1
İÇERİK
EDİTÖRDEN
Yeni Yıl
3
Müzik İle Sinema
4
Yazan: Oğuz Güner
Bir Zamanlar Sinemada Yazan:Oğuz Güner
İskenderiye Feneri
8
Yazan: Volkan Dinç
Camii Duvarı
Muhafazakar İkiyüzlülük…
12
AŞK
16
ŞÜPHE
18
Yazan:Sait Gülsoy
Son Kale’m Yazan:Oğuz Güner
Endiku Yazan: İrfan Ateş
2
Yeni Yıl Yeni, yine, yeniden… Bir yıl daha geride kalıyor. Acısıyla, tatlısıyla, yalanıyla, dolanıyla…Günler, aylar, haftalar derken bir yıl bitiyor tıpkı bir ömür gibi. Yeni yıllar garip duygular uyandırır insanlarda. Kimisinde umut; çünkü milli piyango almıştır. Ertesi gün milyoner olmak umudu… Milyonlarca ihtimalden sadece bir olma umudu…Kimisinde geç kalmışlık; çünkü yaşlanmıştır biraz daha. Geçmişe baktığında: Hadi be 2011 mi oldu? Yıllar ne çabuk geçiyor yahu, demiştir. Bu yazımızda gitmek, yeni, vazgeçmek, seçmek ve 2012 kavramlarını karıştırıp önünüze kusmuk gibi bir tanıtım yazısı sunmak istiyorum. Yanlış yaparsam affola! Bunu yaparken biraz da tarzımın dışına çıkacağım. Deneme misali bir şeyler deneyeceğim inşallah din kardeşlerimmmm. Gitmek kimi zaman vazgeçmektir eskiden. Gitmek kimi zaman yeni bir şey görme arzusudur. Gitmek kimi zaman bunu, ona tercih etmektir. Gitmek bir şey seçmektir bazense. Yeni yıldan girelim dedim; çünkü 2011 giderken 2012 geliyor. Aslında bir şey gittiğinde yerini başka bir benzeri dolduruyor. Şekil değişse bile içindeki anlamlar aynı kalıyor zannımca. Hiçbir insana güven duygusu beslenmesine izin verilmiyor mesela. Aşk kavramına 3. Kişi de inanmıyor her zaman. Destek olunması gereken bir yerde köstek olunuyorsa yaşam vâr oluyor. Peki neden? Elimizde romantizm gibi güzel bir şey varken realizmin bokunu çıkarmak neden? Bu önyargılar neden? Eyyyy 2012 sana sesleniyorum! Bana bunlarla geleceksen hiç gelme! İçinde önyargı, köstek, olumluyken olumsuz olma gibi unsurları barındırıyorsan ben sana girmeden sen bana gir ki içimde patlasın bari! Eyy 2012! 2011’e benzeyeceksen hiç gelme, diyorum sana!
Biraz saçmalamaktan sonra gözü yaşlı 2011’i yanıma alarak( yazar burada mazlumun yanında olduğunu belirtmiştir) 2012’ ye kocaman bir hareket çekiyoruz. HOŞGELDİN YA YENİ YIL!!
Oğuz GÜNER Ham Kültür adına…
2
BİR ZAMANLAR SİNEMADA oğuz güner İletişim: oguzhanguner_fb@hotmail.com Yeni köşemizin ikinci sayısından merhaba! Sinema müzikle hep iç içe olmuştur. Yani bazen filmleri efsane yapan oyuncu kadrosudur, bazen yönetmendir, bazen senaristtir, bazen de müzikleridir. Bu yazımızda efsaneleşmiş film müziklerinden bahsedeceğiz ve olağan şekilde süregelecek olan film tavsiyeleriyle yazımızı harmanlayacağız. Tavsiye edeceğim filmler müziklerinden örnek verdiğim filmlerden bağımsız şekilde olacak. Müziklerinden örnek verdiğim filmler ise zaten tavsiyeliktir . İzninizle yol alalım. Where Is My Mind Ooooooh – stop Ooooh – dur With your feet in the air and your head on the ground Ayakların havadayken ve de kafan yerdeyken Try this trick and spin it, yeah Bu hileyi dene ve vücudun etrafında (tam tersine) döndür Your head will collapse Kafan içine çökecek(katalanıp bükülecek) But there's nothing in it Ama içinde hiçbir şey olmayacak And you'll ask yourself Ve kendine soracaksın … Pixies’in bu şarkısına iki filmde tanık oldum. Birincisi Fight Club filmi, ikincisi Mr. Nobody filmi. Şarkı o kadar vurucu yerlerde kullanılmış ki… Adeta insanı hipnoz ediyor. Kesinlikle ve kesinlikle bu şarkıyı dinlemenizi tavsiye ediyorum. Telefonumdaki mesaj sesim bile uzun süredir bu şarkıyla çalıyor. Şarkıyı sek olarak dinledikten sonra dediğim iki filmi cila yapmanız da şiddetle tavsiye olunur( tabii daha önceden izlemediyseniz).
