CANADATURK NOVEMBER 2016

Page 1

SON BAŞVURU TARİHİ: 30 KASIM Yýl/Year 8 Sayý/Issue 121 1 Ekim/October 1, 2011 T: 416 462-1244 F: 416 444-4073 2 Clanwilliam Crt. Toronto, ON M1R 4R2 info@canadaturk.ca www.canadaturk.ca ISSN 1923-7030 Fiyatı/Price $1 Yıllık Abonelik/Yearly Subscription $30

Yıl/Year 13 Sayı/Issue 182 Kasım/November 2016 info@canadaturk.ca www.canadaturk.ca ISSN 1923-7030

T: 416 462-1244 Fiyatı/Price $1 Yıllık Abonelik/Yearly Subscription $30

$

1

Kanada Dolarının Türk Lirası karşısındaki değer artışı sürüyor.

1 CAD = 2.30 TL ABD Doları 3 TL’nin üzerinde

1

Kasım itibariyle Kanada Doları 2.30 Türk Lirasını geçti. Böylece son bir yılda Kanada Doları’nın Türk Lirası karşısındaki değer artışı yüzde 10’lara yaklaştı. Son on yılda ise Türk Lirası Kanada Doları karşısında yüzde 110 değer kaybetti. 2005 yılında 1 Kanada doları neredeyse 1 TL seviyesindeyken (1.08 TL) 2010’da 1.5 TL’ye yükseldi. 1 Temmuz 2015’te ise 2.14’ten işlem gören Kanada Doları 1 Kasım 2016’da 2.30 seviyesini aştı.

1 Temmuz 2005’te 1.33 TL olan 1 ABD doları, on yıl sonra 1 Temmuz 2015’te 2.68 TL’den işlem görürken 1 Kasım 2016 itibariyle 3 TL’nin üzerine çıkarak 3.10 seviyesine ulaştı. On yıl önce 1.61 TL olan Euro ise, 1 Temmuz 2015’te 3 TL’ye sınırında dolaşıyordu. 1 Kasım 2016’da Euro 3.40 TL’den işlem gördü.


2

www.canadaturk.ca

{

CANADATÜRK’e reklam vermek için: 416 462-1244 info@canadaturk.ca

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


{

KASIM/NOVEMBER, 2016

{

www.canadaturk.ca

3

Yedi yıldır kayıp Aradan yaklaşık yedi yıl geçmesine rağmen 2009 yılında kaybolan Hatice Çorbacıoğlu’ndan hala haber yok.

T

oronto’da yaşayan Hatice Çorbacıoğlu, 15 Haziran 2009’da evlilik hazırlıkları yapmak için erkek arkadaşı Rıza Coşa’nın yaşadığı New York’a gitti, ancak sonrasında kendisinden bir daha haber alınamadı. Rıza Coşa ise Hatice Çorbacıoğlu’nın kaybolmasından bir süre sonra ani bir kararla uzun bir süredir yaşadığı ABD’den Türkiye’ye geri döndü. ABD’de evli olduğu anlaşılan Coşa’nın Türkiye’ye dönmeden önce eşi Winsome Angela Perez’i öldürdüğü ve cesedini kaynakçı olarak çalıştığı fabrikanın arsası içinde bulunan bir konteynerin arkasına gizlediği ortaya çıktı. Hem eşinin öldürülmesi hem de Hatice Çorbacıoğlu’nun kaybolmasından sorumlu tutulan Rıza Coşa’nın, 19 Mayıs 2010’da Sivas’ta inşaat halindeki bir binanın

dokuzuncu katından atlayarak intihar etmesiyle bugüne kadar Hatice Çorbacıoğlu’na ne olduğu sorusunun cevabı bulunamadı. Hatice Çorbacıoğlu Toronto’daki evinden Rıza Coşa ile evlenmek için kendi kullandığı otomobille New York’a gitmiş ve bir daha da kendisinden haber alınamamıştı. Coşa’nın evli olduğunu gizleyerek Hatice Çorbacıoğlu’na evlilik sözü verdiği öne sürülüyor. İkilinin Türkiye’ye gitmek için elçilikten pasaportlarını yenilettikleri ve uçak bileti aldıkları belirlenmiş ancak kayıtlara göre Rıza Coşa 30 Temmuz’da tek başına Türkiye’ye giriş yapmıştı. Türkiye’ye gitmeden önce Coşa’nın ABD’de on yıl kaçak yaşadığı belirtiliyor. Hatice Çorbacıoğlu’nun Toyota marka otomobili ise JFK Hava Limanı’nda bulunmuştu. Yedi yıldır haber alınamayan Hatice Çorbacıoğlu, kaybolduğu günden beri telefonunu hiç kullanmamış, herhangi bir banka işlemi de yapmamış. Ailesi, Hatice’nin bulunması yönünde ümitlerini çoktan tüketmiş. Hatice Çorbacıoğlu kaybolduğunda 32 yaşındaydı.

Rıza Coşa

Duvarlarını Türk çinileri süslüyor M

ississauga’da bulunan Seyyide Hatice Camisi’nin duvarlarını Türkiye’den getirilen çiniler süslüyor. Cami, Dery Rd. ile Hurontario St. kesişimine

yakın Edwards Bulvarı üzerinde bulunuyor ve 2012 yılında ibadete açılmış. “Faith of Life Network” isimli vakfın kurucusu ve Seyyide Hatice Camisi İmamı Dr. Hamid

Slimi, defalarca ziyaret ettiği İstanbul’da en çok Sultanahmet Camisi’nin dizaynına vurulmuş ve orada gördüğü Türk çinilerinin benzerlerini Kanada’ya taşımış.

Hatice Çorbacıoğlu


4

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016

Baharın müjdecisi

Kanada’nın simgelerinden birisi olan maple şurubu, Türkçede akçaağaç denilen maple ağaçlarının özsuyundan elde ediliyor.

M

aple ağacının ürettiği şeker kışın ağaç gövdesinde depolanıyor. Türüne göre maple özsuyunda yüzde 1 ila 3 oranında şeker mevcut. Sugar maple, özsuyunda bulunan yüksek şeker oranıyla en fazla tercih edilen maple türü. Onun yanı sıra black maple, silver maple, red maple, ash leafed maple’dan da özsu alınıyor. Ağaçların en az kırk yaşında, kalınlığının ise en az 15 inch olması gerekiyor. Özsuyu alabilmek için önce maple ağaçlarının gövdelerine delikler açılıyor, sonra plastik ya da metalden tap adı verilen musluk da diyebileceğimiz bağlantılar takılıyor. Bu bağlantılardan ağaçların içindeki sap yani özsu doğrudan kovalarda ya da hortumlarla büyük varillerde toplanıyor. Ağaçların özsularını bırakmaları için geceleri sıcaklığın eksiye düşmesi gündüzlerin ise sıfır derecenin üzerinde olması gerekiyor. Özsu toplama işlemi Mart ve Nisan aylarında 4-6 hafta arasında sürüyor. Bazen sonbaharda da özsu alınabiliyor. Taplar yerden yarım ila bir metre yükseklikte, ağaçların güney veya

güney doğuya bakan yani güneşi gören taraflarına takılıyor. Ağaca açılan her bir delikten toplanan özsu bir sezonda 20 – 40 litre civarında. Ağaçlardan elde edilen özsular, gerek Kızılderililerden kalma geleneksel yöntemlerle gerekse daha modern tekniklerle kaynatılarak maple şurup elde ediliyor. Yani özsu kaynatılarak su buharlaşması sağlanıyor. 40 litre ağaç özsuyundan sadece bir litre maple şurup elde edilebiliyor. Bu kaynatma işlemi oldukça zahmetli ve önemli. Havanın belli bir derecede olması, belirli bir süre kaynatılması ve kaynatma işlemi sırasında hiçbir kimyasal veya yabancı maddenin karışmaması gerekiyor. Maple özsuyundan ayrınca şeker de yapılıyor. Kanadalılar uzun kışın ardından baharı Maple Şurup ile karşılıyorlar. Bu amaçla Şubat sonunda başlayıp Nisan içerisinde sona eren Maple Şurup festivalleri var. Orta Asya ve bazı Ortadoğu halkları için Nevruz neyse Kanadalılar için de Maple Şurup festivalleri bir anlamda aynı manaya geliyor. Maple şurubu Kanada’da en fazla Quebec eyaletinde üretiliyor. Quebec ayrıca tek başına dünya maple şurubu üretiminin dörtte üçünü yapıyor.


KASIM/NOVEMBER, 2016

{

{

www.canadaturk.ca

5

Heaven’s Angel

Kitchener-Waterloo’da yaşayan Alkan Mehmet, ilginç görüntüsü ve kullandığı devasa motosiklet ile görenlerin ilgi odağı oluyor. Alkan Mehmet 1967 yılında Kanada’ya gelmiş bir Kıbrıslı Türk. Şimdi Kitchener-Waterloo’da yaşıyor. Yaşadığı şehirde Türkünden Kanadalısına herkes onu Honda Goldwing marka devasa motosikleti ile tanıyor. 1200cc gücünde motora sahip bu motosikleti 1985 yılında satın almış. Motosikletin o günkü değeri 8 bin dolarmış. Bugün yenisi için en az 20 bin doları gözden çıkarmak gerektiğini söylüyor. Bu yüzden de motosikletine gözü gibi bakıyor. 1992 yılına kadar çalıştığı Unilever’den rahatsızlığı sebebiyle ayrılan ve malulen emekli olan Alkan Mehmet kurucuları arasında yer aldığı Waterloo Camisinin müezzinliğini yapıyor, ayrıca eşiyle birlikte caminin temizliğiyle, bakımıyla ilgileniyor. Hidayete ermemde gördüğüm rüyalar ve arkadaş çevremin büyük etkisi var diyen Alkan Mehmet, hem yaşantısı hem de giyim kuşamı ile diğer Kıbrıslı Türklerden belirgin biçimde ayrılıyor. 72 yaşında olmasına

rağmen bembeyaz uzun sakalları, molla tarzı giyimi, başındaki yeşil sarığı ile 80-85 yaşlarında gösteriyor. Hem kılık kıyafetinin görüntüsü, hem de olduğundan çok daha yaşlı görünmesi sonucu bu büyüklükte motosiklet kullanması hayretle ve ilgiyle karşılanıyor. Zaman zaman motosikletlilerin takıldığı café ya da pubların önünden geçerken kendisine tezahhüratlar yapıldığını belirten Alkan Mehmet, bazı zamanlarda insanların birlikte fotoğraf çekilebilmek için teklifte bulunduğunu ifade ediyor. Bugüne kadar 4 defa Hacc’a giden Alkan Mehmet, seyir halindeyken motosikletinin teybinden sürekli olarak Kur’an dinliyor. Harley- Davidson kullansa uzaktan bakılınca Hell’s Angels’lara benzetilme olasılığı oldukça yüksek. Ancak kullandığı motosikletin motosikletlerin Cadillac’ı sayılan Honda Goldwing olması ve kendi dış görüntüsü dolayısıyla Alkan Mehmet, daha çok Heaven’s Angel olarak adlandırılıyor.


