşünen genç, diğer taraftan seri katili övüp, onu “havalı” bulabiliyor. Filmin şiddeti, şiddet kullanarak eleştiriyor olması bazı eleştirmenler tarafından olumsuz karşılansa da unutmamak gerekir ki, bunu çarpıcı bir şekilde yapmanın yolu şiddeti medyada kullanıldığı şekilde göstermektir. Derinine inmeden dahi bakıldığında Katil Doğanlar, medyanın bir yansıması olarak görülebilir. Sahneler arası geçişler, üst üste binmiş görsel ve ses efekleri, renklerin kullanımı gibi unsurlar filmi tam anlamıyla bir televizyon deneyimine çevirmektedir. Hapse girdikten bir yıl sonra Mickey’nin Wayne Gale ile yaptığı röportaj sırasında söyledikleri de şiddetin Mickey’nin hayatındaki yerini ve şiddete bakışını göstermektedir. Mickey’ye ilk olarak ne zaman öldürmeyi düşündüğü sorulduğunda, “Doğduğum andan itibaren…” diyor ve 6 7

Boyle, a.g.e., s. 313. Nurdoğan Rigel ve diğ., Kadife Karanlık, İstanbul, Su Yayınevi, 2005, 2. bs., s. 257.

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Elinde o sırada gerçekten de herhangi bir şey olmamasına rağmen, Wayne Gale temsil ettiği medyanın gerekliliklerini en iyi şekilde yerine getirmektedir ve tekrar sayesinde insanları sürekli heyecanla bekletmektedir. Burada bahsi geçen, Mickey ve Mallory ile yapılacak röportajdır. Israrla röportajın “az sonra” olacağı vurgulanır, ancak gerçekte henüz bir röportaj yoktur. Her gün aynı vaat verilip yerine getirilmese de tekrardan dolayı duyarsızlaşmış seyirci bunun farkına varmayacaktır. Film, görsel stili dolayısıyla bazı eleştirmenler tarafından MTV’ye benzetilmektedir.6 Özellikle bu sahnedeki ironik “tekrar işe yarar” cümlesinin art arda yinelenmesi de MTV’deki video tekrarlarını düşündürüyor. Wayne Gale’in medya ile temsil ettiği şiddete dönecek olursak, programın çeşitli ülkelerden insanlara “Mickey ve Mallory sizce nasıllar?” diye sorulduğunda verilen cevaplar bunu açıklayacaktır: “Ateşli”, “Mickey ve Mallory’i seviyorum. Çok havalılar. Çok süperler!”, “Manson’dan beri toplu katliamda en iyi onlar.” Mickey ile Mallory ve önceki seri katiller, gerek yazılı gerekse görsel basında öyle bir yansıtılıyor ki, insanlar seri katiller arasında hangisinin en iyi olduğunu düşünüyor. Eğer bir seri katil olurlarsa rol-model olarak onları görüyor, dahası “Mickey, öldür beni!” gibi pankartlarla dava sürecinde çifti selamlıyor. Reyting kaygısı güden bir medya tarafından canlandırma sahnesi ve canlı yayında çatışma (Mickey ve Mallory’nin yakalanması) gibi gösteriler seri katilleri ilahlaştırıyor, şiddeti önemsizleştirip metalaştırıyor; şiddet gibi bir olgu bile tüketilip anlamını yitiriyor. Çiftin katliamının medyada yankı bulması olumsuz eleştirilere maruz kalsa da, filmin aslında Amerika’da gerçekten olmuş olaylardan yola çıktığını unutmamak gerekir. Metinlerarasılık, film içinde televizyon, reklam ve başka filmlerin görüntüleri şeklinde olmasının yanı sıra yönetmen Stone, filmin gerçekçi olmadığını, ancak gerçeğin yerilmesi olduğunu belirtmektedir. Örneğin Mickey’nin röportajı için Geraldo Rivera’nın Charles Manson ile yaptığı röportajdan esinlenilmiştir. Filmin şiddet eleştirisi şu şekilde yorumlanabilir: “Televizyon ekranlarını şiddet görüntülerinin işgal etmesi sonucu, kitleler de şiddeti özümsemeye başlamışlardır. Şiddet, kişiler tarafından bir eğlence aracı olarak görülmektedir. Medyanın şiddet karşıtı bir tavır sergilemesine aldanmamak gerekir. Çünkü aslında şiddet, reklam pastasından büyük pay almak isteyen medyalar tarafından, reyting aracı olarak algılanmaktadır.”7

39


geçmişinin şiddetle dolu olduğunu, şiddetten geldiğini belirtiyor.8 Cinayetleri konusunda hiçbir pişmanlık duymadığını, pişmanlığın “boşa gitmiş bir duygu” olduğunu belirten Mickey, son derece kaderci bir kişilik olmasının yanı sıra ahlaki standartları da olmayan bir insandır. Onun gözünde cinayet önemli bir eylem değil yalnızca gerçeklikte olması gereken bir birleşendir. 9 Aşağıdaki diyalog, Wayne Gale ile olan röportajdan:

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

WG: Söylesene nasıl oluyor da sıradan bir insana, masum birine bakıp sonra da onu öldürebiliyorsun? MK: Masum mu? Kim masum Wayne? Sen masum musun? WG: Cinayet konusunda öyleyim kesinlikle. MK: Sadece cinayet… Her canlı şöyle ya da böyle bunu yapıyor. Mesela ormanı ele al. Bir tür diğerini öldürüyor. Bizim türümüz orman dahil hepsini öldürüyor ve biz bunun adına cinayet değil endüstri diyoruz. Ama ölmeyi hak eden pek çok kişi tanıyorum.

