Hariciye / Kasım-Aralık 2012

Page 1

HARİCİYE

DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ ᎐ KASIM&ARALIK 2012



HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ

D PU İ T AD I N A İ MTİ YAZ SAH İ Bİ ÖZG E BOZTAŞ S O RU M LU YAZI İ Ş LERİ M Ü D Ü RÜ VE ED İ TÖ R M ERVE D İ YAR YARD I M CI ED İ TÖ R ECE YAS EM İ N KALEN D ER G Ö RS EL TASARI M A . C E M Ç A KI R BA S KI ALLAM E TAN I TI M VE M ATBAACI LI K LALE S O KAK N O :7 /1 2 KAT: 5 S I H H İ Y E / A N K A RA Tel : 0 3 1 2 2 3 0 1 9 7 4/7 6 bi l gi @ a l l a m e. org

YAZARLAR D E N İ Z A KKU Ş G İ ZEM ALÇI N KAYA AYŞ E ATAS OY AS EN A ATI L CAN SU AYD I N M İ RB E H RA M A Z İ M B E Y L İ C A N S U Ç E Lİ K E R D EN İ Z EM İ RO Ğ U LLARI K A A N E RD O Ğ D U YAĞ M U R ERSAN G Ü N EŞ G Ö KG ÖZ T U Ğ B A K A RA S E LD A LE V E N T G ÖZD E OTLU Ö Z LE M Ö Z K A N S A B Rİ C A N S A RA K İ PEK SAYI N O SM AN Cİ H AN S ERT VU S LAT N U R ŞAH İ N ZEH RA TO M AZ

İ L ET İ Ş İ M O RTA D O Ğ U TEKN İ K Ü N İ VERS İ TES İ İ KTİ SAD İ VE İ DARİ Bİ Lİ M LER FAKÜ LTES İ D I Ş PO Lİ Tİ KA VE U LU S LARARAS I İ Lİ Ş Kİ LER TO PLU LU K O DAS I 0 6 5 3 1 A N K A RA / T Ü RK İ Y E T E L: ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 www. h a ri ci yed ergi si . com www. h a ri ci yed ergi si . bl ogspot. com h a ri ci yed ergi si @ gm a i l . com S Ü RE L İ , Y E RE L , Ü C RE T S İ Z YI L 2 , AY 1 , SAYI 4


2


(boztasozge@gmail.com)

Pekişir elbet, diyecek oluyoruz da akıllarımızda Esed* beliriyor. Artık “çocuk katili” olarak isimlendirilen, yirmi binden fazla insanı öldüren Beşar Esed! 2000 yılında yönetime geldiğinde AB, ABD ve Türkiye gibi bölge ülkeleriyle kurduğu olumlu siyasi ve ekonomik ilişkiler dolayısıyla yeşerttiği umutları yavaş yavaş öldüren, babasının kurduğu diktatörlük için de bugün sonuna kadar öldürmeye hazır olan… Öte yanda da, Muhammed Buazizi’yle hayat bulan yeni Tunus, Mübarek Cuma’sının ardından mutluluğuna tanık olduğumuz Mısır, Kaddafi’nin inadına boyun eğmeyen Libya kararlılığı var. Suriye ise, bu “bahar”ların hiçbirine benzemiyor. Bu önerme, ülke içinde ortaya çıkan ya da çıktığı iddia edilen iç savaş için de, Arap baharına bağlı olarak meydana gelen diğer ayaklanmalara karşı tutumundan farklı olarak Türkiye’nin bugün Suriye krizinde durduğu yer için de geçerli. Suriye’d e ilham kaynağı olmaktan öte, aktif siyaset güden Türkiye’nin tarih boyunca Suriye ile ilişkileri, su, güvenlik ve İsrail ile ilişkiler eksenli sorunlarla süregeldi. 2000’lerden itibaren Beşar Esed’ın başa geçmesiyle kurulan yakın ilişkiler, liderler tarafından da “kardeşlik” olgusuyla isimlendirildi. Bugün gelinen durumda ise, 2011 Martı’ndan bu yana aşamalı olarak kopan ilişkilerden bahsediliyor. Esed direnmeyi bırakana kadar da, “kardeş” olmaya geri dönülebileceğe benzemiyor. Esed ise Kaddafi’nin yönetme hırsını, koltuk sevdasını devam ettirip sonuna kadar savaşacak gibi görünüyor. “S oğu k” Rü zgâ rl a r: Ş a m ’d a n An ka ra’ya 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’yle, Suriye, Osmanlı topraklarına katılır. 400 yıl boyunca imparatorluğun hâkimiyeti altında kalan bölge, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından iki yıl * TDK açıklamalarına göre Esad değil; Esed yazılıp, aynı şekilde okunur.

Kral Faysal tarafından yönetildikten sonra, Fransız mandası altına girer. Bu dönemde, Türkiye – Suriye ilişkilerinin Fransızlarla olan ilişkiler üzerinden değerlendirilmesi gerekir. Nitekim ki, Suriye sınırı Fransızlarla yapılan Ankara ve Lozan Antlaşmaları’yla belirlenir. Yine de, 1939’d a çözülmesinden sonra bile Hatay, uzun yıllar iki ülke arasında sorun olarak kalır. Yirminci yüzyıla kadar, Suriye denildiğinde kastedilen, günümüzdeki Suriye, Ürdün, Filistin, İsrail ve Lübnan’ı içene alan geniş topraklardır. 2 Fransız mandası süresince uygulanan “böl-yönet” politikasıyla, bölgede bugünkü ülke ve sınırlar belirlenmiştir. 1946 yılında, Fransız mandasından kurtulan Suriye, Fransız politikasının getirisi yapay sınırlarının içinde yönetim sorunlarıyla dolu, zayıf bir devlet olarak bağımsızlığına kavuşur. Suriye uzmanı Patrick Seale, bağımsızlık döneminde Suriye’yi küresel ve bölgesel güçler arasında gidip gelen bir futbol topu olarak tanımlar. 3 Beşar Esed’ın 2000 yılında başa gelmesine kadar Türkiye ile ilişkiler sorunludur. İlk sorun, 1955 yılında İngiltere tarafından ortaya atılan Bağdat Paktı ile su yüzüne çıkar. Projeye Arap ülkelerinden yalnızca Irak olumlu bakar. Suriye’d e ise, projenin İngiltere tarafından önerilmesinin getirisi olarak özellikle arabuluculuk rolü ile hareket eden Türkiye ile araların açılmasına sebep olur. Ocak 1955’te dönemin Türkiye Başbakanı Adnan Menderes tarafından Suriye yönetimini pakt konusunda ikna amacını taşıyan bir ziyaret düzenlenir. Fakat bu, pakta olan karşı duruşun Türkiye aleyhine gösterilere evrilmesine neden olur. Suriye ile yaşanan gerginlik, Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye arasında Bağdat Paktı’na karşı, kendi aralarında yapmayı planladıkları antlaşma ile doruğa ulaşır. Türkiye, bu antlaşmayı kendisine yönelik yapılıyor olarak algılar. Mısır ve Suriye’ye

3


yönelik bildiriler yayınlanır. Ülkeler arasında, bugünkü durumdan farklı olsa da bir nota trafiği yaşanır. Soğuk Savaş yıllarında yaşanan bu olaylar, dönemin ruhuna uyumlu halde devam eder. Zira 1957 yılı Eylül ayında Türkiye’ye nota veren, Türkiye’nin Suriye sınırında askeri sığınak kurduğunu ortaya atan ve dahası Suriye’ye yönelik tecavüz emelleri barındırdığını öne süren Sovyetler Birliği, devreye girer. Bu desteklerin getirisi olarak, Suriye’nin Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamasıyla konumlar şekillenir: bir yanda ABDTürkiye, diğer yanda SSCB-Suriye. Hatta aynı yılın Ekim ayında meydana gelen sınır sorunları dolayısıyla durum, Birleşmiş Milletler’e kadar taşınır. 4 Ba ba Esed S oru n u Suriye- Türkiye ilişkileri Soğuk Savaş’ta dönemin genel durumu dolayısıyla inişli çıkışlı süregelmiştir. Soğuk savaş sonrasında ise, iki ülke ilişkilerini üç temel sorun üzerinden değerlendirmek mümkün: Su, güvenlik sorunları ve İsrail ile ilişkiler.

4

İlk olarak, su sorununa bakacak olursak, ilk önemli sorunun 1977 yılında Karakaya Barajı dolayısıyla ortaya çıktığı görülür. Suriye, barajın suyun kendilerine gelmesini engellediğini öne sürer. Suriye’nin temel endişesi, GAP Projesi ve buna bağlı olarak, ülkelerine akan Fırat ve Dicle nehirlerinin suyunun azalabileceğidir. İki ülke arasında ilişkiler yeniden gerilir. Suriye de kendini koruma gayesiyle Türkiye’nin iç politikasında yaşanan karışıklıklara müdahale etme yolunu seçer. O dönemde aktif faaliyet gösteren, Ermeni Asala örgütüne destek verir. 5 Yine de GAP projesi dolayısıyla ortaya çıkan bu sorun, 1986-87 yılları arasındaki bürokratik görüşmeler sonucunda

imzalanan Ekonomik İşbirliği Protokolü ile çözüme ulaşır. 6 Türkiye günümüze kadar geçerliliğini koruyan protokole uyarak, sınırdan bırakacağı su miktarını aynı düzeyde tutmaya her zaman özen göstermiştir. Güvenlik sorunu da, su sorununa bağlı olarak yürütülen politikalarla var olagelmiştir. SuriyeTürkiye ilişkilerini belirleyen, Suriye tarafından yürütülen “suya karşı güvenlik” politikasıdır. Dahası İsrail’in bölgedeki konumundan duyulan rahatsızlık da ülkeyi güvenlik problemlerinin varlığına inandırmıştır. Bu durumda rakiplerini tehlikeye sokmak için ülkelerin iç sorunlarına müdahale etme, ayrımcı politikalar güden silahlı örgütlere destek verme yolunu seçmiştir. Örneğin; Irak ve Türkiye’ye karşı muhalif Kürt hareketlerini izleme yoluna başvurmuştur. 1998 yılında savaşın eşiğine gelinmesine rağmen, Suriye PKK’nın liderini Türkiye’ye teslim ederek bundan sonra olumlu ilişkiler kurulmasının yolunu açmıştır. Son olarak da İsrail ile ilişkiler sebebiyle yaşanan sorunlara değinmekte yarar var. Soğuk Savaş yıllarında ABD tarafına yakın duran Türkiye, Orta Doğu’d a da dönemin getirisi olarak ABD müttefiki İsrail ile yakın ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Bunun yanında bölgedeki diğer Arap ülkelerinden tamamıyla uzaklaşmayı göze alamamıştır. Suriye ise Soğuk Savaş’ın ardından çökmesi dolayısıyla en büyük destekçisi Sovyetler Birliği’ni kaybetmiştir. İki komşusunun, kendisinin karşısında böyle bir ABD yakınlığı içerisinde bulunması, yalnız kalan Suriye’yi daha da rahatsız etmeye başlamıştır. Bu durumda Şam, kendine müttefikler arama yoluna başvurmuş ve Türkiye’ye karşı Arap Birliği ve bölge ülkeleri üzerinde olumsuz bir imaj yaratmaya çalışmıştır. Rumlar yoluyla rahatsızlık yaratacağını varsayarak Yunanistan’la bir ittifak kurmaya çalışsa da, yaratmaya çalıştığı imaj gibi bunda da başarılı olamamıştır. Üç başlık altında ortaya çıkan sorunlar, Soğuk Savaş yılları ve Hafız Esed’in politikalarının getirisidir. 1998 yılında Suriye’nin Türkiye iç siyasetindeki ayrımcı güçlere daha fazla destek vermeme yolunu seçmesi ile ilişkiler de gerginlikten sıyrılmaya başlamıştır. O ğu l Esed ’ l e U m u tl a r Yeşeri yor Beşar Esed, 10 Haziran 2000’d e babasının ölümü üzerine Suriye yönetimini devralmıştır. ABD ve AB ile iyi ilişkiler kurma politikasıyla ve küresel, liberal sisteme entegre ederek Suriye ekonomisini güçlendirme hedefleriyle hareket eden Esed, kendisinden başta beklenen demokratikleşme atılımlarını gerçekleştirememiştir. Suriye’d e bugün


gelinen noktanın en genel sebebi olarak bu görülebilir. Oğul Esed’in döneminde Türkiye – Suriye ilişkileri ise siyasi, askeri ve ekonomik adımlar bütünüyle geliştirilmiştir. Siyasi adımları, Hafız Esed döneminde Öcalan’ın 1998 yılında sınır dışı edilmesine kadar götürebilsek de, asıl önemli olay, dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esed’in cenazisine katılmak için ülkeye yaptığı ziyarettir. Hemen arkasından Suriye Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam’ın Türkiye ziyareti ise ilişkileri olumlu bir çizgiye sokar. Başbakan Bülent Ecevit de tüm bu gelişmelere ek olarak Suriye ile ilişkileri geliştirme yönündeki isteklerini ön plana çıkaran açıklamalarda bulunur. Atılan siyasi adımların izinde iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de gelişme gösterir. 2000 yılında 750 milyar dolara ulaşan karşılıklı ticaret hacmi, 2001’d e bir milyar doları aşmıştır. 7 2003 yılı Suriye- Türkiye ilişkilerinde “üst düzey ziyaretler yılı” olarak bilinir. İlk üst düzey ziyaret de Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara tarafından 2003 yılı Ocak ayında gerçekleştirilir. ABD’nin Irak müdahalesi ve Irak olayları dolayısıyla da olsa, bu ziyaretler iki ülke arasında bağımsızlıktan bu yana süregelen problemlerin çözümünde önemlidir. Diğer bir deyişle, Irak işgaline karşı duruş, iki ülkenin daha da yakınlaşmasını sağlamıştır. Aynı yılın Nisan ayında İran’ı da yanlarına alarak, Kürt devletinin engellenmesi hususunda ortak hareket edeceklerini belirten üçlü antlaşmaya imza atan Türkiye ve Suriye, kendi ikili ilişkilerini de Türkiye’nin göreve yeni gelmesi ve eski sorunlarla yoğrulmamış olması dolayısıyla sıcak baktığı Başbakan Mustafa Miro’nun Türkiye ziyaretlerinde masaya yatırmıştır. 1990’lı yıllardan bu yana İsrail’le iyi ilişkiler kuran Türkiye’ye karşı durma politikası izleyen Suriye, Irak’ta meydana gelenler dolayısıyla bölgede yalnız kalmamak amacıyla Hatay ve su sorununu da içeren problemleri göz ardı etmeyi, Beşar Esed’in deyimiyle “görüşülmeyerek sorun olmaktan çıkarmayı” başarmıştır. Ba h a r S u ri ye’ye N e Za m a n G el ecek? 2000 yılında yönetimi devralan Esed’in izlediği ilişkileri normalleştirme, “sıfır sorun” politikasının mimarı Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olmasıyla Başbakan Erdoğan tarafından “kardeşlik” olarak isimlendirilen ilişkiler kurulmuştur. Arap baharında “model ülke” konumunda bulunan Türkiye’nin, Tunus, Mısır ve Libya’d a gösterdiği tepkilerden farklı olarak, Suriye krizinde aktif bir oynamak istediği, buna çabaladığı aşikâr. Bunun

sebebi olarak da “Suriye bizim için bir dış mesele değil, iç meseledir.” 8 sözlerine kulak kabartmak yeterlidir. Bugün neredeyse savaşın eşiğinde durduğumuz tabloya gelene kadar Suriye ile ilişkiler aşamalı olarak değişmiştir. Bunun yanında, Davutoğlu’nun önderlik ettiği “sıfır sorun” politikası da Suriye’ye yönelik politikalar sonucu bölge ülkeleriyle de ilişkilerin değişmesine, dahası bazılarının deyişiyle politikanın tamamıyla çökmesine yol açmıştır. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye, “model ülke” olarak görüldüğü Orta Doğu’ya yüzünü dönmüş, AB’yi geri planda bırakmıştır. Gelin görün ki, önderlik etmek istediği bölgede de politikaları başarısız olmuş bir ülke haline gelmiştir. Suriye krizindeki Türkiye politikasında ilk aşama, Esed’i reform çağrılarını duymaya ikna etme üzerine kuruludur. Türkiye, Batı’d an gelen açıklamaların aksi yönünde davranır. Bunca yıllık “kardeş” Esed’i reform yapmaya ikna etmek için dil döker. Dahası, bu konuda her türlü yardım ve desteği göstereceğini de belirtir. Fakat, hayal kırıklığına uğrar. En son, Ağustos 2011’d e Şam’a ziyarette bulunan Davutoğlu, Esed’in verdiği sözleri tutmadığını, Ramazan ayında bile öldürmeye devam ettiğini görür. Bu da Şam’a dostluğun getirisi olarak düzenlenen son ziyareti olur. 9 Ardından ikinci aşamaya geçilir. Türkiye, Esed’in halkına yaptığı zulümlere karşı dünya kamuoyunu bilgilendirmeye yoluna başvurur. Birleşmiş Milletler’d en de müdahale kararı çıkarılmaya çalışır. Rusya ve Çin’in ekonomik ilişkileri dolayısıyla Suriye rejimine destek vermesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda veto haklarını kullanmalarına yol açar. Bu da BM’d eki görüşmeleri kısır döngüye sokarken, müdahaleyi de olanaksız kılar.

5


Başlangıçta Cuma namazlarından sonra ortaya çıkan ayaklanmalar, silahlı bir direnişe evrilir. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) yapılanmaya başlar. Örgütün güçlenmesiyle ülkede silahlı direniş artar, çatışmalar büyür. Halk kaçacak yerler ararken, Türkiye’nin de “açık kapı” politikasını uygulamasıyla Hatay, çatışmalardan kaçan Suriyelilerin uğrak yeri olur. Dahası, Türkiye’nin Esed’in karşısında durması, çeşitli yaptırımlar uygulatmaya çalışmasını fırsat bilerek, Özgür Suriye Ordusu da Hatay’d a kurulan kamplara yerleşmeye, merkezini Türkiye olarak göstermeye başlar. Örgüt sınırdaki geçişlerin yarattığı fırsatla Türkiye sınırındaki bölgeleri ele geçiren örgüt, doğal tampon bölge oluşturur. Esed’in terörist grup olarak ilan etmesinin ardından, ÖSO’ya ev sahipliği yapan Türkiye de Esed tarafından rejim karşıtlarına destek veren ülke olarak konumlandırılır.

6

BM’d en bir sonuç çıkaramayan Türkiye, Suriye’nin Dostları Toplantıları’na ön ayak olmaya çabalar. İlki 24 Şubat 2012’d e Tunus’ta düzenlenen toplantılar, sırasıyla İstanbul ve Paris’te yapıldı. Kesin kararlar çıkarmayı başaramayan toplantılarda yalnızca “Rusya ve Çin’in veto etmemesi”, “BM’nin müdahale kararı çıkarması” istenir. 10 Üçüncü aşama da Türkiye’nin fiziksel olarak Suriye içerisindeki çatışmalardan etkilenmesiyle başlar. Özgür Suriye Ordusu’nun Türkiye sınırında oluşturduğu doğal tampon bölgenin ilerisindeki çatışmalardan sıçrayan mermiler, sınırı aşmaya başlar. Özgür Suriye Ordusu’na verdiği destek ve Hatay’d a kurulan kamplarla kaçan Suriye halkına verilen destek yüzünden gerilen ilişkiler, Türkiye Hava Kuvvetlerine bağlı bir savaş uçağının sınırda Suriye jeti tarafından düşürüldüğü iddiasıyla karışır. Uçağın enkazına ulaşılamaması dolayısıyla kesin bilgiler elde edilemese de Suriye “biz düşürdük”

diye kendini öne atmıştır bile. Ardından siyasi adımlarla süregelen gergin ilişkiler askeri ilişkilere de yansır. Devreye TSK faktörü girer. Sınırı aşan mermilere karşılık verilir. Hava araçları geri püskürtülür. Bunlar çoğu zaman kamuoyuna yansıtılmaz. Ta ki 3 Ekim’d e sınırı aşıp gelen mermiler yüzünden Akçakale’d e 5 Türkün ölmesine kadar. Bugüne kadar TSK’ya verilen “müdahale etme” taktiğinin işe yaramayacağa anlaşılır. Herhangi bir anayasa ihlalinden çekinilmesi yüzünden, siyasi güç de Türk ordusunun eylemlerine güvence sağlamak için karar alma yoluna gider. Ertesi sabah hemen toplanan Türkiye Meclisi, hükümetin hazırladığı tezkereyi muhalefetten aksi yönde seslere rağmen oy çokluğuyla kabul eder. Ardından akıllara, “Türkiye, Suriye ile savaşa mı girecek? Bu, kime yarar sağlayacak? Türkiye aslında Suriye’nin iç savaşına mı müdahale ediyor olacak? Daha fazla masum insanın ölümüne mi yol açacak?” soruları gelir oturur. Bugün geldiğimiz noktada ise hükümet, TBMM’d en aldığı geniş yetkili tezkereyi askerin emrine vermiş değil. Müdafaa taktiğiyle hareket etmeyi doğru buluyor. Daha da ileri gidecek gibi görünmüyor. Tezkerenin çıkmasından sonra düzenlenen savaşa hayır mitingleri, halkın da savaş karşıtı bir tutumda olduğunu gösteriyor. Zaten, Suriye’d eki durumun bir iç savaş mı yoksa diktatöre karşı duruş mu olduğu bu kadar tartışmalıyken, “masum insanların ölmesine göz yummak istemeyen” Türkiye’nin, kendi ülkesinde de iç karışıklıklara yol açabilecek böyle bir karmaşaya girmeye niyetli olması büyük bir çelişki yaratırdı.

Refera n sl a r 1. Gündüz Vassaf, Tarihi Yargılıyorum, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007, sf. 83 2. Suriye- Türkiye İlişkileri, İHH İnsani Yardım Vakfı http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/turkiye.html (Erişim Tarihi: 10 Ekim 2012) 3. Suriye Politik Kültürü’nde Tarihsel Pragmatizm, Beşar Esad Dönemi Suriye Dış Politikası ve Türkiye Suriye İlişkileri, Kasım 2011, ORSAM 4. a.g.e, İHH 5. Tuğba Evrim Mağden, Kriz Döneminde Su Politikaları: Türkiye-Suriye, ORTA DOĞU ANALİZ: Ağustos 2012, ORSAM 6. a.g.e, İHH 7. age 8. Doğan Ertuğrul, Türkiye Dış Politikası için Bir Test: Suriye Krizi, Haziran 2012, TESEV 9. Deniz Zeyrek, Tezkereyi kim istedi?, 7 Ekim 2012, Radikal 10. TRT Haber: Suriye’nin Dostları Toplantısı’ndan Çıkan Karar, 6 Temmuz 2012, http://www.trthaber.com/haber/gundem/suriyenin-dostlaritoplantisindan-cikan-karar-47439.html (Erişim Tarihi: 22 Ekim 2012)


(e172511@metu.edu.tr)

Ta ri h teki d evri m l ere ba ka rken …

Mutlak söz sahibi bir liderin olduğu monarşilerden, bugün en azından dünyanın belli bölgelerinde başarılı örneklerini görebileceğimiz demokratik anayasal düzene ulaşmak, insanlık için uzun bir yol olmuştur.Tarihte bu yolda ilerlenirken uluslararası siyaset siteminin de temelini oluşturan ‘’güç mücadeleleri’’ göz ardı edilmemesi gereken önemli bir etkendir. Bu zorlu yolun en önemli basamakları, çeşitli gruplar arasında yaşanmış bu güç mücadeleleri ile aşılmış, insanlığın eşitliğe, adalete olan tutkusu hiçbir zaman konunun özü olmamıştır. Başka bir deyişle, bu kalkışmalara neden olan faktörler, insanların daha adil siyasi sistemlere ulaşma isteğinden çok, çeşitli materyal nedenler ve ekonomik sorunlar olmuştur. 1215 yılında imzalanmış ve bir kralın yetkilerinin ilk kez sınırlandırılması açısından büyük bir öneme sahip olan Magna Carta, aslında İngiltere kralı ve bölgedeki çeşitli derebeyleri arasında yaşanan basit bir güç savaşının sonucudur. 1789 yılında gerçekleştirilen Fransız Devrimi de, zenginleşmiş fakat henüz siyasi güç elde edememiş burjuva sınıfının, bunları elde etmek için aristokrasiye ve din adamlarına karşı yürüttüğü bir mücadeledir aslına bakınca. Aynı şeyleri köleliğin kaldırılması sonucu ortaya çıkan Amerikan İç Savaşı için de söyleyebiliriz. Bu savaşın arkasında da aslında benzer materyal sebepler bulunmaktadır. Başka bir deyişle tarihte gerçekleşmiş herhangi bir devrimin altında yatan neden olarak eşitlik, demokrasi aşkı var demek, siyaset tarihinin temelini oluşturan realist yapıdan uzaklaşıp, romantik tarih yorumculuğunun sizi aldatmasına izin vermekten başka bir şey değildir. Ekonomik sebepler ve güç savaşı hemen hemen bütün toplumsal mücadelelerin temelinde yatmıştır. Karnı tok,refah içinde bir halk için demokrasinin olup olmadığı hiçbir anlam ifade etmez. Bu yüzden Arap Baharı adı altında bize sunulan isyanların altında yatan

materyal sebepleri görmemiz ve değerlendirmelerimizi bunların ışığında yapmamız doğru bir sonuca ulaşmamız için oldukça önemlidir. Arap Baharı on yıllardır süregelen dikta yönetimlerinden bıkmış halkların demokrasi çığlığından çok, yoksulluk ve sefaletten yorulmuş olan insanların, değişim ve değişimle beraber gelecek yeni sistemle daha rahat bir yaşama sahip olabileceklerini umut etmesiyle gerçeklemiş isyanlardır. Belki de dünyada demokrasi ihlallerinin en çok yaşandığı ülkelerden biri olan Suudi Arabistan’d a hiçbir olay olmuyorken diğer Arap ülkelerinde kıyametin kopmasındaki ana neden de bu maddi koşullardır. Zi n ci ri n son h a l ka sı : S u ri ye Ayaklanmaların son halkası olan Suriye örneğine bakacak olursak eğer, burada da ülkenin geri kalmışlığının ve halkının fakirliğinin isyanın önemli nedenlerinden biri olduğunu görebiliriz. Fakat bir farkla; Suriye’d e var olan mezhepsel bölünmüşlük, ekonomik faktörlerin yanında isyanın temelini oluşturmaktadır. Suriye’yi diğer Arap Baharı ülkelerinden ayıran bu etken, dünyanın Suriye içinde düştüğü çıkmazın sebeplerinden de biridir aynı zamanda. Alevi ve Sünni Müslümanlar ile Hristiyanlar Suriye’d eki 3 ana grubu oluşturuyor. Nüfusa dağılımları ise; Sünniler %74, Aleviler %16, Hristiyanlar %10 şeklinde. 1 Aleviler Suriye’d e nüfusun sadece küçük bir bölümünü oluşturmalarına rağmen, yönetim, askeriye ve birçok önemli ekonomik sektörü elinde tutmaktalar. Bu da gerginliğin başlıca sebebini oluşturuyor. Zaten Suriye’d eki isyanda Sünniler ağırlığı oluştururken, Alevi nüfus ( bir başka deyişle ‘’Nusayriler’’) Esad yönetimine karşı

7


başından beri bağlılıklarını korudular. Bi rl eşm i ş M i l l etl er’ i n Etki si zl i ği Fakat bütün bu değerlendirmelerin ötesinde önem vermemiz gereken bir gerçek var ki Suriye’d e ciddi anlamda bir insanlık dramı yaşanmakta. Her geçen gün yeni katliamlar yaşanıyor. Yağma ve tecavüz had safhaya ulaştı. Bu gibi durumların yaşandığı ülkelere askeri müdahale konusunda meşruiyete sahip tek kurum olan Birleşmiş Milletler ise şu an tamamen etkisiz kalmış durumda. Bu etkisizliğin nedeni ise Birleşmiş Milletler’in karar alma mekanizmasında saklı.

8

Başarısız bir ‘’Milletler Cemiyeti’’ tecrübesinden sonra 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından kurulan Birleşmiş Milletler daha farklı bir yapı ile oluşturuldu. Güçlü devletlere daha kapsamlı haklar verilecek; böylelikle Milletler Cemiyeti’nin başarısız karar alma mekanizması yerine daha hızlı bir şekilde karar alabilen verimli bir sistem oluşturulacaktı. Bu nedenle Birleşmiş Milletler karar alma organı olan Güvenlik Konseyi’nde; Rusya, Çin, Amerika, Fransa ve İngiltere daimi üye olarak diğer ülkelere nazaran daha fazla hakka sahip oldular. Bu haklar çerçevesinde, bu beş ülkeden herhangi bir tanesi bir kararı veto ettiğinde o karar hiçbir şekilde geçemiyordu. Bu sistem Milletler Cemiyeti örneğine göre daha kolay karar alıp uygulayabilecek bir yapı gibi gözükse de, daha önce Bosna, Ruanda ve de şu an Suriye örneğinde görebileceğimiz gibi insani krizleri önleme ve yönetme konusundaki acizliği rahatlıkla görülebilir. (Bosna’d a 1995 yılında sadece Srebrenica kentinde 8 bin sivil katledilirken, Ruanda’d a bu rakam 1994’teki iç savaşta 100 binlere ulaşmıştır. 2 ) S u ri ye, İ ra n , Ru sya Çı km a z S oka ğı Suriye özelinde ise bütün yaşanılan vahşete rağmen Birleşmiş Milletler’in bu kadar etkisiz kalmasının nedeni, Rusya’nın tutumu oldu. Moskova yönetimi, Suriye ile ilgili Birleşmiş Milletler’d e alınmaya çalışılan bütün kararları veto etti. Suriye’d e ne yaşanırsa yaşansın yapılacak herhangi bir askeri müdahaleyi Rusya kabul etmiyor. Bu konudaki gerekçelerden bir tanesi ise Rusya için ekonomik. Özellikle enerji ve askeriye alanında Suriye’d e rakipsiz durumdalar.

Uzun yıllardan beri İran ile hem mezhepsel bağları nedeniyle hem de İsrail ile olan ortak anlaşmazlıkları nedeniyle çok yakın ilişkileri olan Suriye, Batı dünyasından giderek uzaklaştı. Bu da bölgede Rusya’yı hem silah hem de çeşitli askeri mühimmat satışı bakımından rakipsiz bıraktı. Şu anda Suriye ordusu %90 oranında Sovyet/Rus yapımı silahlarla donatılmış durumda. Ayrıca bu silahların %80’inin modernizasyon ihtiyacı bulunmakta. 3 Bu rakamlar gösterdiği şey şu ki Suriye Rusya için önemli bir pazar durumunda. Bu nedenle Moskova, Birleşmiş Milletler müdahalesi ile kurulacak bir Batı yanlısı hükümet ile sahip olduğu bu ekonomik tekeli kaybedeceğini düşündüğü için, BM’nin müdahale kararı almasını önlüyor. İkinci bir neden ise Suriye sınırları içerisinde bulunan Tartus kentindeki Rus askeri üssü. Suriye’nin 2. Büyük liman kenti 1971 yılından beri bu Sovyet/Rus askeri üssüne ev sahipliği yapmakta. Ayrıca bu yapı Rusya’nın Akdeniz’d eki tek askeri üssü olma özelliğini taşıyor. Ve yine herhangi bir batı müdahalesi ile gelecek batı yanlısı bir hükümet sonucunda bu üssün geleceği tehlikeye girebilir. Bu durumda Rusya Akdeniz’e ulaşmak için boğazları elinde bulunduran Türkiye’nin esiri haline gelecektir. Bütün bunların dışında belki de Rusya’nın Suriye tutumundaki en önemli etken, bu ülkenin küresel bir güç olarak varlığını devam ettirmek istemesi ve uluslararası politik arenadaki sahip olduğu gücü ve saygınlığı koruma düşüncesi. Daha önce Balkanlarda, yakın zamanda da Afrika’d aki Batı kaynaklı askeri müdahalelerde ciddi anlamda prestij kaybeden Rusya aynı şeyin Ortadoğu’d a da olmasını istemiyor. Ayrıca Orta Doğu gibi Dünya siyaset arenasındaki önemli bir coğrafyada güçlü bir ağırlığa sahip olması, Sovyetler Birliği dönemi sonrası tekrar küresel güç olma iddiasındaki Moskova için çok önemli. Ba tı D ü n ya sı ’n ı n S u ri ye’d e Ya şa n a n O l a yl a ra S essi zl i ği ve Tü rki ye’n i n Ta vrı … Sadece Birleşmiş Milletler’d e değil dünya genelinde Suriye’d eki şiddete karşı gösterilen tepkisizliği rahatlıkla görmemiz mümkün. Rusya ve onun takibinde Çin’in vetoları ile pasifleşen Birleşmiş Milletler dışında, NATO’d a da büyük bir sessizlik hakim. NATO’yu inceleyecek olursak, içerisinde böyle bir müdahaleyi gerçekleştirebilecek zaten


sayılı ülke var. İngiltere ve Fransa bunu yapabilecek kapasitede. Fakat dünyada yaşanan ekonomik krizden bu ülkelerde paylarını aldı. Bu nedenle maliyeti ciddi anlamda yüksek olacak böyle bir harekata sıcak bakmıyorlar. Almanya ise genel politika olarak bu tarz askeri harekatlara hep mesafeli yaklaşmış, genellikle de katılmamıştır. Bu ülkelerin dışında geriye ise sadece ABD kalıyor. O da Afganistan ve Irak tecrübelerinden sonra yeni bir bataklığa girmeye hiç de niyetli gözükmüyor. Başka bir deyişle Batı dünyası şu an için sadece sözlü olarak Suriye’d eki muhalifleri desteklemekle yetiniyor. Türkiye ise bütün bu olayların içinde anahtar ülke durumunda. Yaptıkları ve yapacakları bölgedeki bütün denklemi yeniden şekillendirebilir. Son yıllarda Ahmet Davutoğlu’nun şekillendirdiği Türk Dış Politikası, Türkiye’yi bölgesel bir güç yapma hedefindeydi. Komşularla sıfır sorun politikası uygulanarak, Türkiye bölgede bir çekim merkezi haline getirilecek, böylelikle aynı Osmanlı’d a olduğu gibi Türkiye, Ortadoğu ve Balkanların lider ülkesi haline gelecekti. Fakat Arap ülkelerini saran isyan zinciri Suriye’ye de sıçrayınca bu sıfır sorun politikasının değişmesi de kaçınılmaz oldu. Çünkü bölgede lider ülke olmayı hedefleyen Türkiye etrafında yaşanan değişimlere duyarsız kalamazdı. Değişim kaçınılmaz ise değişimin bir parçası olmanın gerekliliğini düşünen Türkiye, Suriye’d e muhaliflerin tarafında yer aldı. Bir tarafta son yıllarda oldukça iyi ilişkilere sahip olduğumuz Esad yönetimi varken Türkiye’nin en azından tarafsız kalması birçok kişi için beklenen hamleydi. Ama ünlü ‘’1 Mart Tezkeresi’’ reddi sonrası gelişen olaylar, bu gibi bölgesel krizlerde tarafsız kalmanın zamanla o

bölgeden dışlanmak olduğunu Ankara yönetimine göstermişti. Irak’taki hesapların hiçbirine dahil edilmeyen Türkiye, Irak’ın kuzeyinde bölgesel bir Kürt yönetimin kurulmasına göz yummak zorunda kalmış ve eski Türkmen kenti Kerkük’ün etnik yapısı büyük Kürt ve Arap göçleriyle değiştirilirken sadece izlemekle yetinmişti. Böylece Irak Türkmenlerinin bölgedeki dramı da başlamış oldu. Ayrıca kuzeydeki Kürt yönetimi ile PKK çok daha rahat hareket imkanı bulurken, bölgedeki nüfusunu arttırdı. Bu nedenle Türk yönetimi bir daha aynı sonuçla karşılaşmamak için Suriye’d eki yaşanan iç savaşa birçok küresel güçten önce dahil oldu ve tarafını aldı. Suriye’nin kaderinin ne olacağı şu an için oldukça muğlak. BM ve NATO sözlü olarak muhalifleri desteklemekle yetinirken Rusya ve İran açık açık Esad yönetiminin arkasında olduklarını söylüyorlar, hatta İran’ın bazı askeri birlikleri ile Esad güçlerine destek verdiği ile ilgili bilgiler etrafta dolaşıyor. Türkiye ise gemilerini çok önceden yaktı. Suriye konusunda, isyanın başarısızlıkla sonuçlanması Türkiye için çok olumsuz sonuçları ortaya çıkaracaktır. BM ve NATO’d an gerekli desteği alamayan Türkiye’nin bir şekilde isyanı başarıya ulaştırması bölgedeki geleceği için hayati önemde. Aksi takdirde Ankara yönetimi; Suriye, İran ve onları yapacağı eylemlerle destekleyecek PKK’d an oluşan bir ittifakla karşı karşıya kalacaktır.

