Bu Sayının İçinde Bunlar Var!
Editörden
3
İlker’in Yatı
4
Hazırlayan: İlker Yatı
5
Esperanto! Hazırlayan: Serhat Kuğuoğlu
İskenderiye Kütüphanesi
Distopya Seyahati: Orwel ve Bradbury
6
Bir Dilin Katli Üzerine
9
Bir Ramazan Eleştirisi
11
Yazan: Volkan Dinç
Son Kale’m Yazan: Oğuz Güner
Camii Duvarı Yazan: Sait Gülsoy
Selim Küçükfosforlu
13
Hazırlayan: Selim Küçükfosforlu
2
Editörden…
Merhaba… HAM dergisi 1. sayısıyla karşınızda. Bulunduğumuz Ağustos ayı başında çıkarttığımız “Tanışma Sayısı” ile değil de bu sayımızla bizlerle buluşan okurlarımız için kısaca dergimizin işini, işlevini ve hedef kitlesini anlatalım. HAM bir kültür dergisi olarak çizimlerle ve yazılarla hazırlanacak, çizerlerinin ve yazarlarının sansüre uğramadan kendilerini ifade edebildiği bir platform olarak boy gösterecektir. HAM doğrudan siyaset yapmayacaktır ama her çizerinin ve yazarının, bilinçli insan olmanın getirdiği bir yük ya da sorumluluk olarak kendi dünya görüşüne sahip olduğu es geçilmeden, dolaylı ve genel anlamda güç ve iktidar muhalifi bir yayın anlayışı sergileyecektir. Bu üslubumuzun en iyi ifadesi ise dergi kapağının 1 görende yarattığı metafordur, HAM bu tarz metaforları tetiklemek üzere üreten insanların platformu olacaktır. Aylık dergi olarak 2. Sayısından itibaren her ayın ilk haftası internet üzerinden e-dergi ve pdf formatlarında yayımlanacak olan HAM sosyal ağların her türlü nimetinden faydalanmayı, takipçilerine bu mecralardan ulaşmayı hedeflemektedir. Ayrıca okurlarıyla ve takipçileriyle etkileşimli bir yayın hayatı sürdürecek olan HAM, yazmak ya da çizmek isteyen ya da yeni fikirle “ben de şöyle bir köşe hazırlayayım dergide” diyen herkese açık bir platform olma amacındadır. Yani okurların ve takipçilerin yazar ya da çizer olmaları verecekleri bir karara bağlıdır. Özellikle bazı konularda yazacak, köşe hazırlayacak arkadaşların aramıza katılmasını umuyoruz ki bu bağlamdaki ilanlarımızı facebook sayfamızdan da takip edebilirsiniz. Son olarak derginin ilk etkileşimli uygulaması olarak logo seçimi facebook sayfamızda sürmektedir, tüm okurlarımızın bu oylamaya katılmalarını beklemekteyiz. Oylama bitiş tarihi daha sonra duyurulacaktır ve bu vakte kadar her ay farklı bir logo ile dergi yayımlanacaktır. Henüz daha emekleme aşamasında olan teknik bilgimiz nedeniyle bazı alanlarda yetersizliğimiz ya da hatamız olduysa af ola… Daha iyiyi birlikte oluşturmak dileğiyle…
Sağlıkla ve sevgiyle kalın;
HAM Dergisi adına Sait Gülsoy
1
Kapak çizimi: İlker Yatı; özel teşekkürlerimizle…
3
İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ yazan: volkan dinç
Distopya Seyahati
Kitaplarım bana yetecek kadar büyük bir krallıktır William Shakespeare
İkinci kez merhaba sevgili okur. Bu köşedeki ilk yazımızda size Ayn Rand’ten ve akımından, felsefesinden söz etmiştik. Bu sefer ise sizlere distopyanın iki büyük ve başarılı örneğini anlatmaya çalışacağız. İlk olarak Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’ini ve sonra ise George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünü tanıtacağız.
İlk önce Fahrenheit 451’i anlatacağımız için, önce Ray Bradbury’i size tanıtmayı uygun bulduk. Asıl adı Ray Douglas Bradbury olan yazar, 1920 doğumlu bir Amerikalıdır ve korku ile bilim kurgu dalında yazar. En meşhur iki yapıtı The Martian Chronicles ve Fahrenheit 451’dir. Şimdi size kısaca ve mümkün olduğu kadar özce Fahrenheit 451’den bahsedeceğiz.