40

İlerleyen diyaloglarda da aslında herkesin geçmişinde “bir günah; berbat, gizli bir günah” olduğunu belirten Mickey, etrafta ölü gibi gezen bir sürü insanın yalnızca acılarından kurtulmayı beklediğini ve işte orada, “kaderin habercisi” olarak kendisinin devreye girdiğini söyleyerek bir şekilde kendisini haklı çıkarıyor. Tabii aslında Mickey’nin böylesi bir öz doğrulamaya ihtiyacı yoktur. Ana karakter olarak Mickey’nin röportajı sırasında söyledikleri, filmin en önemli kısımlarından biridir. Röportajın devamında, pişmanlık duymamakla beraber Kızılderili Şaman’ı öldürmemiş olmayı dilediğini söylüyor. Buradaki “şeytan/kötülük” konuşması da özellikle dikkat çekicidir. Şeytanın herkeste olduğunu ve burada yaşadığını, insanların zayıflıkları ve korkularından faydalandığını belirtiyor ve yalnızca “kötünün hayatta kaldığını” söylüyor. “Doğduğumuz andan beri iyi insanlar olmadığımız söyleniyor ve sonunda kötü oluyoruz.” diye devam ediyor. İnsanın gölgesinden kaçamayacağını belirterek, kötülüğün ve şiddetin hep içinde olduğumuzu, bundan kurtuluşun olmayacağını söylüyor. Filmin büyük çoğunluğunda mevcut olan şiddet unsuru, Mickey’nin röportaj sırasında söylediklerinin ardından ayaklanmaya sebep oluyor. Akabinde, kendisinin de gardiyanları öldürmesi ve Wayne Gale dahil birkaç kişiyi rehin alarak kaçışının anlatıldığı son otuz dakikada en uç noktasına varıyor. Bütün bu kaçış sırasında Mickey’nin kamerayla beraber Wayne Gale’i de yanına almak istemesi, filmin tartışma noktasını daha iyi bir şekilde ortaya koyuyor. Tıpkı cinayetlerinin ardından, bir kişiyi hikayelerini anlatması için öldürmedikleri gibi, medyanın yarattığı bu şiddet ortamını yine medya aracılığıyla göstermek istiyorlar; hikaye devam ediyor. Filmin son sahnesi Mickey’nin şu sözlerinden sonra Wayne Gale’in öldürülmesi ile bitiyor: “Seni ve temsil ettiğin şeyi öldürmek bir bildiri. Ne bildirisi olduğundan tam olarak emin değilim. Ama biliyorsun, Frankenstein Dr. Frankenstein’ı öldürdü.” Frankenstein’a yapılan göndermeyle de medyadaki bu şiddet ortamının ve Mickey ile Mallory hayranlığının yaratıcısı olan Wayne Gale, kendi yarattığı “canavarlar” tarafından kamera karşısında, canlı yayında öldürülüyor. “Sansasyonel haber medyası kamuoyuna satılan malları şiddet ve korkuyla beraber paketleyerek kendi kendini destekleyip ifade ediyor.” Ancak filmde de görüldüğü gibi kendi sonunu kendi getiriyor. KAYNAKÇA Beller, Jonathan L., “Identity Through Death/The Nature of Captial: The Media-Environment for Natural Born Killers”, Post-Identity, 1999, (Çevrimiçi) http://liberalarts.udmercy.edu. Boyle, Karen; “What’s Natural About Killing? Gender, copycat violence and Natural Born Killers”, Journal of Gender Studies, 10:3, 2001, (Çevrimiçi) http://dx.doi. org/10.1080/09589230120086511. Brooks, Xan; “Natural born copycats”, The Guardian, 20 Aralık 2002. Hamsher, Jane; Killer Instinct, Broadway, New York, 1998. Hochenedel, Heidi Nelson; “Natural Born Killers: Beyond Good and Evil”, 1994, (Çevrimiçi) http://home.comcast.net/~crapsonline/Library/nbk.html. Rigel, Nurdoğan ve diğ.; Kadife Karanlık, İstanbul, Su Yayınevi, 2005, 2. bs. Mickey Knox karakterini canlandıran Woody Harrelson’ın da aslında şiddet dolu bir geçmişinin olması, filmin eleştirdiği medyanın gerçekle kurguyu içiçe göstermesi ve gerçeklik algısını bulanıklaştırması açısından güzel bir örnek teşkil ediyor. 9 Hochenedel, a.g.e. 8


ÖYKÜ Erkin Canpolat

erkincanpolat@gundogusu.net

ÇOCUKÇA ÖZLEMLER

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Trenler, demiryolları bana daha çok bir yalnızlıklar ve ayrılıklar tarihi gibi gelir. Belki de bu yüzden trenleri ben şehirlerden çok bozkırlara, çıplak tepelere, insansız sarı tarlalara Erzurum’dan yakıştırırım. Belki de yanılıyorumdur. Ama belki de aşağıya doğru uzayıp giden satırları okuErzincan’a gelirken yunca anlayabilirsiniz beni. sarp tepelerin, Bir dağ köyünde doğmuş babam. Anadolu’nun neredeyse bütün köylerindeki gibi ortasında kayaların arasından ölgün bir su akan çeşmesi; kışın çamurdan, yazın tozdan geçilmeyen; bütün kapıların oraya sıyrılarak gebaktığı küçük meydanı olan bir köy. Başından sonuna beş dakikada yürünen, insanların birbirllen trenin Erzincan erine kapı eşiklerinden bağırarak haberleştiği bir köy… O köyden sekiz kilometre aşağıya yürüdüğünüzde, sizi dünyaya bağlayabileceğinden Ovası’na çıktığı yere kolaylıkla şüpheye düşeceğiniz dar, delik deşik, kapkara bir karayolu çıkar karşınıza. Yolun öbür de, buralar tarıma tarafında, az ötede Fırat’ın Karasu kolunu, Karasu’nun üstünde, üzerinden tren yolu geçen çeve yerleşime müsait- lik köprüyü, onun biraz sağında da, ince gövdeleriyle sıra sıra dizilmiş kavakların arkasında tir, diye bir istasyon birbirine yapışık gibi duran küçük, soluk sarı renkte iki taş yapı görürsünüz. İşte orası bir tren istasyonudur. Orası benim çocukluğum, ilk gençliğim, bekleme odam, hayal kırıklıklarımdır. yapılmasına karar İnsan en çok da hayal kırıklıklarını hatırlar ya, ben de hatırlıyorum. Karasu’nun baharda verilmiş. Belki de kabaran sularının kıyıya bıraktığı kocaman, pürüzsüz taşlarla temmuz sıcağına meydan benim, işte en parlak okuyacağından adım gibi emin olduğum küçük, konforlu bir havuz yapma telaşına kendimi ve düzgün taştır, iyice kaptırdığım anlarda yaşardım o hayal kırıklıklarını. Sözünü ettiğim çelik köprüyü sardiye saklayacağım, sarak gelen trenin babamı getirip getirmediğini, bizim istasyonda durup durmayacağını ertesi gün de fikri- öğrenebilmek için bütün gün hayallerimi süsleyen o küçük, konforlu havuzumdan öyle bir fırlardım ki, lastiği çürüyüp gevşemiş donum üzerimden düşerdi. Ben bir yandan onu çekip bir mi değiştirip bir yandan da havuzdan çıkmaya çalışırken, bütün gün özenle üst üste koyduğum taşlar devrilir, başkasının peşine havuzdaki su, umarsızca Karasu’nun çoğulluğuna eklenip giderdi. Ben orada o küçük savaşı verdüşeceğim taşlardan ip daha sonra istasyonun sıcak taşlarına oturarak bacaklarımdan tek tek ayıklayacağım dikenbolca olduğundan leri umursamadan, çalılıkların arasından koşarak trene yetişmeye çalışırdım. Ama istasyona vardığımda, hemen her seferinde onun, ötedeki kavaklıkların arasından sola dönerek kaybolan hemencecik bir son vagonunu görebilirdim ancak. O zaman anlardım ki bu ne babamı getiren trendir ne de istasyon binası başka bir şey. O zaman, bacaklarıma batan dikenlerin acısını hissetmeye başlardım. Bir acıyı konduruvermişler başka bir acıyla unutmak böyle bir şey miydi bilmezdim o zamanlar. Öylesi hayal kırıklıklarını Karasu’nun kıyıcığına. anlatmak için bugün bu kadar uzun cümleler kurmak gerekip gerekmediğini de bilmiyorum. İşte o istasyon, Her şeye rağmen ben, az önce öteden kıvrılarak kaybolan trenin, bu istasyonda inecek birini bugün bile ülkenin unuttuğuna, az sonra geri gelerek o beklediğim kişiyi bırakacağına dair bir çocuk iyimserliğine kapılırdım işte. Gözlerim, trenin kaybolduğu o en son noktaya dakikalarca çakılı kalırdı. Babelki de en güzel zen bu iyimserlik gözlerime ve aklıma öyle oyunlar oynardı ki, yalımların içinden trenin geri istasyon isimleringeldiğini gördüğüm bile olurdu. Sonra, küçücük istasyon binasına yapışık, bütün pencereleri ve den biri olduğunu kapısı açık lojmanımızdan, her günkü işlere dair seslerin arasına karışan ve benim orada öylece düşündüğüm “Tany- kalakaldığımı bilen annemin sesini duyardım: “Bu değil Ali’m, bu değil…” Bu sese karışan cılız su sesi, ötede didişen birkaç yaban kargası, kavak yaprakları… Bacaklarım acıyor… eri İstasyonu”dur.

