Yıl: 4 Sayı: 7 Fiyatı: 5 TL (KDV Dahil) 2017 - I
HALK İÇİN MÜHENDİSLİK MİMARLIK
karsel köyü,
çayan gün su türbini ile aydınlanıyor!
merhaba, Faşizmin OHAL’i varsa bizim de “direniş” halimiz var diyerek merhaba diyoruz yine. Ülkemizin dört bir yanında düzenin deyimiyle “KHK mağdurları”, bizim deyimimizle halkımız; sokakta arıyor hakkını. 9 Kasım’dan bu yana Yüksel Caddesi’nde direnen akademisyen Nuriye Gülmen yaktı ilk kıvılcımı. 14 gün üst üste gözaltına alındı, ama yılmadı. Sonunda Yüksel Caddesi’ni kazandı. KHK terörüyle işten atılan kamu emekçilerinin mevzisi, vatanı oldu Yüksel Caddesi. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, 9 Mart’tan itibaren süresiz açlık grevindeler. Ocak 2017’de KHK ile Düzce’deki işinden ihraç edilen kamu emekçisi mimar Alev Şahin, Düzce’de tek başına her gün oturma eylemi yapıyor. Malatya’da, Aydın’da kamu emekçileri, her gün tekrar tekrar gözaltına alınsalar da yılmıyorlar, direniyorlar. Kasım ayında bir hava operasyonuyla Dersim’de 11 devrimci katledildi. Katledilen devrimcilerin cenazeleri verilmiyor. 11’lerden biri olan Murat Gün’ün babası Kemal Gün, Şubat ayından beri cenazelerin ailelere verilmesi talebiyle Dersim Seyit Rıza Parkı’nda açlık grevinde. Evet, bu zincir böyle kırılacak! Açlıkla terbiye etmeye çalıştıkları emekçilerin, evlatlarını ellerinden aldıkları, bir kemik parçası bile bırakmadıkları 70 yaşındaki babalarımızın canları pahasına sürdürdükleri direnişlerle kırılacak! Mimar Meclisi üyesi Senem Doyduk, geçtiğimiz Ekim ayında halk için mimarlık çalışmaları gerekçe gösterilerek tutuklanmıştı. Senem Doyduk, 18 Kasım’daki ilk duruşmasında tahliye oldu. 12 Mart’ta ise halkın mühendisi Olcay Abalay, su türbini projesinin tanıtımı için gittiği Dersim’de gözaltına alındı ve 17 Mart’ta tutuklandı. Senem hoca tutuklandığında “Halk için mimarlık yapmak suç değildir! Senem Doyduk serbest bırakılsın” demiştik. Faşizm koşullarında isimler değişiyor; ama slogan aynı kalıyor: “Halk için mimarlık yapmak suç değildir! Olcay Abalay serbest bırakılsın!” Olcay tutuklandığından beri her hafta Cumartesi günleri polis saldırısına rağmen - Kadıköy Boğa heykeli önünde basın açıklaması ve oturma eylemi yapıyor, Kadıköy halkına Olcay’ın neden tutuklandığını anlatıyoruz. Olcay Abalay’ın ilk duruşması, 12 Eylül Salı günü Çağlayan Adliyesi’nde olacak. Önceki sayımızda duyurmuştuk; Dersim’in Hozat ilçesindeki Karsel köyüne kurduğumuz su türbiniyle yıllardır elektriksiz kalan bir ailenin sorununu çözdük. Bu sayımızda su türbini “macera”larımızı anlatıyoruz. Yine geçen sayımızda anlattığımız mantar üretimine başladık. İlk denemelerimizi yaptık ve Armutlu’da bir mantar evi kurma çalışmalarına başladık. Hasan Ferit Gedik rüzgar türbinlerinden birini Tayakadın’da kurmuştuk. Bu türbin, 18 Aralık’tan beri ailenin tüm ihtiyacını karşılıyor. Bu bizim için büyük bir zafer... Bu zaferi de anlattık dergimizde. Ve Ferhat Gerçek Yürüteci’ni tekrar üretmeye başladık. Isparta’da serebral palsi hastalığı olan bir genç için ürettik Ferhat Gerçek Yürüteci’ni. Yürüteci ürettiğimiz aileyi ziyaretimizi anlattık. Siz bu yazıyı okuduğunuzda yürüteç, ailenin elinde olmuş olacak... Önümüzdeki sayıda görüşmek üzere...
HALK için MÜHENDİSLİK MİMARLIK Üç Aylık, Mesleki, Fenni, Güncel, Yorum, Yerel, Süreli Yayın Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Barış Yüksel Adres: Fatih Sultan Mehmet Mah. Beyaz Sokak No. 20 Sarıyer / İSTANBUL Tel: 0 534 269 73 33 Baskı: Yediz Ofset - Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1 NE 6 Topkapı / İSTANBUL / 0 212 544 56 12 halkinmuhendismimarlari@gmail.com /halkinmuhendismimarlari /halkinmuhendis
içindekiler
4
halk için mühendislik yapmak suç değildir! olcay abalay serbest bırakılsın!
6 nerede karanlık bir köy varsa bizimdir!
12 açlığa, yoksulluğa karşı
mantar üretiyoruz!
20 halkların açlığa karşı
ürettikleri çözümler
24 mantar nasıl yetiştirilir? 30 gdo gerçeği bölüm 2:
dünyada ve türkiye'de gdo
35 teknolojinin diyalektiği 43 halk için üretim için
bir anahtar: açık kaynak
47 halk için mimarlık yapmak suç
değildir! - mimar alev şahin
49 halkın mimarı alev şahin
ile röportaj
51 sürmene yangını:
doğal afet mi, peşkeş mi?
56 yağmayla, talanla, peşkeşle
"şehirleşme"
61 hasan ferit gedik rüzgar
türbini'nde adım adım sona yaklaşıyoruz!
63 yine düştük yollara,
yine uzun yollara...
65 mühendis mimar
şehitlerimiz: ömer coşkunırmak
69 film değerlendirmesi:
giordano bruno
71 haberler 3
Halkın Mühendis Mimarları’ndan ve aynı zamanda Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi üyesi Olcay Abalay, 12 Mart akşamı Dersim’in Pertek ilçesinde “ifade eksiğin var” denilerek gözaltına alınmış, 5 gün gözaltında tutulduktan sonra da 17 Mart günü İstanbul’da mahkemeye çıkarılmış ve hukuksuzca tutuklanıp Silivri 6 No’lu L Tipi Hapishanesi’ne götürülmüştür. Olcay Abalay, bir makine mühendisidir. Halkının sorunlarını dert eden, bunun için çözümler üreten bir mühendistir. Halkın Mühendis Mimarı’dır Olcay. HMM Enerji Komitesi ile birlikte; halkın yüksek elektrik faturaları ödemesine karşı Armutlu halkı için rüzgar türbinleri yapmış, Dersim’de zorla boşaltılmış bir köyde kalan, elektriği olmayan bir aile için su türbini yapmış, yürüme engelli
4
halkımız için yürüteçler yapmıştır. Armutlu’da inşa edilmekte olan cemevi ve kültür merkezi için büyük emekler vermiş; yeri geldiğinde harcını karmış, tuğlasını örmüştür. Aynı zamanda ülkesindeki adaletsizlikleri de kendi sorunu bilendir Olcay Abalay. Yıkımlara karşı Armutlu halkının mücadelesine omuz vermiş, Dilek Doğan’ın katledilmesinin ardından Armutlu’da kurulan adalet çadırında Dilek için adalet talebini haykırmıştır. Aynı zamanda vatanındaki adaletsizlikleri de kendi sorunu bilendir Olcay Abalay. Yıkımlara karşı Armutlu halkının mücadelesine omuz vermiş, Dilek Doğan’ın katledilmesinin ardından Armutlu’da kurulan adalet çadırında Dilek için adalet talebini haykırmıştır. Olcay Abalay’ın tutuklan-
ma gerekçesi olarak; halk için mühendislik mimarlık yapması gösterilmiştir. Bu büyük “suç”; hepimizin yapmaktan onur duyacağı insanlık görevidir. Halka rüzgar türbinleriyle, su türbinleriyle elektrik götürmek suç değildir. Asıl suç; halkı karanlıkta bırakmaktır, halktan çalmaktır. AKP faşizmine sesleniyoruz. Bizler; Hasan Balıkçılar’ın, İsmet Erdoğanlar’ın, Eda Yükseller’in yoldaşlarıyız. Halk için mühendislik mimarlık geleneğini bedellerle, cüretle büyütenleriz. Saldırılarınız bizi halk için mühendislik mimarlık yapmaktan alıkoyamaz! Tam tersine; saldırılarınızla çeliğe su verirsiniz! Faşizmin, “insan“ olmayı suç olarak göstermesine izin vermeyeceğiz! Yoldaşımızı faşizmin zindanlarından çekip alacağız!
Olcay Abalay’ın İşlediği “Suç”lar Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini: Rant için değil, halk için dönen Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini, emperyalizmin enerji politikalarına karşı halkın kendi enerjisini ürettiği bir alternatiftir. Her geçen gün artan elektrik faturalarında tüketilen elektrikten fazlası, halktan vergi veya hizmet bedeli olarak alınıyor. Elektrik dağıtım şirketleri, sadece “kayıp kaçak bedeli” adı altında halktan yılda 3.7 milyar TL alıyor. Halkın Mühendis Mimarları’nın, Hasan Ferit Gedik’in ismini verdiği rüzgar türbininin yapı-mında, evlere dikiminde ve tanıtımında yer alan Olcay Abalay, halkın kendi elektriğini üretmesini sağlama “suçunu” işlemiştir. Ferhat Gerçek Yürüteci: Halkın Mühendis Mimarları, 2007 yılında polis kurşunuyla felç bırakılan Ferhat Gerçek’i ayağa kaldırmak için yürüteç yaptı. Piyasada satılan yürüteçler 70 bin lira civarında iken; Ferhat Gerçek Yürüteci’nin maliyeti yaklaşık 5 bin TL idi. Kapitalist sistemin engellileri eve hapsetmesini, hayatın içine girmelerini engellemesine karşı, engelli halkımızın sorunlarını çözmek için yapılan Ferhat Gerçek Yürüteci’ne emek veren, yoldaşını ayağa kaldıran Olcay Abalay; büyük bir “suç” işlemiştir. Çayan Gün Su Türbini: Halkın Mühendis Mimarları; boşaltılmış, telefon ve elektrik hatları kesilmiş, tek bir ailenin yaşadığı Dersim’in Hozat ilçesine bağlı
Karsel köyüne, yakınlarından geçen bir dereden akan suya bir çark sistemi kurarak ailenin elektriğini karşıladı. Köy; Halkın Mühendis Mimarları’nın kurduğu su türbiniyle aydınlanırken; Olcay Abalay da karanlıkta kalmış bir köyü aydınlatmak, aileye yalnızca ışık değil, aynı zamanda umut götürme “suçunu” işlemiştir. Dilek Doğan Çeşmesi: Halkın Mühendis Mimarları, Ekim 2015’te evinde, ailesinin kucağında katledilen Dilek Doğan’ın anısına bir çeşme kurdu. Bu çeşmenin yapmımına emek veren Olcay Abalay; duru bir su gibi yaşayan Armutlu’nun güzel kızının adının çeşmeye verilip ölümsüzleştirilmesi “suçunu” işlemiştir. Şenay ve Gülsüman Halk Bahçesi: Emperyalist gıda tekellerinin halka dayattığı sağlıksız, zehirli, GDO’lu besinlere karşı kurulan, halkın kendi gıdasını yetiştirdiği Şenay Gülsüman ve
Halk Bahçesi; 4 yıldır Armutlu halkına sağlıklı bir alternatif sunuyor. Olcay Abalay da bahçede kah sulama yapma, kah, çapa yapma, kah tohum ekme “suçunu” işlemiştir. Armutlu Cemevi ve Kültür Derneği: Armutlu halkının kendi olanaklarıyla yükselen ve bu yıl içerisinde açılması planlanan Armutlu Cemevi ve Kültür Derneği’nin mühendisidir aynı zamanda Olcay Abalay. Armutlu halkının ibadethane ihtiyacına çözüm üretmesine, zenginlerden hiçbir destek almadan, dayanışmanın gücü ile kendi kültür merkezini inşa etmesine omuz verme “suçunu” işlemiştir. Olcay Abalay’ın işlediği “suç”ları her gün, her saat, her dakika biz de işliyoruz. Ne mutlu bize ki; halkımız ekmeğe, adalete, özgürlüğe doyana kadar da işlemeye devam edeceğiz bu suçları...
5
NEREDE KARANLIK BİR KÖY VARSA BİZİMDİR!
Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Karsel köyü... 20 yıldır boşaltılmış bir köy... 6 yıldır bu köyü vatan diye sahiplenmiş bir aile... Koca dağların ortasında kapkaranlik 6 yıl... 13 Ağustos’ta bu soruna bir çözüm bulmak için gittik Karsel’e. Ve bir su türbini ile köyü aydınlatacağımızın sözüy-
6
le döndük. Geceli gündüzlü üç ay... Olmazların imkansızlıkların emek, inanç ve kolektivizmle yerle bir edildiği üç ay ve sonunda zafer... Bugün Karsel köyü, HMM Enerji Komitesi’nin kurduğu su türbini ile aydınlanıyor. Bir evin ihtiyacından fazlası üretiliyor, hem de çarkından alternatörüne, elektrik devresine
kadar her şeyi kendi üretimimizle. Halk için mühendisliğin devrimci ışığını Karsel köyünde büyütüyoruz. Traktör ile Hozat Merkez’e bir buçuk saat uzaklıkta, yüksek dağların ortasında yalnız Karsel köyü. Köy diyoruz; ama tek bir hane yaşıyor şu an, keçiler, köpekler ve değişken hane halkıyla. Yolları çok engebeli, telefon şebekeleri çekmiyor, zamanında terör bölgesi diye boşaltılmış ve elektrik hatları kesilmiş. Adil abi ve ailesi İstanbul’a gelmişler. İstanbul’da birçok zorluk çeken aile, altı yıl önce köklerine tutunmak için, karanlıkta kalmak pahasına, tek sağlam kalan yapı olan köy okuluna yerleşmiş. Biz köye ilk kez 13 Ağustos gecesi traktörle gittik. El fenerleriyle yemeğimizi yiyip gece orada kaldık. Sabah bu evin elektrik sorununu nasıl çözeceğimize baktık. Evin yanından geçen bir dere vardı. Dere üzerinde, debi
ve ulaşabileceğimiz maksimum düşü (suyun boruya giriş ve çıkışındaki yükseklik farkı) konusunda araştırma yaptık. Basit yöntemler kullanarak bitirdiğimiz bu ön çalışma ile buradaki elektrik ihtiyacını karşılayabileceğimiz bir su türbini yapabileceğimizi ortaya koyduk. Ev halkıyla iş bölümü yaptık. Çark ve alternatörü bizim üreteceğimizi söyledik, onlardan ise türbini kuracağımız yere kadar suyun getirilmesini istedik. Zaten belirlediğimiz yerin hemen yanı başında eski un değirmeni vardı. Su önceki arkından gelecekti türbinimize. Kısa zamanda alternatör, çark ve elektronik kısımları tamamlayıp geleceğimizi söyledik. İstanbul’a geldiğimizde heyecanla koyulduk işe. Kaybettiğimiz her gün, ailenin karanlıkta kalmasını daha da uzatacaktı. Sonbahar olduğundan dolayı kar yağması an meselesiydi ve kar yağarsa çalışma bahara kalacaktı. İlk önce kullanacağımız çarka karar vermemiz gerekiyordu. İnternet üzerinden ve çevremizdeki ilgili kişilerle araştırma yaparak Banki – Ossberger (Crossflow) çark tipine karar verdik. Çarkı boyutlandırmak için bir dizi hesap yaptık. Su türbininin alternatörünü de kendimiz üreteceğimiz için çark ve alternatör uyumunu da hesaplarda göz önünde bulundurduk. Çark boyutları da ortaya çıkınca, geriye düşünüleni pratiğe dökmek kaldı. Malzemeleri ve imalatında son derece basit yöntemler kullandık. Lazer kesim ile sacları kestikten sonra her bir bıçağı yerine yerleştirmek kaldı
bize. Elimizde şimdi bir çark ve rüzgar türbinlerinde kullandığımız kendi alternatörlerimiz vardı; ama testlerini yapmadan götüremezdik. Türbini kuracağımız koşullardaki bir deney düzeneğini sil baştan yapabilmek hem çok maliyetli olacak, hem de çok vakit alacaktı bizim için. Takibini yaptığımız Armutlu Cemevi ve Kültür Merkezi şantiyesinin yağmur oluklarını kullanabileceğimize karar verdik. Bu çözüm işimizi oldukça kolaylaştırdı. Değişik çapta nozullarla, değişik çarpma açılarıyla cemevi şantiyesinde birçok deney yaptık. Bu deneylerde üretebildiğimiz maksimum güç 150 watt’tı. Bu değer düşüktü hedeflerimiz için. Bu süreçte köyde yapılan işlerden de haberler geliyordu. Su bir havuza kadar getirilmişti, ama havuzdan türbine gelecek borulamanın henüz yapılmadığını öğrendik. Türbin şasesi için pabuç betonu ve borulama kalmıştı. Hozat’a kar yağdığını öğrendik. Bu bizim için kötü bir haberdi, eğer kar erimez se işimiz bahara kalacaktı. Ertesi gün kar erimişti, ama elimizi çabuk
tutmalıydık. Deneylerini yaptığımız çarkı ve alternatörü dış hava koşullarına dayanıklı hale getirmek, eksik bıraktığımız yanlarını tamamlamak için bir haftalık bir hedef koyduk ve bir hafta gece gündüz çalışarak Hozat’a giden bir kamyona el takımlarıyla birlikte eksiksiz teslim ettik. Şehir merkezine bir buçuk saat uzaklıkta olan ve elektriksiz bir köyde çıkacak en ufak aksaklık bir günümüze mal olacağından her türlü ihtimali göz önünde bulundurarak yaptık hazırlıklarımızı. 28 Ekim gecesi uçağa dört kişi bindik İstanbul’dan. Pazar gecesi tekrar dönecektik. Geceli gündüzlü elimizde 36 saat kalıyordu. Hedefimiz bu dar vakitte türbini kurup testlerini bitirmekti. Elazığ’da uçaktan indik. Dersim’e geçmek için feribota binmemiz gerekiyordu Feribota yarım saat kalmıştı, kaçırırsak 2 saat beklememiz gerekecekti. Yetişmek için hızla giderken bir çevirmeye denk geldik ve aracımız arandı, geciktik. İskeleye geldiğimizde ise feribot yeni hareket etmişti, biz 02:30 feribotuna kalmıştık. Arabada biraz
7
uyukladık ve feribot gelince Pertek’e geçip, bizim için ayrılan bir otelde kaldık. Öğrendiğimiz kadarıyla borulama ve beton işleri yapılmamıştı ve üstüne üstlük kamyona verdiğimiz malzemeler geç gelecekti. Bu şartlarda işimiz daha da zorlaşmıştı. Sabah erkenden kalkıp köy yoluna koyulduk. Saat 11’de köye vardık. Kalabalık bir ekip bizi bekliyordu. Ev sahibinin akrabaları, Hozat Belediyesi işçileri, bizi tanıyan dostlarımız oradaydılar. Birçok imkansızlık arasında bir sürü emekle belli bir yere kadar bitmişti işler, ama birçok eksiğimiz vardı. Borulama için hazırlık ve beton işlerini bitirme hedefi koyduk aynı gün için. Bir yandan da türbinin olduğu yerden eve elektrik hattının çekilmesi işi yapılıyordu. Çok kısa zamanda bütün emekçilerle birlikte kolektif bir çalışma biçimini oturttuk. Hepimizin tek bir amacı vardı, devletin karanlığa mahkum ettiği bu köyde umudun ışığını yakmak. Buradaki ailenin kökleri bizim köklerimizdi. Köklerimizin bu dağlardan sökülmesi, yok olmakla aynıydı bizim için. Eğer
8
tek bir kişi dahi canı pahasına vatanım diye dağa, taşa, ağaca sarılmışsa; bu sesi büyütmek, bu vatanı aydınlatmak boynumuzun borcuydu. Akşama kadar burada yapabileceğimiz işleri bitirdik. Akşam eksik malzemeleri tedarik etmek için Hozat’a indik. Malzemeleri aldıktan sonra Hozat Belediye Başkanı’nın annesinin konuğu olduk. Bize aşure ikram etti. Sonra tekrar otele geçtik. Gece malzemelerimiz de gelmişti. Sabah hep birlikte köye geçtik. Suyu verip çarkı döndürmeden mola vermeyecektik. Belediye Başkanı, ev halkı ve dostlarımız, hep birlikte yine çalışmaya koyulduk. Birçok aksilik olsa da hedefimize son yedi saatte ulaşabilirdik. Her bir işin başında karşılıklı fikir alışverişi yapılıyor, espriler dönüyordu. Birileri boruların montajını yapıyor, birileri kazı yapıyor, birileri elektrik tesisatını tamamlıyor, birileri ateş yakıyordu. Hemen hemen tamamlanmıştı hazırlıklar. Depoya gelen suyu açtık dolması için. Su doldu ve test için hazırlıklarımız da böylece bitti. Haftalardır geceli gün-
düzlü emeğimiz, burada önceden yapılmış hazırlıklar ve iki günlük dur durak bilmeyen çalışmaların sonucunu görmek için hazırdık. Çarka ilk su çarptı, ama debi oldukça düşüktü. Nedenini bulmaya çalıştık, ama iki saatimiz kalmıştı. Herkes bizimle birlikte aç kalmıştı. Hem sorunu tartışmak, hem de karnımızı doyurmak için yemeğe geçtik. Bu sırada Karsel’e zifiri karanlık çökmüştü. Yemekten sonra türbine gelen borunun yukarıdan tıkanmış olabileceğini düşündük. Ve o soğukta havuza girerek tıkanıklığı açtık. Debi büyük oranda arttı. Hava kararmış, vakit daralmıştı. Suyu tekrardan açtık, nozulların çarpma açılarını değiştirerek ilk testimizi yaptık. Herkes bizimle birlikte heyecanla bekliyordu sonuçları. Aldığımız sonuç maksimum 120 wattı. Bu sonuç hedefimizin yarısı kadardı. Daha fazla test yapma imkanı bulamadan, haftaya bir daha gelme sözü vererek alelacele uçağa yetişmek için yola çıktık. İstanbul’a gelince deneyimlerimizi, gözlemlerimizi enerji komitesi ile paylaştık ve mevcut durumun alternatörde yaptığımız değişiklikten kaynaklı olabileceğini öngördük. Mevcut suyun gücü 130 sarımlı alternatör için az geliyordu. Hafta sonuna kadar 65 sarımlı bir alternatör üretme kararı aldık. Geceli gündüzlü bir hafta boyunca çalışarak tespit etiğimiz eksikleri tamamlamak için bu defa iki kişi ile yola çıktık. Yoldayken boru tesisatının patladığını öğrendik. 4 Kasım
gecesi Hozat’ta evlerde kaldık ve sabah köye doğru yola koyulduk. Tesisatı bu defa demir borularla yapacaktık. Yine hep birlikte koyulduk işe. Herkes beyniyle, emeğiyle bu işi bitirmeye odaklanmıştı. Olanaklar ortadaydı, elimizdekilerle en iyisini yaratmak zorundaydık. Çözemediğimiz yerde hemen yaratıcı bir fikir atılıyordu ortaya ve önümüz açılıyordu, teslim olmuyorduk olanaksızlıklara. Aynı gün boru tesisatını büyük oranda bitirdik. Ertesi güne tesisatın kalan küçük kısmını bitirmek ve yeni bir nozul tasarlamak kaldı. Nozulu kaynakla imal edebilmek için Hozat’a inip bir kaynak atölyesi bulduk. Sabah yine çalışmaya koyulduk. Kalan boruların ve nozulun montajı boruların sabitlenmesi, test için elektronik düzeneğin hazırlanması derken yine vakit daralmaya başladı. Yemek sonrası teste hazır olduğumuzda saat 16:00 olmuştu. Yine son iki saate kalmıştık. Olası bir aksiliği tolere edemeyecektik, artık hedefimiz 250 wattı görmekti. Bu defa heyecan daha da fazlaydı. Karşıda bir keçi sürüsü duruyordu. Adil abi çobanın da merakından keçileri karşımızda otlattığını söyledi. Ev halkı kadınlı erkekli yanımızdaydı. Bütün emekçiler pür dikkat ölçüm aletlerine ve çarka bakıyordu. Son bağlantılar da bitince vanayı açtık. Çark çok hızlı bir şekilde dönmeye başladı. Dirençleri düşürdükçe ürettiğimiz güç de çarkın devir sayısı da artmaya başladı. Bizim yüzümüzde mutluluk ve gurur
vardı; bizim mutluluğumuzu görenler de ortak oluyor, iyi bir şeylerin olduğunu anlıyordu. Okuduğumuz watt veya amper değerleri onlar için bir şey ifade etmiyordu, ama bizim mutluluğumuzun kendi mutlulukları olduğunu biliyorlardı. Maksimum okuyabildiğimiz değer 400 wattı buldu. Ardından akü ve invertere bağladık sistemi. Voltaj çok olduğundan regülatör çalışmadı ve invertörü yaktık. Her ne kadar invertöre üzülsek de sanki bir bayram yerindeydik. Gördüğümüz değerler hemen hemen iki evin elektrik ihtiyacını karşılayacak kadardı. Emeklerimizin sonucunu almanın ve sözümüzü yerine getirmemizin gururu vardı artık bizde. Haftaya tekrar gelmek üzere vedalaşıp ayrıldık Karsel’den. İstanbul’a geldiğimizde yine yoğun bir çalışma maratonu bizi bekliyordu. Güçlü invertör, regülatör seçip, evin ihtiyacına göre aküleri hesaplamamız gerekiyor-
du. Bir de aküler şarj olduğunda fazla gerilimi düşürecek direnç gurubu tasarlamaya karar verdik. Bir haftalık sıkı bir araştırma ile regülatör ve invertörümüzü belirledik. Ancak bunları temin edemediğimiz için ertesi haftaya kaldı. Bu sırada da geceli gündüzlü çalışıp,fazladan üretilen gücü ısı enerjisine çevirerek harcayacak ve sistemi koruyacak olan kendi devremizin tasarımını yaptık. Bir taraftan da bunları denemek için tornada simülasyon yapmaya karar verip, yeni bir alternatörün sarımlarını yaptık. Böyle bir çalışma temposu ile yolculuk günü olan 18 Kasım geldi çattı. Testimizi yapıp, gidişimizi onaylayıp bilet almamız gerekiyordu. Ancak bütün aksilikler de Cuma gününü beklermiş gibi bir bir ortaya çıktı. İnvertörümüz 17 Kasım’da gelmesi gerekirken 18’inde geldi. Alternatör sarımlarımızda bir hata çıktı ve test etmek istediğimiz gerilimlere ulaşamadık.
9
Elazığ’dan aküler alınacaktı, ancak daha önce var denilen aküler bulunamadı. Yani ihtiyacımız olan birçok şey eksikti. Bir taraftan da Dersim’e kar yağması ihtimali vardı. Bütün imkansızlıķlara rağmen bilet alıp köye gitmeye karar verdik. Tekrar uçakla Elazığ’a, oradan da Hozat’a geçtik. Gece Hozat’ta kalıp sabah köye geçtik. Yaptığımız devreler gelirken zarar görmüştü, biraz lehim işimiz vardı. Akü ve invertör bağlantısını evin içerisinde yapıp, lehim işlerimizi tamamlayıp türbini kuracaktık. Ancak aküleri bağlayınca invertör çalışmadı. Hemen telefonun çektiği tepeye çıktık. İnvertörü aldığımız firmayı aradık, bize invertörün girişinin 48 volt olduğu-
10
nu söyledi. Ancak biz 24 volt olarak almıştık ve sistemi ona göre tasarlamıştık. İnternetimiz olmadığı için İstanbul’daki arkadaşları aradık. Onlar gerekli araştırmaları yapıp bize bilgi verdiler. İnvertörümüzün içerisinde dahili bir regülatör olduğunu öğrendik. Ve sistemi 48 volta çevirme kararını aldık. Hemen eve dönüp sistemi 48 volt olacak şekilde bağladık ve invertörümüz çalıştı. Lehim işlerini tamamlayıp kendi yaptığımız koruyucu devreyi sisteme bağladık. Ancak 12, 24 ve 36 voltta düzgün çalışan devremiz 48-50 voltta bozuldu. Bir taraftan saz çalınıp türküler söylenirken, bir taraftan da devre üzerinde ölçümler, eklemeler yapılıyordu bir göz oda içerisinde. En sonunda sorunu bulduk.
100 volt 30 ampere dayanıklı olacak şekilde aldığımız elektronik anahtarlar, 50 volt - 1 amperde bozuluyordu. Ertesi gün istediğimiz gibi olmayan, ancak işimizi geçici olarak görecek bir devre yapmayı planlayıp yattık. Ancak bu kadar aksiliğin üzerine sistemi bağlayıp test yapma işinin yine son güne kalmasının verdiği endişe ile uyumak epey zor oldu. Sabah erkenden akülerimizi, invertörümüzü türbinin yanına taşıdık. Bir taraftan elektronik bağlantıları yaparken bir taraftan da türbinin etrafının iskeleti yapılıp branda ile kapanıyordu. Bağlantı bittikten sonra yavaş yavaş vanayı açarak gücü artırdık ve gece biraz biraz boşalttığımız akülerimiz şarj olmaya başladı. 350 watt ile yarım saat boyunca sistemi çalıştırdık. İlk aşamamız başarılı oldu. Fakat akülerin şarjı bittiğinde türbin boşa çıkıyor, hiçbir zorlayıcı kuvvet olmadığı için çok hızlı dönüyor ve uçlarda elde edilen gerilim 250 voltu buluyordu. Teknik desteğe ihtiyacımız oluğu için motosiklet ile telefonun çektiği tepeye çıkmaya karar verdik. Motorla hızla giderken motor birden sağa sola yalpalamaya başladı. Düşmeden zar zor durdurabildik motoru. Bir baktık ki teker patlamış ve biz yarı yoldayız. Kalan yolu yaya olarak çıkmak zorunda kaldık. Telefonu sabit tutunca çektiği bir tepe vardı, orada İstanbul’dan arkadaşlarla görüştük. Dirençleri direk bağlayıp boştaki 250 voltluk gerilimi düşürmeye karar verdik. Fakat bu normal üretim-
de de bir miktar kayıp olacağı anlamına geliyordu. Yaya olarak tekrar dağdan aşağı, köye doğru indik. Dirençleri çeşitli değerlerde bağlayıp aküleri biraz boşaltıp şarj ederek teste başladık. Ancak bu sefer de yavaş yavaş güç düşümü oluyordu. Kontrol ettiğimizde sisteme gelmeden önce birkaç gözede biriken suyun seviyesinin azaldığını gördük. Yağışsız geçen günlerde ve soğuktan dolayı bir kısmı donan su kaynağımız iyice zayıflamıştı. Bizim hesapladığımız minimum debinin epey altında bir su geliyordu. Ancak Adil abi bunun sürekli bir durum olmayacağını, birkaç yağmurla toparlanacağını söyledi. Hava kararmak üzereydi ve biz tüm sistemi tamamlamış bulunuyorduk. Şimdi sıra elektriği eve verme kısmındaydı. Eve çektiğimiz şebekeye invertörümüzü bağladık. Çalıştırdık ve beklemeye başladık. Normalde 5 saniye içerisinde invertör elektriği göndermeye başlar. Bizim ise gözlerimiz evin ışıklarındaydı ve sanki saatlerdir oraya bakıyorduk. Birden evin penceresinde bir parlama! Ve umudun ışığını gördük. Sevinç çığlıkları ve alkışlar eşliğinde kucaklaştık. Fakat evdekilerden bir tepki yoktu. Karşıdan elinde fenerle Adil abi hızlı hızlı geldi. Mutlu ve heyecanlı, konuşmakta zorlanıyordu. “Ne oldu? Hiçbir tepki vermediniz. Ne yaptınız?” diyoruz. ”Ne olacak çığlık attık!” dedi. Hep beraber eve geçtik. Ev artık karanlık değildi, herkesin
yüzü gülüyordu. Çamaşır makinesini de çalıştırdık. Buna en çok Ayten teyze sevindi. Kucaklaşıp hep beraber kutladık. Fakat uçak saatimiz geldi çattı, fazla duramadık. Vedalaşıp traktörle önce Hozat’a, oradan da uçağa binmek için Elazığ’a geçtik. Uçak yükselirken şehir ve köyler ışıklarla selamlıyordu bizi, “Biz buradayız, yaşıyoruz” diyorlardı. Evet; yaşamanın, var olmanın kanıtıydı 21. yüzyılda ışık; ve biz bu varlığı yıllardır Karsel’i yok sayan sis-
temin yüzüne vurarak döndük İstanbul’a... Ve Dersim’in şahanlarından Çayan Gün’ün adını verdik su türbinimize... • Nozul: suyun çarka değmeden önce basınç kazandığı konik daralan boru parçası • Debi: bir borudan belli bir zamanda geçen su miktarı • Alternatör: Mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çeviren alet • Regülatör: alternatörde üretilen elektriği düzenleyerek aküye gönderen elektronik cihaz • İnvertör: akülerde depolanan 12 volt düz akımı 220 volt dalgalı akıma dönüştüren elektronik cihaz
11
AÇLIĞA, YOKSULLUĞA KARŞI MANTAR ÜRETİYORUZ İnsanlık, tarih boyunca hayatta kalmak ve türünü devam ettirebilmek için en temel gereksinimi olan yiyecek uğruna yaşamsal mücadeleler vermiştir. Bu mücadeleler toplumlar tarihi boyunca değişen temel çelişki çerçevesinde gerek doğaya karşı; yani insanın doğa koşullarına ve doğadaki diğer canlılara karşı, gerekse de toplumsal sınıflar arasında; yani insanın insana karşı mücadelesi şeklinde gerçekleşmiştir. İlkel komünal toplumda, insanın kaderi onbinlerce yıl boyunca doğa koşulları tarafından belirlenmiş, doğa koşullarına teslim olmayan insan, topluluklar halinde örgütlü bir yaşam mücadelesi ile nihayetinde doğa karşısında zaferi kazanmış ve hayatını kendi hünerli ellerine almayı başarmıştır. İnsanlığın zaferi bununla da sınırlı kalmamış, ürettikleri ilkel aletlerle verimli toprakları ekerek, doğayı dönüştürerek ona
12
egemen olmaya, kendi yaşam koşullarını üretebilmeye başlamıştır. İnsan toprağı işlemesiyle verimli topraklar üzerinde yerleşik yaşama geçmiştir. Sanayi devrimi ile ise üretimi iyice üst seviyeye taşıyarak doğa ile olan çelişkisini tamamen çözmüş, fakat yeni bir çelişki ortaya çıkmıştır; bunun adı insan ile insan arasındaki yani toplumsal sınıflar arasındaki çelişkidir. Toplumda üretim araçlarına sahip olan sınıf, emeğiyle geçinmek zorunda olan halk safında yer alan sınıflar üzerinde tahakküm kurmaya başlamıştır. Kapitalizm dediğimiz bugünkü toplumsal düzen ise insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır. Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir yoksulluk üretiyor. Bundan dolayıdır ki dünya ölçeğinde üretici güçlerin gelişkinlik düzeyinin artması, üretim tekno-
lojisinin insanlığın ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli düzeye çoktan ulaşmış olması toplum için hiçbir anlam ifade etmemiştir. Şimdi kapitalist sistemin kendisi insanlığın gelişiminin önünde en büyük engel haline gelmiş, insanlık başta kendi türünün devamı için mücadele verirken şimdi kendi türüne karşı savaşır duruma düşmüştür. Balzac, “Her büyük servetin altında mutlaka bir suç yatar” der. Ve maalesef tarih bu sözü doğrulayan sayısız örnekle doludur. Marks ise “Sermaye kan, ter ve gözyaşından oluşur” der. Dökülen bizim kanımızdır. Yüzyıllardır sömürdükleri, emekçinin alınteridir. Ki bu en zenginlerin serveti kim bilir kaç yüz milyon insanın kanı, canı ve alınteri üzerinden elde edildi. Sermaye kanla beslenir; kar eşittir kandır. Yaşanan yüzlerce yıl, sömürü, zulüm ve talan bunu defalarca kez doğrulamıştır.
