Konak Dergisi - 2018 Bahar Sayı 1

Page 1

Tevekkül Gevher Nesibe Şifahanesi Tayland Sel Felaketi

Kırım Tatar Sürgünü Yunus Emre



Sahibi Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı Ankara Şubesi adına Saim Kerman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Çağrı Emin Şahin Editör Fakih Cihat Eravcı Yayın Kurulu Burhan Sami Benli Çağrı Emin Şahin Enes Karabulut Fakih Cihat Eravcı Şeyda Akbal Zeycan Kübra Cevval Zeynep Balık Yapım Selika Tasarım Uygulama Ahmet Yumbul Baskı - Cilt Seçil ofset matbaacılık ltd. şti. 0212 629 0615 İletişim Sakarya Mah Hamamarkası Sk No. 7 Altındağ Ankara 0312 287 02 10 ankara@hayatvakfi.org.tr HSVankara ankara.hayatvakfi.org.tr ISSN 2636-7696 Dergide yeralan yazılardan yazarları mesuldür. © Yayın hakları yayıncıya aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

Merhaba değerli okuyucumuz, Hayat Vakfı’nın 1989 yılında atılan tohumu ile yeşeren çınarın ana dallarından olmaya aday Ankara Şubesinin yeni konağına geçişi, 2015 yılının Nisan ayında gerçekleşti. Kendi kuruluşu da bir öğrenci çalışması olarak ortaya çıkan Hayat Vakfı, günümüze değin öğrenci çalışmaları ile var olmayı bir nesil kaygısı ile birlikte benimsemiştir. Nitekim Ankara şubesi de bu ana usul etrafında şekillendi ve 3 yıllık kısa sayılabilecek sürede meyvelerini görmeye başladı. Dergimizin ilk sayısı da bu çalışmaların olgunlaşmış bir meyvesi olarak karşınızda durmaktadır. Hayat Vakfı, konak kültürünü vakıf kültürü ile bütünleştiren bir çatıdır. İstanbul’da başlayan bu kültür diğer illere de yansımış ve Ankara’nın evlerinden alışık olduğu konak kültürü, Vakıf ile buluşarak “Hayat” bulmuştur. Bu açıdan konak, Vakıf kapısından içeriye adım atmış olan her bir kişiye ayrı bir anlam ve hatıra sunmaktadır. Dergimizin ismi işte tam da bu verimli çatıyı sembolize eden “Konak”tan gelmektedir. Hayat Vakfının açılımına baktığımızda “Sağlık ve Sosyal” ifadesi ile karşılaşılır. İşte bu konak çatısı altında birleşen, ağırlıklı olarak sağlık alanında yer alan kişilerin sosyal alandaki samimi, hasbi, sorumluluk sahibi birlikteliği verimli neticelerin ve kuruluşların oluşmasına vesile olmuştur. Yeryüzü Doktorları; Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi; “çocuklar sokakta solmasın” projesi ile birlikte Hayat Çocuk Merkezi; Tıp ve İnsani bilimler merkezi olan BETİM; çevre, tarih ve kültür koruma derneği olarak kurulan İSTED başta olmak üzere nice dal veren çınar, Ankara’ya da Hayat vermiştir. Dergimizin içindekiler bölümünü incelemeye başlayınca göreceğiniz zenginlik bu sosyal merakın, hassasiyetin, çalışkanlığın, özverinin, birlikteliğin ve sorumluluğun ürünüdür. Üç yıllık süreçte öğrenci koordinatörlükleri ve alt çalışma grupları şeklinde ortaya çıkan Ankara şubemiz, katılımcıların zihninde merak uyandıran ve peşinden koşmak, araştırmak istedikleri konuları/meseleleri neticesinde neşvünema bulmuştur. Tıbbiyelilerin belirli sınırlar içerisinde hapsolma eleştirilerinin tam aksine, zihin coğrafyalarının ne kadar geniş olduğunu ve derlemelerin ne kadar kıymetli olduğunu göreceksiniz. Dünya Sağlık Örgütünün kuruluş yasasında da yer alan sağlığın “bedensel, ruhsal ve sosyal iyilik hali” tanımlamasında yer alan sosyal kısım, insan tabiatının en önemli yanlarından biridir. Sağlık alanındaki bireyler olarak bizler yalnız bireyin bedeni ile değil, bunun dışındaki sosyal alan ile teması ile ortaya çıkan ilişki ve sorunları da merak ederek hayatta yol almak niyetindeyiz. Aslında bu anlayıştaki bir çatıdan, bu kadar farklı çeşitlikteki konuların çıkmasına şaşmamak gerek. Bu zenginliği siz değerli okuyucularımızla paylaşmak ve dertlerimizi, düşüncelerimizi, meraklarımızı, heyecanlarımızı derlemeler ile sunmak istedik. Bu çerçevede sırasıyla göreceğiniz Kavram, Şehir, İnsani Yardım, Göç, Edebiyat ve Halk Sağlığı koordinatörlüklerimizin tanıtımını içeren sayfaları ve her bir koordinatörlüğümüzün üzerinde çalıştığı konuların derlemelerini sizlere sunacağız. Ayrıca ilgili konular ile ilgili Hayat Vakfı Ankara Şubesi olarak gerçekleştirdiğimiz etkinliklerimizin haber yazılarını göreceksiniz. Yayın ekibi olarak ciddi ve özverili bir hazırlık süreci ile sizlerle buluşturduğumuz ilk sayımızın yazılarını istifadenize sunuyoruz.

ANKARA ŞUBESİ

Keyifli okumalar dileriz.


içindekiler 08 Mahremiyet

Allah’ın koyduğu sınır ve sınırlamalar, dokunulmaz kılıp korumaya almak istediği değerlerimizdir ‘mahremiyet’. Var olmanın yalnızca imajdan ibaret olduğu, gizlemenin değil göstermenin evla sanıldığı, özel kalması gerekenin genele sunulduğu, gözlerdeki ve başlardaki tesettürün kan kaybettiği çağımızda anlam alanı gittikçe daraltılan-sığlaştırılan, unutulan bir kavram ‘mahremiyet’. Bu sayıda modern dünyanın anlam aşındırmaları arasından sıyrılarak mananın en doğru noktası olan Kuran çerçevesinde mahremiyet kavramı çalışılmış ve derleme halinde sizlere sunulmuştur. Sınır ve sınırlamalarımızı idrak edebilenlerden olabilmek duasıyla...

18 Tevekkül

“Ben hüznümü ve kederimi yalnız Allah’a arz ederim” diyen Hz. Yakub’a, ateşe atılmak üzereyken “Hasbünallah ve ni’me’l-vekil” diyen Hz. İbrahim’e, arkadaşını teskin etmek için “Üzülme! Çünkü Allah bizimle beraber.” diyen Hz. Muhammed’e (sav), ‘Müminler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.’ diye emreden Rabb’e kulak verin. “Tevekkül nedir? Nerede başlar? Hakkıyla tevekkül etmek nasıl olur?” sorularından yola çıkılan bu yazıda “Tevekkül” kavramı ayrıntılı şekilde incelenmiş olup bir derleme yazısı halinde sizlere sunulmuştur.

30 Medine-i Münevvere

İslam medeniyetinin ve şehirlerinin kurucu olan Medine günümüze kadar, kutsal mekanları ve ilim merkezleri ile tüm Müslüman aleminin manevi merkezlerindendir. Kabile yaşantısındaki insanların daha sonra medeni olarak tanımlanmasına imkân verecek bir devrim gözlenmesi sebebiyle; Medine şehrinin oluşum incelemeleri çok önemlidir. Müslümanların şehir kurarken İslam’ı ve insanı odaklayan anlayışıyla ortaya çıkmış olan Medine; literatur eşliğinde şehrin estetik özellikleri, sanatı ve sanatçıları ile çalışılmış ve kapsamlı bir derleme yazısı oluşturulmuştur.

42

Kayseri Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi ve Tıp Medresesi

İsmini 2. Kılıçarslan’ın kızı Gevher Nesibe Hatun’dan alan tarihteki ilk tıp okulu olan Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi sağlık hizmetinin yanı sıra tıbbi eğitim verilen bir merkez olması sebebiyle önemlidir. Kayseri sınırları içerisinde yer almakta olan bu merkez; güncel kaynaklar araştırılarak incelenmiş ve fiziki yapısı, idari yapısı ve tedavi şekillerini kapsayan bir derleme yazısı sunulmuştur.

Tayland Sel Felaketi 56 2011 Tıbbi İnsani Yardım Organizasyonları

2011 Tayland Sel Felaketine dünyanın dört bir yanından yardım eli uzatılmış olup işte bu derlememizde amacı insanlığa hizmet etmek olan bu kuruluşlar ve yaptıkları faaliyetler sizlere sunulmuştur.

Tayland Sel Felaketi 66 2011 Afete Bağlı Sağlık Sorunları

2011 yılında Tayland’da muson yağışlarının etkisiyle meydana gelen sel felaketi çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği ya da yaralandığı, son yıllarda görülen en büyük sel felaketlerinden biridir. Bu derlememizde selin beraberinde getirdiği halk sağlığı sorunları, afet müdahale planı ve risk yönetimi ile yapılan faaliyetler kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve sizlere sunulmuştur.


1864 Büyük Çerkes Sürgünü

82

Yahudilerin Babil Sürgünü

92

Kuzey Kafkasya dağlarının otokton halklarından Çerkezlerin maruz kaldıkları zulüm ve baskı sonucu Osmanlı Devleti’ne göç süreçlerini ve bu süreçte yaşadıkları sorunları özetleyen bir derleme yazısı sunulmuştur. Ek olarak gelenek-görenek ve kültürel yaşamlarına dair bilgiler paylaşılmıştır.

Günümüz Yahudilerinin tutumlarının, kültürlerinin ve kimlik algılarının arka planını daha yakından anlamak için İsrail tarihinin en önemli dönüm noktalarından Babil sürgünü üzerine özet bir derleme yazısı sunulmuştur. Ayrıca bu süreçte etkin olan önemli isimlere kısaca göz atılmıştır.

Kırım Tatar Sürgünü

104

Kırım Tatarlarının sürgünü ekseninde geçmişten günümüze göç hareketleri konu edilmiştir. Kırım için aidiyetlerinin tarihsel süreçte devinimlerinden bahsedilmiş, Osmanlı-Kırım-Rusya ilişkileri tarihsel dönemler dikkate alınarak irdelenmiştir. Yeni yurtlarında entegrasyon süreçleri ve günümüzde Kırım Tatar milliyetçiliği işlenmiştir.

Suriye Dosyası 1 Biladü’ş Şam [661-1918]

114

Kalemimizin Batıya İlk Özenişi Tanzimat Edebiyatı

134

Anadolu İrfanının Kalbi Yunus Emre

146

Şam şehri ve ona bağlı olarak yönetilen beldelerin genel adıdır Biladü’ş Şam. Bu yazımızda; Biladü’ş Şam’ın coğrafyasından sosyokültürel özelliklerine, tarihinden yetiştirdiği önemli şahsiyetlere kadar geniş bir perspektifte değerlendirmesini bulacaksınız. Kültürel ve etnik yapısına değinilmiş, Şam şehri ayrıntılı incelenmiştir.

Güneşin doğduğu yere güneşin battığı yerden esen rüzgarların ilk ulaştığı zamandır Tanzimat Dönemi. Geleneksel edebiyatın tekerrür halindeki seyrine farklı güzergahların açıldığı dönemdir. Batının anlam veremediğimiz ellerine ilk dokunuşumuz, ilk kavrayışımızdır; ilk benimseyişimizdir hokkamızdaki tuhaf kokulu mürekkebi. Biz bu derlememizde dönemi ve dönemin önemli gördüğümüz yazarlarını eserleriyle birlikte inceleyeceğiz.

Anadolu irfanının kalbidir Yunus Emre. Aşkıyla diyar diyar gezerek hayat vermiştir bu topraklara, yolda oturmayı değil yolda olmayı seçmiştir. Öyle bereketli bir tohumdur ki bütün bir Anadolu’yu kaplamış, gönüllerden gönüllere bağ olmuştur meyveleri. Biz bu derlememizde zaten kültürümüzle hemhâl olmuş Yunus’un şiirleriyle bir kez daha hemhâl olmaya çalışacağız.



İSLAMİ İLİMLER Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüz, yaşamın ve yaşamanın kılavuzu olan İslam dininin ilk emri olan “İkra!” ayetini düstur edinerek ‘İslami İlimler’ adı altında çeşitli okumalar yapmaktadır. Amacımız, ‘Biz ataların dini üzerineyiz’ diyen putperestler gibi ezbere bir din anlayışını benimsemek yerine okuyarak, araştırarak, anlayarak; kulaktan dolma bilgilerin içini dolduran, meselenin kaynağına, kavramların derinine inen, doğrunun ve doğru tanımların peşinde olan bir Müslümanlığı benimsemektir. Koordinatörlüğümüz ekip çalışması ile her ay bir başlık üzerinde okumalar yapıp çalışmalarını ayın sonunda derlemeler halinde yayımlamaktadır ve çalışılan konular ile ilgili söyleşiler düzenlemektedir.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Kavram • İslam Düşünce Tarihi 2. Söyleşi • Mahremiyet


Mahremiyet ‫ﻣﺤﺮﻣﯿﺖ‬ B KAVRAM ÇALIŞMA GRUBU Gülhan Dede Hicret Ravza Aytemiz 2 Merve Karaca 3 Mervenur Gürer 2 Ravza İmamoğlu * 4 Şule Karaköse 5 Zülal Duru 1

2

İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 4 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 5 Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 1

2

* İletişim: imamoglu.ravza@gmail.com

8

KONAK

u çalışmada -mahremiyet- kavramı 8 başlık halinde incelenmiştir. İlk olarak mahremiyet kavramının dilsel açıdan incelemesi, sonrasında Kuran ve hadislerde mahremiyet kavramı, akabinde kavramla ilişkili Esma-ül Hüsna’dan ElGafûr ismi, ardından mahremiyet kavramı ile anlam açısından bütünlük sağlayan kavramların kısaca bahsi ve bir iffet şahsiyeti Hz. Meryem’in kıssası anlatılmıştır. Son olarak da kavramımıza bakan yönleriyle ‘Şov ve Mahrem’ adlı kitaptan bahsedilmiştir. MAHREMİYET (‫ )ﻣﺤﺮﻣﯿﺖ‬KAVRAMININ DİLSEL İNCELEMESİ Mahremiyet, sözlükte gizli olma durumu, gizlilik, mahrem olma hali manalarına gelir ve Arapça ‘mahrem’ kelimesinden türetilmiştir. Özel olan ve özel kalması gereken şeylerin tümünü ifade eder. Mahrem kelimesinin kök harfleri Arapça (‫)ﺣ ر م‬ (h-r-m) harfleridir. Sözlüklere bakıldığında bu üç harfin altı adet farklı üçlü mastarı (kök kelime) bulunduğu görülmektedir. Bu mastarlar, [ḥirmen], [ḥirmânen], [ḥurmen], [ḥarâmen], [ḥurmeten] ve [ḥaremen] mastarlarıdır. Kök harfleri [ḥ-r-m] olan mastarlardan: 1. [el-ḥirmu] ve [el-ḥirmânu] mastarları, mahrum etmek, zayetmek, birini bir şeyden mahrum etmek, yoksun bırakmak, men etmek


2. [el-ḥurmu] ihram, bir şeyi kendine yasaklamak 3. [el-ḥarâmu] mastarı, kullanılması helal olmamak, memnuʽ olmak, yasaklamak; menetmek 4. [el-ḥurmetü] mastarının sözlük anlamı, saygı ve hürmet göstermek, kutsal ve mukaddes olmak 5. [el-ḥaremu] mastarı, bir yer yasak olmak, kutsal olmak demektir. Bu mastarlar isim (ism-i mastar) olarak kullanıldığında, mastar anlamlarına uygun olarak; yasak, mahrum olma, yoksun bırakma, mahrum etme, menetme, ihram, saygı, hürmet, kutsal, saygı gösterme, tabu, mukaddes, dokunulmaz, zevce, eş, girilmesi yasak oda, kutsal yer anlamlarını taşımaktadırlar. Mahremiyet kavramının manasını daha iyi anlamak için aynı kök harflerden türeyen mahrem, haram ve harem kelimelerini ayrıntılı inceleyeceğiz. Sözlük anlamlarını incelediğimizde; haram kelimesi yasaklanmış, koruluk, yasak bölge, dince yasak edilmiş, din kurallarına aykırı olan, dinen sorumluluk çağına ulaşmış olan herkese Allah’ın yapılmasını kesin olarak yasakladığı söz ve davranışlar manasına gelmektedir. Harem kelimesi korunan yer, korunan şey, yasak bölge; herkesin girmesine izin verilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer; hac ve umre için ihrama girilen yerlerden itibaren Mekke’de Kâbe’ye doğru olan kısım, Kâbe ve çevresi, Mekke ve Medine’nin sınırları manalarına gelir. Ayrıca Hz. Peygamber tarafından belirlenen çevresi; erkeğin hanımı, eşi, Müslümanların evlerinde yabancıların girmesi yasak olan, kadınlara ayrılmış daire veya bölüm manalarına da gelmektedir. Mahrem kelimesi ise saygıya ve gizlenmeye değer şey; herkesin bilmesi gerekmeyen şey; aralarındaki kan bağının yakınlığından dolayı birbirleri ile evlenmeleri yasak olan çok yakın akrabalar manalarında kullanılır.

Görüldüğü gibi haram, harem, mahrem, mahremiyet kelimeleri dini hükümlerle ilgili olarak yasak olan her şey için kullanılmıştır. Herhangi bir şey yasaklanmışsa onu yapmak haramdır. Yasaklık haline ise mahremiyet denir. Bir anlamda dokunulmazlık da diyebiliriz. Mahrem ve mahremiyet kelimeleri özellikle aile hukuku sahasında daha özel bir kullanım kazanmışlardır. Mahrem kelimesi neredeyse sadece evlenmeleri ebediyen haram olan yakın akrabalar için kullanılır olmuştur. Bu akrabalar arasındaki ebedi evlilik yasağına da mahremiyet denir. Mahremiyet kelimesi insan vücudu için, özellikle cinsel arzulara konu olması açısından kullanıldığında, cinsel dokunulmazlık anlamına gelir. Bu durumda mahremiyet, insan vücudun-

dan bakılması, dokunulması ve hakkında konuşulması haram olan bölgeleriyle ilgili dokunulmazlık halidir. İnsanın özel hayatı, ailesi ve evi ile ilgili hakları insanın temel hak ve hürriyetlerindendir. Yüce dinimiz insanın bu çok geniş yönlü mahremiyeti ile ilgili olarak oldukça detaylı düzenlemeler getirmiştir. Her şeyden önce Müslüman erkekler ve Müslüman kadınların karşı cinse art niyetle ve sürekli bakmamaları, tesettüre riayet etmeleri istenmiştir. Ayrıca insanların özel hayatlarının araştırılması anlamındaki tecessüs, gıyaplarında hoş olmayan konuşmaların yapılması şeklindeki gıybetten men edilmiştir. İslam dini evlerdeki mahrem hayatı koruyacak kurallar koymuştur.

Bu ayetler çerçevesinde “mahremiyet”; kişinin kendini her türlü maddi manevi dış etkiden koruması için Allah tarafından güvenceye alınmış, dokunulmaz kılınmış kendine özel alanı olarak tanımlanabilir. İSLAMİ İLİMLER

9


baya karşı iyi davranınız. Yoksulluk kaygısı ile evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız. Haklı bir gerekçe yokken Allah’ın dokunulmaz saydığı cana kıymayınız. İşte Allah, ola ki düşünürsünüz diye size bu direktifleri veriyor. “ (Enam: 151) “De ki; Allah sadece açık-gizli bütün kötülükleri, günahı, haksız saldırıyı, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyi haram kıldı.” (Araf: 33) “İşte böyle. Kim Allah’ın yasaklarına saygı gösterirse bu tutum Rabbi’ nin katında kendisi için hayırlıdır. Tek tek sayılarak yasaklananlar dışındaki bütün hayvanlar size helâl kılındı. Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçınınız.” (Hac: 30) “Onlar Allah’ın yanı sıra başka bir ilaha yalvarmazlar. Allah’ın yasakladığı cana, sebepsiz yere kıymazlar ve zina etmezler. Bu suçları işleyenler cezalarını görürler.” (Furkan: 6)

KURAN-I KERİM’DE MAHREMİYET KAVRAMI Mahremiyet kavramını ‘Müslümanca’ anlayabilmek için tabir yerinde ise -insanoğlunun dünya hayatını kullanma kılavuzu- olan Kuran-ı Kerim’e bakmak gerekir. İslam Dini, insanın özel bir mahremiyet alanı içinde hayatı yaşaması için kurumlar oluşturmuş, fıtratı korumak amacıyla sınırlar çizmiş ve esaslar koymuştur. Mahrem, mahremiyet, yasaklı bölge denildiğinde sınırlardan bahsedilir ve sınırın bir adım ötesi harama girer. Bu sınır ve esasları Kuran’da haram, mahrem, tesettür, örtü ve örtünme konulu ayetler üzerinden inceledik. Bu ayetler çerçevesinde “mahremiyet”; kişinin kendini her türlü maddi manevi dış etkiden 10

KONAK

koruması için Allah tarafından güvenceye alınmış, dokunulmaz kılınmış kendine özel alanı olarak tanımlanabilir. “Haram” konulu, ‘ha-re-me’ kökünden türeyen kelimelerin bulunduğu ayetler Haram dince yasak edilmiş, din kurallarına aykırı olan, dinen sorumluluk çağına ulaşmış olan herkese Allah’ın yapılmasını kesin olarak yasakladığı söz ve davranışlar idi. Kuran-ı Kerim de haram ayetlerinde kula sınırlarını ve sınırlamaları bildirmiştir. Birkaç ayete bakacak olursak; “De ki; “Geliniz, Rabbinizin neleri yasakladığını size söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-ba-

”De ki: “Rabbim ancak, açık ve gizli çirkin işleri, günahı, haksız saldırıyı, hakkında hiçbir delil indirmediği herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf: 33) Sosyal ilişkilerde mahremiyet Allah (cc) sosyal hayattaki ve evlerimizdeki sınırları, özgürlükleri, dokunulmazlıkları; sosyal ilişkilerde, evin mahremiyeti, eşin mahremiyeti meselelerinde nasıl davranmamız gerektiğini Peygamberimiz’in örneği üzerinden şu ayetle açıklıyor; ”Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet için beklemeyin.


Çünkü bu davranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte, fakat o sizden de çekinmektedir. Allah ise gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Böyle davranmanız hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Allah’ın Resûlüne rahatsızlık vermeniz ve kendisinden sonra hanımları nikâhlamanız ebediyen söz konusu olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.” (Ahzab: 53) Tesettür- Örtü- Örtünme konulu ayetler İnsanın Allah tarafından güvenceye alınan alanını, gelebilecek maddi-manevi zararlardan korunabilmesi için maddi-manevi sınır ve örtülere ihtiyaç duyduğunu ve bunun Allah tarafından yasalaştırıldığını tesettür, örtü ve örtünme konulu ayetleri incelediğimizde anlıyoruz. “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, ziynet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Ziynetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut Müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” (Nur: 31) “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur. Şüphesiz Allah

Takva, kalbin ayıplarını örter ve onu süsler, libas(elbise) ise vücudun ayıplarını örter ve onu süsler. çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Ahzab: 59) “Ey insanoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah’ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar. “ (Araf: 26) Yüce Allah’ın avret yerlerinin örtülmesi ve süslenme için giysiyi yasalaştırması ile takva arasında bir bağ vardır. Çünkü her ikisi de giysidir. Takva, kalbin ayıplarını örter ve onu süsler, libas(elbise) ise vücudun ayıplarını örter ve onu süsler. Her ikisi de birbirlerini gerekli kılmaktadır. Çünkü vücudun çıplaklığından iğrenme ve utanma duygusu Allah’tan korkma ve O’ndan utanma duygusu demek olan takvadan kaynaklanır. Allah’tan utanmayan ve O’ndan korkmayan biri çıplaklığa aldırmadığı gibi, çıplaklığa çağırılması da önemli değildir. Çünkü utanma ve takva duygusundan soyutlanma ile giysilerin çıkarılması dolayısıyla ayıp yerlerinin ortaya çıkması arasında bir fark yoktur. Çünkü vücudun örtülmesi hayadır, sırf çevresel bir alışkanlık ve gelenekten ibaret değildir. “Ola ki, düşünüp ders alırlar.” HADİSLERDE “MAHREMİYET” KAVRAMI Sosyal Yaşamda Mahremiyet -Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, Hz. peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Zandan sakının. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir. Birbirinizin konuştuğuna kulak kabartmayın, birbirinizin özel hallerini araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin besleme-

yin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun!” (B6064 Buhari, Edeb, 57; M6536 Müslim, Birr, 28) -Sevban’dan nakledildiğine göre, Hz. peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Hiç kimsenin izinsiz olarak bir başkasının evinin içine bakması helal değildir. Eğer bakarsa (eve) girmiş demektir.” (T357 Tirmizi, Salat, 148; HM22779 İbn Hanbel, V, 280) -Ebu Berze el-Eslemi’nin naklettiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Ey diliyle iman edip, kalbine iman girmemiş olan kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hallerini araştırmayın. Çünkü her kim onların gizli hallerini araştırırsa Allah da onun gizli halini araştırır. Allah kimin gizli halini araştırırsa onu evinde bile (gizlice yaptıklarını ortaya çıkararak) rezil eder.” (D4880 Ebu Davud, Edeb, 35) Beden Mahremiyeti -Ya’la (b. Ümeyye) tarafından nakledildiğine göre, Allah’ın Resulu (sav) açıkta gusleden bir adam gördü. Bunun üzerine minbere çıktı. Allah’a hamdedip, O’nu övdükten sonra şöyle buyurdu: “Allah halimdir, haya sahibidir, kusurları örtendir. Hayayı ve örtünmeyi sever. Biriniz gusledeceğinde kapalı yerde yıkansın.” (N406 Nesali, gusül, 7) -Misver b. Mahreme anlatıyor: “Bir gün ağır bir taş taşıyordum ve üzerimde ince bir peştamal vardı. Taş kucağımdayken peştamalım çözüldü ve onu yerine götürene kadar kucağımdan bırakamadım. Bunun üzerine Resullullah (s.a.v), “Dön de elbiseni al. Sakın çıplak dolaşmayın!” buyurdu.” (M773 Müslim, Hayız, 78) -Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. Allah, ‘Başörtülerini yakalarının üzerine kaİSLAMİ İLİMLER

11


Gufran: Allah’ın kulu azaptan korumak için günahlarını örtmesi manasına gelir. Allah, günahları örterken ya Gâffar ya Gâfir ya da Gafûr olarak tecelli eder. Bu üç isim de yüce yaratıcının eşsiz ve benzersiz mağfiretini anlatmak için kullanılır. Fakat her üç esmanın da nüans farkları bulunmaktadır. Gâffar: Bağışlayan demektir. İsmi fail olması hasebiyle bağışlamayı kendisine meslek edinen, kulunun istiğfarına mağfireti ile cevap veren, bir kere değil sonsuz kere bağışlayan demektir. Gâfir: Örterek koruyan manasına gelir. Gafûr: Her çeşit günahı bağışlayan demektir. Kullarının günahlarının şekline ve çeşidine bakmaksızın bağışlayan, tarifsiz bir mağfiretin kaynağı manasına gelir.

dar salsınlar.’ (Nur, 24/31) ayetini indirince, onlar (dışarıda giydikleri uzun) elbiselerinin kenarından kesip (elde ettikleri parça ile) derhal başlarını örttüler.” (B4758 Buhari, Tefsir, (Nur) 12) -Abdurrahman b. Ebu Said el-Hudri’nin, babasından naklettiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:”Erkek erkeğin, kadın da kadının avret yerine bakamaz. Bir örtünün altında erkek erkeğin, kadın da kadının tenine dokunamaz.” (M768 Müslim, Hayız, 74; D4018 Ebu Davud, Hammam, 2) EL-GAFÛR Kavram ve Esma-ül Hüsna bölümünde mahremiyet kavramı ile ‘örtmek,gizlemek’ manalarında ortak paydası olan El Gafûr ismini işleyeceğiz. 12

KONAK

Lugati Çerçeve; Gafûr kelimesi, sözlükte “örtmek, gizlemek, kirlenmekten korumak için bir şeyin üstünü örtmek” mânasındaki gafr (gufran, mağfiret) kökünden sıfat olup “birinin kusurunu örten, suçunu bağışlayan” anlamına gelir. Gafr: Dilde örtmek, perdelemek, kirlenmekten korumak, korumak için örtmek mânasına gelir. Miğfer: Savaş esnasında askerin başını örten başlığa denir, gelecek olan darbelere karşı başı örtüp muhafaza eder. Gafr kökünden türemiştir. Megâfir: Tahrim suresindeki bal şerbeti hadisesinde adı geçen bitkidir. Yaraların üzerini kapatıp iyileştirir. Gafr kökünden türemiştir.

Nazari Çerçeve; Kâinatı, Esmasının tecelli edebileceği bir yapıda tasarlayan Allah, insanı da mükerrem bir varlık olarak üstün özelliklerle donatmasına rağmen, günah işlemeye de müsait bir fıtratta yaratmıştır. İnsanın bir yönü “ala’ya” diğer bir yönü de “esfele” bakar. İnsanoğlu yaratılışındaki bu hakikat gereğince melek değildir. Aynı zamanda insanoğlu şeytan da değildir. İnsanoğlu günah işleyebilir. Fakat insanoğlu günahında ısrar da etmez. Günahta ısrar edenler şeytanlar ve şeytanlaşmış insanlardır. Müslüman, ne kadar günahkar olursa olsun Allah’ın mağfiretinden ve bağışlamasından ümidini kesemez. Ne kadar ibadet ederse etsin, Allah’ın azabından güven içerisinde olamaz. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurur: “Anlamı düşünülmeden okunan Kuran’da hayır yoktur. İlimsiz, cahilce yapılan ibadette de hayır yoktur. Gerçek fakih (dinde derin anlayış sahibi) şu üç özelliğe sahip olan kişidir: 1-İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyen


2-Allah’ın azabından da emin kılmayan 3-İnsanları Kur’an’dan başka kaynaklara yönlendirmeyen.” (Darimi/Mukaddime) Kul’a düşen ümit ve korku arasında yeşermektir. Kul Allah’a karşı ümit ile korku arasında olmalı ve bu iki kanatla uçup yol almalıdır. Allahın mağfireti ile ümit var olmalı, onun azabını düşündüğünde korkuya kapılmalıdır. Buna göre bu üç esma da Allah’ın cemal sıfatına bakar ve kişiye ümit verir. Bu isimlerin kendilerine has bir mana zenginlikleri mevcut olup Gâffar tekrarlanan hata ve kusurları, Gafûr her nevi günahı bağışlamayı ifade etmektedir. Öyle ki sadece bir çeşit günahı bağışlayana Gafûr denmeyeceği gibi bütün günahları yapsa bile sadece bir defa affeden için de Gâffar ismi kullanılmaz. Tabii ki bu isimleri fark eden kişi şu hataya düşmemelidir: “Sakın aldatıcı sizi Allah’ın affına güvendirerek aldatmasın” Af; yapılan yanlış bir durum izah edildikten sonra kişiden alınması gereken haktan vazgeçilmesi demektir. Af ’ta kul yanlış yapar, yapılan bu yanlış kula hatırlatılır ve günahı bağışlanır. Fakat Gafûr’da yapılan yanlış yüze vurulmadan bağışlama vardır. Bu manada af ’taki günah bağışlanırken belki hesap defterinde, mahşer gününde kulun hafızasında bu günah olmakla beraber bir af söz konusudur. Fakat Gafûr; hem dünyada hem de ahirette kullarının sırlarını ilan etmeyen, hatalarını teşhir etmeyen, işledikleri suçları yüzlerine vurmayan, işlenen günahı; işlediği yere, zamana, meleklere, amel defterine hatta işleyen kişinin kendisine bile unutturan demektir. Kuran’i Çerçeve; Gafûr ismi Mekke döneminde 37 kez, Medine döneminde ise 54 kez geçmektedir. Mekke döneminde zirve yaptığı yıl on birinci yıl, Medine döneminde zirve yaptığı yıl beşinci yıldır.

Kuran’da bir yerde Vedud ismi ile birlikte gelir. Hikmeti: Suçunu bağışlaması kulunu sevdiğini gösterir. Kulların kusurlu olması Allah’ın sevgisinden bir şey eksiltmez. Tüm vahiy sürecinde en zirve yaptığı yıl hicretin beşinci yılıdır. Hicretin beşinci yılının en tipik olayı Hendek Savaşı’dır. Hendek savaşı Müslümanlar için bir dönüm noktasıdır. Bu savaştan sonra Müslümanlar artık iktidar olmuşlardır ve iktidardayken Gafûr’un mağfiretine muhalefetten daha çok ihtiyaç vardır çünkü iktidar paraya, güce ve servete yakın olmaktır. Bu durum da şeytanın hilelerine daha çok aldanmaya sebep olabilir.

Gafur isminin birlikte geldiği isimler: Allah ismi ile birlikte gelir; Kuran’da 61 yerde Allah ismi ile birlikte gelir. Gafûr ismi her seferinde bir başka sıfatla birlikte gelir. Rahim ismi ile birlikte gelir; Kuran’da 73 yerde Rahim ismi ile birlikte gelir. Gafûr ismi en çok Rahim ismi ile birlikte kullanılır. Hikmeti: Merhametiyle bağışlayan demektir. Bağışlar ve ezmez, bağışlar ve bağışladım bile demez. “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. “ (Zümer-53) Halim ismi ile birlikte gelir; Kuran’da 6 yerde Halim ismi ile birlikte gelir. Halim, cezalandırmakta acele etmeyen demektir. Hikmeti: Bağışlanan bağışı istismar etse de, hatasını tekrar etse de Gafûr olanı hep Halim bulacaktır. Halim olan Allah yine bağışlayacak, öncekileri hesaba katmayacaktır.

“Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah’tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah gafûrdur, halîmdir.” (Bakara-235) Rab ismi ile birlikte gelir; Kuran’da 8 yerde Rab ismi ile birlikte gelir. Hikmeti: Terbiyesini bağışlayarak yapar, terbiyesi de mağfiretinin bir parçasıdır. Şekur ismi ile birlikte gelir; Kuran’da 3 yerde Şekur ismi ile birlikte gelir. Hikmeti: Bağışlar ve bağışlananın teşekkürüne en yüksek değeri biçer, yani bağışlanan değerinden bir şey kaybetmez. “Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler. Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphesiz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fatır-29,30) Aziz ismi ile birlikte gelir; Kuran’da 1 yerde Aziz ismi ile birlikte gelir. Hikmeti: Bağışlamasını yücelmek için yapmaz, çünkü O Aziz’dir. “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk-1,2)

İSLAMİ İLİMLER

13


HAYÂ Kınanma endişesiyle kurallara aykırı davranmaktan kaçınma ve bunu sağlayan duygu için kullanılan ahlâk terimi. Sözlükte “utanma, çekinme; tövbe, vazgeçiş” vb. anlamlara gelen hayâ kelimesi, ahlâk terimi olarak “nefsin çirkin davranışlardan rahatsız olup onları terk etmesi”; “kötü bir işin yapılmasından veya iyi bir işin terk edilmesinden dolayı insanın yüzünü kızartan sıkıntı” gibi değişik şekillerde açıklanmıştır. Mürüvvet ise “açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi gizli olarak da yapmamak” şeklinde tanımlanmış ve kötü olabileceğinden şüphe edilen şeylerden ancak hayâ sayesinde uzak kalınabileceği belirtilmiştir.

Vedud ismi ile birlikte gelir; Kuran’da 1 yerde Vedud ismi ile birlikte gelir. Hikmeti: Suçunu bağışlaması kulunu sevdiğini gösterir. Kulların kusurlu olması Allah’ın sevgisinden bir şey eksiltmez. MAHREMİYET İLE İLGİLİ KAVRAMLAR TESETTÜR İnsanın fıtrî, tabii, örfî veya dinî bir gerekçeyle vücudunun belli yerlerini örtmesi anlamındaki terimdir. Sözlükte “örtünmek, kuşanmak; başkaları ile kendisi arasına perde koymak, bir şeyin içinde veya arkasında gizlenmek” anlamlarındaki tesettür, terim olarak ilgilileri ve ölçüleri dinen belirlenmiş örtünme yükümlülüğünü ifade eder. Kelimenin kökünü oluşturan –setr-, “örtmek, gizlemek, perdelemek, engel olmak” gibi manalara gelir. Aynı kökten –sitr-, gizlenmeye yarayan engel, perde vb. şeyler için ve mecazen “çekinme, korku, hayâ” anlamında kullanılır. Yine bu kökten türeyen 14

KONAK

seter “kalkan” manasındadır; setîr ve mestûr mecazen “iffetli” demektir.

Hayânın ahlâkı koruma işlevi de şöyle ifade edilmiştir: “Hayâdan mahrum olmuş insanı artık kötülükten alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak bir engel kalmaz; bu kişi dilediğini yapar, istediği gibi yaşar.” SIR

Kadın ve erkek açısından örtülmesi gereken yerler avret diye adlandırılır. Avret yerleri kadın ve erkek için farklı olsa da gözleri kısmak yani bakmamak ve avret yerlerini örtmekle ilgili emir hem erkekler hem kadınlar içindir. Mahremiyete riayet ve iffeti koruma açısından kadınla erkek arasında fark bulunmamaktadır.

Sözlükte “saklamak, gizlemek” anlamında mastar ve “saklanan, gizli tutulan, bir şeyin iç yüzü, bir nesnenin özü, her şeyin en iyisi” gibi anlamlarda isim olan sır kelimesi (çoğulu esrâr, serâir) ahlâk terimi olarak genellikle bir kimsenin saklı tuttuğu, başkalarınca öğrenilmesini istemediği, kendisine veya başkasına ait bilgiler için kullanılır.

Kuran’da kadın için örtünme hükmünü getiren ayetin öncesinde erkeklere yönelik gözlerini kısma ve avret yerlerini örtme buyruğu yer almaktadır, yani kadınların örtünmesinden önce erkekler gözlerini kısma emrine muhatap kılınmıştır.

Kul ile Allah arasında saklı ve gizli kalan hallere de sır denir. Sır kelimesi tasavvufta “sadece Allah’ın bildiği ya da az sayıda insan tarafından bilinen özel bilgi” ve “ruhun bir idrak mertebesi” olmak üzere iki anlamda kullanılır.

Mahremiyete riayet ve iffeti koruma açısından kadınla erkek arasında fark bulunmamaktadır.


HAD Had sözlükte sınır, son ölçü ,ilahi kanun, şerî ceza, limit, hudut anlamına gelmektedir. Had ayrıca Kuran ve sünnet belirlenmiş, kısas ve diyet dışındaki cezaî müeyyideleri (yaptırımları) ifade eden fıkıh terimidir. Had kelimesi (çoğulu hudûd) mastar olarak “engel olmak, iki şeyin arasını ayırmak”; isim olarak “iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım” gibi anlamlara gelir. Hudûdullah ise Allah’ın koyduğu ve belirlediği dinî, ahlâkî ve hukukî hükümlerle bunların dünyevî ve uhrevî müeyyidelerini ifade eden terimdir. Haram, harem ve mahrem kavramlarında yasak olma halinden, dokunulmazlıktan, sınırlardan bahsedilmişti. Örneğin –haram- Hududullah’ın bittiği yerden başlar. HAK ve HÜRRİYET (ÖZGÜRLÜK) Hak, hukuk düzeni tarafından şahıslara tanınan birtakım menfaat ve yetkiler demektir. Özgürlük de insanların sahip oldukları bu haktan istedikleri gibi kullanma serbestiliği anlamına gelmektedir. Buna göre haklarda, hak sahibi için hem bir menfaat ve yetki hem de onu isteğe uygun bir biçimde kullanım hürriyeti söz konusudur. Kur’ an renk ve ırk ayrımı yapmadan inanan, inanmayan her insana eşit haklar tanımaktadır. Temel haklar şahsi, manevi, iktisadi ve sosyal nitelikli birtakım özgürlüklerdir. Kişinin temel hak ve hürriyetleri ve bunların korunması mahremiyetin sınırlarını oluşturur. BİR İFFET ŞAHSİYETİ: HZ. MERYEM Kur’ân-ı Kerîm’de Allah (c.c) inançlı insanlara rehber olabilecek kadınlardan ismen, sadece Hz. Meryem’den bahseder. Allah, Kur’an’da “Allah iman edenlere namusunu koruyan, İmran’ın kızı Meryem’i de misal gösterir.” (Tahrîm 12)

Hayatı boyunca bütün manevi kirlerden uzak tutulan Hz. Meryem’in mahremiyet sınırlarını koruma ölçüsünde ilk kez gördüğü bu yabancıya (Cebrail as) karşı ilk tavrı Rahman olan Allah’a sığınmak oldu. Allahu Teâlâ, ahlâk düşüklüğünden, kötü sıfatlardan koruduğu gibi Hz. Meryem’i, yüce bir makam vererek, kulları içinden onu ‘seçilmiş’ kulları arasına almış, daha sonra da ona babasız olarak Hz. İsa’yı vermekle onu hiçbir kadına vermediği bir dereceye yükseltmiştir. Allah, Hz. Meryem’e dünyada önemli bir sorumluluk yüklemiş ve bu şerefli görev için onu Kur’an’ın ifadesiyle ‘güzel bir bitki gibi’ yetiştirmiştir. Allah, onu İmran ailesinden seçkin bir evlat kılmış, güçlü ve samimi iman sahibi kimselerin soyundan, bu üstün ahlâklı insanlar tarafından yetiştirilmesini sağlamıştır. Bunun yanı sıra Allah, Hz. Zekeriya’nın eğitimiyle, Hz. Meryem’i bir peygamber gibi üstün ve seçkin bir ahlakla ahlâklandırmıştır. Allah’ın rahmeti sayesinde, doğduğu andan itibaren bu kutlu insanların eğitimiyle şereflenen Hz. Meryem, güçlü bir iman ve üstün bir ahlâk seviyesine ulaşmıştır. Babası İmran, Davud (a.s)’ın soyundan annesi ile Hz. Zekeriyya’nın peygamberliğine tabi olmuş müminlerdendi. Uzun süreden sonra evlat sahibi olan İmran’ın eşi: Al-i İmran suresi 35. ayette anlatıldığı gibi: “Bir zamanlar İmran’ın karısı; Rabbim, karnımda taşıdığım çocuğu sadece Sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul et.” demişti. (Âl-i İmrân, 35) Adanan bebek kız olarak dünyaya geldiği zaman Hanne ne yapacağını bile-

medi. Allah-u Zülcelal’e yakardı “Rabbim! Ben onu kız doğurdum; Erkek, kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden sana emânet ediyorum.” (Âl-i İmran, 30) Hz. Hanne’nin adağını Allah kabul etmişti. Hz. Meryem Allah yoluna adanan ilk kız çocuğu oluyordu. “Rabb’i onu, güzel bir şekilde kabul etti. Ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyyâ’yı onun bakımına memur etti.” (Âl-i İmrân, 37) “Zekeriyyâ, Meryem’in bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. ‘Bu, sana nereden geldi ey Meryem?” dedi. Meryem; ‘O, Allah tarafındandır. Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır’ dedi.” (Âl-i İmrân, 37) Hz. Meryem, Allah Teâlâ’nın koruması altında her türlü günahtan uzak bir şekilde kendisini Allah’a ibadete adamıştı. İnsanların çoğunun uzak kalamadığı dünyevi arzulardan, dedikodulardan uzak, tertemiz ve iffetli bir şekilde yaşıyordu. Allah’ın emriyle Cebrâil aleyhisselam insan sûretinde ona göründü. “Ailesi ile kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona meleğimiz Cebrâil’i gönderdik de ona tam bir insan sûretinde göründü” (Meryem, 16) Hz. Meryem, onu bir insan zannettiği için kendisine zarar verir diye endişe etti. Hz. Meryem meleğe; “Ben senden, İSLAMİ İLİMLER

15


Rahman olan Allah’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan bana dokunma’ dedi.” (Meryem, 18) Hayatı boyunca bütün manevi kirlerden uzak tutulan Hz. Meryem’in mahremiyet sınırlarını koruma ölçüsünde ilk kez gördüğü bu yabancıya(Cebrail as) karşı ilk tavrı Rahman olan Allah’ a sığınmak oldu. Cebrâil aleyhisselam ona şöyle dedi: “Ben, sana nezih ve kabiliyetli bir erkek çocuk bağışlamak için Rabbinin gönderdiği bir elçiden başkası değilim.” (Meryem, 19) “Meryem: ‘Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamıştır. Ben iffetsiz de değilim’ dedi.” (Meryem, 20) Cebrâil aleyhisselam ise vazifesini yerine getirecekti, Allah şöyle buyurmuştu: “Bu iş dediğim gibi olacaktır. Çünkü Rabb’in buyurdu ki, ‘Babasız çocuk vermek bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız. Ezelde böyle takdir ettik.” (Meryem, 21) Sonrasında doğacak bebek Hz. İsa, Allah’ın ayetlerinden ve mucizelerinden biri oldu; İsa Peygamber’in adı Kuran’da annesi Hz. Meryem’in adı ile Allah’ın andığı her yerde, annesinin izzetini, iffetini ve şerefini artırdı. FATMA BARBAROSOĞLU’NUN KİTABI “ŞOV VE MAHREM” ÜZERİNE… Dini değerlerin hayatımızın merkezinde olduğu zamanlardan, imajın var olmaya eş görüldüğü zamanlara… Ana babalarımızın kimlik mücadelesi verdiği günlerden, sosyal medyada en çok beğeniyi alma mücadelesi verdi-

16

KONAK

Kitabın kapağını kapadığınızda, zihninizde yüzleşmesi nefse ağır gelebilecek bir soru oluşuyor: “Ben de bu şovun bir parçası mıyım? ğimiz günlere… Büyüklerimizin baskılara, yasaklara yenilmeyip benliğini koruma mücadelesi wwverdiği yaşta benliğinden, geçmişinden bihaber aciz bir nesil olarak post modern dünyanın altında eziliyoruz. Görünerek var olmaya çalışıyor, “ben buradayım” diye haykırmak istiyoruz, peki görünür kılmak istediğimiz “biz” aslında kim? “Ben kimim?” sorusu üzerine hiç düşünüyor muyuz, yoksa böyle bir sorunun cevaplanması gerektiğinin farkında bile değil miyiz? Tevfik Fikret’in “Göz açıldıkça ruh perdelenir.” sözüyle başlayan “ŞOV VE MAHREM” kitabı ruhumuzun perdelerini aralıyor. Post modern hayatın akışında bir durup düşünmemizi sağlıyor ve hep içinde olduğumuzu sandığımız ama ne yazık ki günümüzde hakkını veremediğimiz mücadelemizi hatırlatıyor bize. Mahremiyet kavramına bakışımızı ve bu kavramın hayatımızdaki yerinin zaman içinde değişimini görmemizi, aynı zamanda bu değişim sürecini sebepleriyle ele alarak daha iyi analiz etmemizi sağlıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında görünür olmayı hak etmeyen ninelerimizle mücadelemiz başlıyor. Yıllardır çarşaflarının gizlediği mahremiyetlerinden sıyrılarak şovun bir parçası olmaları bekleniyor. Örtünerek kendilerini giz-

lerken bir anda örtüleriyle, şapkalarıyla “görünür” hale gelmeleri isteniyor. Kimi kısa pardösüler ve küçük üçgen başörtülerle cumhuriyetin bir parçası olduğunu gösterirken kimileri görünmez olmayı tercih ediyor. 70’li yıllarda dini kaynağından öğrenen genç kızlarla tesettür eşittir takva anlayışı tekrar canlanıyor, ta ki 90’lı yıllara kadar. Günün şartları ile tekrar sokağa çıkan, “özgürleşen”, yasaklara meydan okuyan başörtülüler “ben buradayım” demekten geri durmuyor. Bunu yaparken de “Artık kimliğimizi gerçeklikle değil de, imaj yoluyla ifade etmekteyiz.” sözünü hayatlarına geçiriyorlar. Ve şov başlıyor... Tesettür modasının ilk temelleri kısa pardösü, döpiyes, pantolonlu takımlarla atılıyor. Başörtüsünün anlam kaymasını ve modanın bir parçası haline gelişini yıldan yıla izliyoruz. “Şov ve mahrem” tüm bu süreçlere dindarların tavırlarıyla, liberal ve laiklerin yorumlarıyla, dönemin yaşanan olaylarıyla, zamanın gazete haberleriyle bütüncül bir yaklaşım sağlıyor. Kitabın kapağını kapadığınızda, zihninizde yüzleşmesi nefse ağır gelebilecek bir soru oluşuyor: “Ben de bu şovun bir parçası mıyım?” Post modern dünyanın şovunda yer almayan takva sahibi hanımlar olmak duasıyla…


KAYNAKÇA 1. Türk Dil Kurumu. Büyük Türkçe Sözlük; Türk Dil Kurumu Yayınları; Ankara

9. Yüksel N. Konularına Göre Kur’an-ı Kerim Fihristi ; İstanbul; Bayrak Yayınları

2. Feyizli H.T. Feyz’ül Furkan; Server Yayınları; İstanbul: 2016

10. Abdülbaki M.F. El-Mu’cemü’l-Müfehres Li-Elfazi’l-Kur’ani’l-Kerim; Çağrı Yayınları; İstanbul; 1990

3. Kutub S. Fi Zilal’il Kuran; Dünya Yayıncılık; İstanbul; 1991 4. Karaman H, Çağrıcı M, Dönmez İ.K. ve ark. Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; Ankara; 2007 5. İslamoğlu M. Kuran›a Göre Esma-i Hüsna; Düşün Yayınları; İstanbul; 2011

11. Hanife E. Hanım Kahramanlar ; “İffet ve Teslimiyet Timsali Hz. Meryem” ; İslami Hayat Dergisi; Eylül 2015 12. Apaydın Y, Gürkan S.L. İslam Ansiklopedisi; “Tesettür”; cilt: 40; s 538-545; 2011 13. Kuran’dan Hayata Derneği; El-Gafûr

6. Diyanet İşleri Başkanlığı. Hadislerle İslam 1; “ Hadislerin Hadislerle Yorumu” ; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; Ankara

14. Çağırcı M. İslam Ansiklopedisi; “Hayâ”; cilt: 16; s554-555; 1997

7. Kuran’ı Kerim Diyanet İşleri Başkanlığı Türkçe Meali; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

16. Toksarı A, Aktan H. İslam Ansiklopedisi; “Emanet”; cilt: 11, s 81-84; 1995

8. Yazır EH. Hak Dini Kuran Dili; İstanbul; Azim Yayınları; 2007

15. Çağırıcı M, Tosun N. İslam Ansiklopedisi;” Sır “; cilt: 37; s 113-116; 2009

17. Bardakoğlu A. İslam Ansiklopedisi; “Had”; cilt: 14; s547-551; 1996 18. Bardakoğlu A. İslam Ansiklopedisi;

“Hak (Fıkıh)”; cilt: 15; s139-151; 1997 19. Öğüt S.. Mahrem. İslam Ansiklopedisi; cilt: 27; s388-389 ; 2003 20. Topaloğlu B. İslam Ansiklopedisi; “Gafûr”; cilt: 13; s 286-287; 1996 21. Çatak A. Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi; “Mahremiyet Kavramının Farklı Anlam Alanları veya “Fıkh-ı Bâtın”da Mahremiyet Algısı”; cilt: 4, sayı: 8; s 93-111; 2015 22. Demirci M. Kur’ân’a Göre Temel Hak ve Özgürlükler, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi ; sayı: 16; s49-68; 2005 23. Fettahoğlu S. Intenational Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Turkish Studies ; “Mahrem, Namahrem, İffet Kavramlarının Semantiği ve Kur’an da Kullanılış Biçimleri”tezi; s. 269-284; Ankara 2016 24. Karaman F, Karagöz İ, Paçacı İ ve ark. Dini Kavramlar Sözlüğü; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; Ankara; 2007

İSLAMİ İLİMLER

17


Tevekkül Bu çalışmada -tevekkül- kavramı 7 başlık halinde incelenmiştir. İlk olarak tevekkül kavramının dilsel açıdan incelemesi, sonrasında Kur’an ve hadislerde tevekkül kavramı, akabinde kavramla doğrudan ilişkili Esma-ül Hüsna’dan El-Vekil ismi, ardından tevekkül kavramını ihtiva eden bazı kavramların kısaca bahsi ve son olarak bir mütevekkil şahsiyet olan Hz. Yakub’un kıssaları anlatılmıştır. TEVEKKÜL (

KAVRAM ÇALIŞMA GRUBU Gülhan Dede Hicret Ravza Aytemiz 2 Merve Karaca 3 Mervenur Gürer 2 Ravza İmamoğlu * 4 Zülal Duru 1

2

İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 4 Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 1

2

* İletişim: imamoglu.ravza@gmail.com

18

KONAK

) KAVRAMININ DİLSEL İNCELEMESİ

Tevekkül, Allah’a güvenip dayanma manasına gelmektedir. Tevekkül; Arapça kökenli olup, “birine güvenmek, bir işi güvenilir birine bırakmak” anlamındaki “vekl” fiilinin tefa’ul babının mastar halidir. Bu kelime sözlükte; bir işin tamamını başkasına ısmarlamak, birini vekil kılmak, bir işte aciz olduğunu gösterip onu yapmayı başkasına verip beklemek, işi kendisi üstesinden gelemeyeceği için başkasına havale etmek, Allah’ın kuvvet ve kudretinde olana mutlak surette güvenmek ve ümit bağlamaktır. Tevekkül dinî ve tasavvufî bir terim olarak ise “bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece O’na güvenmesi, bir hedefe, bir amaca ve bir gayeye ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsini yerine getirdikten ve insani planda yapacak bir şey kalmadıktan sonra Allah’a dayanıp O’na güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Kişinin, kendini her durumda Allah’ın irade ve takdirine teslim ederek O’ndan gelene rıza göstermesi tevekkülün özünü


meydana getirir. Allah’ın takdirine rıza ve teslimiyeti tamamen pasif bir hayat sürülmesi veya her türlü tedbirin terk edilmesi şeklinde anlayan mutasavvıflar olmuşsa da mutasavvıfların çoğu amelî planda sebeplere başvurmayı tevekküle aykırı görmemiştir. Tevekkül kavramı insan sa’yı (çabası) ile doğrudan ilişkilidir. Buna örnek olarak; Yüce Allah, açıkça ve genel bir ifadeyle, “Tedbirinizi alın. “ (Nisa suresi, 71. ayet) buyurur. Yine savaştaki korku namazı sırasında bile, “Silahlarını yanlarına alsınlar. “ (Nisa suresi, 102. ayet) diye emreder. Müminlerden, düşmana karşı güçlerinin yettiği kadar hazırlık yapmalarını ister. (Enfâl suresi, 60. ayet) Hz. Musa’ya tedbir olsun diye, ümmetini geceleyin yola çıkarıp Firavun’dan kurtarmasını emretmiştir. (Duhan suresi, 23. ayet) Bir mucize eseri olarak Hz. Meryem’e hurma dalını meyve ile donattıktan sonra bile, kalkıp silkelemesini istemiştir. (Meryem suresi, 25. ayet) Böylece, çalışmanın ve sebeplere başvurmanın önemine işaret buyurmuştur. Tevekkülde itirazın nedeni nefsin benlik taslamasıdır, Allah’ı tanımamasıdır. Yüce Allah’ın gücünü, kudretini, ilmini, bu dünyaya ve insanlara tasarrufunu bilen bir insanın tevekkül hususunda sıkıntı yaşaması mümkün değildir. Tevekkül kavramının anlamını daha iyi anlamak ve kavramak için sözlükte ‘’vekl’’ kökünden gelen günlük hayatımızda kullandığımız diğer kelimelerin anlamlarını inceleyelim: VEKÎL: “Vekl” fiilinin mastar halidir. Allah’ın isimlerinden biridir. İşin havale edildiği kimse demektir. Terim olarak “bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan varlık” manasına gelir. MÜVEKKİL: “Vekl” fiilinin tef ’il bâbı ism-i mef ’ûlüdür. Vekâlet veren, birini kendine vekil olarak seçen kimse anlamına gelir. VEKÂLET: Fıkıhta bir kimsenin birine kendi adına hukukî işlem yapma

yetkisi vermesini ve bu yetkiyi ifade eder. Kendisine iş tevdi edilen tarafa vekîl, tevdi edilen işe müvekkelün-bih, işin sahibine müvekkil, vekil kılmaya tevkîl denir.

Bu çalışmada Kuran-ı Kerim’de “tevekkül” kavramının içinde geçtiği ayetleri; konuları, içerikleri ve nüzul sebepleri göz önünde bulundurarak başlıklar halinde inceledik.

MÜTEVEKKİL: ‘’Vekl’’ fiilinin tefa’ul bâbı ism-i mef ’ûlüdür. Allah’a tevekkül eden, işini Allah’ın iradesine, kadere bırakan, Allah’tan gelene razı olan.

Mü’minlerin özelliği olarak Allah’a güvenmek:

TEVEKKEL: ‘‘Vekl’’ fiilinin tefa’ul bâbı çekimidir. Her şeyi oluruna bırakan anlamına gelmektedir. KURAN-I KERİM’DE TEVEKKÜL KAVRAMI İslâm inancına göre; yaratılan varlıkların bütün fiilleri, halleri ve sözleri yüce Allah’ın takdiri ile meydana gelir. Onun için İslâm alınması gereken tedbirleri aldıktan sonra, insanlara ve aracılara değil, sadece Allah’a dayanma anlamındaki bir tevekkülü emreder. Bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müslümanlar sadece Allah’a dayanıp güvensinler.” (Âl-i İmrân, 3/122).

*Gerçek müminler şu kimselerdir ki, Allah hatırlatıldığı zaman kalpleri ürperir kendilerine O’nun ayetleri okunduğu zaman imanları güçlenir ve daima Rablerine güveniler. (Enfal: 2) İnsanlar tarafından yargılanmaya karşı Allah’a güvenmek: *O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için), “Bunları, dinleri aldatmış” diyorlardı. Halbuki kim Allah’a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. (Enfal: 49) Vekil ve idareci, yarattıklarının ihtiyaçlarını giderici olduğu için Allah’a güvenmek: İSLAMİ İLİMLER

19


lah’tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O’na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O’na dayansınlar. (Yusuf: 67) Kuran ayetlerinin hükümlerini kabul etmekte zorlanarak inkar eden insanlara ve onlardan gelebilecek manevi ve maddi zarara karşı Allah’a güvenmek: *Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size “Allah’tan korkun” diye emrettik. Eğer inkâr ederseniz biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah hudutsuz zengindir, ziyadesiyle övgüye lâyıktır. Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter. (Nisa: 131-132) *(Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O’na güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir. (Tevbe: 129)

*Dediler ki: Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz.

*O, doğunun da batının da Rabbi’dir. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O’nun himayesine sığın. (Müzzemmil: 9)

Biz “Tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış!” demekten başka bir söz söylemeyiz! (Hûd) dedi ki: “Ben Allah’ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.”

Bir insan olarak aciz kaldığımız durumda Allah’a güvenmek:

“O’ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin!” “Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” (Hud: 53-56) 20 KONAK

*Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik! “Başüstüne” derler, ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Allah da onların gizlice kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah’a dayan; sana vekil olarak Allah yeter. (Nisa: 80-81) *Yakub sonra şöyle dedi: Oğullarım! (şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Al-

*İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” Şu kadar var ki, İbrahim babasına: “Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez.” demişti. (O müminler şöyle dediler:) “Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” (Mümtehine: 4) Savaşa hazırlanırken Allah’a güvenmek: *Hani sen, sabah erkenden müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir. O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. Müminler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler. (Al-i İmran: 121-122)


*Bir kısım insanlar, müminlere: “Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!” dediler. (Al-i İmran: 173) Bir meselede karar verdikten sonra sonucu Allah’a bırakarak güvenmek: *O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever. (Al-i İmran: 159) Bize gelmiş ve bize gelebilecek türlü zararlardan kurtardığı için Allah’a güvenmek: *De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler. (Tevbe: 51) *Sonra şöyle dedi: Oğullarım! (şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O’na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O’na dayansınlar. (Yusuf: 67) *Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir. Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler. (Teğabun: 13) HADİSLERDE “TEVEKKÜL” KAVRAMI Tevekkül kavramı ayetlerde çokça zikredildiği gibi hadislerde de sıkça bu bahse değinilmiştir. Tevekkülün önemi, nasıl ve niçin tevekkül edilmelidir so-

rusunun cevabı Hz. Peygamberin (sav) olaylar karşısındaki tutumunda ve bize bu konuda verdiği öğütlerde gizli. Hz. Peygamber (sav) tevekküle, İbn Abbas’a verdiği şu nasihatlerinde dikkat çekmektedir: “Evladım! Sana bazı sözler öğreteceğim: Allah’ı(n hakkını) koru ki Allah da seni korusun. Allah’ı(n hakkını) gözet ki O’nu hep yanında bulasın. Bir şey isteyeceğinde Allah’tan iste. Yardım dileyeceğinde Allah’tan yardım dile. Şunu bilmelisin ki bütün toplum (varlık alemi) bir konuda senin yararına bir şey yapmak için bir araya gelse ancak Allah yazmışsa sana destek verebilirler. Yine bütün toplum (varlık alemi) sana zarar vermek için bir araya gelse ancak Allah yazmışsa sana zarar verebilirler.”

Resulü! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim?” diye sordu. Resulullah (sav) da, “Önce onu bağla, sonra Allah’a tevekkül et!” buyurdu. (T2517 Tirmizi, Sıfattü’l-kıyame, 60) Yine bir defasında Peygamber (sav), iki kişi arasında hüküm vermişti de bunlardan aleyhine hüküm verilen adam dönüp giderken, “Allah bana yeter. O, ne güzel vekildir.” dedi. (Bunu duyan) Hz. Peygamber (sav) de ona, “Allah, ihmalkarlık ve gevşeklikten hoşlanmaz. Senin akıllı davranman gerekir. Fakat artık yapabileceğin bir şey kalmadığı zaman, ‘Bana Allah yeter. O, ne güzel vekildir.’ de!” şeklinde hakkıyla tevekkül etmesi konusunda tavsiyede bulunmuştu.

Eğer siz gereği gibi (hakkıyla) Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) doymuş bir şekilde dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız. Hz. Peygamber bir hadisinde de; “Eğer siz gereği gibi (hakkıyla) Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp (akşam) doymuş bir şekilde dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi sizler de rızıklandırılırdınız.”diyerek tevekkülün hakkıyla yapılması gerektiğini çok güzel bir benzetme ile vurgulamıştır. (T2344 Tirmizi, Zühd, 33; İM4164 İbnMace, Zühd, 14) ‘Hakkıyla tevekkül etmek’ aslında maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve alınması gereken bütün tedbirleri alıp yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra, Allah’a güvenip dayanmak ve sonucu Allah’a havale etmektir. Nitekim Enes b. Malik’in anlattığına göre, bir adam, “Ey Allah’ın

Çalışıp çabalamadan kuru bir tevekkülle bir şeyler elde edeceğine inanan kimselerle karşılaşan Hz. Ömer’in onlara verdiği cevap da, tevekkülün ne olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda sahip olmamız gereken anlayışı ortaya koymaktadır. Bir gün Hz. Ömer, Yemen halkından (boş gezen) bazı insanlarla karşılaştı. Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu. Onlar da, “Biz tevekkül edenler (mütevekkiller) iz.” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer onlara, “Aksine siz hazır yiyiciler (müteekkiller)siniz. (Gerçek anlamda) Tevekkül eden, tohumunu yere atıp (sonra) Allah’a tevekkül edendir.” dedi. Peygamberimizin (sav) hicret arkadaşı Hz. Ebubekir ile Sevr mağarasında İSLAMİ İLİMLER

21


çok kişinin cennete gireceği anlatılmaktadır. (M524 Müslim, İman, 371) Tevekkül; O’na güvenmek, işi O’na havale etmek ise günlük hayatımızda her işimizde, dualarımızda bu inancı ve güveni dile getirmeliyiz. Ateşe atıldığı zaman, Hz. İbrahim (as), duaların en güzeliyle Rabbine tevekkül etmiş, “Hasbünallah ve ni’me’l-vekil” (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!) demişti. Aynı duayı Peygamber Efendimiz ve ashabı da yapmıştı. Uhud Savaşı sonrasında bir kısım insanlar, müminlere, “insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun.”dediklerinde bu, onların imanlarını arttırmış ve “Hasbünallah ve ni’me’l-vekil” (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!) demişlerdi.

saklanırlarken müşriklerin kendilerini bulmasından endişelenen yol arkadaşına söyledikleri de tevekkülün ve Allah’a sonsuz güvenin en güzel örneklerindendir. Kafirler onların izini bulup mağaranın önüne gelip dayandıklarında Hz. Ebu Bekir, “Onlardan birisi ayaklarının dibine bakacak olsa kesin bizi görür.” diyerek endişelenmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), “Üçüncüsü Allah olan iki kişiye sen ne olacağını zannediyorsun?” diyerek onu teselli etmiş ve Allah’ın kendilerini koruyacağına olan güvenini ve tevekkülünü göstermiştir. Arkadaşını, “Üzülme! Çünkü Allah bizimle beraber.” sözleriyle teskin etmiştir. Peygamberimiz gece vakti yola çıkarak ve Medine’den ters istikamette olan Sevr mağarasına sığınarak müşriklere yakalanmamak 22

KONAK

için elinden geleni zaten yapmıştı, onlar kapıya dayandıklarında ise gerçek ve hakkıyla edilen tevekkülün nasıl olması gerektiğini bize öğretmiştir. Onun hicreti bizlere başlı başına bir tevekkül örnekliği teşkil etmektedir. Bir başka hadisinde de Hz. Peygamber(sav) mütevekkillere şu müjdeyi vermiştir: “Ümmetimden yetmiş bin kişi hesaba çekilmeden cennete girecektir.” Orada bulunanlar, “Onlar kim ey Allah’ın Resulü!”dediklerinde Hz. Peygamber (sav), “Onlar (vücutlarını kızgın demirle) dağlamayanlar, üfürükçülük yapmayanlar ve Rablerine tevekkül edenlerdir.” diye buyurmuştur. Bu hadisteki yetmiş bin kişi ifadesiyle, belirli bir sayı kastedilmemekte, aksine bu niteliklere sahip olan pek

Allah Resulü’nün yatağa yatarken okunmasını tavsiye ettiği teslimiyet dolu dua ise şu şekildedir: “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana havale ettim. Azabından korkup, sevabını umup sırtımı sana dayadım. Senden (azabından) korunmanın ve güvende olmanın tek yolu, ancak sana (rahmetine) sığınmaktır. İndirdiğin Kitabı’na ve gönderdiğin Nebi’ye inandım. Beni öldürürsen (bozulmamış) fıtrat üzere öldür. Bu kelimeleri son sözlerim eyle.” EL-VEKÎL Lugati Çerçeve; Vekîl, vav-kef-lâm harflerinden türetilmiştir. Vekele, “güvendi, dayandı, itimat etti, sığındı” anlamına gelir. Vekâlet, “işini başka birine güvenmek ve ısmarlamak” demektir. Tevekkül, bir işte acziyet gösteren birinin o işi daha iyi yapan birine dayanıp onu kendisine vekil kılmasıdır. Vekîl olan, kendisine tevekkül edeni savunma konusunda tam ehliyet ve liyakat sahibi olandır. Avukat kelimesi yaygınlaşmadan önce Tükçe’de “avukat” yerine “vekil” kullanılırdı. Zira dava sahibi hakkını almak veya kendisine yönelik bir haksızlığı başından savmak için avukatı vekil kılmıştır.


Allah el-Vekîl’dir. Bunun tam açılımı şudur; sonsuz güven veren tek koruyucu otorite. O özünde el-Mu’min’dir. Mutlak güven verir ve güvenilmeyi ister. Güven verdiği için kulun da kendisine güvenmesini ister. Yani, kulunun vekîli olmak ister. Kulu tevekkül edip O’na vekalet verdiğinde, o fiilen kulunun “koruyucu otoritesi” olur. Vekîl, aynı vezinden olan tüm sıfatlar gibi zattan çok fiile dönük bir sıfattır. Üstelik hem fail, hem de mef ’ûl anlamı vardır. Fail anlamıyla “vekîl olan”, mef ’ul anlamıyla “vekîl kılınan” demektir. Sonsuz güven veren tek koruyucu otorite olan el-Vekîl’in koruyup kollaması için O’nu vekil edinen kişinin tevekkül etmesi gerekir. Bazı alimler el-Vekîl ile yine Esmâ-i Hüsnâ’dan olan el-Kefîl sıfatını eş anlamlı saymışlardır. Bu iki sıfat Kuran’da farklı formlarla yer aldığı için iki ayrı sıfattır. Fakat her iki sıfatın da iki harfi müşterektir: kaf ve lâm. Bu ise tıpkı sad ve mim harfleri müşterek olan samed, samt, savm kelimeleri arasındaki ortak anlamda olduğu gibi her iki sıfatı ortak bir manada buluşturmaktadır. O mana da vekâlet ve kefaretin birleştiği ‘niyabet’tir. Nazâri Çerçeve; Vekîl sıfatının Kuran’daki kullanımından şu tespit çıkar: Bu sıfat doğrudan tevhîd ile alakalıdır. Bunun anlamı açıktır: Allah Vekîl sıfatı ile sadece eşsiz ve benzersiz değil, aynı zamanda tek ve biriciktir. Zira Kuran’a göre Vekîl sadece Allah’tır. “De ki: Ey insanlar! Size Rabb’inizden Hak (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim. (Sadece tebliğ etmekle memurum).” (Yunus-108) “Belki de sen (müşriklerin:) “Ona (gökten) bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!” demelerinden ötürü sana vahyolu-

nan ayetlerin bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. (İyi bil ki) sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekîldir.” (Hud-12)

içerisinde 10. yıl, Medeni yıllar içerisinde 5. yıl dönüm noktalarıdır. Allah’ın güven veren tek koruyucu otorite olmasının bu dönüm noktalarında hatırlatılması hayli manidardır.

“Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekîl ve destek olarak Allah yeter.” (Azhab-48)

Vekîl sıfatı Kuran’ın nüzûl sürecinde ilk kez Müzzemmil suresinin 9. ayetinde geçer. Nüzûl sıralaması açısından sıfatlar içerisinde 7. sırada yer alır.

Kuranî Çerçeve;

İlginç olan nokta şudur; Vekîl ismi geldiği hiçbir yerde bir başka ilâhi isim ve sıfatla birleşmemiştir. Bu isim geldiği her yerde müstakil gelmiştir. Bunun sebebi Vekîl isminin kendisine manaca yakın olan Kefil, Hafîz, Kafî, Mü’min, Rab, Şehîd gibi isimlerin manasını içinde barındıran cami bir isim olmasındandır.

Vekîl Kuran’da hem Allah için hem de insan için kullanılır. Allah’tan başkaları için kullanımı iki başlık altında toplanabilir. ”Bekçi, koruyucu, gözetici, şahit” anlamlarına gelen kullanım. Bu anlamlardaki kullanımların Esmâ-i Hüsnâ ile ilgisi doğrudan değil dolaylıdır. Mesela Hz. Musa ile Hz. Şuayb kıssasında Hz. Musa’nın “Allah söylediklerimize vekil olsun.” cümlesi “Allah bu söylediklerimize şahit olsun.” manasındadır. Vekîl sıfatının insandan olumsuzlamak için kullanımı. Bu maddeye giren kullanımlar doğrudan ilişkilidir. Birinci maddenin dışındaki tüm kullanımlar bu türdendir. Bu türe giren kullanımların hepsinde de, insanın Vekîl olmadığı ve olamayacağı sadedinde gelir. Vekîl sıfatı 14 ayette doğrudan Allah için gelir. Bunlardan 8’i Mekkî sûrelerde 6’sı Medenî sûrelerdedir. İlk yılda Müzemmil-9 olmak üzere tek yerde kullanılır. 2. ve 10. yıllar arasında hiç Allah için kullanılmaz. 10. yılda kullanım sıklığı artar ve tam 5 kez gelir. 11. yılda 2 kez gelir. Hicri 3. yıla kadar kullanılmayıp Hicri 5. yılda bir kez daha zirve yaparak 5 kez gelir. Mekki yıllar

“Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar (özellikle) bunların içlerinden iyilik yapanlar ve takva sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır. Bir kısım insanlar, müminlere: “Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” dediler.” (Al-i İmran-172,173) Hasbunallah ve ni’me’l-vekil demek, özünde şeytana galip gelmektir. Şeytanın insan üzerinde hiçbir gücü yoktur fakat şeytan insanın zaaflarını yine kendisine karşı kullanır. Bu zaaflardan biri de korkudur. Bu ayetlerin indiği ortamda müminlere karşı korkuyu kullanmıştır. Yukarıdaki ayetin devamında: “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun.” (Al-i İmran-175)

İnsan “Allah bana yeter” dediği an her şey değişir. Bu, kendi kendine yetmediğinin itirafıdır. Bu kulluğun itirafıdır. İSLAMİ İLİMLER

23


Saadet-i dareynin adresinde ilk basamak imandır. İman tevhid ile mümkündür. Tevhid ise teslimiyeti gerektirir. Teslim olana Müslüman denir ve tevhid Müslüman’ın inancıdır. Bu kavramlar öyle iç içedir ki aslında, emeğini sarfettikten sonra bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi manasına gelen tevekkül kavramını izah ederken tevhid, teslimiyet, sabır, dua ve emek kavramlarına kısaca değinmek gerekir. TEVHİD Arapça “vahhade” fiilinden türeyen tevhid; sözlükte ‘birlemek, tek kılmak’ anlamına gelir. Terim olarak ise; Allah’u Teala’yı (zatında, rububiyetinde, uluhiyetinde, isim, sıfat ve fiillerinde tek kabul ederek) ibadetle birlemeyi ifade eder. Kuvvetli bir iman akabinde sebepler perdesinin şeffaflaşması ve Allah’ın isim ve sıfatlarıyla buluşmaktır. Yani yaşamımızda karşımıza çıkan maddi-manevi her şeyde Allah’ı görebilmek ve sebeplere takılmayıp her şeyde Allah’ı müşahede edebilmektir. Ayrıca tevhid, içerisinde şu güzel manaları da ihtiva eder: Allah Rasûlü “hasbunallah ve ni’me’l-vekil” demekle, korkuya teslim olmayıp korkuyu teslim alma dirayetini gösterdi. Allah’ı vekil edinmek, her türlü korku ve kaygıdan emin olmaktı. İnsan “Allah bana yeter” dediği an her şey değişir. Bu, kendi kendine yetmediğinin itirafıdır. Bu kulluğun itirafıdır. Bu, Allah’a bağlanmaktır. Bu, Allah’ı yardımca çağırmaktır. “Derken (Firavun ve adamları) gün doğumunda onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın adamları: İşte yakalandık! dediler. Musa: Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir. Bunun üzerine Musa’ya: Asan ile denize vur! diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (on iki yol açıldı), her 24

KONAK

bölük koca bir dağ gibi oldu. Ötekilerini de oraya yaklaştırdık Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekilerini suda boğduk.” (Şuarâ-60,66) Hz. Musa Firavun’un zulmüne karşı el-Vekîl olan Rabb’ine tam bir teslimiyet göstererek, yalnız ona güvenmiştir. Tıpkı Hz. İbrahim’in Nemrut’un ateşine atılırken göstermiş olduğu teslimiyet gibi. Allah bize yeter o ne güzel Vekîl’dir.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın isim ve sıfatları konusunda şirki reddetmektir. Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın hak ilah olduğunu kabul edip, insanların kafalarındaki ve yaşantılarındaki tüm batıl ilahları red etmektir. Tevhid; “la ilahe” ile red ettiren, “illallah” ile de kabul ettiren inanç sistemidir. Tevhid; inancı, ameli ve ahlakı ihtiva eden ilahi çağrıdır.

TEVEKKÜL İLE İLGİLİ KAVRAMLAR

Tevhid; insanları muvahhidler ve kâfirler olarak iki kısma ayıran bir rabbani ayırıcıdır.

“İman tevhidi, tevhid teslimiyeti, teslimiyet tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni (iki cihan saadeti) iktiza eder.” demiştir Bediüzzaman.

Tevhid, Müslüman’ın (teslim olanın) inancıdır. Ya da diğer bir ifade ile ancak tevhid inancının sahipleri Müslüman’dırlar.