6

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


KASIM/NOVEMBER, 2016

{

{

www.canadaturk.ca

7

Kanada açıklarında sulara gömülen pehlivan 1 800’lü yıllarda ve 1900’lü yılların başında güreş dünyanın en popüler sporlarından birisiydi. Osmanlı coğrafyasından çıkan çok sayıda güreşçi de Avrupa ve ABD’de nam salmışlardı. Türk güreşçiler arasında en meşhuru Koca Yusuf lakaplı Yusuf İsmail idi. Kırkpınar’da ünlenen ve grekoromen stilde güreşen ilk Türk güreşçi olarak bilinen Koca Yusuf, ABD’de “The Terrible Turk” olarak adlandırılmıştı. Onun ölümünden sonra ABD ve Kanada’da güreşen pek çok Türk güreşçi de bu isimle anıldı. 1857 yılında Bulgaristan’ın Deliorman bölgesinin Şumnu, Karalar köyünde doğan Koca Yusuf, Kırkpınar’ın 26 yıllık başpehlivanı Kel Aliço’dan bu ünvanı almasıyla ünlendi. 1894 yılında Fransa’ya giden ve burada çok sayıda güreş yapan Koca Yusuf yenilgi yüzü görmeden ülkesine geri döndü. Ünü yeni kıtaya kadar ulaşan Koca Yusuf, bir organizatörün davetiyle ABD’ye gitti. Burada da fırtına gibi esen Koca Yusuf, New York ve çevresindeki şehirlerde yaptığı tüm müsabakalardan galip ayrıldı. Kendisine ‘The Terrible Turk’ lakabı takılan Koca Yusuf, son olarak Amerika Ağırsiklet Şampiyonu Evan “Strangler” Lewis’i dize getirdikten sonra New York’tan ayrıldı. O zamana ait bazı gazetelerin arşivlerinde Koca Yusuf’un Toronto ve Montreal’de de güreşlere katıldığı yönünde yazılar olmasına rağmen müsabakaların ne zaman, nerede ve kimlere karşı olduğu konusunda ayrıntılı bilgi maalesef yok. Koca Yusuf’un 2 Temmuz 1898’de New York’tan bindiği ve Fransa’nın Le Havre şehrine giden gemi, 4 Temmuz sabahı Atlas Okyanusu’nda bir başka gemiyle çarpışır ve kısa bir sürede batar. Kazadan 165 kişi kurtulur. Bu kişilerden sadece 61’i yolcu, diğerleri ise mürettebattır. 200 kadar kadın yolcudan sadece bir tanesi kurtulurken çocukların tamamı hayatını kaybeder. Mürettebat ve bazı yolcular kendi hayatlarını kurtarmak için diğer yolcuları ve özellikle de çocukları ve kadınları ölüme terk ederler. 500’den fazla kişinin öldüğü kazada dünyaca ünlü Türk güreşçi Koca Yusuf da okyanusun sularında kaybolur. Bir rivayete göre denize atladıktan sonra tutunduğu filikadaki kişiler tarafından iri cüssesiyle filikayı devirecek korkusuyla ince küreklerle ellerine vurularak, başarısız olununca da baltayla bileklerinden kesilerek ölüme gönderilir. Bir diğer rivayete göre ise ABD turunda

F U S U Y A C KO kazandığı altınları kuşağının içinde sakladığından altınların ağırlığı nedeniyle yüzemeyerek boğulur. Bir başka rivayete göre ise bir çocuğu kurtarmak isterken geminin parçaları altında kalarak hayatını kaybeder. Bir Amerikan dergisinde 1960’lı yıllarda yer alan bir haberde, kazadan sonra Azor Adaları sahillerine 20 civarında ceset vurduğu, içlerinden bir tanesinin giyimi farklı ve beline uzun bir kuşağın sarılı olduğu ve bir kilise papazı tarafından cesedin kilisenin bahçesindeki mezarlığa gömüldüğü ifade edilir. Bir başka gazete kupüründe ise, kaza sonrası Sable Adası’na uğrayan bir gemi kaptanının verdiği bilgiye dayandırılarak, Ada’ya çok sayıda ceset vurduğu ve garip giyimli bir kişinin Koca Yusuf olma ihtimalinin yüksek olduğu belirtilir. Bütün bu bilgilerin kaynağı bazı gazete veya dergilerde yer alan haberler. Daha ötesi yok.

Geçtiğimiz sayıda Sable Adası ile ilgili yazımızda Koca Yusuf’u taşıyan geminin bu ada açıklarında battığını belirtmiştik. 1800’lü yıllarda ve 1900’lü yılların başında güreş dünyanın en popüler sporlarından birisiydi. Osmanlı coğrafyasından çıkan çok sayıda güreşçi de Avrupa ve ABD’de nam salmışlardı. Türk güreşçiler arasında en meşhuru Koca Yusuf lakaplı Yusuf İsmail idi. Kırkpınar’da ünlenen ve grekoromen stilde güreşen ilk Türk güreşçi olarak bilinen Koca Yusuf, ABD’de “The Terrible Turk” olarak adlandırılmıştı. Onun ölümünden sonra ABD ve Kanada’da güreşen pek çok Türk güreşçi de bu isimle anıldı. 1857 yılında Bulgaristan’ın Deliorman bölgesinin Şumnu, Karalar köyünde doğan Koca Yusuf, Kırkpınar’ın 26 yıllık başpehlivanı Kel Aliço’dan bu ünvanı almasıyla ünlendi. 1894 yılında Fransa’ya

giden ve burada çok sayıda güreş yapan Koca Yusuf yenilgi yüzü görmeden ülkesine geri döndü. Ünü yeni kıtaya kadar ulaşan Koca Yusuf, bir organizatörün davetiyle ABD’ye gitti. Burada da fırtına gibi esen Koca Yusuf, New York ve çevresindeki şehirlerde yaptığı tüm müsabakalardan galip ayrıldı. Kendisine ‘The Terrible Turk’ lakabı takılan Koca Yusuf, son olarak Amerika Ağırsiklet Şampiyonu Evan “Strangler” Lewis’i dize getirdikten sonra New York’tan ayrıldı. O zamana ait bazı gazetelerin arşivlerinde Koca Yusuf’un Toronto ve Montreal’de de güreşlere katıldığı yönünde yazılar olmasına rağmen müsabakaların ne zaman, nerede ve kimlere karşı olduğu konusunda ayrıntılı bilgi maalesef yok. Koca Yusuf’un 2 Temmuz 1898’de New York’tan bindiği ve Fransa’nın Le Havre şehrine giden gemi, 4 Temmuz sabahı Atlas Okyanusu’nda bir başka gemiyle çarpışır ve kısa bir sürede batar. Kazadan 165 kişi kurtulur. Bu kişilerden sadece 61’i yolcu, diğerleri ise mürettebattır. 200 kadar kadın yolcudan sadece bir tanesi kurtulurken çocukların tamamı hayatını kaybeder. Mürettebat ve bazı yolcular kendi hayatlarını kurtarmak için diğer yolcuları ve özellikle de çocukları ve kadınları ölüme terk ederler. 500’den fazla kişinin öldüğü kazada dünyaca ünlü Türk güreşçi Koca Yusuf da okyanusun sularında kaybolur. Bir rivayete göre denize atladıktan sonra tutunduğu filikadaki kişiler tarafından iri cüssesiyle filikayı devirecek korkusuyla ince küreklerle ellerine vurularak, başarısız olununca da baltayla bileklerinden kesilerek ölüme gönderilir. Bir diğer rivayete göre ise ABD turunda kazandığı altınları kuşağının içinde sakladığından altınların ağırlığı nedeniyle yüzemeyerek boğulur. Bir başka rivayete göre ise bir çocuğu kurtarmak isterken geminin parçaları altında kalarak hayatını kaybeder. Bir Amerikan dergisinde 1960’lı yıllarda yer alan bir haberde, kazadan sonra Azor Adaları sahillerine 20 civarında ceset vurduğu, içlerinden bir tanesinin giyimi farklı ve beline uzun bir kuşağın sarılı olduğu ve bir kilise papazı tarafından cesedin kilisenin bahçesindeki mezarlığa gömüldüğü ifade edilir. Bir başka gazete kupüründe ise, kaza sonrası Sable Adası’na uğrayan bir gemi kaptanının verdiği bilgiye dayandırılarak, Ada’ya çok sayıda ceset vurduğu ve garip giyimli bir kişinin Koca Yusuf olma ihtimalinin yüksek olduğu belirtilir. Bütün bu bilgilerin kaynağı bazı gazete veya dergilerde yer alan haberler. Daha ötesi yok.


8

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016

Hediyeyi hediye etmek sünnettir!

Ç

ocukken yazları dayımın yanına köye giderdim. Bazen bir iki hafta, bazen de bir aydan fazla bir süre de kalırdım. Kuzenlerim ile gün boyu dağda bayırda her türlü oynar, akşam yatmak için eve kendimizi zor atardık. Köyde doğru dürüst bir bakkal yoktu. Şehir ise bir saatlik mesafede idi. Bu yüzden şehirden gelen misafirler hediye olarak elllerinde ya araba tekeri şeklinde ve büyüklüğünde ekmek ya da portakal gibi köyde yetişmeyen meyvelerden getirirlerdi. Hep evde pişirilen ve genelde rengi koyu olan ekmek yediğimizden şehirden getirilen beyaz ekmeğe baklava muamelesi çekerdik. Şimdi beyaz ekmeğin yüzüne bakan yok, herkes sağlıklı diye kepekli ekmek peşinde. Köyde beyaz ekmek gibi beyaz pilav da büyük sükse

yapardı. Bizim gibi gün aşırı bulgur pilavı yiyenler ayda bir pirinç pilavı yiyince bayram ederdi. Yine şimdi pirinç pilavının yüzüne bakan yok, bulgur ise özel yemekler arasına girdi. Evet, köy yerinde misafirliğe gidilirken ekmek veya meyve götürülmesi benim çocukluğumda adettendi. 15 yaşına girdikten sonra bir daha köye gidemediğimden bu adetin değişip değişmediğini bilemiyorum. O dönemlerde şehirlerde ise misafirliğe gidenler genelde ya pastaneden börek, kuru/tuzlu kurabiye, baklava türü tatlılar alır, ya da iki litrelik kola ile çıtlatmak için çekirdek götürürdü. Eli boş gidenin sayısı da az değildi. Kimse de yadırgamazdı. Ben ise genelde kendi yaptığım yapay gül demeti götürürdüm. Gülleri naylon poşetten yapar, ormanlık alanlardan topladığım bir çeşit dikenli yeşil bitkiye bu gülleri iliştirirdim. Bu dikenli bitki bir yıl kadar yeşilliğini koruduğundan ev için çok güzel bir süs eşyası vazifesini görürdü. Çok özel kişiler için ise makrame ipinden saksılık örerdim. Kanada’ya gelince işin rengi biraz daha değişti. Burda kolay kolay pastane bulunamadığından kurabiye ve tatlının yerini Tim Hortons’tan alınan donut türü yiyecekler aldı. Yanına da kahve alındı mı eksiksiz misafirliğe gidilebilir. Ayrıca, Kanada’da Türkler çiçekçileri

ve mutfak eşyası satan dükkanları keşfettiler. Çiçekler genelde saksı çiçeğidir, mutfak eşyası ise ya ucuz bir tabak takımı, ya salata tabağı, ya da cam tepsi. Herkes genelde aynı tür şeyleri hediye olarak götürdüğünden bazen evde ihtiyaç fazlası durumlar olabiliyor. Böyle durumda yapılacak en iyi şey, sana gelen hediyeyi hiç açmadan bir başkasına götürmek. Böyle de yapılıyor zaten. Bazen bir salata tabağının bu yüzden on ev dolaştığı oluyor. Bu dolaşma işi en çok da çocuk hediyelerinde gerçekleşiyor. Adet üzere yeni doğan bebeğe eş dost hediye götürür. Gelen hediyelerin bir kısmı çocuğa uymaz, beğenilmez ya da fazla gelir. Bu durumda bu hediye tekrardan güzelce paketlenir ve doğum yapan bir başka kişiye götürülür. Yine bu durumda aynı hediyenin birkaç ya da daha fazla ev dolaştığı olur. Bir kaç yıl önce bizim Melek ablanın yeni doğan bebeği için bir arkadaşı ucuz bir mağazadan alındığı belli olan bir pijama takımı getirmişti. Kalite takılan Melek abla bu hediyeyi hiç beğenmez. Getirene de bir şey söyleyemediği için paketini açmaz. Bir süre sonra doğum yapan bir başka kadına götürür. Aradan iki yıl geçtikten sonra Melek abla yeniden doğum yapar.