İngiliz kuruluş Oxfam’ın raporuna göre; 2016 yılında dünyanın yüzde 1’lik nüfusuna denk gelen 70 milyon kişi, dünyanın geri kalan yüzde 99’undan daha fazla servete sahiptir. Bir yanda yüzde 1’lik zenginler, öte yanda yüzde 99’luk aç ve yoksul halk. Ya da 70 milyon eşittir 6 milyar 930 milyon kişi. Türkiye’de ise en zengin yüzde 10’luk kesim ile en yoksul yüzde 10’luk kesim arasındaki gelir uçurumu tam 12,6 kattır. Bu fark ile Türkiye, 34 OECD ülkesi arasında beşinci, Avrupa’nın ise en kötüsü durumundadır. Dünyanın en zengin 8 tekelinin serveti ise dünyanın yarısından fazlasına, yani en yoksul 3.6 milyar insanın tüm gelirlerine eşittir. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre; dünya nüfusunun yarısı, yani 3.6 milyar insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor. 800 milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 sent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 sent. Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8
milyon kişi, Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor.
En Zengin 8 Tekel, Her Gün 24 Bin İnsanı Öldürüyor! Engels, daha 1844’te, “Arz ve talep, tüketim ve üretim birbirine az-çok eşit iseler, üretimin gelişimi içinde zorunlu olarak öyle bir aşamaya erişilir ki, üretici güçler belirli bir fazlalık göstermeye başlar, öyle ki ulusun büyük bir kitlesinin geçimini sağlama olanağı kalmaz ve insanlar, tam bolluk içinde açlık çekerler” demişti. [1] Dünyada her gün 24 bin kişi açlık veya açlığa bağlı nedenlerden dolayı ölüyor. Bu yılda yaklaşık 9 milyon kişi demektir. Yani her yıl İstanbul gibi bir şehrin nüfusunun yarısından fazlası açlık nedeniyle ölüyor. Her gün bir şehir yok oluyor. Yeni sömürge ülkelerde her gün yaklaşık 1 milyar insan, yatağına aç giriyor. Bu demektir ki, dünyada her 7 kişiden biri açlıkla
birlikte yaşıyor. Güney Asya’da her dört kişiden biri, Afrika’da ise her üç kişiden biri açlıkla boğuşuyor. UNICEF’in açıklamalarına göre Nijerya, Somali, Güney Sudan ve Yemen’de yetersiz beslenme nedeniyle 1 milyon 400 bin çocuk açlıktan ölümle karşı karşıya. Ve yine açlıkla mücadele eden çocukların oranı, 2014 yılına oranla yaklaşık yüzde 200 arttı. Sorun, sadece iki kıtayla sınırlı değil elbette. Dünyada, 1 milyar 200 milyon insan; yani dünyada her altı kişiden biri, günde 1.6 dolardan daha az parayla yaşamaya mahkum edilmiş durumda. Yiyecek, giyecek, barınma, sağlık, her türlü ihtiyacını bu parayla karşılamak zorunda. Dünyada, açlık ve yoksulluk kıskacındaki milyarlarca insan, bugün sadece ölmemek için yaşar hale getirilmiştir.[2]
Açlığın, Yoksulluğun Sebebi Emperyalizmdir! 1844 yılında Engels şunu
13
diyordu: “Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor; ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok sokuyor. Bu üretken kapasite, bilinçli olarak ve herkesin çıkarı doğrultusunda uygulansaydı, insanlığın payına düşen emek, kısa zamanda asgariye indirilmiş olurdu. Rekabete bırakılacak olursa o da aynı şeyi yapar, ama çelişkiler çerçevesi içinde. Toprağın bir bölümü en iyi biçimde işletilirken, bir bölümü bomboş durmaktadır. Sermayenin bir bölümü şaşırtıcı bir hızla dolanırken, bir bölümü de sandıklarda ölü yatıyor. İşçilerin bir bölümü günde 16 saat çalışırken diğer bölümü işsiz ve açlıktan ölüyor.” 1844’den bu yana kapitalizmin temel işleyiş yasaları değişmedi. Bu yüzden Engels’in çözümlemesi geçerliliğini sürdürüyor. Yoksulluk ve açlık ne bazı halkların tembel olmasından, ne hızlı nüfus artışından, ne bazı ülkelerin topraklarının verimsiz olmasından ne de iklim koşullarının kötü olmasından kaynaklanır. Bugün tüm dünyayı kasıp kavuran yoksulluğun ve açlığın
14
yegâne sorumlusu emperyalizmdir. Emperyalizm, dünyada yaşanan açlık ve yoksulluğun sebebini ise utanmadan, sıkılmadan üretim yetersizliği, toprakların, kaynakların yetersizliği, insanların tembelliği şeklinde açıklamaya çalışıyor. Oysa yine BM’nin açıklamalarına göre bile dünyanın bugünkü teknik koşullarda dahi mevcut nüfusun iki katını besleyecek toprağa ve kaynağa sahip olduğu belirtiliyor. Dünya halkları açlıktan kitlesel olarak kırılırken, emperyalist ülkeler “Obezite salgını”nı tartışıyor. 1 milyar 200 milyon insan her gece yatağına aç girerken dünya halklarının kanını-iliğini sömüren tekeller kendilerine güvenli barınaklar, “kıyamet sığınakları” yaptırıyor. Açlığın ve yoksulluğumuzun sebebi aç, obur, doymak bilmeyen emperyalist tekellerdir. Kendi karları düşünce, dünya krize girer. Yeni pazarlar için halklar katledilir, ülkeler işgal edilir. Sudan, Somali, Yemen halkları açlıktan, yoksulluktan öldürülür. Sonra “yardım” planları yapılır, ki
bu da onların kendilerini aklama ve propaganda araçlarıdır. Bugüne kadar Dünya Bankası’nın açlık ve yoksullukla mücadele adına ileri sürdüğü öneri şuydu: Gelişmekte olan ülkelerde “zengin kesimden alınan vergiler azaltılacak” böylece yatırım ve istihdam artacak, uzun dönemde yoksulluk ortadan kalkacak! Yani yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu zengini daha zengin hale getirmektir. Bu mide bulandırıcı öneriler utanmaz kapitalist uzmanlar tarafından öneriliyor ve kapitalist rejimler tarafından uygulanıyor. İnsanlar açlıktan ölürken, kapitalizm onlarla alay eder gibi “1700 çeşit yenilebilir böcek olduğu”nu söylüyor. Her gün milyonlarca ölen çocuğumuza karşılık, üstelik kendilerinin sebep olduğu açlığa getirdikleri çözüm “böcek yeyin” oluyor.
Açlığın, Yoksulluğun Hesabı Sorulur! Açlık ordusu yürüyor yürüyor ekmeğe doymak için ete doymak için kitaba doymak için hürriyete doymak için... Nazım Hikmet Emperyalizm, kan gölüne çevirdiği dünyamızda sömürüsünü, katliamlarını, işkencelerini, her türlü haydutluğunu pervasızca sürdürüyor. Açlık, sefalet, acı, kan ve gözyaşı her geçen gün katlanarak büyüyor. Açlık yoksulluk ve adaletsizliği yaratanlara duyulan kin ve öfke, tarihteki halk isyanlarının da çıkış noktası
olmuştur hep. Onlarca ülkede yoksulluğun ve açlığın pençesinde yaşayan kitleler bir tas yemek için isyan ediyorlar. Yıllarca her türlü sıkıntıya katlanmış kitleler, umutsuzluğun, açlığın zorlamasıyla sokaklara dökülüyorlar. “Açız” diye bağırarak dükkanlara saldırıyorlar. Açlıktan isyan eden insanların yüzlerinden kin ve öfke açıkça okunuyor. Kafalarına inen coplar, üzerlerine sıkılan kurşunlar onları durdurmaya yetmiyor, emperyalistlerin kolluk kuvvetlerine karşı ölümleri pahasına çatışıyorlar. Haiti’de halk, 2008 yılında yaşanan açlık sonrası ne ekmek ne de ‘pasta’ bulabildikleri için çamurla karınlarını doyuruyorlardı. Çamur, tuz ve çeşitli otların karışımından yapılarak güneşte kurutulan kurabiyelerin tanesi 5 sentten satılıyordu. Bir kap pirincin fiyatı ise 60 sent idi. Halk diyordu ki: “Bu çok saçma; depolar ve mağazalar yiyecek dolu ama biz açız!”. Bu koşullarda başlayan, açlığı ve gıda fiyatlarının artışını protesto gösterileri kısa sürede tüm Haiti’yi sardı. Yiyecek satan dükkânların ve BM’ye ait gıda depolarının yağmalanmaya başlanması üzerine polis 5 kişiyi öldürdü ve 40’tan fazla kişi de yaralandı. Bu saldırı, gösterici halkın öfkesinin daha da artmasına yol açtı. Ayaklanan on binlerce insan başkanlık sarayının kapısına dayandı. Sarayı koruyan BM “Barış Gücü”ne bağlı askerler ise ancak halkı, üzerine ateş açarak durdurabildiler. Bütün şehirlerde, varoşlarda çatışmalar yaşandı ve sürekli olarak devlete
ait araçlar, binalar yakıldı. Mısır’da 2008’e ekmek fiyatları 1 ayda 5 misli arttı. Sokağa dökülen halk kendilerine engel olmaya çalışan polislerle kıyasıya çatıştı. Halkın üzerine ateş açan polis şaşkındı, çünkü ateşe rağmen halk kaçmıyordu. Açlık, kaybedecek bir şeyi olmayanların isyanını tetikliyordu. Yoksulluğun pençesinde kıvranan halk, son aylarda yemeklik yağ ve pirincin fiyatının iki katına fırlaması sonucu sokaklara döküldü. İlk yapılan gösterilerde 11 kişi polis tarafından öldürüldü. Yaralanan insanlar hastanelerde yataklara zincirlendiler. Bu, 31 yıl önceki ‘ekmek ayaklanması’ndan bu yana yaşanan en büyük isyandı. Dünyanın en yoksul ülkelerinden bir olan, nüfusun %40’ı açlık sınırının altında yaşayan Bangladeş’te 2008 yılında işçiler başkent Dakka sokaklarını işgal etti. Her zaman ve her yerde olduğu gibi polis, biber gazı ve cop kullanarak kalabalığı dağıtmaya çalıştıysa da protestoları
durduramadı. Göstericilerin üzerine açılan ateş sonucu çok sayıda işçi yaralandı. Ülkenin pek çok bölgesinden gelen on binlerce tekstil işçisi, artan gıda fiyatları karşısında ücretlerinin de arttırılması talebiyle kitlesel grevler düzenledi. 14 milyon kişinin (nüfusunun %46’sı) açlık sınırının altında yaşadığı Burkina Faso’da, yiyecek fiyatlarının artması ve düşük ücretler nedeniyle sürekli eylemler, grevler yapılıyor. Kamerun’da Şubat 2008’de 100’den fazla kişinin hayatını kaybettiği ve binlerce kişinin tutuklandığı gösterilerden sonra devlet başkanı, ücretleri yüzde 15 arttırdı ve balık, pirinç, yağ gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarını dondurdu. Ancak bu önlemler gösterileri durdurmaya yetmedi. Nisan 2008’de polisle çatışan 40 gösterici öldürüldü. Çoğu 2008 yılına ait bu örneklerin çok daha fazlası, bugün birçok ülkede yaşanmaktadır. Emperyalizm; bugün yarattığı açlık nedeniyle dünya halkları-
15
nı yerinden yurdundan etmekte, mülteciliğe zorlamaktadır.
Ülkemizde Açlık ve Yoksulluk Bir evin ve evdeki bireylerin yaşamlarını fiziksel olarak sürdürebilmesi için ihtiyaç duyulan minimum tüketim seviyesi, mutlak yoksulluk olarak tanımlanır. Bu nedenle, mutlak yoksulluğun ortaya çıkarılması, bireylerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan minimum tüketim ihtiyaçlarının belirlenmesini gerektirir. Mutlak yoksulluk, gıda ve gıda dışı bileşenler dikkate alınarak ayrı olarak belirlenebilmektedir. Bir kişinin yaşamını devam ettirebilmesi için alması gereken temel gıda maddelerinden oluşan sepetin maliyeti, açlık sınırı olarak tanımlanır. Bu sepetin maliyetinin hesaplanmasında bir kişinin günlük asgari 2100 kalorilik enerji almasını sağlayacak gıda maddelerinin ortalama piyasa birim fiyatları kullanıl-
16
maktadır. [3] TÜRK-İŞ araştırmasının 2017 Şubat ayı sonucuna göre; Ülkemizde dört kişilik bir ailenin açlık sınırı günde 50 TL’yi aşmaktadır. Yoksulluk sınırı günlük 163,12 TL’dir. Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1.502 TL’dir. Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri 14 zorunlu harcama kalıbı esas alınarak hesaplanan ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) 4.894 TL’dir. Bekar bir çalışanın aylık yaşama maliyeti 1.875 TL’dir. [4] Ülkemiz bu tablo ile bir Sudan’dan ya da Somali’den geri kalır değildir. AKP iktidarının belirlediği asgari ücret 1404 TL’dir. Buna karşılık ülkemizdeki açlık sınırı ise 1502 TL’dir.
AKP, milyonlarca insana aç kalın demektedir. Ve daha da vahim olanı; TÜİK’in verilerine göre ülkemizde her yıl 200 kişi açlık nedeniyle ölmektedir.. Bugün, 50 milyon yoksulun olduğu ülkemizde 20 milyon insanımız açlık sınırının altında yaşamaktadır. Halklarımız her geçen gün yoksullaşırken; işbirlikçi tekeller daha da zenginleşmekte, kimileri dünyanın ilk yüz zengini arasına girmektedir..
Açlık Kader Değildir! Sorumlusu Emperyalizmdir! Ülkemiz 1950 yılından beri sanayisinden ekonomisine, tarımından gıdasına, ticaretine kadar her alanda emperyalizme bağımlı yeni sömürge bir ülkedir. Emperyalizmin son yıllarda ülkemizde tarım ve gıda alanındaki saldırıları, halkı çileden çıkaracak düzeye gelmiştir. Ülkemizde çiftçilerin ne ekip ne biçeceğini, ne üretip üretmeyeceğini, halkımızın ne yeyip ne yemeyeceğini, hangi ülkelerle ticaret yapacağımızı, hangi ülkeye neyi ne kadar satacağımızı, hangi ülkeden neyi ne kadar alacağımızı emperyalizm belirlemektir. Emperyalizm; doğası gereği insanların yaşayabilmeleri ve beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için değil, tarım ve gıda alanında sömürüyü artırarak karını katlamak için üretmektedir. Bu yüzden adaletsizdir, açgözlüdür, akıldışıdır. Bugün gıda, fidan, tohum ve kimyasallar; her sektöre hakim az sayıdaki emperyalist şirketin
elindedir. Birçok Güney Amerika ülkesinde %90’ı GDO’lu olan soya üretimine dayalı tarım bölge çiftçilerine dayatılmakta, köylülerin topraklarında ne üreteceklerine emperyalist gıda tekelleri karar vermektedir. Ülkemizde de durum farklı değildir. Binlerce yıldır kendi tohumunu üreten köylü, kendi geliştirdiği tohum çeşitlerini satarak geçimine katkı sağlıyorken; 2006 yılında çıkarılan Tohumculuk Yasası ile tohumlar telifli hale getirilmiştir. Bahçelerinde domates, biber, lahana; tarlalarında buğday, arpa, mısır; meyve bahçelerinde erik, kayısı, şeftali yetiştirenler, kendi ürettikleri yerli tohum ve fidelerini kullanamaz hale gelmiştir. Bu tohumları, yalnızca emperyalist tohum tekellerinden ithal etmeye mecbur bırakılmıştır. Anadolu halkının kendi tohumunu yetiştirme, paylaşma ve kullanma yetkisi elinden alınmıştır. Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Aralık 2016’da TSÜAB’ın düzenlediği bir çalıştayda şunları demiştir: “2018’de sertifikalı tohum kullanmayan destek alamayacak. Yağmurlama ve damlama sistemi kullanmayanlara da destek verilmeyecek. Çünkü kaynaklarımızı en verimli şekilde kullanmak zorundayız.’’[5] Bakan Faruk Çelik ne kadar bilimsel yöntemlerden ve verimden bahsederse etsin; köylünün sertifikasız tohumuna destek verilmemesi, yerli tohum çeşitlerinin hızla azalması anlamına gelecektir. Şirketlerin tek tip tohumlarıyla çeşitliliğin azalması;
tarımda hastalık ve zararlıların artması, tarım ilaçlarının daha çok kullanılması anlamına da gelmektedir. Emperyalizm ve ülkemizdeki işbirlikçi tekeller, her alanda olduğu gibi tohum üzerinde de tam denetim kurmak istemektedirler. Çünkü tohumu ele geçirdiklerinde gıdaya ve tarıma hükmedeceklerinin bilincindedirler. Gıdaya egemen olduklarında ise besinlerini kontrol altına alarak sömürüyü yaygınlaştırırlar. Bugün emperyalist tekeller tarafından tohum pakete, gübre çuvala, ilaç kutuya hapsedilip patentlenmiştir. Yani tohumları tohum tekellerinden, gübreyi gübre tekellerinden ve ilaçlamada kullanılacak olan ilaçları ilaç tekellerinden almayı dayatıyorlar. Fakat burada neyi nereden alacağımızı belirleyen, sömürüsü altında bulunduğumuz emperyalist ülkelerin tekellerdir. Ülkemizde ne üreteceğini, neyi ihraç edip neyi ithal edeceğini belirleyen yine bu tekellerdir. Mesela ABD için Arjantin ve Brezilya pirinç tarlasıdır ve daha fazla pirince ihtiyacı olmayacaksa, Türkiye toprakları başka bir gıda ürünü-
nün emperyalistlerin karına kar katmak için yetiştirilebileceği bir tarlaya dönüşecektir. Emperyalist ülkelerin başka ülkelerin halklarını sömürmesi yetmiyormuş gibi sömürüyü daha da arttırmak için teknolojiyi kullanarak insanların sağlığını hiçe saymaktadır. Emperyalist tekeller, genetiği değiştirilmiş tohumlarla kabukları kalın, 1 haftada kızaran domatesler, dümdüz ve uzun salatalar, kolay kolay ezilmeyen gıdalar üretmektedir. Emperyalistler tüm dünyadaki insanlara yetecek kadar besin üretilemediği yalanıyla birlikte GDO’lu tohumları piyasaya sürmüştür. Asıl amaçları açlığa çözüm bulmak değil, daha fazla kar sağlamak için yeni alanlar açmaktadır. Tekeller, dünyadaki tüm ülkelerin gıda bağımsızlıklarını ellerinde bulundurmak istemektedir. Canlılığın temeli olan tohumu elinde bulundurmak da bunun önkoşulu haline gelmektedir. Her sene üreticiyi kendilerinden tohum almaya bağımlı hale getirmektedirler. Emperyalistler yalan söylüyor. Bu ülkenin halkları, yetiştirilen domateslerin piyasa fiyatını düşürmemesi için pazara
17
sürülmeyip, tonlarcasının denize döküldüğünü gördü. Yani insanların açlıktan öldüğü ülkemizde tekeller gıdaları kar oranlarını düşürmemek için heba etmektedir. Emperyalistler için gıda; insanların zorunlu besin ihtiyacını karşılayacakları kullanım değerinden çok, kendilerinin kasalarını dolduracak bir değişim değeri taşımaktadır. Emperyalizm ve işbirlikçi tekeller, halklar üzerindeki hükmünün sonsuza dek sürmeyeceğini çok iyi bilmektedir. Buna rağmen dünya halklarını sömürebildiği kadar yönetmek istemektedirler. Emperyalizm açgözlüdür, doyumsuzdur. Dünyadaki en değerli şey olan emek ve emeğin ürününün yalnızca kendilerinin olmasını istemektedir. İnsan emeğinin doymak bilmez sömürüsüne dayalı bu sistem, halkların açlığına ve yoksulluğuna çözüm olamaz. Tam tersine tüm dünyadaki açlığın nedenidir bu sistem. Tüm bu nedenlerden dolayı dünyamızda açlık ve yoksulluk da, bolluk ve zenginlik de kader değil, kapitalist sistemin bir ritüelidir. Kapitalizm adaletsizdir. Açlığın çözümü ise adaletsizliği ortadan kaldırmaktır. Çünkü dünyadaki açlığın çözümü daha fazla üretmek değil, üretileni adaletli paylaşmaktan geçmektedir.
Açlığa Karşı Alternatifler Üretiyoruz! Halkımızın beslenme, eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi en temel yaşamsal hakları dahi
18
Mantar üretimi konusunda tüm bilgimizi halkımızla paylaşacağız. Öncelikle en yoksul mahallelere gideceğiz, bu mahallelerde halkın yeterli ve sağlıklı beslenememe sorununa çözüm üreteceğiz. Uygun koşulları hazırlamak için hayatın içinde halkçı çözümler bulacağız. İdeal koşullarını oluşturmamıza gerek yok, biz kendi koşullarımıza, halkımızın olanaklarına göre yetiştireceğiz mantarı. Bilim ve mühendisliği devrimci yaratıcılığımızla buluşturacağız. tekeller için pazar haline gelmiştir günümüzde. Halkın bu haklarının elinden çalınmasıyla doğan açlık, yoksulluk gibi sorunların çözümünde ise egemenler, halkın gözünü boyamakta, bilincini çarpıtmaktadır. Açlık ve yoksulluğun bu dünyadaki tek sebebi olmalarına rağmen, halkların tüm sorunlarının çözümünün odağına da yine kendilerini oturtmaya çalışmaktadırlar. Çünkü toplum kapitalizmin dışında bir umut görürse bu köhne düzeni terk edecek ve yeni doğacak, insanın insan tarafından sömürülmediği bir düzen için mücadele edecektir. Gıda müşterektir, topraktan
sofraya, emekten paylaşıma her şey ortak olmalıdır. Bize düşen görev, sömürünün, açlığın, yoksulluğun olmadığı ortakça bir düzenin ilk örneklerini oluşturmaktır. Gıda üzerinden el konulan hayatlarımızı, ürünlerimizi, bedenlerimizi geri alırken mevcut gıda rejiminin alternatiflerini kurmalı ve yeni ilişkiler tasarlamalıyız. Anadolu halkı kıt kanaat geçinmektedir. 50 milyon insanımız yoksulluk sınırının, 20 milyon insanımız açlık sınırının altında yaşamaktadır. Halkımızın açlığına çözüm bulmak için “Halk Bahçeleri’’ kurduk. Halk Bahçeleri ile halk, gıda tekellerine mahkum olmadan kendi gıdasını üretebilir. GDO tekellerine ve kimyasal tarım ilaçlarına karşı bir alternatif oluşturmaktadır. Halkın imece usulü ile çalıştığı; hem emekte, hem de paylaşımda ortaklaştığı bir pratiktir. Halk Bahçeleri kolektivizmin ve adaletli paylaşımın tarım ve gıda alanındaki projesidir. Halk Bahçeleri, halkın tarım ve gıda alanında emperyalizme mahkum olmadığının göstergesi olmakla beraber, tek alternatif de değildir.
Çocuklarımızın Yatağına Aç Girmemesi için Mantar Üretiyoruz! Açlığa ve yoksulluğa karşı çözüm halkın kendi elindedir. Halk Bahçeleri, halka sunduğumuz çözümlerden biridir. Bir başka çözüm ise mantar üretimidir. Mantar üretimi konusunda tüm bilgimizi halkımızla
paylaşacağız. Öncelikle en yoksul mahallelere gideceğiz, bu mahallelerde halkın yeterli ve sağlıklı beslenememe sorununa çözüm üreteceğiz. Mantar üretimi; ne masraflı, ne de yoğun emek isteyen bir iştir. Sadece uygun ısı ve nem koşullarını sağlamak yeterlidir. Bu koşulları hazırlamak için de hayatın içinde halkçı çözümler bulacağız. İdeal koşullarını oluşturmamıza gerek yok, biz kendi koşullarımıza, halkımızın olanaklarına göre yetiştireceğiz mantarı. Bilim ve mühendisliği devrimci yaratıcılığımızla buluşturacağız. Bir proje ne kadar nitelikli, ne kadar halkın yararına olursa olsun; pratikte hayata geçtiği ve halklaştığı ölçüde bir anlamı vardır. Geliştirdiğimiz tüm projelerde temel hedefimiz bu projeleri halklaştırmak, halkın kendisinin üretmesinin, geliştirmesinin koşullarını oluşturmak ve halk tarafından sahiplenilmesini sağlamaktır. Marx’ın dediği gibi; “İleriye doğru atılmış bir adım, yüzlerde projeden daha değerlidir.” Projelerimizde iki temel nokta vardır. Birincisi; ürettiğimiz projelerin pratikte halkın yaşamını kolaylaştırıcı, halkın sorunlarını çözücü gücü olmasıdır. İkincisi ise; projelerimizin halkın gözünde uygulanabilir olduğunun kavranması, bilince çıkarılmasıdır. Halk, sorunlarının çözümünü bizim projelerimizde bulacaktır. Bu nedenle halk için mühendislik mimarlık projelerimiz; bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinden bağımsız değil-
dir. Mantar üretimi de aynı şekilde, teknik bir bilginin ötesindedir. Halkı açlığa ve yoksulluğa karşı bir araya getirmeyi, halkın kendi alternatiflerini üretmesini amaçlamaktadır. Anadolu halklarının tarihi; baskıya ve sömürüye karşı verdikleri mücadeleler, yarattıkları alternatiflerle dolup taşmaktadır. Sadece Anadolu halkları değil, tüm dünya halklarının direniş ve zafer konusunda kazandıkları zaferlerle kaplıdır tarihin sayfaları. Açlık ve sömürüye karşı da verilen mücadelede geliştirdiğimiz “Halk Bahçeleri” ve “Mantar” projeleri; Küba’dan Sovyetler’e, Vietnam’dan Filistin ve Şili’ye
kadar dünyanın dört bir yanında geliştirilen mücadeleler ve alternatiflerden bağımsız değildir. Yarının dünyasını bugünden kurmanın bir zorunluluk olduğunun bilinciyle, “açlık ve yoksulluğa” karşı “ekmek ve adalet” kavgasını büyütmenin onuru; ezilen ve sömürülen dünya halklarındadır, Anadolu halklarındadır. Kaynaklar: [1] “Kapitalizm, stoklar ve sefalet”, Özgürlük Dünyası [2] Yürüyüş dergisi, Sayı 563, sy. 46-48 [3] “Yoksulluk sınırı nasıl hesaplanır”, Mahmut S. Yardım, Toplum Hekimliği Bülteni, Cilt 28, Sayı 2, Mayıs-Ağustos 2009 [4] turkis.org.tr/Aclik-Yoksulluk-k91 [5] “Yerli tohumun sonu”, BirGün, 23 Aralık 2016
19
HALKLARIN AÇLIĞA KARŞI ÜRETTİĞİ ÇÖZÜMLER SSCB - Kolektif Köylüler SSCB’de tarım üretimi; 192617 ile 1952-53 arasında tahılda 10.3 milyon tondan 40.4 milyon tona, patateste 3 milyon tondan 12.5 milyon tona, ette (canlı ağırlık) 2.4 milyon tondan 5 milyon tona, sütte 4.3 milyon tondan 113.2 milyon tona çıktı. Pamuk, şeker pancarı ve diğer bazı teknik kültürlerde de büyük başarılar elde edildi. Devrim öncesi Rusyası’nda yoksul ve orta köylüler, yaklaşık 135 milyon hektar tarımsal kullanım alanına sahiptiler. Sosyalist Ekim Devrimi sonucu ve kolektif iktisadi düzenin zaferi sonucu,
20
kolektif köylüler daha 1937 yılında 370 milyon hektardan fazla tarımsal kullanım alanına, yani yaklaşık üç kattan fazla, sahip bulunuyorlardı. Kolektif köylüler, Ukrayna’nın batı bölgeleri ve Belarus, Moldova’nın batı bölgeleri ve Baltık Sovyet cumhuriyetlerindeki kolhozlar da dahil olmak üzere 397 milyon hektar araziyi ellerinde bulundurmaktaydı; ama kolhozlar 578 milyon hektar toprağı sınırsız kullanma hakkına sahipti. Bunun dışında, 66 milyon hektarı tarımsal kullanım alanı olmak üzere, kolhozlara devlet toprak fonundan ve devlet orman fonundan 180 milyon hektar toprak, uzun süreli ve karşılıksız kullanım için dağıtılmıştır. Sovhozlar, yaklaşık 70 milyon hektar, işletmelerin ve kuruluşların yan işletmeleri ve diğer toprak kullanıcıları da 19 milyon hektardan fazla tarımsal kullanım alanına sahiptiler. [1]
Küba - Kent Bahçeleri Küba 1980’lerde yaşadığı ambargo sonrası yüzyüze kaldığı kıtlığı kent bahçeciliği ile yenmişti. 1956’da Küba’nın nüfusunun %56’sı kırsal kesimlerde yaşarken, bu oran 1990’larda %20’ye düştü. Soğuk Savaş döneminde, Küba ekonomisi büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nden gelen desteğe dayanıyordu. Şeker karşılığında petrol, kimyasal gübreler, zirai ilaçlar ve diğer çiftlik ürünleri alan Küba’nın gıdasının yaklaşık %50’si ithal edilmekteydi. Küba’nın gıda üretimi, Sovyet tarzı büyük ölçekli tarım endüstrisi etrafında örgütlenmişti. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce Küba, yılda 1 milyondan fazla sentetik gübre ve 35 bine kadar herbisit ve böcek ilacı kullanıyordu. SSCB’nin dağılmasıyla Küba ana ticaret ortağını ve elverişli ticaret sübvansiyonlarını ve
aynı zamanda petrole, kimyasal gübrelere, böcek ilacı erişimini kaybetti. Birleşik Devletler’in uyguladığı ambargo ile bu ada devlet dünyanın geri kalanından bir gecede koptu. 1989-1993 yılları arasında Küba ekonomisi %35 oranında daraldı; dış ticaret %75 azaldı. Sovyet yardımı olmadan, yerli tarım üretimi de yarıya düştü. Kişi başı ortalama kalori alımı, 1989’da günde 2.900’den 1995’de 1.800 kaloriye düştü. Protein tüketimi %40 azaldı. Kübalılar kendi yiyeceklerini yetiştirmeye başlamayı öğrenmek zorundaydılar. Kimyasallar ve gübrelere erişimleri kalmadığından, toprak iyileşmeye başladı, gıda organik hale geldi. Parceleros adı verilen binlerce yeni kentsel münferit çiftçi ortaya çıktı. Küba Tarım Bakanlığı’nın (MINAGRI) desteği ile üniversiteden uzmanlar, organik pestisit ve yararlı böceklerle gıda yetiştirmeye gönüllü kişileri eğitti. Yapay gübreler olmadan, Sovyetler Birliği’nden alınan hidroponik ekipman artık kullanılamazdı. Bunun yerine, organik bahçede kullanılabilmeleri için dönüştürüldüler. Orijinal hidrofobik üniteler (uzun dikme çimento olukları ve yüksek metal konteynırlar) şekerli atıklarla dolduruldu ve böylece hidroponik sistemler “organopónicos”a
dönüştürüldü. 1990’lı yılların başında Havana’da eski otoparklarda, terk edilmiş bina bölgelerinde, balkonlarda, çatılarda ve hatta yollar arasındaki boşluklarda; kısaca her yerde “organopónicos” yaratıldı. 1998 yılı itibariyle, Havana’da resmi olarak tanınan 8000’den fazla bahçe vardı (bireysel ekilen arazilerden, devlete ait büyük gayrimenkullere kadar), tamamen organik üretim yapılıyordu ve ülkenin gıdasının yaklaşık %50’si kent bahçelerinde üretiliyor. [2]
Şili-Okullarda Süt Dağıtımı Salvador Allende’nin ekonomi danışmanı olan André Gunder Frank, Şili’de 11 Eylül 1973 darbesiyle iktidara gelen faşist Augusto José Ramón Pinochet Ugarte’nin amansız düşmanıydı. Pinochet’nin ekonominin yönetimini teslim ettiği “Chicago Boys” diye anılan Milton Friedman’ın öğrencisi 25 teknokrat prensin, Şili’yi Friedmancı ekonominin pilot bölgesi olarak kullanmalarına karşı bütün gücüyle savaştı. Gunder Frank da Friedman’ın öğrencisiydi aslında. Ama Friedman için hiçbir zaman “bizim çocuklar” diyebileceği kişilerden biri olmamıştı. İnsanlık düşmanı Pinochet yönetimindeki Şili’nin, faşist uygulamalarının deneme tahtası olmasına karşı mücadeleden hiç yılmadı André Gunder Frank. Gunder Frank 1973 Pinochet darbesi sonrası Şili ekonomisini
şöyle değerlendiriyor: “Gerçek satın alma gücündeki azalma ve asgari ücretin gerçek değerindeki hızlı düşüş göz önüne alındığında, Mart 1974’te Şili nüfusunun yüzde 85’i yoksulluk sınırının altında yaşamakta olduğunu söylemeliyiz. Ülke çapındaki toplam hane halkının yaklaşık olarak yüzde 60’ını oluşturan en düşük gelir grubu (çoğunluğu mavi yakalılar) aşırı yoksulluk ve kötü beslenme koşulları içindedirler. Bu ağır ekonomik şartlar altında ezilen halk, Mart 1974’te bir kilo ekmek alabilmek için altı saat çalışmak zorundadır artık. Ekmek fiyatı Eylül 1973’te fiyatının 22 katına çıkmıştır. Tek asgari ücretle geçinen bir ailenin ekmek harcaması, aylık gelirinin yüzde 40’ına ulaşmıştır. Harberger’in, Allende döneminde düşük fiyatlandırılmasından yakındığı otobüs ulaşımı harcaması Eylül 1973’tekinin on katıdır Mart 1974’te.” Gunder Frank, bu hesaplamalardan şu sonuçları çıkarır: Aile bütçesinin ulaşım giderlerine ve ekmek almaya ayrılan oranı yüzde 80’dir. Gelirlerinin geri kalan yüzde 20’sini de yaşamlarını devam ettirebilmek için harcamalıdır aile! Yoksulluk, işsizlik ve eşitsizliğin artışı görülmemiş boyutlardadır. En düşük gelir grubundaki aileler kötü ve yetersiz beslenme ve korkunç bir yoksulluğun pençesine terk edilmiştir. Süt ve ulaşım giderleri “lüks harcama” haline geldiğinden gözden ilk çıkarılanlar olmaktadır.
