HamKulturSayı3

Page 1

1

11


İÇERİK

EDİTÖRDEN

Merhaba

3

Bir Zamanlar Sinemada

Yeni Köşemiz

4

İskenderiye Feneri

Edebiyat Dünyasından

10

Camii Duvarı

Felaket Enkazı

14

Son Kale’m

Yaşam Ve Mutluluk

17

Endiku

MEDYA VE

19

MANİPÜLASYON

İlker’in Yatı

29

2


EDİTÖRYAL

Üçüncü sayımızla sizlere merhaba pek muhterem okurlarımız!

Öncelikle gecikmeden ötürü özür dileriz ve sizleri bekletmekten ötürü üzgün olduğumuzu belirtmek isteriz. Dergimiz büyümeye başıyor yavaş yavaş... Bu sayı ile birlikte yeni bir arkadaşımız bizlere eşlik edecek ve ayrıca sinema ile ilgili yeni bir köşemiz aktif olacak. Şimdiden bu yeniliklerin tadını çıkarmanız dileğiyle…

Bizi mutlu edecek yegane şey okunmaktır muhterem okuyucular. Siz okudukça biz yazacağız biz yazdıkça siz okuyacaksınız. Böylelikle güzel bir kısır döngüye gireceğiz. Bu döngüde bize katkıda bulunmak istiyorsanız bir tık uzağınızdayız. Yavaştan esas meseleyi sizlere açmak isterim. Siz de Ham Kültür Ailesinde bulunmak istiyorsanız bize ulaşın ve biz de uygun görürsek aramızda sizi de görmekten hoşnut olacağımızı belirtmek isterim. Her bir okuyucunun içinden aslında fırtınalar kopmaktadır. Yazmak veya çizmek için öncelikle okumak ve görmek gerekir. Bunun farkında olan kişilerseniz zaten siz bize yakınsınız demektir sevgili takipçilerimiz. Umarım bu dileklerimizi gerçekleştirmek yolunda somut adımlar atabiliriz.

Bu sayıyı geçmekle birlikte artık bundan sonraki sayılar her ayın birinde yayınlanacaktır, bilginize sunarım bu bilgiyi de sevgili okurlar. Yeni kalemler aradığımızı bas bas bağırmakla birlikte, sukunetle yeni yazarlar ve çizerleri beklemekteyiz. Her ne kadar mevcut durumda okuyucu sayımız pek fazla olmasa da zamanla okuyucu kitlemizin artmasını canı gönülden umut ediyoruz. İlgili arkadaşlar vermiş olduğumuz iletişim adreslerinden bizlerle kontak kurarlarsa bu hayallerimizi gerçekleştirmek de bir o kadar da yardımcı olmuş olurlar, şimdiden ilginizden ötürü teşekkür ederiz.

Dördüncü sayımızda görüşmek ümidiyle… Esen kalın! Ham Kültür adına. Oğuz GÜNER.

3


BİR ZAMANLAR SİNEMADA Yazan: Oğuz Güner İletişim: oguzhanguner_fb@hotmail.com

Bazı yemekler vardır en özel gününüzde bile sizi yalnız bırakmaz, o güzel gününüze eşlik eder. Bazı müzikler vardır en sıkıntılı anınızda size bir dost olan. Bunlarla aynı familyadan olanların köşesi olsun dedik ve ‘’ Bir Zamanlar Sinemada ’’ adından da anlayacağınız üzere sinema köşemizi açtık. Bu köşemizde izlenilmekten bıkılmayan filmleri, kült olmuş filmleri, hayata bakış açınızı değiştirecek filmleri bırakacaksınız. Sürpriz olarak da yazıların sonlarında ‘’ Kesinlikle İzlenilmemesi Gereken Filmler ‘’ adı altında vakit kaybı olan filmleri, aman okuyucu biz izledik siz izlemeyin diyeceğimiz filmleri küçük bir not olarak belirteceğiz.

Sinemayı sevgilinizle yiyişmek için kullanmıyorsanız beri gelin tam size göreyiz. Ha yok ortam adamıyım ben kardeşim emme gömme filmi lazım bana diyorsanız özel ulaşın buluruz bir çaresini. Sinemayı bir tutku olarak gören dostlarımız için bu köşe biçilmez bir kaftan olacaktır, en azından ben öyle umut ediyorum. Son olarak şunu da belirtelim. Burada belirtilecek filmler arasında ezbere bildiğiniz filmler de olacak, kıyıda köşede kalmış filmler de olacak. Bu konuda içiniz rahat olsun.

İşleyişimiz şu şekilde olacaktır. Tavsiye edeceğim filmin Imdb puanını söyleyip, filmin hikayesiyle ilgili en ufak bir detay vermeden( versem bile azıcık yani annem öyle tembihledi) hangi kitlenin bu filmden etkilenebileceğini ya da nasıl bir ruh haliyle bu filmi izlerseniz fırından çıkacak olan duygunun ne olacağını … bunlar gibi önsezilerle filmleri tavsiye edeceğim.

Köşemizin ilk sayısı vatana millete hayırlı olsun diyerek başlayalım sayın okuyan.

4


WALL-E Imdb puanı: 8,5 Oğuz’un puanı: 9,0

Bu filmden daha şirin bir giriş olamazdı köşemize. Wall E bizim güzel yalnız robotumuz Wall e. Şunu tekrar belirteyim filmle ilgili spoiler bildirimi yapmayacağım içiniz rahat olsun. Katil uşakmış be abi diyenlerden değilim yani kısaca. Bu filmden hoşlanma potansiyeli olanlar oğlak burcu erkeğidir. Film animasyon filmi olup Pixar Stüdyolarından çıkmıştır. Pixar dememin sebebi Steve Jobs Abimize ufak bir göndermedir. O olmasaydı belki de bu filmi izleyemeyecektim. Bu filmi izlemesi gereken kitle hafif duygusal bir ruh halinde olmalı, hayata karşı yeni umutlar beslemeli biraz da hayalperest olursa bu filmden mutlu çıkmaması için tek sebep elektiriklerin gitmesi olur. Vallahi yanaklarınız pempeleşir filmi izledikten sonra. Tek çift izleme durumu sizin sosyo ekonomik durumunuz bir yana nasıl bir film sevgisine-kültürüne sahipsiniz ona bırakıyorum ve bu konu hakkında ağzımın bıçak açmayacağını size söylüyorum. İyi seyirler dilerim INTACTO (ŞANS) Imdb puanı: 6,8 Oğuz’un puanı: 8,4 İspanyol sinemasının enfes bir yapıtı olan Intacto(Şans) filmini tesadüf eseri izledim filmin adından da anlaşılacağı üzerine. Filmi izledikten sonra : - Vay be adamlar şirket olmuş diyeceksiniz buna eminim. Bu filmi izlemesi gereken kitle: ‘’Abi ben var ya çok şansızım be. Cansu işi olmadı, geçen ay başvurduğum iştekiler biz sizi ararız demişlerdi ya ibişler 2 ay geçince aradı, almıyoruz kardeşim dedi, ulan 2 ay geçmiş ne diye ararsın..’’ triplerinde olan kitle kesinlikle bu filmi izlemelidir. Film 2001 yapımı, İspanyol sinemesı falan demeyin gerçekten hoşunuza gitmemesi için çok şanssız olmanız gerekir bu filmin. Bir de filmin bir sahnesi var insan içi sıkışıyor falan… O sahneyi söylemeyeceğim merak edin ve film izledikten sonra bana söyleyin işte şu sahneydi değil mi diye. Güveniyorum sizlere dostlar. İyi seyirler.

5


El Secreto De Sus Ojos(Gözlerindeki Sır) Imdb puanı: 8,2 Oğuz’un puanı: 8,7

Bu filme yüksek puan verme sebebi gözlerimden birkaç yaş damlacık döktürmesidir. Abi hemen oo falan çekme damla dediysem toz kaçmıştı gözüme o yüzden yani.

Film Arjantin’in sosyal durumundan yola çıkarak yapılmış bir film; ama bunu bize aktarırken oldukça çarpıcı bir dille anlattıyor. Pişmanlıklar, aşklar, kıskançlıklar, suçlar… Hayata dair ne ararsanız bu filmde var. Bu filmi izlemesi gereken kitlenin ruh hali sinirli ve öfke kin dolu olmamalı. Yoksa hayatınızda etmediğiniz küfürleri edebilirsiniz benden demesi.

Bu filmi izledikten sonra hayatımızda ne değişecek derseniz ben de felsefe yaparım valla hiç dayanamam. Hayatınızda bir şey değişmeyecek, bir filmden ne beklersin ki… Şakayı bir cebimize koyarsak şayet bu filmi izledikten sonra sanki ben bu ülkeyi bir yerden tanıyorum diyeceksiniz. Evet evet film sanki Türkiye’ de geçiyor ve Türkiye’deki işleyen çarpık sisteme bir eleştiri oku fırlatıyor sanki diyeceksiniz ve ben de o sankiyi çıkar be panpi diyeceğim sizlere, merak etmeyin. Bu arada sanki fazla sanki kullandım be!

