HARİCİYE
ODTÜ DIŞ POLİTİKA ve ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ * MART 2011
Azınlıklar
Ortadoğu Balkanlar Rusya Çin
Çoğunluk %100
ORTADOĞU'DA "TARİHİN SONU"
ENVER AYSEVER İLE MEDYA ÜZERİNE
BIR KRİZİN ANATOMİSİ
HES DERKEN!
GEÇİCİ İŞÇİLİK, KALICI YOKSULLUK: MEVSİMLİK İŞÇİLER
GÜVERCİN'İN TÜRK'Ü ERMENİSİ OLUR MU?
HARİCİYE www.hariciyedergisi.com
HARİCİYE A Y L IK D Ü Ş Ü N C E D ER G İS İ ED İT Ö R U Ğ U R C EM G Ü R P IN A R G Ö R S EL T A S A R IM A . C EM Ç A KIR R ED A KS İY O N ÖZ G E B OZ T AŞ R ÖP OR T AJ SOR UM L USU N A İL EL H A N Y AZ AR L AR B U R C U A KKO L S İN A N A KT A N F. B UR AK AY D O Ğ D U ÖZ G E B OZ T AŞ M E R VE D İ Y A R N A İL EL H A N U Ğ U R C EM G Ü R P IN A R F A T İH H A F IZ M EH M ET T U Ğ B A KA R A S EZ G İ KA R A C A N M U R A T KA Y A İP EK M İS C İO Ğ L U S O F İ Y A N U R İ Y E VA G ÜL B AŞAK ÖZ C AN B A R IŞ O N U R Ş A H İN Ş EB N EM Ş A H İN Ö Z İL ET İŞ İM İ K T İ S A D İ VE İ D A R İ B İ L İ M L E R F A K Ü L T E S İ B B L O K K A T : 1 U L U S L A R A R A S I İ L İ Ş K İ L E R T O P L U L U K O D A S I T EL : ( 5 3 7 ) 5 1 3 0 1 3 1 w w w .h a r i c i y e d e r g i s i .c o m w w w .h a r i c i y e d e r g i s i .b l o g s p o t .c o m h a r i c i y e d e r g i s i @ g m a i l .c o m Y A Y IN T Ü R Ü S Ü R EL İ, Y ER EL , Ü C R ET S İZ
Tunus’ta bedenini ateşe vererek yaşamını yitiren Muhammed Buazizi ile başlayan halk ayaklanması, 23 yıldır yönetimde olan Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. Bu ayaklanma ile birlikte olayların bir domino etkisiyle Mısır’a sıçrayıp sıçramayacağı tartışılırken Tunus’taki Yasemin Devrimi’nden 10 gün sonra 25 Ocak Salı, halkın Öfke Günü dediği protestolar Kahire, Süveyş, İskenderiye ve İsmailiye gibi birçok büyük kentte başlamış ve Hüsnü Mübarek’in 30 yıldır sürdürdüğü başkanlık görevini bırakıp, yetkilerini orduya devrettiği gün olan 11 Şubat Cuma’ya kadar tam 18 gün boyunca sürmüştür. Mısır’da yaşanan son olaylara baktığımızda, bunların yeni gelişmeler olmadığını belirtmek gerekir. Ülkenin genel durumu göz önüne alındığında, Mısır, 75 milyonluk nüfusuna rağmen Türkiye’nin beşte biri kadar milli gelire sahip bir ülkedir.1 Yoksulluk ve geri kalmışlığın ülkenin en önemli sorunları olmasının yanında, yolsuzluğun ayyuka çıkması ve muhalefetin de ağır bir şekilde bastırılması, Mısır halkını sokaklara döken en temel nedenlerdendir. İç politikanın yanında dış politikada da izlenen siyasetin Mısır halkı tarafından tepki çektiği düşünülünce Mısır’da başlayan olaylara aslında bekleniyordu demek yanlış olmaz. Mübarek’in istifasını isteyen gösterilerin başlangıcını 2005 seçimlerinin öncesine kadar götürmek mümkündür. 2006 yılında tekstil işleri tarafından düzenlenen eylemler, ekonomik koşulların düzeltilme talebi ile başlayıp Mübarek karşıtı gösterilere dönüşmüştür. 2008 yılına geldiğimizde ise 6 Nisan Hareketi’nin başladığını görürüz. Bir internet hareketi olmasına rağmen 6 Nisan 2008’de düzenlenen,
ekonomik koşulların yanı sıra siyasal koşulların da değişmesini talep eden eylemlere, sendikaların da desteğiyle binlerce insan katılmıştır. Söz konusu eylemlerde 3 göstericinin hayatını kaybetmesi, her yıl düzenli olarak anma törenlerinin yapılmasına yol açmıştır. Ayrıca eylemlere avukatların ve öğretim üyelerinin de destek vermesi, halkın rejim karşıtı eylemler düzenlemesini cesaretlendirmiştir. Bütün bunlarla, Ocak 2011’de başlayan eylemlerin tarihsel geri plana ve toplumsal gruba sahip olduğu aşikârdır. Kasım ve Aralık aylarında gerçekleştirilen genel seçimlerin öncesi ve sonrasında muhaliflere uygulanan ağır baskılar, Mısır halkının mevcut rejimden kaynaklanan rahatsızlığını üst seviyelere taşımıştır. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün Başkanı Mohammed Badie’nin 28 Kasım 2010 tarihinde yapılacak parlamento seçimleri için grup olarak adaylıklarını koyacaklarını 9 Ekim’de açıklamasının ardından 150’den fazla kişi tutuklanmıştır. 26 Kasım’da ise Müslüman Kardeşler’i destekleyen bin kadar kişinin daha tutuklanması, krizin yayılmasına yol açmıştır. Bu durum seçimin ikinci turunda geniş katılımlı bir muhalefet boykotu ve parlamentoda muhaliflerin temsilinin çok sınırlı kalması ile sonuçlanmış2 ve Mübarek’in Milli Demokrat Partisi’nin 515 milletvekilinden oluşan parlamentoyu 434 milletvekiliyle domine etmesini sağlamıştır. Mısır’da rejim karşıtı eylemlerin düzenlenme şekline baktığımızda ise ağırlıklı olarak gençlerin daha iyi bir gelecek istemeleri ve demokratik taleplerde bulunmalarını ve bunun, ülkedeki 25 milyon internet kullanıcısıyla birleşerek sağlam bir sosyal muhalefet ağı oluşturduğunu görürüz. Bu muhalefet ağları,
3
kamuoyunu, Mübarek karşıtı eylemler düzenleme açısından iyi bir şekilde organize etmeyi başarmıştır. Bunun en iyi örneği, Halid Said gibi hiçbir partiye üye olmayan bir eylemcinin güvenlik güçleri tarafından sokak ortasında öldürülmesinin ardından adına kurulan internet sitelerinin yardımıyla düzenlenen eylemlere binlerce insanın katılmasıdır.
4
Mübarek’in devrilmesine giden süreçte, iç politakada bunlar yaşanırken dış politikada izlenen siyasetin de geniş halk kesimleri tarafından tepki çektiğini belirtmek gerekir. Mübarek döneminde Mısır’da izlenen dış politikaya baktığımızda İsrail’in güvenliğini hiçbir şekilde tehlikeye sokmayan bir Filistin politikası güdüldüğünü görürüz. Bağımsız bir Filistin politikası geliştirememiş olması, Mübarek’in ciddi şekilde eleştirilmesine yol açmıştır. Üstelik buna, Arap dünyasından yükselen tepkiler de eklenmiştir. Mısır halkının, izlenen Filistin politikasını eleştirmek için yaptığı eylemlere polisin sert bir şekilde müdahale etmesi, olayların Mübarek karşıtı protestolara dönüşmesine yol açmıştır. Bunun dışında Mısır’ın ABD ile yürüttüğü yakın ilişkiler de halkta tepki uyandırmıştır. Bilhassa Irak’ın işgali sonrasındaki dönemde, ülkenin ABD ile olan yakın ilişkisi ciddi olarak sorgulanmıştır. Sonuç olarak, Mısır’ın bölgede zayıflayan konumunun, Lübnan krizinin ve İran’ın artan rolünün, iç politikada olduğu gibi dış politikada da ciddi bir Mübarek karşıtlığına yol açtığını söyleyebiliriz. Üstelik Mısır halkının zihin ve kalbinde Nasır dönemi Mısırı’nın olduğunu düşündüğümüzde bu tepkileri anlamak daha da kolaylaşır. Bütün bunların yanı sıra, 82 yaşına gelmiş olmasına rağmen, Mübarek’in iktidarı elinde tutma isteği ve herhangi bir barışçıl dönüşüme izin vermemesi, devrime giden süreçte en büyük tetikleyici etken olmuştur. Üstelik Mübarek bununla da yetinmeyip Devlet Başkanlığı Yardımcılığı’nın yıllardır boş olan koltuğuna oğlu Cemal Mübarek’i geçirererek kendinden sonraki yönetimi şekillendirmek istemiştir. Bunlara seçimlerde uygulanan usulsüzlük ve baskılar da eklenince halkın demokratik yöntemlerle değişim olacağına olan inancı tamamen tükenmiştir. “ M ü b a r e k ” C u m a ’ nı n A r d ı nd a n En başta Tahrir Meydanı olmak üzere tüm ülkede 18 gün süren eylemlerin ardından 11 Şubat Cuma günü Devlet Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman, devlet kanalında yaptığı açıklamayla Hüsnü Mübarek’in istifa
ettiğini ve geçiş döneminin kontrollü bir şekilde başarıya ulaşabilmesi için tüm yetkilerini Mısır ordusuna bıraktığını açıklamıştır. Fakat, Mısır’ın resmi gazetesi olan El Cumhuriye’de manşet “25 Ocak Devrimi Kazandı” olmuş olsa da, gerçekleşen halk devriminin gerçekten başarıya ulaşıp ulaşmadığı henüz belli değildir. Bu durumun sebeplerini sıralamadan önce, Mübarek’in istifasının Mısır halkının büyük bir başarısı olduğunu en başta söyleyip altını çizmemiz gerekir. Eğer Mısır halkı tam 18 gün boyunca kararlı bir şekilde eylemlerine devam
etmeseydi, istifa kararı gerçekten çok uzak bir ihtimal olurdu. Mübarek’in görevi bırakmasının ardından Mısır’ın geleceğinin ne olacağı sorusunun cevabını vermek için ülkede ordunun pozisyonunu anlamak lazım. İlk olarak söylenmesi gereken nokta, Mısır ordusunun ABD’den bağımsız olarak ele alınamayacağıdır. Bunun en son ve somut örneği Mısır ordusunda üst düzey komutanların olayların başladığı gün olan 25 Ocak’ta Pentagon’da olmalarıdır. Ayrıca, eylemlerin kitlesel bir
hal almasıyla beraber ABD ve ordu arasındaki görüşmelerin arttığı da bir gerçektir. 25 Ocak günü başlayan eylemlerin hemen ardından, Mullen’ın sözcüsü Yüzbaşı John Kirby, “Oramiral Mullen, Enan’a, devam eden temaslar için teşekkür etti, durumun normale dönmesi arzusunu yineledi ve Mısır ordusunun ülkede güvenliği sağlama yeteneğine duyduğu güveni ifade etti.”3 demiştir. Mübarek’in ardından tüm yetkilerin, yukarıda bahsedilenlerin dışında ülkenin en önemli sanayi ve ticaret güçlerinden biri olan ve yılda 1,3 milyar dolarlık ABD
yardımı alan bir orduda olması, Mısır’da halkın Mübarek’i devirmesinin ardından, devrimin gerçekten başarı kazanıp kazanmadığı konusunda ciddi endişeler doğurmuştur. M ı s ı r ’ d a Y ü k s e k A s k e r i K o ns e y D ö ne m i Mısır’da ordunun durumu bu şekildeyken, Mübarek’in ardından tüm yetkileri alan Yüksek Askeri Konsey’in yapısının daha farklı olacağını düşünemeyiz. Zira, en başta, Yüksek Konsey üyelerinin halk ayaklanması
öncesi ve sonrasında hem askerin hem de yürütmenin başında yer alan kişiler olduğunu belirtmek gerekir. Yüksek Konsey’in başkanlığını yürüteceği açıklanan Mareşal Muhammed Hüseyin Tantawi, 75 yaşında olup yaklaşık 20 yıldır Savunma Bakanlığı koltuğunda oturan, rejimin içinden birisidir. Konseyin üyesi olup rejimin içinden gelen bir diğer isim ise 2002’den itibaren Sivil Havacılık Bakanlığı görevini yerine getiren, son sivil hükümetin Başbakanı Korgeneral Ahmet Şefik’tir. Konseyin bir diğer üyesi olan Genelkurmay Başkanı Sami Enan’ın da Mübarek döneminde aynı görevi yerine getirdiğini belirtmek gerekir. Sonuç olarak, Mübarek döneminin ardından iktidarı devralan Yüksek Askeri Konsey’in, içindeki eski Devlet Başkanı Yardımcısı, eski Başbakan, eski Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’yla Mısır’daki halk devriminin ardından neler değiştirebileceği en büyük soru işaretidir. Muhakkak ki Anayasa’nın askıya alınması ve Mübarek dönemi hükümetinin ortadan kaldırılması önemlidir ve her ne kadar asker kökenli olsalar da yayınladıkları bildirilerle iktidarı geçici olarak devraldıklarını ve Anayasa’nın değiştirileceği bir geçiş süreci sonrasında yapılacak ilk seçimlerle birlikte iktidarı sivil otoritelere devredeceklerini açıklamış da olsalar ayrıca Askeri Konsey’in Başkanı olan Tantawi göstericilerle doğrudan bir görüşme yapmıştır, şu anda iktidarı devralan bu isimlerin neden görevleri başındayken halkın taleplerine uygun adımlar atmadıkları gerçekten düşündürücüdür.
5
Bu yüzden, Mısır’da Mübarek’in daha fazla tutunamayacağını kavrayan ve epeyce bir zamandır Mübarek’e siyasi reform konusunda baskı yapan (Camp David Anlaşması’ndan sonra, 2007 yılında, ilk kez Mısır’a yapılacak yardıma ‘siyasal reform şartı’ gündeme gelmişti)4 ABD ile çok yakın ilişkileri bulunan bir ordu olduğu göz önüne alındığında, önümüzdeki süreçte Yüksek Askeri Konsey’in izleyeceği muhtemel politika, geçiş sürecini halkın çağrılarına olumlu tepkiler vererek kontrollü bir şekilde yürütmek fakat bunu da ordunun siyaset üstündeki etkisini yitirmeden yapmaktır. M ü b a r e k S o nr a s ı D ö ne m v e M ü s l ü m a n K a r d e ş l e r Ö r g ü t ü , İh v a n
6
Mısır’daki en büyük ve organize muhalefet hareketi olan Müslüman Kardeşler, Mübarek döneminin ardından Mısır’daki sistemi etkileyebilecek en önemli örgüttür. Gelen son haberler ise örgütün Mübarek döneminin ardından neler yapabileceği ya da nasıl bir politika izleyeceği konusunda çelişkilidir. Zaten başta ABD ve İsrail tarafından duyulan endişenin temel noktasını da bu belirsizlik oluşturmaktadır. Çünkü ne ABD ne de İsrail bölgede 30 yılı aşkın süredir var olan statükonun alt üst olmasını ve Ortadoğu’daki tüm dengelerin, radikal İslamcı bir Mısır’la bir anda bozulmasını istememektedirler. Medyaya yansıyan son haberlere baktığımızda örgütün ılımlılaşma yönünde adımlar attığını ve radikal boyutundan yavaş yavaş sıyrıldığını görüyoruz. Fakat bu haberler, İhvan’ı tam olarak açıklamaya yetmemektedir. Bunun nedeni ise örgütün kendi içinde, özellikle 2000 yılından sonra inişler ve çıkışlar yaşamasıdır. Hareket, 2005 seçimlerinde büyük başarı sağlamış ve Muhammed Mehdi Akif’in liderliğiyle ılımlaşma yönünde adımlar atmıştır. Fakat, geçtiğimiz yılın Şubat ayında, hareket içinde radikal kanat ileri çıkmış ve 81 yaşına gelmiş Akif geri çekilmek zorunda kalmıştır. Harekette öne çıkan radikal eğilim ise çoğunlukla hareketin kırsal kesimi ve radikalleşmiş gençlerden kaynaklanmaktadır. Hareketin “ılımlılaşması” ise herkes için aynı şeyi ifade eden bir tanımlama değildir. Nitekim, örgütün, Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kendine örnek aldığı ve bu yönde bir ılımlılaşma modeli uygulayacağı haberleri medyaya yansımıştır. Fakat yine bunlar, hareketin ılımlı kanadı hakkında yeterli bilgi verememektedir. Örgütün bu yönde yaptığı en
Müslüman Kardeşler (İhvan) 1928 yılında Süveyş Kanalı üzerindeki İsmailiye kentinde öğretmen Hasan el Benna tarafından kuruldu. Hayır işleri ve sosyal projelerle halk arasında güven kazanarak yerini sağlamlaştırdı. Dini değerlerle yola çıkan örgüt, zamanla daha siyasi bir kimliğe büründü. Örgütün 1940’larda İsrail Devleti’nin kurulması amacıyla Mısır’da bulunan Britanya askerlerine karşı mücadele etmek için gizli bir paramiliter kanat oluşturduğu öne sürüldü. Ancak şiddet kullanmayan, demokratik kurallara saygılı bir kurum olduklarını her fırsatta dile getirdiler. 1948’de örgütün kapatılmasını emreden Başbakan Mahmud Fehmi Nukraşi öldürülünce oklar örgüte yöneldi ve kurucusu Benna, 1949’da idam edildi. Faaliyetlerine hareket olarak devam etti. Ancak 1954’te Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır’a yönelik suikast girişimi ile itham edilince aynı yıl hükümet tarafından yasaklandı. 1970’lere kadar devam eden yoğun baskı Enver Sedat döneminde azaldı. Sedat, 1971’de hapisteki örgüt üyelerini serbest bırakarak genel af ilan etti. Örgütlenmenin üyeleri ilk kez 1980’lerde bağımsız olarak seçimlere girdi. 1990’daki seçimleri sistemi eleştirdikleri için boykot
ettiler. 2000 yılındaki seçimlerin ardından 17 bağımsız adayı meclise sokarak en büyük muhalefeti oluşturdular. 2005 yılında siyasi parti kurma yasağı bulunduğu için Müslüman Kardeşler seçimlere bağımsız adaylarıyla girerek mecliste 88 sandalye kazandı. Bu, yüzde 20 oy oranı anlamına geliyordu ve en büyük muhalefet grubunu oluşturdular. Bu başarının ardından Mısır hükümeti örgüte yönelik baskıları arttırdı. Liderlerini tutuklattı, örgüte ekonomik darbe vurmak istedi. İlk
turu 28 Kasım’da yapılan 2010 seçimlerinde Hüsnü Mübarek’in UDP Partisi, neredeyse bütün sandalyeleri kazanmış; Müslüman Kardeşler’in bağımsız adayları tek bir sandalyeye bile sahip olamamıştı. Örgüt, seçimlerin ilk turunda NDP lehine geniş çaplı yolsuzluk yapıldığı ve hile karıştırıldığı gerekçesiyle 5 Aralık’taki ikinci tura katılmama kararı alıp bağımsız adaylarını geri çekti.
İslam birliği düşüncesini benimseyen diğer Arap ülkelerindeki destekçilerinin aynı isimle kendi aralarında örgütlenmesiyle, bakış açıları geniş bir coğrafyaya yayıldı. Müslüman Kardeşler’in Mısır dışındaki siyasi uzantıları; Bahreyn, Suriye, Ürdün, Filistin, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Cezayir, Sudan, Somali, Tunus ve Libya’da bulunuyor. somut açıklama şiddeti reddetmeleri olmuştur fakat bu, örgütün şeriat devleti isteme amacında herhangi bir değişikliğe yol açmamıştır. Örgütün buradaki asıl vurgusu, Mısır Anayasası’nın ikinci maddesi olan “Kanun koymada esas, İslam şeriatidir”’in, yani şeriatın düzgünce uygulanmasıdır. Örgüt, ayrıca, Mısır’da toplumun Müslüman değerlerle yeniden şekillenmesini ve bu yönde denetlemelerin olmasını savunmaktadır.
M a ğ r i p ’ t en O r t a d o ğ u ’ y a , N i d a ’ d a n B u a z i z i ’ y e Tüm dünyanın tam 18 gün boyunca canlı izlediği tarihi değişimin Mısır’da yaşanıyor olmasının en önemli özelliği, Mısır’ın Süveyş Kanalı veya İsrail’e sınır olan Sina Yarımadası’na sahip olması değildir; bir Arap ülkesi olarak İsrail’le barış anlaşmasını imzalayan ilk Arap ülkesi ve ülkedeki rejim değişikliğinin Mısırİsrail barışını bozacak olması ve bununla ABD ile Batı’nın bölgedeki tüm hesaplarının bozulması da bu değişimin asıl önemli noktası değildir; ülkedeki bu değişimin Arap ülkeleri arasında en büyük nüfusu oluşturan Mısır’ın, entelektüel alandan siyasi ve askeri alana kadar Ortadoğu’da yaşanan birçok değişimin yönünü tayin etmede çok önemli bir konumu da olsa tarihçilerin ileride insanlığa açıklayacağı önemli nokta bundan da ötedir. 50 yılı aşkın süredir Arap halklarından gelen tüm seslere kulaklarını tıkayan, tüm dünyanın sadece izlediği, hatta krallar ve diktatörlerin sağladığı “övünülecek bir istikrara” alkış tutulan sistem ve rejimler, Arap halkları tarafından artık kabul edilmeyecektir. Bugün yaşanan olaylarda hiçbir Amerikan ve İsrail bayrağı yakılmıyorsa ya da eylemler sırasında Mısır Müzesi insan çemberine alınıp yağmacılara karşı korunuyorsa, bütün bu
* Muslim Brotherhood Initiative On the General principles Of Reform in Egypt
7
8
olanlar bizlere çok daha başka şeyler anlatmaktadır. Fethi Benslama*’nın da dediği gibi Arap halklarında yaşanan tüm bu şeyleri anlatan kelime kahırdır. Kahr ise Arapça’da yok etme, ortadan kaldırma, yıkma anlamına gelmektedir. “Bedenini yakarak karanlığı aydınlığa çıkaran” genç Muhammed’in artık kaybedeceği bir şey yoktu. Sokak ortasında dövülüp, elinden tezgâhı alındığı için değil; tüm bunların karşında bu durumu düzeltecek, ne kendi ülkesinde ne de dünyada hiçbir merci, kurum bulamadığı için kendini yaktı Muhammed. 2002 yılında yayınlanan Birleşmiş Milletler Arap İnsani Kalkınma Raporu’na göre Arap dünyasının üç temel noktada çok büyük eksikliği var: eğitim, özgürlük ve kadın hakları. Bunun dışında rapora detaylı bir şekilde bakılırsa, Arap dünyasının ne kadar geri kalmış olduğu daha da iyi anlaşılabilir. Tüm Arap dünyasının gayrisafi yurtiçi hâsılasının toplamı İspanya’dan daha azdır. Eğitim harcamalarında kişi başına düşen harcama sanayileşmiş Arap ülkelerinde 1980’den 1990’ların ortalarına kadar %20 oranından %10’a kadar düşmüştür. Arap dünyası bir yılda toplam 330 kitap yayınlayabiliyorken, bu rakam Yunanistan’ın bir yılda yayınladığı kitap sayısının sadece beşte birine tekabül ediyor. Bilimsel makale olarak ise Arap dünyasında yayınlanan makalelerin sayısı, endüstrileşmiş bir ülkenin sadece %2’si kadar. * İslam’ın Psikanalizi kitabının yazarı.
21.yüzyılla beraber Arap dünyasında 60 milyon okuma yazma bilmeyen yetişkin varken bunların çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır. Ayrıca yine rapora göre Yemen, 10 yıl içerisinde susuz kalacak ilk ülke olmaya aday konumdadır. İşte yıllardır kral ve diktatörler tarafından yönetilen, siyasal hiçbir talebi karşılanmayan, sisteme entegre edilmeyip sistemden dışlanan ve mevcut ekonomiden de pay alamayan Ortadoğu’daki halklar için bu durum artık katlanılamaz hale gelmiştir. Aslında bunun ilk işaretleri 2005 yılında Fransa’da da görülmüştü. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar ile Paris sokaklarını savaş alanına çeviren Kuzey Afrikalı gençler arasında yakın bir ilişki mevcuttur. Dünyayı saran ekonomik durgunlukla beraber başta Fransa’nın çıkarmış olduğu sıkı göç yasalarıyla, Ortadoğu’daki artan genç nüfusun tüm baskısı bu ülkelerin üzerine yıkılmış ve artan bu baskı siyasal ve ekonomik reformlarla dengelenmeyince bugünkü sosyal patlamalar bölgeyi kaplamıştır. Sonuç olarak Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesiyle Ortadoğu halklarının, üzerinde demokrasi, özgürlük ve insan hakları olan bir yola girdiği kesindir. Fakat alınacak daha çok uzun bir yolun olduğu da önemli bir gerçektir. Birleşmiş Milletler Arap İnsani Kalkınma Raporu ve bölgenin kırılgan kurumlarına, yetersiz sivil topluma ve
geleneksel olarak eksik olan demokrasi ve reform geleneğine baktığımızda, bu yolun ne kadar zor olduğu aşikârdır. Fukuyama’nın 1992 yılında komünizmin çökmesinin ardından erkenden ilan ettiği zafer gibi, Ortadoğu için kral ve diktatörlerin gitmesiyle erken bir zafer ilan etmek çok yanlış olur çünkü Ortadoğu halkları için tarih şimdi başlıyor.
9
1. Tayyar Arı, Mısır'da Değişim Nereye? Ordunun Rolü ve ABD'nin Tavrı, 11 Şubat 2011, Orsam 2. Nebahat Tanrıverdi, Mısır’da Çalkantılı Cuma, 28 Ocak 2011, Orsam 3. Koray Çalışkan, Mısır'da devrim bitmedi, başlıyor, Radikal, 13 Şubat 2011 4. Nazlı Ayhan, Mısır Halk Devrimi mi Yoksa ABD Kontrollü Ordu Darbesi mi?, 15 Şubat 2011, Orsam 5. Veysel Ayhan, “Mısır'da Değişim Sürecinin İstikrarı: Mübarek'in Görevde Kalması mı? İstifa Etmesi mi?”, 08 Şubat 2011 , Orsam
Küresel ekonomik kriz dendiğinde, akla doğal olarak bütün dünyayı etkisi altına alan büyük bir ekonomik resesyon veya buhran gelir. Fakat bu çıkarımın doğruluğunu belirlemek için bu çaptaki bir krizin nasıl çıktığını, yani çıkış noktasını iyi incelemek gerekir. Acaba bu resesyona bütün dünya bir anda topluca mı girdi yoksa ana bir taşıyıcı tarafından bütün dünyaya bir bulaşıcı hastalık gibi mi sıçradı?
10
K r e d i K r i z i nd e n F i na ns a l K r i z e Amerika Birleşik Devletleri(ABD) ve Mortgage sektörü “büyüklük” konusunda çok önemli bir ortak noktaya sahipler aslında. İlki, yaklaşık 14 trilyon dolarlık gayri safi milli hâsılasıyla dünyanın en büyük ekonomisiyken diğeri de 10 trilyon dolarlık değeriyle dünyanın en büyük piyasası konumunda bulunuyor. Fakat mortgage sektörünün son derece hassas bir dengede yönetilmesi gerektiği ABD’de 2003 yılından itibaren unutulmaya başlandı. Finansal kuruluşlar kredibilitesi zayıf olan kişilere de mortgage kredisi vererek mali disiplini gevşetmeye başladılar. Aslında, bu son derece riskli yapı 2005 yılına kadar defolarını saklamayı başardı. Bunun da en büyük nedeni, mortgage kredisi alanların sabit faiz yerine değişken faizli sistemi kullanarak ABD’nin düşük faiz avantajından faydalanmalarıydı. Ancak Amerikan Merkez Bankası(FED)’nın 2005 sonundan itibaren faizleri artırma yoluna gitmesiyle özellikle dar gelirli gruplar mortgage kredilerini düzenli şekilde ödeyememeye başladılar . Sadece dar gelirlilere özel olarak verilen mortgage kredilerinin boyutunun 1,5 trilyon doları bulduğunu söylersek bu geri ödeme sıkıntısının bankalar için ne kadar ciddi bir sorun yarattığını düşünmek çok da zor olmayacaktır. Aslında bir kredi krizi olarak başlayan bu ekonomik problem 2007 yılının ikinci yarısıyla beraber bir likidite krizine dönüştü. ABD’deki ekonomik yavaşlamanın lokomotifliğini mortgage sektörü yaparken finans,
sigorta, inşaat ve madencilik sektörlerindeki yavaşlama da adeta lokomotifin çektiği vagonlar olarak yerlerini aldılar ve genel ülke ekonomisindeki büyüme hızını da negatif yönde etkilediler. Bu durumun artık zorlanılmadan atlatılacak bir ekonomik sıkıntı olmadığı, ABD’de 2008 yılıyla beraber çok iyi bir şekilde anlaşılmıştı. AB D Birleşmiş Milletler’in “yüzyılın krizi”, IMF’nin de “dünya ekonomisinin 1930’lardan bu yana karşılaştığı en tehlikeli finansal şok” olarak değerlendirdiği bu krizin gerçek yüzünü gösterdiği yıl olan 2008, Amerika’nın en büyük yatırım bankalarını ve mortgage finansörlerini derinden sarsacaktı. Durum öylesine vahimdi ki hangisinden başlayarak yazmak gerektiğini kestirmek gerçekten zor. Krizin çıkış kaynağı mortgage sektörü olduğundan, bu sektörün iki büyüğünün çöküşünden bahsetmek yerinde olacaktır. Krizden önce Freddie Mac ve Fannie Mae, ABD mortgage piyasasının yaklaşık yarısını ellerinde bulunduran iki süper güçtü. Fakat krizden sonra ‘mortgage’ kelimesinin bile kullanılmasından imtina edilmeye başlanmasıyla, bu köklü kuruluşlar birer “mortgagezede” olarak Eylül 2008’de FED’in yoğun bakım servisinde tedavi altına alındılar. Zaten, bu kuruluşların tarihi de birbirleriyle fazlasıyla örtüşüyor. Fannie Mae, 1938 yılında bir devlet kuruluşu olarak mortgage sisteminin temellerini atması amacıyla kuruluyor ve 1968 yılına kadar da devlete bağlı olarak işlevini sürdürüyor. Fakat özelleştikten sonra Fannie Mae’nin tekelleşmesini önlemek ve rekabet yaratmak amacıyla ona bir kardeş olarak Freddie Mac’in kurulması teşvik ediliyor . Ayrıca, Amerikan bankacılığının önemli kuruluşlarından olan Bear Stearns’ın batış hikâyesi de bahsetmeye değer. Aslında Stearns’ın bu küresel krizin en acıklı batışlarından birine maruz kaldığını söylersek çok da yanlış olmaz. Nisan 2007’de şirketin
hisselerinin birim fiyatı 159,7 doları ve toplam piyasa değeri ise 18,9 milyar doları buluyordu. Daha mortgage krizi derinleşmemişken şirketin mali durumu fazlasıyla güçlü duruyordu. Ancak banka bir yıldan az bir sürede kademeli bir şekilde erirken bir de Mart 2008’de iki günde bankadan tam 17 milyar dolar para çekilmesi, banka açısından teslim bayrağını çekmenin artık kaçınılmaz olduğunu göstermişti. Şirket, 16 Mart 2008’de hisse başı 2 dolar ve toplam 236 milyon dolarlık bedelle adeta bedavaya JP Morgan Chase bankasına satıldı. Zaten satışla ilgili değerlendirmelerde öne çıkan analiz de “JP Morgan ölü fiyatına batık ama iyi bir marka aldı” oldu . Aslında, JP Morgan Chase’in küresel krizin ABD ayağında batan geminin mallarını satın alan uyanık tüccar rolüne büründüğünü de söylemek gerek. Bear Stearns ile yetinmeyen JP Morgan, ülkenin en büyük yatırım ve kredi bankası Washington Mutual’ı da 1,9 milyar dolara bünyesine kattı. Fakat bunlara ek olarak, ABD ve küresel ekonomik kriz denilince bir bankaya değinilmeden kesinlikle geçilmez. Aslında onun batışı, global çaptaki bu durgunluğun sistemin kendisini sorgulamaya neden olacağı değerlendirmelerine mükemmel bir kanıt olarak hafızalarındaki yerini almıştı: Lehman Brothers. Çöküş, iflas, batış veya eş anlamlı ne kadar kelime kullanılırsa kullanılsın Amerikan bankacılık sisteminin 158 yıllık amiral gemisi, 15 Eylül 2008’de alıcı bulamayarak 639 milyar dolar toplam varlıkla beraber teslim bayrağını çekti. Bu batış hacim olarak da o kadar dev bir batıştı ki; uluslararası çevrelerde bu iflasın tsunami etkisi yaratabileceği ve finans piyasalarının iflası seyreden günlerde bugüne kadar eşi görülmedik bir baskı altında kalabileceği belirtilmişti. Bu olayla ilgili en çarpıcı yorumlardan biri Zaman Gazetesi yazarı Sami Uslu’dan gelmişti: “Lehman Brothers’ın batışını şahsen Titanic gemisinin okyanusta batışına benzetiyorum”.