TESLİMİYET Teslîmiyet; se-le-me kökünden gelir. Teslimiyet; teslim olmak, boyun eğmek ve başa gelen hadiseleri, Allah’ın kaderden bize ayırdığını (bu bir bela ve musibet olsa bile) gönül rızasıyla kabul etmektir. Teslimiyet aklı iptal etmek değil, aklını, seni aşan konuları senden daha iyi bilenin rehberliğine güvenerek kullanmak demektir. Geminin kaptanına, uçağın pilotuna, ameliyatı yapan cerraha, tavsiyesini istediğimiz bilgenin tecrübesine güvendiğimiz gibi kainatın sahibi, bütün noksanlardan münezzeh olan, tek olan, bir olan, El-Vekil olana güvenmek, teslim olmaktır. Teslimiyet insanı dosdoğru olmaya götüren sağlam bir güçtür. İnsan bir kez teslim oldu mu başta şeytan olmak üzere bütün çeldiriciler birer birer güçlerini yitirir, zayıflar ve tesir edemez hale gelirler. İmanla teslimiyet birbirini tamamlayan kavramlardır. İman edene mümin, teslim olana Müslüman denir. Teslimiyeti olmayan mümin tam mümin olamayacağı gibi, imanı olmayanın da zaten teslimiyeti söz konusu değildir. SABIR “Sa-be-ra” kökünden mastar olan sabır kelimesi sözlükte, “hapsetmek, tutmak, birini bir şeyden alıkoymak, dayanmak, kefil olmak, cüret ve şecaat” anlamlarına gelmektedir. Bunun yanında gelecek olan bir şey için acele ve telaş etmeyip beklemek, sükûnet, sebat, metanet, kendine hâkim olma, kendini tutma, başa gelen acıya karşı telaş ve üzüntü göstermeyip dayanma, yakınmamaktır sabır. İtidali muhafaza etmek, tahammül, ağrı ve acıya dişini sıkmak, edebi bozmamak, sıkıntı ve belalara sızlanmayı terk etmek, dili şikâyetten uzuvları yanlış hareketlerden korumaktır. Kader ve kazaya teslimiyettir. Kul, karşılaştığı sıkıntı ve belaların verdiği üzüntüyü sadece Allah’a arz eder ve O’nun yardımını ister. İnsanın altından

kalkamayacağı musibetler ile zor eda edeceği mükellefiyetler karşısındaki hâlini Allah’a arz etmesi, O’ndan yardım istemesi ve günahlardan korkup O’na sığınması olarak tanımlanabilecek olan şekvâ, yani şikâyeti Allah’a sunma hâli ise kazaya rıza gösterme hâline aykırı bir hâl değildir. Böyle bir tavır insanın niyetine göre bazen tevekkül ve teslimiyet bile sayılabilmektedir. Sabır, musibetle karşılaşılan ilk andan itibaren söz konusudur. Aynı zamanda sabır, haramlardan uzak kalmada ve dini emirlere uymada da gereklidir. DUA Sözlükte; “çağırmak, seslenmek, davet etmek, istemek ve yardım talep etmek” anlamlarına gelir. Dua kavramı; “saygı” ve “Allah’ı anma” (ta’zîm ve zikir) ile “çağrı” ve “istekte bulunma” (nidâ ve istiâne) anlamlarını birlikte içerir. Dua; sınırlı, sonlu ve aciz olan insanın bütün benliğiyle sınırsız, sonsuz ve kudret sahibi olan yüce Allah’a yönelip O’ndan istek ve dilekte bulunması, O’nunla arasında bir köprü ve diyalog kurmasıdır. Dua eden insan; bütün zayıflığı, acizliği ve ihtiyaçları içinde, Yüce Allah’ın sonsuz kudretinin ve yüceliğinin, isteklerini ancak O’nun lütfu ve yardımıyla elde edebileceğinin bilincindedir. Bu bilinçle yapılan dua; insanın Yaratan’ına olan inancının, güveninin ve O’na teslim oluşunun bir göstergesidir. İşte bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.s.); “Allah’a duadan daha değerli bir şey yoktur.” buyurmuştur. Tevekkül; O’na güvenmek, işi O’na havale etmek ise günlük hayatımızda her işimizde, dualarımızda bu inancı ve güveni dile getirmeliyiz. Ateşe atıldığı zaman, Hz. İbrahim (as), duaların en güzeliyle Rabbine tevekkül etmiş, “Hasbünallah ve ni’me’l-vekil” (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!) demişti. EMEK Emek; bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücüdür. Diğer bir ifadeyle emek; insanın bir amaca ulaşma-

sı, bir yarar elde etmesi için zihinsel ve bedensel olarak çaba sarf etmesi, gayret göstermesidir. İslam dini, insanın her alanda çaba göstermesini istemiştir. Yüce Allah bir ayetinde çalışmanın gereğini şöyle vurgulamıştır: “Gerçekten insan için kendi çalışmasının karşılığından başka bir şey yoktur.” Bir başka ayette ise herkesin kazancının karşılığını alacağı şöyle dile getirilir: “Allah, gökleri ve yeri yerli yerince yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” Allah’ın insanlara örnek olarak gönderdiği peygamberler, emekleriyle geçimlerini sağlamışlar ve çalışmanın karşılıksız kalmayacağı bilinciyle hareket etmişlerdir. Hz. Adem çiftçilik, Hz. Musa çobanlık, Hz. İdris terzilik, Hz. Davut demircilik ve Hz. Muhammed ise ticaret yapmıştır. Hiç kimse çalışmadan, emek vermeden istediğine ulaşamaz. Önce çaba sarf eder emek gösterir sonra işin sonucunu Allah’tan bekler. Allah’a teslim olur, tevekkül ise orada başlar. BİR MÜTEVEKKİL - HZ. YAKUB Kuran’daki peygamber kıssalarını düşündüğümüzde, yaşamının bizimle paylaşılan kısmı tamamen “tevekkül” kavramıyla bağdaşan Kuranî şahsiyet olarak Yakub Peygamber’i görüyoruz. Hz. Yakub’un yaşamı oğlu Hz. Yusuf ’un hikayesi içinde 4 sahnede Yusuf Suresi içinde karşımıza geliyor. Bu 4 sahnede de olaylarla bağlantı kurabileceğimiz en güçlü kavramlardan biri tevekkül oluyor. Sırayla bu 4 sahne üzerinden Hz. Yakub ‘un kıssası içinde “tevekkül” kavramını inceleyelim. İlk sahne, gördüğü rüya üzerine Hz. Yusuf ve babası Hz. Yakub arasında geçen konuşmayı anlatıyor; *Hani Yusuf babasına “Babacığım; ben rüyamda on bir yıldızın, güneşin ve ayın önümde secde ettiklerini gördüm” dedi. İSLAMİ İLİMLER

25


Babası ona dedi ki; “Yavrum bu rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açık bir düşmanıdır. Tıpkı rüyanda gördüğün gibi Rabb’in seni peygamber olarak seçecek, sana olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ile İshak’a yönelik nimetini nasıl tamama erdirdi ise, sana ve Yakub’un soyuna yönelik nimetini de tamama erdirecektir. Hiç kuşkusuz Rabb’in her şeyi bilir ve her işi yerinde yapar.” (Yusuf:4-6) Yakub Peygamber oğullarını tanıyor ve Yusuf ’un gördüğü rüya üzerine ona zarar vermelerinden endişe ediyor bu yüzden Yusuf ’tan rüyasını ağabeylerine anlatmamasını istiyor. Tam da bu noktada tevekkül kavramıyla karşılaşıyoruz. Allah’ın Peygamberi elbetteki Allah’ın bu noktada takdir ettiğinin gerçekleşeceğini biliyordu, ama o oğlunu uyararak elinden geldiği ölçüde tedbir almış ve sonuç noktasında Allah’a güvenmiş oldu. İkinci sahne; *Akşam olunca ağlayarak babalarına geldiler. Dediler ki; “Ey babamız, Yusuf ’u eşyalarımızın yanında bırakarak yarış yapmaya gitmiştik, o sırada onu kurt kapıverdi; her ne kadar söylediğimiz doğru ise de, bize inanmayacaksın. “ Yusuf ’un yalandan kana bulanmış gömleğini getirdiler. Babaları Yakub dedi ki; “Anlaşılan nefsiniz sizi kötü bir işe sürükledi, bana düşen yaman bir sabırdır, anlattıklarınız karşısında Allah’ın yardımına sığınıyorum. “ (Yusuf:16-18) Kardeşleri nefislerine yenik düştüler ve kıskançlıklarından dolayı Yusuf ’tan kurtulmak istediler, bunu kardeşlerini kuyuya atarak gerçekleştirdiler. Daha sonra da onu kurdun kaptığını söyleyerek babalarını kandırmaya çalıştılar. Yakub Peygamber oğullarının kendine yalan söylediğini biliyordu. Ancak bulunduğu durumda ortadan kaybolan

26

KONAK

oğlu için yapabileceği tek şey Allah’a güvenmek ve sabretmekti. Bir yanda kaybolan oğlu Yusuf diğer yanda nefislerinin kendilerini yanlış bir işe sürüklediği diğer oğulları karşısında, bu zor durumda, Allah’ın Peygamberinin gösterdiği güçlü tevekkül örneğini görüyoruz. Üçüncü sahne; *Yusuf ’un kardeşleri babalarının yanına dönünce dediler ki; “Ey babamız, erzak almamız yasaklandı, kardeşimizi bizimle birlikte gönder ki, erzak alabilelim, biz onu kesinlikle koruruz. “ Babaları Yakub dedi ki; “Daha önce kardeşi konusunda size duyduğum güvenin aynısını şimdi de onun hakkında mı size duyayım? En iyi koruyucu Allah’tır. O merhametlilerin merhametlisidir. “ Zahire yüklerini açıp da ödemiş oldukları bedelin kendilerine geri verildiğini gördüklerinde dediler ki; “Ey babamız, senden yanlış bir şey istemiyoruz. İşte ödemiş olduğumuz bedel bize geri verilmiş. Ailemize erzak getiririz, kardeşimizi koruruz, böylece bir deve yükü daha fazla zahiremiz olur. Bunu sağlamak kolay bir iştir artık. “ Babaları “Hep birlikte ölüm çemberine düşmeniz ihtimali dışında, onu kesinlikle geri getireceğinize ilişkin bana Allah adına sağlam bir güvence, bağlayıcı bir söz vermedikçe onu sizinle birlikte göndermem.” dedi. Oğullarının istediği güvenceyi vermeleri üzerine dedi ki; “Bu söylediklerimize Allah vekildir.” (Yusuf: 63-66) Bir önceki Yusuf ’un kaybolması olayındaki güvensizlik üzerine Yakub Peygamber, küçük kardeşlerini diğer-

leriyle beraber göndermek istemiyor. Ancak içinde bulundukları durum gereği buna mecbur kalıyor. Bu durumda da yine Yakub Peygamber’in aldığı tedbirleri görüyoruz; ilk olarak önceki Yusuf olayını oğullarına hatırlatıyor ve daha sonra Allah huzurunda oğullarından kardeşlerini koruyacaklarına dair söz istiyor, daha sonra bu söze Allah’ı şahit tutuyor. Tedbirin bu kısmı Hz. Yakub ve oğulları arasındaki hukuka dair ve küçük kardeşlerine ağabeylerinden gelecek bir güvensizliği önlemek için. Daha sonra çevreden gelebilecek zararları önlemek adına oğullarından birkaç tedbir almalarını istiyor; “Yavrularım, şehre aynı kapıdan girmeyiniz, değişik kapılardan giriniz. Gerçi ben Allah’ın size ilişkin hiçbir ön kararını başınızdan savamam. Egemenlik sadece Allah’ın tekelindedir. Ben yalnız O’na güveniyorum. Tüm dayanak arayanlar da yalnız O’na güvenmelidirler. “ (Yusuf: 67) Hz. Yakub elbette Allah’ın takdir ettiğinin gerçekleşeceğini biliyordu, ancak oğullarına tedbir almalarını söyledi. İşte tam da burada, tedbir almak ve Allah’a güvenmek noktasında tevekkül kavramına bakışımızı nasıl inşa etmemiz gerektiğini anlamış oluyoruz. Dördüncü sahne; *Hz. Yakub dedi ki; “Herhalde nefsinizin kışkırtması ile bir komplo düzenlediniz. Bana yaman bir sabır düşüyor. Belki de Allah bana tüm oğullarımı birlikte kavuşturacaktı. Hiç şüphesiz O, her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir. “ Hz. Yakub, yüzünü başka tarafa çevirerek; ‘Vah Yusuf ’um vah!’ diye inle-

Ben hüznümü ve kederimi yalnız Allah’a arz ederim ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.


di. Gözleri hüzünden ağarmıştı, buna rağmen acısını içine gömüyor, belli etmiyordu.

sizin bilmediklerinizi biliyorum. “

Oğulları; “Vallahi, Yusuf Yusuf diye diye ya yatağa düşeceksin, ya da helâk olacaksın” dediler.

“Ey oğullarım, gidiniz Hz. Yusuf ’u ve kardeşini arayınız, Allah’ın lütfundan ümit kesmeyiniz. Çünkü Allah’ın lütfundan, sadece kafirler ümitsiz olur. “ (Yusuf: 83-87)

Hz. Yakub, oğullarına dedi ki; “Ben acımı ve ızdırabımı yalnız Allah’a şikayet ediyorum ve ben Allah hakkında

Hz. Yakub bir kez daha oğullarıyla Yusuf ’un kayboluşunu hatırlatacak bir olay yaşıyor. Bu sahnede Hz. Yakub’un

sabrını ve tevekkülünü en iyi özetleyen ayeti görüyoruz; “Ben hüznümü ve kederimi yalnız Allah’a arz ederim ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim. “

KAYNAKÇA 1. Türk Dil Kurumu. Büyük Türkçe Sözlük; Türk Dil Kurumu Yayınları; Ankara

7. Kuran’ı Kerim Diyanet İşleri Başkanlığı Türkçe Meali; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

2. Feyizli H.T. Feyz’ül Furkan; Server Yayınları; İstanbul; 2016

8. Yazır EH. Hak Dini Kuran Dili; Azim Yayınları;İstanbul; 2007

3. Kutub S. Fi Zilal’il Kuran; Dünya Yayıncılık; İstanbul; 1991

9. Yüksel N. Konularına Göre Kur’an-ı Kerim Fihristi; Bayrak Yayınları; İstanbul; (1991)

4. Karaman H, Çağrıcı M, Dönmez İ.K. ve ark; Kuran Yolu Türkçe Meal ve Tefsir; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; Ankara; 2007

10. Abdülbaki M.F. El-Mu’cemü’l-Müfehres Li-Elfazi’l-Kur’ani’l-Kerim; Çağrı Yayınları; İstanbul; 1990

5. İslamoğlu M . Kuran’a Göre Esma-i Hüsna; Düşün Yayınları; İstanbul; 2011

11. Esed M. Kur’an Mesajı Meal-Tefsir; İşaret Yayınları; İstanbul; 2002

6. Diyanet İşleri Başkanlığı. Hadislerle İslam 1; “Hadislerin Hadislerle Yorumu”;Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; Ankara

12. Karaman F. ; Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi; “Tevekkül İnancı Üzerine Bir Araştırma”; sayı: 1, s 6792; 1996

13. Çağrıcı M, Uludağ H. İslam Ansiklopedisi; “Tevekkül”; cilt:41, s1-2; 2012 14. Aybakan B. İslam Ansiklopedisi; “Vekâlet”; cilt:43; s1-6; 2013 15. Topaloğlu B. “Vekîl”;İslam Ansiklopedisi; cilt:43; s9-10; 2013 16. Deri M. Kur’anî Hayat Dergisi; “Kur’anî Terminolojide Tevekkül Kavramı”; sayı Mayıs-Haziran 2012 17. Hatip A. “Tevekkülün Hakikati, Fazileti ve İnsan Sa’yi (Çabası) İle Bağdaşabilirliği Problemi” ; Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi; sayı: 17; s 41-58; 2006 18. Kuran’dan Hayata Derneği; El-Vekîl

İSLAMİ İLİMLER

27



İSLAM ŞEHİRLERİ Araştırmaları Koordinatörlüğü Şehirlerin İslam Medeniyeti’nin simgesi olduğuna, bu yüzden şehirlerin ve ruhunun bizlere emanet olduğuna inanmakta olup, emanetleri korumanın en iyi yolunun onları tanımak ve tanıtmak olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda her ay İslam dünyasındaki kadim şehirlerden biri üzerine yapılan okumalar ile, günümüze miras kalan yazılı ve mimari eserler göz önüne alınarak incelemeler yapılmaktadır. Koordinatörlüğümüz İslami düşünceyi, somut simgelerinden biri olan şehir ile kavramaya çalışmaktadır.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Şehir Tarihi • Şehrengiz Edebiyat Gözüyle Şehir • Kadim İlim Okulları ve Alimler • İslam Şehir Estetiği • Seyahatname Okumaları • Sağlıklı Şehir • Şifahaneler ve Tıp Okulları 2. Seminer Bağdat Kudüs San’a Semerkant-Buhara Konya Şam Kurtuba Üsküp Bursa Tunus İsfahan Medine Kahire Amasya 3. Gezi • Konya • Bursa • Amasya


Medine-i Münevvere İSLAM MİMARİSİ ÖZELLİKLERİ VE ESERLERİ

İSLAM ŞEHİR ESTETİĞİ ÇALIŞMA GRUBU Aysel Bozkurt Betül Benek * 3 Beyza Sena Bağcı 4 Ebru Bürkük 5 Hatice Duzlu 6 Kübra Nur Altıntaş 7 Leyla Dönder 8 Zeynep Balık 1

2

Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi 2 Ufuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3 Selçuk Üniversitesi Mühendislik Fakültesi 4 Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi 5 Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi 6 Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi 7 Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 8 Hacettepe Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 1

* İletişim: b.benek65@gmail.com

30 KONAK

İslam mimarisi, İslam dinini benimsemiş halkların oluşturduğu mimari yapıtların tümünü kapsar. Dinin yayılmasının geçirdiği aşamalar ve bunun güzel sanatlara yansıması bakımından İslam mimarlığı tarihsel olarak üç aşamada incelenebilir. İLK DÖNEM İSLAM MİMARLIĞI İslam’ın öğretilerine bağlı olarak oluşturulmaya çalışılan yeni kültürün eserlerini gördüğümüz dönemdir. Müslümanların kendinden önce geleni yıkmaması ve üzerine inşa etmeyi benimsemesi bu dönemi anlamayı zorlaştırmaktadır. Emeviler döneminde Şam, Abbasilerin ilk zamanlarında Bağdat, yoğun Müslüman nüfusuyla İslam kültürün gelişme merkezleri olmuştur. Emevi halifesi Velid dönemi ilk dönem İslam mimarisinde ön plana çıkan dönemdir (706-715) Bu dönemde gelişen yapılar: Cami ve mescidler, ribatlar, türbeler, medreseler ve saraylardır. Cami, İslam mimarlığının en önemli ve en özgün yapı tiplerinden biridir. İlk yıllarda Müslümanların ele geçirdiği her merkezde yeni mescitlerin yapılması en önemli gelişmedir. Ribat; İslam imparatorluğunun sınır savaşlarına katılan askerlerinin konakladığı kale benzeri yapılardır. İslam İmparatorluğunun 8. yüzyıldan başlamak üzere sınırların korunmasını murabitun denilen inanç savaşçılarına bırakmıştır.


ORTA DÖNEM İSLAM MİMARLIĞI İslam sanatının orta dönemi 11.yüzyılın ilk yıllarında başlar, merkezî devletin yerini çok sayıdaki hanedanlara bıraktığı 1500’lere değin uzanır. Bu dönemde Türk ve Moğol yayılmasıyla gelen yeni halklar ve kurumlar İslam dünyasına katılmıştır. Bu dönemde politik bakımdan olduğu kadar, dinsel ve kültürel açıdan da karışıklık görülmektedir. Şii ayrılığı, tasavvuf düşüncesinin ortaya çıkması yine bu döneme tekabül eder. Bu süreçteki büyük çeşitlilik şaşırtıcı bir sanatsal gelişimin de hazırlayıcı unsuru olmuştur. Fatımiler, Memlükler, İlhanlılar ve Timurlular eserleri ön planda bahsedilecek gruplardır. SON DÖNEM İSLAM MİMARLIĞI Politik ve düşünsel bir bağımsızlık ortamında oluşturulan son dönem İslam mimarlığının örnekleri Osmanlılarda, Safevilerde ve Hint-Türk İmparatorluğu’nda ortaya konmuştur. Kültürel açıdan birbirine benzemeyen bu üç imparatorluk, ortak bir geçmişe, atalarıyla ve buna bağlı sanatsal biçimlerle ilgili ortak bir bilince sahiptir. CAMİİ MİMARİSİ İslam dünyasında inşa edilen ilk cami örneği: Medine´deki Mescid-i Nebevi’dir. İlk safta namaz kılmanın daha önemli olmasına binaen dikdörtgen plana sahip bu cami diğer camilere de yön vermiştir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devrinde fethedilen yerlerde de ordugah camileri inşa edilmiştir. Kerpiç duvarlarla çevrili bu camilerin güneyi örtülüp gölgelik yapılmıştır. Bugün bildiğimiz anlamda minare bulunmayan ilk camilerde, müezzin ezanı çardağa çıkıp okumuştur. Emeviler devrinde eski camiler yenilenip büyük camilerin yapımına başlanmıştır. Abbasiler devrinde tuğla kullanılmış, cami dışında ‘malviye’ denilen minare bu devirde ortaya çıkmıştır. Bu dönemin temsili camileri: Samarra Ulu Camii,Ebu Dulef Camii’leridir.

Büyük Selçuklulara gelindiğinde mihraplar alçılarla süslenmiş, dört eyvanlı camiler ve tuğladan eyvanların üzerinde sathi kemerler ortaya çıkmıştır. Atabeğlerden Zengiler zamanında ise camilerde mermer kaplama ve mozaikler dikkat çekmektedir. Memlüklülerde Türk-Arap üslubunun sentezi ile ortaya konulan camiiler görülmekteyken Safevilerde göz alıcı taç kapılar, çiniler, yazı firuzenleri dikkat çekmektedir. Hindistan´da kurulan Türk-İslam devletlerindeki camilerde yan yana üç kubbenin örttüğü enine genişleyen bir mekânda, dantela gibi örülmüş mermer işçiliği ve Hind saray mimarisinin unsurları dikkat çekmektedir. Anadolu Selçukluları’nda ise cami mimarisi üç devir geçirmiştir: 1. Ağaç ve taştan sütunlu ve düz damlı camiler 2. Tonoz ve kubbelerle örtülü camiler (Küçük de olsa üstü açık avlular da bulunmaktadır.) 3. Üstü tamamen örtülü camiler Anadolu Beylikleri döneminde Selçuklu´dan Osmanlı´ya geçiş dönemi yaşanmıştır. Tek kubbeli camilerin ortaya çıkışı, camilerin önüne son cemaat yerinin eklenmesi ve cephenin mermer levhalarla kaplanması devrin özelliklerindendir.

Cami mimarisinin en parlak devri Osmanlı döneminde olup çeşitli üslupların uygulandığı görülmüştür: 1.Bursa Üslubu (1335-1501): Selçuklu´nun devamı niteliğindedir. Ters T Planı uygulanmış, çini kaplamalar kullanılmıştır. 2.Klasik Üslup (1501-1703): Kubbeler kasnak üzerine oturtulmuş, karnaslı ve baklavalı sütunlar kullanılmıştır. Merkez kubbenin yanında yarım kubbelerle de mekânın genişliği sağlanmıştır 3.Lale Üslup (1703-1730): Klasik üslubun ağırbaşlı ve sert çizgileri yerine çiçek ve nebat kıvrımları hâkim olmuştur. 4.Barok Üslubu (1730-1808): Avrupa´nın taklid edilmeye başlandığı dönemdir. Mimari klasik üslubundan tamamen ayrılmış, sütunlar incelmiş, başlıklarda karnas yerine barokun kıvrımlı yaprakları, duvarlarda çini yerine freskler yer almıştır. 5.Ampir Üslubu (1808-1875): Fransa´da Napoleon devrinde ortaya çıkan bir üslubun taklididir. Bu üslubun karakteri: gömme düz yarım sütunlar,daire kavsi pencereler ve palmetlerle süslü başlıklardır. 6.Yeni Klasik Üslub (1875-1923): Barok ve Ampir usüllerine karşı mimariyi millileştirmek için ortaya çıkmıştır.

İSLAM ŞEHİRLERİ

31


Son dönemden itibaren caminin ana unsurları mihrab ve minber, müezzin mahfili, vaaz kürsüsü, hünkâr mahfili, son cemaat yeri, minare ve şadırvan olarak belirtilebilir. MEDİNE’NİN KURULUŞU VE TARİHİ Medine kelimesi Arapçada ‘yerleşmek, şehir kurmak, kale inşası yapılan yüksek yer’ gibi anlamlara gelmektedir. Farabi, Medine kelimesini belli bir gaye ile bir şehirde toplanmış olan kimselerin meydana getirdiği topluluk (şehir) olarak tanımlamaktadır. Medeniyet sözcüğü de Medine kelimesinden türetilmiştir. İslamiyet zuhur ettikten sonra İslam şehirleri anlayışı da oluşmaya başlamıştır. İslam ülkelerinin en bariz vasfı, şehirlerinin görünüşüdür ve bu İslam fıkhına dayalı bir yapılanmadır. Müslümanların ilk şehri ise Medine’dir. Medine, Mekke’nin yaklaşık 440 km. kuzeyinde yer alır. İslam öncesi adıyla Yesrib, verimli ve düz bir arazi üzerine kurulmuştur. Yesrib’in ilk sakinleri Hz. Nuh’un soyundan gelen ‘İbîl (veya Ubeyl) olup daha sonra Amâli32

KONAK

ka kavmi buraya yerleşmiş ve burada hâkimiyet kurmuştur. Arap ve Yahudi kavimler ile ilgili birçok rivayete göre Babil ya da Roma baskınından kaçan Benî Kurayza, Benî Kaynukâ ve Benî Nadîr Yahudileri Medine’yi yurt edinmişlerdir. Müslümanların hicret ettiği dönemde (ms. 620) Medine’deki yerleşim düzeninin Kabile öbekleri şeklinde olduğu bilinmektedir. Kültürel bir homojenliğin, ortak bir inanç sistemi veya merkezi bir otoritenin olmaması sebebiyle sosyal hayata tamamen kabile gelenekleri hâkimdi. Her kabile (Arap ve Yahudi) kendine ait bir mahallede otururdu ve kendilerine ait tarım arazileri mevcuttu. Bu yaşam şekli nedeniyle teşkilatlı bir alt yapı mevcut değildi. Hz. Muhammed (s.a.v) teşkilatlı bir sosyal alt yapının İslam’ın tebliği açısından elzem olduğunun farkında olduğu için ilk icraatları bu yönde olmuştur. Bu nedenle teşkilatlanmanın ilk adımı olarak dini ve siyasi bir merkez niteliğini taşımakta olan Mescid-i Nebevi’nin inşaatına başlanmıştır. Caminin tamamlanmasından sonra Mekkeli muhacirler için yapıla-

cak evlerin yerlerinin tespiti için kent mahallelerinin hudutlarının tasarımı, tespiti ve planlanması yapılmıştır. Bu aşamada Hz. Peygamber (sav), birçok konutun yerini tespit etmiş, kent planlaması ve bazı evlerin inşasında işin içerisinde olmuştur. Hz. Peygamber (sav) hicret etmeden önce Yesrib’de yollar mevcuttu. Ancak, Medîne’nin şehir planından bahseden kaynaklar incelendiğinde, yolların çoğuna Hz. Peygamber(sav) devrinde isim verildiği görülür. Hz.Peygamber devrinde, yol ve caddeler, Mescid-i Nebevî’nin kapıları esas alınarak düzenlenmiştir. Mescid’in kapılarından başlayan bu yollar, mescidin çevresinde meskun Muhacir ve Ensar’ın evlerine açılacak şekilde planlanmıştır. Hz.Muhammed’in yolların genişliklerinin 7 zira‘ (~3.5m.)’dan az olmamasını uygun bulduğu rivayet edilmiştir. Bu şekilde inşa edilen Medine daha sonraki dönemlerde kurulan İslam şehirleri için büyük bir örnek teşkil etmektedir. Medine, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanlarında da devlet merkezi olarak kalmıştır. Hz. Ali’nin halifeliği zamanında devlet merkezi Kûfe’ye taşınmış ve bu tarihten sonra Medine bir ilim merkezi hâline gelmiştir. 4 halife devrinden sonra Emeviler ve Abbasiler sırası ile Medine’yi hakimiyeti altına almıştır. 974 (H. 364)’de Medine’nin etrafı Fatımi tehdidi sebebiyle surlarla çevrilmiştir. Bedevi saldırılarının artması sonrası Nûreddîn Mahmûd Zengî, 1162 (H. 557)’de şehrin daha büyük bir kısmını içine alan, kapı ve burçları bulunan ikinci ve daha muhkem bir sur yaptırmıştır. Memlûklerin idaresi altında da bulunduğu sırada Medîne-i Münevvere, Hicaz emîri tarafından idare ediliyordu. Hicaz emîri Şerîf Ebü’l-Berekât, oğlu Ebû Numme’yi göndererek Osmanlı pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hân’a bağlılığını bildirmesi sebebiyle 1517 (H. 923)’de Türk hâkimiyetine girmiştir. 1804 (H.


1219)’de Vehhâbîlerin işgaline uğrayan Medine,1812’de Tosun İbrahim Paşa tarafından tekrar Osmanlı idaresine geçirilmiştir. 1914-1918 (H. 1333-1337) seneleri arasında meydana gelen Birinci Cihan Harbi sonunda Suûdoğullarının hakimiyetine girmiştir. MESCİD-İ NEBEVİ MİMARİ ÖZELLİKLERİ Mescid-i Nebevi’nin inşa edildiği alan, Hicret sırasında Hz. Muhammed’in üzerinde bulunduğu devenin çöktüğü yerdir. Yapımına 622 yılında başlanmış 623 yılında tamamlanmıştır. İlk Plan ve Özellikleri Yapı ilk inşa edildiğinde tek sıra kerpiçten, yaklaşık 1.60 m kadar yükseklikte çevre duvarı ile kuşatılmış üzeri açık 60 x70 zira (1022 metrekare) bir alana sahiptir. İlk yapı basit ve sade bir görünüme sahiptir. Kıble yönünün Kudüs olduğu bu ilk dönemde yapıya doğu, batı ve güney yönde olmak üzere

3 kapıdan girilmekte olup ortada üstü açık bir avlu kuzey duvarı boyunca kapalı bir kısımdan oluşmaktadır. Bu kapalı mekan İslam mimarisindeki ilk sahın örneklerindendir. Daha sonra güney yönde başka bir kapalı mekan inşa edilmiştir. Bu kapalı kısma suffe denilmekte olup yoksul muhacirlerin kalması için inşa edilmiştir. Avlunun ortasında bir kuyu, doğu ve güney tarafında Hz.Muhammed ve eşlerine ait odalar bulunmaktaydı. Kıble istikameti Kudüs’ten Mekke’ye çevrilince Mescidi Nebevi’nin planı da değişmiştir. Kuzey duvarı boyunca yer alan kapalı kısım güneye alınarak, güneyde yer alan suffe de kuzeye alınmıştır. Avlusunda bir kuyu bulunmaktadır. Bu kuyu daha sonraki camilerde, şadırvan, havuz ve çeşme geleneğini başlatmıştır. Mescidin harim kısmının üzeri hurma dalları ile örtülmüştür. Bu çatı kısmı, camilerde, ahşap tavan geleneğini başlatmıştır.

MESCID-I NEBEVI’NIN BÖLÜMLERI HÜCRE-I SAADET Hz.Muhammed’in Hz.Aişe’nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saadet adıyla anılmaya başlanmıştır. Hz.Ömer ve Hz.Osman Mescid-i Nebevi’yi genişletirken hücre-i saadeti ve diğer odaları olduğu gibi bırakmışlardır. Hücre-i saadetin dışındaki diğer odalar Velid zamanındaki genişletmede mescide dahil edilmiştir. Mescid-i Nebevi ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde Hücre-i Saadete öncelik verilmiş, burası Hz. Peygamber›in minberinin bulunduğu yerle bütünleşerek mescidin en önemli bölümü haline gelmiştir. MİNBER Hz.Muhammedin Mescid-i Nebevi’ de cemaate hitap ederken dayanması için hurma ağacından bir kütük konulmuş,

Mescid-i Nebevi’nin Genişletilmesi

Yüzyıl 629 7. yy

639

707-710 8. yy

Dönem

Sonuç

Hz.Muhammed

Mescid-i Nebevi kare biçimini almıştır

Hz.Ömer

6 kapı Toplam 110m2

Hz.Osman

Toplam 496 m2

-Emevi dönemi -Halife Velid bin Abdülmelik zamanında Ömer bin Abdülaziz tarafından yürütülmüş

Toplam 2369m2 4 minare eklenmiştir Orijinal şekli korunmuştur

-Abbasiler dönemi -Halife Mehdi bin Mansur zamanında

Orijinal şekli korunmuştur Avluda genişleme olmuştur

9, 10, 11.yy

Genişletme olmamıştır

12. yy

1180

13. yy

1257

14. yy

1305-1306

Nasır Muhammed bin Kalavun

Orta alanının doğu ve batısındaki tavanlar yenilenmiştir

1455

Şeyh Doğan

Batı tarafında Hanefi mihrabı (Süleyman mihrabı) yapılmıştır.

1474

Eşref Kayıdbay

Sütunları, duvarları ve minareleri de ihtive eden geniş kapsamlı bir onarım yapılmıştır

1481

Ana minareye yıldırım düşmesi sonrası Eşref Kayıdbay,Emir Sungur Cemali

120.000dinar(1.5 trilyon) harcanmıştır

15. yy

En-Nasır Lidinillah 1256 yılı Ramazan ayındaki yangın sonrası Zahir Baybars El-Bundukdari döneminde bitirilmiştir

Zahire kubbesi yapılmıştır Zahire kubbesi hariç her yer yenilenmiştir

İSLAM ŞEHİRLERİ

33


Mescid-i Nebevi’ de Hz.Muhammed’in mihrabından başka mihraplar da vardır. Hz. Osman, mescidde zemini yükseltilerek çevresi kuşatılan ve maksure adı verilen bir yer yaptırmış ve burada namaz kılmayı adet edinmiştir. Ömer b. Abdülaziz, Mescid-i Nebevi’yi imar ederken bu maksurenin yerine niş tarzında bir mihrap yaptırınca burası Hz. Osman’ın mihrabı olarak anılmaya başlanmıştır. Maksurenin kuzeyinde Hz. Peygamber’in gece namazı kıldığı yerdeki “mihrabü’t-teheccüd” olarak tanınan mihrap Kayıtbay ve Abdülmecid devirlerinde yenilenmiştir. Mushaf konulan ahşap dolabı dışında bugün de mevcut olan bu mihrabın üzerinde altın süslemeler ve teheccüd ayetleri yazılıdır. Mescid-i Nebevi ‘de farklı mezhepler için ayrı ayrı mihraplar konulmuştur. Bunların en meşhuru Hanefi mihrabıdır. Kanuni Sultan Süleyman tarafından beyaz ve siyah mermerden yaptırılarak tezyin edilen ve üslubu Kayıtbay mihrabına benzeyen bu mihrap Süleymaniye adıyla meşhur olmuştur. Memluk ve Osmanlı dönemlerindeki mihrapların kademeli girift kemerinde ve köşelerindeki mermer kaplamalarda ince bir işçilik göze çarpmakta, üzerlerinde kıbleyle ilgili ayetler yer almaktadır. MİNARE cemaatin Hz. Peygamber’in yüzünü görememesi ve sesini işitememesi üzerine ılgın ağacından arkasında üç sütunu bulunan üç basamaklı ilk minber yapılmıştır. Bu ilk minber 1256 yılındaki bir yangında yanınca yerine Yemen Hükümdarı el-Melikü’l-Muzaffer Şemseddin tarafından gönderilen minber konulmuştur. Memluk Sultanı Berkuk’un 1395’de gönderdiği minberi 1417’de Memlük Sultanı Şeyh el-Mahmud değiştirmiştir. Bu minber 1481 yılındaki yangında hasar görerek kullanılamaz duruma gelince Medineliler tuğla ve alçıdan yeni bir minber yaptırmış, bu minber Kayıtbay tarafından mermer minberin Mescid-i Nebevi’ye 34

KONAK

konulmasına kadar kullanılmıştır. Kayıtbay’ın minberi daha sonra Mescid-i Kuba’ya taşınarak yerine lll. Murad’ın yolladığı mermer minber konulmuştur. MİHRAP Mescid-i Nebevi mihrabı bugün süsleme açısından verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Her ne kadar Mescid-i Nebevi ilk inşa edildiğinde bir mihraba sahip değilse de 1483 yılında Memlük Sultanı Kayıtbay’ın siyah-beyaz ve renkli mermer malzeme kullanılarak, geometrik motifler, madalyon ve şerit halinde celi sülüs yazılarla süslettiği mihrap bugünkü abidevi görünümüne kavuşmuştur.

Memluk sanatının en önemli örneklerinden biri olan güneydoğu köşesindeki minare bugün ayaktadır. Osmanlı döneminde mescidin kuzeydoğusundaki minare yıkılarak, Kanuni Sultan Süleyman’a nisbetle Süleymaniye olarak adlandırılan üç şerefeli bir minare inşa edilmiştir. Abdülmecid döneminde kuzeybatıda Mecidiye, güneybatıda Babüsselam. Batıda ise Babürrahme diye anılan minareler yapılmıştır. Mescidin Reisiyye dışındaki minareleri tamamen Osmanlı tarzını yansıtmaktadır. Mescid-i Nebevi’nin 1994’te tamamlanan son imarında minare sayısı 10’a çıkarılmıştır. Yeni eklenen altı minare dörder şerefelidir.


KAPILAR Babüsselam Kapısı Mescid-i Nebevî’nin batısında yer almaktadır. İlk Suudi genişlemesi sonunda her ne kadar önceki kapı yıkılmasa da Mescidin genel formuna uydurmak amacıyla tamamen giydirilmiştir. Kapının cepheden iki sütun üzerine yuvarlak bir kemer ve kemer üzerinde iki adet silme ve en üstte bir tepelik görülmektedir. Bu tepeliğin ortasında Abdülmecid’in tuğrası yer almaktadır. Babür Rahme Kapısı Hz. Muhammed’in Batı yönünde açtırdığı bu kapı mescidin batı yönündeki o zamanki sınırıdır. Hz. Ömer’in evinin de bu kapı ile Babüsselam arası bir yerde olduğu rivayet edilir. Dışarıdaki kapı iki sütun üzerinde düz bir Lento taşı ve onun üzerinde dikdörtgen bir alınlık, silmeler ve tepelik yer alır. Babül Cibril Kapısı, Babül Nisa kapısı, Babül Mevt Kapısı, Babül Baki Kapısı da doğu cihetindedir. Bunlar, üzerindeki yazılar hariç adeta aynıdır. Süsleme Özellikleri Yapılan ekleme ve onarımlarla tezyinat açısından oldukça gelişen yapı günümüzde ihtişamıyla göz kamaştıracak niteliktedir. Tezyinat niteliğindeki ilk düzenlemeler Hz. Osman döneminde eklenen sütunlarla olmuştur. En kapsamlı düzenlemelerin yapıldığı Sultan Abdülmecid devrinde ise Mescid-i Nebevi’nin zemini mermer malzeme ile kaplanmış, sütun başlıkları altınla süslenmiş, kıble duvarı ise Osmanlı çinileriyle kaplanmıştır. Aynı zamanda Hattat Abdullah Zühdü tarafından mescidin bütün kubbesi, kıble duvarları ve kapılarının üstü, birbirinden kıymetli hat sanatı örnekleriyle donatılmıştır. Hücre-i Saadet odası ise yine Osmanlı döneminde bir takım değişiklikler geçirerek 4. Murat tarafından kubbesi yeşile boyatılmış ayrıca hücrenin dış duvarlarını çinilerle kaplatmıştır.

Hamidiye cami, Hz.Ömer Mescidi, Hz.Ebubekir Mescidi, Gamame Mescidi, ve Mescidi Nebevi’nin güney kısmı Osmanlı’daki hali ile günümüze ulaşan yapılardır. MEDİNEDEKİ DİĞER MESCİTLERİN TANITIMI VE YAPILAN RESTORASYON ÇALIŞMALARI 1. KUBA MESCİDİ YAPIM VE RESTORASYON ÇALIŞMALARI Yeri: Mescid-i Nebevi’nin güneyindedir. Tarihi: 1543 tarihli tamir belgesine rastlanmıştır. Bugünkü Durumu: Günümüzde tamamen yenilenmiş ve mimari özellikleri büyük orada değiştirilmiştir.

ba’nın duvarları yenilenmiş üstü düz ahşap tavan yerine sütunlar üzerinde kemerlere oturan ve basık yarım küre kubbelerden oluşan tavanla örtülmüştür. Planda arka kısımdaki çift sıra sütunlu revak tek sıraya düşürülmüş böylece yapı İstanbul’daki selâtin camilerin revaklı düzenine benzetilmeye çalışılmıştır. Abdülmecid de Kuba mescidinde bazı çalışmalar yaptırmıştır. Bugünkü Kuba mesciti tamamen farklı bir yapıdır. 2.MESCİD-İ SEB’A

Mimarı: 1699 tarihinde Süleyman Bey isimli bir mimardan bahsedilmektedir.

Yeri: Hendek Savaşı’nın yapıldığı bölgede yer alan yedi küçük mesciddir.

Mescidin sol köşesinde Hz.Muhammedin daima orada ibadet ettiği küçük bir mihrap olup ona Mihrab-ı Mekşif denilmektedir. Kanûnî sultan Süleyman 1543’de Kuba mescidinin tavan ve minaresini yıktırıp yeniden inşa ettirmiş ve bu düzenleme 1699 yılına kadar devam etmiştir.

Tarihi: 1853-1854’te yeniden yaptırılmıştır.

1699’da mescidin eskiyen duvar ve minareleri yenilenmiş, II. Mustafa da Mebrekün-nâka üzerine dört direkli bir kubbe, mescidin dışına bir sebil ve abdest alma yerleri yaptırmış, su ihtiyacını karşılamak için derin kuyular kazdırmıştır. II. Mustafa Döneminde Kuba mescidine Süleyman Bey adlı bir Türk Mimarı bir kubbe yapmıştır. Mescid 1985 yılında yenilenmek üzere tamamen yıkılmadan önce batı duvarındaki kapının cephesinde Osmanlı Tuğraları mescide işaret bulunan ayetle birlikte Sultan II. Mahmut’un tuğrası da kitabenin altına yerleştirilmiştir. II. Mahmut döneminde Mescid-i Ku-

Bugünkü Durumu: Günümüzde bir kısmı ayaktadır.
 Mimarı: Bilinmiyor yalnız Abdûlmecit emriyle yeniden yapıldığı bilinmektedir. Genel Bilgiler: Hicretin 5. yılında Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasındaki Hendek savaşının yapıldığı bölgede birbirine yakın küçük küçük yedi mescid bulunmaktadır. Bunlara Mescid-i Fetih de denilmektedir. Hz.Muhammed Hendek savaşında bu mescidlerin olduğu yerlerin dördünde namaz kıldırmıştır. Mescid-i Fetih, Mescid-i Salman-ı Farisi, Mescid-i Ebubekir Es-Sıddık, Mescid-i Ömer b. Hattab, Mescid-i Ali b. Ebû talib, Mescid-i Sa’d bin Muâz. Bu altı mescidin dışında yedinci mescidle ilgili olarak bu mescidlerin biraz güneyinde XX. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen Mescid-i Benî haramın bir bütünlük oluşturması ile yedi Mescidler ifadeİSLAM ŞEHİRLERİ

35


sinin ortaya çıktığı savunulmaktadır. Fetih Mescidi Osmanlı döneminde Sultan Abdülmecid tarafından yeniden yaptırılmıştır. Fetih Mescidinin Güneyinde Selmân-ı Farisî Mescidi halen mevcuttur. İsmini hendek savaşından önce Hz. Muhammed’e Hendek kazılması yönünde tavsiyede bulunan Selman-ı Farisi’den almıştır. Mescid-i Feth ve Selman-ı Farisi dışındaki mescidler yıktırılmıştır. 3.MESCİD-İ KIBLETEYN
 Yeri: Mescid-i Nebevi’nin kuzeybatısındadır.
 Tarihi: 1543-1544
 Mimarı: Bilinmiyor. Kanuni döneminde yeni baştan yaptırılmıştır. Genel Bilgiler: Mescid-i Nebevî’nin kuzeybatısında yer alır. İlk adı içinde bulunduğu bölgedeki yaşayan kabilenin isimden dolayı Beni Selime’dir. Hz. Muhammed’in namaz kıldırdığı sırada nazil olan Bakara suresi 144. ayeti sonrasında yönünü Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye çevirmesi üzerine “iki kıbleli mescid” ismini almıştır. Ömer bin Abdülaziz, Memluk sultanı Kayıtbay döneminde kıbleteynin tavanını ve avlusu yeniletmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde neredeyse baştan yapılı denilecek restorasyon çalışmaları yapılmıştır. Kıbleteyn mescidinde kalın kısa bir minare dikkati çekmektedir. Alt kısmı kare biçiminde yükselen minare üste doğru çok köşeli bir şerefeye ulaşmaktadır. 4. MESCİD-İ CUMA
 Yeri: Kuba yolu üzerinde Rânevnâ vadisinde yer alır. Tarihi: II. Mahmut döneminde yeni baştan yaptırılmıştır. Mimarı: Bilinmiyor. Bugünkü Durumu: Tamamen yenilenmiştir. Genel Bilgiler: Hz. Muhammed Mekkeden-Medineye hicreti sırasında yol36

KONAK

da Cuma namazını Avf ’un oğlu Benisalim kabilesi meskenleri yakınlarında idrâk etmiştir. Rânevnâ vadisi denilen bu yere daha sonra Cuma mescidi yapılmıştır. İlk Cuma namazı burada kılınmıştr. Cuma mescidi ilk kurulduğundan itibaren Osmanlı dönemine kadar, yarım adam boyunda taş duvarlarla çevrili açık bir ibadetgâh olarak kalmıştır. Plan itibarıyla dikdörtgen bir mekân üzerine konulmuş tek kubbeli bir mesciddir. 5. MESCİD-İ MUSALLA
 Yeri: Menâha Meydanı denilen yerde bulunmaktadır.
 Tarih: II. Abdûlhamit döneminde büyük bir tamir görmüştür. Bugünkü Durumu: Yapı halen mevcuttur.
 Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Hz. Muhammed Medine’deki ilk bayram namazını bugün bu mescidin bulunduğu menaha meydanında kıldırdı. Mescidin esas adı “Mescid-i Musallâ”dır. Hz. Muhammed namaz kılarken bir bulutun gölgelik etmesinden dolayı “Gamame (bulut) Mescidi” de denilmiştir. Mescid-i Nebevî’nin batısında yer alır. Ömer ibn-i Abdülaziz Medine valisi iken Emevî halifesi Velîd İbn-i Abdülmelik tarafından H.91-93 yıllarında inşa edilmiştir. Mescid-i Gamame’nin Güney tarafındaki dış duvarı üzerinde yer alan kapalı sivri kemerler içindeki pencere formu, Medine gar binasındaki pencerelerle benzer yapıdadır. Mescidin kuzeyinde beş adet sivri kemerli ve üzeri beş tane kubbe ile örtülü son cemaat yeri yer almaktadır. Toplam 11 kubbe bulunmaktadır. Güney kısmında yer alan kubbenin kasnak kısmında küçük pencereler sıralanmıştır. Dış yüzünde siyah granit taşlar kullanılmıştır. Güney duvarında mihrap dışarıya doğru çıkıntı yapmıştır. Osmanlı eseri olarak Medine’de en iyi korunmuş olan yapılardan birisidir.

6. EBUBEKİR SIDDÎK MESCİDİ Yeri: Mescid-i Nebevi’nin 100 metre kadar batısındadır. Tarihi: 1838 Bugünkü Durumu: Eski hali ile mevcuttur. Mimarı: Bilinmiyor. II. Mahmut döneminde yaptırılmıştır. Genel Bilgiler: Mescid-i Nebevî’nin yaklaşık 100m. kadar Batısında bulunmaktadır. Hz. Muhammed’in bu yerde Bayram namazı kıldırdığı rivayet edilmektedir. Ömer bin Abdülaziz’in Medine valisi olduğu dönemde (709) yapılmış ve Osmanlı padişahı II. Mahmut (1838) yeni baştan yaptırmıştır. Kapının üst kısmında II. Mahmut’un Tuğrası yer almaktadır. 7. HZ. ÖMER MESCİDİ
 Yeri: Mescid-i Nebevi’nin güneybatısındadır. Tarihi: II. Mahmut ve Abdulmecit döneminde yenilenmiştir. Bugünkü Durumu: Eski durumu ile ayaktadır. Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Mescid-i Nebevî’nin güney batısındadır. Bu yerde Hz. Muhammed’in bayram namazı kıldığı düşünülmektedir. Daha sonra Hz. Ömer’e nispet edilen bir yer olmuştur. H.850-M.1446 senesinde ilk kez Şemşüddin Muhammed bin Ahmet es- Selavî tarafından yapılmıştır. Daha sonra II. Mahmut ve Abdülmecit dönemlerinde yenilenmiştir. Mescid kare şeklinde inşa edilmiştir. Gövdesinin uzunluğu 8m dir. Bazalt taşları ile inşa edilmiştir. Kubbe yüksekliği 12 m. dir. Minare ana kütlenin dışında avlunun güneybatı köşesinde yer alır. Kaide kısmı dikdörtgen prizma şeklinde olup minarenin gövdesine geçişi sağlayan papuçluk kısmı köşelerinden üçgen şeklinde düzenlenmiştir. Gövde kısmı sekizgen şeklinde köşelendirilmiştir. Petek kısmına gelindi-


ğinde hem incelir hem de silindirik özellik kazanır. Külah kısmı ise yeşil renklidir. Yıpranmış olmasına rağmen mescid ayaktadır. Fazla müdahale edilmemiş bir Osmanlı eseridir.

Mimarı: Bilinmiyor.

8. HZ.ALİ MESCİDİ

Tarihi: Ömer ibni Abdûlaziz döneminde yapılmıstır.

Yeri: Ayniye caddesi üzerindedir. Tarihi: Bazı kaynaklarda 1838 tarihi geçmektedir. Bugünkü Durumu: Büyük oranda değiştirilmiştir, ama halen ayaktadır. Mimarı: Belli değil yalnız II. Mahmut döneminde yaptırıldığına dair kaynaklar mevcuttur.

10. MESCİD-İ SUKYA Yeri: Medine Tren Garı’nın yakınında bulunmaktadır.

Bugünkü Durmu: Mevcut. Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Ambariye’deki Medine Tren garının güneyinde bulunmaktadır. İmâm-ı Ahmet’in Ebû Katâde’den rivayet ettiğine göre Hz. Muhammed haradaki sukya evlerinin bulunduğu yerde Sa’d ibni Ebi Vakkas’a ait olan

Medine mimarisini sivil ve dini mimari olarak incelemek mümkündür. Sivil mimari evler ve kasırları kapsarken; dini mimari Ravzai-i Mutahhara, mescidler ve mezarları (meşhed) kapsar. Genel Bilgiler: Ali İbni Ebu Talib Mescidi, Mescid-i Nebevî’nin Babüsselam ve Babürrahme kapıları önlerinde açılan ayniyye caddesinin hemen üzerinde sol tarafında bulunmaktadır. Medine Kumandanı Fahrettin Paşa bu caddeyi açmıştır. Hz. Ali’nin bu bölgede bayram namazı kıldırmasından dolayı bu ismin verildiği düşünülmektedir. Bugünkü mescidin kubbeler ve minare dışında Osmanlı karakteri değişmiştir.

bahçede namaz kılmış ve namazda da Medine ve Medine halkına dua etmiştir. Bu olayın anısına daha sonra bu mescid yapılmıştır. Yapı Ömer ibni Abdülaziz döneminde yapılmıştır. Plan itibariyle üç sıralı kubbeden oluşur. Kuzey kısmında iki adet giriş kapısı vardır. Doğu ve batı kısmında da birer adet kemerli kapı mevcuttur.

9. ŞÜHEDA MESCİDİ (HZ. HAMZA MESCİDİ)

MEDİNE SURLARI

Adı: Şuheda Mescidi (Hz. Hamza Mescidi).
 Yeri: Uhut Şehitliğinin yakınında bulunuyordu. Tarihi: 1670 tarihli belgelerde burada bir mescidden bahsedilmektedir. Bugünkü Durumu : Eski mescit mevcut değil yerine yeni bir mescit yapılmış.

OSMANLI DÖNEMİNDE MEDİNE’DE YAPILAN ESERLER Yeri: Medine şehrinin çevresi. Tarihi: 1541 senesinde tamamlanmış. Mimarı: 1585 tarihinde bir belgede nakkaş başı Lutfullah’ın ismi geçmektedir. Kanuni döneminde tamir görmüştür. Genel Bilgiler: Osmanlı Kanuni Sultan Süleyman tarafından H.937 (1530) yılında Medine’nin etrafına sur yapı-

mına başlanıp 948 (1541) senesinde tamamlanmıştır. Uzunluğu 3072 amirli ziradır (2304m). Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettirdiği Medine surları tamamlandıktan sonra Medine’nin batısında ve surların dışında kalan bazı evlerin himaye altına alınması için ilâve surlar inşa edilmiştir. Bu ilave surlarda 5 kapı açıldı, kapılardan ikisi Cennetü’l Bâki yönünde olup birine El-Avalî kapısı diğerine de Sed kapısı adı verilmiştir. Sed kapısına Baki kapısı da denildi. 3. kapı güney tarafında Kuba kapısı, 4. kapı Cidde ve Mekke yönüne açılan El-Anbariye kapısıdır. 5. kapı da El-Küme kapısıdır. Cuma (Bakî) kapısı, Cennetül Bakîye çıkan kapı idi. İkinci bir kapı Hz. Hamza şehitliği istikametine çıkan Şam kapısıdır. Küçük Şam Kapısı: Kuzeyden Şam kapısından girenler için menâha kesimine çıkış kapısıdır. Mısır (Mecidiye)Kapısı: Mescid-i Nebevi’den ve El-Hidre çarşısından gelenler için menâha kesimine çıkış kapısıdır. Evliya Çelebi Mısır Kapısından bahsetmektedir.Çift kule vardır. Yine Osmanlılar zamanında surlara hamam kapısı adında bir kapı daha eklenmiştir. Sühaymi caddesine ve Babülmecidi mahallesine çıkan Basra kapısı açılmıştır. Menâha kesiminden Şüna’ya çıkan Kasımıye kapısı adında bir kapı açılmıştır. Hamam kapısı Ba Fakih oğulları tarafından Kasımiye kapısı da El-Medeni oğulları tarafından açılmıştır. Bu iki kapı Osmanlı’dan sonra açılan kapılardır. 1905 yılında yapılan diğer bir yapı ise Yeni Anbariye kapısı Hamidiye (Anbariye) ,Camiinin yanındadır. İstasyon binaları yapılırken kurulmuş bir yapıdır. Diğerine göre sadedir. Bütün bu sur kapıları değişik aralıklarla 1950 yılında başlatılan ve hâla devam eden şehre yeni yollar açma genişletme ve imar çalışmalarının sonucu olarak şu an mevcut değildir. İSLAM ŞEHİRLERİ

37


Yalnız bazı yüksek yerlerde belirleyici olmayan taş kalıntılarına rastlanmaktadır. Bazı kaleler şu an hala ayaktadır zaman geçtikçe bunlar da yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. MEDİNE KALELERİ 1.SULTANA KALESİ Yeri: Mescid-i Nebevi’nin kuzeybatısında Cebeli Sel Dağı’nın üzerinde yer almakta idi. Tarih: 1541. Bugünkü Durumu: Mevcut Değil Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Medine surlarının bir parçası durumunda idi ve surların en yüksek mevkiinde idi. Yapım tarihi genel olarak surların yapımı ile aynı tarihlerdedir. H.937 (1530) yılında başlanmış 948 (1541) yılında bitirilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde Mısır Valisine emir verilerek yaptırılmıştır. Sultana Kalesi’nin 1919 yılında üç gün aralıklarla devam eden patlamalar Medine halkına büyük zarar verdiği ve bu tarihte Osmanlı’nın elinden çıktığı bilinmektedir. Günümüzde çok az miktarda kalıntılar göze çarpmaktadır. 2.KUBA KALESİ Yeri: Kuba Yolu üzerinde bir tepenin üzerinde şehrin dışında bir kaledir. Tarihi: 1915-1918. Bugünkü Durumu: Mevcut. Mimarı: Belli değil. Yalnız Fahrettin Paşa’nın emri ile yaptırılmıştır. Genel bilgiler: 1915-1918 arasında Medine Kumandanı Fahrettin Paşa’nın döneminde Medine halkı ve askerlerinin de bulunduğu bir ortamda açılmıştır. Mescidi Nebevî’nin güneyindedir. Kuba camiine yakındır. Güneyden Medine’ye gelebilecek tehlikeleri görmek ve bunlara karşı koyabilmek için Fahrettin Paşa tarafından yaptırılmıştır. Özellikle o dönemde “Urban” denilen İngilizlerle işbirliği içindeki çölde

38 KONAK

yaşayan bedevilerin saldırılarına karşı bir tedbir olarak inşa edilmiştir. Diğer kalelerden farklı bir mimari tarzda yapıldığı görülmektedir. Alta doğru geniş yukarıya doğru daralan bir yapıda, üç kat olarak inşa edilmiştir. Siyah volkanik düzensiz taşlar, beyaz çimento ve kireç yapılar kullanılmıştır. Bu yapıların benzerini ordugâh olarak kullanılan Yemen’deki bazı yapılarda görmekteyiz. 3.UYUN KALESÎ Yeri: Medine-i Münevverenin kuzeyinde Uyun Yolu üzerindedir. Tarihi: 1915-1918. Bugünkü Durumu: Mevcut. Mimarı: Belli değil. Fahrettin Paşa emri ile yapılmıştır. Genel Bilgiler: Medine-i Münevvere’nin kuzeyindedir. 1915-1918 yılları arasında inşa edilmiştir. Uyun Kalesi küçük bir kaledir. Geniş olan silindirik biçimdeki kısımda giriş kapısı doğudadır. Batı tarafında yani yola bakan kısım daha küçük bir ön kule şeklindedir. Kapının kemeri beşik kemer şeklinde olup yay şeklinde konulmuş taşlardan meydana gelmiştir. Bu taşlar düzenli yontulmuş taşlar değildir. Bölgedeki mevcut olan volkanik taşlardan yapılmıştır. 4.AVALİ KALESİ Yeri: Mescid-i Nebevi’nin güneydoğusunda idi. Tarihi: 1868 tamir ve restorasyonunun yapıldığı tarih. Bugünkü Durumu: Mevcut değil. Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Bu kale batı tarafından evlerle birleşik hale getirilmiş ve yapısından tuğla kullanılmıştır. Ayrıca Medine surlarının devamı şeklindedir. Bu kalenin restorasyonu ve yükseltilmesi Sultan Abdülaziz döneminde 1868 yılında tamamlanmıştır.

5.EL KÂTİBİ KALESİ Yeri: Medine-i Münevvere’nin güneybatısında El Ambari Caddesi’nden 65 metre içeride idi. Tarihi: 1834 yılında yenilendi. Bugünkü Durumu: Mevcut değil. Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Surların devamı ile surların bir parçası durumunda olup 1834 yılında Sultan Mahmud döneminde yenilenmiştir. Yakınında Al-Khatibî mescidi olması dolayısıyla adının bu şekilde söylendiği anlaşılmaktadır. 6.URVE KALESİ Yeri: Ömer İbni HadtabYolu’nun Medine’den çıktıktan sonra sağ taraftadır. Tarihi: 1915-1918. Bugünkü Durumu: Mevcut. Mimarı: Bilinmiyor yalnız Fahrettin Paşa’nın emri ile yapılmıştır. Genel Bilgiler: 1915-1918 yılları arasında Fahrettin Paşa’nın görevi sırasında yapılmış bir kaledir. Omer ibn al Hattab yolunun Medine’den çıktıktan sonra sağ tarafında yolun üzerinde görülmektedir. Kare planlı bir yapıdır. 7. HAŞİMİ EL KAYYİB KALESİ Yeri: Uhud Dağının batı tarafında, kayalıklar üzerindedir. Tarihi: 1915-1918. Bugünkü Durumu: Mevcut. Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: 1915-1918 yılları arasında yapılan bir dizi kalelerden biridir. Fahrettin Paşa döneminde yapılmıştır. Uhud dağının batı tarafında son kısmında yüksek kayalıkların üzerindedir. Medine’nin kuzeyindedir. Değişik yolların üzerine kurulmuş son dönem kalelerindendir. Plan itibariyle Uyûn kalesinin aynısıdır. Ana yol üzerinden kayalıklardan patika bir yolla kaleye ulaşılmaktadır.


8.ŞÜHEDA KALESİ

Bugünkü Durumu: Mevcut.

Yeri: Medine’nin kuzeyinde Hz. Hamza Mezarlığı’nın yanında idi.

Mimarı: Bilinmiyor.

Tarihi: 1915-1918. Bugünkü Durumu: Mevcut değil. Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Kare plânı bir yapı idi. Tek giriş yeri batı tarafında yer alır. Kapının üzeri iki adet köşeli taş sütun üzerine düz bir örtü ile örtülmüş bir giriş kısmı olup iki katlıdır. Bu bölge hac zamanı Medine’ye gelen hacıların ziyaret yeri olan Şüheda mezarlığına yakındır. Hz.Muhammed Döneminde Uhud savaşında şehid düşen 74 kişinin bulunduğu mezarlıktır. Bunlardan biri de Hz. Hamza’dır. Bu önemli bölgenin adeta bir karakol görevi gören şüheda kalesi ile korunması planlanmıştır. 9.TELSİZ İSTASYONU KALESİ Yeri: Medine’nin kuzeyinde idi. Tarihi: 19. yüzyılın sonları. Bugünkü Durumu: Mevcut değil. Mimarı: Bilinmiyor. Genel Bilgiler: Medine’nin kuzeyindedir. Telsiz mesajlarının gönderilmesi ve posta işlerinin yürütülmesi amacıyla yapılmış binalardır. Medine’den bazı Müslüman ülkelere hacıların posta işlerini de buradan yürütüyorlardı. Binanın yapım şekli ve malzemelerin kulanımı açısından baktığımızda tren garındaki binaların benzerliği aynı dönemlerde yapılabileceğini düşünülmektedir. Posta merkezlerinin 1882’deki sayısı 700 civarında olduğunu, kaynaklardan her posta merkezinde 40-50 kişilik Tatar (ulak) bulunduğunu bilinmektedir. Bu kale tipi binalar, hem burayı koruyan muhafızlar ve yaklaşık 40-50 kişilik ulak grubunu barındıran binalardır. MEDİNE TREN İSTASYON BİNALARI Yeri: Ambariye semti. Tarihi: 1900-1908.

Genel Bilgiler: 1892 Şubat ayında Bahriye Nezaretine Arap İzzet Ahmet Paşa bir rapor hazırlamış II. Abdülhamit’e sunulmuştur. Erkan-ı harbiye Feriki Mehmet Şakir Paşa’yı görevlendirmiştir. II. Abdülhamit’te projeyi uygulama emri vermiş, ancak 8 yıl sonra uygulanmaya geçilebilmiştir. 323 Km’lik El Ula Medine hattı Mühendis Hacı Muhtar Bey’in çalışmalarıyla tamamlanmıştır. Birçok saldırılar ve engelleme çalışmalarına rağmen 01.09.1908’de Yaver Müşir Abdullah Paşa refakatinde 4.Ordudan Mirliva Sait Paşa Medine’ye hattın açılışına gitmişlerdir. Suudi Arabistan toprakları içinde kalan 26 adet istasyon binası mevcuttur. En önemli görülen bina Medine-i Münevvere veya Anberiya istasyon binasıdır. Medine-i Münevvere istasyonu tamir ve bakım atölyeleri, genel hizmetleri ifa eden gar binası ve idari hizmetlerin yürütüldüğü binalar olarak geniş bir külliye şeklinde sıralanmaktadır. Ana bina genel olarak iki bölümden oluşur. Alt kattaki bölümler üst kat odaları olmak üzere binanın dört bir yanı revakla çevrilidir. Dikdörtgen bir yapıdır. Binanın cephe kısmında ve binanın gerisinde on yedişer adet kemer mevcuttur. Duvar ve kemer örgüsünde kullanılan iki renkli kesme taşlar bina cephesine dekoratif bir hususiyet kazandırmıştır.

bölgede uzun yılların birikimi olan eserleri barındırmaktadır. MEDİNE MİMARİ DOKUSU ARAŞTIRILIRKEN KARŞILAŞILAN MİMARLAR Yapılan araştırmalar sonucunda Medine’de, XVI. yy’a kadar mimari eserleri yapan mimarlar ile ilgili bilgi ve belge bulunamamıştır. Bununla birlikte XVI.yy’da Kutsal Toprakların Osmanlı himayesine geçmesiyle birlikte elde edilen belgelerde Medine’deki bazı çalışmalardan ve bu çalışmalara katılmış bazı mimarlardan bahsedilmiştir. Bunlar: Mimar Zeynizade, Mimar Davut Ağa, Abdulhalim Efendi ve hattat Abdullah Zühdî Efendi’dir. Mimar Zeynizade Medine-i Münevvere kadısı Mevlâna Ahmed ve Şeyhülharem, Divan-ı Hümayun’a gönderdikleri mektupta, Mescid-i Nebevi mimberinin köşelerinden ayrılmaya başladığını ve kırılmalar nedeniyle neredeyse çökmek üzere olduğundan yenilenmesi gerektiğini bildirilmiştir. Divan-ı Hümayun’a bu mimberi yapan kişinin Zeynizade adlı bir ustanın olduğu ve halen Mısır’da mimarbaşı olarak çalıştığı haber verilmiştir. Bunun üzerine, Mısır Beylerbeyine 9 Receb 987 / 20 Ağustos 1579 tarihinde bir emir yazılarak, mimar Zeynizade’yi yeni mermerlerle Mescid-i Nebevi’nin mimberini yeniden yapması için acilen Medine’ye gönderilmesi istenmiştir.

Üst kattaki cephe düzenlemesinde sağ ve sol tarafta iki adet simetrik kule yer alır. Bu iki kulenin arasına koyu renk taşlarla panolar oluşturulmuş bunların içlerine ise pencereler sıralanmıştır. Pencerelerin şekli Mısır’da 1744 yılında yapılmış olan Muhammed Abdül Dhab caminin kubbe kasnağında görülen pencerelerin hemen hemen aynısıdır.

Bu bilgilere göre, Zeynizade eyalet mimarı olmasına rağmen, Divan-ı Hümayun’un isteği doğrultusunda Medine’deki Mescid-i Nebevi’nin minberini yapmakla, emri altındaki diğer mimarlar veya ustalar değil de, bizzat kendisi görevlendirilmiştir. Bu görevlendirmede esas unsurun, önceki minberin kendisinin eseri olmasının etkili olduğu anlaşılmaktadır.

İstasyon binası 1999 yılında Kültür ve Anıtlar yönetimine bağlanmış ve Müze olarak düzenlenmiştir. Bu müze

Araştırmalarda, Mimar Zeynizade’nin Mısır eyaleti mimarlığına ne zaman atandığı, Mısır’daki faaliyetleri ve ölüm İSLAM ŞEHİRLERİ

39


tarihiyle ilgili herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Ayrıca, Zeynizade’nin 1579 yılında harap olan Mescid-i Nebevi’nin minberini hangi tarihte yaptığı da kaynaklarda bulunmamaktadır. Mimar Davut Ağa Hasbahçe’deki mimarî mektepte yetiştiği tahmin edilen Mimar Davud Ağa, aynı zamanda Mimar Sinan’ın tecrübelerinden ve verdiği derslerden de yararlanmış bir mimar olarak bilinmektedir. Suyolu nazırlığı da yapan Davud Ağa, Mimar Sinan ile birlikte İstanbul’da tamir ve inşa edilen pek çok eserin keşiflerine katılmış, ayrıca Mimar Sinan’ın maiyyetinde Hassa Mimarı olarak da, bazı önemli mimarî ve inşaî hareketlerin içerisinde aktif rol almıştır. Örneğin, Üsküdar’da Valide-i Atik Camii’nin 1584’de inşasında, 1585’de Yenisaray’da oda ve hamamın yapılmasında, Fatih Çarşamba’da 1586’da Mehmed Ağa’ya ait hamamın inşasında büyük hizmetlerde bulunmuştur. 1588’de Mimar Sinan’ın vefatı üzerine Mimarbaşılığa getirilmiş ve bu görevi 1599’daki vefatına kadar sürdürmüştür. Davud Ağa’nın Mimarbaşılığı döneminde İstanbul’da, Mehmet Ağa Camii, Cedid Nişancı Mehmed Paşa Camii, Mesih Mehmed Paşa Camii, Cerrah Mehmed Paşa Camii gibi camilerin yanı sıra pek çok türbe, İncili Köşk ve Sepetçiler Köşkü ile diğer yapılar yapılmıştır. Ayrıca, İstanbul dışında Mescid-i Nebevi’nin tamiri dışında pek çok önemli imar, inşa ve tamir faaliyetlerini yürütmüştür. Abdulhalim Efendi Kaynaklarda daha çok Mimar Seyyid Abdülhalim Efendi adıyla geçmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda şehreminliğine bağlı olarak vazife yapan Hassa Mimarlar Ocağı’nın 1824-1831 yılları arasında idareciliğini yapan son başmimardır. Abdülhalim Efendi, Ebniye-i Hâssa müdürlüğü sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nun mimari faaliyetlerini yürüten bu teşkilât ile, mimarlık 40 KONAK

mesleğinin son dönemlerdeki gerileyişi ve içine düştüğü çöküşü önleyebilmek için büyük gayretler sarfetmiştir. Bilhassa 1834’te Sultan II. Mahmud’a arzettiği bir raporunda, mimarlık okulunun kurulmasını teklif etmesi buna güzel bir örnektir. Sultan II. Mahmud’un bu raporu olumlu bularak gereğinin yapılmasını istemesine karşılık, bilinmeyen sebeplerle, okul açılamamıştır. Ancak bu teklif, Osmanlı mimarlık tarihinde ilk okul açma teşebbüsü olması bakımından önem taşımaktadır. Mimar Abdülhalim Efendi’nin 1833 yılında Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un ders programına resim dersinin konulması yolundaki bir diğer teşebbüsü de resim tarihimiz açısından dikkate değer bir hadisedir. Abdullah Zühdî Efendi

rafından H. 1274/M. 1858’de tertib olunan müsâbakaya iştirâk ettiğinde, kaderini de belirlemiştir. Sultan Abdülmecîd’in bizzat yaptığı değerlendirme neticesinde, “Allah feyzini müzdâd etsin” duası ile Harem-i Şerîf ’in yazılarını yazmaya memur edilmiştir. Bu dönemde kesilmiş olan maaşını yeniden bağlatmak için yaptığı girişimler de sonuçsuz kalmış, Mısır’a giderek Hidiv İsmail Paşa’nın himâyesine girerek, “Mısır Hattatı” ünvânı ile camilerin ve resmî dairelerin yazılarını yazmak ve mekteplerde verilen yazı derslerine nezâret etmekle görevlendirilmiştir. Eyüp Sultan türbedârı Eyyubî Mehmed Râşid Efendi’den ve daha sonra da Kazasker Mustafa İzzet Efendi‘den talim görerek, Türk hattatları arasında iştihar etmiş ancak “Mısır Hattatı” olarak vefat etmiştir.

Aslen Arap olmakla birlikte Türk hat sanatının namlı simaları arasına girmeyi başarmış olan Abdullah Zühdî Efendi, Harem-i Şerîf-i Nebevî’nin yazılarını yazmak üzere Bâb-ı Âlî ta-

Medine mimarisini sivil ve dini mimari olarak incelemek mümkündür. Sivil mimari evler ve kasırları kapsarken; dini mimari Ravzai-i Mutahhara, mescidler ve mezarları (meşhed) kapsar


Fahrettin Paşa Asıl adı Ömer olan Fahreddin Paşa 1868’de Rusçuk’ta(Bulgaristan) doğdu.93 Harbi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a gelen Ömer Fahreddin Paşa 1888’de Harp Okulu’nu, 1891’de Erkan-ı Harbiye’yi bitirdi ve kurmay yüzbaşı olarak orduya katılmıştır. Musul’da bulunduğu sırada İngilizlerle anlaşan Mekke şerifi Şerif Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahreddin Paşa 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa tarafından 28 Mayıs 1916’da Medine’ye gönderilmiştir. Şerif Hüseyin ve dört oğlu, 3 Haziran 1916’da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlamış, 5- 6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırmalarına rağmen Fahreddin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde başarısız olmuşlardır. İngiliz-

ler’in desteğinde isyana girişen Şerif Hüseyin ordusuna karşı, kısıtlı imkanlara rağmen yaptığı Medine müdafaası ile büyük takdir toplamıştır. Medine’nin etrafı isyancıların eline geçmeye başlayınca İstanbul Hükümetinin, Medine’nin boşaltılması talebini “Peygamberin kabrinin bulunduğu Medine’deki Türk Bayrağını kendi elimle indiremem.’’ diyerek kabul etmeyip; herhangi bir yağma ihtimaline karşı da tedbir olarak, Medine’deki 30 parça Kutsal Emaneti 2000 askerin koruması altında İstanbul’a göndermiştir. 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesini imzalamasına rağmen dikkate almayarak Mondros Mütarekesinden sonra da teslim olmayıp şehri 72 gün daha savunmaya devam etmiştir. Fahreddin Paşa yiyecek, ilaç ve cephanenin bitmesinden sonra

kendi askerlerinin de ısrarıyla 13 Ocak 1919’da teslim oldu. Kuşatma sırasındaki açlık ve susuzluk sonrasında askerlerine çekirge yemelerini söylediği kaynaklarda mevcuttur. Medine’yi 2 yıl 7 ay savunmuştur. Böylece Medine’de 400 seneden beri süren Türk hakimiyeti sona ermiştir. İngilizler tarafından Türk Kaplanı ismi verilen Fahreddin Paşa, savaş esiri olarak önce Mısır’a daha sonra da Malta’ya gönderilmiştir. 8 Nisan 1921’de Malta’dan kurtulduktan sonra Milli Mücadele’ye katılmak üzere Ankara’ya gelmiş, 9 Kasım 1921’de TBMM tarafından Kabil Büyükelçiliğine tayin edilen Fahreddin Paşa, 1936’da Tümgeneral rütbesi ile Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekliliğe ayrılmış, 1948’de vefat etmiştir.w

Fahreddin Paşa Tarafından İstanbul›a Gönderilen ve Bir Bölümü Topkapı Sarayı Müzesinde Sergilenen Kutsal Emanetlerin Bir Kısmı Hazreti Osman’ın ceylan derisine el yazmalı Kur’an’ı 5 adet eski el yazması Kur’an ve 4 adet Kur’an cüzleri Değerli taşlarla bezenmiş, altın kaplamalı 5 adet Kur’an kabı Hilye-i Şerif (Peygamberimizin yazı ile yapılmış portresi) Bir adet som altın üzerine pırlanta ile Kelime-i Şehadet yazılı levha Pırlantalı, incili, mercanlı 7 adet tespih Gümüş işlemeli 2 adet rahle

KAYNAKÇA 1. Bayhan, AA, “Mısır’da Memlük Sanatı”;Türkler II;Ankara;2002 2. Şaman D, “Kültürel Etkileşim Üzerine, Karamanoğlu-Memluklu Sanatı,”; Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi; 2006 3. Dündar A, “Mimar İlyas’ın Mimarbaşı Davut Ağa’ya Medine’den Gönderdiği Mektup”; International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/10; s531-540; Ankara; 2014 4. Ateş İ, “Mescid-i Nebevi’nin Yapıldığı Günden Bu Yana Geçirdiği Genişletme Girişimleri”; Vakıflar Dergisi; Sayı:21,5-50; Ankara; 1994

5. Dündar A, “XVI. Yüzyılda Bazı Osmanlı Mimarları”; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi; Cilt:43, Sayı:1; s231-262; Ankara; 2002 6. Aydın,S, “Osmanlı Döneminde Medine’ de Yapılan Tarihi Eserler”, Erciyes Üniversitesi dergisi, 2007 7. Topaloğlu, B, “Mescid-i Nebevi”; Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi; s281-290. İstanbul: 2003 8. Ayverdi EH, “Osmanlı Mimarisinin ilk Devri (1230-1402)”; Cilt2; s.22; İstanbul; 1966 9. Çam,N, İslâmda Sanat Sanatta İslam; Ankara; 2008

10. Karamağaralı, H, “Anadolu’da Moğol İstilasından Sonra yapılan Dinî Mimarlık Eserlerinin Plan ve Form Özellikleri”; Doçentlik Tezi; Ankara Üniversitesi; Ankara; 1965. 11. Baltacı C, “İslam Medeniyeti Tarihi”; MÜ İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları; İstanbul; 2005 12. Palabiyik H, “Hz. Peygamber’in Devlet Kurma Faaliyeti”; Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi; 2002 13. Hikmet Y, “Hz. Muhammed’in (as) Doğduğu Şehir: Hicaz Bölgesi Şehirleri”; Düşünce- Yorum Sosyal Bilgiler Araştırma Dergisi; Cilt7; Sayı:13; s5375; 2014

İSLAM ŞEHİRLERİ

41


Kayseri Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi ve Tıp Medresesi K

ayseri Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi ve Tıp Medresesi Selçuklu Dönemi’nden günümüze ulaşan şifahanelerden olması yanında tarihte kurulan ilk tıp merkezi olarak bilinmesi ile dikkatleri üzerine çeken bir yapıdır. Gevher Nesibe’de yapılan teşhis ve tedavi yöntemleri ve hekimler başta olmak üzere çalışanlar ile ilgili bilgi edinme amaçlı kitap, tez, makale taramaları bizi daha çok genel bilgilere veya yetersiz veriye ulaştırmıştır. Bunun temel sebebi bir vakıf eseri olan şifahaneler ile ilgili bilgiye vakfiyeler vasıtasıyla ulaşmamız ve Gevher Nesibe Şifahanesi’nin vakfiyesinin günümüze ulaşmamış olmasıdır. Kuruluş yılı ve öyküsü, uygulandığı düşünülen tedavi yöntemleri, günümüze kalmış olan mimari yapısı, kitabesi ve yapısal özellikleri, etkili olduğu dönem ile ilgili tarihi bilgiler, döneminin diğer şifahanelerinin vakfiyeleri ışığında edinilen bilgilerdir. ŞİFAHANELER VE TIP OKULLARI ÇALIŞMA GRUBU Büşra Üstün Gülbahar Yavuz 2 Leyla Dönder * 1 1

1 2

Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi

*İletişim: leyladonder@gmail.com

42

KONAK

KURULUŞ YILI VE HİKAYESİ Şifahane ve tıp medresesi olmak üzere iki bloktan oluşan yapı, Çifte Medrese olarak da bilinmektedir. Gevher Nesibe Şifahanesi, yapısı ve tıp eğitimi açısından dünyadaki ilk tıp merkezi olarak geçmektedir. Şifahane,1204-1206 yıllarında Selçuklu Hakanı II. Kılıçarslan’ın kızı Gevher Nesibe Sultan adına kardeşi Sultan I. Gıyasseddin Keyhüsrev; medrese ise 1210-1214 yılları arasında diğer kardeşi Sultan İzzettin Keykavus tarafından yaptırılmıştır. Medresenin yapılış hikayesi kaynaklarda ifade edildiğine göre şöyledir: Gevher Nesibe Hatun, sarayın


baş sipahisine âşık olmuş, onunla evlenmek istemiştir. Ancak bu evliliğe Gevher Nesibe Hatun’un ağabeyi, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Gıyasseddin Keyhüsrev razı olmamış, Hatun’u saray pervanesi ile evlendirmek istemiştir. Selçuklu sultanı ilk tedbir olarak baş sipahiyi harbe göndermiş, bir süre sonra da sipahiden şehit olduğu haberi alınmıştır. Bunun üzerine Gevher Nesibe Hatun hastalanmış, bütün uğraşlara rağmen kurtulamamıştır. Gevher Nesibe Hatun öleceği sırada kendisinden af dilemeye gelen ağabeyine, “ Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkân yok. Hiçbir hekim derdime çare bulamadı, ben artık ahiret yolcusuyum. Eğer dilersen benim mal varlığımla benim adıma bir dârü’ş-şifa yaptır. Bu dârü’ş-şifada bir yandan dertlilere şifa verilirken bir yandan da devası olmayan dertlere şifa aransın. Bu dârü’ş-şifada ünlü hekimler ve cerrahlar yetişsin. Burada kimse bir kuruş ödemesin. Burası benim adıma bir vakıf olsun.” demiştir. Rivayate göre bu tarihten itirbaren uzun süre hizmet veren şifahane 11Mart 1982 yılında “Kayseri Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi” hâline getirilmiş ve halen müze olarak kullanılmaktadır. ŞİFAYA GÖTÜREN TEDAVİ USULLERİ Bu dönemde tedavi İslam tıbbının etkisi altında olup Biruni ve İbn-i Sina’nın tarif ettiği ilaç ve tedavi yöntemleri kullanılmaktaydı. Bu ilaçların yapımında bitkilerin çiçek, dal, yaprak gibi kısımları farklı yöntemlerle ve oranlarla karıştırılıp ilaç haline getirilmekteydi. Eczane odaları ile ameliyathane odaları bulunan şifahanede anestezi ile büyük ve küçük cerrahi operasyonlar, bakır tel metodu ile de katarakt ameliyatları yapılmaktaydı. İlaçlar: Tiryaklar (antidotlar), eyariç (müshil), süfuf (tozlar), eşribe (şuruplar), kurslar (tabletler), edhan (yağlar), loklar (pastil benzeri preparatlar) gibi formlarda bulunmaktaydı.

Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi ve Tıp Medresesi

Musiki ile Tedavi Sürecinde Hekimlerin Katkıları Şifahane’de ayrıca ruh hastaları için ayrılmış özel bir bölüm olarak bîmârhane yer almaktadır: 18 odadan meydana gelen bu kısımdaki eyvanların kavislerinde bulunan iki delikten de yola çıkarak müzik ve telkin ile tedavi yapıldığı tahmin edilmektedir. Ahlat-ı Erbaa Teorisi üzerine kurulu olan tedavi anlayışını da kapsayacak şekilde makamların insanların mizaçlarına göre farklı tesirleri olduğuna dayanarak akıl ve ruh hastalarının tedavisinde musiki kullanılmıştır. • Ebu Bekir Razi melankolik hastaların müzikle tedavi edilmesi gerektiğini söylemiştir. • Farabi, el-Müdhal fi’l Musiki adlı eserinde makamların ruha etkilerinden bahsetmiştir. • İbn-i Sina, çocuk ve erişkin ruh hastalarının meşguliyet, telkin, müzik ve ilaçla tedavi edilmesi gerektiğini savunmuştur. • Şu’uri, Ta’dilü’l-Emzice adlı eserinde belirli makamların günün belirli

zamanlarında etkili olduğunu belirtmektedir. Aynı zamanda farklı uluslar üzerinde farklı etkilerinden de bahsetmektedir. • Hekimbaşı Gevrekzade Hafız Hasan Efendi, Neticetü’l Fikriyye Ve Tedbir-i Veladetü’l-Bikriyye eserinde çocuk hastalıkları ve bunların tedavisinde kullanılan makamlardan bahsederken, diğer eseri er-Risaletü’l-Musikiyye mined-devair Ruhaniye adlı eserinde de oluşabilecek hastalıklardan ve hangi makamın iyi geldiğinden bahsetmektedir. • Hızır bin Abdullah’ın Kitabü’l Edvar adlı kitabının “Der beyan-ı asl-ı ilm-i musiki (Musiki ilmin aslını beyan eder.)” bölümünde şöyle demektedir: “Bil ki musiki te’liftir ve hikmet sahibi bilginlerin ortaya koyduğu ve tesiri cisim üzerine olmayıp kalp üzerinedir. Musiki sanatının cevheri ruhanidir ve tesiri ruh üzerinedir.” Hekimlerin korku, heyecan, kuşku ve ruhsal bunalım geçirenlerin nabız atış-

Tedavide Kullanılan Bazı İlaçlara Birkaç Örnekler Sirkengübin

Bal-sirke karışımından hazırlanan şerbet

Tutiya

Göz kuruluğuna karşı kullanılan bir ilaç

Şükiran

Conium maculatum (baldıran) bitkisinin çiçekli dalları, haricen ağrı kesici

Mahmude kökü

Müshil etkisi için

İSLAM ŞEHİRLERİ

43


sağlamlaştırmak anlamlarına gelen terim de hekim kavramıyla eşanlamlı kullanılmaktadır.

lislerinde tıp profesörleri Hipokrat’ın ve Galen’in yazdıklarına dayanan metinlerin öğretildiği bilinmektedir.

Şifahanenin faaliyette olduğu yıllar itibariyle hekimler Osmanlı öncesi İslami dönem ve Osmanlı dönemi olmak üzere iki kısımda ele alınmaktadır:

Orta çağ İslam dünyasındaki hekimler anatomiye büyük ilgi duymuşlar, anatominin iyi öğrenilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir. Müslüman hekimler Galen anatomisine karşı meydan okumuşlardır. Müslüman hekimler tarafından bölme yöntemi sıkça kullanılmıştır. Bu yöntemle tıp sanatı teori ve pratik olarak ayrılıp, teori ayrıca fizyoloji, etiyoloji ve semiyotik, pratik de koruyucu ve tedavi edici hekimlik gibi alt bölümlere ayrılmıştır.