İyi seyirler dilerim.

6


Celda 211 Imdb Puanı: 7,7

Oğuz’un puanı: 8

Yine bir İspanyol yapıtı. İspanya, Arjantin gibi ülkelerin filmlerinde bizden bir şeyler bulabildiğimiz için bu filmleri seçiyorum. Celda’nın Türkçe anlamı ‘’ Hücre ‘’ demek, öncelikle bunu belirteyim. Yani sizi bir hapishane filmi bekliyor, bu da böyle biline…

Filmi izlemesi gereken kitlenin kafasında bulunması gereken sorular:

-Suç nedir?

-Suçlu ne kadar suçludur?

-Sistemin kokuşmuşluğu suçu hafifleten sebep midir?

-Esas suçlu baştakiler midir acaba?

Bu sorular kafanızda varsa bu filmi izleyin a be dostlar. İnsan ne için yaşar? Buna herkesin vereceği bir cevap vardır ya da yoktur; ama bu filmde bunun cevabı var. İnsanı insan yapan şey olmayınca neler olur ki sorusunun cevabı bu filmde var. İzleyiniz sadece…İyi seyirler 

7


İZLENMEMESİ GEREKEN FİLMLER

Remember Me: Robert Pattinson denilen elemanın filmi diye izledim, anlayacağınız bu film tırt hiç bulaşmayın! Şeytanın İni: Bu iğrenç filmi zaman ayırıp da izlemeyin. Ağzımı açarsam çok iyi şeyler söylerim bu film hakkında.

Evet bir sayının sonuna gelmiş bulunmaktayız . 4 film tavsiye ettim, 2 film tavsiye etmedim, peki neden? Sinemaya olan saygım tavsiye etmediğim filmlerin sayısını düşürdü; çünkü tavsiye etmiyorsam gerçekten de tavsiye etmiyorumdur sayın okuyan. İyi seyirler diliyorum. Bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle dostlar...

8


İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ Volkan Dinç İletişim: dinc_volkan@hotmail.com

Edebiyat Dünyasından

Merhaba. Size bu sefer edebiyat tarihinin, sanırım tartışmasız dersem ileri gitmem, tartışmasız en büyük ismini anlatacağım elimden geldiğince. Ama hiç de emin değilim ki böyle bir şey mümkün mü? Düşünüyorum ekran başına oturduğumdan beri nasıl başlasam diye ama lafa giremiyorum. Omuzlarıma aldığım yük öylesine büyük ki, sanırım bana hak verirsiniz. Anlatmaya sadece ‘çalışabildiğim’ kişi William Shakespeare. Bir tiyatro yazarı ve şair. Ama bin tiyatro yazarı ve bin şaire bedel. Neden mi?

Çünkü Shakespeare bir insanın sahip olduğu tüm duyguları olabilecek en şiirsel yolla sunar. Shakespeare’nin kahramanları acımasızlıkları, hırsları, kıskançlıkları, bencillikleri uğruna sevdikleri insanlara zarar verirler, sahip olunması gereken değerleri hiçe sayarlar, olması gerekeni oldurmazlar. Ama asıl sorun kendi eksiklikleridir.

Yaptıklarının yanlışlığını anlarlar ve pişman olurlar. Fakat son pişmanlığın faydasızlığı ile de yaşayamazlar. Shakespeare’in trajedileri birer hayat dersidir. Sadece günümüzün değil, yüz yıllardır her çağın sorunu olmuş ezilen değerlerin, hor görülen erdemlerin, ırzına geçilen faziletlerin anlatımıdır.

10


Shakespeare için şu tarihte doğdu şu tarihte öldü demeyeceğim çünkü ölümsüzlüğü tam olarak yakalamış sayılı insanlardan biri kendisi. Fiziksel varlığının ölümünden yıllarca, yüz yıllarca sonra bile değeri hala bilinen bir isim. Buna sebep söyledikleri ve yazdıkları. Onlardan biri: “Beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup aşk sanıyorsunuz”

Gerçekten tutkuyla aşık olup, sonra da gerçeği gören herkesin katılabileceği bir inanış diye düşünüyorum. Sizlere Shakespeare’i sevdirmek istiyorum, okuyun demek, Romeo Ve juliet’i, Hamlet’i, Macbeth’i, Othello’yu önünüze koymak istiyorum okuyun diye. Hatta yalvarmak istiyorum şu geçici dünyada ‘birşeyleri’ en güzel şekilde yansıtmış bu adamı bir görün, duyun istiyorum. Ve bunun için aklıma gene Shakespeare’in dediklerinden başka bir şey gelmiyor:

bir delininki gibi düşüncelerimle sözlerim, yanlış doğru, faydasızca rastgele söylerim. hak ettim ama, yalan yere yemin etmiştim: aktır demiştim yüzüne cehennem karasıyken parıltılıdır demiştim fikrine gece misali karanlıkken. 147ci soneden

Hepimiz okumayı yazmayı biliriz değil mi sevgili okur? Biliriz az çok dilbilgisi de. Zarfı, zamiri, sıfatı ayırt edemesek de duymuşuzdur. Tüm dilbigisi kurallarına gelene kadar en temeli daha ilk okulda öğrendiğimiz okuma yazmadır. Peki Shakespeare’in okuma yazmaya yaklaşımı nasıldır? Böyledir:

-Okumanız var mı efendim? -Evet. Okurum alnımın kara yazsını Romeo&Juliet’ten

11


Shakespeare belki de daha doğmadan önce okunması gereken bir isim. Olması gerekeni anlatıyor çünkü. Hayatta neyi kaçıracağınızı anlatıyor. Hayatta neyi kaçırmamanız gerektiğini anlatıyor. Başkalarının umutlarına kıyıp kendi çıkarlarımız uğruna bir şey hangimiz yapmamışızdır? Kimimiz belki ilk okulda yaptı bunu, gayet masumca. Kimimiz sevdiği için canice. Kimimiz onuru için hırçınca. Kimimiz para için ödlekçe. Ama herkes bir yerde bir yanlış yapmıştır. Kendi çıkarlarını başkalarının çıkarları üstünde tutmuştur. Pişman da olmuştur hele çok büyükse bu pişmanlığı. İşte bu insanların hepsi Macbeth’tir:

'Korkudan yediğim lokma boğazımdan gitmeyecekse, Her gece korkunç rüyalar saracaksa uykularımı Varsın her şey çığrından çıksın, Bu dünya da yıkılsın öteki dünya da, İnsana rahat nefes aldırmayan kuruntularla Beynimizi bir işkence masasına çevirmektense Ölüp rahat etmek daha iyi, Rahat etmek için öldürdüklerimizle.

'Kendini boşuna harcamış olur insan Dilediğine erer de sevinç duymazsa. Yıktığın hayat kendininki olsun daha iyi, Yıkmakla kazandığın şey kuşkulu bir mutluluksa.' Yada hangimiz bazen çekip gitmek istememişizdir bu dünyadan? Hangimiz canımıza kıymanın düşüncesinin verdiği tatlı ve soğuk hoşnutluğu düşünmemiştir. Faturalardan, vergilerden, sıkıntılardan, acılardan, sevdalardan, aşklardan, pişmanlıklardan, yapmak isteyip de yapamadıklarımızdan, ulaşmak isteyip de ulaşamadıklarımızdan, erken gittiklerimizden, geç kaldıklarımızdan... Hepsinden kaçıp kurtulmayı ve o bilinmeze gitmeyi hangi birimiz bir an için bile olsa düşünmedik:

12


Sevgisinin kepaze edilmesine, Kanunların bu kadar çabuk yürümesine, Kötülere kul olmasına iyi insanın Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? Kim ister bütün bunlara katlanmak Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek, Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa, O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya Ürkütmese yüreğini? Bilmediğimiz belâlara atılmaktansa Çektiklerine razı etmese insanı? Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar Yollarını değiştirip bu yüzden, Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. Ama sus, bak güzel Ophelia geliyor. Peri kızı dualarında unutma beni, Ve bütün günahlarımı

Sevgili okur umarım sizi ve günahlarınızı da unutmayacak sevenleriniz vardır hayatlarınızda. Onlar çünkü bize en büyük kötülüğü de en büyük iyiliği de yaptıran. Onlar çünkü bizi canımıza kıymaktan alı koyan.

13


William Shakespeare kısaca hayattır. Hayatın özetidir yazdıkları. Kaçırmamanız gereken trene uyarıdır lafları:

bazen; yıldızları süpürürsün, farkında olmadan. güneş kucağındadır, bilemezsin. bir çocuk gözlerinin içine bakar, arkan dönüktür. ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın. koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın. uçar gider, koşsan da tutamazsın.