Refera n sl a r 1.Ezgi Kızıl,Suriye’nin Etnik-Demaografik Yapısı ve Esad Sonrasında Türkiye,15.10.2012, http://afasam.org/tr/bolgeler/orta-dogu/suriyenin-demografik-etnik-yapisi-ve-esed-sonrasinda-suriye/ 2.Banu Avar, Srebrenica Katliamı "ABD- NATO" İşiydi!,,12.07,2012, http://www.politikserzenis.com/2012/07/srebrenica-katliam-abd-nato-isiydi-banu.html 3. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, Rusya’nın Suriye Denklemindeki Yeri: İkili ve Bölgesel Çıkarlar,24.10.2012, http://www.usak.org.tr/hyazdir.asp?id=989

9


(zehra.tomaz@yahoo.com)

10

Temmuz 2012’d e Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm adayı temsilen AB dönem başkanlığı görevini devralması, AB tarihinde oldukça ilginç bir sürece girilmesine sebep oldu. Kıbrıs Sorunu yıllardır Türkiye’nin iç ve dış politikasını farklı zamanlarda, farklı alanlarda ve farklı boyutlarda meşgul etmiştir. Yunanistan’ın AB’ye üye olması ile başlayan sorunlar, son olarak GKRY’nin dönem başkanı olması ile birlikte, direkt olarak Türkiye-AB ilişkilerinin bir parçası haline gelmiştir. Türkiye siyasi olarak tanımadığı GKRY’nin dönem başkanlığı görevini üstlendiği dönemde, AB ile ilişkilerini donduracağına ve ilişkilerini AB parlamentosu üzerinden devam ettireceğine dair sert açıklamalarda bulunmuştu. Bu şartlar altında GKRY’nin dönem başkanlığı süresince, zaten gergin olan, Türkiye-AB ilişkilerinin nasıl şekilleneceği ve ilerleyeceği temelde birçok faktöre bağlı. Kıbrıs sorunu, kökeni yaklaşık yarım asır önceye dayanan, zamanla farklı aktörleri de içine alarak büyüyen ve ada halklarının sorunundan çok uluslararası aktörlerin etkili olduğu bir soruna dönüşmüştür. İngiltere’nin 1914’te tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmesini takiben Türkiye, İngiliz egemenliğini 1923 Lozan Antlaşması’yla tanımıştır. 1 1931’d en itibaren yoğunlaşan Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi fikri “enosis” , İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hız kazandıysa da bu fikre İngiltere tarafından karşı çıkılmıştır. 1954 yılında Rum Kesimi tarafından BM’ye gönderilen sorun yavaş yavaş uluslararası alana kaymıştır. Zaman içinde pek çok dönüm ve kırılma noktalarını barındıran süreç, çoğunlukla Türk tarafının aleyhine bir yönde ilerlemiştir. 1955-1958 yılları arasında artan şiddet eylemleri karşısında Türkler, “enosis” fikrine karşı Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye ile birleştirilmesi fikri olan “taksim”i geliştirmişlerdir. İki ülke arasında 1968 yılında başlayan müzakereler 1974 Rum darbesiyle son bulmuştur. 2004 yılında yapılan Annan Planı referandumuna Rum kesiminin ''hayır'' demesi ise

çözümün kilitlenmesine sebep olmuştur. Rum Kesimi’nin İsrail ile imzaladığı anlaşma sonucu Doğu Akdeniz’d e petrol arama çalışmalarına başlaması ile yaşanan sondaj krizi, zaten gergin olan ilişkilerin daha da gerilmesine sebep oldu. KKTC ile imzalanan “Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması'' ise Türkiye’nin karşıt hareketi olarak düşünülebilir. Anlaşmayı takiben Rum Kesimi ile sondaja başlayan şirketlerin Türkiye’d e iş yapamayacağının duyurulması olayın sadece karşıt bir hareket olmadığını, politik bir mesaj içerdiğini de gösteriyor. 2 1980 yılında Yunanistan’ın, 2004 yılında ise GKRY’nin AB’ye üye olması Türkiye-AB ilişkilerinde önemli kırılma noktalarıdır. 1981 yılında Yunanistan’ın AB’ye (o zamanki adıyla AET) tam üyeliği sorunu, Türkiye-Yunanistan endeksli çözüm yörüngesinden AET’nin karar mekanizmasında bir aktör haline gelen Yunanistan endeksli bir zemine kaydırmıştır. 3 Kıbrıs Sorunu’nun zamanla TürkiyeAB ilişkilerinin bir konusu olmaktan çıkıp merkezi haline gelmesi özellikle 1990’lardan sonra hız kazanmıştır. Yunanistan ve GKRY, Türkiye’nin sorunun çözümündeki politikalarının etkisiz olduğu üzerine vurgu yaparak ve bu iddialarını etkili şekilde kullanarak Avrupa Birliği kurumlarından desteğini almıştır. Yunanistan’ın üyeliği ile sorunun ‘Avrupalılaşması’ süreci GKRY’nin tüm adayı temsilen 2004’te AB’ye üye olmasıyla tamamlanmıştır. 4 Kıbrıs kesiminin dönem başkanlığını devralması beraberinde birçok soru işaretini de getirdi. 1963 yılında AB ile imzalanan Ankara Anlaşması gereği, Türkiye üye olan her ülkeyle bu anlaşmayı imzalamak zorundaydı; ve Türkiye’nin tanımadığı GKRY’nin dönem başkanı olmasıyla olay daha da içinden çıkılamaz bir hal aldı. Bu anlaşmayı imzalamak demek Türkiye’nin Rum Kesimi’ni resmen tanıması demek olurdu. Komünist bir cumhurbaşkanı görev başındayken Rum kesiminin


dönem başkanlığı görevini alması, AB dönem başkanlığı tarihinde bir ilk. Rum Kesimi bir yandan dönem başkanlığı görevini yerine getirirken, diğer yandan yaşadığı ekonomik bunalımlar sebebiyle başvurduğu AB destek mekanizmasının denetimi altında bulunacak. 5 Yunanistan’d a yaşanan ekonomik krizin doğrudan Rum kesimini de etkilediği apaçık ortada. Yunanistan’a uygulanan kısmi borç affının Rum bankalarına çok para kaybettirdiği ise bilinen bir gerçek. Rum kesiminin Rusya’d an 2.5 milyar Euroluk kredi alması ve yeniden Rum bakanlar tarafından Rusya’d an 5 milyar Euroluk kredinin daha istenmesi ise yaşanan ekonomik sıkıntının boyutunu kanıtlar nitelikte. 6 1997 tarihli Lüksemburg Zirvesi Başkanlık Bildirgesi’nde yer alan birkaç ifade, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini askıya almasına sebep olmuştu. 7 Bu bildirgede Türkiye’nin tam üyelik yolunda önüne çıkan, Yunanistan ile arasındaki sorunların çözülmesinin gerekliliği ifadesi AB tarafından Türkiye’ye bir nevi ön koşul olarak sunulmuştur. Bu sorunun AB için çözülmesi gereken sorunlardan sadece biri olmaktan çıkıp Türkiye’nin AB’ye üyeliğinde kullanılan bir tür bahaneye çevrilmesi, haklı olarak Avrupa Birliği’nin sorgulanmasına sebep olmuştur. Bu konu bu kadar önem arz ederken, sorun henüz çözülmemişken, Yunanistan’ın ve GKRY’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin kabulu, içinde bulunulan paradoksu anlamakta biraz da olsa yardımcı olabilir. Profesör Dr. Maurice H. Mendelson’un da belirttiği gibi; 1960 yılında imzalanan Garanti Anlaşması gereği, taraflarının onayı alınmadan GKRY’nin AB’ye üye olması anlaşmanın apaçık ihlalidir. 8 Dönem başkanlığını bölünmüş bir ülkenin yapması ise AB’nin içinde bulunduğu çelişkinin bir başka kanıtı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması yolunda, Kıbrıs Sorunu’nun müzakere sürecinin önünde sürekli bir engel olarak durmasının bir çeşit ‘bıkkınlığa’ sebep olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Kıbrıs konusunun tek taraflı olarak değerlendirilip Türkiye’nin önüne ısıtılıp ısıtılıp tekrar getirilmesi, Türkiye açısından bir çeşit yorgunluk yaratmış durumda. AB’ye tam üyelik artık müzakere sürecinin ve sorunlarının gölgesi

altında kaldı. Müzakerelerde bugüne kadar 13 başlık müzakerelere açıldı, 18 başlık ise müzakere sürecinin askıya alınması ve üye devletlerin engellemesi sebebiyle müzakerelere açılamıyor. 9 Kıbrıs Dönem Başkanlığı sürecinde Türkiye-AB ilişkilerinin nasıl bir çerçevede ilerleyeceği konusu, bu süreçte etkili olan aktörlerin etkisinden GKRY ‘nin tavrına, Türk Dış Politikası’nın seyrinden AB politikalarına kadar birçok farklı temele dayanıyor. Bu yüzden AB konusunun bulunduğu konumun değişimi, Türk kamuoyunda konuşulmaya değer bir konu. Dört beş sene öncesine kadar siyasi partilerin, politikacıların ve halkın vazgeçilmez konularından olan AB üyeliği, günümüzde sadece ‘konuşmaya değer’ önemli bir olay olduğunda sahneye çıkıyor ve bu konu bazen birkaç cümleyle geçiştiriliyor. Kamuoyu araştırmaları sonucu elde edilen halkın konuya olan ilgisinin azaldığı yönündeki sonuçlar, Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunun nasıl geri plana atıldığının bir göstergesi. TESEV’in Türkiye’d e dış politika algısı üzerine yaptığı kamu araştırmasına göre Türkiye’nin neden AB’ye üye olmaması gerektiği sorusuna %21 oranında –ki bu oran diğer cevaplar arasındaki en büyük yüzde- verilen “Türkiye kendi başına güçlü olduğu için” cevabı 10 kamuoyunda oluşan Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olmadığı fikrinin somut bir kanıtı .Türk dış politikasının seyri ise diğer bir faktör. Türkiye’nin dış politikası artık eskisi kadar Avrupa endeksli değil, Uzak Doğu’d an Latin Amerika’ya uzanan bir çeşitlilik içerisinde. 11 AB politikaları elbette bu süreci şekillendirecek diğer bir önemli faktör. Enerji AB için hayati önem taşımakta ve Türkiye de bu konuda önemli bir aktör. AB ekonomisinin büyük oranda bağlı olduğu petrol ve doğalgaz Türkiye’nin komşu ülkelerinde çıkarılmakta ve Türkiye bu konuda bir tür köprü görevi görmekte. Bu yüzden Türkiye AB tarafından önemli bir partner olarak görülmektedir. Kasım ayında Güney Kıbrıs’ta toplanacak olan Enerji Bakanları Konseyi’ne davet edilmesi beklenen Türkiye’nin bu daveti geri çevireceği öngörülüyor. Lizbon Antlaşması’na göre 6 ayda bir değişen dönem başkanlığı sisteminin, üye sayısının artmasıyla birlikte, işlemesinin zor bir hale geldiği için seçilecek daimi AB Konseyi Başkanı’nın toplantılara başkanlık etmesi kararıyla birlikte ‘dönem başkanlığı’ kavramının rolü azaldı. 12 Bu yüzden bu süreçte Kıbrıs ile çok fazla bir temas

11


olması zaten beklenmiyor. Olaya başka bir perspektiften bakmak gerekirse; Fransa’d a Sarkozy’nin koltuğunu kaybetmesi Türkiye açısından sürecin tam olarak tıkanmadığına dair işaretler veriyor. Öyle ki Sarkozy tarafından engellenen beş başlığın tekrar müzakerelere açılması olasılığı beklentileri yükseltiyor. Öte yandan her ne kadar 17 Mayıs’ta Türkiye’nin AB sürecini canlandırmaya yönelik başlayan pozitif gündemle beraber umutlar yükselse de, Kıbrıs dönem başkanlığı bitmeden yani 2013 yılına kadar önemli bir ilerleme kaydedilmesi beklenmiyor. 13 Kıbrıs sorununun önceden Türkiye ve Yunanistan arasındaki ikili ilişkileri etkilemesinden Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik sürecinin ana unsuru haline gelmesi arasında geçen zamanda yaşanan kırılma noktaları, Türkiye’nin üyelik tutkusunun

azalarak sönme noktasına gelmesine sebep oldu. Bu süreçte yıpranan Türkiye, zaman zaman körüklenen süreci canlandırma çabaları karşısında bazen ‘olsa da olur olmasa da’ psikolojisine bürünse de çoğunlukla ‘bu sefer bir şeyler olacak galiba’ umudunu her zaman bir köşede tutuyor. Bu umut Fransız cumhurbaşkanı Sarkozy’nin koltuğunu kaybetmesi sonucu tekrar gündeme gelse de, GKRY’nin dönem başkanı olmasıyla beraber tozlu raflara kaldırılıyor. Türkiye Avrupa Birliği karşısında artık üyelik için elinden geleni yapan, mağrur ülke rolünden ve tek seçeneğin AB olduğu yönündeki perspektifinden sıyrılıp; dünyanın diğer bölgeleriyle de güçlü siyasi ve ekonomik ilişkiler kurabileceğinin farkına varmış bir ülke olarak duruyor. Her ne kadar Türkiye-AB ilişkilerinde 2013’e kadar somut bir gelişme yaşanmayacağı uzmanların üzerinde anlaştığı bir nokta olsa da 2013’ten sonra ne gibi gelişmeler yaşanacağını zaman gösterecek.

12

Refera n sl a r 1. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Resmi Sitesi, Türkiye-AB İlişkileri http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ab-iliskilerine-genelbakis.tr.mfa (Erişim Tarihi 15.10.2012) 2. Mustafa Kutlay, Doğu Akdeniz’d e Sertleşen Rekabet: Güney Kıbrıs Rum Kesimi-Türkiye Gerginliği’nin Analizi, Eylül 2011 (Sayfa:7) 3. Hasan Mor, Kıbrıs Sorununun Türkiye-AB İlişkilerine Endekslenme Süreci, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2008, http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/12_37.pdf (Sayfa:986-987) (Erişim Tarihi 15.10.2012) 4. Mustafa Kutlay, "Kıbrıs Cumhuriyeti” AB Dönem Başkanı Olunca Türkiye Ne Yapacak? , 21.10.2012, http://www.usak.org.tr/hyazdir.asp?id=526 (Erişim Tarihi 15.10.2012) 5. Güney Kıbrıs'ın AB dönem başkanlığı yarın başlıyor, şimdi ne olacak? ,30.06.2012, http://t24.com.tr/haber/guney-kibrisin-abdonem-baskanligi-yarin-basliyor-simdi-ne-olacak/207449 (Erişim Tarihi 15.10.2012) 6. Rusya Akdeniz’e Güney Kıbrıs’tan İniyor, Sabah, 07.08.2012 ,http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2012/08/07/rusya-akdenizeguney-kibristan-iniyor (Erişim Tarihi:21.10.2012) 7. Nesrin Demir, Avrupa Birliği Türkiye İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:15. Sayı:1 , 2005, sf:360 8. Prof Dr. Maurice H. Mendelson’un Raporu, Kıbrıs’ın AB’ye Girişi Neden Hukuka Aykırı Olacaktır, Ekim 2001, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-8346/prof-dr-maurice-h-mendelson-un-raporu.html (Erişim Tarihi:21.10.2012) 9. Dilara Demirel, AB ile İlişkilerde 2012’nin İkinci Yarısı Bekleniyor, MESS İşveren Gazetesi, Ocak 2012, http://www.mess.org.tr/ti.asp?eid=4740 (Erişim Tarihi:21.10.2012) 10. GuentherSeufert, TESEV’in Kamuoyu Araştırması Üzerine, Türkiye’d e Dış Politika Algısı, (sf:6) http://www.tesev.org.tr/Upload/Publication/6dea8f35-8edc-44d5-a529b0fd10091309/Tesev'in%20Kamuoyu%20ara%C5%9Ft%C4%B1rmas%C4%B1%20%C3%BCzerine,%20T%C3%BCrkiye'de%20D %C4%B1%C5%9F%20Politika%20Alg%C4%B1s%C4%B1_07.2011.pdf 11. Çağrı Erhan, AB Artık Dış Politikamızın "Başlıca Konusu” Değil, USAK, http://www.usak.org.tr/haber.asp?id=593 (Erişim Tarihi:21.10.2012) 12. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Resmi Sitesi, Lizbon Antlaşması , http://www.mfa.gov.tr/lizbon-antlasmasi.tr.mfa (Erişim Tarihi 16.10.2012) 13. AB ile Pozitif Gündem, DeutscheWelle Türkçe, 13.05.2012, http://www.dw.de/ab-ile-pozitif-g%C3%BCndem/a-15947211 (Erişim Tarihi 16.10.2012)


(ozkanozlem59@gmail.com) Afganistan’d a 7 Ekim 2001’d e başlayan Amerikan işgali 11 yıldır devam etmektedir. Irak’ta 20 Mart 2003’te başlayan müdahale 15 Aralık 2011’d e sona ermiştir. Son olarak ise Türkiye-Suriye arasında oluşan gerginlik, Esad ve muhalif güçler arasında çıkan çatışmalar Suriye’d e de bir süredir huzur ortamını bozmaktadır. Tarih boyunca stratejik konumları nedeniyle birçok devletin istilasına ve işgaline uğrayan Ortadoğu ülkeleri 21. yüzyılda da gerek iç nedenler gerekse dış müdahaleler nedeniyle istikrara ulaşamamaktadır. Uzun yıllardır süregelen bu istikrarsız ve huzursuz ortamda ise unutulan bir millet olan Türkmenler, savaşlarda sahip çıkılmayan ve bedel ödeyen taraf olmaktan başka bir konuma gelmemiştir. Suriye’d e yaşananlar nedeniyle Suriye’yi iç mesele olarak niteleyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu da Türkmenlerin yaşadığı bölgelerden ve haklarının ihlâli ile ilgili bir durumdan söz etmemiştir. Peki, Türkmenler kimlerdir? Türkmenler Orta Asya kökenli bir Türk kavmidir. Türkmen adını 11. yüzyıldan bu yana kullanmaktadırlar. Önce Farsça olan toplu (Türkmanend) biçiminde kullanmışlardır. Bu şekille de Fars tarihçisi olan Kalgırdizi'nin kitabında yer almışlardır. Ayrıca Abu El-fazıl El-Behkıy “oğuz” anlamına gelen Türk sözünü tüm yazılarında kullanmıştır. 1 Afga n i sta n Tü rkl eri Kuzeyde Özbekistan ve Türkmenistan’la komşu olan Afganistan bu bölgesinde yani güney Türkistan’d a Özbek, Kazak, Karakalpak, Kırgız, Kızılbaş, Türkmen ve Afşar Türklerini barındırmaktadır. 16. yy.la beraber Özbekler Şeybani, Hokant, Astrahan, Mangıt ve Buhara Hanlıklarıyla 19 yy.a kadar bölgede egemen olmuşlardır. 18. yy.da da Nadir Şah’ın İran’d an getirdiği Afşar Türkleri bölgede varlıklarını göstermişlerdir. Nüfusları hakkında kesin bir bilgi elde edilemeyip Türk nüfusunun 2,5 milyon ile 4,5 milyon arasında olduğuna dair tahminler vardır. Ülkede genelde tarımla uğraşan Türkler, kuraklık ve savaşlar nedeniyle zor şartlarda geçimlerini devam ettirmektedirler. Bölgedeki siyasi güçlere bakacak olursak, 1982’d e İttihadiye-i İslâmî Semt Şimalî Afganistan adında Azad Beg önderliğinde Türklerin kurmuş olduğu bir oluşum bulunmuştur; daha sonraları ise bu oluşumun

yerini General A. Raşid önderliğinde Afganistan Milli İslami Hareketi almıştır. Ancak yönetimdeki ayrılıklar ve Amerikan işgali nedeniyle oluşumlar zamanla etkisiz hale gelmiştir. Amerikan işgalinden önce Taliban’ın bölgedeki Türklere karşı tutumu ise sindirme politikasından ibarettir. Camilerde uygulanan yoklama, zorunlu sakal bırakma, yurtdışına çıkışı yasaklama ve kadınları her haktan mahrum etme bunlardan birkaçı. Bütün bu sorunlar arasında yaşayan Afganistan Türkleri, Türkiye’d en siyasi destek ve sorunlarının uluslararası kuruluşlara taşınmasını beklemektedirler. 2 Fakat Eylül ayında Ankara Çankaya’d aki Lozan Parkı’nda korsan kamp kuran Afganistan Türkmenlerinin mülteci sınıfına bile alınmadığı ortadadır. Mülteci statüsünü elde etmek için en erken 1,5 yıl sonraya randevu alan sığınmacıların birçoğu sağlıklı olmayan koşullarda yaşamakta ve çalışma izni de alamamaktadır. Bu durumsa her türlü riski alıp başka ülkelere kaçak gitme olaylarını arttırmaktadır. 3 I ra k: Tü rkm en Yu rd u n d a n Peşm erge Ka m pı n a Doğru 8. yüzyılın başlarından beri Irak’ta varlıklarını gösteren Türkler 1000 yılı aşkın bir geçmişe sahiptirler. Tarih boyunca Abbasiler, Selçuklular, Akkoyunlular ve Osmanlılar egemenliği altında Musul, Kerkük, Erbil, Altınköprü ve Telafer şehirlerinde bulunan Türkmenlerin bugün Irak nüfusunun %5’lik kesimini oluşturduğu bilinmektedir. 4 Birçok yerde olduğu gibi Irak’ta da Türkmenler hayvancılıkla ve tarımla geçimlerini sağlamaktadır. Bölgede siyasi varlık olarak Türkmenler Irak Türkmen Cephesi , Irak Türkmen Adalet Partisi ve Türkmeneli Partisi olarak baş göstermektedirler. Irak Türkmen Adalet Partisi ITC’ye göre muhafazakâr kesimin partisi olup daha çok Sünni Türkmenlerin desteğini almaktadır. Geçmişte uygulanan zorunlu göç, Baas rejiminin asimilasyon politikaları, Amerikan işgaliyle beraber uğradıkları saldırılar ve Şii-Sünni mezhep çatışmaları Türkmenlerin sayılarının giderek azalmasına neden olmuştur. 5 Türkmenler Irak’ta krallık döneminde ve cumhuriyet döneminde birçok katliama tanıklık etmiştir. Bunlardan biri 1946 yılında gerçekleşen Kerkük Gavurbağı Katliamı’d ır. İşçilerin toplu iş bırakma eylemi ve

13


güdülmeye başlanmıştır. Barzani’nin “Kerkük Kürdistan’d ır.” dayatması üzerine bu koşulu kabul etmemek için Türkmenler kendi içlerinde de Irak Türkmen Cephesi olarak görüşmeleri 11 reddetmektedir. Bu durumla beraber Türkmenler için yaşadıkları bölgedeki sorunlar daha da içinden çıkılmaz hale gelmektedir.

14

Gavurbağı Meydanı’nda düzenledikleri gösteri üzerine polisin boykotu kırmak için 12 Temmuz 1946 tarihinde meydanı kuşatma altına alması ve kuşatmanın 16 ölü, 20’d en fazla yaralıyla sonuçlanmasıyla gerçekleşen katliamdır. 6 Bir diğeri ve Türkmenler için kırılma noktası sayılabilecek olay 1959 Türkmen Katliamıdır. Irak’ta gerçekleşen darbe sonrası uygulanan asimilasyon politikalarının bir parçası olan 1959 Katliamı 14 Temmuz’d a Irak’ta cumhuriyetin 1. Kuruluş yıldönümü kutlamaları sırasında gerçekleşmiştir. KürtTürkmen düşmanlığına temelin oluşturulduğu bu olay 3 gün sürmüştür ve Türkmenler için bir travmadır. 7 Ata Hayrullah, İhsan Hayrullah ve Osman Hıdır gibi önemli Türkmen isimleri şehit edilmiştir. 8 Bugünse 14-20 Temmuz haftası Türkmenler tarafından Şehit Haftası olarak anılmaktadır. Bunların yanı sıra, Amerika-Irak Savaşı boyunca Amerikan askerleri tarafından özellikle Telafer kentinde Türkmenlere yönelik saldırılar ve işkenceler gerçekleşmiştir. Amerika işgalle beraber Türkmen bölgelerinde Kürt otoritesini artmış olup peşmergelerin güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Türkiye’nin de Barzani’yle ilişkileri geliştirme ve Kuzey Irak özerk bölgesiyle yakınlaşma çabaları göstermesi üzerine bölgede Türkmenler özellikle de Şii Türkmenler yalnız bırakılmıştır. 9 Kendilerini koruyabilecek bir milis gücü oluşturmalarına izin verilmediği için de saldırılara en açık ve en savunmasız bırakılan kesim yine Türkmenler olmuştur. 10 Oluşan bu ortam karşısında ITC’nin “Erbil Türk’tür, Türk Kalacak” sloganı “Kerkük Türk’tür,Türk Kalacak” sloganına dönüşmüş, Erbil’d en vazgeçilmiş ve Kerkük’ü koruma politikası

M a l i ki ’n i n Tü rkm en H a m l esi ve Da vu toğl u ’n u n Kerkü k Zi ya reti Kısa bir süre önce Irak Parlementosu Türkmenleri Irak’ta üçüncü bir millet olarak kabul etti. Bu tarihi karar Maliki’nin Barzani otoritesine karşı bir adımı olarak değerlendirilmekle beraber, Türkmenlerin desteğini alma çabası olarak da yorumlanmaktadır. ABD’nin savaş sırasında bölgede kurduğu Kürt ve Arap siyaseti, Türkiye’nin de Irak politikasındaki etkisizliğiyle Türkmenler 2000’li yılların başlarında siyasetten oldukça uzak kalmışlardı. Ancak 2006’d a “Baker-Hamilton” raporuyla beraber ABD Irak’ta denge sağlamaya çalışmış ve bununla beraber Türkmenler kendilerini siyasette göstermeye başlamışlardır. 7 Mart 2010’d a yapılan genel seçimlerle Türkmenler ilk kez 3 bakanla temsil edilmeye başlanmıştır. 12 İki yıl içersinde de 3. bir millet olarak kabul edilmiş olan Türkmenler siyasette daha da güçlenmiş ve aktif bir hale gelmiştir. Bütün bu gelişmelerle beraber Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun kısa bir süre önce gerçekleştirdiği Kerkük ziyareti iç ve dış siyasette oldukça dikkat çekmiştir. Habersiz bir şekilde Kerkük’ü ziyarete giden Davutoğlu’nun tutumu Irak merkezi yönetimini oldukça rahatsız etmiştir. Bağdat sert eleştiriler yöneltmiş ve düşük seviyeli bir diplomat aracığıyla nota vermiştir. 13 Kerkük ziyareti her ne kadar Türkmenler’e moral olsa da Kerkük’e Erbil üzerinden giden Davutoğlu, Erbil yönetimine siyasi bir kazanım vermiştir. Kerkük’e ziyaretin asıl nedeni ise Türkmenler nedeniyle Bağdat’la sorun yaşayan Barzani’nin bir de Suriye Kürtleri nedeniyle Ankara’yla sorun yaşamak istememesidir. Davutoğlu Kerkük ziyaretiyle, Suriye Kürtleri nedeniyle Barzani ve Ankara arasında oluşan gergin havayı yumuşatmayı amaçlamıştır. 14 S u ri ye Tü rkm en l eri Oldukça eski ve köklü bir tarihe sahip olan Suriye Türkmenleri, Bayır-Bucak (Lazkiye)Türkleri, Halep, Rakka, Humus ve Golan Türkleri olarak bilinmektedir. Selçukluların 1040 yılındaki Dandanakan Savaşında Gaznelilere yenilmesi ile Oğuzların Ön Asya’ya doğru gidenlerin arasından bir kolun 1063 yılından itibaren Suriye’ye girmesiyle Suriye’d e Türklerin varlığı oluşmuştur. Özellikle Halep, Lazkiye, Hama, Humus ve Şam bölgelerinde yerleşmeler yoğunluk kazanmıştır.


Buradaki Türk boyları, 1096 yılında Haçlı seferleri başladığında Selahattin Eyyubi komutasındaki Müslümanlarla birleşerek Haçlılara karşı bölgeyi savunmuşlardır. Suriye’d e Türkçe konuşan Türkmen sayısının yaklaşık olarak bir buçuk milyon olduğu kabul edilmektedir. Bunun yanında Türkçeyi unutmuş Türkmenler ile birlikte bu sayı 3,5 – 4 milyona kadar çıkmaktadır. Bayır Bucak Türkmenleri Hatay’ın Yayladağ ilçesinden Lazkiye’ye kadar 36 köy ve 2 Nahiye’d e yerleşim görmektedirler. Irak’tan farklı bir şekilde Suriye’d eki Türkmenlerin tamamı Sünni’d ir. 15 Buna ek olarak, 1967 Arap-İsrail savaşı Golan Tepeleri’nde gerçekleştiği için Golan Türkleri bu savaştan oldukça zarar görmüştür ve şimdilerde Şam’ın banliyölerinde yaşamaktadırlar. 16 Şimdilerde ise Müslüman Kardeşlerle yakınlığı olan Sünni Suriye Türkmenlerinin kimileri Esad’a karşı muhalif saflarda yer almakta kimileri de Türkiye’nin açtığı sığınmacı kamplarında barınmaktadır. M ü sl ü m a n Ka rd eşl er ve Tü rkm en l er Müslüman Kardeşler Arap dünyasında gittikçe güç kazanmakla beraber Sünni Türkmenlerle de bağ oluşturmuş ve özellikle Suriye’d e Türkmenleri kendi saflarına çekmeyi belli ölçüde başarmıştır. Müslüman Kardeşler gibi radikal İslami

düşünceleri barındıran örgütlere göre Şiiler mücadele edilmesi gereken bir kesim olmuştur ve çoğu zaman Şii Türkmenler savunmasız kalıp korku içinde yaşamışlardır. 17 Suriye Müslüman Kardeşler’in Türkiye’d e yaşayan üyesi Riyad El Şukfa,Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’e verdiği röportajda Şii hilalini kıracaklarını ve Esad’a karşı kararlı bir şekilde mücadele ettiklerini açıklamıştır. 18 Suriye’d e Müslüman Kardeşler’e bağlı Türkmenler Yavuz Sultan Selim ve Ricaullah adında iki tugay oluşturmuştur. 19 Ortadoğu’d a 72 ülkede örgütlü olan Mısır merkezli Müslüman Kardeşler nerdeyse bütün Ortadoğu ülkelerinde sosyal yardım örgütleri ve siyasi partiler bulundurmaktadır. Irak’ta Türkmen siyasetinde rol oynayan Adalet Partisi Müslüman Kardeşlerle olan yakın ilişkileriyle bilinmektedir. Şii Türkmenler yerine muhafazakâr ve Sünni kesime hitap eden parti Türkiye’d e de temsilcilik bulundurup faaliyetler yürütmektedir. Türkiye’d eki faaliyetlerine en büyük destekçisi ise bir zamanlar Deniz Feneri Derneği ve Can Suyu Derneği olmuştur. 20

Refera n sl a r 1 Türkmeneli Vakfı;Tarihçe,http://www.iraqiturkman.org.tr/irakturkmenleritarihi.htm (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 2Hasan Orhan; Unutulan Soydaşlarımız:Afgan Türkleri; Orkun Dergisi ( Sayı:41,2001),http://guneyturkistan.wordpress.com/2005/05/01/unutulan-soydaslarimiz-afganistan-turkleri/ (Erişim Tarihi: 15 Ekim 2012) 3 Cansu Çamlıbel; Mülteci Bile Değiller (13 Eylül 2012) http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21450993.asp ( Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 4https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/iz.html 5 Türkmeneli Vakfı;Tarihçe,http://www.iraqiturkman.org.tr/irakturkmenleritarihi.htm(Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 6 Türkmeneli TV; Gavurbağı Katliamı (13 Temmuz 2011) http://www.kerkukvakfi.com/digerhaberana.asp?id=4472 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 7 Bilgay Duman; 14-20 Temmuz Türkmen Şehitleri Haftası ve 1959 Kerkük Katliamının Düşündürdükleri (17 Temmuz 2012)http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=3675 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 8 Yılmaz Hasasu;Kerkük Katliamı Hakkında Düşünceler;Kardaşlık ,Sayı:54, Haziran-Temmuz 2012,s.8. http://www.bizturkmeniz.com/publications/kardaslik54.pdf (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 9 Ayça Akaban;Neden Şii Türkmenler ( 22 Haziran 2009) http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2009/06/090622_kirkuk_analyst.shtml (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 10 Serhat Erkmen; Irak’ta Artan Şiddet Olayları ve Türkmenlerin Durumu (31 Ağustos 2010) http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1188 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 11 Cansu Çamlıbel;Barzani ile Türkiye Görüşür Biz Görüşemeyiz (3 Ekim 2010) http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=15919935 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 12 Bilgay Duman;Irak’ta Türkmen Siyaseti Çağ Atlıyor ( 11 Mayıs 2011) http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1849 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 13 Hürriyet Planet ; Davutoğlu’nun Kerkük Ziyareti Kriz Yarattı ( 3 Ağustos 2012) http://www.hurriyet.com.tr/planet/21143218.asp (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 14 Ali Semin; Irakta’ki Siyasi Çıkmaz,Türkmenler ve Türkiye (22 Ağustos 2012 ) http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2205:iraktaki-siyasi-ckmaz-tuerkmenler-vetuerkiye&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 15 Sibel Kalemdaroğlu; Suriye’nin Unutulmuş Türkmenleri (25 Ağustos 2011) http://www.21yyte.org/tr/yazi6276Suriyenin_Unutulmus_Turkmenleri.html (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 16 Ümit Özdağ;Suriye Türkleri ( 15 Mart 2012 ) http://www.21yyte.org/tr/yazi6530-Suriye_Turkleri.html (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 17 Şahin Alpay;Telafer’d e Neler Oluyor ? (17 Eylül 2005) http://www.zaman.com.tr/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=211074 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 18 Utku Çakırözer; Erdoğan Bizi Hep Kolladı ( 18 Eylül 2012) http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=365984 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 19 Ahlul Bayt News Agency; ÖSO’nun Türkmen Tugayları Alevi Mahallelerine Saldırıyor ( 28 Eylül 2012) http://www.abna.ir/data.asp?lang=10&Id=351772 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 20 Bilgay Duman; Irak Türkmen Adalet Partisi Ankara Temsilcisi Abdullah Bayraktar ile Yapılan Söyleşi (2 Ağustos 2010 ) http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1041 (Erişim Tarihi:15 Ekim 2012)

15


(denizemirogullari@gmail.com) Türkiye-Suriye arasındaki gergin ilişkilerin hem Türk, hem de dünya medyasında başrol oynadığı bugünlerde, bazen geride kalan fakat üzerinde düşünülmesi gereken başlıklar da yok değil. Bunlardan biri olan Katalonya sorunu, ekonomik kriz ile baş etmeye çalışan İspanya’nın epey başını ağrıtıyor. Bildiğimiz gibi, İspanya’nın ekonomisi, geçtiğimiz son üç çeyrekte art arta kötüleşti 1 ve bu ekonomik kriz her dört kişiden birinin işsiz kalmasına sebep oldu. Katalanların bağımsızlık isteklerine daha geniş bir pencereden baktığımız zaman ise, İspanya’nın ekonomik krizi ile bağlantısını görebiliyoruz. Son zamanlarda yükselen bağımsızlık seslerine kulak vermeden önce Katalonya’nın geçmişine bir göz atmakta fayda var.

16

Katalonya; başkenti Barcelona olan, İspanya’nın 17 özerk bölgesinden biri. İspanya’nın Katalonya’nın özerk durumunu tanıması, ilk olarak II. Cumhuriyet olarak adlandırılan 1931-1939 yılları arasında gerçekleşti. 2 Ancak, 1936-39 yılları arasında çıkan iç savaş, General Franco’nun özerk bölgelerde adeta diktatörlük kurmasıyla sonuçlandı ve doğal olarak en fazla kayıpların yaşandığı bölgeler, özerkliği ellerinden alınan ve ciddi baskı altında olanlardı. 1975’te Franco ölünce, ülkede monarşi yanlıları, sol kesimler ve Franco tarafları içerisinde Suarez önderliğindeki yenilikçi kesim, olası bir iç savaş ihtimaline karşın olağanüstü bir uzlaşı örneği ile birkaç sene içerisinde ülkenin demokrasiye geçişini sağladılar. 3 Ülkeyi 17 özerk bölgeye ayıran demokratik anayasanın yürürlüğe girmesi ise 1978 tarihinde gerçekleşti. Fakat İspanya’nın özerk bölgelerinden olan Bask bölgesi, bu anayasaya tüm özerk bölgeleri İspanya’ya bağlaması sebebiyle karşı geldi ve Bask’ın tepkileri ETA’nın desteği ile devamlılık kazandı. Katalonya ise bu süreçte hep sessizdi. Katalonya’nın sessiz tavrı, ‘’Katalonya bir ulustur’’ ifadesini 2006 Şubat’ında yerel anayasa taslağına koymasıyla kırılmaya başladı ve Katalanların artan sesleri ekonomik kriz ile birlikte susturulamayacak duruma geldi. Diğer bir deyişle, İspanya’d an tamamen ayrılıp ulusal kimliklerini ilan etmek isteyen Katalanlar, mali olarak da özgür olmak * Katalanlar’ın kullandığı bir slogan.

istiyor. Peki, Katalan sorunu tam olarak ne zaman başladı, neden bu kadar önemli ve sonuçları ne olabilir? Yukarıda da belirttiğim üzere, Katalonya, İspanya’nın sahip olduğu en önemli değerlerden biri. Öncelikle, Barcelona gibi bir başkente sahip olan bölge, bu sayede Akdeniz’in en önemli limanı olan Barcelona Limanı’na da sahip olmasıyla beraber –doğal olarak- turistlerin odak noktası. İspanya’nın en zengin bölgesi olan Katalonya, ülkenin ekonomisinin beşte birini temsil ediyor. 4 Bu istatistikten anlayacağımız üzere, Katalonya’yı kaybetmek ekonomik krizin pençesinde olan İspanya’yı derinden yaralayabilir. Çünkü ekonomik kriz derinleştiğinden beri Katalonya, İspanya’d an mali özerklik talep ediyor, çünkü her bölgede olduğu gibi Katalonya da büyük ekonomik sorunlara sahip. İspanya'daki özerk yönetimler arasında 42 milyar avro ile en fazla borcu bulunan ve İspanyol hükümetinin kurduğu fondan 5 milyar avroluk yardım isteyeceğini duyuran Katalonya, bölge ekonomisinin yaşadığı krize en büyük sebebi İspanyol devletine ödenen vergi olarak gösteriyor. 16 milyar avroluk kamu açığı bulunan Katalonya özerk yönetimi, İspanyol devletiyle yeni bir mali anlaşma yaparak, bu zamana kadar ödediği gayri safi milli gelirin yüzde 8'ine denk gelen vergiyi yüzde 4'e indirmek istiyor. 5 Bunun yanında, Katalonya, eskiyen borçlarını yeniden finanse edebilmesi için bu sene 13 milyar euro borç almak zorunda kaldı. Bunun üzerine bölgenin bu seneki borçlarını da finanse etmesi gerekiyor. 6 İspanya ekonomik krizinin yükünü fazlasıyla omzunda taşıyan özerk bölge, artık kendi hazinesini kurup, kendi parasını harcayıp, vergisine kendi karar vermek istiyor. Katalonya Özerk Yönetimi Başkanı Artur Mas, bu konuyu konuşmak için 20 Eylül'de İspanya Başbakanı Mariano Rajoy ile bir görüşme yapsa da olumsuz yanıt alarak Barcelona'ya geri döndü. 7 Anlaşılacağı üzere, İspanya’nın, en zengin bölgesini elinin tersiyle bir kenara itmeye hiç de niyeti yok. Hele bundan yaklaşık 300 yıl önce kanlı bir savaşla Katalonya’yı topraklarına katmışken.. 11 Eylül, Katalonya için coşkulu kutlamalara sahne olsa da, bu tarih hüzünlü hatta acı dolu bir geçmişin yükünü taşıyor. 11 Eylül 1714’te, İspanya Veraset Savaşı sırasında Barselona’nın (dönemin kralı 5. Philip) İspanyollar tarafından kuşatılmasını,


Katalanlar ulusal günleri (National Day of Catolonia) olarak kabul ediyorlar8 ve bu tarih artık Katalanlar için bağımsızlıklarını rahatça haykırdıkları önemli bir tarih çünkü onlar artık isteklerini saklamıyorlar ve bu istek bir tek mali özerklikle de sınırlı kalmıyor. Yukarıda belirttiğim gibi, İspanya Başbakanı, Katalonya’nın mali özerklik talebini net bir tavırla reddetmişti. Bu reddin sebebi ise, bu talebin anayasaya aykırı olmasıydı. Bu gelişmeden sonra, Katalanlar bağımsızlıklarını daha bir tutkuyla savunuyor. Geçen yıl Katalonya’nın bağımsızlığını isteyenlerin oranı yüzde 30 civarındayken, ekonomik krizle bu oran ilk kez yüzde 51’e kadar çıktı. 9 Fakat en önemli gelişmelerden biri, Katalonya yerel parlamentosunun bağımsızlık referandumunu kabul etmesi. Bu seneki 11 Eylül kutlamalarında bu gelişmelerle birlikte, özgürlük çığlıkları yaklaşık 1,5 milyon insanın katılımıyla doruklara ulaştı. Tüm şehir, ‘’Katalonya: Yeni Avrupa devleti’’ pankartlarıyla süslendi. Fakat bağımsızlık istemi Katalanlar’ı aşırı milliyetçilik girdabına sürüklemek üzere ki Katalan Milliyetçiliği veya diğer bir adıyla Catalanism hareketini düşündüğümüzde bu hiç de uzak bir ihtimal değil. İşte bu yüzden Katalanlar’ın bağımsızlık istekleri mali olarak sınırlı kalmıyor. Kendi dillerini konuşmak, İspanya’d an tamamıyla ayrı bir ulus olarak tanınmak istiyorlar. Öyle ki; Katalonya özerk yönetiminin hükümeti, parlamentoya sunduğu yeni sinema yasa tasarısında, Katalonya’d a gösterilen filmlerde Katalan dilinin kullanılmasını zorunlu kılıyor. 10 Bu milliyetçiliğin Katalonya’d a yaşayan göçmenler üzerinde etkisi oldukça fazla tabii ki. Katalan Birliği Başkanı Richard Gene ‘’kendini Katalan hisseden herkese kapımız açık’’ dese de, Katalan milliyetçiliğini benimsememiş, farklı uluslardan olanların ne duruma geleceği tamamen belirsiz. Resmin ayrıntıları genel olarak bu. Katalanlar artık

her açıdan bağımsız olmak istiyor fakat İspanya’nın bu fikre sıcak bakmadığı gayet açık. Bugünün kriz içindeki İspanya’sı, en zengin bölgesini kaybetmeyi asla istemiyor ve bağımsızlık yolunda Katalanların kösteği olacağı ise şimdiden belli. Bağımsızlık yolunun çok uzun ve engellerle dolu olduğu gayet açık olmakla birlikte, bağımsızlık çığlıkları sadece İspanya’nın sınırları içinde duyulmayacak. Bu olayın bir de AB süreci var. Yerel kimlikleri bir yana bırakarak 25 üyeli süper bir devlete dönüşmeye çalışan AB de İspanya'daki gelişmeleri yakından ve endişeyle izliyor. 11 Son 11 Eylül gösterilerinde Katalanlar AB üyesi olmak istediklerini net bir şekilde belirttiler, fakat sonlarının ne olacağı şu an meçhul. Muhalefetteki Halk Partisi liderliğindeki muhafazakârların en büyük korkusuysa bir domino etkisi oluşması. Önce Bask, yarın Katalonya, ardından Valencia, Endülüs, Galiçya ve Kanarya Adaları... Tamamı da kendi anayasalarına sahip, otonom bu bölgelerin özerkliklerinin kapsamını genişletme ya da bağımsızlık isteğiyle mücadeleye başlayabilecekleri kuşkusu, merkezi yönetimin bulunduğu Madrid'de bir fobiye dönüşmüş durumda. 12 Kısacası, bağımsızlık her ulusun en büyük arzusu. Bireysel bazda düşündüğümüzde bile herkes özgür, bağımsız olmak isterken; koskoca bir ulusun yıllardır başka ülkenin kurallarına göre yaşamasının elbette bir sınırı var. Katalanları yolun sonunda ne bekliyor şu anda onlar dahil kimse tahmin bile edemiyor fakat önlerindeki yolun uzun ve çetrefilli olduğu çok aleni. Siyaset dediğimiz şeyin, ülkeleri kendi içlerinde bile işin içinden çıkılmaz hale getirdiğini düşünürsek, uluslar arası arenada bu işin kaç boyutu olduğunu çoğumuz tahmin bile edemeyiz. Tek bildiğimiz İspanya zor durumda, Katalanlar istekli ve öfkeli, AB endişeli ve İspanya’nın muhalif partileri tedirgin. Her şeye rağmen, Katalanların mutlu sonu hak ettiklerine inanıyorum ben. Yine de, filmin sonunu görmek için epeyce beklememiz gerekiyor.

Refera n sl a r 1. Katalonya Halkından Bağımsızlık Çağrısı, (12 Eylül 2012), http://www.bbc.co.uk/turkce/cep/haberler/2012/09/120911_catalonia_rally.shtml, (Erişim Tarihi; 16 Ekim 2012). 2. CATALONIA IS NOT SPAIN, (27 Eylül 2012), http://politikaakademisi.org/?p=2783, (Erişim Tarihi; 16 Ekim 2012). 3. gös. Yer. 4. 1.5 milyon Kişi Bağımsızlık için Yürüdü, (12 Eylül 2012), http://dunya.milliyet.com.tr/1-5-milyon-kisi-bagimsizlik-icinyurudu/dunya/dunyadetay/12.09.2012/1595194/default.htm, (Erişim Tarihi; 17 Ekim 2012). 5. İspanya’d a Yeni Krizin Adı: Katalonya, (25 Eylül 2012), http://www.aksam.com.tr/ispanyada-yeni-krizin-adi-katalonya--140926h.html, (Erişim Tarihi; 17 Ekim 2012). 6. Katalonya Halkından Bağımsızlık Çağrısı, (12 Eylül 2012), http://www.bbc.co.uk/turkce/cep/haberler/2012/09/120911_catalonia_rally.shtml, (Erişim Tarihi; 17 Ekim 2012). 7. İspanya’d a Yeni Krizin Adı: Katalonya, (25 Eylül 2012), http://www.aksam.com.tr/ispanyada-yeni-krizin-adi-katalonya--140926h.html, (Erişim Tarihi; 17 Ekim 2012). 8. Katalunya’nın 11 Eylül’ü, (21 Eylül 2012), http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=katalunyanin-11-eylulu&haberid=2618, (Erişim Tarihi; 19 Ekim 2012). 9. Katalonya Bağımsızlık Peşinde, http://www.dailymarkets.info/katalonya-bagimsizlik-pesinde, (Erişim Tarihi; 19 Ekim 2012). 10. İspanya’d a Katalanca Açılımı, ( 22 Ekim 2009), http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12741466.asp, (Erişim Tarihi; 21 Ekim 2012). 11. İspanya Çatırdıyor, http://www.milliyet.com.tr/ispanya-catirdiyor/dunya/haberdetayarsiv/21.02.2006/147030/default.htm, (Erişim Tarihi; 21 Ekim 2012). 12. gös. yer.

17



HARİCİYE


ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı

20

“İç Savaş” sosyal bilimlerde sıkça rastladığımız gibi, tanımı konusunda çeşitli fikir ayrılıklarının yaşandığı bir olgudur. Genel olarak şiddet içeren, bir ülke içerisindeki iki organize grubun erki ele geçirmek için sürdürdüğü savaş olarak tanımlanabilir. “İç Savaş” kaynakçasında taraflardan birinin ‘devlet’ olması gerektiği genel olarak kabul görmüştür. Ancak ilgili çatışmaya ‘iç savaş’ denebilmesi için nitelik ve nicelik özellikleri bir standarda ulaşmamıştır. Dolayısıyla uluslararası politikada şiddet içeren hangi çatışmaların, iç savaş olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği netlik kazanmamıştır. Örneğin, başta yaptığımız tanıma göre bugün Suriye’d e bir iç savaş yaşandığı söylenebilir. Ancak Suriye hükümetine göre yaşananlar ülke içindeki teröristlerle mücadeleden ibarettir. Bu güncel örnekte gördüğümüz tanımlama sorunu yaygın bir gerçekliktir. Genel olarak tanımında ortak bir fikir birliğine varılmasa da, Amerikan İç Savaşı (1861-1865), Franco rejimi ile sonlanan İspanya İç Savaşı (1936-1939) temel iç savaş örnekleri olarak literatürde yerini almıştır.

açıklama olmayabilir. 1950’lerden sonra süregelen tartışma ve çatışma nüveleri, sürecin sonunda ardı ardına gelen patlamalar olarak vuku bulmuştur. Çatışma kültürünün yaygınlaşması, ‘isyan’ pratiğinin genişleyerek ve derinleşerek ilgili ülkelere nüfuz etmesi iç savaşı tetikleyen önemli bir güç olmuştur. Bu silsileyi takip eden güvensiz ortam, ekonomik çöküş, açılan sosyal yaralar, siyasal istikrarsızlık iç savaşları körüklemiştir. Bahsedilen bu iç savaşlar iki-kutuplu dünyanın dengeleyici müdahalelerinden sıyrılarak Soğuk Savaş sonrasındaki anarşik yapıda kendilerine varoluş alanları bulmuşlardır.