4
Des yeux qui font baisser les miens un rire qui se perd sur sa bouche voila le portrait sans retouche de l´homme auguel j´appartiens … Hold me close and hold me fast the magic spell you cast this is la vie en rose when you kiss me … Bakışlarımı düşüren gözler, dudaklarında kaybolan o gülüş, işte su katılmamış portresi ait olduğum adamın … ‘’La vie en rose’’ Bu şarkı…Şarkı demeye dilim varmıyor oysaki. Sanki İsrafil Sur’a üflüyor insanlar bilmedikleri ve daha önce görmedikleri bir noktaya doğru gidiyor. Evet evet! Tam dolgunluğuyla böyle tarif edilebilir bu şey. Bu şarkıyı ilk duyduğumda ‘’ Jeux D’enfants (Cesaretin Var Mı Aşka?(evet))’’ filmini izliyordum, hem de tek başına. Sonra melodisini duydum ve aşık oldum bu ezgiye. Kesinlikle! Aşık olmuştum, evet. Bu ezgi beni benden aldım, dünyayı dolaştırdı ve sonra tekrar beni bana getirdi. Bu şarkıyı ikinci işittiğimde ( ilk görüşte aşka inanmayanlar için gelsin biraz sonra okuyacaklarınız) Wall-e filmini izliyordum. Hani geçen ay tavsiye ettiğim Volllii. Tekrar aşık oldum, tekrar tekrar ve tekrar. En güzel seslendirenler Edith Piaf ve Louis Armstrong’tur zannımca. Louis Bey Jeux D’enfants filminde kullanılmıştır sesiyle. Vollli’deki sesin kime ait olduğunu tam olarak hatırlamıyorum sayın okuyucular . Jeux D’enfants demişken. Bu filmi izlemeden ölmeyin! 6-7 kere izledim, tam sayıyı hatırlamıyorum, gerisini düşünün artık. Ve tabii ki: ‘’ Cap ou pas cap ( var mısın, yok musun ? ) ‘’
5
İki adet müzikle dört film tavsiye ettim yine çaktırmadan . Hadi Wall-e’yi saymayalım ( geçen ay tavsiye ettiğim için). Şimdi ise içlerinde yeni yapım filmlerin de olduğu tavsiye listeme geçiyorum, saygımlarımla…
Crazy-Stupid-Love (2011) Imdb puanı: 7,5 Oğuz puanı: 8,2
Filmi anlatmayan bir afiş, sakin olun. Öncelikle bunu söyleyim. Filmde Ryan Gosling ve Emma Stone var, ufak bir bilgi olarak belirteyim, mağlum hayranları çok bu aktörlerin. Bu filmi izledikten sonra bir kere iyi ki izlemişim diyeceksiniz kesinlikle! Kahkaha mı atmak istiyorsunuz, aşkı mı yaşamak istiyorsunuz, gününüzü gün etmeye yönelik bir hayat planı mı çizdiniz kendinize. Aradığınız şeyler bu filmde o vakit. İzleyin ve görün…
Into The Wild Imdb puanı: 8,2 Oğuz puanı: 7,7
Yaşamdan zevk alamayan bir insansanız şayet, İnsanlardan, kariyerden, kapitalizmden bunalmışsanız eğer, Bu film sizin için yaratılmış diyebilirim. “Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır, bomboş sahillerdeki coşkudadır. İnsan elinin değmediği bir yerdedir,denizin diplerinde ve gürlemesindedir. İnsanları severim, ama doğayı daha çok severim…” (Lord Byron) Filmde geçen bir replikten alıntı yaparak sona yaklaşayım. Bu kelimeler sizin kafanızdaki ampulü yakabiliyorsa beri gelin, çantamızı alalım ve Alaska’ya gidelim. Yeahhhhh Amigo!!!!
6
Midnight In Paris Imdb puanı: 7,8 Oğuz puanı: 8,7
Woody Allen’ın şehir filmlerinden ikincisidir Paris’te gece yarısı. İlki ikinci filmden bağımsız olmakla beraber ‘’ Vicky Cristina Barcelona’’ Javier Bardem, Scarlett Johannson gibi ünlü yıldızlar başroldeydi Barcelona filminde. Paris’te ise yine Scarlett Johannson’u görüyoruz. Marion Coutilard, Adrian Brody gibi yıldızlarla da kadroyu oldukça zenginleştirmiş Woody Allen. Öncelikle kadro, oyunculuk açısından sıkıntı yaşamayacaksınız. Filmi konusuna gelince spoiler vermeden ufak bir sızdırıyım konuyu. Çift, kadının ailesiyle Paris’e tatile giderler. Erkek kişi edebiyatla uğraşmaktadır. Ve büyük sanatçıların yaşadığı Paris’i keşfetmek ister. Bunda da sanmadığı kadar başarılı olacaktır, adete gerçekmiş gibi…Kesinlikle izlenmeli bu film; ama izledikten sonra ben Paris’e gidiyorum falan demeyin birkaç ay sonra geçmeye başlıyor o his.
Son film, Türk Filmi. Beni Unutma Oğuz Puanı: 6,7
‘’ Birini unutmanın en iyi yolu yeni birini bulmaktır. ’’ Bu replikle başlıyor film. Eskilerden kurtulan iki insanın yaşamlarını ve hayatın tam da olması gerektiği gibi ilerlemesini konu almış orijinal senaryolu bir filmdir ‘’ Beni Unutma’’. Mert Fırat’ın oyunculuğunu yine konuşturduğu ve konunun ilk başta ve en sonda güzel ilerlediği filmin ortalarının yavan olduğu bir filmdir aynı zamanda beni unutma. İzlenmesi vakit kaybı değildir.İyi seyirler.
Bir Zamanlar Sinemada köşesinden bu aylık da bu kadar, saygılarımla… Sanat Aşığı Oğuz GÜNER.