Çok mu fazla alıntı yaptım sevgili okur? Ama ne yapmalıydım ki? WS’i sana başka türlü nasıl anlatabilirdim ki sana? Bu kadar şiirsel bir anlatımı, böylesine yoğun bir duygu bütünlüğünü sana nasıl gösterebilirdim? Belki Othello’ya sığınabilirdim:

Şu sabırsızlar da hep böyle akıldan yana yoksuldur Hangi yara birdenbire iyileşmiştir Bizim büyüyle değil, akılla çalıştığımız bilinir Akılla plan kurmak aceleye gelmez zaman gerekir Ama artık bu yazı biterken, böylesine bir ruha ev sahipliği yapmış bedenin yattığı mezarın taşında yazan yazıyı sana okutmak isterim: kadim dost, isa aşkına, dağıtma bu mezarın tozunu. bu mezar taşını koruyanı tanrı korusun. ve kemiklerimi yerinden oynatana lanet olsun

Kendine iyi bak sevgili okur...

14


CAMİİ DUVARI yazan: sait gülsoy iletişim: sagulsoy@gmail.com Kelime mi önce gelir, düşünce mi? Görmek mi öncedir, anlam mı? Bu sorular modernlik sonrası yaklaşımın (postmodernizmin) temel tohumlarıdır aslında. Bu metaforu en iyi tartışan kitap ise Michel Foucault’un “Bu Bir Pipo Değildir” adlı eseridir ki gerçek üstücü ressam Rene Magritte’in bir tablosundan esinlenmiş ve pek çok tablosuna atıfta bulunarak tartışmıştır konuyu. İki insan birbiriyle asla tam manasıyla anlaşamaz, sadece “ortak bir yol” bulur (A.Hamdi Tanpınar ve eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne selam olsun) ki bunu kültürler arası olarak düşündüğümüzde insanlık adına durum daha da vahimdir. Dini kaynaklarda ne der yaradan; (mealen) “ben size öğrettim kelimeleri”. Buradaki kelimeler, olgular, anlamlar pek de dünyevi içerikli değil anlaşılan zira kavimler halinde yaşayan insan toplulukları aynı imajlara birbirinin zıddı anlamlar bile yüklemişler kimi zaman, kimi zamansa birbirinden bağımsız anlamlarla ilişkilendirmişler imajları. Beyaz renk Batı’da masumiyeti simgelerken doğuda yas tutmayı simgeleyebilmektedir. Dünyanın her yerinde temel gıdalardan olan pirinç bizim pilav dediğimize benzer olarak pek çok farklı kıvamda yemeğe dönüşebilmekte ve her biri farklı bir toplumun damak tadına uygun düşmemektedir. Güneyde domates kızarmış tercih edilirken kuzey ülkelerinde yeşilken yenilmektedir. Mesela işaret parmağıyla başparmağı birleştirip bir yuvarlak yaptığımız el işaret dünyanın pek çok yerinde mükemmelliği simgelerken ülkemizde alt anlam olarak eşcinselliği ima etmektedir. Bazı ülkelerde dil çıkarmak saygısızlık kabul edilirken bazı kültürlerde saygıyla selamlama yöntemidir. İşte kültür bu denli farklılaştırarak anlam yüklemektedir imajlara. Bu konuyu çok somut bir hale getirecek kara mizah örneği bir yazıyı sizlerle paylaşarak noktalamak istiyorum. Bu yazıyı internette buldum lakin internetin her şeyi sahipsizleştirmesi nedeniyle kaynağını çok aramama rağmen bulamadım. Her ne kadar asıl kaynağından mahrum olsak da değerli gördüğüm bu yazıyı kullanmadan edemiyorum, hazırsanız buyurun okuyun zira okuduktan sonra düşünce tarzınız az da olsa değişecektir. Dünya çapında bir anket yapılmış. Sadece bir soru sorulmuş: "Lütfen, dünyanın geri kalan kısmındaki yiyecek eksikliğine dair çözüm önerisi olarak kişisel görüşünüzü dürüstçe belirtiniz." Anket büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmış. Çünkü; -Afrika'da insanlar "yiyecek" kelimesinin anlamını bilmiyorlarmış. -Batı Avrupa'da insanlar "eksiklik" kelimesinin anlamını bilmiyorlarmış. -Doğu Avrupa'daki insanlar "kişisel görüş"ün anlamını bilmiyorlarmış. -Orta Doğu'da insanlar "çözüm"ün anlamını bilmiyorlarmış. -Güney Amerika'da insanlar "lütfen" kelimesinin anlamını bilmiyorlarmış. -Türkiye'de insanlar "dürüstlük" kelimesinin anlamını bilmiyorlarmış. -Ve Amerika'da insanlar "dünyanın geri kalan kısmı"nın anlamını bilmiyorlarmış. 15


Yazı aslında üstteki kadar olacaktı dergiyi Ekim başında çıkartsaydık. Bu ülke öyle bir ayı geride bıraktı ki ben de Kasım ayı sayısına yazıyı aynen koruyup biraz da ek yaparak dergiye versem iyi olur diye düşündüm. İlk olarak TSK mensuplarına yapılan katliamla alakalı birkaç şey diyeceğim ki bu satırları okuyan çoğunuzun aklına bile gelmiyorlar artık değil mi? Neden, üstünden bir ay geçti diye mi unuttunuz? İşte bu unutkanlık yüzünden malum mesele bir sonuca bağlanamıyor. “Hayat devam ediyor” zırvasını aklınıza bile getirmeyin, sistemi yönetenler de onu demenizi bekliyor zaten “hayat devam ediyor, olan oldu, ölen öldü, olmuşla ölmüşe çare bulunmaz” deyişleri statükonun umursamazlığını gözler önüne seriyor. 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 31 sene geçmiş ama biz hala ezik, pasif, eyyamcı ve sesini duyuramayan bir toplum olarak kalmışız. Belki ülke ekonomik olarak ilerlemiş, evet ak amcaların dediği gibi her köşe başında bir AVM var ama artık her köyde, her ailede de bir şehit var! Ama biz ne yapabiliriz ki! Değil mi? Hâlbuki bir kımıldasak, bir silkinsek… Biz ne yapabiliriz ki sorusu o zaman anlam kazanacak asıl… Bir de büyük deprem vurdu belimize, acı üstüne acı kıvamında. Doğal afetlerin bilimsel açıklamalarının yanı sıra metafizik olarak da bir şekilde Tanrı’dan geldiğine inanılan topraklarda yaşıyoruz. Daha az isyan adına ve bir acıyı bertaraf etmek için sığınılacak bir sebep gibi gözüküyor, kabulümdür. Yardımsever halkımız da elinden gelen yardımı yapmaya çalışıyor devletin yetersiz organizasyonlarına rağmen Van’daki depremzedelere. Ben olayın çok farklı bir boyutuna değineceğim sadece. Sosyal medyada görmüştürsünüz “mont hikâyesini”. Anlatayım kısaca: Deprem olur olmaz Van'a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine "Geçmiş olsun kardeşim, ben de Gölcük'te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. Maddi-manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme" yazılı bir kâğıt koyan yardımseverin telefonuna 3 gün sonra gelen mesaj ise şöyledir: "Allah razı olsun kardeşim. Şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. Sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım" Ne kadar içten ve samimi öyle değil mi? Ne kadar temiz yürekli insanların yurdu şu Anadolu diye aklımdan geçirirken mikrofon uzatılan bir depremzede devletten yakındıktan sonra hızını alamayıp öyle bir söz sarf etti ki benim bu tozpembe ve iyi niyetle dolu tespitlerimi darmadağın etti. Depremzede “bize devletten bir yardım gelmiyor, kimse bir çadır vermedi, yetkililerden yardım istiyoruz. Bize ancak insanların gönderdiği 3-5 parça eşya geldi onlar da hep kullanılmış şeyleri göndermişler, eski hep” mealinde bir cümle sarf etti ki, titredim! Hadi bakanların eski eşya göndermeyin sağlık sorunlarına neden olabilirsiniz, hastalık oluşturacak mikrop taşıyabilirler uyarısını bir yere kadar anlarım, temizliğini sağladıktan sonra gönderirsin ama bu bahsettiğim depremzedenin dediğini kimse bana izah edemez. İnsanlar kıt kanaat geçiniyor bu memlekette, o montu oraya gönderenin muhtemelen bir üçüncü montu yok. İnsanlar kendi eşyalarını elde ne varsa diye yolluyorlar ve aldıkları cevap “çoğunluğun” minneti de olsa azınlığın hayıflanması olduğunda batıyor işte bazı gönüllere. İstisnalar böyle durumlarda kaideyi bozuyor maalesef… Kalın sağlıcakla…