Bir başka şehirden bebeği hayırlamaya gelen bir kadının getirdiği hediye iki yıl önce Melek ablanın beğenmeyip bir başkasına hediye ettiği pijama takımının ta kendisidir. Allah bilir kaç el değiştirdikten sonra yine Melek ablayı buldu. Bu yine döner dolaşır beni bulur, uğursuz mu ne diyerek bu defa bir başka kişiye vermek yerine pijama takımını Goodwill’in bağış kutusuna atar. Melek ablanın başına gelen türden bir şey de bu bayram da benim başıma geldi. Bayram için özel olarak Türkiye’den birkaç kutu lokum getirtmiştim. Paketlerden bir kısmını Bayram’da gelip gidenlere ikram etmek için açtım. Diğerlerini ise ziyaretine gittiğim arkadaşlarıma götürdüm. Bayramın son günü beni ziyarete gelen bir arkadaşım, bayramın ilk günü bir başka arkadaşa götürdüğüm lokumu bana hediye olarak getiriverdi. Hemen aklıma Melek abla geldi ve çok güldüm. Sonra bizim lokum Allah bilir kaç ev dolaştı diye geçirdim içimden. Kimbilir belki de bir paket lokum ile onlarca aile birbirini ziyaret etmişti. Türkiye’de misafirin getirdiğini önce getiren misafire ikram etmek bir gelenek vardı. Kanada’da ise bir paket lokum ile cümle alem bayram eder olduk.

İsim var vezir eder, isim var rezil eder

B

azı kişilerin aile içinde kullandıkları adla, dışarıda kullandıkları farklıdır. Benim en yakın arkadaşlarımdan Melahat de bunlarda birisi. Biz onu hep Melahat biliyoruz ama ailesi ona Fisun diyor. Yıllar önce TRT’de Perihan Abla adlı bir dizi yayımlanmıştı. O dizi de Tuluğ Çizgen’in oynadığı Meraklı Melahat karakteri dillerdeydi. Bu Meraklı Melahat her şeye burnunu sokan bir tipti. Benim arkadaşım Melahat bu dizi başladığında henüz altı aylık imiş. Ailesi, kızlarına, Meraklı Melahat ismi takılmasın diye gayriresmî olarak adını Fisun’a çevirmiş. Okula başlayınca resmî adı Melahat olduğundan, öğretmeni ve arkadaşları bu ismi kullanmışlar. Bundan sonra hep iki

kimlikle (!) dolaşmış. Evde Fisun, okulda Melahat. Bu hâl onu zaman zaman zor durumlarda bırakmış. Onu Melahat olarak tanıyanlar Fisun’u soranlara tanımıyorum, Fisun olarak tanıyanlar ise Melahat’i soranlara tanımıyorum cevabını vermişler. Amcası dahi resmî adını bilmediğinden, postacının kendisine verdiği üniversite sınav sonuç kâğıdını: “Bu adreste Melahat isminde birisi oturmuyor,” diye geri çevirmiş. Melahat’in derdi iki farklı isminin olması. Aynı şeyi benim ailem yapsa ne yapardım bilemiyorum. Pınar benim tek ismim. Güzel de bir isim. Sanırım bazılarımız benim kadar şanslı olamıyor

güzel isim konusunda. Üniversitede bir arkadaşımızın ismi Döndü idi. Zavallı kız daha birinci sınıftayken mahkemeye başvurarak ismini İpek olarak değiştirmişti. Nedendir bilinmez ama garip bir şekilde sınıfımızda kızların çoğunun ismi Ebru ve Zeynep’ti. Açıkçası bu Ebru ve Zeynep modasının nereden geldiğini bilmiyorum. 70’li ya da 80’li yıllarda ne Ebru ne de Zeynep isminde artistimiz, şarkıcımız, politkacımız vardı. 1980’lerin sonunda bir Elif modası başlamıştı. 90’ların sonu ve 2000’lerin başında ise erkek çocuklarına Furkan ismini koymak moda oldu. O da geldi geçti. Şimdilerde dizi film karakterlerinin

isimleri de popüler. Su, Toprak, Yağmur, Ada, Deniz gibi tabiat isimleri ise bir ayrı moda. Dindar kesimin isimleri de kendine özgü: Büşra, Esra, Kübra, Hafsa, Rümeysa, Hayrunnisa... Kanada’da doğan bebeklere hangi isimleri “takmamanın” iyi olacağına da değinmek lazım. Türkçede olup da İngilizcede yer almayan -ç, -ğ, -ı, -ö, -ş, -ü harflerinin yer aldığı isimlerden uzak durun. Çağan, Büşra, Çağatay, Çağdaş gibi. Asla çocuğunuza Turgay ismini takmayın. Yanlış anlamalara yol açabilir. Benim favori isimlerim Can ve Ada. Hele ikisi bir arada kullanılınca...

Feminizm ve Marmara’nın Karadenizli gelinleri

D

ünya feminizm hareketinin liderlerinin yolu Karadeniz’e düşer. Bir yandan ellerindeki broşürleri dağıtıyorlar, bir yandan da kahvehanelerde feminizm ile ilgili konuşmalar yapıyorlarmış. Bu kişileri dinleyenler arasında Temel de varmış. Konuşmacı kadın, feminist kadın kendi ekmeğini kendi kazanır, özgürdür, erkeğe muhtaç duymaz... şeklinde konuşmasını sürdürürken Temel söze girmiş: “Desenize benim karım en büyük feminist.” Konuşmacı kadın, nasıl yani, diye sorar. Temel anlatayım der: Benim karım sabah ezanla kalkar. Önce inekleri yedirir sütlerini sağar, koyunları, tavukları yemler, sonra eve gelir yedi çocuk bir de ben sekiz kişi için kahvaltı hazırlar. Evi şöyle bir düzenen koyduktan sonra tarlaya gider. Öğlen tekrar eve gelir, hayvanların ve çocukların karnını doyurur. Tekrar tarla derken akşam olur. Yine hayvanları yedirir, çocuklar ve benin için yemek hazırlar. Hergün evin

bulaşığını, çamaşırını yıkar, yiyeceğini, yakacağını taşır. Ben ise akşama kadar kahvehanede oturur pişpirik oynar, ne evime ne de karıma karışırım. Kendi çalışır, ekip biçtiklerini, ineklerin sütünü ve yağını satarak parasını kazanır, evin tüm ihtiyaçlarını görür. Benim çay paramı bile o verir. Feninist kadın kendi ekmeğini kendi kazanır, özgürdür, erkeğe muhtaç duymaz dedin ya... işte benim karım demek ki tam ondan oluyor. Sadece benim karım değil tüm kadınlar buralarda böyle yapıyor. Onun için buralarda boşuna feminizmi anlatıp durmayın. Zaten hepsi doğuştan feminist, hem de sizden daha feminist. *** Kendi başına evinin ve dışarının işlerini çekip çeviren Karadeniz kadınına ister Temel gibi feminist deyin, ister eziliyor deyin, bir gerçek var ki o da çalışkan olması. Doğu Karadeniz’de tarım alanları kısıtlı olduğundan tarım iyi bir geçim kaynağı değil. Bu yüzden toprağın bol ve

düz olduğu başta Adapazarı olmak üzere Balıkesir gibi şehirlere bir zamanlar büyük bir göç yaşanmıştı. Örneğin Trabzon’un köyünde 5 dönümlük bir yer satan Adapazarı’nda bu 5 dönümlük yerin parasıyla üzerinde evi olan 100 dönümlük bir yer satın alabiliyordu. Göç edilen yerlerde kadınlar bağ bahçe tarla işlerinde çalışmıyorlardı. Ancak Karadeniz’den gelen kadınlar her işe koşunca dikkat çekmeye başladılar. Farkı gören Adapazarlılar, Balıkesirliler vs. önce göç eden Karadenizlilerin kızlarına talip oldular, sonra gidip bizzat Doğu Karadeniz’den kız istemeye başladılar. Özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda Doğu Karadeniz Bölgesi’nden Adapazarı’na ve Balıkesir’e binlerce gelin gitti. Gidenler genelde yaşını başını almışlar ile dullardı. Bölge için büyük bir temizlik harekatı da denilebilir bu izdivaçlar için. Karadenizli gelinler tarlada bahçede iyi çalışır, kaynana ve kaynata ile sorunsuz aynı evde oturur denirdi o

zamanlar. Bir de başlık parası derdi yoktu. Benim tanıdıklarım genelde Balıkesir Bandırma’ya gelin gittiler. Bandırma’dan gelenler dayımın köyünde nerde evde kalmış varsa çalarlardı kapılarını. Birisi olmazsa diğerine giderlerdi. Dayımın karşı ki komşusunun kızı Fadime de Bandırma’ya gelin gidenlerden. Köyden şehre iner, erkeklerle gezip tozardı. Bir gün hamile olduğu dedikodusu yayıldı ortalığa. Köy yerinde de çabuk yayılır böyle şeyler. Bir süre insan içine çıkamaz oldu. Sonra imdadına Bandırmalı bir damat adayı yetişti. Bu gence, üç aylık evli iken kocası öldü, dendi. Genç kabul etti ve Fadime karnında bebekle evlenip Bandırma’ya yerleşti. Benim halamı da istemişlerdi de, gitmem diyerek geri çevirmişti. Hatta bana niye evde kalmış kız muamelesi yapıyorsunuz diyerek günlerce ağlamıştı. Keşke gitseymiş. Şimdi yaşı 40’ı geçti hala koca yolu bekliyor.