A) Osmanlı Öncesi İslami Dönem

Gevher Nesibe Hatun

larındaki değişim ve bunun meydana getirdiği ruhsal huzursuzluk üzerinde durduğu, hastalara çeşitli melodileri dinlettiği ve bu arada nabız atışlarını da kontrol ederek, hastaya uygun olan müziği bulduğu ve aynı hastalığı olanları bularak bir araya getirip, buldukları uygun müziklerle tedavi ettikleri kaynaklarda belirtilmektedir. Müzik aletleri de göz önüne alınarak hastaya uygun bir seçim yapıldığı bilinmektedir.

VII. yüzyıldan XXI. yüzyıla kadar tıp ilmi İslam dünyasının farklı bölgelerinde oldukça karmaşık ve değişik bir disiplin halinde gelişme göstermiştir. Farklı dil, din, ırktan olan hekimler bu ilmin gelişiminde ortak tecrübelerini paylaşmışlardır. İslam öncesinde ve erken dönem İslam döneminde Yunanlıların (Antik Dönemin) tecrübelerinden yararlanılmaktaydı. Yunanlıların tıp bilgisi daha ileri düzeyde olup Antik dönemde şehrin ilim mec-

HEKİMLER VE ÖZELLİKLERİ Arapça kökenli olan, hekim kelimesi ile hakim kelimesinin kökleri aynıdır. Allah’ın isimlerinden (esmaü’l-hüsna) biridir. Sözlükte “iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmek”, anlamına gelen hüküm mastarından sıfat olup “hüküm ve hikmet sahibi” demektir. “Tab-be” kökünden türetilen ve maharetli olmak, hekimlik yapmak, tedavi etmek, ıslah etmek,

Seçkin hekimler hem başarılarıyla tıp ortamında mevcut diğer pratisyenlerden kendilerini ayırmaya çaba sarf etmiş hem de hekimlerin mesleğe başlarken uzmanı olmaları gereken tıbbi bilgi için bir ölçütün varlığını savunmuştur. İslam toplumlarında standart

Kuruluş yılı ve öyküsü, uygulandığı düşünülen tedavi yöntemleri, günümüze kalmış olan mimari yapısı, kitabesi ve yapısal özellikleri, etkili olduğu dönem ile ilgili tarihi bilgiler, döneminin diğer şifahanelerinin vakfiyeleri ışığında edinilen bilgilerdir.

Tablo 1: Ahlat-ı Erbaa Teorisi’nin Çeşitli Özelliklerle İlişkisi Dört Unsur

Hava

Ateş

Toprak

Su

Dört Hılt

Kan

Sarı Safra

Kara Safra

Balgam

Organı

Kalp-Karaciğer

Karaciğer-Öd

Dalak-Mide

Beyin

Mevsimi

İlkbahar

Yaz

Sonbahar

Kış

Yaş Dönemi

Çocukluk

Gençlik

Erişkinlik

İhtiyarlık

Rengi

Kırmızı

Sarı

Siyah

Beyaz

Tadı

Tatlı

Ekşi

Acı

Tuzlu

Zamanı

Sabah

Öğle

İkindi

Akşam

Karakteri

Sıcakkanlı

Öfkeli

İçine Kapanık

Soğukkanlı

Burcu

İkizler-Boğa-Koç

Başak-Aslan-Yengeç

Terazi-Akrep-Yay

Balık-Kova-Oğlak

Musiki Makamı

Şehnaz-Isfahan-Neva

Rast-Hicaz-Büzürk

Irak-Buselik-Zirgüle

Hüseyni-Uşşak-Nevruz

Tedavisi

Kuru-sıcak ilaçlar

Nemli-soğuk ilaçlar

Nemli-sıcak ilaçlar

Kuru-sıcak ilaçlar

44

KONAK


Tablo 2: Gevher Nesibe Şifahanesi ve Tıp Medresesi Genel Bilgiler

İSLAM ŞEHİRLERİ

45


Tablo 3: Gevher Nesibe Şifahanesi Vakfiyesine Göre Çalışan Görevliler

luk), tövbe, cömertlik, şecaat (yüreklilik, yiğitlik), tevazu (alçak gönüllülük), emniyet (güvenilirlik), hikmet (bilgelik), doğruluk, hidayet, adalet ve vefa. Hekimler, sadece kendi alanlarıyla değil, diğer bilim dallarıyla da (fizik ve matematik başta olmak üzere) yakinen ilgilenmişlerdir. Bu sebepledir ki, Osmanlı’da hekim esasen âlim bir kişi olarak tanınmıştır. Âlim hekimler, XIX. yüzyıla kadar, bildiklerini usta-çırak ilişkisi içinde, darüşşifaların bugünkü anlamda tıp fakültesi eğitimi veren bölümü olan medrese bölümlerinde, yeni hekimlere aktarmışlardır. Osmanlı hekimleri hastayı gözlemler, şikayetlerini dinler ve hastalık belirtilerini izlerdi. Osmanlı hekimliğinde mümkün olduğu kadar tabiatın tedavi etme özelliğine ağırlık verilmesi, karmaşık tedavilerden kaçınılması ve tedavinin hastanın tabiatına uygun düşmesi tavsiye edilirdi. Tabip hastanın sağlığını önce yiyecek ve içeceklerle korumaya ve tedavi etmeye çalışırdı. Bunun yanında hastalar bitki, hayvan ve madenlerden elde edilen ilaç ham maddesiyle ya da bunlardan terkip edilen ilaçlarla tedavi edilirdi.

tıbbi muayenelerin çoğu bu çağda kadınlar tarafından yapılmaktaydı. Anneler, kız kardeşler, teyzeler, büyükanneler, deneyimli kadınlar, hemşireler ya da kadın hekimler tıp konusunda önemli rol oynamıştır. B) Osmanlı Dönemi Tıp bilgi birikimi İslam Medeniyeti döneminde geliştirilerek tedavi sanatı halini almış, bu mirası devralan Osmanlı hekimleri, öncelikle sağlıklı olmak için uyulması gereken kuralları bildirerek sağlıklı yaşamı sağlamaya çalışmış, eğer tüm önlemlere rağmen hastalık ortaya çıkar ise, tedaviye başlamıştır. 46 KONAK

Hekimlerin sorumlu olduğu bilgiler genel olarak şunlardır: Hıltlar ve mizaçların bilgisi, ilaçla tedavi bilgisi, hastalığın teşhisi için nabız bilgisi, karure (idrar tahlili), gaita tahlili, anatomi (teşrih bilgisi); tıp ilmi dışında ise felsefe (hikmet), matematik (riyaziyat) ve geometri (hendese), astronomi/astroloji (ilm-i nücm), musiki bilgisi ve feraset ilmi (dış görünüşten huy çıkarma)’dir. Osmanlı’da serbest çalışan hekimlerin uyması gereken ahlak kurallarının düzenlediği fütüvvetnamelerde, hekimin taşıması gereken ahlaki hususlar şöyle sıralanmıştır: İffet (ahlaklılık, namuslu-

Tabipler ve cerrahlar ilaç yapmayı bilirdi. Çünkü Osmanlı hekimleri eczacılık konusuna büyük önem vermiş, genel tıp kitaplarında ilaç tedavilerine daima geniş yer ayırmış, basit ve birleşik ilaçlarla ilgili birçok telif ve çeviri kitap hazırlamışlardır. Gevher Nesibe Şifahanesinde Çalışan veya Etkisi Olan Hekimler Abdülmecid Efdal El-Bahili: Gevher Nesibe Şifahanesi’nde müziğin hastalıkların tedavisi üzerindeki etkisini incelemiştir. Tabip Ekmeleddin: Gevher Nesibe Şifahanesi’nin bir dönem başhekimliğini yapmıştır. Bey Hekim adıyla şöhret bulmuştur. Mevlana’nın müridi olup aynı zamanda doktorudur.


İnsanların mizaçlarına göre farklı tesirleri olduğuna dayanarak akıl ve ruh hastalarının tedavisinde musiki kullanılmıştır. Gevrekzade Hafız Hasan Efendi: Sultan I. Abdülhamid Han ve Sultan III. Selim dönemlerinde hekimbaşılık yapmıştır. Psikolojik hastalıkların tedavisinde musikinin tesiri ile ilgili eserleri son derece önemlidir. Şuuri Hasan Efendi: Şair, hekim ve dilci olup aslen Halep’lidir. Tıp ilmi sahasında önemli hizmetleri olmuş, cesur ve yeniliklere açık bir hekimdir. Musiki ile tedaviyi konu alan Ta’dilü’l-Emzice kitabı buna güzel bir örnektir. Gevher Nesibe Hatun Şifahanesinde ismi geçen diğer hekimler şunlardır: Ali Şinasi, Gazanferi, Ebubekir, Ebu Salim ibni Kübra, Yakubi, Sucauddin Ali bin Ebu Tahir, Seyit Samet Cevher. Ancak kaynaklarda bu hekimler hakkında bilgi mevcut değildir. ŞİFAHANE GÖREVLİLERİ Kayseri Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi; darüşşifa, hamam, medrese ve içindeki Gevher Nesibe’nin türbesinden oluşan, hastaların tedavi edildiği ve aynı zamanda tıp eğitiminin verildiği bir komplekstir. Bu yapıda çeşitli görevlerde personellerin çalıştığı günümüze dek ulaşan vakfiyelerden, kitabelerden Evkaf ve Tahrir defterlerinden anlaşılmaktadır. Ancak Gevher Nesibe Hatun Şifahanesi’nin vakfiyesi günümüze dek ulaşamadığından yeterli bilgi bulunamamıştır. Bu nedenle Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Dönemi darüşşifaları incelenmiş genel olarak buralarda çalışan personeller; sağlık personeli, eczane personeli, eğitim personeli, servis personeli, idari personel ve diğer personel olmak üzere altı gruba ayrılmıştır: 1. Sağlık Personeli Darüşşifalarda tıbbi bilgi, beceri ve maharetleriyle hizmet eden, hastaları

muayene edip, gerekli ilaçları vererek tedavi olmalarını sağlayan, bizzat sağlık hizmetleriyle uğraşan kişilerdir. Bunlar şöyle sıralanabilir: • Ser-Etıbbâ (Tabib-i-Evvel-başhekim), • Tabib-i Sani ve Tabib-i Salis (sırasıyla başhekim yardımcıları), • Müderrisun (uzman hekim), • Tabibü’l Kehhal (göz doktoru), • Tabibü’l Cerrah (cerrah), • Tabibü’l Dahili (dahiliye uzmanı), • Tabibü’l Cildiye (cilt hastalıkları. uzmanı), • Tabibü’r Ruh (psikiyatr), • Tabib Şakirdi (asistan). 2. Eczane Personeli Darüşşifalarda polikliniklerde yapılan tedavinin ardından tabiplerin talimatı ile hasta için gerekli olan ilacın hazırlanmasından sorumlu personeldir. Bunlar şöyle sıralanabilir: • Şerbetçi (yan- eczacı kalfası/yamağı), • Edviye-kub (ilaçları hazırlayan kişi) • Tabbah-ı Eşribe (sıvı ilaçları hazırlayan kişi) • Aşşab (saydalani-eczacı, aynı zamanda gerekli ilaçları satın almakla görevli kişi). 3. Eğitim Personeli Darüşşifanın tıp medresesi bölümünde görev yapan, tıp ilmini bilen ve talebeyi bu ilme yönlendirebilen personeldir. Bu kişiler: Müderrisün (muallim), Müderrisû’l Arabî (Arapça ders veren kişi), Müderrisû’l-Fârisi (Farsça ders veren kişi), Müderrisû’l Fıkh (İslam hukuku dersi veren kişi), Müderrisû’l Ulûmiddin (din ilmi dersi

veren kişi), Müderrisû’l- Felsefe, Müderrisû’l-Edebiyat, Müderrisû’t-Teşrih (anatomik inceleme ve otopsi konularında ders veren kişi), Müderrisû’t-Tabiat (yaratılış ilmi ile ilgili ders veren kişi), Müderrisû İlmü’l-Vezâif (deontoloji dersi veren kişi), Ders-i âmm, Muid (yardımcı), Danişmend, Mülazım ve Talib (medrese tıp eğitimi alan talebe)’dir. 4. İdari personel Darüşşifa ve tıp medresesindeki tüm işlerin idaresinden sorumlu personeldir. Bunlar: Ser-kâtip (kâtip başı), kâtip, noktacı (müfettiş), kilerci (emin-i mahzen, darüşşifa emini, câbî, vekil-i harç (bazari, sarf emini) olarak belirtilebilir. • Câbî; vakıf gelirlerini toplamakla görevli olan kişidir. • Vekil-i harç; sarf Osmanlıcada “harcama, masraf, gider, bir kimsenin veya bir cemaatin masraf işlerini üzerine alan kişi demektir. Levazım memuru olarak da tanımlanmaktadır. Doktorların bilgisi ve tarifi doğrultusunda darüşşifada gerekli olan malzemeleri satın alıp kilerciye teslim eden kişidir. • Kilerci; Darüşşifalardaki çiçek, yaprak ve kök gibi maddelerden hazırlanan basit ilaçlarla, şerbet ve macun gibi çeşitli malzemelerin karıştırılmasıyla hazırlanan ilaçları darüşşifaların kilerlerinde korumak ve saklamakla görevli personeldir. Bu kişiler, bu ilaçları ancak doktorların izni ile dışarı çıkarabilmektedir. 5. Servis personeli Darüşşifalarda temizlik ve güvenlikten sorumlu, ayrıca, sağlık, eczane ve eğitim personeline yardımcı servis personelidir. Bunlar, tabiplerin tariflerine göre mutfakta hastalar için gerekli yemekleri pişirenlerle, darüşşifanın, teşrif, tezyin ve temizliği ile uğraşan kişilerdir. Bu kişiler şöyle sıralanabilir: İSLAM ŞEHİRLERİ

47


Fütüvvetnamelerde, hekimin taşıması gereken ahlaki hususlar şöyle sıralanmıştır: İffet (ahlaklılık, namusluluk), tövbe, cömertlik, şecaat (yüreklilik, yiğitlik), tevazu (alçak gönüllülük), emniyet (güvenilirlik), hikmet (bilgelik), doğruluk, hidayet, adalet ve vefa. tabbah (aşçı), bevvab (kapıcı), ferraş (temizlikçi), abrizi, câmeşuy (yıkamacı), kâsekeş, tabbah-ı etime, huddam (hâdim-Hizmette bulunanlar, hizmetçi), nigehban-ı hastegân (tımarcı, hasta bakıcı), kayyım , dellak, taharetçi, et hamalı vb. kişilerdir. • Abrizi; helaların temizliğinden sorumludur. • Cameyuş; câme, evde giyilen bol elbise, çamaşır, libas anlamlarına gelmektedir, cameşuy ise darüşşifada hastaların çamaşırlarını ve döşek, yorgan, kir, pas, leke gibi hastalarla ilintili bulaşıkları yıkamakla sorumlu kişidir. Farsça yıkamak temizlemek demektir. • Kasekeş; darüşşifada aşçıların hazırladığı yemekleri, kayyımla birlikte dağıtıp, sonra da boş tabakları toplayan kişidir. Bunlar, yemek servisi dışında, yerleri ve etrafı da temizleyen kişilerdir. Hastaların idrar şişelerine vb. şeylere bakan kişi olarak tanımlanmaktadır.

48 KONAK

• Tabbah-ı etime; tabiplerin tariflerine göre darüşşifa mutfağında hastalara yemek hazırlayan kişilerdir. • Kayyım; tabiplerin tarifleri doğrultusunda hazırlanan yemekleri hastaların, hastalıklarına göre dağıtan ve hastaların ilaçlarını veren kişilerdir. Günümüzdeki karşılığı hasta bakıcıdan çok hemşireye daha yakındır. Kayyım, hayır müesseselerinde silip süpürmek, eşyayı muhafaza etmek, intizamı ve temizliği temin etmekten sorumlu kişi olarak da tanımlanmaktadır. • Dellak; delk kökünden türemiştir, Osmanlıcada delk ovmak, ovuşturmak demektir. Dellak, hamamda hastaları yıkayan kişi ve hastaların saçlarını keserek onları tıraş eden, berberlik görevini yerine getiren kişi, olarak tanımlanmaktadır. • Taharetçi; tuvalet ihtiyacını göremeyen darüşşifadaki yataklı hastaların taharetinden sorumlu kişidir.

• Et hamalı; darüşşifa mutfağında hastalar için pişirilecek etli yemekler için gerekli eti taşımakla görevli kişidir. 6. Diğer personel Yukarıda sayılan gruplar dışında, her darüşşifada olmamakla birlikte bazı darüşşifalarda yardımcı hizmetlerde bulunan personeldir. Gassal (ölenleri yıkamakla görevli kişi), baytar (veteriner), hanende-sazende (okuyan, şarkı söyleyen-sazcı, müzikle tedavide görevli kişiler), tımarcı (güllab-akıl hastalarına bakan bakıcı), zincirci (akıl hastalarını bağlamakla görevli kişi), külhancı (hamam işlerinden sorumlu), imam (namaz kıldıran kişi), bahçıvan, mühürdar, buhurdancı, nakib (habbaz-ekmekçi, ekmek dağıtan), türbedar, vb. kişilerdir. • Buhurdancı; buhr, Osmanlıcada “tütsü” demektir. Buhurdancı ise, darüşşifalarda tütsü yakmakla görevli kişidir. Buhuri olarak da tanımlanan bu kişi, cami, tekke ve türbelerde udu anber gibi kokular yayan kişi olarak da tariflenmektedir. Tartışma Şifahanenin vakfiyesinin bulunmaması, hakkında bilgiye ulaşılmasını zorlaştırmıştır. Kitabesindeki yazı, mimari yapısı itibariyle bulundurduğu yapıları, dönemin Kayseri Evkaf ve Tahrir Defterleri, döneminin diğer şifahanelerinin vakfiyeleri ile yetersiz veya tahmini bilgilere ulaşılmıştır.


KAYNAKÇA 1. Ak AŞ , “Avrupa ve Türk İslam Medeniyetinde Müzikle Tedavi: Tarihi Gelişimi ve Uygulamaları“; Ötüken Yayınları; İstanbul; 2016

keme Sicillerine Göre)”; Göz Nurunu Koruma Vakfı Yayınları; s25, 33, 36-48, 82-85, 51, 55-115, 122, 137-139; İstanbul, 2006.

2. Akgün B , “Anadolu’da Türk Vakıf Sağlık Hizmetlerine Genel Bir Bakış”; 2009 Vakıf Medeniyeti Sağlık Yılı ve Vakıflar Haftası Etkinlikleri Kitabı; Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları; s116-119; Ankara; 2009

8. Dişli G,“ Anadolu Selçuklu Ve Osmanlı Darüşşifalarında İşlevsel Sistemlerin Ve Koruma Ölçütlerinin İrdelenmesi“; Doktora Tezi; Ankara, 2014

3. Altınölçek H , “Müzikle Tedavi“; Kitabevi Yayınları; İstanbul; 2013 4. Bayat AH , “Anadolu’da Selçuklu Dönemi Darüşşifaları Üzerine Toplu Değerlendirme”; I. Uluslar arası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi; s121148; Konya; 2001 5. Bayraktaroğlu, N , “Selçuklularda Şifahaneler ve Gevher Nesibe Tıp Merkezi“; Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi; Cilt 23 Sayı 4, Temmuz; 2014 6. Çam M , “Vakıf Sağlık Kurumları ve Sağlıkla İlgili Hayır Şartları”; 2009 Vakıf Medeniyeti Sağlık Yılı ve Vakıflar Haftası Etkinlikleri Kitabı; Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları; s126-133; Ankara; 2009 7. Çetin O , “İlk Osmanlı Hastanesi, Bursa Yıldırım Darüşşifası (Bursa Mah-

9. Kılıç A, “Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Şevkat Abideleri: Şifahaneler“; Medikal Park Yayınları; İstanbul, 2012 10. Köker AH, “Selçuklu ve Osmanlı Devirlerinde Tıp Öğretimi ve Eğitimi ”; Selçuklular Devrinde Kültür ve Medeniyet; Gevher Nesibe Sultan Adına Düzenlenen Selçuklu Gevher Nesibe Sultan Tıp Fakültesi Kongresi; s23-47; Kayseri; 1991 11. Kunter HB , “Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerine Mücmel Bir Etüd”; Vakıflar Dergisi; s103- 130; 1938 12. Pormann PE , “Tıp“; TDV İslami İlimler Ansiklopedisi; cilt 41, 95; s101; 2012 13. Sarı N , “Osmanlıda Tıp“;TDV İslami İlimler Ansiklopedisi; cilt 41, s101111; 2012

15. Songur H, Saygın T, “ŞİFAHANEDEN HASTANEYE: Sağlık Kuruluşlarının Değişimine Genel Bir Bakış“; SDÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi; sayı 19; 2014 16. Turabi AH. , “Hekim Şuûrî Hasan Efendi ve Ta‘dîlü’l-Emzice Adlı Eserinde Müzikle Tedavi Bölümü”; Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi; sayı 40; s153-166; 2011 17. Uludağ OŞ, “Beş Buçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi“; Kültür Bakanlığı Yayınları; Ankara; 1991 18. Yılmaz Y, “Kanuni Dönemi Sağlık Hizmetleri, Tıp Eğitimi ve Bunlara Vakıfların Katkısı”; 2009 Vakıf Medeniyeti Sağlık Yılı ve Vakıflar Haftası Etkinlikleri Kitabı; Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları; s100-115; Ankara; 2009 19. Yılmaz Y, “Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi, The Süleymaniye Hospital and Medical School”; Osmanlılarda Sağlık 1; Biofarma İlaç Sanayii ve Ticaret A.Ş. Yayınları; s285-297; İstanbul, 2006

14. Sarı N, “Osmanlılarda Tıp Ahlakı“; TC Sağlık Bakanlığı Yayınları; Ankara; 2015

İSLAM ŞEHİRLERİ

49


İ

slam şehirleri koordinatörlüğü olarak on birinci şehrimizin okumalarını yaptık ve Yard. Doç. Dr. Nurullah Yazar’ı İsfahan hakkındaki bilgilerinden istifade etmek üzere davet ettik ve verimli bir seminer düzenledik. Kaynaklarda farklı şekilde yazılsa da genelde iki farklı telaffuz görüyoruz: İsbehan ve İsfahan. İsmin verilme hikayesinde kaynakların bir kısmında şehrin kurucusunun Hz. Nuh soyundan gelen İsbehan bin Fellüc olduğu ve şehrin kurucusunun ismini anladığı söylense de genel kabul şehrin garnizon bir şehir olduğu, ismin isbe (ordu) ve han (işaret) sözcüklerinin bir araya gelerek oluştuğu yönünde. Bu yüzden Hz. Ömer fetih rotası hakkındaki istişarelerde ‘’Fars coğrafyası bir kuşsa İsfahan kuşun başıdır.’’ diyor ve rota bu yöne çevriliyor.

İslam Şehirleri Seminerleri

NIFS-I CİHAN İSFAHAN

Değerlendiren Kübra Nur Altıntaş Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi

Melikşah dönemi İsfahan için altın dönem olarak nitelendirilebilir. Hatta bu altın dönem İnsanların bahçelerini her gün farklı bir altın ibrikle sulamak istediği bir zenginlik durumu şeklinde yazılmış eski eserlerde. 50 KONAK

Şehir Zayenderuh Nehri’nin kıyısından gelişiyor. Bereketli nehir etrafında başlayan yerleşim yeri birçok devletin hedefinde olmuş. Maferruhi’nin Mehasin-i İsfahan adlı eserindeyse Nemrut’a odun göndermeyen İsfahanlılardan “Halilullah’ın övdüğü şehir” olarak bahsedilmiş. İsfahan asıl büyük değişim ve dönüşümü Selçuklu zamanında yaşıyor. Dandanakan Savaşı bir kırılma noktası oluyor. Doğuda yerleşik devletler olduğundan Selçuklular batıya yöneliyor. Tuğrul Bey şehri ele geçirdiğinde; şehri kalkındırmak ve halkla sevgi bağı kurmak adına üç yıl boyunca vergi almıyor. Alparslan oğlu Melikşah’ı İsfahan’a gönderiyor ve daha sonraları İsfahan başkent seçiliyor. Başkent oluşuyla şehrin gelişimi hız kazanıyor. Melikşah dönemi İsfahan için altın dönem olarak nitelendirilebilir. Hatta bu altın dönem İnsanların bahçelerini her gün farklı bir altın ibrikle sulamak istediği bir zenginlik durumu şeklinde yazılmış eski eserlerde. Günümüze ulaşan eserlerden ise Selçuklu zamanında yapılan İsfahan Mescid-i Cuması güzelliğini halen korumakta Melikşah’ın vefatından sonra bir fetret dönemi başlıyor. Abbasi Halifesinin İsfahan kimin yönetimindeyse onun adına hutbe okuyacağını söylemesi sebebiyle sultanlığı isteyen herkes İsfahan’ı ele geçirebilmek için uğraşıyor. Bunun sonucu olarak ise taht müdahalelerinden en çok etkilenen şehir İsfahan oluyor. Bu mücadelenin sonucu yıkılan yapılar günümüze birçok eserin ulaşamamasına sebep olmuş. İsfahan’da henüz büyük arkeolojik kazılar yapılmadığından mimari eserleri tam olarak bilmiyoruz. Anadolu’daki Selçuklu eserlerine bakarak çıkarımlar yapıyoruz. İsfahan İpek yolu üzerinde olmamasına rağmen Şiraz’dan Nişabur’dan ve Halep’ten gelen kervanlar hep


buradan geçmiş. İsfahan pazarlarında Bağdat’tan tuhafiye, Bizans’tan sırmalı ipek, Mısır’da keten kumaşı, Bahreyn’den mücevher, Umman’dan abanoz, Çin’den biblolar ve Horasan’dan kürkler bulunduğu biliniyor. Bu pazarların ürün yelpazesi bile İsfahan’ın zenginliğinin bir göstergesidir. İsfahan’ı okurken karşımıza çıkan bir diğer ilginç bilgi ise Batınilik veya Haşhaşilik.Bu akımların doğuş noktası ve en çok taraftar bulduğu yer İsfahan.Hasan Sabbah’ın önderliğin-

de kurulan ‘’Her görünenin bir de görünmeyeni vardır. Batını herkes anlayamaz’’ düşüncesi bu akımların temelini oluşturuyor. Hasan Sabbah’ın hocası Abdülmelik bin Attaş şehirden çıkarılıyor fakat oğlu ibni Attaş batıni olmadığını söyleyerek şehirde kalıyor. Daha sonraları saraydaki hizmetkarlara hocalık yapmaya kadar yükselen ibni Attaş batıniliği İsfahan’da yayıyor. Batıni olanların sayısı ve yüksek mevkilerde yer alması, vergilerin batiniler tarafından toplanması ve kendilerin-

den olmayanı öldürmeyi hak görmeleri halk arasında ciddi bir tepkiye yol açıyor. Çıkan isyanlar sonrasında batınilik ile mücadele başlarken halkta da bir paranoya ve toplumsal güvensizlik tablosu oluşuyor. Tarihte yaşananların benzer formlarda günümüzde de görülmesi sebebiyle Batınilik hakkında yeteri kadar araştırma olmadığını söyleyen hocamız özellikle sosyal bilimler okuyan arkadaşların bu konu üzerine çalışmalarını tavsiye ederek konuşmasını sonlandırdı.

Nurullah Yazar; Doktora tezini 2013 yılında “İslam Tarihi; Büyük Selçuklular Döneminde İsfahan” alanında yapmış olup halen Ankara Üniversite’nde İlahiyat fakültesi İslam Tarihi Anabilim dalında Yrd. Doç olarak çalışmaktadır.

İSLAMİ İLİMLER

51


İ

slam Şehirleri Araştırmaları Koordinatörlüğü kutlu belde Medine-i Münevvere’nin okumalarını yaptı. Medeniyet Medine’den başlar diyerek çıkılan yolculuk 12 Ocak 2018 tarihinde İslam Şehirleri Seminerleri’nin 12.si gerçekleştirilerek tamamlandı. Seminere konuşmacı olarak Kayseri Erciyes Üniversitesi’nden Halit Emam Abushanp davet edildi. Sn Emam konuşmasında Medine deyince akıllara ‘Medeniyet’in gelmesinin buranın, İslamiyet Medeniyeti’nin kuruluşunun merkezi olmasından kaynaklandığını belirtti. Bundan sonra kurulan bütün İslam şehirleri Medine örnek alınarak oluşturulmuş olup bu şehirlere Basra, Kufe, Bağdat, İstanbul örnekleri verilebiliceğini söyledi.

İslam Şehirleri Seminerleri

MEDİNE’DEN MEDENİYETE Değerlendiren Aysel Bozkurt Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi

İslam mimarisinin İslam Fıkhı etrafında geliştiğini ve Müslümanların ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde, hayatlarını huzurla yaşayabilecekleri şekilde oluşturulduğunu unutmamak gerekir. 52 KONAK

“İslam mimarisinin İslam Fıkhı etrafında geliştiğini ve Müslümanların ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde, hayatlarını huzurla yaşayabilecekleri şekilde oluşturulduğunu unutmamak gerekir. İslam’ın ilk şehri olan Medine; Hz. Muhammed (s.a.v)’in Miladi 622’de Medine’ye hicretinden sonra belli kaidelere göre kurulmuştur” diyerek sözlerini sürdürdü. İslam mimarisi ve estetiğini anlamak için mutlaka İslam fıkhını bilmek gerektiğini belirtti. Medine, hicretten önce ‘Yesrib’ adıyla bilinmekteydi. Bunun yanı sıra Yesrib’den önce Tıybe ismi ile anılmış. Emam, Yesrib isminin ‘kumar’ ve ‘kınamak’ anlamlarına geldiğini bu yüzden Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından şehrin isminin değiştirildiğini söyledi.Hz. Muhammed(s.a.v)’in Yesrib’e hicretiyle bölgenin Medine ismi ile şereflendiğini ifade etti. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de Tevbe ve Ahzab surelerinde peygamber şehri, kutsal belde Medine-i Münevvere’den bahsedildiğinin altını çizdi. Sn Emam seminer boyunca, Peygamber Efendimiz (sav)’in şehri Mescid-i Nebevi etrafında şekillendirmesinin İslam Şehir geleneği için göz ardı edilemez bir unsur olduğunu ısrarla vurguladı. Sn Emam bu konuda en çok araştırmanın ise şaşırtıcı şekilde Yahudi asıllı şehir tarihçileri tarafından yapıldığını ifade etti. Medine’de sıfırdan oluşturulan imar, kurulan diğer İslam şehirlerine de yansımış. Bu yüzden Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethettikten hemen sonra Ayasofya Kilisesi’ni camiye çevirmesi tesadüfi değildir. Aynı etkiyi Bursa Ulu Camii etrafında kurulmuş Bursa şehrinde de görmek mümkün. Emam: “İslam şehirciliğinde çalışmalar devam ederken bazı batılı araştırmacılar ve tarihçiler Hz. Muhammed (sav)’in şehir planlamasında Grek şehirciliğinden etkilendiğini söyler. Oysa bu yanlış öğrenilmiş bir bilgidir”. Grek şehirciliğinde şehirler bir mabet etrafında gelişir. Aynı şeyi Medine için de söylemek yanlış olmaz. Buradaki fark Grek şehirlerinde mabede giden yollar ‘şebeke usulü’ diye isimlendirilen bir yapıyla oluşturulurken,


Medine’deki yollar ‘ağaç sistemi’ adı verilen planlamayla oluşturulurmuş. Bu sistemle Mescid-i Nebevi’den ayrılan her yol Medine de farklı bir mahalleye çıkmakta, Grek şehirciliğinin kullandığı şebeke sistemi ise böyle bir oluşuma engel teşkil etmiştir. Sn Emam ağaç sisteminin kişisel özgürlükleri ön plana çıkaran bir sistem olduğunu belirtti. Mescid-i Nebevi’nin inşa edildiği alanın, dillerden düşmeyen hikayesiyle, Kutlu Nebi’nin üzerinde yolculuk yaptığı devenin çöktüğü yer olduğu bilinir.Mescit, ilk inşa edildiğinde tek sıra kerpiçten, yaklaşık 1.60 metre kadar yükseklikte çevre duvarı ile kuşatılmış üzeri açık bir alana yapılmış.İnşa faaliyetleri 7 ay sürmüş. Mescid-i Nebevi o dönemde basit ve sade bir görünüme sahip olmuş. Kıble yönünün Kudüs olduğu bu ilk dönemde yapıya doğu, batı ve güney yönde olmak üzere 3 kapıdan girilmekteydi ve ortada üstü açık bir avlu kuzey duvarı boyunca kapalı bir kısımdan oluşuyordu. Sn Emam bu kapalı mekanın İslam mimarisindeki ilk sahın örneklerinden olduğunu ifade etti. Daha sonra güney yönde başka bir kapalı mekân inşa edilmiş. Bu kapalı kısma ‘suffe’ denilmekte olup burası yoksul muhacirlerin kalması için kullanılmış. Avlunun ortasında bir kuyu, doğu ve güney taraflarında ise Hz. Mu-

hammed (s.a.v) ve eşlerine ait odalar bulunmaktaydı. Bu odalar önceleri 2 iken sonra 9’ a kadar çıkarılmış. Kıble istikameti Kudüs’ten Mekke’ye çevrilince Mescidi Nebevi’nin planı da değişmiş. Kuzey duvarı boyunca yer alan kapalı kısım güneye alınarak, güneyde yer alan suffe de kuzeye alınmış. “Mescid-i Nebevi’nin bu dönemde vakıf kurumu, adliye kurumu ve maliye kurumu (Beytülmal) olarak da faaliyet göstermiş olduğunu söylemek yanlış olmaz” diye ifade eden Emam; Mescid-i Nebevi içerisinde hiç şüphesiz en değerli kısmın Hücre-i Saadet olduğunu da belirtti. Bu bölüm Peygamber Efendimiz’in eşi Hz. Aişe’nin odasının olduğu bölümdür. Şu an Mescidi Nebevi’de Hücre-i Saadet olarak zikredilen bu bölümde Peygamber Efendimiz (s.a.v), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in kabirleri bulunmakta. Hücre-i Saadet’in Kabe’ye benzememesi ve insanlar tarafından tavaf edilmemesi için üçgen şeklinde yapılmış. Daha sonra tarihsel süreçte beşgen ve dikdörtgen şekillerini almış. Tarihimiz açısından önemli bir bilgiyi paylaşan Emam: “Mescidi Nebevi’nin kubbesi, Osmanlı padişahı V. Murat tarafından Kütahya’dan götürülen yeşil seramiklerle kaplanmıştır. Osmanlı Devleti’nde birçok padişah Mescid-i Nebevi’nin minberi, minarele-

rine de ayrı bir değer vermişlerdir.” diyerek Osmanlı izlerini tekrar vurguladı. Mihrap; Mescid-i Nebevi’nin kıble duvarında, ses akustiğini sağlamak için yapılmıştır. Sn Emam camilerimizin olmazsa olmazı mihrabın şüphesiz İslam mimarlığının değerli bir geleneği olduğunu söyledi ve kiliselerdeki sistemden farklı olarak fonksiyonel amaçla tasarlandığını belirtti. Günümüzde Mescid-i Nebevi’de binlerce insan aynı anda namaz kılabileceği için mescitte birden fazla mihrap bulunmakta. Hicret ile başlayan İslam şehirciliği uzun yıllar devam ettiğini birçok örnekle ifade eden Emam; Miladi 18. Yüzyılda Avrupa şehircilik anlayışının benimsenmesiyle İslam şehirciliği kavramının göz ardı edilmeye başlandığını söyledi. Şu an ülkemizde ve birçok Avrupa ülkesinin arşivlerinde tarihimizin saklı olduğu yazılı belgeler mevcut. Bizlerinse arşivlerdeki henüz çalışılmayan kaynakları tercüme etme, yayınlama ve okuma görevimiz olduğunu hatırlattı. “İslam Medeniyeti’nin kurmuş olduğu şehirlerin değerini göz önünde bulundurarak ‘Medeniyet Medine ile başlar’ diyerek çıktığımız yolculuğumuza devam etmekten gurur duymalıyız.”

Halid Abdulkerîm Muhammed İmam Ebû Şeneb; Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Medeniyeti ve Eserleri Bölümü’nde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini almıştır. 2012 yılından itibaren Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Memlükler-Osmalılar Yönetim Süresince Mısır-Türkiye Arasında Karşılıklı Mimari Planlama ve Karşılıklı Etkileşimler” konusunda doktora yapmaktadır.

İSLAMİ İLİMLER

53


54

KONAK


TIBBİ İNSANİ YARDIM Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüzün amacı; her ay farklı bir afeti konu edinerek, farklı alt çalışma gruplarının araştırmaları ile tıbbi insani yardım kavramının daha iyi anlaşılmasıdır. Çalışma gruplarımız; konuları ile ilgili literatür taramaları sonucu ulaşılan kitap, makale ve rapor gibi referans kabul edilebilir kaynaklardan faydalanmaktadır. Her afet sonrasında afeti daha geniş gruplarla irdelemek için atölye çalışmaları düzenlemekteyiz.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Afete Bağlı Sağlık Sorunları • Tıbbi İnsani Yardım Kuruluşları • Akademide Afet Tıbbı • Acil Afet Yönetimi • Afet Tıbbı Etiği 2. Atölye • Yemen İç Karışıklığı 2015 • Pakistan Sel Felaketi 2010 • Japonya Fukuşima Nükleer Kazası 2011 • Filipinler Haiyan Tayfunu 2013 • Van Depremi 2011 • Haiti Kolera Salgını 2010 • Tayland Sel Felaketi 2011


2011 Tayland Sel Felaketi Tıbbi İnsani Yardım Organizasyonları

DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ (WORLD HEALTH ORGANIZATION) VE YAPILAN FAALİYETLER

TIBBİ İNSANİ YARDIM ORGANİZASYONLARI ÇALIŞMA GRUBU Büşra Yeninarcılar 2 Merve Karaca 1 Merve Rençber 1 Mervenur Gürer 1 Muhammed Cihan Işık * 1 Rumeysa Bahadır 1

1 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 2 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi * İletişim: m.cihan.i.94@gmail.com

56 KONAK

World Health Organization (WHO) 7 Nisan 1948’de İsviçre’ nin Cenevre şehrinde kurulmuştur. Merkez ofisi Cenevre’de olup Washington’da Amerika Bölgesel Ofisi, Kopenhag’da Avrupa Bölgesel Ofisi, Kahire’de Doğu Akdeniz Bölgesel Ofisi, New Delhi’de Güney-Doğu Asya Bölgesel Ofisi, Manila’da Batı Pasifik Bölgesel Ofisi, Brazavil’de Afrika Bölgesel Ofisi olmak üzere toplam 6 bölgesel ofisi vardır. Ayrıca WHO’ya üye 194 ülkede 150’den fazla yerel ofisler bulunmaktadır. WHO’nun kuruluş amacı tüm dünyadaki insanlar için daha sağlıklı ve daha iyi bir gelecek oluşturmaktır. Bu amaçla bulaşıcı (grip, HIV, tüberküloz…) ve bulaşıcı olmayan (kanser, kalp ve damar hastalıkları…) hastalıklarla mücadele etmeye; anne ve çocuk sağlığını iyileştirmeye, hava, su ve gıda sağlığını iyileştirmeye yönelik çalışmalar yürütmekte, gerekli durumlarda ilaç ve aşı yardımları yapmaktadır. Aynı zamanda ülkelerin acil durumlara hazır olmasını amaçlamakta, herhangi bir acil durumda ülkelere yardım götürmektedir. Gelirlerinin çoğunu üye ülkelerden ve partnerlerinden yapılan gönüllü bağışları, bir kısmını üye ülkelerin belirlenmiş katkıları, çok az bir kısmını özel sektör bağışları oluşturmaktadır.


WHO’nun yönetiminde iki yapının önemli rolü vardır. Bunlar: 1. Dünya Sağlık Meclisi (World Health Assembly) 2. Yönetim Kurulu (Executive Board) World Health Assembly (WHA), WHO’nun karar verme organı olup tüm üye devletlerin katılımı ile her yıl Mayıs ayında Cenevre’de gerçekleşmektedir. Bu toplantıya 194 üye ülkenin en üst düzey sağlık yetkilisi katılmakta ve başkan tarafından yönetilmektedir. Bu toplantıda WHO’nun çalışmaları gözden geçirilmekte, yeni hedefler belirlenip, finansal politikalar denetlenmekte, bütçe programına bu bilgiler ışığında karar verilmektedir. Yönetim Kurulu’nun ve genel direktör ’ün çalışma raporları gözden geçirilmekte ve yönetim kurulu tarafından hazırlanan sağlık gündemine tartışılmaktadır. Bu zamana kadar sonuncusu 22-31 Mayıs 2017 tarihleri arasında olmak üzere 70 WHA gerçekleşmiştir.

WHA, farklı amaçlarda çalışan iki ana toplantıdan oluşmaktadır; 1. Committees (Kurullar): İki farklı kurul vardır: a. Kurul A: Bu kurulda teknik ve sağlık meseleleri hakkında görüşülmektedir. b. Kurul B: Bu kurulda ise finansal ve idare konuları hakkında görüşülmektedir, bazı yasa tasarıları kabul edilmektedir ve bu yasa tasarıları Plenary (Genel Kurul)’da sunulmaktadır.

2. Plenary (Genel Kurul): WHA’nın tüm temsilcileri için olan toplantısıdır. Birçok ayrı toplantıdan oluşup bu toplantılarda raporlar dinlenmekte, kurulların aktardığı çözümler tartışılmakta, yeni bilgiler ve gelişmeler sunulmaktadır. Genel Direktör ve üye ülkeler Genel Kurul’da temsilcilere hitap etmektedir. WHA’da her beş yılda bir Genel Direktör; üç yılda bir ise Yönetim Kurulu seçimi yapılmaktadır. İlk Genel Direktörü Dr. Brock Chisholm olup en son Genel Direktör Dr.Tedros Adhanom Ghebreyesus’tur. Bu direktör 70. WHA’da seçilmiş olup WHO’nun ilk Afrikalı genel direktörüdür. Halen Federal Demokratik Etiyopya Cumhuriyeti’nin Başbakanı’nın özel danışmanlığını yapmakta olup aynı zamanda parlamento üyesidir. Dünya Sağlık Örgütü’ nün Yönetim Kurulu nitelikli 34 üyeden oluşmaktadır. Yılda 2 defa toplanmaktadır. Yıllık yönetim toplantısı ocak ayında yapılmakta, bu toplantıda WHA’nın çalışma takvimi belirlenmektedir. İkinci toplantı Mayıs/Haziran aylarında gerçekleşmekte olup bu toplantıda da belirlenen karar ve politikalar uygulanmaktadır. Şimdiye kadar sonuncusu 22-27 Ocak 2018’de olmak üzere 142 tane yönetim kurulu oturumu yapılmıştır. Yönetim kurulu başkanı Mayıs 2017’de seçilen Dr. Assad Hafeez olup halen Pakistan’da Sağlık Bakanlığı’na bağlı Sağlık Hizmetleri Akademisi’nde yönetici müdür olarak da çalışmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2011 Tayland sel felaketinde yaptığı yardımlar; • Sel sırasında sağlık hizmetlerine ve ilaçlara ulaşım zorluğu, boğulma riski, ilaç temininde güçlükler gibi problemler tespit edilmiş, Tayland ulusal sağlık kurumlarının talepleri üzerine Güney-Doğu Asya Bölgesel Sağlık Acil Yardım Fonu’ndan Ağustos 2011’de US$ 170.000, Ekim 2011’de US$ 180.000 olmak

• •

üzere toplamda yaklaşık US$ 350.000 tahsis edilmiştir. Bu fon ile hem yerel halk hem de sağlık çalışanları için can yeleği tedarik edilmiş, mobil sağlık üniteleri aracılığı ile selden etkilenen ailelere temel ilk yardım kiti temin edilmiş, selden etkilenen halkın sağlık hizmetlerine ulaşımını sağlamak için botlar tahsis edilmiş, ilaç üreticileri de selden etkilendiği için zaruri ilaçların temini sağlanmıştır. Sel sırasında belirli günlerde durum raporları yayınlanmıştır. Hastalık gözetimi, uygun ilaçların ve malzemelerin temin edilmesi gibi halk sağlığı hizmetlerinin hızla sağlanması ve su kaynaklı hastalıkların düzgün bir şekilde yönetilmesi desteklenmiştir. Cibinlik ve böcek kovucu temin edilmiş, Tayland Sağlık Bakanlığı (MoPH)’na geçici barınaklarda sivrisinek kontrolüne teknik destek sağlanmıştır. Kurumlar Arası Daimî Komite (IASC)’nin hazırladığı erken müdahale değerlendirme aracı (IRA Tool) İngilizce’ den Tay diline çevrilmiş, Tayland Acil Tıp Kurumu (EMIT) gibi ulusal kurumlara dağıtılmıştır. EMIT, MoPH, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) ile toplantı düzenlenmiştir. Bu toplantıda bir insani yardım ekibinin kurulması ve Birleşmiş Milletler ile ulusal kurumlar arasında iletişim sağlanması hakkında konuşulmuştur. Sağlık risklerinin, selden etkilenen alanların belirlenmesi konuları hakkında Birleşik Devletler Kalkınma Ajansı (USAID) ile görüşmeler yapılmıştır. Temiz su teminini sağlamak ve su kaynaklı hastalıkları önlemek amaçlı Su Sanitasyon ve Hijyen İlkeleri (WASH) ile toplantı düzenlenmiştir. TIBBİ İNSANİ YARDIM

57


• Vektör ve su kaynaklı hastalıklar hakkında bilgilendirme amaçlı eğitim düzenlenmiştir, broşürler dağıtılmıştır. • MoPH’nın talebine bağlı olarak hijyen kitleri, oral rehidratasyon sıvıları ve ishal kitleri temin edilmiştir. KIZILHAÇ VE KIZILAY HAREKETİ VE YAPILAN FAALİYETLER Dünyanın en büyük gönüllü gücüne sahip Kızılhaç ve Kızılay hareketi; Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC), Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu (IFRC), Ulusal Topluluklar olmak üzere 3 yapıdan oluşur. Hareketin doğuşuna bakılacak olursa; 1828 yılında Cenevre’de doğan Henri Dunant isminde bir iş adamı, 1859 yılında o sırada İtalya’da olan Fransa Kralı 3. Napolyon ile görüşmek için İtalya’ya gittiği sırada Avusturya Krallığı ile Fransa-Sardinya Krallığı arasındaki Solferino Savaşı’nda, savaş alanında tıbbi yardıma ulaşamayan yaralı askerlerin durumuna şahit olmuştur. 1862 yılında Cenevre’ye döndüğünde savaş sırasında yaşadıklarını anlatan ve savaşlarda yaralanan askerlere tıbbi yardım yapılması fikrinin çıkış noktası olan “Solferino Hatırası” adlı bir kitap çıkarmıştır. Kitabın kopyalarını yardım çalışmalarına destek olabileceğini düşündüğü politikacılara, askeri yöneticilere ve dönemin önemli kişilerine göndermiştir. Kitap, zengin ve yardımsever bir avukat olan Gustave Moynier’ın dikkatini çekmiş, bu konuyla ilgili bir yardım toplantısı düzenlemiştir. Toplantı sonunda Dunant’ın yaralı askerlere tıbbi yardım yapılması hakkındaki fikir ve önerilerini araştırmak için ‘Uluslara-

58 KONAK

rası Yaralılara Yardım Komitesi’ adıyla 5 kişilik bir komisyon kurulmuştur. Bu komite 1863 yılında 18 farklı devletten gelen toplam 36 delegelik uluslararası bir konferans düzenlenmiş, sonuç bildirgesinde; her ülkenin kendi topluluğunu kurması, yapılacak yardımların gönüllüler tarafından yürütülmesi, yasal altyapısını oluşturmak için bir konferans düzenlenmesi, sahada tanınması için sembol olarak beyaz zemine kırmızı haç kullanılması kararlarına varılmıştır. 1864 yılında İsviçre Devleti’nin resmi delege çağrısı ile Baden Büyük Dükalığı, Belçika Krallığı, Danimarka Krallığı, 2. Fransa İmparatorluğu, Hesse Büyük Dükanlığı, İtalya Krallığı, Hollanda Krallığı, Portekiz ve Algarve Krallığı, Prusya Krallığı, İsviçre, İspanya Krallığı ve Württemberg Krallığı olmak üzere 12 devletten gelen katılımcılarla 22 Ağustos tarihinde “Savaş sırasında yaralı askerlerin durumlarının iyileştirilmesi” adında kongre düzenlenmiştir. Daha sonra ismi 1. Cenevre Sözleşmesi olarak isim verilen kongre sözleşmesi imzalanmıştır. 1874 senesine gelindiğinde farklı kıtalardan üye sayısı 22’yi bulmuştur. 1876 senesinde ise komite ismini Uluslararası Kızılhaç Komitesi olarak değiştirmiştir. Aynı sene Türkiye, Rusya ile savaştığı sırada “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adı altında kurulan topluluk, İsviçre Hükümetine katılım talebini iletmiş; 1877 yılında ise “Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti” adı altında resmi olarak tanınmıştır. İlk defa amblem olarak hilali kullanan topluluk daha sonradan üye olacak İslam ülkelerine öncülük etmiştir. Amerikan Kızılhaçı Savaş Direktörü, Henry Pomeroy Davison ulusal üye

kuruluşların savaşlarda yaralılara destek olmak dışında doğal afetlere de tıbbi yardım yapması önerisini sunması üzerine 1919 yılında Uluslararası Kızılhaç Komitesi çalışmalarına alternatif oluşturmayacak ulusal toplulukların koordine edildiği Kızılhaç Ligi kurulmuştur. Bu Lig 1983 yılında ismini Kızılhaç ve Kızılay Ligi olarak, 1991 yılında ise Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu olarak değiştirmiştir. Zamanla ulusal topluluklar çalışma alanlarını genişletmişler; koruyucu tıp, halk sağlığı ve hijyen, kan transfüzyonu, ilk yardım, afetlerde arama-kurtarma, yangınlarla mücadele ve toplumsal refahı arttıracak çeşitli aktif roller üstlenmeye başlamıştır. Amblem 1863 yılında, düzenlenen konferansta savaşlarda görev alacak gönüllülerin ve tıbbi teçhizatın sahada tanınması ve ayırt edilebilmesi için öncü ülke İsviçre bayrağındaki renklerin tersi olan beyaz zemin üzerine kırmızı haç işaretinin kullanılması karar verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, dini nedenlerden ötürü haç amblemini kabul etmek istememiş, hilal sembolünün kullanımı önerisinde bulunmuş. Önerinin kabul edilmesiyle ikinci bir amblem ortaya çıkmıştır. Bu iki amblemi kullanan ülkeler 1929 yılında 3. Cenevre Sözleşmesi ile eşit tanınma ve korunma hakkına sahip olmuştur. İran ise 1922’de kırmızı aslan ve güneş amblemini kullanmış, 1980 yılında ise hilali kullanmaya başlamıştır. 2006 yılında Cenevre Sözleşmesinin 3. Ek protokolünün belirlendiği kongrede İsrail ve Filistin devletleri komiteye üye olmuş, İsrail ne İslam ne de Hristiyanlık ile ilişkili amblemi kabul etmeyeceğini belirtmesi üzerine kristal amblemi de resmi olarak tanınmıştır. Cenevre Sözleşmeleri İsviçre’nin Cenevre şehrinde, 100’den fazla ülkenin imzaladığı, uluslararası hukukta insan hakları üzerine yapılmış ilk büyük sözleşmedir. İlk sözleşme,


1864 yılında savaşlarda yaralanan askerlerin korunmasını, tıbbi tedavisinin yapılmasını ve ailelerine bilgi aktarılmasını güvence altına almıştır. Sözleşme; yaralı ve teslim olmuş askerlere, tıbbi personele ve hastanelere saldırıyı yasaklamış, taraflara yaralı ve ölülerini toplama ve komiteye bildirme yükümlülüğü getirmiştir. Ailelere ve devletlere bilgilerin aktarılabilmesi amacıyla Merkezi Takip Ajansı kurulmuştur. 1906 yılında ilk sözleşmenin maddeleri deniz kuvvetlerine göre genişletilmiş, ambulanslar ve hastanelerin olduğu gibi, hastane gemiler, cankurtaran botlar, tıbbi amaçla kullanılan uçaklar ve personelleri de koruma altına girmiştir. Savaş esirlerinin sağlığını koruma altına almak, ücretsiz barınma, gıda, kıyafet ve aileleri ile iletişime geçebilme gibi haklar 1929 yılında düzenlenen 3. sözleşmede tanınmıştır. 1945 yılında komite, nükleer silahların gelişmesiyle ve bu silahların kitlesel imha amaçlı kullanımı sonrası sivillerin korunması ile ilgili çalışmalar başlatmış, bu çerçevede 1949 yılında 4. sözleşme imzalanmıştır. İşgal edilmiş topraklarda sivillerin güvenliğinin sağlanması adına; yaralılar, hastalar, yaşlılar, anne ve bebekleri için güvenli bölgelerin oluşturulmasına, sivillerin gıda ve yaşam için önemli maddelere ulaşımının sağlanmasına, sivillerin rehin alınamayacağına, canlarının ve mallarının dokunulmaz olduğu ve yağmalanamayacağına karar verilmiştir. 1977 yılında Cenevre’de 100 ülkenin temsil ettiği, daha önce imzalanmış sözleşmelerin yeniden doğrulanması ve uluslararası insan haklarının geliştirilmesi için konferans düzenlenmiştir. Bu konferansta sözleşmelere 2 protokol eklenmiştir. 1. protokolde; sivillere ve yaşamları için gerekli yerlere (ev, tarla, bahçe, ağıllar…) rastgele saldırmak, büyük hava bombardımanları yapmak yasaklanmış; savaş taraflarının, sivillerin gıda ve tıbbi ihtiyaçlarını karşılaması gerektiği aksi durumda komitenin bu yardımları üstleneceği

Cenevre Sözleşmeleri İsviçre’nin Cenevre şehrinde, 100’den fazla ülkenin imzaladığı, uluslararası hukukta insan hakları üzerine yapılmış ilk büyük sözleşmedir. maddeleri eklenmiştir. 2. protokolde ise iç savaşlarda ayaklanma çıkaran tarafın da savaşılan ülke gibi tıbbi desteğe ulaşabilme hakkı olduğu eklenmiştir. Sözleşmeye imza atan ülkelerin sözleşmenin maddelerine uyma zorunluluğu olup, ihlal durumunda yaptırım söz konusudur. 2011Tayland sel felaketinde Kızılhaç ve Kızılay Hareketi üyesi kuruluşlar, devlet kuruluşları, uluslararası özel bağışçılar ve yerel bağışçılar para yardımını ülkenin bu harekete üye kuruluşu olan Tayland Kızılhaçı’na yapmıştır. Toplanan yerel bağış miktarı 2011 yılı sonunda 35 milyon dolar, uluslararası bağış 5 milyon dolar olup sağlık için 1,472,085 dolar bütçe ayrılmıştır. Bağış yapan Kızılhaç ve Kızılay Üye Kuruluşları; Avustralya, Avusturya, Kanada, Almanya, Hong Kong, İtalya, Finlandiya, Japonya, Norveç, İspanya, İsviçre, Hollanda, Yeni Zelanda Kızılhaçı ile Malezya Kızılayı’dır. Yardım eden diğer kuruluşlar; Avrupa Afetlere Hazırlık Komisyonu, İnsani Yardım ve Sivil Savunma Genel (DiPECHO), Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (UN OCHA), Birleşmiş Milletler Asya ve Pasifik Ekonomik ve Sosyal (UNESCAP), Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile Asya Afet Hazırlık Merkezi (ADPC), CARE, Oxfam gibi sivil toplum kuruluşlarıdır. Kızılhaç ve Kızılay Hareketi üyesi kurumların yaptığı yardımlar; Haziran – Aralık 2011 tarihleri arasında başta başkent Bangkok ve 36 ilçesi

olmak üzere 65 şehirde 816 insanın yaşamını yitirdiği ve 13,5 milyon insanın etkilendiği afette Tayland Kızılhaçı 1,3 milyondan fazla insana temel gıda ve gıda dışı yardımda bulunmuştur. • Afet saha değerlendirmesi ve kurtarma operasyonları kapsamında 78,680 kişi selden kurtarılmıştır. • Afetzedelerin beslenme ihtiyaçları için mobil mutfaklar ile 440,000 kişiye (günlük 5,000 kişi) sıcak yemek ve 344,012 aileye içerisinde gıda ve ilaç bulunan yardım paketleri dağıtılmıştır. • 2,448 çadır ve 11,550 soba ile barınma ve ısınma ihtiyacı karşılanmıştır. • Temiz suya ulaşımı sağlayabilmek için selden en çok etkilenen bölgelere 5 mobil su arıtma tesisi ile 5,1 milyon litre temiz su temini, 3,5 milyon şişe su ve 5,000 sanitasyon kiti dağıtımı yapılmıştır. • Su yolu ile bulaşabilecek hastalıklardan korumak ve hijyen koşullarının iyileştirilmesi için kişisel hijyen eğitimi düzenlenmiştir. Ayrıca 91,641 bidon ve 35,317 sineklik dağıtılmış, gönüllülerin destekleri ile çöp toplama kampanyaları düzenlenmiştir. • 3 ekip ile mobil sağlık hizmeti sunulmuş olup, psikiyatrist ve psikologlardan oluşan mental sağlık ekipleri ile stres altındaki 100,000’den fazla insana yardım etmişlerdir. TAYLAND KIZILHAÇI 1893 yılında Fransız Çinhindi (Fransız Sömürge İmparatorluğu’nun Güneydoğu Asya’daki bir parçası) ile Siyam TIBBİ İNSANİ YARDIM

59


Krallığı (Bugünkü ismi ile Tayland) arasında Mekong Nehri’nin batı kısmı için gelişen bir toprak anlaşmazlığı sonucunda çıkan savaşta yaralanan askerlere yardım edecek bir kurumun ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Thanpuying Plien Pasakornravongs, kadın gönüllülerden oluşan bir grup kurmuş ve dönemin kralının bu grubu resmi olarak tanıması için Kraliçe Sawang Wadhana ile görüşmüştür. Kral Chulalongkorn’un destek ve himayeleri ile Siam Kızıl Unalom Topluluğu kurulmuştur. Kral, Kraliçe Sawang Wadhana’yı “topluluğun annesi”, Kraliçe Saovabha Phongsri’i “topluluğun başkanı”, Thanpuying’i ise “topluluğun sekreteri” olarak ilan etmiş, böylelikle topluluk 26 Nisan 1893 yılında resmi olarak kurulmuştur. 1921 yılında Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu’na üyeliği kabul edilmesiyle ismi Tayland Kızılhaçı olarak değişmiştir. Yönetim Kurulu Başkanı Kraliçe Sirikit Kitiyakara, Yönetim Kurulu Başkan Yardım-

60 KONAK

cısı Prenses Maha Chakri Sirindhorn ve Genel Sekreter Phan Wannamethee’dir. Tayland Kızılhaçı’nın amacı; insan haklarını korumak, yardıma muhtaç kişilere sağlık hizmeti sunmak, afetlere hazırlık yapmak, müdahale etmek, toplumun hayat kalitesini artırmaktır. Bu amaçla; • Ulusal kan bankası için Tayland Hükumeti tarafından görevlendirilmiş olup güvenli, gönüllü ve ücretsiz kan bağışını sağlamaktadır. • Organ ve doku nakli hizmetlerini yürütmektedir. • Afet ve acil durumlar için hazırlık kapsamında önemli ekipmanlarının depolanmasından, bilgi ve teknik beceri eğitimlerinin düzenlenmesinden ve afet operasyon merkezi kurulmasından sorumludur. • Başkent Bangkok’ ta bulunan 1,346 yataklı Kral Chulalongkorn Memorial Hastanesi, Çonburi şehrinde 452 yataklı Kraliçe Sawang Wattana Memorial Hastanesi ve ülke gene-

lindeki 12 sağlık istasyonunda maddi imkânı olmayan insanlara ücretsiz sağlık hizmeti sunmaktadır. • HIV/AIDS konusunda korunma, danışmanlık, tedavi ve araştırma çalışmaları yürütmektedir. • Yaşlılara evde bakım hizmeti, yetim çocuklara uygun aile bulma ve yuva hizmeti vermektedir. • Aşı ve panzehir üretimi yapmaktadır. TAYLAND YEREL ORGANİZASYONLARI VE YAPILAN FAALİYETLER Tayland Hükümeti’nin Afet Risk Yönetimi 2 grupta incelenir; A. Politika düzeyinde • Ulusal Afet Önleme ve Azaltma Komitesi: Afet yönetim politikasını formüle eder ayrıca kamu ve özel ortaklıklarını entegre eder. • Ulusal Güvenlik Konseyi: Konseyin yapı ve görevleri Başbakanlık Ulusal Emniyet yönetmeliğinde


belirtilmiştir. Güvenlik politikasını ve uygulama kılavuzunu önerir. Kuruluşlar arası koordinasyonu sağlar. B. Operasyonel düzeyde • Ulusal Afet Komutanlığı Karargâhı: Alt afet yönetim merkezlerinin acil durum uygulamalarını yönlendirir, koordine eder. Felaket derecesine göre Ulusal Olay Komutanlığı görevini farklı makamlar üstlenir. Büyük ölçekli olaylarda (3.seviye) bu görev içişleri bakanına verilir. 4. seviyede ise görevi başbakan üstlenir. • Afet Yönetim Merkezi: Afet yönetim merkezlerini koordine etmek için Afet Önleme ve Azaltma Departmanı (DDPM) yönetimi görevlendirilir. Acil olmayan durumlarda ilgili devlet kurumlarının acil yanıt bilgilerini kaynaklarını ve planlarını koordine eder, bütünleştirir. Felaket olasılığı muhtemel durumlarda kritik bölgeyi yakından takip eder ve Ulusal Olay Komutanına bilgi verir. Hafif (1. seviye) ve orta şiddetteki

mi olan ‘Erken Uyarı Sistemi’ uygulanır. Bu sisteme göre en tehlikeli durum kırmızı, acil olmayan durum yeşil olacak şekilde kırmızı, turuncu, sarı, mavi ve yeşil renklerinde uyarılar oluşturulur. DDPM (Department of Disaster Prevention and Mitigation) Afet Önleme ve Azaltma Departmanı, 2002 yılında Bürokrat Reform Yasası’na göre İçisleri Bakanlığı çatısı altında İl İdaresi Sivil Savunma Bölümü, Hızlandırılmış Kırsal Kalkınma Departmanı, Sosyal Refah Bölümü, Topluluk Geliştirme Departmanı ve Ulusal Güvenlik Konsey Ofisi kuruluşlarının birleşmesiyle oluşur. Merkezi Bangkok’ta olmak üzere 76 il teşkilatı, 18 bölgesel merkezi vardır. 2007’de kabul edilmiş olan Afet Önleme ve Azaltma Yasası (DPMA) ile Başbakan ve yardımcısı tarafından yönetilen Ulusal Afet Önleme ve Azaltma Komitesi (NDPMC) koordinasyon merkezi olarak kabul edilmiştir. Afet önleme ve azaltma merkezinin yönetim birimi

Kurucuları doktor ve gazetecilerden oluşan 13 kişilik bir ekip olmakla birlikte son durumda 70’den fazla ülkede 35 binden fazla sağlık çalışanı ile faaliyetlerini sürdürmektedir. (2. seviye) afetler için ortak müdahale operasyonlarını yönlendirir. Teknik destek sağlar. Yetkilileri erkenden bilgilendirir. 3 ve 4. seviye felaketlerde Ulusal Olay Komutanına tavsiye verir. • İl Afet Yönetim Merkezi: Afet risk yönetimini il bazında kontrol ve koordine eder. İl Olay Komutanı validir. Afet durumunda yetkili makamlara ve halka afete yönelik uyarıların zamanında dağıtılmasına yönelik iletişim siste-

DDPM olarak belirlenmiştir. DDPM’nin sorumlulukları şunlardır: • Afet ve acil durumları yönetme • Afetin derecesine göre ilgili makamları görevlendirme • Kurtarma sürecini hızlandırma • Operasyon için malzeme temin etme • Hasar gören kamu kurumlarını iyileştirme • Mağdurların fiziksel zihinsel iyileşmesine katkı sağlama

• Ulusal veya uluslararası kurumlarla birlikte çalışma DDPM’nin afet yönetimi 3 aşamadan oluşur. • Hazırlık: Afet önleme planı oluşturulur. Şehirlerde yetkililere, sivil savunma gönüllülerine ve halka eğitim verilir. Tatbikat yapılır. • Önleme: Felaket veya olası felaket durumlarında Meteoroloji bölümünden gelen bilgilere göre risk bölgesine ulaşılır, gerekirse halk tahliye edilir, erken uyarı ve operasyon merkezlerinin kurulması, haberleşme sağlanır. • Kurtarma: Afetten ilk etkilenenlere yardım edilir. Uzun süreli rehabilitasyon için bilgileri toplar, proje hazırlar, bakanlar kurulu onayı için başvuru yapar. Sele Müdahale Operasyon Merkezi (FROC) Sel felaketinde Acil Operasyon Merkezi’nin yetersiz kalması üzerine Başbakan tarafından Sele Müdahale Operasyon Merkezi (FROC) kurulmuş, başkan olarak Adalet Bakanı Natapanu Nopakun görevlendirilmiştir. Amacı DDPM’e veri toplama, verileri birleştirme ve yerel organizasyonları koordine etmektir. İçişleri Bakanlığı’na bağlı bu kuruluşlar dışında sel felaketi sırasında Tayland Sosyal Yardımlaşma ve İnsan Güvenliği Bakanı 2.400 sığınma evi, Bangkok Büyükşehir İdaresi 175 sığınma evi açmıştır. Halk Sağlığı Bakanlığı 30 bölgede klinik açmıştır. Tayland Kraliyet Ordusu yardım malzemelerinin dağıtımına yardımcı olmuşlardır. Ayrıca Adalet Bakanlığı bünyesindeki personellerin oluşturduğu Özel Araştırma Dairesi de yardımcı personel desteği sağlamıştır. SINIR TANIMAYAN DOKTORLAR VE YAPILAN FAALİYETLER Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) 1971 yılında Biafra’da yaşanan kıtlık ve savaş TIBBİ İNSANİ YARDIM

61


THAILAND: Floods as of 13 October 2011 !Chiang

Legend !

Mai

!

Nan

LAO PDR

Cities Refugee Camps

NAN LAMPHUN

Capital MAE HONG SONCity

PHRAE

LAMPANG

NORTHERN REGION

Rivers

NONG KHAI

!

Phrae

Province Boundary

VIENTIANE

Region Boundary

!

Affected Sub-districts

Nong Khai

Uttaradit

Flooded

!

UTTARADIT

Forecasted to be flooded

LOEI

Already flooded and flooding to continue

SUKHOTHAI

Source: GISTDA - 13 Oct

UDON THANI

SAKON NAKHON

NONG BUA LAMPHU

Sukhothai

!

NAKHON PHANOM

!

Sakhon Nakhon

PHITSANULOK Phitsanulok

! !

Mae Sot

TAK

KALASIN

MUKDAHAN

! KHON KAEN

KAMPAENG PHET PHICHIT

PHETCHABUN

MYANMAR

CHAIYAPHUM

NORTH-EASTERN REGION Chaiyaphum

Nakhon Sawan !

!

MAHA SARAKHAM

ROI ET

YASOTHON AMNAT CHAROEN

!

NAKHON SAWAN

Uthai Thani Ubon Ratchathani

UTHAI THANI

!

LOPBURI

CHAINAT SINGBURI SUPHANBURI

Creation Date:

UBON RATCHATHANI

!

BURIRAM

SURIN

SI SAKET

SARABURI !

AYUDHYA Kanchanaburi

NAKHON PATHOM

Ratchaburi

RATCHABURI

!

SAMUT SAKHON

SAMUT SONGKHAM

NAKHON NAYOK Prachin Buri

PATHUM THANI

!

PHACHINBURI

NONTHABURI !

sonrasında Fransa’da kurulan, silahlı çatışma, salgın hastalık ve doğal afet durumlarından etkilenen veya sağlık hizmetlerinden mahrum bırakılan insanlara acil yardım hizmeti veren bir uluslararası bağımsız tıbbi insani yardım organizasyondur. Kurucuları doktor ve gazetecilerden oluşan 13 kişilik bir ekip olmakla birlikte son durumda 70’den fazla ülkede 35 binden fazla sağlık çalışanı ile faaliyetlerini sürdürmektedir. Üyelik gönüllülük esasına dayanmakta olup, üyeler ırk, din, köken veya siyasi görüş ayrımı gözetmeksizin, meslek etiğine uyarak, her türlü siyasi, ekonomik ve dini güç odaklarından bağımsız ve tarafsız duruşlarını korumakla yükümlüdür. Hizmet verirken tıp etiğinin gerektirdiği gibi hastalar bilgilendirilmekte, onların onayına ve mahremiyetine saygı göstermektedir. Tanıklık ilkesi kapsamında hayat kurtarmaya yönelik sağlık hizmetlerinin

KONAK

NAKHON RATCHASIMA

Sisaket

Buriram

! Ayutthaya

13 Oct, 2011

Disclaimers: The boundaries and names shown and the designations used on this map do not imply official endorsement or acceptance by the United Nations.

!

Lop Buri

WESTERN REGION

Map data source(s): GISTDA, UN Cartographic Section, UNHCR, Natural Earth

62

CENTRAL REGION

ANG THONG

KANCHANABURI Map Doc Name: THA_flood map_111013

!

Nakhon Ratchasima

SA KAEO

BANGKOK CHACHOENGSAO

SAMUT PRAKARN

Chon Buri

!

CHONBURI

engellendiği, sağlık tesislerinin tehdit altında olduğu, yardımların kötüye kullanıldığı veya yetersiz kaldığı ya da dünya kamuoyunun belirli bir krize ilgisini kaybettiği durumlarda kamuoyunun dikkatini çekmek için harekete geçmektedir. Bağımsızlık ilkesini korumak için fon kaynaklarının çok kısıtlı bir bölümünü hükümetlerden ve uluslararası fon kuruluşlarından temin etmekte, bütçesinin %90›ından fazlası tüm dünyada MSF’yi destekleyen 5,7 milyondan fazla bireysel bağışçı tarafından sağlanmaktadır. “Hesap verebilirlik” ilkesi kapsamında da faaliyetlerini düzenli bir biçimde değerlendirmeye tabi tutar. Kurumsal ve yönetim yapısına bakıldığında MSF; ulusal ve bölgesel alt kuruluşlardan oluşan, temelini saha çalışanlarının oluşturduğu dünya çapında bir harekettir. Merkezi Cenevre’de bulunup 24 farklı ülkede temsilciliği

CAMBODIA

0

30

60

Kilometers

vardır. Bu temsilciliklerin her biri bağımsız, tüzel oluşumlardır; kendi yönetim kurullarını ve başkanlarını seçerler. Çoğu temsilcilik kendi yönetim ofisine sahiptir. Temsilcilikler, MSF’nin tıbbi insani yardım programlarını yöneten beş operasyon merkezine (Amsterdam, Cenevre, Barselona, Brüksel, Paris) bağlıdır. Bunların dışındaki birimler ise, lojistik merkezi ve tıbbi birimler dahil olmak üzere, hedef ve faaliyetleri çeşitli yollardan desteklemeyi amaçlar. MSF ofisleri, temsilcilikleri, operasyon merkezleri ve diğer kurumsal yapıları sürekli iletişim halinde birlikte çalışırlar ve resmi olarak tek bir “Médecins Sans Frontières” adı altında toplanırlar. Tüm yapılar “Uluslararası MSF” üyesi olarak hem kuruluş ilkelerine hem de birbirlerine bağlıdır. MSF’nin tüm birimleri ve uluslararası başkanı da dahil olmak üzere tüm çalışanları, MSF hareketinin kimliğini koruyan Uluslararası


MSF’nin bir parçasıdır. Uluslararası MSF’nin en yüksek mercisi MSF Uluslararası Genel Kurulu olup üyeler, Uluslararası Başkan ve her ülkenin temsilciliğinden seçilen temsilcilerden oluşur. Uluslararası Başkan Uluslararası Genel Kurul tarafından seçilir. MSF’nin 2015 Genel Kurulu’nda seçilen Uluslararası Başkan’ı Dr. Joanne Liu ve Genel Sekreteri ise Jérôme Oberreit’tir. Uluslararası Genel Kurul, MSF’nin tıbbi insani yardım vazifesini korumakla yükümlüdür. Uluslararası Yönetim Kurulu, beş operasyon merkezinin temsilcilerinden ve Uluslararası Genel Kurul tarafından seçilen bir üye grubundan oluşur, Uluslararası Başkan tarafından yönetilir. Merkezi Cenevre’de bulunan Uluslararası MSF yönetimi, MSF hareketi için gerekli koordinasyonu, bilgiyi ve desteği sağlar. Ayrıca gerekli olduğu durumlarda uluslararası projeleri ve girişimleri hayata geçirir. Uluslararası MSF ofisinin harcamaları ulusal temsilcilikler tarafından karşılanır. MSF’nin Sellere Müdahale Planı Sellerin zamanlaması nispeten öngörülebilir olduğu için, başarılı bir müdahale stratejisinin hazırlanması ve erken uyarı sistemlerinin kullanılması kilit önem taşımaktadır. Etkinin boyutunu etkileyen pek çok faktör bulunmaktadır: Nerede? Alçak konumlu bir arazide veya taşkın havzasında, siklon veya muson alanlarında olup olmaması önemlidir. Ne tür sel baskını? Büyük, küçük, ani başlangıçlı, gelgit dalgaları şeklinde, rüzgarlar eşliğinde veya rüzgarsız sel baskınları olabilmektedir. Ne zaman? Gündüz olduğunda insanlar görebildiği için daha az etkiye sahip olurken gece insanlar su baskınını göremediği için etki daha büyüktür. Kış mevsiminde evlerini kaybeden insanların yaşam koşulları daha zor olur. Yaz mevsiminde ise temiz suya ulaşım, bulaşıcı hastalıklar ve dehidratasyonda artış zorluk yaratır. Hasat mevsimin-

den önce veya sonra olması gıdaların güvenliği ile ilgili önemli fark oluşturur. Sellere müdahale edebilmek için olası müdahalenin ihtiyaçları, ölçeği ve kapsamı tanımlanmalı ve gerekli kaynaklar (finansal, insan, lojistik) sağlanmalıdır. MSF’nin faaliyette bulunduğu bölgelerde bu ihtiyaçların sağlanmasından öncelikle Ülke Koordinasyon Ekibi sorumludur. Felaket, yerel kapasitesinin üzerinde ise, bölge ve merkez sorumluluğunda olur. MSF’nin bulunmadığı ülkelerde ise sel felaketinden sonraki strateji ve muhtemel müdahale planını tanımlamaktan operasyon merkezlerindeki Acil Birimler sorumludur. Bu ülkelerde, bilgiler Birleşmiş Milletler ağları kullanılarak veya genel haberler yoluyla toplanabilir. MSF genel merkezi afet ölçeğindeki ilk bilgilere ya da haber kaynaklarından aldığı bilgilere bağlı olarak bir değerlendirme başlatabilir (Multidisipliner ve deneyimli bir ekip mümkün olan en kısa sürede, etkilenen ve korunmasız bölgelere gönderilir) ya da doğrudan acil müdahale yapmaya karar verebilir. Acil durumun felaket derecesinde büyük olduğuna ve merkez tarafından bir müdahalenin başlatılacağına karar verilmesiyle birlikte afet bölgesine büyük bir ekip gönderilmektedir. Ekibin bir kısmı kurtarma ve yardım çalışmalara hemen başlarken, diğer bir kısmı ileri değerlendirme yapar. Acil Durum Ekibi; acil koordinatör, tıbbi ekip, bir yönetici, bir WATSAN (su ve sanitasyon uzmanı) ile bir psikologdan oluşmaktadır. Böylelikle su ve gıda yardımı, tıbbi yardım ve mental sağlık desteği sağlanmaya çalışılır. Başkentte en az bir kişi koordinasyonun sağlamakla görevlendirilir, gelen kargoları, yerel satın alımı ve nakliyeyi düzenler. Proje sahasına nasıl ulaşılacağı, yardım malzemelerine acilen ihtiyaç duyulduğunda nakliyenin mümkün olan en iyi ve en hızlı şekilde organize edilmesi oldukça önemlidir. Tüm bu süreçte düzenli bir şekilde toplantılar ve raporlama yapılır. Acil durum bittiğinde görev sonlandırılır ve rapor tamamlanır.

Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF), 1976 yılından beri Tayland’da çalışmalarını sürdürmekte olup 2011 yılında meydana gelen sel felaketinde Sukhothai, Phitsanulok, Phichit ve Kamphaeng-Phet şehirlerinin en çok etkilenen bölgelerinde 1.400’den fazla tıbbi konsültasyon gerçekleştirmiş, başlıca gıda, su ve cibinlikten oluşan 66.000 kişilik yardım malzemesi temin etmiştir. DEVLET ORGANİZASYONLARI VE YAPILAN FAALİYETLER Yardım Yapan Devlet Kurumları • Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri (CDC) • Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) • Kanada Uluslararası Kalkınma Ajansı (CIDA) • Hong Kong Hükumeti Arama Kurtarma Ekibi • Avustralya Uluslararası Kalkınma Ajansı CDC (Centers for Disease Control and Prevention) ABD’nin Sağlık ve İnsan Hizmetleri Dairesi’nin, kamu sağlığı ve güvenliğinin sağlanması konusunda çalışan bir birimidir. Temmuz 1942’de sıtmanın ulus çapında yayılmasını önleme amacıyla kurulmuştur. Merkezi Georgia eyaletindedir. Başkanı: Dr Brenda Fitzgerald’dır. Aşılama programları, bulaşıcı ve kronik hastalıkların, yaralanmaların, çevresel sağlık tehditlerinin önlenmesi ve kontrolü; iş yeri güvenliği ve engelli sağlığı alanlarında çalışmalar yürütmektedir. Salgınları izlemek ve önlemek için stratejiler uygulamak, ulusal sağlık istatistiklerini toplamak üzere devletler ve diğer ortaklarla birlikte çalışmaktadır. Günümüzde özellikle devlet ve yerel sağlık bölümlerini desteklemek, küresel sağlığın iyileştirilmesi, önde gelen ölüm nedenlerini azaltmak için önlemlerin uygulanması, sürveyans ve epidemiyolojik verilerin iyileştirilmesi ve sağlık politikalarının geliştirilmesi konularıTIBBİ İNSANİ YARDIM

63


na ağırlıkla yönelmektedir. 2011Tayland sel felaketinde CDC, temiz içme suyu ve yiyecek temin etmiş, ishal, gıda zehirlenmesi, konjuktivit ve deri hastalıklarını tespit edip bildirimlerini yapmış, kurtarma ekipleri afetzedeleri helikopter ve kurtarma botları ile geçici barınaklara götürmüştür. USAID (United States Agency for International Development) ABD Tayland Büyükelçisi Kristie A. Kenney, Tayland’daki USAID yardımıyla 500.000 ABD doları tutarında ek destek sağladığını açıklamış ve bu destek ABD Hükümeti’nin yardımıyla 1,1 milyon doları aşmıştır. Tayland Hükümetince bildirilen ihtiyaca uygun olarak tekneler, su arıtıcıları, motorlar, jeneratörler ve diğer yardım malzemeleri Uluslararası Göç Örgütü (IOM) tarafından tedarik edilmiştir. Bangkok’taki 10 kişilik bir USAID ekibi, ABD Savunma Bakanlığı İnsani Yardım İnceleme Ekibi (HAST) ve diğer ABD Hükümeti ajanslarıyla koordinasyon içinde Tayland’daki koşulları yakından takip etmiştir. CIDA (Canadian International Development Agency) Kanada, CIDA aracılığıyla Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu’na (IFRC) insani yardım için 1 milyon dolarlık kaynak ayırmış-

64

KONAK

tır. IFRC, yiyecek, hijyen malzemeleri, önemli ilaçlar ve güvenli içme suyundan oluşan yardım kitlerinin dağıtarak yaklaşık 27.000 ailenin maddi ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı olmuştur. Hong Kong Hükumeti Arama Kurtarma Ekibi Hong Kong Hükümeti, afetzedeler için Afet Yardım Fonu’ndan 1 milyon dolar hibe vermiştir. Avustralya Uluslararası Kalkınma Ajansı Avustralya Uluslararası Kalkınma Ajansı; yiyecek, su, barınak ve onarım çalışmalarına destek sağlamak için Kızılhaç ile iş birliği yapmıştır. Tayland Hükümeti’nden gelen talep doğrultusunda Bangkok’taki ev ve iş yerlerini korumak için 100.000 kum torbası sağlamıştır. TÜRKİYEDEKİ YARDIM KURULUŞLARI VE YAPILAN FAALİYETLER 2011 Tayland Sel Felaketi ’ne İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı İHH (İnsani Yardım Vakfı) acil yardım ekipleriyle bölgede insani yardım faaliyetinde bulunmuştur. Selden en fazla etkilenen başkent Bangkok ve Prathamtani kentinde 700 aileye temel gıda malzemelerinden oluşan yardım

paketleri dağıtmış, mağdurların temiz su ihtiyacını da karşılamıştır. İHH İnsani Yardım Vakfı, 1992 yılında Bosna Savaşı esnasında insani yardım çalışmaları ulaştırmayı amaçlayan bir grup gönüllünün 1995 yılında vakıf olarak yapılanması ile İstanbul’da kurulmuştur. Şu anki başkanı Fehmi Bülent Yıldırım’dır. İHH’nın Moro, Nijer, Somali ve Gazze dışında yurtdışında temsilciliği bulunmamaktadır. Yurt dışında gerçekleştirilen projelerin bazıları bizzat İHH görevlileri tarafından takip edilmekte bazıları ise bölgede bulunan, bölgeyi iyi tanıyan partner kurumlarla iş birliği içinde yürütülmektedir. Partner kurumlar ve İHH görevlileri, buralarda gerçekleştirilen projelerle ilgili raporlar hazırlayarak yapılan çalışmaları sürekli denetlemektedir.


