Halk için Mühendislik Mimarlık 5. Sayı

Page 1

Yıl: 3 Sayı: 5 Fiyatı: 7.5 TL (KDV Dahil) Haziran-Temmuz-Ağustos 2016

HALK İÇİN MÜHENDİSLİK MİMARLIK

YERİNDE VE YERLİSİYLE İNŞAYA DOĞRU

MİMAR MECLİSİ’NDE BİRLEŞELİM!



merhaba,

içindekiler

Uzun bir aradan sonra yeni sayımızla karşınızdayız. Öyle bir uzun ara ki bu; önceki sayıdan bu yana geçen süre 1 yıla yakın iken, sanki bu 1 yıl, 1 asırmış gibi geçti. Ne acılar, ne kıyımlar yaşanmadı ki bu süreçte... AKP, halka açtığı savaşı daha da büyüttü; Türkiye tarihinin en kanlı, en kalleş katliamlarını Türkiye halklarına yaşattı. 20 Temmuz’da Suruç’ta 33, 10 Ekim’de Ankara’da 107 insanımızı katleden canavarın adı IŞİD’di; bu canavarı yaratan emperyalizm ve besleyip büyüten ise AKP idi. Ve bu ülkenin eski başbakanı, IŞİD için “öfkeli çocuklar”, “canlı bombaları eylem yapmadan tutuklayamayız” derken; 24 Temmuz gecesi Günay Özarslan Bağcılar’da, 18 Ekim gecesi Dilek Doğan Armutlu’da evinde polis kurşunuyla katlediliyor, ardından da basına “canlı bombaydı” diye yalan haberler servis ediliyordu. Ve yine Armutlu’da, 20 Şubat gecesi Yılmaz Öztürk, evine giderken polis kurşunuyla katlediliyordu. AKP’nin katliamları bununla sınırlı değildi. “Kadın da olsa, çocuk da olsa gereği yapılacaktır” diyenler; Kürdistan’da taş üstüne taş bırakmadı. Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, Silopi’de ve birçok bölgede yüzlerce Kürt’ü katletti. Sokağa çıkma yasağı ilan etti, kafasını dışarı çıkaranı katletti. Bodrumlarda, sokak ortasında, kucağında bebekle... Ve düşünen insana düşman olanlar; bu halkın aydınlarından birini, Avukat Tahir Elçi’yi katlettiklerinde; tarih 28 Kasım’ı gösteriyordu. Emperyalizmin işbirlikçisi AKP; bu vatanı halklara cehenneme çevirirken; emperyalizm de dünyayı cehenneme çeviriyordu. 60 milyon insanı kendi ülkesinde göç ettiren, gurbet elleri umut kapısı olarak görmesine neden olan emperyalizm, Bodrum sahilinde cesedi bulunan 3 yaşındaki Aylan bebek için “insanlık kıyıya vurdu” diyordu; fakat kıyıya vuran insanlık değil, emperyalizmdi. Dilek Doğan’ın katili, ismi cismi belli olmasına rağmen tutuklanmazken; MİT TIR’larındaki silahların Suriye’deki cihatçı çetelere gittiğini yazan gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül 3 ay tutsaklık yaşıyor, sonrasında da toplam 10 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılıyordu. Barış için akademisyenler bildirisine imza attıkları için 4 akademisyen de Kürdistan’daki katliamlara karşı barış istedikleri için tutuklanıyorlar; devlet terörünün bir parçası olarak yargı terörü de halkı hizaya getirmek için kullanılıyordu. Bu tutuklama teröründen Halkın Mühendis Mimarları da nasibini alıyordu. Ankara’da Hüseyingazi Mahallesi’nde gözaltına alınan arkadaşlarımız Mayıs Kurt, Demet Büyüktanır ve Çiğdem Şenyiğit hakkında Ağustos ayında tutuklama kararı çıkarıldı. Tutuklama kararı, 27 Ekim’de kaldırıldı. 2 yıldır çalıştığı İlbank A.Ş.’deki işine bu süreçte son verilen Mayıs Kurt, işine geri dönmek için kampanya başlattı. Halk bahçeleri çoğalıyor... Gazi Mahallesi’nde Ali Haydar Çakmak Halk Bahçesi’nin kurulması için ilk adımları attık. İzmir Çiğli’de kurulan halk bahçesi de gün geçtikçe daha da büyüyor. “Halk için mimarlık” anlayışının en güzel örnekleri, Küçükarmutlu Mimari Fikir Proje Yarışması’nda sergilendi. 3 Temmuz’da başlayan sonuçlandı. Yarışma süreci boyunca Mimar Meclisi, Armutlu’da “yerinde ve yerlisiyle iyileştirme” çalışmalarını yarışma sonucunda çıkan fikirler, şimdi çalıştaylarda, kolektif inşa atölyelerinde somutlanıyor. Ve Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini’ni Küçükarmutlu’da bir eve diktik. Rüzgar türbinimizi neden geliştirdiğimizi şimdilik ne kadar elektrik ürettiğini ve ismini Armutlu’da yaptığımız basın toplantısıyla halkımıza duyurduk. Bizi yüksek elektrik faturalarıyla soyanlara karşı güçlü bir alternatif ortaya koyduğumuzu, düzenin mühendislik alanında bizleri hapsettiği sınırları teker teker yıkıp geçtiğimizi düşünüyoruz. Rüzgar türbinimizi nasıl geliştirdiğimizi, teknik detaylarını, görsellerini anlattığımız bir özel sayı çıkaracağız. Türbimiz ile ilgili her şeyi, Halk için Mühendislik Mimarlık dergisinin rüzgar türbini özel sayısında bulabilirsiniz... Bir sonraki sayıda görüşmek üzere...

4

yeni sömürge ülkemizde

mühendislik mimarlık

8

akp, botaş'ı kendi özel şirketi gibi

kullanıyor

13

yine fakirden alıp zengine verme

vergisi geliyor

15 17

akp'nin nükleer yalanları

ağacı keser

19

tayyip'e aşık, halka düşman

olanların mühendisi olmayalım

21

maden, madencilik ve maden

mühendisliği üzerine

26 27

mimar meclisi kimdir?

düşündürdükleri - mimar meclisi

30

yıktığınızı zannettiğiniz duvarlar

hala ayakta - mimar meclisi

kapitalizm gölgesini satamadığı

gülsüyü cemevi yarışmasının

32 binlerce odalı saraylarınız, bu

düzenin çöküşünün simgesidir

34 mimarlar odası değil, ağaoğlu ve

şirketler grubu teröristtir

36

akp toki'yi yarattı, toki de akp'ye

kulluk ediyor

42 kürdistan'da yıkım ve

kentsel dönüşüm

44 moskova metrosu 48 baldırıçıplakların komünist mimarı:

oscar niemeyer

52 akp'nin saldırılarına karşı

akademisyenlerin yanındayız

54 b.k yemenin profesörcesi 55 emperyalizmin aydını olmak 57 mühendis mimar şehitlerimiz:

hasan balıkçı head start: açlık ve ikiyüzlülük

HALK için MÜHENDİSLİK MİMARLIK

58 60

kandırmanın yeni adı: 4.5g

Üç Aylık, Mesleki, Fenni, Güncel, Yorum, Yerel, Süreli Yayın

62

küba: insan hayatının her şeyden

önce geldiği yer

66

yalınayaklı mühendisler ve halkın

Sahibi: Barış Yüksel Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Cem Dursun Adres: Fatih Sultan Mehmet Mah. Beyaz Sokak No. 20 Sarıyer / İSTANBUL Tel: 0 534 269 73 33 Baskı: Yediz Ofset - Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 3. Blok 1 Ne 1-2 Topkapı / İSTANBUL / 0 212 577 54 92

bilim ve teknolojiyle halkı

mühendisleri

70

gazi mahallesi'nde halk bahçesi

kuruyoruz - halk bahçesi komitesi

/halkinmuhendismimarlari

74 bu da benim hikayem - mayıs kurt 77 halkın mühendis mimarları, gezici

/halkinmuhendis

halkinmuhendismimarlari@gmail.com

sergi ve seminerler düzenliyor

78 haberler

3


YENİ SÖMÜRGE ÜLKEMİZDE MÜHENDİSLİK MİMARLIK Yeni sömürgecilik, tek cümlede özetlenecek olursa; “Emperyalizmin fiili (bizzat askeri) işgalinin-sömürüsünün bir benzerinin gizli olarak gerçekleştirilmesidir.” 2. Paylaşım Savaşı sonrasında devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, dünyanın üçte birini etkisi altına almış ve emperyalizmin sömürü alanı oldukça daralmıştır. Bunun sonucunda emperyalizm yeni yöntemini, yeni sömürgeciliği devreye sokmuştur. Sosyalizmin ve tam bağımsızlığın olmadığı ülkelerde önce iktidarlar ele geçirilmiştir. Ardından yardım kredileri ile ülkeler borçlandırılarak ekonomik olarak bağımlı hale getirilmişlerdir. Ekonomik bağımsızlığını kaybeden ülkeler emperyalizmin yönlendirdiği biçimde sanayilerini-üretimlerini şekillendirmişlerdir (Fabrikaların kapatıl-

4

ması, özelleştirilmesi, emperyalistlerden ithalata dayalı montaj sanayinin dayatılması). Emperyalistler kendi işlerine yaramayan veya kendi pazarlarını yeterince doyurmuş teknolojilerini yeni-sömürge ülkelere kalkınma planı, yatırım vb. adı altında aktarır. Bu şekilde ülkenin gelişmesine, kalkınmasına fayda sağlıyormuş gibi gösterilir. Ancak gerçek, sanayiyi de bağımlı hale getirip, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için bir işgal politikasından başka bir şey değildir. Emperyalizmin işine yaramayan veya kendi pazarlarını doyurduğu teknolojiyi yeni sömürge ülkelere aktarmasına en güzel örnek, televizyonun hayatımıza girişidir. Televizyon 1923 yılında İngiliz John Logie Baird tarafından icat edilmiş ve yine Baird tarafından ilk görüntü 1926 yılında yayın-

lanmıştır. 1930’lu yılların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve geniş kitlelere hitap etmeye başlamıştır. Örneğin; 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları Almanya’daki evlerden canlı olarak izlenmiştir. Türkiye’ye gelecek olursak ilk televizyon yayını 9 Temmuz 1952 günü İTÜ tarafından başlatılmıştır. Ancak Türkiye’de geniş kitlelere hitap edebilen yayınlara ise 31 Ocak 1968 günü TRT tarafından başlanmıştır. Emperyalist ülkeler yaklaşık 32 yıl sonra bu teknolojiyi yeni sömürge ülkelerine pazarlamıştır. Renkli televizyon ise emperyalist ülkelerde 1950’li yıllarda satışa sunulmuş ve 1960’larda siyahbeyaz televizyonların yerini alarak geniş kitlelere hitap etmeye başlamıştır. Türkiye’de ise renkli televizyonlara geçiş 1980’lerde kısmen sağlanabilmiştir. Sonuç


olarak emperyalistler yeni sömürgelerine siyah-beyaz televizyonları satarken, kendileri çoktan renkli televizyonları üretmiş ve kullanmaya başlamışlardır. Buna rağmen yeni sömürge ülkelere önce siyahbeyaz televizyonları sokmuşlar, kendi işlerine yaramayan teknolojiyi yeni sömürgelerine aktararak stoklarındaki siyah-beyaz televizyonları bitirmişler ve bu ülkelerdeki pazarları doyuma ulaşınca renkli televizyonları pazara sokmuşlardır. Dikkat edilirse yeni sömürge ülkelerde yeni bir şeyler üretmek ya yoktur, ya da yok denecek kadar azdır. İleri teknoloji ve teknolojik üretim araçları hep emperyalistlerin ellerindedir. Ancak emperyalizmin izin verdiği ölçüde bilimsel-teknik buluşlar yapılıyormuş gibi gösterilir. Yeni sömürge ülkelerin üretim araçlarının çoğu da emperyalistler tarafından getirilmiş ve onların çıkarları doğrusunda kurulmuştur. Yeni sömürge ülkelerin sanayileri baştan aşağı montaj tekniğine dayatılmıştır. Yurtdışından (emperyalistlerden) alınan parçalar birleştirilerek üretim yapılır.

Yeni Sömürgecilik Yolunda Türkiye

1. Paylaşım Savaşı sonrasında toprakları emperyalizmin işgali altında olan Osmanlı Devleti, Kurtuluş Savaşı sonrasında yıkılmış ve yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Türkiye Cumhuriyeti 2. Paylaşım savaşına kadar emperyalizme karşı kısmen mesafeli idi. Savaştan sonra Marshall Yardımları ve Truman Doktrini ile sözde kalkınma, özde emperyaliz-

min ülkemize “tahıl ambarı” olma görevini biçtiği süreçte, Türkiye İktisadi Kalkınma Planı vb. yasalar devreye sokuldu ve emperyalizme teslim olundu. Bu dönemde yaşanan gelişmeler; Ağır sanayi bir kenara itilerek, ekonomi hafif ve orta düzeyde montaj sanayisine bağlanmış, tüketim malları üretimi tarıma dayatılmıştır. 22 Enerji politikası öz kaynaklarımızı kullanım yönünde değil de yabancı kaynaklara yönlendirilmiştir. 22 Demiryolları ağırlıklı ulaşım, emperyalist sömürüyü arttıran karayolları politikasına çevrilmiştir. 22 Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (1950) kurulmuş ve yabancı sermayeyi teşvik yasaları çıkarılmıştır. 22 Petrol ve Maden Kanunu (1954) çıkarılmış ve yeraltı zenginliklerimiz emperyalistler tarafından talan edilmiştir. 22 Yabancı Sermayeyi Koordinasyon Derneği (1950), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (1950) kurulmuştur. 22 İlk fabrika kapatmaları ve özelleştirmeler hep bu dönemde gerçekleşmiştir. 22

Ülkemizde kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmeyip henüz embriyo halindeyken emperyalist müdahalenin etkisi altında kaldığı için çarpık gelişmiştir. Bu çarpıklık ve bağımlılık hayatın her alanında kendini göstermektedir. Serbest rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya geçen kapitalist sistemin bu genel bunalımı ülkemiz gibi yeni sömürge ülkelerde daha da katmerlenmiş bir şekilde yansımış-

tır. Emperyalist-kapitalist sistemin bunalımının faturasını büyük ölçüde ödeyen yeni sömürge ülkelerde, toplumsal yaşamın her alanında krizler vardır. Ekonomik, sosyal ve siyasal krizler birleşerek milli krizi, yani yönetememe krizini ortaya çıkarır. Bu ortamda faşist hükümetler, yeni faşist hükümetleri, koalisyonlar koalisyonları, darbeler darbeleri izlemiş ve 2000’lerdeki ekonomik bunalımın ardından faşist AKP iktidarı ile halk düşmanlığı doruk noktasına ulaşmıştır. Emperyalist sömürünün olduğu her yerde bağımsızlık mücadelesi, faşizmin olduğu her yerde de demokrasi mücadelesi olmuştur. Halkın mücadelesi gelişip başarıya ulaşıncaya kadar sömürü ve baskı düzeni ile mücadele hiç bitmeyecektir.

Türkiye’de ve Dünyada Mühendislik-Mimarlık

Mühendislik-mimarlık en genel anlamıyla üretimin değişik aşamalarını tasarlamak ve projelendirmektir. Üretici güçlerin gelişimiyle ve insanın doğa ile mücadelesinde etkili olma yolunda oluşmuştur. Gereksinimler üreticiliği doğurmuş, üreticilik ise bilimsel ve teknik araştırma-geliştirmeyi zorunlu kılmıştır. Bu gelişim, üretim çeşitliliğine bağlı olarak, birçok iş bölümünü ve disiplini de beraberinde getirmiştir. Bilim ve tekniğin, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde hızla gelişmesi de bunda belirleyici olmuştur. Bunun sonucu olarak da mühendislik-mimarlık disiplinleri oluşmuştur. Her ne pahasına olursa olsun hep daha fazla kar politikasına

5


bürünen kapitalizm, emperyalist aşamada bilimsel ve teknolojik gelişmeleri insanlığın kullanımına sunmaktan geri durmuştur. Artık kapitalizm teknolojik çalışmalarla bulunan ürünleri en fazla kar elde edebileceği şekilde en geniş pazarlara yayma çabasındadır. Bu ürünler daha yüksek bir teknoloji ile geliştirilip insanlığın yararına sunulabilecek olsa bile böyle bir şey yapılmamaktadır. Geliştirilen bilimsel teknikler, tekellerin ve tröstlerin araştırma geliştirme laboratuvarlarından çıkıp insanlığın hizmetine sunulacağı yerde gizli kasalara girmektedir. Ne zaman ki pazar eski ürüne doyar ve maksimum kara ulaşılır, o zaman o alandaki sömürü de tamamlanır ve gizli kasalar açılarak ileri teknoloji piyasaya sürülür. Daha önceden bahsettiğimiz televizyonların geliştirilip piyasaya sürülmesi örneği buna en güzel örnektir. Görüldüğü gibi bilimsel ve teknolojik gelişmeler, mühendismimarlık etkinlikleri, üretim tarzlarından bağımsız değerlendirilemez. Sömürüye dayalı üretim tarzları insan-doğa ilişki ve çelişkilerinin yanına, kendi ürettiklerinin esiri olmasını, yabancılaşmasını, insan-insan çatışmasını doğurmuştur. Mühendislik-mimarlık faaliyetleri de bu çatışmalara bağlı olarak yabancılaşmanın dışına çıkamamaktadır. Nükleer enerji üzerine çalışma yapan mühendislerin, ürettikleri nükleer silahların tehdidi altında olmaları yabancılaşmaya verilecek en çarpıcı örneklerden birisidir. Önemli olan sadece teknolojik gelişmeleri başarabilmek değildir.

6

Geliştirilen teknoloji insanlığın yararına kullanılmalı, insanlığın hizmetine sunulmalıdır. Önemli olan, insanın doğa karşısında daha elverişli koşullarda yaşamasını sağlayacak, insani yeteneklerini daha fazla geliştirebileceği bir ortam oluşturarak, kısaca insanın kendisini en sağlıklı bir şekilde yeniden üretebileceği bir dünyanın tasarımını, projelendirilmesini, mühendisliğini-mimarlığını yapmaktır. Bizim gibi ekonomisinden politikasına, kültüründen askeri alanına kadar yaşamın her alanında emperyalizme bağlılığın söz konusu olduğu yeni sömürge ülkelerde değil ki yeni teknoloji üretmek ve bu doğrultuda araştırma geliştirme yapmak, var olan teknolojik seviye bile ülkemiz gerçeklerine çok uzak düşmektedir. Büyük ölçüde tüketim mallarına yönelik hafif ve orta sanayiye dayalı teknoloji, teknik eleman, patent, know-how ve nakit sermaye ile emperyaliz-

Kapitalizm teknolojik çalışmalarla bulunan ürünleri en fazla kar elde edebileceği şekilde en geniş pazarlara yayma çabasındadır. Geliştirilen bilimsel teknikler, insanlığın hizmetine sunulacağı yerde gizli kasalara girmektedir. Ne zaman ki pazar eski ürüne doyar ve maksimum kara ulaşılır, o zaman o alandaki sömürü de tamamlanır ve ileri teknoloji piyasaya sürülür.

me bağımlı çarpık bir ekonomik yapının söz konusu olduğu ülkemizde genelde bilimsel ve teknik gelişmeye, özelde ise mühendislik-mimarlığa pek gerek duyulmamaktadır. Çünkü bu ekonomik yapı içerisinde ülkemiz teknik elemanlarına düşen görev, emperyalizm tarafından önümüze koyulan teknolojilerin ve projelerin Türkçe’ye tercüme edilerek uygulanmasına gözcülük etmektir. Sıfırdan yerli ürün yaptığını iddia eden tekeller bile yurt dışından getirilen ürünleri parçalayıp tersine mühendislik dediğimiz, özünde mühendislikle alakası olmayan değişiklikler yapıp kopyasını üreterek piyasaya sürmektedirler. Bu değişimler genelde bir işe yaramayan göz boyayıcı değişiklikler olmakla beraber kimi zaman da ürünün maliyeti ve dolayısıyla kalitesini düşürüp patronların daha fazla kar elde etmesini sağlamaktır. Bunun adına mühendislik diyemeyiz. Mühendislik-mimarlık halkın çıkarları doğrultusunda yapılmalıdır. Bu gibi uygulamalar ancak tekellerin karını artırması yönünde gelişmektedir. Bir buzdolabı üretim fabrikasında staj yapmış olan bir meslektaşımızın başından geçen olay ilginçtir. Meslektaşımıza fabrika gezdirilirken böbürlenerek nasıl sıfırdan ürün yaptıkları anlatılmaktadır. Isıl abiyes makineleri, poliüretan makineleri, sac kesim makineleri vb. her şey dışarıdan, emperyalist tekellerden alınmıştır. Yani üretim araçları emperyalizmin izin verdiği ölçüde kullanılmıştır. Makinelerin kurulumunda tamirinde hep yabancı mühendisler getirilmiş, çalışmış ve yerli


mühendisler sadece onların izin verdiği şeyleri yapabilmeyi öğrenmişlerdir. Buzdolaplarının geometrik yapılarının tasarımının kendileri tarafından tasarlandığı anlatılmıştır; ancak tasarımda kullanılan çizim programları bile kapitalist tekellerin ürünüdür. Meslektaşımızın başına gelen daha ilginç olan şey ise buzdolaplarının gazlarının basıldığı bölümde meydana gelmiştir. Buzdolapları birkaç çeşit olmasına rağmen göz kararı iki sınıfa ayrılmaktadır: büyük ve küçük. Daha önceden iki farklı miktarda belirlenmiş gazlar dolaplara basılmaktadır. Meslektaşımız gaz miktarının neye göre belirlendiğini sorduğunda ise 20 yıl önce Almanya’dan gelen mühendislerin hesapları yaptıkları ve onlara iki çeşit miktar verdiklerini söylemişlerdir. 20 yılda belki 100 çeşit dolap üretilmiş, ancak hep Alman mühendislerin hesapları kullanılmıştır. Yeniden bir hesap yapılıp dolaba uygun miktarda gaz belirlemeye veya değişen teknolojide daha uygun gazlar seçilmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü emperyalizm yeni sömürgesine öyle emretmiştir. O gazın miktarını hesaplayacak teknoloji emperyalistlerin elinde olduğu sürece bizim mühendislerimiz sadece onların dediklerini uygulayacak ve kendileri bir şeyler üretemeyeceklerdir. Ülkemizde bilim ve teknolojiye ayrılan bütçelere bir göz atacak olursak; 2015 yılı bütçesine göre, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na 666 milyon 206 bin TL, Diyanet İşleri Başkanlığı’na 5 milyar 743 milyon 383 bin TL,

Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ise 17 milyar 623 milyon 719 bin TL ayrılmıştır. Hindistan’ın Mars’a gönderdiği araç toplam 72 milyon dolara mal olabilirken; Tayyip Erdoğan’ın kaçak sarayının maliyeti, dönemin maliye bakanı Mehmet Şimşek’in açıklamasına göre 1 milyar 370 milyon TL’dir. Ve bu rakamın gerçeği ne kadar yansıttığı şüphelidir. Gerek mesleki yaşamımız, gerekse üniversite yaşamımız boyunca kazandırılan mesleki formasyon, bizlerin evrensel düzeyde mühendislik-mimarlık yapabilmemize izin vermemekte, yetmemektedir. Çünkü emperyalizme bağımlı yeni sömürge ülkelerde sistem gerçek anlamıyla mühendislik-mimarlığı değil, teknolojilerini-projelerini tercüme edecek, uygulayacak ustabaşı, formen, teknisyen, laborant gibi mühendislik altı teknik elemanlara ihtiyaç duymaktadır. Yakın bir zaman önce açılan teknoloji fakülteleri de işte tam bu amaca yöneliktir. Esasında teknik eğitim fakülteleri ve meslek liselerini ileri taşıyormuş gibi görünse de mühendislik fakültelerinin teorik derslerinin büyük oranda kırpılmış ve montaj sanayi temelli uygulama dersleri ile şişirilmiş, emperyalizmin yukarıda belirttiğimiz amacına yönelik mühendisliği dayatan fakültelerdir. Bu durum biz mühendis-mimarlar açısından oldukça tehlikelidir. Bugün ülkemizde var olan ve halen devam etmekte olan bütün büyük yatırımların mühendislikmimarlık işlevi emperyalist ve işbirlikçi tekeller tarafından gerçekleştirilmektedir. Bütün projeler

yabancı kökenlidir. Danışmanlık ve müşavirlik hizmetleri yabancı mühendis-mimarlar tarafından yapılmaktadır. Mühendislikmimarlık en geneliyle tasarlamak, projelendirmek, imalata hazırlamak ve yönlendirmek ise bu işlerin tamamı yabancı kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Ülkemiz mühendis-mimarları ise bütün bu işler sırasında uygulayıcı bir işlevle sınırlı kalmaktadır. Yatırımların ülke gerçeklerine ve kaynaklarının halk çıkarlarına uygun olup olmaması konusunda bizlere söz hakkı tanınmamaktadır. Bu durumu, anti-emperyalist mühendis-mimarlar olarak meslek onurumuzun ayaklar altına alınması olarak değerlendiriyoruz. Biz devrimci-yurtsever mühendis-mimarlar olarak yaşanan ve herkesin bilmesi gereken bu gerçekleri görmezden gelemeyiz. Yurtseverliğimiz, halkımıza karşı olan sorumluluğumuz ve mühendislik-mimarlık mesleki onurumuz gerçekleri açıkça ortaya koymamızı zorunlu kılmaktadır. Sonuç olarak, emperyalizme bağımlı yeni-sömürge bir ülke olduğumuz ve faşizm ile yönetildiğimiz gerçeği, halk için mühendislik-mimarlık yapabilmemizi engellemektedir. Ancak emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi mücadelesi ile mesleki bilgilerimizi bütünleştirdiğimiz ölçüde meslek onurumuzu koruyabilir, halk için mühendislik-mimarlık yapababiliriz. Kaynaklar: • “Devrimci Mücadelede Mühendis Mimarlar - Biz Kimiz”, 2012 • Demokrasi Mücadelesinde MimarMühendisler ve TMMOB, Yeni Çözüm Yayınları

7


ENERJİ

DOĞALGAZDA DA HALK SOYULUYOR, SÖMÜRÜLÜYOR AKP, BOTAŞ'ı kendi özel şirketi gibi kullanıyor... Birincil enerji ve fosil yakıtlar arasında dünyada yıllık ortalama %2 ile en fazla büyüme oranına sahip kaynak doğalgazdır. Dünyada görünür doğalgaz rezervi 2013 yılı sonu itibariyle 185,7 trilyon metreküptür. Bu rezervin 80,3 trilyon metreküpü (dünya toplamındaki payı %43,2) Ortadoğu’da, 56,6 trilyon metreküpü (%30,5) Avrupa ve Avrasya’da, 15,2 trilyon metreküpü (%8,2) Asya Pasifik’te, 14,2 trilyon metreküpü (%7,7) Afrika’da, 11,7 trilyon metreküpü (%6,3) Kuzey Amerika’da, 7,7 trilyon metreküpü (%4,1) Güney ve Orta Amerika’da bulunmaktadır. Ortadoğu bölgesi rezerv bakımından zengin olmasına rağmen üretim/rezerv oranı düşük bir bölgedir. Avrupa ve Avrasya bölgesi dünya üretiminin %30,6’sını karşılarken bu oran Ortadoğu bölgesi için %16,8 dir. Enerji ve Tabii Kaynaklar

8

Bakanlığı’na göre dünyada doğalgaz tüketimi ise (2013 yılına göre) bölgelere göre şöyledir. Avrupa ve Avrasya; 1,064,7 milyar metreküp (dünya toplamındaki payı %31,7), Kuzey Amerika; 923,5 milyar metreküp (%27,8), Asya Pasifik; 639,2 milyar metreküp (%19), Ortadoğu; 428,2 milyar metreküp (%12,8), Güney ve Orta Amerika; 168,6 milyar metreküp (%5), Afrika;

123,3 milyar metreküp (%3,7). Bu rakamlara dikkat edilecek olursa dünya doğalgaz rezervlerinin %71’i Türkiye’yi çevreleyen Hazar Havzası, Ortadoğu ile Rusya’da bulunmaktadır. Bu durumda Türkiye; gerek coğrafi, gerekse jeopolitik konumu itibariyle Ortadoğu ve Orta Asya’ nın doğalgaz üretimini dünya pazarlarına ulaştırılmasında hem bir köprü, hem de terminal olma özelliği taşımaktadır. Bu da bir Kamu İktisadi Tesebüsü (KİT) olan Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ) aracılığı ile yerine getirilmektedir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı kaynaklarına göre BOTAŞ; 1,83 milyar lira olan sermayesinin tamamı Hazine Müsteşarlığı adına kayıtlı olan ve 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye tabi bir KİT’tir. Genel Müdürlüğü Ankara


ENERJİ

Bilkent’te bulunan BOTAŞ, yıllık yaklaşık 10 milyar lira cirosu ile Türkiye’nin en büyük kuruluşları arasında yer almaktadır. 2008 Fortune 500 listesinde net satış rakamlarına göre 2. sırada yer almıştır. 1974 yılında TPAO’ya bağlı iştirak olarak kurulan BOTAŞ, 1995 yılında İktisadi Devlet Teşekkülü statüsü kazanmıştır. Günümüzde doğalgaz piyasasında tanımlanmış olan gaz ithalat, ihracat, depolama, iletim, toptan satış, LNG ticareti, petrol iletimi faaliyetlerini yürütmektedir. BOTAŞ; Avrupa’nın gaz ihtiyacını karşılamakta Rusya dışında alternatif yollar bulma stratejisine göre şekillenen, ancak daha sonra lağvedilen NABUCCO projesinin %16,67 oranında hissedarı konumunda bulunmaktaydı. Aynı zamanda Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) projesinde de %30 oranında ortaktır. 2012 yılı itibarı ile yaklaşık 2800 personele sahiptir. Petrol ve Doğalgaz ana başlıkları altında ikili bir yapıdadır. Ankara’da Doğalgaz İşletmeleri Bölge Müdürlüğü bulunmaktadır. Buraya bağlı olmak üzere İstanbul ve Kayseri İşletme Müdürlükleri, Kırklareli, Bursa, İzmir; Konya, Erzurum, Çarşamba ve Kahramanmaraş’da Şube Müdürlüğü şeklinde teşkilatlanmıştır. Bununla birlikte sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) yönetim birimi olarak Marmara Ereğlisi’nde İşletme Müdürlüğü de kurum yapısı içinde yer almaktadır. BOTAŞ, çeşitli bağlı şirketler üzerinden de faaliyetlerde bulun-

maktadır. BIL (BOTAŞ International Limited), BTC projesi kapsamında Türkiye’den geçen hattın işletmesinden sorumlu bir şirket olarak faaliyet gösterir. BOTAŞ’ın 2001 yılında yürürlülüğe giren 4646 sayılı yasa ile 2011 yılına kadar özelleştirilmesi öngörülmüş, ancak Türkiye’nin enerji yollarının kavşak noktasında bulunması, Türkiye’nin enerji ithalatını yaptığı ülkelerin tamamına yakınında enerji kaynaklarının kamunun elinde olması nedeniyle BOTAŞ’ın özelleştirilmesi gerçekleştirilememiştir.

Türkiye’nin Doğalgaz Boru Hatları Türkiye’nin toplam ithalatını gerçekleştirdiği 4 tane uluslararası doğalgaz boru hattı bulunmaktadır. Bunlar; RusyaTürkiye Batı Doğalgaz Boru Hattı,

Karadeniz’den Samsun’a ulaşan Rusya-Türkiye Mavi Akım Boru Hattı, İran-Türkiye Doğalgaz Boru Hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı’dır. Bununla birlikte 16 milyar metreküp kapasiteli TANAP’ın da 2018’de bitirilerek Avrupa’nın 6 milyar metreküp doğalgaz üreteceği öngörülmektedir. Ayrıca, Mısır’daki doğalgazı Ürdün, Lübnan ve Suriye üzerinden Türkiye ve Avrupa’ya ulaştıracak olan Arap Ulusal Doğalgaz Boru Hattı, Türkmenistan’daki doğalgazı Türkiye ve Avrupa’ya taşıyacak olan TürkmenistanTürkiye-Avrupa Doğalgaz Boru Hattı, ve Kerkük-Ceyhan Petrol Boru Hattı’na paralel olarak IrakTürkiye Doğalgaz Boru Hattı’nın inşası planlanmaktadır (IEA, 2014). Mevcut doğalgaz ithalatı yapılan ülkeler tabloda gösterilmiştir.

Mevcut Anlaşmalar

Miktar (m3/yıl)

İmzalanma Durumu Tarihi

Bitiş Tarihi

Cezayir (LNG)

4.4 milyar

1988

Devrede

Ekim 2024

Nijerya (LNG)

1.2 milyar

1995

Devrede

Ekim 2021

İran

10 milyar

1996

Devrede

Temmuz 2026

Rusya (Karadeniz)

16 milyar

1997

Devrede

2025 sonu

Rusya (Batı)

4 milyar

1998

Devrede

2021 sonu

Türkmenistan

16 milyar

1999

-

-

Azerbaycan (Faz I)

6.6 milyar

2001

Devrede

Nisan 2021

Azerbaycan (Faz II)

6 milyar

2011

2017/18

2032/33

BIL

0.15 milyar

2011

Devrede

2046

9


ENERJİ

Türkiye üzerinden borularla Avrupa ülkelerine nakledilen doğalgazın güvenliğinden Türkiye sorumludur.

Doğalgazın Elektrik Enerjisindeki Oranı ve Kullanım Alanları

Türkiye, doğalgaz alım anlaşması yaptığı ülkelerle “al ya da öde” kapsamında anlaşmalar yapmıştır. Yeterli depo olmadığı için almadığı ve kullanmadığı doğalgazın bedelini de ödemek zorunda kalmıştır. Bu konuda halkın parası çarçur edilmektedir. “Al ya da öde” kapsamında alınmayan doğalgaza ne kadar fazladan para

10

ödendiği soruları karşısında AKP’ nin Enerji Bakanı herhangi bir rakam verememekte ve bu sorular karşısında “durum telafi edilmiştir” diyerek sorular geçiştirilmekte, Anayasaya göre halkın bilgi edinme hakkı dahi ihlal edilmektedir. Bu bilgi parlamentoya da verilmemektedir. Yapılan anlaşmalara göre

Türkiye’de kullanılan doğalgazın %98’i dışarıdan ithal edilmektedir. 2014 Haziran ayı sonu itibariyle kaynak bazında ülkemizdeki elektrik enerjisinin %47,2’ si doğalgazdan elde edilmektedir. Doğalgazın ülkemizdeki elektrik enerjisi kurulu güç oranı ise %31,8’dir. Lisans alıp, yatırımları süren santrallerin kurulu gücü ise 20,918.60 MW (megawatt)’tır. Başvuru, inceleme-değerlendirme ve uygun bulma aşamasındaki santrallerin kurulu gücü ise 33,158,25 MW’dır. Lisans iptali için başvuran toplam 9,692.06


ENERJİ

MW gücündeki projeler düşüldüğünde bile, proje stoku 44,384.79 MW’ye ulaşabilecektir. Bu kapasiteye mevcut doğal gaz santralarının 18,317.80 MW gücü eklendiğinde, doğal gaza dayalı elektrik üretim santralarının kurulu kapasitesi 62,702.59 MW’ye ulaşacaktır. Bu rakam, bugünkü toplam kurulu gücün iki katıdır. Bu durumda kurulması öngörülen yeni doğalgaz yakıtlı elektrik üretim santrallerinin gaz ihtiyaçlarının hangi ülkeden, hangi anlaşmalarla, hangi boru hatlarıyla ve hangi yatırımlarla karşılanacağı ise belirsizdir. Mevcut doğalgaz yakıtlı santrallerin ihtiyaçları da gaza eklendiğinde, yıllık doğal gaz ithalatının 100 milyar metreküpe yaklaşacaktır. Ayrıca ülkemizdeki kişi başı elektrik tüketiminin 3,199 kWh (kilowatt saat) ile Avrupa Birliği ortalamasının yaklaşık üçte biri düzeyinde olduğu ve bu rakamında artacağı düşünüldüğünde Enerji Bakanı’nın “2023 yılına kadar doğalgazın elektrik enerjisi

üretimindeki payının %47,2’den %30’lara düşüreceğiz” demesi kocaman bir yalan ve halkı aldatmadan ibarettir. Aşağıdaki grafikte de, yıllar itibariyle doğalgazın en çok kullanıldığı alanların elektrik üretimi, sanayi ve konut olduğu görülmektedir.

AKP Halkı Soyuyor, Soyguna da Gizlilik Kararı Koyuyor! AKP kararlarını sadece adliyede adalet arayan halka karşı uygulamıyor, ekonomik alanda da soygunlarına gizlilik kararını uyguluyor. Hem de bunu halkın malı olan BOTAŞ aracılığı ile halkın parası ile aldığı doğalgazı kaça aldığını ve özel sektöre ait olan enerji santrallerine hangi fiyattan sattığını gizleyerek yapıyor. Evlerimize gelen doğalgazın fiyatını faturalardan biliyoruz. Ama bize satılan bu doğalgazın kaçtan alındığını bilmiyoruz, sorulduğunda ise “ticari sır” kapsamında diye açıklanmıyor. Dahası parlamentoda bu soruyu soran milletvekille-

rine de aynı gerekçeyle (ticari sır) açıklama yapılmıyor. Soygun ve sömürü bununla da sırlı değil. Evlerimize gelen elektrik faturalarının, haraçlar da dahil fiyatını biliyoruz ve ödüyoruz. Ama bu elektrik faturalarını evlerimize, işyerlerimize gönderen enerji şirketlerine BOTAŞ’ın hangi fiyattan doğalgaz verdiğini bilmiyoruz. Bu da “ticari sır” gerekçesiyle ne halka, ne de milletvekillerine açıklanıyor. Faşist AKP, BOTAŞ’ı kendi özel şirketi gibi kullanarak halkı soyup soğana çevirirken, kendi yandaşları olan enerji şirketlerinin BOTAŞ aracılığı ile daha çok kar etmelerini sağlıyor. Sömürünün boyutları da ortaya çıkacağı için parlamento dahil herkesten, her kurumdan gizleniyor rakamlar.