41


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

42

Bütün gününü nehir kıyısındaki en parlak ve düzgün taşı seçme konusunda kararsızlık yaşayarak geçiren bir çocuğun, her gün gördüğü için kanıksaması gereken birini günlerce beklemesi, takdir edersiniz ki hiç kolay değildi. Bugün de kolay değil. O zaman oyalanabileceğim taşlar vardı. Bugün sözcükler var. O taşlarla yaptığım havuzlar ne kadar iyi olursa olsun taşların arasından hep su sızardı. Çamurla sıvamaya çalışırdım oraları. Büyüdüm. Şimdi de boşluklarımı sözcüklerle sıvamaya çalışıyorum galiba. Belki bunlar sizi ilgilendirmeyebilir. Ama yine de taşların arasından su sızmaya devam ediyor işte. *** Babam, bizim köyün devlette işe giren ilk kişisiymiş. Dedem, bu ilk oğlunun ne pahasına olursa olsun okumasını istemiş. Onu, şehirde bir lise bitirinceye kadar okutmuş. Daha ötesine gücü yetmemiş. O küçücük istasyonda yaşadığım hayal kırıklıklarına ve yalnızlıklara rağmen, iyi ki de yetmemiş diyorum. Çünkü insan yalnızlığı ve hayal kırıklıklarını öğrenince, hayatta geriye öğrenilecek çok fazla şey kalmadığını fark ediyor. Gerçi babam üniversite okuyamadığı için üzülmediğini, o yıllarda bir lise bitirmenin bugün üniversite bitirmeye denk olduğunu söylerdi hep. Babamın “o yıllar” dediği zamanlar, anayurdun demir ağlarla örüldüğü zamanlardır. Doğaldır ki uç uca eklenen raylar aynı zamanda yeni istasyonlar da demekti. İşte o zaman, Erzurum’dan Erzincan’a gelirken sarp tepelerin, kayaların arasından sıyrılarak gelen trenin Erzincan Ovası’na çıktığı yere de, buralar tarıma ve yerleşime müsaittir, diye bir istasyon yapılmasına karar verilmiş. Belki de benim, işte en parlak ve düzgün taştır, diye saklayacağım, ertesi gün de fikrimi değiştirip bir başkasının peşine düşeceğim taşlardan bolca olduğundan hemencecik bir istasyon binası konduruvermişler Karasu’nun kıyıcığına. İşte o istasyon, bugün bile ülkenin belki de en güzel istasyon isimlerinden biri olduğunu düşündüğüm “Tanyeri İstasyonu”dur. Etrafı siyah bir şeritle çevrilmiş beyaz sac üzerine siyah, kalın harflerle yazılmış bu isim, sonraları yıpranıp harfleri oluşturan boyalar döküldükçe “TAN ERİ” ve sonra da “TAN E İ” şeklini alsa da, ben onu hep “TANYERİ” diye görür ve öyle okurdum. İstasyon; tabelasına varıncaya kadar tamamdır tamam olmasına da, bu ıssız yerde kim duracaktır? Kim, kışın Karasu’nun taşkın sularına inat uyuyup, yazın bozkır sıcağında gölge bir yer arayacaktır? Ötedeki karayolundan geçen otobüslerin camlarına yapışık insan yüzlerine bakarak yalnızlığını gidermeye çalışacak hangi geniş yürekli insan? Aslında bu sorunun tam karşılığı olan insan çok uzakta değildir. Babamın köyü, kurulan istasyona en yakın köy olduğundan, burada da lise bitirmiş bir delikanlı olduğu bilgisi şehre ulaştığından, o gencecik yüzlü adamın üstünde emanet gibi duran, ama yine de babamın bana diğerlerinden çok fazla şey anlattığını düşündüğüm fotoğrafında üstünde olan üniforma için beden ölçüleri çoktan verilmiştir Erzincan’daki gar müdürlüğüne. İşte benim trenlerle, demiryollarıyla, istasyonlarla, içimdeki benle olan yolculuğum böyle başladı. Babamı alıp götürdükleri için trenlere düşman mı olsam yoksa götürdükleri gibi getirdikleri için onları sevsem mi, bir türlü karar veremediğim yıllardı. İstasyonda işe başladıktan sonra oradaki yalnızlığı; yemek, temiz giysi, bir insan sesi ve sıcaklığı onu kaçınılmaz olarak anneme ve evliliğe taşımıştı. Ben altı-yedi yaşlarına geldiğimde ise babam artık sadece bir istasyon şefi değildi. İmal edilen yeni lokomotiflerde çalışacak bilgili, yetenekli insanlara ihtiyaç duyuluyordu. Bu gençler, usta makinistlerin yanında tecrübe edinmeleri için trenlerde çalışmalıydılar. Hatırı sayılır bir maaş artışı sağlayacak olan, dedemlerin ve tüm köylünün “devlet kuşu” nitelemesinde birleştiği bu fırsat yanında, bir oğlun babasının özlemini çekecek olması pek de uygun bir çeldirici değildi o zamanlar. O zamanki çocuk aklımla bile babamın gerçekten bir devlet kuşu olduğunu, bir görünüp bir kayboluşundan zaten biliyordum! Annemle birbirimize sokularak tedirgin uyuduğumuz gecelerden sonra, biz insanların o en çok kızdığım, her şeye alışabilen yanı bizde de kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlamıştı. Öyle ki, ilk zamanlar babam daha kapıdan dışarı adımını atar atmaz onu özlemeye başlarken, zamanla bu özlem duygusunu, onun geleceği son saate kadar bastırmayı öğrenmiştim. İnsan beklerken daha çabuk büyüyordu hem. Artık bir zaman sonra babamın eve getirdiği erzak ve hediyelerden hangi güzergahta gidip geldiğini anlar olmuştum. Evde olduğu ender günlerde bazen beni kucağına alır, elindeki koca haritada gittiği yoları, sanki o an da gidiyormuş duygusuyla gösterirdi. Öyle anlatırdı ki, sesinde koyun sürülerini, karlı ovaları, kalabalık şehirleri görür; haritadaki o incecik, siyah-beyaz demiryolu çizgisinin üstünde gezdirirdim ellerimi. Tahmin edersiniz ki, sonraki yıllarda en başarılı olduğum ders Türkiye Coğrafyası olacaktı!