KAYNAKÇA 1. World Health Organization in South-East Asia. [Online].; 2011 [cited 2017. Available from: http://www. searo.who.int/entity/searhef/floodsinthailand/en/. 2. WHO. [Online]. [cited 2017. Available from: http://www.who.int/about/history/en/. 3. Dr. Tedros Adhanom. [Online]. [cited 2017. Available from: https://www.drtedros.com/. 4. WHO - Chairman and Officers of the Executive Board. [Online]. [cited 2017. Available from: http://apps. who.int/gb/gov/chairman-and-officers-of-the-executive-board.html. 5. WHO - Dr Brock Chisholm, Director-General. [Online]. [cited 2017. Available from: http://www.who.int/ dg/chisholm/chisholm/en/. 6. WHO - First World Health Assembly. [Online]. Available from: http://www. who.int/global_health_histories/first_ world_health_assembly/en/. 7. Floods in Thailand. Situation Report. WHO - Regional Office for South East Asia, Situation Report 1 - 14; 2011. 8. Dr. Tedros Adhanom. [Online].; 2017 [cited 2017. Available from: http:// www.drtedros.com/wp-content/uploads/2016/05/Dr-Tedros-Long-Bio.pdf. 9. Snapshot – Thai Red Cross Socirty. The International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies. 10. Scribd. [Online]. [cited 2017. Available from: https://tr.scribd.com/do-

cument/56415406/Crisis-Interventions-Professional-Guidebook. 11. Red Cross - History. [Online]. [cited 2017. Available from: http://www.redcross.int/en/history/movement.asp. 12. IFRC - History. [Online]. [cited 2017. Available from: http://www.ifrc.org/ en/who-we-are/history/. 13. Ali SF. Governing Disasters: Engaging Local Populations İn Humanitarian Relief New York Ny: Cambridge University Press; 2016. 14. Sarote Thıprut, Department Of Disaster Prevention And Mitigation (Ddpm) Ministry Of Interior, Thailand. Thailand Country Report. Asıan Dısaster Reductıon Center; 2016. 15. Responding To Emergencies İn Southeast Asia: Can We Do Better? Save the Children; September 2012. 16. Thai Flood 2011 - Rapid Assessment For Resilient Recovery And Reconstruction Planning. Bangkok: The World Bank; 2012. 17. MSF International Activity Report 2011. Médecins Sans Frontières (MSF); 2011. 18. Pocket Guide Floods OCB. Médecins Sans Frontières (MSF); 2011. 19. About MSF. [Online]. [cited 2017. Available from: http://www.msf.org/en/ about-msf. 20. Honk Kong Government. [Online]. Available from: http://www. info.gov.hk/gia/general/201111/04/ P201111040259.htm.

21. CDC - Public Health Matters Blog. [Online].; February 14, 2012 [cited 2011. Available from: https://blogs.cdc. gov/publichealthmatters/2012/02/thegreat-flood-of-2011-thailand-a-firsthand-account-3/. 22. Annual report of South-East Asia MAA51001. Annual Report. The International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies; April 30, 2012. 23. Australia Former Minister for Foreign Affairs. [Online].; October 18, 2011 [cited 2017. Available from: https:// foreignminister.gov.au/releases/Pages/2011/kr_mr_111018.aspx?ministerid=2. 24. Information bulletin Thailand: Floods. Information Bulletin. The International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies; October 28, 2011. 25. Southeast Asıa – Floods Fact Sheet #3. Fact Sheet. USAID; November 8, 2011. 26. Southeast Asia Programme update no. 2 MAA51001. The International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies; November 11, 2011. 27. İHH Haberler. [Online].; 23.11.2011 [cited 2017. Available from: https:// www.ihh.org.tr/haber/ihhdan-tayland-halkina-insani-yardim-1187. 28. İHH Hakkımızda. [Online]. Available from: https://www.ihh.org.tr/hakkimizda.

TIBBİ İNSANİ YARDIM 65


2011 Tayland Sel Felaketi Afete Bağlı Sağlık Sorunları

AFETE BAĞLI SAĞLIK SORUNLARI ÇALIŞMA GRUBU Betül Yıldırım Büşra Demir 1 Gülsena Bağcı 3 Rabia Yücel * 2 Rumeysa Buluş 1 Tuğfan Köktürk 1

2

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 2 Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre sağlık; sadece hastalık veya sakatlığın olmayışı değil, kişinin bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir. Sağlığı korumak için yapılan, pratik ve bilimsel temellere oturmuş, bilimsel ve sosyal açıdan kabul edilebilir yöntemler ve teknoloji ile; toplumda bireylere ve ailelere onların tam katılımı ve kabul edilebilecekleri bir maliyetle sunulan ve evrensel düzeyde ulaşılabilir sağlık hizmetlerine “Temel sağlık hizmetleri” adı verilir. Temel sağlık hizmetleri (TSH) bireylerle ilk temas noktası olup, ulusal sağlık sistemleri aracılığıyla sağlık hizmetlerinin ilk elemanı olarak ve sürekli bir sağlık hizmeti sunumu sağlar. Temel sağlık hizmetleri 8 ana gruptan oluşmakta olup bunlar; • • • • •

1

* İletişim: rabiayucel@gmail.com

66 KONAK

• • •

Başlıca enfeksiyon hastalıklarına karşı bağışıklama, Anne çocuk sağlığı ve aile planlanması, Yerel endemik hastalıklardan koruma ve kontrol, Sık görülen hastalıklar ve yaralanmalara karşı uygun tedavi yapılması, Toplumun sağlık sorunlarını çözmek amaçlı sağlık eğitimi yapılması, Uygun beslenme ve gıda temini, Güvenli su ve temel sanitasyonun sağlanması, Temel ilaçların sağlanmasıdır.


Savaşlar, göçler, salgın hastalıklar, ekonomik krizler ve afetler temel sağlık hizmetlerinde aksamaya neden olan başlıca olaylardır. Afetler; doğa kaynaklı afetler ve insan kaynaklı afetler olmak üzere başlıca iki gruba ayrılır. Doğa kaynaklı afetlerin başlıcaları küresel ısınma ve kuraklık, deprem, sel, heyelan, çığ ve kasırgalardır. SEL; dünyanın her yerinde görülebilen, beraberinde pek çok halk sağlığı problemini getiren, ölüm, yaralanma ve sakatlıklar ve temel sağlık hizmetlerinde aksamaya neden olan, doğa kaynaklı afetlerden biridir. Başlıca ölüm nedeni boğulma olup, elektrik çarpmaları, salgın hastalıklar, travmatik yaralanmalar, cilt hastalıkları, hipotermi, hipoksi ve bunun neden olduğu sistemik problemler ile psikososyal etkilenme en sık görülen sağlık sorunlarıdır. Coğrafi konumu nedeniyle Tayland’da en başta sel olmak üzere, toprak kaymaları, fırtınalar, kuraklık gibi doğal felaketler çok sık görülmektedir. Mayıs ayına kadar Andman Denizi ve Tayland üzerinde hakim olan güneybatı muson yağışları ile Tayland Körfezi ve güney bölgesi üzerinde hakim olan kuzeydoğu muson yağışları etkisiyle 2011 yılında Tayland’da sel felaketi oluşmuştur. Bu felaket 652’si boğulma nedeniyle olmak üzere 815 kişinin hayatını kaybettiği, pek çok kişinin yaralandığı veya sakat kaldığı, son yıllarda görülen en büyük sel felaketlerinden biridir. Sınırlı yüzme becerisi ve enkaz veya ağaç parçalarının neden olduğu yaralanmalar sonucu hareket kabiliyetinde azalma boğulma riskini artırmaktadır. Suyun aspire edilmesi ve aspirasyonu önlemek için vücudun savunma mekanizması olan laringospazm ile birlikte geri dönüşsüz bir döngü şeklinde hipoksi derinleşmektedir. Azalan vücut ısısıyla birlikte solunum ve dolaşım daha da düzensizleşmekte, doku hipoksisi artmakta, bilinç kaybı ve ardından ölüm ile sonuçlanmaktadır. Kurtulabi-

len bireylerde hipoksik sürece ek olarak, tedavi ile dokuların oksijenlenmesiyle birlikte gelen reperfüzyon hasarı da kalıcı sekeller bırakabilmektedir. Dünya Bankası’nın 2012’de yayınladığı rapora göre 2011 Tayland sel felaketinde yaklaşık 600 sağlık kurumu zarar görmüştür. Geçici sağlık birimleri ile hizmetler sunulmaya çalışılmakla birlikte pek çok sağlık hizmetinde kesintiler olmuştur. Anne-çocuk sağlığı hizmetlerine bakıldığında; ölüm ve yaralanmaların yanı sıra özellikle AIDS, tüberküloz tedavisi ilaçları gibi ilaçlara erişimde zorluklar, beslenme bozuklukları, salgın hastalıklar, stresin tetiklediği erken doğum, düşük doğum ağırlığı ve buna bağlı komplikasyonlar başlıca sorunlardır. Kadın Sağlığı Obstetrik ve Yenidoğan Hemşireleri Derneği’nin yapmış olduğu bir araştırmada hamilelik sırasında sel felaketi nedeniyle tahliye edilmenin doğum sonuçlarına etkisi ve sağlanan sosyal desteğin buna etkisi incelenmiş olup sağlanan sosyal desteğin gebelerde olumlu davranışları ve bebek doğum ağırlığını artırabildiği gözleniştir. Sel felaketi sırasında görülen diğer bir sorun bulaşıcı hastalıklardır. Özellikle enterik virüslerin neden olduğu gastroenterit tablosu çok sık görülmekte olup bu virüslerin başlıcaları Hepatit A virüsü (HAV), Hepatit E virüsü

(HEV), enterovirüsler, rotavirüs (RV) ve norovirüs (NV) ve Vibrio cholerae’ dır. Bu virüsler fekal oral yolla yayılmakta olup kontamine suyun içilmesi ya da kontamine suyla hazırlanan besinlerin tüketilmesiyle bulaşır. 2011 Tayland sel felaketi sırasında yapılan bir çalışmada; ülkenin merkez bölgelerinden toplanan su örneklerinde enterik viral genom dizileri (HAV, HEV, RV ve NV) araştırılmış olup en sıklıkla norovirüs olmak üzere sel sularında tüm bu etkenlerin varlığı doğrulanmıştır. Bir başka çalışmada ise sel nedeniyle hasar gören sanayi ve yerleşim bölgelerinden toplanan 4 çeşit suyun (sel suyu, nehir suyu, musluk suyu ve filtrelenmiş musluk suyu) mikrobiyolojik analizi yapılmış olup musluk suyu ve filtrelenmiş musluk suyu örneklerinin çoğunun V. cholerae ile kontamine olduğu tespit edilmiştir. 2011 Tayland sel felaketi özelinde herhangi bir veri ortaya konmamış olsa da Oxford American Handbook of Disaster Medicine kitabına göre sellerde karşılaşılan bir başka sağlık problemi elektrik çarpmalarıdır. Rüzgar, fırtına ve selden zarar gören elektrik hatları, suyun akıma karşı direnci azaltmasıyla birlikte elektrik çarpmaları ve yangınlara neden olmaktadır. 2013 yılında yayınlanan bir makaleye göre sel nedeniyle cilt hastalıkları da TIBBİ İNSANİ YARDIM

67


sıklıkla görülmekte olup; inflamatuar cilt hastalıkları, enfeksiyon nedeniyle gelişen cilt hastalıkları, travmatik cilt hastalıkları ve diğer nedenlere bağlı olanlar gelişen cilt hastalıkları olarak 4 temel başlık altında incelenmektedir. Yine 2013 yılında yayınlanan, dermatoloğa cilt problemleri ile başvuran ve teşhis koyulan kişilerin değerlendirildiği makaleye göre 2011 Tayland sel felaketinde inflamatuar cilt hastalıkları %57,9, enfeksiyon bağımlı cilt hastalıkları %39,2 ve travmatik cilt hastalıkları %2,9 oranında görülmüştür. Ayrıca inflamatuar bir cilt hastalığı olan “irritan kontakt dermatit” Tayland sel felaketinde, tüm cilt problemleri arasında en sık görülen cilt hastalığı (%34,5) olmuştur. Sele maruz kalan kişilerin cilt hastalıkları öyküsünün olması ve cilt temizliklerini ihmal etmeleri cilt hastalığı gelişme riskini daha da artırmaktadır. MENTAL SAĞLIK VE PSİKOSOSYAL DESTEK “Mental sağlık” terimi, psikolojik yönden iyilik halini belirtmek için kullanılır. Mental sağlık müdahaleleri, psikolojik sıkıntı düzeylerini azaltarak, günlük yaşamı iyileştirerek ve etkili baş etme stratejileri sağlayarak psikolojik açıdan iyilik halini artırmayı hedeflemektedir. Bu müdahaleler bir mental sağlık uzmanı tarafından yapılır ve bireyleri, aileleri ve/veya grupları hedef alır. “Psikososyal” terimi ise, birey ile çevresi arasındaki ilişkiyi, kişilerarası ilişkileri, topluluğu ve kültürünü tanımlamak için kullanılır. Mental ve Psikososyal Sorunlar Selden sonraki dönemde bulaşıcı hastalıklar ve travmalar kademeli olarak azalırken mental sağlık sorunları artmaktadır. Mental sağlıkta etkilenme; bulaşıcı hastalıklardan ve yaralanmalardan daha uzun seyirli olabileceğinden, sellerin mental sağlık üzerindeki etkisi oldukça önemlidir. Felaketin süresi ne kadar uzunsa mental etki68 KONAK

Faz 1

Afet öncesi (hazırlık)

Faz 2

Kriz ve Acil Durum

<2 hafta

Faz 2.1

Kriz

<72 saat

Faz 2.2

Acil durum

72 saat – 2 hafta

Faz 3

Afet sonrası

2 hafta – 3 ay

Faz 4

Rehabilitasyon

>3 ay

lenme de o kadar fazladır. 25 Temmuz 2011’de Tayland’da başlayan sel felaketi bölgeye hakim olan muson iklimi ve Kuzey Vietnam’daki tropikal fırtına Nock-Ten nedeniyle yaklaşık 6 ay boyunca sürmüş ve kimi şehirlerde 16 Ocak 2012’ye kadar devam etmiştir. Bu yüzden ortaya çıkan mental ve psikososyal sorunlar diğer kısa süren sel felaketlerine göre daha fazladır.

felaketinden mental olarak etkilendiğini, yüksek düzeyde stres yaşayan 3.706, depresyonda olan 5.313, intihar eğilimi gösteren 727 kişi olduğunu saptamış ve bu kişilere yönelik uzun vadeli mental sağlık iyileştirme planı hazırlamıştır.

Sel sonrası Tayland’da psikolojik sıkıntı ve mental sağlık problemlerini araştıran bir çalışmada post travmatik stres bozukluğu prevelansı %44.48, muhtemel depresyon %, 31.29, psikolojik sıkıntı, % 29.45, intihar riski % 17.18 ve alkol sorunu prevalansı % 4 olarak bildirilmiştir. Mental sağlık sorunlarını çeşitli şekilde etkileyen risk faktörlerinin yaş, erkek cinsiyet, bireyin önceki sağlık durumu, deri enfeksiyonu ve sel sırasında yaşanılan yaralanmalar olduğu, en büyük koruyucu faktörün ise psikososyal destek olduğu gösterilmiştir.

• kabilecek psikolojik uyumsuzlukların/bozuklukların önlenmesi, • Aile ve toplum düzeyinde ilişkilerin yeniden kurulması/geliştirilmesi, • Etkilenenlerin ‘normal’ yaşamlarına geri dönmesi sürecinde kendi kapasitelerini fark etmeleri ve güçlenmelerinin sağlanması, • Toplumda gelecekte ortaya çıkması muhtemel afet ve acil durumlarla başa çıkma/iyileşme/toparlanma becerilerinin arttırılması • Yardım çalışanlarının desteklenmesini içeren ve afet döngüsünün her aşamasında yürütülen çok disiplinli hizmetler bütünü olarak ifade edilebilir.

Yapılan başka bir çalışmada ise afetten etkilenen kişilerde olası ağır mental hastalık prevelansının, afetten etkilenmeyenlere göre 1,5 kat daha fazla olduğu; elektrik, musluk suyu, kanalizasyon gibi temel hizmetlere ulaşılamaması ve sel sularının 2 haftadan fazla süre kalmasının muhtemel ağır mental hastalık açısından riskli olduğu, afet öncesinde de yaşam tarzı ile ilişkili sağlık sorunları (obezite, ateroskleroz, tip 2 diyabet vb.) olan kişilerde bu riskin daha fazla olduğu gösterilmiştir. 17 Ekim 2011’de Tayland Halk Sağlığı Bakanlığı, yaklaşık 100.000 kişinin sel

Psikososyal Destek Afetlerde psikososyal destek;

2011 Tayland Sel Felaketinde psikososyal destek sağlayan en başlıca kurum Tayland Halk Sağlığı Bakanlığı’dır. Bakanlığın Mental Sağlık Birimi afetlerde psikososyal destek hizmetlerini 4 fazda gerçekleştirmektedir. * Faz 1: Afet Öncesi Bu faz; afet öncesi psikososyal müdahale ile ilgili politika oluşturulması ve planlama sürecini içerir. Sorumlu kuruluşlar belirlenir. Hastanelerde personel eğitimi gerçekleştirilir ve kılavuz kitaplar oluşturulur.


Faz 2: Kriz ve Acil Durum (<2 hafta) İlk 72 saatlik kriz anında durum değerlendirmesi ve planlama yapılır. İkinci aşamada (72 saat-2 hafta) afetzedelere psikolojik ilk yardım verilir. Risk değerlendirmesi yapılır ve yüksek risk altında olan kişiler takip edilir. Faz 3: Afet Sonrası (2 hafta – 3 ay) Toplumda mental sağlık sorunlarının tespiti için tarama yapılır. Depresyon, intihar, post travmatik stres bozukluğu ve alkol bağımlılığı araştırılır. Yetişkinler için PISCES-18 anketi kullanılır. Mental bozukluklar için teşhis, tedavi yapılır, ayrıca bu hastalıklar için sürveyans sistemi oluşturulur. Faz 4: Rehabilitasyon (>3 ay) Faz 3’te gerçekleştirilen faaliyetler devam ettirilir. Ek olarak çocuklarda mental bozuklukların tespiti için SDQ (Strengths and Difficulties Questionnaire) anketi kullanılır ve afetzedelere psikososyal rehabilitasyon verilir.

Tayland’da afet durumunda başta psikolojik ilk yardım olmak üzere psikososyal destek veren yapı Mental Sağlık Kriz Değerlendirme ve Tedavi Ekibi’dir (MCATT). Bu ekip IMH (Institute of Mental Health) ile ortaklaşa çalışmakta olup Tayland’ın her bölgesinde aktif olarak faaliyet göstermektedir. Bu kapsamda afetin yaşandığı bölgelerde komedi gösterileri düzenlenmiş, UNICEF ve Save the Children ortaklığında ‘çocuk dostu alanlar’ kurulmuş; sanat, dans, müzik eğitimleri verilerek yaşanılan travmanın stresinin azaltılması hedeflenmiştir. UNICEF Tayland Çocuk Koruma Şefi Victoria Juat’ın sözleriyle «Çocuk dostu alanlar savunmasız çocuklar için iyileşme ve uzun vadeli destek arasında bir köprü olarak görülebilir. Güvenli ve çocuk dostu bir ortamda yürütülen bu yapılandırılmış etkinlikler, çocukların geçmişte yaşadıkları korkunç tecrübeleri biraz olsun atlatması için çok şeyler yapabilir.”

Psikolojik İlk Yardım Sphere (2011) ve IASC’e (2007) göre, psikolojik ilk yardım, acı çeken ya da yardıma ihtiyaç duyan kişiye sunulan insani ve destekleyici müdahale olarak tanımlanmaktadır. İnsanları konuşmaya zorlamadan dinlemek, rahatlatıp sakinleşmelerine yardımcı olmayı içermektedir. Bu kapsamda PİY, psikolojik danışmanlık olmayıp sadece profesyonellerin değil herkesin yapabileceği bir eylemdir. PİY Ne Zaman Verilir? Stres altındaki kişilerle ilk temasa geçildiği anda psikolojik ilk yardım sağlanabilir. Bu yardım genellikle afet sırasında ya da afetten hemen sonra uygulanır. PİY Nerede Sunulur? PİY, yeterince güvenli her yerde sunulabilir. Bunun için genellikle olay/ kaza yeri veya yardım hizmetlerinin verildiği sağlık merkezleri, sığınaklar, TIBBİ İNSANİ YARDIM 69


boğmaca, suçiçeği, polio ve influenza aşıları ile her yıl endemik hastalıklara göre güncellenen veriler doğrultusunda düzenlenen diğer aşıları (hepatit a, hepatit b, human papilloma virus (HPV), meningokok, pnömokok vs ) yaptırmaları ve gerekli sağlık önlemlerini almaları önerilmektedir. WHO verilerine göre 2011 Tayland sel felaketinde ; Hib (Haemophilus influenza tip b), TT (tetanos-difteri), Kızamık, İnfluenza, Rabies (kuduz) ve EPI (Genişletilmiş Bağışıklama Programı) aşıları uygulanmıştır.

kamplar, okullar ve gıda gibi yardımların dağıtıldığı tesisler önerilir. PİY İlkeleri Psikolojik ilk yardımın temel üç ilkesi; izlemek, dinlemek ve bağ kurmaktır. Bu eylem ilkeleri, bir kriz durumuna nasıl bakılacağı, alana güvenle nasıl girileceği, etkilenen insanlara nasıl yaklaşılacağı, onların ihtiyaçlarının nasıl anlaşılacağı ile pratik destek ve bilgiye nasıl ulaştırılacağı konularında rehberlik eder. GÖNÜLLÜLERİN VE AFETZEDELERİN KORUNMA YOLLARI CDC (Centers for Disease Control and Prevention)’ye göre afet yardımı sağlamak için yurt dışına seyahat edenler; normal turistlerden daha fazla yerel nüfusla etkileşime girecekleri, daha az güvenilir ortamlarda kalabilecekleri, sel sularıyla, çöplerle veya diğer tehlikelerle uğraşmak zorunda kalabilecekleri için büyük bir sağlık riski ile karşı karşıya kalabilmektedir. Bir yardım görevlisi oldukları için hasta ya da yaralı olmaları durumunda yalnızca yardım sağlayamamakla kalmayıp aynı zamanda yerel sağlık sistemine de bir yük olacakları ve oraya gidiş amaçlarından sapacakları için sağlıklarını korumaları büyük önem taşımaktadır. Bu amaçla yardım faali70

KONAK

yetine gitmeden önce sağlık kontrolü yaptırmaları, gerekli aşıları olmaları, sağlığı koruma önlemlerini öğrenmeleri ve herhangi bir hastalık durumunda gerekebilecek temel ilaçları yanlarına almaları önerilmekte olup uzun süre kalacak kişilerin diş tedavilerini de yaptırmaları önerilmektedir. Bu bağlamda gebelerin veya kronik hastalığı olanların bu tür faaliyetlerden kaçınması daha uygun görülmektedir. Sağlık çalışanlarının gidecekleri yerin sağlık durumunu göz önünde bulundurmaları, gitmeden önce CDC internet sitesinde seyahat edenlerin sağlığı (Traveler’s Health) sayfasını okumaları, yaşa ve eşlik eden hastalığa göre düzenlenmiş dozlarda önerilen kızamık, kızamıkçık, kabakulak, difteri, tetanoz,

CDC, insani yardım çalışmalarının stresli ve riskli bir iş olduğunu vurgulamakta olup yolculuk süreci de dahil olmak üzere yurt dışında olunan süre boyunca resimli bir kimlik kartı ile pasaport/tıbbi lisans gibi önemli belgelerin kopyasının da taşınmasını önermektedir. AFET MÜDAHALE PLANI VE RİSK YÖNETİMİ Afet ve acil durum müdahale planı afet zamanında, hızlı, etkili ve koordineli olarak müdahale edebilmek ve etkilenen toplulukların acil yardım ihtiyaçlarını zamanında, hızlı ve etkili olarak karşılayabilmek için, mahalle, ilçe veya il düzeyinde yerleşmelerin karşı karşıya bulundukları tüm tehlikeleri ve muhtemel afetlerde uğranacak kayıp ve zararları, afet senaryolarıyla gerçekçi biçimde ortaya koymaktadır. Kim-

Afet müdahale planının amacı; afet ve acil durumlara ilişkin müdahale çalışmalarında görev alacak hizmet grupları ve koordinasyon birimlerine ait rolleri ve sorumlulukları tanımlamak, afet öncesi, sırası ve sonrasındaki müdahale planlamasının temel prensiplerini belirlemektir.


lerin, ne zaman, nerede, hangi görev ve yetki ile hangi imkân ve kaynakları kullanarak olaya müdahale edeceklerini belirlemektedir. Eğitim ve tatbikatlarla sürekli yenilenen ve geliştirilen bir plandır. 2011 yılında gerçekleşen Tayland’ın en büyük sel felaketinde 77 ilin 64’ünde toplam 5.247.125 hane ve 16.224.304 kişi etkilenmiştir. Afetin sebep olduğu bu etkileri azaltabilmek için Tayland Hükümeti afet acil durum müdahale planı geliştirmiştir. Afet Müdahale Planı ve Risk Yönetimi’nin Hedefi Afet müdahale planının amacı; afet ve acil durumlara ilişkin müdahale çalışmalarında görev alacak hizmet grupları ve koordinasyon birimlerine ait rolleri ve sorumlulukları tanımlamak, afet öncesi, sırası ve sonrasındaki müdahale planlamasının temel prensiplerini belirlemektir. Afet Risk Yönetimi Stratejisi Tayland Hükümeti’nin 2015 yılında hazırladığı Ulusal Plan’da belirtilen afet risk yönetimi stratejileri, ulusal afet risk yönetimi hedeflerini yerine getirirken, uluslararası standartları karşılamak için ulusal etkinliği arttırmayı amaçlamaktadır. Afetlerde risk yönetimi için dört önemli stratejiyi takip etmek gerekir. • Strateji 1 Afet riskinin azaltılmasına odaklanılması • Strateji 2 Entegre acil durum yönetim sisteminin uygulanması • Strateji 3 Sürdürülebilir felaket kurtarma etkinliğini güçlendirme ve arttırma • Strateji 4 Afet riski yönetimi konusunda uluslararası işbirliğini teşvik etme ve güçlendirme

felaketler karşısında ulusal ve yerel hazırlıkların güçlendirilmesi yoluyla; tehlikeleri ve bunların potansiyel etkilerini önleyip afet riskini sistematik olarak azaltmayı amaçlamaktadır. Afet Riskini Azaltma Stratejisini Uygulamak İçin Yapılması Gerekenler • Afet risk değerlendirmesi yapmak için standartlaştırılmış araçlar geliştirmek • Afet riski azaltma önlemlerini geliştirmek ve sistemleştirmek • Toplumun her kesimini afet riskinin azaltılması için uygulama kuralları geliştirmeye teşvik etmektir. Strateji 2 .Entegre Acil Durum Yönetim Sisteminin Uygulanması Bu strateji ile afete müdahale esnasındaki faaliyetlerin, görev dağılımlarının ve eldeki kaynakların yönetiminin sistematik hale getirerek afetlere etkili bir şekilde müdahale etmeyi; böylelikle felaketten etkilenen insanların hayatlarına ve mülkiyetlerine gelen zararları en aza indirmeyi hedeflenmektedir. Entegre Acil Durum Yönetimi Stratejisini Uygulamak İçin Yapılması Gerekenler • Acil durum yönetimi standartlarını geliştirmek ve sürdürmek • Acil durum müdahale destek sistemini / mekanizmalarını geliştirmek • Afetten kurtulma sistemini ve operasyonel yönergeleri güçlendirmek Strateji 3. Sürdürülebilir Felaket Kurtarma Etkinliğinin Güçlendirilmesi

Strateji 1. Afet Riskini Azaltmaya Odaklanma

Bu strateji afetten etkilenen insanları hızlı ve etkili bir şekilde afetten ve etkilerinden kurtarmayı, acil yardım almalarını sağlamayı ve felaketten etkilenen alanları daha iyi ve güvenli duruma getirmeyi, gerekirse yeniden inşa etmeyi hedeflemektedir.

Felaketlerin sıradan unsurlarını analiz edip yöneterek, afetten etkilenme oranını arttıran faktörleri azaltarak, olası

Sürdürülebilir Felaket Kurtarma Etkinliğinin Güçlendirilmesi Stratejisini Uygulamak İçin Yapılması Gerekenler

• Afet sonrası ihtiyaç değerlendirme sistemini geliştirmek • Felaket kurtarma operasyonlarını ve yönetim sistemini geliştirmek • “Daha iyi ve daha güvenli olma” kavramını yeniden yapılandırmaya dahil etmek Strateji 4. Afet Riski Yönetimi Konusunda Uluslararası İşbirliğini Teşvik Etmek ve Güçlendirmek Bu strateji afet riski yönetimi konusunda ulusal standartlar geliştirmeyi, bunları bölgesel düzeylerde birbirine bağlamayı, aynı zamanda uluslararası kuruluşlar ve organizasyonlar ile birlikte felaketlere yönelik sistemler ve mekanizmalar geliştirmeyi hedeflemektedir. Afet Riski Yönetimi Konusunda Uluslararası İşbirliğini Teşvik Etmek ve Güçlendirmek Stratejisini Uygulamak İçin Yapılması Gerekenler • Birleştirilmiş bir insani yardım için bir koordinasyon mekanizması / sistemi oluşturmak varsa geliştirmek • İnsani yardımın temel alanlarındaki standartları yükseltmek • Afet riski yönetimi konusunda deneyimlerin, bilgilerin ve iyi uygulamaların alışverişini teşvik etmek • Ulusal düzeyde kurumsal ve teknik kapasiteyi güçlendirmek Tayland Hükümeti’nin afetlere karşı aldığı önlemler ulusal ve uluslararası alanda alınanlar olmak üzere 2 gruba ayrılmaktadır. Uluslararası alandaki önlemler çeşitli anlaşmalar ile afetlere ortak müdahale edilmesi ve ülkelerin birbirine yardım etmesini; ulusal alanda alınan önlemler ise afet öncesi, afet sırasında ve afet sonrası yapılacak ulusal stratejileri içermektedir. Simülasyon çalışmaları ve her yeni gelişen acil durumdan elde edilen deneyimler ile ulusal sağlık sektörünün acil durum hazırlığı, acil müdahale ve afetten kurtarma planları aralıklı olarak yenilenmektedir. TIBBİ İNSANİ YARDIM

71


sipliner bir alan olup felsefe, teoloji, tarih ve hukuk gibi sosyal bilimler ile tıp, hemşirelik gibi sağlık bilimlerini içeren çok geniş bir konu yelpazesine sahiptir. Organ bağışı, kök hücre araştırmalarıyla ilgili tartışmalar, kürtaj, ötenazi, insan denekleri üzerinde yapılan araştırmalar, toplumsal sağlık politikaları ve sınırlı kaynakların paylaştırılması biyoetiğin ilgilendiği konulardan sadece bazılarıdır.

AFET TIBBI ETİĞİ Afet, önemli sayıda insana zarar veren/ öldüren, toplumun günlük yaşantısını ciddi derecede bozan olay ya da olaylar zinciridir. Afetler doğal olabildiği gibi kaza veya kasıtlı insan eylemi sonucunda da gerçekleşebilir. Yangınlar, seller, fırtınalar, depremler, epidemi-pandemiler, kimyasal sızıntılar, çeşitli silahlı (konvansiyonel, nükleer veya biyolojik) terörist saldırılar, elektronik iletişimde toplu arızalar ve uzmanların ‘afet’ olarak tanımladığı diğer olaylar bu kapsamda incelenebilir. Her ne kadar tamamen öngörülemez olmasalar da afetler daima toplumda bir şaşkınlık ve şok etkisi yaratır. Etik ile afet ilişkisini anlamlandırabilmek için öncelikle etik ve biyoetik kavramlarını incelemek gerekir. Etik, Yunanca ‘ethos’ sözcüğünden gelmekte olup ‘karakter, alışkanlık’ anlamları taşımaktadır. ‘Ödev’, ‘yükümlülük’, ‘sorumluluk’ ve ‘erdem’ gibi kavramları analiz eden, ‘doğruluk’ veya ‘yanlışlık’ ile ‘iyi’ veya ‘kötü’yle ilgili ahlaki yargıları ele alan, ‘ahlaki eylem’in doğasını soruşturan ve iyi bir yaşamın nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışan, felsefe alanıdır. Günümüzde filozoflar etik teorilerini metaetik, normatif etik ve uygulamalı etik olmak üzere üç genel konu başlığı altında inceler. 72

KONAK

Metaetik, etik ilkelerimizin kaynağını, nereden geldiklerini ve ne demek istediklerini araştırır; evrensel gerçekler, Tanrı’nın varlığı, aklın ahlaki yargılarda rolü ve ahlaki terimlerin anlamları gibi konulara odaklanır. Normatif etik, daha ‘pratik’ bir görev üstlenerek doğru ve yanlış davranışı düzenleyen ahlaki standartlara ulaşmayı amaçlar. Bu standartlar, edinmemiz gereken iyi alışkanlıkları, yapmamız gereken görevleri, davranışlarımızın başkaları üzerindeki sonuçları gibi konularla ilgilidir. Uygulamalı etik ise kürtaj, hayvan hakları, çevre sorunları, homoseksüellik, idam veya nükleer savaş gibi tartışmalı konuları inceler. Biyoetik İlkeleri Biyoetik, tıp ve biyoloji alanında ortaya çıkan yeniliklerin, çeşitli teknolojik gelişmelere bağlı olan bilimsel sonuçların, etik alanda meydana getirdiği kapsamlı sorunların irdelenmesi üzerinden gelişen etik alanıdır. Multidi-

Günümüzde, gelişmiş toplumlarda en yaygın ve en çok tartışılan popüler biyoetik kuramlarından biri Prinsipalizm’dir (ilkecilik). ‘Dört ilke yaklaşımı’ olarak da anılan Prinsipalizm ,1970’lerde etik kararlarla baş etmenin bir yolu olarak ortaya çıkmıştır. İlk olarak Beauchamp ve Childress tarafından ifade edilen bu dört ilkenin geçerliliği ve kapsamı sıklıkla tartışılsa da Tıp Etiği alanında dört ilkenin genel kabulünü sorgulamak mümkün değildir. ‘Özerklik’, ‘yararlılık’, ‘zarar vermeme’ ve ‘adalet’ ilkeleri tıbbi etiğin sac ayaklarını oluşturmakla birlikte ‘yaşama saygı’, ‘dürüstlük’, ‘yasallık’, ‘gizlilik’ gibi ilkeler de destekleyici, bütünleyici rol oynamaktadır. Özerklik ilkesi, bireylerin bağımsız bir biçimde kendileri hakkında karar vermeleridir. Bu karar verme sürecinde bulunması gereken bazı öğeler vardır. Bunlar; bireyin özerk olması, seçimini özerk biçimde yapabilmesi, sergilediği eylemi bilinçli ve istekli olarak gerçekleştirmesidir. Bu kavram ‘özerkliğe saygı’ kavramını da beraberinde getirmektedir. Tıp uygulamasında, özellikle klinik hekimlikte, etik açıdan üzerinde durulan ‘hasta hakları’ kavramı, ‘insan hakları, ‘vatandaş hakları’, hatta ‘tüketi-

Triyaj, toplu yaralanma olaylarından sonra tedavi için hastaların öncelik sırasını belirleme ve mevcut sınırlı kaynaklarla olabildiğince fazla kazazedeyi tedavi etme sürecidir.


ci hakları’ kavramlarının tıbba yansıyan görünümü olarak değerlendirilebilir. Zarar vermeme ilkesi; tıp uygulamasında çağlar boyunca ‘öncelikle zarar verme’ (primum non nocere) olarak bilinmekte olup hekimin, başvuracağı girişimin ve tedavinin yararı ile olası risklerini göz önünde bulundurması gerekliliğini kapsar. Adalet kavramı kelime olarak ‘herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı vermek’ anlamına gelmekle birlikte biyoetik kavramı olarak bakıldığında, sağlık hizmetinin ırk, dil, din, cinsiyet, sosyal sınıf gibi ayrımlar yapmadan hakkaniyetli bir şekilde dağıtılmasıdır. Afet Tıbbi Gündelik etik uygulamaların aksine, afet durumları göreceli olarak zaman ve kaynak kısıtlılığı ile karakterizedir. Dolayısıyla bu tür durumları etik ve legal açıdan zamana yayarak inceleme ve danışma fırsatının olmayışı bazı

etik ikilemlerin ortaya çıkışına sebep olmaktadır. Teorik olarak, etik ikilemlerin üç türü vardır. Birincisi, yarar-zarar açısından çelişkili durumlar arasında seçimler yapmakla ilgilidir ve mesleki eğitim yoluyla bu ikilemlerin üstesinden gelinebilir. İkincisi ise ahlaki öznelliklerimizden kaynaklanır. Yardım edilen topluluk ile yardım sağlayan kuruluş arasındaki değer çatışmaları bu tip etik ikilemlere örnek olarak gösterilebilir. Üçüncü tip etik ikilem ise etik ilkelerin nasıl bir hiyerarşi içerisinde ele alınması gerektiğidir. Temel insani hakları garanti altına almak için hukuki düzenlemelere dayanarak çalışan insani yardım hareketleri, yaşamın kutsallığını askeri ve siyasi çıkarların üstünde tutarak nihai değer kabul eder. Kitlesel kaza olaylarının, rutin, bireyselleştirilmiş ve hastaya odaklı sağlık hizmetlerinin etik temellerini tehdit ettiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Birkaç saat önce az sayıda hasta ile ilgilenen

sağlık çalışanları kendilerini bir anda triyaj, karantina, aşırı yüklenme gibi zorlu problemlerle uğraşırken bulabilir. Güvensiz ortamlar, optimum bakım eksikliği, dil ve iletişim problemleri, sağlık personeli yetersizliği, farklı kültürel değer ve algılar, zaman kısıtlılığı, stresli koşullar ve etik konulardaki yetersizlikler bu süreçlerin üstesinden gelmeyi daha da zorlaştıran etmenlerdir. Triyaj Triyaj Fransızca sıralamak anlamına gelen ‘trier’ sözcüğünden gelmektedir ve ilk olarak 17. yüzyılda Napolyon’un baş cerrahı olan Dominique Jean Larrey tarafından geliştirilmiştir. Triyaj, toplu yaralanma olaylarından sonra tedavi için hastaların öncelik sırasını belirleme ve mevcut sınırlı kaynaklarla olabildiğince fazla kazazedeyi tedavi etme sürecidir. Temel amaç ‘Greatest good for the greatest number ’ yani olabildiğince çok sayıda birey için en iyi şeyi yapmak olarak ifade edilir.

TIBBİ İNSANİ YARDIM

73


Afetler aynı zamanda kitlesel kaza olarak da adlandırılabilir ki bu durumlarda olaydan etkilenen birey sayısı ile hizmet verecek olan sağlık personeli sayısı arasında potansiyel olarak artan bir dengesizlik söz konusudur. Olaydan etkilenen her bireye aynı anda yeterli bakımın sağlanamaması da etik problemleri beraberinde getirir. Hangi bireylere öncelik verileceği en sık karşılaşılan etik problemlerden biridir. Günümüzde çeşitli triyaj sistemleri geliştirilerek bu sorunun çözümü standardize edilmeye çalışılmaktadır. Mevcut triyaj metodlarının çoğu kısıtlı kanıtlara dayanmakla birlikte çeşitli uzmanlar ve kurumların görüş birliği ile oluşturulmuştur. Bu sistemler afet durumunda kararları subjektif olmaktan çıkarıp standardize etmeyi amaçlar. Toplu yaralanma olaylarından sonra sivil nüfusun triyajı için geliştirilen algoritmalar, birincil veya ikincil triyaj sistemleri olarak sınıflandırılabilir. Birincil triyaj sistemi, daha ileri tıbbi bakım için kimlerin değerlendirilmesi gerektiğini ve hangi sırada olacağını belirlemek için sahadaki hastaları de-

ğerlendirmek üzere tasarlanmıştır. Bu sistem kazazedeleri hızlıca derecelendirir. İkincil triyaj sistemi, hangi hastaların hangi sırada tedavi edileceklerini ve ulaşımda bir gecikmenin olması halinde ilk müdahalenin tıbbi tesislerde mi yoksa sahada mı olacağını belirtecek şekilde tasarlanmıştır. Afet sırasında karşılaşılan etik problemlerden bir diğeri de sınırlı kaynakların paylaştırılmasıdır. Afetler, genel olarak toplumun genel işleyişini bozmakta ve özellikle sağlık malzemeleri tedarikini ve sağlık hizmetlerinin sunumunu etkilemektedir. Özellikle ilk anlarda, kaynak ve iş gücünde ciddi eksiklik söz konusudur. Afetlerde, sınırlı kaynakların paylaşımında ortaya çıkan etik ikilemlerin önemli bir kısmı öncelikli yardım alacakların belirlenmesi sürecinde ortaya çıkar. Bu etik problemin çözümünde temel dayanak noktası ‘adalet’ ilkesidir. Sınırlı kaynakların paylaştırılmasında adalet ilkesi önemli bir rehber olmasına rağmen, felaket durumlarında tek başına sorunları çözmekte yeterli değildir. Afetzedelerin hangi koşullarda öncelikli yardım alacağı oldukça kar-

maşıktır. Zack’in, “Rawls’ın adalet teorisi”ne dikkat çekerek belirttiği gibi, “Afet yönetiminde kaynakların ya da yardımların eşit dağıtılmamasının tek bir nedeni olabilir; o da daha ağır durumda olanların yararının gözetildiği durumlardır.” Afetler, zaman, mekan ve kapsamlarına göre önemli ölçüde farklılık gösterdiklerinden dolayı bu durumlarda etik soruların her zaman tek boyutlu çözümü olmayabilir. Öte yandan afetlerde sağlık hizmetinin her alanına etik değer ve ilkelerin yerleştirilmesi önemlidir. Bu amaçla afet öncesi dönemde hukuki ve organizasyonel düzenlemeleri gözden geçirmek, potansiyel etik ikilemleri göz önüne alarak sağlıkla ilgili yönergeler, protokoller ve afet kurtarma planı geliştirmek, çağdaş etik komitelerin kurulması, sağlık çalışanlarına etik yeterlik için eğitimler verilmesi yapılması gereken kritik çalışmalardır. Sadece rutin sağlık hizmeti sırasında değil, afet durumunda da her aşamada etik değerler göz önünde bulundurulmadır.

KAYNAKÇA 1. Thongtaeparak W. Prevalence of and risk factors for skin diseases among army personnel and flood victims during the 2011 floods in thailand. Disaster Medicine and Public Health Preparedness 2016; 1(04);1-6. 2. Tempark T, Lueangarun S, Chatproedprai S et al. Flood-related skin diseases: a literature review, International Journal of Dermatology 2013; 52(10);1168-76. 3. Sihawong R, Janwantanakul P, Pensri P. Incidence of and risk factors for musculoskeletal symptoms in the neck and low-back during severe flooding in Bangkok in 2011. 4. Journal of Rehabilitation Medicine 2012; 44(8); 624-8 4. Global Report On Drowning. World Health Organization; 2014. 5. Sanguanklin N, McFarlin BL, Park CG et al. Effects of the 2011 flood in Thailand on birth outcomes and perceived

74

KONAK

social support. Journal of Obstetric, Gynecologic and Neonatal Nursing 2014 Jul-Aug; 43(4); 435-44. 6. Ngaosuwankul N, Thippornchai N, Yamashita A et al. Detection and characterization of enteric viruses in flood water from the 2011 thai flood. Japanese Journal Of İnfectious Diseases 2013; 66(5); 398-403. 7. Khawcharoenporn T, Apisarnthanarak A, Chunloy K et al. Access to antiretroviral therapy during excess black-water flooding in central Thailand. AIDS Care 2013; 25(11):1446-51. 8. Chaturongkasumrit Y, Techaruvichit P, Takahashi H et al. Microbiological evaluation of water during the 2011 flood crisis in Thailand. The Science Of The Total Environment 2013 Oct 1; 463464; 959-67. 9. Thai Flood 2011 Rapid Assessment For Resilient Recovery And Reconstruc-

tion Planning. Bangkok: The World Bank; 2012. 10. Guidelines On Mental Health And Psychosocial Support. ICRC. Geneva; 2017. 11. Sonpaveerawong J. Prevalence of psychological distress and mental health problems among the survivors in the flash floods and landslide in southern thailand. Walailak Journal of Science and Technology; 2013. 12. Yoda T, Yokoyama K, Suzuki H et al. Relationship between long-term flooding and serious mental ıllness after the 2011 flood in thailand. Disaster Medicine and Public Health Preparedness 2017; 11(3); 300-304. 13. Boonyamalik P. Mental health in post-disaster/crisis: systematic approach. Journal of the American Medical Association 2013; 310(5); 507-18.


14. Aydın D. Afet sonrası psikososyal destek uygulamaları. İHH İnsani Ve Sosyal Araştırmalar Merkezi; 2014.

19. Larkin GL. Ethical issues in disaster medicine.

15. Assessment of capacities using SEA region benchmarks for emergency preparedness and response Thailand. World Health Organization; 2012.

20. Sheather J, Shah T. Ethical dilemmas in medical humanitarian practice:cases for reflection from Medecins Sans Frontieres. Journal of Medical Ethics; 2010.

16. Thailand: National disaster risk management plan. [Online]. Available from:

21. Savulescu J. Bioethics: why philosophy is essential for progress; 2014.

17. https://www.preventionweb.net/files/54086_54086thailandsnationaldrmplan2015.pdf

22. Davis AJ. Ethics needed for disasters: Before, during, and after. Health Emergency and Disaster Nursing; 2014.

18. Zack N. Ethics for disaster. Lanham, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, Inc. 2010

23. Arda B, Pelin Ş. Tıbbi etik: tanımı, içeriği, yöntemi ve başlıca konuları. Ankara Tıp Mecmuası; 1995.

24. Ekşi A. Afet yönetiminde içsel denetim aracı olarak etik. Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler Dergisi; 2015. 25. Gillon R. Medical ethics: four principles plus attention to scope. BMJ; 1994. 26. Aung KT, Nurulman MS, Ahayalimudin N et al. Ethical disaster or natural disaster? Importance of ethical issue in disaster management. Journal of Nursing and Health Science; 2017. 27. Koenig KL, Schultz CH. Koenig and Schultz’s Disaster Medicine: Comprehensive Principles and Practices; 2016.

TIBBİ İNSANİ YARDIM

75


T

ıbbi İnsani Yardım Araştırmaları Koordinatörlüğü yılın ilk atölye çalışmasını 12 Kasım 2017 Pazar günü, Kırıkkale Üniversitesi Genç Yeryüzü Doktorları Topluluğu’nun katılımıyla, Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı Ankara Şubesi’nde gerçekleştirdi. Yaklaşık 40 katılımcıyla gerçekleşen atölye çalışmasında, 2010 yılında Haiti’de gerçekleşen kolera salgını konusu derinlemesine ele alındı.

Tıbbi İnsani Yardım Atölyesi

2010 HAİTİ KOLERA SALGINI

Değerlendiren Büşra Demir Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi

Araştırma yapma ve sunum hazırlama süresinin sonunda her grup bulduğu verileri diğer gruplardaki katılımcıların bilgisine sundu. Günün sonunda “Haiti Kolera Salgını” konusu çok yönlü olarak ele alınmış oldu. 76

KONAK

Program, aramıza yeni katılan arkadaşlarımızla daha tecrübeli olan üyelerimizin tanıştığı, vakfımızda yaptıklarımız ve yapmayı planladıklarımızı konuştuğumuz bir aile kahvaltısıyla başladı. Kahvaltının ardından Kırıkkale Üniversitesi Genç Yeryüzü Doktorları Topluluk Başkanı, aynı zamanda Tıbbi İnsani Yardım Araştırmaları Koordinatörlüğü üyesi Büşra Demir, katılımcılara Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı hakkındaki sunumunu gerçekleştirdi. Sunumda vakfımızın tarihi, kuruluş amacı, faaliyet alanları, geçtiğimiz yıllarda yapılanlar ve ilerleyen zamanlar için yapılması planlanan çalışmalar gibi konulara değinildi. Hayat Vakfı sunumunun ardından Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 4. sınıf öğrencisi ve Tıbbi İnsani Yardım Araştırmaları Koordinatörlüğü üyesi Rabia Yücel hem koordinatörlükleri hakkında hem de atölye çalışmasının nasıl yapılacağı hakkında katılımcıları bilgilendirdi. Sunumların ardından çalışmanın nasıl olacağına daha da hakim olan katılımcılarımız, her biri Tıbbi İnsani Yardım Araştırmaları Koordinatörlüğü’nün yaklaşık 1 aylık araştırmaları sırasında karşılaştıkları ve önemli buldukları Haiti ile alakalı şehirlerin ve mekanların adı verilen gruplara ayrıldılar ve araştırmalarına başladılar. Rabia Yücel’in moderatörlüğünde araştırma yapan “Port-Au-Prince” grubu araştırma yapma ve sunum hazırlama için belirlenen 60 dakikalık süre içinde “salgında tıbbi insani yardım yapan uluslararası kuruluşlar ve devlet kurumları” konusu üzerine çalıştı. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi dönem 3 öğrencisi Gülsena Bağcı moderatörlüğünde bir araya gelen “Gonaives” grubu, Haiti kolera salgınına bağlı sağlık sorunları hakkında araştırma yapıp “Kolera nedir? Nasıl bulaşır? Korunma ve tedavi yöntemleri nelerdir? Salgını önlemek için ne tür çalışmalar yapılabilir?” sorularına cevap aradılar. Büşra Demir’in moderatörlüğünde çalışma yapan “Artibonite” grubu Haiti kolera salgınının psikososyal sonuçları üzerine yoğunlaşıp “Afet sonrası halkın psikososyal durumu, afet sonrası görülebilecek psikolojik ve sosyal so-


runlarla, sağlanan psikososyal destek çalışmaları” konularıyla alakalı araştırmalar yaptılar. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Betül Yıldırım moderatörlüğünde bir araya gelen “Jacmel” grubu ise “Akademide Afet Tıbbı” konu başlığıyla çalışmaya koyulup ülkemizde ve dünyada afet

tıbbı ve insani yardım alanlarında eğitim veren kuruluşları, bu kuruluşların eğitim metodlarını ve bu eğitimleri alabilmek için gerekli şartların ne olduğunu araştırdılar. Araştırma yapma ve sunum hazırlama süresinin sonunda her grup bulduğu

verileri diğer gruplardaki katılımcıların bilgisine sundu. Günün sonunda “Haiti Kolera Salgını” konusu çok yönlü olarak ele alınmış oldu. Katılımcıların değerlendirmesi sonucu sunumu en çok beğenilen grup olarak “Jacmel” grubu seçildi.

TIBBİ İNSANİ YARDIM

77


T

ıbbi İnsani Yardım Araştırmaları Koordinatörlüğü yılın ilk atölye çalışmasını 7 Ocak 2018 Pazar günü, Gazi Üniversitesi Genç Yeryüzü Doktorları Topluluğu’nun katılımıyla, Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı Ankara Şubesi’nde gerçekleştirdi. Yaklaşık 40 katılımcıyla gerçekleşen atölye çalışmasında, Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin Haziran 2017 raporuna göre 800’den fazla kişinin hayatını kaybettiği 2011 Tayland Sel Felaketi derinlemesine ele alındı.

Tıbbi İnsani Yardım Atölyesi

2011 TAYLAND SEL FELAKETİ Değerlendiren Rabia Yücel Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi

Kılavuz sorular ve anahtar kelimeler ile moderatörlerin de yardımıyla bir saatlik araştırma sonunda atölyenin sunum kısmına geçildi. Her gruptan birer temsilci ile oluşan yeni gruplarda her bir kişi, bir önceki grupta yapmış oldukları araştırma sonuçlarını sundu. Böylelikle herkes sunum yapmanın heyecanını tattı ve tüm konuları dinlemiş oldu. 78

KONAK

Programa kahvaltı ile başlandı, güzel ve hoş sohbetlere vesile olan kahvaltının ardından, isimlerini 2011 Tayland Sel Felaketinden en çok etkilenen şehirlerden alan 6 grup halinde atölye çalışması başlandı. Roi Et Grubu: Dünya Sağlık Örgütü’nün 2011 Tayland Sel Felaketine yapmış olduğu tıbbi yardımları, Dünya Sağlık Örgütü kuruluş hikayesini ve yönetim organlarını, Ayudhya Grubu: 2011 Tayland Sel Felaketinin doğrudan sebep olduğu sağlık sorunlarını, Nakhon Sawan Grubu: 2011 Tayland Sel Felaketine yardım götüren Kızılay ve Kızılhaç üyesi kurumlar ve yapılan tıbbi yardımları, Si Saket Grubu: 2011 Tayland Sel Felaketi sonrası ortaya çıkan mental ve psikososyal sorunlar ile yapılan psikososyal destek faaliyetlerini, Nonthaburi Grubu: 2011 Tayland Sel Felaketine yardım yapan DDPM (Department of Disaster Prevention and Mitigation), FROC (Flood Relief Operation Center) gibi yerel kurumlar ve Sınır Tanımayan Doktorlar’ın yaptığı tıbbi yardımları, Bangkok Grubu ise: 2011 Tayland Sel Felaketi sonrası temel sağlık hizmetlerini çalıştı. Kılavuz sorular ve anahtar kelimeler ile moderatörlerin de yardımıyla bir saatlik araştırma sonunda atölyenin sunum kısmına geçildi. Her gruptan birer temsilci ile oluşan yeni gruplarda her bir kişi, bir önceki grupta yapmış oldukları araştırma sonuçlarını sundu. Böylelikle herkes sunum yapmanın heyecanını tattı ve tüm konuları dinlemiş oldu. Günün sonunda ise öğrenilen bilgileri tekrar etmek için 30 soruluk online bir yarışma düzenlendi. Kıyasıya geçen yarışmanın sonunda 1. olan kişiye hediyesi verildi. Araştırma, öğrenme, sunum yapma ve yarışma ile keyifli bir gün geride bırakılmış olundu.


TIBBİ İNSANİ YARDIM

79


80 KONAK


GÖÇ HAREKETLERİ Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüz; Ensar ve Muhacir kardeşliği çerçevesinde yeni bir medeniyetin temellerinin atıldığı Hicret’i kendisine yol gösterici bilen, göç kavramına bu pencereden bakmanın yanı sıra yüzyıllardır karşı karşıya kaldığımız ve insanların yurtlarından ayrılmak zorunda kalmaları neticesinde ortaya çıkan kitlesel göç hareketlerini tüm yönleriyle araştırmayı, öğrenmeyi, bu alanlarda etkinlikler düzenleyerek toplumsal duyarlılığı arttırmayı, projeler oluşturarak saha çalışmaları yapmayı amaç edinen ve bu alanda düzenli okumalar yapan ekip çalışmasıdır.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Tarihi Göç Hareketleri • Yakın Tarih Anadolu’ya Göç Hareketleri • Suriye’den Anadolu’ya Göç • Göç Politikaları • Yakın Tarih İslam Dünyası Göç Hareketleri • Göçe Dair Organizasyonlar • Göç ve Sağlık 2. Konferans • Hicret Hareketi • Endülüs’ten Mağrip’e Tehcir Meselesi • Yahudilerin Babil Sürgünü • 1864 Büyük Çerkes Sürgünü • Biladü’ş Şam (661-1918)


1864 Büyük Çerkes Sürgünü Kafkasyanın Coğrafi Tanımı

TARİHİ GÖÇ HAREKETLERİ ÇALIŞMA GRUBU Ayşenur Karaca * Dilan Onur 1 Elif Ersöz 2 Emine Beyza Nur Kaynar 3 Ferhan Kocadal 1 1

Kafkasya, doğusunda Hazar Denizi, batısında Karadeniz olan ve uzunluğu 1200 metreye varan Kafkas Dağları ile ikiye ayrılan dağlık bir coğrafyadır. Bölgenin kuzey sınırları olarak Don ile Volga nehirlerinin birbirlerine en çok yakınlaştığı kısım ve çok sayıda gölün bulunduğu Maniç bölgesi kabul edilmektedir. Güney sınırı ise bugünkü Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bölgeleri ile birlikte, Anadolu’nun doğusunda yer alan Ağrı, Kars, Artvin kentleri ve İran’da Tebriz’e kadar uzanan toprakları içerir. Dağlık bir bölge olması nedeniyle Kafkasya’da yerleşim yerleri genelde yüksek yaylalara ve derin vadilere yayılmıştır. Mekan ve zamanın toplumlara olan etkisi burada da görülmüş ve Kafkasya coğrafyası yaşayan insanların tarihlerini, kültür ve karakterlerini etkilemiştir. Ayrıca coğrafya kaderdir çıkarımını doğrulayarak halkının siyasî, sosyal ve ekonomik ilişkileri üzerinde de karar kılıcı olmuştur. Bu açıdan Kafkasya, dünyanın ilk etnik hareketlerine, etnolojik teşekkül ve gelişmelerine sahne olmuş bölgelerdendir. Kafkasya Tarihi

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1

2

*İletişim: krc.aysenur@hotmail.com

82 KONAK

Kafkasya’nın tarihi, mücadeleler ve istilalarla doludur. Bu durum Osmanlı Devleti zamanında da devam etmiştir ve Osmanlı, özellikle 19. yy.’da bölgeye ilgisini yoğunlaştırmıştır. Aynı bölgede nüfuz edinmek isteyen Rusya, bu noktada


Osmanlı Devleti’nin önüne en büyük rakip olarak çıkmıştır. 1739’da Azak’ın, 1783’te de Kırım’ın Rusya’nın eline geçmesiyle Karadeniz’in Osmanlı Gölü olma vasfı ortadan kalkmıştır. Ancak bu durum, Osmanlı Devleti’nin uzun yıllar sonunda bölgede edindiği nüfuzdan hemen vazgeçme niyetinin aksine Kafkasya’daki faâliyetlerini daha da yoğunlaştırmasına neden olmuştur. Bu ilgi artışı Çarlık Rusyası ile ilişkileri haylice gerginleştirmiştir. Sonrasında zaten kutsal yerler meselesi nedeniyle iki devlet arasında Kırım Savaşı gerçekleşmiştir. Kırım Savaşı sonrasında Balkanlar’a ve Anadolu’ya doğru olan Rus yayılışı bir süreliğine durdurulmuştur. Batıya doğru faâliyetlerinin önü kesilen Rusya, artık Asya’ya yönelmeye başlamıştır ve Kafkaslar üzerindeki baskısını muazzam derecede arttırmıştır. Bu süreç Osmanlı Devleti’nin siyasî hudutları dışındaki Kırım, Kafkasya, Türkistan gibi Müslüman ahalinin yaşadıkları yerlerin huzur ve sükûnda bozulmaya neden olmuştur. Yapılan savaşlar, Çerkeslerin mağlubiyeti ile sonuçlanınca 1861’de Çerkes delegeleri Çar II. Alexander ile görüşerek sorunu diplomatik yoldan çözmeye çalışmışlar. Fakat bu görüşmelerde Çar, Çerkeslere ya Kuban havzasına yerleşmelerini ya da Osmanlı topraklarına göç etmelerini söylemiştir. Kendileri için büyük bir yıkım anlamına gelen bu karara üç sene direnebilen Kafkasya halkına son darbe Grandük Mihael’in emri ile vurulmuştur: “Bir ay içerisinde Kafkasya terk edilmediği takdirde bütün halk harp esiri olarak Rusya’nın çeşitli bölgelerine sürülecektir.” Gelinen bu noktada Rusların Kafkasya’yı Kafkasyalılardan arındırma projesi, yerli halkın Çarlık’a yenilmesiyle 1859-1864 yılları arasında büyük bir sürgüne dönüşmüştür.

yı Kafkasya halkından az da olsa göç edenler görülmüştür. Osmanlı arşivlerine göre 1858-1859 yıllarında Osmanlı’ya gelen Kafkasyalı sayısı yaklaşık olarak 17.000’dir. Fakat durumun daha da ağırlaşması ve göç hızının olağanüstü artması 1859 yılı sonrasına rastlamaktadır. 1860 yılı içerisinde 4000 Çerkes ailesi hiç direnmeksizin Kuban’ın batısındaki arazilerden ayrılarak Anadolu topraklarına göçmüşlerdir. Buna rağmen bölgede kalan Çerkes kabileleri de olmuştur. Bunlara karşı ise 1862’de askerî operasyonlar yapılmıştır. 1863 yılına kadar Rusların boyun eğdirme çabalarına büyük bir gayretle direnen Kafkasya’nın Müslüman ahalisi 1864 yılına gelindiğinde bir ay zarfında topraklarını terk etmeye zorlanmışlardır. Kalacak olanlara ise psikolojik baskı mahiyetinde “Kalacak olanlar Hristiyanlaştırılarak 25 yıl süreyle askere alınacak ve Hilafet Ordusuna karşı cepheye sürülecek” dedikoduları yayılmıştır. Uygulamaya konan bu plan neticesinde Kafkasya halkı kendi topraklarından göçe zorlanmış ve 500.000 ila 1.000.000 arası insan, yurtlarından sürülmüştür. Bazı tah-

minlere göre sürgün edilenlerin %25’i göç esnasında çeşitli hastalıklardan hayatını kaybetmiştir. 1864 Mayıs’ına gelindiğinde Allen’in deyişiyle “Çerkes direnişinin uzun tarihi son hücumlarla ortadan kaldırılmıştır.” ve onlardan alınan topraklara başka Rus göçmenleri yerleştirilmiştir. Kendi topraklarından zorla çıkarılan ve bu süreçte on binlerce insanını kaybeden Çerkesler, soykırıma uğrayan ve anavatandan ayrılmak durumunda kalan bir halkın yaşadığı travmayı yaşamış ve birçoğu Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. Osmanlı, Müslüman olmalarında büyük etki sahibi olduğu Çerkesleri hem dinlerinden hem de asker bir millet oluşlarından dolayı kolaylıkla benimsemiştir. Böylece göç edenleri Anadolu coğrafyasının çeşitli yerlerine iskan etme işine girişmiştir. Rusya yüzyıllarca, 1. Petro’nun vasiyeti olarak yakıştırılan; önce Karadeniz’in kuzeyini ele geçirmek, sonra da Kafkaslara, Boğazlara ve Balkanlara hakim olmak ve Osmanlı topraklarından güneye inmek siyasetini takip etmiştir. Ruslar bunun için kendilerinin Anadolu, İran ve Suriye’ye inişini engelleyen Kafkaslara 18. yy dan itibaren her fırsatta sal-

İlk bakışta bir anda başlamış gibi görünen sürgün, aslında kademeli olarak uzun bir süreci kapsamaktadır. 1859 öncesinde de Rus baskısından dolaGÖÇ HAREKETLERİ 83


Birinci Dönem; başlangıçtan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nın imzalanmasına kadar geçen ve binlerce yıl süren büyük istilalar ve işgaller dönemidir. Bu dönemin sonunda Ruslar bölgeyi Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayırmakla yetinmeyip 9 Eylül 1783 tarihinde Kırım’ı işgal etmişlerdir. Sürgünler neticesinde 1,8 milyon kişi anavatanından edilmiş ve sürgün sırasında açlık ve hastalık nedeniyle yüzlerce Müslüman telef olmuştur. Bu ilk tedhiş hareketinde tahminen otuz binden fazla kişi öldürülmüştür. Yine 24 Haziran 1783 tarihinde, Rus taraftarı olan Tiflis Kralı II. Erekle (Heraklius) tarafından Rusya’nın himayesi kabul edilmiş ve sonrasında da Gürcistan toprakları 1801’de Çar Pavel Petroviç zamanında Rusya’nın hâkimiyetine geçmiştir. İlerleyen zamanlarda ise Gürcüler Rusları memleketlerine çağırmış olmanın bedelini çok pahalı ödemişlerdir. İkinci Dönem; Kafkaslıların Çar ordularına karşı direnişini içeren yaklaşık yüz yıllık bir dönemdir. Bu dönem, Kafkasya’nın adım adım Ruslar tarafından işgali ve Kazaklar tarafından kolonize edilmesine cevap ma-

hiyetindedir. Bu dönem, Batı Kafkasyada 1763 yılında ilk defa ayaklanan Kabardey Çerkeslerinin 1764 yılında Büyük Meclis’te toplanarak savaş kararı almaları ve Doğu Kafkasya ile İmam Mansur önderliğinde birleşmesi ile başlamıştır. Bu ‘Özgürlük Savaşı’nda Kafkas halkları işgalci Rus ordularına karşı 1864 yılına kadar direnmişlerdi. Ancak Ruslar tarafından uygulanan katliamlarda, özellikle Çerkes, Ubıh ve Abaza kabilelerinin etkisiz hale getirilmeleri ve kitleler halinde vatanlarından koparılarak sefalet içinde Osmanlı İmparatorluğu’na sürgün edilmeleri ile bu dönem sona ermiştir. Tarihte bu olay, ‘Muhaceret (Göç)’, ‘Büyük Göç’, ‘Sürgün’, ‘Soykırım’ gibi adlarla anılmıştır.

Üçüncü Dönem; Doğuda İmam Şamil’in önderliğinde yürütülen ‘Özgürlük Savaşı’nın 1859 yılında kaybedilmesi sonucu sükut eden Dağıstan ve Çeçenistan bölgelerinin ardından, mücadeleyi Batı Kafkasya’da yürüten Çerkeslerin 1864 yılında yenilgisi üzerine sükut eden Çerkesya ile başlamış ve günümüze kadar da devam etmiştir. Ancak tamamlanmamıştır.

dırmıştır. Osmanlı Devleti’nin 1774’te Rusya ile imzaladığı Küçük Kaynarca Antlaşması, Kırım’a bağımsızlığın verilmesinin yanısıra Osmanlı’nın Kafkaslardaki hakimiyetini kaybetmesi demekti. Rus-Çerkes çatışması ilk olarak 1777 yılında yaşanmıştır ve bunu takip eden on yıllarda da devam etmiştir. Çerkeslerin 1822’de Kabardey’den, 1859’da Çeçenistan ile Dağıstan’dan ve 1864’te topraklarından tamamen sürülmesi ile son bulmuştur.

lerdir. Başlarında Şeyh Mansur, Şeyh Şamil ve İmam Mansur gibi liderler bulunmuştur. Ancak yenilgeler sonucu Rusya Çerkeslere iki seçenek sunmuştur; ya kalıp Hrıstiyan olarak Ruslar adına savaşmak ya da her şeyini bırakıp Osmanlı’ya gitmek. Bu durumda Çerkesler zorunlu olarak her şeylerini bırakıp Osmanlı’ya göç etmişlerdir. 1864’te Rusya’nın Çeçenya’yı tamamen işgali neticesinde yüzbinlerce insan akın akın Anadolu’ya ve Balkanlar’a gelmişlerdir.

Başlarda sadece askeri bir harekat olarak başlayan bu işgal, ilerleyen zamanlarda daha önce Ruslar’ın Kırım ve Kazan’da da uyguladığına benzer bir yakıp yıkma politikasına dönüşmüştür. Müslüman halka uyguladıkları genel kıyımın yanında işgal ettikleri yerlere Rus vatandaşları yerleştirmişlerdir. Buna ‘kolonileştirme faaliyetleri’ denir. Askerle mücadele içinde olan Çerkes halkı, aynı zamanda gelen Rusların kötü tutumlarına maruz kalmıştır. Ancak bunlara karşın, Çerkesler mücadeleye devam etmişler ve diğer Kafkas halkları ile birleşerek ortak mücadele vermiş-

Rusya göçleri düzenlemek için 10 Mayıs 1862’de bir komisyon kurmuştur. Bu komisyon gidenlerin Balkanlara da yoğun bir şekilde yerleştiğini görünce politikasını değiştirmiş ve göçü durdurmuştur çünkü Rusya burada Tuna’dan Ege’ye kadar bir Bulgaristan kurmayı planlıyordur. Bu sebepten hareketle, Balkanlar’da Rusya Carlık orduları ile Bulgar ve Rus azınlıkları gelen göçmenler üzerinde baskı kurarak ikinci bir göç dalgası oluşturmuşlardır. Balkanlara gelen Çerkesler bu sefer de Anadolu’ya doğru yola çıkmak zorunda bırakılmışlardır. 1864’ten sonra göçler zamanla

84 KONAK

tamamen durmuştur. Bu tarihsel sürecin neticesinde Çerkeslerin %10 luk bir kısmı hariç hepsi yurtlarından sürülmüşlerdir. Bazı Çerkesler Kafkaslara geri dönmek istese de Rus Konsololuğu geri dönüşü kabul etmemiştir. GÖÇMENLERİN ETNİK YAPISI VE ÇERKES KÜLTÜRÜ Çerkesler sosyolojik anlamda bir Türk, bir Alman benzeri bir millet statüsünde değerlendirilemez. Çerkesler, 50’den fazla olan boylarına rağmen tam anlamı ile millet kavramını dolduramasa dahi etnik kültürleri olarak tanımlayabileceğimiz; kendilerinin insanlara karşı göstermiş oldukları davranışlar ve kendi kültürlerine olan bağlılıkları ile bir bütünlük arz eder. M.Ö. 5. yüzyıldan itibaren Kafkasya’yı gezip gören ve eserlerinde buradan bahseden Herodot, Hellenikus, F. Arrian, Strabon, Romalı Pliny gibi antik dönem Seyyah ve tarihçileri ile Ruslar, Gürcüler, Tatarlar ve Araplar, Kuzey Kafkasya’nın otokton (yerli) halkları için Kas, Kask, Kasog, Kasogi, Sirkas, Kerkes,


Kerakes gibi isimler kullanmışlardır. Bu tanımlamalar, zamanla batı söylemi ile Cirkas, Cirkassi, Cirkasıyen ve nihayet Arapların kullandığı Serakise, Çerakise gibi ifadelerden hareketle ‘Çerkes’ sözcüğüne dönüşmüştür. Ayrıca pek çok kaynakta yer alan değişik verilere ek olarak, 1950’lerin sonu ve 60’ların başlarında Yeni Kafkas dergisinde çıkan bir makalede Çerkes kelimesi Adige kelimesiyle eşleştirilerek kelimenin Kabardey dilinde güneşe mensup olanlar ya da yüksekte olanlar manasına geldiği ifade edilmektedir. Çerkesler Kuzey Kafkasya dağlarının otokton (var olduğundan beri orada yerleşik olan) halklarıdırlar. Çerkes, kimilerine göre Kafkaslar’dan gelen halkların tümüne verilen isimken, kimilerine göre Küçük Asya kökenli, kimilerine göre ise Arap yarımadasından göç eden bir topluluğun Grek kültürüyle temasından doğan bir halktır. Kafkasya’daki, hatta Kafkasya’dan göçen ve dil dışında ortak bir kültürü paylaşan halkların hepsi için ‘Çerkes’ kavramı kullanılmaktadır. Çerkes kimliği ne doğuya ne de batıya ait olduğunu iddia edebileceğimiz bir yapıya sahip değildir. Çünkü özü itibariyle Çerkes kimliği, kendi bulundukları coğrafyanın da etkisi neticesinde daha özel bir yapıya sahiptir. Sosyal Yaşam, Gelenek ve Görenekler

Çerkes kimliği ne doğuya ne de batıya ait olduğunu iddia edebileceğimiz bir yapıya sahip değildir. Çünkü özü itibariyle Çerkes kimliği, kendi bulundukları coğrafyanın da etkisi neticesinde daha özel bir yapıya sahiptir. görebilmek mümkündür. Bir ortama herhangi birinin girmesiyle ortamdaki herkesin ayağa kalkması, misafirlere gösterilen önem buna verilebilecek en temel örneklerdendir. Kültürlerinin bir başka önemli hususu ise birlik ve beraberliği çok öğütlemesidir. Bunu Haluj gecelerinin düzenlenmesindeki amacı belirten bir Çerkes büyüğünün ifadesinden anlayabiliriz: ‘Yaptığımız halujları özel sepetlerine yerleştirdikten sonra sepetin üstünü, kenarları dişliği andıran bir görüntü oluşturan büyük bir haluj ile kapatırız. Bu halujun dişlileri, Kafkasya’dan göç ettirilen Çerkes boylarını, diğerleri ise Çerkes bireylerini temsil eder. Bunun sebebi, birbirimize sıkı sıkıya kenetlenelim.’ Aile ve Akrabalık İlişkileri Çerkeslerde bireyin şekillenmesi ilk olarak aile içinde başlamaktadır. ‘Ta-

mahata’ların varlığı ve geniş aile kültürü bütünleşir. Aile içi iletişimin asli kaynağı saygıdır. Aile reisinin kararları emir niteliğindedir. Erkeğin ailedeki bu otoritesi yaşı ilerledikçe artar ve kabilelerde de etkili olmaya baslar. Büyük ailede yönetim ‘ata-baba’dadır. Her iş ondan sorulur. Aileyi bir arada tutan, toparlayan odur. Kimse ona sormadan aileyi ilgilendiren önemli bir karar alamaz. Kıdemli olan erkek kendinden küçük erkek kardeşlerinin de kararlarına karışır ve de şef dediğimiz sıfata haiz olur. Hiyerarşi bozulmadan, Ata’nın ölümüyle yerine geçecek kişi yani yeni Ata belirlenir. Ailede bir iş bölümü vardır. Ailede kadın; yeme-içme, ev temizliği, çamaşır, çocuk bakımı gibi ev içi işlerle uğraşır. Dışarıda yaptığı isler ise, inek ve koyunları sağmak, kümes hayvanlarına bakmaktır. Genç kızlar annelerine, erkekler ise babalarına yardım ederler.

Çerkesler kimliklerinin oluşumu için en önemli etkenlerden biri olan toplumsal yaşamı düzenleyen kurallar Şhapze, Adıge-Hapze ve Amısta Kebze olarak bilinir ve yazılı değillerdir. Sosyal ahlaki öğretiler bütünüdür. Bu öğretilerin uygulanışı aile ve toplumsal düzeyde düzeni sağlama amacındadır ve bu kuralların niteliklerini oluşturan, uygulanma kararını veren ‘Tamahata’ denilen bir grup vardır. Çerkes kültüründe, sosyal düzenin temelinde yatan davranış saygıdır. Bunu konulmuş olan kuralların kökeninde GÖÇ HAREKETLERİ 85


Erkekler bir taraftan da ev dışındaki islere bakarlar ve evi geçindirir. Ayrıca kadınlar da kocalarıyla savunmada görevli olabilirler. Gelinlerin statüsü aralarında en kötü olandır diyebiliriz. Gelinler aile büyükleriyle yemek yememe gibi çeşitli sert kurallara tabidirler. Halk arasında ‘Çerkesin kızı, Türk’ün kızı ol.’ deyişi buna istinaden ortaya çıkmıştır. Evlenen çocuklar ise evden ayrılsalar dahi ‘Ana Ev’ ya da ‘Büyük Ev’ dedikleri ailelerin bulundukları evle ilişkilerini koparmazlar. Eş Seçme ve Evlilik Gelenek ve yaşam biçimlerinde Türkiye’deki diğer toplumlardan daha geniş ve özgürdürler. Onlarda ‘söz kesilmez’; genç kız ve erkekler çevrelerinde ‘göz gezdirip’ en uygununu araştırırlar. Genel olarak Lazlardan, Türklerden veya Kürtlerden yaşca geç evlenirler;,25-30’lara kadar çıktığı görülür. Bunun nedeni ailedeki büyüklerin evlenmeden diğerlerinin evlenmemeleridir. Ayrıca Çerkes toplumunda kız kaçırma yaygındır ancak bu düğün yapılmayacak anlamına gelmez. Eş seçme olayında çerkeslerin farklı bir geleneği vardır. Ksenlik adı verilen toplantılarda kızlar ve erkeklerin beraber bulunup birbirlerini tanıma imkanlarının olduğu flörtleşme evresi normal karşılanmakta ve bu şekilde daha sağlam evliliklerin var olduğu düşünülmektedir. Akraba evlilikleri ise tavsiye edilmez ve çok sık rastlanılan bir olay değildir.