Sonuç olarak; 1. Türkiye’nin yakın coğrafyasında bulunan Ortadoğu, Hazar ve Kafkaslar; dünyanın en zengin doğal gaz kaynaklarına sahiptir. Emperyalizm bu kaynaklara

11


ENERJİ

sahip olmak için işbirlikçi iktidarları kullanmakta, kullanamadığı iktidarları ise devirerek ülkelerini açıktan işgal etmektedir. 2. Türkiye doğalgazda %98 oranında dışarıya bağımlıdır ve Avrupa ile enerji kaynakları arasında bir köprü görevini görmektedir. Dünya enerji kaynaklarına ise hükmeden emperyalizmdir. Her alanda olduğu gibi Türkiye’nin enerji politikasını da emperyalizm belirlemektedir. 3. Kamunun elektrik üretimi için hiçbir yeni yatırım yapmadığı ve kamu elektrik üretim santrallarının hızlı bir şekilde özelleştirilmesinin öngörüldüğü dikkate alındığında, yakın zaman içinde kamunun payı %10’un altına düşecektir. Bu da Türkiye’nin genel olarak emperyalizme bağımlılığını, özel olarak elektrik üretimin-

12

AKP, halka ait bir kurum olan BOTAŞ‘ı kendi özel şirketi gibi kullanarak halkı soyup soğana çevirirken, kendi yandaşları olan enerji şirketlerinin BOTAŞ aracılığı ile daha çok kar etmelerini sağlıyor. Sömürünün boyutları da ortaya çıkacağı için parlamento dâhil herkesten, her kurumdan gizleniyor rakamlar. deki dışa bağımlığını daha da arttıracaktır. 4. Enerjinin tüm tüketicilere yeterli, kaliteli, sürekli, para-

sız, düşük maliyetli, güvenilir bir şekilde sunulması, halkın en temel hakkıdır. 5. Enerji üretiminde su kaynaklarını, doğayı yok eden, emperyalizme bağımlılığı arttıran, ithalata dayanan enerji kaynaklarına son vermek, yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına hayata geçirmek ancak bağımsız, demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasıyla mümkündür. Bu da emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi, kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesi ile mümkün olacaktır. Kaynaklar: • www.botas.gov.tr • Dünya ve Ülkemiz Enerji ve Tabii Kaynaklar Görünümü (T.C Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı) • Ocak 2015 İtibariyle Türkiye’nin Enerji Görünüm Raporu (TMMOB Makine Mühendisleri Odası)


ENERJİ

YİNE FAKİRDEN ALIP ZENGİNE VERME VERGİSİ GELİYOR

2015 Ağustos ayında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanarak görüşe açılan “Ulusal Enerji Verimliliği Strateji Planı Taslağı” bazı gazetelerdeki yayınlarla gündeme taşındı. Habere göre bahsedilen taslağın hayata geçmesi halinde hayatımıza direk olarak elektrik ve doğalgaz faturalarımıza yansıyacak 2 vergi daha girecek. Biri tüm elektrik abonelerinin faturalarına yansıyacak olan “elek-

trik vergisi”; ikincisi ise sanayi ve ticaret abonelerinin hem elektrik hem de doğalgaz faturalarına yansıyacak olan “iklim değişikliği vergisi”. [1] Bu taslağın hemen girişinde “AB Enerji Verimliliği Direktifi kapsamında öngörülen şartların yerine getirilmesi ve belirlenen hedeflere ulaşılmasını sağlamak amacıyla geliştirilen bir dizi araç ve önlemi öngören Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı (UEVEP) 2023’e kadarki yıllık yol haritasını ve Türk strate-

jik politikaları bağlamındaki enerji tasarrufu çalışmalarını yansıtmaktadır. Ayrıca çevre üzerindeki olumsuz etkileri asgari düzeye indirmek amacıyla sınırlı doğal kaynakların en iyi nasıl kullanılabileceğini belirleyen kaynak verimliliğine dair nitel analizler de yer almaktadır” deniliyor. [2] Amaç kaynakları verimli kullanmak ve kullanılmasını sağlamak için önlemler almak diyor. Diyor ama her nedense vergi uydurmakta, halkı soymakta ve bunlara bir kılıf bulmakta üstüne kimseyi tanımayan AKP, enerji verimliliğinden de vergi çıkarmayı beceriyor. Aklı her türlü hinliğe çok iyi çalışan AKP iktidarı ve onun kurmayları, yine bir yolunu bulup halkı soymak için bu sefer de son yıllarda popüler olan “enerji verimliliği” kavramını kulanıyor. Eylem planı taslağı diye sunulan dosyada rakamlar havada uçuşuyor. Bir sürü grafikler, tablolar,

13


ENERJİ

projeksiyonlar çizilmiş. Hepsinin ortak noktasını “enerjimizi verimli kullanmıyoruz” oluşturuyor. Elektrik Mühendisleri Odası’nın açıklamasında da yer verdiği gibi birçok uydurmaca kurum varmış gibi gösterilmiş [3]. Planda kullanılan bazı istatistiki veriler, EMO tarafından kullanılan tanımlamayla “sehven” değil bilerek ve istenerek çarpıtılmaya çalışılmış. Onlarca insanın üzerinde çalıştığı temeli enerji verimliliği olan bir eylem planındaki enerji açığı değeri, “2012 yılında enerji açığı 52 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.” [2] gibi gerçeğin binde biri olarak sehven gösterilemez. Bu, olsa olsa yine AKP’nin borçlardan bahsederken YTL, gelirlerden bahsederken TL cinsinden değerlerle halkı aldatma tarzından başka bir şey değildir. Gelelim bu raporun haberlere de yansıyan en can alıcı kesimine; 2016 yılı içerisinde düzenlemeleri yapıp 2017 yılında halktan çalmaya başlayacakları yeni vergi planlarına. Enerji verimliliğini artırma denildiğinde bizlerin ve aklı halktan yana çalışan tüm teknik elemanların aklına enerji kayıp oranlarının azaltılmasına dönük iyileştirmeler, kaçak elektrik kullanan tekellerle mücadele ve enerji tüketiminin kullanılan araçların iyileştirilmesi ile elde etmek gelir. Ancak AKP ve kurmayları, yine vergiler dışında bir şey üretmemiştir. Planda bu vergilerden ilki elektrik vergisi adıyla geçmektedir. Bahsedilen vergide 2 farklı oran geçmektedir. Ticari amaçla kulanılan elektrikten megavat

14

saat başına 1,5 dolar, ticari amaçlı olmayan (yani evlerde kullanılan) kullanımdan ise megavat saat başına 3 dolar vergi alınması planlanıyor [2]. Yani evlerde kullanılan elektrikten 2 kat vergi alınması öngörülüyor. Ulusal Enerji Verimliliği yalan ve talan planında soygun bununla sınırlı kalmıyor. Belki de dünya halklarının cebinden çalınan vergiler literatürüne ilk defa giren bir vergi olarak karşımıza “iklim değişikliği vergisi” çıkıyor. Bu vergi altındaki açıklamada ise “ülke genelinde evsel olmayan kullanıcılara sunulan enerji üzerinden alınan bir vergidir. Amacı enerji veriminin arttırılması ve karbon emisyonlarının azaltılması için bir teşvik sağlanmasıdır” deniliyor aynı utanmaz ve aymaz ifadelerle. İklim değişikliği vergisinin sınai, ticari, zirai ve kamu hizmet sektörlerinde ticari tüketicilere aydınlatma, ısıtma ve enerji ihtiyaçlarını karşılamak üzere arz edilen “vergilendirmeye tabi emtialar” üzerinden tahakkuk ettirileceği ifade ediliyor. Burada bahsi geçen “vergilendirmeye tabi emtia”, doğal gaz ve elektriği kapsıyor. Yani bu sefer de evlerimiz dışında kalan tüm alanlardan ikinci bir soygun daha gerçekleştirilmesi planlanıyor. Buradaki talanın boyutu ise elektrikte megawatt saat başına 8 dolar, doğalgazda ise megawatt saat başına 3 dolar [2] Son 8 yılda “kayıp kaçak bedeli” adı altında halkın 33 milyar lirasını çalanlar bir türlü doymuyorlar! Türkiye’de ortalama bir aile-

nin yıllık elektrik tüketimi 1,5 megawatt civarında. Bu iki vergi miktarlarından hareketle 29.4 milyon konut abonesinin bulunduğunu düşünürsek yılda 381 milyon TL (eski parayla 381 trilyon TL) halkın cebinden çıkmış olacak. Elektrik kullanımı evlerdeki kullanıma gore daha yüksek olan ticari kullanımda ise bu rakam 4.8 milyar TL’ye ulaşacak. [1] Bu planın en çarpıcı noktalarından birisi ise, bu toplanacak paraların nerelere aktarılacağı ile ilgili işaretler vermesidir. Planda net olarak bilgi verilmese de “1000 TEP’ten fazla yıllık enerji tüketimi ve ISO 50001 sertifikası olan sanayi tesislerinin gönüllü anlaşma ile üç yıllık süre içinde enerji yoğunluklarını ortalama %10 düşürme taahhüdünde bulunmaları durumunda, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ilk yıl enerji maliyetlerinin %20’sini sübvanse etmektedir.” ibaresi halkın cebinden çalınacak paraların büyük tekellere gideceğini gösteriyor. AKP’nin deprem vergilerinin kendi yandaşları aracılığıyla duble yollara aktarıldığını veya “kentsel dönüşüm” adı altında depreme karşı duyarlılığımızın nasıl sömürüldüğünü yıllar içerisinde görmüş olmamız; bu vergilerin de halk yararına kullanılmayacağını anlamamıza yetiyor. Kaynaklar: [1] 5.2 milyarlık elektrik vergisi geliyor, Milliyet, 14 Ağustos 2015 [2] Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı, eie.gov.tr [3] Enerji verimliliğine trajikomik plan, emo.org.tr


ENERJİ

AKP’NİN “NÜKLEER” YALANLARI AKP; Sinop’ta, Akkuyu’da nükleer santral inşaatına halka rağmen devam etmekte, İğneada’ya halka rağmen nükleer santral kurmak istemektedir. Çünkü AKP için mesele; ülkemizin enerji sorunu değil, tekellerin daha fazla kar sorunudur.

AKP iktidarı; bir yandan katliamlarına yenilerini eklerken, bir yandan da halk düşmanı projeleri gündeme getiriyor. Bu projelerden birisi de Kırklareli’nin Demirköy ilçesine bağlı İğneada beldesinde yapmayı planladıkları nükleer santral projesi. İlk olarak Mart 2010’da gündeme gelen

proje; Akkuyu ve Sinop’taki nükleer santral projeleri ile birlikte, kurulması planlanan 3. nükleer santral projesi olacak. Proje ile ilgili, dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız; “İçimin rahat olmadığı hiçbir işe imza atmadım. Çernobil’in ardından dünyada 140 nükleer

santral yapma kararı alındı. Yani burada herkes bu kararı alırken ben niçin almayayım. Bu kararı cesaretle almamız lazım” demişti. Eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ali Rıza Alaboyun ise ”Üçüncü nükleer santralin Kırklareli İğneada bölgesinde yapılması planlanıyor. Firmalarla görüşmeler devam edi-

15


ENERJİ

yor. Şu an ilk gelenler Çinliler ile Amerikalıların Westinghouse firması. Mutabakat zaptı imzalandı. Japonların da ilgisi var” dedi. Trakya bölgesinde enerji üretim santralı yapılamayacağına dair Danıştay kararı olmasına rağmen yapılmak istenen proje, belde halkının yoğun tepkisi ve protestosuyla karşılaştı. Demirköy’ün MHP’li belediye başkanı bile “Nükleer santral, ilk gündeme geldiği günden bu yana ilçede ve beldede halk tarafından istenmiyor. Turizm bölgesinde nükleer santral kurmak istiyorlar, böyle bir şey mümkün değil. Bu konuda mücadelemiz sürecek.” dedi. Bunun üzerine Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ise “Bu konuda herhangi bir çalışma henüz bize intikal etmiş değil. Kaldı ki o alan tamamen milli parkların dışında olan bir alan.” diyerek halkın tepkilerini yumuşatmaya, kandırmaya çalıştı. 22 kilometrelik sahili bulunan, yüzde 89’u ormanlarla kaplı olan İğneada, Avrupa’nın en büyük subasar (longoz) ormanlarına sahip. Beldenin çevresinde birçok tarihi yapı ve kalıntı bulunmakta. Halkın en temel geçim kaynağı balıkçılık. İşte AKP, kendi hukuk sisteminin, Danıştay’ın verdiği “santral yapılamaz” kararını yoksayıp, böyle bir yerleşim yerini yıkıp yerine nükleer santral kurmak istemektedir. Öte yandan İğneada halkı bu projeyi istememektedir. Bu nükleer santral için bölge halkına en ufak bir fikri bile alınmamıştır. Bu projeyle birlikte İğneada sahilinin, bölgedeki ormanların, tarihi yapıların yıkılacağı, yerle bir edileceği, İğneada halkının

16

yerinden yurdundan edileceği, sürüleceği aşikardır. Nükleer santrallerin insana ve doğaya verdiği, vereceği zararlara daha değinmedik bile. Yönetememe krizi iyice derinleşen AKP, yolun sonuna gelirken yalnızca “yok etme” üzerine politika üretebiliyor. En ufak bir hak arama talebimize saldırıyor, tutukluyor. Başkentin göbeğinde yüzlerce insanımızı katlediyor. Düşüncelerimizi, düşünenlerimizi yok etmek istiyor. Milyonlar, meydanlarda bağımsızlık, demokrasi talebini haykırmasın diye meydanlarımızı yok etmek, kışlaya çevirmek istiyor. Zenginlerin cebi dolsun diye rant için duble yollar, lüks rezidanslar yapıyor. Bunun için ormanlarımızı, kıyılarımızı

AKP, Danıştay’ın verdiği “santral yapılamaz” kararını yok sayıp, böyle bir yerleşim yerini yıkıp yerine nükleer santral kurmak istiyor. İğneada halkı, bu projeyi istememektedir. Bu nükleer santral için bölge halkına en ufak bir fikri bile alınmamıştır. Bu projeyle birlikte İğneada sahilinin, bölgedeki ormanların, tarihi yapıların yıkılacağı, yerle bir edileceği, İğneada halkının yerinden yurdundan edileceği, sürüleceği aşikardır.

yok etmek istiyor. Emperyalist tekellere daha fazla para aksın diye, rantını büyütmek için 3. köprü, 3. havalimanı, Akkuyu, Sinop, İğneada gibi rant projelerini uyguluyor. Yaşam alanlarımızı yok etmek istiyor. Fakat bunları doğru dürüst beceremiyor bile, eline yüzüne bulaştırıyor. Bunun örneklerini; 3.5 yıldır sürdürdüğü Mersin-Akkuyu Nükleer Güç Santrali A.Ş. Toplum Bilgilendirme Müdürlüğü görevinden 17 Ağustos 2015’te istifa eden Faruk Uzel anlatıyor. Uzel, projenin birçok güvenlik zafiyetinin bulunduğunu, projede çalışan teknik personellerin ve mühendislerin bilgilerinin yetersiz olduğunu, birçok ihmalkarlığın yaşandığını, hukuku hiçe sayarak ilerlendiğini, Mersin Üniversitesi’nin ve Mersin halkının görüşlerinin alınmadığını ifade ediyor. Projenin yanlış çizildiğini, bu şekilde uygulayamadıkları için yasa değişikliği beklediklerini ifade ediyor. Yangın söndürme aracını kullanacak personel alımını beklettiklerini, yakınlardaki ormanlık alanda Temmuz ayında çıkan bir yangına bu nedenle müdahale edemediklerini belirtiyor. Ve bu koşullarda inşa edilen nükleer santralin güvenli olamayacağını ortaya koyuyor. Kaynaklar: • Enerji Bakanı: 3. Nükleer Santral İğneada’ya planlanıyor, Hürriyet, 14 Ekim 2015 • İğneada’ya nükleer darbesi, Cumhuriyet, 14 Ekim 2015 • Akkuyu’nun müdürü istifa etti: Bu zihniyetle mi nükleer işleteceksiniz?, diken.com. tr, 3 Eylül 2015


ENERJİ

“KAPİTALİZM GÖLGESİNİ SATAMADIĞI AĞACI KESER” Aralık 2015’te emperyalistler öncülüğünde Paris’te Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (Paris Konferansı) düzenlendi. Konferansın iklim felaketlerini engellemek, küresel ısınmayı durdurmak gibi başlıkları olsa da emperyalistler çevre kirliliğinin ve ona bağlı iklim değişikliğinin sorumlularıdır. Paris Konferansı bu yanıyla emperyalizmin “çevreci” maskesidir. Emperyalizmin kar hırsıyla artan sanayileşmesi ve ihtiyaç fazlası üretimi, çevre kirliliğinin önemli nedenlerindendir. Kurdukları ağır sanayilerin doğaya ve insana vereceği zararları filtre, atık toplama, arındırma gibi önlemlerle ortadan kaldırma imkanları varken, maliyetleri ve buna bağlı kar düşüşünü hesap edip en basit önlemleri dahi almazlar. Havaya, suya,

toprağa zehirlerini boşaltırlar. Bu nedenle hava kirliliği, aşırı yağış, kuraklık, sel, asit yağmurları, tarım arazilerinin yok olması, su kaynaklarının kuruması, suyun kullanılamayacak kadar kirlenmesi, buzulların erimesi sonucu adaların ve ülkelerin su altında kalma riski gibi daha pek çok kirliliğin ve doğa felaketinin sebebi oldular. Kirliliğin, felaketlerin halklara faturasıysa hastalık, açlık, yoksulluk, zorunlu göç… Yağma, talan, sömürüyle yarattıkları sefaletin tek sorumlusu emperyalizmdir. Bu nedenle ne kirliliğe, ne açlığa çare bulabilirler. Paris Konferansı ilk değildir; 1992’de Rio’da, 1997’de Kyoto’da, 2009’da Kopenhag’da benzer konferanslar düzenlediler. Hiçbirinde çevre kirliliğine çözüm bulamadılar. Bulamazlar; çünkü emperyalizm çevreci olamaz. Karl Marx’ın

dediği gibi; “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.” Onların doğa, çevre anlayışları budur. Paris Konferansı’nda aldıkları kararlar, talanın devam edeceğinin belgesidir: Sanayi Devrimi’nden bugüne küresel ısınma 1 derecelik artış göstermiştir. Paris Konferansı’nda 10 yıllık program çıkarılmış, 2020-2030 yılları arasında küresel ısınmayı 2 dereceyle sınırlandırmaya çalışacaklarmış. Yani Sanayi Devrimi’nden bugüne kadar geçen 3 yüzyıllık küresel ısınma sonucunu 10 yılda ikiye katlayacaklar! Bunu hedef olarak sunduklarına bakılırsa halkları daha azgın bir sömürü bekliyor. Sera gazı salınımını azaltmaya yönelik program oluşturulmuş: “Yalnızca gelişmiş ülkelerin emisyonları mutlak değerini altına çekmesi bekleniyor, gelişmekte

17


ENERJİ

olan ülkelerin ise emisyonları azaltmaları için ‘teşvik edilmesi’ yeterli görülüyor.” [1] deniliyor. Öncelikle “gelişmekte olan ülkeler” tanımı emperyalizmin yalanıdır. Geri bıraktırılmış yeni sömürge ülkeler vardır. Emperyalistler sömürgelerinde ucuz iş gücü yaratmıştır. Buna sanayi atıklarının doğaya serbestçe bırakılması eşlik eder. Bu nedenlerle sömürgelerindeki üretimin maliyeti azdır. Üretimin emperyalistler ve işbirlikçilerin elinde olduğu bu ülkeleri emisyonu azaltın diye teşvik edemezler. Küresel ısınmanın neden olacağı tehlikelerden biri de ülkelerin ve adaların buzulların erimesi nedeniyle su altında kalma riskidir. Buzullar, sera gazı etkisi yaratan karbon salınımları nedeniyle erir. Fosil yakıtlar, sanayi atıkları, parfüm; karbon salınımının nedenlerindendir. Su altında kalma riski bulunan ülkelerin halkları için buzulların erimesi;

18

ölüm, açlık ve göç demektir. ABD ve AB emperyalistleri, bu tehlikeyi yaratanların elebaşlarıdır. Paris Konferansı’nda konula ilgili alınan kararın sonuna ek yaptırıp “kayıp ve zararların tazmin edilmesi gibi bir yükümlülüklerinin bulunmadığının“ notunu düşüyorlar. Sebebi oldukları ve olacakları felaketin bedelini halklara ödeteceğiz diyorlar. Emperyalistler çevreci olamazlar; çünkü onlar halk düşmanıdırlar. Rio, Kyoto, Kopenhag, Paris… Tüm konferansları, sebebi oldukları doğa felaketlerini gizlemek için yapılan çevreci maskeleridir. Amaçları; daha fazla sömürü, daha fazla talan, daha fazla yağmadır. Küresel ısınmanın, çevre kirliliğinin çözümü Paris Konferansları değildir. Çözüm yalnızca halkın iktidarındadır. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin yarattığı kirliliği ancak halkın iktidarı temizler.

Çünkü; “Sağlıklı bir yaşam, sağlıklı çevre koşullarının varlığıyla mümkündür. Her şeyin tekellerin çıkarına göre düzenlendiği; yağmacılığın, talancılığın, iş başında olduğu bir ülkede doğal çevrenin korunamayacağını gördük. Kıyı yağmacılığına, ormanların katledilmesine, deniz, göl ve nehirlerimizin kirletilmesine, zehirli fabrika atıklarıyla halk sağlığının tehdit edilmesine bu küçük azınlığın çıkarları için göz yumulmuş, bu çevre katliamları bizzat iktidarların onayıyla yürütülmüştür. Demokratik Halk Cumhuriyeti, bu doğal çevrenin ve güzelliklerin halka ait olduğu, hiçbir üretimin ve yatırımın halk sağlığına karşı olamayacağı bilinciyle bu konuda kesin hükümler yürürlüğe koymakla, çevre suçlarına karşı sert önlemler almakla yükümlüdürler.” [2] Kaynaklar: [1] Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji, 25 Aralık [2] Halk Anayasası Taslağı, 6. baskı, syf. 57


ENERJİ

TAYYİP’E “AŞIK”, HALKA DÜŞMAN OLANLARIN MÜHENDİSİ OLMAYALIM! Sakarya’nın Karasu ilçesinde 5 köyü kapsayan, tarım ve orman alanlarının da içinde bulunduğu 222 hektar büyüklüğündeki arazi Nisan 2015’te Bakanlar Kurulu kararıyla “Otomotiv İhtisas Endüstri Bölgesi” ilan edildi. Bu kararın ardından Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ethem Sancak’a ait BMC Otomotiv Şirketi’nin başvurusunu kabul ederek, arazinin BMC’ye özel “Münferit Endüstri Bölgesi” ilan edilmesi için harekete geçti. [1] Bu haber biraz derinlemesine incelendiğinde ise ortaya kimler, ne için ve hangi bağlantılar ile bu araziyi aldılar bilgisi daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

Kim bu Ethem Sancak? Bu soruya verilebilecek en yerinde cevap; hırsız, katil Tayyip Erdoğan için, “Ona; anam, babam, eşim çocuklarım feda olsun” ifadelerini kullanabilen yalakanın birisi olacaktır. Üstelik bu yalakalık sadece çocuklarını, ana-babasını, eşini feda etme ile de sınırlı kalmıyor. “Siirt seçimleri vesilesiyle Siirt’ten başbakan çıksın diye, dürüstlüğünü, yiğitliğini gördüm, gördükçe de aşık oldum. Tanıdıktan

Halka Saldırı için; TOMA, Akrep, Kirpi Üretilecek… Ormanların tarım arazilerinin olduğu 5 köyü kapsayan alana halka daha fazla saldırabilmek için yeni araçlar üretecekler. Halkın onurlu evlatlarının kanlarını akıtacakları; yoksul mahalleleri, meydanları gaza boğacakları makineler yapacaklar. Bunların yanında bir de binlerce ağacı, tarım arazilerini ve Türkiye’de sadece 3 yerde bulunan longoz* ormanlarını yok edecekler.

sonra gördüm ki, böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor.”[2] diyecek kadar da kendini kaptıran, o seviyede de getirisini alan tam bir kapı kulu...

Halka Saldırı Fabrikası, TMMOB’un Gözünde “Sanayileşme Hamlesi”! Saldırı sadece ormanlarımıza

19


ENERJİ

veya sadece Sakarya’ya değil tüm halkımıza dönük iken TMMOB Yönetim Kurulu üyesi Cemalettin Küçük “Acarlar Gölü ve longoz ormanlarını yakınında kurulmak istenen endüstri yapı ve tesisler bu alanların ekolojisini yok edecek. Biz sanayileşmeye değil; yanlış yerde, yanlış koşullarda sanayileşmeye karşıyız” [3] diyebiliyor. Yani Sakarya’nın longozlarında değil de Konya’nın kurak düzlüklerinde olsa sorun yok. AKP halka saldırıda kullanacağı su götürmeyen kitle imha silahlarını üreteceği fabrika açısından tek sorun yeri. TMMOB bunu sanayileşme hamlesi olarak görebiliyor ve tek sorunu katliam fabrikasının yerinde buluyor. TMMOB’un sanayileşmeden, çevrecilikten, halkın yanında olmaktan anladığı bu olmamalıdır, bu açıklamalar kesinlikle kabul edilemez.

Biz Bu Saldırının Büyüklüğünü Görüyoruz ve Kabul Etmiyoruz... Yıllardır her türlü orman-

20

lık alanı, vatanın her bir damla suyunu enerji ihtiyacı yalanlarıyla talana açan AKP bu sefer de ormanları TOMA, akrep fabrikaları için peşkeş çekmeye başladı. Üstelik artık bu peşkeşi çekerken üstünü örtmeye gizlemeye bile gerek duymayacak kadar pervasızlaştı. Seçim oyunu ardından halka saldırılarına hız verecek olan faşist AKP iktidarı halka saldırı için kullanacağı araçların yenilerine ihtiyaç duyuyor. Bunun için de her türlü palazladığı yalakalarını kullanıyor. Faşizm hiçbir zaman halkı, halkın sağlığını, akciğeri ormanlarını korumayı düşünmez. Onun tek isteği daha uzun süre kesesini doldurabileceği iktidarını uzatmaktır. AKP’nin BMC şirketi ve yalakası Ethem Sancak’la kurdurmaya çalıştığı TOMA ve akrep fabrikası da buna hizmet edecektir. Halkın her demokratik eylemine, basın açıklamasına gaz bombalarıyla, TOMA’larıyla, akrepleriyle saldıran AKP; tabii ki de bu araçların yenilerini yaratmak isteye-

cektir. Bu fabrikaların ardından gaz bombası fabrikaları da gelecektir. Halka saldırıda faşizm sınır tanımadı, bundan sonra da tanımayacaktır. Bizler bu saldırıyı görüyoruz. Bu talan ne sadece ormanlarla sınırlıdır, ne de TOMA fabrikası yapılıyor denecek kadar basittir. Bu saldırı ormanıyla, suyuyla, demokratik haklarıyla, kanıyla, canıyla tüm halkadır, vatanımızadır. 35 milyon metrekarelik toprağımızı savaş üsleriyle işgal eden, tüm yeraltı, yerüstü kaynaklarımızı yağmalayan emperyalistler ve işbirlikçilerinin halka karşı yürüttüğü savaşın devamıdır… Tüm mühendislere çağrımızdır: Halka karşı savaşın büyümesine, halkın katledilmesine hizmet eden hiçbir projede çalışmayın! Halk düşmanlarının suçuna ortak olma onursuzluğuyla yaşamayın! Çocuklarımızın beynini sokağa akıtan silahların, cesetlerin önüne bağlanıp sürüklendiği akreplerin ve tüm katliam araçlarının sizin elinizden çıkması onursuzluğuna asla izin vermeyin! *Longoz: Denize doğru akan derelerin getirdiği kumların birikerek dere ağzını kapatmasıyla oluşan özel bir ekosistem olarak tanımlanıyor. Türkiye’de İğneada (Kırklareli), Acarlar (Sakarya) ve Sarıkum’da (Sinop) bulunuyor. [4] Kaynakça: [1] Longoz Ormanına TOMA ve Akrep Fabrikası, yapi.com.tr, 30 Ekim 2015 [2] ‘Erdoğan’ı gördükçe aşık oldum, böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor’, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2015 [3] Longoz ormanına TOMA fabrikası, BirGün, 29 Ekim 2015 [4] Yer mi kalmadı: ‘Şems Ethem’in TOMA’ları longoz ormanında üretilecek, diken.com.tr, 29 Ekim 2015


ENERJİ

MADEN, MADENCİLİK VE MADEN MÜHENDİSLİĞİ ÜZERİNE Dünyada bugün ticareti yapılan yaklaşık 90 çeşit maden ve mineral bulunmaktadır. Türkiye’de ise bu maden ve minerallerin 53 tanesinin üretimi yapılabilmektedir [1]. Bir başka deyişle dünya maden zenginliğinin üçte ikisine Türkiye’den de ulaşılabilmektedir. Türkiye’de madencilik faaliyetlerinin %85’i kamu eliyle (MTA, MİGEM, ETİ MADEN, TKİ, TTK, BOREN, EÜAŞ, DSİ, TCK, DDY, Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü), %15’i ise özel sektör eliyle yürütülmektedir. Kamu ile özel sektör arasında ilgilenilen maden alanı açısından temel farklar vardır. Kamu sektöründe daha çok mineral yakıtlar ve metalik cevher üretimi temelken, özel sektör endüstriyel hammadde üretiminde yoğunlaşmıştır [1]. Bunda; ülkemizin metalik madenler açısından daha sınırlı kaynaklara sahipken endüstriyel hammadde açısından zengin olması önemli bir faktördür. Özel sektör

Türkiye’nin Madenleri Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi dünya genelinde çıkarılan madenlerin büyük bir çoğunluğu Türkiye sınırları içerisinde de çıkarılmaktadır. Türkiye’nin madenleri yeterliliğimiz açısından değerlendirildiğinde 5 gruba ayrılabilir;

her zaman olduğu gibi pastanın büyük dilimiyle ilgilenmektedir. Cam seramik, çimento, alçı, hafif yapı malzemeleri, gübre, boya, tuğla, kiremit, ve mermer gibi endütriyel hammaddelere dayalı sanayi dalları Türkiye’deki önemli sanayi dallarıdır ve son dönemde hızlı bir şekilde büyümektedir. Bu büyümenin de bir sonucu olarak Türkiye’deki maden üretimi, Avrupa geneliyle kıyaslandığında çimentoda birinci, camda ikinci, seramikte ise üçüncü sıradadır. [1]

1. Yeterli rezervlere sahip olduğumuz ve ihtiyacımızı tümüyle yurtiçi kaynaklardan temin edebildiğimiz gibi bir kısmı da ihraç ettiğimiz (yeterince değerlendirdiğimiz) endüstriyel hammaddeler; mermer ve doğal taşlar, bor tuzları, feldspat, çimento hammaddeleri, perlit, pomza, sodyum sülfat, sölestin, kaya tuzu, barit, manyezit, kaolin, lüle taşı, dolomit, jips, kuvars kumu, bentonit, zımpara, pirofillit, kalsit 2. Yeterli kaynaklara sahip olmakla beraber yeterince değerlendiremediklerimiz; trona, asbest, fluorit, disten, diyatomit, zeolit, olivin, sepiolit, vermikülit, alunit

21


ENERJİ

3. Rezervleri ve işletilmeleri normal ölçülerde bulunan mineraller; kil, halloysit, nefelinsiyenit, tras, yapı taşları, kalker-marn, kumçakıl, tuğla toprakları 4. Rezervleri yetersiz olan mineraller; fosfat, kükürt, grafit, mika, wollastonit, talk 5. Ülkemizde bugüne kadar işletilebilir nitelik ve nicelikte hiçbir kaynağı bulunmayan mineraller; potasyum tuzları, lityum, titan mineralleri, zirkon, andaluzit, silimanit, korindon, elmas, iyot, brom[1]. Yazımızın bu kısmında birkaç kalem olarak Türkiye’nin önemli maden kaynaklarına göz atmak yerinde olacaktır. 22Mermer: Türkiye dünyanın en zengin doğal taş oluşumlarının bulunduğu Alp-Himalaya kuşağında yer almasından kaynaklı 5,2 milyar metreküp (13,9 milyar ton) toplam rezervi ile dünya mermer potansiyelinin yaklaşık %40’ına sahiptir. Ülkemizde 80’den fazla değişik yapıda ve 120’nin üzerinde değişik renk ve desende mermer rezervi bulunmaktadır. [1] 22Bor: Yıllarca Türkiye’de madencilik denilince akla ilk gelen bor mineralleri olmuştur. Gerek rezerv büyüklüğü, gerekse ihracat rakamları ile yıllarca ilk sıralarda yer alan bor, Türkiye’nin madencilik sektöründe ve dış ticaretinde her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Bor kimyasalları; cam, seramik, deterjan, tarım başta olmak üzere daha birçok sektörde kullanılmaktadır. Günümüzde halen işletilen bor yatakları; Kütahya-Emet, Balıkesir-

22

Bigadiç, Bursa-Kestelek ve Eskişehir Kırka civarında bulunmaktadır. Dünya bor rezervi toplam 1 milyar 176 milyon ton, Türkiye bor rezervi ise toplam 851 milyon ton (%72,3) olarak bilinmektedir. Türkiye bor rezervinin % 64,4’ünü kolemanit, %31,8’ini Tinkal ve % 3,7’ sini üleksit minerali oluşturmaktadır [1]. 22Krom: Sert, paslanmaz ve iyi parlatılan bir maden olan krom, kaplamacılık ve çelik yapımında yaygın olarak kullanılır. Türkiye’de yaygın olarak çıkarılan madenlerden biri de kromdur. En zengin krom yatakları; Elazığ’da Guleman, Batı Akdeniz’de (Fethiye, Marmaris arasında) Dalaman havzası, Kütahya ile Bursa arası ve Eskişehir’in doğusundaki Seyitgazi’de yer alır. Adana’nın kuzeyindeki Aladağ yöresinde de yeni krom yatakları bulunmuştur. Aladağ krom yatakları, dünyanın en zengin yataklarıdır. Türkiye, krom çıkarımında dünyada 3. sıradadır. Türkiye, çıkardığı kromu büyük ölçüde cevher olarak satmaktadır. Bu nedenle krom madeninin çıkarımı tamamıyla yabancıların talebine endeksli olduğu için onların kontrolü altındadır. [9] Türkiye’nin sahip olduğu madenlerden bahsederken devletin madencilik politikalarındaki çarpıklık üzerine birkaç söz etmeden geçmek olmaz. 2013 yılında bütün maden ihracatı 6 milyar dolar civarında iken sadece ithal edilen kömür miktarı bile 4.5 milyar dolara dayanmıştır. Devlet kasasına sözde döviz girmesi için maden kaynaklarımız

çıkarıldığı gibi yurtdışına haraç mezat satılmakta, bunun karşılığında bu satışın katbekat daha fazlasına bu ürünlerin işlenmiş halleri satın alınmaktadır. Bakır konsantresi ihraç edilip bakır tel, krom ihraç edilip paslanmaz çelik, nikel, kobalt ihraç edilip alaşımlı metal ithal edilmektedir. 2011 yılındaki tüm maden ihracatı yaklaşık 4 milyar dolar iken aynı dönemde demir-çelik hurda ithalatı için 10 milyar dolar, alüminyum ve alüminyum eşya ithalatı için 3,3 milyar dolar, bakır ithalatı için 1,5 milyar dolar, kömür ithalatı için 3 milyar dolara yakın döviz ödenmesi, madende dışa bağımlılığın artmasının en büyük göstergelerinden biridir. [8] Bir başka örnek olarak 1989‘lu yıllarda Etibank Mazıdağı Fosfat Konsantre Tesisleri devreye alınmış, 2-3 yıl sonra tesis durdurulmuştur. 20 yıldan daha uzun bir süreden beri bu tesisler atıl beklerken ülkemiz gerekli gübre hammaddesini ithalat yolu ile karşılamıştır. Yakın gelecekte ihracatçı ülkeler fosfat kayası satmak yerine gübre ihraç edecekler ve ülkemiz daha yüksek bedeller ödeyerek gübre almak zorunda kalacaktır. Feldspat madenimiz açısından da durum aynıdır. Feldspat madeni yıllardır çıkarılma maliyetine haraç mezat satılmaktadır. Bu durumla ilgili bir diğer çarpıcı örnek de kromdur. 2.5-2.8 ton krom cevherinden 1 ton civarında ferro-krom üretilmektedir. Dünyanın ferro-krom üretiminde kullanılan enerjinin kilowatt saati 2 cent civarında iken, bu