“Soğuk Savaş”ın sonlanması ile iç savaşların uluslararası siyasette arttığı genel kabul görmüş bir gerçektir. Yalta’d an Malta’ya uzanan soğuk savaş sürecinde bastırılan, kontrol altına alınan, ya da yayılması engellenen birçok potansiyel riskli çatışma mevcut idi. Berlin duvarının yıkılması ile var olan ideolojik savaşın sona ermesi, büyük bir siyasal sorunsalı da beraberinde getirmiştir. Bu durum, etnik ve dini kimliklerin tek bir ulus devlet yapısı altında harmanlanamadığı birçok ülkeyi derinden sarsmış, Yugoslavya’d an Rus Steplerine ve dünyanın birçok bölgesine kadar kadar geniş bir coğrafyada iç savaşların yaşanmasına sebep olmuştur.

İkinci Dünya savaşı sonrası kurulan düzende, Birleşmiş Milletler’in savaşları ve iç çatışmaları engellemesi düşünülmüştü. BM sistemi aslında başta Asya ve Afrika ülkeleri olmak üzere sömürgeci sistemden kurtulma sistemini tetiklemiştir. Ama o zamandan bugüne kadar sadece 4 günde bir dünya tarihinde önemli bir iç savaşın veya çatışmanın yaşandığını göstermiştir. Özellikle 1945 sonrası dönemde ideolojik fikirlerin belirlediği yüzlerce iç savaş yaşanmıştır. Bugünde bu süreç devam etmektedir. BM sisteminde bir temel değişikliğe gidilmediği sürece de bu devam edecek gibi gözüküyor. Ulus devletlerin en korktuğu şey iç savaş tehlikesidir. Türkiye de iç savaş tehlikesini yaşamış ve son 35 yılda da PKK terörü ile fiilen bir iç savaş yaşamaktadır. Şu ana kadar da bu tehlike geçmiş değildir; aksine bölgedeki ve dünyadaki gelişmeler çerçevesinde daha da güçlenmektedir. 40.000 den fazla insanını 30 yılda kaybeden bir ülke olarak Türkiye fiilen bir iç savaş yaşamaktadır. Yukarıda belirtilen taraflardan birinin ‘’d evlet olması’’ gerektiği zaten bu tanıma uymaktadır.

Diğer bir yandan bu kanlı iç savaşların nedeni olarak sistemsel değişikliği göstermek yeterli bir

Bugün Arap Baharı ile şekillenen Orta Doğu coğrafyası da yeni bir iç savaş dalgası ile sarsılıyor.


Bu çerçevede ne BM ne de NATO bir anlamda Ortadoğu’d an Afganistan’a , Afrika’d an Orta Asya’ya kadar görülen tüm iç savaş ve benzeri çatışmalardaki sorunları çözmeye yönelik bir tutum sergilememişlerdir. Uluslararası hukukun dış müdahalelere karşı muhafaza ettiği egemenlik hakları, iç çatışmalar ile yıpranıyor. Geçen yüzyıllar, modern devletin bir gerçeği olan iç savaş tehlikesini bertaraf etmekten uzak gözüküyor. Sonuç olarak, ulus devletlerin ‘’çıkarları’’ vardır ve bu çıkarlar dönemsel olarak farklılıklar içerebilir.

21. yüzyılda ulus devletler uluslararası aktörler olarak sistemi belirlemeye devam edeceklerdir; bununla birlikte iç savaşlar ve benzeri olaylar da devam edecektir. İç ve dış faktörlerin doğrudan ve dolaylı etkili olduğu anlaşmazlıklar daha da artacak gibidir. Lord Palmerston’un 19. yüzyılda söylediği paradigma ise halen devam etmektedir. Devletlerin daimi dostları veya daimi düşmanları yoktur. Devletlerin daimi çıkarları vardır ve bu çıkarlar duruma göre değişiklik gösterir. İç savaşlar da genelde bu ‘’d eğişen çıkarların’’ yansımasıdır. Bu yüzyıl çok daha farklı içerikli çatışmalara neden olacaktır. Ulus devletlere rahat yok. Uluslararası sistemdeki çalkantılar süreklilik gösterecek gibidir.

21


(tugbkara@gmail.com)

22

Tarihin on yıllarla değil, yüzyıllarla ifade ettiğimiz dönemlerinde realizmin her şeye mantıklı bir açıklaması vardı. Uluslararası ilişkilerin temel aktörleri devletlerdi. Devletlerin birbirlerinin iç işlerine karışmaması genel bir kural olarak kabul edilmişti. Anarşi olarak tanımlanan uluslararası sistem, devletlerin eşit egemenler olarak tanımlandığı ve hiçbir üstün gücün bulunmadığı belirsiz bir alandı. Bu belirsizlik içinde her zaman olası olan savaş, devletlerin kendilerini koruması gereken en büyük tehditti. Yirminci yüzyılın iki dünya savaşı da savaşın yıkıcılığını ve ne denli büyük bir tehdit olduğunu ispatlıyordu. Soğuk Savaş uluslararası düzene çift kutuplu bir yapı getirdi gerçi ama sistemin genel kurallarına köklü değişikler getiremedi. Soğuk Savaşın bitmesi uluslararası ilişkilerde birçok sona ve başlangıca neden oldu. Doğu ile Batı arasındaki köprülerin yıkılması ortak değerlerin kabul edildiği anlamına geliyordu. Küreselleşme; devlet dışı aktörlerin artan önemi, devlet güvenliğinin insan güvenliği karşısında

değer kaybetmesi, oluşan yeni tehdit algıları gibi birçok sağlam argümanla realist dünya düzenine kafa tutmaya başladı. Devletlerin artık önemini kaybettiği, sınırların ortadan kalması gerektiği bile konuşulmaya başlamışken, öyleyse yeni dünya düzenini kim sağlayacak diye sormak kaçınılmaz oluyordu. Bu noktada gözler uluslararası organizasyonlara çevrildi. Onlardan çok uluslu ve demokratik yapılarıyla tarafsız kararlar vermeleri ve dünya düzenine istikrarı getirmeleri bekleniyordu. Bu yeni dönem, Birleşmiş Milletlere başrol teklif ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan örgütün kuruluş amacı uluslararası ilişkilerin temel kurallarını belirleyerek; uluslararası barış ve güvenliği korumak, devletler arasında iyi ilişkiler geliştirmek, uluslararası problemleri işbirliği ile insan haklarına saygılı bir şekilde çözmek ve uluslararası eylemler için bir merkez oluşturmaktı. 1 Yani BM en başından beri bir kural koyucu olarak tasarlanmıştı. Ancak Soğuk Savaş dönemi boyunca veto hakları olan iki süper gücün çıkar çatışmaları yüzünden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin verimli bir şekilde çalışması mümkün olmamıştı. Soğuk Savaş’ın bitmesi BM’nin nihayet kendinden beklenen misyonu gerçekleştireceği yönünde umut vaat ediyordu. Şimdi BM’d en beklenen küreselleşme ile genişlemiş olan yeni güvenlik anlayışını benimsemesi ve bunu sağlamak için çalışması idi. Yeni güvenlik konsepti, devletin değil insanların güvenliği üzerine kuruluyordu. Bireylerin sosyal ve politik hakları, gıda, su, sağlık ve barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması uluslararası toplum tarafından korunması gereken haklar olarak görülüyordu. Bunun bir sonucu olarak da insan haklarının ihlali devletler arasında sorun yaratacak, uluslararası düzeni bozacak bir sebep olarak görülmeye başladı. Artık devletler insanlara karşı sorumlu görülüyordu ve devletlerin iç işlerinde yaşananlar dışarıyı etkiliyordu. Bu da devletlerin birbirlerinin işlerine karışmamasına dair kutsal prensibin değerini yitirmesi anlamına


geliyor ve insani müdahaleyi bir sorumluluğa dönüştürüyordu.Bu sorumluluğun gerçekleştirilmesinde bütün devletlere ve uluslararası örgütlere görev düşüyordu. Fakat bu noktada, insani müdahalenin hukuksal olup olmadığına yönelik tartışmalar başlıyordu. Devletlerin yalnızca insani sebeplerle müdahale etmeyeceği, bunu ulusal çıkarları için bir bahane olarak kullanacakları, kavramı istismar edecekleri, kendi askerlerini başka bir ülkenin insanları için feda etme haklarının olup olmadığı gibi birçok argüman söz konusuydu. 2 Yine de artık insan hakları ihlallerini görmezden gelmek mümkün değildi ve insani müdahale gerektiğinde kullanılmalıydı. Bu bir haktan öte bir sorumluluktu ve buna meşruiyet kazandıran BMGK’nin vereceği karardı. 90’lar bir yandan devletlerin uzak diyarlardaki yabancıları kurtarmak için müdahaleler tasarladıkları ama diğer yandan da Ruanda ve Srebrenitsa’d a olduğu gibi geniş çaplı katliamlara göz yumduğu bir dönem oldu. 3 90’lardan bu yana gerçekleştirilen insani müdahale örneklerine daha yakından bakıp eleştirildikleri noktalara göz atmak, insani müdahalenin ne derece uygulanabildiğini ve uluslararası toplum tarafından nerede görüldüğünü daha iyi anlamak için önemli. Ku zey I ra k ve S om a l i 1991’d e Kuzey Irak’a ve 1992’d e Somali’ye yapılan BM onaylı insani müdahaleler söz konusu ülkelerin egemenlik haklarının ihlal eden operasyonlar değildi. Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam Hüseyin’in Kürtlere uyguladığı baskılar sonucunda ortaya çıkan büyük çaptaki göçmen krizine bir çözüm olarak Amerikan, İngiliz, Fransız ve Hollanda kuvvetleri güvenli bir liman oluşturmak için Irak’a müdahale ederken bu Saddam Hüseyin’in rızasına dayanıyordu. Somali’d e ise BM kararı ile ilk uygulama Somali’nin talebi üzerine gerçekleştirilmişti. Daha sonra ABD tarafından gerçekleştirilen müdahale Somali yetkililerinin rızasına dayanmıyordu çünkü o sırada Somali’d e bir hükümet mevcut değildi. 4 Sonuç olarak bu iki örnek meşru ve haklı operasyonlar olarak görülebilir. Ru a n d a Ruanda’ya Temmuz 1994’te Fransızlar tarafından gerçekleştirilen müdahaleyi ise bir istismar örneği olarak görmek mümkün. Çünkü iç savaş sırasında katliamlar nisan ayında başlamış ve bu süre içinde

800,000 insan hayatını kaybetmişti. Fransızların müdahale etmek için bu kadar beklemesi ve müdahalenin çok küçük çapta kalması Fransızların asıl amacının insani yardım değil milli çıkarlarını korumak olduğu yönündeki eleştirileri haklı çıkarıyordu. 5 Yüz binlerce insanın ölümüne karşı uluslararası toplumun zamanında harekete geçmemesi ve Fransa’nın insani müdahale kavramını suistimal etmesi, kavrama olan güvenin azalmasına sebep oldu. Kosova NATO’nun 1999’d a Kosova’ya müdahalesi insani gerekçelerle egemen bir devlete, söz konusu devletin rızası alınmadan gerçekleştirilen ilk müdahale olması bakımından önemlidir. NATO bu müdahaleyi bir süredir iç karışıklıklar içinde olan Yugoslavya’d a Sırpların Arnavutlara uyguladığı etnik temizliği ve insanlığa karşı işlenen suçları durdurmak için gerçekleştirdiğini söylemişti. Rusya’nın bu yöndeki kararı veto edeceğini söylemesi üzerine BMGK kararı olmadan müdahalede bulunan NATO, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için bu müdahalenin şart olduğunu ve bu açıdan BM tüzüğüne uygun olarak hareket ettiğini söylemişti. Birleşmiş Milletler de onay vermemiş olmasına rağmen, NATO aleyhine yapılan suçlamalarda onu suçlu bulmayarak ve kınamayarak bir bakıma müdahaleye meşruiyet kazandırmış oldu. Kosova müdahalesi de, NATO’nun tek amacının insani yardım olmadığı ve kendi çıkarlarını ön planda tuttuğu iddiasıyla eleştirildi. Ayrıca müdahalelerin bundan sonra BM onayı alınmadan, keyfi biçimde yapılabileceğine dair korku yarattı. Afga n i sta n 11 Eylül’d en sonra Amerika’nın Afganistan’a yapmış olduğu müdahale aslında meşru müdafaa olmasına rağmen, Amerikan başkanı insani gerekçeler de belirtmeden edememişti. Bir yandan düşmanlarının peşine düşerken diğer yandan ezilmiş Afgan halkına yemek ve ilaç da getirecekti cömert Amerika. Geçen onca yıl boyunca bütün dünyanın şahit olduğu üzere, bırakın Afganlara insani yardımda bulunmak, Amerikan askeri ve stratejik çıkarlarının yanında Afganların güvenliği ikinci konumda kaldı. 6 Burada altı çizilmesi gereken şey; Amerika’nın

23


insani müdahale kavramını Afganistan’a karşı açtığı savaşı meşrulaştırmak için bir bahane olarak kullanmış olduğudur. I ra k 2003’te Irak Savaşına başlanmasının sebebi şu bir türlü bulunamayan kitle imha silahlarının kullanılmasını engellemekti. ABD, İngiltere ve Avusturya’nın amaçları “insani” idi. Fakat bu amaç zaman geçtikçe Saddam Hüseyin’i devirmek oldu. Irak örneği, insani müdahale kavramını derinden sarstı. Kavram adeta büyük devletlerin kendi politikalarını uygularken kullandıkları bir bahaneye dönüştü ve kavramın uygulanabilirliğine yönelik şüpheler derinleşti.

24

Da rfu r 2003’te, iç karışıklıklar yaşayan Sudan hükümeti, Darfur’d a katliamlara başladı. 250 000’d en fazla insan öldü, 2 milyondan fazla insan evlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Bütün bunlar gerçekleşirken dünya barışı sağlamak için bölgeye Afrika Birliği’nin doğru düzgün finanse edilmemiş, düşük kapasiteli barış güçlerini göndermekle yetinmişti. BM bölgede etkili olabilecek barış güçlerini bölgeye göndermek için, ısrarla Sudan hükümetinin rızasını almayı bekledi. Kullanılacak kuvvetin boyutu ile ilgili yoğun diplomatik görüşmeler yapıldıktan sonra ancak 2007’d e söz konusu kuvvet bölgeye gönderildi. 7 Sudan hükümetinin Batılı güçlere karşı tepkili olmasının daha büyük sonuçlar doğurabileceği için bölgeye kuvvet gönderilmemesinde etkili olduğu söylenebilir. Ancak daha da önemlisi dünyanın insani müdahale kavramının meşruluğuna artık şüpheyle bakıyor olmasıydı, BM Sudan hükümetinin rızasını almakta bu yüzden ısrarcıydı. Bunun yanında, BMGK’nin değişik büyük güçlerinin değişik çıkarları vardı bölgede ve durumu olduğu gibi bırakmak onların yararınaydı. 8

İnsani Müdahale kavramının serüvenine özetle bakmak, olumlu bir sonuca varmayı imkansızlaştırıyor ne yazık ki. Oysa devletlerin sadece kendi çıkarlarını düşünen aktörler olmadıklarını, dünyaya barış getirmek için ellerini taşın altına koyabileceklerini düşünmek umut vaat ediyordu. Başından beri kuşkulu bakılan insani müdahale, Afganistan ve Irak savaşlarına kadar az ya da çok destekçi buluyor ve insanları kurtarmaya devam edebiliyordu. Maalesef bugün, kavramın ABD’nin başını çektiği büyük güçlerin, güçsüz devletlerin egemenlik haklarını kendi çıkarları için ihlal ederken kullandıkları bir bahaneden ibaret olduğu düşünülüyor. Bu anlayış, Darfur’d a dünyaya on yıldan sonra bir Ruanda daha yaşattı. Soğuk Savaş’tan sonra Birleşmiş Milletlerin kazandığı yeni rol, insani müdahale kavramıyla yakından ilgiliydi. BM artık gerekli gördüğü durumlarda ülkeler arasında barışı inşa edecek, gerekiyorsa barışı zorla getirecek; ama bir şekilde dünyada düzeni ve insanlar için güvenliği sağlayabilecekti. Bugün gelinen noktada insani müdahale kavramının değer yitirmesiyle BM’ye duyulan güvenin azalması doğru orantılıdır. Hem BM hem de NATO yaptıkları onca konsept değişikliğine ve açılıma rağmen, büyük devletlerin, özellikle ABD’nin, yönettiği, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullandığı araçlar olarak görülüyor. Bu konumdan çıkmaları, yalnızca uluslararası imajları için değil, küreselleşme ile kurulan uluslararası toplum ve onun değerleri için çok önemli. Sonuç olarak, bugüne kadar insan hakları ve barış adına üretilmiş, en çok umut vadeden kavramdı insani müdahale. Dünya düzenini, insan haklarını korumak, dünyayı bencil devletlerin oyun alanı olmaktan kurtarmak için bu kavrama ve bunu tarafsız ve etkili bir şekilde uygulayacağına güvendiğimiz bir Birleşmiş Milletlere hepimizin insanlık adına ihtiyacı var.

Refera n sl a r 1. Taylor P., & Curtis D. (2011). The United Nations. In Baylis J., & Smith. S.,& Owens P. (Eds.), The Globalization of World Politics An Introduction to International Politics, (s. 312). New York: Oxford University Press. 2. Bellamy A.J.,& Wheeler N.J. (2011). Humanitarian Intervention in World Politics. In Baylis J., & Smith. S.,& Owens P. (Eds.), The Globalization of World Politics An Introduction to International Politics, (s. 514-515). New York: Oxford University Press. 3. a.g.e. s: 515 4. Taylor P., & Curtis D., a.g.e., s:320-321 5. Bellamy A.J.,& Wheeler N.J, a.g.e, s:515-516 6. a.g.e. s:518 7. a.g.e. s:520 8. gös.yer.


(ipeksayin6@gmail.com) Soğuk Savaş döneminin kaçınılmaz bir biçimde sonlanışı ve Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci, 90’lı yıllara ait yeni dünya düzeninin belirginleşme döneminin ilk sinyalleriydi. Ekonomik sıkıntılar, etnik problemler ve belki de kültürel-sosyal farklılıklar o zamana kadar bir şekilde bir arada yaşamayı başarabilmiş toplulukları karşı karşıya getirecek ve aynı yüzyıl içerisinde iki büyük savaşa tanık olmuş dünya devletleri bu kez bölgesel; ama bir o kadar da yıkıcı ve yok edici savaşlarla karşı karşıya kalacaktı.

bölgelerinde kontrolü ele geçirmeyi hedeflediler. 2 Haber bülteninde savaşın başladığını ilk duyuran kişilerden biri olan Senad Hadzifejzoviç, durumu şu şekilde ifade ediyor: “1992 yılının 1 Mart-2 Nisan arasındaki dönemini çok net olarak hatırlıyorum. O günlerde sürekli olarak ‘savaş olacak’ diyorduk. 2 Nisan 1992’d e haber bültenine şöyle başladım: ‘İyi akşamlar. İşte savaş başladı.’ Bu bir gazetecinin dünyada kurabileceği en korkunç cümlelerden biri. Herkes savaşın başlayacağını biliyordu.” 3

Yugoslavya’nın Josip Broz Tito döneminde oluşturulan federatif yapısı ve farklı etnik grupların uyum içinde yaşayabildiği ortamın kaybedilmeye başlanması: Doğu Avrupa’d a çıkabilecek olan iç savaşların fitilinin ateşlenmesi demekti. Slovenya’nın ayrılışıyla başlayan süreç nispeten sorunsuz gözükse de, sıra Bosna-Hersek’e geldiğinde uyum ve kardeşlik görüntüleri maziye gömüldü; yerini kaos ve katliamlara bıraktı.

Savaşın patlak vermesinin ardından, Slobodan Milošević kontrolündeki Sırp militanlar özellikle Bosna’nın doğusunda, olabildiğince baskı ve şiddet içeren uygulamalarını arttırarak devam ettirmeye başladılar. Sivillere yönelik saldırıları belirli uygulamaları içinde barındırıyordu. Tipik saldırılar Bosnalı sivillerin evlerinin yakılmasıyla başlıyor; birçoğunun ölümüyle sonuçlanıyordu. Sağ kalan nüfusun erkek çoğunluğu ise ele geçirilip gözaltına alınmaktaydı. 4

Slovenya ve Hırvatistan’ın ardından, 1 Mart 1992 tarihinde Bosna-Hersek de Yugoslavya’d an ayrıldığını ilan etmiş oldu. Sürecin hemen öncesinde -29 Şubat 1992’d e- gerçekleştirilmiş olan referandum Hırvat ve Boşnaklar tarafından neredeyse yüzde yüze yakın bir oranla kabul edilmesine rağmen; Sırplar tarafından kesin bir boykota uğramıştı. 1 Boykot sonrasında Sırp tarafının tepkilerinin ve karşıt grupların iç savaşı doğuracağı su götürmez bir gerçek haline geldi. 1992 yılında, savaşın patlak vermesinin hemen öncesinde Bosna üç etnik/milli politik parti etrafında bölünmüştü: Müslüman Demokratik Hareket Partisi (SDA), Sırp Demokratik Partisi (SDS) ve Hırvat Demokratik Birliği (HDZ). Üç parti de Bosna-Hersek’in geleceği ile ilgili farklı vizyonlara sahipti. Bosnalı Müslümanların (Boşnakların) sayıca göreceli çoğunluğu, Bosnalı Sırp ve Hırvat toplumları arasında bunun politik üstünlüğe yol açacağı kaygısını doğuruyordu. Bu yüzden Bosnalı Sırplar, Sırp yoğunluklu yerleşim

Zaman içerisinde karışıklık ve savaş Sırplar ve Bosnalılar ile sınırlı kalmadı ve iyiden iyiye Hırvat topluluğuna da sıçradı. Bu yüzden, Hırvatların da dahil olduğu bu dönemi savaşın bir diğer bölümü olarak ele almamız mümkün. İç savaşın bu bölümü 23 Şubat 1994’te sona erdi ve aynı yılın 18 Mart’ında, taraflar arasında Washington Antlaşması imzalandı. 1994 yılına gelindiğinde, Bosna’d a problemin bir kısmı halledilmişti; fakat Sırpların saldırıları ve bu saldırıların neden olduğu yıkımlar halen devam etmekteydi. Özellikle Sırpların, Birleşmiş Milletler’in yürüttüğü faaliyetlere yönelik tehdit içeren hareketlerinden sonra NATO’nun rolü daha aktif bir hal almaya başladı. 5 Bu koşullar, Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün 1992 yılının ilk aylarından itibaren devam ettirdiği çalışmaları da kuvvetlendirmekteydi. Özellikle, 1994 yılının sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri’nin

25


Bosna’ya yönelik silah ambargosunu kaldırması ve NATO’nun iki adet Amerikan F-16’sını kullanarak Sırpların askeri yönetim karakolunu bombalaması, uluslararası kamuoyunun değişen rolünü açıkça göz önüne sermektedir. 6 1995 yılına gelindiğinde savaşın en kanlı yılı da başlamış oldu. Bu yılı, herkes tarafından az çok bilinen Srebrenista Katliamı ile özdeşleştirmek mümkündür. Srebrenista Katliamı, 1995’in Temmuz ayında Bosna-Hersek’in Srebrenista kentinde, Sırp general Ratko Mladiç’in kontrolünde gerçekleştirildi. Katliam esnasında sekiz binden fazla erkek öldürüldü, çok sayıda çocuk ve kadının

uluslararası camianın eylemleri katilleri cesaretlendirmiş, onlara yardım etmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır. Srebrenista’nın düşmesi, gerçekte olması gereken bir durum değildi. Binlerce iskeletin Doğu Bosna’d a oraya buraya saçılmasına hiç gerek yoktu. Binlerce Müslüman Bosnalı çocuğun Sırplar tarafından boğazlanmış babalarının, dedelerinin, amcalarının ve kardeşlerinin hikayesi ile büyümesine hiç gerek yoktu.” 8 İç savaş, 1995’in sonlarında başlayan Dayton barış görüşmelerinin ardından 14 Aralık 1995’te Dayton Antlaşması’nın Sırp, Hırvat ve Boşnaklar tarafından

26

da aynı akıbete maruz kaldığı, yakın dönemde ortaya çıkan belgelerle de kanıtlandı. Katliam, Birleşmiş Milletler tarafından İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın gördüğü en büyük insan kıyımı olarak tanımlandı ve aynı şekilde hukuksal olarak da belgelenmiş oldu. 7 Srebrenista çevresindeki toplu mezarları ortaya çıkaran gazeteci David Rohde, konuyla ilgili fikirlerini şu şekilde belirtmişti: “Uluslararası camia taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsızlandırmış; ve sonra da onları en azgın düşmanlarına teslim etmiştir. Srebrenista, uluslararası camianın felaketin uzağında durduğu bir durum değildir. Aksine,

imzalanmasıyla son buldu. En azından resmi tarihin bize anlattığı ve öğrettiği tam olarak buydu. Aslına bakılırsa, Bosnalılar için savaşın ve katliamların gerçek yıkımları bu dönemden sonra daha da vurucu olmaya başladı. Özellikle de bunca şiddete maruz kalan ve ömür boyu bu anılarla yaşamak zorunda bırakılan insanlar için; çünkü o yıllarda Bosna’d a yapılanlar sadece o dönemi değil, bir toplumun geleceğini de yok etmeye yönelikti. 9 Yoksa, yaşları 11 ile 60 arasında değişen 20 ile 50 bin kadına, toplama kamplarında sistematik bir biçimde edilen tecavüzleri nasıl açıklayabiliriz? Ya da bu sistematik tecavüzlerin en önde gelen


gerekçelerinden birinin tecavüze uğrayan kadınları hamile bırakarak Boşnak neslinin yok edilmesinin amaçlandığını? Bu denli büyük bir sosyal travmanın etkileri, barış antlaşmaları veyahut çizilen yeni sınırlar ile koskoca bir toplumun zihninden silinebilir mi? Bu sorular olaya ilişkin aklımıza gelebilecek ilk örnekler. Maalesef ki, Bosna toplumunun yaşadıkları bu travmayla sınırlı kalmamış durumda. Yukarda bahsettiğim sistematik tecavüz dalgası maalesef bir ölçüde sonuç verdi. Ve şu an ‘savaş çocukları’ diye nitelenen bir nesil meydana gelmiş oldu. Bu çocukların bir kısmı doğumlarından itibaren terk edilmiş veya öldürülmüş durumda. Hayatta kalmış olanların durumu ise hiç iç açıcı değil. 10 Birçoğu çocuk istismarının tam ortasında kalarak hayatını devam ettirmeye çalışıyor; bunun bir toplum için ne kadar sağlıklı ve mümkün olduğu kesinlikle tartışılması gereken bir mesele. Fakat asıl önemli noktalardan biri, işlenen bu büyük suçların doğru düzgün hiçbir cezaya çarptırılmamış olması. Avrupa’nın ortasında, tüm dünyanın gözü önünde olan biten bunca şeyden

sonra, “Barış geldi, sorunlar çözüldü.” sloganı devreye girmiş olsa da, büyük psikolojik çöküntülere maruz kalmış olan Bosna toplumu halen daha kendini toparlamaya ve ‘sağlıklı’ bir toplum inşa etmeye çabalıyor. Katliamların izlerinin silinmesi Çok uzağa gitmemize gerek önce Bosna’d a yeni bir toplu an bile yaklaşık 10 bin ulaşılamamış durumda. 11

de bir o kadar güç. yok: bundan 2 yıl mezar bulundu. Şu savaş kurbanına

Anlaşılan o ki toplumsal yaralar, devletler veya uluslararası örgütler “Kapandı, bitti, artık rahatsınız.” dediği anda kapanmıyor. Hatta tam aksine, her gelişme, ortaya atılan her yeni iddia yıkımlara bir yenisini ekliyor. Siyasi çıkarların toplumların kaderine yön vermesi alışılageldik ve hatta kaçınılmaz bir olgu; ama bu durum tüm olan bitenin bir anda unutulup affedilebileceği şeklinde yorumlanmamalı.

Refera n sl a r 1. Mehmet Dalar, “DAYTON BARIŞ ANTLAŞMASI VE BOSNA-HERSEK’ İN GELECEĞİ”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 16/2008, s.95. 2. Dilek Latif, “Etnik Çatışma Sonrası Barış İnşası Ne Kadar Mümkün? Dayton Sonrası Bosna ve Hersek”, Kıbrıs Yazıları, Sayı 3 / Yaz-Güz 2006, s.129. 3. Bosna-Hersek: Avrupa’nın Ortasındaki “Barut Fıçısı”, (1 Mart 2012), http://tr.euronews.com/2012/03/01/bosna-hersek-avrupanin-ortasindaki-barut-ficisi/ (Erişim Tarihi: 17 Ekim 2012) 4.” ICTY: Blagovic and Jokic judgement”, (t.y.), http://www.icty.org/x/cases/stankovic/cis/en/cis_jankovic_stankovic_en.pdf (Erişim Tarihi: 17 Ekim 2012) 5. Economides, Spyros & Taylor, Paul(2007)."Former Yugoslavia". In Mats Berdal & Spyro Economides(Eds.), United Nations Interventionism, 1991–2004, p.89. New York: Cambridge University Press. 6. “Report A/54/549, Report of the Secretary-General pursuant to General Assembly resolution 53/35: The fall of Srebrenica”,(t.y.) http://daccess-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N99/348/76/IMG/N9934876.pdf?OpenElement, (Erişim Tarihi 16 Ekim 2012) 7. “Decision Enacting the Law on the Center for the Srebrenica-Potocari Memorial and Cemetery for the Victims of the 1995 Genocide”, (25 Haziran 2007) http://www.ohr.int/print/?content_id=40028, (Erişim Tarihi: 12 Ekim 2012) 8. David Rohde, “Son Oyun”, s. 351,353. 9. Gözde Demirel, ‘’Soykırımdan sonra çocuk pornosu”, (12 Ekim 2011) http://www.ntvmsnbc.com/id/25287973/ (Erişim Tarihi: 15 Ekim 2012) 10. gös.yer. 11. ‘’Bosna’d a yeni toplu mezar bulundu’’, (6 Aralık 2010), http://www.hurriyet.com.tr/dunya/16463307.asp, (Erişim Tarihi: 15 Ekim 2012)

27


(sabrican.sarak@gmail.com)

28

Sömürgeci Batı dünyasının Afrika’d a sorumlu olduğu iç savaşlardan sadece birine ev sahipliği yapan Ruanda, sömürge yönetiminden aldığı miras nedeniyle özgürlüğün bedelini milyonlarca vatandaşının katledilmesi ve komşu ülkelere mülteci olarak göçmesiyle oldukça kanlı ve acılı bir şekilde ödemiştir. Olayın daha trajikomik tarafıysa, Batı medyası tarafından tüm yaşananların sadece iki farklı ırk arasında geçen etnik çatışma olarak addedilerek, etnik temizliklere seyirci kalınması; ve mevcut etnik ayrışmanın asıl sorumluları olan “böl ve yönet” mantığını sonuna kadar kullanmış Batılı sömürgeci devletlerin görmezden gelinmesiydi. Bu nedenle iç savaş sırasında yaşanan soykırımın suçu ülkenin çoğunluk etnik grubu olan Hutuların üzerine atılmış olarak görülse de, Ruanda tarihinde çıkılacak kısa bir yolculuk hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığının farkına varmamızı sağlayıp, bugün dahi devam eden gerginliğin asıl sebeplerini bize açık bir şekilde gösterebilir.

Ta ri h sel a rka pl a n Ülke nüfusunun %90’ına yakınını oluşturan Hutular ile azınlık olmalarına rağmen taşıdıkları tarihsel statüden kaynaklı olarak yönetici sınıfa mensup Tutsiler arasındaki etnik sorun en büyük etken olmuştur. Ancak ülke tarihinde, bağımsızlığın ilanına kadar bazı isyanlar dışında büyük çaplı etnik çatışmalar çıkmamıştır. 1 18841885 tarihlerinde yapılan Berlin Konferansı’nda Avrupalı devletler Afrika’nın taksimini görüşmüş ve yapılan görüşmeler sonucunda Ruanda, Almanya İmparatorluğu’na bırakılmıştı. Ülkede o devirde azınlık olan Tutsi kralın hâkimiyeti bulunsa da, Almanlar etnik ayrışmayı körükleyecek bir davranışta bulunmayarak vergileri her iki etnik gruptan da eşit şekilde toplamış; ve herhangi bir çatışma yaşanmasına izin vermemişti. Yine de, Almanların yönetimdeki Tutsilerle işbirliği yaparak ülkeyi yönetmesi, Hutulardaki anti-Tutsi fikirlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. 2 Ruanda’d a suyu ısıtan en önemli gelişmeler, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanların yerine yönetimi eline alan Belçikalılar devrinde yaşandı. 1926’d a atadığı valiyle Ruanda iç işlerinde oldukça etkin bir konuma gelen Belçika, idareyi elde tutmak için uyguladığı sömürgecilik tarihinin en klasik taktiklerinden biri olan “böl ve yönet” senaryosunu yeniden tarih sahnesine koyarak, sosyal hayatın her alanında azınlık olan Tutsilere ayrıcalıklar tanıma amaçlı reformlar yaptı. Ülkede ırk kavramını yaygınlaştıran Belçika, Tutsi-Hutu ayrımını Ruanda tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir biçimde sistemli olarak uygulamaya başladı. 3 Bu uygulamalarla geçmişte ırklar


arası toplumsal düzeni sağlayan zayıf bağlar koparılarak gelecekte yaşanacak çatışmalara ortam hazırlandı. Örneğin; taşrada üç kademeli olan toprak şefliğinin çoğunluğu Tutsilerden oluşan merkezi şefliklerde toplanması, Hutularla Tutsiler arasındaki ekonomik uçurumun daha da büyümesine sebep oldu. 4 Hutulardan alınan yüksek vergiler ise onların aristokrat bir sınıf haline getirilen Tutsiler karşısında daha da fakirleşmesine yol açarken aynı zamanda Tutsilere olan nefretini de arttırmaktaydı. Ancak gelecekteki çatışmaların ve iç savaşın temeli elbette eğitimle atılacaktı. Bu doğrultuda eğitim sistemi, Tutsilere öncelik tanınacak bir şekilde yeniden düzenlendi. Tutsilere, onların siyah derili Avrupalı oldukları ve Hutulardan daha üstün bir ırk oldukları düşünceleri benimsetilerek zamanla toplumsal dinamikler değiştirildi. Tutsilerin sosyal statüleri ve ayrıcalıkları karşısında onlardan koşulsuz nefret eden Hutular ve onlardan korkup baskı altında tutulmaları gerektiğini hisseden Tutsiler şeklinde kırmızı çizgilerle ayrılmış bir etnik tablo ortaya çıktı. 5 1933’te yapılan nüfus sayımları ve ırka göre verilen nüfus cüzdanları, uzun süredir sosyal alanda var olan Hutu-Tutsi ayrımını kesin bir biçimde ırksal ayrıma dönüştürdü. Ülkenin nüfus yapısı belirlenirken kişilerin Tutsi mi Hutu mu olduğu ilginç yöntemlerle belirlenmekteydi. Söz gelimi, bazı Hutular (dış görünüş olarak olmasa da) mal varlıkları ile Tutsiler ile benzerlik gösterdikleri için başka bir sınıflandırma yöntemi kabul edildi. Bu yönteme göre şayet bir kişi on ya da daha fazla büyük baş hayvana sahip ise o kişi aristokrat bir Tutsi olarak kabul edilmekteydi. 6 İkinci Dünya Savaşı sıralarında tüm Afrika’d a hızla yayılan sömürgeci karşıtı Afrika milliyetçisi hareketlerin etkisi Ruanda’ya da sıçradı. Bunun üzerine, 1950’lerden itibaren BM’nin sömürgelerde özgürleştirici uygulamaları desteklemesiyle siyasi ve sosyal haklar elde eden Hutular, ülkedeki toplumsal dengeyi tekrar değiştirdi. Belçika’nın 1960’ta ülkenin kontrolünü kaybederek yönetimden çekilmesini takiben Hutuların Tutsilere yönelik şiddet olayları arttı; ve bu durum Tutsilerin komşu ülkelere göç etmesine sebep oldu. Kurulan bağımsız ve demokratik cumhuriyetle çoğunluklarını yıllar sonra iktidara taşıyan Hutular, Belçika devrinde yapılan uygulamaları terse

çevirerek Tutsiler üzerindeki baskıyı arttırıp onları sosyal hayattan soyutlama yoluna gittiler. Örneğin, Tutsiler eğitimden mahrum bırakılarak ticari haklarının büyük bir kısmını Hutulara devretmek zorunda bırakıldılar. Bu durum, Ruanda’nın komşularıyla olan sınırlarının güvenliğini sağlamakta zorlanmasına sebep oldu; çünkü göç etmek zorunda kalan Tutsiler, zaman zaman misilleme olarak Hutu köylerini basıp tekrar geri çekilmekteydiler. Bu davranış sadece iki ırk arasındaki gerginliği ve ülkedeki Tutsilere olan baskıyı arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Baskılar ve Hutu yönetimine olan isyanlar sonucu yaşanan katliamlar, 1959-1964 yılları arasında komşu ülkelere göç eden Tutsi sayısının 336,000’i bulmasına neden oldu. Ancak iki ırk arasındaki sorunlar sadece Ruanda’yla sınırlı kalmayıp komşu ülke Burundi’ye de sıçramıştı. Artan gerilim sonucu 1972’d e Burundi’d e yaşayan Tutsiler 200,000 Hutu’yu katletti. 7 Bugünkü Ruanda, o zaman da büyük bir Hutu çoğunluğunun yanında azınlık durumunda kalan Tutsilerden oluşmaktaydı. 1970-1980 yılları arasında ülkede darbeci General Habyarimana tarafından kurulan totaliter rejimde, Tutsilere uygulanan baskı ve etnik ayrımcılık devam etmesine karşın etnik çatışmalar, kahve fiyatlarının da artmasıyla ekonomik gelişmelere paralel olarak durdu. Ancak 1986 yılından itibaren ülkenin önemli ihraç kaynaklarının fiyatı dünya pazarlarında düşünce ekonomik refahla artan nüfus, 1990’d a cunta iktidarını devirerek siyasi karışıklıkların yeniden çıkmasına sebep oldu. İ ç sa va ş ve soykı rı m Ruanda’d a bağımsızlık sonrası birçok Tutsi’nin göç etmesine veya sürgün edilmesine yol açan Tutsi karşıtı olaylar, Uganda’nın güneyinde eğitim görüp büyüyen ancak anavatanlarını hiçbir zaman görmeyen Tutsiler yarattı. Ruanda Yurtseverler Cephesi’ni (Front Patriotique Rwandais - FPR) kuran Ugandalı Tutsilerin finansmanlığını dünyanın dört bir yanına dağılmış Tutsi diasporası sağlamaktaydı. Başkent Kigali’d eki yönetimi devirmek için uygun zamanı bekleyen FPR milisleri, Ekim 1990’d a Ruanda sınırını geçerek iç savaşı resmen başlattı. 8 Tutsilerin geçmişin intikamı için yaptıkları katliamlar, iktidarı devirmeyi başaramadığı gibi Hutulardaki nefreti

29


30

yeniden su yüzüne çıkararak Hutuların da Tutsileri, bu sefer toplu olarak, katletmeye başlamasına yol açtı. Ancak başkent ve ülkenin diğer bölgeleri siyasi çalkantılar yaşarken, ülkenin kuzeyindeki iç savaş sınırlı bir şekilde devam etmekteydi. Zaman zaman iç savaş bölgelerindeki katliamları gerekçe göstererek küçük çapta katliam yapan Tutsilere dahi hükümet tarafından yaptırım uygulanmayınca iç savaşın alanı yavaş yavaş genişlemeye başladı. 9 FPR saldırıları ve ülkenin muhtelif yerlerindeki Hutu-Tutsi karşılıklı katliamlarına rağmen, başkentin siyasi ve ekonomik ortamı ülkenin topyekûn iç savaşın ortasında kalmasını bir süre erteledi. Kurulan iktidarın destekçilerinden biri olan ırkçı Hutu partisi, Cumhuriyetin Savunulması İçin Koalisyon (CDR) adında iskeletini Fransa’d a eğitim görmüş milislerin oluşturduğu kuvveti, FPR karşısında kullanmaya başladı. CDR’nin de çeşitli olaylara karışmasıyla Ruanda hükümeti ile FPR arasındaki ağır aksak ilerleyen görüşmeler zarar gördü; ve iç savaş yeniden alevlendi. Taraflar arasında yapılan bir antlaşmaya uygun olarak 5 Ekim 1993’te Birleşmiş Milletler’in 872 sayılı kararıyla “BM Ruanda’ya Yardım Gücü” kuruldu; ve BM, Ruanda’d a aktif rol almaya başladı. 10 Şu zamana kadar yaşananlar sadece Avrupalıların neden olduğu bir etnik ayrımın sebebi olsa da, Ruanda’nın yaşayacağı asıl dram, 6 Nisan 1994’te başbakan Habyarimana’nın bulunduğu uçağın başkent Kigali yakınlarında saldırıya uğrayıp yere çakılmasıyla başlayacaktı. Öldürülmesinden sadece üç gün önce Tutsilere uygulanan yaptırımları kısmen kaldırmaya dair antlaşmayı imzalamış olması da aşırı milliyetçi Hutular tarafından hoş karşılanmamıştı. 11 Uzun süredir ülke yönetiminde bulunan ve Hutuların bağlılığına ölümünden sonra bile sahip olan Habyarimana’nın öldürülmesi, ülkede iç savaşı bitirmek için sağlanmaya çalışılan huzur ve güven ortamını yerle bir etti. CDR’nin organize ettiği, Tutsilere yönelik başlatılan soykırımdan, katliamlara engel olmak isteyen Hutular ile ılımlı görüşlere sahip Hutular da nasibini aldı. Dünya tarihinde bir “insanlığın öldüğü an” daha vuku bulmuştu. İnsanlar, sırf etnik kimliği için uzun süre beraber yaşadığı komşusunu bile öldürmekteydi. Bu toplu katliam günlerine dair ilginç bir bilgi ise, mermilerin pahalılığıyla ilgiliydi. Varlıklı Tutsiler, daha acısız

bir ölüm için mermi parasını ödeyip öyle katlediliyorlardı. 12 6 Nisan’d a başlayan ve Haziran’a kadar süren soykırımda 800,000-850,000 civarı insan katledildi. 13 Soykırımın başlıca sorumluları Ruanda yönetimi ve onlarla işbirliği yapan yerel otoritelerle milis kuvvetleri olarak görülmektedir. Ancak, bu soykırımın sebepleri arasında kökleşmiş bir ırksal nefret ve düzenlenen katliamlar sonrası zengin Tutsilerin mallarına el koyma isteği de sayılabilmektedir. Bunun yan sıra, öldürmeyi reddeden Hutular, fanatik Hutular tarafından “işbirlikçi” olarak addedilerek öldürülmemek için katliama katılmıştır. 14 G ü n ü m ü zd eki d u ru m 6 Nisan’d a 25,000 kadar oldukları tahmin edilen FPR milislerinin 15 bir ay sonra 45,000’e yükselmesi de Tutsilerin soykırımın intikamı için hızlıca sayılarını arttırabileceğini gösterdi. Soykırım bitiminde ülkede hızlıca ilerleyip katliamlara başlayan FPR’nin intikam almasından korkan Hutuların 2 milyona yakını komşu ülkelere iltica etti. 16 22 Haziran’d a BM Güvenlik Konseyi’nin verdiği yetkiyle ülkeye giren 2,500 Fransız askeriyle Ruandalılar rahat bir nefes alsalar da, iç savaşın ve soykırımın yaralarını sarmak henüz mümkün olmamıştır. Bunun yanında, Ruanda’nın komşu ülkelerle yaşadığı mülteci sorunu hala devam etmektedir. Tanzanya’d a, Kasım 1994’te Ruanda İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTR) soykırım ve savaş suçlarına bakması için BM gözetiminde kuruldu. 17 Mahkeme ilk sekiz sene içinde sadece 10 kişiyi mahkûm ederken 56 üst rütbeli askere hapis cezası verdi. Ancak, soykırımın üzerinden yıllar geçmesine rağmen, katliamda aktif rol alan yaklaşık 120 bin Hutu’nun mahkemesi halen görülmeye devam etmektedir. 18 Bu noktada, Ruanda Soykırımı’na bir de Birleşmiş Milletler penceresinden bakmak gereklidir. Yargılama sürecindeki sıkıntıların BM’ye olan güveni azalttığını bir kenara bırakırsak BM’nin sınıfta kaldığı bu soykırım nedeniyle 100 gün içerisinde 1 milyona yakın insan katledildiği unutulmamalıdır. Somali’d eki başarısız görev tahminleri aşan ölümler sonrası BM içerisinde, özellikle de FPR destekçisi ABD ile Hutu hükümeti destekçisi Fransa arasında yaşanan fikir çatışmaları 19 Ruanda’ya müdahale gündeme geldiğinde gün


yüzüne çıkmış ve BM, müdahale etmek yerine az sayıda bulunan barış gücünü de geri çekmiştir. 20 Batılı devletlerin sessiz kaldığı bu soykırımı engellemek için FPR milislerinin intikam alırcasına beklenenden hızlı ilerlemesi karşısında, Fransa’nın alelacele BM’ye aldırdığı kararla ülkeye girmesi ve katliamların bir süre daha devam etmesine izin verip sonra kökten bitirmesi de oldukça manidardır. Katliamların önlenmesinde başarılı olamaya BM, mültecilerin korunması ve ülkelerine geri getirilmeleri konusunda da başarılı olamamıştır. Mülteci kamplarında yaşanan sağlık ve beslenme sorunları nedeni ile 1994-1996 yılları arasında 150,000’d en fazla mülteci hayatlarını kaybetmiştir. 21 Yaşananların soykırımı kabul etmeme gibi trajikomik bir tarafı da vardır. Soykırımın acısı henüz tazeyken Batı medyası ve Batılı liderler “soykırım” sözcüğünü kullanmaktan özellikle kaçınarak yaşananları “kabile çatışmaları” ve “eskiden kalma etnik sürtüşme” olarak adlandırmıştır. 22 Ruanda Soykırımı’nı konu alan birçok film de beyaz perdede kendine yer bulmuştur. Bunlardan en bilineni olan Hotel Rwanda filmi, Ruanda Soykırımı döneminin sosyal portresini başarıyla

çizmesine rağmen sadece Hutuların katliam yaptığı en kanlı dönemi anlatmıştır. 23 Film bu yönüyle, izleyiciler nezdinde sadece Hutuların katliam yaptığı algısını yaratmaktadır. Senaryosu gereği, Tutsilerin misilleme olarak yaptığı katliamları göstermeyen ve bu konudan bahsetmeyen filmin, asıl sorumluların sömürgeci Belçikalılar olduğunu vurgulasa da, Ruanda’nın hala taze olan acısını duygusal ve etkileyici bir biçimde beyaz perdeye getirerek dünya kamuoyunun bu konuya daha fazla eğilmesine vesile olduğu gerçeği takdire şayandır. Sonuç olarak, uluslararası aktörlerin kendilerini ilgilendirmeyen sorunlarla ilgilenmekte gönülsüz davrandıklarına dair en iyi örnek, 20. yy’ da insanlığın utanç tablosu olan, Ruanda’d a yaşanan etnik temelli çatışmalardır. Ruanda’d a yaşanan soykırımın unutulması mümkün değildir, çünkü bu soykırım Afrika’d aki çatışmaların en önemli özelliği olan ‘şiddet’in her türlüsünü bünyesinde taşımaktadır. Diktatörlüklerin, yolsuzlukların ve adaletsizliklerin yaygın olduğu bu topraklarda maalesef kalaşnikoflar ekmekten daha ucuza satılmakta ve daha kolay bulunabilmektedir.