Giyim Kuşam ‘Çerkeska’ adı verilen bir giysi giyerlerdi. Bu giysinin etekleri diz boyunu geçecek şekilde uzun ve geniştir, göğsünde ağaçtan yapılmış fişeklikler ve bunların gümüşten kapakları vardır. İçine açık tonda gömlek giyilir, kendi rengi ise çoğunlukla koyu tonda olur. Başlarına evde kadınlar tarafından elle yapılmış kalpak takarlardı. Bu giysilerinin üzerine keçi kılından dövülerek yapılmış yamçi adi verilen bir giysi takarlardı. Yaşamlarının önemli kısmı at üzerinde geçtiği için yamçinin uzun olmasına dikkat edilirdi. Yamçinin boydan boya açık olan önünde boyun kısmında gümüş bir tutturmalık bulunur. Ayaklara bazen diz boyunu aşan yumuşak deriden yapılmış altın ya da gümüş tokalarla bağlanabilen çizmeler giyilirdi. Belde ise üzerinde kılıç, yağdanlık, kama bulunan beli saran deri kemer bulunurdu. Kadınlar bellerine oturan kaftanlar giyerler başlarına da beyaz başörtüsü takarlardı. Bu giysiler zarafet ve asaleti ihtiva ederdi. Halk Oyunları ve Dansları Çerkes kültüründe dans; düğünlerde, bayramlarda, savaşlarda, evdeki şenliklerde, konuk ağırlama-uğurlamada, kış ve yaz gecelerinde, arkadaş toplantılarında günlük yaşamın bir parçasıdır. Bu danslarda toplumun bütün hareketleri bir arada görülebilir. Çerkesler halk oyunlarını çok severler, oyunları bilmeyen kişi yok gibidir. Halkın özellik-

lerini yansıtan önemli bir kültür ögesi olarak görülen oyunlar hemen hemen her toplantıda, bir araya gelişte oynanır. Mızıka veya akordeon eşliğinde oynanan oyunlarda, kızlar ve erkekler ayrı saflarda karşılıklı olarak ayakta durmak koşulu ile dizililer ve müziğe el vurarak tempo tutarlar. Dil Eğitim ve Edebiyat Çerkes topluluğunu oluşturan kabilelerin her biri farklı bir dil konuşmaktadır. Bu dillerin her biri Kafkas dilleri ailesini oluşturan dillerdendir. Çerkes toplulukları aralarındaki bu dil farklılığına karşın ortak sanat, edebiyat ürünleri yaratabilmekteydi. Bunda etkili olan en önemli şey sanatın yaşamlarının vazgeçilmez bir parçası oluşuydu. Ortaya çıkan sanat ürünleri ise birbirine yakın olan topluluklar tarafından hem paylaşılmakta hem de kendilerine özgü olan şeyler eklenerek zenginleştirilmekteydi. Zengin kaynaklara sahip Çerkes edebiyatının asıl gelişimi, Sovyet devriminden sonraki yıllara rastlamaktadır. Bağımsız ve özerk bir yapıya kavuşan Cumhuriyetler kendi dillerinde okuyup yazmaya başlayınca kendi ulusal edebiyatlarını yaratmaya başladılar ve bunun ürünleri kısa sürede ortaya çıktı. Edebiyat ve dil ile ilgili çalışmalar günümüzde halen devam etmektedir. İnanç Sistemleri Çerkesler 3 büyük dini de yaşamış olan bir halktır. Bu süreçlerin öncesinde de çok tanrılı dinlerin aralarında var olduğu bilinmektedir. Tavernie (1605-1689)’nin: “aslında bu halklar ne Hristiyan ne de Müslümandırlar. Din onlar için zaman zaman coşku ve törenle yaptıkları birkaç ayinden ibarettir” ifadesi doğrultusunda aslında ilk dönemlerde Adıge toplumunda hem Hıristiyanlığın hem de İslam’ın önemli bir yer tutmadığı söylenebilir. İslamiyet’in ise 647 senesinde Güney Kafkasya’ya, oradan da Dağıstan’a sirayet ederek 800 yılına kadar bu bölgeye ve Çeçenistan’a yerleştiği görülür. Batı

86 KONAK


Kafkasya’ya Kırım’dan giren İslam dininin Terek nehrine kadar yayılarak, doğudan gelen İslam akımıyla birleştiği kaydedilir. Kafkas toplumlarından Kabardeyler’in 16. yüzyılda, Abhazların ise 18. yüzyılın başlarından itibaren İslam’ı kabul ettikleri görülmektedir. İslamiyet’in sunduğu hayat tarzını yaşamaya çalışan Çerkeslerin, ibadetlerin yerine getirilmesi noktasında hassasiyet göstermediklerini ifade edilebilir. Diğer taraftan Çerkeslerin, Müslümanlığın bireyin hal ve hareketlerinin kontrol edilmesini sağlayan ve toplumun yapısını dizayn eden ahlaki emirlerin yerine getirilmesinde titiz davrandıklarını söyleyebiliriz. Kafkasyalıların toplumsal varlıklarının sebebi olarak gördükleri örf ve adetlerinin işlevsel özelliklerinin, İslam dininin ahlak kuralları ile örtüşmesi, Çerkeslerde ahlaki boyutun ne derece önemli yer tuttuğunu göstermektedir. Mitoloji Nart Destanları, Kuzey Kafkasya’nın otokhton halklarından olan Çerkeslerin binlerce yıldan bu yana ürettikleri ulusal destanların bütününün adıdır. Nartlar, Adige, Abazin, Oset, Çeçen, Abhaz ve diğer Kuzey Kafkas otokhton boylarının ortak malıdır. Nart metinlerinde, anaerkil temelden başlayarak feodalizmin ortaya çıkmasına dek geçen dönemden kalma izleri ve akraba ilişkilerinin açıkça anlatıldığı çeşitli toplumsal ilişkiler betimlenmektedir. GÖÇMENLERİN YAŞADIĞI SIKINTILAR 1829 Edirne Anlaşması ile Kafkasya’daki Osmanlı hakimiyeti büyük oranda sona ermiş, yalnızca Batum olan Acaristan kalmıştır. Büyük toprak kayıpları sonrası yaşanan göçlerin sebeplerine baktığımızda karşımıza 3 önemli olay çıkmaktadır: Kırım Savaşı, Şeyh Şamil Olayı ve 93 Harbi. Kırım savaşı süresince Rusların şiddetine maruz kalan halk ya ailece kat-

ledilmiş ya da Karadeniz sahillerine sığınmıştır. Bu göç hareketliliğinin en yoğun yaşandığı zaman ise Şeyh Şamil’in yönettiği askeri birliğin mağlup olması sonrasında yaşanan 1864 Büyük Çerkes Sürgünü’dür. Göçmenlerin çoğu deniz yoluyla Osmanlı’ya sığınmak durumunda kalmıştır. Bu nedenle Karadeniz göçmenlerin sevk ve iskanında ayrı bir öneme sahiptir. Özellikle Samsun intikal bölgesi olarak kullanıldığı için geçici iskana tabi tutulan göçmenlerin barınma, beslenme, giyim, ısınma başta olmak üzere ihtiyaçlarının karşılanmasında öncelikli şehirlerden olmuştur. Bazı göçmenler

limanına gelen Çerkeslerin çoğu tifo ve çiçek hastalığının pençesinde yer alırken geçici barınma mevkilerinin bataklıklara yakın olması sıtmanın göç sonrası göçmenler arasında yayılmaya başlamıştır. Başı çeken bu üç sorun nedeniyle göçmenlerin %25’i hayatını kaybetmiştir. Göçmenlerin az bir kısmı kalıcı iskân bölgelerine ulaşmış; çoğu bekleme kamplarında, iskelelerde ve yolda çeşitli sebeplerden ölmüştür. 1861’de kış mevsiminde göç etmek zorunda kalanlar için mevsim şartları da ek sorun teşkil etmiştir. Osmanlı Devleti, göç eden muhacirlerden geri dönmemeleri veya göç-

Göçmenlerin sevk ve iskanlarında yaşanan sıkıntıları ele aldığımızda öncelikle karşımıza 3 büyük sıkıntı çıkmaktadır: deniz kazaları, kötü beslenme ve salgın hastalıklar. ise Samsun’da kısa süre barındırıldıktan sonra Rumeli’deki akrabalarının yanına sevkedilmiştir. Göçmenlerin sevk ve iskanlarında yaşanan sıkıntıları ele aldığımızda öncelikle karşımıza 3 büyük sıkıntı çıkmaktadır: deniz kazaları, kötü beslenme ve salgın hastalıklar. Göç sırasında Osmanlı’ya ulaşım yolu olarak deniz yolunu tercih etmek zorunda kalan göçmenler yer kısıtlılığı ve dolandırıcılık gibi sıkıntılarla karşılaşmıştır. Özellikle kendi araçlarıyla para karşılığı göçmen taşıyan tekne sahipleri, göçmenleri pek çok kez dolandırıp soydukları ya da hasta olan göçmenleri denize attıkları bildirilmiştir. Uygun olmayan tekne, sandal gibi araçların sevkte kullanılması ve kapasitelerinin üzerinde taşımacılık nedeniyle deniz kazaları meydana gelmiştir.. Deniz yolculuğu süresince ve sonrasında kötü beslenme koşulları ve salgın hastalıklar diğer sıkıntıların başında gelmiştir. Osmanlı

menler üzerinede Rusya’nın herhangi bir hak iddiasında bulunmaması için güvenceler istemiştir. Bunun üzerine Rusya, muhacirleden Osmanlı’ya göçtükten sonra tekrar avdet etmeyeceklerine dair bir belge aldığını bildirmiştir. Böylece Osmanlı’ya göç etmek isteyenlere müsaade etmiştir. Bunun dışında muhacirlere Osmanlı vatandaşı olma şartı da getirilmiştir. Rusya ise şart olarak göçmenlerin Rusya sınırına yakın yerlere yerleştirilmemelerini istemiştir. 1860 yılında Muhacirin Komisyonu kurulmuş ve göçmenlerin Osmanlı topraklarına yerleştirilmesinde İskân-ı Muhacirin (Göçmen Yerleştirme Şubesi) birimi etkin rol oynamıştır. Osmanlı Devleti’nin değeşen iskân politikası ile birlikte Tanzimat’a kadar devlet mülkünde olan arazilerin mülkiyeti tebâya verilmiştir. Bu nedenle göçmenler devlet arazilerine veya tebâ tarafından işlenmeyen boş arazilere yerleştirilmiştir. Netice GÖÇ HAREKETLERİ

87


olarak Osmanlı Devleti göçmenlerin iskanında siyasi güçlerin etkisiyle ve devletin iskân politikası nedeniyle dar ve sınırlı kriterler uygulamıştır. Muhacirlerin iskân sırasında karşılaştıkları ilk sorun uygun arazi bulunmasında yaşanmıştır. Devlet göçmenleri iskân olarak kendi seçtiği ve koşullara istinaden mecbur kaldığı yerlere yerleştirmiştir. Gerekli hallerde iskana uygun yerlerin seçilmesinde göçmen ailelerin ileri gelenlerini görevlendirmiştir. Yaygın olmamakla birlikte Osmanlı Devleti tarafından görevlendirilen yetkililerin ihmalleri de olmuştur. Ücretli çalışmalarına rağmen aksilikler olmuş, kayıtlar gecikmiş ve iskân problemleri çıkmıştır. Kalıcı iskân bölgelerine sevk edilemeyen göçmenlerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasında zorluklar yaşanmıştır. 1864’te Tarabzon, Samsun, Sinop’a geçici yerleştirilmiş olan göçmenlerin giyim ihtiyaçları tam olarak karşılanamadığı için askeri depolarda bulunan eski ve kullanılmayan elbiseler verilmiştir. Fakir muhacirler temelde iki büyük sorun ile karşılaşmışlardır. Birincisi, ileri gelen soylu Çerkeslerin kendilerie karşı baskılayıcı ve soygunculuğa varan hareketlere maruziyetdir. Örneğin, soyluların hükümet tarafından dağıtılan yiyecek ve giyeceklere keyfi olarak el koyması ve bunları diledikleri şekilde kullanmasıdır. Bu haksız muameleye karşı çıkanları ise darp ediyor, hatta öldürüyorlardı. İkinci temel sıkıntı ise bölgeye gönderilen resmi görevlilerin yolsuzlığa karışmasıydı. Trabzon’da bulunan ve hasta göçmenlere yardım için gönderilen hekimlerin, görevlerini kötüye kullanmak suretiyle gönderilen ilaçların bir kısmına el koyduğu, bunları başka eczacılara sattığı ve yerel yöneticilerin de bu duruma sessiz kaldığı raporlanmıştır. Bu hadiselerden ötürü bölgeye yabancı hekim ve yardımcılarından oluşan bir komisyon göndermek durumunda kalınmıştır; Fransız asıllı Dr. Fauvel ve İtalyan asıllı

88 KONAK

Dr. Barozzi görevlendirilmiştir. Çerkesler, devletin çeşitli kademelerinde -bilhassa memurluk gibi- görev alarak koşullarının iyileştirilmesini istemişlerdir. Devlet ise sosyal adaptasyonlarını başarılı şekilde gerçekleştiren toplulukların iskân ettikleri yerlerde geçimlerini rahatça sürdürmelerini sağlamaları için tayinat ya da bir çift öküz, saban, araba gibi ziraii yardımlar yapmıştır. Bu şekilde toprağa dayalı vergi düzeninin sağlıklı bir şekilde işlemesini arzu etmiştir. Diğer yandan göçmenler genelde amelelik, hamallık, odun yarmacılığı gibi işlerde çalıştırılmıştır. Ancak aynı işlerde çalışan yerli halka nispetle göçmenlere daha az ücret verilmesi onlara ucuz iş gücü gözüyle bakılmasına ve emek sömürüsünün yaşanmasına yol açmıştır. Şehir yaşantısına etki eden bu durum Anadolu’nun pek çok köşesinde geçerli olmuştur denilebilir. Önemli başka bir sorun ise dildir. Çerkeslerin kısa sürede Türkçeyi öğrenmeleri istenmiştir. Ancak özellikle kırsal kesime yerleşen ve toplu halde bulunan Çerkes toplulukları dışa kapalı ve korumacı yaşamaları buna engel teşkil etmiştir.. Bunun üzerine hükümet Çerkeslerin yoğun yaşadıkları yerlede Rüştüye açılmasını planlamış ve çalışmalar yapmıştır. Ayrıca dil problemini çözmek için bazı camilere ve mescidlere görevliler atanmış, kaza ve kasaba idarecilerini bunlardan belirlemiştir. Kafkasya’nın otoktan halklarının gelenek ve kültürleri dışarıdan birbirlerine benzer görünse de farklılıkları ihtiva eder. ‘Adat’ adı verilen sözlü halk töresi, Anadolu toplum dinamiklerine yakın bir toplumsal hayat tarzı olarak ortaya koysa da Çerkeslerdeki ‘xabze (habze)’ adında sözlü bir yaşamsal kurallar bütünü bulunmaktadır. Toplum içerisinde sınıflandırmaların bulunduğu Feodal Çerkes toplumu, kendi yaşam biçimi olarak gördüğü habzeyi yaşamı boyunca esas tutmaya çalışmıştır.

Aynı dönemdeki Osmanlı halkı, 800 yıllık Türk-İslam toplumu olmaklığın oturmuş kültürel yaşantısı ile Çerkes toplumundan ayrışmaktadır. Bu farklılıklar tebâ tarafından hoş görülmemiş, bazı sıkıntılar oluşturmuş ve bu Çerkeslerin Anadolu toplumsal yaşamına adapte olmasını gecikmiştir. 20. yy. öncesi Çerkes toplumunda beş sınıf ortaya çıkmıştır. Bunlar Pensler, Soylular, Özgür Köleler, Yarım Bağlı Köleler ve Kölelerdir. Yarım bağlı köleler ve köleler toplumun en altında yer alan sınıflardır. Yarım bağlı köylülerin her şeyleri Pens ve Soylulara aittir ve bu aidet miras yoluyla başka bir soyluya ya da pense kalabilmektedir. Köleler ise genellikle savaş esirlerinden oluşuyor ve her türlü angarya işlerde kullanılmaktadır. Osmanlı Devleti, Abdulmecid tahta iken 1847’de köleliği kaldırmıştır. Köle ticareti Osmanlı’da resmen yasaklanmasına karşın 1850’ler ve 60’lar boyunca özellikle beyaz köle ticaretinde herhangi bir gerileme yaşanmamıştır. Osmanlı istemeyerekte olsa köle ticareti girişimlerini engelleme eğilimi göstermiştir. Gönülsüz olmasının sebebi, söz konusu ticaretin çok büyük ekonomik faaliyet haline gelmesi ve toplumun her kesimince yapılmasıdır. Ancak Avrupa’da köleliğe karşı ortaya çıkan tepkiler ve siyasi baskılar bu engellemelerde etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ilk zamanlar aslında köle ticaretinin devamından yana tavır koymuş ve ilgili makamlara bildirerek artık evlerde gizli olarak yapılması için gerekli tedbirlerin alınmasını resmi makamlarca istemiştir. Ancak 1860’ların sonlarından itibaren söz konusu eylemi yasaklamak ya da kısıtlamak konusunda ciddi adımlar atmaya başlamıştır. 1890 yıllarındaki bir belgede Kafkas göçmenlerinin esir tüccarlarının eline düşmesine engel olmak için, İstanbul’a uğramadan doğrudan iskân için kararlaştırılmış yerlere gönderilmesi ve gerekli harcamaların Osmanlı Bankası tarafından karşılanması belirtilmiştir.


Buna karşın Çerkeslerin göç sonrası dönemde Kafkasya’dan getirdikleri köle ve cariyelerini satmalarının yanı sıra kendi akraba ve çocuklarını da sattıkları görülmektedir. Sonuç olarak hem Osmanlı’nın hem de Rusya’nın teşviki ile gerçekleşen göçler sırasında devletler kendilerine yüklenen sorumluluğu yerine getirmeye çalışmışlar. Kitleler kendi başlarına buyruk olarak göç etmemişler. Bunun neticesinde Osmanlı topraklarına gelen muhacirler biraz olsun yaşama umutlarını koruyabilmişlerdir. Osmanlı, göçmenlerin en azından hayatta kalmalarını sağlayacak miktarda binaların inşasına, maaş ve tayinat tedariklerine önem vermiştir. Ayrıca göçten uzun yıllar sonrada tedbir ve yardımlarını muhacirlerden esirgememiştir. Onları yüz üstü bırakmamış ve asgari seviyede de olsa onlara geçim standardı sağlamaya çalışmıştır. GÖÇMENLERİN ENTEGRASYON SÜRECİ Kafkasya’dan Anadolu’ya göçün asıl önemli nedeni Ruslar’ın Kafkaslara doğru yayılmacı bir politika izlemeleridir. Bunun yanında Müslüman halk arasında Osmanli topraklarına göç etmeyi gönüllü olarak isteyenler de bir hayli fazladır. Onlar kafir bir memlekette yaşamın olamayacağını, bu yüzden halifenin memleketine göç etmenin uygun olacağını düşünmektedirler. Deniz yoluyla İstanbul, Trabzon, Samsun, Sinop, Rize’ye iskanları gerçekleştirilmiştir. Amasya, Konya, Sivas, Ankara, Kastamonu, Bursa, Adana, Eskişehir gibi yerler iskan için ilk düşünülen yerlerdir. Çünkü buralarda geniş arazi parçalarının göçmen yerleştirilmesine elverişli olduğu tespit edilmiştir. Bu yerlerde yığılma olduğundan Diyarbakır ve Şanlıurfa’ya da yönlendirilmiştir. Osmanlı, göçmenleri miri çiftliklerine, boş arazilere ve zamanında

terk edilmiş yerleşkelere iskan etmek suretiyle ziraate elverişli yerlerin tarıma açılmasını ve bayındır hale gelmesine çalışmıştır. Fırat nehri kenarında ve civarında harap olmuş yerlerin elverişli hale getirilmesi ve ziraate açılması için bu bölgede haneler inşa edilmiş ve muhacirler buraya iskan edilmiştir. Ayrıca devlet bu bölgede Anema ve Şhamalar gibi güneyden gelen yıkıcı aşiretlere karşı bir set çekmek için göçebe aşiretlerini yerleşik hayata geçmeye zorlamış ve böylece Bağdat vilayetinin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Daimi iskan mahallelerine sevk edilen muhacirlerin yol masrafları ile yolculukları süresince ihtiyaç duydukları tayinat bedelleri devlet bütçesinden karşılanmıştır. Samsun göçmenler açısından büyük bir öneme sahip olmuş, gelen göçmenlerin bir kısmı geçici bir kısmı ise kalıcı olarak burada iskan edilmiştir. Samsun aynı zamnda geçiş noktası görevi görmüştür. Osmanlı’ya geçici süreliğine gelip sonrasında kendi vatanlarına dönmek isteyen göçmenler de Samsun’da kısa sure barınmışlardır. Kırım Tatarları, yerleştirildikleri yerlerin dağlık ve engebeli olması nedeniyle, Çarşamba ve Terme bölgelerine uyum sağlayamamış ve daha sonra Ladik taraflarında Akpınar

dağının eteklerine iskan etmişlerdir. İskan edildikleri yerler (Rumeli’de): Edirne, Selanik, Tekfurdağı, Vidin ve Varnadır. Osmanlı Devleti ‘İskân Politikası’ nedeniyle, önceleri Karadeniz sahillerine yakın olan Anadolu ve Rumeli sancaklarına, Ege ve Akdeniz limanlarına, Konya ve Sivas gibi arazisi geniş bölgelere yerleştirilmişlerdir. Böylece Osmanlı İskân Politikasının temel hedeflerinden en önemlisi ortaya çıkmıştır. Bu hedef türlü sebeplerle nüfusu azalan, geniş, ormanlık ve verimli devlet arazilerinin göçler sonucunda tekrar şenlendirilmesi, devlet otoritesinin buralarda güçlendirilmesi ve hazineye gelir getirmesidir. Muhacirin İskan Talimatnamesi, Osmanlı’nın göçmenleri yerleştirmede uyguladığı hususları ihtiva içermektedir. Devlete ait araziler, ahalinin kullanımından alınarak muhacirlere verilmiş. Bu arazilerin dışındaki ahaliye ait arazilere ise müdahale edilmemiştir. Böylece ahali ve muhacirler mağdur edilmemiştir. Muhacirler iskan edilirken özellikle gayri müslimlerle sorun yaşamamaları için gayrmüslimlerden uzak yerlere iskan edilmesine dikkat edilmiştir. Yerleştirme işleri yapılırken hem bu GÖÇ HAREKETLERİ 89


köylerin kadim ahalisinin hem de bu köylere iskanları düşünülen muhacirlerin rızaları alınmıştır. Muhacirler memleketlerindeki emlak ve eşyalarını satarak gelmişlerdir. Bu nedenle bazılarının durumları iyi idi ve bunlara devlet tarafından yardım edilmemiştir. Ancak yardıma muhtaç olan çocuk, dul, yaşlı, kimsesiz, hasta ve sakat olanların ihtiyaçlarının bir kısımı hazineden karşılanmıştır. İlerleyen zamanlarda ise öşür vergisi ihtiyaç sahiplerine ayrılmıştır. Osmanlı Hükümeti göçmenlerin iskan yerlerini belirlerken onların taleplerini aldığı gibi yer değiştirme isteklerini de dikkate almıştır. Ayrıca muhacirlerin göçleri sırasında silah, mal ve eşyalarına el koyan Rusya’ya yazı yazmış ve bu durumu çözmüştür.. Kafkasya’da yaşayan Çerkeslerin feodal bir yapısı vardı. Herhangi bir tehlike durumunda eli silah tutan herkes ortak düşmana karşı mücadele ederdi fakat Osmanlı’da sadece askerler silah kullanırdı. Bu durum ahali ile muhacirler arasında sıkıntıya neden olmuştur. Ayrıca göçmenlerin silah taşımalarının yanı sıra, silah ithal ederek satmaları başka bir sıkıntı oluşturmuştur. Hükümet bu kapsamda göçmenlerin silahla dolaşmalarının yasaklanması, kabile üyelerinden birinin gruba kefil olma zorunluluğu ve işlenen suçun tespit edilmesi halinde hapis ve sürgün uygulanması gibi tedbirler almıştır. Çerkeslerde kölelik vardır. Bir kişi köle doğmuşsa köle olarak ölürdü. Bu durum iskanda sıkıntılara neden oldu. Hükümet ilk başta kölelik konusunda sessiz kaldı. Daha sonra Çerkes muhacirlerinden bazıları köle ve cariyeleri ile aynı yere yerleştirilmediklerinden dolayı sıkıntı çıkmıştır. Osmanlı Devleti, Çerkeslerdeki bu kölelik durumunu kaldırmak için hamleler yapmuş ve 1909 yılında Hükümet köleliği resmen

90 KONAK

kaldırdı. Ama köle ve köle soyundan gelenler günümüzde dahi hala bilinirler. Yani kölelik resmen kalkmış olmasına rağmen, Çerkesler içinde, resmiyetin dışında kendisini hala koruduğunu açıkça ifade edebililiriz. Türk-İslam toplumu, o zamanlar Anadolu’daki 800. yılını doldurmuştu ve köklü bir sosyal yaşam görüntüsü veriyordu. Bilhassa Sünni yapının egemen olduğu bu yapıya baktığımızda, eğer kırsal hayattaki gerçekliğin getirdiği farklı tabloyu bir kenara bırakırsak, şehir yaşantısında göreceğimiz kadın-erkek ilişkisi, sosyal yaşam penceresinden ‘haremlik-selamlık’ şeklinde görülmektedir. 19. yy Osmanlı şehrinde sosyal hayatta kadının yeri oldukça sınırlıdır ve genellikle erkek merkezli olarak tasarlanmıştır. Kadın, toplumdaki erkek figürünün ancak tamamlayıcı bir unsurudur. Çerkes toplumunda ise erkek ve kadın toplumun önemli ve birbirinden bağımsız bireyleridir. Çerkes evlerinde daima en büyüğün sözü geçer. Bu kişi erkekse dede, kadınsa ninedir. Dolayısıyla Türk-İslam toplumlarında erkeğe verilen ekstra öneme benzer bir durum söz konusu değildir. Kadın ve erkek bir araya gelebilir, genç kız ve delikanlılar sohbet edebilir, birlikte dans edip oyun oynayabilir ve evli kadınlar yabancı misafirleri ağırlayabilirlerdi. Hatta “Bir Çerkes kadın için birlikte görüldüğünde utanç sayılacak tek kişi kendi kocasıydı” der Grigoriantz. Gençlerin bir araya gelmeleri, bu açıdan oldukça normal karşılanırdı. Hiçbir aile böyle hallerden iffetle ilgili kuşku duymazdı. Kırım Tatarları, Anadolu Türkçesine neredeyse birebir benzeyen dilleriyle ve Anadolu Türkleriyle neredeyse aynı olan adetleriyle sosyal hayat anlamında çok az sorun yaşamışlardır. Ancak Çerkeslerin çoğunluğu, Kırım Tatarları gibi tarım üreticiliğinden uzak olmalarının yanısıra

Anadolu’nun dil ve adetlerine de oldukça yabancıydılar. Bu sebeple Batı Anadolu’da verimli topraklara sahip olan Çerkeslerin dışında kalan büyük bir kısım, yaşamlarını sürdürebilmek için yağmacılığa meyil etmek zorunda kalmış ve çevresindeki yerleşik ahali ile uyumlu hale gelmeleri için Tatarlara kıyasla daha fazla süre geçmesi gerekmekteydi. Çerkes Sürgünü’nün başlamasından itibaren Osmanlı Devleti içsel dinamiklerini göçmenleri karşılama ve yerleştirme üzerine odaklamıştır. Birçok neden Osmanlı’nın göçmen kabul etmesini olumlu kılmıştır. Savaşacak askere ihtiyaç duyulması, harap arazilerin ıslah edilip tarıma açılarak ekonomiye katkı sağlanması ve Çerkes halkı özelinde savaşçı bir toplumu özellikle Anadolu’da cereyan eden olayları önlemek amacıyla tampon olarak yerleştirme imkanı sağlaması en geçerli nedenlerdir. Osmanlı Devleti Kafkas göçmenlerine karşı yapıcı ve kucaklayıcı yaklaşımı devlet politikası açısından süreklilik arz etmiştir.Bu kucaklayıcı yaklaşımı somutlaştırmak gerekirse; Anadolu’ya ayak basan Çerkeslerden yaşlı, kadın ve çocukların iskan yerlerine giderken zorluk ve sefalet çekmemeleri için kendilerinin ve eşyalarının arabalarla taşınması, bu masrafların devletçe karşılanması, sevk işlemlerinin kontrolü, asayişi ve işleyişinin sağlanması için özel memurların atanması benzeri hususlar 13 Eylül 1859 tarihli resmi belgelerde görülmektedir. Gelen göçmenler daha ilk etapta misafir gibi karşılanmış ve maddi imkanlar elverdiğince sorunlar çözümlenmeye çalışılmıştır. Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki büyük asayiş sorunları haricinde Osmanlı, Çerkes göçmenlere karşı zor kullanma yolunu hemen her durumda en son çare olarak seçmiş ve genel olarak onları ikna yolunu tercih etmiştir. Örneğin Kütahya bölgesine iskanı karara bağlanan göçmenlerden 130 hanelik bir grubun bölgeden izinsiz ayrılarak Kafkasya’ya dönmek üzere


Sivas’a doğru yola çıkmalarına mukabil Osmanlı Sadareti, göçmenlerin ‘hüsn-i iknalarını’ güzergahları üzerindeki vali ve mutasarrıflara emretmiştir. İskan sonrası yaşanan problemlerde, devletin kendi tebâsıyla göçmenler arasında ayrım yapmadığı ve hatta göçmenler lehine kararlar aldığı görülmüştür. Göçmenlerin yerli aşiretlerle yaşadığı asayiş sorunlarında devletin göçmenlerin mallarını garanti altına aldığı hükümetin mutasarrıflara gönderdiği yazılarda görülmektedir. Mutlak iskan bölgelerine yerleşmemiş Çerkesler için devlet barınmalarını sağlamak amacıyla kira yardımı yapmış; yiyecek, giyecek ve yakacak temin etmiştir. Ayrıca Sadrazam Mehmed Ferid Paşa’nın başında olduğu tüm nazaretin imzalarıyla göçmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması; ev, okul ve camilerinin yapılması; okullarda ziraat ilmi okutulması; sütlerinin, çift hayvanlarının ve tohumlarının verilmesi ile göçmenlerin masraflarının karşılanması amacıyla piyango idaresi kurulması karara bağlanmıştır .Yerli halk da genel olarak devlet politikasına uygun şekilde göçmenlere misafirperver yaklaşmış ve hane yapım-

Osmanlı, imkansızlıklar içinde de olsa Çerkeslerin sorunlarına çözüm olmaya çalışmış bir devlet profili çizmiştir. larına, çift aletleri teminine yardımcı olmuştur. Örnek vermek gerekirse; 4 Ocak 1865’te Karesi Sancağı’nda iskan edilen Çerkeslere halk tarafından yapılan yardımlar idari amir tarafından Muhacirin Komisyonu’na rapor edilmiş ve Takvim-i Vekayi’de ilan edilmeleri sağlanmıştır. Çerkes göçmenler, Osmanlı Devletinin mali durumu tarihinin en kötü dönemindeyken Anadolu’yu yeni bir yurt haline getirmiştir. Bu süreç oldukça sancılı geçmiş, iskan politikasının uygulaması maddi imkansızlıklar nedeniyle çokça sekteye uğramış fakat nihayetinde devletin çabasında ısrarı ile belirli bir seviyeye ulaşmıştır. Devlet ve halkın yardımları yanı sıra Osmanlı şehzadeleri Murad Efendi, Burhaneddin Efendi, Reşad Efendi ve Nureddin Efendi toplam 35.000 kuruşu Sadaret aracılığıyla Muhacirin Komisyonu’na

iletmişlerdir. Devlet ricalinden halka kadar herkesin elini taşın altına koymasıyla Osmanlı Devleti, Müslüman Çerkesleri de bünyesine katarak Sultan Abdülaziz zamanında fikri olarak ortaya çıkan “Panislamizm” politikasını uygulamaya koymuştur. Osmanlı, imkansızlıklar içinde de olsa Çerkeslerin sorunlarına çözüm olmaya çalışmış bir devlet profili çizmiştir. Gerek Panislamizm politikası için Müslüman nüfusa ihtiyaç duyulması, gerek ordu için yeni güce olan ihtiyaç, gerek zirai ve ekonomik amaçlar, gerek de asayişi sağlamak için tampon bölgeler oluşturma gibi nedenlerle Çerkesler hoş karşılanmış ve ihtiyaçlarıyla ilgilenilmiştir. Burada ortaya çıkan büyük yetersizlikler, devletin o dönem itibariyle Avrupa’ya borçlu olması ve yeni borç alamıyor olmasındandır.

KAYNAKÇA 1. Kanat S. Osmanlı Devleti’ne yapılan 1864 Kafkas Göçü; 2011.

Çerkes tarihi; Chivi Yazıları Yayınevi; İstanbul; 2003.

2. Özkiraz A, Çetin M. 1864 Çerkes sürgünü sonrası Anadolu’da Çerkes iskanı ve Osmanlı Devleti’nin göçmenlere karşı politik tutumu; s 12-14; 2015.

8. Atasoy İ. Türkiye Çerkeslerinin siyasi tarihi ve sosyo-kültürel yapısı; Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi; Isparta; 2014.

3. Bi Mahmut. XIX. yüzyılda Kocaeli vilayetine iskan edilen Kafkas göçmenleri. 4. Kanat S. Osmanlı Devleti’ne yapılan 1864 kafkas göçü; s 24-33. 5. İpek N. Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler; s 101-105. 6. Yilmaz Ö. 1864 Kafkas göçü hakkında bir rapor; s 134- 137. 7. Çurey A. Sözcüklerin tanıklığında

9. Ksenöphön lucius flavius arrianus. Çev: Arslan M. Odin Yayınları; İstanbul; 2007. 10. Koçkar M. Kafkas halk dansları; Şamil Eğitim Kültür Yayınları; İstanbul; 1979. 11. Demirtaş M. 19.yüzyılın 2. yarısında Osmanlı’ya gelen göçmenlerin sevk ve iskanlarının Karadeniz limanlarının öne-

mi ve göçmenlerin yaşadıkları sıkıntılar. 12. Karataş, Ö. 19.yüzyılda Kafkas muhacirlerini iskanı, Türk Dünyaları İnceleme Dergisi; s 355-388; 2012. 13. Kalkan M. Rus-Kafkas savaşı sonrası Anadolu’ya gelen göçmenlerin şehir yaşantısına etkisi. 14. Özkiraz A, Çetin M. 1864 Çerkes Sürgünü sonrası Anadolu’da Çerkes iskanı ve Osmanlı Devleti’nin göçmenlere karşı tutumu; Tesam Akademisi Dergisi, Temmuz 2015. 15. Satış İ. Kırım savaşından sonra Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler ve Şanlıurfa yöresine iskanlar; Türk Dünyaları İnceleme Dergisi, 2012, s 517-531.

GÖÇ HAREKETLERİ

91


Yahudilerin Babil Sürgünü Babil’in Coğrafi Tanımı

TARİHİ GÖÇ HAREKETLERİ ÇALIŞMA GRUBU Ayşenur Karaca * Busenur Akbay 1 Büşra Yeninarcılar 1 Dilan Onur 1 Elif Ersöz 2 Emine Beyza Kaynar 3 Ferhan Kocadal 2 Şeyma Yüsra Soğanda 1 Ulviye Esra Erbaş

Yahudilerin Sürgün Tarihi

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi

M.Ö. 700’lü yılları öncesi yaşanan olaylar, gelecek zor günlerin habercisi olmuştu. M.Ö. 925’te Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra, Davut Krallığı M.Ö. 920 yılında ikiye bölünmüş; I. Yeroboam kuzeyde İsrail krallığını, Rehoboam da güneyde

1 1

1

2

* İletişim: krc.aysenur@hotmail.com

92

Babil, Fırat nehrinin doğusunda kurulmuş antik çağın en ünlü ve en eski kentlerinden birinin adıdır. Bunun yanında Babil, Fırat ve Dicle nehirleri arasında bulunan güneydoğu Mezopotamya topraklarını kaplayan ve ana hatlarıyla Bağdat’tan başlayarak İran körfezine kadar uzanan ve kabaca bugünkü Irak’a denk düşen eski bir uygarlığın da adıdır. M.Ö. 2. yy. tarihçileri Babil’i, aşağı Mezopotamya (iki nehir, Dicle ve Fırat, arasındaki bölge) olarak tanımlamışlardır.

KONAK

Yahudi tarihi ile ilgili tek tarihsel kayıt, Kutsal Kitap’tır. Kutsal Kitap dışındaki kaynaklarda İsrailoğullarının Mısır’a girişine kadar Yahudiler ile ilgili hemen hemen hiçbir kayda rastlanmamaktadır. M.Ö. 600 ve 400 yılları arasındaki dönem, İsrail tarihi açısından değişim çağları olmuştur. Bu yüzyıllarda Yahudiler açısından çok önemli olaylar yaşanmıştır. Yahudi yaşamı ve düşüncesinde iz bırakan Asur ve Babil sürgünleri bu dönemde gerçekleşmiştir.


Yahuda krallığını kurmuştu. Yahudi toprakları, bölgede birçok imparatorluğun tehditi altında kalmıştır. Fakat asıl tehlike Asur ve Babil kralı tarafından oluşturulmuştur. Yahudilerin tarihte ilk yasadıkları sürgün, Asur Sürgünü’dür. İsrail ülkesi Asurlular için stratejik bir öneme sahiptir. Asur İmparatorluğu’nun topraklarından başlayan ve Mısır’a giden ticaret yolu Filistin coğrafyasından geçmektedir. Bundan dolayı Asurlular buranın alınması için girişimler başlatmışlardır. İsrail Krallığı’nı topraklarına katan Asurlular buradaki halkı Asur’a sürgüne gönderdiler. Kuzey İsrail krallığında yaşayan on Yahudi kabilesi ve Babil İmparatorluğu döneminde Güney Yahuda krallığında bulunan iki Yahudi kabilesi sürgün edilmiştir. İsrail krallığından sürgüne gönderilen on Yahudi kabilesi, zaman içerisinde başka milletler içerisinde tamamen asimile olup kaybolurken Yahuda’dan gönderilen iki Yahudi kabilesi, Pers İmparatorluğu döneminde tekrar kendi topraklarına dönebilmiş-

Yahudi toplumu, millî kimliğini ve varlığını korumayı yarım asırlık sürgün döneminde Babil’de öğrenmiştir (M.Ö. 586-538). Bir fikir sistemi, bir ideoloji ve yaşam şekli olarak Yahudilik, Babil’de doğmuştur. tir. Fakat Babil sürgününden dönenler azınlıkta olup çoğunluk yine diasporada kalmayı tercih etmiştir. Asur’a vergi verip işgalden kurtulan Yahuda Krallığı, İsrail’in sürgüne gönderilmesinden ders almayıp Rabb’ı dinlememeye devam ederler. Halkın yaptığı umumi hatalardır bazıları; putperestlik, ahlaksızlık, kan dökme, içki içmede aşırıya gitme ve Şabat’ı uygulamamadır. Babil Kralı, Yahuda kralının Babil‘e karşı düşmanca bir siyaset izlemesi ve M.Ö. 608’de Megeddo savaşından sonra bölgeyi ele geçirmiş olan Mısır kralıyla anlaşması üzerine M.Ö. 605’te

Yeruşalim’e saldırarak kenti kuşatır. Yahuda kralı Yehoyakim’i Babil’e sürgün eder. Yerine oğlu Yehoyakin, Yahuda Kralı olur. Yine Nebukadnezar Yeruşalim’i kuşatır. Yehoyakin ve ailesi Nebukadnezar’a teslim olmak zorunda kalır. Bununla birlikte halktan toplam on bin kişiyi de sürgün eder. Tahta Sidkiya geçer. Sidkiya Nebukadnezar’a bağlı kalacağına and içer ancak Mısır Kralı Hophra, Babil’e karşı baş kaldırma konusunda Sidkiya’nın aklını çeler. Mısır Kralı’nın kendine verdiği çok sayıda asker ve ata güvenerek Babil Kralına karşı isyan eder. Bunun üze-

GÖÇ HAREKETLERİ

93


Nabukadnezzar Kimdir? Nebukadnezar, erken dönem rabbanî yazınlarda ve geç dönem Tanah metinlerinde zalim, acımasız ve bazende deli olarak nitelendirilir. Ona atfedilen bu olumsuz imaj oldukça karmaşık bir yapı gösterir. Tanah’ın değişik yerlerinde, çoğunlukla onun hainliğine vurgu yaparken bazen ondan olumlu şekilde de bahsedilir. Yahudi toplumu üzerinde İsrail tarihi boyunca Nebukadnezzar’ın yaptığı etkiye sahip hemen hemen başka hiçbir kimse yok gibidir. Onu Yahudi tarihi açısından önemli kılan; Yahuda’nın ele geçirilmesi, Süleyman mabedinin yıkılması ve Yahudilerin Babil’e sürgüne gönderilmesiyle sonuçlanan bir dizi askerî seferin onun zamanında ve onun emriyle gerçeklesmis olmasıdır. Yahudiler onu, Tanrı’nın evinin yıkıcısı ve meşhur Babil Sürgünü’nün mimarı olarak hatırlarlar. Nebukadnezzar’ın Yahudi belleğindeki etkisi, yüzyıllar boyunca devam etmiş ve hikâyesi Tanah’ın çeşitli kitaplarında yerini almıştır. Nebukadnezzar, tahta geçisinin hemen ardından seferlerine başlamış, aynı zamanda farklı bölgelerdeki isyanları bastırmakla meşgul olmuştur. Filistin ve Suriye’deki hâkimiyetini pekiştiren Nebukadnezzar, M.Ö. 601 yılının sonunda Mısır seferlerini başlatmıştır. Fakat bunda başarılı olamamıştır. Bu durum Yahuda dâhil, Suriye ve Filistin’deki bazı krallara Babil’e karşı isyan etme cesareti vermiştir. Nebukadnezzar, çıkan bu isyanları başarılı bir şekilde bastırmıştır. Kudüs’ü ele geçirmiş ve Yahuda’yı Babil’e bağlı bir vilayet yapmıştır. Babil kaynaklarına göre Nebukadnezzar, hukuk ve askeri alanların yanında, diğer alanlarda da önemli başarılara imza atmıştır. O, Babil’i eski dünyanın yedi harikasından biri haline getirmiştir. Bu çerçevede o, Babil’deki eski mabetleri restore ettirmiş, Marduk tapınağı Esagila ile yanındaki Etemenanki Zigguratı’nı ve şehrin duvarlarını yeniden inşa ettirmiştir. Ayrıca o, Babil topraklarını düzenli sulamak için Fırat nehrine bağlı kanallar yaptırmış ve meşhur asma bahçelerini kurdurmuştur. Kısacası Nebukadnezzar, Babil tarihine

rine Nebukadnezar M.Ö. 597 yılında Yeruşalim önlerine gelir. Peygamber Yeremya Rabb’dan aldığı emirle Sidkiya’ya teslim olmasını söyler. Yeremya savaşılsa bile başarılı olunamayacağını, kentte kalanların kıtlıktan veya salgından öleceğini söyler. Nitekim öyle de olur. Güçsüz kalan kenti, Nebukadnezar alır ve halkı ise Babil’e sürgüne

94

KONAK

göre, M.Ö. 6. yy.’ın başlarında Babil’i yeniden canlandıran, büyüten ve zirveye ulaştıran en önemli kişidir. Ezra Kimdir? Yahudilerin Babil esaretinden dönüşünde onlara önderlik, sonrasında da liderlik eden ve yaptığı reformlarla Yahudiliğin yeni bir formda ortaya çıkmasına zemin hazırlayan en önemli karakter, hiç şüphesiz kâhin ve yazıcı Ezra’dır. Yahudilik’te değişim ve dönüşümün merkezinde yer alan Ezra hakkında anlatılanlar, onu tarihsel bir kişilik olmaktan çok efsanevî bir karaktere dönüştürmüştür. Onun önderliğinde Babil’den çıkış, Musa liderliğinde Mısır’dan çıkışa benzetilmiş; dinî reformları da Musa’nın yaptıklarıyla karsılaştırılmış, adeta Yahudilik’te ikinci bir Musa yaratılmaya çalışılmıştır. Ezra, Yahudiliği kurumsal bir yapıya kavuşturmuş, Yahudi kutsal kitabı Tevrat’ı yazıya geçirmiş ve onu yorumlama geleneğini başlatmıştır. ‘Kutsal Soy’ fikrini ortaya atıp dış evlilikleri yasaklamış, bu şekilde soya dayalı bir Yahudi kimliği oluşturmaya çalışmıştır. Aynı zamanda onun döneminde, Yahudiler millet olarak yeniden toparlanmış, Yahudilik tam anlamıyla inkişaf etmiştir. Kâhinlik, Yahudi toplumunda söz sahibi olan en önemli kurum haline gelmiştir. İsrail topraklarının bütün zamanlar için gerçek sınırı, yine onun döneminde belirlenmiştir. Yahudilerin Babil sürgünüyle başlayan ve sürgün dönüşü Ezra’nın reformlarının sonuna kadar geçen bir dönemi ele alınan bu süreç, yaklaşık yüz elli yıllık bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bu zaman dilimi, Yahudiliğe şekil veren bir dönüm olma özelliği taşımaktadır. Babil sürgünü Yahudiler için ne kadar ciddi bir kırılma ve hayal kırıklığı olmuşsa; Babil esaretinden dönüş de Yahudilerin yeniden toparlanma ve yapılanmaları için o kadar önemli ve verimli olmuştur. Ezra’nın Kudüs’te yaptığı çalışmalar, Yahudiliğe yeni bir çehre kazandırmış, erken dönem Yahudiliğinin oluşmasında ve dinî temellere dayalı bir toplum teşekkülünde çok önemli olmuştur.

gönderir. Önce Yehoyakim, ardından Yehoyakin ve son olarak da Sidkiya’nın isyanı, kral Nebukadnezar’ın bir daha isyan edemeyecek şekilde Yahuda’nın yerle bir edilmesini emretmesiyle son bulmuştur. Kudüs’ü ele geçirdikten sonra mabedi ve şehir duvarlarını yıktırmıştır. Kralın oğullarını gözü önünde öldürtmüş, kralın gözlerini de

kör ettirdikten sonra zincire vurarak Babil’e sürgün etmiştir. Askeri, sivil ve dini liderleri Ribla’da idam ettirmiştir. Sürgüne gönderilen halk her şeyini geride bırakarak göç etmek zorunda bırakılmış, geride kalanlarsa yeni efendilerinin hizmetinde yaşamaya devam etmiştir. Şehri tamamen tahrip eden ordu, yıkılan mâbedin kapı ve duvar-


larından söktüğü altın kabartmalarla birlikte kıymetli eşyaları, şehirden topladığı ganimetleri Bâbil’e götürmüştür. M.Ö. 587’de Ahd-i Atik sandukası da kayıplara karışmış ve nerelere gittiği asla bilinememiştir. Babillilerin Yaduda’da yaptıkları yıkım, katliam ve sürgünlerin bu kadar şiddetli olmasının sebebi, Yahuda krallarının yapılan anlaşmalara sadık kalmaması ve Babil’e karşı defalarca isyan etmesi olarak görülmektedir. Fakat Yahuda halkı yaptıkları hatalar sebebiyle Tanrı’nın kendilerini sürgüne gönderdiğine inanmış, Musa Peygamber ve İsrailoğullarının kırk yıllık çöl hayatı ile ilişkilendirilerek Babil sürgünüyle ilgili kehanetler yapılmış, sürgün dönemi Tanrı’nın İsrailoğullarının terbiye ettiği bir süreç olarak görülmüştür. Bu durum inanç haline gelmiş ve sürgün tarihsel bir olaydan çıkarak teolojik tartışmaların merkezine düşmüştür. Kudüs’ün Babillilerce işgaliyle birlikte Yahudiler bağımsızlıklarının son kalesini de kaybetmişlerdir. Tanrısal koruma altında olduğuna inandıkları ve bu yüzden yıkılamaz kabul ettikleri Kudüs şehri ve Süleyman tarafından inşa edilen, İsrail ulusunun tek tanrı inancının ve bağımsızlığının sembolü olan Süleyman Mabedi olarak bilinen Beyt Ha-Mikdaş yıkılmış, kraliyet ailesi dâhil Yahudalıların çoğu Babil’e sürgüne gönderilmişlerdir. Yahuda’ya, Filistiler, Edomlular ve Arap kabileleri yerleştirilmiş ve Yahuda bir Babil şehri olmuştur. Sürgüne gönderilen halk, her şeylerini geride bırakarak göç etmek zorunda bırakılmış, geride kalanlarsa yeni efendilerinin hizmetinde çalışmaya devam etmişlerdir. Gerek sürgüne gönderilenler ve gerekse Yahuda’da bırakılanlar, başlarına gelen bu felaketin bir muhasebesini yapma ihtiyacı hissetmislerdir. Yahudi toplumu, millî kimliğini ve varlığını korumayı yarım asırlık sürgün döneminde Babil’de öğrenmiştir (M.Ö. 586-538). Bir fikir sistemi, bir

ideoloji ve yaşam şekli olarak Yahudilik, Babil’de doğmuştur. Süleyman Mabedi’nin M.Ö. 586’da Nabukadnezar tarafından yıkılmasıyla başlayan sürgün, M.Ö. 538’de Babil’in Persler tarafından fethedilmesi ile resmen sona ermiştir. Pers Kralı Büyük Kiros Yahudi’lerin Filistin’e dönmelerine izin vermiştir. Bir kısım Yahudi sürgün bitmesine rağmen Babil’de kalmayı tercih etmiştir ve ilk Yahudi diasporasını oluşturmuşlardır.

Yahudiler için Süleyman Mabedi’nin yıkılması, 1948’de İsrail devletinin kurulmasına kadar süren sürgün (Galut) döneminin de başlangıcı oldu. Bu tarihten sonra zaman zaman İsrailliler bağımsızlıklarını kazanmışlar ancak örgütlü devlet düzenini gerçekleştirememişlerdir. Bu yüzden, 1948 yılına kadar, atalarına vadedilen topraklara dönmenin ve devletlerini yeniden kurmanın hayaliyle yaşamışlardır.

Sürgünlerin Yahudi tarihinde önemi büyük olmuştur. Bunlar içerisinde Babil sürgünü; bir fikir sistemi, bir ideoloji ve bir yaşam şekli olarak Yahudilik’te büyük öneme sahiptir. GÖÇ HAREKETLERİ

95


Konuyla İlgili Ayetler • İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Çünkü onlar isyan etmişlerdi ve sınırı aşıyorlardı. (5/78) • Andolsun Mûsâ size apaçık mûcizeler getirmişti. Sonra onun ardından haksızlıkla (altın) buzağıyı put edindiniz. (2/92) • Ne zaman onlar bir söz verdilerse yine kendilerinden bir grup onu bozup bir kenara atmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmezler. Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı (Tevrat) tasdik edici bir elçi gelince Ehl-i kitabın bir kısmı, Allah’ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına atıp terkettiler.(2/100-101) • Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adalet isteyen insanları öldürenler var ya, onlara can yakan bir azabı müjdele! (3/21) • Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara baksana, aralarında hakem olması için Allah’ın kitabına çağrılıyorlarda, içlerinden bir grup yüz çevirip gerisin geri gidiyor. (3/23)

GÖÇMENLERİN ETNİK YAPISI VE YAHUDİLERİN KÜLTÜRÜ Yehûd’un İbrânîce karşılığı olan yehudi kelimesi Yehuda’ya dayanmaktadır. Yehuda, Ahd-i Atîk’te başta Hz. Ya‘kūb’un on iki oğlundan (İsrâiloğulları) dördüncüsü olan Ezra ve takiben Ya‘kūb oğlu Yehuda’nın soyunu ifade edecek şekilde, en geniş kabile olan Yehuda kabilesi mensuplarının yerleştiği Filistin’in güneyindeki bölgenin ismi olarak kullanılmıştır. Daha sonra da kelime Yehuda’nın soyundan gelen Dâvûd tarafından kurulan Kudüs merkezli krallığın, Bâbil sürgünü sonrasında ise ilgili bölgenin ismi olarak kullanılmıştır. Kelime Ahd-i Atîk boyunca şahıs ve kabile ismi şeklinde iken özellikle sürgün sonrası dönemde ilgili bölge ve dinî-siyasî kimlikle bağlantılı olarak bir kabileyi ifade etmek için kullanılmıştır. Yahudilerin etnik ve kültürel özelliklerinden bahsetmek için öncelikle

96 KONAK

• Onların bu tutumu “Sayılı günler dışında bize ateş asla dokunmayacak” demelerinden ötürüdür. Uydurageldikleri yalanlar dinleri hakkında kendilerini yanıltmaktadır. (3/24) • Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden saptırıyorlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “işittik ve karşı geldik; dinle, dinlemez olası, râinâ” diyorlar. Eğer onlar “Dinledik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar. (4/46) • İsrâiloğulları’nı denizden geçirdik; derken kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavimle karşılaştılar. Bunun üzerine, “Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi, sen de bizim için bir tanrı yap” dediler. Mûsâ dedi ki: “Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz! “ (7/138)

tarihlerini incelemek gerekecektir. Yahudiler kendi tarihlerini Hz.İbrahim’le başlatırlar. O, Kalde’nin Ur kentinde doğmuş ve oradan ailesiyle birlikte Haran’a gelmiş; sonra ilâhî emir gereği Kenan diyarına (Filistin) göç etmiştir. Tevrat, İbrahim’e ‘İbrânî’ demektedir. Kökenleri noktasındaki tartışma bir yana İbrânî, İsrail ve Yahudi deyişleri aynı toplumu ifade etmek üzere eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Hz.İbrahim, ‘İbrahimî dinler’in dayandığı ve bu dinlerin mensuplarınca büyük değer atfedilen merkezî bir şahsiyettir. Hem İsmailoğulları, hem de İsrailoğullarının büyük atasıdır. Tevrat’a göre Allah, onunla ve onun şahsında zürriyetiyle bir sözleşme yapmış; bunu ‘sünnet’ ile sembolize etmiştir. Yahudi mitoloji incelenmesinde göç kavramına ilk insan olan Adem peygamberin ve yaratılan ikinci insan Havva’nın yılana uyarak, yasak meyveyi yemesi sonucu cennetten kovul-

masıyla tanıştığı ve yabancı bir durum olmadığı görülmektedir. Tanrı tarafından vaat edildiğine inandıkları bu topraklardan farklı dönemlerde gerçekleşen Asur, Babil ve Roma sürgünü olmak üzere üç büyük sürgünle ayrılmak zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla sürgünlerin Yahudi tarihinde önemi büyük olmuştur. Bunlar içerisinde Babil sürgünü; bir fikir sistemi, bir ideoloji ve bir yaşam şekli olarak Yahudilik’te büyük öneme sahiptir. Babil Sürgünü Öncesi Yahudilerin Etnik Yapısı Babil sürgünü Yahudi kimliğinin oluşmasında önemli ve etkin rol üstlendiği için, Babil sürgünü öncesi Yahudilerin etnik yapısını anlatan kaynaklar sınırlıdır. Dolayısıyla göçmenlerin etnik yapısı ve daha çok İsrailoğullarının niteliklerine Kur’an-ı Kerim’den ulaşabiliriz. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ku’an-ı Kerim Meali’ndeki İsrailoğul-


ları başlığı altındaki indekste; ‘Allah’ı görmek istemeleri, Allah’ın İsrailoğullarına lütfu, Allah’ın İsrailoğullarından istedikleri, buzağıyı ilah edinmeleri, Cebrail’e düşmanlıkları, Cumartesi Yasağı’na uymamaları, hayata aşırı düşkünlükleri, helal şeyleri kendilerine haram kılmaları, İsrailoğulları ve Firavun, İsrailoğuları’nın nitelikleri, isyan etmeleri ve cezalandırılmaları, Mukaddes Topraklar’a girmeleri, Musa(a.s)’a eziyetleri, Hz. Peygamberi yalanlamaları, peygamberleri öldürmeleri, sığır kesme olayı, Tevrat’ı ihmal etmeleri, Tevrat’ı tahrif etmeleri, Tevrat’ın bazı hükümlerini gizlemeleri, Tih’te dolaşmaları’ konuları bulunmaktadır. Konu başlıklarından da anlaşılacağı üzere İsrailoğulları’nın etnik yapılarından çok onların tarih içerisindeki duruşları, olayları ve niteliklerini görülmektedir. (INFO’da özetlenmiştir) Yahudi millî karakterini besleyen Yahudi zihniyetidir. Bu zihniyetin,en önemli kaynağı Yahudi kültür ve edebiyatıdır. Bu kaynakların başında Ya-

hudi Kutsal Kitabı (Eski Ahit) gelir. Buradan anlaşıldığı üzere, insanlar inançları dahilinde yaşamışlardır. Kadınların yeri, dönemindeki toplumlara nazaran daha önemli olmakla beraber kadınlar evlerindedir ve sınırlı bir çevre ile ilişkileri söz konusudur. Çalışan kadınlara da rastlanmakta ancak bu meslekler ebelik gibi kadınlara yönelik mesleklerdir. Erkekler tarım ve ticaretle uğraşmışlardır. Erkeklerin kadınlara yönelik çeşitli görevlerinin de bulunduğu ve bu görevlerin kadının sosyal yaşantısını daha kaliteli hale getimek adına yapılan düzenlemeler olduğu görülmektedir. Ayrıca bazı kutsal kitaplara, kadın isimleri (Rut) verilmesi ve kutsal kitapta kadınların kahramanlıklarına bahis açılması kadın cemaatine önem verildiğini göstermektedir. Yahudilerde Tanrı inancı insan biçimi şekilde ortaya çıkmıştır. İnsani özellikler atfetmişler ve sadece Yahudilerin Tanrısı olan bir Rab’tan bahsederler. Kendilerini özel hissetmelerinin nedeni budur. Kendi milletlerini, yeryü-

züne hükmedecek, milletlerin hepsine varis olacak, seçilmiş ve mukaddes millet olarak görmektedirler. Yahudiler, bu seçkinlik ve üstünlük tasavvuruna rağmen, aşağı yaratıklar olarak gördükleri diğer insanların egemenliği ve baskısı altında yaşamalarının doğurduğu çelişkiyi pek çözememişlerdir. Onlara göre leş yemek yasaktır, ama yabancılara satılabilir. Köle ve cariyeler yabancılardan olmalıdır; kendi aralarında bu uygulama yasaklanmıştır. Yabancılardan kız alıp-verme yasağı vardır. İsrail soyunun diğer milletleri mülk edineceği belirtilmiştir. Yahudiler gözünde Süleyman Mabedi’nin Babil sürgünü ve sonrasından başlayarak günümüze kadarki süreçte önemi çok büyüktür. Mabed Süleyman peygamber tarafından yapılmış ve dönemindeki diğer mimari eserlere benzerlik göstermiş olsa dahi ihtişamı ile muazzam bir yapı olduğu dini kaynaklarında belirtilmektedir. Yaşamın merkesinde dinin var olması, mabedin kutsal ahid sandığını koruduğu düşüncesi,

GÖÇ HAREKETLERİ

97


Yeremya kitabında belirtildiği şekilde “Tanrı’nın Evi” ifadesinin kullanılması ve kurban ibadetlerinin sadece mabedin sunaklarında gerçekleştirilmiş olması halkın mabede verdiği önemi göstermektedir. Eğitime önem vermekteydiler ve hatta erkeklerin öğrenim görmesi farz ibadet sayılmaktaydı. Bu ibadetin ise mabedde gerçekleştirilmesi, burayı bir nevi akademiye çevirmiş ve halkın yaşantısında mabed ayrılmaz bir unsur olmuştur. Ayrıca Kudüs’ün savunma ihtiyaçlarının da mabedden finanse edildiği görülmektedir. Babil Sürgünü Sonrası Yahudi Etnik Yapısı Siyasi ve tarihsel alanda bir dönüm noktası olan sürgün döneminde Yahudi hayatını iki düşünce derinden etkiler: Birincisi, yeniden Kudüs’e ve Kudüs Tapınağına kavuşma özlemi. İkincisi de yabancı bir milletin içinde ‘Yahudi kalabilme’ endişesidir. Sürgün döneminde Yahudilerin, sadece kendileriyle ilgilenmeleri ve egemen topluma karşı sorumluluklarını yerine ge98 KONAK

tirmeleri konuları ağırlık kazanır. Bununla birlikte şüphesiz Diaspora’nın Yahudi dini kültürel ve sosyal hayatına büyük etkisi olur. Dini Hayat Sürgün sonucunda Yahudilerin bir kısmında kendi tanrıları olan Yahve’ye olan inancın zayıflaması, sürgünün Babil tanrısı Merduk’un zaferi şeklinde yorumlanarak Babil tanrılarına yönelme gibi durumlar görülse de; çoğunluk sürgün sebebinin kendi yozlaşmalarına mukabil gerçekleştiğini düşünenlerden oluşmaktaydı. Sürgün, sürgün edilenlerin kimlik ve dini yapılarını kaybetme endişesi taşımalarına neden olmuştur. Bu nedenle sürgün sonrasında kitlesel harekete ve ortak bir tavır sergilemeye önem verilmiştir. Babil sürgünü sırasında İsrailoğullarının dağılmayıp bir arada iskân etmeleri, din konularında özgürlüğün tanınması ve din adamlarının etkin olması asimilasyonu engellemiştir. Sürgünün 70 yıldan fazla sürmemesi de kimliğin korunmasında etkili olmuştur. Sür-

günden dönerek tekrar Yeruşalim ve mabede kavuşma anını beklemek gibi ortak bir düşünce oluşmuştur. Kral Davut’un soyundan gelecek olan ve İsrailoğullarını eski ihtişamlı günlerine kavuşturacağına inanılan Mesih beklentisi bu dönemde şekillenmiştir. Babil sürgünü ve Ahit sandığı ile kaybolan dini metinler Ezra tarafından yeniden yazılmış, Tora bugünkü Yahudilerin yazı kaynaklarından biri olan Tanah literatüründe yerini almıştır. Yahudiler Babil sürgünüyle birlikte dini hayatlarına verdikleri önemi artırmakla birlikte bazı işlerini ritüelleştirmişlerdir. Mabedin yıkılmasıyla ‘Tanrı her yerdedir’ anlayışı oluşmuş, sinogogların temelleri atılmıştır. Mabedin yıkılmasıyla kurban ibadeti önemini kaybetmiş, kurban ibadetinin yerini mabede dönülerek yapılan dua ibadeti almıştır. M.Ö. 515’te hakimiyetin Babilden Perslere geçmesiyle, mabed tekrar inşa edilmiş, kurban ibadeti başlamış, dua ibadeti ise günlük ibadetlere yansımıştır. Sünnet ve şabat ibadetleri,


oruç ibadeti, Yahudi bayramları sürgünden sonra belli bir ritüel kazanmıştır. Ahiret inancı ve mesih anlayışı güçlenmiş, kutsal kitap çalışmalarına ve din adamlarına önem verilmiştir. Böylece kutsal metinler, vaat edilen topraklar ve mabed çerçevesinde kimliklerini korumayı ve gelecek nesillere aktarmayı amaç edinmişlerdir. Yahudiler’e ait bazı inanç ve uygulamalarda Babil etkisini görmek mümkündür. Bugün bu halkın dini için yaygın olarak kullanılan Yahudilik ismi, sürgün sonrası Babil’de şekillenen İsrail dinini ifade eder. Yine Mabed merkezli bir din anlayışından; inanç, kutsal metin ve Tanrı’nın İsrailoğulları’na olan vaadinin kendisiyle gerçekleşeceği Mesih inancının merkezde olduğu bir din anlayışına geçilir. Babil’e sürgün ile birlikte Tanrı Yahve’ye bağlılık konusunda halk arasında farklı anlayışlar ortaya çıkar. Halk’tan bir kısmı Tanrı’nın tam olarak kendilerini terk ettiğine, Tapınağın yıkılması ile birlikte artık Yahve’nin hoşuna gidecek bir ibadet sunmanın anlamlı olmadığına inanırlar. Babil’e sürülen halkın bir kısmı ise Mabed’in tahrip edilmesini ve halkın sürgüne gönderilmesini Babil Tanrısı Marduk’un, İsrail Tanrı’sı Yahve’ye karşı zaferi olarak algılar. Bunun sonucu olarak Yahve’den uzaklaşarak Babil Tanrılarına yönelirler ve tahtadan ve taştan ilahlara tapmaya başlarlar. Hatta bazıları Yahve’nin varlığından bile şüphe eder hale gelir. Yahudiler’in bir kısmı ise putlara tapınmaya devam etmekle birlikte zor durumlarda Tanrı Yahve’ye danışmayı denerler. Rabb, putlarından vazgeçmedikleri sürece onları halkı olarak görmeyeceğini bildirir. Bu nedenler bir kısım Yahudi, ne Yahve’ye ne de Babil tanrılarına tapınır. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi eski Kenan tanrılarına tapınmaya başlar. Bunların yanı sıra Rabb’i hatırlayan, yaptıkları iğrençlikler sebebiyle kendilerinden tiksinen ve sürgünün ilahi bir ceza olduğunu düşünenler de vardır.

Siyasi ve tarihsel alanda bir dönüm noktası olan sürgün döneminde Yahudi hayatını iki düşünce derinden etkiler: Birincisi, yeniden Kudüs’e ve Kudüs Tapınağına kavuşma özlemi. İkincisi de yabancı bir milletin içinde ‘Yahudi kalabilme’ endişesidir. Sürgün, Yahudileri Kudüs Mabedi çevresindeki dinsel icraat ve kurban geleneğinden ayırır. Halbuki kurban; Yahudilik’te temel dini ibadetlerden birisidir. I. Mabed döneminde çok önemli bir yer tutan kurban ibadetine M.Ö. 586’da Mabed’in tahrip edilmesi ve halkın Babil’e sürgün edilmesi üzerine bir süre ara verilir. Çünkü Kurban ibadeti sinagoglarda uygulanamayan sadece Süleyman Mabedi’nde icra edilebilen bir ritüeldir. Babil Diasporası’nda kurban ibadetinin yerini, Mabed’i hatırlamak için Kudüs’e doğru dönülerek yapılan dua ibadeti alır. Diasporada Yahudiler, çok uluslu bir yapı içinde milli ve dini kimliklerini korumaya çok özen gösterirler. Yahudi kimliğini korumada Sünnet ve Şabat çok önemli iki uygulama vardır. Sürgünden sonra oruç, düzenli ve belirli aralıklarla tekrarlanan bir ibadet halini alır. Bazı araştırmacılara göre Babil esaretinde doğan inançların biri de kıyametle ilgilidir. Musa’nın getirdiği şeriatte kıyametle ilgili hususların olduğunu, tarih içinde Yahudiler’in bunları yok ettiğini ileri süren araştırmacıların aksine bir kısım bilginler de Yahudiler’in kıyametle ilgili düşüncelerini, Babil esareti döneminde İranlılar’dan aldıklarını söylemektedir. Sosyal Hayat Asur sürgünü sonrasında kuzeydeki İsrail topraklarını terk etmek zorunda kalan Yahudi kabilelerinin, diğer mil-

letlerle yapmış oldukları evlilikler ve başka ulusların dinlerine yönelmesi sonucunda genel olarak varlıklarını koruyamadıkları anlaşılmaktadır. Buna rağmen Babil sürgününde İsrailoğullarının ortak bir bilinç ve tavır göstermeleri üzerinde durulmuştur ve gerçek anlamda Yahudi olanların, sürgünle birlikte Babil topraklarına gidenler olduğu ifade edilmiştir. Yeruşalim’de kalanlar veya Babil dışında başka ülkelere gidenler dışlanmış ve “Yahudi dışı” olarak görülmüştür. Yeruşalim’in işgal edilmesi, Tapınağın yıkılması ve sürgünle vaat edilmiş topraklardan kopuş, eskatolojik görüşler etrafında şekillenen Mesih beklentisine yönelik inanışları ortaya çıkarmıştır. Babil sürgünü ve sürgünden dönüş sırasında gerçekleştirilen dini ve toplumsal reformlar, günümüz Yahudi anlayışının ve kurumsal bir din yapısının oluşmasını sağlamıştır. Özellikle yabancı kadınlarla evliliğin yasaklanması ve Yahudiliğin İsrailoğulları merkezli ele alınması, dinin milli bir görünüm kazanmasına neden olmuştur. Babil döneminde Yahudiler ulusal kimliklerini koruyabilmek adına yaşadıkları toplumun nimetlerinin çekiciliğine rağmen yeni açılmış tarım arazilerine yerleşmiş ve kendi yasalarına göre yaşamışlar. O dönemde Babil toplumu; ayrıcalıklı soylular, ayrıcalıklı olmayan yarı özgür halk ve köleler olmak üzere toplam üç sosyoekonomik sınıftan oluşmaktaydı. Yahudiler bu üç ana sınıftan GÖÇ HAREKETLERİ

99


orta sınıfa tabi tutulmuşlar ve hatta üst düzey mevkilere gelebilmişlerdir. Babil’e sürgüne gönderilen Yahudiler mevcut yerleşim yerlerine değil, daha çok yeni açılmış tarım bölgelerine, özellikle ülkenin güney bölgelerindeki topraklara yerleştirilirler. Onlara ücretsiz olarak verilen bu topraklar daha önce yıkılmış ve yeniden imar edilmesi gereken; Tel-Abib, Tel-Melah ve Tel-Harşa gibi tarım bölgeleridir. Yahudiler yerleştikleri bölgelerde halkın arasına dağılmış fakat onlardan ayrı olarak bir yaşam sürerler. Yerleştikleri yerlerde kendi yasalarına göre yaşarlar. Aynı şekilde Babil’de Yahudiler’den başka yabancı milletler de bulunmasına rağmen, Yahudiler daha imtiyazlı bir konuma sahip olurlar. Yahudiler sürgüne gönderildiğinde Babil toplumu; ayrıcaklı soylular, ay100 KONAK

rıcalıklı olmayan yarı özgür halk ve köleler olmak üzere toplam üç sınıftan oluşur. Yahudiler bu üç ana sınıftan oluşan Babil toplumu içerisinde orta sınıfa mensupturlar ve onlar bu sınıf içerisinde eşitlik içinde yaşarlar Yahudiler Babil Diasporası’nda sosyoekonomik alanda önemli başarılar elde ederler. Filistin’de elde edemedikleri bazı avantajlar kazanırlar. Bazıları ticarete atılıp zengin olur ve Yahuda’da kalanlara yardım edecek kadar iyi duruma ulaşır. Kişisel kazançları ve zenginlikleri sayesinde Babil’de, kraliyet sarayında ve Susa’da daha fazla şöhret kazanırlar. Kültürel Hayat Babil’e gelen Yahudiler’in tamamı kültürünü koruyamamıştır. Bir kısmı çevrelerinden etkilenmiş, yerel inançları benimseyerek Babil’in kültür potası

içinde eriyip kaybolmuştur. Buna karşılık ulusun bir bölümü kendi inanç ve adetlerini devam ettirmişlerdir. Ancak bunlar da zaman içerisinde Babil kültüründen etkilenmiştir. Bu etkileşimin en bariz örneği: Aramca’nın İbranice’nin yerini alması, kişilere Babil isimlerinin verilmesi ve Babil ay isimlerinin kullanılmaya başlanmasıdır. Babil’e gelen Yahudiler’in tümü kültürünü koruyamaz. Aralarından bir kısmı çevrelerine karışır, yerel inançları benimseyerek Babil’in kültür potası içinde eriyip kaybolur. Buna karşılık ulusun bir bölümü kendi inanç ve adetlerini devam ettirmekle birlikte zaman içerisinde Babil kültüründen de etkilenir. Sürgün dönüşü yaşanan değişimlerden birisi de liderliğin krallardan kahinlerin eline geçmesidir. Toplum na-


zarında kahinlerin üstün bir konuma çıkmasında mabedin inşası çok etkili olmuştur. Yahuda Halkına Gelen Uyarılar Mısır’dan çıkıp Kudüs’te sonlanan yolculukları ve sonrasındaki hayatlarında, Tanrı Yahudi kavmine çok sayıda peygamber göndererek onları kendisinden başka ilahlara tapınmamaları ve emirleri doğrultusunda yaşamaları gerektiği konusunda uyarmıştır. Babil sürgünüyle sonuçlanacak olan süreç içerisinde de Yahuda halkına 7 Peygamber (Tahminlere göre sırasıyla Peygamber Yoel, Peygamber İşaya, Peygamber Mika, Peygamber Tsefanya, Peygamber Yeremya, Peygamber Habakkuk, Peygamber Hezekiel) gelmişlerdir. Yahuda, Krallığı’nın Tanrı’nın yolundan sapmışlığı yüzünden cezalandırılacağı, mabedlerinin bulunduğu şehirden çıkarılıp sürgüne gönderileceklerini işitmişlerdir. Bu peygamberler arasından Peygamber Hezekiel Yeruşalim M.Ö. 597 yılında yapılan akında Babil’e götürülen 18.000 tutsak arasında halkına bildirdiği sürgünü yaşamaya başlamıştır. Halklarına başlarına gelecek bu sürgün sonucunda yurtlarına geri dönecekleri müjdesini de bildiren 7 peygambere rağmen, sürülen halkın bir kısmı Babil krallığının zaferini Babil tanrılarının daha güçlü olduğu düşüncesine bağlayıp kendi inançlarından tamamen sapmışlardır. Sürgün: Yahuda Krallığı Tarafından Yorumlanışı Peygamberlerden aynı uyarıları dinleyen Yahuda halkı, en sonunda sürgünün sebebinin kendi sapmışlıkları olduğuna inanarak inançlarına bağlı bir hayat sürmeye başladı. Kendilerine anlatılan yurda geri dönme müjdesinin gerçekleşeceği güne kadar dinlerini korumaya, kaybettikleri kitapları yeniden toplamaya başladılar. Toplumlarındaki bozulmayı yöneticilerindeki ahlaki hatalar, yönetici-

lerde ve halk arasında yaygınlaşmış adaletsizlik, yalan, haksız yere adam öldürme, haksız kazanç elde etme, zina gibi davranışlarıyla ilişkilendirebiliriz. Putperest uygulamalar, yalancı peygamberlerin ortaya çıkması, halkın büyük güven duyduğu kahinlerin Tanrı’nın yasalarını kendilerine göre çarpıtmaları, Yahuda halkının sürgünü kendilerine verilen bir ceza olarak düşünmelerine sebep olmuştur. Sonuçta Tanrı’nın yolundan çıktıklarını ve sürgünün sebebinin bu bozulmalar olduğunu kabul etmişlerdir. Sürgün: Yeni Babil İmparatorluğu İçin Anlamı Mezopotamyanın güneyinde Nabopolassar’la kurulmuş olan küçük devlet, Nabopolassar’ın oğlu ikinci kral Nebukadnezzar ile sınırlarını genişleterek Yeni Babil İmparatorluğu (M.Ö. 626-539) adını almıştır. Tahttaki ilk yıllarında isyanları bastırarak Filistin ve Suriye’de hakimiyetini sağlamlaştıran Nebukadnezzar’ın M.Ö. 601 yılında Mısır seferlerinin başarısızlıkla sonuçlanması Yahuda da dahil olmak üzere çevre krallıklara isyan etme cesaretini vermiştir. İlerleyen dönemlerde Elamlılara karşı savaşırken Akad’da çıkan ayaklanma ile Suriye ve Filistin kralları tekrar isyan etmiş, bunun sonucunda Nebukadnezzar Kudüs’ü tamamen ele geçirmiştir. Defalarca tekrarlanan ayaklanmalar M.Ö. 597 yılına gelindiğinde Nebukadnezzar tehlikeli 18.000 kişiyi sürdü. M.Ö. 587 yılında

ise Nebukadnezzar Kudüs’e girip mabedi yıktı, ayaklandırmayı bastırdı ve II. Krallar kitabında aktarılan bilgiye göre Yahuda halkının geri kalanını sürdü. Kudüs›ü tamamen boşaltan Nebukadnezzar güneybatıdan gelecek saldırılara karşı Filistin›i tampon bölge olarak kullanmayı amaçlayarak halkı Babil›de nüfus olmayan bölgelere yerleştirmiştir. GÖÇÜN BUGÜNE YANSIMALARI M.Ö. 6. yy. Yahudilik açısından çok önemli hadiselerin yaşandığı bir dönemdir zira bahsini ettiğimiz Yahudilerin dini tarihinde önemli izler bırakan Babil Sürgünü bu dönemde meydana gelmiştir (M.Ö. 586). Babil Sürgünü Yahudiler’in; Mezopotamya kültürü başta olmak üzere çevre medeniyetlerden etkilenmeleri, kıyamet tasavvuru ve Mesih düşüncesini geliştirmeleri, dini ve milli kimliklerini korumaya çalışmaları açısından çok büyük önem taşımaktadır. Araştırmacıların pek çoğu Yahudiliğin bugünkü yapısını Babil Sürgünü’nde kazandığını iddia etmektedir. Yahudi tarihinde yetmiş yıla yakın bir zaman dilimini kapsayan Babil sürgünü Yahudiler için büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Sürgün döneminde Yahudilerde dini inançlar, nebilerin mesajları, mabet anlayışı, kurban anlayışı, sünnet olmadaki kimlik arayışı, Şabat gününe verilen anlam, oruç,

Yahudi tarihinin en önemli devrelerinden birini teşkil eden Babil Diasporasında İsrailliler, kendilerini dış kültürel etkilerden korumayı ve kendine özgünlüğü, ulus olarak kimliğini ve varlığını muhafaza etmeyi Babil’de öğrenmişlerdir. GÖÇ HAREKETLERİ 101


bayramlar, ahiret inancı, Mesih inancı, din adamlarının durumu konularında ciddi değişimler ortaya çıkmıştır. Yine sürgünde, sosyal hayat, Yahudiler’in kullandıkları isimler, takvim konularında da dikkate değer gelişmeler olmuştur. Yahudi tarihinin en önemli devrelerinden birini teşkil eden Babil Diasporasında İsrailliler, kendilerini dış kültürel etkilerden korumayı ve kendine özgünlüğü, ulus olarak kimliğini ve varlığını muhafaza etmeyi Babil’de öğrenmişlerdir. İsrail’in dağılmasıyla birlikte Yahudilik milli şeriati değişmez şartlara uygun düşen bir ferdiyetçi kanun haline dönüşür ve evrensel din istikametinde ibadet için belli günlerde toplanan bir müminler cemaatini meydana getirmiştir. Şekli olarak Ya-

Babil’e sürgün edilen Yahudi halkı, kendilerini dünyanın en parlak medeniyetlerinden birinin ortasında bulmuştur. Babilin çok uluslu yapısı içerisinde Yahudiler, ulusal kimliklerini koruyabilmek için büyük bir uygarlığın sayısız nimetlerinin çekiciliğine karşı koymak durumunda kalmışlardır. Çevrenin çekiciliğine kapılma eğilimi ile kimliğini koruma eğilimi arasında büyük bir ikilem yaşarlar. Aralarından bir kısmı çevre kültürlere karışıp yerel inançları benimseyerek Babil’in kültür potası içinde eriyip kaybolmuş; buna karşılık ulusun bir bölümü kendisini dış etkilerden koruyarak inaçlarının çekirdeği oluşturacaklardır..Yahudi ulusunun büyük bir çoğunluğunun sürgünde kimliklerini korumasında birbirine bağlı gruplar halinde yaşamaları etkili olmuştur.

Sonuç olarak, Babil Sürgünü Modern Museviliğin kökenlerini oluşturan düzeni doğurmuştur. Bu sürgün İsraillilere göre Allah’ın onları sevdiği için reva gördüğü bir sürgündür. hudilik, Babil’de doğmuş; siyasi ve tarihsel anlamda bir dönüm noktası olan Mabed’in yıkılması ve sürgün hayatının başlaması İsrailoğulları’nın din anlayışında temel birtakım değişikliklere yol açmıştır. Babil’de Yahudiler hayatlarının her alanında olduğu gibi dini konularda da Babil inanışlarıyla etkileşim içinde olmuşlardır. Bugün Yahudiler’e ait bazı inanç ve uygulamalarda Babil etkisini görmek mümkündür. Bugün bu halkın dini için yaygın olarak kullanılan Yahudilik ismi, sürgün sonrası Babil’de şekillenen İsrail dinini ifade eder. Yine Mabed merkezli bir din anlayışından; inanç, kutsal metin ve Tanrı’nın İsrailoğulları’na olan vaadinin kendisiyle gerçekleşeceği Mesih inancının merkezde olduğu bir din anlayışına geçilmiştir. 102 KONAK

Sürgünde Yahudi kimliğinin korunup devam ettirilmesinde Nebilerin büyük rolü vardır. Peygamber Hezekiel’in evinde başlayan toplantılar sonraki zamanlarda diasporadaki Yahudi yaşamının temelini oluşturan sinagogun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Sürgünde sinagog etrafında teşkilatlanan Yahudiler, milli ve dini kimliklerinin göstergesi olarak Şabat’a ve Sünnet’e daha çok önem verirler. Diasporada Şabat, Tanrı ile yapılan ahde bağlılığın bir göstergesi olmakla birlikte diasporadan kurtulmanın da bir ön şartı kabul edilir. Aynı şekilde Sünnet adeti, ahit alameti olarak sürgünde ciddi şekilde tesirli olmuştur. Yahudiler sürgünde Sünnet ve Şabat gibi ibadetleri yerine getirseler de sadece Ku-

düs Mabedi’nde icra edilebilen kurban ibadetinin yerine Kudüs’e dönerek dua ederler. Kudüs’e dönülerek yapılan duanın yanı sıra dördüncü, beşinci, yedinci, onuncu aylarda tutulan oruçlar ile Purim kutlamaları da diasporada ortaya çıkan dini ritüellerdir. Diasporada Yahudiler, İran kültürü ve yerli Mezopotamya kültüründen de etkilenir. İnancın temel unsurlarından biri olan ahiret inancının gelişmesinde ve kurtarıcı Mesih fikrine yönelmelerinde Babil inançlarının etkisi büyüktür. Kültürel hayatta da İran ve Mezopotamya kültürünün etkisi hissedilir. Bu etkileşimin en bariz örneği Aramca’nın İbranice’nin yerini alması, kişilere Babil isimlerinin verilmesi ve Babil ay adlarının kullanılmaya başlanmasıdır. II. Mabed döneminin en önemli karakterleri hiç şüphesiz Ezra ve Nehemya’dır. Nehemya daha çok halkın siyasi örgütlenmesi ve imar işleriyle meşgul olarak politik vazife üstlenmiştir. Ezra ise politik konulardan uzak durarak dine dayalı bir toplum oluşturmaya çalışmıştır. Ezra’nın amacının dini, reformlarının da dinsel içerikli olduğu belirtilmesine rağmen onun aynı zamanda Pers kralı tarafından resmi bir fermanla ve yetkilerle görevlendirilmiş bir elçi olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Ezra Yahuda’da büyük reformlara imza atmış, neredeyse tamamen unutulan Tevrat’ı yeniden gün yüzüne çıkarmıştır. Tevrat’ın daha iyi anlaşılması için yorum geleneğini başlatmış, halka yönelik Tevrat okuma günleri belirlemiş, Yahudi kimliğinin korunması için dış evlilikleri yasaklamış, Knesseth Haguedola’yı (Büyük Meclisi) tesis ederek ayin ve sinagogla ilgili kuralları tespit etmiştir. II. Mabed döneminde Kudüs’e dönüp Ezra’nın etrafında toplanan Yahudiler’in yanı sıra büyük bir Yahudi çoğunluğu Babil’de kalmayı tercih etmişlerdir. Bundan böyle ya Yahuda’da ikamet ederek mabed etrafında merkezi-


leşerek eski dini hayatı devam ettirmek suretiyle ya da bir sinagog etrafında teşkilatlanarak diaspora cemaatine ait olunması suretiyle Yahudi olunacaktır. Babilde kalan Yahudiler, daha sonraki yüz yıllarda Yahudi kültür ve dini hayatı için son derece önemli olan Babil talmudunu meydana getirirlerken; Kudüse dönen Yahudiler de Kudüs talmudunu meydana getirerek, Yahudi dini hayatını zenginleştireceklerdir. Böylece on asra yakın bu iki Yahudi anlayışı yan yana yaşayarak birbirine parelel olarak gelişme gösterecektir. Sonuç olarak, Babil Sürgünü Modern Museviliğin kökenlerini oluşturan dü-

zeni doğurmuştur. Bu sürgün İsraillilere göre Allah’ın onları sevdiği için reva gördüğü bir sürgündür. Çünkü sürgüne gitmemek, Mısır’da köle olmaya razı olmaktı. Bu sebepten dolayı İsrailliler Babil Sürgünü’nü Allah katından gelen bir emir gibi görüp, sürgüne gitmeyi kutsal bellemişlerdi. Babil Esareti olarak da anılan bu sürgünün Modern Musevizm ve Yahudi kültüründe sayısız etkileri bulunmaktadır. Bu etkiler İbranice dilindeki köklü değişikliklerden tutun da en temel ibadet ve geleneklerindeki değişikliklere kadar uzanır. Mesela Babilde hâkim olan dil Aramice idi ve bu dönemde Arami-

ce’den İbranice’ye çok ciddi geçişler yaşanmıştır. Babil Sürgünü, Yahudilerin asimile olmamak için birbirlerine sıkıca sarılıp, inançlarını radikalleştirmelerine neden olmuştur. Günümüz Yahudi toplumunun bu şekilde büyük bir cemaat oluşturup, kendileri dışındaki diğer Yahudilere ve Vaadedilen Topraklarına bu kadar bağlı oluşunun kökeni bu sürgüne dayanmaktadır. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen bu topluluğun dini ritüellerini eksiksiz olarak yerine getirmeleri ve bu derece muhafazakâr olmalırının altta yatan en önemli sebeplerinden biri hiç şüphesiz Babil Sürgünü’dür.