ENERJİ

değer ülkemizde 5 centin üzerindedir. 1 ton yüksek karbonlu ferro-krom üretmek için yaklaşık 4300 kilowat saat enerji kullanılmaktadır. Bu da, mevcut elektrik fiyatlarıyla ülkemizde üretilecek ferro-kromun 1 ton maliyetinin dünyadaki diğer ülkelere göre en az 125 dolar daha fazla olacağı anlamına gelmektedir. Başka madencilik alanlarında devlet teşvikler sağlarken bu alanda planlı olarak sağlamamış ve krom madeninin yabancılara yok pahasına gitmesine zemin hazırlamıştır. İhraç edilen ham krom ile ferro-kromdan paslanmaz çelik ve mamul ürünler üretilip ülkemize geri satılmaktadır. Madenciliğin Türkiye’deki çıkmazlarından bir diğeri ise ham olarak sattığımız maden ihracat değerlerinin miktar ve parasal olarak büyümesidir. Bu büyümeye karşılık hammadde birim satış bedellerine bakıldığında artış yerine düşüş gözlenmektedir. Bunun nedeni ise fiyatları belirleyenlerin bu ürünleri alanlarla aynı kişiler olması ve bu rakamları kendi isteklerine göre düzenleyebilmeleridir. [2]

Kim Bu Madenlerimizi Sömürenler? Bu topraklarda sömürü denilince neredeyse ilk akla gelen kalemdir madenler, madenlerimiz. Yıllardır madenlerimiz sömürülüyor, ya da yabancılar kullanıyor dedik durduk. Burada bahsedeceğimiz sömürü, halkın yararına kullanılmayan ve halkın cebinden çalınan her bir zerreyi kapsamak-

tadır. İşte bu sömürüyü ve talanı yazının bu kısmında birkaç örnekle biraz açmak yerinde olacaktır. Soma’da 301 madencinin katledilmesinin ardından müfettişler tarafından yapılan bir araştırmaya göre özellikle AKP döneminde birçok maden firmasının denetlenmediği ortaya çıkarılmış. Bu sonucun ardından inceleme biraz daha derinleştirilmiş ve ortaya talanın AKP yandaşları yönüne kaydığı ortaya çıkmış. Araştırmada, son AKP döneminde kurulan 52 maden firmasının 36’sının bir AKP milletvekili veya yöneticisine ait olduğu belirlenmiş. Talanlarını gizlemek konusunda çoğu zaman pervasızlaşan AKP iktidarı bu sefer bir kılıf uydurmaya çalışmış görünüyor. Bu 36 firmanın büyük çoğunluğunda hisselerin 2. derece akrabalar üzerine kaydırılarak gizlendiği tespit edilmiş. [3]

5177 Numaralı Maden Kanununda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un kabul edilmesiyle beraber madenlerimiz açısından yabancıların talanı hız kazanmış oldu. Yasa ile beraber madenlerin çıkarılması yüzde 2 vergi karşılığında yerli ve yabancı şirketlere açılırken, çıkarılan maden üzerinde gerçekleştirilecek olan zenginleştirme işleminin ülke sınırları içerisinde yapılması halinde devlet payı yüzde 1’e çekildi. İşte yapılan bu vergi yüzdesi değişiklikleriyle beraber emperyalist tekeller ve onların ülkemizdeki yerli işbirlikçileri maden lisanslarına akın ettiler. [6] Bu durumu yasanın çıkarıldığı yıldan bir sonraki yılda ruhsat sahibi firmaların artışından da anlayabiliriz. 2005’te önceki yıllara göre yüzde 274’lük artışla 15

23


ENERJİ

bin 149 ruhsat başvurusu olurken, 11 bin 305 başvuru ruhsata bağlandı. 2006’da ise 18 bin 208 başvurudan 13 bin 866’sına ruhsat verildi. 2006’da ruhsat başvurularında bir önceki yıla göre yüzde 20, başvuruların ruhsata bağlanma oranında ise yüzde 22 artış görüldü. O tarih için bu rakamlar içinde 51 yabancı ortaklı şirket de bulunuyor [4]. Şu anda ise bu rakamın 200’ün üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Ülkemizin kaynaklarını adeta emen yukarıda listelediğimiz bu şirketlerden bazılarına dair biraz daha fazla ayrıntı paylaşmakta fayda var. 22Rio

Tinto: Ünlü Yahudi dolar milyarderi Rothschild Ailesi‘ne ait Rio Tinto’nun işlettiği bor, boraks ve bor tuz yatakları Balıkesir, Susurluk, Bandırma, Balya, Sultançayırı bölgesinde bulunuyor. Ankara, Eryaman, Sincan, Güdül, Kazan, Beypazarı ve Eskişehir-Sivrihisar yöresinde de trona (doğal soda) ve bor maden sahalarına sahip. Bu alanlar yaklaşık 450-500 kilometrekare büyüklüğünde. 22Anatolia Minerals: Sivas, Malatya ve Tunceli ile Ovacık bölgesindeki altın, gümüş ve bakır yataklarını işletiyor. Gümüşhane, Artvin ve Kayseri’ye kadar uzanan bu alanların toplam büyüklüğü 700-750 kilometrekareye ulaşıyor. Bu şirketin Adana Saimbeyli ve Tufanbeyli ilçelerini kapsayan sahalarda elde ettiği çinko madeni işletme ruhsatı ise 700 kilometrekareden büyük. Ayrıca Yozgat Boğazlıyan, Yenipazar ve

24

Sarıkaya’da da yaklaşık olarak 700 kilometrekare bakır madeni işletme ruhsatına sahip. 22Odyssey Resources: OrduFatsa ve Zaviköy bölgesinde bulunan altın, gümüş, çinko ve bakır madenleriyle ilgili 250 kilometrekarelik bir alanın ruhsatına sahip. Tavşanlı’da da altın arama çalışmalarını yürütüyor. İngiliz Ariana ile bu bölgede işbirliğine gitti. 22Eldorado Gold: Kanadalı şirket; Uşak-Eşme Banaz Katrancılar Köyü ile Kütahya-Gediz İlçesi Murat Dağı eteklerinde işletme ruhsatına sahip. Aynı şirket İzmir Efem Çukuru bölgesindeki altın madeni yataklarının işletmesini de elinde bulunduruyor. 22Teck Cominco: Kanadalı maden şirketi, Kaz Dağları’nda başta Balıkesir İvrindi, Havran, Balya ve Çanakkale Ezine olmak üzere 7 mevkide çalışma yürütüyor. Şirketin aynı zamanda Artvin Cerattepe’de işletmesi bulunuyor.

22Pregold Madencilik: 4 adet altın arama ruhsatı bulunuyor. Mali ve Gana’da aramalar yapan şirketin sahibi Goldaş. 22Galata Madencilik: Firma Ariana Madencilik’le birlikte çalışıyor. En büyük hissedarları bir İngiliz şirket. 22Doğu Truva Madencilik: Teck Cominco’nun desteklediği Fronteer’e ait firmanın Çanakkale Bayramiç’te 1 arama sahası bulunuyor. 22Kuzey Truva Madencilik: Kanadalı Teck Comico’nun desteklediği Fronteer firmasına ait. 6 noktada arama yapıyor. Hepsinin işletme ruhsatı var. 22Ariana: İngiliz Şirket Artvin’de arama yapmak 19 arama ruhsatı aldı. Mardin Kızıltepe ve Balıkesir Sındırgı’da toplam 820 kilometrekare alanda altın arama çalışmalarını yürütüyor. 22Stratex: ABD’li şirket Uşak ve Kütahya arasında bulunan Murat Dağı’nda altın buldu. Şirket ayrıca Konya İnlice, Çanakkale Dikmen, Belen, Ergama üçgeni ile Eskişehir Muratdere’de de altın arama çalışmalarını sürdürüyor. 22Tüprag Madencilik: Kanadalı Eldorado Gold madencilik şirketinin Türkiye temsilciliğinin 5 adet altın arama ruhsatı bulunuyor. Uşak’ın Eşme ilçesindeki Kışladağ altın madeninde üretime devam ediyor. 22Koza Madencilik: Ovacık’ta altın çıkaran firmanın 7 adet sahası bulunuyor. Koza madencilik ayrıca Balıkesir Havran altın madeninden çıkardığı toprağı, Bergama Ovacık’taki tesislerinde işliyor[4] [7].


ENERJİ

Maden Mühendisleri ve Madenciler Ne Durumda? Peki bu yağma ve talan düzeni içerisinde madenciler, maden mühendisleri ve Maden Mühendisleri Odası ne durumdalar? Türkiye’deki üniversitelerin maden mühendisliği bölümlerinden mezun olanların toplam sayısı 16 bin 625‘dir. Bu mezunların yaklaşık %77‘si Maden Mühendisleri Odası’na üyedir. Öte yandan oda örgütlenmelerinin geleceği olarak kabul edilmesi gereken öğrencilerin %20‘si de odaya üyedir. [2] Maden Mühendisleri Odası’na üye olan maden mühendisi sayısı, 1 Mayıs 2013 tarihi itibariyle 13 bin 616’dır. Oda üyelerinin yaklaşık %12’sine karşılık gelen 1.673’ü kadın, %88’ ine karşılık gelen 11 bin 943’ü ise erkektir. Oda kayıtlarında çalışma durumları mevcut olan toplam 13 bin 616 üyenin içerisinden sadece 6789’unun mesleği ile ilgili bir işte çalıştığı, 311’inin emekli olduğu ve geriye kalan 6.516’sının ise işsiz ya da mesleği dışında bir işte çalıştığı görülmektedir. Bir başka deyişle oda üyelerinin %50’si işsiz ya da mesleği dışında bir işte çalışmaktadır. Mesleği ile ilgili bir işte çalışan 6.789 üyenin 4.696’sı (%70’i) özel sektörde, 1.930’u (%30’u) kamu sektöründe ve 163’ü ise üniversitelerin akademisyen kadrolarında çalışmaktadır. Ülkemizde halen maden mühendisliği bölümü olan 20

Madenlerimiz yerli ve yabancı birçok şirketin amansız talanı altında; madencilerimiz her gün yerin derinliklerine güvenliksiz giriyorlar ve her gün ölüyorlar; maden mühendislerinin büyük bir çoğunluğu işsiz veya işleri dışında çalışmak zorunda kalıyor. Durum buyken bizlerden gözlerimiz yumup sessiz kalmamız, buna da şükür etmemiz gerektiği söyleniyor. Tüm madencilerin ve mühendislerin çıkarları, ortak mücadeleden geçer. Hep birlikte örgütlenmeliyiz. Yerliyabancı patronların rantı için değil, halk için, halkın çıkarları için çalışalım. üniversite bulunmaktadır. Ayrıca kurulmuş olup henüz öğrenci almayan bölümler de mevcuttur. Yılda yaklaşık 1000 civarında mezun verilirken bu sayının yeni bölümlerin de öğrenci almasıyla 1.300’e yükseleceği tahmin edilmektedir. Maden Mühendisleri Odası’nın halen; 30 il temsilciliği, 10 ilçe temsilciliği, 54 işyeri temsilciliği ve 17 maden mühendisliği bölümü öğrenci temsilciliği bulunmaktadır. Bu üyeler arasında değerlendirilme yapıldığında sadece %10’unun aidat borcu bulunmadığı görülmektedir. Üyelerin

%42’sinin 0-2 yıl arası aidat borcu, %48’lik kesimin ise 2 yıl ve üstünde aidat borcu olduğu anlaşılmaktadır. [8]

Sonuç Yerine... Madenlerimiz yerli ve yabancı birçok şirketin amansız talanı altında; madencilerimiz her gün yerin derinliklerine güvenliksiz giriyorlar ve her gün ölüyorlar; maden mühendislerinin büyük bir çoğunluğu işsiz veya işleri dışında çalışmak zorunda kalıyor. Durum buyken bizlerden gözlerimiz yumup sessiz kalmamız buna da şükür etmemiz gerektiği söyleniyor. Tüm madencilerin ve mühendislerin çıkarları, ortak mücadeleden geçer. Hep birlikte örgütlenmeliyiz. Yerli veya yabancı patronların rantı için değil, halk için halkın çıkarları için çalışalım. Rant için değil halk için mühendislik yapalım. *Bu tablolarda isimleri bulunan firmalar 2008 yılında TBMM’de sunulan bir soru önergesine dönemin Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun verdiği cevaplardan derlenmiştir. Kaynakça: [1] “Türkiye Madenciliğinde Endüstriyel Hammaddeler ve Kuzeybatı Anadolu Bölge Müdürlüğü Endüstriyel Hammadde Kaynakları”, Ergün Çelik, [2] “Rakamlarla Türkiye Madenciliği”, Maden Mühendisleri Odası [3] AKP’liler madene girdi, Taraf, 18 Ağustos 2014 [4] Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı maden şirketleri, 08haber.com [5] Türkiye’nin Madenleri Yabancı Sermayeli Şirketlere Emanet, ANKA [6] 5177 Sayılı kanunla değişik 3213 sayılı maden kanunu, madenmo.org.tr [7] Emperyalizmin ağaları uluslararası maden şirketleri ve maden çıkartılan ülkeleri bekleyen tehlikeler, nacikaptan.com [8] Maden Mühendisleri Odası 43. Dönem Çalışma Raporu [9] Türkiye’de madencilik, Vikipedi

25


MİMARLIK

Mimar Meclisi; kamuda, özel sektörde ve üniversitelerde çalışan mimarlar ve mimarlık öğrencilerinden oluşur. Mesleki hizmet ve düşünce üreten demokrat-ilerici-politik bir topluluktur. Mimarlığı yoksul halka da fiilen taşımayı hedefler. Gönüllü mimar, şehir plancısı ve mimarlık öğrencisinin katılımıyla büyüyen ve daha da genişlemeyi bekleyen bir topluluktur. Mimar Meclisi’nin kurulma nedeni; mimarlık mesleği alanına giren, kent, kamusal mekanlar, doğa, mimarların çalışma koşulları ve benzer konulardaki sorunlara dair çözümler, özellikle de mimarlığın toplumsal boyutunu vurgulamak ve mimarlık tartışmalarında temsil edilemeyen kesim ve grupların görüşlerini de temsil etmek üzere düşünceler üretmektir. Mimarların, bu içerikteki çözümler üretmesini engelleyen sınırların ötesine geçerek, özellikle halkın düşünce ve emeğinin katılımıyla bu çözümlerin hayata geçirilmesi hedeflenmektedir. Ülkesi ve meslek alanına dair; ekonomik-demokratik-ilkesel kaygıları bulunan mimar ve mimarlık öğrencilerine “Halk için Mimarlık” yapma olanağı sunulmaktadır. Mimar Meclisi bireylerden oluşan bir oluşum olmasına rağmen bireysellikleri öne çıkaran bir platform değildir. Mecliste çalışma yürüten tüm mimarlar gönüllülük esası ile çalışmakla birlikte

26

gerçekleştirilen proje ve üretilen politikalar, mimari bir hobi etkinliği şeklinde değil, halkın yararına gerçekleştirilme sorumluluğu ile hayata geçirilir. Gerek mesleki, gerek ekonomik koşullanmalarla oluşan “birey özelliklerini öne çıkarma”, ve günümüz koşullarında giderek artmakta olan “mesleki ve kişisel ego vurgusu”nun, mimarlığın gerçek kullanıcıları olan halktan uzaklaşmasının ardında yatan temel nedenlerden biri olduğunu vurgulamak üzere ortaya çıkan bir topluluktur ve mottosu “Rant için Değil, Halk için Mimarlık”tır! Mimar Meclisi, birey-toplum-mekan ilişkileri bağlamındaki kendi politik tavrını, bu konudaki literatürü izleme, beyan etme ve tartışmanın ötesinde, bu literatürde anlatılan konuları pratikte ve gündelik hayatta, kimi zaman zorlu koşul ve ortamlarda birebir hayata geçirmeyi hedefler. Mekanın politik içeriğini sadece yazılı metinlerinde ve sözlü açıklamalarında beyan etmekle kalmayıp, proje ve uygulama ölçeğine gelindiğinde kendi ifadeleri doğrultusunda tavır almayı ve bu tavrı pratikte de hayata geçirmeyi hedefler. Mimar Meclisi; tüm mimarları, bu ilkeler çerçevesinde, halk için üretmeye davet eder.


MİMARLIK

GÜLSUYU CEMEVİ YARIŞMASI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ mimar meclisi

Maltepe Belediyesi’nin açmış olduğu Gülsuyu Cemevi Yarışması Temmuz 2015’te sonuçlandı. Gerek son dönemin önemli bir gündemini oluşturan “cemevi” konu içeriği ile, gerek jüri üyelerinin mimarlık camiasının en saygın isimlerinden oluşması ile, ilan edildiği günden itibaren dikkatleri üzerine çeken bir yarışma oldu. Yarışmaya katılan 55 adet

projenin mimarlık camiasına ve bir ibadethane-kültür evi yapısı olarak cemevi mimarisine katkısı kayda değerdir. Ancak bu yarışmanın açıldığı Cemevi örneğinin geçmişi çeşitli anlaşmazlıklar ve hatta yönetsel çatışmalarla doluyken, tam da bu yapıya konu olan yarışmanın, süregelen tartışmalarla arasındaki mesafe ve aldığı pozisyon

merak konusu oldu... Hatırlandığı üzere, Gülsuyu Cemevi’nin yönetiminde olan Cem Vakfı ile Gülsuyu halkının Mayıs ayında düştüğü çatışma ortamı ve bu çatışma sürecinin polis müdahalesi ile sonuçlanması pek çok örnekte tekrarlanagelen, cemevlerine yönelik saldırıların sadece bir diğer örneğini oluşturmuştu. Eylül 2013’te Ankara

27


MİMARLIK

Tuzluçayır’daki yine bir Cem Vakfı projesi olan cemevi-cami inşaatına itiraz eden halk, aylarca bu inşaatın gerçekleştirilmemesi için çatışmak zorunda kalmış ve yürüttüğü mücadele ile sürecin istekleri doğrultusunda sonuçlanmasını sağlamışlardı. “Halka rağmen” inşa edilmeye çalışılan bir yapı projesi, hiç kuşkusuz ki mimarlık pratiğini yakından ilgilendiren bir konudur. Ayrıca mimar, salt bu yapının fiziki niteliklerinden ve mekansal kalitesinden sorumlu değildir. Sorumluluk alanı çok daha geniş bir alanı kapsar. Bu projeler kimin için yapılıyor, ne pahasına yapılıyor, kimler finanse ediyor, gerçekleştirilen proje halkın yararına mıdır gibi sorular, hem mimarlık mesleğinin ahlaki sorumluluk alanına girer, hem de mimarın profesyonel ve etik tavrı bu içerikler doğrultusunda kritik edilir. Mimarlık tartışma ortamında bu sorulara verilen cevapların şüphe ile karşılanması nedeniyle, ilkesel olarak sert şekilde eleştirilen projeler oldukça fazla sayıdadır ve meslek içi bu tür eleştiriler mimarlık bilgi alanına katkı da sağlar. Maltepe Belediyesi’nin açtığı mimari proje yarışması da, Gülsuyu halkı ve Cem Vakfı arasındaki çatışma gündeminin içine açılmış bir yarışma oldu. Çatışmanın yaşandığı ve yarışmanın açıldığı Cemevi, Maltepe Belediyesi’nin 18 yıldır Cem Vakfı’na kiraladığı bir ibadethanedir. Böylesi bir süreçte, gerek Maltepe Belediyesi’nin, gerekse düzenlediği yarışmaya akademik

28

katkı sağlayan, donanımlı ve saygın kişiliklerden oluştuğu bilinen yarışma jürisinin, böylesi hassas bir konuda nasıl tavır aldıkları önemlidir. Hiç şüphesiz, bu noktada bir tavır almamış olmak, dolaylı da olsa bir tavıra işaret eder... Bu bağlamda, yarışma ve sonuçları ile ilgili şu soruların sorulması anlamlı olabilir: VVGülsuyu Mahallesi’nde yaşayan halk, cemevi yarışmasının gerek kurgulanması, gerekse değerlendirilmesi aşamalarında etkili bir aktör olarak yer almış mıdır? VVCem Vakfı ile yaşanan çatışmanın ardından yarışma jüri ekibi ya da Maltepe Belediyesi, mahalleli ile temasa geçmiş midir, ya da mahallelinin kurmuş

“Halka rağmen” inşa edilmeye çalışılan bir yapı projesi, hiç kuşkusuz ki mimarlık pratiğini yakından ilgilendiren bir konudur. Ayrıca mimar, salt bu yapının fiziki niteliklerinden ve mekansal kalitesinden sorumlu değildir. Bu projeler kimin için yapılıyor, ne pahasına yapılıyor, kimler finanse ediyor, gerçekleştirilen proje halkın yararına mıdır gibi sorular, mimarlık mesleğinin ahlaki sorumluluk alanına girer.

olduğu “Maltepe Cemevi Derneği” ve diğer köy derneklerinin varlığından haberdarlar mıdır? VVBu alternatif/sivil oluşumların farkına varmak için yarışma ekibi nasıl bir çaba harcamış ve yerinde nasıl incelemeler yapmıştır? VVMaltepe Belediye Başkanı Ali Kılıç’ın, mahalle halkının Cem Vakfı ile yaşadığı çatışmanın ardından, mahalle halkının rızası olmamasına karşın Şubat 2015’de Cem Vakfı ile kira sözleşmesini yenilemesi, yarışmaya destek veren jüri ve katılımcıları ne yönde etkilemiş, yarışmanın kurgulanışına herhangi bir şekilde etki etmiş midir? VVYarışma ekibi ve jüri üyeleri “inşa edilecek (uygulanacak olan) yeni projenin de 18 yıldır olageldiği gibi Cem Vakfı’na verilmesi halinde, proje sahipleri rızalık gösterecekler midir? Göstermeyeceklerse, jüri üyelerinin ya da yarışmacıların ellerinde bu yönde bir güç var mıdır”, gibi soruların olası cevaplarıyla ilgilenmekte midir? VVAyrıca, Gülsuyu halkı, Maltepe Belediye Başkanı Ali Kılıç’ın, Gülsuyu Cemevi yönetimi konusunda yaptığı toplantıda: “Yönetimi bir uluslararası vakıftan alıp (Cem Vakfı kastediliyor), bir köy derneğine (Maltepe Cemevi Derneği kastediliyor) verecek halim yok” ifadesini kullandığını iletmektedirler. Yarışma ekibi ve özellikle de jüri üyeleri, yerel başkanın bu “uluslararası vakfa” olan gönül bağı ve bu bağın halkta oluşturduğu tepkinin sonuçlarıyla ilgilenmekte midir?


MİMARLIK

VV“Dayanışma ve imece usulü ile inşa edilme geleneği olan cemevi yapılarının mimari yarışmalar aracılığı ile yapılıyor olmasının, ihmal edilegelmiş bir bina (ve kültürel mekan) tipolojisi olarak cemevi mimarisinin gelişimine önemli bir katkı sunduğu şüphesizdir. Ancak, bu yarışmaların içerik ve biçiminin, piyasa yarışmaları ile aynı formatta olması yani, birbiri ile rekabetçi bir ortamda kıyasıya yarışarak sonuçlanan yarışma içeriğinde yapılması, özünde ‘dayanışma ve imece’ kültürüyle oluşturulan bir mekan tipolojisiyle ve Alevilik gelenekleriyle örtüşmekte midir?” sorusu, jüri tarafından değerlendirilmiş midir? VV2004 yılından beri mahalle halkının imkanları çerçevesinde yaptıkları bağışlar ve Alevi dostlarının bağışları ile bir noktaya getirilen inşaatı yıkmak gibi radikal ve oldukça müsrifçe denebilecek bir karar alınırken, Gülsuyu halkının görüşüne başvurulmuş mudur? 11 yıldır bitmesini bekledikleri ve imkanları çerçevesinde büyük güçlüklerle destek olmaya çalıştıkları bir inşaatı yıkma kararı ve yetkisi, sadece bir yerel yöneticinin ve teknik bir meslek insanı olan tasarımcı mimarın kararına bırakılabilir mi? (Yarışma kolokyumunda, var olan yapının yıkılabilmesi için, mimarından izin alındı mı sorusuna, Nevzat Sayın’ın yazılı olarak alındığını, yapıdan da rıza aldıklarını düşündüğünü ifade etmiştir. Kolokyum dinleyicilerden Yasemin Özcan, mimar ve yapıdan rızalık alınırken, mahallelinin de rızasının alınmasını gerektiğini söyleyerek,

Belediye, valilik gibi ekonomik açıdan güçlü kurumların yanı sıra, 11 yıldır Cemevi inşaatlarının bitmesini bekleyen Gülsuyu halkı da, diğer yoksul mahalle halkları gibi mimarca destekler beklemektedir. Bu tür katkılar, maddi ödül ya da protokol törenleriyle karşılık bulmayabilir; ancak mimarca destek olma biçiminin yolu öncelikle “Halk İçin Mimarlık” hizmeti vermekten geçer. tüm bu gelişmelerin yanında bir de “mahalleli” olduğu gerçeğini hatırlatmıştır.) VVCemevi yarışmasında birincilik kazanan projenin mimarının ödül töreninde sarf ettiği “mimarca Alevilerin yanında durabildiğim için mutluyum” ifadesi ile Alevilere ne tür bir destek verilmiş olunur? Bir mimari proje yarışmasına girip, yarışmalar geneline bakıldığında bu ölçekteki bir yarışma için yüksek bir birincilik para ödülünü kazanmış olmak, Alevilerin yanında duruşun mimarca yöntemi olabilir mi? Ayrıca, yapılan ödül konuşmasında Gazi Cemevi’ne yapılan saldırıya atıfta bulunmak, bireysel bir destek varmış gibi tavır beyan etmek, Alevi halkının yanında olmak için yeterli midir, yoksa ‘çatışma sürecinden

kişisel prim çıkarma çabası’ izlenimine yol açabilecek talihsiz ve naif bir açıklama mıdır? Örneğin, Gazi cemevinin kırılan kapı ve penceresini değiştirmek, saldırıya uğrayan avlunun düzenlenmesi için öneriler geliştirmek, icra ile eşyaları boşaltılan Sultanbeyli Cemevi’nin düzenlenmesine bilabedel, gönüllü katkı sunmak, ve Alevi inancının gerektirdiği tevazu ile bunu bir sessizlik içinde yapıp, bundan sadece yıllarca horlanan bir kültüre katkı yapmanın manevi telafisinin hazzını, sadece bu faaliyeti izleyip takdir edenlerle paylaşabilmekle yetinmek, “mimarca” destek için daha anlamlı girişimler olabilir mi? Belediye, valilik gibi ekonomik açıdan güçlü kurumların yanısıra, 11 yıldır Cemevi inşaatlarının bitmesini bekleyen Gülsuyu halkı da, diğer yoksul mahalle halkları gibi mimarca destekler beklemektedir. Bu tür katkılar, maddi ödül ya da protokol törenleriyle karşılık bulmayabilir; ancak mimarca destek olma biçiminin yolu öncelikle “Halk İçin Mimarlık” hizmeti vermekten geçer... Yukarıda belirtilen görüşler doğrultusunda, tüm

mimarlık

camiasının, mesleki ve akademik açıdan donanımlı ve saygın tüm meslektaşlarımızın ve dostlarımızın, bu yarışmaya dair tartışılan nüanslara ve etik detaylara bundan sonraki mesleki girişimlerde ve ortamlarda çok daha duyarlı olması dileğiyle…

29


MİMARLIK

YIKTIĞINIZI ZANNETTİĞİNİZ DUVARLAR HALA AYAKTA! mimar meclisi

Küçük Armutlu Mahallesi; bahar başlangıcı olan Mart’ın ilk gününü, binlerce polis, akrep, TOMA, iş makinesi ve kepçelerin katıldığı bir yıkım ile karşıladı. Armutlu halkı tarafından kolektif olarak inşa edilmiş ve edilmekte olan bir dernek binası, federasyon inşaatı ve Halk Meclisi binası yıkıldı. Adına “kentsel dönüşüm” denilen ve yoksul halkın tek göz kondularına göz dikildiği “yıkım

30

şenlikleri”nin (!) duraklarından birinin Küçük Armutlu Mahallesi olması tesadüf değildir! Çünkü bu mahalle; kuruluşundan itibaren yıkımlara, saldırılara karşı direnişi örgütleyen halk komiteleri ve halk meclisleri ile var olmuştur. Elbette devleti ve polisi korkutan, korkudan saldırtan da budur. Onların korkuları bir nebze daha anlaşılır belki, ama Sarıyer Belediyesi’nin kendisini bu saldırı sarmalının içine -ve hatta merkezine- pozis-

yonlandırması nasıl açıklanmalıdır? Sosyal demokrat olduğunu iddia eden ve parti isminin içinde “Halk” geçen bir belediye, yıkımı coşkuyla gerçekleştirmiştir. Yıkımın ardından mahalleliden ve kamuoyundan gelen tepkiler üzerine CHP Sarıyer İlçe Başkanı Mehmet Deniz’in yaptığı haddini bir hayli aşan yalanlarla bezeli açıklamada, halkın evlerine dokunulmadığı ve dokunulmayacağı açıklanmış, mahalledeki dernek binalarının yanısıra Halk Meclisi binasının yıkılmış olduğu belirtilmiştir. Halkın “evinin” değil, “meclisinin” yıkıldığının açıklanması, en hafif deyimle ancak bilinçsizce yapılmış bir beyandır. Yerel yönetimin mahallesi ile olan kopukluğu, getirdiği hizmetin yetersizliği gibi zaten bilinen konular bir


MİMARLIK

kenara bırakılsa da; halkın emeği ile inşa edilen, yokluklar içinde arttırdığı parasını, emeğini, gücünü, iradesini ortaya koyarak inşa etmeye çalıştığı mahallenin ortak toplanma alanlarını yıkmayı meşrulaştırmak için değil açıklama yayınlamak, konu hakkında roman yazılsa yapılanlar yine de kabul edilemeyecek bir suçtur. Yıkımın başat aktörü olması yetmiyormuş gibi, CHP İlçe Başkanı açıklamasında Büyükşehir Belediyesi’nin ve polisin asla konduları ve cemevini yıkmasının söz konusu olmadığının garantisini verdiğini söylemektedir. Cemevi binasının arka cephesindeki delikler, kuş gagaları ile oluşmamıştır, polis kurşunlarının ve bombalarının izleridir. Halktan toplanan paralarla inşa edilmeye çalışılan cemevinin aralıksız kurşunlanmasına CHP ilçe teşkilatının cevabı; yoksul mahallelinin ikinci el malzemeler ile yaptığı tek katlı Halk Meclisi binasını yıkmak olmuştur. Bu mahallenin kentsel dönüşüme karşı verdiği mücadelenin örgütlenmesinden, gecekonduların iyileştirilmesi için yapılan müdahale kararlarından, mahallenin kamusal alanlarının iyileştirilmesi için açılmış olan Ulusal Mimari Fikir Yarışması’nın kararlarına kadar mahalleyi ilgilendiren her kararın alındığı bina olan tek gözlü Halk Meclisi binasını yıktığını zanneden polis ve onun sözcüsü CHP’li Sarıyer Belediyesi! Bir yıkım gerçekleştirdiğiniz yanılgısı içerisindesiniz, yanılıyorsunuz! Küçük Armutlu Mahallesi’nde yıktığınızı zannettiğiniz binalar; buradaki direngen kültürün, ira-

denin, sosyal yapının kabuklaşmış halidir. Katılaşarak binaya dönüşmüş bu mekanların duvarlarını yıkarak, direniş geleneğini yıkabileceğinizi mi zannettiniz? İstanbul’un dört bir yanındaki ağır yapılaşmanın içinde, yıkmak için Küçük Armutlu’nun tek katlı, bahçeli, halkın kolektif gücü ile yapılmış toplanma mekanlarını mı seçtiniz? Dernekler, federasyon binaları, Halk Meclisi yıkılınca neyi ortadan kaldırdığınızı zannetmektesiniz? Küçük Armutlu Mahallesi’ne binbir zorlukla getirilen ve yetersiz olan yerel yönetim hizmetini bir yardım ya da lütuf olarak mı görüyorsunuz? “Armutlu halkına dokunmadık, devrimcilerin yapılarını yıktık” mesajınızın açılımı nedir? Küçük Armutlu’da kaç aile devrimcidir, ya da kaç örgüt binası vardır sorusuna cevabınız, yıktığınız 3 küçük bina mı? Bu büyük bir yanılgı. Küçük Armutlu halkının nüvesi, kurulumu ve halkın toplumsal yapısı örgütlülük geleneğine temellenmektedir. Bu binalarda gerçekleşen dayanışma ve örgütlülük bina ortadan kalkınca yok mu olacak? Yıkmaya çalıştığınız sosyal ve politik yapının sürekliliği için binalaşmış bir kabuk hayati bir gereklilik midir zannediyorsunuz? Küçük Armutlu Mahallesi’nin her sokağı, her gecekondusu birer dernek binasıdır. Her bir açık mekan olağan bir Halk Meclisi mekanıdır. Dolayısıyla, sizin hanenizde bir utanç anıtı olarak kaydedilecek bu binaların yıkıntılarını haberleştirmeye ve gözlemlemeye gelen ulusal ve uluslararası kamuoyuna yıkımını-

zı meşrulaştırmak için daha çok çaba göstermeniz gerekecektir. Küçük Armutlu mahalle halkının karşısında, polisin ve Büyükşehir Belediyesi’nin tarafında yer aldınız. Mimar Meclisi’nin önceki açıklamalarında ve Ulusal Mimari Proje Yarışma Şartnamesi’nde de belirttiği gibi; Küçük Armutlu Mahallesi, İstanbul şehirleşme sürecindeki özgün planlama niteliklerini koruyarak bugüne taşımış tek ve biricik örnektir ve bu anlamda fiziki ve sosyal yapısının korunması gerekmektedir. Bu özgün nitelikler salt konut biçimlenişlerinden ve mahalle tipolojisinden ibaret değildir. Bir diğer deyişle, bu niteliklerin oluşmasını sağlayan şartlar; mahallenin örgütlülüğü, birlikteliği ve direniş geleneğidir. Tüm bu yerel tarihi birikim, dernek binası yıkılarak yok edilemez. Mimar Meclisi İstanbul’daki tüm yoksul mahalleler gibi Küçük Armutlu Mahallesi’ndeki fiziki mekanların iyileştirilmesi, yeni ve yaşanabilir mekan organizasyonlarının gerçekleştirilmesi, yoksul halkların ihtiyaçları doğrultusunda inşa edilecek yeni kapalı, yarı açık ve açık mekanların tasarlanması, tamir, inşaat konularında mahalle halkının ve Halk Meclisi’nin yanında yer almıştır ve bilimsel ve mesleki desteğini sürdürecektir. Meclisimiz tüm meslektaşlarımızı ve dostlarımızı, Küçük Armutlu Mahallesi özelinde, Kentsel Dönüşüm saldırısı karşında hak ihlaline uğrayan yoksul halka destek vermeye çağırmaktadır.

31


MİMARLIK

BİNLERCE ODALI SARAYLARINIZ; BU DÜZENİN GÜCÜNÜN DEĞİL, ÇÖKÜŞÜNÜN SİMGESİDİR Faşist iktidarlar kendi halklarını yönetememeye başladıkları zaman, bu krizi gizlemek için kırk takla atmaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın tüm bu çılgın projeleri, sarayları; uşağı olduğu bu pespaye düzenini korumak içindir. Fakat tarih defalarca göstermiştir ki halk o sarayları diktatörlerin ve onların düzeninin mezarları haline dönüştürmüştür. Sovyet halkları nasıl ki kışlık sarayını yüzlerce yılın kini ile yaktılarsa, nasıl ki şatafatlı saraylar Osmanlı’nın anlı şanlı padişahlarına yar kalmadıysa, Tayyip Erdoğan’a da Ak Sarayı, Yıldız Sarayı yar olmayacaktır. Anadolu halkları bu zulmün, bu yoksulluğun, açlığın ve sefaletin üzerinden yükselen bu sarayların hesabını soracaktır. İnsanoğlu yaşadığı tarihsel

ri ve köleler olmuş, feodalizmde

duğu sömürü düzeninin devam-

süreçte sınıflı toplumlar içerisin-

köylüler ve feodal beyler olmuş,

lılığını sağlamak için ezilen sını-

de emeği sömürenler ve emeği

kapitalizmde ise burjuvazi ve işçi

fın üzerinde kimi zaman baskıcı

sömürülenler olarak temelde iki

sınıfı olmuştur. Bu tarihsel süreç-

devlet aygıtlarını kullanırken, bu

sınıfa ayrılmıştır. Köleci toplumda

lerin hepsinde ezen sınıf; kendi

yolla oluşturduğu siyasal koşul-

bu sınıfların isimleri köle sahiple-

iktidarını sağlamlaştırmak ve kur-

ların devamlılığı için de sürekli

32


MİMARLIK

olarak ideolojik devlet aygıtlarını kullanmaktadır. Marksist ideoloji; baskıcı devlet aygıtlarını ezen sınıfın ezilen sınıf üzerinde zor kullandığı hükümet, yönetim, polis, mahkemeler ve hapishaneler olarak tanımlarken, ideolojik devlet aygıtlarını ise biçimsel olarak devletin dışında duran ama düzeni muhafaza etmek üzere, fiilen devletin değerlerini taşımaya hizmet eden, devletin kitleleri yönlendirmek amacıyla başvurduğu din, eğitim, aile, hukuk, siyasal sistem (partiler), sendika gibi kurumlar ile medya, kültür-sanat, spor gibi araç ve yöntemler bütünü olarak tanımlar Ezen sınıfların kendi içerisindeki bu ilişki içerisinde mimarlığın yeri de çok büyüktür. Tarih boyunca mimarlık, ezen sınıfın temsilinin bir aracı olmuştur. Örneğin krallar için görkemli saraylar, padişahların adlarına görkemli camiler, imparatorluk yapıları inşa edilmiştir. Günümüzde de parlamento

binaları, kraliyet sarayları, askeri yapılar bunlardan farksızdır. Hatta şehirlerin ortasında yükselen cam-çelik yığını gökdelenler, bankalar, çok katlı ofis yapıları sömürücülerin kurdukları sistemin gücünü kanıtlama çabasıyla mantar gibi türemektedir. Bugün için Türkiye’yi düşündüğümüzde de durum aynıdır. Bir yerde modern dünyaya ayak uydurma çabasıyla şehrin merkezine dikilen gökdelenler, bir yerde ise Osmanlı dönemini anımsatan camiler, saraylar... Halkın emeğinden çalınarak yapılan milyon dolarlık, devasa saraylar da bugünün faşist devletinin halka karşı kendi gücünü ispatlama ve halkı baskı altına alma aracıdır. Faşist iktidarlar kendi halklarını yönetememeye başladıkları zaman, bu krizi gizlemek için kırk takla atmaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın tüm bu çılgın projeleri, sarayları; uşağı olduğu bu pespaye düzenini korumak içindir.