Eserin oluştuğu, anlattığı dünyada kitaplar yasak. Bir dünya düşünün ki içinde tek bir kitap yok. Bir dünya düşünün ki size yıllar öncesinde (bknz. Atlas Silkindi), yüzyıllar öncesinde (bknz. Sefiller), bin yıllar öncesinde (bknz. İlyada) yaşayan insanların yazdıkları eserlerin hiç bir şey anlatma şansı yok. Size öğretilen şeyler televizyonda beyninizi yıkayan programlar. Evinizin her duvarı televizyonlar ile kaplı. Eğer geçmişten bir kitap kaldıysa Fahrenheit 451’in dünyasında, itfayeciler onları bulup yakmakla görevli. İşte eser de adını buradan alıyor çünkü kâğıt Fahrenheit cinsinden 451 derecede yanıyor. Ve eğer tabir caiz ise ‘esasoğlanımız’ bir itfayeci. Kitap öyle bir gelecekte tasvir ediliyor ki kitaptaki insanlar itfayecilerin yangınları başlatmayıp, söndürdüğü zamanları ‘uzun zamanlar öncesi’ olarak tanımlıyor. Ama buna rağmen kitap bir ‘gelecek dünyası’ çizmiyor 6
teknolojik veya kültürel açılardan. Shakespeare hala Shakespeare kitabımızda. Ayrıca Bradbury yıllar önce yolda yürüyen insanları hiç bir yere gidememekle suçlarken sanki günümüz insanını görmüş gibi. Bu ve bunun gibi bazı açılardan Fahrenheit 451 distopik düzeni ve dünyayı anlatan kitaplar içinde belki de en rahatlıkla sizi içine çekebilecek kitap. Çünkü o kadar rahat bir anlatımı var ki Bradbury’nin içinde yaşadığınız dünya sanabilirsiniz kitabın evrenini. Buradaki ‘rahat’ kelimesi ile anlatmaya çalıştığımız olgu; sizi hiç bir yabancılık çektirmeden saran, sanki günümüzde geçiyormuş hissi uyandıran bir ortamın oluşturulmuş olması. Kitaptaki esasoğlanımız gerek çevresi, gerek eşi, gerek patronu tarafından olsun bu baskılayıcı hayatta bir farklılık arıyor, merak ediyor ve dananın kuyruğu buradan kopuyor. Bir gün bir kitabı yakmıyor ve saklıyor. Bununla da kalmıyor ve o kitabı okuyor. Sonra arkası da geliyor tabi. Ve her kahraman gibi o da bir süre sonra yalnız olmadığını fark ediyor. Kitabın sansürcü devlete, distopik düzene karşı bir baş kaldırı olduğunu düşündük biz yıllarca. Aslında belki hala da öyle fakat Ray Bradbury 2007 yılında yaptığı bir açıklama ile bizleri şaşırttı. Bu hareketinin motivasyonları nedir bilmiyoruz. Neden yıllar sonra böyle bir ‘ters köşe’ yaptı bize Bradbury? Bunun sebebi korku mu, ilgiyi yeniden çekmek mi, pişmanlık mı, değişen kafa yapısı mı yoksa yaşlılık mı bir fikrimiz yok. Tek fikrimiz, bireysel yorumlarımız. Buyurun siz de kendi yorumunuzu kendiniz yapın.
“Romanım hep yanlış yorumlandı. Fahrenheit 451 ne sansür ne de otoriter devlet üzerineydi. Romanım aslında televizyonun okumaya, özellikle de edebiyata ilgiyi nasıl yok ettiğini anlatıyordu. Bu bakımdan romanımda suçlu sandalyesinde oturan devlet değil, bizzat halkın kendisidir”
Şimdi de izninizle George Orwell ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’e geçelim. Ama önce kısaca George Orwell’i tanıyalım: Asıl adı Eric Arthur Blair’dir. 1903 Hindistan doğumludur ve 20. yüzyılın İngiliz Edebiyatının en önde gelen isimlerindendir. Orwell’in yazarlığına en büyük kaynak; yaşadıklarıdır. Zira Orwell bir süre polis teşkilatında çalışmıştır. Bu dönemde şahit olduğu acımasızlıklar emparyalizme karşı öfke geliştirmesine sebep olmuştur. Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün yanı sıra bir diğer meşhur eseri Hayvan Çiftliği’dir. Burada konumuz değildir belki ama gene de kesilmekten, kırpılmaktan, öldürülmekten bıkan ‘hayvanların’ ayaklanmasıdır Hayvan Çiftliği demeden geçemiyoruz çünkü distopik düzene bir baş kaldırı kokusu az da olsa burnumuza geliyor. Orwell ile ilgili bir yorum da, ne kadar doğru olduğu bilinmez, bir ajan olduğudur. Ve bunun aksini kanıtlayacak herhangi bir bilgi yoktur.