Bütün gün kovalayıp didiştiğim kargaları; birer canlı gibi görüp konuştuğum düz, parlak taşları saymazsak çevremde oynayabileceğim kimse yoktu. Annem de babamla aynı köyden olduğu için, babam uzun seferlere çıktığında bazen bir buçuk saatlik yürüme mesafesinde olan köyümüze giderdik. Köydeki çocuklar nedense beni aralarına alma konusunda çekingen davranırlardı. Ya da ben öyle sanırdım. Sanırdım, diyorum; çünkü yıllar sonra anlayacaktım ki, bunun sorumlusu onlar değildi. O istasyonda o kadar yalnızdım ki, kendime konforlu bir havuz yapayım derken, farkına varmadan etrafı taşlarla örülü bir dünya kurmuştum kendime. O çocuklar bakışlarımda, duruşumda bunu görmüşlerdi sanırım. İçine nice yalnız günler ve gecelerin, konforlu havuzumdan çıkıp istasyona koşmaların, okuldan gelince babayla karşılaşıp boynuna atlamaların, kömür kokan birine sarılarak ama bundan hiç şikayetçi olmadan uyumaların sığdırılabileceği bir “yıllar sonra”dan sonra, artık uzun yolculukları çekemeyecek duruma gelen, İstanbul’dan Kars’a tüm Anadolu taşının, toprağının tanıdığı bu kıdemli makinisti, doğaldır ki o ücra istasyona geri gönderemezlerdi. Öyle de oldu ve babam, meslek hayatının son beş yılının ikisinde gar müdür yardımcısı ikisinde de gar müdürü olarak çalıştı. Aslında hiç istemeden koptuğu trenlerden ayrılığın onu ne denli mahzunlaştırdığını görünce daha o zamandan babamın nasıl emekli olup da trenleri, istasyonları bırakacağını düşünmeye başlamıştım. Ama gelecek, çoğu zaman sizin tasarı ve hayallerinizle alay edercesine alt üst eder onları. Zaten emekli olsa da bunun tadını pek çıkaramayacağını bildiğim babam, emekliliğine yaklaşık bir yıl kala, bir kalp kriziyle aramızdan ayrıldığında, Anadolu’nun bu küçük şehir istasyonu, babamın cenaze töreni dışında bir de Almanya’ya işçi uğurlanırken görmüş bu kalabalığı.

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Dedemin babam için düşündüklerini babam bir adım ileri götürerek beni büyük şehirlerin birinde bir üniversitede okuttu. Yıllar sonra mesleğe atılıp biraz para kazanmaya ve bu parayı da harcamaya zaman bulduğumda yaptığım ilk şeyin ne olduğunu, artık beni biraz olsun anlamış olanlar tahmin edecektir: Yıllarca hayalini kurduğum her bir güzergahı, o güzergahtaki her bir istasyonu gezip durdum. Her biri hayal ettiğim gibiydi: soluk sarı renkte ve yalnız. Birçok istasyonda babamı tanıyorlardı. Oralarda en çok sözünü ettiği kişinin ben olduğumu, insanların bana, “Evet, tam da babasının anlattığı gibi…” anlamlı bakışlardan fark etmiştim. Bazılarına kendi küçük hikayemi anlattığımda, aslında onların hikayesini de anlatıyordum farkına varmadan. Çünkü benim kendi içinde özel, ayrıcalıklı diye düşündüğümün aksine hepsinin hikayesi özlemek ve özlenmek üzerineydi. Bugün artık trenlerin o eski dokunaklılığı kalmadı sanki. Birçoğu yepyeni ama sanki yaşanmışlıkları eksik. Babam, “Eğer bir tren yolculuğu yapmamışsanız, henüz gerçek bir yolculuk yapmış sayılmazsınız.” derdi. Şimdi ben, babamın o cümlesini bir adım daha ileri götürüyorum: Eğer Anadolu’ya bir tren yolculuğu yapmamışsanız, hayatınızın bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden akıp gitmesine yetecek uzunluktaki, hiç bitmeyeceği hissine kapıldığınız anda bitiveren tünellerden geçmemiş, tünele girmeden önce kışa tanıklık ederken tünelden sonra birden bir baharın içine düşerek bunun nasıl olabildiğine şaşmamış, bir tren istasyonunda beklememiş ya da beklenmemişseniz yaşamdaki tüm güzellikleri tattım gibisinden iddialı bir cümle kuramazsınız. İşte sırf bu yüzden, ben babamı hep trenlerle, tren istasyonlarıyla, raylarla paylaştım. Yine bu yüzden, ne zaman şehrin insanı boğan sesi içinden ayıklanarak gelen bir tren sesi duysam babamı, onsuz geçen çocukluğumu hatırlarım. Hani yukarıda bir yerde, “Yıllar sonra yaptığım ilk şey, bütün o istasyonları dolaşmak oldu.” demiştim ya, aslında doğru değil. “Biri hariç…” demeliydim. O çocuğun dayanabildiği kadar çocuk değilim artık. Ne yazık!