Fakat tarih defalarca göstermiştir ki halk o sarayları diktatörlerin ve onların düzeninin mezarları haline dönüştürmüştür. Sovyet halkları nasıl ki kışlık sarayını yüzlerce yılın kini ile yaktılarsa, nasıl ki şatafatlı saraylar Osmanlı’nın anlı şanlı padişahlarına yar kalmadıysa, Tayyip Erdoğan’a da Ak Sarayı, Yıldız Sarayı yar olmayacaktır. Anadolu halkları bu zulmün, bu yoksulluğun, açlığın ve sefaletin üzerinden yükselen bu sarayların hesabını soracaktır. Saraylar, külliyeler iktidarın gücünün değil miadının dolduğunun göstergesidir. Osmanlıda da saraylar yapılmıştı. Dolmabahçe, Beylerbeyi, Yıldız Saraylarını hatırlatalım. Hepsi Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılan yapılardır. Meşruiyeti halkın gözünde tuzla buz olmuş faşist devletin sonu da bu olacaktır. Tekrar ediyoruz; zalimin zulmü arttıkça, halkın bu zulme karşı direnişi ve zaferi de kaçınılmaz olacaktır.

33


MİMARLIK

MİMARLAR ODASI DEĞİL, AĞAOĞLU VE ŞİRKETLER GRUBU TERÖRİSTTİR! Eğitimi kendi rantının bir parçası haline getirmek de, 107 kişinin katledilmesi karşısında “bir maç lezzeti bile yaşayamadık” demek de, rant projelerine karşı dava açan bir demokratik kitle örgütüne operasyon yapılmasını talep etmek de aynı ahlakın ürünüdür. Ne mutlu ki bu ahlak, bizde olmayan bir ahlaktır, çürümüş, kokuşmuş burjuvazinin ahlakıdır! Ve tek bir ilkeye dayanır: “Daha fazla kar!” Mimarlığı tek cümleyle özetleyecek olursak; insanın tüm yaşam alanının tasarlanması görevidir. Mimarlık mesleğini şekillendiren ise insanların ihtiyaçların kimler tarafından belirlendiğidir. Kapitalizmin doğası, burjuvazinin ihtiyacı daha az masraf, daha çok kar olduğundan dolayı, mimarlık mesleğinin de sınırlarını “daha fazla kar” elde etme anlayışı belirlemektedir. Dolayısıyla mimarlık mesleğinin en başta tanımladığımız özle yakından uzaktan bir alakası bulunmamaktadır. Yeni sömürge ülkemizin işbirlikçi tekelleri de mimarlık ala-

34

nından doğru halkı sömürmekte, baskı altına almakta, en ufak bir muhalif seste ise terör demagojisiyle tukaka etmektedir; hem de mimarlık mesleğiyle uzaktan yakından ilgisi olmamasına rağmen, bu alanın piriymiş havasıyla ve özgüveniyle mimarlık mesleğine el atmaktadırlar. İşte bunlardan biri; kendine “yaşam mimarı” adını veren AKP’nin müteahhiti Ali Ağaoğlu ve şirketiyle ilgili birkaç örnek: Ağaoğlu’nun sahibi olduğu Ağaoğlu Şirketler Grubu’nun CEO’su Hasan Rahvalı, 10 Ekim 2015’te 107 insanımızın haya-

tını kaybettiği Ankara Katliamı için internet sitesinde “yastayız, isyandayız” açıklamasını yapan Mimarlar Odası’nı terörist ilan etti. Rahvalı şu ifadeleri kullandı: “Terörist deyince ille de eli silahlı olması gerekmiyor. 10 Ekim günü milli maçımız vardı. Onun zaferini, lezzettini yaşayamadık. Birçok vatandaşımız hayatını kaybetti. Ama o günden bugüne kaç tane de şehit verdik. Sitede o şehitlerden bahsetmiyor. Siz kimden yanasınız? Mimarlar Odası’na da bir operasyon yapılması lazım. Buradan savcılara suç duyurusunda bulunmak istiyorum. Mimarlar Odası devletin


MİMARLIK

ne kadar stratejik, planlı, şehir planı varsa karşı. Ya sen meslek örgütü müsün, terörist misin nesin?” Bir örnek daha... 15 Aralık 2015’te çıkan haberlere göre Ali Ağaoğlu; Maslak 1453’te mimarlık eğitiminin verileceği 1500 kişilik üniversite kurmaya, ismini de “Ali Ağaoğlu Üniversitesi” koymaya hazırlanıyor. Ağaoğlu İcra Kurulu Başkanı Önder Halisdemir, üniversite ile ilgili “Gayrimenkul sektörünün lider ismi Ali Ağaoğlu’na yakışan bir konuydu eğitim. Kendisi çeşitli illerde yüzlerce okul yaptırmış birisi. Ancak hiçbirinde adı yok. Bu sefer okulun adının ‘Ali Ağaoğlu Üniversitesi’ olmasını planlıyoruz” dedi. Bu iki örnek de burjuvazinin mimarlık mesleğine ve mimarlık eğitimine bakışını çok net biçimde anlatmaktadır. Ağaoğlu ve beslemelerine sesleniyoruz. Bu ülkede asıl terörist sizlersiniz. Önce siz halkın evlerini yıkarak, halkın kanı ve emeği

üzerinden yükselen gökdelenlerin hesabını verin. Elbette ki sizin sisteminiz olan kapitalizme karşı mücadele eden, halkın safında yer alan mimarlar da olacak, bu mimarların en demokratik, meşru kitle örgütlenmeleri de olacak. İstiyorlar ki herkes kendi çıkarları uğruna kul köle olsun. Bunun için Ağaoğlu mimarlık okulu bile açıyor. Eğitimi de kendi rantının bir parçası haline getirmek istiyor. Mimarlık eğitimi, Ağaoğlu’nun servetine servet katmak için bir araca dönüşmüştür. Ağaoğlu, kendi şirketinde çalışacak eleman yetiştirmek için üniversite kurmak istemektedir. Eğitimi kendi rantının bir parçası haline getirmek de, 107 kişinin katledilmesi karşısında “bir maç lezzeti bile yaşayamadık” demek de, rant projelerine karşı dava açan bir demokratik kitle örgütüne operasyon yapılmasını talep etmek de aynı ahlakın ürünüdür. Ne mutlu ki bu ahlak, bizde

olmayan bir ahlaktır, çürümüş, kokuşmuş burjuvazinin ahlakıdır! Ve tek bir ilkeye dayanır: “Daha fazla kar!” Burjuvazi, mimarlık alanında da kara dönüştürmedik alan bırakmak istemiyor. Eğitimde de bunu yapmak istiyor. İşte kanayan yarası budur Ağaoğlu’nun, bu yüzden hukuki açıdan bu isteğini zora sokan mesleki demokratik kitle örgütlerini tehdit ediyor. Halk düşmanları bu alanlarda halka saldırı politikalarını geliştirirken, bizler de bir yandan dayanışmayı ve kolektivizmi büyütmeli, diğer yandan da alternatiflerimizle faşizmin bu alandaki saldırılarına cevap verebilmeliyiz. Kaynaklar: • Ağaoğlu’nun CEO’suna bak!.. Mimar Odası’na terörist dedi, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016 • Ali Ağaoğlu mimarlık eğitiminin verileceği üniversite kuracak, arkitera.com.tr, 15 Aralık 2015

35


MİMARLIK

AKP TOKİ’Yİ YARATTI, TOKİ DE AKP’YE KULLUK EDİYOR TOKİ’nin amacı yoksul halkın çıkarlarını korumak, onlara sağlıklı ve insanca yaşanabilecek evler sağlamak değil, bizim yaşam alanlarımız üzerinden rant elde etmektir. Kendi kontrollerinde bloklara hapsolmuş, yıllarca onlara borçlu, her istediğinde kafasına çökebileceği bir toplum yaratmaktır. Onun içindir yaşadığımız alanlara her türlü yozluğu sokmaya çalışmaları, mahallelerimizi terörize etmeleri.

TOKİ, 1984 yılında Toplu Konut Kanunu’nda belirtildiği gibi “Konut ihtiyacını karşılamak konut inşaatı yapanların tabi olacağı usul ve esasları düzenlemek,

36

memleket şart ve malzemelerine uygun endüstriyel inşaat teknikleri ile araç ve gereçleri geliştirmek ve devletin yapacağı desteklemeler için Toplu Konut Fonu’nu

meydana getirmek ve kullanılmak” amacıyla kurulmuştu. [1] Ancak kuruluştan sonra özellikle AKP eliyle örülen süreç; TOKİ’nin konut ihtiyacını karşıla-


MİMARLIK

ma hedefinden çokca, yoksullara konut sağlama hedefinden ise tamamen sapmasını sağlamıştır. TOKİ’nin rant aracı haline getirilmesi için kuruluşundan bugüne gelene kadar planlı bir şekilde çalışılmıştır. Mevcut kanunlar bu amaca yönelik olarak sürekli değişime, eklenmeye, yenilenmeye veya birleştirilmeye tabi tutulmuştur. Kurulduğu ilk yıllarda Emlak Bankası’ndan devralınan malların Bakanlar Kurulu kararıyla TOKİ’ye devredilmesi, bu kurumun palazlanması açısından başlangıç adımlarından birini oluşturmaktadır. Sonrasında; 1984-2002 yılları arasında İstanbul Belediye Başkanlığı’na bağlı KİPTAŞ’ın yöneticilerinden oluşan “altın” bir ekibin ve Erdoğan Bayraktar’ın TOKİ’nin başına getirilmesi, bu tarihten sonraki 14 yıllık AKP “rant çağı”nın önemli bir miladıdır. 2003 öncesinde “konut finansmanında kullanılmak üzere kredi almak ve vermek, bu sektörle ilgili sanayi ve çalışanları desteklemek, ucuz konut üretmek” gibi sınırlı görevler üstlenen TOKİ’ye, seferberlik sonrası yapılan değişikliklerle “konut sektörü ile ilgili şirketler kurmak veya kurulmuşa iştirak etmek, gecekondu alanlarının dönüşümüne, tarihi ve yöresel mimarinin korunup yenilenmesine yönelik projeleri (kentsel-rantsal dönüşüm projeleri) kredilendirmek, gerektiğinde tüm bu kredilerde faiz sübvansiyonu yapmak, yurtiçi ve yurtdışında doğrudan ya da iştirakleri aracılığıyla proje geliştirmek; konut, altyapı, sosyal donatı uygulamaları yapmak-yap-

tırmak, idareye kaynak sağlamak için kar amaçlı projelerle uygulamalar yapmak ve yaptırmak” gibi görevler tanımlanarak yetkileri olabildiğince genişletilmiştir. TOKİ’nin tanımında gerçekleştirilen bu değişikliklerin ardından AKP iktidarı, TOKİ’yi tam bir süper güç haline getirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Bu yapılanları çok kısa bir özetle geçmek gerekirse; 22TOKİ işlerinde ÇED ile ilgili sınırsız kolaylıklar getirildi. 22Hazine arazilerinin TOKİ’ye bedelsiz devredilmesine dair yasa düzenlendi. 22Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü’nün yetki ve arsaları TOKİ’ye devredildi. Arsa alım-satımı yapmasının önü açıldı. 22Muhalif belediyelere baskı aracı olarak kullanılan, “tüm kamu kurumlarının ihtiyaçı olan arsaların TOKİ tarafından karşılanması” zorunluluğu getirildi. 22TOKİ idari olarak belediye ve valiliklerin üzerinde bir konuma getirildi. 22Kentsel dönüşüm sürecindeki konut değerlemelerini TOKİ’nin yapabilmesi “kolaylığı” getirildi. 22Belediyelere, TOKİ’nin her türlü isteğinin kabul edilmesi zorunluluğu getirildi. 22Alım-satım, vergi, pul vb. tüm giderler ortadan kaldırıldı. [2]

2004 yılı öncesinde Bayındırlık Bakanlığı’na bağlanan, sonrasında ise Başbakanlık’ın kanatları altına alınan TOKİ’ye; 28/03/2007 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5609 sayılı Gecekondu Kanununda Değişiklik

Yapılmasına dair Kanun’la, Bayındırlık Bakanlığı’nın “mevcut gecekonduların ıslahı, yeniden yapımının önlenmesi ve bu amaçla gereken tedbirlerin alınması” yönündeki yetkileri devredilmiş ve ek maddeler getirilmiştir. Bu değişiklikle beraber artık Başbakanlık’ın kanatları altında, bakanlık yetkilerine sahip, her türlü istediği düzenlemeyi yapmaya ve onaylamaya yetkili kılınan, vergi vermeyen, vergilerden pay alan, sürekli kar eden, sorumluluk almadan her türlü işi görülen-gördürülen bir süper güç yaratılmış oldu. AKP’nin ihtiyacı olan lokomotif inşaat sektörü; TOKİ aracılığıyla halkın kaynakları har vurup harman savurularak canlandırılacaktı. TOKİ’nin yaratılma ve palazlanma sürecini kısaca özetledikten sonra bugün gelinen noktada TOKİ neler yapıyor, nasıl bir talanı örgütlüyor, şu anki başkan nelerden bahsediyor diye de bakmak gerekmektedir. Elbette ki bir yazıda tüm bunlara derinlemesine ve her yönüyle incelemek mümkün olmayacağından kısa kısa değineceğiz.

TOKİ’nin Talanlarından Birkaçı... 2003-2004 yılları arasında hasılat paylaşımı yöntemiyle gerçekleştirilen ihalelerle ilgili, bir TOKİ iştiraki olan Emlak Gayrimenkul Ortaklığı’nın 2003 yılı faaliyet raporundan sonra Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu tarafından incelemeye alınan, çoğunluğu İstanbul ve

37


MİMARLIK

İzmir’de bulunan yedi projedeki yolsuzluk ve usulsüzlüklere baktığımızda o dönemin rakamlarıyla 800 milyon TL’nin halkın cebinden çalındığı görülüyor. [2] AKP’nin ve yandaşlarının TOKİ aracılığıyla gerçekleştirdiği ve halka konut sağlama yalanlarıyla kamufle etmeye çalıştıkları yalanları sadece bununla sınırlı değildir. Hepimizin Kızılay’ın çadır skandallarıyla, Erdoğan Bayraktar’ın onlarca insanımızın ölmesine neden olduğu açıklamalarıyla hatırladığı Van depremi, AKP açısından tam bir rant kapısı olarak kullanılmıştır. AKP iktidarı bu depremi kentsel dönüşüm politikalarına hız vermek için tam bir kılıf olarak görmüştür. Halk katili AKP iktidarı, Van depremi sonrasında da halk üzerinde

38

oluşan hassasiyeti kullanmaktan imtina etmemiştir. Kocaeli depremi sonrasında tüm halktan geçici olacağını söyleyerek toplamaya başladığı ve sonrasında da adını değiştirerek sürekli hale getirdiği deprem vergilerimizle yapılması gereken Van Erciş’teki deprem konutlarının nasıl pazarladığına kısaca bakmak; TOKİ’nin ve AKP iktidarının ne olduğunu bir kez daha ifşa edecektir. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan tarafından deprem konutları teslim töreninin, bir mitinge dönüştürüldüğü konuşmada şöyle denmişti: “Aslında maliyet olarak bu konutların fiyatları 110 bin TL. Ancak biz burada Başbakan’ın yetkisinde olan yüzde 30 indirime sahibiz. Bu fiyatı 75 bin TL’ye indirdik. Bununla da kalmadık 2 yıl ödemesiz olacak. 18 yıl ödeme yapılacak. Toplam 20

yılda böylece ödemesini bitireceğiz. Faiz yok enflasyon yok. Yaklaşık aylık taksidi 345 TL.”[6] Bizlerin deprem vergileriyle, işte tam da öyle bir durumda olan depremzedelere ücretsiz olarak verilmesi gereken evler adeta bir pazarlamacı edasıyla pazarlanmıştı. Bunun yanı sıra, zaten 5. kattan yukarısına su çıkmayan, her türlü malzemesi 3. kalite olan bu evlerin asıl maliyetinin 50 bin TL civarında olması, hatta toplu olarak yapılan konut alanlarında bu rakamın çok daha aşağılara inebileceği de cabasıdır. Bu rakamlara göre bile devlet halk üzerinden en az %50 kar etmiştir [7]. Bir başka deyişle; depremde hem eşlerini, dostlarını, yakınlarını, hem de evlerini kaybeden halka bir kazık da TOKİ aracılığıyla Tayyip Erdoğan atmıştır.

TOKİ Halka Ne Ucuz, Ne Tekniğe Uygun, Ne de Kaliteli Konut Sağlayabiliyor... TOKİ’nin halka ucuz konut olarak sattığı evler; birçok örnekte karşımıza çıktığı gibi ne mühendislik açısından, ne de üretim kalitesi açısından kabul edilebilirdir. Bugün hırdavatçılarda 3. sınıf malzemelerin adı “TOKİ malzemesi” olarak geçmektedir. 2006 yılında tamamlanan bir anketin sonuçlarına göre; toplu konutta oturan 1029 aile, konut aldığı halde oturmayan 157 aile ve TOKİ’nin konut satmakta zorlandığı 185 ailenin; 22%56,3’ü

konutların içinde kullanılan malzemeleri (mutfak,


MİMARLIK

banyo, kapılar, kaplamalar,..vs) kalitesiz bulduğunu, 22%34,2’si TOKİ konutlarının maliyetinin ve taksitlerinin yüksek olduğunu, 22%49,1’i aylık taksitleri ödemekte çok zorlandıklarını, 22%37,9’u dairelerin maliyetlerinin piyasadaki diğer emsalleri ile aynı olduğunu, 22%39’u daire satışından sonra TOKİ’nin kendilerine yaklaşımından şikayetçi olduğunu, 22%50’den fazlası, güvenlik, ibadet yerleri, spor alanlarından memnun olmadığını ve konut alanlarının merkeze ve büyük alışveriş merkezlerine uzak olduğu görüşündedir. Bu rakamlara bakarak bile durumun vahameti kolaylıkla görülmektedir.[2] TOKİ, bir gün sel güzergahında, bir gün hızlı tren tünelinin üzerinde yaptığı; akla, bilime ve mühendisliğe aykırı, sadece rant amaçlı projeleriyle karşımıza çıkıyor. Bu projelerden en çarpıcısı, 4 Temmuz 2012’de Samsun’da gerçekleşen sel sonucunda TOKİ konutlarının sular altında kalması ve 9 kişinin katledilmesidir. Bu olayın herhangi bir bölgede sel olmasından farklı olarak günlerce konuşulmasının nedeni, TOKİ’nin o dönemlerde “Türkiye’nin en büyük kentsel dönüşüm projesi” diye reklam yaptığı konutlarda gerçekleşmesiydi. Yoksul halka ucuz ve kaliteli ev sağlama misyonundan zaten çok uzakta olan TOKİ, bu örnekte de teknik ve mühendislikten de çok uzakta olduğunu göstermiştir.

Günümüzde birçok yöntemle sel baskınları ve hangi bölgelerde ne seviyede etki gösterebileceklerine dair çalışmalar çok yaygın ve kolay bir şekilde gerçekleştirilebilmektedir. TOKİ; halkın canı pahasına dere yatağında inşa ettiği, teknik önlemleri sağlamayan konutlarla katliamı kendi elleriyle hazırlamıştır. Üstüne üstlük burada da dönemin bakanı Erdoğan Bayraktar: “Dikkat edilmelidir ki söz konusu alanda idaremiz eliyle uygulanan kentsel dönüşüm projesi sayesinde söz konusu taşkına yapısal olarak dahi dayanması mümkün olmayan eski yapıların yerine fen ve sanat kurallarına uygun sağlam ve dayanıklı konutlar inşa edilmesiyle bir facianın önüne geçilmiştir.” [8] diyerek zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışmaktan çekinmemiştir.

TOKİ, Yoksul Halkın Konut İhtiyacını Karşılama Misyonundan Çok Uzaktadır TOKİ’nin misyonu kurumun resmi internet sitesinde şu cümlelerle ifade edilmektedir: “TOKİ, hiç geliri bulunmayanlar ile dar ve orta gelirli vatandaşların konut

ihtiyaçlarının, Anayasanın 57. Maddesi ‘Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler’ hükmü gereğince yerine getirilmesidir.” Oysa TOKİ; bugün ilk hedefinden gözle görülür bir sapma içine girmiş, dar ve orta gelirli ailelerin konut ihtiyacını karşılamak yerine, ağırlıkla üst ve daha üst gelir gruplarına yönelik konut üretmeye başlamıştır. [3] 2002 yılına kadar üretilen toplu konut sayısı 43 bin civarında iken sadece 2003-2010 yılları arasında TOKİ tarafından üretilen konut sayısı 460 binin üzerindedir. Bu rakama bakılarak yapılan konutların halk için yapıldığı gibi bir yanılgı oluşmasın. Her ne kadar üretilen bu konutlar sosyal konut başlığı altında pazarlanmaya çalışılsa da gerçek, bu söylenenden çok uzaktır. 2010 yılı itibariyle bu belirtilen konut sayısının sadece 135 bini alt gelir grubu ve yoksullara aittir. Ancak burada da başka bir aldatmaca bulunmaktadır. Asıl gerçek; alt gelir grubunun İstanbul özelinde 3100 TL’ye kadar geliri olanlar (diğer bölgelerde 2600 TL) ve yoksul grubununda sosyal güvenlik kapsamında olmayan Yeşil Kart sahipleri, 2022 Sayılı Kanun kapsamında maaş alanlar ve 3294 Sayılı Kanun kapsamında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan yararlananlar olarak iki farklı grup olduğudur. Bu iki farklı gelir grubunu bir arada lanse etmeleri, yoksullara konut yapıldığı yalanının inandı-

39


MİMARLIK

22Ulaşım-nakliye 22İşçilik 22Projelerdeki sosyal donatılar 22Arsa

rıcılığını artırmak içindir. Örneğin; Ankara’da “Protokol yolu” olarak bilinen ve havaalanını kente bağlayan ana güzergahta bulunan gecekondular, yurtdışından gelen konukların “çirkinliği” görmesi istenmediği için yıkılmıştır. Aynı şekilde, yine Ankara’da Dikmen Vadisi’nde kentsel dönüşüm kapsamına dahil edilen mahallelere uzun süre boyunca hiçbir altyapı hizmeti götürülmemiş, otobüs seferlerinden halk ekmek büfelerine kadar bütün belediye hizmetleri kaldırılmış, mahalleler kaderlerine terk edilmiştir. Öte yandan, her fırsatta yoksul halkı TOKİ aracılığıyla ev sahibi yaptıkları yalanını söyleyen AKP iktidarı halkın gözlerini boyayarak yıllar sürecek ve altından kalkamayacakları rakamlarla borçlandırmakta, adeta kendi kiracısı

40

haline getirmektedir. Ancak yoksul halk birçok yerde olduğu gibi taksitleri ödeyememekte, Dimyat’a pirince gönderilirken evdeki bulgurlarından da edilmektedirler. Bir başka örnek ise Ayazma’dan verebiliriz. Bir sene içerisinde Ayazma’daki evleri yıkılarak Halkalı Bezirganbahçe TOKİ konutlarına sürülen halktan 120 aileye haciz gelmiş; birçoğu sürgün edildikleri evleri borçları ile birlikte devretmek zorunda kalmıştır. [5] Bilindiği üzere piyasada müteahhitlik yapan firmaların gider kalemleri; 22Etüt – proje çalışmaları 22İhaleli işlerde ihale giderleri 22Kamu kurumları tarafından alınan her türlü resim, vergi, harç 22Her türlü makine alet, edevat ve malzeme bedeli 22Yapı denetim

bedeli vs. dir. Bu giderlerin büyük bir çoğunluğu ise “devlet müteahhidi” TOKİ’de bulunmamaktadır [2]. Buna rağmen TOKİ’nin yaptığı sadece Afyon’da Alt Gelir Grubu Konut Projesi’ndeki rakamlara bakmak bile bize bu talanın boyutlarını gösterecektir. 40-45 metrekare civarında net alana sahip olan konutlar KDV hariç 39 bin-52 bin TL arasından, 60 metrekare civarında net alana sahip konutlar ise KDV hariç 53 bin-70 bin TL arasından satışa çıkarılmıştır. %12 civarında peşinat alınan bu konutlarda 180 ay vadeli taksit uygulanmıştır. Maliyet kıyaslamasını Bayındırlık Bakanlığı’nın her yıl yayınladığı yapı yaklaşık maliyeti cetvelindeki metrekare bazında yapı maliyeti ile örneklerde verilen konutların toplam metrekaresinin çarpımından oluşan toplam maliyet ile TOKİ satış bedellerinin karşılaştırarak yaptığımızda: Yapı yaklaşık maliyet cetvelinde asansörlü kaloriferli konutların metrekare bedeli 2011 yılı itibariyle 560 TL civarındadır. Afyon’da yapılan alt gelir grubundaki bu konutların maliyeti ise 36 bin - 49 bin TL arasındadır. [2] Üretilen konut miktarı arttıkça maliyetler de o oranda düşmektedir. Yani burada, Bayındırlık Bakanlığı yaklaşık maliyet cetveline göre yapılan maliyet tutarları daha da aşağı düşmektedir. Bu rakamlar birlikte değerlendirildiğinde alt gelir grubuna yönelik


MİMARLIK

yapılan konutların %25 ile %80 arası kar marjıyla satıldığı ortaya çıkmaktadır. Kamuda yapılan ihalelerde dahi yaklaşık maliyet hesabı en fazla %25 müteahhit karı ve genel giderler eklenerek yapılmaktadır. Buradan hareketle TOKİ’nin kuruluş amaçlarının aksine asıl amacının kar olduğunu ve bir müteahhit gibi çalıştığını çok açık biçimde görebiliriz.

TOKİ Başkanı’ndan İnciler... TOKİ Başkanı Mehmet Ergün Turan; “Bir şehirde sadece alt gelirden insanları biraraya toplayamazsınız. Orada farklı ekonomik segmentten insanları da bir araya toplamanız gerekir.” diyor. Daha önceki ağababalarından öğrendiklerini sadece kelimeleri değiştirerek tekrarlıyor. Burada aslında; “Bizler omuzlarınıza basarak yaşayan, kanınızı emerek yaşayan asalaklar olarak sizden korkuyoruz. Siz yoksulların bir arada yaşayarak çelişkilerinizin derinleşmesini istemiyoruz. İstiyoruz ki sizden daha zengin insanlarla birlikte yaşayıp bir gün onlar gibi yaşayabilme ihtimaline aşık olun.” demek istemektedir. TOKİ başkanının bu sözleri kullanmasının nedeni, farklı gelir gruplarının aynı bölgelerde yaşamasını istemeleridir. Çünkü onlar çok iyi biliyorlar yoksul halk bir arada olduğunda onları durdurabilecek hiçbir güç yoktur.

Sonuç Yerine; TOKİ’nin ve kentsel dönüşüm projelerinin asıl amacı; yoksul halkın çıkarlarını korumak, onlara

TOKİ Başkanı Mehmet Ergün Turan; “Bir şehirde sadece alt gelirden insanları bir araya toplayamazsınız. Orada farklı ekonomik segmentten insanları da bir araya toplamanız gerekir.” diyor. İstiyor ki halk, kendinden görece daha zengin olan insanlarla birlikte yaşayarak bir gün onlar gibi yaşayabilme ihtimaline aşık olsun. demektir. Çok iyi biliyorlar, yoksul halk bir arada olduğunda onları durdurabilecek hiçbir güç yoktur. sağlıklı ve insanca yaşanabilecek evler sağlamak değildir. Bu yazıda da birçok örneğinden bahsettiğimiz ve örnekleri düzinelerce çoğaltabileceğimiz gibi, amaçları bizim yaşam alanlarımız üzerinden rant elde etmektir. Amaçları kendi ve yandaşlarının keselerini daha fazla doldurmak, bizleri birbirimizden, bir diğer deyişle sınıfımızdan ayırmaktır. Kendi kontrollerinde bloklara hapsolmuş, yıllarca onlara borçlu, her istediğinde kafasına çökebileceği bir toplum yaratmaktır. Onun içindir yaşadığımız alanlara her türlü yozluğu sokmaya çalışmaları, mahallelerimizi terörize etmeleri. Tüm bu anlatılan gerçekler ışığında TOKİ’nin tamamen iktidar

eksenli ve rant odaklı bir kurum olduğu ortaya çıkmaktadır. Kamu kurumu niteliğinden sıyrılmış ve müteahhitliğe soyunmuş TOKİ; ne yaptığı konutların kalitesine, ne de insanların beklentilerine önem vermektedir. Hatta, tüccar mantığıyla hareket etmektedir. Yeri geldiğinde kamu arsalarını piyasanın çok altına yandaşlarına peşkeş çekmekte; yeri geldiğinde devlet himayesine muhtaç vatandaşlarımıza bile kar karşılığı konut satmakta; yeri geldiğinde toptancı mantığı ile toplu konut pazarlamakta; yeri geldiğinde de iktidar partisiyle ortak miting düzenleyebilmektedir. Yoksul halkın barınma ve insanca yaşayabilme hakkını savunanlar sadece devrimcilerdir. Tıpkı Küçük Armutlu’da, Çayan Mahallesi’nde halk için, halkla beraber üretilen projelerle halkın barınma ve insanca yaşama hakkını inşa ettiğimiz gibi, yine kendi evlerimizi kendimiz yapabiliriz. Evlerimizi mahallelerimizi kendimiz iyileştirebiliriz. Bu bezirganlara muhtaç değiliz. Onların kalitesiz, teknikten, bilimden, mühendislikten uzak toplu konutlarına hiç muhtaç değiliz. Kaynaklar: [1] Toplu Konut Yasası, No. 2985 [2] Mühendislik Mimarlık ve Planlamada + İvme Dergisi Barınma Hakkı Sayısı “TOKİ” [3] https://www.toki.gov.tr/ [4] TOKİ değerlendirme raporu, imo.org.tr [5] İstanbul Kent Raporu, İmece [6] “Başbakan Erdoğan’ın Van’daki konuşması”, ensonhaber.com [7] “Van’daki Afet Konutları Yüzde 50 Kârla Verildi”, Bianet [8] “Samsun’da sel ve TOKİ katliamı, 9 ölü”, Evrensel

41


MİMARLIK

KÜRDİSTAN’DA YIKIM VE KENTSEL DÖNÜŞÜM

Halkımızın çok güzel bir sözü vardır: “Allah için kurban, küp için kavurma”. Her türlü işlerinin altından rant çıkan din bezirganlarını tanımlamak için kullanılır. AKP iktidarında bu söz, her gün bir kat daha anlam kazanmaktadır. Kürdistan’da yıllardır süregelen savaş durumu Haziran 2015 seçimleriyle beraber daha farklı bir boyuta taşındı. Bu dönemde öne çıkan temel amaç, eli kanlı AKP iktidarını güçlendirmek ve seçimlerden daha yüksek bir milletvekili sayısıyla çıkabilmekti. Bu amaca ulaşabilmek için faşizm, Kürt halkı üzerindeki baskılarını

42

elindeki tüm baskı aygıtlarını kullanarak artırdı. Bu dönemde devletin saldırısı özellikle şehirlerde yoğunlaştı. Bütün yandaş televizyonlarda ve basın organlarında ağız birliği yapılarak ve PKK’nin şehre indiği ve şehirde onlarla mücadele edildiği, “masum” halka uyarılar da bulunulduğu ve “masum” olanların devlet tarafından kurtarıldığı yalanları sunuluyordu. Bu durumda, AKP faşizmine teslim olmayan, yani “masum” olmayan halkın üzerine tanklarla toplarla saldırmak da “meşru” oluyordu. Aylarca; toplarla, tanklarla,

özel harekatçılarla saldırdılar. Kıbrıs harekatında ölenlerden çok daha fazla insanımızı katlettiler. Şehirleri yerle bir edip sokağa çıkma yasaklarıyla halkı ya günlerce evlerine hapsettiler, ya da göç etmeye zorladılar. Ancak aylarca yerle bir ettikleri Sur, Silopi, Cizre, İdil, Nusaybin, Yüksekova ve Şırnak’ta en başından beri belli olan bir başka amaçları daha vardı: Kentsel Dönüşüm! AKP iktidarının göreve geldiğinden beri en büyük rant kapısı, ve halkı teslim alma aracı olan kentsel dönüşüm politikaları bu bölgede de yine karşımıza çıktı. 13 Mayıs 2016 tarihli gazetelerde eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı’nın açıklamalarıyla bu saldırıların asıl amacı, eli kanlı AKP iktidarının temsilcileri tarafından dillendiriliyordu. “Gönül köprüsü kuralım; bir taş da siz koyun...” AKP’nin yeni pazarlamacısı Sarı, “TOKİ, Sur’un dışında rezerv alanlarda çalışmalar yapıyor. Sur’un içinde ya da operasyonların bittiği


MİMARLIK

yıkılmış bölgelerde kentsel dönüşüm çalışmaları için ben özel sektörü özellikle davet ediyorum. Bu işi devlet eliyle yapabiliriz ama Türkiye’nin birlik ve beraberlik içerisinde olduğunu göstermemiz lazım. İstanbul’da olan inşaat sektörünün temsilcileri oraya gelsin. Taş üstüne bir taş da siz koyarsanız en azından kopuk olmadığımızı biliriz. Herkesin buraya maddi manevi destek verdiğinin bir göstergesi olur. Bunu sosyal bir proje olarak düşünmek lazım, özel sektörü de bu işin içine çekiyoruz.” diye konuştu. Kentsel dönüşüm saldırılarını İstanbul’daki müteahhitlerle birlikte yapınca birlik ve beraberlik içerisinde olduklarını bileceklermiş. Sizin eli işçilerin kanlarıyla bulanmış patronlarla her daim “birlik beraberlik” içerisinde olduğunuzu biz çok iyi biliyoruz zaten. Siz hiç merak etmeyin Sayın Sarı... Yandaş patronlarınızın dışında, sizinle birlik veya beraber olabilecek bir halk yok, sizin de zaten halkla birlik veya beraberlik kurmak gibi bir düşünceniz yok. Siz orada insanların evlerini başlarına yıkarak, yüzlercesini katlederek zaten savaşa geldiğinizi ve buraları ranta açmaya çalıştığınızı çok güzel gösterdiniz, neyin birliğinden beraberliğinden bahsediyorsunuz... Mahallelerimiz, evlerimiz, yaşam alanlarımız üzerinden rant elde etmenin adı ne zamandan beri sosyal proje oldu? Bizim bu yalanlara karnımız tok. Amacınızın; kendinizin ve yandaşlarınızın keselerini daha fazla doldurmak, yoksul halkı birbirinden ayırmak, dayanışmalarını

koparmak, birlik olmalarını engellemek olduğunu çok iyi biliyoruz. Kendi kontrolünüzde bloklara hapsolmuş, yıllarca sizlere borçlu, her istediğinizde kafasına çökebileceğiniz bir toplum yaratmak istiyorsunuz. “Müteahhitler ve hak sahipleri bir adım ileriye gelip uzlaşmalı...” Sarı, utanmadan: “Kentsel dönüşümde en çok zorlandığımız uzlaşma. Vatandaşlarla ne kadar çabuk uzlaşılırsa o kadar iyi. Vatandaşlarımızın bu konuda biraz kanaatkâr olması lazım. Müteahhitler ve hak sahipleri bir adım ileriye gelip uzlaşmalı” diyerek devam ediyor açıklamalarına. Halkımızdan kanaatkar olmasını bekliyormuş. Halk aza kanaat etsin, bir an önce uzlaşsın ki daha fazla kar elde etsinler, müteaahhitler yerle bir edilen mahallelerden geriye bir iz dahi bırakmasın. Halkı kibrit kutusu büyüklüğünde toplu konutlara tıkıp açık havada hapsetsinler... Sarı, “Parsel bazlı dönüşüm bizim istediğimiz dönüşüm değil” dedi ve İstanbul için planladıklarını da: “Piyalepaşa ve Tarlabaşı’nı ziyaret ettik, burada çalışma sürüyor. Okmeydanı’nda 24 bin haneyi ilgilendiren dönüşüm yapılacak. Fikirtepe’yi yakında ziyaret edeceğiz. Sultanbeyli’de de büyük bir dönüşüm projesi planlıyoruz.” diyerek itiraf etti. Sırada yeniden devrimcilerin bulunduğu, yoksul halkın yaşadığı mahallelerimiz var. Sarı, acele kamulaştırmanın genel olarak alınmış bir karar olduğunu ve vatandaşın büyük bölümünün uzlaşmadan yana

olduğunu söylüyor. Sarı; acele kamulaştırmanın amacının, bütünsel çözüm için tıkanıklıkların önünün açılması olduğunu ve bölgedeki vakıf eserlerinin restorasyonlarının yapılacağını, tescilli eserlerin kamulaştırılmasının söz konusu olmadığını da sözlerine ekliyor. Bu cümleleri kullanarak reformist ve sadece çevre duyarlılığıyla meselelere yaklaşan kitleye de sus payı vermiş oluyor. Bizler çok iyi biliyoruz ki, sizin gibilerin halkların tarihine, birikimine, kültürüne en ufak bir saygısı yoktur. Hatta korkarsınız siz halkın kendi kültürüne ve tarihine sahip çıkmasından. Çünkü en iyi siz bilirsiniz tarihi direnişlerle dolu bir halkın tarihini bildiği takdirde sizi alaşağı edeceğini. Çünkü bu halk Demirci Kawalar’dan, Baba İshaklar’dan devraldığı direnme geleneğini halen taşıyor ve zulum devam ettikçe de taşımaya devam edecek... Onlar yıktılar ve şimdi de bize borçlar içerisinde, mahallelerimizden uzakta, hiç alışkın olmadığımız bir tarzda yaşam pazarlamaya ve bunun için uzlaşmaya çağırıyorlar. Uzlaşmayacağız. Anadolu halklarını yola getiremeyeceksiniz. Ne sizin istediğiniz gibi “akıllı solcular” olacağız, ne de sizin bu saldırılarınıza karşı pasif kalacağız. Alın o süslü kentsel dönüşüm projelerinizi başınıza çalın... Kaynaklar: • Bir taş da siz koyun, Hürriyet, 13 Mayıs 2016 • Bakan Fatma Güldemet Sarı: Gönül köprüsü kuralım, Habertürk, 13 Mayıs 2016 • ‘Özel sektörü Güneydoğu’ya bekliyorum’, Türkiye, 13 Mayıs 2016