KAYNAKÇA 1. Akbıyık S. Babil Esareti’nin Yahudiler Üzerindeki Sosyal, Kültürel ve Dini Etkileri; 2010. 2. Kurt, AO. İkinci Mabed Dönemi Yahudiliğine Genel Bir Bakış, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi; 2006. 3. Kurt AO. Babil Sürgünü Sonrası Ezra Önderliğinde Yahudilerin Yeniden Yapılandırılması; Ankara; 2006. 4. Kiliç S, Altuncu A. Yahudi Geneği Bağlamında Sürgün; II. Uluslararası Ortadoğu Konferansları Bildiri Kitabı - Ortadoğu Bağlamındaki Göç Sorunu; İstanbul, 2016. 5. Aydin F. Genel Hatlarıyla Yahudilik;

İstanbul; 2004. 6. Hoffer E. Kesin İnançlılar; Çev: Günur E, Tur Yayınları, İstanbul, 1980. 7. Loflin L. Babylonian Captivity Gives Birth to Modern Judaism. 8. Brenner M. Kısa Yahudi Tarihi; Çev: Altınçekiç S.; Alfa Tarih Yayın; İstanbul; 2011. 9. Blech RB. Geçmişten Günümüze Yahudi Tarihi ve Kültürü; Çev: Estreya Seval Vali; Gözlem Gazetecilik Basım Yayın; İstanbul; 2004. 10. Vaux de R.. Yahudilikte Aile; Çev: Prof. Dr. Ahmet Güç; Arasta Yayıncılık; Bursa; 2003.

11. Basalel Y. Yahudi Tarihi; Üniversal Dik Hizmetleri ve Yayıncılık; İstanbul; 2000. 12. Güngör M. Süleyman Mabedi, Felsefe ve Din Bilimi Anabilim Dalı; Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ankara; 2005. 13. Güç A. İslam Ansiklopedisi; S 207-212; 2003. 14. Sayar S. Yahudi Karakteri; Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi; Sayı:9 Cilt:9; 2000. 15. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları; Kur’an-ı Kerim Meali; 16.Baskı; Ankara; 2013.

GÖÇ HAREKETLERİ 103


Kırım Tatar Sürgünü Kırım Coğrafyası Kırım; Karadeniz’in kuzeyinde, Azak Denizi’nin batısında bulunan bir yarımadadır. Doğusunda Rusya ve batısında Ukrayna toprakları bulunmaktadır. Antik çağlardan bu yana Kırım, Doğu Avrupa ve Asya-Akdeniz arasındaki ticaretin önemli merkezlerinden sayılan limanlara sahiptir. Yarımadanın güney bölgesinde görülen Akdeniz iklimi nedeniyle, tarımcılık faaliyetleri de Kırım için önemli bir yere sahiptir. Kırım Tarihi YAKIN TARİH ANADOLU GÖÇLERİ ÇALIŞMA GRUBU Ayşenur Karaca * Busenur Akbay 2 Rumeysa Doğan 3 Şeyma Yüsra Soğanda 2 Zülal Duru 1 1

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 3 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 1

2

* İletişim: krc.aysenur@hotmail.com

104 KONAK

A. Kırım Hanlığı Dönemi (1441-1783) 1. Osmanlı İmparatorluğu ile Tanışma Altınorda İmparatorluğu içinde yaşamakta olan Tatarlar, Kırım’a ilk kez 1239 yılında girmiştir. Altınorda İmparatorluğu hanedanlığında yaşanan anlaşmazlıklar sonucu 1441’de Toktamış’ın oğlu Hacı Giray önderliğinde birleşen Tatarlar, bağımsız bir Kırım Hanlığı kurma yoluna gitmiştir. Kırım Hanlığı, yarımadadaki hakimiyetini Doğu Avrupa’yı Asya ve Akdeniz’e bağlayan önemli limanlara da sahip olup pekiştirmek istemiştir. Bu emeli için karşı karşıya geldiği ilk düşmanları Cenovalılar olmuştur. Aynı dönemde Fatih Sultan Mehmet’in Karadeniz’e hâkim olma isteğiyle beraber, 1475’te Osmanlı İmparatorluğu Kırım’daki Cenova kolonilerini de ele geçire-


rek Kırım Hanlığını himayesi altına almıştır. Kırım Hanlığı Osmanlı’yı, kuzeydeki düşmanları Leh-Litvanya ve henüz büyük bir güç olarak kabul edilmeyen Rusya’ya karşı korumuştur. 1783’te Kırım’ın ilhak edilmesine kadar Kırım-Osmanlı yakın ilişkisi devam etmiştir. 2. Rusların Doğu Avrupa’da Güçlenen Hâkimiyeti Altınorda İmparatorluğu’nun 1502 yılında tamamen sona ermesiyle, Kırım Hanlığı ve Ruslar, vilayetler için mücadele etmişlerdir. Bu dönemde Kazan ve Astrahan Kırım Hanlığı ve Ruslar arasında defalarca el değiştirmiştir. IV. İvan 1552 yılında Kazan’ı, 1556’da ise Astrahan’ı kesin bir şekilde ele geçirmiş; Altınorda İmparatorluğu’nda kullanılan Uluğ Han sözcüklerine karşılık kendisine Çar denilmesini emretmiştir. Osmanlı, Rusların bölgede sağlamlaşan hâkimiyetinden rahatsız olunca 1569’da Kırım Hanlığıyla beraber Astrahan’ı geri alabilmek için Don Volga Kanalı projesini hayata geçirmek istemiş fakat başarılı olamamıştır. Devlet Giray Han 1571’de Moskova’yı ateşe vermiştir fakat kalıcı bir başarı elde edememiştir. Doğu Avrupa’daki hâkimiyetini 1654 yılında yapılan Pereislav Antlaşması’yla çarpıcı bir şekilde duyuran Ruslar, bu başarılarına rağmen 1683’te Osmanlı’nın II. Viyana Seferi’ndeki başarısızlığını görene dek Kırım Hanlığına saldırmamıştır. Bu süreçte, Ukrayna’daki Dinyeper Kazaklarıyla bir araya gelmeye çalışan Ruslardan rahatsız olan Osmanlı; 1678 yılında Ukrayna’yı işgal etmiş ve Rusya ile ilk kez ciddi bir şekilde karşı karşıya gelmiştir. 1686’da Kutsal İttifak’a dâhil olan Rusya, dünyanın önemli güçlerinden biri olma yolunda adını duyurmaya başlamıştır. Ruslar, 1689 yılında Kırım yarımadasına doğru harekete geçmiş ancak bozkır şartlarında istedikleri başarıyı elde edemeyeceklerini anlayarak yarımada

yerine Azak denizinde önemli bir liman olan Azov (Azak)’a yürümüştür. Osmanlı, imzalanan İstanbul Antlaşması ile Rusya’nın bölgedeki hâkimiyetini tanımış ve Rusların Kırım Hanlığı’na verdiği vergiyi kesmiştir. Azov’da yeni bir kale ve donanma hazırlığına girişen Ruslara karşı, II. Devlet Giray Han’ın uyarısıyla Osmanlı 1708 yılında harekete geçmiş ve Azov’u Ruslardan geri almıştır. Kırım Hanı Kaplan Giray 1736’da seferdeyken Ruslar, Hanlığın başkenti Bahçesaray’ı yakıp yağmalamıştır fakat çıkan salgın hastalıklar sebebiyle karşılarında herhangi bir kuvvet olmamasına rağmen geri çekilmek zorunda kalmışlardır. 3. Osmanlı-Rus Harpleri Veliaht IV. Devlet Giray tahta geçtiğinde Osmanlı’ya destek vermek için Tatar aşiretlerini ikna edememiştir. Tatar aşiretleri Osmanlıların artık Kırım’ı koruyabilecek güce sahip olmadığı düşüncesine kapılmış ve Rusya ile anlaşma yoluna gitmeyi tercih etmişlerdir. Kırım’da bağımsız bir Kırım Hanlığı’nın kurulacağı 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile onaylanmıştır. Yine bu antlaşma, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşı ve Kırım’ı kaybettiğinin belgesi olmuştur. Sözde bağımsız Kırım Hanlığı’nın ömrü 9 yıl sürmüştür ve 8 Nisan

1783’te Rusya Potemkin komutasındaki bir orduyla Kırım’ı işgal etmiştir. 1792 Yaş Antlaşması ve peşinden 1812 Bükreş Antlaşması ile Kırım Hanlığı’nın bütün toprakları Rusların eline geçmiştir. 1856 yılında Kırım Harbiyle, Osmanlı İmparatorluğu yanında yer alan Fransa ve Birleşik Krallık, Rusya’nın Akdeniz’e inmesini ve Avrupa’daki ilerleyişini durdurmak istemiş ve savaşı Osmanlı bloğu kazanmıştır. B. Çarlık Yönetimi Dönemi: Anadolu’ya Göç Sürecinin Başlaması Rusya, Kırım’ı idari ve demografik açıdan tam anlamıyla bağlamak için 1784’te yerel bir yönetim kurmuştur. Devam eden 150 yıl boyunca Tatarlar güvenlik unsuru olan ve idari makamlardan uzaklaştırılmıştır. Ayrıca sürgün fikri ortaya atılarak, Tatarların üzerlerinde psikolojik baskı kurulmuştur. Türk-İslami eserler sistematik olarak yok edilmiştir. Müslümanların yaşamakta olduğu bölgelerde manastırlar ve kiliseler inşa edilmeye başlanmıştır. Köy ve şehir isimleri Yunanca isimler ile değiştirilmiştir. Din görevlileri devletin maaşlı memuru hâline getirilmiştir. Dini kurumların kurulması ve yönetilmesinden sorumlu İdare-i Ruhaniyye adında bir kurum oluşturulmuştur. Bu kurum, Tatar okullarını GÖÇ HAREKETLERİ 105


Katerina, Potemkin ve yerel yönetimin başındaki vali tarafından imzalanan fermanlarla, Tatarların mal varlıkları Rus, Rum, Ermeni ve Yahudilere satılmıştır. Bu dönemde Tatarlar mal varlıklarına dair yazılı belgelere sahip değildirler. ve medreselerini gün geçtikçe kalitesizleştirmiş ve sayılarını azaltmıştır. İlk olarak 1785-1788 yılları arasında kıyı, iskele ve limanlara yakın yerlerde yaşayan Tatarlar, Rus baskısının da en çok hissedildiği bu yerlerden Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göç hareketleri 1902 yılına dek Osmanlı topraklarına çok sayıda insanın yerleşmesiyle yıllarca devam etmiştir. Rus, Rum, Ermeni ve Yahudilerin Kırım’a kolonizasyon ve yerleşimini teşvik eden bir hükümet politikası 18201860 yılları arasında uygulanmıştır. Bunun yanında göç etmek isteyenlere kolaylık sağlanacağı duyrulmuş ve Kırım yarımadasındaki Türk nüfusunun baskınlığı sistematik şekilde düşürülmüştür. Katerina, Potemkin ve yerel yönetimin başındaki vali tarafından imzalanan fermanlarla, Tatarların mal varlıkları Rus, Rum, Ermeni ve Yahudilere satılmıştır. Bu dönemde Tatarlar mal varlıklarına dair yazılı belgelere sahip değildirler. Bu kanunsuz satışların üzerine Tatarlardan hasatlarının 1/3’ü vergi olarak istenmiş, kendi tarlalarını haksızca sahiplenen insanların hasadını harmanlamak Tatarlara zorunlu kılınmıştır. Bu artan sömürü faaliyetleri neticesinde 1859’da çıkan göç teşvikiyle tahmini 100.000 Tatar Osmanlı topraklarına göç etmiştir. Bu büyük göçten sonra Rusya işçi sıkıntısı çekmiş ve tarım konusunda endişeye kapılmıştır. Böylece kararından dönerek Tatarla106 KONAK

rın Kırım’dan çıkışını zorlaştıracak çalışmalara başlamıştır. Ancak göç hareketleri bu tarihten itibaren durmadan devam etmiş; ancak Tatarları temsil eden Ulusal birleşme hareketini merkezine alan bir gazetenin basılmaya başlamasıyla, 1902’den sonra göç eden kişi sayısında azalmalar başlamıştır. C. Ulusal Hareketler Tatar okullarının kapatılması, medreselerin azalmasıyla Rus okullarında yetişen yeni nesil, İslam’ın bu coğrafyadaki kurtuluşunun Rusça kendi seslerini duyurarak gerçekleşeceğini düşünmüştür. Çağdaş Rus-Tatar okullarında eğitim görerek yetişen üç nesilde milliyetçi duyguların ağır bastığı üç farklı akım gözlenmiştir. Ruslaştırmaya karşı çıkabilmek adına Tatarların hem Türk-İslam mirasını, hem de çağdaş batı bilgi becerilerini en iyi şekilde öğrenmesi gerektiği görüşü hakim olmuştur. İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914) bu düşüncelerin Kırım’daki sesi olmuştur. Bahçesaray’da müfredatını kendi görüşlerine göre oluşturduğu Usul-i Cedid okulunu 1884’te kurmuştur. Bu okulda öğrenciler Tatarca-Rusça, Tarih, Coğrafya, Matematik, Kur’an ve Fıkıh dersleri görmüşlerdir. Çağdaş Rus Tatar okullarında eğitim gören üç neslin ilki, doğrudan Gaspıralı’yı takip etmiştir. İkinci nesil, Gaspıralı’nın fikirlerine bağlı olmakla beraber kendi aralarında daha devrimci fikirlere sahip Jön Tatarlar olmuştur.

Jön Tatarlar Abdürreşid Mehdi liderliğinde Çarlık rejimine savaş ilan etmiştir. Çarlık hükümeti kendilerini 1910 yılında tasfiye etmeden önce Kırım Tatarları arasında çıkan ilk siyasi milliyetçi hareket olmuşlardır. Bin dokuz yüz yediden sonraki son nesil ise Tatar milliyetçileri olarak adlandırılmıştır. Kırım Talebe Cemiyeti’ni kurmuşlar ve pek çoğu Kırım’ın yanı sıra İstanbul’da da eğitim almıştır. Kırım Talebe Cemiyeti’yle başlattıkları hareketi bağımsız bir Kırım devleti kurma düşüncesini temel alan Vatan şubesini 1909 yılında kurarak devam ettirmişlerdir. Numan Çelebi Cihan, Cafer Seydahmet Kırımer, Abdülhakim Hilmi Arifzade önderliğinde Vatan üyeleri Kırım’daki milliyetçi gruplarla iletişime geçmiş ve 1917’de Vatan cemiyeti Kırım’da her yere ulaşmayı başarmıştır. Ekim 1907’deki Bolşevik İhtilali’nden beri sürmekte olan iç karışıklıktan faydalanarak, kurulacak ilk milli kurultay için kadınların da seçme ve seçilme hakkının bulunduğu seçimler gerçekleştirmişlerdir. Milli Meclis 26 Aralık 1917’de Kırım Ahali Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan eden bir anayasayı kabul etmiştir. Numan Çelebi Cihan önderliğinde ilk Kırım Tatar Hükümeti kurulmuştur. Barış görüşmeleri yapmak üzere Sivastopol’e çağrılan Numan Çelebi Cihan ve arkadaşları şehit edilmiştir. Brest-Litowsk Antlaşması ile 1918 yılında Almanlar tarafından Kırım’daki Bolşevik hükümet devrilmiş, içinde Tatarların da yer aldığı yeni bir hükümet kurulmuştur. Savaştan Almanlar mağlup çıktığında, kurulan yeni hükümetle beraber Tatarlar siyasetten uzaklaştırılmışlardır. Bolşevikler Kırım’da hakimiyeti kesin olarak ele geçirince, 1922’ye kadar 60.000 Kırım Tatarı’nı öldürmüş, 60.000 kişiyi de suni kıtlıkla ölüme zorlamıştır. Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 18 Ekim 1921’de kurulmuştur. Komunist Parti üyesi Veli İbrahim li-


der olduğunda Kırım Tatarlarından alınmış arazileri eski sahiplerine geri vererek, Sovyet arazi uygulamalarını Tatarların yararına kullanmış; Kırım ekonomisini düzeltmek ve vatana geri dönmek isteyen Tatarların güvenle yurtlarına kavuşabilmelerini sağlamak adına çalışmalar yapmıştır. Burjuva milliyetçiliği ile suçlanarak 1928’de idam edilmiştir. Bu dönemden sonra Kırım’daki gazeteci, yazar, editörlerin işleri ellerinden alınmıştır. Siyasi-idari alanlarda görev alan, kültürel anlamda liderlik pozisyonunda bulunan Tatarların tamamı Sibirya veya Urallar’a sürülmüştür. D. Kırım’dan Sürgün 1933 ve 1939 yıllarındaki Stalinist temizlik hareketiyle Kırım’da kalmış olan din adamları, aydın Tatarların neredeyse tamamı idam edilmiş veya çalışma kamplarında vefat etmiştir. Bu temizleme çalışmaları sonrasında Ruslaştırma politikalarına karşı koyacak kimse kalmamıştır. Arap alfabesi önce Latin alfabesiyle daha sonra 1938’de Kiril alfabesiyle değiştirilmiştir. Kütüphanelerde ve müzelerde daha önceki dönemlerde yaptıkları yağma, yakma, yok etme işlemlerinden geriye kalan eserleri de tahrip eden Bolşevik Hükümeti, namazı, orucu ve sünneti de yasaklamıştır.

insanların kıyıya vuracak cesetlerini alıp ortadan kaldıracak bir grup insan bile Sovyet Rusya tarafından ayarlanmıştır. Kırım Tatarı ifadesinin kullanılması 1944’ten 1980’lerin sonuna dek yasaklı kalmıştır. Kırım Tatarlarının tüm mal varlığı Kırım’a yerleştirilmiş Ruslar ve Ukraynalılar tarafından kullanılmıştır. Nihayet 1954 yılında Kırım Ukrayna’ya bağlanmıştır. Kırım Tatarları 1987’de Kızıl Meydan’da 4 gün süren bir eylemin ardından dünyanın dikkatini çekmeyi başarmıştır. Kırım’a geri dönen Tatarların sayısı 1989 yılında 40.000’i geçmiştir. Kırım’da yaşamakta olan diğer milletler Tatarların dönüşüyle endişeye kapılıp 1991’de Tatarların dahil edilmediği bir Kırım Özerk Cumhuriyeti kurmuştur. Buna rağmen Tatarlar güçlü direnişleri neticesinde 98 kişilik mecliste kendilerine 14 kişilik yer edinmişlerdir. 26 Şubat 2014’te Rusya Kırım’ı bir kez daha işgal etmiştir. 16 Mart 2014’te Kırım Tatarlarının katılmayı reddettiği, yasal olmayan bir referandumla Kırım Rusya’ya bağlanmıştır. GÖÇ NEDENLERİ Osmanlı Devleti’nin her mağlubiyeti yüzbinlerce insanın yer değiştirmesine neden olmuştur. 18. yüzyıl sonlarında

başlayan ve 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren Kırım’dan Osmanlı’ya doğru yapılan göçler, dini, iktisadi ve siyasi sebeplerle açıklanabilir. Özellikle Rusya’nın Kırım ve Kafkaslara doğru yayılmacı bir politika izlemesi büyük bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Rusya’nın yeni işgal ettiği topraklarda yaşayan insanlara karşı yürüttüğü politikalar, göç hadisesinin temel sebebidir. Yapılan baskılar ve zorlamalar beraberinde tepki olarak göçü getirmiş ve bu göçler, Rus zulmünden kurtulmanın yolu olarak gündeme gelmiştir. Rusya’nın istila ettiği bölgelerde asimilasyon ve tehcir uygulamaları, 1552’de Kazan’ın ele geçirilmesinden sonra başlamıştır. Rus yönetimi, daha sonra ele geçirdiği bölgelerde, genellikle Türk ve Müslüman kitleleri imha ve asimilasyon maksatlı bir siyaset geliştirmiştir. Rusya’nın demografik düzenlemeleri normal yerleşim sisteminden farklı olarak baskı, el koyma ve tehcir esasına dayanmaktadır. Rusya’nın bu politikasını Kırım ve Kafkasya üzerine uygulamaya başlaması 1768-1774 yılları arasındaki savaşa dayanmaktadır. Hatta bu savaş öncesinde ve esnasında Kazan, Güney Volga, Kuzey Kafkasya ve İtil havalisinde yaşayan Türk, Tatar ve Moğollara karşı ‘ıslahat politikası’

Alman kuvvetlerinin İkinci Dünya Savaşı’nda 1944 yılında çekilmesinin ardından 11 Mayıs’ta Stalin Kırım’daki Türklerin Orta Asya’ya sürülmesi kararını almıştır. 18 Mayıs 1944’te sabaha karşı harekete geçen Sovyet askerleri Kırım Tatarlarına 15 dakika içinde hazırlanarak evden çıkmalarını emretmiştir. Hayvanların taşındığı yük vagonlarına doldurulan binlerce Tatar 22 günlük bir sürgün yolculuğuna çıkmıştır. Yolculuk sırasında hastalanan insanlar Sovyet askerleri tarafından yol kenarlarına atılmıştır. Sürülmesi unutulan Arabat köyü halkı 20 Temmuz 1944’te bir gemiye bindirilmiş ve gemi Azak Denizi’nde batırılmıştır. Bu GÖÇ HAREKETLERİ 107


Temel Sıkıntılar

Diğer Sorunlar

Göç esnasında yaşanılan sıkıntılar

Yaşamsal sorunlar

Göç edilen yerde yaşanılan sıkıntılar

İskan ve sosyal entegrasyon

Kalanların yaşadığı sıkıntılar

Din, dil sorunları ve baskısal sorunlar

Geri dönüş yapanların sıkıntıları

Siyasi ve sosyal reddediş

adı altında büyük bir tehcir politikasına başlamış, bölgede yaşayan nüfusu çeşitli bölgelere göç ettirmiştir. Bahsi geçen Ruslaştırma politikası aynı zamanda Hristiyanlaştırma anlamına da gelmektedir. Türkiye’ye yerleşenlerin hatıralarında yer alan bazı söylemler de bunu açıkça göstermektedir: ‘‘Çarlık Hükümetinin Müslüman mektep ve medreselerini kapatacağı; Kur’an’da geçen ‘kâfir’ sözcüklerinin Rusların kendilerini kastettiğini iddia etmesi üzerine Kur’an’dan çıkarılarak yeniden basılacağı’’ haberlerinin yayılması sonrasında, yurtlarını terk ettiklerini belirtmişlerdir. Ruslar, eş zamanlı olarak göçü teşvik etmek için Kırım’ın her tarafında halife namına yazılmış ve halkı göçe teşvik eden fermanlar yayımlamışlardır. Rusların Kur’an-ı Kerim üzerinde yaptıkları tahrifat, Müslümanlar arasında büyük tepkiye neden olmuştur. Bununla yetinmeyip 1736-1833 yılları arasındaki savaşlarda Kırım’da birçok sayıda kütüphaneyi neredeyse tamamen yıkmışlardır. Aralarında dini, tarihi, felsefi, coğrafya türü kitaplarında bulunduğu çok sayıda eser 1833’te evlerden toplatılmak suretiyle imha edilmiştir.

Kırım üzerinde hakimiyet kurmak isteyen Rusya, istila ve baskılarını daha sert ve sistematik hale getirmiştir. Kırım’ın Rus askerleri tarafından işgaline müteakip yıllar içerisinde Kırımlıların sömürgecilere karşı koyabilecek güçleri kalmamıştır. Kırım Türkleri tarafından birbiri ardına kalkışılan ayaklanmalar şiddetle bastırılmıştır. Ayrıca, Rus Çarları aynı dönemlerde bir yandan Roma İmparatorluğunun varisi olma iddiası, bir yandan da dini ve ilahi yükümlülükleri olduğu inancı ile yerli halka yaptıkları uygulamaları haklı görmüştür. Rus idarecileri, Kırımlıların kolay bir şekilde topraklarından ve mülkiyetlerinden vazgeçip kendilerine hemen boyun eğeceklerine inanmamıştır. Bu yüzden Rusya’nın Kırım’daki temel stratejisi, mümkün olan en çabuk zamanda yerli halkı göç etmeye mecbur bırakarak yerlerine Rusya’nın iç vilayetlerinden getirilecek insanları yerleştirmektir. Suçsuz halk şiddete ve sistematik soygunlara maruz bırakılmış, en bereketli topraklar Çarlık tarafından gasp edilmiş ve Kırım Türkleri ziraat için uygun olmayan arazilere sürülerek hayatlarını idame imkanlarından mahrum bırakılmıştır. Miri ve Vakıf arazilerine el koymakla birlikte

Rumeli bölgesine yerleştirilen Kırım Tatarları, daha anavatanlarından ayrılalı yirmi yıl bile olmadan , artık Bulgaristan ya da Romanya haline gelmiş olan iskân yerlerinde, kendilerini tekrar Hristiyan idaresi altında bulmuşlardır. 108 KONAK

daha da ileri giderek, senelerdir toprağın üzerinde yaşayan köylüleri de o toprağın malı kabul etmiş, toprakla beraber köylüye de el koymak, köleleştirmek istemiştir. 1891 yılı sonuna kadar buradaki toprakların üçte ikisi hile ve oyunlarla Rus hazinesine ya da Rusların istedikleri kişilere verilmiştir. Hanedan mensuplarına ait topraklar ve miri araziler hazine malı sayılmış, hayır kurumları ve dini kurumlara ait topraklar da sahipsiz gerekçesiyle hazineye devredilmiştir. Ayrıca açlık ve kıtlık da göçün önemli sebeplerindendir. 1783 yılında Kırım Ruslar tarafından ilhak olurken, bir beyanname ile yirmi dört saat içerinde ‘dağlık ve çöl olan mıntıkalardaki bütün Tatarların yarımadadan uzaklaştırılması’ istenmiştir. Bu dönemde bozkırdaki köylerde yaşamak imkânsız hale gelmiştir. Çünkü Rus askerler ve istilacılar, Tatarlara karşı anlaşılması zor bir nefret içinde kuyuların kovalarına taş atmış, ağaçlardan yapılmış çitleri, yalakları ve su kanallarını tahrip etmiş, halkın susuzluktan topraklarını bırakıp gitmesi için eylemler gerçekleştirmişlerdir. Ayrıca Tatarlar, 1860’larda ağır vergi ve pasaport bedeli ödemek zorunda bırakılmışlardır. Yine Kırım Savaşı sonrası, özellikle Rusların 1874’te Kırım Türklerinin askere alınacağını ilan etmesi ve ‘Osmanlı’ya kurşun sıkmam’ diyen Rusya-Kırım Türklüğü arasında başlayan milliyetçilik akımı, Rusya’yı rahatsız etmiş ve bu da yeni bir göç dalgasına neden olmuştur. Kırım Tatarlarının, doğrudan Kırım’dan Türkiye’ye yaptıkları göçlerin dışında, pek fark edilemeyen ve Rumeli’den Anadolu’ya doğru yaptıkları ikinci bir göçleri daha vardır. Rumeli bölgesine yerleştirilen Kırım Tatarları, daha anavatanlarından ayrılalı yirmi yıl bile olmadan , artık Bulgaristan ya da Romanya haline gelmiş olan iskân yerlerinde, kendilerini tekrar Hristiyan idaresi altında bulmuşlardır. 1878


sonrası meydana gelen Rumeli göçleri içerisinde, yani Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan ve Makedonya’dan Anadolu’ya gelen muhacirler içerisinde Kırım Tatarları ‘Romanya Tatarları’ şeklinde ayrı olarak değerlendirilmiştir. GÖÇMENLERİN YAŞADIĞI SIKINTILAR Göç esnasında yaşanan sıkıntıların en başında, maddi manevi her şeyini geride bırakan Kırım tatarlarının yaşamsal olan tüm ihtiyaçlarından yoksun bırakılmaları gelmektedir. Yine en önemlilerinden birisi de psikolojik baskıdır. Kırım harbi sonlanana kadar söylentilerle birlikte Rusya’nın iç bölgelerine sürülme algısı 10.000 Nogay’ı harekete geçirmiştir. Bu baskılar öylesine etkili olmuştur ki; 1860’ta Kırım Tatar köylerinde, eş zamanlı 200.000 kişiyi göçe sürüklemiştir. Göç aynı zamanda sağlık sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Uzun ve yorucu bu zamanlarda özellikle yaşça küçük çocuk ve yaşlı kesiminden sayısız kayıp olmuştur. Göç sonrasında karşılaşılan sorunların en önemlisi kimlik karmaşasıdır. Bu durum hem fiziksel farklılıklar hem de halen devam etmekte olan geleneksel farklılıkların sonucudur. Anadolu’ya gelen Tatarların genel manada zorluk çekmediği söylenebilir. Bunun nedeni Tatar ve Türk kültürünün çok farklı olmamasıdır. Kimlik karmaşası göç dahilinde olmayıp Kırım’da kalanları da etkilemiştir. Eğitim özgürlükleri usulca ellerinden alınan Tatarların milli dil ve kimliklerini aktardıkları okulların yerini Rusların okulları almıştır. Rusların özellikle Tatar eğitimini itibarsızlaştırma çalışmaları bazı bazı etkili olmuş, Tatar gençleri Rus altyapısından etkilenmiş ve milli kimliklerini unutma noktasına gelmiştir. Bu konuda Tatar büyüklerinden Gaspıralı çıkardığı Tercuman gazetesiyle ve verdiği konferanslarla ‘Dilde, Fikirde, İşte Birlik’ mottosuyla gençliği Tatar milli düşüncesiyle etkilemeyi başarmıştır.

Yine göç sırasında yaşanan sorunlardan biri ‘Özel İskan’ politikasıdır. Rus yetkililerce belirlenen yerlere kurulan kamplarda her gece kumandanlığa yoklama verilmesi emri ve 5 km sınır dışına çıkma yasağı uygulanmıştır. Bu durum zor olan göçün hapis hayatına dönmesine neden olmuştur. Yine göç müddetince boşalan köy mahallelerinin yağmalanması Tatarların geri dönme umutlarını da yıkan nedenlerdendir. Tatarların yaşadığı sıkıntılardan bir başkası da büyük ailelerin birbirinden kopmasıdır. Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği sayesinde yapılanma ve kolay bilgi sahibi olma imkanları ancak doğmuştur. Aynı zamanda 5 km uzağa çıkmama yasağı birbirinden kopmuş ailelerin 11-12 sene birbirlerini bulamamalarına neden olmuştur. Bir başka mevzu ise dini yaşamadaki sıkıntılardır. Şu an Kırım’da bulunan Diyanet tarafından atanan Türk imam sayısı yalnızca 10’dur. Tarihi ve kültürel alt yapıyı da silmeye çalışan rejim Hansaray kenti hariç başarılı olmuştur ve hiç bir tarihi yapıyı ayakta bırakmamıştır. Özellikle müslüman mezarlıkları tarumar edilmiştir. Tatarca yazılan kitaplar toplatılmış, imha edilmiştir. Kütüphaneler zarar görmüştür. Türkçe isim taşıyan belde ve köylerin isimleri Rusçayla değiştirilmiştir. Ansiklopedi ve tarih kitaplarından Tatar kısımları

çıkarılmış, nüfus sayımları arşivlerden silinmiştir. Adeta Tatar milleti yok edilmeye çalışılmıştır. Her şeye rağmen 1988 yılından itibaren geri dönüşler hızla artmış ve kitlelere yayılmıştır. Geri dönüş yapan Tatarlar öncelikle kulübeler ve gecekondular yapmış ve devlete kendilerini kabullendirme çalışması yapmışlardır. Fakat Rus yetkilileri bu duruma karşı sert tepki göstermiş ve iş makineleriyle Tatarların geçici yerleşimlerini yıkmışlardır. Bu durum bile Tatarları yıldırmamış ve geri göndermeye yetmemiştir. 1989’da nüfusu 40.000 iken günümüzde 300.000 ve daha fazla Kırım Tatarı’nın yaşadığı düşünülmektedir. Geri dönüş yapan Tatarlar için en önemli sorun siyasetten men edilmeleridir. 27 Mart 1994 seçimlerinde bir defaya mahsus dahil olmuşlar ve 98 sandelyeden 14’ünü almayı başarmışlardır. Fakat 97 seçimlerinde aday olmalarına bile müsaade edilmeyerek siyaseten uzaklaştırma politikası güdülmüştür. Rus ihtilalini fırsat bilen bir grup Tatar harekete geçip siyasi otorite kurmayı denemişler fakat başarılı olamamışlardır. Sonuç olarak Kırım tatarları yaşadıkları onca sıkıntıya göğüs germeyi başarmış ve halen yaşamayı sürdüren bir toplum oluşturmuşlardır. Türkiye’de birçok ilde ve 300’ü aşkın köyde birlik ve beraberlik içerisinde yaşamlarına devam etmektedirler. GÖÇ HAREKETLERİ 109


GÖÇMENLERİN ENTEGRASYON SÜRECİ 1770’lerden itibaren Kırım’dan Osmanlı topraklarına doğru dalgalar halinde başlayan Kırım Tatar göçü 1920’lere kadar tek bir yıl bile durmadan devam etmiş, hattâ kesintilerle günümüze kadar sürmüştür. Bu göçler bazı yıllarda çok büyük dalgalar halini almış; hem Kırım’ın hem de Anadolu ve Rumeli’nin demografisini kökünden değiştirmiştir. Bir tahmine göre, 1783-1922 yılları arasında Osmanlı ülkelerine göç eden Kırım Tatarlarının sayısı en az 1.800.000’di. Çeşitli sebeplerden gerek Rus gerekse Osmanlı kayıtlarının her göç dalgasının boyutlarını yeterli doğruluk dereceleriyle yansıtamadıkları hatırlanacak olursa, daha yüksek bir rakam dahi söz konusu olabilir. Her halükârda, 19. yüzyıl içinde ülkelerini terk eden Kırım Tatarlarının sayısının kalanlardan çok daha fazla olduğu kesindir. Osmanlı Devleti, Tatarları önce Romanya sahasına, daha sonra Bulgaristan ve Makedonya bölgesine yerleştirmiştir. Hatta 1856 ve 1878’de Tatarlar Anadolu’ya da nakledilmişlerdir. Eskişehir, Edirne, Yozgat, Kırklareli, Konya,

110 KONAK

Çorum ve çevresine yerleştirilmişlerdir. Öncelikli olarak Romanya›ya yerleştirilmelerinin amacı ise Osmanlı Devleti’nin Kırım›ı tekrar elde etme ümidinden kaynaklanmıştır. Ancak 1787›de Rusya ile girilen savaşta, Kırım geri alınamadığı için, bu göçmenlerin Romanya›da kesin olarak iskânı yoluna gidilmiş ve belirli bir iskan politikası oluşturulmuştur. İlk göçlerin başladığı esnada Osmanlı Devleti göç edenlere son derece müspet yaklaşmış; insani, milli ve dini sebeplerle muhacirleri kabul etmiştir. Belki ilk zamanlar iktisadi ve içtimai manada sıkıntı yaşansa bile, hiç şüphesiz gelecek olanların uzun vadede nüfusa katkıları, üretici durumuna geçmeleri ile ekonomiye katkıları, askerlik tecrübeleri nedeniyle askeriyeye katkıları da nazar-ı dikkate alınmıştır. Bu sebeple Osmanlı Devleti yetkilileri, onlara sağlanacak imkanlar hususunda muazzam tedbirler almıştır. Kefe, Gözleve ve diğer limanlardan isteyenlerin din ve millet fark etmeksizin Osmanlı topraklarına nakledilmesi için elliden fazla gemi temin etmiş, kumanyalarını vermiş, ilaveten muhacirlere kredi de temin etmiştir. Yerleşim

yerlerini seçme konusunda bir subay nezaretinde heyet oluşturarak seçme ve karar verme yetkisi sağlanmıştır. Akraba ve ailelerin birbirlerinden ayrı yerlerde iskân edilmemelerine azami gayret gösterilmiş; ayrı düşenlere, müracaatları halinde yer değiştirme imkanı sağlanmıştır. Ancak çok geçmeden büyük kitle göçlerinin akın akın yaşanması, Osmanlı Devletini de tedbir almak konusunda zora sokmuştur. Hükûmet göçmenlere yapılacak yardımlar konusunda sık sık karar değiştirmek zorunda kalmıştır. Tahminlerin üzerinde bir göç hadisesi gerçekleşince, kaynakları tasarruflu kullanmak için yardımları kısmak zorunda kalmıştır. İlk göçler esnasında doğrudan bu konu ile ilgili bir birim oluşturmayan Osmanlı Devleti, Şehremaneti (bugünkü belediyelerin kurulan ilk biçiminin adı) ve Ticaret Nezareti ile bu konuyu halletmeye çalışmıştır. Bu müesseselerin yetersiz kalmaları üzerine, 1860’ta Muhacirin Komisyonu kurulmuştur. Yeni gelenlere, konut ve iaşe yardımı, tarım aletleri, ev eşyası, ve toprak verilmiştir. Bunun yanı sıra vergi ve aşardan bir süre muaf olmaları sağlan-


mıştır. Çocukların eğitimi meselesi ile ilgilenilmiş, yeni yerleşim bölgelerine mektep ve medreseler açılmıştır. Asayişin sağlanması, yerli halka göçmenlerin uyum problemi gibi zaman zaman münferit sıkıntılar da yaşanmıştır. Kırım’dan gelen muhacirlerin içerisinde oldukça iyi çiftçiler vardı ki, aynı dönemde Anadolu çiftçilerinden üretim bilgi ve teknolojisi olarak daha iyi durumdaydılar. Zaman içerisinde bilhassa Anadolu’da bulunan boş arazilerin üretime açılmasında bu insanlardan faydalanılmıştır. Osmanlı tımar sistemi ve üretim modeli nüfusun istihdamını kolaylaştırmıştır. Ekilen ve üretime açılan arazilerin büyük kısmı boştu. Dolayısıyla Kırımlı muhacirler bu topraklara üretici olarak aktarılabilirdi. Kırımlı meşhur aktivistlerden Dr. Ahmet Özenbaşlı, 1925 yılında yazdığı eserinde göç sonrası Anadolu’ya yerleşen Kırımlılardan şöyle bahsetmektedir: “…Istanbul’da; Şehremini, Fatih, Yenibahçe, Karagümrük, Kasımpaşa, Sütlüce semtleri sanki Tatar mahalleleri denecek kadar Kırımlı ile doludur. Türkiye’nin en muteber araba, fayton yapan ustaları, araba boyacıları, demircileri ve nihayet araba aydayıcılığı bunların tekelindedir. … Bursa’da da epeyce Kırımlı vardır. İpekçilik ve dokumacılıkta ileri durumdadırlar. Bandırma’ya göç edenler demir sabanlarla tarla sürmektedirler. … Eskişehir’de yaşayanlar büyük ticarette bilhassa tarım makinelerinde çok ileridirler. Sabanla ekim yapar, harman makinesi ile mal kaldırırlar…” Bu bilgilerden de anlaşıldığı üzere, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde muhacirlerin yerli halka nazaran tarım teknolojisinde daha ileri durumda olduklarını söylemek mümkündür. 1858’deki arazi kanunnamesiyle küçük işletmecilik öne çıkarılmış ve bu kanunname muhacirlerin iskânında kolaylık sağlamıştır. Muhacirlerin Osmanlı sanayi hammaddesinin üretimine de önemli

İki yüzyıldan fazla bir tarihe sahip olan Kırım Tatar diasporası geçen zamana karşın vatanları Kırım’a bağlarını, özlemlerini, vatana hizmet duygu ve isteğini yaşatmaktadır. katkısı olmuştur. Bilhassa 93 Harbi sonrası göç edenlerin meslekî bilgi ve kabiliyetleri yerleştirme esnasında dikkate alınmaya başlanmış, böylece muhacirler birkaç yıl içinde üretime katılarak ekonomiye katkı sağlamıştır. 1880’lerden 1914’e kadar Anadolu’daki üretime katılan arazide bir yükseliş olmuştur. Gelen nüfusun çok önemli bir bölümü tarım ekonomisini güçlendirecek şekilde iskân edilmiştir. Bozulan denge yeniden kurulmuş ve 1914’te artık sanayi ham maddesi olan tarım ürünlerine yönelim olmuştur. Pamukçuluk, ipekböcekçiligi, tütün ve pancar üreticiliği gibi belirli bir mesleği olan insanlar ise şehir ve kasabalara iskân edilmiş; bu da Osmanlı’nın şehir zanaatlarına bir katkı sağlamıştır. Nihayet bu göçler, her sınıf halkı (zengin, fakir, şehirli, köylü, cahil, âlim) kapsadığı için bugünkü Türkiye’deki Kırımlı unsurlar, Türk dünyasının diğer ülkeleriyle kıyaslanmayacak biçimde anavatanın (Aktoprak) her köşesine yerleşmiş ve ülkemiz hayatının her safhasında yerlerini almıştır. Göçlerin şüphesiz Osmanlı Devleti’ne iktisadi siyasi, sosyal, kültürel açılardan müspet ve menfi büyük tesirleri olmuştur. Bu göçler; bir yandan Kırım’ın, Kafkasya’nın ve Balkanlar’ın nüfus yapısını böylesine bozarken, diğer yandan Anadolu’da sayıları bir hayli artmış olan gayrı Müslim nüfusa karşı, Anadolu’nun Türkleşmesini olumlu yönde etkilemiştir. Aynı zamanda bu muhacirler Türkiye’deki Millî Mücadele’ye büyük katkılar sağlamışlardır.

İlk hicretlerde göçmüş olan Kırım Türkleri kafileleri, Osmanlı Devleti’nin Avrupa kısmı olan Dobruca, Vidin, Varna, Köstence ve Edirne taraflarında yerleştirilmiştir. Hâlen Romanya ve Bulgaristan’da bu göçlerle giden çok sayıda Kırım Türk’ü mevcuttur. Bunlardan sonra göçenler yoğun olarak Eskişehir, Konya ve Ankara civarı olmak üzere, Istanbul, İzmit, Adapazarı, Bandırma, Merzifon, İnebolu, Adana, Mersin, Diyarbakır, Halep, Şam gibi yerlerde iskân edilmiştir. Burada Eskişehir ve Ankara bölgesinde yoğunlaşan bir iskân dikkati çekmektedir. Bunun sebebi hem arazinin iskâna müsait oluşu hem de stratejik bir gerekliliğin varlığıdır. Şöyle ki, Haydarpaşa’dan Bağdat’a uzanacak demiryolunun inşa edilmesi sıralarında, özellikle Ankara-Eskişehir bölgesinde çok büyük yerleşim alanları mevcuttu. Almanlar B Planı projesi dâhilinde Bağdat’a kadar uzanan bölgeyi kontrol altına almak için buralara Alman kolonileri yerleştirmek istemiştir. Sultan Abdülhamit ise buna izin vermemiş, demiryolu güzergâhı hattına çok yoğun bir nüfus yerleştirmiştir. Bu durum hem devletin yerleşim yeri problemini çözmüş, hem bölgeyi Türk nüfusunun kontrolünde tutmuştur. GÖÇÜN BUGÜNE YANSIMALARI Göç ve iskân; ‘birey veya toplumların yer değiştirmesi ve bunların yerleştirilmeleri’ gibi basit tanımlamaların çok ötesinde sosyal, kültürel, ekonomik, yasal, yönetsel ve insani boyutları olan çok karmaşık bir sorundur. Her GÖÇ HAREKETLERİ 111


biri ayrı trajedilerin yaşanmasına neden olan bu göçler aslında yeni ve dinamik bir toplumun ortaya çıkmasına da zemin hazırlamaktadır. Bu itibarla göç ve iskanların incelenmesi bugünkü Türk toplumunun kültürel, toplumsal ve düşünsel yapısının anlaşılması için son derece önemlidir. Göçün temel sebeplerinden yola çıkarak günümüze yansımalarını ele alacak olursak, en temel sebeplerinden biri dini baskılar ve dini hassasiyetleri koruma iç güdüsüdür. Asimilasyon faaliyetlerine karşı dil, kültür ve değerlerini korumak için göç kararı almış olmaları, göç ettikten sonraki yıllarda yedi göbek olmak koşuluyla birbirleriyle evlenmeleri sonucunu doğurmuştur. Zamanla bu hassasiyetin azalması ve tarafların birbirini anlamak için Türkçe’yi tercih etmeleri, çocuklarının okullarda dil konusunda uyum sorunu yaşamasını istemeyen ebeveynlerin evlerde Tatarca değil Türkçe konuşmayı tercih etmeleri; yeni nesillerde Tatarcanın konuşulmaması ve unutulmaya başlamasına neden olmuştur. Kırım Türkleri geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan bir milletti. Şunu göz ardı edemeyiz ki; göçmenler, ekonomik gelişme noktasında değişikliklere çok daha yatkındır. Yeni tarım makinalarının kullanılmasında mahalli gelenek ve uygulamadan etkilenmediklerinden yeni buluşlara açık insanlardır. Bu bağlamda Tatarlar hem kendi memleketlerindeki olumlu üretim vasıtalarını hem de yerleştikleri bölgenin imkanlarını dikkate alarak faydalı gelişmeler olmasını sağlamış, Anadolu tarımsal teknolojisine göre daha ileri bir düzeyde tarım teknolojisini getirmiş ve makine kullanmaya giden yolda öncülük etmişlerdir. Göçlerin yaşandığı dönemlerde, Kırım’ın tanınmış tüccar ve ileri gelenleri mülklerini satarak sermayeleri ile Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. Ticari yönden son derece kabiliyetli ve maharetli olan bu göçmenler, 19. 112 KONAK

yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’daki müteşebbis ve tüccar grubun içinde, önemli bir rol almışlardır. Kırım’lı iş adamları, özellikle İstanbul, İzmir, Balıkesir, Bursa, Ankara, Konya, Eskişehir ve yerleştikleri diğer bölgelerde ticari işlerini kurmuşlardır. Bugün hala bu şehirlerdeki ticari işletmelerin bir bölümünü Kırım kökenli insanlar yönetmektedir. Göçlerin kültürel ve folklorik açıdan da tesirleri olmuştur. Beslenme düzeninin ve alışkanlıklarının oluşmasında; kendilerine has kıyafetleri, dansları, adetleri, törenleriyle kültürel çeşitliliğin artmasında önemli zenginlikler kazandırmışlardır. Kırım Türklerinin yaşadığı dram günümüze kadar yazılmış, söylenmiş birçok eserde kendini göstermiştir. Kırım halk müziğinin en hazin parçaları göç ve halkın duyduğu üzüntü ve ıstırapları ifade eder. Şiirlerde, hatıralarda, hikâye ve romanlarda; tiyatroda, piyeste, sinemada, musikide, resimde ve akademik araştırmalarda göçün yoğun bir şekilde işlendiği görülmektedir. Kırım Türklerinin vatanlarını terk etmek zorunda kalmalarının günümüze ulaşan en önemli sonucu ise Kırım-Tatar diasporasıdır. İki yüzyıldan fazla bir tarihe sahip olan Kırım Tatar diasporası geçen zamana karşın vatanları Kırım’a bağlarını, özlemlerini, vatana hizmet duygu ve isteğini yaşatmaktadır. Bugün sivil toplum kuruluşları olarak çalışmalarını yürüten Kırım Tatar diasporası, yaygın şekilde Türkiye’de faaliyetlerini yürütmektedir. Bütün bu tarihsel sürecin son 25 yıllık döneminde Kırım Tatar diasporası iki uyarıcı şok yaşamıştır. Birincisi Sovyetler Birliğinin yıkılışı evresinde sürgünde yaşayan vatandaşlarının vatana dönmeye başlamasıdır. Bu ilk uyarıcı dalga, Türkiye ve dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan Kırım Tatarlarının, Kırım’a ve Kırım’da yaşamaya başlayan vatandaşlarına ilgilerini arttırarak, diasporadaki hareketin kitleselleşmesini

başlatmıştır. 1989 yılından 2014 yılına kadarki bu ilk uyarıcı dalga evresinde Türkiye özelinde diaspora sivil toplum kuruluşlarının ve üyelerinin sayısında dramatik bir artış olmuştur. Keza, yapılan çalışmalar da daha nitelikli hale gelmiştir. 2014 yılının Şubat ayında ise hem dünya hem de Kırım Tatar diasporası bir başka şok ile daha karşı karşıya kalmıştır. Rusya Federasyonu’nun uluslararası hukuku çiğneyerek Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün bir parçası olan Kırım’ı hukuksuz bir şekilde işgali, tüm dünyadan tepki toplamıştır. Başta Türkiye olmak üzere dünyanın pek çok önemli ülkesinde teşkilatlanmış olan Kırım Tatar diasporası, Kırım’ın işgaline son verilmesi hedefinde ellerindeki bütün kuvvetle çalışmaktadır. Gelinen noktada, Kırım Tatar Millî Kurultayı ve Kırım Tatar Millî Meclisi’nin yanı sıra artık Dünya Kırım Tatar Kongresi de Kırım’ın geleceğinin yeniden kurulmasında etkin ve güçlü bir yapı olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kurultay ve Meclis’in politika ve faaliyetlerini destekleyici mahiyette kurulan, Dünya Kırım Tatar Kongresi’nin hitap ettiği Kırım Tatar nüfusu ve etkinlikleri göz önüne alındığında; diasporada yaşayan Kırım Tatarlarının artık vatanlarının kaderinde çok daha etkin rol alacakları yadsınamaz bir gerçektir. Bugün, işgale karşı yürütülen mücadelede diasporanın da sorumluluğu ve görevi sırtına aldığı ve hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan mücadeleye en ön safta katıldığı artık hem sosyolojik hem de siyasi bir gerçekliktir.


KAYNAKÇA 1. Kireçci, M, Selim T. Kırım’ın Kısa Tarihi, Ankara, 2015.

7. Şahin, C. XIII. Yüyyıldan Günümüze Eskişehir Yöresinde Tatarlar, 2011.

13. Önder, S, Engin K. Osmanlı Döneminde Eskişehir’e Göçler, 2005.

2. Arabacı, H. 1783’ten II. Dünya Savaşı’na Kadar Kırım’dan Anadolu’ya Yapılan Göçler, 2015.

8. Seyhan, Ş. Kırım’dan Bursa’ya Göç Eden Muhacirler Ve Yerleşme Problemleri (1853-1914), 2014.

14. Trt Avaz. Gönlümün Avazı Serisi.

3. Kırımlı, H. ‘İsmail Bey Gaspıralı’. Tdv İslâm Ansiklopedisi, S.392.

9. Bayar, N. Kırım’ın Geleceğinde Kırım Tatar Diasporasının Rolü, 2014

4. Kırımlı, H. ‘Nûman Çelebi Cihan’. Tdv İslâm Ansiklopedisi, S.234.

10. Yolcu, M. Eskişehir’de Kırım Tatarları, 2016.

16. Darıcı, B. Trt Avaz, Kırım Tatar Sürgünü Belgeseli.

5. Kırımlı, H. ‘Kırım: Rus İdaresi Dönemi’. Tdv İslâm Ansiklopedisi.S.458.

11. Kaya, T. Kırım Türklerinin 1944 Sürgününün 70.Yılında Kültür Ve Sanattaki İzdüşümü Üzerine Düşünceler, 2014.

6. Bayraktar, H. Kırım Ve Kafkasya’dan Adana Vilayetine Yapılan Göçler Ve İskanlar (1869-1907), 2007.

12. Özkan, N. Kırım Tatar Türkçesinin Yayılma Alanları, 2008.

15. Trt Avaz. Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu Röportajı, 2016.

17. Alptekin, Ct. Ülkemizdeki Tatarlar Ve Kökenleri, 2009. 18. Şahin, E. Osmanlıların Kazan Tatar Türklerinin Kültürü Ve Diline Etkileri. 19. Kırımlı, H. Kırım’dan Türkiye’ye Kırım Tatar Göçleri, 2012.

GÖÇ HAREKETLERİ 113


Suriye Dosyası 1 Biladü’ş Şam [661-1918] Biladü’ş Şam Coğrafyası Biladü’ş Şam: Suriye, Filistin, Lübnan ve Ürdün olmak üzere dört ülkeyi içine alan geniş coğrafyaya verilen isimdir. Bu coğrafyaya çoğu dönemde başkentlik eden vilayetin Şam olması hasebiyle Biladü’ş Şam yani Şam Beldeleri ismi verilmiştir.

SURİYE’DEN ANADOLU’YA GÖÇ ÇALIŞMA GRUBU Beyza Bekdik Dilan Onur 2 Elif Ersöz 1 Emine Beyza Nur Kaynar * 1 Mine Baş 1

2

1 2

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: beyzahp301@gmail.com

114 KONAK

Suriye’nin güneyde ise Lübnan, İsrail ve Ürdün ile komşulukları bulunmaktadır. Doğuda ise tek komşusu Irak’tır. Batıda Akdeniz’e kıyısı vardır. Bu coğrafyanın üçte ikisi çölle kaplıdır. Batıda Akdeniz iklimi, doğuda ise karasal iklim ve çöl iklimi görülmektedir. Akdeniz kıyısı boyunca uzanan ve ılıman iklimin önünü kesen Nusayriye Sıradağları bulunmaktadır. Coğrafyasındaki temel yapılar şunlardır: 1. El Nuseyriye Sıra Dağları: Batı kesiminde, kuzeyden güneye doğru uzanan, Akdeniz›in Suriye kıyısına paralel olan sıradağlardır. Dağlar, batı yamaçlarında Akdeniz›den gelen, nem yüklü rüzgarlar yakalamaktadır ve böylece doğu yamaçlara göre batı yamaçlar daha verimli olup, daha kalabalık nüfusludur. 2. Cebel-i Semaan Dağı: Arapçada Jabal Sem’ān da denir. Kuzey batıda Halep İli’nde bulunan bir bölgedir. Halep şehrinin 20 kilometre batısında bulunmaktadır. Cebelisemaan, Arapça’da Seman dağı anlamındadır ve ismini 5.


3.

4.

5.

6.

7.

asırda o dağda yaşamış Aziz Simon adlı Hristiyan keşişten alır. Osmanlı döneminde ise Halep Vilayetinin bir sancağıdır. Kasiyun Dağı: Şam’da bulunur. Yeryüzünde ilk kanın aktığı yer olduğu iddia edilir. İddiaya göre Adem’in oğlu Kabil’in kardeşi Habil’i öldürdüğü dağdır. Habil’in türbesi, ünlü sufiler Mevlâna Halid-i Bağdadi ve Ibni Arabi’nin türbeleri bu dağda bulunmaktadır. Türkmen Dağı: Arapça da Jabal Turkman denen bu dağ Lazkiye ilinin kuzeyinde Hatay sınırındaki Bayır Bucak bölgesinin orta ve doğu kısımlarını oluşturur. Suriye bölgesinin 1516 yılında Osmanlı hükümdarlığının eline geçmesiyle bu bölge Türkler tarafından daha yoğun göç almıştır. Günümüzde ise Suriyeli Türkmenlerin bulunduğu bölgedir. Arvad Adası: Suriye’de bulunan tek adadır. Akdeniz’in doğusunda, 0,20 km² yüzölçümüne sahiptir. Oldukça geniş bir tarihe sahip ve tarih boyunca özellikle de ticaret açısından büyük bir öneme sahip olmuştur. Arvad, Haçlı Seferleri boyunca, haçlılar tarafından bir köprü veya dinlenme noktası olarak kullanılmıştır. Hristiyanlığın Kutsal Topraklar’da kaybettiği son toprak parçası olarak bilinmektedir. Asi Nehri: Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nin doğu kısmından doğar ve Hatay ili bölgesinden Akdeniz’e dökülür. Toplam uzunluğu 556 km olup, 366 km Suriye’de, 98 km Türkiye’de, 40 km Lübnan’dadır. 52 km’si Türkiye-Suriye sınırını oluşturur. Ayrıca Asi Nehri ters yönde akmaktadır. Fırat Nehri: Başlangıç noktaları Ağrı Diyadin’den kaynayan Murat Nehri ve Erzurum Dumludağ’da kaynayan Karasu Nehri’dir. Bu Nehirler Elazığ İl sınırlarında birleşerek Fırat Nehrini oluştu-

Biladü’ş Şam: Suriye, Filistin, Lübnan ve Ürdün olmak üzere dört ülkeyi içine alan geniş coğrafyaya verilen isimdir. Bu coğrafyaya çoğu dönemde başkentlik eden vilayetin Şam olması hasebiyle Biladü’ş Şam yani Şam Beldeleri ismi verilmiştir. GÖÇ HAREKETLERİ 115


rur. Fırat Nehri Erzincan, Tunceli, Elâzığ, Malatya, Diyarbakır, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa il sınırını belirledikten sonra Suriye, daha sonra Irak topraklarına girer. Irak›ta denize uzak olmayan bir noktada Dicle Nehri ile birleşerek Basra Körfezi’ne dökülür. 8. El Esad Gölü: Fırat nehri üstünde yer alan Suriye›nin en büyük gölüdür. Türkiye›nin toprağı olan Caber Kalesi bu göl üzerindeki bir adadadır. 9. İklimi: Bu coğrafyada iklim bölgeden bölgeye değişiklik gösterir. Alüvyon ovalar, çöller ve öteki düzlük alanlarda sıcak ve kurak bir iklim hüküm sürerken, ülkenin daha yüksek olan kuzeyinde nemli ve daha serin bir iklim görülür. Soğuk ve kurak kışlar, sıcak ve bulutsuz yazlar görülür. Çoğunlukla çöl olması bu iklimsel sonuçları doğurur. Kuzeydeki dağlık bölgeler, yoğun kar yağışı altındadır. Kıyı kuşağı ile batıdaki dağ sıralarında Akdeniz tipi bir iklim hüküm sürerken, iç kesimlerde, daha soğuk kışlar ve daha sıcak yazlarla belir-

116 KONAK

lenen son derece kurak bir iklim görülür. 10. Yer Altı Kaynakları: Yer altı kaynakları bakımından fakir olan Suriye topraklarından petrol, fosfat, doğal gaz ve asfaltit çıkarılır. Toplam 2,5 milyar varil rezervinin bulunduğu tahmin edilen petrol, tarım-hayvancılık ürünlerinin ve fosfatın yanında önemli ihraç maddelerinden biridir. Bundan başka alçıtaşı ve bazalt da elde edilmektedir. Ayrıca fosfat, kurşun ve bakır gibi mineraller de bulunur. Biladü’ş Şam Tarihi Suriye, toprakları üzerinden çeşitli medeniyet ve kültürlerin geçtiği ve pek çok istilaların, hadiselerin meydana geldiği eski ve kritik bir mevkiye sahiptir. Müslümanların Suriye´ye hâkim olmasına kadar bölge Amoritler, Fenikeliler, İbraniler, Hititler, Persler, Makedonyalı İskender, Roma ve Bizans imparatorlukları idaresinde kalmıştır. İslam fetihlerinden önce Suriye’de Gassaniler (Bizans) hüküm sürmekteydi. Halk büyük ölçüde Hristiyanlardan müteşekkildi. Sasaniler, 613

yılında Gassaniler’i yenerek Dımaşk’ı ele geçirip bölgeyi hakimiyetleri altına aldılar. Ancak Herakleios uzun süren savaşların sonunda 628’de Suriye’yi geri almayı başardı. Hicaz kabileleri ve özellikle Mekke halkı, İslam öncesinde Biladü’ş Şam diye adlandırdıkları Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin ile ticari ilişkiler kurmuşlardı. Kureyş kervanları kışın güneye (Yemen), yazın kuzeye (Suriye ve Filistin şehirleri) gidiyordu. Siyer kaynaklarında Hz. Peygamber’in on iki yaşında iken bu kervanlardan birinde amcası Ebu Talib ile birlikte Suriye’nin güneyindeki Busra’ya kadar gittiği bildirilmektedir. İslam döneminde Suriye bölgesiyle ilk münasebet Hz. Muhammed’in davet mektupları ile başlamıştır. Gassani Emiri Resulullah’ın Susra-Filistin valisine gönderdiği elçisini yakalatarak öldürtmüştü. Bunu savaş sebebi sayan Hz. Peygamber’in gönderdiği İslam ordusuyla bölgede bulunan Bizans ordusu arasında Ürdün’ün güneyinde Mute Savaşı meydana geldi (1 Eylül 629). Bundan bir yıl sonra, Bizans imparatoru Herakleios’un Medine’ye karşı saldırı hazırlığı içinde olduğu yolunda gelen haberler


üzerine Hz. Muhammed 30.000 kişilik bir orduyla Tebük Seferi’ne çıktı. Yaklaşık yirmi gün Bizans sınırlarına yakın bir mevkide beklediği halde Bizans ordusu karşısına çıkmayınca bölgedeki yerel emirliklerle cizye ödemeleri ve İslam devletinin egemenliğini tanımaları şartıyla antlaşmalar yaptıktan sonra Medine’ye döndü. Başkumandanlığını Halid b. Velid’in yürüttüğü Ecnadeyn Savaşı’nda Bizans ordusuna karşı kazanılan büyük zaferle Filistin ve Suriye’nin kapıları müslümanlara açılmış oldu (Temmuz 634). Suriye’deki fetihler, bu zaferin müjdesi kendisine ulaştıktan sonra vefat eden Hz. Ebu Bekir’in yerine halifeliği üstlenen Hz. Ömer döneminde daha da genişledi. Bu dönemde Dımaşk, Hama, Ba’lebek ve Humus şehirler Müslümanların eline geçti. Müslümanların bölgedeki başarıları üzerine Herakleios, Hristiyan Araplar›ın ve Ermenilerin de katıldığı bir orduyu Suriye’ye gönderdi. Bu gelişme karşısında Halid b. Velid, Humus ve Dımaşk’taki kuvvetleri çağırdı ve askerleriyle Yermük vadisine geldi. Yapılan meydan savaşında Bizans ordusu ağır bir yenilgiye uğradı (636). Yermük zaferiyle Bizans’ın bölgedeki direnci tamamen kırıldı. Çok geçmeden Antakya›ya kadar bütün Suriye İslam hakimiyetine girdi. Bizans’ın içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal çöküntü ile Hristiyanlıktaki mezhep mücadelelerinin yanı sıra bölge halkının büyük kısmının Arap olması ve özellikle Müslümanların adil uygulama ve davranışları Suriye’nin fethini kolaylaştırdı. Bu sebeple Suriye şehirlerinin çoğu barış yoluyla ele geçirildi. Hz. Ömer tarafından Dımaşk valiliğine getirilen Muaviye b. Ebu Süfyan Suriye genel valisi oldu (645). Muaviye’nin Suriye valiliği Suriye tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Muaviye b. Ebu Süfyan güç ve itibarını gittikçe arttırdı; kendisine çok bağlı disiplinli bir ordu kurmanın yanında başarılı yönetimiyle bölge halkı-

nın gönlünü kazandı. 661 yılında Emevi Devleti’nin kurulması ve Dımaşk’ın başşehir yapılması, Suriye’nin önemini daha da arttırdı. Emeviler döneminde Suriye’nin imarına önem verildi. Emevi halifeleri Dımaşk, Halep gibi şehirlerde pek çok cami, saray ve kasır inşa ettirdiler. İslam sanatının temelini teşkil eden ve sanat tarihi açısından büyük önem taşıyan bu eserlerden bazıları günümüze ulaşmıştır. Son Emevi halifesi Il. Mervan’ın Büyük Zap Suyu Savaşı’nda Abbasi ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğramasının ardından Dımaşk ve diğer Suriye şehirleri kısa süre içinde Abbasiler’e itaat etti. Abbasiler’in yönetim merkezi olarak lrak’ı seçmeleriyle birlikte Suriye devlet merkezi olmaktan çıkıp Abbasiler’e bağlı bir eyalet konumuna düştü. Suriye’nin kuzeyinde Bizans sınırındaki şehirler önemini korumakla birlikte; Dımaşk, Humus ve Halep gibi şehirler eski önemini yitirdi. Ticaretin Irak ve İran şehirlerine kayması bölgenin ekonomik yapısını zayıflattı. X. yüzyıl sonlarında Suriye’nin kuzeyi Bizans saldırılarına ve uzun süreli işgallere maruz kaldı. Aynı devirde Güney Suriye, Filistin sahil şehirlerini eline geçiren Fatımiler’in en önemli hedefi oldu. Mısır’ı ele geçiren Fatımiler’in Suriye’yi alma yönündeki ilk teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlansa da, Irak Sultanının 983’te ölümünün ardından Suriye’de kendilerini daha güçlü hisseden Fatımiler, Suriye’de hakimiyeti tam anlamıyla ele geçirdiler. Fatımiler’in Güney Suriye’deki hakimiyetleri, Selçuklu Emiri Atsız’ın 1075’te Suriye’yi ele geçirip Abbasiler adına hutbe okutmasıyla son buldu. Dımaşk’ ı kuşatan Fatımiler, yardım için gönderilen Melikşah›ın kardeşi Tutuş’un yaklaştığını öğrenince kuşatmayı kaldırarak geri çekildiler. Tutuş’un şehre girmesinin ardından Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti kuruldu (1079). Daha

sonra dikkatini Kuzey Suriye’ye yönelten Tutuş, Halep’i de Selçuklu topraklarına kattı. Aynı yılın sonunda Halep’e gelen Sultan Melikşah, Halep valiliğini Aksungur’a verdi. Bu dönemde Suriye’nin güneyi ve sahil şehirleri Tutuş’un, kuzeyi ise Aksungur’un elindeydi. Suriye’de Selçuklu yönetimi başlarken Batı Avrupa ve özellikle İtalya’da ticaret yeniden canlanmakta, bilhassa Akdeniz’in doğu kıyısındaki şehirleri etkilemekteydi. Selçuklular’ın bölgede siyasi istikrarı sağlamaları ticaretin gelişmesine katkıda bulundu. Ağabeyi Melikşah’ın ölümüne kadar melik unvanıyla yetinen Tutuş onun vefat haberini alınca taht mücadelesine kalkışarak Rahbe, Musul, Halep, Nusaybin, Antakya, Urfa, Harran ve Hakka ‘yı ele geçirip adına hutbe okuttu. Selçuklu tahtı için Bereyaruk’la yaptığı mücadeleyi kaybeden Tutuş’un ölümünün ardından oğlu Rıdvan Halep’e hâkim olmayı başardı. Küçük kardeşi Dukak ise Dımaşk’ı ele geçirdi. Böylece Suriye Selçukluları ikiye bölünmüş oldu. Rıdvan 507’de ölümüne kadar Kuzey Suriye hakimiyetini sürdürdü. 1099 Haçlı Seferi esnasında Antakya’yı işgal eden Haçlılar Suriye’yi yağmaladıktan sonra Lübnan’a girdiler. Haçlılar’ın eline geçen Lazkiye 1108’de Antakya Prinkepsliği’ne bağlandı. Haçlılar, Suriye’nin sadece sahil kesiminde hakimiyet kurabildiler. Bu arada Halep ve çevresini ele geçiren Musul Atabegi İmadüddin Zengi, bir yandan Haçlılar’a karşı cihad ilan ederken Suriye’nin güneyini de hakimiyeti altına almaya çalıştı ve 1130’da Hama’yı, ardından Humus’u topraklarına kattı. İmadüddin Zengi’nin 1146’da ölümünden sonra hakimiyet oğlu Nureddin Mahmud Zengi’nin eline geçti. II. Haçlı Seferi’nin ardından Suriye’deki etkinliği daha da artan Nureddin Zengi, 1154’te Dımaşk’ ı ele geçirerek Suriye’nin büyük oranda tek elde toplanmasını sağladı. Suriye şehirlerinin imarına önemli katkıda bulunduğu gibi Sünni ulemasını destekledi. Nu-

GÖÇ HAREKETLERİ 117


reddin Zengi’nin 1174’te ölümüyle başlayan taht mücadelesi, Mısır ve Suriye’yi birleştirmek isteyen Selahaddin-i Eyyubi’ye Suriye’yi ele geçirme fırsatı verdi. Dımaşk’taki emirlerin daveti üzerine Ekim 1174’te Mısır’dan Suriye’ye hareket eden Selahaddin; Dımaşk, Ba’lebek, Humus, Hama gibi önemli merkezleri kolaylıkla ele geçirdi. 1183’te Halep’i de alan Selahaddin, Hittin Savaşı’nda Haçlılar’ı büyük bir yenilgiye uğratıp 1187’de Kudüs’ü fethetti ve Haçlılar’ ın elindeki kalelerin büyük kısmını geri aldı. 1193’te Selahaddin’in ölümüyle Eyyubi Devleti, Mısır ve Suriye’de birkaç kola ayrıldı. Suriye’de Selahaddin’in oğulları arasındaki hakimiyet mücadelesine müdahale eden kardeşi el-Melikü’l-Adil büyük sultan olarak tanınmayı başardı. Onun döneminde Haçlılar’la çatışmadan uzak durulması Suriye’de ticaretin gelişmesini sağladı. Ancak Haçlılar zaman zaman Hama ve Humus gibi şehirlere saldırı düzenliyorlardı. el-Melikü’l-Kamil Muhammed, Haçlılarla anlaşma yoluna gitti. Onun ardından Suriye’deki Eyyubi melikleri bağımsız hareket etmeye başladılar. El-Melikü’s-Salih Necmeddin Eyyub devrinde merkezi idarenin beylikler üzerindeki otoritesi iyice zayıfladı. Halep gibi bazı beyliklerin merkezle ilişkisi kesildi. 1240-1243 yıllarında Halep, Humus ve Dımaşk daha çok Anadolu Selçukluları’na tabi kaldı. Suriye Eyyubi melikleri Mısır ‘ da 1250’de kurulan Memlük Devleti’ni tanımadılar ve meşru hakları saydıkları Mısır sultanlığını onların elinden almak için harekete geçtiler. Moğol tehlikesi ortaya çıkınca aralarındaki mücadele Abbasi Halifesinin devreye girmesiyle iki taraf arasında antlaşmayla sona erdi. Suriye’ye saldıran Moğollar, önce Halep›i, ardından Dımaşk’ ı istila ederek Suriye’nin büyük kısmına hakim oldular. Ancak Aynicalut Savaşı’nda Moğollar’ a ağır bir darbe vuran Memlükler, Suriye’nin büyük kısmını ellerine geçirdiler. Memlük Sultanı I. Baybars dönemin-

118 KONAK

de Suriye’de hem Moğollar’ a hem de Haçlılar’ a karşı başarı kazanıldığı gibi idari düzenlemelere de gidildi. Haçlılar’ ın Suriye’deki en önemli kalelerinden Hısnülekrad alındı. Antakya Haçlı Prinkepsliği ortadan kaldırıldı. Trablus Haçlı Kontluğu ve Batıniler’in elindeki pek çok kale fethedildi. Suriye’ye sığınan birçok Türkmen ve Moğol kabilesi çeşitli merkezlere yerleştirildi. El-Melikü’l-Eşref Halil, babasının hazırlamış olduğu orduyla 1281’de Akka’yı ele geçirerek, bölgede iki yüzyıl devam eden Haçlı varlığına son verdi. Haçlılar’ ın bölgeden çıkarılmasının ardından tekrar saldırmalarını önlemek amacıyla Suriye’deki pek çok kale yıkıldı. el-Melikü’n-Nasır Muhammed b. Kalavun devrinde Suriye’ye hücum eden İlhanlı Sultanı Gazan Han Humus’u ele geçirdi (1299). Ardından Dımaşk’a saldıran İlhanlı kuvvetleri şehri tahrip ettiler. Ancak çok geçmeden şehir tekrar Memlükler’in hakimiyetine geçti. 1400 yılında Suriye büyük bir tehlikeyle yüzyüze geldi. Moğol komutanı Timur önce Halep’i, ardından Dımaşk’ı işgal ve tahrip etti. İstikrar kayboldu. Suriye şehirleri ayrıca isyanlar sebebiyle tahribata maruz kaldı. Suriye’deki bu isyanlar Şeyh el-Mahmudi tarafından bastırılarak bölgede tekrar istikrar sağlandı. Memlükler döneminde Suriye yüksek rütbeli memlük emirleri tarafından yönetilen naibliklere bölünmüştü. Dımaşk, Halep ve Hama naiblikleri içerisinde en yüksek dereceli olanı Dımaşk naibi bölgedeki diğer naiblerden de sorumluydu. Ancak Memlükler veraset kuralına fazla itibar etmediğinden sultan değişiminde naibliklerde isyanlar çıkıyordu. Memlükler’in ilk döneminde Haçlılar ve Moğollar’la yapılan uzun süreli savaşlar ve halka yüklenen ağır vergiler sebebiyle Suriye şehirlerinde ekonomik durum oldukça bozulmuştu. Haçlı ve Moğol tehlikesinin bertaraf edilmesi ve siyasi istikrarın sağlanmasının ardından ticari hayat canIandı ve şehirler gelişti. Bu arada

birkaç defa kıtlık, salgın hastalıklar, kuraklık ve depremler yaşandı. 1349 yılındaki veba salgını esnasında Suriye nüfusunun oldukça azaldığı bildirilmektedir. Memlük sultanlarının son zamanlarda bazı ürünlerin ticaretini kendi tekellerine almaları ve fiyatları istedikleri gibi belirlemeleri Suriye’nin ekonomik yapısını sıkıntıya soktu. XV. yüzyılın ikinci yarısında askerler arasında çıkan karışıklıklar ve arttırılan vergiler yüzünden ekonomik hayat biraz daha bozulunca Suriye’de halk isyanları başladı. Sultan Kansu Gavri bu isyanları bastırmakta büyük zorluk çekti. Bu dönemde Memlük-Osmanlı ilişkilerinin gerginleşmesi sonucunda Suriye ayrıca iki büyük devlet arasında çatışma bölgesi haline geldi. 24 Ağustos 1516’da Halep’in kuzeyinde Mercidabık’ta Memlükler’e karşı büyük bir zafer kazanan Yavuz Sultan Selim Suriye’yi Osmanlı topraklarına kattı. Mercidabık Savaşı’nın en önemli sonuçlarından biri, Eylül 1516’da Şam merkezli Suriye bölgesinin Osmanlı hakimiyeti altına alınması oldu. Önce Halep’e, ardından Şam’a giren Yavuz Sultan Selim, Suriye’de Memlük dönemindeki idari yapıyı değiştirmedi. Mısır seferinden dönüşünde yeniden Şam ‘a gelen Yavuz Sultan Selim, Muhyiddin ibnü’I-Arabi Camii ve Türbesi’nin yapımını tamamlattığı gibi Mısır’da direniş devam ederken itaat arzeden Canbirdi Gazali’yi 15 Şubat 1518’de Şam beylerbeyliğine tayin etti. Yavuz Sultan Selim hac kervanının yola çıkmasından sonra Şam›dan ayrıldı. Canbirdi Gazali, iki yıllık beylerbeyiliği sırasında kabile isyanlarını bastırmak ve hac güzergahının güvenliğini sağlamakla birlikte Memlük beylerini korumaya ve eşraf yapılanmasını devam ettirmeye çalıştı. Yavuz Sultan Selim’in vefatının ardından Ekim 1520’de gönülsüzce bağlandığı Osmanlı Devleti’ne isyan etti. Özellikle kabile reislerinin ve Memlük beylerinin desteğiyle Şam’da hakimiyeti sağladı. Daha sonra Beyrut ve Trab-


lusşam gibi kıyı şeridindeki önemli şehirleri ele geçirdi ve Halep’i kuşattı. İsyan sırasında Safeviler›le irtibat kuran Canbirdi, Osmanlı kuvvetlerine karşı duramayarak Şam’a döndü. Burada adına hutbe okutup para bastırdı ve Emeviyye Camii’nde “elmelikü’l- eşref ’ unvanıyla bağımsızlığını ilan etti. Ancak ulemanın ve esnafın desteğini sağlayamadı. Şam’a ilerleyen Osmanlı ordusu 1521 Ocak ayının son günlerinde isyanı bastırdı. Yavuz Sultan Selim’in fetihlerinden sonra Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz bölgeleri Arap vilayeti adıyla teşkilatlandırıldı. Memlük döneminde olduğu gibi Şam beylerbeyi Halep’i de içine alan geniş bir bölgeden sorumluydu. Osmanlı Devleti, XVI. yüzyıl boyunca Suriye’yi Osmanlı idari düzenine uygun bir yapıya kavuşturmaya çalıştı. Mülki ve askerî açıdan merkeze bağlı hale getirdikten sonra dini ve adli teşkilatında da Hanefi mezhebi merkezli kendi idari anlayışını yerleştirdi. Halep de Osmanlı idaresinde büyük bir gelişme gösterdi. Trablusşam yeniden ticari faaliyetin yoğunlaştığı bir liman şehrine dönüştü. Suriye’de Osmanlı yönetiminin bu dönemde iki temel amacı vardı. Birincisi iç güvenliği sağlayarak iktisadi ve ticari hayatın normal seyrinde sürmesini sağlamak, ikincisi bölgenin dini ve ticari hayatı açısından çok önemli olan hac kervanının düzenli biçimde Haremeyn’e gidiş ve dönüşünü temin etmekti.