Aslında, 15 Eylül 2008 gününün ‘Kara Pazartesi’ olarak adlandırılmasının bir diğer sebebi ABD’nin bir diğer köklü bankası Merrill Lynch’e Amerikan yönetimi tarafından el konulması oldu. Ama Lynch de sahipsiz kalmadı ve yine hükümetin desteğiyle Bank of America, Merrill Lynch’i 50 milyar dolara satın alacağını açıkladı. Son olarak, iki önemli kurtarma operasyonundan da söz ederek küresel krizin ABD ayağını sonlandıralım. Bunlardan ilki, sadece ABD’nin değil dünyanın en büyük sigorta şirketi olarak gösterilen AIG’nin krizin baskısını daha fazla göğüsleyemeyip zor durumda olduğunu açıklaması ve Amerikan hükümetinin bu çığlığa kulak vererek FED’in 85’i ilk etapta olmak üzere toplam 123 milyar dolarlık yardımı. Aslında bu kurtarmayla ilgili FED’in çok ciddi eleştirilere de maruz kaldığını belirtmek gerek. Eleştirilerin yoğunlaştığı nokta ise Fannie Mae, Freddie Mac ve Lehman Brothers gibi birbirinden büyük üç devin çöküşüne adeta seyirci kalınıp neden AIG’nin bu kadar büyük bir hükümet inisiyatifiyle iflastan kurtarıldığıydı. İkinci kurtarma operasyonu ise küresel çapta yatırımlarıyla tanınan ve dünyanın en önemli bankalarından biri olarak gösterilen Citigroup’a yapılmıştı. Yine Amerikan hükümeti bankayla yapılan karşılıklı görüşmelerden sonra 25’i derhal toplam 65 milyar dolar sermaye desteği vermeyi kabul etti. Bu bilgiler ve belki de krizden önce, bir film senaryosu olarak okunsa dahi gerçeklikle zerre kadar bağının olmadığı şeklinde değerlendirilebilecek olaylar ışığında 2008’in nasıl bir yıl olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Aslında ABD’deki banka batış sayılarına baktığımızda 25 sayısının 2009 ve 2010 ile karşılaştırıldığında çok da dramatik olmadığı düşünülebilir. Çünkü son iki yılda batan Amerikan banka sayısının toplam 289 (140’ı 2009’da; 149’u 2010’da olmak üzere) olduğunu ortaya koyduğumuzda vahim bir tablo oluştuğu aşikârdır. Fakat yine de şunu belirtmek gerekir ki; 2008’de batan bankalar nicelik açısından az gibi gözükseler de nitelik açısından fazlaca büyüktüler. Av r u p a “Küresel ekonomik kriz” ve “Avrupa” birlikte söylendiğinde akla ilk olarak komşu ülke Yunanistan geliyor normal olarak. Aslında komşunun durumu gerçekten çok sıkıntılı. Ekonomist Mahfi Eğilmez’e göre; Yunanistan “ikiz açık” denilen bütçe açığı ve
11
12
cari açıkla aynı anda boğuşuyor . Bu iki ekonomik veri, ülkelerin mali sistem değerlendirmelerinde çok kritik öneme sahipler. O yüzdendir ki; Yunanistan’ın bütçe açığı/GSYH(gayri safi yurtiçi hasıla) oranının %12’lere ulaşarak Avrupa Birliği’nin ekonomik anayasası sayılan Maastricht Kriterleri’nin tam 4 katına tekabül etmesi ve cari açık/GSYH oranının ise %13 gibi korkutucu bir seviyeye erişmesi başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın Papandreu hükümetinin atacağı adımlara odaklanmasına neden oluyor. Yine de şunu vurgulamak gerekir ki Fransa ve Almanya, Yunanistan’ın bu durumundan en çok rahatsız olan ülkeler konumundalar. Bunun nedeni de bu iki ülkenin komşumuzdan en çok alacağı olanlar listesinde sırasıyla 1. ve 2. olmaları (Fransa 75, Almanya 43 milyar dolar olmak üzere) . Zaten kapıda bekleyen alacaklıların, ödemeleri sıkıntıya girdiğinde sakin ve soğukkanlı davranmalarını beklemek herhalde Pollyannacılıktan öteye gitmez hem de böyle bir krizin tam ortasında. Fakat tam bu noktada önemli bir soru karşımıza çıkıyor: Yunanlılar, Fransızlarla değil de neden Almanlarla kapışıyor? Bu sorunun cevabını Radikal gazetesi ekonomi yazarı Uğur Gürses şöyle veriyor: “Çünkü Almanlar, Yunanlıların kurtarılmasına ilke olarak en çok karşı çıkan AB ülkesi. Daha fazlası, Yunanlıların ‘kendi kendini kurtarması’ taraftarı Almanlar. AB Komisyonu’nda en katı tavır koyan da Almanlar oldu ”. Aslında verilen iki demeç, Gürses’in bu görüşünü net bir biçimde destekliyor ve Almanların Yunanistan’ın borcuna ortak olma konusundaki isteksizliklerini bir kez daha ortaya koyuyordu. İlk olarak, Alman parlamenterler adeta Yunanlıların milliyetçi damarına basarak borçların karşılanmasında Yunan adalarının satışının kullanılabileceğini belirttiler. Bu konuda, Alman bakanlardan Josef Schlarmann’ın Bild gazetesine verdiği demeçteki “İflasın eşiğine gelen bir kişi, hissedarları için sahip olduğu her şeyi paraya çevirmeli. Yunanistan, şirketlere ve kimsenin oturmadığı adalara sahip. Bunlar borçların karşılanması için kullanılabilir ” sözleri gerçekten dikkat çekiciydi. İkincisiyse, Yunanistan’ın böyle ciddi bir mali yardıma ihtiyaç duyup duymadığıyla ilgili. En azından Almanya’ya göre başlarda bu durum bir netlik kazanmamıştı. Zaten Alman Hükümeti Sözcüsü Christoph Steegmans durumu tipik Alman disipliner bakış
açısıyla yorumlayarak “Duvara bir yangın söndürücü koymak, ona ihtiyaç duyulacağı olasılığı konusunda herhangi bir şey ifade etmiyor ” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Fakat sonra Avrupa Birliği’nde yapılan yoğun müzakerelerin sonucunda Almanya ve Fransa’nın içinde bulunduğu bazı ülkeler, Yunanistan’ın tansiyonunu düşürmeye katkı sağlayacaklarını açıkladılar. Aslında sonraları sağlanan bu uzlaşmayı, küresel ekonomik krizle birlikte ciddi yara alan “Avrupa Birliği” konseptinin geçerliliğinin sürmekte olduğunu gösterme gayretlerine bağlamak da mantıksız bir yaklaşım olmasa gerek. Ka y a n v e Y ü k s e l e n Y ı l d ı z l a r Avrupa için küresel ekonomik kriz Yunanistan ile birlikte derinden hissedilmeye başlansa da risk katsayısı hızla yükselen başka Avrupa ülkeleri olduğunu da söylemek gerek. Bunların başında pek tabii ki “PIGS” grubu geliyor . Açılımını yaptığımızda bu harflerin sırasıyla Portekiz, İtalya, Yunanistan ve İspanya’yı simgelediğini görürüz. Aslında bu terim, 1990’ların ortasında Avrupa Birliği’nin güney ekonomileri için kullanılan revaçta bir kısaltmaydı. 2000’lerle unutulan bu kısaltma, hâlihazırda tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin bu ülkeleri kasıp kavurması üzerine yeniden moda oldu. Hatta şimdilerde “PIGS” in iki versiyonu daha kullanılmaya başlandı: İrlanda’nın gruba dahil edilmesiyle oluşturulan “PIIGS” ve bazılarına göre Büyük Britanya ile birlikte son halini alan “PIIGGS” . Aslında bu tür kısaltmalar, ekonomi literatüründe rastlanmayan şeyler değil. Bunların en ünlüsü çoğumuzun tahmin edebileceği gibi “BRIC”. 2001’de global bankacılığın sayılı yatırım bankalarından Goldman Sachs’ın oluşturduğu bu kısaltma, dünyanın önümüzdeki 50 yılına damga vurması beklenen ülkeleri olan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’i bir araya getiriyordu. Fakat 19 Şubat’ta yaşanan flaş gelişmeyle Güney Afrika da bu gruba dâhil edildi ve bundan sonra grup, yoluna yeni ismi “BRICS” ile beraber daha da güçlenerek devam edecek gibi görünüyor. Fakat 2010’da İngilizlerin bankacılık gururu HSBC tarafından “BRIC”e zorlu bir rakip olabilecek alternatif bir grup oluşturuldu: “CIVETS”. Bu grubu oluşturan ülkeler ise Kolombiya, Endonezya, Vietnam, Mısır, Türkiye ve Güney Afrika . Buradan yola çıkarak üç ayrı sonuca
ulaşılabilir: Birincisi, Mısır’ın son durumu grubun geçerliliği hakkında şüpheler uyandırsa da bu ülkenin önemli bir devlet geleneği ve Ortadoğu’nun en seçkin entelektüel sınıfa sahip ülkesi olduğu unutulmamalı ve Mısır gibi bir ülkenin uzun vadede ne kadar büyük bir potansiyeli bünyesinde barındırdığı göz önünde bulundurulmalıdır. İkincisi, CIVETS’in üyesi Güney Afrika’nın BRIC grubuna transfer olup rüştünü ispatlaması. Üçüncüsü ve bizim açımızdan en önemlisi ise, ikinci maddeye bağlı olarak CIVETS grubuna giren tek Avrupa ülkesi olarak göze çarpan ve BRICS grubuna onun için ‘T’ harfini de ekleyerek grubun “BRICST” olarak son halini almasının kuvvetle muhtemel olduğu bizzat oluşumun isim babası Goldman Sachs tarafından dile getirilen Türkiye. Küresel ekonomik kriz üçüncü yılını devirirken ülkelerin iki ana gruba ayrılma eğilimi gösterdiklerini söyleyebiliriz: Bir yanda krizin ekonomileri ters yüz eden etkisini üzerinden atanlar ve atma yolunda hızlı adımlarla ilerleyenler öbür yanda ise krizden çıkma
yolunda bırakın pozitif işaretler vermeyi bataklıkta çırpındıkça daha da batanlar. Şunu da vurgulamak isterim ki; krizler güncel konjonktürün getirdiği sonuçlar açısından kaçınılmaz bir yere sahip. Yani yaşadığımız kriz ne ilk ne de son aslında. Yakın geçmişte yaşanılan krizleri de akıldan çıkarmamak lazım. 1970’leri ve 1980’lerin başlarını esir alan Petrol Krizi veya 1990’ların ortasında Asya’da tsunami etkisi yaratan Asya Krizi akla gelen ilk örnekler. Fakat bu krizin “küresel ekonomik kriz” olarak adlandırılmasında da bir keramet olmalı. Bu niteleme, krizin küresel güç ABD’de başlayıp istisnasız bütün yerküremizi etkisi altına alması nedeniyle gerçek anlamını kazanıyor. Son olarak da bir tavsiyeyle bitirelim: Bugüne kadar nispeten artçı şoklar halinde gelen krizlerin bu defa dünyanın kapısını şiddetli bir deprem olarak çalması, belki de artık ciddi ve dürüst bir sistem eleştirisi ve bunu sonucunda da bir sistem yenilenmesi gerektiğinin bir göstergesi olarak sayılmalıdır.
1. Ntvmsnbc, 2008. 10 soruda küresel kriz. [online] (Son Güncelleme: 23 Eylül 2008) <http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/460082.asp> [7 Şubat 2010] 2. BBC, 2008. US rescues giant mortgage lenders. [online] (Son Güncelleme: 7 Eylül 2008) <http://news.bbc.co.uk/2/hi/7502310.stm> [12 Şubat 2010] 3. HaberPan, 2008. FED, bankaların dışındaki yatırım şirketleri ve aracı kurumlara borçlanma imkanı sunmaya karar verdi. [online] <http://www.haberpan.com/1929buhranindanberienkotukrizhaberi/> [8 Şubat 2010] 4. Jurnal.Net, 2009. 2008’de dünya ekonomisi. [online] <http://www.jurnal.net/ekonomi/2009/01/01/2008dedunyaekonomisi.htm> [10
Şubat 2010] 5. Uslu, S., 2009. Titanic faciası ve Lehman Brothers’ın batışı. Zaman Online, [online] <http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=893621> [13 Şubat 2010] 6. Jurnal.Net, 2009. 2008’de dünya ekonomisi. [online] <http://www.jurnal.net/ekonomi/2009/01/01/2008dedunyaekonomisi.htm> [10 Şubat 2010] 7. WebCite, 2010. Federal Deposit Insurance Corporation Failed Bank List. [online] <http://www.fdic.gov/bank/individual/failed/banklist/.html> [6 Şubat 2010] 8. Euractiv, 2009. Mahfi Eğilmez: Yunanistan kriz Almanya ve AB ekonomisini de zora sokabilir. [online] <http://www.euractiv.com.tr/abningelecegi/article/mahfiegilmezyunanistankrizialmanyaekonomisinidezorasokabilir 008256> [8 Şubat 2010] 9. Gürses, U., 2010. AlmanYunan Kutuplaşması. Radikal, [online] <http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=08.03.2010&ArticleID=984327> [11 Şubat 2010] 10. Emlakkulisi.com, 2010. Almanya Yunanistan’a adalarını satmasını önerdi. [online] <http://www.emlakkulisi.com/33243_almanya_yunanistan_a_adalarini_satmasini_onerdi> [9 Şubat 2010] 11. Borsa Gündem, 2010. ALMANYA’YA GÖRE YARDIM İÇİN ERKEN. [online] <http://www.borsagundem.com/haber/ALMANYAYAGOREYARDIMICINERKEN/19138> [7 Şubat 2010] 12. Kaufmann, M.H. (2000). Musings on the European Economic and Monetary Union. In D. J. Kotlowski, The European Union: From Jean Monnet to the Euro (pp. 3355) USA, Ohio University Press. 13. The Hindu Business Line, 2010. Too small is ‘too big’ to fail. [online] <http://www.thehindubusinessline.in/2010/05/26/stories/2010052650321100.htm> [10 Şubat 2010] 14. Şafak, E., 2010. CIVETS. Sabah, [online] <http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/safak/2010/08/17/civets> [14 Şubat 2010]
13
Kalkınmakta olan ekonomilerinin dünya dengelerinde artan etkisi nedeniyle Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin'i tarif etmek için İngilizce baş harflerinden oluşan BRIC ifadesini 2001 yılında ilk olarak kullanan ekonomist Jim O'Neill, bu terimin bir fenomene dönüşeceğini düşünmemişti kuşkusuz. Küresel yatırım ve bankacılık şirketi Goldman Sachs'ın Başkanı Jim O'Neill tarafından 2001'de ortaya atılan 'BRIC' terimi, son dönemde uluslararası kulislerde sıkça G7 ülkelerinden gelişmekte olan ülkelere doğru yön değiştiren ekonomik gücün sembolü olarak kullanılmakta.1
14
Goldman Sachs'ın en kritik argümanı, ekonomik anlamda gelişmekte olan ülkeleri ifade eden BRIC ülkelerinin, eğer mevcut ekonomik büyümelerini koruyabilirlerse 2050 yılında toplamda, gelişmiş ülkelerin toplam ekonomisinden daha büyük ekonomiye sahip olacağı ve ABD ekonomisini 5.sıraya atarak küresel ekonominin yeni liderleri haline dönüşeceği. Bugün dünyadaki toplam nüfusun %40’ını oluşturan, yaşam alanlarının %25’inden fazlasını kaplayan ve dünya gelirinin %15’ini elinde tutan BRIC ülkeleri, hem dünyanın en hızlı gelişen pazarları hem de giderek büyüyen üretim potansiyelleri sebebiyle yakın gelecekte dünyanın en güçlü ekonomik aktörleri olmaya adaylar.2 Uluslararası ticareti krizlerden etkilenmeyecek hale getirmek adına, dünya ekonomisinin üzerine inşa
edildiği dolara alternatif bir rezerv para birimi oluşturulması, BRIC’in hedeflerinden biri. Rusya ve Çin yakın zamanda dünya ekonomisinde doların rolünü tartışmaya açmışlardı. Bu durum, BRIC ülkelerinin küresel rezervler için yeni bir para birimi üzerinde duruyor olabilecekleri yolunda spekülasyonlar doğurmuştu. Dört ülke ulusal para birimlerini güçlendirerek, bunları potansiyel global rezerv para birimleri haline getirmeyi hedefliyor. İmkânsız gibi gözükse de şu an için dört ülke karşılıklı birbirlerinin tahvillerini alarak ve para birimlerini takas ederek dolara olan bağımlılıklarını azaltmayı değerlendiriyor. Böylelikle krizle birlikte baş gösteren korumacılığa karşı direnme ve kendi para birimlerinde ticaret yapmayı sağlayacak adımları atma konusunda ortak hareket edilecek.3 Goldman Sachs'ın yayımladığı raporları BRIC tartışmasının gündemine oturtan gelişme ise ortaya atılan Çin ekonomisinin Alman ve Japon ekonomilerini geçeceği iddialarının tahmin edilenden de erken gerçeğe dönüşmesiydi. Küresel ekonomik krizin ardından ortaya atılan bir başka tez ise 2027 yılında dünyanın en büyük kredi sağlayıcısı konumundaki Çin'in Amerikan ekonomisini geçerek dünyanın en büyük ekonomisi olacağı yönünde. Kimilerine göre ise Çin, BRIC ülkelerinin bel kemiği ve bu grubun ciddiye alınmasının asıl sebebi. Gerek global ekonomiyle ilgili meselelerin gerekse iklimsel sorunların çözümünde dünyanın Çin'in katılımı
olmadan hareket edemeyeceği, kabul görmüş bir gerçek. Diğer üç ülkeyle beraber Çin, Sanayi Devrimi’nden bu yana dünya ekonomisine hâkim olan seslere çeşitlilik kazandırmış durumda. Goldman Sachs Başkanı ayrıca, giderek bir fenomene dönüşen “BRIC” terminolojisinin de bu ülkelerdeki farkındalığı ve özgüveni arttırarak işbirliğin önünü açtığını düşünüyor. Özellikle ekonomik kriz sonrası dünya ekonomisinin inşası için BRIC ülkelerine büyük ihtiyaç olduğunu vurgulayan Goldman Sachs, tezlerinde, bu dört ülkenin ortak noktalarına rağmen resmi bir ekonomik blok oluşturmaktan uzak olduğunu ifade ederek BRIC ülkelerinin ekonomik güçlerini jeopolitik çıkarımlar doğrultusunda kullanma amacında olduğu, dolayısıyla da BRIC'in daha çok politik bir işbirliği olduğu yönünde öngörülerde bulunuyor. Öyle ki 2009 yılında Rusya'nın Yekaterinburg kentinde ilk kez bir araya gelen dört ülkenin liderleri daha eşitlikçi, demokratik ve çok kutuplu dünya düzeni kurulması talebiyle bir bildiri yayınladı. BRIC'in asıl amacı, Batı'nın kalkınmakta olan ekonomilerin varlığını daha fazla kabul etmesini sağlamak.4 Başta Rusya olmak üzere, tüm BRIC ülkeleri, kurumsallaşmış uluslararası örgütlere bir alternatif yaratılmasına gözle görülür bir ilgi gösteriyorlar. IMF'deki ağırlıkları toplamda %9’u bulan dört ülke, ağırlıklarını arttırmayı ve daha fazla oy hakkına sahip olmayı talep ediyor. Brezilya ve Hindistan ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin mevcut 5 üyesiyle dünyadaki yeni güç dağılımının örtüşmediğini belirterek konseye kalıcı üye olmayı hedeflemekte. O'Neill'a göre eğer IMF, G7 ve G8 gibi uluslararası platformlarda BRIC ülkelerine daha fazla söz hakkı verilmezse bu ülkeler kendi aralarındaki işbirliğini daha da arttırarak gerçek bir blok haline dönüşecekler. Bugün Çin, dünyanın en büyük ikinci ekonomisi konumundayken Rusya, Hindistan ve Brezilya Avrupa'nın birçok önde gelen ekonomisiyle yarışır durumda.5 Son yıllarda dünyanın ekonomik tablosunu daha iyi yansıtabilmek için en büyük 20 ekonomiyi oluşturan G20 grubunun ağırlığı artmaya başlamıştı. Fakat bu yükseliş, BRIC ülkeleri için yeterli değil. Dört ülkenin ortak yönlerinden biri, Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte politik ve ekonomik sistemlerini küresel ekonomik sisteme uyum sağlayacak şekilde değiştirmiş olmaları. Çin ve Hindistan, yoğun
nüfuslarına bağlı olarak iş gücüne dayanan üretim ve hizmet sektörlerinde gelişirken; Brezilya ve Rusya, daha çok hammaddeye ve enerjiye yönelik alanlarda ekonomilerini geliştirmiş durumdalar. Özellikle Çin ve Hindistan'da bugünün yaklaşık iki katı nüfusa ulaşması beklenen orta sınıfın, arz ve talep dengesini değiştirerek dünya ekonomisine yön vermesi bekleniyor. 2025 yılına kadar BRIC ülkelerinde yaşayan 500 milyon insanın 6 büyük Avrupa Birliği ülkesi ile aynı oranda kişi başı gelire sahip olması öngörülüyor.6 Dört ülkenin iş gücü, döviz rezervi, ihracat ve ithalatta dünya devi olma yolundaki gelişimi ne yazık ki İnsani Gelişim Endeksi’nde hâlâ gerilerde bulunuyor. Eğitim seviyesi, hayat beklentisi, insan haklarını kapsayan İnsani Gelişim Endeksi’nin mevcut seviyesinde, üretime ucuz iş gücü olarak geri dönen yüksek nüfus önemli bir etkiye sahip. BRIC ülkelerinde yaşayan bireyler, diğer gelişmiş ülkelerden daha düşük gelir düzeyine sahip. Gelecek 50 yıl içerisinde dünyanın en varlıklı ülkeleri, bugünden farklı olarak, bireylerin en yüksek gelire sahip olduğu ve refah içinde yaşadığı ülkeler olmayabilir. Özellikle Rusya ve Çin tarafından insan hakları ve ifade özgürlüğü konularının önemsenmeyişi, bu ülkelerin uluslararası arenada giderek güç kazanması sonucunda bu konulara verilen önemin azalacağına dair endişeler yaratıyor. Aynı zamanda bu ülkelerin giderek güç kazanması, uluslararası toplumun ülke içindeki insan hakları ihlallerine müdahalesini engeller nitelikte. Her ne kadar bu ihlaller Batı'nın bu ülkelere yönelik eleştirilerine malzeme olsa ve uluslararası imajlarını şekillendirse de ekonomik alandaki yükseliş, BRIC ülkelerine 'bu eleştirilere kulak asmak için nedenleri olmadığı’ şeklince bir özgüven kazandırıyor. Gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 1’inden fazlasıyla dünya ekonomisine katkı sağlayan ülkelerin ciddiye alınması gerektiğini vurgulayan O’Neill, bu yüzdenin
15
Meksika ve Güney Kore’de 1.6, Türkiye’de 1.2, Endonezya’da ise 1.1 olduğuna dikkati çekerek hızla büyüyen bu ülkeler için artık ‘büyüyen pazar’ tanımlamasının hafif kalacağını vurguluyor. O’Neill’ e göre bu ülkeler BRIC ülkesi olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Öyle ki BRIC ülkeleri tarafından Afrika'ya açılan kapı olarak görülen Güney Afrika, bir sonraki Nisan ayında yapılacak olan toplantıya resmi olarak davet edildi. Hindistan Maliye Bakanı Pranab Mukharje'nin yaptığı bir açıklamaya göre ise Güney
Afrika'nın katılıyla beraber topluluk artık BRICS olarak adlandırılabilir.7 Ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirebilmek için Batı ekonomik modellerini benimsemiş BRIC(S) ülkeleri, henüz dünyadaki Batı liderliğine somut bir alternatif sunamasalar da, dünya ekonomisi ve uluslararası politikalarda yakın gelecekte görülecek olası eksen kaymalarının habercisi olarak kabul görüyorlar.8
16
1. Goldman Sachs, “The BRICs as Drivers of Global Consumption”, Ağustos 2009, http://www2.goldmansachs.com/ideas/brics/drivers ofglobalconsumptiondoc.pdf 2. Economy Watch, “The BRIC Countries: Brazil, Russia, India, China”, http://www.economywatch.com/international organizations/bric.html (Erişim Tarihi: 27 Şubat 2011) 3. NTV, “Rusya yeni rezerv para istiyor”, 16 Haziran 2009, http://www.ntvmsnbc.com/id/24976109/ 4. Goldman Sachs, “BRICs Lead the Global Recovery", May 2009, http://www2.goldmansachs.com/ideas/brics/leadglobalrecoverydoc 2.pdf 5. Radikal Gazetesi, “Çin resmen dünyanın ikinci ekonomik devi oldu”, 14 Şubat 2011, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=&ArticleID=1039950&CategoryID=80 6. Goldman Sachs, "Is this the BRICs Decade?", May 2010,http://www2.goldmansachs.com/ideas/brics/bricsdecadedoc.pdf 7. the Voice of Russia, “South Africa joins BRIC”, 22 Şubat 2011, http://english.ruvr.ru/2011/02/21/45412385.html 8. Radikal Gazetesi, “Türkiye BRIC’ e giriyor”, 18 Ocak 2011, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1036961&Date=18.01.2011&CategoryID=80
Geçtiğimiz sene içerisinde birçok önemli olaya tanıklık ettik. Spor açısından baktığımız zaman ise hiç düşünmeksizin en önemlisinin 2010 Dünya Kupası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Güney Afrika’nın ev sahipliği yaptığı bu Dünya Kupası, kara kıtada düzenlenen ilk dünya kupası olma özelliğini de taşıyordu. Aslında baktığımızda 2004 yılında kupanın ev sahibi olarak Güney Afrika açıklanınca FIFA birçok eleştiriye maruz kalmıştı. Gerek Güney Afrika’nın böyle bir organizasyonu kaldıracak alt yapısının ve ekonomik açıdan yatırım yapmaya yetecek ekonomik gücünün olmaması gerekse suç oranının en yüksek olduğu ülkelerden birisi olması organizasyonun ne derece başarılı ve güvenli olacağı konusunda çoğu kişinin aklında soru işaretleri bırakmıştı. İşte bu noktada Güney Afrika hükümeti devreye girerek, FIFA’ya birçok taahhütte bulunmuştu. Verilen birçok söz karşılığında 2007 yılından itibaren Güney Afrika hükümeti tam olarak 33 milyar rand yani 4.3 milyon dolar harcama yaptı. Birçok alana yapılan harcamaları şöyle sıralayabiliriz: • Yeni yollar ve hızlı tren inşası ile havayollarının yenilenmesi için 13 milyar rand • 5 yeni stadyum inşası ve mevcut 5 stadyumun yenilenmesi için 11,7 milyar rand • Ülkeye giriş noktası hazırlamak için 3 milyar rand • Haberleşme sistemlerinin modernizasyonu için 1.5 milyar rand • 44 bin yeni polisin işe alımı, donanımı ve eğitimi için 1.3 milyar rand1 Aslına bakarsak hükümetin bu yatırımları yaparken beklentisi gelen ekstra turistlerle, sponsor firmaların yapacağı desteklerle bu harcamaların bir şekilde karşılanacağı yönündeydi. Kupa öncesinde ekonomik anlamda yapılan araştırmalara baktığımızda da bu fikrin gerçekleşeceği öngörülüyordu. Hatta kupadan birkaç hafta sonra yapılan araştırmalar bile iyimser yorumları barındırıyordu içerisinde. Mesela Deloitte Araştırma Şirketi’nin kupanın Güney Afrika üzerine yaptığı etkiyi değerlendirdiği bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkan ''Güney Afrika ekonomisi, uygulanmakta olan akılcı mali politikalar ve düşük borç yüküyle, küresel ekonomik krize karşı güçlü bir konuma sahipti. Ancak 2010 Dünya Kupası kapsamında yapılan hazırlıklar sonucunda ekonomiye giren nakit miktarı ve artan istihdam, ülkeyi küresel krize karşı daha da güçlü kıldı. Kara yollarının iyileştirilmesi, yeni bir havalimanı inşa edilmesi, var olan hava limanlarının genişletilmesi, yeni stadyumlar yapılması gibi çalışmalar istihdam artışına imkân verirken, ekonominin canlılığını korumasına da yardımcı oldu.”2 bulgusu da kupanın etkisinin ülke ekonomisini kalkındıracağı ve ülkenin arkasına aldığı bu rüzgârla ekonomik büyüme sürecine gireceğini düşündürmekteydi. Fakat zaman ilerledikçe kupanın ekonomik etkilerinin düşünüldüğü kadar pozitif olmadığı, aksine ekonomik durumun gittikçe kötüleşebileceği öngörülmeye başlandı. İlk olarak kupa esnasında beklenen turizm gelirinin istenen seviyede olmadığı görüldü. Grant Thornton Araştırma Şirketi, Güney Afrika'ya, Dünya Kupası için 200 bin ekstra turistin geldiğini ve buna ilişkin konaklama ve diğer turizm gelirlerinin yaklaşık 1.5 milyar Euro civarında gerçekleştiğini ifade ediyor3. Yani Güney Afrika ekonomisinde yaklaşık 2 milyar dolara yakın bir açık oluşmuştu. Sonrasında ise Güney Afrika’nın çok daha büyük sorunlarla boğuşmak zorunda kalacağı ortaya çıktı.
17
Peki, bu kadar önemli ekonomik bir fırsatın ülke ekonomisine bu kadar zarar vermesinin nedeni neydi? İşin özüne inersek, Güney Afrika ekonomisinde göreceğimiz ilk şey, özel şirketlerin çoğunun iş yaşantılarını devlet desteği ile sürdürebiliyor olduğudur. Turnuvanın düzenlenme tarihi yaklaştıkça devletin özel şirketlere sağladığı bu destek fonları teker teker ortadan kaldırılıp Dünya Kupası’na yatırım amaçlı olarak Dünya Kupası Fonu’na aktarıldı. Bunun üzerine özel şirketlerin birçoğu ya battı ya da işçi sayısında ciddi miktarda azaltma yapıp iş hacmini küçülttü. 2008 yılının dördüncü çeyreğinde %21.4 olan işsizlik oranı, 2010 yılının ikinci çeyreğinde %25.3 e kadar ilerledi. Başka bir ifadeyle 1.1 milyon kişi, bir buçuk sene içersinde işini kaybetti ve bunların 800.000’i özel sektör çalışanlarıydı4. Bununla birlikte Dünya Kupası süresince güvenliği sağlamak amacıyla işe alınan 44 bin polisin 20 bini tekrar işten çıkartıldı. Başka bir sorun da Güney Afrika’nın yaptığı stadyum ve kara yolu yatırımlarının, bundan sonraki on senelik periyod içerisinde ne kadar kullanılacağı ve ne kadar ileriye dönük bir yatırım olduğuydu. Çünkü Güney Afrika’nın futbol endüstrisinin, çoğu ülkeyle karşılaştırıldığı zaman çok çok yetersiz kaldığı su götürmez bir gerçek ve bu devasa tesislerin bundan sonra yılın 350 günü boş kalması ise çok uzak bir ihtimal gibi gözükmüyordu. Bunun sonucunda yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım sadece 30 günlük bir turnuva için yapılmış; sonrasında ise stat çürümeye ya da yılda 56 kez yapılacak organizasyonlar için kullanılmaya bırakılacak.
18
Dünya Kupası’na baktığımız zaman yarattığı ekonomik olanaklar bakımından, ev sahibi ülke açısından çok çok önemli bir organizasyon olduğu kesinlikle tartışılmaz. Turnuva sonrasında ev sahibi ülkenin altyapısı büyük ölçüde tamamlanıyor ve çok önemli bir dış tanıtım da bu sayede gerçekleştirilmiş oluyor. Fakat 2010 Dünya Kupası’na baktığımızda ise başta olan eksiklikler nedeniyle yapılan harcama miktarının, Dünya Kupası sırasında ve sonrasında kazanılan miktarlarla kapatılamayacak kadar büyük olduğunu görüyoruz. Bunun yanısıra ilk olarak harcanan paranın da ülke ekonomisinin önemli damarlarından birisi olan özel sektörü bitirme aşamasına getirdiğinin farkına varıyoruz. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen Güney Afrika ekonomisi, hala Afrika’nın en iyi ekonomisi olarak yerini korumaktadır. Hatta 18 Şubat tarihinde yapılan bir anlaşmayla Güney Afrika, BRIC ülkelerine katılarak ekonomik olarak durumunu sağlama almıştır. Dünya Kupası’nın Güney Afrika ekonomisi üzerine olan artı ve eksilerini karşılaştırdığımızda, kupanın birçok pozitif etkisini görmemize rağmen, aslında maalesef bu organizasyonun Güney Afrika ekonomisine getirisinin götürüsüne oranla çok daha alt seviyede kaldığını görmekteyiz.
1. Tuğrul Akşar, Kupanın ekonomilere etkisi nasıl olacak?, EKOSpor, 19.07.2010, http://www.dunya.com/kupaninekonomilereetkisi nasilolacak_109_94752_yazar.html 2. gös. yer 3. gös. yer 4. Sandeep Mahajan, After the World Cup: Policy Dilemmas Tackle South African Government, 24.08.2010,http://blogs.worldbank.org/africacan/aftertheworldcuppolicydilemmastacklesouthafricangovernment
HARİCİYE
20
Günümüzde azınlık kavramı, bir topluluk içinde sayısal bakımdan azınlık oluşturan, başat olmayan ve çoğunluktan farklı niteliklere sahip olan grupları tanımlamak için kullanılır. Bu kavram, günümüz ulus devletler sisteminde, etrafı daha kesin çizgilerle sınırlandırılan halkları tasvir eder niteliktedir. Azınlıklar, tarihin ilk zamanlarından beri var olagelmişlerdir. İnsanların siyasal örgütlenmesinin ilk günlerinden beri, her zaman için “öteki” kavramı olmuştur. Örneğin; köleler, İlk Çağ Devletleri’nin birçoğunda, sayı ve güç bakımından başat olmadıkları ve farklı niteliklerinden dolayı “azınlık” olarak nitelendirilmişlerdir. Fakat bu azınlık nitelendirilmesinin kapsamı ve sınırları, bugünün azınlık nitelemesinden oldukça farklıdır. Çünkü bu köleler, kendilerini var olan siyasal sistemde ifade etmekten çok uzaktır. Kölelik müessesesi, kölenin tüm haklarını sahibinin eline verdiği için, kölelerin bir arada etkili bir biçimde hareket etmesi neredeyse olanaksızdır. İmparatorluklar döneminde ise, kölelerden ayrı olarak, kesin çizgilerle ayrılan herhangi bir azınlıktan söz etmek oldukça zordur çünkü imparatorlukların yapısı, çoklu insan gruplarına dayanır. Örneğin; Roma’da yurttaşlar, ayırt edilmeksizin, arasında eşit haklara sahiptiler. Pax Romanica olarak da isimlendirilen bu düzeni sağlayan güç ise imparatorun ülkedeki düzeni tahsis etmesi ve buradaki halkların, imparatorluğun gücüne olan bağlılığı devamlı surette sağlamasıydı. Osmanlı Devleti’nde de aynı düzen geçerliydi. Osmanlı, dini kurallarla yönetilmesine karşın, devlet içindeki gayrimüslimler, özgürce yaşamlarını sürdürebiliyordu. Günümüzde, Balkanlar ve Ortadoğu olarak adlandırılan bölgelerde yapılan fetihlerde, halka direkt olarak müdahale etmek ve onları asimile etmekten çok, halkın kendi farklılıklarını özgürce ve güvenli bir biçimde yaşayabileceği bir ortam sunuluyordu. Sayı ve güç bakımından baskın olan grubun, imparatorluklar
dönemindeki tek önceliği, diğerlerinin, imparatora sadakatle bağlı olmasıydı. Etnik ve dini öncelikler, bu güç algılamasının dışındadır. Bunun örneklerini, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde kurulan Yeniçeri Teşkilatı’nda görmekteyiz. Gayrimüslimlerin çocukları toplanarak kurulan Yeniçeri Ocağı’nın birincil amacı, padişaha sadık bir ordunun kurulması ve bu yolla, devlet içindeki potansiyel tehdit olan Türk beylerinin gücünün kırılmak istenmesidir. Günümüz azınlık kavramı, kendini Avrupa’da ilk örnekleri verilen ulusdevlette bulmuştur. Çok uluslu imparatorluklardan farklı olarak daha küçük çaplı merkezi krallıklardan oluşan Avrupa’da, kralların kendi güçlerini arttırmaları; aynı zamanda, sınıfların, azınlık kavramının kesin çizgileri içine girmelerini daha da hızlandırmıştır. Bu noktada iki faktör, azınlık denen kavramın çok daha belirginleşmesini, farklı olanın daha da yabancılaşmasını arttırmıştır: 1.güçlerini daha da arttırmak isteyen krallar, 2.burjuva sınıfı. Bu ikisi, devletin merkezi gücünün artması yolunda birbirini beslemiştir. Fransa’da 14. Louis, merkeziyetçilik anlamında, gücünü en fazla arttıran krallardan biri olmuştur. Bu dönemde uygulamaya konan merkantilist yani korumacı politikalar, ülkenin kendi mallarını, dışarıdan gelen ucuz mallara karşı korumuş ve ülke tüccarları bu yolla daha da güçlü bir pozisyona erişmişlerdir. Bu etkileşim, ulusdevletin ana unsuru olan “ulus” u, devlet içindeki güç parametrelerinin asıl noktası yapmaktadır. İmparatorluklara göre daha küçük olmalarına rağmen kralburjuva etkileşimi ile daha etkin bir hale gelen bu ilk ulusdevletler, güçlerini ve meşruiyetlerini kendi uluslarının varlığına dayandırmaya başladıkları anda azınlık sorunları kendi işlevselliklerine sahip olmaya başlamıştır. Bir yanda gücünü kendi ulusundan alan bir ulus devlet, diğer yanda bu ulustan tamamen farklı bir yapıda ve azınlıkta olan
insanlar. Bu ayrışma, Avrupa’da neredeyse yüzyıl süren mezhep savaşları ile daha da perçinlenmiş ve çizgileri daha belirgin olan bir “öteki” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu mezhep savaşları boyunca, karşı tarafta kendi azınlıkları bulunan devletler, bu kendi azınlıklarının haklarını garantiye alma yoluna gitmişlerdir. 1648 Westfalya Barışı ile biten bu savaşlar sonucunda, azınlık hakları, bu devletler arasında önemi artan bir konu haline gelmeye başlamıştır.1 Diğer yandan, ekonomik ve siyasi üstünlüğünü arttırmak isteyen bu devletler, ele geçirmeye başladıkları Yeni Dünya kıtalarında ve Afrika’da, imparatorluklar gibi çokuluslu siyasal yapılar kurmak yerine, güçlerini, bu yerlerin insanlarını sömürerek arttırma yoluna gitmiştir. Var olan devletlerle olan ilişkilerinde de, “azınlık hakları” denen haklar çerçevesinde, bu devletlerdeki azınlıkta olan toplumları kullanarak, AvusturyaMacaristan, Osmanlı gibi çokuluslu devletlerin imparatorluk politikalarını tehdit eder nitelikte politikalar izlemiştir. Örneğin; Osmanlı’da bulunan Hıristiyan tebaanın haklarının, devamlı surette yetersiz olduğu ve “azınlık hakları” çerçevesinde daha da iyileştirilmesi gerektiği yönünde, Osmanlı Devleti devamlı surette zorlanmıştır. Ekonomik anlamda Avrupa ile baş edemeyecek bir noktada bulunan Osmanlı, Batı’nın bu politikalarına karşı pek fazla direnç gösteremeyecektir. Avrupa’nın bu azınlık politikaları ile birleşen milliyetçilik akımı, Osmanlı’daki ulusları, kendi bağımsızlıklarını kazanma ve kendi ulusdevletlerini kurma yolunda daha da kışkırtmıştır. Temel anlamda azınlık sorunlarının, siyasal sorunlar olarak ortaya çıkışı ve bu sorunların çeşitlenmesi, Avrupa ulus devlet sisteminin dünyada yayılması ile olmuştur. Bu yayılma sürecindeki kırılma noktaları, devletler içinde kalan azınlıkların statüsünü belirler nitelikte olmuştur. Bu kırılma noktalarından biri, Birinci Dünya Savaşı’dır. İngiltere, Fransa, Almanya gibi ulus devletlerin, agresifçe yayılmaları sonucu meydana gelen savaş sonunda, Osmanlı, Avusturya gibi imparatorluklar yıkılmış ve yüzyıllarca çokuluslu yapı altında yaşayan insanlar, kendi uluslarını oluşturma sürecine girmişlerdir. Bu süreçte, baskın olanlar, kendi etnik temelli devletlerini oluştururken; baskın olmayanlar, bu devletlerin içinde azınlık olarak kalmış ve yeni bir azınlık statüsü meydana gelmiştir. Bir diğer kırılma noktasını, İkinci Dünya Savaşı oluşturmaktadır. Güçleri iyice azalan Avrupa devletleri, sömürgelerini bırakmaya başlamış ve bırakılan yerlerde, özellikle Afrika’da, kurulan devletlerin birçoğu, ulusdevlet modelinde kurulmaya
çalışılmıştır. Fakat bu yeni devletlerin içinde kalan insanların büyük kısmının azınlık statüsünde kaldığı ulus devletler, çok sağlıklı işlememektedir. Bunun örneklerini, Soğuk Savaş sonrası kurulan Balkan devletlerinde de görmekteyiz. Örneğin; Bosna’da kurulan devlet, etnik temelli iki halktan, Sırplar ve Boşnaklardan oluşmaktadır. Bu iki halk arasında süren mücadele, ulusdevlet modelinin bu halklara dayatılması sonucu meydana gelen bir sorundur. Makedonya, Arnavutluk, Kosova gibi ülkelerde ortaya çıkan etnik temelli sorunların çözüm yollarında, her zaman için birileri azınlık olarak kalmakta ve sorun daha da çetrefilli bir hale bürünmektedir. Azınlık haklarının hukuksal gelişim sürecine baktığımızda, bu sürecin, ulusdevlet modelinin yayılması ve sonuç olarak azınlık sorunlarının daha da
21
derinleşmesi ile paralel gittiğini görürüz. Mezhep savaşları ile ilk defa devletler arası platforma taşınan azınlık sorunu, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’nde denetim altına alınmıştır. Fakat bu cemiyetin etkisel anlamdaki zayıflıkları yüzünden, azınlıklar meselesine kalıcı bir hukuksal çözüm bulunamamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler, azınlık sorununa daha kapsamlı yaklaşmıştır. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yasaklanan her türlü ayrımcılık, bu yönde atılan en önemli adımlardan biridir. 1978 yılında, BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu Raportörü
Francesco Capotorti, “Etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına Dair Çalışma” başlıklı raporunda, azınlık kavramını üç unsura dayandırmıştır: 1. bir devletin nüfusunun geri kalanından farklı etnik, dinsel veya dilsel özellikler taşıyan bir grubun varlığı; 2.bu grubun nüfusun bütünü içinde sayıca az olması, sayısal azlığı nitelendiren grubun egemen olmayan konumu ve grup üyelerinin devletle vatandaşlık bağı; 3.bu objektif ölçütlere uyan grup mensuplarının kendilerine özgü özelliklerini/kimliklerini koruma isteği.2
22
Bu kavramlardan da anlaşılacağı üzere, azınlıkların uluslararası sistemdeki statüsü, ulusdevlet modelinin dünyada yayılması ve azınlıkların pozisyonlarının, bu yayılmaya göre şekillenmesine bağlıdır. Bu şekillenme, bir diğer kırılma noktası olan Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra da artarak devam etmiştir. Sosyalist Blok’un yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni güçler, ulus devlet modelini uygulamaya girişmişlerdir. Uluslararası sistemde meydana gelen bu değişmelere karşı, Birleşmiş Milletler, 1992’de “Ulusal, Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Ait Bireylerin Hakkı”nı kabul etmiştir. Azınlık hakları hakkında düzenleme yapan bir diğer uluslararası organizasyon ise Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’dır. 1975 Helsinki Nihai Senedi ile azınlık haklarının korunmasına vurgu yapan bu teşkilat, 1989’da yayımladığı bir belge ile de, devletleri, azınlık haklarını korumada yükümlü kılmıştır. Avrupa bünyesindeki bir diğer kuruluş da, Avrupa Konseyi’dir. 1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, azınlıkların, hiçbir devlet tarafından baskı altında tutulamayacağı belirtilmiştir. Avrupa’nın, azınlıklara olan tavrında, özellikle Soğuk
Savaş sonrasında, net bir tavır alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Doğu Avrupa’daki yönetim boşluğu ile birlikte Batı Avrupa’ya artan göç dalgasını engellemek adına azınlık haklarına daha da fazla önem veren Avrupa, bu dönemdeki söylemlerini azınlıklar lehinde tutmuştur. 1997’de imzalanan Amsterdam Anlaşması ile demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi konulara dikkat etmeyen devletlerle olan ilişkilerin kötüye gideceği öngörülmüştür. Günümüzde de AB’nin azınlıklara karşı tutumu aynı yönde devam etmektedir. Bu tutum, 2005’te yayımlanan, “Genişleyen Avrupa’da Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılık Yasağı Üzerine Politikalar” adlı raporda dile getirilmiş ve üye olmaya aday olan ülkelerin, azınlıklar konusunda izlediği politikalar yetersiz bulunmuştur.3 Tarihsel süreçteki güç algısının değişimine baktığımızda, azınlıkların da, bu değişen güç algılamasına paralel bir gelişme gösterdiğini görmekteyiz. Gücünü, halkları kendine bağlama yeteneğinden alan imparatorluklar döneminde, “azınlık” olgusunun etrafı kesin çizgilerle ayrılmamış ve içi tam olarak doldurulamamış idi. Ulusdevlet döneminde ise, güç, ülke içinde baskın olan ulusa dayandırılmış ve devlet yönetimi, gücünü bu yolla meşru kılmıştır. Baskın olan bu gruptan farklı olan gruplar ise, siyasal anlamda azınlık olarak kalmış ve “azınlık” olgusu, içi daha dolu anlamlar ifade eden bir yapıya sahip olmuştur. Devletin ve devleti oluşturan yapıların en güçlü pozisyonda bulunduğu bu dönemin güç algısı, son dönemdeki küreselleşme akımları ile değişime uğramakta ve azınlıklar, siyasal alandaki bu güç paylaşımında daha fazla pay alma yolunda ilerlemektedirler.