Refera n sl a r 1. Raymond W. Copson, Africa’s Wars and Prospects For Peace, New York, 1994, s. 138-139 2. Numan Sencer Ceylan, Ruanda Cumhuriyeti, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, 2012, s. 17-18 3. Ceylan, s. 19 4. Linda Melvern, A People Betrayed. London: Zed Books, 2000, s. 13-14 5. Ceylan, s. 22 6. Hasan Öztürk, “Ruanda’d a Yeni Bir Soykırımın Ayak Sesleri”, (6 Temmuz 2009), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=389:ruandada-yeni-bir-soykirmin-ayak-sesleri&catid=80:analizler-afrika&Itemid=141, (Erişim tarihi: 23 Ekim 2012) 7. Öztürk, gös. yer 8. Gérard Prunier, Africa's World War. Oxford: Oxford University Press, 2009, s. 93 9. Human Rights Watch.Report, “Leave None to Tell the Story: Genocide in Rwanda”, (1 Nisan 2003), http://www.hrw.org/legacy/reports/1999/rwanda/, (Erişim tarihi: 22 Ekim 2012) 10. Kemal İnat, Burhanettin Duran & Muhittin Ataman, Dünya Çatışma Bölgeleri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 2004, s. 406 11. Jennifer Rosenberg, “A Short History of the Rwanda Genocide”, http://history1900s.about.com/od/rwandangenocide/a/Rwanda-Genocide.htm, (Erişim tarihi: 22 Ekim 2012) 12. Rosenberg, gös. yer 13. Ufuk Tepebaş, “Bölgesel Sorunların Çözümünde Uluslararası Örgütlerin Rolleri”, Stratejik Öngörü Dergisi, TASAM Yayınları, Sayı: 10, 2007, s. 95 14. Rosenberg, gös. yer 15. Prunier, s. 117 16. “Rwanda profile”, http://www.bbc.co.uk/news/world-africa-14093322, (Erişim tarihi: 22 Ekim 2012) 17. Ceylan, s. 47 18. Özgün Arslan, “Ruanda Soykırımında Yargılama Süreci”, (19 Kasım 2009), http://www.sde.org.tr/tr/haberler/437/ruandasoykiriminda-yargilama-sureci.aspx, (Erişim tarihi: 22 Ekim 2012) 19. İnan, Duran & Ataman, s. 448 20. Peace Pledge Union, “Rwanda 1994 – The Genocide”, http://www.ppu.org.uk/genocide/g_rwanda1.html, (Erişim tarihi: 22 Ekim 2012) 21. İnan, Duran & Ataman, s. 449 22. Peace Pledge Union, “Rwanda 1994 – After the Genocide”, http://www.ppu.org.uk/genocide/g_rwanda2.html, (Erişim tarihi: 22 Ekim 2012) 23. George, T. (Yönetmen), Pearson K. & George, T. (Senaryo yazarları). (2004) Hotel Rwanda [Film]. United States: MGM Home Entertainment

31


(cansuaydin.b@gmail.com)

32

Modern tarihi boyunca iki farklı millet olan Sırp ve Arnavutların yönetim için verdikleri mücadeleye sahne olan Kosova, on binlerce insanın ölümüne sebep olan bir iç savaş sonucu, 17 Şubat 2008 tarihinde, Sırbistan’d an ayrılarak, tek taraflı olarak bağımsızlığı ilan etmiş; ve dünyanın en genç devletlerinden biri olmuştur. Aynı zamanda Avrupa’nın da 49. ülkesi olmuş olan Kosova, ‘tek yanlı’ olarak Sırbistan'dan bağımsızlığını ilan ettiği 2008'den bu yana, 23 AB ülkesiyle ABD ve Türkiye'den oluşan bir grubun yönetimi altındaydı. 1 Sırbistan tarafından kabul edilmeyen bu bağımsızlık ilanı, geçtiğimiz günlerde (10 Eylül 2012) Kosova üzerindeki uluslararası idarenin sona ermesiyle; uluslararası olarak da Kosova’nın başarısı sayılmıştır. Peki, ama önceleri Sırbistan’ın bir parçası olan Kosova, bu bağımsızlığı nasıl kazanmıştır? Bu süreci açıklamadan önce, ülke olarak Kosova’d an kısaca bahsetmek gerekir. ‘’Başkenti Priştine olan ülkede, 2011 hesaplamalarına göre 1,7 milyon insan yaşamaktadır ve bunların %88i Arnavut’tur. Resmi dil Arnavutça ve Sırpçadır ve kimi belediyelerde Boşnakça ve Türkçe de resmi diller arasında sayılmaktadır.‘’ 2 Balkanlar’d a ilk devletlerin kurulmaya başlamasıyla, ilk olarak Sırp egemenliği altında olan ve Sırpların dini ve tarihi pek çok kalıntılarının olduğu Kosova, daha sonra 14. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiştir. Balkanlar’d aki ilk ayaklanmaların başladığı ve

sonrasında Birinci Balkan Savaşı’nın olduğu 191213’lü yıllarda, Sırplar ve Karadağlılar arasında paylaşılan Kosova, daha sonra 1. Dünya Savaşı’yla birlikte Yugoslavya’nın egemenliği altına girmiştir. Daha sonrasında ise bir süre İtalyan egemenliğinde kalan Kosova, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar Yugoslavya egemenliğine girmiş ancak otonomi kazanmıştır. 1987’d e iktidar olan Milosevic ve dönemin elitleri, Yugoslavya’yı bir arada tutmak için çeşitli politikalar gütmüştür. Asıl olarak 1989’d a Kosova’nın Yugoslavya altındaki otonomisini kaldırarak direk Belgrat’a bağlayan Milosevic, aynı zamanda Kosova’nın etnik yapısının değiştirilmesini de öngördü. Polis ve milis güçleri tarafından devamlı baskı altında tutulan ve ayrımcılığa uğrayan Kosovalılar, etnik yapının değiştirilmesine izin vermemek için olabildiğince direnmişlerdir. Bunun üzerinedir ki, Milosevic savaşı etnik temizliğin tek yolu olarak görmüş; politik ve sosyal kurumlardan başlayarak, tüm Kosova topraklarında bu politikayı uygulamaya başlamıştır. 1990’ların başında, İbrahim Rugova önderliğinde paralel hükümet kuran Kosovalılar, Arnavut diasporası oluşturmuşlardır. Ancak bu barışçıl direniş denemelerinin çok da başarılı olmaması üzerine, 1997’d e Kosova Kurtuluş Ordusu’nu (UÇK) kurarak gerçek bir direnişe başlamışlardır. Bu silahlı ve barışçıl direniş beraber olarak etki etmeye başlamıştır. 1998’d e uygulanmaya başlanan etnik temizlik, sivillerin öldürülmesi veya sınır dışı edilmesi gibi politikalar aslında bir ülkeye mal edilmekten çok Yugoslavya’nın dağılmasının, tıpkı diğer Balkan ülkelerinde yol açtığı sorunlardan biri olarak görülmelidir. 3 Uluslararası toplumun Rambouillet Görüşmeleriyle ara yapmaya çalışması, Kosova’ya otonomi çağrıları ve NATO güçlerinin barışı korumak için gönderilmesi de Milosevic tarafından uygulanmayınca, 1999 yılında NATO kararıyla Yugoslavya havadan bombalanmaya başladı. Milosevic teslim olunca, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1244 numaralı kararıyla, Yugoslavya’nın Kosova üzerindeki yönetimi durdurulmuş, Birleşmiş Milletler Geçici İdari * Bağımsız / Özgür Kosova


Misyonu (UNMIK) kurulmuş ve NATO barış koruma güçleri Kosova’ya yerleştirilmiştir. Etnik Arnavutların da ülkeye dönmeye başlamasıyla, bu sefer Sırp gruplara intikam amaçlı saldırılarda bulunulmuştur; ve bunun sonucunda da pek çok Sırp ülkeden kaçmaya başlamıştır. UNMIK idaresi altında, Kosova’d a bağımsız seçimler yapılabilmiş; ve polis güçleri yeniden düzenlenebilmiştir. Aynı zamanda UÇK güçleri terhis edilmiş ve Kosova Koruma Güçleri( KPC) ile birleştirilmiştir. 6 yıl süren uluslararası gözetim sonrasında, Kosovalılar uluslararası durumlarının tanımlanması için taleplerde bulunmaya başlayınca, Kasım 2005’d e Kontak Grup olarak bilinen; Fransa, Almanya, İtalya, Amerika, İngiltere ve Rusya, “Yol Gösterici İlkeler” belirlemişlerdir. Buna göre 1999 öncesi duruma dönülmeyecek, Kosova sınırlarında değişme olmayacak ve Kosova’nın komşu ülkelerle paylaşımı veya birleşmesi söz konusu olmayacaktı. Aynı zamanda, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Martti Ahtisaari’yi statünün belirlenmesi sürecinde çalışması için görevlendirdi. Kosova’yla ilgili gözlemlerde bulunan ve Belgrat ve Priştine’d en yetkililerle tartışan Ahtisaari, sonunda demokratik yönetim ve azınlıkların haklarıyla ilgili önerilerde bulundu. Uluslararası Sivil Ofisi ( ICO) ‘nin Kosova’nın Ahtisaari Planı’nı uygulamasını, denetlemesi ve yönetmesi için kurulmasını da öngören plan, Avrupa Birliği’ne bağlı bir hukuk heyetinin polis ve yargı güçlerini de denetlemesini içeriyordu. Bu maddelerde, NATO tarafından öncülük edilecek bir dengeleme gücünün güvenli bir çevre oluşturması koşuluna bağlanıyordu. Priştine tarafından kabul edilen bu plan, Belgrat tarafından reddedilmiştir. Yine aynı şekilde, 3 Nisan 2007’d e Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunulan plan, Rusya’nın muhalefetiyle geçersiz kılınmıştır. Bu sefer, Avrupa Birliği, Amerika ve Rusya tarafından bir anlaşmaya varılmak üzere görüşmeler başlatılmıştır. Ancak 2007 yılı Aralık ayında, yayımlanan bir raporla, Troika olarak adlandırılan bu üçlü, tarafların taleplerini inceledikleri ve çözüm önerilerine ulaştıkları halde, her iki tarafı da memnun edecek bir çözüm önerisine sahip olmadıklarını belirtmişlerdir. Daha sonra, 17 Şubat 2008 yılında, tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova, Ahtisaari Plan’ına uymak istediğini, çok-etnikliliği kabul ettiğini ve uluslararası gözleme de olumlu baktıklarını belirtmiştir. Ekim 2011’e gelindiğinde ise, Kosova, dünya çapında 80’d en fazla ülke

tarafından tanınmıştır, tabii ki Sırbistan hariç. Bağımsızlıktan sonra, Kosova hemen Ahtisaari Planı çerçevesinde azınlık hakları, Sırp kültürünün ve kalıntılarının korunması, yönetimin merkeziliğinin azaltılması gibi konularda çalışmalara başlamıştır. Nisan 2008’d e ise, Kosova parlamentosu anayasayı onaylamıştır. 4 Uluslararası olarak ise, Kosova’nın tanınmışlığının en büyük kanıtı olacak olan Birleşmiş Milletler koltuğu, Sırbistan ve Rusya tarafından engellenmektedir. Bu noktada akademik tartışmalara dönerek, Kosova Arnavutlarının Arnavut değil, Arnavutlaştırılmış Sırplar oldukları iddiasına değinmek doğru olabilir. Çünkü bu tarz tarihsel iddialar, etnik temizliğin veya katliamın iç savaş sırasında, kimi milliyetçiler tarafından mazeret olarak gösterilmesine veya açıklama olarak ele alınmasına sebep olmuştur. Noel Malcom’a göre, milliyetçi Sırp tarih anlayışında bu konu üzerinde, iki farklı teori vardır. Birincisi, Kosovalı Arnavutların, Arnavutluktan geldiklerini dolayısıyla Kosova’ya ait olmadıklarını söyler. İkincisi ise, Kosovalıların Kosova’ya ait olduğunu, zaten aslında Arnavut olmadıklarını söyler. Ona göre, bu tarz tarihi tezler kanıtlarla kanıtlanabilip çürütülebilecekken, asıl önemli olan bu tarz teorileri savunanların kast ettiği şey olan; Arnavut ana-babadan doğma, anadili Arnavutça olan ve kendini Arnavut olarak tanımlayan kişilerin, belki 18. yüzyılda Sırp olan atalara sahip olma ihtimalinden dolayı Arnavut olarak 5 tanımlanmamasıdır. Kosova’nın bağımsızlığı ile ilgili uluslararası tartışmalardan biri de, Amerika’yla olan ilişkisi üzerinedir. Kosova’nın bağımsızlığını açıklaması üzerine, halkın bunu ellerinde Amerikan ve Kosova bayraklarıyla kutlaması sembolik bir anlam ifade ederek, bu tartışmalara dayanak olmuştur bir nevi. 50 yıla yakın bir süre boyunca amacı Sovyet genişlemesini engellemek ve çevrelemek olan NATO ve Amerika, Sovyetlerin dağılması sonucunda artık etnik sorunlar, iç savaşlar ve sınırsal problemlerle yüzleşmiştir. Amerikan devlet kaynaklarına göre, Amerika’nın Kosova’d a üç temel amacı/çıkarı vardır: insani bir felaketin önlenmesi, Avrupa’d a istikrar ve düzenin korunması ve NATO’nun güvenilirliğinin arttırılmasıdır. 6 Diğer yandan kimilerine göre, Amerika’nın Kosova’d aki varlığının tek sebebi Avrupa’nın ortak güvenlik duygusuyla dayandığı NATO’nun bu güveni boşa çıkarmadan, Avrupa’d aki güvenlikten sorumlu tek

33


örgüt olma isteğidir. Diğer bir görüş ise, bu sadece ve sadece Amerika’nın Yugoslavya’nın parçalanmasında olan rolü gibi, Amerikan emperyalizminin sonucudur. Diğer bir konu ise, Susan Woodward tarafından incelenen, demokratik seçimlerin iç savaşların çözümündeki etkisidir. “Can Democratic Elections Solve a Civil War? The case of Serbia and Kosovo” makalesinde, bunun nasıl bir yanlış varsayım olduğu açıklanmıştır. Buna göre, temel sorunlar çözülmedikten sonra, seçimler ne kadar demokratik olursa olsun, bir grup geçici veya

kalıcı seçilen hükümete itiraz edecektir; dolayısıyla zaten devlet otoritesini hiçe sayarak ortaya çıkan iç savaş durumu düzelmeyecektir. Yani demokrasinin sonradan içsel bir problem yaşayan ülkeye çözüm olmaktan çok, bu sorunu daha da ilerletecek etkisi olabilmektedir. Dolayısıyla demokrasi yaymaktan çok, iç savaşların veya sorunların yaşanmasından önce demokrasi korunmalıdır. Sırbistan’d a şu an bile hükümetlerin Kosova konusunda görüş ve duruşlarına göre seçilmesi, demokrasi teşvikinin iç savaş durumundaki ülkelerde anlamsız ve havada kalacağının kanıtıdır. 7

34

Refera n s 1. BBC TURKCE, ‘Kosova artık 'tam bağımsız'’ , 10.09.12, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120910_kosovo.shtml (Erişim Tarihi: 18. 10.2012) 2. U.S. Department of State, Bureau of European and Eurasian Affairs, Background Note: Kosovo, 11.01.12, http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/100931.htm, (Erişim Tarihi: 18.10.2012) 3. The Case for Kosovo: Passage to Independence, ed: Anna di Lellio , 2006, Preface: Pp 17-19 4. U.S. Department of State, Bureau of European and Eurasian Affairs, Background Note: Kosovo, 11.01.12, http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/100931.htm, (Erişim Tarihi: 18.10.2012) 5. The Case for Kosovo: Passage to Independence, ed: Anna di Lellio , Noel Malcolm : ‘’Is it true that Albanians in Kosova are not Albanians, but descendants of from Albanized Serbs? ‘’pp 19 - 22 6. U.S. Department of State, U.S. and NATO Objectives and Interests in Kosovo, Washington, DC, March 26, 1999, http://www.state.gov/www/regions/eur/fs_990326_ksvobjectives.html (Erişim Tarihi: 18.10.2012) 7. Susan L. Woodward, Can Democratic Elections Solve a Civil War?The case of Serbia and Kosovo, Comment, July 2007, pp 1-5


(alperencihancetinkaya@hotmail.com)

Dünya üzerindeki bazı ülkelerde görülen merkeziyetçi yapıların ülke içindeki gruplara karşı sertleşmesi zaman zaman ayrılıkçı hareketleri de alevlendirmektedir. Sosyoekonomik olarak alt katmanda yer alan gruplar, etnik yapıları ya da dini kullanarak kitleleri mobilize edebilmekte ve bu şekilde ayrılma yoluna başvurabilmektedirler. Bu durum, ülkelerde ciddi kaos ve iç çatışmalara neden olmakta ve yönetim problemlerini ortaya çıkarmaktadır. Güney Asya’nın en büyük problemlerinden biri de 1976’d a kurulan Tamil Kaplanlarının, 1983-2009 yılları arasında kimine göre hasar bırakan, kimine göre özgürlük mücadelesi olarak görülen Sri Lanka'nın kuzeybatısında bağımsız bir devlet kurmak için 1 hükümete karşı yürüttüğü kanlı mücadeledir. Sri Lanka iki önemli etnik grubun yaşadığı yaklaşık 20 milyonluk nüfusa sahip bir ada ülkesidir. Sinhala (Lion People) ve Tamil etnik grupları ülkede önemli bir gerginliğin de yapısını oluşturmaktadır. Sri Lanka’nın kurucu unsurlarından olan Sinhala etnik grubu Tamillere göre daha ön plandadırlar. 1983 yılında Colombo’d a başlayan Kara Temmuz olayından (Anti-Tamil gösteriler) sonra Sinhalalar2 , Tamillere saldırmış ve bunun sonucunda iki bin kadar Tamil ölmüştür. Bu olay sonrasında ülkede zihinsel ve fiziksel derin bir kırılma ve ayrışma başlamıştır. Asl a n l a rı n Cen n eti n d e; Ka pl a n l a rı n Ceh en n em i Çatışmanın kökenleri İngiliz sömürgeci iktidarının politikalarında yatmaktadır. Sıcak savaş 1983 yılında başlamışsa da, çatışmanın kökleri tabi ki tarihseldir. Bu tarihsel bencilliği vereceğim örnekte rahatça görmek mümkündür. Sinhala hükümet görevlisi, Maliye Bakanı Ronnie Del Mel’in Tamil karşıtı şiddetin tırmandığı 1983 yılında yaptığı açıklama: ‘‘Sri Lanka’d a iyi olan ne varsa Tamillerin elindeydi.’’ 3

Sonuç olarak yıllarca azınlıkta kalıp eşitlikten yana olan Tamiller ağır ancak emin adımlarla kendilerinin bürokraside dışlandıklarını ve güçlü hamilerin desteklediği Sinhalalara yer açıldığının farkına vardılar. Artık Tamil göstericiler karşı devlet şiddeti üst noktalara ulaşmıştı. Üniter bir Seylan’a (Sri Lanka’nın eski ismi) 4 duydukları bağlılığın birincil şartı olan eğitim ve iş fırsatlarını da kaybettiklerini gören Tamiller, şaşırtıcı olmayan bir biçimde devletten soğumaya başladı. Çok sayıda genç Tamil artık bu sosyo-ekonomik taleplerinin ancak ayrı bir Tamil devletinde olabileceği sonucuna varmıştı. Nitekim bu Genç Tamiller, 1975 yılında Yeni Tamil Kaplanları isimli örgütleri ile ilk büyük operasyonunu gerçekleştirdi ve Jaffna Belediye Başkanı Alfred Duraiappah’a 5 yönelik bir suikast düzenlediler. Ayaklanmacı Tamil gruplarının en radikallerinden biri olarak kendilerine ulus çapında ün kazandırdılar. Akabinde diğer militanların da katılmasıyla grup resmi olarak Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanlarına dönüştü. Sri Lanka hükümeti Karşı-Terörizm (KT) ve KarşıAyaklanma (COIN) programlarını 6 formüle edip hemen uygulamaya koydu. Kendi şiddet repertuarlarının bir parçası olarak terörü kullandılar. Örgüt 5 Temmuz 1987 yılındaki ilk intihar saldırısı Yüzbaşı Miller tarafından 7, patlayıcıyla dolu bir kamyonu kuzey Sri Lanlu’nda ki bir askeri kampa sürmek biçiminde gerçekleştirdi. Hemen ardından yine 1987 yılında Hindistan, Sri Lanka ile uyum anlaşması imzaladı. 8 Bölgeye Hint Barış gücü askerleri gönderildi. Hindistan kendi ülkesindeki 60 milyon Tamil’i de düşünerek Tamil Kaplanlarını destekliyordu. Ancak TEKK pek çok işgalcinin en nihayetinde yaptığı gibi giderek öfkelenen toplumu hırpalamaya başlayan Hindistan’a yöneldi. Hindistan Barış Gücü’nün işin başında sergilediği profesyonellik ve

35


36

incelik, subaylara yönelik suikastlar ve Hint askeri birimlerine yönelik pusularla yükselişe geçen terörizmle birlikte ortadan kalkmıştır. Hindistan’ın askeri öfkesini daha da arttıracak bir şekilde, ayak takımı denilen TEKK kadrolarından oluşan bir birlik Hindistan’ın en iyi havacı komandolarıyla ülkenin kuzeyinde önemli bir çatışmaya girmiş ve onları yenilgiye uğrattı. Hint ordusunun fark edemediği şey: TEKK kadrolarının pek çoğunun Hindistan’d aki seçkin askerler ve bağımsız istihbarat kanadı tarafından eğitildiğiydi. Hindistan kendi kazdığı kuyuya düşmüştü tıpkı Pakistan’ın Taliban konusunda düştüğü gibi... Sri Lanka ordusu adeta kışlasına hapsoldu. Yalnız hükümetin içindeki kişiler değil, sıradan insanlar arasında bile TEKK yabancı bir işgalciye karşı savaşan yerli bir güç olarak görülüyordu! Akabinde hükümetin kimi kesimleri gizli bir operasyonla Hintlilere karşı savaşması için TEKK’e silah sağladı. 1990 yılında Hintliler geri çekildiğinde, TEKK bu silahları Sri Lanka güvenlik güçlerine karşı kullanmak için harekete geçti. Hindistan’ın geride bıraktığı alt yapı Tamil Kaplanlarına devlet içinde devlet tohumlarını ekme fırsatını vermiştir. Artık Sri Lanka hükümeti daha da çaresiz kalmıştı, hem TEKK’in etkili medya ve propaganda çabalarına hem de onun Batı’d aki geniş ve TEKK yanlısı diasporadan yıllık 300 milyon dolar toplayan etkili küresel para toplama faaliyetlerine karşılık vermekte başarısız oluyordu. Örgüt, 1991 yılında Hindistan Başbakanı Rajiv Gandhi’yi, 1993’te ise Sri Lanka Devlet Başkanı Premadasa’yı öldürdü. Örgüt günden güne güçlendi. Öyle bir gün geldi ki Tamil Kaplanları, tankı, hava kuvveti ve donanması olan bir örgüt oldu. Konvansiyonel (hareketli) savaş taktiğini kullanıyorlardı ve aynı zamanda dünyanın en fazla intihar saldırısı düzenleyen örgütüydüler. Bu öyle bir güçtü ki Hamas, İslami Cihad ve El-Kaide’nin örgütlerinin toplamından daha fazla intihar bombacısı eylemi gerçekleştirmişlerdir. Ek olarak söylemek gerekirse dünyada sinir gazını kullanan ilk terör örgütü. Örgütün yurtdışı merkezi Londra, Amerika merkezi ise Toronto’d ur. Sürekli maddi olarak desteklenen Tamil Kaplanları, iyi eğitilmiş bir deniz terörizmi kolu olan dünyadaki tek terörist aktör unvanına sahiptir. Deniz Kaplanları olarak bilinen bu kol, tarihi boyunca Sri Lanka Deniz Kuvvetleri’nin üçte birini yok etmiştir. İşte bu kadar gücü bünyesinde barındıran Tamil Kaplanları, hükümetin kendini meşrulaştıran bir nevi devlet terörü adı altında yaptığı saldırılar karşısında giderek kan kaybetmeye başladı. Pakistan ve Çin’in de, hükümetten yana tavır almasıyla 2000 yılı itibariyle TEKK sıfırı tüketmiş,

savaştığı düşmanın azmi nedeniyle ciddi kayıplar almıştı. Belirsiz bir ateşkes ilan edildi ve iki taraf da 2002 yılında Norveç’in desteğiyle barış görüşmelerine başlamaya karar verdiler. Kısa süre içinde ortaya çıktı ki, iki taraf da karşısındakine ne güveniyor ne de inanıyordu. Zira Sri Lanka hükümeti, müzakerelerin kesintiye uğramasını kendi şiddet eylemlerini meşrulaştırma aracı olarak kullanmıştır. Nitekim müzakere süreçleri Rajapaksa’nın seçilmesini izleyen 2005 yılında dramatik bir biçimde değişti. Bu değişimler çok kapsamlı ve derindi. Eelam IV. Savaşı adı altında şiddetli bir harekat ile Mayıs 2009 tarihinde Tamil Kaplanları Lideri Prabhakaran ve birçok savaşçı kadro da dahil olmak üzere örgütün bütün üst düzey önderliğinin ortadan kaldırılmasıyla Tamil Kaplanları kesin olarak yenilgiye uğratıldı. 9 İ h a n et ve Ka pl a n ı n Ö l ü m ü Tamil Kaplanları (LTTE) yenildi. Tamil halkının 1983 yılından bu yana süren silahlı kurtuluş mücadelesi bitti. Kuşkusuz birçok askeri-sosyopolitik sebep bu yenilgiyi hazırladı, ancak örgüt içinde yaşanan ihanet bu yenilginin en büyük nedeni. Zira Sri Lanka ordusunun örgütü otuz yıllık uzun süreli ve görünüşte sonu gelmek bilmeyen bir çatışmanın ardından nasıl yenilgiye uğratabildiğinin başka bir açıklaması da olamazdı… Tamil Kaplanlarından ‘‘Albay Karuna’’ olarak bilinen ‘‘Vinayagamurthy Muralitharan’’ 2004 senesinde, Tamil Kaplanlarına büyük eleştiriler yönelterek ayrıldı. Daha sonra ise halk hareketlerinde az rastlanan bir karar ile hükümet saflarına geçti. İşte bu büyük ihanet ‘‘Liberation Tigers Of Tamil Eelam’’ için sonun başlangıcı oldu. Büyük saldırılar ile 1995-2002 yılları arası ‘‘3. Eelam Savaşı’’ 10 olarak bilinen süreçte, büyük askeri başarılara imza atan Tamiller, Norveç’in arabuluculuğu ile ateşkesi kabul etti. Tamillerin haini Karuna işte böyle bir dönemde gruptan ayrıldı. Tamil grubu bir an da Jaffna Tamilleri ve Batticcaloa Tamilleri diye ikiye bölündü. Bu dönemde Karuna, Tamil Kaplanlarının bağımsız Tamil Eelam fikrinden vazgeçtiğini federalizmi savunduğunu, Tamil milliyetçiliğini bırakmadıklarını ve kendilerinin de hükümetle federalizm üzerinden görüşmeler yaptıklarını söyledi. Zira, Karuna bir devletin dış desteği olmadan bağımsız bir ülkenin kurulamayacağını savunur. LTTE kurucusu ve lideri Velupillai Prabhakaran’ın 11 sağ kolu olan Karuna, ayrılığını ihanete dönüştürüp bütün LTTE bilgilerini Sri Lanka devletinin hizmetine sundu. Tamil Kaplanları artık içten kaynıyordu ve örgütten kopmalar başlıyordu. Karuna’nın ihaneti ile birlikte


LTTE büyük bir askeri güç kaybetmekle kalmadı, uğruna savaştığı halkın önemli bir bölümünün kontrolünü de yitirdi. Halk nezdinde bölünmüşlük ve iç çatışma görüntüsü yaratılmış oldu. Sri Lanka egemen güçleri bu bölünmenin ardından her türlü uzlaşma girişimini rafa kaldıran ve topyekun imhaya yönelen bir çizgi izledi. 12 2004 senesine kadar sürekli yükselen örgüt, 2006 yılından bugüne kadar süren 4. Eelam Savaşı denilen bir imha savaşıyla karşı karşıya kaldı. 13 Tamil Kaplanları artık bir yandan kendi iç savaşıyla bir yandan Sri Lanka devletiyle savaşıyordu. Nitekim sonucunda Karuna milislerinin aktif desteğiyle 2007 yılında Doğu bölgesi tamamen hükümet kuvvetlerinin eline geçti. Tamil Karuna sayesinde yüz binlerce Tamil, Sri Lanka ordusu tarafından toplama kamplarına dolduruldu. Haine ne mi oldu? Ulusal Entegrasyon ve Uzlaşma Bakanı. 14 Son u ç 26 yıl süren bu uzun süreli gerilla hareketi, 2009 yılında hükümetin kesin zaferi ile son buldu. Sri Lanka hala zaferin tadını çıkarıyor; oysa askeri zafer çatışmanın çözümlendiği anlamına gelmiyor. Ülkede hala vatandaşlık verilmeyen Tamiller var ve oy bile kullanamayan Tamiller gelecekleri konusunda tedirgin… Operasyonla bahanesiyle ile tam 5 milyon Tamil öldürüldü. Tamil meselesinin çözümü için hala bir adım atılmış değil. Bu çatışmanın doğrulukla ve adilane bir şekilde

çözümlenmesi gereken önemli bir siyasi yönü vardır ve bu savaşa neden olan şikâyetlere eğilip bunların çözülmesi gerekmektedir. Esas zor olan görev budur. Merkezi hükümetin 26 yıldır savaştığı Tamilleri barışçıl bir biçimde Sri Lanka siyasi sistemine entegre edebilmesi, istikrar ve huzur açısından büyük önem taşımaktadır. 15 Aksi takdirde Sri Lanka’nın bu yumuşak karnı her an bölgede üstünlük kurma amacıyla kullanılabilir. Sri Lanka hükümeti 21. yüzyılın ilk açık ve net, karşı-ayaklanmacı(COIN) zaferini kazanarak Tamil Kaplanlarını yendi. Sri Lanka diğer ülkelerin erişmek için çabaladığı amaca erişmeyi başardı. Yani uzun süreli ve ölümcül bir terörizmle ayaklanmayı birleştirebilen ve etkin yarıkonvansiyonel askeri kabiliyetlere erişirlerse daha da tehlikeli olabilecek bir gruba karşı zafer kazandı. Tamil Kaplanları yok edilmiş olmasına rağmen, Tamiller bugün geçmişten daha rahat konumda yaşamamaktadırlar. Çünkü Sri Lanka'da anayasal eşitsizlik devam etmektedir. Tamil halkı anadilini kullanamamakta, fırsat eşitliğinden faydalanamamaktadır. Bu yönü ile Sri Lanka ilerleyen yıllarda yeni bir isyancı hareketle karşılaşabilir. ‘‘Onunla ya da onsuz, haklarımızı elde edene kadar direnmeye devam edeceğiz’’

Refera n sl a r 1. Karaağaçlı, A. (2009). Sri Lanka ve Tamil Kaplanları. BİLGESAM Yayınları. (Aralık 2009) 2. Kayacan, M. (2009). Tamil Kaplanlarıyla Ordu Arasında Kalan Müslümanlar. ( 10 Haziran 2009) 3. Hashim, A. Aslanlar ve Kaplanlar Cennette: Sri Lanka’d a Terörizm ve Ayaklanma. Bahar, Cilt:3, Rodos. 4. http://tr.wikipedia.org/wiki/Sri_Lanka (Erişim Tarihi: 04.10.2012) 5. Swamy, Narayan (2011). Lanka Kaplanları: Delikanlılardan Gerillalara Dönüşüm. 6. http://www.anatoliajournal.com/atad/depo/dergiler/Cilt11_Sayi2_Yil2000_1304942291.pdf (Erişim Tarihi: 04.10.2012) 7. http://asimetriksavaslar.wordpress.com/2011/04/02/tamil-kaplanlarinin-intihar-saldirilari/ (Erişim Tarihi: 05.10.2012) 8. Vigari, Macit. age. S.185 9. Amudi, N. (2009). Tamil Kaplanlarının Acı Sonu. (Mayıs 2009) 10. http://en.wikipedia.org/wiki/Category:Eelam_War_III (Erişim Tarihi: 06.10.2012) 11. Vigari, Macit. age. S.183 12. Çakır, R. (2009). Tamil Kaplanları ve PKK. Vatan Gazetesi. (19 Mayıs 2009) 13. İhsan Bal,Süleyman Özveren, age, Mayıs 2009, s 90-92. 14. http://www.haber7.com/haber/20090310/Tamil-lideri-Sri-Lankaya-bakan-oldu.php (Erişim Tarihi: 06.10.2012) 15. Mutlu, S. (2009). Terörle Mücadelede Sri Lanka Örneği. Stratejik Analiz Dergisi. ASAM Yayınları. (Haziran 2009) Ka yn a kça 1. Bal, İ. (2009). Uzakdoğu’d an Yeni Kıtaya: Terörle Mücadele. USAK Yayınları. (Mayıs 2009) 2. Çolakoğlu, S. (2008). Sri Lanka’d a Ayrılıkçı Tamil Kaplanlarının Bitişi. USAK Yayınları. 3. Şahin, A. (2012). Tamil Örneği, Kürt Sorunu İçin Fırsat mı? . GASAM Yayınları. 4. Özdaş, O. (2010). Tamil Kaplanları ve Terörle Mücadelenin Zaferi. TÜRKSAM Yayınları. (Şubat 2010) 5. ‘‘Asya’d aki Ayrılıkçı Örgütler’’, General Books LLC, 2011. 6. (2009). Tamil Kaplanlarının Sonu. http://calismagrubu.blogspot.com/2009/05/tamil-kaplanlarnn-sonu.html (Erişim Tarihi: 02.10. 2012) 7. (2011). LTTE Tamil Kaplanları. http://asimetriksavaslar.wordpress.com/2011/04/03/ltte-tamil-kaplanlari/ (Erişim Tarihi: 03.10 2012) 8. Sri Lanka. http://www.iamistanbul.tv/haber/sri-lanka.html (Erişim Tarihi: 01.10.2012) 9. Tamil Kaplanları. http://www.hussoloji.com/tamil/kaplanlari-ltte (Erişim Tarihi: 02.10.2012)

37


(gizem.alcinkaya@hotmail.com)