KASIM/NOVEMBER, 2016

{

{

www.canadaturk.ca

9

Doğal güzellik ve makyajın gücü

B

ir zamanlar çalıştığım bir televizyon kanalında Banu adında bir haber sunucusu vardı. Bu sunucunun ekrandaki hali ile gerçek hali arasında fark dağlar kadardı. Normalde çok da güzel olmamasına ve yüzünün sivilcelerle kaplı olmamasına rağmen, yapılan ekran makyajıyla bir anda bebek tabir edilen kızlara benziyordu. Onu her gördüğümde makyajın bir insanı ne kadar da değiştirebildiğine yeniden tanıklık ediyordum. Zaman zaman gerek Hollywood ünlülerinin gerekse Türkiye’deki ünlülerin makyajsız halleri basında kendisine yer buluyor. Güzellik abidesi veya Tanrıçası olarak sunulan kişilerin aslında kosmetik güzeli olduklarını, bizim sunucu Banu gibi güzelliklerini yapılan makyaja borçlu olduklarını görüyoruz. Türkiye’de bir televizyon kanalında çalıştım dedim ya; magazin programı için birçok ünlü ismi misafir ediyorduk. O zamanlar erkeklerin rüyalarını süsleyen Hülya Avşar, Gülben Ergen ve Sibel Can’ı makyajsız çıplak gözle

görünce erkeklere epeyce acımıştım. Makyajın gücü işte. Makyajın yanı sıra sayısız kozmetik ürün, estetik müdahaleler insanları daha da güzelleştirmek için oldukça yaygın bir biçimde kullanılıyor. Sadece kadınlar değil, erkekler de kozmetik ürünlere ve estetik müdahalelere yelken açmış durumdalar. *** Bir erkek arkadaşım, Kadıköy’ün kızları nedense daha güzel der ve gözüm gönlüm açılsın diyerek Kadıköy’de gezintiye çıkardı. Aslında Kadıköy’ün de, Ümraniye’nin de kızları aynı idi. Ancak Kadıköy’e çalışmaya gelen kızlar bir Ümraniye’de çalışanlara oranla çalıştıkları ortam gereği kişisel bakıma çok daha çok önem verirdi; saçları boyanmış, fönlenmiş, giyimi kuşamı daha düzgün, makyajı yerinde olurdu. Hal böyle olunca Kadıköy’ün kızları göze daha hoş görünürdü. Güzelliği ile ün yapmış İzmir’in kızları da sanırım kozmetiğe ve kişisel bakıma fazlasıyla önem verdiklerinden bu ünü ellerinde

tutuyorlar. Kanada kişisel bakım ve kozmetik fakiri olduğundan kızlarına güzel denmiyor. Neden densin ki; Türk kızlarına göre oldukça pasaklılar, saçı başı dağınık, giyim kuşam desen hak getire. En ucuz ve ucube kıyafetler sırtlarında, moda denen şeyden bihaberler. Pek çok erkekten “Kanada’nın en güzel kızları Montreal ve Quebec City’de” sözünü işitirsiniz. Nedeni Fransız geleneğinden gelmelerinden dolayı kişisel bakıma önem vermeleri ve modayı yakından takip etmeleri. Yeri gelmişken belirtmekte yarar var: Dünyada Venezuellalı kadınlar kadar kişisel bakıma ve modaya önem veren bir başka ülke yok. Hemen hemen her yıl bir dünya güzellik yarışmasında Venezuella’dan bir kızın birinci olmasının nedeni de bu. Bu ülkede güzellik yarışmaları oldukça ilgi görüyor ve çoğu genç kızların hayalinde böyle bir yarışmaya katılmak var.

Nasıl bir ülkede futbola ilgi çok, lianslı futbolcu sayısı çok ise yetişen kaliteli futbolcu sayısı da çok oluyor; işte öyle bir şey. Ülkenin tanıtımını yapıyorlar diye de hükümetin desteğini alıyorlar. Ülkede güzellik akademileri bile var. Araştırmalara göre Venezuelalı kadınlarının yüzde 67’si her durumda nasıl göründüklerini kontrol ediyor. Bu rakam Rus kadınları için yüzde 51, Amerikalılar için ise sadece yüzde 27’lerde. Ayrıca Venezuela’da kadınlar, kazandıkları paranın beşte birini kozmetiğe harcıyor. Bu Arjantin’in üç, Kolombiya’nın ise iki katı. Ben kendi adıma paramın bırakın beşte birini yüzde birini dahi kozmetiğe harcıyorumdur. Bu halimle Kanada’da tanıdığım tüm Venezuellalı kızlardan daha güzel olduğumu iddia edebilirim. Makyaja karşı mıyım? Tabii ki hayır. Ancak, yüzümde bir maske ile dolaşmayı istemiyorum. Bu yüzden makyajımın çok hafif, sade ve doğal olmasına çok dikkat ediyorum.

estetik operasyonlarla bunu bir nebze olsun değiştirebilmek mümkün; ama o da bir yere kadar. Bahsettiğimiz dış güzellik. Gerçi güzellik kavramı göreceli bir kavram. Birine çok güzel görünen bir başkasına pekala öyle görünmeyebilir. Ama bu kavram üzerinde mutabık kalınan ortak bir evrensel kanaat da söz konusu. Brad Pitt hemen hemen kadın erkek herkesin gözüne yakışıklı gözükür, Nicole Kidman da güzel. İlyas Salman ve Ayşen Gruda bana göre de çirkindir, size göre de.

Çirkin bir görünüşü sempatik hale sokan, beğenilmesini sağlayan çoğu zaman iç güzelliğidir. Halk arasındaki tabiriyle huyu suyu iyi olanın dış görünüşüne pek bakılmaz. Ancak bu masum aşklar, sevgiler için geçerli sanırım. Üniversitede hocalarımızdan birisi bu çağda gerçek aşkın olamayacağını söylerdi. Makam, para ve diğer bazı dış etkenlerin insanları duygularını doğrudan etkilediğini ve bu etkilenme sonrası yaşanan aşkın ise gerçek aşk olmadığını savunan hocamız, aslında aşık olunan kişi değil; para, makam vb.

şeylerdir. Bu şeyleri o kişiden çıkarın alın, geriye kalana bırakın aşık olmayı yüzüne bile bakmazsınız derdi. Bir de aşkın gözünün kör olması hali var. Sevenin gözüyle bakma hali var. Güzel bakan güzel görür hali var. Bazı kişiler de var ki tüm çirkinliğine rağmen ilgi çekmesini becerirler. Etrafında anlaşılması zor bir şekilde pervane olanlar vardır. Kemiği seviliyor ya da şeytan tüyü var denen tipler bunlar. Bu tiplere oldum olası hayretle bakarım. Biz de ise bir numara yok.

Nedense bazılarının kemiği seviliyor

Ç

irkin adamın güzel karısı olur, der atalarımız. Aynı şekilde çirkin kadının da güzel kocası. “Allah sana çirkin şansı versin” ya da “Sende çirkin şansı var” sözleri de bu sebeple ortaya çıkmış olsa gerek. Şöyle çevreme bir bakınca bu sözün doğruluğunu ispatlayan çok sayıda örnek görüyorum. Allah herhalde böylece çirkinin hakkını korumuş oluyor. Sonuçta güzel olmak da çirkin olmak da bizim elimizde değil. Yaradan nasıl uygun gördüyse öyle oluyor. Kişisel bakım yöntem ve ürünleriyle ya da son zamanlarda sıkça başvurulan

Kuaförler de olmasa bizi kim dinler

N

e zaman canım sıkılsa kendimi kuaförde buluyorum. Hiçbir şey yaptırmıyorsam da yıkatıp fönletiyorum. Bu bile bana büyük bir rahatlama sağlıyor. Kuförler dünyanın en sabırlı kişileri olsa gerek. İşleri gereği müşterilerini dinlemek zorundalar. Kadınların erkek kuaförü, erkeklerin ise bayan kuaförü tercih etmelerinin bir sebebi de bu olsa gerek. Bir kadın bir diğer kadının dertlerini uzun uzun dinlemez sanırım, bir erkek de bir diğer erkeğin. Bir diğer sebep ise dokunuşta yatıyor. Bayanlar, kafalarında yumuşak bir elin dolaşmasından ziyade sert parmaklardan hoşlanıyorlar. Bunun cinsellikle bir alakası yok. Sadece sert parmaklar ile yapılan dokunuş ve hareketler saç derisi altındaki kan dolaşımının hızlanmasını sağlıyor ve bu da insanı rahatlatıyor. Benim kuaförümde iyi bir kuaförde olması gereken tüm özellikler var. Üstüne üstlük oldukça yakışıklı da. En son saçımın rengini açtırmak için kuförümü ziyaret ettim. Hafta sonu olduğu için ana bana günü gibiydi. Buradan ilginç bir yazı çıkartabilirim diyerek kendisine sorular sormaya başladım. O da sağolsun içtenlikle cevapladı.

- Evli misin? - Sabah 9, akşam 7 bekarım. - Anlamadım. Nasıl yani? - Mesai saatleri içinde bekarım diyorum. - Bu nasıl oluyor? - Hiçbir bayan müşteri sizin eşinizi veya çocuklarınızı merak etmez ve onlardan konuşmak istemez. Mesai saatleri içinde ben de eşimden ve çocuklarımdan bahsetmek istemiyorum anlamına gelen bu cevabı vererek müşterilerimi rahatlatıyorum. - Kadınlar size neler anlatıyorlar. - Neler anlatmıyorlar ki. Bazen içimden bana ne senin bilmem neyinden diyorum ama yine de dinlemek zorundasınız. Kadınlar kuaför koltuğunu oturunca bütün dertlerini, sıkıntılarını hatta sırlarını ortaya döküyorlar. Bu iş hayatı ile ilgili de olabilir, evlilik hayatı ile de. Hatta yatak odasında geçenleri bile anlatanlar oluyor. Kadınlar başka yerde konuşamadıklarını, konuşmayacakları konuları bu koltukta rahatça konuşuyorlar. Konuştukça da rahatlıyorlar. - Kadınlar her önüne gelen kuaföre her şeylerini anlatmazlar sanırım. - Tabii ki. Kuaförün iyi bir dinleyici olması, güvenilir olması, kadın psikolojisinden anlaması, sabırlı olması gerekiyor.

- Kadınları memnun etmek zor olsa gerek? - Hem evet hem hayır. Bu tamamen sizin mesleki becerinize ve insani ilişkilerinize bağlı. - Erkek olmanın avantajı da var sanırım. - İnkar edilemez tabii ki. Kuför okuluna giderken öğretmenimiz bayandı. Bana, kadınları memnun etmek için fazla iyi bir kuaför olmana gerek yok, bu halinle koltuğun arkasında dur yeter demişti. - Ne demek istiyordu? - Yakışıklı bir erkeğin bu meslekte avantajlı olduğunu ima ediyordu sanırım. - Merak ettim şimdi. Öğretmeniniz başka ne gibi ilginç şeyler anlatırdı. - Örneğin kız öğrencilere şampuanlama yaparken dikkatli olmalarını, eğildikleri zaman göğüslerini müşterilerin yüzüne düşürmemelerini tembihlerdi. - İlginç. Peki sıra dışı denilebilecek müşterilerini var mı? - Hem de çok sayıda. Poltikacılar var, sanatçılar var. En ilginç müşterim ise bir başka kuaför. Kendisi funural home denilen bir cenaze evinde çalışıyor. Orada ölülerin saçlarını yapıyormuş. - Ne güzel işte, yaptığı saçtan şikayetçi olan yok.

- Ben de öyle zannediyordum ama gerçek tamamen farklı imiş. Meğerse işi bizden daha zor. Bana “siz burda bir kişiyi memnun etmeye çalışıyorsunuz, biz orada ölünün tüm yakınlarını. Ölü şikayette bulunmuyor ama yakınları yok şöyle olacak, yok böyle olacak diye başının etini yiyormuş. - Sizin başınızın etini yiyenler var mı? - Var. Başkasına benzemeye çalışanlar. Bazı müşteriler ellerinde dergilerle gelip dergide yer alan ünlülerin saç modellerinin aynısını istiyorlar. Dünyanın belki de en güzel kadınının resmine bakıp dünyanın belki de en çirkin kadınına aynı saç modelini uydurmak çok kolay bir şey değil. Ne yüz şekli, ne ten rengi hiçbir şey uymuyor. Olmaz, size bu saç modeli gitmez deyince de kötü kuaför oluyorsun. - Eşiniz sizi kıskanmıyor mu? - Kıskançlığından çatlıyor desem yalan olmaz. Hiç unutmam, bir gün yorgun argın eve gelmiştim. Gömleğin yakasında bir kadın saçı bulmuş ve bu ne diye sormuştu. Kendisine kuaför olduğumu ve işten geldiğimi hatırlatmak zorunda kalmıştım. Yarım günümü geçirdiğim kuaförümle daha çok şeyler konuştuk ama ancak bir kısmına yer verebildim.