43


ÖYKÜ Hatice Eroğlu Akdoğan

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

BİLETÇİ

44

Ağustos şafağının ayazı kırılmaya başlamış, ortalıkta kaynaşanlar çoğalmıştı. Dört yol ağzındaki durak her sabahki yolcularını ağırlıyordu. Kimi minibüse, kimi otobüse koşuyor; kimi de kendisini fark etmeden sola kıran ticari taksinin arkasından ıslık çalarak durdurmaya çabalıyordu. Bugün durakta birikenler biraz şaşkındı. Orta yaş ve boyda, başında oyalı beyaz bir tülbent altında ışıl ışıl yanan maviş gözleriyle şişman bir kadın, bekleyenlerin arasında dolaşarak elindeki otobüs biletlerini gösterir gibi tutuyordu. Böyle işlek bir durakta zaman zaman belediye otobüs biletçisi olurdu. Duraklarda bilet satmak işsiz olup darda kalanların, sakat olup bir işe giremeyenlerin imdadına Hızır gibi yetişirdi. Genç ya da yaşlı erkek biletçi çok görülmüştü ama kadın biletçi ilk defa görülüyordu. Duraktakilerin çoğu için biletçi kadın tanıdık bir simaydı. Zaten aynı köylüler, yakın köylüler, akrabalar derken birbirlerini çeke çeke bu mahalleyi yetmişli yılların ortalarında gecekondulaştırmışlardı. Şimdiyse gecekonduların yerini apartmanlar almış, mahalle iyice kalabalıklaşmıştı. Yoğunlukla aynı köylülerin, aynı şehirlilerin arasına başka yörelerden insanlar da karışmıştı. İçinde sorular taşıyan şaşkın bakışlı yolcular arasında dolaşan Menekşe’nin de hali bir o kadar tuhaftı. Öyle ya ilk defa bilet satmaya çıkmıştı. Biletleri şöyle böyle görünsün diye dikine doğru tuttuğu sağ eli titriyordu. Gece heyecandan uyku tutmamış, sabahın beş buçuğunda kendini dışarı atmıştı. Eh ancak yetişirdi. Kentin merkezlerine uzak olan mahallenin sakinleri, işlerine yetişmek için bu saatlerden itibaren yola çıkmaya başlarlardı. Onun için beş buçuk, saat olarak anormal bir zaman değildi. Durağı ilk dolduranlar da çöpçüler, çaycılar, temizlikçiler, bir de ta karşıya işe gidenler olurdu. Menekşe, daha bir gün önceden Aksaray’a gidip biletini alıp, üstüne bir de bel çantası uydurmuştu. Parayı ve bileti siyah meşin bel çantasında muhafaza edecekti. Durağa o sabah geldiğinde etrafına şöyle bir bakındı. Yolcular tek tük birikiyor, her gelen otobüs, minibüs ya da servis araçlarının geleceği sol yöne başını çeviriyordu. Bir an kendini yolcu gibi görüp, diğerlerinin yaptığı biçimde bir süre arabaların geldiği yöne baka durdu. Biletleri çıkarıp çıkarmamakta kararsızdı. Konu komşu, tanıdık ne derdi? Hem bunu daha önce çok düşünmüş, kafasından atmamış mıydı? Ne yani onlara neydi!? İş, iştir. Bu yaşta bu ağır gövdeyle başka ne yapabilirdi ki? Beş kuruşa sıkıştığı zaman kim ona yardım ediyordu? Daha geçenlerde diş yaptırmak için üç yüz lirasının üstüne elli lira borç bulamamanın hırsıyla gözyaşları sel olmamış mıydı? Çok düşünmüş, çıkış yolu için çok didinmişti. Yolu yok! Hem zor hem kolay olana yeltenecekti. Ana caddede komi aranan bir lokantaya gidip işe talip olduğunu söyleyince, lokanta sahibi iş için genellikle genç bir erkek çocuk beklediğinden olsa gerek hemen peşinen “Anne biz komi aldık. Çocuklar kâğıdı kaldırmayı unutmuş” diyerek yol vermişti. “Komi Alınacak” yazısı daha birkaç gün camda takılı kalınca, Menekşe de böylesi bir işi kafasından çıkarmıştı. “Kimin ne diyeceği umurumda değil, her koyun kendi bacağından…” deyip iki gün önce aklına gelen bilet işini şimdi yapıyor mu, yapıyordu. Durak direğinden biraz ileride kuyumcu dükkânının önüne çömelerek, belini kepenge dayadı. Araba bekleyen yolculara baktı. Hepsinin bilet konusunda tedarikli olacağını düşündü. Hele biraz beklesin, belki de bu işten cayardı da. İyi de aldığı biletler ne olacak? Üstelik borç parayla almıştı. Hiç değilse onları satmalıydı. Biletleri bel çantasının küçük bölmesinden çıkararak avucunun içine aldı. Sonra ayağa kalkıp ufak adımlarla yolcuların yoğunlaştığı noktaya doğru yönelerek avucunu yavaşça açtı. Biletler üst üste tek bir biletmiş gibi duruyordu. Birbirinden biraz aralaştırmaya çalışırken bir kaçı yere saçıldı. Eğilip biletleri almaya yeltendi ama kilosu onu hantal kılıyordu. Yolcuların içinde durumu fark eden genç bir delikanlı ivecen davranıp biletleri eline tutuşturmuştu bile. Menekşe bileti alırken “tanıdık olabilir” kaygısıyla, gencin yüzüne bile bakmamıştı.


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

—Teyze satıyor musun? Bir tane alayım. İlk satışı böyle oldu. Cesaret, cesaret dedi içinden. Biletleri baş ve işaret parmağı arasına yelpaze şeklinde dallandırarak dolaşmaya başladı. Yetmezdi. Ses seda lazımdı. Ağzından belli belirsiz bir “bilet” lafı çıktı. İçinden güldü. Ürkek, vurgusuz ve şekilsiz bir ses. Tıpkı Züğürt Ağa’nın “domates” deyişi gibi. Yankı bulmayan tavrını beğenmedi. Tamam, “bilet” demeyecekti. Üstelik bu arada ikinci bileti de satmıştı. Saat yedide durak iyiden iyiye yoğunlaştı. Menekşe’nin yabancılığı geçti, geçiyor gibi. En azından bugün burada kalıcı olduğuna inanmıştı. Borcunu çıkarır, üç-beş lira ile de günlük ekmeğini alırdı. Bu inançla başını biraz dik tutup yolcuların yanına daha çok sokulmaya başladı. Göz kapaklarını serbestçe doğrultunca, yolcuların bakışlarının kendi üstünde olduğunu görüp irkildi. İçine düşen kırılganlık, ağır gövdeyi taşıyan zavallı bacakları titretti. Yok, canım yok! Her şeyin bir ilki vardı. Bu da bir ilkti. Hem kendisi, hem de duraktakiler için. Kendini toparlayarak dolaşmasını sürdürdü. Zaman ilerledikçe elindeki biletler kadınlı, çocuklu yolcu gruplarına gidiyordu. Bilet azaldıkça da kendine güveni geliyor, kendini yandan, tepeden süzenlere ya aynı türden bakışlar fırlatıp ya da umursamayıp biletlerini iyice yukarı doğrultarak karşı duruyordu. Caddenin dükkânları birer birer açılmaya başladı. Karşıdaki nalburdan olduğunu söyleyen bir adam Menekşe’ye yaklaşıp: —Abla burada satamazsın, biz bilet bayisiyiz. Bu laf çok zoruna gitmiş, içine hotik gibi saplanmıştı. Menekşe otuz yıllık mahallesinden, evine yüz metrelik mesafeden kovulmak istemiyordu. Üstelik bu mahalleyi çamurlar içinde taşla, tenekeyle örer, çamaşırı yıkamak için baraj kıyısında çile doldururlarken bu paragözlerin hiçbiri yoktu. Cefasını onlar çekmiş, sefasını apartmanlaşma zamanının görmeleri yiyordu. —Gardaş sen biletini sat. Ben alana engel olmam. Benimki bana, seninki sana. Madem bayisin ben de senden alırım. Adam Menekşe’ye bir şey demeden dükkânına geçti. Böyle böyle derken biraz direnmeliydi. Üstelik bilet almaya Aksaray’a gidiş geliş parası, satacağı en az on bilete bedeldi. Böylesi çok daha iyi oldu. Bileti nalburdan alacak, hem zamandan hem paradan kazanacaktı. Nalburun yan tarafında önünde asma çardağı olan bir kahvehane vardı. Saat dokuzdan sonra dışarıdaki masaları dolmaya başladı. Kahvedekiler meraklı bakışlarını durakta yeni olan biletçi kadına doğru dikmişlerdi. Kahveci çırağı da tepsisine koyduğu bir bardak çayı bir çırpıda Menekşe’nin yanına ulaştırmıştı. Sırıtarak: —Abla buyur, çay. —Ben çay falan istemedim. Onu geri götür. —Abla lütfen yanlış anlama. Çalışıyorsun, iyi gelir. Menekşe bir daha üstelemeden çayı aldı. İçtikten sonra da tabağına parayı iliştirdi. Çaycı döndüğünde paraya bozulduysa da Menekşe, “param var ki içtim, yalnız ben istemeden getirme” deyip bardağı geri gönderdi. Saat on iki olduğunda elindeki yirmi bilet tükenmişti. Nalbura geçip bilet aldı. Hatta nalburcu Menekşe nasıl olsa bileti hep kendisinden alır diye, dükkân camekânına kargacık burgacık el yazısıyla asılı yazıyı da indirince iş hepten tatlıya bağlanmış oldu. İkinci gün Menekşe bu işte, kendine olan güven ve deneyimi artmış olarak görüyordu. Kendinden ayrı oturan iki oğlunun, kız ve erkek kardeşlerinin akşam eve yaptığı baskında yaşanan tartışmaları bir yana atarak işe gitti. Kimse onun sıkıntılarını görmemiş ama bilet satışından tez haberdar olmuşlardı. Kocasından kalan dul maaşı neyine yetmiyordu ki? Doğru! Hastalığından dolayı çalışamayıp ölen kocasından azıcık bir aylık alıyordu. Ama çalışmasına karşı çıkan oğulları dâhil, çocuklarının hepsi babaları öldüğünde küçüktü. Teker teker onları büyütüp oncacık parayla, borçlanıp evlendirdi. Şimdi sıra en küçüğünün düğün sonrası borçlarını ödemedeydi. Üstelik oğlan iki yıldır işsizdi. Gündelik iş olursa yapıyor, çoğu kez parasını bile alamıyordu. Gelin bebeğe bakınca evin geçim yükü, çocuklarına anaç tavuk gibi sarılmış Menekşe’nin üstüne binmişti. Kendisi öyle görüyor,”ben anasız babasız çok sıkıntı çektim, oğlum çekmesin” diyordu. Birlikte yaşadığı oğlunun kendisinin bilet satması yönündeki huzursuzluğuna karşılık “dışarıda olmak, yürümek sağlığıma iyi gelirmiş doktor böyle söyledi” diyerek oğlunu ikna etmişti. Birinci gün ile ikinci günün başlangıcı arasındaki fark aşağı yukarı böyleydi. Düne nazaran rahattı, kendisini süzen bakışlardan pek bir rahatsızlık duymuyor, “bir yerim mi açık” gibisinden bakışlarını konuşturuyordu. Durağın çevresinde ileri geri gidip gelirken arada “bileeet” diye ünlüyordu. Kendisi bile, “bilet bilet, bilet var bileet” diye seslenişine şaşırmıştı. İşin akışı içinde farkında olmadan sözler ahenklice yerli yerine oturmuştu. Günler içinde bir gün, durağın arkasında geniş bir alan içine kurulu beyaz eşya dükkânında çalışan bir genç Menekşe’yi dükkâna çağırdı. Dükkân sahibi aynı zamanda gencin babası oluyordu. İETT’den bayilik almışlar, Menekşe’ye bilet satmamasını söylüyorlardı. Menekşe, diğer