21
Pinochet cuntasının ilk önlemlerinden biri devlet tarafından okullarda öğrencilere süt dağıtım programını iptal etmek olmuştur. Bu programın iptali evlerindeki yoksulluk dayanılmaz düzeye ulaşan öğrencilerin derslerde açlıktan bayılmasına yol açmaya başlamıştır. [3]
Filistin - Zafer Tarlaları İşgal altındaki Filistin’de YBÖ (Yurtsever Birleşik Önderlik), işgalci İsrail Devleti’ne karşı ekonomik bağımsızlığı elde etmek için esas olarak ev ekonomisinin geliştirilmesi yolunda çağrı yaptı ve bu harekete önderlik etti. Bu da toprağa dönmekle mümkündü. Böylece bazı evleri çevreleyen bağ, bahçe, bostan ve hatta çiçek tarlaları tarımsal alanlara dönüştürüldüler. Bu topraklara sahip çıkan Filistin halkı, ekmeye
22
ve dikmeye elverişli her türlü tohum ve fideyi satın aldılar. Bu alanda yol göstericiliği Tarım Komiteleri, tarım uzmanları yaptılar. Belli bölgeler fidelik oldu. Evlerin saçakları, damları ve çatı katlarıyla avluları sebze yetiştirme alanları oluverdi. Çatı katlarıyla damlar, hem kümes hayvanı hem de tavşan türü hayvanların yetiştirilmesi için laboratuvara dönüştürüldüler. Evlerin damına taşınabilir kafesler yerleştirildi. Terk edilmiş topraklardan ürün elde etmek için modern teknikler kullanıldı. Uzmanların yaratıcılıkları devreye girdi. Hemen hemen herkes, tarım uzmanlığı konusunda en temel bilgileri almak için birbiriyle yarıştı. Bu amaçla çeşitli el kitapları yazıldı, basıldı ve halka dağıtıldı. Örneğin delik plastik kovalarda ürün elde etme yöntemleri öğretildi. Bozulmuş bir buzdolabından kuluçka makinesi yapıldı (Bunun için akü, kalay kağıdı ve elektrik kullanıldı). Buzdolabı bozması kuluçka makinesinden çıkan civcivler hemen evlere dağıtılarak yetiştirilmeleri istendi. Terk edilmiş arazilerden verimli tarımsal alanlara, gül bahçelerinden sebze bostanlarına çevrilen yerlere Filistinliler bir ad taktılar: “Zafer Tarlaları”. Bunların bir bölümü Tarım Komitelerinin gözetimi altında kooperatiflere dönüştürüldü. İsrail’in baskı ve zulmü, işgalci hükümet, bu tür topraklarda çalışanları, bu işe öncülük yapan tarım uzmanlarını tehdit ediyor, tutukluyor. Evinde fide bulunanlar gözaltına alınıyor, suçlu mua-
melesi görüyorlar, toprağında ulusal dayanışma amacıyla sebze veya meyve yetiştiren köylü de tutuklanıyor. Bir örnek vermek gerekirse Beytlehm Üniversitesi Biyoloji Profesörü Dr. İbrahim Ced İshak’ın tutuklanmasından söz edilebilir. Bu uzman Filistinli kendi yöntemiyle yetiştirdiği ve geliştirdiği fide, fidan ve tohumları satan bir dükkan açtı. Bulduğu bir formülle gübre ve tarımsal ilaçlar yapıp sattı. Ancak İsrail yönetimi kendisini şöyle tehdit etti: “Ya bu dükkanı kapatırsın ya da altı ay tutuklanırsın!” Benzer tehditler onlarca tarım teknisyeni ve mühendise de yöneltildi. Amaç, bağımsız Filistin ekonomisinin alt yapısını kurmayı önlemek İsrail’e bağımlı bir pazar olarak kalmasını sağlamaktı kuşkusuz. [4]
Vietnam - Pirinç Tarlaları ABD’nin, 1955 ile 1975 yılları arasında yapılan Vietnam Savaşı sırasında Vietnamlıları gıda kaynaklarından mahrum etmek için ürettiği tarım ilacı: Agent Blue... Bir tahıl bir devleti ne kadar delirtebilir? Agent Blue bu sorunun en net cevaplarından birini oluşturuyor; sentezlenmesi ve üretiminin tek nedeni de pirinç hasadının yokedilmesi. Amerikalılar Güneydoğu Asya’da bir askeri harekata girişmeden evvel ta 1962’de, olası bir komünist karşı harekatında yiyecek stoklarının hedef alınmasının altını özellikle çizmiştir. Zaten nizami çatışan bir düşmana karşı, bu anti lojistik operas-
yonlar barbar conan devrinden beri var. Ancak düşman gerilla taktiklerine dayanıyorsa, yiyeceği kesmek listelerde daha da bir üst sıraya geliyor. Düşman ordusunun yeterince beslenememesi geniş toprak parçalarının savaşmadan alınabilmesine olanak sağladığı için bu böyle. Tarihte de hep böyle olmuş; Büyük İskender Pers hasadını, Romalılar Cermen hasadını, İngilizler İskoç hasadını, Fransızlar Prusya hasadını, Almanlar Rus hasadını hiç boş geçmemişlerdir. Herkes şartlar el verdiğince yiyecek yakmıştır. Yiyecek o yüzden geleneksel askeri bir değer taşır. Ancak düşman pirinç yiyorsa işin rengi buğday arpa gibi kolay değil. Vietnam savaşının başlarında Amerikalılar da pirinci toplayıp yakmak istediler. Yanmadı. Alev makinaları getirip tanklar dolusu gazyağı boşalttılar. Biraz yanar gibi oldu. Pirinç yığınının üstü biraz karardı alttakiler sağlam kaldı. Demiryolu tahribinde kullanılan termit karışımları getirdiler. Yine aynı şey. Yanmış olan pirinçleri eşeleyince yanmamışlar ortaya çıktı. Tohumlar çok küçük bir değerde bile ısı iletmiyor birbirlerine çünkü. Pirinç yığınlarına zehir boca ettiler fakat yıkayınca tekrar yenebilir oldu. Pirinç sudan da etkilenmiyor hatta pirincin pişmesi daha da kolaylaşıyordu. Parboil efekt oluyordu. Vietnam Kamboçya’ya pirinç ihraç edince Amerikalılar iyice çıldırdı. İş makineleri getirip dev balyozlarla tohumların üzerlerinden geçerek ezdiler. Ama her sağlam
kalan pirinç tanesi bir tohum oldu. Sabırlı Vietnamlı, Laoslu çiftçiler ve hanımları tarafından bunlar tek tek ayıklanıp tekrar ekildi. Ertesi yılki hasat rekoltesi çok büyük oynama yapmadı. Milyonlarca dolarlık yoketme operasyonu yine başarısız oldu. Yani aya insan gönderebilen bir süper güç pirince karşı konvansiyonel yöntemlerle başedemedi. Viet-kong’un yaşamsal ana arteri olan pirinci yerinden oynatamayınca antik yunandan o güne kadar her ordunun ilk yapması gereken şeyi yapamamış oldular. Bu da skorborda her gün daha fazla ölü Amerikalı genç olarak yansıyınca Amerikalı analistler ve güvenlik danışmanları olaya çok daha ciddi eğilmek durumunda olduklarını anladılar. Amerikalıların en büyük emperyal trendlerinden biri kontrol edemiyorsan öldür olduğu için pirinç hasadının kontrol edilemediğinin farkında oldukları için, hasat öncesini hedef aldılar. Arsenik bileşiği olan %26 sodyum kakodilat ve %4 kakodilik asit ile suya bağımlı dar yapraklı bitkilerin canına okuyan bir kimyasal geliştirdiler. adına da agent blue dediler. Bu da çay, pirinç, bambu ve muz gibi tropik kuşağın demirbaşlarını komple kurutan acımasız bir ilaçtı. Bunu da 2000 kilometre karelik bir alana 86 milyon litre kadar attılar. Pirinç henüz tohuma geçmeden yok edildiği için hasadın %60 ı ile %90’ı da ortadan kalkmış oldu. Amerikalılar “agent blue” operasyonunu plastik balonlar için-
de su solüsyonu olarak helikopterlerden, uçaklardan pirinç tarlalarına atıyorlardı. Çarpmanın etkisiyle patlayan balonlar içindeki ilaçlı suyu çok geniş bir alana yayıyor, bir hafta geçmeden ekilmiş çeltik sapsarı çıkmaya ve suyun içinde susuzluktan kurumaya başlıyordu. Tabii bu su yeraltı suyuna da sızıyor, nehirleri özellikle mekong deltasını da kirletiyor, orada da benzer familyadan ne kadar bitki varsa canına okuyordu. 1975’te son Amerikan askerinin Vietnam’ı terketmesinden sonra daha 40 yıl agent blue bölgeyi zehirlemeyi ve dünyada pirinç tarımına en elverişli topraklarında açlık koşullarının yaşanmasına sebebiyet verecekti. 1999’da bölgede yapılan bir araştırmada yetiştirilen pirinç hala tam olarak kendine gelememişti, içindeki kakodil arsenik miktarı da oldukça yüksekti. [5] Kaynaklar: [1] SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi Politik Ekonomi ders kitabı, Sosyalist Tarım Sistemi [2] “Dünyadan Kent Bahçeleri - Küba”, Rana Söylemez, YeşilGazete, 11 Şubat 2007 [3] “Dünya Pek Alçak Bir Yer Olacak Yakında, Öyle Görünüyor”, Bianet, 26 Nisan 2008 [4] “İntifada Dersleri”, Faik Bulut [5] “ABD’nin, Vietnamlıları Gıda Kaynaklarından Mahrum Etmek İçin Ürettiği Tarım İlacı: Agent Blue”, EkşiŞeyler
23
MANTAR NASIL YETİŞTİRİLİR? Kültür mantarı (Aguricus bisporus) bir saprofittir, yani bitkisel kaynaklı ölmüş ve fermentasyona uğramış (çürümüş) organik maddeler üzerinde gelişir. Kültür mantarının yetişebilmesi için üzerinde geliştiği ortamdaki organik maddelerin kısmen ya da tümüyle parçalanmış ve mantar tarafından kolayca alınabilir formda olması gerekir. Mantar yetiştiriciliğinde organik maddece zengin bitkisel kaynaklı maddelerin belirli yöntemlerle parçalanması işlemine “kompostlaştırma”, hazırlanan ortama da “kompost” adı verilir. Kompostlaştırma, rakip mikroorganizmaları uzaklaştırıp mantar misellerinin gelişmesini kolaylaştıracak bir besin ortamı oluşturma işlemidir. Kompostlaştırma işleminin başlıca amaçları: Fiziksel ve kimyasal olarak homojen bir ortam elde etmek Mantar misellerinin rakip mikroorganizmalardan daha iyi gelişebileceği uygun bir ortam yaratmak Rakip organizmaların istediği besinler yerine mantarın
24
beslenmesi için gerekli besinleri oluşturmaktır.
Kompost Hazırlama Kompost hazırlığında temel materyal olarak daha çok buğday ve çeltik sapı kullanılmaktadır. Bu materyallerden başka çavdar sapı, parçalanmış mısır koçanı, bazı çayır otları ve sebze artıkları gibi materyallerde kullanılabilmektedir. Kompost yapımında bu temel materyallere, aktivatör madde olarak isimlendirilen tavuk gübresi, pamuk tohumu küspesi, buğday kepeği, malt filizi, soya fasulyesi unu gibi azotça zengin organik yapıda katkılardan biri ilave edilir. Ayrıca ortamda bulunan mikroorganizma faaliyetini hızlandırarak sıcaklığın daha çabuk yükselmesini sağlamak amacıyla, sap ve samanın kolay parçalanabilir karbonhidratlarla da desteklenmesi gerekir. Böylece at gübresine yakın yapıda bir kompost hazırlanmış olur. Sentetik kompost yapımında yığının yapıldığı ilk gün “0.” gün olarak kabul edilir. Sentetik kompostun hazırlama süresi ön
ıslatma ile birlikte toplam 3 haftadır. Bu süre sonunda işletmede buhar pastörizasyon odası varsa kompost bu odaya alınır.
Sterilizasyon (Pastörizasyon) Başarılı bir yetiştiricilikte kompost hazırlığından sonra gelen en önemli işlem pastörizasyondur. Pastörizasyon işleminin başlıca amacı kompost içindeki mantar misellerine rakip olabilecek hastalık ve zararlıları yok etmektir. Pastörizasyon yapılmadan komposta misel aşılanması son derece sakıncalıdır. Bu işlemlerden biri yapılmazsa kompost içinde bulunan hastalık ve zararlılar mantar misellerinin gelişmesini engeller ya da gelişen misellerle beslenen bu zararlılar verimin büyük ölçüde düşmesine neden olur.
Buharla Pastörizasyon ve Olgunlaştırma Pastörizasyon odasında komposta buhar verilerek gerçekleştirilen kontrollü ısı uygulaması 2 aşamadan oluşmaktadır. Birinci
aşamaya “pastörizasyon”, ikincisine de “olgunlaştırma”adı verilir. Pastörizasyon, kompost içindeki sinek, kırmızı örümcek, nematod, fungal ve bakteriyel hastalıklar gibi zararlı mikroorganizmaların öldürülmesi amacıyla kompostun, 58-60°C’de 6-8 saat yüksek oransal nemde tutulması işlemidir. Bu organizmalar yüksek nemde 55°C’in üzerinde 12-16 saatte ölür. Kuru koşullarda, bazı mikroorganizmalar yüksek sıcaklığa direnç gösterebildiklerinden, kompost ve odanın ısıtılmasında canlı buhar kullanılmalıdır. Pastörizasyon aşaması olarak adlandırılan bu sürede kompost içindeki yararlı mikroorganizmaları aktif hâlde tutabilmek için oda içine bir miktar taze hava girişi sağlanmalıdır. Pastörizasyon sırasında kompost sıcaklığının 60°C’nin üzerine çıkması ve bu sıcaklıkta uzun süre kalması istenmediği için taze hava girişiyle bu sakınca giderilir. Kompostun 58-60°C’de 6-8 saat tutulmasıyla pastörizasyon aşaması tamamlanmış, kompost içindeki zararlı mikroorganizma öldürülmüş olur. Bu işlemden sonra kompostun olgunlaştırma aşaması başlar. Olgunlaştırma, kontrollü koşullarda kompostlaştırma işleminin sürdürülmesi ve bitirilmesidir. Bu aşamada pastörizasyonu bitmiş olan kompostun sıcaklığı 8-12 saat içinde yavaş yavaş düşürülerek 48-52°C’ye getirilir. Kompost bu sıcaklıkta 5-7 gün tutularak olgunlaştırma işlemi tamamlanmış olur. Pastörizasyon ve olgunlaştır-
ma işlemi tamamlanmış, misel ekimine hazır kompostun özellikleri aşağıdaki gibi olmalıdır. Kompostun rengi koyu kahverengi ve mattır. Kompost ele alınarak büküldüğünde kolaylıkla kopar, yumuşak ve esnektir. Kompost nemi %64-67 arasındadır. Avuç içinde sıkıldığında parmak aralarından su çıkmaz, ele yapışmaz ve eli kirletmez. Sıcak kompostta amonyak kokusu duyulmaz. Bunun yerine tatlımsı hoş bir koku hissedilir. Kompost pH’ı 7,5 ya da biraz altındadır. Kompost azot oranı %2,0-2,2 arasında, amonyak 5-10 ppm düzeyindedir. Başlangıçta 30:1 olan karbon-azot oranı pastörizasyon ve olgunlaştırma sonunda 17:1’e düşmüştür. Bu özellikleri taşıyan kompost ekime hazırdır. Pastörize edilmiş ve içinde bulunan hastalık ve zararlıları öldürülmüş kompostun tekrar bu zararlılarla bulaşmaması için temiz bir alanda ekimi yapılmalıdır.
Misel Ekimi Mantarlar, diğer bitkilerde olduğu gibi tohumla üretilmezler. Mantar şapkası altındaki lameller üzerinde oluşan sporlar, özel besin ortamlarında çimlendirilerek misel elde edilir. Mantar yetiştiriciliğinde yanlış olarak mantar tohumu diye adlandırılan üretim materyali, değişik tahıl danelerine sardırılmış bu misellerdir. Miseller özel laboratuarlarda steril koşullarda üretilir. Satın alınan misel
2-3 gün içinde ekilmelidir. En uygunu üreticinin miselini ekimden 1 gün önce almasıdır. Fermantasyonu tamamlanmış, pastörizasyon ya da dezenfeksiyonu yapılmış kompostun, zaman geçirilmeden ekilmesi gerekir. Ekimde geç kalınması durumunda kompost özelliklerini kaybedebilir ve yeterli hijyenik önlemler alınmadığında kompostta bir takım küfler ya da zararlılar gelişebilir. Bu durum mantar misellerinin gelişmesini engeller. Misel ekiminin esası, kompost içine miselin homojen olarak karıştırılmasıdır. Sardırma ortamı olarak çoğunlukla buğday tanesi kullanılmaktadır. 1 ton komposta 6 kg misel yeterlidir. Kullanılan misel miktarı ne olursa olsun, belirli bir süre sonunda kompostu sarar. Ancak, misel dozu düşük tutulduğunda, kompostta miselin gelişme süresi uzamakta, rakip mikroorganizmaların gelişme riski artmaktadır. Kullanılacak misel dozu yüksek tutulduğunda, misel gelişmesi kısa sürede tamamlanır. Böylece diğer mikroorganizmaların gelişme şansı azalır. Ayrıca misel gelişme süresi kısaldığından zamandan da kazanılmış olur. Bununla beraber, çok yüksek dozda misel kullanıldığında, kuluçka döneminde yastıklarda aşırı sıcaklık yükselmesinden kaynaklanan misel zararlanması ve ölmesi söz konusudur. Misel ekiminde kullanılan tüm alet ve makineler ekimden önce çamaşır suyu ile ilaçlanmalı ve sonra temiz bir su ile bolca durulanmalıdır. Ayrıca ekimde çalışacak personelin elle-
25
rinin ve giysilerinin temiz olmasına özen gösterilmelidir. Ekim sırasında herhangi bir yolla kompost ya da misele hastalık ve zararlı bulaştırılması ürünü riske sokar. Uygulaması: Torbalara 5-10 cm kalınlıkta kompost yayılır. Birim komposta atılacak miselin 1/3’ü, yayılan kompost üzerine serpilir. Tekrar 5-10 cm kalınlıkta kompost yayılıp üzerine miselin ikinci 1/3 miktarı ekilir. Torba üzerine tekrar kompost yayılarak geri kalan 1/3 miktarda misel yüzeye dağıtıldıktan sonra, kompostun üzeri hafif sarsılarak miselin kompost yüzeyinin hemen altına inmesi sağlanır. Bu yöntemde birim alana atılan misel miktarı eşit olacağından, tüm torbalarda misel gelişmesi aynı zamanda tamamlanacaktır. Misel ekim işlemi bitirildikten sonra yastıklardaki kompostun üst yüzeyi düzeltilir ve hafifçe bastırılır. Yastık yüzeyinin düzgün olmaması durumunda, kompost yüzeyindeki çukurluklarda bölgesel olarak aşırı karbondioksit birikimi ortaya çıkar. Bu olay, ilerideki mantar çıkışında düzensizliklere neden olur. Kompost uygun bir şekilde bastırılmadığında kompost içinde istenen sıcaklığa ulaşmak zorlaşır. Ayrıca çok gevşek bırakılan yastıklardaki kurumalar nedeniyle, misel gelişmesi de yavaş olur. Aşırı sıkıştırılmış yastıklarda ise misel gelişimi sırasında ortaya çıkan gazların ortamdan uzaklaşmaması sorunu vardır. Torbanın kompost tabakasının üzerinde kalan kısmı kompostun üzerine kapatılır. Böylece ilave bir örtme-
26
ye gerek kalmaz.
Kuluçka (İnkübasyon) Dönemi Ekimden itibaren misellerin tüm komposta yayılma süresi “misel ön gelişme” ya da “kuluçka” dönemi olarak adlandırılır. Normal koşullarda misel ekiminden sonraki 1-2 gün içinde, üzerinde misel sarılı daneler mavimsi beyaz renkte havlanır (pamuklanır). Kompost içinde misel gelişmeye başlar. Misel gelişmesiyle birlikte kompostun rengi açılır ve birkaç gün içinde odada misel kokusu hissedilmeye başlar. Ekimden itibaren kuluçka süresince kompost sıcaklığı 24-25°C’de, oda nemi de %90-95’te tutulmalıdır. Kompost sıcaklığının bu düzeyde tutulabilmesi için oda sıcaklığının 22-23°C olası gerekir. Kompost sıcaklığı oda sıcaklığından daima 1-2 derece yüksektir. Bu dönemde odanın her tarafında aynı sıcaklığın sağlanması, oda havasının çok iyi sirküle edilmesiyle mümkündür. Oda nemini %90-95’lerde tutmak için duvarlar ve oda zemini düzenli olarak ıslatılmalıdır. İçinde misellerin gelişmeye başlamasıyla kompost sıcaklığında bir yükselme olur. Bu nedenle değişik noktalarda yastık sıcaklığı sık sık kontrol edilmelidir. Genel olarak misel ekimini izleyen 7-8. günlerde sıcaklık daha hızlı yükselir. Bu dönem miselin en aktif olduğu dönemdir. Kompost sıcaklığını 24-25°C’lerde sabit tutabilmek için odanın soğutulması gerekir. Kompost içinde yükse-
len sıcaklığın düşürülememesi durumunda, sıcaklığa bağlı olarak misel gelişmesi yavaşlar.28°C’de miseller zararlanmaya ve 32°C’nin üzerinde ise ölmeye başlar. Bu nedenle sıcaklığın 28°C’nin üzerine çıkmasına izin verilmemeli, ek havalandırmalarla sıcaklık düşürülmelidir. Kompost sıcaklığının 20°C’nin altına düşmesi, misel gelişmesinde yavaşlamaya, 12°C’nin altındaki sıcaklıklar ise gelişmenin hemen hemen durmasına neden olur. Misel gelişmesinin yavaşlaması ya da tamamen durması ortamda bulunabilecek diğer hastalıkların yayılma şansını yükseltir. Misel gelişme döneminde yastıkların düzenli olarak kontrol edilmesi gerekir. Sıcaklık ve nem kontrolünün dışında, yastıklar üzerinde oluşabilecek hastalık ve zararlılarda izlenmelidir. Kompostun kalitesine, tipine, kullanılan misel dozuna ve ortam sıcaklığına bağlı olarak ekimi izleyen 12-14 gün içinde ekilen miseller tüm kompostu sarar. Gelişmesini tamamlamış kompostta yoğun bir misel kokusu duyulur. Kompost mavimsi-beyaz renktedir. Sarımı tamamlanmış torbalar, inkübasyon odasından yetiştirme odalarına alınarak hasata kadar bakım işlemleri yapılır.
Yetiştiricilik-Bakım Kültür mantarı yetiştiriciliğinde yapılması gerekli olan bakım işlemleri şu şekilde sıralanabilir: 1. Sulama: Bünyesinde %90-92
su içeren mantarın, yetiştiriciliği sırasında su gereksinimi de oldukça fazladır. Asıl bitkiyi oluşturan mantar miselleri ise suya oldukça duyarlıdır. Optimum nemde iyi bir misel gelişmesi sağlanırken ortam neminin optimum değerlerin altında ya da üstünde olması, misel gelişim hızı ve formunu olumsuz etkiler. Mantarın yetiştiği ortam, özellikle kompost ve örtü toprağı kuru olduğunda, mantar miselleri ince, kırılgan ve zayıf hif gelişmesi gösterir. Bu misellerden oluşan mantarın verim ve kalitesi düşüktür. Aşırı nemli ortamlarda ise miseller yavaş ve seyrek gelişir, hifler kalın ve ipliksidir. Bu nedenle mantar yetiştiriciliğinde sulamanın önemi çok büyüktür. Yapılacak sulamalar mantarın ihtiyacını karşılayacak, ancak misel gelişimine zarar vermeyecek miktar ve aralıklarda olmalıdır. Kompost ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın, çevre koşulları ne kadar uygun olursa olsun, iyi bir sulama programı uygulanmazsa yetiştiricilikte başarılı olmak zordur. Mantar yetiştiriciliğinde en çok yapılan hataların başında sulama hataları gelmektedir. Sulama hataları büyük verim ve hatta kalite kayıplarına yol açar. Sulamada kullanılacak başlık, bahçe kovasının süzgeçli ağzı gibi de olmamalıdır. Sulama suyu yastıklar üzerine ince yumuşak zerreler hâlinde düşmelidir. İlk 3-4 günde yapılan sulamalarla, toprağın nemi istenilen düzeye getirildikten sonra verilecek su miktarı azaltılır. Bu dönemden sonra yalnızca toprak yüzeyindeki kurumaları önleyecek miktarda
hafif sulamalar yapılmalıdır. Hasat döneminde genel sulama programı, her flaşın pik noktasına gelmeden 1-2 gün öncesine kadar her gün sulama yapılması, daha sonra 1-2 gün sulamaya ara verilmesi şeklindedir. Bu sulama programı hasat sonuna dek verilecek su miktarı giderek azaltılacak şekilde aynen uygulanmalıdır. Sulamalardan hemen sonra yapılan bolca havalandırma ve sirkülasyon ile, mantarların üzerinde kalan su damlacıkları kurutulmalıdır. Mantar yetiştiriciliğinde sulama suyunun kalitesi de çok önemlidir. Sert ve tuzlu sular sulama suyu olarak kullanılmamalıdır. Sulama amacıyla kullanılacak su, içme suyu kalitesinde olmalı, sulama suyunun sıcaklığı da mantar kalitesi üzerinde etkilidir. Sulama suyu oda sıcaklığında olmalıdır. Sulama suyunun basıncı da kaliteyi doğrudan etkiler. Suyun basıncı mantarları zararlandırmayacak ancak yeterli suyu verecek şekilde ayarlanmalıdır. 2. Tırmıklama: Mantar miselleri toprağın 2/3’ünü sardığında (8-9. günlerde) genellikle hibrit çeşitlerde tırmıklama işlemi yapılır. Tırmıklama, torbalar üzerinde mantarların daha düzenli ve homojen dağılımını ve ilk flaşta daha yüksek verim alınmasını sağlar. Tırmıklama işleminde dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta vardır. Bunlardan birisi toprakta mantar taslaklarının oluşumundan önce yapılması, diğeri torbalar üzerinde hastalık ve zararlıların bulunmamasıdır. Mantar taslakları şekillendikten sonra yapılacak tırmıklama, olu-
şan mantarların zarar görmesi ve verim kaybıyla sonuçlanır. Ayrıca torbalar üzerinde hastalık ya da zararlılar varsa, tırmıklamayla bunların tüm torba yüzeyine bulaştırılması çok sakıncalıdır. Tırmıklama işleminden bir gün önce torbalar sulanmalıdır. Ertesi gün örtü toprağı kompost tabakasına kadar karıştırılır ve tekrar düzgün bir şekilde yayılır. İri mantarlar alınmak isteniyorsa tırmıklama çok derin yapılmamalıdır. Çok erken ya da çok geç tırmıklama mantarın kalitesini ve ilk flaşın başlangıcını büyük ölçüde etkiler. Tırmıklamada geç kalınması flaşı geciktirirken, çok erken yapılması mantar taslaklarının derinlerde oluşmasına ve böylece kirlenmesine neden olur. Tırmıklama işleminde miseller biraz zarar görebilir. Ancak örtü toprağı içine iyice karışmış olur. Bu işlem ile birbirinden kopan mantar miselleri, 2 gün içinde tekrar birleşir ve örtü toprağının her yerinde kuvvetli bir misel gelişmesi görülür. Misellerin birleşmesi sırasında ortam ısısı yükselir. Karbondioksit birikimi artar. Bu nedenle tırmıklamadan 1-2 gün sonra oda, bolca havalandırılarak ortam ısısı ve karbonmonoksit yoğunluğu düşürülmelidir. Bu önlemle vegetatif gelişme durdurulurken, şapka oluşumu hızlandırılır. Tırmıklamadan sonra sulama gerekiyorsa, tırmıklamanın üzerinden en az 24 saat geçmelidir. En uygunu yastıklar üzerinde mantar taslakları oluşmaya başlamadan önce yeterli sulamanın yapılmasıdır. Taslak oluşumundan itibaren mantarlar nohut büyük-
27
lüğüne ulaşana kadar sulama yapılmamalıdır. Bu sürede toprak yüzeyinde kurumalar görülürse, çok hafif, sisleme şeklinde toprak yüzeyi nemlendirilebilir. Ancak aşırı sulama kesinlikle yapılmaz. 3. Sıcaklık Ayarlama: Toprak örtmeyi izleyen ilk birkaç gün, misellerin toprağa atlaması ve gelişmesine olanak vermek amacıyla yastık sıcaklığı 24-25°C, oda sıcaklığı ise 22-23°C’de tutulmalıdır. Ekimde yüksek dozda misel kullanılması, yastıkların çok erken topraklanması ya da topraklama öncesi soya unu gibi bazı katkılar, örtmeden birkaç gün sonra yastık sıcaklığının yükselmesine neden olur. Bu dönemde, yastık sıcaklığının aşırı yükselmesi (2830°C gibi) misellere zarar vereceğinden, sıcaklık sık sık kontrol edilmeli, yükselme eğilimi görüldüğünde oda sıcaklığı düşürülerek yastık sıcaklığı kontrol altına alınmalıdır. Misellerin toprak içinde gelişmeye başlamasıyla sıcaklık da yavaş yavaş düşürülmelidir. Topraklamanın 9-10. günlerinden itibaren kompost sıcaklığı 18-19°C, oda sıcaklığı 15-17°C olmalıdır. Topraklamanın 15-18. günlerinde yastıklar üzerinde mantar taslakları görülmeye başlar. Topraklamadan sonraki günlerde yeterli sıcaklık sağlanamadığında, misellerin topraktaki gelişimi yavaşlayacağından, mantar oluşumu da gecikir. 15°C’nin altındaki sıcaklıklarda mantarların gelişmesi daha yavaş ancak kalitesi yüksektir. 4. Havalandırma: Topraklamadan
28
sonraki ilk 6-7 gün, yalnızca yastık sıcaklığının yükselmesini önlemek amacıyla havalandırma yapılır. Bu dönemde toprakta iyi bir misel gelişmesi için önerilen karbondioksit yoğunluğu %1-2’dir. Üretim odalarında havalandırma ihtiyacı, misel toprak içinde yeterince geliştiğinde, genellikle toprak örtmeyi izleyen 5-7. günlerde başlar. Toprağın 3/4’ünü saran miselleri şapka oluşumuna yönlendirmek ve yastıklar üzerinde keçeleşmeyi önlemek amacıyla ortamda biriken karbondioksitin uzaklaştırılması gerekir. Bu havalandırma ve sirkülasyonla sağlanır. Toprak örtme ile şapka oluşumu arasındaki dönemde, hava oransal nemi %90-95 dolayında tutulmalıdır. Havalandırmanın artmasıyla ortam nemi de düşer. Kış aylarında örtü toprağı çok hızlı kururken yaz ve sonbahar aylarında havalandırma sırasında evaporasyon (topraktan nemin buharlaşması) oranı çok daha düşüktür. Havalandırma sonucu düşen ortam nemi yerlerin ve duvarların ıslatılmasıyla yükseltilebilir. Sulamadan hemen sonra mantarların üzerinde kalan ıslaklığı gidermek için havalandırma ve sirkülasyon gereklidir. Sulamadan önce hava sıcaklığını düşürmek mantarların üzerindeki suyun daha hızlı kurumasını sağladığı için bakteriyel leke oluşumu önlenmiş olacaktır.