43


TARİHTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ

MOSKOVA METROSU* *Y. Abakumov'un 1939 yılında yazdığı "The Moscow Subway" kitabından alıntıdır. Londra’da ilk kentsel yeraltı demiryolu kurulduktan 39 yıl sonra Moskova elektrikli yol vagonlarına kavuştu. O zamana kadar toplu taşımanın temel aracı at arabalarıydı. Moskova’da metro şebekesi kurulması fikri ilk olarak 19. yüzyılın sonlarında ortaya atıldı. Amerikan firmasında çalışan bir Rus mühendis, yeraltı demiryolu inşa edilmesi talebiyle Moskova Şehir Duması’na başvurdu. Fakat o zamanlar ne şehrin bu kadar büyük bir projeyi hayata geçirmeye yeterli gücü vardı, ne de Duma böyle karlı bir teşebbüsü yabancı imtiyaz sahiplerine vermek istiyordu. Diğer bir neden ise zamanın ileri gelenlerinin metro sistemi kurulduktan sonra şehrin kenar mahallelerinin merkeze taşınmasıyla şehir merkezinde sahip olduğu çok sayıda mülkün değerinin düşeceği kaygısıydı. Sonuçta Şehir Duması öneriyi reddetti. 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’ne kadar tramvaylar ve at arabaları Moskova’da ulaşımın temel araçları olmaya devam etti. 1917’den sonra yeni endüstri tesisleri şehrin kenar mahallele-

44

rindeki varoşlarda kalan yüz binlerce işçiyi, teknikeri ve mühendisi istihdam etti. Şehrin nüfusu 1917 öncesine göre iki katından fazla arttı. Yeni ev blokları ve parklar şehrin eteklerindeki çöp yığınlarının ve boş arsaların yerini aldı. Sovyet başkentinin arazisi önceki şehir sınırlarının ötesine taştı. Aynı zamanda Sovyet nüfusunun “hareket etme yeteneğinde” keskin bir yükseliş oldu. Moskovalılar sinema ve tiyatro şovlarına daha düzenli katılmaya, müze ve kütüphanelerin devamlı ziyaretçisi olmaya başladılar. 1913’de 145 olan kent sakinlerinin yıllık ortalama seyahat sayısı

1929’da 328’e yükseldi. Doğal olarak, devrimden sonra her ne kadar yeniden inşa edilip kayda değer ölçüde büyütülse de, tramvay sistemi ulaşım hizmetlerine devamlı artan talebi karşılamakta yetersiz kalıyordu. Bu sorun hızlı bir şekilde artan otomobil kullanımıyla da çözülmedi. Merkezde kavuşan yarıçaplar şeklinde dar sokakları olan Moskova’da artan otomobil kullanımı işlek caddelerde trafik sıkışıklıklarına yol açıyordu. Dolayısıyla Moskova’da kent içi toplu yolcu taşımacılığı problemi ancak yeni bir tip ulaştırma projesinin - yeraltı demiryolu – uygulanmasıyla çözülebilirdi. 1931 yazında Sovyet Hükümeti Moskova’da toplam uzunluğu 250 km olan bir metro hattı şebekesi inşa etme kararı aldı. Karar, 15 yılda 75 km yeraltı hattı inşa edilmesini öngörüyordu. İnşaatına 1932 yılında başlanan 11,5 kilometrelik ilk etap için üç yıllık bir süre kararlaştırılmıştı. Metronun birinci etabın rotası boyunca yapılan jeolojik araştırmaların öngördüğü başarı şansı iç açıcı olmaktan uzaktı. Araştırmalar gösterdi ki Moskova


TARİHTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ

Metrosu’nu yapacak olanların karşılaşacakları çeşitli zorluklara dünyanın hiçbir şehrindeki metro yapımında maruz kalınmamıştır. Berlin Metrosu’nu yapan mühendisler suya doygun toprakla başa çıkmak zorunda kaldılar. Paris’te iniş çıkışlı arazi, Londra’ da yeraltı şebekelerinin düzensiz yerleşimi, Madrid’de ortaçağ kalıntıları ve çarpık sokaklar ciddi zorluklar çıkarmıştı. Moskova’da metro yapıcıları bu zorlukların tamamıyla karşılaşmıştır; eğri büğrü sokaklar, yoğun altyapı şebekeleri, antik şehir kalıntıları, tepe ve vadilerle kesişen yüzey ve güvenilmez su geçirimli katmanlar. Metro inşaatında çalışanları bekleyen işin hacmi devasadır. İlk etabın inşaatı tek başına 2,5 milyon metreküp toprak hafriyatı, 850 bin metreküp beton dökümü, 13 adet yeraltı istasyonu ve 17 adet bekleme odası içermektedir. Çalışanları doğayla zorlu ve yorucu bir mücadele beklemektedir. Bolşevik Parti’nin Merkez Komitesi tüm ülkeyi başkentin metro inşaatında yer almaya çağırmıştır. Ülke çağrıya arzulu bir şekilde karşılık vermiştir. Uçsuz bucaksız Sovyetler Birliği’nin her köşesinden binlerce insan Moskova’ya akın etmiştir. Moskova fabrikaları en iyi işçilerini metro inşaatına yardım için görevlendirmişti. Komünist Gençlik Birliği, Moskova fabrikaları ve imalathanelerindeki Komünist Parti örgütlülükleri kendi üyeleri arasında gönüllü çalışan araştırma ve bulma kampanyaları yürüttüler. Sonuçta 120

bin genç işçi inşaatta çalışmaya gitti. Moskovalı işçiler, Donbas madencileri, Magnitogorsk inşaatında, Dinyeper barajında ve yeni demiryollarında çalışmış kadın ve erkekler, eski tekstil işçileri, sütçü kızlar, ofis çalışanları, tesisatçılar, terzi kadınlar, şekerciler… Hepsi Moskova Metrosu kazılarında buluştular. İşin en yoğun olduğu zaman 65 bin işçi işbaşındaydı. Onlar yüzlerce farklı zanaat ve meslekten erkek ve kadınlardı. Fakat hiçbiri daha önce bir metro inşaatında çalışmamıştı, Moskova Metrosu ülkede inşa edilen ilk metroydu. İşin süresi boyunca bir saniye olsun işi yavaşlatmadan işin sırlarını idrak etmek, inceliklerini kavramak gerekiyordu. Moskova Metrosu’nun tünellerinde binlerce işçi, bilmedikleri ve kendilerine tamamen yeni olan bu işin tekniğinde ustalaşıyordu. Bugün altını çizerek söyleyebiliriz ki Moskova Metrosu çalı-

şanları dünya metro inşaatı pratiğinde en iyi şekilde uzmanlaşmışlardır. Yeraltı bataklığını katı, donmuş bir kütleye çevirebilmek için toprağı dondurmayı öğrendiler. Toprağı kimyasal bileşimlerle işleyerek sulu kumu katı kayaya çevirdiler. Kalıplarla tünel açmanın kusursuz yöntemlerini geliştirdiler. Sovyet fabrikalarında bir yılda üretilen 40 tünel açma kalıbı, metronun ikinci etabının inşaatında aynı anda kullanıldı. Dünyanın başka hiçbir yerinde tünel açmak için bu kadar kalıp bir arada kullanılmamıştır. Tünel kalıplarının icat edildiği İngiltere’de dahi Londra yeraltı demiryolunun son hattının inşaatında sadece 22 kalıp kullanılmıştır. Bütün Sovyetler Birliği Moskova Metrosu’nun inşaatında yer almıştır. Sibirya’daki Kuznetsk Stalin İşletmeleri metroya ray göndermiştir. Karelya, Kafkasya, Kırım ve Urallar’dan mermer gön-

45


TARİHTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ

derilmiştir. Çuvaşistan ve kuzey bölgeler ahşap tedarik etmişlerdir. Volga bölgesi ve Kuzey Kafkasya’dan çimento tedarik edilmiştir. Moskova, Harkov, Leningrad elektrik motorları, karışık alet ve ekipman sağlamışlardır. Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde ilk olarak asansör inşa etmişlerdir. Bunlardan üçü dünyadaki en uzun asansörlerdir. Moskova Metrosu’nun inşaatına başlandığı sırasında Bolşevik Parti’nin Moskova örgütlenmesinin başında sıradışı bir enerjiye ve büyük örgütleme yeteneğine sahip Stalin’in en yakın dostlarından biri olan Lazar Kaganoviç vardı. Kaganoviç yapım işleriyle yakından ilgilenmiştir. Yeraltı kazılarında işçiler ve mühendislerle konuşup onlara tavsiyeler verirken, bütün çalışanlara üstesinden gelinmesi gereken güçlüklere karşı verdikleri mücadelede ilham verirken sıklıkla görülmüş-

46

tür. Yapıma verdiği büyük katkılar ışığında tüm metro çalışanları ve diğer birçok örgütlülük, Sovyet Hükümeti’nden Moskova Metrosu’na Kaganoviç’in adının verilmesini istedi. Talep kabul gördü. İşin başlamasından üç yıl sonra Moskova Metrosu ilk etabının trenleri başkentin caddelerinin ve meydanlarının altında yol alıyordu. 1938 yılının ortalarında bitirilen ikinci etabın inşaatı bir başka üç yıl daha aldı. Metronun ikinci etabının yapımı için 2 milyon metreküp toprak kazılmış, 215 bin ton demir boru döşenmiş, 640 bin metreküp beton dökülmüştür; 9 adet istasyonun kaplamaları için 30 bin metrekare cilalı mermer ve granit kullanılmıştır. Sonuçta 6 yıllık bir zaman dilimi içerisinde Moskova’da 26.5 km metro hattı döşenmiştir. Bu alışılmadık hızda bir yapımdır. Örneğin Roma’da 55 km metro hattının

yapımının 25 yıl alacağı planlanmıştır ve Prag’da 25 km metro hattı inşaatı 20 yıl sürecek şekilde programlanmıştır. Hâlihazırda (1939 yılı itibariyle) Moskova Metrosu’nun üçüncü etap inşaatı tüm hızıyla devam etmektedir. Uzunluğu 14 km olacak etabın 1940 yılının sonunda bitirilmesi planlanmıştır. Her akşam Moskova Metrosu’nun sokak girişlerindeki kırmızı neon lambalarda M harfi ışıldar. Gri ve pembe granitlerle döşeli merdivenler bekleme salonlarına kadar eşlik eder. Kısa koridorun duvarları beyaz cilalanmış camla kaplıdır. Zeminde çeşitli renkteki döşeme taşları değişik desen mozaikleri oluşturacak şekilde döşenmiştir. Bekleme sa-lonundaki tavan mermer kolonlarla desteklenmiştir. Duvarlar mermer levhalarla kaplanmıştır. Cilalanmış ceviz korkuluklarla ayrılmış üç asansör platforma inişe eşlik eder. Yolcular aşağı indiğinde gözleri yeraltı istasyonunun muazzam manzarasıyla karşılaşır. Yeraltı istasyonlarındaki platformların genişliği 10 metreden 21 metreye kadar değişir. Bu genişlik sayesinde platformlarda en yoğun saatlerde bile sıkışıklık olmaz. Yeraltı istasyonları klimalıdır. Güçlü vantilatörler istasyondaki havayı saatte 8-9 kere değiştirir. Moskova Metrosu’ndaki hava dengeli bir sıcaklıkta tutulur ve her zaman iç açıcı ve temizdir. Cam pencereli, uzun aerodinamik vagonlardan oluşan tren istasyona sessizce süzülür. Her bir tren


TARİHTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ

yaklaşık 1500 yolcu taşır. Yine de duraklarda yığılma ve kalabalık oluşmaz. Her vagon üç otomatik çifte kapıyla donatılmıştır. Tren harekete geçer. Vagonların camlarından tünelin gri duvarları görülebilir. Tavan görülemez; çünkü tünel lambaları sadece tren yolunu ve rayları aydınlatacak şekilde tepede karartılmıştır. Bu aydınlatma şeklinin makinist için en uygunu olduğu deneyimle sabittir. Tünelin çapı 5.5 metredir. Bu, Moskova Metrosu tünelini dünyadaki diğer tüm yeraltı treni tünellerinden daha büyük kılar. Böyle bir tüneli inşa etmek doğal olarak daha büyük bir emek ve maliyet gerektirir. Fakat bu şekilde daha büyük ve konforlu vagonlar kullanmak mümkün olur ve Moskova Metrosu’nu inşa edenlerin temel kaygısı da yolculara en fazla konforu sağlamaktır. Raylar gürültüyü azaltmak için düğüm noktalarından kaynaklanmıştır. Keskin dönüşlerin olmaması (minimum dönüş çapı 600 metredir) vagonların kolay ve yumuşak hareket etmesini sağlayarak yolcuların konforunu arttırır. Metro tüm yolculuğu boyunca yeraltında ilerler. Mevcut hatlar içinde yeraltı treninin yüzeye çıktığı tek bir yer vardır: Moskova nehrinin özel olarak inşa edilmiş bir köprüyle geçişinde. Fakat raylar hiçbir zaman şehrin caddelerinin üzerinde yükseltilmiş demiryolu şeklinde geçmez. Metronun her bir istasyonu kendine has görünüme sahiptir. İstasyonlardan hiçbiri mimari tasarım, kaplamalarının karakteri,

mermerlerdeki renklendirmeler, hatta aydınlatma düzeneklerinin tasarımı açısından diğerine benzemez. Sadece Gorki Caddesi hattındaki 6 istasyonda, 10 kilometrelik bir mesafe içinde 13 farklı çeşit mermer kullanılmıştır. Bu mermerler Urallar’dan, Ermenistan’dan, Uzakdoğu’dan, Gürcistan’dan, Özbekistan’dan ve Sibirya’dan getirilmiştir. Yabancı ziyaretçiler Moskova Metrosu’nun dünyadaki en iyisi olduğu konusunda fikir birliğindedir. Bu görüş doğaldır ve böyle olması gerekir. Sovyet halkı başkentlerinin metro sistemini sahibinin kar elde edeceği ticari bir girişim olarak inşa etmemiştir. Halk, metro sistemini kendisi ve gelecek nesiller için inşa etmiştir. Metro, toplumun kültürel ihtiyaçları ve doğanın en mükemmel uyumu anlayışıyla yeniden inşa edilen Moskova’nın önemli bir parçası olarak tasarlanmıştır. Milyonlarca insan Moskova Metrosu’nu günlük kullanacaktır. Metro yolculara baş edilemez

günlük bir yük olmak için değil, azami konfor ile mümkün olan en yüksek hızı sağlamak için tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Bunun için metro tünelleri bu kadar geniştir, vagonları konforludur, havası doğal ve temizdir ve istasyonları bu kadar güzel ve büyüleyicidir. Moskova Metrosu yaygın olarak kullanılmaktadır ve kullanan kişi sayısı günden güne artmaktadır. 1937 yılında metro 155 milyon yolcu taşımıştır. Şubat 1939’da günlük ortalama taşınan yolcu sayısı 800 bini geçmiştir. 1939’un sonunda metronun günlük 1.5 milyon yolcu taşıyacağı tahmin edilmektedir. Bu 1.5 milyon yolcu, sokak arabası ve otobüs gibi daha yavaş olan ulaşım seçenekleriyle harcamak zorunda olacakları günlük 750 bin saati tasarruf edecektir. Moskova Metrosu inşaatı Sovyetler Birliği’nde inşaatların tüm aşamalarına nüfuz eden bireye olan büyük ilgi ve özenin bir başka manifestosunu temsil etmektedir.

47


ONURLU BİLİM İNSANLARI

“BALDIRIÇIPLAK”LARIN KOMÜNİST MİMARI: OSCAR NİEMEYER “Önemli olan şey sırf mimarlık değil, bu haksız ve adaletsiz dünyayı değiştirmemiz gerekliliğidir.” Oscar Niemeyer Baldırıçıplakların mücadelesine adanmış 104 yıllık komünist yaşamında Brezilyalı mimar Oscar Riberio de Almeida Niemeyer Soares Filho ya da kısa adıyla Oscar Niemeyer, dünyaya adalet anlayışıyla inşa ettiği modern bir başkent, kamu binaları, meydanlar, müzeler, toplu konutlar, katedraller ve heykeller gibi onlarca yapı bıraktı. Mimarlığı sadece ideallerine ulaşmanın ifade aracı olarak tanımlayan Niemeyer; mimarlığın para sahibi sosyal sınıflara hizmet etmek için kullanıldığını, açlığın ve yoksulluğun çözümünün ise sadece devrimden geçtiğini belirterek bir asırlık yaşamında ideolojik çizgisini korumaya çalışmıştır. 15 Aralık 1907 tarihinde, Brezilya’nın başkenti olan Rio de Janeiro’nun Laranjeiras bölgesinde yoksul favelaların sona

48

erdiği, zengin evlerinin başladığı bir sokakta dünyaya gelen Oscar Niemeyer, kendi deyimiyle Katolik kökenli burjuva bir ailenin tasasız oğludur. Katolik okuluna devam ederken çizim yapma tutkusuyla okulunu terk ederek mimar olmaya karar verir

ve 1934 yılında Escola de Belas Artes Güzel Sanatlar Okulu’ndan mimar/mühendis olarak mezun olur. Mezun olduktan sonra 1935 yılında Lucio Costa ile çalışmaya başlayan Niemeyer, gelecekte modern mimariye getirdiği özgün yaklaşımlar ile modern mimarinin öncülerinden ve yorumlayıcılarından biri olacaktır. Oscar Niemeyer 1940 yılında, sonradan Brezilya devlet başkanı olacak olan Minas Gerais eyaletinin başkenti Belo Horizonte’nin belediye başkanı Juscelino Kubitschek ile tanışır. Bu ikili, başkentin kuzeyinde “Pampulha Kompleksi” diye adlandırılacak yeni bir banliyö şehri oluşturmak üzere işe koyulurlar. Pampulha’da inşa edecekleri yapılarda dökme betonu eğrisel formlarda kullanarak yarattığı hafif görünüm


ONURLU BİLİM İNSANLARI

ve bunlara eklenen düz çizgisel kütlelerle oluşturduğu düşsel mekanlar Oscar Niemeyer’in mimari üslubunun ifadesini oluşturmuştur. Döneminde modern mimarinin en özgün yapılarını tasarlayan Niemeyer, dönemin önde gelen modernistlerinin aksine, mimari yapıda işlevsellikle beraber biçim ve duyumsal heyecanı da ön plana çıkarmıştır. Oscar Niemeyer’in mimarlığa ilişkin değerlendirmesinin özünde toplumsal ve sosyal adaleti mekan üzerinde sağlamak yatmaktadır. Niemeyer kendisi ile yapılan röportajda toplumda “mimarların rolü ne olmalıdır” sorusuna karşılık; “Mimar da diğerleri gibi bir vatandaştır, toplumun bir üyesidir sonuçta. Mimar kendisine sunulan programı, toplumun genel ihtiyaçlarını karşılamak için her türlü hizmeti, her zaman açık, adil ve dayanışmacı bir dünyayı teşvik etmek, toplumu değiştirmek için ve sürekli bunun farkında olarak üretir.’’ cevabını vermektedir. “Mimarın rolü, sadece bir avuç ayrıcalıklı insan değil, herkese hizmet eden bir mimarlık ile daha iyi bir dünya için savaşmaktır.” Oscar Niemeyer’in de dediği gibi, mimarlık sadece bir avuç ayrıcalıklı insanın hizmetinde olmamalıdır. Genel olarak mimarlık, tarihsel gelişimi içerisinde sistem tarafından halk üzerinde bir baskı ve imha aracı olarak kullanılmış olsa da, toplumcu mimarlığı savunan ve hayata geçirmeye çalışan mimarlık anlayışı da var olmuştur. Niemeyer bu noktada o çok sevdiği “baldırıçıplaklar” için toplumcu mimarlığı savu-

nan ve hayata geçirmeye çalışan mimarlardan biri olmuş, bu yanıyla halkın mimarlığını yaşamında somutlamaya çalışan biz yeni nesillere umut kaynağı olmuştur. Mimarlık; Oscar Niemeyer için topluma bir bütün olarak barınma, sağlık, eğitim gibi her türlü temel insan hakkına eşit koşullarda ulaşabilmesi için gerekli kaynaklara erişimini sağlamanın yollarından biriydi. “Mimar, dünyanın daha iyi bir yer olması gerektiğini, yoksulluğu ortadan kaldırabileceğimizi bilmelidir. Bu sebeple mimar, sadece mimarlığı değil, mimarlığın dünyanın problemlerini nasıl çözebileceğini de düşünmelidir.’’ diyordu Oscar Niemeyer ve Brezilya’nın kentleşme sürecinin öncülüğü misyonunu üstleniyordu böylece. 1956 yılında devlet başkanı olan Kubitschek ile beraber Brezilya’nın modernleşmesini hedeflemişti. O vakitler, büyük oranda kırsal yerleşmenin hakim olduğu Brezilya’da sadece kıyı yerleşmeleri Portekiz kolonizasyonu sebebiyle kentleşmeden payını almıştır. Kubitschek ülkenin başkentini Rio de Janeiro’dan Brasilia’ya taşımaya karar verir. Ülkenin henüz keşfedilmemiş kırsal iç kesimlerinin doğal ve yeraltı zenginliklerinin kıyı bölgelerine açılması, bir anlamda kıyıdaki kentli Brezilya ile iç kesimlerdeki kırsal Brezilya’nın ekonomik, toplumsal ve politik birliğinin sağlanmasıdır hedeflenen. Yeni başkent Brasilia’nın tasarımı için açılan yarışmayı Lucio Costa kazanır. 4 yıl içinde bomboş savanın ortasına modern bir kent planlaması örneği olan Brasilia inşa edilir.

Brasilia, 1933 tarihli Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi’nde deklare edilen “işlevsel kent’’ modeline uygun olarak tasarlanmıştır. Oscar Niemeyer, 1987’den beri Dünya Mimarlık Mirası listesinde olan Brasilia’yı tasarlamaya insanların aynı şehirde bir noktadan diğerine gidebilmesi için 20 dakikadan daha fazla süre harcamasının, o insana saygısızlık olduğu yorumunu getirerek başlamış, yapıları çoğunlukla yerden yükselterek binaların boş kalan alt kısımlarının özgür olması ve doğa ile bütünleşmesini amaçlamıştır. Ayrıca, Brasilia gibi yepyeni bir kent tasarlarken dünya görüşüne paralel olarak eşitlikçi bir tasarım yaklaşımı ile mekansal çözümlemeler üretmiştir. Örneğin; kent merkezine kamusal ve idari işlevler yerleştirilmiş, kent merkezinin çevresine mülkiyeti devlete ait olması planlanan eşit metrekarelere sahip toplu konutlar inşa etmiştir. Konutların kullanımında ise, devlet bakanı ile bir işçinin aynı binada oturması amaçlanmıştır. Ancak Oscar Niemeyer’in bu eşitlikçi yaklaşımı uzun süre korunamamış, Kubitschek’den sonra iktidara gelen devlet başkanları tarafından kendi siyasi görüşlerine göre değişiklikler yapılarak Brasilia da kapitalizmin çürüttüğü kentler listesine eklenmiştir. Özellikle 1961 yılında Brezilya’nın yeni başbakanı olan Joao Goulart’ın 1964 Mart’ında bir askeri darbe ile görevinden alınması ve General Castello Branco’nın ülkenin yönetimini ele geçirmesiyle birlikte 1985 yılı-

49


ONURLU BİLİM İNSANLARI

ğu, milyonlarca yoksulun yaşadığı gecekonduların, zenginlerin güvenlikli sitelerinin yanı başında durduğu; ama onlardan kalın duvarlarla ayrılan bir kent. Oscar Niemeyer’in Brasilia’da tasarladığı bazı yapılar şunlardır: Brezilya Ulusal Kongre Binası, Ulusal Cumhuriyet Müzesi, Brasilia Katedrali, Ulusal Kütüphane.

na kadar sürecek askeri diktatörlük döneminde Brasilia tanınmaz bir hale getirilmiştir. Oscar’ın dünya görüşü çerçevesinde insan odaklı tasarlarığı Brasilia, faşizm koşullarında insana karşı kullanılan bir silah haline gelmiştir. Hatta sokaklar, meydanlar gibi toplanma alanlarının büyüklüğü faşist diktatörlük rejimine insanların kolay kontrol edilebildiği mekanlar sağlamıştır. Marshall Berman’ın “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’’ kitabında; “insanları uzakta, birbirinden ayrı, aşağıda tutmak isteyen generallerce yönetilen bir askeri diktatörlüğün başkenti için yapılmış bir tasarım olsaydı, yerine mükemmel oturmuş olurdu” diyerek eşit ve özgür bir kent ideali ile tasarlanan Brasilia sokaklarının faşizmin elinde nasıl bir işkencehaneye dönüştüğünü anlatmıştır. Bugün Niemeyer’in Brasilia’sı aynen Caracas, Mexico City gibi sınıfsal ayrışmanın mekansal ifadesini en keskin biçimde buldu-

50

“En iyi zamanlarda yaşamadığımızı biliyorum ama umut etmek zorundayız.” Ancak Niemeyer sınıfsal eşitsizliğin yok edileceği, kentlerdeki evsizlerin, yoksulların bakımsız varoşlara mahkûm olmaları yerine insani ihtiyaçlarının karşılandığı sağlıklı konutlarda yaşayacakları, kocaman meydanlarda insanların beraberce eğleneceği temiz kentlere, Brezilya sokaklarında kol gezen yoksulluğu baldırı çıplakların sonlandıracağı günlere olan umudunu hiç yitirmedi. Umut etmek zorundayız dedi ve umudu büyütmek için üzerine düşen onurlu aydın tavrı ile döneminde tasarlarığı heykeller halka bilinç taşıdı. Niemeyer’in başlıca heykelleri şunlardır: 771982:

Fonseca Amador’a için yapılmış heykel, Nikaragua 771986: “İşkenceye Sonsuza Kadar Hayır”, Rio de Janeiro,, Brezilya 771988: Dokuz Kasım Heykeli (Kasım 1988’de gerçekleşen grevde ölen üç işçinin anısına), Volta Redonda, Brezilya 771989: El Heykeli, (bu çalışmasını Latin Amerika’nın mücadelesine adamıştır), São Paulo,

Brezilya 771991: Goree Adası Anıt Heykeli, Largo Dakar, Senegal 771995: Prestes Heykeli, Santo Ângelo, Brezilya 772007: “Bir Kadın, Bir Çiçek Dayanışma” Heykeli, Paris 772007: “Küba için Heykel”, Havana, Küba “Brezilya’da hala sınıf savaşları var. Bu sebeple mimar, sadece mimarlığı değil, mimarlığın dünyanın problemlerini nasıl çözebileceğini de düşünmelidir.’’ Niemeyer, mimarlığın hiçbir zaman tek başına sınıfsal eşitsizlikleri ortadan kaldırabileceğini, toplumsal adaletsizliği ve yoksulluğu engelleyebileceğini düşünmedi. Kapitalist bir dünya düzeninde, kapitalist bir ülkede mimarın salt mesleki sorumlulukla yapabileceğinin teknolojik gelişimi izlemek ve form arayışını sürdürmek olabileceğini söyledi. Oysa aslolan “bir yurttaş olarak sosyal değişim için mücadele etmek”ti. “İnsan tek başına önemsizdir, siyaset hayattır.” diyor Niemeyer. Mimari üretkenliği, işçiler için tasarladığı konutlar sınıfsal eşitsizliği, adaletsizliği, yoksulluğu ortadan kaldırmayacaktı. Bunun farkındalığı ile mimarlık mesleği dışında hayatında patikalar açmaya ve o patikalardan ilerleyerek adaletsizliğe karşı savaşmaya devam etti Niemeyer. 1945’te Brezilya Komünist Partisi’ne katıldı. Brezilya kentlerine eşsiz binalar tasarlarken devrimci mücadeleye devam etti. Ancak 1967’deki faşist darbe, mimarı sürgüne zorladı. André


ONURLU BİLİM İNSANLARI

Malraux’nun desteğiyle Fransa’ya yerleşen mimar; mücadelesine, üretmeye sürgünde de devam etti. Paris’teki Fransız Komünist Partisi merkez binasından Fransız Komünist Partisi’nin yayını olan L’Humanite’in binasına, Doğu Almanya’da kaplıcalara kadar Avrupa’da birçok yapı tasarladı. “Mimari içinde bulunduğu yerin toplumsal düzeyini ifade eder. Eğer ona ihtiyaç duyduğu insani içeriği kazandırmak istiyorsak, siyasi mücadeleye katılmalıyız.” Oscar Niemeyer başından geçen bir olayı şu şekilde aktarıyor; “Bir gece, Cezayir’de kendimden geçerek deliler gibi çalıştım otel odamda. Sonuç: Liman yakınların-

da, plajın dibinde, karaya bir üst yapıyla bağlanmış denizin üstünde askıda bir cami. Boumediene çizdiğim planları görünce ‘Ama bu cami çok değişik, devrimci!’ diye haykırdı. Ben de ona ‘Ama başkan devrim her yerde olmalı.’ diye cevap verdim.” Oscar Niemeyer, 5 Aralık 2011’de 104 yaşında hayata gözlerini yumdu. Tam bir asırı devirmiş bir çınar olarak, ardında onlaraca eser bırakarak, dünya halklarının yüreğine ve bilincine kazınarak... Senin de dediğin gibi halkın mimarı Oscar Niemeyer; en iyi zamanlarda yaşamadığımızı biliyoruz ama umut etmek zorundayız. Umudu her alanda savaşarak halka saçmalıyız. Halkın uğradığı zulmün, baskının, işkencenin bit-

mesi için; açlığın, yoksulluğun, sömürünün sona ermesi için; okullardakiler için, fabrikalardakiler için, tarlalardakiler için, hücrelerdekiler için, patikaları aşanlar için ve bu uğurda düşenler için... Yılmadan, yorulmadan hep umut etmek ve umuda giden yolda başımız dik, alnımız açık hep mücadele etmek zorundayız. “Sefalet her yanı kapladığında ve umut insanların yüreğini terk ettiğinde, geriye kalan yalnızca devrimdir.’’ Kaynaklar: • Dünya Adil Değil, Oscar Niemeyer, Sel Yayıncılık, 2013 • Mimar Portreleri - Oscar Niemeyer, mimdap.org • Oscar Niemeyer, bilgi-bilgi.com • Bir Ömür Komünist: Mimar Oscar Niemeyer, Artı İvme Dergisi

51


AKP’NİN SALDIRILARINA KARŞI AKADEMİSYENLERİN YANINDAYIZ

10 Ocak 2016 günü Barış için Akademisyenler İnisiyatifi, “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayınladı. İlk etapta 89 üniversiteden 1128 akademisyen tarafından imzalanan bildiride; Kürt illerinde yaşayan yurttaşların yaşam hakkı başta olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği vurgulanıyor; devletin Kürt halkına yönelik katliam,

52

sürgün politikasından vazgeçmesi, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılması, hak ihlallerinin sorumlularının cezalandırılması ve barış için çözüm yollarının kurulması talep ediliyordu. Bildirinin yayınlanmasının hemen ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan; “aydın müsveddesi” diyerek akademisyenleri hedef gösterdi. Ardından YÖK, bildiriyi

terör destekçiliği olarak tanımladı ve “bildiri ile ilgili hukuk çerçevesinde gereği yapılacaktır” diyerek; üniversite yönetimlerinin, bildiriye imza atan akademisyenlere soruşturma açmasını istedi. AKP’nin medyası; bildiriye imza atan akademisyenler için “hainler, maşalar, mandacı artıkları” manşetleri atarken; çeteci Sedat Peker ise “oluk oluk kanlarınızı akıtacağız, kanınızla duş alacağız” dedi. Üniversitelerde bildiriye imza atan akademisyenlerin odalarının kapılarına çarpı işareti konuldu, tehdit notları bırakıldı. 20 üniversite, yüzlerce akademisyen hakkında disiplin soruşturması başlattı. 15 akademisyen görevinden alındı veya uzaklaştırıldı. 34 akademisyen gözaltına alındı, 4 akademisyen tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi, 2 akademisyen hakkında yurtdışı-


na çıkış yasağı verildi. 14 Mart 2016 günü ise, bildiriye imza atan 3 akademisyen; Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Matematik Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Kıvanç Ersoy ve bildiriye imza attığı için Nişantaşı Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü’ndeki öğretim üyeliği görevine son verilen Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Kaya gözaltına alındı ve ertesi gün “terör örgütü propagandası yapmak” iddiasıyla tutuklandı. 31 Mart 2016 günü ise yine bildiriye imza attığı için Yeni Yüzyıl Üniversitesi İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümü’ndeki öğretim üyeliği görevine son verilen Yrd. Doç. Dr. Meral Camcı, yurtdışından döndükten sonra gözaltına alınıp tutuklandı. 4 akademisyen 22 Nisan’da tahliye edildi. Temmuz ayından bu yana yüzlerce sivil insanı katleden; Sur’dan Silopi’ye, Cizre’den Nusaybin’e tüm yerleşim yerlerini harabeye çeviren, halkı yerinden yurdundan göç etmeye zorlayan, katlettikleri insanların cenazelerine işkence yapan, ailelerin cenazelerini almasına izin vermeyen faşist AKP iktidarı; bu politikaları desteklemeyen her kesimi “terör destekçisi” ilan etmekte, açıkça hedef göstermekte, linçler örgütlemeye çalışmakta, haklarında davalar ve soruşturmalar açmakta, ölümle tehdit etmektedir. AKP; bir televizyon programına telefonla bağlanıp “Çocuklar öldürülmesin” diyen Ayşe öğretmenden tutalım da, “barış için çözüm yolları

Bizler; Kürt halkına yönelik katliam, imha ve sürgün politikalarının çözümünün oligarşiyle “barış için çözüm yolları” kurmaktan değil; oligarşinin azgın saldırılarına karşı boyun eğmemekten, direnmekten, savaşmaktan geçtiğini savunuyoruz. Diğer yandan; en doğal olan hakları olan bildiri yayınlama, bildiriye imzacı olma, fikir beyanında bulunma hakları faşizm tarafından gasp edilen tüm akademisyenlerin yanındayız. kurulsun” diyen akademisyenlere kadar”, devletimize, askerimize, polisimize helal olsun” demeyen herkesi terörist olarak gösterirken; bizler de Fransız filozof Roland Barthes’in “Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” sözünü bir kez daha hatırlıyoruz. İstanbul’un yoksul kondularında gecenin bir yarısı evleri basıp insanları kurşunlayarak katleden, Kürdistan’da sokağa çıkma yasağı uygulayıp kafasını dışarı çıkaranı katleden, halkın yaşam hakkını elinden alanlardır asıl terörist! Kentsel dönüşüm adı altında halkın evlerini başlarına yıkmak isteyen, TOKİ’yi göreve çağıran, halkın barınma hakkını elinden alanlardır asıl terörist! En cılız muhalif seslere bile tahammül

edemeyen, kendinden taraf olmayan herkese azgınca saldıran, basın açıklamasından açlık grevine, çadırdan yazılı açıklamaya kadar kendimizi ifade edebilecek tüm demokratik yöntemlerimize saldıran, hak ve özgürlüklerimizi elimizden almaya çalışan, gözaltı, tutuklama tehditleriyle bizi adaletsiz bırakmak isteyenlerdir asıl terörist! Bizler; Kürt halkına yönelik katliam, imha ve sürgün politikalarının çözümünün oligarşiyle “barış için çözüm yolları” kurmaktan değil; oligarşinin azgın saldırılarına karşı boyun eğmemekten, direnmekten, savaşmaktan geçtiğini savunuyoruz. Diğer yandan; en doğal olan hakları olan bildiri yayınlama, bildiriye imzacı olma, fikir beyanında bulunma hakları faşizm tarafından gasp edilen tüm akademisyenlerin yanındayız. Akademisyenlerin, AKP’nin tüm saldırılarına rağmen; işten atılma, gözaltı, tutuklama, yurtdışı yasağı gibi bedelleri göze alarak imzalarını geri çekmemeleri, geri adım atmamaları, tam tersine bildiriye imza atanların sayısının daha da artması; akademisyenlerin AKP faşizminin saldırılarına, tehditlerine boyun eğmediklerinin, teslim olmadıklarının göstergesidir. Tüm akademisyenlere çağrımızdır: AKP faşizmine karşı mücadeleyi yükseltelim. AKP’nin saldırılarına, tehditlerine boyun eğmeyelim. İfade özgürlüğümüzü sonuna kadar kullanalım. Haklı olanı, doğru olanı sonuna kadar savunalım! Bilimsel bilgiyi faşizm için değil, halk için kullanalım.