45


gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

46

bir dükkânda olduğu gibi “benimki bana, seninki sana” demedi. Koca dükkân sahibinin gözü üç-beş liralık bilet parasındaydı. “Bak sizin kocaman mağazanız var. Allah hayrını gördürsün, daha çok olsun derim. Ben bir parça ekmek için buradayım. Gözüm parada pulda değil! Satmak zorundayım” deyip karşılık beklemeden işinin başına döndü. Saat ondan sonra durakta yoğunluk azalıyor, otobüsler de daha seyrek geçmeye başlıyordu. Böyle anlarda durak yolcuları biletçi kadınla daha yakından ilgilenme fırsatı buluyorlardı. Yaşlıca esmer bir adam Menekşe’ye alaycı bakışlarla yaklaşıp, karşısında ağır duyan biri varmış gibi yüksek sesle: —Kaç evin var kaaç? Menekşe’ye göre adam tam bir züppeydi. Başından savuşsun diye ses etmedi. Adam yanıt alamadığı halde kendinden emin söze devam ediyordu: —Tabi işine gelmez! Gör kaç dairen var, buralarda sürüneceğine otur paranı yesene! Bazen durağa yolcu olmayanlar da takılıyor, Menekşe’yle konuşmak, onun durumuna ilişkin meraklarını gidermek için yaklaşıyorlardı. Acıma duygusuyla Menekşe’ye yaklaşan kadınlar, ya da yolcu olsun olmasın vakit geçirmek için kaldırımları adımlayan orta yaşlı veya yaşlı erkekler de oluyordu. Bunlardan biri: —Allah bilir ki, şimdi senin kocan evde yan gelmiş kebap yapıyordur? —Yok, amca yok! O da çalışıyor ama ancak yetiriyoruz. —Sen onu külahıma anlat. Çalışan adam karısına durakta bilet sattırmaz. Bu ve bunun gibi meraklılar yanında bilet alır gibi yapıp ahlaksızca teklifte bulunanlar da hani az değildi. —Şimdi sen bilet yanında başka şeyler de satarsın he? —Bilet... Otobüse bileeet!… —Satanın malını yerler anam. Verirsen ben de yerim… —Bilet var, bilet! Adam sinsi, küçümseyici, saldırgan bir bakış ve yüz ifadesine de sahip. İçinin küstahlığı dışarı vurmuş gibi. Bu laf üzerine sersemlemiş olan Menekşe “bileeet” diye diye duraktan biraz ileri savuşup, ayakta sendelememek için elektrikçi dükkânının duvarı önüne çömelmişti. Bu ve buna benzer sataşmalar çok oluyordu. Yine adamın biri yanına yaklaşıp bilet almış, sonra da bir iki metre öte geçip baştan aşağı Menekşe’yi süzerek “maşallah bacı yollusun yollu!” diyerek sırıtmıştı. Böyle hallerde başına bir ağrı çörekleniyor ve kendini eve nasıl attığını bilemiyordu. Annesinde bir tuhaflık sezerek “hasta mısın?” diye soran gelinine de bir şey anlatmadan açsusuz yatağa giriyordu. Yeni bir güne kadar toparlanmak bir hayli zor olduğu gibi, yeni günde bilete çıkıp çıkmamakta kararsız kaldığı da oluyordu. Gitmese yine bakkala yazdırılacak, yine borç üst üste yığılacaktı. Toparlanıp gittiğinde bir önceki sıkıntıları, öfkeleri geride kalıyor, onunu yerine peş peşe giden biletlerin neşesi dolduruyordu. Bir öğlen vakti, polis minibüsünün biri gelip tam da durağın dibinde durdu. Menekşe, “duracak başka yer bulamadın mı” der gibisinden otonun içindekilere baktı. İçindeki polisler de dikkatle kendisine bakıyordu. Derken polisler arabadan indi. Menekşe’nin etrafında kümelenip arabaya binmesini söylediler. Menekşe şoke olmuş bir halde bir şey sormadan, direnmeden arabaya yanaştı. Arkadan koluna girerek ona yardım ettiler. Menekşe öğlene doğru yaptıkları kahvaltıya gelmeyince gelini meraklanmıştı. Çıkıp durağa bakıp, akrabalardan birine gitmiştir düşüncesiyle geri dönmüştü. Ancak saat dörde doğru Menekşe eve gelmişti. Düşünemiyor, adeta kafasını taşıyamıyordu. Gelininin sorularını yalan yanlış geçiştirdi. “Hakkında ihbar var” diyerek onu karakola götürmüş, orada da üstünde uyuşturucu araması yaptırıp, bunun için sorular sormuşlardı. Bu kadar da olmazdı! Menekşe önce kızmış bağırmış sonra sakinleşerek gerekli yanıtları verebilmişti. Saatler sonra “gidebilirsin” demişler ama çamur at izi kalsın misali “gözümüz üstünde” demeyi de ihmal etmemişlerdi. Demek bileti satan kadın olunca, işin rengi daldan dala değişiyordu. Yorganın altında gözü uyku tutmayan Menekşe bunu düşünüyordu. Bunca badireyi atlattıktan sonra geriye artık suçlanacak bir şey kalmadı, hem olsa da ne yazar! Uyuşturucu, fuhuş… Gülmeye bile başlamıştı. Yatağın içinde oturup olanları yeniden gözünde canlandırdı. Sataşmaları, suçlamaları, tacizleri teker teker nasıl da aşıyordu. Kendini olabildiğince güçlü hissetmeye başladı. Başının ağrısı da geçmişti. Oğlu ve gelini ile birlikte akşam yemeği yedi. Bir şey olmamışçasına akşamını normal seyrinde geçirdi. Yatarken saati yine sabahın beş buçuğuna kurdu. Yolu yok bunca şeyden sonra bilet satmaya devam edecekti. Soğuk havalar da ha geldi, gelecek! Belki öyle günlerde satışa çıkamayacaktı. Hiç değilse başladığı işi yarım bırakmamış olurdu.