38

Bitmeyen savaşlar, sonu gelmeyen ölümler, çocuklar, kadınlar, erkekler. Okyanus kenarında bir an olsun nefes alamayan, açlıkla mücadele eden ve yarınından habersiz milyonlarca insan. Açlığa karşı girilen amansız mücadelenin ilk kurbanları ise çocuklar. Haberlerde izlerken içimizin cız ettiği ya da gazetede resmini gördüğümüzde gözlerimizin dolmasına neden olan çikolata çocuklar. Bütün bu duygu selinin ömrü ise başka bir kanala geçmek ya da gazetenin sayfasını çevirmek kadar kısa. Oysa Somali yıllardır anlık üzüntülerle geçiştirilemeyecek kadar büyük sorunların yaşandığı bir ülke olmaya devam ediyor. Şansı yanında olup açlıktan bir süreliğine de olsa kurtulabilenler ise mermilerin hedefi olmaktan kurtulamıyor. Koca bir halk, her gün her gece ölüm gerçeğiyle sınanıyor. Dünya Somali için üzülüyor. Ne var ki Somali bizim için yalnızca “zayıf ve yardıma muhtaç insanların yaşadığı ülke” olmaktan öteye gidemiyor. Somali’yi bize görünür kılan uç boyutlardaki yoksulluk durumunun dışında, aslında “Nasıl bir ülke ve neden bütün bu acıları yaşıyorlar?” sorularına odaklanmak gerekiyor. Somali’nin politik tarihine baktığımızda, ülkenin 19. yüzyılın sonlarına doğru gittikçe ivme kazanan emperyalist hareketlerden etkilendiğini söyleyebiliriz. Özellikle İngiltere, İtalya, Fransa ve Etiyopya Somali topraklarını aralarında paylaştırdılar. Kuzey bölümü ve Jubba Nehri’nin batısı İngilizlerin; Jubba’nın güneydoğusundaki topraklar ise İtalyanların kontrolüne geçti. 1 1960 yılına gelene kadar Somali toprakları İngiltere ve İtalya arasında değiş tokuş edilip durdu. 1960 yılına geldiğimizdeyse iki tarafın sömürge parçaları birleşti ve Somali bağımsız bir devlet oldu. Ancak darbeler ve iç çatışmalar arka arkaya geldi. 1969’d a askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren Muhammed Siyad Barre, ülkeyi 22 yıl boyunca diktatörlükle yönetti. Önce Sovyetler Birliği’yle

yakın ilişkiler kurup bilimsel sosyalizmi esas alan değişimler yürürlüğe koyan Barre, Etiyopya’yla yaşanan Ogaden savaşında Sovyetlerin Etiyopya’ya askeri yardımda bulunmasından dolayı yüzünü Amerika’ya döndü. 2 Barre tarafından verilen bu selamın Amerika tarafından kabul görmemesi, Somali’nin sahip olduğu stratejik önemden dolayı mümkün değildi. Zira Amerika da bu selamı boş geçmedi; Ortadoğu ve Basra Körfezi’ne yakınlığıyla bilinen bu kara topraklara yardım etmeye ve yatırım yağdırmaya başladı. Öyle ki 1991’d e Barre yönetimi devrilmeden birkaç sene önce, dört Amerikan petrol şirketi, Conoco, Amoco, Chevron ve Philips Somali’ye yerleşti. 3 Amerika’nın bu hamlesiyle, Somali’nin kurtuluşunu sağlayabilecek petrol kaynakları da Somali halkının denetiminden çıkmış oldu. Somali’nin bugün hala yaşamaya devam ettiği en büyük sıkıntılarından bir tanesi merkezi bir yönetiminin olmaması olarak görülüyor. 1980’lerin sonuna doğru, Ogedan savaşının da kaybedilmesinden sonra kuzey bölgesinde Siyad Barre’nin politikalarına karşı ayaklanmalar oluşmaya başladı ve bu ayaklanmalar Isaaq kabilesi tarafından da beslenmeye başladı. Isaaq kabilesi Darood, Dir, Hawiye, Digil ve Rahanweyn kabileleri ile birlikte Somali’nin altı büyük kabilesinden birisi; ancak Isaaq kabilesi Barre yönetimi tarafından politikadan uzaklaştırıldı; ve kabilenin devletin olanaklarından yararlanmasına izin verilmedi. 1988 yılında, hükümete karşı ayaklanmalara cevap olarak kuzey toprakları bombalandı, kasabalar ve köyler harap edildi. 1989 yılına geldiğimizdeyse, bütün bu saldırılar sonrasında uluslararası insan hakları organizasyonları sayısız rapor yayımladılar; ve Amerika’ya yardımlarını kesmesi için baskı yaptılar. Bununla beraber kuzeydeki ayaklanmalar güneye


sıçradı; ve çeşitli gruplar Siyad rejimini devirmek için savaştılar. 4 Ancak Siyad rejiminin yıkılması sorunların çözülmesini sağlamadı. Siyad Barre’nin 1991 yılındaki kaçışından sonra diktatöre karşı direnen gruplar besin, su ve politik güçleri ellerinde tutmak için kendi aralarında savaşmaya başladılar. Bu savaş beyleri besin yardımlarının halka ulaşmasına engel oldular; ve halkın kendi topraklarında kendi besinini üretmesine izin vermediler. 1992 yılına gelindiğinde, Birleşmiş Milletler nihayet bu duruma müdahale etti. Bütün bu karmaşıklığın içinde görüyoruz ki Somali’nin yaşadığı krizin en çarpıcı yönü; merkezi hükümetin ortadan kaldırılması ve 1991’d en sonra işlevsel bir merkezi yönetimin bulunmaması ve yeniden kurma çabalarının başarısız olmasıdır. Amerika’nın “11 Eylül” travmasından nasibini alan ülkelerden biri de Somali oldu. Somali’nin içinde bulunduğu karışıklıkları da fırsat bilen oğul Bush yönetimindeki Birleşik Devletler, 2006 yılında Somali’ye saldırdı. Saldırıyı meşru kılmak için gösterilen en önemli argüman, Somali’nin El Kaide bağlantılı El Şabab örgütünün kontrolünde olduğuydu. Öte yandan bu algının yanlış olduğunu yineleyen ve Bush yönetimini eleştiren çıkışlar da görüldü. Örneğin; politik analistçi olan James Petras bu saldırıyla ilgili şu ifadeleri kullanıyor: “ UIC, savaş beylerini ortadan kaldıran nispeten barışçı bir yönetimdi. İnsanların güvenliğini ve mallarını korudu. Söylenenlerin aksine, UIC ılımlı ve radikal İslamcıların, sivil politikacıların ve askerlerin, liberal ve popülistlerin, demokrat ve otorite yanlıların bulunduğu çok kimlikli bir partiydi. Ve en önemlisi kabileye bağlı parçalanmaları ortadan kaldırdı.” 5 Amerika’nın bu saldırısı Somali’yi daha da istikrarsızlaştırdı; ve ülke daha da içinden çıkılmaz bir kaosun içine sürüklendi. Amerika’d aki Fund For Peace adlı düşünce kuruluşunun hazırladığı; politik, ekonomik ve sosyal göstergeler göz önünde bulundurularak yapılan Başarısız Devletler sıralamasında Somali 2008 ve 2009 yıllarında ilk sırada yer aldı. Örneğin, Somali’d e farklı alanlarda faaliyet gösteren kabileler ve silahlı gruplar ülkenin genel siyasi yapısında yönetici erkten daha etkindir. Ayrıca dış güçler Somali’d e yaşanan çatışma

ortamının seyrini değiştirebilecek kadar etkindir. 6 Bu nedenler göz önünde bulundurularak Somali başarısız bir devlet olarak görülebilir ancak unutulmaması gerekir ki; bütün Somali’d e yaşanan bu çatışmaların sonunun gelmemesinin en önemli nedenlerinden biri, emperyalist güçlerin bu coğrafya üzerinde bitmeyen güç savaşıdır. Kaldı ki, Amerika’nın 2006’d aki saldırısından sonra İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından Aralık 2008’d e yayınlanan raporda Somali halkının uğradığı tahribat şu şekilde ifade ediliyor: “ 2007’nin Ocak ayından beri en az 870000 sivil vatandaş Mogadişu’d aki kaostan kaçtı… Somali’nin insanı ihtiyaçları çok fazladır. İnsanı yardım kuruluşlarının tahminine göre 2008 yılının sonuna kadar 3.25 milyondan fazla insanın acil yardıma ihtiyacı olacak.” 7 2006 yılında yayınlanan bu rapordan sonra acil yardıma ihtiyacı olan insanların sayısının daha da arttığını söyleyebiliriz. Bunun en önemli nedenlerinden bir tanesi son yıllarda yaşanan kuraklık ve buna bağlı olarak kıtlığın baş göstermesidir. Uluslararası kuruluşların yaptıkları yardımların zaman zaman ihtiyaç sahiplerine ulaşamaması da Somali’nin yaşadığı dramı daha yoğun hissetmesine neden oluyor. 2 milyondan fazla Somali vatandaşı ülke içinde ve komşu ülkelerdeki mülteci kamplarında yaşıyor. Çatışmaların devam ettiği orta ve güney bölgelerden kaçan yüz binlerce sivil, ülke içindeki diğer yerlere göre daha güvenli görülen Somaliland ve Puntland’d aki kamplara sığınmış durumda. 8 Somali’d e Barre yönetimi devrildikten sonra oluşturulmaya çalışılan merkezi yönetim girişimlerini Ulusal Geçiş Hükümeti, Somalili Geçici Federal Hükümeti ve son olarak İslam Mahkemeleri Birliği olarak sıralayabiliriz. İlk iki deneme Cibuti ve Etiyopya’nın desteğiyle kurulurken, İslam Mahkemeleri Birliği daha çok yerel dinamiklere bağlı gelişmiştir. İMB, İslami bir yönetim tarzını benimsediği için başta Amerika olmak üzere, batılı ülkeler ve Etiyopya tarafından düşman olarak görüldü. Diğer yandan Somali’d e nüfusun tamamının Müslüman olması ve kaos ortamının mahkemelerin etkili olduğu bölgelerde

39


azaldığının görülmesi, halkın İMB otoritesine olumlu bakmasını sağladı ve böylece İMB kabileler üstü bir nitelik kazandı. 9 Ta ki daha önce de belirttiğim gibi, Amerika’nın Somali’d e El Kaide militanlarının bulunduğunu öne sürerek yaptığı hava saldırısına kadar. Artık neredeyse her gün ölüm haberleri alıyoruz kara kıtadan; ya açlığa yenik düşen ya da kimin silahından çıktığının bir önemi olmayan mermilerin hedefi olan insanlar. Somali yönetime karşı olan güvensizlik ve yönetimin El Kaide’yle işbirliği içinde oldukları düşüncesi batılı ülkelerde ve Amerika’d a kendi güvenliklerine karşı bir tehdit olarak görülüyor; ve

bu nedenle askeri müdahalelerin de meşru olduğu dile getiriliyor. Ancak Somali’d e istikrarın yeniden sağlanabilmesi ve halkın geleceğe dair bir nebze olsun umut taşıyabilmesi için silahların bir an önce susması ve ortak aklın oluşturulması gerekiyor. Somali’d e on yılladır yaşanan bu çatışma ortamını BM Eski Genel Sekreteri Boutras Ghali ise çok güzel özetliyor: “Somali’d e gıdadan çok silah var. Bu silahlar, Somalililer tarafından üretilmedi. Onlara dış güçler tarafından dış güçlerin çıkarlarına hizmet etmeleri için verildi. Bu silahları tedarik edenler, bugün işlenen suçların da ortaklarıdır.” 10

40

Refera n sl a r 1. Catherina Besteman, (1996). Violent Politics and Politics of Violence: The Dissolution of the Somali Nation State. American Ethnologist, 23, 579-596. 2. Işıl Çimen, (2011). 10 Soruda Somali. http://bianet.org/bianet/dunya/132116-10-soruda-somali (Erişim Tarihi: 18 Ekim 2012) 3. Çimen, a.g.e. 4. Besteman, a.g.e. 5. Len Wengraf, (2009). The Nightmare in Somalia. http://www.globalresearch.ca/the-nightmare-in-somalia (Erişim Tarihi: 15 Ekim 2012) 6. Erdem Kaya, (2010). Somali’d e Merkezi İktidar Oluşturma Mücadelesi. http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=636:somalide-merkezi-ktidar-oluturmamuecadelesi-&catid=80:analizler-afrika&Itemid=141 (Erişim Tarihi: 18 Ekim 2012) 7. Wengraf, a.g.e. 8. Kaya, a.g.e. 9. Kaya, a.g.e. 10. Hasan Öztürk, (2011). Somali’d e Yaşanan Kıtlık ve Sebepleri. http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1554:somalide-yaanan-ktlk-vesebepleri&catid=169:analizler-afrika (Erişim Tarihi: 18 Ekim 2012)


(ocihan_sert@hotmail.com)

Sütler Yöresi, yani Lübnan, ismini Arapça süt demek olan leben kelimesinden alıyor. Geçmişin büyük çiftlik ve mandıraları, Akdeniz kıyısındaki bu yeşil ülkeye isim babalığı yapmış. Fakat bir zamanların bu tüccar ve çiftçi ülkesi, son yüzyılda coğrafyasının en hareketli bölgelerine komşuluk yapmakta. Kuzeyi Suriye, güneyi İsrail, batısı Kıbrıs… Konumu Ortadoğu’nun kalbi. Haliyle Lübnan’d a artık kuzu sesleri yahut tüccar Marunilerin limandaki patırtıları değil; silah ve kargaşa hakim. Osmanlı millet sisteminin hala geçerlilik ve kabul gördüğü bir ülke Lübnan. Yüzölçümü hemen hemen Eskişehir kadar olan ülke, tek başına yirmiye yakın dini ve etnik gruba ev sahipliği yapıyor. Şii, Sünni, Alevi, İsmaili, Nusayri, Dürzi, Maruni, Ortodoks, Melkite, Ermeni Ortodoks, Suriyeli Katolik, Ermeni Katolik, Suriyeli Ortodoks, Latin Katolik, Süryani, Keldani, Koptik ve Protestan unsurların nüfustaki oranlarına göre Ulusal Meclis’te (Majlis al-Nuwab) temsiliyet hakkı var. Cumhurbaşkanı Maruni, başbakanı Sünni ve meclis başkanı Şii olması gereken bir anayasal düzene sahip. Ancak bu mezhep temsiliyetine bağlı kompozisyon, ülkenin iç siyasetinin belirlenmesinde ana unsur demek doğru bir tanımlama olmaz. Lübnan’ı çevreleyen coğrafya; Ortadoğu’d a başat güç olmak isteyen ülkelerle çok yakın ilişkiye sahip devletler. Kuzeyindeki Suriye ile İran’ın ve güneyindeki İsrail ile Amerika Birleşik Devletleri’nin çatışan çıkarlarının yarattığı gerilim, dini ve etnik zenginliğiyle Ortadoğu’nun her rengini içeren bu ülkede yeni taraflar yaratıyor. Böylesi bir atmosferde Lübnan’ın Ankara Büyükelçisi dergimizi makamında kabul ettiler. H a ri ci ye: H i zbu l l a h ’ı n İ sra i l ’e ka rşı u ygu l a d ı ğı si ya seti n sa l d ı rga n ol d u ğu n a d a i r söyl en ti l ere ka rşı n e söyl em ek i stersi n i z?

Öncelikle büyükelçiliğimize hoş geldiniz demek isterim. Ehlen ve sehlen. Size, topluluğunuza ve üniversitenize çalışmalarında bol şans dilerim. Soruya dönecek olursak, Hizbullah saldırgan bir siyaset gütmüyor. Lübnan politik sistemi içinde siyasi bir parti. Ve kendi içinde askeri bir kanadı da var fakat bu kanat saldırgan bir tutum yerine değil aksine müdafaa amacı için kurulmuş bir kanat. Ve uluslararası hukukun getirdiği doğal haklar gereği herhangi bir işgal olduğunda savunmanın yapılması da kaçınılmazdır. Ve İsrail, Lübnan’d a 1978’d en bu yana işgalci bir tutum içinde. Bu işgal doğal olarak bir savunma ihtiyacı doğurur. Burada saldırgan siyaset güden taraf İsrail ve savunma siyaseti güden taraf da Hizbullah’d ır demek daha doğru olur. Bu noktada yakın zamanda ortaya çıkmış bir tartışma var. Hizbullah’ın askeri kanadının yerel güvenliği sağlamak yerine sadece İsrail’e karşı kullanılması gerektiğiyle ilgili.

41


2 0 0 6 sa va şı n ı ba şl a ta n ol a y ol a ra k İ sra i l ken d i a skerl eri n i n H i zbu l l a h ta ra fı n d a n ka çı rı l d ı ğı n ı ve sa va ş sı ra sı n d a d a Lü bn a n ord u su yeri n e sa d ece H i zbu l l a h a skerl eri yl e ça tı şm a ya gi rd i ği n i söyl ü yor. Evet ama bu kaçırılmanın temelinde de o askerlerin Lübnan’ı işgal etme sebebi yatmakta. Bu da meşru direnişin bir parçası. Burada söyleyebileceğim şey İsrail’in tüm hareketlerinin kışkırtıcı nitelik taşıması. Fakat Lübnan’d a da yerel bazı muhalifler Hizbullah’ın izlediği bu yöntemin doğru olmadığını belirtiyorlar; zira izlenilen bu yöntemin saldırmaya zaten hazır bekleyen İsrail’i daha da kışkırttığını savunuyorlar. Benim kanaatim her zaman İsrail’in hareketinin bir işgal ve direnişin de bu hareketin yarattığı bir reaksiyon olduğu yönündedir.

42

Lübnan 2011 yılında bildiğiniz üzere bir hükümet krizi yaşadı. Ve Türkiye’d e bu krizin aşılmasında aktif rol oynadı. Bazı politik çevreler bu krizlerin Lübnan’d aki cemaat temsiliyet sisteminden kaynaklandığını belirtiyorlar. Bu eleştiriler karşısında ne söylemek istersiniz? Lübnan’ın cemaat temsiliyetine dayalı siyasi yapısı gerçekten işliyor mu? Lübnan siyaseti bağımsızlığının öncesinden bu yana mezhepler arası denge prensibi üzerine kuruludur. Bu prensip esasında Lübnan’d a siyasetin işlemesini sağlamaktadır. Bu düşüncesin arkasında yatan şey azınlıkların var oluş haklarını ve siyasi ekonomik haklarını kullanmalarını garanti altına almaktır. Lübnan’d a çoğunluk diye bir kavram yok. Herkes azınlık. Ancak dediğiniz üzere 2011 yılında olduğu gibi bazı hükümet sorunları yaşıyoruz ama Türkiye gibi dost ülkelerin yardımlarından da her zaman memnuniyet duyduk. Bi l d i ği n i z ü zere, S u ri ye’n i n Lü bn a n ’d a a skeri bi r geçm i şi va r. Bu geçm i ş Esa d yön eti m i n i n geri çeki l m e ka ra rı a l m a sı yl a son bu l d u ve S u ri ye Lü bn a n i l i şki l eri d osta n e bi r h a va ya gi rd i . An ca k S u ri ye’d e şu a n d a bi r i ç ka rı şı kl ı k h a ki m . Lü bn a n ’ı n S u ri ye’d e şu a n d a sü ren ol a yl a r ka rşı tu tu m u n ed i r? Suriye’nin Lübnan’d aki varlığı 30 yıllık bir geçmişe

dayanır. Lübnanlı bazı parti ve çevreler bu varlığı bir işgal olarak nitelendirirken bazı kesimler de bunu güvenliği sağlamaya yardımcı olmak için bir destek olarak gördüler. Bu tartışmalı bir mesele. Ancak 30 yıllık bu geçmişte Suriye ve Lübnan’ın ortak bir siyaseti vardı. Eski başbakan Refik el Hariri’ye yapılan suikastın ardından Suriye’ye yöneltilen ithamlar ve gelen Sedir devrimi Suriye’nin geri çekilmesini beraberinde getirdi. Lübnan’ın Suriye halkı için tek isteği demokratik ve modern bir devlete sahip olmaları. Suriye Devleti’nin tüm halkına ayrım gözetmeksizin haklarını vermesi. Özetle Suriye halkı kendileri için ne istiyorsa biz de onu istiyoruz. Ancak Lübnan burada herhangi bir tarafı desteklemiyor. Ne devrimcilerden ne de rejimden yana. Yana olduğumuz tek şey Suriye halkı. Tek arzumuz olayların bir an önce son bulması zira yeterince kan döküldüğüne inanıyoruz. Bazı kaynakları 30000 civarında insanın Suriye’d e hayatını kaybettiğini belirtiyor. Bu yüzden Lübnan olarak bu krizin bir an önce bitmesinden yanayız. Bunun yanında, Suriye kaynaklı sorunlar nedeniyle Lübnan da Türkiye gibi bazı problemler yaşamakta. Şu anda Lübnan’d a 50000’lik ve hatta daha fazla bir mülteci gruptan söz ediyoruz. Ve Lübnan Türkiye’d en daha küçük bir ülke. Haliyle bu boyutta bir krizden daha çok etkileniyor. Ba şba ka n Recep Ta yyi p Erd oğa n ’ı n son ba l kon kon u şm a sı m a l u m u n u zd u r. Kon u şm a n ı n d a h i l i n d e eski O sm a n l ı şeh i rl eri n i n d e a l tı n ı çi zm i şti ve Beyru t d a bu n l a rd a n bi ri yd i . Bu kon u şm a ve O sm a n l ı ba h si Lü bn a n ’d a n a sı l bi r ça ğrı şı m ya ptı ? Sayın Erdoğan’ın o konuşmasını tam olarak bilmiyorum. Fakat, bence Sayın Erdoğan’ın kastettiği şey iki halk arasındaki kültürel, toplumsal, tarihi ilişkiler ve ortak yanlar. Sayın Başbakan’a katılıyoruz. Aynı bölgede yaşıyoruz, ortak bir tarihi, kültürü ve medeniyeti paylaşıyoruz. Osmanlı’yı her ülkenin mahrumiyetini koruyan fakat aynı zamanda da bir arada tutan bir şemsiye olarak görebiliriz. Elbette Sayın Erdoğan yeni bir Osmanlı’yı ve bir işgali kastetmiyor. Bölgede daha iyi bir gelecek için ülkeler arası işbirliğinden bahsediyor. Aramızda sahip olduğumuz imtiyazlar, sınır güvenliklerimiz, bölge barışı gibi konularda gidilecek bir


işbirliğinden söz ediyor. Bi l d i ği n i z gi bi , 2 0 0 6 S a va şı ’n d a İ sra i l Bi rl eşm i ş M i l l etl er görevl i l eri n i öl d ü rd ü . Ve Bi rl eşm i ş M i l l etl er, Am eri ka Bi rl eşi k Devl etl eri ’n i n vetosu yü zü n d en İ sra i l ’e ka rşı bi r kı n a m a ka ra rı a l a m a d ı . S i zce h a ngi u l u sl a ra ra sı a ktör İ sra i l ve Fi l i sti n m esel esi n i çözm eye ka bi l d i r? Her zaman tekrar ettiğim gibi İsrail bölgede saldırgan bir devlet ve uluslararası hukuka da saygısı yok. Lübnanlı sivillerin sığındığı ve güvenli bölge ilan edilmiş Birleşmiş Milletler Kampüsü’ne dahi saldırabildi. Böyle bir tabloda İsrail-Filistin meselesini çözmekten sorumlu olanlar tüm uluslararası camia, bütün ülkeler. Bu 64 yıllık bir mesele. İsrail’in; Filistin’e, Ürdün’e, Suriye’ye, Lübnan’a, Mısır’a takındığı saldırgan tutum 64 yıldır mevcut. Uluslararası camia ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi meselenin çözümünde önemli sorumluluğa sahip. Maalesef Birleşik Devletler’in güvenlik konseyinde İsrail’i destekleyici tutumu İsrail’in saldırgan politikalarında destekleyici bir role sahip. Benim düşünceme göre İsrail barış isteyen bir devlet de değil. Bir savaş devleti. Savaşla varlığını sürdüren bir devlet. Bizim tek umudumuz en kısa sürede İsrail’in uluslararası hukuka saygı göstermesi, uluslararası hukukun

gerekliliklerini yerine getirmesi ve Birleşik Devletler’in İsrail’e müzakere sürecine katkıda bulunması için çağrı yapması. S on ol a ra k gen ç d i pl om a t a d a yl a rı n a ta vsi yel eri n i z n el erd i r? Diplomasi bir temsilcilik bir vekalet işi. İyi bir eğitim, iyi bir geçmiş ve uluslararası siyaset hakkında iyi bilgi gerektiriyor. Ve çok ilginç bir alan gerçekten. Her ulusun çıkarlarının nasıl bir araya geldiğini, nasıl uluslararası sistemin işlediğini görüyorsunuz. Ben çok okumayı öneriyorum. Okumak, okumak ve okumak… Ve ülkenin çıkarı gereği dürüstlük çok önemli. Ortak noktaları yakalamak çok mühim. Ben medeniyetler çatışmasına inanan birisi değilim. Ülkeler arası işbirliğini önemsiyorum. Uluslar olarak aramızda birçok ortak nokta bulabiliriz. Farklılıklarımıza odaklanmamıza gerek yok aramızdaki benzerliklere bakmak varken bölgenin yararı için. Ortadoğu’nun buna ihtiyacı var. Barışa ihtiyacı var. Çünkü üç ilahi dinin doğuş bölgesi Ortadoğu. İslam, Hristiyanlık ve Musevilik. Bu bölge barışın yöresi olmalı. H a ri ci ye Dergi si ol a ra k ka bu l ü n ü z a çı kl a m a l a rı n ı zd a n d ol a yı teşekkü r ed eri z.

ve

43


Her iç savaş beraberinde, eğer mümkünse, göçü de getirir. İç savaşın kaçınılmaz bir sonucu olarak ülkede yaşayan vatandaşların ekonomik, sosyal ve ruhsal durumları olumsuz yönde etkilenir, çünkü insanlar güvende değillerdir. En azından böyle hissedemezler ve doğal olarak kendilerini çok daha güvende hissedebilecekleri başka yerlere göç etmeye başlarlar. Komşu ülkeler de, insanları mağdur etmemek adına, bu göçmenleri kabul ederler. Peki ama…

44

olduğu, başta Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği üyeleri olmak üzere pek çok devlet; bir çeşit küresel çıkarlar sebebiyle denizaşırı müdahalelerde bulunmaktan çekiniyorlar. Amerika’nın Körfez’e müdahalesi, daha öncesinde Vietnam müdahalesi, Kore Savaşı gibi birçok konuda Amerika’nın ve diğer güçlü ülkelerin sürekli izledikleri bir politikaları olmuştur. Fakat bu müdahale sonucu ortaya çıkan insanlık sorunun üstlenmekte ne yazık ki o kadar da hevesli olmuyorlar. Güncel örnekler üzerinden İşte aklımıza takılan tüm bu “ama”ları Uluslararası gidersek; Arap Baharı adı verilen değişim Af Örgütü Türkiye Şubesi Mülteci Hakları sürecinde hem Avrupa Birliği ülkelerinin hem de Koordinatörü Volkan Görendağ ile konuştuk. Amerika’nın etkilerinin ne denli olduğunu biliyoruz. Aslında bir iç çatışmadan ziyade, M erh a ba l a r Vol ka n Bey. Ö n cel i kl e röporta j motivasyonunu dışarıdaki ülkelerden alan tekl i fi m i zi ka bu l etti ği n i z i çi n teşekkü r ed eri z. İ l k hareketler olduğunu hepimiz açıkça görüyoruz. soru m u zl a ba şl a ya l ı m . İ ç sa va ş son u cu göçm en ve Bunları hem Wikileaks belgelerinden, hem de ülke m ü l teci a l a n d evl etl eri n bu kon u yl a i l gi l i hükümetlerinin çekinmeden yaptıkları pol i ti ka l a rı n el erd i r? açıklamalardan görebiliyoruz. Ülkelerde büyük iç çatışmalar yaşanıyor ve bu iç çatışmalar sırasında, Volkan Görendağ: Öncelikle genel bir çerçeve yani rejimin el değiştirmesi sırasında en büyük çizeyim. Çünkü devlet mantığı aynı işlediği için mağduriyeti yine siviller yaşıyor. Aslında refah birçok devletin bu konudaki politikası birbirine hedefi siviller olması gerekirken, bu kargaşa benziyor. İç savaşların sebepleri artık tarihteki iç sırasında en fazla zararı yine siviller görüyor. Başta savaşların sebepleriyle aynı değil, günümüzde iç kadınlar ve çocuklar olmak üzere, en zor durumda savaş dediğimiz zaman diğer devletlerin de kalan kitle yine onlar oluyor. Libya’d a bunun mutlaka bir etkileri oluyor. Bu Afrika’d a da böyle, örneğini gördük. Libya’d aki muhaliflere Türkiye’nin zaten tarihte de hep Afrika’d aki çatışmalarda dış de içinde bulunduğu birçok ülkenin direk destek devletlerin, daha güçlü devletlerin bir rolü, bir verdiği, bunun yanında silah yardımında parmağı vardır. Bugün de öyle… ‘İç çatışma var.’ bulunulduğu açıklamalarla ortaya kondu. Fakat bu dediğimiz coğrafyaların hepsinde aslında çatışmalar sebebiyle Libya’yı terk etmek zorunda uluslararası dengelerin devrede olduğunu kalan siviller için aynı desteğin verilmediğini görüyoruz. Bu Suriye için de geçerli. Fakat görüyoruz. Yatırımlar, sivillerin ülke içindeki devletlerin bu tür savaşlar konusunda ya da durumunu düzeltmeleri için değil, aksine ülkelerin iç politikalarına müdahalede bulunma göçmenlerin kendi topraklarına girmemesi için konusunda olan motivasyonlarıyla insani önlemler almak yönünde yapıldı. Zaten uzun müdahalede bulunmadaki motivasyonları maalesef süreden beri ABD’nin de AB ülkelerinin bir aynı değil. Son dönemlerde Türkiye’nin de dahil politikası var; ellerinden geldiğince göçmen ve


mültecileri kendi topraklarından, sınırlarından uzak tutmak. Politikaları özetle bu. Bütün önlemler, bütün politikalar ‘Göçmenleri kendi ülkemizden nasıl uzakta tutabiliriz ?’ üzerine kurulu. Bu politikalara yönelik çok büyük yatırımlar var. Frontex’e değinmek lazım bu noktada. Avrupa Birliği’nin bu konudaki politikalarının en somut örneklerinden biridir. Frontex; bütün AB ülkelerinin ortak bütçe, silah ve insan gücüyle oluşturulmuş sınır koruma birliğidir diyebiliriz. Tabii biz bunu “göçmenlerle mücadele ordusu” diye de adlandırabiliriz. Çünkü tek amacı; elindeki savaş uçaklarıyla, gemilerle, silahlarla, büyük paralarla, teknolojiyle göçmenlerin Avrupa Birliği sınırlarından uzak tutulması gibi bir misyonu, görevi var. Bunun için de hayli büyük paralar harcanıyor. Az önce dediğim gibi; bu ülkeler Libya’d a, Suriye’d e, Afrika’d a ya da herhangi bir başka coğrafyada değişim adı altında olan bir müdahale için kesenin ağzını açarlarken, bir taraftan da o çatışmadan kaçan insanları kendi ülkelerinden, sınırlarından uzak tutmak için kesenin ağzını açıyorlar. Oradaki insanların hayatlarını kolaylaştıracak, güvenliğini sağlayacak yönde, ne yazık ki, bir yatırım göremiyoruz. Peki tü m bu a çı kl a m a l a rı n ı zı n ı şı ğı n d a , S u ri ye kon u su n a gi recek ol u rsa k… Tüm bu anlattığım şeylerinin en son somut örneği olarak Suriye’yi görüyoruz. Suriye’d e baskıcı bir rejim olduğu iddiasıyla değişimin gerçekleşebilmesi için başta Türkiye olmak üzere Ameri Birleşik Devletleri’nin ve diğer Avrupa ülkelerinin çok ciddi bir müdahalesi söz konusu. Açıkçası bu olay Suriye’nin bir iç sorunu olmaktan çok bu saydığım ülkelerin kendi sorunu olarak görmekten kaynaklanıyor. Dediğim gibi, başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerinde olaya bu şekilde bakması, bunun beraberinde bir kutuplaşmayı da getiriyor. Küresel çıkarlar çerçevesinde Rusya, Çin, İran gibi ülkeler bir cephe olurken; başını Türkiye’nin çektiği Amerika ve diğer Avrupa ülkelerinin de başka bir cephe oluşturduklarını görüyoruz. Aslında ortaya çıkan savaş, dökülen kan, şiddet Suriye sınırları içindeyken politikalar tamamen Suriye’nin dışında yürüyor. Muhalifler İstanbul’d a toplanıyor, yine destekçiler Rusya ve İran’d a bir araya geliyor. Her şey, esasında Suriye’nin dışında

planlanıyor. Tabii , belki de bu durum uluslararası ilişkiler perspektifinden bakınca, olması gerekendir. Ben böyle olması gerektiğini düşünmüyorum; ama eğer dengeler böyleyse, bu ortaya çıkan insanlık krizinde de eşdeğer bir sorumluluk, birilerinin elini taşın altına koyması gibi bir davranış beklersiniz ülkelerden. Ve şu ana kadar Türkiye’ye gelen 150 bin kişiden söz ediyoruz. Bunun 50 bine yakını geri dönmüş ve 100 bin kişi şu anda Türkiye’d e yaşıyor, ama bu sayı aslında daha fazla. Vizelerin kalkmasından kaynaklı, çok daha fazla Suriyelinin Türkiye’d e yaşadığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin yanı sıra Ürdün’e, Lübnan’a, Mısır’a, Irak’a da Suriyelilerin kaçıp sığındığını görüyoruz. Oradaki kamplarda yaşadıklarını görüyoruz. Türkiye şu ana kadar, dış politikasının bir parçası olarak baktığı için büyük paralar harcadı Suriyeli göçmenler için. Oraya girişimiz izin verilmediği için biz görmedik, insan hakları örgütlerinin oralarda çalışmasına, kamplara girişlerine hükümet tarafından izin verilmiyor. Ama, bu göçmenler için iyi koşullar sağlandığı, sağlık, eğitim, gıda konusunda ihtiyaçlarının karşılandığı söyleniyor. Bunun da dış politikamızın bir parçası olduğu çok net görülebilir, çünkü 100 bin Suriyeliye eğer bu kadar iyi imkan sağlayabiliyorsak, Türkiye’nin buna yetecek kadar mali, siyasi gücü varsa; o zaman neden İran’d an, Irak’tan, Afganistan’d an, Afrika’d an kaçıp Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan asıl sığınmacı, mülteci diyebileceğimiz gruplara, yaklaşık 30 bin kişiye, hiçbir şekilde, ne maddi olarak ne barınma, yiyecek, giyecek, sağlık, eğitim hizmeti olarak bir yardım yapılmıyor? Demek ki Türkiye’nin 30 bin kişiyi de gayet tüm temel ihtiyaçlarını karşılayacağı gücü varmış. En azından Suriye olayıyla bunu gördük. Fakat hükümet kesinlikle böyle bir irade göstermiyor. Hükümetin Suriyelilere gösterdiği ilgiyi bir insan hakları savunucusu olarak tabii ki takdir ediyorum, ama bunu dış politikadan soyutlanmış, sadece insani bir temeli olmasını dilerdim. Tıpkı bu 100 bin kişiye gösterilen hassasiyet gibi, dışarıda kalan, Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde yaşayan, mesela yakın zamanda Lozan Parkı’nda yatmak zorunda kalan Afganlara, bununla birlikte İranlılara, Afrika’d an gelenlere de en azından temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kadar bir ilginin gösterilmesini beklerdim. Fakat durum öyle değil. Ne yazık ki büyük ve güçlü devletler başta olmak

45


46

üzere, pek çok devlet göçmen ve mültecilerin kendi ülkelerine gelmelerini, barınmalarını; sığınmacıların güvenliklerini kendi ülkelerinde sağlamalarını istemiyorlar. Tam tersine bunu uluslararası bir yük olarak görüyorlar. Dediğim gibi; başka ülkelere rejimin değişmesi için destek verme aşamasında motivasyonları hayli yüksek, ki bu aşamada ülkelerin motivasyonlarını şekillendiren pek çok etken var; petrol, doğal gaz, su gibi. Ama insani müdahale konusunda bu motivasyondan çok çok uzak bir politika sahiplendiklerini görebiliyoruz.

duymadığını defalarca belirtti. Kendi kaynakları ve imkânlarıyla bu göç dalgasını yönetebileceğini dile getirdi ve bu durumun bir sonucu olarak yardım yapılmıyor. Fakat BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve belirli uluslararası organizasyonlar desteklerini sunuyorlar. Sonuç olarak, bu durum Türkiye’nin talebine bağlıdır ve talep edilirse diğer ülkelerden de destek alınabilir. Bu durum Türkiye’nin seçimidir…

Peki m ü l teci l eri ka bu l etm eyen d evl etl er, bu pol i ti ka l a rı n a bi r gerekçe ol a ra k n e gösteri yorl a r ?

O politikayla çok bağlantılı bir şey. Az önce söylediğim gibi Türkiye, Suriyeli göçmenleri dış politikasına bağlı etken olarak gördüğü için bu kadar önemli. Yarın, öbür gün Suriye’d e bir rejim değişikliği ya da muhaliflerin havlu atması sonucunda kalacak bu enkaz da yine ülkelerin çıkarları dışında kalan bir sorun, bir yük olarak kalacak. Şu anda, Suriye’yi bir yatırım ülkesi olarak görüldüğü için büyük ve güçlü devletler Suriyelilerle ilgili yatırım yapmaya hazırlar; ancak sonraki aşamada, savaşın bitiminden ya da bu durum kronik hale geldikten sonra, bu ilgi gösterilmeyecek. Türkiye ve diğer ülkeler, bu problem Suriye’nin bir iç sorunuymuşçasına ülkeye arkalarını dönecekler. Bunun örneğini Irak’ta gördük, Irak’a müdahale edilirken birçok insan yerinden edildi; ancak şu anda Iraklılar ya da Afganlar dünyada en büyük zorluğu yaşayan göçmen grupları. Hiçbir ülke tarafından kabul edilmiyorlar. Örneğin; Türkiye’d e binlerce Afgan var; ancak Türkiye “mülteci kabul eden” ülkeler listesine dâhil olmaması sebebiyle, geçici olarak ülkemizde bulunuyorlar. Afganistan’d an veya Irak’tan gelen insanları, mülteci kabul eden ülkeler istemiyorlar. On yıl öncesine baktığınızda durum farklıydı; ancak şu anda bu göçmenler, bir yandan Türkiye ve İran gibi ülkelerde geçici sığınma ihtiyaçlarını karşılayarak yaşamlarını devam ettirirken, bir yandan da kalıcı çözüm bekliyorlar. Kalıcı çözümün olamayacağını ise dünyadaki bütün ülkeler dile getiriyorlar.

Devlet çıkarlarının ön planda olması, olayların insani boyutundan uzaklaşmasına sebep oluyor. Bu günümüzdeki devletlerin tipik davranışlarıdır. Devletin çıkarı neyi gerektiriyorsa onu yapmak; eğer bir devletin çıkarı Suriye’ye gidip muhalifleri ya da Esed’i desteklemekse bunu yapar, çok da büyük paralar harcar. Bunu bir yük olarak görmez, bir yatırım olarak görür. Fakat onu yaparken ortaya çıkan dramı sahiplenmek, mağdur insanların güvenlik, barınma ihtiyacını gidermek bir mali, siyasi bir yüktür devletler için. Buna gereksiz bir harcama gözüyle bakıyorlar. Tabii ki bir yeri dağıttığın zaman o dağınıklığı toplamak size bir yük getirir. Bu devletlerin tipik davranışları orayı dağıtmak, çıkarları neyse onu tesis etmek ve geri kalan dağınıklığı o toplumun, o ülkenin kendi sorunuymuş gibi bırakıp uzaklaşmak. S i zi n d e d ed i ği n i z gi bi : Avru pa Bi rl i ği ü l kel eri gel en m ü l teci l eri ka bu l etm i yorl a r. Peki , m ü l teci l eri ka bu l ed en ü l kel ere Bi rl eşm i ş M i l l etl er ya d a d i ğer u l u sl a ra ra sı ya rd ı m ku ru l u şl a rı n ı n ya pm ı ş ol d u ğu m a d d i bi r ya rd ı m söz kon u su m u d u r? Ö rn ek verm ek gereki rse, Tü rki ye’d e 1 0 1 bi n bi l i n en m ü l teci va r ve Tü rki ye, S u ri ye’d en gel en m ü l teci l eri geçi ci ba rı n m a ol a n a kl a rı n ı ka rşı l a m a k a m a cı yl a a l ı yor. Bu d u ru m d a , u l u sl a ra ra sı ya rd ı m ku ru m l a rı ta ra fı n d a n Tü rki ye’ye ya pı l a n m a d d i bi r ya rd ı m va r mı? Türkiye’ye herhangi bir yardım kuruluşu tarafından yapılan bir yardım söz konusu değil; çünkü Türkiye böyle bir yardıma ihtiyaç

M ü l teci ka bu l ed en d i ğer ü l kel ere m a d d i ya rd ı m l a r ya pı l d ı ğı n ı söyl eyebi l i r m i yi z?

Tü rki ye’n i n m ü l teci pol i ti ka sı n d a n ve m ü l teci m e s el e s i h a kkı n d a ki ge n e l ya kl a şı m ı n d a n b a h s e d eb i l i r m i s i n i z ?


Türkiye’nin “mülteci kabul etmemek” düşüncesinin üzerine kurulu bir politikası var. Cenevre Antlaşması’na baktığınızda da şartlı imzaladığını görürsünüz. Türkiye geçici sığınma hakkı tanıyor. Bu sığınma hakkını da yalnızca Avrupalı olmayan bireylere sağlıyor. Zaten, günümüzdeki şartlar düşünüldüğünde Avrupa’d an gelen mültecilerin Türkiye’ye gelmek isteyeceklerini öngörmüyoruz. Anlaşmada da belirtildiği üzere, Avrupa dışından savunma ihtiyacı doğrultusunda gelenleri hiçbir şekilde mülteci olarak kabul etmeyecektir. Kısacası, Türkiye’nin politikası “göçmen gelmesin” politikasından farklı değildir ve bu düşünce üzerine kuruludur. Cen evre An l a şm a sı ’n ı n o m a d d esi d eği şti ; a n ca k Tü rki ye bu d eği şi kl i ği ka bu l etm ed i . D i ğer ka tı l ı m cı ü l kel er bu d eği şi kl i ği ka bu l etm i ş m i d i r? Türkiye dışında, kabul etmişlerdir. Fiili hayatta, Avrupalı, Avrupalı değil ayrımını yapan bir tek Türkiye vardır. Bu maddenin değişimini istediği takdirde (Bu değişim bir siyasi idare işi olmaktadır.) bir hafta içerisinde bu değişimi gerçekleştirebilir. Tü rki ye’n i n , gel en m ü l teci l ere geçi ci bi r sı ğı n m a h a kkı ta n ı d ı ğı n d a n söz etti n i z. G eçi ci sü re h a kkı n d a bi r sa yı söyl en ebi l i r m i ? Bazen 1 yıl, bazen ise 15 yıl olabilir bu zaman; çünkü geçici süre adına söylenmiş bir sınır yok. Sözgelimi, Afganlar burada istedikleri kadar kalsınlar Türkiye’ye gelip, ama Türkiye’d e kayda alındıkları için burada beklemek zorundalar. Kaderlerini diğer ülkelerin göçmen politikaları belirleyecek. G eri gön d eri l m el eri gi bi bi r i h ti m a l va r m ı ? Mülteci kabul eden ülkelere geri gönderilme gibi bir ihtimalden söz edilebilinir. İki seçenek var: ya mülteci kabul eden ülkeye gidecekler ya da başka ülkeye yerleştirilecekler. Uzun süre beklemeleri, güzel sonuçlanmıyor. Türkiye’d e uzun süreli yaşadıkları zaman, genelde yasa dışı yollarla Avrupa’ya kaçmaya çalışıyorlar ve bunları da, ne yazık ki, gemi kazaları aracılığıyla öğreniyoruz.

S u ri ye’d en göç ed en i n sa n l a r, bu ü l ked e ya şa m a ya ba şl a d ı kta n son ra etn i k ve kü l tü rel a çı d a n Tü rki ye h a l kı n a n a sı l en tegre ed i l ebi l i rl er? Türkiye açısından böyle bir durum söz konusu değil; çünkü siz, birisini kalıcı olarak kabul ederseniz onun uyumunu sağlamaya çalışırsınız. Türkiye, mülteci kabul etmiyor ve bu sebeple bir entegre politikası yok. Suriye’d en gelenler de kurulan kamplarda kalıyorlar ve bölge halkına uyum sağlama gibi bir sorunları yok. D i ğer ü l kel ere ba ktı ğı m ı zd a i se… Onlarda ulusal çıkara dayalı mülteci politikasından söz edilebilir. Uyguladıkları ve üzerinde düşündükleri bir entegre sistemleri var. Gelen mültecilerin uluslararası korunmaya ne kadar ihtiyaç duyduğundan ziyade, nitelikli iş gücü olup olmadıklarına bakılıyor. Entegrasyon kapsamında ise, değerlendirme maddeleri, kendi dilini iyi bilmesi veya iyi bir mezhep sahibi olup olmaması gibi koşullar içeriyor. Afganların kabul edilmemesinin büyük sebepleri de bunlardır. Afganlar hakkında, nitelikli iş gücü açısından olumlu düşünmüyorlar. Tü rki ye’d e h a l kı n S u ri yel i m ü l teci l ere ka rşı tu tu m u n ed i r? G en el bi r çerçeve çi zecek ol u rsa k, Tü rk H a l kı bu d u ru m d a n m em n u n m u ? Halk memnun değil; çünkü politize edilmiş bir konu. Yani, Suriye’d en gelenler bir mülteciden ziyade Suriye politikasının bir ürünü. Hükümet de, muhalefet de bu konuyu bu şekilde işliyor, tabii bu çok yanlış bir şey. Mültecilerin korunması çok evrensel ve çok insani bir refleks; ama Türkiye’d eki bu çerçeve, imkânların sağlanması ve onların korunması Suriye politikasının bir yansıması olduğu için, Suriye politikasına muhalefet olan partiler de o kamplardaki insanlara karşı olumsuz bir tutuma sahipler. Bunun sebebi mültecilerden kaynaklı değil; bu ülkenin iç politikasındaki çekişmelerden doğan bir sonuç. Ka m pl a rı n ku ru l d u ğu böl gel erd e, S u ri yel i l erl e bi rl i kte ya şa ya n h a l k bu d u ru m d a n ra h a tsı z m ı ? Tabii ki rahatsızlık duyuyorlar.