Hasat Mantarlar, şapkanın altındaki lameller açılmadan, yeterli büyük-
lükte ve sıkı dokulu iken hasat edilir. Çok küçük mantarların toplanması verim kaybına neden olur. 3-5 cm çapında mantarlar daha çok alıcı bulmaktadır. Bu büyüklüğe gelen mantarlar hafif bastırarak, şapkanın kendi etrafında dikkatlice döndürülmesiyle hasat edilir. Toplanan mantarın yanındaki daha küçük mantarların ve taslakların zararlanmamasına özen gösterilmelidir. Yerinden kopmuş mantar büyüyemez. Bu nedenle, toplamada küçük mantarlara verilecek zarar, verimde kayıp demektir. Hasat edilen mantarın toprakla bulaşık olan dip kısmı keskin bir bıçakla kesilerek atılır. Toplama sırasında mantar elde fazla sıkılmamalı ve şapka yüzeyinin yaralanmamasına özen gösterilmelidir. Mantarlar genel olarak gruplar hâlinde çıkar. Bu gruplar içinden hasat büyüklüğüne ulaşmış mantarlar diğerine zarar vermeden keskin bir bıçak ucuyla dikkatlice kesilerek alınmalıdır. Mantar hasadında genellikle küçük keskin bir bıçak ile yumuşak bir fırça kullanılır. Yumuşak fırça mantar üzerinde kalan toprak parçalarının uzaklaştırılmasına yardım eder. Yastıklar üzerinde mantar şapkalarının açılmasına ve sporlarının dökülmesine izin verilmemelidir. Çünkü dökülen sporların örtü toprağının üzerini kaplaması, yeni oluşan mantarların gelişmesini engeller. Ayrıca bu sporlar toplayıcılarda alerjik reaksiyonlara da neden olabilir.
29
GDO GERÇEĞİ BÖLÜM 2: TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA GDO
Dünya’daki “açlığı bitirmek” için çıkartılan genetiği değiştirilmiş organizmalar; destekçilerinin söylediği gibi tarımsal üretimde verimi arttırmadı, pestisit (tarım ilacı) kullanımını azaltmadı ve artan dünya nüfu-
30
sunu besleyemedi. Bugün hala dünya halkları yoksullukla, açlıkla mücadele etmekte, yeterli ve sağlıklı gıdaya ulaşmak için çabalamaktadır. Bugün yaklaşık 800 milyon insan yatağına aç girmektedir.
Dünyanın buğday stoklarına baktığımızda, Türkiye gibi 10 ülkeyi (780 milyon insan) besleyecek buğday olduğunu görmekteyiz. Pirinç stoklarında da Türkiye gibi 165 ülkeyi (13 milyar insan) besleyecek pirinç üretilmektedir. Ayrıca büyük çoğunluğu gelişmiş ülkelerde olmak üzere dünyamızda 1,3 milyar obez insan bulunmaktadır. ETC Group’un verilerine göre; obezlerin sayısı açların oldukça üzerindedir. Görülmektedir ki açlığın nedeni tarımsal üretimdeki yetersizlik değil, bu üretimin adaletli bir şekilde paylaşılarak dağıtılmamasıdır. GDO gerçeğini anlattığımız yazı dizimizin ilk bölümünde bu ürünlerin nasıl ve hangi amaçla çıkarıldığını, nasıl üretildiğini, üretim tekniklerinin neler olduğunu ve yapılan uygula-
maları anlattık. Bu bölümde ise Dünya’da ve Türkiye’de GDO’lu ürünlerin üretim miktarlarını, yasal süreçlerini ve güncel durumlarını anlatacağız.
Türkiye’de GDO Ülkemiz, 13 bin bitki türü ve bunların içinde de yaklaşık 4 bin endemik (sadece belli bir bölgede yetişebilen) türle ciddi bir biyoçeşitliliğe sahiptir. Ülkemizin gerek coğrafik yapısı, gerek yerel tohumları gerek beslenme alışkanlıkları, gerekse de sosyokültürel yaşamı gereği bir tarım ülkesidir. Anadolu; geçmişiyle, halklara kattığı değerleri ile rengarenktir, bilgedir, bereketlidir. Emperyalizme bağlı yeni sömürge ülkemizde uygulanan çarpık tarım politikaları sonucunda topraklarımız verimsizleşmekte, tarımsal alanlar imara açılmakta, üretim maliyetleri artmakta, uygulanan kotalar ile halkımız tarımdan uzaklaştırılmaya çalışılmakta ve kendi topraklarımızda kendimize yetecek üretim yapmamız engellenmektedir. Emperyalizm; bizim üretmediğimiz, dışarıdan ithal ettiğimiz ürünler ile ile beslenmemizi amaçlamaktadır. Bu politikalardan bir tanesi de GDO’dur. O zamanki adıyla Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, şimdiki adıyla Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın 1998 yılında yayınladığı bir genelge ile ülkemizde GDO’lu tohumla tarım yapmak yasaklandı. Konuyla ilgili ilk yönetmelik 26 Ekim 2010 tarihli, 27388 sayılı Resmi Gazete’de
yayınlanan “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik”tir. Yönetmeliğin amacı, insan yaşamı ve sağlığı, hayvan sağlığı ve refahı, tüketici çıkarları ve çevrenin en üst düzeyde korunması için genetiği değiştirilmiş organizma ve ürünleri ile genetiği değiştirilmiş organizma ve ürünlerini içeren gıda ve yem maddeleri hakkında karar verme, işleme, ithalat, ihracat, izleme, tescil, etiketleme, kontrol ve denetim ile ilgili usul ve esasları belirlemektir. İlgili Yönetmelik, 20 Kasım 2009, 20 Ocak 2010 ve 28 Nisan 2010 tarihlerinde Resmi Gazete’de yayımlanan değişiklikler ile üç kez daha değiştirilmiştir. Bu çerçevede oluşturulan 11 kişilik bilimsel komite GDO’lu 3 soya çeşidine gıda ve yem, GDO’lu 16 mısır çeşidinden 12’sine gıda ve yem, 4’üne
sadece yem, GDO’lu 3 kanola çeşidine gıda ve yem, GDO’lu 1 şeker pancarı çeşidine gıda ve yem, GDO’lu 1 patates çeşidine endüstriyel kullanım (kağıt ve kimya), GDO’lu 1 bakteri biyokütlesi ile GDO’lu 1 maya kütlesine de yem katkı maddesi amaçlı kullanım izni verdi. Komite, toplamda 32 GDO’lu ürünün girişine onay verdi. İlgili yönetmelikten sonra 26 Mart 2010 tarihli, 27533 sayılı Resmi Gazete’de Biyogüvenlik Kanunu yayınlandı. Bu kanunun amacı; bilimsel ve teknolojik gelişmeler çerçevesinde, modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilen genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek, insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilirliğinin sağlanması amacıyla biyogüvenlik sisteminin kurulması ve uygulanması, bu faaliyetlerin denetlenmesi,
31
düzenlenmesi ve izlenmesi ile ilgili usul ve esasları belirlemektir. Bu kanun kapsamında; 1. GDO ve ürünlerinin onay alınmaksızın piyasaya sürülmesi, 2. GDO ve ürünlerinin, Kurul kararlarına aykırı olarak kullanılması veya kullandırılması, 3. Genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi, 4. GDO ve ürünlerinin Kurul tarafından piyasaya sürme kapsamında belirlenen amaç ve alan dışında kullanımı, 5. GDO ve ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır. Biyogüvenlik Kurulu, 2009 yılındaki yönetmelik çerçevesinde izin verilen GDO’lu 32 çeşidin izinlerini geçerli saymadı ve yeniden başvuru yapılarak yeni mevzuat çerçevesinde incelenmesini istedi. Bu çerçevede günümüze kadar GDO’lu 7 soya çeşidi ile GDO’lu 25 mısır çeşidine yem amaçlı kullanılmak üzere izin verildi. GDO’lu mısır, soya, pamuk, kanola, patates ve şekerpancarına ait gıda amaçlı kullanılmak istenen 29 çeşit için Biyogüvenlik Kurulu’na yapılan başvuru, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine firmaların başvurularını geri çekmesi sonucu herhangi bir değerlendirme yapılmadan iptal oldu. Bugün ülkemizde GDO’lu bitki üretiminin yasak olduğunu, sadece hayvan yemi amaçlı GDO’nun ithal edildiğini ve GDO’lu yem-
32
lerle beslenen hayvanlar olduğunu biliyoruz. Var olan kanunlar ve yasaklar ithal edilen hayvan yemi dışındaki GDO’lu ürünlerin ülkemize girişini kesin olarak engelleyememiştir. Çünkü gerekli kontroller yeterli miktarda ve düzenli olarak yapılmamaktadır. GDO’lu ürünler; tadına bakılarak, sıkılarak, koklayarak, keserek anlaşılabilen ürünler değildir. Bir ürünün GDO’lu olup olmadığının anlaşılabilmesi için laboratuvar ortamında analizlerin yapılması gereklidir. Bizim ihtiyacımız olan, bağımsız tarım politikaları ile bereketli olan topraklarımızda kendimize yetecek kadar üretim yapmak, yapılan üretimi halkımıza eşit olarak paylaştırmaktır.
dana geldi. Pazarlama kanallarında da yapılan hatalar sonucu tüketici bu domatese ilgi duymadı ve Flavr Savr domatesi üreten Calgene şirketi iflas etti. Bu konuyla ilgili detaylı bilgi, bir önceki sayımızda yer almaktadır. GDO’lu ürünlerin tarımı ve ticareti 1996 yılından itibaren yaygınlaşmaya başladı. 1996 yılında 1,7 milyon hektar olan GDO’lu tohum ekimi 2015 yılında 179,7 milyon dolara çıkmıştır. Dünyada GDO’lu tohum ekim alanları aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. [2] Yıl
Alan (milyon hektar)
1996
1,7
2000
44,2
2005
90
2010
148
2011
160
Dünyada GDO
2012
170,3
Çinliler’in 1980’li yılların başında tütünde bir hastalığa karşı deneme olarak başlattıkları GDO çalışmaları, kısa sürede ABD’li şirketler tarafından fark edilerek gıda olarak kullanılan tarım ürünlerinde de uygulandı. Bu şekilde üretilen ilk GDO’lu tarım ürünü 1994 yılında ABD’de piyasaya sürülen “Flavr savr” domates oldu. Bu domatesle yapılan hayvan besleme çalışmalarında farelerin midelerinde lezyonlar (yara ya da ülser) mey-
2013
175,2
2014
181,5
2015
179,7
Ülke
Günümüzde dört GDO’lu ürün; soya, mısır, pamuk ve kanola en büyük paya sahiptir. GDO’lu tohumla tarım yapan ülkeler arasında ABD birinci, Brezilya ikinci ve Arjantin üçüncü sıradadır. Dünya’da toplam 28 ülkede GDO’lu tohumla tarım yapılmaktadır. GDO’lu tohumla tarım yapan ülkeler aşağıda gösterilmiştir. [2]
Alan (milyon hektar)
Ürün
ABD
70,9
Mısır, soya, pamuk, kanola, şeker pancarı, yonca, papaya, squash, patates
Brezilya
44,2
Soya, mısır, pamuk
Arjantin
24,5
Soya, mısır, pamuk
Hindistan
11,6
Pamuk
Kanada
11,0
Kanola, mısır, soya, şeker pancarı
Çin
3,7
Pamuk, papaya, kavak
Arjantin: ABD ve Brezilya’dan sonra dünyada GDO’lu tohumla tarımsal üretim yapan en büyük üçüncü ülkedir. Tarım arazilerinin yaklaşık %70’inde GDO’lu mısır, soya ve pamuk üretilmektedir. Mısır ekim alanlarının %90’ına yakın bölümünde ise GDO’lu tohumla üretim yapılmaktadır. 1996 yılında ticari amaçlı GDO’lu soya ekimi başladı. GDO’suz tohumla üretim yapan Türkiye’nin birim alanda mısır verimi, GDO’lu tohumla üretim yapan Arjantin’den %28 daha yüksektir. Verim ortalamamız dünya ortalamasının da %30 daha üzerindedir. Faostat ve TÜİK’in verilerine göre; ülkemizde GDO’suz tohumla üretilen soyanın verimi, bu ürünü %90 ve üzerinde GDO’lu tohumla üreten ABD’den %25, Arjantin’den %30, Paraguay’dan %40, Uruguay’dan %55 daha yüksektir. Verimimiz
GDO’lu tohum üreten tekeller, o tohumla birlikte kullanılan tarım ilaçlarını da üreten şirketlerdir. GDO’lu tohumu üreten bu şirketler aynı zamanda tohum tekelleridir. Aynı zamanda dünyanın en önde gelen tarım ilacı tekelleridir. Amaçları gıda üretimi ile halkları beslemek değil, daha fazla kar elde ederek sömürülerini çoğaltmaktır.
dünya ortalamasından da %35 daha fazladır. Benzer şekilde; ülkemizde GDO’suz tohumla üretilen pamuğun verimi, bu ürünü %90 ve üzerinde GDO’lu tohumla üreten ABD’den %30, Hindistan’dan %60, Arjantin’den %65 daha yüksektir. Dünya ortalamasının da %40 daha üzerindedir. Dünya ticaretine konu olan GDO’lu mısır, soya ve pamuk verimi açık ve net şekilde görüleceği üzere GDO’suz tohumla üretim yapan ülkemizin altındadır. Brezilya: Brezilya, 44,2 milyon hektar alanda GDO’lu mısır, soya ve pamuk tarımı ile ABD’den sonra GDO’lu tohumla yapılan üretimde ikinci sırada gelmektedir.
ABD: 70.9 milyon hektarlık GDO’lu bitki alanıyla dünyada birinci sırada gelmektedir. Tek başına 70,9 milyon hektar GDO ekim alanıyla toplam GDO tarımı yapılan alanların %39’unu oluşturmaktadır. Sıralamada ilk 5 ülke toplam alan içinde %90, ilk 10 ülke ise %98 paya sahiptir. Toplam 28 ülkede GDO’lu tohum kullanıldığını dikkate alırsak, kalan 18 ülkenin payı sadece %2’dir. Diğer ülkeler: Hindistan tüm tarım arazilerinin sadece %6’sında, Güney Afrika %2’sinde ve Çin %1’in altında GDO’lu tohumla tarım yapmaktadır. AB’de 2005 yılında 165.017 hektar olan GDO ekim alanı, 2015
33
yılında 116.870 hektara gerilemiştir. Bu alan AB’nin toplam tarım alanının sadece %0,06’sına karşılık gelmektedir ki bu alanın %92’si İspanya’da üretilen mısırdır. 2013 yılının başlarında Polonya ve İtalya da Avrupa Birliği’nin diğer 7 üyesine katılarak GDO ekimini yasaklamıştır. Afrika’da da Angola, Etiyopya, Kenya, Lesotho, Madagaskar, Malawi, Mozambik, Swaziland, Zambiya ve Zimbabwe; genetiği değiştirilmiş gıdaları büyük oranda yasaklamıştır. Bugüne kadar farklı zamanlarda Tayland’da genetiği değiştirilmiş pirinç, mısır ve papaya üretimi için şirketler girişimlerde bulunmuş; ancak şu ana kadar başarılı olamamıştır. Latin Amerika’da ise Peru, GDO üretimini 10 yıl yasaklamıştır. Venezuela GDO’lu ürünlerin ekimine onay vermezken, Guatemala, Kosta Rika ve Meksika’da GDO’ya karşı günden güne tepkiler artmaktadır [1]. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün verilerine göre yerkürede tarım arazilerinin yüzölçümü 4,9 milyar hektardır. Bunun 179,7 milyon hektarlık bölümünde GDO’lu tohumla tarım yapıldığını hatırlarsak, GDO’lu tohum ekili alanın sadece %3,7 olduğunu görürüz. Yani tarım arazilerinin %96,3’inde GDO’lu tohum kullanılmamaktadır. Dünya istatistikleri bize GDO’lu üretimin konvansiyonel üretime alternatif olmadığını göstermiştir. Dünya halkları GDO’lu gıdalar ile beslenmek istememektedir. GDO’nun açlığa
34
çözüm olduğunun halkları kandırmak için çıkarılan bir yalan olduğu artık nettir. Bugün dünyada GDO’lu tohum üreten tekeller o tohumla birlikte kullanılan tarım ilaçlarını da üreten şirketlerdir. GDO’lu tohumu üreten bu şirketler aynı zamanda tohum tekelleridir. Aynı zamanda dünyanın en önde gelen tarım ilacı tekelleridir. Amaçları gıda üretimi ile halkları beslemek değil, daha fazla kar elde ederek sömürülerini çoğaltmaktır. Aşağıdaki tablolar tohum ve ilaç pazarının ne kadar büyük ve birbiri içine ne kadar entegre olduğunu göstermektedir. [3]
GDO’lu tohum üreten şirketlerin pazar payı Şirket
Ülke
Pazar Payı
Monsanto
ABD
%26
DuPont
ABD
%21
Sygenta
İsviçre
%8
Dow AgroSciences
ABD
%4
Bayer Crop Science
Almanya
%4
Küresel tarım ilacı pazarı Şirket
Ülke
Pazar Payı
Sygenta
İsviçre
%20
Bayer Crop Science
Almanya
%18
BASF
Almanya
%13
Dow AgroSciences
ABD
%10
Monsanto
ABD
%10
DuPont
ABD
%6
Sonuç olarak; ancak tam bağımsız sosyalist bir ülkede kendi yerel çeşitlerimiz ile kendimize yetecek kadar üretir, dışarıdan ürün almayarak, ürettiklerimizi halklaştırarak birlikte paylaşabilir ve ancak o zaman açlığa tamamen ortadan kaldırabiliriz. Bu yüzden bugün GDO ile
Emperyalizmin GDO saldırılarına karşı, kendine yeterli, bağımsız tarım politikaları ile üretim yapabilir, tüm halka yetecek besin ihtiyacını karşılayabiliriz. İhtiyacımız olan; halk için mühendislik yapma bilinciyle bağımsız tarım politikalarımızın bir ön modelini de bugünkü kapitalist sistem içerisinde halkla birlikte hayata geçirebilmek, bu politikaların uygulanabilirliğini gösterebilmektir. mücadele, emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinden ayrı düşünülemez. Emperyalizmin GDO saldırılarına karşı, kendine yeterli, bağımsız tarım politikaları ile üretim yapabilir, tüm halka yetecek besin ihtiyacını karşılayabiliriz. İhtiyacımız olan; halk için mühendislik yapma bilinciyle bağımsız tarım politikalarımızın bir ön modelini de bugünkü kapitalist sistem içerisinde halkla birlikte hayata geçirebilmek, bu politikaların uygulanabilirliğini gösterebilmektir. Kaynaklar: [1] “180 milyar dolarlık GDO pazarına karşı direniş”, Bloomberg HT, 9 Mayıs 2014 [2] International Service for the Acquisition of Agri-biotech Applications, 2016 [3] ETC Group 2015
TEKNOLOJİNİN DİYALEKTİĞİ Bilimi, doğanın incelenmesi ve ondan sonuçlar çıkarılması olarak tanımlayabiliriz. Bilimin üretime geçmiş haline ise teknoloji dememiz yanlış olmaz. Marksizm; toplumların değişiminin, egemen sınıfların el değiştirmesinin nedenini açıklayan bir yasa olduğunu ifade eder: Zorunlu uygunluk yasası. Bu yasa, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki bağı ifade eder. Önce üretici güçlerin ve üretim ilişkisinin ne anlama geldiğini tanımlayalım. Üretici güçler; insanların bir şeyler üretmek için harcadıkları emek gücünü ve kullandıkları üretim araçlarını kapsar. Yani üretici güçler; her türlü alet-edevat, binalar, değerlendirilmiş toprak, bilim ve teknoloji, insanların kol ve kafa emeği, bilgi birikimi, deneyimleridir. Üretim ilişkileri de insanların ürettiklerinin nasıl dağıtıldığıdır, insanların üretimden aldıkları paydır. Toplumda üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişki, toplumun gelişimini belirler.
Üretim ilişkileri ilk başta üretici güçleri geliştirir. Ancak sınıflı toplumlarda bu ilişkiler öyle bir noktaya gelir ki, sömürü ve kar devam etmek zorunda olduğu için üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini durdurur. Üretici güçlerin gelişimi üretim ilişkilerine ters düşmeye, onlarla çelişmeye başlar. Bu zorunlu uygunluk yasasının bozulmasıdır. Bu durum, mevcut üretim ilişkilerinin tasfiye edilip, yeni üretim ilişkileriyle yeni bir üretim tarzının egemen hale gelmesini, yani devrimi zorunlu kılar.[1] Üretici güçlerin, daha özelde üretim araçlarının gelişiminin toplumların gelişimini doğrudan etkileyeceğini düşünüyorsak, üretimi doğrudan etkileyen bilim ve teknoloji ile ilgili konulara vakıf olmamız, bu konuları ayrıntılarıyla bilmemiz zorunludur. Teknolojinin ürünü olan birçok araç-gereç kullanıyoruz. Bu araç gereçlerin nasıl ve ne amaçla üretildiğini bilmezsek, teknolojiye yabancılaşırız. Onun sonuçlarını ve toplumu nasıl etkilediğini bilemeyiz. Bu da hayatın içinde-
ki birçok gelişmeyi doğru tahlil edemememize sebep olur. Bugün birçok kesim, teknolojinin emperyalist-kapitalist sistemi daha da güçlendirdiğini, tamamen yenilmez, yıkılmaz hale getirdiğini ve bu sisteme karşı mücadeleleri bitirdiğini düşünmektedir. Ancak gerçek olan şudur ki, teknolojinin kendisi emperyalizmin sonunu hazırlamaktadır. Bize karşı geliştiren teknolojiye karşı önlemler alabiliriz, bilinçlendiğimiz takdirde zararlı etkilerinden kurtulabiliriz; ama emperyalizmin bu etkilerden kurtulma koşulu yoktur. Bunu, nedenleriyle birlikte ilerleyen kısımlarda açıklayacağız.
Teknoloji Sarmalı Bilim ve teknolojinin gelişmesi için sermaye gereklidir. Çağımızda bilim ve teknolojinin gidişatını belirleyen burjuvazidir. Burjuvazi, temel olarak bilimsel fonları kullanarak bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yönlendirmektedir. Teknolojinin gelişimini 4
35
farklı süreç olarak sınıflandırabiliriz. Çocukluk aşaması, ergenlik aşaması, orta yaşlılık aşaması ve yaşlılık aşaması. 1. Teknolojinin Çocukluk Aşaması Bu aşama; bilimsel konu ya da çalışmanın ürün elde edecek teknik düzeye yeni geldiği aşamadır. Bu teknoloji; bu aşamada üniversitelerden ve teknoloji enstitülerinden alınıp gizli ve güvenlikli olan ulusal laboratuvara aktarılır. Ulusal laboratuvarlarda buldukları şeyleri yayınlamaları yasak olan özel seçilmiş ve iyi bakılan teknokratlar, bu konuları devlet sistemine ürün olarak kazandırırlar. Bu aşamada bu ürünler; satmaya uygun değillerdir, çok pahalılardır, kar elde etmek için kullanılamazlar. Teknolojiyi gizlemek için patent bile alınmaz. Yalnızca emperyalist devletlerin güvenlik birimlerinin ve istihbarat teşkilatlarının hizmetindedir. Kimsenin bilmediği bu teknolojiler; kendisine tehdit oluşturanlara dair istihbarat toplamak için, halk kitleleri üzerinde hegemonya kurmak için, kendisine muhalif ülkelere tehdit oluşturmak için kullanılır. Teknolojinin çocukluk aşaması, emperyalist devletler tarafından sonsuza kadar sürdürülemez. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi; sistemin asıl amacı güvenlik değil, daha fazla kar elde etmektir. Çocukluk aşamasında teknoloji, satılabilir ürüne dönüşmezse, bilimsel yatırımların karşılığı kar olarak dönmezse, emperyalistlerin krizlerinin
36
Bugün birçok kesim, teknolojinin emperyalist-kapitalist sistemi daha da güçlendirdiğini, tamamen yenilmez, yıkılmaz hale getirdiğini ve bu sisteme karşı mücadeleleri bitirdiğini düşünmektedir. Ancak gerçek olan şudur ki, teknolojinin kendisi emperyalizmin sonunu hazırlamaktadır. Bize karşı geliştiren teknolojiye karşı önlemler alabiliriz, bilinçlendiğimiz takdirde zararlı etkilerinden kurtulabiliriz; ama emperyalizmin bu etkilerden kurtulma koşulu yoktur. ardı arkası kesilmez. İkincisi; emperyalist devletler ve şirketler aynı bilim havuzunu kullanırlar. Bilimsel araştırmalara gizlilik, yayınlama ve patent kısıtlaması getirmek, kapitalizmin de bilim ve teknolojiyi istediği gibi yönlendirememesine neden olur. Bu nedenlerden ötürü teknolojinin çocukluk aşaması, bir süre sonra yerini ergenlik aşamasına bırakır. 2. Teknolojinin Ergenlik Aşaması Bilim havuzundan diğer kapitalist devletlerin ve şirketlerin de beslenmesiyle çocukluk aşamasında sadece emperyalist devletlerde gizli olan bilimsel araştırmalar, burjuvazi içerisinde
daha açık bir hale gelir ve bu teknolojilerin üretimi daha da kolaylaşır. Bu aşamada teknoloji artık satışa hazır, herkese açık ürünler olarak pazara girmeye başlar. Kapitalist şirketlerin bu teknolojileri patentlemesi de bu dönemde gerçekleşir. Bu dönemde teknoloji, yalnızca emperyalizmin doğrudan çok yüksek karlar elde etmesi için üretilir. Geliştirilen ürünler, emperyalizmin sömürgesi olan ülkelerin şirkelerine ve halklarına değerinin çok üzerinde satılır. Emperyalist şirketler çok yüksek nispi artı değer üretme olanağı yakalar. Kendi işçilerine de nispeten yüksek maaşlar vererek sömürmeye devam ederken emek-sermaye çelişkisini de yumuşatır. 3. Teknolojinin Orta Yaşlılık Aşaması İlerleyen aşamalarda benzer teknolojiler, birçok kapitalist devlet ve şirket tarafından üretilir. Artık emperyalist tekeller, çok yüksek nispi artı değer üretemeyecek duruma gelir. Elde ettikleri kar azalır ve önceki seviyede bir üretimi karşılayamayacak duruma gelir. Bu dönemde emperyalistler; eskimekte olan teknolojilerini ve teknolojilerinin ürünü olan üretim araçlarını geri bıraktırılmış ülkelere doğrudan satarlar. Teknoloji, artık giderek yaşlanmakta ve eskimektedir. 4. Teknolojinin Yaşlılık Aşaması Bu aşamada, teknoloji daha geri ülkeler ve daha küçük şirketler tarafından kopya edilebilir
hale gelir ve emperyalist tekellerin karları daha da düşer. Nispi artı değer neredeyse hiç yoktur ve emek-sermaye çelişkisi derindir. Üretim; işçi haklarının en az olduğu, işçiliğin en ucuz olduğu, işçilerin köle gibi çalıştırıldığı ülkelere kaydırılır. Geliştirilen ürünler, geri bıraktırılmış ülkeler de dahil tüm ülkelerdeki insanların günlük yaşamına girmeye başlamıştır. Eskiyen, yaşlanan teknoloji; zaman içinde kendi yerini alacak yeni teknoloji gelene kadar varlığını sürdürür. Yeni gelecek olan teknoloji de aynı aşamalardan geçer. Teknoloji, böylece sarmal çizerek ileriye doğru gider her yeni teknolojide yaşamımızı etkiler. Ama emperyalizm, bu aşamaların hepsinde teknolojinin toplumu nasıl etkilediğini tüm yönleriyle hesaplayamaz. Dünya halkları, günlük yaşamda ergenlik, orta yaşlılık veya yaşlılık aşamasındaki teknolojiyi kullanır. Ama emperyalizm, teknolojinin çocukluk aşaması ile halklara saldırır. Yani bugün emperyalizm 2040’lı yıllarda günlük yaşamda kullanılacak olan teknoloji ile halklara saldırırken, halklar ise günlük yaşamda 2010’lu yılların -izinli- teknolojisi ile emperyalizme karşı mücadele vermektedir. Her ne kadar ücretsiz olarak yayınlanan çocukluk aşamasındaki teknolojilere denk düşen bilimsel makalelerin bir kısmına ücretsiz olarak ulaşma olanağı varsa da, ülkemiz gibi çarpık kapitalizmin hakim olduğu ülkelerde montaj sanayinin
egemen olduğunu, bilginin bizden saklandığını düşünürsek, bu bilimsel çalışmalara ulaşmanın, çocukluk aşamasındaki teknolojilerin neler olduğunu kavramamız için yeterli olamayacağını söyleyebiliriz.
Teknoloji ve İstihbarat İstihbarat Arapça kökenli bir kelimedir. Haberler, yeni öğrenilen bilgiler anlamını taşır. İstihbarat yerine İngilizce’de “intelligence” kelimesi kullanılır ve Türkçesi “zeka” anlamına gelmektedir. Amerikan istihbarat örgütü CIA’nın açılımı Central Intelligence Agency’dir (Merkezi Zeka Kurumu). İstihbarat; düşmana dair her türlü bilginin ortak bir zekada toplandığı, düşmanı takip etmeyi ve alt etmeyi amaçlayan bir kurumdur. İstihbarat sadece farklı kaynaklardan gelen bilgileri toplayan bir havuz değildir; aynı zamanda bu bilgileri işler, ilişkilendirir ve düşmanın amacı, çalışmaları, programları ve hedeflerini öngörecek bir sonuç
çıkarır. 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından emperyalizmin istihbarat çalışmaları; Sovyetler Birliği’ne, emperyalizmin sömürgesi olmamayı başarmış bağımsız ülkelere ve devrim mücadelesi veren halklara, SSCB’nin dağılmasının ardından ise tüm dünya halklarına yönelmiştir. Bu süre zarfında her geçen gün teknolojisini geliştirmiştir. Emperyalizmin “düşman”larına yönelik istihbarat faaliyetleri; bilim ve teknolojiyi de kamçılamıştır. Örnek vermek gerekirse; internet, yıllar boyunca sadece Amerikan ordusunun farklı birimleri arasındaki bir network olarak kullanılmıştır. ABD ordusu tarafından kullanılmıştır. Uydular; ilk olarak Vietnam’da gerillaların ormandaki yerlerini, yeraltı sığınaklarını ve cephaneliklerini tespit etmek için kullanılmıştır. GPS sistemleri; yıllar boyunca yalnızca istihbaratın takip ve dinleme gözetleme faaliyetlerinde kullanılmış, sonrasında otomobillerde ve mobil aygıtlarda yol bulma aleti olarak günlük yaşamımıza
37
girmiştir. Her ne kadar bu teknolojik aygıtlara bugün herkes rahatlıkla erişebilmekteyse de, emperyalizmin yararına ve onun denetiminde kullanılmaktadır. İnternete herkes girebilir, ama emperyalizm kimin hangi sitelere girdiğini takip etmektedir. GPS; birçok teknik takip aracında yer almaktadır. Uydular atmosferi çöplüğe çevirecek kadar çoktur ve çok sayıda bölgeyi denetleyebilecek durumdadır. Cep telefonu ile devletler ve şirketler, istedikleri kişiyi takip edebilir ve dinleyebilirler. Emperyalizm; Saddam Hüseyin’in ve Muammer Kaddafi’nin yakalanmadan önce yer tespitinde, Çeçenistan lideri Cehar Dudayev’in füzelerle vurulmasında, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi lideri Ebu Ali Mustafa’nın ve Hamas lideri Abdülaziz Rantissi’nin öldürülmesinde cep telefonu, GPS ve uydu kullanmıştır.