ŞİİR Mahir Ergun

mahirergun@gundogusu.net

TROYA MEŞESİ

Skamandros ovasına vardığımızda üç yoldaştık. Yüreğimizdeki yük, ağırdı sırtımızdakinden. Suya değildi dinmeyen susuzluğumuz. Troya duvarlarının önünde, ulu bir meşe işmar etti bize. Yüksek yarlardan dökülen sular gibi yere dökülüyordu dalları. Efsunlu gölgesine vardık. Oturduk ve dinledik. Meşenin anlatacakları vardı. Dört bin yıl önceden esiyordu rüzgâr Fısıldıyordu yapraklar Maiandros’un kıvrılıp giden sessizliğinde Körpe filizler arayan oğlakların Lakayt çıngıraklarının uğultusunu

Meşenin dalları kıpırdadı ağır ağır Köklerine uzandı yavaşça Ve gösterdi Barsaklarında Bir Argive kargısıyla Onun koruyucu gölgesine sığınan İda’lı çobanın kanını “Tutuyordu bir eliyle karnını” Diye başladı anlatmaya meşe “Yaklaştı dayandı gövdeme Dokundu dallarıma Titreyen parmaklarıyla Parmakları Av olmuş bir serçe gibi Ürkekti Ve belindeki syrinxin kamışları kadar İnce ve siyahtılar Tanımazdı Paris’i Yoktu Agamemnon’la alıp veremediği Bir kez surun üzerinde görmüştü Güzeller güzeli Helene’yi Ne eli eline değdi Ne de doldu ciğerleri Sarı saçlarındaki Defne yağı kokusuyla

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Dört bin yıl önceden esiyordu rüzgâr Taşıyarak zamanın kan ve kül kokusunu

47


Fakat işte ölüm zorlamada Parçalanmış barsaklarını Baktı çoban Etekliğini ıslatıyordu kanı İnce parmaklarının arasından Kara tekesi düştü aklına İki gün önce Zeus aşkına Şaraba bulanıp yağlı butları Kor ateşte ağır ağır kızartılan Gece yarısı İda doruklarında Nasıl kutup yıldızı gibi Parlardıysa gözleri Öyle parlıyordu ateş başında Gırtlağını koparan Troya hançeri

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Geç oldu lâkin düşünmek için bunları Ölüm Poyraza kapılmış iki kuru yaprak gibi Buruşturuyor gözbebeklerini

48

Keçileri görmeli Keçileri Geceyarısından sabaha İda’nın dumanlı mavi yüceltilerinden Körfeze giyotin bıçağı gibi düşen Bilge uçurumlarında Hiçbir kanunu takmadan Hürmet etmeden hiçbir krala İsyanın masumiyetiyle dolaşan Ve ayışığı altında boynuzları Artemis’in gümüş yayını anımsatan Keçileri… ... Duymadı bir daha Koyaklarda çıngırak seslerini” Boğazdan esen poyraz, Skamandros boyunca ekinlerin üzerinden, bilmem hangi çağda soyu kurumuş bir ejderhanın burun deliklerinden fışkıran yalımlar gibi geçerek meşenin yapraklarına değdi. Sakince soludu rüzgârı meşe. Kıyı boylarında tekmil akha gemilerini görür gibiydi. “O savaşta yenen kimdi Kalmamış hatırımda Çok savaş gördüm bu topraklarda Hepsinin vardı bir kazananı kaybedeni Ama bildiğim şu ki Hiç birinin galibi Yarı aç bir keçi çobanı Değildi…” 2009 Temmuz Sonu


ŞİİR Ergin Doğru

AH PİRO

perçeminden aklar düşerken dara divane olup yanarken dersim aşkından xızır silueti vuruyor munzur’un koynuna yol erkan ikrar gölgelerde munzuri bir sevda yaralar kanayınca gözelerden terk edilmez sevdanın ışığı yanınca Kerbela’da hüseyin olup turnalardan selam almaktır

düştü ağdat’tan yola halkın dervişi talibin mürşidi yüreğin kafesinden bir avuç tomurcuk saçılırken kutsalıma ak sevdaların karanlık pusularına bitmek bilmeyen hırsların sönmeyen kinlerin sevgi ateşiydi gün döndüğünde zel dağı’nda gölgeler ulu bir kureyşti ikrara yalan karıştırıp kutsalda haram tadanlar ardına düştüğünde bilgenin kim bilirdi mürşid düşecek ihanet çemberine ah piro piro sey rızayo kirle bezenmişti tarihin tezahürü her dönüşte ağlayan bulutlar sızlayan gözyaşları gibi yanındaydı eğilmeden diz çökmeden yürürken ışığa el açıp lanet okurken ihanete omzunda halkın varlığı

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

ne yaş dertti ne yoksulluk hüseyni bir aşktı düzgün baba’da suretinde talibin acısı ellerinin nasırında derdi dünyanın

49


söz onurdur bilmeyen çiğner onu düşkünlüğün koynunda salınır cehalet kurulur sehpalar gün doğumuna karşı

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

düşkünce çatılır kaşlar o kaşlara asılır mürşidin bedeni ihanetin mührü vurulur reyberlerin yüzüne nur yüzünde dersimi aşk yürürken korkakların zavallı sehpasına dermansız dizlerinin kudreti ile vurur gölgelenmiş ikrara

50

ağdat’ta doğan güneş yarasaları kör edip titretirken zulmü yenilmedi hiç yezitlerin karşısında hallac-ı mansur’u bildi ebu müslim oldu bir sabah en insani tonda haykırdı munzur’un bitmeyen sesini devran dönmüş kahpelik galebe çalmış yiğidin düştüğü yere münkür, efe olmuş kan ile serilmiş gölgelere vurulmuş satılmışlığın yaftası adı fındık ağa, bıra ibrahim olmuş şahan ağa olmuş gezmiş diyarında alişer olmuş zarife olmuş dağlara yazılmış yeni gün için çekinmeden baktı yaşamın boşluğuna gördü can taliplerini, yarenlerini, yoldaşlarını sakalından sızan yüreğinin damlasıydı resik hüseyin’in son havarilerini bırakan isa misali büyüdü ve yürüdü vedasında söyledi “ayıptır, günahtır, zulümdür” gücensek de feleğe silemesek de yazgımızı diyar diyar gezsek de utancın silikliği ile biliriz ‘evlad-ı kerbeleyıh’ zarife’nin gözlerinde alişer’in bitimsiz serüveninde mürşidin koynunda dolaşan güvercinleriz artık ah piro piro sey rızayo