16


SON KALE’M Oğuz GÜNER İLETİŞİM: oguzhanguner_fb@hotmail.com

YAŞAM VE MUTLULUK

Yaşam nedir? Başkalarının seçtiği bir hayatı zevksiz bir biçimde yaşamak mıdır, sabah 8 de kalkıp işe gidip ,sırf parası iyi diye, akşam 5 de eve gelip televizyon karşısına uzanıp çekirdek çitleyip göt kaşımak mıdır? Hemen hemen herkes buna hayır der ve böyle yapmaya devam eder. Neden bu ritüele uymak ezberlenmiş bir çaresizlik diye devam ederler? Bir filmde görmüştüm, çocuk babasından dayak yiyordu,-ben senin gibi olmayacağım asla diyordu. Aradan yıllar geçiyordu ve senin gibi olmayacağım diyen çocuk kendi çocuğunu dövüyordu. Bu örnekten de anlayacağımız gibi elaleme veririz talkımı kendimiz yutarız salkımı. İnsanoğlu böyle olduğu sürece asla yapmayacağım denilen şeyler sürekli bir halde yapılmaktadır. Zenginin de huzur yok, fakirinde huzur yok , orta gelirlisi de huzur yok. Ulan nerede bu huzur denilen şey, esas merak konusu bu. Sanal alemde gülümseyen bir çocuk fotoğrafının altına yapılan yorumda, işte huzur bu! yazmaktadır. Ertesi senelerde elemanın kendi çocuğu olduğunda gece ağlıyor diye kafasına yastık basmakta olduğunu görürüz. Bu ne riyakarlıktır ki beğenilerimizle başkalaşırız zaman geçtikçe ya da komşunun bahçesi her zaman daha mı yeşildir demeliyiz.

Bu dünyada mutlu olmanın bir koşulu var mıdır, varsa kimse yerine getirmediği aşikar. Ben mutlu bir insan ya da insansı görmedim. Mutluluktan kasıt kısa süreli değil de , neredeyse bir ömür süren mutluluktur. Üniversite sınavına hazırlanır yurdum insanı, kazanır mutlu olur. Üniversitesine gider 2-3 hafta sonra mevcut düzene sövmeye başlar ve mutsuz olur. Mezun olayım mutlu olacağım, her şey yoluna girecek der, sonra mezun olur iş bulur,evlenir vs. kısa bir süre sonra tekrar mutsuz olur. Bazıları evlilikte mutluluğu arar sonra boşanma davalarıyla uğraşır. Bazıları sevdiği işi yapmakta huzuru bulacağına inanır, kısa bir süre sonra bu da anlamını yitirmeye başlar. Nedir bu mutluluğun yolu? Parayla satın alınamayacağı aşikar, olsa ben satın alırdım demiş Benjamin Franklin. Yani dememiştir elbet; ama aklına gelse derdi ne önemi var ki şimdi bunun . Kendi adıma konuşacak olursam, şu ana kadar aklıma gelen hemen hemen her şeyi elde ettim. Sonuç=0. Koca bir sıfırla tekrar yeni hedefler koyuyorum . Kendime diyorum bazen, gençsin olur böyle buhranlar fakat durum sadece ben de değil ki. Çevreme baktığımda neredeyse 2-3 kat yaşımdaki insanların hemen hemen hepsi de bu huzur yok, mutsuzuz gibi söylemlerle karşıma geliyor, en azından öyle olduğunu gösteriyor. Bana öyle bir şey söyleyin ki ömür boyu mutlu olayım. Önermeleri değerlendirecek olursak: SEKS: Çok uzun sürdüğü söylenemez, erken boşalma sorununuz varsa hepten mutsuzsunuzdur. 17


Bilgisayar oyunları: Maksimum ömrü 1 yıl zevk alırsınız. Sonra monotonlukla sevişirsiniz.

Sinema: Mutlululuğu 3-5 saat sürüyor. Kitap okuma: Ömrü kitabın son sayfasına kadar. Al Pacino'ya kulak verelim,Şeytanın avukatı filminden: Peki ya aşk? Fazla abartılıyor. Biyokimyasal açıdan fazla miktarda çikolata yemekten farksız.

Bunun gibi yığınla örnek var. Hepsinde de salt mutluluğu elde edemeyeceğimizi düşünüyorum. He... Aşk meşki önemsemiyorsun diyecekler çıkabilir elbet. Onun da ömrünün maksimum 10 yıl olduğunu düşünüyorum, tabii böyle bir şey mümkünse.

Mutsuz yıllar dileğimle.

18


ENDİKU

MEDYA, YÖNLENDİRME VE YOZLAŞMA (MEDYA VE MANİPÜLASYON) İletişim: webofhonour@hotmail.com İrfan ATEŞ

anipülasyon, yönlendirme, etki altına alma gibi daha çok zihinsel faaliyetleri açıklamada kullanılan bir kavramdır. Haberler izleyiciye ulaşmadan önce medya menajerleri tarafından şekillendirilirler. Sosyal hayatın gerçeklerine uymayan, bilinçli olarak üretilen mesajlar medya menajerlerini zihin menajeri haline getirirler. Realitenin yanlış olarak algılanmasına neden olan içeriği değiştirilmiş haberler birer mesaj haline gelerek kişileri manipüle eder. Manipülasyon, gücü elinde bulunduranların, başka bir deyişle toplumu yöneten veya yönetmeye çalışanların, iktidar ortaklarının halkı kendi ideolojileri doğrultusunda biçimlendirmek, istendik davranışları aşılamak için kullandıkları bir araçtır.

M

Schiller’e göre manipülasyon ancak yarı uyanmış bir kitlenin ortaya çıkması durumunda kullanılır. Doğrudan baskıyla idare edilebilen kitleler üzerinde manipülasyon uygulamak gereksizdir, onlar açıkça söyleneni zaten yaparlar.

İkna yöntemi olarak manipülasyon ortaya çıkan yeni bir olgu değildir. En canlı örneklerinden biri 1945 yılında yaşanmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan çok ciddi kayıplarla çıkan Sovyetler Birliği’nin Amerika’nın varlığını tehdit ettiği Amerikan toplumuna inandırılmıştır.

Manipülataröler manipülasyonu 5 temel mit çerçevesinde uygularlar . Manipülasyon kavramını tam anlamıyla açıklayabilmek için Schiller’in bu 5 mitine değinmek gerekiyor. Bunlardan ilki “Bireyselcilik ve Kişisel Tercih Miti”. Manipülasyon esas olarak bu temel mit üzerine inşaa olmaktadır. Manipülasyon kavramıyla çok tezat olmasına rağmen manipülatörlerin en çok kullandıkları kavram “özgürlüktür”. Yaptıkları özgürlük tanımında bireyselliğin önemine değinirler. Onlara göre bireysellik insanın özgürlüğünü sağlayan ve özgürlüğe hizmet eden en önemli şeydir. Bu sayede üretim araçlarının özel mülkiyette olmasını meşrulaştırırlar, tabii bu da kişinin vazgeçemeyeceği, onun uğrunda savaşması gereken bir hakmış gibi yansıtılır. Bu da beraberinde kişinin mülk edinme hakkı olmadan kişiliğini koruyamayacağı mesajını kitlelere ulaştırır. Bu mit özgürlüğü tamamen kişisel bir olgu haline getirir. Buradan yola çıkarak kişi haklarının grup haklarından önce geldiği ve sosyal organizasyonun temeli olduğu gibi birtakım hayat bulmuştur.Bu görüşler boş zamanın ve maddi ödüllerin arttırılması ile saygınlık kazanmıştır.

20


Schiller’in mitlerinden ikincisi “Yansızlık Miti”dir. Bu mit ise manipülasyonun etkililiği ile yakından ilgilidir. Manipülasyonun etkisinin maksimum olabilmesi için varlığına ilişkin hiçbir unsurun fark edilmemesi gerekmektedir. Manipülasyon gerçek dışı bir realiteye ihtiyaç duyar. Bunun sebebi manipülasyonun varlığını sürekli inkar etmesidir.

Başta siyaset kurumu olmak üzere tüm kurumlar herkese eşit davranıldığı yönünde bir fikir uyandırmak ve bunu pekiştirmek için çalışırlar. Medya da böyle bir güven peşinde koşmaktadır. Medya sahipleri “ gazetecilik mesleği gereği”, yansızlıktan zaman zaman uzaklaşıldığını kabul ederler; ancak bunun kişisel hatalardan kaynaklandığını, kuruluş prensipleri çerçevesinde bir hata olmadığını da vurgulamaktadırlar. Sonuç itibariyle kişisel hataların önüne imkansızdır. Bu söylemle medyada yer bulan yanlı haberler, programlar meşrulaştırılır.