1. Oran, Baskın; “Türkiye’de Azınlıklar; Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama”, İletişim Yayınları, 2004 2. Capotorti, Francesco; “Etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına Dair Çalışma”, 1977 3. Turan, Aslıhan P.; Uluslararası Hukukta ve AB’de Azınlıklar, 01.04.2010,http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=625:uluslararashukuktaveabde aznlklar&catid=113:analizlersosyokultur&Itemid=151
Azınlık kelimesini açıklama çabasına girip altından kalkamayacağım kavramsallaştırma adımını maalesef es geçerek başlamak durumundayım. Üstelik tanımlamam gereken kavram, çeşitliliğin had safhada olduğu Ortadoğu coğrafyasındaki grupları açıklamada yetersiz de kalacaktı. Yine de, genel durumdan bahsetmek için yapacağım girişte “azınlıklar” ifadesinin Ortadoğu’daki yansıması hakkında bir fikir oluşturmaya çalışacağım. Bu sayımızda terminoloji boyutuyla ilgili yeterli referans bulacağınızı umarak, pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, büyük savaş ve göçlere sahne olmuş, semavi dinlerin doğuşunun vuku bulduğu bu önemli ve önemine binaen oldukça girift bir dağılıma sahne olan Ortadoğu’daki, dini, etnik, mezhepsel gruplardan daha az aşina olduğumuz, demografik anlamda da geride kalan birkaçına dair tarihsel, güncel ve kültürel yapılarını içeren bir yazı kaleme aldım. Eminim ki Ortadoğu ve azınlık kelimeleri yan yana geldiğinde öncelikli çağrışımlar Şiiler, Kürtler, Türkmenler ve belki daha ilgili olanlar için Dürzîler, Vahhabiler, Marunîler, Ermeniler, Süryaniler olacaktır. Etnik anlamda Kürtler, dünyanın bir devlete sahip olmayan en büyük azınlığı ve bu sebeple de en çok gündemde duranıdır. Bu azınlık kümelerinin yer yer birbirleri ile kesiştiğini de belirtmek önemli olacaktır. Hem Şii hem Kürt olan ve İran’ın Kirmanşah eyaletinde yoğun olarak yaşayan aşiretler mevcuttur. Temel siyasi aktör olarak devleti seçersek ki aslında bu Ortadoğu için çok doğru bir tespit olmayacaktır, zira Vahhabiler bir devlete sahip olduklarından azınlık bile sayılmayabilir. Anayasal vatandaşlık ve siyasi katılım temel unsur sayılınca da başta İran’daki
16 farklı grup azınlık olmaktan kısmen çıkacak, 18 dini ve etnik grup üzerine inşa edilmiş son derece hassas bir sisteme sahip olan Lübnan için azınlık kelimesi bir anlam ifade etmeyecektir. Değerlendirme yalnızca ülke sınırları içinde yapıldığındaysa, Ortadoğu’nun en büyük etnik grubu olan Araplar, İran sınırları içinde azınlık olacaktır. Irk temelli sınıflandırmada Sami ırkına mensup Araplar ve Yahudileri aynı kategoriye almak gerekecek ve bu da İsrail’i bir devlet olarak azınlık diye nitelendirmek gibi gülünç bir durumu ortaya çıkaracaktır. İktidarın el değiştirmesi durumunda dahi azınlık olarak tanımlanan grup değişebilmektedir. Irak, bunun en bilindik örneğidir. Çoğunlukta olan Şiiler iktidarda söz sahibi değilken, Saddam’ın elleriyle Sünni diktatörlüğüne dönüştürülen rejim, yeni Şii başbakan ve Kürt devlet başkanı yapılanmasıyla Sünnileri siyasi anlamda sınırlayarak politik ve mezhepsel bir azınlığa dönüştürmüştür. Onlarca yıl devlet aygıtını tekelinde bulunduran grubu sınırlayarak kimliğini bir anda kırmak kendi içinde huzursuzluğa sebep olacaktır elbette. İşte tam bu noktada Türkiye, Irak’ın refahı için önemli bir adım atarak Sünnilerin seçime girmesini sağlamış ve oluşturulan koalisyona destek vermiştir. Uluslararası medyada Irak konusu gündeme geldiğinde genel olarak Şii, Sünni ve Kürt olarak üçe ayrılan bir yapıdan söz edilmektedir. Aynı anda hem mezhepsel hem etnik bir ayrımla Irak üçe ayrılmış bir vaziyette sunulmuştur. Türkmenler asırlardan beri Irak’ta KürtArap bölgelerini ayıran hatta yaşamış, gerçek kentli bir nüfus olsa dahi hesaba pek katılmamaktadır. Kerkük, tarih boyunca bir Türkmen şehri olsa da, Saddam rejiminde, Araplaştırma amacıyla bazı Türkmenler güneye göçe zorlanırken,
23
önemli bir Arap nüfus da şehirde istihdam edilmiştir. ABD işgaliyle birlikte Kerkük, bu kez Kürtleştirilmek istenmiştir. Öyle ki Türkmenlerin % 12 gibi önemsiz bir oranda nüfusa sahip olduğu iddia edilmiştir. Türkmenlerin de Irak’ta farklı listelerden aday göstermeleri neticesinde kendi aralarındaki birlik zayıflamış, asimilasyon büyük oranda başarılı olmuştur. TürkiyeIrak sınırının güneyinde Araplaştırılan ve Kürtleştirilen Türkmenler varken, hemen kuzeyinde Türkleştirilmiş milyonlarca Arap ve Kürt olduğu da kayda değer bir bilgidir. Ortadoğu’da ulus inşa sürecine ilk başlayan ve en sert tedbirleri yürüten Türkiye, bu sayede İran ve Arap ülkelerinden öndedir.
24
1942’de Sovyet desteği ile İran’ın Batı Azerbaycan eyaletindeki Mahabad kenti ve çevresinde Kürtlerce kurulan Mahabad Cumhuriyeti’nden bu yana Kürtler, ilk kez bu kadar güçlü ve bağımsız olabilmişler; güç ellerine geçince de yıllardır asimile edildikleri gerekçesi ile savaşa tutuştukları Arapların da Türklerin de yürüttüğü politikaları, şimdi kendi etki alanları içerisindeki Türkmen ve Yezidilere karşı uygulamaktalar. M el ek T a v u s ’ u n Ç o c u k l a r ı : Y ez i d i l er “Güneşin çocukları” olarak da bilinen Yezidiler, ağırlıklı olarak MusulDohuk arasında yaşarlar. ORSAM’ın Ağustos 2010’da Iraklı Yezidi Emiri Enver Muaviye İsmail ile yaptığı röportajda Emir’in de belirttiği gibi Yezidiler, ArapKureyş kabilesinden olduklarını iddia ederler. Haricilere bağlı İbadiye tarikatının mensupları oldukları ve isimlerinin Şeyh Ubeydi’den geldiği de söylenmektedir.1 Dürzîler, Aleviler gibi etnik bir grubun içindeki alt mezhepsel grup oldukları iddia edilebilir. Siyaseten Yezid bin Muaviye’yi önemsediklerinden Şiilerle kanlı bıçaklıdırlar. Sufi Müslüman olan şeyhlerinin ölümünden sonra, ona tanrıinsan misyonu biçmişler, bu yüzden, kutsal mekânları da şu an Cudi Dağı yakınlarında bulunan Laleş Tapınağı’ndaki şeyhlerinin türbesi olmuştur. Sanıldığının aksine şeytana tapmazlar, bir melek olduğu için aşırı saygı gösterirler. Oldukça sentez bir din haline gelmiş olan Yezidilik’te Ay ve Güneşe tapma Paganizmi, ruh göçü Sabiiliği, haram yiyecek anlayışı Yahudiliği, dans ve rüya tabirleri Şamanizm’i, vaftiz ve ekmekşarap ayini Hıristiyanlığı, sünnet,
oruç, hac, kurban gibi ibadetler İslam’ı çağrıştırır. 1980 öncesi Türkiye’nin en güneydoğu sınırlarında yaklaşık 80.000 Yezidi yaşarken, özellikle Almanya ve İsveç’e başlayan göçler neticesinde bugün ancak 2.000 civarında oldukları tahmin edilmektedir. Tüm dünyada 22.5 milyon gibi bir rakamı zikreden Emir İsmail, Irak’ta yaşayan 800.000 civarındaki Yezidi’nin Barzani’nin baskısı altında Kürt olduklarına ikna edilmeye çalışıldıklarını belirtmiştir. Musul’da Kürt Kotası’ndan seçilen 8 adayın 6’sı Yezidi’dir ve Irak Parlamentosu’nda Bölgesel Kürt Yönetimi’ne bağlanma talebinde bulunacakları bilinmektedir. Aynı gruplar, ABD Başkanı Obama’ya da 1916 yılında Osmanlı’nın Yezidileri soykırıma tabi tuttuğunu iddia eden bir mektup yollayarak, bu soykırımın tanınmasını istemişlerdir. Çoğu Arapça, bir kısmı Kürtçe konuşan Yezidiler, grup içinde kendilerini bir millet olarak tanımlayanlar olarak iki fraksiyona ayrılmış durumdalar. Laleş Tapınağı ziyaretleri ile Yezidileri kendine çeken Barzani’nin bir amacı da Türkiye ile Irak merkezi hükümeti arasındaki bağlantıyı stratejik olarak yok etmek ve Suriye sınırına uzanmaktır. A r a p Fel l a h l a r Irak’tan batıya, Suriye, Lübnan, Türkiye hattına dönecek olursak, Dürzî ve Kürtlerden başka, nüfuslarına oranla oldukça güçlü bir azınlık grup olan, Arap Alevileri olarak da bilinen Nusayrilerden bahsetmek gerekecektir. Türkiye’de Mersin’den Antakya’ya kadar olan yerlerde yaşayan bu grup, çoğu hemşerileri tarafından “Fellahlar” olarak bilinir. Fellah, Arapça ‘çiftçi’ demektir ve Nusayrilerin yoğun olarak icra ettikleri meslek budur. Fıkhi konularda pek bilgi vermeyen Nusayriler, Türkleştirme politikalarından bir hayli etkilenmişlerdir. Bu yüzden Arap olduklarını ifade edince bunu kendilerine yönelik ayrımcı bir tavır olarak algılarlar ve polis devleti diyerek dışladıkları Arap Suriyesi’ndense laik Türkiye’yi benimserler. Ali Tayyar Önder’in uzun süren araştırmaları sonucunda Türkmen asıllı oldukları da söylenmiştir.2 Alevilik inancının varlığı bu iddiayı kuvvetlendirse bile, bu durum bölgeye yerleşen Türkmenlerle etkileşimin bir neticesi de olabilir. Belki Cumhuriyet öncesinde, Sünni olmadıkları için kendilerini ikinci sınıf görmeleri ve toplumun da bunu tetikleyen hareketlerde bulunması nedeniyle Güneş Dil Teorisi’nin kendilerine yakıştırdığı “Eti
Türkleri” sıfatı daha benimsenir olmuş, bugün bir milyon civarındaki Arap Alevileri bunu seçerek kabullenmiştir. 1938’de Nusayriler, Hatay nüfusunun % 38’ini oluştururken 1980’lerde bu oran % 12 seviyelerine düşmüştür. Kentlerin SünniHıristiyan karakteri neticesinde köylerde dinlerini daha rahat yaşamayı uygun görerek uzun zaman köyde çiftçilik yaparak geçinmişler, 70’lerde şehre göç ettikten sonra da köyde kalan toprakları aşiret reisleri tarafından işletilmiş, gelirin % 75’i toprak sahibi göçmenlere gönderilmiştir.3
1920’lerde Fransız mandasındaki Suriye’nin Laskiye bölgesinde bir Alevi devleti de kurmuş olan Nusayrilerin, Fransızların azınlıklardan askeri birlikler oluşturması neticesinde Sünni çoğunlukla araları iyice açılmıştır. 30’lu yıllarda Suriye milliyetçiliğini benimseyen ve çoğu Alevi olan Suriye Halk Partisi kurulmuş ancak Fransızların sert tedbirleri ve yükselen Baas Hareketi bu partiyi bitirmiştir. Eğitimli Nusayriler askeri alanda uzmanlaşarak Baas’ın askeri kanadına hâkim olmuş, önce Sünnilerle çatışmış, 1966 yılında da Dürzî Selim’in darbe girişimini engellemişlerdir. Bu durum Nusayrilerin Dürzîlerle olan ittifakını bozmuştur. İsmaililerin darbe girişimi de başarısız olunca 70 darbesi ile Hafız Esad, Nusayri iktidarını pekiştirmiştir. Bölgedeki diğer rejimlere nispeten ılımlı ama yine de diktatör bir rejim kuran Esad, partinin radikal kanadını tasfiye etmiş ve her görüşten insanı çevresine toplamayı başararak rejimine meşruiyet kazandırmıştır.4 1982’de Müslüman Kardeşler’i tasfiye etmek adına Hama civarındaki kentleri basıp 70.000 insanı katletmiş, 800.000 kadar Sünni Müslümanı da sınır dışı etmiştir. PKK’ya sağladığı destek sebebiyle dolaylı da olsa katlettiği 30.000 insanı da hesaba katarsak,
oldukça kanlı bir rejim, Suriye Nusayrileri’nce idare edilmiştir. Oğlu Beşar Esad’ın İran’la benzeşen sert söylemlerinden gittikçe uzaklaşmasında da Türkiye’nin önemli rolü olmuştur. Suriye rejiminin korkusu, Mısır’da ayaklanmalar başlar başlamaz kendini göstermiş, Beşar Esad pek çok reform sözü vererek olası ayaklanmaları önlemeye çalışmıştır. Ü r d ü nl ü l e r i n K a f k a s y a l ı K o m ş u l a r ı : Ç e r k e z l e r 1864 yılında Ruslarca gerçekleştirilen “Büyük Sürgün” neticesinde Kafkasya’nın Kaf Dağı savaşçılarından Ürdün’de çöl tacirlerine evrilen Çerkez azınlık da güney coğrafyamızın önemli bir başka grubudur. Dünya’nın her yerinde birbiri ile irtibatta olan, ticari faaliyette bulunan Çerkezler, Ürdün’ün başkenti Amman civarında yedi köyde hala yerleşik durumdalar. Söylem ve icraatlarında İslamcılığa itibar etmedikleri açıkça belli olan Çöl Çerkezlerinin 80 kişilik Ürdün Parlamentosu’nda üç de vekili bulunmaktadır. II. Dünya Savaşı’na kadar Suriye’deki diğer azınlıklarla birlikte Araplara karşı savaşan Çerkezler, 1948’den sonra Arap saflarına katılmışlar ve hem 1948’de hem de 1967 Arapİsrail Savaşları’nda önemli görevler üstlenerek savaşçı yanlarını ortaya koymuşlardır. Bu savaşçılar Ürdün’de her yıl “Sadakat Günü” ile anılmış, saray muhafızları da tamamen Çerkez birliklerden müteşekkil olmuştur.5 Bölgedeki en çağdaş eğitimli toplum olarak bilinen Çöl Çerkezleri için anadilde eğitim veren kurumlar bulunmaktadır. Türkçe, Arapça, İngilizce ve Çerkezce’yi oldukça iyi düzeyde bilirler ve bu, ticari yaşamları için büyük bir avantaj teşkil eder. Araplardan farklı olarak beyaz tenli ve alımlı olan Çerkezler, dışarıya çok az kız verirler ve çok daha az dışarıdan kız almak suretiyle akrabalık kurarlar. Tüm bunlara rağmen, isteyerek dillerini kullanmayıp gönüllü bir şekilde günbegün asimile olmaktalar.6 Bedeviler, ilk zamanlar Kafkasya’dan gelen yeni komşularına saldırmış, buna karşın Osmanlı, tren yolu koruyucusu olarak Çerkezleri görevlendirmek suretiyle onlara destek vermiştir. Bölgenin önde gelenleri, bir süre sonra, Meclisül Aşair denen barış oturumları tertipleyerek, Çerkezler, Bedeviler, Araplar, Ermeniler ve Dürzîler arasında anlaşmazlıkları çözerek, barışı tesis etmişlerdir. Arapİsrail savaşlarında en etkili ve güçlü ordu,
25
Ürdün ordusu olmuştur. Arap Lejyonu olarak da bilinen bu ordu, Kral Hüseyin’in vatandaşlık vereceği vaadiyle ülkesine sığınan ve daha sonra sayıları artıp siyasi talepleri dillenmeye başlayınca, Filistinli mültecilerin 30 bininin katledilmesiyle sonuçlanan emri de icra etmiştir. Bu mülteci kamplarında Filistinlilerle birlikte yaşayan 20 bin dolaylarında Çeçen’in de olduğunu belirtmek gerekir. Ruslara karşı verilen özgürlük mücadelesi için para toplayan bu Çeçenlerin, 1864 Sürgünü neticesinde ortak acıları yaşayıp Çerkez üst kimliğini paylaştıkları soydaşları tarafından bu katliamdan tamamen muaf tutulduklarını söylemek doğru olmayacaktır. Tüm bu anlatmaya çalıştıklarım, bölgedeki resmin küçük birkaç parçasından ibaret. Yazımın başında da belirttiğim gibi, azınlıkları net olarak ifade etmek, üstelik konu Ortadoğu olduğunda, mümkün değil. Siyasi aktörlerin tercihine göre bazen dini, bazen mezhepsel, bazen de etnik grupların azınlık durumuna düşürüldüğü açıkça görülebilmekte. Kişiler de inançlarına göre ait olduğu grubu belirleme
eğiliminde oluyor. Etnik ve dini ve hatta mezhepsel olarak aynı anda üç gruba birden mensup olabilen kişinin, hangi kimliğini önde tutacağını belirleyen oldukça fazla değişken bulunuyor. Fakat bu ifadelerden hiçbiri bölgeye huzur getirmiyor. Umudum, dünya vatandaşlığı aidiyeti ve hissi ile evrensel kabul görmüş değer yargılarının, bu değer yargılarını özümsemiş politika yapıcılarının eliyle bölgeye taşınması. Aksi halde mevcut kimlik sorunları büyüyerek daha şiddetli çatışmalara sebep olacak gibi görünüyor. Malum, inançların doğduğu coğrafya olan Ortadoğu’da, çıkarlar da inançlara binaen şekilleniyor ve aidiyet hissinin en radikal tutumu dini kimlikte bulunuyor. Not: Gezi yazıları ya da savaş anıları şeklinde kaleme alınan kaynakları referans aldığımdan verilen rakamlar güncel değildir. Faik Bulut ve Alexandre Grigoriantz’ın gözlemleri 80’li ve 90’lı yıllarda yapılmış gibi görünüyor. Mordechai Nisan’a ait sayısal veriler ise daha eski olabilir.
26
1. Iraklı Yezidi Emiri Enver Muaviye İsmail: “Yezidiler Baskı Altında”, ORSAM Ortadoğu Analiz, sayı:26, Ankara, 2010. 2. Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, Pozitif Yayınları, 2005. 3. Faik Bulut, Ortadoğu’nun Solan Renkleri, İstanbul, 2002. 4. Muhammed Emin Galib etTavil, Nusayriler Arap Alevilerinin Tarihi, İstanbul, 2000. 5. Alexandre Grigoriantz, Kafkasya Halkları Tarihi ve Etnografik Bir Sentez, İstanbul, 1999. 6. Nisan, Mordechai., Minorities in the Middle East, McFarland Company, North Carolina, 1991.
Dünya’nın özellikle Ortadoğu ve Orta Asya üzerinden şekillenmeye başladığı, ulus olamamış veya uluslaşamamış ülkeler üzerinde savaşlar ve işgallerle hegemonya kurulmaya çalışıldığı (ya da başlandığı) bir ortamda; azınlık, çoğunluk ve vatandaşlık gibi kavramların yeniden tanımlanmasının ve tartışılmasının gerektiği; ulus devletlerin kuruluş aşamalarında bütünleştirici kavramlar yerine kimlik siyasetlerinin öne çıktığı, ulusdevlet yapılanmasının sorgulandığı ve tek tip vatandaşlığın zorlanmaya başlandığı bir dönem yaşamaktayız. Ortadoğu coğrafyasında hızla artan dinsel ve mezhepsel ayrışmaları da buna eklediğimizde, ortaya çıkan vaziyet, ulus olma bilincinin ve sürecinin farklılaştığını ve ülkeler arasında benzerlik göstermediğini ortaya koymaktadır. Bu yazı, uluslararası çatışmaların sahnesi haline gelmiş Ortadoğu’da “nazik dengeler üzerine inşa edilmiş bir istikrarsızlık cumhuriyetinin”, Lübnan’ın, uluslaşma sürecini ve bu süreç içerisinde dini ve mezhepsel grupların oynadıkları rolü ele alacaktır. Giriş Ernest Gellner, ulus kavramı üzerine iki ayrı tanım gösterir. Bunlardan kültürelci yaklaşıma göre iki insanın aynı ulustan sayılabilmeleri için aynı kültürü paylaşmaları gereklidir. Burada kültür bir düşünceler, işaretler ve çağrışımlar, davranış ve iletişim biçimleri sistemi anlamına gelmektedir.1 İradeci yaklaşım ise iki insanın ancak ve ancak birbirlerini aynı ulusun üyesi olarak kabul ediyorlarsa aynı ulustan sayılabileceklerini vurgular. Bir başka deyişle, ulusları, insanlar yaratır ve uluslar, insanların kendi inanç, sadakat ve dayanışmalarının bir ürünü olarak ortaya çıkar. Belli bir dili konuşan belli bir ülkenin sakinleri ancak aynı gruba mensup olmalarından dolayı birbirlerine karşı bazı ortak hak ve görevleri olduğunu kabul ettikleri takdirde bir ulusu oluşturabilirler. Gellner, biri kültürel diğeri de iradeci bu iki tanımla ulus kavramını açıklamaya çalışırken ikisinin de aslında tek başlarına yeterli olmadıklarını ifade eder
ve ulusların ancak “ulusçuluk çağı” bağlamında açıklanabileceğini söyler. Gellner’e göre ulusçuluk çağı, bir ulusun uyanışı veya kendini siyasal anlamda kabul ettirmesinden ibaret değildir. Daha çok, genel toplumsal koşullar, sadece seçkin azınlıklara değil, bütün halka mal olan standartlaşmış, türdeş, merkezi olarak desteklenen yüksek kültürlerin oluşmasına elverdiğinde, iyi tanımlanmış bir eğitim sisteminin denetlediği ve bütünleşmiş kültürler, insanların gönüllü olarak ve çoğu kez şevkle özdeşleştirdikleri hemen hemen tek birimi oluştururlar. Ancak ve ancak bu koşullar altında uluslar aynı anda hem irade hem de kültürle ilişkili biçimde ve gerçekten bu ikisinin siyasal birimlerle birleşmesi olarak tanımlanabilir.2 S a nc ı l ı Y ı l l a r Çoğu ülke gibi “Ortadoğu’nun Paris’i” Lübnan da ulus inşa etme sürecinin önemli bir problemini yaşamıştır/yaşamaktadır. Ulusdevlet ile nüfusun dinsel kimlik veya cemaatlere dayalı kimlikleri arasındaki ilişki nasıl tanımlanacak ve bu tanımın ulusdevletle fiili ya da olası bir vatandaşlık ilişkisi içinde olan insanlar tarafından kabul edilebilirliği nasıl sağlanacaktır? Etnik temelden çok, dini paylaşımlar üzerine kurulu olan Lübnan siyasi sistemi, demokratik, parlamenter bir rejimin bütün kurumlarına sahip olmasına karşın, siyasal temsilin bir mezhepler hiyerarşisi üzerinden işlemesi bakımından dünyanın diğer demokrasilerinden ayrılmaktadır. “Dini paylaşım sistemi” (confessionalism), dini, ideolojik, dilsel, bölgesel, kültürel, ırksal ya da etnik nitelikte olabilecek farklılaşmaların damgasını vurduğu devlet ve toplumları ifade eden “ortaklaşa siyasal sistemler” (consociationalism) teriminin kapsadığı bir alt kategoridir. Dini paylaşım, Lübnan tarihinin derinlerine uzanmaktadır ve günümüzde bu sistem, Lübnan’daki güç mekanizmalarının belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu iktidar paylaşımının öznesi konumundakiler siyasi partiler değil, dini ve
27
mezhepsel gruplardır. Lübnan’da sistem demokratik ve parlamenter olarak tanımlanıyor olsa da siyasal veya bürokratik bir mezhepsel/dini hiyerarşinin ve güç paylaşımının olduğu gerçeği yadsınamaz. Örnek vermek gerekirse; Lübnanlı vatandaşların özel hayatları, ülkedeki çok sayıda farklı mezhebin etkisi altındadır ve bu yüzden Lübnanlılar, genellikle mezhep içi evlilik yapmak zorunda kalmaktadırlar.
28
1943 yılında Fransız mandasından bağımsızlığını kazanmasından günümüze gelinceye kadar, Lübnan siyasal sistemi, ikili bir yapıya sahip olmuştur. Bir tarafta bütün yurttaşları yasalar önünde eşit sayan, Fransız Anayasası’ndan örnek alınarak hazırlanan Lübnan Anayasası varken, diğer tarafta o dönemin en büyük iki dini cemaati olan Sünni Müslümanlar ve Hıristiyan Marunîler arasında 1943’te yapılan ve dini grupların devlet içinde dengeli bir biçimde temsil edilmesini sağlayan Ulusal Pakt Anlaşması bulunmaktadır. Güçlü ama tam anlamıyla baskın bir cemaat olmayan Marunîlerin, diğer mezhep ve dini grupların katılımı ve desteği olmaksızın yeni cumhuriyet içerisindeki iktidarı ellerinde tutamayacaklarını hesapladıkları ve bu yüzden Müslümanlar ile anlaşmaya vardıkları bu pakta göre, hem Lübnan’ın bağımsızlığı hem de çoğulculuğu korunacaktır.
Ulusal Pakt açıkça Hıristiyanların Batı korumacılığından vazgeçmesi ve Müslümanların da Suriye veya bir diğer Arap ülkesi ile birleşme amacından vazgeçmesi üzerine oluşmuştur.3 Bu paktla beraber Lübnan, “yüzü Arap, dili Arapça” ama “karakteri özel” bir ülke olarak tanımlanmıştır.4 İktidar ve başlıca siyasiidari yetkiler en büyük altı cemaat; Marunîler, Ortodokslar, Katolikler, Sünniler, Şiiler ve Dürzîler arasında paylaşılmıştır. 1932 yılından bu yana nüfus sayımı yapılmayan ülkede, 1932’deki nüfus sayımından elde edilen bilgi ve verilerin
sonuçları dikkate alınarak, milletvekillikleri, altı Hıristiyan vekile karşılık beş Müslüman ve Dürzî vekil (toplamda) şeklinde dağıtılmıştı. Lübnan halkına danışılmayan ve geleneksel liderlerin, aşiret liderlerinin, toprak sahiplerinin ve dini otorite sahiplerinin denetimi altına verilmiş olan sistem, halktan çok, seçkinlerin vardığı bir uzlaşma niteliği taşıyordu. Ulusal Pakt’ı izleyen yıllarda bu dini paylaşımcı sistemin, Hollanda ve Avusturya gibi benzer bir ortaklaşa siyasal sistemi benimsemiş devletlerde olduğu gibi demokratik bir ortamı ve uzlaşmacı bir ortak kültürü doğuracak ve uzlaşmış bir ulusu tetikleyeceği düşünülüyordu. Fakat gelen yıllar ve gelişen olaylar demokratik bir kültürü ve sorunlarını çözmüş bir ulusu yaratacağına, iç ve dış etkenlerin birleşiminden kaynaklanan 15 yıllık bir iç savaşı (197590) Lübnan’a taşıdı ve ağır sosyo ekonomik eşitsizliklere, sosyal kargaşaya ve ülkeyi dış etkilere açık bir hale getiren paylaşımcı sistemin sorgulanmasına neden oldu. 1989 yılına gelindiğinde iç savaşı bitirmeye yönelik ilk adım, Taif Anlaşması’yla atıldı. Suriye ile ortak çıkarların bulunduğunun ve komşuluk tarihine sahip olunduğunun belirtildiği bu anlaşma, Marunîlerin mevcut olan anayasal üstünlüğünü sonlandırmış ve yerine üç başkanlı bir yönetim getirmiştir. Birbirlerinin iktidarlarını yok etme yetkisine sahip olmayan Marunî Cumhurbaşkanı, Sünni Başbakan ve Şii Meclis Başkanı ayrımı ve Hıristiyan ve Müslümanların mecliste eşit oranda temsil edilmesi kararıyla yönetim paylaşımı oluşturulmuştur. Taif Anlaşması (ilginçtir Taif’in Arapçası da mezhep demektir), yönetimden mezhepçiliği ve dini paylaşımı arındırmak yönünde önemli adımlar atar. Örneğin; en üst mevkiler hariç, memurların işe alınması konusunda mezheple ilgili kriterleri kaldırır ve kimlik kartlarında mezhebin de belirtilmesi uygulamasına son verir.5 Fakat 1926 Lübnan Anayasası’ndan ve 1943 Ulusal Paktı’ndan Taif ile bir kopuş yaşandığını söylemek zordur. Küçük değişiklikler dışında Taif, eski paylaşımcı modeli korumaktadır. İlginç bir şekilde Taif Anlaşması’nın giriş bölümünde mezhepçiliğin kaldırılmasından ulusal bir amaç olarak bahsedilir: “Siyasi mezhepçi bir sistemin tasfiyesi, adım adım izlenecek bir planla ulaşılması gereken ulusal bir amaçtır. Müslüman ve Hıristiyan oranının yarı yarıya olması temelinde seçilen meclisin, bu amaca ulaşmak için yeterli adımları atması ve Cumhurbaşkanı başkanlığında Meclis Başkanı’nı, Bakanlar Kurulu
Başkanı’nı, siyasetçileri, entelektüelleri, toplumun önde gelen üyelerini bir araya getiren ulusal bir komite kurması gerekir. Komitenin görevi, mezhepçi sistemi lağvetmeye yönelik yöntemleri incelemek ve önermektir.” Daha da ilginç olan mesele ise Taif’in mezhepçiliğin ve dini paylaşım düzeninin kaldırılması hedefine ulaşma görevini yine aynı mezhepçi ve paylaşımcı düzene vermesidir. Bu şekilde mezhepçi düzenden kendi kendini lağvetmesi istenmektedir! Lübnan paylaşımcı sistemle devam edecek midir; yoksa bir çıkış noktası bulunacak mıdır? Ülke içerisinde, haklı bir biçimde, paylaşımcı sistemin kayırmacılık ve yolsuzluk gibi sonuçlar doğurduğundan şikâyet edilmektedir. Örneğin; Şii Meclis Başkanı ve Emel Hareketi’nin lideri Nebih Berri, 1995’te paylaşımcı sistemin Lübnan’da uygulandığı ve diğer cemaatlerin de bu sisteme uyduğu sürece kendisinin de ulaşabildiği mevkilere Şiileri atayacağını söylemiştir. Siyaseti iyileştirmek ve paylaşımcı düzeni eksikliklerinden arındırabilmek için Müslüman ve Hıristiyanların bir arada yaşama konusundaki ortak mirasları hatırlanmalı ve her dini grubun sahip olduğu cemaat kültürünün ve kendine has yönlerinin ortak bir “Lübnan kültürünü” oluşturduğu kabul edilmelidir. Bireyin bir dini gruba veya mezhebe bağlı olmasının yanında bir yurttaş olarak hakları ve devlete bağlılığı da dikkate alınmalıdır. Böylece hedeflenen ulusal birlik gerçekleşebilir ve dini/mezhepsel tüm gruplar “Lübnanlaştırılarak” çoğul bir yapıya sahip ve uluslaşmış bir toplum yaratılabilir. Fakat bu konuda
engel olarak MüslümanHıristiyan dengesi karşımıza çıkmaktadır ve sistemin sekülerleşmesi önem kazanmaktadır. Marunîler paylaşımcılığın lağvedilirken aynı zamanda sekülerleşmenin de gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedirler çünkü sekülerleşme olmaksızın gerçekleşen bir yeniliğin, nüfus bakımından çoğunlukta olan Müslümanların siyasi amaçlarının önünü açacağını düşünmektedirler. Bu yüzden hem sistemin lağvı hem de sekülerleşme birbirlerine engel olarak gösterilmekte ve süreç ilerlememektedir. Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Lübnan’daki mezhepsel ve dini paylaşımcı sistem ülkeyi hem dış etkilere açık hale getirmekte hem de içeride sorunlara yol açmaktadır. Hıristiyanlar Batılı ülkeler tarafından yönlendirilirken Müslümanlar da her zaman “büyük ağabey” rolündeki Suriye’nin Hıristiyanlara karşı kullanacağı bir koz haline gelmektedir. Aynı zamanda mezhepçilik sistemi bir yandan vatandaş ve ulus kavramlarının önemini yitirmesine yol açarken diğer yandan da mezhep içi rekabeti ve gerginlikleri de derinleştirmiştir. İktidardan pay kapma yarışı, aynı mezhebe mensup olan grupları bile birbirine düşürmektedir. Ülke içinde sağlanacak bir uzlaşma, bir arada yaşama duygularının yeşermesi ve tüm dini grupların diğerlerini başka bir dinden ya da mezhepten olarak değil, kendileriyle eşit bir Lübnanlı olarak görmesiyle sağlamlaşacaktır. Bu durum, sadece Lübnan için değil; uluslaşma sancısı çeken tüm ülkeler için geçerlidir.
1. Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayınları, İstanbul, 2008, sf: 78 2. a.g.e sf:137138 3.Veysel Ayhan, Özlem Tür, Lübnan, Dora yayınları, Bursa, 2009, sf: 54 4. Haldun Gülalp, Vatandaşlık ve Etnik Çatışma, Metis Yayınları, İstanbul, 2007, sf: 134 5.a.g.e sf: 137 Ayrıca uzman görüşleri ile ilgili olarak http://www.merip.org'a bakılmıştır.
29
Rus dilinde ‘’Rossiiski’’ sıfatı Rusya’yı ve oradaki tüm vatandaşları coğrafi olarak nitelerken, ‘’Russkii’’ daha dar bir çerçevede etnik ve dilsel bir niteleme yapar. Bu iki kelime jeopolitik ve etnik kültürel birleşmeyi öngörür kılsa da, Rusya’da bu birleşme her zaman kolay olmamıştır.1 Belki de vatandaşların tek ve bütüncül betimlemeler yerine iki farklı terimle nitelenmesinin nedeni budur.
