Halk için Mühendislik Mimarlık Dergisi 6. Sayısı

Page 1

Yıl: 3 Sayı: 6 Fiyatı: 5 TL (KDV Dahil) 2016 - II

HALK İÇİN MÜHENDİSLİK MİMARLIK



merhaba, Dergimizin yeni sayısıyla tekrar karşınızdayız. Bu dört aylık süreye; AKP-Cemaat arasındaki oligarşi içi çelişkinin derinleşmesi sonucu gerçekleşen 15 Temmuz başarısız darbe girişimi ve OHAL damgasını vurdu. Darbe için “Allah’ın bir lütfu” diyen Cumhurbaşkanı, 6 ay boyunca tüm ülkede olağanüstü hal ilan etti. Çıkarılan KHK’ların ardından; başta darbecilereymiş gibi görünen gözaltı ve tutuklamalar, kısa süre içerisinde biçim değiştirerek devrimci ve demokratlara yöneldi. Aralarında mühendis, mimar ve şehir plancılarının da olduğu on binlerce kamu emekçisi, öğretim üyesi işten atıldı, açığa alındı, birçoğu gözaltına alındı, tutuklandı. Avukatlar, aydınlar, yazarlar, sanatçılar gözaltına alındı, tutuklandı. Gözaltı süresi 30 güne çıkartıldı, gözaltına alınanların ilk 5 günde avukatlarıyla görüştürülmemesi kararı alındı. Gözaltında işkence normalleşti. Hapishanelerde baskılar daha da arttı, tecrit politikaları tekrar uygulanmaya başladı Özgür Tutsaklar tecrite karşı genel direniş kararı aldı. Devrimcilere ve devrimci mahallelere de saldırılar yoğunlaştı. Gazi Mahallesi’nde halkın sorunlarını kolektif biçimde çözdüğü Gazi Halk Meclisi, gençlerimizi uyuşturucu batağından çekip çıkaran Hasan Ferit Gedik Uyuşturucuyla Savaş ve Kurtuluş Merkezi, birçok çay ocağı ve taksi durağı; Eylül ayının başında bir geceyarısı baskınıyla yıkıldı. Armutlu’da Dilek Doğan Parkı’nın temelleri, Ekim ayının başında sabaha karşı söküldü ve park alanı altüst edildi. Yine Ekim ayında Okmeydanı’nda Grup Yorum’un çalışmalarını yürüttüğü İdil Kültür Merkezi ve Gençlik Federasyonu basıldı, Grup Yorum üyeleri ve Dev-Genç’liler gözaltına alındı, Grup Yorum’un bağlamaları, gitarları, davulları paramparça edildi, piyanosunun tuşları kırıldı. Mimar Meclisi üyesi, aynı zamanda Sakarya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Senem Doyduk, 23 Eylül günü sabaha karşı evinden gözaltına alındı. Gözaltı için gerekçe olarak Mimar Meclisi’nin Küçükarmutlu Mimarlık Yarışması, yarışma sonrası yapılan çalıştaylar ve Dilek Doğan Parkı’nın yapıldığı Kolektif İnşa Atölyesi gerekçe gösterildi. Senem Doyduk; 5 gün süren gözaltının ardından adli kontrolle serbest bırakıldı; ancak savcının itirazı sonucu 5 Ekim günü Sakarya’da tekrar tutuklandı. Senem hocamız şu anda Gebze M Tipi Hapishane’de tutuluyor. Tüm dostlarımıza, meslektaşlarımıza çağrımızdır: Senem Doyduk’a mektup yollayalım... Biz ise “Park yapmak suç değildir, Senem Doyduk serbest bırakılsın” diyor ve Senem Doyduk’u faşizmin zindanlarından çekip alacağımıza inanıyoruz. Bir de yüzlerce çocuğun yaşadığı; ama henüz bir parkı olmayan Armutlu’nun çocuklarına sözümüz olsun; Dilek Doğan Parkı’nı eninde sonunda yapacağız! Önceki sayımızdan bu yana projelerimizde de ilerlemeler oldu. Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini’ninde bir değişiklik yaptık ve 3 yerine 6 kanatlı yaptık. Bu şekilde daha iyi sonuçlar elde ettiğimizi gördük. Ayrıca; Dersim’in Hozat ilçesinin bir köyünde elektriği olmayan bir aileye elektrik sağlamak için su türbini üretiyoruz. Köyden geçen akarsudan elde edilecek enerjiyle evin elektriği karşılanacak. Bunlara ek olarak; su arıtma cihazları geliştirmeye devam ediyoruz. 3. Tohum Ekim Şenliği’nde Dilek Doğan Çeşmesi’nin açılışını yapmıştık. Birçok mahalleye kendi arıtma cihazımızı taktığımız çeşmeler kurmayı hedefliyoruz. Anadolu’nun dört bir yanına yaptığımız geziler de bu süreçte yaptığımız bir diğer çalışma idi. Tokat, Dersim, Mersin, Hatay, Bursa ve Balıkesir’e gidip halk için mühendislik mimarlık projelerimizi tanıttık. Son olarak; 24-25 Aralık tarihlerinde 4. Eda Yüksel Halk için Bilim, Halk için Mühendislik Mimarlık Sempozyumu düzenleyeceğiz. Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle...

HALK için MÜHENDİSLİK MİMARLIK Üç Aylık, Mesleki, Fenni, Güncel, Yorum, Yerel, Süreli Yayın Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Barış Yüksel Adres: Fatih Sultan Mehmet Mah. Beyaz Sokak No. 20 Sarıyer / İSTANBUL Tel: 0 534 269 73 33 Baskı: Yediz Ofset - Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1 NE 6 Topkapı / İSTANBUL / 0 212 544 56 12 halkinmuhendismimarlari@gmail.com /halkinmuhendismimarlari /halkinmuhendis

içindekiler

4

park yapmak suç değildir! senem doyduk serbest bırakılsın!

5

biz insanlığı temsil ediyoruz, insanlık asla kaybetmez mimar meclisi

7

yol ve medeniyet mi, yol ve kapitalizm mi?

15 yeni bir ucuz işgücü yasası:

uluslararası işgücü kanunu

18

akp'nin yağma ve talan düzenini kurtarma çabası: varlık fonu

24

her iktidar kendi zenginini yarattı, akp de mehmet cengiz'i

27 kendi toprağını satıp başka

ülkelerden toprak çalmak

31 halk korkusu, akp'ye

nitratlı gübreyi bile yasaklattı

33 kompost nasıl yapılır? 35 gdo gerçeği bölüm 1:

transgenik canlılar

41

mantar üretimini neden istiyor, destekliyoruz?

43 kendi içme suyumuzu

arıtıyoruz - enerji komitesi

45 bilime idealist yaklaşım ve tübitak 49 emperyalizmin yeni oyuncağı:

pokemon go

54 56

kalaşnikof bizimdir!

60

mühendis mimar şehitlerimiz: ahmet ibili

64

anadolu'da bir halk bahçesi deneyimi: çiğli halk bahçesi

66

suyun soğuk veya sıcak olması önemli değil... yeter ki halkın yüreğine aksın...

70

anadolu'nun her karışında halk için mühendisliği hayata geçireceğiz

73

birlik ve dayanışma içinde olduğumuzu bilmek hep güzeldir - araceli gomez castro

76 78

film tanıtımı: vatan, biz insanlar

bir dahi, bir halk aydını, bir mucit: nikola tesla

haberler

3


MİMARLIK

PARK YAPMAK SUÇ DEĞİLDİR! SENEM DOYDUK SERBEST BIRAKILSIN!

Armutlu mimarlık yarışmasının ve çalıştaylarının ardından Mimar Meclisi’nin Eylül ayında düzenlediği Kolektif İnşa Atölyesi ile inşasına başladığı Dilek Doğan Parkı, 3 Ekim günü AKP’nin 500 polisi eşliğinde talan edildi ve temelleri söküldü. Mimar Meclisi üyesi ve aynı zamanda Sakarya Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Senem Doyduk, 23 Eylül’de Sakarya’da gözaltına alındı. 6 gün sonra mahkemeye çıkarılıp adli kontrolle serbest bırakılan Senem hocamız, savcılığın itirazı sonucu 5 Ekim günü tekrar gözal-

4

tına alınıp tutuklandı. Senem Doyduk’un tutuklanmasının temel sebebi; Küçükarmutlu’da halkın ihtiyacı için yapılan ve Dilek Doğan’ın anısının sonsuza dek yaşayacağı bir parkın inşasına omuz vermektir. Armutlu’da 600’den fazla çocuk yaşamaktadır. Bu kadar çocuğun yaşadığı bir mahallede tek bir park bile bulunmamaktadır. Yoksul bir gecekondu mahallesinin ihtiyaçları için hiçbir şey yapmayan AKP faşizmi; mahallenin çocuklarını parksız bırakmamak için inşasına başlanan Dilek Doğan Parkı’nı yıkmış, mes-

leki bilgi birikimini, emeğini park yapımı için ortaya koyan Senem Doyduk’u tutuklamış, , mesleğini halk için yapmayı suç olarak göstermiştir. İSKİ, Dilek Doğan Parkı’nın yapılacağı arazi benimdir diyerek buradaki parkı 500 polis eşliğinde alt üst ettirmiştir. Aynı İSKİ; on yıllardır “su deposu” adı verilen bu araziye tek bir çivi bile çakmamış, burada yozlaşmanın her türlüsü bu bölgede yapılırken sesini çıkarmamıştır. Armutlu’da katledilen Dilek Doğan için park yapılmak istenince bu bölgenin kendisine ait olduğu “aklına gelmiştir”. Bu adaletsizliklere teslim olmayacağız! Dilek Doğan Parkı’nı Dilek’imize yaraşır şekilde yapacağız! Senem hocamızı zulmün zindanlarından çekip çıkaracağız!


MİMARLIK

BİZ İNSANLIĞI TEMSİL EDİYORUZ, İNSANLIK ASLA KAYBETMEZ

mimar meclisi

23-25 Eylül tarihleri arasında; çalıştaylarla, kolektif inşa atölyeleriyle kurulmakta olan Dilek Doğan Parkı için emek vermiş Mimar Meclisi üyesi hocamız Senem Doyduk ve arkadaşlarımız keyfi ve hukuksuz bir şekilde gözaltına alındı. Halk için mimarlık yapmanın suç olmadığını çok iyi bildiğimiz için Halkın Mühendis Mimarları’yla, hocalarımızın öğrencileriyle birlikte ısrarla gözaltındaki Senem Doyduk hocamıza ve arkadaşlarımıza sahip çıkıp, hem fiziken polis merkezi önünde nöbet tutarak hem de internet ortamında haberlerle bu keyfi gözaltıları teşhir ederek kamuoyu yaratmamızın da etkisiyle dostlarımız 6 gün gözaltında

tutulduktan sonra serbest bırakıldılar. Adli kontrol ve yurtdışı yasağıyla serbest bırakılmış olan Senem hocamız, savcılığın tutuklu yargılanmasına dair itirazının nöbetçi mahkeme hakimi tarafından kabul edilmesinin ardından hapishaneye sevkedildi. 5 Ekim’den beri tutuklu olan sevgili hocamız sadece halk için mimarlık yaptığı için bu haksızlığa uğramıştır. Halk için mimarlık yapmanın, mimarlık yarışması organizasyonunda yer almanın suç olmadığını dünya alem biliyorken tüm bunların yaşanması, ülkedeki muhalif, aydın duruşuyla öne çıkan kişilere bilinçli bir biçimde yapılmakta olduğu gibi sadece yıpratma amaçlıdır. Senem hocamız bazı yayın

organlarına servis edilen haberlerle yıpratılmaya çalışılsa da bizler çok iyi biliyoruz ki halk için mimarlık üretiyor olmamızdan, yaptığımız park çardağından korkan bir iktidarla karşı karşıyayız. Bunun en belirgin kanıtı, Dilek Doğan Parkı inşa atölyesinde binbir emekle kurulmuş olan 16 beton temel pabucunun 3 Ekim günü, bu emeği bütünüyle yok etmek için yüzlerce polis eşliğinde iş makinalarıyla sökülerek götürülmesi, hatta park alanındaki toprağın altı üstüne getirilerek çukurlarla yürünmez hale getirilmesidir. Bu saldırı kuşkusuz temel pabuçlarını sökmek ve alanın çalışılmaz hale getirilmesiyle sadece alana yönelik değil, bizim atölye katılımcılarımız,

5


MİMARLIK

Dilek Doğan Parkı emekçilerimiz ve dostlarımızla birlikte 9 günde ürettiğimiz kolektif çalışma ve paylaşım ortamının kendisine gerçekleştirilmiştir. Dilek Doğan Parkı projesi, kent hakkının yağmalanmasına karşı bir alternatif üretmek için 2015’in Temmuz ayında ulusal ölçekte açılan yerinde ve yerlisiyle iyileştirme mimari fikir projesi yarışmasının kolektif inşa atölyesi olarak şartnamede öngörülmüş sürecinin iki çalıştayla birlikte pekiştirilmiş ürünüdür. Tüm yarışma süreci Mimar Meclisi öncülüğünde, Küçük Armutlu mahallesi halkı, Küçük Armutlu mahalle muhtarları, Küçük Armutlu Halk Meclisi, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sarıyer Şubesi, TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ile birlikte yürütülmüştür. Parkın ismi ise Dilek Doğan’ın, gecenin bir yarısı kendi yaşadığı evde polis tarafından nedensizce katledilen gencecik bir kadının yaşadığı mahallede isminin yaşatılması isteğinden ileri gelmektedir. Yarışma kolokyumu ardından düzenlenen çalıştaylar sırasında bu parkın, Dilek’in, mahallenin soldurulan çiçeğinin anısının inşa edilecek bir çardaktan sarkan mor sümbüllerle, sarmaşıklarla, etrafa dikilecek çiçeklerle hayat bulması tasarlandı, sonrasında proje günlerce dostlarımızla, katılımcılarımızla geliştirildi. Ardından açık çağrımızla gelen dostlarımızın desteğiyle birlikte kısıtlı imkanlarla da olsa emek yoğun bir şekilde bu anlamlı parkı 9 günde inşa

6

etmeye giriştik. Fakat biliyoruz ki, afet riskine karşı kentsel dönüşüm bahanesiyle tüm ülkede ‘rantsal’ dönüşümün dinamosu olan TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve iktidar yandaşı sermayedarların Anadolu’nun birçok şehrinde ve özellikle yoksul, gecekondu mahallelerinde yapmakta olduğu gibi Küçük Armutlu mahallesinde de yaşam hakkı gasp edilmek istenmekte, yıllardır bunun için uğraşıların ardı arkası kesilmemektedir. Hatta bizzat Cumhurbaşkanı geçtiğimiz yıl yaptığı bir konuşmasında yıkım için Küçük Armutlu’yu doğrudan hedef göstermiştir. İşte bu yüzden, bu mahallede ‘rantsal’ dönüşüme alternatif üretmek için mimarlık yarışması yapmak da, bu yarışmayla üretilen projelerden biri olan Dilek Doğan Parkı’nı kolektif olarak inşa etmek de iktidar için büyük bir rahatsızlık kaynağı olmaktadır. Tabii, tüm inşaa süreci, malzemeleri ve emeğiyle kolektif paylaşıma dayanan atölyemizde birlikte gülmek, üretmek, paylaşmak, değer yaratmak, yıllardır tüm vatanı parsel parsel yandaşlarına peşkeş çeken, tüm değerlerin üzerini çizen, çürüten bir iktidar için çok tehlikelidir. Dilek Doğan’ı katleden polis için ısrarla adalet istendiği halde tüm çabalar sonuçsuz kalmakta, üstüne üstlük onun anısına çiçekli bir çardak yapmak dahi katlanılamaz olsa gerek ki parkın çıplak temellerine bile saldırılmaktadır. Dilek Doğan Parkı projesi sadece Küçük Armutlu mahal-

lesi için değil, ülkede sürmekte olan adaletsizlik ortamına karşı yarattığı duruşla olduğu kadar, sorumluluk duyarak iyiyi, güzeli yaratmak için emeğini ortaya koyan onlarca pırıl pırıl insanı bir araya getirmesiyle de önem taşımaktadır. Sadece bir hafta içinde yaptıklarımızın, yarattığımız paylaşım ortamının iktidar için ne kadar tehlikeli olduğunu en somut saldırılarla, gözaltılarla, yıkımlarla gördük. Ne kadar baskı yapılırsa yapılsın, ‘rantsal’ dönüşüme karşı sadece söylem geliştirmekle, eleştirmekle kalmayıp, alternatifini üretmeyi amaçlayan bir yarışma düzenlemek, mimarların aktif olarak meslek onurlarına yaraşır biçimde üretmesine zemin yaratmak, kolektif emeğin değerini çalışarak paylaşmak, halk için mimarlık yapmak hiçbir zaman suç değil, olmayacak. Şimdi Mimar Meclisi ve dostlarına düşen şey ekmeği, emeği ve gülüşleri paylaşmanın yanında baskıları ve zorlukları da paylaşmak olacaktır. İnsanı kendisine, değerlerine, emeğine, vatanına yabancılaştıran bu düzende, bu en temel insani değerlere, emeğine sahip çıkmak, korumak bizi güçlü kılacak olan ilk ve daim değişmez kuraldır. Park için el ele ürettiğimiz ne varsa bizim gücümüzdür, gücümüzden korkanlar hep olduğu gibi, gücüne, emeğine, umuduna sahip çıkarak daha da yükselten büyük insanlık da her zaman olacaktır.


YOL VE MEDENİYET Mİ, YOL VE KAPİTALİZM Mİ? Boğaziçi’ne köprü inşaatı, iki kıtayı birbirine bağlama hayalleri; millattan öncesine dayanan hikayelere, Pers Krallığı’ndan, Büyük İskender’e, Bizans’tan II. Abdülhamid dönemine kadar uzanır. Ancak birçok siyasi ve teknik yoksunluktan kaynaklı köprü yapılamamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında boğaza köprü yeniden gündem olur. İlk köprü olan Boğaziçi Köprüsü yanında pek çok tartışmayı da yanında getirir. Dönemin devrimci-demokrat sol kesimi bu köprüye karşı çıkar. Köprüyle birlikte getireceği sorunları ortaya koyar. Çarpık kentleşmeden, doğacak trafik sorununa, İstanbul’un kontrolsüz bir şekilde büyümesine, zengin-fakir arasındaki gelir farkına, doğu ile batı arasında gelir dağılımının adaletsizliğine ve bu köprünün arkasından yeni köprüleri de doğuracağına kadar sorunları belirtir. Hatta dönemin devrimci gençleri Türkiye’deki doğu-batı adaletsizliğini gözler önüne sermek için kapsamlı bir kampanya örgütler ve “Boğaza değil Zap suyuna köprü” adıy-

la Hakkâri’nin Zap suyu üzerinde 5 metre yükseklikte, 20 metre açıklıkta, 25 ton taşıma kapasiteli asma köprü inşa eder. Tüm bunlara rağmen Boğaziçi Köprüsü’nün inşaatı 1970 yılında başlayıp, 1973’te dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından açılır. Devrimci-demokratların öne sunduğu tüm sorunlar köprünün açılmasıyla tek tek yaşanmaya başlar. Yol medeniyet değil, aksine sorunları yanında getirmiştir. Birileri ceplerini dolduradursun, yoksul halk gün geçtikçe yoksullaşmaya devam eder, 1. Köprü, yanında 2. Köprü’yü (Fatih Sultan Mehmet Köprüsü) doğurur. “Her yol kendi trafiğini yaratır” ilkesini unutan dönemin iktidarı; yine trafiği ve TransMarmara yolunu bahane edip, 1. Köprü’nün yoğunluğunu azaltma gerekçesiyle 2. Köprü’yü 1986 yılında açar. Ama 2. Köprü de elbette yeterli olmamıştır. 90’lı yılların başında 3. Köprü tartışmaları gündeme gelir. Recep Tayip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir

Belediye Başkanı olduğu 1995 yılında 3. Köprü’nün yapılmasının cinayet olduğunu savunurken, iktidara geldiğinde “fikir değiştirip” hedef 2023 diyerek köprü ve otoban projelerini başlatmış, reddedilen ÇED’lere olur vermiştir. 2013’e gelindiğinde 3. Köprü’nün temelleri atılmış ve 26 Ağustos 2016’da köprünün açılışı yapılmıştır. Erdoğan, açılışta bir kez daha bu köprünün ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunu, Türkiye’nin süper güç simgelerinden biri olduğunu anlatmış, köprüyü öve öve bitirememiştir. Kaldı ki çok tartışmalara neden olan; Alevi halkımızı rencide eden, ümmete göz kırpan Yavuz Sultan Selim adı da köprüye verilmiştir. 3. Köprü projesi tek başına bir proje değildir. Bu proje ile birlikte Kuzey Marmara Otoyolu, 3. Havalimanı, İzmit Köprüsü (Orhangazi Köprüsü) ve Çanakkale Köprüsü de yanlarında getirecekleri sorunlarla birlikte peş peşe gelecektir. Kaldı ki Orhangazi Köprüsü 30 Haziran 2016’da açılmış, köprüyü hiç

7


kullanmayacak olan halkımıza da vergisi bindirilmiştir. Peki bu Kuzey Marmara Otoyolu projesi nedir ve 3. Köprü ne gibi sorunları beraberinde getirecektir? Kuzey Marmara Otoyolu Projesi kapsamında yer alan, yap-işlet-devret modeliyle hayata geçirilen 3. Köprü; 2012 yılında gerçekleştirilen ihale sonucunda 10 yıl 2 ay 20 günlük yatırım+işletme süresiyle, IC İçtaş ve İtalyan Astaldi konsorsiyumuna verildi. Projenin tasarımı ise Fransız Michel Virlogeux ve İsviçreli T-Engineering ortaklığıyla yapıldı. Eylül 2012’de inşaatına başlanan köprünün temeli 29 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleşen törenle atıldı. Köprü türü Hybrid, Asma+Eğik Askı Halatlı (Suspension+Cable Stayed) olup, uzunluğu 1.875 metre, ana açıklığı 1.408 metre, genişliği 59 metre, ayak yüksekliği 322 metre, denizden yüksekliğiyse 329.5 metredir. 4+4 şerit otoyol; 1+1 şerit demiryolu (Demiryolu projesi daha sonra açıklanacak, tarihi belirsiz) olarak dizayn edilmiştir. Yatırım bedeli ise 4.5 milyar TL’dir. Köprünün proje finansmanı için 29 Ağustos 2013’te 7 banka katılımı ile 2.3 milyar ABD doları tutarlı kredi sözleşmesi imzalandı. Toplamda 9 yıl vadeli ve 2.3 milyar ABD doları tutarındaki projenin finansmanı, Cumhuriyet tarihinde ‘greenfield’ (sıfırdan hayata geçirilen) bir projeye tek seferde sağlanan en yüksek tutarlı proje finansman kredisi oldu.

8

Proje kapsamında yaklaşık 115 km uzunluğunda otoyol ve bağlantı yolları, viyadükler, otoyol köprüleri ve tüneller de yer almaktadır. Projenin amacı, Marmara Bölgesi’ndeki ulaşım ve trafik yoğunlunu azaltacak alternatif bir güzargahın oluştu-

rulması olarak belirtilmektedir. Bu kapsama Orhangazi Köprüsü ve Çanakkale Boğazı Köprüsü de dâhildir. Bu proje kapsamıyla trafikten doğan zaman kayıplarının azaltılacağı ve oluşan hava kirliliğinin azaltılacağı da iddia edilmektedir. Karayolları

Kuzey Marmara Otoyolu, 3. Köprü, Orhangazi Köprüsü, Çanakkale Köprüsü güzergâhları


Genel Müdürlüğü’nün (KGM) Kuzey Marmara Otoyolu ve 3. Köprü ile ilgili hazırladığı broşürde; seçilen yol güzergâhının, çoğunlukla orman değeri düşük bataklık, makilik ve açık alanlardan geçeceği de iddia edilmiştir. Güzergah üzerinde kalacak ağaçların ve fidanların boş maden ocakları yeşil alanlara dönüştürüleceği, yeşil alanların etkilenmemesi için viyadük ve tünellerin yapılacağı KGM tarafından belirtilmiştir. Şimdi iddia edilen tüm bu argümanları inceleyelim.

Kuzey Marmara Otoyolu ve 3. Köprü Güzergahının İstanbul’a Etkisi Kuzey Marmara Otoyolu’nun kuzey ormanları üzerinden geçeceği, birçok ağacın katledileceği, birçok endemik türün, hayvanın, bitkinin yaşam alanlarını yok edeceği meslek odaları (Şehir Plancıları Odası, Çevre Mühendisleri Odası gibi) tarafınca defalarca belirtilmiş, bu katliamların durdurulması için çeşitli platformlar kurulmuştur. İstanbul’un ciğerleri olarak nitelendirilen kuzey ormanlarının yok edilmesiyle belirlenecek yeni bir trafik güzergahı, değil karbon emisyonunu yakıt tasarrufunu sağlamak; aksine hava kirliliğini arttıracak, köprü ve otoyolun geçtiği yerlerin ekosistemini ciddi bir şekilde olumsuz etkileyecektir. Kuzey ormanları İstanbul’da yaşayan (ziyaretçiler ve turistlerle birlikte) 15 milyon insanın nefes almasını sağlamaktadır. Karadeniz üzerinden

gelen tozu tutarak, İstanbul’un hakim kuzey rüzgarları sayesinde havayı temizleyen bu ormanlar; bir anlamda kentin doğal kliması görevini görmektedir. Küresel ısınma açısından; kesilecek olan milyonlarca ağacın yaratacağı karbon emisyonu ve karbon tutma kapasitesi azalacak, orman kaybının yerel iklim üzerine etkileri de ağır olacak, ormanların yerini beton-asfalt örtüsünün almasıyla kentsel ısı adası etkisi artacaktır. Ayrıca yapılan yeni otoyol ile egzoz ve gürültü kirliliği artacaktır. İstanbul Çevre Mühendisleri Odası’nın açıklamasına göre doğaya verilen bu zarar sonucunda, İstanbul’un sıcaklık değerlerinin artacağı, sıcaklığın mevsim normallerinin üzerine çıkmasıyla ısı artışlarının olacağı, barajlardaki su seviyelerinde ise kritik düşüşler olacağı öngörülmektedir. Köprü inşaatı tamamlanmadan önce bunların sonuçları bir bir karşımıza çıkmaya başladı. 2013 Ekim ayında köprünün henüz ayakları görünmeye başlamamışken bölgede yaşayan hayvanlar durumdan etkilenmeye başlamış, bir yaban domuz sürüsü boğazı yüzerek geçmişti. Bu, gazete manşetlerde tarihte ilk kez yaşanan bir durum olarak yansıdı. 3. Köprü tamamlandığında ve

Kuzey Marmara Otoyolu kendini göstermeye başladığında ise ÇED raporunun nasıl bir kar hırsıyla onaylandığı gözler önüne serildi. Kesilen ağaçlarla ilgili net bir sayı olmasa da Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, 2013 yılındaki “3. Köprü yapımı maksadıyla 381 bin 96 adet ağaç kesilecektir. 3. havaalanı yapımı maksadıyla 2 milyon 330 bin 12 ağaç kesilecektir.” demiştir. 2010 yılında Çevre ve Orman Bakanlığı’na ait bir resmi belgede ise 3. Köprü nedeniyle kesilecek ağaç sayısı 1.610.372 olarak veriliyordu. Bu belgeye göre 3. Köprü’nün ormanlık arazideki ana parçası 19,6 kilometre, tali yolları ise 17,86 kilometre idi ve yol için 110 metre genişliğinde bir alan açılacaktı. Ancak bağlantı yollarının inşaatı için bu belge yayınlanana kadar kesilmiş olan ağaç sayısı 896.780’i bulmuştu. Bir başka deyişle, bakanlığın yalanlamadığı verilere göre toplamda 2,5 milyona yakın ağaç, 3. Köprü uğruna feda edilecekti. Haziran 2016’da, ise Orman ve Su Bakanlığı, inşaat başladığından bu yana 2 ay içinde İstanbul Anadolu yakasında 93 bin 750, Avrupa yakasında ise 151 bin 371 ağaç kesildiğini açıkladı Yani toplamda 250 bine yakın ağaç kesilmişti bile. Bu sayısal verileri tartışmak bir yana havadan çekilen fotoğraflar her şeyi anlatır vaziyettedir. Görüleceği üzere Kuzey Marmara Otoyolu bataklık araziden de, ağaçsız kurak bölgelerden de geçmemektedir, kuzey ormanlarının ortasında milyonlarca ağacı

9


katlederek ilerlemiştir. Kuzey ormanları kayın meşe ve gürgen ağaçlarından oluşan kuş göçleri için büyük önem taşıyan sulak alanların bulunduğu zengin bir ekosisteme sahiptir. Yüz binlerce su kuşu, yırtıcı ve ötücü kuş, küçük orman kartalı, yılan kartalı, küçük kartal, kara çaylak, leylek, kara leylek gibi kuşlar göç sırasında burada konaklamakta ve beslenmektedir. Karabatak, martı, gümüş martı ve küçük yeşil ağaçkakan için üreme alanıdır. Toplam 402 bitki türü, 42 tür gündüz kelebeği, 146 kuş türü, yaklaşık 22 memeli türü, çeşitli kurbağalar ve sürüngenler, hatta 100 hektarlık bir koruma ve üreme sahasında sayıları artırılmış geyikler burada yaşamaktadır. Bu bölgede ayrıca kumullar da bölgenin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Türkiye’nin Karadeniz sahil şeridinde en zengin biyolojik çeşitliliği barındıran kumullar olan Kilyos kumulları, nesli küresel ölçekte tehlike altındaki sahil asperulası, Kilyos peygamberçiçeği, Karadeniz salkımı, sahil sığırkuyruğu, Kilyos moru bu ekosistemlerde yer alan bitki türlerinden bazılarıdır. Kısacası 3. Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu; kuzey ormanlarını ve diğer canlıların yaşam alanlarını yok etmiş, bu nadir ekosistemi katletmiştir. Bu projeden sadece doğa ve ormanlar etkilenmeyecektir; henüz etkisi ağır bir şekilde hissedilmemiş olsa da hava kirlililiği ile birlikte yalnız İstanbul’un değil, tüm Trakya’nın içme suyu havzası bu

10

projeden olumsuz bir şekilde etkilenmiştir ya da etkilenecektir. İstanbul’un kuzeyindeki ormanlar, aynı zamanda kentin içme ve kullanma suyu gereksinimini karşılayan ve toplam su depolama kapasiteleri 817,6 milyon metreküp olan Avrupa yakasındaki Terkos, Büyükçekmece, Alibeyköy ve Sazlıdere, Anadolu yakasındaki Ömerli ve Darlık barajları ile 110 milyon metreküplük Istranca ve 145 milyon metreküplük İsaköy ve Sungurlu derelerinin havzalarını içermektedir. Köprünün bağlantı yollarının büyük bir kısmı bu bölgeden geçmektedir. İSKİ İçme Suyu Havzaları Yönetmeliği’nde geçen “dere ve su havzalarındaki mutlak koruma alanlarında idare tarafından yapılacak veya yaptırılacak arıtma tesisleri hariç, hangi maksatla olursa olsun hiçbir şekilde yapı yapılamaz” maddesi düşünüldüğünde ise 3. Köprü projesinin yönetmeliğe aykırı olduğu da gözler önüne seriliyor. Kaldı ki proje sahibi olan ICA Konsorsiyumu tarafından hazırlanan raporda, projenin su kaynaklarını olumsuz etkileyeceği belirtilmiştir. Ömerli, Elmalı 2 barajları, Pirinççi Baraj Gölü, Gümüşdere Deresi, Riva Deresi ve Poyrazköy Deresi’nin de içinde bulunduğu toplam 18 baraj, göl, gölet ve akarsu projelerden etkilenecek. Yapılacak otoyol bazı bölgelerde akarsuların akış yönleri değişecek. Bu durumda bazı içme suyu havzalarında kuruma meydana gelebilecek.


için yeni içme suyu rezervuarların bulunmasına, Melen gibi uygulanabilir olmayan projelerle şehrin dışından şehre içme suyu temini gibi su hakkını gasp edecek yeni projelerin çıkmasına neden olacaktır.