Teknolojinin Gelişim Hızı Çok sık karşılaştığımız bir ifadedir: “Günümüzde teknoloji, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar hızlı gelişiyor.” Her dönemde “Daha teknoloji nasıl gelişebilir, artık bulunacak her şey bulundu” denilmiştir. Bu düşünce, tarih boyunca tekrar etmiştir; çünkü her çağda o günkü teknoloji, ondan önceki teknolojilerinin doruk noktasıdır. Teknolojinin toplumlar üzerindeki etkisi ile ilgili iki sapma görüş bulunmaktadır. Birincisi; teknolojnin hiçbir şeyi değiştir-
38
Kapitalizm; bugün de hala emek sömürüsüne dayanarak varlığını sürdürmektedir, 400 yıldır aynı karakterdedir. Ama son 40-50 yıldaki modern kapitalizm, Marx zamanındaki 40-50 yıldan çok farklıdır. Yani bugün de emek-sermaye çelişkisi bakımından aynı, üretim teknolojileri ve üretim aygıtları bakımından farklı bir kapitalizm vardır. mediği düşüncesidir. Bu düşünce, teknolojik gelişmelerin yarattığı olanakları görmez ve planlarını çürük temeller üzerine kurar. İkincisi ise teknolojinin değiştirmediği hiçbir şeyin kalmadığı, kapitalist üretimin aşılıp yeni bir üretim biçimine geçildiği düşüncesidir. Oysa tarih boyunca tüm zamanlarda o günkü teknoloji, ondan öncekilerinin doruk noktasıdır. “Daha teknoloji nasıl gelişebilir, artık bulunacak her şey bulundu, artık her şey çok farklı” düşünceleri, her çağda o çağın teknolojisi için ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılda, o zamannın üst teknolojisi olan aletler için söylenenler, buna örnektir: Artık yeni hiçbir şey yok. İcat edilebilecek her şey icat edildi. (Charles Duell - Amerikan Patent Dairesi Başkanı, 1899 Atlar her zaman kullanıla-
caktır. Otomobil ise ancak geçici bir moda olabilir. (Henry Ford’un kredi talebi üzerine otomotiv sektörünün geleceği konusunda ekspertiz veren bir banka müdürü, 1903) Geçtiğimiz bir yıl içinde otomobilin yapısını değiştirecek herhangi bir ilerleme kaydedilmediğini göz önüne alırsak, bu buluşun da gelişme ve evrimini tamamladığı sonucuna varabiliriz. (Scientific American dergisi, 1909) Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakmak istemezler. (Daryik F. Zanuck, 20th Century Fox’un başkanı, 1944) Bilgisayarlar gelecekte belki sadece 1.5 ton ağırlığında olacaklar. (Popular Mechanics dergisi, 1949) 640 kilobayt herkes için yeterli olmalı (Bill Gates, 1981)
Teknolojik Gelişmeler, Kapitalizmin Özünü Değiştirmiş midir? Teknolojik gelişmeler sonucunda, yeni üretim teknikleriyle klasik kapitalizmin aşıldığını, yeni bir üretim tarzına geçildiği, hatta bugün üretim sorununun tümden çözüldüğü düşüncesini savunanlar olmuştur. Bunlar; Marks’ın Kapital’inde belirtildiği makinenin makine ürettiği, yani makinenin artı değer ürettiği çağa gelindiğini iddia etmektedirler. Teknolojinin üretimde ve insanlarda yarattığı değişimleri yadsıyamayız. Ama bu değişim-
ler; gelişmiş kapitalist ülkelerde etkilerini göstermiştir. Geri bıraktırılmış ülkelerde teknolojinin getirdiği değişimler bir tarafa, 2 milyar insan temiz içecek su bulamamaktadır. 1 milyar insan bugün “yeni nesil” diye adlandırılan telefonlarla bir kere bile konuşmamıştır. Madem makinelerin artı değer ürettiği bir çağa geçtik; o zaman teknoloji neden hala ucuz işçi çalıştırılan ülkelerde geliştirilmektedir? Kapitalizm, geliştirdiği teknolojik aletler için neden emekçileri kölelik koşullarında, insan yerine koymadan çalıştırmakta, karşılığında aç kalmayacağı bir ücret bile vermemektedir? Kapitalizm; bugün de hala emek sömürüsüne dayanarak varlığını sürdürmektedir, 400 yıldır aynı karakterdedir. Ama son 40-50 yıldaki modern kapitalizm, Marx zamanındaki 40-50 yıldan çok farklıdır. Yani bugün de emek-sermaye çelişkisi bakımından aynı, üretim teknolojileri ve üretim aygıtları bakımından farklı bir kapitalizm vardır. Üretim araçlarının teknolojilerindeki köklü değişimlerle günümüzde artık bilgisayarlı üretim, evden üretim gibi yeni tarz üretim tipleri gelişmiştir. Ayrıca her yeni bulunan bilimsel gelişimin üretime yansıması ile kapitalizm içinde yaşayan insanın ve toplumun hayatları doğrudan değişmiştir. Bunun yansımalarını internet, e-devlet, mobil telefonlar, 3 boyutlu yazıcılar, GPS, MOBESE’ler, nanoteknoloji vb. olarak görüyoruz. Diyebiliriz ki teknolojik gelişim hızı, bu
Emperyalistler, tarihte görülmemiş bir şekilde teknolojiyi geliştirmeye ve yeni ürünler icat etmeye mahkum edilmiştir. Çünkü kendi işçi sınıflarından kaçmanın, onlara yakalanmamanın en güvenli ve en garantili yolu; teknolojiyi çok hızlı değiştirmek, yeni teknoloji ürünleri piyasaya sürmektir. Ama tarih göstermiştir; bir ekonomik sistemin ömrü, o sistemin üzerine oturduğu üretim araçlarının değişim hızı ile ters orantılıdır. Emperyalizm de bugün kendi sonunu getirecek üretim araçlarının hızlı değişimini kendi hazırlamaktadır. Bunu da kendi ömrünü kısaltma pahasına yapmaktadır. teknolojilerin sosyal etkilerinin analiz edilme ve kavranma hızından çok daha fazladır.
Teknoloji; Emperyalistlerin mi, Halkların mı Katilidir? Mustafa Suphi, “Fransız-İngiliz kapitalizminin başı Avrupa’da olsa da, gövdesi Asya’nın verimli topraklarındadır.” demiştir.[2] Bu sözü günümüze uyarlamak
gerekirse; emperyalizmin beyni emperyalist devletlerde, vücudu ise sömürge devletlerdedir. Emperyalist şirketlerin, ürettikleri yeni teknoloji (ergenlik aşamasındaki) ürünlerden çok yüksek nispi artı değer ürettiğini ve kendi ülkelerindeki işçilere de nispeten yüksek maaşlar vererek emek-sermaye çelişkisini yumuşattığını ilk bölümde anlatmıştık. Teknoloji eskimeye ve başka kapitalist şirketler tarafından da üretilmeye başladıkça, şirketler ergenlik aşamasındaki kadar kar elde edemez. Emperyalistler, kendi işçileriyle çelişkilerinin derinleşmesini önlemek için ürünleri sömürgelerine kaydırır. Yani emperyalistler, kendi işçilerini doyuramayacakları eskimiş iş kollarını sömürge ülkelerinden karşılar. Ama bu üretimlerin yerine yenilerini geliştirmek zorundadır. Eğer yeni ürünleri bulma hızı, eski üretimlerini sömürgelerine kaydırma hızından yavaşsa, kendi ülkesindeki işçilerle arasındaki çelişki derinleşir ve krizi büyür. Yani emperyalistler, tarihte görülmemiş bir şekilde teknolojiyi geliştirmeye ve yeni ürünler icat etmeye mahkum edilmiştir. Çünkü kendi işçi sınıflarından kaçmanın, onlara yakalanmamanın en güvenli ve en garantili yolu; teknolojiyi çok hızlı değiştirmek, yeni teknoloji ürünleri piyasaya sürmektir. Örneğin nanoteknolojinin ortaya çıkış nedeni; emperyalistlerin eski teknolojilerden yeterince kar elde edememesidir. Yoksa amaçları, kanserin çaresini bul-
39
mak değildir. Ama tarih göstermiştir; bir ekonomik sistemin ömrü, o sistemin üzerine oturduğu üretim araçlarının değişim hızı ile ters orantılıdır. Üretici güçlerin gelişmesi, üretim ilişkilerinin değişmesini zorunlu kılmaktadır (bkz. zorunlu uygunluk yasası). O yüzden 400 yıldır var olan kapitalizm tarihte birkaç defa çatırdamıştır. Ama üretim araçlarını çok hızlı geliştirmeyen feodalizm binlerce yıl çatırdamadan yaşamıştır. Çünkü bu dönemlerde üretim araçları uzunca bir süre değişmemiştir, değişmemiştir, değiştirmeye çalışanlar da cezalandırılmıştır. Osmanlı ve Roma İmparatorlukları’nın da uzun sure yaşayabilmelerinin nedeni, üretim araçlarının uzun süre boyunca gelişmemesidir. Emperyalizm de bugün kendi sonunu getirecek üretim araçlarının hızlı değişimini kendi hazırlamaktadır. Bunu da kendi ömrünü kısaltma pahasına yapmaktadır. Emperyalizm, bugün halkları teslim almak için teknolo-
40
jiyi kullanırken; diğer taraftan da herhangi bir olayda halkların daha çok etkisini katmasına yol açmaktadır. Artık medyanın, internetin, cep telefonunun çok gelişmesi nedeniyle, teşhir olacakları için önceki kadar pervasız hareket edememekte, daha dikkatli olmak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü işkenceler, katliamlar çok hızlı duyulmaktadır. Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, bir röportajında “26 Kürt isyanı bastırıldı, 27’cisi neden bastırılamıyor” sorusuna “Eskiden teknoloji bu kadar gelişmemişti” demiştir. Yani eskiden istedikleri katliamı yaparlarken kimsenin haberi bile olmazken, şimdi 1 kişi vurulduğunda haberi çok çabuk biçimde yayılmakta, halk kitlelerinde büyük etki yaratmaktadır. Faşizmin bugün daha ağır biçimde uyguladığı sansürlerin ve erişim engellemelerinin nedeni de budur. Bugün teknoloji çok hızlı gelişmekte, hayattaki etkileri görülmeden önce eskimektedir. Emperyalizm ise çok hızlı gelişen teknolojisine çok güven-
mektedir; ama insan faktörünü gözardı eder. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, bugün hala en karmaşık silah aracı insandır. Emperyalizm, teknolojinin değiştirdiği koşulları asla tam olarak kavrayamaz. Toplum üzerindeki tüm etkilerini önceden hesaplayamaz. Bu etkiler, emperyalistleri büyük hatalar yapmaya zorlar. Ortadoğu’da (Körfez Savaşları, Irak, Afganistan ve bugün Suriye) istediklerini elde edememelerinin bir sebebi de budur. Diğer yandan bu teknolojik araçlar; halka ve devrimcilere yeni olanaklar sunmuştur.Bu olanakları ilerleyen bölümlerde daha detaylı olarak açıklayacağız.
Emperyalist Teknoloji Her Şeye Muktedir midir? Her şeyi kontrol eden bir sistem olamaz. Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin; bazı biyolojik, kimyasal reaksiyonların geri dönüşümü yapılamaz. Ölmüş bir insan diriltilemez. Veya yanıp kül olmuş bir kağıt parçasının üzerindeki yazı okunamaz. Ya da kırılan bir bardak, tekrar eski haline getirilemez. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin “konuşmasını” istediği bir insan, eğer konuşmama tercihini yaparsa; işkence de, ölüm tehditleri de o insanı konuşturmayı başaramaz. Egemenler istedikleri teknolojiye sahip olsunlar; eğer kişide konuşmama iradesi varsa, ondan hiçbir bilgi alamazlar. En fazla katlederler; o zaman
da o insanı diriltemeyecekleri için yine alamazlar. Yani dünyada geri dönüşümü olmayan nesneler, hareketler vardır. Geri dönüşümü olmayan bir harekete tabi tutulan bir bilgi, artık yok olmuştur. Ona tekrar ulaşılamaz.
Teknik Takibin Ekonomi Politiği Teknik takip için kullanılan araçlar, en son teknolojide olduğu ölçüde değerlidir. Çünkü en son teknoloji ile yapılan teknik takipler takip edilenin haberi olmadan yapılabilir. Ama bu teknolojinin maliyeti çok fazladır. Bu yüksek teknolojik aletlerden birisi de uydudur. Uydu; dünyanın yörüngesinde dolaşan, çok yüksek kalitede (7 cm çözünürlükte) görüntü alabilen bir aygıttır. Çok yüksek bir teknolojiye sahip olan, üretimi için çok fazla emek ve para gereken uyduların geldiği nokta; çok bulutlu bir günde bir insanı takip edebilecek düzeydedir. Emperyalizm uydu üretebilir; ama herkesi ayrı ayrı kontrol edecek uydular yapamaz; çünkü buna ekonomik gücü yetmez. Bunun olabilmesi için herkesin hayatı boyunca bir uydu kadar artı değer üretebilmesi gerekir ki bu, kapitalizmde mümkün değildir. Yani üretebilecekleri uydu sayısı sınırlıdır. Bu da en genelde emperyalizmin yüksek teknolojik aletleri üretebilme sınırını ifade etmektedir. Bu yüksek teknolojik aletlerin kısa süre içerisinde eskiyip halkın alabileceği kadar ucuzla-
ması da emperyalizm için sorun yaratmaktadır. Üretim çeşitliliği arttıkça, üretim aletleri farklılaştıkça, ürün sayısı devasa boyutlara ulaştıkça; emperyalizm tüm ürünlerin toplumsal etkilerini hesaplayamaz. Ayrıca günümüzde teknolojik aletlerin parçaları, dağınık biçimde üretilmektedir. Üretim, birçok farklı ülkeye ayrı ayrı yayılmıştır. Örneğin bir televizyonun yongaları Tayvan’da, ana kartı Kore’de, ekranı Mısır’da, kutusu Türkiye’de üretilebilmektedir. Bu teknolojik parça dağınıklığı; bir yandan bu pazarlarda egemen olan emperyalistleri birbirine çok daha fazla muhtaç etmektedir. Bir yandan da halkın ve devrimcilere kendi üretimlerini yapabilmeleri konusunda yeni olanaklar sağlamıştır.
Amaç Dışı Üretim Orta yaşlılık ve yaşlılık aşamasındaki teknolojik aletler, dünyada parça bazında dolaşım halindedir. Bu teknolojiler; kolay ulaşılabilir pazarlarda yer almaktadır. Elde edilmesi çok daha kolay ve ucuzdur. Bu aletlerin veya parçalarının farklı amaçlarla kullanılma olanağı vardır. Bu parçalardan çok daha farklı bir ürün çıkarma sürecine de amaç dışı üretim diyebiliriz. Tarihte ve günümüzde amaç dışı üretime dair birçok örnek vardır. Ülkemizden verebileceğimiz en yakın örnek; Özgür Tutsaklar’ın F Tipi hapishanelerde yaptıkları üretimlerdir. Tecritteki tüm olanaksızlıklara, keyfi olarak hiçbir eşya verme-
me engellerine rağmen devrimci yaratıcılıkla yaptıkları “amaç dışı” üretimlere; soğan zarından kırmızı boya yapımı, bisküviden pasta (Metris pastası) yapımı, pet damacana şişelerinden ip yapımı, tuvalet taburesinin ayağından flüt yapımı, fırça sapından kaval yapımı gibi onlarca örnek verilebilir. Amaç dışı üretim ile ilgili dünyadan da pek çok örnek verebiliriz. 11 Eylül’de ABD’de ikiz kulelere yapılan saldırılar, yolcu uçağının amaç dışı kullanımıdır. Filistin’de İsrail işgaline karşı savaşan örgütlerin kullandığı el yapımı Kassam füzeleri, demir ve yakıtın amaç dışı kullanımıdır. Irak’ta ABD işgaline karşı gübreden üretilen patlayıcılar, gübrenin amaç dışı kullanımıdır. Hack faaliyetleri, internetin amaç dışı kullanımıdır. Emperyalizmin bile “ayaklanmalar yüzyılı” olacağını öngördüğü 21. yüzyılda bu örnekler daha da çoğalacaktır. 20 yıl önce, bir gerilla hareketinde el yapımı füzeler olacağı kimsenin aklına gelmezdi; çünkü füzeler çok yüksek teknolojik aletlerdi. Ama bugün bu füzeler Hamas’ta, Hizbullah’ta mevcuttur. Bugün bir hacker’ın yalnızca internet kullanarak ABD’nin bir uydusunu düşürme olanağı vardır. 20 yıl önce bunun olması imkansızdı. Sistem, her yeni teknoloji ile kendini daha güvende hissetmektedir. Ama her yeni teknoloji, sistem için daha çok güvenlik zafiyeti üretmektedir. Kapitalistler, “amaç dışı üretim var” diye bu ürünlerin satışını
41
durduramazlar. Çünkü amaç dışı kullanılan ürünlerin gerçek amacına kapitalistler de ihtiyaç duymaktadır. Durdurdukları anda da kendi pazarları da durgunluğa girer. Yani kendi güvenlikleri için geliştirdikleri teknolojiler, sarmal çizerek yine kendi güvenliklerini tehdit eder. Emperyalizm için kelimenin tam anlamıyla “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumuna yol açar amaç dışı üretim. Bir aletin çok yaygınlaşması, onun ucuzlamasını da beraberinde getirir ve amaç dışı kullanılmasının zeminini oluşturur. Emperyalizm, teknolojiyi çok yüksek maliyetlerle geliştirirken; aynı işlevi gören aletlerin çok daha ucuza üretilebilme koşulu vardır. Günden güne yaygınlaşan amaç dışı üretim de bunun için bir olanaktır. Bugün üretim olanakları, yalnızca bunlarla da sınırlı değildir. Bugün her ne kadar emperyalizm bilgiyi bizden saklamaya çalışsa da, birçok aletin nasıl yapıldığı bilgisine internetten ulaşabiliriz. Kendin-yap (Do-It-Yourself, DIY) tarzı, açık kaynak tipi üretimlere dair çok sayıda örnek mevcuttur. Öyle ki; son yıllarda oldukça ucuzlayan ve yaygınlaşan 3 boyutlu yazıcı gibi aletleri de bugün kendimiz üretebiliriz. RepRap[3] isimli proje ile, yüzlerce “açık kaynak” 3 boyutlu yazıcı üretilmekte ve nasıl üretildiği bilgisi paylaşılmaktadır. Bu sayede, geliştirilmek istenen bir aletin prototip hali, hızlıca üretilebilmektedir. Benzer şekilde; çok ucuza bulunabilen Arduino
42
Sistem, her yeni teknoloji ile kendini daha güvende hissetmektedir. Ama her yeni teknoloji, sistem için daha çok güvenlik zafiyeti üretmektedir. Kapitalistler, “amaç dışı üretim var” diye bu ürünlerin satışını durduramazlar. Çünkü amaç dışı kullanılan ürünlerin gerçek amacına kapitalistler de ihtiyaç duymaktadır. Durdurdukları anda da kendi pazarları da durgunluğa girer. Yani kendi güvenlikleri için geliştirdikleri teknolojiler, sarmal çizerek yine kendi güvenliklerini tehdit eder. Emperyalizm için kelimenin tam anlamıyla “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumuna yol açar amaç dışı üretim. Emperyalizmin bile “ayaklanmalar yüzyılı” olacağını öngördüğü 21. yüzyılda amaç dışı üretim örnekleri çoğalacaktır. ve Raspberry Pi gibi aletlerle de elektronik-yazılım, çok hızlı ve kolay biçimde yapılabilmektedir. Yani tüm bu gelişmeler; alet üretme bilgisinin halklaşmasına,
halkın kendi üretimlerini yapmasına da olanak sağlamıştır. Bugün satın aldığımız birçok temel aleti yakın zamanda kendimiz üretebilmemiz mümkündür. Sonuç olarak; emperyalist çağdaki temel çelişki, emperyalizm ve dünya halkları arasındadır. Emperyalizm yüzünden her 5 saniyede 2 kişi açlıktan öldürmektedir. Dünyada her gece 1 milyar insan evine aç girmektedir. “Dünyanın en zengini” diye adlandırılan 8 kan emicinin serveti, toplam 1.7 trilyon TL’dir. Bu rakam, dünya nüfusunun yarısının mal varlığından fazladır. Zenginlerin sadece kedi-köpek mamasına harcadığı parayla tüm yoksulların eğitim ve sağlık hizmetleri karşılanabilir.[4] Böyle vahşi, azgın bir sömürü sistemiyle mücadele edersek ancak insan olarak kalabiliriz. Ve bu sistemle mücadele etmek için ihtiyacımız olan hiçbir şeyi onlar doğrudan vermeyecektir. Güncel bilgi birikimimizi sürekli artırarak, emperyalizmin açıklarını görüp faydalanarak, kendi olanaklarımızla yaratıcılığımızı birleştirerek, tarihsel ve ideolojik haklılığımıza ve kazanacağımıza olan inancımızla üreteceğiz. Kaynaklar: *Bu yazı, Engin Karabudak ve Erol Yıldırım’ın 2012’deki 7. Karaburun Bilim Kongresi’nde sunduğu “Teknolojinin Diyalektiği: Günümüz Teknolojisinin Marksist Bakış Açısından Analizi” makalesi esas alınarak yazılmıştır. [1] Kurtuluş, Emperyalizm ve Devrim, Sayı 1, Ağustos-Eylül-Ekim 2000 [2] Mustafa Suphi, Üçüncü Enternasyonal 1919-1943, Belge Yayınları, 1979 [3] reprap.org [4] “Devrimci Okul: Biz kimiz, ne istiyoruz?” Yürüyüş dergisi, sayı 302
HALK İÇİN ÜRETİM İÇİN BİR ANAHTAR: AÇIK KAYNAK Açık kaynak tanımını; kısaca, bir şeyin üretim bilgisine herkesin ulaşabilmesi ve herkes tarafından paylaşılabilmesi olarak yapabiliriz. Açık kaynak nedir diye bir araştırma yaparsak genelde açık kaynak kod kavramına ulaşırız. Bunun sebebi açık kaynak kavramının yazılım kodlarının herkes tarafından paylaşılması ile ortaya çıkmış olmasıdır. Günümüzde ise buna elektronik ve mekanik teknik bilgilerin de paylaşımı eklenerek daha geniş bir hal almıştır. Öyle ki hayatta kullandığımız bir çok cihazın adının başına “açık kaynak” veya “nasıl yapılır?” kelimelerini ekleyerek internette bir arama yaparsak o cihazın üretim bilgilerinin çoğuna ulaşabiliyoruz.
Kapalı Kaynak Nedir? Açık kaynağı öğrendikten sonra, “kapalı kaynak” kavramını tahmin edebileceğimiz gibi
üretim bilgilerinin saklanması, gizlenmesi olarak düşünebiliriz. İnsanlık doğduğu günden beri sürekli yeni şeyler keşfetmiş ve sürekli ilerleme kat etmiştir. Yeni buluşların önünü açan ise önceki buluşlardan elde edilen birikim olmuştur. Günümüzde emperyalizmin kar hırsı, bilgi paylaşımının önüne patent yasaları vb. ile geçerek insanlığın gelişimini durdurmaktadır. Kullandığımız teknolojinin daha da gelişmişi, tekellerin kasalarında daha fazla kar getireceği anı beklemektedir. Kısacası bizden çalınan, saklanan bilgilere kapalı kaynak diyebiliriz.
Açık Kaynağın Ortaya Çıkması ve Gelişimi Açık kaynak ilk başta yazılım kodlarının paylaşılması temelinde kurulsa da; günümüzde birçok cihazın elektronik, hatta mekanik teknik bilgilerinin de paylaşılmasını içermektedir. 1950’lerden
1970’lerin başına kadar yazılımda kod saklama pek görülmez, yazılımlar bireyler tarafından paylaşılırdı. Çünkü esas kar, o yazılımın çalıştığı donanım üzerinden sağlanıyordu. 1970’lerde bilgisayarların da satılmaya başlandığı yıllardan sonra, bilgisayarla beraber birtakım yazılımlar da verilmeye başlanmıştır. 17 Ocak 1969’da yayınlanan “ABD IBM’ye Karşı” yazısında hükumet, bu yazılımları rekabet engelleyici olarak nitelendirmiştir. Fakat bir süre sonra bu yazılımlardan da kar elde edebileceğini görmüş ve kodları sadece incelenebilen, değiştirilemeyen, sadece çalıştırılabilir yazılımlar satılmaya başlanmıştır. 1980 de ise copyright (telif hakkı) kapsamına yazılımlar da alınmıştır. Bazı yazılımlara ücretsiz ulaşılırken, parası ödenerek alınabilen yazılımlar da günden güne artmıştır Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) uzun süre
43
Açık Kaynak Lisansları
çalışma yapmış bir hacker olan Richald Stallman, 27 Eylül 1983’te GNU (GNU UNIX değildir) tasarısını duyurmuştur. GNU tasarısı, toplu işbirliğini temel almaktadır. Tasarının hedefi, toplu işbirliği ile üretilen özgür (açık kaynak kodlu) yazılımlar geliştirilip paylaşılması ile kişilerin bilgisayar vb. araçlarını özgürce geliştirebilmesidir. 1985 Ekim’inde “Özgür Yazılım Vakfı” kurulmuş ve “copy-left” ile kendi özgür yazılımlarının tanımını yapmışlardır. Copyleft; copyright ın tersi anlamına gelmektedir. Copyright kavramında taraflar arası bir anlaşma varken copyleftte ise bir tarafı anonim olan bir anlaşma söz konusudur. Yani yazarı tarafından belirlenen şartlara göre birtakım haklardan feragat edilmiş bir eseri tanımlar. Yani copyleft kavramını açık kaynak lisansları gibi düşünebiliriz. Bu şekilde yazılım kodlarının paylaşılması ile başlayan açık kaynak kavramı, internetin de gelişip yaygınlaşması ile birlikte çığ gibi büyümüş ve mekaniğinden elektroniğine kadar bir cihazın tüm üretim bilgisinin paylaşılmasına kadar gelmiştir.
44
Açık kaynak lisanslarının en başında Genel Kamu Lisansı (GPL), Kısıtlı Genel Kamu Lisansı (LPGL) ve BSD (Berkeley Software Disturbition) gelir. GPL ilk olarak 1980 yılında Richard Stallman tarafından kaleme alınmıştır. Daha sonrasında da yine Richard Stallman’ın yöneticisi olduğu Özgür Yazılım Vakfı ve diğer özgür yazılım topluluklarının katılımı ile beraber son halini almıştır. 4 temel özgürlüğü güvence altına almayı amaçlar: Özgürlük 0: Programı sınırsız kullanma özgürlüğü Özgürlük 1: Programın nasıl çalıştığını inceleme ve amaçlara uygun değiştirme özgürlüğü Özgürlük 2: Programın kopyalarını sınırsız dağıtma özgürlüğü Özgürlük 3: Programın değiştirilmiş halini dağıtma özgürlüğü Bu lisanslama, ticari kullanımı engellemez. Yani GPL ile lisanslanan bir programı bir kişi alıp istediği fiyata satabilir. GPL lisansında programın kodlarının herkes tarafından ulaşılabilecek bir yerde paylaşılması zorunluluğu vardır. Bunun dışında GPL lisanslı bir kodu değiştirip geliştirme yapan kişi yeni programını yine GPL ile lisanslamak zorundadır. Çoğu GPL lisanslı program, ücretsiz olarak sunulmaktadır. LGPL ise GPL nin aksine paylaşılan kodun daha dar kısıtlamalar eklenerek kapalı kaynak
yazılımlarda bile kullanılabileceği bir lisans türüdür. BSD lisansı tamamen sınırsız bir lisanstır. Genelde kamu fonları ile sağlanan paralarla geliştirilen projelerdir. Dolayısıyla proje kamuya aittir. İsteyen herkes bu kodları alıp istediği gibi kullanabilir. BSD ile lisanslanmış kaynak kodları alınıp kapatılarak istenildiği gibi ticari kullanıma sunulabilir. Microsoft’un Windows 2000’de FreeBSD’nin TCP/IP proje kodlarını alıp, bunları kapatması sıkça verilen bir örnektir.
Açık Kaynak da Olsa Dikkat! Açık kaynak tabi ki kapalı kaynağa göre her türlü tercih edilmesi gereken bir sistemdir. Bilginin paylaşılması ve herkese açık olması olumlu bir yan olmakla birlikte “açık kaynak” kavramının kapitalizme hizmet eden yönü de vardır. Örneğin Android’i ele alalım. Android açık kaynak kodlu ve ücretsiz bir işletim sistemidir. Hemen hemen çoğu akıllı telefonda bu kullanılmaktadır. Ancak kodlarının küçük ama önemli bir kısmı Google tarafından kapatılmıştır. Google, Android uygulamalarının paylaşıldığı Google Play Store üzerinden reklamlarla para kazanır. Bir yazılımcı, projesini Play Store’a yükleyerek onu geniş kesimlere yayabilir. Bunu yaparken
Google’a hem para öder, hem de onun reklamını yapmış olur. Bir başka yönden de Android için yazdığımız bir programı çalıştırmak için bir akıllı telefon veya tablete ihtiyaç duyarız. Bu cihazları kendimiz yapamayacağımıza göre kapitalistlerden almak zorundayız. Yazılan Android uygulamaları, Android’in yanı sıra telefon-tablet tekellerine de yarayacaktır. Birçok firma, yazılım maliyetlerini en aza indirmek için bu yöntemi seçmektedir. Kaynak kodlarının öz kısmını kapalı tutup bir kısmını açmaktadır. Birçok yazılımcı ise bu kodları alıp, geliştirip tekrar yükleyerek kapitalistlerin “hayrına”, ücretsiz çalışmış olacktır.
Açık Kaynak Neden Önemlidir? Emperyalizm, tüm insanlığın ortak değeri olan teknolojik bilgileri kendi tekeline geçirip saklamaktadır. Oysaki her yeni buluş, önceki buluşların birikimleriyle ortaya çıkmıştır. Hepimizin bildiği kütle-enerji ilişkisinin ortaya konulduğu e=mc² formülünü Einstein tek başına bulmamıştır. Ondan önce bulunan yüzlerce fizik teoremlerini inceleyip birleştirerek bulmuştur. Ondan önceki çalışmalar olmasaydı, ya da Einstein bu bilgilere ulaşamasaydı bu teoremi bulamazdı. İnsan doğası gereği paylaşımcıdır ve bunun sonucu olarak insanlık sürekli ilerlemektedir. Kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesiyle birlikte daha fazla kar edebilmek, diğer rakiplerini
yok edebilmek amacı ile bulunan buluşlar, teknik bilgiler saklanmaya başlamıştır. Yani teknolojik gelişim tekelleşmiş ve hapsedilmiştir. Bu ise gelişimi durdurmuştur. Açık kaynak kod kavramı ile birlikte yavaş yavaş teknik bilgiler bu tekelleşmeden sıyrılıp gerçek sahibi olan halkın eline geçmeye başlamıştır. İnternetin, dolayısıyla iletişimin de gelişmesi ile birlikte; yazılım alanında bilginin paylaşıldığı gibi elektronik ve mekanik alanlarında da birçok teknik bilgi paylaşılmış, bu alanlar da tekelleşmeden kopmaya başlamıştır. Bu kopuş ve genişleme ile birlikte açık kaynak projeler internette bolca ve çok çeşitli biçimlerde bulunmaktadır. İsveç çakısının üretim bilgilerinden bir kıyafetin dikim bilgilerine, basit bir elektronik termometreden rüzgar türbini yapımına kadar her şey “kendin yap” adı altında paylaşılmaktadır. Bu bilgileri alan insanlar geliştirip, kendinden bir şeyler katıp tekrar paylaşmaktadır. Yani ağır sanayide olmasa da hafif
ve orta sanayi üretimlerde bilginin tekelleşmesi kırılmıştır. Bu da bu paylaşılan projelerin çok daha hızlı gelişmesinin önünü açmıştır. Bu açık kaynak projelerden bazıları vardır ki çok ciddi öneme sahiptir. Açık kaynak 3-boyutlu yazıcılar, Arduino gibi işlemciler veya Raspberry Pi gibi mini bilgisayarlar; her kesimin ulaşabileceği açık kaynak cihazlardır. Bu cihazları birlikte kullanarak kendi üretimlerimizi yapabilmemiz mümkündür. Bir işçi, üretmek için üretim aracına ihtiyaç duyar. Bu; tarım işçisi için bir arsa ya da traktör olabileceği gibi, makine mühendisi için bir CNC tezgahı, fabrika işçisi için üretim tezgahı, bir mimar veya yazılımcı için ise bir bilgisayar olabilir. Emekçiler bu üretim araçlarına sahip olamadıkları için bunlara sahip olan bir patronun emri altında çalışmak zorunda kalmaktadır. Açık kaynak projelerin gelişimi, bu üretim araçlarının bir kısmını halkın yapabilmesine olanak sağlamak-
45
tadır. İnternetten tüm bilgilerine ulaşarak bir 3 boyutlu yazıcıyı çok düşük bir maliyete üretebiliriz. RepRap adlı, çok sayıda açık kaynak kodlu 3 boyutlu yazıcının toplandığı proje; buna güzel bir örnektir. Gerekli malzemeleri toplayıp internette paylaşılan açık-kaynak kodunu yazıcının işlemcisine yüklemek o kadar kolaydır ki; bunu yapabilmek için ne bir mühendislik bitirmeniz gerekir, ne de teknik bir okul. Eliniz tornavida tutsun, klavyeye basabilsin yeterlidir. Bu sayede ufak da olsa kendi üretim aracınıza sahip olabilir ve bununla basit mutfak eşyalarından tutalım da bir makine parçasına kadar her türlü araç gereci yapabilirsiniz. Arduino da mikroişlemci alanında bunun en güzel örneğidir. Arduino ile yapılan çok sayıda cihaz, intenette açık kaynak kodları ve devresi ile birlikte paylaşılmaktadır. Termometreden tartıya, uçan bir quadrocopterden radar sistemine kadar her şey açık bir biçimde bilgileri alıp üretilebilecek şekilde bulunmak-
46
tadır. Raspberry Pi ise açık kaynak bir bilgisayardır. Sadece bir kredi kartı büyüklüğünde olmasına rağmen oldukça yüksek performanslıdır. Devresinden koduna kadar her şeyi açık kaynaktır; yani istediğiniz gibi alabilir, ek özellikler ekleyebilir ve kişisel bilgisayarınızı kendiniz yapabilirsiniz. İnternette bunun gibi yüzlerce proje, farklı versiyonları ile keşfedilmeyi beklemektedir.