10

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016

Türkiye, Kanada ve Göçmen Kadınlar

B

abamın 1978 yılında ben henüz ilkokul birinci sınıf öğrencisi iken almış oldugu Delta marka siyah-beyaz televizyon sayesinde, evimiz, bir süre bütün köylülerin uğrak yeri olmuştu. Her akşam çok sayıda komşumuz, gecenin karanlığına ve yolun uzunluğuna aldırış etmeden evimizi doldurur, ağzı açık bir vaziyette TRT ekranından yansıyan görüntüleri izlerdi. Kısa bir süre sonra, onların var bizim niye olmasın diyen kadınların ısrarları karşısında, babamın kahvedaşı diğer komşular da birer birer televizyon alınca, toplu halde televizyon izlemek zevki kısa bir süre sonra sona ermişti. Yıllar sonra, halamın almış olduğu otomatik çamaşır makinesi de öylesine yankı bulmuştu ki, onun var benin de olsun diyen komşu kadınlar, yeni almış oldukları merdaneli makineleri bir tarafa bırakarak otomatiğini alma yoluna gitmişlerdi. Yukarıda değindiğim iki örnek, aslında, Türkiye’de bazı kadınlar arasında gerçekte var olan bir mücadelenin dışa vurumunu yansıtıyor. Bu mücadeleyi kısaca, onda

olandan bende de olması, hatta mümkünse bir üstününe sahip olunması olarak adlandırabiliriz. Balkona asılacak çamaşırın komşununkinden daha beyaz olması, Evin eşyasının daha gösterişli, pahalı ve son model olması. Takılan altının ayarının 22 olması, bileziklerin dirseğe kadar çıkması, gerdanlıkların boynu üç kat dolaması. Vs.vs.vs. Öyle yeni birşey almak pekte kolay değildir kıt kanaat geçinen bir Türk ailesi için. Bir çamaşır makinesi için bir yıl taksit ödemek zorunda kalınır. Kadınlar arasında yaşanan bu mücadele, erkekleri kara kara düşündürüp saçlarının aklaşmasına sebep olur. Türkiye’de kıskandığı komşusundan daha üstününe sahip olmak isteyen ve bunu da bir nebze gerçekleştiren kadınlar, Kanada’ya göçmen gelince ilk seneler ne yapıyor? Türkiye’de evlerin baş köşesinde pembe fistoyla kenarlarının işlendiği örtünün içinde gelin gibi duran çamaşır makineleri yok burda. Göçmen Türk kadını elindeki çamaşır sepetiyle birlikte, apartmanların bodrun katında

yer alan, Türkiye’de komşusundan kıskandığı için aldığı, otomatik makinelerin uğruna çöpe attığı merdaneli makinelerin benzerleriyle çamaşırlarını yıkıyor. “Ay şekerim bulaşıkları makineye atıyorum, dizimi rahat rahat izliyorum” diyerek bulaşık makinesi olmayan komşusuna sükse yapan kadın, Kanada’ya gelince, eline geçirdiği sarı eldivenlerle, ikinci elden ucuza aldığı eski kasetçalardan çıkan nağmeler eşliğinde dağ gibi bulaşıkları banamısın demeden yıkıyor. Türkiye’de en az haftada bir gün kuaföre giden kadın, Kanada’ya gelince saçını bakımsızlıktan adeta süpürge yapıyor. Kocasının saçını kesmesine ve hatta kaşlarını almasına izin veriyor. “Mahmutpaşa’dan giyinecek kadar düştüm mü ben, Akmerkez benim mekanım” diyen kadın ne hikmetse Trift Store’u, Goodwill’I aile mağazası olarak seçiyor. “Üniversite bitirdim ben, kocama dahi sekreterlik yapamam” diyen kadın evlere temizliğe gidiyor. “Üç odalı ev küçük canım daha büyüğü olsun” diyen kadın bir odalı evde dört kişi yaşamaya

çalışıyor. Aslında yeni göçen Türk kadını (Diğer milletlerden olanlar da eminim aynı süreçten geçiyordur) Kanada’da hayatın gerçek yüzüyle karşılaşıyor. Gerçek yaşama, o yaşamın hızına ve düzene alışmaya çalışıyor. Türkiye’de mücadelesi bir diğer komşusuyla idi, şimdi Kanada’ya ve yaşam standardına karşı mücadele veriyor. Göçmen Türk kadını mı düzene, düzen mi Türk kadınına uyacak, bunu da zaman gösterecek… … Bu yazının yazıldığı tarihlerde (2004) Kanada’ya göç eden kadınların çoğu Kanada’yla giriştikleri mücadeleyi kazandılar ve düzeni kendilerine uydurdular. Güzel güzel evleri de, çamaşır ve bulaşık makineleri de oldu. Hatta ellerinde son nesil telefonlar, altlarında son model SUV’ler, kahve salonlarında lattelerini yudumluyorlar. O yüzden Kanada’ya yeni gelenler ilk günden karamsarlığa kapılmasınlar. Türkiye’de sahip oldukları konforun daha iyisi yakın gelecekte onları bekliyor. Biraz sabır…


KASIM/NOVEMBER, 2016

{

{

www.canadaturk.ca

11

Gerçek mahalle baskısı B

ir şekilde imkanını buldunuz, Kanada’ya geldiniz. Türkiye’den binlerce kilometre ötede yeni bir hayata başladınız. İlk önce Türkiye’den bir cennet olarak görünen Kanada’nın hiç de güllük gülistanlık olmadığını anlıyorsunuz. Burada da hayat şartları ağır, çok çalışmak gerekiyor. Çoğu zaman mesleğiniz dışında işler yapmak zorundasınız. Göçmen olmanın getirdiği zorluklar ile mücadele sizi hem fiziken hem de ruhen yoruyor. Tüm bu süreçten geçerken Türkiye’deki aile, eş ve dostunuz ile de mücadele etmek zorundasınız. Yurt dışına çıkan birisinden beklentileri oldukça yüksek. Onlara göre, yurt dışında para sokaklardan süpürülüyor, herkes en iyi maaşla, en iyi işlerde çalışıyor. Devlet her türlü desteği, konforu sunuyor. Kısacası, ekmek elden, su gölden bolluk ve bereket içinde rahat bir yaşam sürülüyor. Onların beklentilerini karşılayacak bir pozisyonda değilseniz, yani güzel bir işiniz, eviniz, arabanız, bolca paranız yok ise suçlu sizsiniz, beceriksizsiniz. Göçmenlerin çoğunun, Türkiye’de ticarete atılmak için tek eksiği sermayesi olan, peşin almayı düşündüğü daireye sıkışan veya kredi kartına biraz borcu olan bir kardeşi, akrabası ya da arkadaşı vardır. Kimileri de zaten kurban seçilmiştir aile içinde ve yurt dışına gönderilmiştir. Çalışacak ve Türkiye’dekilere bakacak. Ömür biter, Türkiye’dekilerin istekleri, beklentileri hiç bitmez. Göçmenlerin yüzde 90’ının telefonunu Türkiye’den hiç kimse aramamıştır. Göçmenlerin yüzde 99’unun Türkiye’den misafiri olmamıştır. Ancak, bir hafta aramasa göçmen “hiç aramıyor”, birkaç yıl gitmese “hiç gelmiyor” diye damgalanır. Hayatınızda kimseden

bir tek hediye görmemişsinizdir ama herkes sizden hediye bekler. Almazsanız adınız cimridir. Bazen sizi sıkan bizzat anne veya babanızdır. Onların ki biraz da evlat hasretinden, evlat sevgisinden olsa gerek bazen bilerek bazen de bilmeyerek baskıyı kurarlar üzerinizde. Genelde taraf değillerdir uzak diyarlarda yaşamanıza. Sürekli sorgularlar bu tercihinizi.

Ölümümüzde yanımızda olmayacak mısınız? gibi can alıcı sorular sorarlar. Çoğu zaman kendilerine göre haklılardır da. Ancak sizin de kendinize göre haklı nedenleriniz olduğunu ıskalarlar çoğu zaman. Bazen bizzat Kanada’daki eşiniz ya da çocuklarınız size sorgular. Onlara Türkiye’deki rahatlığı, zenginliği sağlayamadığınız takdirde başlarlar acımadan vurmaya.

Kıyaslamalar başlar, ruhunuz daralır. İşin içine aileler de girer Türkiye’den. Böyle durumlarda yuvalar yıkılır gider. Bazı durumlarda Türkiye’dekilerin beklentileri ve istekleri çok da kötü değildir, maddi beklentileri yoktur, iyiliğinizi isterler. Yaban ellerde sürünmenizi istemezler. Bu yüzden Kanada’daki durumunuzla yakından ilgilidirler. Siz Kanada’da iyi bir iş sahibi olunca, iyi bir eğitim alınca, ev alınca, iyi arabaya binince, her yıl tatile gidince sizin adınıza sevinirler. Eş dostun bu masum beklentisi de büyük bir baskıya dönüşür üzerinizde. “Kanada’ya geleli yedi yıl oldu. İlk beş yıl özellikle Türkiye’deki ailem bana hayatı zindan etti. Hergün Kanada’ya gelişimi, yaşantımı, işimi, kazancımı sorguladılar. Maddi olarak sıkışık olduğum zamanlarda ne işin vardı orda, geri dön diyerek baskı yaptılar. Bu baskıdan kurtulmak için iyi durumda olduğumu göstermek için hazır olmadığım halde bir ev aldım. Evi aldıktan sonra Türkiye’deki ailemin rahatladığını ve üzerimdeki baskının kalktığını gördüm. Evin taksitlerini ödemede oldukça zorlanıyorum ama iki yıldır kimse bana niye Kanada’ya gittin demiyor” diyor bir göçmen kardeşimiz. Bazen baskıdan kurtulmak sözlerine yer verdiğimiz kişinin ki kadar kolay olmuyor. Türkiye’den gelen baskılar yüzünden bir çok kişi de kısa zamanda, kısa yoldan köşeyi dönmek istiyor. Kimisi ise baskılara boyun eğerek geri dönüyor. Bir göçmen için bu durum mahalle baskısı olarak tanımlanabilir, hem de gerçek mahalle baskısı. Bu baskıya boyun eğenler de var, baskıdan rol yaparak kurtulanlar da. Gerçekten başarılı olup baskıdan sıyrılanlar da var, baskıya dayanamayıp sıyıranlar da.


12

www.canadaturk.ca

KASIM/NOVEMBER, 2016

Derya kuzusu bunlar!