7
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’e geçersek... Her distopik düzende gördüğümüz gibi burada da bir ‘beyin yıkama’ söz konusu. Bütün sistem totaliter bir tek partinin elindedir. Ve herkesin beyinlerini istedikleri gibi yıkayıp, manipüle ederler. Kitabı okudukça göreceksiniz ki Orwell’in kurgusu Bradbury’nin kurgusu gibi ‘yalın’ kalmıyor. Çok daha pesimist ve ağır bir havası var Orwell’in. Size sanki Ne yaparsanız yapın, kazanamazsınız! der gibi. Kitapta çiftdüşün tekniği ile kabul ettirilmeye çalışılır yaşayan halka, bu tek partinin motto’ları. Bu şekilde karşıt kavramlar bir arada kullanılarak ( savaş barıştır, kölelik özgürlüktür, sevgi nefrettir.... vs) kişinin bariz gerçeğin tersini kabul etmesi sağlanır. Bütün bunları başarıp, halkı sürekli denetleyen, gözetleyen, hareketlerini kısıtlayıp ona sınırlar koyan, baskılayan, özgürlüğünü elinden alan, kimliğini çalıp, her bir bireyi kendi istediği gibi baştan yaratan bu ‘oluşum’un adı Big Brother (Büyük Birader)’dır. Bu adı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört okumamış olsanız dahi birçok yerde duymuş olmanız mümkün. Kitapta Büyük Birader Seni İzliyor lafı ile anlatılan oluşum, salınan korku, verilen manipülasyon kitapta son sayfaya kadar en ince ayrıntılarıyla gözükür. En büyük korkularınızı üstünüze salabilir Büyük Birader. Bugün uğruna her deliliği yaptığınız şeyden, yarın vazgeçmenizi sağlayabilir. Belki de Orwell insan doğasına en çok burada yakınlaşır çünkü özünde her insanı inandığı her şeyden vazgeçirmek, özellikle korku gibi güçlü bir silahla, her zaman mümkündür. Bunları nasıl yapar Büyük Birader? E onu da okuyup görün. Ve hemen üstteki tabloda gördüğünüzü hayatınızın her anında nereye bakarsanız bakın algılayabileceğinizin farkına varıp, distopyadan ne kadar uzak veya yakın olduğumuza siz karar verin. Ben size sadece bilgi vermeyi denedim, anlatmaya çalıştım.
Anlatmak demişken...
İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz. Ahmet Hamdi Tanpınar
8
SON KALE’M yazan: oğuz güner
Bir Dilin Katli Üzerine
“SAHİBİNDEN SATILIK YOZLAŞMIŞ DİL KELEPİR FİYATA”
Globalleşen (küreselleşen dünya yani şeklen yuvarlaklaşmaya tekabül ediyor) dünya ile birlikte sahip olduğumuz tüm değerlerde yuvarlaklaşmaya başlıyor. Geçenlerde internette gezinirken yeni türemiş bir varlığın cümlelerine şahit oldum. ''-aqşm qrşebilirz dmi ama? bbm izn verrse qelecqm!'' İlk başta cümleyi okuyunca anlayamadım elbet. Sonra birkaç halden anlayan insan bulup telaffuzunu yaptırdım cümlenin. ''Yarın sinemaya gideceğiz, babam da gelecek ama akşam ben sana haber vereceğim; eğer annem izin verirse ikimize.'' Giriş cümlemizde bahsettiğimiz yuvarlaklaşma bu aslında. O kadar yuvarlaklaşmış ki cümle kala kala geriye alfabemizde dahi olmayan harfler, şekiller, şemalar kalmış. Aslında cümlenin gerçek manası: ''Akşam görüşebiliriz değil mi ama? Babam izin verirse geleceğim.” İçinde bulunduğumuz 2011 yılında uzmanlar bu anlamsız cümleleri çevirebiliyor; fakat bir kaç yıl içinde uzman halden anlayan arkadaşa telaffuzunu yaptırdığım cümle gibi ne dediklerini anlamamız için sadece birkaç harf yetecek gibi görünüyor. Peki, ne yapmak gerek bu yuvarlaklaşma, yozlaşmayı engellemek için. Bunun için mahallenin bakkalı Hüsnü Amca'ya başvurduk, vurmaz olaydık. Hüsnü Amca'yı feysbukta bulduğumuz yetmezmiş gibi aramızda şu diyalog geçti (Hüsnü Amca'ya “H” değerini verirsek, bize de “Biz” değerini verelim):
Biz: Merhaba bakkal emmi. H: Slm,qrdaş nslsn? Biz: (Google translate'yi kullandıktan sonra) İyiyiz be emmi sen nasılsın? H: Taklmc baba ya nlsun beaaa!