Medyanın kendini yansız olarak yansıtma çabalarından biri de “uzman görüşlere” başvurmasıdır. Hemen hemen tüm kanalların akşam haberlerinde yanlı uzmanlar çıkıp medyanın yansızlığını sergilerler.

Schiller’in üçüncü miti “Değişmeyen İnsan Tabiatı Miti”dir. Bu mitin temelini beklentiler oluşturur. Beklenti sosyal değişimin önünü açan bir faktördür. Bireylerin beklentileri çokken toplumda bir hareket görülür. İnsan doğasının yansıttığı izlenim, kişi davranışlarını etkiler. Bireyler kendi istekleri doğrultusunda değil; kendilerinden beklenildiğini inandıkları şekilde hareket ederler. Zihin manipülatörlerine göre ne insanın doğası ne de dünya değişmektedir. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin bireylerin gelecekte yürütecekleri faaliyetler şeklen değişse de özü bakımından aynı kalacaktır. İnsanlar ileride de aile kuracaklar, onlar için çalışacaklar. Yani insan doğası değişmeyecektir.

Schiller’in konuya açıklık getirmesi bakımından başka bir miti ise “Sosyal Çatışmanın Varolmadığı Miti”dir. Zihin manipülatörleri sosyal bir çatışmanın varlığını reddederler. Onlara göre sosyal çatışmanın kökenleri diye bir şey yoktur. Onlar için “iyi” ve “kötü” vardır. İyiliğin ve kötülüğün ait bulundukları sosyal kategorilerle olan rol dağılımın gerçeklerden uzaklaşması için yeterli bir sebeptir. Medya sosyal olayları anlamada, algılamada ve doğal olarak değerlendirmede son derce yetersizdir. “Sosyal meselelerin incelenmesi halkı huzursuz eder” önermesinden yola çıktığı için medya, sosyal çatışmanın özünü kavramada son derece uzaktır. Medya patronları ve iktidar için yapılacak en akıllı iş, bu tür konuların gündeme getirilmesini engellemektedir. Miti özetlemek, daha net anlaşılmasını sağlamak açısından, Schiller’in de kitabında yer verdiği örneğe değinmek istiyorum. 1960’lı yılların sonunda ABD’de Vietnam Savaş’ını protesto eden göstericilere fazlaca rastlanmaktaydı. Durum karşısında kitle iletişim araçları şaşkına dönmüştü. Kısa bir süre sonra , tabii iktidarın da yardımlarıyla, kitle iletişim araçlarının akılları başlarına geldi. Zencileri, gençleri konu alan filmler yapıldı, sinema perdeleri ve televizyon ekranları bu filmlerin istilasına uğradı. Bu yöntem sayesinde düzenin tekrar yerine oturması sağlandı, aynı zamanda yapımcılar ceplerini doldurdu. Bu mite Türkiye’de çok sık rastladığımız bir örnek 21


daha vermek istiyorum. Dikkat edilecek olursa son 5-6 yıldır (1999 depreminden bu yana) deprem uzmanları kritik dönemlerde (Yeni yasalar TBMM’den geçerken, azınlıklara ilişkin yeni sorunlar ortaya çıktığında…) özellikle görsel basında, yani televizyonlarda, boy göstermeye başlarlar. Amaç –iktidar açısından- o günkü problemin, halkı uyandırmadan (!), üstünü örtmektir.

Schiller’in son miti “Medya Pluralizmi Miti”. Bu mit çeşitlilik ve seçim kavramları üzerine kurulmuştur. Bu noktada bu iki kavramın birbiriyle ne kadar ilişkide olduğu görülmektedir. Seçmek ancak çeşitliliğin varolduğu durumlarda mümkündür. Gerçek seçenekler yoksa seçmek anlamsız ya da yönlendirici olur. Haberlerde olması gereken fikir çeşitliliğinin bir türlü gerçekleşememesinin sebeplerinden biri medya sahiplerinin çıkarlarının çakışmasıdır. Bu noktada medya realitenin tek bir versiyonunu sunmaktadır, o da onların kendi realitesidir. Günümüzde yapımların tek düzeliliği ve birbirinin taklidi olması kuşkusuz herkesin dikkatini çekmiştir. Kanalların her biri olabildiğince fazla izleyiciyi kendi programlarının tiryakisi yapma çabasındadır. Çok güncel bir örnekle söylediğimi somutlaştırayım: BBG Evi ile başlayan “röntgencilik” furyasının etkileri şu anda hemen hemen tüm kanallarda kendisini gösteriyor. Bu formatta yapılan evlendirme yarışmaları şu anda birçok kanalda izleyicinin beğenisine sunulmuştur. Bu programlarda yapılan “şok açıklamalar” aracılığıyla diğer basın organları kendine malzeme çıkarabilmektedir. Kitle iletişim araçlarını sayıca fazla olması özgürce bilgi seçebilme gibi bir şansımızın bize aşılamaktadır. Medyanın amacı izleyicilerin dikkatini kendi varlığı üzerine çekmektir.

Mitler insanlar hükmetmek için kullanılmaktadır. Mitlerin başarısı ve de verimi(!) insanların maniple edildiklerinin farkına varmaları ile ters orantılıdır. Farkındalık azaldıkça mitlerin etkinliği ve gücü artar.

Radyo ve televizyon haberleri çok hızlı bir yayın akışı içinde gerçekleştirilmektedir ve böylece anlaşılması zor bir hal almıştır. En çok yatırım yapılan alanlardan birinin haber havuzu olmasına rağmen haberlere,yarışma programlarına kıyasla, çok az zaman ayrılmaktadır. Bu çelişki bir yöntemle açıklanabilir: Haber Bombardımanı. Haberler izleyici/dinleyicinin anlama düzeyini en aşağıya çekecek şekilde verilmektedir. İzleyiz/dinleyici bir haberden diğerine geçildiğinin farkına bile varmadan haberlerin bitiş jeneriği duyulmaktadır. Haberler sırasında yayınlanan reklamlar halkın bütünü kavramasını engellemekte, böylece gerçeklerin gizlenmesi engellenmektedir. Aynı durum yazılı basında da vardır. Gazeteler, haberlerini sayfalar arasına, reklamlarla iç içe olmak üzere serpiştirmektedir.Amaç haber ile reklamın iç içe geçip, reklamların da haberler kadar dikkat çekmesini sağlamaktır.

Güncellik olgusu, bölünmüşlüğe hız kazandırmaktadır. İzleyici/dinleyiciye haberi taze verme çabası gibi görünenler de aslında manipülasyonun başka bir yoludur. Haberlerin ömrünün kısa olması, devamlı güncellenmesi bir önceki haberin kavranmasını güçleştirir ve dolayısıyla çok kısa sürede unutulmasına sebep olur. Haberlerin yayınlandığı stüdyolarda 22


spikerin arkasında bilgisayar başında çalışan insanların görüntüsü güncellik olgusunun önemini kavramada aslına çok ciddi göstergelerdir. Burada verilmek istenilen mesaj “biz gece gündüz burada size haberi hemen ulaştırmak için çalışıyoruz”dur aslında.

Bu noktada propaganda kavramına değinmek konuya açıklık getirmek açısından işlevsel olacaktır. Propagandanın işlevi insanları belirli bir fikir, ideoloji doğrultusunda güdülemektir. Propaganda, kişilerin dikkatlerini, onlara fark ettirmeyecek şekilde, istenilen noktalara çekmektir. Kitle iletişim teknikleri değiştikçe ve geliştikçe propaganda yaygınlaşmakta ve her alanda kişilerin karşısına çıkmaktadır. Çünkü kitle iletişim araçlarının eğlendirme ve “bilgilendirme”nin dışında başka bir işlevi daha vardır: kişileri toplumun kurumsal yapısıyla bütünleştirecek değerleri, inançları ve davranış biçimlerini kişilere şırınga eder. Propaganda ve kitle iletişim araçlarından söz ederken Toplumsal Denetim Kuramı’na değinmeden de geçemeyeceğim. Toplumsal denetim bireyleri, yani toplumu, bir bütün halinde tutma işlevi görür. Gurvitch bu olgunun açıklanmasında üç noktanın birbirinden ayrılmaması gerektiğini vurgular: Toplumsal denetimin kaynağı, biçimi ve araçları. Gurvitch’e göre toplumsal denetimin kaynağı birey,grup ya da iktidar olabilir; biçimi yazılı ve sözlü kurallar; aracı ise psikoloji baskı araçlarıdır. Kitle iletişim araçlarının bu noktadaki işlevi ve önemi denetimi halka yaymaktır.