Trafik Sorunu Çözülmeyecek, Köprü Kendi Trafiğini Yaratacak 3. Köprü’nün bağlantı yollarındaki havzalar

Projenin “içme suyunu kirletebileceği” tespitinin yapıldığı raporda İstanbul çevre planı haritasına göre, proje sahası Alibeyköy, Ömerli ve Elmalı 2 barajlarının besleme havzalarından geçmektedir. Bu nedenle projenin inşaat veya işletme faaliyetlerinin bu rezervuar alanlarının su kalitesi üzerinde dolayısıyla da İstanbul içme suyu kaynakları üzerinde etkileri olacağı belirtilmiştir. Otoyol ve köprünün işletilmesi sırasında rezervuar alanların su kalitesi üzerine uzun vadeli etkileri olabileceği belirtilen raporda şunlar belirtilmiştir: “Kaplanmış yolların inşa edilmesi, geçirimsiz yüzey alanının artması ve dolayısıyla yüzey su akışı miktarlarının artması anlamına gelmektedir. Yüksek yağmur suyu debileri akış erozyonu ve sellere neden olabilmektedir. Yağmur suları yolun üzerindeki araçlardan salınan yağ ve gres yağları metaller (örneğin kurşun, çinko, bakır, kadmiyum, krom ve nikel), partikül maddeler ve diğer kirleticiler ile yol bakım tesislerinden salınan buz çözücü tuzlar (örneğin sod-

yum klorür ve magnezyum klorür) ile bunların eşdeğerleri (örneğin kalsiyum magnezyum asetat ve potasyum asetat) ile kirlenebilir.” Raporda, otoyolların inşası sırasında yapılacak yetersiz menfezlerin balık göçlerine olumsuz etkileri ve erozyona neden olabileceğine dikkat çekilmiştir: “Dünya Bankası’nın 376 numaralı Teknik Belgesi’nin Su Kaynakları üzerindeki etkiler başlıklı bölümüne göre, su geçişlerinin planlama ve inşaatlarında akış rejimleri, balık hareketleri ve insan kullanımı gibi yerel su şartlarının koordine edilmesi gerekmektedir. Planlama yapılmaması ciddi uzun vadeli etkilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Örneğin gereken boyutlara sahip olmayan bir köprü menfezi taşkınlara ve dolayısı ile balık göçlerinin kesintiye uğramasına, erozyona ve siltasyona (erozyonla taşınan kil, mil gibi ince materyallerle barajların dolması) neden olabilir.” Tüm bu durumlar gelecekte İstanbul’un kuraklıkla karşı karşıya kalmasına, mevcut yerel içme suyu havzaları yok edildiği

İstanbul trafiğini azaltmak amacıyla yapılan 3. Köprü; kentleşmenin ve yerleşim alanlarının köprü güzergâhı ve bağlantı yollarına kayması sonucu kendi trafiğini yaratacaktır. Buna bağlı olarak, egzoz salınımlarının artması ve yeni yol ile yapılaşmanın çoğalması, doğal alan tahribatının da artarak devam edeceği anlamına gelmektedir. Şehir Plancıları Odası (ŞPO) İstanbul Şubesi 3. Köprü projesi değerlendirme raporunda, ilk köprüden bu yana şehrin nasıl büyüdüğü ve trafiğin nasıl şekillendiği şöyle belirtilmiştir: “1973 yılında boğaza birinci köprünün (Boğaziçi Köprüsü) ve çevre yollarının yapılması ile köklü bir değişime gidilmiş ve kent, gerek nüfus, gerekse arazi kullanım yapısı bakımından yoğunlaşarak daha kuzeye yönelmiştir. Kentin transit taşımacılık işlevini güçlendiren Boğaziçi Köprüsü ve çevre yolları, hızlı büyüme sonucunda kısa sürede kent içi ulaşım ağının omurgası haline gelmiş ve kentin nüfus ve istihdam dengesini değiştirmiştir. Boğaziçi Köprüsü’nün yapılmasından sonra 1973’ten 1974’e, boğazı geçen taşıt sayısı %200

11


artarken taşınan yolcu sayısındaki artış sadece %4 kadar olmuş ve köprünün asıl etkisinin insan değil araç taşımaya dönük olduğu anlaşılmıştır. Köprü yapımıyla birlikte özel otomobil sahipliliğinin 1970-1990 yılları arasındaki % 230’luk artışının sağladığı hareketlilik, kentin merkezden uzak kesimlerinin yerleşime açılmasını hızlandırmış ve köprünün iki yaka arasındaki insan odaklı geçişler için değil, araç geçişleri için yarar sağladığını ortaya çıkarmıştır.” Oluşan trafik sorunu kentleşmeden bağımsız düşünülemez. İstanbul’a yapılan yatırımlar, kontrolsüz göçler, yanında çarpık kentleşmeyi de doğurmuştur. Yine aynı raporda şöyle denilmiştir: “1970’te kent nüfusunun yüzde 23’ü Asya, yüzde 77’si Avrupa Yakası’nda yaşarken, 1990’da Asya yakasında yaşayanların kent nüfusu içindeki payı yüzde 34’e yükselmiştir. Aynı dönemde (1970-1990) kent bütününde istihdam edilen nüfustaki artışın 1,5 milyona ulaşması da, köprü ve yarattığı karayolu erişim hareketliliğinin en önemli yansıması olmuştur.” Boğaziçi Köprüsü’nün hem şehir trafiğini, hem de transit trafik yükünü kaldıramadığı gerekçesiyle 1988’da transit trafiğin kentin daha kuzeyine taşınması amacıyla yapılan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve TEM (Trans-European Motorway) bağlantı yolları ise kentin kuzeyindeki içme suyu kaynaklarının, orman alanlarının, su havzalarının, kırsal yerleşimlerin ve tarım alanlarının üzerindeki yapılaşma

12

baskısını arttırmasının yanı sıra özellikle yasal sorunlarla şekillenen yeni yerleşim alanlarının gelişmesinde en önemli itici güç olmuştur. 2. Köprü ve TEM bağlantılı yollarının faaliyete geçişini takip eden 10 yılın sonunda, TEM boyunca uzanan ve köprü bağlantılarıyla beslenen ilçelerden Gaziosmanpaşa’nın nüfusu 360 bin, Ümraniye’nin nüfusuysa 305 bin kadar artmıştır. 1989’da Ümraniye’ye bağlı bir yerleşim olan Çekmeköy’ün nüfusu aynı dönemde 13.500’den 37.500’e, Kartal’a bağlı bir belde olan Sultanbeyli’nin nüfusu 82.000’den 175.000’e ve Gaziosmanpaşa’ya bağlı bir yerleşim olan Arnavutköy’ün nüfusu ise 21.000’den 37.500’e yükselmiştir. Beykoz, Sarıyer ve Eyüp ise nüfusu önemli oranda (45-70 bin arasında) artan ilçeler olarak öne çıkmışlardır. Yine ŞPO’nun raporuna göre; “2. Boğaz Köprüsü yapıldıktan sonra boğazdan geçen taşıt sayısı %1180 artarken, yolcu sayısındaki artış sadece %170 olmuştur. İlk köprüde de benzer bir tablonun yaşanmış olması, ne kadar köprü yapılırsa yapılsın artan değerin, köprüden geçen insanların değil araçların sayısı olduğunu tekrar göstermiştir. 1987-2006 yılları arasında, araçlarla yapılan yolculuklarda özel otomobiller ve servis araçlarının paylarındaki artışa rağmen; otobüs ve deniz ulaşımı kullanımındaki düşüşler ve raylı sistemlerin payındaki %1’in bile altındaki artış, 2. köprünün kent içi trafiğine olan temel etkilerinin ‘özel araç sahipliğini arttırmak’ ve

‘boğaz geçişlerinde toplu ulaşımın önemini azaltmak’ şeklinde olduğunu göstermektedir.” 1990’dan sonraki dönemde geçmiş ulaşım yatırımlarına paralel bir şekilde nüfus hareketleri ve yerleşme eğilimleri doğu-batı doğrultusunda dışa doğru yayılmış, ana ulaşım aksları boyunca daha kuzeye yönelen gelişmiş sanayi alanları, yerlerini ticaret ve hizmet alanlarına bırakmaya başlamıştır. Ayrıca özel otomobil sahipliliğinin nüfus artış hızına göre daha yüksek oranda artması ve yakalar arasındaki nüfus ve istihdam dengesizliği, kentin bugünkü temel ulaşım sorunlarının önemli nedenlerindendir. Her iki köprü sonrasında yaşanan süreç, İstanbul’daki arazi kullanımı ve ulaşım dinamiklerinin köprü inşa etmenin kısa süre sonra köprülerin kendi trafiklerini yarattıkları bir kısır döngüye dönüştürdüğünü ortaya koymaktadır. Çünkü İstanbul’da nüfus artışı yılda %4, özel otomobil sahipliliğindeki artış ise yılda %16’dır. Buna göre, mevcut eğilimin devam etmesi halinde bu talebi karşılamak için 2020 yılında 7 köprü, 2040 yılında ise 70 köprü gerekecektir. 1970-2010 dönemindeki nüfus ve boğaz geçişleri ile kentteki tüm araçlı yolculukların bir arada incelenmesi durumunda, başta boğaz köprüleri olmak üzere yapılan ulaşım yatırımlarının insan odaklı olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Her türden araçlı yolculuklardaki toplam artışla kent nüfusundaki toplam artışın paralelliğinin aksine,


Ulaşım Türü Özel otomobil Taksi + dolmuş Servis araçları Otobüs (İETT+özel halk otobüsü) Minibüs Raylı sistemler Deniz ulaşımı

1987

1996

2006

%19.3 %10.2 %10.4 %35.2 %19 %3.8 %2.1

%19.2 %9.4 %11.5 %34.1 %19.6 %3.6 %2.6

%26.3 %4.75 %21.5 %24.1 %16.7 %4.6 %2

Yolculukların ulaşım türlerine göre dağılımının 1987-2006 yılları arasındaki değişimi

70’li yıllar 80’li yıllar 2000’li yıllar Nüfus Özel otomobil sayısı Kişi başına düşen otomobil sahipliği Avrupa yakası nüfus oranı Avrupa yakası istihdam oranı

3.5 milyon 60 bin 0.017 %76 %80

4.8 milyon 200 bin 0.042 %69 %77

12.9 milyon 1.8 milyon 0.140 %64 %71

1970-2000 döneminde İstanbul’un nüfus ve otomobil sayılarındaki değişim

İstanbul içinde sanayinin ulaşım odaklı yer değişimi

boğaz köprülerinden geçen araç sayısı, bu paralellikten çok farklı ve yüksek değerler alarak özellikle 2. Köprü yapımından sonra artmıştır. Bu da köprülerin özel araç trafiğini arttırdığını ve halk için bir ulaşım çözümü olmadığını İstanbul özelinde kanıtlamaktadır. 3. Köprü yapımına gerekçe

olarak gösterilen transit trafiğin boğaz geçişlerindeki payı sadece %2-3 dolayındadır ve bu pay, yeni bir transit ulaşım odaklı köprü yapımını gerektirmeyecek bir öneme sahiptir. 2. Köprü’nün de transit trafiğin kuzeye-kent dışına taşınması gerekçesiyle yapıldığı, ancak bugün kent içi ulaşıma hizmet eder durum-

da olduğu ve kentsel yerleşim alanlarının kuzeye yönelmesine zemin hazırladığı düşünüldüğünde, bugün yeni bir köprü yapımı konusunda aynı gerekçenin gerçekçi ve kente yararı olmadığı açıktır. Kısacası, kuzeye yönüne imar planlarının açılmasına neden olacak bu proje, İstanbul’un trafiğini rahatlatmak bir yana, şehri daha büyük bir kaosa itecektir. Geçmişten bu yana tek merkezli olarak büyüyen İstanbul’da, arazi kullanım kararları ve ulaşım yatırımları arasındaki uyumsuzluk ve yanlış politikalar, kentin kuzeye doğru giderek artan yayılma baskısının bugün bile devam etmesine yol açmaktadır. Özellikle ilk iki köprü ve çevre yollarının itici rol oynadığı bu süreç, kente en büyük zararı kuzeydeki orman alanları, su havzaları, tarım alanları, önemli bitki alanları ve canlı çeşitliliği üzerindeki telafisi mümkün olmayan müdahalelerle vermiştir. Kaldı ki torba yasa ile TBMM’den geçen ve 1 Mart 2014 tarihli ve 28928 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 9. ek maddesine eklenen fıkraya göre, karayolları sınır çizgisi içindeki ormanlık alanlarda “Devlet ormanlarında, erişme kontrolü uygulanan karayollarındaki ulaştırma yapıları ve müştemilatı olan hizmet tesisleri ile bakım işletme tesislerine, karayolu sınır çizgisi içinde kalmak kaydıyla izin verilir. Devlet idareleri ile kamu kurum ve kuruluşlarınca yapılan, işletilen, işlettirilen veya yap-işlet-devret

13


tüm çevreler tarafından kabul gören İstanbul’u kurtarma projeleri ve fikirleri vardır. Bekleyip tespitlerimizin doğruluğunu ya da yanlışlığını görmek kolaycılık olur. Kurtuluş mutlaka bizim ellerimizdedir.

Önemli

olan

güçlü olmak, birlik olmak ve asla pes etmemektir.

İstanbul’da Nüfus, Toplam Araçlı Yolculuklar ve Boğazı Geçen Araç Sayılarının Karşılaştırması, 1970-2010

modeli esas alınarak yaptırılan ve işlettirilen bu tesislerden herhangi bir bedel alınmaz.” maddesiyle 3. Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu’nun çevresine AVM, restoran ve otel gibi tesislerin yapılmasının yolu açılmıştır. Bu maddeyle İstanbul’un hem akciğeri olan kuzey ormanlarının, hem de su kaynaklarının yok edilmesinin önü açılmıştır.

Güncel Durum 26 Ağustos 2016’da açılan 3. Köprü, “her yol kendi trafiğini yaratır” gerçeğini bir kez daha göstermiştir. 3. Köprü’yü kullanması zorunlu olan tır ve otobüs firmaları durumdan memnun değillerdir. Geçiş ücreti 3 dolar+ KDV olan köprü, ayrıca şehir ulaşımını 130 km kadar uzattığı için otobüs firmaları zararda olduklarını, yolcuların mağdur olduklarını dile getirmiştir. Gişeler tamamlanmamıştır, uzun ödeme kuyrukları oluşmuştur. Ayrıca 3. Köprü yap-işlet-devret modeliyle inşa edildiği için üstlenici firmalara taahhüt edilen yıllık geli-

14

rin altında kalınması durumunda aradaki fark devlet tarafından karşılanacaktır. Bu nedenle halka fahiş otoban fiyatları ödetilmektedir. Kısacası, eskiye göre geçiş ücretleri ile 2-3, petrol giderleri ile 3-4 kat daha fazla para yurttaştan çıkmaktadır. Sonuç olarak, 3. Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu rant projesidir. Taşımacılık otoyola bağımlı hale getirilmiştir. Bu projenin İstanbul’a da, İstanbullu’ya da bir faydası olmayacağı gibi köprünün ve otobanların bedeli, belki de bu yolu hiç kullanmayacak olan vatandaşların omzuna binecektir. İstanbul’un imara açılmış, sulak ormanlık alanları tahrip edilmiştir. Gelecekte yaşanacak ciddi hava ve su kirliliği sonucunda hastalık oranlarının artacağı öngörülmektedir. Biliyoruz ki kar hırsından yanıp tutuşan kapitalistler ve onlara çanak tutan AKP iktidarı şu güne kadar halk yararına hiçbir proje yapmamıştır. Hayat felsefeleri yıkıp yok etmektir, güzel olan her şeye düşmandırlar. Halbuki

Kaynaklar: [1] “3. Köprü hepimizin!”, BirGün, 5 Eylül 2016 [2] “3. Köprü Güzergahındaki Ormanlara Otel ve AVM mi Yapılacak?”, yapi.com.tr, 16 Mart 2015 [3] “AKP’nin ‘AVM destanı’ devam ediyor: Şimdiki hedef 3’üncü Köprü yolu!”, BirGün, 16 Mart 2015 [4] “3. köprü ve 3. havalimanı için 2 milyon 330 bin ağaç kesilecek!”, t24,.com, 17 Eylül 2013 [5] “3. Köprü’yü neden durdurmalıyız?”, Yeşil Gazete [6] “Görüntülerle 3. Köprü talanı”, BirGün, 14 Haziran 2016 [7] “3. Köprü projesinin merak edilen tüm detayları”, insaatim.com [8] Rakamlarla 3. Köprü, 3kopru.com [9] “Kuzey Ormanları’nın Tahrip Edilmesi Kuraklık Riskini Artırıyor”, yapi.com.tr, 6 Ağustos 2015 [10] 3. Köprü raporu: “İstanbul’un suyu kirlenebilir, kuruyabilir”, sendika.org, 26 Kasım 2014 [11] “3. Köprü İnşaatı Yuvalarından Edince Yaban Domuzu Sürüsü Boğaz’ı Yüzerek Geçti”, Başka Haber, 11 Ekim 2013 [12] ysskoprusuveotoyolu.com.tr [13] “Kuzey Marmara Otoyolu Projesi için Başbakanlık Genelgesi”, Sabah, 24 Ağustos 2016 [14] icholding.com.tr [15] Önemli ve Global Projeler, kgm.gov.tr [16] “Otobüsçülerden Yavuz Sultan Selim Köprüsü isyanı”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2016 [17] Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Vikipedi [18] Boğaziçi Köprüsü, Vikipedi [19] Şehir Plancıları Odası, 3. Köprü Projesi Değerlendirme Raporu, Eylül 2010


YENİ BİR UCUZ İŞGÜCÜ YASASI: ULUSLARARASI İŞGÜCÜ KANUNU AKP, yabancıların ülkemizde denetime tabi tutulmadan çalışmasının, ucuz iş gücü olarak çalıştırılmasının önünü açan bir yasa tasarısını daha meclisten geçirdi. “Uluslararası İşgücü Kanunu”, 28 Haziran günü TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’nda kabul edilmesinin ardından 28 Temmuz’da TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Yasa ile ilgili Başbakan Binali Yıldırım, 14 Haziran günü AKP grup toplantısındaki konuşmasında şöyle demişti: “Türkiye artık küresel yatırım için önemli bir merkez haline geliyor. Konumu bunu gerektiriyor, şartlar bunu gerektiriyor. Güçlü iradenin sonucu olarak uzun vadeli yatırımlar Türkiye’ye geliyor. Şimdi bir ihtiyaç doğdu, o da şu: Yurtdışındaki beyinleri, ülkemizin değerlerine değer kata-

cak beyinleri yüksek teknoloji, yenilikçi teknolojilerin üretimini yapmak üzere dışarıdaki başka ülke tabiiyetindeki beyinleri Türkiye’ye getirmek için yatırım yapıyoruz. İkincisi, bu kanunun özelliği şudur. Biz gerek yurt içinde gerek yurtdışında yatırımcıların işini kolaylaştıracağız. Adeta önlerine turkuaz halı sereceğiz. Uluslararası iş gücü kanunu, reform niteliğinde, mevzuatı basitleştiren, zaman tasarrufu sağlayan, yatırımcıların değerlerini koruyan, bürokrasiyi en alt düzeye indiren, adeta sessiz devrim niteliğindeki bir düzenlemedir. İnşallah Meclisimizden geçtiği zaman, küresel yatırımlar ülkemize çok daha fazla gelmeye başlayacak. Türkiye’de uzun süre yatırım yapmak istiyorsunuz, hem Türkiye’ye hem kendinize gelir sağlamak istiyorsanız size turkuaz kart verelim, burada oturma izniniz olsun, ya

da doğrudan vatandaşlık verelim. Hem Türkiye’ye hem kendinize katkınız olsun.” [1] Benzer bir yasa tasarısı, “Yabancı İstihdamı Kanunu” adı altında Şubat 2015’te TBMM gündemine gelmişti. Bununla ilgili Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yapılan açıklama şu içerikteydi: “Tasarı ile sadece ülke menfaatlerinin gerektirdiği hallerde Bakanlar Kurulu’na, kanunlarda yalnızca Türk vatandaşlarına hasredilen iş ve mesleklerin yabancılar tarafından, kamu görevlisi olunmaması kaydıyla, icrasına izin verilmesi konusunda yetki verilmektedir. Buradan anlaşılacağı üzere ne ‘sadece Türk vatandaşlarınca yapılabilecek işlerin yabancılara açılması’ ne de ‘bütün memuriyetlerin yabancılara açılması’ kesinlikle söz konusu değildir.” [2]

15


Uluslararası İşgücü Kanunu’nun içeriğine baktığımız zaman ise şu maddeleri görüyoruz: 22Madde 11, Turkuaz Kart: “Uluslararası işgücü politikası doğrultusunda, eğitim düzeyi, mesleki deneyimi, bilim ve teknolojiye katkısı, Türkiye’deki faaliyetinin veya yatırımının ülke ekonomisine ve istihdama etkisi ile Uluslararası İşgücü Politikası Danışma Kurulu önerileri ve Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslara göre başvurusu uygun görülen yabancılara “Turkuaz Kart” verilecek. Turkuaz kart sahibi yabancı, süresiz çalışma izninin sağladığı haklardan yararlanacak.” 22Madde 14, Kamu yararına çalışma: “Geçerli ikamet izni olan yabancılar, ikamet izin süreleri-

16

ni aşmamak ve karşılığında ücret veya benzeri bir menfaat sağlamamak kaydıyla kamu yararına çalışan dernekler ile vergi muafiyeti tanınan vakıflarda çalışma izni muafiyet belgesi alarak çalışabilecek.” 22Madde 17, Çalışma izninin istisnai olarak verilebileceği yabancılar: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca belirlenen ve uluslararası işgücü politikasına uygun, eğitim düzeyi, ücreti, mesleki deneyimi, bilim ve teknolojiye katkısı ve benzeri özellikleri itibarıyla nitelikli işgücü olarak değerlendirilen, alanındaki başarısı ile uluslararası düzeyde temayüz etmiş olarak bilimsel, kültürel, sanatsal veya sportif amaçla Türkiye’ye gelen yabancılara çalışma izni verilmesinde istisnai

hükümler uygulanacak.” 22Madde 18, Uluslararası koruma kapsamında olan yabancılar: “Uluslararası koruma talebinde bulunan ve henüz başvurusu hakkında son karar verilmemiş veya şartlı mülteci olan yabancılar, uluslararası koruma başvurusu tarihinden, geçici koruma sağlanan yabancılar ise geçici koruma kimlik belgesinin düzenlendiği tarihten altı ay sonra çalışma izni veya çalışma izni muafiyeti almak için başvurabilecekler.” 22Madde 21, Yabancı mühendis mimarlar: “Öğrenimlerini türkiye’de bir yükseköğretim kurumunun mühendislik-mimarlık fakültelerinde veya yurtdışında ilgili ülke makamları ve YÖK tarafından tanınmış bir yükseköğretim kurumunda tamamlayarak mühendis ve mimar unvanlarını almış olan yabancılar, proje bazlı veya geçici süre ile çalışma izni alabilecek.” [3] • Kanunun mühendislikmimarlık meslek alanının ilgilendiren boyutu da var. 6235 sayılı TMMOB kanununun 34. maddesi tamamen yürürlükten kaldırılıyor. Maddenin içeriği şöyleydi: “Yabancı müteahhit veya yabancı kuruluşlar, Türkiye’de taahhüt ettikleri mühendislik veya mimarlıkla ilgili işlerde, yalnız bu işe münhasır kalmak kaydıyla, Bayındırlık ve İskân Bakanlığının ve TMMOB’un görüşleri alınarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca verilen çalışma izni ile yabancı uzman çalıştırabilirler.” Ek olarak; TMMOB yasasının 35. maddesindeki “Yabancı uyruklu mühendislik ve mimarlık mesleği mensupları, TMMOB’un görüşle-


ri alınarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca verilen çalışma izni ile çalışabilir veya çalıştırılabilir.” cümlesindeki “TMMOB’un görüşleri alınarak” ifadesi çıkartılıyor. Yani artık yabancı mühendislere çalışma izni verilirken TMMOB tamamen devre dışı bırakılacak. [4] Özetlemek gerekirse “Uluslararası İşgücü Kanunu”nun hayata geçmesi durumunda; • Mühendislik, mimarlık, doktorluk vb. hizmet alanlarında çalışacak olan yabancılara Turkuaz Kart ile süresiz çalışma ve ikamet etme izni verilecek ve bu hizmet alanları, sınırsız, denetimsiz ve kuralsız olarak yabancı çalışanlara açılacak. Aynı zamanda akademik ve mesleki yeterlilik aranmayacak. • Nitelikli işgücü olarak değerlendirilen, “kamu yararına” olan (TÜRGEV veya ENSAR gibi) veya vergi muafiyeti olan dernek veya vakıflarda çalışacak yabancılara ve mülteci durumunda olan yabancılara çalışma izni muafiyeti verilecek. • TMMOB’un yabancı mühendislerin ülkemizde çalışmasıyla ilgili görüş bildirme yetkisi elinden alınacak. • Yabancı mühendis mimarların Türkiye’de mesleğini icra edebilmek için gereken denklik şartı aranmayacak. Yani; başta mühendislik mimarlık olmak üzere, birçok alanda yabancılara sınırsız çalışma olanağı verilecek. AKP, yabancılara “kim olursan ol gel” diyecek; duruma göre mesleki yeterliliği, çalışma iznini, ikamet

Bu kanun; AKP’nin mülteci politikasından, Suriyeliler’e vatandaşlık verilmesinden bağımsız değildir. AKP’nin esas amacı; ülkemize gelen mülteciler başta olmak üzere tüm yabancıları ucuz iş gücü olarak çalıştırmaktır. Bunu da yasada “nitelikli işgücü”, “uluslararası işgücü politikasına uygun” gibi muğlak, ucu açık ifadeler kullanarak, buna dair somut hiçbir ölçüm, denetim belirlemeden yapmaktadır. Bir yandan da yabancı mühendis-mimarların çalışması ile ilgili TMMOB’un yetkilerini elinden alarak kendisine muhalif olan bir meslek örgütüne bir darbe daha vurmak istemektedir. iznini de bir kenara bırakacak, asgari ücrete yabancı işçi çalıştıracak veya ülkemizdeki işsizler ordusuna milyonlarca yabancı işçi dahil olacak. Aynı durum, ülkemizdeki emekçiler için ise katmerlenerek büyüyecek. Bu kanun; AKP’nin mülteci politikasından, Suriyeliler’e vatandaşlık verilmesinden bağımsız değildir. AKP’nin esas amacı; ülkemize gelen mülteciler

başta olmak üzere tüm yabancıları ucuz iş gücü olarak çalıştırmaktır. Bunu da yasada “nitelikli işgücü”, “uluslararası işgücü politikasına uygun” gibi muğlak, ucu açık ifadeler kullanarak, buna dair somut hiçbir ölçüm, denetim belirlemeden yapmaktadır. Bir yandan da yabancı mühendis-mimarların çalışması ile ilgili TMMOB’un yetkilerini elinden alarak kendisine muhalif olan bir meslek örgütüne bir darbe daha vurmak istemektedir. Bugün ülkemizde mühendislik-mimarlık bölümlerinde yaklaşık 435 bin öğrenci öğrenim görmektedir. Her yıl 51 bin mühendislik-mimarlık öğrencisi mezun olmaktadır [5]. Sadece TMMOB üyesi 500 bine yakın mühendismimar vardır. Uluslararası İşgücü Kanunu, yüz binlerce mühendis-mimarı işsizlikle daha fazla karşı karşıya bırakacak, 435 bin mühendislik-mimarlık öğrencisinin geleceğini daha da karartacaktır. Mesleğimizi niteliksizleştirecek, yerli ve yabancı tüm meslektaşlarımızı ucuz iş gücü haline getirecek, meslek örgütümüz TMMOB’un yetkilerini daha da kısıtlayacaktır. Kaynaklar: [1] “Başbakan Yıldırım, TBMM grup toplantısında konuştu”, akparti.org.tr [2] Yabancı İstihdamı Kanunu Tasarısı ile Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu (1/1035), tbmm.gov.tr [3] Uluslararası İşgücü Kanunu, Kanun No. 6735, Kabul Tarihi: 28.07.2016 [4] 6235 Sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Kanunu, tmmob.org.tr [5] “Uluslararası İşgücü Kanun Tasarısına Karşı Tbmm’de Basın Toplantısı Düzenlendi”, tmmob.org.tr

17


AKP’NİN YAĞMA VE TALAN DÜZENİNİ KURTARMA ÇABASI: VARLIK FONU Yakın zamanda TBMM’den geçirilen Uluslararası İşgücü Kanunu, Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Yatırımcıların Proje Bazında Desteklenmesi ve Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı; temelde aynı amaca hizmet eden büyük bir projenin farklı kollarını oluşturuyorlar. Bu yazıda bunlardan sadece birisini ele alacağız; Türkiye Varlık Fonu... İlk önce Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan 3 Ağustos 2016’da 70. Madde olarak geçti. Ardından TBMM’ye 75. Madde olarak getirildi. 20 Ağustos 2016’da ise yine bir değişiklikle beraber sabaha karşı oy çokluğuyla meclisten 80. Madde

18

olarak geçti. [1]

Nedir Bu 80. Madde? Tam adı ‘411 Sayılı Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’ olan yasa paketinin içerdiği düzenlemelerin içerisinde en çok öne çıkanı. Bir yandan sermaye sahiplerinin önünü açmak, bir yandan da AKP’nin lokomotifi olan “çılgın projelerin” kaynağını oluşturmak amacıyla hayata geçirilmeye çalışılan çok yönlü bir düzenleme. Maddenin içeriği ise şu şekilde: (1) Bakanlar Kurulu; kalkınma planları ve yıllık programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkemizin mevcut veya

gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama, yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma niteliklerine ayrı ayrı ya da birlikte sahip olan ve proje bazında Ekonomi Bakanlığı tarafından desteklenmesine karar verilen yatırımlar için; a) 13.6.2006 tarihli ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 32/A maddesine göre kurumlar vergisi oranını %100’e kadar indirimli uygulatmaya ve yatırıma katkı oranını %200’ü geçmemek üzere belirlemeye veya yatırımın işletmeye geçmesinden itibaren 10 hesap dönemine kadar, yatırımdan elde edilen kazançla sınırlı olmak üzere kurumlar vergisi istisnası tanımaya,


b) 31.12.1960 tarihli ve 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun geçici 80. maddesinde yer alan gelir vergisi stopajı teşvikinden yararlandırmaya, c) Gümrük vergisi muafiyeti tanımaya, d) Yatırımın Hazine taşınmazı üzerinde yapılması halinde, belirlenecek yatırımcı lehine doğrudan, hasılat payı alınmaksızın, 49 yıl süreyle bedelsiz irtifak hakkı tesisi veya kullanma izni verilmesine ve yatırımın tamamlanması ve öngörülen istihdamın 5 yıl sağlanması şartıyla Hazine taşınmazının talep edilmesi halinde bedelsiz devredilmesine, e) 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılı Kanunun ek 2. maddesinde yer alan prime esas kazanç alt sınırına bağlı kalınmaksızın 10 yıla kadar sigorta primi işveren hissesinin karşılanmasına, f) İşletme döneminde

yatırıma ilişkin enerji tüketim harcamalarının %50’sine kadarının en fazla 10 yıla kadar karşılanmasına, g) Sabit yatırım tutarının finansmanında kullanılan yatırım kredisi için 10 yıla kadar faiz veya kâr payı desteği ya da hibe desteği sağlanmasına, h) Yatırım için özel önem taşıyan belirlenen sayıda her bir nitelikli personel için 5 yılı geçmemek üzere, asgari ücretin aylık brüt tutarının 20 katına kadar ücret desteği verilmesine, i) Yatırım tutarının %49’unu geçmemek üzere ve edinilen payların 10 yıl içerisinde halka arz veya yatırımcıya satış şartıyla yatırıma ortak olunmasına, karar vermeye ve yukarıdaki desteklerden bir veya birden fazlasını uygulatmaya yetkilidir. (2) Birinci fıkra kapsamındaki destekler Ekonomi Bakanlığı

bütçesinden karşılanır. (3) Proje bazlı yatırım konusu ürüne, süresi ve miktarı Bakanlar Kurulunca belirlenecek alım garantisi verilebilir. (4) Proje bazlı yatırımlara diğer kanunlarla getirilen izin, tahsis, ruhsat, lisans ve tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için Bakanlar Kurulu kararı ile istisna getirilebilir veya yatırımları hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde düzenleme yapılabilir. (5) Projenin gerekli kıldığı hallerde Bakanlar Kurulu kararı ile her türlü altyapı yatırımının yapılması kararlaştırılabilir. [4]

Türkiye Varlık Fonu Nedir? Türkiye Varlık Fonu, ülke ekonomisinin tanımlı hazinesinden ayrılan bir fonun, yatırım getirmesi amacıyla, doğa ve çevre talanı projelerinde

19


Yıllardır çevre, hukuk ve finansman konularında sorunlar yaşayan ve ülkemizin geleceğini tehlikeye atacak olan bu projelerin tüm maddi risklerini de devlet, bizim cebimizden karşılıyor olacak. üstlenici şirketlere kredi olarak dağıtılması için oluşturulan bir yan ekonomi ürünüdür. [4]

Fon Kaynakları Ne Olacak? Ulusal Varlık Fonu (UVF, Sovereign Wealth Fund) kaynaklarını 100 milyar TL’yi aşan İşsizlik Fonu, özelleştirme gelirleri, kamu varlıklarının menkul kıymetleştirilerek transferi, TMSF, DASK, vakıflar gelirleri, vb. oluşturacak. Özel hukuk hükümlerine tabi olarak kurulacak olan Türkiye Varlık Yönetimi Anonim Şirketi’nin 50 milyon lira olan kuruluş sermayesi Özelleştirme Fonu’ndan karşılanacak. ‘Özel hukuk hükümleri’ kapsamında fon Sayıştay denetiminin dışında tutulacak. Bu şekilde kurulacak olan fon merkezi bütçenin paralelinde AKP ve yandaşlarının keyiflerince kullanabileceği bir kaynak yaratacak. [8]

Varlık Fonu Nasıl İşleyecek? Fon, Türkiye Varlık Fonu Yönetimi A.Ş. tarafından yönetilecek. Şirketin yönetim kurulunu Başbakan atarken, şirket ve kurduğu şirketler

20

mali denetim, iş ve işçi hakları, çevre ve kentsel izinlerden muaf tutulacak. Fonu yönetecek şirketin başlangıç sermayesi 50 milyon lira olacak ve özelleştirilmesine karar verilen 114 kamu kuruluşu ve kamu iktisadi teşebbüsü gelirleri de bu fona aktarılacak. [7]

Diğer Ülkelerdeki Fonlar Nasıl İşleniyor? Kurulacak Varlık Fonu, yabancı ülkelerdeki benzer isimli fonlarla kıyaslanıyor. Ancak aralarındaki tek benzerlik isim olarak kalacak, bunun yanında içerik ve uygulanış biçimi çok farklı. Dışarıdaki Ulusal Varlık Fonu, genellikle cari fazla üreten veya emtia geliri olan petrol üreticisi ülkelerin (petrol, doğalgaz ihracatçıları), bu kalemlerden sağladıkları döviz rezervlerindeki artışı değerlendirmek adına işlettikleri fonlardır. Kamu birikimlerini daha korunaklı limanlarda değerlendirerek eğitim, sağlık, altyapı vb. yatırımlarını bir nevi güvenceye alıyorlar. Yabancı ülkelerde bulunan Ulusal Yatırım Fonlarının (UYF) portföyleri toplam 8 trilyon doları buluyor. Bu fonların varlıklarının yaklaşık yüzde 60’ı enerji ihracatına dayanıyor. Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Rusya, Norveç gibi ülkeler, UYF aracılığıyla döviz rezervlerini uluslararası piyasalarda, özellikle hisse senedi ve tahvil yatırımları ile değerlendiriyorlar ve paralarına para katıyorlardı. Ancak bu tablo krizlerle ve uluslararası piyasada

petrolün değerinin düşmesiyle biraz bozuldu. [8]

80. Madde Neler Getiriyor? “Akkuyu, Sinop, İğneada nükleer santralleri, HES’ler, alt yapı yatırımları, termik santraller, sit alanları bu yasadan etkilenecek. Bu yasa ile tek bir Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası, yaşanan tüm hukuki mücadelelerimize, Danıştay’ın defalarca verdiği iptal kararlarına rağmen birkaç saat içerisinde istedikleri düzenlemeyi yapabilecekler.” “Dava konusu edilebilen bu idari işlemler şimdi dava edilemeyecek. Bunun yanı sıra, ilgili kamu kurumları denetim süreci devre dışı bırakılıyor. Elektrik Piyasası Koruma Kanunu, Ormanları Koruma Kanunu, Meraları Koruma Kanunu, Su Ürünlerini Koruma Kanunu, Çevre Kanunu, Toprak Koruma Kanunu, DSİ devre dışı kalıyor.” Yatırımlar Ekonomi Bakanlığı bütçesinden sağlanacak destekle finanse edilebilecek. Vergi muafiyetleri, prim, faiz, ücret ve enerji desteği, hazine taşınmazlarının özel sektöre devri gibi bir dizi teşvik de yasaya dahil edildi. [2] Şirketler, hiçbir denetime tabii olmayan, çevresel etkileri değerlendirilmeden onaylanan projeleri hayata geçirebilecek; doğamızı, havamızı, toprağımızı, suyumuzu koruyan tüm yasalar, bu projeler için geçersiz olacak. T.C. Ekonomi Bakanlığı’nın yasadan yararlanacak olan projeye nasıl destek vereceği,


bunun hangi kriterlere göre belirleneceği net değil. Yasada, herhangi bir mekanizma açıkça önerilmiyor. Bu belirsizlik yüzünden bir yandan çevreyi ve yaşam hakkımızı mahvedebilecek sorunlarla karşı karşıya kalacağız, diğer yandan ise zaten tamamıyla halkın sırtında olan ekonomiye bir yük daha yüklenecek. Yıllardır çevre, hukuk ve finansman konularında sorunlar yaşayan ve ülkemizin geleceğini tehlikeye atacak olan bu projelerin tüm maddi risklerini de devlet, bizim cebimizden karşılıyor olacak. 80. madde ile şirketlere: 22Kurumlar Vergisi ve Stopaj muafiyeti, 2249 yıllığına kamu arazisini bedelsiz kiralama, 22Yasada belirlenen koşullar üzerinden, kamu mallarının ve arazilerinin bedelsiz devri, 22%50 indirimli elektrik, 22Nitelikli çalışanın her biri

için aylık asgari ücretin 20 katına kadar ücret desteği, 2210 yıl boyunca kredi faizlerinin devlet tarafından karşılama imtiyazları verilebilecek. Ayrıca, yine gerekli görülürse devlet, ilgili projeye %49 oranında ortak olabilecek. [3] Bunların yanı sıra; 22Özelleştirilen kamu varlıkları ile çalışanların emekleri üzerinden biriken fonlar Türkiye Varlık Fonu Anonim Şirketi’nin sermayesine/mal varlığına dönüşecek, 22Şirket, özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterecek, 22Hazine garantisine sahip olan mega projelerin yatırımına çalışanların birikimi ve kamusal varlıklar da tahsis edilecek, 22Varlık Fonu aracılığıyla hazine garantisine sahip yatırımlara ikinci kez para aktarılmış olunacak, 22Mega projelerin ihale

edildiği ve edilecek olan şirketler iktidarın özel koruması altında olacak, 22İktidarın sermaye birikimi bu şirketler nezdinde olacak, 22İktidar; hem devlet bütçesi, hem de çalışanların/emekçilerin özel birikimleri üzerinde her türlü kamusal denetimden muaf transfer hareketlerine sahne olacak, 22Mal varlığı üzerine teminat, rehin, kefalet ve ipotek tesis edilebilecek, 22Bu şirkette istihdam edilecek personel seçiminde ve yargılanmasında kamu personel rejimi uygulanmayacak, 22KİK ve İDT hükümlerine tabi olmayacak, 22Bu şirket hakkında ihale mevzuatı uygulanmayacak, 22Bu şirketin faaliyetleri Sayıştay denetimine, yani yasama organının denetimine tabi olmayacak. [6]

21


AKP Bu Yasayı Nasıl Pazarlıyor? Plan Bütçe Komisyonu Başkanı, AKP milletvekili Mehmet Şükrü Erdinç, “Bu fıkranın amacı yatırımların hızlandırılmasına ve teşvik edilmesine yöneliktir. Kalkınma ajansları tarafından verilen bazı desteklerde, teşviklerde bazı sınırlamalar olabiliyordu. Artık Bakanlar Kurulu uygun görürse yatırımların teşviki için bu sınırlamaları kaldırabilme yetkisine sahip oluyor.” diyor. [2] Yasa tasarısının genel gerekçesi kısmında belirtilen hususlara göre ise; yarı özelleştirilmiş ve geniş yetkilere sahip Varlık Fonu’nun kurulacağı 02.08.2016 günü Başbakan Binali Yıldırım tarafından aşağıdaki hedeflerle ilan ediliyor: 22Büyüme oranına gelecek on yıl içinde yıllık %1,5 oranında ilave artış sağlanması, 22Sermaye piyasalarının büyüme ve derinleşmesinin hızlandırılması, 22İslami finansman varlıklarının kullanımının yaygınlaştırılması, 22Yapılacak yatırımlarla yaklaşık yüz binlerce kişilik ek istihdam sağlanması, 22Savunma, havacılık ve yazılım gibi teknoloji yoğun stratejik sektörlerdeki yerli şirketlerin sermaye ve proje bazında desteklenmesi, küresel oyuncu olmalarının sağlanması, 22Otoyollar, Kanal İstanbul, 3. havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine

22

kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması, 22Katılım finansmanı sektör payının artırılması, 22Arz güvenliğini sağlamak üzere, Türkiye için önem taşıyan doğalgaz ve petrol gibi yurtdışındaki stratejik sektörlere yasal ve bürokratik kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım yapılabilmesi hedefleniyor. [5] Bu şekilde söyleyerek halkımızın zekasıyla alay ediyorlar adeta. “Sadece uygun görürse”, “gerekli olduğu takdirde” gibi ifadelerle sanki olağandışı bir durum olursa bu yetkinin kullanılacağı havası yaratılmaya çalışılıyor. Halbuki bu tipte düzenlemelerdeki kelime değişiklikleriyle AKP iktidarının ne amaçladığı daha önce gerçekleştirdiği birçok yasa düzenlemesinde karşımıza çıktı. Bunda da amacın bu kadar masum olmadığı gün gibi açıktır. Öte yandan da istihdam yaratma, büyüme gibi klasik yalanlar da gerekçe olarak sıralanıyor. Ayrıca pervasızca islami sermayenin de palazlandırılacağı açık açık ilan ediliyor.