9
Görüldüğü üzere görüşmeler, diyaframımızdan çıkan düşüncelerin filizlenmesinden önce tıkanmaktadır. Bu hayali Hüsnü emmiler önümüzdeki 50 yıl içerisinde, dünyayı bilmem ama tüm Türkiye'yi kuşatacaklardır. Şimdi içlerinizden bir kaç kişi duruma hiddetle karşı gelecektir. Sana ne eleman istediğimiz gibi kullanırız klavyemizi, dili istediğimiz gibi kullanırız diyeceklerdir, bundan da neredeyse eminim. Onlara tavsiyem var elbette; taze bir ''q'' klavye ile dili istedikleri gibi “qatledebilirler.”
Gelgelelim dilin bir millet için önemine. Bir milletin dini olmayabilir, ırkı olmayabilir, kalıplaşmış kültürü olmayabilir; ama dilsiz bir millet bu dünyada var olamamıştır kanısındayım. Ha, devir değişmektedir. Yabancı âlemlerde durum ne bilmem; ama bizde durum gerek sanal âlemde olsun gerek reel âlemde olsun felaket gitmektedir. Bu dilin akciğerlerine tecavüz eden bireyler gelip en ufak bir dil sürçmesi hatasında veyahut yöresel kelime söylendiğinde olmadık dalgaları geçmektedirler de... Dil devriminin üzerinden çok az yıl geçmesine rağmen ikinci bir dil devrime yapılacak gibi görülüyor. Son Kalem gitmeden elimizi belimize koyalım ki sağlıklı bireyler yetişsin.
Son olarak diyeceklerimiz: -Bu yozlaşmayı, yuvarlaklaşmayı engellemek üzere çıktığımız yoldan elimiz boş döndüğümüz gibi qanqalarıma bir lafım olacak benim de: kib bylr by öptüm gömdüm!
10
Camii Duvarı yazan: sait gülsoy
Bir Ramazan Eleştirisi: Hoş Geldin Pide Ayı Ey sevgili okur, tanışma sayısından sonra HAM’da doğrudan siyaset yazmama kararı aldım ve bundan böyle eleştirel kafa yazılarıyla sizleri rahatsız etmek niyetindeyim. Geçtiğimiz senelerde sosyal paylaşım sitelerinde aynı başlıkta bir yazı yazmıştım ama işi büyütmeye yazıyı yeni ekleyeceğim hususlarla genişleterek buraya taşımaya karar verdim. Bakalım bana geri dönüşleriniz nasıl olacak bu konuda, merakla beklemekteyim!
11 ayın sultanı dediğimiz ramazan ayındayız. “Ah o eski ramazanlar” nidalarını bu sene eskisi kadar duymuyoruz ki bu da “modern ramazanlara(!)” alıştığımızın bir kanıtı olsa gerek. İftar vakti kulağı mahallenin imamına değil TV’deki ezana vermekle başlayan modern ramazan çağı iyice kendisini kabul ettirmiş durumda. Bu mübarek ayda ciddi anlamda rahatsızlık duyduğum adetlerimiz ya da başka deyişle garip ritüellerimiz oluşmuş ve dedim ki; bir yazalım şunları da “farkında olarak mı yapıyor insanlar yoksa farkında değiller mi” öğrenelim. İlk olarak değineceğim konu pide mevzusu. Bildiğimiz ekmekle aynı vazifeyi gören bir nimet olan pide özellikle İstanbul’da ekseriyetle ramazan ayına has bir ekmek çeşidi. Bu hoş bir güzellik ve adet olarak kültürümüzdeki yerini alıyor lakin sofranın olmazsa olmazı olarak algılanması ve uzun kuyruklar oluşturularak “ille de pide, ille de sıcak” şeklinde bir gereksiz bekleyişin mantığını henüz çözemedim. Uzun pide kuyruklarında sabrınızın sınırını mı ölçüyorsunuz, sabredebildiğiniz için sevap kazandığınızı mı düşünüyorsunuz anlamıyorum. Sanki bir ibadetmişçesine kanıksanan, genelde sabırsız milletimizin nadir sabır gösterilerinden biri olan ilginç bir ritüele dönüştüğünü iddia ediyorum ramazan ayında fırından pide alma eyleminin. İkinci mevzu ise ramazan ayının bereketi üzerine olacak. Bereket bolluk demek, azın ya da yoğun var olup çoğalması demek, Allah’ın lütfunün tecellisi demek. Sofralarımızda bir ramazan bereketi var eyvallah ama bir de büyük ramazan israfı var. Maddi geliri az olan aileler bile sofralarını alışverişlerle şenlendirip saraylara layık kılmaya çalışıyorlar. Bereket 11