Propaganda sisteminin işleyişi fark edile bilinir mi? Chomsky bu soruya ikili bir yanıt vermektedir: Kitle iletişim araçlarının devletin tekelinde bulunduğu ülkelerde, sansür de çok yaygın olduğu için, bu anlaşılır. Ancak kitle iletişim araçlarının özel sektörün elinde bulunduğu ülkelerde propagandanın işleyişini kestirmek çok zordur. Bu tarz ülkelerde medya belli aralıklarla hükümetin veya holdinglerin yolsuzluklarını gün ışığına çıkararak kendilerini genel toplum çıkarlarını savunan kahramanlar olarak ilan ederler. Türkiye’nin bu iki modelden hangisine girdiğini sizlerin takdirine bırakıyorum.

Peki medya haberlerini nerden buluyor? Medya için en önemli şey güvenilir ve düzenli haber hammaddesi akışıdır. İktidar ve popüler holdinglerle şirketler hakkındaki haberler medya için idealdir. Bu noktada medyanın dikkat etmesi gereken nokta halka kendini “nesnel” yansıtmasıdır. Bu noktada, kitle iletişim araçlarının özel sektörün elinde bulunduğu ülkelerde medya bir kısır döngü içindedir. Bir yandan kendini nesnel yansıtmak adına, ara sıra da olsa, hükümetin yolsuzluklarını ortaya çıkarır; öte yandan iktidarı kızdırmaktan kaçınır. Bu açıdan medya kendi çıkarlarını korumak adına doğruluğu kolayca iddia ve ispat edilebilecek, kendisini maddi ve manevi açıdan zarara sokmayacak haber malzemesini kullanır. Hükümet ve iş çevreleri de “haber kaynağı olmanın üstün konumlarını pekiştirmek için haber kuruluşlarının işlerini en rahat şekilde yapmalarını sağlarlar .Bu tarz güçlü çevreler düzenli haber kaynağı haline gelerek araladıkları medya kapısından içeri girerken yanlarına tehdit ve ödül gibi araçları da almayı unutmazlar. Bu araçlar sayesinde rakiplerini medyada temsil edilmelerini engelleyebilir ya da rakiplerinin aleyhinde bir propagandaya girişebilirler. Medya, eğer kendinden beklenilen aksini yaparsa “tepki” alabilir. Tepki niceliksel olarak geniş bir çevreden ya da medyaya maddi ve manevi kaynaklığı yapan bir çevreden gelirse medya bundan büyük rahatsızlık duyar. Başka bir deyişle tepki veren organın gücüyle medyanın duyacağı rahatsızlık doğrusal bir ilişki gösterir. 23


Tepkinin medya açısından ciddi bir tehlike oluşturmasının başka bir sebebi de tepkini çok kısa bir zamanda büyümesi ve yayılabilmesidir. Tepki üreten ya da bu güçte olan odaklar veya kitleler birbirlerinin güçlerine güç katarlar. Hükümet en güçlü tepki organıdır. Kendi doğrularından sapan medyaya aba altından sopa göstererek medyayı doğru yola sevkeder . Az önce bahsi geçen Schiller’in Medya Pluralizmi Miti ile burada bir bağ kurulabilir. Türkiye’de geçtiğimiz 6 ay içinde özel TV kanallarında ruhani ve doğaüstü olayları konu alan hayat hikayeleri dizi şeklinde verilmektedir. Burada dikkat çekici olan bu tarz programların aniden ve bulaşıcı bir şekilde birçok kanalda kendini göstermesi. İnsanın aklına ister istemez bir “acaba neden” sorusu takılıyor; ancak şu an iktidardaki hükümetin ideolojisini anımsayınca akıllarda “ampul” yanıyor. Bu tarz programlar aynı zamanda varolan gündemi destekleyici ya da değiştirici programlardır. Gündem oluşturma kuramına göre, iletişim araçlarını büyük ağırlık verdiği konular, halkın önemli olarak algılayacağı konulardır. Bu kuramın ana varsayımına göre, kitle iletişim araçları halka “ne düşüneceklerini” söylemede çoğu kez başarılı olamayabiliyor, fakat “ne hakkında düşüneceklerini anlatmada son derce başarılılar . Yine çok gündemde olan kaynana ,gelin ve damat adayları konuya açılık getirmek açısından birebir örneklerdir. Kendi içinde durağan olan ve tekrarın tekrarını yeniden üretim diye halkın önüne sunmak medyanın kullandığı başka bir manipüle yöntemidir. Televizyon programlarıyla ortak bir iletiler ve imgeler dünyası yaratır. Gerbner’e göre televizyonu tek haber kaynağı olarak görenler televizyon dünyası ile gerçek dünya arasında ilişki kurmakta zorlanmaktadırlar. Kültürel Göstergeler kuramına göre kişinin TV izleme sıklığı arttıkça gerçek dünyayı algılama yeteneği azalmaktadır.

Bu noktada Baudrillard’ın simülasyon kavramı devreye girmektedir. Baudrillard’ın simülasyon kuramı en sade tanımı ile olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Simülasyon, gerçeğin tüm görsel özelliklerine sahip olduğu halde, gerçeğin kendisi olmayandır .

Simülasyon evreni görünümler evrenidir, yani bir caydırma eylemidir. Caydırmanın en önemli kozu görüntü,ses ve sözü bir arada kullanan medyadır. Baudrillard’a göre kitle iletişim araçlarının temel fonksiyonu kitle toplumunu oluşturmak ve varlığının devamını sağlamaktır. Kitle iletişim araçlarının amacı halka, düzende bir aksaklık olmadığını, her şeyin mükemmel işlediğini kanıtlamaktır. Bu sayede kitle susturuluyor, düzenin amacına hizmeti sağlanıyor. Yani düzen, kitlenin rızasını bir şekilde imal ediyor.

Toplumu yönlendirme de bir başka etkili oluşum ise sosyal medyadır. Sosyal medya bir nevi kelebek etkisi yaratıp kitlesel yönlendirmeyi mümkün hâle getiriyor. Eskiden uluslararası çapta bir haberin CNN’de çıkması ve diğer haber ağlarına yayılması, o haberin teyidi ve toplumun yönlendirilmesi açısından yeterliydi. Sosyal medya ise bu durumu asimetrik biçimde değiştirmeyi başardı. Bireyler açısından haberi alma ve yaya işlevi geleneksel medyadan neredeyse tümüyle sosyal medyaya kayarken, sansasyonel haberlerin sosyal medyada kelebek etkisine maruz kalarak dalgalar halinde yayılması haber ve bilginin doğruluk meşrutiyetinin sınanmadan ve ilk çıkış kaynağının sicilinin önemsenmeden yayılması toplulukları kitlesel yönlendirmelere ve toplu dezenformasyona maruz bırakabiliyor. 24


Bu kitlesel yönlendirmenin belki de ilk büyük örneğine çok yakın bir zamanda şahit olduk: Üsama Bin Ladin’in öldürülmesi! Üsama Bin Ladin’in ölüm haberi o kadar büyük bir tsunami etkisiyle yayıldı ki, ortalık resmen toz duman oldu. Zira bu haber, daha resmi olarak duyurulmadan önce ve hatta bazı verilere göre baş yetkililerin bile haberi olmadan sosyal medyada ilk olarak Keith Urbahn trafından patlatıldı. Halbuki operasyon başlatıldığı sırada ilgili bölgenin yakınlarında oturan ReallyVirtual rumuzlu Sohaib Athar helikopter seslerinden bahsetmeye başlamıştı bile. Ama o da bu seslerin Üsama Bin Ladin’in öldürülme operasyonu ile ilgili olduğunu saatler sonra Keith Urbahn tarafından öğrendi.

İşte o anlardan sonra gerçekle sanalın birbirinden ayrılması epey zaman aldı. Zira sosyal medyada o akşam saniyede 4000’den fazla tweet atılmaya ve Google’da 1 milyondan fazla arama yapılmaya başlanmıştı. Bütün haber kaynakları bu haberi geçmişti. Ve istenen gerçekleşmiş, daha haberin ilk kaynağı bile haberi doğru dürüst doğrulayamadan, haber insanlar nazarında gerçeklik hüviyetine kavuşmuştu.

Elbette ki burada önemli olan Keith Urbahn’ın kimliği ya da Üsama Bin Ladin’in gerçekten ölüp ölmediği değil. Asıl mesele, bireylerin ve toplulukların sosyal medyadaki bilgi akışını, doğrulaması yapılıp, haber kesinlik kazanmadan kabul edip yaymasıdır. Kitlesel yönlendirme doğru birşeyin yayılması için yapılabileceği gibi; yanlış, yalan ve propagandaya yönelik olarak da yapılabiliyor.