7
İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ Yazan:VOLKAN DİNÇ
Zaman Çarkı döner Ve çağlar gelir gider Olmuş olan, olacak olan Ve olmakta olan Her an gölgenin altında ezilebilir Bırakın Ejder bir kez daha zamanın rüzgarlarına binsin
The Wheel Of Time (kendisinden yazının ilerleyen kısımlarında kısaca WoT diye bahsedeceğim), yani Zaman Çarkı serisi fantastik edebiyatın en çok okunup, en çok satan eserlerinden biridir, belki de en çok okunanıdır. Serinin yazarı, fikir babası, yaratıcısı Robert Jordan adlı güzide insan. Güzide demek yetmez sanıyorum, aşmış demek daha doğru olacaktır. Kendisi 1948 doğumludur ve 1990 itibariyle Zaman Çarkı: Dünyanın Gözü adlı serinin ilk kitabını piyasaya sürmüştür. Seriyi ilk başta ‘aklında’ kaç kitap olarak kurdu bilmiyoruz, fakat sondan bir önceki kararı onuncu kitap ile bitmesiydi; fakat bitirmedi ve onbir ile onikiyi yazıp on iki ile finali yapmayı planladı. On biri bitirdi fakat on iki bitmeden bu dünyadan göçtü gitti. Daha ‘Şaheseri’ bitmemişti fakat bizim asla bilemeyeceğimiz sebeplerden ötürü öldü. Ölümünün ardından Zaman Çarkı serisinden yapılacak bir alıntı, çok yerinde olacaktır: “Çark dilediği gibi dokur.” Ölümünden sonra Brandon Sanderson Jordan’ın kalan notlarından seriyi devam ettirmek gibi çok çok zor bi görevi üstlendi. Bu ağır yükün altından on iki ve on üçüncü kitapla oldukça iyi bir şekilde kalktı ve şimdi gözlerimiz son kitap olan on dördüncü kitapda (– On iki son değil miydi? – Değildi). Jordan’ın vefaatından sonra son kitabı bir nevi ‘üçleme’ olarak yayınlama kararı alındı. Bu iyi miydi, kötü müydü emin değiliz. 8
Jordan olsa nasıl olurdu emin değiliz. Fakat bir şey var ki; memnunuz durumdan çünkü Sanderson bu yükün altından oldukça iyi bir şekilde kalkıyor. Şimdi isterseniz serideki kitaplara bir göz atalım, isimsel ve zamansal olarak: Dünyanın Gözü (1990) Büyük Av (1990) Yenidendoğan Ejder (1991) Gölge Yükseliyor (1992) Göğün Ateşleri (1993) Kaos Lordu (1994) Kılıçtan Taç (1996) Hançer Yolu (1998) Kışın Yüreği (2000) Alacakaranlık Kavşağı (2003) Düş Hançeri (2005) Fırtına Toplanıyor (2009) (Robert Jordan + Brandon Sanderson) Geceyarısı Kuleleri (2010) (Robert Jordan + Brandon Sanderson) Işığın Anısı (2012’nin Başları) ) (Robert Jordan + Brandon Sanderson) Eğer WoT serisinin on dört kitaplık bir seri olduğunu bilmiyorduysan ve bunu yeni öğrendiysen, içinden ‘Yuh’ veya ‘Nerede çokluk orada fok balıkları sürüsü’ gibi düşünceler geçirme sevgili okur. WoT’un onbin sayfayı aşkın hazinesi hiç bir yerinde fok balıkları barındırmıyor. WoT’u okuyup bitirdiğinizde diyebileceğiniz tek şey ‘Keşke okumasaydım’ olacaktır; çünkü böyle bir edebi şaheseri bir daha okuyamayacak olmak (sıfırdan) canınızı acıtır, yüreğiniz burkar. Keşke her şeyi en baştan öğrenebilseydim dersiniz. WoT serisi inanılmaz derecede detaylı ve özenli bir kurguya sahiptir. Her karakterin gelişimini gözlemek mümkündür seride. İlk kitapta çocukluklarıyla tanıştığımız yazarlar, dünyayı yönetecek, yıkacak güçlere dönüşürler. Karakterleri, kişilikleri gelişir ve bunlar okuyucuya en iyi şekilde hissettirilir. En ufak şey yüzünden kavga eden ‘çocukların’, serinin sonlarına doğru ordulara yön ve emir verip savaşlar kazandıran ‘komutanlara’ dönüşmelerine şahitlik ederiz. Serinin hikayesini şöyle özetleyebilirim sanırım ya da durun, özetten önce bir alıntı gelsin. Affet n’olur sevgili okur, bayılıyorum ben alıntı yapmaya: 9
Kara Av'ın sürdüğü günlerde,sağ elin tereddüde düştüğü ve sol elin yoldan saptığı günlerde,insan ırkı Alakaranlık Kavşağı'na gelecek ve Gölge'nin rüzgarları güçlenirken var olan,var olmuş olan ve var olacak olan herşey bıçak sırtında dengede duracak
Ejder Kehanetleri'nden Hikayede hem iyinin hem de kötünün kehanetlerine zaman zaman yer verilmiş durumda ve bu onlardan biri. Şimdi kısaca size hikayeyi anlatmak istiyorum: Zaman Çarkı bir başka dünyanın döngüsel tarihindeki bir çağı anlatır. İyi ve kötü arasındaki sonu gelmeyen savaş tekrar başlamak üzeredir. Dünyayı ele geçirmeye çalışan Shai'tan (bildiğimiz şeytan), asırlar süren topyekün bir savaş sonunda Lews Therin Telamon liderliğindeki erkek Aes Sedai 'ler tarafından bir ‘zindana’ hapsedilir ve zindanı mühürlenir. Shai'tan, hapsedilmeden önce, erkek Aes Sedai 'lerin gücünün kaynağı olam saidin'i ‘lekeler’ ve ilerleyen günlerde hepsinin delirmesine ve muhteşem güçleriyle yeryüzünün şeklini değiştirecek ölçüde yıkımlar yapmalarına sebep olur. Asırlar sonra küçük bir köyde, sıradan bir delikanlı olan Rand'ın ve arkadaşlarının hayatı korkunç yaratıkların saldırısı ve onu kurtaran Moraine tarafından sonsuza kadar değişir. Rand, Lews Therin Telamon'un yeniden bedenlenmesidir (Yenidendoğan Ejder) ve Karanlık Varlık serbest kaldığında onunla savaşmaya yazgılıdır. Arkadaşları Matrim Cauthon ve Perrin Aybara'da Kırılıştan önceki kişilerin yeniden bendenlenmesinden etkilenmiştir. Seri boyunca Rand'ın çobanlıktan dünyanın kurtarıcısı ve yıkıcısı olan Yenidendoğan Ejder'e dönüşümü ve dünyayı da beraberinde de dönüştürmesi anlatılır. Karakterler sayıca kalabalık, detaylı