80. Madde Anayasaya Aykırıdır 22Devletin temel amaç ve görevleri (Madde 5): “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin

temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” 22Yasama yetkisi (Madde 7): “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” 22Kişinin dokunulmazlığı, maddî ve manevî varlığı (Madde 17): “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” 22Konut dokunulmazlığı (Madde 21): “Kimsenin konutuna dokunulamaz.” 22Kamu yararı kyılardan yararlanma (Madde 43): “Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla,denizve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkân ve şartları kanunla düzenlenir.” 22Toprak mülkiyeti (Madde 44): “Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır. Kanun, bu amaçla, değişik tarım bölgeleri ve çeşitlerine göre toprağın genişliğini tespit edebilir. Topraksız olan veya yeter toprağı


bulunmayan çiftçiye toprak sağlanması, üretimin düşürülmesi, ormanların küçülmesi ve diğer toprak ve yeraltı servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz. Bu amaçla dağıtılan topraklar bölünemez, miras hükümleri dışında başkalarına devredilemez ve ancak dağıtılan çiftçilerle mirasçıları tarafından işletilebilir. Bu şartların kaybı halinde, dağıtılan toprağın Devletçe geri alınmasına ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.” 22Tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunması (Madde 45): “Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek,tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır. Devlet, bitkisel ve hayvansal ürünlerin değerlendirilmesi ve gerçek değerlerinin üreticinin eline geçmesi için gereken tedbirleri alır.” 22Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması (Madde 56): “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.” 22Yargı yolu (Madde 125): “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” 22Ormanların korunması ve geliştirilmesi (Madde 169): “Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi

Bu hukuki talan düzenlemesiyle birlikte halkın elinde olan hukuki direniş aracı da çalınmış oluyor. Kendi hukuğuna bile uymayanlar; kendilerine sorun yaratan, işlerini yavaşlatan hukuki pürüzleri de ortadan kaldırıyor. Elimizde kalan hak kırıntılarını da almaya çalışıyorşar. Ancak hukuki olan her şey adaletli değildir. Çünkü kanunları kendi çıkarları için yapıyorlar. Bize hayatımızı, topraklarımızı, suyumuzu ve yarınlarımızı korumak için kendi meşruluğumuzla direnmekten başka bir yol kalmıyor... için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir. Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.” [9]

Sonuç yerine; Bu hukuki talan düzenlemesiyle birlikte halkın elinde

olan hukuki direniş aracı da çalınmış oluyor. Zaten birçok noktada sermayenin ve kendi çıkarlarını korumak için kendi hukuğuna bile uymak gerekliliği duymayanlar bu sefer önlerinde zaman zaman sorun yaratan veya işlerini yavaşlatan hukuki pürüzleri de ortadan kaldırıyorlar. Bizler; AKP iktidarından ve bu düzenin yasalarından adalet beklenemeyeceğini görüyoruz. Bunu yıllardır yaşadıklarımızdan öğrendik. Şimdiye kadar bir miktar hak kırıntısı vardı ve onları da elimizden almaya çalışıyorlar. Unutmamak gerekir ki hukuki olan her şey adaletli değildir. Çünkü kanunları kendi çıkarları için yapıyorlar. Bize hayatımızı, topraklarımızı, suyumuzu ve yarınlarımızı korumak için kendi meşruluğumuzla direnmekten başka bir yol kalmıyor... Kaynaklar: [1] “Doğa ve hukuk katledilecek: 80. madde acilen geri çekilmeli”, soL Haber, 1 Eylül 2016 [2] ‘75. madde doğayı sermayeye devredecek’, BBC Türkçe, 20 Ağustos 2016 [3] ‘Havamızı, toprağımızı, suyumuzu koruyan yasaları geçersiz kılan Madde 75 geri çekilsin!’, İleri Haber, 25 Ağustos 2016 [4] Karadeniz İsyandadır Platformu, “80. Madde Ekolojik Kıyımdır Doğaya Darbedir” Raporu [5] Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapıl-masına Dair Kanun Tasarısı, tbmm.gov.tr [6] TMMOB Basın Açıklaması, “Ülke Varlıklarımıza ve Haklarımıza Torba Yasalarla El Konuluyor”, 19 Ağustos 2016 [7] ‘Varlık Fonu’nda doğa tahribatı: Akkuyu ve Cerattepe davaları sonuçsuz kalacak, diken.com.tr, 26 Ağustos 2016 [8] ‘Varlık Fonu çıkmazdaki mega projeler için’, Evrensel, 20 Ağustos 2016 [9] Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, tbmm.gov.tr

23


HER İKTİDAR KENDİ ZENGİNİNİ YARATTI, AKP DE MEHMET CENGİZ’İ...

Yıllarca Türkiye’de her ikti-

lerini öncelikli hedef yaparlar.

rin kollara takıldığında olduğu

dara gelen kendi iktidarının

Böylelikle hem kendi iktidarları-

gibi. Nasıl ki geçmiş iktidarlar

bekasını sağlayacak ve palazla-

nın maddi olarak arkasında dura-

Cem Uzanlar’ı, Ahmet Özallar’ı

nırken kendisini de besleyecek

cak gücü yaratmış olurlar; hem

yaratmışsa; bugün AKP iktidarı

zenginler yaratmıştır. Bu sadece

de bu sırada kendi ceplerini dol-

da Mehmet Cengizler’i ve daha

bizim ülkemiz için geçerli değil,

dururlar. Tıpkı milyarlık ihaleler

nicelerini yaratmaktadır.

dünyada da işleyiş bu şekilde-

bu patronlara peşkeş çekilirken

dir. İktidarlar kendi burjuvazi-

bir yandan da milyonluk saatle-

24

17-25

Aralık

döneminde

AKP’nin yolsuzlukları, pislikleri


ortaya çıkarken, bir yandan da iktidarın parlak müteahhitlerinden de inciler döküldü. O dönem ortaya çıkan ses kayıtlarında “milletin a... koyacağız” diyerek halkın parasına nasıl göz diktiğini ve bunu nasıl yapacağını çok açıkça ifşa eden Mehmet Cengiz bunların en başında yer almaktadır. Bugün, nerede halka veya doğaya zarar verecek bir iş varsa altından ya Cengiz İnşaat ya da muadilleri Limak, İçtaş, Kolin vb. çıkmaktadır. Projenin büyüklüğüne göre tek başına ya da yaverlerini yanına alarak halkın parasıyla ceplerini doldurmaya ve doğayı katletmeye devam ediyorlar. Halka duyduğu düşmanlık herkes tarafından bilinen Cengiz’in en yakın ortakları ise BOTAŞ ihalelerine fesat karıştırmış Limak ve akaryakıt kaçakçılığından gözaltına alınmış Celal Koloğlu’nun sahibi olduğu Kolin İnşaat’tır. Son yıllarda peşkeş çekilen ihalelerle beraber “ihale kralı” olarak anılan Cengiz İnşaat’ın önü AKP iktidarı boyunca sürekli olarak açıldı. Mesut Yılmaz’ın başbakan olduğu dönemde Karadeniz Sahil Yolu Projesi’yle iktidara yaklaşan Cengiz İnşaat’ın yükselişi AKP iktidarıyla sürat kazandı. 1980’lerde yalnız inşaat alanında faaliyet gösteren, enerji, madencilik ve turizm sektörlerindeki yatırımları ile genişleyen ve palazlanan Cengiz Holding bugün bünyesinde 35 şirket barındırıyor. İnşaat, turizm, madencilik, enerji, sigorta ve havacılık sektörlerin-

de faaliyet gösteren, AKP’nin en önemli yandaşı konumundaki Cengiz Holding’in yıllık cirosu bugün yaklaşık 4 milyar ABD doları civarında. Bu palazlanmanın AKP döneminde nasıl sağlandığını Cengiz İnşaat’a çekilen kıyaklardan birkaçını sıralayarak görebiliriz: 222010’da; Maliye Bakanlığı Merkezi Uzlaşma Kurulu tarafından, 424.4 milyon liralık vergi borcu sıfırlandı. 222004’te; ETİ Bakır, 2005’te ETİ Alüminyum peşkeş çekildi ve bunun yanı sıra bedava verilen Oymapınar Barajı cabasıydı. 222006’da; Ankara-İstanbul Hızlı Tren Projesi’nde 1 milyar 270 milyonluk bir kısım verildi. 222007’de; Hasankeyf’in katledilmesine yol açan ve yıllardır kreditörlerin çevre felaketine yol açacağı düşüncesiyle davalık olduğu proje olan Ilısu Barajı verildi. 222011’de; Ordu-Giresun Havalimanı ihalesi İçtaş’la birlikte Cengiz’e verildi. 222012’de; Karadeniz Sahil Yolu yapımı sırasında deniz doldurmada edindiği “tecrübelere” istinaden Maltepe sahilinin dol-

durulması işi de Cengiz’e verildi. 222013’te elektrik dağıtım alanına el attı. Akdeniz ve İstanbul (Avrupa Yakası) yüksek karlı elektrik dağıtımı işi de sahibini buldu. Bunların yanı sıra 2 dev proje; 3. Havalimanı ve Ankara-Sivas Hızlı Tren projeleri de yaverleriyle beraber Cengiz’e ikram edildi. 222014’te Trabzon Aşkale Yolu ihalesini maliyetinin de altında bir bedelle aldı. 222015’te Akkuyu Nükleer Santrali’nin limanı ve liman bağlantıları da doğa katliamcısı Cengiz’e teslim edildi. [1]

Cengiz’in Yaverleri Ne İşler Yapıyor? Cengiz’in yaverlerinin yaptıkları işleri kısaca yazmak sonrasında yorum yapmaya bile gerek bırakmıyor. Anadolu’nun dört köşesinde bu yandaşlara peşkeş çekilen projeler: 22Kolin İnşaat: Dikili Limanı, Teos Yat Limanı, Çandarlı Limanı, Kahramanmaraş Göksun Yolu, Yüksek Hızlı Tren Gar Kompleksi, Ankara Hızlı Tren Garı, 3. Havalimanı, Ankara Sincan Demiryolu, Ankara-İstanbul Hızlı

25


Tren 3. etap. 22IC İçtaş İnşaat: Sakarya Karasu Limanı, Çeşme Yat Limanı, 3. Köprü ve Kuzey Marmara Otoyolu, Antalya Havalimanı, Ankara-İstanbul Hızlı Tren, Ordu Giresun Havalimanı Alt Yapı. 22Limak İnşaat: İskenderun Limanı, Sabiha Gökçen Havalimanı, Çandarlı Limanı, Kahramanmaraş Göksun Yolu, Ankara Hızlı Tren Garı, 3. Havalimanı, ve bunların yanında irili ufaklı daha onlarcası… [2]

Kuzey Marmara Otoyolu da Yandaşlara Pay Edildi AKP iktidarının bu yandaşlarına peşkeş çekilebilmesini kolaylaştırmak için aylarca ertelediği, ancak Mayıs ayında sonuçlanan Kuzey Marmara Otoyolu projesinin Asya kısmı (Kurtköy-Akyazı) için yapılan ihaleyi Limak-Cengiz, Avrupa kısmı (Kınalı–Odayeri) ise Kolin-Kalyon gruplarına peşkeş çekildi. Bu projelere verdikleri tekliflerin düşüklüğüni ve daha önce yaptıkları işlerde ne gibi revizyonlar yaparak doğayı katlettiklerini göz önünde bulundurduğumuzda sonuçları şimdiden görmek hiç de zor değil. Bu arada, Limak–Cengiz ortaklığının kazandığı ihale sonucunda yapılacak yolun 169 km’lik Kurtköy–Akyazı arası geçiş ücreti 19 TL+KDV; Kalyon– Kolin ortaklığının kazandığı 88 km’lik Kınalı–Odayeri arasındaki otoyolun geçiş ücreti ise 10,5 TL+KDV olarak belirlendi. (3) Bu rakamlar, muadil uzunluktaki diğer otoyolların neredeyse 4-5

26

İktidarların politikası AKP ile de değişmemiştir, dün olduğu gibi bugün de kendi zenginlerini yaratarak iktidarlarını sürdürme çabasındadırlar. Hatta bu çaba Türkiye tarihinin en üst seviyelerine çıkmıştır. AKP iktidarı bu yolda da her türlü yöntemi kullanmaktan çekinmemektedir. katı civarında. Yollardan geçecek araç sayılarına dair devlet tarafından halkın vergileriyle sağlanacak garanti paralar da cabası.

Cengiz, Cerattepe’de Halka Karşı Silah Kullanma Yetkisini Aldı Cengiz Holding tüm bu yukarıda saydıklarımızın dışında bir yandan da madencilik faaliyetleriyle de sürekli gündeme geliyor. Cerattepe’de maden faaliyeti için geldiği alanda halkın tepkisiyle karşılaştığı ve Anadolu’nun birçok yerinden destek eylemleri yapıldığı için çalışmalarını durdurmak zorunda kalmıştı. Ancak aylarca süren bu direnişi şimdilerde taktik değiştirerek silahla bastırmayı planlıyor. Katil polisiyle her daim halka silah kullanmayı adet haline getiren AKP iktidarı, en soysuz patronuna da silah kullanma ruhsatı veriyor. Cerattepe maden proje sahasında Cengiz Holdinge bağlı görev yapan “50 kişilik silahsız özel

güvenlik” lağvedilecek, bunun yerine “60 kişilik silahlı özel güvenlik” birimi oluşturulacak. Bu birimin “5 adet 9 mm çapında tabanca, 10 adet yivsiz uzun namlulu av tüfeği ve tabancalara ait 250 adet 9 mm çapında tabanca mermisi” edinmesine de onay verildi.(4) Böylece kendine bağlı silahlı birliğiyle polisin hemen yetişemediği her türlü isyanı bastırmaya çalışacak.

Hırsızların, Yolsuzların Düzenini, Örgütlenmiş Bir Halkla Beraber Biz Yıkacağız! Bugün görüyoruz ki iktidarların politikası AKP ile de değişmemiştir, dün olduğu gibi bugün de kendi zenginlerini yaratarak iktidarlarını sürdürme çabasındadırlar. Hatta bu çaba Türkiye tarihinin en üst seviyelerine çıkmıştır. AKP iktidarı bu yolda da her türlü yöntemi kullanmaktan çekinmemektedir. Talan ve yağma düzenleri bozulmasın diye halka karşı silah kullanmaktan bile geri kalmamaktadırlar. Korkuları halktandır. Korkularını büyütelim ve bu eli kanlı hırsızların ilelebet sürdüreceklerini sandıkları düzenlerine çomağı hep birlikte sokalım… Kaynaklar: [1] “Büyük ihalelerin Cengiz Han’ı böyle olunuyor!”, Radikal, 15 Temmuz 2013 [2] İşte Binali Yıldırım’ın zenginleştirdiği ‘ihale kralları’, soL Haber, 21 Mayıs 2016 [3] “Şaşırdık mı? Kuzey Marmara Otoyolu’nun ihalesi de onlarda”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2016 [4] “Cengiz’in özel güvenliği Cerattepe’de silah taşıyacak”, BirGün, 23 Mayıs 2016


KENDİ TOPRAĞINI SATIP BAŞKA ÜLKELERDEN TOPRAK ÇALMAK ürünlerine olan talepleri de daha yüksek oranda. Bunların karşılanması amacıyla başka ülkelerde verimli arazi kiralanması veya edinilmesi noktasında da etkili çalışmalar, sonuç alıcı çalışmalar gerçekleştirilecektir” dedi. [8]

Bunu Sadece Türkiye mi Yapıyor?

Vatan toprağının her bir karışı kutsaldır. Bu bizim için geçerli olduğu kadar tüm dünya halkları için de geçerlidir. Neden yazımıza bu cümleyle başladık sizce? Çünkü, kısa bir süre önce AKP iktidarı 2013’den bu yana gündemde olan ve Sudan’dan arazi kiralanmasıyla başlayan, yurtdı-

şında arazi kiralanmasına dair adımlarının başka ülkelerde de arazi kiralanması veya alınmasıyla devam edeceğini duyurdu. Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli, 13 Haziran’da yaptığı basın açıklamasında “Türkiye’nin tarım toprakları sonuç itibarıyla sınırlı, ülkemizin talepleri, tarım

Hayır, bu tüm dünyada emperyalist ülkeler tarafından yıllardır geri bırakılmış ülke toprakları üzerinde yıllardır kullanılan ve son dönemde “gelişmekte” olan ülkelere de yayılmış bir politika. Dünya genelinde bu duruma “toprak gaspı” (land grabbing) da deniyor.

Sudan’dan Tarım Arazisi Kiralanması Başlangıçtı, Devamı Geliyor Türkiye, tarihinde ilk defa

27


Zaten yurtdışından tarım arazisi kiralama ihtiyacı olan bir ülkenin kendi topraklarını yabancılara satması; bu durumun gerçeklikle hiçbir ilgisinin olmadığını göstermektedir. Bunun nedenle “yabancılara tarım arazisi satışı” mevzusuna da bakmak gerekir.

Yabancılara Tarım Arazisi Satışı Ne Durumda? 2014 yılında devlet ve özel sektör işbirliğiyle Sudan’dan 99 yıllığına tarım arazisi kiraladı. Yapılan anlaşmayla ülkede bulunan 780 bin dönümlük arazide yetişecek ananas, mango, avokado, pepino, jambu, kanola, pamuk ve yağlı tohum gibi ürünler artık Türkiye’ye daha ucuza girecek. [9] Şimdi de bu arazilere yenilerinin eklenmesi gündemde.

Türkiye’deki Tarım Arazilerinin Genel Durumu Nedir? Toprak gaspı konusunu daha geniş bir açıdan algılayabilmek için genel olarak Türkiye’deki tarım arazilerinin durumuna bir göz atmakta fayda var. Türkiye’nin kapladığı alanın yaklaşık %56’sı 1000 metreden fazla yükseltiye sahiptir. Bunun yanı sıra bir başka açıdan da %15’ten fazla eğime sahip alanlar ülke topraklarının yaklaşık %63’ünü oluşturur. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıf kaliteli topraklar tüm toprakların yaklaşık 4’te 1’ini oluşturmaktadır ve bu arazilerin de %90’ını tarım arazisi niteliğindedir. Kısacası 80 milyon

28

hektara yakın Türkiye arazisinin 26,3 milyonluk bir kısmı tarıma elverişlidir. [3] Toplam tarım alanı varlığının yaklaşık yüzde 66’sında tahıl ve diğer bitkisel ürünler yetiştirilirken, bu alanların her yıl yaklaşık yüzde 26’sı nadasa bırakılıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden yapılan derlemeye göre, Türkiye’nin karasal büyüklüğünün (769 milyon 632 bin dekar) yüzde 31,1’i tarım alanlarından oluşuyor. 239 milyon 430 bin 535 dekarla Türkiye’nin tarım alanı, neredeyse Birleşik Krallık’ın toplam karasal alanına (241 milyon 930 bin dekar) yakın bulunuyor. Tek başına Konya’nın sahip olduğu tarım alanı, İsrail’in toplam karasal alanına yakın (20 milyon 330 bin dekar) bir alanı oluşturuyor. [4] Yukarıda sıraladığımız tüm bu istatistiki rakamlar, Türkiye’nin tarım açısından sahip olduğu potansiyeli gözler önüne sermektedir. Durum bu şekildeyken, yurtdışından arazi kiralamak “Türkiye’de yeterli tarım arazisi yok” yalanıyla açıklanamaz.

Geçtiğimiz aylarda 3083 nolu yasada yapılan yeni bir düzenlemeyle yabancı özel veya tüzel kişilere satılabilecek tarım arazisi miktarı 2,5 hektardan 30 hektara çıkarıldı. Bunun yanı sıra Bakanlar Kurulu’na bu rakamı iki katına çıkarma yetkisi de tanındı. Söz konusu üst sınırın 60 hektar olarak uygulanmasının önünün açılması anlamına geliyor. Bu düzenlemeyle beraber karşılıklılık ilkesi de ortadan kaldırıldı; yani bu toprağı satın alan kişi ya da kuruluşun ülkesinin bizim vatandaş ya da şirketlerimize aynı hakkı tanıması koşulu aranmıyor artık. Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından 2002 yılına kadar yabancılara satılan toplam tarım arazisi miktarı resmi verilere göre 11 milyon metrekare. 2003-2012 yılları arasında yabancılara satılan toprak miktarı ise yaklaşık 90 milyon metrekare; yani şimdiye kadarki rakamın neredeyse 9 katı. Sadece 2012 yılında yasanın çıktığı 18 Mayıs’tan Kasım ayına kadar satılan tarım topraklarının büyüklüğü ise yaklaşık 6 milyon metrekare. [2]


Tarım Arazilerimiz “Amaç Dışı Kullanıma” Açılırken, “Acele Kamulaştırma” Yöntemiyle Talan Edilirken; Tarım Arazisi Kiralamak Aymazlıktır Tarım topraklarının amaç dışı kullanımını düzenleyen 5403 Sayılı Kanuna göre “mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ile sulu tarım arazileri tarımsal üretim amacı dışında” kullanılamamaktadır. Bu alanlar ancak, “doğal afet sonrasında geçici yerleşim ihtiyacı, petrol ve doğal gaz arama ve işletme faaliyetleri, ilgili bakanlık tarafından kamu yararı kararı alınmış madencilik faaliyetleri ve bakanlıklarca kamu yararı kararı alınmış plân ve yatırımlar, “alternatif alan bulunmaması ve Toprak Koruma Kurulu’nun uygun görmesi şartıyla” tarım dışı kullanıma tahsis edilebilmektedir. Ancak Türkiye’de tarım arazileri on yıllardır tarım dışı kullanımla mahvediliyor. 12.365 hektar konut, 22.405 hektar sanayi, 1.145 hektar turizm, 7.883 hektar madencilik ve 646 hektar tarım alanı ise ulaştırma amaçlı olarak kullanılıyor. [1] Son çıkarılan Büyükşehir Yasası ile de yaklaşık 16 bin köyün tüzel kişiliği kaldırılmaktadır. Dolayısıyla bu köylerin kullanım alanları içinde bulunan tarım toprakları, kıyı alanları, meralar; büyükşehir belediyelerinin hazırladığı plan ve yatırımlar uyarınca ya ilgili prosedür izlenerek, başka bir deyişle

‘kılıfına uydurularak’ tarım dışı amaçlarla kullanıma açılacak, ya da büyükşehir belediyeleri ile ilgili kurullar arasında ihtilaflı hale gelecektir. [2] Gazetelere yansıyan bir habere göre, her türlü talanda acelesi olan AKP hükümetinin 2014 yılının başından Temmuz ayına kadar geçen süre içinde, toplam 165 adet “acele kamulaştırma” kararı aldırdığı yazıyor. Bu kararların büyük bir çoğunluğu enerji alanında yoğunlaşırken bunların dışında kalan 25 kararda ise bir adet kentsel dönüşüm, sulama, içme suyu, denizaltı kablosu, jeotermal kazı, havaalanı pisti uzatımı gibi farklı konu ve projeler de yer alıyor. Ayrıca acele kamulaştırma kararlarının aynı yılın sonunda 200’ü bulmasının da beklendiği söyleniyor. [9] Tabii ki bu durum ayrıntıya gerek olmadan günümüze kadar artarak devam ediyor.

Toprak Hırsızlığının “Masum” Adı: Tarım Arazisi Kiralama Gıda amacının dışında bir de enerji ihtiyacının karşılanması için yapılan tarım, toprak gaspını daha da artırıyor. Kapitalizmin yol açtığı iklim krizi ve petrol bunalımı ile birlikte birçok şirket ve devlet biyoyakıt üretimine yöneldi. Bu durum dünya genelinde toprak gaspının önünü açtı. Biyoyakıtlar mısır, şeker kamışı ve soya gibi bitkilerden elde ediliyor. Brezilya’da şeker kamışı, ABD’de mısır ve soya fasulyesi, Avrupa’da keten tohumu

ve kolza, Asya’da hurma yağı, Hindistan’da jatrofa yağı gibi biyoyakıt için kullanılan bitkilerin üretimi çok büyük arazilere yayılmış durumda. Üretilen bu biyoyakıtların petrol ve kömür gibi fosil yakıtlara kıyasla, sera etkisine yol açan gaz salınımları görece daha az; ancak bu ürünlerin yetiştirilmesi sırasında uygulanan yöntemlerin biyoçeşitliliğe ve tarım alanlarına verdikleri zararın faturası çok daha yüksek. [5] Tarım arazisi kiralanması mevzusunun bir başka boyutu da su kaynaklarının adaletsiz kullanılması. Bir takım ülkeler kendi topraklarındaki suyu, suya ihtiyacı yüksek olan bazı tarım ürünlerinin üretiminde kullanmamak adına bu üretimleri başka ülkelerde yapmayı tercih ediyor. Şimdilerde aralarında Katar, Suudi Arabistan ve birçok Avrupa ülkesinin bulunduğu bir grup ülke üretilmesi için fazlaca su gereken ürünlerin (pamuk, mısır, soya fasulyesi vb.) %5080’ini başka ülkelerden ithalatla karşılıyor. Bu ülkeler kendi topraklarında bulunan suları daha az kullanmak amacıyla gıda ve tekstil alanlarında ithalat yapmayı tercih ediyor. Zimbabve, Zambiya, Vietnam, Özbekistan, Türkmenistan, Tanzanya, Sudan, Sri Lanka, Afganistan, Arjantin, Bangladeş, Bolivya, Brezilya, Kamboçya, Kamerun, Çad, Etiyopya, Gana, Endonezya, Kırgızistan, Mozambik ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelere baktığımızda ise neredeyse tamamen kendi su kay-

29


naklarıyla bu ihtiyacı karşılıyorlar. Türkiye’de benzer bir şekilde su ihtiyacı yüksek olan ürünlerin %85’ini kendi topraklarından karşılıyor. [6] Dünya çapında toprağa erişim son derece adaletsiz bir şekilde dağılmış durumda. Toprakları ellerinden alınmış köylüler ve sadece ellerinde kalan küçücük alanlarda ekip biçerek kendi karınlarını doyurmakta zorlanıyorlar. Ortalama bir Avrupalı, gıda da dâhil olmak üzere her yıl tükettiği ürünlerin üretilmesi için 1.3 hektar, yani iki futbol sahası büyüklüğünde bir alana ihtiyaç duyuyor. Bu bir Bangladeşli’ye düşen alanın altı katından fazla. Üstüne üstlük, Avrupa tarafından kullanılan tarım arazilerinin %60’ı Avrupa Birliği sınırları dışında bulunuyor [7]. Bu rakamlar da su kaynaklarının adaletsiz kullanımı açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Geri bıraktırılmış ülkelerin kaynakları bu yöntemle de emperyalistlere aktarılmış oluyor. Ve bunun adı masumane bir biçimde tarım arazisi kiralama oluyor…

Sonuç yerine, Ülkemizde her geçen gün tarım arazileri amaç dışı kullanıma açılırken; bir yandan her yıl milyonlarca metrekarelik toprağımız erozyonla yok olurken; son on yıl içerisinde yabancılara satılan tarım arazisi miktarı Cumhuriyet tarihinin on katına yaklaşmışken, bir yıl içerisinde yapılan acele kamulaştırmaların miktarları tavan yapmışken;

30

yeterli ve verimli toprağımız yok diyerek yurtdışından tarım arazisi kiralamak en basit ve hafif tabirle aymazlıktır. Bu AKP’nin emperyalist politikalara bir yerinden yamanma çabasının bir göstergesidir. Kendi ülkesinde üretildiği takdirde kendi kaynaklarının çokça kullanılmasını göze alamayıp başka halkların topraklarını kiralamak düpedüz gasptır, hırsızlıktır. Dünya halklarının topraklarını gasp etmek; onların yaşam hakkına direk saldırıdır, onların yaşamlarını gasp etmek, geleceklerine ipotek koymak demektir. Bu yalana ve bu talana ortak olmayacağız. GDO ile halkın gıda ihtiyacının karşılanması yalanları gibi; tarım arazisi kiralamanın amacı da halkın gıda ihtiyacını karşılamak değildir. Amaçları tarımı emperyalist tekellerin eline iyice terk etmek, yoksul çiftçiyi daha da zor durumlara düşürerek bitirmektir... Zaten emeğinin karşılığını alamayan çiftçi şimdi daha da ucuza mal

edilecek ürünlerle rekabet edemeyecek, büsbütün aç kalacaktır. Olan tüm dünya halklarına, yoksullarına olacak; zenginler yine ceplerini alabildiğine yüksek karlarla dolduracaktır. AKP’nin arazi kiralama planlarının arkasında olan gerçekler bunlardır. İnsanlarımızın açlığını ortadan kaldıracak ve adaletin sağlanacağı tek sistem sosyalizmdir. Kaynaklar: [1] “Türkiye’de Toprak Gaspı: Düşman Dışarıda Değil İçeride”, Bengi Akbulut, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği, 23 Haziran 2015 [2] “Türkiye’nin Tarım Arazileri Daralıyor”, Türkiye Ziraatçılar Derneği [3] Türkiye’de Tarım, Vikipedi [4] “Türkiye’nin ne kadarı tarım alanı?”, Tarımdan Haber, 27 Aralık 2015 [5] “Son yılların küresel trendi: Toprak gaspı”, suhakki.org [6] Türkiye’nin Su Ayak İzi Raporu: Su, Üretim ve Uluslararası Ticaret İlişkisi, WWF-Türkiye, 2013 [7] Toprak Atlası 2015, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği [8] “Türkiye yurt dışında verimli tarım arazileri kiralayacak”, Basın İlan Kurumu, 13 Haziran 2016 [9] “Altı buçuk aylık bilanço: 165 acele kamulaştırma kararı”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2014


HALK KORKUSU, AKP’YE NİTRATLI GÜBREYİ BİLE YASAKLATTI Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, patlayıcı yapımında kullanılmasını gerekçe göstererek nitratlı gübrenin satışını yasakladıklarını açıkladı. Türkiye’de yıllık 5,5 milyon ton gübre kullanıldığını açıklayan Bakan Çelik, bunun 1,5 milyon tonunun patlayıcı yapımında kullanılan nitratlı gübre olduğunu belirtti. [1] Bir Tarım ve Hayvancılık Bakanı düşünün ki bir “tarım ülkesinde” el yapımı patlayıcı yapımında kullanılıyor/kullanılacak korkusuyla nitratlı(amonyum veya potasyum nitrat) gübreleri yasaklasın. Nitratlı gübrenin tarımsal içeriği şöyledir: Gübreler, tarımsal üretim sonucu topraktan eksilen bitki besin maddelerini tekrar toprağa kazandıran ve toprağın verim

gücünü artıran maddelerdir. Gübreler,tarımsal üretimi artırmanın yanı sıra gıda kalitesini de yükseltmenin en etkin araçlarındandır. Diğer tarımsal girdilerle karşılaştırıldığında gübreler, tek başına %40’ın üzerinde verim artışı sağlar. [2] Gübreler içerisinde dünyada olduğu gibi ülkemizde de en çok tüketilen gübre amonyum nitrattır. Saf olarak üretilen amonyum nitrat beyaz kristal halinde taneli veya toz halinde olabilir. Genel olarak %33-34.5 azot (N) ihtiva eder. Amonyum nitratın ihtiva ettiği azotun yarısı amonyum diğer yarısı ise nitrat şeklinde bulunmaktadır. Bitki her iki şekildeki azottan da yararlanabildiği için bu gübrenin etkisi hem çabuk hemde devamlı olabilmektedir. Bu özelliği nedeni ile ekim zamanı kullanılabildiği gibi bitki gelişiminin çeşitli

devrelerinde de rahatlıkla kullanılmaktadır. Bu özellik bu gübrenin dünyada en çok tüketilen gübre olmasını da sağlamaktadır. Amonyum nitrat kullanılan topraklar asitleşme eğilimindedirler. Bu özellik, Türkiye toprak şartları göz önüne alındığında gübrenin topraklarımızda kullanımının yaygınlaşması ile ilgili çabaların önemini daha da arttırmaktadır. Şu anda piyasada satılan en yüksek azot ihtiva eden amonyum nitrat gübresi % 33’lük amonyum nitrattır. [3] Amonyum nitrat gübresi çeltik tarımı hariç, tüm tarla bitkilerinde, yazlık ve kışlık sebzelerde, zeytin, bağ ve tüm meyve ağaçlarında bitkilerin gelişme dönemlerine göre 2 ila 5 kez uygulanabilir. Örtüaltı (sera) yetiştiriciliğinde ise damla sulamaya uygun Amonyum Nitrat gübresi sulama programına

31


göre yeterli miktarda uygulanmalıdır. Her iki tip Amonyum Nitrat’ta da eşit miktarda bulunan azot, bitki kökleri ile hızla alınarak ürün miktarının ve kalitesinin artmasını sağlar. [4] Yukarıda sıraladığımız açıklamalar aslında bu gübre türünün genel kullanımını ve satışının kesilmesi durumunda oluşacak ciddi problemleri anlatıyor. Ancak öncelikle belirtmek isteriz ki bu şekilde kimyasal gübre kullanımı; halkın sağlıklı gıda tüketebilmesini ve doğanın korunmasını savunan ve bunun için çalışmalar yapan Halkın Mühendis Mimarları olarak bizim önerdiğimiz ve savunduğumuz bir yöntem değildir. Burada dikkat çeken nokta, halkın psikolojisini yönlendirmek ve yönetmek dışında neredeyse bilimsel hiçbir çalışma yapmayan TÜBİTAK gibi bilim üretmesi gereken kurumların “Papaz Eriğinden İmam Eriği Üretme Makinası” yapmakla

32

meşgul olduğu bir devlet mekanizmasının içinde, nitratlı gübreyi yasaklama sebebinin halkın ve doğanın sağlığından ziyade, gübre içeriğinde bulunan nitratı halkın kendisine karşı kullanabileceği ihtimalinin yarattığı korkudur. Nitratlı gübrenin yasaklanmasının altında başka ve daha önemli nedenler de bulunmaktadır. AKP iktidara geldiğinden bu yana sürekli bazı konuları ona göre daha önemsiz ancak daha fazla tartışmaya yol açabilecek konularla kamufle etmekte ve arka planda kendi düşüncelerini ve/veya tekellerin ihtiyaçları için gerekli düzenlemeleri rahatça hayata geçirebilmektedir. Bu yasaklamanın arkasında zaten yerle bir edilmiş tarım sistemine ve çiftçilere bir tekme daha atılmak istenmesi vardır. Yerli çiftçi yanlış politikalardan kaynaklı düşmüş olan verimden ötürü zor durumdayken, bir de gübre bulmakta sorunlarlar karşı karşı-

ya bırakılarak tamamen çaresiz kalacak; tarım yabancı tekellerin eline daha büyük oranda teslim edilecektir. Bu durum yurtdışından ithal edilen tarım ürünlerinin her geçen gün artmasından, yüz binlerce hayvan ithal edilmesinden ve yabancıların sürekli artan oranlarda Türkiye’den tarım arazisi satın almasından bağımsız değildir. Bu noktada da halkımız yalnız değildir, çaresiz değildir. AKP’nin yasaklarına karşı elbet bizlerin de yöntemleri vardır. Bizler yoksul halkın gıda ihtiyacı için nasıl halk bahçelerinde üretimi yaygınlaştırmaya çalışıyorsak bir yandan da halkın ihtiyacının daha sağlıklı ve bağımlı olmayan yöntemlerle sağlanabilmesi için yöntemler geliştirmeye çalışıyoruz. Halk bahçelerinde organik atıklardan elde ettiğimiz gübrelerimizi kullanıyoruz. Sizler de evsel ve organik atıklarınızla kendi gübrenizi (kompost) kendiniz üretebilirsiniz. Her gün tonlarcasının üretildiği evsel atıklar, uygun yöntemler kullanılarak kompost haline getirildiği takdirde bitkiler için tam bir besin deposudur. Bu şekilde bu düzene bağımlı kalmaktan kurtulabilirsiniz. Kaynaklar: [1] “Bakanlık ‘bomba yapılıyor’ diye gübreyi yasakladı, üretici ortada kaldı”, İleri Haber, 15 Haziran 2016 [2] F. Eraslan, A. İnal, A. Güneş, İ. Erdal, A. Coşkan, “Türkiye’de Kimyasal Gübre Üretim ve Tüketim Durumu, Sorunlar, Çözüm Önerileri ve Yenilikler”, Ziraat Mühendisliği VII. Teknik Kongresi, 2010 [3] Gübrelerin Sınıflandırılması, tarimkutuphanesi.com [4] Amonyum nitrat, toros.com.tr


NASIL YAPILIR?