A

rkadaşların bir gün balığa gidelim tekliflerine evet diyorum. Bir Çarşamba günü öğleden sonra Toronto’nun 110 kilometre doğusunda bulunan Port Hope’a doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından Port Hope şehir merkezinden geçerek Ontario gölüne dökülen Ganaraska nehri kenarına geliyoruz. Gördüğüm manzara karşısında oldukça heyecenlanıyorum. Somon mevsimi olduğundan her biri 30-40 poundluk somon balıkları Ontario gülünden yumurtalarını bırakacakları iç kesimlere doğru akıntının ters yönünde yüzüyorlar. Nehrin kimi yerinde küçük bentler var, kimi yerleri ise oldukça sığ. Ama koca balıklar bentlerden zıplayarak, sığ yerlerden ise adeta su yüzeyinde hızla koşarak geçiyorlar. Nehrin her iki yakasında balıkçılar oltalarını suya atmış somon avlıyorlar. Kimisi yakaladığı balığı tekrar suya geri atıyor, kimisi yoldan gelen geçene hediye ediyor, kimisi ise kendisine ayırıyor. Balık o kadar çok ki, elle tutası geliyor. Hatta scoop net denilen file kepçe ile günde bir kamyon balık tutmak mümkün. Ancak, kanunlar balıklardan yana. Lisansın türüne göre tutulacak balık miktarı ve balık turma yöntemi ayrıntılarıyla belirlenmiş. Aksi yönde davranışta bulunanlara ağır cezalar uygulanıyor. Bu yüzden kurallara çok dikkat etmek gerekiyor. Ganaraska Nehrine Ontario gölünden giren balıklar yumurtalarını bırakmak için nehrin içlerine doğru ilerliyorlar. Somonlar yumurtalarını bıraktıktan sonra ölüyor ve yeni doğan yavrulara yem oluyorlar. Sonra yeni doğanlar için tersine göç başlıyor ve bir sonraki yıl aynı anne babalarının yaptığı gibi doğdukları yere gelerek yumurtalarını bıraktıktan sonra onlar da ölüyorlar. Bu, binlerce yıldır bu şekilde devam edip gidiyor. Çevreyi dolaştıktan sonra oltalarımızı atacağımız yere geliyoruz. Burası Ganaraska nehrinin Ontario Gölü’ne döküldüğü yerin hemen yan tarafında yer alan limanın girişi. Cameco Uranyum zenginleştirme fabrikası hemen arka tarafımızda. Karanlık olunca bu fabrikanın ışıkları balıkçılara büyük fayda sağlıyor. Bu alanda balık tutan Türkler

sadece biz değiliz. O akşam bizden başka üç Türke rastladık. Bir alışan bir daha bu alışkanlıktan vazgeçemiyor. Sıkıntıları, dertleri unutmak için bire birmiş. Hava kararınca oltamıza ilk balık vuruyor. Yaklaşık 40 poundluk somon balığına uzun uğraşlar sonunda sudan çıkarıyoruz. Her balıkçının yaptığı gibi avladığımız balıkla resim çektirmeyi de ihmal etmiyoruz. Oltaya balık vurunca oltanın sahibi

“fish on” diyer bağırıyor. Bu diğer balıkçılara oltalarınızı sudan çekin diye bir mesaj. Çünkü balık büyük ve güçlü olduğundan sudan çıkarması güç oluyor. Oltanın ipini koparmasın diye de yorana kadar yüzmesine izin verilmesi gerekiyor. Bu esnada oltaların birbirine karışmasını önlemek için olta ipleri sudan çekiliyor. Oltaya takılan her balık sudan çıkarılacak diye bir şey söz konusu değil. Bu balıkçının

yeteneğine bağlı bir şey. Her balıkçı yetenekli olmadığından da “fish on” diye bağıranların kısa bir süre sonra “fish off” diye tekrar bağırdığına şahit oluyorsunuz. Bir yandan oltaya balık vurmasını beklerken bir yandan da mangalımızı yakıyoruz. Tavuk şiş, et şiş ve köfteleri de mangal üzerinde bir güzel pişirdikten sonra afiyetle yiyoruz. Balık avlarken insan hem daha çok acıkıyor hem de doymak bilmiyor. Göl kenarında olmanın da bunda etkisi olsa gerek. Normalde balığa giden balık yer ama kimse balığı temzilemeye yanaşmıyor. Balık büyük olunca temizliği de zor oluyor. Ayrıca somonların derisi oldukça kalın ve yüzülmesi tavsiye ediliyor. Gece yarısına doğru ikinci, gece yarısını biraz geçince de üçüncü somonu yakalıyoruz. Oltaların ucuna yem olarak somon yumurtası veya küçük kırmızı renkte marshmallow takılıyor. Somonlar renkli yemleri seviyormuş. Üçüncü balığı sudan ben çekiyorum. İlk denememe rağmen oldukça başarılı oluyorum. İkinci denemem de ise oltaya takılan balık beni avlıyor ve oltanın ipini kopararak kayıplara karışıyor. Saatler sabah 3:00’u gösterdiğinde bu günlük yeter diyerek toparlanmaya başlıyoruz. Soğuk hava da kendisini iyice hissettirmeye başlıyor. Bir tanesi bir kuzu büyüklüğündeki üç balığı siyah çöp poşetlerine koyarak arabanın babajına yerleştiriyoruz. Öğrendiğimize göre olayı abartıp her akşam balığa gidenler, hatta birkaç yüz kilometrelik mesafeye giden ve birkaç gün dönmeyenler de varmış. Kimileri yakaladıkları balıkları eş dosta dağıtıyor, kimileri ise küçük küçük dilimleyip kışın yemek için derin dondurucuya koyuyor. Dedikya bu balık tutma işi bir alışkanlık, hem de hastalık seviyesinde. Belki av malzemelerine, benzine ve diğer giderlere harcanan para tutulan balığın değerinden kat kat fazla ama bu, kimseyi balık tutma zevkinden alıkoyamıyor. Balık sevmeyen ve hayatında hiç olta ile balık tutmayan birisi olarak benim de içimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı desem yalan olmaz. Bir sonraki balık avını şimdiden iple çekiyorum.


KASIM/NOVEMBER, 2016

{

{

www.canadaturk.ca

13


14

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016

SON BAŞVURU TARİHİ: 30


KASIM/NOVEMBER, 2016

KASIM

{

{

www.canadaturk.ca

15


16

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


KASIM/NOVEMBER, 2016

{

{

www.canadaturk.ca

17

Ona göre Kızılderililer ile Türklerin akrabalık bağı var

A

lexandra Grigorieva, Rusya’ya bağlı Sibirya Yakustistan’dan Kanada’ya gelmiş bir Saka Türkü. Kanada’nın kuzeyinde yer alan Nunavut bölgesinde yaşayan Inuitlerin kendi soyundan olduğuna inanıyor. Zamanının çoğunu yerlilerle geçiriyor. Konuştuğu dil Türkçe, ancak anlaşabilmek çok zor. Benzer kelimeler var ama daha çok Kazakçaya benziyor. Kolayca anlaşabildiğimiz ise sayılar. Bir, iki, üç diyerek saymaya başlıyor ve devam ediyor. Türklerin İslam’dan önceki inanışı olarak bilinen Şamanizme inanıyor. O, Müslüman olmayışlarını, İslamı yayanların Saka Türklerine ulaşmamasına bağlıyor. Geleneksel tedavi yöntemleri konusunda uzman olan Alexandra Grigorieva’nın antropoloji üzerine de doktorası var. Çeşitli ülkelerde ve BM’nin düzenlediği konferanslara katılarak konuşmalar yapmış. Kanada’ya

Alexandra Grigorieva ibadetlerini kendisine şans getirdiğini söylediği bir ağacın altında yapıyor. Ağacın etrafına para veya yazı bırakıyor, çaput bağlıyor. Grigorieva, ibadet ederken ırbahı denilen Geleneksel kıyafetlerini giyiniyor. Başına bastınga adı verilen iki tarafındaki süsleri yanaklardan aşağıya sarkan bir taç, boynuna ise innikki veya kebiher olarak adlandırılan bir geniflçe bir kolye takıyor. Elinde ise at kuyruğundan yapılmış deybir adı verilen toz almak için kullandığımız süpürgelere benzeyen bir alet var. Dans ederek ve şarkı söyleyerek ağacın önünde ibadetini yapıyor. Ağacın altına ise Saka Türklerinin yaşantısından kesitler sunan minyatür bir çadır kuruyor ve ayrıca ağaçtan oyma figürler koyuyor.

gelmesi de 2000 yılında British Columbia’da düzenlenen bir konferans sayesinde olmuş. Yeryüzünde nesilleri azalan yerlilerden olduğu için başvurusu Kanada tarafından kabul görerek kalmış. “Yurta Mira” adını verdiği bir vakıf kurmuş. Bu vakıf aracılığıyla yerli halklar festivali dahil birçok projeye imza atmış. Yurta Kırgız çadırına verilen ad, bizim kullandığımız yurt kelimesinin çıkış kaynağı. Yerlilerin Bering Boğazını geçerek Kanada’ya geldiğine inanan Alexandra Grigorieva, Saka Türklerinin Inuit olarak adlandırılan grubun içinde bir alt kol olduğunu savunuyor. Grigorieva, Inuitler gibi Saka Türklerinin de yeni yılı 1 Haziran’da kutladığını, kültürlerinin ve yaşayış biçimlerin oldukça benzer olduğunu ifade ediyor. Sibirya’da bulunan Yakutistan Özerk Cumhuriyeti’nde 450 bin civarında Saka Türkü yaşıyor.

Güvercin sevdasını Kanada’ya taşıdılar

T

oronto’da bir toplum üyesinin evindeyiz. Evin arka bahçesinde büyükçe iki ayrı güvercin barınağı inşaa etmiş. Barınaklarda 50’den fazla güvercin var. Güvercinlerin nerdeyse tamamı taklacı cinsinde. Sadece iki tane Canadian Roller denilen Makaracı cinsi güvercini var. Benim ki Türkiye’den çocukluktan kalma bir heves diyor Halim Ünal. Bir yıl önce Türkiye’de en fazla beslenen ve Taklacı olarak tabir edilen dört çift güvercini Hollanda’dan getirtmiş. Türkiye’den güvercin meraklısı olan Coşkun Atalar’ın Toronto’da güvercin beslemesi ise iki yıl öncesine dayanıyor. Tamamı taklacı olan güvercinleri o da evinin arka bahçesinde bakıyor. Orhan Yavaş’ın güvercin merakı ise bir yıl önce başlamış. Satın aldığı evin eski sahibi onun tabiriyle kuşçu imiş ve posta güvercini yetiştiriyormuş. Bahçesinde görkemli bir barınağı hazır halde bulmuş. Değerlendirmek için de güvercin almış ve beslemeye başlamış. Şu anda 17 tane güvercini var. Taklacı Türk güvercini olarak biliniyor. Ermeniler, İranlılar tarafından Mardin olarak Kanada’ya tanıtılmış. Genelde Türkler, İranlılar, Ermeniler, Ruslar ve Araplar tarafından besleniyor. Türkiye’den Kanada’ya güvercin getirilmesi yasak. Bu yüzden Avrupa güvercin meraklılarının ilk başvurdukları yer. Stouffville’de her hafta Cumartesi günleri sabah 5-9 arasında hayvan pazarı kuruluyor. Bu pazardan taklacı hariç Canadian Roller (Makaracı) Tippler (Tip) ve postacı türü güvercinler satın alınabiliyor. Halim Ünal’ın verdiği bilgiye göre bir

sorusuna ise hepsi aynı cevabı veriyor: Dinlendiriyor, stres atmamıza yardıcı oluyorlar. Güvercin tutkunları her yıl değişik şov programlarında bir araya geliyorlar. Bunlardan en önemlisi London, ON yakınlarındaki Woodstock’ta uluslararası çapta yapılıyor. Ancak bu şovlardaki yarışlarda taklacı güvercinlerin yarışacağı kategori yok. Taklacı, Makaracı, Dönücü, Filo, Yüksek Uçucu, Süs, Dalıcı, Ötücü tabir edilen güvercin türleri bulunuyor. Her bir türün özellikleri birbirinden oldukça farklı. Örneğin, taklacı güvercinler takla atarak yerden yükseliyor, makaracı güvercinler ise yüksekten makara gibi dönerek yere iniyorlar.