30
Dünya yüzeyindeki toprak alanlarının %11.48’ini kapsayan bu çok uluslu federasyonun, azınlıklar konusunda akla ilk gelen ülkelerden birisi olması kaçınılmazdır. 2002 raporlarına göre Rusya, ülkenin %82’sini oluşturan etnik Rus populasyonun yanısıra toplamda 160 değişik etnik grup ve yerli halkı da barındırır. Etnik Slav grubundan sonra sayıları 1 milyonu aşan, nispeten daha büyük azınlık grupları şu şekilde sıralanır: Tatar (5.5 milyon), Ukrayna (4.4 milyon), Cuvaş (1.8 milyon), Başkurt (1.3 milyon), Beyaz Rus (1.2 milyon), Mordovya (1.1 milyon).2 Bu grupları Çeçen, Ermeni vs kitleleri izler. Peki bu çok uluslu yapı içinde; politik ve ekonomik kaos, bölgesel ayrılma, milliyetçilik vs gibi tehlikeler karşısında ülkenin düzinelerce farklı bağımsız yapılara bölünme ihtimali ve tehlikesinin farkında olan Rus Devleti azınlıklara yönelik nasıl bir politika izliyor? Rus anayasası incelendiği zaman etnik azınlık gruplarının temel haklarının pek çok farklı madde ile korunmasının en azından teoride öngörüldüğü anlaşılır. Örneğin; anayasadaki 19. madde; dil, din, köken vs. farkı gözetmeksizin tüm Rus vatandaşlarının eşitliğine vurgu yaparken, 68.madde Rus dili dışındaki
diğer dillerin kullanımının sürdürülmesine olanak verir.3 Kayıtlara göre azınlık gruplar tarafından konuşulan dillerin 75’ten fazlası 10.000’in üzerinde okulda öğretilmektedir. Tüm Rus vatandaşlarının eşitliğini öngören ve farklı şekillerde de olsa azınlık grupların haklarının korunmasına vurgu yapan diğer maddeler madde 5, 13, 26, 69, 71,72 vs şeklinde devam eder. Fakat Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 2007’de belirttiği gibi Rusya henüz geniş kapsamlı, tam anlamıyla ayrımcılık karşıtı bir yasama benimsememiştir ve rapor edilen pek çok ayrımcılık vakasına rağmen var olan ayrımcılık karşıtı hükümlere de nadir olarak başvurulmaktadır.4 Bakanlar Konseyi’nin vurguladığı üzere, ulusal azınlıklar için ikamet kaydı ve vatandaşlık erişimini arttırma çabalarına rağmen, bu önlemler söz konusu insanların çoğunluğunun durumunu düzenleyememekte ve yetersiz kalmaktadır.5 Bu nedenle azınlıklarla ilgili kuralların tutarlı ve devamlı olarak uygulanamadığı Rusya’da ayrımcılık yaygın bir olay durumundadır. Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarında belirttiği gibi, Rus otoriteleri azınlık grupları gerek olmayan kayıt ve pasaport kontrolleri, soruşturma ve hatta keyfi tutuklamalara tabi tutmaktadırlar.6
Bunların yanısıra, pek çok kaynak, etnik azınlıklara uygulanan ayrımcılığın özellikle Rus elitlere yönelik terör saldırılarının ardından daha şiddetli hale geldiğini belirtir. Örneğin; Uluslararası Af Örgütü’nün haberlerine göre 6 Şubat 2004 tarihinde Moskova metrosunda gerçekleşen bombalama olayının
ardından Kafkas ırklarından oluşan azınlıkların Moskova’ya girmesinin yasaklanması talepleri medyaya yansımıştır. Ayrıca Başbakan Putin, daha saldırıların kaynağını öğrenmeden, saldırılarla ilgili Çeçen grupları suçlamıştır. Ağustos 2001’de yaşanan farklı bir olayda ise ‘’dazlaklar’’ olan bilinen Rus grupları 6 Afrikalı mülteciye saldırmış, içlerinden birini öldürmüştür. Fakat Rus saldırganların bu davranışları sadece ‘’holiganlık’’ olarak nitelendirilmiş ve suçlamalar düşürülmüştür. Rusya’daki azınlık grupları içinde en çok hedef alınan grup, Çeçenlerdir. Rusya’nın Çeçen gruplara yönelik politikasını şekillendiren şey hiç kuşkusuz Rusya ve 1991 yılında Rusya’dan bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan arasında süregelen sivil savaş olmuştur. Çeçen gruplar petrol boru hatları konusundaki kaygıları nedeniyle 1992’den beri burada varlığını
sürdüren Rus birliklerine karşı çıkmaktadırlar. Çeçen gruplara karşı Rusya’nın tavrını inceleyen İnsan Hakları İzleme Örgütü, Çeçenlere karşı yapılan en yaygın insan hakları ihlallerinin mahkeme dışı idam, zorla ortadan kaybolma, keyfi gözaltına alma, işkence vs olduğunu belirtmiştir.
Rusya’da ayrımcılıkla karşı karşıya kalan tek Müslüman grup Çeçen gruplar değildir. Pek çok kaynaktaki yorumlar, özellikle daha Batı ve Hıristiyanlık yanlısı bir dönem olan Sovyet sonrası dönemin Rusya’da yaşayan Müslümanlar için çok daha zor olduğu konusunda hemfikirdir. Etnik Rusların büyük bir kısmının Müslümanları siyahî veya Arap olarak nitelendirip gruplandırdığı belirtilmektedir. Müslüman gruplar da benzer şekilde, iş hayatı, ticaret, medya vs gibi alanlarda hemen hemen her gün ayrımcılıkla karşılaştıklarını vurgulamaktadırlar. Bu durum devlet yönetimi için de geçerlidir. Örneğin; 1992’den beri görev alan 154 bakandan sadece 3 tanesinin Müslüman olduğu bilinmektedir. Ayrıca, pek çok ülkede olduğu gibi Rusya’da da Müslümanlara uygulanan ayrımcılığın şiddetini arttıran olay, 11 Eylül saldırıları olmuştur. Başbakan Putin, 11 Eylül saldırılarını, Moskova’daki bombalama olayları ve Çeçen ve Dağıstanlı gruplar ile bağlantılı olarak gördüğünü ifade etmiştir. Rusya’daki azınlıkların durumunun kısaca incelendiği bu yazının finalini Rusya Diasporalar Birliği Başkanı Vartan Georgoviç Muşegiyan’ın uyarısıyla yapmak yerinde olacaktır. Muşegiyan Rusya’daki azınlıkların yaşadığı pek çok sorunun yanısıra hepsinin ortak yaşadığı sorun olarak yükselen Rus milliyetçiliği ve ırkçı saldırıları gördüğünü belirtir. Rusya’daki bu ırkçı saldırıları bazı uç grupların taşkınlıkları şeklinde yorumlamak istediğini söyleyen Muşegiyan diğer türlü eğer milliyetçilik bir devlet politikasına dönüşürse ve devletin kanunlarına girerse o zaman çok daha fazla korkulması gerektiği yönünde yerinde bir uyarı yapar.
1. Frankli S., & Widdis E.,National Identity in Russian Culture, 2004, Cambridge, p.5. 2. Trofimenko, H., Russian National Interests & the Current Crisis in Russia, 1999, Cornwall, p.28 3. Ethnic Minorities, Jan 6, 20054 http://stopvaw.org/Ethnic_Minorities 11.html/, 4. The Committee of Ministers of Council of Europe Builds Its Work in Russia on the Framework Convention for the Protection of National Minorities, European document, ratified by Russia in 1998 5. Resolution on the Implementation of the Framework Convention for the Protection of National Minorities, Committee of Ministers of Council of Europe, May 2, 2007 6. Ethnic Minorities, Jan 6, 2005 http://stopvaw.org/Ethnic_Minorities 11.html/,
31
Bir Devlet Olarak Çin ve Baskı Altında Kalmış Bir Azınlık
Her şey 23 Haziran’da, Guandong'ta, Doğu Türkistan'dan Çin'e ucuz işgücü olarak götürülen, adeta köle muamelesi gören Doğu Türkistanlı kızların çalıştığı bir oyuncak fabrikasında, bu kızlara yapılan gayri ahlaki bir saldırıyla başladı. Olaylar kısa bir süre yatıştıktan sonra 26 Haziran gecesi saat 02.00’da 5000 Çinli, Doğu Türkistanlı işçilerin yatakhanesini basarak 300 Uygur Türkü’nü delici ve ezici aletlerle hapsettiler. Bu olaylar gecenin 2'sinde başlayıp 7'ye kadar sürdü ve orada yapılan işkencelere ve işlenen cinayetlere göz yumuldu.1
32
Tüm bu olan bitenler, Uygur Türkleri için bir kıvılcım oldu ve 4 Temmuz 2009'da isyanlar patlak verdi. Peki, bu olayların ardından Doğu Türkistan halkından bu kadar büyük bir tepki gelmesi normal mi yoksa olayların perde arkası bambaşka mı? Çin'de iki sene önce meydana gelen olayları daha iyi anlamak için Çin’in devlet yapısına ve Doğu Türkistan'la olan ilişkilerine bakmakta fayda var. Çin Halk Cumhuriyeti, uzun süre imparatorlukla yönetildiği için hâlâ otoriter kimliğine, mirasına, gelenek ve göreneğine sahip bir devlettir. Farklı kültürleri, dinleri, ırkları ve etnik grupları bünyesinde barındırmaktadır. Bugün ülke nüfusunun %9'unu oluşturan 55 etnik azınlık grubu mevcuttur. Çin, nüfusu 1 milyarı aşan 15 azınlık topluluğuna ve 5 özerk bölgeye sahiptir. Çin coğrafyasının %55’ini oluşturan azınlık bölgeleri, hem yeraltı kaynakları hem de hammadde olarak zengindir.2 İmparatorluk geleneğinin bir getirisi olarak, devlet yöneticileri de (Han Çinliler) aşırı benmerkezci bir bakış açısına sahiptirler. HanÇinli imajını, politikasını, uygulamalarını pek çok etnik grup barındıran ülkeye kabul ettirmek için büyük çaba sarf ederler. Ayrıca ülke, komünist bir dönemden geldiği için cumhuriyete geçiş aşamasında gerek halk, gerek devlet kurumları büyük bir değişim, dönüşüme uğruyorlar. Bu yüzden ülkede siyasi, sosyal kontrol çok hassas dengeler üzerinde. Bir de buna etnik gerginlik eklenirse ülkenin
dağılıp parçalanmasından ciddi olarak korkuyorlar.3 19. yüzyılın ortalarından beri bağımsızlık mücadelesi veren Doğu Türkistan, 1949'da Çin'de Komünist Parti'nin yönetime geçmesinden sonra, Mao yönetimi tarafından Sincan Uygur Özerk Bölgesi olarak tanımlandı. Uygurların anavatanı olan Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin'in batısında yer alıyor. Çin'deki 5 otonom bölgeden biri olan Doğu Türkistan, 1.6 kilometrekare yüzölçümüyle Çin'in en büyük idari alt birimidir. Oldukça stratejik bir yerde bulunan ve Çin’in batı sınırını oluşturan bu bölgenin başkenti, Urumçi şehridir ve bölgenin toplam nüfusu, yaklaşık 20 milyondur. Çok geniş topraklara sahip olmasına rağmen nüfusunun bu kadar az olmasının sebebi; bölgenin oldukça dağlık olması, düz olan bölümlerinde ise tarım havzası dışında büyük bir kuraklığın hâkim olmasıdır. Bölge tarım yapma açısından talihsiz olsa da doğal kaynaklar bakımından oldukça zengindir. Çin'in maden kaynaklarının %85'i Doğu Türkistan'da; bunun yanında burası, Çin'in en büyük doğalgaz üretim bölgesi ve devlet, petrol ihtiyacının 1/5'ini ve pamuk üretiminin 1/4'ünü bu bölgeden sağlıyor. Bölge uranyum ve altın gibi oldukça değerli madenleri de barındırıyor. Bu yüzden devlet için bölgede toprağın altındakiler, üstündekilerden değerli. Çin'in ekonomisini geliştirmek ve bugünkü büyüklüğünü, gücünü koruması için, ki bu da siyasi birliğini koruması açısından oldukça önemli, çok ciddi enerji ihtiyacı var. Dolayısıyla böyle bir enerji bölgesini de kaybetmek istemiyor. Uygurların bağımsız olması bu büyük enerji kaynaklarının kaybedilmesi demek.4 Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Çin'e bağlandıktan sonra sürekli olarak baskı altında tutulmuştur. Çin Komünist Partisi'nin halkı bir arada tutmak için uyguladığı politikalar, tıpkı Tibetliler gibi Uygurları da hedef almış ve binlerce kişi, Çin baskısına isyan ettikleri için hapishanelerde işkence edilerek öldürülmüştür. Siyasal ve kültürel baskının yanı sıra, Çin hükümeti son yıllarda bölgenin demografik
yapısını da değiştirme girişimlerine başlamış ve başlarda %1520 dolaylarında olan Han Çinli nüfus oranı, bugün %40'a ulaşmıştır. Dünya Uygur Kurultayı Başdanışmanı Erkin Alptekin'e göre Doğu Türkistan kadınlarına uygulanan "mecburi" doğum kontrolü, bölgedeki Çinli nüfusun artırılması için bir araç olarak kullanılmaktadır. "Uygur kadınlarının ikiden fazla çocuk sahibi olma hakkı yok. Oysa devlet, Doğu Türkistan'a gitmeyi kabul eden ve normalde bir çocuk yapma imkânı tanınan Çinli kadınlara 23 çocuk sahibi olma hakkı tanıyor. Yine Çin'de 100 dolar kazanan bir işçi, Doğu Türkistan'a göç ettiğinde 300 500 dolar kazanabiliyor. " diyor Alptekin. Devletin etnik kökenli Çinlileri Doğu Türkistan'a göç ettirme politikaları başarılı ki bölgedeki Çinli nüfus 1949'dan bu yana hayli artmış. Alptekin'in belirttiği gibi bölgede, Çinliler, ekonomik olarak Uygurlardan daha üstün konumda. Çoğunluğu oluşturan Uygurlar, oldukça fakirler ve temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak durumdalar. Çin Hükümeti, istihdam ve teşvikte Çinlileri kayırıyor ve fırsat eşitliğini görmezden geliyor. Sincan'da iş yerlerinin %90'ında Çinliler çalışıyor. Türkler arasında işsizlik oranı %90. Çinlilerin Doğu Türkistan'da istedikleri yere yerleşip diledikleri işi kurma izni varken, Uygurların bunları yapabilmesi için alınması çok zor izinler ve bir dolu engelleri var. Yasadışı bir Türk çalışan belirlendiğinde, anında sınır dışı ediliyor. Bölgede Uygur asimilasyonunu amaçlayan tüm bu politikalar uygulanmaya devam ederse, Türkler kendi memleketlerinde azınlık duruma düşeceklerdir.5 Dil, din ve ibadet konusunda da sınırlamalar mevcut. Halkın %50'si Uygur Türkçesi konuşmasına rağmen, Doğu Türkistan'da Türkçe isim kullanmak ve üniversitelerde Türkçe eğitim vermek yasak. Üniversitede eğitim dili Çince. Bizim Doğu Türkistan diye bahsettiğimiz yer, Çin yönetimi tarafından ‘yeni bölge’ anlamına gelen Sincan (Xinjiang) diye anılıyor. Doğu Türkistan halkı bunu kabul etmiyor. Sincan isminin resmileşmesi, bölgenin Çin yönetimi tarafından asimile edilme politikasının bir parçası.6 Dini alanda baskı ise medreselerin kapatılması, din adamlarının devrim düşmanı olmakla suçlanıp tutuklanması ve camilere Mao resimlerinin ve Çin bayraklarının asılmasıyla baş gösterdi. Müslüman olan Uygur Türkleri’ne ibadet konusunda da hiç hoşgörü gösterilmiyor. Örneğin; hacca giden bir memurun işine son verilebiliyor.7 Uygurların kendi kültürlerini yaşamaları ve tarihlerine
sahip çıkmaları da Çin yönetimi tarafından ulusal bütünlüğe karşı bir tehdit olarak algılanıyor. Son dönemlerde, devlet Sincan'ın başkenti Urumçi ve Sincan'ın en batısında yer alan Kaşgar'daki tarihi eserleri ortadan kaldırmaya girişti. Urumçi'deki tarihi saray, çeşme ve medreselerin bulunduğu eski mahalleleri imha ederek modern binalar inşa ettiler. Daha da önemlisi, Türk tarihinde önemli bir yere sahip olan Kaşgarlı Mahmut'un eğitim gördüğü hanlık medresesi yıkıldı.8 Sincan Özerk Bölgesi’nin yönetimsel olarak da ciddi sıkıntıları var. Uygur Türkleri’nin yönetime katılmasına izin verilmiyor; izin verilenler ise Çin'in katı tahakkümünü benimseyenler oluyor. Uygur halkının iradesi sürekli olarak baskı altında; halk, özgürce fikirlerini ifade edemiyor. Bölgenin valisi Uygur kökenli, ancak Komünist Parti'nin bölge sorumlusu Han Çinlisi ve vali hiyerarşik olarak Komünist Parti sorumlusuna bağlı durumda, yani bağımsız karar alıp uygulayamıyor.9 Uygur Bölgesi’nin diğer bir sorunu ise Çin Halk Cumhuriyeti'nin burada yaptığı nükleer denemelerdir. Çin Hükümeti, 1961'ten bu yana Doğu Türkistan'ın Lop Nor bölgesinde, bölgenin ekolojik dengesinin bozulmasına ve bölgedeki insan hayatına verdiği zarara aldırış etmeden, nükleer denemeler yürütüyor. 1964'ten bu yana 11'i yer altından olmak üzere toplam 44 nükleer deneme yapılmış olup, yeterli koruyucu tedbir alınmadan yapılan bu deneyler sonucu binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Radyoaktif yayılma sonucu, çevre kirleniyor; tabiat ve ürünler tahrip oluyor; başta kanser olmak üzere bölge halkı çeşitli hastalıklara yakalanıyor; çocuklar sakat veya ölü doğuyor. Ancak yönetim, bu konuda hiçbir duyarlılık göstermiyor.10 Yıllardır baskı altında tutulan Uygurlar, senelerdir kıstırılan seslerini 2009 yazında duyurmayı başardılar. Oyuncak fabrikasında patlak veren olay ve Çinlilerin Uygur Türkü işçilerin kaldığı yatakhaneyi basıp, onlara hunharca işkence etmesi isyanları ateşledi. Bu saldırı sonucunda Çin resmi rakamlarına göre 2, Avrupa'daki Uygur diasporasına göre ise en az 60 Uygur öldü. Bu tarih, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Çin'e yaptığı ziyarete denk geldi ve olaylar, bu nedenle yatıştı. Gül, Sincan Özerk Bölgesi'nin başkenti Urumçi'ye bir ziyarette bulundu ve bu ziyarette yöneticiler tarafından gayet sıcak karşılandı. 26 Haziran günü meydana gelen çatışma
33
haberi 3 gün sonra Urumçi'ye ulaştı ve halk, Guandong'ta meydana gelen olayların gün yüzüne çıkmasını, soruşturma açılmasını talep ederek sokaklara döküldü. Sincan'da sokaklar, bir anda savaş alanına döndü.11 Dünya Uygur Kurultayı'na göre Çin polisi olaylara çok sert müdahale etmiş, binlerce Uygur yaralanmış, yüzlerce Uygur öldürülmüştür. Çin Hükümeti tabii ki bunu kabul etmedi. Çin'in resmi ajansı 140 kişinin öldüğünü açıkladı ama bölgeden gelen gayri resmi haberlere göre ölü sayısı 500. Olaylar başladıktan kısa bir süre sonra bölgeye 22 bin asker sevk edildi, yüzlerce kişi tutuklandı ve gece sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İnternet erişimi ve telefon bağlantısı kesildi. İnternet kesintisi on ay sürdü. Çin yönetimi, protesto gösterilerinin mesaj ve internet aracılığıyla yayıldığı, halkın bu sayede organize olduğu gerekçesiyle Uygurları uzun süre internet ve telefon bağlantısından mahrum etti.12
34
1949'tan beri Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde hükümetin gösterdiği eşitsizliğe tepki olarak birçok çatışma yaşandı. Uygurlara karşı uygulanan insan hakları ihlalleri, uluslararası örgütler tarafından eleştirilmekte ancak hiçbir örgüt ya da ülke Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama'ya gösterdiği ilgi ve desteği, Uygurlara ve onların eşitlik elde etmek için verdiği mücadelelerine göstermemektedirler.13 Son olaylarda her ne kadar çatışmanın etnik boyutu ön planda olsa da ABD Georgetown Üniversitesi'nden Doç. James A. Millward olayların ekonomik boyutuna dikkat çekiyor. "Dünyadaki hızlı ekonomik ve siyasal değişimlerden Çin de Sincan da payını alıyor. Ekonomik büyümeye bağlı kalarak Sincan'da hem Uygur hem de Han Çinlileri kapsayan gelişen bir orta sınıf var. Özellikle kentlerde yaşayanlar da bu nimetlerden yararlanmak istiyorlar, ama eşit biçimde. Tartışmanın temelinde bu yatıyor.”14 Hem Orta Asya'daki enerji kaynaklarına açılan kapısı olan hem de enerji hatlarının geçtiği bu bölgeyi sıkı kontrol altında tutmak isteyen Çin yönetimi, iki ayaklı bir politika güdüyor: Bir yandan Uygurları asimile etme politikası, diğer taraftan da onlara destek verebilecek Orta Asya ülkeleriyle son yıllarda hem Şanghay İşbirliği Örgütü aracılığıyla hem de ilişki olarak önemli siyasi ve ekonomik ilişkiler kurulması. Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Kafkasya ve Orta Asya uzmanı Yrd. Doç. Ali Faik Demir, "Çin, Sincan'da bir sorun çıkması halinde çevre ülkelerin tepkilerini bir anlamda minimuma indirdi.” diyor.15
Şanghay İşbirliği Örgütü, bu tepkisizlikte büyük rol oynadı. Şanghay İşbirliği Örgütü, Çin'i rahatsız etmeme ödünü veren ülkeler karşısında Çin'in onlara verdiği avantajlarla oluşturulmuş bir işbirliği mekanizmasıdır. Bu avantajlar neler? Çin'in pek çok komşusuyla sınır sorunları vardı. RusyaÇin sınırı çizilememişti, tartışmalıydı. Çin, komşularının lehine ufak tefek sınır değişikliklerinin yapılmasına Orta Asya Cumhuriyetleri'nin Uygurlara, Sincan Bölgesi'ne uygulanan asimilasyon politikalarına karşı olacak herhangi bir girişimde bulunmamaları karşılığında göz yumdu. Ayrıca ticaret konusunda da Çin bu bölgelere pek çok avantajlar, kolaylıklar sağladı. Komşusu olduğu Türkî Cumhuriyetlere yatırımlar yaptı. Satın alma ve taşımanın ötesinde, kendine ait şirketlerin yaptığı kazılarla bölgeden petrol ve gaz çıkardı. Böylece hem bölge ve ülkenin kalkınmasına yardımcı oldu hem de kendi kazandı. Bu sayede bölgede bir Çin hâkimiyeti oluştu. Bu örgütün üzerlerinde oluşturduğu baskıyla Orta Asya Cumhuriyetleri, Uygur Bölgesi’ndeki çatışmaları sadece basit bir kınamayla geçiştirdiler. Bunun dışında ABD ve Rusya da Çin'le ilişkilerinin gerginleşmesini istemediler. Çünkü bundan elde edebilecekleri bir çıkarları yok, aksine zararları var. Çin, bugün dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkelerden biri. Bundan başka, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyesi. Yani BM'den Çin aleyhine bir karar çıkartabilmek mümkün değil. Genel kuruldan bir kınama kararı çıkartılabilir ama bu da bir anlam ifade etmez, ki o da şüphelidir, çünkü Çin'in Afrika ülkelerinde ciddi yatırımları olduğu için, genel kurulda da çok ciddi bir oy potansiyeline sahip. Bu yüzden hiçbir ülke hem kendi çıkarlarına ters düşecek bir kararın altında imzasını bulundurmak istemez hem de dünyanın süper güçlerinden biriyle ters düşmek.16 Tüm Avrupa ve Asya ülkelerinden farklı olarak, dünyada en sert tepkiyi Türkiye verdi. Başbakan, Çinlilerle Uygur Türkleri arasında çatışmayı Çinlilerin Türklere yaptığı bir soykırım olarak nitelendirdi. Soykırım yapmakla suçlanan bir ülkenin bu kelimeyi başka bir ülkeye karşı bu kadar kolay kullanması tabii ki tepkiyle karşılandı. O dönem BM Güven Konseyi geçici üyesi olan Türkiye, Çin'i Güvenlik Konseyi'ne şikâyet edeceğini belirtti. Çin ise olayların kendi içinde, kendi içişleri olduğunu ve dışarıdan hiçbir ülkenin karışamayacağını açıklayarak tepki gösterdi. Daha önce de belirtildiği gibi, Çin, BM Güvenlik
Konseyi'nin 5 daimi üyesinden biri ve alınan kararları veto etme hakkı var. Yani olaylar sırasında Türkiye iyi bir sınav veremedi, tepkisini tam olarak ortaya koyamadı, kendi içinde hükümet olarak çelişkiler yaşandı. Şöyle ki Dışişleri Bakanlığı Çin'i ılımlı bir dille uyarırken, içeride Başbakan kamuoyunun desteğini sağlamak için belki de, Çin'i çok sert bir dille eleştirdi. Çin malları boykot edilmeye gidildi, fakat hükümet Çin'in gücünden çekindiği için mallara boykot uygulanmayacağı söylemi verdi.17,18 Özet geçmek gerekirse, biz her ne kadar Çin'i bir bütün, tek bir vücut gibi algılasak da bu vücudun önemli parçalarını, Çin'de yaşayan 55 etnik grup oluşturuyor ve Çin, imparatorluk geleneğinin getirdiği bir alışkanlıkla ve komünizmden cumhuriyete zorlu geçiş aşamasında bu vücudun herhangi bir uzvunun kopmaması için hem kendi iç işlerini, politikalarını hem de diğer ülkelerle olan ilişkilerini buna göre şekillendiriyor. Şanghay İşbirliği Örgütü, bunun en iyi örneği. Bu örgüt sayesinde ve tabii ki Çin’in dünya üzerinde hem ekonomik hem de siyasal olarak
edindiği güç sayesinde içinde barındırdığı etnik grupları, kimsenin tepkisini çekmeden, baskı altında tutmayı başarıyor. Bunca senedir Tibetlilere ve Uygurlara uyguladığı asimilasyon politikalarını bu şekilde başarılı olarak yürütüyor. İki sene önce meydana gelen çatışma, Uygurlara uygulanan onca baskının sebebidir. Bu çatışma sayesinde, her ne kadar ülkeler sert bir tepki ortaya koymakta çekinseler de, insanlar Çin'de etnik gruplara uygulanan zulümden haberdar oldular. Olayların ardından iki sene geçmesine rağmen Uygurların yaşama koşullarında herhangi bir iyileşme yok, aksine "Urumçi davası" nedeniyle yargılanan 26 kişi idam cezasına çarptırıldı. Bünyesinde değerli madenleri barındıran Doğu Türkistan'ı, Çin, kolay kolay bırakacağa benzemiyor. Diğer devletlere ise olayı örtbas edip, perdeleri sıkıca kapatıp, dışarıda kopan onca kızıl kıyameti görmezden, duymazdan gelmek kalıyor.
35 1. Nazım ALPMAN, Çin’deki olayların perde arkası, 06.07.2009, http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=198717 2. Çin Halk Cumhuriyeti hakkında ansiklopedik bilgi, http://www.turkcebilgi.com/%C3%A7in_halk_cumhuriyeti/ansiklopedi (Erişim Tarihi: 18.02.2011) 3. Abdül Rezak BİLGİN, Çin’in Azınlık Politikaları Çerçevesinde Doğu Türkistan, 30.12.2009, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=512 4. Esedullah OĞUZ, Newsweek, 21. Yüzyılın Kuveyt’inde Karmaşa, Temmuz 2009, http://www.newsweekturkiye.com/ 5. gös. yer 6. gös. yer 7. Prof. Dr. Birol AKGÜN, Çin İzlenimleri(II): Doğu Türkiye ve Uygurlar, 25.10.2010, http://www.sde.org.tr/tr/koseyazilari/632/cin izlenimleriiidoguturkistanveuygurlar.aspx 8. Esedullah OĞUZ, gös. yer 9. Prof. Dr. Birol AKGÜN, gös. yer 10. Abdül Rezak BİLGİN, gös. yer 11. Nazım ALPMAN, gös. yer 12. Esedullah OĞUZ, gös. yer 13. Prof. Dr. Birol AKGÜN, gös. yer 14. Esedullah OĞUZ, gös. yer 15. gös. yer 16. Prof. Dr. Birol AKGÜN, gös. yer 17. gös. yer 18. Prof. Dr. M. Özcan ÜLTANIR, Prof.Dr.Mustafa Aydın ile Azerbaycan, Ermenistan, Türkmenistan, Rusya ve Doğu Türkistan’a Bakış, 10.09.2009, http://www.turksam.org/tr/a1784.html
36
Balkanlar, yüzyıllarca, değişik kültürleri bir arada barındırırken, verimli toprakları ve zengin doğal kaynaklarıyla nice imparatorlukların ve devletlerin de iştahını kabarttı. Sırasıyla Antik Yunan ve Roma’dan başlayarak, Bizans ve Osmanlı bölgeye hakim olsa da öte yandan Katolik Avrupa da bölgede etki alanı buldu.1 Bu kültürlerin hepsi bölgede iz bırakmakla beraber, hiçbirisi kendi unsurlarını büyük bir çoğunluğa eriştiremedi. Değişik siyasal egemenleri dışında, Balkanlar, başka toplulukların göçüne de şahit oldu. Bizans döneminde bölgeye yerleşen Slavlar ve Bulgarlar, Hindistan’dan geldikleri söylenen Romanlar, bölgede hep var olan ve İspanya’dan atılanların da gelmesiyle daha da çoğalan Yahudiler, bu gruplardan bazılarıydı. Balkanlar’da etnik ve dini çeşitliliğin, değişik grupların varlığından başka, bir sebebi de Osmanlı’daki millet sistemiydi. Millet sistemi, imparatorluktaki farklı Ehli Kitap gruplarının kendi kendilerini yönetme hakkına verilen addır. Bu sistem, 1912’ye kadar 500 yıl boyunca Balkanlar’ın büyük çoğunluğunu elinde tutan Osmanlı tarafından uygulandığı için, bölgedeki değişik grupların kimliklerini korumasına büyük katkısı oldu. 19. yy.da Balkanlar, etnik olarak tartışmasız dünyanın en karışık ve iç içe geçmiş bölgesiydi. 1912’den sonra, Osmanlı’nın Balkanların büyük çoğunluğundan çekilmesinin ardından zorunlu göç, soykırım ve nüfus
mübadelesi gibi etnik homojenleştirme çalışmaları yapıldı. Baskı, adaletsizlik ve insan hakları ihlallerinden, zorla din veya isim değiştirmeye kadar birçok yolla Balkan azınlıkları, haksızlığa uğradı ve şiddet gördü. Bu azınlıkların halen varlığını sürdürdüğü bazı Balkan ülkelerine bakmakta fayda var. Bulgaristan, azınlıklara baskı konusunda sicili en kabarık Balkan ülkesidir. Balkan Savaşları’nda Bulgar ordusu, komitacıların binlerce Müslüman’ı öldürmesine göz yumup, daha sonra da geride kalan Müslümanları, özellikle ana dili Bulgarca olan Müslüman Pomakları zorla Hıristiyan yapma girişimlerinde bulundu.2 Bu baskı komünizme geçişten sonra da devam edip, asimilasyon politikaları dâhilinde, azınlık bireylerinin zorla isimlerinin değiştirilmesi ve ülkeden kovulması gibi yollara kadar varıyordu. Sadece 1989’da 320 bin Türk, sınır dışı edildi ve bunlar, Türkiye’ye sığındı.3 Fakat 1989’un sonunda Jivkov rejiminin yıkılmasının ardından azınlık hakları konusunda önemli gelişmeler kaydedilirken, Türk azınlığa da kendi dilinde eğitim ve gerçek isimlerini kullanma hakkı geri verildi. Yunanistan ise Balkanların en homojen ülkesidir. Türkiye ile 1923’te yapılan nüfus mübadelesinden sonra, nüfusunun neredeyse tamamı (%98’i) Yunanlılardan oluşmaktadır. Yunanistan’ın resmi olarak tanıdığı tek azınlık, Batı Trakya Müslüman Azınlığıdır. Azınlığın tamamının Türk olmasına rağmen, Yunanistan, Lozan Antlaşması’nda “Müslüman azınlık” yazdığı için, azınlığın etnik kimliğini tanımadığı gibi Lozan’daki bir başka madde olan “azınlığın kendi dini liderini seçme hakkı olduğu” maddesini ihlal edip, yalnızca kendi atadığı müftüleri tanır. Ayrıca Yunanistan; Makedonya bölgesinde yaşayan Makedonlarla, Rodos ve İstanköy adalarındaki Türkleri de resmi azınlık olarak kabul etmez. Eski Yugoslavya’nın bugünkü ülkelerine gelecek olursak, çeşitli durumlarla karşılaşırız. Yugoslavya
döneminde ülkenin farklı unsurları da göz önüne alınarak, Tito tarafından baskıcı bir yönetimden, diğer komünist ülkelere nazaran, görece uzak durulmuştu. Mesela bazı dergah ve tekkeler bile faaliyetlerine devam ediyorlardı. Yugoslavya dağılıp, yerine küçük ulus devletler kurulmaya başladığında ise, iyi bilindiği gibi, Yugoslavya’nın farklı etnik ve dini grupları arasında savaşlar ve katliamlar yaşandı. Bugün Bosna’da 3 farklı etnik grup eşit olarak temsil edilse de, ülkenin ciddi yönetim problemleri var. Öte yandan, küçük Balkanlar da denilen Makedonya’da hakim unsur Makedonlar olmasına rağmen, fazla sayıda Arnavut, Türk ve Roman azınlıkları vardır ve aynı zamanda Makedonya’nın anayasası da en liberal anayasalardan biri olarak kabul edilir. Diğer eski Yugoslavya’nın evrimi olan ülkelerin hepsi de, çeşitli azınlıkları resmi olarak tanıdı ve insan hakları ihlallerine tam olarak son verilemese de, son 20 yıldan beri önemli aşamalar kaydedildi. Özellikle bölgenin AB hedefi sebebiyle, azınlık ve insan hakları konusunda bir iyiye gidiş söz konusudur.
çoğunluğu da geri dönemedi. Ayrıca 1948’den sonra da Balkan Yahudileri’nden İsrail’e göçler oldu ve sonuçta bugün, Balkanlarda Yahudi cemaatine mensup çok az insan kaldı. Bütün Balkan ülkelerinde azınlık olarak varlığını sürdüren bir başka etnik unsur da Romanlardır. Bin küsür yıldan beri bölgede varlığını sürdüren Romanlar, dağınık gruplar halinde, her Balkan ülkesinde yaşıyorlar. Bugün, kendilerini topluma
Balkanların olmazsa olmazı Romanlar kazandırma politikalarına rağmen, bir türlü başarılı olunamadı ve Romanlar, “aşağı sınıf” olarak görülmekten kurtulamadılar. Çoğunluğu neredeyse Ortaçağ standartlarında bir hayat sürüyor ve önemli bir kısmı da “gettovari” yerleşim birimlerinde oturuyorlar.
Selanik'ten bir görüntü
Bir zamanlar bölgede yüksek oranlarda var olan Yahudi azınlık ise, tüm Balkanlarda 2000 yıldan beri varlığını sürdürüyor. Osmanlı döneminde İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudileri’nin de gelmesiyle Balkanlardaki Yahudi nüfusu oldukça artmıştı. Hatta 19.yy.da Selanik’te Yahudiler, çoğunluğu 4 oluşturuyordu . Fakat 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’in tüm Balkanları işgal etmesiyle neredeyse bütün Yahudiler toplama kamplarına götürüldü ve büyük
Görüldüğü gibi Balkanlar, tarihte değişik devletlerin hakim olduğu, farklı etnik grupların göç ettiği bir yerdir. Bu durumun ortaya çıkardığı azınlıklar, çeşitli etnik homojenleştirme hareketlerine ve baskılara rağmen varlıklarını sürdürdüler. Özellikle 1990’dan sonra, azınlık ve insan hakları konusunda dünyada önemli gelişmeler meydana geldi ve azınlıklar nispeten daha rahat bir hayata kavuştu. Bugün Balkanlar, etnik ve dini olarak hala dünyanın en karışık bölgelerinden birisidir.
1. The Balkans in World History, Andrew Baruch Wachtel, Oxford University Press, 2008 2. Justin Mc Carthy, Death and Exile, The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 18211922, Darwin Press Princeton U.S., 1995, p.148 and p.153 3. US Commitee for Refugees, Immigration and Refugee services of America Social Science p.176 4. Molho, Rena. The Jerusalem of the Balkans: Salonica 18561919 The Jewish Museum of Thessaloniki. July 10, 2006.