ve kendi içinde bir bütündür. Her birinin zihinlerinden geçenler ve dönüşümleri didik didik edilir. Toplum yaşamı, tarihinden giyim-kuşamına, davranış tarzından mimarisine kadar detaylarıyla tasvir edilir. Ve bu yapılan tasvirlerin hepsi akla sanki kazınır. Hikayede geçen ‘Tar Valon’, ‘Taş’ gibi mekanlar ‘Callandor’ gibi kılıçlar aklımızda o kadar ustalıkla yaratılır ki (Ölüm omuzlarımdan aşıyor, ayak izlerimi takip ediyor, ben ölümüm! - Rand al'Thor - Callandor'u alınca), okuduktan yıllar sonra bile hala zihinlerimizdedir. Hikayede geçen ‘Güç’ ikiye ayrılır. Bir saidar bir de saidin vardır. Biri Güç’ün dişil diğeri erkek yarısı. Ama hikaye ilerledikçe bu Güç o kadar detaylanır ki, Tek Güç ve Gerçek Güç çıkar ortaya. Birbirinden farklı ırklar o kadar çoktur ve kendi karakteristik özellikleri o kadar detaylıdır ki bu kadar geniş bir dünyanın sanki yaşanmışçasına anlatılması, onu yaratan beyni ayakta alkışlatır, kitaplardan biri bile okurken elden düşmez. Fakat fantastik edebiyata ‘başlamak’ için büyük ihtimalle yanlış seçimdir çünkü ağır gelebilir, gerek dili gerekse kurgusuyla. O yüzden tavsiyem önce bir klasik olan Yüzüklerin Efendisi ile bu fantastik edebiyat dünyasına girmeniz ve sonra Zaman Çarkı’na geçmeniz. Ya da şu sıralar dizisi çok popüler olan Buz Ve Ateşin Şarkısı serisi ile de bu dünyaya girebilirsiniz. Ama yeri gelmişken söylemeden de geçmemeliyim bence, Yüzüklerin Efendisi serisi de ‘kesinlikle’ okunmalıdır. Dilindeki ‘edebi’ yan başka hiç bir fantastik edebiyatta yoktur. 10
Hikayeyi anlatmak size sıpoylır vermek anlamına gelir bu yüzden bundan uzak duruyorum fakat söylemek istediğim bir şey var ki benim seride en çok hoşuma giden şey deli adamın ve ana karakterimiz Rand Al’Thor’un konuşmalarıdır. Karşılıklı konuşmalar mı? Hayır. Yukarıda bahsedilen Kardeş katili Lews Therin Telamon aslında Rand’tir, Rand de Lews Therin Telamon. Eski çağda ölmüş bu adam tekrar gelmiş ve Rand’ın beynine yerleşmiştir ve bedenini kontrol etmenin peşindedir. Ve Rand’ın kafasının içinde bu adamla yaptığı konuşmalar, karakter bozuklukları, şizofrenik eğilimleri, delirmesi, çıldırması, akıllanması, huzurlanması, olgunlaşması, çocuklaşması, bir cani gibi katletmesi, bir baba gibi koruması, bir aşık gibi sevmesi, bir koca gibi koruması bana göre bu hikayenin en can alıcı kısımlarıdır. Kardeşkatili’nin kendini asla affetmediği bir olay vardır Efsaneler Çağı’nda gerçekleşmiş ki o da şudur: İlyenanın gülüşünü bir daha duymak için dünyayı yakarım odun olarak ruhumu kullanırım Hikayede Karanlık Varlık’ın yandaşları olan Terkedilmişler vardır, saraylar içinde dönen oyunlar vardır – ki hepsi son derece zekice yazılmış ve kurgulanmıştır- sadece olması için orda değildir, olması güzel ve zekice olduğu için ordadır –en eğlenceli karakter olan Mat vardır, en delikanlı karakter Perrin vardır (– kurt mu adam? – bilemem ), yaşlı ama elinden her iş gelen Tom amcamız vardır, Yılanlar ve Tilkiler vardır (– o ne be? – anlatılmaz yaşanır), Güç’ün ustaları Aes Sedai’ler ve onların muhafızları vardır ve içlerinde en sevdiğimiz olan Al'lan Mandragoran - ki kendisi son Malkieri’dir ve onun da hikayesi ayrı bir savaşa dönüşür ve şu lafı akıldan çıkmaz: to stand against the shadow as long as iron is hard and stone abides. to defend the malkieri while one drop of blood remains. to avenge what cannot be defended- , Yüzyıl Savaşları vardır, vardır, vardır vs vs vs...... Kısaca (yuh kısacası mı kaldı artık kaç sayfa oldu) Zaman Çarkı serisi Robert Jordan isimli bir dehanın başyapıtıdır ve fantastik edebiyatın benim nezdimde en guzide en değerli örneğidir. Kitaplıkta tek başına bir raf hak eder ve alır. Yazımı izninizle çok kısa ama bir o kadar öz br alıntı ile yapacağım. Sevgili okur eğer fantastik edebiyata az da olsa ilgin varsa Zaman Çarkı’nı kaçırma. Görev dağdan ağır kılıçtan keskin.
11
Camii Duvarı İletişim: sagulsoy@gmail.com
Muhafazakar İkiyüzlülük Ve Cinsi Ayrımcılık
Bu güne kadar pek çok kez âşık oldum ama bunların çoğu platonik kaldı. Bazen yazmak için kendime ruhsal acı çektirmem gerektiğinde âşık oluyordum ki aşkı terminolojik olarak yanlış tanımladığımın farkındayım bu cümlede. Aşk, hoşlanmanın, sevginin ve güvenin zamandaki türevdir bilimsel olarak tanımlandığında. Önce hoşlanırsın, saygı duyar, yer edersin ve nihayet her şeyi göze alacağın güven eşiğini aştıktan sonrasıdır aşk. “Pek çok” dedim ya başta hoşlanma onlar aslında; isteme ve elde edememe sonucu yaşattığı duygusal kaos yazarken ilham aldığım noktalardan biri (bir diğeri de öfke, bazen insanları sırf yazabilmek için kırıyorum, öfkeden doğan kırgınlıklarla beslendiğim oluyor düz yazılarımda) olduğundan pek çok kere tercih ediyordum. Her neyse, pek çok kez “âşık” oldum bu güne kadar ve onları anlatacağım bugün size. Derdim bu sefer biraz iç dökmek, bir şey çıkartır mısınız, sanmam… Daha orta yaş bile sayılmayacak ve gerçek manada bir ilişkisi olmayan bir adamın aşka dair yazacaklarından ne ders çıkartabilirsiniz ki? (Zaten ben konuyu olabildiğince çarpıtıp sosyal çıkarımlar yapacağım sizin yerinize.)