Açık Kaynak Tamamen Açık Mıdır? Tabii ki bu projeleri yaparken
bir noktada da yine tekellerin teknolojisine mecbur kalmaktayız. Mesela mikroişlemcileri henüz kendimiz üretemiyoruz. Bunun üretim bilgisi halen tekellerin tekelinde. Ancak bizim teknolojimiz paylaşıma açık olduğu için onlardan daha hızlı gelişecek ve o aşamaya da gelinecektir. 3 boyutlu yazıcıları düşünecek olursak 2007 yılında RepRap projesi açık kaynak olarak yayınlanmış ve ardından çok hızlı bir şekilde yaygınlaşıp gelişmiştir. Şimdilik sadece plastik baskı yapılabilen 3 boyutlu yazıcılar gelişecek ve metal ürün çıkaran üretim araçlarına (ağır sanayi) veya daha küçük (nanoteknoloji) baskı yapabilen üretim araçlarına evrilecektir. İşte o zaman üretim araçlarının önemli bir kısmı halkın, emekçilerin eline geçecektir. Tüm bunlar olurken bizim dikkat etmemiz gereken, açık kaynağın tekeller tarafından bize karşı kullanılabileceğinin bilincinde olmak ve onu halk için, devrim için geliştirebilmektir.
HALK İÇİN MİMARLIK YAPMAK SUÇ DEĞİLDİR!
mimar alev şahin
1999 yılında Gölcük ve Düzce’de meydana gelen ve binlerce insanın ölümüne sebep olan depremlerde sizler yüzlerce dostunuzu, akrabanızı kaybederken ben de basına ve gazetelere yansıyan fotoğraflardan öylesine etkilendim ki bir daha insanların binalar altında kalarak feci şekilde can vermemesi için mimar olmaya karar verdim. Mimar olduktan sonra bir patrona değil halka hizmet etme düşüncesiyle bundan 6 yıl önce Düzce Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne atandım. Meslek hayatım boyunca da meslek etiğim ve ahlakım doğrultusunda mimarlık bilgi ve birikimimi deprem görmüş bir halkın çıkarından başka hiçbir şey düşünmeden halk için kullandım. Halkın beş kuruşu haksız yere müteahhitlerin cebine girmesin derdiyle hazırladığımız hakediş
ödemelerinden memnun olmayanlar tarafından iktidar milletvekillerine şikayet edildim. Yılmadım; istediklerini de imzalamadım. Denetimsiz ilerlemiş şantiyelere görevlendirildiğimde; denetimsizliğe göz yummadığım için görevimden alındım. Yılmadım; bu kez çalıştığım şube değiştirilerek yapı malzemesi denetimlerine görevlendirildim. Beton ve agrega denetimlerimiz sonucunda 10’a yakın idari para cezası düzenledim, kapanma seviyesine gelen firmalar oldu. Denetime çıktığımızda su kıvamındaki betonları inşaatlara döktürmeyip mikserleri santrale geri gönderdiğimizde, daha kuruma dönmeden firmaların idareye geldiklerini ve baskı oluşturmaya çalıştıklarını da gördüm. Şube müdürünün söylediği şantiyeden beton numunesi almamı istemesine karşı çıkınca
da bu sürece kadar idare ile aramızda zaten gerilmiş durumda olan ipler tamamen kopmuş oldu. Yılmadım; bu kez de şube müdürünün hakaretine maruz kaldım, elimdeki tüm görev ve yetkiler alındı. Bir yıldan fazla süre hiçbir denetime çıkartılmadım, mesleğimle ilgili hiçbir iş verilmedi. Hakaret edene hiçbir disiplin cezası vermeyip ödüllendiren idare sanki suçlu benmişim gibi üzerimde psikolojik işkenceye başladı. Oturduğum odadaki masadan kalkıp diğer masaya oturmamı istediler, iş arkadaşlarımın odalarına gitmememi istediler, keyfi ve bana özel tutumlar olduğu için kabul etmedim. Şube müdürüne evrakları elden götürmemi istediler, bana hakaret eden şube müdürünün ayağına değil de evrak birimine götürdüğüm için soruşturma açtılar, ceza verdiler. Yılmadım; hakaretin
47
suçsuz bırakılmasına tepki gösteren sendikal açıklamamı gerekçe göstererek soruşturma açtılar, yine ceza verdiler. Yılmadım; hakarete dava açıp kazandığım gibi il müdürü, il müdürü yardımcısı ve üç şube müdürüne psikolojik taciz(mobbing) davası açtım. Dava süreci devam ederken yine çalıştığım şube değiştirildi ancak üzerimdeki baskılar da azaldı. Yaklaşık yedi-sekiz aydır iş hayatım normale dönmüştü ki bu sırada darbe yaşandı, OHAL ilan edildi. Birbirine husumeti olanların ihbar dilekçeleri verdiği, “at izinin it izine karıştığı” hükümetin yetkili ağızlarından bile söylenir olmuştu ki benim hakkımda da aynı ahlaksız süreç işletildi ve 6 Ocak’ta yayınlanan 679 sayılı KHK ile emekten, halktan, yoksullardan, depremzede Düzcelilerden yana olmamım bedelini yani işleyen bir çarka çomak sokmamın bedelini işimden, ekmeğimden olarak ödemek zorunda bırakıldım. Ancak yine yılmayacağım. Katil değilim, hırsız değilim, darbeci değilim. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak hayatı boyunca hep açların, yoksulların, ezilenlerin yanında; onları aç bırakan, yoksulluğa mahkum eden, ezenlerin ise karşısında oldum. Yani halkın mimarı olmaya çalıştım, tek derdim kamunun çıkarını korumak oldu. Çünkü benim hiç kimseye değil vergileriyle maaşımı aldığım halka karşı bir sorumluluğum var. Yeri geldi toprağına, suyuna, havasına sahip çıkan Hecinler köylülerinin çadırında
48
kaldım yeri geldi ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim aynı havayı soluduğum sizlerin çıkarı için firmaları, müteahhitleri, siyaseten güçlü sermayedarları karşıma aldım. Düzceli değilim evet; ama baskıya ve komploya maruz kalacağımı da bilsem salla başı al maaşı demedim, komşum açken tok yatamadım, haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmadım, ne makamda ne mevkide gözüm oldu. Makamlara, mevkilere halkı da vatanı da mesleğini de satanlardan olmadım. Düzceli olup da koltukları kendi çıkarları için kullananlardan olmadım, usulsüzlükleri görmezden gelmedim, arsa alıp satarak haksız kazançlarla zenginleşmedim, kamu kurumundaki odamı akrabalarımın üzerindeki işyerlerinin işlerini görmek için kullanmadım, genç yaştaki kız çocuklarına tacizden yargılandığı konuşulanlar gibi koltukların arkasına sak-
lananlardan olmadım. Birlikte çalıştığım iş arkadaşlarım ve Düzce’de beni tanıyan herkes bilir ki; ben her koşulda halkın ve haklının yanında oldum. Bunun bedeli olarak soruşturmalar, baskılar hatta katıldığım ve anayasal bir hak olan tüm yasal basın açıklamaları sanki yasadışıymış gibi gösterilerek gözaltı yaşadım ama doğruluktan, dürüstlükten emekten, halktan yana olmaktan vazgeçemedim. Şimdi de anamın ak sütü gibi helal olan ekmeğim elinden alınarak açlıkla terbiye edilmek isteniyorum. Hecinler köylüleri nasıl ki toprağına, köyüne, suyuna sahip çıktıysa ben de işime geri dönene kadar ekmeğime öyle sahip çıkacağım. Bu yazı bir kendimi anlatma meselesi, gerçekleri açığa çıkarma arayışı olup okuyup değerli zamanınızı ayırdığınız için ayrıca teşekkür ederim.
HALKIN MÄ°MARI ALEV ĹžAHÄ°N Ä°LE RĂ–PORTAJ 22HMM: Ă–ncelikle DĂźzce’de baĹ&#x;latÄąÄ&#x;ÄąnÄąz direniĹ&#x;inizi selamlÄąyoruz. Bize kendinizi tanÄątÄąr mÄąsÄąnÄąz? Alev Ĺžahin: 6 yÄąldÄąr DĂźzce’de Çevre ve Ĺžehircilik Ä°l MĂźdĂźrlĂźÄ&#x;ß’nde mimar olarak çalÄąĹ&#x;maktayÄąm. 6 Ocak’da yayÄąnlanan bir kararname ile iĹ&#x;imden, ekmeÄ&#x;imden edildim. 30 ocak’tan itibaren de DĂźzce’de iĹ&#x;im, ekmeÄ&#x;im için bir mĂźcadele sĂźrdĂźrĂźyorum. 13.00-18.00 saatleri arasÄąnda oturma eylemi yapÄąyorum. 22HMM: AtÄąlma gerekçeniz neydi? Alev Ĺžahin: Herhangi bir gerekçe gĂśstererek ya da bir suç oluĹ&#x;turup somutlandÄąrÄąlarak iĹ&#x;ten atÄąlmÄąyorsunuz zaten. Ohal’in yarattÄąÄ&#x;Äą keyfilikle birlikte kendinizi KHK listesinde gĂśrerek iĹ&#x;ten ihraç edilmiĹ&#x; oluyorsunuz. Ä°Ĺ&#x;inizden, ekmeÄ&#x;inizden bĂśyle oluyorsunuz. Herhangi bir suçlama, herhangi bir soruĹ&#x;turma, herhangi bir kanÄąt ya da bir yargÄą
kararÄąna ihtiyaç duymuyorlar. Tamamen bizden olmayan, taraf olmayan bertaraf olur Ăźzerinden bir sĂźreç iĹ&#x;liyor. Kamu kurumlarÄąnda, amirler eliyle iktidarÄąn yarattÄąÄ&#x;Äą keyfilikle kamu emekçilerine yĂśnelik bir tasfiye operasyonuna dĂśnĂźĹ&#x;mĂźĹ&#x; durumda. Ben de bĂśyle bir sĂźreçte ihraç listelerinde adÄąmÄą gĂśrdĂźm. 22HMM: Neden direniĹ&#x;e baĹ&#x;ladÄąnÄąz? Alev Ĺžahin: AslÄąnda pek çok cevabÄą var. Benden Ăśnce zaten Nuriye GĂźlmen ve Semih Ă–zakça burada bir direniĹ&#x; sĂźrdĂźrĂźyorlardÄą. Onlar benden Ăśnce ihraç olmuĹ&#x;lar ve onurlarÄą için, ekmek, adalet için direniĹ&#x;e baĹ&#x;lamÄąĹ&#x;lardÄą. Kendim atÄąldÄąÄ&#x;Äąmda onlarÄąn neler hissettiÄ&#x;ini daha iyi anladÄąm. ÇßnkĂź Ăśncesinde onlarÄą çok cesur insanlar olarak gĂśrĂźyordum. Herkes yapamaz diye dĂźĹ&#x;ĂźnĂźyordum. Oysa ne Nuriye’nin benden, ne de benim sizden farkÄąm yok sokakta. Ä°hraç
edilip yapacak hiçbir Ĺ&#x;eyi olmadÄąÄ&#x;ÄąnÄą sĂśyleyen umutsuz insanlardan da farkÄąm yok. Beni onlardan ayÄąran Ĺ&#x;ey umutlu olmam sadece. Bunu nasÄąl saÄ&#x;lÄąyoruz? Sahip olduÄ&#x;umuz sosyalist gelenek bize bu gĂźcĂź veriyor. HalkÄąn deÄ&#x;erleri bizlere direniĹ&#x;in, onurun için karĹ&#x;Äą durmanÄąn bir tarihsel zorunluluk olduÄ&#x;unu omuzlarÄąmÄązda hissettiriyor. Ä°Ĺ&#x;inden, ekmeÄ&#x;inden edilmek; aynÄą zamanda kaybedecek hiçbir Ĺ&#x;eyinizin olmamasÄą demek. ArtÄąk kaybedecek zincirlerim de kalmadÄą. DolayÄąsÄąyla Nuriye’yi, Acun’u, Semih’i alana çĹkaran, tĂźm zorluklara raÄ&#x;men geri adÄąm attÄąrmayan Ĺ&#x;ey; kaybedecek bir Ĺ&#x;eyimizin olmamasÄą, sahip olduÄ&#x;umuz gelenekten doÄ&#x;ru taĹ&#x;ÄądÄąÄ&#x;ÄąmÄąz bu durumun bir tercih deÄ&#x;il zorunluluk olmasÄą. Ve en temelde kiĹ&#x;isel olarak, insanÄąn onuruna saldÄąrÄąldÄąÄ&#x;Äą zaman karĹ&#x;Äą durma gĂźcĂź geliyor. Ben o sĂźreçlerde YaĹ&#x;ar Kemal’in Ä°nce Memed kitabÄąnÄą okuyordum. KitabÄąn bir yerinde Abdi AÄ&#x;a;
49
Ä°nce Memed’e, annesine, kendisine, tĂźm kĂśylĂźye zulmeder. Ä°nce Memed de Ĺ&#x;Ăśyle der Abdi AÄ&#x;a’ya: “Bir yerde insanlarÄąn ince bir yerleri vardÄąr. Ä°Ĺ&#x;te buraya dokunulmamalÄądÄąr.â€? Birincisinde susarlar, ikincisinde korkarlar, ßçßncĂźsĂźnde kaplan kesilip karĹ&#x;Äąna çĹkarlar diyor. Ä°Ĺ&#x;imiz, ekmeÄ&#x;imiz, onurumuz da bizim ince yerlerimiz olmalÄą. Oraya dokunudluÄ&#x;u zaman bizler de karĹ&#x;Äą durup onurumuzla direnmeye baĹ&#x;ladÄąk. 22HMM: DireniĹ&#x;inizin sonuç alacaÄ&#x;Äąna inanÄąyor musunuz? Alev Ĺžahin: Mutlaka sonuç alacaÄ&#x;Äąma inanÄąyorum. Mutlaka iĹ&#x;imi, ekmeÄ&#x;imi geri alacaÄ&#x;Äąma inanÄąyorum. Hiçbir tereddĂźtĂźm yok. 22HMM: Eklemek istediÄ&#x;iniz baĹ&#x;ka bir Ĺ&#x;ey var mÄą? Alev Ĺžahin: Ăœlkemiz OHAL gibi bir sĂźreçten geçiyor. Ä°nsanlar tutuklanÄąyor, KHK’larla iĹ&#x;inden, ekmeÄ&#x;inden ediliyor. Ä°Ĺ&#x;kenceler gĂśrĂźyorlar. Gençlerimiz sokak ortasÄąnda katlediliyor. DiyarbakÄąr’da Newroz etkinliÄ&#x;i baĹ&#x;lamadan, polis bir genci pervasÄązca vuruyor, katlediyor. Dilek DoÄ&#x;an’Ĺn katili neredeyse ĂśdĂźl gibi bir ceza alÄąyor. Hapishanelerde iĹ&#x;kenceler devam ediyor. KazanÄąlmÄąĹ&#x; haklar gasp ediliyor. AçlÄąk ve yoksulluk, son yÄąllarÄąn en yĂźksek rakamlarÄąna ulaĹ&#x;mÄąĹ&#x; durumda. BĂśyle bir tabloyla karĹ&#x;Äą karĹ&#x;ÄąyayÄąz. AKP faĹ&#x;izmi; birçok koldan halkÄą sindirmeye, baskÄą altÄąna alma operasyonlarÄąna devam ediyor. Kimini tutuklayarak, kimini iĹ&#x;inden ekmeÄ&#x;inden ederek, kimine bunlarÄąn Ăźzerinden gĂśz-
50
daÄ&#x;Äą vererek. Ăœlkemizin bĂśyle bir faĹ&#x;izm koĹ&#x;ullarÄąnda olduÄ&#x;u gerçeÄ&#x;ini yadsÄąyamayÄąz. Ancak faĹ&#x;izm de Ĺ&#x;u gerçeÄ&#x;i hiçbir zaman yadsÄąmamalÄą. Bu Ăźlkenin onurlu kÄązlarÄą, oÄ&#x;ullarÄą, devrimcileri var olduÄ&#x;u sĂźrece AKP faĹ&#x;izmi 80 milyon halkÄą teslim alamaz. Bizleri bir gecede iĹ&#x;imizden, ekmeÄ&#x;imizden etse de bizler oturma eylemlerimizle, açlÄąk grevi direniĹ&#x;lerimizle onlarÄąn bu haksÄązlÄąklarÄąna, hukuksuzluklarÄąna, açlÄąkla terbiye etme politikalarÄąna direniyoruz. Bizler bugĂźn belki az kiĹ&#x;iyiz direnen emekçiler olarak; ama bu kadar kiĹ&#x;i bile faĹ&#x;izmi o kadar çok korkutuyor ki defalarca polis saldÄąrÄąlarÄąna maruz kalÄąyorlar. Nuriye GĂźlmen ve Semih Ă–zakça, Ankara’da YĂźksel Caddesi’nde tam 20 kez iĹ&#x;kenceyle gĂśzaltÄąna alÄąndÄą. AçlÄąk grevinde olmalarÄąna raÄ&#x;men polis saldÄąrÄąsÄąna uÄ&#x;radÄąlar. Malatya’da kamu emekçileri direniĹ&#x;te 65 gĂźnĂź devirdi. Her gĂźn zorla gĂśzaltÄąna alÄąnÄąyorlar. AydÄąn’daki kamu emekçilerinin direniĹ&#x;i 35 gĂźnĂź aĹ&#x;tÄą. Nazife Onay,
Ä°stanbul Cevahir AVM ĂśnĂźnde direniyor. Engin KarataĹ&#x; Bodrum’da her gĂźn deÄ&#x;iĹ&#x;ik yĂśntemlerle, direniĹ&#x;in renkliliÄ&#x;iyle mĂźcadele etmeye devam ediyor. Ä°k direniĹ&#x;ler baĹ&#x;ladÄąÄ&#x;Äą zaman 1 kiĹ&#x;iydik, Ĺ&#x;imdi 20 civarÄąnda kamu emekçisi direniyor. DireniĹ&#x;ler bĂźyĂźyecek, yayÄąlacak. Bizler teslim olmuyoruz. 20 kiĹ&#x;iyle faĹ&#x;izmin karĹ&#x;ÄąsÄąnda dikiliyoruz. Polislerine, saldÄąrÄąlarÄąna boyun eÄ&#x;miyoruz, biat etmiyoruz, yola gelmiyoruz. Bizi Äąslah etmeye çalÄąĹ&#x;Äąyorlar; ancak Äąslah olmuyoruz. Tek baĹ&#x;ÄąmÄąza olsak da direniyoruz. Onlarsa gidecekleri en ufak bir mitinge bile binlerce korumayla, onlarca keskin niĹ&#x;ancÄąyla geliyorlar. Çevre illerden taĹ&#x;ÄąyÄąp getirdikleri polislerin saÄ&#x;ladÄąÄ&#x;Äą gĂźvenliÄ&#x;in ortasÄąnda ancak konuĹ&#x;abiliyorlar. Bizse en yalÄąn, en sade hallerimizle, atÄąldÄąÄ&#x;ÄąmÄąz kentlerin meydanlarÄąnda iĹ&#x;imiz, ekmeÄ&#x;imiz için adalet mĂźcadelemizi sĂźrdĂźrĂźyoruz. Ä°Ĺ&#x;te tam da bu yĂźzden diyoruz, 80 milyon halkÄą teslim alamazsÄąnÄąz.
SÜRMENE YANGINI: DOĞAL AFET Mİ, PEŞKEŞ Mİ? Ülkemiz, üç kıtanın kesiştiği ve bu kıtaların iklimsel özelliğini yaşadığı gibi değişik yersel yükseklikleriyle coğrafyasında çok zengin bir biyolojik çeşitliliğe ve endemik türlere sahiptir. Dünyadaki 12 gen merkezi içindeki 3 önemli gen merkezinin çakıştığı yer konumundadır. 10 bine yakın bitki türüne sahiptir. Bu sayı Avrupa kıtasının tamamındaki bitki türüne yakındır ve bu bitki türleri, coğrafyamızda yetişmektedir. Sadece ülkemizde yetişen 3000’den fazla endemik türe karşılık Avrupa’nın endemik türü 2500, İngiltere’deki bitki türü sayısı ise sadece 2000 civarındadır. Avrupa’da kalmayan doğal yaşlı ormanlar sadece Türkiye’de bulunmakta olup, ormanlarımızın %93’ü doğal orman konumundadır. Ancak emperyalizmin ülkemizdeki politikalarının bir sonucu olarak tahrip edilen doğal varlıklarımız gün geçtik-
çe azalmaktadır. Normal şartlar altında ülkemizin %75’inin ormanlarla kaplı olması gerekirken bu oran % 27,6’dır [1]. Ormanların çoğunluğu devlete aittir, özele ait ormanlar %0,1 oranındadır (18.000 hektar). Ülkemizde en fazla orman Karadeniz Bölgesi’nde, en az orman ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bulunmaktadır.
Tarım politikalarında alınan yanlış kararlar sonucu, topraklarımızın %56’sı erozyon riskiy-
le karşı karşıyadır ve herhangi bir önlem alınmadığı takdirde NASA’nın verilerine göre 2050 yılında topraklarımızın %85’i çöl olacağı hesaplanmıştır. Ormanların korunması, işletilmesi, yeni orman alanları oluşturulması ve ağaçlandırmalar yapılması ile milli parkların işletilmesi; Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın sorumluluğu altındadır. Yine aynı bakanlığa bağlı çıkartılan Orman Kanunu’na göre orman tanımı şu şekilde yapılmıştır: “Tabii olarak yetişen ve emekle yetiştirilen ağaç ve ağaççık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır. Ancak sazlıklar, step nebatlariyle örtülü yerler, her çeşit dikenlikler, parklar, mezarlıklardaki ağaç ve ağaçlıklarla örtülü yerler, funda veya makilerle örtülü araziler ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler, orman sayılmaz.” [2] Orman yangınları, Türkiye’de ormanların sürekliliğini tehlike-
51
Türkiye Orman Varlığı Haritası
ye sokan etkenlerin en önemlilerinden birisidir. Orman yangınları; doğal afet olarak tanımlanmasının yanı sıra hem doğal hem de insan kaynaklı sebeplerden meydana gelebilir. Ülkemizdeki yangınların %98’i insan kaynaklı ortaya çıkmaktadır. İnsan kaynaklı sebepler arasında kasıtlı yakma, ihmal ve dikkatsizlik yer almaktadır. [3] Doğal orman yangınlarının büyümesi ve meydana gelmesi için uygun şartların olması gerekir. Türkiye’de meydana gelen orman yangınları çoğunlukla saat 11.00–20.00 arasında çıkmaktadır. Çünkü bu zaman aralığında güneşlenme süresine bağlı olarak sıcaklık artışı en yüksek, nispi nem oranı ise en düşük seviye-
dedir. Doğal olmayan sebepler olarak da; bu zaman aralığında insan faaliyetlerinin yüksek olması, sosyokültürel alışkanlıklar (piknik yapma vb.) gösterilebilir. Doğal olmayan nedenlerle bile çıkan orman yangının yayılması, uygun meteorolojik şartlara bağlıdır. Uygun hava sıcaklığı, nispi nem, rüzgar hız ve yönü yok ise, yangının yayılması gerçekleşmez. Yangın; oksijen, ısı ve yakıt üçgeninde oluşmaktadır. Doğal orman yangınlarının çıkmasına sebep olan yakıt, genellikle ölü yanıcı madde olarak tanımlanan yüzeydeki otsu veya ince yanıcı materyallerdir. Ancak yangın büyür ise ağaçlar tutuşur. Orman yangınları üç etmene bağlıdır:
Türkiye’de Orman Yangınlarının Çıkış Saatlerinin Gün İçindeki Dağılımı
52
1. Meteorolojik koşullar: Hava sıcaklığı, nispi nem oranı, rüzgar hız ve yönü, yağış-kuraklık, atmosferik basınç, atmosferik kararlılık-kararsızlık, yıldırım, yağışsız soğuk cephe geçişi, etkili olan hava kütlesinin türü, enverziyon ve bulutlar. 2. Topografya: Rakım, yamaç pozisyonu, yamaç meyili, yamaç eğim açısı, bakı ve üst toprak örtüsü. 3. Yanıcı madde: Yakıt yükü, boyut ve şekil, yatay süreklilik, dikey süreklilik, kimyasal bileşim, nem içeriği, yanıcı madde sıcaklığı ve sıkılık. Topografya yakın ve orta vadede değişiklik göstermez. Yanıcı maddeler ise ağaçların gelişimine bağlı olarak zamanla boyut ve miktar olarak değişiklik gösterir. Oysa meteorolojik faktörler her an değişiklik göstermektedir. Meteorolojik faktörler; hem genel hava sirkülasyonundan, hem de topografyadan etkilenirler. Orman yangınlarında en belirleyici etmen meteorolojik koşullar; özellikle de hava sıcaklığı ve nispi nem oranıdır. Hava sıcaklığı: Yanıcı maddeyi ısıtarak nem içeriğini, tutuşma sıcaklığını ve kimyasal yapısını değiştirir. Yangın anında yanan cisimlerin çevresinde oluşturduğu sıcaklık gradyanı ile yakın çevresindeki yanıcı materyallerde ön ısıtmaya neden olacağından, yangının yayılmasını da hızlandırır. Nispi nem oranı: Havanın nispi nemi sıcaklık, rüzgar yönü ve hızı ile hava kütlesinin türüne
bağlı olarak değişiklik gösterirken, yanıcı madeninde nem içeriğini değiştirerek yangının çıkmasını ve yayılmasını kontrol eden en önemli faktördür. Havanın sıcaklığının maksimum olduğu zamanlarda, havanın nispi nemi de en düşük oranlardadır. Buna bağlı olarak yanıcı maddenin nem içeriği de biraz gecikmeli olarak değişmektedir. Tüm bu etmenler incelendiğinde ülkemizin ormanlık alanlarının yarıya yakın kısmının hassas alanlar olduğu ortaya konmaktadır. Resmi kayıtların tutulmaya başlandığı 1937 yılından itibaren toplam 100 bin yangında, 1,65 milyon hektar ormanlık alan yangınlardan etkilenmiştir. Yanan ormanların yeniden tesisi ve ormanların yangına daha dirençli hale getirilmesi için ağaçlandırma çalışmaları Orman Genel Müdürlüğü tarafından yapılmaktadır. Bilindiği üzere yanan ormanlık araziler iyileştirilmek bir yana, özellikle Akdeniz kıyıları mütahitlere peşkeş çekilip için ya hotel ya golf sahaları yapılmakta ya da yabancı sermayedarlara satılmaktadır. Ülkemizin doğusunda ise “terörle mücadele” adı altında birçok arazi devlet tarafından yakılmıştır. Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre, Türkiye’de 2014 yılında çıkan 2 bin 149 orman yangınında 3 bin 117 hektar ormanlık alan kül oldu. En fazla orman yangını Muğla, Antalya ve İstanbul’da çıkarken, Muğla, Antalya ve Malatya ise en fazla orman alanı yanan iller oldu.
Orman İşletme Müdürlükleri itibariyle yangın risk haritası
Sinop’ta bir yıl içerisinde 33 adet orman yangını meydana geldi [4]. 2015 yılında ise çıkan 2 bin 150 orman yangınında 3 bin 219 hektar ormanlık alan kül oldu. En fazla orman yangını Muğla, Antalya ve İzmir’de çıkarken, Osmaniye, Mersin ve Bursa ise en fazla orman alanı yanan iller oldu. Geçtiğimiz son iki yılın verilerine baktığımızda bu iki yılda 4 binden fazla orman yangını ve 6 bin hektardan fazla orman yangını olduğunu görüyoruz. Bu arazilerin birçoğuna ise otellerin dikilmesine başlanmış bile: “Ağaçlandırılacak denilmesine rağmen imara açılıp 4 otel için izin verilen Bodrum’un Güvercinlik
Koyu’nda ormanı kesene ÇED, otel dikene maliyeti kadar teşvik verildi.” [5] “Antalya’da geçtiğimiz günlerde kül olan Adrasan Koyu imara mı açılıyor?” [6] Haberlerin çoğunda Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu yanan arazilere hotel yapılmayacağına dair halkı ikna etmeye, rahatlatmaya çalışmaktadır. Peki neden buna ihtiyaç duyuyor? Çünkü yangınların tesadüf sonucu çıkmaması, çıkan yangınlarda öncesinde gereken önlemlerin alınmaması; birçok konuda olduğu gibi bu konuda da halkın hükümete güvenmemesini beraberinde getirmektedir. Bunun en son örneğini Trabzon
Türkiye orman yangınları afet haritası
53
Sürmene’deki orman yangınında yaşadık. 18 Aralık 2016 günü Katar Emiri Şeyh Temim Bin Hamad Al Sani Trabzon’a Erdoğan eşliğinde gelerek helikopterle kış turizmi yapılabilecek alanları inceledi. Bundan kısa bir süre sonra, 7 Ocak günü 23.00 sularında Trabzon’un Sürmene ilçesinde orman yangını çıktı ve yaklaşık 20-25 hektarlık alan kül oldu. Elbette ki akıllara ilk gelen, bu alanların devlet eliyle kasıtlı olarak yakıldığı ve Arap şeyhine verileceği oldu. Bu durumun doğruluğu kesinleşmese de, bilimsel gerçeklere tutunarak şunları söyleyebiliriz: 22Trabzon’da yangın olmamıştır demek, doğru bir önerme değildir. 2014 yılında 17 adet yangın olmuş ve 88 hektar ormanlık arazi yanmıştır. 22Yangınların oluşması için uygun nem ve sıcaklık değerlerinin oluşması gerekiyor. Bu nedenle, gece saatlerinde,böyle bir yangının gerçekleşmesi şüphe uyandırmaktadır. 22Tarım Orman İş Sendikası Başkanı Şükrü Durmuş iddialar hakkında şunları söylemiştir: “Karadeniz’de normalde yangın ihtimali düşüktür. Ancak çıkan orman yangını da ciddi hasar ver-
54
mez. Yanan alan aslında 20 hektar kadar büyük bir alan. Ancak ağaçlar hasar görmedi. Çünkü Sürmene’deki yangın örtü yangını dediğimiz yangın türüydü. Yani yerdeki bitkilerin yandığı, ağaçlara zarar vermeyen yangın türü. O bölge yerdeki bitkilerin yoğun olduğu bir bölge. Bu yangınlar saman alevi gibidir, yanar ve söner. Ayrıca Karadeniz’de en tehlikeli yangınlar sonbahar ve kış aylarında olur. Çünkü bu aylarda nem azdır ve lodos fazladır.” Durmuş; yangın sebebinin, piknik alanlarından ya da alandan geçen ve sarkan enerji hattındaki arklar nedeniyle (genleşerek aşağıya sarkan elektrik hatlarının rüzgar nedeniyle birbirine sürterek kıvılcım çıkarması) olması ihtimalinin yüksek olduğunu da belirtmiştir. [7] 22Türkiye Ormancılar Derneği Trabzon Temsilcisi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Cantürk Gümüş ise, özelikle bahar döneminde yangınların çıktığını; ancak kış aylarında da yangınların çıkabileceğini, bunun hava sıcaklığı ve rüzgara bağlı olduğunu belirtmiştir. Yangının çıktığı gün hava sıcaklığının normal şartlara göre yüksek olduğunu belirten Gümüş, “Yangının neden çıktığı hala araştırılmakta. Piknikçiler ve elektrik telleri üzerinde duruluyor. Ama havanın o gün 21.4 derece olması ve lodosun çok sert olması yangında büyük etken” açıklamasında bulunmuştur. [7] 22Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi öğretim
üyesi Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Kurdoğlu ise yangınların Karadeniz’de genel olarak Kasım-Ocak arası (eğer yağış da olmamışsa) yaygın olduğunu dile getirmektedir. Kurdoğlu; “Diken ve ölü materyal birikir ve kışın özellikle sıcak rüzgar olduğu günlerde yangınlar çıkar” ifadelerini kullanmıştır. Rüzgar olması durumunda yangının komşu alanlara sıçrayabildiğini kaydeden Kurdoğlu, Sürmene yangını ile ilgili şunları söylemiştir: “2-3 gündür sıcaklık 16-18 derece idi. Dün ise 21’i gördük. Bunun anlamı; risk çok yükselir. Diğer yandan dün anormal rüzgar vardı ki bu da yanıcı materyali iyice kurutur. Bu alan en yoğun kullanılan mesire alanı. Piknik masalarından ateş, rüzgar sayesinde kaçmışsa kuru madde çokluğu da olduğu için kolayca tutuşur. Birkaç yerde başlama işi belki de bu nedenle konuşuluyor. Bu alan sarıçam ormanıdır ve ağaç dikeni, sarmaşık, diken gibi kolayca tutuşan kuru materyal doludur. Hem ağaç hem de diğer unsurlar çok yanıcıdır özetle.” [8] Her ne kadar yukarıdaki açıklamalarda doğal sebeplerden oluşan bir yangın gibi görünse de, tüm önceki “doğal afetler” gibi Sürmene yangınından önce de hiçbir önlem alınmamış, yangına uzun bir süre müdahale edilmemiş, kontrol altına alınmamıştır. Yangından 1 ay önce Arap şeyhinin neden Trabzon’a geldip incelemelerde bulunduğunu, neler planlandığını bilmemekteyiz. Ayrıca CHP İstanbul Milletvekil Barış Yarkadaş’ın da Sürmene’de yanan ormanın
Erdoğan’ın Katar Emiri’ne havadan dolaşarak gösterdiği yer olduğunu iddia etmesi, yanan arazinin Katar Emiri’ne peşkeş çekileceği iddialarını güçlendirmektedir.