37
Yıl 2005. 18 yaşında bir lise öğrencisi. Amerikalı. Siyah tenli bir genç kız. Kiri Davis. Eline kamerasını aldı ve Psikolog karı koca Kenneth ve Mamie Clark’ın 1939’da yaptıkları oyuncak bebek deneyi olarak bilinen deneyden esinlenerek akranlarına ırklarıyla ilgili sorular sordu ve gördü ki 40’lardan beri dünyada değişen çok şey yok.1
38
Clark’lar 1939’da siyahî çocuklara, biri siyah biri beyaz tenli iki oyuncak bebek gösterdi. İyilik ve güzellikle ilgili sorular sordu. Bebekler, ten renkleri dışında tamamiyle aynıydı. Bu deneyde Clark’lar, çocukların ırk üzerinden benlik algılarına baktılar. Siyahî çocuklar “iyi” ve “güzel” olarak beyaz bebekleri; “çirkin” ve “kötü” olarak siyahî bebekleri belirlediler. Deneyin sonunda, çocuklardan, kendine benzeyen bebeği seçmeleri istendi. Çocukların büyük bir çoğunluğu kötü ve çirkin olarak siyah tenli bebekleri belirlediği ve oynamak için beyaz bebeği seçtiği halde, kendine benzeyen bebek sorusunda siyah tenli bebeği seçtiler.2 İçselleştirilmiş ırkçılık, ırkçılığın hedefinde olan insanların, kendi niyetleri dışında, baskı ve ikna
edilme ile ırkçılığın bozukluklarını kabul etmeleridir.4 Çocukken maruz kaldıklarımız, ailemiz ve çevremizdekiler, yaşadığımız yer, medya ve aklımıza daha ne geliyorsa bu tip tutumun sebepleri arasında gösterilebilir. İnsanları bireysel faklılıklarıyla ele almaktansa, onları diğerlerinden farklı yapan birkaç özellikle düşünmek daha kolaydır. Temelde, hayatı kolaylaştırmak için deneyimlerimizden ve öğrendiklerimizden faydalanmak, en doğal eğilimlerimizden biridir. Gecenin bir yarısı yolda yalnız yürürken her türlü olası saldırının farkında olmaya çalışmamızın açıklaması budur. Çünkü en basit haliyle “gece tenha bir sokakta başımıza bir şey gelebilir, nitekim mutlaka başkalarının başına birşey gelmiştir” fikrini bir şekilde öğrenmişizdir. Yani, ya sütten dilimiz yandığı için yoğurdu üfleyerek yeriz ya da başkasının dili yandığı için yoğurdu üflemeyi seçeriz. Aslında, mantıklı olan, süte karşı tebbirli olmakken, yoğurda karşı bir tutum sergilememizin sebebi, kafamızda yarattığımız kategorilerdir. Sütle alakalı olduğu için yoğurdu da aynı kategoriye koyarız. Bu tarz bir kategorilendirme “alakalı olana” karşı önyargı geliştirmemize sebep olabilir. Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum:
Correll, J., Park, B., Judd, C.M. ve Wittenbrink, B; 2002’de yayınladıkları çalışmalarında Keith Payne’nin daha önce uyguladığı ırkçılık temelli bir çalışmanın bir farklı versiyonunu geliştirdiler. Öğrencilerine, bir bilgisayar simülasyonunda, silah ya da sıradan bir alet tutan siyahî ya da beyaz insan fotoğrafları gösterdiler. Öğrencilerden silahlı olan için ‘Ateş et’; tehlikesiz olan için ‘Ateş etme’ butonlarına basması istendi. Çalışmanın sonunda görüldü ki öğrenciler, resimdeki insan siyah tenliyse, elinde tuttuğu nesnenin önemi olmaksızın, daha fazla ‘Ateş et’ butonuna bastı.5 Keith Payne, orijinal deneyinin fikrini, 1999 yılının Şubat ayında Amerika ‘da yaşanan bir olaydan esinlenmişti. Polis, Bronx’ta(Amerika’da çoğunluğun siyahî olduğu bir kent), 22 yaşında bir Afrika göçmeni olan siyahî tecavüz suçlusunu arıyordu. Operasyon sırasında apartmanın önünde duran bir başka siyahî adam, polisin dur ihtarı üzerine kimlik kartının aramak için elini cebine attığı sırada beyaz bir polis tarafından, 41 kurşunla öldürülmüştü.
katılımcılara önce düz bir çizgi ve ardından da bu çizginin de yer aldığı 3 çizgi daha gösterdi. 5 farklı katılımcının daha yer aldığı durumda, katılımcılardan önceki çizgiyle aynı uzunlukta olan çizginin hangisi olduğunu yüksek sesle söylemeleri istendi. Diğer 5 katılımcı deneyin ortaklarıydı. Gerçek katılımcıya ise bir görsel algı testine katıldığı söylenmişti. Çizginin uzunluğu açıkça görülebiliyordu. İlk iki denemede işbirlikçi katılımcılar doğru çizgiyi seçtiler fakat bunu takip eden 12 denemede hemfikir olup, açıkça yanlış çizgiyi seçtiler. Katılımcıların %76’sı işbirlikçi katılımcıların yargılarına uyum göstererek yanlış çizgiyi seçtiler. Böylece çoğunluğun fikirlerinin kişi üzerindeki etkisi gözler önüne serildi.7
Açıkça görülüyor ki zihnimizdeki çağrışımlar, eşleştirmeler, klişeler, şablonlar, önyargılarımız ciddi ölümkalım durumlarına yol açabiliyor. Bu, zihnimizdeki eşleştirmelerle ilgili bir durumdur. Bu sayısız eşleştirmeler, birçok şeye karşı tutumlarımızı ve davranışlarımızı belirleyen bir etkendir. Bu eşleştirmeler, yağmurşemsiye örneğindeki gibi açıkça alakalı olabiliği gibi, büyük el güven duygusu gibi açıkça görülemeyen eşleştirmeler de olabiliyor.6 Hayali bağıntı (illusory correlation) olarak da adlandırılan bu durum, ortada gerçek bir ilişki yokken ya da ilişki çok azken iki değişkeni birbiriyle alakalı algılama eğilimi yaratabiliyor. Ateş etme örneğinde olduğu gibi ilişkilendirdiklerimiz yüzünden kendi ırkımızdan, etnik grubumuzdan, dilimizden, ya da tarih geçmişimizden olmayana karşı içsel tutumlar geliştiriyoruz. Önyargılarımız da buna eklenince, bizden olmayanı, tehdit olarak algılayabiliyoruz. İçselleştirilmiş ırkçılık örneğinde olduğu gibi ise, başkalarının bize karşı tutumlarını, inançlarını ya da düşüncelerini benimseyebiliyoruz. İnsanların psikososyal ihtiyaçlarının biri de uyumluluktur. Türkçe’de uydumculuk (comformity) olarak geçen bu bulgu insanoğlunun sosyal bir varlık olduğunu gösteren kanıtlardan biridir. Solomon Asch, 1955’te yaptığı bir çalışmasında yargılarımızın kamuoyu tarafından şekillendiğini gösteren bir çalışmayı psikoloji literatürüne kazandırdı. Deneyde
Yargılanmaktan, alay edilmekten, hor görülmekten, yalnız kalmaktan kaçtığımız ve kabul edilmek istediğimiz için gerçek hayatta da birçok fikre bilinçli ya da bilinçsizce uyum gösteriyoruz. Peki, çevremizle uyumlu yaşamak bizim için bu kadar önemliyken dışlanırsak ne olur? İçselleştirilmiş ırkçılık örneğinde olduğu gibi içselleştirdiğimiz bozuk inançlarımız toplum hayatına nasıl yön verir? Akşam yemeğiniz için salata yapıyorsunuz. Sebzeleri yıkadınız. Bıçağı aldınız. Sebzeleri doğramaya başladınız. Bıçak birden kaydı ve parmağınızı kestiniz. Günün yorgunluğunu atmak için kendinize sıcacık bir kahve yapmak istediniz. Kaynattığınız suyun elinize döküldüğünü hayal edin. Halı saha maçı. Top sizde. Kaleciyle karşı karşıyasınız. Şut çekmek için hamle yaptınız. Birden, rakip takımın oyuncusu atağınızı durdurmak için topa vurayım derken bileğinize bastı. Birkaç saniye önce gole ramak kalmışken, şimdi yerde kıvranıyorsunuz. Nasıl hissedersiniz? Sosyal
nörobilim
alanında
yapılan
çalışmalar
39
gösteriyor ki fiziksel acı çektiğimizde, beynimizde, anterior singulat kortekste olan aktifleşme, sosyal dışlanma durumunda da beliriyor. Yani acıya olan hassasiyetimiz ile dışlanmaya olan hassasiyetimiz aynı doğrultudadır.8 Dışlanma acıtır. Acıyla hareket eden insan ne yapar? Herhangi bir ülkenin yasaları yüzünden sosyal, siyasal ve hukuksal alanlarda kısıtlanan yüzler, binler, milyonlar… Onlara yapılan bu dışlamayı anlamak istiyorsanız, sadece parmağınızın kesildiğini hayal edin.
40
1. View the Video: A Girl Like Me. ( 2007) Retriewed (8.02.2011) from http://www.kiridavis.com/index.php?option=com_content&task=view&id=17&Itemid=88888953 2. Experiment Resources (2010). Stereotypes and the Clark Doll Test. Retrieved [9.02.2011] from Experiment Resources: http://www.experimentresources.com/stereotypes.html 3. Oyuncak Bebek Deneyi: İçselleştirilmiş Irkçılık. Video available from http://www.youtube.com/watch?v=s9uVp1My1A0 (10.02.2011) 4. Internalized Racism (2010) United to End Racism: A Project of the International Reevaluation Counciling Communities Retriewed (9.02.2011) from http://www.rc.org/uer/InternalizedRacism.html 5. Plant, E. A, & Peruche B. M. (2004). The consequences of race for police officers’ responses to criminal suspects. Psychological Sciences, 16(3), 180183. 6. Yazarın notu: Sanatla terapi gören çocukların yaptığı resimler incelendiğinde güven problemi yaşayan çocukların çizdiği el figürlerinin normalden ufak olduğu görülmüştür. 7. Ayhan, İ. (2007) Psikolojide Başlıklar: Psikologların yanıt aradıkları sorulardan örnekler. Retriewed (14.02.11) from http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/basliklar.htm 8. Eisenberger N. I., Jarcho, J. M., Lieberman M. D., Naliboff B. D., (2006) An experimental study of shared sensitivity to physical pain and social rejection. Pain 126 (132138) ( www.elsevier.com/locate/pain) International Association Study of Pain.
A l e v i o l m a y ı p , A l e v i l e r i n h a k k ı nı s a v u na n v e y a ş a d ı k l a r ı h a k s ı z l ı k l a r ı d i l e g e t i r e n s a y ı l ı i ns a nl a r d a n b i r i s i ni z . T o p l u m u m u z , A l e v i o l m a y a nl a r ı n d ü ş ü nc e l e r i ni b u ş e k i l d e d i l e g e t i r m e s i ne a l ı ş ı k b i r t o p l u m d e ğ i l . B u ne d e nl e b ö y l e b i r r o l ü s t l e nm e ni z i n s e b e p l e r i ni m e r a k ed i y o r u z . Aykan Erdemir: Öncelikle Alevilerin hakkını savunduğumu düşünmüyorum, kendi hakkımı savunduğumu düşünüyorum. Yani bir yurttaş olarak, eşit yurttaşlık anlayışıyla yönetilen, özgür bir ülkede yaşamak istiyorum. Bu yüzden de eşitliği ve özgürlüğü savunduğum için elbette Alevilerin de Sünnilerin de haklarını savunduğumu düşünüyorum, çünkü şunu biliyorum ki Aleviler özgürleşmeden Sünniler özgürleşemez; Sünniler özgürleşmeden de Aleviler özgürleşemez. Dolayısıyla Türkiye’de böyle bir pozisyon çok fazla olmadığı için Alevilerin haklarını savunan bir Sünni olarak daha fazla göze batıyorum. Ama benim umudum şu ki benim durumum çok normal, alışılagelmiş bir durum olsun. Eğer bizler Türkiye’deki tüm toplum kesimleri olarak özgürleşirsek hep beraber özgürleşiriz ve birimizin özgür olmadığı yerde bir diğerimiz de özgür olamayız. Hâlbuki hepimizin eşit ve özgür olduğu bir toplumda hepimiz daha mutlu olabiliriz. B e l k i d e b u t ü r f a r k l ı t o p l u m l a r d a f a r k l ı i ns a nl a r ı n g ö r ü ş l e r i ni s a v u nm a s ı a l ı ş ı k o l u nm a y a n b i r d u r u m o l d u ğ u i ç i n d a h a ç o k g ö z e ba t ı y o r . Aykan Erdemir: Evet, Türkiye’de genelde her kesimin kendi hakkını savunması, daha alışılagelmiş bir
durumdur fakat önemli toplumsal sorunlar ancak empati yani duygudaşlık geliştirilerek aşılabilir ve de farklı kesimlerin birbirlerinin sorunlarına gerçekten yakınlık ve ilgi duyması, o sorunları derinden kavrayabilmesi aslında çözüme giden yolda en önemli adımlardan birisidir çünkü çeşitli defalar farklı mülakatlarda da söylediğim gibi, Türkiye’de ayrımcılık meselesi yalnızca yasalarla giderilebilecek bir mesele değildir. Yani bu iş yalnızca teknokratik bir mesele değildir. Bizim toplumsal ve kültürel açıdan hem dönüşüme uğramamız hem de bazı değişimler yaşamamız şart. Yani bir zihniyet değişimi zorunlu. Bu da ancak empati kurmakla, farklı toplum kesimlerinin birbirlerinin sıkıntılarını, dertlerini, taleplerini dinlemesi ve anlamasıyla mümkündür. A l e v i E ns t i t ü s ü ’ ne ü y e y d i ni z . B u e ns t i t ü nü n k u r u l u ş a m a c ı v e ç a l ı ş m a l a r ı h a k k ı nd a b i l g i v e r e b i l i r m i s i ni z ? Ay k a n Er d e m i r : Alevi Enstitüsü’nün kurucularındanım. Başkan Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak yaklaşık bir yıl görev yaptım. Daha sonra kurum içi anlaşmazlıklar dolayısıyla ben de dâhil ODTÜ öğretim üyelerinden oluşan dört kişi görevden ayrıldık. Bu enstitüyü kurma amacımızı şöyle anlatayım. Türkiye’de 300’ü aşkın sayıda Alevi örgütü var; hatta oldukça fazla sayıda çatı örgütü de var. Bugün federasyon ve konfederasyon sayısı yanılmıyorsam beşi aşmış olabilir. Böyle bir ortamda biz şu eksikliği hissetmiştik: Bu kadar farklı örgüt var; fakat Türkiye’de bir düşünce kuruluşu olarak özellikle ayrımcılık üzerine araştırma yürüten, belge ve veri toplayan, bunları rapor haline getiren ve uluslararası ortamlarda paylaşan bir kurum yok. Böyle bir kurum,
* Türk sosyal antropolog. 1998 yılında Harvard Üniversitesi'nde Orta Doğu Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Sosyal Antropoloji ve Orta Doğu Çalışmaları alanındaki doktora derecesini 2004 yılında Harvard Üniversitesi'nde "Alevileri Eklemlemek: Türkiye’de Yönetişimin ve İnanca Dayalı Kolektif Eylemin
Dönüşümü" başlıklı tezi yazarak tamamladı. Ali Yaman ile ortak kaleme aldığı "AlevismBektashism: A Brief Introduction" adlı bir kitabı, Alevilik üzerine çok sayıda Türkçe ve İngilizce makalesi mevcut. 2004 yılından itibaren ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
41
mevcut devlet yapılanması ve mevcut kamu üniversiteleri anlayışı içinde mümkün olamayacağı için bunu özerk, bağımsız bir kuruluş olarak oluşturmayı düşünmüştük. Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı ve Alevi Kültür Dernekleri’nin, kurucu destekçi kuruluşlar olarak katkı verdikleri bir yapılanma kurduk. Aslında kendi tüzel kişiliğine sahip olmayan fakat bir vakıf ve bir derneğin tüzel kişiliğinden ve mali imkânlarından destek alan, bilimsel ve yönetim anlamında özerk bir yapılanma oluşturduk. 11 kişilik Bilim Kurulu tarafından yönetilmekteydi. Türkiye’ye örnek bir enstitü idi. 11 Bilim Kurulu üyesinin 5’i Alevi olmayan isimlerden oluşmaktaydı. Kalan arkadaşlara çalışmalarında başarılar diliyorum. A l e v i l e r i n d u r u m u nu “ s o r u n” o l a r a k ni t e l e r s e k , s i z c e b u , A l e v i l i k s o r u nu m u , A l e v i l e r i n s o r u nu m u ? Y a ni b u s o r u n A l e v i l e r i n k e nd i l e r i t a r a f ı nd a n m ı , y o k s a A l e v i o l m a y a nl a r t a r a f ı nd a n m ı o r t a y a k o y u l a n b i r s o r u nd u r ?
42
Aykan Erdemir: Zor bir soru, dikkatli yanıtlamaya çalışacağım. Ben Alevi sorunu kavramını reddediyorum. Türkiye’deki mesele, bir Sünni sorunudur. Bu demek değildir ki Türkiye’de Alevilerin sorunları yok, bu demek değildir ki Türkiye’deki Sünnilerin sorunları yok, ya da diğer inanan ve ya inanmayanların sorunları yok, hepsi var; fakat ortadaki temel sorun, Türkiye’deki Sünni inancının kurumsallaşması ve yönetimi ile ilgili bir sorundur. Sorun inanç temelli değil, siyasi bir sorundur. Merkezde Diyanet İşleri Başkanlığı var. Ben inanıyorum ki; Türkiye’deki sorun, Sünniler dâhil inanan inanmayan tüm kesimleri mağdur eden bir sorun. Nedeni ise; Türkiye’de inanç alanının bürokratik merkeziyetçi bir anlayışla yurttaşlara dayatılmasıdır. İnanç alanı, insanların özgürce inanacağı ya da inanmayacağına, kendi inançlarına, pratiklerine ve inançsal eğilimlerine kendilerinin karar vereceği bir özgürlük alanı olmalıyken muazzam bürokratik bir yapılanma tarafından dikte ediliyor. Benim inancım şu ki; bundan yalnız Sünni olmayanlar değil, pek çok Sünni kesim de mağdur ve şikâyetçi. Nihayetinde, kim Cuma hutbesinin Ankara’da bir bürokratik kurum tarafından dayatılmasını ister? Mesela bunu yurtdışından gelen araştırmacılar, gazeteciler, siyasetçiler duyduklarında şok oluyorlar; yani Türkiye’de hutbelerin merkezi bir sistemle tek tip olduğunu duyduklarında gerçekten çok şaşırıyorlar ya da Türkiye’deki müezzinlerin, imamların, onun dışında inanç eğitimi ve din adamlarının yetiştirilmesine ilişkin bütün yapılanmanın devlet kontrolünde, devlet finansmanı ile yürütüldüğünü duyduklarında yine aynı derecede şaşkınlık yaşıyorlar. Bütün bunlar Türkiye’de
içinde bulunduğumuz çıkmaza yol açıyor. Aleviler de, benim inancım şu ki, bu sistemin hem sayısal olarak en büyük mağduru hem de nitelik olarak en fazla mağduriyet yaşayan kesimi. Sebebi de şu; mevcut Sünni muhafazakâr anlayışın kendini kurarken ve meşrulaştırırken ve yeniden üretirken öteki olarak tam da karşısına aldığı, ötekileştirdiği, yabancılaştırdığı, asimile etmeye çalıştığı bir gruptur Aleviler. Dolayısıyla tam da Diyanet İşleri Başkanlığı dediğimiz ama Diyanet İşleri Başkanlığı ile sınırlı olmayan gerek devlet içinde gerek devlet dışında çok daha geniş alanlara nüfuz etmiş, büyük bir baskı mekanizmasının tam da hedefinde Alevi yurttaşlar duruyor. Ayrıca vurgulamak gerekirse, Alevi yurttaşlar örgütlü mücadeleleriyle bu süreçten özgürleşerek çıkamazlar; yani Alevi yurttaşlar yalnız kendi iradeleri, mücadeleleri ve kaynakları ile mağduriyetlerini gideremezler; ancak geniş toplum kesimlerinin ittifakı ile bu çark kırılabilir. Söylemsel olarak da kulağa hoş gelecek bazı “açılımlar” var fakat fiiliyatta, siyaseti söylemlerden ibaret sanan ve yalnızca basın üzerinden takip eden kişiler olarak Türkiye’de bir açılım var diyebiliyorken; siyaseti gündelik hayatta insanlar ve kurumlar arasında yaşanan bir süreç olarak gördüğümüzde yalnızca Türkiye’de mağduriyetin derinleşmekte olduğunu söyleyebiliyoruz. P ek i bu h o ş g ö r ü y l e ç ö z ü l ebi l ec ek bi r s o r u n m u d u r ? Aykan Erdemir: Ben Türkiye’de hoşgörünün, toleransın, diyalogun çok asimetrik bir mesele olduğunu düşünüyorum. Muktedir konumdaki bir özne, çeperdeki ezilmiş özneye hoşgörü gösteriyor, onunla diyaloga girme “lütfunda” bulunuyor. Ben hak temelli, özgürlük temelli bir dil olması gerektiğine inanıyorum. Bu ülkede, kimse birinci sınıf vatandaş olmasın, herkes eşit vatandaş olsun. Süleyman Demirel, “Aleviler de birinci sınıftan vatandaştır.” dediğinde, bir Alevi kurumunun yöneticisi “Biz birinci sınıf vatandaş olmak istemiyoruz. Biz birinci sınıf vatandaş olursak bu demektir ki bu ülkede ikinci sınıf vatandaşlar da var. Biz herkesle birlikte eşit yurttaş olmak istiyoruz.” diye bir karşılık vermişti. Benim de görüşüm böyledir. İkinci olarak şunu söylemek istiyorum ki Türkiye’de her yurttaş aslında ayrımcılığın mağduru ve müsebbibi. Hepimizin çok sayıda farklı kimliği vardır. Bu farklı kimliklerimizin kesişimselliği neticesinde kimi ortamlarda ayrımcılığa sebep veren durumlardayken, kimi ortamlarda ayrımcılığa uğrayan durumlardayız. Örneğin; Kürt olduğumuz için ezilenizdir ama patron Kürt olduğumuzda bir Türk işçiyi eziyor olabiliriz. Sünni bir Türk olarak bir ortamda Kürt bir Alevi’yi
eziyor olabiliriz veya Kürt ve Alevi nüfusun ağırlıklı olduğu bir şehirde Türk bir Sünni eziliyor olabilir. Dolayısıyla, mutlak ezenezilen konumları ya da mutlak mağdur konumu yoktur. Hayatımız çoklu ayrımcılıkla sarılmış durumda. Bizim sürekli bir yüzleşme yaşıyor olmamız gerekiyor. Yani biz hangi konumlarda iktidarın bir baskı aracı haline geliyoruz, hangi konumlarda toplumsal baskıyı derinleştiriyoruz, hangi konumlarda özgürleştirici oluyoruz; bunlara bakmak gerekir. Benim çizmeye çalıştığım çerçeve biraz rahatsız bir pozisyon; yani diyorum ki biraz rahatsız olalım, biraz da kendimizden kuşku duyalım ve özgürleşmeyi kolektif bir proje olarak görelim. Y a ni k ı r ı l m a s ı g e r e k e n b i r ç a r k d i y o r s u nu z . S o r u nu n z a m a nl a i ç i nd e n ç ı k ı l a m a z b i r k ı s ı r d ö ng ü h a l i ne g e l d i ğ i ni m i d ü ş ü nü y o r s u nu z ? Aykan Erdemir: Kurumsal olarak iş gerçekten karmaşıklaşıyor ve ilerlemiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri ve İmam Hatip Liseleriyle birlikte çevresindeki bütün bu yapılanma büyük bir ayrımcı mekanizmadır. Yani Türkiye’de yurttaşlara her gün kimin egemen olduğunu, kimin tahammül edilen olduğunu işaret eden büyük bir çarktır, büyük bir makinedir bu. Bu makine her gün güçleniyor, bütçesi artıyor ve insan kaynakları büyüyor. İşin bu kısmı teknokratik çözümlerle belki daha sonra giderilebilir. Diğer yandan daha zor olan kısma değinmek gerekirse, bu çarklara sürekli maruz kalan yurttaşlar, gittikçe daha tutucu, daha ayrımcı ve bütün bu süreçleri ve kurumları içselleştirmiş, onları doğal gören yaratıklar haline geliyorlar ve bu da toplumsal ve kültürel dönüşümü zorlaştırıyor. Yani biz günün birinde özgürleştirici bir projeyle bu toplumu dönüştürmek istediğimizde, on yıllar boyunca bu tarz tutucu süreçlere maruz kalmış olan yurttaşlarla karşı karşıya kalacağız. En kötüsü de insanlar "Zorunlu din dersleri, bunun nesi yanlış? Diyanet İşleri Başkanlığı, bunun nesi yanlış? TRT'deki Sünnilik ağırlıklı programlar, bunun nesi yanlış? Bunlar devletin bize vermiş olduğu hizmetlerdir." durumundalar ve gittikçe bunu kanıksıyorlar. Bu arada olan fakat bizim görmediğimiz şeyler de var. Yani mesela Bahai, Yahudi, Hıristiyan, satanist, ateist ya da agnostik olup da vergi veren yurttaşlara olanlar. Onlar bir şekilde bizim toplumumuzun "ötekileri" olmuş oluyorlar. Oc a k a y ı nd a A nk a r a ’ d a d ü z e nl e ne n A l ev i K u r u l t a y ı ’ nd a d a d i l e g e t i r i l d i ğ i g i b i A l e v i l e r i n; D i y a ne t İ ş l e r i B a ş k a nl ı ğ ı ' nı n k a l d ı r ı l m a s ı , M i l l i
E ğ i t i m ' d e z o r u nl u d i n d e r s l e r i ni n k a l d ı r ı l m a s ı , t ü m i b a d e t h a ne l e r i n a y nı s t a t ü y e k a v u ş m a s ı , b u nu n d ı ş ı nd a nü f u s c ü z d a nı nd a n i na nç h a ne s i ni n ç ı k a r ı lm a s ı v e s on ola r a k d a M a d ı m a k ’ ı n m ü z e olm a s ı g i b i t a l e p l e r i d ı ş a r ı y a ns ı d ı . T o p l u m a b a k t ı ğ ı m ı z d a b u nl a r ı n b a z ı l a r ı nd a u z l a ş ı v a r . A m a D i y a ne t İ ş l e r i B a ş k a nl ı ğ ı ’ nı n ve z o r u nl u din d e r s l e r i ni n k a l d ı r ı l m a s ı nd a t o p l u m s a l b i r u z l a ş ı y o k . S ü nni ç o ğ u nl u k b u na k a r ş ı ç ı k ı y o r v e b u k o nu l a r A l e v i a ç ı l ı m ı nı n t ı k a nd ı ğ ı no k t a l a r . Ç ö z ü m e u l a ş ı l a b i l i r m i , d ü ş ü nc e l e r i ni z ne l e r d i r ? Aykan Erdemir: Buradaki çözüm için yaratıcı davranmak ve geniş ittifaklar kurmak zorunda olan bir kesim, Aleviler. Ancak bu konuda çok başarılı olduklarını düşünmüyorum. Alevi mücadelesi bugüne kadar hak ve özgürlükler yolunda çok başarılı oldu, çok sağlam bir söylemle geldi. Kurultayda çok açık bir temel hak ve özgürlükler, eşit yurttaşlık söylemi dile getirildi. Aleviler ucuz, yalnızca kendilerini kurtaracak ve geri kalan mağdurları iyice kenara itecek pazarlıkların içinde yer almadılar. Hiçbir ahlaksız teklifi kabul etmediler. Son kurultayda da biz, yalnızca Alevilerin değil; Sünnilerin de özgürleşmesi için çalışıyoruz, dediler. Bunların hepsi, Türkiye'deki Alevi hareketi için gurur verici gelişmeler. Ancak kendi taleplerini Sünni kesimle ittifak içinde ve onları ikna edebilecek şekilde geliştiremediler. Diyanet İşleri ve zorunlu din dersleri kalksın denildiğinde Sünni kesimin önemli bir kısmı ''eyvah'' diyor. İnanç alanıma ilişkin her şey ortadan kaldırılıyor diye bir paniğe kapılıyorlar. Alevilerin Sünnilere bunu anlatıp, onları ikna etmeleri gerekiyor. Bunu, yalnızca bir ortadan kaldırma değil de daha farklı bir şekilde ifade edebilirler. Benim toplumsal uzlaşı için bir önerim olmuştu. İnanç Hizmetleri Üst Kurulu oluşturulması gerektiği konusunda bir yazı yazmıştım. Bir tane üst kurul var ama ondan bağımsız olmalı. Türkiye'deki bütün kesimleri bir araya getiren, yalnızca denetleyici ve düzenleyici bir kurum oluşturulmalı. Onun dışında, tüm inanç kesimleri gerek finansal, gerek idari olarak kendi inançlarından sorumlu olsunlar. Kendileri özgürce inançlarını belirleyebilsinler, yaşayabilsinler, öğretebilsinler, yeniden üretebilsinler ama bir yandan da tüm dünyada olduğu gibi kamu düzeni, kamu güvenliği, kamu sağlığı gibi konularda belirli sınırlamalar getirilebilsin. Bir denetleme, düzenleme gerekliliği elbette toplum ve devlet tarafından duyulmakta. Bu ikisini dengeleyecek bir yapı kurulabilir. Aleviler, bu tip ikna edici bir dil üzerinden yola çıkarsa Türkiye'yi özgürleştirebilirler çünkü Türkiye'yi tutuculaştıran hareketler ve
43
süreçlere baktığımızda, ikna ediciliği iyi kullandıklarını görüyoruz. İnsanlar 1980'de tank ve copla ikna edildi, daha doğrusu sürüldü, hapsedildi, öldürüldü fakat Türkiye'nin esas tutuculaştığı döneme baktığımızda son 1520 yılda, ikna çok önemli bir konumdadır. Türkiye'de halk, sadece dayak yiyerek değil, çeşitli yollarla ikna edilerek de tutuculaştı. Dolayısıyla bugün halk ikna yoluyla özgürleştirilecek. Alevilerin bu yönde teknolojileri, söylemleri ve süreçleri geliştirmeleri şart diye düşünüyorum. C e m e v l e r i ni n i b a d e t h a ne s t a t ü s ü k a z a nm a s ı t a r t ı ş m a s ı na b ü y ü k b i r t e p k i g ö s t e r i l i y o r v e M ü s l ü m a nl a r ı n i b a d e t y e r i c a m i d i r , d i y e b i r s ö y l e m g e l i ş t i r i l i y o r . A l e v i l e r b u na k a r ş ı ne g i b i b i r a r g ü m a n g el i ş t i r ebi l i r l er ?
44
Aykan Erdemir: Bu ayrımın Alevilerin en güçlü ittifaklarla kazanması mümkün olan bir mücadele olduğunu düşünüyorum. “İslam'da ibadethane tektir. O da camidir. Cem eviyle camiyi karşı karşıya getirmeyin.'' söylemi Türkiye’de çok marjinal ve radikal bir söylemdir. Mütedeyyin Sünnilerin böyle düşünmediğini biliyorum. Türkiye'de pek çok insan için Cem eviyle camiyi karşı karşıya getiren açıklamalar çok abes açıklamalardır. Bugün Karadeniz Bölgesi'nde cami ve Cem evinin aynı bina içerisinde olduğu yapılar var. Zaten Ortaköy'de bütün ibadethaneler yan yana ve karşı karşıya, ama tırnak içinde karşı karşıya değiller. Dolayısıyla yan yana ya da iç içe olan binaları karşı karşıya gibi görmek hastalıklı bir zihniyetin ürünüdür. Türkiye toplumu bütün tutuculuğuna rağmen ibadethane meselesi söz konusu olduğunda bence bu kadar da tutucu düşünmüyor. Ama mesela daha karmaşık durumlar var: Diyanet İşleri Başkanlığı ve devlet finansmanı. Dinin devlet tarafından finansmanı daha çetrefilli bir konu. Onda hızla yol alınamaz. Aynı şekilde, din görevlilerinin yetiştirilmesi söz konusu olduğunda yine devlet finansmanı ve kontrolü kolay kolay üzerinde hemfikir olamayacağımız konular. Bu neyi gösteriyor? Bazı kolay konular var. Bu konularda hızla yol alabilir, bir güven ortamı yaratabiliriz fakat bazı zor konular da var. Bunları da ikinci aşamaya bırakıp; uzun, sağlıklı, şeffaf, katılımcı, hesap verebilir bir süreçte tüm kesimlerin katılımıyla tartışabilir ve çözümler üretebiliriz. Burada niye bir liste verdim, çünkü AKP'nin Alevi açılımı ne yazık ki ne şeffaf ve katılımcıydı ne de hesap verebilir ve tüm kesimlerin çağırıldığı bir süreçti. Hükümet karpuz seçer gibi Alevileri seçti. Kapalı kapılar ardında, garip bir müzakere süreci yürüttü ve süreci ders kitaplarına geçecek derecede kötü yönetti. Bir toplumsal reform
süreci nasıl yönetilmez sorusuna en iyi yanıtı verdi. Dolayısıyla benim önerim, yapılanın tam zıddını yaparsak başarıya ulaşacağımızdır. A l e v i l i ğ i n A v r u p a B i r l i ğ i ’ y l e b a ğ l a nt ı l ı o l a n u l u s l a r a r a s ı b o y u t u na g e l i r s e k , t o p l u m d a , A B ’ ni n T ü r k i y e ’ d e y e ni a z ı nl ı k l a r y a r a t a r a k T ü r k i y e ’ y i b ö l m e y e ç a l ı ş t ı ğ ı ü z e r i ne g e ne l b i r a l g ı o l d u ğ u nu s ö y l e y e b i l i r i z . B u d u r u m , A l e v i l e r e k ö t ü nü f u z e d i y o r , ç ü nk ü A l e v i l e r k e nd i l e r i ne v e r i l m e s i g e r e k e n h a k l a r ı s a v u nu r k e n a s l ı nd a a z ı nl ı k h a k l a r ı nd a n b a h s e d i y o r o l m a l a r ı na r a ğ m e n b u nu n b i r a z ı nl ı k h a k k ı o l a r a k g ö r ü l m e s i ni i s t e m i y o r l a r . B u k o nu d a ne l e r d ü ş ü nü y o r s u nu z ? Aykan Erdemir: Bu yine çok çetrefilli bir konu. Sebebi de azınlık kavramının çok farklı anlamlarının olması ve bizim, bütün bu anlamları teke indirgiyor olmamızdır. Türkiye’de uluslararası hukuktan doğan ve Lozan temelli çok özel bir azınlık tanımı var. Aleviler bu anlamda azınlık kavramını şiddetle reddediyorlar ki bu, zaman zaman AB yetkililerini bile şaşırtıyor ama bir yandan da azınlığın sosyolojik siyasi ve demografik tanımları da vardır. Aleviler, demografik anlamda olduğu gibi sosyolojik siyasi anlamda da bir azınlıktır. Ekonomik kaynaklara erişimleri, toplumsal konumları, siyasi güce erişimleri açısından bir azınlıktır ki bu, böyle izah edilirse Alevilerin “Evet biz demokratik, sosyolojik siyasi anlamda bir azınlığız ama Türkiye’deki uluslararası hukukun kendine özgü çerçevesi içerisinde azınlık değiliz.” diyeceklerini düşünüyorum. Bu şekilde ayrıştırırsak, bunun, Türkiye’de de Avrupa’da da rahat anlaşılabilir olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz AB sürecinin genel olarak Alevi mücadelesinde önemli kazanımları olmuştur. AB’nin ilerleme raporlarında Aleviliğin dile getirilmesi ve hatta ABD’nin din özgürlüğü raporunda bu konuya da yer verilmesi, Türkiye'de siyaseti etkilemiştir. Alevi mücadelesini zaman zaman güçlendirmiştir. Fakat şunu unutmayalım ki bazen Aleviliği, Avrupa'nın dışında bir kavram gibi algılıyoruz. Hayır, bugün Avrupa'da bir milyonu aşkın Alevi var ve bunların hepsi, Türkiye vatandaşı değil. Onlar AB vatandaşı aynı zamanda. Yani Alevilik bugün AB'nin bir iç meselesidir. Aynı zamanda göçmenler dışında, yerleşik Aleviler de vardır. Örneğin; Bulgaristan’da. Eğer yakında Balkanlarda yeni bir gelişme yaşanacaksa, çok sayıda yeni AB vatandaşı, Alevi olacaktır. Dolayısıyla AB'nin Alevilik konuşuyor, tartışıyor ve bir özgürlük mücadelesinin içinde yer alıyor olmasının garipsenecek hiçbir yanı da yok.
Başrollerini Şener Şen ve Meltem Cumbul’un oynadığı ve Yavuz Turgul’un yönettiği “Gönül Yarası” (2005) filminin unutulmaz bir sahnesi vardı. Dünya (Meltem Cumbul) “Dar Hejiroke” adlı Kürtçe parçayı duyduğunda duygulanır ve ağlar. Bunu gören Nazım (Şener Şen) “Kürtçe biliyor musun?” diye sorar ve “Hayır” karşılığını alır. Nazım “O halde neden ağlıyorsun?” diye üsteler ve Dünya “Bu şarkıya ağlamak için Kürtçe bilmek mi gerekir?” der. Alevilerin, Kürtlerin veya herhangi bir dışlanmış kesimin sorunlarına ilişkin konularda da haktan, doğrudan ve insan haklarından bahsedebilmek için Kürt ya da Alevi olmaya, herhangi bir azınlığa mensup olmaya gerek yok. İnsan olmak, daha doğrusu insan olduğunun farkında olmak yeterli! Bu yazıda bastırılmış kimliklerin “eşit yurttaşlık” taleplerini, Alevilik özelinde ele almaya ve Alevilerin isteklerini, toplumun önyargılarını da ele alarak açıklamaya çalışacağım.