Ataerkil toplumların cinsi ayrımcılıkla çocuk yetiştirme dangalaklığının fiziki boyutunu anlasam da soyut boyutunu bana kimse izah edemez. Kız ya da oğlan çocuğu olmak, toplum içinde öğrenilen rollerle kadın ve erkek bireyler olmak bir toplumun işlemesini ve devamlılığını sağlayan zincirdir, eyvallah ama inanç, iman, töre, namus, bekaret gibi soyut varlığı daha yoğun kavramların da sosyalleşen çocuklara cinsi ayrımcılıkla öğretilmesi toplumun sapık olmasına sebep olmuyor mu? Ne demek istediğimi daha iyi anlatacağım merak etmeyin, hatta o kadar iyi anlatacağım ki tek örnek yetecek. Evlilik yaşına gelmiş erkek çocuklar için “muhafazakâr ve dindar ailelerin, tesettürlü hanımları” gündelik sohbetlerinde erkek çocukları için şunu zikredebiliyor bu toplumda: “Gezsin kızlarla nolcak, 10 taneyle gezer birini alır”. İşte bu namus ve bekâret üzerine soyut cinsi ayrımcılıktır. Bu cümleyi kız çocuklarınız için de kurun de diye çıkıştığımda aile ortamlarında bana gelen ilk tepki “terbiyesizleşme” oluyor ki bu da bir başka sorunu cinsi ayrımcılığı üreten sistemin savunucularının kadınlar olduğunu ortaya koyuyor, hem de anne rolündeki kadınlar! Konuyu din üzerinden anlattım zira benim çevremde yazılarımı okuyanların çoğu muhafazakâr, dindar ailelerden yetişen bireyler. Bu uyarlamayı sosyo-ekonomik statüyle de ele alabilirsiniz mesela; “Aman bizim oğlan da geziyor önüne gelen kızla, geziyor da evlenecek de değil ya. Vakti gelince buluruz ailemize yakışan bir kız” cümlesi kuruluyordur muhtemelen (kurulmuyor diyenler için ülkemiz TV dizilerinin reytingleri pek böyle söylemiyor ama!). Bu cümleyi kızları için de kurabilen bir güruh varsa onlarla cidden tanışmak isterim.
12
Meseleyi anlatabildim herhalde… Ben size aşklarımı anlatacaktım; ama hazır bu kadar girmişken konuya biraz devam edeyim kusuruma bakmazsanız.
Cinsi ayrımcılık dedik ve “namus” ve “terbiyesizlik” kavramları civarındaki yansımasını anlattım size. Nasıl ki “Ne de olsa kız çocuğu, 10 erkekle gezer biriyle evlenir” cümlesi yadırganan bir cümle ise şunun da yadırganması gerekir; “Bizim oğlanın kız arkadaşı çok valla”. Bu yadırgamak bir kenara övünç kaynağı olmakta söyleyen için. Bu cümlenin meâlini vermek gerekirse “bizim oğlan maşallah, erkek cinsiyetinin tabiatından gelen mümkün olduğunca dişiyi dölleyip üremeye ve soyunun devamlılığını garantiye alma yolunda gerektiği gibi davranıyor” açıklaması yeterli olacaktır sanırım. Yeterli olmadıysa bir de şöyle bir niyet okuması yapayım; ama ağar kaçarsa günahı benim değil; “bizim oğlan yatıp kalkıyor işte el âlemin kaşarlarıyla, evleneceği zaman namuslu bir aile kızı buluruz”. Bu bilinçaltına yerleşen sosyal yapı ve cinsi ayrımcılık aslında “aile” kurumunun da varlığını temelden tehdit etmektedir ki birazdan kısaca anlatacağım. Ben kendi içinde olduğum ortamı gözleyerek bunları yazdığımdan iş muhafazakâr ve dindar olduğunu iddia eden kesimin ikiyüzlülüğüne denk geliyor. Şöyle ki hayatları boyunca Kur’an okumamış ama bağnaz ve dogma dolu bir imanla cennet kovalayan da bir güruhtan bahsettiğimizin altını çizelim ve şunu diyelim; İslam’da olmayan bir cinsi ayrımcılığı sen nasıl medeniyetinde üretir, barındırır ve devam ettirirsin? Kur’an da direkt ayet çevirisi olarak (yani ayet olarak, tefsire girip yoruma kaçmadan) bir denklikten bahsedilir, evlilik öncesi cinsel ilişkiye girenlerin birbirleriyle evlendirilmesi, evliliğe kadar bekâretini koruyanların da birbirleriyle evlendirilmesi salık verilir. Ama yukarıda bahsettiğim sosyal yapındaki bilinçaltına işleyen ve normalleşen cinsi ayrımcılık bu sınırların erkek lehine aşılmasını sağlamaktadır. Aile kurumu bir şekilde tahsis edildikten sonra da evlilik öncesi cinsel deneyimi olan “erkek” ya da “kadın” (bu makalenin sahibi olarak ben bir ayrımcılık yapmak istemiyorum nihayetinde) evliliğin kendisine sunduğuyla sınırlı kalmak istemeyebiliyor. Aslında bir bakıma toplumun devamlılığını, cinselliği, üremeyi resmileştiren ve biçim veren bir kurum olan evlilik daha başından çatlak tuğlalarla inşa edilmiş oluyor. Aşklarımı anlatacağım size diye aldım kalemi elime ama geveze elim durmuyor başlayınca işte. Bir paragraf daha sabır rica edeyim izninizle…
Yukarıda yaptığım tüm tespitleri bağlayacağım paragrafa geldi şimdi sıra. Nasıl toparlasak bilmem ki, böyle dağınık kalsa daha mı etkili olur diye düşünmüyor da değilim. Bir arkadaşımla bu konuyu laflamıştık geçenlerde o muhabbette dediklerimi sizinle de paylaşırsam konuyu paketlemiş oluruz. İnanç sistemi olarak doğuya ait olan bir sistemi sahiplenmişiz fakat sosyalleşme anlayışı olarak batıya öykünüyoruz. İşin ilginci dini inancı güçlü olmayan bireyler değil sadece kendisini dindar, muhafazakâr olarak tanımlayan bireyler, aileler de bu sosyalleşme sisteminin içinde, normalmişçesine yaşıyorlar. Biri yukarıdaki tespitleri yüzlerine vurduğunda sinirleniyorlar. Hak verseler dahi bu tespitlere o gece uykuya daldıklarında bilinçaltının derinliklerine yerleşmiş olan hâlihazırdaki yapının piranaları “normal” olanın dışındaki bilgileri öğütüyor. Bir genç İslami koşullara göre bekaretini korumuş olarak ama bir cemaat, tarikat kurgusuna kendisini katmadan evlenme 13