1775’te Cezzar Ahmed Paşa, vezirlik rütbesiyle Sayda valiliğine tayin edildi. Giderek gücünü arttıran Cezzar Ahmed Paşa 1780’de Şam valisi oldu ancak bölgeyi Akka’dan yönetmeye devam etti. Suriye, Mart 1799’da maruz kaldığı Fransız işgali tehlikesini Cezzar Ahmed Paşa’nın başarılı savunmasıyla atlattı ve Fransızlar, Akka kuşatmasını mayısta sona erdirmek zorunda kaldılar. Ahmed Paşa’nın başarısı bölgedeki gücünü daha da arttırınca Osmanlı hükümetinde tereddütler hasıl oldu fakat bölgedeki gücü ve Vehhabi tehlikesi dikkate alınarak emirülhaclık ve valilik görevlerine dokunulmadı. 1804’te vefat ettiğinde bölgenin en önemli meselesi Hicaz, Suriye ve Irak yönünde yayılmaya çalışan Vehhabilik idi. Vehhabi baskısı 1805’ten bu yana Mısır’ın güçlü yeni valisi Mehmed Ali Paşa’nın 1811 ‘de başlattığı askeri harekatla bertaraf edilebildi. Mehmed Ali Paşa, Vehhabiler’e karşı verdiği mücadele ile Suriye’yi bir tehditten korurken aynı zamanda buradaki gelişmeleri yönlendirmeye başladı. 1821 ‘de Akka Valisi Abdullah Paşa’nın Osmanlı hükümetine karşı isyanının sona erdirilmesinde etkin rol oynadı. Lübnan’da Emir Beşir’i destekleyerek bölgedeki nüfuzunu arttırdı. 1831 ‘de askerlikten kaçan Mısır köylülerine sahip çıkan Akka Valisi Abdullah Paşa ile olan anlaşmazlığı bahane ederek bir yıl içerisinde bütün Suriye’yi eline geçirdi. Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa, serasker unvanıyla kendisine bağlanan Suri-

ye bölgesindeki eyaletleri ilga ederek tek bir idari birime dönüştürdü. Şam merkezli bu birimin başına Mısır’dan Şerif Paşa’yı hükümdar unvanıyla sivil yönetici olarak tayin etti. Sancak seviyesinde veya daha küçük şehirlerin başında Mısırlı bir müdür yahut yerli bir mütesellim bulunduruldu ve bütün şehirlerde bir meclis-i şura oluşturuldu. Bu şekilde teşkil edilen sivil idari yapıya rağmen Suriye’deki Mısır yönetimi esas itibariyle bir askeri yönetimdi ve İbrahim Paşa’nın sıkı denetimindeydi. Böylece bir bakıma bugünkü Suriye kavramını coğrafi temelde meydana getiren ilk adım atılmış oldu. Suriye’yi tekrar kendi yönetimine almak isteyen Osmanlı, Nizip’te Haziran 1839’da bozguna uğratıldı. Bu durum, bölgede dengelerin yeniden tesis edilmesi ve belirsizliğin önlenmesi amacıyla gerçekleşen Avrupa devletlerinin müdahalesine yol açtı. Şubat 1841 itibariyle Suriye ve Filistin tekrar Osmanlı yönetimine girdi. Suriye, İstanbul’da kararlaştırılan reformların kısa sürede uygulandığı Arap vilayetlerinin başında gelmekteydi. Buna göre 1864 Vilayet Nizamnamesi bir yıl içerisinde tatbik edilerek Trablusşam, Sayda ve Şam vilayetleri Suriye vilayeti adı altında birleştirildi. Böylece tarihte ilk defa Şam merkezli vilayetin resmi adı Suriye olarak belirlendi. Suriye, 1890’larda II. Abdülhamid yönetimine karşı muhalefetin önemli GÖÇ HAREKETLERİ 119


ve silahla donatılan ve çoğunluğu bedevilerden oluşan birliklerle Haziran 1916’da Şerif Hüseyin isyanı başladı. Osmanlı ordusu 1917 sonunda Kudüs’ten ve 1918 Eylül sonunda Şam’dan çekildi. 1918 sonunda Osmanlı Devleti’nin Mondros Antlaşması ‘ nı imzalamasıyla Suriye’deki Osmanlı yönetimi resmen sona erdi. Biladü’ş Şam’ın SosyoEkonomik, Kültürel ve Etnik Yapısı Bölge fetholunduğunda, siyasi amaçlar için bazı düzenlemeler yapılmıştı. Muaviye’nin Bizans parasından çevirme, yeniden bastırdığı ilk paranın üstünde eli kılıçlı asker bulunuyordu. Daha sonra yavaş yavaş paraya dini ögelerin girmesi Abdullah Bin Zübeyr döneminde olmuştur. Bu dönemde paranın üzerine Muhammed Rasulullah gibi yazılar yazılmıştı. Abdülmelik’ten önce paraların Bizans kaynaklı olarak değiştirilerek yeniden piyasaya sunulduğu düşünülürse ilk islam parasının basılması Abdülmelik tarafından olmuştur. Böylece dışa bağımlılık sarmalının kırılması amaçlanmıştır.

merkezlerinden biri oldu. Buradaki muhalefet mensupları sivil ve askeri görevlilerle Arap kültürünü canlandırmaya çalışan yeni tip ulema, yani Selefiler olarak adlandırılan Tahir el-Cezairi, Cemaleddin el-Kasımi ve Abdülhamid ez-Zehravi gibi isimlerdi. Muhalif Araplar, Jön Türkler’le irtibat kuruyorlar ve meşrutiyet yönetimi içerisinde Araplar’ın ilerlemesinin sağlanacağı ve güçlü Arap kültür mirasının canlandırılacağı ümidini taşıyorlardı. Ayrıca Kadiri tarikatı mensuplarıyla mahalli eşraf da Meşrutiyetçiler’e destek vermekteydi. Suriye’de mülkiye, askeriye ve sivil kesimden Meşrutiyet 120 KONAK

taraftarlığı ve Jön Türk hareketiyle bağlantısı tespit edilebilenler 1897’ de çeşitli şekillerde cezalandırıldı. İngiliz ve Fransızlar arasında Sykes-Picot Antlaşması (1916) diye bilinen antlaşmayla bugünkü Suriye’nin tamamı Fransa’ya terkediliyordu. Bu sırada İngiltere’nin Mısır komiseri Henry ile Mekke Emiri Şerif Hüseyin arasında Osmanlı idaresine karşı ayaklanma düzenlenmesi müzakereleri devam ediyordu. Müzakereler sonunda isyan karşılığında Şerif Hüseyin’e Suriye’yi de içeren büyük bir Arap krallığı vaad edilmişti. İngilizler’in sağladığı para

Altından yapılan paralara “dinar”, gümüşlere “dirhem”, bakırdan yapılana ise “fels” denilirdi. Bu dönemde halk daha çok değeri düşük olan felsi kullanırdı. Paradaki değişimler, coğrafyanın başta ekonomik olmak üzere sosyo-kültürel yapısını önemli derecede etkilemiştir. Selçuklu Döneminde bölgeye hakim olan Abbasiler zayıflamış ve Mısır’dan gelen Şii Fatimiler’in etkisiyle bölgedeki otoritesi zayıflamıştı. Tuğrul Bey’in bu coğrafyaya sahip olması, Bizans ve Fatimiler gibi etkenlerden dolayı zor görünse de; Abbasi hailfesinden aldığı destekle bölgeye hakim olabildi. Tuğrul Bey, samimi devlet anlayışı ve sünni bir devlet kurması amacı sayesinde halkın kısa sürede sevgi ve desteğini de kazandı. Alparslan döneminde kurulan Nizamiyye Medreselerinin en önemli özelliği Şii doktrinine karşı ilmi ve fıkhi


mücadeleyi akla ve bilime dayalı bir şekilde yapmalarıydı. Melikşah Dönemine gelindiğinde bölgeye Azerbaycan ve Karabağ’dan gelen Türkmenlerin yerleştirilmesi coğrafyanın etnik ve kültürel yapısını önemli derecede etkilemişti. Türk nüfusunun bölgedeki demografik ve kültürel varlığı uzun süre devam etmiştir. Memlükler Dönemine geldiğimizde bölge tam bir kültür şehri olmuştur. İbadet ve tedris gibi her iki işlevi de yerine getiren camilerin hem sayısı hem de kapasiteleri arttırılmıştır. Çünkü camiler bu zamanda ibadetlerin dışında öğrenci kabul eder ve ilmi konular üzerine önemli şahsiyetler yetiştirirdi. Bazı medreseler cami olarak kullanılırdı ve birleşik cami-medrese olarak hizmet verirlerdi. Memlükler’in son dönemlerine doğru Dımaşk’taki Sabuniyye ve Sıba’yyi gibi pek çok yeni müessesenin dini ve eğitime dair çeşitli işlevleri aynı anda yerine getirmek amacıyla kurulduğu gözlenmiştir. Bu nedenle pek çok kaynakta medrese, cami, türbe, zaviye, hankah, ribat gibi kurumların ayrımı zordur. Şam ayrıca önemli bir eğitim merkeziydi. Emevi Camii’nde ilim öğrenmek isteyen ulema farklı coğrafyalardan gelerek Şam’da toplanırdı. İlmi açıdan en parlak çağlarından birini yaşayan bölgede aynı zamanda birçok gayrimüslim tarafından da eserler verilmiştir. Tarihçilerin isimleri çokça geçmektedir. Özellikle Hristiyanların ön planda olduğu tarih yazıcılarından İbnü’s Sukai’nin Memlükler’in divan işlerinde olması hasebiyle devlet içindeki yolsuzluklardan ve ihmallerden bahseden ilk tarihçi olması dikkat çeker. Ayrıca bir Hristiyan tarafından kaleme alınan “vefeyat” türündeki tek örnektir. Özellikle Hristiyan tarihçilerin bu denli başarılı olmasını toplumu içten benimsemeleri ve kimsenin değinmek istemediği konulara değinmelerine bağlayabiliriz. Öyle benimsemişlerdir ki İbnü’s Sukai ve Mufaddal Ebu’l

Yahudi ve Hristiyanlar da kent yaşamının bir parçası olarak kendilerini kabul etmişlerdi. Kadıya başvurabiliyor, kendi cemaatinden kişileri hatta Müslümanları şikâyet edebiliyorlardı. Loncalara üye olabiliyorlardı. Fedail eserlerine besmele ile başlayıp hamd ile bitirmişlerdir. Osmanlı Dönemi incelendiğinde tipik bir Arap şehri kimliği taşıyan Şam, başkentten idare edilmekteydi. Şehirde genel halk Arapça konuşurdu. Hac güzergahı üzerinde olması bölgeye büyük bir ekonomik güç kazandırmıştı. Çünkü Hicaz hattının başlangıç noktası konumundaydı ve hacıların konaklaması, beslenmesi ve ihtiyaçları için batısındaki Sinaniyye bölgesinde pazarlar kurulurdu. Güzergah üzerinde yolculuk esnasında da ihtiyaç karşılamaya yönelik vakıflar kurulmuştu. Şam valilerinin en önemli görevleri hacıların ihtiyaç ve güvenliğini sağlamaktı. Özellikle 18.yy’da hacılar sık sık bedevi saldırılarına uğramaktaydı. Barada Nehri’nin suladığı vadilerde çok sayıda köylü yaşamını tarımdan sağlardı. Merkezde ise daha çok tüccarlar ve zanaatkarlar iş yapmaktaydı. Dokumacılık çok önemliydi öyle ki tabakhanelerde işlenen deriler Fransa, İngiltere, İtalya ve Mısır’a ihraç edilmekteydi. Hemen her mahallenin büyüklüğüne göre “suveyka” denilen bir çarşıları vardı. Şam’da halk etnik açıdan homojen bir Müslüman nüfus sergilemediği gibi, gayrimüslim nüfusta kendi içinde çeşitlilik arz etmekteydi. Yahudi ve Hristiyanlar da kent yaşamının bir parçası olarak kendilerini kabul etmişlerdi. Kadıya başvurabiliyor, kendi cemaatinden kişileri hatta Müslümanları şikâyet edebiliyorlardı. Loncalara üye olabiliyorlardı. Ayrıca ekonomik hayatta gay-

rimüslimler kendi mahallerinin dışında dükkân sahibi olabiliyorlardı. Kentin iki km kuzeybatısında 12. yy. ortalarında haçlıların elinde olan Filistin’den gelen Hanbeliler’in kurduğu Salihiyye yerleşim alanı vardı. Şam’da Türk, Kürt, Türkmen, Kuzey Afrikalı ve İranlıları içine alan Müslüman göçmen azınlıklarına sahipti. Bu durum Şam’ın büyük bir İslam merkezi olduğunun da kanıtı olarak gösterilmektedir. Yeniçerilerin Şam’ın sosyo-kültürel ve ekonomik yapısında önemli yeri vardır. Özellikle artan nüfus ile birlikte yeniçeri alımlarının yükselmesi fakat aldıkları paranın düşmesine bağlı olarak parayı değerlendirme yoluna gitmişlerdir. 16. yüzyıl sonlarına doğru ticaretle ilgilenmeye başlamışlardır. Bu durum öyle bir boyut almıştır ki; bahçeleri, hanları, hamamları olan yeniçeriler bile gözlenmiştir. Yeniçeri ocaklarının kaldırılmasıyla bu durumda ortadan kalkmıştır. En zengin zamanlarını Osmanlı döneminde gören halkın refahı, Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemi ile son bulmuştur. Bu dönemde hırsızlık, kundaklama ve yağmalama gibi olaylarda görülmüştür. İsyanlarla yaşanan iç güvenlik problemleri ortaya çıkmıştır. Hayat giderek pahalanmış ve halk giderek fakirleşmiştir. Biladü’ş Şam Alimleri 1. Nureddin Mahmud Zengi 11 Şubat 1118 Halep’te doğdu. Musul atabeyi İmameddin Zengi’nin oğludur. GÖÇ HAREKETLERİ 121


Yazısının güzel olması, çok okuması, hadis ezberleyip rivayet etmesi ve fıkıh bilgisiyle ilgili rivayetler onun iyi bir eğitim aldığını gösterir. Gençlik döneminde askerî bakımdan eğitim aldığı ve babası İmâdüddin Zengî’nin yanında zaman zaman savaşlara katıldığı bilinmektedir. Nûreddin Mahmud, adaleti ve dindarlığından dolayı “el-Melikü’l-âdil” lakabıyla anıldığı gibi Haçlılar’la yapılan savaşlarda şehid olmayı çok arzu ettiğinden “Şehîd” lakabıyla da anılmıştır. Hanefî fıkhını iyi bildiği, ancak kendisinde mezhep taassubu bulunmadığı, hadisle de meşgul olduğu, geceleri zikir yaptığı, zikre kalkmak isteyenleri uyandırmak amacıyla Dımaşk Kalesi’nde belli saatlerde davul çaldırdığı kaydedilmektedir. Siyaset açısından büyük başarılar elde ederken bir yandan da devleti ayakta tutan kurumlar tesis etmiştir. Depremler dolayısıyla büyük yıkımlara sahne olan Dımaşk, Humus, Hama, Halep, Şeyzer ve Ba‘lebek gibi şehirlerin kale ve burçlarını yeniden yaptırmış veya tamir ettirmiştir. Yine yangın ve depremler yüzünden yıkılan Halep Ulucamii’ni yeniden inşa ettirmiş, Urfa Ulucamii’ni hükümdarlığının ilk yıllarında yaptırmıştır. Dımaşk’ta kendi adını taşıyan cami halen ayaktadır. Nûreddin’in en büyük ve en güzel eseri 1172 yılında tamamlanan Musul Ulucamii’dir. Ayrıca çok sayıda han, ribât, hankah ve sebil inşa ettirmiştir. Dımaşk’ta yaptırdığı Dârülhadis Medresesi (Nûriyye Dârülhadisi) Osmanlılar’a kadar uzanan güzel bir örnek oluşturur. Onun en değerli eserlerinden biri de günümüzde Dımaşk’ta müze olarak kullanılan bîmâristandır. Ayrıca yetimleri devletin koruması altına alıp onlar için okullar yaptırmış, dul kadınları ve düşkün kimseleri korumuş, toplumun hemen her kesimine hayat güvencesi sağlamıştır. Nûreddin Mahmud Haçlı devletlerini bütünüyle ortadan kaldıramamışsa da Kudüs’ün kurtarılmasına zemin hazırlamıştır. Kudüs’ün fethedileceğine inandığın122 KONAK

dan Mescid-i Aksâ’ya konulmak üzere Halep’te sanat değeri çok yüksek bir ağaç minber yaptırmıştır. Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Kudüs’ü fethettiğinde Mescid-i Aksâ’ya koydurduğu bu minber 1969’da bir yahudi tarafından çıkarılan yangında yanmıştır.

lamıyla hâkim olan Selahaddin orduyu yeniden teşkilatlandırdı. Sünni medreseler ve yeni kurumlar açtı. Fatımi bürokrasisini kademeli olarak tasfiye etti. Nihayet Nureddin Zengi’den gelen emir üzerine 1171 Fatımi hilafetine son verdi.

15 Mayıs 1174 tarihinde Nûreddin Zengi, Mısır’a gitmek üzere hazırlık yaptığı sırada Dımaşk Kalesi’nde vefat etmiştir.

Selahaddin geniş bir alanı kapsayan bir siyasi birlik kuran büyük bir devlet adamıdır. Bu siyasi birlik Eyyubiler’in ardından Memlükler’le devam etmiş, 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Kahire’yi ele geçirmesiyle son bulmuştur. Türkler, Selahaddin devrinde Mısır, Libya, Kuzey Sudan, Hicaz, Yemen gibi yerlere hakim olmuş; bu hakimiyet asırlarca devam etmiştir. Selahaddin kuvvetli bir ordu, iyi çalışan bir devlet teşkilatı kurmuştur. Fatımi hilafetini yıkarak bölgedeki ideolojik parçalanmaya son vermiştir. Onun ikinci büyük başarısı Kudüs’ü ve Haçlılar’ın elinde olan birçok yeri kurtarmasıdır. Kudüs’ü geri alması İslâm dünyasının en ünlü kahramanları arasında yer almasını sağlamıştır. İmar faaliyetleriyle yakından ilgilenen Selahaddin’in devrinde Filistin, Mısır, Hicaz ve Yemen’de çok sayıda medrese, zaviye, cami, köprü, kale, hamam inşa edilmiştir. Bu dönemde İslam dünyasının her tarafından Eyyubiler ülkesine akın eden alimler ve talebeler çok sayıda ilmi eser kaleme almıştır. Dünya tarihinde haklı bir şöhret kazanan ve örnek bir sultan olarak gösterilen Selahaddin-i Eyyubi, Türk-İslam tarihinin en tanınmış kahramanlarından biridir. Mehmed Akif Ersoy onu ‘Şark’ın en sevgili sultanı’ diye nitelemiştir. Selahaddin kaynakların belirttiğine göre dindar, merhametli, cömert, güler yüzlü, vakur, sağlam iradeli, mert ve heybetli bir kişiydi. Her konuda Nureddin Mahmud Zengi’nin takipçisi, onun başlattığı eserlerin tamamlayıcısı olmuş, yeni bir devlet kurduğunu bile iddia etmemiştir. Müslümanlar onun şahsında ideal bir sultan, Haçlılar gerçek bir İslâm kahramanı görmüştür.

2. Selahaddin Eyyubi Haçlılar’a karşı mücadelesiyle tanınan İslâm kahramanı, Eyyûbîler hânedanının kurucusu ve ilk hükümdarıdır. Tikrıt’te 1138 yılında doğdu. Babası Necmeddin Eyyub bu sırada Selçuklular’ın Tikrıt valisiydi. Musul emiri Atabegi İmadüddin Zengi ile dostluk kurmuş olan Eyyub, onun isteği üzerine Selahaddin’in doğduğu yıl aşiretiyle birlikte Tikrıt’ten ayrılarak Musul’a gitti ve Zengı’nin hizmetine girdi. Zengî 1139 Ba‘lebek’i fethedince Eyyûb’u bu önemli sınır şehrine vali tayin etti. İmadüddin Zengi ölünce oğlu Nureddin Mahmud, Halep ve civarının hükümdarı oldu. Necmeddin Eyyub de bu dönemde Dımaşk Atabegliği’ne bağlandı. Necmeddin Eyyüb, Nureddin’in Haçlılar’la mücadelesinde ve onun Dımaşk’ı ele geçirmesinde önemli rol oynadı. Böyle bir ortam içinde şehzade gibi yetişen ve iyi bir eğitim gören Selahaddin genç yaşlarında Haçlılar’a karşı yapılan seferlere katıldı. Nureddin Zengi’nin Mısır’daki ordusunun kumandanı olan Selahaddin aynı zamanda Fatımi halifesinin veziri olarak iki önemli görevi üstlendi. Selahaddin, daha sonra Nureddin Mahmud Zengi’ye danışarak onun naibi sıfatıyla Mısır’ı yönetmeye başladı. Selahaddin Mısır’a hakim olunca kendisine ve Türkler’e karşı direnen Fatımi çevreleriyle, onları destekleyen Haçlılar ve Bizanslılar’la mücadeleye girişti. Haçlılar ve Bizanslılar Mısır’ı kuşattılarsa da Selahaddin karşısında başarı elde edemediler. Mısır’a tam an-


Tarihçilerin anlattığına göre Selahaddin zamanını ya ilim ya cihad veya devlet işleriyle geçirirdi. Kur’an’ı ezberlemiş ve iyi bir eğitim görmüştü. Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe biliyordu. Çok cömert olduğu, öldüğünde özel hazinesinden sadece 1 Mısır dinarıyla 36 Nasıri dirhemi çıktığı kaydedilir. Selahaddin, Haçlılar’la antlaşma yaptıktan kısa bir süre sonra 4 Mart 1193 Dımaşk’ta vefat etmiştir. Biladü’ş Şam Mimarisi Şam Bütün Ortaçağ şehirlerinde olduğu gibi etrafı surlarla çevrilen ve yöneticilerin oturduğu bir iç kalesi bulunan Dımaşk, (Şam) islam döneminde külliye(imaret), cami, medrese, şifahane(bimaristan), zaviye, sebil, çeşme, hamam, han ve konutlarla donatılmıştır. Emeviyye Camii ve çevresindeki birkaç yapı haricinde günümüze ulaşan yapılar genel olarak Türk dönemlerinden kalmadır. A. Emevi Devleti (661-750) İslam mimarisinin ilk anıtsal örneği Halife I.Velid’in yaptırdığı Emeviyye Camii’dir(Şam Ulu Camii). İslam mimarisinin bugüne kadar ayakta kalabilen muhteşem bir örneğidir. Ayrıca Emevilerin Şam’da ayakta kalan tek eseridir. M.Ö. 1. yüzyıla ait bir Roma mabediyle onun harabeleri yanında bulunan Aziz Yohannes(Hz. Yahya) Kilisesi’nin yerine inşa edilmiştir. Mabedin çevresi sütunlu, yüksek duvarlı büyük salonu Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın gözetiminde camiye çevrilmiş, daha sonra burası ihtiyacı karşılamayınca Emevi Halifesi Velid b. Abdulmelik tarafından bugünkü büyük caminin inşası başlamıştır. İnşaatta halifenin isteği üzerine Bizans İmparatorunun İstanbul’dan gönderdiği ustalar çalışmıştır. Caminin yapımında Roma mabedin duvarları ve burçlarından faydalanılmış, kulelerinden ise minareler yapılmıştır. Yapımını takip eden asırlar içinde birçok yangına ve tahribata uğramış, çeşitli onarım ve değişiklikler

Selçuklu devrinde Şam; savunmasından su tesislerine, eğitim öğretimden şifahanelere kadar her türlü ihtiyacın karşılandığı bir belde olarak bilinir. Kale genişletilip, surların yıkılan yerleri onarılmış, şehre yeni kapılar açılmıştır. geçirmiş fakat buna rağmen mimari özelliklerini korumuştur. Ayrıca Emeviyye Camii enine genişleyen yapısıyla Anadolu dahil birçok İslam kenti camisine örnek olmuştur. Caminin bir özelliği de İslam alemindeki ilk umumi tuvaletlerin burada yapılmış olmasıdır. Camiyi ilk kez genişleten Velid b. Abdulmelik kiliseyi Hristiyanları razı ederek almış, rivayete göre karşılığında dört kilise vermiştir. Caminin bakım ve onarımını yapmak, yürütülecek dini hizmetlerle eğitim ve öğretim faaliyetlerinin masraflarını karşılamak için I.Velid döneminden başlayarak çeşitli vakıflar tahsis etmiştir. Yavuz Sultan Selim, birçok çarşı, han, dükkânı vakfetmiş olup hala Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde bulunmaktadır. Caminin içinde Hz. Yahya’nın türbesi bulunmaktadır. Rivayete göre, inşaat sırasında küçük bir dehlizde Hz. Yahya’ya ait olduğu yazılı bir baş bulunarak yerinde muhafaza edilmiş ve sonradan üstüne türbe yapılmıştır. Ayrıca Hz. Osman’ın Suriye’ye gönderdiği mushaf da bu camide bulunmaktadır. Muaviye de Hz. Ali’ye muhalefetini bu caminin minberinden ilan etmiştir. B. Selçuklu Dönemi (1076-1174) Selçuklu devrinde Şam; savunmasından su tesislerine, eğitim öğretimden şifahanelere kadar her türlü ihtiyacın karşılandığı bir belde olarak bilinir. Kale genişletilip, surların yıkılan

yerleri onarılmış, şehre yeni kapılar açılmıştır. Medrese ağırlıklı şehir mimarisi cami, türbe, sebil ve çeşmelerle zenginleştirilmiştir. Bu dönemde yapılmış Eminiyye Medresesi ve Mücahidiye Medresesinin sadece birer kapısı günümüze ulaşabilmiştir. Nureddin Mahmut Zengi’nin 1154’te kurduğu şifahane özgün biçimiyle günümüze gelebilen en eski Selçuklu şifahanesidir. Nureddin Zengi de buraya defnedilmiştir. Yine Nureddin Zengi’nin eseri olan Nuriyye Medresesi günümüzde çocuk yurdu olarak kullanılmaktadır. Hamam olarak da yine Nureddin Zengi Hamamı son yıllarda yenilenmiştir. Selçuklu devri Şam mimarisinde avlulu-eyvanlı cami ve medrese şemaları ile yapılarda görülen iki renkli taş işçiliği Zengi üslubu diye anılmıştır. Eyyubi Dönemi (1174-1260) Eyyubiler Selçıkluların kültürünü devam ettirmişlerdir. Haçlılarla savaş halinde olmalarına rağmen Şam’daki imar faaliyetlerini kesintiye uğratmamışlardır. Eyyubi mimarisinde ağırlıklı olarak mescid-türbe gibi küçük ölçekli yapılar görülür. Kameriye Bimaristanı, Emir Seyfeddin Yusuf el-Kaymeri’nin eseridir. Yapı günümüzde hastane olarak kullanılmaktadır. Selahattin Eyyubi’nin kız kardeşi Rabia Hatun’un eseri olan Sahibiyye Medresesi, Selçuklu medreseleri tarzında yapılmıştır. Ayrıca bu dönemde Şam’da Şamiyye, Tabetiyye, Ferruhşah, Ömeriyye, Mardiniyye…gibi birçok medrese yapılmıştır. GÖÇ HAREKETLERİ 123


Günümüze ulaşanların çoğu konut veya iş yeri olarak kullanılmaktadır. Eyyubi dönemi türbeleri plan, mimari ve süsleme bakımından Selçuklu türbelerinin devamı niteliğindedir. Selahattin Eyyubi’nin Emeviyye Camii yanındaki türbesi de bu mimariye örnektir. Babüssagır Mezarlığı’ndaki Bilal-i Habeşi Türbesi de 1228 yılında Eyyubi döneminde yapılmış, Osmanlı devrinde bazı kısımları yenilenmiştir. C. Memlük Dönemi (1260-1516) Mimari Memlüklüler’de yeni bir boyut kazanmıştır. Dış cephelerde çok renkli süslemeler, kalın kitabe kuşakları, sebil ve çeşme nişleri Memlük yapılarında görülen mimari unsurlardır. Cephelerde görülen arma ve kandil motifleri Memlük mimarisinin simgesi durumundadır. Memlük medreseleri de dönemin genel mimari anlayışını yansıtmaktadır. Girişte avlusu, avlunun ortasında havuzu veya şadırvanı bulunurdu. Vakfedenin kendisine ya da yakınına ait türbe ile mescid de medresenin unsurları arasındadır. Ayrıca öğrenci odaları da bulunmaktadır. Tengiziyye Medresesi 1338 yılında Seyfeddin Tengiz tarafından yaptırılmıştır. Emir Çakmak’ın 1421’de inşa ettirdiği Çakmak Medresesi, günümüze sağlam olarak ulaşabilen en güzel Memlük eserlerinden biridir. Memlük türbeleri de çoğunlukla cami, zaviye, medrese gibi yapılarla birlikte tasarlanmıştır. Bütün kültürlerin ortak şemasını taşıyan Memlük hamamlarının en dikkat çekici özelliği çok renkli mermertaş süslemelerine sahip oluşudur.

D. Osmanlı Dönemi (1516-1918) Şam Osmanlılar zamanında Şam-ı Şerif unvanı ile anılmış, şehrin imarı konusunda çokça yeni eser ortaya konulmuştur. Şam’da sayısal ve mimari ağırlığı olan Memlük yapıları yanında Osmanlı eserlerinin daha mütevazi ve yalın bir şekilde yapıldığı görülür. Çok renkli mermer süslemeciliği Osmanlı devrinde de sürdürülmüştür. Ancak bu etkileşime rağmen cephe yapısı, örtü sistemi, sivri külahlı minareleri, avlu düzeni ile Osmanlı camilerinin Ortadoğu üslubundan çok İstanbul çizgisini yansıttığı kolaylıkla belli olmaktadır. Selimiye(Şeyh Muhyiddin) Külliyesi, 1518’de Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı Muhyiddin İbn’ül Arabi türbesi ile cami ve zaviyeden oluşmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1553 yılında yenilenen yapıya mutfak ve salonlar eklenmişir. Süleymaniye Külliyesi bugün ‘Tekke Süleyman’ diye anılmaktadır. Kanuni eseri olup Mimar Sinan tarafından tasarlanarak 1555-1559 yılları arasında inşa edilmiştir. II. Selim zamanında 1566-1567 yıllarında medrese ve arasta(üstü örtülü önü saçaklı dükkân) eklenmiş, han da 1576’dan sonra tamamlanmıştır. İstanbul’daki Süleymaniye Külliyesi’nin inşaat defterlerinde 1559’da inşaatı biten Şam’daki camiye kurşun kaplamaların yollandığı kayıtlıdır. Şam Beylerleyi’nin İstanbul’a yolladığı 1560 tarihli mektuptan inşaattan sorumlu kişinin Şamlı Todoros adında Hristiyan bir mimar olduğu anlaşılmaktadır.

Şam Beylerleyi’nin İstanbul’a yolladığı 1560 tarihli mektuptan inşaattan sorumlu kişinin Şamlı Todoros adında Hristiyan bir mimar olduğu anlaşılmaktadır. 124 KONAK

Bu külliye yapılmadan önce yerinde Memlük döneminde Gök Meydanı denilen bir cirit sahasının yer aldığı bilinir. Külliyede Sinan döneminin diğer külliyelerinde görülmeyen, katı simetri dikkati çeker. Hazirede(külliyenin mezarlığı) Sultan Vahdettin ile sürgünde vefat eden hanedan mensupları bulunmaktadır. Medrese planı itibariyle açık avlulu ve revaklı Osmanlı medreselerinin özelliklerini sergiler. Kubbe yapıları ise Memlük dönemi kubbelerini andırır. 1568’de yaptırılan Murad Paşa Külliyesi cami, zaviye, türbe ve misafirhaneden meydana gelmektedir. Osmanlı eseri olmasına rağmen mimaride Memlük özellikleri hakimdir. Derviş Paşa Külliyesi, Şam valisi Derviş Paşa tarafından 1574’te yaptırılmıştır. Sinan Paşa Külliyesi, Vali Koca Sinan Paşa tarafından 1587’de yaptırılmıştır. Şam’daki Osmanlı camileri arasında Sinan Ağa Camii, Siyavuş Camii, Yağuşiye Camii, Assali Camii, Muradiye Camii… mimari olarak dikkat çeken yapılardır. Şam’daki Osmanlı medreselerinin sayısı az olup iddiasız ve sade yapılardır. Abdullah Paşa Medresesi 1779 yılında yaptırılmıştır. Gürcü Medresesi, Hayyatin Medresesi, Süleyman Paşa Medresesi bunlardan bazılarıdır. II. Abdulhamid tarafından inşa edilen İdadiyye- i Mülkiyye(Amber Mektebi) diğer bir önemli Osmanlı medresesidir. Bu medreselerin çoğu günümüzde hala hizmet vermektedir. Esad Paşa Hanı, Azmzade Esad Paşa tarafından 1752-1753 yıllarında yaptırılmıştır. Şam’ın en büyük ve en ünlü hanı olarak tanınmıştır. Ortasındaki dokuz kubbeli avluyu araştırmacılar ‘yakındoğunun en etkileyici mekânı’ olarak tarif ederler. İpek Hanı, Süleyman Paşa Hanı, Çuha Hanı, Zeytin Hanı, Pirinç Hanı, Silahçılar Hanı diğer önemli ticaret merkezleridir. Şam’da iklimin sıcak olması hasebiyle


mahalle aralarında sebil ve çeşmeler yaptırılmıştır. ‘Birke’ denilen sarnıç türü havuzların mimari bir özelliği yoksa da iki renkte taştan yapıları dikkat çeker.

Tren İstasyonu, II. Abdulhamid adına inşa edilmiştir. Tren istasyonu günümüzde Hicaz Demiryolu Kurumu Genel Müdürlüğü olarak kullanılmaktadır.

Osmanlı Hicaz demiryolu ağının önemli merkezlerinden biri olan Şam

Hasıl- ı kelam Şam Ortadoğu ve Afrika’daki diğer şehirlere göre eski do-

kusunu koruyabilmiş, daha bakımlı ve temiz bir şehir manzarası ortaya koymaktadır. Şehrin Osmanlı dönemi çehresi henüz silinmemiştir.

KAYNAKÇA 1. Çollak, F, Akpınar C. Tdv İslam Ansiklopedisi, Cilt:13, Sayfa:537-539, Yıl:1996. 2. Tomar, C. Tdv İslam Ansiklopedisi, Cilt:37, Sayfa:555-559.

3. Kök, B. Tdv İslam Ansiklopedisi, Cilt:33, Sayfa:259-262 Yıl:2007.

5. Özen, Ş. Tdv İslam Ansiklopedisi, Cilt:32, Sayfa:270-271 Yıl:2006.

4. Şeşen, R. Tdv İslam Ansiklopedisi, Cilt:36, Sayfa:337-340 Yıl:2009.

GÖÇ HAREKETLERİ 125


G

öç Hareketleri Araştırma Koordinatörlüğü Ekim ayı içerisinde kitlesel göç hareketlerinden “1864 Büyük Çerkes Sürgünü” okumasını gerçekleştirdi. Çalışma sürecinde Sürgünün nedenleri, sonuçları ve etkileri araştırıldı ve araştımalar 10 Kasım 2017’de Yrd. Doç. Dr. Cemile ŞAHİN ile yapılan konferansla bütünleştirildi. Göç nedir sorusuyla başlayan ve göç sonucu göçmenlerin yaşadığı sıkıntılar ile biten konferansımızda Çerkes Sürgünü’nü birçok yönden inceleme fırsatı bulundu.

Göç Konferansları

KAFKASYA’DAN ANADOLU’YA 1864 BÜYÜK ÇERKES SÜRGÜNÜ Değerlendiren Ulviye Esra Erbaş Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi

1864 Büyük Çerkes Sürgününün incelenmesi gereken geniş bir konu olduğunu belirten Sn. Şahin, bu konferansında “Göç nedir? Çerkes kimdir? Çerkes Sürgünü sebepleri nelerdir?” sorularına cevap bulmaya; çerkes sürgünü ve müridizm hareketi, Kafkas halkının Türklerle ilişkisi, Osmanlı’nın bu konuda üstlendiği rolü, zorunlu göçler sırasında yaşanan sıkıntılara özet olarak değinmeye çalıştı. 126 KONAK

Yrd. Doç. Dr. Cemile Şahin konferasına göç ve Çerkes kavramlarını tanımlayarak başladı. Stuart Hall’un göçü “tek yönlü bir yolculuk, geri dönülecek yuvanın olmaması” tarifini paylaştı. Ardından Çerkes tarihine geçiş yapılan konferansta, bazı araştırmacıların 1816-1846, 1846-1856, 1856-1864 olmak üzere üç döneme ayırdığı ve Rusların birinci dönemde Kafkasya bölgesini kontrol altına almaya çalıştığı, ikinci dönemde Kafkasya bölgesine Kazakları yerleştirdiği, üçüncü dönemde Çerkesleri topraklarından ayırma politikası izlediği şeklinde özetlendi. Bu süreç içerisinde ise Kafkas halklarının cihat anlayışı ve milli kurtuluş bilinci ile Şeyh Şamil liderliğinde Müridizm Hareketi ile cevap vermeye çalıştığı ve 30-40 yılın ardından direnişin zayıflamasının ardından Rusların zaferinin geldiği bilgisi verildi. Kafkasya halkıyla Türklerin ilişkilerine de değinen Sn. Şahin Küçük Kaynarca Antlaşması’nın da Kafkas-Osmanlı ilişkilerinde önemli rol aldığını iletti. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nde uygulanan iskân politikalarına da değinen Sn. Şahin, Çerkes Sürgünü sırasında yaşanan olumsuzlara ve bundan kaynaklı yaklaşık 1,5-2 milyon Çerkesin vefat ettiğine dikkat çekti. Bunun dışında konuşmasında dil ve kültürel farklılığın da başkaca sorunlara sebep olduğuna temas etti. 1864 Büyük Çerkes Sürgününün incelenmesi gereken geniş bir konu olduğunu belirten Sn. Şahin, bu konferansında “Göç nedir? Çerkes kimdir? Çerkes Sürgünü sebepleri nelerdir?” sorularına cevap bulmaya; çerkes sürgünü ve müridizm hareketi, Kafkas halkının Türklerle ilişkisi, Osmanlı’nın bu konuda üstlendiği rolü, zorunlu göçler sırasında yaşanan sıkıntılara özet olarak değinmeye çalıştı. Sn. Şahin, konuşmasını “bu sürgünün büyük bir toplumsal kitleyi sosyal, ekonomik, sağlık ve nice başka alanda etkileyen ve günümüzde de izlerinin görülebildiği kitlesel bir olay” olarak tanımlaması ile sonlandırdı.


Cemile Şahin; doktorasını 2011 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamlamış olup akademik hayatına Karabük Üniversitesinde Doktor öğretim üyesi olarak devam etmektedir. 2016 yılında İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırma Dergisinde, “Çerkes Göçleri ve Çerkeslerin Anadolu’da Yurt Edinme Arayışları: Sakarya - Maksudiye Köyü Örneği” adlı çalışması yayınlanmıştır.

GÖÇ HAREKETLERİ 127


G

öç Hareketleri Araştırma Koordinatörlüğü Kasım ayı içerisinde “Yahudilerin Babil Sürgünü” okumasını gerçekleştirdi. Çalışma sürecinde Sürgünün nedenleri, sonuçları ve etkileri araştırıldı ve 8 Aralık 2017’de konuya dair seminer gerçekleştirilerek çalışma tamamlandı. Seminerimize konuşmacı olarak Doç. Dr. Ali Osman Kurt davet edildi.

Göç Konferansları

YAHUDİLERİN BABİL SÜRGÜNÜ Değerlendiren Mine BAŞ Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi

Seminerinin hülasasında, günümüzdeki Yahudi kimliğinin oluşmasında 70 yıllık Babil Sürgünü’nün gerek inanç, gerek kültürel ve gerekse sosyal açıdan ciddi etkilerinin olduğu ve oluşan bu inancın saf ve gerçek ilahi din olan Yahudilik’ten çok uzakta olduğu ifadeleri paylaşıldı. 128 KONAK

Doç. Dr. Ali Osman Kurt, Yahudi tarihi başlangıcının M.Ö.1800’lere, Hz. İbrahim’in Harran’dan çıkıp Filistin topraklarına ailesiyle birlikte yerleşmesi nedeniyle, dayandırıldığını belirterek konuşmasına başladı. M.Ö.1200’lerde Hz. Musa’nın İsrail ulusunu kölelikten kurtardığı ve Yahudiler tarafından Hz. Davut ve Hz. Süleyman’nın peygamber olarak değil kral olarak kabul gördüğünü ifade etti. Mabedin inşasının bu süre içerisinde gerçekleştiğini söyledi. Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra başlayan yıkım ve sürgün dönemine ait tarihsel bilgileri paylaştı. Sürgün dönemi süresinde Yahudilerin zihniyet, düşünce ve inançlarında Hz. Musa’nın getirdiği dinden tamamen saptığını ve bunun sebebinin ellerinde kutsal metinlerinin olmamasına bağlanabileceğini ifade etti. Tevrat’ın ise sürgün dönüşü Ezra isimli bir kâhin tarafından kaleme alındığını ve bu metinlerin içerisinde büyük ölçüde Zerdüşt, Mecusi etkilerinin olduğunu aktardı. Bu dönemin başka bir etkisi olarak Yahudilikteki seçilmişlik anlayışı olduğunu ilave etti. Sn Kurt, Kur’an-ı Kerim’de Beni İsrail diye bahsedilenlerin Hz. Yakup ve soyundan olduğunu ve Beni İsrail’in Allah tarafından lanetlenmediğine değinerek, Babil Sürgünü sonrası için İsrailoğullarından Yahudi diye bahsedildiğini ve Yahudilik düşüncesinin lanetli olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, Babil Sürgünü’nün Yahudi kimliğinin oluşmasında önemli bir rol üstlendiğinin üzerinde durmuştur. Sn Kurt son olarak, Yahudilerin Babil Sürgünü’ne değinmek istenmemelerinin nedenlerine ve Yahudilerin hâlâ bir sürgün süreci içerisinde olduklarına temas etti. Seminerinin hülasasında, günümüzdeki Yahudi kimliğinin oluşmasında 70 yıllık Babil Sürgünü’nün gerek inanç, gerek kültürel ve gerekse sosyal açıdan ciddi etkilerinin olduğu ve oluşan bu inancın saf ve gerçek ilahi din olan Yahudilik’ten çok uzakta olduğu ifadeleri paylaşıldı.


Ali Osman Kurt; 2006 yılında ,Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Babil Sürgünü Sonrası Ezra Önderliğinde Yahudiliğin Yeniden Yapılandırılması” adlı doktora tezini yazmıştır. Yahudilik üzerine çok sayıda çalışması bulunan Kurt, akademik hayatına halen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesinde devam etmektedir.

GÖÇ HAREKETLERİ 129


Suriye Göç Grubu’muzun haftalar süren ilk çalışmasını taçlandırmak üzere İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden hocamız Doç. Dr. Ömer İshakoğlu’nu Biladü’ş Şam konferansı için vakfımıza davet ettik. “Biladü’ş Şam diye nitelendirdiğimiz dört ülke her ne kadar Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan olsa da Biladü’ş Şam tarihini Mısır’sız, Mısır tarihini de Biladü’ş Şam’sız anlatamayız”

Göç Konferansları

BİLADÜ’Ş ŞAM

Değerlendiren Elif Ersöz Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi

Biladü’ş Şam diye nitelendirdiğimiz dört ülke her ne kadar Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan olsa da Biladü’ş Şam tarihini Mısır’sız, Mısır tarihini de Biladü’ş Şam’sız anlatamayız 130 KONAK

Hocamız sözlerine kelime analizi ile başladı: “Bilad, Arapça’da diyar anlamına gelir. Şam kelimesinin aslı Şiam’dır ve zamanla telaffuz zorluğundan dolayı Şam olarak kalmıştır. Sol manasına gelir. Hicaz bölgesinin solunda kalan beldeye Şiam, sağında kalan beldeye ise sağ anlamına gelen Yemen ismi verildi.” Ardından sözlerine şöyle devam etti: “İslamiyetten önce Bizans yönetimi altındaki Gassaniler Suriye’de hüküm sürmekteydi. Bu Gassani halkı din olarak Hristiyanlık’a mensup olsa da Arap bir toplumdu.” Kaynaklarda o döneme ait sınırlı bilgi olduğunu vurgulayan Ömer İshakoğlu hocamız sözlerine şöyle devam etti: “Hz. Ömer zamanında Suriye’nin fethi, Suriye’yi İslamiyet ile tanıştırdı. Hz. Ali zamanında Hz. Osman’ı şehit edenlerin henüz bulunmamış olması nedeniyle halk üç gruba ayrıldı. Bunlar Şia diye nitelendirdiğimiz Hz. Ali taraftarları, Hz. Muaviye destekçileri ve bu grupların dışında kalan Hariciler’di. Şiilik, Hz. Ali’ye olan sevgi ve desteği temsil ederken zamanla farklı yönlere çekilerek bu özünden uzaklaştı.” Ardından Emeviler Dönemi’nden bahseden hocamız şunları söyledi: “Hz. Muaviye’nin soyundan gelen Emeviler, Hz.Ali’den sonra Suriye’de egemenliği almıştır. Zamanla Abbasiler, Eyyübiler, Memlükler bu bölgede hüküm sürmüşlerdir. Memlük’ün kelime anlamı ‘kölemen’dir. Bu memlükler farklı etnik kökene sahip insanları barındırır.” Hocamız Memlüklüleri Osmanlı’daki yeniçeriyi oluşturan devşirmelere benzetti ve Memlüklülerin aralarında Babil Sürgünü sonrasında Şam bölgesine gelip yerleşen bir grup insanın da olduğunu belirtti. Bizlerin de çalışmamızda edindiğimiz bilgiler neticesinde katılımcılarımızla mutabık kaldığımız güzel bir tartışma neticesinde şu notları derledik: Memlükler gerek mimari gerek ilmi faaliyetlere çok önem vermiş ve bu bölgede birçok medrese, vakıf ve eser inşa etmişlerdir. Memlüklülerin ardından Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı ve Şam’ı fethetmesiyle Şam bölgesinde 400 yıllık Osmanlı Dönemi başlamıştır. Her ne kadar dış güçler Osmanlı Dönemini zihinlerde kötü bırakmak istese de Suriye’nin barış ve huzur içinde yaşadığı belki de tek dönem Osmanlı Dönemi’dir. Hocamız son olarak “Biladü’ş Şam bölgesinin kilit noktalarından biri de Lübnan’dır. Suriye’de etnik olarak sadece birkaç farklı renk görürken Lübnan’da belki elli farklı etnik yapıyla karşılaşırız. Şam tarihini anlamak için Lübnan tarihini de Ürdün tarihini de iyi bilmek gerekir.” diyerek konuşmasını sonlandırdı. Konferansımız dinleyicilerden gelen soruların cevaplanmasıyla son buldu.


1979 Şanlıurfa doğumlu olan Ömer İshakoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı mezunudur. Aynı bölümde “Osmanlı Dönemi Suriyesinde Edebi ve Kültürel Faaliyetler” konulu teziyle doktorasını tamamlamıştır. Halen Doçent Doktor olarak İstanbul Üniversitesinde çalışmalarına devam etmektedir.

GÖÇ HAREKETLERİ 131


132 KONAK


EDEBİYAT Araştırmaları Koordinatörlüğü Edebiyatın bugününü anlamak için dününü tanımaya çalışan; bu amaç doğrultusunda geçmişteki ve günümüzdeki şair ve yazarları araştıran; bu şair ve yazarların eserleri üzerine okumalar yapan; yaptığı okumalar ışığında onların engin ve aşkın bilgilerinden faydalanarak kendi yüce manevi çizgisini bulmak için çabalayan; aynı zamanda bize miras kalan değerleri yaşatmak için çalışmalar yapan bir ekiptir.

Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Berceste Edebi Dönemler ve Şairleri • Lügaz Şiir Tahlili • Yolcu Yazarlık Atölyesi • Alegori • Lügat Çalışması • Masal Anlatıcılığı 2. Söyleşi • Divan Edebiyatı • Tanzimat Edebiyatı


Kalemimizin Batıya İlk Özenişi Tanzimat Edebiyatı

BERCESTE EDEBİ DÖNEMLER VE ŞAİRLERİ ÇALIŞMA GRUBU Afife Kübra Uğurlu Gülseren Ozan * 1 Hayrunisa Büke 1 Rümeysa Sarıtaş 1 Zehra Oruç 1 Zeynep Baş 2 Zeynep Önder 1 1

1 2

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi

*İletişim: glsrnozan217@gmail.com

134 KONAK

18.yüzyılda gerileme ve çöküş dönemine giren Devlet’i Aliyye’de, Gülhane Hattı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat Fermanı’nın yürürlüğe konmasıyla yenileşme hareketleri başlamıştır. 3 Kasım 1839 günü Hariciye Vekili Mustafa Reşit Paşa tarafından dönemin padişahı Sultan Abdülmecid adına Topkapı Sarayı’nın Gülhane bahçesinde okunan fermandan yaklaşık yirmi yıl sonra edebiyat ve kültürde esas değişim ve yenileşme hareketleri görülmüştür. Tanzimat Edebiyatı’nın başlangıcı olarak 1860 yılında Şinasi ile Agâh Efendi’nin ilk özel gazetemiz olan Tercüman-ı Ahval’i çıkarması kabul edilmiştir. Bu gazete ile birlikte Batı etkisindeki Türk Edebiyatı’nın ilk dönemi başlamıştır. Bu dönemin oluşumunda Osmanlı aydınlarının Batı kültür ve edebiyatını tanımaya başlamaları ve yurtdışına öğrenciler gönderilmesi etkili olmuştur. Özellikle Fransız Edebiyatı’ndan etkilenilmiş, Batı edebiyatından yapılan şiir, roman, tiyatro çevirileri bu dönem edebiyatının gelişmesine katkı sağlamıştır. Tanzimat Edebiyatı genel olarak iki dönemde incelenir. Birinci dönem, Tercüman-ı Ahval gazetesinin çıkarılmasıyla başlamıştır. Bu dönemin sanatçıları genel olarak geleneksel külltürün içinde doğup büyümüş, toplumun zengin kesiminden çıkmış, iyi yetişmiş kişilerdir. İdealleri ile uygulamaları arasında ikilikler yaşamışlardır. Divan Edebiyatını eleştirmişler fakat Divan Edebiyatı’ndan kopamamışlardır. Halk Ede-


biyatı ve hece vezni savunulmuş fakat uygulamaya geçirilememiştir. “Sanat, toplum içindir.” görüşü benimsenmiştir. Onlar için edebiyat halkı bilgilendirmeye ve toplumu yönlendirmeye yarayan bir araçtır. Buna bağlı olarak dilde sadeleşme savunulmuştur. Edebiyatımızda ilk makale, eleştiri ve fıkra örnekleri bu dönemde verilmiştir. Şinasi tarafından çıkarılan Tasvir-i Efkâr gazetesinin yanı sıra Hürriyet, Muhbir, İbret, Devir, Bedir, Tercüman-ı Hakikat, İkdam gazeteleri bu dönemin önemli gazeteleridir. Gazetelerin çıkarılması kadar bu dönemde etkili olan bir diğer olay ise çeviri çalışmalarıdır. Şinasi’nin Lamartine, Fenelon, Racine ve La Fontaine’den tercüme ettiği şiirlerle oluşturduğu Tercüme-i Manzume ‘edebiyatımızda yeniye açılan ilk pencere’ olarak yorumlanmıştır. Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan çevirdiği

işlenen konular genel olarak esirlik, cariyelik, yanlış yönde Batı hayranlığı, alafrangalık özentisi, konak ve köşk hayatıdır. Şinasi’nin Şair Evlenmesi Batılı anlamda ilk tiyatro örneğimiz, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre oyunu ise sahnelenen ilk tiyatromuz olmuştur. Aile, gelenek, görenek, vatan gibi konular işlenir. Dil diğer türlere göre daha sade ve yalındır. Tiyatro halkın eğitilmesi için bir araç olarak görülmüştür. Şiirde biçim olarak Divan Edebiyatı geleneği devam ettirilmiş, içerik olarak değişimler yaşanmıştır. Daha çok hak, hürriyet, adalet gibi kavramlar ön plana çıkmıştır. Parça güzelliği yerine bütün güzelliğine önem verilmiştir. Hece ölçüsü ile denemeler yapılması dışında aruz ölçüsü kullanılmıştır. Nazım biçimi olarak ise beyit kullanılmıştır.

Birçok kez gazeteleri kapatılmış, matbaası mühürlenmiş, sürgüne gönderilmiş olmasına rağmen halkın okuması için elinden geleni yapmıştır. Telemaque adlı yapıt ilk çeviri romanımızdır. İlk yerli romanımız ise Şemsettin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı yapıttır. İlk edebi romanımız İntibah, ilk öykü örneklerimiz Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat ve Emin Nihat Bey’in Müsameretname’sidir. Batılı anlamda ilk öykü örneklerimiz ise Sami Paşazade Sezai’nin Küçük Şeyler adlı yapıtıdır. Bu dönem romanları teknik açıdan kusurlu olarak nitelendirilir. Yazarların sık sık olay akışını kesip açıklamalar yaptığı, nasihat verdiği görülür. İyiler hep iyi, kötüler hep kötü olarak tasvir edilir; iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Yazar kişiliğini gizlemez ve yanlı davranır. Olağanüstü kişilere ve olaylara yer verilir. Romanlarda

Şekil ve teknik olarak önemli ölçüde eskinin devamı olarak nitelendirilen Tanzimat Edebiyatı’nın birinci döneminin önemli sanatçıları: Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Şemsettin Sami’dir. Tanzimat Edebiyatı ikinci döneminde- II. Abdülhamit’in padişah olduğu dönemde- sanatçılar üzerindeki baskı göze çarpar ve bu dönem “İstibdat Devri” olarak bilinir. Bu baskı sonucunda sanatçılar toplum sorunlarından, siyasetten uzaklaşmış, “sanat için sanat” görüşünü savunmuşlardır. Dilde sadeleşme hareketinden uzaklaşılmış, ağır bir dil kullanılmıştır. Şiirde ölüm, sevinç, aşk, hiçlik gibi bireysel ve soyut konular işlenmiş, aruz ölçüsü kullanıl-

mıştır. Eserler teknik olarak daha başarılıdır. Yazarlar yapıtlarında kişiliklerini gizlemişler ve gereksiz açıklamalardan kaçınmışlardır. Tiyatro eserleri sahnelenmek için değil okunmak için yazılmıştır. Toplumsal fayda gözetilmemiş, tiyatro eğlence aracı olarak görülmüştür. İkinci dönemin önemli sanatçıları: Abdülhak Hamit Tarhan, Recaizade Mahmut Ekrem, Sami Paşazade Sezai, Nabizade Nazım, Muallim Naci’dir. Tanzimat Edebiyatı’nın öne çıkan yedi ismini inceleyeceğimiz derlememize, bu dönem eserlerinin yayılıp okunmasında matbaa alanındaki hizmetleriyle büyük katkısı bulunan Ebüzziya Tevfik Bey ile başlıyoruz: EBÜZZİYA TEVFİK Asıl adı Mehmet Tevfik olan Ebüzziya Tevfik Bey, Sultanahmet’te doğmuştur. İlk tahsiline Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi’nde başlamıştır. Abdülhak Hamid ile beraber Arapça, Farsça ve Edebiyat dersleri almıştır. Ruzname-i Ceride-i Havadis’te çalışmaya başlamış, önce Namık Kemal, onun vasıtasıyla da Şinasi ile tanışmış, Tasvir-i Efkâr gazetesine geçmiş ve Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne girmiştir. Yirmili yaşlarında Terakki gazetesinin yazı işleri müdürü olmuştur. Şinasi’den kalan Tasvir-i Efkâr matbaasını geliştirmiş ve Matbaa-i Ebüzziya’yı kurmuştur. En zor şartlarda dahi basım yapmayı sürdürmüş, yayın alanındaki amansız mücadelesiyle halk için adeta bir mektep olmuştur. Ahmet Mithat Efendi ile beraber Rodos’ta kale hapsinde iken yazılarını yayımlatabilmek için oğlu Ziya’ya hasretini de dile getirerek Ebüzziya takma adını kullanmaya başlamıştır. Afla İstanbul’a döndükten sonra Mecmua-i Ebüzziya adlı eserini yayımlamıştır. Birçok kez gazeteleri kapatılmış, matbaası mühürlenmiş, sürgüne gönderilmiş olmasına rağmen halkın okuması için elinden geleni yapmıştır. Bir sürgünden serbest bırakılmasının ertesi günü evine dönerken Kadıköy vapurunda hayatını kaybetmiştir. EDEBİYAT 135


ilgilenmiştir. Sonrasında dil-edebiyat alanındaki çalışmalarına ağırlık vermiştir. Doğu kültürleri araştırmacısı De Sacy ile arkadaşlık kurmuştur. Ernest Renan ile tanışmış, Lamartine ‘nin toplantılarına katılmıştır. Dilbilimci Littre ile olan yakınlığı sayesinde Societe Asiatique ‘e üye seçilmiştir. İbrahim Şinasi bu topluluğa seçilen ikinci Türktür. 1854 yılında İstanbul’a tekrar dönmüştür. Bir süre Tophane Kaleminde çalışmıştır. Daha sonra Meclis –i Maarif ’e (Günümüzün eğitim bakanlığı) atanmıştır. Ardından Ercüman-ı Daniş’e (lisede okutulacak kitapları ayarlayan kurum) geçmiştir.

Dönem edebiyatına en büyük katkısı matbaa alanında olan Ebüzziya, milletlerarası sanat baskıları yarışmalarında ödüller almıştır. Uyguladığı modern basım teknikleri nedeniyle 1881 Leipzig Basın Derneği Onur Madalyası’na layık görülmüştür. Aynı zamanda kufi hatta üstat sayılan Ebüzziya’nın kendi dönemdeki resmi ve özel kuruluşlara hatlar ve süslemeler yapmıştır. Arkeoloji Müzesi’nin giriş kapısındaki “Müze-i Hümayun” yazısı ona aittir. Yıldız Sarayı ve Camii’nde de önemli eserleri bulunmaktadır. ŞİNASİ Asıl adı İbrahim Şinasi ‘dir. 1826’da İstanbul ‘da dünyaya gelmiştir. Babası 136 KONAK

Osmanlı –Rus harbinde şehit olmuş, küçük yaşta yetim kalan Şinasi ‘yi annesi zorluklar içinde yakınlarının desteğiyle büyütmüştür. İlköğretimini Mahalle Sıbyan Mektebinde tamamlamış daha sonra da Feyziye okuluna gitmiştir. Eğitimini tamamladıktan sonra Müşiriyeti Mektubi Kalemi ‘ne kâtip olarak atanmıştır. Bu sırada Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi öğrenmiş ve genç yaşta önce memurluğa sonra hulefalığa yükselmiştir. 1849 yılında Devlet’i Aliyye tarafından Avrupa ‘daki gelişmeleri incelemesi amacıyla Paris’e gönderilmiştir. Burada sadece edebiyat ile değil matematik, doğabilim ve tarih gibi konularla da

Şinasi Tanzimat Edebiyatında hep ilklerin adamı olmuştur. Paris’e gönderilmesi onun batılı düşünce tarzından etkilenmesine neden olmuştur. 1860 yılında Agah Efendi ile birlikte ilk özel Türkçe gazete olan Tercüman-ı Ahval ‘i çıkartmıştır. 1862‘de kendine ait ilk gazetesi olan Tasvir-i Efkar’ı yayınlamıştır. Gazetenin ilk sayısında gazetecilik anlayışından bahsetmiştir. Tasvir –i Efkar’da haber yazılarının ve özel yazıların yeri ayrı olmuş ve gazetenin düzeni hiç değişmemiştir. Bu sebeple gazete halk tarafından beğeniyle karşılanmıştır. Edebiyatımızın ilk makalesi olan Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi’ni yayımlamıştır. • Batılı anlamda ilk tiyatromuz olan Şair Evlenmesi’ni yazmıştır. • Şair Evlenmesi adlı tiyatroda ilk kez noktalama işaretlerini kullanmıştır. • Fransız sanatçı La Fontaine’den ilk fabl çevirilerini yapmıştır. Aynı zamanda Lamartine, Racine gibi sanatçıların şiirlerini ilk kez çevirerek bunları Tercüme –i Manzume ‘de toplamıştır. • Atasözleri ve deyimler üzerinde ilk kez çalışarak bunları Durub–ı Emsal-i Osmaniyye’de toplamıştır. Eserini bitiremeden vefat etmiştir. • Tercüman-ı Ahval’ de yer alan dil hakkındaki görüşle-


rinden bir bölümü şöyledir: “Tarife hâcet olmadığı üzere kelâm, ifâde-i meram etmeğe mahsus bir mevhibe-i kudret olduğu misillû, en güzel icâd-ı akl-ı insânî olan hitabet dahi tasvir-i kelâm eylemek fenninden ibarettir; bu itibar-ı hakikate mebnî, giderek, umûm halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak mültezem olduğu dahi makam münasebetiyle şimdiden ihtar olunur” Şinasi yer yer siyasi eleştirileri yüzünden sekteye uğrasa da halkın aydınlanması için önemli adımlar atmıştır. Dilin sadeleşmesi için uğraşmıştır. Edebiyatın halkın anlayabileceği bir dille yazılması amacıyla gazete çıkarıp makale, oyun ve şiirler yazmıştır. Osmanlı Edebiyat dünyasını etkileyerek Batı Edebiyatının tanınmasını ve Fransızca çeviriler yaparak dilin gelişmesini sağlamıştır. Sadece edebiyat ile de yetinmemiş idari ve iktisadi alanlardaki çalışmaları ile halkın yönetimde söz sahibi olması için uğraşmıştır. Hak, adalet ve özgürlük kavramlarını şiirlerinde işleyen ilk şairdir. Amacı halkı bilgilendirmek, halkın idari anlamda söz sahibi olmasını sağlamak ve toplumun refah seviyesini yükseltmektir. Bu sebeple diğer şairlerin süslü yapıtlarına karşı sade bir dille yazılmış öğretici eserler vermiştir. 1863 yılında Tasvir –i Efkâr’da yayınladığı yazılarda devlet işlerini eleştirdiği için Meclis –i Maarif görevine son verilmiştir. Osmanlı Devleti ile aralarında çıkan anlaşmazlıklar sonucu gazeteyi öğrencisi Namık Kemal ‘e bırakarak 1865 senesinde tekrar Fransa‘ya gitmiştir. İki yıl dil üzerinde yoğunlaşıp Türkçe atasözleri üzerinde çalışmıştır. 1867 ‘de İstanbul ‘a geri dönmüş ve bir basımevi açmıştır. 45 yaşında İstanbul ‘da vefat etmiştir.

Umûm halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak mültezem olduğu dahi makam münasebetiyle şimdiden ihtar olunur. şiiri olduğunu görünce ona yazar-kâtip manasında olan “Namık” mahlasını vermiş, bu mahlas zamanla göbek adı olan “Mehmed”in yerini almıştır. Leskofçalı Galib ve Hersekli Arif Hikmet Bey’in Çukur Çeşme’deki konağında yapılan Encümen-î Şûara toplantılarına katılarak edebiyat dünyasıyla ilk ciddi temaslarını kurmuştur. İlk şiirleri genellikle gazel ve nazireler şeklindedir. Bir divançe oluşturabilecek kadar gazel kaleme almıştır ve gazellerinde yoğun bir tasavvufî etki hâkimdir. Namık Kemal’in karakteristik şiir anlayışı 1862’de Şinasi’yi tanımasından sonra şekillenmiştir. Türk şiirine vatan ve millet sevgisi, hürriyet, hamiyet, hak, hukuk, adalet gibi birtakım yeni kavramları getirmiştir. En meşhur şiirleri; Vaveylâ, Bir Muhacir Kızının İstimdadı - Vatan Mersiyesi, Hilâl-i Osmanî, Hürriyet Kasidesi’dir. Namık Kemal bu şiirlerini 93 Harbi’nin açtığı felaketler sebebiyle yazmıştır. Hürriyet Kasidesi’nin asıl adı Besâlet-i Osmanîyye ve Hamîyyet-i İnsanîyye’dir. Hürriyet Kasidesi ilk olarak, Hürriyet gazetesinde yayımlanmıştır.

NAMIK KEMAL

Namık Kemal hem hece ölçüsü hem aruz ölçüsü kullanmakla beraber şiirlerini daha çok aruz ölçüsü ile kaleme almıştır. Vaveylâ ve Hilâl-i Osmanî hem biçimsel açıdan hem de muhteva açısından yeni şiirlerinin iki önemli örneğidir. Hürriyet Kasidesi ise biçimsel açıdan eski, muhteva açısından yeni şiirlerinin ilk önemli örneğidir.

1840 yılında Tekirdağ’da doğmuştur. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Hicivleriyle ünlü Şair Eşref Paşa, birikmiş bir hayli

Namık Kemal’in en çok eser verdiği ve ünlendiği tür tiyatrodur. Ona göre tiyatro en faydalı eğlencedir. Namık

Kemal’in tiyatrosu, belli bir tezin işlendiği romantik bir dava tiyatrosu mahiyetindedir. Celal Mukaddimesi’nde ilk defa tiyatro türü üzerinde detaylıca durmuştur. Ona göre tiyatro cihanın aynıdır. Ve yine ona göre tiyatro, ahlâk ve lîsan mektebidir. 1 Nisan 1873 gecesi Vatan yahut Silistre’nin Güllü Agop Osmanlı Tiyatrosu’nda temsil edilmesinden sonra seyirciler büyük bir coşku ile Namık Kemal lehinde tezahüratlar yapmış, gece yarısı ellerinde fenerlerle yazarın o dönem çalıştığı gazete olan İbret gazetesinin önüne gelerek onu görmek istemişlerdir. Namık Kemal’i orada bulamayınca tüm kalabalık adına bir teşekkür mektubu bırakılmış ve bu mektup iki gün sonra İbret gazetesinde yayımlanmıştır. Bu yayının ardından İbret gazetesi süresiz olarak kapatılmış ve bu gazetenin dört önemli ismi olan Ebüzziya Tevfik, Namık Kemal, Nuri Bey ve Hakkı Bey Magosa’ya sürgüne gönderilmiştir. ZİYA PAŞA Abdülhamid Ziya Paşa, 1939 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlköğrenimini İstanbul’da Beyazıd Rüştiyesinde tamamlamıştır. Yüksekokul tahsili olmayan Ziya Paşa, Mustafa Reşit Paşa zamanında kâtip olarak saraya alınmıştır. Özellikle Fransız edebiyatına ilgi duymuştur. Terci-i Bend ile ünü yayılan Ziya Paşa, zamanla saray politikalarını eleştirmeye başlamış, Ali Paşa’nın sadrazam olmasıyla saraydan uzaklaştırılmış ve sürgüne gönderilmiştir. 1867 yılında yeniden Kıbrıs’a atanınca sürgün hayatından bıkmış ve Paris’e kaçmıştır. EDEBİYAT 137


Fransa’da bulunduğu zamanlarda çeviri çalışmalarına ağırlık vermiş, bir süre sonra Londra’ya giderek burada Namık Kemal ile birlikte Hürriyet gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Namık Kemal’in 1870 yılında sürgün edilmesi üzerine Hürriyet gazetesini tek başına çıkarmıştır. Aynı yıl ona ikinci ününü getirecek Terkib-i Bend adlı eserini yayınlamış, aynı zamanda Jean-Jacques Rousseau’dan Emil adlı eseri çevirmiştir. Zafername adlı eserini de İstanbul’a dönmeden önce yazmıştır. 1871 yılında Ali Paşa öldükten sonra yeniden saraya kabul edilmiş, Abdü-

Abdülhamit tahta çıktıktan sonra saraydan uzaklaştırılmak amacıyla Suriye’ye vezir olarak gönderilmiştir. Daha sonra saraya hiç dönememiş ve önce Konya’ya daha sonra da Adana’ya vali tayin edilmiş, 1880 yılında burada hayata gözlerini yummuştur. Ziya Paşa’nın şiirlerinin birkaçı hece ölçüsü ile yazılmıştır. Bu azınlıkta olanlar dışındaki tüm şiirlerinde eski edebiyat havası ve aruz ölçüsü vardır. Şiirleri, ölümünden sonra Eşar-ı Ziya adıyla basılmıştır. Onun şiirlerinde Divan şiirlerinin metafizik unsurlarına rastlanır. Ayrıca mazmunları da ol-

Ziya Paşa’ya göre yeni bir toplum düzeni oluşturmak için yeni bir insan tipi gerekir. Bu yeni insan tipinin yüzünün Batı’ya dönük olması gerekir ama ona göre Anadolu insanı Batı’ya Anadolu ahlakından vazgeçmeden yönelmelidir. Ziya Paşa, Türk insanın Batı medeniyetlerine çırılçıplak teslim olmasına razı olmamıştır. laziz tahttan ininceye kadar sarayda kalmıştır. Sırayla Şura-yı Devlet Üyeliği, Maarif Müsteşarlığı, V. Murad döneminde Mabeyin Başkâtipliği yapmıştır. Sarayda bulunduğu sırada Kanun-i Esasi’yi hazırlayan komisyonda görev almıştır. Tüm bunların yanında klasik şiirin izlerini taşıyan ve Arap – Fars edebiyatına daha yakın olan Harabat adlı eserini 1874 yılında kaleme almıştır. Bu eserinin ön sözünde geleneksel edebiyatı övdüğü için dostu Namık Kemal tarafından ağır suçlamalara uğramış ve Namık Kemal bu esere karşılık olarak Tahrib-i Harabat ve Takip adlı eserlerini yazmıştır. II. 138 KONAK

dukça fazla kullanmıştır. Manzumelerinde eski edebiyatın tüm estetik anlayışlarını taşısa da Ziya Paşa’nın çağdaş ya da Batılı edebiyat anlayışı fikirlerini benimsemiştir. Bu fikirlerini şiirlerine yansıtamamış olsa da düşüncelerini kaleme aldığı makalelerde Batılı edebiyatın tüm özelliklerini ele alır. Türk edebiyatının Batı edebiyatına benzemesi gerektiğini savunan Ziya Paşa, 1868 yılında Hürriyet gazetesinde çıkan Şiir ve İnşa adlı makalesinde bunu dile getirmiştir. Makalesinde ele aldığı düşünceye göre asıl milli edebiyat Divan edebiyatı değil Halk edebi-

yatıdır. Hece ölçüsünün asıl şiir ölçümüz olduğunu, aruz vezninin Doğuluların vezni olduğunu dile getirmiştir. Nitekim sert ve kesin ifadelerle süslediği bu makalesini 6 yıl sonra Harabat adlı eseri ile kendisi çürütmüş, Divan edebiyatının estetik olduğunu, aruz ölçüsünün kullanılması gerektiğini savunmuştur, Halk edebiyatını küçümsemiştir. Bu ikilik yakın dostu Namık Kemal tarafından kaleme alınan Tahrib-i Harabat ve Takip eserleriyle ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Ziya Paşa’nın şiirlerinde işlediği konular sosyal ve felsefi olarak iki başlık altında toplanabilir. Sosyal konular Tanzimat’ın edebiyatımıza getirdiği ve ilk defa Şinasi tarafından işlenen konulardır. Divan şiirinin insandan ve toplumdan uzak konularının aksine bu dönemde hürriyet, adalet, kanun, eşitlik gibi sosyal konular şiirimize girmiştir. Ziya Paşa da bu konuları işlemekten çekinmemiştir. Ziya Paşa Tanzimat konularının dışında, toplumsal çözülmenin bir sebebi olarak gördüğü, bireysel ahlak konusunu da şiirlerinde sık sık dile getirmiştir. Ziya Paşa’ya göre yeni bir toplum düzeni oluşturmak için yeni bir insan tipi gerekir. Bu yeni insan tipinin yüzünün Batı’ya dönük olması gerekir ama ona göre Anadolu insanı Batı’ya Anadolu ahlakından vazgeçmeden yönelmelidir. Ziya Paşa, Türk insanın Batı medeniyetlerine çırılçıplak teslim olmasına razı olmamıştır. Felsefî konularının temelinde ise sosyal bozulmalar yatmaktadır. Felsefi şiirlerinde insandan, yaşamdan ve hatta bütün dünyanın yükünden duyulan acı ve şaşkınlığı işlemiştir. Tüm dünyanın yükü karşısında ezilen bireyin duyduğu şaşkınlık ve huzursuzluk bu şiirlerinin en önemli temasıdır. Bu yeni dünya düzeni insanda bir huzursuzluk yaratır. Akıl ise bu dünyayı anlamada yetersizdir ancak akıldan başka da çözüm yolu yoktur. Hal böyle olunca okuyucunun aklına Batı edebiyatında


sık yapılan “serbest düşünme” tekniği gelmektedir. Ziya Paşa tam bir serbest düşünce perdesi açamaz çünkü o bu anlaşılmaz durumu açıklamak için din sınırını aşmayı göze alamamıştır. Dünyanın kuruluşunda aklın yetersizliğini kabul etmiş ama dinin de kisvesinden çıkamamıştır. Bazı doğaüstü olayları ya da dünyanın düzeni dine bağlı bir akıl çerçevesinde anlamlandırmaya çalışır. Ziya Paşa, Divan edebiyatı çevresinde yetişmiş bir şairdir. Onu yetiştirenler, güçlü bir Divan şiiri kültürüne sahiptir. Bu bakımdan onun da şiirlerinde 18. asır Divan şiiri özellikleri görülmektedir. Divan edebiyatçısı gözüyle bakılırsa aslında dilinde ve düşünce tarzında bir incelik vardır. Hakimane bir dille yazdığı şiirleri de vardır ki asıl ününü de o şiirlere borçludur. İnsanı sarsmadan, onlara bir şeyleri fark ettirmeyi amaçlayan bu hakimane şiirlerin konusu genelde sosyal konulardır. Ününü borçlu olduğu bir diğer Divan şiiri türü ise hicivleridir. Hicivlerinde keskin bir zekânın kokusu alınır ve sözleri de yenilir yutulur cinsten değildir; ama Nefi gibi bunu küfür ile yapmamıştır. Ziya Paşa’nın hicivlerinde kullandığı silah mizahtır. Güldürünün gücünü sonuna kadar devam ettirmiştir. Zafername bunun en güzel örneğidir. Hicivleri de sosyal konudaki şiirlerindendir.

likli olduğu göz önünde bulundurulsa da dönemine çok şey katmıştır. Sanat gücü olarak üstün bir şairdir. Onun sorunu, zihninde ve fikirlerinde devrim yapması fakat bunu uygulamaya dökememesidir. Hâlen bazı beyitleri halk arasında atasözü gibi kullanılagelmiştir: “Zerdüz paran ursan eşek yine eşektir.”, “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Başlıca eserleri; Zafername, Rüya, Veraset Mektupları, Eş’ar-ı Ziyâ, Şiir ve İnşa Makalesi, Defteri Âmâl, Terkîb-i Bend ve Harâbât olarak sayılabilir.

RECAİZADE MAHMUT EKREM Recaizade Mahmut Ekrem, Tanzimat Edebiyatı ikinci dönem sanatçıları arasında yer almaktadır. 1 Mart 1847’de İstanbul’da doğmuştur. Babası, Tanzimat’ın ilk yıllarında Takvimhane Nazırlığı yapmıştır; şair, hattat ve tarihçi olan kültürlü bir insandır. Bu sayede, küçük yaşta babasından Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Harbiye İdadisi’ne gittiği sıralarda hastalandığı için okuldan alınarak Hariciye Mektubi Kalemi’ne yerleştirilmiştir. Burada Fransızca öğrenmiş ve edebiyatla ilgilenmeye başlamıştır. Namık Kemal ile tanışmış,

Ziya Paşa, Şiir ve İnşa adlı makalesinde göklere çıkardığı Halk edebiyatını 6 yıl sonra yazdığı Harabat adlı eserinde ağır bir şekilde eleştirse de Şiir ve İnşa makalesindeki görüşleri Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde kaynak olarak kullanılmıştır. Hatta o kadar ki bir süre sonra bu düşünceler tartışılmadan, su götürmez bir gerçek haline getirilip kurallaştırılmıştır. Şiir ve İnşa makalesinde sadece edebiyat değil, dil hakkında da görüşleri vardır. Ziya Paşa, yetiştirilme tarzı, eğitimi ve hem saray terbiyesi alması da hem de Avrupa’da yaşaması bakımından bir aydındır. Fikirlerinin her ne kadar ikiEDEBİYAT 139


man bunların adlarını değiştirmiştir. Örneğin kaside yerine sitayiş demiş, bazen de şarkı ya da terennüm ifadelerini kullanmıştır. Yeni nazım biçimlerini denememiştir. Çoğunlukla aruz ölçüsünü kullanmıştır, ancak hece ölçüsü ile de şiirler yazmıştır. I. Zemzeme adlı eserinde yer alan Çoban ve Bahar’da yeni anlayışların izlerini görmek mümkündür. Her ne kadar Batı’yı savunsa da, Batı’yı örnek alırken kendi tavırlarımızı, düşünce ve hayal dünyamızı bir kenara bırakmanın da yanlış olacağını vurgulamıştır.

onun yanında Encümen-i Şuara’ya katılmış, bu sayede adını duyurmuştur. Şiire çok genç yaşta başlamış ve ilk şiirlerini kendinden öncekileri taklit ile kaleme almıştır. En çok etkilendiği şahısların başında ise, kasidede üstad kabul ettiği Nefi gelmektedir. Ekrem’in asıl olgunluğunu kazanması Tasvir-i Efkâr gazetesinde çalışmaya başlamasından sonradır. İlk yazılarını Tasvir-i Efkâr, Terakki, Hakayıku’l-Vekayi gazetelerinde yayımlamaya başlamıştır. 1870’de ilk oyunu olan Afife Anjelik, 1871’de ilk şiir kitabı olan Nağme-i Seher yayınlanmıştır. 1870’lerden sonra tamamen edebiyatla ilgilenmeye başlamış, Batı edebiyatından çeviriler yapmıştır. Yayınladığı bu çeviriler sayesinde adı iyice duyulmuş ve Mekteb-i Mülkiye’ye hoca olmuştur. Burada anlattığı ders notlarını Talim-i Edebiyat adı altında bastırmıştır. Özellikle bu eserinde tam anlamıyla yeni edebiyat arayışlarının izleri görülmektedir. Diğer Tanzimat edebiyatçılarının aksine siyasetle ilgilenmemiş ve kendisini tamamen edebiyata vermiştir. İlk edebi denemelerinde Divan edebiyatına bağlı kalmıştır. Ancak daha sonraları yayınladığı eserleri ile Batı edebiyatı 140 KONAK

anlayışının önemli isimlerinden biri haline gelmiştir. Ekrem bir taraftan eski edebiyatın eksikliklerini ele alırken, diğer taraftan da bu edebiyatın kendisinin ve o dönemdeki diğer sanatçıların yetişmesindeki katkılarını anlatmıştır. Genç edebiyatçıları yeni arayışlara çekmeye çalışmış, aynı zamanda da onların eski edebiyatı araştırmamalarından yakınmıştır. Arayış içinde olduğu için şiirde de yenilik taraftarıdır. Bu yüzden Divan tarzında gazeller söyleyen Muallim Naci’yi eskilikle itham etmiş ancak kendisi de çok sayıda gazel yazmıştır. Divan’da sırf sanat olsun diye bir yığın söz unsurunun şiire sokulmasını, yapmacık sözleri ve taklitçiliği yadırgamıştır. Divan edebiyatının kalıplaşmış sözleri kullanma alışkanlığını da eleştirmiştir. Recaizade Mahmut Ekrem’e göre edebiyat, ahlakın temelidir. “Edebi terk etmek, insaniyetten çıkmak, bi-edebiliği tercih etmek ise rükn-i medeniyeti yıkmak demektir. (Pejmürde)” Her ne kadar edebiyatı yenileştirmeye çalışsa da eski edebiyattan da bir türlü kopamamıştır. Divan edebiyatı nazım biçimlerini kullanmış ama zaman za-

Nihad Sami Banarlı: “Şair olarak Ekrem Bey, bütün Tanzimat Edebiyatçıları gibi, birkaç cepheli bir sanatkârdır. Onun manzum ve mensur eserlerini vücuda getiren dil, sanat ve söyleyiş unsurlarında Divan şiirinin devamı, halk söyleyişlerinden akisler, mahallileşme cereyanı serpintileri ve bunların hepsinin üstünde gibi görünen bir Avrupa (Fransız) Edebiyatı tesiri vardır.” demiştir. Ekrem eserlerinde tabiata büyük önem vermiştir. Ona göre edebi eserler kaynağını tabiattan almalıdır ve tabiatta her şey mevcuttur. Diğer yandan da her şeyin şiir olamayacağını savunmuştur. Vezinli ve kafiyeli her manzumenin şiir olmadığını, aynı zamanda her şiirin de vezinli ve kafiyeli olması gerekmediğini söylemiştir. Ona göre şiirin güzelliği, insanı duygulandırması ve ağlatmasıyla ortaya çıkmaz. Şiir ancak okunduktan sonra insanı düşündürüyorsa güzeldir. Şiirlerinde romantizm akımının etkisi vardır. İşlediği başlıca temalar aşk ve doğadır. Ayrıca yaşadığı üzücü olayların etkisiyle acı ve keder konusuna da yer vermiştir. İki çocuğunu genç yaşta kaybettiği için ölüme sıkça yer vermiştir. Şiirlerinde ölümü hatırlatan doğa manzaraları, romantik ögeler, hüzünlü duygular göze çarpmaktadır. Roman ve öykülerinde ise realizm akımının etkisinde kalmıştır. Şiirlerine göre nesir yönü daha başarılıdır. Edebiyat görüşlerinin yer aldığı Talim-i Edebiyat


ve edebiyatımızdaki ilk realist roman olan Araba Sevdası önemli düz yazı eserlerindendir. Eleştirileri, özellikle de eski edebiyatı savunan kişilere yaptığı eleştirileri çok önemlidir. Yalan yanlış taklitleri, kuru fikir yığınlarını, imla bilmeden şiiri tarif etmeyi şarlatanlık olarak değerlendirmiştir. Recaizade Mahmut Ekrem bütün eserlerinde sanat için sanat anlayışını benimsemiştir. Ona göre her güzel şey şiirin konusu olabilmektedir. Böylelikle şiirin konusunu genişletmiştir. “Zerrattan şumusa kadar her güzel şey şiirdir.” (Takdir-i Elhan) III. Zemzeme’nin önsözü ve Takdir-i Elhan’ı yayınlamasıyla çok büyük tepki görmüştür. Özellikle eski savunucusu olan Muallim Naci tarafından ağır tenkitlere uğramıştır. Karşılıklı atışmalar yüzünden hırpalanan Recaizade Mahmut Ekrem, bu dönemde edebi çevreden biraz uzaklaşmıştır. Yalnızca Saime ve Muhsin Bey adlı hikâye denemelerini yayınlamıştır. Ayrıca yakın arkadaşı olan Namık Kemal’in ölümü ve Abdülhak Hamit Tarhan’ın sürekli yurt dışına gidişi de Recaizade Mahmut Ekrem’in edebiyattan uzaklaşmasında etkili olmuştur. İlerleyen zamanlarda, bu iki destekçisinin yokluğu, Ekrem’i yeni çevre arayışlarına itmiştir. Eski öğrencilerinden olan Tevfik Fikret ve Ahmet İhsan’ı tanıştırmış ve birlikte Servet-i Fünun edebiyatının temellerini atmışlardır. Araba Sevdası adlı ilk realist romanı da Servet-i Fünun dergisinin 256. sayısından başlayarak tefrika ettirmiştir. Servet-i Fünun edebiyatının oluşmasından sonra Recaizade Mahmut Ekrem edebi çevrede çok yer almamaktadır. Hayatının son döneminde Ayan Azalığı yapmıştır. 31 Ocak 1914’te vefat etmiştir. Dünyanın zevki ve eğlencesinin geçici olduğunu, insanları aldattığını belirtmiştir. Gerçek kurtuluşu ise ancak Allah’a bağlanmakta görmüştür.