demek abartı sayıda yemek alternatifli sofralar kurmak suretiyle israf etmek değil ki! Bereket ile israf karıştırılıyor ki çok ince bir çizgidir lütufa mazhar olmaktan günaha gark olmaya geçiş. İsraf demişken bu konuyu gazetelerin dini içerikli kitap, dini konulu materyal yahut Kur’an vermesi ve bunu kuponla yapması hususuna genişletebiliriz. Kupon bir akittir, bir bağlayıcılığı vardır bu kısmında sorun yok ama almayı vazgeçtiğinizde ya da herhangi bir nedenle devam edemediğinizde kupon biriktirmeye, o ana kadarki paranızı boşa harcamış yani israf etmiş olursunuz. Bu tarz kitap, ürün ve eşyaları uygun fiyatlara temin etmek mümkünken gazetelere hem de magazin(dedikodu) sayfası olan bir meta ya bel bağlamak hiç akıl karı bir durum olmasa gerek. Üçüncü husus yenilecek yemeklerin cinsi, şekli, şemalidir. TV’lerde ramazana hazırlık alışverişi diye gösterilen ürünlerin değişmez bir sırası ve içeriği vardır ki bu içerikteki başrolleri de hurma ile pastırma paylaşır. Hurma mübarek nimetlerden birisi onu bir kenara bırakırsak (şimdilik bırakırsak yoksa benim hurma ile alıp veremediğim ciddi mevzular bulunmakta), pastırma manyaklığını ele alabiliriz. Ramazanda yenilmeyecek tek şeydir pastırma, hem yakar susuzluktan hem de kokar rahatsızlık verir etrafa. Sohbetlerin, muhabbetlerin, cami ziyaretlerinin ve komşu-akraba ilişkilerinin yoğun olduğu bu mübarek ayda pastırma tek yenilmeyecek şeydir neredeyse. Tek bir yorum getirebiliyorum bu pastırma fetişizmine o da; “zaten az yiyoruz bari maddi bakımdan değerli bir şey yiyelim” mantığıdır ki okuduğunuzda hiç mantıklı bir fikir olmadığını düşünüyorsunuz değil mi? Siz bunu düşünün ben de size dünyanın en geniş ölçekli hurma üreticisinin ve ihracatçısının İsrail olduğunu söyleyeyim (iktidara selam olsun :p ) ki sofranızdan eksik etmediğiniz hurmalarla besmele çektiğiniz her iftar aklınıza ben geleyim. Ayrıca tadı da güzel değil kardeşim mis gibi zeytin varken, ne hurması ya! Bu üçüncü hususa ek olarak bir de TV reklamlarının Ramazan motifleriyle işlenmeleri var ki kapitalizmin insanın en kutsalı olan dinine nasıl utanmadan ve arsızca saldırabildiğine şahit oluyoruz. Ya dini bir öğe iliştiriliyor bir ürüne ya geleneksel bir motif iliştiriliyor ya da bir şarkı, türkü adapte ediliyor ki içinde ramazan kelimesi geçecek şekilde. Tüketici, samimi, inançlı, saf insanımın da inancı reklam pazarına meze oluyor böylece. Dördüncü ve şimdilik son husus ise çevremde görüp hayret ettiğim, bu ayda kuran “okutmalar”. Okumalar demiyorum “okutmalar” diyorum aman ha dikkat! Yoksa indirilen hatimlerin okunan mukabelelerin ya da en azından okunan bir tek ayetin bile getirdiği sevabın büyüklüğünü tartışmam ama parayla Kuran okuyan ve okutanları dini alıp satmakla suçlayabilirim pek tabi. Düşünün bir ev hanımı Kuran okumayı bilmiyor ve bir Kuran kursu talebesinden rica ediyor, “her gün gel 1-2 saat Kuran oku bizim evde” diyor, çocuk da günlük şu kadar liraya yaparım dediğinde ikisinin de başı din ticaretinden fena ağrır öte tarafta, Sait uyarmadı demeyin sonra. Hayırlı ramazanlar efendim…
12