dişi güvercin her iki ayda iki yumurta yapıyor. Çiftleştikten altı gün sonra ilk yumurta, yedi gün sonra ikinci yumurta çıkıyor. Kuluçka süresi ise 17 gün. Güvercinler yem olarak buğday, ay çekirdeği, soya, mısır gibi tahılları yiyorlar. Hastalıklar, atmacalar, kediler ve rakumlar güvercinlerin en büyük düşmanı. Çoşkun Atalar özellikle kışın güvercinleri kaybetme oranının oldukça yüksek olduğunu belirtiyor. Atalar, “Hastalıklar yüzünden ölmelerinin yanı sıra kırsalda yiyecek bulamayan

atmacalar şehire gelerek güvercinleri avlıyor. Hatta zaman zaman kümesin yakınında elektrik tellerinde bekliyor, güvercinleri uçurduğumuzda da hemen kapıyorlar. Aynı şekilde kediler ve özellikle geceleri ortaya çıkan rakumlar da kümesin kapısı açık olunca güvercinlere zarar veriyorlar” diyor. Peki herkes evinin bahçesinde güvercin besleyebilir mi? Orhan Yavaş’ın verdiği bilgiye göre buna engel hiçbir yasa yok. Sadece bir güvercin organizasyonuna üye olmanız, barınaklarının uygun olması yetiyor. Neden güvercin besliyorsunuz

Bu türler altında da güvercinler değişik isimlerle adlandırılıyor. Taklacı: Çorum Çıplağı, Mardin Taklacısı, Taklambaç, Malayta, Şebaplar. Makaracı: Bursa Oynar, Trakya Yerlisi, Alabadem. Dönücü: Dönek, Kelebek, Dolapçı, Aydın Yerlisi. Filo: İstanbul Kırkkuyruklar, Güllü, Baştankara, Şıhselli, Gümüşkuyruklar, Bağdat, Meverdi, Sırtıkızıl, Posta, Iskenderun. Yüksek Uçucu: Tip, İran, Trazgaf. Dalıcı: Adana, Azman, Bango, Baska, Yerli Hünkariler. Ötücü: Ankut, Demkeş, Kumru, Bayburt. Süs: Lahore, Ketme, Göğsüak, Içağlı, Kızılbaş, Hünkari, Selçuklu. Bunlarda başka soyu hızla tükenen iri yapılı Trabzon güvercini bulunuyor.


18

{

www.canadaturk.ca

{

FRUITERIE ERMIS Günlük taze meyve ve sebzeler Türk gıda ürünleri Tel: 514 329-2220 3257 Henri Bourassa E. Coin (corner) St-Michel, Montreal, QC H1H 1H3

KASIM/NOVEMBER, 2016


{

KASIM/NOVEMBER, 2016

{

FRUITERIE ERMIS Günlük taze meyve ve sebzeler Türk gıda ürünleri Tel: 514 329-2220 3257 Henri Bourassa E. Coin (corner) St-Michel, Montreal, QC H1H 1H3

www.canadaturk.ca

19


20

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


KASIM/NOVEMBER, 2016

H

{

{

“Âlimler fitneyi daha gelirken anlar. Cahiller ise ancak giderken farkeder.” diyor Hasan Basri Hazretleri. İstiklal Marşımızın kimseye biat etmemiş yazarı Mehmet Akif Ersoy ne derdi? Eminim, söze A’râf Suresi 155. ayetin bir kısmı ile başlardı: “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?” Sonra devam ederdi şair: Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

21

En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

z. Pir Mevlana (ks), bugün yaşasaydı, eminim yine aynı sözleri söylerdi:

Biz gittik, kalanlar sağ olsun Doğan eninde sonunda ölür Gökkubbede oturanlar iyi bilir Damdan bir taş atıldı mı, düşer Hırsı bırak, kendini boş yere harcam Şu toprak altında çırak da bir, usta da. Hiç naz etme, a güzel Bu mezarda ne Şirinler var, ne Şirinler Ferhat gibi yok olup gittiler Direği yelden yapı, a güzel Dayansa dayansa, ne kadar dayanır Kötü idiysek, geçtik gittik kötülüğümüzle İyi idiysek, hayırla anın bizi Zamanın tek eri olsan bile Bir gün gidersin sen de tek tek gidenler gibi Yok olmayı istemiyor musun İyi şeylerden evladın olsun İyiliklerin bükülmüş ipliğidir kalan Odur dünyaya direk olanların canı Şu akıp giden kum seline bak Ne durması var, ne dinlenmesi Bak birdenbire bir dünya nasıl bozulur Nasıl atar bir başka dünyanın temelini Bu kupkuru yerde ben Nuh’un gemisi Ömrümün sona ermesi de Tufan Girdik susanlar arasına, yattık uyuduk Çığlığımız sınırları aştıydı nasıl olsa.

www.canadaturk.ca

İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok... Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok! Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!

Hırsı bırak, kendini boş yere harcama! Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! ‘Yandık! ‘diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun! Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm; Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm! Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn’i En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn’i Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz’ın Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta? Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş’al-i vahdet Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?

İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet? Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet? Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm? Lâ yüs’ele binlerce sual olsa da kurbân; İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân! Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık; Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın... Yaksaydın a mel’unları... Tuttun bizi yaktın

Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi: Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted: Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!

Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin Solsun mu o parlak yüzü Kur’an-ı Hakim’in?

Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar, Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!

“Zalimler için yaşasın Cehennem!” demişti 32 yaşındaki Üstad Bediüzzaman Said Nursi. Bu sözü ilk kez 1909 Mayıs’ında idam talebiyle yargılandığı İstanbul’daki Dîvân-ı Harb-i Örfì’de (Sıkıyönetim Mahkemesi), beraat ettikten sonra dışarı çıktığında alenen Sultanahmet’e kadar nidâ etti. Yer, Beyazıt’ta bulunan Sıkıyönetim Mahkemesi (şimdiki İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü) binası. Dışarıda, sıra sıra dizilmiş dârağaçları var. Onlarca mâsum ve mazlûm kişi orada asılmış durumda bekletiliyor. Bu vahşiyane tablo halka da alenen gösteriliyor ki, etrafa korku ve dehşet versin; cesaretler büsbütün kırılsın, kimse kımıldayamasın, kimse sesini çıkaramasın diye… Halkın üzerindeki o namert korkuyu kırmak ve ölümden zerrece korkmadığını göstermek istemişti. Bu asırda mim’siz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhâldi. ‘Hırsı bırak, kendini boş yere harcama’ diyen Üstad’ın 1925’den hayatı bugünkü altın nesli yetiştirmek içindi. İmanı temsil etti ve kıyamete kadar edecek. Ondan sonra gelen Hocaefendi hayatı temsil etti ve edecek. Hakkın şahsi manevisinin emanetini yerde koymamak için bazen Üstad gibi Cebbar olmak gerekir. Bazen de Kahhar ve Müntakim gerekir ki, zalimlere haddini bildirsin.


22

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


{

KASIM/NOVEMBER, 2016

{

www.canadaturk.ca

23

EMLAK KÖŞESİ HAKAN ERKAN matt@erkan.ca

Condo İnşaat Projelerinin Devir İşlemi (Assignments)

T

oronto ve çevresinde inşaat başlamadan daire satın alıp,teslim tarihine yakın dönemde satarak kar etme yöntemi oldukça yaygın methodlardan birisidir. Yatırımcıların bazıları üniteleri bittikten sonra kiraya verirken, diğer bir kısmı da “assignment” dediğimiz, yani sözleşmenin devri yöntemine giderler. Assignment yöntemine giden yatırımcılar için en önemli konu, daire teslim alındıktan(pre-occupancy) sonra, kapanış işlemine kadar geçen sürede inşaat firmalarının dairelerin satışı ile ilgili reklamına, yani MLS vb.yerlerde yayınlanmasına izin vermemesidir. Potensiyel alıcı bulunduğu takdirde, yeni alıcının, ilk alıcıya, inşaata ödenen peşinat ve de değer artış miktarını nakit olarak, ödemesi gerekir. Bu da bir cok alıcı için yüklü bir rakam olabilir.Bu dönemde mortgage işlemi mümkün değildir. Çünkü daire halen kapanış(devir) işleminden

geçmemiştir. Condo daireleri için yeni alıcı bulunduğunda , yapılması gereken en önemli husus, inşaat sözleşmesinin avukata incelettirilmesidir. Devir sözleşmesinin içindeki ödeme planı ise en hassas konulardan biridir. Yeni alıcının, condo kapanış tarihinde herhangi bir sebepten dolayi işlemi üzerine alamaması durumunda, sorumlu olan yine, ilk yatırımcıdır. Yatırımcılar için tavsiyem, planınızı, daireyi hemen devir etmek yerine, en az 1-2 yıl kiraya verecek şekilde yapmanızdır. Tabii burada da yine dikkat edilmesi gereken HST vergisi konusu vardır. Yatırımcı, HST miktarını kapanışta ödeyip, daha sonra kira kontratı ile bir form doldurarak CRA’den bu parayı geri alabilir. İyi yatırımlar! *Hakan Erkan (Member of Toronto Real Estate Board)

CANADATÜRK SATIŞ NOKTALARI Canadatürk gazetesini aşağıdaki adreslerde bulabilirsiniz... TORONTO Accurate Accounting 450 Wilson Ave. Unit 2 416 638-0700 Adonis (Scarborough) 20 Ashtonbee Rd. 416 642-1515 İstanbul Kebab & Doner 2762 Keele St. 647 748-6363 Can-Turk İpek Mobilya 1179 Finch Ave W. Suite #13 416 736-4473 Chef 47 879 Wilson Ave. 647 430-2178

Dr. R.N. Sezer & Associates 1273 Broadway Ave. 416 429-3317

Nile Academy Erkek L. 135 Plunkett Rd. 416-285-0115

Sunny Foodmart 1- 747 Don Mills Rd. Unit 60 2- 1620 Albion Rd.

Eren’s Hair Salon 893 Wilson Ave 416-638-1530

Nile Academy İlköğretim & Kız Lisesi 5 Blue Haven Crst. 647 748 6453

Tamam’s Restaurant 2180 Steeles Ave. W. Unit 6 905-760-8690

Kanada Sufi Kültür Merkezi 270 Birmingham St.

Nile Academy Erkek Yurdu 265 Queens Dr.

Koza Grill 6464 Yonge St #164A, 647 350-9393

Nuri Sansarlıoğlu 754 Wilson Ave. 647 343-6113

Mustafa Turkish Pizza 866 Wilson Ave. 416 631-0300

Pizza Pide 949 Gerrard St. E. 416 462-9666

Narin Pastanesi 881 Wilson Ave. 416 631-7500

Polat Auto Services 14 Sable St. 416 630-1444

Tasteco Supermarket 62 Birchmount Rd #18 416 690-0081 MISSISSAUGA

Real Canadian Superstore 3050 Argentia Rd. 905 785-8928 Tahsin Meat Products 755 Queens Way E. Unit 16 905 272-1300 MONTREAL Anadolu Kültür Merkezi 11280, av Jules-Dorion 514 852-2223

Adonis (Missisauga) 1240 Eglinton Ave W.