47


S i zi n ka m pl a ra gi rm en i ze n ed en i zi n veri l m ed i ? Biz de bilemiyoruz.. Girebildiklerimiz askerlerin kaldığı kamplardı, asıl mültecilerin kaldıklarına bizim girmememize kesinlikle izin verilmiyor. Neden olduğunu biz de bilemiyoruz. Bi r d ön em S u ri ye’d e gü ven l i bi r böl ge ol u ştu ru l m a sı ta rtı şm a l a rı gü n d em e gel d i ; a n ca k bu kon u n u n d eva m ı gel m ed i . S i zce gü ven l i böl ge ol u ştu ru l m a l ı mı? O l u ştu ru l u rsa n ered e ol u ştu ru l m a l ı ve bu n u n Tü rki ye’ye a va n ta j l a rı yl a bi rl i kte d eza va n ta j l a rı n el erd i r?

48

Türkiye’nin bir avantajının olmadığını söylemeliyiz. Şu anda, Suriye toprakları içerisinde kurulacak güvenli bir bölge mümkün değil; çünkü bu iç karışıklık devam ederken gidip de Suriye’nin topraklarında güvenli bir bölge oluşturulmaya çalışılması kadar riskli bir durum yok. Ayrıca, Türkiye’nin kararı bu bölgenin oluşturulması için yeterli değil; Birleşmiş Milletler’in kararı gerekli ve şu anda Türkiye böyle bir durumu göze alamaz. Göze alırsa, yani mültecileri Suriye’d e koruma altına almak gibi bir uygulamaya giderse, her gün başka problemleri haberlerden izlemek zorunda kalırız; çünkü öyle bir güvenliği şu an sağlamaları mümkün değil. U zu n sü rel i ba ktı ğı n ı z za m a n , bu i ç ça tı şm a d eva m ed er ve S u ri yel i l er Tü rki ye’ye geçi ci sı ğı n m a koşu l u yl a gel m eye d eva m ed erl erse, Tü rki ye ol a ra k n a sı l bi r d u ru m l a ka rşı l a şı rı z? Bu konu hakkında bir öngörüde bulunmak çok zor. Yapılabilecek tek öngörü: çatışmalar devam ettiği sürece insanlar evlerini terk etmek zorunda kalacaklar ve ne yazık ki şu anda bunun bir çözümü yok. Bu çatışmalar süresince insanlar canlarını kurtarmak ümidiyle kaçmak zorunda kalacaklar. Eğer iç çatışmalar sonlandırılır ve insanların geri dönebileceği koşullar sağlanırsa mülteci meselesi de çözülmüş olur. Ancak, sorunun cevabı olarak bir öngörüde bulunmak mümkün değil. Ba ka n ı m ı z Ah m et Da vu toğl u , Tü rki ye’ye gel en S u ri yel i sı ğı n m a cı l a r i çi n yü z bi r bi n i sı n ı r ol a ra k bel i rtti . Bu sa yı ta m a m l a n d ı kta n son ra , gel en l eri

a l m a m a k gi bi bi r d u ru m söz kon u su m u ? Sayın Davutoğlu, sınırı hiçbir zaman kapatmayacağını söyledi. Bu sayı az önce konuştuğumuz Suriye topraklarında güvenli bir tampon bölge yapılması amacıyla bir eşik olarak konulmuştu; ancak bunun uygulamaya konulması şu an mümkün değil. Zaten sağlıklı da değil, mültecilerin güvenliğini sağlayamaz. Türkiye’d e sınıra yakın kamplarda bile bu kadar sorun varken, bu güvenli bölgeyi Suriye toprakları içerisinde sağlaması mümkün değil. Kısacası, böyle bir bölge oluşturmaya çalışırsa, savaşa girme ihtimalinin varlığından söz etmek gerekir. Bi rl eşm i ş M i l l etl er’ i n bu gü ven l i böl geyi sa ğl a m a sı bekl en m i yor m u ? Şimdilik, BM’nin öyle bir düşüncesi yok. Ahmet Davutoğlu’nun bu yönde yapmış olduğu açıklamalar var; ancak Birleşmiş Milletler tarafından bu konu hakkında şimdiye kadar olumlu herhangi bir açıklama yapılmadı. G eçti ği m i z a y, D ı şi şl eri Ba ka n ı n a S u ri yel i m ü l teci l er h a kkı n d a ki en d i şel eri n i zi i çeren bi r m ektu bu n u z su n u l d u . Bu m ektu ba bi r ka rşı l ı k veri l d i m i ? Hayır, verilmedi. Bu d u ru m ya l n ı zca si zi n i çi n m i geçerl i yoksa d i ğer i n sa n h a kl a rı ku ru l u şl a rı n ı n bu kon u h a kkı n d a bi l gi a l m a ya yön el i k ça ba l a rı d a ya n ı tsı z bı ra kı l ı yor mu? Bütün insan hakları kuruluşları için geçerli, şu anda bizi hiçbir şekilde sürecin içerisine dâhil etmiyorlar. BM ile işbirliği yapıldığı söyleniyor; ancak bizim gördüğümüz kadarıyla çok yüzeysel olduğu söylenebilir. En bü yü k m ü l teci ka m pı Ken ya’d a ; a n ca k ken d i l eri n e sı ğı n a n ba zı m ü l teci l eri zorl a geri gön d erd i kl eri n e d a i r h a berl er ya pı l d ı . . Bu tür haberlere Dünya coğrafyasının her yerinde karşılaşıyoruz. Mülteci kampları belli bir süre sonra boşaltılıp, insanların geri gönderilmesiyle


sonuçlanıyor. Dünyadaki mülteci nüfusunun yüzde doksan beşini mülteci veren ülkeler barındırıyor ve İran, Afganistan, Pakistan, Irak gibi ülkelerde yaşıyorlar. Belli bir süreden sonra da kendi ülkelerine gönderilme gibi bir durumla karşı karşıya kalıyorlar. Af Ö rgü tü ol a ra k d ü n ya d a m ü l teci soru n u n a yön el i k a m a çl a rı n ı z n el erd i r?

Af Örgütü, yabancı düşmanlığını, sınır kapatma düşüncesini eleştiren ve eleştirmeye de devam edecek olan bir örgüt. Bu konuda raporları ve uzmanların görüşlerini sunuyoruz. Af Örgütü, devletlerin politikalarını biraz daha insanileştirmek ve mültecilerin haklarının devletler tarafından tesis edilmesini sağlamak amacıyla mücadelesini devam ettiren bir örgüt olmaya devam edecek.

49


(deniz-akkus@hotmail.com) “Nobel Barış Ödülü’nü Avrupa Birliği’ne verdiler çünkü belki de kendilerini utandırmayacak başka birini düşünemediler. Nelson Mandela’nın da bir tane var. Aung San Suu Kyi’nin de… Niçin verdikleri pek net olmasa da Barak Obama’nın bile bir tane var. Öyle ki, zamanında Henry Kissinger’a bile bir tane verdiler; ama belki de o konuya pek girmemek lazım. E o zaman kim kaldı? Avrupa Birliği’ne verelim gitsin. Nasılsa kimse fark etmez! Ama fark ettiler.” diyor Gwynne Dyer, Nobel Ödülü’nün AB’ye verilmesi ile ilgili geçen hafta The Guardian’ a çıkan yazısında. 1

50

Ödülün AB’ye gittiği gün mühim bir gündü. “Nobel Barış Ödülü’nü AB aldı.” başlıklı haberler adeta Zaytung son dakikası gibi günümüzü aydınlatmıştı. En sık gördüğümüz eleştirilerden biri “Avrupa Birliği çökerken bu ödülü AB’ye vermek neyin nesi?” idi. AB’nin; yanı başındaki Yugoslavya’ya sessiz kalmasından, Kuzey Afrika’d an gelen mültecilere karşı takındığı tutumdan, “taşın altına elini koymamaktan”, “ kendine Müslüman olmasından” bahsedenlerin haklı sayılabilecek bir sitemi vardı. Zira “barış” ve “barış ödülü” deyince aklımıza daha ‘geniş etki alanları’, daha çok ‘gayret’ geliyor; çıta yükseliyor. İster istemez, “AB dediğin birlik nereye barış getirmiş ki?” sorusu beynimizde çınlıyor. AB’ninse nereye barış getirdiği aşikâr. Elbetteki kendi kendisine. O konuda ziyadesiyle mutabıkız. Bazılarımızın mutabık olmadığımız nokta ise şu; Nobel Barış Ödülü’nü almak için kriter dünya barışı mı yoksa herhangi bir barış mı? AB’nin barış ödülü almasını sorgulayabiliriz. Aslında oturup sorgulamamız gereken aslen Nobel Barış Ödülü’nün “hangi” barışı ödüllendirdiği değil mi? Günümüzde bilgiye ulaşmaksa bir Google araması kadar yakınımızda. Bunca bilgi kirliliği içerisinde; bakalım bilgi dağarcığımızın büyük kısmını dayandırdığımız kutsal bilgi kaynağı Vikipedi ne diyor:

“Nobel Barış Ödülü, Alfred Nobel'in vasiyeti uyarınca, her yıl ulusların ve halkların kardeşliği, silah ve orduların azaltılması ve barış kongreleri düzenlemek için en çok çaba sarf eden kişi, kişiler veya kuruluşlara verilir. Nobel Barış Ödülü Oslo'daki Norveç Nobel Komitesi tarafından verilir. Bu komitenin üyeleri Norveç parlamentosu tarafından seçilir.” 2 ‘Barış’ kategorisi neden ve nasıl çıktı peki? Kimya, Fizik, Fizyoloji, Tıp ve Edebiyat dallarında da verilen Nobel ödüllerinin nereden çıktığının muhakemesini yapmak nispeten kolay; Alfred Nobel, İsveçli bir kimyacı, sanayici ve mühendisti. Öldüğünde bile barışı neden ödül kategorisi olarak belirlediğine dair bir iz, bir açıklama bırakmamıştı Nobel. Böyle olunca kategorinin doğuşuna dair teoriler üretildi. “Norveç Nobel Komitesine göre, barış aktivisti olan ve daha sonradan da ödülün sahibi olacak Bertha von Suttner ile olan arkadaşlığı; onun barışı bir kategori olarak eklemek kararında son derece etkili olmuştur.” 3 Vikipedi makalesindeki bir diğer iddia ise; Barış Ödülü Nobel’in icat etmiş olduğu dinamit ve balistik gibi tahrip edici maddeleri icadına karşın bir telafi, bir tazmin çabası olduğu yönünde. Alfred Nobel niçin bu ödülü bir kategori yaptığını dile getirmeden hakkın rahmetine kavuşuyor ve bizi fena bir karanlıkta bırakıyor. Düz mantık ile düşününce; dinamit ve ödülü beraber cümle içerisinde kullanırken bile cümle neresinden tutsak elimizde kalıyor: “ Dinamitin mucidinin isteğiyle verilen Nobel Barış Ödülü, dünyanın en itibarlı ödüllerinden biri.” Ancak ön yargılı olmamak lazım, zira ondan sonra yıllarca bu ödül sahiplerini buldu. Peki günümüzde bununla ilgili kriter nedir? Araştırmalara devam ederken görebiliyoruz ki Norveç Nobel Komitesi, 162 parlamentonun üyesi olduğu Parlamentolar Arası Birlik üyeleri, dünya


çağında hükümetler, üniversitelerin belli bölümlerindeki öğretim görevlileri, Uluslararası Hukuk Mahkemesi üyeleri gibi bir liste kurum, kuruluş ve kişiler ödüle aday gösterebilecek olanlar. Bu öneriler dahilinde ödülü vermekle yükümlü olan Norveç Nobel Komitesi nasıl bir mantıkla ödüllerin sahiplerini belirlemiş? Upuzun bir liste geliyor önümüze. İsimlerin çoğu yabancı, tanıdık isimlerinse bazıları gerçekten ödülün özünü sorgulatacak cinsten. İlk gözüme çarpan 1953 yılında ödüle layık görülen George Carlett Marshall. 4 Evet, soyadı tanıdık, kendisi 1939-1951 yılları arasında ABD Genel Kurmay Başkanlığı, Dışişleri ve Savunma Bakanlığı gibi görevlerde bulunmuş; “Marshall Planı” diye bildiğimiz Avrupa Kalkınma Planı’nın bizzat yaratıcısı. Marshall Planı ile yapılan yardımlarda Soğuk Savaş sürecinde başlayan pek çok ülkenin ekonomik bağımlılığının yaratıcısı. Hatta güzel bir ayrıntı, Türkiye ve Yunanistan başlarda programa alınmazken Marshall bu ülkelerin dâhil edilmesinde rol oynuyor. Bunu ayrı bir yazıda tartışabiliriz, elimizde daha mühim bir bilgi var. Marshall, İsrail’in tanınmasında ve NATO’nun kurulmasına ilişkin görüşmelerin başlatılmasında büyük çaba göstermiş. Nobel Barış Ödülü’nü kazanma sebebi ise Avrupa’nın kalkınmasına ve dünya barışına sağladığı katkılar. İkinci gözüme çarpan yirmi yıl sonra; yani 1973’te ödüle layık görülen, Henry Kissenger. 5 Kissenger’ın Vietnam’lı politikacı, general ve devrimci Le Duc Tho ile birlikte ödüle layık görülme gerekçesi “ Vietnam’d aki savaşı bitirmek ve Vietnem’a barışı getirmek”; çünkü ikisi de Paris Barış Antlaşması konusunda çaba sarf ediyorlar ve ateşkese ön ayak oluyorlar. Le Duc Tho, Güney Vietnam’d a barışın hala sağlanamadığı, çünkü ortada bir barış anlaşması olmadığını, barışın geçici olarak sağlandığı ki onun da yaralara merhem olmadığı gerekçesiyle ödülü reddediyor. Kissenger ise ödülü kabul ediyor. Savaş ancak 1975’te bitiyor, barış ortamı ise onu takiben geliyor. Birleşmiş Milletler de bu ödülün sahibi. Ah tabi bir de, siz bu satırları okurken ABD Başkanı olarak kalıp kalmayacağı tartışması hala süren Barack Obama’nın; 2009’d a kendisinin bile şaşırıp kaldığı; söz konusu ödülü alma hafızası var

ki ona hiç girilmemeli belki de. Yani; “Barış mı? Ne barışı?” Tabii ki tüm ödül sahipleri ödüllerini alma gerekçesini hunharca sorgulayabileceğimiz isimlerden oluşmuyor. Barışa hizmet etmiş, arabulucu olmuş, ülkesine barış getirmiş pek çok isim var. Tibet’in özgürleşmesindeki kilit isim Tibetli Budist Dalai Lama’d an tutun, ölmese ödülün verileceği Gandi’d en, Güney Afrika’d a apartheid’ın son bulmasındaki rolüyle Desmond Tutu’ya varın. Hatta abartın, Rahibe Teresa’ya, Martin Luther King’e, Nelson Mandela’ya varın. Bu isimler gözümüzde nispeten daha meşru değil mi? Yani düşününce, hepsini takdir ediyor, ödüle layık görüyoruz gibi değil mi? Dikkatlice bakın; bu isimlerin ve burada yazmadığım nicelerinin barışa sağladıkları katkı; aslında çoğunlukla kendi ülkelerinin ya da temsil ettikleri kesimin içerisinde bulunduğu çatışma durumunu sonlandırmaya yönelik çabalarından ötürü olmuş. Daha demokratik bir ortam yaratmak ya da insan hakları ihlallerini kaldırmak, ama çoğunluğu içe dönük gaye yahut başarılardan oluşuyor ödül alma gerekçeleri. Bu hususta ziyadesi ile barışı sağlamış isimler zaten aklımızda. Avrupa Birliği dediğimiz şey de; belli başlı Avrupa ülkeleri arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları bir daha çıkmaması, yıkıcı savaşların bir daha olmaması için bir adım değil miydi? Almanya’nın barışçıl bir sisteme entegrasyonu açısından atılmış küçük ve sektörel adımların büyüyüp; ülkelerin yetkilerinin bir kısmını “millet üstü” bir otoriteye transfer ettiği, zamanla da ülkeler arası savaş çıkması ihtimalinin neredeyse sıfıra indiği bir birlik değil mi AB? Bugün itibari ile 67 yıldır Avrupa’d a savaş yok. Entegrasyon süreci içerisinde İspanya’nın, Yunanistan’ın, Portekiz’in terk ettikleri otoriter rejimlerinden, AB yardım fonlarından yararlanan eski Sovyet rejiminden çıkmış Orta Avrupa ülkelerinin siyasal dönüşümüne de atıfta bulunabiliriz. Aslına bakarsanız, 1990’larda Yugoslavya’d aki sivil savaştan başka da büyük bir çatışma yaşanmadı. Fakat Yugoslavya o zaman olmadığı gibi, bugün de AB üyesi değil. Kaldı ki o zamanlarda AB Soğuk Savaş’tan ve soğuk sudan çıkmış balık gibi; askeri yapılandırması ve misyonu konusunda müthiş bir kafa karışıklığı içerisinde

51


bulunuyordu. Bugünse, son birkaç yılın gündemi domine ettiği ekonomik ve mali krizlerle çatışmaktan da uzun yıllardır kendini geliştirmeye çalıştığı bu mevzuları nispeten rafta tutmak zorunda kalmış durumda. Fakat bu onların ajandası, onların seçimi… AB’yi uluslararası bir örgüt olarak düşünmek ve Birleşmiş Milletler’d en haklı olarak beklediğimiz duyarlılığı ve çabayı beklemek bir yerde yanlış. AB kendi içerisinde yapılanmaya en büyük önemi vermiş, bu hususta büyük de başarı elde etmiş; kendi içerisine barış getirmiş, insan haklarını ilke edinmiş bir proje olarak bir “ aferin” almamalı mı? AB’yi ülkesinde süre gelen on yılların acısını dindiren Desmond Tutu’d an ayıran somut şey nedir? Alt başlıklara ayrılabilmesi mi? Alt başlıklara ayırdığımızda çıkan 27 (yakında 28) ülkenin kendi aralarında savaşma ihtimalleri var mı? Yok.

52

Zannedilmesin ki AB’nin uluslararası platformdaki siyasal bencilliği ve elitistliğinin; yaptığı yardımlarda seçiciliğinin ve koşulluluğunu gözardı etmeliyiz. Kuzey Afrika’d an göçerken ölen mültecilerden ya da kötü muamele edilen diğerlerinden de bahsedebiliriz. Ancak unuttuğumuz, AB her ne kadar demokrasi ve barışı desteklese ve bu ülkülerini etrafına yayma isteğini dile getirse de; uluslararası barış konusunda her zaman daha çekingen, daha iddiasız, daha kendine dönük oldu. Çünkü özünde hiçbir zaman bizim algıladığımız türden “uluslararası” bir gaye gütmedi. Eminim Marshall da İsrail’in tanınmasını destekler ve NATO’nun kurulmasına ön ayak olurken aklında problemli bölgelere topyekün barış getirmekten öte; savunmakla yükümlü olduğu ülkesinin çıkarlarını düşünüyordu. “Fakat leğeni boşaltırken bebeği de onla birlikte atmayın.” diyor Gwynne Dyer. “ Nobel Barış Ödülü’nün orijinal amacı, Avrupa Kıtasını (ve geri kalan dünyanın da büyük kısmını) son dört yüz yıldır üst üste yakıp yıkan korkunç savaşlara bir son vermek için çalışanları onore etmek değil Refera n sl a r 1. Gwynn Dyner, Ekim 17, 2012, The Guardian 2. Vikipedi, Nobel Barış Ödülü, 3. Wikipedia, Nobel Peace Price 4. Vikipedi, Nobel Barış Ödülü Sahipleri Listesi 5. Vikipedi, Nobel Barış Ödülü Sahipleri Listesi 6. Gwynn Dyner, Ekim 17, 2012, The Guardian

miydi?” 6 diye devam ediyor. Ona göre, Nelson Mandela ve Aung San Suu Kyi’nin ortak noktası; uluslarına insan hakları ve demokrasi getirmekti. AB’nin yaptığını ise çok da farklı görmüyor. Uluslararası barışa hizmet amacıyla kurulan örgütlerin ödül aldığı seneler nispeten az. Listede uluslararası barışa gerçekten katkı sağlayanlarsa iki elin parmağını geçmiyor gibi duruyor. Meşru gördüğümüz Nobel Barış Ödülü sahipleri ise; ‘şekilde’ AB’nin (yani Avrupa Birliği, ‘Avrupa kıtası’ değil) kendi içine getirdiği barışla paralel bir barışın öncüsü olmuşlar. Kriter buysa o zaman, AB ödülü en çok hak edenlerden değil mi? AB’nin Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesi mevzunda sorgulanacak ve eleştirilecek olan ödülün kriterinin belirsizliği, siyasetin seçim süresine karışması gibi ödülü ilgilendiren hususlar olmalı. “AB ekonomik kriz içerisinde dağılıyor, bitmiş bir birliğe destek olsun.” “AB’nin içerisinde bulunduğu kriz durumuna sempati olsun diye barış ödülü verdiler.” diye Avrupa Birliği’ne acımak yerine; “büyük resme” bir bakalım. AB son 3 seneden ibaret bir birlik değil. Velev ki AB yarın, belki yarından da yakın bir zamanda çökecek... Velev ki, baş gösteren krizin en çok vurduğu AB ülkelerinin iç huzuru daha da bozulup iç savaşlara dönüşecek olsun. Bu son 70 senenin başarısının üstünü çizmek için yeterli bir sebep değil. AB ülkeleri arasında bundan 70 sene önce ülkelerin büyük zaiyata uğradığı, insanların öldüğü, sınırların belirlenemediği bir AB vardı. Bugün ise o sınırlar belirli, o milletler devletlerarası barışın hüküm sürdüğü bir birlik içerisinde yaşıyorlar. Tüm artan iç huzursuzluğuna rağmen Yunanistan, Almanya’ya ne olursa olsun savaş açmayacak. Barışa susadığımız böyle bir uluslararası konjonktürde, Obama bile ABD’nin “barışa davet” edilmesi için bu ödüle sahip olabiliyor. Baraj o derece düşük yani. Dinamidin mucitinin verdiği ödülü alanların; Marshall’ın, Birleşmiş Milletler’in olduğu bir alemde, kralın AB olmasında ne gibi yanlış olabilir? Asıl sorun Nobel Barış Ödülü’nde.


(seyid012@box.az) 2012 senesinin Ekim ayında dünya siyasetinin kalbi parlamento seçimleri nedeniyle Gürcistan`la atıyordu. Kafkaslar`da yerleşen, yüzölçümü 69, 700 km 2 olan bu küçük ülkede gerçekleşen meclis seçimlerine dünya medyasının yaklaşımının ABD`deki başkanlık yarışına gösterilen ilgiyi zaman zaman gölgede bıraktığı gözlemlendi. Bu, “Gürcistan`da Sovyet Dönemi`nden sonra iktidarın ilk defa demokratik olarak el değiştirdiği” 1 seçim sonuçlarının uluslararası ilişkilerde ve bölgeye yönelik aktif siyaset yürüten devletlerin yeni politik yollarını çizmesinde çok etkili olacağının bir göstergesiydi. 2 Peki Gürcistan`da gelişen siyasal olayların, yeni gerçekleşmiş parlamento seçimlerinin bu denli mercek altına alınmasının sebebi nedir? Globalleşen dünya Gürcistan`a neden “özel” yaklaşıyor? Bilindiği gibi Sovyet Cumhuriyetlerinden biri olan Gürcistan, SSCB`nin dağılmasıyla yeniden bağımsızlığına kavuşmuş ve 20.yüzyılın sonları, 21.yüzyılın başlarında çok karışık bir siyasi dönemden geçmiştir. Dini inanç, ırk ve ideolojik düşünce bakımından farklılıklar gösteren bağımsız Gürcistan çeşitli zorluklarla yüz yüze kalmış, Eduard Şevardnadze`nin devletin başına geçmesiyle nispeten iç barış sağlanmıştır. 3 Kısa bir zaman diliminde birden fazla siyasal ve sosyal değişimleri doruk noktalarında yaşayan Gürcü halkı Şevardnadze`ni dönemindeki hükümetlerin ve ailesinin yapmış olduğunu iddia ettikleri yolsuzluklarla suçlamış, 2003 senesinde parlamento seçimleri ardından, batı yanlısı demokrat Mihail Saakaşvili’nin liderliği ile “Gül Devrimi`ni gerçekleştirmiştir. Ayrılıkçı bölge sorunu yaşayan Gürcistan 2008`de Rusya ile gerilen iplerini koparmış, 5 günlük savaş sonucunda Güney Osetya ve Abhazya`da kontrolünü kaybetmiştir. Siyasi gündemi sürekli değişen Gürcistan, 2012 seçimleri dönemine de düşünsel karışıklıklarla girmiştir. 2003 yılından bu yana süregelen renkli devrim süreci, yani “Gül Devrimi”, halk nezdinde de sorgulanmaya başlanmış ve ülke genelinde yaşanan ekonomik problemler ile Devlet Başkanı Mikhail Saakashvili’nin “dikta rejimlerine” öykünen yönetim anlayışı ciddi bir rahatsızlık kaynağına neden

olmuştur. 4 Ülkede rüşveti önlemeyi başaran Saakaşvili, halkı dilediği ekonomik rifah derecesine ulaştıramamıştır. Statistik belgelerden edindiğimiz bilgilere göre, Gürcistan`nın ikinci en önemli ithalat kaynağı olan Rusya ile ilişkilerin çatışma noktasına kadar gerilmesi, sınırların belirli bir süre boyunca kapalı kalması Saakaşvili hükümetini ekonomik açıdan zorlamıştır. 5 Dengelerin oldukça hassaslaştığı coğrafyada Rusya’nın ateşlediği ideolojik çatışmalara “kravat”lı körükle giden Saakaşvili`nin ayrılıkçı bölgeleri tamamıyla yitirmesi, Gürcü halkının hayal kırıklığının bir başka sebebidir. Dış güçlerin etkisiyle Gürcistan`da gerçekleştirilen “politik suni döllenme”nin sonucunda meydana gelen demokratik gelişmelere karşı halkın uyum sürecinin sancıları duyulmaya başlanmıştır. Böyle bir dönemde halkın kurtarıcı gibi gördüğü yeni siyasi figür olan İvanişvili şartları doğru bir şekilde değerlendirebilmiş, “Gürcü hayali” koalisyonunu oluşturarak ülkenin tarihinde önemli bir adım atmıştır. Saakaşvili ile yollarını ayırmış “Rusya`yı sevmemelerine rağmen

Rusya`dan faydalanmak” düşüncesinde olan bir çok eski “Gül Devrim”i yandaşlarını bile kendi etrafında birleştirmeyi başaran İvanişvili, halk arasında hızlı bir şekilde ün ve saygınlık kazanmıştır. Fakir bir aileye mensup olan İvanişvili Tiflis`de mühendislik eğitimi almış, Moskova`da ekonomi alanında doktorasını yapmıştır. Sovyet Rusya`nın son döneminde başlatılan özelleştirme politikası İvanişvili`nin zenginleşmesine olanaklar sağlamıştır. Son parlamento seçimlerinde kazandığı zaferle tüm dünyanın ilgi odağına dönüşen liderin gelecek siyasi atılımları merakla beklenmektedir.

53


Bu atılımların uluslararası ilişkileri etkileyeğini, aynı zamanda küresel siyasetin İvanişvili`nin politik yolunu şekillendirebileceğini göz önünde bulundurursak olaylara daha geniş bir açıdan bakmamız gerekir. Rusya`nın “arka bahçesi” olarak gördüğü Gürcistan`da, Amerika ve Rusya arasında güç çatışması yaşanıyor. Küresel açıdan Batı`nın etkilediği eski SSCB ülkelerinde Rusya`nın yeniden güç kazanma isteğine bağlı çalışmalarını görüyoruz. Rusya`nın cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in “Euroasia” birliğinin oluşturulması isteğini belirttiği konuşması da bu düşünceye destek veriyor. 6 Bu açıdan Gürcistan`da gerçekleşen parlamento seçim sonuçlarının yalnız ülkeyi etkilemeyeceği herkes tarafından bilinmektedir. Batı`nın “sıcakkanlı” demokrasisi Kuzey “soğuğu” ile Gürcü damarlarında donmaktadır. Amerika ile Rusya`nın Kafkaslar`da kozlarını paylaştığı bu ülke, iki farklı kutubun “Geniş Karadeniz Havzası” için mücadelesi ile yüzleşmektedir. TANAP’ ( TransAnadolu Doğalgaz Boru Hattı) ın en önemli kısımlarından biri olan Gürcistan, dünya enerji sevkiyatı için değerli bir noktadır. 7 Batı için büyük

bir önemi olan Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan bölgesel işbirliğinin kilit noktasında bulunan Gürcistan`daki siyasi değişiklik tüm bölgenin ve dünyanın politik ve ekonomik atılımlarını etkileyebilecek bir önemdedir. Şimdiden akıllarda sorular belirmeye başladı. Rusya ile ilişkilerini düzelten Gürcistan Amerika ile arayı açabilir mi? Yoksa daha dengeli bir siyaset mi yürütecektir? Dünya medyası ve araştırma merkezleri şimdiden liderlerin tutumlarını dikkatli bir şekilde incelemeye koyuldular. Rusya`nın başbakanı Medvedev`in seçim sonuçları ile ilgili Gürcü halkının değişiklik aradığını söylemesi, İvanişvili`nin Rusya ile ilişkilerini iyileştirmeye çalışacağını açıklaması önümüzdeki dönemde Gürcistan`nın Kuzey komşusu ile ilişkilerini yeniden gözden geçireceğini düşünmemize olanak sağlıyor. İvanişvili aynı zamanda Batı ile de siyasi çalışmaların devam ettirileceğini belirterek dengeli bir siyasetten söz ediyor. Saakaşvili’nin bir sene daha başkanlık yapacağını düşünürsek, olayların başka bir mecrada devam etmesi de mümkündür. Hızlı değişen Gürcü siyasi gündeminin dünyaya ne vaat ettiği konusunda kesin bir yargıya varmak bizi yanıltabilir.

54

Refera n sl a r 1. “Gürcistan'da Saakaşvili yenilgiyi kabul etti.” (2 EKİM 2012), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/10/121002_georgia_elections_defeat.shtml, (Erişim tarihi:15.10.2012) 2. “Gürcistan`da bir dönem kapandı.”, http://www.trthaber.com/haber/dunya/gurcistanda-bir-donem-kapandi-58050.html, (Erişim tarihi: 16.10.2012) 3. Okan Üniversitesi - Avrasya Uygulama ve Araştırma Merkezi-Gürcistan” http://avrasyamerkezi.okan.edu.tr/node/14, (Erişim tarihi: 18.10.2012) 4. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU, “Gürcistan’d a Parlamento Seçimleri: Rusya’nın Geri Dönüşü mü?”, (8 Ekim 2012), http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/95-gokturk-tuysuzoglu-tum-yazilari/3576-gurcistanda-parlamento-secimlerirusyanin-geri-donusu-mu ,(Erişim tarihi: 13.10.2012) 5. Dr. Yalçın SARIKAYA, “Tiflis`te işler değişir mi?”, (26.09.2012), http://www.1news.com.tr/yazarlar/20120926013026436.html, (Erişim tarihi: 19.10.2012) 6. Russia's Putin says wants to build "Eurasian Union", (3 Ekim 2011), http://www.reuters.com/article/2011/10/03/us-russiaputin-eurasian-idUSTRE7926ZD20111003, (Erişim tarihi: 18 Ekim 2012) 7. “What TANAP”, http://www.tanap.com/en/what-tanap, (Erişim tarihi: 18 Ekim 2012)


(asena90-1905@hotmail.com) Bu sene 6 Kasım’d a yapılacak olan Amerika Birleşik Devleri’nin seçimleri tüm dünyanın merakını üzerine çekiyor. ABD seçimlerinin sonucunda ister demokrat Barack Hussein Obama ister onun baş rakibi cumhuriyetçi Mitt Romney kazansın, sonuçları tüm dünyayı etkileyecektir. Küresel anlamda ülkenin ekonomisi 15 trilyon dolara ulaşarak global dünyanın gayri safi yurt içi hasılasının dörtte birini oluşturmaktadır. ABD, bu büyüklükteki bir ekonomiyi korumak için yaklaşık 711 milyar dolar askeri bütçe çıkararak küresel dünyanın askeri harcamalarının yüzde 43'ünü oluşturmaktadır. 1 Uluslararası arenada güçlü aktörlerden biri olan ABD’nin seçimlerinin sonucunda Obama galip gelerek dış politikada barışçı ve müzakereci siyaseti devam mı edecek, yoksa Mitt Romney bu politikayı önceki cumhuriyetçiler gibi despot ve muhafazakâr yönde mi değiştirecek? Aslında ABD’nin seçim adayları dört kişiden oluşuyor. Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti adaylarının yanında Yeşilciler ve Liberteryen Partisi’nin de adayları var. Lakin bu iki parti de, demokratçılar ve cumhuriyetçilere kıyasla, çok küçük bir kesim tarafından destekleniyorlar. Dünden bugüne ABD’nin dış politikası uluslararası konjüktürlere bağlı olarak değişkenlik göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra izolasyonist politikasına son veren ABD, sonraki devletlerarası ilişkilerde etkin bir rol oynamaya başladı. Soğuk Savaş döneminin ABD galibiyetiyle sonlanması birçok ülkenin kapitalizm sistemine geçişini sağladı; ve o ülkelerin serbest piyasaya kapılarını açtı. Böylece ABD’nin uluslararası ekonomik nüfuzu hem Avrupa hem de Asya toprakları üzerinde yükseldi. ABD bir yandan ülkelere demokrasi getirdiğini savunurken diğer yandan da o ülkelerin doğal kaynaklarından faydalanmaktaydı. Sadece ekonomik anlamda değil, ABD siyasi olarak da ‘’üstün güç’’ pozisyonunu sürdürmekteydi, çünkü güçsüz ülkelerin despot yöneticileri ABD

desteğiyle yıkılıp yerine kendi istediği ‘’d emokratik’’ yöneticilerin gelmesinde çok etkin bir rol oynuyordu. Fakat tüm dünyada varsayılan ABD dokunulmazlığı 2001’d e darbeye uğradı. 11 Eylül olayının ardından Bush yönetiminin Irak’a ve ardından Afganistan’a girmesi ABD’nin dış siyasetini artık daha muhafazakar ve agresif bir biçimde sürdüreceğini gösterdi. ABD’nin askeri bütçesinin ülke ekonomisine yansıması ve tabii ki Irak işgalinin tam anlamıyla başarı getirmemesi, ABD’yi dış ilişkilerinde müzakereci ve barışçıl yöntemlere doğru sürükledi. Son yıllarda Rusya ve Çin gibi gücünü arttıran devletlerin olması, ABD’nin dış siyasetinde hareket alanını daralttı. Obama 2008’d e seçildi ve şimdi yıl 2012. Bu sene yapılacak seçimlerde Obama’nın rakibi Romney ABD dış politikasının son dört yıldır ABD’yi diğer ülkelere karşı korkak gösterdiği doğrultusunda eleştiriyor. Peki, ABD başkan adayı Mitt Romney‘ nin dış politika ekibinin yüzde sekseni Bush’ un ekibi olduğu göz önünde bulundurulursa, seçimleri kazanması durumunda dünyanın siyasi dengesinde ne gibi değişiklikler gerçekleşebilir? Öncelikle Romney, Obama’nın Orta Doğu’d aki barışçıl yaklaşımını boş bir çabalama olarak görüyor. İslam devletlerinin ABD ile ilişkilerinde asla samimi olmayacağını ve barış eli uzatmanın da ABD’yi güçsüz gösterdiğini savunuyor. Örneğin; İran’a karşı anlayışlı davranmanın ABD için iyi bir sonuç vermeyeceğini ve bu yüzden nükleer silah üretimi konusunda daha sert bir tavır alınması gerektiğini vurguluyor. Ayrıca İsrail’e, Filistin’e karşı tam destek verilmesinde ısrar ediyor. Sadece İsrail değil, Suriye ‘deki muhaliflere de ABD’nin destek vermesi gerektiğini söylüyor. İzlemek istediği bu politikanın sebebi, büyük ihtimalle, Esad rejiminin İran ile işbirliği içerisinde olması ve Amerika’nın bölge içinde tam hâkimiyet kurması için, yerine kendi istediği ‘’d emokratik’’ liderini getirmek istemesi. Ancak Romney ve onun ekibinin bu politikasını zora sokan bazı detaylar var. Birincisi,

55


ABD Suriye muhaliflerine destek verecekse o muhaliflerin ABD’ ye karşı olmadıkları veya ABD’yi destekledikleri kafalarda soru işareti olarak kalıyor. İkincisi, muhaliflerin Filistin’e destek vermedikleri veya verdikleri henüz kesin olarak bilinmiyor. ABD, Suriye’nin rejim muhaliflerine Suriye yönetimini devrederse muhalif yönetimin ABD çıkarlarına göre hareket edip etmeyecekleri bir muamma olarak kalıyor. Üçüncüsü, Suriye‘nin Rusya için stratejik bir önemi var. Öyle ki Tartus’ ta bir deniz üssü bulunduruyor. İran’ın yanında Rusya’yı da karşısına alması, ABD’nin askeri bütçesini arttırmak zorunda kalmasına sebep olabilir. Bununla beraber bu anlaşmazlıklar ABD’nin ülke ekonomisine yansıyabilir.

56

ABD ve Türkiye ilişkilerine tarih içinde bakılacak olursa Türkiye 1950’lilerden bu yana ABD’nin müttefiki olarak yanında yer almıştır. Türkiye’ de ABD’nin silahları hala bulunmaktadır. 2 Öyle ki Türkiye ABD’nin yaklaşık 90 tane B61 nükleer bombasına ev sahipliği yapmaktadır. ABD için Türkiye Orta Doğu’d a stratejik bir alandır. Bununla kalmayıp ABD Türkiye’yi Orta Doğu’nun örnek alınması gereken ‘’d emokratik’’ ülkesi olarak göstermektedir. Bush yönetiminde de Obama yönetiminde de Türkiye-ABD ilişkileri bu uzantıda yol almıştır. Ancak Suriye konusunda başlarda Türkiye’nin Suriye’ye baskı yapması gerektiğini savunurken, şimdi Obama yönetimi çekimser davranmaktadır. Romney ile bunun değişeceği düşük bir ihtimal; çünkü Suriye-Türkiye sınırında çatışma çıkması durumunda sonuçların ne olacağı hala kestirilemiyor. Bu konuya ilişkin bazı senaryolar var. Her şeyden önce muhaliflerin Esad’ ı devirmek için güçleri yetebilir mi? Esad şu anda bölünmüş olan muhalifleri bastırabilir; ve Esad Türkiye’ye karşı savaş açabilir. Bu senaryo hem ABD hem de Türkiye tarafından istenmiyor. İkinci olarak muhalifler galip gelebilir, fakat muhalifler arasında çatışma çıkabilir. Bu çatışma esnasında yeni bir devlet meydana gelebilir ki bu da hem Suriye hem de Türkiye tarafından istenmiyor. Son olarak da muhalifler galip gelir ve yönetimi başarılı

bir şekilde ele alırlar ise ABD’ye destek verip vermeyecekleri belli değil. Tabii bu senaryoyu Türkiye desteklese de, Esad katiyen desteklemiyor. ABD ise bu senaryoya bir yandan şüpheli bakarken diğer yandan sessiz kalmayı tercih ediyor. Orta Doğu’ da neler olduğu ve bunların sonuçları henüz bilinmese de ABD‘nin seçim arifesinde elini ayağını Orta Doğu‘dan çekmiş olduğu aşikâr. Seçimlerden sonra ise seçilen başkan Obama olsun, Romney olsun; her iki taraf da ABD’nin çıkarları doğrultusunda yol alacaktır. ABD ' d e seçi m h eyeca n ı Seçimlere bir aydan daha az bir vakit kala halkın nabzını yokladığımızda her iki tarafın da kızıştığı ortada. Ekim ayında TV’d e yapılan Obama ve Romney‘ nin konuşmaları bütün Amerika’yı etkiliyor. 3 Demokratlar Ekim’d e açıklanan yüzde 8 işsizlik oranı ile övünürken; Cumhuriyetçiler orta sınıfın yok olduğunu ve onların haklarının tekrar getirilmesi gerektiğini savunuyor. Romney, her ne kadar % 47 benim umurumda değil demiş olsa da, seçimleri kazanmak için bütün kitleye seslenmeye çalışıyor. 4 Amerika’ da demokratçılar ve cumhuriyetçiler arasında en büyük anlaşmazlık ise vergi konusunda yaşanıyor. Demokratçılar, zenginlerin daha fazla vergi ödemesini savunurken, cumhuriyetçiler zengin olan orta sınıfın vergiler altında ezildiğini ve gerekli sermayeyi sağlayamadıklarını düşünüyor. Birçok meslek sahibi Amerikalı, endüstrinin Çin gibi ucuz işçi kullanan ülkelere kaydığından sitem ediyor. Ancak büyük bir bölümü siyahî Amerikalı ve göçmenlerden oluşan işçi sınıfı Obama’ nın sosyalist politikalarını destekliyor. Örneğin, düşük gelirli insanlara her türlü yiyecek-içecek (alkol ve tütün ürünleri hariç) alışverişi için verilen Access Card, devlet bütçesine ait olarak kaynağını zengin orta sınıfın ödediği vergilerden alıyor. Bu sene 6 Kasım’d a gerçekleşecek olan ABD seçimlerinin sonuçlarını Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları ile birlikte, Türkiye de dahil, birçok ülke merakla bekliyor.