yaşına geldiğinde büyükleri ona “gençler artık kendileri buluyorlar, görücü usulü mü kaldı” dediklerinde yaşanıyor asıl travma. İkiyüzlüce yaşayanların bu kültürel sistemde yerleri zaten hazır, olması gerektiği gibi yaşayanların travmasını çözemeyince de ortaya bastırılmış cinsellikten kaynaklanan sapıklar ve üçüncü sayfa haberleri çıkıyor nihayetinde. Mesele aile kurumunun değerini korumak mı, cinsi ayrımcılığın kendisi mi ya da neden olabileceği toplumsal travmalar mı bilmiyorum, belki hepsi de ama şunu biliyorum ki Kur’an daki denklik önemli ve evlenmek değil evlendirmek “farz” bu da demek oluyor ki “görücü usulü” dediğimiz şey değil belki ama “gösterici/tanıştırıcı” usulü bir aracı kurum üretmeliyiz. Bunu yaparken de kız ve oğlan çocuklarının, ergenlerin sosyalleşme mecralarını, cinsel kimliklerini ve bunların soyut kavramlarla ilişkisinde ayrımcılığa neden olacak söylemlerden kaçınmalıyız. Bir başka deyişle toplumda evlilik öncesi cinselliği normal gören ahlak sistemleri olabilir lakin yanlış olarak görüp de normalmişçesine entegre olmak sakat beyinli bireylerin kuracağı ailelerde sapık nesiller yetişmesine neden olur. Evlilik öncesi cinsel deneyim yaşamamak da cinsel özgürlüğün bir parçası olarak değerlendirilmeli ve teminat altına dürüstçe alınmalıdır sosyal yapı içerisinde. Kaddafi’nin (oha, Kaddafi’ye de bağladım ya bu yazıyı, helal olsun bana) kurduğu İslami sosyalist bir sistemdi ve bizim sosyalleşme sistemimizin atası olan ülkelerce yıkıldı. Libya’da ergen gençlerin birbirlerine uygun olanların tanışmalarını sağlayan bir sosyal yapı, evliliğe karar verenlerin evlenmelerine maddi imkân veren bir sosyal devlet anlayışı vardı; denkleri, mümkün olduğunca erken, toplum tarafından evliliğe ve aileye, İslami sistemle kurgulanan bir cinselliğe yöneten bir sistem vardı ve yeryüzünde tekti. Aynı sistemi kuralımdı yok şer’i hükümlerle yaşayalımdı, yok bilmem ne falan demeyeceğim sadece düşüncelerimizle, dünya görüşümüz, inanç sistemimiz hakkında bilgi sahibi olalım ve ikiyüzlülükten kaçınalım diyorum o kadar.
Bu kadar yazdığım paragrafın yola çıkış noktası aşktı. Bu kadar sözü de aşkı sevişme olarak algılamayan insanlar için “aşkım” diye seviştiği kişiye seslenenleri deşifre etme amacıyla yazdığımı söyleyeyim. Sulandırılan kavramlarla Özal sonrası bir nesil… Müzik, alkol ve seks… Ya da MTV, diziler-maçlar ve “gençler kendileri buluyor artık”. Heh işte ben bunca gereksiz düşünce (!) kafamda dolaşırken birkaç kere gerçekten âşık oldum. Pek çok kez platonik olarak kullandım çevremdeki kadınları, itiraf ediyorum ama bu en azından cinsel olarak kullanan muhafazakâr aile çocuklarının kötü niyeti gibi değil de edebi eser olarak geri dönen bir enerji kaynağı gibiydi. Saçmalamayı kesiyorum, haklısınız… Şu son paragrafta okumayı hala bırakmayıp okuyorsanız size gerçekten âşık olduğum kızlarla nasıl deneyimlerim olduğunu kısaca anlatarak sözümü tutayım bari… İlki ortaokuldaydı, gerçekten hoşlanmıştım, söylemiştim, saygı duymuştum ve güvenmiştim ama lisede ayrı okullara düşünce gözden uzak gönülden uzak olarak rafa kalktı bu aşk tüm tamir çalışmalarıma rağmen. Bir diğeri lise sonda olmuştu (lise ve üniversitede genelde ülkeyi kurtardığım için, kendisi aşırı dindar olmayan bir sülale tarafından radikal İslamcı olarak yetiştirildiğimden fazla sosyalleşemedik) hoşlanmış ve söylemiştim. Söylediğimde verdiği tepkiyi umarım bir gün unuturum ve sonra kaçmıştı… Nasıl yani mi? Bildiğiniz koşarak… Gerçi saygı ve güven kısmına uzayamamıştı benim tek taraflı hoşlanmam kız mekândan uzayınca ama ben 14
sevmiştim be! Üniversitedekiler de teknik olarak aşk sayılmıyor elbette bu saygı ve güven sabitlerini formülden çıkartmazsak ama ben hoşlanmak dışında şeyler de hissetmiştim. Birisinde işçi çocuğu ve ülkücü olmam yüzüme vuruldu ve sosyal tabaka mağduru oldum (aha böyle de bir kapitalist anım var yani) bir diğeri de… Neyse o bana kalsın hâlihazırda… Taa en başından olmayacağı belliydi ama ben güzel düşler kurmayı tercih ettim ki pek yaptığım bir şey değildir. Şu saydığım kare asın hepsinin başı bağlı şuan ikisi evli ikisi sözlü Allah mesut etsin kendilerini ve benim kafam da kalbim de tertemiz bu meseleler üzerine.