53


B.K YEMENİN PROFESÖRCESİ “Okumak cahilliği alır, eşeklik baki kalır” sözünün bir kez daha yaşam içinde karşılığını bulduğu günlerdeyiz. Anlı şanlı ordinaryüs profesör Celal Şengör, ordinaryüs olmanın insan olmak için yeterli olmadığının yaşayan kanıtı adeta. “Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil” Radikal’den Armağan Çağlayan’ın sorularını yanıtlayan, aynı zamanda bir jeoloji mühendisi olan Prof. Celal Şengör, elitist tipik küçük burjuva aydın tipolojisine bile rahmet okutacak laflar etmiş. Halkı aşağılayan, tepeden bakan, insanları sevmediğini açık açık ve utanmazca itiraf eden, bununla övünen ve bütün bunları da aydın olmanın gereği gibi pazarlamaya kalkan bir zavallı kişilikle(!) karşı karşıyayız. 12 Eylül yıllarında Kürt halkına zorla dışkı yedirmenin işkence olup olmadığına dair söyledikleri, üzerinden atlanacak şeyler değildir. Çünkü bu işkenceyi orangutanların birbirine dışkılarını ikram etmesiyle bir tutmanın açıklaması, en hafifinden hastalıklı bir beyne, faşist bir zihniyete, ırkçı bir bilince işaret ediyor.

54

“Kenan Evren’in yaptığı her şeyi onaylıyorum” Sıkı bir “askerci” olduğunu söyleyen birinin ve yukarıda sıraladığımız hastalıklarla muzdarip bir “kişiliğin” Kenan Evren’i sevmesi ve savunmasından daha doğal bir şey olamazdı zaten. Tersi eşyanın tabiatına aykırıdır. Burada 12 Eylül’ün bilançosunu dökmeye lüzum yoktur. Bunun Celal Şengör’ü etkilemeyeceğini de biliyoruz; ancak Türkiye halklarının yaşadığı o büyük acıların baş sorumlusunu suçsuz-günahsız göstermek, “her şeyi siviller yapmıştı, onların bir suçu yoktu” demek hiç de masum değildir. Anaların döktüğü gözyaşları bile Celal Şengör’ü yüzlerce defa boğmaya yeter. Bu gözyaşlarına ve o dönem evlatlarını kaybetmiş, bugün hala cesetlerine bile ulaşamamış analara diyecek bir lafı var mıdır Celal efendinin? Yoktur, olamaz da… Çünkü Celal Şengör için bu “cahil cühela” takımının hiçbir değeri, hükmü yoktur, onlar cehaletleri içerisinde boğulmaya mahkumdur. Biz Celal Şengör gibileriyle aynı mesleğe sahip olanlar olarak, başta mesleğimizin onurunu korumak adına kendisini mühendis olarak gör-

müyoruz. Böylesi biriyle aynı mesleğe sahip olmaktan utanacak değiliz sivil toplumcular gibi. Utanacak olan biz değil; insanlıktan çıkmış, Amerikan hayranı, Hitler hayranı, oligarşi hayranı Celal Şengör gibileridir. Bunların yaptıklarına bilim mi diyeceğiz şimdi? Hocalık mı diyeceğiz? Yetiştirdiği öğrencilere bu adam ne anlatıyor acaba bilemiyoruz; ama insanlıktan hiç bahsetmediği muhakkak. Öğrencileri dikkat etsin kendilerine! Her şeyi söyledikten ve Kenan Evren nezdinde 12 Eylül cuntasına güzellemeler sıralayan birinin dışkı yedirme işkencesine uğrayan birinden özür dilemesiyle bu olayın kapatılacağını düşünmesi; ikiyüzlülükten, sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Celal Şengör; nasıl bir tıynete sahip olduğunu açıkça ortaya sermiş, iflah olmaz bir ırkçı, kafatasçıdır. İşkencecilere aşıklıktan malül bir sapkındır. Terbiyemiz el verse daha çok şey söyleyebiliriz Celal Şengör hakkında; ama bu kadarının ona ve onun gibilere yeteceğini düşünüyor, okumanın hiçbir şey için yeterli olmadığını bir kez daha görmenin en azından böylelerini tanımak için bir kazanç olduğunu ifade ediyoruz.


EMPERYALİZMİN “AYDIN”I OLMAK 7 Ekim 2015 günü, Nobel Kimya Ödülü’nü tarihte ilk kez Türkiyeli bir bilim insanı, Aziz Sancar kazandı. Sancar, “hücrelerin hasar gören DNA’yı nasıl onardığı ve genetik bilgiyi nasıl koruma altına aldığını” ortaya koyan çalışmalarıyla, İsveçli Thomas Lindahl ve ABD’li Paul Modrich ile birlikte bu ödülü aldı. İsveç Kraliyet Bilim Akademisi’nın açıklamasında, “Üç bilim insanının çalışmaları, hücrelerin nasıl işlediğine yönelik son derece önemli bilgi sağlayarak yeni kanser tedavilerinin geliştirilmesine yol açtı” ifadesi kullanıldı [1]. Aziz Sancar’ın Nobel almasının ardından; kendine solcu, ilerici diyenler dahil olmak üzere tüm basın, bu ödülü Türkiye için büyük bir gurur kaynağı, göğsümüzü kabartan bir olay olarak halka yansıttı. Bir Türk’ün uluslararası bir ödül alması üzerinden halkta şovenist duyguları körükleyerek kof, içi boş bir mutluluk havası yaydı, tıpkı milli maçlarda Türkiye’nin kazanmasında olduğu gibi. Halk daha Aziz Sancar’ın ismini ilk defa duymuştu; ne

yaptığını, neden ödül aldığını da doğru dürüst bilmiyordu oysaki. Nobel ödülleri; Alfred Nobel’in vasiyetnamesiyle kurulan Nobel Vakfı’nın edebiyat, tip, fizik, kimya, ekonomi ve barış başlıkları altında “insanlığa en büyük hizmeti yapan kişilere” verdiği; 110 yıldır dağıtılan ödüllerdir. Bu ödüller, her süreçte emperyalizmin politikalarına hizmet etmiştir. Verilen ödüllerin gerek mesleki, gerekse de siyasal ölçüleri; burjuvazinin ve emperyalizmin ölçüleridir. Emperyalizmin dünya halklarını ideolojik olarak şekillendirmek için kullandığı araçlardan biridir Nobel ödülü. Emperyalizmin bi-lim, sanat, barış söylemleriyle dünya halklarını aldatmakta, bilinç bulanıklığı yaratılarak hedef saptırmakta kullandığı araçlardan; kendi saldırganlığını, katliamlarını ve sömürüsünü gizlemek için kullandığı maskelerden sadece biridir. Nobel ödülleriyle emperyalizme hizmet eden kurum ve kişiler cilalanıp parlatılır. Bunun için insan hakları, edebiyat, sanat, bilim sadece bir kamuflajdır [3].

Nobel ödüllerinin sponsorları arasında ABD silah tekelleri vardır. ABD başkanı Obama’ya 2009 Nobel Barış Ödülü verilmiştir. Nobel Komitesi 1938’de Nobel Barış Ödülü’ne Hitler’i aday göstermiştir. George Bush ve Tony Blair, Irak savaşında gösterdikleri başarıdan dolayı Nobel Barış Ödülü’ne birlikte aday gösterilmişlerdir. CIA’ya; Arjantin’de, Salvador’da, Nikaragua’da emperyalizme ve faşizme karşı direnişin olduğu her yerde ölüm mangalarını örgütleme emri vererek halkları katleden Jimmy Carter’a 2002 Nobel Barış Ödülü verilmiştir. 2012 Nobel Barış Ödülü, katliamcılıkta ABD emperyalizmi ile başa baş giden Avrupa Birliği’ne verilmiştir. Böyle bir ödülü Türkiye’de yetişmiş birinin almış olması, bizler için övünç kaynağı olmamalıdır. Aziz Sancar ise ödül aldıktan sonra konuşmalarında şunları demiştir: “Bizim memlekette çok güzel bir eğitim var. Türkiye’de ilkokulumuz, ortaokulumuz, lisemiz, üniversitelerimiz bedavadır. Bana bu imkânlar

55


sağlandı. Türkiye’de üniversitede okurken, orada gördüğüm eğitim, buradaki üniversitelerin seviyesindeydi. Türkiye bizlere çok güzel eğitim sağlıyor. Bu ödülü memleketime ve Cumhuriyet devrinin başlattığı eğitime borçluyum. Ben buraya geldim başarılı oldum ama bana bu temeli veren Türkiye’deki eğitimdi. Ben buraya 1974’te geldim, o geldiğim dönemde Türkiye’nin bugünkü imkânları yoktu. Fakat Türkiye beni hazırlamıştı. Buraya geldiğimde araştırma yapabilecek düzeydeydim. Türkiye’de çok yetenekli bilim insanları var. Türkiye devleti bilime büyük yatırım yapıyor. O bakımdan ben ümitliyim. Gelecek 10 yıl içinde sanırım Avrupa düzeyine yakın oluruz. Amerika’da Nobel ödülü alabilecek düzeyde araştırmalar yapan insanlarımız var. İnşallah onlar da kazanırlar. Ümitliyim, inşallah başka Nobel ödülleri alanlarımız olur.” [2] Aziz Sancar’ın anlattıklarıyla ne ülkemizdeki eğitim sisteminin, ne de bilim ve teknolojinin alakası vardır. Ülkemiz, 1945’lerden beridir emperyalizmin yeni sömürgesi durumundadır. Yukarıdan aşağıya geliştirilen çarpık kapitalizmle birlikte montaj sanayi hakimdir. Ağır sanayi, ileri teknoloji, nitelikli ar-ge çalışmalarının ülkemizde yapılmasının maddi zemini bulunmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’deki eğitimin Aziz Sancar’a bir şey katma olasılığı bulunmamaktadır. Ayrıca Türkiye devleti, bilim ve teknolojiye büyük yatırımlar yapmamaktadır. Teknoloji adına yatırım yaptığı şeyler; halka karşı savaşta kullandığı İHA’lar,

56

TOMA’lar, akrepler, MOBESE gibi araç-gereçler ve dinleme cihazlarıdır. İlkokul, ortaokul ve liselerimizde çocuklarımız erken yaşlardan itibaren yarıştırılmaya başlanmaktadır. Birbirlerini ezmeleri, diğerini ezenin üste çıkacağı düşüncesi dayatılmaktadır. 12 Ocak günü İzmir’de 15 yaşındaki lise öğrencisi Umut Okay Giriş, takdir belgesini 2 puanla kaçırdığı için 4. kattan atlayarak intihar etmiştir. Ve bunun gibi daha birçok örnek sıralayabiliriz. Ülkemiz üniversitelerindeki eğitimin hali de içler acısıdır. Teknik bölümler; bilimden ve yeni bir şeyler üretmekten uzak, montaj sanayiye uygun niteliksiz elemanlar yetiştirmektedir. Kültürelsosyal bölümlerden mezun olanların çoğu iş alanı olmadığı için farklı işlerde çalışmaktadır. Eğitim bölümlerinden mezun olanlar yıllarca atanmayı beklemekte ya da özel kurumlarda düşük ücretle çalışmaktadır. Atanamadıkları için intihar eden onlarca öğretmen vardır. Tıp alanı tamamen ticarileşmiş, ezberci eğitim sisteminde en öne çıkan öğrencilerin çok para kazanmak için tercih ettiği bölümler olmuştur. Aziz Sancar; düşünmeyen, sorgulayamayan, üretemeyen, mücadele nedir bilmeyen insanlar üreten bu sistemi tozpembe göstererek emperyalizmin ona uygun gördüğü aydın misyonunu yerine getirmektedir. Emperyalizmin ömrünü uzatmak için Nobel aşısını bu topraklarda tekrar kullanması dileklerini eklemeyi de unutmamıştır.

Aynı Aziz Sancar, Erdoğan’ın özel daveti üzerine Türkiye’ye geldiği ve

zaman;

Davutoğlu’nun

Erdoğan yanı

sıra

Genelkurmay Başkanlığı’nı ve Ülkü Ocakları’nı da ziyaret etmiştir. Mardinli olan, lise ve üniversite yıllarında ülkücü olduğunu ifade eden Aziz Sancar; doğup büyüdüğü topraklar olan Kürdistan’da katliamlar yapanlarla, Maraş’ta, Çorum’da Alevi halkımızı, Sivas’ta aydınlarımızı katledenlerle görüşmeler yapmaktan çekinmemiştir. Aydın kimdir diye birçok tanım yapılmıştır. En sade şekliyle şöyle tanımlanabilir: “Belli bir bilgi birikimine ve kültürel donanıma sahip, ülkenin ve halkın sorunlarını, çelişkilerini, çözüm yollarını kavramış ve bu doğrultuda mücadele eden insandır aydın.” [4] Sadece bilgi birikimi ve kültüre sahip olmak demek aydınlık değildir! Halkı için mücadele eden insandır aydın. Aziz Sancar gibiler ise halkın sorunlarının üzerini örter, gerçeği görmesini engeller, emperyalizmden aldığı ödülle içi boş, kof bir sevinç yaratarak halkı uyuşturur, ödül aldıktan sonra halka değil, halk düşmanlarına gider. İşte bu kişiler halkın değil, emperyalizmin aydınlarıdır… Kaynaklar: [1] Bilimde Nobel alan ilk Türk, Hürriyet, 7 Ekim 2015 [2] Bu nobel Türkiye’nin, Hürriyet, 8 Ekim 2015 [3] Yürüyüş, Sayı 337 [4] Hayatın İçindeki Teori, Aydın Tavrı


MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ

HASAN BALIKÇI Devrimci mühendis Hasan Balıkçı, 18 Ekim 2002 tarihinde Urfa’da kaçak elektrik kullanan şirketlere karşı mücadele ettiği için, çıkarlarına dokunduğu patronların kiralık katilleri tarafından katledildi. 1961 yılında Adana Seyhan ilçesinin Kayışlı köyünde doğan Hasan Balıkçı; 1987 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun oldu. 1989 yılında TEK’te çalışmaya başladı. 1993 yılında ise Adana TEDAŞ’ta göreve başladı. Adana TEDAŞ’ta görev yaptığı son yılda büyük ölçekli sanayi kuruluşlarının denetim mühendisi oldu. Büyük sanayi kuruluşlarına, enerji tekellerine kaçak elektrik kullanmalarından dolayı büyük cezalar kesti ve fabrikaların elektrik sayaçlarını fabrika dışına aldırdı. Fabrika sahiplerinin eski işleyişe dönebilmek için teklif ettikleri büyük miktarlarda rüşvetleri reddetti. Durumdan rahatsız olan patronlar, TEDAŞ üst yönetimindeki yöneticilerle işbirliğe girerek Hasan Balıkçı’yı Urfa’ya sürgün ettirdiler. Sürgünden 45 gün sonra da 18 Ekim 2002 tarihinde bölgesel Susurlukçular tarafından katledildi. Cenazesi binlerce seveni

tarafından kaldırıldı. 12 Eylül’den sonra Adana’da ilk defa bir cenaze bu kadar insan tarafından sahiplenildi. Balıkçı, katledildiğinde aynı zamanda EMO Adana Şubesi yönetiminde saymanlık görevi ve TMMOB İKK sekreterliği görevini yürütüyordu. “Bakın... Şu gördüğünüz fabrikalardan sadece biri, şu yoksul beş mahalleden fazla elektrik harcar, fakir, yoksul halk elektrik parasını ödüyor da patronlar neden ödemesin, fatura yoksul halka kesiliyor” dediği için, halkın cebindeki beş kuruşa göz diken kan emicilere karşı mücadele ettiği için katledildi Hasan Balıkçı... Tıpkı uyuşturucuya, yozlaşmaya karşı mücadele ettiği için katledilen Hasan

Ferit Gedik gibi... Ve bugün AKP faşizmi, Diyarbakır’da, Suruç’ta, Cizre’de, Ankara’da yüzlercemizi katlediyor. Geceyarısı evlerimize girip yargısız infazlar yapıyor. Adalet talebinde bulunan herkesi gözaltına alıyor, tutukluyor. Bizler halkın mühendisi Hasan Balıkçı’nın yolundan yürümeye devam ediyoruz. Elektrik soygununa karşı geliştirdiğimiz alternatiflerle halkımıza umut oluyoruz. Ve bir kez daha Hasan Balıkçı nezdinde halka dönük tüm katliamlar için adalet istemeye devam ediyoruz. Balıkçı’nın bizlere bıraktığı onurlu, yurtsever, devrimci mücadeleyi büyüteceğiz, halk için mühendislik mimarlık yapmaya devam edeceğiz!

57


HEAD START PROJESİ: AÇLIK VE İKİYÜZLÜLÜK

Dünya halklarının katili olan ABD emperyalizmi, ülkesinde “Head Start” projesi ile yerel örgütlerle çalışma başlatmış. Açlığın, yoksulluğun beyinde yarattığı tahribatı yok etmeyi, çocuklukta seçici dikkat, stres yönetimi ve çocuk yetiştirme gibi konularda beceri geliştirmeye yönelik çalışmalar yapmayı amaçlıyormuş. ABD’deki “dünyaca ünlü” üniversitelerin de katıldığı bu projelerde

58

laboratuvar ortamında yoksulların beyni incelenip, yarattıkları hasarı tamir etmeye çalışacaklarmış. [1] Dünyadaki açlığın, yoksulluğun, sefaletin sorumluları, açlığın beyinde yarattığı tahribatla mücadele edecekmiş! Emperyalistler işte bu kadar alçak, ikiyüzlü ve sahtekardır. Halkların zekasıyla alay edip suçlarını gizlemek için her türlü düzenbazlığı yapıyorlar. Devlet eliyle destekledikleri

bu projelere sözde bilim adamı kisveli profesörlerle inandırıcılık katmaya çalışıyorlar. Fakat hiçbir şey gerçeklerden güçlü değildir. ABD emperyalizminin elini attığı her işte sömürü, talan, katliam vardır. Yaptıkları tüm pislikleri gizlemenin gayreti vardır. Emperyalizm yoksulluğa, açlığa çözüm bulamaz, yalnızca nedeni olur. Kendi ülkelerinde yarattıkları tablo bile bunu açıkça ortaya koyuyor: 22Doğum risklerini aşan ve ilk ayı geçiren bebeklerin bir bölümü doğrudan ve esas olarak yetersiz beslenmeden kaynaklanan nedenlerle ikinci ay ve ikinci yıldönümleri arasında ölmektedir. 22Bazı küçük çocuklarda ilk altı ay ile bir buçuk yıl arasındaki protein eksikliği nedeniyle kalıcı ve geri çevrilmez beyin hasarı oluşmaktadır.


22Yoksul ailelerin çocuklarının yüzde 30 ile 70’i arasında protein ve demir eksikliğinden kaynaklanan besin anemisi vardır. 22Doktorlar, doğrudan yetersiz beslenmenin nedeni ya da işareti olabilecek prematüre ölümlere, bebek ölümlerine ikincil enfeksiyonlara dayanıksızlıkları gördüklerini söylemişlerdir.” [2] 22Dünyada kolayca tedavi edilebilen hastalıklardan ve açlıktan her geçen saniyede bir insan ölüyor. 22Her yıl 18 milyon kişi açlıktan, 70 milyon kişi ise açlığa bağlı nedenlerden dolayı ölüyor. 22Resmi rakamlara göre ülkemizde 55 milyondan fazla yoksul, 10 milyondan fazla aç var. 22Dünyadaki açlığı ortadan kaldırmak için gereken tutar, 50 milyar dolar. Bu tutar, emperyalist tekellerden birinin bir yıllık karı bile değildir. Yarattıkları açlığın, yoksulluğun nedenleri tartışılsın istemiyorlar. Çünkü suçlular ve korkuyorlar. Çözüm bulamayacaklar. Çünkü emperyalizmin varlığı açlığın sebebidir. MIT’den (Massachusetts Institute of Technology) John Gabrieli ile ortaklaşa çalışmayı yürüten California Üniversitesi’nden Silvia Bunge, şimdilerde daha çok doğrudan 5 yaşına dek uzanan evreye odaklanılması yüzünden, daha sonraki evrelerde yapılacak yardımlardan yarar sağlayabilecek çocukların gözden kaçırılabileceğini düşünüyor ve “Sonradan sistemi değiştirmenin olanaksız olduğu gibi bir durum söz konusu değil. Yalnızca bu kemikleşmiş yapının kırılması,

yaş ilerledikçe beyin esnekliğinin yeniden sağlanması, çok ciddi bir çalışmayı gerektiriyor.” diyor [1]. Yapacakları çalışmaya kendileri bile inanmıyor. Kaldı ki “ciddi” olsunlar! Yoksulların çocuklarının normal doğması mümkün değildir; daha ana karnında açlığı yaşıyoruz! “Bilim, insanlara nesnel yasaların bilgisini verir ki insanlar pratikte eylemlerini gerçekleştirmek için bu bilgiye muhtaçtırlar” [3]. Gerçeği açıklamak, bilimsel namus gerektirir. Önce yoksulluğun nedenini açıklamalılar... Emperyalizmin bilimsel namusu yoktur. Onlar, açlığın ve yoksulluğun nedenle-

ABD emperyalizminin elini attığı her işte sömürü, talan, katliam vardır. Yaptıkları tüm pislikleri gizlemenin gayreti vardır. Emperyalizm yoksulluğa, açlığa çözüm bulamaz, yalnızca nedeni olur.

rini tartıştırmamanın peşindeler. Bilimin yoksulluğa çözümü, “Head Start” gibi projeler değildir. Bu projeler; suçluları, yani emperyalizmi ve işbirlikçilerini gizlemek içindir. Onlar yenilmeden açlık ve yoksulluk bitmez. Yenilmeleri için yoksulların örgütlenmesi gereklidir. Bilimin yoksulluğa çözümü, düzene karşı kurulan ve kurulacak olan alternatiflerimizdir. Beslenme, barınma, giyecek, yakacak gibi pek çok sorun vardır. Bu sorunların köklü çözümü, düzen içinde mümkün değildir. Ancak sosyalist deneyimler ve bugünün alternatifleriyle yarını kurabiliriz. Yoksulları, milyonları örgütlemek; bizim bilimimizin önceliğidir. Bizi aç, susuz bırakabilirler. Beynimizin, vücudumuzun gelişimini engelleyebilirler. Ama bizi durduramazlar. Kaynaklar: [1] Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji eki, 11 Aralık 2015 [2] Kan Tadı, Haluk Gerger [3] Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu

59


BİLİM VE TEKNOLOJİYLE HALKI KANDIRMANIN YENİ ADI: 4.5G Uzunca bir süre reklam panolarında, televizyonlarda 4.5G reklamları sürekli karşımıza çıktı. Bu reklamlar, bir yandan da “4.5G” gibi, “IMT-Advanced” gibi halka yabancı birçok terimle yapılıp; ihtişamlı(!) görsellerle de birleştirilerek; “Türkiye’de teknolojik anlamda çok büyük gelişmeler oluyor” algısı yaratılmaya çalışıldı. 4G, 4.5G gibi terimler çıkmadan önce 3G’yi biliyorduk; GSM şebekeleri üzerinden akıllı telefonlarla internet erişimini sağlıyordu. Herkesin otobüste, sokakta, hayatın her anında elinde telefonuyla Facebook, Twitter, WhatsApp gibi programlar üzerinden haberleşmesi, 3G ile oluyor. Ülkemizde 72 milyon mobil abone bulunuyor. 43 milyon kişi, yani abonelerin %60’ı ise 3G’yi kullanıyor. 3G, 3. nesil mobil internet erişimini ifade etmektedir. 1998 yılında Japonya’da duyurulmuş; 2002 de Amerika’da, 2003’ten sonra ise Avrupa’da kullanılma-

60

ya başlanmıştır. Bu teknolojinin Türkiye’ye gelmesi ise bulunuşundan 11 yıl sonra 2009 yılında kısmen gerçekleşmiştir. 4G ise, 4. nesil mobil internet teknolojisini, yani akıllı telefonlardan daha hızlı internete girebileceğimizi, daha hızlı veri transferi yapabileceğimizi ifade etmektedir. 2004 yılında Japonya’da duyurulmuş, 2009’da Amerika’da testleri bitirilmiş ve kullanılmaya başlanmıştır. 2014 yılında ise 4G tamamen yaygınlaşmıştır. 4G teknolojisi bulunuşundan yine 11 yıl sonra 2015’te Türkiye’de konuşulmaya başlanmıştır. 4.5G ise, 4G’nin 2-3 kat hızlı hali olarak adlandırılıyor. Hayatımıza ilk olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 21 Nisan 2015’te Türk Telekom’un 175. yıldönümü etkinliğindeki “Gündemde 4G ihalesi var ama dünya 5G’yi konuşuyor. 4G ile hiç zaman kaybetmeyelim. O zaman 3G de 2 yıl daha sabredersek 5G’ye geçeriz. Aksi takdirde 4G’ye geçersek

Türkiye çöplük haline döner.” ifadelerinden sonra girdi. Bu konuşmanın hemen ardından BTK, reklamlarının dahi yapıldığı ve her türlü hazırlığın son aşamada olduğu 4G ihalesini 2 kez erteledi. Mayıs 2015’te ise dönemin Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan; 4G ihalesinin iptal olduğunu, Ağustos ayında 4.5G ve 5G ihalesinin birlikte yapılacağını açıkladı. 26 Ağustos 2015’te gerçekleşen 4.G ihalesinde ise, 5 frekans bandında 18 paket için Turkcell, Vodafone ve Avea (Türk Telekom), toplam 3 milyar 356 milyon TL öderken, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun açıklamasına göre ihale sonrasında devlet hazinesine 13.2 milyar TL girdi. Operatörler 1 Nisan 2016’dan itibaren 4.5G’ye geçti. İlk 15 günde açıklanan rakamlara göre; Turkcell 3 milyon, Vodafone ise 4.6 milyon civarında 4.5G abone sayısına ulaştı. Abone sayısının


yakın zamanda 10 milyona ulaşması bekleniyor. Diğer yandan ise, piyasadaki akıllı telefonların yalnızca %10’u 4.5G ile uyumludur. Ayrıca Türkiye’deki fiber kablo uzunluğu gerekenin 20’de biri olduğu için, belli pilot bölgeler haricinde 4.5G’nin için belirtilen hıza (3G’nin 14 katı) asla ulaşılamamaktadır. Erişebildiği hız ise 3G’nin birkaç katı civarındadır.

İşbirlikçi, Faşist Bir İktidardan Halk Yararına Teknoloji Beklenemez AKP, emperyalizmin ülkemizde maşalığını yapan faşist bir partidir. Emperyalizmin ve ülkemizdeki işbirlikçilerinin çıkarlarını savunduğu için iktidardadır. Ülkemizin yeraltı-yerüstü kaynaklarından ulaşıma, haberleşmeden bilim ve teknolojiye, kültür-sanattan yargıya, orduya kadar her alanda emperyalizme bağımlılığının, yeni sömürgecilik ilişkilerinin devam etmesi için iktidardadır. Yeni sömürge bir ülkede bilim ve teknoloji de halk düşmanlarının yararına geliştirilmektedir. Bugün oligarşi; MOBESE’lerden TOMA’lara, İHA’lardan, yeni ucube tipli zırhlı araçlardan ortam dinleme cihazlarına kadar tüm ar-ge çalışmalarını halka karşı savaşı büyütmek için yapmaktadır. Diğer taraftan ise ulaşım, haberleşme, bilişim alanlarındaki rant projelerini “halka hizmet” kılıfıyla gizlemektedir. Gerçekte olan ise, bu projelerin kendi yandaşlarına ya da yabancı sermayeye peşkeş çekilmesidir. 4.5G zırvalığı

Yeni sömürge bir ülkede bilim ve teknoloji de halk düşmanlarının yararına geliştirilmektedir. Bugün oligarşi; MOBESE’lerden TOMA’lara, İHA’lardan, yeni ucube tipli zırhlı araçlardan ortam dinleme cihazlarına kadar tüm ar-ge çalışmalarını halka karşı savaşı büyütmek için yapmaktadır. Diğer taraftan ise ulaşım, haberleşme, bilişim alanlarındaki rant projelerini “halka hizmet” kılıfıyla gizlemektedir. Gerçekte olan ise, bu projelerin kendi yandaşlarına ya da yabancı sermayeye peşkeş çekilmesidir. 4.5G zırvalığı da bunlardan bağımsız değildir. da bunlardan bağımsız değildir. Türkiye’deki 3 büyük GSM tekeline peşkeş çekilmesiyle sonuçlanmıştır ihale. Bugün ülkemizde 3G teknolojisini bile doğru dürüst uygulayacak fiber altyapısı bulunmazken, ülkemizin birçok yerinde bırakalım mobil interneti, telefon hattı bile çekmiyorken, 3G ve 4G teknolojileri, bulunduktan tam 11 yıl sonra ülkemize gelmişken, emperyalist ülkelerde bile 5G henüz kullanılmaya başlanmamışken “2 yıl daha

sabredersek 5G’ye geçeriz” cümlesi, halkı kandırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Faşist AKP iktidarı 4.5G ile bir yandan halka bilim ve teknolojide ne kadar ilerlediği yalanını söylemekte; diğer yandan da açlığın, yoksulluğun, katliamların ekonomik, sosyal ve siyasal krizinin derinleştiğinin üstünü örtmeye çalışmaktadır. AKP’nin bilim ve teknolojiye bakışı; eski Ulaştırma Bakanı, yeni başbakan Binali Yıldırım’ın bulut bilişim ile ilgili söylediği “Bu bilişime fazla kafa yorarsan sıyırırsın. Kullanacaksın, nimetlerinden kullanıp, yararlanıp işini göreceksin. Kafayı taktın mı o zaman işin kötü.” ifadelerinde tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Bir diğer örnek de Aralık 2014’te TÜBİTAK Ulusal Ağ ve Bilgi Merkezi (ULAKBİM) Müdür Yardımcılığı’na getirilen Mustafa Sancar’dır. İlahiyat Fakültesi mezunu olan ve bir dönem Deniz Feneri dergisi yayın editörlüğü de yapan Sancar, yeni görevine Ankara Hayvanat Bahçesi Müdürlüğü’nden atanmıştır. Bu örnekler, AKP’nin bilim ve teknolojiden ne anladığını göstermektedir. Kaynaklar: • Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK), Haziran 2015 verileri • Cumhurbaşkanı Erdoğan: 2 yıl bekleyelim 5G’ye geçelim, Hürriyet, 22 Nisan 2015 • 4.5G ihalesi tamamlandı, firmalar 3.96 milyar euro ödeyecek, Hürriyet, 27 Ağustos 2015 • 4.5G ile vatandaşa 1 Nisan şakası, khoosann.com • Binali Yıldırım - Bulut Bilişim, youtube.com/watch?v=Sn7pNTsY5iY

61


HALK İÇİN BİLİM

KÜBA: İNSAN HAYATININ HER ŞEYDEN ÖNCE GELDİĞİ YER

“Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin halkımızı boğmak ve aşağılamak için empoze ettiği sıkı abluka ve ekonomik savaşa rağmen, Küba ulusu Devrim’in görkemli yıllarında yüksek eğitim, kültürel ve sosyal göstergelerdeki başarıları ile meydan okumuştur. Okuma yazma

62

bilmeyenlerin oranının %0.2’ye düşmesi, ilköğretimdeki okullaşma oranının %100’e, orta öğretimdeki okullaşma oranının %99,7’ye ulaşması, bebek ölümü oranının her bin doğumda 6.2’ye gerilemesi, her yüz bin kişiye 590 doktor, 743 hemşire ve 630.6 hastane yatağı düşmesi ve

ortalama yaşam süresinin 76 yıla çıkması bu başarılardan bazılarıdır. Diğer pek çok temel başarı ile birlikte bunlar her vatandaşa sağlıklı, vakur ve adil bir hayat sağlamaktadır.” [1] Yukarıda yazdıklarımız, bizlere gelişmiş ülkeler olarak öğretilenlerin birçoğunun yakınından bile geçemediği sosyalist Küba devletinin devrim sonrası ulaştığı başarılardır. Sosyalizmin ve özellikle Küba’nın sağlığa ve insan hayatına verdiği önem üzerine yazılmış birçok kitap, araştırma ve tez mevcut. Biz de bu yazımızda son dönemde Küba’da geliştirilen AİDS’in anneden bebeğe geçişini engelleyen aşıyı, kanser tedavisi araştırmalarını ve önleyici sağlık hizmetlerinin nasıl geliştirildiğini anlatmaya çalışacağız. Küba; emperyalizmin ambargo


HALK İÇİN BİLİM

uyguladığı yıllar boyunca sağlık hizmetlerine, özellikle de birinci basamak sağlık hizmetlerine verdiği önceliği hiçbir zaman değiştirmemiştir. ABD ambargosunun etkilerinin en çok hissedildiği 1990-1993 dönemi içerisinde dahi Küba hükümeti, sağlığa ayrılan payı sürekli artırmıştır. [2]

Dünya Sağlık Örgütü Küba’nın AIDS ve Frenginin Anneden Bebeğe Geçişini Engellediğini Açıkladı Bu haber başlığı, birçok gazete ve televizyonda neredeyse aynı kelimelerle sunuldu. Herkes seviniyordu bu habere. Evet, gerçekten de sevinilecek ve biz sosyalistler açısından ise gurur duyulacak bir haber. Küba’nın sağlık alanındaki bakış açısını ve başarısını tüm dünyaya duyurması açısından çok değerli. Ancak nedense hiçbir haberde Küba’nın sosyalist olduğuna dair bilgi yoktu. Bu tipte gelişmelerin Küba’da olağan olduğunu belirten bir cümle yoktu. Küba’da tüm halkın evlerinden 500 metre öteye dahi gitmeden sağlık hizmetlerini ulaşabildiğine dair hiçbir bilgi yoktu. Sanki bu başarı kapitalizmin bir başarısıymış gibi Dünya Sağlık Örgütü göğsünü gere gere açıklıyordu. Ancak biz biliyoruz ki bu başarı insan hayatını temele koyan sosyalizmin başarısıdır. [4]

Küba 10 Kanser Türü ve Diyabetin Kökünü Kazımaya Çok Yakın! Küba nüfusu Latin Amerika

nüfusunun yüzde 2’si iken, Küba’daki bilim insanı sayısı tüm Latin Amerika’dakinin yüzde 11’ini oluşturuyor. Tabi bu rakam, ortaya çıkan başarıyla da kendisini gösteriyor. Diyabette damar tıkanıklığından dolayı kesilme ihtimali olan bacaklarda ilaçla yüzde 80 oranında iyileşme sağlıyorlar. Diyabetin bitirilmesi için yaptıkları serum çalışmasının da belli bir aşamaya geldiği ve iki sene içerisinde sonuç alınacağı belirtiliyor. Küba’daki sağlıkçılar tarafından 10 tür kanser için (lenf, mide, akciger, kolon vb.) bir çeşit serum üretilmiş durumda ve bunu sağlık alanında işbirliği yaptıkları ülkeler ile de paylaşıyorlar. Tabi bu noktada çıkarları kesişen Küba ile uluslararası ilaç tekelleri arasında da bir mücadele var. İlacın yaygınlaştırılmasının önündeki en büyük engel, kanser üzerinden büyük karlar sağlayan

bu uluslararası ilaç şirketleri. [5] Bir yandan son günlerde ortaya çıkan bir başka gurur verici gelişme ise Kübalı bilim adamlarının geliştirdiği ilk akciğer kanseri aşısına onay verilmiş olması. Küba’daki hastanelerde kullanılmaya başlanan “Cimawax EGF” adlı aşı, akciğer kanseri hastalarının yaşam süresini ortalama 4-5 ay, hatta bazı hastalarda daha fazla uzatabiliyor. Klinik araştırmalar, aşının hastaların hayatta kalma oranını ve yaşam kalitesini artırdığını ortaya koyuyor. Kübalı bilimadamları, aşının akciğer kanseri tedavisinde kullanılan kemoterapi ilaçlarının aksine fazla bir yan etkisi de olmadığını söylüyor. Zira aşı sadece kanserli hücreleri hedef alıyor. Dolayısıyla kemoterepi tedavisinde görülen en önemli yan etkilerden biri olan saç dökülmesine yol açmıyor. [8]

63


HALK İÇİN BİLİM

“Rant için Değil Halk için Sağlık” Kavramının Diğer Adı: Önleyici Tıp Küba Cumhuriyeti Anayasası’nın 50. maddesi der ki; “Herkes tıbbi koruma ve bakım hakkına sahiptir. Devlet, bu hakkı; kırsal tıbbi servisler, sağlık hizmeti ağları, poliklinikler, hastaneler, koruyucu ve uzmanlaşmış tedavi merkezlerinin kurulması suretiyle ücretsiz tıbbi bakım ve hastane bakımı sağlayarak, ücretsiz diş bakımı sağlayarak; halka dönük sağlık tanıtım kampanyaları, sağlık eğitimi, düzenli muayeneler, genel aşılama ve salgınların ortaya çıkmasını önleyici diğer tedbirleri alarak temin eder. Nüfusun tamamı tüm bu faaliyetlere ve planlara toplumsal ve kitlesel örgütlenmeler vasıtasıyla iştirak eder.” [1] Küba, sağlığı ilgilendiren alanlara çok net müdahalelerde bulunarak, bu başarıyı elde etmiştir. Bunlardan en önemlileri su hatlarına ve kanalizasyon sistemine yapılan müdaheledir. Bugün kentlerde nüfusun tamamına yakını, kırlarda ise %85’i temiz içme suyuna ulaşabilmektedir. Bu oran 1953’te sadece %35’ti. Latin Amerika ve Karayipler’de insanlar, su ve kanalizasyon konusunda Küba’nın ulaştığı noktadan çok geridedirler. Bu müdahale ile bulaşıcı hastalıklar sorununu önemli ölçüde çözen Küba’ya karşın, bölgedeki diğer ülkelerde kentlilerin %88’i, kır nüfusunun ise ancak yarıdan azı temiz suya ulaşabilmektedir. Küba’nın sağlık başarısının arkasındaki bir başka temel etmen

64

de; tıpkı Çin’de olduğu gibi, beslenmeye, özellikle de çocuk ve anne beslenmesine önem vermesidir. Tabii ki sadece beslenme sorunun giderilmesiyle başarıya ulaşılmamıştır. Bu noktada sorunun temelindeki bir diğer halka olan insanlarin eğitimi konusuna eğilinmiştir. Özellikle kadınların eğitimine ağırlık vererek, başta sağlık olmak üzere birçok konuda aşamalar kaydedilmiştir. Latin Amerika ve Karayipler’de yetişkinler arasında okuryazarlık oranı erkeklerde %88, kadınlarda %85 iken, bu oranlar Küba’da, %96 ve 95’tir. İlkokula kayıt oranının %89-90, beşinci sınıfa kadar okuma oranının %74, ortaögretime kaydolma oranının ise %5256 oldugu bir bölgede Küba; sırasıyla %99, %94 ve %70-79’luk oranlarla eğitime verdiği önemi hayata geçirdiğini göstermektedir. Üstelik, eğitimde kadın-erkek eşitsizliği giderek ortadan kaldırılmış, hatta kadınlar lehine bir sürece de girilmiştir.[3]

Küba’da Hayatın Tüm Alanlarına Bakış: Halk için ve Halkla Beraber 1959’daki Küba Devrimi’nden sonra ilaç ve hastalık tedavisi, yoksul halkın sağlık ihtiyacının karşılanması en ciddi problem olarak ortaya çıktı. Aradan geçen 45 yıl sonunda Küba bugün sağlık alanındaki bilgi ve birikimlerini ihraç eden bir ülke haline geldi. Binlerce Kübalı doktor, diğer geri bıraktırılmış ülkelerdeki hastalara ücretsiz bakım ve tedavi; Küba hastaneleri de Afrika ve Latin

Amerikalı hastalara yönelik sağlık hizmeti veriyor. Fidel Castro tarafından verilen talimatla biyoteknoloji alanına milyonlarca dolar yatırım yapıldı. Küba’nın bu yatırımları boşa gitmedi ve Finlay Enstitüsü, dünyanın ilk Menenjit B aşısını geliştirdi. Enstitünün baş araştırmacısı Concepcion Campa Huergo, Küba’nın biyoteknolojiye ve dolayısıyla sağlık alanına verdiği önemi şöyle özetliyor: “Bir keresinde Fidel’e bir tanesi 70 bin dolar değerinde olan santrifüjör (karışımdaki ağır sıvıları veya maddeleri ayrıştıran cihaz) makinesi istedim. İki gün sonra 10 tane birden gelmişti”. Kübalı araştırmacılar araçgereçlerini Avrupa, Brezilya veya Japonya’dan temin ediyor. Ülkenin hemen yanıbaşındaki ABD’nin ambargosu yüzünden ABD çıkışlı eşya görmek zor. Birkaç ABD çıkışlı cihaz da ancak üçüncü ülkeler üzerinden ithal edilmiş durumda. Kübalı bilim adamları birçok malzemeyi kendi olanakları ile üretiyor; örneğin enzimler, doku kültürleri, virüsler ve diğer laboratuvar gereçleri gibi. Her kurumun kendi laboratuvarı bulunuyor, sonuçlar devlet hastanelerindeki kliniklerde deneniyor. Küba biyoteknoloji alanında da kapitalizmin yarattığı alışkanlıkların dışına çıkmış. Laboratuvarlar broşür basmıyor, ilaçlarını satmak için pazarlama uygulamıyor, pazarlama elemanı ordusu beslemiyor. İlaç lisansları satılmıyor; aksine laboratuvarlar arasında paylaşılıyor.