Refera n sl a r 1. Bureau of Economic Analysis,http://www.bea.gov/newsreleases/nation 2. http://www.todayszaman.com/tz-web/news-206266-report-us-considers-withdrawing-nuclear-bombs-from-turkey.html 3. Obama ve Romney En Dar Seçim Haritası Karşıya ,http://www.washingtonpost.com/politics/decision2012/obama-romneyboth-face-most-narrow-electoral-map-in-recent-history/2012/10/10/5f0104aa-11b5-11e2-be82-c3411b7680a9_story.html 4. Obama ve Romney İlk Kozlarını Paylaştı, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/10/121003_candidates_debate_usa2012.shtml


(cansuceliker@gmail.com) “ Güney ‘de yeni bir dünya doğuyor; başka bir dünya mümkün. “ diyerek Margaret Thatcher’ın “ Başka alternatif yok.” sözlerine karşı duran, 21. yüzyılın sosyalizmini Venezuela’d a uygulamaya çalışan, devrimci bir devlet başkanı… Siyasi yaşamı boyunca yoksul halkın çok sevdiği hatta taptığı, ülkedeki elit kesimlerin ise nefret ettiği bir lider… Ülkenin elit kesimine göre o bir başkandan ziyade “otobüs şoförü”ne benziyordu. Protokol kurallarını bilmeyen, münasebetsizce davranan, Zambo ırkından birisiydi; Barriolar’d a yaşayan yoksul insanlar için ise onların yaşam standartlarını yükselten bir kahraman. Kimden söz ettiğimi anladığınıza eminim: Venezuela’d a 7 Ekim’d e yapılan seçimleri bir kez daha kazanarak başkanlığını sürdürecek olan Hugo Chavez. Başkanlık seçimleri özellikle Latin Amerika ülkelerinde ve ABD’d e çok yakından takip edildi. Bir tarafta sosyalizmi savunan, kamulaştırmalardan yana Hugo Chavez, diğer tarafta ise neo-liberalizm yanlısı ve özelleştirmeleri savunan, ABD’nin ve ülkedeki elit kesimlerin desteklediği Henrique Capriles vardı; fakat Hugo Chavez oyların yüzde 54’ünü alarak üçüncü kez seçimlerde galip gelmeyi başardı. Hugo Chavez seçimler boyunca muhalefet tarafından diktatörlükle ve demokrat olmamakla eleştirildi. “ Chavez gerçekten bir diktatör mü yoksa değil mi? “ sorusunu yanıtlamak için Venezuela’nın siyasi tarihinin derinliklerine inmek gerekir, zira gerçekleşen olayları zamanına ve yerine göre incelememek ve tek bir çerçeveden olaylara bakmak, gerçeği bizden bir adım daha uzaklaştırır. Pu n to Fi j o D ü zen i Venezuela’nın 1960’lardan itibaren diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak daha istikrarlı bir demokratik sisteme sahip olduğu savunuldu. Latin Amerika siyaseti ardı ardına gelen darbe ve krizlerle boğuşurken, Venezuela diğer Latin Amerika ülkelerine demokratik sistem açısından

örnek olarak gösterildi. 1959-1988 tarihleri arasında yönetim Accion Democratica (AD) ve Comite de Organizaçao Politica Eleitoral Indepente’nin ( Copei) elindeydi. 1973’ten sonra her iki parti iki meclisli yasama sistemi içinde yüzde 83 çoğunluğa sahipti. 1 Ancak Punto Fijo Paktı hiç de söylenildiği gibi Venezuela’nın demokratikleşme sürecine katkıda bulunabilecek ve diğer ülkelere örnek olarak gösterilebilecek bir sistem değildi. Kapsayıcı olmaktan ziyade özünde dışlayıcı bir antlaşmaydı ve özellikle sol partileri sistemin dışında bırakıyordu. Hatta eski devlet başkanı Romulo Betancourt, Komünist Parti başta olmak üzere sol partileri baskı altında tutmanın ve karar alma sürecinden uzaklaştırmanın, ülkede istikrarı ve demokratik birliği sağladığını söylemişti. Steve Ellner’a göre ise: Punto Fijo sistemi ideolojik farklılaşmayı en aza indiren iki parti-sistemine dayanıyordu ve liderler aşırı milliyetçi ve anti-emperyalist söylemlerden uzak durmaya çalışıyorlardı. Ayrıca geçmiş deneyimlerden ders alan siyasi liderler olası çatışmalardan kaçınarak her iki tarafa da yarar sağlayacak antlaşmalar yapıyorlardı. İşçi sınıfı ve oligarşiyi bastırarak, geniş bir orta sınıf yaratmaya çalışarak sınıf çatışmalarını en aza indirmeyi amaçlıyorlardı. 2 Şu bir gerçek ki, bu sistem radikal politik seçeneklerin ve askeri darbelerin önüne geçti ve ülkedeki istikrarı sağladı; ancak ülkedeki sol partileri sistemin dışında bırakması ve muhalefetin görüşlerine önem vermemesi bakımından savunulduğu kadar demokratik bir sistem değildi. Pu n to Fi j o S i stem i n i n S on a Erm esi 1980’lerin ortasından itibaren yönetimdeki siyasi partilerin ekonomik krizlerin üstesinden gelememesi sonucunda Punto Fijo sisteminde çözülmeler başladı ve bu süreç Venezuela’yı halk ayaklanmasına ve sosyal kutuplaşmaya doğru götürdü. Böylece diğer Latin Amerika ülkelerine örnek olarak gösterilen ve “İstisnai Demokrasi” tezi

57


ile desteklenilen sistemin sonuna gelinmiş oldu. 3

58

Ca ra ca zo Aya kl a n m a sı 1989’d a Venezuela hükümeti dış borçları tahsis edebilmek için IMF ile anlaşarak neo-liberal politikaları uygulamaya başladı. Neo-liberal politikalar çerçevesinde petrol fiyatları %100 artırıldı ve bunun sonucunda toplu ulaşıma %30 oranında zam geldi. Finansal kriz, işsizlik oranlarındaki artış ve iş imkânlarının azalması sonucunda orta sınıf giderek küçülmeye başladı. Sosyal eşitsizliğin artması sonucu sosyal sınıflar arasındaki uçurum büyüdü. Ayaklanan halk, IMF ve hükümet karşıtı gösteriler düzenledi, alışveriş merkezlerini talan etti ve istasyonları işgal etti. Hükümet ise tüm bu olanlar karşısında halkın taleplerini dinlemek yerine, ayaklanmayı her ne pahasına olursa olsun durdurmak için çok sayıda silahsız kişiyi öldürdü. 27 Şubat 1989 tarihi Venezuela’d a yaşanan Bolivarcı Devrim süreci için de önemli bir milat noktası oldu ve Venezuela’d aki muhalif hareketle halk arasında güçlü bir bağ kurulmasını kolaylaştırdı. 4 Chavez’in kurduğu Movimiento Bolivariano Revolucionario-200 (MBR200),Caracazo Ayaklanması sırasında toplumsallaşmaya başladı. Chavez, bu ayaklanmanın Perez iktidarına karşı yapılacak askeri darbe için bir zemin yaratacağını düşünse de MBR-200 henüz böyle bir hareket için yeterli örgütlenmeye sahip değildi. 5 Caldera’nın girişimleri de ekonomik krizin ve sosyal sınıflar arasındaki kutuplaşmanın önüne geçemedi. Punto Fijo sisteminin yıkılmasıyla oluşacak boşluğu doldurmak için üç farklı toplumsal güç ortaya çıkmıştı: işçi hareketini temsil eden Causa R, PDVSA içinde örgütlenen yönetici kadrosu ve ordu içinde örgütlenen Chavez’in liderliğini yaptığı MBR-200’d ü. 6 H u go Ch a vez’ i n Da rbe G i ri şi m i ve S on ra sı Yarbay Hugo Chavez’in 4 Nisan 1992’d e Devlet Başkanı Carlos Andres Perez’e karşı gerçekleştirdiği askeri darbe girişimi başarısız oldu. Yönetimi ele geçirmek için yola çıkan Chavez ve arkadaşları artık hapisteydi. 1994’te ise Devlet Başkanı Rafael Caldera tarafından affedildiler. Hapisten çıktıktan sonra Hugo Chavez bu kez darbe yerine demokratik yollarla iktidara geçmeyi planladı.

1997’d e MBR-200 Kongresinde siyasi partisi MVR’yi ( Beşinci Halk Cumhuriyeti) kurarak 1998 seçimleri için adaylığını açıkladı ve yüzde 56 oy oranı ile devlet başkanı seçildi. 7 İ l k h a l i yl e Ch a vezci h a reket i çi n d e sosya l i stl eri , sosya l d em okra tl a rı , M a rksi stl eri ve h a tta l i bera l l eri ba rı n d ı ra n bi r ol u şu m d u . 1999’d a hazırlanan anayasa ile Bolivarcı ideoloji devletin temel felsefesi haline geldi ve ülke “Venezuela Bolivar Cumhuriyeti” adını aldı. Anayasada devletin ekonomiye müdahalesine izin verildi, özel mülkiyet hakkı korundu ve devlet özel girişime destek olmaya çağrıldı. Bu haliyle anayasa hem sermaye gruplarının hem de yoksul halkın taleplerine cevap verecek nitelikte hazırlandı. Chavez ‘in ilk yıllarında radikal kararlar almaması birçok farklı kesimden grubu parti içinde tuttu. Chavez 1999’d a “Plan Bolivar 2000”i açıkladı. Sosyal program kapsamındaki projelerin askerler aracılığıyla gerçekleştirilmesi planlandı. Böyl ece ord u i l e yerel böl gel er a ra sı n d a d a h a gü çl ü bi r i l eti şi m ku ru l m u ş ol a ca ktı . 8 Muhalefet ise 2000’d e 1999 Anayasası’nın verdiği yetkiyle Chavez’in görevinden alınması için referandum yapılmasını istedi; ancak Chavez %60 oy alarak iktidarını pekiştirdi. Yelkenlerini bu yeni rüzgârla bir kez daha dolduran Chavez daha radikal kararlar almaya başladı. Örneğin, 2001’d e Ley H a bi l i ta n te ( Yetki Yasası ) çıkarıldı ve bu yasa ile 5000 hektardan fazla toprak mülkiyeti yasaklanarak hükümete boş arazilere el koyma yetkisini verdi. H i d roka rbon Ya sa sı ise PDVSA’nın yabancı ortaklarla yaptığı ortak yatırımlarda payının %51 olmasını, petrol işletmelerinde ise en az %30’luk işletme payının devlete verilmesi istendi. Çıkarılan bu yasalar ise elit kesimleri rahatsız etmişti. 2002’d e CTV lideri Carlos Ortega ve Fedecamaras iki günlük grev ilan ettiler, daha sonrasında yönetime el koydular. Muhalefete bağlı medya organlarında, Chavez istifa etmediği halde istifa ettiği duyuruldu. Fakat kısa süre sonra hem halkın hem de ordunun bir bölümünün desteğiyle 14 Şubat’ta Chavez görevine geri döndü. 2 Aralık’ta ise CTV ve Fedecamaras, petrol üretimini durdurarak ekonomik darbe girişiminde bulundular. Dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birisine sahip olan Venezuela kısa bir süreliğine petrol ithal etmek zorunda kaldı. 9 Ulusal para birimi Bolivar, ABD doları karşısında


%25’lik düşüş yaşadı. Fakat bu ekonomik darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı. Muhalefet 2004 yılında Chavez’in görevinden alınması için tekrardan referanduma gitti; fakat Chavez bir kez daha referandumdan zaferle ayrılmayı başardı. Her bir zafer ise sonrasında daha radikal kararların alınmasına zemin hazırladı.

oranını azaltmak ve yoksulların daha iyi yaşam koşullarına sahip olması için gerekli sosyal programları ve reformları yapmaya çalışıyor. Chavez kooperatif sistemi ile yoksul vatandaşların daha iyi imkânlara sahip olacağını düşünüyor.

M i syon Chavez iktidara geldikten sonra toplumsal eşitliğin Ven ezu el a’d a ki si ya si si stem i ve sosya l sı n ı fl a rı d a h a yeniden sağlanması adına sosyal adalet ve güvenlik i yi a n l a m a k i çi n Ch a vez’ i n u ygu l a d ı ğı sosya l programlarını uygulamaya soktu. Bu programların progra m l a rı ve ba rri o’ l a rd a ku ru l a n koopera ti f her biri ise misyon olarak adlandırıldı. Bu si stem i n i d a h a ya kı n d a n i n cel em em i z gereki r. misyonların içinde en çok Guaicaipuro ve Mercal Misyonu üzerinde durmak istiyorum. Chavez N u cl e o l a r özellikle Guaicaipuro Misyonu ile özel mülkiyeti en Venezuela’d a devrimin çekirdeğini oluşturan kutsal hazine olarak gören liberallerin büyük yapılardır. Barrio’larda kurulan kooperatif odaklı tepkisini çekti. Bu misyon sayesinde 2002 yılında toplum merkezlerine nucleo deniliyor ve barrio’d a 600 bin hektar arazi topraksız köylülere dağıtıldı. yaşayanlar terk edilmiş fabrikalarda eşit koşullarda Köylüler dağıtılan traktörler ve tohumlar ile tarım ve sadece kendileri için çalışıyorlar. Bu nucleolar yapmaya başladılar. Diğer yandan, İngiliz et PDVSA tarafından petrol geliriyle finanse ediliyor. üreticisi Vestey ise topraklarını kaybetti. 13 Mercal PDVSA, işletme kamu gelirlerinin yarısından Misyonu ile temel gıda ürünleri Mercaller’d e fazlarını sağlayan Venezuela kamu petrol normal fiyatının %40 değeri altına satıldı. Gıda işletmesidir. 10 PDVSA’d a çalışan Yüzbaşı Romen artık kar amacıyla yapılan bir faaliyetten ziyade bir Rangel, Ece Temelkuran ile yapmış olduğu hak olarak görülmeye başlandı. Ancak bu sistem röportajda amaçlarının ilk aşamada nucleolardan sonucunda bazı süper marketler kapandı. 14 ekonomik gelir elde etmekten ziyade barrio’larda yaşayanlara moral vermek ve onları politik olarak Tü m bu u ygu l a m a l a r son u cu n d a Ch a vezci h a reket katılımcı hale getirmeye çalıştıklarını söyledi. i çi n d e kı rı l m a 2 0 0 7 ’d e ba şl a d ı . Ch a vez’ i Yüzbaşı Rangel yoksul halkı yirmi beş yaşına gelen, d estekl eyen , fa ka t sosya l i st ka ra kterl i h a m l el eri fakat hala ailesine muhtaç olan bir gence i stem eyen kı sı m m u h a l efeti n ta ra fı n a geçti . benzetiyor. Devletin görevinin ise kendi kendine yetemeyen bu insanlara babalık yapmak olduğunu 2008’d e Chavez karşıtları MUD’u ( Demokratik vurguluyor. 11 Öte taraftan barrio’lar tam anlamıyla Birlik Koalisyonu) kurdular. MUD’un ABD ‘den Venezuela’d aki toplumsal sınıflar arasındaki keskin destek aldığı savunuldu. Chavezci hareket içindeki ayrımın en büyük göstergesi. kırılma sonucunda MUD’u seçenek olarak görmeye başlayanların sayısı arttı. Bu durumun ardında Venezuela’d aki fakir ile zengin arasındaki uçurum yatan temel faktör ise Chavez’in 2007 ve 2012 1980’lerde başlayan ekonomik kriz ve sonrasında yılları arasında aldığı radikal kararlardır. 2 0 0 7 ’d en uygulanan IMF’nin kemer sıkma politikaları ile son ra ka m u l a ştı rm a l a r el koym a yol u yl a ya pı l d ı . daha da arttı.27 Şubat 1989 Caracazo Örneğin, petrol sektöründe bulunan Amerikan Ayaklanması’ndan sonra ise iki sınıf birbirine karşı kökenli ExxonMobil’in Orinoco bölgesindeki öfkeyle ve korkuyla bakmaya başladı. O güne kadar varlıklarına hiçbir haber verilmeden el konuldu. daha fazla demokrasi isteyen sivil toplum Şirket Dünya Bankası’nın Uluslar arası Yatırım kuruluşları bile yoksullara karşı daha sert polisiye Uyuşmazlıkları’nın Çözümü Merkezi’nde tahkim önlemler istediler ve mallarının korunması onlar sürecini başlatırken, Chavez tahkimden çıkacak için daha öncelikli bir konu haline geldi. Böylece kararı kabul etmeyeceğini söyledi. 2008’d e Chavez, toplum içindeki kutuplaşma daha fazla artı. 12 Palmalat ve Nestle’yi süt üretiminde yarattıkları Chavez’in kararları her ne kadar elit kesimler sorunlardan dolayı kamulaştırma ile tehdit tarafından eleştirilse de, Chavez ülkedeki yoksulluk etti.2009’d a özel mülkiyeti öven reklamlar

59


yasaklanıldı ve 2010’d a ABD em perya l i zm i n i n bi r a ra cı ol a ra k görü l en M cDon a l d s ka pa tı l d ı . 15 Ch a vez, u ygu l a m ı ş ol d u ğu bu pol i ti ka l a r i l e seçi m l er ön cesi n d e m u h a l efet ta ra fı n d a n ü l ken i n popü l i st ve otori ter G ol i a th ’ı ol m a kl a el eşti ri l d i . Ayrıca Chavez ülkenin Küba’ya petrolü çok ucuza satarak ve gerekli yatırımı yapmayarak petrol zenginliğini heba etmekle suçlandı. 16 Chavez ise Küba ile imzalanan bu özel antlaşmayı neoliberalizme karşı savaşta petrolü stratejik bir araç olarak kullandığını savunuyor. Bu antlaşmaya göre, Küba, petrol karşılığında Venezuela’ya sağlık hizmeti sunuyor. Peki , ü n i versi tel i gen çl er Ch a vez h a kkı n d a n e d ü şü n ü yorl a r? Toplumsal sınıflar arasında yaşanan kutuplaşma Venezuela’nın özellikle iki üniversitesine de yansımış durumda: Venezuela Merkez Üniversitesi ve Bolivar Üniversitesi.

60

Venezuela Merkez Üniversitesi’ndeki öğrenciler Chavez’i diktatör olmakla suçluyor. Chavez ‘in sadece yoksullara yönelik politikalar geliştirdiğini, toplumun diğer kesimlerini hiç umursamadığını söylüyorlar. Üniversitenin vekil rektörü Tania Navarro, Bolivar Üniversitesi’ne aktarılan fonun ve yeterli bütçenin Venezuela Merkez Üniversitesi’ne ayrılmadığını savunuyor. 17 Öte taraftan, Bolivar Üniversitesi’nde okuyan gençler için Chavez tam anlamıyla onların süper kahramanı. Bu üniversitede parası olmayan yoksul gençler okuyor ve eğitimleri bittikten sonra barrio’larda sosyal yardım projelerinde çalışıyorlar. Bu üniversitedeki gençler kendilerini devrimin taşıyıcısı olarak görüyorlar. 18

üzerinde duran bir gazeteci. Orta sınıfın uzun yıllardan beri Chavez karşıtı olduklarını, ancak son yıllardan itibaren muhalefete karşı da mesafeli bir duruş sergilediklerini savunuyor. Muhalefetin Chavez karşıtı olmaktan başka bir politika üretememesinin orta sınıfın muhalefetten de uzaklaşmasına neden olduğunu söylüyor. Chavez’in politikalarının orta sınıfı dışarıda bırakmasının nedenini, alt sınıfın oyları ile seçilmesine, üst ve orta sınıfın ise Chavez’e karşı ekonomik engeller oluşturmasına bağlıyor. 20 Eğer Ch a vez’ i n son seçi m l erd eki ra ki bi H en ri q u e Ca pri l es’ten ba h setm ezsek ya pbozu n pa rça l a rı n d a n bi ri si eksi k ka l m ı ş ol u r. Henrique Capriles Radonski siyasi kariyerine 27 yaşında iken Ulusal Kongre’ye seçilerek başladı. En pahalı özel okullarda okuyan Capriles ülkenin en zengin ailelerinden birisine mensuptur. Ailesi büyük gıda şirketlerine, sinema salonu zincirine ve bir medya imparatorluğuna sahiptir. Seçimlerdeki sloganı ise “Hay un camino. (Bir yol var.)” 21 Peki, Capriles Venezuela’nın geleceğine nasıl yön vermek istemektedir? Öncelikle kamulaştırmalara son vererek özel sektörün yatırıma yönelmesini sağlamak istemektedir. Chavez’in yoksul halka sağladığı eğitim ve sağlık gibi hizmetlere devam edeceğini ve ülkedeki yüksek suç oranını azaltacağını savunmaktadır. Tabi, ABD ile daha yakın ilişkilerin kurulacağı dönemi de atlamamak lazım.

Ven ezu el a’d a ki topl u m sa l k u tu p l a ş m a d a n ba h sed erken a l t ve ü st ta ba ka n ı n si stem h a kkı n d a ki görü şl eri n e yer verd i k. O ysa ki a tl a n ı l m a m a sı gereken ön em l i bi r d i n a m i k d a h a va r; O rta sı n ı f.

Capriles 7 Ekim’d e yapılan seçimleri kazanamamasına rağmen %46’lık oy oranı üzerinde önemle durulması gereken bir başarıdır. Daha önceden de bahsettiğimiz gibi Capriles’in bu kadar oy almasında Chavez’in verdiği radikal kararların hareket içinde kırılmalara neden olması da etkili oldu. Chavez’i geride bırakamamasının nedeni onun kadar popülist bir lider olamaması, yoksul kesimi yeterince ikna edememesi ve Chavez gibi alt sınıfın dilini kullanamamasıdır.

Tania Navarro, Chavez’in uyguladığı politikaların orta sınıfı bitirdiğine ve onların da yoksullaşmaya başladığına inanıyor. 19 Öte taraftan, Venezuelananalysis. com’un kurucularından Gregory Wilpert yazılarında daha çok orta sınıf

Yoksul kesimin çoğu Chavez’d en önce seçimlere bile gitmiyordu. Ancak, Chavez onlarla çok basit bir dille konuşarak ve onların yaşamlarından örnekler vererek etkili iletişim kurmayı ve onların sevgilerini kazanmayı başardı. Bundan sonraki


süreçte seçimlerin belirleyicisi orta sınıf değil alt sınıf olmaya başladı. 22 Sonuç olarak, 7 Ekim’d e yapılan seçimler ile Venezuela halkı Hugo Chavez’i seçerek liberalizme de bir kez daha hayır demiş oldu. Chavez’in hitap ettiği yoksul kesim Chavez’e olan vefalarını ve sadakatlerini bir kez daha göstermiş oldular. Chavez iktidara geldiğinden bu yana ülkede üniversiteye gidenlerin sayısı önemli ölçüde arttı, milyonlarca insan bedava sağlık hizmetlerine kavuştu. Bu süreç içinde basına ve TV kanallarına dokunmayarak reformlarına devam etti. Chavez, Punto Fijo düzeninin çöktüğü dönemde ortaya çıkan boşluğu doldurmasını çok iyi bildi ve eski popülist geleneği devam ettirmeyi başardı. Popülizmin özünde zaten halkı yeniden inşa etmeyi amaçlayan politik bir görüş yatmaktadır. Chavez ‘in amacı da 21.Yüzyılın sosyalizmine merhaba diyecek ve emperyalist ülkeler karşısında sistemin savunucuları olacak bir Venezuela hatta “Latin Amerika” yaratmaktı. Venezuela daha sosyalist aşamanın başında olabilir, ama güçlü adımlarla bu hedefe doğru ilerliyor. Tabi, küresel

dünya düzeni içinde yaratmak istedikleri sistem çok zor. Bu yüzden Chavez’in en büyük amaçlarından birisi “Latin Amerika Birliğini” sağlamak. Birçok emperyalist güç ve elit kesim bu hikâyenin daha farklı bir şekilde tamamlanmasını arzuluyor. Ülkenin yönetiminde elit kesimlerin etkili olduğu, özelleştirmelerin devam ettiği, kooperatiflerin kapatıldığı ve emperyalist dünya düzenine entegre olunduğu bir son ile bitmesini arzuluyorlar. Bu bağlamda altı yıl sonra yapılacak olan seçimler şimdiden merak uyandırıyor. Chavez’in hastalığı, Capriles’in aldığı önemli oy oranı ve ekonomik krizlerin seçimlerdeki etkisi bir araya getirildiğinde çok denklemli bir problem önümüzdeki seçimlerde bizi bekliyor olacak. Partilerin seçimleri kazanmasında liderlerin karizmatik özellikleri ve halkla kurdukları samimi bağ da önemli bir faktördür. Chavez’in hastalığını göz önünde bulundurduğumuz zaman kendisinden sonra gelecek adayın Chavez gibi bu özelliklerin ne kadarını taşıyacağı da önemli bir soru işareti.

Refera n sl a r 1. Esra Akgemci, Chavez Döneminde Venezuela’nın ABD’ye Yönelik Dış Politikası, (2011), Yüksek Lisans Tezi, sf 26 https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:aW0dBJcMKQ8J:acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/6110/esra_akgemci_tez.pdf+&hl=tr&g l=tr&pid=bl&srcid=ADGEEShSk0Kx651FSM-G-pX-hqCnPBCqFfkRKS5CZ6XgCvSKOB8U6czRICVD2P8nUDe1ob48nHtuetbBZVN7cTwxSSN6RXeOHpV1m8Ig-9k_qW4jshNUUdfkBfG_JK48KpvGz0QM3r&sig=AHIEtbQMwPx6KDBg5Gj4_uyfYFYXbyF14g ( Erişim Tarihi:16 Ekim 2012) 2. a.g.e, s. 30-31 3. a.g.e, s.32 4. Mustafa Özdemir, Neo liberalizme karşı ilk umut: Caracazo Ayaklanması, 28 Şubat 2010, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=29470 (Erişim Tarihi:20 Ekim 2012) 5. Zeynep Ağdemir, Kronik: 2012 Seçimlerine Giderken Chavez’in 13 Yıllık İktidarı, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Sayı: 67-3, 2012,s.266, https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:BJvYkaWjqA0J:www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/67/3/9.pdf+&hl=tr&gl=tr&pid=b l&srcid=ADGEESiNCySNpSRL_wRSjMzH_RvG99Ypk7hqT8pPp2Ott2NZMrbwNlojSe4cNyMKiMIxTSEQ0Wdflq9sU9BlQSLTOS8tauwCbzN5vC5erwByKzy2OmtxQTDUI0srD5CkKOtIVK9Zoz&sig=AHIEtbSm5NjGBT6IKcuQ3QhxIDwOLZE_2w (Erişim Tarihi:12 Ekim 2012 ) 6. Esra Akgemci, a.g.e, s.41 7. Fehmi Gürdallı, Venezuella, Chavez, ABD ve darbe,13 Nisan 2012, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/146569.asp?cp1=1#BODY ( Erişim Tarihi:15 Ekim 2012) 8. Zeynep Ağdemir, a.g.e, s.268 9. a.g.e, s.269 10. Ece Temelkuran, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita, İstanbul: Everest Yayıncılık,2006,s.16-17 11. a.g.e, s.19-20 12. a.g.e, s.127 13. a.g.e, s.54-56-57 14. Zeynep Ağdemir, a.g.e, s.270 15. a.g.e, s.273-274 16. Ray Walser, David vs. Goliath in Venezuela’s elections, 5 Ekim 2012, http://www.thecommentator.com/article/1747/david_vs_goliath_in_venezuela_s_elections (Erişim Tarihi:7 Ekim 2012) 17. Ece Temelkuran, a.g.e, s.139-143 18. a.g.e, s. 134 19. a.g.e, s. 144 20. a.g.e, s.165-167 21. Elif Görgü, Kazanmak değil nakavt etmek/Venezuela’d a Başkanlık Seçimlerine Doğru-5, 4 Ekim 2012, http://evrensel.net/news.php?id=37561 (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2012) 22. Ece Temelkuran, a.g.e, s.166

61


(yagmurersan19gmail.com)

62

İngiltere’yle ilgili sanırım çoğumuzun tarih derslerinden öğrendiği ilk şey “ Sanayi Devrimi ilk 18.yüzyıl’d a İngiltere’d e başlamıştır.” cümlesi ve İngiltere’d e başlamasının sebepleri diye devam eden cümleler olmuştur.18.yüzyıl’d a İngiltere’d e başlayan bu devrim çok uzun değil, bir yüzyıl içerisinde dünyanın çehresini değiştirmeye yetmiştir. İngiltere’d e seri üretime geçilmiş, dolayısıyla bunun da pazar ihtiyacını doğurmasıyla, İngiltere 19.yüzyıl’d a dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu olma ünvanını kazanmıştır. İngiltere bu dönemde en parlak dönemlerinden birini yaşamış; ve dünyaya meydan okuyan, Kanada'dan Afrika’ya, Hong Kong’d an Hindistan'a uzanan büyük koloni imparatorluğunu kurmuştur. Fakat her çıkışın bir inişi olduğu gibi İngiliz ekonomisi de bu zirveye çıkışın ardından Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte gerilemeye başlamış; ve 1930’larda Büyük Buhran’la birlikte de tüm dünya ülkeleri gibi İngiliz ekonomisi de büyük sarsıntılar geçirmiştir. Bu dönemden sonra da ülke ekonomisinin farklı dönemlerde iniş ve çıkışları olmuştur fakat hiçbir dönemde bu son bir yılda yaşadığı kadar uzun bir duraklama dönemine girmemiştir. Bu yazıda da 19.yüzyılın dev imparatorluğu olan, çok kritik kriz dönemlerini başarıyla atlatmış olan İngiltere’nin son yıllarda ekonomisindeki bu can alıcı inişe bir türlü dur diyememesinin sebepleri ve hükümet tarafından alınan tedbirler incelenmiştir. Son aylarına yaklaştığımız 2012 yılında İngiltere’nin “çift dipli resesyon” olarak adlandırılan, anlamı çeyrek büyüme dönemlerinde ekonominin iki dönem üst üste küçülmesi; yani negatif büyüme vermesi olarak tanımlan döneme, ülkenin Ulusal İstatistik Ajansı’nın üçüncü çeyrek ekonomik verileri yayınlamasıyla, girdiği resmen açıklanmıştır. 1 Bu verilere göre yılın ilk çeyreğinde ekonomi 0,3 küçülmüş diğer çeyrekte de 0,8’lik bir

büyüme beklenirken ekonomi 0,7 küçülmüştür. 2 Bu iki dönem üst üste gelen daralma piyasaları endişelendirmiş, krizden çıkış için ümit bağlanan özel sektör ise bu piyasalardaki istikrarsızlık ve belirsizlikten dolayı elindeki parayı riske etmektense elinde tutmayı tercih etmiştir. Fakat bu uzun vadede krizin etkisini daha da derinleştirmiştir. Öncelikle bu kötüye gidişin asıl olarak nerede başladığını sorguladığımızda karşımıza 2008’d e Amerika Birleşik Devletleri’nde Mortgage Sistemi’nin çökmesiyle başlayan, bütün dünya ekonomilerini kısa bir sürede etkisi altına alan, buhran dönemi sonucu çıkmaktadır. Buhran dönemi dedim çünkü birçoklarına göre bu kriz 1930’lardaki buhran dönemini, yani dünya çapında ortalama 50 milyon insanın işsiz kaldığı, dünya ticaretinin en fazla düşüş oranı normalde %7 iken %65 e düştüğü o dönemi hatırlatmaktadır. 3 Peki, Amerika’d a ne oldu da dünya ekonomileri bu kadar büyük bir kriz dönemine girmek zorunda kaldı? Aslında Mortgage Sistemi Amerika’d a 20-30 yıldır neredeyse sorunsuz uygulanan bir sistemdir; ve amacı uzun vadede değişken faizle insanları ev sahibi yapmaktır. Fakat 2008’d e konut edindirme sisteminin krize dönüşmesinin asıl sebebi düşük faizle yüksek riskli kredilerin verilmesidir, yani ”Kapıya gelen dilenci eli boş çevrilmez.” misali bankalar kredi isteyen herkese düşük gelirli olmasına bakmaksızın kredi vermiştir. Faizler düşükken sistem işlemiş fakat faizler yükselmeye başlayınca bu verilen kredilerin geriye ödenememesi, tek tek bankaların iflas etmesine sebep olmuş; ve en son neredeyse 160 yıllık banka olan Lehman Brothers’ın iflasını açıklamasıyla ABD kendini krizin içinde bulmuştur. Ev fiyatları bir balon misali şişirilmiş; ve sonuçta da bu balon tüm dünya ekonomilerinin üzerine patlamıştır. Kriz 2009’d a sanayide gerilemeye, işsizliğin çok


ciddi oranlarda artmasına, üretimin düşmesine; dolayısıyla da tüm dünyada etkisi halen devam eden çok ciddi sosyal, siyasal ve ekonomik problemlere sebep olmuştur. 4 Tüm dünyayı saran kriz İngiltere'yi de teğet geçmemiş, hatta İkinci Dünya Savaşı’ndan beri İngiltere'nin en uzun süre devam eden ekonomik durgunluk dönemi olan “çift dipli resesyon” dönemine girmesine ortam hazırlamıştır. 2008 kriziyle ekonominin kötüye gidişi başlamış fakat uyguladığı politikalar ve aldığı önlem paketleri ile 2010’d a İngiltere durumu toparlamaya başlamıştır. Fakat 2011’d e ekonomi tekrar bozulmuş, çift dipli resesyon dediğimiz dönem başlamış ve son üç çeyrektir ekonomide bir büyüme gerçekleşememiştir. Krizin etkisinin hissedilmeye başlamasıyla birlikte İngiltere içinde de ev fiyatları yükselmeye başlamış; ve bu da ekonomideki en sert düşüşün inşaat sektöründe olmasına sebep olmuştur. Ülkedeki en büyük sektörlerden biri olan inşaat sektörü, ikinci çeyrekte yılın birinci çeyreğine oranla 5,2 küçülerek durumun ne kadar endişe verici olduğunu göstermiştir. 5 Bununla birlikte imalatların düşmesi, hizmet sektöründe yaşanan sıkıntılarla birleşince ekonomiye olan güven azalmış, harcamalar minimum seviyeye inmiş ve sonuçta ekonomik durgunluk dönemi kaçınılmaz olmuştur. Bu kadar küreselleşen bir dünyada, özellikle de ABD ekonomisiyle bu kadar birbirine bütünleşmiş olan Avrupa ekonomisinin bu krizden etkilenmemesi düşünülemezdi. Fakat bugünlerde ABD başarılı bir şekilde karaya çıkmayı başarmış görünürken, Avrupa Birliği ülkelerinin birçoğu Titanik rolünü üstlenmiş görünmektedir. Önce Yunanistan iflasın eşiğine gelmiş, daha sonra da kriz kısa zamanda İspanya, Portekiz, İzlanda, İrlanda ve İtalya’yı da etkisi altına almıştır. AB liderleri birçok kez bir araya gelmiş, çeşitli önlem paketleri hazırlamış; ve bu ülkelere mali destek sağlamayı kolaylaştırmak için Avrupa İstikrar Fonu’nu kurmuşlardır. Fakat özellikle Almanya’nın Fransa ile birlikte Euro bölgesini bir arada tutmak için verdiği uzun uğraşlara, AB’nin ve IMF’nin verdiği ciddi oranlardaki mali desteğe rağmen, Yunanistan’d a da diğer Avrupa ülkelerinde de hala kayda değer bir ilerleme kaydedilememiştir.

Şüphesiz ki krizi körükleyen en büyük etken AB ülkelerinde, özellikle de Euro bölgesinde yaşanan krizin İngiliz ekonomisi üzerine etkileridir; çünkü Avrupa’nın ekonomik yapısına baktığımızda ihracatın %65’ini ülkeler kendi aralarında yapmaktadırlar. 6 Bu oran bize Avrupa ekonomilerinin birbirine bağımlılığının ne boyutta olduğunu açıkça göstermektedir. Asıl sorun Euro bölgesindeki bu krizin üstesinden hala gelinememesidir. Mayıs ayında yapılan son açıklamalara göre Euro bölgesinde işsizlik oranı en yüksek seviyeye ulaşarak 11,1 ile işsiz sayısı 17 milyon 561 bine, AB’d e de ise 24 milyon 868 bine ulaşmıştır. 7 Yunanistan için 2023, İspanya için ise 2029’a kadar ekonomisinde ancak bir düzelme olabileceği tahminleri yapılmıştır. Tabi bu tabloya bakınca İngiltere için de bundan daha kısa sürede bir iyileşme beklenmesi pek mümkün görünmemektedir. Alınan tedbirlere baktığımızda tabii ki her ülkenin ilk yapacağı şey olan hükümet harcamalarında kısıtlamalara gidilmiş, vergiler arttırılmış fakat bu kısıtlamalar bir çözüm olmaktan çok birçok kişinin işsiz kalmasına sebep olmuş; ve resmi kurumlardan yapılan açıklamalara göre işsizlik oranı 8,2 ile 2 milyon 630 bin kişi olmuştur. İki yıl boyunca uygulanmaya çalışılan bu kısıtlamalar ekonomide bir ilerleme sağlamamış hatta halkın memnuniyetsizliğini arttırdığı için Londra başta olmak üzere diğer birçok büyük kentte, sokakları dolduran binlerce insan düzenledikleri gösteriler ve protestolarla bu kısıtlamalara tepkilerini göstermiştir. Tepkiye sebep olan bir diğer konu ise; İngiliz hükümeti büyük sermaye sahiplerinin sorunlarının çözülmesi noktasında birçok adım atmış olmasına rağmen, alt kesim için hiçbir önlem almamış hatta bu mali kısıtlamalar ile toplumun bu kesimini daha da ciddi sorunlarla baş başa bırakmıştır. 8 2012 olimpiyatları birçok insan için umut olmuş, gelmesi beklenen turistler ve yapılacak harcamalarla piyasanın biraz da olsa nefes alması beklenirken, olimpiyatların sonuçları tam bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. İngiltere Bankası Yöneticisi Sir Mervyn King yaptığı bir açıklamada “Oyunlar mutluluğun yayılmasını ve morallerin artmasını sağlamış böylece herkese kendini iyi

63


hissettirmiştir. Belki bu oluşan rahatlık ekonomide bir patlamaya sebep olabilirdi; fakat en sonunda görüldü ki oyunlar ekonomide herhangi bir değişikliğe sebep olmamıştır.” demiştir. 9 Görüldüğü gibi olimpiyatlar bir iyileşme sağlamamış, hatta olimpiyatlar için yapılan harcamalardan dolayı ülkenin borcu arttığından, oyunlar sadece bu kötü gidişe biraz daha katkı sağlamıştır. Yılın başında Merkez Bankası piyasaya 80 milyar dolar para pompalamış ve bankaların kredi verme kapasitesini arttırmayı hedeflemiştir. 10 Ancak sonuçta kredilerin ucuzlaması ve faizlerin düşmesi, plansız borçlanmayı da beraberinde getirmiş ve enflasyon riskini ortaya çıkarmıştır. Piyasaya daha fazla para pompalanmasının enflasyonu arttırma riski ortaya çıktığından daha sonra bu politikadan vazgeçilmiştir.

64

Son dönemde yapılan açıklamalara göre okul sezonunun açılmasıyla ve kış mevsiminin gelmesiyle birlikte perakende satışların artması, tüketimin artmasını yani harcanan para miktarını arttırmıştır. Bu da ekonomide biraz hareketliliğe sebep olmuş ve ekonomiye pozitif olarak yansımıştır. Bu cümleleri okurken üzülmemek elde değil açıkçası, çünkü bir zamanların dev ekonomisinin, koskoca İngiltere ekonomisinin umutlarını okul harcamalarının artmasıyla

harcanan paraya bağlaması durumun vehametini göstermesi açısından sanırım oldukça dikkat çekicidir. Sonuç olarak, yapılan tahminlere baktığımızda, eğer ekonomi bu şekilde gider ve bir çözüm bulunamazsa durum İngiltere açısından hiç de iç açıcı olmayacaktır. Yapılan istatistikleri incelediğimizde 2013-14'te İngiltere'nin dış borcu Gayri Safi Milli Hâsıla’sının %71 ini oluşturacaktır. Bu da Yunanistan'ın şu anki durumundan daha kötü durumda olan bir İngiltere demek olacaktır. Fakat İngiliz Ticaret Odası, İngiliz ekonomisinin üçüncü çeyrekte 0,5 büyüdüğü yönünde açıklamalarda bulunmuş, fakat halen resmi bir açıklama yapılmamıştır. 11 Bu açıklama umutları arttırmış piyasalara da pozitif etki yapmıştır. Fakat her ne kadar umutlar artarsa artsın Avrupa Birliği geçirdiği, hatta geçirip geçirmediği bile tartışılabilecek bu sarsıntının etkilerini kolay kolay üzerinden atamayacaktır. Avrupa Birliği yaralarını sarmadan da İngiliz ekonomisinin kendini toparlaması pek kolay görünmemektedir. Umulur ki Yunanistan, İspanya ve İtalya’d an sonra sıradaki kayan yıldız İngiltere’ninki olmasın.