İşte bunca “birikim bunalımı”yla (kitap var bu isimle alın okuyun. Elbette roman değil!) şu sözü gözümü kırpmadan söylüyorum ki bana âşık olmaya niyetlenecek kadını sevmek için tüm maddi manevi varlığımla ömrümü adamaya niyetliyim. Benim gibi “modern” dünyada “geri kafalı” olarak nitelenecek bir adamı kim ne yapsın ki canım hem biz “kısmet” beklerken “gençler kendi buluyor artık canım”.
Hobaa… Kaç sayfa yazmışım yahu! Neyse bu hem benim için hem de sizin için pratik oldu. Bundan sonraki yazılarım öncekiler gibi yumuşak olmayacak. Toplumsal konular üzerine gidebildiğim kadar ileri gitmeyi düşünüyorum. Önümüzdeki yazılarda benden iğrenebilirsiniz şimdiden söylemesi.
Sağ Muhalif Sait Gülsoy’dan Camii Duvarı okuyucularına Hoşlanma+Saygı+Güven=Aşkla yazılmıştır efenim, kalın sağlıcakla
15
SON KALE’M oğuz güner İletişim: oguzhanguner_fb@hotmail.com AŞK Aşk… Ne yaman bir kavramdır. Yüzyıllardır süregelen bu kavram hakkında o kadar çok şey konuşulmuştur ki artık tüm farklılığını, sıradışılığını yitirmiştir. Amiyane tabirle bu kavram- ve bencesi – ele ayağa düşmüştür. Kimilerinin savunduğuna göre sadece kitaplara, filmlere konu olan bir şeydir bu aşk. Hoş, saygı duymak gerekir, nasıl bir ateistte inanmadığından ötürü saygı duyuyorsak. Aynanın diğer tarafında dine sahip olanlar olduğu gibi aşka inananlar da küçük görünmeyecek kadar fazladır. Dünya neden her şeyde ikiye bölümür ki bunu da anlamış değilim. Siyaset, futbol vs. her şeyde bir bölünmüşlük bir zıtlık var. Bu aşk kavramına da yansıdığından mıdır bilinmez ama aşkta bir şeyler var, bunda iki tarafta hemfikir diyebilirim. Bazıları bu 3 harfi görünce hemen karşı cinse olan fiziki aşkı akıllarına getirmiş olabilir ki bu da çok normaldir; ama benim burda kastettiğim aşk çok geniş kapsamlı. Tanrıya, kitaba, spora, fotoğrafa, sanata, insana, karşı cinse, hemcinse… her şeye olabilir benim kastettiğim aşk. Gelin bu yazımızda ‘’ aşk ‘’ kavramına objektif yaklaşmayıp ele alalım, umarım elimizde kalmaz. ‘’ Değişiklikle karşılaşınca değişen aşk, aşk değildir! Aşk gözle değil ruhla görülür. ‘’ William Shakespeare Ne güzel söylemiş Şekspir. Bir yola çıkacaksak eğer ilk önce Şekspir ile çıkmak isterim. Tercüman olur genelde o benim ruhuma. Neyse… Şekspir’in de dediği gibi aşk gözle görünmez, sadece ruhla görülür. Yani bir şeye baktığınız da ya da o şeyi hissettiğinizde anlık bir şekilde aşık olursunuz. Tarif edemezsiniz. Ben buna şu nedenden aşığım diyemezsiniz; çünkü öyle olması gerekiyor aşkın eğer gerçekten vâr ise... Maddesel olan bir şeye aşk ile yaklaşmak mı… Imm Şekspir ile baş başa bırakıyorum sizleri. Bu olguyu herkesin ilgilendiği yere doğru çekmek istiyorum yavaştan. Normal aşk. Yani karşı cinse duyduğunuz aşk. Hani şu sonunu yatakta bitmesini istediğiniz aşk. Evet haydi bakalım. Antoine Bret: "Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur" Aslında burada susmam gerek; ama mümkün değil şu an için bu söylediğim. Bret üstadın da dediği gibi mantık varsa aşk yoktur. Birine aşıksınız, arkadaşlarınız size gözlerin görmüyor çünkü perde inmiş gözüne diyorlarsa şayet evet siz doğru yoldasınızdır aşk penceresinde.
16
Doğru yolda olduğunuz vardığınız yerin doğru olacağı anlamına da gelmiyor pek tabii . Sadete gelmem gerektiğini hissediyorum. Aşk konusunda yanlış seçimden söz etmek hatalıdır, zaten seçim varsa o yanlıştır. Marcel Prous Aşk seçilemez. Bazen biri çıkar karşınıza, gözleriniz onun gözlerinde hayallere dalmışken bir şeyleri fark edersiniz; ama o an fark ettiğinizi de fark etmezsiniz. Bir anda anlamlandıramadığınız bir şey olur. Aşık olmak anlık bir şey; birden her şeyin çok parlak göründüğü, birden en pastel renklerin ısınmaya başladığı, birden tüm yemeklerin çok daha lezzetli olduğu bir an bu. İnsan karar vererek aşık olmaz, sadece bir bakar olmuş! Bu film repliği tamamen tercüman olmuş durumda şu an söylemek istediklerime. Yani aşk budur. Vardır ya da yoktur. Kimin umrunda? Konuş konuş nereye kadar hocam? Sen nereden söylüyorsun bunları diyorsanız eğer: Bilmiyorum belki aşık olmuşumdur belki de olmamışımdır. Önemli olan söylemek, önemli olan söylemek… Yazım biraz dağınık oldu, eyvallah. Bunu fark etmişsinizdir umarım. Aşk gibi yapmak istedim. Dağınık, biraz anlamsız, biraz çok anlamı, sonu açık, başı unutulan… Sizlere kendi berbat dizelerimle veda etmek istiyorum. Saygılarımla… ‘’DÜŞ’’TÜM Aşka düştüm, düştüm dedim çünkü fark etmedim. aşka düştüm, bir başka düştüm. aslında sen bir ‘’düş’’tün. işte bu yüzden ben bu yüzden ben düştüm. Ben düştüm düşeli dünya birazcık pembeleşti yemekler daha da güzelleşti kum saati çalışmaya başladı oysaki elimi çabuk tutmalıyım son kum taneleri aşka düşmeden ben yarın olmalıyım. Ben düştüm oysaki bir düştün bir düşün nerede ‘’düş’’tün(m) ?