ŞİİR Hakan Koçak

AŞK SAATİ

Eğer aşk zamansız olmasaydı Hayat bu kadar uzamazdı Her yağmur damlası bir sevda taşı içerinde Bütün amacı toprağın bedenine kavuşmak Düşen her damlası aşkı zaman ile yoğurur Saatin dişlilerine yağmurun suları akarken Akrep ile yelkovan bir aşk için sözleşiyorlar Zamanı geldiğinde kavuşacaklar En uygun saat on ikide Mil haberdar bu niyetten Aklı ise tilkilikte Çabucak dönüp dursa da Aslında biliyor ne olup bitmekte

Aman yarabbi bu aşk nasıl bir şey ki Kan damarda durmuyor Fitne fesada çıkacak adım Bunlar ne zaman bıkacak birbirinden Belli ki mil ayrılık tohumları ekmek istiyor Şeytanın rolüne soyunmuş Yüzü kırmızıya çalar hasedinden Saat altıda yani baş aşağı durduğunda bile Akrep hiçbir şeyi umursamıyor İşte budur aşk en zor zamanlarda bile hayata dair bir umutla yaşarlar Dakikalar ve saatler birbirini kovalar Gece uyku girmemiş gözlerine Zaman geldiğinde yani on ikide Öğle vakti meydanın orta yerinde Akrep elinde gülleriyle beklemekte Yelkovan bütün güzelliğiyle Kadranı ağır adımlarla yürüyor bütün cesaretiyle Mil koşarak dolanmakta her bir yeri Akrep yelkovanın güzelliğini görünce Çivilenir yerinde ve uzatır ellerini ellerine Gözler zaman işaretlerinin parlaklığına aldırmadan bakışıyorlar

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Her altmış dakikada bir El ele tutuşup bakışmalardan Milin iç sesini duyar gibiyim Kendi içinde haykırarak

51


Aşk zamanlarında kulelerin çanları uzun çalar Ve o an artık aşka şahittir bütün zamanlar Şef haydi çocuklar diyor Düşlerinizin ezgisini En iyi melodinizi çalın Avuçlar bir dansın alkışını tutacakken Mil çıkıyor sahneye çığlıklarla “Ey ahali işte bunlar size anlattığım ahlaksızlar” O an susuyor bütün çanlar Yelkovan şaşkın gözleri yaşarıyor Al beni götür buradan diyor

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Akrebin kalbine kazıklar çakılmış gibi Yelkovanın ardından laf edilsin istemez Yüzüne kara çalınsın istemez Lütfen git yalvarırım sana leke sürülsün istemiyorum Ama yeminle söylüyorum Bir gün burada tam durduğumuz yerde Milin çarkını kıracağım Belki zaman duracak ama Ebedi yolculukta senin kollarında olacağım

52


ŞİİR Erkin Canpolat

erkincanpolat@gundogusu.net

YA DA UNUT...

Unutma, Tutunacağın en son şey olsun Sözcükler; Bir hayalin ortasında durur da Her biri, Söylendiği günden İntikam alır. Unutma, Unutacağın son şey olur Sözcükler; Bir anlamın tam ortasında Durur da, Meydan okur Sustuklarına.

Unutma, Yürüyeceğin son yol olsun Sözcükler; Çünkü gide gide Varacağın yer, Uzak değil kendinden. Unutma, Değerlidir sözcükler; Terliyken Annenin sırtına koyduğu Tülbent sıcaklığında Sarar seni, Sonra düşer dilinden.

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Unutma, Tükeneceğin son duraktır Sözcükler; Bir hayatın gergefinde Durur da, Seni çözer İplikten.

53


ŞİİR Evrim Kaya

Birer bir sönmeli Ben Sen Kahramanlar Birer birer Kahramanlar

SESSİZ ÇIĞLIK YA DA KAHRAMAN YOKTUR!

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Bu ruhu yakmalı Kış bacaları gibi tütmeli ömrüm Bu ruhu yakmalı Ve dışında olan ne varsa asılı kalanın İpe çekilmeli ateşin aydınlığında

54

Garip olan bir şey yok Bu büyük bir yanılgı Hapis olan bir şey yok Bu sessiz bir başkaldırı Habis olan tek bir şey var Sen’e doğru SANRI SANRI SANRI Ve Tanrı! Görmeli ipe çekilenleri Kış bacaları gibi tüterken Bir ömür görmeli Sessiz başkaldırının tek kanıtı tanrı! Cellatsız idamların tek tanığı tanrı! Bu sanrının sonsuz ve sonuçsuz yaratıcısı Görmeli kendi ipe çekilişini ve aşkın sonsuz yol alışında 26 Ekim 2012, İstanbul


ŞİİR Hilal Sayıt

İLK ŞİİR

GELECEK

Gözleri bir okyanus ırmağına dalmış Çocuğun Yeryüzü kadar güzel bakışlarından Bir kuş kanatlandı -Umutlarından demir alıp 30.12.2006

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

Bir damla düştü denize Toydum o zamanlar Çocuktum belki de Denizin taşmasını kendime yordum Ha, bir de Görmüyordu gözlerim Milyonlarca yağmur damlasını -Bir kara sevdaydı çünkü şiir 16.08.2006

55


ŞİİR Egemen Torlaklı

egementorlakli@gundogusu.net

gündoğusu • Sayı 6 Şubat-Mart

BULUT EKSPRES

56

Islık çalarak geliyor rüzgâr, gökyüzünün en derinlerinden. Bu yaramaz çocuktan kaçarcasına havalanıyor güvercinler damlardan, kuytulara… Bir kedi uyanıyor uykusundan irkilerek, geriniyor kıskıvrak. Ağaçlar selam ediyorlar rüzgâra, başlarını hafifçe öne eğiyorlar sessizce fısıldaşırlarken. Güneş, usul usul kaçıyor yaklaşan kara bulutlardan; ufkun eteklerine saklanıyor. Bir çift dalgın göz kara bir trene dönüştürüyor kara bulutları. Rüzgârın kuyruğuna takılmış geliyor tren, martı çığlığından düdüğünü öttürerek. Yarım kalmış sevdalarla yüklenmiş vagonlar, unutulmuş hayallerle. Gökyüzünde ağır ağır süzülürken tren, geçmişin ulaşılmaz çekiciliğine bürünüyor etraf, küllenmiş ne varsa kora dönüşüyor yüreklerde. Bir istasyona varıyor tren, kendisini bekleyenin olmadığı. Yağmur damlalarına yüklüyor yükünü, denizin en karanlığına ulaştırmak için. O vakit kopuyor kıyamet; bir çocuk koşturuyor yitik hayallerinin peşinden; genç bir adam sevdasını arıyor gökyüzünde; bir ana dağlara soruyor oğlunu. Gözyaşları eşlik ediyor yağmur damlalarına, hıçkırıkları bastırıyor gök gürültüsü, şimşekler aydınlatamıyor karanlığı. Dinecek yağmur… Durulacak deniz… Dağılacak hüzün… Güzelim toprak kokusu kalacak yağmurdan geriye. Bir de küçükten beyaz bir bulut kalacak masmavide. Kocaman mutluluklarını, yarım kalmayacak sevdalarını yüklenecek hafiflemiş yüreklerin. Yüklenecek ki başka diyarlara götürebilsin.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.