Medyadaki yozlaşmayada değinecek olursak: İnsanların, yaşamlarını sürdürmek için yapıp ettikleri her şey onların kültürünü oluştururken, her düzeydeki ve biçimdeki paylaşımları veya etkileşimleri de iletişimi oluşturur. Bu basit tanımlamalara göre bakıldığında, iletişim ve kültür birbirlerinin bir yandan oluşturucu öğeleri, diğer yandan da yönlendirici, biçimlendirici, geliştirici ve dönüştürücü araçları olarak işlev görürler. Şöyle ki insanların ürettikleri değerlerin kültürel bir nitelik kazanabilmesi için yaygınlık kazanması ve insan toplulukları arasında ortak bir paylaşım alanı bulması gerekmektedir. Bu ise ancak iletişim yoluyla gerçekleşir. Buna göre insanlar arasında çeşitli biçimlerde ve çoğu zaman da birtakım araçlar yoluyla gerçekleştirilen iletişim sayesinde üretilen değerler geniş topluluklar arasında paylaşım ve kullanım olanağı bulur. Kültürel değerlerin paylaşım ve kullanım alanlarının genişlemesi ise elverişli iletişim ortamlarının varlığı ile ilişkilidir. Bu noktada akla kitle iletişim araçları gelmektedir. Bu anlamda tarih içerisinde şöyle bir geriye doğru baktığımızda gördüğümüz şey sanayileşme, dolayısıyla da iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle kültürel süreçlerin işleyişi arasında ne denli yakın ilişki olduğudur. Şöyle ki, feodal ilişkilerin geçerli olduğu kapalı toplum yapılarının çözülme sürecine girmesi, dolayısıyla da modernleşme sürecinin hız kazanmasında kitle iletişim araçlarının ne denli etkili olduğu bilinmektedir. Baskı 25


teknolojisindeki gelişmelerle birlikte çok daha kolay ve hızlı basılan gazete, dergi ve kitapların toplumun giderek daha geniş kesimlerine dağıtılması, buna bağlı olarak birtakım özgürlükçü fikirlerin yayılması, kapalı toplumdan açık toplum yapısına geçiş sürecinde önemli etkenlerden biri olarak değerlendirilebilir. Öte yandan geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçilmesi, sanayileşme ve kentleşme sürecinde önemli bir noktaya gelinmesi, burjuva liberal düşüncesinin yaygın olarak benimsenmesi ve buna bağlı olarak da kapitalizmin gelişmesi kitle iletişim araçlarının biçimlenmesine de ortam hazırlamış. Böylece kitle iletişim araçları kapitalist sistem içerisinde yeniden biçimlenerek kapitalizmin kurallarına uygun bir yapıya bürünmüşlerdir. Kapitalist sektör içerisinde yapılanan kitle iletişim araçları doğal olarak içerisinde var oldukları ilişkiler içinde üretilen kültürel değerleri yaymak, yerleştirmek ve pekiştirmek işlevini üstlenmişlerdir. İçerisinde yer aldıkları sistem kitle iletişim araçlarını, dolayısıyla da kitle iletişim kurumlarını ne denli beslerse, onlar da içinde varlık kazandıkları ve yaşamlarını sürdürdükleri sistemi aynı oranda beslerler. Bu karşılıklı beslenme ise daha çok kültürel ortamda gerçekleşir. Kitle iletişim araçları tarafından kuşatılmış günümüz dünyasında ise işleyiş bunun çok daha ötesine geçmiş bulunmaktadır. Yaşamımızın her kesitini kuşatmış olan kitle iletişim araçları, bugün kültürü yalnızca yaymak ve yerleştirmekle kalmaz, onun üretimini de gerçekleştirme noktasına gelmiştir. Dolayısıyla günümüzde kültür ve iletişim arasındaki bu karşılıklı oluşturma ve besleme işleminin yerini kitle iletişim araçlarınca, ticari piyasa ortamında üretilen ve tüketime sunulan kültür ortamı almış bulunmaktadır. O halde günümüz dünyasında kültür açısından düşünüldüğünde kitle iletişim araçlarının temel aktör haline geldikleri anlaşılmaktadır. Doğası gereği insanların, kendilerine ait çeşitli yaşam düzlemleri içerisinde ürettikleri kültürel değerler, bugün onlar için, başkaları tarafından başka ortamlarda üretilmekte ve onlara sunulmaktadır. Dolayısıyla da onların yaşamının dışında üretilen ve tüketime sunulan bu kültür dıştan dayatmalı, sentetik bir özelliğe sahip bulunmaktadır. Ticari kapitalizmin piyasa ortamında üretilen ve çoğunlukla da kitle iletişim araçları kanalıyla insanlara sunulan bu kültürün, onun alıcısı konumunda bulunan insanların ruh, duygu ve düşün dünyasını yansıtmak yerine başkalarının, onun üretim süreçlerine egemen olanların dünyasını yansıttığı bir gerçektir. Burada sorulması gereken asıl soru, söz konusu kültürel üretimi kimlerin, neden, hangi amaçla yaptıklarıdır. Bu soru ışığında günümüz dünyasındaki işleyişe baktığımızda karşımıza iki önemli sektör çıkmakta. Biri kitle iletişim araçlarının işleyiş gösterdikleri iletişim sektörü, diğeri ise kültürel üretimin gerçekleştiği kültür endüstrisi yada kültür sektörü. Her ikisi de ticari kapitalizmin iki dev sektörü ve günümüz kapitalist dünyasının büyük oranda da açıkça görünmeyen, soyut kesitini ayakta tutmaktadır. Soyut kesiti diyoruz, çünkü gerek iletişim gerekse kültür belli ölçüde maddi değer olarak yansımakla birlikte, daha çok da ruh, duygu ve düşün dünyası içerisinde soyut değerler olarak üretilmekte ve tüketime sunulmaktadır. Asıl önemli ve tehlikeli olan da bu boyuttur. Çünkü üretim ve tüketim ortamında soyut biçimde varlık 26


göstermeyen bu kesitin sınırlarının belirlenmesi, dolayısıyla da demetlenmesi oldukça zordur. Kapitalizmin egemenlik alanının alabildiğine genişlediği günümüz dünyasında gerek kültür, gerekse iletişim sektörü sınırlarını uluslararası düzlemde genişletmiş ve küreselleşme sürecinin iki önemli kulvarı haline gelmiş bulunuyor. Nitekim küreselleşmenin düşünsel boyutunun yerleşiklik kazanması, küreselleşme içerisinde biçimlenen kültürel göstergelerin yaygınlık kazanması, küreselleşme bilincinin zihinlere yerleşmesinin temel zeminini kültür, yani piyasa ortamında oluşturulan adının başına bazen kitle, bazen de popüler nitelemesini koyduğumuz egemen kültür oluşturmaktadır. Söz konusu kültür ortamında oluşturulan göstergeler, değerler, bilinç biçimleri, tavır, tutum ve davranışlar ise kitle iletişim araçları yoluyla tüm dünyaya yayılmakta ve insanların tüketimine sunulmaktadır. Bu da kitle iletişim araçlarının rolünün ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Burada sorulması gereken bir diğer önemli soru ise söz konusu kültürel ortamdaki üretim ve tüketim faaliyetlerinin kimlerin öncülüğünde yada güdümünde gerçekleştiğidir. Bu sorunun yanıtı basit. Günümüz kapitalist dünyasına yön veren sermaye sahipleri bu yöndeki işleyişin de başını çekmektedirler. Nitekim günümüz egemen kültürü ne denli yaygınlık kazanır ve ne denli geniş kesimler tarafından kullanılırsa, kapitalizmin baş aktörleri de o denli kendi çıkar dünyalarını pekiştirir, kendi egemenliklerini yerleştirirler. Çünkü sistem onların sistemi, onların hizmetinde olan, onların çıkarlarına uygun bir işleyişe sahiptir ve zaten bütün kuralları ve kurumları onlar tarafından belirlenmiş bir niteliğe sahiptir. Aynı şekilde kitle iletişim araçları da yine aynı sermaye sahiplerinin elinde ve güdümünde bir işleyiş göstermektedir. Burada Marx’ı anımsayarak söylemek gerekirse üretim araçlarına kim sahipse üretim ilişkilerini o belirler, dolayısıyla üretilen değerleri yine o kontrol eder. Günümüz kapitalist sisteminde de ilişkiler bu biçimde sürdürülmektedir. Gerek kültür endüstrisi gerekse kitle iletişim endüstrisi ortamında gerçekleştirilen her tür üretim patronların denetiminde, ortaya konulan her tür değer de onların hizmetindedir. O halde kitle iletişim araçlarının kültürel işlevlerine baktığımızda, özellikle günümüz dünyasındaki mevcut işleyiş açısından durum son derece açık. Kültür endüstrisi ortamında üretilen, insanların, kendi gerçek yaşamları içerisinde yeri olmayan birtakım kültürel ürünler, büyük sermaye sahiplerinin mülkiyetindeki kitle iletişim araçlarının aktarım ve sunum alanında insanlarla buluşmakta ve onların yaşamına aktarılmaktadır. Batı kapitalizminin güdümünde sürdürülen günümüz küreselleşme ortamında ise söz konusu kültürel üretim ve aktarım süreci insanların, içerisinde yaşadıkları kendi gerçek dünyalarının ve kendilerine özgü yaşamların tümüyle uzağında, olabildiğince dışında kalmaktadır. Kapitalist ülkelerin güdümünde bulunan ikinci ve üçüncü dünya ülkelerini bu açıdan ele aldığımızda durum son derece açık biçimde karşımıza çıkmaktadır. Gerek ekonomik gerekse teknolojik olarak gelişimlerini henüz tamamlayamamış, dolayısıyla da dışa bağımlı bu ülkeler bir yandan kültürel açıdan batılı ülkelerin bombardımanına maruz kalkmakta, diğer yandan da kitle iletişim kurumları açısından dış etkilere tümüyle açık bulunmaktadırlar. Kitle iletişim araçlarının işleyişi için gerekli içeriği kendileri oluşturmak yerine dışarıdan, yani batılı 27