Aykan Erdemir, Aleviliği ele aldığı bir yazısında gündelik siyasetin tüm toz ve dumanı içinde cin fikirlilerin asıl merak ettikleri şeyin siyasi etiğin pusulası değil; Alevi seçmenin elindeki oy pusulası
olduğunu söyler. Erdemir, galoşla Cem evi ziyaret edenlerin, “Dersim isyanında analar ağlamadı mı?” diyenlerin, yola getirilecek bir Alevi iradesi, cepte bilinecek bir Alevi oyu, zapt edilecek bir Alevi süreği var zannedenlerin, Alevi yolunu ve bin bir süreğini anlamaktan ne kadar da uzak olduklarını vurgular.1 Bugün Türkiye halkı din ve vicdan özgürlüğü, eşitlik, ifade özgürlüğü, siyasi katılım gibi ciddi meselelerde bir yüzleşme yaşamaktadır. Alevilerin temel hak ve özgürlükleri, Sünni Müslüman çoğunluğun onayına ve insafına bırakılmakta, insan ve vatandaş olmanın gereği olan haklar adeta bir “lütufmuşçasına” Sünni olmayan ve ikinci sınıf vatandaş yerine konulan Alevilere sunulmaktadır. ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nün yapmış olduğu “Türkiye’de Alevi Olmak” adlı araştırmanın sonuçlarına göre kamusal ve özel hayatın her alanında, okulda, sokakta ve hizmet erişiminde; Aleviler farklı bir muamele görmekte, ayrıma uğramakta ve dışlanmaktadırlar. Türkiye’de Aleviler gibi Kürtler, Müslüman olmayanlar, kadınlar ve farklı cinsel yönelim taşıyanlar da dâhil olmak üzere büyük bir kesim, sürekli bir ayrımcılığa maruz kalmakta ve bu, bir demokrasi sorunu olmak yerine, devlete bağlılığa indirgenen ve merkez özne olarak Baskın Oran’ın deyimiyle LAHA SÜMÜT (LAik, HAnefi, SÜnni, MÜslüman, Türk)2 özellikler taşıyan merkez konumdaki bireylerden oluşan toplum karşısında dayatılan bir ayrımcı uygulama olarak devam ettiriliyor. Bu özelliklere sahip olmayan ve “öteki” olarak kabul edilenlere karşı yapılan siyasal yaşamdaki ve sosyal hayattaki her türlü ayrımcılık; kültürel ve tarihsel önyargı ve bölünme korkusu gibi gerekçelerle hem toplum nezdinde hem de idari kadrolar tarafından meşru ve doğru yolmuş gibi görülüyor, gösteriliyor.
45
A l e v i l i k s o r u nu m u , A l e v i l e r i n s o r u nu m u ? Yukarıda bahsedilenlerin de yardımıyla bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Sorun aslında bir hazımsızlık sorunu. Alevilerin denilen sorun, toplumun Alevilerle olan sorunu, sorun bir hoşgörü sorunu. Türkiye’de Alevilikle ve Alevilerle alakalı bir sorunlar yumağının olduğu artık yadsınamaz bir gerçek. Bu ülke, Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta katliamları yaşamış bir ülke. Sorun yoktur denildiğinde sorunun ortadan kalkacağına inananlar varsa da bugün, bu algı, zayıflamış gözükmektedir; ancak yeni bir kavrayışa ve bir çözüm aşamasına ihtiyaç olduğu da aşikârdır. Alevilerin sorunu nedir, ne istemektedirler? Alevilerin sorunları çok ama içinden çıkılmaz sorunlar değil. Yeter ki siyasi ve ideolojik çıkarlardan uzak, özgürlük temelinde ve samimi bir üslupla yaklaşılabilsin.
46
Ocak ayında Ankara’da toplanan Büyük Alevi Kurultayı’ndan yansıyanlara göre Aleviler belli başlı olarak; zorunlu din derslerinin ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını, Madımak’ın müze yapılmasını ve Cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini istemektedirler. Bu taleplerden hareketle, toplumda haksız bir önyargı oluşturulmakta ve Aleviler, din düşmanı ve dinsiz olarak lanse edilmektedirler. Lakin bunun gerçekle hiçbir alakası yoktur. Aleviler dine karşı değillerdir. Aksine, karşı oldukları şey, adı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi olan bu dersin ahlaki bilgilendirmeden çok uzakta olması ve Sünni İslam’ın bir propaganda aracı haline gelmesidir. Küçük yaşlardaki çocuklara zorla dua ezberletilmesi ve not zoru ile namaz kıldırılması, bu inancı kuvvetlendirmektedir. İstenen şey, din derslerinin tek yönlü bir propaganda aracı olmaktan çıkarılması ve her dine/mezhebe eşit mesafede yaklaşılmasıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması noktasında yine benzer sorunlar bulunmaktadır. Laiklik ve Diyanet çelişkisi bir yana, Alevilerin de vergileriyle işleyen bir kurumun Alevi taleplerine sırt çevirmesi de tartışılması gereken bir durumdur. 1993 yılında Sivas’ta yapılan katliamla bağlantılı olan Madımak Oteli’nin müze yapılması talebi tamamıyla din dışı olan insani bir konudur. Madımak’ta yakılarak katledilen insanların anısına onları hatırlatacak olan bu talep bir vicdani taleptir. Bu talebin reddedilmesi de vicdani sorgulama gerektiren bir durumdur. Son olarak Cem evlerinin ibadethane olarak kabul
edilmesini istemeleri, Alevileri doğrudan muhafazakârlarla karşı karşıya getirmektedir. Türbanın serbestîsi konusunda özgürlükleri hatırlatan bu kitle, konu Cem evi olduğunda bunu özgürlük olarak kabul etmemekte ve “Müslüman’ın ibadet yeri camidir!” diyerek Aleviliği İslam dışına itmekte ve konuyu farklı konumlara taşımaktadırlar. Hâlbuki bu, hakkın gereğidir. Aleviler, Cem evleri ibadethanemizdir, diyorlarsa bu böyledir. Bunun aksini iddia etmek, hayır senin ibadet yerin Cem evi değil, camidir demek Alevilere Alevilik öğretmektir. S o na g e l i r k e n Alevilerin Osmanlıca güdülebilecek bir taife olduğunu sananlar Alevilerin ve Aleviliklerin hiç farkına varamadılar, varamayacaklardır. Bu insanlar; kırdan kente ve Avrupa metropollerine uzanan bir hurucun, sınıflı bir toplumda tabakalaşmanın, parsel parsel eylenmiş bir dünyaya doğmanın ve gelenekleri sağdan soldan yeniden inşanın Alevilere yaşattığı sosyolojik dönüşümü görmekten ne kadar da acizdirler. Alevilikleri görmekten uzak olanlar çözüme de bir o kadar uzaklar.3 Yazıya son verirken bir Bektaşi hikâyesinin çözümü daha iyi özetleyeceğini düşünüyorum:
Günün birinde yolu bir dergâha düşen kendi halindeki adam, dergâhta, bir Mevlevî ile bir Bektaşî'nin oturmuş sohbet ettiklerini görünce dayanamaz ve yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler. Mevlevî ve Bektaşî erenleri başlarlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışırlar. Zavallı adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giydikleri giysilere takılır. Mevlevî'nin giydiği kıyafette kollar o
kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de örtmekte, kapatmaktadır. Bektaşî'nin giydiği kıyafette ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır. Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük bir merakla, önce Mevlevî'ye sorar: "Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun? Bunun özel bir sebebi var mı?" Mevlevî hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire şekline getirir ve şöyle der: "Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz, insanların günahlarını,
ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız." Yanıttan oldukça hoşnut olan adam aynı merakla bu kez Bektaşî'ye döner: "Peki siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahlarını ve ayıplarını örtmez misiniz?” Bektaşî kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der: "Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz." Biz Alevilik, İslam içi mi dışı mı yoksa dinsizlik mi bunu tartışmamalıyız. Biz görmemeyi tartışmalıyız!
47
1. Aykan Erdemir, Muharrem Arefesi Dostları, http://www.stargazete.com/acikgorus/muharremarefesidostlarihaber227235.html (Erişim tarihi: 12.02.2011) 2. Baskın Oran, LAHASÜMÜT AYALON, Radikal İki, 24 Ocak 2010 3. Aykan Erdemir, Muharrem Arefesi Dostları, http://www.stargazete.com/acikgorus/muharremarefesidostlarihaber227235.html (Erişim tarihi: 12.02.2011)
• Türkiye’nin yürürlükteki su politikalarının su kaynaklarımızı tahrip ettiğine ve geleceğimizi tehlikeye soktuğuna inanan sivil toplum örgütleri ve eylemciler, Türkiye Su Meclisi’ni kurdu. Türkiye Su Meclisi, 1617 Ocak 2010’da Rize’nin İkizdere ilçesinde gerçekleştirilen ilk genel kurul toplantısından sonra çalışmalarına başladı.1 • Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, 22 Mart Dünya Su Günü’nde bir televizyon programında yaptığı konuşmada Türkiye’nin sahip olduğu hidroelektrik potansiyelini kullanmadığını belirtti ve ekledi: “Suyumuz var, boşa akıyor. Böyle şey olmaz. Biz su akarken bakamayız.”2
48
• Muğla’nın Köyceğiz ilçesine bağlı Beyobası Beldesi’nde Yuvarlakçay Irmağı üzerine kurulması planlanan HES, tepki çekiyor. Köylüler ve çevreciler eylem yaptı. 8 Ekim 2010’da gelen yürütmeyi durdurmaya dair mahkeme kararına kadar geçen 11 ay boyunca yasadışı olarak kesildiğini söyledikleri 900 çamın, bazı anıt ağaçların ve sığlaların çevresinde çadır kurup nöbet tuttular.3 • Antalya’nın Kaş ilçesine bağlı Kemer köyündeki Kıbrısçık Deresi’nde yapılması planlanan HES köylüleri ayağa kaldırdı. Köylülerin tepkisi nedeniyle HES projesinin ÇED toplantısı yapılamadı.4 • Eskişehir Mihalıççık’a bağlı Gürleyik köyü sakinleri köyün içinden geçen çay üzerinde kurulması planlanan hidroelektrik santralini protesto etti. Kendilerini Avatar filminde vatanlarını kurtarmaya çalışan Navilere benzeten köylüler, kendilerine “Gürleyikli Avatarlar” ismini vermiş.5 • Doğa aşığı olduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan, “Çevreci adı altında bazı tipler, gruplar çıkıyor ve bu sıfatla HES’lere ve her türlü enerji yatırımına karşı çıkıyor. Yalan yanlış bilgilerle kamuoyunu ve vatandaşımı yanıltıyorlar.” dedi.6 • Yıl içinde HES projelerine karşı düzenlenen eylemlerde açılan pankartlardan birkaçı şöyleydi: “Su
hakkı yaşam hakkıdır. Satılık suyumuz yok.” “Derelerimizi vermeyeceğiz!” “Suyumuzu HES’tirmeyeceğiz!” Hidroelektrik santralleri temiz ve yenilenebilir bir enerji kaynağı değil miydi? Öyleyse nedir bütün bu kavganın sebebi? Yoksa HES’ler ucuz ve yerli enerji üretiminin kurtarıcı melekleri değil de akarsularımızın ve doğamızın eli kanlı katilleri mi? Baraj ve HES’lerin ekonomik, ekolojik, sosyal, kültürel ve turistik birçok etkisi var. Bu etkilerin niteliği zamana ve yerine göre değiştiğinden HES’ler için ne tamamen faydalı denebilir ne de tamamen zararlı. Tek bir santral üzerinden konuşmak ve toplama çıkarmayla kar ya da zarar analizi yapmak da pek mümkün değil aslında. Olumlu ve olumsuz özelliklerini tek tek ve geniş çaplı olarak değerlendirmek gerekiyor. Modern toplumun fiziksel ihtiyaçlarının ve ekonomik gelişiminin sağlanması için gereken en önemli faktörlerdendir enerji. Enerji ihtiyacı artarken elektrik enerjisi talebi de hızla artmaktadır. Kendi enerjisini üretmek ve enerji potansiyelini verimli bir şekilde kullanmak her ülkenin hayalidir elbette. Nitekim Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı resmi internet sitesinde de bundan söz ediliyor: “Enerji ve maden kaynaklarını verimli, etkin, güvenli, zamanında ve çevreye duyarlı şekilde değerlendirerek dışa bağımlılığı azaltmayı ve ülke refahına en yüksek katkıyı sağlamayı görev edindik.” Baraj ve HES’lerin başlıca faydaları şöyle sıralanabilir: • Baraj ve HES’ler sel ve taşkınları önler. • Nükleer ve termik santrallere göre daha az çevre kirliliği yaratır. • Hidroelektrik enerji ülke kaynaklarıyla üretildiği için ithal edilen fosil kaynaklara bağlılığı azaltır. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke için bu önemlidir. • Kurulduğu yerlerde az da olsa istihdamı sağlar ve kırsal/bölgesel kalkınmaya katkı sağlar(okul, sağlık ocağı yapımı vb.).
• Tatlı su balık yetiştiriciliğine ve bazı sportif/turistik etkinliklere zemin hazırlar. • İklim aşırılıklarını giderir (yumuşatır), düzenli su akışını sağlar, kısmen su ulaşımına aracılık eder. • Göreceli olarak düşük bakım masrafları termal santrallerin karmaşık bakım ve işletmeleriyle kıyaslandığında ülkeler için daha caziptir. Yatırımın geri dönme süresi daha kısa, verimi ve hizmet verme süresi daha yüksektir. • Bilinen bir teknolojidir ve yakıt gideri bulunmamaktadır. Atık sorunu bulunmadığı için çevresel etkisi daha düşüktür. Yağış ve su olduğu sürece teknik sorunlar dışında üretimin aksaması söz konusu değildir. • Bütün bu olumlu özelliklerle birlikte ülkenin değişik yerlerine yapılacak hidroelektrik santralleri, tek bir noktaya yapılıp oradan ülkeye enerjiyi dağıtacak alternatiflerine göre daha verimli bir iletim sağlar. Hükümet ve ilgili bakanlar da buradan yola çıkarak hidroelektrik santrallerini savunuyorlar. Çevre ve Orman Bakanı, vatandaşın kışkırtıldığını ve bilgilendirilmesi gerektiğini düşünüyor. Katıldığı bir televizyon programında şunları söyledi: “Barajlara karşı çıkmak bilgisizliktir. Coğrafi konum ve iklim durumu sebebiyle Türkiye’de barajların yapılması zaruridir. Özellikle su ihtiyacının çok olduğu yaz aylarında, su talebinin karşılanabilmesi için suyun biriktirilmesi gerekir. Bir bakıma baraj ve göletlerin yapılması gerekir. Hidroelektrik santrallere gelince, bu santraller, sanıldığı gibi suyu yutan birimler değildir. Ülkemizde doğal gaz yok, petrol yok; dolayısıyla enerjide dışa bağımlıyız. Türkiye, bugün elektrik ihtiyacının neredeyse %60’ını doğal gazdan elde ediyor. Ancak Türkiye’nin 130 milyar kW/sa’lik bir hidroelektrik potansiyeli var. 2002 yılı sonunda biz bunun ancak %25’ini kullanabiliyorduk. Bu nedenle 2003’te Su Kullanım Hakkı Anlaşması ile bu potansiyeli kullanmayı amaçladık. Suyu, dereyi satmıyoruz sadece kullanım hakkını veriyoruz. Bu, bütün dünyada yapılmış ve memnuniyetle karşılanmış: Japonya’da, Kanada’da, Fransa’da hidroelektrik potansiyelin büyük bir kısmı kullanılmış. Bu santraller suyu yutmuyor. Gücünden istifade ederek suyu tekrar dereye veriyor. Bazı santrallerde tünellerle su alınıyor ancak biz, bunu yönetmeliklerle düzenledik. Deredeki tabii hayatın devamı için can suyu diye tabir edilen suyun tekrar dereye verilmesi, Su Kullanım Hakkı Anlaşması ile garanti altına alınıyor. Bu konuda endişeye mahal olmadığını özelikle vurgulamak istiyorum. Sonuçta bizim suya ve enerjiye ihtiyacımız var, bunu yapmak zorundayız. 1575 adet hidroelektrik santrali talebi var
ve bunlar tamamlandığı zaman 80 milyar kW/sa’lik elektrik üretecek yani bu ülkemiz için nerden baksan 810 milyar dolarlık yıllık gelir anlamına geliyor.”7 İlk bakışta harika bir fikir gibi görünüyor ancak yapılan eylemlere, yürütmesi durdurulan HES projelerine, iptal edilen ÇED raporlarına bakılırsa HES projeleri pek de iyi niyetli yaklaşmıyor doğamıza. Baraj yapılmadan önce, yapılırken ve yapıldıktan sonra uyulması gereken kurallar var. Dünya Bankası ve IBRD gibi kuruluşların hazırladığı bu kurallar, HES’lerin doğada yarattığı tahribatlardan alınan derslerle yazılmış. Birçok uluslararası banka bunlara uymayan şirketlerin yatırımlarına kredi vermiyor. Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilısu Baraj Projesi’nden teker teker çekilen uluslararası bankalar bu durumun bize en yakın örnekleriydi. Anlaşılan, Türkiye’de proje sürecini hızlandırmak için bu kurallara pek de özen gösterilmiyor. Gereğine uygun yapılması için ikiüç senelik çalışma gerektiren çevre değerlendirmeleri tamamlanmadan raporlar hazırlanıyor. Böyle olunca da birçok lisanslı projenin yürütmesi, mahkeme kararıyla durduruluyor ya da ÇED raporları iptal ediliyor. Projelere tepki gösteren köylüler, tarlalarını sulayamayacaklarından endişe ediyor; suları azalan, hatta kuruyan derelerinden şikâyet ediyor ve inşaat süresince iş makinelerinin çevreye verdiği zararı protesto ediyor. Çevreciler de onlara katılıyor ve projeler hazırlanırken yöre halkının yaşamının ve taleplerinin göz ardı edildiğini, fikirlerinin alınmadığını ve çevre koşullarına da duyarsız kalındığını söylüyor. Suyun ticari bir meta olarak kullanıldığını iddia ediyor, amaçlarının suyun özgürce akmasını sağlamak olduğunu söylüyorlar. Yeterli araştırma yapılmadan hazırlanan projelerin yol açabileceği sorunlar, akarsular ve akarsu ekosistemleri için ölümcül olabiliyor. Akademisyenler, inşaat aşamasında ve sucul ekosistem üzerinde görülebilecek birçok olumsuz etkiden bahsederken beklenmedik sorunların HES’leri de olumsuz etkileyebileceğinden hatta elektrik üretimini bile durma noktasında getirebileceğinden söz ediyor. Prof. Dr. Alaeddin Bobat, “Yavaş ve Sessiz Olur Akarsuların Ölümü” başlıklı yazısında bunu tüm yönleriyle ele alıyor.8 Özetle şunları söylüyor: • HES’lerin önemli sosyokültürel sorunlara yol açtığı kanıtlanmıştır. Kırsal alanda tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlayan insanların aynı ya da farklı bir ekonomik etkinliği başka bir yerde yapma şansı,
49
becerisi pek fazla olmamaktadır. Bu durumda baraj ve HES’ler bazı kişilere iş ve aş sağlarken çoğunluğu işsiz bırakabilmektedir. • Baraj ve HES inşaatlarından çıkan binlerce ton hafriyattan, bu hafriyatın taşınması sırasında oluşan ses ve toz kirliliğine; yine inşaat çalışmaları sırasında akarsu yatağının değiştirilmesinden, taban geçirgenliğinin azaltılması amacıyla akarsu yatağına döşenen değişik dolgu maddelerine kadar yapılan tüm iş ve işlemler, sucul ve karacıl ekosistemi olumsuz etkilemektedir. Özellikle akarsu yatağına döşenen dolgu maddeleri, yeraltına sızan suyu azaltmakta, bu da yeraltı su kaynaklarının doğal yapısını ve dengesini bozmaktadır. Ayrıca, çıkan hafriyatın akarsu kenarına ve yatağına gelişigüzel dökülmesi, aşırı yağış sonucu beraberinde sel felaketini getirebilmektedir.
50
• Akarsuların denizle birleştikleri deltalar ile arka planında yer alan tarım arazileri için durum kritiktir. Zira deltalara akarsuların taşıdığı toprak takviyesinin kesilmesi durumunda deniz, deltaları aşındırmaya ve kendisinden alınan yerleri tekrar geri alarak tarım arazileri üzerinde ilerlemeye başlamaktadır. Bu durum Bafra Ovamızda görülmeye başlamıştır. • Deniz, yeterince toprak taşımayan ve üzerine kurulan baraj nedeniyle bırakılan can suyu kadar akmaya çalışan akarsuda üstünlüğü ele geçirmekte, karşısında yeterli direnç görmediği takdirde tarım arazileri üzerindeki ilerlemesinden çok akarsu yatağından içeri kısımlara doğru ilerlemeye başlamaktadır. Akarsuyun denize yakın alanlarda yer alan yeraltı sularını besleme gibi bir fonksiyonu var ise de bu durumda bu besleme görevini deniz üstlenmekte, yer altı sularını tuzlandırabilmektedir. Kirlenen yeraltı sularının ise kendi kendisini temizleyip tekrar eski haline dönmesi artık olanaksızdır. Daha da önemlisi, bu tuzlanmaya başlamış yeraltı suyunu kullanarak kilometrelerce uzakta tarlasını sulayan çiftçilerin tarlaları tuzlanmaya, bu kısır döngünün sürekliliği halinde ise çoraklaşmaya
ve devamında da çölleşmeye başlar, tarımsal üretimi devam ettirmek olanaksız olur. Yani, sanıldığı üzere deniz tarım arazileri üzerinden değil, sızdığı yeraltı suları vasıtasıyla çok daha hızlı çok daha içeri kısımlara ulaşabilmektedir. Bunlardan başka bir de baraj ve HES’lerin tarihi ve turistik yerleri sular altında bırakarak geri dönüşümsüz olarak yok etme olasılığı var. Bunun en canlı örnekleri Allianoi ve Hasankeyf antik kentleri. Allianoi’yi kurtarmaktansa toprağa gömmek kolay yoldu! Hasankeyf’i sulara gömülmekten kurtarmak için ise yıllardır kampanyalar düzenleniyor, imzalar toplanıyor, alternatif projeler aranıyor. Ilısu Baraj Projesi uygulanmıyor ama iptal de edilmiyor. Ancak şimdi Hasankeyf’i kurtarmak mümkün. Nasıl mı? ODTÜ İnşaat Mühendisliği’nde yüksek lisans yapan Emrah Yalçın’ın Yrd. Doç. Dr. Şahnaz Tiğrek danışmanlığında hazırladığı proje ile. “Beşli Baraj Sistemi” adı verilen projeye göre, Ilısu Barajı’nın gövdesi 59 metre daha düşük yapılarak, oluşturulacak göl alanının yüzeyi küçültülecek. Böylece Hasankeyf’in 12 bin yıllık tarihi eserleri de sular altında kalmaktan kurtarılacak. Gövdenin düşürülmesiyle kaybedilen enerji ise Dicle’nin daha yukarısına yapılacak dört barajla sağlanacak. Yeni barajları yapmak için gerekli olan para ise normalde kamulaştırma için harcanan paradan sağlanacak ve bu projeyle daha fazla elektrik üretilecek.9 Her geçen gün taraftar kaybeden, çözümsüz eski proje yerine Hasankeyf’e hayatını geri verecek bu yeni projenin en kısa zamanda hayata geçirilmesi örnek olacak ve hepimize umut verecek. Belki de doğaya yapılan her müdahalenin ona hasar vereceği, değiştiremeyeceğimiz bir gerçek. Elektriksiz yaşayamayacağımız ve sonsuza kadar doğalgaz ithal edemeyeceğimiz de. Akarsularımızın enerji potansiyelini kullanacağız elbette ama yaşam süreleri belli olan HES’ler için tarih kadar yaşlı eserleri ve ekosistemi feda etmeden. Doğa kendini onarır. Yeter ki geri dönüşü imkânsız hasarlar vermeyelim.
1. İsmet Kösoğlu, Türkiye Su Meclisi Kuruldu, 18 Ocak 2010,http://www.ikizdere.net/Newsfilearticlesid1000.htm 2. NTV, Canlı Gaste http://vimeo.com/10427420 3. Yeşil Hafiye, “Türkiye’nin 2010 Çevre Karnesi Zayıflarla Dolu”, 31 Aralık 2010 http://www.radikal.com.tr 4. Yusuf Yavuz, Türkiye Üzerimize Gelse Suyumuzu Vermeyiz, 4 Şubat 2011 http://www.kesfetmekicinbak.com/gundem/10668/ 5. Canlı Gaste, gös. yer 6. ‘Doğa aşığı’ Erdoğan çevrecilere çattı ama, 12 Ağustos 2010, http://www.radikal.com.tr 7. Canlı Gaste, gös. yer 8. Aleaddin Bobat, “Yavaş ve Sessiz Olur Akarsuların Ölümü”, 29 Aralık 2010, http://www.enerjienergy.com/artikel.php?artikel_id=213 9. Hasankeyf’i kurtarmak mümkün! Nasıl mı?, 9 Ocak 2011, http://www.hurriyetkampus.com
R ö p o r t a j ı m ı z ı i k i b a ş l ı k ü z e r i nd e e l e a l a b i l e c e ğ i m i z i d ü ş ü nü y o r u z . İ l k o l a r a k T ü r k i y e ’ d e m e d y a ü z e r i ne v e b i r d e a ş a ğ ı y u k a r ı o nu nl a p a r a l e l o l a r a k a y d ı n t o p l u m i l i ş k i s i ü z e r i ne . T ü m y a z ı l a nl a r v e ç i z i l e nl e r i n g ö s t e r d i ğ i ü z e r e m e d y a , T ü r k i y e ’ d e v e d ü ny a d a ö ne m l i b i r y ö nl e nd i r m e a r a c ı . B u nu d a h e r f ı r s a t t a z a t e n g ö s t e r i y o r . B i r y a nd a n d a m e d y a nı n t o p l u m u n g e r ç e k l e r i ni y a ns ı t m a s ı nı b e k l i y o r u z . F a k a t b a z ı a y r ı m l a r v a r : y a nd a ş m e d y a , c a nd a ş m e d y a , b i z i m m e d y a m ı z , o nu n m e d y a s ı , h o l d i ng m e d y a s ı . G e ne l o l a r a k T ü r k i y e ’ d e m e d y a nı n d e ğ e r l e nd i r m e s i y l e ba şl a y a l ı m . Enver Aysever: Türkiye’de medya, dünyadaki başka ülkelerden biraz daha farklı bir konumda; çünkü The Economist dergisinin yayınladığı ülkeler arası demokrasi sıralamasında Türkiye 89. sırada yer alıyor. Bu aynı zamanda medyanın durumunu da ortaya koyan bir gerçek. Yani hiç kuşku yok ki medyanın kendi içinde birtakım sorunları var. Nedir bu sorunlar? Medyanın sermaye yapısından kaynaklı sorunlar var. Medyada bir tröstleşme sorunu olduğunu biliyoruz. Medyanın kapitalizm ile ilişkisini sorgulayamamamız buradan kaynaklanıyor. Medyanın siyasetle ilişkisinden kaynaklı sorunlar var. Özellikle bizim gibi demokrasi süreci doğru dürüst hallolamamış ülkelerde bir terazi sorunu var. Bu da medya açısından problemli. Yani hem sermayenin hem de siyasi iktidarın durumu problemli. Medyanın nitelikli çalışan yani editör ya da yayın yönetmenleri bağlamında bir yetkinlik sorunu da zaman zaman Türkiye’de yaşanıyor. Bütün bunları ortaya koyduğumuz zaman medyanın çağdaş demokrasilerde geleneksel tarifiyle dördüncü kuvvet olma hali diğer üç kuvvetin durumundan çok farklı değerlendirilemeyecek durumda. Türkiye’de diğer üç kuvvetin de içinde bulunduğu durumun ne kadar sıkıntılı olduğunu düşünürsek medyanın durumu da bundan çok farklı değil. Yandaş, candaş vs. medyası aslında biraz karıştırılmış bir değerlendirme. Candaşı bilemem ama yandaş medya tarifi ağırlıklı olarak AKP döneminde, AKP’nin Türkiye’deki medya sermayesini değiştirerek geleneksel kapitalist merkez sermayenin dışında, “AKP’nin öngördüğü dünya modeli”ne yönelik bir medya sermayesi oluşturma sürecinin doğal bir sonucu. AKP otoriter bir iktidar olduğu için kendine yakın bir medya dizaynını bu bağlamda hızla yapıyor.
Bir medya mensubu olarak en temel değerlendirmem medyanın maalesef çalışanlarının içine bir korku tohumu serptiği ve bunun, adına bizim oto sansür diyebileceğimiz en korkunç durumu doğurduğudur. E r g e ne k o n D a v a s ı o l a y l a r ı nd a n s o nr a b i r E r g e ne k o n m e d y a s ı nı n o l u ş t u ğ u s ö y l e ne b i l i r m i ?
de
Enver Aysever: Hayır, o çok iddialı olur. Ergenekon medyası diye bir tarif haksızlık olur. Belki bu davaya yönelik orada bulunan insanların sahip olduğu medya kuruluşlarında bu türden yayınlar yapılmıştı ama şu anda bunları görmüyoruz. T a r a f g a z e t e s i nd e y a y ı nl a na n b e l g e l e r i v e g ö z a l t ı l a r ı g ö z ö nü ne a l d ı ğ ı m ı z z a m a n? Enver Aysever: Yani tersten söylemek gerekirse eğer, Taraf gazetesi vs. gibi bir oluşum, medyanın kendi içinde tartmamız gereken başka bir meselesidir. Her dönemde devletin farklı organlarından servis edilen belgeleri yayımlayan ya da yayımlasın diye oluşturulmuş farklı medya kuruluşları vardır. Taraf gazetesi de bunlardan bir tanesi. Temel meselesi; kapitalizm, devlet ve siyasetin çarpık ilişkisidir. Bu konuda biraz daha yerel bakmak Türkiye’nin özelini de anlamak için daha iyi ipuçları sağlar. P e k i M u s t a f a B a l b a y v e h a p s i k o nu s u nd a ne d ü ş ü nü y o r s u nu z ? Enver Aysever: Mustafa Balbay tek başına bir durum değil, yalnızca bir sonuçtur. Mustafa Balbay’ın da içinde bulunduğu bir durum var ve bu durumu, bir medya mensubunun içeri alınması bağlamında değerlendirmek mümkün. Ama aslında aydınlara yönelik bir değerlendirmenin ürünü olarak bakmak da olası. Öncelikle medyaasker ilişkisinin de Türkiye’de sorunlu olduğunu unutmamak lazım. Balbay, neticede yaşadığı derecede büyük çaplı haksız uygulamaları hiç hak etmeyen bir meslektaşımız. Ama bu sorunlar, böyle spesifik özelliklerden daha büyük ölçekli bir soruna işaret edildiği takdirde anlam kazanacak sorunlar. A s l ı nd a m e d y a y a b a k t ı ğ ı z a m a n i ns a n f a r k l ı s e s l e r , f a r k l ı d ü ş ü nc e l e r a r ı y o r . M e s e l a S k y T ü r k ’ t e
51
y a y ı nl a na n s i z i n p r o g r a m ı nı z v a r d ı ; N i h a t G e nç ’ i n v e o nu n d ı ş ı nd a , Y a l ç ı n K ü ç ü k ’ ü n p r o g r a m l a r ı v a r d ı . O nl a r y a y ı nd a n k a l d ı r ı l d ı . B u nu n d ı ş ı nd a g a z e t e l e r d e O k t a y E k ş i , k i e n s o n k a r ş ı l a ş t ı ğ ı m ı z o l a y l a r d a n, E m i n Ç ö l a ş a n, B e k i r C o ş k u n g i b i i s i m l e r v a r . F a r k l ı s e s l e r a r a r k e n t a m t e r s i ne b i r t e k d ü z e l i ğ e d o ğ r u g i d i l i y o r . B a l b a y d a t a b i b u nu n b i r p a r ç a s ı . T e k e l l e ş m e d i y ebi l i r i z bel k i v ey a t ek s es l i l i ğ e d o ğ r u bi r g i d i ş v a r .