HALK İÇİN BİLİM

Kübalı bilim adamları dayanışmayı örecekleri ülkedeki üniversitelere giderek meslektaşlarına teknoloji transferi yapıyor ve o ülkedeki yoksullara ilaçları ücretsiz olarak dağıtıyor. Küba’da laboratuvarların uluslararası arenada rekabet ettikleri çok uluslu şirketler gibi aylık, yıllık bilançoları, nakit giriş analizleri gibi ölçekleri yok. Küba biyoteknolojisinin odaklandığı üç alan var; kanser tedavisi, AIDS ve üçüncü dünyaya has sıtma, tifo, kolera, dizanteri gibi hastalıklarının aşıları. [6] Küba’da halk için elde edilen teknolojik ilerlemeler bunlarla sınırlı değil. Çünkü halk için üretme şiarı sınır tanımaz. Küba Ulusal Zirai Sanayi Merkezi’ndeki (CENSA) genetik mühendisleri, insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde bulaşıcı hastalıkların teşhisinde kullanılan, “amplicen” adı verdikleri yeniden birleştirici bir enzim elde ettiler. Polimerazın zincir reaksiyonunun bir parçası olan bu enzimin asıl özelliği, hastalıkları teşhis etmek için az bir miktarının yeterli olması. Bu enzimin bir diğer avantajı ise hastalık teşhislerindeki maliyetleri en aza indiriyor olması. [7]

Sonuç olarak; Küba’nın insana verdiği önemin temel nedeni ancak sosyalizmin insan hayatına verdiği değerle açıklanabilir. Kapitalist sistem her daim daha fazla kara odaklıdır. Bu nedenle “öksürmesinden fayda görmediği insanın ölmesinden de gocunmaz”. Bu

nedenledir ki kapitalizmde hastalıkların sürmesinden ve sürekli bir tehdit olarak insan yaşamında var olmasından nemalanan ilaç firmaları, hastalıkların temel nedenine ya da köküne inmezler. Her seferinde gribin farklı bir türü ortaya çıkarken grip hastalığının nedenlerinin ortadan kaldırılması umrunda dahi olmaz. Daha doğrusu halkın sağlığı üzerinden nemalananlar, bu durumun nedenlerinin ortadan kalkmasının kendi yaşam koşullarının da ortadan kalkması anlamına geldiğini bilir. Ancak sosyalizmde herhangi bir tedavi yöntemi geliştirilirken bunun getireceği gelir düşünülmez. Sosyalist sistem insan hayatını temel alır, hastalıkların önlenmesi ve nedenlerinin ortadan kaldırılması temel mücadele alanıdır. Bugün Küba, ABD emperyalizmiyle ilişkileri “normalleştirme” yoluna gidiyor. Son olarak 88 yıl sonra Obama’nın Küba’ya ziyaretinin ardından diyebiliriz ki bir sosyalist ülke, dünya halklarının baş düşmanına kucak açıyor. Havana’da Amerikan bayrağı dal-

galanıyor, Raul Castro “modelimizi güncelliyoruz” açıklamaları yapıyor. Che’nin 1962 yılında Birleşmiş Milletler’deki konuşmasını hepimiz hatırlarız. Küba’da sosyalizmi kurmak istediklerini ve her türlü emperyalist saldırıya karşı “ya özgür vatan ya ölüm” şiarını haykırıyordu kürsüden Comandante. Bugün Küba’daki sağlık sistemindeki olumlulukları anlatıyorsak; Küba’nın sosyalizmde ısrarı, emperyalizmle uzlaşmaması sayesindedir. Bu değerlerin yarına taşınabilmesinin tek koşulu da sosyalizmde ısrardan geçer. Emperyalizmle uzlaşmaktan değil; savaşmaktan geçer. Kaynakça: [1] Küba Anayasası, Süvari Dergi [2] Sosyalizm ve Sağlık Hakkı: Küba’nın Başarıları, İlker Belek, Akdeniz Ünv. [3] Küba’nın Sağlık Sistemi, saglikplatrormu.com [4] http://www.who.int/mediacentre/news/ releases/2015/mtct-hiv-cuba/en/ [5] Öteki Küba: 10 tür kanser aşısı, Cumhuriyet [6] Küba’nın Biyoteknoloji Devrimi, ntv.com.tr [7] Kübalı bilim adamları yeniden birleştirilebilen enzim elde ettiler, plturkce.org [8] Dünyanın ilk akciğer kanseri aşısı üretildi, ntv.com.tr

65


HALK İÇİN MÜHENDİSLİK

YALINAYAKLI VE MÜHENDİSLER HALKIN MÜHENDİSLERİ Hindistan’ın Rajasthan bölgesinde, çoğu okuma yazma bilmeyen köylü kadın ve erkeklerin eğitildiği sıradışı bir okul var. Okulun kurucusu Bunker Roy, bu okula Yalınayaklar Koleji adını vermiş. Hindistan’da üç milyona yakın yoksul öğrenciyi iş hayatı ile tanıştıran ve TIME dergisi tarafından “En Etkili 100 Kişi” arasında gösterilen Bunker Roy, Yalınayaklar Koleji’nin oluşum sürecini şu şekilde anlatıyor: “Oldukça pahalı bir eğitimden sonra Hindistan’ın bir köyünde yaşanan kıtlığı görmeye gittim. Bu, hayatımı değiştirdi. Vasıfsız bir işçi olarak su bulmak için kuyu kazmak istedim. Yoksul insanlarla yaşadım, yıldızların altında oturdum, üniversitenin öğretemeyeceği bilgi ve becerilere eriştim. Asıl eğitimim çubukla yeraltı suyu bulan su kâhinlerini, kırıkçıkıkçıları ve ebeleri görünce başladı. Kolejin mütevazı başlangıcı da böyle oldu.” Ve bundan sonra Bunker Roy, büyük bir yok-

66

sulluğun yaşandığı Hindistan’da öğrencileri ve köyde yaşayanları eğiterek köylerinin güneş enerjisi mühendislerini, sanatkarlarını, diş hekimlerini ve doktorlarını yetiştirmeye başlıyor. Böylece köylüler mimar olmadıkları halde başarıyla koleji yapıyorlar. Dişçi olmadıkları halde dişçilik mesleğini en iyi şekilde yapıyorlar. Mühendis değiller, teknik eleman değiller, çiftçi değiller ama bu meslekleri en iyi şekilde yapıyorlar. Yalınayaklar Koleji’ne biraz daha yakından bakacak olursak neden “sıradışı” olarak nitelendiğini anlıyoruz. Öncelikle bu okulda diplomanın bir önemi yok, hatta diplomalı, kalifiye kişiler koleje alınmıyor. Koleje girebilmek için okuldan atılmış, yoksul, yarı okuryazar ve iş umudu olmayan kişiler olmak gerekli. Kimse buraya para için gelmiyor, çünkü ayda 150 dolardan fazla para kazanılmıyor. İnsanların buraya gelme nedeni mücadele etmek ve kalıcı

bir değişim. Kolejde öğrencilere okuma-yazma ve sayılar dışında köyleri hakkında bilgiler öğretiliyor. 40-50 yaş arasındaki kadınlar da güneş sistemini öğreniyor. Mezun olanlar Yalınayaklar doktoru, öğretmeni, güneş enerjisi ve su mühendisi, mimarı, tasarımcısı ve sağlıkçısı oluyorlar. Kurucu Bunker Roy kolejin bazı prensiplerini şöyle anlatıyor: “2003’te okuryazar olmayan köylü kadınları güneş enerjisi mühendisi olarak eğitmeye karar verdim. Yaşadığım en büyük zorluk, siyasetçileri ve erkekleri buna ikna edebilmekti. Burada 40-50 yaş arasındaki kadınları seçiyoruz. Çünkü erkekler eğitildikten sonra başka yerde iş bulmak, evlerine para gönderebilmek için köylerini terk ediyorlar. Erkekleri eğitmenin bir anlamı yok. Olgun kadınlar ise sabırlı ve el becerileri var. Ailelerine sahip çıkıyorlar. Daha fazla saygı görüp, sözlerini dinletiyorlar.” Bunker Roy, erkeklerin eğitilemeyeceğini vur-


HALK İÇİN MÜHENDİSLİK

guluyor. “Erkekler huzursuz, hırslı dürtüsel olarak değişkendirler ve tüm istedikleri bir diplomadır” diyor. Roy “Dünyanın her yerinde aynı eğilim vardır, erkekler diploma isterler. Neden? Çünkü onlar köyü terk ederek şehirde çalışmak isterler. Harika bir çözüm yolu geliştirdik: Büyükanneleri eğitmek.“ Yalınayaklar Koleji, tamamen güneş enerjsiyle çalışan tek kolej. Tüm enerji güneşten sağlanıyor. Çatıda 45 kilowattlık paneller var. Önümüzde 25 yıl daha böyle olacakmış. Güneş parladıkça enerji problemi olmayacak. İşin güzel yanı; bu sistem hiç koleje gitmemiş, sadece 8 yıllık temel eğitim almış bir Hindu din adamı tarafından kurulmuş. Yalınayaklar Koleji’nde yemekler güneş enerjisiyle pişiyor. Güneş enerjisiyle çalışan bu fırını kadınlar kuru-

yor. Sıradışı bir büyükanne, 55 yaşında ve kendisi Afganistan’da 200 evi güneş enerjisiyle çalışır hale getirmiş. Kurduğu sistemler çökmemiş, şimdi başka kadınları eğitiyor. Çatıda biriken yağmur sularını topluyorlar, bunu mimarlar ya da mühendisler olmadan kendi başlarına yapıyorlar. Çok az su israf oluyor. Tüm çatı, yeraltında bulunan 400 bin litrelik bir tanka akıyor ve böylece suyu israf etmemiş oluyorlar. Yağmur sularını toplandığı için 4 yıllık kuraklık olsa bile hala yeterli içme suya sahip oluyor. Yağmur sularını, oluşturdukları sistemlerle içme suyu olarak kullanıyorlar. Zararsız oluşturdukları teknoloji ile doğanın korunması da sağlanıyor. Çocuklar sabahları çalıştığı için, gece dersleriyle yetiştiriyor-

lar. Gece okulları sayesinde 75 binden fazla çocuk eğitim almış. Demokrasi, yurttaşlık, tarlanızı nasıl ölçebilirsiniz, tutuklanırsanız ne yapmalısınız, hayvanınız hastalanırsa ne yapmalısınız... Gece okullarında öğretilenler bu derslerdir. Dersler ağırlıkla ihtiyaç duyulan konular, doğayla uğraşan yalınayaklılara tarlalarla, hayvanlarla ilgili dersler veriliyor. Bu da doğaya olan zararı engelliyor. Hayvanların ölüm oranlarını azaltıyorlar. Tüm okullar güneş enerjisiyle aydınlatılıyor. Her beş yılda bir seçimler düzenleniyor. 6-14 yaş arası çocukları demokratik bir sürece dahil ediliyor, ve bir başkan seçiyorlar.. Bunker Roy “Gençlerin geleneksel beceriler açısından eskilerden öğreneceği çok şey var. 6-14 yaş arasındaki çocukların kendi aralarında seçtiği

67


HALK İÇİN MÜHENDİSLİK

başbakanları var...Köylerin ihtiyacı olan düşük maliyetli alternatif bir eğitim sunuyoruz.Eşitlik, adalet, oy kullanma, doğru adayı seçme gibi demokratik prensiplere sahip olmaları için erken yaşta başlıyoruz, onları sorumlu bir vatandaş olmaları için yetiştiriyoruz.” diyor. Buraya kadar bahsedilenler itibariyle Yalınayaklar Koleji projesi her ne kadar şekil olarak birçok olumlu yanlar barındırsa da, “halk için mühendislik mimarlık” perspektifimizle ele aldığımızda birçok yönden de eksik olduğunu ifade etmek mümkün. Öncelikle halkın bu şekilde eğitilmesi, insanların kendi ihtiyaçlarını bağımsız bir şekilde karşılamayı, doğadan gerektiği şekilde yararlanmayı öğrenmeleri gerçekten büyük bir dönüşüm sağlamış ve örnek alınması gereken bir durum. Çünkü burada köylüler, özellikle yaşlı kadınlar güneş enerjisinin olanaklarından sonuna kadar yararlanmayı öğrenmişler ve kendi teknolojilerini yaratarak enerji ihtiyaçlarının tamamını bu şekilde karşılayabiliyorlar. Kendi kurdukları su arıtma sistemleriyle atık suları içme suyuna dönüştürüyorlar, yağmur sularını 4 yıllık kuraklığa çare olacak kadar biriktirecek düzenekler kurmuşlar. Burada belki güneş enerjisi panellerinin yapımını öğrenmek, su arıtma yöntemlerini incelemek bile mühendislik açısından bize büyük bir katkılar sağlayacaktır. Çünkü ülkemiz de güneş bakımından oldukça elverişlidir, fakat güneş enerjisi üretimi yoktur ve geliştirilmelidir. Ayrıca halkımız içme suyunu kar-

68

şılamak için bile vergi ödemekte ve tekellerin sattığı suları almak zorunda bırakılmaktadır. Diğer yandan; Halkın Mühendis Mimarları’ıin bir amacı da benzer şekilde halkın kendi ihtiyaçlarına çare olacak yöntemleri öğrenmek, öğretmek, bu yöntemlerin halk tarafından kullanımını yaygınlaştırarak insanları bağımlılıktan kurtarmaktır. Yani halkın kendi enerjsini üretmesi, kendi gıda ihtiyacını, su ihtiyacını karşılayabilmesidir. Fakat bu eğitimlerin çok daha yüce bir amacı vardır ki, o da sosyalist düzenin çözümlerini hayata geçirerek bu düzene alternatif olunabileceğini göstermek, halkımıza umut olmak, bu düzenin verdiklerine muhtaç olmadığını, her şeyin kendi ellerimizde olduğunu gösterebilmektir. Bunker Roy büyük bir yoksulluğun, kıtlığın yaşandığı Hindistan’da insanları eğittiğini söylüyor; fakat insanlara neden yoksulluk içinde yaşadıklarını göstermiyor. Yoksulluk bir sistem sorunu olarak ele alınmıyor, yoksulluğun nedeni ve kapitalist sistemde kar hırsları yüzünden gitgide zenginleşen sermaye sahipleri karşında halkın da ölesiye yoksullaştığından bahsedilmiyor, sadece reformist bir çabayla insanlara çareler sunuluyor. Tabii ki insanlar kendi üretimleriyle her şeyin üstesinden kendi çabalarıyla gelebileceğini görüyor; fakat bu, yeni bir dünya görüşünü sahiplenecek bir teoriyle beslenmiş bir eğitim değil. Zaten Bunker Roy’un amacı da bu değil. Bunker Roy’un köyde eğitim vereceği kadın ve erkekler

konusunda görüşleri de tartışılır cinsten. Roy erkeklerin eğitilemeyeceği gibi dayanaksız bir tez öne sürüyor. Ona göre erkekler zaten köylerinde durmak istemiyor, eğitildikten sonra köylerini bırakıp diploma peşine gidecekler. Bunker Roy erkeklerin neden evlerini, köylerini terk ederek diploma peşine düştüklerini irdelemiyor. Sadece buradan erkeklerin eğitilemeyeceği sonucunu çıkararak, orada kalıcı olan yaşlı kadınları ön plana çıkarıyor. Fakat burada da Bunker Roy’un atladığı konu; köylüleri yoksullaştıran sistemin, erkekleri göç edip evlerinden, eşlerinden, çocuklarından ayrılıp şehirlerde iş sahibi olup evlerini bu şekilde geçindirmek zorunda bırakmasıdır. Bunker Roy’un köyde yaşadığı deneyimleri, Yalınayaklar Koleji’nin işleyişini ve kazanımlarını, köylülerin nasıl eğitildiğini ve neleri başardıklarını anlatmak için seçtiği mekan da sadece yüksek fiyatlar ödeyenlerin girebileceği konferans salonları veya insanları daha fazla sömürebilmenin yollarını arayan emperyalist-kapitalist şirketlerin perakende günleri. Örneğin 2012’de Türkiye’ye de gelen Bunker Roy, Management Türkiye tarafından 17’ncisi düzenlenen “Dönüşüm Zamanı! Yenilenmeye ve Büyümeye Hazır Mısınız?” konulu İnsan Kaynakları Zirvesi’nin 40’a yakın konuğundan biri oluyor. Dünyaca ünlü yönetim otoritelerin toplandığından bahsedilen etkinlikte Bunker Roy; sosyal girişimci ve Yalınayaklar Koleji kurucusu olarak tanıtılıyor.


HALK İÇİN MÜHENDİSLİK

Etkinliğin reklamında “Dünyanın endüstri devriminden beri görmediği bir çalkalanmanın içerisinde olduğunu vurgulayan bu tema, yeni dönemde geleneksel yöntemlerin karşılamakta yetersiz kaldığı yeni kuşak çalışanların ihtiyaçlarını konu alıyor ve şirketlerin çağın dinamiklerini yakalayabilmeleri için her seviyede liderliği oluşturmak ve yaşatmak zorunda olduklarının altını çiziyor. Bu yeni dönem, insan kaynakları dünyasını yeni zorluklarla tanıştırırken, birbirinden değerli fırsatları da göz önüne seriyor. İnsan Kaynakları Zirvesi 2012’de bu zorluklar ve fırsatlar, konunun uzmanları tarafından masaya yatırılıyor.” deniliyor. Acaba Bunker Roy, şirketlerin yeniçağda karşılaştığı zorluklara yardımcı olmak için mi bu gibi etkinliklerde konuşmacı oluyor? Yani köylülere öğrettikleri ve köylülerden

öğrendikleri, aslında şirketlerin gelişimine önayak olmak için mi kullanılıyor? Öyleyse Bunker Roy da köylülerle tanışmasından sonra hayatının değiştiğini, yerde uyuduğunu, yerde yemek yediğini ve yerde çalışmalar yaptığını; yani kendi deyimiyle ‘basit yaşa ki başkaları da var olabilsin’ sözüne uygun yaşadığını söyleyerek kendisiyle çelişiyor. Sonuç olarak; Yalınayaklar Koleji’nde mühendisliğin harika örneklerine rastlamak mümkün. Burada hayata geçirilen örnekler incelenebilir, örnek alınıp geliştirilebilinir. Fakat halk İçin mühendislik mimarlık perspektifimizle ele aldığımızda genel olarak teorik yanı eksik kalan bir hareket olduğunu ve kolejin kurucusu Bunker Roy’un da çelişikiler barındırdığını görüyoruz. Öncelikle köylüler doğanın üste-

sinden gelmede ve kendi enerji, su ve eğitim ihtiyaçlarını kendileri karşılamaları konusunda gerçekten iyi eğitiliyorlar. Fakat öğrendikleri; sadece güneş enerjisini istedikleri gibi kullanabilecekleri, enerji üretebilecekleri veya atık suları içme suyuna dönüştürebilecekleri. Fakat buna daha geniş açıdan bakarak onları sömüren ve muhtaç duruma düşüren devlete, sisteme karşı bir çözüm yolları olduğuna dair bir yaşam felsefesi kazanmıyorlar. Ayrıca Bunker Roy, köylülerin yaşam biçimleri karşısında hayata bakışının ve yaşam şeklinin değiştiğini iddia etse de kolejin birikimini paylaştığı yerler yine kapitalist şirketlerin konferansları oluyor. Kaynaklar: Bir Yalınayaklar hareketinden öğrenilenler, ted.com

69


HALK BAHÇESİ

GAZİ MAHALLESİ’NDE HALK BAHÇEMİZİ KURUYORUZ! halk bahçesi komitesi

Emperyalizme ve faşizme karşı

kez daha emperyalizmin yıkım,

nasıl mücadele edileceğinin tari-

tehdit, yozlaştırma politikalarına

hini yazan Gazi Mahallesi halkın-

karşı kendi alternatifleriyle dire-

dan çok şey öğrendik. Şimdi de

niyor, hayatı örgütlüyor Gazi halkı.

Halk Meclisi ile, Halk Fırını ile bir

Ve şimdi de halkın kendi üretti-

70

ği alternatiflere bir yenisini daha ekliyoruz. Gazi halkı ile birlikte Ali Haydar Ç:akmak Halk Bahçesi’ni kuruyoruz. Emperyalist gıda tekellerinin halka dayattığı pahalı ve sağlıksız besinlere ihtiyacımız yok artık. Tohum hayattır. Tohum olmaz ise gıdamız olmaz. Gıdamız olmaz ise beslenemez, yaşayamayız. Emperyalist gıda tekelleri bunu bildikleri için halkın kendi ürettiği tohuma ve gıdaya saldırıyorlar. Bunun için tohumu ve gıdayı tek elden üretmek ve satmak istiyorlar. Bunu yaparken insan sağlığını ve insanların besin ihtiyacını değil, gıdadan elde edecekleri karı düşünüyorlar. Ancak biz buna teslim olamayız, olmayacağız da... Binlerce yıl boyunca bizim topraklarımızda yetişmiş, gelişmiş tohumlarımızı, bize ait olan tohumlarımızı üretimimizi ve


HALK BAHÇESİ

yetiştirmemizi bize yasaklamalarına izin veremeyiz. Kendi tohumlarımızı üretecek, besinlerimizi en sağlıklı biçimde yetiştirip halka ulaştıracağız. Bizim topraklarımızda hangi ürünlerin yetişeceğini ancak biz biliriz ve biz belirleyebiliriz. Emperyalistler topraklarımıza ne ekeceğimizi bize söyleyemezler! Bu tohum da, bu toprak da bizim! Bizim neye ihtiyacımız var ise onu ekeriz, onu biçeriz. İşte şimdi toprağa umut ekmeye ihtiyacımız var! Bu sebeple yoksul halkımızın yaşadığı tüm mahallelerde Halk Bahçeleri kuruyoruz. Küçük Armutlu’da 2014 yılında halk ile birlikte kurduğumuz Şenay ve Gülsüman Halk Bahçesi bu sene 3. yılına giriyor. Sıra şimdi Gazi Mahallesi’nde. Gazi halkı, meslektaşlarımız ve dostlarımız ile beraber Ali Haydar Çakmak Halk Bahçesi’ni kuruyoruz. Proje-lendirmesinden ekimine, ekiminden hasatına, hasatından tohum almaya kadar tüm süreçleri beraber öreceğiz...

Emperyalistler Tarım ve Gıda Alanından Doğru Halka Saldırıyor Emperyalistler gıda üretiminde de onlara bağımlı olmamızı istiyor. Bunun için hem tarımı bitirmeye çalışıyorlar, hem de ülkemizde kurdukları şirketler aracılığıyla tarımı kendi isteklerine göre yönetmek istiyorlar. Bunun için de daha doğmamış bebeklerimizden tutalım da gencimize-yaşlımıza kadar tüm halkımıza sağlıksız, pahalı, içinde

pek çok kimyasal bulunan ve ne olduğu belli olmayan, zararlı katkı maddeleri içeren ürünleri yiyelim diye sunuyorlar. Son kullanma tarihi geçen ürünleri halkımızın yoksulluğunu kullanarak ucuz ürün satan marketlerde sattırıyorlar. Bunu yaparken de beyinlerimizi yıkıyorlar. En iyisini biz biliriz, siz ne anlarsınız diyorlar. Tarımı ve gıdayı yok etmek, bizleri zehirlemek için emperyalistler neler mi yapıyor? 11Yerel ve endemik (sadece bir bölgede üretilen) çeşitlerimizi yanlış tarım ve gıda politikaları yüzünden yok ediyorlar. 11Emperyalist tohum tekelleri, kullandıkları teknikler ile ikinci kez ekildiğinde meyve vermeyen tohumlar üreterek üreticiyi kendilerine bağımlı hale getiriyorlar. Bu arada da halkın kendi tohumunu üretmesini yasalarla yasaklıyorlar [1], 11Zararlı ve yabancı otları yok

ederek ekolojik döngüyü tahrip eden ilaçları üreten zirai ilaç firmalarının ürettiği kimyasal zehirlerin bitkilere uygulanmasından kaynaklı, üzerine veya içine işlemiş zehir bulunan bu ürünleri yediğimizde bu zehirler bitkilerden vücudumuza geçmektedir. 11Daha fazla verim almak için hunharca uygulanan kimyasal gübreler; yer altı su kaynaklarımızı kirletmekte, toprağı uzun vadede verimsiz hale getirmekte, başta insanlar olmak üzere tüm ekoloji üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır. 11Hayvanlarımızı GDO’lu yemler ile besliyor, sonuçlarının neye varacağı belli olmayan GDO teknolojisi ile üreticiyi GDO üreten emperyalist tekellere bağımlı hale getiriyorlar. 11Sonuçlarının ne olacağı, nasıl tahribatlara sebep vereceği belli olmayan GDO teknolojisini geri bıraktırılmış ülkelerde deney

71


HALK BAHÇESİ

olarak kullanıyorlar. 11Asgari 81 günde kesilmesi gereken tavukları 45 günde kesim ağırlığına getiriyorlar. Bunun için yoğun kimyasal ilaç kullanıyor ve kilo alımını teşvik eden GDO’lu yemler ile besliyorlar. 11Fındık, zeytinyağı gibi ürünlerin ana üreticisi biz iken, bizim bu ürünleri üretmeyip İtalya, İspanya gibi ülkelerin fındık ve zeytinyağı piyasasına hakim olmalarını istiyorlar. Bize ise Amerika artığı margarinleri kullandırmak istiyorlar. 11Geleneksel beslenmemizi fast food denilen son derece zararlı bir beslenme kültürüne dönüştürmek istiyorlar. Fast foodların üretiminde kullanılan aşırı karbonhidrat, yağ ve şekerler, bizi beslemek yerine kontrolsüz bir şekilde kilo almamıza neden oluyor ve bağımlı yapıyor. Son yılların sık rastalanan ve daha çok Amerika’da görülen; ancak ülkemizde de çocukları tehdit etmekte olan obezite hastalığının en büyük nedenlerinden biri olan fast food kültürü; kilosundan kaynaklı hareket edemeyen, evden dışarı çıkamayan, tek isteği ve düşüncesi yemek yemek olan insanlar yetiştirmeyi hedeflemektedir. 11Yoğurt, peynir, ayran gibi hayvansal gıdalarda ekşimeyi ve bozulmayı engelleyici katkı maddeleri ile içeriğinin ne olduğu belli olmayan gıdaları yediriyorlar. 11Üretilirken içerisinde olmaması gereken ürünleri barındıran gıdalar, farkında olmadan hepimizin evlerine giriyor. İçinde et var diyerek aldığımız gıdadan soya

72

Halk Bahçeleri halkın bahçeleridir. Orada sadece ürün ekilip biçilmez. Beraberce iş yapmanın, ürettiğinin karşılığını almanın hazzı yaşanır. Kendi toprağına, kendi tohumuna, kendi çeşitliliğine sahip çıkmaktır vatan sevgisi, işte bu sevgidir ancak bir insanın yaşamını değerli kılan. çıkıyor olması ne yazık ki sık rastlanan bir durumdur. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı; yaptğı gıda denetimlerinde pek çok firmaya ceza kestiğini, ürünleri toplattığını açıklar (ki toplanan ürünler sadece ilgili partiye ait ürünlerdir. Firma aynı uygun olmayan ürünü üretmeye devam edebilir). Ancak bu firmaların içinde o büyük gıda tekelleri hiç yoktur. Acaba o tekeller halkı düşünerek çok sağlıklı gıdalar ürettikleri için mi yoklardır, yoksa karşılıklı çıkarlar mı devrede olduğu için pek çok şey görmezden gelinmektedir? 11Verimli tarım alanlarımız tarım dışı sektörlere açılıyor. 11Doğru bir yetiştiricilik programı ile kendi kendimize yetecek durumda iken, özel olarak tarım alanlarımızda ekim yaptırılmayarak ithal ürün almak zorunda bırakılıyoruz. Hal böyle iken, bugün Halk Bahçeleri’ne dünden daha çok ihtiyacımız vardır. Çünkü Halk Bahçeleri umuttur. Halkımızın

alternatifsiz olmadığının göstergesidir. Emperyalist tekellere bağlı olmadan da üretim yapılabileceğinin kanıtıdır! Halk Bahçeleri halkın bahçeleridir. Orada sadece ürün ekilip biçilmez. Beraberce iş yapmanın, ürettiğinin karşılığını almanın hazzı yaşanır. Kimyasallar olmadan da üretim yapılabileceği görülür. Kendi toprağına, kendi tohumuna, kendi çeşitliliğine sahip çıkmaktır vatan sevgisi, işte bu sevgidir ancak bir insanın yaşamını değerli kılan. Tüm bu sebepler ile her yerde halk bahçeleri kurabiliriz. Bunu yapacak imkanlar ve bilgi birikimi bizde mevcuttur. Sadece istemek ve inanmak yeterlidir.

Bundan Sonra Halk da Kendi Cephesinden “Halk Bahçeleri” ile Karşılık Verecek! Halk Bahçeleri kuruyoruz... Çünkü, --Halk bahçeleri; bir “hobi” çalışması olarak değil, yoksul halkımızın ucuz ve sağlıklı gıda ihtiyacını karşılamak için kurulmuştur. --Halk bahçeleri; tarım alanında halk için mühendislik mimarlık örneklerinden sadece biridir. --Halk bahçeleri; halkın tüketici konumundan üretici konumuna geçmesidir. --Halk bahçeleri; halkın birliğini dayanışmasını ve yardımlaşmasını sağlar, birlikte kolektif iş yapmaya yöneltir. --Halk bahçeleri; halkın birlik ve dayanışmasını sağlarken aynı


HALK BAHÇESİ

zamanda halkın yozlaşması önünde bir barikattır. --Halk bahçeleri; halkın ve mühendis mimarların birbirini tanımasına, birbirleri ile kaynaşmasına ve örgütlenmesine hizmet eder. --Halk bahçeleri; halkın kendi toprağına, kendi mahallesine ve kendi evine sahip çıkmasını sağladığı için kentsel dönüşüme karşı bir mücadeledir. --Halk bahçeleri; halkın kendi gıdasını kendisinin üretebileceğini gösterdiği gibi başka alanlarda da ihtiyaçları doğrultusunda alternatifler üreteceğinin bir göstergesidir. --Halk bahçeleri; halkın ürettiği “atalık” tohumlarını özgürce seçip yaygınlaştırmasını sağlar. Bu da tohum tekellerine karşı halkın bağımsızlık mücadelesine hizmet eder. --Halk bahçeleri; halkın kendi gıdasını kendisi üreteceği için gıda tekellerinin pazar alanını daraltacak ve bu da pratikte anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadeleye hizmet edecektir. --Halk bahçeleri; kimyasal gübre ve ilaç kullanılmadığı için GDO tekellerine ve kimyasal tarım ilaçlarına karşı bir alternatiftir. --Halk bahçeleri; sömürüye ve tüketime dayalı kapitalist sisteme karşı bugünden yarına kurulacak olan sosyalist sistemdeki tarımın bir ön modelidir. Halkımız, Ürettiğiniz tohumlardan bize de göndermenizi istiyoruz! Yoksul mahallelerimizde, halkımızla birlikte Halk Bahçeleri kuracağız!

Türkiye’nin her tarafından, her çeşit tohum bekliyoruz. Dostlarımız; kendi ailenizden, komşunuzdan, köyünüzden tohum toplayıp bize göndermenizi istiyoruz! 33Ucuz ve sağlıklı gıda sağlayabilmek için, 33Emperyalizmin yoz kültürüne karşı, halkın dayanışmacı ve paylaşımcı kültürünü yaygınlaştırmak için, 33Kentsel dönüşüm projelerine karşı çıktığımız için, 33Yerel ve endemik çeşitlerimiz yanlış tarım ve gıda politikaları yüzünden yok olduğu için, 33Tarımsal genetik kaynaklarımız olan tohumlarımız, tekelci şirketler tarafından patentlendiği için, 33Kimyasal zehir üreten zirai ilaç ve gübre tekelleri sağlığımızı bozduğu için, 33Daha fazla verim almak için hunharca uygulanan kimyasallar

ile topraklarımız verimsizleştiği için, 33GDO’lu gıda tüketmek istemediğimiz için, 33Emperyalizmin maşalığında geliştirilen gıda ve tarım politikaları sonucunda üretilen gıdayı yemek zorunda olmadığımız için, 33Kendi gıdamızı kendimiz üretebileceğimiz için, 33Her şeyin en sağlıklısını, en verimlisini ve en güzelini halkımız hak ettiği için… Sizlerle birlikte kuracağımız Halk Bahçeleri’nde üretebilmek için, ektiğiniz ürünlerden, sandık altlarınızda, tohum depolarınızda, evinizde sakladığınız yerel/ yerli tohumlarınızı hangi yöreden, hangi çeşit olduğunu ve yetiştiricilik özelliklerini de yazarak bizlere göndermenizi istiyoruz. Kaynaklar: [1] Kimi kandırıyorsunuz, Serdar Kızık, Cumhuriyet, 21 Ekim 2014

73


ADALET

BU DA BENİM HİKAYEM MAYIS KURT Haklar ve özgürlükler mücadelesinde yerimi almadan önce sınıfların varlığını tanımayan, işini eğer düzgün yapar ve çok çalışırsan istediğin yere gelebileceğine inanan biriydim. İşte tam bu noktada haklar ve özgürlükler mücadelesinde yerimi aldım. Çünkü benim sandığımın aksine dünya emek sömürüsüyle dönüyor. İnsanların umutlarını söndürüyor ve ruhsuzlaştırılıyor. İşte buna da kapitalizm deniliyor. Ben çevre mühendisiyim, hem de “master”lısından, yan dalından, bir de üstüne işletme cilası çekmiş, mesleğini en iyi şekilde yapmak isteyen ve seven bir mühendis. Ama bu kadar diploma bir yerlere gelmeme yetmedi. İlk işime asgari ücretle başladım. Diplomam bu devlete ya da hükümete yeterli gelmediği için “çevre görevlisi” belgesine mahkum edilmiş bir mühendislik anlayışını reddettim. Çünkü insanların canla başla üniversite sınavına girmiş, 4-5 sene okumuş, çalışmış

74

insanların diplomalarının tanınmaması emeklerine saygısızlık ve hakaretten başka bir şey değildir. 1 hafta eğitim alıp, binlerce para yatırıp o belgeyi almak; üniversite diplomasından daha geçerliydi. Bu tam tamına bir rezaletti! Bu sebeple TMMOB Çevre Mühendisleri Odası üyesi olarak bir şeyler yapmak istedim. Mücadelenin tek başına yürümeyeceği belliydi. Dik durabilen, omurgalı bir kitle bulmak bu camiada epey zordu. Bu süreçte Halkın Mühendis Mimarları ile tanıştım. Onlar bana hayatımda bir umut oldu. Mesleğimi bana daha çok sevdirdi, değer kazandırdı. Çünkü şiarları “Halk için Mühendislik”ti. O dönemde HES mücadeleleri, su hakkı ile ilgili mücadeleler doruk noktasına ulaşmıştı. Ben de bu mücadeleye Halkın Mühendis Mimarları ile omuz verdim. Ama ülkemiz faşizm ile yönetiliyor ve benim bunu öğrenmem çok geç olmadı. Arkadaşlarım komplo-

larla tutuklandılar ve Sincan 1 No’lu F tipi Hapishanesi’ne kondular. Ben de bu dönemde onların görüşçüsü oldum. Böylece F tipleriyle de tanışmış oldum. F tipi hapishaneler sürecini, 2000-2007 ölüm orucu direnişini, 122 şehidi öğrendim. Yıllardır gözümün önünde yaşananları birçok insan gibi bilmediğimi ve nasıl uyutulduğumu fark ettim. Arkadaşlarımı ziyaret ettiğim bir görüş gününde gardiyanların saldırısına uğradım. Ben ve diğer görüşçü arkadaşlarım bu saldırıdan sonra hapishane idaresinin şikayetiyle polis tarafından hapishanede gözaltına alındık. Bu saldırıda benim parmağım bir gardiyan tarafından kırılmasına rağmen yine mağdur olanlar iri yarı 10 gardiyandı. Mahkemeye çıkarıldık. Mahkeme bizi denetimli serbestlikle serbest bıraktı. Mahkemenin sonucunda polise hakaretten 1 yıl 3 ay ceza aldık. Halbuki dediğimiz tek şey “insanlık onuru işkenceyi yenecek” idi.