AKP, Ormanları Yakıp Maden Tekellerine Satıyor AKP, her konuda yalan söylediği gibi, orman yangınları konusunda da yalan söylüyor. Orman Bakanı Veysel Eroğlu, TBMM’de verilen soru önergelerine verdiği yanıtta Artvin’de 18 Kasım 2002 ile 31 Aralık 2016 tarihleri arasında toplam 581 hektarlık orman alanının madenciliğe açıldığını duyurdu. Son dört yılın Kasım-Nisan aylarını kapsayan dönemde Trabzon’da 90 orman yangını meydana geldi ve 525,27 hektar orman alanı yandı. [9]
Sonuç olarak: 22Orman yangınları doğal kabul edilemez. Çünkü önlem almak mümkündür. Önlem alınmıyorsa eğer ortada “doğal afet” değil; göz göre göre izin vermek vardır. 22Diyelim ki bu yangın; AKP’nin talan politikaları sonucu değil; gerçekten hava sıcaklığının yüksek olmasından gerçekleşti. Bunun bir önlemi yok mudur? Yangını hızla söndürmek için gerekli düzenleme yapılmamış mıdır? 22Yanan ormanlardan boşalan araziler neden yeniden ormanlaştırılmıyor da; rant alanı olarak tekellere, Arap şeyhlerine peşkeş çekiliyor? 22Orman yangınları da dahil hiçbir şey masum değildir. Her şeyin bir nedeni vardır. 22Diyelim ki bu yangın pik-
nikçiler yüzünden çıktı... Bunun da bir çözümü vardır. Piknik yapılabilecek alan belirlenir, halka burası gösterilir, gerekirse bekçi konulur, denetlenir, mangal alanları ağaçsız yerlere kurulur. 22Halkı suçlayanlar aslında gerçek suçlulardır. Kaynaklar: [1] “Türkiye’de Doğal Çevre”, tukcev.org.tr [2] 6831 Sayılı Orman Kanunu [3] “Temmuz’da 1462 Orman Yangını Çıktı”, Bianet, 15 Ağustos 2013 [4] “Türkiye’nin yangın haritası çıkarıldı”, VitrinHaber, 14 Ağustos 2015 [5] “Ağaç dikilecek denmişti, yanan ormanlara otel yapılıyor”, haberler.com, 29 Ağustos 2015 [6] “Adrasan Koyu için flaş açıklama”, HaberTürk, 1 Temmuz 2014 [7] “Karadeniz’de kışın yangın çıkmadığı iddiaları doğru değil”, teyit.org, 10 Ocak 2017 [8] “Sürmene Çamburnu yangınında rant şüphesi”, Evrensel, 8 Ocak 2017 [9] “581 hektarlık ormanı yok eden AKP suçu lodosa attı”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2017
55
YAĞMAYLA, TALANLA, PEŞKEŞLE “ŞEHİRLEŞME“ Koruyu Ranta Açan Cengiz’de Oyun Çok
AKP iktidarında beslenip büyütülen, koruyup kollanan patronlardan Mehmet Cengiz’i hepimiz biliyoruz. 17-25 Aralık sürecinde yayınlanam tape’lerde “Milletin a... koyacağız” diyen bu halk düşmanı, şimdi de Fethi Paşa Korusu ve Hüseyin Avni Paşa Köşkü arazisine otopark
56
yapmaya hazırlanıyor. İstanbul 6 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, 2 Ocak günü koruya yapılacak olan setaltı otopark(*)
projesi için onay
verdi. Proje için son kararı Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu verecek. [1]
Üsküdar’daki 81 dönümlük arazi üzerinde 3 bin ağacın bulunduğu Fethi Paşa Korusu’nda yer alan Boğaz manzaralı Hüseyin Avni Paşa Köşkü, 2002 yılında “yıkılmadan korunması gereken 1. sınıf kültür varlığı” olarak tescillendi. Koru ve köşk, 2009’da Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından satışa çıkarıldı. Cengiz İnşaat tarafından yüzde 65’i TMSF’den, yüzde 35’i de sahiplerinden olmak üzere satın alındığı belirtildi; fakat 8 Mart 2013 tarihli tapu kaydında ise satış bedeli olarak 0 (sıfır) TL yazıyordu. [2] 17-25 Aralık tape’lerinde Cengiz’i “meşhur” eden tek cümle, “milletin a... koyacağız” demesi değildi. Cengiz, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile yaptığı bir görüşmede “Hüseyin Avni Paşa Korusu’na 10 tane ev yapacağını”
belirtiyordu. [3] Cengiz, 2014’te köşkü restore etmek için koruma kuruluna başvurdu. Koruma kurulu ise köşkün restorasyon projesini onaylamayarak yerinde inceleme kararı aldı. Bundan 5 gün sonra, 28 Haziran 2014’te ise Hüseyin Avni Paşa Köşkü; sebebi bilinmeyen bir yangınla kül oldu. İtfaiye raporunda yangına neden olabilecek hiçbir unsura rastlanmadığı belirtildi. Aynı zamanda, köşkün sigortalanmadığı ortaya çıktı. Yangınla ilgili başlatılan soruşturmada ise 2 ay sonra takipsizlik kararı verildi. [4] Ardından Cengiz, yanan köşk üzerine inşaata başladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi, inşaat için 19 Mart 2015 tarihinde “müze ve kütüphane” yapılmak üzere yapı ruhsatı düzenledi. “1. sınıf kültür varlığı” olarak tescillenen ve iş makinesiyle çalışmanın yasak olduğu bölgede tescilli ağaçlar kesildi, köşkün sahil yoluna cephesi olan tarihi bahçe duvarı ve yeşil örtü yok edildi. İstanbul Valiliği ise şikayetçi olunan Boğaziçi İmar Müdürlüğü yetkilileri ile ilgili 22 Ekim 2015’te soruşturmaya gerek olmadığına karar verdi. Konu ile ilgili Üsküdar Belediye Meclisi Üyesi Nezih Küçükerden, şunları dedi: “Normal şartlarda, 2960 sayılı yasa çerçevesinde, yasanın verdiği amir hükümler çerçevesinde siz burada iş makinesi çalıştıramazsınız, herhangi bir işlem yapamazsınız. Yapabilmek için Koruma Kurulu’nun izni gerekir. Fakat iş Mehmet Cengiz olunca akan sular duruyor. Orada ne yapıl-
dığı belli değil. Bir tabela dahi yok. Bizi içeri de sokmadıkları için içeride ne yaptıklarını da bilemiyoruz. İşin neresinden bakarsanız bakın, kanunsuzluklar almış başını gidiyor. En azından bize bir bilgibelge sunabilirler diye düşünüyordum. Şu aşamaya kadar herhangi bir belge verilmiş değil. Ruhsat var mı diye sorduğumuzda yanıt alamadık, inşaatın ne olduğu dahi bilinmiyor. Burada böyle bir tahribat yapacak ruhsatları olduğunu hiç zannetmiyorum.” [5] Cengiz, doymuyordu. Bu sefer de 23 Aralık 2015’te makineli kazı yapma talebiyle 6 No’lu Koruma Kurulu’na başvurdu. Kurul, Ocak 2016’da kazı izni verdi ve aynı yılın yaz ayında kazı başladı. Ve Şubat 2017’deki setaltı otoparkı ile de korunun talanını boyutlandırdı...
İmara Açmanın Yeni Yolu: Yangın Sonrası Talan Yeşil alanlardan elektriğe,
halka ait her türlü kaynağa, varlığa göz diken Mehmet Cengiz’in CLK’dan Cerattepe’ye tüm seceresini döksek, muhtemelen bir kitap yazmamız gerekecektir. Ama diğer taraftan “yangın” bahanesiyle talan edilen, çoğu koruma varlığı olan binaların ve listesi de aynı ölçüde kabarıktır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendi sitesinde, 1510’dan 2000’e kadar toplam 648 yangın olduğu belirtilmektedir. Yangınlar ile ilgili şu cümleler de günümüzün de geçmişten hiçbir farkı olmadığını göstermektedir: “İstanbul’un sık sık böyle hemen baştan başa denilecek surette yanıp kül olması, binaların ahşap ve birbirine bitişik, sokakların dar olmasından, su ve söndürme vasıtaları bulun mamasından ileri geliyordu. Fakat, her yangın afetinden sonra, yanan sahada yeniden ahşap inşaata müsaade olunduğu gibi, cadde ve sokakların da yine eski vaziyetlerinde, dar ve karışık bir halde bırakılmasında mahzur görülmü-
57
yordu. Öyle ki, bir yangın sahasında on, on beş sene içinde yeniden kurulan bir semt veya mahallenin, eski yanan mahalleden pek farkı olmuyor, yeni mahalle de eskisinin uğradığı felakete, onun kadar, belki ondan da fazla maruz bulunuyordu”. Yalnızca son 7 yılda “yanlışlıkla çıkan” 9 yangın vardır [6]: Haydarpaşa Garı yangını: Haydarpaşa Garı’nın çatısında 28 Kasım 2010’da yangın çıktı ve tarihi yapının çatısı tamamen yandı. Gerek basında, gerekse kamuoyunda garın otel yapılmak üzere yakıldığı iddiaları gündeme geldi. Bu iddialara yanıt olarak; yangının elektrik kontağından çıktığı, garın da derhal restore edileceği açıklandı; fakat bugüne kadar restorasyon için herhangi bir gelişme olmadı. Haydarpaşa Garı ve çevresindeki arazinin; otel, turizm, ticaret vb. kullanım amacı ile devredilmesi projesi ise İBB ve koruma kurulu tarafından onaylandı. Kılıç Ali Paşa Camii yangını: 11 Şubat 2011’de Mimar Sinan’ın 1580’de yaptığı eseri Tarihi Kılıç Ali Paşa Camii’nin restorasyonu sırasında çatısında yangın çıktı. Yapıya fazla zarar vermeden söndürülen yangının sorumlusu olarak yine “elektrik kontağı” gösterildi. Hünkar Kasrı yangını: 19 Şubat 2011’de İstanbul’da bulunan Beyazıt Camii’nin avlusundaki tamamen ahşaptan yapılmış Hünkâr Kasrı’nda yangın çıktı; binanın üst katı küle döndü. Bu yangının da “elektrik kontağın-
58
dan” çıktığı açıklandı. Kapalı Çarşı Kapısı yangını: 23 Aralık 2012’de tarihi Kapalı Çarşı’nın Örücüler Kapısı’nda yangın çıktı. Neden çıktığı bulunamayan yangın, kısa sürede söndürüldü. Cağaloğlu Müdürlük yangını: 25 Aralık 2012’de sabahın erken saatlerinde Cağaloğlu’ndaki 1865’te yapılan, 5 katlı İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü binası tamamen yandı. 147 yıllık tarihi yapının da “elektrik kontağı” yüzünden yandığı açıklandı. Galatasaray Üniversitesi yangını: 22 Ocak 2013’te Galatasaray Üniversitesi’nin 142 yıllık tarihi binası büyük oranda yandı. Yangına neden olarak yine “elektrik kontağı” gösterildi. Şu anda yanan binanın restorasyon projesiyle “betonarmeye” döndürülmesi planlanıyor. Kara Mustafa Paşa Camii yangını: Karaköy’de 1766’da III. Mustafa zamanında saray cami-
si olarak yaptırılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camisi’nde 25 Ocak 2013’te çıkan yangında şadırvan, tuvalet, kütüphane ve sübyan mektebi tamamen yandı. Hüseyin Avni Paşa Köşkü yangını: Fethi Paşa Korusu’ndaki köşk, 28 Haziran 2014’te “bilinmeyen bir nedenle” yanarak kül oldu. Yangının ardından, köşkün “sahibi” Cengiz’e “müze ve kütüphane” yapılmak üzere yapı ruhsatı verildi. Daha sonra da makineli kazı yapma ve setaltı otoparkı inşası izni verildi. Sürmene orman yangını: 7 Ocak günü 23.00’te çıkan yangında 25 hektarlık alan kül oldu. Yangın, Katar Emiri’nin Trabzon’a gelerek helikopterle kış turizmi yapılabilecek alanları incelemesinden 3 hafta sonra çıktı. Tüm bu yangınlara baktığımızda, sebep olarak “elektrik kontağı”nı görüyoruz. Bu sebep, gencecik çocukları katleden polislerin mahkemelerde yaptığı
“silah elimden kaydı, o sırada yanlışlıkla ateş etti” savunmalarını andırıyor...
AKP Ormanlarımızı Yok Ediyor Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde bulunan Ayder Yaylası’nda 110 hektarlık alan, TOKİ tarafından kentsel dönüşüm adı altında imara açılacak. Ayder Yaylası, ilk olarak 1987’de Turizm Merkezi ilan edilmiş ve büyük ölçüde imara açılmıştı. Yayla; 1994’te Milli Park, 1998’de ise doğal sit alanı, 2006’da da “Kültür ve Turizm Koruma Gelişim Bölgesi” ilan edilmesine rağmen koruma amaçlı imar planı hazırlanmadığı için bölgede kaçak yapılaşma devam etti. Yeşil yol projesi ile turistik tesis ve konut inşaatı projeleri bölgeyi tehdit ederken, 2016’da ise AKP’li Çamlıhemşin Belediyesi, yayladaki 290 yapıdan 158’i hakkında “kaçak ve ruhsata aykırı olduğu gerekçesiyle” yıkım kararı aldı. Bugün ise 110 hektarlık alanın imara açılma gerekçesi ise belirtilmiyor. Tayyip Erdoğan, yeşil yol projesi ile ilgili Mayıs 2016’da “Bu projeyle bölgemizdeki doğal güzelliklere yerli ve yabancı turistlerin kolayca ulaşabilmelerini sağlamayı amaçlıyoruz. Yaylalarımızda talebe cevap verecek tesislerin kurulmasıyla, tüm bölgemizle birlikte Rize’yi de her mevsim cazip bir turizm merkezi haline getirecek adımları atmakta kararlıyız.” demişti [8]. Rize Valisi Erdoğan Beştaş ise, 23 Kasım’da yaptığı yazılı açıklamada Ayder
Yaylası’nda Tayyip Erdoğan himayesinde, TOKİ aracılığıyla kentsel dönüşüm ve değişim projesinin çalışmalarına başlandığını söylemiş, yaylada Türkiye’nin en büyük kayak merkezini yapmak için çalışmalara başladıklarını söyleyerek “Yeşil yolun ve Rize-Artvin Havalimanı’nın tamamlanmasıyla bölge turizmi hızla canlanacak” demişti. [9]
AKP’yi Krizden İnşaat Sektörü de Çıkaramaz 2014’te açıklanan Küresel Orman Takip ve Uyarı Sistemi verilerine göre AKP döneminde 342 bin 571 hektar orman kaybı yaşanırken, 178 bin 349 hektarlık alan ormanlaştırıldı. Orman kaybının yaşandığı 164 bin 222 hektarlık alan, Kayseri’nin yüzölçümü büyüklüğünde. İstanbul’da Kuzey Marmara Otoyolu projesi, 3. Köprü, 3. Havalimanı nedeniyle neredeyse yeşil alan kalmadı [10]. Durum böyleyken, AKP ise halkı kandırmaya devam ediyor. 26 Ocak’taki Şehircilik Şurası’nda Başbakan Binali Yıldırım, “Tarihi dokuyu koruyan, doğal kaynakları kirletmeyen, tarım alanlarını yok etmeyen şehirleşme anlayışına çok daha fazla önem vereceğiz.” dedi.
Sanki tarihi yapıları oldu-bittiye getirip yıkan, rant alanı haline getiren, ormanlarımızı talan eden kendileri değilmiş gibi... Yıldırım, “Şehircilikte dikey mimari yerine daha insani daha sosyal olan yatay mimariyi daha çok tercih ve teşvik edeceğiz” derken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise “Ben dikey mimariden yana değilim. Ben yatay mimariden yanayım. İnsan, topraktan uzak değil; toprağa yakın olarak yaşamalıdır. Bugünün Türkiye’si, böyle bir çirkinliği, böyle bir nobranlığı asla hak etmiyor. Dikey mimarinin altında yatan gerçek, az topraktan çok büyük para kazanmak” demiştir. Oysaki şu anda Türkiye’nin en yüksek 18 gökdeleninin 16’sı AKP’ döneminde dikilmiştir ve yükseklikleri 170 metreden uzundur. Yine 170 metreden uzun 18 gökdelenin de yapımı devam etmektedir. 11 Ocak’ta gerçekleşen MÜSİAD İzmir Şubesi 21. Olağan Genel Kurulu’nda konuşan Çevre ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Mehmet Ceylan, AKP döneminde ekonomiyi sürükleyen tek sektörün inşaat olduğunu belirterek, “Bu sektördeki yüzde 1’lik bir büyüme bile 250 bin kişinin istih-
59
damı anlamına gelmektedir. Bu nedenle bu gerçeği göz önünde bulundurarak inşaat sektörünün büyümesi için gerekli düzenlemeleri yapmaya devam edeceğiz” [12] diyerek, kriz döneminde inşaat sektörünün kendilerini nasıl ayakta tuttuğunu itiraf etmiştir. Faşizm, derinleşen krizi nedeniyle bu alanda da saldırı politikalarını derinleştirmekte; imar yasasının kendisine sunduğu “nimet”lerden yararlanmakta, koruma alanı ilan ediler yerlerde yangınlar çıkararak imara açmakta, halka da büyük yalanlar söyleyerek düşmanlığını gizlemektedir. Ama halkı
60
kandırma üzerine, rant, yağma, talan üzerine kurulu bir politika, iflas etmeye mahkumdur. AKP’yi, çok güvendiği inşaat yatırımları, ranta dayalı çılgın projeleri ve kuyruklu yalanları da kurtaramayacaktır. (*) Setaltı otopark: Yükseklik farkı olan arazilerde 2 metreye kadar kazılarak yapılan otoparklardır. Otoparkların girişi ve çıkışı dışarıdan görünebilir fakat otoparkın üzeri doğal zeminle örtülür. Kaynaklar: [1] “Milletin anasına küfreden Cengiz’e köşk de yetmedi”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2017 [2] “Koruyu küfredene bedavaya satmışlardı”, Cumhuriyet, 17 Mart 2014 [3] “Kül edilen koruya 10 ev yapacak”,
Cumhuriyet, 4 Eylül 2014 [4] “Tarihi yok eden yangına takipsizlik“, Cumhuriyet, 3 Eylül 2014 [5] “Hüseyin Avni Paşa Korusu’nda Cengiz’in karartma politikası“, BirGün, 29 Eylül 2016 [6] “İstanbul’da son 10 yılda yanan tarihi mekanlar, Bianet, 28 Haziran 2014 [7] “Ayder Yaylası imara açılıyor: TOKİ ihale için gün verdi”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2017 [8] “Ayder ve Uzungöl’e kentsel dönüşüm geliyor”, Milliyet, 20 Mayıs 2016 [9] “Talanda sıra Ayder’de”, BirGün, 7 Şubat 2017 [10] “Müteahhitler de mi kandırdı? En çok gökdelen AKP döneminde yapıldı, Erdoğan şehircilik dersi verdi”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2017 [11] “Başbakan Şehircilik Şurası’nda konuştu: Şehir insan içindir”, Bianet, 27 Ocak 2017 [12] “Türkiye ekonomisini inşaat sektörü sürüklüyor”, Hürriyet, 11 Ocak 2017
HASAN FERİT GEDİK RÜZGAR TÜRBİNİ'NDE ADIM ADIM SONA YAKLAŞIYORUZ! Büyük bir basın toplantısı ile başarımızı ilan ettiğimiz Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini’nde her geçen gün sona doğru yaklaşıyoruz. Halkımızı ve bizden haber bekleyenleri biraz habersiz bıraktık bu süreçte, ama durmadık. Sözümüz boynumuzun borcudur dedik. Program-pratiksonuç-test süreci-yanılma aşamalarını bu süreçte en az 20 kere denedik Emperyalizmin elindeki devasa teknoloji ile on yıllardır geliştirdiği rüzgar türbini teknolojisine karşı alternatif bir proje ile çıktık yola ve bir yılda önümüze koyduğumuz hedefi yerle bir ederek paylaştık sizinle zaferimizi. Burada bitmediğini, daha uzun bir yolumuzun olduğunu söyledik. Kar yağdı, biz işimizin başındaydık. Yollar kapalıydı, yol yaptık. İmkan yoktu, yarattık. Her seferinde aynı inançla
sarıldık. Hata yaptık, bıkmadık. Eksik bıraktık, tamamladık. Ama gözümüzü hiçbir zaman hedefimizden ayırmadık. Bu süreci paylaşmak istiyoruz. 3 kanatlı Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini’ni 3 farklı alternatörle 3 farklı yere kurmuştuk. Her birinin diğerinden farklı eksikleri ve problemleri vardı. Çözümlerini bulabildik; ama sonra üç türbinde de sorun ortaklaştı ve bizi yeni bir yol bulmaya zorladı. Mevcut kanatlarımız alternatörü istenilen devir sayısında döndürmek için yeterli gücü sağlayamıyordu. Ya alternatörü, ya da kanatları değiştirecektik. İlk olarak piyasadaki kanatları araştırdık. Büyük çoğunluğu yüksek devirlerde çalışan kanatlardı ve bizim alternatörümüz için uygun değildi. Ardından mevcut kanat formları üzerinde açı ve adet
değişikliklerini gözlemlemeye karar verdik. Küçük açı değişiklikleri ile birlikte 6 kanatlı sistemin daha verimli olacağına karar verdik ve imalata başladık. Bir arabanın önüne alternatörü ve kanatları monte edip 3 ve 6 kanatlı sistemler için testlere başladık. 6 kanatlı sistem çok daha fazla üretiyordu. Bu sistemi Arnavutköy Tayakadın’da deneyecektik. Burası daha önceden 3 kanatlı sistem ile deneyler yaptığımız bir çiftlikti. Önceden burada bir güneş paneli ve sanayi tipi bir rüzgar türbini olmasına rağmen çiftlik elektriksiz kalıyordu. Kurduğumuz 6 kanatlı sistem, bazı mekanik hataları da beraberinde getirdi. Aşırı salınımdan dolayı kanatların kırıldı. Bu defa kanat kolları ile ilgili bir çalışma yaptık. Bütün imalatları atölye
61
ortamında hassas ölçü ve makinalar ile bitirdik. Kanat kollarını güçlendirdik. İlk 6 kanatlı sistemi 15 Aralık 2016’da kurmuştuk bu çiftlikte. Çiftlikteki enerji talebi; aydınlatma, televizyon, buzdolabı ve günlük küçük ihtiyaçlardı. Çiftlikte yabancı çalışanlar kalıyordu, dil sorunu nedeniyle sağlıklı bilgi alamıyorduk. Haftada bir gün giden çiftlik sahibi, anlık ve haftalık üretilen enerji değerlerini ulaştırabiliyordu. Üretilen elektrik, belli bir süre sonra elektronik devreye zarar vermeye başladı ve daha sonra sistemi tamamen yaktı. En son gidişimiz-
62
de bu sorunu da çözdük. Rüzgarı tam ölçemiyorduk; fakat 5 m/s civarındaydı tahminimiz. Rüzgar, biz ölçüm aletinin başındayken 100 Watt’ın altına hiç düşmedi. İki aydır birçok soruna rağmen çiftlik elektriksiz kalmamıştı ve çiftliğin bütün ihtiyaçları karşılanmıştı. Dört kişilik bir ailenin anlık ortalama enerji ihtiyacı 250 Watt iken biz anlık 250 Watt’ı gördük. Ölçüm yapma imkanımız olmasa da tahmini olarak 5 m/s rüzgar hızında başardık bunu. Çiftlik sahibi de bizimle birlikte seviniyordu. Bizim mutluluğumuz ise bütün Anadolu
halkı içindi. Hedefimize doğru büyük bir adım daha atmıştık. Önümüze; bu başarımızı sayılara dökebileceğimiz tablolar oluşturabileceğimiz bir ölçüm sistemini hayata geçirme ve daha da iyi bir rüzgar türbini üretme hedefini koyduk. Elinize “Hasan Ferit Gedik Rüzgar Türbini nasıl yapılır” adlı bir broşür geçtiğinde biz Anadolu halklarına verdiğimiz sözü tutmuş olacağız. Ve artık halkımızın deneyimleriyle zenginleşen, kendimizin üretebileceği bir rüzgar türbinini tarihimizin sayfalarına yazacağız.
YİNE DÜŞTÜK YOLLARA, YİNE UZUN YOLLARA... Facebook sayfamıza bir mesaj geldi. Mesajda; önceden yaptığımız Ferhat Gerçek Yürüteci’nin videosunu gördükleri, Isparta’da yaşayan bir engellinin ihtiyacı olduğu yazıyordu. Mesajı yazan ise engellinin akrabası idi. Halkımızın yürütece ihtiyacı olduğunu biliyorduk. Böyle bir talebin bize gelmesi, halkın sorunlarını çözmek için bize güzel bir fırsat verdi. Hemen gündemimize aldık. Kendi aramızda konuşup ne yapabileceğimizi iletecektik; ama aile ısrarla bizden haber bekliyordu. Bu defa telefonla görüştük. Aileye ve engelli arkadaşımız İsmail’e dair ayrıntılı bilgiler aldık. Aile ile konuştuktan sonra ihtiyaçlar daha da belirginleşti. Yürüteç özel bir aletti, herkes kullanamayabilirdi; ama aileyle tanışmalıydık. Aile İstanbul’a gelmek istiyordu. Bizim gitmemizin daha doğru olacağına karar verdik. Gitmemiz gerektiği konu-
sunda hepimiz nettik. Yolda, aile ile ne konuşacağımızı kararlaştırdık, yol masraflarını nasıl karşılayabileceğimizi konuştuk. 23 Ocak sabah saat 6’da altı kişi bir araçla çıktık yola. Bu ilk yolculuğumuz değildi. Daha önceleri de Anadolu açmıştı bize bağrını. Ama her birinin heyecanı başkaydı. Türkülerle, sohbetlerle, biraz sıkışarak da olsa yollar gideceğimiz yere yaklaştırıyordu bizi. Isparta’da İsmail’in amcası karşıladı bizleri ve eve kadar götürdü. Yolda Isparta’ya dair sohbet ettik. Kapının önüne geldik sonunda. Onca kez telefonla uzaktan uzağa konuştuğumuz, anlatacaklarımızın yarım kaldığı, onları tanımayı, kendimizi anlatmayı iple çektiğimiz kapı burasıydı. Kapı açıldı, biz tek tek girdik içeriye. Kalabalıktık biraz, o nedenle şaşırdılar. İsmail’in ablası ve annesi karşıladı bizi. İsmail de çıktı köpeğiyle oda-
sından. Hep böyle mutlu mudur, yoksa bu onur bizim mi bilmiyoruz; ama İsmail’in yüzünde beliren umut bizim. Hepimizi ayrı ayrı selamladı, ayrı ayrı sordu hatırımızı. Tanışma faslındaki ilk acemi adımları atlatıp kendimizi bulduk kısa zamanda. İlerleyen zamanlarda Isparta’daki mühendis dostumuz da geldi, daha da kalabalıklaştık. Mutfakta da bizim için bir hazırlık yapıyorlardı, İsmail’in annesi birimizi seçip çağırdı yanına ve bir iki kişi de peşinden gitti. İki farklı yerde devam ediyordu sohbetlerimiz. Vaktimiz kısaydı, buraya bir yürüteç için gelmiştik; ama derdimizin bir yürüteçten daha büyük olduğunu anlatmalıydık. Salonda İsmail bir arkadaşımızdan hiç ayrılmadı. İçeri girer girmez yanına oturmuştu zaten, aralarında çok sıcak bir sohbet gelişti. İsmail herkese mi böyle cana yakındır, yoksa bu onur bizim mi, yine tereddütteyiz;
63
ama bu dostluk bizim. Mutfaktaki sohbet de koyulaştı, İsmail’in annesi bizle ilgili espri yapmaya bile başladı. Çocuğuymuşuz gibi şefkatli konuşuyordu bizimle, en küçük bir kapı bile bırakmıyordu bize kırılabilmek için. Başladık anlatmaya. Niye burada olduğumuzu, neler yapabileceğimizi ne yaptığımızı anlattık bir bir. Grup Yorum’dan, Hasan Ferit Gedik Uyuşturucuyla Savaş ve Kurtuluş Merkezi’nden, direnen kamu emekçilerinden bahsettik. Her biri ayrı alternatif, her biri tam da ortasından hayatın. Umutla dinliyor, onaylıyorlardı dediklerimizi ve kendi yaşamlarından örnekler veriyorlardı. Aile hep böyle bilge midir bilmiyoruz, ama burada tutunduğumuz kök
64
artık bizim. Ardından aileyi dinledik. evin babasının vefatını ve bunun kendi üzerilerinde yarattığı etkileri anlattılar. İsmail’in ablası öğretim görevlisiyken yarıda bırakmış işini. Ailenin durumunu, imkanlarını konuştuk. Sizli bizliydik girerken; ama şimdi artık sorunlar da, imkanlar da ortaktı. Nasıl aşabileceğimizi, başka ihtiyacı olanlar için neler yapabileceğimizi konuştuk. İsmail’in ablası, belgesel önerimiz için kamera karşısına geçemeyeceğini, fotoğraf dahi çektiremediğini söyledi. Ne kadar ikna etmeye çalışsak da olmadı. Yavaş yavaş ayrılma vaktine yaklaşıyorduk. Çıkmadan önce bir hatıra fotoğrafı istedik. Kamera
karşısında toparlanmak zordur; ama saniyeler içinde İsmail’in etrafı dolup taştı. İsmail’in ablasından dışarıda kalmak isteyeceğini düşünüp fotoğraf çekmesini istedik; tereddüt etmeden böyle bir karenin dışında kalmak istemediğini söyledi. İsmail’in amcası tam bir Anadolu insanı, büyükçe kalıbı ve bıyıkları ile çınar gibi karşımızdaydı. Ayrılırken öyle bir sarılıyordu ki, sanki yaşadığı onca yılı devirdi de çocukluğuyla kucaklıyor dersiniz. İsmail ve bütün aile ile böyle bir merasimden sonra arkamıza baka baka sıcaklığımızı ve umudumuzu bıraktığımız Isparta’dan ayrıldık; üç ay içerisinde bir Ferhat Gerçek Yürüteci yapacağımızın sözüyle...
MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ
ÖMER COŞKUNIRMAK 1991 Temmuz’unun başları... Amerikancı Özal hükümetini büyük bir telaş almış. On binlerce polis, MİT, kontrgerilla, özel tim ve CIA ajanları hep birlikte teyakkuz halinde. Çünkü tam 49 yıl aradan sonra ilk defa bir ABD başkanı Türkiye’ye ziyarete gelecek. Adı Bush. “Yeni Dünya Düzeni” adı altında “barış ve demokrasi” götürmek yalanıyla Ortadoğu’yu tümüyle denetimine almanın hesaplarını yapan ABD’nin o dönemki başkanı Bush. Kuveyt’i kurtaracağım bahanesiyle yüzbinlerce asker-sivil Iraklıyı katleden Bush. Aldığı ambargo kararıyla Irak halkını açlığın, yoksulluğun, hastalığın pençesine mahkum eden ve çoğu çocuk 1 milyonu aşkın insanın ölmesine neden olacak olan Bush. İşbirlikçilerinin ise gözü yollarda, efendilerini nasıl ağırlayacaklarının, nasıl el üstünde tutacaklarının telaşını yaşıyorlar. Ne büyük bir “şeref” uşaklar için! On yıllardır ayaklarına gittikleri,
65
MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ
görüşebilmek için kapısında dört dönerek bekledikleri efendileri tam 49 yıl aradan sonra şimdi Türkiye’ye geliyordu. Başbakan Özal mutluluktan uçuyordu. Tam da tüm prestijini yitirdiği, koltuğun ucundan zorla tutunarak ayakta kalmaya çalıştığı bir sırada Bush’un ziyareti adeta bir kurtarıcı gibi görünüyordu gözünde. Evet, uşaklar efendilerine hizmette hiçbir kusur göstermiyorlar, her fırsatta uşaklıklarını tekrar tekrar ispat etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı... 1991 12 Temmuzu... Bush’un ülkemize gelişinin arifesi... CIA ajanları, oligarşinin MİT’i, kontrgerillası, infaz mangaları, emperyalist efendinin gözüne daha çok girebilmek için yapabilecekleri tek şeyi yaparak bir katliam gerçekleştirdiler. 12 Temmuz 1991 günü, 10 devrimci, tüm halkın gözü önünde güpegündüz katledildiler. O gün polis telsizini dinleyenler, Saat: 19.30 sularında İstanbul’daki tüm emniyet güçlerine art arda yağan talimatları işittiler. Polis şefleri, çevik kuvvetin, siyasi şube elemanlarının, çelik yelekli timlerin, panzerlerin, itfaiye araçlarının, Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent’te mevzilenmesini, bu mahallelere tüm giriş ve çıkışların tutulmasını, halkın sokaklara çıkmasının engellenmesini, evlerinde olanların pencerelere yaklaşmasına izin verilmemesini istiyordu. Binlerce polis, verilen emirle birlikte, bu dört mahalleye aktı. Halk şaşkındı, tedirgindi, korku
66
içindeydi... Ne oluyordu?.. Bunca polis ne için gelmişti? Mahalleyi niçin işgal etmişti? Kendi deneyleri ve sağduyularıyla, devlet güçlerinin halkın lehine bir şey yapmayacağını sezebiliyor, polisin bir saldırı hazırlığı içinde olduğunu görebiliyorlardı. İnsanların evlerine gitmesine, pencereden kafasını çıkarmasına dahi izin verilmemesi, gizli kapaklı bir şeylerin döndüğünü, halkın bazı şeyleri görmemesi istendiğini ortaya koyuyordu. Her gün basında çıkan haberlerden, birilerinin sokakta, evde sorgusuz sualsiz öldürüldüğünü de biliyorlardı. Ve tekniğin tüm olanaklarıyla donanmış binlerce polis, panzerler eşliğinde, her nasılsa sağ ve yaralı olarak kimseyi yakalayamıyor, herkesi ölü olarak ele geçiriyordu. Bu bir katliamdı... 10 devrimci; üç işyeri ve bir evde aynı saatlerde, aynı yöntemlerle bilinçli olarak katledilmişti. “Bizim düzenimize karşı çıkanlar her şeye katlanmaya hazır olmalıdır” mesajı veriliyordu. Emperyalizmle işbirliğine, kapitalist sömürüye, zulme ve yoksulluğa bayrak açanlar, adalet isteyenler, hak-hukuk diyenler ve en önemlisi de, tüm dünyada “Sosyalizm öldü” çığlıklarının atıldığı bir dönemde hala halkların kurtuluşundan söz edenler, sosyalizm için savaştığını söyleyenler, bundan böyle yeni katliamlara, işkencelere, zindanlara hazır olsun deniyordu. Polis havaya ateş ederek bay-
ram yaparken, gazeteler; öldürülenlerin “Başkan Bush’a suikast yapacaklarını” yazıyordu. Katledilen devrimcilerin eşleri, anne-babaları ve avukatları; yapılanın operasyon değil, “yargısız infaz” olduğu; operasyona katılanların, insanları sağ yakalamak yerine öldürmek amacıyla hareket ettiklerini belirterek suç duyurusunda bulundular. Ama bu katliam operasyonunda yer alanlar ve sorumluları ceza almadı. Katledilen 10 devrimcinin 3’ü mühendis-mimardı aynı zamanda. Tüm bilgi ve birikimlerini, yaşamlarını halkın kurtuluş mücadelesine adayan mühendis mimarlardı. Zeynep Eda Berk, Yücel Şimşek ve Ömer Coşkunırmak’tı adları. Bu sayıda şehitlerimizden Ömer Coşkunırmak’ı anlatacağız. 1960 İstanbul doğumlu Ömer Coşkunırmak, 12 Eylül sonrası gelişen gençlik hareketi içinde yetişen devrimcilerden biriydi. Mimarlık fakültesinden mezun olduktan sonra Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nde çalışmalar yaptı. Aynı zamanda “endüstrileşmiş yapım teknikleri” konusunda yüksek lisans eğitimi yaptı. Devrimci hareketin büro örgütlenmesi ve teknik konuların geliştirilmesinde sorumluluklar aldı. Ömer Coşkunırmak; küçük iş, büyük iş ayrımı yapmadan her işe koşan, görevini büyük bir sabır ve titizlikle yerine getiren bir devrimciydi. Çalışkan ve üretkendi. Bir gün olsun yaptığı işten yakınmadı. Tevazu onun kişiliğinin bir parçasıydı. Yaratıcılığı ile
MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ
yoldaşlarının pek çok ihtiyacını karşılamış, her zaman bir görev adamı olmayı başarmıştır. Ömer’i, yakından tanıyan yoldaşlarının anlatımıyla okuyalım: “Mütevazı bir sıra neferi” Mimarlar Odası İstanbul Büyükşehir Şubesi üyesi idi. 12 Temmuz 1991’e kadar....Üye ve toplum hizmetinde meslek odası mücadelesinin içinde idi, 12 Temmuz Cuma akşamına kadar... Bağımsızlık, demokrasi sosyalizm mücadelesi perspektifinde mesleki demokratik kitle örgütü olarak görmek istediği, Mimarlar Odası’nın mütevazı bir neferi idi. Olabildiği kadar... Yaşı ömrünün yarısına gelmemişti, meslek yaşantısının başında idi, yaşama hakkı elinden alınana kadar. *Bush’u öldürmek, TC devletini yıkmak, ABD emperyalizmini çökertmek” için “menfur” emelleri vardı bizlere iletildiği kadar... Ve o günlerde hiç kimse dilediği şekilde kınayamadı bu katliamı kamuoyu nezdinde bile bildiğimiz kadar. Asırlık gazeteler bile duvar olmuştu bu katliam karşısında ve odamız yayın organları da sessizliği yeğlemişti durumun vahameti savuşturulana kadar... Ömer Coşkunırmak’tı bu üyenin adı. Mimar, devrimci, nüktedan, iyiliksever. Falçatayı kırtasiyeci vitrininde gördüğü andan itibaren usta bir maketçi, demir açılımını paftada gördüğünden beri usta bir betonarme teknisyeni, halk kültürünün yozlaşmaya kaçmadan usta bir aktarıcısı, meşveret ortamlarının tartışmasız en
aranan zatı, dostlarının sevgi ile, muarızlarının saygı ile andıkları eşine ender rastlanan renkli bir kişilikti yok edildiği güne kadar... Mesleğe ve uzmanlaşmaya verdiği önemle, “endüstrileşmiş yapım teknikleri” üzerine lisansüstü eğitimini bitirdi. Mesleki ömrünün baharında yenilik ve ilerlemeye açık, dürüst, tutarlı, hoş-görülü, sevecen, mütevazı ve sıralama ile bitmeyecek bütün iyi sıfatları yanında götürdü. Ardında bıraktı bizleri... Sıra bize gelene kadar... Anıt dikmedik arkandan, çan da çatmıyoruz. Şatafatsız bir merasim ve senin yokluğun yüreklerimizde... Mesleki demokratik kitle örgütü mücadelesinde biraz daha bilenmiş, belki şu an görece sessiz, ama aynı inançlara sahip mimarlar olarak mücadelene sahip çıkıyoruz. “Bağımsız Türkiye’yi oluşturana kadar. Haklarıyla, yaşamıyla, mücadelesi ile örnek olanlara selam olsun. Selam olsun sana coşkun seller gibi akan, kurak çaylar gibi durulan can dostumuz Ömer... “Çok yönlülüğü, öğreticiliği, onun kişiliğiydi” Ömer’i devrimciliğe başlamadan önceki yaşamımdan tanıyorum İstanbul doğumluydu, annesi babası hatta dedeleri de İstanbul’da doğup büyümüşlerdi. Çok eskiden İstanbul’a gelip yerleşmişler. Nereli olduğu sorulduğunda bunları gururla anlatırdı, kimliğine yabancılaşmamıştı. Onunla bir mühendislik büro-
sunda tanıştım. Ayrı çalışırdı, oranın bir elemanı değildi, kendine ait bir odası vardı, ama bu durum hiç belli olmazdı, çünkü bir şeyi hatalı yapsak ya da yapamayacağımızı anlasak hemen ondan yardım isterdik, o da hemen gelir hiç “işim var bakamam” demezdi. Zamanzaman bir hafta boyunca gece gündüz aralıksız çalışırdı, ancak bizi geri çevirmeyeceğini bilirdik ve de yanılmazdık. Bizi ve yaşadığımız sorunları hemen anlardı, bazen çekinir ona soramazdık, ancak o hemen konuyu açardı. Yaşamı, sohbetleri, ince esprileri oradaki tüm arkadaşların yaşamının bir parçası olurdu. Biraz gecikse merak ederdik. Dost canlısı sohbetlerde mutlaka o vardı. Çok yönlülüğü, öğreticiliği, onun kişiliğiydi. Nazım’ın şiirlerini çok severdi, bazılarını çalıştığı masanın üzerine asmıştı. Onca işinin arasında vakit bulup mutlaka kitap okurdu, biz genelde okuyamadığımız için onun bu davranışlarına özenirdik. Bunu fark ettiğinde kitapları okumamız için bize vermişti ve onu heyecanla okuyup ona anlatırdık. Neredeyse ezberlediniz diyerek gülerdi, hoşuna giderdi. Her gün mutlaka değişik gazeteler alıp okurdu, tabii biz politik olmadığımız için neden bu kadar gazete alıp okuduğunu anlayamazdık. Biz, magazin sayfalarını hiç kaçırmıyorduk, birgün gazetedeki bir haberi sordu, tabii biz bilmiyoruz, oldukça bozulduk ve daha dikkatli olmaya başladık. Küçücük bir tavır da olsa bizi yönlendirmeyi becerebilmişti.
67
MÜHENDİS-MİMAR ŞEHİTLERİMİZ
İnsanlara çok değer veriyordu, bunun yaşlı genç çocuk olması farketmezdi. Daha sonra annesiyle de tanıştım, annesinin anlatımları da aynı doğrultudaydı. Benden bir bardak su bile istemezdi, her işini kendisi görürdü. Geç geldiği zamanlar kalkar kendi yemeğini hazırlar bulaşıklarını yıkardı kendi odasını kendisi temizlerdi, evde onun ayrı bir yeri vardı. Evin en küçüğü olmasına rağmen herkesin sorunları ile ilgilenirdi, diye anlatıyordu onu Bir abisi adli bir olaydan dolayı hapishaneye girmişti ve yaklaşık on yıldır yatıyordu. Ömer bütün kitapçıları dolaşır, yararlı olabilecek kitapları seçer alır, diğer tüm ihtiyaçlarını karşılardı. Fırsat bulduğunda ziyaretlerini aksatmaz, kendisi gidemediği zamanlar ise annesini arabaya bindirir mutlaka gönderirdi. Şehit düştükten sonra ablası ile tanışmıştım, “Ömer’i çok seviyorduk, ne zaman başımız sıkışsa dara düşsek yardımımıza koşardı, bazen onunla sabahlara kadar dertleşirdik, eşimle bile paylaşamadığım şeyleri onunla rahat rahat paylaşırdım... o bizim her şeyimizdi, kaybımız ve acımız çok büyük” diyordu. Onu anlayabiliyordum, çünkü ben de öyle düşünüyordum, çünkü o bizim her şeyimizdi. Yeğenleriyle tanıştım, beni kendi odalarına götürdüler, “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim” büyük yazılarla duvara asılmıştı. Bunları Ömer yazmış, hemen yanına büyük bir
68
fotoğrafını asmışlar. Onun eşyalarını kullanıyorlar ve kullanmadıkları zamanlarda bile kaldırmıyorlar, onun havası doluyor diyorlar. Bir köşede hediye olarak aldığı çiçek ve balıklar var. Ömer’in bir sırt çantası vardı ve onu hiç yanından ayırmazdı, her zaman da dolu oluyordu. Bir gün bu çantada ne var böyle diye sordum. Açıp gösterdi; kitapları, sık sık kullandığı havlusu vardı, şaşırmıştım insan bunları niye taşır diye. Anladı ve ikna etmek için beklenmedik olaylar olabilir ve gerekebilir dedi. Bana pek çok da örnek vermişti. Aradan birkaç gün geçti, dışarı çıkmıştı çantası içerideydi, arkadaşlar merak ettiğinden ben de açıp göstermeye başladım. Birden içeriye girdi, başkalarının eşyalarının karıştırılmayacağını kimse sana öğretmedi mi deyince kıpkırmızı olmuştum. Adeta gözlerinden ateş fışkırıyordu, bilmediğimiz hiç bir şeyi karıştırmamak gerektiğini öğrendik. Ancak kötü bir anı ile. Çalışırken çok düzenli ve titiz birisiydi, temiz çalışır, yaptığı iş ne olursa olsun özenirdi. Yaptığı çizimlerin hepsine gıpta ile bakardık, zaman zamanmaket yapardı, küçücük kartonlarla saatlerce uğraşır ve istenen sonucu elde ederdi. İşinin ehli, ustasıydı. Sıkılmadan günlerce çalıştığını ve işinden zevk aldığını görüyorduk. Bazen üst üste eve gidemezdi, hazır bir şeyler yemektense alış veriş yapar, bize yemek yapardı. Dostluğu arkadaşlığı çok güçlü idi. Herkes bilirdi, çıkara
dayanan bir ilişkiyi gördüğünde tahammülsüz olacağını ve bitireceğini. O nedenle çok dikkat ederdik bir yanlış yapsak tekrar dostluğunu kazanabilmek için ne yapacağımızı şaşırırdık. Her yerde bürosu vardı adeta, yani istediği her yerde rahatlıkla çalışırdı, insanlara o derece güven veriyordu ki insanlar bürolarının anahtarını ona verirlerdi, o da rahatlıkla çıkıp girerdi, her yer onun eviydi sanki. Gezmeyi yürümeyi severdi, her fırsatta değişik yerlere giderdi, merak ederdi, araştırırdı. Bir gün gezerken ben tarihi bir evi çok sevdiğimi söyledim, çok uğraşılmıştı değişik bir mimarisi vardı. O ise bunun çok gereksiz olduğunu, bunlar için o kadar para harcanırken pek çok yapının harcından tuğlasından çalındığını bunun haksızlık olduğunu söyledi. Bana kalsa dedi, herhalde devrimden sonra demek isterdi, toplu konutlar yapılmalı, geri kalan alanlar ağaçlandırılmalı, hem insanların ihtiyaçları karşılanabilir, hem de şu beton yığınından kurtulabiliriz. Dedim ya her şeye dair görüşü mutlaka vardı. Ama bende en çok iz bırakan yanları, düşmana duyduğu öfke idi. Korkusuzluğu, cesurluğu idi. Ömer Coşkunırmak, 12 Temmuz Katliamı’nda Etiler’de şehit düştü. Onun anısını, halk için mühendislik mimarlık mücadelemizde yaşatacağız. Kaynaklar: • Şehitlerimiz, ozgurluk.info
FİLM TANITIMI: GIORDANO BRUNO
“Var olan hiçbir din iyi değil, çünkü her biri bir güç aracına eşlik ediyor ve insanları kardeş katline ve kanlı savaşlara sürüklüyor...” İtalyan yapımı filmde, 17’nci yüzyılda kiliseye olan muhalif fikirlerinden dolayı engizisyon mahkemesinde yargılanan eski bir rahip ve bilim adamı olan Giordano Bruno’nun hayatı konu ediliyor. Filmde sürekli okuyan, insanlığı,doğayı,astronimiyi anlamaya çalışan ve bu birikimi gerek yazdığı eserler gerekse
dünyayı gezerek halkın arasında yaptığı sohbetler ile anlatan Giordano Bruno‘nun hayatı oldukça gerçekçi ve yalın bir anlatımla gösterilmiştir. Bruno okuduklarından ve dünyayı gezerek yaptığı gözlemlerinden yola çıkarak, kilisenin dayatmış olduğu Tanrı kavramının aslında bir hayal ürünü olduğu fark eder. Bu kavramın gerçekte insanlara boyun eğdirmek, emeklerini rahatça ellerinden alabilmek için yaratıldığının farkına varan
Bruno, bir yandan iç dünyasında sancılı bir süreç geçirirken diğer yandan bilimin öğretileriyle fikirlerini daha da keskinleştirir. Bu süreçte dine ve kiliseye güvenmemek gerektiğini anlayan Bruno, kilisenin sadece krallar,derebeyleri ve din büyüklerinin işine yarayan bir oluşum olduğunu görürken aynı zamanda oldukça büyük ve tehlikeli bir gerçeğin farkına varır: Engisizyon mahkemeleri. “Tanrı, iradesini hakim kılmak
69
için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” Filmde, engisizyon mahkemelerinin, baş eğmeyen ve sömürüye karşı çıkan halkı zındık, cadı, dinsiz gibi etiketler yapıştırarak çeşitli işkencelerden geçirdiği ve öldürüldükleri anlatılır. Engizisyon mahkemelerinin bu tutumunun farkına varan Bruno, yakalanmamak için ülke ülke (Cenevre, Güney Fransa, Almanya, Zürih, Paris ve Londra) gezer ve en sonunda doğduğu topraklar olan Viyana’ya gelir. Bu kaçışlar esnasında maddi imkansızlıklar çeken Bruno, yoksulluğun hayatın en yalın hali olduğunu söyler, ona göre “yoksulluk yaşamın en makyajsız halidir.” Giordano Bruno, Mocenigo adlı bir aristokrat tarafından Viyana’ya davet edilir, ve burada aristokratın evinde kalmaya başlar. Aristokrat bunun karşılığında Bruno’dan simyanın sırlarına hakim olmak ister fakat Bruno bunun mümkün olmadığını ve bilimi, gerçeği aristokrata anlatmaya çalışır. Hırs ve nefretten gözü dönen, aradığını bulamayan aristokrat, engizisyon mahkemesine giderek Bruno’yu dine karşı gelen, büyücü, zındık gibi iftiralar ile suçlar. Kilisenin oldukça uzun zamandır bekledikleri, Bruno’yu yargılama fırsatı nihayet ellerine geçmiştir. Kilise hiç vakit kaybetmeden Bruno’yu tutuklar, birkaç ufak eşyadan oluşan özel mülküne el koyar. Zindana atılan Bruno burada yargılanacağı günü beklerken bir
70
yandan da başka mahkumlar ve orada neden bulundukları hakkında konuşma fırsatı bulur, bu sırada ise kilise Bruno’nun eserleri toplayıp,okumakta ve buralarda ona karşı kullanabilecekleri fikirler bulma çabasındadır. “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.” Engizisyon mahkemesine ilk çıkarıldığında Bruno’nun yazmış olduğu kimi eserlerden alıntılar okunur, filozof bu eserlerde Kopernik’in araştırmalarından yola çıkarak evrenin sonsuz olduğu ve sürekli genişleyip, değiştiği fikirlerini anlatmaktadır. Filozofa, fikirlerinden vazgeçmesi ve evrenin sonsuz olduğu görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylenir. Buna karşılık Bruno düşüncelerini savunmaya devam eder. Engizisyonun filozafa avukat önermesine karşılık ise Bruno şöyle cevap vermiştir: “Avukata ihtiyacım yok, diyalektik sanatını biliyorum.” Engizisyon mahkemesi, fikirlerinden bir türlü döndüremediği filozofu baskı ile düşüncelerinden döneceğini umarak yargılama süresini uzun tutar ve çeşitli işkencelere maruz bırakır. Bruno gördüğü tüm işkencelere karşı görüşlerinden taviz vermez
ve idama mahkum edilir. Aslında kilise de hata yaptığının farkındadır ama itibarını zedelemek istemediği için ölüm kararını alır. Kilisenin yaptığı haksızlığın farkında oluşu filmde çarpıcı bir şekilde gösterilir: Ölüm kararının altında kilisenin değil, engizisyonun zoru ile Viyana valisinin imzasını attırarak, kilise hatasını örtbas etmeye, unutturmaya çalışır. Bruno ise fikirlerinin, yazdıklarının arkasında durduğu gibi ölüm kararının karşısında da dimdik durur: “Siz bu hükmü okurken korkuyorsunuz fakat ben dinlerken korkmuyorum.” “Özgür bir felsefe ve bilim ve düşünce istiyorum.” Giordano Bruno, filmin sonunda, Roma’nın ünlü meydanı Campo De Fiori’de, dili koparılarak, canlı canlı yakılarak öldürülmüştür. Filozofun, dilinin koparılmasının amacı ise son anlarında fikirlerini paylaşmasını engellemektir. Film, son saniyelerine kadar gördüğü işkencelere rağmen fikirlerinden vazgeçmeyen Giordano Bruno’nun umut, bilim ve cesaret dolu öyküsünü tüm gerçekliğiyle anlatması açısından oldukça önemlidir.
Yönetmen: Guilano Montaldo Oyuncular: Gian Maria Volonte Ülke: İtalya Yapım Yılı: 1973 Süre: 1 saat 54 dakika
HABERLER
3. Geleneksel Hasat Şenliği Küçükarmutlu’da gerçekleştirildi 3. Hasat Şenliği, Armutlu Cemevi’nde 29 Ekim’de gerçekleştirildi. Şenlik hazırlıkları, Armutlu halkının desteğiyle konferans salonunun temizlenmesiyle başladı. Ardından sahne kuruldu, pankartlar asıldı ve salonun son düzenlemeleri yapıldı. Şenlik, 14.30’da devrim şehitlerini anma ile başladı. Ardından Bahçe Komitesi adına açılış konuşması yapıldı. Daha sonra şiir dinletisi verildi ve ardından Serhad Raşa ve Ozbi sahneye çıktı. Ardından tulum din-
letisi eşliğinde halaylar, horonlar çekildi. Yerel bitkiler sergisinde, adı duyulmayan birçok bitki görselleriyle birlikte halka tanıtıldı. Şenay ve Gülsüman Halk Bahçesi’nden hasat edilen kara lahana ile yapılan sıcak
çorba, salondaki herkese dağıtıldı. Ardından çekiliş yapılarak hediyeler dağıtıldı. HMM Müzik Grubu kısa bir dinleti verdi. Şenlik, Halk Bahçesi’ni anlatan sinevizyon gösterimi ile sona erdi. Şenliğe 180 kişi katıldı.
Senem Doyduk HMM, mantar tahliye oldu üretimine başladı 5 Ekim günü hukuksuz ve keyfi biçimde tutuklanan Mimar Meclisi üyesi ve aynı zamanda Sakarya Üniversitesi Mimarlık Bölümü Başkan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Senem Doyduk, 18 Kasım’da Sakarya Adliyesi’nde görülen ilk duruşmasında tahliye oldu. Duruşmaya Mimar Meclisi, Halkın Mühendis Mimarları, PSAKD Sarıyer Şubesi, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Senem Doyduk’un öğrencileri ve ailesi katıldı.
HMM bürosuna baskın Küçükarmutlu’daki Halk için Mühendislik Mimarlık bürosu, 18 Ocak gecesi 03.30’da AKP’nin polisleri tarafından basıldı. Gerekçesi açıklanmayan baskında büro talan edilirken, gözaltına alınan olmadı.
HMM Halk Bahçesi Komitesi, ilk mantar üretimini 22 Şubat günü HMM bürosunda yaptı. İstiridye mantarı üretiminin ilk aşaması olarak; kompostun hazırlanması, sterilize edilmesi ve misellerin ekimi işlemi gerçekleştirildi. Hazırlanan 3 adet 200 gramlık mantar üretim torbaları, kuluçka ortamına yerleştirildi. Ayrıca 25 Mart günü Küçükarmutlu’da mantar dayanışma etkinliği gerçekleştirildi. Etkinlikte ilk olarak istiridye mantar yemeği verildi ve ardından halka mantar üretimi ile ilgili bilgilendirme yapıldı. Halkın sorularıyla zenginleşen etkinlik, müzik dinletisiyle son buldu. Etkinliğe 50 kişi katıldı.
71
HABERLER
Şirvan maden katliamı sonrasında ailelerle dayanışma ve gözaltı
Siirt Şirvan’daki Maden köyünde bulunan, Ciner Grubu bünyesindeki Park Elektrik’e ait Madenköy Bakır Sahası’nda 17 Kasım günü şev kayması sonucu 16 işçi katledildi. Olaydan sonraki ilk 2 gün hiçbir arama kurtarma çalışması yapılmazken, üzerine 1 milyon metreküp toprak düşen işçilerin cenazeleri günler sonra çıkarıldı. 2241.5 milyon ton rezervi ile Türkiye’nin en büyük bakır madeni sahası olan Madenköy’de yaşanan bu katliamı Siirt Valiliği “heyelan” diyerek, “aşırı yağış sonucu toprak gevşemesi” diyerek doğal felaket olarak açıkladı. Ama katliam, insan faaliyeti sonucu maden cevherine rahat ulaşmak için yamaçlarda oluşturulan basamakların kayması sonucu meydana gelmiştir. Tamamı mühendislik hesaplarına dayanan bir çalışma ile öngörülecek ve
engellenebilecek olmasına rağmen bunlar yapılmamış ve 16 işçi katledilmiştir. Temmuz 2016’da da basamak kayması yaşanmış; ancak müdahale edilmemiş, çatlak çamurla kapanmıştır. 2 ay boyunca madende çalışma yapılmamış, yeniden başladığında ise “açığı” kapatmak için işçiler daha hızlı çalışmaya zorlanmıştır. 22Madende ana şirketin yanı sıra 4 taşeron şirket çalışmaktadır. Taşeron işçileri günde 12 saat çalışıp metreküp hesabıyla iş yapmaktadır. İşçilere ‘şu kadar zamanda şu kadar metreküp çıkarmanız lazım’ şeklinde baskı yapılmaktadır. Sahada hiçbir güvenlik önlemi bulunmamaktadır. İşçilere eğitim verilmediği gibi madende hiçbir denetim de yapılmamıştır. 22Maden sahasında basamak genişliği 12 metre olması gerekirken 6
metredir. Ek olarak; kazı yapılırken eğimin 45 derece olması gerekirken 90 dereceye yakın eğimle kazı yapılmıştır. 22Maden sahasının sahibi Ciner, Forbes dergisinin Şubat 2016’da açıkladığı, Türkiye’nin en zenginleri listesinin 14. sırasında yer almaktadır. 2015 yılında 1.25 milyar dolar serveti olan Ciner, 2016’da bunu 1,3 milyar dolara çıkartmıştır. Terlemeden zenginleşenlerin kârı, emekçilerin cesetleri üzerinden yükselmektedir. 25 Kasım günü, katliam ile ilgili gözlem ve inceleme yapmak, katledilen işçilerin ailelerine taziye ziyaretinde bulunmak, onların yanında olmak için Siirt Şirvan’a giden, içinde Halkın Mühendis Mimarları’ndan Uğur Toğluk’un da olduğu Halk Cephesi heyeti, 26 Kasım günü gözaltına alındı. İşçilerin katledilmesinin sorumlusu olan AKP iktidarı, gerçekleri öğrenmek, halkla paylaşmak, ailelerle dayanışmak için orada bulunan heyeti gözaltına aldı. Müvekkillerinin durumunu öğrenmek için gelen bir avukat da gözaltına alındı. Gözaltılar, 2 gün sonra bırakıldı.
8. Eyüp Baş Sempozyumu yapıldı 8. Uluslararası Eyüp Baş Emperyalist Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği Sempozyumu, 21-22 Nisan tarihlerinde Küçükarmutlu Cemevi’nde yapıldı. Sempozyum kapsamında 20 Nisan’da yapılan politik gezide yurtdışından gelen sempozyum
72
katılımcıları, Armutlu’daki halk için mühendislik mimarlık projelerini inceledi. 22 Nisan günü ilk oturumda ise HMM, emperyalizmin ideolojik hegemonyasına karşı geliştirdikleri halkçı çözümleri anlattı.
HABERLER
4. Eda Yüksel Halk için Bilim, Halk için Mühendislik Mimarlık Sempozyumu Armutlu’da yapıldı Eda Yüksel’in anısına 4.sü düzenlenen Halk için Bilim, Halk için Mühendislik Mimarlık Sempozyumu; 24-25 Aralık tarihlerinde Küçükarmutlu Cemevi’nde yapıldı. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde yaşamını yitirenlerin anısına yapılan saygı duruşu ve açılış konuşmasının ardından kentsel dönüşüm ve yıkım gündemli ilk oturuma geçildi. Oturumda ilk olarak Anti-Emperyalist Cephe’nden Cansu Güneş Seferoğlu söz aldı ve Cizre, Sur, Nusaybin’deki katliamlardan, sokağa çıkma yasaklarından, zorunlu göçten ve TOKİ’nin bu bölgede planladığı kentsel dönüşümden bahsetti. Ardından Baltalimanı Mahallesi Muhtarı Ali Haydar Arslan, Bakanlar Kurulu kararıyla Küçükarmutlu’nun riskli alan ilan edilmesini, devletin kentsel dönüşüm adı altında yıkım saldırısı hazırlığında olduğunu, buna karşı yapılanları ve yapılacakları anlattı. Sonrasında HMM’den Cem Dursun, Küçükarmutlu’ya yapılan saldırıların ilk olmadığını, son da olmayacağını belirtti ve mahalle halkının evlerini yıktırmamak için direnmekten başka seçeneğinin olmadığını anlattı. Son olarak Halkın Hukuk Bürosu avukatı Aytaç Ünsal, faşizmle yönetilen bir ülkede hukukun hiçbir hükmünün kalmadığını söyledi ve belirleyici olanın Armutlu halkının direnişi olduğunu belirtti. Sempozyumun ilk günü akşamında Grup Yorum bir dinleti verdi.
Sempozyumun ikinci günü, Çevre ve Enerji oturumu ile başladı. Oturumda ilk sözü HMM Enerji Komitesi’nden Kenan Emre Üstündağ aldı ve emperyalizmin enerji politikalarını anlattıktan sonra HMM’nin geliştirdiği Hasan Ferit Gedik rüzgar türbini hakkında bilgi verdi. Ardından Dersim’in Hozat ilçesindeki Karsel köyünde yapılan ve evin elektrik ihtiyacını karşılayan su türbini ile ilgili bir video gösterildi ve Enerji Komitesi’nden Olcay Abalay, su türbinini geliştirme sürecini ve Karsel köyünde yaşadıklarını anlattı. Sonrasında İzmir HMM’nin sobalı evlerdeki gaz zehirlenmelerine karşı geliştirdiği karbonmonoksit dedektörünü tanıtan bir video izlendi. Ardından İzmir’den gelen emekli öğretmen Ahmet Yaparoğlu, güneş ışınlarından yüksek dereceli sıcaklık elde edilebilen Güneş Ocağı çalışmasını anlattı. Son olarak HMM’den Uğur Toğluk, Siirt’in Şirvan ilçesinde gerçekleşen bakır madeni katliamı ile ilgili konuştu. Ailelere taziye ve dayanışma ziyaretinde bulunmak ve katliamın gerçekleştiği maden ocağında incelemeler yapmak için gittikleri Şirvan’da 2 gün keyfi biçimde gözaltında tutulduklarını, ama buna rağmen ailelerle dayanışmalarının engellenemediğini söyledi. Katliamdan önce madencilerin köle gibi çalıştırıldığını, hiçbir güvenlik önleminin bulunmadığını, göz göre göre 16 insanın üzerine 2.8 milyon metreküp toprak yığılarak kat-
ledildiğini anlattı. Verilen aranın ardından yapılan atölye çalışmasında Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Doruk Doğrular, sabun yapımını anlattı. Ardından başlayan Bilim ve Teknoloji oturumunda ilk olarak Marmara Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gültekin Çetiner, kapitalist sistemdeki eğitimin akıl dışılığı ve sistemin yarattığı tüketim bağımlılığı üzerine örnekler verdi. Ardından Alternatif Bilişim Derneği’nden Oğuz Demirkapı, sansür ve gözetlemeye karşı güvenli ve erişilebilir internet kullanımının nasıl olması gerektiğini anlattı. Son olarak HMM’den Barış Yüksel, teknolojinin Marksist bakış açısıyla analizi üzerine bir sunum yaptı. Teknolojinin gelişim aşamalarından bahsetti ve insan faktörü olduğu sürece teknolojinin ne kadar gelişmiş olursa olsun dünya halklarını yenemeyeceğini vurguladı. 2 gün boyunca süren sempozyuma toplam 100 kişi katıldı.
73
HABERLER
Olcay Abalay tutuklandı Armutlu’da yıkımlara karşı panel HMM üyesi ve aynı zamanda MMO İstanbul Şubesi üyesi Olcay Abalay, 12 Mart günü su türbini tanıtımı için gittiği Dersim’den İstanbul’a dönerken Pertek’te gözaltına alındı. İstanbul’a getirilip 5 gün gözaltında kalan Olcay Abalay, 17 Mart günü tutuklandı. Şu anda Silivri 6 No’lu L Tipi Hapishanesi’nde tutsak olan Olcay Abalay’ın ilk duruşması, 12 Mart günü Çağlayan Adliyesi’nde görülecek. Olcay Abalay’ın tutuklanmasının ardında HMM, “Halk için Mühendislik Yapmak Suç Değildir! Olcay Abalay’a Özgürlük“ sloganıyla bir kampanya başlattı. Kampanya kapsamında her hafta Cumartesi günleri Kadıköy Boğa Heykeli önünde 14.00-17.00 saatleri arasında eylemler yapılıyor.
Boğa heykeli önünde yapılmak istenen basın açıklaması AKP’nin polisleri saldırıyor, Halkın Mühendis Mimarları heykelin karşısındaki kaldırıma yaka paça sürüklenerek götürülüyor. Burada oturma eylemi, bildiri dağıtımı yapılıyor ve halk için mühendislik mimarlık projelerinin yer aldığı görseller sergileniyor. Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi de 21 Nisan’da yaptığı yazılı açıklamayla Olcay Abalay’ın hukuksuzca tutuklandığını belirtti ve derhal serbest bırakılması çağrısı yaptı. Ayrıca HMM, Olcay Abalay için change.org üzerinden bir imza kampanyası başlattı. Kampanyaya bit.ly/olcayabalay adresinden erişebilirsiniz.
Kentsel dönüşüme karşı panel, 200 kişinin katılımıyla Armutlu Cemevi’nde yapıldı. Panelde İnşaat Mühendisi Dr. Ozan Demirel ve Mimar Meclisi üyesi Doç. Dr. Senem Doyduk da birer konuşma yaptı.
Halk Bahçesi çalışmaları Şenay ve Gülsüman Halk Bahçesi’nde yaz dönemi ekimine başlandı. Bahçe düzenlendi, fasulye, mısır, biber, ayçiçeği ve soğan ekildi. Ayrıca fidelik domates, hıyar, kavun ve karpuz ekimi yapıldı. Dilek Doğan için dikilen hanımelinin bakımı yapıldı, etrafı temizlenip çitlerle örüldü.
HMM’den direniş ziyaretleri
HMM, Türkiye’nin dört bir yanında devam eden direnişlere destek ziyaretleri yaptı. Ankara Yüksel Caddesi’nde Kasım 2016’dan bu yana devam
74
eden direnişin süresiz açlık grevine çevrilmesinin ardından HMM, Yüksel Caddesi’nde Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya destek için 1 günlük açlık grevi yaptı. HMM, ayrıca Düzce Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nden KHK’larla ihraç edilen mimar Alev Şahin’in Düzce’deki direnişine, işine geri dönmek için direnen Nazife Onay’ın ve tutsak ikiz kardeşi Seda’nın serbest bırakılması için direnen Eda Kaya’nın İstanbul Cevahir AVM önündeki di-
renişlerine ve Dersim’de TSK’nın hava bombardımanı sonucu katledilen 11 devrimcinin cenazelerinin bulunması için Dersim Seyit Rıza Parkı’nda süresiz açlık grevi yapan Kemal Gün’ün direnişine de destek ziyaretinde bulundu.