52
Enver Aysever: Benim programım bu gerekçelerden dolayı kaldırılmadı. Benim siyasetle olan ilişkimden dolayı zorunlu olarak kalktı. Aslında diğer örneklerin hepsine birbiriyle aynı nedenlerden dolayı kaldırıldı denemez. Yukarıda söz ettiğim meselenin doğal uzantısı olarak bunları değerlendirmemiz doğru. Ama aslında çok medya organının olması, medyanın çok sesli olması anlamına gelmiyor. Meselelere buralardan bakmak daha doğru olur. Farklı nedenlerle farklı sorunlar yaşandı. Örneğin; Özal döneminde Özal’ın “iki buçuk gazetecilere yeter” tezi vardı. Şu an, bunun taçlandığı bir dönem. İki buçuk gazete, iki buçuk parti, iki buçuk bir insan türü öneren bir toplumsal yapının çok sesli bir tipidir bu durum. A m a S k y T ü r k ’ t ek i d i ğ er p r o g r a m l a r ı n k a l d ı r ı l m a s ı bi r ç o k ç ev r e t a r a f ı nd a n e nd i ş e y l e k a r ş ı l a nd ı . Niha t G e nç ’ i n p r o g r a m ı b i l h a s s a . O nu n d ı ş ı nd a Y a l ç ı n K ü ç ü k ’ ü n p r o g r a m ı v a r d ı . B u nl a r h a k i k a t e n b ü y ü k k i t l e l e r t a r a f ı nd a n i z l e ne n p r o g r a m l a r d ı . A m a b a ş k a y e r l e r e d o ğ r u ç ek i l d i l er . Enver Aysever: Aslında programcılık bağlamında baktığınız zaman bir programda bir kişinin saatler boyunca bir şeyi anlatmasını ve anlatırken de karşısında bir karşıt görüş olmamasını ve burada birtakım isimlerin arkasından çok ağır ithamlarda bulunmasını ahlaki bulmuyorum. O programların formatları çok iyi değildi, dolayısıyla orada da bir problem vardı. Yani siz birtakım belge ve bilgilerden bahsediyorsunuz, birtakım insanlar hakkında inanılmaz iddialar ortaya atıyorsunuz ama karşınızda muhatabınız yok. Dolayısıyla programcılık açısından iyi formatlar değildi onlar. Ama bu, o insanların medyada tamamen olmaması bağlamında da değerlendirilmemeli. Belki Nihat Genç’in karşına
oturtulan karşıt görüşte bir başka kişiyle bir tartışma ortamı yaratılırsa, bu, toplumu daha çok bilgilendirir. “ A y k ı r ı S o r u l a r ” d a b u nu g ö r ü y o r d u k m e s e l a . K a r ş ı t d ü ş ü nc e d e k i i ns a nl a r ı b i r l i k t e e l e a l ı y o r d u . Enver Aysever: “Aykırı Sorular”ın tezleri başkaydı. Medya içerisinde farklı görüşlerin bir arada bulunduğu nadir programlardan biriydi “Aykırı Sorular”. A d ı ne d e n “ A y k ı r ı S o r u l a r ” ? Enver Aysever: Soru sormaktan çekinmeme itibariyle ‘aykırı’ydı. Soru sorma cesareti, soru sorma derinliği ve entelektüel kimlik durma noktasında; kendi fikirlerini savunurken başkalarına da söz hakkı tanıyan bir anlayışın ürünüydü o program ve bunun da doğru olduğunu düşünüyorum. Bu ra da n a y d ı n t o p l u m i l i ş k i s i ne g eç m ey e ç a l ı ş a l ı m . A y d ı n s ö z c ü ğ ü g ü nü m ü z d e h er k es t a r a f ı nd a n k u l l a nı l ı r o l d u . E k r a nl a r d a b i r h a b e r k a r ş ı s ı nd a s ü r e k l i o r t a y a ç ı k a n, a nı nd a d ü ş ü ne b i l e n, P i e r r e B o u r d o n’ u n “ f a s t t h i nk e r ” d e d i ğ i i ns a nl a r ı g ö r e b i l i y o r u z . Y i ne T ü r k i y e ’ d e m e d y a d a n g i d e r s e k , s i z c e y a ş a d ı ğ ı m ı z ç a ğ d a “ a y d ı n” ne a nl a m a g e l i y o r ? Enver Aysever: Aydının geleneksel anlamı, aslında 20. yüzyılın başındaki bir ideolojik durumun sonucudur. Dünya meselelerine karşı duyarlılık taşıyan ve bunlara karşı sorumluluğu olduğunu düşünen insanlara verilen isimdir. Aydının bir eylemci tarafının da olması gerekir, entelektüelden de farkı budur. Bunun en büyük temsilcilerinden birisi Sartre, bir tanesi de Albert Camus’dur. Türkiye’de de bu bağlamda Aziz Nesin söylenebilir. Yani aydın, hem okuryazar olacak hem entelektüel bir duruş sahibi olacak hem de eylemci olma cesareti gösterecek bir insan tarifidir. Günümüz dünyasında aydın olmalı mı, aydına ihtiyaç var mı gibi soruların aklımızı kurcaladığı postmodern bir süreçte neoliberal çağın bir tarifi de var. Ben bu kültürde yetişmiş birisi olarak aydın olmanın aydınlanma fikriyle doğrudan paralel olmadığını, her dönemin müdahil olmak isteyen eylemci entelektüellerinin olması gerektiğini düşünüyorum. Bugün burada çağın ruhu itibariyle başka sorunlar da
olmuş olabilir ama bu, gereksinimin ortadan kalktığı anlamına gelmez. E k r a nl a r a ba k t ı ğ ı m ı z z a m a n, ba z ı ola y la r g e r ç e k l e ş i y o r , u z m a nl a r y a d a k e nd i ne a y d ı n d i y e nl e r o r t a y a ç ı k ı y o r l a r , s a d e c e o k o nu ü z e r i nd e g ö r ü ş l e r i ni b e l i r t i p , u z m a n o l d u k l a r ı v e y a d a h a ç o k i l g i l e nd i k l e r i a l a nd a k o nu ş t u k t a n s o nr a t e k r a r k ö ş e l e r i ne ç e k i l i y o r l a r . O nu n a r d ı l ı nı , ö nc ü l ü nü , g e ç m i ş i ni h i ç a r a ş t ı r m ı y o r , ş u a nk i d u r u m a na s ı l e v r i l d i ğ i h a k k ı nd a h i ç b i r b i l g i l e nd i r m e y a p m ı y o r l a r . U f a k z a m a nl a r i ç e r i s i nd e e k r a nl a r d a g ö z ü k ü y o r l a r v e t e k r a r k a y b o l u y o r l a r v e b u s ü r e ç a y ne n d e v a m e d i y o r . B u d u r u m d a k e nd i ne a y d ı n d e m e k , b ö y l e b i r a y d ı n t a r i f i y a p m a k d oğ r u m u ? Enver Aysever: Zaten aydını ekrandan takip etmek, oradan tartışmak yanlış. Aydın; eser veren, toplumsal olaylarda taraf olan kişidir. Bu bağlamda medya üzerinden bir aydın aramak, bu çağın ahmaklığıdır. Medya, bir popüler kültür aygıtı olarak kısa süreli bir biçimde insanlara yer verebilir. Ama aydınları oradan tahlil etmek doğru olmaz. Z a t e n k e l i m e ni n g e r ç e k a nl a m ı y l a e nt e l e k t ü e l , a y d ı n d e d i ğ i m i z i ns a nl a r ı m e d y a nı n y a p ı s ı g e r e ğ i e k r a nl a r d a g ö r em i y o r u z . Enver Aysever: Medya, bir popüler kültür aracıdır; dolayısıyla medya üzerinden aydın sorgusu yapmak bence doğru değildir. Aydınlara zaman zaman ihtiyaç duyuluyor, zaman zaman da o insanlara yer veriliyor ama aydın olmak daha başka bir tutumu, daha başka bir üretim biçimini ve tavır almayı gerektiriyor. Onu da medya üzerinden tartmamak gerekir. O k t a y E k ş i k o nu s u na d ö ne r s e k “ B u nl a r a nne l e r i ni b i l e s a t a r l a r ” d i y e n O k t a y E k ş i ’ ni n H ü r r i y e t ’ t e n a y r ı l m a s ı s i z e g ö r e bi r h ü k ü m et ba s k ı s ı m ı d ı r , y o k s a bi r g a z e t e c i ni n s ö y l e d i ğ i s ö z ü n g e r e ğ i ni y a p m a s ı m ı d ı r ? Enver Aysever: Her gün yazı yazan bir gazetecinin er ya da geç amacını aşan ifadeler kullanması mümkün ama esas olarak Türkiye’deki kutuplaşmanın getirdiği öfke ortada. Oktay Ekşi gibi uzun yıllar Hürriyet gazetesine emek vermiş bir insanın bile bu türden ifadeler kullanmasına neden olabiliyor. Oktay Ekşi bu türden ifadelerden sonra belki kendi özeleştirisini yapmalıydı, belki özür dilemeliydi ama mesleği bırakacak hale gelmesi farklı bir şey, üzücü bir durum. Bunu, sadece bir yazarın vicdani borcu olarak görmek doğru değil. Çünkü bu, Türkiye’nin iklimine
ait bir şeydir. Oktay Ekşi’den çok daha öte ifadeler kullanan yandaş medyadaki isimlerin, bu türden bir fedakârlık yapmadıklarını görüyoruz. Bu, bir çifte standarttır. Bu da yaşadığımız çağın bir unsuru. Oktay Ekşi belki amacını aşan bir ifade kullanmış olabilir, fakat netice itibariyle 50 yıllık bir yazarın görüşlerine katılsak da katılmasak da Türkiye’deki iklimden kaynaklı bir güçlük olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Ö z e l l i k l e m e d y a d a y a r a t ı l a n b i r k o r k u o r t a m ı nd a n b a h s e d i y o r u z . U l u s l a r a r a s ı v e i ç a nl a m d a b ü t ü n t e r ö r l e r d e o l a n, o l m a s ı g e r e k e n b i r ö ğ e d i r k o r k u . A s l ı nd a T ü r k i y e ’ d e b i r m e d y a t e r ö r ü o l a b i l i r . B ö y l e b i r t a b i r d e k u l l a na b i l i r i z . S i z i n m e d y a c ı , s i y a s e t ç i k i m l i ğ i ni z e d a y a na r a k ş u nu s ö y l e m e k i s t i y o r u z : M e d y a nı n ü z e r i nd e k i b u t e r ö r ü n, a s l ı nd a m e d y a nı n k e nd i s i t a r a f ı nd a n i ç s e l l e ş t i r i l m e s i s ö z k o nu s u . Ö r ne ğ i n; W i k i l e a k s b e l g e l e r i , T ü r k i y e ’ d e k i ç o ğ u u ns u r t a r a f ı nd a n B a ş b a k a n’ ı n ç o k i y i ş e k i l d e ö v ü l d ü ğ ü k a y na k l a r o l a r a k o r t a y a ç ı k t ı . Ö r ne ğ i n; ç o k i ş s e v e r , e t r a f ı nd a k i l e r l e ç o k i y i a nl a ş ı r , ç o k u l u b i r i ns a nd ı r g i b i . S a d e c e c ı m b ı z l a ç e k i l i p a l ı na n b a z ı k ı s ı m l a r g ö s t e r i l d i . B u s a d e c e y a nd a ş o l a r a k a d l a nd ı r ı l a n m ed y a d a d eğ i l , m er k ez m ed y a d a v e d a h a d eğ i ş i k g r u p l a r ı n y a y ı nl a r ı nd a d a o l d u . S i z , y a r a t ı l a n b u k o r k u t e r ö r ü nü n i ç s e l l e ş t i r i l m e s i ni k a p i t a l i z m e y a d a a r k a s ı nd a k i k a p i t a l e m i b a ğ l ı y o r s u nu z ? B i r s i y a s e t ç i o l a r a k ç ö z ü m ü nü z s a d e c e b u a r k a d a k i k a p i t a l i n y e ni d e n g ö z d e n g e ç i r i l m e s i m i ? Enver Aysever: Medyanın sermaye yapısının tekelleşmesi, medyayla siyaset ilişkisi arasında hiçbir mesafe kalmaması, bunun temel sorunudur. Otoriterleşme, bence önümüzdeki dönemlerde tüm çağın sorunu olacak ve bu otoriterleşmenin ilk durağı da medya olacak. Siyasetin görevi, önce siyasetin demokratikleşmesi ve şeffaflaşmasını sağlamaktır. Ardından da bu şeffaflaşmanın ve çoğulculuğun medyaya güven vermesini beklemektir. Türkiye için bu beklenti, biraz yukarıda bir beklenti. Ben siyasetin bir şeffaflaşma talebi olduğunu ve medyanın da bu talebe karşılık verecek bir biçimde olacağını düşünüyorum. Bu konuda biraz daha zamana ihtiyacımız var. Yine bu, kapitalizmin bize sunduğu bir açmaz. Sermaye yapısında medyasiyaset ilişkisi, tüm dünyada karmaşık bir halde bulunuyor. Wikileaks belgeleri de çok uzun tartışılması gereken bir başka mesele. Aslında internet medyasının bir sorunu. Güvenilirlik açısından o mecranın bir özgürleştirici unsur olacağı ortada fakat mesleki
53
eğilimini tamamlaması için orada da çok tartışmamız gerekiyor. B i z d e d e r g i o l a r a k , a s l ı nd a m e d y a nı n b i r k ö ş e s i nd e n t u t m u ş olu y or u z . Enver Aysever: Bugün geleneksel medyanın dışında bir sanal medyanın, internet ortamında bir habercilik ya da düşünceyi iletme alanının olması, kapitalizme karşı insanları umutlandıran bir durum. Ancak bu aracın kirlilikle ilgili aynı zamanda dezenformasyon dediğimiz bir tür etnik sorunsal halini doğuruyor olması da başka bir açmaz. Daha az sorumluluğun olduğu, kaynakların gözetilmek durumunda olmadığı, bir kara kampanyanın da uygulanabileceği bir araç haline döndürülmesi önemli bir sorun değil. Terazi tutturulabilirse, düşünsel olarak hayata tutunmaya
54
çalışan ve kendilerini merkez medyada ya da geleneksel araçlarda bulamayan insanlar için önemli bir kazanımdır. Gerçi insanların Türkiye’de çok katmanlı sorunları var ama temel sorun, derinlikli bilgi sahibi olmak için çaba sarf edilecek sürecin kendilerine tanınmaması ve bir an önce her şeyi yapma isteği. Oysaki demlenme diye bir şey var; ama ben genç bir insanın cesaret almasını, zaman zaman hata yapma pahasına eylemci olmasını tercih ederim. Bu bağlamda dergi çıkartmak, dergi çevresinde bulunmak önemli; çünkü Türkiye’nin entelektüel hayatında bu tip dergi çevreleri daha sonra kalıcı izler bırakmışlardır. Burada bence önyargılardan uzak bir tutuma sahip olmak ve düşünsel olarak güçlü bir durumda olmak önemlidir.
İslam’ın savunulması adı altında yürütülen tutarsız bazı politikalar; Kusturica olayı ile kendini göstermiş, Naipaul’a yapılanlar ile ise ülke gündeminde uzun süre yer edeceğini ortaya koymuştur. Kusturica “başarıyla postalanırken”, Naipaul’a adeta üstü kapalı bir dille bile olsa “İstanbul’a gelme” 1 denilmiştir. Oysa her ikisinin de bu olaylara, kavgalara neden olan ziyaretlerinden yalnızca birkaç ay önce başka başka organizasyonlar için Türkiye’ye geldiklerini fakat o süre zarfında hiç kimsenin sesini çıkarmadığını, dahası onları el üstünde tuttuğunu bile söyleyebiliriz. Her iki sanatçının da çok kısa zaman aralıklarıyla gerçekleştirdiği bu iki ziyareti arasındaki fark neydi? Fark olmalı mıydı? Tutarsızlık, bu sanatçıların fikirlerinde değildi elbette. Birkaç ay öncesinde de onlar, yine aynı şeyleri savunuyorlar, yine aynı şeyleri söylüyorlardı tıpkı büyük olaylara neden olan ziyaretlerinde tabi eğer fırsat verilseydi söyleyecekleri, savunacakları gibi. Sanatçılar da tıpkı diğer insanlar gibi bazı siyasi görüş ve düşüncelere sahip olabilirler fakat onları, özellikle de katılacakları bir sanat organizasyonu iken kendi araçları olan sanatla değil de siyasi görüşleriyle eleştirmek hoş bir durum olmadığı gibi, ülkemizin “barbarlık, ilkellik ve yasakçılık” imajına bürünmesine de neden olur. Herkesten hem sanatçı hem kahraman olmasını beklemek ne kadar doğrudur? Peki, sanat gerçeğe benzemek zorunda mıdır, ya da mutlaka hoşa gideni, beğenileni mi yansıtmalıdır?2 Tabii ki hayır. Sanatçı ne kahraman olmak zorundadır ne de yapıtlarında gerçeği yansıtmak. Ondan böyle bir şey beklemek hem kendisine hem de onun hayranlarına karşı yapılmış bir haksızlık olur. Sanatçılar yaptıkları işlerle dikkatleri üzerlerine çekebildikleri gibi öfke ve eleştiri odağı da olabilirler. Eleştirmek, eleştirilmek özellikle de sanatta, olağan bir durumdur. Fakat bu eleştiri, ortaya koyduğu sanat eseri göz önünde bulundurularak yapıldığında anlam kazanır. Ayrıca eleştiri, sahip olunan bilgiler ışığında olmalıdır. Eğer
birini eleştireceksek bunu kuru protestolar yaparak, “ben seni dinlemem” politikalarıyla arkasından ne istersek söyleyerek değil de karşılıklı bir fikir alış verişi içerisinde ortak bir payda bulmaya çalışarak yapmalıyız. Ne olursa olsun eleştiri oklarımızı yöneltmeden önce onları dinlemeliyiz. Fakat ülkemizin son birkaç ayına şöyle bir baktığımızda görürüz ki hiç kimse hatta Kültür ve Turizm Bakanımız bile bu eleştiri kurallarını önemsememiş, adeta içinden ne geliyorsa söylemiştir bir sanatçıya sırf siyasi görüşlerini beğenmediği için.3 Sadece bakanımızla kalsa iyi; aynı işi yaptıkları, çoğunlukla aynı ortamlarda farklı da olsa görüşlerini paylaştıkları sanat adamları da onları desteklememiş, savunma gayreti içine girmeye bile gerek görmeden karşı cephelerinde yer almışlardır.4 Ku s t u r i c a Kr i z i Ülkemizin en eski ve en uzun soluklu film festivali olan Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin bu yıl 9 ile 14 Ekim günleri(emin değilim ama böyle olması gerek gibi) arasında 47.si düzenlendi ve her yıl olduğu gibi yine pek çok iyi yapım ödül yağmuruna tutuldu. Yine de bu yılki Altın Portakal, diğer yıllardakine oranla hem ülkemizde hem de dünyada daha çok ses getirdi. Neden ise açık: 24 Kasım 1954’te laik Müslüman bir ailenin tek çocuğu olarak Yugoslavya’nın Saraybosna kentinde dünyaya gelen, daha sonra kendi isteğiyle vaftiz olup Ortodoks Hıristiyanlığı tercih eden ve pek çok önemli festivalde ödüller kazanmış “Çingeneler Zamanı”, “Yeraltı” ve “Arizona Rüyası” gibi filmlerin yaratıcısı ünlü yönetmen Emir Kusturica’nın jüri üyeliği için Altın Portakal Film Festivali’ne davet edilmesi. Kusturica, sanılanın aksine filmleriyle değil de siyasi görüşleriyle konuşuldu bu festivalde. Kusturica’nın festival amacıyla geldiği Antalya’da resmi kurumlar, dernekler ve bazı sanat adamları tarafından protesto edilmesinin bizim bilgimize sunulan temel gerekçesi, Bosna Savaşı’nda öldürülen insanlar için sarf ettiği sözlerdi.5 19921996 yılları
55
56
arasında Bosna’da yüz binlerce insan sadece Müslüman oldukları için katledilmiş; bazıları çocuk yaşlarda olan on binlerce kadına tecavüz edilmiş; tarihi eserler, kütüphaneler, köprüler ve camiler yakılıp yıkılmıştı. Bazı canlı tanıklar ve açılan toplu mezarlar bunu açıkça kanıtlıyordu. Bosna’da yaşanan bu olaylar uluslararası mahkemeler tarafından soykırım ve insanlık suçu olarak tanımlanmış ve bu suçları işleyenler yargılanıp mahkum edilmişlerdi fakat iddia edildiğine göre Kusturica “Meseleyi lüzumundan fazla abartıyorsunuz. 500 yıl önce zaten hepimiz Sırp’tık, yeniden Sırp ve Hıristiyan olalım, mesele bitsin.”6 gibi cümleler kurarak insanlığa karşı işlenmiş böyle bir suça hem destek vermiş hem de soykırımı ve tecavüzü meşrulaştırmıştı. Bazılarına göre ise ‘bir milleti topyekûn asimile etmeye, din değiştirmeye düşünsel olarak zorlamıştı’.7 Oysa Altın Portakal için gelişinden yalnızca birkaç ay önce 49. Uluslararası Bursa Festivali kapsamında Bursa’ya gelmişti Kusturica. Müzik grubu ‘No Smoking’ ile birlikte hem AKP’li belediyeyi hem de Bursa halkını eğlendirmişler, hallerinden ve yaşadıklarından memnun bir şekilde uğurlanıp geri dönmüşlerdi sonrasında.8 Daha önce defalarca Türkiye’ye gelip de hiçbir tepki görmeyen Kusturica, birden ne olmuştu da Antalya’da, Altın Portakal’da istenmeyen adam ilan edilmişti? Yoksa amaç Kusturica’yı eleştirmek değil de organizasyonu düzenleyen CHP’li Belediye Başkanı’nı zor durumda bırakmak, onun yaptığı işi engellemek miydi? 9 Aylar öncesinden Kusturica’nın jüri üyesi olduğu ve bu amaçla Türkiye’ye geleceği belli olmasına rağmen kıyamet festival yaklaştığı zaman koparılmıştı ancak. Önce Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay girmişti söze ve “Kusturica varsa ben yokum” demişti. Ardından Semih Kaplanoğlu ve ‘Bal’ ekibine gelmişti söz söyleme sırası. Onlar da beklenenin aksine sanatçı dostlarına kucak açmamış hatta “Savaşa ve savaş suçlarına karşı bizleri birleştirecek tek kriter, tek kimlik insan olmaktır. Sanatçı insanlığından ayrılamaz.” sözlerini sarf ederek Kusturica’nın insanlığını sorgulamaya kadar vardırmışlardı olayı.10 Bu protestoların karşılığı olarak da yine bir protestoya tanık olduk. Kendisine yöneltilen protestoları
“barbarlık ve ilkellik” olarak yorumladı jüri üyeliğinden çekildiğini açıkladı, Kültür ve Turizm Bakanı Günay’ı “düşman” ilan etti ve gitti Kusturica11 arkasında cevaplanmamış bir sürü soru bırakarak. Acaba “Kusturica’yı zehirleyen Sırp ırkçılığı onun sinemasını da değersiz kılmış mıydı?”12 Peki ya değersiz kılmadıysa? O zaman gelişen bu olaylar sanatçıların kavgası olmaktan çıkıp siyasi bir eyleme dönüşmez miydi? Kuşkusuz pek çok kişi bu soruları kendi bakış açılarıyla cevapladı ama kimse Kusturica’ya karşı yapılan bu talihsiz protestoyu telafi edemedi. Üstelik siyasetin sanata bu derece müdahale etmesinin yanlış olduğu gün gibi ortada olmasına rağmen. Nobelli Parazit13 Avrupa Birliği’nin 27 ülkesinden 100’ü aşkın katılımcının yerini almasıyla 2527 Kasım arasında İstanbul’da toplanan Avrupa Yazarlar Parlamentosu, daha başlamadan Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul üzerinden yapılan tartışmalarla hem ülkemizde hem de dünyada kendinden çokça söz ettirmeyi başardı. Parlamentoya katılan yazarlar hazırladıkları deklarasyon metninde “farklı bakış açılarının yaratıcı bir biçimde buluştuğu ve çatıştığı bir alan” olarak bahsediyorlar Avrupa Yazarlar Parlamentosu’ndan.14 Bu tanımlamaya rağmen bazı kimse ve kesimlerin etkisiyle; yaşatılmak, gerçekleştirilmek istenen çok sesliliği ve çok renkliliği engelledik, engellemek zorunda bırakıldık. Çünkü bu seslerden biri bizim doğrularımızla çelişen doğrulara sahipti ve bu, kabul edilebilir değildi. Kimse boşuna onu dinlemeye, fikirlerinin belki de yanlış olabileceğini ona kanıtlamaya çalışmamalıydı. Bu yüzden de başta onur konuğu olarak davet ettiğimiz yazarı, sonrasında eleştiri yağmuruna tuttuk, neredeyse “Aman, sakın gelmesin, uğramasın bile İstanbul’a” diyebilecek düzeydeydi nefretimiz. Naipaul’un “onur konuğu” olarak parlamentoya katılacağını öğrenen Hilmi Yavuz, 2001 yılında Nobel ödülünü kazandığı sıralar gündeme getirdiği ve açık açık sevmediğini belli ettiği yazarı başladı yerden yere vurmaya hem de “Rana Kabbani’nin bildirdiğine göre” diye başlayan cümlelerle.15 Belli ki Hilmi Yavuz da okumamıştı üzerinden tartışmalar başlattığı yazarın eserlerini. Naipaul’un sözlerini bile Rana Kabbani’nin eserinden alıntı yaparak aktarmıştı. Belki de tenezzül etmemişti Naipaul okumaya. Nasıl olsa o bir istenmeyen adamdı, ne gereği vardı ki bize karşı hakaret içeren bir yazıyı okumanın? O yazının sahibi,
Nobel ödüllü olsa dahi bize hakaret etmişti. Onun ne kitapları okunur ne de onunla aynı masaya oturulup bir fikir alışverişinde bulunulurdu. 2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almış olması Yavuz’un gözünde hiçbir şey ifade etmiyordu. Onun önemsediği Naipaul’un Müslümanları “geri zekâlı”, “yaratıcı olmayan”, “parazit” ve “hiçbir şeyi başaramayan” bir güruh ve İslam’ı bağnazlık dini olarak telakki etmesiydi. “Nasıl olacaktı da Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun Türkiye temsilcileri ve bu oturumda konuşmayı kabul eden yazar dostlarımız, Müslümanları, bunca hakareti reva görerek aşağılayan bu adamla yan yana oturmayı içlerine sindireceklerdi?”16 Oysa bir de şu açıdan bakmıyordu ki İslam bir hoşgörü diniydi ve aynı masada oturup tartışarak, Naipaul’u dinleyip kendilerini de ona anlatarak bir ortak paydada buluşabilme imkânları olacaktı katılımcıların. Bu sayede Naipaul’un iddia ettiği gibi “geri zekâlı ve parazit Müslümanlar” olmadıklarını ona rahatlıkla kanıtlayabilirlerdi. Belki onun düşünceleri değişmezdi yine kim bilir ama onlar ellerinden geleni yapmış, kendilerini doğru bir şekilde ifade etmiş olurlardı. Ama bu imkân pek çok yazarın elinden alındı. Örneğin; Adalet Ağaoğlu ve İskender Pala. Eğer gelseydi Naipaul’la aynı masaya oturmak, ona bazı sorular sormak istediklerini dile getiren isimlerden iki tanesi onlar yalnızca. Merak etmişlerdi acaba Naipaul hala eskisi gibi mi düşünüyordu, yoksa söylediklerinden, yazdıklarından çoktan pişman olmuş muydu?17 Eyüp Can, Hilmi Yavuz’un yukarıda belirttiğimiz görüşlerini eleştirmek için kaleme aldığı bir köşe yazısında güzel bir örnek vermişti: Yahudi soykırımıyla açıktan dalga geçen Ahmedinecad, bir gün, başkanı Yahudi olan Columbia Üniversitesi’ne ifade özgürlüğü çerçevesinde konuşmacı olarak davet edilmişti. O gün orda bulunanların çoğu, o konuşmayı içlerine sindirememişlerdi ama yine de hepsi sonuna kadar oturup dinlemişlerdi.18 Bizim de bu türden bir davranış sergilemiş olmamız gerekirdi fakat aksine Hilmi Yavuz’un ardından yıkıcı eleştirileri devam ettirme yolunu seçtik biz. Biri tuttu “lavuk” diye bahsetti Naipaul’dan; “Batı’nın dışında kalan dünyayı, mustazafları, özellikle de Müslümanları hakir gören, hakaret eden bir oryantalist” olarak tanımladı onu; bir yandan “Hilmi Yavuz üstadımızın her zamanki aydın onuru”nu yerlere göklere sığdıramazken.19 Bilmem yapılmaya çalışılan bir göze girme çabasından mı ibarettir ama eğer öyleyse Nobelli bir yazarın gözüne
girmeye çalışmanın daha akıllıca bir davranış olabileceği kanısındayım. Çok insan konuştu, çok insan görüş belirtti bu tartışmaya ilişkin olarak. Kimi Hilmi Yavuz’u haklı buldu ve parlamentoya katılmayacağını açıkladı, kimi “O konuşacak diye ben niye çekiliyorum, onu anlamıyorum.” diyerek tepkisini dile getirdi, kimi de ikinci Kusturica vakası olarak yorumladı bu olayı. İşin ilginç tarafı bu defa toplantıyı düzenleyen CHP’li bir belediye de yoktu ortada. Doğrudan AKP hükümetine bağlı 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından düzenlenmişti toplantı. Yine de sonuç olarak gelmedi Naipaul, gelemedi. Kibarca(!) yapılan ‘gelme’ çağrısından sonra o da gelmeyeceğini açıkladı. Naipaul tarafından yapılması planlanan açılış konuşmasını Hari Kunzru yaptı ve Naipaul’suz başladı ve yine Naipaul’suz bitti parlamento.20 Oysa görüyoruz ki Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun onur konuğu olarak davet edildiğinde “istenmeyen yazar” ilan edilen Naipaul da tıpkı Kusturica gibi daha birkaç ay öncesinde Türkiye’ye gelmişti. 2010 Temmuzu’nda aralarında Elif Şafak ve Serdar Gülgün gibi Türk yazarların da bulunduğu, yine Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nu da organize eden 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından düzenlenen bir panelde kitabından bazı okumalar yapmıştı ve geldiği gibi sessiz sedasız gitmişti.21 Madem Naipaul’dan herkes bu kadar nefret ediyordu, niye bu haklarını ilk gelişinde de kullanıp onu protesto etmemişlerdi? Yoksa o zaman kimse Naipaul’u hedef göstermemiş miydi? Hilmi Yavuz bahsettiğinde aydınlanmıştı ışıklar herkesin kafasında. Hemen ardı ardına başlamışlardı yüklenmeye. Ama Naipaul Temmuz’da da aynı Naipaul’du, fırsat verilip gelseydi Kasım’da da aynı Naipaul olacaktı. Avrupa Yazarlar Parlamentosu toplantılarında tebliğ sunacak olan yazar Cihan Aktaş’ın da belirttiği gibi Naipaul’u çağıranlar bile onu iyi tanımıyorlardı belki de.22 Hilmi Yavuz’la başlayan tanışma macerasından sonra öğrenmişti pek çok aydın Naipaul’un kim olduğunu. Burada haklı olan taraf kimdi? Bu büyük, uzun zaman devam etmiş tartışmalar bir bilgisizlik serüveninin sonucu muydu? Naipaul’u onur konuğu olarak davet edenler onun neler söylemiş olduğunu gerçekten bilmiyorlar mıydı; bilseler onu davet etmekten
57
vazgeçerler miydi? Sanırım, evet. Hilmi Yavuz sayesinde başlayan tartışmalar sonucunda öğrendiklerinde Naipaul’un kim olduğunu, davetlerini geri çekmiş olmaları bunun açık bir göstergesi olsa gerek. Bu kadar benzer iki olayın, bu kadar yakın zaman aralıklarıyla meydana gelmesi hepimize bazı şeylerin farkına varma olanağı sağladı. Biz bir sanatçıyı ideolojisinden bağımsız olarak değerlendirmede başarılı olamıyoruz bir türlü. Makul olanın onları, yaptıkları işlerle değerlendirmek olduğunu bildiğimiz halde, fikirlerimizle ters düşen cümleler sarf etmiş olanlara karşı tahammül sınırlarını aşan eleştiriler yapmaktan geri durmuyoruz çoğu zaman. Tutarsızlıklar ülkesi olduk çıktık desek pek de yanlış olmaz. İki ay önce sessiz sedasız gelip gitmiş adamları, iki ay sonra
almıyoruz sınırlarımızdan içeri sanki onlar yine aynı kişi değillermiş gibi. Ne Kusturica’nın ne de Naipaul’un düşüncelerinin, söylediklerinin savunulacak bir tarafı yok belki, ‘Aman, ne güzel söylemiş!’ diyemeyiz, tabii ki eleştirmek en doğal hakkımız ama bunu, karşıt görüşlere gösterilmesi gereken saygı ölçütünde yapmalıyız. Sevmesek de, beğenmesek de karşıt görüşlerin var olmasına engel olmamalıyız. O görüşlerin hayat bulmasını, duyurulmasını engellemek bizim hürriyet sınırlarımızı aşan hadiselerdir. Çifte standartlarla, tutarsızlıklarla, siyasi kışkırtmalarla daha ne kadar ayakta kalırız bilinmez ama bu derece önemli insanların; birtakım devlet adamlarının kendi aralarında üstünlük sağlamak amacıyla üstü kapalı olarak yaptıkları siyasi çatışmalar yüzünden bu kadar kolay harcanması doğru değildir.
1. Naipaul’a ‘GELME’ dedik!, Radikal Gazetesi,(24.11.2010) http://www.radikal.com.tr (Erişim Tarihi: 18.01.2011)
2. Yeliz Kızılarslan; Sanatın Hakikatle İmtihanı, Radikal Gazetesi(11.12.2010) http://www.radikal.com.tr (Erişim Tarihi: 13.12.2010) 3. Günay: Kusturica varsa ben yokum, Radikal Gazetesi, (09.10.2010) http://www.radikal.com.tr (Erişim Tarihi: 22.01.2011)
58
4. ‘Kusturica hala Miloşeviç’i savunuyor’, NTVMSNBC, (11.10.2010) http://www.ntvmsnbc.com/id/25140087/ (Erişim Tarihi: 22.01.2011)
5. Hasan Aldemir; Emir Kusturica üzerinden (12.10.2010) http://www.mansethaber.com/koseyazilari/hasanaldemir/2411emirkusturica uzerinden.html (Erişim Tarihi: 11.12.2010)
6. Mustafa Kozak; Günay’ı düşman ilan edip gitti, Akşam, ( 11.10.2010) http://aksam.medyator.com/2010/10/11/haber/yasam/6967/index.html (Erişim Tarihi:11.02.2011)
7. Selami Şahin; Emir Kusturica Faşisttir, (09.10.2010) http://www.antalyaguncel.com/kose_yazisi24561 (Erişim Tarihi: 29.01.2011)
8. Emir Kusturica Bursa’yı büyüledi;(26.06.2010) http://www.haber7.com/haber/20100626/EmirKusturicaBursayibuyulediVIDEO.php (Erişim Tarihi: 11.12.2010)
9. Kılıçdaroğlu’nun Kusturica yorumu, Sabah Gazetesi, (11.10.2010) http://www.sabah.com.tr/Gundem/2010/10/11/kilicdaroglunun_kusturica_yorumu (Erişim Tarihi: 11.12.2010)
10. Enver Gülşen; Kusturica, Sanatçı Sorumluluğu ve Altın Portakal, (08.10.2010), http://envergulsen.wordpress.com/2010/10/08/kusturicasanatci sorumluluguvealtinportakalfilmfestivali/ (Erişim Tarihi: 11.02.2011)
11. Kusturica pes etti, Radikal Gazetesi, (10.10.2010) http://www.radikal.com.tr (Erişim Tarihi: 19.12.2010)
12. Peren Birsaygılı Mut; Emir Kusturica ve Necip Fazıl’ın ‘ırkçılığı’, (11.10.2010), http://www.haber10.com/makale/21307/ (Erişim Tarihi: 29.01.2011) 13.Mehveş Evin; Nobelli ‘parazit’i ne yapmalı?; Milliyet Gazetesi,(06.12.2010) http://cadde.milliyet.com.tr/2010/12/06/YazarDetay/1317556/nobelli parazitineyapmali (Erişim Tarihi:07.12.2010)
14. İSTANBUL 2010 DEKLARASYONU (27.11.2010) http://www.yazarlarparlamentosu.org/tr.html (Erişim Tarihi: 17.01.2011)
15. Cem Erciyes, Tophane’de mesele kapanmadı, Radikal Gazetesi(20.11.2010) http://www.radikal.com.tr (Erişim Tarihi:17.01.2011) 16. Hilmi Yavuz, Avrupa Yazarlar Parlamentosu’nun ‘Onur konuğu’ Naipaul’u tanıyalım, Zaman Gazetesi, (17.11.2010) http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1053781 (Erişim Tarihi: 07.12.2010)
17. Belge: Naipaul’un gelmemesine üzüldüm(26.11.2010) http://www.ntvmsnbc.com/id/25154221/ (Erişim Tarihi: 11.12.2010)
18. Eyüp Can, Entelektüel sindirim sistemimiz, Radikal Gazetesi, (20.11.2010) http://www.radikal.com.tr (Erişim Tarihi: 17.01.2011)
19. Salih Tuna; Bu şerefsizin burada ne işi var?, Yeni Şafak, (18.11.2010) http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=24933&y=SalihTuna (Erişim Tarihi: 17.01.2011)
20. Yazarlar konferansı Naipaul’suz başladı, BBC Türkçe, (25.11.2010) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/11/101125_kunzru_writers.shtml (Erişim Tarihi: 06.12.2010)
21. Mehveş Evin, Naipaul İstanbul’a gelmişti, Milliyet Gazetesi, (24.11.2010) http://www.milliyet.com.tr/naipaulistanbulagelmisti/mehves evin/siyaset/yazardetayarsiv/25.11.2010/1318083/default.htm (Erişim Tarihi: 06.11.2010)
22. Cihan Aktaş’tan Naipaul’a tepki, Zaman Gazetesi, (19.11.2010) http://www.zaman.com.tr/ (Erişim Tarihi: 17.01.2011)
Size biraz Hrant Dink’ten bahsetmek istiyorum. Ancak, onu sadece bir aktivist veya topluma mal olmuş bir figür olarak değil kendine özgü halleriyle, değerleriyle, aşkıyla ve gençliğiyle beraber anlatmak istiyorum. Aksi takdirde bu yazıda çizilecek Hrant portresi eksik kalır. Onu hem Türkiye’de hem de Diaspora’da sözü dinlenir bir noktaya getiren etkenlerde, işte Hrant’a dair pek de bilmediğimiz bu ayrıntıların da payı var. Tabii Hrant Dink’in Türkiye Diaspora Ermenistan ile ilişkileri ve AB’ye bakış açısı, Agos ve 19 Ocak 2008’e giden süreçte yaşananlar da hiç kuşkusuz bu portrenin önemli parçaları olacak. Hrant Dink, Anadolu’dan İstanbul’a göçmüş, maddi manevi zorluklar yaşamış bir ailenin çocuğudur ve büyüme dönemi, yetiştirme yurdunda geçer. Buradaki yaşam, diğer çocuklarla beraberce inşa ettikleri Tuzla Çocuk Kampı ve daha sonra lise için devam ettiği, çoğunlukla Anadolulu Ermeni çocukları kabul eden Surp Haç Tıbrevank Lisesi onda çok güçlü bir paylaşımcılık duygusu ortaya çıkarır. Dolayısıyla Hrant, hayatı boyunca kardeşleri ve arkadaşlarıyla elinde ne varsa sonuna dek paylaşır; özellikle Tuzla Gençlik Kampı’nın farklı bir yeri vardır. Büyük küçük demeden her çocuk sıfırdan yaşanacak bir yeri, kümeslere tarlalara kadar her şeyi kendi elleriyle yapar; sebzelerini ve hayvansal ürünlerini kendileri elde etmeyi öğrenir. Böylece her çocuk, oradan, üretmeyi ve paylaşmayı öğrenerek ayrılır. İleriki yıllarda Hrant, buraya yönetici olarak da gelecek ve hayatını adayacaktır; ancak 1936 yılı azınlıklara ait Vakıflar Yasası, vakıflara mülk edinme hakkını kaldırdığı için Tuzla Çocuk Kampı, 1996 yılında ellerinden alınıp kapatılacaktır.1 Bu durum Hrant’ı, Türkiye’de yaşayan tüm azınlıkların haklarını savunma ve dillendirmeye, ‘’Şikayetim var ey insanlık!’’ demeye itecektir. Genç ve heyecanlı Hrant, daha lise çağlarında lider ruhludur ve biraz da asidir. Dersleri boykot edişi ve sol düşünceleri onun bir anarşist olarak anılmasına yol açar, iyi niyetle de olsa karıştığı bir olay
sonucunda çok sevdiği lisesinden ayrılmak durumunda kalır. İşte bu döneminde tanıştığı ve gönülden inandığı sol değerler, ileride esas aldığı fikirlerin temeline oturur. Lise boyunca sol kitaplar okur, düşünürtartışır, darbelere şahit olur, en yakın arkadaşı Armenak Bakır ileride TİKKO’nun liderlerinden biri olur, Ermeni cemaatinin zarar görmesinden endişe edip sol harekete devam etmek için adını Fırat olarak değiştirir (o dönem medyada sol Ermeni hareketin ülkeyi teröre sevk ettiği yazılıp çizilir imiş). Hatta bu fraksiyon için çalışmakta oldukça niyetlidir; ancak iş aşka gelince bir sempatizan olmaktan öteye geçmez.2 Rakel Dink, ta Tuzla Çocuk Kampı ve yetiştirme yurdu dönemlerinden beri Hrant’ın hayatındadır. Fakat ona ulaşabilmek ve aşkını kabul ettirmek için yıllarca peşinde dolanır, Rakel’i ikna ettikten sonra sıra babasına gelir. Siament Ağa’yı ikna etmek çok kolay olmaz, zira kızını aşiretin dışından birine vermeye gönlü pek razı olmaz. Araya dönemin patriği girer, Siament Ağa’yı ikna eder ve hatta Hrant onun gönlünü yapmak için aşiretin memleketi Silopi’yi ziyaret eder. Tüm bu zaman zarfında artık herkes Hrant’ın aşkını fark etmiştir ve onlardan Çutak (keman) ile Taşnak (piyano) olarak bahseder hale gelmiştir; Rakel bunu duyduktan sonra artık Hrant’a Çutak’tan başka bir şekilde hitap etmeyecektir.3 Zafer Hrant’ındır! Üniversite’de zooloji ve felsefe eğitimi almaya başlayan Hrant, aynı zamanda eşi ve çocuklarıyla büyük bir aileye sahip olur.