Antep Baklava 5098 Jarry Est 514 419-8758

Beyti Kebab 1650 Dundas Street East 905 848-2590

Çiçek Pastanesi 3656 rue Fluery E. 514303-5361

Master Delight 7033 Telford Way Unit 2&3 905-671-9229

Efes Pastanesi 689, Rue Saint-Roch 514 495-6535

Marash Café 2019 Rue Lapierre 514 363-3555 Marche Ayder 3791 Willeray (514) 722-1835 Turquoise Pide 3662 Rue Fluery Est 514 903-9571 OTTAWA Anadolu Kültür Merkezi 335 Michael Cowpland Dr. 613 829-7787 EDMONTON Nebula Academy & Anadolu Kültür Merkezi 12023 81 St. 780 761-0250


24

{

www.canadaturk.ca

Yaş ilerliyor!

1

980’li yıllarda Özal’ın “Türkiye 2000 yılında dünyanın sayılı ülkelerinden birisi olacak” sözlerini her işittiğimde 2000 yılını hayal ederdim. Yaşım tam tamına yirmi yedi olacaktı. On yaşlarındaki bir çocuk için uzak bir ihtimal gibi gelirdi. On beş - yirmi yıl sonrasını hayal ettikçe heyecan basardı yüreğime. Büyüyecektim. Okul derdim olmayacaktı. Evlenip çoluk çocuğa karışacaktım. 2000’i geçeli ceyrek asırdan fazla oldu. Şimdiden on beş - yirmi yıl sonrasını düşününce içim ürperiyor. İşin ucunda yaşlılık var. Aile büyüklerini ahirete uğurlamak var. Kırkı biraz geçince ben ürperiyorsam yaşı ilerlemiş olanlar ne düşünüyor çok merak ediyorum doğrusu. Örneğin, yetmiş yaşındaki bir kişi on yıl sonrasına plan yapıyor mudur? Gerçi, 96 yaşındaki bir tanıdığım birkaç gün önce bana arsa baktığını söylemiş, neden diye sorduğumda ‘ilerisi için iyi yatırım’ olur cevabını vermişti.

Çocukluk edip büyüdük Her çocuk gibi biz de hemencecik büyümek istedik. “Yaşın kaç?” diyenlere hep bir iki yaş fazlasını söyledik. On sekiz, en fazla arzu ettiğimiz yaştı. On sekiz de, yirmi sekiz de geldi geçti, benim için sırada otuz sekiz var şimdi. Yaşları saymanın da bir anlamı yok artık. Nasreddin Hoca’ya yaşını sormuşlar: “Kırk” demiş. Aradan bir on yıl geçtikten sonra yine yaşını sormuşlar. Yine: “Kırk” demiş. “Yahu Hoca bu nasıl iş? On sene önce de kırktın, şimdi de kırkım, diyorsun.” Hoca hazır cevap: “Delikanlı dediğin sözünü değiştirmez.” Biz de bir delikanlılık yapıp hep kırkta kalsak ne iyi olur. Çocukluğumda sürekli dinlediğim bir arabesk şarkı vardı. Şarkının bir yerinde: “Çocuk. Çocukluk edip de büyüme sakın. Büyüdükçe senle beraber dertler de büyür.” diye bir kısım vardı. O zaman bana çok saçma gelen bu söz, yaş kemale erdikçe büyük anlam kazandı benim için. Kendi çocuklarım, ne zaman bir an önce büyümek istediklerini söyleseler, bu şarkı sözünü onlara hatırlatıyorum. Büyüyünce oyuncaklarla oynayamayacaklarını, sürekli çalışacaklarını, büyük sorumluluklar alacaklarını da ekliyorum.

Ama onlar için boş söz bunlar. Büyüyünce her istediklerini yapabileceklerini, hayalini kurdukları tüm oyuncakları alabileceklerini sanıyorlar. Küçükken babama bakar, oyun oynamadan nasıl duruyor, diye kendi kendime sorardım. Aynı soruyu şimdi kendi çocuklarım benim için soruyor.

Don Kişotluk yapmayın En yakın arkadaşlarımdan biri, sık sık, bitirmem gereken dağ gibi birikmiş işler başımda iken gelir: “Bu dünyanın işi bitmez, hadi gel seninle bir yerlere kahve içmeye gidelim. Az nefes al. Hayata karşı Don Kişotluk yapmanın gereği yok,” der. Önceleri: “Git başımdan be adam, bırak işlerimi bitireyim,” derdim. Yaş kırkı geçince ona hak vermeye başladım. Ne de olsa ömrü çoktan yarıladık. Don Kişotluk yapmanın sahiden gereği yok.

Yaşlılığı hissetmek Kırk yaş için olgunluğun, kemale ermenin yaşıdır derler. Ortalama bir insan ömrünün yarısıdır (Kanada ortalaması. Türkiye hâlen Otuz Beş Yaş şiirinin etkisinde bulunuyor). Kırk yaş, bunalıma girmenin ya da kırkından sonra azmanın da yaşıdır. Hz. Muhammed (SAV) başta olmak üzere pek çok peygambere peygamberliğin verildiği yaştır ayrıca. Kırkı devireli birkaç yıl oldu. 86 yaşındaki karşı komşum; “Ah ben de senin yaşında bir çocuk olsam,” diye iç geçiriyor nedense. Yetmişine yaklaşan annem ise; “Kaç yaşında olduğumu bilmesem kendimi genç kız zannedeceğim,” demişti bir keresinde. Erkek yaşlanmaya başladığını ne zaman hisseder? Göbek bağlamaya başladığı zaman Diyeti düşündüğü zaman Saçlarına aklar düştüğü zaman Jöle çocuk işi demeye başladığı zaman Koşarken ya da merdiven çıkarken hışladığı ya da tıkandığı zaman Heyecanını yitirdiği zaman Sakin bir köşe aradığı zaman Daha bir evcil olduğu zaman Çocukları boyunu geçtiği zaman Duygusallaşmaya başladığı zaman Ölümü sık sık hatırladığı zaman Emekliliği düşündüğü zaman Kışlığın yanında yazlık istediği zaman Bağ bahçeye ilgisi arttığı zaman Bel ağrısı başladığı zaman Tansiyonla, şekerle tanıştığı zaman Geceleri koltukta uyuya kaldığı zaman Eşi “bey” diye hitap ettiği zaman Orta yaş ve üzeri kadınların gözdesi olduğu zaman Kızlar abi ya da amca diye hitap ettiği zaman…

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


{

KASIM/NOVEMBER, 2016

{

www.canadaturk.ca

25

Niyet okuyucular! Bir gün edebiyat öğretmenimiz, bir ders sırasında öğretmen lisesine gittiği yıllarda başından geçen bir olayı anlatmıştı. Onların öğretmeni çok değerli bir şairi derse misafir olarak çağırmış. (Dönemin edebiyat kitaplarında yer alan bu ünlü şairimizin ismini hatırlayamadığımdan yazamıyorum) Öğretmen bu ünlü şairin ünlü bir şiirini tahtaya yazmış ve “şair bu şiiri yazarken ne düşündü?” sorusunu sormuş. Her bir öğrenci yazılanlardan yola çıkarak uzun uzun şairin ne düşündüğünü anlatmış. Öğrencilerden sonra öğretmen

sözü almış ve o da kendisine göre şiiri yazarken şair şöyle düşündü, böyle düşündü diyerek dakikalarca konuşmuş. Öğretmen dersin sonunda “ evet arkadaşlar, şimdi şairimizden şiiri yazarken neler düşündüğünü öğreneceğiz” der. Şair, “Ne yalan söyleyeyim, ne öğrencilerin ne de sizing söylediklerinizin hiçbirini şiiri yazarken aklıma getirmedim. Hatta hiçbir şey düşünmedim desem yalan olmaz, birkaç dakika içinde yazılmış bir şiir.” cevabını vermiş. Niyet okuyucularına duyurulur.

Seviye yükseltme Uçak birkaç bin metre yükseklikte yol alıyordu. Hava pırıl pırıldı ve güneş uçağın camlarından içeri giriyordu. Uçak, varılacak şehre yaklaşınca alçalmaya başladı. Az önce günlük güneşlik olan hava uçak bulutların içine girince birdenbire yerini fırtınaya bıraktı. Alçaldıkça şiddetli yağmur, gök gürültüsü daha da fazla hissediliyordu. Uçak zorlukla havalanına iniş yaptı. Yerde de olumsuz hava şartları hayatı

felç ediyordu. Halbu ki, inişe geçmeden önce bulutların üzerinde hava ne kadar da iyi idi. İşte böyle, uçağın yükselmesi, bulutların üzerine çıkmasıyla herşey sütliman oluyorsa, insanın kendi seviyesini, bulunduğu ortamın, ele aldığı, tartıştığı konuların seviyesini yükseltmesi ile fırtınadan, felaketten, gürültüden uzaklaşılmış olunur. Seviyeyi yerlerde süründürenlere duyurulur.

Black pepper, black people 18’deki çengel bulmacanın çözümü

19’daki çengel bulmacanın çözümü

Türkiye’de bakliyat işiyle ilgilenen bir iş adamı Türk, Vancouver’da dil okuluna yazılmış. Okulun ilk günü tanışma ile geçmiş. Öğretmen sırası ile öğrencilere, adlarını, geldikleri ülkeyi ve ne iş yaptıklarını sormuş. Sıra bizim iş adamına gelmiş. Tarzanca anlatmaya başlamış. I import export, lentil, bean, chick pea, black people!... Black people lafını duyan öğretmenin gözleri fal taşı gibi atılmış. Kendisi de siyahi olan öğretmen “black people?” diye tekrarlamış.

Yayıncı/Publisher BestOne Media Inc.

Yazarlar/Writers Akif Eren, Faruk Arslan, Hakan Erkan, Pınar Şenkaya

Phone: 416 462-1244 E: info@canadaturk.ca W: www.canadaturk.ca

“Yes, import export black people, very good business, very very good” diye bizim iş adamı tekrar edince öğretmenin şaşkınlığı bir kat daha artmış. Bir anda yüzünün şekli değişen, bir köle tüccarı ile karşılaştığını düşünen öğretmen, “very interesting” diyerek sözü diğer öğrenciye vermiş. öğretmenin bu kadar şaşırmasına anlam veremeyen Türk iş adamı eve gelince sözlüğe bakmış ve hatasını anlamış. Bizim iş adamı, black people değil de meğer black pepper yani kara biber demek istemiş.

Canadatürk’te yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarına aittir. Canadatürk, yayımlanan reklamların içeriğinden, reklamı yapılan ürün ve hizmetin alınması veya kullanılması sonrasında oluşabilecek olumsuzluklardan sorumlu tutulamaz. ISSN 1923-7030 CANADA POST AGREEMENT  NUMBER 42779532 We acknowledge the financial support of the Government of Canada through the Canada Periodical Fund of the Department of Canadian Heritage.


26

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


KASIM/NOVEMBER, 2016

{

{

www.canadaturk.ca

27


28

www.canadaturk.ca

{

{

KASIM/NOVEMBER, 2016


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.