ülkelerden her tür program alımını yapan ikinci ve üçüncü dünya ülkeleri, dolayısıyla kültürel ürün ve değerleri de dışarıdan satın almaktadırlar. Ticari kapitalizmin endüstri ortamında üretilen kültürel ürün ve değerleri alarak, genelde de kitle iletişim araçlarının aktarım ve sunum ortamında kendi toplumlarına empoze eden ikinci ve üçüncü dünya toplumlarında, batının ticari ve de sentetik kültürel öğelerinin istilasına uğrayan geleneksel kültürel ortamlar zaman içerisinde özgünlüklerini yitirmekte ve yapısal dönüşüme uğrayarak başka bir şey olmaktadırlar. 1978 yılında UNESCO bünyesinde hazırlanan bir raporda da bu konulara dikkat çekilmekteydi. Mcbride Raporu olarak iletişim literatürüne geçen bu raporda dünyanın tek yanlı bir iletişim ortamıyla karşı karşıya olduğu, bunun da çoksesli bir dünyanın oluşması yönünde önemli bir engel oluşturduğuna dikkat çekiliyordu. Teksesli bir dünyaya doğru giden bu gidişin engellenmesi için de birtakım öneriler yapılmaktaydı. Buna göre teknolojik açıdan geri durumda olan ve kendi kitle iletişim endüstrilerini oluşturmakta zorlanan ikinci ve üçüncü dünya ülkelerine batılı ülkelerce teknik destek verilmesi, ancak kitle iletişim araçlarının içeriğinin oluşturulmasında yerel öğelerin ve değerlerin ağırlıklı kullanılması önerilmekteydi. Diğer yandan ikinci ve üçüncü dünya ülkelerinin toplumlarına, kendi yerel kültürel öğelerini ve değerlerini batılı ülkelere aktarmaları için gerekli alanların yaratılması, olanakların verilmesi de öneri olarak sunulmaktaydı. Aksi takdirde teknolojinin yanında içeriksel aktarımın da aynı biçimde sürdürülmesi durumunda gelecekte çoksesli bir dünyadan söz edilemeyeceği yönündeki tehlikenin pek de uzak olmadığı vurgulanmıştır. Söz konusu raporun üzerinden otuz yıl geçmesine karşın bugün gelinen noktaya bakıldığında durumun gerçekten vahim olduğu görülmektedir. Bırakalım diğer ülkeleri, yalnızca Türkiye’deki duruma bakıldığında bile, bugün söz konusu tehlikenin tam da içerisinde yer aldığımız açık bir gerçek. Yüzlerce televizyon kanalı ve bir o kadar da gazete ve derginin kitle iletişim sektöründe aktif olduğu günümüz Türkiye’sinde özgünlükten söz etmek olanaksızdır. Maliyeti düşürsün diye düşük fiyatlarla dışarıdan alınan kalitesiz programlar ya da taklitleriyle doldurulan kitle iletişim araçlarının toplum için nasıl bir kültürel hizmet yaptığını sormak bile anlamsız hale gelmiştir. Diğer yandan görünüşte çok sayıda olmakla birlikte birkaç patronun mülkiyet alanında faaliyet gösteren kitle iletişim araçlarının yayın politikalarına bakıldığında sahibinin sesinden başka bir şey yansıtmadığı görülmektedir. Hatta bunun da ötesinde medya patronlarının ilişki ağları, bağlantılı oldukları siyasi çevreler ve onlarla kurdukları çıkar ilişkileri günümüz Türkiye’sinde medyanın içeriğini belirleyen başat etkenler olarak dikkati çekmektedir. Bu da medyayı ya da kitle iletişim araçlarını, asıl misyonları olan halkı aydınlatma, bilgilendirme işlevinden uzaklaştırmakta, patronun sesi, patronun çıkarları, patronun ilişkileri içerisine sürüklemektedir. Belli iş ve siyaset çevreleriyle ilişkilenen medyanın haber ve bilgi kaynakları da bu ilişkiler içerisinde biçimlenmekte. Dolayısıyla bazı medya şirketleri için bazı haber ve bilgi kaynaklarına ulaşmak çok daha kolay olurken, diğer bazıları için bu yöndeki ulaşım olanaksız hale gelebilmektedir. Bütün bu ilişkiler de kitle iletişim araçlarının asıl misyonlarını yapmak yerine, işleyişlerini, kendilerine belirlenen özel misyon alanları 28


içerisinde sürdürmeleri durumunu gündeme getirmektedir. Buradan hareketle söylemek gerekirse bu sınırlılıklar, medyanın misyonunun yeni koşullar içerisinde yeniden belirlenmesi vb. durumlar medyanın kültürel işlevlerini de etkilemektedir. Buna göre günümüzde kitle iletişim araçları insanların, kendi kültürel gelişimlerini kendi özgün koşullarında sürdürmeleri için onlara katkı sağlamak yerine, onları kendi özgün kültürel ortamlarından uzaklaştırarak yapay kültürel ortamlara çekmek, dıştan dayatma birtakım kültürel değer ve öğelerle donatmak, dolayısıyla da yabancılaştırmak gibi bir işlev üstlenmiş bulunmaktadırlar. Bu olumsuz gidişi engellemek için öncelikle yapılması gereken şey kitle iletişim araçlarının içeriğini oluştururken özgün kültürel kodları dikkate almak, yerel ve geleneksel kültürel öğelerden yararlanmaktır. Diğer yandan kitle iletişim araçlarının içeriği oluşturulurken medya patronlarının istekleri değil, toplumun, halkın gereksinimleri dikkate alınmalıdır. Bu arada elbette dışa kapalı bir sürece girilmesi önerilemez. Ancak dışarıdan alınacak malzemenin yerel malzemeyle yoğrulması ve özgün bir senteze dönüştürülerek halka verilmesi önerilebilir. Bu toplumda işlerlik gösteren medyanın, öncelikle bu toplumun sorunlarına, koşullarına, ruh, duygu ve düşün dünyasına duyarlı olması gereği unutulmamalı ve buna göre bir yayın politikası oluşturulmalıdır. İnsanlar kitle iletişim araçları dünyasında öncelikle kendilerini, kendilerine ait bir şeyler görebilmelidirler. Kitle iletişim sektörü var olabilmek, yaşamını sürdürebilmek için elbetteki kazanç elde etmelidir, ancak onu kapitalizmin diğer sektörlerinden farklılaştıran temel noktanın kamusal sorumluluk olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

Tüm bu etkenler ve örnekler bize açıkca gösteriyorki; medya çok önemli bir silahtır. İktidar sahiplerinin elinde toplumu istediği yönde etkileme ve istenilen mesajı verme gücüdür. Özellikle manipüle aracı olarak kullanıldığında çok daha tehlikelidir. Yalan haber bir süre sonra mutlaka ortaya çıkacaktır. Fakat çarpıtılan, istenildiği noktaya vurgu yapılan bir haber ya da bilgi beyinlere işlendiği zaman, öyle büyük bir yanılsamaya neden olurki, mevcut gerçek değerini yitirir ve hayali gerçekler kabullenilir. Yanlış ve kasıtlı yönlendirmeler kitleleri sosyo kültürel açıdan büyük değişimlere sürükler. Ve beraberinde yozlaşmayı, benlik bütünlüğü zayıflamasını ve kimlik kaybını getirebilir.

Ayrıca alenen yapılan yönlendirmeler, manipülasyonlar gizli telkin tekniği olan 25. Kare tekniğinden de çok daha zararlıdır. 25. Kare bazı film, animasyon ve reklamlar aracılığıyla insanların bilinçaltına girilip fikir, davranış, arzu ve bakış açısını değiştirirken en azından net bir kaynak gösteremeyerek daha çok karmaşaya sebebiyet verir. Fakat yüzeysel çarpıtmalar, insanlar üzerinde oluşturulan etkiye ispat ve belge niteliği taşıyan bir takım kaynaklar göstererek empoze edilmeye çalışılan düşüncenin temelini sağlamlaştırabilir.

29


29


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.