KOMPOST NASIL YAPILIR?

Evsel atıklar, hayvan gübresi, meyve, yaprak, kabuk, ot gibi çürüyebilen ve dönüşebilen organik maddelerin birleşimi sonucu oluşan ürüne kompost adı verilir. Kompost doğa dostu bir uygulamadır. İçerisinde herhangi bir kimyasal barındırmaz. Kompost oluşumu, oksijenli solunum yapan bakterilerin organik maddeyi çözündürme işlemidir. Bütün kompostlar top-

rağa humus ekler. Humus toprağın su tutma kapasitesini arttırır ve aynı zamanda bitkilerin ihtiyacı olan besini de sağlar. Kompost bir dönüşüm işlemidir ve toprağın yapısını ciddi oranda yükseltir, verimli hale getirir.

Kompost Nelerden Oluşur? Kompost; karbon içeren malzeme (kuru/kahverengi malzeme), azot içerikli malzeme (yaş/

yeşil), su ve havadan oluşur. 22Karbon içeren malzeme: Kurumuş dallar, saman, ham (boyasız) kağıt, talaş, karton mukavva gibi karbon bakımından zengin ve kuru malzemelerdir. Bu malzemeler suyu tutarak, kompostun kurumasını engeller, havalandırmayı sağlar. Bu şekli ile dönüşümü gerçekleştirecek olan bakterilerin yaşama koşullarına destek olur.

33


NASIL YAPILIR?

22Azot

içeren malzeme: Yeşil otlar, biçilmiş çimenler, taze sebze/meyve artıkları, çay/kahve posası, yanmamış ahır gübresi, bahçe atıkları gibi azot bakımından zengin ve yaş malzemelerdir. Bunlar bakterilerin yaşaması için gerekli besini sağlamaya destek olur.

Kompost Nasıl Yapılır? Kompost için hava alacak ve karıştırabilinecek bir ortam oluşturmamız gerekiyor. Bu büyük bir varil olabilleceği gibi plastik meyve kasalarının üst üste koyulacağı bir alan da olabilir. Elde etmek isteyeceğimiz kompostun büyüklüğüne göre bir alan belirleyebiliriz. Kompostu katman katman bir karbon kaynağı, bir azot kaynağı olacak şekilde kuracağız. İlk olarak karbon ağırlıklı malzeme ile başlıyoruz. Kurumuş otlar,

34

mukavva vb. olabilir. Üzerine orman toprağı veya bahçe toprağı koyuyoruz. Bu koyduğumuz toprak kompostun dönüştürücüleri olan bakterileri içeriyor. Azot kaynağı olarak da yaş bitki veya mutfak artıklarını koyuyoruz. Bu döngüyü elimizdeki malzemeye göre sıralıyoruz. Kompostu çok az karıştırıp üstünü kapatıyoruz. Kompostu beslemek için yeni azot kaynaklarını ekledikten sonra hafifçe karıştırıyoruz. Ekleme yaptığımız parçalar ne kadar küçük olursa bakterilerin bu atıkları dönüştürmesi de o kadar kolay olacaktır. Kompostta sıcaklık artışı olması normaldir. Çünkü içeride bakteriler çalışmakta ve ısı açığa çıkmaktadır. Kompostun nemini de kontrol etmek gereklidir. Kompostu sıktığımızda birkaç damla çıkıyorsa bu normal demektir. Ancak daha fazla su çıkar ve kompostun kıvamı cıvımaya başlar ise bu

kompostun bozulmaya başlayacağı anlamına gelmektedir. Eğer hiç su çıkmıyorsa biraz temiz su eklemeli ve hafifçe karıştırmalıyız. İyi bir kompostun yapılması için en az 3 aylık bir süreye ihtiyaç vardır. Ancak bu süre 12 aya kadar da çıkabilir. Bu süre zarfında kompost yağmurdan ve güneşten mutlaka korunmalıdır. Kompostu kurduktan 5 ile 7 gün sonrasında genel bir kontrol mutlaka yapılmalı; koku, nem, sinek çıkışlarına bakılmalıdır. Bu süreden sonra da kompost hergün karıştırılmalıdır. Kompostun hava alması sağlanmalı ve nemi eksik ise takviyesi yapılmalıdır. Kompost tamamen çözüldüğünde içindeki parçalar ufalanmış demektir. Ve görünümü ilk başta koyduğunuz ürünlere hiç benzemeyecektir. İçindekileri ayırt etmek artık mümkün değildir. Çünkü hepsi dönüşmüş olacaktır. İyi bir kompost yumuşak ve koyu renkli olacaktır. Kompost, bir çöp değildir. Karbon ve azot döngüsüne göre gerçekleşen bir dönüşüm işlemidir. İyi bir kompost asla kokmaz veya sineklenmez. Eğer kompostunuz kokuyor ve üzeri sinekleniyorsa içerisinde bozulma başlamış demektir. Kokuşmanın olduğu yeri atarak kompostunuza devam edebilirsiniz. Elde ettiğiniz kompostu hem gübre olarak hem saksılarda çiçek yetiştirmek hem de toprağınızı beslemek için kullanabilirsiniz. Şimdiden kompost yapacaklara başarılar dileriz…


GDO GERÇEĞİ BÖLÜM 1: TRANSGENİK CANLILAR

Tarımsal üretimi arttırmanın tek yolu, birim alandan alınan verimi artıracak yeni bir teknolojinin geliştirilmesi midir? Peki ama nasıl bir teknoloji bu? Kime ve neye hizmet eden bir teknoloji ile karşı karşıyayız? “22. yüzyılda yoksulların umudu… 2050 yılında, insan nüfusunun 9 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. 21. yüzyılda teknoloji, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların besin gereksinimlerini karşılamaya nasıl yardım edecek? Dünyanın artan nüfusunun besin gereksinimlerini karşılarken bir yandan da gezegenimizdeki biyo-

lojik çeşitliliği korumak güç bir hedef. Gelişmekte olan ülkelerde, nüfusun önemli bir bölümü düzenli ve yeterli besin kaynaklarından yoksun. Bu ülkelerde, kuraklık, bitki zararlıları, hastalıklar ve tuzlaşma gibi tarımsal sorunların boyutları da çok büyük. Kuraklık gibi olumsuz çevre koşullarına dayanıklı hale getirilmiş, gen aktarımlı tarım ürünlerinin geliştirilmesiyle bu sorunların üstesinden gelinebilir. Belli tarım ürünlerinin besin değerleri de gen aktarım teknolojisiyle artırılarak büyük yararlar sağlanabilir.” [1] güzellemeleri ile hayatımıza sokulmaya çalı-

şan genetiği değiştirilmiş organizmalar, kısa adıyla GDO; açlığa, tuzluluğa, kaybedilen biyoçeşitliliğin geri kazanılmasına bir çare olabilecek mi? Yoksa emperyalist tekeller tarafından sömürünün daha da artmasını mı sağlayacak? GDO’lar yoksulların gerçekten umudu olabilir mi? İlk gündeme geldiği günden beri çokça konuşulan, taraflarının belli olduğu, ülkeye sokulmaması için belirli mücadele hatlarının örüldüğü genetiği değiştirilmiş organizmalar için elbette bizim de söyleyecek sözümüz var. Üç bölümlük seri olarak

35


yayınlayacağımız GDO yazı dizimizin ilk kısmında öncelikle GDO’nun ne olup ne olmadığını, tarihçesini, uygulama tekniklerini, özelliklerini, hangi bitkilerde neden uygulamaya başlandığını anlatacağız. İkinci kısmında Dünya’daki ve Türkiye’deki durumunu, yürürlüğe konulan mevzuatları anlatacağız. Son bölümde ise GDO’nun faydalı mı yoksa zararlı mı olduğunu, kim için ve ne için üretildiğini tartışarak çözümlerimizi ortaya koyup alternatiflerimizi sunacağız. İnsanların tarım ürünlerini, ağaçları, çiftlik hayvanlarını ve balıkları iyileştirmek amacıyla doğaya müdahale etmesi yeni değil. Binlerce yıl boyunca insanlar bu canlıları üretip, çaprazlayıp daha verimli ya da belli koşullara daha dayanıklı çeşitler seçerek bunu yaptılar. Bitki ıslahı en eski bilimlerden biri. Tarımın ortaya çıkışı, uygarlığın doğuşu buna dayanıyor. Tarih boyunca her zaman, insan nüfusundaki artışlar tarımsal üretimde verimin artması ve yeni tarım alanlarının açılması gereksinimini doğurdu [2]. Artan nüfus artışını doyuramayacağını düşünen bilim insanları ve ortak çalıştıkları tekeller; gıda alanında bir hegemonya kurmak istedikleri için yeni bir çalışma alanı yarattılar. Bitkilerin hastalık, zararlı ve yabancı otlardan zarar görmemeleri için kimyasal ilaç üreten ilaç şirketleri, ürettikleri kimyasallar ile ekosisteme ve insanlara verdikleri zararı engelleyebilmek için dayanıklı çeşitler geliştirmeye başladılar.

36

Tarih boyunca her zaman, insan nüfusundaki artışlar tarımsal üretimde verimin artması ve yeni tarım alanlarının açılması gereksinimini doğurdu. Artan nüfus artışını doyuramayacağını düşünen bilim insanları ve ortak çalıştıkları tekeller; gıda alanında bir hegemonya kurmak istedikleri için yeni bir çalışma alanı yarattılar. İlaç şirketleri, ürettikleri kimyasallar ile ekosisteme ve insanlara verdikleri zararı engelleyebilmek için dayanıklı çeşitler geliştirmeye başladı. DNA’nın keşfi ile birlikte ilerleyen süreçte gelişen teknikler ile bitkinin genetik yapısına rahatça müdahale edilerek istenilen özellikler bir canlıdan diğer canlıya aktarılmaya başlandı.

Gen Aktarımı Yapılan Ürünlerin Tarihçesi 221970’lerde,

Stanford Üniversitesi’nden araştırmacılar, iki farklı canlının DNA’sını birleştirmenin yolunu buldular ve ilk “rekombinant DNA molekülü”nü yarattılar. 221975 yılında, genetik araştırmaları açısından bir

başka dönüm noktası yaşandı. California’da düzenlenen bir konferansta, kimi araştırmacılar bu yeni teknolojinin güvenirliği sağlanana kadar genetik araştırmalarının dondurulmasını önerdiler. Ancak, konferansta, genetik araştırmalarının sürdürülmesine ve bütün rekombinant DNA’ların ve genetik mühendisliği yöntemlerinin uygulandığı canlıların, laboratuvarlarda güvence altında tutulmasına kadar verildi. 221981 yılında, tarımda zararlılara karşı kullanılan ilaçların üreticilerinden biri olan Monsanto adlı şirket, kendi biyoteknoloji bölümünü kurdu. 221983 yılında Monsanto için çalışan araştırmacılar, gen aktarımlı ilk bitkiyi yarattılar. Bu “kanamisin” adlı bir antibiyotik maddeye karşı direnç kazandırılmış bir tütün bitkisiydi. 221986 yılında, genetik özellikleri değiştirilmiş canlıların tarımda kullanımıyla ilgili ilk tarla denemesi başlatıldı. Bu, genetik özellikleri değiştirilerek buz kristalleri oluşturması engellenen bir bakteri çeşidi içeren spreydi. “Frostban” adlı bu sprey, çilek bitkilerinin dondan


korunması için bitkilerin üzerine sıkılarak kullanılıyordu. Spreyin tarla denemeleri, California’da bir bölgede yapıldı [3]. 1992 yılında, gen aktarımlı ilk ticari ürün, “Flavr Savr” adlı domates, dalından koparıldıktan sonra DNA’sına aktarılan özel genler sayesinde tazeliğini uzun süre koruyabiliyordu [4]. Pazara sürülen ilk transgenik ürün olan uzun raf ömürlü Flavr SavrTM domatesinin pazarlama stratejilerindeki yanlışlıklar nedeniyle piyasadan kaldırıldığı söylense de asıl neden bu yeni ve bilinmez ürünün tüketiciler tarafından talep görmeyerek tercih edilmemesidir.

Genetik Mühendisliği ve Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Genetik mühendisliği, benzer olmayan organizmalar arasında tek veya daha fazla genin izole edilip, kesilip, birleştirilmesi ve aktarılması sonucu yeni bir canlının elde edilmesi çalışmalarını yapan mühendislik dalıdır. Genetik mühendisliği teknikleri kullanılarak, canlılara laboratuvar ortamında genetik yapıları olan DNA’larının insan eliyle değiştirilmesi sonucu elde edilen yeni canlı türlerine, genetiği değiştirilmiş organizmalar deniyor. GDO’lar bir başka ifade ile transgenik canlılar olarak ifade ediliyor. Transgenik canlılar, doğada kendiliğinden gelişen canlılar değildir. Genetik mühendisliği yöntemleri ile genetilk yapısı değiştirilen organizma-

ya kendisinde olmayan yeni bir özellik ekleniyor. Bu tekniğin bugün en yaygın olarak kullanımı, böcek öldürücü toksin üreten Bt (Bacillus thrungiensis) isimli bakterinin toksin üretiminden sorumlu Cry adı verilen geninin bakteriden izole edilerek, mısır veya soya gibi türlere eklenmesi ile elde ediliyor. Aktarım yapılmış mısır veya soya doğalında kendi yapılarında bulunmayan bir geni taşıyor ve bu gen bakterinin yaptığı iş olan böceklerde mide zehirlenmesine neden olan toksini üretiyor. Genetiği değiştirilmiş organizmalar veya diğer bir ifade ile transgenik ürünler, virüsler, bakteriler, hayvanlar veya bitkilerden genler içerirler. Örneğin; 22Kutuplarda yaşayan bir tür balıktan izole edilen anti-freeze (yani bitki dokularında donmayı engelleyen) geni domates ve çilek gibi bitkilere aktarılarak soğuğa dirençli genetiği değiştirilmiş domatesler ve çilekler geliştirilmiştir. 22Biosteel adı altında üretilmiş olan % 100 biyoçözünür iplik, örümceklerin ağ üreten

geninin izole edilerek keçinin süt bezlerine aktarılması ile elde edilmiştir. Keçiden sağım yapıldığında süt yerine bu biyoçözünür iplik aktığı görülmüştür [5]. Bu biyoçözünür iplik işlenmiş ve elde edilen kumaş benzeri parçanın kurşun geçirmeyecek kadar güçlü ve esnek olduğu görülmüştür. Amerika’nın bu teknolojiyi kendi savunma sanayisinde kullanacak olması öngörülebilir bir durumdur.

Geleneksel Islah ile GDO’ların Farkı Nedir? Geleneksel ıslahtaki bütün genetik müdahaleler veya değişimler tür içi, yani akraba türler veya cinsler arasında olmaktadır. Genetiği değiştirilmiş organizmalarla yapılan türler arası gen aktarımı sadece akraba türler ile kısıtlı değildir. İki canlı arasında da gen aktarımı yapılabilmektedir. Balıktan izole edilen bir gen çileğe aktarılabilir. Geleneksel ıslah çalışmalarında belli bir hastalığa karşı dirençli ya da belli koşullara dayanıklı bitki çeşitleri üretmek amaçlanır. Yeni bitki türleri elde

37


Vektör DNA’sı ve içine eklenen DNA parçasının oluşturduğu yeni DNA molekülüne Rekombinant DNA adı verilmektedir. Daha sonra bu molekül konak hücreye aktarılarak çok fazla miktarda üretimi sağlanır [7].

Bitkilere Gen Aktarımı Nasıl Yapılıyor?

etmek için araştırmacılar, seçim yapmadan önce, birbirine akraba olan farklı çeşitleri izleyip özelliklerini kaydederler. İstenen özelliklere sahip bitkiler, farklı çeşitlerin çaprazlanıp ortaya çıkan ürünlerin izlenmesi, daha sonra birçok kez yeniden çaprazlanma ve seçme yapılmasıyla elde edilir ve uzun soluklu bir çaba gereklidir. Gen aktarımında ise istenen özellikleri kodladığı belirlenen bir gen, bir başka canlıdan alınarak, özellikleri değiştirilmek istenen bitkiye aktarılır. Bu gen, bambaşka bir canlıdan, bir balık ya da bir bakteriden bile alınmış olabilir [1].

Gen Aktarımı Nedir? Bir canlının genetik özelliklerinin, canlının DNA’sının belli bir bölümünde değişiklik yapılarak, kesilerek, parçalanarak, eklene-

38

rek vb. başka bir canlı türüne aktarılarak yapılan değişime gen aktarımı denir. 1953 yılında, bilim insanları DNA molekülünün yapısını keşfettiler. 1972 yılındaysa, DNA’yı parçalara ayırıp bu parçaları birbirine eklemeye yarayan bir yöntem bulundu [6]. Bu yönteme “Rekombinant DNA” adı verildi. Rekombinant DNA teknolojisinin keşfi bir canlının DNA’sının başka bir canlıya aktarılmasına olanak tanıdı.

Rekombinant DNA’nın Üretimi Rekombinant DNA teknolojisinin esası çalışılan organizmadan izole edilen DNA’nın ilgili parçasının restiriksiyon adı verilen bir enzim ile kesildikten sonra bakteri plazmidleri gibi, kendisi çoğalabilen bir taşıyıcı DNA (vektör) içine entegre edilmesidir.

Bitkilerdeki verim kayıplarına neden olan hastalık, zararlı ve yabancı otlara karşı dayanıklı bitki üretimi prensibine dayanan genetiği değiştirilmiş bitkilerde günümüzde piyasa için geliştirilen ticari çeşitler: 22Lepidoptera familyasına ait böceklere dayanıklılık kazandırılan Bt geni aktarımı 22Glyphosate isimli seçici olmayan sistemik herbisite (yabani ot öldürücü) karşı dayanıklılık geni aktarımı Bitkilere gen aktarımında ticari olarak kullanılan iki yöntemden biri böceklere dayanıklılık, diğeri herbisitlere dayanıklılıktır.

Herbisitlere Dayanıklı Kültür Bitkisi Nasıl Elde Ediliyor? Glisofat (glyphosate) az miktarda kullanıldığında bile oldukça etkin bir yabani ot öldürücüdür. Seçici değildir. Bu sebeple uygulandığı alandaki tüm bitkileri öldürebilmektedir. Bu herbisit kısaca EPSP sentaz olarak adlandırılan bir amino asit sentez enziminin etkisini önlemektedir. EPSP sentez geninin üretimi artırıldığında glyphosate herbisiti-


ne direnç sağlanmaktadır. EPSP sentaz gen dizisi bir bitki virüs promotorunun ardına eklenmiştir. Bu gen, Agrobacterium vektörü aracılığıyla kültür bitkilerine aktarılmıştır. Bu geni taşıyan transgenik bitki glifosat herbisiti uygulamasından etkilenmezken, bu geni taşımayan bitkiler aynı türde olsalar bile herbisit ile kontrol edilebilmektedir [7]. Glisofata dayanıklı GDO’lu kültür bitkisini arazimize ektiğimizde yabani otlardan kurtulmak amacıyla kullanacağımız glifosat etken maddeli herbisit uygulamasından sonra arazideki tüm yabani otlar ölürken dayanıklılık kazandırılmış kültür bitkimiz zarar görmeden yaşamaya devam edebilecektir.

Böceklere Dayanıklı Kültür Bitkisi Nasıl Elde Ediliyor? Böceklere karşı dirençli gen aktarımlı bitkiler, Bacillus thrungiensis bakterisine ait bir gen taşıyorlar. Bu gen, bitkinin hücrelerine, ekinlere zarar veren böcekler için zehirli olan ancak başka canlılara zarar vermeyen bir madde üretmesi emrini veriyor. Bt bakterisi doğada, belli böcekler için zehirli ancak arılar gibi başka canlılara zarar verme-

yen bir protein üretir. Bakteriden bu proteinin üretilmesinden sorumlu gen alınıyor (izole ediliyor), mısır bitkisine ait bir hücreye aktarılıyor. Bitkiye aktarılmak istenen genle birlikte, aktarılacak genin hücreye kesin olarak girdiğini anlayabilmek için bir “işaret” geni bitkinin hücrelerine sokuluyor, Bu işaret geni de genellikle, hücrelerde antibiyotiğe karşı direnç sağlayan bir gen oluyor. Gen aktarımının hangi hücrelerde başarılı olduğunu görmek için bu hücrelere antibiyotik veriliyor. Aktarımın başarılı olduğu hücreler, antibiyotiğe direnç genini de aldıkları için ölmüyorlar. Aktarımın başarısız olduğu hücrelerse, antibiyotik verilince ölüyorlar. Gen aktarımı başarılı olmuş bitkiler ve onların tohumlarından çıkan yeni bitkiler, hücrelerinde Bt bakterisinin zehirli

İlaç kullanımını azaltmak için GDO’lu tohum üreten şirketlerin aynı zamanda zirai ilaç üreten şirketler olması veya bu şirketleri satın alan tekeller olması tesadüfi değildir.

proteinini üretiyorlar. Bu zehir, bitkiye zararlı böcekler üzerinde öldürücü etki yapıyor [1]. Gen aktarımlı bitki olarak en çok mısır ve soya tercih ediliyor. GDO’lu mısır Bt’nin toksin üreten Cry genini kendisinde barındırdığı için kendi toksinini kendisi üretmektedir. Mısırda zarara neden olan mısır kurdu, mısırdan beslenmeye başladığı zaman bu toksin kurtta mide zehirlenmesine neden olmakta ve ölüm meydana gelmektedir. Yapılan uygulamalar kimyasal ilaç kullanımını azaltmayı hedefleyen uygulamalar olarak gösterilerek halk kandırılmaya çalışılsa bile durum hiç de böyle değildir. İlaç kullanımlarını azaltmak için GDO’lu tohum üreten şirketlerin aynı zamanda zirai ilaç üreten şirketler olması veya bu şirketleri satın alan tekeller olması tesadüfi değildir. GDO’lu üretilen ürünlerin endüstriyel tarım ürünleri olması da tesadüfi değildir. GDO’lu gıdalar arasında en yaygın olanları; mısır, soya, kolza (kanola) ve pamuktur. Bu ürünler dünyadaki GDO ticaretinin %99’unu oluşturmaktadır. Neden mısırda ve soyada GDO çalışılıyor da portakalda çalışılmıyor dersiniz? Birinci ve en

39


güçlü neden; hem mısırın, hem de soyanın hayvancılık sektöründe hayvan yemi olarak ciddi bir yer tutmasıdır. Diğer neden ise özellikle mısırın, bugün çocuk mamasından, gofrete kadar yüzlerce ürünün içerisinde yerini almasıdır. GDO üretiminin % 85’i dört ülkede (ABD, Kanada, Arjantin ve Brezilya) gerçekleştiriliyor. Bu ülkeler içerisinde halkların düşmanı olan ABD’nin başı çekiyor olması da tesadüfi değildir. ABD’li emperyalist şirketler başta olmak üzere bugün ülkemiz dahil dünyadaki tarım ve gıda politikalarını sadece kendi lehlerine düzenlemeye çalışan tekeller geliştirdikleri ve vaat ettikleri ile ne halklara ne de ekosisteme fayda sağlayamaz, çözüm olamazlar. Tekellerin amacı ülkelerin gıda bağımsızlıklarını da ellerine almaktır. Canlılığın temeli olan tohumu ele geçirmek ve kendi isteklerine göre yönetmektir. Her sene üreticiyi kendilerinden tohum almaya bağımlı hale getirmektir. Ülkelerin kendilerine has biyoçeşitliliklerini yok etmektir. Amaçları; karlarına daha fazla kar, sömürülerine bir de gıda alanından daha fazlasını eklemektir. Çünkü emperyalistler güzel olan her şeye düşmanlardır. Ancak biz biliyoruz ki üzerinde yaşadığımız Anadolu bereketlidir. Rengarenktir, kültür doludur, çeşitlilik doludur. Bilgeliktir Anadolu. Bu bereketli topraklarda yıllardır yetişen gıdalardır bizim ihtiyacımız olan. Bilge köylüden öğreneceğimiz kollektif üretim-

40

Emperyalist tekellerin amacı ülkelerin gıda bağımsızlıklarını da ellerine almaktır. Canlılığın temeli olan tohumu ele geçirmek ve kendi isteklerine göre yönetmektir. Her sene üreticiyi kendilerinden tohum almaya bağımlı hale getirmektir. Ülkelerin kendilerine has biyoçeşitliliklerini yok etmektir. Amaçları; karlarına daha fazla kar, sömürülerine bir de gıda alanından daha fazlasını eklemektir. Ancak üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağı bereketlidir. Bu bereketli topraklarda yıllardır yetişen gıdalardır bizim ihtiyacımız olan. Bilge köylüden öğreneceğimiz kollektif üretimdir ihtiyacımız olan. Halkın kendi kendisine yetecek gıdasını kendisinin üretmesidir esas olan. dir ihtiyacımız olan. Halkın kendi kendisine yetecek gıdasını kendisinin üretmesidir esas olan. Bu sebeplerle alternatifsiz değiliz. Emperyalist tekellerin çare olarak önümüze sundukları bizlere ve dünya halklarına çare olamaz. Çare bu tekeller ile mücadele

etmektir. Tohumumuza, toprağımıza sahip çıkmaktır. Halk bahçeleri kurarak buralarda üretimler yapmaktır. tohum ambarları ile yerel çeşitlerimizi korumaktır. Kimyasal gübreler kullanmak yerine organik gübreler üretmektir. Yerellerde kollektif çiftlikler kurarak üretime geçmektir. Yazımızın ikinci bölümünde Dünya’daki ve Türkiye’deki GDO ürünlerinin üretimleri, mevzuatlardaki uygulamalar, biyogüvenlik protokolleri gibi GDO’ların günlük hayatımıza nasıl sessiz sedasız sokulmaya çalışacağını anlatacağız. Kaynaklar: [1] Zülal, A., Gen Aktarımlı Tarım Ürünleri, Bilim ve Teknik Dergisi, Mayıs 2003, sayı; 426, s. 38 [2] Ranere AJ, Piperno DR, Holst I, Iriarte J, Dickau R (2009), “The cultural and chronological context of early Holocene maize and squash domestication in the Central Balsas River Valley, Mexico”, Proc Natl Acad Sci USA 106:5014–5018 [3] Steven E. Lindow, Deane C. Arny, Christen D. Upper “Bacterial Ice Nucleation: A Factor in Frost Injury to Plants” [4] Redenbaugh, Keith, Bill Hiatt, Belinda Martineau, Matthew Kramer, Ray Sheehy, Rick Sanders, Cathy Houck and Don Emlay (1992). “Safety Assessment of Genetically Engineered Fruits and Vegetables: A Case Study of the Flavr Savr Tomato”. CRC Press. s. 288. [5] Anthoula Lazaris et al., “Spider Silk Fibers Spun from Soluble Recombinant Silk Produced in Mammalian Cells”, Science 295, 472 (2002) [6] Peter Walter; Alberts, Bruce; Johnson, Alexander S.; Lewis, Julian; Raff, Martin C.; Roberts, Keith (2008). Molecular Biology of the Cell (5th edition, Extended version) [7] Sozen, E., Yıldırım, A., ve diğerleri, “Rekombinant DNA Teknolojisi”, Moleküler Biyoloji, Nobel Yayınları, s. 470


MANTAR ÜRETİMİNİ NEDEN İSTİYOR, DESTEKLİYORUZ?

Tüm dünya üzerinde binlerce çeşidi bulunan mantar, besin değeri yüksek bir gıdadır. Özellikle protein ve demir bakımından oldukça zengin bir besin olan mantarda; A, B,C, P, D ve K vitaminleri ile kalsiyum, potasyum, fosfor, folik asit, selenyum, bakır ve çinko da bulunmaktadır. Aynı zamanda Bağışıklık sistemini güçlendirmeye olumlu etkisi olan mantar, bedensel ve zihinsel gelişimi de destekler. Mantarın yağ oranı çok düşüktür. Bu sebeple diyet menüle-

rinde sıklıkla kullanılır. Sindirim sistemini düzenleyerek hazmı kolaylaştırır. Cildin korunmasına yardım eder. Önemli bir antioksidandır. Şeker hastalığında kullanılır. Birçok kanser türüne karşı koruma sağlar. Özellikle mide kanserine karşı büyük faydası vardır. Tümörlerin büyüyerek yayılmasını engellemeye yardım eder. Hasar gören hücrelerin yenilenmesine yardım eder. İstiridye mantarı, anemi tedavisinde kullanılır. Mantar, %90’a yakın su içerir.

İçinde çok az miktarda karbonhidrat ve yağ bulunması nedeniyle 100 gr taze mantar yendiği zaman 30-40 kalori vermektedir. Dokuların yara aldığında hücrelerin kendini kolay tamir etmesine yardım eder. Kemik ve dişleri güçlendirir. Kolesterolü düzenlemeye, dengeye getirmeye yardım eder. Kalp ve damar hastalarına tavsiye edilen yiyeceklerin başında gelmektedir. Kan basıncını kontrol altında tutmaya yardım eder. Yüksek tansiyonu olanlar her yemeği, her yiyeceği yiyemiyorlar. Yüksek tansiyonu olan kişiler de korkmadan mantar tüketebilir. Tiroid bezlerine karşı koruma sağlaması da mantarın faydaları arasındadır. Mantar aynı zamanda iyi bir lif kaynağıdır. Bu sebeple bağırsakları rahatlatması da mantarın faydaları arasındadır. Tokluk hissi uyandırır. Yarattığı tokluk hissi sayesinde kolay acıkmamanızı ve az yemek yemenizi sağlar. Alzheimer hastalığı için de fayda sağlar.

41


Mantarda bulunan protein miktarı türe göre değişmekle beraber 100 gr mantarda 3-8 gr’dır. Mantar proteinin %70’i hazmolabilir niteliktedir. Ayrıca vücutta bu protein depolanmaz, günlük olarak kullanılır. Hayvansal proteinin ancak %3040’ı sindirilebilir. Özellikle etle alınan protein fazlası vücutta depolanmaya başlayarak birikir. Protein birikmesi özellikle kalp ve damar hastalıkları olan kişiler için sakıncalıdır. Mantar çok hızlı bir şekilde yetişir. Hasat süresi 40-45 gündür. Yılda 4 kez hasadı yapılabilir. Bir metrekarelik bir alandan 10-15 kg mantar almak mümkündür. 25-30 kg ağırlığındaki bir torbadan takriben 2-6 kg ürün alınır. Bir aile kendi evinde yetiştirip, kendi yemeklik mantarını üretebilir. Ekmek için tarla gerekmez; bodrum katlarda, garajda, bir odada, bir evde.. Nemli her ortamda yetiştirilebilir. Birçok farklı yemeği, sotesi, çorbası yapılan mantar, krep gibi yiyeceklerin içine de ilave edilerek harika tatlar oluşturur. Çok kısa sürede pişmesi ve pratik olması sebebiyle de, yemeklere ilave edilerek kolayca pişirilebilir. Özellikle yaz aylarında soğan, biber ve domates ile birleştirilerek enfes sulu yemeği yapılabilir. Mantar üretmek istiyoruz; çünkü halkın açlık sorununa basit ve besleyici çözümlerimiz olsun istiyoruz. Mantar belirli yöreler hariç bizim mutfak kültürümüzde çok yaygın olmamasına rağmen; birçok yöremizde

42

mutfağına girmiştir. Örneğin Dersim’in kendine has bir mantar türü (kunkor) vardır. Burada mantarı kurutarak da kullanırlar. Halkımız et alamıyor ama proteini mantardan karşılayabilir. Filistin’de özellikle hamile kadınlar için mantar üretimi yapılmıştır. Mantarın kadınların bebeklerini emzirmesi için çok faydası vardır. Filistin’de hamile kadınlar, bunu bilerek bol miktarda mantar tüketmişlerdir.. Biz mantar üretimini öğrenerek, halkımıza öğretmek istiyoruz. Evlerde yaygın hale getirmek istiyoruz. halkımız açlık ve yoksullukla karşı karşıya. Yeterli ve sağlıklı beslenme gibi çok çok önemli bir sorunu var. Biz de bu soruna alternatif çözümler üretmek istiyoruz. Üreteceğiz de... Öncelikle yoksul mahallelerde bunu yapacağız. En yoksullara gideceğiz ve onların beslenme sorunlarına çözümler arayacağız. Mantar üretiminin buna geçici de olsa bir çözüm olacağını düşünüyoruz. Masraflı bir iş değil mantar üretimi. Güneş gerektirmiyor. Uygun ısı koşulu istiyor, nem istiyor. Bu konuda daha önce rüzgar türbini üreten insanlarımıza gidip onlardan öğrendiğimiz gibi, mantar üretim yapan halkımıza da gidecek, onlardan öğreneceğiz. Mantar üretimi noktasında bazı uyarılarımız da olacak. Aşağıda bunlardan bazıları yer alıyor. Bu konuya ilerleyen sayılarımızda daha çok yer vereceğiz elbette... 22Mantar yetiştiriciliğinin olmazsa olmazı sonbahar hava-

sının yaratılmasıdır. Yani güneş ışığı almayan, rutubetli, nemli bir ortam yaratılması gereklidir. Bu ortam; klima, nemlendirme, ışıklandırma, havalandırma sisteminin kurulması ile sağlanabilir. 22Misel denilen mantar tohumlarının bulunması ve ekilmesi önemlidir. Hangi mantar yetiştirilecekse o mantarın miselinin ekilmesi gereklidir. İstiridye mantarı olarak geçen ancak halk arasında ağaç mantarı, kayın, kavak, ürgen mantarı olarak da bilinen mantar, beyaz şapkalı mantarlara göre hem daha dayanıklı hem de daha lezzetlidir. İstiridye mantarının tadı kuzu eti tadındadır. 22Mantar miselleri yani tohumları toprağa değil, kompost adı verdiğimiz bitki artıklarından elde edilen yerlere ekilir. Kompost olarak genelde saman kullanılsa da en iyi başarı pamuktan elde edilir. 22Beyaz mantar dayanıksız bir mantar olduğu için küflenmenin üretime zarar vermesini engellemek için ciddi bir ilaçlama yapılır. Özellikle formaldehit kullanımı yaygındır. Formaldehitin koklanması bile uzun vadede ciddi rahatsızlıkların temelini oluşturacaktır. Mantar yetiştiriciliğinde kullanılan kimyasal miktarının fazla olmasından kaynaklı dikkat edilmesi gereklidir. Bu uyarıların dikkate alınması sağlığımız açısından da çok önemlidir diyor, açlığın olmadığı bir dünya yaratacağımıza olan inancımızı bir kez daha belirtiyoruz..