“Bu alemin ki yoğu varı cümle yeksandır. Bu sırra vakıf olan hal-i dehre handandır.” (Nağme-i Seher) Yaratılış konusunda aklın yetersiz kalacağını anlatmak istemiştir. “Tahayyür eyle Huda’nın kemal-i kudretine Edip sema vü zemine basiret üzre nigah Gör anla cilve-i esrar-ı sun’-ı Mevla’yı Cihana akl-ı kasirince verme ma’nayı.” (Nağme-i Seher) İnsanların asıl gayesinin kulluk olması gerektiğini, bunun farkında olmayıp geçici hevesler peşinde koşan insanları ise anlayamadığını dile getirmiştir. “Bu kuhen meyhanede esbab-ı işret kalmış Yok şarab ü cam ü asar-ı muhabbet kalmış.” (Nağme-i Seher) Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında aklın yetersiz kaldığını şu şekilde ifade etmiştir: “Nevmid koma Ekrem-i bi-çareyi ya Rab Sen bi-kes-i bi-çarelere Feyz sensin.”

MUALLİM NACİ 1849 yılında doğan şairin gerçek adı Ömer’dir. Naci mahlası “kurtulan, cennetlik, selamete kavuşan, necat bulan” manasındadır. İstanbul’da doğan şair küçük yaşlarda babasını kaybedince buradaki eğitimini yarıda keserek annesiyle Varna’ya gitmiştir. Eğitiminin yarıda kalması, yalnızca medrese eğitimi alması ve Fransızcadan habersiz bir çevrede büyümesi sonucu eski edebiyat taraftarı olarak tanınmıştır. Varna Rüştiyesinde öğretmenlik yaptığı bilinen şairi, Sait Paşa isimli bir mutasarrıf keşfetmiş ve iş icabı pek çok şehri birlikte gezmişlerdir. Bu dönemdeki vatan hasretini pek çok pastoral şiiriyle dile getirmiştir. Şair 1883’te Tercüman-ı Hakikat gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmeye başlamıştır. Daha sonra gazetenin sahibi Ahmet Mithat’ın kızıyla evlenmiştir. Bu sırada Fransızcasını geliştirmiş ve tercümeler yapmıştır. Ayrıca Naci, genç şairlerin gönderdiği şiirleri değerlendirerek adeta bir muallim olarak kabul edilmiştir. Çalıştığı gazeteyi eski edebiyat yanlılarının sözcüsü haline getirdiği iddia edilince gazeteden istifa ederek ayrılmıştır. Geçimini sağlamak için Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i

Şair olarak Ekrem Bey, bütün Tanzimat Edebiyatçıları gibi, birkaç cepheli bir sanatkârdır. Onun manzum ve mensur eserlerini vücuda getiren dil, sanat ve söyleyiş unsurlarında Divan şiirinin devamı, halk söyleyişlerinden akisler, mahallileşme cereyanı serpintileri ve bunların hepsinin üstünde gibi görünen bir Avrupa (Fransız) Edebiyatı tesiri vardır. EDEBİYAT 141


kavgalarından olan Muallim Naci ve Recaizade Mahmud Ekrem arasındaki olay da tenkit üzerine kuruludur. 3 seri halinde yayınlanan Zemzeme’nin üçüncüsünde Ekrem, Naci’nin şiirlerini gerçeklikten uzak bulup şöhretini balona benzeterek ilk saldırıyı yapmıştır. Daha sonra Ekrem, bir şairin yazdığı Elhan isimli şiir kitabını övmek için Takdir-i Elhan adlı bir eser yazmıştır. Ekrem bu eserinde, Naci’nin şiirlerinin söz olarak güzel ancak his yönüyle tesirsiz olduğunu belirtmiş; bunun da çok çabuk anlaşıldığını söylerken Tercüman-ı Hakikat’ten uzaklaştırılmasını imâ etmiştir. Bunun üzerine Naci Demdeme isimli yazıyla Ekrem’e karşılık vermiştir. Bu yazıda Naci, böyle bir yazıyı mecbur kalmasa yazmayacağını belirtmiştir. Bu eleştirilere dayanamayan Ekrem ise hükümete başvurup Demdeme’nin neşrinin devamını yasaklatmıştır. Muallim Naci, Türk edebiyatının kendi geleneğinin yanı sıra Batı edebiyatının seçkin eserlerinden de yararlanması gerektiğini savunmuştur. Lakin yenilikleri edebiyatımıza kabul ederken kendi eleğimizden geçirerek almamız gerektiğini ifade etmiştir. Şair bu yıllarda kaleme aldığı şiirlerindeki Divan şiirleri temaları sebebiyle gericilikle suçlanmıştır. Şair eski eserleri tamamen kabul edip, taklit etmeyi de onları toptan reddetmeyi de yanlış bulmuştur. Hukuk’ta edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Ertuğrul Bey Gazi adlı manzum eseriyle dönemin padişahı olan Sultan II. Abdülhamit’i etkilemiştir. Osmanlı tarihini yazmaya niyetlenmiş ancak ömrü el vermemiştir. 1893 yılında ölmüştür. Cenaze masrafları padişahın kendi hazinesinden karşılanmıştır. Kabrine ait mezar taşında kendi yazdığı beyitlerden biri yer almaktadır: “Hüve

Şair Servet-i Fünuncu’ları etkilemiştir. Yüreği ile eskiye, aklıyla yeniye bağlıdır. Göz için kafiyeyi savunur. Eski edebiyatın son temsilcisi olarak bilinir. Ölünce Divan edebiyatının ölümü de hızlanmıştır. Aslında Batı ve Doğu arasında bir köprü olmak istemiştir lakin başarılı olamamıştır. Aruzu konuşma diline uygulamakta, Türkçenin sesine özgünlük katmada son derece başarılıdır.

Hak-perestim arzı ihlas ettiğim dergâh bir Bir nefes tevhidden ayrılmadım Allah bir.”

Yeni bir edebi tür olan “tenkit” Tanzimat Dönemi’nde edebiyatımıza ve dilimize girmiştir. Bu dönemin en büyük

142 KONAK

Yine şair alınacak fikirlerin milliyetine değil kıymetine bakılması gerektiği düşüncesiyle dar bir milliyetçilikten uzak ancak sınırsızlığa da karşıdır. Dil hürriyetine çok önem veren Naci, Arapça ve Farsçadan alınan kelimeleri, bu dillerin kurallarına göre değil kendi söyleyiş biçimimize ve kurallarımıza uydurmamız gerektiğini düşünmüştür. Naci, yabancı bir dil bilmenin hüner, kendi diline yabancı olmanın ise bir ayıp olduğunu söylemiştir. Hatta kendi dilinden habersiz kişilerin yeni dil öğrenme merakını şu mısralarla ifade etmiştir:


“Cehl ile kendi lisanından değilken ba-haber Digerin tahsile kalkışman tuhaftır zor ile İftihar etmekte fi’l-vaki verirdim hak sana Olsa tahsil-i lisan pardon ile bonjur ile” Naci, hayal üzerine şiir kurulmaması gerektiğini, şiiri daha güzel kılmak için hayalden yararlanılması gerektiğini savunmuştur. Naci kendi şiir ve yazılarının sevilmesinin nedeni olarak sade dille yazmasını göstermiştir. Şair ayrıca dilin sadeleşmesini isterken bunun rastgele değil bir kurum eliyle yapılmasını gerekli görmüştür. “Bir dili sanatkârlar işler, geliştirir. İlim adamları da kurallarını ortaya koyar. Dilin, diğer dillerle münasebetlerini de yine sanatkârlar ve âlimler tayin eder.” diyen Naci sadeleşme işinin sanatçıların yapmasının değil de bir kurumla olmasının öneminin altını çizmiştir. Bu kurum Cemiyet-i Edebîye’dir. Yeni kelimeler bu kurum tarafından teklif edilmelidir. Şair bunu 1800’lerin sonunda teklif ederken bu kurum 1932’de Mustafa Kemal tarafından açılmıştır. Naci’nin bir başka üzerinde durduğu konu da dilimizdeki kelimeleri içeren bir sözlüğün oluşturulması gerektiğidir. “Dil, kurala dayanarak doğmaz, kural dilin kullanılışından meydana gelir. Bizde kullanılış var, kural yok.” diyerek kuralların bir kitapta toplanması gerektiği kanaatindedir. Nitekim şair Lugat-i Naci isimli bir küçük sözlük de hazırlamıştır. Naci, Şinasi’den sonra dil-vezin birlikteliği üzerine düşünen ilk kişidir. ABDÜLHAK HAMİT TARHAN 1852 yılında köklü ve soylu bir ailede dünyaya gelmiştir. Eğitimini Evliya Hoca ve Hoca Tahsin Efendi’den aldığı özel derslerle devam ettirmiş, bu sırada özellikle Evliya Hoca’nın şiir zevkinden etkilenmiştir. Ailesi tarafından Paris’te eğitimine devam etmesi uygun görülünce abisiyle birlikte Paris’e gitmiştir. Paris’e gitmesi ufkunu genişletmiş aynı zamanda Fransızcasını ilerletmesine yardımcı olmuştur. Döndükten sonra

Robert Koleji’ne gitmiştir. 1864 yılında memurluk hayatına atılmış ancak babasının tayini çıkması nedeniyle Tahran’a taşınmak zorunda kalmıştır. Tahran’da aldığı özel dersler ile Farsçasını ilerletmiştir. Babasının ölümü üzerine İstanbul’a dönmüş ve Paris Elçiliği’ne kâtip olarak atanmıştır. Hâmid, iki yıldan fazla kaldığı Fransa’da, Fransız Edebiyatı’nı da yerinde inceleme fırsatı bulmuştur. Buradaki görevinden sonra Londra Elçiliği Müsteşarlığı’nda Brüksel Elçiliği ve Meclis-i Âyan üyeliğinde bulunmuştur. Cumhuriyet devrinde milletvekili olmuş ve bu görevde iken 1937’de ölmüştür. Edebiyata daha çocukken heveslenen ve Fransa’ya gitmeden önce yazdığı Tahran anılarını anlatan Macera-yı Aşk ve ona şöhret sağlayan Duhter-i Hindû gibi tiyatro eserlerini ve Paris’te Nesteren, Tarık (Endülüs Fethi) adlı oyunları yazmıştır. “Ne hoş eyler muhabbeti tarif Şu garîb bülbül âşiyânında; Ben de gûyan idim zamanında Âşiyanımdı bir nihâl-i zarîf. Gezdiğim demde gülistanlarda Beni yâdındır eyleyen taltîf Duyarım nefhanı hafif hafif Rüzgâr estiği zamanlarda” (Hamid’in Türk Edebiyatı’nda şöhret kazanmasını sağlayan Duhter-i Hindu oyunun başında yer alan Tagannum adlı şiirinden) İstanbul’da kaldığı yıllarda edebiyat ve fikir hayatını etkileyecek olan Ebuzziya Tevfik, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem ve Sami Paşazade Sezai ile dostluk kurmuştur. Yazdığı eserlere de bu dostluğunun yansımaları görülmektedir.

Hanımın ölümü üzerine yazdığı bu şiirinde ölümü sadece varoluşsal bir sorun olmak çizgisinden çıkarıp farklı bir bakış zenginliği ile değerlendirmiş, toplum ve toplumsal sorunlar üzerinde olan dikkati, kendi iç dünyasına çevirmiş ve ölüm muamması karşısında duyduğu şaşkınlığı, çektiği ıstırabı bir birey olarak anlatmıştır. Dönemi itibariyle mersiye türünün güzel örneklerinden biri olup getirdiği şekil ve muhteva yeniliğiyle Türk şiirinde önemli bir yere sahiptir. Eyvah! Ne yer, ne yar kaldı, Gönlüm dolu âh u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden Gitti ebede gelip ezelden. Ben gittim, o hâksâr kaldı Bir gûşede târmâr kaldı Baki o enîs-i dilden, eyvâh! Beyrut’ta bir mezar kaldı. Hamit bir isyan içerisindedir fakat onun isyanı nihaî olarak bir teslimiyetle sonuçlanır. Eşi Fatma Hanım’ın ölümünün ardından yazdığı bu şiir “isyan” ile “teslimiyet” arasındaki gidiş gelişin en veciz ifadesi haline gelmiştir. Makber‘in nazım şekli kafiye ve düzen bakımından Batılı şekillerden etkilenen fakat klasik Divan şiiri terbiyesinin etkisiyle de beyit esasına dayalı olarak bir araya getirilmiş ve içinde kendisine has bir ahenk örgüsü bulunan orijinal bir biçimdir. Yani geçmiş kültürümüzden ve şiir geleneğimizden izler taşıdığını göstermekle birlikte yenilikçi bir zevkin ürünüdür.

Sahra adlı şiiri Türk Edebiyatı’nın ilk pastoral şiir örneğidir. Kitabın içinde yer alan manzumelerde şekil ve uyak düzeni, serbest ve yenidir. Abdülhak Hamit adı anıldığında akla gelen ilk şiiri Makber’dir. Eşi Fatma EDEBİYAT 143


KAYNAKÇA 1. Uçman, Abdullah. Tanzimat’tan Sonra Yeniliği Hazırlayan Şartlar: Dil, Edebiyat Ve Matbuat, Temmuz-Aralık 2015. 2. Ebüzziya, Ziyad. Ebüzziya Mehmed Tevfik, Tdv İslam Ansiklopedisi, Cilt 10, S 374-378. 3. Edebiyat El Kitabı, Ankara,2016. 4. Çubukçu, İbrahim Agâh. Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Baskı: 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara: 1991, C. 174 – 1986 – 247 S. 5. Temel Britannica, Şinasi Cilt: 16, Hürriyet Ofset, Ana Yayıncılık, İstanbul: Temmuz 1993, S.280 6. Ebüzziya, Ziyad. 1997, S.22-29 7. Tuncer, Hüseyin. Arayışlar Devri Türk Edebiyatı I, Akademi Kitabevi,1996, S.29-32. 8. Yıldız, Saadettin. “İbrahim Şinasi’ye Dair Notlar”. Erişim Tarihi: 2009-1112.

144 KONAK

9. Ebüzziya, Ziyad, Şinasi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, S. 51. 10. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 3/1 2014 S. 240-250, Türkiye International Journal Of Turkish Literature Culture Education Volume 3/1 2014 P. 240-250, Turkey. Özkırımlı, Atilla. Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, C.3 S.888-889. 11. Türk Dili Ve Edebiyatı / Akçağ Yayınları Türk Edebiyatı, Iıı. Cilt; Ahmet Kabaklı. 12. Türk Dili Ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, İsimler, Eserler, Terimler. 13. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi; Ahmet Hamdi Tanpınar. 14. Akyüz, Kenan. Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri. 15. Aytaş, Gıyaseddin. İdil Sanat Ve Dil Dergisi, Cilt1 Sayı2 Bahar 2012.

16. Abdullah, Fevziye. Muallim Naci Ve Recaizade Ekrem Arasındaki Münakaşalar Ve Bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebi Hadiseler. 17. Demir, Hiclal. Muallim Ncai: Eski Mi Yeni Mi?, Türkbilig, 2010/19: 176-185. 18. Özbay, Özge. Muallim Naci’nin Tenkit Anlayışı Üzerine Bir İnceleme. 19. Tarakçı, Celâl. Muallim Naci Efendi’nin Dil Harkındaki Görüşleri. 20. Demircan, Aynur. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Aydınlık Bir Yüz: Abdülhak Hâmit Tarhan. 21. Çallşkan,Adem. Abdülhak Hamid Tarhan’ın Makber’inden Bazı Bendlerin Tahlili, Ekev Akademi Dercisi Yıl: 9 Sayı: 22 (Kış 2005). 22. Apaydın, Dinçer. Şiirin Değişen Zihniyetinde Bir Kilometre Taşı: Makber.


ZEVAL VAKTİ Esma Nur Yalçın Her yere koşa koşa gider Merdivenleri ikişer çıkarım Az konuşur çokça güler Kâbuslara güller veririm Ömrümün zeval vaktine Daha var dediğim bir vakitteyim Durun yanlış bir şeyler var Öyleydim Aklıma kalın muşamba sermeden Yoluma serçeler konmadan önce Merdivenleri al çamura boyamadan Ayakkabılarımı mavi halıda sürtünerek Kapının dibinde çıkarmadan Hemen önce İz bıraktım şimdi koştuğum sokağa İçimde akıl almaz bir korku Utansın sana kötü adam diyen gök Yıldızlar parlamasın bir daha Ve düşmesin iki kaşın ortasına Bilmesem yazılmış olanı Aklımı yitirirdim Bükülürdü dizlerim Put sanırdım içimdekini Bir cızırtılı hal var Bana söylenenlerde “U-nut-mak “ Nasıl söylenir Bekleme benden Böylesine çiçekli haller Yalınkat nefesler Saat 17.53 Ömrüm akşam Tek isteğim var Soğuk bedenimi kolla!

Rüyama gelmiştin Bir şiir düşmüştü dilinden Şiir düştüğü yerden hesap sordu Kılıcını ince ince soktu Arkamda bedenin İçimizde kılıç Kulağımda incecik fısıltı “Bekle beni” dedin Bekle... Bu ne güzel seda Canımı oracıkta verdim Ve salâ Hızla doğruldum Sırılsıklam saç diplerim Halim başka Kâbus değil, rüya değil İsim koyamadım Allah’ım! Bu ne güzel seda Çarşaflar al rengi Sol tarafımda kılıç izi Seher, şafak ve kuşluk Sonra zeval vakti Ve er kişi niyetine Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber!

EDEBİYAT 145


Anadolu İrfanının Kalbi Yunus Emre Yunus Emre (1238 -1320) yılları arasında yaşadığı tahmin edilen ve Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü olan bir şair ve mutasavvıftır, yaşamına ilişkin belgeler sınırlıdır. Medrese eğitimi gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği, İran ve Yunan mitolojisi ile tasavvuf ve tarihi incelediği sanılıyor. Gerçeğe, Tanrı’ya, evrensele, her şeyin özüne varmak için şeriat-tarikat-marifet-hakikat olmak üzere dört bilgi düzeyi ayırt eder. Tasavvuf felsefesi ve görüşleri daha çok Bektaşiliğe yakındır. Şeyhi Tapduk Emre Sinan Ata’nın ardılıdır ve Hacı Bektaş Veli’ye bağlıdır. Yunus, Risaletü’n Nushiye adlı 573 beyitlik divanı ile şeriat kurallarının üstüne çıkar. Başlangıçta yer alan düz yazı şeklindeki metinde aklın ve insanın çeşitlerini anlatır. Söylencelerde Yunus Emre

LÜGAZ ŞİİR TAHLİLİ ÇALIŞMA GRUBU 1 2

1 2

Esma Sayın Zehra Oruç * Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi

* İletişim: zehraoruc43@gmail.com

146 KONAK

Yunus üstüne bütün bildiklerimiz halkın masallaştırdığı gerçeklere dayanıyor. Söylencelere, ve Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi’ne göre Yunus Emre bir Orta Anadolu köylüsüdür. Sakarya kıyılarında, Sivrihisar’ın Sarı köyünde oturur. ”Taştan topraktan ekmeğini çıkaran, yağmur yağmayınca aç kalan bir Anadolu köylüsü. Bütün devletlerin soymaya alışık olduğu bir Anadolu köylüsü. Yağmur yağmaz, ekin olmaz; Yunus günün birinde tohumsuz kalır. Tohumsuz kalan Yunus Emre eşeğine dağdan alıç, ahlat, meyve yükler, buna karşılık biraz tohumluk buğday aramaya çıkar. Duyduklarının izini sürer ve ilk uğradığı yerlerden birisi de Hacı Bektaş Tekkesi’dir. Yunus, tekkeden alıçlarına karşılık buğday ister. Hacı Bektaş


Veli kendisine: “Buğday yerine nefes versek olmaz mı?” diye sorar. Yunus “İlle de buğday!” der. Hacı Bektaş Veli “Her alıca karşılık bir nefes verelim” der. Yunus “Olmaz!” der. Her çekirdek başına on nefese kadar çıkar Hacı Bektaş. Yunus ille buğday diye dayatır. Bunun üzerine Hacı Bektaş fakir Yunus’a götürebileceği kadar buğday verdirir. Sevine sevine yola çıkan Yunus’u yolda bir düşüncedir alır ”Bu insan büyük insan olmasa bana buğday vermezdi. Bir çuval buğday böyle bir insandan daha mı değerli?” diye düşünür, çiylik ettiğini anlar ve döner geriye. “Alın buğdayı geri, ben nefes istiyorum” der. Ama Hacı Bektaş ona nasibin Tapduk Emre’ce verileceğini, onun tekkesine gitmesini söyler, ”Senin “kilidini ona verdik!” der. Yunus Tapduk Emre’nin tekkesine gider ve onun müridi olur. Tapduk Baba, Yunus’un şiirlerinde inançla sevilen, yoluna baş konulan bir mürşit olarak karşımıza çıkar: Tapduğun tapusuna Kul olduk kapısına Yunus miskin çiğ idik Piştik elhamdülillah Bir başka söylenceye göre ise Tapduk Emre güzel saz çalarmış ve Yunus ona saz çaldığı için bağlanmış. Uzun süre tekkeye hizmet etmiş, sonunda bıkmış ve kaçmış. Yolda erenlerden yedi kişiye rastlamış, yoldaş olmuşlar. Her akşam erenlerden biri içinden geçirdiği bir ermiş adına Tanrıya dua ediyor hemen bir sofra geliyormuş ortaya. Sıra Yunus’a geldiği akşam o da: “Ya Rabbi, bunlar hangi kulun adına dua ettilerse ben de onun adına yalvarıyorum sana, utandırma beni” demiş. O akşam iki sofra birden gelmiş. Erenler şaşırıp kimin adına dua ettiğini sormuşlar. Yunus önce onların söylemesini istemiş. Erenler de: “Tapduk’un dervişlerinden Yunus diye biri var, onun adına” demişler. Yunus bunu duyar duymaz hiçbir şey söylemeden tekkeye geri döner ve ‘Anabacı’ şeyhin karısına sığınır. Anabacı der ki: “Yarın sabah tekkenin

eşiğine yat. Tapduk abdest almak için dışarı çıkarken ayağı sana takılır. Gözleri iyi görmediği için bana: “Kim bu eşikte yatan? “ diye sorar. Ben de “Yunus” derim. “Hangi Yunus?” derse çekil git, başka bir tekke ara kendine, başının çaresine bak. Ama “Bizim Yunus mu?” derse anla ki gönlünden çıkarmamış, hala seviyor seni. O zaman kapan ayaklarına, bağışla suçumu de.” Yunus Anabacının dediğini yapar, kapının eşiğine yatar, ertesi sabah olan olur; Tapduk: “Kim bu adam?” diye sorunca, “Yunus” der anabacı. Tapduk “Bizim Yunus mu?” diye sorunca Yunus ayağına kapanır ve sevincinden ağlar. İki insan

arasındaki bağlılığı, ayrılıp kavuşmanın tadını, güveni bu kadar güzel anlatabilen söylence azdır dünyada. Yunus’un ozanlığa başlamasının öyküsü de şöyledir: Yunus yıllar yılı tekkeye ağızsız dilsiz hizmet eder. Günlerden bir gün Tapduk’un sofrasında bir güzel muhabbet olur. Tapduk sevinçli ve coşkuludur. O gün Yunus-ı Guyende adında bir ozana “Bize bir şeyler söyle” der. O ozanın dili tutulur o gün, hiç bir şey bulup söyleyemez. Bunun üzerine Tapduk oduncu Yunus’a dönüp “Haydi sen söyle” der. Ve Yunus birden başlar içinde birikenleri söylemeye, esip savurmaya, incileri dökmeye başlar: EDEBİYAT 147


ki, öncekinden çok daha ağır şartları içine almakla beraber, çok daha ince ve insanidir; fakat bu tasavvuf yolu çok zahmetlidir. İşte, Yunus’un birçok ilâhileri de bu zorlukların îzâhından ibârettir: “Dervişlik, hırka ile, mürîd ile, tac ile olmaz; onların hepsini bırakmalı; melâmet oklarına hedef olmayı göze aldırarak, ar ve nâmusu kaldırmalı ki hakikî aşk sabit olsun; işte, ancak o vakit, aşkın feyizleriyle, ikilikten geçilebilir ve Vahdet sırrı, ancak o zaman çözülür; yoksa bu, ilim okumakla olmaz.”

Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü Yaratılanı hoş gör Yaradandan ötürü Yunus’un yaşadığı yıllarda Molla Kasım diye biri varmış. Bu Molla Kasım’a Yunus’un şiirlerini yazılı olarak getirmişler. Her okuduğu şiiri dine, şeriata aykırı bularak yakıyormuş. Binlercesini yaktıktan sonra üst tarafını da suya atmaya başlamış. Şiirleri yakmış suya atmış, atmış, atmış derken bir şiirde, Yunus: Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir. demiş, demiş ya, Molla Kasım bunu görür görmez Yunus’a boyun eğmiş ve yakmadığı suya atmadığı şiirleri bir 148 KONAK

hazine gibi saklamış. Söylenceye göre bunun için şiirlerinden binlercesini göklerde melekler, binlercesini denizlerdeki balıklar, kalan binlercesini de.insanlar söylermiş. Yunus Emre ve Tasavvufi Ahlak Yûnus’un neşrettiği tasavvufî ahlâk, evvelâ herkesi Kur’ân ve Hadis’e uymağa, şer’î esâslara en ufak teferruâtına kadar riâyete dâvet eder; çünkü tarîkatin üssü’l-esâsı şerî’attır. Sonra, Sünnet-i Muhammediyye’nin icâb ettirdiği birçok ahlâkî esaslar vardır. Yûnus Emre birçok manzûmelerinde onlara bağlı kalma lüzûmunu uzun uzun anlatır. Bununla berâber, bütün bunlar İslâm ahlâkının esaslarını teşkil eden birtakım umumî şeylerdir. Asıl “tasavvufî ahlâk” bundan sonra başlar

Varlık hakkındaki sûfiyâne anlayış ancak, “tevekkül ve teslim”i; dünyevî işlerden tam bir ferâgati gerektirir. O vakit, dervişin her şeyi iyi ve hoş görmesi lâzımdır. Bir defa bu makama erenler, artık insanlar arasında iyi, fenâ, müslim, mecûsî gibi ayrılıklar görmezler; hattâ kendilerine fenâlık edenlere karşı bile iyilikle karşılık verirler. İşte “Bir vakit namaz kılmayanlar aleyhinde en ağır ithamlarda bulunan zâhid Yûnus Emre’nin “tasavvufî ahlâk” esaslarını yayan bâzı manzûmelerinde, “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan, onları birbirinden ayıran adamları, hattâ halka müderris olsalar bile yine hakikatte âsî” sayacak kadar geniş, insâni bir şefkat göstermesi bundan dolayıdır. İşte, görülüyor ki ahlâk-ı sûfiyânenin gayesi, “insân-ı kâmil” olarak Hakk’a erişmektir. Yunus Emre’ nin Edebi Kişiliği Yunus Emre, Ahmet Yesevi’den sonra tasavvuf edebiyatının halk şiiri tarzındaki ikinci şairidir. Üstelik yaşadığı günden bu güne kadar ondan daha önemli Dini Tasvvufi âşık edebiyatı şairi yetişmemiştir. Yunus; fakir, zengin, Hıristiyan ve Müslüman ayrımı yapmadan, insanı, Yaradan’dan ötürü seven bir hoşgörü içinde görür. Ondaki insan sevgisi, insanı Allah’tan bir parça olarak kabul etmesinden kaynaklan bir sevgidir. Kendi güzelliğini görmek isteyen Allah âlemi yaratmış, bu nedenle de âlemi Allah’ın bir görüntüsü kabul etmiş-


tir. Ona göre bütün varlıklar Allah’tan gelmiştir. Varlık tektir ve bunu bilen kişi nereye bakarsa yalnızca Tanrı’nın cemâlini görecektir. “Bir vücuttur cümle eşya, Ayni eşyadır Huda, Hep hüviyettir görünen, Yok Huda’dan maada “ Ona göre nefse hoş gelen şeylerden ötürü Cenneti sevmek bile hoş değildir: Cennet cennet dedikleri, Birkaç köşkle birkaç hûri; İsteyene ver anları, Bana seni gerek seni! Ona göre güzel çirkin, kötü diye bir ayrım yoktur. Güzel ve çirkin, iyi ile kötü birdir ve eş değerdedir. Onun düşüncesine göre ölmek ve yaşamak birdir. Ölmek geldiği yere yani üflendiği ruha kavuşmak anlamındadır. Hayatsa vatandan uzak kalmak anlamındadır. Çünkü ruh geldiği yere dönmek arzusundadır. “Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım (nerede) Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım. Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden Hakk’dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım Yunus Emre Divan Şiirleri İncelemesi Yunus Emre’nin şiirleri divanda toplanmıştır. Eldeki divanların en eskisi 15. yy da yazılmıştır. Bu bakımdan bu divanlardaki şiirlerin hepsinin Yunus’a ait olup olmadığı, ona isnat edilip edilemediği pek belli değildir. Şiirler aruz ve hece ölçüsüyle yazılmıştır. A) Yunus Emre’nin “Kayusu Değil” Redifli Şiiri İncelemesi Cânlar fidâ yoluna bu cân kayusu değül Sen cânı gerek bana cihân kayusu değül Cânlar içinde cânum sensin genc-i pinhânum

Çün ıyân gördüm seni pinhân kayusu değül Cânlar içinde cânsın sen bir Âb-ı Hayvânsın Bize dîn ü îmânsın îmân kayusu değül Yudum yaramı sildüm yaram kimdedür bildüm Bana yârüm kayusı yaram kayusu değül Işkun beni fâş itdi saklayam dirdüm velî Çün seni ıyân gördüm pinhân kayusu degül Dermân ola mı bana derdüm benüm kim ona Derdlü varayın sana dermân kayusu degül Gelün âşık olalum ışka cevlân kılalım Esrük olup yatmışam cevlân kayusu değül Işkun okı demreni dokınur yüreğüme Işk içün ben öleyin demren kayusu değül Cân u gönüli n “itdüm aşkun odına atdum Sıdkı dahı unutdum gümân kayusu değül Işkun burcından uçdum cevlân uruban geçdüm Ben dostıla buluşdum cevlân kayusu değül Bahr ummâna talmışam anda sadef bulmuşam Gevher alup gelmişem umman kayusu değül Turdugum yir Tûr ola bakdugum dîdâr ola Ne hâcet Mûsâ bana sen-ben kayusu değül Yûnus”ı ögütlerler kalk kervân göçdi dirler Ben menzile irişdüm kervân kayusu değil

2. ve 5. beyitlerdeki 2. mısraların tekrarlanmasıyla bu mısralar arasında paralelizm oluşturularak âdeta bir nakarat gibi ahenk sağlanmıştır. Aynı beyitte yahut farklı beyitlerde tekrarlanan kelimeler de şiirde bir ses ve anlam uyumu yaratıyor. Örneğin cevlân (4), cân (6), sen/seni/sana (6), ben/bana/ benim (9), aşk (6) kelimeleri diğer kelimelere nazaran sık kullanılmıştır. Yunus Emre’nin hemen bütün şiirlerinde olduğu gibi bu şiirine de hâkim olan şahıs 1. tekil şahıs olan “ben”dir. Yunus’un ben-sen zamirlerinin tekrarına verdiği önem ‘ben’li anlatımı ortaya çıkarmıştır. Bu türlü anlatım, şiiri dinleyenin ya da okuyanın sözün etkisinde kalarak kendisini anlatanın yerine koymasını, onunla birlikte aynı duyguları hissetmesini sağlar. Tasavvuf ilkelerinin aşılanmasında varılmak istenen sonuçta budur. Yunus, dili bu yönde kullanarak sözü daha etkili kılmaktadır. Şiirin ilk 7 beytinde görülen sen-ben ikili kullanımı 8. beyitten sonra tamamen ‘ben’e dönmüştür. Şair aslında ‘ben’i anlatarak Tanrı’yı anlatmaktadır.

Kul ile Tanrı’nın yani ben ile senin karşıtlığı yanında tasavvufun vahdet-i vücut ilkesine göre bunların birlik ve eşitliği de Yunus’un şiirlerinde hep tezat yoluyla işlenmiştir. İncelediğimiz şiirde buna en güzel örnek 12. beyitte karşımıza çıkmaktadır: Turdugum yir Tûr ola bakdugum dîdâr ola Ne hâcet Mûsâ bana sen-ben kayusı değül Bu şiir, anlam yönünden ilahî aşkı ele almaktadır. Genel itibariyle Tanrı’ya ulaşmak dışındaki hiçbir şeyin önemli olmadığı, şair için dünyevî hayatın bir kaygı uyandırmadığı teması şiire hâkimdir. Ancak sesin de, sözün anlamını vurgulayan bir öğe olarak şiirde önemli bir yeri vardır. Görüldüğü gibi şiirin genel ses örgüsü yanında her beyit ve mısra ayrıca ses düzenlemelerine sahiptir. Her beytin sonundaki “değül” redifi şeklen olumsuz olsa da şiirde pozitif bir anlamı vurguluyor. Çünkü kaygı, tasa anlamına gelen kayu kelimesinden sonra gelerek aslında hiçbir şeyin kaygı yaratmadığı, Tanrı dışında hiçbir dünyevî unsurun önemli olmadığına işaret ediyor. Yapı bakımından şiirin merkezinde II. tekil şahıs “sen” vardır. Ancak “sen”in etrafında dönen âdeta bir sen-ben tezadı olan bir “ben” de vardır. Burada “sen” Tanrı (sevgili), “ben” ise şairin kendisidir. Sadece bir yerde (7. beyitte) diğer nüshalarda geçmeyen “biz” vardır. Bu bölüm şiire sonradan eklenmiş olmalıdır. B) Yunus Emre’nin “Aşıklar Ortasında Sofilik” Adlı Şiiri İncelemesi Âşıklar ortasında sôfîlık satmayalar İhlasıla bu ışka riyâyı katmayalar Bu ilk beyit, Yunus’un bu şiirinde ele alacağı konunun girişi mahiyetindedir. Yunus bu şiirinde, hangi konuyu ele alacağını daha başta söylemiştir. Bu konu, aşk ve aşkta samimiyettir. Beyitte karşıtlık üzerine inşa edilen bir yapı ilk bakışta göze çarpmaktadır. Âşık ile sofi, ihlas ile riya arasında oluşturulan tezat, şairin vermek istediği mesajı EDEBİYAT 149


daha belirgin bir hale getirmektedir. Tarifi yukarda izah edilen sûfi ile aslında âşığın, ârifin yahut erenlerin anlaşılması gerektiğine temas edilmiştir. Ancak beytin ilk mısrasındaki “sofi” tabiriyle ne anlaşılmalıdır? Terim ile ilgili olarak; “Sofu, Arapça sûfi kelimesinin bozulmuş şeklidir. Samimi, dindar kişilere sofu denirken, şekilci, ham tipli dindarlar için de aynı tabir kullanılır.” şeklinde bir tanım yapılmıştır.. Yunus’un yaşadığı dönemde bir kısım sahte sûfiler ortaya çıkmış, insanlara birtakım vaatlerde bulunmuş olacaklar ki Yunus Emre onları şöyle azarlar: Yüri hey sûfi zerrak ne sâlûslık satarsın Hak’dan artuk kim ola kula dilek viresi Bu noktada kendisini de şöyle tenkit eder: Başuma tac urundum halka sofi göründüm Tışıma hırka giydüm içüm bir kuru kovan Ya bildügünü eyit ya bir bilürden işit Teslîmlik ucını tut sözi uzatmayalar Yunus’a göre artık sözü fazla uzatmadan kişinin bir bilen bulması ve ona teslim olması gerekmektedir. “Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz” ilkesini şiirinde de dile getiren Yunus Emre için teslimiyet mürşid-i kâmile olacaktır. Bu şekilde bir teslimiyet tasavvuf ve tarikat anlayışında aslında Allah’a teslim olmanın bir başka biçimidir. Kur’an kelâmum didi gönüle evüm didi Gönül ev ıssın bilmez âdemden tutmayalar Bu mısralarda Yunus’un temel felsefesi olan aşkın gerekçesi ileri sürülmüştür denilebilir. Aşktan maksat ilahi aşktır ve Allah sevilmeyi dilemektedir. Yunus, gönül evinin sahibini bilmeyenlerden, Allah aşkını tatmayanlardan sayılmak istememekte; Aşk meşrep tabiatını beyitte ön plana çıkarmaktadır. Gönül sındı buludı hem Hakk’a yakınıdı Yine dikerem diyü bütüni yırtmayalar Gönül beytullahdır, Allah’ın evidir. Al150 KONAK

lah’ın evi olan gönlün kırılması Yunus için en büyük cinayettir. “Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül” mısrasında gönül kırmanın bedelini Yunus, dinin direği olan namaz ibadetinin kabul olunmasına engel teşkil edecek kadar ağır bir ceza olarak telakki etmektedir. İslam›ın şartlarından birisi de hac ibadetidir. Yunus’a göre bir gönle girmek bin hacca bedeldir. Allah’a yakın olan gönlün kırılması Allah’ın da tasvip etmediği, istemediği bir davranıştır. Mumlu baldur şerî’at tortsuz yagdur tarîkat Dost içün balı yaga pes niçün katmayalar Mumlu bal, “çeç” adı verilen çerçeve balının ismidir. Tortuya gelince; eritilen yağın üzerine biriken tortu maddesi daha sonra yağdan ayıklanır ve bu şekilde yağ tüketime hazır hale getirilmiş olur. Yunus, şeriatı çerçeve balına, tarikatı ise tortusu atılmış yağa benzeterek bu ikisinin bal ve yağ gibi birbirine katılmasını istiyor. Dostun hatırı için bal ile yağ neden birbirine katılmasın? Burada dost tabiriyle yaratan Allah kastedilmektedir. Sonuçta her ikisi de içinde hoş tatlar barındıran bal ve yağ, asıl kıvamına birbirine katıldığı zaman ulaşabilmektedir. Hakikate ulaşmak isteyen için reçeteyi yine Yunus kendisi veriyor: Şeriat tarikat yoldur varana Hakikat marifet andan içeri Ârif cân virür tuymaz yalancı mala kıymaz Yalanıla geçeği beraber tutmayalar Beyitteki “ârif ” ve “yalancı” birbirine zıt kişiliklerdir. Ölüm anında bile sükûnet ve olgunluk içerisinde olan ârif, can verse de bundan hiçbir acı ya da hüzünlenme duymaz. Oysa yalancı kişi malını dahi cimrice bir iştahla sakınır. Burada “ârif ” kavramıyla samimi dindar kişiler, “yalancı” sıfatıyla da samimiyetten uzak kimseler ifade edilmektedir. Allah için canını hiç düşünmeden feda eden, ölümün bir vuslat olduğunu iyi bilen ârife karşı, fani dünyanın hayallerine

iltifat eden yalancılar, mal düşkünü ve cimri kimselerdir. Yunus, birbirine bu kadar uzak kişilerin kesinlikle bir tutulmamasını istemektedir. Yunus’un böyle bir kaygı taşıması yaşadığı dönemde şahit olduğu birtakım olaylardan kaynaklanmış olabilir. Zaman zaman riya ve samimiyet ayırt edilemeyecek kadar birbirine yakın görünüşlü şeklinde tezahür etmiş, samimi insanlar riyakârlarla eş tutulmuş; hatta riyakârlık bazen daha fazla iltifat görmüş olabilir. Yunus, bu noktada çok dikkatli olunmasını, samimi ve riyakâr kimselerin birbirinden titizlikle ayırt edilmesini istemektedir. Mensubu olduğu tarikatın ilkelerini hazmedememiş, tasavvufun gereğini yerine getirememiş riyakâr insanları, dervişliğin gereğini yerine getiremeyen ham sofuları kastetmiş de olabilir. Kıymetin tutarısan neye deger iş bu dem Erenlerün ma’nîsin almaza satmayalar Tasavvufi anlayışta insanın kendini bilmesi hadisesi, özündeki cevheri bularak, kıymetini muhafaza etmesi şeklinde algılanmıştır. Nitekim Hacı Bayram Veli ısrarla şu vurguyu yapmaktadır: “Sen seni bil sen seni.” Dünya gelip geçici bir hevestir. Bu geçici dünyadan sonsuzluk âlemine ancak kendini bilenler ulaşacaktır. Kendini bilmeyen insan, kuru bir cesetten başka bir şey değildir. Çünkü böylesi bir insan ancak bedeniyle mevcuttur; o beden çürüyünce kendisi de tükenecektir. Yunus, özündeki cevheri bulanların artık bu dünyanın aldatıcı süs ve lezzetine kanmayacağını ifade etmektedir. Kendini bilenler bu sırra erenlerdir. Öyleyse erenlerin manası çok derindir. O manayı bilmezlere satmamak gerekmektedir. Tasavvuf erbabı “Bizim sözümüz bizden gayrısına haramdır.” diyerek erenlerin derin hikmetlerini ham kalabalıktan sakınmıştır. Nihayet Yunus kendini bilmeyenin âlim bile olsa beyhude okuduğunu düşünmektedir:


İlim, ilim bilmekdür İlim kendin bilmekdür Sen kendüni bilmezsin Yâ nice okumakdur Miskin Âdem yanıldı uçmakda bugday yidi İşi Hak’dan bilenler şeytândan tutmayalar Yunus, beyitte Hz. Âdem’in Cennet’ten kovulması olayına telmihte bulunmaktadır. Çok bilindik olan Hz. Âdem’in Cennet’ten kovulması olayı, aslında dünya hayatının başlamasına vesile olmuştur. Ezeli ve ebedi bilginin sahibi olan Yaratıcı, şüphesiz, bu olayda bir derin hikmet gizlemektedir. Çünkü şeytanın Âdem’i yanıltacağı ve Âdem’in de yanılıp yasağı çiğneyeceği O’nun ezeli bilgisinde mevcuttu. Bu noktada İslam›daki kader anlayışını hatırlamak gerekmektedir.

nerede güzel bir çift söz, nerede aşla ve sevgiye dair bir nişane varsa orada “Yunus” adının geçmesi bir tesadüf olmasa gerek. Risalet-ün Nushiye İncelemesi XIII. yüzyıl Türk dili ve edebiyatında ilk didaktik mesnevi olan bu risale Yunus Emre’nin felsefi dünya görüşünün, bütün varlığını, Türk inanç tarzını, hayata bakışını, dünya, yaratılış, kâinat, varlık ve hayatın anlamını sembollerle yansıtan bir eserdir. Türk edebiyatı tarihinde ilk didaktik mesnevi olan “Risaletü’n Nushiyye”de “Yunus Emre içinde bulunduğu toplumun talepleriyle bir nasihat kitabı yazma yoluna girmiştir.”

Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye Mesnevisinde Bediî Tasvirler XIII. yüzyılda Farsça’nın hüküm sürdüğü bir devirde, çarpışmalar içinde boğulan Türk dünyasının yetiştirdiği bu dahi sanatkâr, Türkçe’nin güzelliğini yarattığı eserlerinde ortaya koyabilmişti. O devirde Yunus Emre’nin bu eseri sade, aydın Türkçe ’de kaleme alması, XXI. yüzyıl insanının anlayacağı bir tarzda, aruz vezninde yazıp yaratması Türk dilinin geniş anlatım imkânlarının olduğunu ortaya koyar. Bu şiir Yunus Emre’nin düşünce tarzını okuyuculara gösterir. Bu eserde Yunus Emre yaratıcılığının doruğuna ulaşır. Şair bu eserle, in-

Sûfilerin tevhit ve vahdet görüşleri arasında yer alan vahdet- i vücut anlayışına göre ne varsa O’ndandır. Sonuçta Yunus, itidal ölçüsünde bir anlayış ve derin bir sezgiyle, dünya hayatının başlangıcına dair şeytandan bilinen bu hikmetli olayın aslında Hakk’ın bilgisi ve izni dâhilinde meydana geldiğini ve bunun şeytandan değil Hak’tan bilinmesi lazım geldiğini insanlara tembih etmektedir. Şîrîn hulklar eylegil tatlu sözler söylegil Sohbetlerde Yûnus’ı hergiz unutmayalar Güzel düşünen, güzel yaşayan ve güzel söyleyen Yunus, insanlardan da benzer davranışlar beklemektedir. Yunus, son beyitte, tam da sözünün bittiği yerde söze vurgu yapmaktadır. Tatlı söz söylemek ve şirin tabiatlı olmak gerekmektedir. Eserlerin bitiş kısmında eseri vücuda getiren müellif için dua istemek eski bir gelenektir. Yunus son beyitte şirin huyluların tatlı sözleriyle yapacağı sohbetlerde kendisinin unutulmamasını temenni etmektedir. Nitekim EDEBİYAT 151


sanları Hakk’ı görmeye, Allah yolunu tutmaya, içindeki pislikleri öldürmeye, onları küfür yolundan uzaklaştırmaya, iyi ameller sahibi olmaya çağırır. Yunus Emre’nin esas amacı insanları doğru yola çağırmaktır. “Önce yüce Allah (cc) bir insanın doğru yolda olmasına karar verir, ilahi buyruktan sonra doğru yolun ölçülerini öğreten kitap gönderir ve insanlara bu kitabı öğreten peygamber seçer.” Şairler de peygamberler gibi Allah’ın elçileridir. Onlar da insanları doğru yola yöneltmek için Allah Teâlâ tarafından seçilerek büyük değer verilmiş insanlardır. Şairin bu risalesi kendinden sonra Türk dilinde yazılan yüzlerce mesnevinin dayandığı kaynak olması bakımından onda olan hikmetin varlığından haber veriyor. Şair eserin yazım tarihini mesnevinin sonunda klasik şiir geleneğine uygun olarak aşağıdaki beyitte şöyle ifade ediyor: Söze tarih yedi yüz yedidir Yunus canı bu yolda fidadır Bazı araştırmacılar bu tarihi Yunus Emre’nin tarikata girme yılı olarak kabul ediyorlar. Ama mesnevide buna bir işaret var ki, şair artık bu eseri yazarken içinde bulunduğu tarikatın bütün aşamalarından geçmiştir. Çıra yandı delil doğru bulundu Ev aydınlandı uğru bilindi Çıra dediğim iman nuru mutlak İmanlıya didarın gösterir Hak Şair kalbini eve benzetmekle orada iman çırasının yandığını, bu ışıkta Hak nurunu gördüğünü, ona doğru ilerlediğini semboller vasıtasıyla, benzetmelerle okuyucuya aktarır. Bu ifadelerden anlaşılır ki, şair iman ehlidir. Bu risale 1307-1308 yıllarında da (hicri 707) aruz vezninde, mesnevi şeklinde yazılmıştır. 573 beyitten ibaret olan bu öğüt risalesi 13 beyitlik manzum girişten sonra kısa bir görüş ile başlıyor. Küçük girişten sonra eserin esas bölümü başlıyor. Burada şair tamamen farklı bir girişle eserin esas bölümüne başlı152 KONAK

yor. Türk şiir geleneğine uygun olarak Âdem’in yaratılmasını “Bismillah deyip getirdi toprak” demekle, şair dört unsurdan söz ediyor. Bu unsurlardan olan (anasır-ı erbaa) “toprak ile suyu karıştırıp yaptı”, onları hareketlendiren “yel gelirken ardından getirdi onu” demekle, topraktan sonra yelin varlığını, sonra ateşin onlara hararet verdiğini anlatmakla, bütün bu kâinatın yaratıcısı olan dört unsurun rolünü ortaya koyuyor. Şair bu dört unsurun her birinin insan fıtratını oluşturmasını ve özelliklerini insan hayatında oynadığı rolü tek tek okuyucuya hissettirir. Dört unsurun esası olan toprak hakkında şair; bu dört unsurun, “sabır, iyilik, Allah’ı vekil etme ve keramet gösterme” olduğunu, bunların da her insanın içinde bulunduğunu söylemiştir. İnsanın onları düzenlemesi, amaçlara bağlaması esas şartlardan biridir. Sonra şair su ile gelen dört hali okuyucuya hissettirir. “O, saf, cömert, iyilik, sevgiliye kavuşma”dır. Güzel niyetlerin, hayırlı işlerin, insanda olan ince arzuların yaratıcısının su olduğunu hatırlatıyor. Şair yel ile gelen sıfatları, “inkâr, yalan, acelecilik, nefis” olarak onun mayasında olduğunu gösterir. Sonra ateş ile geldi “şehvet, kibir, açgözlülük ve kıskançlık” demekle, insan özelliklerini gösterir. Allah Teâlâ insanı yaratırken ona kendi nefesinden üfleyerek can vermiştir. Ruh, ilahi arzuların yaratıcısıdır. Ruh ile geldi “tatlı bütünleşme, utanma, temkinli davranış” demekle, şair tek tek bütün özellikleri söylüyor ve onlarla gelen amellerin türettiği işleri okuyucusuna gösteriyor. Burada şair açık şekilde dört unsurla insanda oluşan nitelikleri söyleyerek, insan karakterinin özelliklerini ortaya koymuş oluyor. İnsanın maddi varlığını teşkil eden bu unsurlar, onun varlığında esas rol oynuyor. Şair bedenle insana verilenlerin nefisle bağlı olduğunu söylüyor. Ruhla gelenlerin ilahi kökenden olduğu için ahlaki olmasına, cisimleşip görünmesine çok büyük önem veriyor.

Mesnevide, toprak ve su, bütün güzel niteliklerin kökeni; ateşle rüzgâr ise aksine, pisliklerin, korkulanların, kötü işlerin kökeni gibi sunulur. Bedeni oluşturan bu dört unsurla gelen niteliklerden Yunus Emre ruhla gelenleri ve bedeni hiç bir zaman terk etmeyen insani nitelikleri de söylüyor. Bu keyfiyetler insani pis ve kötü işlerden, eksikliklerden koruyor, onu güzelliğe, iyi işler yapmaya doğru yönlendiriyor. Toprak ile böyle geldi dörd sıfat, Sabru eyu hu tevekkül mekrümet. Su ile geldi böyle dört türlü hal, Ol safadur hem seha lütfü vüsal. Yel ile geldi böyle bil dört heves, Ol durud kizbü riya tizlik nefes. Odıla geldi böyle bil dörd dürlü dad, Şehvetü kibrü tama bir de hased. Canla geldi böyle dörd hasil, İzzetü vahdet haya edebi-hal. Demek, ruh insanı pis niteliklerden temizleyen dört unsurdan biri olarak dört olumlu niteliğe sahip olur. Bunların tamamıyla insan kendi içindeki pislikleri öldürüp erdem yoluna ulaşır. Yani ruh bedene üstünlük kurar ve insan hayırlı işlerin sahibi olarak Tanrı’ya doğru yükselir. Şair burada bize anlatmak istiyor ki, insanın maddiyattan maneviyata dört unsurla bağlı özellikleri ile yükselir. Hayırlı işler, ilahi makamdır. Bu yolla ilerleyen insan yücelmeye can atar, bu can atmanın aslında sevgi bulunur. Neyi seversen imanın odur, Neyi sevmezsen sultanın odur. Mesnevinin on üç beytinden sonra şair eseri, “Failatün / failatün / failat (failün)” kalıbıyla yazmıştır. Bunlardan sonra mesnevinin esas bölümü başlar. Bu mesnevide Yunus Emre bir nasihatçi, terbiye veren bir öğretmen olarak karşımıza çıkıyor. Sanır mısın öğüdümü dak(tut) için Nasihattir sana cümle Hak için


Risale altı başlık altında okuyuculara sunulur. Mesnevinin I. Bölümünde; ruh, akıl ve onlara bağlı durumların destanı söylenir. Bu bölümde şair aklın hikmetinden, nefsin ise türettiği felaketlerden söz eder. Şair insanın içinde iki sultanın varlığından, onların birbiri ile kavga etmesinden söz eder. Hangisinin üstün gelerek insan bedenine hâkim olması gerektiğini anlatır. Uyarılan adamın bu unsurların onun karakterinde oynadığı rolü okuyucuya gösterir. Bunların biri insandaki aklı, diğeri nefsi yöneten duygulardır. Bunlara bağlı olarak şair şunları yazıyor: İki sultan durur sana havale, Diler her ikisi ki mülki ale Biri Rahmanıdır can hazretinden, Biri şeytandır garez yatından Şair mesnevide rahmin çeşitli biçimlerde insan içinde olduğunu ve kendine özgü oluşumlarını gösteriyor. Şair insanın içinde hüküm süren rahmin ağızsız dilsiz on üç bin askerinin olduğunu ve bunlara karşı direnen nefsin dokuz bin askeri olduğunu, onların da her birinin insan içinde hazır durumda mücadele ettiklerini anlatıyor. Nefsin çocuklarını şair “nişanları bu kim yüzleri kara” demekle tasvir ediyor. Nefsin hangi işleri türeteceğini önceden okuyuculara sezdiriyor. Yunus Emre okuyucuyu “sakın kim bunlardan olmayasın, ki nefs divanına yazılmayasın” demekte, insanları nefse uymamaya, onun esiri olmaktan uzak olmaya çağırmaktadır. Şair nefsin de çeşitli oluşum biçimleri bakımından dokuz oğlundan söz ediyor. Bu nefs oğlanları dokuz kişidir, Nifak u şirk onların işidir. Nefsin ilk oğlu Tamah ’tır. Onun elinden hiç bir güzel iş gelmez “cihan mülkü onun olsa da yetmez”, diyor. Tamah bütün dünyayı kendi kapısında tutsak edermiş. O, dünya malını sever. Tamah’a esir olanın dini imanı dünya malıdır. Şair “tamah kervanıyla yoldan azmıştım” diyen insanın bir gün buna

göre Tanrı dergâhında cevap vereceğini, başına belaların geleceğini ona bildiriyor. Tamahın kurbanı olan insanı bu beladan kurtarmanın çetin olduğunu, onun çok güçlü bir heves olduğunu şair aşağıdaki beyitte şöyle ifade ediyor. Tama hepsine düştün çıkamazsın, Katı berkdir divanı yıkamazsın. Tamahın esirliğinden kurtulmak zordur, çünkü onun biner tonluk tama askeri kavgacıdır, kahramandır her birisi, elinden kurtulmak çok çetindir. İnsan kendi içinde çarpıştığı bu bölümü sorar. “Ulunuz kimdir, kimin işisiniz?” ; onlar kendilerini nefsin kulları gibi sunarlar. Şair tamahın olduğu yerleri cehenneme benzetiyor. Ondan kurtulanı cehennemden kurtulmuş sayıyor. Tamahtan kurtarmak için Yunus Emre beden ilinde tek bir çare , ‘kanaat’e başvurmuş. Mesnevinin 2.bölümünde bahsedilen kanaat, ilahi makamdan olduğu için Tanrı’nın cemal sıfatlarındandır. Kanaat askerleri tamah saflarını kırmış, insanın gönül mülküne hâkim olmuşlardır. “Di dursun ki tac u taht onundur, ilahi devletine baht onundur”, diyen şair onların yerini gösteriyor. Mesnevinin “Destan-ı kanaat” bölümünde kibir, gösteriş, kendini övmekten sohbet açılıyor. Kibir insanın yükselmesine, ilahi makama çıkmasına engel olan sıfatlardandır. Şair kibri dağ başında oturan haramilere benzetiyor. Kibrin sonu da tamah ile aynıdır. Buna bağlı olarak şair şöyle diyor. Kendinden gayrı kimseyi beğenmez, Yüce yerde duru aşağı inmez. Taht başında oturmuş insanlara yukarıdan aşağı bakan kibir hiç kimseyi beğenmiyor. Yunus Emre de, böyle insanların sonunu görmüş, onların çok geçmeden ayaklar altına serileceğini anlatıyor. Buna bağlı olarak Yunus Emre yaratıcılığının araştırmacısı Mustafa Tatçı şu yargıda bulunuyor: “Yunus kibri dağ başında oturan haramilere benzetiyor. Bu benzetme bazı

diğer benzetmelerle birlikte devrin sosyal hayatından alınmış anlamlı bir belge değeri taşımaktadır. Özellikle yarı göçebe hayat yaşayan Anadolu Türkünün başı haramilerden derttedir. Yunus bu motifi içe dönük bir malzeme olarak kullanıyor. Harami nefsin bir sıfatı olan kibri temsil edince, bunun zıttı olan alçak gönüllülükle birlikte işleniyor. Bu bölümde kibir “dağ” sembolü ile veriliyor. Sakıngıl olmagıl kibrile yoldaş, Kibr handa(nerde) ise onunla savaş. Şair insanın içinde başkaldıran kibri de, nefse yoldaşlık eden sebeplerden biri olarak hesap ediyor. Ona “eşitmedin tevazü ne dediğin” demekle, kibri benimseyen insanın Hakk’ı göremeyeceğini ona anlatıyor. Tegebbür kişiler ere eremez, Özünün düşmanı durur göremez. Şair kibir ve gururla geçen ömrü yele vermiş sayıyor. Onun için de böyle insanları akıldan yardım istemeye davet ediyor. Onların yardımına “yürü imdi iste akıldan” demekle, insanı alçak gönüllü olmaya çağırıyor. Kibirli olmak insanı iyi işler yapmaktan uzaklaştırır. Alçak gönüllü olan insan için “alçaklığı aktı ırmak oldu, aka aka denize ulaştı.” diyor. Şair alçak gönüllü olan insanın nasibinin Tanrı dergâhında umman olacağını okuyucuya sezdiriyor. Umman sonsuzluktur, denizdir, deryadır, bu deryanın içinde kıymetli cevherler var, alçak gönüllü olanlar bu cevherlere sahip olacaktır. Çünkü böyle insanlar su gibi temiz ve hükümsüz olarak deryaya ve okyanusa kavuşanlardır. Alçak gönüllü olanlar hakkında Ahmet Yesevi hikmetlerinde şöyle deniyor.: “toprak ol, hepsi sana basıp geçsin.” Ayak tozu iz ve belirtiye işarettir. Kur’an’da sık sık Allah’ın ayetlerinde işaretlerden söz ediliyor ve gerçeğin çeşitli oluşumu Hakk’ın ayet ve işaretleri gibi düşünülüyor. Mesnevinin III bölümünde, Mesnevinin kendinden de görüldüğü gibi EDEBİYAT 153


gazap nefsin gösterdiği faaliyetleri hayata geçiriyor. O, bütün varlığı ile ruhla gelen iyi niyetlere perde çekmek zorundadır. Boşu derler bana benem bahadır Düzenlik bozmaya her yerde hazır. Kendisi “nerede olursa, ot bitmez oldu”, “düzeni bozmaya her zaman gücüm yeter”, “ki mahkûm eylemiş gazabı divanı”, “doğru kim varsa onu kınar”, “geçirdin ömrünü sen gazap ile hemen zulmet desen” böyle sözlerle anlatılan gazabın sonu bize ışık tutar. Gazap insan içindeki çalışmalarını gizli devam ettirmek için uygun yollar gösteriyor. O, yeri göğü gezse de kendine yer edinmesini söylüyor. İnsanın kalp evine girmiş gazap onu yıkıntıya çevirmiştir. Gazaba uğrayan insan yolda kalacak, hiç bir yolu sonuna kadar sürdüremeyecek. Çeşitli sıfatlarla oluşan gazap çalışmalarını gizli devam ettirerek bazen nurani bir koca şeklinde “elinde asa” betimleniyor. Ona bağlananlar “Bana karşı durup Hakk’ı unuttular diyor. Gazabı ele geçirmek için akla başvurulur.” Çü hiç söz kalmadı ulaşdı akla, Boşuyu tutmağa iş düşdi akla. Akıl gazapla vuruşmak için birleşiyor. Gazabı cezalandırmak üzere bir mahkeme kuruluyor ve bütün şikâyetlerin gazaptan olduğu söyleniyor. Divanda söylediğim bunca düzdün(sıraladın), Şikâyet boşudandır(gazaptandır) sözde her gün. Gazabı ele geçirmek için şair sabra yöneliyor. Gazabın İbrahim Ethem misali sabır karşısında sürdüremeyeceğini ona hatırlatıyor. Feda canım sana ey sabr yiyesi, Ki sabr oldu benim canım gıdası. Şair bu bölümün sonunda “sabırla dost olan Hakk’a yoldaş olur” iddiasını aşağıdaki beyitte şöyle şiirleştiriyor. Kime sabr olsa dünyada müyesser, Ona Hakk veresidir mülki diğer.

154 KONAK

Mesnevinin dördüncü bölümünde sabrın durumlarından daha etraflı, daha geniş şekilde sohbet açılıyor. Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye mesnevisinde en çok değer verdiği makamlardan birisi sabra bağlı olan satırlardır. “Sabır neredeyse iyiliktir işi”, “Sabırlının devleti daim olacak”, “nasibi sabır olanlar yücelecek” diyen şair, sabır kime yoldaş ise, onun sonunun güzel işler olacağından haber veriyor. Şair yeri geldikçe eserde sembolik makamlara da başvuruyor. Burada Yusuf Peygamber’in sabırla kuyuda kararsız olmasından yukarı bakınca sonsuz gökleri, aşağıda makamın taş topraklarını, görüp “sabırlı olmazsam neyi başarabilirim” diyerek Allah’a şükrediyor. Bu yolla o, nereye baktıysa sabrı gördü, “ererdi devlete ol sabri ali”, “ki sabır ile güzel oldu hali” diyen şair sabırlı insanın çok yükseğe, veliliğe yahut da peygamberliğe ulaşacağını okuyucuya hatırlatıyor. Çü çektiler kovayı çıkdı taşra, Zihi devletlü kim sabrı başara. Gör sabır ile Yusuf niye irdi. Ki sabrın acısı halvaya irdi. Velilik, tasavvufta Hakk’a ulaşıp fenafillaha yükselenlere verilen addır. Buna göre de sufiler veliliği peygamberlikten sonra ikinci mertebe sayarlar. Çünkü onlar hazreti Muhammed’i güneş, velileri ise ay gibi sembolleştirirler. Veliler insanlarla Allah arasında ilgi kuranlardır. Sabr kimdedirse o arşa sürer Ki sabr içre bulunur dürlü hüner Şair burada sabırla miracından söz açmış, insanın da sabırla her şeye güç yetireceğini okuyucuya sezdirmek istemiştir. “Tanrı aklı yaratırken ondaki itaatkârlığı görmüş ve senden daha büyük, daha sevimli bir şey yaratmadım demiştir. Hem de Tanrı akla sabırdan büyük hiç bir şey vermemiştir. Bu mesnevide de görüldüğü gibi Yunus Emre XIII. Yüzyıl insanını, bağlılık ve dayanakla sabra çağırmıştır.

Mesnevinin beşinci bölümünde imrenme ve kıskançlık durumları hatırlanır. Şair okuyucusuna kıskançlığın durumlarını hatırlatarak, eskiden onun işinin fitne - fesat olduğunu söylüyor. Şeker yeyirse dadı dalı yoktur, Ki datlı diriliğiyle (canlılığıyla) halı yoktur. Heset eli onuncun (onun için) irmez işe, Kime kim kuyu kaza kendi düşe. Şair gösteriyor ki, kıskançlık kendi kendinin içini yiyiyor. Onun yediği kendidir, “söyleyeyim sana kıskancın ne yediğini, sakınır kendinden kendi yediğini.” İçinde kıskançlık duygusu olan insana hiç kimsenin dua etmediğini de söylüyor şair. Ko sevme dünyayı kim kala senden, Dilersen dilemezsen ala senden. Süleyman’dan ireli olmayasın, Hakikattir cahanda kalmayasın. “Süleyman’a kalmayan dünya sana da kalmaz” fikri Yunus Emre’nin bu mesnevisinde de yer almaktadır. Ek olarak kıskançlığın hayırlı iş olmadığını, güzel iş yapan birisi “eli bağlı durur hayır iş görme” diyor. Kıskanç adamdan iyi bir iş ummayı şair akılsızlık sayıyor. Mesnevinin son bölümü olan altıncı bölümde okuyucuya akıl vasıtasıyla öğüt veriliyor, onları dediklerine kulak asmaya çağırıyor. Gel indi aydayın bir kaç nasihat, Bu akli cüzden sana eyü baht. Kalır taşra bu akli- maaş, Bakır bu yola akli-cüzi bakış.


KAYNAKÇA 1. Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:6 Sayı: 1 Haziran 2005 2. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergipark.ulakbim.gov.tr1991 3. TURNA, Murat, SEZAİ KARAKOÇ’UN GÖZÜYLE YUNUS EMRE, MEHMET ÂKİF VE MEVLÂNA, 2012 4. KÖPRÜLÜ, Fuad, TÜRK EDEBİYATINDA İLK MUTASAVVIFLAR, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3.baskı, Ankara, 1976 5. KARA, Mustafa, TÜRK TASAVVUF TARİHİ ARAŞTIRMALARI, Dergah Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2005 6. International Periodical For the Languages, Literature and History of Tur-

kish or Turkic Volume 4/6 Fall 2009 7. TATÇI, Mustafa, Yunus Emre Divanı , Akçağ, Ankara 1991 8. AKSAN, Doğan, Yunus Emre Şiirinin Gücü, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2005 9. AKSAN, Doğan, Cumhuriyet Döneminden Bugüne Örneklerle Şiir Çözümlemeleri, Ankara: 10. Bilgi Yayınevi, 2004 11. International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic 12. Volume 6/4 Fall 2011, p.183-190 , TURKEY 13. KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk edebiyatında ilk mutasavuflar. Ankara. 1976. s.293 14. BANARLI, Nihad Sami, Türk edebiyatı

tarihi.İstanbul.1983. c1.s.33 15. AYAN, Hüseyin,Risaletün-Nüshiyye üzerinde bazı düşünceler. Yunus Emre sempozyumu bildirileri. Ankara.1990.s.121-122 16. HACI, Sicareddin, Nizami Gencevinin felsefi – didaktik görüşleri. Bakı. Mütercim. 2008. s. 20. 17. ÜNVER, İsmail, Mesnevi. Türk dili. Divan Şerhi. II. Ankara1986. sayı 415417 Ağustos-Eylül.s.430. 18. HACI,Sicareddin, Hezret Nizami Gencevinin yaradıcılığında peyğemberlik anlayışı ve hezret Mehemmed (s.e.s) II kitab. B. 2008. Nafta-Press neş.s. 145. 19. GÖLPINARLI, Abdülbaki, Yunus Emre. Risaletün-Nüshiyye ve Divan. Ankara.1965. s.16.ok

EDEBİYAT 155


Edebiyat koordinatörlüğü olarak Divan Edebiyatı üzerine yaptığımız çalışmaları neticelendirerek Hayati İnanç’ı divan hakkındaki engin bilgilerinden faydalanmak üzere söyleşimize davet ettik. Hem divan edebiyatını daha iyi tanıma fırsatı bulduk hem de harikulade beyitler ve açıklamalarıyla çok samimi ve güzel bir söyleşi gerçekleştirdik: “Divan edebiyatı 13. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde Selçuklu mirası ile kurulmuştur. 20. yüzyıla kadar devam etmiş, bu yüzyıl ortalarına doğru ehilleri azalmış, lisanı değişmiştir. Lakin bu dönemde de Yahya Kemal, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Haşim gibi Türkçenin zirvesini oluşturan çok başarılı şairler vardır.”

Edebiyat Söyleşileri

DİVAN EDEBİYATI

Değerlendiren Afife Kübra UĞURLU Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi

Arapça kökenli şey, Farsça kökenli hiç ve Türkçe olan bir kelimeleriyle oluşan “hiçbir şey” sözüne ne demeli? Eğer insan Arapça ve Farsça kelimelerden uzak durmak istiyorsa o kişi ömrü boyunca “hiçbir şey” diyemez. 156 KONAK

“Bizlere Edebiyat derslerinde çorba nasıl yapılır, tarif edilir, lakin çorba servis edilmez. Eğer çorba servis edilirse görülür ki istikbal köklerdedir. Türk millet ve devletinin misyonu bu kadar yüce iken sığ Türkçe ile bu amaçları yerine getirmek mümkün değildir, geçmişe bakmak elzemdir. Mesela Baki, Fuzuli, Nabi, Şeyh Galip gibi şairleri okuyarak önce dilimizi sonra edebiyatı sevmek mümkündür. Öyle ki şairlerimiz ölümü anlatırken insanın adeta ölesi gelir.” Hocamız Şeyh Galip’e çarpıldığını ve onun karşısında dağıldığını ifade ederek okuyor bizlere: Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya Dâvâyı muhabbette sâdık mı değilsin ya Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya Sende bu gâm ne gezer âşık mı değilsin ya Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır. “İnsan şiirle konuştuğunda sözlerinin tesir derecesi kat kat artar. Tabi şiirle konuşabilmek için ezber şarttır. Acaba bu kadar ezber nasıl yapılır? Dikkati toplu tutmak ilk sıralarda gelir ve gereksiz şeylere meyli kesmek lazımdır. İnsan, Allah tarafından kabiliyetle donatılmıştır, yalnızca bu kabiliyetin işlenmesi gereklidir. İnsan takıntılara kendini kaptırırsa kendindeki cevheri ziyan etmiş olur ve ancak takıntılardan kurtulduğu zaman başarılı olur. Bu şiir dediğimiz müessese yoğun dikkat ve ilgi gerektirir. Lüzumsuz ilgilerden arınmak icap eder. Günümüzde bilgi çok, adeta bilgi bombardımanı altındayız. Şuursuz ve kontrolsüz zaman harcama gibi bir olay zuhur ediyor.” Hocamız bu kısımda da Müslüman’ın gözünün nuru olarak nitelendirdiği fecr vaktinden bahsediyor: “Seher vakti veyahut fecr vakti, gecenin son altıda biridir. Ve fecrin tecellisi çiçek kokusu, kuş sesi ve Müslüman yüzüdür. Fecr, adeta Müslüman için rüyasız bir uykudan uyanmak manasına gelir. Zamanı güzel değerlendirebilmek için erken yatmak ve fecr vakti ayakta olmak gereklidir.” Bir âh-ı sehergaha bakar ‘ukde-i derûn Nitekim goncaya küşâdı bâd-ı seher verir. (Vanlı Dürrî)


Ukde düğüm demektir, içindeki düğümü çözmek seher vakti dökülen gözyaşına edilen âha bağlıdır, nitekim kapalı olan gonca seher yeliyle açılır, gül olur. “Şeyh Galip mahzun ve üzgün olmayı yasaklar, “insan tebessüm etmelidir” der. İnsan viranedir ve bedene yani zahire bakınca hüzünlenir, çünkü sürekli yerçekimine karşı mağluptur ve yıpranır. Lakin insanın aslı ruhtur ve ruh çok kıymetlidir ve sevildiğinden haberi yoktur, “Dimdik yürüyenler dümdüz yatarlar.” sözünü duymamış gibi de kibirlidir. Şeyh Galip der ki “İnsansan gülsün yüzün.” Yalnız neşe hak edilmeli; mesela sabah neşesi, mesela ibadet neşesi… “Tekrar ilk konumuza dönersek, insanın yabancı kelimelere mahkûm olması ne kadar da üzücüdür. Osmanlıca da Türk-

çedir neticede, lakin şu zamanda bir şiiri okuduğumuzda anladığımız birkaç kelime ile sınırlı kalıyor ne yazık ki. Belli ki kelimelerden bir darbe yemişiz, şaşırtıcı derecede kendimizle aramızı açmak gibi bir derdimiz var. Bilinmelidir ki Arabi, Farsi, Türki eş yumurta üçüzüdür. Mesela Arapça’da kitabın çoğulu “kütüp”, Farsça’da ev manalı “hane”; birleştirilince kütüphane kelimesi oluşur ve düpedüz Türkçe’dir. Başka bir örnek ise Arapça kökenli şey, Farsça kökenli hiç ve Türkçe olan bir kelimeleriyle oluşan “hiçbir şey” sözüne ne demeli? Eğer insan Arapça ve Farsça kelimelerden uzak durmak istiyorsa o kişi ömrü boyunca “hiçbir şey” diyemez. Millet olarak aslımıza yabancılaşmayı reddetmeli ve köklerimizi tanımak için çabalamalıyız. Eğer çabalamazsak bu sosyolojik olarak

ölmek demektir ve her zaman ölmemiz istenmiştir. O zaman gözümüzü açık tutup diri olmak mecburiyetindeyiz.” Hocamız Peygamber Efendimiz (sav)’den bahsederek sözlerini sonlandırdı: “O öyle bir güzellikteydi ki sadece hak edenler veyahut nasibi olanlar fark edebiliyordu. Öyle ki Efendimizin bunca İslam’a davet ettiği kişi arasında amcalarına dahi iman nasip olmamıştır. Onlara iman nasip olmamış da 14 asır sonra iman bizlere nasip olmuşsa, bu bizim herhangi bir becerimizden veya üstünlüğümüzden değil, tamamen Rabbimizin bize bir lütfuyla olmuştur. Öyleyse insanoğlu kibirleneceğine acziyetinin farkına varmalı ve kendini dünyaya kaptırmamalıdır; dünyada söylenen haklı sözleri göz ardı etmeden tabi ki.”

1961’ de Denizli’de dünyaya gelen Hayati İnanç 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Avukatlığın yanısıra yayıncılık, yöneticilik, denetçilik, öğretmenlik ve sunuculuk yaptı. Kendi deyişi ile “en değerli iş insana yatırım” inancıyla, klasik eserlerden edindiği heyecanı, her yaştaki gençlerle paylaşmak arzunda. Aynı zamanda TRT’ de “Can Veren Pervaneler” programını da hazırlayıp sunmaktadır. Aynı isimle 4 adet kitap neşretmiştir.

EDEBİYAT 157


Edebiyat söyleşilerimize 2017 yılının son konuğu olarak Tanzimat Edebiyatı söyleşisiyle gazeteci- yazar Fatih Bayhan’ı davet ettik. “Bu dönemden bize kalan üç önemli miras vardır. Bunlar: sözlükler, tiyatrolar ve reddiyelerdir.”

Edebiyat Söyleşileri

TANZİMAT EDEBİYATI

Değerlendiren Zeynep ÖNDER Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi

Bu dönemden bize kalan üç önemli miras vardır. Bunlar: sözlükler, tiyatrolar ve reddiyelerdir. 158 KONAK

“Eski dönemlerin edebiyatını anlayabilmek için o dönemlerin siyasi ve sosyal şartları mutlaka bilinmelidir.” diye söze başlayan Bayhan, bu doğrultuda önce Tanzimat Dönemi’nde Osmanlının durumunu incelemek gerektiğinin altını çizerek şöyle devam etti: “Tanzimat Edebiyatı Osmanlı Devleti’nin zayıflayarak çok zor bir döneme girdiği zamana denk gelir. Karlofça’ya kadar Türklerin yenilmezliği kabulü varken, bu antlaşmadan sonra Batıda Türkler de yenilebilir anlayışı oluşmuştur. Osmanlı Devleti artık toprak kaybetmeye başlamış, ekonomisi zayıflamış bir “hasta adam” olarak görülmüştür. 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği “milliyetçilik” akımından en çok zarar gören devlet Osmanlı olmuştur. Biz rönesansımızı Fatih ve Kanuni döneminde yaşarken skolastik dönemi yıkılış devrinde yaşadık. Son 200 yıl yeni bir şey yapmaktansa var olanı korumaya yönelik bir politikamız vardı. Batı da ise her alanda yenilikler yapılıyordu. Fen ve teknolojide bizden çok ilerdeydiler. Bu durum Batıya yönelişi başlattı.” diyerek sözlerine şöyle devam etti: “Bu şartlar altında ortaya çıkan Tanzimat Edebiyatını iki dönemde inceleriz. Birinci dönemde “sanat toplum içindir” anlayışı hakimdir. O dönem Divan Edebiyatı’nın ağır dilinden ziyade, ‘halkı anlamak’ ve ‘halka anlatmak’ amacı güdülerek sade bir dil kullanılmıştır. Toprak kayıplarının halkta uyandırdığı ‘vatan’ anlayışı edebiyatta da etkili olmuştur. Fakat o dönem ‘vatan’ kavramını kullanmak suçtur. Çünkü Osmanlı sınırları çok geniş bir imparatorluktur. Sınırları asla çizdirilmemiştir ve vatan dendiğinde bir sınırlama olacağı düşünülerek kullanılması istenmemiştir. Hatta Namık Kemal “Vatan Yahut Silistre”yi yazdığı için sürgüne gönderilmiştir. Batılı tarzda ilk eserler bu döenmde verilmiştir. İlk tiyatrolar bu dönemde yazılmıştır. Bu dönemden bize kalan üç önemli miras vardır. Bunlar: sözlükler, tiyatrolar ve reddiyelerdir. Bu dönemde Şinasi’den bahsetmemek olmaz. Agah Efendi ile çıkardıkları Tercümanı Ahval gazetesi basın hayatımızın başlangıcı olmuştur. Şinasi’nin burada yazdığı mukaddime de edebiyatımızın ilk makalesi kabul edilir. Osmanlıcanın kendi dil kuralları vardı. ‘Elif ’, ‘Vav’ ve ‘Ye’ harfleri üstün, esre ve ötreyi belirtiyordu. Nokta, virgül, ünlem işareti kullanılmı-


yordu. Anlam telaffuzla sağlanıyordu. Tabi bu durum anlam karışıklıklarına sebep oluyordu. Örneğin, “Oku baban gibi eşek olma.” cümlesinde virgül kullanılmazsa anlam kargaşası ortaya çıkar. Makalelerinde nokta ve virgülü ilk kullanan, edebiyatımıza noktalama işaretlerini kazandırarak bu sorunu ortadan kaldıran da Şinasi’dir. İlk tiyatro eseri de yine Şinasi’ye aittir.

Tanzimat Edebiyatı ikinci dönemine baktığımızda “sanat sanat içindir” anlayışının hakim olduğunu görürüz. Edebiyat halka yönelik değildir çünkü seçkinler için yapılmıştır. Bu döneme damgasını vuran olay “Zemzeme” ve “Demdeme” tartışması olmuştur. Burada modernizmi savunan Recaizade Mahmut Ekrem ile gerici-gelenekçi olarak bilinen Muallim Naci arasında-

ki eski-yeni çatışmasından söz edilir. Ekrem’in Zemzeme’sine karşılık olarak Muallim Naci Demdeme’yi yazmıştır. Zemzeme ve Demdeme okunması gereken, okuyana çok şey katacak eserlerdendir.” şeklinde konuştu. Söyleşimiz dinleyicilerimizden gelen sorularla son buldu.

1975 Adana doğumlu. İlkokul ve Liseyi Adana’da okudu. Kamu Yönetimi ve Gazetecilik Bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1994’te İstanbul’da Muhabir olarak başladı. Çeşitli yerel ve ulusal gazetelerde; Yazar, Yazı İşleri Müdürü ve Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. Aktüel, Siyaset, Tarih-Araştırma ve Deneme türlerinde yazılar yazan Fatih Bayhan’ın çeşitli dergi, gazete ve haber portallarında yayınlanmış makaleleri bulunuyor.

EDEBİYAT 159


160 KONAK


HALK SAĞLIĞI Araştırmaları Koordinatörlüğü Gün geçtikçe artan bireyselleşme, yaşam sürelerinin uzaması ve kent hayatı; kaygıların artışına, yaşam biçimi değişikliklerine ve akut-kronik birçok sağlık sorununa mahal vermektedir. Hastanelerin artan yükü ile birlikte hastaların tedavi doyumsuzluğunun önüne geçilememekte ve tedavi edici sağlık hizmetlerinde makineleşme hızla artmaktadır. Bizler hastalıkları henüz olmadan engellemeye yönelik çalışmalar yapan koruyucu hekimlik alanı olan Halk Sağlığı disiplinini daha iyi tanımaya çalışıyor, hekimliğin macerasını dünyanın mihenk taşı saydığı bildirgeleri temel alarak incelemeye çabalıyoruz. Klinisyen olsun olmasın her hekimin toplumsal halk sağlığı bakış açısını edinmesi için farklı bilimsel makale ve kitaplardan bu konuları irdeliyoruz. Halkın sağlığına olan bakışımızı, çok paydaşlı bir yaklaşımla destekleyerek, bütüncül kavrayışı yakalamaya çalışıyoruz. Pek Yakında...

Etkinlik Çalışma Grubu • Makale Okuma • Sağlık Yönetimi ve Ekonomisi • Epidemiyoloji • Çevre Sağlığı • Sağlığın Sosyal Boyutu • Hekimin Sağlığı


TIP VE NASYONAL SOSYALİZM Werner F. Kümmel 1933 yılına kadar bir hukuk devleti ve bir kültür milleti (Kulturnation) olan Almanya, daha sonra çok kısa bir süre içinde, hekimlerin ciddi destekleriyle ilk defa devasa ölçüde bir ‘Biyo-Politika’nın uygulandığı acımasız bir diktatörlük rejimine dönüşmüştür. O zamana kadar tasavvur dahi edilemeyen ‘Biyo-Diktatörlük’ün, modern ve son derece uygar bir ülkede gelişmiş olması ‘Tıp ve Nasyonal Sosyalizm’ konusunun sadece Almanya için değil, aynı zamanda tüm dünya için de bir ders olmasını gerekli kılmaktadır. Hem tıp tarihi hem de tıp etiği açısından bu kadar önemli olaylar ülkemizdeki farklı alanlarda eğitim ve araştırmalarda ya hiç yer almamakta ya da gerektiği kadar önemsenmemektedir. İşte bu konudaki önemli boşluğu doldurmak amacıyla Beşikçizade Tıp ve İnsani Bilimler Merkezi (BETİM) bu alanın dünyada en saygın uzmanlarından Prof. Dr. Werner Friedrich Kümmel’in kaleminden çıkmış bu telif eseri Dr. Süreyya İlkılıç’ın tercümesiyle ilk defa Türkçe olarak okuyucuların ilgisine sunmaktadır.



ANKARA ŞUBESİ


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.