Refera n sl a r 1. Ekonomi Denemeleri. (2012, Temmuz 16). Çift Dipli Resesyon Kriz mi? http://akdeconomics.blogspot.com/ 2012/ 07/ ciftdipli-resesyonkriz-mi.html adresinden alınmıştır 2. Oxlade, A. (2012, July 6). This is Money. What Caused the Return to Recession and How Long Will It Last?: http://www.thisismoney.co.uk/ money/ news/ article-1616085/ Economy-watch-How-long-Britains-recession-last.html adresinden alınmıştır 3. Ekodialog.com. (tarih yok). Dünya Ekonomik Buhran'ının Etkileri. http://www.ekodialog.com/ Turkiye-iktisat-tarihi/ 1929ekonomik-buhrani-iktisat-tarihi.html adresinden alınmıştır 4.Akçadağ, E. (2012, Eylül 22). AB Hala Bir Ekonomik Güç mü? BİLGESAM: http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2219:avrupa-birlii-hala-bir-ekonomik-guecmue&catid=70:ab-analizler&ltemid=134 adresinden alınmıştır 5. Diplomatik Gözlem. (2012, Ağustos 03). Avrupa Ekonomisi Keskin Virajda. http://www.diplomatik gozlem.com/TR/belge/19154/ avrupa-ekonomisi-keskin-virajda.html adresinden alınmıştır 6. Akçay, E. Y. (2012, Eylül 03). Küresel Ekonomik Kriz ve AB'nin Geleceği Üzerine Bir Deneme. TUİÇAKADEMİ: http://www.tuicakademi.org/ index.php/kategoriler/ekonomi/3463-kuresel-ekonomik-kriz-ve-abnin-gelecegi-uzerine-bir-deneme adresinden alınmıştır 7. CNN. (2012, July 31). Euro Bölgesinde İşsizlik Rekor Kırdı. http://www.cnnturk.com/ 2012/ekonomi/dunya/07/ 31/ euro.bolgesinde.issizlik.rekor.kirdi/671050.0/index.html adresinden alınmıştır 8. Tüysüzoğlu, G. (2011, Ağustos 16). İngiltere'de Neler Oluyor? USAKGUNDEM: http://www.usakgundem.com/ yorum/ 406/İngiltere'de-neler-oluyor.html adresinden alınmıştır 9. Ferror, M. (2012, August 13). Olimpic Effect on UK May Not Last Long,Sir Mervyn Warns. The GUARDIAN: http://www.guardian.co.uk/business/2012/ aug/13/mervyn-king-warns-olympic-effect-shortlived adresinden alınmıştır 10. BBC. (2012, Şubat 9). İngiliz Merkez Bankasından Piyasaya 80milyardolar. http: //www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/02/120209_uk_economy.shtml adresinden alınmıştır 11. BBC. (2012, Ekim 02). İngiliz Ekonomisi Üçüncü Çeyrekte Büyüdü. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/10/121002_uk_economy.shatml adresinden alınmıştır


(gnsgkgz@hotmail.com) Hindistan'ı kısıtlı sayıda sayfalara sığdırarak yazmak çok zor olduğu için bu yazıyı Hariciye'nin bir diğer sayısıyla da paylaştırarak yazmamı mümkün kıldığı için Merve'ye çok teşekkür ettikten sonra, bu yazı dizisine "Everything is possible in India " sloganıyla başlamak istiyorum. Bundan sonra anlatacaklarımı, günde iki üç kez duyduğum bu slogan daha anlaşılır hale getirecektir. Hindistan'da üç ay kaldım ve bu üç ayın her birinde Hindistan'a bakışım değişti. İlk ay dehşet ve rahatsızlıkla, ikinci ay yavaş yavaş "Aslında burası güzel be." ile ve son ay "Ben buradan ayrılmak istemiyorum." ile geçti. Bir de bunun Hindistan'a gitmeden önce Hindistan'ı nasıl hayal ettiğim boyutu var ki, oraya hiç girmeyip , kimseyi bayıltmasam daha iyi. Söze ilk ayla başlarsak; 17 Haziran günü gecenin 3’ünde Mumbai'de havaalanından dışarı çıktığımda yüzüme vuran kalabalık ve nem kokusu "Dönüş uçağını bu akşama aldırsam, bana çok mu gülerler?" diye düşünmeme neden oldu; ve çok güleceklerine karar vermiş olmalıyım ki bu ülkeye bir şans vermeye karar verdim. Devam eden ilk bir ayda, elimde bu ülkeyi sevmek için "Hindistan, yavaştan kendini sevdirir." şarkı sözlerinden başka birşey yoktu. O hayallerimdeki yoga ve meditasyon diyarı, herkesin guru, ermiş vs. olarak takıldığı Hindistan, ilk bir ayımı geçirdiğim Mumbai baz alındığında, nüfusun toprağa çok geldiği, sokakta ölü farelerin olduğu ve eve giren farenin çok doğal karşılandığı, Hintli olmayan herkese yaratık muamelesi yapıldığı hatta abartılıp dibine kadar girilip "nayyyysssss" denildiği ve bana "Rahat battı sana, ne vardı otursaydın mis gibi Türkiye'nde." dedirten bir hayal kırıklığıydı. Tabii olayın dramatik boyutlarının yanında, sinirden güldüren ama en azından güldüren ve geriye dönüp baktığımda beni çok eğlendiren tarafları da yok değildi. Dünyada sadece Hindistan'da olabilecek absürdlükler bu kategoriye giriyor; ve

evet bunları yazmıştım günlüğüme, şimdi kopya çekiyorum. Öncelikle bu ülkede hiçbir iş yerinde tek bir iş yapılmıyordu. Zaten bir yerin neci olduğunu anlamak hayli zordu; ama en azından bir amaçla girdiğiniz bir yerde birbirinden alakasız 3-4 işin yapıldığı oluyordu. Tren bileti almak için girdiğim bir dükkanın, aynı zamanda sütlü tatlıcı ve kuyumcu olmasının yanı sıra, içeride çıplak ayakla oturan ve muz yiyen Hintlilerin varlığı, bu durum için yeterince açıklayıcı bir örnek olur sanıyorum. Anlatılmaz yaşanır dedirten bir başka gariplik ise her şeyin inanılmaz yavaş hallediliyor oluşuydu. Bunun sebebi, günümüzde bilişim sektöründe çok parlak bir yeri olan Hindistan'ın kendi ülkesinin içine bu pırıltıyı yansıtamamış olması ve halkın hala arşivcilik peşinde koşmasıydı. Her şeyin belgelenmesi Hintlilerin değişmez bir alışkanlığı olduğu için yemek sipariş etmek bile insanların birbirinin üstüne attığı inanılmaz yorucu bir aktiviteydi. Hindistan'daki garipliklerin ve çilelerin devamını, oraya gideceklerin kendi gözlemlerine bırakıp ikinci aya yani : "Hindistan, yavaştan kendini sevdirir" teorisinin doğrulanmaya başladığı aya geçmek istiyorum. Facebook'tan aldığım bir mesajla her şey değişmeye başladı. Bölümümüzden Gizem Akıncı'nın arkadaşı olan İdil diye biri bana Hindistan'ı gezmeye geleceğini, müsaitsem Mumbai'ye geldiğinde bende kalıp kalamayacağını sordu; ve benim "Hadi gel beraber gezelim." dememle seyahat hazırlıkları başladı. İdil gelmeden önce ona arşivcilik olgusunu biraz olsun anlatmaya çalıştıysam da Delhi'den Mumbai'ye iki gün gecikmeli gelmesiyle bunu bizzat tecrübe etmiş oldu. Ayrıca Mumbai'ye sabah 5 sularında varması beklenen treninin öğlen 1’d e Mumbai'ye girmiş olması ve garda saatlerce beklemiş olmam bendeki arşivcilik olgusunu iyice pekiştirdi. Yani bir trenin sekiz saat rötar yapması için ne olmuş olabilirdi? Deprem? Sel? Savaş? Ya da sadece İdil'le

65


66

sonradan bulduğumuz motto olan "Burada neden yok." tek cevaptı. Bir gece daha Mumbai'de kaldıktan sonra Goa-Mumbai-Ajmer-Puşkar-JaipurAmritsar ve Dharamşala istikametini izleyerek İdil'le gezdik. Buradan sonrasında yollarımız ayrılmak zorunda kaldıysa da oraları bir dahaki yazıya bırakıp biraz merak uyandırmak istiyorum. Goa, muhteşemdiyse de gittiğimiz sezon yanlış olduğu için, muson yağmurlarından burnumuzu dışarı çıkarıp tadını pek çıkaramadık. Goa'dan sonra Mumbai'ye bir gece uğrayıp soluklanıp 30 saat sürmesi beklenen Jaipur yolculuğuna çıktık; ancak karşımızda oturan ve abartısız olarak 10 saat civarı (uyumadığı zamanlara takabül ediyor) ayaklarıyla oynayarak bize bakan Hintli amca yüzünden daha fazla dayanamayıp adını bir yerlerden duymuş olduğumuz Ajmer'de kendimizi trenden dışarı attık. Bunu yaparken, ne o günün ramazanın ilk günü olduğundan, ne de Ajmer'in Hintli müslümanların hacca gitmeden önce izin aldığı kutsal şehirleri olduğundan haberimiz vardı. Ajmer turistik bir yer olmadığı için otel bulmakta bayağı arşiv yaşadıktan sonra, görülesi tek yer olan Dargah-ı Şerif'i gezmeye gittik. Bir sufi dergahı olan Dergah-ı Şerif'in önünde boş boş etrafa bakarken, dünyanın en karizmatik Hintlisi olan Ajmal adında bir adam bize etrafı gezdirmeyi teklif etti, hayır diyemezdik çünkü inanılmaz

derecede Paulo Coelho'ya benziyordu. Ajmal bize etrafı gezdirdikten sonra, oradaki diğer insanlarla iftar yaptık ve ramazanın ilk günü kutsandığımızı düşünerek odamıza gidip uyuduk. Ertesi gün Ajmer'e sadece 2 saat uzaklıkta olan Puşkar'a gittik, Puşkar da Hindu dinince kutsal kabul edilen bir tapınaklar şehriydi. "N’oluyor burada?" dememize fırsat bırakmayan bir takım din adamları bizi alıp tapınaklara soktular ve mantralar (sanskrit dilinde dualar) eşliğinde ellerimize verdikleri çiçekleri ilerideki gölete bırakmamızı istediler. En son kolumuza bir çeşit ip bağladıklarında artık Hindu dinince kutsanmış bulunuyorduk. Puşkar'dan sonra nihayet Jaipur'a geçtik, Jaipur'da ikimizi sadece 10 dolar karşılığında tüm gün gezdiren taksici bizi bir guruya götürdü ve guru hayatımızla ilgili olmadık şeyler bildi ve sonra para vermeyeceğimizi anlayınca moralimizi bozan gelecek tahminlerinde bulundu. Jaipur Hindistan'ın ne kadar egzotik olduğunu maymunları ve filleriyle hayli hissettirdi; ve 4 gün kaldığımız Jaipur'dan Amritsara Sih dininin merkezi, altın tapınağın olduğu şehre ulaştık. Burada üçüncü bir din tarafından kutsandıktan sonra ruhani yolculuk bitti diye düşünüyordum; ama çok yanılmışım. Esas Hindistan benim için Dharamşala'da başlayacaktı…


(a_atasoy93@hotmail.com) İslam alemini ayağa kaldıran Müslümanların Masumiyeti (Innocence of Muslims) adlı film, Amerika Birleşik Devletleri’nde çekilmiş ve Haziran ayı sonunda Hollywood’d a küçük bir sinemada gösterilmiştir. Filmin bir kısmı 1 Temmuz tarihinde Youtube adlı video paylaşım sitesinde önce İngilizce, bir süre sonra da Arapça’ya çevrilerek yayınlanmıştır. 1 İşte bu olaydan sonra film tüm dünyada, özellikle İslam ülkelerinde duyulmuş, tepki almış ve birçok olayı da beraberinde getirmiştir. Filmin içeriğine baktığımızda, Reuters’a göre filmde Hz. Muhammed ‘bir kadın avcısı ve bir düzenbaz’ olarak tanımlanmaktadır. 2 BBC ise filmin Hz. Muhammed’i ‘insanları öldürmekten zevk alan erkeklerden oluşan bir ayaktakımının kanlı lideri ’olarak tarif ettiğini bildirdi. 3 Bu tanımlamalara bakıldığında filmin neden bu kadar yankı uyandırdığını, neden bu kadar çok tepki gördüğünü anlamaktayız. Filmin yapımcısı Nakoula Besseley, film Youtube’d a yayınlandıktan sonra, birkaç yerde gayet sansasyonel açıklamalar yapmıştır. Filminin herhangi bir sanatsal kaygı taşımadığını ve tek amacının provokasyon olduğunu anlamak için bir film eleştirmeni olmaya gerek kalmadığını da yaptığı bu açıklamalarla ortaya koymuştur. Bir de filmin bir kısmını Youtube’a yükleyen ‘sambacile’ adlı Youtube kullanıcısının İsrail asıllı bir Yahudi olduğu ortaya çıkmış ve gerçek adının da Sam Bacile olduğu bulunmuştur. Bu kişi aynı zamanda filmin senaryo yazarı ve yönetmeni olduğunu iddia etmiş; bazı medya kuruluşlarına konuşarak filmi savunmuştur. Bu konuşmalarında İslam aleyhinde kışkırtıcı ifadeler de kullanmıştır. 4 Peki filmin yapımcısı Nakoula Besseley ve filmin yönetmeni olduğunu iddia eden Sam Bacile bazı açıklamalar yaparken, dünyada bu film nasıl

tepkiler alıyordu ve neler oluyordu? Filmin yayınlanma tarihinin hemen hemen 2 ay sonrasında, yani dünya tarihinde önemli bir gün olan 11 Eylül 2001 saldırılarının 11. Yıldönümü gecesinde Libya’nın Bingazi kentinde bulunan Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği’ne düzenlenen saldırıda Büyükelçi Christopher Stevens ve 3 elçilik çalışanı öldürüldü. 5 Bu saldırılardan birkaç saat önce de Mısır’ın el Nas adlı bir kanalı filmin Arapça’ya çevrilmiş halini televizyonda yayınlamıştır. Yine Mısır’d aki Amerikan Büyükelçiliği’ne de baskın düzenlenmiştir ve Kahire’d e ABD bayrağı yakılmıştır. 6 Filmi Tunus halkı protesto etmiştir. Ülkedeki Amerika Birleşik Devletleri Konsolosluğu önünde toplanan bir grup Tunuslu, film yapımcısı ve Amerikan yönetimini hedef alan sloganlar atmıştır. Gazze’d e de bir grup, filmi protesto etmek için toplanmış ve Amerikan bayrağı yakarak filmin aleyhinde sloganlar atmıştır. Daha birçok İslam ülkesinde filme karşı çok sayıda tepki gösterilmiştir. 7 İslam dünyasında film böyle tepkiler alırken diğer ülkelerde bu durum hakkında ne tepkiler oldu, nasıl açıklamalar yapıldı ve bu olaydan sonra İslamiyet ve islamofobi hakkında neler söylendi? Öncelikle filmin çıkış noktası Amerika Birleşik Devletleri olduğu için, ülkeden gelen açıklamalar çok önemli olmuştur; ve ülkedeki haberler ve tartışma programlarında konuşulanlar takip edilmiştir. Barack Obama, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitap ederken “Müslümanların Masumiyeti” adlı filmin sadece Müslümanlara değil Amerika’ya da hakaret olduğunu belirtmiştir. 8 Fas’ın başkenti Rabat’ta açıklama yapan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Hz. Muhammed’e hakaret eden ‘Müslümanların Masumiyeti’ adlı filmle ABD yönetiminin hiçbir bağlantısı bulunmadığını söylemiştir. Video paylaşım sitesi YouTube'da yayınlanan videonun içeriğini ‘iğrenç’ bulduğunu belirten ABD Dışişleri Bakanı Clinton, “ABD

67


yönetiminin bu filmle hiçbir bağlantısı yok. Bu filmdeki içeriği ve verdiği mesajı kesinlikle reddediyoruz.” demiştir. “Bana sorarsanız bu filmi iğrenç buluyorum ve kınıyorum” diyen Clinton, hazırlanan filmle büyük bir dinin lekelenmeye çalışıldığını ve provokasyonun amaçlandığını söylemiştir. 9 Fransa’d a gelişen bir olay ise o anki gündemi karıştırmıştır. Mizah dergisi olan Charlie Hebdo Dergisi Hz. Muhammed’i tasvir ettiği öne sürülen karikatürlere yer vermiştir. Müslümanların Masumiyeti filmi tüm dünyadaki müslümanları ayağa kaldırmışken, bir kriz yaratacak gelişme daha Fransa’d a yaşanmıştır. 10

68

Dünyada bu olanlar yaşanırken, Türkiye de tepkisini dile getirmiştir. Hem filmi kınamak adına hem de Bingazi’d e öldürülen elçi ve çalışanlara tepki göstermek adına ülkenin Adana, İstanbul, Malatya gibi şehirlerinde kınayıcı protestolar düzenlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama’ya tepki içerikli bir mektup göndermiş; ve bu konuda sessiz kalmamıştır. Başbakan Recep Tayyip

Erdoğan Kiev’d eki basın toplantısında “Olanları en sert şekilde nefretle kınıyorum.” demiştir. Film hakkında da “Bu film açıkça provokasyon ve düşmanlığa yönelik davranıştır.” 11 demiştir. Yaşanan kötü olaylar, ölen elçiler, çalışanlar, yaralananlar, yakılan bayraklar, protestolar ve tabii ki bir dine ve din büyüğüne yapılan eleştiriler... Bu olaylardan sonra herkesin aklına iki nokta gelmektedir. İslamofobi ve nefret suçu. 11 Eylül sonrasında islamofobi kelimesinin kullanımı yaygınlaşmıştır. Şimdi de ”Müslümanların Masumiyet” filmi bu iki kelimeyi tekrardan gündeme getirmiştir. Hepimiz, dinsel inançlara hakaret meselesini bu olaylardan sonra daha fazla tartışmaktayız. Özellikle de filmin yarattığı etki ile nefret suçu ve islamofobi kelimelerini sentez yapmak, harmanlamak mümkün olmuştur. Çünkü bu insanlar düşünce özgürlüğünü, fikir özgürlüğünü kötüye kullanarak bir kişiye ya da bir gruba tepki gösterdiklerini düşünmüşlerdir. Fakat görülüyor ki; böyle olaylar hep ortaya çıkmış, ne yazık ki tarih bu yaşananları tekerrür etmeye devam etmiştir.

Refera n sl a r 1. Müslümanların Masumiyeti'nde kimin parmak izleri var?, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120913_film_provenance.shtml, (Erişim Tarihi: 13 Eylül 2012) 2. Reuters, Maker of anti-Islam film goes into hiding, (Erişim tarihi: 14 Eylül 2012). 3. US missions braced for protests over anti-Islam film, http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-19596026, (Erişim Tarihi: 14 Eylül 2012). 4. Provokatör Muhbir Mi?, http://www.hurriyet.com.tr/planet/21477001.asp?top=1, http://www.hurriyet.com.tr/planet/21477001.asp?top=1, (Erişim Tarihi: 16 Eylül 2012). 5. The murder of US ambassador Christopher Stevens proves the Arab Spring was never what it seemed, http://www.independent.co.uk/voices/comment/the-murder-of-us-ambassador-christopher-stevens-proves-the-arab-spring-wasnever-what-it-seemed-8130850.html, (Erişim Tarihi: 12 Eylül 2012) 6. ABD’ nin büyükelçisi öldürüldü. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120912_libya_ambassador.shtml, (Erişim Tarihi: 12 Eylül 2012) 7. Dünya protesto ediyor Türkiye seyrediyor, http://www.timeturk.com/tr/2012/09/13/hisst-turkiye-deki-muslumanlaruyuyor.html, (Erişim Tarihi: 12 Eylül 2012) 8. Obama Discusses Innocence of Muslims in United Nations Address, http://www.vanityfair.com/online/daily/2012/09/ObamaDiscusses-Innocence-of-Muslims-in-United-Nations-Address, (Erişim Tarihi: 25 Eylül 2012) 9. Clinton: O filmin içeriği 'iğrenç', http://www.ntvmsnbc.com/id/25381866/ , (Erişim Tarihi: 13 Eylül 2012). 10. Charlie Hebdo sort une version responsable, l’autre irresponsible, mercredi, http://www.liberation.fr/medias/2012/09/24/charlie-hebdo-sort-deux-versions-mercredi-une-responsable-l-autreirresponsable_848505, (Erişim Tarihi: 24 Eylül 2012) 11. Erdoğan: O film ifade özgürlüğü kapsamına sokulamaz, http://www.hurriyet.com.tr/planet/21462384.asp, (Erişim Tarihi: 14 Eylül 2012).


(vuslatsahin@hotmail.com)

Rusya'da Ekim Devrimi'nin patlak verdiği 1917'de Mısır'da doğan Hosbawm 2 yaşındayken, İngiliz babası ve Avusturya uyruklu annesiyle önce Viyana'ya sonra Berlin'e taşındı. Hobsbawm küçük yaşta öksüz kaldı; ve amcasıyla yaşamaya başladı. Üniversite eğitimini Cambridge Üniversite’sinde tamamladı. İtalya, Amerika, İngiltere ve Güney Amerika’d a çeşitli üniversitelerde dersler verdi. 1 Gençlik döneminde tanıştığı Marksist düşünceye hayatının sonuna kadar bağlı kalan Hobsbawm 1936'da Komünist Parti'ye üye oldu, 1946-1956 yılları arasında da Britanya Komünist Tarihçiler Grubu'nda bulundu. 1956'da partiden ayrılan Hobsbawm, diğer üyelerden farklı olarak 1991 yılına kadar parti üyeliğine devam etti. İnandığı davanın bir parçası olarak kalmak ve eleştirilerini esirgememek ona daha doğru geldi. Komünist Parti içindeki eleştirileri ve işçi sınıfının devrimci öneminin gittikçe azaldığına dair analizi 70’li ve 80’li yılların “Eurocommunism”inde büyük yankı uyandırdı, İşçi Partisi’nin dönüşümünü gerçekleştirdiği zemine katkı sağladı. Bu onun, çok daha sonraları Tony Blair’ı “Pantolonlu Thatcher” olarak tanımlamasına engel olmadı. Her ne kadar bazı komünistler tarafından ihtiyar bir revizyonist olarak görülmeye başlansa da, o İngiliz kamuoyunun büyük çoğunluğunun gözünde iflah olmaz bir komünistti. Doğu Blok’unun çökmesinden üç yıl sonra BBC’ye verdiği demeçte; eğer sahici bir komünist toplum yaratabilecek olsaydı, Stalin döneminde hayatlarını kaybeden milyonlarca insanın yaşamının buna değeceğini belirtmesi, oldukça büyük bir infial yarattı. 2 Bu kadar siyasetle iç içe olmasına rağmen objektifliğini nasıl korudu? Marx’la başlayan bu tarih serüveninde bir disiplin olarak tarihi neden

seçmişti? Belki cevabı onun ağzından vermek daha doğru. Antonio Politi ile yaptığı söyleşisinde ”Dünyada ne olup bittiğini onsuz anlayamayacağımız bir araçtır tarih; gençliğimde öğretmenlerimizin bu tür bir tarihle ilgilenmediklerini söylemek durumundayım. Fakat ben tarih öğrenimi görmeye başladım, bu disiplinde başarılı olduğumu kanıtladım ve böylelikle ona dört elle sarıldım. Sosyoloji ya da antropoloji de okuyabilirdim, zira bu disiplinler de toplumların geçirdiği evrimlerle aynı derecede ilintilidirler. Micheal Postan’d an çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Doğu Avrupa’d an göç etmiş olan Postan benim Cambridge’d eki öğretmenimdi, kıta Avrupası’nda süregiden tartışmalar ve Avrupa yazını hakkında bir şeyler bilen tek kişi oydu.” 3 Bence Hobsbawm’ın tarihçi olarak farklı bir bakış açısına sahip olmasının en önemli nedeni kültürel çeşitliliğin göbeğinde yaşamış olmasıydı. Dünya’nın en büyük değişimleri yaşadığı dönemde, onu diğer tarihçilerden ayıran nokta diğerlerinin kalıcı

69


yapılar içerisinde asla değişmeyen bir tarihe inanması; Hobsbawm’ınsa tarihin değiştiğine inanmasıydı. Hobsbawm'ın yapıtları politikacılardan aktivistlere, tarihçilerden siyaset bilimcilere kadar büyük bir etki yaratmış ve ilham kaynağı olmuştu. 30'u aşkın kitabında, 19. yüzyıl sanayisini ve devrimlerini, ayrıca İkinci Dünya Savaşı Avrupa'sında sosyalist rejimlerin yıkılışını irdeledi. Hobsbawm, son kitabını 2011'de kaleme aldı: "How to Change the World" (Dünya Nasıl Değiştirilir). 94 yaşında dünyanın değişimiyle bu kadar ilgileniyor olması, onun tüm ömrü boyunca idealizminden ödün vermediğinin en büyük göstergesidir.

70

Eric Hobsbawm "Tarih Üzerine" adlı eserinin henüz başlarında, "19. ve 20. yüzyıllardaki geri kalmış ülkelerin tarihi, taklit yoluyla daha ileri dünyayı yakalamaya çalışmanın tarihidir." diye yazıyordu. 4 Bu acımasız tespit, yalnız tarih alanında değil, ülkelerin ekonomilerine, politik sistemlerine, gündelik yaşam biçimlerine, hâttâ sanatsal uğraşılarına varıncaya kadar doğruydu. Eric Hobsbawn yüzyılımızın en önemli tarihçilerindendir. Kısa 20. yüzyıl adlı çalışması ise, henüz geride bıraktığımız, bu yüzden atlattığımızı

pek de fark edemediğimiz bir çağın, Aşırılıklar Çağı'nın kapsamlı bir incelemesidir. Ünlü İngiliz tarihçi eserleriyle tarih bilimine önemli katkılar sunmuştur. Fransız Devrimi çalışmalarıyla sivrilen Hobsbawm'ın Kısa 20. Yüzyıl Tarihi-Aşırılıklar Çağı adlı eseri de tarih alanında başyapıtlardan biri olarak kabul ediliyor. Aşırılıklar Çağı, modern tarihi anlamak için uzmanlar tarafından "başlangıç eser" olarak kabul edilmiştir. Hobsbawm'ın Sovyetler Birliği'nin çöküşü üzerine çalışmaları da referans kaynağı olarak biliniyor. Hobsbawm, özellikle 20. yüzyıl tarihi üzerine çalışmaları ve 40’d an fazla dile çevrilen Aşırılıklar Çağı adlı kitabıyla tanınmaktadır. 5 Bir kısa yüzyılın gerçek bitişini yaşadık 1 Ekim’d e, Eric Hobsbwam’ı kaybettik. 95 yaşındaki tarihçi uzun süredir hastalıkla mücadele ediyordu. Ünlü tarihçi Londra'daki Royal Free Hospital'da hayata gözlerini yumdu ve ebediyete olan yolculuğuna çıktı. Kızının da tabiriyle onu sadece ailesi değil herkes özleyecek. Hobsbawm nisan ayında tarihçi arkadaşı Simon Schama'ya, nasıl hatırlanmak istediğini şöyle ifade ediyordu: "Sadece bayrağı havada tutan değil; onu sallayarak bir şeyler, hiç olmazsa iyi ve okunabilir kitaplar, elde edilebileceğini gösteren biri..." 6

Refera n sl a r 1. Esther Addley,Eric Hobsbawm Dies, Aged 95 (1Ekim 2012) http://www.guardian.co.uk/books/2012/oct/01/eric.hobsbawm.died.aged.95, (erişim tarihi: 20 Ekim 2012) 2. Eric Hobsbawm, Yeni Yüzyılın Eşiğinde, İstanbul, Yordam Kitap, 2011,s.39 3. Eric Hobsbawm, Yeni Yüzyılın Eşiğinde, İstanbul, Yordam Kitap, 2011, s.13 4. Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine,Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s.58 5. Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 1914.1991 Aşırılıklar Çağı, İstanbul, Sarmal Yayınevi, s.386,417 6. Tarihçi Eric Hobsbawm Öldü,(1 Ekim 2012), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/10/121001_hobsbawm_died.shtml, (erişim tarihi: 19 Ekim 2012)


(seldalevent@yahoo.com) Bir seneden beri beklediğim Van Gogh Alive sergisi nihayet 16 Ekim’d e Ankara Cermodern’d e sanatseverlerle buluştu. İnternette haberi okur okumaz ‘Kesinlikle gitmeliyim!’ dedim kendi kendime. Ertesi gün ODTÜ’d en Kızılay’a, Kızılay metrosuyla da Sıhhiye’ye geçtim. Adliye sarayı otoparkından 100-150 m yürüdükten sonra Cermodern’e geldim. Serginin ayrıntılarına geçmeden önce ünlü ressamın hayatına bir göz atalım.

Vincent van Gogh, Hollanda’nın güneyinde bir köyde Protestan rahibi Theodorus van Gogh ve Anna Cornelia van Gogh’un ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Van Gogh dört yaşındayken de kardeşi Theo doğdu. Ünlü ressamın Theo dışında bir erkek ve 2 kız kardeşi vardı. 1 1864 senesinde yatılı bir okula gönderilmesi Van Gogh’un hayatında büyük sıkıntılara neden oldu. Hatta bu derin sıkıntıyı yetişkinliğinde bile anımsayacaktı. Daha sonra 1866’d a II. Wilhelm Kolejine geçiş yaptı. Burada resim öğretmeni Constantijn C. Huysmans sayesinde resim ile tanıştı. Ancak iki yıl sonra okulu yarıda bırakıp eve döndü. Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta o yıllarını ‘’kasetli, soğuk ve kısır’’ olarak betimlemişti. 1869 yılında sanat tüccarı olan amcasının yanına iş

öğrenmek için gitti. Henüz 15 yaşında olmasına rağmen, Van Gogh işinde çok başarılıydı ve iyi para kazanıyordu. Ancak karşılık görmediği bir aşk macerası yüzünden bu işi kısa sürdü. Bu olaydan sonra kendini dine verdi ve birkaç kez rahiplik sınavlarına girdi ancak başarısız oldu. 1878’d e gönüllü papazlık için Belçika’d a Borinage madenlerinin olduğu köye gitti. Burada kendini yoksul madencilerin hayatlarına adamıştı. 2 Resim yapma tutkusu da burada başladı. Belçika’d an ayrıldıktan sonra Paris’e kardeşi Theo’nun yanına yerleşti. Theo ona resim malzemelerinin parasını karşılıyordu. Van Gogh kardeşinin yardımıyla Paris’te Pisarro, Degas, Toulosse-Loutrec, Gauguin gibi ünlü ressamlarla tanıştı. Ve bu dönemde 200’ü aşkın tablo yaptı. 1888 yılının Mayıs ayında ‘Sarı Ev’ olarak bilinen boş evin 4 odasını kiralık tuttu. Bu evde ağırlıklı olarak sarı renkten oluşan ‘Ayçiçekleri’ ismiyle bilinen ünlü tablosunu çizdi. Bu tablosu ünlü ressamın sarı renk düşkünlüğünü açıkça gösteriyordu. Bir teoriyo göre, Van Gogh’u hayatının son 2 yılında çok ciddi şekilde etkilemiş olan akıl hastalığının tedavisi için yüksek dozda yüksük otu verilmiş ve bu otun sarımtırak görüşe neden olduğu öne sürülmektedir. 3 Van Gogh ‘Ayçiçekleri’ tablosundan dolayı ‘’Ayçiçeği bir anlamda benim sayılır’’ der. 1888 Ekim’d e Van Gogh’un daveti üzerine ressam arkadaşı Gauguin Sarı Ev’e geldi. Ancak iç içe yaşamaya alışık olmayan Van Gogh, kendini iyice içkiye vermişti. Hatta bu dönemde ‘’Eğer içimdeki fırtına çok gürültü yaparsa, kendimi sakinleştirmek için bir kadeh fazla içiyorum’’ demiştir. Bir gece Gauguin’i elindeki ustura ile tehdit etti ve atölyesine gidip kendi kulağını kesti. Bir rivayete göre, kestiği parçayı sarıp bir genelevde çalışan Rachel isimli bir fahişeye verdi. Bu olaydan sonra Van Gogh ruhsal bunalım nedeniyle birkaç hafta hastanede kaldı. 1890 yılında Sarı Ev’e geri dönerek ‘Kulağı Sarıklı Otoportre’ sini resmetti. Fakat kısa bir süre sonra yine halüsinasyonlar görmeye başladı ve kendi isteği ile Saint Remy Akıl Hastanesi’ne yatırıldı. Bu dönemde en bilinen eserlerinden

71


‘Yıldızlı Gece’yi çizdi. Bu tablosunda akıl hastanesinin penceresinden gördüğü gökyüzünü abartılı bir şekilde resmetmiştir. Ancak boyalarını yemeğe başladığı öğrenilince resme ara verdirildi. Mayıs 1890’d a Saint Remy’d en ayrılan Van Gogh Paris yakınlarındaki Auvers-sur-Oise’d e Dr. Paul Gachet gözetiminde kaldı. Kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta doktordan dolayı yorumu ‘’Bence benden daha hasta, ya da tam benim kadar hasta diyelim’’ oldu. 27 Temmuz 1890’d a akşamüzeri bir tarlada ‘Buğday Tarlası ve Kargalar’ tablosunu yaptıktan sonra tabancasıyla kendini karnından vurdu. Sendeleyerek otele döndü, ancak tedavi edilmek istemedi. Bunun üzerine kardeşi Theo hemen Auvers’e geldi. 2 gün sonra Van Gogh kardeşinin kulağına ‘’sefalet asla bitmeyecek’’ sözlerini fısıldadıktan sonra kardeşinin kollarında öldü. 4 Van Gogh eserlerinde insanların hüzün, acı ve yalnızlık içindeki hallerini yansıtmıştır. Acı çekenlere hep ilgi duymuştur, çünkü kendisi de hayatı boyunca acı çekmiştir ve mutsuzdur.

72

Çerçeve Yok, İ çi n d esi n . . . Serginin sloganı bu. Peki, bu ne anlama geliyor? İlk olarak söylemeliyim ki, bu sergi bizim bildiğimiz sergilerden biraz farklı. Sergi dev ekranlar, duvarlar, kolonlar ve hatta zemini kapsayan 3000’in üzerinde dijital imaj ile çerçevenin içinden çıkarılarak, çok güçlü bir klasik müzik eşliğinde sizi Van Gogh’un dünyasına götürüyor. Çerçeve yoktu. İçeri girer girmez artık ben de Van Gogh’un dünyasının içindeydim. İlk başta ürktüğümü söyleyebilirim. Çünkü dev ekranların arasında yürümeye başladığınızda başka bir âleme akmakta olduğunuzu hissediyorsunuz. İçeriden yükselen klasik müzik ruhunuzu esir alıyor. Aynı anda hem görüyor, hem duyuyor, hem de tabloların içinde buluyorsunuz kendinizi. Van Gogh’un acıları, karşılıksız aşkı, Paris tanımı, Sarı Ev’i, Yıldızlı Gece, Teras Kafe, ruh sağlığının bozulması, tedavi gördüğü yatak odası, Patates Yiyenler, Ayçiçekleri, insan profilleri, kardeşi Theo’ya mektupları, Buğday Tarlası, Kargalar ve ölüm…

Sergideki bir diğer özellik ise, kullanılan değişik tekniklerle resimlerdeki bazı nesneler kesilmiş ve müziğin ritmiyle sırayla yerleştirilmiş. Bazı çizimlerdeki nesnelere de hareket katılmış. Örneğin, ünlü ressamın günlüklerinde çizdiği kuşlar canlanıyor ve duvarda uçmaya başlıyorlar. Bunların yanı sıra bazı duvarlarda da Van Gogh’un günlüklerinde ve mektuplarında olan sözler yansıtılıyor. Hızla aldığım bazı sözler: ‘’Sadece düştüğümde yeniden ayağa kalkarım’’, ‘’Eserlerime yüreğimi ve ruhumu harcıyorum ve bunu yapınca aklımı kaybettim’’, ‘’Ne yazık ki birisi tecrübe kazandıkça, gençliğini kaybediyor.’’ Eserler kadar müzikler de muhteşem. Resimlerle bütünleşen bazen dibe vuran, bazen neşelendiren, bazen de hüzünlendiren müzikler ziyaretçilere Van Gogh’un ruh hallerini harikulade bir biçimde yansıtıyor. Örneğin, ünlü ressamın bahar dallarını resmettiği tablo ile birlikte müzikle bir an neşeleniyorsunuz sonra Van Gogh’un intihar etmeden 2 gün önce yapmış olduğu ‘’Buğday tarlası ve Kargalar’’ adlı resme baktığınızda tek el silah sesi duyuyor ve donakalıyorsunuz. Sergiyi ilk turda yerde, ikinci turda bir bankta oturarak seyrettim. Ve ben hayatımda ilk defa duygularımı bu denli hızlı değiştiren 2 saat geçirdim. Abdi İbrahim’i bu organizasyonu gerçekleştirdiği için tebrik etmek lazım. Çünkü şifa için bedenin ilaca olduğu kadar, ruhumuzun da sanata ihtiyacı var. Sergiden sonra insanların yorumlarını okudum ve çok şaşırdım! Bazısı kandırıldığını, gerçek resimlerin olmadığı yazmış. Bazısı da reklam filmine takılmış, ‘’Reklam filmi doğru değil’’ diyorlar. Zaten Van Gogh Alive ressamın resimlerini tek tek inceleyebileceğiniz bir sergi değil. Bu bir proje. Bu, beş duyunuza hitap eden bir görsel şölen. Sergi, 3 Ocak 2013 tarihine kadar Ankara Cermodern’d e ziyaretçileriyle buluşacak. 5 Size önerim, bu sergiyi yakın zamanda ziyaret etmeniz.

Refera n sl a r 1. Alev Simto ‘’Van gogh’’, (21 mart 2012), http://www.simtoalev.com/van-gogh/, (Erişim Tarihi: 21 Ekim 2012) 2. Vincent van Gogh ve Kulağı Sargılı Otoportresi, (4 Temmuz 2008), http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?articleID=307&sectionID=2&lang=TR&bhcp=1, (Erişim Tarihi: 19 ekim 2012) 3. Vincent van Gogh Kimdir, (30 Mart 2012) http://www.on5yirmi5.com/genc/haber.511/vincent-van-gogh-kimdir.html (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2012) 4. Vincent Willem van Gogh (1853-1890), ( 30 Mart 2010) http://ilgincbuluslar.com/vincent-willemvan-gogh-18531890.htm#more-980 (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2012) 5. Van Gogh Alive Başkentte, ( 15 Ekim 2012) http://www.aa.com.tr/tr/haberler/91043--van-gogh-alive-baskentte (Erişim Tarihi: 21 Ekim 2012)


Erasmus'tan Mektup Var İtalya’nın kalbi, rüyalar şehri Roma’dan herkese merhaba! İlk geldiğim günden itibaren beni büyüleyen, ama ilk başlarda bir o kadar da yalnız hissettiren Roma, bir nevi, İtalya’nın kalbi niteliğinde güzeller güzeli bir şehir. Meşhur Aşk Çeşmesi (Fontana di Trevi – ki aslında bu Aşk Çeşmesi anlamına gelmiyor), İspanyol Merdivenleri, Pantheon, Kolezyum gibi tarihi yapılarından tutun, günlük yaşamıyla, insanlarıyla ve verdiği izlenimlerle çok farklı bir deneyim. Erasmus başka bir deneyim diyorlar ya, gerçekten de öyle. Gittiğiniz ülkenin dilini gerçekten öğrenmek istiyorsanız özellikle. Havası, suyu bir başka geliyor insana, dilinizdeki o sınırlamayı, o kuşkuyu kaldırıyor adeta. Türkiye’deyken, bir dil kursundan çıkınca duyduğunuz kelimeler her zaman işittikleriniz, alıştığınız kelimeler zaten. Ama burada, kursta biraz önce öğrendiklerinizi hemencecik kullanıveriyorsunuz ve inanın bana bu gerçekten tatmin edici. Erasmus öğrenci ağından bir arkadaşımın söylediği şeyi buraya eklemeden olmaz: “İtalyanca’yı daha önceden hiç bilmesen bile, eğer Roma’da araba kullanıyorsan, çok güzel İtalyanca öğrenirsin. Öyle şeylerle karşılaşıyorsun ki…” Dil biraz içgüdüsel bir şey benim için. Mesela, bazı kelimeler vardır, nerede ve ne zaman kullanacağınızı bilirsiniz ama nereden duyduğunuzu bilmezsiniz. İşte, İngilizce’de yaşadığım bu karmaşayı İtalyanca’da da yaşadım. Günlük konuşmalardan kulaklarıma çalınan kelimeler, cümleler; nereden geldiğini anlamadığım ifadeler zamanı geldiğinde birden ortaya çıkıp beni kurtardı. Buraya gelmeden aldığım İtalyanca kursu tabiî ki çok faydalı oldu benim için, ama bu sihirli, tarihi şehirde edindiğim deneyim ve arkadaşlar, işte asıl taşları yerine oturtan onlardı.


İzlenimlerime gelecek olursak; ilk ayımda pek de bir yer gezemedim açıkçası oraya buraya koşturmaktan. Ev bulma derdi, okulun bürokratik işlemleri, burada yaşamanız için gerekli olan şeyler derken, koca bir ay sadece bunlara ve Erasmusun olmazsa olmaz partilerine harcandı gitti! Partileri küçümsememek lazım ama, onların sayesinde Roma’nın tarihi, dar sokaklarını keşfetme şansını buluyor, normal ses tonları neşeyle bağırıp çağırmaya ayarlanmış olan İtalyanları izliyor, gündüz gözden kaçan güzellikleri keşfediyorsunuz. İlk şehir turumuzu parti için gitmemiz gereken mekanı ararken yapmıştık mesela arkadaşlarımla, tam 1 saat, hatta daha fazla yürümüştük Roma’nın tarihi merkezinde! Çok çeşitli bir arkadaş grubum olduğu için eğlenceliydi de; Fransız, Belçikalı, Macar, Alman (ve de bendeniz bir Türk) derken tam bir kültür salatası çıkmıştı ortaya. Her ülkeden farklı bir yüz görmek mümkün burada, tabiî ki çoğunluğu İspanyolların oluşturduğunu da inkar etmemek lazım. Ama birçok Türk’le de karşılaştım, ne yalan söyleyeyim, sayıları sandığınızdan da fazla. Bir de “siesta” denilen olaydan ve biraz günlük yaşamdan bahsetmek istiyorum. İtalyanlar, her ne kadar birtakım borçlarla boğuşuyor olsalar da, para kaygıları olmayan insanlar bence. Öğlen 13:00’dan akşamüstü 16:00’a kadar öğle yemeği molası vermenin başka bir açıklaması olamaz çünkü. Akşamları zaten erken kapatıyorlar; bizim neredeyse 24 saat açık tekel


bayilerini düşününce, gerçekten bir garip geliyor. Sokaklara baktığınızda, kısmen temiz ama birçok insanın kullandığı ufak motosikletler ve scooterlarla karşılaşıyorsunuz. Trafiği Ankara’dan kötü değil belki, ama yine de bazen çok can sıkıcı olabiliyor. Toplu taşıma bence gayet güzel işliyor, saatleri belli gece otobüsleri, aynı hatlarda çalışan tramvaylar ve otobüsler, iki adet metro ağı derken (üçüncüsü de çok yakında kullanıma açılacakmış), birçok yere rahatlıkla gidebiliyorsunuz. Şehrin önemli ve tarihi yerleri ise çoğunlukla metroya çok yakın, özellikle de Kolezyum ve Vatikan Şehri. Diğer İtalyan şehirlerine veya Avrupa ülkelerine gitmek de oldukça makul fiyatlarda, trenler 10€ civarı fiyatlarda ve rahat bir yolculuk sunuyor. Yani sadece Roma’ya geldim ve sadece Erasmus topluluğunun düzenlediği gezilere katılmak zorundayım diye düşünmeyin, günübirlik de olsa birçok yeri gezmek, görmek mümkün. Ama eninde sonunda, İtalya her ne kadar etkileyici ve büyüleyici bir serüven olsa da, ya da bir dönem daha kalmam için beni baştan çıkartmaya çalışsa da, ülkeme dönmek için can atıyorum diyebilirim. İlk geldiğimde hissettiğim heyecan, yerini yavaş yavaş özleme bırakıyor. Burada kalan zamanımın tadını çıkarmak istiyorum tabiî ki; bol bol gezip eğlenmek, fotoğraf çekmek, yeni yeni insanlarla tanışmak… Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, insanın evi, alıştığı çevresi, ortamı ve arkadaşları gibisi yok. Henüz çok fazla gezemedim açıkçası ama Napoli, Capri Adası ve Pompei’ye ayak basabildim ve hepsi de birbirinden büyüleyici yerler (Gerçi Napoli’yi bu sınıflandırmaya


katmayabiliriz çünkü gerçekten çok kirli ve geceleri çok tehlikeli bir şehir). Birkaç hafta içerisinde de radarımda Floransa, Pisa ve Lucca var, hatta belki bir de İspanya! ☺ Ee, fırsatları kaçırmamak lazım. Söyleyeceğim şu ki; eğer yolunuz bir gün Roma’ya düşerse ve bu deneyime hazır olduğunuzu düşünüyorsanız, atlayıp gelin İtalya’ya! İnsanlar çok sıcak kanlı ve her daim size yardım ediyorlar. Hiç tanımadığınız, sokakta durdurup adres sorduğunuz birisi sizinle durup 5 dakika da olsa sohbet ediyor. Yani alışma açısından bir problem yaşamazsınız. Çünkü ben bunu bizzat yaşadım ve gördüm, endişeler yersiz. Herkes bizim gibi, yeni bir ortama uyum sağlamaya çalışıyor, zaten otomatik olarak arkadaş olup kaynaşıyorsunuz. Son olarak, dikkat edin, güzelce gözlemleyin; Roma’da insandan çok heykel var! ☺ Roma’dan kucak dolusu sevgilerimle Gözde Otlu


Ad re s: 1 0 0 . Yı l İ şçi B l o kl a rı M a h . 1 42 7 Ca d d e N o : 2 7 B a l g a t/Ça n ka ya /An ka ra A l o P a ke t: 2 8 5 7 7 5 8 - 2 8 6 8 5 0 5 w w w . a r j a n ti n ke b a p . c o m



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.