KENDİ İÇME SUYUMUZU ARITIYORUZ Karl Marx, çevre ve kapitalizm ilişkisini tanımlarken kısaca “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” diyerek durumu çok kısa bir şekilde özetlemiştir. Günümüzde kapitalizm için her şey meta, her şey bir kar amacıdır. İnsanın yaşaması, hayatta kalabilmesi için gereken en temel ihtiyaç olan temiz su ise bu sistem tarafından çok önemli bir meta haline getirilmiştir. Sanayinin gelişmesi, üretimin artmasıyla kaynak sular kullanılmaya başlamış ve atıksular oluşup desarjları derelere, nehirlere, denizlere verilmiştir. Pek çok canlının (insanlarında) mevcut içme suyu kaynakları tahrip edilmiştir. Tabiî ki kapitalizm boş durmamış, insanların en doğal hakkı olan suları arıtmış ve bir hizmet adı altında devlet kurumları aracılığıyla satmaya başlamıştır. Dikkat ederseniz eğer ödediğiniz su faturalarında

enerji komitesi

su tüketim bedeli, çevre temizlik vergisi, bakım ücreti, tamir ücreti, kesme-açma, ve atıksu bedeli bulunmaktadır. Yani kapitalistler hakkımız olan suları kirletip, ardından belediyeler aracılığıyla belirlenen kriterlere “uygun” bir şekilde arıtarak evlere şebekeler bağlamıştır. Yani kısacası temiz suya erişebilmek için bir bedel ödemek zorunda bırakılıyoruz. Ancak, tüm bu bedellere rağmen evimize ulaşan su ya içilebilir değil ya da öyle olmadığına inandırılıyoruz. Böylece kapitalistler su gibi hayati bir ihtiyacımızı bir meta haline dönüştürüp suları şişeleyip bize satmakta ya da arıtma cihazları pazarlamaktadır. Çünkü en temel ihtiyacımız olan suyun içilebilir düzeyde olması gereklidir. Kapitalistler kendi ürünleri olan şişelenmiş suyun çeşme suyundan daha sağlıklı ve temiz olduğunu söyleyerek yıllarca

yalan söylemişlerdir. Birçok ülkede yapılan analizlerde şişelenmiş suyun çeşmeden akan sudan daha kirli olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Kaldı ki ülkemizde suların şişelendiği plastik şişeler doğru muhafaza edilmemekte, çeşme suları şişelenip satılmakta, damacanaların pompalarının temizliği kontrol edilmemekte ve daha temiz su içelim derken daha kirli sulara daha çok para verip kendimizi hasta etmekteyiz. Artıma cihazları ise ya çok pahalı ya da birçoğu merdiven altı ürünü olup, işlevsiz cihazlardır ve halkımıza ucuz arıtma cihazı olarak satılmaktadır. Ayrıca, arıtma cihazlarının belirli periyotlarla bakımlarının yapılması gerekmektedir, mesela filtrelerin değişmesi gibi. Ancak bu filtreler çok pahalı olduğu için ve gerekli periyotlar takip edilmediğinden filtreler değiş-

43


tirilmemekte ve arıtma cihazları işlevsizleşmekte, çeşmeden gelen suyu daha da kirletebilmektedirler. Temiz suya erişim en doğal hakkımızdır. Alınan vergilerle, su faturalarıyla çeşmelerinden akan suları gönül rahatlığıyla içilebilmeliyiz. Ancak, ülkemizde alt yapı sektörü diğer sektörler gibi kar getirmediğinden, gösterişli ve şatafatlı olmayışından her zaman 3. 5. sıraya atılmış önemsenmemiş, ucuza kaçılmıştır. Ömürlük borular kullanılmıyor, eskimiş borular değiştirilmiyor ve iletim hatlarında yaklaşık %80’lere varan kayıp yaşanıyor. İçme suyu için kullanılan barajların su kalitesi gün be gün değişiyor. İçme suyu arıtma tesisleri ise bu değişime göre revize edilmediğinde arıtma konusunda yetersiz kalıyor. Bu

44

sebepten çeşmelerimizden akan sular içilebilir su standartlarına ulaşamıyor. Temiz ve sağlıklı suya erişebilmek için istesek de istemesek de belediyelere vergilerimizi ödüyoruz. Belediyeler bu sebeple bize içme suyu standartlarına uygun su iletmek zorundadırlar. Bu sebeple, çeşmelerimizden akan su sağlıklı olmadığında şikayette bulunup hakkımızı her zaman aramamız gerekir. Ancak bu sistemde sistemin maşası olan bu kurumlardan bir çözüm beklemek malesefki her zaman çözüm olamıyor. Bu sebeple içme suyu problemimizi bu sisteme bağlı kalmadan kendimiz çözebiliriz. Tıpkı barınma sorunu yaşayan halkımız kendi evini kendi kurduğu, içme suyu hattını kendi döşediği, elektrik hattını kendi çektiği gibi.

Halkımız temiz içme suyunu kendisinin elde edebileceğini biliyoruz ve bizler halkın mühendis mimarları olarak onlara öncülük edip temiz su problemimizi enerji sorunumuzu çözebildiğimize inandığımız gibi çözebileceğimize inanıyoruz. Bu sebepten yoksul mahallere çeşmeler kuruyoruz.

Çeşmelere

şebek

suyu bağlanacaktır ancak her bir çeşmemize arıtma cihazımı kendimiz yapacağız. Bakımlarını filtre değişimlerini takip edeceğiz. Yoksul halkımızın temiz su ihtiyacınız ucuz ve güvenilir bir yolla sağlayacağız. Bu sebepten kendi arıtma cihazlarımızı kendimiz üretiyoruz. Gelin hep birlikte bu sorunu birlikte çözelim, kendi arıtma cihazlarımızı yapalım!


BİLİME İDEALİST YAKLAŞIM VE TÜBİTAK İnsan yeryüzünde ortaya çıktığı günden itibaren yaşadığı doğayı anlama çabası içerisinde olmuştur. Bu çabanın sonucu olarak elde ettiği çeşitli bilgileri kendi ihtiyaçlarının giderilmesinde ve yeni bilgilerin üretilmesinde başarılı bir şekilde kullanabilmiştir. İnsanlığın gelişiminde iki temel bilgi üretimi yaklaşımı görmekteyiz. Bunlardan birincisi; “yeni bir şey bulmuyoruz aslında, var olanı açığa çıkarıyoruz” şeklinde özetlenebilecek idealist yaklaşımdır. Bu yaklaşımın temsilcilerine göre ruhumuzda doğuştan bilgiler bulunur ve bu bilgiler dış dünyadan elde edilmiş olamazlar; çünkü dış dünya böyle bir içeriğe sahip olamaz. İkinci bilgi üretim süreci ise her şeyin maddeden oluştuğunu ve bilinç de dahil olmak üzere bütün her şeyin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren, ön kabul olan hiç-

bir metafiziksel kavramı kabul etmeyen materyalist yaklaşımdır. Materyalist yaklaşımın savunucularına göre bütün önermeler gözlem ve deneylerle doğrulanmalıdır. Bilim alanında bu iki yaklaşımın en şiddetli çatışması Rönesans döneminde gerçekleşmiştir. Materyalist bilim yaklaşımının bu mücadeleyi kazanmasıyla beraber gözlem ve deneyi esas alan inceleme tekniği günümüz bilimsel çalışmaların ana karakterini oluşturmuştur. İdealist bakış açısı bu süre zarfında boş durmamış, yeri geldiğinde ulaşılan bilgileri kendine mal etmeye çalışarak çeşitli dini metinlerde ya da kutsal kitaplarda bu bilgilerin yer aldığını öne sürmüştür. Bunu yapamadığı zamanlarda ise bilimin ana dayanaklarından pozitivizm ve determinizm kavramlarını ihlal etme yolunu seçmiştir. Pozitivizm; bilimsel sorgunun,

bir dış kaynaktan gelen nihai sebepleri aramayan, doğrudan gözleme açık olan gerçekler arasındaki ilişkilerle sınırlı olduğunu söyleyen görüştür. [1] Determinizm ise şöyle özetlenebilir: “Evrende bir düzen vardır ve nedenler-sonuçlar bu düzen içerisinde işler. Bu düzen çözüldüğünde nedenler ve sonuçlar açıklanıp daha sonra gelişecek olayların bilgisini elde etmek mümkün olacaktır.” [2] “Bilim; doğruyu değil, en doğruyu arar” sözü, bilimsel uğraşıyı güzel bir şekilde tanımlamaktadır. Doğada bir olayı gözlemlediğimizde “neden-nasıl bu şekilde oluyor” sorusunu sorarız. Bu sorulara verdiğimiz cevaplar bizi öncelikle bilimsel yöntemde olaylar arasında ilişkiler kurmak ve olayları bir nedene bağlamak üzere tasarlanan ve geçerli sayılan varsayım (hipotez) olarak adlandırılan önermelere ulaştırır. Bilimsel bir ifadenin hipotez

45


kabul edilebilmesi için sınanabilmesi gerekir. Deney ve testler sonucunda “sürekli olarak” varsayılan sonucu veren hipotezler, teori (kuram) olarak adlandırılırlar. Bilimsel bilginin sürekli olarak bir teste tutulması, içerisinde hatalı olanların ayıklanması ve yeni bilgilere ulaşılabilmesini sağlamaktadır. “Yapılan her araştırma veya bilimsel olduğu iddiasındaki her çalışma bilimsel midir?” sorusunu cevabı “hayır”dır. Eğer çalışmanızda incelediğiniz olayın gerçekleşmesinin sebebini ilahi bir güce dayandırırsanız bilimin pozitivizm yönünü ihmal ediyorsunuzdur. İncelemede nedenleri ve sonuçları açıklayabiliyorken daha sonra gelişecek olayların bilgisinin elde edilmesinde bir belirsizliğin var olacağını söylüyorsanız bu seferde bilimin Determinizm ilkesini çiğniyorsunuz demektir. Bu iki ilkeyi es geçerek ulaştığınız bilginin bilimsel bir bilgi olmaktan ziyade felsefi bir bilgi olduğunu söylemek gerekir. Tanrının tüm canlıları bir seferde ve mükemmel olarak yarattığı görüşüne sahip bir eğitim modelinin evrim teorisini içermesi ve insanları her konuda çalışmaya teşvik etmesi mümkün değildir. Sanayi devrimi ile beraber mevcut teknolojiyi kullanabilecek eğitimli insan gücüne olan ihtiyaç artmıştır. Bilimsel bir altyapısı olmayan insanların teknolojiyi kullanmalarının zorluğunu fark eden devletler eğitimdeki teolojik öğelere savaş açmışlardır. Bu öğeleri etkisiz-

46

Doğada bir olayı gözlemlediğimizde “neden, nasıl bu şekilde oluyor” sorusunu sorarız. Bu sorulara verdiğimiz cevaplar, bizi öncelikle bilimsel yöntemde olaylar arasında ilişkiler kurmak ve olayları bir nedene bağlamak üzere tasarlanan ve geçerli sayılan varsayım (hipotez) olarak adlandırılan önermelere ulaştırır. Bilimsel bir ifadenin hipotez kabul edilebilmesi için sınanabilmesi gerekir. Deney ve testler sonucunda “sürekli olarak” varsayılan sonucu veren hipotezler, teori (kuram) olarak adlandırılırlar. Bilimsel bilginin sürekli olarak bir teste tutulması, içerisinde hatalı olanların ayıklanması ve yeni bilgilere ulaşılabilmesini sağlamaktadır. leştirebildikleri oranda başarılı olmuşlardır. Bu zorunluluk sonucunda eğitim müfredatları, o güne kadar ulaşılan bilimsel bilgi birikimini içerecek şekilde yeniden düzenlenmiştir. Belirli bir grubun tekelinde olan bilim ve sanat faaliyetleri eğitim ve öğretimin zorunlu hale getirilmesi

ile beraber geniş halk kesimlerine ulaşabilmiştir. Demokrat Parti tarafından 1954 yılında kapatılıncaya kadar çalışmalarını yürüten Köy Enstitüleri teknik bilgiyi ve sanatı halka ulaştırmada başarılı olabilmiştir. Bu kurumun kapatılmasından sonra ülkemizde benzer bir görevi üstlenecek TÜBİTAK, Türkiye’nin planlı ekonomi dönemine geçişiyle birlikte, 24 Temmuz 1963 tarih ve 11462 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren, 17 Temmuz 1963 tarihli 278 sayılı kanun ile kurulmuştur. Başlangıçtaki misyonu bilimsel araştırmaları ve genç bilim insanlarını desteklemek iken, bugün bünyesinde barındırdığı onlarca birimle birlikte, tarım politikalarının yönlendirilmesinden, Ar-Ge projelerinin desteklenmesine kadar farklı alanları kapsayan bir misyona sahip olmuştur. [3] TÜBİTAK, kuruluşundan AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadarki çalışmalarında ve desteklemelerinde her ne kadar eleştirilebilir olsa da gelişmiş ülkelerdeki bilimsel ilerlemeyi takip etmeye çalışmıştır. AKP ise iktidarını sağlamlaştırmanın yolunu halkımızın bilgisizleştirilmesinde görmüş ve buna yönelik adımlar atmıştır. Günümüzde bu politikasından vazgeçmiş değildir. Türkiye’de bilim adına bir şeyler yapmaya çalışan üniversiteleri, enstitüleri, akademileri itibarsızlaştırmaya çalışmakla yetinmeyen AKP, pervasız bir kadrolaşmayla beraber bu kurumlarımızın içerisini boşaltmaya başlamıştır. Bu saldırıdan


TÜBİTAK da payını almıştır. Her yıl ortaöğretim öğrencilerini bilimsel alanlarda çalışmaya teşvik etmek amacıyla “Araştırma Projeleri Yarışması” düzenlenmektedir. 2016 yılına geldiğimizde yarışmaya bilgisayar, biyoloji, coğrafya, değerler eğitimi, fizik, kimya, matematik, psikoloji, sosyoloji, Türk dili ve edebiyatı, teknolojik tasarım ve tarih alanlarında başvuru kabul edildiğini görmekteyiz. Yönetici kadrosuna AKP’lilerin getirildiği bu kurumun düzenlediği yarışmalarda yarışan ve/ veya ödül alan projelerin konuları ve içeriği anlamında gazetelere, karikatür dergilerine konu olmaya başladı. Ortaöğretim öğrencilerini bilimsel araştırma ve çalışmalara teşvik etmek amacı ile düzenlenen bu proje yarışmalarında son yıllarda ödül alan projelere bir göz atalım. 2014 yılında tarih dalında ödül alan projeler şöyle: “Tayland’da Osmanlı İzleri”, “Milli Birlik ve Beraberliği Çanakkale Ruhu ile Yakalamak”, “Tarih Sahnesinin Bilinmeyen Yüzleri: Kubbetü’l İslam’da Babalar”. 2016 yılında ise “değerler eğitimi” isimli bir dal da ödül verilen kategoriler arasına eklenmiş. Bu kategoride sunulmaya değer projeler olarak finale kalanlar ise şunlar: “Cuma Namazının Sosyalleşmeye ve Toplumsallaşmaya Etkisi: Şarkikaraağaç İlçesi Örneği”, “Tebessüm ve Selamın Temiz Dünyalara Etkisinin Araştırılması”, “Milli Karakterlerin Çocuk ve Gençlerin Oyun ve Kırtasiye Objelerine

Bartın’daki TÜBİTAK Bilim Fuarları Sergisindeki projelerden biri: “Tatlı Kelam”

Yerleştirilmesi ile Rol Model Alınmasını Sağlamak”. Tarih dalında finale kalan projeler ise şöyle listeleniyor: “Nijer’deki Osmanlı Soyu Projesi”, “Diriliş Ertuğrul Dizisinin Analiz Edilerek Tarih Öğretimi ve Öğrenciler Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesi”, “Osmanlı Geleneği Işığında Yeni Bir Maarif Sistemi ve Osmanlıca Mezar Taşlarının Okunması ve Günümüz Türkçesine Çevrilmesi ile İlgili Bir Tekno Tarih Çalışması”. Coğrafya kategorisinde “Donmak Yok Üretime Devam” başlıklı proje finale kalırken, Sosyoloji dalında ise “Medyada Gerçeklik Algısı: Güçlü Devlet, Güçlü İstihbarat” dikkat çeken finalistler arasında. [6] Yıllara göre proje isimlerinin ve içeriklerinin gittikçe bilimden uzaklaştığı açıkça görülmektedir. Bu durum Sosyal Bilimlerde daha dikkat çekici bir durumdadır. Fen Bilimlerinde durumun farklı olduğu ne yazık ki söyleyemiyoruz. Bu noktada birkaç tane projeyi bilimsel bakış açısıyla yorumlamaya çalışalım. Gazetelerde ve internet sitelerinde Küba doktorların uzun yıllar süren araştırmalarının

sonucunda kanserli hücrelerin yayılmasını engelleyen aşıyı bulmaları ile ilgili haberleri okuduktan sonra benzer bir konuda projemiz var mıdır diye düşünen arkadaşlar ne yazık ki var Tübitak “Araştırma Projeleri Yarışması”nda “Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma” başlıklı bir proje finale kalmıştır. [7] Türk Dili ve Edebiyatı alanında hazırlanmış “Tillo Evliyalarının Kerametlerinin Derlenmesi” isimli bir proje TÜBİTAK’ın Van’daki bölge sergisine davet edildi. Bazı akademisyenler tarafından bilimsel bulunmayınca halk olarak çok üzüldük. Bu üzüntümüz “EKG Önlüğü İle Mahremiyeti Korumak” adlı projenin bölge sergilerine katılmaya hak kazanması ile birazcık azaldı. Çünkü biliyorduk ki bu proje sağlık alanında çok önemli gelişmeleri de beraberinde getirecekti. [8] Modern bilim her ne kadar dua ile bitki yetiştirmeyi akıl edemese de biz ülke olarak bunu başarmış ve TÜBİTAK Bilim Fuarları Sergisinde “Tatlı Kelam” adlı bir projeyi hayata geçiriyor

47


Bingöl’de TÜBİTAK Bilim Fuarları Projesi kapsamında geliştirilen “Hacı Robot”

ve bilimsel bulgumuzu “Bir aylık çalışmanın sonunda güzel söz ve duayla bakımı yapılan bitki daha hızlı ve güzel bir gelişim gösterdi, olumsuz ifadelerin kullanıldığı bitki ise aynı bakım yapılmasına rağmen yavaş gelişim gösterdi.” şeklinde özetliyorduk. [9] Gelişmiş ülkelerin başka gezegenlere robot göndermesini imrenek izlemeyin! Robotik alanında onları kıskandıracak bir projemiz var ‘Hacı Robot’ her ne kadar belirlenen rotayı izlemese de elbet bu sorunu aşacağız. [10] Yazımızda biraz mizahi dille anlattığımz projelerin bilimsel açıdan sorunlu olduğu ortadır. Ancak bu durumun sebebinin öğrenciler olmadığı bellidir. Projelerde danışmanlık yapan eğitimcilerin yapılan bir çalışmanın hangi durumlarda bilimsel olacağını öğrencilerine öğretmiş olmalarını beklerdik. Maalesef bu olmamıştır. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan projeler sergilere katılabilmiş, bazıları ise ödül almıştır. TÜBİTAK jürisinin lise öğrencileri için düzenlenen bilim yarışmasına almadığı bir projede; öğrencilerin şeker hastalarının iyileşmeyen yaraları için atık yengeç ve karides kabuk-

48

larından yara bandı üretmesi ve bu projede ABD’deki Genius Olimpiyatları’nda dünya birincisi olması, jürilerin niteliğini ve TÜBİTAK’ın bilime bakışını net biçimde ortaya koymaktadır [11] Mevcut iktidarın bakış açısına uygun, içerisinde milli, dini, helal vb. kelimeleri barından projelerin maddi olarak desteklenmesi veya sergilenmesi ülkemizin bilimsel çalışmalar yaptığı ve başarılı olduğu sonucunu çıkarmayacaktır. Günümüz biliminin ilgi alanlarına merak duyan, insanlığa faydalı olan projeler üretme çabasında bir gençlik oluşturmak için öncelikle eğitim ve öğretim müferadatında dini ve bilimsel olmayan öğelerin olmaması gerekir. İncelenen olgunun sebebini ilahi bir güce dayandırmak hem bilimsel değildir hem de ciddi değildir. Gençlerimizin bilimsel bakış açısına sahip olmasında geçmiş yıllarda TÜBİTAK’ın önemli çalışmaları olmuştur. Ancak bugün, TÜBİTAK; AKP’ye şirin gözükmek amacıyla, eskiden yayınladığı dünyadaki bilimsel gelişmeleri yakından izleyen bazı kitaplarını basmaktan vazgeçmiştir. Düzenli

çıkardığı “Bilim ve Teknik” dergisinin de bilim ve teknik ile bir alakası kalmamıştır. Ülkemizde bilimsel veya teknolojik çalışmalar yapan kurumların sayısının çok az olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Bu kurumlarımızın asli görevlerine dönebilmelerinin en önemli yolu mali ve idari özerklikten geçmektedir. Bilim; bağımsızlığın olmadığı, baskının olduğu topraklarda yeşeremez. İnsanlarımızın ve kurumlarımızın bilimsel çalışma yapmaya istekli olduğunun bilincinde olan, onları destekleyen bir toplum olmak zorundayız. Bilime merak duyan gençlerimizi bilimsel bilginin nasıl üretileceği ve kullanılacağı konusunda bilgilendirir ve çalışmalarında desteklersek dış teknolojiye olan bağımlılığımız ortadan kalkacaktır ve ülke olarak biz de insanlara faydalı bir şeyler üretmiş olacağız. Bunun başka bir yolu yoktur. Kaynaklar: [1] Pozitivizm, Vikipedi [2] Determinizm, Vikipedi [3] TÜBİTAK, Vikipedi [4] Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında Kanun, tubitak.gov.tr [5] Varsayım, Vikipedi [6] TÜBİTAK’ta namazlı ecdadlı ‘bilim gelişimi’, BirGün, 11 Mayıs 2016 [7] TÜBİTAK yarışmasında “Kansere Karşı Dua” projesi, CNN Türk, 23 Mart 2016 [8] TÜBİTAK bu projeyi kabul etti: ‘Tillo Evliyalarının Kerametleri’, soL Haber, 17 Nisan 2016 [9] “İmam hatipte TÜBİTAK sergisi: Duayla yetiştirilen bitki projesi”, soL Haber, 25 Mayıs 2016 [10] Ortaokul öğrencilerinden proje: ‘Hacı Robot’, BirGün, 25 Mayıs 2016 [11] TÜBİTAK’ın beğenmediği proje dünya birincisi oldu, Hürriyet, 26 Haziran 2016


EMPERYALİZMİN YENİ OYUNCAĞI:

Temmuz ayının başında bir oyun piyasaya çıktı. Adı Pokemon Go olan bu oyun, kısa süre içerisinde dünyada milyonlarca insanın akıllı telefonundan, parmaklarının ucundan düşmeyen bir bağımlılık halini aldı. 90’lı yılların ikinci yarısında televizyonlarda gösterilen Japon çizgi filmi Pokemon’u birçoğumuz hatırlıyordur. O dönemin çocuklarının en çok izlediği çizgi filmlerden biri olan Pokemon’un kart oyunu bile çıkmıştı. Bugün

ise mobil cihazlar için piyasaya sürülen Pokemon Go, çıktıktan sonraki 3 gün içinde sadece ABD’deki mobil cihazların %5.16’sına yüklenmiş. Yine ilk 3 gün itibariyle; ABD’deki tüm Android cihaz kullananların %3’ü düzenli olarak Pokemon Go uygulamasına girmiş. Twitter içinse bu oran %3.5. Yani Pokemon Go, sadece ilk 3 günde Twitter’a yaklaşan boyutta bir çılgınlıkla oynanmış. [1] Aynı sürede; Pokemon

Go’nun dağıtımcı şirketi olan Nintendo’nun hisseleri ise %53 oranında arttı ve şirketin piyasa değeri, 9 milyar dolardan fazla yükseldi. Sonraki 2 hafta içinse piyasa değerindeki artış, 25 milyar dolardan fazla oldu. Şirketin piyasa değeri 6 Temmuz’da 17 milyar dolar iken, 19 Temmuz’da ise 42.5 milyar dolar oldu. Türk Hava Yoları’nın (THY) bütçesinin 2.8 milyar dolar olduğunu düşünürsek, Nintendo’nun 2 ayda 9 THY kadar büyüdüğünü görüyoruz. [2]

49


İnsanların Çılgınca Oynadığı Bu Oyun Nedir ve Nasıl Oynanır?

nı açıp, bu sayede gördüğünüz

Pokemon Go, Android ve iOS telefonlarla oynanan, gerçek zamanlı çevrimiçi bir oyun. Oyun yüklendiğinde telefonun GPS’i ve kamerası kullanılarak sizin konumunuzla birlikte gerçek dünyanın bir haritasını gösteriyor. Pokemon (Pocket monster – cep canavarı) denen yaratıklar gerçek hayata entegre ediliyor. Telefonunuzdaki uygulamayı kullanarak çevrede bulunan Pokemon’ları saptıyorsunuz. Daha sonra telefon kamerası-

sunuz. Bulunduğunuz bölgede

50

Pokemonlara “Poke Topu” ile vurarak onlara sahip olabiliyor-

Pokemon yakalıyor, yakaladığınız Pokemonları da diğer oyuncuların Pokemonlarıyla dövüştürüp takas edebiliyorsunuz. Oyun sizi dış mekanda Pokemonların en çok yaşadığı alanlara gitmeye itiyor. Doğru düzgün oynayabilmek için yerinizden kalkıp dışarı çıkmak gerekiyor. Siz elinizde telefonla ilerledikçe, oyundaki karakteriniz de ilerliyor. Çevrenizde Pokémon belirdiğinde telefonunuz titreyip sesli uyarı veriyor. Çevrenizdeki parklar, bahçeler, ibadet yerleri, göller, dereler, ormanlık alanlar vb. (Google haritalar’ın yardımıyla) oyuncular için hazine sandıkları (PokeStop) oluyor. Buralarda kendilerine lazım olan eşyaları toplayan oyuncular, kendileri gibi bu mekanlara gelen diğer oyuncularla tanışabiliyor. Oyunu diğer oyunlardan farklı kılan şey; Pokemon Go’nun artırılmış gerçeklik oyunu olması. Artırılmış gerçeklik; gerçek dünyadaki gördüklerimizin, duyduklarımızın bilgisayar tarafından üretilen ses, görüntü, grafik ve GPS verileriyle zenginleştirilerek meydana getirilen canlı, doğrudan veya dolaylı fiziksel görünümüne; kısaca gerçekliğin bilgisayar tarafından değiştirilmesi ve artırılmasına deniyor. Oyunda ise; yürürken bir Pokemona rastladığınızda, telefonunuzun kamerasını açıp o pokemonu gerçek dünyadaymış gibi görüyorsunuz. Bir başka deyişle artırılmış gerçeklik, gerçek dünya ile sanal dünya arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor. Bu da Pokemon Go’nun dünyanın dört bir yanın-


da bu kadar popüler olmasının, insanların çılgınlar gibi Pokemon Go oynamasının bir başka nedeni. [3, 4]

Pokemon Go Çılgınlığına Örnekler Bugün İstanbul’da birçok park, insanların sıklıkla gittiği kafeler; bugün Pokemon Go oynayanların buluştukları noktalar olmuş durumda. 4-5 metrekarelik bir alanda 50-60 kişinin garip hareketler yaparak dakikalarca kendi akıllı telefonlarına gömüldüğünü, sonra da birinin bağırarak “Gürbüz Çay Bahçesi’nde PokeStop varmış” deyip de herkesin bir anda çay bahçesine doğru koştuğunu görürsek bu durumu “garipsemememiz” gerek; bilmeliyiz ki bu kişiler Pokemon Go oyuncuları ve Pokemon avlamaya çalışıyorlar… Bu yine Pokemon Go ile ilgili örneklerin en normali diyebiliriz. Ülkemizde ve dünyada çok daha ilginç hikayelere rastlıyoruz haberlerde. Biri mühendis, biri öğretmen olan iki kişinin Nişantaşı’nda Pokemon avlarken Şişli İlçe Emniyet Müdürlüğü Çocuk Büro Amirliği’nin önüne kadar gelip burada telefonlarının kameralarıyla Pokemon yakalamaya çalışırken gözaltına alınması, ODTÜ Makine Mühendisliği 1. sınıf öğrencisi bir gencin “Yargıtay’da Pokemon buldum” diyerek Yargıtay’a girmeye çalışması, bunlardan birkaçı. Ama Pokemon Go ile ilgili tüm haberler; yukarıdakiler gibi “insanların gülüncüne giden”

haberler olmuyor. Pokemon Go çılgınlığı; cinayet, hırsızlık, trafik kazası, gasp ile sonuçlanan olaylara da yol açabiliyor. İşte buna örnekler: “Amerika Birleşik Devletlerinin Florida eyaletinde, Pokemon GO oynayanlar, farkında olmadan gecenin bir yarısında farkında olmadan haneye tecavüz etti. Ev sahibi, mülküne girenlere ateş açtı.” [5] “Guatemala’da 18 yaşındaki Jerson Lopez de Leon ve 17 yaşındaki kuzeni Daniel Moises Picen pokemon yakalamak için izinsiz girdikleri evde vuruldu. Olayda Picen’in ağır yaralanırken Leon hayatını kaybetti.” [6] “New York’un Auburn bölgesinde otomobil kullanırken, akıllı telefonu ile Pokemon yakalamaya

çalışan sürücü, ölümün eşiğinden döndü. Sürücü, dikkatini kaybederek olanca hızıyla bir ağaca çarptı.” [7] “ABD’de Pokemon Go oyuncularının sıkça gittikleri yerleri belirleyen silahlı 4 kişi, ıssız noktalara gelenlerin para ve değerli eşyalarını gasp etti.” [8] “İngiltere polisi, Pokemon GO oyunu kitlesel olarak oynanmaya başladığı günlerden bu yana, oyunla ilişkili olarak 300’ü aşkın cinsel saldırı, hırsızlık ve trafik kazası kayıtlara geçtiğini duyurdu. Yetkililer, bir adamın çocukları “evinde çok sayıda Pokemon olduğunu” söyleyerek kandırıp eve kapattığını, çok sayıda oyuncunun telefonlarının çalındığını, bir oyuncunun ise cinsel saldırıya uğradığını duyurdu.” [9]

51


“Japonya’da bir kamyon şoförü, Pokemon Go oynarken iki kadına çarptı ve birinin ölümüne neden oldu.” [10]

Pokemon Go - Google - CIA İlişkisi Pokemon Go’yu geliştiren Niantic firması, 2010 yılında Google’ın alt şirketi olarak kuruldu. Niantic’i kuran John Hanke, 2001 yılında Keyhole şirketini kurmuştu ve bu şirketin finansmanı, CIA’nın girişim sermayesi kolu olan In-Q-Tel fonları üzerinden gelmekteydi. [11, 12, 13] Pokemon Go, Niantic şirketinin ilk artırılmış gerçeklik oyunu değil. Daha öncesinde de 2012 yılında Ingress isimli bir artırılmış gerçeklik oyunu piyasaya sürdü. Ingress de Pokemon Go gibi Google Haritalar’ın altyapısını kullanıyordu. Oyunda; dünya üzerindeki bina, heykel, tarihi ve sanatsal eserler ile sanal bir dünya birleşiyor, birbiriyle rekabet halindeki iki grup mümkün olan en çok gerçek alanı kontrol altına almaya çalışıyordu. Tıpkı Pokemon Go’daki gibi; Ingress’i de oynayabilmek için sokağa çıkıp gezmek ve portal adı verilen bu yapılara ulaşmak gerekiyordu. Alfie Bown’un RoarMag’de yayınlanan makalesine göre; Google algoritmaları, hangi lokantalara gideceğimizi, hangi kafelerden haberdar olacağımızı, ve buralara ulaşmak için hangi yolları kullanacağımızı buyuruyor. Fakat şimdi Google, saate, GPS konumunuza ve kayıt siste-

52

minde depoladığı hareket geçmişinize dayanarak nereye gitmek istediğinizi fiilen tahmin eden yeni bir teknoloji geliştiriyor. Ingress’te de, Pokemon Go’da da Google; bize istediğimizi vermekten ziyade ne istediğimizi belirliyor. [14] Pokemon Go’da aynı zamanda büyük bir güvenlik sorunu mevcut. Kullanıcılar, Android cihazlarda Google hesabı üzerinden oyuna erişebiliyor, oyun ise kullanıcının Google hesabına tam erişim sağlıyor. Bu da oyunun yapımcı firması olan Niantic’in, kullanıcıların tüm maillerini okuyabileceği, hatta kullanıcıların bilgisi haricinde mail dahi gönderebileceği anlamına geliyor. [15]