59
İşte böylece Hrant, duygularıyla hareket eden, yaşam ve ekmek kavgasını hiçbir koşulda bırakmayan bir girişimci ve cesur bir adam olarak hayata başlar. Üniversitedeki arkadaşları onu Fırat adında pek de okula uğramayan bir adam olarak bilirken; Hrant hem okur hem para kazanır hem de ailesi ve dostlarını bir arada tutar.4 Onun girişimcilik örneklerinden bir tanesi şu anda da işlevini sürdüren İstanbul Bakırköy’deki Beyaz Adam. 1980’lerin başında Hrant Dink ve kardeşleri borç harç bir kırtasiyeci ve kitabevi kurar. Tüm ailenin ve Hrant’ın arkadaşlarının emek verdiği Beyaz Adam, zamanla İstanbul’un en büyük kitabevlerinden biri olur. Ayrıca, öğrencilerin ödevlerini yapmakta kaynak buldukları bir yere dönüşür burası. Hrant’ın içi, bir ödev için bir sayfadan kaynak alacak öğrenciye bir kitap satmaya elvermeyince, gerekli sayfalardan fotokopi çekilip öğrencilere kaynak arşivleri oluşturmaya başlanır. Bu işi alın terinden üstün bir ‘’beyin teri’’ olarak görür Hrant.5
60
Hrant’ın hayatındaki en belirgin dönüşlerden biri, üniversitenin bitişi olur: Onu Hrant Dink yapan, onu Ermeni meselesi, Türkiye’de azınlık olmak, eşitlik ve düşünce özgürlüğü gibi konularda konuşan bir aktiviste dönüştürecek olaylar silsilesi iyice belirginleşir. 1980 Darbesi döneminde Tuzla Çocuk Kampı’nın yöneticisi tutuklanır, çünkü ortada kampın ASALA’ya eleman yetiştirdiği suçlamaları vardır (tabii bu suçlamaların asılsız olduğu kampın her üyesince bilinir ve kendisi aklanır). Bunun üzerine, Hrant, kampın yöneticiliğini üstlenir ve Tuzla’ya taşınır. Ancak kamp, sık sık aranmaya devam eder. Siyasi görüşleri nedeniyle 3 kez gözaltına alınır ve tutuklanır.6 Her birinin bir hikayesi olsa gerek, işte bunlardan bir tanesi: Bir gün kardeşi sokağa çıkma
yasağını delip kampa gidince peşine jandarmalar takılır, kampa varılınca hem Hrant hem de kardeşi tutuklanır. 2. tutuklanışında götürüldüğü yer ise ailesine bildirilmez, Dink ailesi, bir hafta boyunca Hrant’ın nerede tutulduğunu bulamaz.7 Tutukluluk sürecinde yaşadıklarından 1997 yılında yazdığı Tuvalet Korosu8 adlı yazısında biraz ipucu verir. Yaşadığı fiziksel ve psikolojik şiddetten bahseder. Bir de Hrant’ın ‘sakıncalılar bölüğü’ var tabii… 1986 yılında gittiği askerde, tüm arkadaşları erbaş rütbesi alırken, üniversite mezunu olmasına rağmen er unvanı almak Hrant’ın anılarında önemli bir yer tutar. Nöbetlerin ve önemli görevlerin kendisine verilmeyişini onur kırıcı bir durum olarak algılar ve ileriki yıllarda bir yazısında ‘’Bana bir kez daha Ermeni olmanın ne demek olduğu hissettirilmişti.’’ diyerek düşüncelerini anlatır.9 Askerden dönüşünde Antalya’da kuyumculuktan İstanbul’da yayınevi kurmaya kadar çeşitli işler yapar. Bu arada Ermeni cemiyetinde oldukça aktiftir. 1990’ların başında medyada Ermeniliğin PKK ve ASALA ile ilişkilendirilmesi cemiyette bir kendini savunma istenci doğurur ve dönemin Patriği Hrant’ın da içinde bulunduğu bir grubu toplayıp bu duruma karşı neler yapılabileceğini sorar. Bu yanlış Ermeni imajını düzeltmek için önce bir basın komisyonu oluşturulur. Gazetelerdeki yalan haberleri düzelten yazılar, çeşitli gazetelerde yayımlanır. Ancak cemiyetin kendini daha iyi ifade edebilmesi için kendi gazetesine sahip olması temel bir gerekliliğe dönüşünce Hrant cesur davranarak gazetenin sorumluluğu alma inisiyatifini kullanarak gazeteyi çıkarır. Aslına bakılırsa, gazetecilik konusunda hiçbir tecrübesi olmayan biri için oldukça radikal bir adımdır. 5 Nisan 1996’da yayımlanmaya başlar gazete; Agos da hem Türkçe hem de Ermenice’de karşılığı olan bir kelimedir ve ‘sabanın toprakta açtığı ve içine tohum konulan, sulandıkça berelet fışkıran yarık’ anlamına gelir. Agos, zamanla tabuları sarsacak ve toplumlar arası diyalogun ve barışın gelişmesi, bereketlenmesi için elinden geleni yapacaktır. İlk sarsılan, Ermeni cemaatinin kapalı toplum yapısı olur ve muhafazakar Ermeni medyası, büyük çoğunluğu Türkçe olan bu gazeteye kuşkuyla yaklaşır. Halbuki Agos’un bir amacı İstanbul’a Anadolu’dan gelmiş ve Ermenice’yi öğrenme fırsatı bulamamış kesime ulaşmaktır, aynı zamanda da kapalı bir topluma seslenmektense herkese seslenecek bir yapı oluşturmaktır. Diğer bir amaç, Türkiye Ermenileri’nin devlet ile yaşadığı
sorunları kamuoyuna sunmak ve Ermeni kültürünü Türk toplumu ile paylaşmaktır.10 Ayrıca gazete; Türkiye ve dünyada gelişen tüm olaylara, barışa, düşünce özgürlüğüne, gençlere ve azınlık haklarına duyarlı hale gelir. En tecrübesiz liseli veya üniversiteli gençler sırf bu iş için heyecanlı olmaları dolayısıyla Agos’un bünyesine dahil edilir. Hrant, önce ‘Birdirbir’ ismiyle başlamış; sonra ‘İkidiriki’, ‘Üçdürüç’ ve en sonunda ‘Şapparigçe’ adlarını almış köşesinde çocukluk anılarından Rakel’e, çocuklarına, tüm dünyada ziyaret ettiği Diaspora ile ilgili düşüncelerine ve Türkiye’ye vermek istediği mesajlara kadar her şeyi anlatır. Zamanla bu köşe herkesin takip ettiği bir siyasi düşünürün köşesine dönüşür.11 Burada Hrant Dink’in kafa yorduğu her konuyu derinlemesine anlatmak pek mümkün değil tabii yerimiz kısıtlı. Haliyle size göze çarpabilecek belli başlı noktalardan ve Agos’un zaman zaman başına gelenlerden söz etmekte fayda var. Hrant, Ermeni cemaatinin şeffaflaşması ve sivilleşmesi gerektiği konusunda oldukça ısrarcıdır. Şeffaflaşma çabasına bir örnek ’98 patriklik seçimlerinin Agos sayfalarına taşınması olabilir. İki adaydan bir tanesine Türkiye Devleti’nin ağırlığını koyması Hrant’ı harekete geçirir ve Agos’la beraber diğer adayı seçtirmek için elinden geleni yapar. Cemaatin oldukça içsel bir meselesi olan bu durumun medyada zamanla daha geniş yer bulması Hrant’ı ve Agos’u eleştiri oklarına tabi tuttu tabii ki kaçınılmaz olarak. Sonuç Hrant’tan yana oldu o ayrı. Patriklik seçimi sonrasında da, Varlık Vergisi’nin eleştirildiği bir yazıdan dolayı gazete, ‘halkı ırk ve bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek’ suçundan DGM’ye verildi ve toplatıldı. Sonrasında Hrant ve gazetenin bir üyesinin savunmasıyla gazete beraat eder. Diğer bir konu olan cemaatin sivilleşmesi ise Hrant’ın patriklikle arasının açılmasına ve Hrant’ın cemaati bölmeye çalıştığına kadar birçok dedikoduya yol açtı. Sekülerleşme, kilise ve eğitim yönetimlerinin ayrılması ve cemaatin bir dini toplum görüntüsünden uzaklaşması gibi meseleler Hrant’ın köşesinde yerini aldı zamanla ve o bir sivil cemaat sözcüsüne dönüştü.
Bir de Hrant’ın pasaport macerası var tabii. Ona Diaspora’nın kapılarını açacak bu küçük kitapçıktan uzun süre mahrum kaldı.12 Defalarca pasaport dairesine başvuran Hrant, sürekli ‘masa 5’ e yönlendiriliyor, oradan da ‘Ankara’ya yazdık cevap bekliyoruz’ cevabını alıyor ve zaman aşımı dolayısıyla yine başvurması gerekiyor. Geçmişte solcu oluşu veya Ermeni oluşu dolayısıyla ‘sakıncalı’ olduğu için pasaportunu alamadığını düşünüyor. Üstelik de herhangi bir mahkeme kararında ‘yurtdışına çıkamaz’ gibi bir ifadeyle karşılaşmıyor da. Neyse 2002 yılında pasaportuna kavuşuyor ve ‘Pasaportum Cebimde Gayri’ yazılarıyla gezilerine başlıyor. İlk ziyareti Michigan Üniversitesi’nde düzenlenen Ermeni Konferansı oluyor; sonrasında Amerika, Kanada, Fransa, Avustralya ve Orta Doğu’daki Ermenilerle buluşuyor; dernekleri ve üniversiteleri ziyaret ediyor; mümkün olduğunca çok atölye çalışmasına katılıyor düşüncelerini paylaşıyor ve tanışabildiği herkesle tanışıyor.13 Diaspora ve Ermenistan ile tüm konuşmalarında Hrant’ın en vurucu sorusu ‘’Eğer tercih etmek durumunda kalırsanız Türkiye’nin soykırımı kabul etmesini [mi], yoksa demokratikleşmesini mi öncelikle seçersiniz?’’ oluyor. En radikal düşünen Ermenilerin karşısında Hrant, onlara alternatif bir görüş sunuyor ve önce Türkiye’nin demokratikleşmesini savunuyor; demokratik bir Türkiye’de her konunun daha özgür tartışılacağına ve diyalogun daha sağlıklı kurulacağına inanıyor. Tartışmaların odağını 1915’ten bugünün şartlarına çekmeye ve TürkiyeErmenistanDiaspora diyalogunun artırılmasına taşımaya çalışıyor. Aynı zamanda Ermenilerin kendi aralarındaki iletişim kopukluklarını ve yanlış anlamaları düzeltmeye
61
çabalıyor. Batı’dan sonra Doğu Konferansları dahilinde İran, Suriye, Mısır ve birkaç ülkenin ardından son durak Ermenistan oluyor. İleride sıklaşan ilişkiler, dönemin Dış İşleri Bakanı Vartan Oskanyan ile Hrant Dink arasında derin bir diyalog inşa ediyor. Hrant’la sık sık konuşan ve onun görüşlerine danışan Oskanyan, Hrant Dink’i, Ermeni meselesinin çerçevesini uluslararası boyutta çizebilen birkaç siyasi düşünür ve aktivistten biri olarak kabul ediyor.
62
Ermeni ve Türk toplumlarının durumunu bir algı meselesi olarak kabul ediyor ve iki grubun karşılıklı algısını şöyle tarif ediyor: “Ermenilerin Türk algısı 1915soykırım, 1942Varlık Vergisi ve 195567 Eylül gibi olaylar sonucu bir travmaya dönüşür. Türklerin Ermeni algısı ise toprak meselesi ve tazminat korkusu temelli bir paranoyadır.” Ve diyor ki, “Bu algıları barışçıl bir düzeye getirmenin yolu üçüncü ülkelerin parlamentolarında değil; iki halk arasında kurulacak diyalogda aranmalıdır.” En sağlıklı diyalog için de ‘Türkiye’nin demokratik bir yer haline gelmesi ve AB üyeliği’ Hrant için elzemdir.14 13 Mayıs 2004 tarihli Öcüyü ve Hortlağı Öldürmek başlıklı yazısında Hrant, bu konudaki düşüncelerini içten bir dille anlatır.15 16 Aralık 2004’te Şimdi Yalnızlık Zamanı başlıklı yazısında Hrant, nefesini tutmuş 1617 Aralık 2004 AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nin sonucunu beklemektedir.16 Sonuç, onun da dilediği gibi tam üyelik müzakerelerinin başlaması olur.17 Laf Türkiye’ye gelince Hrant, 301. maddeden Kıbrıs Protokolü’ne, İlerleme Raporu’ndan Kürtlere kadar her konuya değinir. Trabzon Empati Grubu’nu ziyaret eder, Helsinki Yurttaşlar Derneği ile ortak çalışmalar yapar, Urfa’da bir konferansa katılır (Burada ‘Türkiyeliyim ve Ermeni’yim’ diyecek ve daha sonra ‘Türklüğü aşağılamak suçundan yargılanacaktır.18), 2005 yılında İstanbul’da ilk Ermeni Konferansı’nın düzenlenmesine katkıda bulunur.19 Düşünce özgürlüğünü savunan, Türkiye’de yaşayan kimliklere alternatif bakış açıları sunan, 6 Şubat 2004’te Sabiha Gökçen‘in Ermeni olma ihtimalini Agos’ta haber yapan Hrant Dink, zaman içinde beklenmedik tepki ve suçlamalar ile karşılaşır. Önce Genelkurmay’dan milli bütünlük ve toplumsal barışa karşı bir cürüm işlendiği açıklaması gelecek, ardından İstanbul Vali yardımcılarından biri Hrant Dink’i valiliğe çağıracak. “Siz tecrübeli bir gazetecisiniz, daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Hem böyle haberlere ne gerek var?” diyerek dikkatli davranmasını salık verecekti. Bir ülkücü grup Agos’un önüne gelip, Hrant’ı ‘bütün öfke ve
nefretlerinin hedefi’ ilan edecekti. Ardından gelen ‘’Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu’’ Agos’un önüne siyah çelenk bırakacaktı. Zamanla artan tehdit ve eleştiriler kişisel güvenliğini tehdit edecek boyuta gelecek, onu yalnızlaştıracaktı. Üstelik de bu olan biten, medya blokajına takıldığı için pek kimse de olan biteni duyamayacaktı. ‘Ermeni Kimliği Üzerine’ başlığı altındaki 8 yazısı kasten yanlış noktalara çekilecek, 301. Madde devreye sokulacak ve Hrant’ın vermiş olduğu tüm barış ve halkların kardeşliği mesajları, Türk ve Ermenileri dünya çapında barıştırmailişkileri normalleştirme mücadelesi yok sayılacaktı. Ve tabii 19 Ocak 2007 gelecekti. Hrant’ın ise cevabı “Tüm bunlar şimdi Agos’u yalnızlaştırma (…)taktikleri, ama bilmiyorlar ki bizim gibiler yalnızlaştıkça daha bir güçlenirler(…)”.20 Herkesin kınadığı, iyi hesaplanmış bir provokasyon dediği, aman efendim çok titiz araştırılacak dediği 19 Ocak gününden bugüne; anlaşıldı ki Hrant Dink’in korunmasında İstanbul Emniyeti’nden Trabzon İl Jandarma Alay Komutanlığı’na uzanan bir görevi ihmal söz konusu ve bir karmaşık ilişkiler ağı, tetiğin çekilmesinde söz sahibi. Sabiha Gökçen haberi ertesinde, 24 Şubat 2004’te Hrant İstanbul Valiliği’ne çağırıldığında onu uyaranlardan biri MİT üyesi.21 Gelinen noktanın özeti ise 14 Aralık 2010 tarihli AİHM kararı: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4 kez ihlali sonucuyla Türkiye mahkum edildi. AİHM, Trabzon Emniyeti ve Jandarması ve İstanbul Emniyeti’nin ‘’ayrı ayrı ya da birbirleriyle koordineli biçimde’’ cinayet planı ve işlenmesinden haberdar olup harekete geçmediklerini tespitte bulundu. Bunun üzerine Dink ailesi, hükümetten şu taleplerde bulundu: “Kamu görevlilerinin cinayetle ilişkisinin araştırılması, delilleri yok edenlerin soruşturulması, savcıların doğrudan soruşturma açması, özel savcılar atanması, memurların soruşturulması kanununun değiştirilmesi ve ifade özgürlüğünün güvence altına alınması.”22 Şimdi gözler Cumhurbaşkanı Gül’ün inisiyatifi ile geç de olsa harekete geçen DDK çalışmalarının sonucunda; ancak herkes hâlâ topu birbirine atmakta. Efendim Hrant Dink işte böyle bir adam, delidolu, dobra, duygularıyla hareket eden, içten, ailesine ve dostlarına çok düşkün, kendisini Anadolu’nun ve Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olarak gören, halkların kardeşliğine inanan, hatta AB’yi bu çerçevede görüp Türkiye’nin de üye olmasını yürekten destekleyen. Bu adamın derdi, birbirimizi
‘sen Türk’sün, ben Ermeni’yim’ diye algılamaktansa birbirimizin ürettiklerinin ve yarattıklarının tadını çıkarmayı öğrenmemiz23, tarih tartışmalarını ve yerleşmiş travmaparanoyaları bir kenara bırakıp diyalog kurmamız ve Türkiye’nin demokratikleşmesi imiş. Ancak o, yalnızlaştırıldı ve bir güvercin
tedirginliğine büründü. Böyle bir ruh halinin Türk’ü Ermeni’si olur mu? Olmaz. Peki sormazlar mı bu adam ne demeye vuruldu? Barış çağrıları neden böyle düşmanca düşünceler uyandırdı?
1. H. Dink, Aşkolsun, Agos, 5 Temmuz 1996, http://www.hrantdink.org/yazi_5_temmuz_1996.asp , (Erişim Tarihi: 04.02. 2011) 2. T. Çandar, Hrant, Everest Yayınları, s. 1117 3. a.g.e. sf:136157 4. a.g.e., sf:157188 5. a.g.e., s:225233 6. Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Hrant Dink/ Biyografi, http://www.hrantdink.org/detay.asp?id=1&bolum=Faaliyet&altbolum=7, (Erişim Tarihi: 10.02.2011) 7. a.g.e., sf: 189200 8. H. Dink, Tuvalet Korosu, Agos, 2 Ocak 1997, http://www.hrantdink.org/yazi_2_ocak_1997.asp, (Erişim Tarihi: 05.02.2011) 9. a.g.e., sf:212214 10. Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Hrant Dink/Biyografi, http://www.hrantdink.org/detay.asp?id=1&bolum=Faaliyet&altbolum=7, (Erişim Tarihi: 12.02.2011) 11. a.g.e., sf:337375 12. a.g.e., sf: 372388 13. a.g.e., sf: 477486 14. a.g.e., sf: 490523 15. Hrant Dink KöşeYazıları Arşivi, Öcüyü ve Hortlağı Öldürmek, 13 Mayıs 2004,http://www.birgun.net/hrant_dink.php?news_code=1103219732&year=2004&month=12&day=16, (Erişim Tarihi: 03.02.2011) 16. Hrant Dink KöşeYazıları Arşivi, Şimdi Yalnızlık Zamanı, 16 Aralık 2004, http://www.birgun.net/writer_2004_index.php?category_code=1186995316&news_code=1103219732&year=2004&month=12&day=16 17. Türkiye AB İlişkileri, AB Brüksel Zirvesi, http://www.belgenet.com/arsiv/ab/brukselzirve_12200401.html, (Erişim Tarihi: 08.02.2011) 18. Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği, Agos, 19 Ocak 2007, http://www.hrantdink.org/yazi_19_ocak_2007.asp, (Erişim Tarihi: 01.02.2011) 19. a.g.e., sf: 489 20. a.g.e., sf: 533576 21. Agos Gazetesi, Kronoloji, http://www.agos.com.tr/19ocak/default.swf, (Erişim Tarihi: 05.02.2011) 22. 4 Şubat 2011 Agos Gazetesi, Dink Ailesi’nden Hükümete Altı Talep, s.3, 23. Agos, http://www.agos.com.tr/19ocak/default.swf, (Erişim Tarihi: 30.01.2011)
63
Her yıl binlerce işçi, günlük 10 ile 25 TL arası değişen rakamlarda yevmiye kazanmak için yaşadıkları yerlerden kalkıp başka yerlere geçici olarak göç ediyorlar. Birçoğu için yaşadıkları yerde kalarak yaşamlarını sürdürecek gelir elde etmek imkansızlaşmış, bazıları içinse artık oralarda yaşamak imkansız hale gelmiş. Mevsimlik işçi konusu yoksunluk ve yoksulluk, etnik ayrımcılıkla iç içe geçmiş bir konu. Gezici ve geçici tarım işçileri Türkiye'nin en yoksul insan grubunu oluşturmakta.
64
Bölgeler arası görülen ekonomik ve sosyal dengesizlikler Türkiye'de iç göçün en önemli sebeplerinden. Bunlara, hızlı nüfus artışı ile kırsalın nüfusu besleyemez hale gelmesi, tarımda makineleşme, tarım kesiminin gelir dağılımından az pay alması ve siyasi nedenler de ekleniyor. Bölgesel dengesizlikler sonucu oluşan göç, sonuçta bölgesel dengesizliğe neden olarak kısır döngü oluşturuyor.1 Göçün artmasındaki diğer nedenlerden biri, kırsal alandaki aile yapısında görülen geleneksel geniş ailelerin bölünerek, çekirdek aileleri oluşturmasıyla tarımsal üretim davranışlarının değişmesi. Zamanla toprak kaybeden aile, geçimini sağlamak için ek olarak mevsimlik tarım işçiliği yapmak zorunda kalıyor ve çekirdek aile olarak bir işgücü arz birimi haline geliyor.2 Diğer türlü kazanım çok yetersiz kalacağından, çocuklar dahil ailenin tüm bireylerinin çalışması zorunlu hale geliyor. Bunun dışında, özellikle mevsimlik tarım işçiliğinin oluşmasının altında yatan diğer bir neden zorunlu göç. Ailelerin ayrıldıkları bölgelerdeki silahlı çatışma, köylerin yakılması, tarım alanlarının yok edilmesi ve üretim yapabilseler de ürettiklerini satabilecekleri mekanizmalardan uzakta olmaları zorunlu göçün nedenlerinden bazıları. Bahsedilen tüm bu ekonomik ve siyasi nedenler sonucunda, mevsimlik işçilerin çoğunluğu Güneydoğudan geliyor ve bir kısmını çiftçiyken iflas edip tarımdan kopanlar oluşturuyor. Mevsimlik göçler özellikle tarım sektöründe geçici olarak duyulan işgücü ihtiyacını karşılıyor. Olumsuzluklara rağmen tarım sektöründe kalanlar, geçimlerini sağlayabilmek için ücretli tarım işçiliğinin sürekli ve yaygın olmadığı bölgelerden tarımsal
faaliyetlerin dönem dönem yoğun olduğu bölgelere giderek iş arıyorlar. Türkiye'deki tarımsal faaliyetlerin yapısının bir sonucu olarak çalışma sürelerine göre "sürekli" ve "geçici" olarak ayrılan tarım işçilerinin büyük bir çoğunluğunu mevsimlik yani geçici tarım işçileri oluşturuyor. Buraya kadar özetlenen durumdan görülebildiği gibi, mevsimlik tarım işçilerinin başlıca problemlerini ulaşım, yolda ve vardıkları yerlerde barınma ve konut, beslenme olanakları, çalışma koşulları (günde 1213 saat çalışmak gibi) ve iş güvenliği, ücret, sosyal güvence, çocukların eğitimi ve etnik ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaları oluşturuyor. İş sözleşmesine sahip olmayan geçici işçiler, iş güvencesizliğinin en çok yaşandığı kesimi oluşturuyor. Kaldı ki, kamu kesiminde çalışanların dışında kalan tarım işçilerinin birçok haktan yoksun olduğu ve iş kanunu ve Sosyal Sigortalar Kanunu'nda kapsam dışı bırakıldıkları düşünülürse geçici tarım işçileri için durumun daha kötü olması kaçınılmaz. Buna ek olarak mevsimlik işçilerin etnik ayrımcılığa maruz kaldıkları, potansiyel terörist muamelesi gördükleri ve ötekileştirildikleri görülüyor. Örneğin geçen yıl, Giresun, Samsun ve Ordu'da Kürt işçiler yerine fındık toplamak için Gürcistan'dan işçi getirilmesi yönünde karar alınmıştı.
Çalışmaya istif şeklinde kamyon kasalarında yolculuk yaparak giden aileler, gittikleri yerlerde de genellikle çadırlarda tek göz odalarda kalıyorlar.
"Mevsimlik Tarım İşçilerinin Sosyal, Ekonomik ve Barınma Sorunlarının Analizi" adlı çalışmaya göre mevsimlik tarım işçiliği yapan ailelerin sosyo ekonomik durumlarına ait bulgular şu şekilde: Çekirdek ailelerden oluşuyorlar ve eğitim düzeyleri
düşük, çoğunlukla Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nden gelen bu ailelerin başlıca gelir kaynaklarını mevsimlik tarım işçiliği oluşturmakta ve maddi imkansızlıklar içindeler. İş güvenliği ve sosyal güvenlik haklarından yararlanamıyorlar. Çalışmaya gelenlerin sayıları kayıt altında tutulmuyor. Araştırmanın barınma koşulları ile ilgili bulguları ise şu şekilde: Sağlıksız ve konforsuz yerlerde ikamet ediyorlar ve genellikle çadırlarda kalıyorlar. Kaldıkları yerlerin evsel atıkların toplandığı yerlere ve hayvan barınaklarına yakın olması, içme ve kullanma suyu temininin kontrolsüz olması nedeniyle ciddi sağlık problemleri oluşabiliyor. Araştırma sonucunda getirilen öneri ise barınma yurdu yapılması. Bu yurtlarda, ailelere okumayazma, aile planlaması, ev ve el işleri eğitimi verilmesi, çocuklar için bakım ve eğitim tesisleri yapılması, işçi sayısına dair resmi kayıt tutulması, sosyal aktiviteler düzenlenmesi, sağlık üniteleri ile işçi hakları konusunda bilgi ve danışma ofisleri kurulması öngörülmüş. Bu şekilde birçok sorunun üstesinden gelineceği, mevsimlik tarım işçilerinin yaşam standartlarının büyük oranda yükseleceği ve bunlar olurken ailelerin gelenek, görenek ve alışkanlıklarını terk etmelerine gerek kalmayacağı savunuluyor.4
Sayılarla Tarım Sektörü ve Mevsimlik Göç * Genel olarak tarım sektörü söz konusu olduğunda güvenilir bir sayı vermek zor olsa da 12 yaşın altındaki çocukların da çalıştırıldığı göz önüne alınınca Türkiye'de tarım sektöründe çalışan 1012 milyonluk bir nü fusun olduğu düşünülmekte. * Kadın ve erkeklerin genel olarak işgücüne katılım oranla rına baktığımızdaysa, kadının işgücüne katılım oranının 19551999 yılları arasında %70'ten %24'e düştüğü tespit edilmiş.
Mevsimlik işçi aileleri içindeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğine baktığımızdaysa aynı oranda, hatta daha verimli çalıştıklarında dahi kadınların erkeklerden daha düşük ücret aldıklarını ve ödemelerin kadınlara değil eşlerine yapıldığını görüyoruz. Ayrıca çocuklara da çok daha düşük ücretlendirme yapılıyor. * Buna rağmen tarımda kadın Özellikle kadın mevsimlik tarım işçilerinin sorunlarına yoğunlaşan Uluslararası ların iş gücüne katılımı %45'te Çalışma Örgütü (ILO) için hazırlanan "Türkiye'de Gezici ve Geçici Kadın Tarım İşçilerinin Çalışma ve Yaşam Koşulları ve Sorunları" adlı raporda, kadınların kalmış. başlıca sorunları; üretim ve ev işlerini birlikte yapmak zorunda kalmaları, eğitim düzeyinin düşüklüğü, örgütlenmenin sağlanamaması, sosyal güvencesizlik ve * Kadınların kendi kendisinin kullanabileceği ücretli çalışma olanaklarının bulunmaması olarak içinde bakıldığın belirlenmiş. Dikey sosyal hareketliliğin en düşük ve yoksulluğun ileri seviyede daysa işgücüne katılanların olduğu geçici tarım işçi gruplarında, hem toplum hem de aile yaşamının her %66'sının tarımda çalıştığı alanında üzerlerine yüklenen sorumluluğun erkeklerden daha fazla olduğu kadın belirlenmiş. işçiler en fazla ezilen grubu oluşturuyor. ILO için hazırlanan rapor sonucunda önerilen çalışmalardan bazıları: işçilerin barınma koşullarının iyileştirilmesi, * Buna karşıt olarak erkeklerinse işgücünün arz ve taleplerinin buluşturulmasının yanlızca aracılara bırakılmaması %30'u tarım kesiminde ve Türkiye İş Kurumu ile Tarım ve Köyişleri Bakanlığının sorumluluk taşıması amacıyla çalışma büroları kurulması. Raporda, çalışma koşulları ve iş güvenliği çalışmakta.3 konularında Türkiye'nin imzalamış olduğu Avrupa Sosyal Şartı'na (Avrupa Sosyal Haklar Sözleşmesi) uyması gerektiği hatırlatılmış. Sosyal güvence sorununu en önemli sorun olarak gösteren çalışmada, işlerin süreksizliği nedeniyle geçici tarım işçilerinin sosyal güvenceden yoksun bırakılmaması gerektiği vurgulanmış. İşçilerin, işveren ve aracıların insafına bırakılmaması için ücret tespit komisyonları oluşturulması, ulaşım sorununa karşılık olarak ulaşım büroları kurulması, sağlık sorununa karşılık gezici ekiplerle temel sağlık hizmetleri sunulması ve işçilere ve işverenlere ilkyardım bilgisi verilmesi önerilmiş.5
65
Konuyla ilgili olarak 25 Mart 2010 tarihinde Resmi Gazete'de mevsimlik tarım işçileriyle ilgili Başbakanlık Genelgesi6 yayımlandı. Genelgenin bazı maddeleri şunlardan oluşuyor: • Konuyla ilgili kurum ve kuruluşların koordinasyonunu sağlamak amacıyla Mevsimlik Gezici Tarım İşçileri İzleme Kurulu oluşturulması • İşçi, işveren ve aracı temsilcilerinin katılımı ile İl/İlçe Mevsimlik Gezici Tarım İşçileri İzleme Kurulu oluşturulması • ulaşım ile ilgili koordinasyon sağlanması, trafik kontrollerinin ve tren seferlerinin arttırılması
Sayılarla Tarım Sektörü ve Mevsimlik Göç * Kayıtlara göre mevsimlik tarım işçisi sayısı 190200 bin civarında olsa da kayıtdışılığın yüksek ol duğu ve çocukların da çalıştırıl dığı hesaba katılınca tahmini ra kam bir milyonu buluyor. * Mevsimlik tarım işçiliği Karade niz'de fındık, Ege'de yaş sebze ve zeytin, Çukurova'da pamuk ve Orta Anadolu'da soğan, kayısı ve şeker pancarı sektöründe; çapa lama, kurutma, serme ve topla ma işlerinde olmak üzere yakla şık olarak yılın dört ayı yapılıyor * İşverenle işçi arasında bölgelere göre farklı adlandırılan (dayıbaşı, elçi, vs) aracılar, ailelere iş bulu yor; ulaşımlarını, nerede, hangi işlerde çalışacaklarını düzenleyip işçilerin ücretlerinden belli bir komisyon alıyorlar. * TİK verilerine göre 2005 yılın da erkek bir mevsimlik işçinin al dığı ortalama günlük ücret 18 TL (en yüksek 25, en düşük 12), ka dın bir mevsimlik işçinin ise or talama 13 TL'ydi (en yüksek 23, en düşük 10). (Ücretler aracılara verilen komisyonun düşülmemiş hali.)
• Asgari ihtiyaçların karşılanacağı barınma yerlerinin işverenlerce karşılanmasının sağlanması • İl özel idarelerince toplulaştırılmış uygun yerleşim yerleri oluşturulması • Toplulaştırılmış çadır yerleşim yerlerinde seyyar kolaylık tesisleri kurulması • İşçilerin ve ailelerin kimlik bilgilerinin 1774 sayılı Kimlik Bildirme Kanunu esaslarına göre alınması • Mahalli kolluk kuvvetlerince konaklama yerlerinde gece ve gündüz devriye faaliyeti yapılması • Düzenli sağlık taramaları yapılması • Mobil sağlık ekipleri oluşturulması • Zorunlu öğretim çağındaki çocukların kendi yörelerindeki veya gittikleri yerlerdeki yatılı ilköğretim bölge okullarına misafir öğrenci olarak alınmaları veya taşımalı eğitim ya da mobil eğitim gibi imkanlardan yararlanmaları • Yetişkinlere okumayazma, sosyalkültürel faaliyetler ve meslek edindirme kursları düzenlenmesi • Çocuk işçiliği ve çocuk emeğinin istismarı ile etkin mücadele edilmesi • İş aracılarının belgelendirilmesi • Bu tedbirler ve çalışmaların valiliklerin gözetim ve denetiminde yapılması • İşveren, işçi ve aracılara bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmaları yapılması 25 Mart 2010 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan Başbakanlık Genelgesi'nin mevsimlik tarım işçilerinin çalışma koşullarını ulaşım, barınma, eğitim, sağlık, güvenlik, sosyal çevreyle ilişkiler, çalışma ve sosyal güvenlik bakımından iyileştirmeye yönelik olması her ne kadar sevindirici olsa da; yalnızca idari önlemler alması nedeniyle yeterli görülmüyor ve oluşması iyi niyete bırakılan hizmetler içeriyor. Oysaki, mevsimlik işçilerin çalışma koşullarının özel olarak yasayla düzenlenmesi gerekiyor. Ayrıca genelgenin birçok maddesi tartışmalara yol açıyor. Genelgenin sunduğu mevsimlik işçi kamplarını Apartheid rejimine, Nazi uygulamalarına ve mülteci kampına benzetenler var. Maddelerin işçileri fişlemeye yönelik ve ayrımcı nitelikte olduğu, işçilerin seyahat, çalışma ve vatandaşlık haklarını tehdit ettiği tartışılıyor. Uygulamada görülenler de bunları doğrulayacak cinsten. İşçilerin Kürt olmaları nedeniyle defalarca Genel Bilgi Taramaları'na tabii tutulmaları, adım başı kontrol edilmeleri, kent merkezlerine gidişlerinin engellenmeye çalışılması, kaldıkları ve çalıştıkları yerlerde devamlı gözetim altında tutulmaları verilebilecek örneklerden bazıları.
Mevsimlik işçilerin karşılaştıkları sorunların çözülmesi için bölgeler arası ekonomik ve sosyal dengesizliklerin, siyasal iç belirsizliklerin ve zorunlu göçün ortadan kalkmasını beklemek çözümsüzlükle eşdeğer gibi. Kısa vadede bir an önce koşulların düzeltilmesi ve sorunun birincil muhataplarının yani işverenlerin, çalışma koşulları, iş güvenliği, sigorta gerekleri, ücret ve barınma konularında; işçilerin, çalışma sorumluluğu, aile planlaması, kadınerkek ilişkileri ve çocuk bakımı konularında; devletinse çalışma yasalarını denetlemek ve sosyoekonomik yapıyı düzeltmek konusunda üzerlerine düşeni yapmaları gerekiyor. 1 Halis Başel, Türkiye'de Nüfus Hareketlerinin ve İç Göçün Nedenleri, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, sayı 53, 2007, s. 520 2 Başel, a.g.e., s. 535 3 Bülent Gülçubuk, Sema Gün, Mehmet Kılıç, Emine Olhan ve Nurettin Yıldırak, Türkiye'de Gezici ve Geçici Kadın Tarım İşçilerinin Çalışma ve Yaşam Koşulları ve Sorunları, Uluslararası Çalışma Örgütü, Türkiye Temsilciliği, Ankara 2002, s.8 4 Şule Özbekmezci ve Sare Sahil, Mevsimlik Tarım İşçilerinin Sosyal, Ekonomik ve Barınma Sorunlarının Analizi, Gazi Üniversitesi Müh. Mim. Fakültesi Dergisi, cilt 19, no 3, 261274, 2004 5 Gülçubuk ve diğerleri, a.g.e., s. 157 6 TC Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü, Genelge 2010/6, Konu: Mevsimlik Gezici Tarım İşçilerinin Çalışma ve Sosyal Hayatlarının İyileştirilmesi, 24 Mart 2010 tarihli ve 27531 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanmıştır.
67
Karikatßrleriniz için: hariciyedergisi@gmail.com
Erasmus basit bir öğrenci değişim programından öte, farklı kültürleri bir arada bulundurabilen, Avrupa’nın farklı yerlerini görebilme ve tarihi kokularını alabilme şansı tanıyan ve genel olarak hayattaki tecrübelerin arttırılmasını sağlayan bir kapıdır benim için.
68
Erasmus öğrencisi olarak beş buçuk ay beni misafir eden ülke, Orta Avrupa’da bulunan Polonya’dır. Polonya, Avrupa’nın dokuzuncu büyük ülkesi ve aynı zamanda en dindar Katolik ülkesi olup tam 44 sene komünist rejimin altında kalmıştır. 1980’lerde SSCB’ de başlayan değişim akımları, Polonya’da Solidarność (Dayanışma) Hareketi’nin başlamasına ve 1989’da da zafer kazanmasına yol açmıştır. Polonya’da aslında pek sevilmeyen rejim ortadan kaybolmuş ve Polonya kapitalizme geçişini ABD’nin yardımıyla tamamlamayı başarmıştır. Ardından 1999’da NATO üyeliğine kabul edilmiş ve beş sene sonra, 2004’te, Avrupa Birliği’ne tam üye statüsünü kazanmıştır. Polonya, tarihinde, jeopolitik nedenlerle komşu devletler Prusya (Almanya), Rusya, Avusturya- tarafından bölünmeyi yaşayıp haritalardan silinen bir ülkedir. Zamanında ezilen Leh halkının ABD yardımıyla toparlanması bugünlerde Polonya’nın dış politikasının şekillenmesinde ve kapitalizmi benimsemesinde önemli rol oynamıştır.
Dünyanın farklı köşelerinde de örneğine rastlanan, geçmişin kokularıyla buram buram kokan şehirlerden bir tanesi olan Vroslav, göz kamaştıran bir güzelliğe sahiptir. Vroslav, 10. yüzyılda Odra Nehri’nin etrafında adaların üzerinde kurulmuştur. Şehirde bulunan 112 köprü, onun, bazı tarihçilerin kullandığı deyimle, Avrupa’nın ikinci Venedik’i olarak adlandırmasına yol açar. Tarihi boyunca Çek, Avusturya, Prusya, Alman egemenliğine girmiş bu kent, 1945'te tekrar Polonya'ya katılmıştır. Polonya’da Vroslav (WroclawBreslau), ‘cücelerin diyarı’ olarak bilinir. Daha Erasmus’un ilk günlerinde kafamı kurcalayan ‘kim bunlar?’ sorusuyla büyük hayranlık duyarak baktım bu cücelere. Şehrin farklı farklı bölgelerinde bulunup her biri ayrı şekillere bürünen, hepimizin çocukluğumuzda okuduğumuz “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” masalından fırlamış gibiydiler benim için. Daha sonra öğrendim ki onlar, Wroclaw Üniversitesi öğrencilerinin rejime karşı yaptıkları hareketleriyle başlayan 80’lerdeki devrimi canlandıran birer kahramanlarmış.
Her bir yolculuğun başı olduğu gibi sonu da vardır. Erasmus’un son ayına girmek bir taraftan ait olduğun ülkenin özlemi, diğer taraftan ise misafir olduğun ülkenin maceralarının yaşattığı heyecan arasında gidip gelmekle geçiyor. Bazen Wroclaw’da Erasmus dönemini uzatanlara bakıp özeniyorum, bazen ise kendimi kalan günleri heyecanla sayarken buluyorum... Sanırım seni çok özledim Türkiye!
Sofiye Nuriyeva
Cuma-Cumartesi Akşamları Gitar-Keman Canlı Performans