17
ENDİKU İRFAN ATEŞ İletişim:webofhonour@hotmail.com
ŞÜPHE Şüphe; insanların olaylara, diğer insanlara, haberlere, inançlara, sevgiye, dostluğa vs. karşı büyük bir güvensizlik ve tereddütle yaklaşmasına neden olur. Günümüz dünyasında yaratılmak istenmiş ve başarılı olunmuş bir şüphe toplumu yaşamaktadır. Bu topluluk böylesi bir tutum içinde olduğundan hayattan zevk alma ve huzura erişme konusunda noksanlıklara sahiptir. İnsanlar öyle bir hale gelmiştir ki; gerek maddi gerek manevi hiç bir kavrama tam manasıyla inanıp - sevip değer vermemektedir. Oysa hayatın kayda değer tüm olguları güvenmeye, sevmeye ve inanmaya dayalıdır. Şüphe-kuşku-kuruntu, mutlu ve huzurlu bir yaşamı imkansız kılmaktadır. Gerçekten oturup boylu boyuna düşünüldüğü zaman bunun tam olarak böyle olduğu görülmektedir.
Etrafınızdaki arkadaşlarınıza, adalete, mücadeleye, emeğe, başarıya, başarısızlığa, hırsızlığa, savaşa, barışa, sadakate, ihanete... karşı duyulan şüphe; insanın hiçbir değere inanmamasına, hiçbir erdemi önemsememesine ve hiçbir başlangıca yada sona kanaat getirememesine neden olur. Bu şekilde sürdürülen bir yaşamdan tat almak mümkün değildir. Şüphe duymak her zaman asılsız bir kuruntudan ibaret olmayabilir elbette. Bazen büyük bir icadın mucidini var eder bazen sürrealist bir sanatçıyı. Fakat bu hissi hayat felsefesi olarak benimsemek, karanlık bir ormanda pili zayıflamış bir fenere dönüştürür bireyi. Işık söndüğü zaman artık hiçbir şeyin, gerçek mi yanılsama mı olduğuna dair karar vermeyi namümkün hale getirir.
Servet-i Fünun Dönemi'nin değerli şair ve yazarlarından Cenap Şahabettin; şüpheyi hummalı bir hastaya benzetmektedir. Uyumayan, uyuyamayan, uyutmayan, dalsa da korkulu rüyalar gören bir hastaya. Böylesine vahim bir psikoloji kişiyi mutlak kötü bir ruh haline 18
sokacaktır. Devamında ise durum çok daha ciddileşip paranoya psikozu halini doğurabilir ve herkesin bildiği üzere paranoya çoğu zaman şizofreni gibi psikotik hastalıklara dönüşür. Bu aşamalı sistemin hiçbir basamağı küçümsenecek bir faktör değildir. Her şeyden, herkesten şüphelenmenin insana kaybettikleri, kazandırdıklarından çok daha önem ve ciddiyet arz etmektedir.
Ünlü filozof Francis Bacon şüphe için; ''duyguların değil, zekanın kusurudur.'' yorumunu yapmıştır. Bacon'un bu cümlesinden de anlaşılacağı üzere şüphecilik bir marifet değil kusurdur aslında. Daha önce de belirttiğim üzere şüphe insanlara çeşitli kanallar aracılığıyla dayatılmış, aşılanmış bir olgudur. Her dayatmanın arkasında olduğu üzere bu bilinçli zehirlemenin arkasından da bu durumdan çıkar sağlayanlar yer almaktadır. Bu çıkarcılar insanların yumuşak karınlarından vurur. Her insan hayatında mutlaka en az bir defa aldatılmış, kandırılmıştır. Böyle bir durumla karşılaşmış insan, tekrar aldatılmamak için gerçekliği aşikâr ya da ağır basan durumlar karşısında bile katî karar verip doğru yargıda bulunamayabilir. İnsanların aldatılma endişesine karşı olarak geliştirdiği savunma mekanizması şüphedir ve şüpheci bir toplum zannedildiği gibi her zaman ürkütücü olmayabilir, aksine daha kolay hipnoz edilebilir, aldatılabilir. Gerçek ne derece karmaşıklaşır, çelişki gösterirse, duyulan şüphe o derece artar. Gerçeklerin kısmen de olsa bir yanılsaması, zâafiyeti ve güyâ makul bir açıklamaya dayalı anti tezi bulunabilir. Bu durum aslolana inancı şüpheyle yıpratıp yetersiz kılabilir. Hitopadesa'nın söylediği gibi insan bir kere aldatılınca gerçekten bile şüphe duyar. Böylece toplum, neye inanıp neye inanmayacağı konusunda şaşabilir ve yanlışlara, haksızlıklara karşı çekimser kalabilir ve kararsız, güvensiz, istikrarsız bir toplumdan çıkar sağlamak sanılanın aksine çok daha kolay olacaktır. Bu durum muhtemelen bir kaos ortamı doğurabilir pek tabii. Ama unutulmaması gereken her büyük kazancın, her köklü değişimin arkasında, kasıtlı ve planlı bir şekilde hazırlanıp sunulmuş bir kaos ortamı yatmaktadır. Benim nacizane tavsiyem bir takım olgulara ve gelişmelere haddinden fazla şüpheyle yaklaşmayın. Hayata ve hayata dair her önemli duyguya, varlığa duyulan şüphe bize sadece mutsuzluk ve ebedi yalnızlık getirir.
19