Pokemon Go ve Yabancılaşma Lenin, Marks’ın kapitalizmin iki sırrını çözdüğünü söyler: Emek sömürüsü ve yabancılaşma. Emek sömürüsü ile halkın elinin ürününü çalar ve onu aç bırakır. Yabancılaşma ile ise halkın aklının ürününü çalar ve onu

aptal bırakır. Yabancılaşma, bugün tüketim çılgınlığı biçimine dönüşmüştür. Kapitalizm, insanların gerçek ihtiyaçları için üretmez. Satması gereken ürün için ihtiyaç üretir; sistematik bir şekilde suni “ihtiyaç”ları teşvik eder ve arzu üretir. Artırılmış gerçeklik; sanal ve gerçek dünyayı birbirine bağlıyor, arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor demiştik. Birçok oyunda oyunun görselleri ve içeriği gerçek hayattakinden apayrı iken, Pokemon Go’da (Poke topu ve yaratıklar haricinde) gerçek bir ortam görüyoruz. Bu da oyunun günlük yaşamla bütünleşmesine, onun bir parçası haline gelmesine, adeta yapışmasına neden oluyor. Yaşadığımız adaletsizlikler, düşük ücretle çalışma, fazla mesai vb. sorunların üstü örtülüp yerine “Pokemon avcılığı”geliyor ve akıl dışı bir biçimde hayatımızın kopmaz bir parçası oluyor. Alfie Bown’un RoarMag’de yayınlanan makalesinden bir alıntı daha yapalım: Çocukluğumuzda anne babala-


rımız, bizi bilgisayar oyunlarının başından kaldırmak için sokağa çıkarmak isterlerdi. Bugün ise oyunlar Pokemon toplayalım diye bizi sokaklarda koşturuyor. Canımızın istediğini yaptığımızı, fevkalade “özgür” olduğumuzu zannediyoruz; ama düzenin arzu üretiminin daha da fazla esiri olduğumuzun, bu arzu nesnesinin de Pokemon adında bu dünyaya ait olmayan renkli garip yaratıklar olduğunun farkında değiliz…[14]

Sorun; Oyunların Varlığı Değil, İçeriğini Kimin Belirlediğidir Dijital oyunlar ile ilgili; Halk için Mühendislik Mimarlık dergimizin 2. sayısında şunları yazmıştık: ”Dijital oyunlar ile ilgili asıl sorun; oyunları kimin ürettiğinde, içeriğini kimin belirlediğindedir. Halk için; çocukların, gençlerin eğitimi, bilinçlenmesi, politikleşmesi için, bu içerikte üretilecek bilgisayar oyunları, kuşkusuz devrime hizmet edecektir. Ayrıca dijital oyunlar, görsel-işitsel araçların kullanıldığı sinema gibi faaliyetlerden farklı olarak, kullanıcıya oyunla etkileşim imkanı, oyundaki olayları kontrol etme imkanı sağlamaktadır. Oyunlarda kullanıcı, etken bir roldedir; örneğin bir filmdeki gibi edilgen değildir, sadece izlemez. Bu da oyun oynayan kişinin oyuna, ortama daha hızlı uyum sağlamasını, olayları daha iyi kavramasını sağlar. İşte bu sebeple çocuklarımızı, gençlerimizi bilinçlendirmek, eğitmek için bilgisayar oyunlarını güçlü bir

“Çocukluğumuzda anne babalarımız, bizi bilgisayar oyunlarının başından kaldırmak için sokağa çıkarmak isterlerdi. Bugün ise oyunlar Pokemon toplayalım diye bizi sokaklarda koşturuyor.” araç olarak kullanabiliriz.” [16] Bu amaçla üretilen ve yaygınlaşan bilgisayar oyunları da mevcuttur. Örneğin Lübnan Hizbullahı’nın çıkardığı Special Force isimli savaş oyunu, İsrail’le gerçek hayatta yaşanan çatışmalardan ve çatışma alanlarında oyuna aktarılmıştır. Hizbullah, “Çocukların da İsrail var oldukça direnişin devam edeceğini bilmesini istedik” diyerek oyunu direnişinin bir parçası çıkarmıştır. 2013 yılında Küba’da üretilen Gesta Final isimli savaş oyunu da Küba devrimini; Fidel, Che ve yoldaşlarının diktatör Batista’ya karşı savaşını anlatmakta, tarihle günümüz arasında bağ kurarak Küba devrimini genç

nesile yaşattırmayı amaçlamaktadır. Benzer nitelikte oyunları çoğaltmamız, emperyalizmin bizi oyunlar üzerinden insanlıktan çıkarmasının önünde önemli bir engel olacaktır. [16] Kaynaklar: [1] “Pokemon Go Twitter’ı geçmek üzere,” Cumhuriyet, 14 Temmuz 2016 [2] “Pokemon GO, üç günde 9 milyar dolar kazandırdı,” BirGün, 12 Temmuz 2016 [3] “Oyun sil baştan: Pokemon Go,” Al Jazeera, 13 Temmuz 2016 [4] Artırılmış gerçeklik, Vikipedi [5] “Amerika’da Pokemon GO oynayan kişilere ateş edildi,” Cumhuriyet, 18 Temmuz 2016 [6] “Pokemon Go oynarken öldürüldü,” İleri Haber, 21 Temmuz 2016 [7] “Pokemon GO tutkusu, deliliğe ulaştı,” Cumhuriyet, 16 Temmuz 2016 [8] “Pokemon Go oyuncularına gasp tuzağı: Issız yerlere girmeyin,” Cumhuriyet, 11 Temmuz 2016 [9] “Pokemon GO’nun sonuçları: Cinsel saldırı, hırsızlık, trafik kazası,” soL Haber, 30 Ağustos 2016 [10] “Pokemon Go oynayan kamyon şoförü bir kadını öldürdü,” soL Haber, 25 Ağustos 2016 [11] Niantic, Inc., Wikipedia [12] Keyhole, Inc, Wikipedia [13] In-Q-Tel, Wikipedia [14] Google’ın götürdüğü yere git, e-skop. com [15] “Pokemon Go’da büyük tehlike,” Cumhuriyet, 12 Temmuz 2016 [16] Halk için Mühendislik Mimarlık dergisi, Sayı 2 - Ekim-Kasım-Aralık 2014

53


KALAŞNİKOF BİZİMDİR! 2. Paylaşım Savaşı sırasında Sovyet Ordusu’nda tank komutanı olarak görev yapan 28 yaşındaki genç yurtsever, Bryansk bölgesinde Naziler’e karşı savaşta ağır yaralanmıştı. Adı Mihail’di. Günlerce, aylarca hastanede yattı; ama yüreğindeki vatan sevgisi hiç eksilmemişti. Hastanede geçirdiği her an, savaşta yaşadığı zorlukları düşündü. Halkının, vatanının ihtiyaçlarını düşündü. İhtiyaç; Naziler’e karşı daha güçlü, herkesin kolay kullanabileceği, otomatik işlemeli, teklemeyen bir silahtı. Genç Mihail, tam adıyla Mihail Timofeyeviç Kalaşnikof; “bu silahı nasıl yapabiliriz” sorusuna yoğunlaştı hasta yatağında günlerce… Günlerce düşündü, kafa yordu. Kalem kağıt bile yoktu yanı başında; zihninde tasarladı. Ve sonunda çözümü üretti; AK-47’ydi adı! Ve Naziler, Sovyetler’in yurdundan tarihin çöplüğüne atıldı sonunda… Günümüze kadar savaşlarda AK-47’den daha etkili, daha fazla kullanılan bir silah üretil-

54

medi. Halk kurtuluş savaşlarında, ulusal kurtuluş savaşlarında; egemenlerin tanklarına, toplarına, her türlü teknolojik aygıtına karşı; Angola’dan Vietnam’a, İrlanda’dan Mozambik’e, Küba’dan Sri Lanka’ya, Kolombiya’dan Filipinler’e, Cezayir’den Türkiye’ye; dünyanın dört bir yanında vatanın bağımsızlığı için savaşanların elinde, MarksistLeninistlerin o büyük icadı vardı hep… Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ise burjuvazi; sosyalizme ait ne kadar değer varsa hepsine yaptığı gibi, Kalaşnikof’un da içini boşalttı. Kalaşnikof üretimi yapan, devlete ait Izmash fabrikası; 2014 yılında özelleştirildi ve hisselerinin %49’u, Andrey Bokarev ve Aleksey Krivoruçko isimli iki burjuvaya satıldı [1]. Yakın zamanda ise Kalaşnikof ile ilgili aşağıdaki haber basında yer buldu: “Rus silah şirketi Kalaşnikof, moda dünyasına giriyor. Kalaşnikof şirketinin üst düzey yöneticilerinden Vladimir Dimitriyev, şirketinin Caterpillar ve Ferrari’nin izinden

yürüyeceğini ve Kalaşnikof markası altında giysi ve aksesuar ürünleri piyasaya süreceğini açıkladı. Dimitriyev, şirketin böyle bir strateji izlemeye başlamasında Batı dünyasının Rusya’ya karşı uyguladığı ambargonun etkili olduğunu da belirtiyor. Kalaşnikof yıl sonuna kadar Rusya’da 60 marka satış mağazası açmayı planlıyor. Rus Ordusuna üniforma üreten Vojentorg şirketi de Armija Rosszii (Kızıl Ordu) adıyla satış mağazaları açtı. ‘Kızıl Ordu’ mağazalarında silah ve savaş görüntüleriyle süslenmiş eşofman, tişört ve kamuflaj giysileri satılıyor. Şirket, kızıl yıldızı logo olarak kullanıyor.” [2] Rus burjuvazisi, kendi krizine çare olarak, dünya halklarına mal olan Kalaşnikof, kızıl yıldız gibi ürünleri, değerleri ve sembolleri ticarileştirmekte bularak, kendi sınıfının ahlakına uygun davranıyor. Biz ise; o pis, kanlı ellerinizi değerlerimizin üzerinden çekin diyoruz. “Bu silahı ülkemi Nazi işgalcilerinden korumak için icat ettim. Bu silahın özgürlük ile eş anlamlı olmasından gurur duyuyorum.”


demişti Mihail Kalaşnikof [3,4]. Gerçekten de Kalaşnikof’u yaratan; bir insanın üstün zekası, yaratıcılığı değildi; faşizme karşı bağımsızlık isteğiydi, vatan ve halk sevgisiydi. Burjuvazi; daha fazla kar elde etmek için, bizim olan, dünya

halklarının olan Kalaşnikof’u ticari bir meta haline getiremez! Kalaşnikof bizimdir; ezilen halkların, onların savaşçılarının tertemiz, onurlu ellerinde, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin korkulu rüyası olmaya, sonlarını hazırlamaya devam edecek!

Kaynaklar: [1] “Kalashnikov switches to private hands in $41mn deal”, rt.com, 23 Eylül 2013 [2] “Moda dünyasının yeni yıldız adayı: Kalaşnikof”, BBC Türkçe, 7 Mayıs 2016 [3] “AK-47 Inventor Doesn’t Lose Sleep Over Havoc Wrought With His Invention”, Fox News, 6 Temmuz 2007 [4] “The Kalashnikov Legacy”, Washington Post, 28 Ekim 2009

55


ONURLU BİLİM İNSANLARI

BİR DAHİ, BİR HALK AYDINI, BİR MUCİT: NİKOLA TESLA

“Sırp kökenli Amerikalı mucit,

‘kullanılan

ve

kullanılmayan’

fizikçi ve elektrofizik uzmanı.

deneye/buluşa da imza atmıştır.

Aslında

Özellikle

dünyadaki

bilim

ve

‘elektriğin

kablosuz

teknoloji yapısını tam anlamıyla

taşınabilmesi’ gibi bir buluşu ve

‘kökünden’değiştirebilecek birçok

bunu kanıtlaması onun ne kadar

56

benzersiz bir mucit olduğunu açıklar. Thomas Edison ile arasında amansız bir bilimsel mücadele geçmiştir. Elektrik üzerine yaptığı sayısız deneyler ve buluşlar vardır. 7 Ocak 1943 itibarıyla, yirmi altı ülkede kendisine ait üç yüze yakın patenti bulunmaktaydı. New York’ta ve çoğu eyalette 10 Temmuz, Tesla Günü olarak kutlanır.” deniliyor internette Nikola Tesla’nın biyografisinin girişinde... Üç yüze yakın patenti olan bir bilim adamından bahsediyoruz. Bir dahiden, bilim ve teknoloji alanında eşsiz bir dehadan... Stalin’e sormuşlar “Dahiler hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye, “Onlar üretim hatası” demiş büyük usta. Evet bizim de dehalara ihtiyacımız yok. Kolektivizm elimizde silah olarak sonsuza dek duracak olduktan sonra çözemeyeceğimiz sorun da olmayacaktır. Kahramanlara, zeka seviyesi 220’lerde gezinen ayaklı bilgisayarlara ihtiyacımız


ONURLU BİLİM İNSANLARI

hiç olmayacaktır. Ancak Tesla’dan söz ediyoruz şimdi. Onun icatlar peşinde koşarken belki hiç düşünmediği bir geleceği, sosyalizmi savunanlar olarak, insanlık adına, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya adına çok önemli bir proje yaratmış birinden söz ediyoruz... Politik görüşlerinden bihaberiz, bu yazı için çok da gerekli değil zaten ancak, tek bir merkezden elektrik üretip, bunu radyo dalgaları benzeri bir yöntemle tüm dünyaya ücretsiz dağıtma projesi gibi insanlık adına yararlı bir şey düşünen ama elektrik dağıtım tekelleri tarafından engellenen yakın tarihin en önemli bilim adamından söz ediyoruz. Tesla, Sırp halkından bir elektrik mühendisi. Bir köy evinde doğuyor, anasının baskısı altında büyüyor ve baskıya dayanamayarak(!) günde 20 saat çalışan bir öğrenci haline geliyor. Babası bir papaz olan Tesla’nın annesi okuyup yazamamasına karşın, halk arasında pratik ev gereçleri mucidi olarak biliniyor. Nikola’ya göre annesi, yaratıcı dahi olmaya adaydı. Babası her zaman papaz olmasını istiyordu, Tesla ise mühendislik okumayı istiyordu. Tesla ölümcül bir hastalık sırasında, “Mühendislik okursam çok daha iyi olurum” demiş, babası da onu kıramamış, onun istediği bölümde okumasına izin vermiştir. Annesinin de desteğine sahip olan Tesla, fizik ve matematikte bilgisini arttırırken Graz’daki Politeknik okuluna girmiş ve Prag Üniversitesi’nde eğitimini

sürdürmüştür. Yabancı teknik yapıtları okuyabilmek için, orada, yabancı dil kursunu da sürdürmüş, anadili olan Sırpça ve ailece bildikleri Almancaya ek olarak İngilizce, Fransızca ve İtalyancayı da öğrenmiştir. Milka, Angelina ve Marica isminde üç kız kardeşi vardı. Ailesi 1862 yılında Gospić’e göç etti. Tesla okula Karlovac’ta gitti. Tesla Avusturya Graz Politeknik’e 1875 yılında başladı burada elektrik üzerine olan bilgisini arttırdı. Ancak kişisel takıntıları ve asosyalliği nedeniyle üçüncü sınıfın ilk döneminden itibaren okulu bıraktı. Ailesiyle ilişkisini keserek bir oto mühendislik firmasında çalışmaya başlayan Tesla bu dönem oldukça ağır bir depresyon dönemi geçirdi. Daha sonra babasının isteği üzerine Prag’ta Charles Ferdinand Üniversitesi’ne başladı. Burada bir yaz dönemi öğretimine devam etti ve babasının ölümü üzerine okulu bıraktı. Sonra Paris’te bir telefon şirketinde çalışmaya başladı. Burada doğru akım motorları ve dinamolar konusunda geniş ve önemli tecrübeler edindi. Oradayken çalıştığı döner makinelerini korumak için regüle edici kontrol cihazları icat etti. Radyoyu Marconi icat etti sanılır, X ışınlarını Röntgen’in keşfettiği, vakum tüp amplifikatörünü de Forest’in. Ayrıca Floresan lambayı, neon ışıklarını, hızölçeri, otomobillerdeki ateşleme sistemini, radarın temellerini, elektron mikroskobunu ve

mikrodalga fırını da Nikola Tesla’nın icat ettiğini bilen sayısı sınırlıdır. AC Akım Jenaratörleri ve Motorları, MRI , lazer teknolojisi, robot teknolojisi, deprem makinesi de Nikola Tesla’nın teorileri kaynaklık edinilerek yaratılmış projelerdir. Ford ilk motorlu aracı ile gösteriş yaparken yanına giden Tesla bu kadar büyük bir motora gerek olmadığını anlatmış fakat Ford kendini fazla üstün gördüğü için Tesla’yı dinlememiş; bunun üzerine Tesla, ateşleme sistemini icat etmiş ve Ford’a bunu göstermek zorunda kalmıştır. Fakat her zaman olduğu gibi şanssızlığı burada da kendini göstermiş ve Ford, ateşleme sistemini kullanmak için patentini kendine almıştır. Amerikalılar savaş zamanında Alman denizaltılarını bulabilmek için Edison’dan yardım istemiş ve Tesla’nın önerisi olan “enerji dalgalarını kullanalım” fikrine Edison’un şiddetle karşı çıkması sebebiyle bugün “radar” dediğimiz aygıt 25 yıl geç keşfedilmiştir. Elektriğe olan ilgisi sonradan bir takıntı haline geliyor ve tüm dünyaca bilinen bir deyimle “elektriğin tanrısı” oluyor. Hayatı boyunca yapmak istediği şey, elektrik dalgalarını, aynı hertz dalgalarında (bildiğimiz radyo dalgaları) olduğu gibi atmosferde iletebilmekti. Böylelikle tüm insanlık için bir merkezden üretilen, bedava elektrik sağlanmış olacaktı. Sürekli bu hedef üzerine çalıştı durdu, ancak Amerikan elektrik

57


ONURLU BİLİM İNSANLARI

dağıtım tekelleri bu fikri pek beğenmediler (Önce Thomas Edison’un şirketi, sonra da Tesla’nın çalıştığı şirket olan Amerikan Westinghouse). Ona verdikleri destekleri bir bir çektiler, oysa Tesla ta o zamanlar kısıtlı imkanlarıyla şimşekten dahi güçlü arklar yaratmayı başarmıştı, şu ünlü Tesla bobini aracılığı ile... Tesla bobinine özel vurgu yapmanın ve biraz mühendislik bilgisi vermenin tam sırası... Tesla, bu bobini yüksek voltaj, düşük akım ve yüksek frekansta alternatif akım üretmek amacıyla 1891 yılında üretiyor. Tesla bobininde kabloyu bir hortum, elektriği bu hortumun içinde akan su, elektrik akımını suyun akışı ve voltajı da suyun basıncı olarak düşünebiliriz. Hortumun ucuna bir ağızlık eklendiğinde ters orantılı bir şekilde suyun akış hızı azalırken basıncı da artar. Tesla bobininin çalışması da bu şekilde gerçekleşir. Tesla, bobini oluştururken birkaç konfigrasyon denemiştir ve bu

58

alet genellikle bir araya gelen iki ya da üç çift rezonans elektrik devresinden oluşmaktadır. Tesla bu bobinleri elektrikle aydınlanma, fosforesans, röntgen ışınları üretimi, yüksek frekanslı alternatif akım, elektroterapi ve kablosuz elektrik üretimi gibi alanlarda yenilik getirecek deneyleri için kullanmıştır. Tesla bobinleri 1920’lere dek kablosuz telgraf için spark-gap radyo vericilerinde kullanıldı. Tesla’nın bugün günlük yaşamda kullandığımız her şeyde doğrudan payı vardır; bilgisayar, televizyon, radyo, internet... Hatta o kadar ki, radyoyu Tesla’nın bulduğunu Amerikan yüksek mahkemeleri ‘50’li yıllarda kabul etmişti. Bugün evlerde kullandığımız alternatif akım (AC) yine tam olarak onun icadıdır; ac şebekeler sayesinde Tesla, Edison’un doğru akım (DC) sistemini darmadağın etmiş ve elektriği uzak mesafelere iletmeyi başararak, bu büyük buluşu her eve sokmuştur. Thomas Edison, çağın en büyük

mucitlerinden biri olarak bilinir ve tüm kitaplarda onun adı geçer ama Tesla’ya yapılan çok büyük bir haksızlığın ve adaletsizliğin sonucudur bu. Edison, bu dahi genci yanında işe aldıktan sonra, onun ürettiği, yarattığı birçok buluşu kendi tekeline alarak “ün” yapmış biridir. Resmi tarihe hiçbir zaman inanmamak gerektiğinin bir örneğidir bu aynı zamanda. Edison ile Tesla, birbirlerine taban tabana zıt kişiliklerdir. İkisi de büyük birer mucit olmalarına rağmen, Edison çekirdekten yetişmedir, oysa Tesla Avrupa’da ciddi bir mühendislik eğitiminden geçmiştir. Edison, olaylara bir iş adamı edasıyla bakıp, bir teknolojinin yatırım ve getiri hesaplarını yapmakta, oysa Tesla para konularına fazla kafa yormayı sevmemekte ve işin işletme boyutu ile pek de ilgilenmemektedir. Onun için heyecan verici olan yeni bir şeyler bulmaktır. Bu nedenle de zaman zaman parasal konularda ciddi sıkıntılar yaşayacak, bazen kafasındaki bir hayal uğruna milyonlarca doları gözünü kırpmadan harcayacaktır. Edison ve Tesla’nın arasındaki bu temel ayrılıklar günden güne birlikte çalışmalarını zorlaştırmaktadır. Edison, bir gün Tesla’dan bozulmuş olan bir DC jeneratörünü tamir etmesini ister ve karşılığında 50 bin dolar ikramiye önerir. İcadını geliştirmek için yüklüce paraya ihtiyaç duyan Tesla, jeneratörün tamirini beklenenden de önce tamamlar. Parasını almak için Edison’un karşısında çıktığında,


ONURLU BİLİM İNSANLARI

Edison büyük bir soğukkanlılıkla kendisini süzer ve kahkahalar arasında “Sende Amerikan espri anlayışından eser yok Tesla!” der ve mükafat olarak mucidin haftalık 10 dolar olan maaşını 18 dolara çıkardığını söylemekle yetinir. Edison’un kişiliğini görmek için çarpıcı bir örnektir bu. Şapkasını alan Tesla, ardına bakmadan Edison’un yanından ayrılır bu sözler üzerine. İki dahinin savaşından insanlığın galip çıkması beklenir doğal olarak ama ne yazık ki bu savaştan da egemenler, sömürücüler galip çıkmış, Thomas Edison’un şirketi General Elektrik, Tesla’nın çalıştığı Westinghouse karşısında yenilmiştir. Westinghouse, AC akımlı ürünler piyasaya sürerek buradan çok büyük paralar kazanmıştır. Tesla ile imzaladığı telif sözleşmesine göre satılan her üründen 2,5 dolar alması gerekirken, şirket sahibi ondan telif hakkından vazgeçmesini çünkü krizde olduğunu söylemesi üzerine, sırf AC akımlı ürünleren yayagınlaşmasını istediğinden dolayı bir kalemde çizer sözleşmenin üzerini... Dahi bulur, yaratır, üretir, kaymağını patronlar yer. Tesla da bu “kader”den payını almış biridir yani... (Edison ölüm döşeğindeyken Tesla’yı af dilemek için yanına çağırtmış fakat Tesla “Vaktimi boş laflar dinleyerek geçireceğime, insanlık adına gerekli icatları bularak geçiririm” diyerek Edison‘un son arzusunu yerine getirmemiş ve yanına gitmemiştir. Edison’un Tesla’ya ihanetinin karşılığını Tesla da

Edison’a böyle ödetiyordu…) Yazımızın sonuna geliyoruz. Bu gerçek bir halk aydınının ağzından çıkan ve onun mütevazı karakterini yansıtan şu sözlerini de iletmeden geçemeyeceğiz: Ve Tesla’dan sözler: “Paranın başkaları için taşıdığı anlam, benim için bir şey ifade etmiyor.” ‘’Para insanların kendine biçtiği kıymete haiz değildir. Benim bütün param deneylere yatırılmıştır. Bunlarla yeni keşiflerde bulunup insanoğlunun yaşamını biraz daha kolaylaştırmasını sağlıyorum.’’ “Nefretiniz elektriğe dönüştürülebilseydi, bütün dünyayı aydınlatırdı.” “Bırakın doğruları gelecek söylesin ve herkesi eserlerine ve başarılarına göre değerlendirsin. Bugün onların olsun; ama uğrunda çok uğraştığım gelecek, benimdir.” Kapitalizmde her şey paradır, daha fazla kazanç için her şey satılır, her şey pazara çıkarılabilir... İnsanlık ve insani değerler bile... Tesla, bu vahşi sömürü düzeninde, kendini

korumayı bir ölçüde başarmış biridir ve çok büyük paralar kazanma olanağına sahipken deyim

yerindeyse

sürünerek

ölmüştür. Onun sırtından büyük tekeller çok çok büyük rakamlar kazanmış, başka bir deyişle sömürü

sistemini

daha

da

azgınlaştırmışlardır. Bir gün Tesla’nın düşü elbette gerçekleşecek. Dünya üzerinde sömürü sistemi kalktığında, ezen ile ezilen çelişkisi artık tümüyle bittiğinde,bütün sömürücü takımı tarihin çöplüğüne atıldığında, Tesla’nın dünyanın bütün her yanına dalgalar yoluyla bedava elektrik akımı verilecektir. Sınıfsız ve

sömürüsüz

bir

dünyada

gerçekleşebilecek bir düşüncedir Tesla’nınkisi. Kendisi sömürü dünyasında bunu göremedi ama bizler biliyoruz ki geleceğin sömürüsüz dünyasında yaşayan nesiller onun adını bilecekler. Bu, insanlığın vefa borcudur Tesla’ya...

59


MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ

AHMET İBİLİ Bir kalender adam bizim İbili Yunus’un vücuda gelmiş hali Gözlerinde bir hayal gürül gürül Ve bir aşk yanar için için Torosların kara yağız evladının Altı kelimede saklıdır hayatının özü; ‘Bir canım var feda olsun halkıma’ Yayla yollarında yanık bir ezgi Taş ardında kalmaz senin endamın Yayla yollarında Dadal bir bozlak Ele avuca sığmaz senin avazın Yayla yollarında bir çoban ateşi Karanlığa yenilmez senin yangının Zayla yollarında bir kalender İbili Zulme karşı bir isyan kıvılcımıdır... Hayatını boyunca mesleğini, bilgi birikimini halkın yararına kullananları, halkın mühendisi olanları tanıttık bu köşenin önceki sayılarında. Bu sayıda ise, halkı ve vatanı için mühendislik mesleğini bir kenara bırakıp; bütün yaşamını devrimle, Marksizm-Leninizmle bütünleştiren bir kahramanı; “İnsanların aç olduğu bir ülkede hiçbir şey olmamış gibi gıda mühendisliği yapamam” diyen Ahmet İbili’yi anlatacağız sizlere. Onu tanıyanların dilinden anlatmak gerekirse; “Kimi insan-

60

lar vardır onları nereye koyarsanız koyun pek de eğreti durmazlar. Durdukları yere yakıştırırlar kendilerini... İbili de böyledir... Ona ismiyle hitap eden kişi sayısı pek fazla değildir. Genellikle ‘İbili’ der çevresindekiler. Bu, hem onu diğer Ahmet’lerden ayırır hem de daha bir yakınlaştırır İbili diyene. 1,75 boylarında, bıyıklı, yanık tenli, 30’lu yaşlarında bir Anadolu yiğidi. Bakarsınız erken dökülmüş saçları, kendini pek belli etmeyen ama ‘varım’ diyen göbeği, dikkatli, sevecen, bazen muzip bakışlarıyla, arada bir boynunu sağ-sol yapıp kütleterek ve hafif hafif yaylanarak geliyor karşıdan. Öyle ağır ağır adımlayarak yaklaşırken başkası ne düşünür bilmem ama benim kucaklayışım gelir. Kucaklayıp o ‘varım’ diyen göbeğine pat pat vurup ‘maşallah maşallah’ diyesim...” Ahmet İbili, 26 Nisan 1968 tarihinde Mersin Silifke’de dünyaya gelir. Aslen Silifke’nin Toroslar’da bulunan Çaltıbozkır köyündendir. Yörük bir ailenin çocuğudur. Doğduğu yörenin insanına has bütün olumlu özellikleri taşır. “Dağlı”dır. Öz kültürünü korumanın, kendisine yabancılaşmamanın simgesi gibidir.

İbili, Mersin halkının yetiştirip kavgaya sunduğu evlatlarından biridir işte. Üniversiteyi kazanana kadar yazları köye gidip gelmenin dışında Silifke’de yaşar. Çocukluğu, bu ülkede yaşayan çok sayıdaki insanınki gibi yokluk ve yoksulluklarla geçer. İlkokul ikide çalışmaya başlar. İlk işi, meyve-sebze kasaları imal eden bir hızar atölyesinde çalışmak olur. Kereste doğrama atölyelerinde, limon ve portakal bahçelerinde, tarla işlerinde, kahvelerde ve çay bahçelerinde garsonluk gibi devrimci olana kadar çok çeşitli işlerde çalışır. İl kok u l u Gazipaşa İlkokulu’nda okuduktan sonra


MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ

Atatürk Ortaokulu’na girer. Ortaokuldayken devrimcilerle tanışır. O zaman devrimciliğe ilişkin sadece yoksullardan yana olduğu, zenginlere karşı olduğu, eşitliği savunduğu dışında bir şey bilmiyordur belki, ama bu da yeterlidir. Faşistlerle yapılan çatışmalara girer, form, panel vb. etkinliklere katılır. 12 Eylül cuntasını ortaokuldayken yaşar. Ortaokulu bitirdikten sonra Silifke Lisesi’ne girer. Bu yıllarda hızla yayılan arabesk furyasından etkilense de devrimci kimliğini de sürdürmeye çalışır. Yetişkin bir delikanlı olduğunda üniversite kapıları açılır önünde. 1985 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Gıda Mühendisliği bölümünü kazanır. Burada bir ayrıntıya değinmek yerinde olur. İbili küçük yaşlarda yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle oluşan “Raşitizm” adı verilen bir rahatsızlık yaşamıştır. Bu hastalık kemik gelişimini kötü yönde etkileyerek bacaklarda çarpıklığa neden olur. Ülkemizdeki milyonlarca çocuk gibi İbili de bundan nasibini almıştır. Üniversitede yurt yasaklarına, kantine yapılan zamlara karşı boykot çalışmalarına katılır. Üniversite yıllarında yaşadığı ülkenin gerçekleriyle çok daha çıplak biçimde yüzyüze kalır. Adaletsizliği, yoksulluğu, bir yanda sefahat içinde yaşayan bir avuç asalak ve öte yandan milyonlarca aç-işsiz insanlar görür. Üniversiteyi bitirdiğinde “İnsanların aç olduğu bir ülkede hiçbir şey olmamış gibi gıda

mühendisliği yapamam” diyecek kadar devrimcileşmiştir artık. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre Silifke’nin Gündüzler köyünde öğretmenlik yapar. Bir süre sonra da aktif olarak devrimcilik yapmaya başlar. Mücadele dergisinin Mersin temsilcisi olur. Artık tüm yaşamını adadığı bir davası, yüce idealleri, umutları vardır. Gıda alanında mesleki eğitiminin avantajlarını kullanarak düzende yer tutmak gibi bencil hayaller aklının ucundan bile geçmez. Kurtuluşun yolunu bulmuştur artık. Üniversiteden “gıda mühendisi” olarak çıkmıştır ya, o “devrim mühendisi olacağım” der. Hedef olarak bunu koyar önüne. 93 Ağustos başında tutsaklık tutsak düşer. Hapishane çıkışında Mersin’e gelip mücadelesini kaldığı yerden sürdürür. Tarsus, Silifke, Mut, Erdemli, her yere yetişmeye çalışmaktadır artık. 94 Ekim’inde tekrar tutuklanır. Mersin ve Konya Hapishaneleri’nde kalır. 95 Mart’ında tahliye olduktan sonra Kurtuluş dergisi İstanbul bürosunda çalışmaya başlar. Dergide yazıların tashihinden sayfa düzenlemelerine, dergi dağıtımının organize edilmesinden dağıtımcı arkadaşların eğitimine, dergi paralarının toplanmasından büronun temizliğine kadar her yerdedir, her şeyin içindedir artık. Bir süre sonra mahallele çalışmalarında yer alır. Halk Meclisi çalışmaları içindeki varlığıyla görev yaptığı her yerde tanınır ve sevilir.

Sözü, aynı dönem birlikte mücadele ettiği yoldaşlarına bırakalım: “O tüm yorgunluklarına, tüm ağır yüklerine rağmen bir devrimcinin bir yöneticinin unutmaması gereken birçok özelliğini hiç aksatmazdı. Hiç dur durak bilmeyen bir devrim emekçisi, bir yönetici, bir öğretmendi... Halkın içinde olmayı, mücadeleyi halkla birlikte solumayı çok isterdi. Bu isteğine de ulaştı, mahallelerde dolaşmaya başladı. Bazen gittiği mahallelere yolum düşerdi. Birçok kondulu, ondan sevgiyle bahsederdi. Bir defasında bir mahallede kurulacak meclis toplantısında karşılaşmıştık. Ahmet abi mahallenin kanalizasyon sorunundan yola çıkarak halkın kendi geleceği için mücadelesini öyle basit anlatmıştı ki, tüm mahalleli söylediklerine ikna oldu. Oysa onun kim olduğunu hiç de bilmiyorlardı. Mücadelenin içinde yılların birikimine tecrübesine sahip olmasına rağmen çok mütevaziydi. ‘Öğrenmesini bilmeyenlerin gelişme şansı yok’ derdi hep ve eklerdi ‘Halk hem yaşlı bir bilge, hem de eğitilmesi gereken bir bebek’ derdi. İşte o dönemlerde, İstanbul’daki tüm kitlesel gösterilerin görünmez emekçisiydi o.” Dostun sevdiğini düşman sevmez elbette. 97 1 Mayıs hazırlıkları devam ederken tutuklarlar onu. Ümraniye Hapishanesi’ndedir artık. Burada da dışarıda olduğu gibi her işte parmağı olacaktır zamanla. Mesleki eğitiminden burada komüncülük yaparken faydalanır. Düzenin hizmetine sunmadığı birikimini yoldaşlarının hizmetine sunar. Kalemi güçlüdür. Birçok kişiye, dergi yazısı,

61


MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ

makale nasıl yazılır, araştırma nasıl yapılır, özet nasıl çıkarılır; o öğretmiştir. 24 saatini devrime adayan, her şeyden önce devrimin çıkarlarını, halkın çıkarlarını önde tutan İbili, yaşamı boyunca yaptığı her işe kendini katar. Genç yoldaşlarının eğitimi ona emanet edilmiştir. Eğitim grubundaki öğrencilerden hiçbiri onu salt bir eğitmen olarak görmez. Her şeyden önce yoldaştır, abidir. Yarattığı saygı her zaman sevgiyle yoğrulur, arasına mesafe koymaz. Elbette ki ölçülüdür, ama yeri gelir el-ense çeker, ince esprileriyle takılır, çevresinde bir çekim alanı yaratır. Voltalarda sıcak sohbetleriyle yanındakini saran bir yoldaştır. Gün olur, bir sorunu gidermek için saatlerce anlatır. Verem olduğu için özellikle beslenmesine dikkat etmesi, daha nitelikli gıdalarla beslenmesi gerekirken; o kendine ayrıcalık olmasın diye herkesle birlikte yer. Yoldaşlarının uyarıları ve zorlamalarıyla bir zaman daha dikkatli olmuşsa olmuştur, o kadar. İbili devrimci coşkusunu yaşamın her alanına yayar, onca görevinin, sorumluluğunun arasında voleybol da oynar futbol da. Kaşık şaklata şaklata Silifke oyunları da oynar yoldaşlarıyla. Vakit buldukça Neşet Ertaş türkülerini dinlemeyi sever, televizyonda halk kültürünü anlatan programları seyretmeye çalışır. Halkına tutkundur İbili. Yöresinin kültürünü, değerlerini sahiplenir, benimser. “Ölüm soğuktur, iticidir. Ama

62

ölüm; yoldaşlarımın, halkımın kurtuluşu olmuşsa, yarimize sarılır gibi sarılırız ona...” İşte politikası bu amaç doğrultusunda gündeme getirilmiştir. Hücreler ve tecrit statüsü, oligarşinin elindeki en güçlü silahlardan biridir. Öyle ki, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ilerici, devrimci hareketlerin tasfiyesi, bu politikayla sağlanabilmiştir. Türkiye oligarşisi de aynı politikalarla aynı sonucu almayı düşünmektedir. Tecritin uygulanması ve bundan istenilen sonucun alınması, onlar açısından stratejik önemdeydi. 2000 yılı... Oligarşi, F Tipi hapishaneleri ve tecriti bir kez daha gündeme getirir. Bu şekilde devrimci hareketleri tasfiye etmeyi, devrimci tutsakların beyinlerini teslim almayı, düşüncelerini yok etmeyi amaçlamaktadır. Devrimci tutsaklar, F Tiplerine atılarak örgütlülükleri dağıtılacak ve tecrit altında yalnızlaştırılarak, umutsuzlaştırılarak, iradeleri kırılarak teslim alınacaklardır. Ve böylece, halkın öncülerinin teslim alındığı yerde, halkın mücadelesinin bütün olarak sindirilmesi çok daha kolay ve hızlı bir süreçte gerçekleştirilebilecektir. Buna karşılık 20 Ekim’de devrimci tutsaklar, devletin F Tipi hapishaneler ve tecrit politikasına karşı ölüm orucu direnişine başladıklarını açıklarlar. Günler ilerler, oligarşinin manevralarına karşı yeni Ölüm Orucu Ekipleri siperde yerini alır. Oligarşinin “Operasyon yaparız” tehditlerinin üzerine Ölüm Orucu Direnişçileri

böyle bir saldırıyı feda eylemi ile karşılayacaklarını duyururlar. Bu açıklamanın altında da ölüm orucunda bulunan direnişçilerin sözcüsü Ahmet İbili’nin imzası vardır. 19 Aralık’a böyle gelinir... “Yoldaşlar, yola başlarken; bir canım var, o da halkıma feda olsun, demiştim. Şimdi ise, süren bu operasyonu durdurmak için kendimi feda edeceğim! Sizleri çok seviyorum! Hoşçakalın yoldaşlar!” “Operasyon başlayalı saatler olmuştu. Birçok kişi yaralanmış, revire çevrilen C-8 koğuşu dolmaya başlamıştı bile... Saldırıya karşı feda eylemi yapılacağı kararı alınmış ve ilan edilmişti. Ama kimin yapacağı- nasıl seçileceği belli değildi henüz... Direnişçiler feda savaşçısının kim olacağı konusunda anlaşamadılar. Herkes “Ben olmalıyım” diyordu çünkü. Hep birlikte yapmayı da önerdiler ama hayır, yalnızca bir kişi yapacaktı. Kura çektiler. Herkesin ismini yazıp bir araya koydular. Komutan olarak İbili çekecekti kağıdı. Çekti. Katlanmış kağıdı açtı. Kendi ismini derin bir “Oh!” çekerek okudu. Omuzlarından ağır bir yük kalkmıştı sanki. Tatlı bir gülümseme kondu yanaklarına. Belki de hayatında ilk defa yoldaşlarına karşı “hile” yapmıştı. Ölümü göğüslemek için -nasıl yaptıysabilerek kendi adının yazılı olduğu kağıdı çekti. Bunun sırrı da onda kaldı. Sonrası... Sonrasını böyle dümdüz anlatmak zor. Sonrası kahramanlık. Sonrası destanın dizeleri...”


MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ

İBİLİ son konuşmasını yapıyor insanın içi kabarıyor. Zorlaması gibi bahar taşkınının dere yatağını öyle dolduruyor göz pınarlarını ama akamıyor akamaz da salya sümük ağlayacak vakit değil ki ağlamıyor kimse -dolu dolu baksa davakit savaş vakti kucaklaşmalar o yoğunlukta bir kahramanla kucaklaşıyorsun sımsıkı, gözlerin sıkılı yolcu yolunda gerek naçar ayrılıyor kolların. Küçük bir grup geçiyor koridora gözlerinde yüzyılların öfkesi dolu üzerine dikili gözleri farkediyor yolcu konuşuyor; “Bir canım var O da size, halkımıza feda olsun...” Gülümsüyor, hani o fotoğraftaki gülüşü var ya aynı. İBİLİ sevgiyle selamlıyor yoldaşlarını içiyor gözlerinden sunulan armağanı Üst maltanın kapısı düşman tutmuş her iki yanını İBİLİ düşmana sesleniyor İbili; 19-22 Aralık katliam saldırısında Ümraniye hapishanesinde, saldırıyı durdurmak için bedenini ateşe verir. Feda eylemini gerçekleştirirken katliamcılara şöyle seslenir; “Ben Ahmet İbili; devletin cezaevlerine yapmış olduğu bu operasyonu kınamak, diğer cezaevlerinde ölen arkadaşlarım için ve de bundan sonra arkadaşlarıma yapılacak katliam saldırılarını durdurmak için, tüm cezaevlerindeki operasyonla-

eylemini ilan ediyor atıyor sloganını Son vedası “Sizi seviyorum yoldaşlar” Şimdi eylem zamanı Dökmüş üzerine yanıcı sıvıyı Çakmak... Çıt... Çıt... Ateş şimdi İBİLİ ateş topu yüreği devrim kızılı meşale gürlüyor koşuyor atıyor zaferin sloganlarını inancın, onurun, erdemin meşalesi meşale neyler aydınlatır tutuşturuyor yanarken yakar da yakıyor düşmanın üzerine koşuyor. Düşman şaşkın korkmuş panik ateş ateş Ateş ediyor yüzlerceler tarakalar yükseliyor öyle kontrolsüz hani genelkurmay başkanı gelse rın sona erdirilmesi için kendimi yakıyorum.” Bedenini ateşe verir vermez hapishane koridorunda jandarmanın yaylım ateşine tutulur. Gözü dönmüş katiller, koridorun iki yanından her tarafı tararlar. Bu sırada kendi arkadaşlarını dahi vuracak kadar şaşkın ve şuursuzca ateş etmektedirler. Ahmet İbili jandarmanın yoğun ateşi sonucu saldırının ilk günü şehit düşer, Büyük Direniş’in en ön mevzisinde ölümsüzleşir...

“askere dur” dese durduramaz öyle çökmüş tetiğe. Direnişin kurmayı konuşuyor düşman susuyor “Az önce bir Ölüm Orucu Savaşcısı kendisini yaktı...” Düşman ne yapacağını şaşırmış dinliyor kulaklarını açmış “Hani kurtarmaya gelmiştiniz? Siz öldürdünüz onu.” Düşman aklını kaçırmış konuşmamalı diyor bu adam Ateş... ateş... ateş... yer-gök birbirine giriyor ta-ta-ta ta-ta... “Siz emperyalizmin... ta-ta-ta-ta-ta... “Koçların- Sabancıların ta-ta-ta-ta-ta... “Manukyanın çocukları... Bu adamı susturmak Ateş... ateş... asker birbirini vursa da susturulmalı bunların, diyor, hepsini yakalayıp kan kusturmak bir Nurettin Astsubay vurulmuş ne olur ordu da bunlardan çok bulunur Bu adamı susturmak esas memleket bir komünistten kurtulur. Ateş... ateş... ateş... Halk için mühendislik mimarlık; yoldaşları katledilmesin diye yeri geldiğinde bedenini tutuşturabilmek; “bir canım var feda olsun halkıma” diyebilmektir. Halk için mühendislik mimarlık, İbili olabilmektir. Ahmet İbili’nin anısını mücadelemizde yaşatıyoruz. Kaynaklar: • Şehitlerimiz, ozgurluk.info

63


ANADOLU’DA BİR HALK BAHÇESİ DENEYİMİ

izmir halk bahçesi komitesi

Anadolu’nun Ege’si... Tarihin yazıldığı topraklar burası... Güneş ülkesi, Ortaklar diyarı, efe türküsü, düşmana sıkılan ilk kurşunun barut kokusu ve kurtuluş savaşının mimarı olan topraklar... ve “yarin yanagından gayrı her şeyde ortak olma” cemresi-

64

nin düştüğü bu topraklarda bir hayal kurduk. Ki dost düşman bilir, bizim hayallerimiz gücünü tarihsel haklılığından alan, halkla birlikte kurulan ve ol sebepten gerçek kılınan hayallerdir. “ To p r a k t a to h u m ca hakça” diyerek; İstanbul Küçükarmutlu’da ilkini kurduğumuz Şenay ve Gülsüman Halk Bahçesi’ne selam ederek başladık işe. Orada; gözbebeğimiz

olan mahallemizde ektiğimiz umudun tohumlarını Anadolu’ya saçma vaktiydi artık. Ve attık kendimizi halk deryasına... Nazım Hikmet, Anadolu halkını tasvir ettiği bir şiirinde şöyle der; “Onlar ki topraktan öğrenip kitapsız bilendir Hoca Nasrettin gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülendir” Diyebiliriz ki; “topraktan öğrenip kitapsız bilenler” açtı İzmir’de halk bahçelerinin yolunu. Bir gün İzmir’in emekçi mahallelerinden birinde tanıştığımız bir ablamızın; “gelin benim de bahçemi görüverin” çağrısıyla başladı Çiğli Halk Bahçesi’nin mütevazı hikayesi. Bu çağrıya uyan Halkın Mühendis Mimarları, hiç ummadıkları kadar güzel bir emekle karşılaşmışlardı. Çünkü bu bahçe dere yatağında kayalık bir ara-


ziden, belki binlerce taş ayıklanarak; adeta yoktan var edilerek ortaya çıkmıştı. Ve o küçücük alan çok da güzel bir şekilde değerlendirilmiş ve estetize edilmişti. 17 yıldır zengin evlerine temizliğe giden emekçi bir kadının kendisi gibi ekmek kavgasında olan eşi ve çocuklarıyla tüm yorgunluklarına, zorluklara rağmen üretmek adına yaptıkları bir bahçeydi bu. Etrafını çitle çevirdikleri ancak kapısına kilit vurmadıkları; herkesin gözhakkını gözeterek kullandıkları bir bahçe yapmışlardı. Bahçe, ailenin evinin avlusunda, yanında, yakınında değildi. Mahallesinin ortasında, halkın aynı zamanda doğal bir kaynaktan su ihtiyacını da karşılamak için geldiği, geldiği zaman da dere kenarında çay içip dinlenebilidiği doğal bir sosyal alan içinde yer alıyordu bahçe. Bu mahallede yaşayan bir kaç aile, hem geçimine katkı sağlamak hem de köylerinden kalan bağ bahçe kültüründen kopmamak adına yapmışlardı bahçelerini. Adına biraz da son dönem popüler olmasından dolayı “hobi bahçesi” diyorlardı. İşe önce oradan başladık. Çünkü; 22Hobi bahçeciliği; burjuvaziye ait bir faaliyetti, halk bahçeleri ise emekçilerin ortak yaşam düşüydü... 22Hobi bahçeciliği; bireyciliği, her koyun kendi bacağından asılır anlayışını besleyip büyütendi, halk bahçeleri ise halkın ezelden beri var olan imece kültürünü

yaşatmakta, dayanışmayı güçlendirmekteydi. 22Hobi bahçeleri; bireyin özel mülkiyetiydi, halk bahçeleri ise ona emek veren herkesindi. 22Hobi bahçeciliği önce küçük de olsa bir toprak parçası satın alarak ya da kiralayarak yani parayı verenin düdüğü çaldığı bir işleyişe sahipti. Halk bahçelerinde kanun, halkın sağlıklı beslenme ihtiyacını karşılayacak meşru alanların yaratılmasıydı. Ablamızın bahçesine halk bahçesi demek bize düşmezdi artık. Ki gerçek bir “halkın bahçesi”ydi o. Ancak bizim bahçemiz dememiz için ter akıtmak gerekirdi toprağa. O yüzden kolları sıvayarak hemen yan tarafına Halkın Mühendis Mimarları ve Grup Yorum Korosu olarak yeni bir bahçenin yapımına başladık. Günlerce kızgın güneş altında; bazen yağmura tutularak, çamura batarak, bazen dağlardan odun ve gübre taşıyarak; onlarca insanımızın emeğiyle bir halk bahçesi daha kurduk. Her çalışmamızda türküler, semaverde sıcak bir çay, halk bahçesinden ve anadolu kadınının maharetli ellerinden çıkmış

ürünlerle kurulu soframız vardı. Dostlarımız çoğaldı. Halk bahçelerinin sayısı bizden sonra daha da arttı. Şimdi bu coşkuyu, bu dayanışmayı Anadolu’nun her yayına yayma vaktidir. Halkın iktidar bilinci, böyle çalışmalarla artacaktır. Halk Bahçesi Komitesi, yeni bahçeler için politika üretiyor, bahçede komşular arasında çıkan tartışmalara çözüm bulmaya çalışıyor. Dünyayı, hayatın gerçeklerini daha iyi yorumluyor; düzenin aldatmaca bir “böyle gelmiş böyle gider” klişesini kırarak, dünyayı değiştirebilme gücünü örgütlüyor. İnsanları birbirine bağlayanın bir tek akrabalık bağları olmadığını, yoldaşlığın nasıl ilmek ilmek örüldüğünü ve gerçek çıkarsız dostluğun hayatın anlamı olduğunu gösteriyor. Biz böyle bir değer yarattık Çiğli’de... Sonuç aldık... Emek harcadık... Halka güvendik... Ve inandık... Çünkü biz ‘zincirinden başka kaybedecek hiç bir şeyi olmayanlar’ın safındayız... Ki bu saflarda yetişenler, mutlak zafere erişirler!

65


SUYUN SOĞUK VEYA SICAK OLMASI ÖNEMLİ DEĞİL... YETER Kİ HALKIN YÜREĞİNE AKSIN...

Yusuf, Aşur, Dilek... Bir yudum sudan, umudun çağlayanına bir hayat hikayesi. Yusuf’la tanıştık ilk. 12 Eylül öncesi halkı için düştü yola. Bu topraklarda, halkının çektiği yoksulluğu, zulmün kalelerini yerle bir ederek ortadan kaldıracağına

66

olan umudunu taşıyordu yüreğinde. Umut soyut birşey değildi. Taşıyordu ya, işte o taşıdığı; devrime olan inancı, harekete olan güveni ve bağlılığıydı. Sıkı sıkı sarılmıştı ona. Mahremiydi hareketi ve yoldaşları onun için. İşte bu yüzden 12 Eylül’den sonra

defalarca işkencelerden geçirildi de tek bir kelime etmedi düşmana. Konuşmayı reddetti ve sorulan tüm sorulara “Hayır” cevabını verdi. Yenemedi düşman Yusuf’un iradesini. Kopmaz bağlarla bağlıydı çünkü Yusuf yoldaşlarına.


İşkenceciler dünyanın her yerinde aynı yöntemlere başvurmaya başlamışlardı. İlk Nazi Almanyası’nda, daha sonra LatinAmerika’da insanlar karanlıkta kaçırılır ve kaybedilirken geride kalan sis perdesiyle birlikte yüreklere korku salmak istiyorlardı. Ülkemizde de bu kaybetmelerin ilk kurbanlarından oldu Yusuf. En güzel canlarımız, en değerli insanlarımız bir yerlerden işkenceciler tarafından zorla kaçırıldı. Sonra da “nerede?” diye sorulduğunda, o klasik ve buz gibi söz tekrarlandı “bizde yok..” Yüzlerce ana, dağlanan yüreğinin ateşiyle, binlerce yıllık Anadolu kültürünün verdiği öfkeyle isyan etti. Zordu kayıp acısına dayanmak... Ne sarılıp ağlayarak acını hafifleteceğin ölü bir beden, ne de kin ve öfkeyle kucaklayabileceğin “Öldüler Yenilmediler” yazan bir mezar taşı vardı ortada... Şimdi Yusuf Aşur’a sesleniyordu; “Beni kaybedenler ancak namuslarını ve şereflerini kaybederek acizliklerini sergilemişlerdir. Beni kaybederek yaşadıkları kendi yenilgileridir. Bu yenilgiyi ve beni de gizleme çalışmaları yanılgıdır. Tarih zalimlerin hükmünü çoktan vermiştir.” Aşur ise büyük bir nehir gibi yüzeyde sessiz, dingin fakat derinlerinde öfkeyle cevabını veriyordu; “Gözün arkada kalmasın...” Yıllar sonra kendi şehitliği geldiğinde de aynı cümleyi kuracaktı; “Gözüm arkada kalmayacak...” Yusuf şimdi Aşur olmuştu. Farklı iki isim, farklı iki insandı

fakat yürekleri bir çarpıyor, aynı şeyi düşlüyorlardı ve aynı idealler uğruna toprağa düşeceklerdi. Aşur lisedeydi onu tanıdığımızda. Çok sevdiği Cemo türküsünü ve Liseli Dev-Genç yazısını defterine kazıdığı için okuldan atıldı. Atıldı ama, uğruna bu bedeli ödediği devrim için sıra neferi, arkasından gelen nesiller için devrimin meşalesi olacaktı. 91 mayısında yoldaşı Ali Haydar Çakmak ile Gazi’de bir otobüs durağında gözaltına alınarak tutuklandılar. Bu ilk tutsaklığıydı Aşur’un. Bundan sonraki süreçte devrim ve düzen arasında çelişkileri oldu ama hareketten hiçbir zaman için kopmadı. Sonrasında şu şekilde ifade ediyordu kendini; “Halk sevgisi, vatan sevgisi, partimiz, tarihimiz yaşam gerekçelerimdir.” 19 Aralık’la birlikte Ölüm Orucu Direnişi başlar tüm hapishanelerde. Aşur da Bayrampaşa Hapishanesi’ndedir bu süreçte. Aşur sadece anı yaşayan değildir. Mücadelenin bin yıllık tarihine bir halka olacağını bilerek, yaşayacağını, yaşatılacağını bilerek gönüllüler kervanına en önde katılır. 1. Ekipte yerini alır. Coşkusu kabına sığmaz.Onu tanıyanlar koşup ziyaretine gelir. Ziyaret kabinlerinde yaşayan duygusallıkların aksine o, cenazesinin nerelerden geçeceğini coşkuyla anlatandır. Ziyaretçiler ‘o nasıl söz’ deseler de, Aşur nettir söylediklerinde. O çok istediği ve bir o kadar da emin olduğu bandını kuşanırken bile sıradanlığını yitirmeden yoluna devam eder. Operasyon olasılığı

netleşince “Feda” der. 19 Aralık gecesi yine en öndedir. Fırat’ı uğurlayalı saatler geçmiştir. Artık sıranın kendisine geldiğini belirtir. 13-14 havalandırmasının kapısında “son” hazırlığını yapar. Birazdan namlusundan fırlayan mermi gibi saplanacak zulmün kalelerine. Tek tek sarılıp öper, kucaklar geride kalanları. Alnından öptürür usulca. Saatlerini, eşyalarını devreder yoldaşlarına. Verdiği emeğin bilincindedir o an. Bu nedenle devrim yürüyüşümüze kıvılcım çakıp giderken yine o bilindik sözünü edecektir; “Gözüm arkada kalmayacak.” Kolları açık, alev kanatlı Boran’dır Bayrampaşa semalarında artık Aşur... Aşur Gazi ve Çayan mahallelerinde çalışma yapan bir devrimciydi. Ama onun şehitliğinin etkisi ne sadece Gazi’yi ne de sadece Çayan’ı etkileyecekti. Onun şehitliği İstanbul’un tüm yoksul mahallelerinde tüm devrimci şehitlerin yanında halkın bilincine ilmek ilmek işlenecek ve halkın öfkesini ve umudun kavgasına olan inancını fitilleyecekti. Aşur’u tanımayan çocuklar, onun yaşam hikayesi ile büyüyecek, onun ve tüm şehitlerin yaşamlarını örnek alacaklardı. Dilek de İstanbul’un yoksul mahallelerinden birinde yaşıyordu. Adı Küçükarmutlu’ydu mahallenin. Adı küçüktü; ama gerek kentsel dönüşüme karşı halkının direnişi, gerek ölüm oruçlarına ev sahipliği yapmasıyla adı tüm Anadolu’ya yayılmıştı. Dilek’in hikayesi de bu mahallenin derinliklerinde...

67


Dilek hapishanelerde süren katliamların ve tecritin son bulması için Ölüm Orucu’ya yatan Şenay ve Gülsüman ananın yaşadığı bir mahallede büyüdü. Onların şehitliğini gördü. Sadece onların değil bir sürü devrimciyle tanıştı ve bir çoğunun şehitliğinde cenazesine tanık oldu. Dilek mahallenin kara kaşlı kara gözlü kızıydı. Bir gün devletin profesyönel katil ordusu Armutlu’da yine katliam peşindeydi. Adreslerden biri de Dilek’in yaşadığı evdi. Dilek geçit vermedi düşmana. Girdikleri sadece bir ev değildi Dileğin gözünde, girdikleri şehitlerin kanıyla, onların anılarıyla yaşayan mahallesiydi, vatanıydı. Karşı çıktı Dilek. Öyle elini kolunu sallaya sallaya her defasında giremeyeceklerini anlamıştı düşman. Bunun hezimetini yaşamanın şaşkınlığıyla ve acısıyla bastı tetiğe. Dilek de, Aşur ve Yusuf gibi “duru bir su gibi yaşamış ve halkı için düşmüştü toprağa”... Yusuf, Aşur, Dilek... Bir yudum sudan, umudun çağlayanına bir hayat hikayesi demiştik. Öyle de. Yusuf, Aşur ve Dilek 3 farklı insan, 3 farklı hikaye, devrim mücadelesinde dövüşen, düşen yüzlercesinden sadece 3 tanesi. Aslında hepsinin nezdinde 3’ü diyebiliriz. Çağlayana akan birer yudum sudur hepsi. Bilir misiniz, büyük güçlü ırmakların yüzeyi, üst kısmı yani, sakindir hep. Hani kibrit çöpü atsanız gitmeyecekmiş gibidir, tıpkı halkın geleceği için adanmış mütevazı hayatlar gibi. Ama içine girip iki adım attınız

68

Vefa borcumuz var her birine. Her birinin hayat hikayesini dilden dile, adım attığımız vatan topraklarında tüm halkımıza anlatacağız. Bu topraklarda bir ırmak gibi hiç durmadan dövüşenler de var. Bu halk onuru için, geleceği için birer ikişer verse de toprağa evlatlarını, yüzlerce binlercesi var daha en güzel günleri yaşayacak ve bu güzel günler için dövüşecek. Mühendis mimarlarız hepimiz, yoldaşıyız şehitlerimizin. Her biri için şehirin yoksul kondularında ve köylerde birer birer çeşmeler yapacağız şehitlerimizin adına. Yaşatacağız onları, unutmayacağız ve unutturmayacağız. Egemenlerin tarihi yazmasa da kitaplarına adlarını halkın evlatlarının, biz anlatacağız kahramanlıklarını kulaktan kulağa. Sağır sultana dahi fısıldayacağız andımız var. Mezar taşları olmasa da çeşmelerimiz olacak adlarına; “Öldüler Yenilmediler” yazan.

mı sizi de alır sürükler, sürükler, sürükler... Duramazsınız bir daha. Gücüne karşı koyamazsınız. İşte böyledir halkı için toprağa düşenler. Görünüşte sessiz, sakin... Ama tanıdınız mı onları bir defa, o zaman coşkusunu heybetini anlarsınız. Vefa borcumuz var her birine. Her birinin hayat hikayesini dilden dile, adım attığımız vatan topraklarında tüm halkımıza anlatacağız. Bileceğiz ve bildireceğiz. Bu topraklarda bir ırmak gibi hiç durmadan dövüşenler de var. Bu halk onuru için, geleceği için birer ikişer verse de toprağa evlatlarını, yüzlerce binlercesi var daha en güzel günleri yaşayacak ve bu güzel günler için dövüşecek. Bunu dert ettik de çıktık yola. Mühendis mimarlarız hepimiz, yoldaşlarıyız şehitlerimizin. Her biri için şehirin yoksul kondularında ve köylerinde birer birer çeşmeler yapacağız şehitlerimizin adına. Yaşatacağız onları, unutmayacağız ve unutturmayacağız. Egemenlerin tarihi yazmasa da kitaplarına adlarını halkın evlatlarının, biz anlatacağız kahramanlıklarını kulaktan kulağa. Sağır sultana dahi fısıldayacağız andımız var. Mezar taşları olmasa da çeşmelerimiz olacak adlarına; “Öldüler Yenilmediler” yazan. Şimdi başladık işimize ve öncesinde bitirdiklerimiz de var. Dilek Doğan adına Küçükarmutlu mahallesinde bir çeşme yaptık. Tokat ziyaretimizde Yusuf için ailesinin bir çeşme yaptığını duyduk. Adı da “Umut Çeşmesi” imiş. Şu anda akmıyormuş su ama önemli değil. Onu da akıtmak


bizim boynumuzun borcu. Şimdi de Aşur’un adına, sokakların da ter akıttığı Çayan mahallesine bir çeşme yapıyoruz. Bizim için başlayan, biten ve tekrar başlayan işler var. Bu işimiz de böyle olacak. Hiçbir zaman bitmeyecek mücadeleye olan vefa borcumuz. Her projemize olduğu gibi çeşme projelerimize de şehitlerimizin adını veriyoruz. Onları hayatımızın her alanında yaşatıyoruz. Bizim için bunun anlamı hiç birşey ile kıyaslanamaz. Dilek Doğan çeşmesinin açılışında, Dilek’in abisinin bir konuşması vardı. İşte bizim çeşmelerimiz

tam da bu anlama geliyordu: “Suyun soğuk ya da sıcak olması önemli değil. Halkın yüreğine akması gerekiyor. Halkın Mühendis Mimarları, halkın yüreğine hitap etmişler. Dilek’in de yüreğinin burada olduğunu hissediyoruz. Her savaşın sonunda, her savaşçı bir çeşmenin başında olmak ister. Bir suyun üstünde, bir ağacın gölgesinde... Biz de Dilek’in çeşmesinin başındayız. Bu çeşme bize umuttur. Umudun savaşçılarına, Ölüm Orucu şehitlerine birer yudum sudur. Adaletin tertemiz yunup yıkandığı bir çeşme olsun. Herkesin talebi adalettir. Bizim

de talebimiz adalettir. Bir yandan da sadece çeşme olarak görmeyelim. Bu, Armutlu’nun güzel kızının çeşmesidir. Armutlu’nun, belki barikat başında duran gençlerine su verecektir. Belki bir yaşlı teyzenin bastonuyla eğilip su içeceği bir yerdir. Her şeyden önce kavganın çeşmesidir. Buradan savaşçılar, buradan tüm insanlar, herkes su içebilir; ama düşmanlar değil. Çünkü burası Armutlu’dur. Bu sokaklar bu direnişi iyi tanır. Bu çeşme direnişçileri kucaklayacaktır. “

69


ANADOLU'NUN HER KARIŞINDA HALK İÇİN MÜHENDİSLİĞİ HAYATA GEÇİRECEĞİZ Ağustos ayı başında Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Filtise (Durudere) köyündeydik. Daha önceleri birçok defa devrimin yolunu çizen önderlerden Mahir Çayan’ı ve yoldaşlarını anmak için Tokat’ın yollarını aşındırmıştık, fakat bu seferki gidişimiz daha farklı bir anlam taşıyordu bizler için. Halkımız bizlere fikrimizi sormuş, yardımımızı istemişlerdi. Bildiğimizi paylaşacak, bilmediklerimizi öğrenecektik halktan. Halk için mühendislik mimarlığın altını doldurabilme heyecanı ve coşkusuyla çıktık yola. Küçük Armutlu Mahallesi’nden tanıyordu Filtise köylüleri devrimcileri, devrimci mühendis mimarları. Neyi, ne kadar biliyorlarsak, alnımızın terini katarak ürettiğimizi ve halkla paylaştığımızı biliyorlardı. Bu samimiyetle

70

çağırmışlardı bizleri. Tahmin ettiğimizden daha erken vardık Almus’a. Köyden bizi almak için gelecek olan dostumuz günlük işlerin koşuşturmacası içerisindeydi ve bir kaç saat merkezde beklemek zorunda kaldık. Beklerken Küçük Armutlu mahallesinden tanıdığımız dostlarımıza denk geldik ve bol bol sohbet etme fırsatı bulduk. Biz onlara Armutlu’yu anlattık, onlar bize Tokat’ı anlattı. Sonrasında bir dostumuz bizi alarak Filtise köyüne bıraktı. Köye varır varmaz bir ailemizin evine geçtik ve hemen kurulan sofrada karnımızı doyurduk. Evine gittiğimiz dostumuz bizi 5 gün önce Armutlu’da köye çağıran ve bizden projelerimizi köyde de hayata geçirmemizi isteyen dostumuzdu. Hemen neler yapabileceğimiz üzerinden sohbete

başladık. Evdekiler köyün ve köylünün ihtiyaçlarını bir solukta döküvermişti önümüze. Bize tek bir soruları vardı; Ne yapabiliriz? Bunu cevaplamak için 2 gün boyunca köyde kalacak ve araştırmalarımızı yapacaktık. Ertesi günün planını yaptık ve o gece dinlenmek için hemen yataklarımız hazırlandı. Ertesi gün kalktığımızda köydeki herkes karınca misali çalışmaya başlamıştı bile. Bizim için ise hem köyün günlük yaşamı ve çalışmalarına ayak uydurmak, hem de ihtiyaçlara cevap verebilecek projeleri gerçekleştirmemiz için gerekli bilgileri toplamak ilk defa deneyimlediğimiz bir pratik olacaktı. Sabah kalkar kalkmaz kaldığımız evin sahibi ve çobanı ile birlikte kalabalık bir sürüyü otlatmaya çıkardık. Yolda Armutlu’dan tanıdığımız


bir abimize denk geldik. Bizi görünce şaşkınlığını saklayamadı ve sorgulayan gözlerle, samimi gülüşüyle sürünün arasına girerek karşıladı bizi. Sormadı ama bizim cevabımız hazırdı; çalışmaya gelmiştik. Gerektiğinde sürü otlatacaktık, gerektiğinde de 1 gün sonrasında yapacağımız gibi patos vuracak, tarlada deste yapacaktık. Öğlen vakitlerinde köyden dostlarımızın komşu köyden bir başkasının tarlasına çalışmaya gideceklerini duyduk ve hemen düştük peşlerine. Bu durumu fırsat bilerek onlar çalışırken gittiğimiz köyü ve civar köylerini gezmek için ayrıldık yanlarından. Gezdiğimiz köylerin hepsi birbirinden güzeldi. Gittiğimiz köylerden birinde devlet tarafından kaçırılarak kaybedilen yoldaşlarımızın birisinin ailesini ziyaret ettik. İlk başta bizi tanımadıkları için kaygılıydılar fakat sohbet sohbeti açtı ve bizleri iyice tanıdılar. Asıl sohbet şimdi başlıyordu bizim için. Güvenmişlerdi bize. Hemen çay demlendi ve hızlıca bir sofra hazırlandı önümüze. İlk başta ‘’Kim olursanız olun, bir bardak çayımızı içersiniz.’’ derken, sonrasında sofra kurulmuştu. Uzun bir süre oturup, dinlendikten sonra kalkmaya karar verdik. Yoldaşımızın babası bize köyün çıkışına kadar refakat etti. Sohbet ede ede köydeki dostlarımızı bıraktığımız yere doğru gittik. İşleri bitmek üzereydi. Biraz yardım ettik. İş bittiğinde tarlanın sahibi bir sofra kurmuştu bizler için. Orada da oturup karnımızı bir iyi doyurduktan sonra

kalmak için Filtise’ye döndük. Ertesi gün kalktığımızda uzun bir gün bizi bekliyordu. Dün bizle gün boyunca birlikte olan dostlarımız ‘’Dün misafirdiniz, bugün sizi yoracağız.’’ demişti. Biz nettik gelirken; her işte varız. Hemen sabahtan güzel bir kahvaltı sonrası tarlaya gittik çalışmaya. Farklı farklı tarlalarda deste yaptık, patos vurduk. Akşam bastırmak üzereyken yaylaya çıkmamız ve projeler için gereken verileri almamız gerekti. Hemen traktöre bindik ve 20 dakikalık sarsıntılı bir yolculuk sonrası yaylaya çıktık. Bize refakat eden dostlarımız; ‘’Biz buradaki 3 evi 200 m aşağıda çıkan bir kaynak suyunu jeneratörle yukarıya pompalayarak yaptık’’ dedi. Köydekiler bu suyun yukarıya, yani şu anda bu evlerin olduğu yere gelmesi durumunda, yaylaya yerleşeceklerini anlattı. Hatta suyun çıkarılması için daha önce konuşulan bazı mühendislere verilmek üzere kendi aralarında para dahi topladıklarını anlattı. Biz de suyu yerinde inceledik ve gerek rüzgarı kullanarak gerek mekanik bir sistem için ihtiyacımız olan görsel ve yazınsal metinleri toplayarak çalışmamızı bitirdik ve köye dönmek üzere yola çıktık. 3. günün gecesinde de köyde kaldıktan sonra ertesi gün dostlarımız bizi yolcu etti ve İstanbul’a halk için yapmaya başlayacağımız projelerin, gelecekte halk tarafından kullanılacağı hayalinin coşkusuyla geri döndük. Köyde kaldığımız süre boyunca köylünün günlük yaşamını yaşadık, beraber çalıştık,

beraber yedik-içtik, sohbet ettik. Dersim-Hozat’a da Anadolu Halk Festivali öncesinde gittik. Bizim buraya geliş sebebimiz ise projelerimizi burada hayata geçirebilmek. Hozat’ın bir köyünde tek bir hane ev kalmış ve elektriği olmayan bir evin sahibi ile tanıştık. Ev sahibi, evinin biraz uzak ve engebeli olduğunu söyledi; ama bizi yolumuzdan etmedi. Evin sahibi ve Grup Yorum’dan bir arkadaş ile birlikte 3 kişi gece Hozat merkezden köye doğru yola çıktık. Ne kadar gideceğimizi bilmiyorduk; ama yola çıkar çıkmaz çevredeki ışıklar kayboldu. Ay hemen hemen dolunay olmuş dağların heybetini ortaya seriyordu. Hava biraz soğudu; ama traktörün ısısı ve ev sahibinin sigarasının ışığı ısıtıyordu bizi. Ev sahibi ile bir sohbet başladı; dağları, şahanları anlattı bize. Düz yolu bitirip daha sapa bir yola girdiğimizde üzerinde kablo olmayan elektrik direkleri gördük. Ev sahibi; bölgedeki savaş nedeniyle ormanların yakıldığını, köyün elektriğinin kesildiğini, bütün köy halkının sürgün edildiğini ve bir tek kendi ailesinin kaldığını söyledi. “Ama gitmeyeceğim” dedi. Koca dağlar arasında tek bir ışık yok etrafta; ama vatan bilmiş buraları, kökünü daha derine sürmenin derdinde. Sonunda köye geldik. Evin avlusuna girerken bir sürü köpek karşıladı bizi. Kapı önünde bir ateş yakılmış, ateşin üstünde demlik... Saat gece 12 olmuş. Ev

71


halkı biraz kalabalık. Hemen evin önündeki masayı gösterip kim olduğumuzu nerden geldiğimizi sormaya başladılar. Çocuktan nineye bizi çok iyi tanıdıkları belli. Grup Yorum’dan arkadaşa ısrar edince kaptı evdeki bağlamayı. Hep birlikte türkü söyledik. Sohbet, çay, köpekler, ateş, keçi sesleri kocaman dağların arasında bizi kalabalıklara götürüyordu. Ertesi gün sabah 5’te uyandık. Bu saatte telaş başlamış, keçiler otlağa gitmeye hazırlanıyordu. Bir kere daha baktık dağlara gündüz gözüyle. Kahvaltımızı edip keçilerin peşinden elektrik sorununa çözüm bulacağımız dereye doğru gittik. Evin elektrik sorununa çözüm olarak bir

72

su türbini düşündük. Nasıl yapabileceğimizi netleştirmek için suyun debisini ölçtük, nerede en yüksek su düşüsünü bulabileceğimizi belirledik. Bu proje bizi çok heyecanlandırdı. Hem bir ilki gerçekleştireceğiz kendi açımızdan; hem de bütün baskılara rağmen köyünü terk etmeyen bir ailenin elektrik sorununu çözeceğiz. Ev halkına söz verdik; bir dahaki gelişimizde lamba ışığı altında sohbet edeceğiz. Dereye gelmişken girmeyi de ihmal etmedik. Dağlarda motor gezintisi yaptık ve bütün ailenin bir araya geldiği çay masasında yine sohbet ettik. Derken gitme vaktimiz geldi. Daha dün gece gelmiştik; ama bu ailenin ve bu dağların birer parçasıymışız gibi

zor vedalaştık. Geldiğimiz traktöre bindik ve gece karartılarını gördüğümüz dağların arasından Hozat’a doğru yola koyulduk. Bir kez daha gördük ki, halkın bizi ve projelerimizi istediği her yerde olabilmek için elimizden geleni yapmak artık bir gönüllülük değil, zorunluluktu bizim için. Çünkü bir kere adımız Halkın Mühendis Mimarları demiştik. Köklerimiz Anadolu topraklarının derinliklerinde. Sözümüz olsun ki ayak basmadığımız vatan toprağı, hizmet götürmediğimiz halk kesimi kalmayacak. Halkımızı bu düzene karşı alternatifsiz bırakmayacak, halk için üretmenin onurunu yaşayacağız.