ADALET

Daha sonrasında arkadaşlarım tahliye oldu. Gezi süreci de akabininde patlak verdi. Birçok can gitti, insanlar kör ve sakat kaldı. Evet, mesele 3-5 ağaç değildi. Baskılara, haksızlıklara çıkarılan bir sesti! Arkasından ODTÜ’den geçirilmesi planlanan yol süreci başladı. O sırada masterımı bitirmiştim ve iş arıyordum. Bir şirkete görüşmeye İzmir’e gitmiştim. İlginç olan bu ya, mülakatta CV’im ile ilgili bir şey sormak yerine “ODTÜ’de neden yola karşısınız” tartışması ve “ODTÜ’deki türbanlı bacıları mı tokatladınız” muhabbeti yapmak zorunda kaldım. Gerçekten çok profesyonelce (!) bir mülakattı; çünkü ben o koca rafineride çevre mühendisliği yaparken muhtemelen rafineriden yol geçecek ya da türbanlı bacılarla ilgili olaylar çıkacaktı. Tabii ki işe alınmadım, e yandaş da değildim... Ama hal bu ya, bir yerden şans bana güldü. Artık cemaat-AKP çatışmasının bir sonucu muydu, yoksa kurum gerçekten nitelikli mühendis mi arıyordu bilmiyorum. Sınavı başarıyla geçtiğim İller Bankası’nın mülakatında da geçerek birincilikle sınavı kazandım ve burada teknik uzman yardımcısı olarak çalışmaya başladım. Ama ülkemizdeki haksızlıklar, hukuksuzlar, adaletsizlikler durmaksızın devam ediyordu. Berkin şehit düşmüştü. Arkadaşlarım bunu protesto etmek için basın açıklaması yapmak için gittiklerinde gözaltına alınmışlardı ve biri beyin travması şüphesiyle hastaneye kaldırılmıştı. Ben de

iş çıkışı durumunu öğrenmek için hastaneye gittim. Numune Hastanesi’nin hasta bakıcısı arkadaşımın damarındaki iğneyi çıkartırken “Burası ne Gezi, ne de ODTÜ” deyip çekmiş, damarını patlatmış. Biz de bunu duyunca hasta bakıcıyla tartıştık. Bir adalet duygusuyla hasta bakıcıdan şikayetçi olmak için karakola gittim. Ama savcılık bu adama soruşturma açmak yerine bana dava açtı. Neyse ki bu hasta bakıcı şikayetini 6 ay sonra çekince mahkeme düştü. Bu süreçte Halkın Mühendis Mimarları’nın yaptıkları projeler oldukça gündemdeydi. Bunlardan bir tanesi de halkın kendi besinini kendisinin üretebileceği düşüncesiyle geliştirilen, tohum tekellerine meydan okuyan “Halk Bahçeleri”ydi. Hüseyingazi Mahallesi’nde açılan bir derneğe giden arkadaşlarım bu derneğe gelen çocuklara ders verip vermeyeceğimi sordular. Ben de seve seve verebileceğimi söyledim. Çocuklardan birinin ailesi bu halk bahçelerini duymuş ve fikir çok hoşlarına gitmiş. Evleri müstakil olmadığı için apartmanlarının bahçelerine halk bahçesi yapmak istediklerini söylediler. Birlikte tohum bulduk, bahçeyi kazdık, tohumları çimlendirdik, fidelerimizi ektik. Çocukları TEOG’a girdi, iyi bir liseyi kazandı. Bahçe büyürken ben de halkı daha iyi tanımaya, halk sevgisini, halka güveni öğrenmeye başladım. Halkımız yoksuldu. Kışları doğalgaz faturası az gelsin diye paltolarıyla oturuyorlardı evde. Mahalleler güvensizdi.

Uyuşturucu almış başını gitmiş, anneler çocuklarına bir şeyler gelecek korkusuyla dışarı çıkmalarına izin vermiyordu. Kadınlar cahil bırakılmış, çoğu okuma yazma bile bilmiyordu. İşte devrimcilerle tanışmamdan sonraki 5 yıl ve ardından başıma gelenler. Ben bunları yaşarken ülke gündemi benim yaşadıklarımdan daha doluydu. 15 Ağustos 2015 günü arkadaşlarımla bahçemizin ürünlerini yemeğe ailemize gitmiştik. Evden çıktık, dolmuşa binip Kızılay’a gidecektik. Delicesine yağmur yağıyordu, uzun bir süre dolmuş bekledik. Dolmuş yerine polis aracı geldi. GBT yapmak istedi. Reddettik, çünkü yolda dolmuş bekleyen birine kimlik kontrolü yapmak tamamen keyfiyettir. Bizi yaka paça gözaltına aldılar ve kendimizi Terörle Mücadele Şubesi’nde bulduk. 3 günlük gözaltının sonunda, beklediğimiz yerde bulunan bir pankartı bizim astığımız ve terör örgütü üyesi olduğumuz iddiasıyla gözaltına alındığımızı öğrendim. Polisin hazırladığı fezlekede, bahsettiğim 5 yıllık sürecimde yaşadığım olaylarla ilgili yazılmış açıklamaların internetteki erişim adresleri dışında bir delil yok. Demek ki 5 yıllık sürecin haksızlığa, adaletsizliğe karşı olmanın ya da düşünmenin bedeli, güneş ışığı görmeyen beyaz bir kutuda 3 gün beklemekmiş. Savcılığa çıkarıldık; savcılıkta iddia edilen pankartın fotoğrafını gördüm. “zulüm varsa direnmek meşrudur” yazıyordu. Diyarbakır’da, Suruç’ta bombalar

75


ADALET

patlamış, araması bile olmayan bir kadın polise direndiği için 15 kurşunla infaz edilmiş. Adı Günay Özarslan’mış. Ben de onun söylediği bu sözü içeren pankartın önünde durduğum için haksızlığa, adaletsizliğe karşı olanlarla birlikte olduğum için “terörist”mişim. Mahkeme bizi denetimli serbestlikle bıraktı. Ancak bu durum savcı Ramazan Dinç’in hoşuna gitmemiş olacak ki kendi istediğini yaptırmak için tüm hakimleri gezmiş ve 7 günün sonunda hakkımızda tutuklama kararı çıkartmış. Halbuki anayasaya ya da kanunlara baktığınızda pankart asmak kabahatler kanununa tabidir. Para cezası kesilip karakoldan bırakılır. Google’dan bakın, polis sitelerinde bile böyle yazıyor. Ama kanunlar kimin umurunda… Teslim olmak mı? Hayır! Ben de teslim olmadım. Çünkü biz hiç teslim olmadık ki, olmayız! Ben terörist değilim ki, suçlu değilim ki! Suç işleyecek ne yapmışım? 5 yıllık sürecimde size anlattığım olayları, terörist olmam için yeterli gören bu hukuksuzluk ve adaletsizlik düzeninden nasıl bir sonuç bekleyip teslim olacaktım? F tiplerinde savcının merhametinin gelmesini mi bekleyecektim? Hayır, teslim olmadım. Geçen 2.5 aylık süreçte avukatlarımın itirazları sonunda cevap verdi ve mahkeme tutuklama kararımı kaldırdı. Gözaltına alındıktan sonraki ifadem dışında ne bir ifadem alındı, ne de dosyaya yeni bir şey eklendi. Yani adalet ve hukuk sistemi bir kişinin iki dudağı arasında kalacak kadar ucuz! Adalet sisteminin olmadı-

76

ğını, savcıların her şeyi talimatla yaptığını başka nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Canlı bombaları yakalamayan, Ankara’da göz göre göre 109 kişinin ölümüne bir şey yapmayan emniyet güçleri ve savcılar; onlar ancak benim gibi demokrat bir insan üzerinde baskı kurabileceklerini düşünen zavallılar... Emek ve demokrasi mücadelesinde iktidar bana da bedel ödetmek istedi. Polisler iş yerime gitmiş, “terörist” olduğumu insan kaynakları dairesine anlatmışlar. Teslim olmadığım süre içerisinde doğal olarak işe gidemedim; yıllık izindir, rapordur derken dosya bir türlü hakime gitmedi. Benim de izin haklarım doldu, en son mazeretimi bildiren bir dilekçe yazdım. Kurumum bu dilekçeye olumlu ya da olumsuz bir cevap vermektense beni işten çıkarmayı daha “güvenli” bir çözüm olarak gördü. İşten çıkarıldıktan 2 hafta sonra dosya hakimliğe gitmiş ve aramamız kaldırılmış. Değişen ne oldu; beni ekmeğinden, işimden

etmeleri oldu. Peki neden? Bu ülkede insanlara umut dağıtmak istediğim, haksızlıklar karşısında sadece çay içmediğim için... İş yerimdeki başkanlarla görüştüm, hepsi çok üzülmüş. Geri dönmek için dilekçe verdim, reddedildi. Yüz kızartıcı suçlardan içeri girip çıkanlar İller Bankası’na geri dönebilmişken, beni işe geri almayı reddettiler, çünkü bu ülkede suç olan tek şey onurlu bir hayat sürdürmek. Ben de bunun üzerine idare mahkemeye işe iade davası açtım. Davam sürüyor, ancak idare mahkemelerin sonuçlanması neredeyse 1 yılı bulabilirmiş. Bu baskılarla beni umutsuz, çaresiz bırakmaya çalıştılar; ama benim inançlarım, sağlam perçinlerle örülmüş düşüncelerim ve beni çok seven bir ailem var. Onlar olduğu sürece de beni umutsuzluğa, ahlaksızlığa, bunalımlara itemezsiniz. Ben ücretli çalışan bir mühendisim, öyle babadan paralı değil. Bir Anadolu çocuğuyum, işe ihtiyacı, borçları olan. İş aradım ve de buldum, ancak başka bir şehirde. Faşizm benim yaşadığım yerden taşınmama da sebep oldu. Ama bunların hiçbiri beni düşüncelerimden yıldıramaz; çünkü sevdiklerim benimle, birlikte mücadele ettiklerim benimle. Eğer bu ülkede ekmek kırıntısı kadar adalet kaldıysa bu davadan beraat edecek ve elimden alınan işimi de geri alacağım. Halk için mühendislik yapmak suç değildir! Mühendisiz mimarız haklıyız kazanacağız!


HALKIN MÜHENDİS MİMARLARI, GEZİCİ SERGİ VE SEMİNERLER DÜZENLİYOR Bu düzen; hayatın her alanında kendisine hakim kılmak istiyor bizleri. İstiyorlar ki üretimde de sonsuza dek onlara bağımlı olalım. Bilimsel bilgiyi, mesleki ve teknik bilgileri bizden saklıyor. Ülkemizdeki mühendislik mesleğini “2-3 uygulama kullanmayı ya da hazır parçaları birleştirmeyi becerebilen basit tekniker” seviyesine indirip, kendisine ucuz iş gücü olacak “mühendisler” yetiştirmek istiyor. Araştırmayan, sorgulamayan, merak etmeyen, sorun çözemeyen, kendine güvensiz, bilimsellikten bihaber, ne için ürettiğini bilmeyen, dünyada ve çevresinde olup bitenle bağ kurmayan mühendisler olmamızı istiyor. İlkokuldan üniversiteye, üniversiteden iş

hayatımıza; bizi insan olmaktan çıkaran, kendisine, hayata ve ürettiğine yabancı garip mahlukatlara çevirmek istiyor. Biz bu durumun ülkemizdeki mühendis mimarların kaderi olmasına karşı mücadele veriyoruz. Bir yandan bu düzenin bizden sakladığı bilimsel bilgileri edinip, yine düzenin “bilgi” adı altında beynimize doldurduğu çöp yığıntılarından arınıyoruz, bir yandan da halkın ihtiyaçlarını karşılayacak alternatif projeler üretiyoruz. Yapmak istediğimiz, halka yönelik bir amme hizmeti değildir. Biz bir hayır kurumu değiliz; devrimci mühendisleriz. Gerçek anlamda mühendislik yapabilmemizin yolu, ülkemizin emper-

yalizme bağımlılığı ortadan kaldırmaktır. Ve bizler; “halk için mühendislik mimarlık” anlayışımızla emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veriyoruz. Tüm bu projeleri hem gerçek halleriyle, hem de fotoğraflarla somutladığımız “halk için mühendislik mimarlık” sergi ve seminerleri düzenliyoruz. Sergilerimiz, gezici sergi olarak farklı mahallelerde ve odalarda sunulmaya başlandı. Meslektaşlarımızı sergi ve seminerlerimize çağırıyoruz.

77


HABERLER

Mühendis-mimarlar piknik-forumda sorunlarını tartıştı nışma ve sohbetlerin ardındn saat 13.30 ‘da forum

anlatıldığı forumda mühendis-mimarların ve halkın

başladı. Forumda mühendis-mimarların mesleki

örgütlenmesinde bu projelerin yaygınlaştırılması

sorunları, halkın ve ülkenin sorunları tartışılarak bu sorunlara karşı hangi zeminde, nasıl bir mücadele yapılacağı konuşuldu. Bu tartışmalarda mühen-

ve geliştirilmesinin önemli olduğu vurgulandı. Çok sayıda mühendis-mimarın konuşmaları ve

dis ve mimarların örgütsüz olduğu ön plana çıktı.

sorularıyla canlı geçen forum, 15.30’da sona erdi.

Mühendis-mimarlar, 14 Haziran günü Halkın

Mühendis-mimarların örgütsüzlüğünün mühendis

Forumdan sonra hep birlikte öğle yemeği yendi.

Mühendis Mimarları tarafından düzenlenen piknik-

mimar meclisleri ile aşılacağı vurgulanan etkinlikte

forumda bir araya geldi. İstanbul Bentler’de yapılan piknik-forum, hoşgeldiniz konuşmasıyla başladı. Kahvaltı sonrası ta-

mühendis mimar meclislerinin nasıl oluşturulacağı, işleyişinin nasıl olacağı üzerine mühendis-mimarlar

Halkın Mühendis Mimarları’nın stant ve resim sergisi de açtığı piknik-foruma 70 kişi katıldı. Vo-

düşüncelerini belirtti. Halkın Mühendis Mimarla-

leybolun oynandığı, müzik ve halayların çekildiği

rı’nın halk için mühendislik mimarlık projelerinin de

piknik-forum, saat 18.30’da sona erdi.

2. Hasat Şenliği Tülin Aydın Armutlu’da gerçekleşti Bakır anıldı

6 Eylül tarihinde 16.00-20.00 saatleri arasında

katılan Grup Biz, söylediği türküler ile şenliğimizin

Halkın Mühendis Mimarları tarafından 2. Hasat

coşkusunu arttırdı. Ardından halat çekme ve çuval

Şenliği yapıldı. Yaklaşık 150 kişinin katıldığı etkinlik

yarışmaları yapıldı. Yarışmalar devam ederken; Hal-

çoşkulu ve umut dolu geçti.

kın Mühendis Mimarları, Mimar Meclisi ve Armutlu

Şenlik hazırlığı, Armutlu Cemevi bahçesinde be-

Halk Meclisi’nden birer kişinin yer aldığı “domates

raberce yapılan kahvaltının ardından başladı. Sah-

jürisi”, domates yarışması için 10 adet domatesin

ne kuruldu. Pankartlar asıldı. Bahçenin son düzen-

büyüklük, tat, koku ve renk olarak değerlendirme-

lemesi yapıldı. Domates yarışması için Armutlu’daki

sini yaparak birinci olan domatesi seçti.

bahçeler gezildi, domatesler toplandı, numaralan-

Ardından programa İdil Halk Tiyatrosu’ndan

dırıldı. Kermes için halkımızın hazırladığı yemekler

meddah gösterisi ile devam edildi. Meddahın ardın-

toplandı. Mahalle içinde ve meydanda davul ile

dan kemençe ile horonlar oynandı. Coşkulu horon-

toplu olarak şenliğe çağrı yapıldı.

lardan sonra yazar Emrah Serbes, Armutlu ve Halkın

Şenlik programında açılış konuşması Halkın Mü-

Mühendis Mimarları hakkında gözlemlerini aktardı.

hendis Mimarları Bahçe Komitesi adına yapıldı. Şiir

Gezi ruhunun hala Armutlu’da, Okmeydanı’nda, 1

dinletisi yapılıp meslektaşlarımız, halkımız ve dost-

Mayıs’da, Tuzluçayır’da yaşadığı ve kendisinin de

larımız hasat yapmaya bahçeye çağrıldı. Şenliğe

Gezi ruhunun yaşadığı her yerde olacağını aktardı.

katılanlar tarafından bahçe gezildi, hasat yapıldı,

Halkın Mühendis Mimarları’nın halk için mühendis-

ürünler yendi. Yetiştirilen karpuzlar hasat edilip hep

lik mimarlık yapmaya verdikleri sözün karşılığı ola-

birlikte yendi.

rak kendisinin de bu yapılanları yazacağının sözünü

Bahçe hasatının ardından, İzmir’den şenliğimize

78

verdi. Okunan şiirlerin ardından şenlik sona erdi.

23 Ekim günü saat 16:00’da devrimci mühendis Tülin Aydın Bakır, ölümünün 16. yılında Ayvansaray/Tokmaktepe Mezarlığı’nda mezarı başında Halkın Mühendis Mimarları, ailesi ve meslektaşları tarafından anıldı. 10 kişinin katıldığı anmada Halkın Mühendis Mimarları adına ‘’Tülin Aydın Bakır’ı Mücadelemizde Yaşatıyoruz’’ pankartı açıldı. Tülin Aydın Bakır nezdinde bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde şehit düşenler anısına yapılan saygı duruşuyla başlayan programda, önce Elektrik Mühendisleri Odası adına meslektaşları tarafından bir konuşma yapıldı. Sonrasında ölümünden bir yıl önce doğan kızı İdil Bakır annesini anlattı. Son olarak Halkın Mühendis Mimarları adına konuşma yapıldı ve anma sona erdi.


HABERLER

3. Uluslararası Eda Yüksel Halk için Bilim, Halk için Mühendislik Mimarlık Sempozyumu yapıldı

3. Eda Yüksel Uluslararası Halk İçin Bilim Halk İçin Mühendislik Mimarlık Sempozyumu 26-27 Aralık’ta Küçükarmutlu Cem ve Kültür Evi inşaatında yapıldı. Sempozyum; 26 Aralık günü 11.00’da bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yitirdiklerimiz anısına yapılan saygı duruşuyla ve açılış konuşmasıyla başladı. Ardından Halkın Mühendis Mimarları’nı anlatan bir sinevizyon gösterildi. Mimar Hatice Alankuş’a adanan “Kentsel Politikalar” başlıklı ilk oturumda Yunanistan’dan gelen konuklar barınma hakkı mücadelelerini anlattı. Konuklar, bir tiyatro binasını işgal edip halkın kul-

özellikle Gazze Şeridi’nde büyük etkileri olduğunu,

marların çalışma yaşamındaki sorunlar ve çözümle-

tarımın bitme noktasına geldiğini anlattı. Awad; so-

ri konuşuldu. Forum şeklinde gerçekleşen oturum-

nuna kadar direneceklerini belirterek konuşmasını

da mühendis ve mimarlar; haksız işten çıkarılma,

sonlandırdı. Ardından Yunanistan’da da bir örne-

mobbing, düşük ücretle çalıştırılma, güvencesiz

ği geliştirilen halk bahçesi projesi anlatıldı. Daha

çalıştırılma, işsizlik gibi sorunlarını örnekler vererek

sonra; İzmir-Çiğli’de geliştirilmeye başlanan halk bahçesini anlatmak üzere Gülseren Boynueğri söz aldı. Son olarak da Halkın Mühendis Mimarları’ndan Neslihan Şimşek Kızıl, Küçükarmutlu’daki Şenay ve Gülsüman Halk Bahçesi’ni anlattı. 2. oturumun sona ermesinin ardından Ötekiler Müzik Topluluğu sahne aldı. Ardından Dilek Doğan Adalet Çadırı’na ziyarette bulunuldu. Sempozyumun ikinci günü, sempozyuma adını veren Eda Yüksel ile ilgili bir sinevizyon gösterimi

birlikte mücadele etmekten geçtiği vurgulandı ve mühendis mimar meclislerinde örgütlenme çağrısı yapıldı. Oturumun sonunda, haksız yere işten çıkarıldığı için maden ocağı önünde direnen İmbat Maden işçilerine telefonla bağlanıldı ve direnişleri selamlandı. Son olarak sempozyumun sonuç bildirgesi taslağı okundu. Sempozyuma 2 gün boyunca toplam 150 kişi katıldı.

ile başladı. Ardından elektrik mühendisi Hasan Balıkçı’ya adanan “Enerji” oturumu başladı. Oturumda ilk olarak İzmir’den Ahmet Yaparoğlu, “güneş

lanımına açtıkları deneyimlerini paylaştı. Yunanis-

ocağı” çalışmasını anlattı. Güneş ışınlarının tek bir

tan’daki bir diğer örnek de, işgal ettikleri başka bir

yere odaklanıp yüksek miktarda ısıya dönüştürül-

binayı göçmenlerin barınması için kullanmalarıydı.

mesiyle çalışan güneş fırınının 300-400 dereceye

Ardından ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden Prof. Dr.

kadar çıkabildiği ve bu sayede yemek pişirmek için

Güven Arif Sargın söz aldı. Sargın, kentsel dönüşüm

kullanılabildiği anlatıldı. Ardından Haliç Üniversite-

adı altında gerçekleştirilmek istenen politikaları an-

si’nden iki öğrenci, kendi geliştirdikleri yatay eksenli

lattı. Son olarak Mimar Meclisi’nden Doç. Dr. Murat

rüzgar türbinini tanıttı. Son olarak Halkın Mühendis

Çetin söz alarak “yerinde ve yerlisiyle iyileştirme”yi

Mimarları’ndan Kenan Emre Üstündağ; emperyaliz-

anlattı ve Küçükarmutlu başta olmak üzere Mimar

min enerji politikalarını, bu politikaların ülkemizde-

Meclisi’nin projelerini aktardı.

ki yansımalarını ve buna karşı geliştirilen alternatif-

Ziraat mühendisi Ahmet İbili’ye adanan “Tarım

anlattı. Sorunların çözümünün örgütlenmek ve

leri, Hasan Ferit Gedik rüzgar türbinini anlattı.

ve Gıda” başlıklı ikinci oturumda ise ilk olarak ziraat

Elektrik mühendisi Tülin Aydın Bakır’a adanan

mühendisi Yousef Awad, Filistin-Gazze’den görün-

“yeni sömürge ülkemizde mühendislik mimarlık”

tülü olarak bağlandı. Awad; İsrail’in saldırılarının

başlıklı 4. ve son oturumda ise mühendis ve mi-

Mühendis mimarlar gecede buluştu Halkın Mühendis Mimarları, 28 Kasım günü saat 19.30’da Kadıköy’deki Türkiye Ormancılar Derneği’nde mühendis mimar gecesi düzenledi. 50 kişinin katıldığı etkinlikte ilk olarak Ötekiler Müzik Topluluğu sahne aldı. Ardından açılış konuşması yapıldı ve Nazım Hikmet’in “Hoşgeldin” şiiri okundu. Gecede 3. Eda Yüksel Halk için Bilim, Halk için Mühendislik Mimarlık Sempozyumu çalışmaları ve halk için mühendislik mimarlık projeleri hakkında bilgi verildi. Ayrıca aynı gün Diyarbakır’da katledilen avukat Tahir Elçi anıldı. Katılanların hep bir ağızdan türkü söyleyip sıcaklığını paylaştığı gece, Halkın Mühendis Mimarları’nın müzik dinletisiyle sona erdi.

79


HABERLER

Halkın Mühendis Mimarları, oda genel kurul ve seçimlerinde stant açtı

Oda genel kurullarına katılan Halkın Mü-

Mimarları’nın tanıtım broşür ve bildirilerinin

hendis Mimarları; Orman Mühendisleri Odası,

dağıtıldığı stantlarda mühendis-mimarlarla

Makine Mühendisleri Odası, Harita ve Kadastro

tanışıldı, sohbet edildi. Halk için mühendislik

Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası ve Elektrik Mühendisleri Odası’nın İstanbul şube seçimlerinde stant

Halkın mühendisi Mayıs Kurt işe geri alınsın!

mimarlık projelerinden bahsedildi ve mühendis mimar meclislerinde örgütlenme çağrısı

açtı. “İşsizliğe, düşük ücretle güvencesiz çalış-

yapıldı. Halk için Mühendislik Mimarlık, +İvme

maya karşı mühendis mimar meclislerinde bir-

dergileri ve Mühendis Mimarlar Yürüyor kitabı,

leşelim” pankartının asıldığı, Halkın Mühendis

mühendis ve mimarlara ulaştırıldı.

Halkın Mühendis Mimarları, İmbat işçilerini ziyaret etti

Teknik uzman yardımcısı olarak çalıştığı İlbank A.Ş.’deki işinden haksız yere çıkarılan çevre mühendisi Mayıs Kurt’un işe geri alınması için Halkın Mühendis

her kesimine saldırarak savaşı yaygınlaştırdığı, buna karşı AKP’nin anladığı dilden mücadele ve direnişin yaygınlaştırmamız gerektiği anlatıldı. Ayrıca çalışan işçilere de seslenilerek bu direnişi sahiplenme çağrısı yapıldı. Aynı gün ve ertesi gün özel güvenlik ve jandarma direnişe saldırdı. Halkın Mühendis Mimarları, Devrimci İşçi Hareketi ve direnen İmbat işçilerinden toplam 5 kişi gözaltına alındı. Halkın Mühendis Mimarları, işten atıldıkları için maden ocağı önünde direnen İmbat maden işçilerini 28-29 Ocak’ta ziyaret etti. 3 kişiyle yapılan ziyarette direniş çadırının önünde açıklama yapıldı. Yapılan açıklamada; AKP’ nin başta emekçiler olmak üzere, yoksullara, halkın

80

Gözaltıların ertesi gün bırakılmasının ardından ziyaret sonlandırıldı. Direnen 4 İmbat maden işçisi de 68 gün sonunda 26 Şubat günü direnişlerini zaferle sonuçlandırdı. 4 işçi de maden ocaklarında işlerine geri alındı.

Mimarları kampanya başlattı. Kampanya çerçevesinde Ankara’da Yüksel Caddesi’nde, İstanbul’da Bakırköy Özgürlük Meydanı ve Kadıköy Boğa Meydanı’nda basın açıklamaları yapıldı, bildiri dağıtımları yapıldı ve imza masası açıldı. Mayıs Kurt’un işe geri alınması için şu adresten imza atabilirsiniz: bit.ly/mayiskurt


HABERLER

Rüzgar türbininin Halk bahçeleri zafer kutlaması çoğalıyor... yapıldı bu nedenle her aşamasının en ince ayrıntısına kadar öğrenilip her şeyin en iyisinin yapılmaya çalıştığı vurgulandı. Açık alan testlerinde türbinin ortalama hızlarda hedef-

Armutlu’daki Şenay ve Gülsüman

ki bir arazi temizlenerek çapa yapıldı

lenen miktarın çok üzerinde güç

Halk Bahçesi ve Ankara’daki Hüseyin-

ve tohum ekimi için hazır hale geti-

ürettiği ve 1-2 m/sn’lik rüzgar hız-

gazi Halk Bahçesi’nin ardından; Gazi

rildi. İzmir-Çiğli’de ise halk bahçesi

larında bile döndüğü, piyasada on

Mahallesi, Antalya Kızılarık Mahallesi

komitesi düzenli olarak çalışma yap-

binlerce liraya satılan birçok ev tipi

ve İzmir Çiğli’de de halk bahçeleri

tıkları halk bahçesini hazır hale getirdi

rüzgar türbininin çok üstünde bir

kuruldu. Gazi Mahallesi’nde kurulan

ve tohum ekimine başladı.

performans olduğu anlatıldı. Tür-

Ali Haydar Çakmak Halk Bahçesi için

bin üzerindeki çalışmaların devam

Sekizevler bölgesindeki top sahasına

edeceği ve bir eve takılıp tekrar

gidildi. Top sahasının bir kenarındaki

testlerin yapılacağı, ardından da bir

alana çit tahtaları çakılıp çit çekildi.

basın toplantısıyla türbin zaferinin

Boyanan bir tabela ile bu alanın artık

Etkinlik, ilk olarak Enerji Komite-

daha geniş kitlelere yayılacağı an-

Ali Haydar Çakmak Halk Bahçesi ola-

si’nin rüzgar türbini çalışmalarını

latıldı.

rak kullanılacağı ilan edildi. Antalya’da

Halkın

Mühendis

Mimarları

Enerji Komitesi, rüzgar türbini çalışmalarından elde ettiği başarılı sonuçları kutlamak için 20 Şubat Cumartesi

günü

Armutlu’daki

Halk için Mühendislik Mimarlık bürosunda bir etkinlik düzenledi.

anlattığı konuşmalarla başladı. Ko-

Enerji Komitesi’nin sunumları-

mitenin üzerinde çalıştığı türbinin

nın ardından kutlama yemeğine

emperyalizmin enerji politikalarına

geçildi. Ardından ise şarkılar, türkü-

karşı bir sosyalist alternatif olduğu,

ler söylendi. Etkinliğe 30 kişi katıldı.

ise Özgürlükler Derneği’nin yanında-

Şenay ve Gülsüman Halkın Mühendis Halk Bahçesi’nde Mimarları, tanıtım çalışmalar sürüyor sergilerine başladı tanıtım sergileri, mahallelerde ve odalarda gösterilmeye başladı. Okmeydanı, Çayan Mahallesi, 1 Mayıs Mahallesi, Gazi Mahallesi, İzmir Doğançay Mahallesi ve EMO

Her hafta sonu Şenay ve Gülsü-

ledi. Gülsüman Ana adına diktikleri

İstanbul Şubesi’nde açılan sergiler-

man Halk Bahçesi’nde çalışmalar

kırmızı güllerin bakımı için toprağı

de Halkın Mühendis Mimarları; bir

yapan Halkın Mühendis Mimarları

yeniledi. Ayrıca Dilek Doğan için bah-

yandan mahalle halkına mücade-

Bahçe Komitesi, sera içine tohumla-

çeye kurulacak ve içinde arıtma siste-

Halkın Mühendis Mimarları’nın

lelerini ve halk için mühendislik-

rını ekti. Biriktirdikleri evsel atıklardan

mi de olacak Dilek Doğan çeşmesinin

tarihini, bağımsızlık ve demokrasi

mimarlık projelerini anlatırken bir

elde edecekleri gübre için bakteri

iskeletini sabitleyerek su tesisatı çekti,

mücadelesindeki yerini, halk için

yandan da yeni mühendis mimar-

ekimi yaparak kompost hazırladı. Çit-

dış kaplamasına başladı ve gider sis-

ürettikleri projelerini anlattıkları

larla tanışıyor.

leri, bahçe tabelasını ve kapısını yeni-

temi kurdu.

81


HABERLER

Küçükarmutlu mimari fikir proje yarışması sonuçlandı

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nün düzenlediği Çarşamba Seminerleri etkinliği kapsamında Küçükarmutlu Yarışması konulu söyleşiye Mahalle ölçeğinde yerinde ve yerlisiyle yapı-

mek, beraber karar vermek, beraber çalışmak oldu.

lacak bir kentsel iyileştirme hedefiyle yola çıkı-

Aynı zamanda yüksek toplumsal değer ve kentsel-

lan Küçükarmutlu Mahallesi Yerinde ve Yerlisiyle

mimari potansiyeller barındıran Armutlu mahal-

İyileştirme Mimari Fikir Projesi Yarışması sonuçlan-

lesinin, rantsız, yıkımsız, mevcut sosyal bütünlük

dı. 14 Kasım’da yapılan jüri toplantısında ödüle layık

(mahalle kültürü) bozulmadan ve kendiliğinden

görülen projeler, seçici kurul tarafından belirlendi.

bir dönüşümün olanaklılığını kanıtlayan örnek

3 Temmuz’da başlayan yarışma kapsamında

bir “Yerinde ve Yerlisiyle İyileştirme Projesi” orta-

Ekim ayına kadar Armutlu’da yer görme gezileri

ya koymak da amaçlandı. Mimar Meclisi, sadece

yapıldı.

Küçükarmutlu için değil tüm yoksul mahalleler için

Yarışma kapsamında ayrıca Ankara ODTÜ’de,

katıldı.

Mimar Meclisi, Küçükarmutlu yarışması ile ilgili çalıştay düzenledi

bu çalışmaları sürdüreceklerini bildirdi.

Mimarlar Odası İstanbul Şubesi’nde ve Mimarlar Odası İzmir Şubesi’nde gerçekleşen ön kolokyumlar serisine 200’e yakın izleyici katıldı. 20 Aralık günü ise Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Boğaziçi Cemevi’nde düzenlenen kolokyumda katılımcılar projelerini sundu.

Küçükarmutlu yarışması; panellerde, seminerlerde ve sergilerde mimarlarla buluştu

Kolokyum, Mimar Meclisi’nin konuşmaları ile

Mimar Meclisi; 8 Ocak günü Ankara’daki Türk

başladı. Mimar Meclisi; aylar süren çalışmada aka-

Serbest Mimarlar Derneği Mimarlık Merkezi’nde

demisyenler ve mimarların mahalle halkıyla birlikte

Küçükarmutlu mahallesinin konuşulduğu “Bütün

emek koyduğunu, bireysel girişimlerin kolektif bir

Yerler Yerlilerindir” isimli panelde konuşma yaptı.

çalışmaya dönüşdüğünü belirtti. Yarışmaya katılan

19 Ocak günü ise Ankara’daki Mimarlar Derneği

Mimar Meclisi, Küçükarmutlu yarışması son-

mimarlar, kolokyumda projelerini sundu. Armutlu

1927’de “Küçükarmutlu Yarışması: Kolektif İnşa

rasında 3 ay boyunca fikir projelerini uygulamaya

halkı da projeleri inceledi.

Atölyelerine Doğru” isimli panel düzenledi ve 1 ay

dönük geliştirmek için 3 adet çalıştay programı

Yarışmaya katılan fikir projelerinin ortak amacı;

boyunca Armutlu yarışmasında ödül alan projelerin

koymuştu. Bu çalıştay programlarından ilki, 26-27

dışarıdan biri gibi değil mahalleden biri gibi düşün-

gösterileceği sergi açılışı yaptı. Ayrıca 4 Mayıs günü

Mart günlerinde gerçekleştirdi. Çanakkale, Edirne, Kocaeli, Ankara, İzmir ve İstanbul’daki üniversitelerin mimarlık bölümlerinden gelen lisans, yüksek lisans, doktora öğrencisi ve öğretim görevlisinin toplam 44 kişinin katılımıyla gerçekleşen 2 günlük atölye programı, 26 Mart günü 09.00’da kahvaltı ile başladı. Saat 10:00’da atölye grupları, çalışma için mahalledeki evlere dağıldı. Pazar günü ise saat 10.00’da toplanan katılımcılar, çalışmalarına devam ederek saat 15.00’da hazırladıkları ve geliştirdikleri projeleri sunmak üzere Armutlu Cemevi yemekhanesinde toplandı. Sunumlar ilgiyle incelendi ve üzerine tartışmalar yapıldı.

82


/mayiskurtisegerialinsin



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.