BİRLİK VE DAYANIŞMA İÇİNDE OLDUĞUNUZU BİLMEK HEP GÜZELDİR araceli gomez castro

Burada

(İstanbul, Türkiye)

dünyaya katkı sağlayacak olan

nun yapıldığı akşam yemeğin-

geçirdiğim zaman, her gün ken-

uğraşların yansıması ve sonsuz

de çekilmişti. O gece yazmıştım:

dimle yüzleşme içinde geçti.

arayışların sonucu olarak somut

dün onca insanla ve çocuklarla

Her gün iyi yapıp yapmadığımı

bir hale geldi. Ve elbette orada

konuşarak yaşadığım deneyim-

merak ettim; eğer yapmıyorsam

tanıştığım güzel ve cesur insan-

den büyük mutluluk duyuyo-

ne yapıyorum, yaptıklarım işe

ların içinde yaşadığımız dünya-

rum. Bir ekip olarak toplandı-

yarıyor mu gibi sorular sordum

yı anlatabilme tutkusunu yad-

ğımız ev ortamı olağanüstüydü.

kendi kendime.

sıyamam. Üstteki resim; enerji

Hepimiz aynı amaç için orada

bağımsızlığı projesinin sunumu-

bulunuyorduk. Belki 20 kişiden

Bu çalışma, daha bilinçli bir

73


biraz fazlaydık. Çok lezzetli bir akşam yemeği yedik, içi boşalan tek şey çay içtiğimiz bardaklardı. Kapitalizmden, sisteme karşı mücadele araçlarından vs. bahsettik. Kendi, yenilenebilir enerjisini üreten türbinler ile ilgili sunumdan ve sistem içerisindeki aptallara bel bağlamamamız gerektiği üzerine yaptığımız sohbet bana çok şey kattı. Hepimiz mutluyduk. Dans ettik, onların söylediği İspanyolca şarkıları dinledik, sonrasında aralarından bir kadın bana daha iyi bir dünya için mücadele ettiklerini söyledi. O sözleri içimi sevgiyle doldurdu. Peki neden? Çünkü bu sözün anlamını idrak edebilmek kim olduğumu bilmem için önemlidir. Francesca Gargallo nun dediği gibi “dünya görüşlerinden bahsettiğimizde, komşu köyün hurafeleriyle düşünüyoruz; ah şu Avrupa-merkezcilik!” Bu işe değişik dünya görüşleriyle, ideolojilerle ve cinsiyetlerle birlikte öğrenmenin önemini anlayarak başladık. Ve en sevdiğim antropologdan öğrendiğim harika şey: “Dürüstlükle yapılan araştırmalar hep ilerler.” Öyle ki çalışma konusundan da öte, içinde yaşadığımız süreçlerle ilgili “bilgiye sahip olabilmemizi mümkün kılar.” Onlar İstanbul’a farklı yerlerden geldiler. Yıllar önce önce siyasileştiler. O zamandan beri devlet sayısız katliam yaptı. Birçok siyasi tutsakları var ancak teslim olmuyorlar. Güzel bir insan bana mahalleyi anlattı. Hemen sonrasında oraya gitme fırsatımız oldu. Bize olan biteni ve projeleri anlatırken mahalle-

74

yi gezdik. Büyüleyiciydi. Günler sonra mahallede yaşayan bir dedeyle kahvaltı yaptık, ama şimdi o yer yıkıldı. O gece beni aradılar ve sempozyumun son hazırlıkları için yardım etmemi istediler. Ertesi gün ordaydık. Bir süre çalıştıktan sonra, cemevinde oraya gelenler için makarna pişirdik. Her dakika birileri geliyor, daha çok kişiye yetiştirebilir miyiz diye soruyordu. 4 defa domates almaya gittik. Yemekten sonra temizliğe ve bir sonraki gün gerçekleştirilecek sempozyumun yapılacağı kültür merkezinin temizlenip düzenlenmesine başladık. Bu eşsiz coğrafi konumu olan mahalle günümüzde kentsel dönüşüm tehlikesi altında. Bu harika kültür merkezi ise direnişin sembolü haline gelmiş. Limon ağacı... Daha sonra görüştüğümüz zaman o ilk bahsettiğim akşam yemeğiydi, her detayı haykırıyordu. Ziraat mühendislerinin projesini yürüttüğü halk bahçesine destek vermeye başladım. Tarımsal ilaçlara, GDO’lu ürünlere karşı olmalarını onaylıyorum. Ama en güzeli de, bu bahçede dikilen her şeyin, zamanı gelince akşam yemekleri haline geldiğini fark etmekti. Şöyle diyorlardı: “Hapishanelerde sayısız siyasi tutuklu var, ama hepsiyle görüşüyoruz. Bize çok şey gönderiyorlar, bize çok güç veriyorlar, bir kadınlar koğuşundaki tutsaklar limon tohumu sakladı ve büyüttü, küçük bir limon ağaçları olduğunda bize gönderdiler. Şimdi o ağaç mahallemizin bahçesinde.” Piknik... Büyük yeşillik alanda kızıl bayrakları aldık. Çok sayıda

Marksist Leninist temalı pankart ve her yaştan insanlarla biraradaydık. Kahvaltıda Meksika yemeği yedim. Oldukça ilgi çeken farklı gruplardan insanlarla birlikte oyunlar oynadık: Yeni evliler, tiyatro oyuncuları, umudun çocukları müzik grubu, giysi satan işçiler, siyasi tutsaklar, mühendisler, mimarlar. Bir pankartta Eda Yüksel yazıyordu. Devrimci mühendis bir kadındı. Mahalledeki birçok kadına güç veriyordu, ona hayranlar, ben de dahil. Çünkü biz kadınız, mühendisiz ve devrimciyiz. Mahalledeki kadınlardan biri bana (birçoğu politik alanda örgütlü) çok şeyler yaşadıklarını anlattı. Güçlü olduklarını biliyorlar. Bana çok şey öğrettiler... Bir anda hepimiz sessizliğe gömüldük; ölen tüm yoldaşlara duyduğumuz derin saygıyla... Bir oyun... Cumartesi günü halk bahçesinde çalıştıktan sonra Okmeydanı’na gittik. Arkadaşım benim Meksikalı olduğumu söyledikten hemen sonra, bir kadın hızlıca “Zapata, Marcos” diye cevap verdi. Sonrasında arkadaşım bana “Şimdi herkese buraya bir Meksikalı geldiğini anlatır” dedi. Arkadaşımla mahalleyi gezdik, bana sabırla birçok şeyi anlattı. İdil hapishenelerde açlık grevinde ölen ilk kadınmış. 90’larda... Bu yüzden kültür merkezine İdil’in ismini vermişler. Oyun harikaydı. Bu amfi tiyatroyu kendileri inşa etmişler. İlk sahnede polis ateş ederken insanlar barikatlardan taş atıyorlardı. Sonrasinda padişahlık zamanına döndüler ve oyun


Berkin Elvan’ın “uyan artık uyan ve savaş!” demesiyle bitti. Ertesi gün halk bahçesindeki yoğun çalışmalarımıza devam ettik. Burada olmaya karar verdim. Düşündüm ki, gerçekten yaşamak istiyorum ve burada devam etmek onemli. Sahip olduğum gücü fark ettim. Bana elimde olanı daima paylaşmayı ve insanları sevmeyi öğrettiler. Resim yapmak, halk bahçesi, değerli insanlarla dolu bir solcu mahalle, daha ne isteyebilirim ki... Daha önce tanışma fırsatımın olmadığı bir komşu bizi yemeğe davet etti. Her şey çok lezzetliydi. Benim vejeteryan olduğumu öğrendiğinde hemen benim için ayrıca yemek hazırlamaya gitti. (Ona bunun gerekli olmadığını söylediğim halde) Haftalardır ilk baştan beri yapmayı düşündüğüm litografiyi hazırlıyordum (yazının başındaki resim). Bu, benden onlar için ufak bir hediye olacaktı. Çerçeveyi almak için Tarlabaşı’na gittim. Ölçüleri marangoza verdim ve bana 1 saat sonra geri gelmemi söylediler. Döndüğümde çerçeve hazırdı. Çok da iyi yapılmıştı. Öğrenci olup olmadığımı sordular, evet deyince benden para da almadılar. Her yerde güzel insanlar var... “Rant için değil halkı için mühendislik mimarlık - Halkın Mühendis Mimarları”. Heyecanla beklenen bir diğer şey de etkinliğin duyurusunun nasıl yapılacağıydı. Gece saatlerinde şenliğin son hazırlıklarını yaptıktan sonra davullarla mahallede ev ev dolaştık ve insanlara haber verdik. Güzel bulduğum bir başka

şey şuydu; herkesin ilgisini çekmiyordu; ama yine de anlatılanları dikkatle dinliyorlardı. Halk bahçesi şenliği sokaktaydı, organik tarım ile ilgili atölyeler vardı ve Dilek Doğan Çeşmesi açılmıştı. Ve danslar, halaylar... Şenliğe gelen bir arkadaşımla mahalleyi keşfe çıktık. Bir kadın bize seslendi ve bize bir sürü erik verdi. Herkes çok mutluydu. Gece sokaktaydık; Zapatistalar, bağlantılarımızı korumanın önemi ve devletin şiddet tekelini elinde bulundurmasının, zulmünün üzerine konuştuk. Tüm bunlar dayanışma sayesinde başarılmaktaydı. Daha ne diyebilirim... Temmuz’un ilk haftaları harikaydı. Hayran kaldım. Bahsetmek istediğim bir diğer şey de her hafta yapılan kitap okumaları. Fikirlerin ve konuşmaların gelişmesi için. Çok değerli bir girişim ve büyük bir özveri söz konusu. Bir şiir okudular... Türkiye’deki son günlerimden birinde, akşamı mahallede geçirdik. Enfes bir erik suyu vardı... Bankta oturan kadına hoşçakal dedim, o da bana “güle güle arkadaş” dedi. Pazartesi halk bahçesinden sonra herkesle vedalaşmak için gelmiştim. Bir anda ışıkları kapadılar. Ben fark etmeden konuşmuşlar aralarında... Ve birden masaya çikolatalı kek ve bir hediye geldi, İnanamadım, veda konuşması yaparken gözyaşlarımı tutamadım. Uzaklığın arkadaşlık bağlarını koparmayacağını anlatan bir şiir okudular ve kucaklaştık. Sonraki gün Gazi’de kurula-

cak olan yeni halk bahçesinin konuşulduğu bir toplantıya çağrıldım. Mahallede yemek yedik, kavun harikaydı. Ardından uyuşturucuya karşı savaş ve kurtuluş merkezini ziyaret ettik (ismini çok beğendim). Burayı işgal edip açmışlar. Bu mahallede böyle durumlar çok yaşanıyor. Parkta birkaç güvenlik görevlisi gördüğümü hatırlıyorum, devrimcilere onların kendilerinden olup olmadıklarını sordum. Cevapları şuydu: “Hayır, biz kendimizi koruyabiliriz”. İşte bu çok güzel. Mücadeleden çok şey öğrendim. Direnen birçok farklı mahalle, köy, enerji bağımsızlığı projesi, organik tarım, mimari projeler, antikapitalist tatiller, Grup Yorum burada olan şeyler... Onlar gerçekten uğraşıyorlar, biz yazılmamış olanları ve ne kadar güzel olduklarını öğreniyoruz. Ve bilmediğim birçok şey... Dünyanın dört bir yanında mücadele edenler birbirlerinden öğrenmeli ve bağlarını koparmamalı. Sizlere çok teşekkür ederim, büyük aileme çok teşekkür ederim, Küçükarmutlu’ya... İki dal lavantayla ve havaya kaldırdığım sol yumrukla hoşçakalın diyorum... Bir gün kazanacağız. Hasta Siempre... Kaynaklar: • Gargallo, Francesca, (2016), Feminismos Latinoamericanos: aportes para la emancipación desde la resistencia. (Charla), Madrid, Colectivo La Ruana. • Rogríguez Medela, Juan; Salguero Montaño, Óscar; Sánchez Cota, Ariana (2015), Una mirada libertaria a la investigación social, en A. Tarín (coord.), Miradas libertarias, Madrid: Los libros de la Catarata, pp. 15-46.

75


FİLM TANITIMI VATAN: BİZ İNSANLAR Filmde Mohan adlı bir karakter başrolü oynamaktadır. Mohan, Hindistan’da dadısı olabilecek düzeyde zengin bir ailenin çocuğudur. İyi eğitim alabilmiş ve Amerika’ya göç etmiştir. Amerika’da NASA’da mühendis olarak çalışmaktadır, refah-gelir düzeyi ise epeyce yüksektir. Emperyalizm doğayı katlederek dünya su kaynaklarını tehlikeye sokmuştur ve bunun telafisi için de su kaynakları ve meteorolojiyi takip eden bir uydu geliştirmektedir. Mohan da bu projenin müdürlüğünü yapmaktadır. Ülkesine ve sorunlarına yabancılaşmış, emperyalizmin sorunlarını kendine dert edinmiş bir mühendistir. Ailesi öldükten sonra yoğun bir şekilde bu projede çalışmaya başlamıştır. Emperyalist NASA Mohan’ı o derece sömürmüştür ki, annesi gibi gördüğü dadısı Kaveri’ye yıllar boyu mektup bile yazmamış, yaşlılığında onu yalnız bırakmıştır. Ancak emperyalizmin gözüne çektiği yabancılaşma perdesinden küçük parçalar halinde sızan Kaveri annesinin

76

hatıraları, onu bu çalışmaya ara vermeye ve Hindistan’a gitmeye zorlamıştır. 2 haftalık bir izin alarak Hindistan’a döner ve yoksul Charanpur köyünde Kaveri annesini bulur. Kaveri annesi burada Mohan’ın çocukluk arkadaşı Gita ile yaşamaktadır. Gita, Mohan’ın aksine ülkesinin sorunlarını kendisine dert edinmiştir. Köydeki okulu tek başına idare etmeye çalışmaktadır. Köyün sorunları köy meclisinde tartışılarak çözülmektedir. Köy meclisi okula ilginin az olmasından dolayı okulu uzakta küçük bir binaya taşımaya karar verir. Gita bu duruma itiraz eder ve daha çok öğrenci toplayacağına dair meclise söz verir. Mohan da Gita’ya yardımcı olmak için köylüyü dolaşır ve çocuklarını okula yazdırmaya ikna etmeye çalışır. Böylelikle halkını tanımaya başlayan Mohan’ın gözündeki perde kalkmaya başlar. Mohan ülkesindeki yoksulluğu-açlığı görmeye başlamıştır. Köyde sık sık elektrikler gitmektedir. Halkın bu sorununu sahiplenen Mohan halk ile birlikte

kolektif bir çalışma ile bir su türbini inşa eder. Köy artık kendi elektriğini kendisi üretmektedir. Bununla birlikte Mohan emperyalizmin halkından sakladığı teknik bilgiyi halkı için kullanmaya başlamıştır. Bir başka deyişle “Halk için mühendislik” yapmaya başlamıştır. 2 haftalık iznini 5 haftaya çıkaran Mohan halkı ile bol vakit geçirme imkanı bulmuş ve halkını tanımış olarak Amerika’ya döner. Artık kendi halkının sorunlarının farkına varmış ve yabancılaşma perdesini parçalamıştır. İçerisindeki bu büyük çelişki onu halkın mühendisi olmaya itmiştir. Mohan projesini tamamlayıp Hindistan’a Charanpur köyüne taşınır.

Filmi Neden İzlemeliyiz? Yeni sömürge bir ülkenin mühendis mimarları olarak çoğumuz çalıştığımız şirketlerde halka değil ranta hizmet ediyoruz. Bazılarımız gerçekten büyük işler çıkarıyor olabilir. Fakat emeğimizin karşılığı olarak bu büyük işlerin ancak kırıntılarını


alabiliyoruz. Yani patronlarımızın ceplerini dolduruyoruz. Çoğu kısmımız ise mesleki becerilerinin küçük bir kısmını kullanabiliyor. Emperyalizm bizleri şirketlerin çıkarları doğrultusunda belli alanlara odaklanmaya itiyor. Bu da yaratıcılığımızın, bilgi ve becerimizin gelişmesinin önüne geçiyor. Ancak mühendislik mimarlık becerilerimiz halkın safında özgürce kullandığımızda

gerçekten mesleki olarak tatmin olabiliyoruz ve çok büyük işler başarabiliyoruz. İşte film tam olarak bu çelişkiyi anlatıyor. Mohan, mühendislik becerilerini halkla beraber kolektif bir çalışmayla halkın çıkarları doğrultusunda kullanmayı keşfediyor. Eğer siz de meslek hayatınızda bu çelişkileri yaşıyorsanız, alternatif çözümü görebilmek için bu filmi mutlaka izlemelisiniz.

Orijinal Adı: Swades: We, The People Yönetmen: Ashutosh Gowariker Ülke: Hindistan Yapım Yılı: 2004 Süre: 3 saat 30 dakika

77


HABERLER

3. Geleneksel Tohum Ekim Şenliği büyük bir coşkuyla gerçekleştirildi

Gelenekselleşen 3. Tohum Ekim Şenliği 5 Haziran Pazar günü gerçekleştirildi. Şenay ve Gülsüman Halk Bahçesi’nin önündeki sokaklara kurulan şenlik alanı yoğun bir katılıma sahne oldu.

78

Şenlik için son hazırlık çalışmaları sabah erken saatlerde başladı. Sahnenin kurulumu, atölye alanlarının hazırlanması, serginin kurulması gibi son işlemlerin ardından şenlik başta halk bahçesine ismi verilen ölüm orucu şehitleri Şenay ve Gülsüman ana olmak üzere tüm devrim şehitleri için gerçekleştirilen 1dklık saygı duruşuyla başladı. Açılış konuşmasını Halkın Mühendis Mimarlarından mimar Cem Dursun yaptı. Ardından halk bahçesi Komitesi adına konuşmayı Mehmet Araz gerçekleştirdi. Ardından Polonya Halk Cephesinden ve Çiğli Halk Bahçesi’nden gelen mesajlar okundu. Açılış konuşmalarının ardından programın şenliğe katılanlara açıklanmasıyla beraber şenlik coşkulu bir şekilde Müzik gruplarının konserleriyle devam etti. Mini konserlerin arasında şiir dinletileri, skeçler ve enerji Komitesi konuşması yer aldı. Bu yılki şenliğin önemli ayaklarından biri de Armutludaki evinde polis kurşunuyla katledilen ve katili halen tutuklanmayan Dilek Doğan’ın anısına yapılan ve arıtılmış su sunacak olan Dilek Doğan Çeşmesinin açılışıydı. Açılışa Dilek’in ailesi de katıldı. Açılış sırasında annesinin ve abisinin yaptığı konuşmalar katılımcılar duygulanırken bir yandan da Dilek’in hesabının sorulacağına dair umutlar ve Halkın adaletsiz kalmayacağına dair düşünceler dile getirildi. Kırmızı kurdele kesildikten

sonra çeşmenin hemen yanına Dilek’in en sevdiği çiçek olan hanımeli dikildi. Çeşmeden ilk yudumu Dilek’in annesi aldı ve hanımeline can suyu da yine çeşmeden verildi. Çeşme açılışının ardından mahalleli çocuklar ile birlikte gerçekleştirilen bir kısa oyun sergilendi. Tiyatronun ardından mahallenin gençleriyle beraber artık gelenekselleşen çuval ve halat çekme yarışmaları yapıldı. Her yıl olduğu gibi Halkın Mühendis Mimarları yine halat çekme yarışının kazananı oldu. Yarışmaların kazananlarına kermes masasından ödülleri verildi. Yarışmalar sonrasında bu yıl ilk defa gerçekleştirilen serbest kürsü kuruldu ve katılımcılar halk bahçelerine dair düşüncelerini paylaştılar. Serbest kürsünün ardından Ankara’dan gelen genç bir müzik grubu sahne aldı. Seslerinin güzelliğiyle ve söyledikleri türkülerle adeta seyirciyi büyüleyen grup ardından sahneyi konuşmasını yapmak için Sanat Meclisinden İnan Altın’a bıraktı. Son olarak sahne alan iki grup Ötekiler Müzik Grubu ve Grup Umut Yağmuru oldu. Her yıl kapanış öncesi topluca gerçekleştirilen fotoğraf çekiminin ardından “ellik ” oynayarak şenlik hasatta tekrar buluşmak üzere sonlandırıldı. Mahallelilerin, mühendis-mimarların ve uluslararası birçok misafirin de olduğu şenliğe yaklaşık 300 kişi katıldı.


HABERLER

44. TMMOB Genel Kurulu yapıldı

TMMOB 44. Olağan Genel Kurulu, 26-29 Mayıs tarihleri arasında Ankara Kocatepe Kültür Merkezi’nde yapıldı. Genel kurul ve seçimlerin sonucunda, 2004’ten beri TMMOB Başkanlığı yapan Mehmet Soğan-

cı, yerini Emin Koramaz’a devretmiş oldu. Genel kurulda Halkın Mühendis Mimarları stant açarak mühendis ve mimarlara yayınlarını ulaştırdı ve projelerini tanıttı. Ayrıca Halkın Mühendis Mimarları adına kürsüden yapılan konuşmada halk için mühendislik mimarlık projeleri anlatıldı, mühendis-mimar meclislerinde örgütlenme çağrısı yapıldı ve bedel ödemeyi göze almadan AKP faşizminin yenilemeyeceği anlatıldı.

HMM'den dayanışma kampanyası Halkın Mühendis Mimarları, Haziran ayında halkı projelerinde yardımcı ve gönüllü olmaya çağıran bir kampanya başlattı. Kampanya ile ilgili şöyle denildi: “Amacımız yoksul halkımız için, ezilenler, evsiz, işsiz ve aç bırakılanlar için mühendislik mimarlık yapmak! Bu amaçla bir araya geldik ve bu uğurda bedel ödeyen mühendislerin, mimarların yolunda yürümekten onur duyuyoruz. Yoksul halkımız kendi evinin elektrik ihtiyacını karşılasın diye rüzgar türbinleri yaptık Halkımız birlikte üretsin, birlikte tüketsin, paylaşımın hazzına varsın diye halk bahçeleri yaptık. Felçli olan, engelli olan insanlarımız ayağa kalksın, yü-

rümenin coşkusunu yaşasın diye elektronik yürüteçler yaptık. Yapacağımız daha pek çok şey var… Ancak kapitalist bir düzende ne yazık ki hiçbir şeyi parasız elde edemiyoruz. Ürettiğimiz şeyler elbette ki kapitalist bir meta olarak üretilmediği için şirket ürünleri gibi maliyet taşımıyor; ancak yine de yüklü bir meblağ tutuyor. Bu meblağı Halkın Mühendis Mimarları olarak tek başımıza karşılamamızın olanağı yok. Bu nedenle çalıyoruz kapınızı. Ses verin bize, projelerimize. Sizin de bu üretimde payınız, katkınız, emeğiniz olsun! Hep birlikte umutlu, mutlu, özgür, bağımsız, baskısız ve sömürüsüz yarınlara…”

HMM’den adalet için açlık grevi

HMM, rantsal dönüşüm adaletsiziliğine karşı 27 Haziran günü Küçükarmutlu’daki Halk için Mühendislik Mimarlık bürosunda 1 günlük açlık grevi yaptı. Ayrıca Halk Cephesi’nin “Adalet İstiyoruz” talebiyle 27 Haziran’da başlattığı ve 4 Eylül’e kadar süren açlık grevine HMM olarak katılım sağlandı.

HMM'den dergi dağıtımı

HMM, Halk için Mühendislik Mimarlık dergisinin 5. sayısını İstanbul’un yoksul mahallelerinde halka ulaştırdı. Dergi dağıtımları kapsamında Gazi Mahallesi, Okmeydanı, Çayan Mahallesi, Armutlu, Karanfilköy, 1 Mayıs ve Esenyurt’a gidildi.

79


HABERLER

Halk için mühendislik mimarlık projeleri, Anadolu’ya yayılıyor

HMM, 1-3 Ağustos tarihleri arasında Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Filtise (Durudere) köyüne rüzgar türbini kurmak için ön çalışma yapmaya gitti. Köy halkının talebi üzerine yapılan ziyarette, halk ile rüzgar türbini yapılıp yapılamayacağı ve diğer ihtiyaçları üzerine sohbet edildi. Köylüler, Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini’ni Armutlu’dan bildiklerini ve köyde de yapmak istediklerini söylediler. Bunun için hazır olduklarını, hatta maliyetlerini bile hazırladıklarını söylediler. Köydeki rüzgarın yetersiz olması durumunda ise yaylada rüzgar türbinini hayata geçirmek istediklerini söylediler. Bunun haricinde yaylada kalınan evlerin 200 metre aşağısında kaynak suyu olduğunu, bu kaynak suyunu evlerin olduğu seviyeye taşımak için boru hattı çektiklerini; fakat elektrik olmadığı için suyu yukarı çıkaramadıklarını söylediler. Birkaç kez jeneratör ile suyu taşıyabildiklerini söylediler. Bu suyu da yukarı çıkarmak için HMM’den proje istediklerini ilettiler. Bu konuşmalar ışığında yaylada veriler toplandı.

80

HMM, ayrıca Dolay köyünde faşizm tarafından kaçırılarak kaybedilen Yusuf Erişti’nin ailesini 2 Ağustos günü ziyaret etti. Ailesi Yusuf Erişti için bir çeşme yaptığını ve “Umut Çeşmesi” ismini verdiğini söyledi. HMM ise Umut Çeşmesi için ellerinden gelen her türlü düzenlemeyi yapabileceğini belirtti. Yoldaşlarının da emeğini bu çeşmeye katarak, Yusuf Erişti’ye olan vefa borcunu ödemek, onu anmak istediğini belirtti. HMM; bunlara ek olarak; 22Haziran ayında Balıkesir Gönen’e bağlı bir köye giderek halk için mühendislik mimarlık projelerini halka anlattığı bir sergi ve seminer gerçekleştirdi. 22Temmuz ayında Hatay’ın Samandağ ilçesinde ve Mersin Kazanlı’da gerçekleşleştirilen Evvel Temmuz festivallerine konuşmacı olarak katıldı. 22Temmuz ayında Bursa’nın Gemlik ilçesindeki Karacaali ve Engürücük köylerine giderek zeytin üretici kooperatifleri ile ihtiyaçlar üzerine konuştu. 22Ağustos ayında Dersim’in Hozat ilçesine bağlı, “zorunlu göç” adı altında boşaltılıp tek bir hane olarak kalan bir köyde elektriği olmayan bir evin elektrik ihtiyacını karşılamak için su türbini üretme çalışmalarına başladı.

Halk Cephesi adalet için yürüdü Halk Cephesi, “Adalet istiyoruz“ şiarıyla 4-10 Eylül tarihleri arasında İstanbul’dan Ankara’ya yürüdü. Yürüyüşe ve her ilde yapılan basın açıklamalarına polis saldırısı oldu ve yürüyüşçüler defalarca gözaltına alındı. Yürüyüşün son günü Ankara Yüksel Caddesi’ndeki basın açıklamasına da saldıran polis, HMM’den Cem Dursun’un da aralarında olduğu 10 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltılar aynı gün serbest bırakıldı.

TMMOB danışma kurulu yapıldı TMMOB 44. Dönem 1. Danışma Kurulu, 24 Eylül’de Ankara İMO Teoman Öztürk Toplantı Salonu’nda yapıldı. Ana gündemi TMMOB’un Emek ve Demokrasi Güçbirliği’nden ayrılması olan kurulda HMM de stant açarak kendi ürünlerini ve projelerini tanıttı. Ayrıca kürsüden söz alarak TMMOB’a Senem Doyduk’u ve gözaltına alınan diğer akademisyenleri sahiplenme çağrısı yaptı.


HABERLER

İzmir Doğançay’da Dilek halk bahçesi ve tohum Doğan merkezi çalışmaları Parkı’na saldırı

İzmir Halk Bahçesi Komitesi, Güzeltepe’deki Çiğli Halk Bahçesi’nin ardından İzmir’deki ikinci halk bahçesini kuruyor. Doğançay Halk Bahçesi, aynı zamanda tohum merkezi olarak da kullanılacak. Bu çalışmalar kapsamında İzmir Halk Bahçesi Komitesi, 12 Hazi-

ran’da İzmir Seferihisar’daki Can Yücel Tohum Merkezi’ni ziyaret ederek çalışmaları hakkında bilgi aldı. Doğançay Halk Bahçesi için de önce ekime hazırlık için düzenleme yapıldı. Bahçe duvarı yapıldı, otlar temizlendi. Oturma alanı için yeni bir düzenleme yapıldı. Sulama için ise halkın dayanışması ile bir depo alındı. Ekim için tabla örneklerinin hazırlanmasının ardından ilk tohum ekimi yapıldı. Çiğli Halk Bahçesi’nden alınan ve Anadolu’dan gelen roka, fasulye, mısır, havuç tohumları ekildi.

Mimar Meclisi’nin Kolektif İnşa Atölyesi ile temelini attığı Dilek Doğan Parkı’nın temel pabuçları, 3 Ekim günü sabah saatlerinde 500 polis eşliğinde iş makinalarıyla söküldü. Ayrıca polis, park alanındaki toprağın altını üstüne getirerek çukurlarla yürünmez hale getirdi.

Gazi mahallesinde Senem Doyduk halk bahçesi tutuklandı çalışmaları Halk Bahçesi Komitesi, Sekizevler’de kurulacak olan Gazi Halk Bahçesi için Gazi Halk Meclisi ile birlikte halk toplantıları gerçekleştirdi. Recep Hasar Parkı’nın açılışına katılan Halk Bahçesi Komitesi, Gazi Halk Bahçesi ile emperyalist gıda ve tohum tekellerine karşı bir darbeyi de Gazi halkının indireceğini, bu bölgede halk bahçesiyle ilgili çalışmaların başladığını anlattı ve herkesi Gazi Halk Bahçesi’ne omuz vermeye çağırdı. Halk Bahçesi Komitesi, ayrıca Sekizevler’de Gazi Halk Meclisi ile birlikte bildiri dağıtımı yaparak Ali Haydar Çakmak ve Recep Hasar Halk Bahçesi’nin kurulacağını halka duyurdu.

Mimar Meclisi üyesi ve aynı zamanda Sakarya Üniversitesi Mimarlık Bölümü Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Senem Doyduk, Armutlu’da mimarlık yarışması düzenlemek, Armutlu halkı için park yapmak, mimarlık mesleğini halkın yararına kullanmak gibi “suçları” nedeniyle 23 Eylül’de Sakarya Üniversitesi lojmanlarından gözaltına alındı. 5 günlük gözaltının ardından 28 Eylül’de adliyeye sevk edilen Doyduk, mahkemeden adli kontrol ile serbest bırakıldı. Ertesi hafta 5 Ekim’de ise itiraz sonucu tekrar gözaltına alınıp tutuklandı. Doyduk, Sakarya L Tipi Hapishanesi’ne, oradan da Gebze M Tipi Hapishanesi’ne gönderildi. Aynı gerekçeler nedeniyle gözaltına alınan Sakarya Üniversitesi Mimarlık bölümünden Emre Demirtaş ve Serhat Ulubay ise serbest bırakıldı.

81


HABERLER

Mimar Meclisi, Küçükarmutlu’da Kolektif İnşa Atölyesi ile Dilek Doğan Parkı yapımına başladı

Mimar Meclisi, Küçük Armutlu Yerinde ve Yerlisi ile İyileştirme Mimari Fikir Projesi Yarışması ve çalıştayları sonucu olarak hayata geçirmeyi planladığı Dilek Doğan Parkı’nın yapımına 27 Ağustos-4 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirdiği kolektif inşa atölyesi ile başladı. Atölyeye mimarlar, mimarlık öğrencileri, Armutlu halkı ve HMM katıldı. Diğer Mimar Meclisi etkinliklerinde olduğu gibi; coşkulu, yorucu, tempolu, eğlenceli ve emek yoğun bir atölye gerçekleştirildi. Atölyenin ilk 2 günü arazide temizlik, aplikasyon çalışmaları, pabuç çukurlarının açılması ve kalıpların yerleştirilmesi işleri ile başladı. Çalışmalar gece saatlerine kadar sürdü. İlk 2 günde aynı zamanda üniversitelerden akademisyenlerin katılımları ile okuma atölyeleri de gerçekleştirildi. İlk gün yapılan okuma atölyesinde ‘’Spekülasyon Botu: Ai Weiwei Midilli Adası’nda’’ adlı kitap üzerine okuma ve tartışma gerçekleştirildi. Ayrıca PSAKD Sarıyer Şubesi, film gösterim-

82

lerinin cemevi bahçesinde gerçekleştirilmesini sağladı ve öğle yemeklerinde atölye çalışanlarını ağırladı. Atölyenin 3. gününde sıfır hattının çekilmesi ve pabuçların betonunun dökülmesi işlerine başlandı. Akşam saatlerine kadar süren çalışmalarda ayakların yarısının betonu döküldü. 4. günde ise pabuçların beton dökümünün ardından öğle yemeği yenildi ve okuma atölyesi gerçekleştirildi. Gün boyu süren yoğun ve yorucu inşa çalışmalarının yanı sıra, okuma atölyesi de ilkinde olduğu gibi tartışmalı geçti. Alanda yakılan ateşin üzerinde yapılan kahvenin ardından inşa çalışmaları sürdürüldü. Akşam saat 21.00’de sonlandırılan çalışmaların ardından Halk için Mühendislik Mimarlık bürosunda akşam yemeği yendi. Atölyenin 5. günü, şantiye alanına gidilip beton sulandı. Ahşap strüktür elemanlarının boyutlandırılması üzerine tartışmalar yapıldı. Mahalleli çocuklar ile öğle yemeği yenilmesinden sonra iki ekip olarak çalışmalara

devam edildi. Birinci ekip; peyzaj mimarı bir Mimar Meclisi dostunun Tokat’tan gönderdiği mor sümbülleri Halk Bahçesi’ndeki seradaki toprağa dikti. İkinci ekip ise kolonların bağlayıcı elemanlarını kesmek için tezgah testere ayarlarını yaptı. Çalışma molasında mahallenin çocuklarının hazırladığı piyes, cemevi bahçesinde izlendi. Atölyenin 6-8. günlerinde; parka inşa edilecek olan çardağın ahşap ayaklarının birleşim işlemleri için gruplar gece ve gündüz çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Bir yandan ahşap işleri sürerken, bir yandan okuma atölyeleri de yapıldı. Çok sayıda mimarlık öğrencisi, HMM üyesi, Armutlu halkı gecesini gündüzüne katarak ayakların birleşim işlerini tamamladı. Atölyenin 9. ve son günü, birkaç eksik ölçünün tamamlanmasının ardından atölye katılımcıları, HMM ve PSAKD Sarıyer Şubesi’ne katılım belgeleri verildi. Ardından Grup Yorum’un verdiği dinleti ile atölye programı sonlandırıldı.


geliştirdiğimiz su türbiniyle dersimhozat'ta elektriği olmayan bir evin ihtiyacını karşılayacak enerjiyi üretiyoruz!



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.